<<

DAVID LODGE’UN BİYOGRAFİK ROMANLARININ KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ: AUTHOR, AUTHOR VE A MAN OF PARTS

Gonca KARACA

Yüksek Lisans Tezi İngiliz Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Prof. Dr. Kamil AYDIN 2014 Her Hakkı Saklıdır

T.C. ATATÜRK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

Gonca KARACA

DAVID LODGE’UN BİYOGRAFİK ROMANLARININ KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ: AUTHOR, AUTHOR VE A MAN OF PARTS

YÜKSEK LİSANS TEZİ

TEZ YÖNETİCİSİ Prof. Dr. Kamil AYDIN

ERZURUM-2014

I

İÇİNDEKİLER

ÖZET ...... III

ABSTRACT ...... IV

ÖNSÖZ ...... V

GİRİŞ ...... 1

BİRİNCİ BÖLÜM

BİYOGRAFİ VE BİYOGRAFİK ROMAN

1.1. BİYOGRAFİ ...... 10

1.1.1. Biyografinin Tanımı ...... 10

1.1.2. Biyografinin Gelişimi ...... 11

1.1.3. Biyografiye Bakış Açıları ...... 20

1.1.3.1. Biyografi ve Tarih...... 20

1.1.3.2. Biyografi ve Psikoloji ...... 23

1.1.3.3. Biyografi ve Edebiyat ...... 25

1.1.4. Biyografinin Türleri ...... 29

1.1.4.1. Referans Biyografileri ...... 29

1.1.4.2. Eleştirel Biyografiler ...... 30

1.1.4.3. Tarihsel Biyografiler ...... 30

1.1.4.4. Edebi Biyografiler ...... 30

1.1.4.5. Popüler Biyografiler ...... 30

1.1.4.6. Kurgusal Biyografiler ...... 31

1.2. BİYOGRAFİK ROMAN ...... 31

II

İKİNCİ BÖLÜM

DAVID LODGE’UN BİYOGRAFİK ROMANLARINDA VE H.G. WELLS

2.1. HENRY JAMES VE H.G. WELLS ...... 36

2.2. AUTHOR, AUTHOR VE A MAN OF PARTS’IN KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ ...... 44

SONUÇ ...... 75

KAYNAKÇA ...... 80

ÖZGEÇMİŞ ...... 84

III

ÖZET

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DAVID LODGE’UN BİYOGRAFİK ROMANLARININ KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ: AUTHOR, AUTHOR VE A MAN OF PARTS

Gonca KARACA

Danışman: Prof. Dr. Kamil AYDIN

2014, Sayfa: 84

Jüri: Prof. Dr. Kamil AYDIN Prof. Dr. Mehmet TAKKAÇ Doç. Dr. Ahmet BEŞE

İnsanlık tarihi boyunca yaşam ile edebiyat birbirine bağlı olarak varlığını sürdürmüş, insanlar deneyimleriyle tetiklenen bir yazma gereksinimi duymuşlardır. Bu bağlamda, öz yaşamlar veya başkalarının yaşamları yazılarak, antik çağdan bu yana, yaşam yazım faaliyetleri devam ettirilmiştir. Otobiyografinin yanı sıra, yaşam yazımının en bilinen biçimlerinden biri olan biyografi, Yunan tarihçi Plutarch’tan beri gelişip yenilenerek günümüze kadar ulaşmıştır. Roman türünün ortaya çıkışıyla birlikte onunla yakın bir etkileşim içine giren biyografi, özellikle 20. yüzyılda modernist yazarların deneyselciliği sayesinde gerçek ile kurguyu beraber barındırma yoluna gitmiştir. Gerçek ve kurgunun bu birlikteliği sonucu ortaya çıkan biyografik roman, gerçek bir kişinin yaşamını roman yapısı içerisinde kurgusal olarak ele almayı amaçlamaktadır.

Bu çalışmada, çağdaş İngiliz edebiyatının önde gelen yazarlarından David Lodge’un biyografik romanları Author, Author ve A Man of Parts ve bu romanlarda ünlü yazarlar Henry James ve H.G. Wells’in yaşamlarının nasıl ele alındığı karşılaştırmalı olarak incelenmeye çalışılmaktadır.

IV

ABSTRACT

MASTER THESIS

COMPARATIVE STUDY OF DAVID LODGE’S BIOGRAPHICAL NOVELS: AUTHOR, AUTHOR AND A MAN OF PARTS

Gonca KARACA

Supervisor: Prof. Dr. Kamil AYDIN

2014, Pages: 84

Jury: Prof. Dr. Kamil AYDIN Prof. Dr. Mehmet TAKKAÇ Assoc. Prof. Dr. Ahmet BEŞE

Through human history, life and literature have coexisted. People have had an impulse to write triggered by their experiences and have continued life writing activities since ancient times by writing both their own and others’ lives. Being one of the best known forms of life writing, in addition to autobiography, biography has succeeded to exist developing and being renewed since Greek historian Plutarch. With the rise of novel as a literary genre, biography has been in relation with it and included fiction along with facts, especially owing to experimentalism of modernist writers in the 20th century. Biographical novel, which appeared as a consequence of this relation of fact and fiction, aims at dealing with a real person’s life in a fictional way within the structure of the novel.

In this study, Author, Author and A Man of Parts, biographical novels by David Lodge, who is one of the prominent writers of contemporary English literature, and the way of dealing with biographies of two famous writers Henry James and H.G. Wells in these novels are comparatively examined.

V

ÖNSÖZ

On dört romanı ile çağdaş İngiliz edebiyatının en etkin ve önemli yazarlarından biri olan David Lodge, bugüne kadar ya yazdığı kuram ve eleştiri kitaplarıyla ya da kampüs ve Katolik romanları bağlamında ele alınmıştır. Bu çalışma ile Lodge’un başka yaşamları konu aldığı Author, Author ve A Man of Parts biyografik roman kapsamında karşılaştırmalı incelenerek, Lodge’a farklı bir bakış açısı kazandırmak ve gelecekte yapılacak diğer çalışmalara alçakgönüllü bir katkı sağlamak amaçlanmıştır.

Bu akademik çalışma sürecinde beni İngiliz yazar David Lodge’a yönlendiren ve onun romanlarını çalışmamı sağlayan, çalışma boyunca engin tecrübe, bilgi ve birikimiyle bana her zaman yol gösteren kıymetli danışman hocam sayın Prof. Dr. Kamil AYDIN’a tavsiyesi, sabrı ve emeği için teşekkür etmeyi bir borç bilirim. Beni yetiştirerek buralara kadar gelmemi sağlayan ve her fırsatta desteğini, sevgisini ve ilgisini esirgemeyen anne-babam Gül ve Yücel KARACA’ya teşekkür ederim. Ayrıca, Atatürk Üniversitesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü hocalarına, özellikle kaynak sağlama konusunda emeği geçen Doç. Dr. İsmail ÖĞRETİR’e ve desteğini esirgemeyen Doç. Dr. Ahmet BEŞE’ye ve son olarak çalışma süresince sevgi ve desteğiyle bir an bile beni yalnız bırakmayan değerli araştırma görevlisi arkadaşlarım Tuğba AYGAN, Tuğçe ALKIŞ ve Şeyma TEKİNTAŞ’a en içten teşekkürlerimi sunarım.

Erzurum, 2014 Gonca KARACA 1

GİRİŞ

Bu çalışmanın amacı, İngiliz yazar David Lodge’un iki önemli yazar Henry James ve H.G. Wells’in yaşamlarını ele alan biyografik romanları Author, Author ve A Man of Parts’ı karşılaştırmalı incelemek ve bu romanlarda benzerlik ve farklılıkları bularak onların biyografilerde anlatılanlardan farklı olarak Lodge tarafından nasıl yansıtıldığını göz önüne sermektir.

Çağdaş İngiliz edebiyatının üretken yazarlarından biri olan ve ilerleyen yaşına rağmen edebiyat dünyasına katkıda bulunmaya devam eden David Lodge, 28 Ocak 1935’te Dulwich, Güney Londra’da ailenin tek çocuğu olarak dünyaya geldi. Babası William Frederick dans gruplarında saksafon ve klarnet çalan bir müzisyen, annesi Rosalie Marie Murphy ise sıradan bir hancının kızı olan Lodge, annesinden dolayı bir Katolik olarak yetiştirildi ve eğitim gördü. Bir Katolik ile evlenmesi ve eşinin ailesinin de Katolik olması, Lodge’un Katolik geçmişine katkıda bulundu. Bununla birlikte, zaman içerisinde Lodge’un Katolikliği ele alış şekli değişti ve her şeye harfi harfine inanan Katolik çizgisinden uzaklaştı: “Bir zamanlar bir hayli inanan, kuralları uygulayan, geleneksel bir Katolik’tim, bu aldığım eğitimdi ve bir Katolik ile evlenmem de bunu destekledi. Ancak gençliğimden beri akıl ve teolojik açıdan tamamen değiştim. Artık harfi harfine doktrinlere inanmıyorum.”1

İkinci Dünya Savaşı’nın başladığı yıllarda Brockley, Güney Londra’da ikamet eden Lodge ailesi, Nazi Almanyası’nın İngiltere’ye 1940 yılında yaptığı hava saldırısı boyunca Londra’da yaşamaya devam etti. Daha sonra William Lodge İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri’nde hizmet vermek üzere evden ayrılınca Lodge, savaş yıllarının çoğunu annesiyle birlikte kırsalda, Surrey ve Cornwall bölgelerinde geçirmek zorunda kaldı. İlkokul eğitimi İkinci Dünya Savaşı yüzünden sekteye uğrayan genç Lodge, savaş bittikten sonra St. Joseph Akademisi’ne başladı ve 1952 yılında buradan mezun oldu. 1951’de 16 yaşındayken Almanya Heidelberg’te Amerikan ordusu adına sivil sekreter olarak çalışan teyzesi Eileen’in yanına yaz tatilini geçirmeye gitti. Bu tatil o güne kadar New Cross, Brockley sınırları içinde yaşamış ve Londra dışına dahi çıkmamış Lodge’a,

1 Rong Ou, “An Interview with David Lodge at Cambridge”, Journal of Cambridge Studies, 5 (2-3), Eylül 2010, s. 134. 2

yetişme tarzından kaynaklanan sınırların ötesine geçmesine ve hayatı farklı bir pencereden görebilmesine olanak tanıdı.

1952 yılında University College London’da İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde üniversite eğitimine başlayan Lodge, üç yıl sonra 1955’te dereceyle mezun oldu. Yine burada lisansüstü çalışmalarına başlamak üzereyken, o dönemde İngiltere’de erkekler için zorunlu olan askerlik görevine çağrıldı ve lisansüstü eğitimini iki yıl ertelemek zorunda kaldı. Kraliyet Silahlı Kuvvetleri’ndeki iki yıllık askerlik hizmetini önce Yorkshire’daki Catterick Kampı’nda daha sonra Dorset’teki Bovington Kampı’nda yapan Lodge, askeri yaşam biçimine duyduğu nefreti, yaşadığı deneyimleri ve tanık olduğu şeyleri eserlerinde yansıtmaya çalıştı. Askerden ayrıldıktan sonra, yarım bıraktığı yüksek lisans eğitimine kaldığı yerden devam etmek üzere University College London’a 1957’de geri döndü. Katolik kurgu-roman üzerine yazdığı The Catholic Novel from the Oxford Movement to the Present Day başlıklı tezini iki yıl içinde tamamlayıp 1959’da yüksek lisans diplomasını aldı. Aynı yıl, üniversite yıllarında tanıştığı Mary Frances Jacob ile evlendi. Üniversitede iş bulamadığı için yabancı öğrencilere İngiliz dili ve edebiyatı öğrettiği İngiliz Kültür Heyeti’nde geçici olarak çalışmaya başladı.

1960’da Birmingham Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı öğretmek üzere bir yıllık geçici öğretim üyeliği işi buldu. Bir yılın sonunda yardımcı öğretim üyesi olarak daimi kadroya geçti ve böylece 1987’deki emekliliğine kadar sürecek Birmingham Üniversitesi’ndeki akademik yaşamına başlamış oldu. 1963’te Birmingham Üniversitesi’nde birlikte çalıştığı ve iş dışında yakın arkadaşı olan İngiliz yazar ve akademisyen Malcolm Bradbury ve aynı üniversitede lisans öğrencisi James Duckett ile birlikte, Birmingham’da sahnelenen Between These Four Walls adında hicivli ve komik bir revü yazdı. Yine Bradbury ve Duckett ile yazdığı bir başka komik revü Slap in The Middle 1965’te Birmingham’da sahneye kondu. 1961’de Birmingham Üniversitesi’ne geldiğinde tanışan Bradbury ve Lodge, Bradbury’nin East Anglia Üniversitesi’ne gidişine kadar yakın arkadaş oldular. Dahası, yazımında Bradbury’den etkilenen Lodge, romanlarında komik unsurlar bulundurma ve komik romanlar yazma konusunda Bradbury tarafından teşvik edildi.

Lodge, Amerikan edebiyatı üzerine çalışmalar yapmak üzere 1964-65 yılları arasında Harkness Commonwealth Fellowship programı ile Amerika Birleşik 3

Devletleri’ne gitti. Altı ay boyunca Rhode Island’daki Brown Üniversitesi’nde çalışmalar yapan Lodge, daha sonra araba kiralayarak ailesiyle birlikte San Francisco’ya geçti. 1966 yılında roman türü hakkında yazılmış en çok okunan kuram ve eleştiri kitaplarından biri olan, kendisinin ilk eleştirel kitabı Language of Fiction: Essays in Critical and Verbal Analysis of The English Novel yayımlandı ve bir yıl sonra bu kitap sayesinde doktora diplomasını aldı. 1969’da bu kez konuk öğretim üyesi olarak tekrar Amerika’ya gitti ve Kaliforniya Berkeley Üniversitesi’nde iki dönem görev yaptı.

Amerika’da edindiği deneyimleri ve bu ülke ve insanlarının yaşam tarzı üzerine düşündüklerini eserlerine yansıttı. 1971’de The Novelist at The Crossroads and The Other Essays on Fiction and Criticism başlıklı kuram ve eleştiri kitabı yayımlanan Lodge, 1976’da Birmingham Üniversitesi’nden İngiliz Edebiyatı Profesörü unvanını aldı ve Kraliyet Edebiyat Derneği üyesi oldu. 1977 yılında East Anglia Üniversitesi’nde Henfield Writing Fellow olarak görev yaptı. Aynı yıl The Modes of Modern Writing: Metaphor, Metonymy, and The Typology of Modern Literature, 1981’de Working with Structuralism: Essays and Reviews on Nineteenth and Twentieth Century Literature başlıklı eleştiri kitapları, 1986’da ise çeşitli kişisel ve eleştirel makalelerden oluşan Write On: Occasional Essays’65-’85 başlıklı eseri yayımlandı.

1987 yılında Birmingham Üniversitesi’nden İngiliz Edebiyatı Onursal Profesörü unvanıyla emekli olan Lodge böylelikle kitap yazma çalışmalarına daha çok vakit ayırmaya başladı. Lodge’un ilk tiyatro oyunu olan The Writing Game 1990’da Birmingham Repertuar Tiyatrosu’nda sahnelendi. Aynı yıl After Bakhtin: Essays of Fiction and Criticism, 1992 ve 1997’de ise çeşitli makalelerden oluşan The Art of Fiction ve The Practice of Writing başlıklı kuram kitapları yayımlanan Lodge, o zamana kadar yazdığı öyküleri içeren bir derleme yaptı. İkinci tiyatro oyunu Home Truths aynı yıl yine Birmingham Repertuar Tiyatrosu’nda sahnelendi, Lodge daha sonra bu oyunu 1999’da yayımlanan bir kısa romana dönüştürdü. İngiliz edebiyatına katkılarından dolayı Lodge’a 1998’de İngiliz Şövalyelik Nişanı verildi. Bir sonraki eleştiri kitabı Consciousness and The Novel 2003’te yayımlanan Lodge, Thinks… adlı romanını iki karakterli bir tiyatro oyununa uyarladı ve oyun Secret Thoughts adıyla 2011’de Octagon Tiyatrosu’nda sahnelendi. 4

Bugüne kadar toplam on dört roman yayımlamış olan Lodge’un romanlarında genelde iki tema – Katoliklik ve akademi dünyası – göze çarpsa da, İkinci Dünya Savaşı sonrası İngiliz toplumunun durumu, Amerikan ve İngiliz üniversite sistemlerinin karşılaştırılması, televizyon ve dizi dünyası, İngiltere’de bir zamanlar zorunlu olan askerlik görevinin gereksizliği, bilinç, kaygı, dilbilim gibi çeşitli birçok konu ele alınır ve iki biyografik roman Author, Author ve A Man of Parts hariç diğer tüm romanlarında onun yaşamından izler bulmak mümkündür. Katoliklik Lodge’un hem yaşamında hem de yazımında büyük ölçüde iz bırakmıştır. Yüksek lisans tezini Katolik roman üzerine yazan Lodge, Graham Greene ve Evelyn Waugh gibi Katolik roman yazarlarından etkilenmiş ve bu romancılar üzerine inceleme yazıları yazmıştır. Katoliklik temasının neredeyse tüm romanlarında okuyucunun karşısına çıkmasına rağmen, baskın olduğu romanlar daha çok The Picturegoers, The British Museum is Falling Down, How Far Can You Go? ve Paradise News’tir. Bu romanlarda, Katolikliğin teolojik yönünden çok, doğum kontrolü yasağı gibi neden olduğu sorunlar ele alınır. Bunun yanı sıra, Lodge zaman içerisinde değişen Katoliklik anlayışını da romanlarına yansıtır:

Romanlarımı sırayla okursanız örtük yazarın geleneksel dini inancının gittikçe zayıfladığını göreceksiniz. Burada gerçek yazarın dini görüşü hakkında yorum yapmayı düşünmüyorum. The British Museum Is Falling Down geleneksellik yönünden Katolik öğretisini özellikle seks bakımından eleştirir. (A.B.D.’de Souls and Bodies diye anılan)How Far Can You Go?geleneksel inanç ve eylemin azalmasına daha bağımsız ve ironik bir bakış açısıyla bakar ve geleneksel inancın varlığını sürdürmesini sorgular. Paradise News örtük bir post-Hristiyan bakış açısından yazılmıştır ki bu Hıristiyan dışı ya da anti-Hıristiyan ile aynı şey değildir.2 1960 yılında yayımlanan The Picturegoers inancını yitirmiş Mark Underwood’un Katolik kız arkadaşı Clare ve onun ailesi Mallory’lerin etkisiyle inançsızlığını yeniden sorgulamasını, aynı zamanda farklı toplumsal sınıflardan Katolik insanların sinemaya gitme alışkanlıklarını anlatır. Bu bağlamda, Katolik bir toplumun sinemaya gidip gelirken Katolikliğin yaşamlarına etkilerini çözmeye çalışmasını ele alan roman, İkinci Dünya Savaşı sonrası değişen İngiliz toplumu içerisindeki Katolik değerlerin yerini sorgular ve farklı toplumsal sınıfların yansımasını içerir. Katolik çift

2 Lidia Vianu, “David Lodge, Art Must Entertain or Give Delight”, Desperado Essay-Interviews, Bucharest University Press, Bükreş 2006, s. 227. 5

Adam ve Barbara Appleby’nin doğum kontrol yasağından dolayı dördüncü bir çocuğun dünyaya gelmesinden duydukları endişenin anlatıldığı The British Museum is Falling Down’da (1965) aynı zamanda yüksek lisans yapan Adam’ın bir gün boyunca başından geçenler komik bir biçimde dile getirilmektedir. Whitbread Ödülü’nü kazanan How Far Can You Go? (1980) gençlik yıllarından başlayıp ebeveyn olmalarına kadar bir grup Katolik’in öyküsünü anlatır ve doğum kontrol yasağının evliliklerine getirdiği problemleri yansıtır. Doğum kontrol yasağı yoluyla Katolik kilisesinin yıllar içerisinde geçirdiği değişimler de göz önüne serilir. Paradise News’te (1991) ise baştan beri papaz olacağı gözüyle bakılan Bernard Walsh zamanla inancını yitirir, bir kadınla yakınlaştığı öğrenilince papazlıktan ayrılıp yoluna agnostik bir teolog olarak devam eder.

Çağdaş İngiliz edebiyatında yerini ve ününü kampüs romanları sayesinde kazanan David Lodge, kampüs romanın en iyi temsilcilerinden biri olarak kabul edilebilir. Şüphesiz ki, Lodge’a en çok ün getiren ve en iyi kampüs romancılarından biri olarak anılmasını sağlayan, yazdığı kampüs üçlemesidir: Changing Places: A Tale of Two Campuses (1975), Small World: An Academic Romance (1984) ve Nice Work (1988). Bunu başarmasındaki en büyük etken ise yaşamının büyük bir bölümünü akademisyen olarak geçirmiş olmasıdır:

1960’tan 1987’ye kadar bir üniversite hocasıydım (son üç yıl yarı zamanlıydı), daha sonra tam zamanlı yazmak için erken emekli oldum. Bir akademisyen olarak işimden özellikle ilk yirmi yıldan zevk aldım ve hem hoca hem de bilim adamı olarak işimi ciddiye aldım. Bu yıllar boyunca değişimli olarak roman ve eleştiri kitapları yayınladım. Bu iki iş arasında hiçbir yaratıcı veya entelektüel gerilim hissetmedim: aksine birbirlerini tamamladılar.3

Lodge akademi dünyasının eksi yönlerini iyi bilmesine rağmen, kampüs romanlarında bu dünyayı ele alış şekli kötü niyetli değildir. Çoğu zaman ince bir alay sezilse de bu, hiçbir zaman şiddetli bir hiciv halini almaz. Bradbury’nin etkisi Lodge’un kampüs romanlarında da görülür, zira Lodge bu romanlarda akademisyenleri komik yönleriyle ele alır. Ancak bu komedi, onların iğrenç ya da tamamen kötü olarak gösterilmesinden kaynaklanmaktan çok, onların düşündükleri durumlarla gerçek arasındaki farkın oluşturduğu ironiden kaynaklanır.

3 Vianu, s. 228. 6

Yorkshire Post Roman ve Hawthornden ödüllerini kazanan Changing Places’ta biri Amerikan diğeri İngiliz iki İngiliz edebiyatı profesörü Philip Swallow ve Morris Zapp’in değişim programı kapsamında altı aylığına birbirlerinin yerlerine geçmesi ve bunun sonucunda yaşamlarının nasıl etkilendiği ele alınırken, gerçekte İngiliz ve Amerikan üniversite sistemleri arasındaki farklara değinilir. Booker Ödülü için aday gösterilen Small World’te ise, Swallow ve Zapp de dahil bir grup akademisyenin dünyanın farklı yerlerinde katıldıkları konferanslar yoluyla birbirleriyle olan ilişkileri anlatılır. Sunday Express Yılın Kitabı Ödülü’ne aday gösterilen Nice Work’te, iki zıt karakter, feminist öğretim üyesi Robyn Penrose ve mühendis Vic Wilcox yoluyla endüstri ve bilim dünyasını karşı karşıya getiren Lodge, bu iki dünya arasındaki anlayış farklarını ortaya koyar. Böyle bir karşılaştırmayı Thinks…’te de (2001) yapan Lodge, bu sefer bilim ve edebiyat dünyasını, Ralph Messenger ve Helen Reed aracılığıyla karşılaştırır. Kendi işitme probleminden yola çıkarak yazdığı Deaf Sentence’ta (2009) Lodge, emekli bir dilbilim profesörü Desmond Bates’in yaşadıklarını göz önüne serer. Lodge, yazdığı kampüs romanlar yoluyla yaşadığı dönemin İngiliz akademi dünyasını başarılı bir şekilde yansıtmaktadır. Zira akademik dünyayı bu kadar iyi yansıtabilmesinin nedeni yirmi yedi yıllık akademisyen geçmişidir. Lodge, bunu bir röportajında “Yaşamımın 27 yılını bir üniversite hocası olarak geçirdiğim için akademi dünyasını iyi biliyorum ve romancılar yakından bildikleri çevre hakkında yazmaya eğilimlidir.”4 şeklinde ifade eder. Kampüs üçlemesi ile Thinks… ve Deaf Sentence’ın kampüs romanları olarak kabul edilmesine rağmen, akademi dünyasından unsurlara Lodge’un diğer tüm romanlarında da rastlamak mümkündür.

Eserlerinde, Lodge’un askerlik deneyiminden, babası, teyzesi ve Down Sendromlu çocuğundan oluşan aile bireylerinden, sağırlık ve kaygı gibi kişisel problemlerinden izlere de rastlanır. Lodge’un kendi askerlik deneyiminden yararlanarak, zorunlu askerliği eleştirmek için yazdığı Ginger, You’re Barmy (1962) iki arkadaş Jonathan Browne ve Mike Brady’nin askerlik eğitimleri sırasında yaşadıklarını anlatır. Yine otobiyografik unsurlar bulunan ve 1970’te yayımlanan Out of the Shelter, İkinci Dünya Savaşı ve sonrası döneminin İngiltere’sine ışık tutar. İkinci Dünya Savaşı’nda Almanya’nın Londra’ya yaptığı hava saldırıları sırasında ailesiyle birlikte orada yaşayan Timothy Young, savaş bittikten sonra yaz tatilini geçirmek üzere

4 Mark Thwaite, “David Lodge, Deaf Sentence”, The Book Depository Interviews, (19 Şubat 2009). 7

Heidelberg’e ablasının yanına gider ve yeni duygular, düşünceler ve bakış açıları kazanır. Lodge’un kaygı problemini yansıtan Therapy’de (1995) orta yaşlı sitkom yazarı Laurence Tubby Passmore duyduğu kaygı problemi için çözüm yolları arar.

Aslında, yazılan her romanın yazıldığı andan itibaren yazarından özellikler taşımaya başladığı kabul edilmesi gereken bir gerçektir. Dahası, yazar ve eseri ayrılmaz bir bütün olduğu için, romanı yazarından bağımsız düşünmek bu bağlamda yanlış olacaktır. Romanın içerisinde hemen hemen her zaman yazarın yaşamından gelen bir bilgi, anı, kişi, yer, olay ve öykü vardır. Bununla birlikte, Lodge “deneyimin, yıllar geçtikçe, bir yazarın kullanıp bitirmeye meyilli olduğu bir şey olduğunu söyler.”5 Bundan dolayıdır ki Lodge, yıllarca “bir Katolik, öğrenci ve askerlik yapmış biri olarak kendi deneyimlerine dayanan”6 otobiyografik unsurlara sahip romanlar yazdıktan sonra gerçek kişilikleri konu alan biyografik romana dönüş yapmıştır. “Lodge’un biyografik kurguya dönüş nedenlerinden biri yeni malzeme bulma ihtiyacı ise, diğer bir nedeni de belgelere dayalı ve tarihsel biçimlere olan kültürel eğilim gibi gözükmektedir,”7 diyen akademisyen J. Russell Perkin, burada İngiliz edebiyatında son yirmi yıl içinde artış gösteren biyografik roman yazma eğilimine referans göstermektedir.

Antik Yunan ve Roma’dan günümüze kadar gelişmeyi sürdüren ve ilk örneği Yunan tarihçi Plutarch’ın yazdığı Brief Lives olan biyografi ile modern dönemde gerçekleştirilen deneyselcilik sonucu ortaya çıkan biyografik roman, gerçek bir kişinin yaşamını kurgusal olarak anlatan roman türüdür. Çağdaş İngiliz edebiyatı içerisinde yeni bir eğilim olan bu tür romanlar, özellikle 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başında popülerlik kazanmıştır. Biyografiden farklı olarak, tarihin kaydetmeyi unuttuğu veya atladığı veya kaçındığı boşlukları yazarın hayal gücü yoluyla doldurmayı amaçlayan biyografik roman, bu bakış açısından gerçek ve kurgunun bir karışımı olarak okuyucunun karşısına çıkmaktadır. Dolayısıyla, biyografi yazarından daha özgür olan biyografik roman yazarı, biyografik roman yoluyla bir kişinin yaşamına o kişinin biyografisinden daha iyi bir bakış açısı kazandırabilir. Günümüzde bazı uzman ve eleştirmenler tarafından biyografinin yerini almak ve onun itibarını azaltmakla suçlansa

5 Richard Garner, “A Novelist’s Lament for the Golden Age of Universities”, Independent, (28 Mart 2011). 6 J. Russell Perkin, David Lodge and the Tradition of the Modern Novel, McGill-Queen’s University Press, Kanada 2014, s. 166. 7 Perkin, s. 166. 8

da, biyografik roman kişinin yaşamına daha içsel ve samimi bir bakış açısı yoluyla onun daha iyi anlaşılmasına katkıda bulunabilir. Lodge da biyografik romanın “biyografinin yerini alıyor rolü yapmadığını, aksine gerçek yaşamların farklı bir yorumunu sunarak onu tamamladığını”8 söyler ve devam eder:

Roman yöntemi, deneyimlerin anlatılma sürecinde sayısız küçük ve çoğu kez daha büyük noktayı icat etmeyi – veya benim tercih ettiğim şekliyle, hayal etmeyi – içerir, fakat bu noktalar gerçek kayıtlarla tutarlı olduğu ve eser, tarih olarak değil de bir roman olarak gösterildiği ve okunduğu sürece, [biyografik romanda] hiçbir zarar yoktur.9

Aslında, biyografik romanda kurgunun ne kadar kullanılacağı yazarın tercihidir ve yazardan yazara göre değişir. Biyografik romanın savunuculuğunu yapan Lodge ise, kendi biyografik romanları Author, Author ve A Man of Parts’da, gerçeklere olabildiğince bağlı kalmayı ve kurgusal unsurları olabildiğince az kullanmayı hedefler.

