!    "                  !     ! #  !             ! #                      #   $      %         !          #       #                             &                                  %                 '       #          %  !  #           #           & 

()*+,-.!  " / %    0    % 1 2   -   3    / %    - '  4 5  # -  &  !  . .!  " / %    6 7     % "       

  

     



     

                                          !      "        #      $  !%  !      &  $   '   '  ($   ' # % %)   %*   % '   $  '      +      " %        &  '  !#       $,  ( $ 

        -  . .-   .        %  . .--      /    .- .   0/   !               -%   %  .   -    .      -- #  %%    -% 1-   --  2 32    - -% 1 %12  -      -  1- - - -  -2 3.     -  - 42.   

5 +   4- $$$   

6  7 .- - 8"8"#9:;"      . .-   -- <&  ) 5  5& # = #  &:8% >%     % ?@AA  % :  # 9  9!   B  

*   &  -.  . .  - 

5.  ;  -C#+ + .  5.  ;  -CDA@E<&  ) ":    * - -- &  DA@E TARİHİN İNŞÂSI VE SİYASET -Yazılar

2

Tarihin İnşâsı ve Siyaset -Yazılar

Mete K. KAYNAR

1. Baskı 2009 2. Baskı 2012

İÇİNDEKİLER

Resmî İdeoloji, Ritüeller, Türkiye Solu ve Muhalefet ? 7

Nutuk’u Okumak 27

Beyaz Zambaklar Memleketi ve İhtilâlin Mantığı 101

Tarihsel Bir Kişilik Olarak Mustafa Kemal’den Popüler Kültür Metaı Olarak Atatürk’e 139

Osmanlı’da Devrim Oldu mu?: II Meşrutiyeti Okumak 181

Halkçılık 235

İnkılâpcılık 267

Bir ‘‘Resmî Tarih Mevlüdü’’: Şu Çılgın Türkler Üzerine Bir Değerlendirme 297

Tür Millî Talim ve Terbiye Sistemi 351

Sivil Toplumun Kavramsal Tarihi ve Sivil Toplumla İlgili Güncel Tartışmalar 373

Türkiye Solu, Öteki Milliyetçilik: Türkiye Solunda Milliyetçiliğin Üzerine Bir Tartışma 411

27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve Türkiye’de Darbeler 451

Kaynakça 473

Tarihin İnşâsı ve Siyaset

2%3-ÄØÜ$%/,/*Ü Ø2Ü4e%,,%2 Ø4e2+Ü9%Ø3/,5Ø 6%Ø-5(!,%&%4

le avuca sığmaz bir kavram resmî ideoloji. Toplumsal kurumların tamamına nüfuz et- miş, toplumsal ilişkiler ağı içersinde kendini her gün yeniden üreten bir kavram. Eğitim sistemi,E siyasî sistem, din, ekonomi gibi toplumsal ku- rumların neredeyse tamamında yürütülen ilişkilerin içeri- sinde yer alır. Dinin “ulu’l emre itâat” düşüncesinden, eği- tim sistemindeki Andımıza, ekonomideki “millî burjuva yaratma” projesinden Anayasa’daki “devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” düşüncesine kadar tüm toplumsal yapı içinde üretilir ve aktarılır resmî ideoloji. Resmî ideoloji sadece yalana, uydurmaya indirgenemez; bunları da kapsar; hattâ aşar. İnkâr, görmezden gelme, yok sayma ve tevil de resmî ideolojinin en önemli araç- larıdır. Toplumsal dokuda var olan ve/ya tarihte gerçek- te var olmuş olan kimi zaman görmezden gelinir; onun varlığından artık bahsedilmez olur yada bahsedilse de gerçekte oluğundan farklı şekillerde bahsedilir. Kimi za- man gerçekler inkâr edilir, çoğu zaman da o dokuda var 7 Mete K. Kaynar olanlar çarpıtılarak sunulur makbul vatandaşa ve makbul vatandaşın makbullüğü, kendisine sunulanların gerçeğin bizzat kendisi olduğuna canı gönülden inanması ve inan- dıklarını içselleştirebilme kapasitesi ile ilgilidir. Bunu yapamayanlar bu coğrafyada yaşamlarını devam ettirmele- rine rağmen, aynı coğrafya üzerindeki kamusal alanda yer almazlar; dışlanmışlar, öteki hâline getirilmişlerdir: Onlar yokturlar. Tabir-i câizse Hayalî’nin şiirinde olduğu gibi, onlar deryaya içredirler ama mâhî değildirler; denizin için- dedirler ama balıktan sayılmazlar. Resmî ideoloji, adın dan hareketle, sadece resmî ku- rumlarda (yani devlet kurumlarında) üretilen bir ideoloji değildir. Devletin resmî kurumları da resmî ideolojinin üretilmesi ve aktarılmasında çok önemli bir yere sahiptir, fakat resmî ideolojiyi sadece ve sadece resmî kurumlarda üretilen ideolojiye indirgeyerek düşünmek onun niteliğini anlamayı zorlaştırır. Aksine resmî ideoloji, medyada, eği- tim kurumlarında, üniversitelerde, romanlarda, şiirlerde, filmlerde üretilen ve bekli de en önemlisi dilin kendisinde üretilen ve aktarılan bir ideolojidir. Kürt dağda gezen bir “Türk boyu”dur; devlet “baba”dır, devlet “talih²tir, “Er- meni dölü” ya da “Rum çocuğu” ise birer küfürden iba- rettirler. Benzer şekilde, Atatürk Mevlüdü’nde “Gel dilersiz bu- lasız halktan necat/ Atatürk’e Atatürk’e Esselat” diyen Behçet Kemal Çağlar’sız, Çılgın TürklerØ ’in yazarı Tur- gut Özakmansız, korporate medyanın amirali Ertuğrul Özköksüz, olası bir Marmara depreminin yaratacağı hasarı azaltmak için o bölgede sıkıyönetim ilan edilmesini savu- nan jeoloji profesörü Celal Şengörsüz ya da Veda filminin yönetmeni Zülfü Livanelisiz bir resmî ideoloji düşünülme- si mümkün değildir. Hattâ, resmî ideoloji asıl buralarda üretilir ve aktarılır. Ancak, eğitim kurumu ve medyanın

8 Tarihin İnşâsı ve Siyaset resmî ideolojinin oluşturulması ve aktarılması konusun- da ayrıcalıklı bir rolü olduğunu belirtmeden geçmemek gerekiyor. Yapılan araştırmalara göre, ortalama Türkiye yurttaşının günde yaklaşık dört saatini karşısında geçirdi- ği televizyon ve siyasî gündemi belirleyen, yorumlayan ve aktaran gazeteler resmî ideolojinin aktarılmasındaki başlı- ca kaynaklardır. Eğitim sistemi, makbul vatandaşın zihni- nin inşâsında medyadan da derin bir etkiye sahiptir. He- pimizin anıları arasında yer alan, askeri düzen yürümeyi öğrendiğimiz beden eğitimi derslerini, varlığımızı Türk varlığına fedâ etmemizi öğütleyen andımızı ve yine askeri düzen tekmil verilerek başlanan Millî Güvenlik derslerini hesaba katmadan Türkiye’de eğitim sistemini tartışmak da mümkün değildir. Resmî ideoloji, ayrıca, geçmişi bugünün ihtiyaçlarına göre kurar şekillendirir; onu resmî tarih hâline getirir. Tarih, tarih bilimcisinin yaptığı bir bilim değil; aksine, artık, resmî ideolojinin ajanları, yani onun sinemacıları, şairleri, romancıları, gazetecileri heykeltraşları, ressamnla- rı, bürokratları, reklamcıları, müzisyenleri vb. tarafından üretilmiş bir KURGU, gerçek tarihten yararlanılarak yazıl- mış bir senaryodur; nitekim artık, tarih yok, resmî tarih vardır; tarihin kendisi sadece resmî tarihin bir MALZEME sidir; o, günümüzün siyasî ihtiyaçlarına göre yeniden kur- gulanabilir, şekillendirilebilir. Tarihçi tarihte olanı ifşâ ederken, resmî tarihçi tarihi inşâ eder; onu bugüne ular. Resmî tarihle birlikte, tarih inşâ edilmiş, üretilmiş, yara- tılmış, kurgulanmış ve bu şekliyle bugünkü resmî ideolo- jinin emrine sunulmuştur. Dün, artık bugünü inşânın bir malzemesi; bugünkü siyasî tartışmalara geçmişten verece- ğimiz bir misal, bugünkü siyasî tartışmalarda nerede dur- mamız gerektiği ile ilgili bir referans noktasıdır. Böylece makbul vatandaşlara, bir geçmiş, bir tarih de inşâ edilmiş

9 Mete K. Kaynar olur. Bir başka ifâde ile resmî ideoloji, bugünü “makbul vatandaşlar” ve “ötekiler” şeklinde bölerken, geçmişi de -resmî tarih yoluyla- “kahramanlar” ve “hâinler” olarak tasnif ve inşâ eder. Bunu yaparken de tarihi çarpıtır, dö- nüştürür, tevil eder. Kurtuluş Savaşı’nın Çılgın Türkler’i bugünün makbul vatandaşlarının fikir ataları iken, Mus- tafa Kemal’in bütün muhâlifleri de bugünkü ötekilerin fikrî akrabaları hâline sokulur: 31 Mart’ın Avcı Taburu ile bugünün “şeriat tehlikesi”, dünün Hareket Ordusu ile gü- nümüzün Kemalistleri arasında kopmaz bir bağ kurulur resmî tarih yoluyla. Resmî ideolojinin yurttaşların zihinlerini esir aldığı bir toplumda “siyaset” imkânı da ortadan kalkar. Bunu bizzat resmî ideoloji ve siyaset kavramlarının dayandıkları temel- lere baktığımızda da görmek mümkündür. Siyaset kav- ramı, son analizde, “bilmek”, “düşünmek”, “tartışmak”, gibi fiiller ile ilgilidir. Siyaseti nasıl tanımlarsak tanımla- yalım, bu fiillerin siyasetin nüvesini oluşturduğunu kabul etmek zorundayız. Siyasetin tersine, resmî ideoloji kavra- mı ise “inanmak”, “itâat etmek” fiilleriyle ve ritüellerle ilgilidir. Düşünmek, tartışmak, analiz etmek, eleştirmek, yorumlamak… türünden tüm kavramlar resmî ideoloji kavramının dışındadır. Resmî ideoloji, yukarıdaki türden tüm kavramları dışlar; çünkü varlık nedeni, bu kavramla- rın toplumsal hayattan dışlanması ile ilgilidir. Düşünen, düşündüğünü ötekileştirilme korkusu taşımadan ifâde eden, tartışan ve örgütlenebilen insanın, bir diğer ifâde ile siyasetin öznesi olan yurttaşın olduğu yerde resmî ideoloji, resmî ideolojinin insanların zihnini inşâ etmeyi başarabil- diği yerde de “SIYASET”ten ve siyasetin öznesi olan yurt- taştan bahsedilemez. Çünkü ikincisinde insanlar, resmî ideolojinin tahakkümü altındaki siyasî süreçlerin nesnesi hâline getirilmişlerdir.

10 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Resmî ideolojinin zihinleri iğdiş ederek tartışmanın ye- rine itâati, düşünmenin yerine inanmayı koyduğu yerde siyaset, ancak, resmî ideolojinin farklı kutupları arasın- daki bir çekişme şeklinde tezâhür edebilir. Siyaset, resmî ideolojinin yurttaşları çepeçevre sardığı bir toplumda da (gerçek anlamıyla değilse de) mevcuttur, hattâ serbest- tir; ancak sadece resmî ideolojinin vazettiklerinin teren- nüm edilmesi koşuluyla. Ermeni soykırımının olmadığı yönündeki her türlü siyasî faaliyet serbesttir böylesi bir toplumda; ancak bunun tersini söylemek, söyleyeni yTEKI ve hâin kılar. Böylesi bir ortamda hâinlik, satılmışlık yaf- tasını taşımayı kabul etmeden, resmî ideolojinin vazettiği kavramlar setinin dışına çıkılarak siyaset yapmak müm- kün değildir: Resmî ideolojiye göre Ermeni soykırımı “sözde”dir. Siyaset imkânı sadece onun sözdeliğini teyit edecek faaliyetlerle sınırlıdır. Tersini söylemek, iddiâ et- mek, eğer söyleyen öteki ve hâin olmayı göğüsleyebilecek ve “denizden kovulmayı” göze alabilecek cesarette ise ka- nunen yasak değildir. Resmî ideolojinin gerçek anlamda siyaset kavramının içini boşaltarak siyaseti, kendi inşâ ettiği gerçeklikler âlemindeki bir oyuna, ritüellere dönüştürmesi, siyaseti toplumsal bağlamından tamamen koparır; siyaset makbul vatandaşlardan mürekkep partilerde icra edilen bir temâşâ hâline gelir. Yurttaşlar ise gerçekleştirilen ritüellerin bir nesnesi. Bu çemberin dışında kalmaya çalışan kişi ve siyasî örgütlenmeler ise önce görmezden gelinir, yok sayılırlar; ardından da hâin ve satılmış olarak tanımlanarak sistemin dışına itilirler. Zâten, resmî ideoloji yoluyla ulaşılmaya çalışılan temel amaç da budur: Yurttaşların siyasetin öz- nesi olmaktan çıkartılarak, resmî ideolojinin ritüellerinin bir nesnesi hâline getirilmesi. Çünkü toplumdan siyaset yapması değil, inanması ve itâat etmesi beklenmektedir.

11 Mete K. Kaynar Resmî ideolojinin toplumu tahakkümü, aynı zamanda öznenin nesneleştirilmesi sürecidir. Örneğin, eğitim sis- teminde genç yurttaşlardan İstiklal Marşı’nı okuyup an- lamaları, eleştirmeleri, tartışmaları, örneğin neden marşın “korkma” hitabıyla başladığını düşünmeye, anlamaya ça- lışmaları değil; öğretmenleri tarafından öğretilen teatral hareketlerle hiçbir kelimesini anlamadıkları, anlayama- yacakları bu sözleri, karşılarındaki topluluğa gözyaşları arasında okumaları beklenmektedir. Siyasî faaliyet, onlu yaşlarındaki gençlerin “O zaman vecd ile secde eder varsa taşım, her cerihamdan ilahi boşanıp kanlı yaşım” dizele- rinden etkilenerek ağlamalarının izleyiciler tarafından al- kışlanması şeklindeki bir ritüeldir artık. Benzer şekilde, rejimin Mustafa Kemal’in “dahi” anlaşılmasına, eleştiril- mesine, hattâ bir insan olarak sevilmesine “BILE” taham- mülü yoktur. Eğlenen, içki içen, karanlıktan korkan, bir diğer ifâde ile herkes gibi insanî zevk ve endişeleri olan bir Mustafa Kemal imgesinin makbul vatandaşlara sunulmuş olması da resmî ideologları tedirgin eder. Resmî ideoloji- nin beyinleri esir aldığı yerde, Mustafa Kemal, Ardahan’ın Damal İlçesi Karadağ sırtlarına gölgesinin yansıması her yılın Temmuz ayı başlarında resmî törenlerle kutlanan bir totem-baba’dır; ulu önder Atatürk’tür; o asla “Musta- fa” olamaz. Neyse ki, Mustafa filminin resmî ideolojinin tanımladığı Mustafa Kemal imgesinde açtığı yaranın te- davisi için resmî ideologlar görevden vazife çıkardılar da Veda ve Dersimiz Atatürk filmleri gösterime girdi. Rejim için resmî ideoloji işlevsel, önemli, hattâ hayatîdir. Resmî ideolojinin siyasî sistem içerisindeki en önemli işle- vi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini bir ulus-devlet ola- rak tanımlayabilmesini mümkün kılmasıdır. Resmî ide- oloji bu işlevini, rejimin ulusu (yurttaşları) siyasî sistem içerisinde gerçek anlamda bir özne (hâkimiyetin gerçek

12 Tarihin İnşâsı ve Siyaset sahibi) olarak tanımlama konusundaki başarısızlıklarını ve çelişkilerini örterek, gizleyerek gerçekleştirir. Cumhu- riyet, teoride bir ulus-devlet projesiydi; fakat ulusun bir özne olarak devlet ile bütünleşip ulus-devleti kuramadı- ğı durumda, devlet bir nesne olarak ulusu şekillendirerek ulus-devleti inşâ etmeye yöneldi. Resmî ideoloji işte tam bu nokta da işlevsel hale geldi. Osmanlı modernleşmesinin ağırlık noktası impara- torluğun dağılmaktan kurtarılmasıydı. İttihad-ı anâsır düşüncesi, Osmanlı reformlarının temel sâiklerinden birini oluşturuyordu. Bu öylesine belirgin bir ihtiyaçtı ki, Abdülhamid’in İslamcılığı ile İttihat ve Terakki’nin Anayasal meşrûtiyet düşüncesini aynı düzlemde bir ara- ya getirebiliyordu. Hattâ Türk milliyetçisi Rıza Nur bile, imparatorluğun dağılabileceği korkusuyla milliyetçiliğini açıkça ifâde etmekten çekindiğini anılarına şu sözlerde dile getiriyordu: “Türk ülküsü için ölüyorum, fakat bu ülküyü içimde gizli bir çanak gibi saklıyorum ve ondan kimseye söz etmiyorum. Biliyorum ki böyle yapsam bu hareketim diğerlerinin gizli fikirlerini meşrûlaştıracaktır. Ve bu da devletin parçalanması, tükenişi anlamına gelecektir.” Osmanlı’yı dağılmaktan kurtarmak, imparatorluğu oluşturan unsurları bir arada tutabilmek, dağılmayı ön- lemek, ±üç tarz-ı siyaset”in her birinin temel mantığı idi. Ancak, I. Dünya Savaşı, imparatorluğun sonunu getirdi ve yerine teknik anlamda bir “ulus-devlet” olan Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurulan Cumhuriyet gerçekten de sadece teknik anlamda bir ulus-devletti. Çünkü Ba- tılı usullerle kurulmuş bir (ulus) devlet olmasına karşın, o ulus-devletin “ulus”u henüz ortalıkta yoktu. Bir başka ifâde ile, hâkimiyet bilâ kayd-ı şartØmilletindi ancak or- tada hâkimiyeti kayıtsız şartsız sırtlanacak, sahiplenecek, onun öznesini oluşturacak ulus (demos) hâlinde örgütlü

13 Mete K. Kaynar bir kitle mevcut değildi. Cumhuriyet, ulus tarafından değil, ağırlıklı olarak as- ker ve bürokrat tarafından Batılı örnekler göz önüne alı- narak kurulmuştu. Cumhuriyet yönetiminin bu açmazı, Cumhuriyet dönemi reformlarının da temel sâikini ve bunların Osmanlı dönemi reformlarından temel farklı- lığını oluşturdu: Ulus-devletin ulusunun, ulus-devletin devleti tarafından imâli, inşâsı, yaratılması; yani, Türki- ye Cumhuriyeti’nin siyasî öznesini oluşturacak bir ulusun oluşturulması. Farklı kelimelerle ifâde etmek gerekirse, Cumhuriyet’in elinde Osmanlı’dan farklı olarak, Batılı formlarla kurulmuş bir devlet vardı; var olduğu düşünülü- yordu. Bu Cumhuriyet’in, bu ulus-devletin en büyük eksi- ği ise kendi öznesi olacak bir ulustu. Erken Cumhuriyet’in idarecileri kolları sıvadılar ve kendi politikalarıyla kendi öznelerini (hâkimiyetin sahibini) yaratmaya koyuldular; devletin politikaları ile Cumhuriyet’in öznesi, sahibi olan bir ulus, bir toplum yaratılacaktı. Tek parti dönemi bu çabayla geçti. İnkılâp kanunla- rı, Türk Tarih Tezleri, Halkevleri, Köy Enstitüleri, hep- si son analizde ulusun bir özne olarak inşâsına yönelik çabalardı. Cumhuriyet, tüm bu çabalarına karşın, hem ’nın dışına çıkmakta zorlandı, hem de idarî politi- kalar ile siyasî süreçlerin “özne”si, hâkimi olacak bir top- lumun, bir ulusun inşâ edilmeye çalışılmasındaki çelişki- yi göremedi: Hâkimiyet bilâ kayd-ı şart milletindi, yani teorik olarak millet siyasî süreçlerin öznesi, sahibi olarak kabul ediliyor, meclis sadece ve sadece bu öznenin adına hâkimiyeti kullanan bir organ (nesne) olarak tanımlanı- yordu. Hâkimiyet teorik olarak milletindi, ancak gerçek- te millet tek parti dönemi politikaları ile ileri bir tarihte inşâ edilecekti. Peki, o takdirde hâkimiyet aslında kim- deydi? Kimdi gerçek anlamda özne, hâkim o dönemde?

14 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Tabîî ki, pratikte hâkimiyet, ulusa değil, idarî politikalar- la hâkimiyetin gerçek sahibini yaratacak olan idarecilere aitti. Bu, Cumhuriyet yönetimi için ciddî bir çelişkiydi. Tabir-i câizse, Cumhuriyet’in kuruluş tanımında nesne ile özne yer değiştirmiş, nesne fail, özne mef’ul hâline gel- mişti. Özne (ulus) olarak tanımlanan gerçekte nesne, nes- ne (devlet, meclis) olarak tanımlanan ise gerçekte nesneyi kendi politikalarıyla özne hâline getirecek özneydi. Özne (hâkimiyetin gerçek sahibi, devlet) nesnesinden (gelecek nesilden) yeni bir özne (Cumhuriyet’in sahibi) yaratacak- tı. Bu, tam da “tavuğun, kendini yumurtlayacak tavuğu doğurması” türünden bir çelişkiydi. Cumhuriyet, gelecek yeni neslin, devletin izleyeceği politikalarla yetişecek yeni neslin, bir “Cumhuriyet kuşağı” olacağını, ulus-devletin ulusunu, öznesini oluşturacağını düşünüyordu. Mustafa Kemal Nutuk’unu gençliğe hitabe ile, gençliğe öğütlerle bitiriyor; bayramlar çocuklara, gençlere ithaf ediliyordu. Tek parti yönetiminin politikaları, genç nesillerin bir öz- ne-ulus hâline gelmesine yol açacak, Cumhuriyeti bu ku- şak sahiplenilecek; böylece ihtiyaç duyulan ulus bir kuşak sonra yaratılmış olacak; Cumhuriyet, gelecek nesillere bir armağan olacaktı. Oysa hâkimiyetin gerçek öznesi olan ulusun inşâsı bir yana, Cumhuriyet teknik anlamda bile tüm yurda yayıl- mış değildi. 1922’de “kurtarılan” İzmir bile 1930 yılında Cumhuriyet politikalarına direniyordu. Cumhuriyet yöne- timinin göz bebeği İzmir, 04.Eylül.1930 tarihinde ken- te gelen Ali ’ı çılgınca karşılıyor; halk, CHF idaresine tepkisini Okyar’a gösterdiği ilgi ile dile getiri- yor; çıkan çatışmada 12 yaşındaki bir çocuk da öldürü- lüyordu. Doğu ve Güneydoğu’da ise durum daha da va- himdi. İzmir’den yükselen muhalefeti Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kapattırarak atlatmaya çalışan yönetim, Doğu’ya

15 Mete K. Kaynar karşı çok daha haşin davranacak, 1938 yılındaki Dersim örneğinde olduğu gibi, şiddet yöntemlerine başvuacaktı: Rejim, kurulduktan 15 yıl sonra bile, kendi sınırları içe- risinde kendi öznesini (ulusunu) yaygın bir şekilde imâl edememişti; hâlâ Cumhuriyet idarecilerinin arzu ettiği yaygınlıkta bir Cumhuriyet ulusu yaratılamamıştı. Nitekim sonuç hiç de tek parti yönetiminin arzuladığı şekilde olmadı. Hâkimiyetin gerçek sahibi olan bir ulu- sun oluşturulması düşüncesi geniş oranda başarılamadı. Bir diğer ifâde ile, Şerif Mardin’in de vurguladığı gibi, Cumhuriyet rejimi, imamın yerine öğretmeni ikâme ede- cek bir toplumsal dokunun ortaya çıkarılmasında yaygın olarak başarılı olamadı: Rejimi köylere kadar götürecek olan köy enstitüleri kapatıldı; halkevleri yerel bürokrat ve CHP’lilerin gidip geldiği bir lokal olma özelliğini nadiren aşabildi. Ulusun inşâsı düşüncesi başarısızlığa uğradıkça da Cumhuriyet yönetimi inşâ edemediği ulusu, resmî ide- oloji çerçevesinde tanımlamaya, kurmaya yöneldi ve resmî ideoloji işte bu noktada devreye girdi. Bir anlamda resmî ideoloji, ulus-devletin ulusu ve devleti arasındaki çatlağı dolduran bir sıva görevi gördü. Bir ulusun kurmadığı ulus- devlette (Türkiye Cumhuriyeti’nde) devlet, bizzat ulusu inşâ etmeye yönelip, bu konuda da görece başarısız olunca, resmî ideoloji makbul vatandaşın inşâsının temel enstrü- manlarından biri hâline geldi. Tek parti dönemi politika- larıyla inşâ edilemeyen, ortaya çıkmayan özne, ulus, yine aynı dönemlerden başlayarak resmî ideoloji yoluyla inşâ edilmeye, tahayyül edilmeye çalışıldı. Tek parti yönetimi politikaları hâkimiyetin gerçek sahibi olarak ulusu inşâ etmekte başarısız olduğu ölçüde de bu başarısızlık, resmî ideolojinin dayatmaları ile örtülmeye çalışıldı. Böylece herkesin makbul vatandaş olacağı, ulusun inşâ edilebildi- ğinin varsayılabileceği kurgusal bir zemin de yaratılmış

16 Tarihin İnşâsı ve Siyaset oldu. Çünkü bu kurguda makbul vatandaş olmayanların hâinler, ötekiler odukları varsayılıyordu. Resmî ideolojiye göre herkes Türk’tü, her Türk asker doğardı, varlığımız Türk varlığına armağandı, devlet ül- kesi milleti ile bölünmez bir bütündü ve bizler birbirinin lazımı ve melzumu olan sınıfsız kaynaşmış bir kütleydik. Oysa Anadolu coğrafyasında yaşayan herkesin Tük olma- dığını, her Türk’ün asker doğmadığını ya da sınıfsız bir toplum olmadığımızı yöneticiler de biliyorlardı. Resmî ideoloji işte burada devreye giriyordu. Cumhuriyet rejimi işe herkesi Türkleştirmek, sınıfsız bir toplum inşâ etmek vb. için amaçlarla yol çıkmıştı ama bu gerçekleşmeyin- ce herkesin Türk olduğu, her Türk’ün asker doğduğu vb. aprioriØkabul edilerek diğerlerinin yok sayıldığı, görmez- den gelindiği, tüm bunların yapılamadığı durumlarda da gerçeklerin bastırıldığı, susturulduğu, çarpıtıldığı, tevil edildiği kurgusal bir inşâya geçildi. Devlet, hayata geçi- remediği politikaları (ulusun inşâsı) resmî ideoloji ile yeni bir gerçeklik alanı yaratarak halka dayatmaya başladı. Ar- tık ya bu ulus-devletin, tam da devletin istediği türden ulusu olunacaktı, ya da öteki: Ya deryada mâhî, ya da tava da ızgara! * * *

Sıradan insanla, onu çevreleyen, kuşatan aşkın, mukad- des bir ideoloji arasındaki ilişkiyi niteler ritüeller. İster dinsel olsun ister seküler, ritüeller, bizi çepeçevre sarmala- yan bu mukaddesle sıradan insan(lar) arasında (ayinler ve törenler yoluyla) kurulan bir ilişkinin altını çizerler. Bu ilişki eşitler arası olmayan, sıradan insanın aşkın ideoloji- ye teslimiyetini, tâbiyetini garanti altına alan bir ilişkidir. Bu yolla, toplumdaki mevcut iktidar yapıları, hiyerarşiler, statüler ve statükonun meşrûluğu pekiştirilir, garanti altı-

17 Mete K. Kaynar na alınır ve yeniden ürtetilir. “Mukaddes”in statükosunun devamı, “ben”i sarmala- yan üstün irade karşısındaki teslimiyetimi(zi) gözler önü- ne seren kamusal bir törenle sınanır, kutsanır ve bu ilişki her defasında yeniden, yeniden üretilerek “ben”in zihnine kazınır: Varlığımı “ben”i çepeçevre kuşatan aşkın varlı- ğa (örneğin 1982 Anayasası’ndaki ifâde ile “Yüce Türk Devleti”ne) armağan ettiğim sürece “ben”e (örneğin Ana- yasadaki başka bir ifâde ile ±…millî gurur ve iftiharda, millî sevinç ve kederlerde millî varlığa karşı hak ve ödev- lerde, nimet ve külfetlerde ve millet hayatının her türlü tecellisinde ortak” varlığın yani) “BIZ”in içerisinde bir yer açar statüko;ancak bu şartla beni bağrına basar ve bir makbul vatandaş, bir (siyasî) mümin olarak kutsar “ben”i. Ritüel, “ben”e “biz” içerisinde bir yer açan seramoniler dizgesidir. İtâat etmeli, tâbi olmalı, sorgusuz koşulsuz varlığımı ona armağan etmeliyim;ritüellerin bu olmazsa olmaz ideolojisine baş eğmeli, kendimi onun kollarına bı- rakmalı, sadece ama sadece bu yolla, beni sarmalayan üstün ve mukaddes irâdenin bana vadettiği yerlere ulaşabileceği- mi de aklımdan hiç çıkarmamalıyım: Erkekler cemaatine (“BIZ”ine) kabul edilmek istiyorsam, sünnetçinin şahsında somutlaşan irâdeye teslim olmalı, bu kamusal törende (ri- tüelde) çektiğim acıyı “biz”e yani erkeklerin hârim-i isme- tine, bir başka ifâde ile bu ritüele katılmayaların girmesine izin verilmeyen kutsal alana (“erkek”liğe) dahil olmanın sevinciyle teskin etmeliyim; 23 nisanlarda “neş’e dolmalı”, Faruk Nafız Çamlıbel ve Behçet Kemal Çağlar’ın 10. Yıl Marşı olarak bestelenen o ünlü şiirlerinde de belirttikleri gibi, kanımla özyurdun haritasını çizebilmeliyim.1 Nite- kim, yine aynı şiirde ifâde edildiği gibi ancak kanımla öz- yurdun haritasını çizerek memleketin yıllar süren yasını

1 Şiirin ilgili kıtası tam olarak şu şekildedir: “Çizerek kanımızla öz yurdun haritasını/Dindirdik memleketin yıllar süren yasını./Bütünledik her yönden istiklâl kavgasını,/Bütün dünya öğrendi Türklüğü saymasını” 18 Tarihin İnşâsı ve Siyaset dindirebilir, kendimi öz yurda fedâ ederek memleket için faydalı bir şeyler yapabilirim. Varlığımı Türk varlığına ya da bedenimi sünnetçiye teslim etmedikçe makbul vatandaş ve/ya Müslüman olma- nın kapıları –yani “ben”i “biz”e dâhil edecek sihirli kapı- kapalıdır. Ritüelin ideolojisi bu kadar serttir. Koşulsuz itâat sözü almadan kucaklamaz “ben”i “kutsal (olan)”; işte tam da bu nedenle, statükoya açılan kapıyı aralayarak mu- kaddese erişmemin ve o kapıyı araladığımda bana vaade- dilenlere kavuşmamın bir oyunu hâline gelir ritüeller. Bu oyun, ritüellerdir ve itâat de bu ritüelin mütemmim cüzü. Çünkü, ritüelin ideolojisi bu oyunun kuralını tartışmasız kabullenmemde gizlidir: Nitekim Ali Baba, harâmilerin mağrasına girerken oyunun kuralını tartışma gereği duy- maz; mücevherlerin saklı olduğu mağranın kapısının ken- di kendine aralanabilmesi için ritüele uyması, üç defa yük- sek sesle “Açıl susam açıl!” diye bağırması gerekmektedir. Ritüel, aynı zamanda, resmî ideolojinin “resmî”liğini de garanti altına alır. Resmî ideolojinin ritüelleri, bir yandan “ben”i “biz”in üyesi kılarlar, makbul vatan- daş hâline getirilerken, öte yandan da resmî ideolojinin resmîliğinin sürekliliğini garantilerler. Böylece, tabir-i câizse, ritüel, resmî ideoloji ile “ben”im aramda kurulan bir “kör-topal” ilişkisi hâlini alır. Ritüel yoluyla kurdu- ğum bu ilişki ile resmî ideoloji “resmî”liğini, “ben” de “makbul vatandaş”lığımı kazanırım. Böylece resmî ideo- loji mukaddes,”ben” ise onu takdis eden “mümin” hâline gelirim; onu takdis etmeyenlerse kafir. Bu yönüyle siyasî sistem içerisinde resmî ideoloji, züccaciye dükkânındaki fil işlevini yerine getirmeye başlar: Ritüeller yoluyla resmî ideoloji kendi resmîliğini garanti altına alır, kendini yeni- den üretirken; öte yandan da toplumu kırar,döker, parça- lara ayırır. Artık toplum, onun biricikliğini, üstünlüğünü

19 Mete K. Kaynar takdis eden “makbul vatandaş”lar, yani “biz”ler ve “vatan hâini”, “satılmış”, “kökü dışarıda”, “sapık ideolojilere sa- hip”, “bölücü”ler yani “onlar”, “öteki”ler şeklinde tasnif edilir. Toplumda bir yanda, bir “makbul vatandaş”lar, bir başka ifâde ile, siyasî cemaatin üyesi olmaya hak kazanmış, örnek gösterilen, rejimin kurumları içerisinde yükselme şansını yakalamış, ikbâl ile bahtiyar olmuş kişiler, bir de diğer yanda, bu toplumda yaşıyor olmasına rağmen siyasî süreçlerin ve kurumların dışında bırakılan kişiler vardır; o veciz (!) ifâde ile tekrarlayacak olursak toplum “Türksen öğün, değilsen itâat et, ya sev ya terk et!” şiârında ifâde edilen şekilde tasnif edilir resmî ideoloji tarafından. Toplum “biz” ve “onlar” şeklinde bölünmeden, tasnif edilmeden bir resmî ideoloji var olamaz. Bir başka ifâde ile resmî ideoloji, “biz”i tesis etmeye çabalar, ama aslında var- lığını “hâin” ve”öteki”lere borçludur. Çünkü, resmî ideo- loji görünürde “biz”in sınırlarını çizmeye çalışır, ama bunu ilk başta “öteki”ni tanımlayarak gerçekleştirmek zorun- dadır; öteki, artık sadece “öteki” değil, “biz olmayan”dır. Düşmanını, ötekisini tanımlamadan, kendi “biz”ini üret- mesi mümkün değildir resmî ideolojinin. Bizi “biz” yapan “ONLAR” olmamamızdır. Onları “Onlar” yapansa bizi “biz” yapan resmî ideolojiye biât etmemeleri; bu biâtın göster- gesi olan ritüellere iştirâk etmemeleridir. Oysa, o toplum- da yaşayanların resmî ideolojiyi takdis edenler etmeyenler ekseninde bölünerek, bir kısmının siyasî cemaatin dışına atılması, aynı zamanda, o toplumdan siyasetin kendisinin kendisinin de dışlanması anlamına gelir. Siyasî cemaatin, demosun içerisindeki biz ve onlar arasındaki ayrım ne ka- dar katıysa, siyasî sistemde resmî ideoloji ne kadar hâkim ve hâkim olduğu ölçüde ne kadar fazla yurttaşı ötekileşti- riyor, dışlıyorsa, o toplumda gerçek anlamıyla siyasetten bahsetmeye de o kadar az imkân vardır.

20 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Siyasetin önünün tıkandığı yerde ritüeller, siyasî sistem ve yurttaşlar arasındaki ilişkilerin niteliklerine eklemlenir ve gittikçe siyasetin yerini almaya başlarlar. Artık siya- set, resmî ideolojinin söylediklerine imana ve bu imanın törenlerle sergilendiği bir seramoniye dönüşmeye başlar. Oysa imanın rüknü “düşünmek” değil, “inanmaktır”; ritüel ise “inanmak”ın teşhiri. Nitekim “düşünmek”in, “sorgulamak”ın yerini “inanmak”ın aldığı yerde siyasetten bahsetmek mümkün bile değildir. Siyaset “iman”ı, resmî ideoloji de “düşünmek”i dışlar; siyasette “mümin”in, resmî ideolojide ise siyasetin gerçek anlamda öznesi olan “yurttaş”ın yeri yoktur. Siyasetin temeline yerleşen dü- şünmek, tartışmak, söylemek türünden eylemler ve bu ey- lemlerin özünde var olan “acaba”nın –Descartes’teki, Ba- con’daki anlamıyla “sceptism”in- tam da bu nedenle resmî ideolojide yeri yoktur. Çünkü düşünmenin mayası olan “acaba” (mukaddes siyasî) imanı kökünden sarsar; mümini (makbul vatandaşı) fıska, yani (siyasî) tanrıya itâatsizliğe iter; bu nedenledir ki, “acaba” sorusu, olsa olsa (siyasî) kâfirin, (siyasî) imansızın , ötekinin yani “kötü”nün sora- cağ bir sorudur. Resmî ideoloji, yurttaşların düşünmesi, söylemesi, inanması ve tüm bunlara uygun şekilde hareket etmesi için resmî ideologlar tarafından kurgulanmış fikirler, de- ğerler ve ritüeller bütünüdür. Diğer bir ifâde ile belirtmek gerekirse resmî ideoloji, bizden inanmamız istenenlerin toplamıdır; yurttaşın zihninin dönüştürülmesi sürecidir. Devlet, çeşitli toplumsal kurumlar aracılığı ile vatandaşı- nın düşünmesini, inanmasını, yapmasını istediklerini ona aktarır; verir. Bu verilenleri içselleştirenler, zihni inşâ edi- lenler makbul vatandaşı, içselleştiremeyenler ise ötekini, hâini, kökü dışarıdakini, satılmışı oluştururlar. ***

21 Mete K. Kaynar Türkiye solu tarihinde 28/29.Ocak.1921’den günü- müze devam eden siyasî cinayetler, direnişler, mitingler, açlık grevleri, 70’lerin silahlı mücadele deneyimleri, tu- tuklamalar, idamlar, kanlı 1 Mayıslar; gelmiş geçmiş tüm hükümetlerin politikalarını yerden yere vuran kitaplar, dergiler, gazeteler, broşürler, bildiriler ve 1920’den günü- müze kadar kurulmuş yüzlerce siyasî parti, cephe, örgüt, fraksiyon ortadayken bu soru okuyucuya ilk bakışta garip görünebilir. Ancak, soruyu farklı bir şekilde sorarak bu tuhaflığı ortadan kaldırmak mümkün: Türkiye solu neye muhâliftir? Gerçek anlamda muhâlif olabilmiş midir? Resmî ideolojinin ne kadar uzağında, dışında, ondan bi- çim ve öz olarak ne kadar farklı, ona ne kadar muhâlif bir düşünce bütünü ortaya koyabilmiş; kendi tarihsel süreci içinde bu konuda ne kadar başarılı olabilmiştir? Bu çerçeveden baktığımızda, bizler için artık nerdeyse -ve ne yazık ki- vakâyi âdiyeden sayılmaya başlanan bu idamlara, işkencelere, yargısız infazlara, baskılara, tutukla- malara…rağmen, geçmişten günümüze, bir bütün olarak Türkiye solunun resmî ideolojinin dışında, ona muhâlif, ona alternatif bir politik dil,Øbir politik düşünce bütünü, bir weltanschauung geliştirebildiğini, resmî ideoloji ile arasına bir mesafe koymakta başarılı olabildiğini; bir baş- ka ifâde ile gerçek anlamda muhâlif olmayı başarabildiğini söyleyebilir miyiz? Ne yazık ki, 1920’lerden günümüze, Türkiye solunun ana akımları, partileri, dergileri ve/ya çevrelerine bak- tığımızda, bu soruya gönül rahatlığı ile EVET cevabı ve- rebilmek için epey düşünmek gerekiyor: Türkiye solu, Cumhuriyet’in inşâ ettiği ve topluma dayattığı resmî ide- oloji ile -ve tabîî ki aynı zamanda tarihinin bir döneminde de uluslararası sosyalist resmî ideoloji ile- hesaplaşma ko- nusunda yeterince başarılı olamadı; çok acı bedeller öde-

22 Tarihin İnşâsı ve Siyaset yerek sürdürdüğü muhâlif tutumunu, resmî ideolojinin eleştirisine yöneltmekte yeterli çabayı gösteremedi: Onun yerine, Cumhuriyet’in resmî ideolojisinin çoğu temel ar- gümanını kabullendi; onlara sol bir veçhe kazandırarak siyasî söylemlerine eklemledi ve çoğunlukla resmî ideo- lojiyi sol bir jargonla yeniden üretmekle yetindi. Türkiye solu, resmî ideoloji ile ilişkisinde en başta da Kemalizm ile arasına mesafe koyma konusunda -ne yazık ki- başarı- sız oldu: Bu konuda, anti-Kemalizm ile Kemalizmin sol- dan yeniden üretimi arasına sıkıştı kaldı; ya onun yanında ya da karşısında oldu; ama özelde Kemalizme ve genelde resmî ideolojiye alternatif bir sosyalizm, bir sosyalist mü- talaa, bir sosyalist tahayyül ortaya koymayı pek de hesaba katmadı; bu yöndeki çabalar ise hiçbir zaman Türkiye so- lunun ana arterini oluşturamadı, bireysel çıkışlar ve gay- retler olmanın ötesine geçemedi. 14.Temmuz.1920 de yayınladığı beyannamede “Musta- fa Kemal Paşa tarafından vücuda getirilen Kuva-yı Milliye Hükümeti’ne gelince: saray hükûmetinin aldığı bu kor- kunç vaziyet üzerine memleket dahilindeki milliyetperver- ler demokratik burjuva sınıfına istinaden müşarünileyhin etrafında toplanarak Anadolu’nun İstanbul hükûmetine karşı olan millî kıyamını ve fevkalâde bir hükûmet teş- kili maksadıyla milletin bütün işlerine vaziülyed Büyük Millet Meclisi’ni meydana getirdiler… Anadolu bu vazi- yet karşısında ne yapacağını şaşırmış ve bitap bir halde bulunmuş olduğundan, bu yorgun halkı canlandırmak ve onlara yeni bir ruh vermek ve bilhassa istinad noktası irae ederek kuvve-i maneviyeyi yükseltmek icap ediyor- du Kuva-yı Milliye hükûmeti bunu da bulmakta güç- lük çekmedi.” diyen Türkiye Komünist Partisi Merkez-i Umumîsi’nden, programının İkinci maddesinde “Kuvayı Milliye, Türkiye’nin bağımsızlık savaşının örgütüdür an-

23 Mete K. Kaynar cak rolü ve anlamı bununla sınırlı değildir. Kuvayı Milli- ye, emperyalizmin sömürgeleştirmek istediği bir ülkenin emperyalizme direniş ve ondan bağımsız bir düzen kurma arayışının adıdır.” ibaresi yer alan, günümüz sol-Kemalist partilerinden Ulusal Parti’ye, farklı şekillerde, içerikte, konjüktürde vb. de olsa bu yeniden üretim hattı kesintisiz devam etti. Bir yandan, 1920’leri 2000’lere bağlayan bu FAYØ HATTÍ sürekliliğini korurken, diğer yandan -birinci- sinden daha cılız olmakla birlikte, ilk örneklerini İbrahim Kaypakkaya’nın verdiği- bir anti-Kemalist dil de gelişti- rilmedi değil. Ancak, bugün de varlığını devam ettiren bu anti/karşı-Kemalist dil de karşı olma sınırını aşarak resmî ideolojinin ve Kemalizmin bütününe yönelik alternatif bir politik setin kurgulanmasına zemin hazırlayamadı. Sonuçta, geçmişten günümüze Türkiye solu, tam da Hikmet Kıvılcımlı’nın kendi düşünsel serüveninde oldu- ğu gibi, anti-Kemalizm ile Kemalizm arasında gidip gel- di; hâlâ da gidip gelmeye devam ediyor: Nitekim, anti-Ke- malist Kıvılcımlı 9OL´da “Kemalizmin faşizmden ayrılan noktalarını aramakla zaman yitirmeyelim.” düşüncesini ortaya atarken, Türkiye’de Kapitalizmin Gelişimi’nde ise “1919-1923 Kuvayımilliyecilik savaşı, Mustafa Kemâl’in Büyük Millet Meclisinde defalarca söylediği deyimle ‘Em- peryalizme ve Kapitalizme karşı’ bir kurtuluş hareketi oldu.” düşüncesini savunarak, Kemalizm sularına yelken açıyordu. Tıpkı Kıvılcımlı’nın şahsında olduğu gibi, an- ti-Kemalizm-Kemalizm sarkacında salınıp duran Türkiye solu da, resmî ideolojinin Kemalizmine -karşı ya da taraf değil- tam da alternatif bir sosyalizm düşüncesi inşâ etme yolunu tercih etmeyerek, gerçek anlamda muhâlif olma potansiyelini büyük ölçüde yitirdi. Türkiye solunun resmî ideolojiye ve daha somutta onun Kemalizmine düşünsel bir alternatif ortaya koymadaki ki-

24 Tarihin İnşâsı ve Siyaset fayetsizliği ile günümüz solunun sorunları ve entelektüel kalibresi arasında yakın bir bağ olduğunu da belirtmeden geçmemek gerekiyor. Solun bugün tartıştığımız sorun- larını, onun gerçek anlamda bir muhalefet üretememesi bağlamında ele almak zarûrîdir. Belki, Belge’nin tabiri ile, Türkiye solunun “Mustafa Kemal’in bağımsızlık ha- reketinin başarısı ile boğul”duğunu ve bu nedenle “…ölü doğduğunu” söylemek zor olsa da, Kemalizm ve sosyalizm arasında kurulagelen ilişkinin Türkiye solunu malûl etti- ği de aşikârdır: Gerçek bir muhalefet ortaya koyamamak, ama yine de ağır bedeller ödemek, dışlanmak, yasaklan- mak, yeraltına itilmek, siyasî sistemin ötekisi (hostis) hâline gelmek. Açıkcası, komünist kelimesinin aynı za- manda bir küfür olarak kullanıldığı kaç toplum vardır aca- ba dünya üzerinde? Yine de haksızlık etmeyelim. Osmanlı-Türkiye siyasî hayatında muhâlifin muktedirden ayrı, ona alternatif, ondan şekil ve öz itibariyle farklı bir düşünce seti ortaya koyamaması konusundaki kifayetsizliğini sadece Türkiye soluna yüklememek gerekiyor. Nitekim, I. Meşrutiyet dö- nemini ele aldığı bir makalesinde Cemil Koçak’ın Yeni Osmanlı hareketi ile ilgili eleştirileri de pek farklı değil: “Osmanlı’da muhalefet, Batı Avrupa’da görülen muhale- fetten, kendisini bir ‘devlet kurtarma projesi’ ile sınırla- makla yükümlü görmüyordu… özellikle de işçi sınıfının, “...siyasî ve ideolojik çerçevesi içinde, mevcut devleti ve siyasî sistemi ayakta tutmak, onarmak, yenilemek ve yıkıl- masını önlemek gibi bir düşüncesi hiç yoktu. Tam aksine, ayaklanan güçler mevcut her türlü iktidarı… parçalama berhava etmek üzere kurulu bir siyasî strateji içinde ha- reket ediyorlardı. Bu nokta önemlidir; çünkü iki toplum arasındaki muhalefet adını verdiğimiz siyasî güçlerin de- rin farklılığına işaret eder.” Bu bağlamda, Cemil Koçak’ın

25 Mete K. Kaynar yukarıda anılan değerlendirmesini sadece Türkiye solu için değil, Osmanlı-Türkiye muhâlifinin genel özellikleri, onun siyasî sosyolojisinin mütemmim cüzü arasına yaz- mak da yerinde olacaktır.

26 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

.545+´5Ø/+5-!+

Vatan boylu boyunca vurulmuş İki gözü iki çeşme derelerin Dağlar kapkara yasından Ovalar tüm kavrulmuş Düşman kan içinde parmaklarıyla Ta Kars’a kadar Menderes Ovası’ndan.

Turgut Uyar(Nutuk)

asıl tanımlanırsa tanımlansın değişmeye- cek bir gerçek var ki Nutuk, Türk siyasî hayatının temel metinlerinden birisi; hattâ en önemlisidir. Nutuk’a referans vermedenN erken Cumhuriyet dönemi ile ilgili bir tartış- mayı yürütmek; Nutuk’u anmadan resmî tarih üzerine konuşmak; Nutuk’u hatırda tutmadan Kemalizm ve/veya Atatürkçülüğü analiz etmek; Nutuk’u okumadan Türki- ye’deki siyasetin jargonunu çözmek; onu okumadan Millî Mücadele’nin yönetici kadrosu içerisindeki tartışma nok- talarıyla ilgili değerlendirmelerde bulunmak, neredeyse imkânsız.

27 Mete K. Kaynar Bu amaçla, bu çalışma, Nutuk’ta ne(ler)den bahsedildiği ile değil, Nutuk’un ne olduğu ile ilgilenmekte; Nutuk’un tarihsel bir çözümlemesini yapmayı hedeflemekten çok, onun siyasî tahlîli üzerinde durmayı amaçlamaktadır. Diğer bir deyişle, Nutuk’ta hangi olaylardan bahsedilip bahsedilmediği, değinilen olaylardan hangilerinin tarih- sel gerçekleri tam olarak yansıttığı ya da yansıtmadığı, .UTUK’ta geçen olaylar ile ilgili olarak diğer Millî Müca- dele dönemi aktörlerinin eleştirileri ve karşı iddiâları, bu anlatılardan hangilerinin tarihî gerçeği temsil ettikleri… gibi konular bu çalışmanın ilgi alanı dışında kalmaktadır. Bu çalışma, tersine, Nutuk’un Türk siyasî hayatı içerisin- deki rolü, işlevi, Nutuk’un neden yazıldığı, okunması için niçin 1927 yılının ve Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF)’nin ikinci kongresinin seçildiği, Nutuk’un amacı, kapsamı, niteliği gibi konuları, özetle Nutuk’un ne olduğunu tar- tışmaya açmayı amaçlamaktadır.

"IRØ+ONUÞMA Ø"IRØ+ITAP … —Geldi geçti, ama hatırlanmalı- Neler çektik o günler milletimle ben Bir bir yollara düştüler perperişan Aç susuz ama aşk içinde Yanmış yıkılmış damları koyup Sessiz sedasız köylerden Turgut Uyar (Nutuk)

.UTUK, adı üstünde, bir söylev; dönemin Cumhur- başkanı ve Millî Mücadele’nin önemli figürü Mustafa Kemal’in, (ilk) Cumhurbaşkanlığı görevinin son günleri- ne denk gelen 1927 yılının 15 Ekim Cumartesi-20 Ekim Perşembe günleri arasında, CHP’nin ikinci (olarak adlan-

28 Tarihin İnşâsı ve Siyaset dırılan) kurultayında, parti grubuna hitaben yaptığı ve 36 saat 31 dakika süren konuşmasıdır.2 Böyle bir konuşma yapacağı aylar öncesinden basına yansıyan Cumhurbaşka- nı, 15.Ekim.1927 Cumartesi saat 10:00’da B.M.M salonu- na girer; Romanya Büyükelçisi Anastasiu’nun aynı tarihte Romanya Dışişleri Bakanlığı Kalemi’ne kaydedilen rapo- runda (Maxim, 1997:186) da belirttiğine göre, B.M.M, o anda, 315 Milletvekili, değişik vilayetlerden gelen 126 delege –yani Türkiye’nin 63 vilayetinin her birinden gön- derilen ikişer delege- yerli ve yabancı konuklarla doludur ve Genel Kurmay Başkanı ile Kolordu Komutanları da ko- nuşmayı dinlemek üzere salonda hazır bulunmaktadırlar. Kısa açılış konuşmasından sonra, Mustafa Kemal kürsüden iner. Ardından İsmet İnönü kürsüye çıkar ve divan heyeti seçimi yapılır. Divan kâtipliklerine Van Milletvekili Hak- kı Bey ve Zonguldak Milletvekili Ruşen Eşref Bey seçil- mişlerdir. Ardından, Mustafa Kemal tekrar söz alır, önce kongreyi açış konuşmasını yapar; ardından da İsmet İnönü riyasetindeki kongrede bu meşhur ve uzun konuşmasına başlar. Grew’in gözlemlerine göre Mustafa Kemal’in sesi başlangıçta titrektir, fakat konuştukça hitabeti açılır; sıra, meclis üyelerine okunmasını istediği belgelere geldiğin- de, bu belgeleri Divan Katibi Ruşen Eşref Bey’e verir. O gün B.M.M salonunda olan Amerikan Büyükelçisi Grew (1953:733-734), o oturumdaki gözlemlerini şöyle özetler: Saat 09.40’ta elçilik kâtibimiz İves’le birlikte Meclise geldik ve diplomatlar locasına çıkarıldık. Loca, on is- kemle alacak kadar küçük bir odaydı. Arka sıradaki

2 Mustafa Kemal’in Nutuk’unu söylediği 15-20.Ekim.1927 tarihleri arasında- ki konuşma konuları ve süreleri şöyledir (Arar, 1980:127, Uzun, 2005:30): 15 Ekim Cumartesi, 19.Mayıs.1919 tarihinde Samsun’a ayak basmasından, Sivas Kongresi’ne kadar (5 saat 32 dakika); 16 Ekim Pazar, Son Osmanlı Mebusan Meclisi’nin seçimlerine kadar (5 saat 37 dakika); 17 Ekim Pazar- tesi, Büyük Millet Meclisi’nin açılısına kadar (6 saat 20 dakika); 18 Ekim Salı, İkinci İnönü Zaferi’ne kadar (6 saat 24 dakika); 19 Ekim Çarşamba, Lozan Barış Antlaşması’na kadar (6 saat 24 dakika); 20 Ekim Perşembe, Gençliğe Hitabe’ye kadar (6 saat 14 dakika). 29 Mete K. Kaynar

iskemleler, ayakta daha çok insan durabilsin diye kaldırılmış. İçerde Polonya, Çekoslovakya elçileri ve görevlileri vardı. Az sonra diplomatlara yer gösteren protokol şefi Saffet Bey geldi ve heyecanlı bir sesle Rus Elçisi ve Kordiplomatik duayeni Suritz Yoldaş’ın gelmekte olduğunu kulağıma fısıldadı ve ‘’ne yapa- yım’’ diye sordu. ‘’Beni kendisine takdim ediniz’’ dedim. Soğuk bir şekilde takdim edildik, el sıkıştık ve ben ön sıradaki yerimi yaşlı bir insana gösterilmesi gereken nezaket gereği ona verdim. Saffet Bey kork- tuğu şekilde bir ‘’olay’’ çıkmamış olduğunu görmek- ten ötürü rahat bir soluk aldı. Saat tam 10’da alkış tufanı içerisinde Gazi ansızın salona girdi.

Mustafa Kemal’in, 15 Ekim Cumartesi günü başla- dığı konuşmasını, 20 Ekim Perşembe günü, gözyaşları içerisinde bitirip3 “Senelerden beri devam eden ef’al ve icraat[ının]Ømilleti[ne]Øhesabını ver”işinden sonra Necip Asım Bey, Mustafa Kemal’in “Nutuk’unun kongre ta- rafından teşekkür ve minnetle tasvip edilmesini ve fırka defterine geçirilecek olan iş bu tasvip kararının kongre- ye iştirak eden bilumum murahhaslar tarafından imza- lanmasını ve Gazi’ye takdimini teklif” eder. Necip Asım Bey’in önergesi oybirligi ile kabul edilmiştir. Böylelikle, Mustafa Kemal Paşa’nın Nutuk’ta dile getirdiği her şey CHP tarafından da onaylanarak kabul edilmiş olur (Uzun, 2005:31). Necip Asım Bey’in önerisinin kabul edilmesiyle .UTUK, artık, Mustafa Kemal’in kendi sözü, yorumu ve

3 Konuşmasının beşinci gününde Mustafa Kemal, Nutuk’unu okumaya ara vererek, metin harici olmak kaydıyla bazı açıklamalar yapar. Bu açıklama- larında Mustafa Kemal, söz konusu dokuz yıl içerisinde kendisine verilen menkul ve gayrimenkullerin dökümünü yapar ve kendisine verilen paraların önemli kısmını Büyük Taarruz için nasıl harcadığından bahseder. Ardından da “Bundan başka efendiler, vaktiyle Ankaralı hemşehrilerim tarafından he- diye edilen elyevm ikâmet etmekte bulunduğum Çankayada’ki ev ile Bursa, Trabzon, Erzurum, Antalya, İzmir’de bana hediye edilen evler ve şimdiye kadar aldığım tahsisattan tasarrufla Ankara’da satın aldığım bir kısım ara- zi vardır ki bunların hepsi fırkamındır.” diyerek mallarını CHF’ye bağışladı- ğını bildirerek Nutuk’unu okumaya devam eder. Konu ile ilgili olarak Bkz.: (Arar, 1980, 128) ve (Tunçay, 1999:184). 30 Tarihin İnşâsı ve Siyaset bizatihi onun kişisel değerlendirmesi olmaktan çıkarıla- rak, CHP’nin sözü, düşüncesi hâline getirilmiştir. Nutuk’un el yazması müsveddeleri, 36X22 ebadındaki kâğıtlara yazılmış 506 sayfadan ibarettir. (İnan 1980:34). Bu müsveddeler, Mustafa Kemal’in ölümünün ardından önce diğer başka evrakla birlikte Ziraat Bankası kasaların- da saklanmış, ardından da Genel Kurmay Harp Dairesi’ne verilmiştir (İnan, 1980:34). Nutuk’un müsveddeleri bu- gün, iki kutu içinde saklanmaktadır Bu müsveddelerin hemen hemen her sayfasında düzeltmeler bulunmakla bir- likte bunların sadece bir kısmı Mustafa Kemal’e ait tashih- lerdir. Mustafa Kemal’in el yazısını tanıdığı için ona ait düzeltmeleri saptayabildiğini söyleyen Afet İnan, Mustafa Kemal’e ait olmayan, farklı kalemlerle yazılmış, ama kime ait olduğunu tam olarak bilmediği birçok düzeltmenin de bu müsveddeler üzerinde yer aldığını belirtmektedir.4 Mustafa Kemal, Nutuk’un müsveddelerini 1927 yılının ilk yarısında kaleme almaya başlar. Hummalı bir çalışma- ya girişir bu dönemde. Nutuk’un yazılış sürecine tanıklık eden Falih Rıfkı Atay (2004:460) bu süreci şöyle özetler: Nutuk, Atatürk’teki çalışma gücünün insan takatini bazen ne kadar aştığını gösterir. Yüzlerce, binlerce vesikayı eski köşkün üst katındaki küçük çalışma odasında kendisi ayırmış, Nutku çoğunca ayaküstü dolaşarak dikte etmiştir. Uzun saatler süren dikte- lerden sonra yazanlar sekiz-on saatlik bir uykuya

4 Afet İnan (1980:35), örneğin, müsveddelerin ikinci sayfasından “Yunan Salib-i Ahmer’i bu heyete merbut bulunuyordu. Vazifesi sureta muhacirle- re bakım gibi insanî bir perde altında tertibat-ı ihtilâsiyeyi izhar eylemek. Bu surette ecza-yı tıbbiye ve lavazımat-ı sıhhiye namı altındaki cephane ve techizatı memleketimiz dahiline ithal etmekti.” İstanbul Patrikhanesi ve Yunan Konsoloshanesi esliha ve cephane deposu “hâlini almıştı. Kiliseler mahal-i ibadet olmaktan ziyade askeri ambarlar gibi kullanılmaktaydı.” cümlelerinin silindiğini belirtmektedir. İnan, Nutuk’ta, bu örneğe benzer bir çok tashihin olduğunu hatırlatırken, bunların sadece bir kısmının Mustafa Kemal’e ait olduğunun da altını çizmektedir. Nutuk’un müsveddeleri üzerin- de yapılan düzeltmelerle ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Kocatürk, 1985) 31 Mete K. Kaynar

gittikleri zaman Atatürk bir banyo alır, giyinir, ak- şam davetlilerine o gün yazdıklarını okutmak üzere sofraya inerdi. Okuma ve o günkü yazılar üzerine konuşmalar da saatler sürerdi. Bu defa dinleme ve konuşmalardan yorulanlar uzun bir rahatlama için evlerine dönerler, Atatürk çok defa kısa bir uyku- dan sonra bir gün önceki çalışmalarına koyulurdu. Bu kadar sıkı çalışma haftalarca sürmüştür. Cümle- ler, kelimeler ve noktalar üzerinde titizce durduğunu unutmayınız.

Yusuf Hikmet Bayur (1997:343) ve Ruşen Eşref Ünay- dın gibi Mustafa Kemal’e yakın isimler de Nutuk’un ya- zılışı sürecinde onun iştiyak içinde çalıştığını vurgulayan tanıklardandırlar: Ünaydın İstanbul’dadır ve Ankara’ya döndüğünde Mustafa Kemal’e verilmesi için kendisine bir emanet verilir. Ankara’ya geldiğinde, sabah saatlerin- de Köşk’ü arar. Mustafa Kemal, Ünaydın’a hemen Köşk’e gelmesini söyler. Ünaydın, Bu kadar erken saatte onun uyanık olacağını tahmin etmemiştim” der ve şöyle devam eder: “Beni doğru- ca kata aldılar… Kendisi, eski köşkün balkonunda, üstü kâğıt yığılı bir masanın başında nefti bir robe de chambre ile oturuyordu. Karşısında da o zamanki umumi katibi Bay Tevfik (Bıyıkoğlu)… Gazi: -Buyu- run… Kusura bakma! Yazıya dalmışım; yirmi yedi saattir uyumamışım. O halde bir faslı tamamlaya- lım da öyle yatarım dedim. Onun için bugün seni göremem diye şimdiden çağırttım… Geç bakalım. Şöyle otur. Al bir sigara da dinle… dedi. O faslı Bay Tevfik’e okuttu. Yahya Kaptan’ın şehit oluşu… Bir yiğidin ölümünü, resmî bir üslup içinde öyle duygulu anlatmıştı ki, şimdi dinlerken kendi gözleri de yaşa- rıyordu… O gün akşama doğru yaverlikten gene te- lefon aldım: saat yirmide köşke isteniyordum. Ken- disini, davetlisi kalabalık uzun bir sofranın başında buldum. Yorgunluksuz görünüyordu. Gülümseyerek dedi ki: Sen zannedersin ki ben uyudum uyandım da… Hayır, sen gittikten sonra gene yazıya dalmış- tım… Saat on sekize gelmiş dediler. Öyle ise artık 32 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

yatmak beyhude olur. Bari arkadaşları çağıralım. Yemek yeriz. Bu faslı onlar dinlerler. Bu gece yatarız dedim (Ünaydın,1956:474-475). Mustafa Kemal, Nutuk’un yazımı sırasında gerçekten yoğun bir mesai harcar. Afet İnan’ın (1966:515-516) da belirttiği gibi, gündüzleri Nutuk’u dikte ettirmekte, ak- şam da, yazılan parçaları sofrada okutarak arkadaşlarıyla tartışmaktadır. Şöyle devam eder Afet İnan: …yazdıklarını okuttururken o günleri yeniden yaşı- yormuş gibi heyecanlı idi… Yaz aylarının sıcak bir gününün gecesi, Atatürk’ün etrafında daha kalabalık bir aydınlar topluluğu vardı. O arkadaşlarına adeta bir sürpriz hazırlamanın sevinci içinde oturunuz ve dinleyiniz dedi. Nutuk’un sonuna koyacağı satırları yüksek sesle okumaya başladı. Dinleyicilerin nefes dahi almadıklarını sanıyorum. Çünkü ben kendimi öyle hissediyor ve millî heyecanın tesiri içinde yaşı- yordum. Bütün Millî Mücadelenin tarihi olan Nutuk bu satırlarla son bulacaktı. Atatürk bu metni okuyup bitirdiği zaman derin bir nefes almış, fakat iki damla gözyaşını da bizlerden saklamamıştı. Bu yoğun tempo, Mustafa Kemal’in sağlığını da olum- suz etkiler; tam da Nutuk’un müsveddelerinin yazılmak- ta olduğu dönemde, 22, 23 ve 28 Mayıs 1927 tarihlerin- de ardı ardına üç kez kalp krizi geçirir. Berlin ve Münih üniversiteleri tıp fakültelerinin dahiliye uzmanları Prof. Dr. Friedrivh Kraus ile Prof. Dr. Ernest Von Remberg Ankara’ya çağırılırlar. Doktorlar Mustafa Kemal’e kon- sultasyon uygularlar ve çalışma temposunu hafifletmesini salık verirler. Tunçay (1999:180), bu kalp krizlerinin ar- dından Mustafa Kemal’in, Nutuk’unun geri kalanını özet biçimde kaleme almak zorunda kaldığını belirtmektedir. Nutuk’un basım hakkı, Türk Tayyare Cemiyeti’ne ve- rilir. Mustafa Kemal’i temsilen Hasan Rıza Bey ve Türk Tayyare Cemiyeti’ni temsilen Bitlis mebusu Muhittin

33 Mete K. Kaynar Nami Bey, kitabın basımı ile ilgili olarak bir sözleşme hazırlar ve imzalarlar. Bu sözleşmeye göre, Nutuk’un sa- tışından elde edilecek gelirin sadece yüzde onbeşi Tayyare Cemiyeti’ne bırakılacaktır.5 Nutuk’un 1927 yılı baskısı, 1928 yılı Temmuz’unda piyasaya çıkar.6 Kitabın 1.000 adet basılan ve 627 sayfadan oluşan ilk (lüks) baskısı, Ankara Türk Ocakları Heyet-i Merkeziyesi Matbaası ta- rafından yayınlanmış; tezyinatı İstanbul’da Cumhuriyet Matbaası’nda gerçekleştirilmiş; harita, kroki ve fotoğraf- ları Ahmet İhsan Matbaası vesayetiyle Viyana’da tabe- dilmiştir (Acaroğlu, 1981:903-904). Nutuk’un olağan

5 Mukavele şu sekilde düzenlenmistir: Türk Tayyare Cemiyeti ile yapılan bu mukavele, Mustafa Kemal Paşa’yı temsilen Hasan Rıza Bey ile Türk Tayya- re Cemiyeti namına Bitlis mebusu Muhittin Nami tarafından hazırlanmıstır. Yedi maddelik bu mukaveleye göre: 1- Müellif (Gazi Mustafa Kemal Hazretleri) Nutuk’un Türkiye dahilinde Türkçe ve ilk defa olarak Ellibin nüsha tab ve neşr hakkını Türk Tayyare Cemiyeti’ne vermiş, eserin müteakip tab’ları hakkını da her defasında ayrı ayrı anlaşmak şartıyla Tayyare Cemiyeti’ne vermeyi vadetmiştir.

2- Türk Tayyare Cemiyeti eseri tamamen tab ve neşr’inden evvel kısmen veya ta- mamen matbuata tevdi veya radyo ile neşr hakkına doğrudan doğruya malik değildir. Yalnız müellifin vereceği hülasaları matbuata tevdi edebilir. Radyo ile de ancak müellifin talimatı mahsusası dahilinde yapılabilir.

3- Eser Ağustos 1927 ayı zarfında cemiyete tevdi edilecek, Cemiyetçe Kânunuevvel 1927 nihayetinde veya Kânunusani 1928 bidayetinde tab edil- miş olarak emre amade bulunduracaktır. Herhangi bir sebepten dolayı eser vaktinde tevdi edilemezse tabın ikmali tarihi de o nisbette tehir edilecektir. Esas itibarıyla eserin tevdii tarihinden dört ay sonra tabın ikmal edilmiş ol- ması mukarrerdir. Neşr ve mevki-i fürûhtta vaz’ı gününü müellif ayrıca tayin edecektir. 4- Tab ve neşr masrafı tamamen Türk Tayyare Cemiyeti’ne aittir.

5- Hasılatı safiyetinin yüzde Onbeşi Türk Tayyare Cemiyeti’ne terk edilmiştir. Her iki ayda bir hesap görülecektir. Maamafih müellif hesabatı her zaman istediği vesaitle rüyet-ü murakabe hakkına haizdir. 6- Tab edilen ve satılan nüshaların müellif tarafından murakabesini teshil için Tayyare Cemiyeti bilumum nüshalara müteselsil bilumum numaralar vaz’ et- meyi kabul etmiştir.

7- İkinci maddede tavsil edildigi vechile eserin hülaseten matbuat ve radyoyla neşr’i tamimi hâlinde de masraf ve hâsılat dört ve beşinci maddedeki esaslara tâbidir (Uzun, 2005:100). 6 Özerdim (1980:236), Nutuk’un ilk baskısının 1927 yılında yapıdığını belir- tir. Fakat Koçak’ın (1997:138) da belirttiği gibi Nutuk, 1928 yılında piyasa- ya sürülmüş, fakat baskı tarihi olarak 1927 kullanılmıştır. 34 Tarihin İnşâsı ve Siyaset baskısı ise her biri 50.000 adet olmak üzere iki baskıda gerçekleştirilmiştir; ayrıca satış işlemlerinin kontrolü için de her kitaba ayrı ayrı numaralar verilmiştir. Yüz bin adet basılan Nutuk’un bu baskısı, iki cilt hâlindedir (Aydemir, 1973:317). I. cilt, “Nutuk. Gazi Mustafa Kemal Tarafın- dan” başlığını; belge, harita ve krokilerin yer aldığı ikinci cilt ise “Nutuk Muhteviyatına Ait Vesaik” başlığını taşı- maktadır. Bu Nutuk, Osmanlıca harflerle 10,5 punto di- zilmiştir ve büyük boy 543 sayfadan oluşmaktadır. Kita- bın neşir hakkı Türk Tayyare Cemiyeti’ne aittir ve kitapta Mustafa Kemal’in kongredeki konuşmasının yanı sıra, ko- nuşması sırasında okutmayıp sadece zikrettiği belgelere, savaş krokilerine ve haritalara da yer verilmiştir. Kitap, İstanbul’da Ebuzziya Matbaası’na bastırılmış; Mustafa Kemal’in kapaktaki resmî ve ekteki haritalar (Özerdim, 1980:236-237; Kurtuluş, 1994:XIV-XVI) lüks baskı da olduğu gibi Viyana’da tabedilmiştir. Nutuk’un Latin harfleriyle yazılmış ilk baskısı, 1934 yılında yayınlanır. Bu baskı, üç cilt hâlinde planlanmıştır. B.M.M’nin açılacağını bildiren genelge ile biten ilk cilt, ekleri hariç 317 sayfa, ikinci cilt ise aynı şekilde 345 say- fadan oluşmaktadır. 348 sayfalık üçüncü cilt ise belgeleri kapsamakta, ayrıca bu ciltte, yedi haritaya da yer veril- mektedir (Kılıç, 2003:135). 1938 yılında, Cumhuriyet’in onbeşinci yılı münasebe- tiyle, Nutuk’un yeni bir baskısı daha yapılır.7 Bu baskı, 1934 yılındaki baskının kalıplarından yararlanılarak ya- pılmış bir tıpkıbasımdır. Fakat 1934 basımından farklı olarak Nutuk, bu kez, tek cilt olarak basılmış, bu basımda belgelere yer verilmemiştir (Özerdim 1980: 236, Acaroğ- lu, 1981: 904; Kılıç, 2003:135).

7 Nutuk’un 1938 yılı baskısıyla ilgili olarak ayrıca Bkz.: Başbakanlık Cumhu- riyet Arşivi 13/12/1938 Tarih, 490.01. Fon Kodu, 4.19.63. Yer No’lu belge. 35 Mete K. Kaynar Mustafa Kemal hayattayken, bir defa eski (1927), iki defa da (1934 ve 1938) yeni harflerle basılan Nutuk, İnönü li- derliğindeki tek parti döneminde hiç basılmamıştır. 1938 yılındaki baskıdan sonra Nutuk, ilk kez, 1950 yılında De- mokrat Parti (DP) döneminde yayınlanmıştır. Basımı üç cilt hâlinde planlanan bu Nutuk’un, kitabın 1934 basımındaki üç ciltlik sınıflamasından esinlenen ilk cildi 1950 yılında, ikinci cildi 1952 yılında basılmış, vesikaları içeren üçüncü cilt ise ancak 1959 yılında piyasaya çıkarılabilmiştir. Nutuk’un dili, Mehmet Tuğrul, Salâh Birsel, Cahit Öz- telli, M. Sunullah Arısoy’dan (İkinci ciltte, Arısoy yerine Hamdi Olcay’dan) oluşan bir heyet tarafından sadeleştiril- miş ve Türk Dil Kurumu tarafından, Söylev adı ile 1963 yılında yayınlanmıştır. .UTUK, hem Ahmet Köklügiller’in girişimleriyle Milliyet Yayınları tarafından, hem de “1.000 Temel Eser” projesi kapsamında Kültür Müsteşarlığı ve Kültür Bakanlığı tarafından 1973 yılında da basılmıştır. Kültür Bakanlığı, 1973 yılında sadece birinci cildi yayın- lamış, ikinci cildin yayımı ise ancak 1975 yılında gerçek- leştirilebilmiştir. Nutuk, Mustafa Kemal’in doğumunun yüzüncü yıldönümüne armağan olarak, 1981 yılında, yine üç cilt hâlinde Mobil Şirketi tarafından da yayınlanmıştır. Korkmaz’ın (1997:390) verdiği bilgilere göre, günü- müz Türkçesi’ne aktarılmış baskılar içinde en güvenilir olanı, Mustafa Kemal’in doğumunun yüzüncü yıldönümü dolayısıyla “100. Yıl Kutlama Koordinasyon Kurulu”nca hazırlatılıp, 1984 yılında ilgili ve yetkili mercilerin titiz değerlendirmesinden geçilerek bastırılan ve yayınlama hakkı daha sonra Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi’ne devredilmiş bu- lunan .UTUK çevirisidir. Korkmaz, bu güncelleştirilmiş .UTUK’un, 44 defa basılmış olduğunu da notlarına ekle- mektedir.

36 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Bugün ise Nutuk, aralarında Say, Kumsal, Akvaryum, Art, Elips, Gazi, Patika, Bordo-Siyah, Gün, Kare, İleri, Emre, Etna, İndeks, Tutku, İpekyolu, Net, Örgün, Alfa, Altın ve Assos gibi yayınevlerinin de yer aldığı yirmiden fazla yayınevi tarafından basılmaktadır. Yayınlandığı ilk gün- den bu yana az sayıda yayınevi tarafından basılarak göre- ce yüksek ücretlerle satılan Nutuk, gittikçe daha ucuza satılmaya, hattâ çeşitli kurumlar tarafından parasız dağı- tılmaya başlanan bir metin hâline gelmeye başlamıştır. Örneğin, Atatürk Araştırma Merkezi’nin 1998 yılında yayınladığı Nutuk, 8.464 adet, 2006 yılında ise 88.041 adet satılmış; Alfa yayınevi tarafından 2005 yılında bası- lan Nutuk, 2 yıl içinde 150.000 adet satmıştır. Nutuk, sadece Türkçe değil, yabancı dillerde de bası- larak yayınlanmıştır. Kitabın İngilizce, Almanca ve Fran- sızca baskıları, Nutuk’un okunuşunu müteakip yıllarda Leipzing’de K.F. Koehler8 yayınevince basılmış (Özerdim, 1980:241; Giritli, 1997); Rusça baskısı ise Devlet Ya- yınları ve Dışişleri Halk Komiserliği Literatür Yayınları tarafından yayınlanmıştır. Bu çevirilerde, .UTUK’un orji- nalinde yer almayan Nutuk’u, Mustafa Kemal’i Osmanlı Türk reform sürecini vb. tanıtıcı kimi önsözlere de yer ve- rilmiştir.9

8 Yayınevinin bu basım ile ilgili olarak İnönü’ye gönderdiği teşekkür yazısı ile ilgili olarak Bkz.: Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 27/7/1928 Tarih, 030.10. Fon Kodu, 83.547.15. No’lu Belge 9 İngilizce çeviri de Nutuk’a, Türkiye’ye özgü kuruluş adları ve terimleri için bir glossary eklenmiştir. Ayrıca bir giriş bölümü ilave edilerek, çevirinin amacı da belirtilmiştir. Almanca baskıya eklenen sunuş yazısında ise on sekizinci yy’dan Cumhuriyet dönemine kadar Türkiye’de gerçekleşen dö- nüşüm özetlenmiş (Bu bölüm 1929’daki İngilizce çeviriye de eklenmiştir), ayrıca Almanca çevirideki sunuş yazısı da bu metne eklenmiştir. Ayrıca özel adların okunuşu ve Türk tarihi ile ilgili bir kronoloji de metne ilave edilmiş- tir. Nutkun Almanca çevirisine eklenen ve daha sonra İngilizce çevirisine de dahil edilen metin de kayda değer ifâdelere yer verilmektedir. Bu ifâdelerden biri şu şekildedir: “Onun düşüncesine göre bugünkü Türk Devleti son derece demokratik bir cumhuriyet olup dini şeylerle her türlü birleşmeyi kesinlikle ret eder. Kolayca anlaşılabilir bir ifâdeyle, belki şunları söyleyebiliriz, yüz- 37 Mete K. Kaynar Kitabın Türkçe ilk baskısı, üç farklı kalite de piyasaya sürülmüştür. Çubuklu kağıda yapılan baskısı 5 liraya satı- şa çıkarılmış; iki renkli ipek kağıda basılan Nutuklar 10, İpek Japon kağıda basılmış ciltli Nutuklar ise, cilt kalitesi ve süslemelerine göre 25, 45 ve 50 liradan satışa sunulmuş- lardır. 1963 yılında, Türk Dil Kurumu tarafından basılan Söylev 24 liraya, 1973 yılında Milliyet Yayınları tarafından basılan Nutuk ise 12,50 TL’ye satışa sunulmuştur. Nutuk’un baskıları ve bazı baskılarının fiyatları ile ilgi- li yukarıda bilgiler boşuna değildir: Bu bilgiler, Nutuk’un Türk siyasî hayatı içersindeki işlevi ve rolü ile ilgili bazı ipuçları vermesi açısından da önem taşımaktadır. Bu bil- giler ışığında ön plana çıkan bazı noktaları vurgulamak gerekirse, birinci olarak, “satılan” ve “okunan” Nutuklar arasındaki kayda değer farklılığı vurgulamak ve Nutuk’un satışı ile onun içeriğine duyulan entelektüel ilgi ve merak arasında bir ilişki bulunmadığını belirtmek gerekmek- tedir. İlk basıldığı günden bu yana, Nutuk’un okunması entelektüel bir faaliyet olarak kalırken, onun satın alın- ması, okunması amacıyla bir kitabın edinilmesi olarak de- ğil, tersine, rejime olan sadakatin, rejimle kurulan bağın ifâdesi olarak düşünüle gelmiştir. Nutuk ile ilgili bu tür

yıllarca hükmetmiş olan mutlakıyet yönetimi bağına ve özel ve kamu yaşa- mının her türlü ayrıntısına hükmeden bir dine karşı indirilmiş olan bu haklı ve gerekli darbe idi, devletin ve dinin birbirinden tamamen ayrılışı ve insa- nın özgür oluşu artık bugünkü paroladır. Batının en geniş kapsamlı fikirleri sevinç ve heyecanla kabul ediliyor. Avrupa’daki gelişme, medeniyet, ilerleme bu çabaların içeriği ve amaçları oluyor. Ama bütün endişelerin, bütün sava- şımların konusu bu millet, bu Türk ulusudur. Avrupa’daki millî” düşüncenin uzun ve değişikliklerle dolu bir tarihi vardır; şarkta ise bu yeni olup derin bir heyecan ve genç ve dinamik bir ulusu yeni bir ideale doğru sevk eden asil bir coşkuyla baştaki çevrelerce kabul edilmiş ve savunulmuştur. Bu uygarlık ve “..millî idealler arasında çelişki yaratan konular ve gerilimlerin meydana gelmesi aşikardır. Batının, yani yabancı kültür varlıklarının çok aşırı bir şekilde alınması ve buna rağmen kendi öz kültürünün ve bunların kendi içlerinde kök salmış konumunun öne çıkarılması ise yeni Türkiye›nin yeri- ne getirmesi gereken büyük görevdir.” Bu önsözle ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Arda, 2002) ve (Tomenendal, 2003:97-105) 38 Tarihin İnşâsı ve Siyaset bir yargıyı Koçak (1997: 138) da paylaşmaktadır. Koçak, Bilal Şimşir’in, Nutuk’un döneminin en fazla satılan ve okunan “best-seller”ı olduğu yönündeki tespitinin gerçeği yansıtmadığını belirttikten sonra; Nutukla ilgili bugün de hâlâ geçerli olan bir realitenin altını çizmektedir: “Nu- tuk okunmaktan çok sözü edilir bir metin” dir. Günü- müzdeki Nutuk satışları ile ilgili gözlemler de Koçak’ın 1997 yılındaki değerlendirmelerini destekler niteliktedir: Geçmişte olduğundan çok daha fazla yayınevi tarafından, çok daha fazla sayıda basılmasına ve yine geçmiştekine oranla çok daha uygun fiyatlarla ve okuyucuların çok daha kolay erişebilecekleri mekanlarda satılmasına, hattâ bir- çok kurum tarafından (Atatürkçü Düşünce Derneği gibi) ücretsiz dağıtılmasına rağmen, Nutuk’un halen çok oku- nan bir metin olduğunu söylemek zordur: Nutuk, okunup anlamaktan çok, referans verilen, referans verildiğinde de o anda söyleneni, iddiâ edileni ya da yazılanı tartışmasız bir doğru hâline getiren bir meşrûlaştırıcı işlevi görmek- te; Nutuk’un anlattıkları, söyledikleri vb. değil, sadece ona sahip olmak bile başlı başına siyasî bir anlam ve duruş ifâde etmektedir. Nutuk’un okunmasından sadece iki gün sonra, 23.Ekim.1927’de, Maarif Vekaleti’nin Gençliğe Hitabe’nin şehrin çeşitli yerlerine asılmasına karar vermesi ya da Kaynardağ’ın da belirttiği gibi, Nutuk’un dönemin memurlarına rızaları dışında satılarak, parasının maaşla- rından kesilmesi gibi örnekler de aynı kanıya delil olarak sunulabilir. Özetle, geçmişte olduğu gibi günümüzde de, .utuk’u satın almakla, onu okumak arasında doğrudan bir ilişki kurmak hayli zordur; bir kitap olarak Nutuk’a sahip olmak, rejimi sahiplenmekle birlikte değerlendirilen bir olgu olagelmiştir ve Nutuk, raflarında yer aldığı kütüp- hanenin sahibinin Kemalistliği’ne delalet eden bir sembol olma işlevi üstlenmiştir.

39 Mete K. Kaynar Dönemin Türkiye’si ile ilgili bazı verilere göz attığı- mızda da yukarıdaki değerlendirmeleri destekleyen kimi istatistikî ilişkilere rastlanmaktadır. Nutuk’un okunması- nın hemen ardından, 28.Ekim.1927 tarihinde yapılan nü- fus sayımına göre Türkiye’nin o dönemdeki nüfusu 13.6 milyon kişidir ve bu nüfusun %83,7’si köylerde ikâmet etmektedir. Bir başka ifâde ile 1927 yılı Türkiye’sinde 11,38 milyon kişi köylerde, 2.2 milyon kişi ise kentlerde (il, ilçe, bucak ve beldelerde) yaşamaktadır. Yapılan Nü- fus sayımı sonuçlarına göre kentte yaşayan bu 2,2 milyon kişi’nin %32’si, yani 704.000 kişisi okuma yazma bilmek- tedir. Bu oran, köylerde yaşayan 11,38 milyon kişi göz önüne alındığında daha da vahim durumdadır. Köylerde ikâmet etmekte olan Türkiye nüfusunun sadece %6’sı, bir başka ifâde ile sadece 682.000 kişisi okuma yazma bil- mektedir (Tunçay, 1999:192; Tütengil, 1980:56-59). Bu verilerden hareketle, dönemin Türkiye’sindeki okuryazar kişi sayısının kabaca 1,38 milyon kişi olduğu söylenebilir. Nüfus sayımının yapıldığı yıl okunan ve ertesi yıl içeri- sinde satışa sunulan Nutuk ise aynı dönemde, sadece yurt içinde 100.000’den fazla basılmış ve satılmıştır. Yani, de- mek ki, yine kaba bir hesapla, 1927 Türkiye’sinde yaklaşık okuryazar her 13,8 kişiden birisi Nutuk’u satın almıştır. Sadece kentler düşünüldüğünde -ki dönemin Türkiye’sin- de bir kitabı satın alabilme imkânının ancak il, ilçe ve bel- delerde yani kentlerde yaşayanlar için mümkün olabilecek bir ayrıcalık olduğunu varsayabiliriz- kentlerde her 7 ki- şiden birinin Nutuk’a sahip olduğu ortaya çıkmaktadır. Türkiye’deki her (kentli) yedi okuryazardan birinin Nutuk’u satın aldığı, Nutuk’un satış rakamları ve Türkiye Nüfusu ile ilgili istatistiklere göre doğru olmakla birlikte, Nutuk’un okunma oranının, satışı ile aynı paralelde oldu- ğunu söylemek hayli zordur. Nutuk’un basıldığı yılların

40 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Türkiye’sinde Nutuk edinmek ile rejime bağlılık arasında bir ilişki kurulduğu, hattâ Nutuk’un Halkevleri, Halkoda- ları, CHP örgütleri (ve tabîî ki parti üyeleri), spor kulüpleri gibi çeşitli örgütler ve bürokratlara satılmak üzere çeşitli illere gönderildiği ve dağıtımının -tevzinin- yapılıp ya- pılmadığının resmî kanallardan kontrol edildiği aşikârdır. Nutuk yayınlandıktan sonra Türk Tayyare Cemiyeti’nin, Nutuk’u, Diyanet İşleri ve Nafıa Müdürlükleri aracılığıyla satmak için uğraşması da bu iddiâyı desteklemektedir. Bir diğer ifâde ile Nutuk, sadece rejime sadakatini göstermek isteyen bürokrat ve partililerce alınmakla kalmamış, satıl- ması, dağıtılması için de resmî, örgütlü bir çaba da göste- rilmiştir. Bu iddiâya kanıt olarak, Nutuk’un okunuşundan yaklaşık bir yıl sonra, 18.Eylül.1928 tarihinde yayınlanan ve Nutuk’un taşra memurlarına gönderilmesini öngören genelgeyi örnek olarak vermek mümkündür.10 Nutuk’un satılmak üzere çeşitli yerlere gönderilme işleri sadece kitabın 1927 baskısıyla da sınırlı değildir. Örneğin Cumhuriyet Halk Fırkası İçel Vilayet Heyeti ta- rafından, Cumhuriyet Halk Fırkası Umumi Katipliği’ne gönderilen, 14.Mayıs.1934 Tarih, 47746 Sayılı yazıda, Umumi Katipliğin 30/3/934 Tarih 8/252 Sayılı yazısına11 karşılık olarak şu cevap verilmektedir: Kaza İdare heyetlerimizce nutukların tevzii hususu esaslı ve devamlı bir surette takip edilmediğinden bu güne kadar tevzii işleri neticelenememiştir. Bu işle bizzat meşgul olacak ve en nihayet bu ayın sonu- na kadar tevziatı ikmal ettirerek mazbataları takdim edeceğim. Bilvesile saygılarımı tekrarlarım efendim.- CHF İçel Vilayet İdare Heyeti Reisi.

10 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 18/09/1928 Tarih, 230.00. Fon Kodu, 149.56.6. Yer No’lu belge. 11 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi,14/05/1934 Tarih, 490.01. Fon Kodu, 12.66.9. Yer No’lu belge 41 Mete K. Kaynar Benzer bir örnek Kütahya Spor Kulübü ile ilgili olarak verilebilir. Kulübün 02.Eylül.1933 tarihinde Cumhuriyet Halk Fırkası Katibiumumiliğine yazdığı yazıda12 “Büyük Reisimiz GAZİ hazretlerinin nutuklarından faydalanma- mız için bize armağan edilen kitabı aldık; demirbaş yap- tık.” denmektedir. Örnekleri artırmak mümkündür. Nutuk’un satış fiyatları da onun okunmaktan çok re- jimi sahiplenmekle ilgili nedenlerle satın alındığının al- tını çizmektedir. Nitekim Nutuk’un fiyatı, dönemine göre çok ama çok yüksektir. Mustafa Kemal’in 30.Hazi- ran.1927 tarihinde -yani Nutuk’un okunmasından sadece 15 gün önce- askerlikten emekliye ayrıldığı13 ve kendisine 43 TL maaş bağlandığı (Aydemir, 1973:321) gözönüne alınırsa, Nutuk’un, Mareşallikten emekli bir askerin bile maaşının tamamıyla sadece 4-5 adet satın alabileceği ka- dar pahalı bir kitap olduğu görülebilir. Ayrıca belirtmek gerekiyor ki, Mustafa Kemal’in, İstanbul’da Zelliç Matba- ası mücellithanesinde teclid edilen, tezyinatı İstanbul’da Müderresetülhattat’in tarafından tertip olunan, kuyumcu- luk işleri ise yine İstanbul’daki seçkin kuyumculara yaptı- rılmış olan ve o dönemde adeti 500 TL’ye satılmakta olan fevkalade Nutuk’tan (Özerdim, 1980:236) sadece bir tane alabilmek için, emekli maaşını hiç harcamadan tam 12 ay biriktirmesi gerekmektedir. Nutuk’la ilgili bu fiyatlar, aynı zamanda, kuşkusuz hiçbiri emekli bir paşa kadar maaş alamayan diğer memurların, bürokratların, kendilerini re- jime bağlayabilmek için ne büyük maddî fedâkârlıklarda bulunduklarını da belgelemektedir. Allah’tan, Nutuk ya- yınlandıktan sonra, Türk Tayyare Cemiyeti Nutuk’u beş

12 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 02/09/1933 Tarih, 490.01. Fon Kodu, 24.120.1. Yer No’lu belge 13 Mustafa Kemal ve İsmet İnönü’nün askerlikten emekliye ayrılmaları ile ilgili olarak Bkz.: Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 30/06/1927 Tarih, 030.11.1. Fon Kodu, 32.15.2. Yer No’lu belge ve (Çamlıbel, 1939:63). 42 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lira karşılığında, ayda elli kuruştan on ay taksitle satma- ya14 başlamıştır da rejime sadakatin maddî külfeti taksit- lendirilebilmiştir. Nutuk’un yurtdışı baskıları ise ayrı bir tartışma konu- su olmuştur. Türk siyasî hayatı üzerine çalışmakta olan oldukça küçük bir akademik grup dışında, yurtdışındaki hiç bir okuyucuyu ilgilendirmeyecek bilgilere yer verilen Nutuk’un, okunuşunu müteakip yıllarda yabancı dillere çevrilip satılmaya çalışılmasında da, yine, Nutuk’un bah- settiği konulara yurtdışında duyulan ilgi değil, rejimin prestiji faktörü belirleyici olmuştur. Zîrâ Rusça baskısı dışında K.F. Koehler yayınevi tarafından piyasaya sürü- len eserin yurtdışı satışları, tam anlamıyla bir sorun hâline gelmiştir. Satışı ve gelirlerin toparlanması işiyle görevlen- dirilen büyükelçilikler, rızaları dışında kendilerine gön- derilen ve satılamayan Nutukları Türk Hava Kurumu’na iade etmek için Hariciye Vekaleti ile sürekli olarak yazı- şırlarken; Hariciye Vekaleti ise büyükelçiliklerden, kitap- lar satılmasa bile propaganda amaçlı olarak kitapçılarda muhafaza edilmesi konusunda gereğinin yapılmasını rica etmiştir. Koçak’ın (1997:139) belirttiğine göre, Roma Büyükelçiliği’nden Hariciye Vekaleti’ne 11.Kasım.1930 tarihinde iletilen bir yazıda, Roma’da toplam yedi-sekiz ay zarfında sadece iki adet Fransızca Nutuk satılabildiği belirtilmekte ve kitapların Türkiye’ye iadesi talep edil- mektedir. Aynı merkezden yazılan, 21.Ocak.1931 tarihli bir başka yazıda ise toplam beş adet Fransızca .UTUK sa- tıldığı bildirilmektedir. Bu konuda sorunlar yaşayan sa- dece Roma Büyükelçiliği de değildir. Koçak (1980:139),

14 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 4/11/1928 Tarih, 051.41 Fon Kodu, 8.69.17 Yer No’lu; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 31/07/1928 Tarih, 051 V.32 Fon Kodu, 4.29.16 Yer No’lu; Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi 1928 Tarih, 230.149. Fon Kodu, 56.6.0 Yer No’lu belgeler. 43 Mete K. Kaynar bu tür sorunlar nedeniyle Hariciye Vekaleti’ne başvuran büyükelçilikler arasında Paris, Kâbil, Atina ve Budapeşte büyükelçiliklerini de saymaktadır. Nutuk’un ilk Latin harfli baskısının 1934 yılında ger- çekleştirilmesi de oldukça kayda değerdir ve bu, Nutuk’un okunmaktan çok, sahip olunması önemli olan bir metin olma özelliğinin altını çizer. Latin harflerine geçişi düzen- leyen kanun 1.Ocak.1929 tarihinde yürürlüğe girmekle birlikte15, 1928 yılı ortalarından itibaren -yani .utuk’un Osmanlıca baskısının Temmuz 1928’de piyasaya çıkma- sından yaklaşık iki ay önce- bu konuda bir takım resmî girişimlerde bulunulmaya başlanmıştır: 23.Mayıs.1928 tarihinde Türkçenin Latin harflerine geçirilmesi ile ilgili bir heyet kurulmuş16; Mustafa Kemal bu konudaki düşün- celerini 28.Ağustos.1928 tarihinde, Sarayburnu’da katıl- dığı toplantıdaki “Milleti bilgisizlikten kurtarmak için kendi diline uymayan Arap harflerini terkedip Latin esa- sından Türk harflerini kabul etmekten başka çare yoktur.” (Kocatürk, 1999:415) sözleriyle ortaya koymuş; konu ile ilgili yasa, Kasım ayı başında B.M.M’de kabul edilmiştir. Mustafa Kemal, Nutuk’unu Latin harfleriyle bastırabilir miydi? Bu soruya kesin bir cevap vermek oldukça oldukça zor. Fakat yine de bunun mümkün olabileceğine dair izler bulmak da mümkün: Türk dilinin Latin harflerine dönüş- türülmesi ile ilgili encümenin oluşturulduğu Mayıs ayın- da henüz Nutuk piyasaya çıkmamıştı ve yine biliyoruz ki, Arap alfabesinden Latin alfabesine geçiş ile ilgili tartışma- lar, 1928 Mayıs’ından da eskiye, hattâ Cumhuriyet’in ilk

15 01.Kasım.1928 Tarih, 1353 Sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hak- kında Kanun (Resmi Gazete 03.Kasım.1928 Tarih ve 1030 Sayı) gereğince 01.Ocak.1929 tarihinden itibaren Latin Harfleri kullanılmaya başlanmıştır. 16 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 23/05/1928 Tarih, 30.0.0 Fon Kodu, 8.1.1. Yer No’lu belge. 44 Tarihin İnşâsı ve Siyaset yıllarına kadar gitmekteydi.17 Bir başka ifâde ile Mustafa Kemal, Nutuk’unu okuduğu tarihlerde, Latin harflerine geçiş ile ilgili düşünceleri de kafasında olgunlaşmış du- rumdaydı. Fakat Latin harfleriyle dizilmiş Nutuk, yeni alfabenin kabulünden yaklaşık beş yıl sonra piyasaya çı- kabildi. İlginçtir ki, yeni Nutuk’un piyasaya çıkışı, tam da Mustafa Kemal’e 24.Kasım.1934 tarihinde 2865 Sayılı Kanun ile Atatürk soyadının verilmesinden sonraki gün- lere denk gelmektedir. Nitekim, üç cilt hâlinde basılan bu Nutuk’un kapağında, “Gazi M. Kemal” ve “Kemal Atatürk” imzalarının klişeleri bulunmaktadır (Özerdim, 1980:236; Uzun, 2005:109). Kitabın, 1934 yılının son günlerinde, soyadı kanunun hemen ardından basılmış ol- ması da göstermektedir ki Mustafa Kemal, Latin harfle- riyle basılmış bir Nutuk’tan çok, üzerinde yeni soyadının yer aldığı, Atatürk’ün ata-Türklüğünün belirgin bir şekil- de vurgulandığı bir Nutuk’u daha çok önemsemektedir. Nutuk’un ikinci Latin harfli baskısı da sembolik bir ta-

17 Özerdim’in (1998:15-23) de belirttiğine gibi, Latin harfleriyle ilgili tartışma- lar neredeyse Cumhuriyet ile yaşıttır. 1924 yılı Millî Eğitim Bakanlığı bütçesi görüşülürken o günlerin genç milletvekillerinden Şükrü Saracoğlu, alfabe konusuna da değinerek, bilgisizliğin en başta gelen nedeninin Arap yazısı olduğunu söylemiştir. Tanin gazetesinde Hüseyin Cahit (Yalçın), Kılıçzâde Hakkı (Kılıçoğlu) da bu düşünceyi destekleyen konuşmalar yapmıuşlardır. Aynı yıl içinde Berlin’deki Türk öğrencileri Yeni Harfler Birliği adlı bir dernek kurarak, bütün Türk illeri için Latin harflerinin kabulünü istemişler, bu çerçevede Yeni Yazı adlı bir de dergi çıkarmaya başlamışlardır. Latin harfleri sorunu, 1926 yılında yeniden alevlenir. Dilci, tarihçi ve yazarların çoğunluğu bu harflerin kabul edilmesine karşıydı. Akşam gazetesinin anketine verilen yanıtlarda, sadece üç kişi (Dr. Abdullah Cevdet, Mustafa Hâmit, Refet Avni) Latin harflerini savunuyor, geri kalan on üç kişi ise bu değişime karşı çıkıyordu. Latin harflerinin kabul edilmesine Hükümetçe 1927 yılında karar verildiği anlaşılıyor. Türk basınında o dönemde, Falih Rıfkı (Atay), Yunus Nadi (Abalıoğlu), Mithat Sadullah (Sander), Celâl Nuri (İleri) Latin harflerini destekleyen yazılar yazdıkları görülmektedir. 1928 yılının Ocak ayının 8’inde, o günlerin Adalet Bakanı Mahmud Esat (Boz- kurt), Türk Ocakları Merkez ve Hars Heyetleri›ne verdiği bir şölende, Latin harflerinden yana konuşmuş; aynı yılın 8 Mart›ında Başbakan İsmet Paşa (İnönü), Türk Ocağı Hars Heyeti›nde Latin yazısı üzerinde bir danışma top- lantısı yapmıştı. Bu arada İbrahim Necmi (Dilmen) ile Ahmet Cevat (Emre) Latin yazısını destekleyen yazılar yazıyorlardı. 45 Mete K. Kaynar rihe, Cumhuriyet’in onbeşinci yıldönümüne -1938- denk getirilerek basılacak; hattâ 1938 baskısı için, 1934 bas- kısının kalıpları kullanılarak bir tıpkıbasım gerçekleşti- rilecektir. Tüm bu ayrıntılardan hareketle denilebilir ki, Mustafa Kemal’in kafasında da bir kitap olarak Nutuk’un, içeriğinden çok sembolik niteliği ön plandadır. Bir konuda belirtilmesi gereken son bir nokta da, Nutuk’un Mustafa Kemal’in vefatının ardından, 1950 yı- lına, yani tek parti döneminin sona erip DP’nin iktidara geldiği döneme kadar basılmamış olmasıdır. Okunduğu günden, Mustafa Kemal’in vefatına kadar geçen yakla- şık 11 yıllık süre içerisinde, 1927’de 1934’de ve 1938’de üç kez basılan ve satılması için özel bir çaba gösterilen Nutuk’un, yazarının vefatının ardından 12 yıl hiç basıl- maması da oldukça manidardır. 1950 yılında, DP iktidarı döneminde basılan Nutuk da, böylesi bir eksikliği, gecik- mişliği fark eden DP iktidarının -tabir-i câizse- bir nevi yasak savmasından başka bir şey değildi. Nitekim 1950 yılında Nutuk’un ilk yarısı, iki yıl sonra, 1952’de, geri ka- lan ikinci yarısı, DP iktidarının son yılında, 1959 yılında ise Nutuk’un vesikalarını içeren cildin basılmış olması da göstermektedir ki, 1950’li yıllarda basılan Nutuk da-daha önce 3 kez basılmış bir kitabın önce bir yarısının iki yıl sonra ikinci yarısının ve beş yıldan fazla süre sonra da ek- lerinin basılmasının gayri ciddiliğini tartışmaya bile gerek olmadığı varsayımından hareketle- okunması, okurlardan gelen bu yöndeki bir talebin değerlendirilmesi gibi ne- denlerle basılmamış; bu baskıda da rejimle ilgili kaygılar ön planda olmuştur. Hiç kuşkusuz, kitaba sahip olmanın, onu okumanın önüne geçtiği, kitaba sahip olmanın siyasî bir tavır hâline getirildiği bir durumda, edinilen kita- bın yarım ve eksik olmasından kaynaklanacak garabetin önemli olmadığını da belirtmeden geçmeyelim.

46 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Nutuk’un DP döneminde yarım yamalak basılması- nın nedenlerini tartışmaya geçmeden önce, İnönü’nün önderliğindeki yıllarda neden Nutuk’un hiç basılmamış olabileceği üzerine de düşünmek gerekiyor. Bir şeyin ne- den yapılmadığı ile ilgili -açığa vurulmayan bir iradenin nedenleri ile ilgili- kesin bir şeyler söylemek oldukça zor olmakla birlikte, İnönü döneminde Nutuk’un basılma- mış olmasıyla, yine aynı dönemde Nutuk’un kötü-kişile- rinin bir bir aktif siyasete dönmeye başlamaları arasında bir ilişki olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Refet Bele’nin 1935 yılında; Nutuk’un hakkında en ağır sözlerin sarf edildiği kişi olan ’ın, Nutuk ile ilgili eleştirilerini 1930 başlarında gazetelerde yayınlama- ya başlamasının ardından kitapları toplatılan ve yakılan Kazım Karabekir’in ve Ali Fuat Cebesoy’un 1939 yılın- da milletvekili olarak parlamentoya dönmeleri; Nutuk’ta hakkında yer alan eleştirilere yurt dışında yayınlanan ga- zetelerden cevap veren Hâlide Edip ve eşi Adnan Adıvar’ın ve Mustafa Kemal’e karşı en ağır ithamları kaleme almış olan Rıza Nur’un 1939 yılında ülkeye dönmüş olmaları ile Nutuk’un bu tarihlerde basılmamış olması arasında bir ilişki kurulabilir. Tabîî, Nutuk’un tek parti döneminde neden hiç basılmadığı ile ilgili bu tartışmaya, 1938 Ka- sım’ında vefat eden Mustafa Kemal’e yapılacak anıt mezar ile ilgili projeye bile neden 1944 yılı Eylül’ünde karar ve- rildiği, mezarın neden ancak 1953 yılı içerisinde tamam- lanmış olduğu, 1942 tarihinde piyasaya sürülen üçüncü emisyon grubu banknotların tamamının neden İsmet İnö- nü resimli oldukları şeklideki soruları sorarak da devam etmek olasıdır. Nutuk’un DP’nin iktidara geldiği ilk yılda -sadece bir kısmı da olsa- yayınlanmış olmasıyla 27 yıllık tek partiyi devirerek iktidara gelmiş DP’nin siyasî kaygı ve endişeleri

47 Mete K. Kaynar arasında da yakın bir ilişki vardır. Şöyle ki, 1946 yılında kurulan ve 1950’de iktidara gelen DP’nin, bir yandan ön- cesindeki iki muhalefet partisiyle aynı akıbete uğramamak amacıyla sistemin “içerisinde” “biz”den bir parti olduğu- nu ispatlaması, diğer yandan da 27 yıllık tek parti ve onun bürokrasi ve ordu üzerinde nüfuz sahibi genel başkanı ile hesaplaşması gerekiyordu. Bu iki amaç bazen birbiriyle farklı vektörlerdeki politikaların aynı anda izlenmesini de zorunlu kılıyordu: Bir yandan sistemin, rejimin içerisin- deki bir parti olduğunun, diğer yandan ise sistemi kuran partiden farklı olunduğunun gösterilmesi; bir yandan tek parti politikalarına alternatif politikaların izlenmesi, diğer yandan da bu politikaların rejimin devamlığını garanti al- tına alan ve sürdüren politikalar olduğunun vurgulanması gerekiyordu.18 Özetle DP’nin bir yandan CHP ve daha da önemlisi İsmet İnönü ile rekabet etmesi, ama diğer yandan da CHP öncülüğünde kurulan rejimin devamı olduğunu, gericilerin ya da komünistlerin partisi olmadığını gös- termesi gerekiyordu. DP, birbiriyle çelişir gibi görünen bu stratejiyi gerçekleştirebilmek için, Mustafa Kemal’i Cumhuriyet Halk Partisi (CHP)’nden kopararak onu sa- hiplenme yoluna gitmiş; böylece bir yandan -CHP’den kopararak rejimin ata-Türk’ü olma özelliği iyiden iyiye vurgulanarak ön plana çıkarılan- Mustafa Kemal’e göster- diği ilgi ve hürmet ile rejime bağlılığının altını çizilirken, diğer yandan da Mustafa Kemal’den koparttığı CHP’yi eleştirebileceği, kötüleyebileceği bir meşrûiyet alanı yara- tabilmiştir. Nutuk’un 1950 yılında basılmış olmasını -25. Temmuz.1951 tarihinde çıkartılan 5816 Sayılı Atatürk’ü

18 DP’nin, CHP’nin kurduğu sistemin içinde fakat yine de ondan farklı oldu- ğunu belirtme ihtiyacı, aynı zamanda, Demokrat Parti dönemi popülizminin de kaynaklandığı alandır. Farklı vektörlerdeki bu politikanın aşılabilme- sinin bir ayağı Kemalizmin tabulaştırılmasıyken, popülizm bu politikanın ikinci ayağını oluşturmaktadır. DP popülizmi ile ilgili olarak Bkz.: (Özkan, 2004:32-47). 48 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Koruma Kanunu ile birlikte düşünerek- bu şekilde oku- mak daha doğru olacaktır.