İki bölümden oluşan bu çalışmanın biyografi ve biyografik romanın açıklanacağı birinci bölümünde, biyografik romanın anlaşılması için biyografinin bilinmesi gerektiği düşüncesiyle, biyografinin tanımları verildikten sonra Antik Yunan ve Roma’dan günümüze kadarki tarihsel gelişimi göz önüne serilecektir. Biyografinin yakın ilişkili olduğu tarih, psikoloji ve edebiyat alanlarıyla etkileşimleri açıklandıktan sonra biyografinin türlerine kısaca değinilecektir. Bir biyografi türü olan kurgusal biyografiden bahsedilmesi yoluyla geçilecek bu bölümün ikinci kısmında, biyografik romanın ortaya çıkışının arkasındaki nedenlerin açıklanmaya çalışılmasından sonra, kısaca bir kişinin yaşamını roman yapısı içerisinde ele almayı amaçlayan biyografik romanın Amerikalı yazar Irving Stone ve David Lodge tarafından yapılan tanımlarına yer verilecektir. Biyografik romanın en önemli temsilcilerinden Stone’un düşünceleri doğrultusunda bir romanı biyografik roman yapan unsurlar belirtilecektir. Daha sonra, Stone’un öne sürdüğü biyografik romanın dört adımı ve Lodge’un biyografik roman yazarken tercihleri paylaşılacaktır.

Biyografik roman yazımı konusundaki düşüncelerini 2004 ve 2011 yıllarında yayımlanan kendi biyografik romanları Author, Author ve A Man of Parts’da uygulamaya koyan David Lodge, bu romanlarında öğrenciliğinden beri ilgisini çeken ve

8 David Lodge, Lives in Writing, Harvill Secker, Londra 2014, s. 249. 9 Lodge, Lives in Writing, s. 242. 9

haklarında incelemeler de yazdığı Amerikalı yazar Henry James ve İngiliz yazar H.G. Wells’i konu almıştır. Lodge’un romanlarında James ve Wells’i biyografilerinden farklı biyografik roman karakterleri olarak nasıl ele aldığını kavrayabilmek için James ve Wells’in kısa eleştirel biyografilerinin verilmesi yerinde olacaktır. Daha sonra Irving Stone’un belirttiği biyografik roman yazımının dört adımı doğrultusunda Author, Author ve A Man of Parts’da James ve Wells’in yaşamlarının nasıl dramatize edildiği, karakterler arasındaki iletişimi sağlamada diyalog kullanımı, mizah ve anekdotlara yer verilmesi ve James ve Wells’in birer biyografik roman karakteri olarak daha canlı hale nasıl getirildiği açıklanmaya çalışılacaktır. Bu arada, Lodge’un bir yandan biyografik roman düşüncesi doğrultusunda gerçeklere olabildiğince bağlı kalmak, diğer yandan roman yapı ve içeriğine sadık kalmak için neler yaptığı da göz önüne serilecektir. Romanların, Stone ve Lodge’un düşünceleri ışığında biyografik roman olarak incelemesi yapılırken, aynı zamanda James ve Wells’in biyografik roman karakterleri olarak aralarındaki benzerlik ve farklılıkların ortaya konması yoluyla Author, Author ve A Man of Parts’ın karşılaştırması gerçekleştirilecektir. Bu karşılaştırmalı incelemede, romanların yorumlandığı çeşitli eleştiri yazılarına ek olarak, Lodge’un bu romanlara dair açıklama ve yorumlarda bulunduğu The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel ve Lives in Writing adlı kitapları büyük bir katkı sağlayacaktır. Romanlardan örnek vermek için yapılan alıntılarda A Man of Parts’ın 2012 Vintage baskısı, Author, Author için ise 2011 Ayrıntı Yayınları, Suzan Aral Akçora’nın çevirisi kullanılacaktır. A Man of Parts ve diğer İngilizce kaynaklardan yapılan alıntılar araştırmacı tarafından çevrilecektir.

10

BİRİNCİ BÖLÜM

BİYOGRAFİ VE BİYOGRAFİK ROMAN

1.1. BİYOGRAFİ

Biyografik romanın anlaşılabilmesi için onun özüne inmek, başka bir deyişle, biyografi ve roman/kurgu arasındaki ilişkinin ortaya konması gerekmektedir. Bunun yapılabilmesi için sadece romanın zaman içerisinde geçirdiği değişim ve gelişmeler değil, aynı zamanda biyografinin evriminin de göz önünde bulundurulması yararlı olur. Ancak roman ve gelişimi bu çalışmanın dar çerçevesine sıkıştırılamayacak kadar geniş bir alan olduğu için, bu çalışmaya dahil edilmemesi uygun görülmektedir. Ancak biyografiye genel bir bakış, çalışmanın doğası gereği kaçınılmazdır.

1.1.1. Biyografinin Tanımı

Aslında, iki kelimeden oluşan biyografi ya da daha Türkçeleştirilmiş haliyle yaşam öyküsü, köken olarak sırasıyla yaşam ve yazmak anlamlarına gelen “bios” ve “graphein” kelimelerinden türemiştir. Biyografinin bugüne kadar üzerinde karar kılınmış, tam bir tanımı olmamasına ve tanımına eklenip çıkarılabileceklerin eleştirmenden eleştirmene, kuramcıdan kuramcıya, yazardan yazara değişmesine rağmen, biyografi için kısaca bir kişinin yaşam öyküsü denilebilir. Eski Türkçe’de biyografi için tercüme-i hal terimi kullanılırken, zamanla Batı dünyasının da etkisiyle biyografi kelimesi Fransızca’dan Türkçe’ye geçmiştir. Öte yandan, Türk Dil Kurumu biyografiyi kısaca öz geçmiş olarak tanımlamaktadır.10 Merriam-Webster’s Advanced Learner’s English Dictionary biyografiyi “gerçek bir kişinin yaşamının o kişiden başka biri tarafından yazılan öyküsü”11 diye tanımlarken, A Glossary of Literary Terms sözlüğü “öznenin faaliyetleri ve deneyimlerinin yanı sıra karakterini, mizacını ve çevresini ortaya koyma girişimini içeren belirli bir kişinin yaşamının daha çok tam kaydı”12 şeklinde bir tanım yapmaktadır. Dictionary of Literary Terms and Literary Theory’de ise biyografiden bir kişinin yaşam kaydı olarak bahsedilmekte ve İngiliz

10 Türk Dil Kurumu, Erişim Tarihi: 22 Nisan 2014, http://tdkterim.gov.tr/bts/ 11 Stephen J. Perrault (Ed.), Merriam-Webster’s Advanced Learner’s English Dictionary, Merriam- Webster, Massachusetts 2008, s. 153. 12 M. H. Abrams ve Geoffrey Galt Harpham, A Glossary of Literary Terms, (7. bs.), Heinle & Heinle, Massachusetts 1999, s. 22. 11

yazar John Dryden’ın biyografiyi belirli kişilerin yaşamlarının tarihi olarak tanımlaması ele alınmaktadır.13 1683 yılında Dryden, antik Yunan yazar Plutarch’ın Parallel Lives adlı eserinin çevirisinin önsözünde, Plutarch ve eseri hakkında bilgi verirken bu eserin biyografi olduğunu belirtir ve biyografi kelimesini bugünkü anlamıyla ilk defa kullanan kişi olarak kabul edilir. Böylece biyografi terimi İngiliz edebiyatına 17. yüzyılda girmiş ve zamanla yaygınlaşmaya başlamıştır.

Tüm bu tanımlamalara rağmen, biyografi sık sık başka türlerle karşılaştırıldığı ve karıştırıldığı için onu tek bir tanım içerisinde sınırlandırmak zordur. Biyografi bazen yaşam anlatısı, yaşam yazımı gibi kapsayıcı başlıklarla da ifade edilmeye çalışılırken, çoğu zaman ise tarih yazımı, anı yazısı, otobiyografi, gezi yazısı ve belgesel gibi türlerle karıştırılır. Hermione Lee Biography: A Very Short Introduction adlı kitabında biyografiyi tasvir edebilmek için otopsi metaforunu kullanır:

Otopsi metaforu biyografiyi yaşamın – ya da ruha inanıyorsanız ruhun – çıktığı aciz bir özneye uygulanan ölüm sonrası inceleme süreci olarak düşündürür. Süreç artık orada olmayan kişiyi incitemez fakat incelemede tespit edilenlere dayanarak onun hakkında ölüm sonrası fikrimizi değiştirebilir. Ve hala hayatta olan akrabalarına ve arkadaşlarına acı verebilir.14

1.1.2. Biyografinin Gelişimi

Biyografinin terim olarak 17. yüzyılda kullanılıp yaygınlaşmaya başlamasına rağmen, yaşam yazımına hemen her türlü eserde rastlanabildiği için biyografinin tarihi daha eskiye dayanmaktadır. Antik Mısır, Babil ve Asur kralları için yapılan yazıtların yanı sıra antik Yunan, İskandinav ve Kelt destan ve efsaneleri biyografik özellikler taşımaktadırlar. Bugün birçok fen ve sosyal bilim dalının temelleri antik Yunan ve devamında Roma dönemlerine dayandırıldığı gibi, biyografinin köklerini de oraya dayandırmak yanlış olmaz. Bu dönemde biyografik özellik taşıyan eserler yaygınlaşmaya başlamıştır, yani biyografi, tarih yazımına paralel olarak gelişmiş ve daha çok onun bir parçası kabul edilmiştir. Dolayısıyla, Yunan ve Romalı tarihçiler Plutarch, Tacitus ve Suetonius biyografi türünün öncüleri, onların yazdıkları ise ilk biyografik eserler olmuştur. Plutarch tarafından yazılan ve toplamda kırk altı Yunan ve

13 J. A. Cuddon, Dictionary of Literary Terms and Literary Theory, (4. bs.), Penguin, Londra 1999, s. 83. 14 Hermione Lee, Biography: A Very Short Introduction, Oxford University Press, New York 2009, s. 2. 12

Romalı siyasi ve askeri liderin karşılaştırmalı biyografilerinden oluşan Parallel Lives biyografi tarihindeki ilk önemli öncü olmasının yanı sıra, kendisinden sonra biyografinin gelişimini de etkilemiştir. Bir yandan yazdığı eserle biyografi tarihinde önemli bir yere sahip olan Plutarch, diğer yandan tarih ve biyografi yazımı arasında ayrım yapabilmiştir. Plutarch’a göre, tarih insanların ne yaptığını yazarken, biyografi onları gerçekte kim olduklarıyla ilgilenir.15 Plutarch, bu ayrımı yaptıktan sonra kendisinin tarih değil biyografi yazdığını da belirtmiştir.16 Biyografi yazma işini de şöyle betimlemiştir:

Ruhun işleyişini aydınlatacak eylemlerin üzerinde durmak ve bu şekilde bir insanın yaşamının portresini yaratmak benim görevimdir. […] Bu görevi zamanla sevdim ve keyif alarak yapmaya devam ettim. Çünkü bunu yapmak tarihi bir ayna olarak kullanmamı sağlar, böylece yaşamlarını tasvir ettiğim kişilerin erdemlerini taklit ederek kendi yaşamımı güzelleştirebilirim. Sanki her gün eserimdeki öznelerle konuşur ve onların arkadaşlığından keyif alırım.17

Plutarch eserleriyle Jean Jacques Rousseau ve John Dryden gibi yazarları etkilemekle kalmamış, aynı zamanda William Shakespeare’in birçok oyununa kaynaklık etmiştir. Plutarch’ın Brief Lives’ı dışında dönemin önemli biyografik eserleri Tacitus’un Histories’i ve Suetonius’un Sezar, Horace, Terence ve Lucan’ın yaşamlarını ele aldığı eserleridir.

Roma İmparatorluğunun çöküşü ve Katolik kilisesinin baskısıyla birlikte okur- yazarlık oranı düşmüş, cehalet ve bilgisizlik ortamı oluşmuştur. Orta Çağda kilisenin gittikçe artan bu etkisi diğer birçok alanda olduğu gibi sanat, felsefe ve edebiyat üzerinde de hakimiyet göstermiş ve tüm bunlar sadece dini amaca yönelik yani kilisenin çıkarları doğrultusunda ele alınmıştır. Edebiyat, Hristiyanlık öğretilerini yayabilmek için kullanılmış ve din adamlarının elinde bir misyonerlik aracı haline gelmiştir. Orta Çağda bu kısıtlayıcı anlayış nedeniyle edebiyatta dolayısıyla biyografide önemli bir gelişme görülmez. Bu dönemde yazılan ve “hagiography”18 adı verilen biyografik

15 Catherine N. Parke, Biography: Writing Lives, Routledge, New York 2002, s. 6. 16 Midge Gillies, Writing Lives: Literary Biography, Cambridge University Press, Cambridge 2009, s. 12. 17 Nigel Hamilton, Biography: A Brief History, Harvard University Press, Massachusetts 2007, s. 20-21. 18 Hagiography: Kutsal ve yazı anlamlarına gelen “hagio” ve “graphy” kelimelerinden türetilen ve ilk kez 17. yüzyılda kullanılmaya başlayan terim aziz ve diğer kutsal kişiliklerin yaşamlarını anlatan eser anlamına gelir. 13

eserler papa, aziz, keşiş, rahip gibi dini kişiliklerin yaşamlarını aktararak onların hatırlanmasına ve insanların Hristiyanlığa döndürülmesine hizmet etmiştir. Bu bağlamda, İsa’nın yaşamı Hristiyan dünyasında bu dönemden başlayarak kuşkusuz en yaygın biyografi haline gelmiştir. Dolayısıyla, İncil’in tüm zamanların en çok satan biyografisi olduğu söylenmektedir.19 İncil’in dört farklı versiyonu – Matta, Markos, Luka ve Yuhanna – İsa’nın yaşamını aktarırken bir yandan yaşamından kesitler sunar, diğer yandan onun sözlerinden örnekler verir, böylece İsa’yı insanlara sevdirmeye ve onun önemini vurgulamaya çalışır. “Hagiography”lerin amacı insanları inandırmak olduğu için yazarlar gerçek bilgilerin dışına çıkmakta sakınca görmemişlerdir. Bu bağlamda, bu tür biyografilerin kurgusal bir yönünün olduğu ve biyografik nitelik taşıyan destan ve efsanelere benzediği söylenebilir. Nigel Hamilton Biography: A Brief History adlı kitabında “hagiography”lerin zaman içindeki durumundan bahsederken şunları söylemektedir:

Onlarca, yüzlerce ve zamanla binlerce yeni isim Hristiyan biyografi kanona eklenecekti: Hristiyan taraftarların Müjdeyi yaymaya çabaladıkları zamanlardaki yaşadıkları maceralar, talihsizlikler veya aydınlanmamış dış bir dünyanın meydan okuması şeklinde ya da kendi alçak, günahkar ve kişisel özleriyle girdikleri çatışma şeklinde yaşam öyküleri.20

“Hagiography”ler gelecek yüzyıllarda modern biyografinin gerçek amacı olarak kabul edilen, özü anlatma sorumluluğundan uzaklaştığı için Orta Çağ, biyografinin gelişiminde bir sekte olarak kabul edilebilir. Bu tür eleştirilerden dolayı “hagiography”lerin çok fazla edebi bir değer taşımadıkları düşünülürken, Rönesansa doğru özellikle de sekülerleşme etkisiyle daha kayda değer eserler ortaya konduğu görülmektedir. Bu geçiş dönemindeki dikkat çeken isimlerden biri Giovanni Boccaccio tarafından yazılan De Casibus Virorum Illustrium adlı eserdir.

Rönesans ile birlikte antik Yunan ve Roma dönemine karşı büyük bir ilgi başlamış, bu dönemdeki başarılar ve yazılar inceleme altına alınmıştır. Klasik döneme dönüş hareketinden biyografi de etkilenmiş ve biyografinin gelişimi Orta Çağdan sonra yeniden canlanmıştır. Plutarch, Tacitus ve Suetonius’un eserlerinin çevirileri

19 Hamilton, Biography: A Brief History, s. 40. 20 Hamilton, Biography: A Brief History, s. 47. 14

yapılmıştır. Özellikle Brief Lives’ın çevirisi birçok yazara yardımcı olmuş ve birçok esere kaynaklık etmiştir. Shakespeare de bu eserden yararlanarak antik Yunan ve Romalı karakterleri içeren oyunlar yazmıştır. Nigel Hamilton bu dönemde biyografik özellikli yazıların “sonuç olarak gazete kitapçıklarından çok ciltli kitaplar şeklinde nitelik, nicelik ve çeşitlilik olarak geliştiğini”21 söylemektedir. Catherine N. Parke Biography: Writing Lives adlı kitabında klasik dönemin Rönesans’a etkisinden bahsederken Rönesans biyografisinin antik Yunan ve Roma biyografisine dayanan iki özelliği miras aldığını belirtir: (1) retorik övgü ve eleştiri teknikleriyle ortaya çıkan bireysel yaşamlar; bunlar eleştiriden çok övgü içermektedir ve (2) filozof, ressam, müzisyen, dilbilgisi başta olmak üzere birçok sanat dalı uzmanlarının toplu biyografileridir.22

İtalyan ressam ve yazar Giorgio Vasari’nin Lives of the Most Excellent Italian Painters, Architects and Sculptors adlı eseri toplu sanatçı biyografilerine örnek olmasının yanı sıra, Rönesans döneminin kayda değer biyografilerinden biridir. Ayrıca Sir Thomas More tarafından yazılan History of Richard III ve Francis Bacon tarafından yazılan The History of Henry VII örnek verilebilecek önemli biyografilerdendir. Bacon’ın biyografi gelişiminde ayrıca önemli sayılmasının nedeni onun da Plutarch gibi tarih ve biyografi arasında farklılık olduğunu ileri sürmüş olmasıdır. Bacon için tarih yazımının üç kolu vardır: tarihi kayıtlar, yaşamlar ve anlatılar. Kayıtlar zamanı, yaşamlar kişileri, anlatılar ise yapılanları anlatmak içindir. Hermione Lee Bacon’ın bu üç tür arasında yaşamları tercih ettiğini belirtir çünkü yaşamlar, iyi yazıldıkları takdirde bir kişinin “daha doğru, doğal ve canlı gösterimini içerirler.”23

Francis Bacon’ın yaşam yazımını teşvikiyle 17. yüzyılda biyografinin gelişimi hız kazanmıştır. Zaten biyografi teriminin ilk kez kullanılması da bu yüzyıla denk gelmektedir. Daha önce belirtildiği gibi John Dryden 1683’te Plutarch’ın Parallel Lives adlı eserinin çevirisindeki önsözde ilk kez “biyografi” terimini kullanır ve tanımını verir:

Biyografi[de] veya belirli kişilerin yaşamlarının tarihi[nde]… bütün her şey bir noktaya çekilir ve sınırlandırılır… Burada kahramanın

21 Hamilton, Biography: A Brief History, s. 80. 22 Parke, s. 10. 23 Lee, s. 30. 15

özel konutuna yönlendirilirsiniz, onu çıplak görürsünüz ve en özel eylemleri ve konuşmalarına aşina olursunuz.24

Plutarch’tan etkilenen bir diğer isim olan İngiliz yazar Izaak Walton, yazdığı John Donne, Sir Henry Wotton, Richard Hooker, George Herbert ve Robert Sonderson’ın yaşamlarından oluşan beş biyografi ile dönemin hatırı sayılır biyografi yazarları arasında yerini almıştır. Walton’ın yanı sıra John Aubrey de Brief Lives adlı eseriyle biyografinin gelişimine katkıda bulunmuştur.

18. yüzyıl, biyografi tarihinde en önemli gelişmelerinden birine tanık olmuştur: bu da, İngiliz yazar James Boswell’ın The Life of Samuel Johnson adlı eseridir. Çünkü bu biyografinin hem yazarı olan Boswell, hem de konusu olan Johnson en önemli biyografi yazarlarındandır. Özellikle Johnson yazdığı biyografilerle kalmamış aynı zamanda düşünceleriyle biyografi eleştirisi için bir dönüm noktası olmuştur. Johnson’ın biyografiye ilk kez psikolojik değerlendirmeyi getirdiği iddia edilmektedir.25 Çağdaşlarının aksine biyografinin öznenin doğumundan ölümüne kadar devam eden bir anekdotlar derlemesinden daha fazlası olması gerektiğini savunan Johnson için iyi bir biyografi, öznenin yaşadıklarını anlatmasının yanı sıra onun karakterini tam olarak yansıtabilmesi amacıyla psikolojik durumunu da ele almalıdır. Johnson bunun yapılabilmesi için öznenin doğum, evlilik, ölüm ve benzeri kayıtlardan ziyade mektuplar, günlük gibi otobiyografik kaynakları içeren özel belgelerinin veya çevresindekilerle konuşmalarının daha değerli olduğuna inanmıştır. Johnson’a göre biyografi yazarları:

kahramanlarının tutum ve davranışlarını fazla dikkate almamalıdırlar, bir kişinin soyağacı ile başlayan ve cenazesi ile son bulan resmi ve planlı bir anlatıdan çok onun hizmetkarlarından biriyle yapılan bir sohbet yoluyla o kişinin gerçek karakteri hakkında daha fazla bilgi elde edilebilir.26

Öznenin yaptıklarından çok karakterine vurgu yapmak isteyen Johnson’a göre biyografisi yazılamayacak hiçbir yaşam yoktur, başka bir deyişle, her bireyin biyografisi yazılabilir. Bu anlayış; biyografisi yazılacak kişinin zengin, soylu, kutsal veya ünlü gibi geleneksel kısıtlamaların ötesine geçmesini sağlamıştır. Johnson biyografinin kişinin

24 Parke, s. 14. 25 Gillies, s. 17. 26 Hamilton, Biography: A Brief History, s. 91. 16

gerçek karakterini ortaya koyması gerektiğinin yanı sıra, ahlaki bir değerinin olması gerektiğini de vurgular. Yaşamı yazılan kişinin gerçek karakteri ortaya konarken biyografi onu aşağılayıcı ya da küçük düşürücü bir nitelikte olmamalıdır. Johnson da biyografinin tarih yazımından farklılık gösterdiğini düşünen yazarlardan olmuştur. Ona göre “krallıkların düşüşünün ve imparatorlukların devriminin tarihleri insan kavrayışını ve iyileştirici etkiyi biyografi kadar iyi sağlayamaz.”27 Johnson biyografiye dair tüm bu düşüncelerini Life of Mr. Richard Savage adlı eserinde uygulamıştır. Johnson’ın biyografi anlayışı biyografisini yazan yakın arkadaşı James Boswell’ı oldukça etkilemiştir. Catherine N. Parke kitabında Johnson ve Boswell’dan söz ederken her ikisinin düşüncelerinin uyuşması üzerine şunları söyler:

Teknik ve içerik farkları bir yana, Johnson ve Boswell türün 18. yüzyıldan önce düşünülmesi mümkün olmayan tanımının esasları konusunda hemen hemen uzlaşmaya vardılar: ev ve diğer özel mekanlarda doğru şekilde ve tam olarak tasvir edilmiş, tarihsel içeriğe yerleştirilmiş ve anlayışsız değilse de şüpheyle incelenen, bir tiplemenin değil bir bireyin tarihi.28

Boswell’ı Johnson’dan ayıran en büyük özellik, Boswell’ın anekdot kullanımını önemsemesi ve bunu uygulamış olmasıdır. Biyografi türünün en üstün örneği The Life of Samuel Johnson da büyük ölçüde Boswell’ın Johnson ile yaşadığı anekdotlardan oluşmaktadır.29 Boswell, Johnson’ın ölümüne kadar süren yirmi bir yıllık arkadaşlıkları boyunca daima onun yanında olmaya ve yaşadıkları her olayı, Johnson’ın söylediği her sözü kaydetmeye çalışmıştır. Birlikte geçirilen yılların ve tüm bu çabanın sonucunda ortaya çıkan ve 1791 yılında yayımlanan The Life of Samuel Johnson’ın yayımlandığı ilk yıllarda pek dikkat çekmemesine rağmen, eser daha sonraki yıllarda daha çok ilgi görmüş ve biyografide bir kilometre taşı olarak görülmeye başlamıştır. The Life of Samuel Johnson, Johnson’ın yaşamındaki gerçekleri tam olarak yansıtamaması veya büyük oranda onun yaşamının son yirmi yılına odaklanması gibi eleştirilere maruz kalsa da Johnson’ın depresif iç dünyasını, aynı anda diğer insanlar arasındaki canlılığını ve bu

27 Hamilton, Biography: A Brief History, s. 89. 28 Parke, s. 18. 29 Gillies, s. 17. 17

ikisinin neden olduğu çatışmayı aktararak insan psikolojisine ışık tutabilmesi gibi nedenlerle belki de gelmiş geçmiş en iyi biyografi olarak kabul edilmektedir.30

Victoria döneminde topluma hakim olan erdemlilik ve ahlaklılık takıntısı edebiyata da yansımış, yazılan eserlerin etik ve öğretici bir yönünün olması gerektiği düşünülmüştür. Benzer şekilde biyografi söz konusu olduğunda yaşamı konu alınan kişinin büyük, üstün, önemli, iyi veya başarılı biri olarak gösterilmesi gerekliliği nedeniyle biyografi yazarları o kişinin yaşamının sadece iyi yönlerini aktarmaya başlamışlardır. Öyle ki, biyografi yazarları koruyucu rolünü üstlenmişlerdir.31 Hatta bu dönemde, parayla yazılan biyografiler ortaya çıkmış ve biyografi yazarlığı bir meslek haline gelmiştir. Nigel Hamilton bu durumu şöyle özetlemektedir:

Bu arada, Victoria döneminde yer alan – gelişmekte olan Victoria ekonomisinin sonucu olan – bir başka gelişmeyi belirtmeliyiz. Biyografinin çehresini çeşitli biçimleriyle büyük ölçüde şekillendiren bir gelişmeydi: yeni biyografi yazarlığı mesleğinin doğuşu. Tutulmuş portre ressamları yüzyıllardır bilinmekteydi fakat yaşamları yazması için para ödenen yazarların ortaya çıkışı Victoria dönemine denk gelmekteydi. Bunlar para için parayla aklanmış yaşam öyküleri üretmeye yetenekli ve hevesli erkeklerdi (ve bazen kadınlardı).32

Victoria dönemi biyografisine örnek gösterilebilecek eserlerden biri İngiliz yazar Elizabeth Gaskell’ın Life of Charlotte Bronte’sidir. Gaskell arkadaşının biyografisini yazma işine Charlotte öldüğünde babası Patrick Bronte’nin kızıyla ilgili yazılar yüzünden kızı ve ailesi hakkında oluşan kötü izlenimleri düzeltmek amacıyla Gaskell’dan kızının yaşamını yazmasını istemesiyle başlamıştır. Dolayısıyla, Gaskell yazdığı biyografide Charlotte Bronte’yi başarılı bir yazardan çok iyi bir kız çocuğu ve eş modeli olarak yansıtma amacı güder. Bunu yaparken Bronte’nin yaşamındaki bazı kısımları görmezden gelmeyi tercih eder. Örneğin, Charlotte’ın öğretmenine duyduğu ve kendi yazdığı Villette ve The Professor gibi eserlerde yansımalarını bulan aşka değinmez. Çünkü bu gerçek Charlotte Bronte’yi iyi ve ahlaklı bir kadın olarak gösterme amacıyla çelişmektedir. Bu biyografi anlayışı, Samuel Johnson’ın biyografinin öznenin karakterini tam ve açık olarak ortaya koyması gerektiğine dair görüşünden oldukça

30 Gillies, s.18. 31 Gillies, s. 19. 32 Hamilton, Biography: A Brief History, s. 120-121. 18

uzaktır. Hakkında yapılan tüm eleştirilere rağmen, bu eser özellikle zengin mekan ve karakter tasvirleri ile Gaskell’ın romancı olarak yeteneklerini taşıdığı için iyi bir biyografi örneği olarak kabul edilebilir.33

20. yüzyıl ile birlikte hemen hemen mevcut her düşünce biçimi, dini, siyasi, felsefi her türlü inanış sorgulanmaya ve geleneksel olan yeni olanla yer değiştirmeye başlamıştır. 20. yüzyılda patlak veren bu modernizm akımına Birinci Dünya Savaşı ve yol açtığı sonuçlar kadar Charles Darwin, Sigmund Freud ve Karl Marx gibi bilim adamı ve düşünürlerin neden olduğu gelişmeler de yön vermiştir. Tüm bu gelişme ve yenilikler edebiyatı da etkilemiş ve modernizm biyografi türünde de yansımalarını bulmuştur. Alman filozof Karl Marx’ın tarihi materyalizmle bağdaştıran anlayışı, İngiliz biyolog Charles Darwin’in doğal seçilim teorisi ve Avusturyalı psikolog Sigmund Freud’un bilinçaltı ve ego üzerine geliştirdiği fikirler insana ve özüne yaklaşımları değiştirmiş ve bu durum, biyografi yazımında değişikliklere neden olmuştur. Bu üçünden Freud’un düşünceleri en etkili olandır, çünkü bilinçaltı insanın bir parçasıdır ve çocukluk dönemi bilinçaltını etkileyen en önemli dönemlerden birisidir. Dolayısıyla, bir kişinin yaşamındaki tercihleri veya yönelimlerinin arkasındaki nedenleri kavrayabilmek için çocukluk döneminin ele alınması gerekmektedir. Böylece biyografiye çocukluk dönemi de dahil edilmeye başlamıştır.