-ONDROS´TANØ .UTUK´AØ Ø %KIMØ  Ø Ø %KIMØ Ø … ... İşte böylece efendiler Aşk istediler verdim Ateş istediler verdim Ekmek istediler verdim - Güldüler, yalan dediler, olmaz dediler - Uğraştım sonunda en güzel boyalarla Önümüze bir bütün harita çıkardım... Turgut Uyar (Nutuk)

Bahriye Nazırı Rauf Bey ile İngiliz Amirali Galtrop (Calthrope), Mondros Mütarekesi’nin şartlarına karar verdiklerinde tarih 29.Ekim.1918’dir. Fakat “Harp sa- haları birbirinden uzak olduğundan bazı anlaşmazlık- lar çıkabil[leceği endişesiyle] ... bütün cephelerde ateşin aynı anda kesilmesini sağlamak için mütareke tarihini[n] 30.Ekim.1918 günü öğle vakti olarak” (Orbay, 2004:146) tespit edilmesine karar verilir. Her iki komutan da ant- laşmanın ertesi gün yürürlüğe girmesi konusunda hem- fikirdirler. Böylece, 30.Ekim.1918 öğlen vakti itibariyle, Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’nda yenildi- ği resmen belgelenmiş, savaşın galibi İtilaf Devletleri’nin şartları koşulsuz kabul edilmiştir. 30.Ekim.1918 tarihi, aynı zamanda Millî Mücadele’nin de başlangıç tarihidir. Mütareke’nin imzalanmasından sa- dece bir hafta sonra, 05.Kasım.1918’de, işgale direnmek amacıyla Kars İslam Şûrâsı kurulmuş, Kars Millî İslam

49 Mete K. Kaynar Şûrâsı, 30.Kasım.1918’de 60 kişilik heyet ile toplana- rak bir takım kararlar almıştır. Nitekim, İzmir Müdafa-i Hukuk-u Osmaniye Cemiyeti de faaliyetlerine resmî olarak 01.Aralık.1918’de başlar. 06.Kasım.1918 günü gayriresmî olarak kurulan Cemiyet’in ilk çalışması, Rum- ların taşkınlıklarının önlenmesi için Vali Nurettin Paşa’yı aramaktır. Kurulduğu ilk dönemlerde Moralızâde Hâlit ve Nail beylerin yakılan yazıhanelerinde daha sonra Bi- rinci Kordon’da ticarethane olarak tuttukları dairede ça- lışmalarına devam eden cemiyet, işgal karşıtı tutumuyla Millî Mücadele’de oldukça önemli bir rol oynamıştır. Er- tesi gün, 2 Aralık’ta, Edirne’de Trakya-Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniye’si kurulur. 7 Aralık’ta ise İstanbul’da oluşturulan Millî Kongre, işgallere karşı bir bildiri ya- yınlar. 03.Ocak.1919’da, Ardahan’da da işgale karşı bir kongre toplanır ve çalışmalarına başlar. 12.Şubat.1919’da ise benzer amaçlarla kurulan bir cemiyet, Trabzon’da faa- liyetlerine başlamıştır. Bu girişimi 2 gün sonra Samsun’da çalışmalarına başlayan, Karadeniz Türkleri Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti takip eder. Erzurum Vilayet-i Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti ise 03.Mart.1919’da kurulur (Başgül, 1993:7-12). 15.Mayıs.1919’da İzmir’in işgali ile Millî Mücade- le’deki önemli bir psikolojik eşik de aşılmış olur. İşgalin ardından tüm yurtta işgallere karşı protesto mitingleri düzenlenmeye; direnişi örgütleyen gazeteler çıkarılmaya; çeteler fiili olarak Yunan güçleriyle çarpışmaya başlar. 16.Mart.1919’da Denizli Belediye binası önünde toplanan halk, İzmir’in işgalini protesto eder. Benzer mitingler 17 Mart’ta Giresun’da, 18 Mart’ta Erzurum’da, 19 Mart’ta İstanbul Fatih’te de gerçekleştirilir. 19.Mayıs.1919’da Pa- zartesi günü, Fatih Belediye binası önünde 80 bin kişinin katıldığı bir gösteri yapılır. İstanbul’da dükkanlar, beş

50 Tarihin İnşâsı ve Siyaset gün süre ile kepenklerini kapar. 20.Mayıs.1919 Salı günü Üsküdar Doğancılar’da, 22.Mayıs.1919 Perşembe günü Kadıköy’de yapılır işgale karşı gösteriler. Doğancılar’da yapılan gösteride Şair Talat Bey, Ferruh Niyazi Bey, Sa- bahat Hanım, Muzaffer Bey, Necdet Hamdi Bey, Naci- ye ve Zeliha hanımlar konuşma yapar. Konuşmalarda, “Yaşamak için ölmeye yemin ettik, yalnız İstanbul değil, köylüler de ayakta. Köylüler çarıklarını ıslatıyor, kepekli undan yol hazırlığı yapılıyor.” denilir. Kadıköy’de yapılan gösteride Münevver Saime, Hâlide Edip, Hayriye Melek hanımlarla Fahrettin Hayri Bey konuşma yapar. 23.Mayıs.1919 Çarşamba günü Sultanahmet’te yapılan miting ise gerçekten göz doldurucudur: 200.000 kişinin katıldığı mitingde Şair Mehmet Emin Yurdakul, Süley- man Sırrı ve Dr. Fahrettin Hayri beylerin yanında Hâlide Edip Hanım da bir konuşma yapar. O gün sokaklarda el- den ele dolaşan bildiride şu satırlar yer almaktadır: Müslüman! Yedi asırlık bir saltanatın taksim olduğu- nu görüyorsun! Şu hicranlı günlerimizde birleşmeye, anlaşmaya her hususta ihtiyacın var. İşini, gücünü bırak, Cuma namazından sonra Sultanahmet’teki iç- timaa koş! Kadın, erkek, çoluk, çocuk orada bulun! [imza] Müslüman (Adıvar, 2006:221). 25.Mayıs.1919’da hükümet gösterileri yasaklar. 30.Ma- yıs.1919 Cuma günü, halk Sultanahmet Camii’nde top- lanır; İzmir şehitleri için mevlüd okutulur. Mevlüd, gös- teriye dönüşür. Öğretim üyesi İsmail Hakkı Baltacıoğlu, Milaslı İsmail Hakkı ve Hamdullah Suphi beyler ve Şükûfe Nihal Hanım da bu toplantıda birer konuşma yaparlar. Anadolu tüm unsurlarıyla işgale karşı direnmektedir. İlhakları reddeden (redd-i ilhak), Müslümanların yaşadı- ğı yerlerin Osmanlı topraklarında kalması için çabalayan (müdafa-i hukuk) cemiyetler, gazeteler, mitingler aracılı-

51 Mete K. Kaynar ğıyla başlayan, çetelerle devam eden bir direniştir bu; Ta- rık Zafer Tunaya’nın tespitiyle birbirinden ayrı, yüzlerce çoban ateşi yanmaktadır artık Anadolu’da.19 22 Haziran 1919’da, büyük çoğunluğunu üst rütbeli muvazzaf askerlerin oluşturduğu bir grup da yayınladıkla- rı bir tamim ile işgallere karşı tepkisini gösterir. Amasya Tamimi’nin kaleme alınmasında, 5 Mayıs’da 9. Ordu Kı- taatı Müfettişliği’ne tayin edilen Mustafa Kemal belirle- yici olmuştur. Mustafa Kemal, 12 Haziran’da Amasya’ya gelmiş, burada bir müdafaa-i hukuk cemiyetinin kurul- masına önayak olmuş; Amasya’ya geldiği gün yaptığı ko- nuşmasında “Padişah ve hükümet İtilaf Devletlerinin elin- de esir bir vaziyettedir. Memleket elden gitmek üzeredir. Bu kötü vaziyete çare bulmak için, sizlerle işbirliği yap- maya geldim. Hep beraber azizi vatanımızı ve istiklalimi- zi kurtarmak için gayretimizle çalışacağız.” diyerek işgale karşı tutumunu ortaya koymuştur. Tamim, 22 Haziran’da yayınlanır ve 9. Ordu Müfettişi Mustafa Kemal Paşa, on beşinci Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa, eski Bahriye Nazırı Rauf Bey, 13 Kolordu Kumandan Vekili Miralay Cevdet Bey, Üçüncü Kolordu Komutanı Miralay Refet Bey, On İkinci Kolordu Komutanı Miralay Selahat- tin Bey, 25. Kolordu Komutanı Miralay Ali Fuat Bey, on yedinci Kolordu Kumandan Vekili Miralay Bekir Sami Bey, İkinci Ordu Müfettişi Cemal Paşa ve Edirne Kolordu Komutanı Cafer Tayyar Paşa gibi askerlerinde araların- da yer aldığı bir grup metni imzalar. Gerçi metnin im- zalanması sürecinde bile kimi tedirginlikler ve eleştiriler göze çarpmıştır; lâkin, henüz tarih 1919’dur ve Amasya Tamim’i ile kurulan ama gerginlikleri de yine bu tamimin imzalandığı gün başlayan ilişkiler henüz çok yeni, sıkı ve

19 Konu ile ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Dündar, 2007:23-27). 52 Tarihin İnşâsı ve Siyaset sıcaktır.20 Amasya Tamimi, daha sonra Erzurum ve Sivas kong- relerini gerçekleştirecek ve ardından da Ankara’da açıla- cak Büyük Millet Meclisi’nde, Millî Mücadele’yi bir çatı altında toparlamaya çalışacak olan yönetici kadronun ilk faaliyeti olması açısından oldukça önemlidir. Bir başka deyişle, Amasya Tamimi, büyük çoğunluğu daha sonra .UTUK’ta eleştirilecek, yerilecek, hâin ilan edilecek, kö- tülenecek, İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanacak, kitap- ları toplatılacak… kişilerin21 ilk örgütlü hareketi olması açısından önem taşımaktadır. Tabir-i câizse, Nutuk’un temel malzemesinin, Amasya Tamimi’ni imzalayan ki- şilerden oluştuğunu söylersek, Nutuk’un membaını bu

20 Pekdemir (1999:110) Amasya Tamimi’nin imzalandığı bu süreci şu keli- melerle ele alır: “…bu kararlar tereyağından kıl çeker gibi alınmıyordu… Mustafa Kemal’in itibarı, tamam, vardı ama; madalyonun bir de öteki yüzü vardı: Fevzi (Çakmak) Paşa İstanbul’da Harbiye Nazırıydı ve Mustafa Ke- mal Paşa’ya güvenmiyordu. Kazım (Karabekir) ve Refet (Bele) Paşalar da ona fazla güvenmeyerek kendilerini ikinci adam yerinde görmek istiyorlardı. Nutuk’tan anlaşıldığı kadarıyla, Amasya Tamimi’ne Rauf Bey, yüzü tut- madığı için imza atmak zorunda kalmış…Her şey olup biterken Mustafa Kemal’in tek gerçek yardımcısı durumunda olan Albay İsmet (İnönü) Bey bile her zamanki aşırı temkinliğinden olacak harekete belli bir noktada katılmıştı. Mustafa Kemal Anadoluya geçerken Yeni evlendim, beni biraz rahat bırak” diye isteksizlik göstermişti…Ama belki de bu yakıştırmalar, bu hikayede en kararlı olan Mustafa Kemal idi”sonucunun çıkarılması için yapılmıştı; kim bilir?” 21 Nutuk’ta, Kazım Karabekir’den bir çok kereler bahsedilir. Nutuk’ta inkîlaba muhâlif bir kişi portresiyle sunulur. Rauf Bey de Nutuk’un en çok sözü edilen kişilerinden birisidir. O da Kazım Karabekir gibi inkîlap karşıtı bir kişi ola- rak sunulur. 13. Ordu Komutan Vekili Cevdet Bey Nutukta, Ali Galip hadise- sinde kendisinden bekleneni yapamaması ve Damat Ferit Paşa Hükümetiyle ilişkilerin kesilmesine karar verildiğinde bir takım tenkitlerde bulunması nedeniyle eleştirilmektedir. Miralay Refet Bele’ye de Nutuk’ta yer verilir ve Bele hafif hareketler” yapmakla eleştirilir. Ali Rıza Paşa Hükümeti’nde Harbiye Nazırlığı görevi de üstlenen Mersinli Cemal Paşa da Nutuk’ta Millî Mücadele’ye zorluk çıkaran bir safdil” olarak tanımlanmaktadır. Selahattin Bey’in suçu ise Mustafa Kemal’den habersiz görevini bırakarak İstanbul’a dönmesi ve bir takım kararsız hareketlerde bulunmasıdır. Mustafa Kemal, Ali Fuat’ı en çok Kuvâ-yı Seyyare’ye olan desteği nedeni ile eleştirmektedir. Cafer Tayyar Bey de kendisine verilen emirleri yerine getirmediği ve Yunan- lılara esir düştüğü için Nutuk’ta eleştirilmiştir. Nutuk’ta Mustafa Kemal’in olumsuz, olumlu ve hem olumsuz anlamda bahsettiği kişilerin listesi için Bkz.: (Uzun, 2005: 294-314). 53 Mete K. Kaynar kişilerden aldığını belirtirsek büyük bir yanlış yapılmış olmayız. Nutuk’un çok önemli bir bölümü, bu kişilerin nerelerde ne tür hatalar yaptıkları ve yetenek ve ufukla- rının neden Mustafa Kemal’e erişemediğinin açıklanma- sından oluşmaktadır. Aynı şekilde, Terakkiperver Cum- huriyet Fırkası (TCF)’nın kurucularının birçoğunun da yine, Amasya Tamimi’ni imzalayan kişilerden oluştuğunu söylemek mümkündür. Diğer bir deyişle, Amasya Tami- mi, bir yandan Millî Mücadele’nin kurmay heyetini -Ali Fuat Paşa’nın tabiriyle eski apotr’larını- oluştururken, di- ğer yandan da, bu kurmay heyeti içerisindeki ittifakları, çekişmeleri, tasfiyeleri, eski apotr’ların yerine yenilerinin ikâmesi sürecinin de başlangıç noktasını oluşturmaktadır. 22.Haziran.1919’da Amasya Tamimi’ni yayınlayan he- yet, 10.Temmuz.1919’da, 15 Kolordu Komutanı Kazım Karabekir Paşa’nın görev alanı içerisindeki Erzurum’da bir kongre toplamaya karar verdiyse de, Kongre ancak 23 Temmuz’da toplanabilir. Bu kongrede oluşturulan Heyet-i Temsiliye, kongrenin yürütme organı gibi çalışır. Bölgesel nitelikteki Erzurum Kongresi’ni, yine Amasya Tamimi’nin imzacılarından Üçüncü Kolordu Komutanı Miralay Refet Bey’in görev alanı içerisindeki Sivas’ta top- lanan, Sivas Kongresi takip eder. 4.Eylül.1919’da toplanan kongre, Erzurum Kongresi’ni de kapsayan bir kongredir ve bu kongre sonrasında, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti oluşturulur. Yurt sathındaki bütün müdafaa-i hukuk ve reddi ilhak cemiyetlerini bir araya ge- tirmeye çalışan Sivas Kongresi (ve bu kongrede oluşturu- lan cemiyet), dağınık, âdem-i merkezî, yerel ve otonom ör- gütler tarafından sürdürülen Millî Mücadele’nin, merkezî ve bütünleşik bir güç hâline getirilmesinde önemli bir hamle olarak değerlendirilebilir. Mustafa Kemal’in Nu- tuk’unu okuduğu 1927 Kongresi’nde, partinin ilk kong-

54 Tarihin İnşâsı ve Siyaset resinin Sivas Kongresi olduğunu söylemesi de, bu açıdan bakıldığında oldukça manidardır: Sivas Kongresi, Millî Mücadele’nin merkezîleştirilmesinde önemli bir aşama iken, 1927 Kongresi de tek parti yönetiminin kurulma- sında önemli bir aşamadır; ayrıca her ikisinin de başında Mustafa Kemal yer almaktadır. Nutuk, bir yandan, ne- den bazı kişilerin tasfiye edildiğini anlatırken, diğer yan- dan da Samsun’dan Amasya’ya, Amasya’dan Erzurum’a, Erzurum’dan Sivas’a, Sivas’tan Ankara’daki B.M.M’ye na- sıl gelindiğini, sadece tarihsel değil, aynı zamanda siyasî bağlamda da açıklamaya çalışmakta; CHP’nin, millî mü- cadelenin merkezî direniş örgütünden bir partiye nasıl dö- nüştüğünü izah etmeye/kurmaya/kurgulamaya çalışmak- tadır. Bu açıdan, Nutuk’u, Amasya’dan Ankara’ya doğru çizilen fay hattını ve bu fay hattındaki kırılma noktalarını tanımlayan, bu fay hattındaki depremleri ve siyasî can ka- yıplarının nedenlerini anlatan bir metin olarak ele almak da mümkündür. 23.Nisan.1920’de, 20. Kolordu Komutanı Ali Fuat Bey’in denetimindeki Ankara’da kurulan B.M.M de Millî Mücadele’nin merkezîleştirilmesinde önemli bir adımdır. Hiç kuşkusuz, B.M.M’nin açılması sadece merkezileşme konusunda bir hamle olarak değerlendirilemez; Amasya Ta- mimi sonrasında bir araya gelen Millî Mücadele yöneticileri içerisindeki tasfiyeler de bu süreçten sonra hızlanacak, bu- nunla birlikte B.M.M, İstanbul’un işgalinden sonra dağılan Meclis-i Mebusan üyelerini de içerisine alarak, kendisini tek ve hakim siyasî bir güç olarak sunmayı başarabilecektir. B.M.M’nin açılmasını takip eden dönemde, İstanbul ve An- kara arasındaki rekabette avantaj ve güç Ankara’nın elinde temerküz etmeye başlayacak; siyaset Ankara’dan, daha da doğrusu Mustafa Kemal’in ve çevresi tarafından yönlendi- rilmeye başlanacaktır.

55 Mete K. Kaynar Cumhuriyet’in ilanı -ve cumhuriyet kavramı etra- fı üzerinde yürütülen tartışmalar- da tasfiye sürecinin hızlanmasında önemli bir merhaledir. Eski apotr’lar, Cumhuriyet’in ilan ediliş biçimine sert tepki gösteririler. Yönteme ilişkin tepki, Mustafa Kemal -ve çevresi- tara- fından “Cumhuriyet”in kendisine yönelik bir tepki olarak algılanır ve apotr’ların gericiliğine yorulur. Eski apotr’lar, gerici ve Cumhuriyet karşıtı olmadıklarını ispat için is- minde terakkiperver ve cumhuriyet kelimelerinin geçti- ği bir parti kurmaya hazırlanırlar. Cumhuriyet kavramı etrafında yürütülen tartışmalar o kadar sıcaktır ki, bu gelişme, yani Cumhuriyet karşıtlığı ve gericilikle itham edilenlerin, isminde cumhuriyet ve ilerici kelimelerinin geçeceği bir parti kuracakları söylentileri, müstakbel mu- halefet partisi kurulmadan tam da bir hafta önce, Halk Fırkası’nın da adını değiştirmesine ve “Cumhuriyet Halk Fırkası” ismini almasına yol açar: İsmini değiştiren Mus- tafa Kemal’in partisi, cumhuriyet kavramını muhâliflere bırakmamakta oldukça kararlıdır.22 17.Kasım.1924 günü kurulan TCF, sadece 199 gün siyasî yaşamına devam ede- bilir ve Şeyh Sait İsyanı ile ilişkisi (olduğu düşüncesi) ne- deniyle 3 Haziran192523 tarihinde İcra Vekilleri Heyeti Kararı ile kapatılır.24 Ardından gelen İzmir Suikastı davası

22 Halk Fırkası 10.Kasım.1924 tarihinde ismini Cumhuriyet Halk Fırkası ola- rak değiştirir. Bkz.: Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi 16.Kasım.1924 Tarih, 490.1.0.0. Fon Kodu, 1.1.1. Yer No’lu Belge. 10.Kasım.1935 yılındaki kong- rede ise parti adını Cumhuriyet Halk Partisi olarak değiştirecektir. 23 İcra Vekilleri Heyet’nin 03.Haziran.1341 tarihli toplantısında Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın seddine karar verilmesi ile ilgili olarak ayrıca Bkz.: Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi 03.Haziran.1925 Tarih, 30.18.1.1. Fon Kodu, 14.32.19 Yer No’lu belge. Ayrıca Bkz.: (Kaynar vd, 2006: 51-52). 24 Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın kuruluşu ile ilgili olarak Bkz.: Baş- bakanlık Cumhuriyet Arşivi, 30.Kasım.1925 Tarih, 490.1.0.0. Fon Kodu, 344.1439.5 Yer No’lu Belge. Partinin kuruluşunun ardından, Cumhuriyet Halk Fırkası milletvekillerinden Ali Fuat Cebesoy (Ankara mebusu), Cafer Tayyar Paşa (Edirne mebusu), Sabit Bey (Erzincan mebusu), Halet Bey (Er- zurum mebusu), Münir Bey (Erzurum mebusu), Rüştü Paşa (Erzurum me- busu), Hâlil Bey (Ertuğrul mebusu), İhsan Bey (Ergani mebusu), Hüseyin 56 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ile birlikte değerlendirildiğinde, muhâliflerin, Şeyh Sait İsyanı ve İzmir Suikastı ile ilişkileri nedeniyle tutuklan- maları, idam edilmeleri, Mustafa Kemal’in eski apotr’la- rını ve ittihatçı unsurları tasfiyesinin en dramatik siyasî aşamalarını oluşturmaktadır.25 1927 yılına gelindiğinde, Fırka Divanı’na ait olan milletvekili adaylarını belirleme yetkisinin, CHF Genel Başkanı’na devredilmesine ilişkin tüzük değişikliği ile milletvekillerinin tamamını kendi başına belirleme yet- kisine kavuşarak, 1923’den bu yana başını ağrıtan mec- lis içi muhalefeti de tasfiye edebileceği bir ortam yakala- yan Mustafa Kemal, hem Şeyh Sait İsyanı, hem de İzmir Suikastı davaları yoluyla, Kazım (Karabekir), Ali Fuat (Cebesoy), Cafer Tayyar, Refet (Bele), Rauf (Orbay), Be- kir Sami26 (Kunduh) ve Mersinli Cemal beyler gibi eski apotr’larını tamamen siyasî hayatın dışına çıkartmış; Ka- zım Karabekir’in ifâdesi ile “paşaların hesaplaşması” böy- lece sona ermiştir. Bu yıl, aynı zamanda, Mustafa Kemal’in 30.Haziran.1927’de emekli olduğu; Cumhurbaşkanlığı

Rauf Bey (İstanbul mebusu), Abdülhak Adnan Bey (İstanbul mebusu), Arif Bey (Eskişehir mebusu), Ahmet Şükrü Bey (İzmit mebusu), Osman Nuri Bey (Bursa mebusu), Necati Bey (Bursa mebusu), Feridun Fikri Bey (Dersim mebusu), Hâlis Turgut Bey (Sivas mebusu), Ahmet Muhtar Bey (Trabzon mebusu), Rahmi Bey (Trabzon mebusu), Hoca Kamil Efendi (Karahisarısa- hip mebusu), Hulusi Bey (Karasi mebusu), Hâlit Bey (Kastamonu mebusu), Ziya Bey (Gümüşhane mebusu), Besim Bey (Mersin mebusu), Abidin Bey (Manisa mebusu), İsmail Canbulat Bey (İstanbul mebusu), Bekir Sami Bey (Sivas mebusu), Kazım Karabekir (İstanbul mebusu), Refet Paşa ( İstanbul mebusu) ve Faik Bey (Ordu mebusu) istifa ederek Terakkiperver Cumhuri- yet Fırkası’na geçerler. 25 Daha fazla bilgi için Bkz.: (Avcı, 1994) ve (Kocahanoğlu,2003). Kazım Karabekir’in konu ile ilgili eleştirileri ile ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Karabekir, 1995). 26 Kısa bir dönem 17 Kolordu Vekilliği yapan ve o dönemde Amasya Tamimi’ne imza koyan kişi Bakir Sami Günsav’dır. Bursa’yı Yunanlara teslim etmekle suçlanarak 14 Temmuz 1922’de görevden alınır. Haklarında B.M.M’de ve- rilen gensorunun ardından, Kasım 1920›de Antalya ve Muğla yöresi ko- mutanlığına atanır. Sonradan kendi isteğiyle Kuzey Kafkasya askeri tem- silciliğine getirilir. Temmuz 1922’de açığa alındıktan sonra hiçbir görev üstlenmeyen Günsav, 1934 yılında vefat etmiştir. 57 Mete K. Kaynar görev süresinin sona erdiği; 16.Mayıs.1919’da ayrıldığı İstanbul’a 01.Temmuz.1927’de nihayet dönerek ve Dol- mabahçe Sarayı’na yerleştiği; ve 1927 seçimleri sonuçla- rına göre seçilen milletvekillerinin henüz meclis çalışma- larına başlamadıkları bir dönemde, Nutuk’unu okumaya başladığı; bir diğer ifâde ile, paşaların hesaplaşmasının bi- terek tek parti yönetiminin kurulmaya başlandığının ilan edildiği bir yıldır. Nutuk’un okunduğu 1927 yılı, gerçekten de, Amasya Tamimi ile kader birliği yapan kurmay heyetinin çeşitli yol ve yöntemlerle tasfiyesinin sonuçlandığı bir yıldır: Nutuk, bu tasfiyenin, açıklamasını yapar ve neden “…millî müca- deleye beraber başlayan yolculardan bazıları”nın “…millî hayatın bugünkü cumhuriyete ve cumhuriyet kanunlarına kadar gelen tekâmulatında, kendi Fikrîyat ve ruhiyatının ihtidası hududu bittikçe” Mustafa Kemal’e “…mukave- met ve muhalefete devam et”tiklerini (Atatürk, 1970:16) açıklamaya yönelir. Tasfiye edilenler, .UTUK aracılığıy- la “öteki”ler, hâinler hâline getirilir; hâinler, Mustafa Kemal’in yanında yer almadıkları için hâindirler; Musta- fa Kemal’in yanında yer almaktan, millî mücadelenin bir aşamasında vazgeçmişler, ona muhalefet etmeye başlamış- lardır; çünkü onun “…milletin vicdanında ve istikbalin- de ihdas ettiği” “…büyük tekamul istidadını bir millî sır gibi” vicdanında saklayarak “…peyderpey, bütün heyeti içtimaiyemize tatbik ettirmek mecburiyetinde” (Atatürk, 1970:16) olduğunu görememişler; bunu anlamaya kapasi- teleri yetmemiştir. Tasfiyelerin resmî nedeni, yukarıdaki alıntıda da belirtildiği gibi, muhâliflerin bir kişi olarak Mustafa Kemal’e karşı olmaları değil, “halkın tekamül is- tidanı” görememeleridir. Fakat, işin ilginç yanı, Nutuk’ta da belirtildiği gibi, bu istidattan milletin de haberi yok- tur; Nitekim bu istidat, bir millî sır gibi saklanarak pey-

58 Tarihin İnşâsı ve Siyaset derpey heyeti içtimaiyeye tatbik ettirilecektir. Tersinden okursak, muhalefet, Mustafa Kemal’in milletin vicdanın- da gördüklerini göremediği için eksik, kötü ve kapasite- sizdir; muhâlifler bu istidatı görememektedir, çünkü bu sadece Mustafa Kemal’in görebildiği bir millî sırdır. Mil- lette olan, ama milletin de bilmediği bir sır olduğu için muhâliflerin görememesinin normal karşılanması gerekir ama, sadece Mustafa Kemal’in gördüğü ve bir sır olduğu- na karar verdiği “şey”i göremedikleri için onunla hemfikir olmayı reddetmeleri nedeniyle muhâlifler, yine de suçlu- durlar. Göremedikleri için anlayamadıkları bu sır, Mustafa Kemal için sır değil, ayandır. Bu millî sırrın neden sadece Mustafa Kemal’e göründüğü ise gerçekten tam anlamıyla bir muammadır.

.UTUK´UNØ+APSAMÍ … Ben, Atatürk’üm öldüm- demiştim zâten - İşte nutkumu da baştan sona okudum. Öldüm ama gözüm arkada değil Kitabım bir uzun bir güzel oldu Hem ne iyi ettim, ne iyi ettim de efendiler - Sonunda “EY TÜRK GENÇLİĞİ” dedim. -

Turgut Uyar (Nutuk)

Mustafa Kemal .utuk’una “Ø[1919]ØSENESIØ-A YÍS´ÍNÍNØ  günü Samsun’a çıktım. Vaziyet ve manza- rai umumiye” cümlesiyle başlar ve uzun konuşmasını Gençliğe Hitabe’siyle bitirir. Aslında, Gençliğe Hitabe, .UTUK’un ikinci finalidir ve Nutuk iki ayrı finalle sona erer. Medenî Kanun’un çıkarılış nedeni ile ilgili görüş-

59 Mete K. Kaynar lerini dinleyici/okuyucusuyla paylaştıktan sonra Mustafa Kemal, her faaliyetlerindeki temel amacın “Türk mille- tinin medenî cihanda layık olduğu mevkie is’adetmek ve Türkiye Cumhuriyeti’ni sarsılmaz temelleri üzerin- de, her gün takviye etmek… ve bunun için de, istibdat Fikrîni öldürmek” olduğunu söyleyerek Nutuk’unu bi- tirir. Medenî Kanun, Nutuk’ta bahsedilen son olaydır ve bu finalle, Nutuk’ta değinilen olaylar ile eleştirilen ve/ veya övülen kişilerin sonuna gelinmiş olur; dokuz yıllık ef’al ve icraatın anlatımı burada son bulur. Bu, Nutuk’un birinci finalidir. Nitekim, Mustafa Kemal, bu cümleden sonra “Muhterem efendiler, sizi, günlerce işgal eden uzun ve teferruatlı beyanatım, en nihayetinde mazi olmuş bir devrin hikayesidir. Bunda, milletim için ve müstakbel evlatlarımız için dikkat ve teyakkuzu davet edebilecek, bazı noktalar tebarüz edebilmiş isem, kendimi bahtiyar addeceğim” diyerek, bir yandan Nutuk’un birinci fina- lini işaret ederken, diğer yandan da konuşmasının ikinci ve en dramatik finaline dinleyicilerini hazırlar. Bu ikinci final, genellikle Nutuk’tan ayrı değerlendirilen ve Gençli- ğe Hitabe olarak anılan üç paragraflık retoriktir. Bu ikinci final, Nutuk’un geri kalan bölümlerinin aksine, herhangi bir konudan, olaydan ya da kişiden bahsetmez: Bir öğüt ve vasiyet niteliği çok daha belirgindir. “Ey Türk Gençliği” hitabı ile başlayan bu bölüm, gençliğe temel vazifesinin ne olduğunu söyler; varlığının ve geleceğinin tek temeli olan Cumhuriyeti, sonsuza dek koruması ve savunması gerek- tiğini öğütler ve ola da bir gün, iç ve dış düşmanlar Cum- huriyeti tehdit eder ve gençlik de Cumhuriyeti korumak ve savunmak zorunda kalırsa, içinde bulunduğu şartların zorluğunun onu yıldırmaması gerektiğini; şartlar ne olur- sa olsun bu temel vazifesini ifâ etmesi gerektiğini söyler. Bu vazifenin yerine getirilmesi için gençliğin ihtiyaç duy- duğu güç ise damarlarındaki asil kanda bulunmaktadır. 60 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Nutuk’un, Mustafa Kemal’in gözyaşları eşliğinde, va- siyet ve öğüt karakteri hayli baskın bir belagat ile -Genç- liğe Hitabe ile- sonlandırılması, Gençliğe Hitabe’nin, henüz Nutuk’un okunduğu günlerde, onun Nutuk’tan ayrı ama onun içerisinde yer alan bir metin olarak de- ğerlendirilmesini kolaylaştırmıştır. Nitekim, Gençliğe Hitabe’nin okunduğu günün ertesi, yani 21.Eylül.1927 günü saat 13:00’de Ankara Hukuk Fakültesi öğrencileri bir araya gelerek Gençliğe Hitabe’ye cevap niteliğinde bir metin kaleme almışlar ve bu metni yayınlanmak üzere gazetelere göndermişlerdir. 22-23 Eylül’de toplanan Da- rülfünun öğrencileri de benzer sâikle bir araya gelmişler, Gençliğe Hitabe’ye cevap niteliğinde bir metin de onlar hazırlayarak, Mustafa Kemal’e telgraf çekmişlerdir. Genç- liğe Hitabe’ye cevaplar, bu iki girişimle de sınırlı kalma- mış, Gençliğe Hitabe’ye cevap olarak yazılarak Mustafa Kemal’e gönderilen birçok metin kaleme alınmış, bu me- tinlerin bir kısmı da Hâkimiyet-i Milliye gazetesinde 27 Ekim tarihinden itibaren “Gazimizin Hitabesi ve Genç- liğin Hissiyatı” başlığı altında okuyucuya aktarılmıştır (Uzun, 2005:31-33). Bugün de, Nutuk’un çok fazla oku- nan ve tartışılan bir metin olmamasına rağmen, Gençliğe Hitabe’nin eğitim çağındaki tüm gençlere ezberletilmesi ve eğitim kurumlarının tüm sınıflarına asılması da Genç- liğe Hitabe’ye atfedilen önemin günümüzde de halen de- vam ettiğini göstermesi açısından önemlidir. Nutuk’un kapsamı ile ilgili olarak belirtilmesi gere- ken noktalar, Nutuk’un nasıl başlayıp, bittiği ve Gençliğe Hitabe’nin niteliğiyle sınırlı değildir. Nutuk’un kapsadı- ğı tarihsel döneme göz atıldığında da ilginç ayrıntılar göze çarpmaktadır. Genel olarak Nutuk’un, 19.Mayıs.1919-15. Ekim.1927 tarihleri arasındaki 9 yıllık tarihsel dönemi kapsadığı belirtilir. Mustafa Kemal’in .UTUK’unu oku-

61 Mete K. Kaynar maya başlamadan hemen önce, CHF İkinci Kongresi’ni açış konuşmasında söylediği “Dokuz senelik bir devrenin tarihine temas edecek maruzat ve beyanatım uzun süre- cektir.²Øsözü de bu iddiâya delil olarak sunulur. Nutuk’un 1927 yılı sonlarına kadar devam eden bir tarihsel süreci kapsadığı ile ilgili diğer bir delil ise Nutuk’ta, Nutuk’un okunmasından kısa bir süre önce (27.Ağustos.1927 tari- hinde ) vukuu bulan, Çerkez Ethem’in abisi Reşit Bey’den para alarak Mustafa Kemal ve İnönü’ye suikast yapmak amacıyla gizlice Kuşadasına çıkan Hacı Sami çetesinin fa- aliyetlerinden de bahsedilmiş olmasıdır (Arar, 1980:133). Arar (1980:131-133) ayrıca, 1924 yılından sonra gerçek- leşen ve Nutuk’ta da atıf yapılan olayların listesini çıkar- mıştır. Arar’ın listesine göre Mustafa Kemal, Nutuk’unda, Cumhuriyet’in ilanından sonra gerçekleşen 24 ayrı olaya değinmiştir ve bu olayların 5 tanesi ise 1927 yılında ger- çekleşmiştir. Arar’ın listesi kuşkusuz doğru olmakla bir- likte, Tunçay ve Dumont’un da dikkat çektikleri gibi, Nutuk’ta bu dokuz yılı kapsayan olayların dağılımının oldukça dengesiz olduğu da aşikardır. Dumont (1997:16) bu konuda şöyle der:” Atatürk, eserinde, Türk Devrimi’nin çeşitli aşamala- rına, pek eşitsiz bir yer ayırmıştır. Böylece, Söylev’in yüzde 42’si 1919 yılının sadece son altı ayına ay- rılmışken, onun zıddına, 1924 ile 1927 arası yıllar en az dikkati çeken bir dönem olmuştur (eserin yüz- de birinden az). 1920 yılının payı Söylev’in yüzde 25’idir; 1921yılı yüzde 8 dolayında, 1922 yılı yüzde 9, 1923 yılı yüzde 4,5 bir paya sahiptirler. Tunçay (1999:184) da aynı konuda şu bilgilere yer ver- mektedir: Yeni basımlarında -belgelerin verildiği III. cilt hariç- metni yaklaşık 900 sayfa tutan Nutuk’un, kabaca 700 sayfası, M. Kemal Paşa’nın Samsun’a çıkısın- dan saltanatın kaldırılışına kadar geçen 42 ayın, ge-

62 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

nellikle zaman dizim sırasını izleyen, ayrıntılı bir an- latım, çözümleme ve yorumuna ayrılmıştır. Ondan sonra Nutuk’un verilişine değin 60 ayın öyküsüyse, daha seçmeci bir yaklaşımla 200 sayfaya sığdırıl- mıştır. Nutuk’a yakından bakıldığında da Tunçay ve Dumont’un haklı noktalara temas ettikleri görülebilmek- tedir. Örneğin, Millî Eğitim Basımevi tarafından 1971 yılında yayınlanan 3 ciltlik Nutuk esas alınarak konuşu- lursa, metnin tamamı, belgeler dahil, 1280, belgeler hariç 898 sayfadan oluşmaktadır -ki belgelerin tamamı 1923 yılı öncesine aittir. Mustafa Kemal’in Cumhuriyet’in ilan edildiği anı tasvir ettiği ±…kanun birçok hatiplerin, Ya- şasın Cumhuriyet! sadalariyle alkışlanan hitabeleriyle ka- bul edildi.” cümlesi ise 813. sayfada yer almaktadır. Bir başka ifâde ile .UTUK’un %90,5’i 29.Ekim.1923 tarihin- den önce gerçekleşen olaylardan bahsetmektedir. Oysa 29.Ekim.1923 tarihi, Nutuk’un kapsadığı ileri sürülen dokuz yıllık tarih diliminin sadece %52,8’lik bir bölü- münü oluşturmaktadır. Bir diğer ifâde ile Mustafa Ke- mal, Nutuk’unun tarihsel olarak %53’ünü kapsayan bir bölümüne, konuşmasının %91’ini; Cumhuriyet’in ilanın- dan sonraki %47,2’lik bölümüne ise %10’undan bile az bir yeri ayırmıştır. Üstelik, .UTUK’un Cumhuriyet’in ilanından sonraki bölümün hayli önemli kısmı da, muhâliflerin, başta da Rauf Orbay’ın, Cumhuriyet’in ilan ediliş biçimine yöne- lik eleştirilerinden ve konuyla ilgili olarak o günlerde basın- da çıkan yazılara cevaplardan oluşmaktadır. Cumhuriyet’in ilanına ilişkin tepkileri de bir yana koyarsak, Mustafa Kemal’in, Cumhuriyet’in ilanından sonra değindiği tek be- lirgin konu, TCF’nin kuruluşu ile ilgili değerlendirmeleri- dir ki bu da 1924-1925 yıllarını kapsayan bir tartışmadır. Tamamı 1923 yılından öncesine ait olan vesikalar da tar- tışmaya dahil edilirse, Nutuk’un 1923’den sonrası ile ilgili

63 Mete K. Kaynar değerlendirmeleri iyiden iyiye azalmaktadır: Toplam 1280 sayfanın, sadece 85 sayfası Cumhuriyet’in ilanından sonrası- na aittir ki bu da vesikalar dahil edildiğinde toplam metnin sadece %6,6’sının 29.Ekim.1923’den sonrası ile ilgili oldu- ğu anlamına gelmektedir. Nutuk’un, kapsadığı tarihsel alanı eşit parçalara bölerek kullanmamış olması, Mustafa Kemal’e yöneltilecek bir eleş- tiri değildir. Amacı bir tarih kitabı ya da bir siyasî olaylar kronolojisi vb. yazmak olmayan hatibi, 1923 sonrasına kısa- ca değinmiş olmakla eleştirmek akla yatkın bir eleştiri değil- dir. Açıkçası, Nutuk’un niteliği göz önüne alındığında bu- nun, hatibin kendi tercihi olarak değerlendirilmesinin daha doğru olduğu görülmektedir. Fakat bu eleştiri, Nutuk’u bir kutsal kitap, Türkiye Cumhuriyeti’nin gerçekçi bir tarihi ya da bir destan olarak ele alan; Nutuk’a, okunma amacının çok da ötesinde bir kutsallık, bilimsellik, bir tarihsellik at- feden; Nutuk’ta Mustafa Kemal ve Cumhuriyet ile ilgili her şeyi arayan, hattâ onun şifreli, bizi gelecekteki tehlikelere karşı uyaran ezoterik bir metin olduğunu söyleyen yazarlara -resmî tarihçilere- yöneltilebilecek bir eleştiri olabilir. Nutuk’a kapsadığı konular itibariyle göz atıldığında da kayda değer ayrıntılarla karşılaşılır. Nutuk, kapsadığı ta- rihsel döneme ilişkin hem olaylardan hem de kişilerden bahseder. Fakat ne olaylar, ne de kişiler, söz konusu tarih- sel dönemdeki önemlerine göre değil, Mustafa Kemal’in onlara atfettiği değerlere göre Nutuk içerisinde yer alırlar. Bir başka ifâde ile Mustafa Kemal’in bahsettiği olaylar ve kişiler, sadece kendi öyle istediği için ve kendi anlattı- ğı biçimde Nutuk’ta yer alırlar ve Mustafa Kemal’in bu konudaki seçimleri oldukça eklektiktir: Mustafa Kemal, olayların ve kişilerin kendi anlatmak istediği yönlerini ön plana çıkarır ve sadece bu yönleriyle onları Nutuk’un kapsamına dahil eder. Örneğin Mustafa Kemal, Nutuk’ta-

64 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ki anlatımında, Çerkez Ethem’in iç ayaklanmaları bastır- madaki rolünü ve Ankara üzerindeki gücünü minimize ederken, onun tren istasyonundan kaçışını ayrıntılarıyla anlatır. Hâlide Edip’in (1963) de bahsettiği gibi, Ethem Bey, Ankara’ya geldiğinde Ankara’daki tek otomobilin kendisine tahsis edilmesi ve Ankara sokaklarının Çerkez Ethem’i görmek isteyen insanlarla dolup taşması, Mustafa Kemal’in Nutuk’unda bahsetmeyi tercih etmediği olaylar arasında yer almaktadır. Lâkin Mustafa Kemal, Abdülke- rim Paşa ile olan telgraflaşmalarını ve Yahya Kaptan ola- yını ayrıntılarıyla ele alma ihtiyacı hisseder. Gerçekleştiği dönemde B.M.M içersinde önemli bir sansasyona neden olan Ali Şükrü Bey’in öldürülmesi ola- yına da Nutuk’ta değinilecek kadar önem verilmez. Millî Mücadele’yi kendisinin Samsun’a ayak basmasıyla başla- tır ve ne Mondros mütarekesinden önce gerçekleşen olay- lardan ne de kendisinin 30.Ekim.1918-16.Mayıs.1919 tarihleri arasındaki faaliyetlerinden bahsetmemeyi tercih eder. Özetle, Mustafa Kemal’in ele aldığı bir olayı neden o şekilde anlattığını ya da bazı olaylara -Arar’ın (1980:136- 137) da belirttiği gibi, Veliaht Abdülmecit Efendinin Anadolu’ya daveti, Mustafa Kemal’in emri ile kurulan ve kapatılan Türkiye Komünist Partisi, yurt dışında bulunan İttihat ve Terakki’nin üç büyük lideri ile olan yazışmalar ve bu partinin teşkilât ve imkânlarından millî dava için yararlanmak, ama onun Türkiye’nin kaderinde tekrar söz sahibi olmasını önlemek için sürdürülen çabalar, Trabzon Milletvekili Ali Şükrü Bey’in katli, Ali Kemal’in İzmit’te linç edilmesi gibi iç politik olaylardan; dış politika ve dip- lomatik ilişkiler açısından, Fransa’nın Suriye eski Yüksek Komiseri Georges Picot ile Sivas’ta yapılan görüşmeler, Sovyet-Türk ilişkilerinin başlaması ve gelişmesi ve Bolşe- vik liderlerle yapılan yazışmalar, Suriye ve Irak’taki mahalli

65 Mete K. Kaynar ve millî direniş örgütleri ile olan ilişkiler gibi olaylara- yer vermediği için eleştirmek, hangi olayları konuşmasına da- hil edip etmediğine bakarak Mustafa Kemal’i değerlendir- mek mümkün değildir; fakat bu, onun anlatımını eklek- tik olmaktan da alıkoymaz: Anlattığı tarih(sel olaylar), o dönemde gerçekleşen olayların Mustafa Kemal tarafından yorumlanmış, onun tarafından kurgulanmış biçimleridir. Ayrıca Mustafa Kemal, konu edilen tarihsel kesitte ger- çekleşen olaylardan sadece kendi anlatmak istediği olay- ları seçmiş, seçtiği olayların da anlatmayı uygun gördüğü kısımlarını ön plana çıkararak anlatmıştır. Nitekim, aynı değerlendirmeyi, Nutuk’ta bahsedilen kişiler için de söy- lemek mümkündür. Bu da hatibin kendi tercihidir; hattı zatında benzer tarzdaki tercihleri, Millî Mücadeleyi anıla- rına taşıyan Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay, Kazım Karabe- kir ve Rıza Nur da yapmışlardır. Onların anıları -ki “anı” kapsamında değerlendirilen tüm çalışmalar için aynı şeyi söylemek de olasıdır- da Mustafa Kemal’in Nutuk’taki an- latımı gibi taraflı ve eklektiktir. Mustafa Kemal Nutuk’unda Toksöz, Ferda, Tasvir-i Ef- kar, Vatan, Tanin, Son Telgraf, Yeni Dünya ve Potus gibi gazeteler ve Tevfik Paşa, Ali Rıza Paşa ve Damat Ferit Baş- kanlığında kurulan hükümetler hakkında eleştirel değer- lendirmelerde bulunur. Trakya Paşaeli Cemiyeti, Vilayat-ı Şarkiye Müdafaa-i Hukuk-ı Millîyle Cemiyeti’nin Erzu- rum Şubesi, Edirne Vilayet-i Müdafaa-i Hukuk-ı Millîye Cemiyeti, Kürt Teali Cemiyeti, Telalî-i İslâm Cemiyeti, İtilâf ve Hürriyet, Cemiyet-i Hafiyye-i İslâmiyye, Mavri Mira, Yunan Salib-i Ahmer Cemiyeti, İstanbul Patrikha- nesi, Resmî Muhacirin Komisyonu, Rum Mekteplerinin İzci Teşkilatları, Pontus Cemiyeti, Kürt Kulübü, İngiliz Muhipler Cemiyeti, Kızıl Hançerliler, Askerî Nigahban Cemiyeti, Ermeni Patrikhanesi, Etnik-i Eterya Cemiyeti,

66 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Merzifon’daki Amerikan Kurumları, Ecnebi Salib-i Ah- merleri, Karakol Cemiyeti, Erzincan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Merkez Kurulu, Erzurum Merkez Kurulu, Sivas Merkez Kurulu, Felah-ı Vatan Grubu, Ahmediye Cemi- yeti, Yeşil Ordu, Zeynelabidin Partisi, Halk İştirakiyun Partisi, Tesanüt Grubu, İstiklâl Grubu, Müdafaa-i Hu- kuk Zümresi, Halk Zümresi, Islâhat Grubu, Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti, Terakkiperver Cumhuriyet Fırka- sı, Kuvâ-yı Seyyare ve İkinci Grup hakkında da oldukça menfî değerlendirmelerde bulunur. Nutuk’ta hakkında olumsuz anlamda bahsedilen kişile- rin sayısı da oldukça kabarıktır. Nitekim, menfî ve müs- pet anlamda kendilerinden bahsedilen kişiler göz önüne alındığında Nutuk’un kişiler ve onlar hakkındaki değer- lendirmeler üzerinde bina edildiğini söylemek büyük bir yanlış olmayacaktır. Nutuk’ta kendilerinden menfî an- lamda bahsedilen kişiler arasında, Abdullah Azmi Efendi, Abdullah Bey, II. Abdülhamid, Abdülkadir Kemalî Bey (Öğütçü), Abdülmecit Efendi, Abdürrahman Bey, Abuk Ahmet Paşa, Adil Bey, Adnan Bey (Adıvar), Ahmet Fevzi Paşa, Ahmet İzzet Paşa (Furgaç), Ahmet Necati (Binbaşı), Aleksandros Zimbragaki, Ali Galip Bey, İhsan Paşa (Sa- biş), Ali Kemal Bey, Ali Rıza Bey, Ali Rıza Bey (Kuruog- lu), Ali Rıza Paşa, Ali Suat Bey, Alişan Bey, Ali Ulvi Bey, Alişer Bey, Atıf Bey, Atinegora, Ayinpa, Anzavur Ahmet, Bahur Bey, Bekir Bey (Çerkez Bekir Sıtkı), Bekir Sami Bey (Kunduh), Brunot Binbaşı, Cafer Tayyar Bey (Eğilmez), Cavit Bey, Celâdet Bey, Celal Bey, Celâlettin Arif Bey, Cemal Bey (Malatya’da Onikinci Süvari Alay Komutanı), Cemal Bey (Konya Valisi), Cemal Paşa (Mersinli,) Cemil Paşazâde Ekrem, Cevdet Bey, Çerkez Ethem, Çerkez İbra- him, Çerkez Kara Mustafa Paşa, Çerkez Reşit Bey, Çerkez Tevfik Bey, Çopur Musa, Çopur Yusuf, Çürüksulu Mah-

67 Mete K. Kaynar mud Paşa, Damat Ferit Paşa, Damat Mehmet Şerif Paşa, Deli Hacı, Deli Hasan, Demirci Mehmet Efe, Dispasimas, Droteos, Dürrîzâde Esseyit Abdullah, Edip Bey, Emin Bey (Gevecioğlu), Esat Paşa, Feridun Fikrî Bey (Düşün- sel), Ferit Ali Paşa, Faik Ali Bey (Ozansoy), Rahip Frew, Mehmet Galip Bey, Giritli Katehakis, Gümilcineli İsma- il Bey, Hacı Musa Bey, Hadi Paşa, Hakkı Efendi (Top- çu Binbaşı), Hakkı Behiç Bey, Hâlil (Rami) Bey, Hâlit Bey, Hâlit Bey (Akmansü), Hamdi Efendi, Hamid Bey, Haralambos Hasan Çavuş, Haydar Bey, Hayrettin Efen- di, Hayrettin Bey (Kurmay Albay), Hayri (Yeni Dünya GAZETESI), Hidayet Bey, Hikmet Bey (Çerkez), Hoca Esat Efendi (İleri), Hoca Sabri, Hulusi Bey, Hüseyin Avni Bey (Ulaş), Hüseyin Kâzım, İbrahim Ethem Bey, İbrahim Paşa (Nurettin Paşa’nın babası), İlyaszâde Ahmet Kemal, İlyas Bey (Malatya’da Onbeşinci Alay Komutanı), İngiliz İbra- him, Kâmran (Âli) Bey, Kara Nazım, Kara Vasıf, Kâzım Karabekir, Kemal Bey, Kemal Paşa (Saray), Keşfi Bey, Ki- raz Hamdi Paşa, Klematios (İlk Pontus Ocağı’nı kuran- lardan), Küçük Ağa, Küçük Hasan, Mahmud Bey, Meh- met Ali Bey (Gerede), Mehmet Şükrü Bey (Koç), Mehmet Hayri, Mevlânzâde Rıfat, Muhittin Paşa, Mustafa Efendi, Hoca Musa Beyzâde, Müfit Efendi, Hoca (Kurutluoğlu), Nadir Paşa, Nail Efendi, Nâki Bey, Nazım Bey (Resmor), Nedim Bey, Nevres Bey, Nizâmettin Bey (Tepedelenlioğ- lu), Nurettin Bey, Nurettin Paşa, Ömer Fevzi Bey, Ömer Hâlis Bey (Bıyıktay), Polimitis, Postacı Nazım, Rauf Bey (Orbay), Refik Bey, Refik Hâlid Bey, (Karay), Sabit Bey (Sağıroğlu), Sadık Bey, Sadullah Bey, Sait Molla, Salih Bey, Salih Efendi (Yeşiloğlu), Salih Paşa (Kezrak), Sarı Efe Edip, Selahattin Bey, Senaî Bey, Servet Bey (Orkun), Seyit Abdülkadir Efendi, Siyari Bey, Solly Flood, Suphi Bey, Suphi Paşa, Süleyman Şefik Paşa, Şeyh Hacı Fevzi Efendi, Şeyh Eyüp Şeyh Sait, Şeyh Recep Kamil, Şükrü 68 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Bey, Şükrü Efendi Hoca (Çelikalay), Tevfik Paşa (Oktay), Vehip Paşa, Vehbi Bey, Venizelos (Elefterios), Yermanos Bey, Zaralızâde Celâl Zaven Efendi, Zeki Bey (Kadirbe- yoglu,) Zeynelabidin Bey, Ziya Hurşit Bey ve Ziya Paşa yer almaktadır. Nutuk’un, kişilerin eleştirisi niteliği olma özelliği o kadar belirgindir ki, yukarıda bir kısmı sayılan bu kişi- lerin sadece birer kez değil, onlarca defa kendilerinden bahsedilmiş olması da Nutuk’un bu yönünü ön plana çı- karması açısından önemli bir ayrıntı olarak değerlendiri- lebilir. Örneğin Mustafa Kemal, Rauf Bey’den 157 kere, Damat Ferit Paşa’dan 79, Nurettin Paşa’dan 71, Refet Bey (Bele)’den 70, Çerkez Ethem’den 69, (Mersinli) Cemal Paşa’dan 67, Vahdettin’den 65, Çerkez Tevfik Bey’den 53, Ali Galip Bey’den 51, Kâzım Karabekir’den 44, Çerkez Reşit Bey’den 43, Celâlettin Arif Bey’den 32, Ahmet İzzet Paşa’dan 30, Bekir Sami Bey’den 29, Damat Mehmet Şerif Paşa’dan 28, Adil Bey’den 27, Ali Rıza Paşa’dan 27, Kara Vasıf Bey’den 27, Tevfik Paşa’dan 27, Ali Fuat Paşa’dan 23 ve Sait Molla’dan 23 defa bahsederek eleştirmiştir (Uzun, 2005:315-316). .UTUK’ta olumlu anlamda bahsedilen ki- şiler de vardır. .UTUK’ta örneğin, Vahdettin’den 31, İsmet Pasa (İnönü) ’den 27, Yahya Kaptan’dan 10, Abdülkerim Paşa’dan 47 ve Yahya Galip Bey’den 5 kez olumlu anlam- da bahsedilmiştir.27 Nutuk’ta olaylar çoğunlukla tarihsel sıralarına bağ- lı olarak verilir; fakat bu Nutuk’un kapsamı dışında de- ğerlendirilen dokuz yıllık tarihsel kesit haricindeki olay-

27 Nutuk’taki kişi adlarını sayanlardan birisi de Kılıç’tır (2003:137-138). Kılıç’ın sayımına göre, Nutuk’ta Rauf Orbay’dan 96, İsmet İnönü’den 79, Refet Bele’den 69, Mersinli Cemal Paşa’dan 69, Ali Fuat Cebesoy’dan 57, Kazım Karabekir’den 57, Fevzi Çakmak’tan 31, Ahmet İzzet Paşa’dan 30 ’tan 30 Kara Vâsıf Bey’den 30, Salih Kerzak Paşa’dan 29, Tevfik Paşa’dan 26, Çerkez Ethem ve kardeşlerinden 26, Ali Galip’ten 23, Nurettin Paşa’dan 23, Kazım Özalp’ten 22 ve Bey’den 21 defa behsedilmektedir. 69 Mete K. Kaynar lardan hiç bahsedilmediği anlamına gelmemelidir. Arar (1980:133), Nutuk’un kapsamı dışındaki olaylardan -eski çağlardaki; ya da İslam tarihindeki olaylar gibi- bahseder- ken, olayları ±…tarih felsefesi diyebileceğimiz sentetik bir görüşle” anlattığını belirtmektedir.28

.UTUKØ.EDIR

İşte gene Kasım ayı Oturup Atatürk’ün nutkunu okumalı Göreceksiniz dünya aydınlık Çözülüp gidecek kafanızdaki bulanık

Talip Apaydın (Nutuk)

Nutuk’un “ne” olduğu, onun ne tür bir metin olduğu ile ilgili tartışmalar oldukça zengindir. Şevket Süreyya Aydemir (1973:317) Nutuk’un “…ne bir tarih ne de bir siyasî hatıra” olarak değerlendirilebileceği görüşündedir. Aydemir’e göre .UTUK: En gerçek manasıyla, tarihi değerde siyasî bir vesi- kadır. Her siyasî vesika gibi, zamanın şartları içe- risinde çeşitli açılardan değerlendirilebilir. Nitekim, onun sahibi de onu, bir taraftan bu nutka eklenen belgelere dayandırırken, diğer taraftan olayları ken- di açısından hükümlere bağlamıştır. Bu suretle de kendi hikayesini, kendi eli ve dili ile kendi ölçüleri ve elbette büyük nutkun söylendiği günlerin havası içinde tarihin arşivine maletmiştir.

28 Kılıç (2003: 139) Nutuk’taki olaylar dizinin de çıkartmıştır. Kılıç’ın araş- tırmasına göre, Nutuk’ta İstanbul Hükümeti’nden 191 defa, millet kelime- sinden 153, Büyük Millet Meclisi’nden 150, Heyet-i Temsiliye’den 114, Padişah’tan 103, Meclis-i Mebusan’dan 79, İtilaf Devletleri’nden 69, Sivas Kongresi’nden 46, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nden 44, Damat Ferit Paşa Hükümeti’nden 33, Erzurum Kongresi’nden 32 ve Mond- ros Mütarekesi’nden 27 defa bahsetmiştir. 70 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Altuğ’a (1980:9) göre ise Nutuk: “Atatürk’ün Türkiye’nin kurtarılması, millî devletin kurulması ve dev- rimler atılımına başlamasında hep planlayıp başında bu- lunduğu ve bu olağanüstü çabaların 1919-1927 arasında- kileri, kendi kalemiyle ulusuna ve dünyaya anlatan büyük bir yapıttır.” Arar (1980:137) Nutuk’un “Kurtuluş savaşı ile Cumhuriyet’in ilk yedi yıllık tarihi için vazgeçilmez bir ana kaynak olmakla beraber, bu dönemin klasik ve stan- dart ölçülere göre yazılmış bir tarih” olmadığını belirt- mektedir. Altuğ (1980:9) ise Nutuk’un “4ürk ulusunun yetiştirdiği en büyük insan Mustafa Kemal Atatürk’ün Türkiye’nin kurtarılması, millî devletin kurulması ve devrimler atılımına başlamasında hep planlayıp başında bulunduğu bu olağanüstü çabaların 1919-1927 arasında- kileri kendi kalemiyle ulusuna ve dünyaya anlatan büyük bir” yapıt olduğu düşüncesindedir. Afet İnan (1980:33) .UTUK’un ±…bir devlet kurucusunun millete hesap verme örneği” olarak değerlendirilebileceğini söyler. Bu açıdan .UTUK, İnan’a göre “…birinci elden bir tarih” “…tarihte örneğine az rastlanır bir örnektir.” Tütengil’e (1980:55) göre Nutuk, “Millî hayatı hitam bulmuş farzedilen büyük bir milletin; istiklalini nasıl ka- zandığını ve ilim ve fennin en son esaslarına müstenit, millî ve asrî bir devleti nasıl kurduğunu ifâdeye çalıştığı anıtsal bir” yapıttır. Falih Rıfkı Atay ise Çankaya’sında (2004), Mustafa Kemal’in Nutuk’u hiç yazmaması gerek- tiğini düşündüğünü söyler: Meclis ve sonra Devlet Reisliği sıfatı gündelik tartış- malara engel olduğunu için meşhur Nutuk’unu yaz- mıştır. Benim samimî düşüncem, hiç yazmaması idi. Bütün o vesikalar, tutanaklar dosyalarla kalacağı için tarihçiyi hükümlerinde daha serbest bırakmalı idi. Atatürkoloji ve Atatürkçülük şeklinde iki kavram or- taya atarak, bu kavramların birbirlerinden farklarını ta- 71 Mete K. Kaynar nımlamaya çalışan Kongar (1983:12), Atatürkçülüğü “… herkesin, her grubun Atatürk’ü kendi anladığı gibi anlat- ması ve bu çerçevede O’nu bayrak yaparak, kendi siyasî ya da düşünsel eylemlerinde onu kullanmasıdır.” şeklinde tanımlamaktadır. Kongar’a göre Türk vatandaşı herkesin böylesi bir tanımlamayı yapmaya hakkı bulunmaktadır ki bu anlamda Atatürkçülük bir ideoloji, bir yaşam görüşü, bir eylem biçimi ve bir siyasî akım olarak tanımlanabilir. Oysa Atatürkbilim (Atatürkoloji), bu yönüyle Atatürkçü- lükten çok farklı bir kavramdır: Nesnel ve tarihsel gerçek- ler olarak Mustafa Kemal’in kendi yaşamında yaptıkları, yapamadıkları, başardıkları, başaramadıkları yani Musta- fa Kemal’in nesnel ve tarihsel mirasıdır. Atatürkbilim ve belirli bir ideolojik çerçeveye oturtulmadan, salt gerçeği saptamak amacıyla Mustafa Kemal’i inceleme işine Kon- gar, Atatürkoloji adını vermekte; Nutuk’u da bu çerçe- vede ele almaktadır. Emre Kongar (1983:51) Nutuk’u, Mustafa Kemal Paşa’nın “Yaptığı tarihi, yazdığı tarihe dönüştürme çabası.” olarak tarif eder: “.utuk, tarihi hem yansıtan hem de yorumlayan bir belgedir. Mustafa Kemal Nutuk’ta tarihi yapan bir kişi olarak, onu kendisine göre yazmıştır da.” Kongar (1983:51), şöyle devam eder “bir HESAPLAàMAØ METNI” olarak tarif ettiği Nutuk ile ilgili değerlendirmelerine: “Nutuk’a dikkatle bakıldığı zaman hem bir Kurtuluş Savaşı ideolojisi, hem de yalnız bir ön- derin çevresiyle hesaplaşması görülür. Atatürk inanılmaz başarısını aktarırken kendisini yalnız bırakanlardan, başa- rısına inanmayanlardan hesap sormaktadır.” Afet İnan (1966:516) Nutuk’un “Bütün millî mücadele’nin tarihi” olduğu düşüncesindedir. Arar (1980:152) ise Nutuk’un her şeyden önce bir hitabe ol- duğunu belirttikten sonra, onun, “Türk hitabet sanatının erişilmesi güç, en güzel örneklerinden birisi” olduğunu belirtir. Enver Ziya Karal (1980: 189) da İnan’la benzer

72 Tarihin İnşâsı ve Siyaset düşüncelere sahiptir. Ona göre de, Mustafa Kemal’in Nu- tuk olarak anılan demeci ±…hem kendi mücadelesini, hem de 19.Mayıs.1919’dan Cumhuriyet’in ilanına kadar olan millî mücadeleyi değerlendirmesi”dir. Tarık Zafer Tunaya’ya (1991:116-120) göre Nutuk, bir hatırat, “…bir tek parti liderinin, tüm toplumu benimse- meye zorladığı resmî bir ideoloji” veya “…bir tarih kitabı” olmadığı gibi, “…sosyo ekonomik bir doktrin” de değil- dir. Tunaya, Nutuk’u “Atatürk’ün olağanüstü saydığı dö- nemlerde başvurduğu bir hesap verme eylemi ve belgesi” olarak değerlendirmektedir. Kinross’a (1964:664) göre ise Nutuk, “Kemalist ihtilalin klasik bir anlatımı” dır. Akşin (1997:26-27), Mustafa Kemal’in, İzmir Suikastı davası sonrasında, paşalara bazı ordu çevrelerince göste- rilen bağlılık üzerine, Millî Mücadele’deki rolünün, eski çalışma arkadaşlarından daha fazla olduğunu göstermek amacıyla Nutuk’u söylediği düşüncesindedir. Cumhuriyet gazetesinin 11.Kasım.1966 tarihli nüs- hasında yazan Sabahattin Selek ise .UTUK’un Mustafa Kemal’in halkına hesap verişi olduğunu belirtir. Ama bu, Selek’e göre, öylesine bir hesap veriştir ki, bir ihtilalci id- rakiyle başından sonuna kadar, karşı fikir ve kuvvetleri yıkmaya, mahkum etmeye dayanmaktadır. Selek’e göre, 15-20.Ekim.1927 günleri arasında “Atatürk savcı, Nutuk iddiâname, Kongre, jüri, memleket ve dünya kamuoyu da dinleyicidir.” Irmak (1980:181) da .UTUK’un “…kesin ve son bir he- saplaşma” olduğu ve ±…bir vedayı andıran tavrı” olduğu düşüncesindedir: Nutuk “Emanetin mahiyetini anlatıyor, ve onu gerçek sahibi olan gençliğe tevdi ediyor”dur. Ceyhun Atıf Kansu (1980: 221) ise Nutuk’un tarihsel bir dram olduğu düşüncesindedir: 73 Mete K. Kaynar

Söylev adeta başkişisi Mustafa Kemal olan bir ta- rihsel dram havası taşımaktadır. Başkişisi kendisidir. Yavaş yavaş, Söylev ilerledikçe ve Söylev’e kendi yazgısı dışında ulusun yazgısı da katıldıkça bu dram Mustafa Kemal ile özdeşleşmekte, bir ulusun dramı hâline gelmektedir. Her dramda, bu bir oyun olsun, bir hayat dramı olsun belli bir ikilem vardır. Dram zâten bu ikilemin üstüne ve bu ikilemden doğan çe- lişkiler üzerine, çatışkılar üzerine kurulur. Her dra- mın bir ikilemi vardır. Atatürk’ün söylevindeki iki- lem baştan sona, başta söylediği, belirttiği ikilemdir. Bu da ya bağımsızlık ya ölümdür.