Yeni biyografi yazarlarının amacı, öznenin yaşamı hakkında daha şüpheci, seküler ve objektif olmaya çalışmaktı. İngiliz modernist yazar Virginia Woolf biyografide oluşan yenilikleri bir makalesinde şöyle açıklamaktadır:

İlk ve en belirgin değişiklik uzunluktaki değişimdi. Yeni yüzyılın ilk yirmi yılında biyografiler uzunluklarının yarısını kaybetmiş olmalılar […] Bakış açısı tamamen değişti […] yazarın özneyle ilişkisi farklı. Kahramanının ayak izlerinde körü körüne uğraşan ciddi ve anlayışlı yoldaş artık değil. Arkadaşı ya da düşmanı olsun, ister hayranlık duysun ister eleştirel yaklaşsın, onunla aynı seviyede. Her durumda özgürlüğünü ve özgür yargılama hakkını korur. Dahası kendini onun her adımını takip etmekle kısıtlamaz […] Seçer, analiz eder, kısacası, tarihçi olmayı bırakmış, sanatçı olmuştur.34

33 Hamilton, Biography: A Brief History, s. 21. 34 Virginia Woolf, “The New Biography”, David Bradshaw (Ed.), Virginia Woolf Selected Essays, Oxford University Press, New York 2009, s. 97. 19

Woolf’un bahsettiği bu yeni biyografi yazarlarına en iyi örnek belki de İngiliz yazar Lytton Strachey’dir. Victoria dönemi biyografisinin riyakarlığını gözler önüne sermek ve tarafsız olmanın önemini vurgulamak isteyen Strachey, Eminent Victorians adlı eserinde hepsi Victoria döneminde kahramanlıklarıyla ünlenmiş dört ismi ele alır: kardinal Henry Edward Manning, hemşire Florence Nightingale, eğitimci Thomas Arnold ve general Charles George Gordon. Strachey bir yandan bu insanların yaşamlarına eleştirel ve alaycı bir yaklaşım sergilerken, diğer yandan da Victoria döneminin temel taşları sayılan kilise, hayırseverlik, eğitim sistemi ve emperyalizmi eleştirmiştir. Virginia Woolf’un da belirttiği gibi “Lytton Strachey biyografi tarihinde öyle önemli bir figürdür ki üzerinde durulması zorunludur. Onun üç ünlü kitabı, Eminent Victorians, Queen Victoria ve Elizabeth and Essex, biyografinin hem ne yapabileceğini hem de ne yapamayacağını gösterebilen bir yapıdadır.”35 20. yüzyılın biyografiye getirdiği yeniliklerden biri de gerçek ve kurgunun arasındaki sınırın belirsizleşmesi ve gerçek bilgilerin içine hayal gücünün karışmasıdır. Virginia Woolf biyografi yazarının her zaman romancının sanatına yönlendiğini belirtmiştir.36

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hem biyografi yazımında hem de biyografi eleştirisinde büyük bir patlama yaşanmıştır. Savaşı yaşamış birçok insan hem maddi nedenlerden dolayı hem de bir tür rahatlama için savaşta yaşadıklarını ve tecrübelerini savaş bittikten sonra yazma yoluna gitmişlerdir. Bu şekilde gittikçe artan biyografik eserlerin yanı sıra, biyografi kuram ve eleştirisi üzerine birçok yazı yazılmaya başlamış, biyografinin sadece belirli kişiler için yazılmasından vazgeçilmiştir. Özellikle 20. yüzyılın sonlarına doğru hemen herkesin biyografisinin yazıldığı, biyografinin edebiyatın sınırları dışına çıkarak örneğin sinema sektörüyle de iş birliği yaptığı görülmektedir. Nigel Hamilton How to Do Biography: A Primer adlı eserinin girişinde biyografinin altın çağında olduğundan söz etmektedir:

En azından Batı dünyası için – biyografinin altın çağında yaşıyoruz. Basılı eserlerden filmlere, radyodan televizyona ve internete her türlü ortamda gerçek yaşamların anlatımı daha önce hiç olmadığı

35 Woolf, s. 117. 36 Woolf, s. 100. 20

kadar popüler. Daha önce hiç olmadığı kadar çok insan biyografi (veya blog ve anı yazısı gibi otobiyografik eserler) işine girişiyor.37

Değişik tür ve biçimler ile popüler kültürün bir parçası olan biyografinin artık her kesimden insan için yazılmakta olduğu ve deyim yerindeyse ticari bir ürün haline geldiği söylenebilir. Bu popülarite, yenilik ve deneyselciliği de beraberinde getirmiştir. Deneyselcilik bağlamında en çok gözlemlenen gelişmelerden biri biyografiye kurgunun karışması, biyografi ve roman türlerinin birbirlerine yaklaşması olmuştur. Biyografik roman ise işte tam bu noktada biyografinin popülaritesi ve deneyselciliği sonucunda ortaya çıkmıştır.

1.1.3. Biyografiye Bakış Açıları

Biyografi bir kişinin yaşamını aktarırken genellikle onun gerçek karakterini ortaya koymaya çalışır ve bunu kronolojik bir anlatı yoluyla yapmayı tercih eder. Bu bağlamda, biyografinin üç temel yönünün olduğu söylenebilir: tarihsel, psikolojik ve edebi. Biyografi varoluşu boyunca bu üç alan, yani tarih, psikoloji ve edebiyat ile etkileşim içerisinde olmuş, hatta çoğu zaman tarih ve edebiyatın alt dallarından biri olarak kabul edilmiştir. Biyografinin edebiyat mı yoksa tarih mi olduğu sorusu ise günümüzde dahi kesin bir sonuca ulaşamayarak belirsizliğini sürdürmektedir.

1.1.3.1. Biyografi ve Tarih

Uzun bir süre boyunca biyografi tarihin bir parçası olarak görülmüştür. Bu durum, ilk biyografilerin Yunan ve Romalı tarihçiler Plutarch, Tacitus ve Suetonius tarafından yazıldığı gerçeğinde de gözlemlenebilir. Günümüzde bile biyografi bazen tarihin bir dalı olarak kabul edilebilmektedir. Bu nedenle, ilk biyografiler edebi eserlerden çok tarihsel yazılar olarak gösterilmiştir. Biyografinin tarihin bir parçası olarak görülme eğilimine rağmen, çoğu tarihçi biyografiyi basit ve değersiz olarak görmekte ve bu yüzden biyografi yazmaktan kaçınmaktadırlar. Bunda biyografinin öykü anlatır gibi bir yönünün olmasının büyük etkisi vardır. Lois W. Banner bir yazısında tarihçilerin bu tavrına dair şunları belirtmektedir:

Bununla birlikte, genelde tarihçiler sıklıkla biyografiyi tarihin aşağı bir türü olarak derecelendirirler. Onu doğası gereği sınırlı

37 Nigel Hamilton, How to Do Biography: A Primer, Harvard University Press, Massachusetts 2008, s. 1. 21

görürler, çünkü [biyografi] sadece bir yaşamı içerir, bilimsel veya sosyolojik bir gelenekten çok edebi bir gelenekten ortaya çıkar ve genellikle okuyucuyu çeken fakat doktora eğitimli kişilerin dikkatinden yoksun akademisyen olmayan tarihçiler tarafından yazılır.38

Bu nedenle biyografiye tarihin üvey evladı denilmesine rağmen, yine de biyografi geçmişin anlaşılmasında faydalı yollardan birisidir.39 Çünkü biyografi; belirli bir dönemde yaşamış kişi veya kişilerin yaşamlarına odaklanarak aslında o dönemin anlaşılmasına katkıda bulunur. Bir kişinin biyografisini okumak, o kişinin yaşadığı dönemin önemli siyasi, ekonomik, sosyal, kültürel ve benzeri değişikliklerinden ve gelişmelerinden nasıl etkilendiğini de okumak ve bu değişiklik ve gelişmeler hakkında bilgi sahibi olmak demektir. Örneğin, Fransız İhtilali sırasında yaşamış birinin biyografisi, Fransız İhtilalinin etkilerine dair ipuçları verebilmektedir. Bu şekilde bir bireyin yaşamı bizi bir dönemin tarihine götürebilir. Biyografi aynı zamanda tanınmış tarihi kişiliklerin sadece tarihi yönlerinden ibaret olmadığı ve onları bu şekilde ele almanın yanlış olduğu konusunda okuyucuyu bilinçlendirmeyi amaçlar. Büyük İskender, Napolyon, Cengiz Han gibi büyük ve önemli tarihi kişiliklerin biyografileri; onların genelde sunulduğu şekliyle süper güçlü insanlar veya insan ötesi varlıklar değil de, aslında herkes gibi birer birey olduklarını anlatarak okuyucuda empati oluşması için çabalayabilir. Barbara Caine Biography and History adlı kitabında bireysel yaşamların tarih için önemine “[…] servet ve güç, sınıf ve cinsiyet, etnik yapı ve din ile ilgili değişikliklerin tarihsel anlayışı ve deneyimleri nasıl etkilediğini açıklayabildikleri yollar nedeniyle bireysel yaşamlar giderek daha önemli hale gelmiştir.”40 şeklinde değinmektedir. Benzer şekilde Lois W. Banner da bireysel yaşamların tarih için önemini belirtmektedir:

Bir imparatorluk kuran Napolyon’dan, Yeni Düzen sırasında siyahlar ve kadınlar için başarılı lobicilik faaliyetleri sürdüren Eleanor Roosevelt’e kadar, bireyler tarihsel gelişmeleri etkiler. Ve bu açıdan, bir bireyin yaşam öyküsünü çalışmak geniş çaplı sosyal ve kültürel olayları

38 Lois W. Banner, “Biography as History”, Historical Review, 114 (3), Haziran 2009, s. 580. 39 Roderick J. Barman, “Biography as History”, Journal of the Canadian Historical Association, 21 (2), 2010, s. 61 40 Barbara Caine, Biography and History, Palgrave Macmillan, New York 2010, s. 2. 22

anlamanın bir yolu olarak bir şehrin, bölgenin veya devletin tarihini çalışmaya götürebilir.41

Biyografinin tarih gibi geçmişe yönelik olması nedeniyle onun bir parçası olarak görülmesine rağmen, aslında her ikisi de ayrı türlerdir ve benzerliklerinin yanı sıra farklı özellikleri de vardır. Her ne kadar biyografi edebi bir anlatım tarzına sahip olsa da tarih gibi derinlemesine bir araştırmayı gerektirir. Çünkü biyografide esas olan gerçeklerin yansıtılmasıdır ki, bu da araştırma olmaksızın pek mümkün değildir. Orhan Okay Kağıt Medeniyeti adlı kitabında biyografi ve tarih ilişkisini inceleyip ikisi arasında bir karşılaştırma yaparken ikisinin ortak yanını da özetlemektedir:

Bütün biyografilerin ortak alanı kişinin doğum ve ölüm arasındaki kronolojik hikayesidir. Böylece tarihi ve biyografiyi aynı çizgiye yerleştiren faktörün de kronoloji olduğu görülüyor. Kısa ve yalın bir tarifle, ilki bir dönemin ve o dönemdeki olayların, bir devletin veya devletlerarası ilişkilerin kronolojisi, ikincisi ise ferdin kronolojisidir.42

Hem tarih hem biyografi bir dönem içerisindeki olayları ve gelişmeleri aktarmaya çalışır, ancak bunu yapış şekillerinde birbirlerinden ayrılırlar. Tarih olayları geniş ölçekte vermeye çalışırken, biyografi daha özele iner. Bir benzetme yapılacak olursa, herkesin kendi işine koşuşturduğu kalabalık bir caddenin fotoğrafını düşünmek yararlı olacaktır. X caddesi adı verilen bu fotoğraf tarih olsun. Kimileri yürüyerek okula gidiyor, kimileri taksiyle işe yetişmeye çalışıyor, kimileri de durakta otobüs bekliyorlar. Ama bütün bunların ortak yanı X caddesidir tıpkı, örneğin, İngiltere’de Elizabeth Dönemi gibi. Fotoğrafa birkaç kez zoom yapınca caddenin sol tarafındaki kaldırımda yürüyen bir kız çocuğuna odaklanılır. Bu da biyografi olsun yani Elizabeth Dönemi’nin Elizabeth’i gibi. Kız çocuğuna odaklanıldığında yine X caddesi anlatılır, ancak anlatı bu kez kız çocuğu merkezlidir. Yani, önemli olan artık caddenin kendisi değil, kız çocuğu üzerindeki etkileridir.

Bu odak farkı, biyografinin bazı tarihçiler tarafından değersiz görülmesinin belki de asıl nedeni olabilir. Bu bağlamda, tarihçiler biyografinin belirli bir dönemde yaşanan olayları ve gelişmeleri yansıtmada sınırlı ve yetersiz kalacağını iddia etmektedirler. Onlara göre;

41 Banner, s. 582. 42 M. Orhan Okay, Kağıt Medeniyeti, Dergâh Yayınları, İstanbul 2013, s. 125. 23

[biyografinin] bireysel yaşam üzerindeki odağı, tarihin geleneksel olarak önerdiğinden daha dar, daha küçük ölçekli ve genellikle daha kişisel bir kayıt ortaya koyar, çünkü tarih önemli umumi olaylar, politik ve kurumsal değişiklik ve sosyal ve ekonomik yapılarla ilgilenir.43

1.1.3.2. Biyografi ve Psikoloji

İlk ortaya çıkışından beri tarihle iç içe olmasına rağmen, biyografi bir kişinin yaşamında yer alan olayların sadece kronolojik bir sıralaması değildir. Nitekim önemli bir biyografi yazarı Amerikalı Leon Edel “Biography: A Manifesto” adlı yazısında biyografi yazarının amacının “arşiv ve dökümanları keşfetmek değil – bu işin malzeme kısmıdır – bütün erkek ve kadınların yaşamın aşağılamalarına karşı kendilerinin savundukları yalan ve yanılgıları keşfetmek”44 olduğunu söyler. 18. yüzyılla birlikte özellikle Samuel Johnson’ın biyografi üzerine görüşleriyle biyografi algısı değişmeye başlamış ve biyografinin basit bir kronolojik sıralamadan ibaret olmadığı anlaşılmıştır. Johnson için bir biyografinin başlıca amacı biyografisi yazılan kişinin tam ve gerçek karakterini ortaya koymak olmalıdır. Bunu yapabilmek için kişinin psikolojik yönü de ele alınmalıdır. Johnson ile biyografi dünyasının içine giren psikoloji, 20. yüzyıl gelişmeleri ve modernizm akımının etkisiyle biyografi ile daha yakın ilişkili olmaya başlamıştır. Psikolojinin biyografiye etkisi bağlamında 20. yüzyıl gelişmeleri söz konusu olduğunda bahsedilmesi gereken en önemli kişi Sigmund Freud’dur.

Psikanalizin babası olarak kabul edilen Freud, psikoloji alanına yaptığı katkılarla modern psikolojinin temel isimlerinden biri olmuş ve düşünceleriyle birçok sosyal bilim dalını etkilemiştir. Freud’un etkisini edebiyat üzerinde de görmek mümkündür öyle ki psikanalitik eleştiri edebi eserleri yorumlamak için önemli bir eleştiri yaklaşımı haline gelmiştir. Freud’un “kendimiz hakkında nasıl düşündüğümüz üzerindeki etkisi hesaplanamaz”45 olduğu için biyografinin de bu etkiden nasibini almış olması kaçınılmazdır. Freud’un bilinç ve bilinçaltını içeren zihin seviyeleri; ego, süper ego ve idden oluşan kişilik yapısı; zevk ve gerçeklik prensipleri; bastırma, reddetme ve yansıtma gibi savunma mekanizmaları; oral, anal, fallik, gizil ve genital dönemlerden oluşan psikoseksüel evreleri; saplantı, libido ve arzu giderilmesi gibi düşünceleri

43 Caine, s. 122. 44 Leon Edel, “Biography: A Manifesto”, Biography, 1 (1), Kış 1978, s. 2. 45 Peter Barry, Beginning Theory: An Introduction to Literary and Cultural Theory, (3. bs.), Manchester University Press, Manchester 2009, s. 92. 24

biyografide kişinin ele alınmasında ve karakterinin ortaya çıkarılmasında yeni bir dönem başlatmıştır. Richard Ellmann’ın da belirttiği gibi “biyografi yazarlarının derinlik psikolojisine ihtiyaçları vardır ve Freud […] bunu sunar.”46 Ellmann “Freud and Literary Biography” adlı makalesinde söz konusu düşüncelerin etkisinden bahsederken şu yorumlarda bulunmaktadır:

Freud bu kelimelerin çoğunu kendisi üretmemiş olabilir fakat onları birbirine bağlamış ve yeni bir renk ve şekil vermiştir. Ve bu terminolojiden ayrı olarak, Freud içimizde sadece kısmen kontrol edebildiğimiz gizli bir yaşamın devam ettiği görüşünü vermiştir.47

Freud biyografi yazarlarının psikolojik yönü göz ardı ettiklerini düşünmüş ve bilinçaltı, psikoseksüel evreler veya savunma mekanizmaları olmadan bir kişinin yaşamının tam olarak anlaşılamayacağını savunmuştur. Freud için biyografi yazarlarının eksik yönlerinden biri cinselliği ele almayışlarıdır. Cinsellik, karakteri oluşturan temel unsurlardan birisidir ve eylemlerin ardındaki nedenleri açıklayabilir. Ancak biyografi yazarları öznenin cinsel yaşamı ve cinsel kimliğinden söz etmezler, dolayısıyla öznenin iç dünyasını anlamakta zorluk çekerler. Freud’a göre iyi bir biyografi “birçok biyografide sakınma ve ahlakçılık yoluyla olduğu gibi, incelenen kişinin cinsel eylemlerine ve cinsel özelliğine sansür uygulamamalıdır.”48 Freud Leonardo da Vinci: A Psychosexual Study of an Infantile Reminiscence adlı kitabında kendi döneminin biyografi yazarlarını şu şekilde eleştirmiştir:

Sıklıkla kahramanı çalışmalarının hedefi olarak seçerler çünkü kendi kişisel duygusal yaşamlarından dolayı en başından beri kahramana özel bir yakınlık duyarlar. Kendilerini idealleştirme çalışmasına adarlar […] Bu isteğin uğruna […] kahramanda herhangi bir insani zayıflık ya da kusuru hoş görmezler; ilişkili hissedebileceğimiz adamın yerine soğuk, garip ve ideal bir kalıp sunarlar.49

Freud biyografi üzerine düşüncelerini pratiğe de dökmüş ve Leonardo da Vinci and a Memory of His Childhood adlı bir biyografi yazmıştır. Freud, bu eserde İtalyan ressam Leonardo da Vinci’nin yaşamını psikanalitik bir yaklaşım ile ele alır. Bunun

46 Richard Ellmann, “Freud and Literary Biography”, The American Scholar, 53 (4), Sonbahar 1984, s. 478. 47 Ellmann, s. 465. 48 Sigmund Freud, Leonardo da Vinci: A Psychosexual Study of an Infantile Reminiscence, Moffat, Yard & Company, New York 1916, s. 13. 49 Freud, s. 116. 25

dışında hastalarının vaka tarihçeleri de Freud’un yazdığı biyografik yazılardandır. Richard Ellmann bu vaka tarihçelerinin diğer biyografilerden farkını şu şekilde açıklamaktadır:

Freud’un vaka tarihçeleri kahraman veya kötü adam olmayan biyografilerdir. Aynı zamanda, tarih olmayan biyografilerdir, çünkü doğrusal geçmiş, Freud’u düşsel geçmişten özellikle kendini birdenbire olağan düzenin oldukça dışına çıkarabilecek […] çocukluk döneminin mitolojisinden daha az ilgilendirir.50

Freud yazdıklarını biyografi değil de daha çok patografi olarak adlandırmıştır. Freud ile 1920’lerde başlayan biyografiye psikolojik yaklaşım geleneği o zamandan beri diğer birçok psikolog ve psikiyatrist tarafından da benimsenmiştir. Bu psikolojik biyografi geleneği daha sonraları psikobiyografi adını almıştır. Psikobiyografi adından da anlaşılacağı gibi “psikolojik kuram ve bilgiyi azımsanmayacak ölçüde kullanan biyografidir.”51 Psikolojik biyografi dediğimiz tür pek yaygın olmasa da birçok biyografi yazarı için bilindik doğruların arkasındaki gerçeği keşfetmek ve bunun için psikolojiye yönelmek geçerli ve önemlidir. Bu biyografi yazarları için “Freud, şüphesiz kafa karıştırıcı olsa da, bir model olarak kalmaya devam eder.”52

1.1.3.3. Biyografi ve Edebiyat

Şair şiiridir; romancı romanı, oyun yazarı oyunudur. Tarihçi tarih midir? Biyografi yazarı biyografisi midir?

Tarihçi ve biyografi yazarı sanatçı gibi çalıştıklarında cevap evettir. Verilere (eski mektuplar, hatıralar, dedikodu) araba mezarlığındaki hurda arabalar gibi davrandıkları zaman ise cevap hayırdır.53

Leon Edel “Biography: A Manifesto” adlı makalesinde biyografi hakkında çıkarımlarda bulunurken biyografinin edebiyat, dolayısıyla sanat, biyografi yazarının ise sanatçı olarak kabul edilebileceğini belirtmektedir. Tarih ile olan ilişkisi kadar uzun olmamasına rağmen, biyografinin edebiyatla da çok eskiye dayanan bir ilişkisi vardır. Biyografinin edebiyat ya da sanat sayılıp sayılamayacağı sorusu yıllardır süregelen bir

50 Ellmann, s. 470. 51 Alan C. Elms, Uncovering Lives: The Uneasy Alliance of Biography and Psychology, Oxford University Press, Oxford 1994, s. 4. 52 Ellmann, s. 478. 53 Edel, s. 1. 26

tartışma konusudur. Bu tartışma bir yana biyografi çoğu zaman edebiyatın bir parçası olarak görülmektedir. Biyografinin edebiyatın bir parçası olarak kabul edilmeye başladığı dönem, hem biyografi yazımında büyük bir ilerleme kaydedildiği hem de roman türünün ortaya çıktığı 18. yüzyıla denk gelmektedir. Catherine N. Parke bu durumu şöyle tanımlamaktadır:

18. yüzyıl, edebiyat piyasasında profesyonel biyografi yazarının yükselişine, yayıncılar tarafından hevesli bir okuyucu kitlesinin oluşturulmasına ve tür üzerine eleştirel yazıların ortaya çıkışına tanıklık etti. […] Biyografi bu dönemde edebiyatın tamamen ayrı bir dalı, sadece belirli ideal özellikleri övmek için bir fırsat veya geniş çaplı felsefi, dinsel ya da tarihsel düşünce ve konuları tartışmak için bir vesile olarak kullanılan değil de kendi başına incelenen bir yaşam kaydı, haline geldi.54

Romanın ortaya çıkışından itibaren bu iki tür büyük bir etkileşim içerisine girmiş, birbirlerini taklit etmiş ve birbirlerinin gelişimine katkıda bulunmuşlardır. Romanın biyografi üzerindeki etkisiyle birlikte biyografi sadece gerçek bilgilerin aktarımı olmanın dışına çıkmaya, gerçek ve kurgu arasındaki net sınırlar kaybolmaya başlamıştır. Bu dönemde çıkan ilk romanların bazılarının özgün başlıkları bunu kanıtlar niteliktedir: Daniel Defoe tarafından yazılan The Fortunes and Misfortunes of the Famous Moll Flanders ve The Life and Strange Surprizing Adventures of Robinson Crusoe, Samuel Richardson tarafından yazılan Clarissa or the History of a Young Lady, Henry Fielding tarafından yazılan The History of Tom Jones, a Foundling ve Laurence Sterne tarafından yazılan The Life and Opinions of Tristram Shandy, Gentleman. Bu romanlar kurgusal kişiliklerin roman formatında yazılmış biyografileridir. Gerçek yaşam öykülerinin kurgusal olarak roman gibi işlenmeye başlaması ise 20. yüzyıla denk gelmektedir. “Gerçek ve sanat, hakikat ve hayal gücü, kurgu ve kurgu olmayan arasındaki ilişki”55 20. yüzyıl biyografisi için en çok tartışılan konulardan biri olmuştur. Leon Edel hayal gücünün biyografi için gerekli olduğuna inanmıştır. Edel için “biyografi, hayal gücü – biçim, stil ve anlatının hayal gücü – üzerine kurulu bir çalışmadır.”56 Edel’e göre biyografi yazarı gerçeklerden uzaklaşmadığı sürece istediği

54 Parke, s. 13. 55 Edel, s. 1. 56 Edel, s. 2. 27

kadar hayal gücünü kullanabilir. Virgina Woolf da biyografi yazarının hayal gücünü romancının sanatı yoluyla beslemesi gerektiğini düşünür ve devam eder:

Bize gerçekleri anlatarak, önemsiz olanı eleyerek ve taslağı algılamamızı sağlayacak şekilde bütünü şekillendirerek, biyografi yazarı hayal gücünü tetiklemek için herhangi bir şair ya da romancının yapabileceğinden daha fazlasını yapar. Çünkü çok az şair ve romancı bize gerçeği sunacak bu denli yeteneğe sahiptir. Fakat neredeyse her biyografi yazarı, gerçeklere saygı duyduğu takdirde, bize […] yaratıcı gerçeği, verimli gerçeği verebilir.57

Görüldüğü gibi, biyografi yazarı gerçeklere sadık kalmak ve hayal gücünü ortak bir paydada buluşturmak zorundadır. “Gerçeklere dayanan kesinlik iyi bir öykü anlatma çabası ile dengelenir.”58 Biyografinin gerçek ve kurgu, doğrular ve hayal gücünden oluşan iki yönü olduğu düşünülürse, iyi bir biyografi ancak bu denge ile oluşturulabilir. Biyografi yazarı da bu dengeyi kurabildiği sürece gerçek bir sanatçıya dönüşebilir. Benzer bir şekilde Leon Edel, biyografi yazarının “farklı doğrular arasından seçim yaptığı ve bu seçimleri açıklayabildiği ve haklı gösterebildiği andan itibaren sanatçı”59 olduğunu savunmaktadır.

Biyografinin kurgusal olup olamayacağı ya da içine kurgu unsurlarının girip giremeyeceği sorusuna geri dönülecek olursa, aslında her ne kadar roman ve biyografi yakın bir ilişki içerisinde olsalar da, 19. yüzyıla kadar kurgu ve biyografi birbirinden tamamen ayrı iki tür olarak düşünülmüştür. 19. yüzyılda modernist sanatçı, yazar ve eleştirmenlerin düşünce ve katkılarıyla biyografi ve kurgu arasındaki sınırlar kaybolmuş, biyografi ve romanın ustaca bir araya getirildiği eserler üretilmeye başlamıştır. Bu eserlere şüphesiz en iyi örneklerden birisi Virginia Woolf’un yazdığı Orlando: A Biography adlı eserdir. Woolf, burada kurgusal bir kişilik olan Orlando’nun yaşam öyküsünü roman şeklinde ele alarak bir yandan biyografi ve romanı birleştirirken diğer yandan da Victoria dönemi biyografisini yerer. Woolf ve diğer yazarların roman ve biyografi arasındaki sınırları yok etme çalışmalarına rağmen, biyografi ve roman iki ayrı türdür ve aralarındaki farkları yok saymak yanlış bir tutum olacaktır. Şüphesiz en büyük fark biyografi yazarının romancıdan daha kısıtlı durumda olmasıdır. Biyografi

57 Woolf, s. 122-123. 58 Elms, s. 3. 59 Edel, s. 2. 28

yazarı yazdığı kişi hakkında romancının bildiğinden daha az şey bilir. Zira romancı kendi karakterini kendisi yarattığı için onun hakkındaki en küçük ayrıntıyı bile bilmesi normaldir. Diğer taraftan biyografi yazarının, ne kadar çok bilgi ve belgeye sahip olursa olsun, yaşam öyküsünü yazdığı kişiyle ilgili her şeyi bilmesi imkansızdır. Virginia Woolf bu farklılıktan bahsederken “[…] biyografi ve kurgu arasında fark – oluştukları şey arasında bir ayrım olduğunun kanıtı – vardır. Biri doğruların ve tanıdıkların yardımıyla oluşur; diğeri ise herhangi bir kısıtlama olmadan yaratılır”60 der. Romancı için biyografi yazarının sahip olduğu kısıtlamalar yoktur. Bu yüzden romancı her şeyi bilir, deyim yerindeyse tanrı gibidir. Leon Edel için bu durum, gerçek biyografi yazarının daha yetenekli olmasını gerektirir.61

Biyografi yazarı bu kısıtlama yüzünden sadece var olan bilgiye sahip olduğu için aradaki boşlukları kendi hayal gücüne dayanarak doldurmaya, “bilinenlerden bilinmeyeni değerlendirmeye”62 çalışır. Bu bağlamda biyografi yazarı, birçok eleştirmenin belirttiği gibi kişinin yaşam öyküsünü kendisi yaratır ve bir anlamda icat eder. Caroline G. Heilbrun “Is Biography Fiction?” adlı makalesinde biyografinin kurgu olup olmadığı sorusuna cevap ararken kurgu ve biyografinin tanımlarından yola çıkarak ikisinin tamamen birbirinin tersi olarak düşünüldüğünden söz etmektedir:

O zaman kurgunun doğruların tam tersi olduğu ve “aslında olmayan” ya da “sırf uydurma” bir şeyin tersi olan biyografiyle, kısacası, doğrulara dayanan ve gerçekten yaşayan bir kişinin yaşamıyla, aynı kefede düşünülmemesi gerektiği gözükmektedir.63

Heilbrun daha sonra aslında bu tutumun kurgu ve biyografinin tanımlarına at gözlüğüyle bakmak gibi olduğunu ve daha geniş bir pencereden bakılması gerektiğini söyler:

Kurgunun tersinin doğrular olduğu fikrini unutmanızı istiyorum. “Kurgu” kelimesi için yararlı olan şeyin onun hayal ürünü, icat edilmiş bir şey olduğunu hatırlayalım. Kim bir yaşamı icat etmeden biyografi yazabilir? Biyografi yazarı; kurgu yazarı gibi olaylar üzerine bir kalıp

60 Woolf, s. 117. 61 Edel, s. 3. 62 Edel, s. 3. 63 Carolyn G. Hailbrun, “Is Biography Fiction?”, Soundings: An Interdisciplinary Journal, 76 (2), Yaz 1993, s. 295. 29

oluşturur, bir başkahraman icat eder ve onun yaşamının kalıbını keşfe çıkar.64

Tartışmasının sonunda biyografi yazarının kişiyi ele alış şeklinden dolayı biyografinin kurgu sayılması gerektiğini savunan Heilbrun’a göre “biyografideki kurgu, tamamen yaşamın yorumundan oluşur.”65 Bu bağlamda, her biyografi yazarının aynı kişiyi ele alış ve yansıtma şekli farklı olacak ve kişi aynı olsa da ortaya farklı biyografiler çıkacaktır. Zira postmodern bir bakış açısıyla anlam kişiden kişiye göre değişmektedir, yani görecelidir. Dolayısıyla, aynı kişinin yaşamının farklı yorumlamalarının, yani o kişinin farklı biyografilerinin olması kaçınılmaz bir durumdur. Birçok çağdaş eleştirmen ve yazar biyografinin salt gerçeklerin çok ötesinde ve bu yüzden kurgusal olduğunu savunmaktadır.

1.1.4. Biyografinin Türleri

Biyografi geniş bir alan olduğu ve gün geçtikçe sınırları genişlediği için türlerini tam olarak belirlemek mümkün değildir. Zaten bir tür diğer bir türün özelliklerini de gösterebilir. Örneğin edebi biyografi hem tarihsel hem eleştirel ya da tam tersi olabilir. Dolayısıyla, aşağıda bahsedilecek türler sadece bilgilendirme amacı taşımaktadır.

1.1.4.1. Referans Biyografileri

Bilgilendirici biyografi adı da verilen bu tür biyografiler, yazıldığı kişi hakkında sadece bilgi vermeyi amaçlayan biyografilerdir. Birden fazla kişinin alfabetik sırayla hakkında kısa bilgilerin verilmesiyle oluşturulan bu biyografiler genellikle ansiklopedi şeklinde düzenlendiği için, toplu biyografi veya biyografik sözlük diye anıldıkları da olmuştur. Referans biyografileri devlet adamları, politikacılar, bilim adamları, sanatçılar, yazarlar gibi kendi alanında önemli birer figür sayılan isimlerden oluşur. Plutarch tarafından yazılan Parallel Lives bu türün ilk örneklerinden kabul edilebilir. Önemli bir referans biyografisi, ilk kez 1895’te İngiliz eleştirmen Leslie Stephen editörlüğünde yayımlanmaya başlayan Dictionary of National Biography’dir.

64 Hailbrun, s. 297. 65 Hailbrun, s. 298. 30

1.1.4.2. Eleştirel Biyografiler

Adından da anlaşılacağı gibi bilimsel ve eleştirel niteliği olan bu biyografiler, biyografisi yazılan kişinin eserlerine odaklanır, kişinin yaşamı ve eserlerini eleştirel bir yaklaşımla ele alır. Eleştirel biyografilerin amacı, kişinin eserlerinin yaşamı üzerindeki etkisini ve yaşamıyla eserleri arasındaki ilişkiyi ortaya çıkarmaktır. Eleştirel biyografilerde kişinin yaşamı olduğu gibi verilir, ekleme, çıkarma veya başka bir işlem yapılmaz. Buradaki eleştirel yaklaşımla kastedilen şey, kişinin yaşamını veya eserlerini negatif ve kötüleyici bir şekilde eleştirmek değil, yaşamı ve eserlerini birlikte değerlendirmektir. Richard Ellmann tarafından yazılan James Joyce ve Ernest Jones tarafından yazılan Sigmund Freud: The Life and Work eleştirel biyografi örnekleri arasındadır.

1.1.4.3. Tarihsel Biyografiler

Tarihsel biyografi tarihsel bir kişiliğin yaşamının ele alındığı biyografi türüdür. Genellikle önemli bir tarihsel kişi hakkında yazılan bu biyografide, kişinin yaşamı yaşadığı tarihsel dönem içerisinde yansıtılır. Kişinin yaşamının ve o tarihsel dönemin arasındaki ilişki ve birbirlerini nasıl etkilediği ortaya çıkarılmaya çalışılır. Philip Freeman’ın Julius Caesar’ı ve Anne Somerset tarafından yazılan Elizabeth I tarihsel biyografilere örnek gösterilebilir.

1.1.4.4. Edebi Biyografiler

Bir yazar ya da sanatçının yaşamının işlendiği biyografilere edebi biyografi denir. Biyografi yazarı burada kişinin yazar ya da sanatçı olarak yansımasını ele alır. Bir yandan yazarın ya da sanatçının karakteri ortaya konmaya çalışılırken diğer yandan eserleriyle karakteri ve yaşamı arasındaki etkileşim incelenir. Görüldüğü gibi edebi biyografi bu bağlamda eleştirel biyografiyle birbirine benzemektedir. Leon Edel’in beş ciltlik Henry James biyografisi bu türün en iyi örneklerinden biridir.

1.1.4.5. Popüler Biyografiler

Müzisyenler, sporcular, oyuncular, iş adamları, politikacılar, mankenler gibi ünlü isimlerin yaşamlarının ele alındığı popüler biyografilerin amacı adının çağrıştırdığı gibi popüler olanı yakalamaktır. Dolayısıyla, bu tür biyografilerin edebi bir değerinin 31

olduğunu söylemek zor olabilir. Popüler biyografilere Walter Isaacson tarafından yazılan Steve Jobs ve Roland Lazenby tarafından yazılan Michael Jordan: The Life örnek gösterilebilir.

1.1.4.6. Kurgusal Biyografiler

Gerçek bir kişinin yaşamının kurgusallaştırılmış hali olan kurgusal biyografi, “gerçek kişi ve olaylar hakkındaki gerçek malzemeleri alır ve kurgusal anlatı teknikleri uygulayarak onları geliştirir.”66 Kurgusal biyografi yazarı, eksik kalan kısımları kendisi uydurmaktan çekinmez, konuşmalar ve olayların geçtiği yerler yazarın hayal gücünün ürünleridir. Amerikalı yazar Irving Stone’un Vincent van Gogh hakkında yazdığı Lust for life ve Michelangelo hakkında yazdığı The Agony and the Ecstasy kurgusal biyografi örneklerindendir. Stone’un romanları aynı zamanda en iyi biyografik roman örnekleri arasında da sayılmaktadır, zira kurgusal biyografilerin roman tekniğiyle yazılmış hali biyografik romanlardır.

1.2. BİYOGRAFİK ROMAN

Kısaca biyografinin roman hali denilebilecek biyografik roman, gerçek bir kişinin yaşamının kurgusal biyografisidir. Hem biyografinin hem roman türünün özelliklerini taşıyan biyografik roman, bu bağlamda, roman ve biyografi arasında kalmış bir alt tür olarak okuyucunun karşısına çıkmaktadır. Irving Stone, biyografik romanı “bir insanın yıllar içerisindeki yolculuğunun, yaşamın ham maddesinden özgün sanatsal biçimin hazzı ve saflığına dönüşen gerçek ve belgelere dayanan bir öyküsü”67 diye tanımlarken, David Lodge’un yaptığı tanım ise “biyografinin nesnel, kanıtlara dayalı söylevinden daha çok öznelliği yansıtmak için romanın tekniklerini kullanarak yaratıcı inceleme için gerçek bir kişiyi ve onun gerçek tarihini konu alan roman”68 şeklindedir. Bu tür romanlarda biyografik araştırma sonucunda elde edilen veriler olay örgüsü ve diyalogla tamamlanarak roman yapısı içerisine yerleştirilir. Bir başka deyişle, biyografik roman biyografi ve romanın, gerçek ve kurgunun birbiri içerisinde erimesidir. Bu bağlamda, biyografik romanda bazı bilgiler değiştirilebilir,

66 Parke, s. 29. 67 Irving Stone, “The Biographical Novel”, The Writer, Ocak 1962, s. 1. 68 David Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, Harvill Secker, Londra 2006, s. 8. 32

bahsedilmeyebilir veya gerektiğinde eklemeler yapılabilir. Bu açıdan bakıldığında, biyografi yazarının bunu başarabilmesi için sadece gerçek kaynak ve dökümanlara sahip olması yeterli değildir, aynı zamanda bunları romana dönüştürecek artistik yeteneğe ve kapasiteye de sahip olması gerekir.

1940’lardan sonra biyografinin kurgu ve roman ile etkileşiminin artmasıyla birlikte biyografik romanlar yazılmaya başlamış olmasına rağmen, biyografik roman 20. yüzyılın sonları ve 21. yüzyılın başlarında popüler hale gelmiştir. John Maxwell Coetzee’nin Fyodor Dostoyevski’yi konu aldığı The Master of Petersburg, Michael Cunningham’ın Virginia Woolf’u konu aldığı The Hours, Malcolm Bradbury’nin Denis Diderot’yu konu aldığı To The Hermitage, Kate Moses’ın Sylvia Plath’ı konu aldığı Wintering, Andrew Motion’ın John Keats’i konu aldığı The Invention of Doctor Cake bu dönemde yazılmış önemli biyografik romanlar arasında bulunmaktadır. Biyografik romanın bu derece popüler olmasının arkasındaki nedenlerden biri, “çağdaş kültürün yazarların veya daha genel olarak topluma mal olmuş kişilerin kişilikleri ve özel yaşamlarının cazibesine kapılmış olması”69 olabilir. David Lodge biyografik romanın popülaritesinin nedenlerini tartışırken şunları söylemektedir:

Her yerden “haber” biçiminde gerçek anlatılarla bombalandığımız bir kültürde tamamen kurgusal anlatının gücüne olan güven kaybı veya azalan inancın bir belirtisi olarak alınabilir. Postmodernizm hareketinin bir karakteristiği – geçmiş sanatını yeniden yorumlama yoluyla kendi süreçleri içerisine dahil etme – olarak düşünülebilir. Çağdaş yazında çöküş ve tükenişin işareti veya “etki kaygısıyla” baş etmenin olumlu ve ustaca bir yolu olarak görülebilir.70

Irving Stone “The Biographical Novel” adlı yazısında biyografik romanı tartışırken onunla ilgili birkaç kuraldan bahseder.71 Bunlardan ilki her yaşamın biyografik roman için uygun olmadığıdır. 20. yüzyıldan önce önemli ve belirli kişilerin dışında kimsenin biyografisinin yazılamayacağına dair bir görüş yaygındı. Ancak daha sonraları modernist yazar ve eleştirmenlerin düşünceleriyle birlikte kişi önemli olsun ya da olmasın biyografisinin yazılabileceği ortaya çıkmıştır, çünkü modernistler herkesin kendi başına ayrı bir değeri olduğuna inanmışlardır. Biyografi için her yaşamın uygun

69 Vanessa Guignery, “David Lodge’s Author, Author and the Genre of the Biographical Novel”, Etudes Anglaises, 60 (2), Nisan-Haziran 2007, s. 168. 70 Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, s. 9-10. 71 Stone, s. 1. 33

olmasına rağmen, biyografik roman için bu durum söz konusu değildir. Biyografik roman için “insanın kendiyle, başkalarıyla ve kaderiyle olan çatışmaları”72 önemli olduğu için, bir kişinin yaşamının biyografik roman olarak oluşturulabilmesi o kişinin yaşamında bu tür çatışmaların olup olmamasına bağlıdır. Irving Stone’a göre bir yaşamın biyografik romana uygulanabilirliği için belirli unsurlar vardır: “tamamı boyunca örülmüş yinelenen çatışma ve başarı temaları ve organik bir bütün oluşturmak için parçaların uyabileceği kapsamlı ve fark edilebilir bir kalıp.”73 Eğer bu unsurlar bir kişinin yaşamında mevcut değilse, o kişi ne kadar önemli ve ünlü bir insan olursa olsun biyografik romanının yazılması mümkün olmayabilir. Kendisi önemli bir kişilik olup da hakkında birçok biyografi yazılabilecek, ancak yaşamının “içeriği ve planı romanın doğasına aykırı”74 olan birçok kişi vardır. Tam tersine, yaşamı önemsiz ve sıradan gözüken birinin yaşamının da biyografik roman için uygun olması normal bir durum olarak karşılanabilir.

Biyografik roman yazarı, iki türün özelliklerini kapsayan bir iş yaptığının farkına varıp, bu işin öneminin ve ciddiyetinin bilincinde olmalıdır. Zira biyografik roman yazarının deneyimli ve yetenekli olması gerekmektedir. Biyografik roman yazarının deneyimi hem roman hem de biyografi yazma konusunda, geçerli olmalıdır. Yani bir yandan roman yazmanın yolu ve incelikleri konusunda diğer yandan biyografi yazımı konusunda bilgi sahibi ve deneyimli olmalıdır. Irving Stone bu duruma şu şekilde açıklama getirmektedir:

Yeri geldiğinde yapı, atmosfer, sahne, diyalog gibi zorlayıcı karışıklıkların üstesinden gelebilmek için roman türüyle mücadele ederek hayal gücüne dayalı romanların yazımında deneyimli olması gerekir […] Bir veya birden fazla kişi hakkındaki malzemeleri birleştirmek ve bu malzemeleri birbirine bağlı şekilde düzenleme tekniğinde ve bir yaşam boyunca hem ileri gitmek hem de geri gelmek konusunda ustalaşmak için çalışarak biyografi yazarı olarak yetişmiş olması gerekir.75

Bir biyografinin biyografik romana dönüşmesi, o biyografiye roman yapısı ve tekniklerinin uygulanması yoluyla gerçekleşir. Irving Stone’a göre bu dört adımda gerçekleşir: “1. Dramatize etmek. 2. Bol diyalog. 3. Tüm karakterleri canlı hale

72 Stone, s. 1. 73 Stone, s. 1. 74 Stone, s. 1. 75 Stone, s. 2. 34

getirmek. 4. Anekdot ve mizah kullanmak.”76 Biyografik roman için kurgusallaştırma ne kadar zorunlu ise, iyi bir araştırma da o kadar olmazsa olmazdır. Irving Stone “Hiçbir biyografik roman, araştırmasından daha iyi olamaz,”77 diyerek araştırmanın biyografik roman için önemini vurgulamaktadır. Biyografik roman araştırmanın iyi olduğu ölçüde iyi bir eser sayılmalıdır. Eğer yazarın yaptığı araştırma derinlemesine ve iyiyse biyografik roman da derin ve kaliteli olur; araştırma yüzeysel ve geçiştirilmişse roman da o derece yüzeysel ve niteliksiz kalmaya mahkumdur.

Biyografik roman yazarı, romanının araştırması için, öncelikle romanın kahramanı tarafından yapılan bütün çalışmaları, varsa eserleri, daha sonra o kişi hakkında yazılan biyografileri, eserleri, eleştiri ve değerlendirme yazılarını okur. Kahraman ve romanda geçecek diğer kişiler arasında gönderilen mektuplara, günlük ve hatıra gibi özel notlara erişir. Gerekirse gittiği yerlere gider, gezdiği yerleri gezer, o yerleri onun gözünden görmeye çalışır. Eğer kahramanı hayattaysa, onunla ve ilgili kişilerle röportaj yapar. Yaşadığı dönemi araştırır, bu dönemde din, politika, felsefe, bilim ve sanat üzerinde hakim olan düşünceler hakkında bilgi sahibi olur. Biyografik roman yazarı ancak böylesine derin ve kapsamlı bir araştırmadan sonra romanını oluşturma yolunu tutar. Ancak bu aşamada romanını daha etkileyici veya sansasyonel yapabilmek uğruna gerçekleri değiştirmekten kaçınmalıdır. Tarihsel gerçekleri değiştirmek yerine seçme gücünü kullanan romancının daha kaliteli ve başarılı bir biyografik roman yazarı olacağını söylemek mümkündür. “Bütünleşmiş, başarılı ve birinci kalite bir biyografik roman, ancak seçilen malzeme ve seçim yapabilen bir yazarın birliği sonucunda ortaya çıkar.”78

Kısmen yeni bir tür olmasından dolayı önyargıyla yaklaşılan biyografik roman, birçok tartışma ve soruyu da beraberinde getirmiştir: Biyografik roman tam olarak biyografi midir yoksa roman mıdır? Her ikisi midir yoksa hiçbirisi midir? Aslında biyografik romanın ne her ikisi ne de hiçbiri olduğu söylenebilir. Sosyal bilimlerdeki her kavram gibi biyografik romanın da kendi özellikleri içerisinde ele alınması ve ilgili türlerden kesin çizgilerle ayrılmaması gerekir. Bununla birlikte, her türün kendine özgü özelliklerinin olduğu da unutulmamalıdır. Örneğin, biyografi ve biyografik romanın her

76 Stone, s. 3-4. 77 Stone, s. 1. 78 Stone, s. 2. 35

ikisinin de aynı kaynağa dayanmasına rağmen, yapı bakımından birbirlerinden ayrılırlar. Biyografik romanın sık sık karıştırıldığı tarihsel roman, biyografik romanın aksine belirli bir kişiyi değil de tarihsel bir dönemi odak noktası alır. Tarihsel romanda karakterlerin biri ya da hepsi kurgusal olabilir, ancak biyografik romandaki karakterlerin gerçek kişiler olması gereklidir. Biyografik romanın diğer türlerle karıştırılmasının yanı sıra, biyografi ve romanın itibarını sarstığı, ikisini de gözden düşürdüğü ve hiç birinin saygınlığına katkıda bulunmadığı söylenmektedir. Dahası, bir yandan gerçeği kurgusallaştırarak biyografinin yapısını, diğer yandan kurguya gerçeği kattığı için romanın yapısını bozduğu gerekçesiyle bazı eleştirmenler tarafından eleştirilmektedir. Yine de, tüm bu soru ve eleştirilere rağmen biyografik roman yaygınlığını korumaya devam etmektedir.

36

İKİNCİ BÖLÜM

DAVID LODGE’UN BİYOGRAFİK ROMANLARINDA HENRY JAMES VE H.G. WELLS

2.1. HENRY JAMES VE H.G. WELLS

Hem İngiliz hem de dünya edebiyatında önemli yere sahip yazarlardan ikisi olan Henry James ve H. G. Wells yaşadıkları dönemden bu yana birçok eser ve çalışmaya konu olmuşlar, haklarında birçok biyografi ve biyografik roman yazılmıştır. David Lodge’un romanları Author, Author ve A Man of Parts da iki yazarı konu alan bu biyografik romanlar arasındadır. James ve Wells’in sırasıyla Author, Author ve A Man of Parts romanlarında nasıl ele alındıkları ve gerçek yaşamlarından farklılaşan yönlerini göz önüne serebilmek amacıyla iki yazarın biyografilerinin verilmesi yerinde olacaktır.

Daha sonraları İngiliz vatandaşı olan Henry James, 15 Nisan 1843’te New York, Amerika Birleşik Devletleri’nde dünyaya geldi. James’in anne ve babası dönemin en zengin ve entelektüel ailelerinden biri olduğu için, Henry James ve kardeşlerinin eğitimine çok önem verdiler. Okullarda verilen geleneksel eğitimi uygun bulmayan baba Henry James Sr., çocuklarının Avrupa tarzında özel hocalar tarafından eğitilmesini destekledi. Dolayısıyla, James’ler sık sık Avrupa’ya gidip geldiler. Bu dönemde Henry James Londra, Paris, Cenevre, Bolonya, Bonn gibi Avrupa merkezlerinde özel hocalardan dersler aldı. James’in daha sonraları Avrupa’ya artan ilgisi ve sevgisi ve orada yaşama isteği bu ziyaretler sonucunda ortaya çıkmıştır.

James ailesi daha sonra Amerika’da Newport’a taşındılar. Burada, James abisi William ile ressam olmak için eğitim almaya başladı. James’ler Amerika’da geçirdikleri süre boyunca birçok düşünür ve yazarla iletişim içerisinde olmuş, evlerinde Ralph Waldo Emerson, Henry David Thoreau, Washington Irving, William Thackeray gibi yazarları konuk etmişlerdir. Yazar ve düşünürlerle kurulan bu iletişim Henry James’in ileriki yıllarda edebiyata yönelmesine neden olmuştur. 1861’de çıkan bir yangın sırasında yaralanan James, hem bu sebeple hem de aldığı entelektüel eğitim yüzünden Amerikan İç Savaşı’na katılmamayı tercih etti. Bu yangın sırasında aldığı yara James’i kalan ömrü boyunca rahatsız etmeye devam etmiştir. 37

Ressamlığın kendilerine göre olmadığını anlayan iki kardeş resim eğitimini yarıda bıraktı ve William tıp, Henry James ise 1862’de on dokuz yaşındayken hukuk çalışmak için Harvard Üniversitesi’ne girdi. Önce fizyoloji daha sonra psikoloji alanlarında uzmanlaşan William’ın aksine Henry James edebiyata olan düşkünlüğünden dolayı bir yıl sonra okulu bıraktı ve kendini yazmaya adadı. 1864 yılında ilk kısa öyküsünün yayımlanmasıyla yazarlık kariyerine başlayan James, o yıldan itibaren yaşamının sonuna kadar bir yandan Amerika ve Avrupa arasında mekik dokurken diğer yandan birçok eseri kaleme aldı.

James 1880’lerin sonundan başlayarak yazarlık kariyerine roman ve kısa öyküden çok oyun yazarı olarak devam etme kararı aldı. Ancak, bu alandaki yoğun istek ve çabalarına rağmen, oyun yazarı olarak bir türlü arzu ettiği başarıyı yakalayamadı. Oyun yazarlığında başarısız olsa da James’in bu konudaki deneyimleri ve çalışmaları daha sonraki yazımına katkıda bulundu ve hatırı sayılır yazarlar arasında yer almasına neden oldu. 1896’da İngiltere Rye’da bir ev satın almasına ve buraya yerleşmesine rağmen, James kalan ömrü boyunca yine Amerika’ya ve Avrupa’nın çeşitli yerlerine ziyaretlerini devam ettirdi. 1911’de Harvard, 1912’de de Oxford üniversitelerinden fahri diplomalar alan James, Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’de yabancı uyruklu bir vatandaş olarak hareket etmenin zorluklarından ve İngiltere’ye bağlılığından dolayı 1915 yılında İngiliz vatandaşı oldu. 1916’da Liyakat Nişanı ile ödüllendirilen James, 28 Şubat 1916’da yetmiş iki yaşında öldü.

Yaşamı boyunca yirmiden fazla roman ve yüzden fazla kısa öykü, kısa roman, oyun, makale, eleştiri ve inceleme yazan Henry James, bu bakımdan en üretken Amerikalı yazarlardan biridir. James, yazarlık kariyerine kısa öykülerle başlamış ve The Tragedy of Error adlı ilk kısa öyküsü 1864’te Continental Monthly dergisinde ismi olmadan yayımlanmıştır. James, The Story of the Year adlı kısa öyküsünü ismi altında 1865’te yayımladı. Bu arada Atlantic Monthly dergisinin editörü William Dean Howells ile arkadaşlık kuran James, bu dergide daha sonraki yıllarda birçok eserini yayımladı. Bu dönemde Amerika, İngiltere, Fransa, İtalya ve İsviçre arasında gidip gelen James Dante Gabriel Rosetti, John Ruskin, George Eliot, Ivan Turgenyev, Gustave Flaubert, Emile Zola, Robert Browning ve Lord Alfred Tennyson gibi ünlü yazar ve şairlerle 38

arkadaşlık kurdu ve Daisy Miller, Washington Square, ve gibi başyapıtlara imza attı.

1890-1895 yılları, genellikle James’in çok sayıda tiyatro oyunu yazdığı ve şansını oyun yazarı olarak denediği döneme denk gelmektedir. James bu dönemde oyunlarının başarısızlığına rağmen yılmadan oyun yazmaya devam etti bu alanda başarılı olacağına inancını sürdürdü. Ancak gerek Guy Domville adlı oyunun ilk gösterimi sırasında seyirciler tarafından yuhalanması ve aşağılanması gerekse bu oyundan önceki ve sonraki oyunları konusunda yaşadığı hayal kırıklıkları James’in oyun yazmaktan vazgeçmesine neden oldu. Bu dönemin James’in yaşamında başarısızlık dönemi olarak görülmesine rağmen, birçok eleştirmen James’in oyun yazma çabalarının daha sonraki roman ve öykü yazımına katkıda bulunduğunda hem fikirdir. Dikkat edilirse James’in sonraki romanları ve öyküleri sahneseldir, yani sahne sahne ilerleyen bir yapısı vardır. Bu şekilde okuyucu, olayları gözlemleyen bir karakterin bilinci içerisinde romanı takip eder, bir başka deyişle James bu bağlamda bilinç akışı tekniğinin öncüsü olur. Nitekim James’in bu dönemden sonra yazdığı , , , ve onun en iyi eserleri arasında yer almaktadır.

James’in romanları genellikle psikolojik olarak sınıflandırılabilir, zira James eserlerinde karakterlerin psikolojik dünyalarını ustaca ele almayı ve incelemeyi başarmıştır. Yaklaşık elli yıllık bir yazarlık kariyerine sahip olan James’in eserlerini işleyiş tarzı da zamanla gelişmiş ve değişmiştir. Başlarda doğrudan ve gerçekçi yazan James, sonraki yıllarda eserlerini daha karmaşık bir tarz ve gerçekçiliğin yanı sıra şiirsel bir sembolizm yoluyla yazmaya başlamıştır. James, edebi bir eserin öneminin onun sanatsal değeri ile doğru orantılı olduğunu savunmuş ve önceliği daima sanat olmuştur.

Henry James yaşamı boyunca hiç evlenmemiştir ve bu durum bazı eleştirmenler tarafından James’in eşcinsel olduğuna kanıt olarak gösterilmektedir. Bu bağlamda, James’in eserlerindeki bazı erkek karakterler arasındaki homoerotizmi çağrıştıran unsurlar olması onun eşcinsel olabileceği iddiasını kuvvetlendirmektedir. James’in hiç evlenmemiş olmasını bazı eleştirmen ve biyografi yazarları da İç Savaş sırasında yaşanan yangın sırasında aldığı yaraya ve bu yaranın onu kısır bırakmasına bağlamaktadır. Bir başka grup eleştirmen ise buna kuzeni Minny Temple ile yaşadığı 39

yarım kalmış bir aşk öyküsünün neden olduğunu savunmaktadır. İddialara göre Henry James gençliğinde kuzeni Minny’yi sevmiş ve onunla evlilik hayalleri kurmuştur. Ancak Minny tüberkülozdan ölünce James de aşka küsmüş ve hiç evlenmemeyi tercih etmiştir. Bütün bu varsayımlara rağmen, James evlenmemesinin nedeninin kendisini yazarlığa adaması olduğunu söylemiştir. Ona göre bir yazarın gerçek bir sanatçı olabilmesi için evlilik hayatının sorumluluklarından soyutlanmış olması gerekir.79 James böyle söylese de evlenmemesinin ardındaki gerçek neden bilinmemektedir. Bu da, kendisinin başkalarının onun hakkında ürettiği birçok eser ve çalışmaya rağmen, James’in yaşamıyla ilgili keşfedilecek ve incelenecek daha çok şey olduğu gerçeğini göz önüne serer. Çünkü David Lodge’un da belirttiği gibi, Henry James’e duyulan ilginin ve verilen önemin arttığı bilinmektedir:

Henry James’in şöhretinin ölümünden hemen sonraki yıllarda geçici olarak karanlığa bürünmüş olmasına rağmen, en azından son altmış yıldır James, İngiliz veya Amerikan romanı çalışan ciddi bir öğrencinin okuması gereken önemli bir modern yazar ve istikrarlı bir akademik kitap ve makale akışının konusu olarak kendini kanıtlamıştır. Teknik yeteneği ve sanatına bağlılığından dolayı yazarın, eserlerinin yoruma sunduğu zorluktan dolayı eleştirmenin ve karakterinin ve kişisel ilişkilerinin ilgi çekici muammalarından dolayı biyografi yazarının yazdığı kişi olmuştur. 80

Herbert George Wells 21 Eylül 1866’da Bromley, İngiltere’de fakir bir ailenin çocuğu olarak doğdu. Yerel bir okulda temel eğitim alan Wells, ailesinin maddi durumunun daha çok bozulması nedeniyle okuldan alındı ve önce Windsor daha sonra Southsea’de çıraklık eğitimine verildi. Buradaki işi yapamayacağını anlayan Wells, Midhurst Gramer Okulu’na öğrenci-öğretmen olarak girmeyi başardı. Daha sonra Londra’daki Bilim Okulu’nda burs kazanıp burada ünlü yazar Aldous Huxley’nin büyükbabası Thomas Henry Huxley gözetiminde biyoloji çalışmaya başladı. Bir yandan ileriki yıllarda bilimkurgu türündeki eserlerine temel oluşturacak bilgileri öğrenirken diğer yandan sosyalizmi benimsedi başladı ve okul dergisinde siyasi ve edebi düşüncelerini yansıtan yazılar yazmaya başladı. En meşhur romanlarından The Time Machine’nın ilk hali, The Chronic Argonauts adlı öyküsünü bu dergide yayımladı.

79 Henry James, “The Lesson of the Master”, Edward Said (Ed.), Henry James: Complete Stories 1884- 1891, The Library of America, New York 1999, s. 564-568. 80 Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, s. 5. 40

Zamanla derslerle ilgisini kesen Wells diplomasını almadan okulu bıraktı. Bursunu kaybedip maddi sıkıntı yaşayınca halasının evinde yaşamaya başladı. Burada kuzeni Isabel Wells ile yakınlaştı ve ikili 1891’de evlendi. Bu arada geçimini çeşitli okullarda öğretmenlik yaparak sağlamaya çalışan Wells ve öğrencilerinden biri olan, daha sonra Jane olarak çağıracağı, Amy Catherine Robbins birbirlerine aşık olunca H.G. Wells Isabel ile evliliğini bitirmek zorunda kaldı. 1895’te evlenen çiftin sırasıyla 1901 ve 1903 yıllarında doğan George Philip (Gip) ve Frank Richard adında iki çocuğu oldu.

Gerek evliliğin getirdiği maddi yükümlülükler, gerekse akciğerlerindeki bir problem nedeniyle yakın zamanda öleceği teşhisi konulmasıyla Wells kendini yazmaya verdi ve 1895’te The Time Machine adlı romanının yayımlanmasıyla edebiyat dünyasında büyük bir patlama yaşadı. Bunu diğer başarılı bilimkurgu romanları takip etti. Romanlarına ek olarak kurgusal olmayan eserler de kaleme alan Wells’in kısaca Anticipations adı verilen eseri, çok satanlar arasına girmiş olmasının yanı sıra 2000’li yıllarda dünyanın nasıl bir yer olacağını anlatması bağlamında Wells’in en fütürist eserlerinden biri olarak görüldü ve bu sayede Fabian Topluluğu’nun81 ilgisini çekti. 1903 yılında Fabian Topluluğu’na girmesine rağmen, Wells zaman içinde yazar ’un da aralarında bulunduğu topluluk yöneticileriyle fikir ayrılıkları yaşadı ve 1908’de topluluktan ayrıldı.