Kurtuluş (1994) ise Tarihisel Olaylarla Söylev “.UTUK” isimli çalışmasının arka kapağına şu ifâdeyi eklemiş ve .UTUK’un ±…bir ulusun yeniden doğuşunun akıl almaz yokluklara karşın ulusal savaşını kazanışının ve aydın gün- lere yönelişinin tarihsel bir öyküsü, tarihsel bir anlatımı”Ø olduğunu belirterek,رAtatürk’ü anlama[nın], O’na saygı duymak, O’nu sevmek, O’nun izinde olmak; ancak Söylevi okuyup anlamakla başlayaca²ğını belirtmektedir. Çambel (1939:57), Söylev’i ±…başarıya ulaşan önderin inançsızlardan hesap sorması” olarak tanımlar. 19.Ma- yıs.1919’daki genel durum ile başlayıp, Gençliğe Arma- ğan ile biten söylev, aslında, “Atatürk’ün kendi değimiy- le ulusal ve çağdaş bir devletin öyküsüdür.” Çamlıbel’in (1939:64) bir diğer ifâdesiyle “Mustafa Kemal’in yaptığı tarihi yazdığı tarihe dönüştürme çabasıdır.” Nutuk, bize, Çamlıbel’e (1939:64) göre, tarihi yazmanın onu yapmak kadar önemli olduğunu ve Atatürk’ün tarihi yapmak ka- dar yazmada da usta olduğunu öğretmiştir. Zeynep Korkmaz ise Nutuk’u, Köktürk yazıtlarıyla karşılaştırarak ele alır. Yazara göre her ikisi de yazarları- nın uzak görüşlülüğünü ortaya koyan eserlerden birincisi M.S. 552 yılında kurulmuş Türk devletinin Kağanı, Bilge

74 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Kağan’ın ulusa hitabesi; diğeri ise, Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’dir. Bilge Kağan ve Mustafa Kemal’i birbirleri- ne benzer içerik ve niteliklerde nutuklar söylemeye iten temel neden, “Bilge Kağan’ın Türk ulusunu Çin esare- tinden kurtarmak için ortaya atıldığı dönemdeki şartlar- larla Atatürk’ün Türk ulusunu kurtarma kararını vererek Samsun’a çıktığı zamanki şartlar arasındaki” (Korkmaz, 1974:61) yakınlıktır. Her ikisi de: …üstün yeteneklerinden gelen özellikleri dolayisiy- le, ortaya atılmak için içinde bulundukları şartları ikinci plana atmasını bilmişlerdir. Her ikisinde de eş- siz birer yurt ve ulus sevgisi, her ikisinde de o eşsiz kaynaktan aldıkları birer güç vardır. İşte bu sebeple- dir ki, her ikisi de uluslarının kötü alınyazısını sile- rek, gelecek kuşakların yollarını aydınlatıcı başarılar elde edebilmiştir.

Tıpkı M.S. 552 yılında Bilge Kağan’ın ortaya çıkışı gibi: …ondan tam 12 yüzyıl sonra Türk ulusunun bağ- rından bir Mustafa Kemal çıkmıştır. O, memleketin en karanlık günlerinde ulusunun kanayan yüreğine merhem olmuş, onun elinden tutmuş ve Kutluğ Ka- ğan gibi yurdu düşmanların elinden kurtararak öz- gür bir devlet yaratmıştır (Korkmaz, 1974:64).

Korkmaz’a (1997:392) göre, Nutuk: …her şeyden önce, birbirinden farklı fakat birbirini tamamlayan safhalar hâlinde yol alan inkılabın bi- rinci elden pek değerli kaynak eseridir. Çünkü kitabın yazarı, tarihi olayları yalnızca belgelerle inceleyerek objektif gerçeğe ulaşmak isteyen bir tarih yazarı de- ğil, aynı zamanda o tarihi yapanın kendisidir. Tari- hi yapanla yazanın aynı şahsiyette birleşmiş olması Nutuk’u benzerleri ile karşılaştırılamayacak üstün değerde bir eser durumuna getirmiştir …Nutuk, Atatürk’ün Millî Mücadeleyi ve Türk inkılâbını asıl hedefine ulaştırabilmek için Kuvâ-yı Milliye ruhu diye adlandırılan toplum bilincini, nasıl bağımsız, de-

75 Mete K. Kaynar

mokratik, lâik bir devlet kurma ideali etrafında birleş- tirebilmiş ve halkla bütünleşerek toplum bireylerini nasıl millî birlik ve beraberlik duygusu ile birbirine kenetlemiş olduğunun da tanıklarını vermektedir.

Bununla birlikte Nutuk, Korkmaz’a (1997:397-398) göre ±…millî hayatı sona ermiş farzedilen büyük bir mil- letin bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son esaslarına uygun çağdaş bir devleti nasıl kurduğu- nu ifâde etmiş; bugün ulaştığımız sonucun asırlardan beri çekilen millî felaketlerin yarattığı uyanıklığın sonucu ve bu aziz vatanın her köşesini sulayan kanların bedeli oldu- ğuna” işaret etmektedir. İsmet Giritli ise Mustafa Kemal Atatürk ve Kemalizmi “sadece geçmişte yaşanmış bir parlak olay olarak anma”nın hem yetersiz, hem de yanlış olduğu düşüncesindedir. Ona göre, önemli olan: Türk toplumunun her alanda modernleşmesinin reçetesini içeren Kemalizmin günlük hayata uygu- lanmasıdır” Bu çerçevede “Atatürk’ün Büyük Nu- tuk’unu söylemekte güttüğü ilk ve görünürdeki” amacı “geçmişte kalan bazı olayların, yani tarihin, anlaşılmasına yardımcı olmak ve ulusal varlığımız için önemli gördüğü konularda, milletin ve gelecek kuşakların dikkatli ve uyanık olmasını sağlamaktır.

Akçakayalıoğlu’na (1988:174) göre ise “Nutuk, İnkılâp Tarihimizin önemli ve gerçek kaynaklarındandır. Türk Kurtuluş Savaşı’nın dününe, bugününe ve yarınına ait her yönü Nutuk’ta bulmak olanağı vardır.” Yazara göre Mus- tafa Kemal: Nutuktaki ve diğer yayınlardaki ifâdeleriyle Kurtuluş Savaşı’nı “otokratik-teokrat” iktidar ve yönetimden, geri kalmışlıktan, çağdışı felsefe-fikir ve uygulama- lardan, bağnazlıktan (taassup), millî dağınıklıktan, iç-dış düşmanlıklardan ve düşmanlardan Kurtuluş

76 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

anlamında kullanmıştır. Bu savaş sürüp gitmekte- dir. Değerlendirme bu açıdan da yapılmalıdır. İlgili uzmanlar, ilgili bilim adamları kendi alanlarına giren konuları yorumlayıp genişleterek yeterli yayınlar yapmaktadırlar. Bu gibi çalışmalar resmî makamlar- ca desteklenmelidir.

Ergün Aybars’a (1997:7) göre Nutuk, “…yeni dünya düzenine görüşüne dayanan devlet adamı ahlâkını yansı- tır. Tarihe ve ulusuna hesap veren devlet adamı ahlâkını Türkiye’ye getirmeye çalışan Atatürk Nutuk’unu bu amaçla vermiştir.” Aybars’a göre Nutuk ikinci olarak “bir dönemin tarihinin açıklanışıdır… emperyalizme kar- şı verilen ulusal bağımsızlık savaşının ve bir bakıma da monarşiye karşı ulusal egemenlik savaşının tarihtir. Türk devriminin düşünsel ve eylem boyutunun iç içe birlikte bütünleşerek modern Türkiye’nin doğuşunu hazırlama- sıdır. Bu yönüyle Nutuk, Türk Devrim Tarihi’nin temel kitaplarının en başta gelen belgesel” yapıtı olma özelliği taşımaktadır. Cemil Koçak (1997:137) ise Nutuk’un Millî Mücadele’nin ve sonrasındaki siyasî gelişmelerin anali- tik bir tarihi olduğu düşüncesindedir. Nutuk, belgeler- le desteklenmiş olmakla birlikte, tek yanlıdır, polemikçi bir üsluba sahiptir. Nutuk siyasî bir metindir ve Mustafa Kemal’in 1927 yılında, millî mücadeleye ve kader arkadaş- larına bakışını özetler. Yekta Güngör Özden (1997:193) ise Nutuk’un anı olduğunu söyleyenlerin karşı devrimciler olduğunu belirttikten sonra, Nutuk’un tarihsel bir belge ve kaynak olduğunu belirtir. Nutuk’un ne olduğu, onun nasıl tanımlaması gerekti- ği ile ilgili tartışmaları daha da uzatmak mümkün. Fakat bu, yukarıda, farklı yazarlardan Nutuk’un ne olduğuna ilişkin yapılan alıntıların neredeyse tamamının ortak bir

77 Mete K. Kaynar özelliğe sahip olduğu gerçeğini değiştirmiyor. .UTUK’un niteliği ile ilgili olarak görüş bildiren yazarların bir çoğu, .UTUK’u, içinde yer aldığı tarihsel kesitten, bu tarihsel kesitteki güçler mücadelesinden bağımsız olarak ele alı- yorlar. Oysa Nutuk, boşlukta ortaya çıkmış, öncesiz ve sonrasız bir metin değildir. Nutuk’u Türk siyasî hayatı içerisinde bir yere koyar, onun ne olduğunu çözmeye ça- lışırken bu boyutu ihmal etmemek gerekmektedir. Çün- kü .UTUK, içinde bulunduğu siyasî bağlamdan ve reel politikten koparılarak incelenirse, geriye sadece Mustafa Kemal’in 1919-1927 yılları arasında cereyan etmiş olaylar ve o olaylarda rol oynamış aktörler hakkındaki sübjektif değerlendirmeleri kalmaktadır. Oysa Nutuk bundan faz- lasıdır. Bu açıdan Nutuk’un ne olduğunu anlayabilmek, onu bir yere oturtabilmek için, I. Dünya Savaşı sonrasında iyi- den iyiye belirginleşen ve keskinleşen güç mücadelelerini dikkate almamız gerekmektedir. Bu nedenle, önce “güç mücadelesi” ile ne kastedildiğini, bu güç mücadelelerinin 1900’lerin başındaki Anadolu coğrafyasında nasıl tezahür ettiğini ve Nutuk’un bu mücadeleler dinamiği içerisinde nereye oturduğunu tartışmak gerekiyor. Güç mücadelesi kavramıyla, siyasî sistemi etkileyen farklı güç ve aktörler arasındaki çekişmeler, savaşlar, it- tifaklar ve dostlukların oluşturduğu ilişkiler örüntüsü kastedilmektedir: Bu ilişkiler örüntüsü, millî mücadele dönemine gerçek rengini veren, birbirinden farklı, fakat birbirlerini de derinden etkileyen ve besleyen savaşların, idamların, tasfiyelerin, çekişmelerin, ayak oyunlarının, ittifakların, bildirilerin, kongrelerin ve açıklamaların… hepsi ama hepsini kapsamakta, tüm bunlar bu güç müca- delelerinin tezahürü olarak ortaya çıkmaktadırlar.

78 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Anadolu’daki güç mücadeleleri tek boyutlu da değildir; birbirinden bağımsız, ama birbirini besleyen, destekleyen ve/veya engelleyen üç ayrı düzeydeki, eksendeki güç mü- cadelelerinden söz etmek mümkündür. Bu güç mücadele- lerinin birinci boyutu, yabancı devletlerle Anadolu arasın- daki güç mücadeleleridir. 30.Ekim.1918 tarihinden sonra gerçekleşen işgaller, bu düzeydeki güç mücadelelerinin en somut tezahürünü oluştursa da, bu düzeyde ele alınan güç mücadelelerini sadece işgallere indirgeyerek tartışmak da olası görünmemektedir. Rusya ve Ankara Hükümeti arasındaki ilişkiler kadar, Amerikan mandası tartışmaları da bu güç mücadelelerinin içerisinde yer aldığı gibi, iş- gal güçleri arasındaki ittifakın bozulmaya başlamasından sonra işgal güçlerinin kendi aralarındaki ilişkileri de bu çerçevede ele almak gerekmektedir. İkinci düzeydeki güç mücadeleleri, Anadolu’nun kendi içerisindeki güç mücadeleleridir. Otonom örgütler tarafın- dan, kendiliğinden ve dağınık biçimde örgütlenen Millî Mücadele’yi kendi liderliğinde bir araya getirmek arzu- sunda olan tek güç, Mustafa Kemal ve arkadaşları değil- dir. Millî Mücadele’nin başladığı dönemde Anadolu’daki resmî otoritenin İstanbul Hükümeti olduğunu hatırlamak bile bu açıdan yeterlidir. Erzurum ve Sivas kongrelerinin ardından Ankara’da bir meclis açılmış, kendisini, işgal edilmiş İstanbul’un (hükümetinin) devamı gibi gösteren Ankara Hükümeti de Millî Mücadele’yi kendi çatısı al- tında toplamayı arzu eden önemli siyasî güçlerden birisi hâline gelmiştir. Nitekim, Anadolu’nun kendi içindeki güç odakları sadece İstanbul ve Ankara Hükümet’leriy- le de sınırlı değildir. Kendisine bağlı Kızıl Ordusu ile Anadolu’ya geçerek Millî Mücadeleye katılmak isteyen ve Rusya’nın desteğini kuşkusuz Mustafa Kemal’den daha fazla arkasında hisseden Mustafa Suphi’yi; mütareke son-

79 Mete K. Kaynar rası Anadolu’da kurulan cemiyetleri ve direniş örgütleri- ni, liderleri yurt dışına kaçmış olmakla birlikte, üyelerini Anadolu’ya geçirerek faaliyetlerine devam eden İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni de yine bu güç odakları arasında say- mak gerekmektedir. Hiç kuşkusuz, sadece bunlar değil, Anadolu’da kurulan azınlık cemiyetlerini de bu mücadele- nin içerisinde değerlendirmek yerinde olacaktır. Güç mücadelelerinin sonuncu ekseni Ankara’nın ken- di içindeki güç mücadeleleridir. Ali Şükrü ve Topal Os- man olaylarından, Çerkez Ethem olayına; Hâlit Paşa ile Ali Çetinkaya arasında geçen silahlı kavgadan, Mustafa Kemal’in Dr. Nazım’ı İçişleri Bakanlığı’na atamaması- na; Kazım Karabekir’in askerlikten istifa eden Mustafa Kemal’e arka çıkmasından, yine Kazım Karabekir Mus- tafa Kemal arasındaki gerilimlere; Ali Fuat Cebesoy’un Mustafa Kemal’e senin yeni apotr’ların kimlerdir sorusu- nu sormasına yol açan sebeplerden, Rauf Orbay ve Kazım Karabekir’in Cumhuriyet’in ilan yöntemine ilişkin tep- kilerine; Ankara Hükümeti’nin önder kadrosunun İsmet İnönü’nün Genel Kurmay Başkanlığı’na gösterdiği açık ya da örtük tepkilerden, Ali Fuat Paşa’nın görevinden alına- rak Moskova Büyükelçiliği’ne tayinine; TCF’nin kurulma- sı ve kapatılmasından, İzmir Suikastı davasına ve İstiklal Mahkemeleri’ne kadar bir çok olayı bu bağlamda değer- lendirebiliriz. Yukarı da değinildiği gibi, farklı düzeylerde tezahür eden bu güç mücadeleleri birbirinden kopuk değil, tam tersine birbirleriyle oldukça yakın ilişkiler içerisindedir- ler. Hattâ ele alınacak somut bir olayın çoğu zaman bir- den fazla güç mücadelesinin kesişim alanında durduğunu görmek de mümkündür. Örneğin Çerkez Ethem olayı, bu türden bir vaka olarak ele alınabilir. Yunan Orduları’na karşı sürdürdüğü çete savaşı ve iç ayaklanmaları bastır-

80 Tarihin İnşâsı ve Siyaset madaki rolüyle Millî Mücadele’de önemli bir siyasî güç hâline gelen ve bu gücünü Ankara üzerindeki otoritesinin kaynağı hâline getirmek isteyen Çerkez Ethem’in, Anka- ra Hükümeti’nin düzenli güçleriyle mücadelesini kaybet- mesinin ardından Yunan güçlerine sığınması, bir yönüyle Ankara’nın kendi içindeki güç mücadeleleri ekseninde, diğer yönüyle de yabancı devletler ve Anadolu arasındaki güç mücadeleleri ekseninde değerlendirilebilecek bir vaka olarak ele alınabilir. Benzer şekilde, Bolşeviklerle olan iliş- kilerinden yararlanarak, kuracağı Yeşil Ordu ile tüm Doğu milletlerini kurtarma planları yapan Enver Paşa da -Yeşil Ordu’nun meclis içindeki desteği gözönüne alındığında- bir yandan Rusya-Ankara, diğer yandan da Ankara’nın kendi içindeki güç mücadelelerinin kesişiminde cereyan eden bir örnek olarak verilebilir.29 Aynı şekilde, anıların- da, “Bizi Asya’dan atarak müttefiklerimizden ayırdıktan sonra, Ruslarla birleşmek hususundaki İngiliz emellerine, isabetli kararı ve başarılı taarruzu ile ilk mani olan, şüphe- siz Mustafa Kemal Bey’DIR” diyen Rauf Orbay ile Mustafa Kemal arasında daha sonra cereyan edecek olan çekişmele- ri, Anakara’nın kendi içindeki güç mücadeleleri mi, yoksa yabancı devletler ve Anadolu arasındaki güç mücedeleleri ekseninde mi değerlendirmek gerektiği, cevaplandırılma- sı gayet zor sorulardan birisi olarak durmaktadır. Özetle, tekrar ifâde etmek gerekirse, üç farklı düzlem- de (yabancı devletler-Anadolu (1); Anadolu’nun kendi içi (2) ve Ankara Hükümeti’nin siyasî aktörleri (3) arasın- da) ortaya çıkan güç mücadelelerinin toplamı, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından, tek parti yönetiminin

29 31.Mayıs.1961 tarihinde yayınlanan Yakın Tarihimiz (Cilt 2, Sayı 14 , Say- fa 3-4)isimli dergideki Enver Paşa Moskova’da” başlıklı isimsiz makaleye göre: “Moskova’da bulunduğu sırada bolşeviklerle samimi münasebetler kuran Enver Paşa, Lenin’den ‘yoldaş Lenin!” diye bahsediyor ve Sovyet- lerden sağladığı yardımla bütüm İslâmları İngilizlere Karşı isyan ettirmek” istiyordu. 81 Mete K. Kaynar kuruluşuna kadar ki dönemi açıklamak amacıyla kulla- nılan bir soyutlamadır. Nutuk’a bu çerçeveden bakıldı- ğında, onun tamamen, bu güç mücadelelerini tartışan bir metin olduğunu, Nutuk’un bu mücadelelerin anlatımı üzerine bina edildiğini görmek mümkündür. Nutuk’un kapsamı bölümünde değinilen tüm isimler, örgütler ve Nutuk’ta adı geçen bütün ülkeler bu güç mücadeleleri ağının aktörleridirler ve Nutuk, Mustafa Kemal’in, yani her üç düzeydeki güç mücadelesinden başarıyla çıkarak tek parti-tek güç- tek adam yönetimini inşâ eden ekibin liderinin, bu güç mücadeleleri ile ilgili siyasî mülahazala- rını içermektedir. Mustafa Kemal, Nutuk’ta, başta işgal güçleri olmak üzere yabancı devletlerle, en başında İstan- bul Hükümeti’nin geldiği Anadolu’daki farklı siyasî güç merkezleriyle ve en önemlisi de Ankara’nın kendi içindeki ve buna bağlı olarak Mustafa Kemal’in kendi ekibi için- deki güç mücadelelerini siyasî bir dille açıklar. Fakat bu açıklama, bilimsel, tarihsel bir izah değil, aksine, bu güç mücadelelerinden başarıyla çıkarak onu çözen ve tek parti- yi kuran kliğin, kendi başarısını, yine kendi diliyle expost facto -mâkable şâmil- ve eklektik bir dille açıklamasıdır. Bu nedenle de Mustafa Kemal, Nutuk’unda o dönemde gerçekleşen tüm olayların tarihî bir izahını yapma ihti- yacını duymaz. Nutuk, bir siyasî belge olarak, bu olaylar arasından, kendi başarısını ve haklılığını kanıtlayabilecek olan olayları ve kişileri seçer ve yine bu kişi ve olaylara tarafsız değil, aksine, kendi bakış açısını haklı çıkaracak yorumlar getirir. Bu nedenle, örneğin, Topal Osman ola- yından Nutuk’ta bahsedilmezken, Çerkez Ethem olayı üzerine Nutuk’ta ayrıntılı açıklamalara gidilmesi, Mus- tafa Kemal’in Yahya Kaptan’ın öldürülmesi ile ilgili ola- rak ayrıntılı ve duygusal bir konuşma yapmasına rağmen, Mustafa Suphi’nin katli ile ilgili herhangi bir değerlen- dirme de bulunmaması, ne Nutuk’taki bir eksiklik olarak 82 Tarihin İnşâsı ve Siyaset değerlendirilebilir, ne de Topal Osman, Mustafa Suphi ya da Ali Şükrü’nün tarihsel olarak önemli olmayan figürler olmasıyla açıklanabilir. Mustafa Kemal’in Nutuk’taki amacı, tarihi açıklamak değil, kendi haklılığını ortaya koymak, belgelemek; ba- şarısının sadece reel politikten ya da bizzat tesadüflerden kaynaklanan bir başarı değil, haklı olmaktan ileri gelen doğal bir sonuç olduğunun altını çizebilmektir. Mustafa Kemal’in Nutuk’taki amacı, Millî Mücadele döneminin bilimsel bir analizini yapmak da değil, bu dönemde ne- den kendisinin haklı, diğerlerinin haksız olduğunu ortaya koymak; kendi başarısını temellendirmek, kendi başarısı ile haklılığı arasındaki siyasî bağlantıyı kurmaktır. Sonuç olarak Mustafa Kemal’in Nutuk’taki amacı, bu güç mü- cadelelerinden nasıl ya da hangi olayların ve kişilerin ve- silesiyle başarıyla çıktığını değil -bunu anlatıyor gibi gö- rünürken- neden başarıya ulaştığını tartışmak, başarısına neden icat etmektir. Özetle, başarıya nasıl ulaşıldığını an- latmak, bu süreci adım adım tarif etmek değil, neden haklı olunduğunu ve bu haklılığın nasıl başarıyı da beraberinde getirdiğini kurgulamak, Nutuk’un yazılması/okunma- sının temel amacını oluşturmaktadır. Çünkü Nutuk, bu güç mücadelelerinden başarıyla çıkarak sistemi maniple edebilecek güce kavuşan(lar)ın, tam da bu güce kavuştu- ğunu hissettiği bir dönemde, geçmişte olmuş bitmiş bu mücadeleler (mazi olmuş bir devir) hakkındaki siyasî de- ğerlendirmelerini içermekte; üç düzeyde gerçekleşen güç mücadeleleri oyununu kazananın, başarısını haklılığıyla, haklılığını milleti ve onun içerisindeki gizli özellikleri bilebilmesiyle ilişkilendirerek açıkladığı siyasî bir me- tin özelliği taşımaktadır. İşte bu özelliğidir ki Nutuk’u, Taha Parla’nın konu ile ilgili kitabına verdiği adda olduğu gibi “siyasî kültürün resmî kaynaklarından birisi” ya da

83 Mete K. Kaynar Öğün’ün ifâde ettiği gibi “Kemalistliğin amentüsü” olarak tanımlamayı kolaylaştırmaktadır. Nutuk’un ex post facto -mazi olmuş bir devrin hikayesi’nin geri dönük açıklama- ları- bir kurgu olması da bu çerçevede açıklık kazanmakta- dır. Nitekim, gerçekten de .UTUK, mazi olmuş bir devrin hikayesidir. Lâkin mazi olmuş bu devir, 1927 yılında, Nu- tuk dolayımıyla kurulmuş/kurgulanmış bir mazinin hika- yesidir. Örnek vermek gerekirse; “…milletin vicdanında ve istikbalinde ihdas ettiği büyük tekamul istidadını bir millî sır gibi saklayarak onu parça parça hayata geçirmek için uğraştığını” söyleyen Mustafa Kemal, 1927 yılında, meclis kürsüsünde Nutuk’unu okuyan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal’dir: Buradan, Mustafa Kemal’in bu açıkla- malarından hareket edip, 1920 Mayıs’ında Samsun’a çıkan asker Mustafa Kemal’in “de” gerçekten milletin vicdanın- da bir tekamül istidadı sezdiğini söylemek oldukça zordur; hiç değilse bu, Mustafa Kemal’in kendisinin dahi ispat edemeyeceği iddiâdır. Oysa gerçek şudur ki, Cumhurbaş- kanı Mustafa Kemal, asker Mustafa Kemal’in böylesi bir tekamül istidadını sezdiğini söyleyerek, de facto başarısı ile haklılığı arasında bir bağ kurmakta ve bu bağı da ex- post facto bir yolla, yani asker Mustafa Kemal’i 1927 yı- lında yeniden tanımlayarak, kurarak gerçekleştirmektedir. Tarihler 30.Ekim.1918’den 1920’lerin ortalarına doğru ilerledikçe, Ankara ilk önce Anadolu’daki güç mücadelele- rinde gittikçe belirleyici olmaya başlamış, en sonunda, en büyük rakibi İstanbul Hükümeti’ni de (01.Kasım.1922’de Saltanatı, 03.Mart.1924’de hâlifeliği kaldırarak) alt ede- rek Anadolu’daki hakim siyasî güç olduğunu kanıtlamış- tır. Mütarekenin imzalanmasından sonra birbirinden ayrı ve otonom şekilde ortaya çıkan yöresel direniş hareketleri de Ankara Hükümeti çatısı altında bir araya getirilebil- miştir. Aynı zaman diliminde, işgal bertaraf edilmiş, 1923

84 Tarihin İnşâsı ve Siyaset yılında Ankara Hükümeti, Lozan Antlaşmasını imzala- yarak -çözüme kavuşturulamayan bazı sorunlar bir yana bırakılırsa- yabancı devletlerle olan ihtilâflarını da bü- yük oranda çözüme kavuşturmuştur. Yabancı devletlerle ve Anadolu’daki diğer iktidar odaklarıyla sürdürülen güç mücadelelerinden başarıyla çıkan Ankara’nın kendi lehine sonuçlandıramadığı tek güç mücadeleleri ekseni -henüz- bizzat Ankara’nın kendi içindeki, bir diğer ifâde ile, diğer güç mücadelelerinden başarıyla çıkan ekibin kendi için- deki güç mücadeleleridir. Bunun için de 1927 yılını bek- lemek, Mustafa Kemal’in, çoğu Millî Mücadele’nin önder kadrosu içinde de yer alan B.M.M’deki muhâlifleriyle he- saplaşmasını bitirmesini beklemek gerekmektedir. İşte, Nutuk’un okunması, bu eksendeki güç mücadelelerinin de sonuçlandırıldığı düşüncesinin Mustafa Kemal ve onun yeni apotr’larında belirginleştiği bir tarihe tekabül et- mektedir. Nitekim, bu son eksendeki güç mücadeleleri, eski apotr’ların yerine yenilerinin ikâmesi ve B.M.M’den muhâliflerin tasfiyesi süreçleriyle somutlanacaktır. Her üç güç mücadeleleri örüntüsünden de başarıyla çıkarak muhâliflerini ortadan kaldıran ve/veya sindiren ekip, ar- tık bu başarısının nedenlerini kurmak, onu “haklı” “soylu” temellere dayandırmak zorundadır. Nutuk rejime işte tam da bunu sağlar. Nutuk “tarih”i yeniden okur; “ormanın hikayesi” avcının dilinden dinleyicilere aktarılarak yeni- den yapılandırılır ve böylece, Nutuk’un kapsadığı dokuz yıl, Mustafa Kemal’in milletin ruhunda sezdiği gelişme eğiliminin parça parça dışa vurumunun tarihi hâline ge- tirilir: Bu tarihe göre, başarı milletin başarısıdır; Mustafa Kemal, sadece, milletin içindeki bu özü sezmiştir. Başa- ranlar, bu özü sezdikleri için kahraman, hâinler bunu se- zemedikleri için alçaktırlar. Başarının haklılığı, onun mil- letin özündeki eğilimleri sezebilme kapasitesiyle ilgilidir. Başarı, haklılık ve millet üçgeninde Mustafa Kemal, mil- 85 Mete K. Kaynar letin ruhundaki bu kapasiteyi sezebildiği için haklı olan ve bu sarsılmaz haklılığın başarısını sağlayan “tek-adam”, (ismi henüz konulmamış) “ata-Türk” olarak kurgular ken- dini. Nutuk, Mustafa Kemal’in değilse de30 “Atatürk”ün doğumunu, siyasî doğuruluşunu o kadar açıktan kurgular ki, Mustafa Kemal bile daha sonra, gerçek doğum tari- hinin 19.Mayıs.1881 olduğunu açıklar: Nitekim, İngil- tere Büyükelçisi Morgan, 10.Kasım.1936 tarihinde, Dı- şişleri Bakanlığı’na yazdığı yazıda, İngiltere Kralı VIII. Edward’ın, doğum günü nedeniyle, kendisine özel ve samimî bir tebrik telgrafı çekmek istediğini söyleyerek, Mustafa Kemal’in doğum tarihinin bildirilmesini rica eder. Bu ricaya karşılık, 12.Kasım.1936 günü gönderilen resmî yazıya “Cumhurbaşkanı Atatürk’ün 19.Mayıs.1881 tarihinde doğmuş olduklarını arz ederim.” şeklinde cevap verilir. Özetle Nutuk, sadece mazi olmuş bir devrin hikayesi- ni anlatmakla kalmaz: Aynı zamanda Mustafa Kemal, bu hikayenin Author(ity)’sidir de; millet, hem Author’un/ Bani’nin kurguladığı hikayenin temel kahramanı ve her şeyi gerçekleştiren kurgu-kişisi, hem de bu hikayenin baş dinleyicisidir: Hikayeyi yazan/anlatan -Author- din- leyenlere, hikayenin baş kahramanı ve failinin kendileri olduklarını söylemektedir. Author, bu ilişkiyi böyle kur- guladığı için de sadece hikayenin Author’u değil, aynı za- manda tüm hikayenin dramaturjisinin, Authority’sinin de sahibi, hâmîsi, anlattığı kurgunun kurucusudur da: Rol- leri o dağıtır, kahramanın kahramanlığı failin kim olduğu ve hâinlerinin kimler olacağı neden hâin oldukları onun

30 Şevket Süreyya Aydemir (1974:29), Enver Benhan Şapolyo’nun Zübeyde Hanım ile yaptığı mülakattan aktardığına göre, Zübeyde Hanım, Mustafa Kemal’in erbain soğukları sırasında dünyaya geldiğini ifâde etmiştir. Bu mülakattaki bilgiler doğru ise, yine Aydemir’e göre, Mustafa Kemal 23.Ara- lık.1296 (1881) tarihinde dünyaya gelmiş olmalıdır. 86 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Authority’si çerçevesinde belirir; hikayenin dramaturji- si, Author’un Auothority’si ile kurulur ve yine hikayenin kahramanı olan millete anlatılır. Milletin bünyesinde ger- çekten bir “büyük tekamul istidadı”nın olup olmadığı, varsa da bunun neden sadece Mustafa Kemal tarafından görülebildiği, var olan bu istidadı sadece o görebildiyse bile, böylesi bir istidatın Mustafa Kemal önderliğinde iz- lenen politikaları apriori gerektirip gerektirmediği gibi tartışmaların hepsi, Author’un Authority’si gölgesinde birer kurgu, tahayyül ve tasavvur olarak algılanmaktan çı- karak tartışılmaz bir “realite” hâline gelir. Nutuk yoluyla millet, kendi kahramanlık öyküsünü, onu kendine anlatan Author’unun dilinden -hikayenin yazarından, müellifinden- dinleme şansına kavuşur. Ve yine bu yolla Nutuk, mazi olmuş bir devri, sırf “hatırları yaadetmek” ya da “geçmişi anmak” için anlatan bir “soh- bet” olmaktan çıkararak; geçmişi, gelecekteki iktidar iliş- kilerini garanti altına almak için yeniden kuran bir resmî ideoloji membaı hâline gelir. Nutuk yoluyla kurulan bu ilişkide Mustafa Kemal, başarıların (Millî Mücadele’nin, devrimlerin, kurtuluş savaşının...) faili olmaktan çıkar ve sistemin Author’u, tek adamı, halaskârı (kurtarıcısı), hâmîsi koruyucusu), banisi (kurucusu), mürebbi (yetiş- tireni), mürşidi (aydınlatıcısı), lâyetezeli (şaşmaz kişisi) ve pişuvası (önderi)… sözün kısası rejimin ata-Türk’ü, “totem”i olmaya doğru yol alırken; millet, kendisinin de farkında olmadığı özelliklerden devşirilen siyasîarın aslî faili, başarının gerçek sahibi hâline getirilir. .UTUK’ta imâ edilen, ama asla Nutuk’ta sınırlı kalmayan bu millet (ve böylesi bir millet düşüncesine yaslanarak ayakta duran milliyetçilik) tahayyülüdür ki, milleti, kendisinin de far- kında olmadığı ama kendi özelliklerden türemiş siyasîarın faili hâline getirmeye izin verebilir. İzlenen siyasîarın mil-

87 Mete K. Kaynar letin ruhundan devşirilmiş olması, (tek adamın ya da onun tilmizlerinin izledikleri/izleyecekleri) siyasîarın kendisini meşrûladığı gibi, daha da önemlisi, aynı zamanda, örneğin millet izlenen siyasîara karşı çıkacak olursa, bu siyasîarın hem milletin o anda karşı çıktığı siyasanın, aslında ken- disinin farkında olamadığı ama sadece Mustafa Kemal’in (veya ardıllarının) farkında olduğu siyasîar olmaları nede- niyle, son analizde onun lehine, “onun için” olan siyasîar olduğu kurgusunu hem de milletin karşı çıktığı bu siya- sanın aslında, gerçekte millet tarafından gerçekleştirilmiş siyaslar olduğu tasavvurunu, kurgusunu da meşrû hale ge- tirir: Halka rağmen halkçılık olarak özetlenen düşüncenin beslendiği kaynak da tam olarak burası olsa gerektir.

3ONUlØ.UTUK´UØ/KUMAK … Geçer üstünüze gelen her bulut Karanlıklarda yolunu bulan ümit Görün Nutuk’ta nasıl canlı Her sözcükte her cümlede diri Atatürk’ün pehlivan Fikrî Bir gün yenilir mi sanırlar? Nutku okusunlar da anlasınlar Anlasınlar ana yol nereye.

“Uygar bir millet” diyor Atatürk “Uygar bir Türk milleti.” Bu yoldan dönülür mü geriye? Köyleriyle kentleriyle Ülkümüz Atatürk’ün istediği Türkiye..

Talip Apaydın (Nutuk)

Mondros Mütarekesi’nin imzalandığı 30.Ekim.1918 tarihinden yaklaşık bir hafta sonra Millî Mücadele başla-

88 Tarihin İnşâsı ve Siyaset dı. Reddi ilhak ve müdafaa-ii hukuk isimleri etrafında ör- gütlenen cemiyetler, gazeteler ve çeteler aracılığıyla kendi kendini örgütleyen, bu yerel, otonom ve âdem-i merkezî direniş neyi istemediğini çok iyi biliyordu; fakat nihâî he- defin ne olduğu konusunda her birinin farklı stratejileri ve düşünceleri vardı: Örneğin, Mustafa Suphi liderliğinde Baku’de kurulan Türkiye Komünist Partisi, Anadolu’yu işgalcilerden temizleyerek bir Amele ve Rençber Şûrâları Cumhuriyet’i kurmak31; Mustafa Kemal önderliğinde Ankara’da kurulan Büyük Millet Meclisi (kurulduğu ilk dönemde) işgalcileri Anadolu’dan temizleyerek hâlife ve sultanı esaretten kurtarmak; İstanbul Hükümeti’nin ve İngiltere’nin denetimindeki Kuvâ-yı İnzibatiye ise İngi- lizlerin nezaretinde mevcut devlet yapısını korumak için kolları sıvamışlardı. Hedefleri farklı farklı olmakla birlik- te mevcut durumu kendi politikaları ile aşmak için yola koyulanların sayısı elbette sadece bu örgütlerden ibaret değildi; ama sonuçta Ankara Hükümeti, bu güç müca- delelerinden sıyrılarak Millî Mücadele’nin kontrol mer- kezi olmayı, onu âdem-i merkezî karakterden kurtaracak gücü temerküz etmeyi başardı; diğerlerini de tasfiye etti. Ankara’nın kontrolündeki direnişin işgalleri bertarafının ardından, Ankara’nın ve daha da önemlisi Ankara’daki çe- lik çekirdeğin içindeki mücadeleler daha da gözle görünür hale gelmeye başladı. Çünkü diğer iki güç mücadelesi ek- seni artık çözülmüş; bu iki eksende Ankara’nın hâkimiyeti neredeyse tescillenmişti. Bu da Millî Mücadele’nin başla- rından beri bu grup içinde var olan görüş ayrılıklarını iyi- den iyiye derinleştirip, keskinleştirmeye yetti de arttı bile.

31 Nutuk’un okunuşundan kısa bir süre sonra ülke içindeki sol hareketlere kar- şı gerçekleştirilen 1927 Tevkifatı’nı da, Anadolu içindeki güçler mücadelesi- nin gecikmiş, ama tevkifat için seçilen dönem göz önüne alındığında yine de kaydadeğer bir örneği olarak değerlendirmek yerinde olacaktır. Nitekim, bu tevkifatlarda, aralarında Şefik Hüsnü Değmer ve Vedat Nedim Tör gibi lider kadrosunun da yer aldığı 57 Komünist Partili tutuklanmıştır. 89 Mete K. Kaynar 1923 yılında Cumhuriyet’in ilan edilmesi, hem Ankara içerisindeki, hem de yine hemen hemen hepsi B.M.M’de yer alan Millî Mücadele’nin bu yönetici kadrosunun (çe- lik çekirdeğinin) kendi içerisindeki güç mücadelelerinin bir kerte daha sertleşmesine zemin hazırladı (Dündar, 2007:29). Diğer iki eksendeki güç mücadeleleri çözüldük- çe, Ankara’nın kendi içindeki mücadeleleri daha belirgin, sert ve ölümcül hale geliyordu: Tasfiyeler, sürgünler, idam- lar, suikastlar, gittikçe keskinleşen bu güç mücadeleleri ekseninin politikaları olarak uygulamaya konuldu. 1924 yılında kurulan TCF de, Cumhuriyet’in ilanı ile iyiden iyiye ısınan bu çatışmayı en üst seviyesine taşıdı: Ankara, kendi içerisindeki hesaplaşmayı İstiklal Mahkemeleri’ne kadar götürdü. TCF’nin kurulması ve kapatılması süre- cinde, Amasya Tamimi ile bir araya gelen çelik çekirdek artık tamamen dağılmış bulunuyordu. Parti’nin, Şeyh Sait İsyanı’na destek olduğu düşüncesiyle başlayan tasfiyeler; İzmir Suikastı davasıyla daha da yaygınlaşarak32 Mustafa Kemal’in önceleri ittifak yapmak zorunda kaldığı ve bir kısmı da halen Mebus olarak Ankara’da bulunan eski itti- hatçıları da kapsadı. Lâkin, sistemin Mustafa Kemal ve yeni apotr’ları tara- fından istenen son şekline getirilebilmesi için halen iki küçük rötuşa daha ihtiyaç vardır: B.M.M’nin ve partinin denetim altına alınabilmesi. 1927 yılında, 1924 Anaya- sası ile dört yılda bir yapılmasına karar verilen seçimlerin

32 İzmir Suikastı davaları oldukça dramatiktir. Yakın Tarihimiz Dergisi’nde yayınlanan İzmir Suikası Davası’nda İdam edilen Cavid Bey’in eşine yaz- dığı 38-40. (Cilt 2, Sayı 14, 31.Mayıs.1962, sayfa 13-15), 44-45. (Yakın Tarih, cilt 2, Sayı 16, 14.Haziran.1962, sayfa 77-79), 41-49. (Yakın Tarih, Cilt 2, Sayı 17, 21.Haziran.2 sayfa 109-111), 50-52. (Yakın Tarih, Cilt 2, Sayı 18, 28.Haziran.1962, sayfa 137-140), 53-55. (Yakın Tarih, cilt 2, Sayı 19, 05.Temmuz.1962, sayfa 173-175), 56-58. (Yakın Tarih, Cilt 2, Sayı 20, 12.Temmuz.1962, sayfa 205-207), 59-61. (Yakın Tarih, cilt 2, Sayı 21, 05.Temmuz.1962 235-239) ve 62-64. mektuplar ((Yakın Tarih, cilt 2, Sayı 22, 26.Temmuz.1962 267--269) davanın amacı ve genel seyri hakkında bilgi vermesi açısından hayli önemli bilgiler içermektedir. 90 Tarihin İnşâsı ve Siyaset yenilenme zamanının gelmiş olması, bu rötuşları daha da kolaylaştırır; ama önce Fırka’nın, 1923 yılında kabul edi- len nizâmnamesi üzerinde, Pekdemir’in (1999:225) “T~ Z~KØDARBESI” olarak adlandırdığı bir değişikliğin yapıl- ması gerekmektedir. Çünkü bu değişiklik, muktedirlerin arzuladıkları her iki rötuşu aynı anda gerçekleştirmelerini sağlayacak bir anahtar görevi görecektir. 1923 yılında çı- karılan CHF Nizâmname’sinin 26. ve 101. maddeleri bu amaçla değiştirilir (Tunçay, 1999:180). Bu değişiklikle, Fırka Divanı’nın görevlerinde değişiklik yapılır ve Büyük Millet Meclisi seçimlerini idare ve partinin milletvekili adaylarını tespit etme görevi, Fırka Divanı’ndan alınarak Umumi Reis’eØverilirØBir başka ifâde ile, Genel Başkan’ın, B.M.MØintihabını Umumi Reis Vekili ve Katib-i umumi ile beraber idareØetmesine kararØverilir33 ki bu değişiklik- ler 1927 yılında yeniden yazılacak nizâmnamede kalıcı hale getirilecektir. (Tunçay, 1999:181). Mustafa Kemal’e milletvekili adaylarını tespit etme yet- kisi veren bu tüzük değişikliği, idam, sürgün, derdest… edilmeyen ya da suikasta uğramayan diğer muhâliflerin B.M.M’ye girmesine engel olma amacı taşımaktadır; ni- tekim, tüzük değişikliği amacına ulaşır da. B.M.M, Ni- san 1927’de son oturumunu gerçekleştirerek kapanır; ülke artık, Kasım ayına kadar, seçim sath-ı mailine girmiştir. Ayrıca, Mustafa Kemal, 29.Ağustos.1927 tarihinde (Ko- catürk, 1999:405) milletvekili seçimleri nedeniyle bir seçim bildirgesi hazırlar ve Tunçay’ın (1999:413) 1927 Eylül’ünde ilan edildiğini belirttiği bu beyanname de, partinin laik, halkçı, ve milliyetçi bir siyasî parti olduğu- nu da bildirir.34

33 Cumhuriyet Halk Partisi tüzükleri ile ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Uyar, 2000). 34 Nutuk’un okunduğu 1927 Kurultayı’nda kabul edilen Nizâmname’nin bi- rinci maddesinde parti kendisini Cümhuriyet Halk Fırkası, Cemiyetler Ka- nununa tevkifan teşekkül etmiş, cümhuriyetçi, halkçı, milliyetçi, siyasî bir 91 Mete K. Kaynar Nutuk işte tam da bu sırada, partinin ikinci kongresinde okunur. Partinin ilk kongresini yapmadan, 1927’de ikin- cisini yapmaya karar veren Mustafa Kemal, tıpkı Nutuk’ta olduğu gibi, parti kongrelerinde de tarihi bugünden ge- riye doğru yeniden yazmayı -ex post facto bir tarih kur- gulamayı- tercih eder. Böylece, partinin ilk kongresinin Sivas Kongresi olduğuna karar verilir. Oysa Sivas Kong- resi toplandığında, hiçbir şekilde, ileride bir siyasî parti hâline gelmek ya da Cumhuriyet yönetimi kurmak gibi bir amacı yoktur. Fakat 1927 yılında parti kongresini açış konuşmasını yapan Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal, kür- süden, Sivas Kongresi’ni toplayan müstafî asker Mustafa Kemal’e, Sivas Kongresi’nin aslında CHF’ nin ilk kongresi olduğunu söyletiverir. Bu yolla, 1919’un tarihi 1927’nin siyasî ihtiyaç ve dinamikleri doğrultusunda yeniden ya- zılmış, kurgulanmış olur. Gerçi ortaya çıkan tarih (yoru- mu), artık, tarihin kendisi değil, onun yeniden üretilmiş şeklidir ama, bu yolla da müstafî asker Mustafa Kemal ile Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal arasında bir tutarlı- lık, izlenen politikalarda bir süreklilik tesis edilmiş; 1927 yılında, Sivas Kongresi Heyet-i Temsiliye Reisi Mustafa Kemal’e Cumhuriyet’i kurma iradesi yüklenmiş olur. Sadece ilk kongrenin “ikinci” olarak adlandırılması de- ğil, bu kongre için seçilen tarih de, Mustafa Kemal’in bu konudaki seçimlerinin tesadüfî ve gayri iradî olmadığını göstermektedir. Kongrenin, 1927 yılında, muhâliflerin tasfiye edildiği, müstakbel muhalefetin nizâmname deği- şikliği ile bastırıldığı ve yeni Cumhurbaşkanı’nı seçecek B.M.M’nin ise henüz göreve başlamadığı bir dönemde top- lanması, tesadüfün çok ama çok ötesindeki tercihlerdir. Bu

cemiyettir.” (Tunçay, 1999:398) şeklinde tarif eder. Bir diğer ifâde ile Se- çim Beyannamesi’nde vurgulanan niteliklerden laiklik, 15 gün sonra kabul edilen Nizâmnamede; Nizâmnamede belirtilen cümhuriyetçilik, 15 gün önce yayınlanmış olan seçim beyannamesinde yer almamaktadır. 92 Tarihin İnşâsı ve Siyaset noktada bazı ayrıntının daha altını çizmek gerekmektedir. 1923 yılında kabul edilen Halk Fırkası Nizâmnamesi’nin 8. maddesine göre fırkanın, Büyük Kongresi’ni her yı- lın 23 Nisan’ın da toplaması gerekirken, aynı maddede- ki hükme göre “…fevkalade mücbir bir sebep tahtında Büyük Kongre’nin zaman-ı içtimâını yalnız bir defaya mahsus olmak üzere bir sene” tehiri câizdir.35 Yani kendi Nizâmnamesi’ne göre CHF Kongresi’nin normalde 1924 yılında toplanması, Nizâmname’nin belirttiği “Fevkalade M~CBIRØBIRØsebep” olduğu varsayılsa bile, kongrenin en geç 1925 Nisan’ı sonunda toplanması gerekiyordu. Dola- yısıyla 1927 Ekim’inde toplanan kongre, aslında, tüzüğün izin verdiği en son süreden yaklaşık 30 ay sonra toplanabi- len bir kongreydi. Fakat, tüzük ne derse desin, kongre, za- manında toplanmak isteseydi bile ne 23.Nisan.1924’te, ne ertesi yıl, ne de 1926 Nisan’ında toplanmayı başarabilirdi. Kongrenin olağan toplanma tarihi olan 23.Nisan.1924, Cumhuriyet kavramı ve Cumhuriyet’in ilanının yöntemi üzerine sürdürülen polemiklerin en ateşli olduğu dönemdi ve bu tartışmalar, kongrenin toplanması gereken tarihten sadece yedi ay sonra TCF’nin kurulması ile sonuçlanacaktı. Kongre 23.Nisan.1925 tarihinde de toplanamazdı, çün- kü bu tarih de Şeyh Said›in Varto yakınlarındaki Carpuh Köprüsü›nde ele geçirilmesinin üzerinden sadece ama sadece sekiz gün sonraya denk gelmekteydi. Kongre, ne yazık ki, 23.Nisan.1926 tarihinde de toplanamazdı; çün- kü bu tarih de İzmir Suikastı girişiminden sadece 53 gün öncesine denk geliyordu: Nitekim, kongre üç yıl boyunca toplanamadı; çünkü toplanması için gerekli şartlar olgun- laşmamış; Ankara, kendi içerisindeki nihâî hesaplaşmayı henüz bitirmemiş; Ankara’nın kendi içerisindeki güçler mücadelesi henüz çözülmemişti. Kongrenin toplanabi-

35 Halk Fırkası Nizâmnamesi (1923), ve Cümhuriyet Halk Fırkası Nizâmnamesi (1927) metinleri için Bkz.: (Tunçay, 1999:375-384, 398-412) 93 Mete K. Kaynar leceği hukukî gereksinme ortaya çıksa da siyasî zemin, .UTUK türünden bir metnin okunarak tek parti yöneti- minin işaret fişeğinin atılabilmesine imkân tanımıyordu. Bu şartlar olgunlaştığında da beklemek olmazdı; nitekim, Mustafa Kemal de bekleyemedi. Mayıs sonlarında geçirdi- ği kalp krizlerine rağmen çalışmalarına devam etti ve Nu- tuk’unu okudu. Sonuç olarak, Nutuk’un güçler mücadele- sinin çözülme anında okunma özelliği o kadar belirgindir ki, ne tüzüğün emri onun daha erken okunmasına, ne de doktorların emri onun daha geç okunmasına yol açabilirdi. Onun okunma zamanını sadece ve sadece paşaların -her üç eksendeki- hesaplaşma dinamikleri belirleyebildi. Nutuk’un dili ve içeriği, Nutuk’un okunduğu tarihsel kesitin üç ayrı eksendeki güçler mücadelesinin çözülüş ta- rihi ile alâkası, CHF’ nin ilk kongresinin ikinci kongre olarak adlandırılması ve Nutuk’un tüm bu faktörlerin ke- sişim tarihi olan Ekim 1927’de okunmaya başlaması da al- tını çizmektedir ki, Nutuk, tek parti yönetimini ve o par- tinin tek ve değişmez liderini muştulamaktadır. Nutuk ve tek parti/tek adam yönetimi arasındaki ilişki, Mustafa Kemal heykelleri ve Nutuk arasındaki ilişkilere yakından bakıldığında da çok net sezilebilmekte; Nutuk’ta çizilen Author, tek adam, Authority ve ata-Türk özellikleri taşı- yan Mustafa Kemal portresinin, Nutuk’un okunmasının hemen öncesi ve sonrasına denk gelen tarihsel kesitte di- kilen heykellerde de kendisini ifâde ettiği görülebilmek- tedir.36 Heykellerin açılışları da en az heykellerin kendisi

36 Heykel yapımı ile ilgili düşüncelerin 1926 yılı ortalarında ifâde edilmeye baş- landığı görülmektedir. Örneğin, Başbakanlığa gönderilen 21/03/1926 Tarih, 3/22 Sayılı bir yazıda, Bursa CHF ve Belediye Heyeti’nin Cumhurbaşkanını Bursa’ya davetleri ve heykelini dikme kararını Cumhurbaşkanı’na bildirmek üzere Ankara’ya bir heyet gönderme kararı aldıkları belirtilmektedir (Baş- bakanlık Cumhuriyet Arşivi, 21.Mart.1926 Tarih, 030.10. Fon Kodu, 1.1.16 Yer No’lu belge). 27.Mart.1926 tarihinde Başbakanlığa gönderilen bir diğer yazıda ise Sivas’a heykeli’nin dikilmesini kabul ettiği için Mustafa Kemal’e teşekkür etmek için bir heyetin Ankara’ya geleceği belirtilmektedir (Başba- 94 Tarihin İnşâsı ve Siyaset kadar ideolojik seremoniler eşliğinde gerçekleştirilmiştir. Bu açılışlarda halk, memurlar ve öğrencilerin de katıldığı “fevkalade merasimler” yapılıyor; geniş katılımlı törenler tertip ediliyordu. İçişleri Bakanlığı tarafından Başbakanlığa yazılan 25.Nisan.1931 Tarih, 1502/319 Sayılı yazıda da böylesi bir merasimden bahsetmektedir: İçişleri Bakanlığı’nın ya- zısına göre: “Reisicümhur Gazi Mustafa Kemal Hazretle- rinin Edirne’de rekzolunan Heykellerinin 23.Nisan.1931 tarihinde binlerce ahâli ve bilcümle mektep şakirdanıile memurin hazır bulunduğu halde fevkalade merasimle açılmış olduğu Edirne Vilayetinden iş’ar olunmuştur”37 denilmektedir. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde açılan bu heykellere, Eczacıbaşı Sanal Müzesi’nin internet sayfasın- dan38 elde edilen bilgilerden hareketle kısaca bir göz ata- lım. Mustafa Kemal’in ilk heykeli Heinrich Krippel ta- rafından yapılmış ve 06.Ekim.1926 tarihinde, Yani .UTUK’un yazılması hazırlıklarının başladığı bir dönemde Sarayburnu’na dikilmiştir. Sarayburnu Atatürk Heykeli, Cumhuriyet ideolojisinin görselleştirilmesi yolunda atı- lan ilk adımdır. İstanbul Belediyesi tarafından diktirilen heykelin açılışı sonrasında belediye yetkilileri, Mustafa Kemal bir telgraf alır: “Muhterem İstanbul halkının ilk defa heykelimi dikmek suretiyle gösterdiği yüksek kadir- şinaslıktan ve resm-i kûşat münasebetiyle hakkımda izhar buyrulan necip hissiyattan dolayı samimî teşekkürlerimi

kanlık Cumhuriyet Arşivi, 27.Mart.1926 Tarih, 030.10. Fon Kodu, 1.1.18 Yer No’lu belge) 37 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi, 25.Nisan.1931 Tarih, 630.10. Fon Kodu, 1.2.21. Yer No’lu belge. 38 Heykeller ile ilgili bilgilerin tamamı, Eczacıbaşı Sanal Müzasi’nin http://www. sanalmuze.org/sergiler adresindeki, Cumhuriyet İdeolojisi Bağlamında Başlan- gıcından Günümüze Anıt Uygulamaları ve Estetiği başlıklı siteden alınmıştır. 95 Mete K. Kaynar arzederim.” Sözün bundan sonrası heykeltıraşlarındır. Aynı yılın Cumhuriyet Bayramı’nda ve yine aynı hey- keltıraş tarafından, Konya’ya da bir heykel dikilir. İlk uy- gulanan heykel Sarayburnu Atatürk Heykeli olsa da, ilk heykel Fikrî Konya’dan gelmiştir ve Konya iline dikile- cek olan heykel için Belediye Reisi Kâzım Bey, Mustafa Kemal’den izin alır. Anıtın kaidesi Krippel’e değil, Mi- mar Muzaffer Bey’e aittir. Konya Atatürk Heykeli’nin kai- desi, aslında, bu anıttan bağımsız olarak, Konyalı kadınlar için dikilecek olan bir anıta aittir. Mustafa Kemal’in üçüncü heykeli, ertesi yılın Cumhu- riyet Bayramı törenlerine denk gelen 29.Ekim.1927 tari- hine, yani Nutuk’un okunuşundan sadece 10 gün sonrası- na rastlamaktadır. Bu heykel, Ankara Etnografya Müzesi önündeki Atlı Atatürk Anıtı’dır. Bu anıtın mimarı, Pi- etro Canonica’dır. Yabancı heykeltıraşlar arasında ilişki- ye geçilen ikinci sanatçı olan Canonica, Krippel’in Saray- burnu Atatürk Anıtı ve Konya Atatürk Anıtı’nı izleyen üçüncü Mustafa Kemal heykeline imzasını atar. Richard Leppert’in “Portreler, tanımları gereği, sadece sıfatları de- ğil, aynı zamanda da kimlikleri tesis ve idame edilmeye ça- lışılan belli bir takım insanlara dairdir.” sözünü hatırlatır- casına, bu heykelle at üzerinde bir Roma İmparatoru gibi tanımlanan Atatürk kimliği, yeni bir ulusun önderi olarak idame edilir. Kaidedeki tunç panolarda yer alan güneşin doğuşu, savaş meydanı, düşmanın teslim oluşu, Mustafa Kemal’in Ankara’ya gelişi, kıyıda bir çarpışma ve Büyük Millet Meclisi konulu kabartmalar bu ideale hizmet eder- ken, konu, en alt sırada yer alan zafer çelenkleriyle iyice pekiştirilir. Bu heykeli, Pietro Canonica tarafından tasar- lanan ve 04.Kasım.1927 tarihinde açılan Ankara Sıhhiye Meydanı’ndaki heykel izler. Etnografya Müzesi önünde yer alan heykelin açılışından sadece beş gün sonra, bu kez Sıhhiye Meydanı’nda dikilen bu heykelinin açılışı izler.