H.G. Wells, 1900’lerin başında hem maddi durumunu hem de İngiltere ve dünyadaki edebi yerini garantilemiş bulunmaktaydı. Önce Sandgate sonra Easton’da iki ev satın alan Wells ailesi lüks bir yaşam tarzının keyfini sürerken, kendisi de Amerika ve Avrupa’nın çeşitli yerlerini ziyaret ediyor ve dönemin birçok ünlü düşünür ve yazarıyla tanışma imkanı buluyordu. Birinci Dünya Savaşı sırasında İngiltere’yi desteklediği için eleştirilmesine rağmen Wells bunu sadece sonrasında oluşacağını umduğu barış için istiyordu. Wells’e göre dünyadaki barış ve sosyalizmin öngördüğü eşit bir sistem ancak dünya hükümeti fikri ile oluşturulabilirdi. Onun idealindeki hükümet yönetimi altında dünya, bilimi ve eğitimi destekleyecek, dünya barışının sağlanması için milliyetçiliği sona erdirecek ve insanları soyu ve kanı ile değil erdemleriyle değerlendirecekti. Wells böyle bir dünya hükümetinin nasıl kurulacağı

81 Fabian Society: Sosyalist yazar ve düşünürler tarafından 1884’te İngiltere’de kurulan topluluktur. Adını Romalı general Fabius Cunctator’dan alan ve dolayısıyla kademeli bir reform hareketini destekleyen Fabian Society’nin amacı sosyalizmi tanıtmak ve ilkelerini yaymaktır. 41

konusunu The New World Order adlı eserinde derinlemesine ele almıştır. İngiltere’yi desteklemesinin yanı sıra Wells, savaş boyunca Almanya’ya karşı yürütülen propaganda edebiyatının da başını çekti. 1920’de Sovyet Rusya’ya giden Wells, arkadaşı Rus yazar Maksim Gorki aracılığıyla Rusya’daki sosyalist rejimin lideri Vladimir Lenin ile görüşmeler yaptı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra The Outline of History, The Science of Life ve The Work, Wealth and Happiness of Mankind adlı kurgusal olmayan eserlerini yayımlayan Wells, 1932-1935 yılları arasında PEN edebiyat kulübünün uluslararası başkanlığını yaptı. Bir çalışma amacıyla 1934 yılında biri kapitalist diğeri komünist rejime sahip dönemin iki büyük gücü olan Amerika ve Sovyet Rusya’nın liderleri Franklin D. Roosevelt ve Joseph Stalin ile görüşmeler yaptı. Yaşamının son yıllarında popülaritesini kaybetmeye başlayan Wells, İkinci Dünya Savaşı sırasında tüm itirazlara rağmen Londra’daki evinden ayrılmadı, orada yaşamaya devam etti. 13 Ağustos 1946’da yetmiş dokuz yaşında yaşamını yitirdi.

Küçük yaşlardan edebiyata ilgi duymaya başlayan H.G. Wells yazar olarak ilk romanı The Time Machine’in yayımlanmasıyla adını duyurmuştur. The Time Machine ile birlikte ondan sonra yayınlanan The Island of Doctor Moreau, The Invisible Man, The War of the Worlds ve The First Men in the Moon gibi romanları onun en çok satan eserleri olmasının yanı sıra bilimkurgu türünün de en başarılı örneklerindendir. (Sonradan The Sleeper Wakes adıyla tekrar yazdığı) When the Sleeper Wakes, A Modern Utopia, Kipps, In the Days of the Comet, The War in the Air, Tono-Bungay, , The History of Mr. Polly, The World Set Free ve The Shape of the Things to Come Wells’in diğer önemli romanları arasındadır. Wells’in 1945 yılında yayımlanan son kitabı Mind at the End of Its Tether hem İkinci Dünya Savaşı’nın Wells üzerindeki etkisiyle hem de Wells’in eskisi kadar hatırı sayılır biri olmaması nedeniyle karamsar bir hava taşımaktadır. Wells, her ne kadar yaşamının son yıllarında yazar olarak itibarını kaybetmiş olsa da, yazdığı dönemden beri eserleriyle yazar, okur ve düşünürleri etkilemeye devam etmiş ve yazdığı eserlerle bilimkurgu türüne büyük katkılarda bulunmakla kalmamış, tür içerisinde o denli önemli bir yer de elde etmiştir ki Fransız yazar Jules Verne ile birlikte modern bilimkurgunun babalarından biri olarak kabul edilmiştir. Bununla birlikte, Wells yaşamı boyunca farklı türlerde yüzden fazla kitap yayımlamıştır; bunlar yoğunluklu olarak gerçekçi, öğretici, fantastik, komik, ütopik ve 42

distopik romanlar ve kısa öyküler, tarih, gazete yazıları, eleştiri yazıları, gezi yazıları bağlamlıdır.

H.G. Wells’in sadece iki kez evlenmiş olmasına rağmen yaşamı boyunca birçok kadınla birlikteliği ve ilişkisi olmuştur. Bazıları tek seferden oluşan bazılarıysa yıllar süren bu ilişkilerin ikisinin sonucunda ikinci karısı Jane’den olan oğullarından başka çocukları olmuştur: yazar Amber Reeves’den olan kızı Anna Jane 1909, feminist yazar Rebecca West’ten olan oğlu Anthony ise 1914 yıllarında dünyaya gelmiştir. Aslında aşk daha doğrusu seks Wells’in yaşamında çok önemli bir yer tutmuştur. “Free love”82 fikrini savunan Wells insanların istedikleri kişilerle istedikleri zaman herhangi bir bağa ihtiyaç duymadan ve suçluluk duygusu hissetmeden birlikte olmaları gerektiğine inanmıştır. Bu yüzden bazı ilişkilerini Jane’den saklama gereği duymamış, hatta onun rızasını bile almıştır; bunun karşılığında ise Jane ile evliliğini bozmamıştır. Yazar Dorothy Richardson, Violet Hunt, Elizabeth von Arnim, aktivist Margaret Sanger ve Maksim Gorki’nin sekreteri Moura Budberg Wells’in ilişki yaşadığı kadınlardan sadece bazılarıdır. Wells, ilişki yaşadığı kadınları romanlarındaki kadın karakterlere de yansıtmıştır; örneğin, Ann Veronica Amber Reeves’den esinlenilerek oluşturulmuş bir romandır. “Free love” fikrine inanan Wells dolayısıyla kadın haklarını da savunmuş, kadınların daha çok hak ve özgürlüğe sahip olmaları gerektiğini belirtmiştir. Bu sayede birçok feministin desteğini ve sempatisini de kazanmıştır.

Bugün sadece The Time Machine, The Invisible Man ve The War of the Worlds gibi bilimkurgu romanlarıyla tanıdığımız H.G. Wells kesinlikle bir yazardan fazlasıydı. Wells, 1932’de yazmaya başladığı ve 1934’te yayımlanan Experiment in Autobiography: Discoveries and Conclusions of a Very Ordinary Brain (since 1866) adlı otobiyografisinde yaşamını şöyle özetlemektedir:

Bu benim öykümün şeklidir. İki ev inşa ettim ve bir üçüncüsünü çalışmak için daha iyi bir yer yapmak amacıyla yeniden inşa ettim. Kentten köye, köyden kente, İngiltere’den yurtdışına, arkadaştan arkadaşa gidip geldim. Benden daha cömert olan ve bana yaşam veren insanlardan beslendim. Buna karşın, gerekli meşguliyetlerimden dolayı, karşılığı olmayan basit bir aşk için yaşamımda hiç kimseye yer vermedim. Aslında

82 Free love: Yaklaşık 18. yüzyılın ortalarında ortaya çıkan kavram, evlilik gibi herhangi bir resmi ve yasal bağlılığa gerek duyulmadan ve tek bir kişiye bağlanmadan istenilen kişiyle birlikte olabilmek anlamına gelmektedir. 43

sevdiğim insanlar oldu, ama bu başka bir mesele. Ticarete ve para kazandıran işlere gelişigüzel katıldım. Ve şuanda burada altmış beş yaşımdayken, daha çok iş yapabilirim, geçmişte yaptıklarımın eksikliklerine kefaret olacak kadar önemli bir iş yapabilirim diye rahatlık istiyorum.83

Hem yazarlık hem de aşk/cinsellik bağlamında aktif bir yaşam sürdüren H.G. Wells yaşamı boyunca aynı anda birçok alanla ilgilenmiştir. Bilimsel gelişmeleri yakından takip etmiş, bilim ve teknolojiyi destekleyip teşvik etmiştir. Bilim ve teknolojiye olan büyük ilgisi sayesinde gelecekte olası gelişme ve olayları tahmin edebilmiştir; bu bağlamda geleceği icat eden adam olarak anılmaktadır. Zamanda yolculuk, görünmezlik, uzaylı istilası gibi tahminleri gerçekleşmese de, İkinci Dünya Savaşı, savaş uçakları, nükleer silahlar, atom bombası, genlerin değiştirilmesi gibi kehanetleri doğru çıkmıştır.

Bilim ve teknoloji sayesinde dünyanın daha iyi bir yer olacağına inanan Wells bunun için hakim sistemin değiştirilmesi gerektiğine inanmış ve sosyalizmi benimsemiştir. Bu yüzden siyasetle ilgilenmiş, bir süreliğine Fabian Topluluğuna katılmış ve İşçi Partisi’ni desteklemiştir. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirme ideali ile kadın hak ve özgürlükleri savunuculuğu yapmış, hem kadın hem erkeklerin daha özgür olabilmeleri adına “free love” kavramına inanmıştır. Romancı, gazeteci, tarihçi, sosyolog, öğretmen, fütürist, sosyalist çok yönlü H.G. Wells’i anlatabilecek sadece birkaç kelimedir. İngiliz yazar George Orwell “Wells, Hitler and the World State” adlı yazısında Wells’in artı ve eksi yönlerinden bahsederken o dönemdeki etkisinden de söz etmektedir:

Herhangi bir yazarın, özellikle eserleri çabuk etki bırakan ‘popüler’ bir yazarın ne kadar etkili olabileceği tartışmaya açıktır, fakat 1900 ve 1920 yılları arasında, hiç olmazsa İngilizce dilinde, yazan başka birinin gençleri bu derece etkilediğinden şüpheliyim. Wells var olmasaydı, hepimizin zihni, dolayısıyla fiziksel dünya gözle görülür şekilde farklı olabilirdi.84

83 H.G. Wells, Experiment in Autobiography: Discoveries and Conclusions of a Very Ordinary Brain (since 1866), http://gutenberg.ca/ebooks/wellshg-autobiography/wellshg-autobiography-00-h-dir/wellshg- autobiography-00-h.html 84 George Orwell, “Wells, Hitler and the World State”, http://orwell.ru/library/reviews/wells/english 44

2.2. AUTHOR, AUTHOR VE A MAN OF PARTS’IN KARŞILAŞTIRMALI İNCELEMESİ

David Lodge’un yazdığı on dört roman arasında 2004 ve 2011 yıllarında yayımlanan Author, Author ve A Man of Parts biyografik romanlardır ve sırasıyla ünlü yazarlar Henry James ve H.G. Wells’in yaşamlarını ele almaktadır. David Lodge, romanlarını biyografik roman yapısına oturtabilmek için bu yazarların yaşamlarının tamamını salt bir biyografi gibi anlatmaktan çok, geriye dönüşlerle romancı kimliğinin yetkisiyle kendi tercih ettiği kısımları anlatma yoluna gitmektedir. Bu şekilde, Irving Stone’un bahsettiği dört adımdan ilkini gerçekleştiren Lodge, James ve Wells’in yaşamlarını dramatize etmektedir.

İngiliz yazarlar Emma Tennant ve Alan Hollinghurst tarafından yazılan Felony ve The Line Beauty, İrlandalı yazar Colm Tóibín tarafından yazılan The Master ve Güney Afrikalı yazar Michiel Heyns tarafından yazılan The Typewriter’s Tale adlı yakın dönemde Henry James hakkında yayımlanan eserler yüzünden istenilen ilgiyi göremeyen Author, Author, çoğunlukla diğer bir biyografik roman olan The Master ile karşılaştırılmaktadır. Lodge, bu süreci ve etkilerini The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel adlı kitabında ayrıntılı olarak incelerken, diğer taraftan da romanının bir incelemesini yapmaktadır. Author, Author ile biyografik roman türüne geçiş yapan Lodge, böylece önceki romanlarından değişik bir yol izlediğini belirtmektedir:

Author, Author’ı yazmak ve yazmaya hazırlanmak benim için tamamen yeni bir düzensel deneyimdi: onu hayal edene kadar var olmayan kurgusal bir dünya yaratmak yerine, Henry James’in yaşamındaki pek çok olay arasında roman biçiminde bir öykü bulmaya çalışıyordum.85

Henry James’e her zaman hayranlık duyan ve eserlerinde sık sık atıfta bulunan Lodge, James ve Fransız asıllı İngiliz karikatürist ve yazar George Du Maurier arasındaki arkadaşlığı ele alan bir roman fikrini ilk kez Du Maurier’nin çok satan romanı Trilby’yi okuduktan sonra aklından geçirir. Romanın Daniel Pick editörlüğündeki Penguin baskısının önsözündeki bilgilerden yararlanarak James ve Du Maurier’nin yakın arkadaş olduğunu, Trilby’nin 19. yüzyılın en çok satan kitabı olarak düşünüldüğünü ve Du

85 Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, s. 31-32. 45

Maurier’nin bu başarısının James’in oyun yazarı olarak başarısızlığıyla hemen hemen aynı döneme denk geldiğini öğrenen Lodge, bunu olası bir roman olarak düşünmeye başlar.86 Author, Author’ın 2004 yılında yayına hazırlanması beklenirken, Lodge’tan H.G. Wells’in Kipps adlı romanının Penguin baskısı için önsöz yazması istenir. Bu amaçla Wells’in otobiyografisi Experiment in Autobiography’yi inceleyen ve okudukça Wells’in ilginç yaşamından daha çok etkilenen Lodge, Wells’in yaşamını başka bir romanında konu edinmeye karar verir.

H.G. Wells’in dolu dolu geçen yaşamının öyküsünü anlatan A Man of Parts, bir yandan Wells’in Fabian Topluluğuna katılma ve onlardan ayrılma sürecini aktarırken, diğer yandan da onun kadınlarla ilişkilerini ve bu ilişkilerin yazarlık kariyerini nasıl etkilediğini ele almaktadır. Roman, 1944 yılında Wells’in Londra’daki evinde başlar. Karaciğer teşhisi konulan Wells gerek bu yüzden, gerek İkinci Dünya Savaşı’nın etkisiyle, gerekse itibarının ve popülaritesinin azalması nedeniyle karamsar bir hava içerisine girer ve geçen yılları ve yaşamını kendi kendine sorgulamaya başlar. Bu şekilde geri dönüşle H.G. Wells’in yaşamının öyküsü başlamış olur. Lodge romanının yapısını şu şekilde açıklamaktadır:

1944’te başlayan ve 1946’da ölümüyle biten, genel olarak İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanların yaptığı hava saldırıları yüzünden yıpranan Regent’s Park evinde kurulu, […] insanlık için tüm ütopik umutlarının İkinci Dünya Savaşı ile boşa çıkması ve bir yazar olarak şöhretinin azalması yüzünden H.G.’nin sağlığında ve moralindeki çöküşü gösteren Wells’in son yıllarının iki parçasına bölünmüş çatı bir öykü olacaktı. […] Sonra, bu başlangıç ve son arasında, çocukluğundan 1920’lerin ortasına kadar, bir yazar ve halka mal olmuş biri olarak kariyerini etkileyen, besleyen, aksatan ve bazen tehdit eden yaşamındaki önemli kadınların; iki karısı Isabel ve Jane, Rosamund Bland, Amber Reeves, Rebecca West ve Moura, sırasını takip eden Wells’in yaşamının en ilginç kısmının öyküsünü anlatacaktım.87

David Lodge, aynı yapıyı Author, Author için de izler. Genel olarak Henry James’in orta yaş dönemine odaklanan ve James’in tiyatro yazarlığı kariyerini, George Du Maurier ve Amerikalı yazar Constance Fenimore Woolson ile yakın ilişkilerini ele alan Author, Author, benzer şekilde 1915 yılının Aralık ayında Londra’da “Chelsea,

86 Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, s. 19-20. 87 Lodge, Lives in Writing, s. 231-232. 46

Cheyne Walk, Carlyle Konakları, Daire 21’in büyük yatak odasında”88 James’in hasta yatağında başlar. Çok hasta olan ve ölüme gittikçe yaklaşan James, o yıl Kral tarafından verilen liyakat nişanına layık görülür, ancak çok hasta olduğu için bu nişanı yarı bilinçli bir halde hasta yatağında kabul eder. Gelen tebrik mektup ve telgraflarının arasında George Du Maurier’nin oğlu Gerald Du Maurier’den de gelen bir telgrafın bulunması konuyu George Du Maurier’ye ve bir zamanlar Henry James ile arkadaşlığına çeker. Böylece 1880’li yıllara yani James’in orta yaş dönemine geri dönüş yoluyla James’in Du Maurier ile arkadaşlığının ve oyun yazarı olmaya çalışmasının öyküsü başlar. Romanın başladığı zamana geri dönülen son bölümde James’in hastalığı gittikçe ağırlaşır ve sonunda James ölür. A Man of Parts da aynı şekilde son bölümde başa dönülmesi ve Wells’in ölümüyle sonuçlanır.

Author, Author’da romanın sonuyla ilgili dikkat çekici bir nokta; öykü bittikten sonra Lodge’un, James’in ruhunun bir yerlerde onu dinlediği ya da okuduğu, dolayısıyla daha sonraları ne kadar başarılı ve önemli bir yazar haline geldiğini bildiği ile ilgili fantezi yoluyla romana karışmasıdır. Lodge, bu kısmı romanın geri kalanından ayırabilmek için italik harflerle yazar. Romanın sonundaki bu bölüm hariç, Author, Author temel olarak Henry James’in sınırlı bakış açısıyla üçüncü tekil şahıs anlatım yoluyla aktarılır. Ancak James’in ya hep ya hiç oyunu olan ve bundan sonraki yazarlık kariyerinin kaderine karar verecek Guy Domville’in açılış gecesinde yaşananlar aktarılırken, onun bakış açısına ek olarak başka bakış açıları da kullanılır ve bu bakış açıları köşeli parantezler içerisinde verilir. Lodge, bu durumu romanında şöyle açıklamaktadır:

Geriye baktığında […] son derece sınırlı bir bakış açısı olan bu hikaye – yani kendi hikayesi – ilerlerken aynı anda paralel olarak, adeta parantez içinde, onunla bağlantılı başka hikayelerin devam etmekte olduğunun, işin içine başka bakış açılarının karışmış olduğunun farkına vardı.89

Kahramanın bakış açısından aktarılan bu anlatım yolu A Man of Parts için de geçerlidir, ancak Lodge bunu bu defa başka bir şekilde, Wells’in kendi kendini sorgulaması yoluyla yapar. Aslında, Wells kendisine sorular soran bir sesin varlığından söz eder. Kimi eleştirmenlere göre bu, ölümüne yakın Wells’in iç hesaplaşması,

88 David Lodge, Yazar, Yazar, Suzan Aral Akçora (Çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011, s. 11. 89 Lodge, Yazar, Yazar, s. 253. 47

kimlerine göre de soruları soran ses, bu şekilde anlatıya karışan Lodge’un kendisidir. Romanda, konuşmaları kalın harflerle yazılan bu ses, başta basit, merak kaynaklı görünen sorular sorarken, roman ilerledikçe daha çok hesap soran ve eleştiren bir hava içerisine girer:

Ses, bazen cana yakın, bazen zorlayıcı, bazense tarafsız bir soruşturmacıdır. Ses, onun unuttuğu ya da bastırdığı şeyleri, hatırlamaktan memnun olduğu ve hatırlamamayı tercih ettiği şeyleri, diğerlerinin onun arkasından söylediğini bildiği şeyleri ve insanların o öldükten sonra gelecekte biyografilerde, anı yazılarında ve belki romanlarda muhtemelen onun hakkında söyleyeceği şeyleri açıkça ifade eder.90

Bu ses sayesinde yaşamını gözden geçiren ve sesin sorularına “inatçı bir savunma ve gecikmiş bir suçluluk karışımı ile”91 cevap veren Wells, başarılarını, hatalarını, umutlarını, hayal kırıklıklarını, düşüncelerini, duygularını, çelişkilerini kendine hatırlatarak yaşamının bir hesabını yapar, aynı anda okuyucu ise Wells’in yaşamını çözer. Bu sesin soruları sayesinde romandaki geri dönüş yaşanırken, romanın ilerleyen bölümlerinde üçüncü tekil şahıs anlatımla roman devam ederken gerekli yerlerde bu sorgulama yöntemi devreye girer:

Geçmişe, yaşamına bakar: yaşamı, her şey göz önüne alındığında, bir başarı öyküsü mü olmuştur yoksa başarısızlık mı? Bu soruyu cevaplamaya çalışmak için ikinci bir ses kullanmak faydalıdır. Örneğin, kolay sorular sorarak ve onları, gazetecilerin hala onunla ilgilendiği dönemlerde olduğu gibi, ayrıntıyla cevaplayarak geçmişi hakkında kendisiyle röportaj yapabilir.92

Ses yoluyla bir yandan anlatıya karışarak bunun biyografik bir roman olduğunu hatırlatmaya çalışan Lodge’un amacı, aynı zamanda soru-cevap yöntemini kullanarak romanının gerçeklere dayandığı düşüncesini okuyucunun gözünde pekiştirmektir. Dolayısıyla, ses yoluyla, A Man of Parts’ın hem biyografik hem de roman özellikleri taşıdığı gözlemlenmektedir.93 Zaten Lodge, her ne kadar romancı kimliğini kullanarak salt bir biyografi yazmadığını belirtse de James ve Wells’in yaşamlarına güvenilir bir

90 David Lodge, A Man of Parts, Vintage, Londra 2012, s. 15. 91 Blake Morrison, “A Man of Parts by David Lodge”, The Guardian, (9 Nisan 2011). 92 Lodge, A Man of Parts, s. 43. 93 Lesley McDowell, “A Man of Parts by David Lodge”, The Independent, (3 Nisan 2011). 48

başka bakış açısı kazandırabilmek için, biyografik romanlarını gerçeklere bağlı kalarak yazmayı tercih ettiğini belirtmektedir:

Yazdığım biyografik romanlar, tarihsel kişilikler hakkında belgelenmiş gerçeklere dayanır ve onlar için önemli sonuçları olacak herhangi bir eylem veya olay üretmez, fakat onlar hakkında bilgimiz içindeki temel olarak nesnel deneyimleri ve sözlü iletişimlerinden oluşan boşlukları, keşfeden ve dolduran kurgusal yöntemleri kullanır.94

Lodge, bahsettiği sözlü iletişim boşluklarını diyalog yoluyla doldurmaya çalışırken, biyografik romanın bir diğer adımını da gerçekleştirmektedir. Bununla birlikte, gerçeğe bağlı kalmak amacıyla, kaynaklardan çıkarım yapma yoluyla oluşturulmuş diyaloglar sık sık bu kaynaklardan alıntılar içermektedir. Gerçeklere bağlı kalmaya çalıştığını iddia eden Lodge, bunu her fırsatta dile getirdiği gibi, her iki romanının önsözünde de romanlarının gerçeklerden oluştuğunu net bir şekilde ifade etmektedir:

Bu öyküde geçen hemen her şey, gerçek kaynaklara dayanmaktadır. Önemsiz bir istisna dışında, adı geçen bütün karakterler gerçek insanlardır. Yazdıkları kitaplardan, oyunlardan, makalelerden, mektuplardan, günlüklerden vs. yapılan alıntılar, kendi sözleridir.95

Ancak bu gerçeklerin aralarındaki boşlukları bir romancı olarak kendisinin doldurduğunu da “fakat onların neler düşündüklerini, neler hissettiklerini, birbirlerine neler söylediklerini yansıtmada romancı olarak yetkimi kullandım ve tarihin kaydetmeyi atladığı duruma bağlı birçok detayı hayal ettim,”96 ifadesiyle belirtmekten kaçınmaz. Lodge’un kullandığı kaynaklar – romanlar, makaleler, mektuplar, günlükler vs. – gerçek kaynaklar olsa da A Man of Parts’da kendisinin oluşturduğu kurgusal mektuplar olduğunu da romanın teşekkür bölümünde belirtmekte ve bunların bir listesini vermektedir:

Bununla birlikte, kurgusal mektup ya da bir parçasını yazmak zorunda olduğumu hissettiğim birkaç durum olmuştur, çünkü ya asılları temin edilemez durumdaydı ya da mektup, bir kişiden diğerine bilgiyi aktarmada en makul yol olarak görünüyordu. Hepsinin biyografik

94 Lodge, Lives in Writing, s. 239. 95 Lodge, Yazar, Yazar, s. 9. 96 Lodge, A Man of Parts. 49

kaynak belgelerde dayanağı vardır, ancak hiçbiri H.G. Wells’e atfedilemez.97

Author, Author’da ise romanda kendisinin oluşturduğu bazı ayrıntıların bulunduğunu söylemekte ve merak eden okuyucular için bunların bir özetini sunmaktadır. Kısacası, Lodge bir yandan yazdıklarının gerçek kaynaklara dayandığını ancak bunların sonuçta birer roman olduğunu, dolayısıyla gereken yerde romancı yetkilerine dayandığını söylerken, diğer yandan gerçek değil de kurgusal detayların veya metinlerin varlığını ve bunların listesini paylaşmaktadır. Lodge, kendi belirttiği biyografik roman biçimine sadık kalabilmek amacıyla her iki romanında da, roman boyunca James’in ya da Wells’in yazdığı eserlere romanlar “bir tür dev ‘Yazarlar ve Eserleri’ incelemesi”98 olacak kadar referans vermektedir. James ve Wells’in birçok eserinden yapılan alıntılar benzer bir durumla romanların hemen başında başlar. Author, Author’da evin hizmetçisi Minnie Kidd James’in “”, A Man of Parts’da ise Wells’in oğlu Anthony West onun “The Door in the Wall” adlı kısa öykülerini okurken bu öykülerden alıntılar yapılır. Alan Hollinghurst, Author, Author’ın, bu bağlamda, biyografiye benzerlik gösterdiğini ve dolayısıyla sınırlı hale geldiğini iddia eder.99

Roman boyunca süren alıntılara rağmen, Lodge’un gerçeklere bağlı kalma isteği, onu biyografik roman etkisini artıracak yöntemler kullanmaktan alıkoymaz. Lodge, başkahramanlarından, biyografilerde olduğu gibi, James ve Wells olarak bahsetmez, bunun yerine, Author, Author’da James’e “Henry”, A Man of Parts’da ise Wells’e hep üçüncü tekil şahısta “o” diye atıfta bulunur. Böylece, James ve Wells “tarihsel bir figürden, kurgusal bir karaktere dönüştürülür”100 ve okuyucuda bunların “apaçık biyografi”101 değil, roman olduğu izlenimi uyandırılmaya çalışılır. Özellikle başlıklara büyük bir önem veren Lodge gibi biri için, bu bağlamda incelenmesi gereken önemli noktalardan biri de romanların başlıkları ve bu başlıkların neden seçildiği konusudur. Lodge, başlık seçmenin roman yazma sürecindeki önemli adımlardan biri olduğunu belirtirken şöyle der:

97 Lodge, A Man of Parts, s. 564. 98 Perkin, s. 174. 99 Alan Hollinghurst, “The Middle Fears”, The Guardian, (4 Eylül 2004). 100 Perkin, s. 172. 101 Perkin, s. 172. 50

Her romanda karar verilmesi gereken başka bir şey daha vardır ve bu, romana ne ad verileceğidir. Bazı yazarlar kitap baskıya gitmeden önceki en son ana kadar karar vermezler, fakat benim için, başlığa karar vermek yaratıcı sürecin önemli bir parçasıdır. Yazarın kendisi ve olası okuyucuları için romanın temel olarak ne hakkında olduğunu tanımlamanın bir yoludur.102

Başlığın önemine inanan Lodge’un, “Henry James: Bir Yaşam” veya “H.G. Wells: Bir Yaşamın Yönleri” gibi başlıklar yerine, salt biyografi değil de biyografik roman yazdığını vurgulamak için seçtiği “Author, Author” ve “A Man of Parts” başlıkları, aynı zamanda, romanın ne olduğu hakkında okuyucuya fikir vermektedir. Yazar anlamına gelen ‘author’ kelimesi İngiltere’de tiyatro oyunlarının gösterimi sonunda tekrarlanarak, ‘author!, author!’ şeklinde, çoğu zaman bağırılarak, kullanılır. Böylece, oyunun çok beğenildiği, seyircinin oyunun yazarını sahneye davet ederek ona tezahürat yapmak istediği anlaşılır. Bu durum Elizabeth Döneminden bu yana sürmekte ve günümüzde de devam etmektedir. Romanlarıyla tanıdığımız Henry James’in oyun yazarı olarak kendini kabul ettirme ve başarılı olma çabalarının anlatıldığı Author, Author’da James’in en büyük hayali başarılı bir oyun yazarak oyunun gösterimi sonunda seyirciler tarafından ‘yazar!, yazar!’ nidalarıyla takdir edilmektir. Daisy Miller ve The Portrait of A Lady gibi başyapıtlarından sonra yayımladığı eserleri hem satış olarak hem de eleştirel yönden başarısız olan James, bu nedenle yazar olarak popülaritesini ve önemini kaybetmeye başlar:

1888’in yılbaşında, hayatının muhasebesini yaparak Amerikalı arkadaşı meslektaşı William Dean Howells’a şunları yazdı: “Benim için kötü günler başladı ama bunu sana büyük bir mahremiyet içinde söylüyorum. Onca ümit bağladığım ama karşılığında pek az şey elde ettiğim son iki romanımın üzerimde meydana getirdiği esrarengiz, benim için anlaşılmaz fakat gene de gözle görülür hasarla hayli bocalıyorum.103

Bu bocalama içerisinde kötü günlerinden kurtulmanın yolunu arayan James, bunun yolunu tiyatro oyunları yazmakta bulur. Zira “tiyatro Henry’yi oldum olası büyülemişti. Kendileri de iyi birer tiyatro seyircisi olan anne ve babası, kardeşi William’la onu küçüklüklerinden beri sık sık pantomimlere, sirklere ve buna benzer eğlencelere

102 Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, s. 56. 103 Lodge, Yazar, Yazar, s. 107. 51

götürürdü New York’ta.”104 1888 yılında İngiliz aktör ve yönetmen Edward Compton’dan The American adlı romanını tiyatroya uyarlamasını teklif eden bir mektup alır ve bir yıl sonra bu teklifi kabul eder. Oyun yazarak hem parasal sıkıntılarını bitireceğini hem de yazar olarak edebiyat dünyasında önemli bir yer elde edeceğini düşünen James, sık sık oyun yazarlığının getireceği başarının hayalini kurar:

Düşüncelerinin bu noktasında ister istemez, sahne ışıklarının altın renkli parıltısıyla yıkanmış bir çeşit hayale dalıyor, gece kıyafeti içinde kusursuz görünen kendisinin, salonda yankılanan “Yazar! Yazar!” sesleri arasında biraz direnerek kulisten sahneye çıkarıldığını ve yüzü kızarmış bir halde reverans üstüne reverans yaptığını görüyordu.105

The American adlı oyunu sahnelenen fakat pek fazla başarılı olmayan James, bu arada başka oyunlar yazar, ancak yazar olarak kariyerinden endişe duymaya devam eder. Zira “bir yazar olarak kimliğini kaybetme tehlikesinde olduğunu, bir romancı olarak sönmeye yüz tutan bir şöhretle, bir oyun yazarı olarak hala yakalayamadığı şöhret arasındaki bir boşluğa düştüğünü hissediyordu. İkincisini bir elde edebilse, ilkini de canlandıracak gücü ve güveni bulacağından emindi,”106 şeklinde umut etmekten kendini alıkoyamaz. The Tenants adlı oyununun kısmen yönetmenle arasındaki anlaşmazlıktan kısmen de yönetmenin oyuna duyduğu güvensizlik nedeniyle bulduğu bahaneler yüzünden sahnelenmemesine rağmen, Guy Domville adlı oyunu İngiliz aktör ve yönetmen George Alexander tarafından kabul edilince James, “tiyatro sahnesine gerçekten damgasını vurmanın eşiğinde olduğunu hissediyordu; yine de onca hayal kırıklığından sonra, bu mutlu durumun aslında ne kadar kırılgan olduğunun gayet farkında”107 olarak temkinli bir şekilde hayalini sürdürür. Ancak Disengaged adlı oyununun da sahnelenememesi üzerine James, oyun yazarı olarak başarılı olma hayalinin gerçek olup olmayacağını görmek için Guy Domville’in sonucunu, yani bir yıl daha beklemeye karar verir:

Niyetim, bu savaşı bir yıl daha şiddetle sürdürmek ve sonra, o zamana kadar zafer ve ganimetler, şayet küçük düşmeler ve kabalıklar ve tiksintilerle, maruz kalınan bütün utançla ve kronik hakaretlerle, şimdiye kadar olduğundan daha mütenasip bir hale gelmiş olmazsa bu

104 Lodge, Yazar, Yazar, s. 120. 105 Lodge, Yazar, Yazar, s. 123. 106 Lodge, Yazar, Yazar, s. 185-186. 107 Lodge, Yazar, Yazar, s. 207. 52

katlanılmaz tecrübeyi bütünüyle ‘sepetlemek’ ve daha yüksek, daha bağımsız mecralara geri dönmek. Bir yıl daha.108

Guy Domville’in çok beklenen ilk gösterimi 5 Ocak 1895 tarihinde yapılır. James oyun sırasında heyecana ve gerilime dayanamayacağını bildiği için Oscar Wilde’ın An Ideal Husband adlı oyununa gitmeye, kendi oyununun sonunda geri gelmeye karar verir. James, aklı Guy Domville’de kaldığı için Wilde’ın oyununa bir türlü kendini veremez. Oyunun bitmesiyle Guy Domville’in gösterimine koşan James oyunun son sözlerine yetişir ve perde kapanır. Daha sonra adet olduğu üzere oyuncular seyirciyi selamlar ve James hayal ettiği gibi “Yazar! Yazar!” çağrılarını duyar. Bu nedenle, James’in oyunun başarılı olduğunu düşünmesine rağmen, aslında bu çağrılar ilk olarak paradiden yükselmişti, daha sonra ön koltuklarda James’in arkadaşları olan kısım da bu çağrılara katılmıştı, “ama iki grubun onu sahneye çekmek istemek için tamamen farklı gerekçeleri vardı.”109 James reverans yapmaya hazırlanırken büyük bir yuhalanma, hakaret ve alaycı seslerle karşılaşır. Her ne kadar arkadaşlarının alkışları ve bravo sesleri onları bastırmaya çalışsa da, paradi daha yüksek sesli yuhalamayla tepkisine devam eder. Ve James ne yapacağını bilemez halde kulise kaçarken, aslında oyunun sandığının aksine büyük bir başarısızlık olduğunun farkına varır:

Böylece her şey bitmişti. Henry yolun çıkmaz sonuna, kuyunun kuru dibine, tünelin sonundaki kaya duvara gelmişti. Başarısızlık. Kaderle bir pazarlık yapmıştı: “bir yıl daha” ve kader onu vadenin sonuna kadar bekletmiş, başarıya giden ip merdivene ümitle sarılmış halde bırakmış, sonra da tek bir kindar vuruşla merdiveni keserek onu uçuruma yuvarlamıştı. Oyunu başarısızlığa uğramıştı bundan kaçış yoktu […] Guy Domville, attığı son zar olmuştu – “le sort en est jete” – ve kaybetmişti.110

Guy Domville gecesinde yaşananlar “James’in kariyerinde bir donüm noktasıdır ve romancıların isteyebileceği kadar dramatik unsura sahiptir.”111 Lodge’un, Author, Author’da bu kısmı büyük bir ustalıkla aktarmayı başardığı gözlemlenmektedir, Terry Eagleton da romanın en çok bu kısımda canlı hale geldiğini söyler.112 Bu olay üzerine

108 Lodge, Yazar, Yazar, s. 222. 109 Lodge, Yazar, Yazar, s. 278. 110 Lodge, Yazar, Yazar, s. 285-286. 111 Karen, Sherzinger, “Staging Henry James: Representing the Author in Colm Tóibín’s The Master and David Lodge’s Author, Author! A Novel”, The Henry James Review, 29 (2), İlkbahar 2008, s. 182. 112 Terry, Eagleton, “Living as Little as Possbile”, London Review of Books, 26 (8), (23 Eylül 2004). 53

James, büyük bir hayal kırıklığına uğrar ve depresyona sürüklenir. Çeşitli eleştirmenlerden gelen olumsuz eleştiri yazılarının da etkisiyle, o zamana kadar tiyatroda başarılı olma hayalinin aslında bir rüyadan ibaret olduğunu anlar ve yaklaşık 1890 yılında başlayan ve 1895’e kadar devam eden bu dönemdeki “hayali bir Kutsal Kase’nin beyhude arayışı”113 çabalarının ne kadar boş olduğunun farkına varır:

Oyun yazarı olma çabasıyla ne kadar zaman ve enerji heba etmiş olduğunu düşünmek acıydı. Beş koca sene! Beş sene ve elinde yalnız, sahnedeki bir yarı başarı, bir tam başarısızlık ve çeşitli taslaklar halinde çekmeceler dolusu sahnelenmemiş oyun vardı. Beş seneyi dolduran ve sonunda hemen hemen boşa çıkan sonu gelmez düzeltmeler, sayısız mektuplar, telgraflar ve toplantılar, yükselen ve paramparça olan ve sonra tekrar yükselen umutlar. Ne beyhude işler! Ne ziyan! Kulise girerken Marion Terry’nin telaffuz ettiği replik, oyun yazarı olarak bütün kariyerini özetliyor gibiydi: “Bir rüyaydı ama o rüya geçmişte kaldı!”114

Bir zaman böyle bir ruh hali içerisinde yaşayan James daha sonra bu tiyatro dönemini kapatması gerektiğine karar verir ve “tiyatrodaki başarısızlığını filozofça kabullenecek, kendini yeniden münzevi kurgu sanatına adayacak, şöhret endişesi ya da mükafat hırsı olmaksızın bu sanatta mükemmeliyeti arayacaktı.”115 James yeniden roman ve öykü yazma işine odaklanır ve oyun yazmada kullandığı yöntemi düz yazıya uygulama düşüncesi aklına gelir. James “senaryo, yani hayali bir aksiyonun detaylı, sahne sahne özeti”116 düz yazıya uygulanırsa, “işte o zaman, diye düşündü giderek çoğalan bir heyecanla […] karakterlerin karşı karşıya gelmeleri ve etkileşimleri kanalıyla, hikayeyi anlatmaktan ziyade göstermekten ibaret olan dramatik prensibin”117 düz yazının yapısını daha güçlendireceğini düşünür. Nitekim James’in bu buluşu onun daha sonraki eserlerine katkıda bulunur ve The Ambassadors, The Wings of the Dove ve The Golden Bowl gibi başyapıtlarının yazımına yardımcı olur. Beş yıllık tiyatro oyunu yazma döneminin sonundaki hayal kırıklığına rağmen, hiç olmazsa James için böyle bir yararı olmuştur:

Heba olan bütün bu tutkunun ve israf edilen zamanın (son 5 yılın) bir kısmı, bana o kadar dolambaçlı ve çapraşık şekilde ve o kadar o zalimce

113 Lodge, Yazar, Yazar, s. 292. 114 Lodge, Yazar, Yazar, s. 287. 115 Lodge, Yazar, Yazar, s. 297. 116 Lodge, Yazar, Yazar, s. 306. 117 Lodge, Yazar, Yazar, s. 306. 54

maliyetli şekilde öğretilen, ilahi senaryo prensibinin (onun için hangi ismin yeterli olacağını bilemiyorum) bir anlatı planı için de eşsiz bir değeri olduğu yolundaki kıymetli ders miydi sadece? Eğer bütün o anlatılmaz, bütün o trajik tecrübenin verdiği bir yüzü de bu idiyse, o tecrübenin sancıları, acıları ve ıstırapları için nerdeyse şükrediyorum.118

Henry James’in yaşadığı bu hayal kırıklığı dönemini daha ilginç hale getiren şey, yakın arkadaşı George Du Maurier’in bu dönemde son derece başarılı ve popüler bir yazar haline gelmesi ve romanı Trilby’nin çok satanlar arasına girmesi, hatta bir iddiaya göre 19. yüzyılın en çok satan romanı olmasıdır. Fransız bir baba ve İngiliz bir annenin çocuğu olarak 1834’te Paris’te doğan George Du Maurier, Fransa ve Belçika’da resim eğitimi alır. Ancak bir gözünün görme yetisini kaybedince ressam olmanın kendisi için mümkün olmadığını anlar ve karikatürist olarak çalışmak üzere İngiltere’ye gider. Burada Punch adlı mizah ve hiciv dergisine karikatürist olarak girmeyi başarır. 1878’de Londra’daki davetlerin birinde tanışan Du Maurier ve James birbirlerine hemen ısınırlar ve bundan sonra yıllarca sürecek arkadaşlıklarına başlarlar. Diğer gözünü de kaybetmekten korkan Du Maurier, Punch için çizimlerini azaltmaya karar verir, bu arada hem kör olma korkusu ile hem de maddi sıkıntılardan dolayı roman yazmaya karar verir. İlk romanı Peter Ibbetson mütevazı bir başarı elde eder, ancak bu başarı Du Maurier’yi ikinci bir roman yazmak için cesaretlendirmeye yeter. 1894 yılında yayımlanan Trilby, özellikle Amerika’da, çok popüler olur ve okuyuculardan gelen talep üzerine baskı üzerine baskı yaparken, yazarı Du Maurier’nin maddi endişelerine de bir son verir. James, bir yandan arkadaşının maddi sıkıntılarının son bulmasına sevinirken, bir yandan da Oscar Wilde’ın “Bir arkadaşın başarısızlığına herkes sempati gösterebilir, ama bir arkadaşın başarısından sevinç duymak hakikaten müstesna bir tabiat gerektirir,”119 şeklindeki sözüne atıfta bulunarak Du Maurier’in elde ettiği şöhreti kıskanmadan edemez:

Trilby geçen sonbahar yayımlandığından beri Amerika’da, kitabın yüz bin nüshası satılmıştı. Yüz bin! İngiltere’de satışlar başta yavaş olmuştu ama roman daha şimdiden, yedinci baskısındaydı. […] Ayrıca bir sahne uyarlaması, Amerika’da hazırlık halindeydi ve şüphesiz Du Maurier’nin açılmış avuçlarına daha fazla altın akıtacaktı bu. […] Du Maurier büyük bir ihtimalle, henüz ikinci roman denemesinde, daha şimdiden Henry’nin

118 Lodge, Yazar, Yazar, s. 306. 119 Lodge, Yazar, Yazar, s. 237. 55

şu ana kadar bütün edebi üretiminde satmış olduğundan daha fazla nüsha satmıştı.120

Oyun versiyonu da hem Amerika’da hem İngiltere’de büyük başarı yakalayan Trilby, ticari olarak da büyük bir patlama yaşar. Trilby marka ayakkabı, çizme, dondurma, şömine fırçası, sosis, mutfak ocağı gibi ürünler ortaya çıkar. Hatta Florida’da yeni bir kasabaya Trilby adı verilir. Trilby ve Du Maurier’nin başarısı ve şöhreti arttıkça James’in Du Maurier’e duyduğu kıskançlık da o derece büyür:

Son zamanlarda kendini, George Du Maurier’ye karşı da aynı cimri ruh haliyle davranırken yakalamıştı. Dostlukları, yazarla ressamın birbirini tamamlayan arkadaşlığı olduğu sürece, ahenkli ve zevkli olmuştu; ama Du Maurier de bir yazar olduğundan beri ilişkileri incelikli bir biçimde değişmişti, en azından kendisi açısından. Haset ve kıskançlık kurdu onu için için yiyip bitiriyordu. […] Kendini bencillikle, hasetle, kıskançlıkla, hınçla dolu ve bunların karşılığı olan cömertlik, tevazu, yüce gönüllülük ve metanetten yoksun olmakla suçluyordu.121

James’in böyle kıskanç bir kişiliği olduğuna kaynaklarda doğrudan değinilmemesine rağmen, Lodge kıskanç Henry James karakterini mektup ve günlüklerden yapılan çıkarımlara dayanarak oluşturur. Lodge’un, James’in kıskanç yönüne bu kadar vurgu yapmasının nedeni biyografik romanın doğasına uyarak James’i daha canlı bir hale getirmek istemesidir ve “kıskanç bir James, eşcinsel veya biseksüel James’ten bile daha ilginç bir fikirdir.122 Romanda James, ancak Guy Domville rezaletinden sonra tiyatrodan vazgeçip tekrar düz yazıya dönmekle ilgili kararını verdiği zaman, kendini hasetten ve kıskançlıktan da arındırmaya ve Du Maurier ile arkadaşlığını düzeltmeye, eski haline getirmeye karar verir. Ancak oyun yazmaktan vazgeçme kararını Summersoft adlı bir oyun yazarak bozduğu gibi, Trilby’nin Amerika’da ve İngiltere’de satışının bir milyona yaklaşması üzerine kıskançlık duyguları yeniden kabarır ve romanın Londra’daki sahne versiyonunun ilk gösterimine, özellikle de Guy Domville’in ilk gösterimi aklına gelince, gitmeyi göze alamaz:

Ancak hiçbir koşulda, Trilby’nin Londra’daki prömiyerine katılmayı düşünemezdi. Muhtemelen son derece başarılı olacaktı ve Du Maurier

120 Lodge, Yazar, Yazar, s. 237-238. 121 Lodge, Yazar, Yazar, s. 295-296. 122 Sophie Harrison, “’Author, Author’: The Portrait of a Layabout”, The New York Times, (10 Ekim 2004). 56

şüphesiz sonundaki coşkulu alkışları paylaşmak üzere sahneye davet edilecekti. Bunun Guy Domville’in ilk gecesiyle ve kendisinin başına gelen utanç verici olayla oluşturacağı tezat, dayanamayacağı kadar acı olurdu. Du Maurier’nin kitabından kazanmakta olduğunu tahmin ettiği para miktarı karşısındaki kıskançlığını gizlemek yeterince zordu. Çeyrek milyon nüsha!123

Du Maurier’nin son romanı The Martian, ölümünden sonra 1896’da yayımlanır ve pek bir başarı elde edemez. Ancak Du Maurier son romanının başarısızlığını görmeden ve Trilby’nin şöhretiyle ölmüş olur. Lodge, romanının başlığındaki “yazar” kelimesinin iki kez tekrarlanmasının yazar olan bu iki yakın arkadaş Henry James ve George Du Maurier’ye ve onların birbiriyle tezat oluşturan ve benzeşen yazarlık kariyerlerine de atıfta bulunduğunu söyler.124

A Man of Parts da başlık yönünden kitabın içeriğini tanımlayıcıdır. David Lodge, romanının başında başlığa atıfta bulunarak “parts” kelimesini “1. Kişisel kabiliyet veya yetenekler”125 şeklinde tanımlar. Dolayısıyla, “a man of parts” farklı yeteneklere sahip ya da çok yönlü adam/insan olarak yorumlanabilir. Zira, H.G. Wells’in “birçok edebi pastaya parmağını batırdığı ve sosyal ve siyasi konulardan oluşan bir okyanusa küreğini daldırdığı”126 yaşamına bakıldığında “a man of parts”ın Wells için uygun bir tarif olduğu gözükmektedir. Çünkü Wells’in yaşamı;

Toplumsal bir rol oynadığı her iki dünya savaşını içeren küresel siyasi karmaşa dönemi olan 1866’dan 1946’ya kadar uzanır. Yayınlarının bibliyografyası yüzden fazla kitap içererek iki bin adedin üzerindedir. Döneminin neredeyse bütün meşhur devlet adamı ve yazarlarıyla tanışmış ve görüşmüştür. Bilim kurgu yazılarında, başka şeylerin yanı sıra, televizyon, tanklar, hava savaşı ve atom bombasının icadını öngörmüştür. Kendine özgü sosyalizm modeline göre Fabian Topluluğunu yönetmek için büyük çaba harcamış […] ve yaşamı boyunca dünya hükümeti için boşa olsa da özveri ile çalışmıştır. […] Wells aynı zamanda, günümüzdeki cinsel devrimin habercisiydi. Free love fikrine inanmış ve onu hiç durmadan uygulamıştır.127

123 Lodge, Yazar, Yazar, s. 333-334. 124 Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, s. 58. 125 Lodge, A Man of Parts. 126 Salley Vickers, “A Man of Parts by David Lodge”, The Times, (26 Mart 2011). 127 Lodge, Lives in Writing, s. 225-227. 57

A Man of Parts’ın başında yetmiş dokuz yaşındaki H.G. Wells yaşamının bir hesabını yaparken, sık sık, öldükten sonra insanların onun hakkında neler söyleyeceğini merak eder ve hatta kafasında kendi ölüm ilanını bile tekrar tekrar yazar. Ölümünden sonra gazetelerde onun hakkında çıkacak ölüm ilanının muhtemelen yaşamının birçok yönünü ele alacağını tahmin eder:

birçok başarısı, yüzden fazla kitabı, binlerce makalesi, The Time Machine ve The War of the Worlds gibi ilk bilim kurgu kitaplarının özgünlüğü, Ann Veronica gibi romanlarda cinsel ilişkilere karşı tutumunun neden olduğu tartışmalı etki (kendi cinsel yaşamının kuralsızlığının üzeri sağduyulu bir şekilde örtülecekti), Kipps ve The History of Mr Polly gibi romanlarının Dickensvari mizahı, birçok tahmininin kayda değer doğruluğu (diğer birçoğunun doğru olmaması nazikçe atlanacaktı), Outline of History’nin dünya çapındaki başarısı, iki dünya savaşındaki moral yükselten gazeteciliği, önde gelen devlet adamlarıyla samimi oluşu, uluslararası PEN kulübü başkanlığı, bilim, eğitim, yoksulluğun kaldırılması, insan hakları, dünya hükümeti için durmadan mücadele verişi… Evet, hakkında yazılacak çok şey var.128

Wells, dünyadaki eşitsizliği durdurabilmek için eğitimin şart olduğunu belirtir ve bunun yanı sıra bilimin de eşitsizliği bitirme ve yoksulluğu ortadan kaldırmadaki gücüne inanır. Yaşamı boyunca bilimsel gelişmeleri yakından takip eden ve destekleyen Wells, bu desteği bilim kurgu türünün en iyi örneklerini yazarak ve eserlerinde geleceğe dair birçoğu doğru çıkan tahminlerde bulunarak gösterir. Wells’e göre kendisinin yaptığı doğru tahminler, yaşamındaki başarılar anlamına gelir, öyle ki, İkinci Dünya Savaşı sırasında Londra’daki evinde hava saldırılarını izlerken The War in the Air romanındaki tahminlerinin doğru çıkmasından “kasvetli bir memnuniyet”129 duyar. Bilim konusundaki düşünceleriyle Fabian Topluluğunun dikkatini çeken Wells, pasifist sosyalizmi benimsediği ve toplulukla benzer düşünceleri savunduğu için 1903 yılında o dönem topluluğun yöneticilerinden olan Graham Wallas ve George Bernard Shaw’un kefil olmasıyla onlara katılır. Ancak daha sonra kısmen fikir ayrılıkları, kısmen de Wells’in aşk ve cinsel yaşamının yol açtığı dedikodular nedeniyle 1908’de topluluktan ayrılır. Wells, Fabian Topluluğuyla yaşadığı süreci şöyle anlatır:

128 Lodge, A Man of Parts, s. 14. 129 Lodge, A Man of Parts, s. 4. 58

Çoğu insanın yaşadığı yoksulluğun katlanılmaz olduğu […] konusunda hemfikirdik. Hepimiz bunun, devrim değil de yasalar yoluyla başarılabileceğine inandık. Fakat Fabianlar umutlarını ‘nüfuz etme’ adını verdikleri şeye bağladılar, bir başka deyişle, politikacıların ve temel politik partilerin düşüncelerine zamanla nüfuz edecek yazılı ve toplumsal tartışmada düşüncelerini öne süreceklerdi. […] Sanırım, onlar, özellikle zengin üyeler, özünde asla bir sosyalist devlet istemediler. Yakın gelecekte bunu oluşturmaya yardım ediyor olduklarını düşünmek hoşlarına gitti, ancak gerçekte, örneğin hizmetçiler, özel mülkiyet olmaksızın yaşama fikri onları korkuttu. Ben daha sabırsızdım, bir şeylerin yapılmasını istedim.130

Wells’in Fabian Topluluğuyla arasının bozulmasına yol açan cinsel yaşamının kural tanımazlığı onun “free love”a olan inancından kaynaklanır. Birçok ilişki yaşadığını ve çoğunda aşk bulunmadığını söyleyen Wells’e göre, “bir kadınla seks yapabilmek için o kadına aşık gibi davranmak zorunda olduğun – Hristiyanlığa ve romantik kurguya borçlu olduğumuz – düşüncesi saçmadır. Fiziksel hayal kırıklığı ve duygusal sefaletten başka hiçbir şeye yol açmamıştır. Seks için arzu duymak her sağlıklı erkekte ya da kadında sabittir ve tatmin edilmesi gerekir.”131 Cinsellik konusuna çocukluğundan beri merak duyan Wells, kuzeni Isabel ile tanıştığında ondan hem duygusal hem de cinsel olarak etkilenir ve onunla birlikte olmanın tek yolunun onunla evlenmek olduğuna karar verir ve çift 1893’te evlenir. Ancak Isabel ile cinsel yaşamı Wells’in beklediği gibi olmaz, zira Wells’in tüm çabalarına rağmen, Isabel “cinsel ilişkiyi Yaratıcı tarafından insan ırkının çoğalması için gizemli bir şekilde emredilen, bu yüzden kadının katlanması gereken bir tür lisanslı tecavüz olarak kabul eden pasif bir partner”132 olarak kalır. Isabel ile olan evliliğinin yol açtığı bu hayal kırıklığından sonra bütün kadınların Isabel ile aynı şekilde düşünüp düşünmediğini merak eden Wells’in fikri, Isabel’in fotoğraf işindeki yardımcısı Ethel Kingsmill ile yaşadığı tek seferlik ilişki sonucu değişir. Wells, her zaman hayalini kurduğu cinsel ilişkinin var olduğuna ikna olur: “İstekli bir partnerle utanç, suç veya herhangi bir bağlılık olmadan serbest bırakma ve hoş vakit geçirme olarak seks. Onu haklı göstermek için yemin yok, söz yok, basmakalıp aşk ifadeleri yok, çünkü böyle bir onaylamaya ihtiyaç yok.”133

130 Lodge, A Man of Parts, s. 57-58. 131 Lodge, A Man of Parts, s. 21. 132 Lodge, A Man of Parts, s. 82. 133 Lodge, A Man of Parts, s. 85. 59

Evliliğinden giderek mutsuzluk duyan Wells, biyoloji öğretmenliği yaptığı dönemde öğrencilerinden biri olan, daha sonraları Jane diye adlandırdığı, Amy Catherine Robbins’e aşık olur. Başta öğretmen ve ona hayran öğrencisi şeklinde ilerleyen Wells ve Jane arasındaki ilişki, zaman geçtikçe Wells’in onu tatmin etmeyen evliliğinin de etkisiyle aşka dönüşür. Jane’e olan duygularını Isabel’e itiraf edince, Isabel ikisi arasında bir seçim yapması gerektiğini söyler ve Wells Jane’i seçer. Isabel’den boşanıncaya kadar Jane ile birlikte yaşayan Wells, nihayet 1895 yılında onunla evlenir. Ancak Jane ile evliliği de cinsel açıdan büyük bir hayal kırıklığı olan Wells kendini tatmin etmek için başka kadınlara yönelmeye başlar. Jane ile yaptığı anlaşma sonucu evlilikleri Jane’in 1927’deki ölümüne kadar sürmesine rağmen Wells’in başka birçok kadınla ilişkisi olur:

Ayrılıp boşanabilirdik, fakat diğer her açıdan birbirimize mükemmel şekilde uygunduk ve birlikte olmaktan gayet mutluyduk. Bu yüzden bir anlaşmaya vardık. Evli kalacaktık, Jane, benim sevgili karım, çocuklarımın şefkatli annesi, evimin hanımı, arkadaşlarıma karşı zarif ev sahibi olarak kalacaktı ve ben de diğer kadınlarla seviyeli ilişkiler ya da Fransızların dediği gibi “passade” – geçici ilişkiler yaşayacaktım.134

Wells’in yaşadığı ilişkilerin hepsini değil de sadece Jane’in tanıdığı, tanışabileceği veya haberdar olabileceği kadınları anlatmasına rağmen, Jane Wells’in ilişkilerini hiç sorun etmez, hatta Wells’e zaman zaman ilişkileri konusunda tavsiyelerde bulunur:

Zaman içinde, geçici ilişkilerimin yanı sıra, uzun süreli metreslerimin olmasını da kabul etti, aslında onlar hakkında tavsiyeler bile verdi, onlara arkadaşça mektuplar yazdı ve onlara hediyeler gönderdi. Bazıları bunu son derece olağandışı, alışılmadık şekilde toleranslı ve ahlaksız buldular, fakat bu, kaçtığımız zamanki “free love” prensibine uygundu.135

Dorothy Richardson, Ella D’Arcy, Violet Hunt ve Elizabeth von Arnim gibi kadın yazarlarla ilişkileri olan Wells için, Rosamund Bland ile ilişkisine kadar yaşadıklarının hiçbiri yaşamında büyük bir soruna yol açmaz.

Wells, Fabian Topluluğunun kurucularından olan Hubert Bland ile yazar Edith Nesbit’in kızı olan Rosamund ile Fabian Topluluğu, dolayısıyla ailesi aracılığıyla

134 Lodge, A Man of Parts, s. 118. 135 Lodge, A Man of Parts, s. 131. 60

tanışır. Wells ve Bland aileleri tanışır tanışmaz yakın ilişkiler kurunca Rosamund da Wells’ten etkilenmeye başlar. Zaman içerisinde Rosamund ile samimi bir arkadaşlık kuran Wells, Rosamund’ın isteğiyle Hubert’ın Rosamund’a karşı pek de babaca duygular içermeyen tutumunun da etkisiyle onunla birlikte olmaya karar verir ve ikisi arasında bir ilişki başlar. Bununla birlikte, Rosamund’ın Wells’e olan aşkına rağmen, Wells Rosamund’a aşık olduğunu hiçbir zaman söylemez, zira Rosamund’ı hoş bulmasına rağmen, ona büyük duygular beslemeyen Wells, daha sonraları onunla ilişkisinden sıkılır ve buna bir son vermek ister. Rosamund ise, ayrılmadan önce bir zamanlar Wells’in söz vermesi üzerine, Paris’e kaçamak yapmalarını rica eder. Bu arada ikisinin ilişkisini öğrenen Hubert Bland, onları Paddington istasyonunda yakalar ve Rosamund’ı eve geri götürür. Wells’in bu ilişkiden aldığı zarar sadece iki aile arasındaki dostluğun bozulması olmaz, aynı zamanda Hubert Bland Fabian Topluluğunda Wells’in aleyhine olumsuz tutumların oluşmasına neden olur. Yine de bu ilişkiden çok yara almadan kurtulan Wells’in itibarını tehlikeye atan asıl ilişki yine Fabian Topluluğu aracılığıyla tanıştığı Amber Reeves ile olandır. Annesi Maud Reeves feminist ve Fabian Topluluğunun önde gelen etkili kadın üyelerinden biri olan Amber da Wells ve Reeves ailelerinin kurduğu dostluk nedeniyle Rosamund gibi Wells’e büyük bir hayranlık duyar. Wells’in de Amber’ın hem güzelliğinden hem zekasından etkilenmesiyle ikili arasında bir çekim oluşur ve Amber’ın misafir olduğu ancak Jane’in evde olmadığı bir gün patlak verir:

‘Neden ağlıyorsun, Amber?’

‘Çünkü seni seviyorum ve sen beni sevmiyorsun.’ Yüzünü Wells’in gömleğine gömerek, belli belirsiz konuştu.

‘Fakat seni seviyorum, Amber,’ dedi.

‘Bir baba gibi demek istiyorsun…’ diye mırıldandı.

‘Hayır, bir aşık gibi.’

Doğruldu ve ona bakakaldı. ‘Gerçekten mi?’

Cevap olarak onu öptü.

Gözlerini açınca, ‘Rüya mı görüyorum?’ diye sordu.