96 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Mustafa Kemal’in beşinci heykeli ise bugün Zafer Çar- şısı karşısında yer alan alana dikilen heykelidir. 24.Ka- sım.1927 tarihinde, yani Nutuk’un okunuşundan bir ay dört gün sonra açılan heykel, yine Heinrich Krippel tara- fından tasarlanmıştır. Bu heykelin ideolojik yönü, diğer heykellerle kaşılaştırıldığında oldukça belirgindir ve hey- kel aracılığıyla tasarlanan görsel ideoloji, kaideye eklenen yazılarla desteklenerek pekiştirilir. “Türk milleti, muzaffer istihlâs ve istiklâl cidalini ve muazzam asrî inkılâplarını, en mânidar bir remz ile, en iyi ifâde edebilecek şekli, yu- karki hakiki timsalde buldu: Başkumandan Gazi Mustafa Kemal.” satırları kaidenin en üst kenarını çevrelerken, ön cephenin üst kısmındaki “Artık bademâ, sinei millette bir ferdi mücahid olarak çalışacağım. 08.Temmuz.1919 Er- zurum”; kaidenin sağ tarafındaki “Düşman ordusunu va- tanın harimi ismetinde boğarak, behemahal naili halâs ve istiklâl olacağız. 6 Ağustos 1919” ve kaidenin sol tarafında yer alan “$üşmanın anâsırı asliyesi imha edilmiştir. Ordu- lar hedefiniz Akdenizdir, ileri. 01.Eylül.1922” satırlarıyla Cumhuriyet ideolojisi betimlenerek görsel ideoloji destek- lenmiştir. Hazineden para alınmadan, halktan toplanan paralarla yaptırılan bu heykelde, Mustafa Kemal’in bin- diği atın adının “Sakarya” olması da oldukça manidardır. İstanbul Taksim Meydanı’na 08.Temmuz.1928 tarihin- de dikilen heykel ise Mustafa Kemal’in sekizinci heykeli- dir. Bu heykelin en ilginç yönü, Rus komutanlar yanında, .UTUK’ta sürekli övülen kişilerinin (İsmet İnönü ve Fevzi Çakmak) de anıtta tasvir edilmeleridir. Bu heykel de Piet- ro Canonica’ya aittir. Bu anıt, Canonica’nın en iddiâlı ve belki de en olaylı anıtıdır. Olaylıdır, çünkü, Atatürk’ün ne giyerek betimleneceği bir türlü karara bağlanamaz. İlk öneriye göre, Gazi Hazretleriyle Kumandan Paşalar, zabt ve neferlerimizin ve ahâlinin heykelleri kalpaklı ola- rak yapılmayacak ve bugünkü üniforma ile veyahut başı açık olarak yapılacaktır. Daha sonra ise Abide Komisyonu toplanacak ve komisyon ile Maarif Vekaleti arasında geçen 97 Mete K. Kaynar tartışmaları karara bağlayacaktır: “Burada tarihî hakikat- lere boyun eğmek ve o günün kıyafetile içtimaî durumunu tespit etmek zaruridir.” Son alınan karara göre, abidenin Taksim yönüne bakan kısmında, 30.Ağustos.1922 zafe- ri temsil edilir. Anıtta temsil edilen sahnelerde Canoni- ca, dönemin Milliyet gazetesi fotoğrafçısı Ethem Hamdi Bey’in çektiği fotoğraflardan yararlanır. Anıtın İstiklal Caddesi yönüne bakan kısımda can- landırılan tasvir Cumhuriyet Türk iyesi’dir. Sivil kıya- fetler içinde betimlenen Mustafa Kemal, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa’nın gerisinde, Türk bayrağını taşıyan insan- lar görülür. Altta, Cumhuriyet’in ilan edildiği tarih olan 29.Ekim.1923 yazısı yer alır. Ancak, heykel ile ilgili bir başka ayrıntı vardır ki, bundan pek bahsedilmek istenmez; Taksim Meydanı’ndaki anıtta, Millî Mücadele döneminde Rusya’dan görülen yardımlara karşılık olarak Mustafa Ke- mal, İsmet Paşa ve Fevzi Paşa ile birlikte iki Rus generale de yer verilir. Bunlardan Furunze, Kızılordu’nun teoris- yenlerindendir ve Kurtuluş Savaşı’nın sürdüğü yıllarda Anadolu’yu dolaşarak hem Bolşevik Rusya’nın desteğini göstermiş, hem de Anadolu halkının Ekim Devrimi’ne karşı tutumunu gözlemlemiştir. Anıtta tasvir edilen ikin- ci Rus yetkili ise K. Yefremoviç Voroşilov’dur Voroşilov da Kızılordu’nun önde gelen generallerindendir. General Cumhuriyet’in onuncu yıl kutlamalarına iştirak etmiştir. Bu anıtın ardından, Mustafa Kemal heykellerine uzun sa- yılabilecek bir süre ara verilir. Bu tarihten sonra, 28.Tem- muz.1932 tarihinde dikilen ilk heykel de yineØ Pietro Canonica’ya aittir. Özdemir Nutku’nun 1973 yılında yazdığı Nutuk (Bel- gesel Oyun)Ø(1973) adlı tiyatro eseri, Nutuk ile ilgili ola- rak söylenilmeye çalışılan bir çok şeyi özetleyen, deyim yerindeyse, Mustafa Kemal’in kafasındaki manzara-yı umumiyeyi en iyi tasvir eden, Nutuk’un satır aralarını oldukça başarılı imgelemlerle ön plana çıkaran bir çalış-

98 Tarihin İnşâsı ve Siyaset madır: Mustafa Kemal’in Nutuk’taki Author -Nutuk’ta- ki anlatıyı kuran, Bani- rolü; milletin, Nutuk’un “yazar”ı tarafından fail hâline getirilişi; Nutuk’un, geçmişi, gele- cekteki iktidar ilişkilerinin bir bileşeni olarak kuruşu ve böylece Nutuk’un resmî ideolojinin membaı hâline geti- rilmesi ve onun konusunu oluşturan güçler mücadelesi -dış düşmanları birer gölge iç düşmanları da kukla figürleriyle tasvir eden- bu tiyatro oyununda çok güzel özetlenmek- tedir. Nitekim, oyun metnine yazdığı önsözde de Nutku (1973:3), Nutuk’un “Modern Türk devletinin önemini, gelişme olanaklarını ve çözüm yollarını bulmada değerli bir yol gösterici olan” bir yapıt olarak tanımlamaktadır. .UTUK, yine sanatçıya göre (Nutku, 1973:3) “…genç ku- şakların mutlaka okumaları gereken, vazgeçilemeyecek bir bilgi kaynağı” olarak tanımlanır. Ömer Nutku’nun yazdığı metinde sahne genelde boştur. Fonda sağ ve solda iki beyaz perde bulunmaktadır: Bunlar anlatım biçimlerini ortaya çıkarmakta kullanılacak fonlar- dır. Oyuncuya göre sağda, daha çok düşman eylemlerini gösteren gölge oyunu, solda diyapozitif film gösterilecek bir perde yer almaktadır. Sahnenin sağ ve solunda, bazen koro bazen de kişilerin yararlanacağı iki adet geniş basamaklı yükseltiler de yer almaktadır. Sol üst tarafa yerleştirilen bir masa da oyunun önemli ve sık kullanılan aksesuarları ara- sında yer almaktadır. Yazar, sözsüz oyunların bulunduğu bölümlerde ve gerektiği yerlerde, oyunun üç ayrı kesimde oynanmasını planlamıştır. Birinci kesim dış düşmanlardır. Dış düşmanlar, Nutuk oyununda, sahnedeki beyaz perde- nin arkasından yansıtılan ışıkla, tıpkı Karagöz oyununda olduğu gibi, perdeye düşen gölgelerin hareketleri ile veri- lecektir. Oyundaki ikinci kesim ise iç düşmanlardır. İç düş- manlar özellikle sözsüz oyunların bulunduğu bölümlerde, ayakları ve elleri sofitodaki makaralara bağlı birer kukla gibi oynanacaktır. Yazar, kukla olarak tasvir ettiği iç düş- manların, sahnenin sağ yanındaki yükseltide icrayı sanat ey- lemesine karar vermiştir. Oyundaki üçüncü kesim ise ulusal 99 Mete K. Kaynar davayı savunanlardır. Bunlar gerçekçi bir görünüşte, sahne solunda oynayacaklardır. Oyunun birinci bölümünde sahnenin sol tarafına yerleş- tirilen masada, sırtı seyircilere dönük bir şekilde bir oyuncu oturmakta ve yazı yazmaktadır. Oyuncunun yüzü görün- mez; gerektiğinde bu oyuncu lokal bir ışıkla aydınlatılır; Mustafa Kemal’i temsil eden bu oyuncu sürekli olarak bir şeyler yazar fakat oyun boyunca hiçbir repliği yoktur; hiç konuşmaz; yazdıkları dış ses tarafından okunur. Oyunda yüzü hiç görünmeyen oyuncunun yazdıkları, aynı zamanda, seyredilmekte olan oyunun da konusunu oluşturmaktadır. Mustafa Kemal’in yazdıklarını okuyan dış sesin ardın- dan derinliklerden hüzünlü bir saz sesi duyulur. Ortadaki ölü tepesinin üzerine kırmızı bir ışık yavaş yavaş yüksel- tilir. Bu kırmızı ışığın artmasına paralel olarak ölülerden ortaya çıkan bu tepe kocaman bir yürek olup çarpmaya başlar. Hopörlerden yürek atışı sesi ve bu atışı simgele- yen oyuncuların uyumlu hareketleri; yürek atışı daha da güçlenir ve hızlanır. Bu sırada ışık hafiflemeye ve ortalık ağarmaya başlar. Uyumlu yürek atışları bir dans ritmine dönüşür. Kalabalık, düşsel bir görünüşte Balıkesir zeybeği oynamaya başlarlar.

100 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

"%9!:Ø:!-"!+,!2Ø-%-,%+%4ÜØ6%Ø Ü(4Ü,¾,Ü.Ø-!.4)Ú)

Her millet, idare makinesinin başına ya akıllı ve kudretli veya önemsiz ve sönük kişile- ri geçirir. Bunlardan birinin iş başına gelmesi milletin manevî seviyesine ve hâline bağlıdır. Millette toplanmış iyi bir şey var mı, yok mu? Veyahut toplanıyor mu? Milletin aklı, milletin iradesi, milletin vicdanı gelişiyor mu, yoksa çürüyor, zehirleniyor mu? Aşağı ve hattâ se- fil bir hayat içinde mahvolup gidiyor mu? ... Burada her birimizin hayatının karakteri ve çalışma tarzımız, inceleniyor. Biz kendi mem- leketimizde ne yapıyoruz Milletimizin mukad- deratında nasıl bir rol oynuyoruz? Grigoriy Petrov

Beyaz Zambaklar Memleketi39

39 Beyaz Zambaklar Memleketinde, Cumhuriyetin ilk yıllarında birçok kez basılmış, Ali Haydar Taner tarafından çevrilmiş bir Grigoriy Petrov eseri. Petrov’un Finlandiya’ya yaptığı seyahatler sonucunda yayınlanan makale- lerin derlenmesiyle oluşturulmuş bir kitap. Uzun yıllar öğretmen okulları ve askeri okullarda zorunlu materyal olarak okutulmuş. Çoğu kez, Eleanor H. Porter’in 1913 yılında yazdığı Pollyanna’sı ile birlikte 27 Mayıs’ı planlayan askerlerin halet-i ruhiyesini en iyi ifâde eden kitaplar olarak anılırlar. To- ker (1998:31) Cemal Madanoğlu’nun iki CHP’li iki DP siyasetçi ile birlikte 101 Mete K. Kaynar 27.Mayıs.1960’ı 28 Mayıs’a bağlayan Cuma gecesi saat 03.00’de ±Dündar Seyhan’ın 25 Mayıs’ta derslerinden bütünlemeye kalan oğlu” -en sonunda- sınıfını geçer. Bu olayla birlikte Türkiye yeni bir döneme girecektir. Kışla- larından hareket eden askerler, Ankara ve İstanbul sokak- larına dağılırlar. Ankara’daki birliklerin başında Cemal Madanoğlu bulunmaktadır. İstanbul’da Üçüncü Zırhlı Tugay’a komuta eden Orhan Erkanlı ise daha erken dav- ranmış, tanklarıyla birlikte planlanandan daha erken İs- tanbul sokaklarını kontrol altına almaya başlamıştır.40 Başbakan Menderes Kütahya’da gözaltına alınır. Bu iş ile Agasi Şen ve Muhsin Batur görevlidir. Cumhurbaşkanı Celal Bayar ise köşktedir. Kendisini teslim almaya gelen subaylara direnir. Cebinden tabancasını çıkarır. Şakağına dayar ve ateşler; tabanca ateş almaz, subaylar Bayar’ın elin- den tabancasını zorla alırlar ve Bayar’ın Harbiye yolculuğu da böylece başlamış olur. Artık Cemal Tural’ın sözleriyle “Kalbi vatanca vuran, vicdanı milletçe işleyen Harbiye[nin]... Türk Milletine bir gecede yeni bir vatan, yeni bir hürriyet kazandırma- sı... aziz ve kahraman ordusunun süngülerinin pırıltısı ve himâyesi altında hakikî ve ebedî saltanatını kurması” za- manı, Gürsel’in ifâdesi ile “ışıklı günlere kavuşması” za-

Kızılay’da yürüme önerisini “Cemal Madanoğlu Polly Anna’yı da aşmıştı” ifâdesi ile taşkalaya alır.” Aynı tavır Toker’in Akis Dergisi yazarı Kurtul Altuğ’un (1991:37) kitabında da sergilenir. 40 Darbe İstanbul’da, Ankara’dan bir saat önce başlar. Buna, Ankara’dan gön- derilen şifreli mesajın İstanbul’da farklı yorumlanmasına neden olmuştur. Ankara’dan, İstanbul’daki Erkan Kabibay’ı arayan Muzaffer Yurdakuler “Emekli Sandığından İstediğin 2740 lirayı aldım 10 lirasını kestiler, 2730 lira kaldı. Eskişehir’deki havacı arkadaşın parasını da aldım ama bildiremi- yorum. Onu da sen hallediver.” şeklinde konuşur. Bunun anlamı 27 Mayıs saat 3’de harekatın başlayacağı ve saat 4’de hedeflere ulaşılacağı, ayrıca Eskişehir’de bulunan Başbakan Menderes’in gözaltına alınma işinin de İs- tanbul grubuna havale edildiğidir. Oysa Kabibay şifreyi, 27 Mayıs saat 4’de başlaması (2740 lira) gereken hareketin bir saat erkene, saat üçe alındığı (2730 Lira) şeklinde yorumlamıştır. O yüzden de 3’de hedeflere ulaşacak şekilde birlikler hareket ettirilmiştir. 102 Tarihin İnşâsı ve Siyaset manı gelmiştir (Ulay, 1964:125). Bu güne kadar 27 Mayıs ile ilgili birçok anı, inceleme kaleme alınmış, darbe/ihtilâl birçok yönden tartışılmıştır. Bu makalede ise 27 Mayıs, farklı bir yönden tartışılmaya, ele alınmaya çalışılacaktır. Bu amaçla 27 Mayıs sürecinde, bu sürecin kimi aktörleri tarafından sarf edilmiş sözlerden, o dönemde gerçekleşen bazı olaylardan, bazı ayrıntılardan hareketle, tam da Şevket Süreyya Aydemir’in kitabına ver- diği isimle “ihtilâlin mantığı” tartışılmaya çalışılacaktır. Bir askeri darbe -ya da savunucuları tarafından bir ihtilâl- olarak adlandırılmasına rağmen 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve hattâ 28 Şubat ile karşılaştırıldığında oldukça çelişkili, etkisiz, plansız, programsız, stratejisiz ve en önemlisi Cumhuriyet tarihi içerisindeki emir ko- muta zinciri, silsile-i meratip içerisinde gerçekleştirilme- miş tek darbedir. 27 Mayıs’ın askeri hiyerarşi içerisinde gerçekleştirilmemiş olması bir yana, gerçek anlamda bir siyasî lidere, bir siyasî plana, programa ve kafasındaki pla- nı gerçekleştirmek için önceden tasarlanmış ve Millî Bir- lik Komitesi’ne ait diyebileceğimiz herhangi bir stratejiye sahip olmaması da altını çizmektedir ki darbe, darbeden sonra Celal Bayar’ın ifâde ettiği gibi, kardeş kavgasına son vermek, ideal demokrasinin kurumlarını kurmak vb. tü- ründen amaçların ötesinde bir mantığa sahip görünmekte- dir. Şöyle ifâde etmek gerekirse, kendisini bir ihtilâl olarak sunan darbe o kadar plansız programsız, belirsiz, çelişkili, muğlak amaçlara ve her biri anlık gelişmelerin eşliğinde alınmış, üzerinde uzun uzadıya öncesinde düşünülmemiş uygulamalara sahiptir ki bu bizi, ihtilâlin mantığını dar- benin uygulamalarından ve görünen neden ve hedeflerin- den çok, onun ötesinde bir yerlerde aramaya itmektedir. Darbe, görünürde, ideal bir demokrasiyi kurmak, kardeş

103 Mete K. Kaynar kavgasına son vermek ve iktidarı milletin asıl sahiplerine vermek amacıyla gerçekleştirilmiştir. Hiç kuşkusuz, pra- tikte bunun anlamı, iktidarın CHP’ye devridir. Nitekim özellikle 14’lerin komiteden tasfiye edilmelerinden sonra bu politika daha da belirginleşmiştir. 27 Mayıs’ın CHP’yi ve CHP’nin 60 öncesindeki politik vaatlerinin birçoğu- nun Anayasa ve yasal düzenlemelere taşımaya çalıştığı da bir realitedir. Ancak, tüm bunlara rağmen, 27 Mayıs’ın mantığını basitçe CHP’nin iktidara taşınması operasyonu, CHP artı ordu eşittir iktidar formülü vb. çerçevesinden okumak da doğru değildir; 27 Mayıs süreci bu formüllerle okunmamalıdır. Çünkü darbe basitçe, Demokrat Parti’nin yerine, askerin başka bir partiyi, mesela CHP’nin getirme- si amacıyla yapılmamıştır. İhtilâlin mantığı, baskıcı DP Hükümeti’nin düşürülüp onun yerine başka partinin ge- tirilmesi değil 1950’lerden itibaren siyasî kurumlara yer- leşmeye başlayan elitlerin tasfiyesidir. Özetle, 27 Mayıs’ın devirmeye çalıştığı DP Hükümeti değil, DP Hükümeti ve meclis grubunun da içerisinde bulunduğu yeni siyasî elitlerdir. Nitekim, Millî Birlik Komitesi’nin 27 Mayıs sabahından sonra DP Hükümeti ya da meclis grubuyla ye- tinmeyip, siyasî kurumlardaki tüm DP’lileri temizlemeye çalışması da bunun açık göstergesidir. Nasıl ki 1950 son- rasının siyasî elitleri DP Hükümeti ve milletvekillerinden daha geniş ise, tek parti döneminin iktidar bloğunu oluş- turan unsurlar da sadece CHP den ibaret değildir. CHP, o iktidar bloğunun mihenk taşıdır; ancak kendisi değildir. Çalışmanın temel iddiâsı şudur: 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti örgütü, on yıllık iktidarı boyunca, önce- sindeki dönemden farklı bir siyasî kültüre sahip elitleri iktidara taşımış; Cumhuriyet döneminin klasik iktidar bloğu üyeleri ile ilişkileri konusunda da oldukça başarısız, beceriksiz olmuş; hattâ deyim yerindeyse bu konuda ol-

104 Tarihin İnşâsı ve Siyaset dukça hoyrat ve çoğunlukla da duygusal davranmıştır. On yıllık DP iktidarı, ne tek parti dönemi boyunca iktidarda olmaya alışmış bu iktidar bloğunu tam anlamıyla tasfiye ederek kendi iktidar bloğunu oluşturabilmiş, ne de eski iktidar bloğu ile siyasî sisteme kattığı yeni siyasî elitler arasında sorunsuz ittifaklar kurmayı başarabilmiştir; mite- kim, DP eski iktidar bloğunu dönüştürmek konusunda da oldukça başarısız olmuştur. 27 Mayıs ile sonuçlanan çatış- ma da buradan kaynaklanmaktadır. Bu çatışmayı DP’nin siyasî sisteme kattığı yeni elitlerden biri olan Sebati Ata- man (Ilıcak:1978:266-267) şöyle özetlemektedir: Mesela 1960 bütçesinin müzakeresinde, o zamana kadar cereyan eden bütçe müzakerelerinin aksine, muhalefetin ağırlık noktası ekonomik değil politik oldu. Ekonomik tenkitlerine gayet ikna edici, inan- dırıcı cevaplar bulabilecek durumdaydık… Bir takım beylik laflar söylendi, fakat cevaplarını aldılar. Bü- tün ağırlığı politik sahaya yönelttiler. Ben şahsen memlelette bir ihtilal olacağına asla ihtimâl ver- medim. Çünkü… Cumhuriyet kurulduktan sonra… Türk Ordusunun iç politikanın mücadelelerine asla karışmak istidadında olmadığına inanmış vaziyet- teydim…1957 seçimlerinden sonra, Halk Partisi ta- rafından bir ihtilal zemini yaratılmaya…söyledim… Ordunun bu politikalara inanacağına…ihtimâl ver- medim.

Bu nedenle de on yıl boyunca hükümette olmasına kar- şın, bu sürede iktidara gelmeyi becerememiş, gerçekten iktidara oturmaya her çalıştığında ise eski iktidar bloğu- nun üyelerini tedirgin etmekten fazla bir şey yapamamış- tır. Özellikle Menderes’in eski iktidar bloğuna karşı çoğu zaman İsmet İnönü’nün şahsında somutlaştırarak ifâde et- tiği bu hoyratlık, o kadar şiddetli bir nefret hâlini almıştır ki iş, tarih kitaplarından İnönü Savaşları’nın çıkarılmasına, İnönü’nün bazı kentlere sokulmamaya çalışılmasına, Tah- kikat Komisyonları kurulmasına, CHP’nin mallarına el 105 Mete K. Kaynar konulmaya çalışılmasına, akademisyenlerin kara cüppeliler olarak tanımlanmasına, orduyu astsubaylarla yönetme teh- didine, emir erlerinin subay karılarının yatak odalarından çıkarılması gerektiğini ifâdeye kadar ulaşmıştır. DP hır- çınlaştıkça da 27 Mayıs’a giden yol açılmaya başlanmıştır. 27 Mayıs’a gelinirken eski iktidar bloğu topyekûn DP’ye ateş püskürmektedir; askerler silahlarını ellerine alma- ya hazırlandıkları anlarda, İstanbul Üniversitesi Senatosu üyeleri de kaleme sarılmış, Eskişehir’de yaptığı konuşma- da üniversite hocalarına “kara cüppeliler” diyen Menderes’i kınayan bir bildiri yazmaktadırlar. İktidar bloğu ile ittifak kuramayan yeni siyasî elitler tasfiye edilecektir. Bu nedenledir ki 60 darbesi, on yıllık iktidarı boyunca DP’nin izlemiş olduğu politikalardan çok, DP’nin yöne- tim mantığı ve dayanmakta olduğu kültür kodlarından rahatsızlık duyan kesimlerin, askerin yardımıyla yeni siyasî elitlerin tasfiye edilerek, eski yönetici bloğun ikti- dara taşınması süreci olarak okunmalıdır. Durum böyle kalamazdı; DP yeni siyasî elitleri siyasî hayata taşımış ama onları tek parti dönemi iktidar bloğu ile uzlaştıramamış, onlarla ittifaklar kuramamıştı. Tabîî böylesi bir taşınma, yani DP yerine tek parti siyaset kodlarının ve kadroların başarıyla transferi konusunda darbenin ne kadar başarılı olduğu oldukça tartışmalıdır. O kadar tartışmalıdır ki, darbenin üzerinden henüz iki yıl geçmiş olmasına kar- şın (22.Şubat.1962 ve 20.Mayıs.1963 tarihlerinde) Talat Aydemir’in 27 Mayıs’ın başarısız olduğunu ilan ederek 27 Mayıs’ı ikinci defa gerçekleştirmek için yola çıkması- nı da bu çerçevede ele almak daha doğru olacaktır. Tari- hin garip bir cilvesidir ki, DP’nin başaramadığı işi, yani tek parti dönemi iktidar bloğu ile önce uzlaşma, sonra da onu tasfiye ederek, dönüştürerek kendi iktidar bloğunu kurma işini, 27 Mayıs’tan sonra kurulacak Adalet Partisi

106 Tarihin İnşâsı ve Siyaset gerçekleştirecek; Süleyman Demirel’in AP’si41 ile birlikte, DP döneminde iktidara taşınan ama kısa süreliğine (27 Mayıs darbesiyle) siyasî kurumlardan uzaklaşan bu elit- ler bir daha gitmemek üzere siyasî yapılara yerleşecek, 60 sonrasından günümüze kadarki iktidar bloğunu oluştur- maya başlayacaklardır. Turgut Özallar, Mesut Yılmazlar, Tansu Çillerler, Tayyip Erdoğanlar da bu iktidar bloğuna dayanarak iktidara rahatlıkla oturabileceklerdir. Onların, Menderes’in hesaplaşmak zorunda kaldığı bir “PAàAØFAK TyR~” yoktur artık; paşa ile temsil olunan tek parti iktidar bloğu 1965’ten sonra geniş oranda tasfiye edilmiştir. İhtilalin mantığı, darbenin görünen değil yukarıda ifâde edilen gerçek anlamında ifâde bulmaktadır. On yıl- lık iktidarı süresince, tek parti dönemi yönetici bloğunun vazgeçilmez ayakları olan asker ve akademi ve bürokra- sinin çeşitli unsurlarıyla ilişkileri konusunda oldukça özensiz ve beceriksiz olan DP siyasî elitinin, bu on yıllık süreçte kendi iktidar bloğunu yaratamaması ve tek parti döneminin eski iktidar bloğunun unsurları tarafından tas- fiye edilmesidir, darbeyi darbecilerin gözünde bir ihtilâl olarak tanımlamaya, bir bayram (Anayasa ve Hürriyet

41 Ragıp Gümüşpala önderliğinde kurulan AP ile onun 06.Haziran.1964 tari- hinde vefâtından sonra genel başkanlığa gelen Süleyman Demirel’in AP’si birbirlerinden farklı değerlendirilmelidir. 27 Mayıs’ta 3. Ordu Komutanı olan Gümüşpala, darbecilere bir rest çeker; genç darbeciler bu resti görürler ve Cemal Gürsel’i darbenin başına getiriler. Gümüşpala, darbe ile birlikte tu- tuklanarak Yassıada’ya gönderilen dönemin Genel Kurmay Başkanı Rüştü Erdelhun’un yerine 3 Haziran tarihinde bu göreve atanır. Ama bir ay sonra re’sen emekliliğine karar verilerek görevinden alınır. Gümüşpala tek parti iktidar bloğunun bir üyesidir. Kurtuluş Savaşı ve Şeyh Said İsyanı’nda görev almıştır. AP’nin başında yer alması, darbecilere kızgınlığı, sadece yukarıda özetlenen bu olay ile ilgilidir; nitekim kendini görevden alan MBK karşısın- daki her oluşum içerisinde yer alacaktır. Süleyman Demirel ise DP dönemin- de siyasî kurumlara katılan yeni elitlerdendir. 1954 yılında Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü’nde Barajlar Dairesi Başkanlığı’na atanmış, 1955 yılında da Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğüne tayin edilmiştir. Süleyman Demirel ihtilâlin mantığını en iyi anlayan DP siyasî elitidir. Tek parti dönemi iktidar bloğu ile başarılı ittifaklar kurmayı ve ardından da onun tasfiyesini Demirel gerçekleştirecektir. Bu nedenle Ragıp Gümüşpala’nın AP’sinden Demirel’in AP’sine geçiş, basitçe bir genel başkan değişikliğinden daha derindir. 107 Mete K. Kaynar Bayramı) olarak kutlamaya imkân veren. Oysa yukarıda da ifâde edildiği gibi, bayram havası kısa sürecek, DP’li siyasî elitlerin çok da kolay siyasî sistemden tasfiye edi- lemedikleri görülecek; ilk seçimlerde Adalet Partisi oyla- rın %34,79’unu alacaktır. 1950 seçimlerinde siyasî siste- me yerleşen yeni siyasî elitlerin tasfiyesinin hiçte öyle bir darbeyle gerçekleştirilemediğini 1961 seçimleri ardından öğrenen askerler (21 Ekim Protokolü) seçim sonuçlarını tanımamayı ve 27 Mayıs’ı tadil etmeyi arzulayacaktır an- cak Genel Kurmay Başkanı’nın devreye girmesiyle yeni bir darbe girişimi engellenecek42; hayaller 1962 Şubat’ına ertelenecektir.

42 Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay, protokolden haberdar olur olmaz, pro- tokole imza atan subayları makamına çağırmış ve onlarla 23.Ekim.1961 tarihinde bir toplantı yapmıştır. Sunay, toplantıda, protokolün bozulmasını istemiş ve subayları duydukları rahatsızlık konusunda tatmin edici açılımlar sağlayacağı konusunda söz vermiştir. Bunun üzerine CHP genel başkanı İsmet İnönü, genelkurmay başkanı,kuvvet komutanları ve protokolü imza- layan subayların kaygısını giderecek bir uzlaşma formülü bulmuştur. For- mül, 24.Ekim.1961 tarihinde, Çankaya Köşkü’nde, Devlet Başkanı Cemal Gürsel’in başkanlığında toplanan siyasî parti yöneticilerinin imzaladıkları bir protokolle kabul edilmiştir. Protokolle, partiler Cemal Gürsel’in cumhur- başkanı seçilmesi , 03-04.Ağustos.1960 tarihinde yapılan tasfiye ile ordu- dan uzaklaştırılmış olan subayların görevlerine iade edilmesi, eski DP’liler için af çıkartılmaması, İsmet İnönü’nün başbakan olması hususları üzerinde anlaşmaya varılmıştır. Bkz.: (Mazıcı, 1998:110). 108 Tarihin İnşâsı ve Siyaset $~Þ~KLERØ9ASSÍADADA

Bize Yeşilçam oyuncuları gibi film çevirttirdiler, reva-i hak mı bu?43

Celal Bayar

27 Mayıs sabahı Ankara’da büyük bir coşku vardır. Bir yandan “düşükler” bir bir Harp Okulu binasında gözaltı- na alınırken, diğer yandan evlerin balkonlarına bayraklar asılmakta, Kızılay Meydanı’nda toplanan halk “ihtilâl”i kutlamaktadır. 1950-1954 yıllarında Demokrat Parti lis- tesinden Muğla Bağımsız Milletvekilliği’ne de seçilmiş olan Cumhuriyet gazetesi sahibi ve yazarı Nadir Nadi’nin belirttiği gibi (Cumhuriyet 01.Ocak.1961) “Nihayet bek- lenen gün gelip çat[mış]. Tatlı vaatlerle oyunu çuvala doldurduktan sonra kıs kıs gülerek milleti hiçe sayanlar aradıkları belâyı bul[muşlardır.]” Daha sonra Yassıada Komutanlığı ile görevlendirilecek olan Tarık Güryay ise darbe sabahını şöyle anlatır:

43 Tüm bu hazırlık sadece bir film çekimi içindi. O günlerde halk arasında Yas- sıadadakilerin durumunun çok kötü olduğuna dönük söylentiler çıkmıştı. Bunu üzerine askeri yönetim hemen sinemalarda gösterilmek üzere bir film hazırlanmasını emretmişti. Tüm tutuklular yeni geliyorlarmış gibi gece ya- rısı iskeleye götürülüp merdivenlerden yürütüldüler. İş bununla da bitmedi Adada yaşamın ne kadar iyi olduğunu göstermek için berberde, hastanede koğuşta çekimler yapıldı. Odasında kitap toplama taklidi yapan Fatin Rüştü Zorlu’nun tedirginliği yüzünden okunuyordu. Refik Koraltan alışveriş ya- parken rahatsızdı Perihan Arıburun filmde hafif aksayarak yürüyebiliyordu. Düşükler Yassıada’da filmi hemen piyasaya sürüldü ve sinemalarda göste- rilmeye başladı. Tabîî hiç alışılmadık bir seslendirmeyle yapıldı bu. “Vatan cephesi başkumandanı Vatan Aygün. Barların haraççıbaşısı Faruk Aktay ve Üniversite Gençliğinin amansız celladı Bumin Yamanoğlu. İşte İstanbul’un kumar, cinayet ve eroin kolektif şirketi.” Daha yargılamalar başlamadan hükümler giydirilmiş gibiydi. Hele aylardır kamuoyunda görünmeyen Menderes’in kamera karşısında zorla yemek yemeye çalıştığı sahne izle- yenleri şaşırttı. “Söz vermeden edemez.” Sofrasında kilosu bin liraya satılan havyar bulunmamakla beraber, iştahından bir şey kaybetmemiş görünme- mektedir. “Aileme, Bayar isminden Utanmayınız Onunla iftihar edeceğiniz günler yakındır. Sonra elinde çantası ve çamaşırlarıyla adanın banyosuna gitti. Belindeki kemeri çıkardı. Boynuna doladı ve olanca gücüyle sıkmaya başladı. O sırada içeri giren nöbetçi 77 yaşındaki devrik Cumhurbaşkanı’nın yüzünü mosmor, kulağından kan sızarken buldu. Bayar acilen tedaviye alındı. Son anda kurtarıldı.” (27 Mayıs Belgesi’nden Mehmet Ali Birand) 109 Mete K. Kaynar

Kızılay’a doğru yürümeye koyuldum. Kızılay Mey- danı adeta bir bayram yeri gibi idi. Milletçe henüz kazanılmış bir millî zaferin bayramı idi bu. Kolay ko- lay tasvir olunmaz bir manzara. Sokağa çıkma ya- sağı kalkınca evlerinden dışarıya fırlayanlar otobüs, kamyon, dolmuş, taksi, jip önlerine ne çıkmışsa içle- rine atlamışlar ve hep aynı denize akan nehirler gibi, o geniş meydana dökülmüşlerdi (Güryay, 1971:36).

27 Mayıs sabahı gerçekten de bir sevinç vardır. Aske- rin yönetime el koyduğu haberini duyan belirli bir kesim, sevinç gözyaşları içindedir. 28 Nisan’da Tahkikat Komis- yonu tarafından cezaevine konan Emekli Albay Cemal Yıldırım -Yıldırım, 1946’da, henüz Kurmay Binbaşı’yken Şefik Erensü’nün Ankara’daki evinde toplantılara katılan genç subaylardan birisidir. 1957’de 9 Subay olayını ihbar eden Samet Kuşçu ile de yakın arkadaştırlar. Kuşçu’yu ordu içinde teşkilatlanma konusunda dışarıdan teşvik et- mektedir. 9 subay olayı ile ilgili olarak ilk gözaltına alı- nanlardan birisi de odur. Ordudan ayrılmış, CHP millet- vekili olmuştur- Ankara Merkez Cezaevi’ndeki ranzasında hüngür hüngür ağlamakta, uçakla Ankara’ya getirilmekte olan Cemal Gürsel gözyaşlarına zor hakim olmaktadır. 9ENIØÞSTANBUL gazetesi 28 Mayıs tarihli sayısını “Bütün Yurtta Mutlak Bir Huzur Hakim” manşetiyle çıkartır. Gazetenin birinci sayfasının altında ise “Ankaralılar Ordu- yu Sevinçle Karşıladı” başlıklı haber, haberin sağında da sokakta oynayan çocukların resmî yer almaktadır. Resim altında ise “Dün sokaklarda neşe içinde oynayan çocuklar” yazısı yer almaktadır. Tüm bu dramatik sevinç gösterileri arasında darbenin yönetim kademesinde kimlerin olduğu, darbenin başında kimin yer aldığı ve darbeden sonra ne yapılacağı dahi tam olarak bilinmemektedir. Kara Kuvvetleri Komutanı Ce- mal Gürsel bile, darbeyi haber aldıktan sonra kendisinden kıdemsiz bir askerin darbenin başına geçmesi durumun-

110 Tarihin İnşâsı ve Siyaset da askerleriyle Ankara’ya yürüyeceği tehdidini savuran Üçüncü Ordu Komutanı Ragıp Gümüşpala’nın restinden sonra, İzmir Karşıyaka Yalı Caddesi’ndeki evinden (Mil- liyet, 29.Mayıs.1960 s.4) apar topar Ankara’ya getirilerek darbenin liderlik koltuğuna oturtulacak; ardından da 38 kişilik bir Millî Birlik Komitesi oluşturulacaktır. Darbe yapılmış, darbeyi yönetecek bir komite oluş- turulmuştur ancak, darbeciler Cemal Gürsel’in 28.Ma- yıs.1960 tarihinde yaptığı basın toplantısında ifâde ettiği dört temel prensibi gerçekleştirecek44 ne bir liderliğe, ne bu konuda fikrî bir hazırlık ve programa, ne de bu amaçları tahsil edebilecek kapasite ve birikime sahiptirler; darbeyi gerçekleştirenlerin kendi içinde tutarlı bir örgütleri (Millî Birlik Komitesi) de yoktur. Darbe gerçekleştirilene kadar Millî Birlik Komitesi tarzı bir komitenin kurulması bile düşünülmemiştir. Daha da ilginci, komite kurulmasına karar verildiğinde darbenin başına getirilen Gürsel, komi- te üyelerinin çoğunu tanımamakta olup (Toker, 1998:25), komite üyelerinin belirlenmesinde de bir inisiyatife sahip değildir. Demokrat Parti’nin iktidardan nasıl uzaklaştırılaca- ğı, nasıl bir anayasa hazırlanması gerektiği, bu anayasayı kimlerin, nasıl ve ne zaman hazırlayacağı ya da “kardeş kavgasına” nasıl son verileceğine dair yine “Millî Birlik Komitesi’ne ait” diyebileceğimiz, önceden tasarlanmış bir strateji ve program da mevcut değildir. Darbenin önemli

44 Cemal Gürsel’in sözleriyle bu prensipler hiçbir siyasî parti ve zümreyi tu- tamamak, kan dökmemek, meşrû müdafaa zorunda kalınmadıkça silah kullanmamak, memleketin fikir hareketlerinin seferber edilmesiyle ideal bir demokrasinin bütün müesseselerini kurmak ve bunların tamamlanmasını müteakip hür bir irade ile tecelli edecek millî radeye göre iktidar vazifesi devredildikten sonra tüm askerlerin aynı rütbeleriyle eski görevlerine dön- mesini sağlamak, yabancı memleketlerde bu gibi hadiselerden sonra ordu mensupları arasında beliren iktidar hırsı makam hırsı, servet hırsına asla müsaade etmemek ve son olarak da dış bağlantı ve tahhütlere aynen sadık kalmak şeklinde ifâde edilmiştir (Milliyet, 29.Mayıs.1960. s.4). 111 Mete K. Kaynar isimlerinden ve daha sonra 14’ler içerisinde yer alan Or- han Erkanlı’nın da Metin Toker’e yıllar sonra söylediği şu sözler de bu gerçeğin altını çizmektedir: “28 Mayıs’ta hiç- birimiz ne yapacağımızı bilmiyorduk” (Toker, 1998:25). Çünkü darbecilerin önceden tasarladıkları, üzerinde anlaş- tıkları tek konu DP Hükümeti’nin ve onun iktidar elitleri- nin siyasî kurumlardan uzaklaştırılmasıdır; kardeş kavgası, anayasa, vb. ise bu işin görünürdeki yansımasından başka bir şey değil. Gerçekten de, kardeş kavgası gibi sorunlar, darbenin gerçek nedenini oluşturmaktan o kadar uzak, darbeciler de bu sorunun çözümü konusunda o kadar kı- sırdırlar ki, örneğin, Madanoğlu’nun kardeş kavgasına son vermek için planı, bir yanına DP’li Sıtklı Yırcalı ve Şem’i Engin’i diğer yanına da CHP’li Kemal Satır ve Turhan Feyzioğlu’nu alarak Kızılay’da yürümekten ibaretti.45 Bir darbenin en önemli isimlerinden birinin, darbenin neden- leri arasında gösterilen bir konuda böylesine gayri ciddi, komik ve saçma öneriler getirmesi de açıkça göstermek- tedir ki, 27 Mayıs’ın görünürdeki nedenleri ile ihtilâlin mantığı arasında doğrudan bir ilişki kurmak zordur. 27 Mayıs ve Millî Birlik Komitesi ile ilgili olarak vur- gulanması gereken bir diğer nokta, hem Cemal (Gürsel, Madanoğlu) paşaların, hem İrfan Baştuğ’un ve Tuğgeneral Sıktı Ulay’ın, hem de Orgeneral Fahri Özdilek’in hareke- tin ve komitenin içerisinde belirleyici bir role sahip olma-

45 Madanoğlu ve Metin Toker arasında geçen bu konuşma farklı kaynaklar- da Madanoğlu’nun İsmet Paşa’ya Sıtkı Yırcalı, Şem’i Engin, Kemal Satır ve Turhan Feyzioğlu birlikte Kızılay’da yürümeyi teklif ettiği şeklinde yer almaktadır. Bu konuşmaya değinen tüm kaynaklar konuşmanın Madanoğlu ve Toker arasında geçtiği ve Madanoğlu’nun bu fikrini açmak için Toker’den yardım istediği yönündedir. Oysa Toker, kendi kaleme aldığı kitapta (1998:31) Madanoğlu’nun İsmet Paşa’nın Kızılay’da yürümesini önerdiği ile ilgili hiçbir ayrıntıya yer vermez. Aksine Kızılay’da siyasîlerle yürüme arzusunda olanın Madanoğlu’nun kendisi olduğunu belirtir. İlgili bölümde Toker şu değerlendirmeyi yapar: “Cemal Madanoğlu Polly Anna’yı da aşmıştı. İki Demokrat ve iki Halkçıyla beş yüz metre yürüyecek ve bu, ihtilâlin felse- fesini yansıtacaktı.” Bu çalışmada Toker’in kendi anlatımları esas alınmıştır. 112 Tarihin İnşâsı ve Siyaset dıkları, gerçekte hareketin içerisinde hiçbir generalin yer almadığıdır. General rütbesindekilerin tamamı, harekete meşrûiyet verebilmek amacıyla, sembolik gerekçelerle o koltuklara oturtulmuş kişilerdir. Generaller harekete, darbeden çok kısa bir süre önce dâhil edilmişler; deyim yerindeyse, darbenin ihtiyaç duyduğu bol yıldızlı komutan ihtiyacını karşılama işlevi görmüşler- dir. Gerçi bu durum ilerleyen tarihlerde değişecek, Gürsel komite içerisinde ağırlığını hissettirecek, 13 Kasım’daki tasfiyelerden sonra dengeler yeniden şekillenecektir ama bu, darbenin ilk aylarında hem liderlik koltuğunda, hem de komite içerisinde fiili anlamda bir generalin “söz sahi- bi” olmadığı gerçeğini değiştirmeyecektir. Darbeyi gerçekleştiren askerler Millî Birlik Komite- si adı altında örgütlenmiş, komiteyi oluşturan üyelerin isimleri kamuoyuna, darbeden neredeyse yirmi gün sonra, 13.Haziran.1960 tarihinde ilan edilmiştir. Darbeciler, ne komitenin kaç kişiden ve hangi isimlerden oluşacağı ko- nusunda, ne de komite oluşturulduktan sonra bu isimlerin kamuoyuna açıklanıp açıklanmayacağı konusunda net bir fikre sahiptirler. Komitenin oluşumu, üyelerin seçimi, ge- nerallerin bu komite ve darbe sürecindeki rolleri 27 Mayıs kervanının nasıl yolda düzüldüğünü göstermektedir. Kim- senin 28 Mayıs ile ilgili bir fikrî yoktur; çünkü, daha önce de vurgulandığı gibi, darbecilerin üzerinde anlaştıkları tek şey DP’nin topyekun tasfiye edilmesi gerektiğidir. Hükü- metin devrilmesi ve meclisin feshi, DP dönemi siyasî elit- lerinin siyasî kurumlardan topyekûn tasfiyesinin bir aşa- masıdır. Nitekim ihtilâlin mantığı da bu noktada ortaya çıkmaktadır. Millî Birlik Komitesi’nin başkanı Cemal Gürsel’dir. Gürsel, ordu içerisindeki kıpırdanmalardan 1959 Şubat ayından beri haberdardır; hattâ o tarihlerde hareketin li- derliğini dahi kabul etmiştir. 1955’de DP’ye karşı ordu

113 Mete K. Kaynar içerisinde oluşan örgütlenme(lerden biri olan) Samet Kuşçu’nun ihbarı ile çökertildikten sonra, örgüt pasifize olmuş, üyeler birbirleriyle irtibatlarını kesmeye başla- mışlardır. Dokuz Subay olayının etkileri dinmeye başla- dığında ise orduda yeni kıpırdanmalar görünmeye başlar. Bunlardan biri de Sadi Koçaş grubudur. Koçaş, yakın çevresiyle irtibatını kesmez; örgütlenmenin başarıya ula- şabilmesi için bir generalin hareketin başına geçmesinin gerekliliğinin de farkındadır. Bu amaçla fikirlerini dö- nemin Kara Kuvvetleri Komutanı Necati Tacan’a açar. Tacan, Koçaş’ın teklifini kabul eder, ancak 1958 yazında kalp krizi geçirerek ölür. Cemal Gürsel, Tacan’dan boşa- lacak Kara Kuvvetleri Komutanlığı görevine atanacak- tır. Koçaş grubu, Gürsel’i de yakın takibe alır. Gürsel ile konuşma fırsatı 1959 Şubat’ın da NATO tatbikatını iz- lemek üzere Almanya’da birlikte bulundukları dönemde yakalanır. Gürsel ile birlikte Almanya’da bulunan Koçaş, ihtilâlin başına geçmesi önerisini Gürsel’e de götürür ve Gürsel öneriyi kabul etmekle birlikte “Bana güvenebilir- siniz, Yalnız şunu bilesiniz ki gerçekten müdahale zarureti olmadıkça yapılacak herhangi bir hareketi tasvip etmem. İhtilal son çare olmalıdır.” der (İpekçi- Coşar, 1965:108). Gürsel hareketin liderliğini kabul etmiştir ama, hiçbir toplantıya katılmaz; yönlendirici bir etkisi yoktur; hiç- bir kararda belirleyici değildir. Hattâ liderliğini kabul ettiği örgütün kaç kişiden ve hangi isimlerden oluştuğu konusunda dahi net bir bilgisi yoktur. Bu konu ile ilgili olarak Koçaş, Gürsel’i kandırma yoluna gider. Teşkilatın gücü hakkında sorular soran Gürsel’e Koçaş, çok geniş ve kuvvetli bir teşkilatlarının olduğunu söyleyecektir; fakat gerçekte henüz üç dört kişiden oluşan bir teşkilat vardır gerçekte ortada. Özetle, Gürsel, Şubat 1959’dan sonra hareketin liderlik

114 Tarihin İnşâsı ve Siyaset koltuğundadır; ancak, deyim yerindeyse, Gürsel’in liderli- ği, liderlikten çok bir ağabeylik, hâmîlik, bir askeri darbe örgütünün ihtiyaç duyduğu üst rütbeli, dört yıldızlı subay ihtiyacını gidermekten ibarettir. Ağabeyliğini yaptığı as- keri örgütlenmeye Kara Kuvvetleri Komutanı nüfuzunu kullanarak kimi yardımları da olmuş; hareketin fiili lider- lerinin tavsiye ettiği bazı atamaların gerçekleştirilmesini de sağlamıştır. Ancak, diğer yandan, DP iktidarına karşı örgütlenmekte olan gizli askeri örgütün “lideri” Gürsel, 03.Mayıs.1960 tarihinde ’e iletilmek üzere Ethem Menderes’e bir mektup sunar. Mektubunda Gürsel, Celal Bayar’ın istifa etmesini, halk tarafından çok sevilen Adnan Menderes’in Cumhurbaşkanlığı’na gelme- sini, böylece bu sevgiden mahrum edilerek kırılan gönül- lere yeniden güven verilebileceğini dile getirir. Ardın- dan Gürsel, tüm birliklere iletilmek üzere kaleme aldığı bir veda mektubu hazırlayarak İzmir’e gitmiştir. Ethem Menderes’e teslim edilen mektup “ihtilâl örgütünün” bir oyunu, taktiği vb. de değildir. Nitekim hareket, bu ge- lişmenin ardından kendisine yeni bir lider arama yoluna gidecek; Orgeneral Fahri Özdilek ile irtibata geçecektir. Gürsel’in hareketin başından ayrılmasından sonra ir- tibata geçilen Orgeneral Özdilek, kendisiyle bu konuyu konuşmaya gelen Muzaffer Yurdakuler’in önerisini kabul etmez; ama onları ihbar edip darbe girişiminde bulun- maktan tutuklanmalarını da sağlamaz. Darbeye “omuzu kalabalık” lider arama konusunda ikinci deneme de başa- rısızlıkla sonuçlanmıştır. Üçüncü aday, Cemal Madanoğlu’dur. Madanoğlu, Millî Birlik Komitesi’nin 27 Mayıs öğlen saatlerine kadar en rütbeli subayı, Ankara grubunun en etkili ismi; darbenin ilk günlerinin fiili lideridir. Madanoğlu örgütün başına 14 Mayıs günü, yani darbeden sadece 13 gün önce geçecektir.

115 Mete K. Kaynar Madanoğlu’nu hareketin başına geçmeye, Orhan Kabi- bay ikna eder. Madanoğlu da darbe örgütüne katılıp ka- tılmama konusunda tedirgindir. Bu konuda, Gürsel gibi Madanoğlu’na da yalan söylenir. İzmir’e giden Gürsel’in “Benim yokluğumu Madanoğlu aratmaz” (İpekçi Coşar, 1965:108) dediği kendisine söylenecek, Madanoğlu’nun harekete katılmasında bu yalanın önemli bir rolü olacak- tır. Madanoğlu yine de tedirgindir. Bu iş için kendisinden daha rütbeli bir generalin bulunması gerektiğini sürekli olarak dile getirir.46 Tümgeneral Madanoğlu’nun da altını çizdiği, darbe- ye dört yıldızlı bir lider bulma ihtiyacı, harekat gününe kadar devam eder. Mayıs ayının sonlarına doğru Tuğge- neral Rafet Yıldırım’a da konu açılacak, Yıldırım teklifi kabul etmesine karşın, birkaç gün sonra sanki hiçbir şey olmamış gibi Londra’ya giderek harekata katılmaktan vazgeçecektir. Darbeciler, Cevdet Sunay ile de temas sağ- lamaya çalışacak ama Sunay da bu şekildeki hareketlerin tehlikeli olduğunu söyleyerek öneriyi reddedecektir. Dar- benin gerçekleştirileceği ana kadar süren lider arayışları, Ragıp Gümüşpala’nın tehdidinden sonra, Cemal Gürsel’in İzmir’den özel uçakla Ankara’ya getirilmesi ve 27 Mayıs’ın öğlen saatlerinde Genel Kurmay binasına gelerek koltu- ğuna oturmasıyla en azından şeklen çözülebilecektir. Gür- sel ne kadar sembolik olursa olsun, darbe içerisindeki tek kuvvet komutanıdır. Madanoğlu’nun istifası ve Bağtuğ’un vefâtı ardından da Gürsel, Sıtkı Ulay ve Fahri Özdilek ile birlikte darbe içerisindeki üç generalden biri olarak kala- caktır. 27 Mayıs ve takip eden günlerde fiili liderlik ise Tümgeneral Cemal Madanoğlu’ndadır.

46 Lider arayışları 9 Subay Olayı öncesindeki örgütlenmede de mevcuttu, Ör- güt önce İsmet İnönü’ye yanaşmaya çalışır; oradan red cevabı alan subaylar dönemin Millî Savunma Bakanı Şem’i Ergin’e açılırlar, fakat o da hareketin liderliği kabul etmez. 116 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Millî Birlik Komitesi içerisindeki bir diğer general, Or- general İrfan Baştuğ’tur. O da harekete, Mayıs ortalarında, darbeden sadece günler öncesinde katılmıştır. Orgeneral Baştuğ’un katılımına rağmen Madanoğlu hâlâ tedirgin- dir. 23 Mayıs Pazartesi günü, harekete yeni katılan İrfan Baştuğ’un Ankara’daki evinde yapılan toplantıda da Ma- danoğlu bu tedirginliğini yine dile getirir, bu işin silsile-i meratip içinde, emir komuta zinciri içerisinde yapılması gerektiğini ifâde eder. Madanoğlu’nun önerisine göre kuv- vet komutanlarına harekât ile ilgili bilgi vermeli ve kuv- vet komutanları köşke giderek hükümetin istifa etmesini sağlamalıdır. Ancak bu öneri reddedilir. 27 Mayıs gerçekleştirildiğinde Harp Okulu Komutanlığı’nı yürütmekte olan Sıtkı Ulay’ın darbe sü- recine katılımı ise 21 Mayıs’ta Harp Okulu öğrencilerin gerçekleştirdiği mitingin olduğu günlerde gündeme gel- miştir. Ulay’ın durumu komite içerisindeki diğer gene- rallerden de farklıdır. Darbeciler Harp Okulu içerisinde örgütlenmeye çalışmakla birlikte, okul komutanı Ulay ile temasa geçmemişlerdir. Nisan sonundaki öğrenci olay- larından beri kaynayan Harp Okulu, 21 Mayıs’ta sokağa dökülmüş, protesto gösterileri düzenlenmiştir. Bu olay- dan hayli etkilenen Ulay, olayların ardından bir şeyler ya- pılması gerektiğinden bahsetmeye; okul içinde heyecanlı nutuklar atmaya başlamıştır. Hattâ Ulay, Kara Kuvvetleri Komutanı Gürsel’e giderek artık harekete geçmek gerek- tiğini belirten bir konuşma da yapmasına karşın, Gürsel açık vermemiş, Ulay’ı sakinleştirerek Harp Okulu’na geri dönmesini sağlamıştır. Ulay’ın bu girişimi, darbecilerin onunla temasa geçmeleri için bir zemin yaratmış, Sami Küçük Ulay’a açılarak örgütlenmeden bahsetmiş, Ulay da teklifi kabul etmiştir. Ancak Ulay’la görüşmenin hemen ardından Cumhurbaşkanı Bayar’a gönderilen ihbar mek-

117 Mete K. Kaynar tubu, Ulay’a yönelik şüpheleri artırmış, Ulay ile konuş- tuğu için deşifre olan Sami Küçük dışında hiç kimsenin onunla irtibata geçmemesine karar verilmiştir; ta ki 27 Mayıs sabahına kadar. Millî Birlik Komitesi içerisindeki son general Birinci Ordu Komutanı Fahrettin Özdilek’tir. Cemal Gürsel’in izine ayrılarak harekattan kopmasından sonra, meşhur 555K (5.Mayıs.1960 saat 5’te Kızılay’da toplanma parola- sı) mitinginin ertesi günü kendisiyle irtibat kuran Muzaf- fer Yurdakuler’in liderlik önerisini reddeden Özdilek, dar- beden sonra komite içerisinde yer alacak, hattâ Millî Birlik Komite’nin yasama organı hâline getirilerek komiteden ayrı bir Bakanlar Kurulu oluşturulması sırasında Başba- kanlık görevini de üstlenecektir. Toparlamak gerekirse, darbenin gerçek anlamda lider- liğini üstlenen üst rütbeli bir asker olmadığı gibi, daha sonra oluşturulan komite içerisinde görev alan paşaların konumları da oldukça belirsiz ve siliktir. Darbeyi yönlen- diren generaller değildir. Nitekim Generallerden İrfan Baştuğ, 1960 Eylül’ünde trafik kazası geçirerek komi- teden ayrılacak, darbenin etkili ismi Cemal Madanoğlu 6.Haziran.1961’de istifa edecek, Sıtkı Ulay ve Fahrettin Özdilek ise bakanlık ve Cumhuriyet Senatosu üyeliği gö- revleri alarak siyasete atılacaklardır. Fahrettin Özdilek, Cemal Gürsel Başbakanlığı’ında kurulan ve 30.Mayıs. 1960 tarihinde göreve başlayan 24. Hükümet’te Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı ve Millî Savunma Baka- nı, 05.Ocak.1961’de göreve gelen 25. Hükümet’te ise ilk önce devlet bakanı ve başbakan yardımcısı olarak görev yapacak, Gürsel’in Cumhurbaşkanlığı’na seçilmesinden sonra ise bir aydan daha kısa bir süre başbakanlık görevi- ni yürütecektir. Ulay ise 24. Hükümet’te Bayındırlık Ba- kanlığı ve Ulaştırma Bakanlığı (Münakalat Vekilliği), 25.

118 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Hükümet’te ise Devlet Bakanlığı ve Bayındırlık Bakanlığı yapacaktır. Liderlik sorunu, darbe tarihinin 25 Mayıs’tan 27 Mayıs’a tehir edilmesinde de, Gürsel’i 27 Mayıs’ın öğlen saatle- rinde darbenin liderlik koltuğuna oturmasında da, dar- benin olduğu sabah Ankara’daki birlikler arasında silahlı çatışmaların çıkmasında da kendini belli etmiş; hareketin ordu içinde kendisine dört yıldızlı bir paşa bulamaması -silsile-i meratipin ihlali- 27 Mayıs sonrasında izlenen po- litikalarda da önemli bir belirleyen olmuştur. İlk olarak darbe, 25 Mayıs günü gerçekleştirilemeyecektir çünkü harekâttan haberdar edilen diğer birlikler bu konuda yazı- lı emir istemektedirler; fakat örgüt içinde bu emirleri ve- recek kuvvet komutanı yoktur. İkinci olarak Erzurum’da görevli Gümüşpala’nın hareket içerisinde dört yıldızlı paşa bulunmazsa Ankara’ya geleceği resti Gürsel’e yara- yacak onu liderlik koltuğuna taşıyacaktır. Ve son olarak, örgüt içindeki liderlik zafiyeti, en sonunda Ankara’da as- keri birliklerin karşı karşıya gelmesine, Jandarma Okulu, PTT, Radyoevi, T.B.M.M bahçesi ve Güvenpark’ta silahlı çatışmaların ortaya çıkmasına ve bu çatışmalar sırasında Harp Okulu öğrencisi Ali İhsan Kalmaz’ın öldürülmesine yol açacaktır. 27 Mayıs hareketinin önemli isimlerinden Orhan Erkanlı da yıllar sonra gerçeği itiraf ederek, “Ismar- lama lider, başsız cunta olamayacağını sonradan anladık.” (Erkanlı, 1972:21) diyecektir. Lidersizliğin en önemli so- nucu ise darbenin ordunun emir komuta zinciri içerisinde gerçekleştirilememesinde kendini göstermektedir. Lider- sizlik, 27 Mayıs’ın başarısızlığının en önemli nedenleri arasında yer almaktadır. Nitekim 27 Mayıs’ın başarısızlığı aynı zamanda, DP dönemi siyasî elitlerinin tasfiyesinin ba- şarısızlığı; tek parti dönemi iktidar bloğunun tekrar siyasî kurumlara yerleşme ihtimâlinin de başarısızlığı anlamına gelmektedir. Nitekim öyle de olacaktır.

119 Mete K. Kaynar Darbenin ilk heyecanı atlatıldıktan sonra, darbe karargâhı Harbiye’den başbakanlık binasına taşınır. Menderes’in odasında artık Cemal Gürsel oturmaktadır; toplantılar ise yine başbakanlıkta yapılmaktadır. Her şey o kadar belirsiz, o kadar plansız, programsızdır ki, toplantı- lara kimin katılacağı, kimin katılmayacağı bile belirsizdir. 29 Mayıs’ta Ankara’ya gelen İstanbul Üçüncü Zırhlı Tu- gay Tank Taburu Komutanı, darbenin İstanbul ayağının bir numaralı ismi Orhan Erkanlı başbakanlık binasına gel- diğinde kapıdaki görevliler kendisini tanımazlar. Erkanlı silah zoruyla başbakanlık binasından içeri girmek zorunda kalır (Altuğ, 1991:23). Erkanlı’nın zorla içeri girerek katıldığı toplantıda 50- 60 subay bulunmaktadır ve hiç kimsenin nasıl bir ko- mite oluşturulacağı ve kimlerin bu komitede yer alacağı konusunda bir Fikrî yoktur. Birliğini bırakan her subay soluğu başbakanlık binasında almakta ve toplantılara ka- tılabilmektedir. Ancak darbeden sonra komite üyelerinin sayı ve isimlerinin belirlenmesi ve sadece bu isimlerin komite çalışmalarına katılması yönünde bir irade be- lirir. Bu amaçla Orhan Erkanlı’ya görev verilir ve onun başkanlığında altı kişilik bir alt komite oluşturulur. Alt komitenin görevi komiteye kimlerin dâhil olup olmaya- cağını belirlemektir. Seçici kurul, adaylar arasından darbe içerisindeki hizmetleri, rütbeleri ve ordu içerisindeki dört temel kuvvet içindeki itibar ve temsil yetenekleri ve gele- cekte o üyeden beklenen hizmete yetkinliği kriterleri çer- çevesinde seçim yapacaktır. Erkanlı salonun boşaltılmasını ister; seçici kurul çalışmalarını bitirdikten sonra bir liste oluşturulacak ve komiteye dâhil olanların isimleri kapıya asılacaktır. Erkanlı’nın bu önerisi şiddetli eleştirilere ma- ruz kalsa da İstanbul grubunun bastırması ile kabul edilir ve seçici kurul, 6 saatlik çalışmadan sonra 38 kişilik bir

120 Tarihin İnşâsı ve Siyaset liste oluşturur. Kurul hazırladığı listeyi Bakanlar Kurulu Salonu’nun kapısına asarak ilan eder. Ne neden üye sayı- sının 38 ile sınırlandırıldığı ile ilgili, ne de kimin neden komiteye alındığı ya da alınmadığı ile ilgili mantıklı bir açıklama vardır. Dündar Seyhan, Talat Aydemir ve Sadi Koçaş gibi 1950’lerin ortalarında örgütlenerek hareketi 1960 27 Mayıs’ına taşıyan çekirdek kadronun Millî Bir- lik Komitesi dışarısında bırakılmasına sebep, bu isimlerin darbe sırasında yurtdışında olmaları olarak açıklanır (Al- tuğ, 1991:24). Oluşturulan Millî Birlik Komitesi de hayli ilginç bir yapıya sahiptir. Harekete 1950’lerden beri yön veren önemli isimler komitenin dışında kalmışlardır. General rütbesindeki beş komutan bir kenara konulursa, geri ka- lan komite üyelerinin onikisi binbaşı, sekizi albay yedisi yarbay ve beşi de yüzbaşı rütbesindedir.47 Darbe ilk başta bir binbaşılar darbesi görünümündedir; hattâ Kamil Ka- ravelioğlu ve Ahmet Er 1927 doğumlu, Numan Esin ise 1929 doğumludur; yani darbe gerçekleştirildiğinde Esin henüz 31 yaşındadır. İhtilalin mantığını kavrayamadıkları için 13.Kasım.1960 tarihinde tasfiye edilecek olan 14’le- rin yaş ortalaması 36,8; iktidarı CHP’ye devretme eği- limdeki ılımlıların yaş ortalaması ise 45,3’tür (Özdemir, 2002:232). Bir diğer ifâde ile, DP iktidara geldiğinde he- nüz 20’li yaşlarda olan genç askerler, tek parti dönemi zih- niyetine ile görece uzak, büyük çoğunluğu ordunun İkinci Dünya Savaşı’ndan ve özellikle NATO’ya girilmesinden sonra NATO ve ABD kurumlarında eğitim almış, aldıkla-

47 Millî Birlik Komitesi içerisinde yer alan üyelerin rütbeleri farklı kaynaklarda farklı şekillerde verilmektedir. Örneğin Sina Akşin’in derlediği Türkiye Ta- rihi serisinin 4. cildinde yer alan Hikmet Özdemir’in makalesinde Selahattin Özgür ve Münir Köseoğlu’nun rütbeleri Yüzbaşı olarak verilirken, MBK üye- lerini tanıtan Milliyet gazetesinin 14-16.Haziran.1960 tarihli nüshalarında bu kişilerin rütbeleri binbaşı olarak verilmiştir. Yukarıdaki tasnif Milliyet gazetesindeki rütbelere göre yapılmıştır. 121 Mete K. Kaynar rı bu eğitimlerin bir sonucu olarak Türkiye’ye İkinci Dün- ya Savaşı sonrasında ABD tarafından biçilen stratejik rol çerçevesinde ülkede kapsamlı bir reform yapılmasını hara- retle savunan genç kuşak radikaller, iktidarın CHP’ye dev- rine karşıyken; darbeye oldukça geç tarihlerde ve sadece üst rütbeli oldukları için dâhil edilen, yaşları kemale ermiş (örneğin, 1895 doğumlu Gürsel 27 Mayıs’da 65 yaşında; 1898 doğumlu Fahrettin Özdilek 62 yaşında, Cemal Ma- danoğlu ise 53, İrfan Baştuğ ve Ulay ise 52 yaşlarındadır.) generallerin başını çektikleri askerler, büyük çoğunluğu tek parti dönemi içerisinde yetişmiş, siyasî kültürlerini orada pekiştirmiş ve o zihniyetin içerisinden gelen ılımlılar ise iktidarın bir an önce CHP’ye devredilmesi düşüncesin- dedirler. Darbenin ilerleyen dönemlerinde, yaşıtları pro- fesörlerle birlikte ihtilâlin mantığını belirleyen ve yürür- lüğe koyan da onlar, tek parti iktidar bloğunun içerisinde yer alan, bu bloğun siyasî kültür kodlarını içselleştirmiş tek parti dönemi elitleri olacaktır. 1950’lerin ortalarından beri örgütlenmekte olan komite içindeki gençlerin mantı- ğı ise ihtilâlin mantığına uygun değildir. İşte bu nedenle- dir ki, harekete sadece günler öncesinde katılmalarına ve darbenin ilk dönemlerinde hareketin içerisinde mostralık olarak yer almalarına karşın, generallerin başını çektiği klik gençleri tasfiye edebilecek, böylece darbe içerisinde darbe gerçekleştirilecek ve ihtilâl gerçek mantığına uygun şekilde işleyebilecektir. Nitekim, daha darbenin ilk gün- lerinde, gücün darbe içerisindeki gençlerde olduğu, gene- rallerin göstermelik olarak sürece dâhil oldukları günlerde (28 Mayıs sabahı) bile, Gürsel’in İsmet İnönü’ye telefon ederek “Emirleriniz bizim için daima peygamber buyru- ğudur.” (Toker, 1998:21) demesini; CHP Genel Başkanı İsmet İnönü’nün de 29 Mayıs günü Cemal Gürsel’i ma- kamında ziyaret ederek “"üyük bir iş yaptınız. Başarınıza yardımcı olmak için asıl ben sizin emrinizde olacağım.” (İpekçi Coşar, 1965:270) demesini bu çerçeveden değer-

122 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lendirmek yerinde olacaktır: İsmet Paşa’nın emirleri- ni peygamber buyruğu belleyen bir darbe lideri, Cemal Aga’nın emrinde olduğunu söyleyen CHP Genel Başkanı: İhtilalin mantığının billurlaştığı nokta tam da burasıdır; tek parti döneminin iki siyasî elitinin, o iktidar bloğunun iki üyesinin, 50 sonrasının yeni siyasî elitleri tasfiye konu- sundaki ahde vefâları. Nitekim, tıpkı DP Hükümeti’nin devrilmesinde olduğu gibi, iktidarın CHP’ye devri bura- da sadece ayrıntıdır; amaç değil. DP Hükümeti’nin dev- rilerek iktidarın CHP’ye devri düşüncesi, DP’nin ittifak kuramadığı, dönüştüremediği, kendisini de içerisine dahil edemediği tek parti dönemi iktidar bloğunun, 1950 son- rasında siyasî kurumlara yerleşen siyasî elitleri tasfiye et- meye çalışmasının sadece yolunu, metodunu oluşturmak- tadır; memleket idaresinde bir reform yapılması düşüncesi ise genç radikallerin 1962, 1963’e kadar görmeye devam edecekleri bir hayal olarak kalacaktır.

123 Mete K. Kaynar ±9~KSEK²ØÜLIMØVEØ(UKUKØ(EYETIر$ARBEDEN²ØØ ±ÜHTILAL²Ø"IlMEK Aziz arkadaşlar! Çalışma koşullarınızın ne kadar ağır olduğunu biliyorum. İnsanlarınızın emeğinizi değerlendirmediği ıssız yerlerde nasıl yaşadığınızı biliyorum. Maddî durumunuzu da anlıyorum. Ama ne yapabiliriz? Unutmayın: Halkı uyandırmaya daha yeni başlıyoruz... sizleri fedâkarlığa davet ediyorum herkesi de- ğil, yalnızca fedâkarlık yapmayı kabul eden ve bunu yapabilecekleri çağırıyorum. Affedersiniz ama sizinle açık konuşacağım: Biliyorum ki, her meslekte olduğu gibi aranızda ruhen eğitmen olmayanlar da var. Onlar sanatkâr bile değiller. Onlar mesleklerini sevmeyen, mesleklerini kah- reden tembellerdir. Bir arkadaş olarak onlara nasihat ederim: Okulu bırakın. Başka bir uğraş bulun, yazıhanelere gidin, tüccar olun. Başka işlerle ilgilenin. Ama canlı ruha ve büyük bilgi- ye gerek duyulan meslekleri işgal etmeyin… Grigoriy Petrov Beyaz Zambaklar Memleketi

27 Mayıs sabahı İzmir’den Ankara’ya gelen Gürsel, Ge- nelkurmay Başkanlığı’na geldiğinde heyecanla karşılanır. Genç subaylar, Şu’ra Salonu’nun önünde tek sıra dizilerek Gürsel’i tebrik ederler. Gürsel ise orada bulunanlar içe- risinde sadece üç kişiyi tanımaktadır (İpekçi-Coşar 1965: 242). Darbenin “lideri” darbenin diğer önde gelenleri ile darbeden sonra tanışma fırsatı bulabilmiştir. Gürsel’in Genel Kurmay Başkanlığı binasında tebrik- leri kabul ederek darbenin diğer isimleriyle tanıştığı sı- rada, akademisyenler de İstanbul’dan Ankara’ya intikal etmektedirler. Yeni bir anayasa hazırlayacak ve darbeye bir nevi danışmanlık yapacak olan bu heyette yer ala- cak isimlerin tespiti bile önceden düşünülmemiş, akade- misyenler Madanoğlu’nun inisiyatifi ile seçilmişlerdir. Aslında bu iş ile görevlendirilecek isimler konusunda Madanoğlu’nun da bir bilgisi yoktur. Aklına, iki hafta ev- 124 Tarihin İnşâsı ve Siyaset vel Bahçelievler’de bir arkadaşıyla yemek yedikleri sırada tanıştırıldığı ve memleket meseleleri üzerine sohbet ettik- leri bir profesör gelir. O gece o evden ayrılırken Madanoğlu şoförüne şu boz evi unutma diye talimat vermiştir. Darbe günü de aklına o boz ev ve o evde tanıştığı Profesör Ne- dim Ergüven gelir. Şöföre talimat verilir; o evde yaşayan yaşlı profesör ve üst kattaki genci alıp gelmesi söylenir. Şoför Madanoğlu’nun dediğini yapar; ama general Mada- noğlu bu defa da verdiği emri unutmuştur. Karşısında iki sivili görünce “Ne bekliyor bunlar? Alın götürün Harp Okulu’na” diye çıkışır; sonradan verdiği emri hatırlayınca da yaşlı profesörden özür diler “Rica ederim baba, bana şuraya birkaç profesör adı yazın” der (İpekçi-Coşar 1965: 253) . Ergüven’in yazdığı isimler, Sıddık Sami Onar, Naci Şensoy, Hüseyin Nail Kubalı, Hıfzı Veldet Velidedeoğlu, Ragıp Sarıca, Tarık Zafer Tunaya, İsmet Giritli ve Muam- mer Raşit Sevig’dir. Yüksek İlim ve Hukuk Heyeti çalışmalarına tam ola- rak Nedim Ergüven’in Madanoğlu’na yazdığı yukarıdaki isimlerle devam etmeyecektir. Millî Birlik Komitesi’nin 13 numaralı bildirisi ile göreve başlayan ilim heyeti48 içe- risinde de anlaşmazlıklar baş gösterecek, tasfiyeler olacak, yeni isimler heyete dâhil edilecektir. İlk günlerde heyet çalışmalarına, Madanoğlu’nun hazırlattığı listede ismi yer almayan Vasfi Raşit Sevig de katılır. Ancak Hikmet Sami Kubalı, Muammer Raşit Sevig ile aynı komisyon- da çalışmak istemediğini, her iki Sevig’inde komisyonda yer almasına karşı çıktığını belirtince, Başkan Onar pratik

48 Yüksek İlim ve Hukuk Heyeti’nin kurulduğunu açıklayan 13 Numaralı Millî Birlik Komitesi Bildirisinde harekâtın nedenleri üzerinde durulur. Biz va- tandaşları birbirine düşürecek bir kardeş kavgasını önlemek için bu işe gi- riştik.” İfadesiyle başlayan bildiri, yeni Anayasa’nın hazırlanması görevinin Rektör Onar başkanlığındaki heyete verildiğini belirtirken, yeni anayasa ka- bul edilene kadar siyasî parti faaliyetlerinin yasaklandığı da belirtilmektedir. (Milliyet, 28.Mayıs.1960, s1) 125 Mete K. Kaynar bir çözüm bulacaktır. Muammer Raşit Sevig emekli bir profesördür ve bu heyet içerisinde yer alması bu açıdan uygun değildir. Vasfi Rıza Sevig’in ismi ise heyete çağrılı isimler arasında yer almamaktadır; bu nedenle her ikisinin de komisyondan çıkarılmalarının daha doğru olacağına karar verilir. Onar, uygun bir dille bu kararı Vasfi Raşit ve Muammer Raşit Sevig’e anlatarak Yüksek İlim ve Hukuk Heyeti içindeki ilk tasfiyeyi de gerçekleştirecektir. Daha sonra, Ankara Üniversitesi’nden de takviye yapılarak yeni bir İlim ve Hukuk Heyeti oluşturulmasına karar verilir.49 27 Mayıs sabahı alelacele İstanbul’a haber verilerek uçakla Ankara’ya getirilen profesörler, Gürsel’in makamına alınırlar. İhtilalin mantığını teorik olarak izah edecek, bu mantığa akademik bir meşrûiyet katacak heyet Gürsel’in huzurundadır. Tarık Zafer Tunaya, hocaların hazırladık- ları ilk raporu okur. Bu raporla da darbenin gayrimeşrû hale gelmiş bir iktidara karşı gerçekleştirilmiş meşrû bir hareket olduğu ilan edilir. Hocalar hazırladıkları tebliğin de bu raporla birlikte ilan edilmesini rica ederler. Tebliğ- de 28 Nisan’daki üniversite olayları sırasında katledilen öğrenciler -yada Tunaya’nın ifâdesi ile devrim şehitleri- için üniversite bahçesine bir abide dikilmesi, her yılın 27 Mayıs’ında o abide etrafında anma toplantısı yapılması gibi konulara değinilir. Askerler kendi aralarında nasıl bir komite oluşturacaklarını bile bilmezken, akademisyenle- rin darbenin tören ve abide boyutunu bile ihmal etme- meleri önemli bir ayrıntı olarak dikkate değerdir. Basının da kampanyalarla destek verdiği bu abide işi 27 Mayıs’ın en dramatik yönlerinden birini oluşturmaktadır. Hürriyet

49 Yeni üyelerle birlikte heyet şu üyelerden oluşmaktadır. Ord.Prof.Dr. Sıddık Sami Onar, Üyeler 1) Prof. Dr. İlhan Arsel, 2) Doç. Dr. Muammer Aksoy, 3) Ord. Prof. Dr. Sulhi Dönmezer, 4) Prof. Dr. Faruk Erem, 5) Doç. Dr. İsmet Giritli, 6) Prof. Dr. Burhan Köni, 7) Prof. Dr. Nurullah Kunter, 8) Prof. Dr. Bahri Savcı, 9) Prof. Dr. Tarık Z. Tunaya, 10) Prof. Dr. Sahir Erman, 11) Doç. Dr. Feyyaz Gölcüklü, 12) Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı, 13) Prof. Dr. Ragıp Sarıca, 14) Prof. Dr. Naci Şensoy, 15) Ord. Prof. Dr. Hıfzı Veldet Veli- dedeoğlu, 126 Tarihin İnşâsı ve Siyaset şehitleri için dikilmesi planlanan abide için Milliyet gaze- tesi bir kampanya düzenler, gazete ilk günde 48.000 lira toplamayı başarır. Başta Milliyet gazetesinin kendisi ol- mak üzere birçok kişi ve kuruluş katılır kampanyaya (Mil- liyet 28.Mayıs. 1960 s.1). DP döneminde partiye 500.000 lira bağış yapan Vehbi Koç da 25 Haziran’da 26 kilo al- tın ve bir hastane bağışlar (Milliyet 26.Haziran.1960 s.1). 27 Mayıs günü başlayan zihniyet dönüşümünde Koçların yalnız olmadığını belirtmek gerekiyor. DP Genel Merkezi adına açılmış İş Bankası Yeni Camii Şubesi 5187 Numa- ralı hesaba 50.000 lira yatırarak DP’ye destek olan Eczacı- başı da 27 Mayıs’ın ardından bir zihniyet dönüşümü geçir- miş ve devrim şehitleri abidesi kampanyası için 5.000 lira vermekte bir sakınca görmemiştir. Kampanya, “Türk milletinin hürriyet ve demokrasi uğruna mücadele ederek canlarını veren şehitler için hiç- bir fedâkârlıktan kaçınmayacağı şüphesizdir.” ifâdeleriyle duyurulur. Yüksek İlim Heyeti de kampanyaya hararetle destek verir. Özellikle Onar, DP iktidarı döneminde öldü- rülen gençlerin isimlerinin belirlenmesinden sonra onların anısına bir abide dikileceği yönünde açıklamalar yapar ga- zetelere. Öldürülen gençlerin gömüldükleri yerlerin belir- lenmesi için İstanbul Üniversitesi Profesörlerinden Sahir Erman ve Refii Şükrü Sulva başkanlığında doçent, asistan ve öğrencilerden oluşan bir heyet Askeri İdare ve Emniyet Müdürü Yarbay Vahit Erdoğan’ı ziyaret ederek, öldürülen gençlerin bulunması için yardımlarını isterler. Yarbay bu gençlerin mezarlarının bulunacağı yönünde söz verir (Mil- liyet 29.Mayıs. 1960 s,1). 2 Hazirandaki gazeteler, BBC’nin bir yarbay ile yaptığı söylenen bir röportajdan hareketle buzhanelerden ceset- ler çıktığını, cesetlerin öldürülen öğrencilere ait olduğu yönünde haberler yayınlarlar. Olayların olduğu günlerde kamyonlarla cesetlerin taşındığını gören görgü tanıkla- rı (!) bir bir gazetelere açıklamalarda bulunurlar. Sıddık

127 Mete K. Kaynar Sami Onar, 3 Haziran’da gazetelere yaptığı açıklamalarda, 2 öğrencinin cesedinin bulunduğunu açıklar. Gazetelerde öldürülen öğrencilerin hayvan yemi yapılan makineler- de kıyılarak toz hâline getirildiğine (Milliyet, 04.Hazi- ran.1960 s. 1) dair haberler yayınlanır. Bu arada, İstanbul Üniversitesi de, şehitler için dikilecek abide için bir kam- panya başlatmış, bu amaçla Beyazıt Emniyet Sandığı’nda 2104 Numaralı bir hesap açmıştır. Tek sorun ortada, Turan Emeksiz den başka bir şehidin bulunamamasıdır. Üniversite dekanları kayıp öğrencilerin bulunması için fa- kültelere ilanlar asarlar (Milliyet 15.Mayıs. 1960 s.5). En sonunda beş gencin cesedi bulunur. Turan Emeksiz50, Ali İhsan Kalmaz, NedimÖzpolat51, Ersan Özey52 ve Gültekin Sökmen.53 Cenazeler, büyük bir törenle Anıtkabir’in bah- çesine defnedilirler.54 28 Mayıs öğlen saatlerine geri dönersek; Gürsel ile gö- rüşmeye gelen hocalar oldukça heyecanlı ve mutludurlar. Heyetin en heyecanlı üyesi Hüseyin Nail Kubalı, darbe- nin bir “pouvoir orginal” teşkil ettiğini beyan ederek, dar- benin meşrûiyetinin hukuksal temellerini çizer. Kubalı, darbenin meşrûiyetinin bizzat darbenin kendisinden kay- naklanan bir meşrûiyet olduğunu, bu nedenle tüm yasal ve anayasal mevzuat üzerinde istediği gibi tadilat yapma hakkına sahip olduğunu ifâde eder. Kubalı’ya göre darbe bir “pouvoir orginal” olduğundan yapacağı düzenlemeler- de kendisini hukuka bağlı hissetmek zorunda değildir.

50 28.Nisan.1960 tarihinde Üniversitede gerçekleştirilen miting sırasında açı- lan ateşle öldürülmüştür. 51 30.Haziran.1960 tarihindeki mitingler sırasında çıktığı tankın üzerinde dengesini yitirerek tankın altında kalmıştır. 17 yaşında ve İstanbul Erkek Lisesi öğrencisidir. 52 27 Mayıs sabahı babasıyla otomobilde giderken kaza kurşunuyla öldürül- müştür. Maarif Koleji Beşinci Sınıf öğrencisidir. 53 Harp Okulu öğrencisidir. 27 Mayıs’ta günü darbe hazırlıkları sırasında elin- deki tüfeği ateş almış ve hastaneye kaldırılmış; hastanede ölmüştür. 54 24.Ağustos.1988 tarihinde bu cenazeler Anıtkabir’den alınarak Cebeci Şehitliği’ne nakledileceklerdir. 128 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Hocalardan yeni bir anayasa yazılması ricasını yinele- yen Gürsel’in anayasa ile ilgili sözleri de 27 Mayıs dar- besi içerisindeki askerin zihin kodlarını göstermesi açsın- dan önem taşımaktadır. Gürsel, akademisyenlerle yaptığı toplantıda şu sözleri sarf eder: “Yeni anayasayı çok çabuk hazırlamanızı istiyorum. O kadar ki birkaç maddesi ek- sik ya da yanlış olursa bile makbul sayacağım.” Tekrara düşme pahasına bu ayrıntının altını bir defa daha çizmek gerekiyor. İhtilalin dört prensibini sayarken gazetecilere ±…ideal bir demokrasinin bütün müesseselerini kurmak ve bunların tamamlanmasını müteakip hür bir irade ile tecelli edecek millî iradeye göre iktidar vazifesini” dev- redeceklerini açıklayan Gürsel, aynı günlerde profesörlere bazı maddeleri eksik ve yanlış bile olsa yeni anayasanın bir an önce hazırlanması gerektiğini söylemektedir. “İhtilal”i gerçekleştiren askerin mantığı öylesi bir mantıktır ki, bazı maddeleri yanlış ve eksik bir anayasa ile ideal bir demok- rasinin kurulabileceği tasavvur edilmektedir. Bir diğer ifâde ile, görünür nedenleri ve hedefleri açısından darbe o kadar mantıksızdır ki ihtilâlin mantığını çoğu zaman onun sözlerinde ve eylemlerinde bulmak zorlaşmaktadır. Gürsel, askerin kışlasına o kadar kısa sürede döneceği düşüncesindedir ki, bu kısa süre içerisinde bakanlıklara yeni bakanların atanmasını bile gereksiz görür. Asker çok kısa bir süre sonra ideal demokrasiyi tesis ederek kışlasına döneceğine göre, bu kısa süre zarfında bakanlıklar pekâlâ müsteşarlar eliyle de idare edilebilirler. Akademisyenler ise aynı görüşte değildir; nitekim onların dedikleri tatbik edilerek, bir Bakanlar Kurulu oluşturulmasına karar veri- lir. Millî Birlik Komitesi de yine profesörlerin tavsiyesi ile yasama organı hâline getirilir. Tayin edilen bakanların lis- tesi 29 Mayıs tarihli gazetelerde yer alır. Gürsel’in görevleri arasında artık Başbakanlık ve Millî Savunma Bakanlığı da

129 Mete K. Kaynar eklenmiştir.55 Fakat henüz kamuoyu Bakanlar Kurulu’nu hazırlayan iradenin kimlerden oluştuğunu bile bilmemek- tedir. MBK üyelerinin kimlikleri 13 Haziran’da gazete- lere yansıyacaktır. Madanoğlu’nun bastırması ile -daha doğrusu bastırması ile de değil, Bakanlar Kurulu’nu belir- lemek için toplantı hâlinde olan MBK’daki tüm üyelerin bakan olma arzusunda olduklarını gören Madanoğlu’nun sinirlenerek camlı masaya yumruk atması ve “Siz aklınızı mı kaçırdınız!” (Altuğ, 1991:36) diye bağırması üzerine- MBK üyelerinin bakan olarak atanmasından vazgeçilir. Yüksek İlim ve Hukuk Heyeti’nin hocaları, ertesi gün açıklanacak bildirilerini kaleme almak için Gürsel’in ya- nından ayrılırlarken oldukça mutludurlar. Gürsel ile aka- demisyenlerin toplantısı sırasında odada bulunan Güryay (1971: 41) bu vedalaşma sahnesini detayları ile anlatır ve görülmeye değer bir manzara olduğunu, hocaların arasın- da el öpenlerin, el sıkanlardan çok olduğunu da belirterek şu anısını nakleder: Ben hepsinin de gözleri sevinç ve şükran yaşları ile dol- muş o insanlar arasında Gürsel’in boynuna ve ellerine sa- rılanları gördüm. Ünlü profesörümüz Hüseyin Nail Ku- balı, en heyecanlanmış olanları arasındaydı. Salonu bütün arkadaşlarından sonra terk ederken Gürsel’i Paşam, aziz paşam, diyordu, ilan etmek şerefini kazandığınız ikinci cumhuriyet size de sevgili Türk milletine de hayırlı uğur- lu olsun. Tanrı ordudan da sizden de razı olsun. İlim ve Hukuk Heyeti’nin kaleme aldığı ve 28 Mayıs tarihinde açıklanan bu tebliğ de ihtilâlin gerçek mantığı ile tam olarak uyum içerisindedir. “Bugün içinde bulunduğumuz durumu adi ve siyasî bir hükümet darbesi saymak doğru değildir.” İfadesi ile başlayan tebliğde, hukuk, adalet ve amme hizmeti Fikrîni temsil etmesi gereken siyasî iktida-

55 Gürsel Millî Savunma Bakanlığı’nı 30.Haziran.1960 tarihinde Millî Birlik Komitesi üyesi Fahrettin Özdilek’e bırakacaktır. 130 Tarihin İnşâsı ve Siyaset rın, ±…maatteessüf aylardan, hattâ senelerden beri bu ma- hiyetini kaybetmiş, şahsî nüfuz ve ihtiraslarla zümre men- faatini temsil eden maddî bir kuvvet hâline gel”diği ifâde edilmekte, devlet kudretinin ±…bu ihtiras ve nüfuzun ta- hakkuk vasıtası hâline getiril”miş olduğu vurgulanmakta- dır. DP iktidarının meşrûiyetini yitirdiği de tebliğde altı çizilen ifâdelerden bir diğeridir. Tebliğdeki ifâdesi ile “Bir hükümetin meşrûiyeti sadece menşeinde, yani iktidara ge- lişinde değil, iktidarda da kendisini bu mevkie Anayasa- ya riayeti ve millet efkarı, ordu kaza ve ilim müesseseleri gibi müesseselerle işbirliği yaparak hukuk nizâmı içinde yaşaması ile” mümkündür. T.B.M.M de, heyete göre, “… siyasî iktidar tarafından hakiki bir teşrii organı olmaktan çıkartılarak, şahıs ve zümre menfaatine hizmet eden bir parti grubu hâline getirilmiş olmak suretiyle fiilen mün- fesih hale getirilmiştir.” Heyet, “Millî Birlik Komitesi hareketini, yani, devlet müessese ve kuvvetlerinin idareyi ele almasını, bu mecburiyetin; yani devlet nizâmını bozan, halkı birbirine düşürerek anarşiye yol açan, sosyal müesse- seleri işleyemez hale koyan ve bu müesseselerin dayandığı ahlaki temelleri yok etmeye çalışan fiili bir durumu engel- leyerek meşrû ve sosyal nizâmı tekrar kurmak ihtiyacının bir neticesi” saymayı uygun görmüştür. Tebliğe göre alın- ması gereken iki tedbir vardır. Fiili ve geçici bir hükümet kurarak idareyi devam ettirmek ve ±…devletin ihlal edil- miş ve işleyemez hale gelmiş Anayasası yerine bir hukuk devletinin gerçekleşmesini sağlayacak, devler organlarını kuracak ve sosyal müesseselerin hak ve adalet prensiple- rine demokrasi esaslarına dayanmasını temin edecek bir anayasa hazırlamak.² (Bekâta, 1960:267-270) Tebliğdeki ifâdelere daha yakından bakıldığında, ihtilâlin mantığı ile ilgili ipuçları elde etmek mümkün- dür. Gürsel ile görüşme sırasında Kubalı’nın ifâde ettiği gibi, darbenin bir pouvoir orginal olduğu görüşü yayın-

131 Mete K. Kaynar lanan tebliğin de ana temasını oluşturmaktadır. Darbe, basit bir askeri darbe değil, meşrûiyetini yitiren iktidara karşı devlet kurum ve kuvvetlerinin, sosyal nizâmı yeni- den kurmak için giriştikleri meşrû bir harekettir. Yüksek İlim ve Hukuk Heyeti’ne göre DP iktidarı “şahsi nüfus ve ihtiraslarla zümre menfaatini temsil etmeye” başlamış; T.B.M.M’yi bir yasama organı olmaktan fiilen çıkararak, bir parti grubu hâline getirmişlerdir. İlim Heyeti’nin bu görüşü yanlış olmasa gerektir. Gerçekten de DP, 1950’den itibaren yeni bir elit kitleyi siyasî kurumlara yerleştirmeye çalışmıştır; heyeti rahatsız eden de budur. Benzer şekilde, parlamentonun bir parti grubu hâline getirildiği de doğru bir eleştiri olarak kabul edilebilir. Eleştiri doğru olmak- la birlikte yine de eksik ve taraflıdır. Çünkü, 1920’den 60lara, gelinen süreçte T.B.M.M gerçek bir “YASAMAØOR GANÍ” olarak görev yaptıysa, buna en fazla yaklaştığı dö- nem, tüm eksiklik ve hatalarına karşın yine de 1950-60 dönemidir. İlim heyetinin eleştirileri yine de haklıdır; DP, 1920-1950 döneminde siyasî kurumlarda yer almayan bir kitleyi siyasî kurumlara, meclise taşımıştır; oy çokluğuna dayanarak da meclisi parti örgütü hâline getirmiştir; ama bu münhasıran DP’nin işlediği bir suç olmayıp, o döne- me kadarki parlamento tarihi çerçevesinden bakıldığında sadece vakayı adiye olarak tanımlanabilecek bir durum- dur. Bunu Yüksek İlim ve Hukuk Heyeti içerisindeki hocaların bilmemesi de imkânsızdır; 1950-60 arasındaki parlamento(lar) öz itibariyle bakıldığına DP’nin siyasî parti örgütü görünümündedir; ancak göreceli olarak ba- kıldığında örneğin 1927 yılında yapılan seçimlerde oluşan parlamento, 1950 seçimleri sonunda oluşan parlamento- dan kat be kat daha fazla siyasî parti örgütü hâlindedir. En azından 1950’den sonra parlamentoda birden fazla parti mevcuttur. Ama Yüksek İlim ve Hukuk Heyeti’ni rahat- sızlık eden şey, parlamentonun bir toplumsal sınıfın, züm- 132 Tarihin İnşâsı ve Siyaset renin çıkarlarına göre hareket etmesi değil -ki dönemin Türkiye’sinde bu tür bir sosyal sınıftan, bir burjuvaziden ya da işçi sınıfından vb. bahsetmek de oldukça zordur- DP’nin kendi siyasî elitlerini yaratması ve onları siyasî kurumlara taşımasıdır. Bir başka ifâde ile, parlamentonun yeni siyasî elitlerin oluşturduğu bir grubun parti örgütü hâline getirilmesidir; sadece parti örgütü hâline getirilme- si değil. Yüksek İlim Heyeti teşhisinde bu açıdan haklıdır; DP kendi elitlerini yaratmış ve siyasete taşımış; bu ara- da tek parti döneminin iktidar bloğu içerisindeki elitler- le ilişkilerinde oldukça sert, hoyrat ve acımasız olmuştur. 27 Mayıs’ı yaratan da budur: DP tek parti dönemi iktidar bloğu ile ittifak kurmakta, onu dönüştürerek kendi iktidar bloğunu yaratma konusunda züccaciye dükkânındaki fil gibidir; eski iktidar bloğu da 27 Mayıs ile kendi tasfiyesi- ni önlemeye çalışmaktadır. Ancak bu konuda 27 Mayıs’ın da başarısız olacağını 1961’den sonra Adalet Partisi ve özellikle’de 1965’ten sonra Süleyman Demirel önderliğin- de merkez sağın kendi iktidar bloğunu oluşturacağı, eski iktidar bloğunun farklı unsurlarıyla başarılı ittifaklar ku- racağı ve onları da dönüştürdüğü görülecektir. Tebliğde yer alan “Bir hükümetin meşrûiyeti sade- ce menşeinde, yani iktidara gelişinde değil, iktidarda da kendisini bu mevkie Anayasaya riayeti ve millet efkarı, ordu kaza ve ilim müesseseleri gibi müesseselerle işbirliği yaparak hukuk nizâmı içinde yaşaması ile” mümkün ola- cağı ifâdesi de benzer noktanın altını çizmektedir: DP’yi gayrimeşrû kılan şey, Anayasa’ya aykırı kanunlar çıkart- ması olamaz. Çünkü 1924 Anayasası’nda tüm yasaların Anayasaya uygun olması gerektiğine dair hüküm olmakla birlikte, bunu denetleyebilecek -Anayasa Mahkemesi tar- zı- bir kurum yoktur. Gözler’in (2000:63-75) belirttiği gibi “1924 Anayasası sisteminde kanunu uygulayacak or-

133 Mete K. Kaynar ganlar, kanunun anayasaya uygunluğunu araştıramazlar. Zîrâ o kanunun anayasaya uygunluğu konusunda tek yet- kili makam, Türkiye Büyük Millet Meclisidir.” Meclis de bir kanunu kabul ettiğine göre bu, o kanunun Anayasaya uygun olduğu sonucuna varılmış anlamına gelmektedir. Nitekim yine Gözler’e göre, 1924-60 döneminde devlet organları da aynı sonuca varmışlar ve Anayasayı değil, Anayasaya aykırı olduğu iddiâ edilen kanunu uygulamış- lardır. Gözler, bu uygulamanın, Türk anayasa hukukçuları tarafından şiddetle eleştirilmiş olsa da hukukun genel teo- risine en uygun uygulama olduğu düşüncesindedir. 1924 Anayasası’nda yasaların anayasal denetimi ile ilgili bu tar- tışmaları, tamamı hukukçulardan -hattâ bir kısmı anayasa hukukçularından- oluşan Yüksek İlim ve Hukuk Heyeti üyelerinin bilmemesi diye bir şeyi düşünmek dahi gerçek dışıdır. Çok basitçe, 1924 Anayasası’nda yasaların anaya- saya uygunluğunu denetleyecek yegâne kurum parlamen- tonun kendisidir. Meclis, çıkarttığı yasanın Anayasaya uygun olduğu kanâatindeyse, bu, o yasanın Anayasa’ya uy- gun olduğu anlamına gelmektedir. Bir yasa çıkarılmışsa, Anayasa’ya göre, parlamento o yasanın Anayasa’ya uygun olup olmadığını denetlemiş ve uygun olduğu kanâatine vararak kabul etmiş anlamında demektir. Yine Gözler’in ifâde ettiği gibi: Zîrâ yasama organının yorumu yanlış olabileceği gibi, kanunun denetlenmesi işinin bir anayasa mahkemesine verilmesi ihtimâlinde de, anayasa mahkemesinin yorumu da yanlış olabilir. Teorik açıdan durum değişmez. Aslın- da realist yorum teorisinin gösterdiği gibi, “doğru yorum” veya “yanlış yorum” yoktur. ‘Otantik yorum’ veya ‘otantik olmayan yorum’ vardır. 1924 Anayasası döneminde de ya- sama organının yorumu otantiktir. Heyet üyelerinin de 1924 Anayasası’nda Anayasa’ya uy- gunluk ile ilgili derin bir bilgi sahibi oldukları kuşkusuz-

134 Tarihin İnşâsı ve Siyaset dur. Zâten, tebliğde DP’nin Anayasa’ya aykırı kanunlar çıkartması sebebiyle meşrûiyetini yitirdiği düşüncesi yan cümlelerle desteklenerek verilmiştir. Tebliğdeki “Anaya- saya riayeti ve millet efkarı, ordu kaza ve ilim müesseseleri gibi müesseselerle işbirliği yaparak hukuk nizâmı içinde yaşaması” cümlesi buna güzel bir örnek olarak verilebilir. İşte DP’nin eski iktidar bloğunu dönüştüremediği, ken- di iktidar bloğunu oluşturamadığını söylendiğinde ifâde edilmeye çalışılan da tam olarak budur. Nitekim heyet de bu noktanın altını çizmektedir; DP ordu, kaza ve ilim müesseseleri ile tek parti iktidar bloğunun menbaları ile ilişkilerinde başarılı olamamıştır. Meşruiyetini kaybetme- sinin nedeni de budur. Yüksek İlim Heyeti’nin bu cümlesini en iyi 1965’ten sonra Süleyman Demirel’in AP’si tefsir edecektir. 1969 yı- lında, Kayseri Cezaevi’ndeki Celal Bayar ve diğer DP’liler ile ilgili af tasarısı gündeme geldiğinde ordu ile karşı kar- şıya gelen Demirel, “arabayı devirmemek” için tasarıyı geri çekmesini bilecek; Faruk Gürler’in Cumhurbaşkanı seçilmesi için dayatan askerin restini, başka bir askeri aday göstererek aşabilecektir.

$EÛERLENDIRMEر"UØ9OLDAØ$EVAMØ%DERSENIZØ"ENØ $EØ3IZIØ+URTARAMAM² Ünlü Meclis konuşmasında İsmet İnönü DP’lilere bu şekilde sesleniyordu. İnönü’nün konuşmasının satır ara- larına bakıldığında onun da DP’yi eski iktidar bloğuyla ittifak kuramamakla suçladığı görülebilir. İnönü, 18.Ni- san.1960 Pazartesi günü mecliste yaptığı ve Tahkikat Encümenleri’ni eleştirdiği konuşmasında şu noktalara dikkat çekmektedir: Bu Encümen hükümetin üstünde B.M. Meclisi’nin üstünde, bir baskı rejiminin bünyesi olacaktır… Bu 135 Mete K. Kaynar

suretle memlekette bir dehşet idaresi fiilen kurula- caktır… Önerge bu devlette hiçbir müesseseye itimat olmadığını söylüyor. Devlet memurlarına itimadı yoktur. Adalete itimadı yoktur. Orduya itimadı yok- tur. Hiçbir müesseseye itimadı olmadığını söyleyen bu otorite… seçimlere gitmeye dahi cesaret edemi- yor… Baskı idaresine millet büyün namuslu teşkilatı ile bütün sade vatandaşları ile mukavemet edecektir. Şimdi iktidarda bulunanların… Milletleri ihtilâle na- sıl zorladıkları İnsan Hakları Beyannamesine girmiş- tir. Eğer idare insan haklarını tanımaz, baskı rejimi kurarsa, o memlekette ayaklanma olur… eğer insan hakları yürütülmez vatandaş hakları zorlanırsa, baskı rejimi kurulursa, ihtilâl behemehal olur… Ar- kadaşlar şartlar tamam olduğu zaman milletler için ihtilâl meşrû bir haktır… İhtilal niçin yapılır? Eğer ihtilâl vatandaş için, başka çıkar yol yoktur kanâati zihinlere ve bütün müesseselere yerleşirse, meşrû bir hak olarak kullanılacaktır. (Bekâta, 1960:213-214) İsmet İnönü’nün meclis konuşması, bu konuşmadan yaklaşık bir buçuk ay sonra kaleme alınacak Yüksel İlim ve Hukuk Heyeti’nin vurgulayacağı noktaları ön pla- na çıkarmaktadır. İsmet İnönü de haklıdır. DP’nin dev- lete ve organlarına, orada çakılı duran tek parti dönemi iktidar bloğuna itimadı yoktur. Bu bloğu tasfiye etmeye çalışmış, yeni siyasî elitler sisteme dâhil edilmiştir ama, siyasî sisteme katılan bu yeni elitlerin iktidar bloğu ile ittifak kurması ve/ya o bloğun DP’yi içine alacak şekilde dönüştürülmesi becerilememiştir. DP, eski iktidar blo- ğuyla ittifak kurmak, süreç içerisinde onu dönüştürmeye çalışmak bir yana, bu iktidar bloğunun yaşayan en önemli temsilcisinin prestiji üzerinden tek parti iktidar bloğu ile hesaplaşmaya çalışmaktan fazla bir şey yapmamış; tarih kitaplarından İnönü Savaşları’nı çıkartmayı, paraların üze- rinden İnönü’nün resimlerini kaldırmayı, eski iktidar blo- ğunu çözmenin başarılı bir yolu olacağını düşünmüştür. Oysa bu politikalar, eski iktidar bloğunun kendisine karşı bir darbeyi örgütlemesini hızlandırmaktan başka bir işe yaramamıştır. DP bu tasfiye/dönüştürme sürecini yönete-

136 Tarihin İnşâsı ve Siyaset memiş, başarıyla tasfiye edemediği ya da ittifak kurmayı beceremediği bu bloğun darbesiyle devrilmiştir.

137

Tarihin İnşâsı ve Siyaset

4!2Ü(3%,Ø"Ü2Ø+ÜÝÜ,Ü+Ø/,!2!+ØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØ -534!&!Ø+%-!,´$%.Ø0/0e,%2Ø+e,4e2ØØØØØØØ -%4!)Ø/,!2!+Ø!4!4e2+´%

arihte var olmuş, yaşamış ve yaşadığı dö- nemin siyasî olaylarını derinden etkilemiş bir “insan”, bir “şahsiyet” olarak Mustafa Kemal’in, piyasada pazarlanan bir marka, bir popülerT kültür ürünü hâline getirilmekte olduğu aşikârdır. Bu çalışma da 1990’lı yıllardan bu yana belirginleşmeye başlayan bu olgunun temel dinamiklerini tartışmayı, bu dinamiklerin birbirleriyle ve resmî ideolojinin işleyişi ile ilişkilerini ele almayı hedeflemektedir. Gerçekten de, eğer artık (Mustafa Kemal değil ama) Atatürk, 2009 yılının 29 Ekim’inde İstanbul’da düzenlenen resmî törenlerde pastadan çıkarak izleyenlerini selamlıyor56; 2010 yılının 19 Mayıs’ında şarkıcı Seda Sayan’ın programlarına katı-

56 29 Ekim kutlamaları (2009) ile ilgili olarak İstanbul’da gerçekleştirilen törenlerde, Faruk Saraç tarafından tasarlanan farklı bir Atatürk maketi, 6 metre eninde 4 metre boyunda üç katlı bir pastadan çıkarak şapkası ile izle- yenleri selamlar. Bu sırada salonda 10. Yıl Marşı çalınmaktadır. Olay, med- yada eleştirel bir tarzda da sunulduğu gibi, CHP Bursa Milletvekili Abdullah Özerdem tarafından T.B.M.M’ne soru önergesi da olarak getirilmiştir. 139 Mete K. Kaynar lıyor57; Mirkelam isimli şarkıcıya sigarasını yaktırıyor58; reklam filmlerinde oynuyor; anahtarlıktan rozete, mektup açacağından kravat iğnesine, çay kaşığından tişörte birçok ürünün üzerine nakşedilen bir popüler kahraman, bir best- seller hâline geliyorsa59, bu konu hakkında düşünmenin de zamanı gelmiş demektir. Nitekim, medyadaki bu ele alı- nış şekli ile Mustafa Kemal, artık tarihsel tartışmalardan, analizlerden, eleştirilerden, övgülerden vb. soyutlanmaya başlanmış, tüketim toplumunun bireylerinin ekranda izle- yerek, ismi, resmî ya da imzasının yer aldığı metaları satın alarak onunla özdeşlik kurdukları bir popüler kültür me- taı hâline gelmeye başlamıştır.60 Hattâ öylesine ki, resmî ideolojinin kendisine atfettiği “kahraman”, “ulu önder” ve “Büyük kurtarıcı” gibi sıfatların bile bu süreçte Atatürk markasının pazarlanma tekniklerinin birer unsuru hâline getirilmeye başlandığını söylemek yanlış olmayacaktır. Neredeyse artık, bir yanda sadece araştırmacıların ilgisini çeken, tarihte yaşamış Mustafa Kemal’den, diğer yanda da,

57 Seda Sayan’ın Show TV’de yayınlanan Sabahın Sedası” (19.Mayıs.2010) isimli programında Atatürk’ün balmumu heykeli programa getirilerek, ko- nukların arasına (Sümer Ezgü ve Müşerref Akay) oturtulmuştur. Balmumu heykel program boyunca koltukta kalmıştır. Medyaya yansıyan haberlere göre, programa dâhil edilen balmumu Atatürk heykeli tiyatrocu Müjdat Ge- zen tarafından yaptırılmıştır. Aynı heykel, bu olaydan bir yıl önce de Alişan ile Çağla Şikel’in yine Show TV’deki Her Şey Dâhil” programında kullanıl- mıştır. 58 Söz konusu klip, Mirkelam’ın Hatıralar isimli şarkısına çekilmiştir. Bu klip, popüler kültür bağlamında oldukça önemli malzemeler sunmaktadır. Söz konusu klipte sadece Mustafa Kemal değil, Sadri Alışık’tan Beatles’a bir çok ünlü kullanılır. Klip, Mustafa Kemal’in de diğer popüler kültür kahramanla- rıyla bir arada sunulması açısından nadide örneklerden birini oluşturmak- tadır. 59 Bu konuda piyasa oldukça geniştir. İnternette kısa bir gezintiyle bile, Ata- türk temalı, çok çeşitli anahtarlıklara, kravat iğnelerine, kolye uçlarına, ilaç kutularına, şişe açacaklarına, çay kaşıklarına, yüzüklere, kartvizitliklere, si- gara kutusu ve çakmak setlerine, masa aksesuarlarına, kol saatlerine vb.ye ulaşmak mümkün. 60 Hiç kuşkusuz tarihte yaşamış siyasî figürlerin kültür endüstrisinin kurbanı hâline getirilmesinin tek örneği Mustafa Kemal olmadığı gibi, bu uygulama sadece Türkiye’ye münhasır da değildir. 140 Tarihin İnşâsı ve Siyaset resmî ideoloji tarafından (her gün yeniden) üretilen ve ya- yılan, totemleştirilmiş ve o oranda da popüler kültür me- taı hâline getirilmiş bir Atatürk’ten bahsetmek mümkün görünmektedir. Öyle ki, Mustafa Kemal ne kadar ilgiden uzak kalmışsa, Belge’nin (2006:30) de haklı olarak altını çizdiği gibi, Türkiye’deki siyasî düşüncelerin neredeyse tamamı da Atatürkçülük ile bir modus vivendi kurma- dan varolma imkânı elde edememişlerdir. Hattâ, Köker’in (2006:98) de vurguladığı gibi, 1982 Anayasası’nın ilk şek- linde de mevcut olan bir gerçeğin altını çizmek ve Türk siyasî, hukukî pratiği içerisinde, ancak Atatürkçülük sı- nırları dâhilinde bir muhalefete izin verildiğini belirtmek de mümkün görünmektedir. Bu yazı da Mustafa Kemal’i anlamaya, yorumlama- ya veya eleştirmeye niyetlenen bir yazı değildir. Aksine, onun Atatürkleşme ve totemleşme süreçleri ile kültür endüstrisinin bir parçası olma süreçleri arasındaki ilişki üzerine odaklanmayı hedeflemektedir. Çünkü, Belge’nin (2000:120) de vurguladığı gibi: Bu dönüşümde Atatürk’ün kişi olarak rolünü tartış- mak çok anlamlı görünmüyor. O da bir siyasî önder olarak otoriterdi, demokratik değildi vb. ama yaratı- lan Atatürk kültünün bütününden onu sorumlu tut- mak doğru olmaz.