‘Hayır,’ dedi ve onu tekrar öptü. 61

‘Peki ya Jane?’ dedi. ‘Jane’i seviyorsun.’

‘Evet, Jane’i seviyorum ve o da beni seviyor, fakat birçok aşk türü var, Amber. A Modern Utopia’yı okudun, In the Days of the Comet’ı okudun, özgür, sağlıklı ve yaşam veren cinsel ilişkiler hakkındaki düşüncelerimi biliyorsun. Jane de onları paylaşıyor.’

‘Yani… Jane sorun etmez mi?’

‘Sorum etmeyecektir,’ dedi.136

Böylece Wells ve Dusa diye adlandırdığı Amber arasında ilişki başlamış olur. Ancak, ilişkileri ortaya çıkınca Amber’ın ailesi buna son vermek ve Amber’ı arkadaşlarından biri olan Rivers Blanco White ile evlendirmek ister. Bu durumdan bir çıkış yolu arayan Wells ve Amber ise çözümü çocuk yapmakta bulurlar:

‘Bana bir çocuk ver!’ dedi.

‘Çocuk mu? Neden?’ diye sordu.

‘Eğer hamile kalırsam, Rivers bana sahip olamayacağı için beni onunla evlendiremezler. Ve seni çocuğunu taşırsam, ne olursa olsun, senden bir parçaya sahip olacağım.’

‘Dusa, sen harikasın!’ dedi ona sarılarak, sevinçten havalara uçarak ve fikrin verdiği kayıtsız romantizme kendini kaptırarak.137

Bu amaçla Amber ile Fransa’ya giden ve birlikte yaşamaya başlayan Wells, zaman geçtikçe Amber ile yaşamanın zorluklarını görür ve Jane ile boşanmayacağı için Amber ve çocuğunun geleceği konusunda bir karar veremez. Wells, başta iyi bir düşünce gibi gözüken çocuk sahibi olmanın aslında verdiği en saçma kararlardan biri olduğunu anladığı zaman, Amber’ın geçimsiz tavırlarının oluşmasının da etkisiyle, ona işlerin artık böyle yürümeyeceğini söyler ve ikisi için en iyi olanın ilişkilerine son vermek ve Amber’ın Rivers ile evlenmesi olduğuna karar verir:

Durumu sessiz sakin düşünmek ve gelecek için bir plan yapmak amacıyla Fransa’ya gitmişlerdi. Başarısız olduklarını itiraf etmek zorundaydı. İngiliz toplumunun onların – kendisi, Jane ve Amber – kalkıştığı gibi bir ilişki tecrübesini hoş görmeye hazır olmadığı sonucuna ulaşmıştı. Amber ve çocuğu için tek güvenli gelecek evlilikti ve kendisinin hali hazırda bir

136 Lodge, A Man of Parts, s. 291. 137 Lodge, A Man of Parts, s. 323. 62

karısı ve ayrılmaya katlanamayacağı çocukları olduğu için onunla evlenemezdi.138

Böylece, Wells’ten çocuğu Anna-Jane’in varlığına rağmen Amber, Rivers ile evlenir. Amber ile yaşadığı ilişki büyük bir skandala dönüşen Wells, bu süreç içerisinde çok sıkıntı çeker. “Hem özel yaşamında hem de toplum içinde karalanan, saygınlığı azalan ve sonunda Amber’ı da kaybeden”139 Wells’in “edebi kariyeri, politik misyonu, özel yaşamı aynı anda kontrolden çıkma”140 tehlikesi atlatır.

Rosamund Bland ve Amber Reeves gibi Wells’in yarı yaşında olup onun yaşamına giren bir başka kadın yazar Rebecca West’tir. Wells, asıl adı Cicily Fairfield olan Rebecca West ile Marriage adlı romanı için Freewoman adlı dergide yayımladığı eleştiri yazısı sayesinde tanışır. Eleştirinin olumsuz olmasına rağmen, Wells Rebecca West’in zekasını ve yeteneğini hissettiği için onunla tanışmak ister ve onu evine davet eder. İki taraf da birbirinden hemen etkilenir ve aralarında bir ilişkinin başlaması kaçınılmaz olur. Rebecca yanlışlıkla hamile kalınca Anthony West adında bir oğulları olur. Bir küsüp bir barışan çiftin ilişkileri hep gergin devam eder ve çoğu kez ayrılma noktasına gelir, ancak her seferinde birbirlerine bir şans daha vermeye karar verirler. 1923 yılına kadar Rebecca ile beraberliğine devam eden Wells, gelgitler yaşayan ilişkisi ve Rebecca’nın ondan neden ayrılmadığı hakkında şu yorumları yapar:

Tereddüt yaşıyordu çünkü hâlâ benimle evlenmeyi umut ediyordu. Jane’den asla boşanmayacağıma gerçekten inanmıyordu. Bana göre, ilk başladığında potansiyel olarak mükemmel bir ilişkimiz vardı: Jane benimle ilgilenecek, profesyonel yaşamımı düzenleyecek ve ikimizin de zevk aldığı misafirler için mükemmel ev sahibi olacak; Rebecca ise benim aşığım, arkadaş sanatçım ve ruh eşim olacaktı. Fakat kendi rolüyle tatmin olmadı – ikisi birden olmak istedi ve Anthony’nin ona ikisi birden olma hakkını verdiğini düşündü.141

Wells, Maksim Gorki’nin sekreteri olan Moura Budberg ile 1920 yılında Rusya’ya yaptığı ziyaret sırasında tanışır. Wells ve Gorki arasında tercümanlık ve Wells’in Rusya ziyareti sırasında ona rehberlik yapan Moura ile Rusya’daki son gecesinde birlikte olurlar. Moura 1933’te İngiltere’ye yerleştiğinde yeniden başlayan ve

138 Lodge, A Man of Parts, s. 333. 139 Lodge, A Man of Parts, s. 374. 140 Lodge, A Man of Parts, s. 137. 141 Lodge, A Man of Parts, s. 500. 63

aralıklarla süren ilişkileri Wells 1946’da ölünceye kadar yaklaşık yirmi beş yıl devam eder. Isabel ve Jane ile birlikte Wells’in yaşamında gerçekten sevdiği üç kadından biri olan Moura da142, Wells’in Jane öldükten sonra tüm ısrarlarına rağmen onunla evlenmese de birlikteliğinden mutludur:

Moura onun hayatının aşkıydı ve yaşamının geri kalanını beraber geçirmek istediği kadındı, buna göre onunla ilişkisine devam etti. Moura da onun kabul edilmiş metresi olmaktan son derece mutluydu, ancak bağımsızlığını sürdürmekte ısrar etti. Onunla yaşamayı reddetti ve sık sık kendi başına başka ülkelere yolculuklar yaparak dolaşıp durdu.143

Wells’in yukarda bahsedilen kadınlardan başka ilişki yaşayıp da A Man of Parts’da adı geçen kadınlar, eski arkadaşı Sidney Bowkett’ın karısı Nell Bowkett, Martha isminde bir hayat kadını, Amerika’da doğum kontrol hareketinin lideri olan Margaret Sanger, çevirmen ve Wells’in hayranlarından biri olan Avusturyalı Hedwig Verena Gatternigg ve Avusturyalı yazar Odette Keun’den oluşmaktadır. “Mıknatısın demir tozunu çekmesi gibi kadınları ona çeken şeyin, edebi şöhretinin cazibesi ve kitapların ardındaki adamla yakın ilişki kurma başarısının olasılığı olmasına”144 rağmen, Wells’te şeytan tüyü denilen şeyin varlığı da dikkate alınmalıdır. Öyle ki, İngiliz yazar Somerset Maugham bir keresinde Rebecca West’e, “iki katı yaşında, özellikle yakışıklı olmayan, 1.65 boylarında ve şişmanlamaya meyilli bir adam”145 olmasına rağmen Wells’i cinsel anlamda neyin çekici kıldığını sorduğunda, Rebecca West kokusu ve sevişme şekli olduğunu söyler. Wells’in kendi açısından birkaç yerine birçok kadınla birlikte olmasının nedeni ise yenilik arayışıdır. Cinsel yaşamında sürekli olarak yenilik ve çeşitliliğe ihtiyacı olduğunu itiraf eden Wells, kendisinde doğuştan var olan yerinde durmak bilmeyen bir şey olduğunu belirtir: “Bir yerde ya da bir ilişkide sabit olduğumu hisseder hissetmez, sınırlı ve zorlanmış hissetmeye başlarım ve kaçma dürtüsü duyarım.”146 Bütün bu ilişkiler yumağında bir ömür süren Wells, gerçek hayatta, ilişkilerinden ilk kez otobiyografisine sonradan eklediği ve 1984’te oğlu G.P. Wells tarafından H.G. Wells in Love: Postscript to an Experiment in Autobiography adıyla yayımlanan bölümde söz eder. Lodge’un bu eser yardımıyla Wells’in ilişkilerini ve

142 Lodge, A Man of Parts, s. 21. 143 Lodge, A Man of Parts, s. 538. 144 Lodge, A Man of Parts, s. 112. 145 Lodge, A Man of Parts, s. 11. 146 Lodge, A Man of Parts, s. 117. 64

cinsel yaşamını romanın merkezine alma nedeni, James’in kıskanç karakterinde olduğu gibi, onu daha canlı hale getirerek biyografik roman yazdığını vurgulamaktır.

Aslında Wells’in cinsellik-aşk-evlilik üçlüsü konusunda oturmuş düşüncelerinin olmasına rağmen, yaptıklarına bakıldığında kendi içerisinde çelişkiler yaşadığı görülmektedir. “Free love”a inanmasına rağmen, eşlerinin başkalarıyla ilişki kurma düşüncesi içini kemirir ve onu kıskançlık krizlerine sokar. İlk eşi Isabel’in yeniden evlendiğini duyduğunda büyük bir kıskançlık hissiyle sarsılır:

Günler boyunca kıskançlıktan kudurup durdu. Başka bir erkeğin onun vücuduna sahip olma ve belki de onun uyandırmakta başarısız olduğu neşeli tepkinin gelmesini sağlaması düşüncesi katlanılmazdı. Isabel’e dair sahip olduğu her şeyi, her mektubu, her fotoğrafı ve ne olursa olsun her türlü hatırayı yok etti ve onları evinin bahçesinde büyük bir ateşte yaktı.147

Benzer şekilde, henüz ilişkileri yokken, Clifford Sharp’ın Rosamund’a aşırı ilgi gösterdiğini, Rivers Blanco White’ın Amber’ı öptüğünü ve Harold Rubinstein’ın Rebecca West ile çok yakın olduklarını öğrendiğinde hep aynı kıskançlık hissine kapılır. Wells, “kitaplarının çoğunda kıskançlığa karşı tavsiyelerde bulunmasına rağmen, kıskançlıktan asla kendini kurtaramadığını belirtir.”148 Wells’in kendiyle çeliştiği diğer nokta ise seks hakkındaki görüşleridir. Seksin sadece eğlenmek için olduğunu söylediğinde, onu sorgulayan ses araya karışır ve görüşlerindeki çelişkiyi ifade eder:

Fakat seks hakkındaki görüşünde bir çelişki var. Bazen, sadece eğlence, golf gibi sağlıklı bir hoş vakit geçirme şekli olarak düşünülmesi gerektiğini, bazen de sevilen bir partnerle, elde edilebilir en yüce fiziksel, duygusal ve ruhani deneyim […] olduğunu söylüyorsun.

Doğru. Aralarında bir uzlaşma bulamadan bu iki tutum arasında kararsız kaldım.149

“Yaşamı boyunca yüzden fazla kadınla ilişki yaşayan ve bu kadınlardan çoğunun adını hatırlamayan”150 H.G. Wells’in aksine, Henry James hiç evlenmez, hiçbir kadınla aşk ilişkisi bile yaşamaz. Arkadaşları veya ailesi tarafından neden evlenmediği

147 Lodge, A Man of Parts, s. 116. 148 Lodge, A Man of Parts, s. 134. 149 Lodge, A Man of Parts, s. 514. 150 Lodge, A Man of Parts, s. 67. 65

sorulduğunda yazarlık kariyerini neden olarak gösterir, yani evliliğin yazar olarak özgürlüğünü kısıtlayacağını ve sanatından alıkoyacağını söyler:

O bekardı, deyim yerindeyse “müzmin bekar”. Otuzlu yaşlarının başında evlenmeyeceğine karar vermişti […] Nedenleri karmaşıktı ve kendi kendini irdelerken bile bile bunları fazla derinlemesine araştırmayı arzu etmiyordu. Kendine, edebi yücelik arayışının evliliğin zorunluluklarıyla bağdaşmadığını söylemesi yeterliydi. Özgür olmaya ihtiyacı vardı, bencil olmakta, daha doğrusu kendini cömertçe sanatına adamakta özgür olmaya. Seyahat etmekte, yeni deneyimler aramakta ve ilham perisi onu çağırdığı zaman, bir eşin ve çocukların duygusal ve ekonomik ihtiyaçlarını düşünmeden saatlerce ve günlerce bir odaya kapanarak yazmakta özgür olmaya.151

Arkadaşı George Du Maurier de evlenmeyi hiç düşünmediğini sorduğunda “evlenmeyi düşünebileceğim tek kadın” olan kuzeni Minny Temple’ın gençliğinde öldüğü şeklinde cevap verir.152 Aslında James’in Minny’yi gerçekten sevmiş olduğu şüphelidir, çünkü o dönemler Minny’ye rağmen Avrupa’ya gitmiş, onun Avrupa’da buluşma teklifine rağmen onunla buluşmayı ciddi ciddi düşünmemişti. Daha sonra Avrupa’dayken Minny ölünce bir parça suçluluk duyup yaşamına devam etmişti. “Kaderin daha tomurcukken kopardığı bu gençlik aşkı hakkında Du Maurier’ye ve başkalarına anlattığı öykü, kendini bekaretle sanatına adayışını hem açıklıyor hem de kutsallaştırıyordu.”153

James’in yaşamında cinsel olarak olmasa da yakın olma konusunda ilişki kurduğu tek kadın belki de Constance Fenimore Woolson’dır. James, ünlü Amerikalı yazar Fenimore Cooper’ın kardeşinin torunu ve kendisi de bir yazar olan Woolson ile kendisine hayran olması ve onu İtalya’da yakalaması üzerine 1880 yılında tanışır. İlk görüşmelerinde Woolson’dan hoşlanan James, İtalya’da geçirdiği süre boyunca onunla beraber olmaktan zevk alır ve her gün onunla birkaç saat vakit geçirir. Böylece, Woolson’ın 1894’te ölümüne kadar süren ve söylentilere rağmen James açısından hep arkadaşlık olarak kalan ilişkileri başlamış olur. James’in yaşamında Woolson, duygusal bir bağ olmadığı için rahatça dertleşebileceği bir kadın ve edebi konuları konuşabilecek kadar yetenekli ve zeki bir insan olarak yer bulur. James onunla ilişkisinden mutluluk duymasına rağmen, yanlış anlaşılmalara yol açabileceği düşüncesiyle onunla olan

151 Lodge, Yazar, Yazar, s. 62. 152 Lodge, Yazar, Yazar, s. 69. 153 Lodge, Yazar, Yazar, s. 71. 66

arkadaşlığından çok az kişiye bahseder ve ne zaman ilişkilerinin duygusal bir yöne kaydığını hissetse onunla arasına geçici bir mesafe koyar. Aslında, James’in Woolson ile çelişkili düşünceleri vardır: “Kadının yanında olduğu zamanlarda, onun mutluluğu konusunda asla karşılayamayacağı belirsiz bir sorumluluk duygusuyla bunalıyor ama uzakta olduğunda, onu özlüyordu.”154 Bir kadın olarak Woolson’ı hoş bulan James için onun hiçbir cinsel cazibesi yoktur:

Fenimore yaşına göre alımlı bir kadındı. Henry onun düzgün vücuduna ve giyimindeki sade zevkliliğe hayrandı; hala şaşırtıcı bir biçimde kırışıksız, pürüzsüz, yuvarlak yanaklarına, iri, sakin, gri-mavi gözlerine, konuşmadığı zamanlarda dudaklarının, hafifçe gülümser duruşuna, daima kadife bir boyunluk takılı etli boynuna bakmayı seviyordu. Onunla beraber olmaktan hoşlanıyordu. Ama uzanıp ona dokunmak için en ufak bir istek duymuyordu, bırakın onu kollarıyla sararak dudaklarından öpmeyi.155

Woolson’ın kendisine karşı aşk ya da sevgiye dair duygular beslemediğini ve kendisinden böyle şeyler beklemediğini bilmesine rağmen, James bu konuda zaman zaman şüphe duyar ve şüpheleri en çok Woolson öldükten sonra not defterindeki yeni bir öykü için tasarlanmış bir fikri kapsayan bölümü okuduğunda kuvvetlenir: “Kalpsiz doğmuş bir adam hayal edin. İyi bir insan, hiç olmazsa zalim değil, sefih değil, düzgün tavırlı; ama kalbi yok.”156 Woolson 1894 yılında Venedik’te yaşadığı dairenin penceresinden kazara aşağı düşerek ölür. Yüksek ateş ve içinde bulunduğu depresyonun da etkisiyle kazara düşerek değil de, intihar sonucu ölmüş olması büyük bir ihtimaldir. Zira, James de “Fenimore’un karakterini, kronik hüznünü, derin depresyonlara yatkınlığını, dışardan sakin görünen sosyal benliğinin derinliklerinde saklı olan o karanlık melankoli mağarasını”157 iyi bildiği için onun intihar ettiğinden emindir. James, Woolson’ın ölümünden dolayı biraz suçluluk ve sorumluluk duyar, ancak Minny öldükten sonra olduğu gibi, zaman geçince onun ölümünün neden olduğu depresyon duygusundan sıyrılır. Aslında James, Trilby nedeniyle George Du Maurier’ye hissettiği gibi, Anne ve East Angels romanlarının kendi eserlerinin satışını geçmesi nedeniyle,

154 Lodge, Yazar, Yazar, s. 196. 155 Lodge, Yazar, Yazar, s. 172-173. 156 Lodge, Yazar, Yazar, s. 232. 157 Lodge, Yazar, Yazar, s. 228. 67

Woolson için de kıskançlık ve rekabet duyguları besler ve ona haksızlık ettiğini ancak Guy Domville felaketinden sonra kendisiyle yüzleşmesi sonucu anlayabilir:

Oysa Fenimore’u rekabet ettiği için yüzüstü bırakmıştı. Onu da Alice’i kullandığı şekilde kullanmıştı, bir sırdaş, bir danışman, mesleki zorluk zamanlarında manevi bir destek kaynağı olarak; ama karşılığında asla aynı desteği vermemiş, onun endişelerinin ve şüphelerinin üzerine, her sanatçının zaman zaman ihtiyaç duyduğu katıksız, koşulsuz, mübalağalı övgünün iyileştirici merhemini sürmemişti.158

James, sadece Woolson’a değil hiçbir kadına karşı cinsel istek duymaz. Kendisini en basit cinsel eylemlerden birini bile herhangi bir kadınla yaparken hayal edemez; “ne trajik erken ölümünden önce, bazen aşık olduğunu aklından geçirdiği New England’lı kuzeni Minny Temple’la ne de dişi yelpazesinin diğer ucunda, Londra’daki ilk yıllarında Piccadilly’de ona her seferinde sarkıntılık eden fahişelerle.”159 James’in arkadaşlık kurduğu Gustave Flaubert, Alphonse Daudet ve Guy de Maupassant gibi yazarlar onun kadınlara karşı cinsel istek duymadığını anlayınca eşcinsel olabileceğini düşünürler. Aslında, James’in kendisi tarafından bastırılmış bir eşcinsel olması olasıdır:

İtiraf etmek gerekir ki – gerçi bunu kendisiyle yaptığı en gizli söyleşilerde, yalnız kendine itiraf ediyordu –, güzel bir kızdan ziyade bu şekilde güzel bir genç erkekle meşgul olduğunu zihninde canlandırmak ona daha kolay geliyordu; ama böyle tedirgin edici fantezileri eyleme geçirmek için duyabileceği herhangi bir zaafa karşı direncini daha da güçlendiriyordu bu.160

James, eşcinsel eğilimlerin varlığını kabul etse de, bunun açıkça ilan edilmesini ahlaksızlık olarak görür ve böyle erkeklerin eşcinselliği kendi içlerinde yaşamaları, başkalarının izin ve onayını almamaları ve bunu topluma yansıtmamaları gerektiğini düşünür. Bu yüzden, arkadaşlık yaptığı ve aslında eşcinsel olan genç, aristokrat Rus, Paul Zhukovski Napoli’de onu dudağından öpmeye çalışınca, James uzaklaşır ve Zhukovski ile iletişimini keser. Bu olaydan sonra Woolson ile tanışınca eşcinsel eğilimi olmadığı konusunda kendini ikna eder: “Bayan Woolson’a karşı nazik – ve emniyetli bir

158 Lodge, Yazar, Yazar, s. 295. 159 Lodge, Yazar, Yazar, s. 66. 160 Lodge, Yazar, Yazar, s. 191. 68

noktaya kadar güler yüzlü – olmak, herhangi bir duygusal taahhüt altına girmeden, kendi normalliğine duyduğu inancını sağlamlaştırmanın yoluydu.”161

Aşk ve cinsellik yönünden birbirine zıt iki ayrı hayat yaşamalarına rağmen, bu iki yazar Henry James ve H.G. Wells yaşamlarının sonuna doğru benzer bir karamsarlık duygusuna kapılıp benzer endişe ve korkuları hissederler; bu da unutulma korkusudur. Geçmişte yazar olarak; James ortalama, Wells ise büyük bir şöhret elde etmiş olsalar da, artık başarılı eserler ortaya koyamayacaklarını düşünerek kendi devirlerinin kapandığından endişe ederler. “Bir yazar olarak erken gelen başarısını sürdürmek için mücadele edip durmuş”162 olan James, kariyerinin geri kalanında hep çok satan, dolayısıyla başarılı ve şöhretli bir yazar olmayı arzu eder. Ancak, bir noktadan sonra artık bu hayalinin gerçekleşmeyeceğinin farkına varır:

Artık asla gerçekten popüler bir yazar olamayacağını ve zavallı Du Maurier gibi bir “best seller” üretemeyeceğini kabullenmişti. Son yirmi, otuz yılda, dünyanın İngilizce konuşan kesiminin kültürüne bir şeyler olmuş […] Bu, edebiyat sanatını icra eden birisinin, Scott ile Balzac’ın, Dickens ile George Eliot’ın hayatlarının en verimli çağında yaptıkları gibi, hem mükemmelliğe hem de popülerliğe ulaşmasını imkansız hale getiriyordu. Ümit edilecek en iyi şey, estetik mükemmellik için girişilen sonsuz arayışı sürdürebilmek üzere görüşü kuvvetli okurlardan yeterli desteğin gelmesiydi.163

Bilindiği gibi, James’in korktuğu başına gelmez, bugün bile hem Amerikan hem de İngiliz edebiyatında aynı yılda hakkında iki biyografik roman yayımlanacak kadar önemli bir yere sahiptir. Bunu romanda okuyucuyla da paylaşmak isteyen Lodge, romanın sonunda roman yazarlığının kendisine verdiği yetkiyle, anlatıya karışır:

Ona, birkaç on yıl nispeten tanınmamış olarak kaldıktan sonra, kanıtlanmış bir klasik olarak kabul edileceğini, modern İngiliz ve Amerikan edebiyatına ve romanın estetiğine ilgi duyan herkesin mutlaka okuması gereken bir yazar haline geleceğini, bütün önemli eserlerinin ve tali eserlerinden çoğunun sürekli olarak baskıda olacağını, titizlikle yayına hazırlanacağını, dipnotlarla açıklanacağını ve dünyanın her yerindeki okullarda ve üniversitelerde okutulacağını, sayısız lisansüstü

161 Lodge, Yazar, Yazar, s. 75. 162 Lodge, Yazar, Yazar, s. 388. 163 Lodge, Yazar, Yazar, s. 376. 69

teze ve akademik makale ve kitaplara konu olacağını söylemek ne hoş olurdu.164

James’in aksine, ömrünün büyük bir bölümünde şöhretini sürdüren Wells ise popülaritesinin düştüğünü ve edebiyat dünyasında artık, Rebecca West’in deyimiyle, “amca”165 haline geldiğini düşünür:

Ondan sonra bir süre daha, sokaktaki her insanın ismimi bileceği kadar ünlüydüm. Gazete yazılarım dünya çapında birbirinden farklı yerlerde yayımlandı ve kitaplarım ucuz baskılarla yayımlanmaya, gençler de dahil insanları etkilemeye ve eğitmeye devam etti. Fakat gündemdeki düşünce ve eğilimleri takip etmek istiyorsan son eserini okumak zorunda olduğun kişi değildim artık […] Bir romancı olarak, modası geçmiştim. Yirmilerde avangart ve deneysel yazarlar iş yapıyordu – James Joyce ve D.H. Lawrence ve Virginia Woolf […] Ve yeni yazarlar ben ve Arnold Bennett gibi eski kafalılara karşı olarak kendilerini tanımlamayı tercih ediyorlardı.166

Lodge, Author, Author’da olduğu gibi, A Man of Parts’da “ölmek üzere olan Wells’e ölümünden sonra görkemli bir şöhret tesellisi sunamaz”167 çünkü Wells, bugün sadece bilimkurgu okuyucuları ve uzmanları için önemli bir yere sahiptir ve antolojilerde The Time Machine ve The War of the Worlds romanları kendilerine yer bulur. Bu bağlamda, Wells romanın sonunda öldüğünde, Rebecca West Wells’in kariyerini aklından geçirir ve onu bir kuyruklu yıldıza benzetir:

H.G. bir kuyruklu yıldız gibiydi. 19. yüzyılın sonunda karanlıkta birdenbire belirdi ve şaşkınlık, korku ve telaş yaratarak yıllarca edebiyat gökyüzünde parladı […] Zaman içerisinde, hayal gücü ve zekası parlaklığını yitirdi ve insanlar gitgide ona merakla bakmayı bıraktılar ve şimdi gözden kayboldu. Fakat edebiyat tarihinde tuhaf yörüngeler var. Belki, bir gün [Wells] gökyüzünde tekrar parlayacak.168

Birbirine zıt düşüncelerine ve yaşamlarına rağmen, yaşamlarının bir bölümünde arkadaşlık yapan Henry James ve H.G. Wells arasındaki etkileşim, birbirleriyle tanışmadan önce, Wells’in Guy Domville oyununa yaptığı olumlu eleştiriyle başlar. Lodge, Author, Author’da, Wells’in oyunun ilk gösteriminde bulunmasını kendisi

164 Lodge, Yazar, Yazar, s. 403. 165 Lodge, A Man of Parts, s. 486. 166 Lodge, A Man of Parts, s. 484-485. 167 Perkin, s. 175. 168 Lodge, A Man of Parts, s. 558-559. 70

kurgular. Pall Mall Gazette’in tiyatro eleştirmeni olarak Guy Domville’i izlemek için tiyatroya giden Wells, “ilgi ve dikkatle etrafına bakınıyordu; çünkü bir ilk gecede, bir tiyatroda, gece kıyafeti giymiş olarak ön sıralarda oturuyor olmak, onun için hala yeni bir deneyimdi.”169 O sırada, The Time Machine ile henüz çıkış yapmamıştır ve dolayısıyla o dönemler kendisi için önemli bir yazar olan Henry James’in oyununu, ilk defa satın aldığı bir gece kıyafetiyle, izlemek için oraya geldiğinden mutluluk duyan Wells, salondaki önemli yazar ve eleştirmenlerin oluşturduğu topluluğu dikkatle süzer. Kalabalık arasında kendisiyle aynı sebepten oyunu izlemeye gelmiş olan ve yıllar önce Fabian konuşmalarını dinlemiş olduğu Geroge Bernard Shaw’u görür ve oyun bitiminde onunla tanışmak için yanına koşar:

“Kendimi tanıtabilir miyim? Herbert Wells. Ben birçok kez sizin konuşmalarınızı dinledim; seksenlerde Hammersmith’te, William Morris’in evindeki toplantılara giderdim.”

Shaw sırıttı. “Öyle mi, sahiden?” dedi, tenor Dublin sesiyle. “Damı akan o eski konservatuarda, orayı gayet iyi hatırlıyorum.”

“Şimdi ikimiz de The Saturday Review’a yazı yazıyoruz.”

“Adınız ne demiştiniz?”

“Herbert Wells. ‘H.G. Wells’ olarak yazıyorum.”170

Lodge, Author, Author’da bu şekilde kurguladığı Wells ve Shaw’un tanışmasını A Man of Parts’da da, Wells ile Graham Wallas ile Fabian Topluluğuna girmesi gerektiğini konuşurlarken, Wallas’ın Shaw’un da onu toplulukta görmek istediğini belirtmesi üzerine, Wells’in bu tanışmayı hatırlaması yoluyla kullanır: “‘Shaw ile tanışmıştım,’ dedi, ‘ancak hatırlayacağından şüpheliyim. Henry James’in Guy Domville oyununun ilk gecesinden sonra onunla eve yürümüştüm. O zamanlar ikimiz de tiyatro eleştirmeniydik.’”171 Lodge’un burada olduğu gibi, anekdotları iki romanında da kullanması, anekdot kullanma biyografik romanda önemli unsurlardan biri olduğu içindir.