Atatürk’ün bir popüler marka olma sürecinin, birbirle- rini besleyen, etkileyen üç temel dinamiğinden bahsedebi- liriz; bu dinamikler, aynı zamanda, 2000’ler Türkiye’sinde resmî ideolojinin işleyişi ile ilgili önemli faktörler olarak da karşımızda durmaktadırlar. Bunları (a) Cumhuriyet’in erken dönemlerinden bu yana devam eden totemleştirilme süreçleri, (b) Türkiye’de sosyolojik sonuçlarını 1990’lar- dan bu yana etkin bir şekilde göstermeye başlayan kültür endüstrisi ve (c) 12 Eylül darbesi ile kalıcı hâle getirilen

141 Mete K. Kaynar askeri düzen ve bu askerî düzenin imâli olan Atatürkçülük şeklinde tasnif etmek mümkün görünmektedir. Bu dina- mikleri, en genel hatlarıyla şu şekilde özetleyebiliriz. Mustafa Kemal’in tarihsellikten soyutlanarak piyasa- laşması süreci, onun Cumhuriyet’in erken dönemlerinden bu yana devam etmekte olan totemleştirilme sürecine de yeni bir boyut katmaktadır. Resmî bayramlarda kabrinin ziyaret edilen, her resmî toplantıda mutlaka adı anılan, tüm paralarda resimleri yer alan, darbelere gerekçe olan, Behçet Kemal Çağlar şiirlerinde tasvir edilen türden, yani Cumhuriyet tarihi boyunca rejimin totemi hâline getirile- rek tabulaştırılmış Atatürk, günümüzde rozetlerde, anah- tarlıklarda, tişörtlerde pazarlanan Atatürk’e eklemlenme sürecindedir. Ancak bu, Atatürk’ün resmî ideolojinin to- temi olma özeliğinin sona erdiği anlamına gelmemekte- dir. Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde başlayan totemleş- tirme günümüzde de devam etmekle birlikte, bu süreç, 1990’lardan bu yana, kültür endüstrisinin kuralları çerçe- vesinde işlemekte; Atatürk’ün popüler kültür ikonu hâline getirilmesi yoluyla devam etmektedir. Mustafa Kemal’in Atatürkleştirilerek totemleştirilmesi, onun 1990’lardan sonra popüler kültür ikonu hâline getirilmesini beslerken, onun bir popüler kültür ikonu hâline getirilmesi de to- temleştirilmesini derinleştirmiş, bu sürece yeni bir boyut katmıştır. Atatürk’ün popüler kültür ikonu hâline getirilmesinin tek dinamiği onun totemleştirilmiş olması da değildir. Diğer darbelerden farklı olarak, 12 Eylül darbesi ile bir- likte askeri düzenin kalıcı hâle getirilmesi ve bu sürecin önemli bir merhalesi olarak darbe öncesinin Kemalizmi yerine oluşturulmaya çalışılan Atatürkçülüğün de bu nok- tada zikredilmesi gerekmektedir. Darbecilerin emri/si- parişi ile imâl edilmeye çalışılan bu Atatürkçülük, darbe öncesinin kendisini kısmen de olsa solun, sosyal demokra- sinin dili ile ifâde etmeye başlayan Kemalizminden daha

142 Tarihin İnşâsı ve Siyaset boş, daha içeriksiz, daha eklektik, kendisini öncesindeki Kemalizmden çok ama çok daha fazla ritüeller ve sem- boller yolu ile ifâde eden, etmek zorunda kalan bir Ata- türkçülük olagelmiştir. 80 sonrasının Atatürkçülüğünün, 80 öncesinin Kemalizminden bu temel farkı, böylesi bir Atatürkçülük ile yetişen nesillerin, Mustafa Kemal’in saat, çakmak vb. üzerinde markalaştırılmış bir Atatürk’ü ka- bullenmeleri, kendilerini onunla daha kolay bir şekilde özdeşleştirmelerinin de yolunu açmıştır. Bununla birlikte, 12 Eylül darbecileri için Atatürkçülük, sadece ve sadece, toplumun (başta da gençlerin) “kökü dışarıda sapık ideo- lojilere” sapmaması için “üretilen” yerli malı bir ideoloji olma özelliği taşıyordu. Bir başka ifâdeyle, 1980’den son- ra oluşturulan bu (yeni, resmî) Atatürkçülük, darbeciler için, Mustafa Kemal’i doğru, yanlış, eksik, hatalı, düzgün ama bir şekilde onu yorumlama, anlama, tartışma, değer- lendirme pratiklerinden değil, aksine, gençleri komünizm belasından kurtarmak için acilen imâl edilmesi gereken bir resmî ideoloji yaratma kaygısından besleniyordu; bu hâliyle de yapay ve eklektikti; düşünme sürecinden geçi- lerek üretilmemiş, darbenin emri ile imâl edilmişti. İmâl edilen bu ideolojinin kendisini topluma benimsetebilmek için, her ile, ilçeye, her kamu kurumu ve okula bir Atatürk köşesi yapmak gibi uygulamalardan, Mustafa Kemal’e ait olmasına imkân dahi olmayan “Türk şoförü en asil duygu- ların insanıdır” tarzı sözleri kamusal mekânlara asmaktan fazla imkânları da yoktu. Kültür endüstrisinin Türkiye’de 1990’lardan sonra etkinliğini arttırması, böylesi bir Ata- türkçüğün, böylesi bir Atatürkçülüğü eğitim sisteminde içselleştirmiş nesillere aktarımı için bulunmaz fırsat yarat- tı. Bu nedenle de belki 1970’lerde yapılsa yapanın başına dert açabilecek uygulamalara (örneğin Mirkelam isimli sanatçının klipinde Atatürk’ün sigarasını yakması gibi) 2000’lerde göz yumulmaya, hattâ bu uygulamalar teşvik edilmeye başlandı.

143 Mete K. Kaynar Gerek totemleştirmenin 1990 sonrasında etkinliğini artıran yeni bir yolu olarak Atatürk’ün bir popüler kültür metaı hâline getirilmesi, gerekse de bir marka, bir ikon, bir best-seller olarak Atatürk’ün 12 Eylül de imâl edilen Atatürkçülük ile işlevsel olarak uyumu, Türkiye’de kül- tür endüstrisinin 1990’lardaki etkinliği ile ortaya çıkmış unsurlardır. Bir başka ifâdeyle, kitle iletişim araçlarının Türkiye’de 1990’larla birlikte yaygınlaşması ve çeşitlen- mesi ve bu çeşitlenmenin de etkisiyle hâkimiyetini artı- ran kültür endüstrisinin gittikçe daha etkin yöntemlerle Türkiye’deki tüketim toplumunun bilincini disipline et- meye, kurmaya, yönlendirmeye başlaması, sadece Mustafa Kemal’in değil, hayatımızdaki birçok şeyin de alınıp satı- lır bir popüler kültür metaı hâline gelmesinde önemli bir rol oynamıştır. Nitekim, Mustafa Kemal’in metalaşması da kültür endüstrisinin hâkimiyeti ile açılan bu kapıdan geçerek sonuca ulaşabilmiştir. Atatürk’ün metalaştırılma- sının, onun totemleştirilmesinin yeni bir boyutu hâline gelişi ve yine bu metalaşmanın 12 Eylül’ün Atatürkçü- lüğü ile işlevsel uyumu, ancak bu geçişin ardından, yani kültür endüstrisinin Türkiye’nin toplumsal süreçlerinde- ki hâkimiyetini tam anlamıyla tesis etmesinin ardından mümkün olabilmiştir.

+~LT~RØ%ND~STRISI Ø0OP~LERØ+~LT~RØVEØØØØØØØØØØØØØØØØ ±!TAT~RK²Ø-ARKASÍØ Mustafa Kemal’in totem/markalaştırılıp Atatürk hâlinde piyasaya sunuluşu, ne kapitalist üretim ilişkileri- nin doğasından, ne de bu ilişkiler ağı içerisinde üretilen metaların (Atatürk’ün) fetişleştirilmesinden, bir başka ifâde ile meta fetişizmi ve buna bağlı olarak kültür en- düstrisi kavramlarından ayrı düşünülmemelidir. Kültür

144 Tarihin İnşâsı ve Siyaset endüstri kavramı ise kitle kültürü ve popüler kültür kav- ramları dolayımı ile somutlanmakta; Mustafa Kemal’in Atatürkleştirilerek popüler kültür metaı hâline gelmesine zemin hazırlayan diğer tüm dinamikler bu çerçevede işlev- sel hâle gelmektedir. Marx’ın üzerinde durduğu kavramlardan birisidir meta fetişizmi. Bu kavramla Marx, Kapital’de, bir malın kul- lanım değeri ile değişim değeri ve bunların sonucu ola- rak ortaya çıkan toplumsal sonuçları ortaya koymaya çalı- şır. Onun verdiği örnekle, ağacın masa hâline getirilmesi onu ağaç olmaktan çıkarmaz; sadece biçimini değiştirir. Mevzû olanın masayı kullanmanın masaya kattığı değer olduğu sürece (kullanım değeri), ister o masayı kullanan insanın ihtiyaçlarını karşılayabilmesi açısından, isterse bu masanın, insan emeği ile doğanın dönüştürülmüş hâli ol- ması açısından ele alınsın, gizemli bir yan yoktur. Ancak, masanın bir meta hâline gelmesi, onu orada duran her- hangi bir masa; ağacın, doğanın emek sürecinde dönüştü- rülmüş bir yeni şekli olmaktan çıkarır (Marx, 2003:76). Masa artık değeri başka metalarla değişim değeri çerçeve- sinde ölçülen bir meta hâline gelmiştir. Yani, yine Marx’ın Kapital’de (2003:73) verdiği örnekten yola çıkarak belirt- mek gerekirse, 20 yarda keten bezi 1 cekete eşit olduğu için değerli hâle gelmiştir. Artık ne keten bezinin, ne de ceketin bir değeri yoktur. Marx (2003:77), emek ürünleri- nin meta (masa, ceket) olarak üretildikleri anda ona yapışı- veren bu özelliğini, yani meta değerini, onu kullanmanın değerinden ayrıştırır. Artık metayı üreteni ilgilendiren şey, ürettiği şey değil, o şeyi üreterek ne kadar başka meta alabileceğidir. Ürünlerin üzerine yapışan bu değer olma özelliği, birbirleri karşısına tekrar tekrar değer nicelikleri olarak çıkmaları ile kararlılık kazanır. Bu nitelikler üre- ticilerin iradeleri, öngörüleri ve davranışlarından bağım-

145 Mete K. Kaynar sız olarak durmadan değişir. Artık üretenlerin toplumsal faaliyetleri, nesnelerin değişim faaliyetleri biçimini alır ve onlar nesneleri yöneteceklerine nesneler onları yönet- meye başlar (Marx, 2003:79). Bir başka deyişle, Marx’ta meta fetişizmi kavramı, nesneyi üreten öznenin, nesne- sinin hâkimiyetine girmesinin hikâyesini anlatır; pazar sistemi içinde toplumsal ilişkilerin öğelerini ifâde eder. Bu kavram aracılığıyla Marx, emeğin ürünlerinin metalar hâlindeki niteliklerinin duyularla hem kavranabilir, hem de kavranamaz toplumsal “şey”ler hâline gelişinin neden- lerini ortaya koymaya çalışır. Frankfurt Okulu teorisyenleri Adorno ve Horkheimer ise Marx’ın kapitalist üretim ilişkilerinde metanın fetiş- leştirilmesi olarak ortaya koyduğu bu süreci üst yapıda (özelde, İkinci Dünya Savaşı sonrası Amerika ve Avrupa’da gelişen sanat ve eğlence sektörünün endüstrileştirilmesi süreçlerinde) tanımlamaya çalışırlar. Yazarlar, kültür en- düstrisi kavramı yoluyla, meta fetişizminin sadece meta üretiminde işlemekle kalmayıp, kültürün endüstrileştiril- mesi yoluyla tüm toplumsal ilişkilere nasıl sirâyet ettiğini tartışmaya koyulurlar. Adorno ve Horkheimer (1996:52) makalelerinde, bu süreci şu kelimelerle ifâde ederler: …ne kadar müphem olsa da her şey başka bir şeye yararlı olabileceği açısından algılanmaktadır. Herşey kendisinin bir şey olmasından değil, değiştirilebilme- sinden dolayı bir değere sahiptir. Sanatın kullanma değeri, yani varlığı fetiş sayılmakta ve fetiş, yani sa- natın toplumca biçilen ve sanat eseri diye yorumla- nan değeri de sanatın biricik kullanma değeri hâline, haz alınan biricik nitelik hâline gelmektedir. Böylece sanatın meta karakteri eksiksiz bir şekilde gerçek- leşerek yozlaşmaktadır. Sanat düzenlenmiş, kayda geçirilmiş, sanayi, üretimine uydurulmuş, satılık, kullanılabilir bir meta ürünüdür.

Frankfurt Okulu teorisyenlerinin, meta fetişizminin ka- 146 Tarihin İnşâsı ve Siyaset pitalist üst yapı kurumlarındaki izlerini takip etmek için kullandıkları kültür endüstrisi kavramı, bize, bu üretim ilişkileri içerisinde bilincin nasıl inşâ edildiği ve dolaşıma sokulduğunu, insan yaşamı ve düşüncesinin pazar süreç- leri dolayımı ile ne şekilde biçimlendirildiğini (Örneğin, Mustafa Kemal’in pazar süreçlerinde Atatürk olarak nasıl inşâ edildiğini) anlatır. Kültür endüstrisi kavramı, kapi- talizmin kültürü bir endüstri hâline getirerek onu top- lumsal bilincin şekillendirilmesinin bir aracı hâline geti- rilmesi ile ilgilenir. Konunun bu yönü, bu çalışmanın da bir anlamda özünü oluşturmaktadır. Çünkü, bu çalışmada da amaç, sadece, Mustafa Kemal’in nasıl endüstriyel bir ürün hâline getirildiğini gözler önüne sermek değil, aynı zamanda bu yolla, Türkiye’nin toplumsal bilincinin nasıl şekillendirildiğini, resmî ideolojinin bu süreçte nasıl bir rol oynadığını ortaya koyabilmektir. Nitekim, Adorno ve Horkheimer’in kelimeleriyle (1996:35) ±…kültür endüst- risi, konumunu sağlamlaştırdıkça tüketicilerin ihtiyacını topluca karşılayabilmekte, bu ihtiyacı üretmekte, yönlen- dirmekte, disiplin altına almakta”dır. Kapitalizm, kültürü endüstriyel hâle getirerek onu top- lumsal bilincin, hâkim ideolojinin şekillendirilmesinde işlevsel kılar. Bundan dolayıdır ki, Frankfurt Okulu’nun kültür endüstrisi kavramı ile ortaya koydukları eleştiriler, sadece kültürel alanla sınırlı kalmaz, bütünlüklü bir ideo- loji eleştirisine dönüşür. Nitekim, Adorno ve Horkheimer için de sorun sadece kültürün pazar ekonomisine entegre edilmesi ile sınırı değildir. Aksine, bu yolla, bilincin ye- niden inşâsı, hâkim ideolojinin yeniden inşâ edilen bilince nüfuz etmesi ve üretilen bu bilincin aynı zamanda elzem olmayan ihtiyaçların tüketimini körükleyerek yeniden ka- pitalizmin hizmetine sunması; bu döngünün dışında ka- lanların ise yok sayılması ya da ötekileştirilmesidir temel

147 Mete K. Kaynar sorun. Kültür endüstrisi, bu yönüyle, kendi kurduğu ha- yal dünyasına dâhil olmayanları yok sayar, telef eder. Nite- kim, yine Adorno ve Horkheimer’ın (1996:42) sözleriyle: ...kim telef olmak istemiyorsa bu aygıt tarafından tartıya vurulduğunda hafif gelmemeye dikkat etme- lidir. Aksi takdirde yaşamda geriler ve sonuçta yok olmak zorunda kalır… Aslında bu durum, sadece kendine sadık kalanların yaşamını bir dereceye ka- dar yansıtan bu toplumun takıldığı planlığına aittir… O bir outsider’dır ve kimi zaman ağır suçlar bir yana bırakılırsa, outsider olmak en ağır suçtur. Özetle belirtmek gerekirse, Marx, bize kapitalizmin, insanın emeği ile doğayı dönüştürerek ürettiği şeyin alı- nır-satılır hâle, yani meta hâline getirilmesinin insanî iliş- kileri nasıl esir aldığını anlatırken, Adorno ve Horkheimer bu fetişleştirmenin üst yapıda bireylerin bilinçlerini nasıl yeniden inşâ ettiğini, denetlediğini ve hâkim ideolojinin devamını garanti altına aldığını ve tüketme eylemi ile ayakta duran bu çarkın kendi dışında kalanları nasıl öte- kileştirdiğini göstermektedirler. Bu ilişkide artık, ihtiyaç- larımızı gidermek için tüketmek değil, bu çarkın içinde yer almak için tüketmek vardır. Biz, tükettikçe bu çarkın içinde yer alabilirken, bu düzen de biz tükettikçe istikrarı- nı sağlayabilmektedir. Böylece, tüketme işinin ihtiyaç ile ilişkisi büyük ölçüde koparılıp, kitle kültürü dolayımı ile ideolojiye, bilinç inşâsına ve rejimin bekâsına bağlanmış olur. Kitle kültürü ve popüler kültür kavramları, Frankfurt Okulu’nun kültür endüstrisi kavramını somutlaştırır. Bir başka ifâde ile kitle kültürü, kültür endüstrisi içersinde, kitle iletişim araçları yoluyla üretilen kültürdür. Kitle kültürü kavramını isminden yola çıkarak kitlenin, toplu- mun, toplumda hâkim ve çoğunlukla olanın kültürü ola- rak tanımlamak yanlış olacaktır. Nitekim, kitle kültürü-

148 Tarihin İnşâsı ve Siyaset nün iletişim araçları ve kapitalist üretimle ilişkili olarak yapılacak özgül tanımlamasıdır ki onu kültür endüstrisine bağlar. Erdoğan’dan (2005:34) yararlanarak ifâde etmek gerekirse kitle kültürü, ±¨Kapitalizmin hem mal, hem de imajlar satışını yapan, uluslararası pazarın değişimleri- ne ve gereksinmelerine göre biçimlenip değişen, önceden yapılanmış, önceden kesilip biçimlenmiş, paketlenip su- nulmuş bir kültürü” anlatmaktadır. Tıpkı kitle kültürünü kitlesel, kitlenin, genelin sahip olduğu kültür olarak ta- nımlamanın yanlışlığı gibi, popüler kültürü de people’a, halka ait olan kültüre indirgenerek tanımlamak mümkün değildir. Popüler kültür, yine Erdoğan’ın (2005:35) be- lirttiği gibi, “…pazar tarafından, pazarda tüketim için sipariş edilen kitle kültürünün en çok kullanılan ürünle- rini, bu ürünlerin tüketilmesi ve bu ürünleri teşvik eden düşünceleri ve duyarlılıkları” anlatmaktadır. Bilişsel bağ- lamda, popüler kültürde anlamlar ve zevkler aktif bir şe- kilde toplumda üretilmekte ve dağıtılmaktadırlar. Kültür endüstrisi popüler kültürün kaynaklarından bi- rini oluşturur. Çünkü popüler kültür, hem alınıp satılan mal, hem de bu malla alâkalı ilişkilerin ve düşünsel süreç- lerin toplamıdır ve zâten popüler kültürü, yaygın olarak alınıp satılan, tüketilen anlamında popüler yapan şey de onun hem ekonomik, hem de ideolojik gücüdür. Kültür endüstrisi popüler kültürün içeriğinin belirlenmesinde, neyin, nerede, ne zaman üretilerek popüler kültür metaı hâline getirileceğine karar verilmesinde rol oynar. Böylesi etkileşim sürecinden çıkarak belirlenen meta, kitle ileti- şim araçları yoluyla popülerleştirilir. Popüler kültür, kitle kültürü ve kültür endüstrisi kav- ramlarını insanların daha fazla tüketmesi için kandırılma- sına ilişkin kavram ve süreçler olarak ele almak doğru de- ğildir. Nitekim, bu kavramların bu çalışma içerisinde yer

149 Mete K. Kaynar almalarının temel nedeni, tüm bu kavramların kâr mak- simizasyonu gibi ekonomik nedenlerle insanlara daha faz- la mal satmayı sağlayan kavramlar olmaları değil, hâkim ideoloji, tutum ve değerlerin inşâsı ve tüketime dâhil ol- mayanların ötekileştirilmesi süreçlerini de kapsıyor olma- larıdır. Bilincin inşâsı, hâkim ideolojinin, resmî ideoloji- nin tartışmasız ve hattâ tartışmaya gerek duyulmaksızın kabulü ve tüm bunların piyasa süreçlerine entegre edile- rek tüketimin artırılması sürecin özünü oluşturur. Geniş toplum kesimleri bu çarka gönüllü olarak katılırlar; çün- kü, Adorno ve Horkheimer’ın vurguladıkları gibi, outsi- der olmak ciddi bir suçtur. Ama toplum kesimleri sadece “suç işlememek(!)” için değil, “biz”in içinde yer almak, kendilerine sunulan hayalle özdeşlik kurmak için tüketme ihtiyacı duyarlar. Erdoğan, kitlelerin içinde düştüğü bu durumu, kitlelerin gittikçe daha fazla kendi bilinçlerini disipline eden, hâkim ideolojiyi kutsayan kitle kültürünü benimseme ve hattâ daha fazlasını isteme, ona hayran olma eğilimlerini şöyle özetlemektedir: …hayaller peşinde sürüklenen kitlelerin bir kısmı köleliklerinin zincirlerine ve zinciri vurana karşı ge- lenlere karşı düşman kesilir. Bu hayaller dünyası, kapitalizmin özgürlük, vatan, millet, fırsat eşitliği, kısa yoldan köşeyi dönme masallarını okuduğu, ile- tişim araçlarındaki sunumlarla ağızlarından sular… akıttığı bir dünyadır. Bu dünyada erişilmeyen düş- ler peşinde koşuş ve engellemeler ve engellemelerin öfkesini ve kudurmuşluğunu kendine ve kendinden aşağıda durumda olanlara yöneltme egemendir. İnsanların hayallerine dokunamazsın, çünkü hiç- bir şeye sahip olmayanın tek sahip olduğu ve tek avunduğunu da elinden almak aslanın ağzından et almaya benzer. Çünkü hayaller bu insanları gerçeğe bağlayan, gerçekle ilişkisini düzenleyen, yaşamları- na ve mücadelelerine anlam veren tek varlıklardır. …Egemen kültürel pratiğin düşünselliğini şekillendi- ren ideolojilerin güçlülüğü ve güçsüzlüğü bu alanda

150 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

kendini gösterir. İdeolojilerin gücü, yarattığı hayal- lerle, kitlelerin önemli bir bölümünü peşinden sürük- lemesinde yatar.

Erdoğan’ın yukarıdaki alıntıda çizdiği bu -tabir-i câizse stockholm sendromu, cellâdına âşık olma- durum(u) aklın da kitle kültürü pratikleri içerisinde nasıl devre dışı bı- rakıldığını yeterince gözler önüne sermektedir. Nitekim, Horkheimer’ın (1994:70) da altını çizdiği gibi, ancak akıl kavramı güçten düşerse ideolojik manipülasyon, hattâ en kaba yalanların bu kadar kabullenilir duruma gelmesi -ya da Horkheimer’dan ödünç alarak belirtilecek olursa, şapka- sını sallayarak pastadan çıkan Atatürk’ün, izleyen kitlede bir siyasî coşku yaratabilmesi ve bu coşkunun hep bir ağız- dan 10. Yıl Marşı söyleme ile ifâde edilmesi- mümkündür. Düşünceler otomatikleştiği ve araçsallaştığı ölçüde, kendi başlarına anlamlı olarak görülmeleri güçleşir; eşyalaşır- lar. Artık anlamın yerini “eşya” ve olaylar dünyasındaki “etki” almıştır. Horkheimer (1994:69) şunları da ilave eder düşüncelerine: “Bir düşünce ya da sözcüğün bir alet hâline gelmesiyle birlikte, onu gerçekten düşünme gereği de, yani onu sözlü olarak ifâde ederken gerçekleştirilme- si gereken mantıksal edimlere duyulan ihtiyaç da ortadan kalkar.” Horkheimer’ın düşünmek için yapılan mantıksal edimlere duyulan ihtiyacın ortadan kalkması olarak dile getirdiği düşünce, tam da bu çalışmanın girişinde ifâde edilen Mustafa Kemal’in, artık tarihsel tartışmalardan, analizlerden, eleştirilerden/değerlendirmelerden soyutlan- maya başlanması, tüketim toplumunun bireylerinin ek- randa izleyerek, ismi, resmî ya da imzasının yer aldığı me- taları satın alarak onunla özdeşlik kurmaya başladıkları bir popüler kültür metaı hâline gelmesi düşüncesi ile uyum içindedir. O zaman bu süreci, yani Atatürk’ün bir popüler kültür metaı hâline getirilmesi sürecini, aynı zamanda bir

151 Mete K. Kaynar “akıl tutulması” durumu, bir “toplumun ideolojik deneti- minin sağlanması” süreci olarak okumak da mümkündür. Mustafa Kemal’in yaşamış bir tarihsel/siyasî kişilik ol- maktan soyutlanarak popüler ve totemik bir kültür me- taı hâline getirilmesi ile birlikte, artık makbul vatandaş olmanın yolu, sadece resmî ideolojinin ritüellerini içsel- leştirmek ve onlara aktif olarak katılmak değil, aynı za- manda, kültür endüstrisi aracılığı ile bu siyasî sembolleri, markaları tüketerek sistemin içerisinde yer almak hâline gelmeye de başlamıştır: Bir başka ifâde ile, ağlayarak İs- tiklal Marşı okuma törenleri, Atatürk resimli kupa satın almaya eklemlenmiştir. Kupanın satın alınması yoluyla “Atatürk’ün tüketilmesi” sürecini resmî ideolojinin top- lumu ideolojik yönden denetimi sürecinin dışında oku- maya imkân yoktur. Artık, Atatürkçü olmanın, makbul vatandaş olmanın yolu seri olarak üretilen bu bardağın satın alınmasına, bir diğer ifâde ile Mustafa Kemal’in bir ürün, bir mal hâline getirilerek pazarlanmasına, bir meta olarak Atatürk’ün tüketilmesine endekslenmiştir. Atatürk resimli bardağın satın alınması eylemi basitçe bir arz-talep ilişkisi değil, bardak dolayımı ile rejimle kurulan ideo- lojik bir ilişkidir. Bardağın satın alınarak kullanılması sadece çay, kahve içecek bir araca duyulan ihtiyacı gider- mek için yapılan bir alışveriş değil, aksine, siyasî duru- şun, görüşün bardağın teşhiri ile ifâde edilmesi/ettirilmesi ilişkisidir. Atatürkçülük, Atatürk resimli kravat iğnesi, bardak vb. nin tüketilmesi yoluyla (sahip olunan, ifâde edilen, yorumlanan vb. değil, sadece ve sadece) teşhir edi- len bir “şey” hâline gelir. Artık Atatürkçülük, doğru ya da yanlış fakat o kişinin düşündüğü, ortaya koyduğu bir “fikir” olmaktan çıkmış, teşhir edilen bir marka ve marka- ya sahip olmakla ifâde edilen bir kimlik öğesi hâline gel- miştir: Nasıl ki özgür olduğunu göstermek, teşhir etmek

152 Tarihin İnşâsı ve Siyaset için Turkcell’in Hazırkart’ını kullanmak gerekmektedir, Atatürkçü olmak için de Atatürk resimli bardağı teşhir etmek gerekmektedir. Akıl tutulması da burada devreye girer. Çünkü gerçekte özgürlük kavramının bir markanın kontörlü hattını kullanmakla alâkası olmadığı gibi, Ata- türk resimli kupanın kullanımıyla da Mustafa Kemal’in sahip olduğu dünya görüşüne sahip olma ve onun izlediği politikaları savunma arasında bir ilişki bulunmamaktadır. Bardak ve Atatürk(çülük), Hazırkart ve özgürlük arasında pazar ilişkileri ve reklam yoluyla kurulan alâka, bir illüz- yondan, kandırmacadan, insanların zihinlerinin esir alın- masından başka bir şey değildir. Ancak, Atatürk resimli bardağı, kalemi, tişörtü kullanmak kullananı “BIZ”den ya- parken, kullanmayanı da resmî ideolojinin ötekisi hâline getirir. Mustafa Kemal’in Atatürk olarak üretilmesinin resmî ideoloji ile bağı da bu nokta da kendini gösterir.

4OTEM Ø-ARKA Ø5LUØdNDERØVEØ2ESMsØÜDEOLOJIØ Mustafa Kemal’in bir popüler kültür metaı hâline geti- rilmesi süreci, onun Cumhuriyet’in erken dönemlerinden bu yana devam etmekte olan totemleştirilme sürecine yeni bir boyut katmakta; Mustafa Kemal’in totemleştirilerek Atatürkleştirilmesine eklemlenmektedir. Totemleştirme ve markalaştırma birbirlerini besler; Mustafa Kemal’in bir popüler kültür ürünü hâline gelmesi onun resmî ide- olojinin totemi hâline getirilmesinden beslenip oradan güç alırken, Mustafa Kemal’in alınıp satılır bir popüler kültür metaı hâline getirilmesi de totemleştirilmeye yeni boyutlar katar; bu süreci zenginleştirir. Sıradan insanın, topluluğun totemi ile kurduğu ilişki, kültür endüstrisinin çarklarında tüketicinin ürün/marka ile kurduğu ilişki üze- rinden de gerçekleşmeye başlar.

153 Mete K. Kaynar Freud(1984:13) totemi, grubun bütünüyle özel bir ilişki içindeki kutsal simge olarak tanımlamaktadır. To- tem, Wundt’un (1933) da belirttiği gibi, her şeyden önce, içinde yer aldığı grubun atasıdır; sonra da onun koruyucu ruhu, iyilik yapıcısı. Totem gruba kehanetlerini bildirir, evlatlarını tanır ve koruma altına alır; o grubu bir arada tutan, tek/unique/vâhid/biricik öğedir.61 Totem, toplulu- ğun hem adı, hem de soyadıdır ve bu hâliyle mitolojik bir anlam taşır. Yine tam da bu nedenle totemler, seremonik birer tapınma öğesidirler. Totem, yine Freud’tan (1984:145) öğrendiğimize göre, hem dinsel, hem de toplumsal bir sistem özelliği taşır. Bir din olarak totemizm, insanla totemi arasındaki saygı ve itibar ilişkilerini; toplumsal bir sistem olarak ise, toplu- mun üyeleri arasındaki karşılıklı yükümlülüklerle, diğer toplumlar, klanlar arasındaki ilişkileri düzenler. Totem ile sıradan insan/topluluk arasındaki bu ilişkiyi belki de en güzel özetleyen, Celal Bayar’ın Mustafa Kemal için söyle- diği, “Atatürk, seni sevmek millî bir ibâdettir” cümlesi- dir. Levi-Strauss (1996:124) da totemizmin bu özelliğini vurgular: Ona göre, totemizm olarak adlandırılan şey ±… basit dil çerçevesini aşar; göstergeler arasında bağdaşım ve bağdaşmazlık kuralları koymakla yetinmez; aynı zamanda bir aktöre kurarak kimi davranışları buyurur, kimi davra- nışları yasaklar.”

61 Bu çerçevede, Mustafa Kemal’in biyografisini yazan Şevket Süreyya Aydemir’in kitabına Tek Adam” ismini vermesinin oldukça manidar olduğu belirtilmelidir. Aydemir’in İsmet İnönü’nün hayatı ile ilgili olarak yazdığı kitabın adı ise İkinci Adam”dır. Aydemir’in rejimin iki temel aktörünün bi- yografilerinin yer aldığı kitapları için seçtiği bu isimler Mustafa Kemal’in totemik niteliğinin altını çizmesi açısından önem taşımaktadır. Aydemir’in tanımlamasına göre, İnönü ikinci” adamdır. Ama Mustafa Kemal, ikinci ada- mın önünde koşan birinci” adam değil, tek”, unique”, vâhid” yani biricik, eşi benzeri olmayan, tabir-i câizse nev-i şahsına münhasır bir adamdır; o ikinciden daha iyi olma anlamında birinci” olarak tanımlanmaz, aksine ka- tegori dışı, sınıflandırma üstü olduğu için tek adam olarak tanımlanır. 154 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Durkheim da “Elementary Forms of Religious Life” (1961) isimli çalışmasındaØ totem kavramı ile ilgilenir. Durkheim’e göre din dünyayı iki temel parçaya böler: Mukaddes (sacret) ve cismanî (profane). Mukaddes kav- ramı, ilahî (divine) kavramı ile aynı anlama sahip değil- dir. Mukaddes olan sadece Tanrı vb. değil, aynı zaman- da ağaçlar, kayalar, bir bez parçası, ya da herhangi bir şey (Durkheim’den hareketle söylenirse Atatürk !) de olabilir. Neyin mukaddes olarak kabul edilebileceği, bir şekilde onun ilahîliği ile de ilgilidir. Bir şeyin yasaklamaya konu olması, cismanî olarak tanımlanabilecek bir şeyi radikal bir şekilde diğerlerinden ayırarak onu mukaddes hâline getirir (Durkheim, 1961:165). Özetle belirtmek gerekirse, Mustafa Kemal’in Atatürk- leşmesi, resmî ideolojinin totemi hâline gelmesinin, ya da Durkheim’in ifâdesi ile mukaddes hâle gelmesinin temel nedenlerini62 Cumhuriyet dönemi modernleşmesinin ken- di iç sıkıntılarında, yani, Mustafa Kemal’in kutsanmasını (Atatürkçülüğün kendisini) aşabilen bir toplumsal mo- dernleşme sâiki bulmak konusunda yaşanan sıkıntılarda ve Osmanlı modernleşmesi ile Cumhuriyet modernleşme- si arasındaki farkı tanımlayabilecek, yeterli kavramsal re- feranslara sahip olamama sıkıntısında aramak gerekmek- tedir. Cumhuriyet dönemi modernleşmesi temelde bu iki noktada sıkıntılıdır. “Mustafa Kemal”in “Atatürk”leşmesi ve bu ata-totem etrafında kurgulanan tabulaştırma, bu iki temel problemin üzerinin örtülmesinin, ötelenmesinin, ona palyatif çözümler üretilmesinin yolu olarak gündeme gelmiş; hâlen de gelmektedir.

62 Mustafa Kemal’in totemleştirilmesi ve bunun Cumhuriyet döneminde- ki tezâhürleri ile ilgili ayrıntılı bir değerlendirme için ayrıca Bkz.: (Kay- nar,2009:1089-1121), Ünder (2006:138-155) ise Atatürk imgesinin siyasî yaşamdaki rolü üzerinde durur. Ünder, savaşların içerisinden gelen bu ku- şağın bir kurtarıcıya, kahramana ihtiyaç duyduğunun ve Mustafa Kemal’in bu eksikliği doldurduğunun altını çizer. 155 Mete K. Kaynar Yukarıda da belirtildiği gibi, Cumhuriyet yönetimi- nin kapsamlı bir cevap üretmekte zorlandığı ve bu açığı- nı da Mustafa Kemal’i totem, Kemalizmi de tabu hâline getirerek kapatmaya çalıştığı problemlerinden ilki, Cum- huriyet dönemi reformlarının özgünlüğünün ne olduğu, onu III. Selim’den Cumhuriyet’in ilan edildiği döneme kadarki reform hareketlerinden neyin ayırdığı sorunudur. Aslında, bu soruya resmî ideolojinin ağzından doyurucu, kapsamlı bir cevap verilmesi, aynı zamanda Cumhuriyet yönetiminin meşrûiyeti nereden gelmektedir, Osmanlı İmparatorluğu yerine yeni bir Cumhuriyet kurulmasının meşrûluğu nereden kaynaklanmaktadır sorusuna da ce- vap teşkil etmektedir. Hatırlanacağı gibi, örneğin Celal Nuri (İleri) (2002:75) Cumhuriyet’in kurulmasını ve tek parti döneminde gerçekleştirilen reformları “Türk ulusu- nun Osmanlılıktan soyunuşu”, Tekin Alp (1998:32) ise ±…bir diriliş ve yenileşme eylemi” olarak tanımlıyorlardı. İşte Cumhuriyet’in cevaplamakta zorlandığı, kapsamlı bir cevap üretmekte sıkıntıya düştüğü sorunlardan birincisi de tam da bu noktada zuhûr etmektedir: Cumhuriyet Os- manlılıktan bir soyunuş olarak kendini meşrûlar, ama bu soyunuşun “niçin” ve “nasıl” bir soyunuş olduğuna ilişkin, genel kabul gören bir açıklama seti sunmak konusunda başarısızdır. Cumhuriyet’in muasırlaşma serüveni niçin bir devrim olarak tanımlanmalıdır; onun muasırlaşma, inkılâbat serüvenini Osmanlı ıslâhat/tanzimatlarından ayıran kategorik çizgi nedir? İşte, Cumhuriyet’in resmî ideolojisinin ilk başta bu soruyla ilgili olarak toplumda genel olarak kabul gören, paylaşılan kapsamlı ve resmî bir yanıt üretme konusunda sıkıntıya düştüğü bir vakı- adır. Soruna/soruya ilişkin üretilemeyen cevap, Mustafa Kemal’in üstün kişiliği, başarısı, dehası vb. söylemleriyle geçiştirilir; üzeri örtülerek cevapsız bırakılır. Tabulaştır- ma, bu sıkıntıyı hafifletmenin, üzerini örtmenin bir meto- 156 Tarihin İnşâsı ve Siyaset du olarak gündeme gelmektedir. Cumhuriyet yönetiminin cevap üretmekte zorlandığı ve cevap üretemediği noktada da bu cevapsızlığını tabuları yoluyla geçiştirmeye çalıştığı ikinci sıkıntısı, problemi ise Cumhuriyet dönemi ile birlikte girilen muasırlaşma ev- resinde, toplumu böylesi bir modernleşmenin gereklerine iknâ, motive ve mobilize edecek bir düşünce setinin or- taya konmasında kendini göstermiştir. Toplumun her bir bireyinin “Neden, nasıl, niçin muasırlaşmam gerekiyor ” sorusuna verebileceği, “Resmî ideolojinin ağzından üretil- miş ve eğitim sürecinde bireylere öğrettiği” bir cevabı da yoktur. Muasırlaşmalıyız ama neden? Bu sorunun sistem tarafından üretilmiş, muasırlaşmanın “Atatürk’ün çizdiği bir yol olduğu” düşüncesinin ötesine geçebilen açık, sa- rih, sistemli, kapsamlı, doyurucu ve gerekçeli bir yanıtı kurgulanmamıştır. Bu konuda, eğitim sürecinde bireylere öğretilen şey “Ey Büyük Atatürk! Açtığın yolda, gösterdi- ğin hedefe durmadan yürüyeceğime ant içerim.” söylemi- nin ötesine geçmekte hayli zorlanmaktadır. Muasırlaşma Mustafa Kemal’in gösterdiği bir hedefe indirgenmiş, onun gerekliliği ve başarısı da Mustafa Kemal’in tabulaştırılma- sına bağlı hâle getirilmiştir. Yeğen’in (2006:59) belirtti- ği gibi, ±…erken Cumhuriyet döneminin yöneticilerinin Kemalizmi aşan bir muasırlaşma ufku” yoktur. Aksine, Kemalizm bürokrasinin muasırlaşma ufkunu oluşturmak- tadır. Mustafa Kemal’in totemleştirilmesi ya da başka bir ifâde ile ata Türkleştirilmesi, Cumhuriyet tarihi boyun- ca farklı dinamiklerden beslenerek ve farklı şekillerde tezâhür ederek günümüze kadar ulaşmıştır. Bir diğer ifâde ile, totemleştirmenin yukarıda özetlenen temel nedenleri değişmemekle birlikte, bu totemleştirmeyi besleyen yeni siyasî konjüktürler ortaya çıkmış, totemleştirme kendisini Cumhuriyet dönemi boyunca farklı biçimlerde göstere- bilmiştir. 1990’lardan bu yana kitle iletişim araçlarında

157 Mete K. Kaynar yaşanan büyük değişim ve televizyon, cep telefonu ve bil- gisayar gibi iletişim araçlarının orta sınıfların da rahat- lıkla erişebildiği ve geniş kitlelerin gündelik yaşamında önemli bir yer işgal eden araçlar hâline gelmesiyle birlikte bu totemleştirme, kültür endüstrisinin çarkları içerisinde kendini ifâde etmeye başlamıştır. Hiç kuşkusuz, rejimin Mustafa Kemal’den Atatürk üretme süreci, totemleştirme sürecinin farklı biçimlerinin tamamen ortadan kalktığı anlamına gelmez, fakat Atatürk’ün konu edildiği sinema filmlerinin, onun yer aldığı reklam filmlerinin, Atatürk’ün resim ya da imzasının yer aldığı her türden eşyanın kayda değer bir sektör hâline gelmesinin daha önceki totemleş- tirme usûllerinden farklı bir metot olduğu da aşikârdır. Günümüzde totemleştirmenin ağırlıklı olarak Atatürk sektörü üzerinden gerçekleştirilmeye başlaması, Freud’un totem tanımını da yeniden düşünmemizi gerektirmekte- dir. Freud, totemi, bir “simge”, grubun bütünüyle özel bir ilişki içindeki kutsal bir simge olarak tanımlıyordu. Freud’un bu tanımını popüler kültürü de içine alacak şekilde yeniden şekillendirmek gerekirse, artık totemi, grubun, toplumun bütünüyle tüketim ilişkisi içerisinde alınan, satılan, tüketilen bir mal, bir marka olarak ta- nımlamak yanlış olmayacaktır. Mustafa Kemal artık ata Türk olarak, ulu önder olarak sigorta şirketinin kârını artırabilecek bir popüler kültür markasıdır: Sigorta şir- ketinin Mustafa Kemal’den beklentisi, OPET firmasının Tarkan’dan beklentisinden hiçte farklı değildir; ya da Che resimli tişört ile Atatürk resimli tişört, tekstil sektörü- nün kendi içerisindeki rekabetin bir tezâhürü olarak oku- nabilir. Ancak, bu paranın sadece bir yüzüdür. Mustafa Kemal’in popüler kültür markası/metaı hâline getirilmesi, sadece ürün pazarlama tekniklerine indirgenerek açıklana- maz. Bu sürecin içerisinde, aynı zamanda, resmî ideoloji- nin inşâsı da yer almaktadır. Pazar rekabeti, resmî ideoloji ve totemleştirme bu noktada iç içe geçer ve her biri bir diğerini besleyen, destekleyen işlevler edinirler. 158 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Bir örnekle açıklık getirmek gerekirse, Anadolu Sigorta reklamında Atatürk’ün kullanılması, hiç kuşkusuz, sigor- ta şirketinin reklam yoluyla gelirlerini artırmaya çalışması ile ilgilidir. Ancak bu, sürecin sadece bir parçasını oluş- turur. 1924 yılında Erzurum depremini konu edilen söz konusu reklam filminde Mustafa Kemal’in, depremden sonra beraberindekilerle birlikte bölgeyi ziyaret ettiğini seyrederiz. Bu ziyaretin depremin hemen ardından gerçek- leştirildiğini anlarız filmden, çünkü yerle bir olmuş böl- gede yer yer, yıkıntılardan dumanların yükseldiği görülür. Mustafa Kemal, yıkıntılar arasında rastladığı bir köylüye yardım etmek istemesine rağmen köylü teklifi “Biz yedi düvelle harb etmişiz, koca memleketi yeniden kurmuşuz, o bize yetiyor.” diyerek reddeder. Reklam filminin senar- yosuna göre, bölgeden ayrılan Mustafa Kemal, depremden sadece altı ay sonra, hiçbir depremden bir daha hiç kimse maddî zarar görmesin diye Anadolu Sigorta’yı kurar. Bu reklam filmi, bir reklam filmi olduğu kadar, resmî ideolojinin ata Türk’ünü inşâ etmenin, onun grubu bir arada tutan kutsal bir simge, bir totem olarak kurgulan- masının da bir aracı hâline gelir. Bir reklam filmi aracılığı ile 1924’te gerçekleşen bu olay tahrif ve tevil edilerek se- yirciye ulaştırılır. Sigorta şirketinin kârı ile resmî ideoloji- nin çıkarları bir reklam filminde harmanlanarak seyirciye aktarılır; Mustafa Kemal, Atatürk olarak yeniden totem- leştirilir: Oysa gerçekler reklam filminde anlatılandan çok farklıdır. Merkez üssü Erzurum’un Pasinler ilçesi olan deprem63 13.Eylül.1924 tarihinde saat 18:40’da gerçekleşmiş, bir- kaç gün devam eden artçı sarsıntılarla birlikte bölgede bü-

63 Erzurum depremi ve Mustafa Kemal’in bölgeyi ziyareti ile ilgili bilgiler (Ko- nukçu 1999), (Aydoğan 2006) ve (Ortak, 2002) isimli çalışmalardan der- lenmiştir. 159 Mete K. Kaynar yük bir hasar ve can kaybına neden olmuştur. Depremin haber alınmasının ardından Hilâl-i Ahmer bölgeye yar- dım göndermeye, İçişleri Bakanlığı da depremden zarar görenlerin zararlarının tazminine dönük çalışmalara baş- lamıştır. Mustafa Kemal, depremi Trabzon’da iken Ana- dolu Ajansı’ndan öğrenir ve 16.Eylül.tarihinde Erzurum Valiliği ve Belediyesi’ne “Erzurum Vilâyetinin muhtelif mahallerinde zelzele vukû bulduğu kemal-i teessürle ha- ber alındı. Malûmât itasını ve zarar derecesinin iş’ârını rica ederim” şeklinde bir telgraf çekerek yetkililerden bilgi al- maya çalışır. Beklediği cevap, aynı gün Erzurum Belediye Başkanı Nafiz Bey ve Vali Vehbi Zühdü Bey tarafından Mustafa Kemal’e gönderilir. Mustafa Kemal bununla da yetinmeyerek Başkâtibi Tevfik Bey aracılığı ile hükümetin konu ile ilgili ne tür önlemler aldığını öğrenmeye çalışır. Mustafa Kemal, depremi öğrendiği ilk günlerde bölgeyi ziyareti planlamamaktadır. Etrafındakilere, zaman darlığı ve hazırlıksız olmasından dolayı bölgeyi ziyaret edemeye- ceğini söylese de sonradan Fikrîni değiştirir ve Erzurum’a gitmek üzere 29 Eylül’de Erzincan’a ulaşır. Depremden zarar gören Hasankale’ye 02.Ekim.1924 günü saat 10 su- larında ulaşan Mustafa Kemal için burada bir karşılama töreni tertip edilir. Törende bir konuşma yapan Numune Mektebi öğrencisi Saadettin Safa, Mustafa Kemal’e şükran duygularını iletir. Reklama konu edilen, köylü ile sohbet olayı ise Hasankale’den sonra ziyaret edilen Pasinler’de gerçek- leşmiştir; ancak söz konusu bu sohbet reklamda bahse- dilenden çok farklı şekilde cereyan etmiştir. Pasinler’de depremden zarar gören halkla sohbet eden Mustafa Ke- mal, yaşlı bir köylü ile karşılaşır ve ona reklam filminde de geçtiği şekliyle, devletinden ne istediğini sorar. Fakat aldığı cevap “Padişah bilir!” şeklindedir. Mustafa Kemal

160 Tarihin İnşâsı ve Siyaset padişahlığın kaldırıldığını söyleyerek sorusunu tekrarlar. Köylünün cevabı yine aynıdır: “Padişah bilir!” Bu diyalog Mustafa Kemal’i hayli sinirlendirir. Kaymakam’a, halka inkılâpların yeterince anlatılmadığını söyleyerek hiddeti- ni belli eder. Kaymakam cevaben bu konuda genelge ya- yınladığını söyleyince, Mustafa Kemal’in hiddeti bir kat daha artar ve “Genelge ile yazı ile inkılâp olmaz, inkılâp yaşanır, insanlarla yaşanır.” diyerek uzaklaşır. Yukarıdaki örnekte de görülebilmektedir ki kârı artıra- cak bir reklam filminde kullanılan popüler kültür metaı Atatürk ile resmî ideolojinin tarihi çarpıtması, onu kendi amaçları doğrultusunda yeniden üretmesi birbirlerini bes- ler, destekler şekilde iç içe geçebilmektedir. Bu reklam fil- mi ne sadece reklam filmidir ne de sadece bir propaganda belgeseli. Kültür endüstrisi, bir yandan Mustafa Kemal’i bir meta hâline getirerek onu kapitalizme eklemlerken, diğer yandan da tarihi yeniden inşâ ederek onu resmî ideo- lojinin bir totemi hâline sokabilmektedir. Horkheimer’ın (1994:69) “Bir düşünce ya da sözcüğün bir alet hâline gel- mesiyle birlikte, onu gerçekten düşünme gereği de, yani onu sözlü olarak ifâde ederken gerçekleştirilmesi gereken mantıksal edimlere duyulan ihtiyaç da ortadan kalkar.” sözü bu reklam filminde o kadar açıkça görülür ki, hiç kimse reklam filminin sonunda merdivenlerden inen Mus- tafa Kemal’in hemen arkasında yer alan duvardaki tabela- da Latin harfleri ile “Anadolu Sigorta” yazmasının saçma- lığını sorgulamaya gerek bile duymaz.64 Çünkü mantıksal edimlere duyulan ihtiyaç ortadan kalkmış, o tarihlerde he- nüz Latin harflerinin kullanılmadığını tartışmak gereksiz hâle gelmiştir.