169 Lodge, Yazar, Yazar, s. 258. 170 Lodge, Yazar, Yazar, s. 282. 171 Lodge, A Man of Parts, s. 150. 71

James ve Wells’in 1898 yılında gerçekleşen resmen tanışmaları, Lodge tarafından Author, Author’da tasvir edilir. O dönemde, Rye’da Lamb Hose’da yaşayan James ve onun misafiri olan Edmund Gosse “Wells’in mali yardıma ihtiyacı olabileceğini duyan Kraliyet Edebiyat Fonu”nun172 isteği üzerine “karısıyla birlikte Doğu Susex sahilinde bir bisiklet turu yaparken şiddetli bir böbrek şikayetiyle hasta düşen ve orada, fevkalade nazik ve ilgili bir doktorun evinde nekahet dönemini geçirmekte olan”173 H.G. Wells’i New Romney’de ziyarete giderler. Wells, “İngiliz dilinde bir sanat biçimi olarak romanın en popüler olmasa da, en seçkin savunucusuyla böyle yakın ilişkiye sahip olmaktan memnuniyet duyarken”174, James de Wells’in “cesaretinden, kendine olan inancından ve yerleşik değerlere karşı çıkışındaki samimiyetten etkilenir.”175 Bu görüşmeyle başlayan ikili arasındaki arkadaşlık, Wells ailesi Sandgate’de Spade House’da yaşamaya başlayınca, iki yazarın “İngiltere’nin güneyinde birbirlerine yakın yaşamalarıyla kolaylaşmış olur.”176 İki yazar çoğu zaman birbirlerinin eserlerini değerlendiren mektuplarla iletişim kurarak arkadaşlıklarını sürdürürler, hatta bir keresinde kızı Peggy ile kardeşini Rye’a ziyarete gelen Spade House’da misafir edilir ve Wells ailesinin misafirperverliğinden çok memnun kalır. Wells, ilk başlarda, James ile arkadaşlığının büyük bir şans olduğunu düşünür, çünkü James’i İngiliz dilindeki en seçkin yazarlardan biri olarak değerlendirir:

Birkaç yıl önce Pall Mall Gazette’in tiyatro eleştirmeni olarak kısa süren kariyerinin başındayken, James’in talihsiz oyunu Guy Domville için nazik bir eleştiri yapmış olması bir şanstı, çünkü bu, ikisinin arasında karşılıklı hayranlık ve – eserleri tipik olarak çok farklı ve yaşları oldukça ayrı olduğu için – hayırlı bir rekabet yokluğuna dayanan bir arkadaşlığa olanak sağlamıştı.177

James bir yandan, yirmi üç yaş büyük olduğu Wells’e babacan bir tavırla davranırken, diğer yandan da onun akıl hocalığı rolüne girişir, “ancak Wells, bir öğrenci ya da çömez rolü verilmekten rahatsız olur.”178 Arkadaşlıklarının hatırına fikir ayrılıklarını ne kadar saklamaya çalışsalar da, “Henry James’in estetik bir yapı olarak

172 Lodge, Yazar, Yazar, s. 372. 173 Lodge, Yazar, Yazar, s. 372. 174 Lodge, Yazar, Yazar, s. 143 175 Lodge, Yazar, Yazar, s. 373. 176 Perkin, s. 155. 177 Lodge, A Man of Parts, s. 143. 178 Perkin, s. 155. 72

roman kavramı ile Wells’in toplumu geliştirmenin bir yolu olarak kurguyu araç gibi görme fikri”179 arasındaki farktan dolayı, zamanla mektupları ironiyle örtülmüş olumsuz eleştirilerden oluşmaya başlar. Bu mektuplarda başlayan gerginlik, James’in “The Younger Generation” adlı makalesinde Arnold Bennett ve Wells’ten oluşan genç kuşak yazarları “çağdaş İngiliz romancıları içinde hem en başarılı hem de, biçimin güzelliğinden, etkinin derinliğinden ve romanı sanata dönüştüren özelliklerin hepsinden ödün verdikleri için, en başarısız olmakla”180 eleştirmesiyle bir üst seviyeye ulaşır. Lodge için James’in böyle bir yazı yazmış olmasının ardındaki neden Wells’i ve popülaritesini kıskanmasıdır. Nitekim A Man of Parts’da bu düşüncesini Wells ve karısı Jane arasındaki diyalog yoluyla belirtir:

‘Kıskançlık muhtemelen,’ dedi Jane. ‘The World Set Free’nin aldığı yorumlardan sonra kimse beni kıskanmaz,’ dedi. ‘Çok satmandan dolayı kıskanıyor, yani şöhretini,’ dedi Jane. ‘ Bu yüzden, eleştirisi seni ve Arnold’ı içeriyor. Biliyorsun, daima büyük bir popüler başarıya arzu duydu ve hiçbir zaman elde edemedi.’ ‘Haklı olabilirsin,’ dedi. ‘Fakat temelde romanın ne olduğuyla ilgili tamamen farklı düşüncelerimiz var. Yıllardır birbirimize samimi olmayan mektuplar yazıyoruz ve sonunda bittiği için rahatladım. Şimdi kılıçlar çekildi.’”181

Wells, kılıcını Boon adlı romanıyla çeker. 1915 yılında yayımlanan ve Wells’in Reginald Bliss adında gerçekte var olmayan biri yazmış gibi gösterdiği Boon, Henry James’i taşlar ve onun roman anlayışının parodisidir. Böylece, “James ve Wells arasındaki uzun ve şefkatli fakat geçimsiz arkadaşlık, Henry James’in H.G. Wells’e, Wells’in kendisi için Reform Kulübüne bıraktığı yeni kitabın kopyasını aldığını yazmasıyla, Temmuz 1915’te sona erer.”182 Wells, James’i “bir romanın ne hakkında yazıldığından çok, nasıl yazıldığıyla ilgilenmekle”183 eleştirir. Well için James’in kurgusu, “sizi çekecek bir topluluk olmaksızın, mihraba odaklanmış tüm ışıklarla ışıklandırılmış bir kilise gibidir. Ve mihrapta, saygılı bir şekilde yerleştirilmiş, ölü bir kedi yavrusu, bir yumurta kabuğu ve bir parça ip vardır.”184 Boon’un yayımlandığı ay,

179 Christopher Benfey, “H.G. Wells, the Man Who Invented Tomorrow”, The New York Times, (16 Eylül 2011). 180 Lodge, A Man of Parts, s. 442. 181 Lodge, A Man of Parts, s. 443. 182 Joseph Wiesenfarth, “The Art of Fiction and The Art of War: Henry James, H.G. Wells, and Ford Madox Ford”, Connotations, 1 (1), 1991, s. 55. 183 Wiesenfarth, s. 56. 184 Lodge, A Man of Parts, s. 470. 73

James de Birinci Dünya Savaşı’nda İngiltere’ye bağlılığını göstermek için İngiliz vatandaşlığına başvurur. James bir anda “eleştiri olmaksızın saygıyla davranılması gereken milli bir hazineye”185 dönüşür. “Henry James’i eleştirmek için uygun bir zaman değildi.”186 Ve bu yüzden, Boon başarısız olur, Wells ise, “edebiyat dünyası ya da büyük bir kısmı tarafından firavun olarak”187 kabul edilir.

James, her ne kadar Wells ile bir tartışma içerisinde olsa da ondan asla böyle bir hareket beklemez ve Boon’un yayımlanması üzerine Wells’e çok kırılır. Author, Author’da James liyakat nişanı aldıktan sonra gelen yazılı tebrikler okunurken, Wells’in ismi geçtiği zaman, James tepkisini gösterir: “Her isim, onaylayıcı, hoşnut bir baş eğmesiyle karşılanmaz. H.G. Wells adını duyan yazarın kaşları çatılır; Wells’in o yıl yayımlanan Boon […] ve bunun içinde yer alan, HJ’nin son zamanlardaki üslubuyla ilgili acımasız hicvin açtığı yara iyileşmemiştir.”188 Wells’i ömrünün sonuna kadar affetmeyen James, bu olaydan birkaç ay sonra ona kırgın bir şekilde ölür. Wells, James’in öldüğünü duyduğunda üzülmesine rağmen, iki farklı yazar olarak aralarında çıkan bu anlaşmazlık ve kırgınlığın kaçınılmaz olduğunu belirtir:

Felç geçirdiğini Aralık’ta duyduğumda ona acısını paylaştığım bir mesaj gönderdim. Gosse ona liyakat nişanı verilmesi için dilekçe vereceği zaman seve seve imza attım ve ölüm döşeğinde liyakat nişanını aldığında ona bir tebrik telgrafı gönderdim. Cevap vermedi. İki ay sonra öldüğünü duydum. Kavga ettiğimiz için üzgündüm, fakat olmak zorundaydı. Biz, tamamen farklı amaçları olan tamamen farklı iki yazardık ve farklılıklarımızı çok uzun süre saklamak için anlaşma yapmış gibiydik. Roman konusunda düşüncelerimizin uyuşmazlığı er ya da geç ortaya çıkmak zorundaydı.189

Wells’in de sözünü ettiği gibi, James ve Wells birbirlerinden oldukça iki farklı yazardır ve yazarlığın amaçları konusunda zıt düşünceleri vardır. James romanların nasıl yazıldığına daha çok önem verirken, Wells için önemli olan, romanın neden ve ne konuda yazıldığıdır. James romanı bir sanatçı gibi, Wells ise gazeteci gibi yazmaktan yanadır. James, her ne kadar popüler olmayı istemişse de, romanda sanatsal değerin önemli olduğuna inanır ve sanatın her şeyden üstün olduğunu savunur. Diğer tarafta

185 Lodge, A Man of Parts, s. 472. 186 Lodge, A Man of Parts, s. 472. 187 Lodge, A Man of Parts, s. 472. 188 Lodge, Yazar, Yazar, s. 42. 189 Lodge, A Man of Parts, s. 471-472 74

Wells, romanın pratikliğine inanır ve onu daha büyük hedeflerini gerçekleştirmek için kullanmayı savunur. Bu bağlamda, farklılıkları sanat, sanat içindir, ya da sanat, toplum içindir ayrımına dayanıyor gibi gözükse de, James için sanat, yaşam içindir ve “yaşam, ilgi ve önem gibi şeyleri düşünmemiz ve uygulamamız için bu şeyleri sanat yapmaktadır”190:

[…] ‘Sanatçının görevi, seçtiği şekilde hayal gücünü kullanarak ortak bilinci aydınlatmak ve zenginleştirmektir. Bu şekilde politikaya katkıda bulunur.’

‘Sanat, sanat içindir, yani?’ diye sordu.

‘Sanat, yaşam içindir!’ dedi James, son kozunu oynayan bir adam edasıyla.

‘Ben dünyayı değiştirmeyi istiyorum,’ dedi, ‘onu tarif etmeyi değil. Bir yerlerden başlamalı ve ben Fabianları değiştirmekle başlamaya karar verdim.’191

Lodge’a göre, Wells’in bugün popüler olmama nedenlerinden biri, belki de yazarlık konusunda James gibi düşünmemesidir ve bu duruma A Man of Parts’ın sonuna doğru Wells’in çocukları Gip ve Anthony aracılığıyla değinir. Çocukları onun kariyerinin ve ölümüne yakın karamsar bir hava içine girişinin değerlendirmesini bir diyalog yoluyla ifade ederler:

Kurguda, kalıcı sanat eserleri yaratmakla değil de, bir gazeteci gibi acil sosyal ve siyasi meselelere eğilmekle ilgilendiğini iddia etmişti. Bu konuda Henry James ile kavgaya tutuşmuştu. […] Eğer Henry James’i daha dikkatli dinleseydi, bugün eserlerine verilen tepki konusunda bu kadar depresif olmayacaktı.192

Wells’in James gibi bugün popüler ve önemli bir yazar olarak kabul edilmemesine rağmen, o da James gibi Lodge’un ilgisini yazarlık kariyeri boyunca çekmiş ve gerek makalelerinde gerekse bu incelemede görüldüğü gibi Author, Author ve A Man of Parts romanlarında okuyucunun karşısına çıkmıştır, bundan sonra da çıkması oldukça olasıdır.

190 Lodge, A Man of Parts, s. 470. 191 Lodge, A Man of Parts, s. 223. 192 Lodge, A Man of Parts, s. 534-535. 75

SONUÇ

Elli seneden fazla bir süredir yaratıcı yazım ile edebiyat eleştirisini birleştirdim ve kendimi öncelikli olarak ilkinde bir romancı ikincisinde ise roman eleştirmen ve kuramcısı olarak görüyorum. Ancak yaşlandıkça kendimi gerçeklere dayalı yazımla gitgide daha çok ilgilenir ve ondan daha çok etkilenir buldum. Bu durum, eminim ki, yaşlandıkça yazarlarda artan bir yönelimdir, fakat aynı zamanda çağdaş edebi kültür içerisinde yeni bir eğilimdir.193

David Lodge’un bu eğilime yönelik yazdığı, gerçeklere dayalı ve ayrı ayrı Henry James ile H.G. Wells’i konu alan Author, Author ve A Man of Parts adlı romanların ele alındığı bu çalışmada, iki romanın biyografik roman bağlamında karşılaştırmalı olarak incelenmesi amaçlanmıştır. İki ana bölümden oluşan bu çalışmanın ilk bölümünde ilk olarak biyografik romanın yapısının ve içeriğinin anlaşılabilmesi için biyografi türü ele alınmış, biyografinin çeşitli kaynaklar ve eleştirmenler tarafından yapılan tanımları verilmiş, Antik Yunan ve Roma’dan tarihçi Plutarch ile başlanarak günümüze kadar olan tarihsel gelişimi göz önüne serilmiştir. Daha sonra, biyografinin ilintili olduğu tarih, psikoloji ve edebiyatla ilişkileri irdelenmeye çalışılıp biyografi türleri kısaca belirtilerek biyografik romana geçiş sağlanmıştır. Bu bölümün ikinci kısmında ise, çoğunlukla biyografik romanın babası olarak kabul edilen194 Amerikalı yazar Irving Stone’un düşünceleri ve Lodge’un kendi bakış açısı bağlamında, biyografik roman ele alınmış, gerçek ve kurguyu birleştiren hibrid bir tür olarak biyografiden farkı ortaya konmaya çalışılmıştır.

Çalışmanın ikinci bölümünde David Lodge’un biyografik romanlarına altyapı hazırlamak amacıyla ünlü yazarlar Henry James ve H.G. Wells’in yaşamlarından kesitler sunulmuş, daha sonra Lodge’un biyografik romanları Author, Author ve A Man of Parts yapı ve içerik bakımından birbirleriyle benzerlikleri ve farklılıkları belirtilerek, yazarlık, arkadaşlık ve cinsellik-evlilik konuları kapsamında karşılaştırmalı bir incelemeye tabi tutulmuş ve James ile Wells’in yaşamlarının normalden farklı olarak biyografik roman bağlamında hangi açılardan ele alındığı gösterilmeye çalışılmıştır. Bu bakımdan, Author, Author’da daha çok romanları ve kısa öyküleriyle tanınan Henry James’in oyun yazarlığı kariyeri ve İngiliz karikatürist George Du Maurier ile olan

193 Lodge, Lives in Writing, s. ix. 194 Sarah Fay, “Sex and Prophecy”, New Republic, (10 Ocak 2012). 76

ilişkisi merkeze konulmuştur. A Man of Parts’da ise bilimkurgu romanlarıyla ün yapmış bu alanın önemli isimlerinden sayılan H.G. Wells’in temelde bilim, politika, hak ve özgürlükler gibi birçok alanla ilgilenmesi, özelde ise cinsel özgürlüğü savunması kapsamında yaşamında birçok kadınla olan ilişkisi mercek altına alınmıştır.

Lodge’un otobiyografik unsurlara sahip romanlar yazdıktan sonra biyografik romana dönmüş olması için iki neden düşünülmektedir, bunlar yıllarca kendi deneyimlerini romanlarında kullanıp tüketmesinin sonucu, romanları için yeni malzeme bulma ihtiyacı ve çağdaş İngiliz edebiyatındaki biyografik roman yazma eğilimi olarak gösterilebilir. 1990’lar ve 2000’lerin başında popülerlik kazanan biyografik romanın ortaya çıkış nedenlerinden biri, yazarların romanlarında yenilik yapmak istemeleri ve dolayısıyla deneyselcilikti. “Bir-yazar-hakkında-biyografik-romanın son zamanlarda edebi kurgunun bir alt dalı olarak yeni bir konum ve önem kazandığını”195 belirten Lodge, bu duruma bilgiye çok çabuk ulaşılabilen kültür içerisinde kurguya olan inancın kaybolmasını, postmodern bağlamda tarihi yeniden yorumlamak istenmesini ve çağdaş yazımdaki gerileme ve yorulmayı neden olarak göstermiştir. Biyografik roman ile gelen gerçek ve kurguyu birleştirme “değişiminin inkar edilemez, roman ve filmlerde olduğu kadar tiyatroda, televizyon dizilerinde ve görsel sanatlarda bile belli olduğunu”196 hatırlatan Lodge, biyografik romanın popüler olmadığı bir dönemde kendisinin de biyografik roman yazmayı akıl edemeyeceğini belirtmiştir:

Kendi adıma konuşacak olursam, bundan yirmi yıl önce Author, Author gibi bir kitap yazmayı büyük olasılıkla düşünemezdim, James ile ilgilenmediğim için değil, çünkü öğrenci olduğumdan beri onu okuyorum, öğretiyorum ve hakkında incelemeler yazıyorum, ancak romanın ne olduğuna dair düşüncem o zamanlar gerçek tarihsel bir kişilik hakkında roman yazma olasılığını içermediği için.197

Lodge’un Author, Author ve A Man of Parts ile örneklediği biyografik roman, biyografik araştırma sonucunda elde edilen verilerin kurgusal bir şekilde roman yapısı içine yerleştirilmesiyle oluşur ve hakkında yazıldığı kişinin yaşamındaki önemli olaylara neden olan duygu ve düşünceleri renklendirerek göz önüne sermeyi amaçlar. Biyografik romanda, bazı bilgiler değiştirilebilir, bahsedilmeyebilir veya gerektiğinde

195 Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, s. 10. 196 Lodge, Lives in Writing, s. 233. 197 Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, s. 11. 77

mevcut bilgilere eklemeler yapılabilir. Yeni bir tür olduğu için birçok soru ve önyargıyla karşı karşıya kalan biyografik romanın maruz kaldığı en bilinen eleştirilerden biri, gerçek bilginin içine kurguyu karıştırdığı için bu yeni yazım türüne itibar edilmemesi gerektiği, dolayısıyla biyografinin de itibarını sarstığı düşüncesidir. Gerçek kişilikleri bilinenden farklı yönleriyle ele aldığı için bazı uzman ve eleştirmenler tarafından eleştirilen biyografik roman, aslında, gerçek ve kurgunun dengesi iyi sağlandığı takdirde, biyografiden daha iyi bir bakış açısı sunabilir. Lodge, bu bağlamda, biyografik romanın savunuculuğunu yapmıştır:

19. ve 20. yüzyıl romanında ortaya çıkan teknikleri, özellikle üçüncü tekil şahıs anlatıyı bir karakterin iç sesiyle kaynaştıran ‘serbest dolaylı üslubu’ uygulayan ve bu türde söylem ile sayfalar süren diyaloğu sırayla kullanan bir biyografik roman, bir kişinin yaşamını onun bilinci ve diğerleriyle sözlü etkileşimi yoluyla yansıtarak, o kişinin yaşamı hakkında biyografiden daha dolaysız bir algı sağlayabilir.198

Ünlü bir kişi ve yaşamı hakkındaki az bilinen veya hiç bilinmeyen gerçeklerin roman yazarının hayal gücüyle süslenip biyografik roman halinde sunulması okuyucu için daha önce o kişi hakkında tecrübe etmediği yeni ve şaşırtıcı bir öykü olabilir. Lodge, bunu yaparken gerçeklere olabildiğince bağlı kalmayı, ancak gerçeklerin yetmediği yerde kendisi tamamlama yapmayı amaçlamıştır. Aslında, gerçekle kurgunun dengesini kurmak biyografik roman yazarının tercihine kalmış bir seçimdir:

Biyografik roman, hibrid doğasını saklamak için hiçbir girişimde bulunmaz, yine de, her yazar gerçek ve kurgunun ilişkisiyle ilgili kendine farklı kurallar koyar. Bazıları, benim Author, Author’da [ve A Man of Parts’da] yaptığım gibi tarihsel kayıtlara çok bağlı kalır, diğerleriyse, bazen gülünç olacak kadar, serbest bir şekilde kurguyu kullanır.199

Gerçeklere bağlı kaldığını iki romanın önsözünde dile getiren Lodge, romanlarda olan hemen her şeyin gerçeklere dayandığını, karakterlerin hepsinin gerçek kişiler olduğunu, mektup, makale ve benzeri yerlerden yapılan alıntıların çoğunun gerçek kaynaklar olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda, kaynaklardan yapılan alıntılar, romanlarda italik olarak verilmiştir. A Man of Parts’ın teşekkür bölümünde gerçek olmayan mektupların listesini okuyucuyla paylaşan Lodge, Author, Author’ın sonunda

198 Lodge, Lives in Writing, s. 240-241. 199 Lodge, The Year of Henry James or, Timing Is All: The Story of a Novel, s. 9. 78

ise gerçekte var olmayan, kendisinin kurguladığı ayrıntıları sıralamıştır. Lodge, A Man of Parts’da gerçeklere bağlı kaldığını anlatı içinde vurgulamak için, anlatıya anlatıcıdan farklı bir ses koyup bu sesin H.G. Wells’e sorular sorup cevaplar almasını sağlayarak, romana bir röportaj havası vermeye çalışmıştır. Bu ses aslında, Lodge olarak kabul edilirse, Lodge’un roman yazarı olarak yetkisini kullanıp anlatıya müdahale etmesi anlamına da gelir. Dolayısıyla, her ne kadar gerçeklere bağlı kaldığını öne sürse de Lodge, Author, Author ve A Man of Parts’ın başında, bunların birer roman olduğunu ve roman olarak yapılandırıldığını açıkça dile getirmiştir.

Irving Stone, biyografik roman yapısı için dramatize etmek, diyalog, karakterleri canlı hale getirmek ve mizah ve anekdot kullanımından oluşan dört basamak olduğunu öne sürmüştür. Bu dört adımı romanlarında uygulayan Lodge, hem Author, Author’da hem de A Man of Parts’da, kronolojik sırayı değil de, geriye dönüş yoluyla sondan başlayarak ve anlatının sonunda yine sona geri dönerek Henry James ve H.G. Wells’in yaşamlarını dramatize etmiştir. Aynı zamanda, James ve Wells hakkında çok bilinen gerçeklere değil de kendisinin roman yazarı olarak tercih ettiği kısımları romanlarının merkezine alarak yine biyografik roman yapısını vurgulamıştır. James’in Author, Author’da George Du Maurier’yi ve Constance Fenimore Woolson’ı kıskanması, Wells’in ise A Man of Parts’da ilişkilerinin ve cinsel yaşamının anlatılması yoluyla James ve Wells’in de herkes gibi insan olduklarını göstermeye çalışan Lodge, bu şekilde onları daha canlı hale, yani roman karakterine dönüştürmüştür.

Karakterlerin birbirlerine söyledikleri konusunda romancı yetkisini kullandığını söyleyen Lodge, romanlarında, kaynaklardan yaptığı alıntıların yanı sıra, bol bol diyalog kullanmıştır. James’in Wells ile ya da Wells’in George Bernard Shaw ile tanışması gibi ve Guy Domville gösterimi sırasında yaşanan anekdotları Author, Author ve A Man of Parts’da kurgulayan Lodge, romanların bazı bölümlerinde mizah unsurları kullanmaktan da geri kalmamıştır. Sonuç olarak, biyografik araştırmaya önem verdiğini ve gerçeklere bağlı kaldığını her fırsatta belirtmesine rağmen Lodge, biyografik roman yazdığının farkında olmuş ve gerçekle kurguyu birleştirip biyografik romanın gerekliliklerini romanlarında uygulamıştır.

Gerçek ve kurgu arasındaki dengenin yazardan yazara farklılık göstermesine rağmen, romanlar, ister gerçek bir kişiyi olduğu gibi anlatsınlar, ister gerçek ve kurguyu 79

dengelesinler, isterlerse tamamen kurgusal bir kişiyi ele alsınlar, yaşam ve edebiyat arasındaki yok sayılamayacak ilişkiden dolayı, tarih boyunca daima insan yaşamından etkilenmiş ve ona dayanmışlardır. Dolayısıyla, insanların yaşadıkları ve deneyimleri, ister açık ister örtülü olsun, romanlarda yerini almıştır ve almaya devam etmesi kaçınılmazdır. David Lodge da elli yılı aşkın süredir devam eden yazarlık kariyeri boyunca romanlarında hem kendi hem de başka kişilerin deneyimlerini yansıtan romanlar yazarak, edebiyat ve yaşam arasındaki ilişkiye katkıda bulunmaya devam etmektedir.

80

KAYNAKÇA

Abrams, M.H., ve Harpham, Geoffrey Galt, A Glossary of Literary Terms, (7. bs.), Heinle & Heinle, Massachusetts 1999.

Banner, Lois W., “Biography as History”, The American Historical Review, 114 (3) Haziran 2009, 579-586.

Barman, Roderick J., “Biography as History”, Journal of the Canadian Historical Association, 21 (2), 2010, 61-75.

Barry, Peter, Beginning Theory: An Introduction to Literary and Cultural Theory, (3. bs.), Manchester University Press, Manchester 2009.

Benfey, Christopher, “H.G. Wells, the Man Who Invented Tomorrow”, The New York Times, (16 Eylül 2011).

Caine, Barbara, Biography and History, Palgrave Macmillan, New York 2010.

Cuddon, J.A., Dictionary of Literary Terms and Literary Theory, (4. bs.), Penguin, Londra 1999.

Eagleton, Terry, “Living as Little as Possible”, London Review of Books, 26 (8), (23 Eylül 2004).

Edel, Leon, “Biography: A Manifesto”, Biography, 1 (1), Kış 1978, 1-3.

Ellmann, Richard, “Freud and Literary Biography”, The American Scholar, 53 (4), Sonbahar 1984, 465-478.

Elms, Alan C., Uncovering Lives: The Uneasy Alliance of Biography and Psychology, Oxford University Press, Oxford 1994.

Fay, Sarah, “Sex and Prophecy”, New Republic, (10 Ocak 2012).

Freud, Sigmund, Leonardo da Vinci: A Psychosexual Study of an Infantile Reminiscence, Moffat, Yard & Company, New York 1916.

Garner, Richard, “David Lodge: A Novelist’s Lament for The Golden Age of Universities”, The Independent, (28 Mart 2011). 81

Gillies, Midge, Writing Lives: Literary Biography, Cambridge University Press, Cambridge 2009.

Guignery, Vanessa, “David Lodge’s Author, Author and the Genre of the Biographical Novel”, Etudes Anglaises, 60 (2), Nisan-Haziran 2007, 160-172.

Hailbrun, Carolyn G., “Is Biography Fiction?”, Soundings: An Interdisciplinary Journal, 76 (2), Yaz 1993, 295-304.

Hamilton, Nigel, Biography: A Brief History, Harvard University Press, Massachusetts 2007.

------, How to Do Biography: A Primer, Harvard University Press, Massachusetts 2008.

Harrison, Sophie, “‘Author, Author’: The Portrait of a Layabout”, The New York Times, (10 Ekim 2004).

Hollinghurst, Alan, “The Middle Fears”, The Guardian, (4 Eylül 2004).

James, Henry, “The Leson of the Master”, Edward Said (Ed.), Henry James: Complete Stories 1884-1891, The Library of America, New York 1999, 544-606.

Lee, Hermione, Biography: A Very Short Introduction, Oxford University Press, New York 2009.

Lodge, David, A Man of Parts, Vintage, Londra 2012.

------, Lives in Writing, Harvill Secker, Londra 2014.

------, The Year of Henry James or, Timing is All: The Story of a Novel, Harvill Secker, Londra 2006.

------, Yazar, Yazar, Suzan Aral Akçora (Çev.), Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2011.

McDowell, Lesley, “A Man of Parts by David Lodge”, The Independent, (3 Nisan 2011).

Morrison, Blake, “A Man of Parts by David Lodge”, The Guardian, (9 Nisan 2011). 82

Okay, M. Orhan, Kağıt Medeniyeti, Dergâh Yayınları, İstanbul 2013.

Ou, Rong, “An Interview with David Lodge at Cambridge”, Journal of Cambridge Studies, 5 (2-3), Eylül 2010, 132-143.

Parke, Catherine N., Biography: Writing Lives, Routledge, New York 2002.

Perkin, J. Russell, David Lodge and the Tradition of the Modern Novel, McGill- Quenn’s University Press, Kanada 2014.

Perrault, Stephen J., (Ed.), Merriam-Webster’s Advanced Learner’s Dictionary, Merriam-Webster, Massachusetts 2008.

Scherzinger, Karen, “Staging Henry James: Representing the Author in Colm Tóibín’s The Master and David Lodge’s Author, Author! A Novel”, The Henry James Review, 29 (2), İlkbahar 2008, 181-196.

Stone, Irving, “The Biographical Novel”, The Writer, Ocak 1962, 1-5.

Thwaite, Mark, “David Lodge, Deaf Sentence”, The Book Depository Interviews, (19 Şubat 2009).

Vianu, Lidia, “David Lodge, Art Must Entertain or Give Delight”, Desperado Essay- Interviews, Bucharest University Press, Bükreş 2006, 224-230.

Vickers, Salley, “A Man of Parts by David Lodge”, The Times, (26 Mart 2011).

Wiesenfarth, Joseph, “The Art of Fiction and the Art of War: Henry James, H.G Wells, and Ford Madox Ford”, Connotations, 1 (1), 1991, 55-73.

Woolf, Virginia, “The New Biography”, David Bradshaw (Ed.), Virginia Woolf Selected Essays, Oxford University Press, New York 2009, 95-100.

83

İnternet Kaynakları

Orwell, George, “Wells, Hitler and the World”, Erişim Tarihi: 22 Mayıs 2014, http://orwell.ru/library/reviews/wells/english

Türk Dil Kurumu, Erişim Tarihi 22 Nisan 2014, http://tdkterim.gov.tr/bts/

Wells, H.G., Experiment in Autobiography: Discoveries and Conclusions of a Very Ordinary Brain (since 1866), Erişim Tarihi: 13 Mayıs 2014, http://gutenberg.ca/ebooks/wellshg-autobiography/wellshg-autobiography-00-h- dir/wellshg-autobiography-00-h.html

84

ÖZGEÇMİŞ

Kişisel Bilgiler

Adı Soyadı Gonca Karaca

Doğum Yeri ve Tarihi Erzurum/18.09.1988

Eğitim Durumu

Lisans Öğrenimi Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi İngiliz Dili ve Edebiyatı Bölümü Bildiği Yabancı Diller İngilizce

İş Deneyimi

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Fen- Çalıştığı Kurumlar Edebiyat Fakültesi Atatürk Üniversitesi Edebiyat Fakültesi

İletişim

E-Posta Adresi [email protected]

Tarih 23.07.2014