64 Söz konusu deprem 13.Eylül.1924 tarihinde saat 18:40’da gerçekleşmiştir. Anadolu Ajansı ise 01.Mart.1925 tarihinde Anadolu Ajansı Türk Anonim Şirketi adıyla kurulmuştur. Latin harflerinin kabulü ise, ajansın kuruluşun- dan çok sonra 01.Kasım.1928 tarihinde gerçekleşmiştir. 161 Mete K. Kaynar Kültür endüstrisinin mantıksal edimlere duyulan ih- tiyacı ortadan kaldırması ile resmî ideolojinin “siyaseti” imkânsızlaştırması süreçleri de tam anlamıyla birbirleriyle tutarlı, birbirlerini besleyen süreçlerdir; her ikisi de aynı işlevi farklı noktalardan hareket ederek gerçekleştirmeye yönelirler. Hem kültür endüstrisi, hem de resmî ideoloji- nin doğası toplumdan tartışmayı, düşünmeyi, müzakere, münazara etme vb.yi kaldırma, kendisine îmân etmeyen- leri ötekileştirmeyi hedeflerler. Bu işlevlerini de yukarıda- ki örnekte de vurgulanmaya çalışıldığı gibi, birbirlerini destekleyerek, güçlendirerek yerine getirirler. Resmî ideolojiyi, yurttaşların düşünmesi, söylemesi, inanması ve tüm bunlara uygun şekilde hareket etmesi için resmî ideologlar tarafından kurgulanmış fikirler, de- ğerler ve ritüeller bütünü olarak tanımlamak mümkün- dür. Diğer bir ifâde ile belirtmek gerekirse, resmî ideo- loji, bizden inanmamız istenenlerin toplamıdır; yurttaşın zihninin dönüştürülmesi sürecidir. Devlet, çeşitli top- lumsal kurumlar aracılığı ile vatandaşının düşünmesini, inanmasını, yapmasını istediklerini ona aktarır; verir. Bu verilenleri içselleştirenler, zihni inşâ edilenler “makbul vatandaş”ı, içselleştiremeyenler ise ötekini, hâini, kökü dışarıdakini, satılmışı, bölücüyü oluştururlar. Bu hâliyle de resmî ideoloji, kültür endüstrisinin ulaşmayı hedeflerle tutarlılık arzeder. Resmî ideoloji, sadece yalana, uydurmaya indirge- nemez; bunları da kapsar, hattâ aşar. İnkâr, görmezden gelme, yok sayma, tevil ve tahrif de resmî ideolojinin en önemli araçlarıdır. Toplumsal dokuda var olan ve/ya ta- rihte gerçekte var olmuş olan (yukarıda tartışılan sigorta şirketi reklamında olduğu gibi) kimi zaman görmezden gelinir, onun varlığından bahsedilmez; bahsedilse de ger- çekte oluğundan farklı şekillerde bahsedilir. Kimi zaman

162 Tarihin İnşâsı ve Siyaset gerçekler inkâr edilir, çoğu zaman da o dokuda var olanlar çarpıtılarak sunulur makbul vatandaşa ve makbul vatan- daşın makbullüğü, kendisine sunulanların gerçeğin bizzat kendisi olduğuna canı gönülden inanması, kabul etmesi ve inandıklarını içselleştirebilme kapasitesi ile ilgilidir. Bunu yapamayanlar bu coğrafyada yaşamlarını devam ettirmele- rine rağmen, aynı coğrafya üzerindeki kamusal alanda yer almazlar; dışlanmışlar, öteki hâline getirilmişlerdir; onlar yokturlar; bu toplumun siyasî cemaati, demosu içerisin- de yer alamazlar: Tabir-i câizse Hayalî’nin şiirinde olduğu gibi, “Onlar deryaya içredirler ama mâhî değildirler”; de- nizin içindedirler ama balıktan sayılmazlar. Resmî ideoloji, devlet kurumlarında üretilen ideolojiye indirgenerek tartışılamaz. Resmî ideoloji, Altusser’in dev- letin ideolojik aygıtları dediği, Gramsci’nin hegemonya dediği yerlerde, asıl olarak da buralarda üretilerek dola- şıma sokulur. Bu nedenle Atatürk Mevlidi’nde “Gel di- lersiz bulasız halktan necat/ Atatürk’e Atatürk’e Esselat” diyen Behçet Kemal Çağlar’sız, Çılgın Türkler’in yazarı Turgut Özakman’sız, Korporate medyanın amirali Ertuğ- rul Özkök’süz, olası bir Marmara depreminin yaratacağı hasarı azaltmak için o bölgede sıkıyönetim ilan edilmesini savunan jeoloji profesörü Celal Şengör’süz, Veda filminin yönetmeni Zülfü Livaneli’siz ya da “Neredesin mavi göz- lüm, nerede” diyen Aşık Mahsuni’siz bir resmî ideoloji düşünülmesi mümkün değildir. Resmî ideoloji, ayrıca, geçmişi bugünün ihtiyaçlarına göre kurar şekillendirir; onu resmî tarih hâline getirir. Tarih artık, tarih bilimcisinin yaptığı bir bilim değildir; aksine tarih, artık, resmî ideolojinin ajanları, yani sine- macıları, televizyon programcıları, şairleri, romancıları, reklamcıları, şarkıcıları, heykeltıraşları, gazetecileri vb. tarafından üretilmiş bir kurgu, gerçek tarihten yararlanı-

163 Mete K. Kaynar larak yazılmış bir senaryodur; tarih yok, resmî tarih var- dır; tarihin kendisi sadece resmî tarihin bir malzemesidir; yukarıdaki reklam filmi örneğinde olduğu gibi tarih, gü- nümüzün siyasî ihtiyaçlarına göre yeniden şekillendirile- bilir. Tarihçi tarihte olanı ifşâ ederken, resmî tarihçi tarihi inşâ eder; bugüne ular. Resmî tarihle birlikte, tarih inşâ edilmiş, üretilmiş ve bu şekliyle bugünkü resmî ideoloji- nin emrine sunulmuştur. Dün, artık bugünü inşânın bir malzemesi; bugünkü siyasî tartışmalara geçmişten verece- ğimiz bir misal, bugünkü siyasî tartışmalarda nerede dur- mamız gerektiği ile ilgili bir referans noktasıdır. Böylece, makbul vatandaşlara, bir geçmiş, bir tarih de inşâ edilmiş olur. Bir başka ifâde ile resmî ideoloji, bugünü “makbul vatandaşlar” ve “ötekiler” şeklinde bölerken, geçmişi de -resmî tarih yoluyla- “kahramanlar” ve “hâinler” olarak tasnif ve inşâ eder. Bunu yaparken de tarihi de çarpıtır, dönüştürür, tevil eder. Kültür endüstrisinin mantıksal edimlere duyulan ihti- yacı kaldırması gibi, resmî ideolojinin yurttaşların zihin- lerini esir aldığı bir toplumda da “siyaset” imkânı ortadan kalkar. Bunu bizzat resmî ideoloji ve siyaset kavramlarının dayandıkları temellere baktığımızda da görmek mümkün- dür. Siyaset kavramı, son analizde, “bilmek”, “düşünmek”, “tartışmak”, “analiz etmek” gibi fiiller ile ilgilidir. Siya- seti nasıl tanımlarsak tanımlayalım, bu fiillerin siyasetin nüvesini oluşturduğunu apriori olarak kabul etmek zorun- dayız. Siyasetin tersine, resmî ideoloji kavramı ise “inan- mak”, “itâat etmek” fiilleriyle ve ritüellerle ilgilidir. Dü- şünmek, tartışmak, analiz etmek, eleştirmek, yorumlamak türünden tüm kavramlar resmî ideoloji kavramının dışın- dadır. Resmî ideoloji, yukarıdaki türden tüm kavramla- rı dışlar; çünkü varlık nedeni, bu kavramların toplumsal hayattan dışlanması ile ilgilidir. Düşünen, düşündüğünü

164 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ötekileştirilme korkusu taşımadan ifâde eden, tartışan ve örgütlenebilen insanın, bir diğer ifâde ile siyasetin öznesi olan yurttaşın olduğu yerde resmî ideoloji, resmî ideolo- jinin insanların zihnini inşâ etmeyi başarabildiği yerde de “SIYASET”ten ve siyasetin öznesi olan yurttaştan bahsedile- mez. Çünkü ikincisinde insanlar, resmî ideolojinin tahak- kümü altındaki siyasî süreçlerin nesnesi hâline getirilmiş- lerdir. Bir başka ifâde ile, kültür endüstrisi düşünmeden tüketen insanı, resmî ideoloji ise düşünmeden itâat eden insanı kurar. Resmî ideolojinin zihinleri iğdiş ederek tartışmanın ye- rine itâati, düşünmenin yerine inanmayı koyduğu yerde siyaset, ancak, resmî ideolojinin farklı kutupları arasın- daki bir çekişme şeklinde tezâhür edebilir. Siyaset, resmî ideolojinin yurttaşları çepeçevre sardığı bir toplumda da (gerçek anlamıyla değilse de) mevcuttur, hattâ serbest- tir; ancak, sadece resmî ideolojinin vazettiklerinin teren- nüm edilmesi koşuluyla. Ermeni soykırımının olmadığı yönündeki her türlü siyasî faaliyet serbesttir böylesi bir toplumda; ancak, bunun tersini söylemek, söyleyeni öteki ve hâin kılar. Böylesi bir ortamda hâinlik, satılmışlık yaf- tasını taşımayı kabul etmeden, resmî ideolojinin vaz’ettiği kavramlar setinin dışına çıkılarak siyaset yapmak müm- kün değildir: Resmî ideolojiye göre Ermeni soykırımı “sözde”dir. Siyaset imkânı sadece onun sözdeliğini teyit edecek faaliyetlerle sınırlıdır. Tersini söylemek, iddiâ et- mek, eğer söyleyen öteki ve hâin olmayı göğüsleyebilecek ve “denizden kovulmayı” göze alabilecek cesarette ise ka- nunen yasak değildir. Resmî ideolojinin gerçek anlamda siyaset kavramının içini boşaltarak siyaseti, kendi inşâ ettiği gerçeklikler âlemindeki bir oyuna, ritüellere dönüştürmesi, siyaseti toplumsal bağlamından tamamen koparır; siyaset mak-

165 Mete K. Kaynar bul vatandaşlardan mürekkep partilerde icra edilen bir temâşâ hâline gelir. Yurttaşlar ise gerçekleştirilen ritü- ellerin bir nesnesi. Bu çemberin dışında kalmaya çalışan kişi (ve siyasî örgütlenmeler), tıpkı kültür endüstrisinin dışında kalan kişi gibi önce görmezden gelinir, yok sayılır; ardından da hâin, outsider ve/ya satılmış olarak tanımla- narak sistemin dışına itilir. Zâten, resmî ideoloji yoluy- la ulaşılmaya çalışılan temel amaç da budur: Yurttaşların siyasetin öznesi olmaktan çıkartılarak, resmî ideolojinin ritüellerinin bir nesnesi hâline getirilmesi. Çünkü top- lumdan siyaset yapması değil, inanması ve itâat etmesi beklenmektedir. Resmî ideolojinin toplumu tahakkümü, aynı zamanda öznenin nesneleştirilmesi sürecidir. Örne- ğin, eğitim sisteminde genç yurttaşlardan İstiklal Marşı’nı okuyup anlamaları, eleştirmeleri, tartışmaları, örneğin ne- den marşın “korkma” hitabıyla başladığını düşünmeye, anlamaya çalışmaları değil; öğretmenleri tarafından öğ- retilen teatral hareketlerle çoğu kelimesini anlamadıkla- rı, anlayamayacakları bu sözleri, karşılarındaki topluluğa gözyaşları arasında okumaları beklenmektedir. Siyasî faa- liyet, onlu yaşlarındaki gençlerin “O zaman vecd ile sec- de eder varsa taşım, her cerihamdan ilahi boşanıp kanlı yaşım” dizelerinden etkilenerek ağlamalarının izleyiciler tarafından alkışlanması şeklindeki bir ritüeldir artık. Böy- lesi bir toplumda, siyasî tutumun da Atatürk’ün imzasının kola dövme ile nakşedilmesi yoluyla gösterilmesini hiç de abes karşılamamak gerekmektedir. Rejim için resmî ideoloji işlevsel, önemli, hattâ hayatîdir. Resmî ideolojinin siyasî sistem içerisindeki en önemli işle- vi, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendini bir ulus-devlet ola- rak tanımlayabilmesini mümkün kılmasıdır. Resmî ide- oloji bu işlevini, rejimin ulusu (yurttaşları) siyasî sistem içerisinde gerçek anlamda bir özne (hâkimiyetin gerçek

166 Tarihin İnşâsı ve Siyaset sahibi) olarak tanımlama konusundaki başarısızlıklarını ve çelişkilerini örterek, gizleyerek gerçekleştirir. Cumhu- riyet, teoride bir ulus-devlet projesiydi; fakat ulusun bir özne olarak devlet ile bütünleşip ulus-devleti kuramadı- ğı durumda, devlet bir nesne olarak ulusu şekillendirerek ulus-devleti inşâ etmeye yöneldi. Resmî ideoloji işte tam bu nokta da işlevsel hâle geldi. Osmanlı modernleşmesinin ağırlık noktası impara- torluğun dağılmaktan kurtarılmasıydı. İttihad-ı anâsır düşüncesi, Osmanlı reformlarının temel sâiklerinden birini oluşturuyordu. Bu öylesine belirgin bir ihtiyaçtı ki, Abdülhamid’in İslamcılığı ile İttihat ve Terakki’nin Anayasal meşrutiyet düşüncesini aynı düzlemde bir araya getirebiliyordu. Hattâ, Türk milliyetçisi Rıza Nur bile, imparatorluğun dağılabileceği korkusuyla milliyetçiliğini açıkça ifâde etmekten çekindiğini anılarında şu sözlerde dile getiriyordu: Türk ülküsü için ölüyorum, fakat bu ülküyü içim- de gizli bir çanak gibi saklıyorum ve ondan kimseye söz etmiyorum. Biliyorum ki böyle yapsam bu hare- ketim diğerlerinin gizli fikirlerini meşrûlaştıracaktır. Ve bu da devletin parçalanması, tükenişi anlamına gelecektir.

Osmanlı’yı dağılmaktan kurtarmak, imparatorluğu oluşturan unsurları bir arada tutabilmek, dağılmayı ön- lemek, “üç tarz-ı siyaset”in her birinin temel mantığı idi. Ancak, I. Dünya Savaşı, imparatorluğun sonunu getirdi ve yerine teknik anlamda bir “ulus-devlet” olan Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Kurulan Cumhuriyet gerçekten de sadece teknik anlamda bir ulus-devletti. Çünkü, Ba- tılı usûllerle kurulmuş bir (ulus) devlet olmasına karşın, o ulus-devletin “ulus”u henüz ortalıkta yoktu. Bir başka ifâde ile hâkimiyet bilâ kayd-ı şart milletindi, ancak or-

167 Mete K. Kaynar tada hâkimiyeti kayıtsız şartsız sırtlanacak, sahiplenecek, onun öznesini oluşturacak ulus (demos) hâlinde örgütlü bir kitle mevcut değildi. Cumhuriyet, ulus tarafından değil, ağırlıklı olarak asker ve bürokrat tarafından Batılı örnekler göz önüne alınarak kurulmuştu. Cumhuriyet yönetiminin bu açmazı, Cum- huriyet dönemi reformlarının da temel sâikini ve bunların Osmanlı dönemi reformlarından temel farklılığını oluş- turdu: Ulus-devletin ulusunun, ulus-devletin devleti tara- fından imâli, yaratılması; yani, Türkiye Cumhuriyeti’nin siyasî öznesini oluşturacak bir ulusun oluşturulması. Farklı kelimelerle ifâde etmek gerekirse, Cumhuriyet’in elinde Osmanlı’dan farklı olarak, Batılı formlarla ku- rulmuş bir devlet vardı; var olduğu düşünülüyordu. Bu Cumhuriyet’in, bu ulus-devletin en büyük eksiği ise kendi öznesi olacak bir ulustu. Erken Cumhuriyet’in idarecileri kolları sıvadılar ve kendi politikalarıyla kendi öznelerini (hâkimiyetin sahibini) yaratmaya koyuldular; devletin po- litikaları ile Cumhuriyet’in öznesi, sahibi olan bir ulus, bir toplum yaratılacaktı. Tek parti dönemi bu çabayla geçti. İnkılâp Kanunla- rı, Türk Tarih Tezleri, Halkevleri, Köy Enstitüleri, hep- si -son analizde- ulusun bir özne olarak inşâsına yönelik çabalardı. Cumhuriyet, tüm bu çabalarına karşın, hem Ankara’nın dışına çıkmakta zorlandı, hem de idarî po- litikalar ile siyasî süreçlerin “özne”si, hâkimi olacak bir toplumun, bir ulusun inşâ edilmeye çalışılmasındaki çe- lişkiyi göremedi: Hâkimiyet bilâ kayd-ı şart milletindi, yani teorik olarak millet siyasî süreçlerin öznesi, sahibi olarak kabul ediliyor, meclis sadece ve sadece bu özne- nin adına hâkimiyeti kullanan bir organ (nesne) olarak tanımlanıyordu. Hâkimiyet teorik olarak milletindi, an- cak gerçekte millet tek parti dönemi politikaları ile ile-

168 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ri bir tarihte inşâ edilecekti. Peki, o takdirde hâkimiyet aslında kimdeydi? Kimdi gerçek anlamda özne, hâkim o dönemde? Tabîî ki, pratikte hâkimiyet, ulusa değil, idarî politikalarla hâkimiyetin gerçek sahibini yaratacak olan idarecilere aitti. Bu, Cumhuriyet yönetimi için ciddî bir çelişkiydi. Tabir-i câizse, Cumhuriyet’in kuruluş tanımın- da nesne ile özne yer değiştirmiş, nesne fail, özne mef’ul hâline gelmişti. Özne (ulus) olarak tanımlanan gerçekte nesne, nesne (devlet, meclis) olarak tanımlanan ise nesneyi kendi politikalarıyla özne hâline getirecek özneydi. Özne (hâkimiyetin gerçek sahibi, devlet) nesnesinden (gelecek nesilden) yeni bir özne (Cumhuriyet’in sahibi) yaratacaktı. Bu, tam da “tavuğun, kendini yumurtlayacak tavuğu yu- murtlaması” türünden bir çelişkiydi. Cumhuriyet, gelecek yeni neslin, devletin izleyeceği politikalarla yetişecek yeni neslin, bir “Cumhuriyet kuşağı” olacağını, ulus-devletin ulusunu, öznesini oluşturacağını düşünüyordu. Mustafa Kemal .UTUK’unu gençliğe hitabe ile, gençliğe öğütler- le bitiriyor; bayramlar çocuklara, gençlere ithaf ediliyor- du. Tek parti yönetiminin politikaları, genç nesillerin bir özne-ulus hâline gelmesine yol açacak, Cumhuriyet’i bu kuşak sahiplenecek; böylece ihtiyaç duyulan ulus bir ku- şak sonra yaratılmış olacak; Cumhuriyet, gelecek nesillere armağan edilecekti. Oysa hâkimiyetin gerçek öznesi olan ulusun inşâsı bir yana, Cumhuriyet teknik anlamda bile tüm yurda yayıl- mış değildi. 1922’de “kurtarılan” İzmir dahi 1930 yılında Cumhuriyet politikalarına direniyordu. Cumhuriyet yö- netiminin göz bebeği İzmir, 4.Eylül.1930 tarihinde ken- te gelen Ali Fethi Okyar’ı çılgınca karşılıyor; halk, CHP idaresine tepkisini Okyar’a gösterdiği ilgi ile dile getiri- yor; çıkan çatışmada 12 yaşındaki bir çocuk da öldürü- lüyordu. Doğu ve Güneydoğu’da ise durum daha da va-

169 Mete K. Kaynar himdi. İzmir’den yükselen muhalefeti Serbest Cumhuriyet Fırkası’nı kapattırarak atlatmaya çalışan yönetim, Doğu’ya karşı çok daha haşin davranacak, Dersim örneğinde oldu- ğu gibi, şiddet yöntemlerine başvuracaktı: Rejim, kurul- duktan 15 yıl sonra bile, kendi sınırları içerisinde kendi öznesini (ulusunu) yaygın bir şekilde imâl edememişti; hâlâ Cumhuriyet idarecilerinin arzu ettiği yaygınlıkta bir Cumhuriyet ulusu yaratılamamıştı. Nitekim, sonuç hiç de tek parti yönetiminin arzuladığı şekilde olmadı. Hâkimiyetin gerçek sahibi olan bir ulu- sun oluşturulması düşüncesi geniş oranda başarılamadı. Bir diğer ifâde ile, Cumhuriyet rejimi, Şerif Mardin’in de vurguladığı gibi, imamın yerine öğretmeni ikâme edecek bir toplumsal dokunun ortaya çıkarılmasında yaygın ola- rak başarılı olamadı: Rejimi köylere kadar götürecek olan Köy Enstitüleri kapatıldı; halkevleri yerel bürokrat ve CHP’lilerin gidip geldiği bir lokal olma özelliğini nadiren aşabildi. Ulusun inşâsı düşüncesi başarısızlığa uğradıkça da Cumhuriyet yönetimi inşâ edemediği ulusu, resmî ide- oloji çerçevesinde tanımlamaya, kurmaya yöneldi ve resmî ideoloji işte bu noktada devreye girdi. Bir anlamda resmî ideoloji, ulus-devletin ulusu ve devleti arasındaki çatla- ğı dolduran bir sıva görevi gördü. Bir ulusun kurmadığı ulus-devlette (Türkiye Cumhuriyeti’nde) devlet, bizzat ulusu inşâ etmeye yönelip, bu konuda da görece başarı- sız olunca, resmî ideoloji makbul vatandaşın tahayyülü- nün temel enstrümanlarından biri hâline geldi. Tek parti dönemi politikalarıyla inşâ edilemeyen, ortaya çıkmayan özne, ulus, yine aynı dönemlerden başlayarak resmî ideo- loji yoluyla tahayyül edilmeye çalışıldı. Tek parti yöneti- mi politikaları hâkimiyetin gerçek sahibi olarak ulusu inşâ etmekte başarısız olduğu ölçüde de bu başarısızlık, resmî ideolojinin dayatmaları ile örtülmeye çalışıldı. Böylece

170 Tarihin İnşâsı ve Siyaset herkesin makbul vatandaş olacağı, ulusun inşâ edilebildi- ğinin varsayılabileceği kurgusal bir zemin de yaratılmış oldu. Çünkü bu kurguda makbul vatandaş olmayanların hâinler, ötekiler oldukları varsayılıyordu. Resmî ideolojiye göre herkes Türk’tü, her Türk asker doğardı, varlığımız Türk varlığına armağandı, devlet ül- kesi milleti ile bölünmez bir bütündü ve bizler birbirinin lazımı ve melzumu olan sınıfsız kaynaşmış bir kütleydik. Oysa Anadolu coğrafyasında yaşayan herkesin Tük olma- dığını, her Türk’ün asker doğmadığını ya da sınıfsız bir toplum olmadığımızı yöneticiler de biliyorlardı. Resmî ideoloji işte burada devreye giriyordu. Cumhuriyet rejimi işe herkesi Türkleştirmek, sınıfsız bir toplum inşâ etmek vb. için amaçlarla yola çıkmıştı ama bu gerçekleşmeyin- ce herkesin Türk olduğu, her Türk’ün asker doğduğu vb. apriori kabul edilerek diğerlerinin yok sayıldığı, görmez- den gelindiği, tüm bunların yapılamadığı durumlarda da gerçeklerin bastırıldığı, susturulduğu, çarpıtıldığı, tevil edildiği bir tahayyüle geçildi. Devlet, hayata geçiremedi- ği politikaları (ulusun inşâsı) resmî ideoloji ile yeni bir gerçeklik alanı yaratarak halka dayatmaya başladı. Artık ya bu ulus-devletin, tam da devletin istediği türden ulu- su olunacaktı, ya da öteki: Ya deryada mâhî, ya da tavada ızgara! Kültür endüstrisi resmî ideolojinin bu metotlarına ye- nilerini ekledi. Onun sayesinde Mustafa Kemal’in resmî törenlerde Ulu Önder Atatürk’leştirilmesi pratiklerine po- püler kültürün imkânları da eklenmiş, resmî ideolojinin ve resmî ideoloji içerisinde Mustafa Kemal’in ata Türk olarak totemleştirilmesinin enstrümanları öncesindeki hiçbir dö- nemle kıyaslanamayacak kadar zenginleşme imkânı bul- muştur.

171 Mete K. Kaynar +EMALIZM ØØ%YL~L Ø!TAT~RKl~L~KØ

Darbeler Atatürk’ün totemleştirilme süreçlerinde önemli kilometre taşları olagelmişlerdir. Cumhuriyet tarihinde gerçekleştirilen her bir darbe, Atatürk ilke ve inkılâplarının korunmasından, Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkemizi koruma edebiyatından dem vurmayı bi- rincil görevleri arasında saymıştır. Bu çerçevede, 12 Eylül darbesinin de bu kervanın içerisinde yer aldığını söylemek mümkündür. Ancak, 12 Eylül darbesi, sadece genel an- lamda darbeler ve Atatürk (ilkeleri, devrimlerinin korun- ması vb.) söyleminin içerisinde yer almakla kalmaz; bun- dan bir adım öteye geçerek, Kemalizmi, Atatürkçülük adı altında yeniden imâl etmeye yönelir. 12 Eylül’ü Köker’in (2002:97) tabiriyle bir milat olarak tanımlamaya imkân veren, ya da başka bir ifâde ile 12 Eylül ile birlikte (önce- sindeki darbelerden, yani 27 Mayıs ve 12 Mart’tan farklı olarak) askerî düzenin kalıcı hâle gelmesine neden olan unsurlardan birisi de hiç kuşkusuz, onun bu özelliğidir.65

65 1980 darbesi siyasî sistemi tadil ederken, aynı zamanda darbe geleneğini de kapatmış; 1960,71 ve kendisi türünden darbeleri gereksiz hâle getirmiştir. Bu, 1980 darbesinin, 1960 ve 71 darbelerinden farklılaştığı en önemli nok- tadır. Şöyle bir analoji ile durumu izah etmek mümkündür: Cumhuriyeti, Cumhuriyet ile oluşan siyasî sistemi (araba) kuran asker-sivil bürokrasi, 1950 Mayıs’ında şoför koltuğunu sivillere bıraktı. Asker, arabada kalmaya, yan koltukta oturmaya devam etti, ama sonuçta II. Dünya Savaşı sonrası konjonktürü direksiyona bürokrasinin dışında birilerinin geçmesini zorun- lu kılıyordu. 1950 ortalarından itibaren direksiyonu sivillere bırakan asker, arabanın kendi koyduğu usûllere göre kullanılmadığını her düşündüğünde direksiyona hamle yapmaya, sivil şoförü uyarmaya, ikaz etmeye, arabanın seyrine müdahale etmeye çalıştı; hattâ arabanın gerçekten kötü kullanıldı- ğını düşündüğü durumlarda 1971 Mart’ında olduğu gibi şoförü arabadan indirerek onu ihtar etmeye, 1960 örneğinde olduğu gibi arabayı durdurarak şoförü asmaya ve yeni şoför bulmaya, 1980 örneğinde olduğu gibi şofö- rü şoförlükten men etmeye kadar işi götürdü. Çünkü araba onundu; onun her şeyi, varlık sebebiydi; ne olursa olsun araba onun istediği gibi kulla- nılmalıydı. Asker, arabayı kendi istediği gibi kullanmayan sivilleri asma, ihtar etme, araba sürmekten men etme hakkı olduğunu düşündü 1980’e kadar. Şoförün arabadan kovulduğu, arabanın tamire çekildiği son tarih ise 1980’in Eylül ayıdır. Bu tarihte araba, 1960 ve 1971 kazalarından sonra yapılan tamirattan” farklı olarak bir de tadilata” sokuldu. Bir diğer ifâde ile Cumhuriyet rejimi arabası modifiye” edildi 1980’de. Artık arabada tam da 172 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Bu, 12 Eylül darbesinin temellerinde yer alan iki varsayım ile doğrudan alâkalıdır. 12 Eylül darbesi, gerçekten de iki temel varsayıma da- yanmaktadır. Bu varsayımlardan birincisi, ideolojilerin (aslında sadece komünizm olarak tanımlanan her çeşit sol düşüncenin) “kökü dışarıdalığı” ve kötülüğü, ikinci olarak da dindar bir kişinin komünist olamayacağı, komünizm ve dinin birbirlerini dışladıkları düşüncesi. Bu nedenle de 12 Eylül, öncesindeki 27 Mayıs ve 12 Mart’tan farklı olarak, bir yandan yerli malı, kökü içeride, bütün topluma benim- settirilecek bir ideoloji yaratmaya, diğer yandan da zorun- lu din dersleri ve imam hatiplere kız öğrencilerin alınması türünden uygulamalarla toplumu mütedeyyinleştirmeye yöneldi. 70’li yılların ortalarından itibaren sağ politika- cılar tarafından işlenen bu düşünce o kadar belirgindi ki, 1975-1980 yılları arasında Başbakanlık yaptığı dönemler- de Süleyman Demirel, o tarihe kadar farklı hükümetler tarafından açılmış bulunan toplam imam hatiplerden kat be kat fazla sayıda (269 adet) imam hatip lisesi açmıştı. Bu politikaya, Demirel’in halefi Turgut Özal tarafından da devam edildi. Özal da Başbakanlık yaptığı 1989 yılına kadar toplam 89 imam hatip lisesi açtı.66

sürücü kurslarındaki arabalarda olduğu gibi iki gaz, iki fren, iki debriyaj yer almaya başladı. Biri şoför mahallinde, diğeri de yan koltuktaki askerin denetiminde. 1980’den sonraki tadilatın ardından asker, 1923’den bu yana olduğu gibi şoförün yanında oturmaya devam etti. Arabaya dışarıdan ba- kıldığında artık her şey yolunda görünüyordu; ne bağıran, ne çağıran, ne kavga, ne gürültü, ne müdahale. Arabayı sivil şoför sürüyordu dışarıdan bakınca. Ama arabaya içeriden bakınca durum tamamen farklıydı: Araba, ancak yan koltuktaki asker pedallara basmadığı sürece direksiyondaki şoför tarafından sürülebilecek şekilde modifiye edilmişti. Asker müdahale ettiğin- de ise bunun dışarıdan açıkça görülebilmesi mümkün değildi. Gerçekten de 1980 ile birlikte siyasî sistem geniş bir tadilattan geçmiş, bir diğer deyişle, 12 Eylül ile birlikte askeri dönem geçici, askeri düzen ise kalıcı hâle gelmiş; 12 Eylül askeri dönemi 1983 yılında bitmesine karşın, 12 Eylül askeri düze- ni günümüze kadar devam etmiştir. 66 İmam hatipler ile ilgi rakamlar Eğitim-Sen’in 2003 yılında hazırladığı Siyasî İslam, Din Eğitimi ve İmam Hatipler Gerçeği başlıklı rapordan alınmıştır. 173 Mete K. Kaynar Tüm topluma benimsettirilecek, diğer tüm ideoloji- lerin yerini alacak yerli malı bir ideoloji oluşturma dü- şüncesi de yine benzer çevrelerde pişirilmeye başlandı. Özellikle, 1981 yılının Mustafa Kemal’in doğumunun yüzüncü yılına denk gelmesi vesilesiyle düzenlenen top- lantılarda, yerli malı ideoloji (Atatürkçülük) düşüncesi sıklıkla dile getirilmeye başlandı. Örneğin, 27 Mayıs dar- besinin sabahı Gürsel’in makamında hazırola geçen Onar Komisyonu’nun en genç üyelerinden ve 1980 darbesinin ardından Atatürkçü bir ideolojinin imâl edilmesi politi- kasının önemli aktörlerinden biri olan İsmet Giritli, bu ihtiyacı açık bir dille ifâde etmektedir: Atatürk’ün 100. Doğum Yıldönümünde Atatürkçü- lük-Kemalizmin bir ideoloji olarak oluşturulması ve ideolojik arayış içinde bulunan toplumumuzun ve gençlerimizin ulusal bir ideoloji etrafında birleştiri- lerek, Türkiye’ye ve Kemalizme düşman çevrelerin ideolojik tuzaklarına düşmekten kurtarılması büyük önem taşımaktadır.

İmâl edilen bu Atatürkçülük, 1980 öncesinin Kema- lizminden farklı olmalıydı. Çünkü 1965’de ortanın solu ile başlayarak Bülent Ecevit ve çevresinin demokratik solu CHP içinde hâkim kılmasıyla birlikte, Atatürk ve mer- kez sol düşünce (ortanın solu/Demokratik sol) bir arada ele alınmaya, Kemalist blok kendisini ağırlıklı olarak merkez solda tanımlamaya başlamıştı. 1980’de imâl edi- len Atatürkçülüğün ise bu yükü sırtından atması, sol ile olan bağını kopararak milliyetçi bir çizgiye yaslanması gerekiyordu. Böylece bir taşla iki kuş vurulmuş olacak, 1980 öncesinin MHP milliyetçiliğinden farklı bir milli- yetçilik (Atatürk milliyetçiliği) imâl edilirken, sol kav- ramlarla kendisini ifâde eden Kemalizmden farklı olarak da sol ile ilişkisini tamamen kesmiş bir Atatürkçülük tesis edilebilecekti. Nitekim, Nadir Nadi’yi “Ben Atatürkçü

174 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Değilim” başlıklı bir eser yazmaya, aynı gazeteden İlhan Selçuk’u Kasım 1980’de -gazetesinin 10 gün kapatılma- sına da neden olan- “Atatürkçülük Muz Mudur?” başlıklı bir makale kaleme almaya iten de olayın bu yönü; Kema- lizm ve Atatürkçülük arasında 12 Eylül ile birlikte yara- tılmaya çalışılan farklılıktır. Atatürkçülüğün imâli yoluyla darbeciler, 1980 ön- cesinin ülkücü-devrimci çatışmasına bir çözüm üretmiş olacaklar, milliyetçi olan ama ülkücü olmayan, Mustafa Kemal’e sırtını dayayan, ama (sol-) Kemalist olmayan bir yerli malı ideoloji ile toplumu maniple edebileceklerdi. Oysa, sonuç hiçte umdukları gibi olmadı. Askerin siparişi, emri ile imâl edilen Atatürkçülük, ilkokuldan üniversiteye kadar zorunlu hâle getirilen inkılâp tarihi derslerinin yanı sıra, millî güvenlikten tarihe kadar tüm derslerin içerisi- ne yedirilerek gençlere aktarıldı ama, eklektik, zorlama, seremonik bir “paket” olmanın ötesine geçemedi. Ata- türkçülük tek ideoloji, herkes Atatürkçü, Atatürk de “UluØ Önder”di; resmî ideoloji, bütün kurumları ile bunu tesis etmeye çalışıyordu, ama Mustafa Kemal’in totemleştiril- mesinin, kutsallaştırılmasının ötesinde bir Atatürkçülük de bu süreçte inşâ edilemedi. Daha doğrusu, resmî ideolo- jinin böyle bir sistematik çabası dahi olmadı. Atatürkçü- lük resmî ideoloji vasıtasıyla popüler, ama bir o kadar da yüzeysel hâle geldi: Her ile, ilçeye yapılan Atatürk büstle- ri, her okula konulan Atatürk Köşeleri, her konu ile ilgili olarak asılan “Atatürk diyor ki ” ile başlayan vecizelerin ötesine geçebilen kapsamlı, sistematik bir Atatürkçülük de imâl edilemedi, edilmeye de çok çalışılmadı; bunun ba- şarılabilmesi de mümkün değildi zâten. Kültür endüstrisi, 1980’den sonra imâl edilmeye baş- lanan Atatürkçülüğün sahip olduğu bu çelişkinin yarat- tığı gerilimi hafifletme konusunda önemli bir rol oynadı.

175 Mete K. Kaynar Tok sesi ve heybetli görüntüsü ile Cumhuriyet filminde rol alan Rutkay Aziz, tam da 1980’den sonra imâl edilme- ye çalışılan Atatürk ve Atatürkçülüğe bire bir uyuyordu; ayrıca gelişen medya teknolojileri, darbecilerin yıllar boyu uğraşsalar da başaramayacakları ölçüde kitlelere ulaşabili- yordu. Popüler bir şarkıcının klipinde Mustafa Kemal’in sigarasını yakması, okuldaki Atatürk Köşesinden çok ama çok daha derin bir şekilde kitlelere nüfuz edebiliyor, Yu- karı Gündeş köyü yakınlarındaki Karadağ sırtlarına düşen Atatürk siluetinin internette dolaşan görüntüleri, 1981 yılında Genel Kurmay Başkanlığı tarafından bastırılan “Atatürkçülük” kitabından çok daha fazla kitleleri büyüle- yebiliyordu. Çünkü, daha önce de üzerinde durulduğu gibi, kültür endüstrisi, yarattığı metalarla biz’i belirliyor, kendi biz’ini belirlerken aynı zamanda kendi ötekisini, dışarı’da- kisini de yaratıyordu ve ötekileşmemek istemeyen kitleler, bu metaları zorla değil, aksine isteyerek tüketerek sitemle olan bağlarını sürdürmeye, korumaya çalışıyorlardı. Çün- kü, yine daha önce de vurgulandığı gibi, “İdeolojilerin gücü, yarattığı hayallerle, kitlelerin önemli bir bölümünü peşinden sürüklemesinde yat”ıyordu ve kültür endüstrisi hem hayalin yaratılmasında, hem de kitlesel bir şekilde onun tükettirilmesinde önemli işlevler üstleniyordu. Ancak, sorun sadece yeni medya teknolojilerinin kitle- lere daha rahat nüfuz edebilmesine indirgenerek ele alın- mamalıdır. Nitekim, Yeğen’in (2006:70) de üzerinde dur- duğu gibi, Atatürkçülük 1990’larda ağır bir sembolizm üzerinden görünür olmaya başladı. Kuşkusuz, 1990’larda yaygınlaşmaya başlayan yeni kitle iletişim teknolojileri, 12 Eylül darbecilerinden daha etkin bir şekilde kitlelere ula- şabiliyordu, fakat çok daha önemlisi, kültür endüstrisinin markalaştırdığı Atatürk ile 12 Eylül’ün totemleştirdiği Atatürk’ün aynı amaca hizmet ediyor olmalarıdır. Kültür

176 Tarihin İnşâsı ve Siyaset endüstrisi ve 12 Eylül Atatürkçülüğü arasındaki bu ilişki iki düzlemde gerçekleşti. Birinci olarak eğitim sistemin- de, ilkokuldan başlayarak üniversitelerin tüm bölümleri için zorunlu hâle getirilen Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Ta- rihi derslerinde (ve diğer bir çok dersin içine sindirilerek) öğretilen totemleştirilmiş Atatürk ile kültür endüstrisinin markalaştırarak bir popüler ikon hâline getirdiği Atatürk birbirine çok benziyordu. Daha somut bir örnek vermek gerekirse, İş Bankası rek- lamında diken battığı için eli kanayan Atatürk’ü gören çocuğun “Senin eline diken batar mı? Senin elin kanar mı? Ama sen Atatürk değil misin?” diyerek şaşırması gayet mantıklıydı. Çünkü eğitim sisteminde ona öğretildiği- ne göre Atatürk’ün eline diken batmaması, elinin kana- maması gerekiyordu. Özetle, banka reklamlarında oyna- yan Atatürk ile 12 Eylül sonrasında yaratılmaya çalışılan Atatürk(çülük) birbirleriyle uyum içinde hareket ediyor- du. Bir diğer ifâde ile kültür endüstrisi, resmî ideolojide totemleştirilen Atatürk’ü markalaştırma, popüler kültür metaı hâline getirme işi ile uğraştı; tarihte yaşamış bir kişi olarak Mustafa Kemal kültür endüstrisinin ilgisini çekme- di; çekemezdi: Kültür endüstrisinin gerçekle, yaşayanla, olanla (Mustafa Kemal ile) bir işi zâten olamazdı, kültür endüstrisi çarkının deveranı için kurgulanana, kahraman- laştırılana ihtiyaç vardı. İkincisi Atatürk’ü markalaştırarak pazarlayanların müş- terilerinden, Atatürkçülüğü imâl eden darbecilerin de yurttaşlardan beklentileri de birebir örtüşmekteydi. Bi- rinciler Atatürk’ün satın alınmasını kültür endüstrisinin devamı için yeterli görürlerken, ikinciler Atatürkçülüğe biat edilmesini 12 Eylül’ün askeri düzeninin kalıcılığı için yeterli gördüler. Hiçbirinin Mustafa Kemal’i anlamaya ça- lışmak, izlediği politikaları kritik etmek, değerlendirmek,

177 tartışmak ve o dönemi kendi bağlamı içerisinde anlamaya çalışmak türünden bir amaçları yoktu.

3ONØ3yZ

Suddeutsche gazetesi, Almanya’da çıkan sol eğilimli bir gazete. Bu gazetenin 28.Ağustos.1997 tarihli nüshasında Wolfgang Koydl imzası ile çıkan haberde Atatürk büst- leri konu edilmektedir. Muhabir, 1981 yılında babasının vefatından sonra işleri devralan Necati İnci ile görüşerek haberini yazmış. Kendisi ile yapılan röportajda Necati İnci, o tarihe kadar, yani 1981’den 1997’ye kadar boyu beş metreden yüksek olan 400’den fazla heykel yaptığını, beş metreden küçük helkelerin sayısını ise hatırlamadığını belirtmiş. Muhabir, haberine, Türkiye’deki Atatürk hey- kellerinin tam sayısını kimsenin bilmediğini ve Atatürk heykelleri sektörünün Türkiye’de krizden etkilenmeye- cek bir sektör olduğunu da eklemiş. Suddeutsche gaze- tesinden yaklaşık iki ay sonra, 09.Kasım.1997 tarihinde, Nuriye Akman da aynı konu ile ilgili olarak Necati İnce ile röportaj yapmış ve sohbet sırasında İnce’ye neden bir gülen Atatürk heykeli yapmadığını sormuştur. İnce’nin cevabı ise totemleştirmeye örnek teşkil edecek şekildedir: “Atatürk’ün çok az gülümseyen resmî vardır. Hayatında o kadar çok düşünmüş ki gülmeye pek fırsat bulamadı” Ak- man, röportajında, heykel fiyatlarına, bu işten elde edilen rantlara da deyinmeyi ihmal etmemiş. Akman’ın tespitleri de Koydl’ın tespitlerinden farklı değil. Atatürk heykelleri oldukça kârlı bir sektör. İşte kapitalizm, kültür endüstrisi, resmî ideoloji ve to- temleştirmeyi bir araya getiren de işin bu yönüdür. 27 Mayıs’ta her ile bir Atatürk heykeli kampanyası, 12 Ey- lül darbesinde her okula bir Atatürk heykeli politikasına Tarihin İnşâsı ve Siyaset dönüşecek, bu sektörün hacmini genişletecektir. Ama iş ekonomi ile sınırlı kalmayarak resmî ideolojinin yeniden üretimi ve bu yeniden üretim sürecinde Mustafa Kemal’in ata Türkleşmesi, totemleştirilmesi süreçlerini de içerisin- de taşıyacaktır: Gülümseyen bir Atatürk heykeli olamaz, çünkü Mustafa Kemal ülkesini düşünmekten gülmeye fırsat bulamamış bir liderdir. Sektörün genişlemesi to- temleştirmeyi, totemleştirme resmî ideolojide Musta- fa Kemal’in yeniden üretimini, kültür endüstrisi bu to- temden bir popüler marka, bir ikon yaratılma süreçlerini besleyecektir: Mustafa Kemal, artık, sadece düşünmekten gülümsemeye vakit bulamayan Ulu Önder olmakla kal- mayıp, kravat iğnesinden, mektup açacağına, takvimden, çay kupasına akla gelebilecek birçok tüketim malzemesi- nin üzerine resmî, imzası nakşedilmiş bir popüler kültür ikonudur. Ne kadar totemleştirilirse, o kadar rahat pazar- lanan bir marka hâline gelecek, ne kadar marka hâline ge- lirse totemleştirilmesi o kadar kolaylaşacak, resmî ideoloji içerisinde Mustafa Kemal’in Atatürk olarak yeniden üre- timi ve aktarımı o kadar kolaylaşacaktır. Bir başka ifâde ile Mustafa Kemal, Atatürkleştirilerek ne kadar satılırsa o kadar kâr getirmekte, ne kadar kâr getirirse o kadar totem- leştirilmekte, ne kadar totemleştirilirse resmî ideolojinin yeniden üretimi aktarımı o kadar sorunsuz devam ettirile- bilmektedir. Bu yargıyı, erken Cumhuriyet döneminden bu yana totemleştirilmekte olan Mustafa Kemal’in 2000’li yılların ilk çeyreğinde siyasî hayattaki tezâhürü, Mustafa Kemal’in totemleştirilmesinin 2000’li yıllardaki metodu olarak okumak da mümkündür.

179

Tarihin İnşâsı ve Siyaset

/3-!.,)´$!Ø$%62Ü-Ø/,$5Ø-5 ØØØØØØØØØØØØØØØØØØØ ))Ø-%Ý254Ü9%4ÜØ/+5-!+

ustafa Kemal, halkın ve askerlerin sa- mimi tezahüratları arasında, 03.Tem- muz.1919 günü Erzurum’a gelir ve Er- zurum Kongresi’nin hazırlıkları için çalışmayaM başlar. Bir yandan da yaklaşık bir aydır Saray’ın, İstanbul’a dönmesi için çektiği telgraflara kaçamak ce- vaplar vermekle uğraşmaktadır. Nitekim, Erzurum’a gel- dikten beş gün sonra, 08.Temmuz.1919 saat 10:50’de görevinden ve askerlikten istifa ettiğine dair telgrafları Harbiye Nezareti’ne ve padişaha çeker. Erzurum Kongre- si iki gün sonra, yani 10.Temmuz.1919’da toplanacaktır. Bu tarihi Mustafa Kemal, daha Amasya’da iken, arkadaş- larına da imzalattırarak ilgili yerlere telgrafla bildirdiği tamimde dile getirmiş; Haziran ayında yayınlanan bu ta- mimin ikinci maddesinde “Doğu vilayetleri namına 10 Temmuz’da Erzurum’da toplanması mukarrer kongre için, mezkûr vilayetlerin müdafaa-i hukuk-ı millîye ve redd-i ilhak cemiyetlerinden müntehap azalar, zâten Erzurum’a müteveccihen yola çıkarılmışlardır. O vakte kadar vilayat-ı sairemizin murahhastan da Sivas’a vasıl olabileceklerin-

181 Mete K. Kaynar den, Erzurum Kongresi’nin azası, tensip edeceği zaman- da, umumî toplantıya iştirak etmek üzere, Sivas’a hareket edecektir.” diyerek kongrenin tarihini işaret etmiştir. Er- zurum Kongresi 10.Temmuz.1919 Perşembe günü topla- nacaktır; lâkin delegeler henüz Erzurum’a gelmemişlerdir. Bu yüzden 10 Temmuz’da toplanacağı duyurulan kongre- nin açılışı 23.Temmuz.1919 Çarşamba gününe ertelenir. Kongre o tarihte toplanmaya başlar ve 14 gün boyunca çalışır. Osmanlılar, Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği 1839 Kasım’ına kadar Hicrî takvimi kullanmışlardır. Tanzimat’tan sonra Rumî takvim kullanılmaya başlan- mışsa da, 1870’lere kadar her iki geçerliliğini korumuştur. Tanzimat’tan bu yana Batı ile entegre olmaya başlayan Osmanlı’da, Avrupa’da kullanılan Miladî takvim de, özel- likle okur yazarlar arasında, yaygın olarak kullanılıyordu. Rumî takvim, resmî olarak 1926 yılına kadar yürürlükte kalmış; bu tarihte, bütçe ile ilgili işler hariç tutulmak üze- re Miladî takvime geçilmiştir. 1983 yılında ise Rumî tak- vim tamamen devre dışı bırakılır ve sadece Miladî takvim kullanılmaya başlanır. II. Meşrutiyet, Miladî takvime göre 23.Temmuz.1908 Perşembe, Rumî Takvim’e göre hesaplandığındaysa 10.Temmuz.1324 tarihinde ilan edilmiştir. Bu tarih, II. Abdülhamid’in İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin muhalefe- tine direnemeyip, 1876’da kabul edilip, meşhur “Ø93 har- bi” gerekçe gösterilerek rafa kaldırılan Kanun-i Esasî’nin yeniden yürürlüğe sokulmasını ve o tarihte tatil edilen Meclis-i Mebusan için seçimlerin yapılmasını kabullen- diği tarihtir. Bu tarih, 10.Haziran.1908’de Reval’de bir araya gelen Rus Çarı II. Nikola ve İngiliz Kralı Edward’ın Balkanlarla ilgili olarak aldıkları kararları öğrendiğinde, üç gün üç gece gözüne uyku girmeyen ve Batılı devlet-

182 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lerin Balkanlar üzerindeki politikalarını etkisiz hale ge- tirmenin, Osmanlı’nın parçalanmasını durdurmanın tek yolunun, herkesin içinde temsil edilebileceği bir meclis ve anayasal bir yönetim olduğuna yürekten inanan Kolağa- sı Resneli Niyazi’nin derin bir uyku çektiği tarihtir. Bu tarih, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hürriyet, müsavvat ve uhuvvet ilkelerini hayata geçirecek, açılacak meclis yo- luyla “ittihad-ı anâsır”ı sağlayacak, Osmanlı’nın parçalan- masını durduracak politikaların uygulanmaya başlanması için ilk adımı attığını düşündüğü tarihtir. Bu tarih, bu politikaları hayata geçirmek, bir hürriyet düzeni tesis et- mek için dağlara çıkanların, Meşrutiyet’in ilanından sonra “kahraman-ı hürriyet” lakabıyla taltif edildikleri tarihtir. 23 Temmuz, istibdatın bittiği, hürriyete kavuşulduğu düşüncesinin tüm ittihatçıların kafasına yazıldığı tarihtir. Bu tarih, özellikle Makedonya’da “Yaşanın Hürriyet” slo- ganları ile halkın sokaklara dökülerek hürriyeti kutladığı, Vehip Paşa’nın, adı o anda Hürriyet Meydanı konuluveren Makedonya’daki meydanda, 60 numaralı top arabası üze- rinde hürriyeti ilan ettiği, “Ya Kanun-i Esasî Ya Ölüm!² diyen gençlerin tüm isteklerine kavuştuklarını düşündük- leri tarihtir. II. Meşrutiyet’in ilanı ile bir “özgürlük devrimi”, “hür- riyet inkılâbı” yapıldığı düşüncesi o kadar yaygındır ki, Anadoluya geçen Mustafa Kemal de 10 Temmuz’da top- layamadığı kongresini, ileri tarihteki herhangi bir güne değil, 23 Temmuz’a ertelemeyi tercih etmiştir. Böylece 10 Temmuz’da toplanamayıp 23 Temmuz’da toplanabilen kongre, kendisini siyasî olarak hürriyet devrimine bağla- yabilme imkânı bulacaktır. Neredeyse tamamını İttihatçıların oluşturduğu Millî Mücadele’nin kurmay heyeti ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu kadrosu içinde de bu düşünce oldukça yaygındır ki,

183 Mete K. Kaynar 23 Temmuz Hürriyet Bayramı, Türkiye Cumhuriyeti ku- rulduktan sonra bile kutlanmaya devam etmiş; bu bayra- mın resmî kutlamaları 1935 yılında son bulmuştur. İsmet İnönü Kabinesi 1935’de 23 Temmuz’un Hürriyet Bay- ramı olarak kutlanmasına son vermiştir; fakat 1935’den sadece 26 yıl sonra, Cemal Gürsel’in başında olduğu 25. Hükümet, bu kez de 1960 darbesinin “ 27 Mayıs Anaya- sa ve Hürriyet” bayramı olarak kutlanmasına karar ver- miştir. 03.Mart.1961 tarihinde kabul edilen bu bayram, yani 1960’ların siyasî şartlarına göre güncelleştirilmiş yeni hürriyet bayramımız, Kenan Evren tarafından 2429 Sayılı Kanun’da yapılan değişiklikle, kaldırıldığı 17.Mart.1981 tarihine kadar aralıksız kutlanmıştır. Hürriyet inkılâbı-meşrutiyet (ve Türkiye Cumhuriye- ti) arasında kurulan ilişkiler yukarıdaki örneklerle de sı- nırlı değildir. Meclisin fiilen çalışmaya başladığı 04.Ara- lık.1908 tarihinden yaklaşık 4, 5 ay sonra ortaya çıkan ve tarihe 31 Mart Vakası olarak geçen olaylarda ölenler için yapılan anıt mezara da “Abide-i Hürriyet” adı verilir. Olaylarda ölenlerin cenazesi, 26 Nisan’da büyük bir mi- tingle kaldırılır. Göstericilerin omuzlarındaki cenazeler, Harbiye’den Şişli’ye getirilir ve o zamana kadar herhan- gi bir özel adı olmayan tepeye defnedilirler. Bu tepenin adı daha sonra Hürriyet-i Ebediye tepesi olarak anılacak, Mimar Muzaffer Bey’in yaptığı ve üzerinde Makber-i Şü- hedayı Hürriyet yazan Abide-i Hürriyet anıt mezar da bu tepeye dikilecektir. Nitekim Meşrutiyet’in ilanından son- ra İttihat ve Terakki Cemiyeti, elini dokunduğu herşeyi özgürleştirmektedir: Vehip Paşa’nın bildirisini okuduğu meydan Özgürlük Meydanı oluveririr ittihatçıların elle- rinde; 31 Mart Vakası’nda ölenlerin gömüldüğü yer bir anda Sonsuz Özgürlük Tepesi’ne, oraya dikilen anıt Öz- gürlük Anıtı’na, anıtı çevreleyen mezarlar, Özgürlük Şe-

184 Tarihin İnşâsı ve Siyaset hitleri Mezarları’na, Meşrutiyet’in ilanı için dağlara çıkan- lar Özgürlük Kahramanları’na dönüşürler, cemiyetin usta kalemleri elinde. Gerçi daha sonra “Doksanbeşe Doğru” isimli şiirinde Meşrutiyet’in ilanından sonra yaşadığı ha- yal kırıklıklarını da yazacaktır ama, 31 Mart olayları ol- duğunda Galatasaray Lisesi Müdürü olan ve ayaklanmacı- ların okula saldıracakları söylentisi üzerine “Evvela benim cesedimi çiğnesinler öyle geçsinler”Ødiyen Tevfik Fikret de bu anıt ile ilgili olarak şöyle demektedir: Eğil hürmetle zair piş-i ta’zizinde heybetler, / Ce- ladetler kuşanmış yükselen tak-ı hamiyyettir. /Eğil zair, bu bir mehrab-ı hürriyyet, bu âli bir/ Mukaddes kıble-i ikbal-i istiklal-i millettir. / Bugün hürriyyetin, millîyyetin, namusu ümmidin, / Masun kaydıysa bil zair reha-kârın bu heyettir. Halen Şişli Belediyesi’nin ambleminde de yer alan Abide-i Hürriyet anıt mezarı Cumhuriyet döneminde, sadece 31 Mart olaylarında ölenlerin defnedildiği bir anıt mezar ol- maktan çıkarak, İttihat ve Terakki’nin önde gelenlerinin ve Abdülhamid mağdurlarının defnedildiği, hürriyet özlemi- nin simgeleştiği bir anıt hâline gelir. Cumhuriyet yöneti- mi, orada yatanların hürriyet şehitleri olduğu düşüncesine o kadar içten inanmaktadır ki 1921’de Berlin’de öldürülen Talat Paşa’nın cenazesi 1943’de, 1884’de Taif’te ölen Mit- hat Paşa’nın cenazesi 1951’de, 1922’de Tacikistan’da bir çarpışmada vurulan Enver Paşa’nın cenazesi ise 1996’da bu mezarlığa taşınır. Artık onlar da birer özgürlük şehididir- ler.

))Ø-EÞRUTIYET´EØ'ELENEØ+ADAR Dışişleri Bakanı Mustafa Reşit Paşa 03.Kasım.1839 tarihinde Gülhane Parkı’nda yabancı elçilere ve toplanan kalabalığa Sultan Abdülmecid’in fermanını okuduğunda,

185 Mete K. Kaynar Osmanlı İmparatorluğu için yepyeni bir dönem de başla- dı. Gerçi Osmanlı İmparatorluğu’nda reform hareketleri, Fransız Devrimi’nden sadece 3 ay önce tahta çıkan III. Se- lim döneminde başlamış; amcasının oğlu IV Mustafa’nın boğdurduğu III. Selim’in vefatının ardından tahta çıkan II. Mahmud zamanında da bu reformlar devam etmişti. II. Mahmud 02.Temmuz.1839’da veremden ölünce tahta, oğlu Abdülmecid çıktı. Babasının ölümü üzerine 16 ya- şındayken tahta çıkan Abdülmecid, saltanatının dördün- cü ayında Tanzimat Fermanı’nı yayınladı. Fermanı oku- yan Mustafa Reşit Paşa, babası zamanında Paris ve Londra Büyükelçiliği ve Dışişleri Bakanlığı görevinde bulunmuş, deneyimli bir bürokrattı. İngilizlerle yapılan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun kapitalist üretim ilişkilerine dönüşü- münde önemli bir kilometre taşı olarak kabul edilen Bal- talimanı Antlaşması da Mustafa Reşit Paşa’nın Dışişleri Bakanlığı zamanında imzalanmıştı. Padişah 16 yaşınday- dı, fakat Gülhane Parkı’nda onun fermanını okuyan Mus- tafa Reşit Paşa 39 yaşında deneyimli bir bürokrattı ve fer- mana padişahtan çok onun emeği geçmişti. Uğurlu Düzenlemeler (Tanzimat-ı Hayriye) olarak anılan bu dönemde bir çok hukukî, idarî, siyasî ve malî reformlar yapıldı. Yapılan tüm bu reformların ötesinde, Tanzimat’ın en önemli reformu “reform” kavramına getir- diği yenilik oldu. Shaw’un (1983:101) da altını çizdiği gibi Tanzimat, ±…eski kurumların korunması ve onarılmasına yönelik geleneksel Osmanlı reform kavramı yerine, bu ku- rumların-bazıları Batı’dan ithal edilmek üzere-yenileriyle değiştirilmesini öngören modern reform kavramını getir- di.² Bu yeni “yenilik” düşüncesi, bizzat fermanın kendi içinde bile ifâde ediliyordu. Fermanın sonlarında Musta- fa Reşit Paşa toplanan kalabalığa “Ve keyfiyet-i meşrûha usûl-i atîkayı bütün bütün tağyir ve tecdid demek ola-

186 Tarihin İnşâsı ve Siyaset cağından, işbu irad-ı şâhanemiz Dersaadet ve bilcümle memâlik-i mahsuramız ahâlisine ilan ve işâe olunacağı misillû² diyordu. Bir diğer deyişle, eski usûlleri tamamen bozmak, kaldırmak ve yerine yenilerini koymaktan bahse- diyordu Dışişleri Bakanı. İşte Osmanlı’nın yabancı olduğu ve Tanzimat ile birlikte tanışmaya başladığı reform anla- yışı tam da buydu. Tanzimat dönemi reformlarının pek çoğu, başta Mus- tafa Reşit Paşa olmak üzere, Mehmet Emin Ali ve Meh- met Fuat paşalar eliyle gerçekleştirildi. Ali ve Fuat paşa- lar, 1858’deki ölümüne kadar Mehmet Reşit Paşa’nın eli, ayağı oldular ve iktidarda bulundukları dönemde “Erkan-ı Selalse” (Üçlü Grup) olarak anıldılar. Reşit Paşa’nın Paris Büyükelçisi olduğu dönemde Ali Paşa, onun malahatgü- zarlığını yapıyordu ve o tarihten beri yolları ayrılmamış- tı. 26.Ocak.1852’de Mustafa Reşit Paşa Sadrazamlık’tan ikinci kez ayrıldığında, Ali Paşa önce görevi kabul etmek istememiş, ardından da Mustafa Reşit Paşa’nın elini öperek göreve başlamıştı. Yakın dostlukları ve kader arkadaşlık- ları Paris Antlaşması’nın imzalanmasına kadar devam etti. Tanzimat ekibinin bir diğer üyesi Keçecizade Mehmet Fuat Paşaydı. Üniversite hocası iken Mehmet Reşit Paşa tarafından siyasete sokulmuştu. Fuat Paşa’da bir çok yerde büyükelçilik, Sadrazamlık ve Dışişleri Bakanlığı görevin- de bulunmuş, özellikle Ali Paşa ile siyasî kader arkadaşlığı yapmıştı. Mehmet Emin Ali Paşa ve Keçecizade Mehmet Fuat paşalar, Mustafa Reşit Paşa’nın 07.Ocak.1858 tari- hindeki vefatından sonra, Tanzimat döneminin iki güçlü figürü, Tanzimatı eleştiren Yeni Osmanlılar’ın boy hedefi hâline gelmişlerdir. 1869’da Fuat Paşa’nın, iki yıl sonra da-1871’de-Ali Paşa’nın ölümleri, Tanzimat’ın “paşalar dönemi”nin sonunu getirdiği gibi, Tanzimat reformları- nın sekteye uğramasına da neden olmuştur.

187 Mete K. Kaynar Tanzimat’ın en önemli reformu “reform” kavramına kattığı yeni anlamken, ikinci en önemli reformu ise “mu- halefet” kavramına kattığı yeni anlam oldu: Tanzimat döneminde uygulamaya sokulan reformların ve bu dö- nemde izlenen Batı yanlısı politikaların yarattığı tepki- ler, 1860’ların ortasında kendilerine Türkistan’ın erbab-ı şebabı (Türkiye Gençleri/Jeune Turquie) diyen muhâlif bir grubun ortaya çıkmasına yol açtı. Mardin’in (2006:43) de altını çizdiği gibi, Osmanlı kültüründe taşıdığı tüm olumsuz anlamlara karşın bu muhâlif hareketin kendisi- ni şebap olarak tanımlamasında, Tanzimat’ın getirdiği reform/yenilik anlayışının hayli önemli bir rolü vardır. Tunaya’nın (1997:39) da tartıştığı gibi, Tanzimat’ın ar- dından doğmaya başlayan böylesi bir muhalefet anlayışı ile yine bu dönemde ortaya çıkmaya başlayan vatandaş dü- şüncesinin birbiriyle yakın bir ilişki içerisinde olduğunu da vurgulamak gerekmektedir. Bir başka ifâdeyle, Tanzimat, hem kendi reform mantı- ğını, hem de bu reformlara muhalefet usûllerini, anlayışını beraberinde getirmiştir. Tabîî, Osmanlı klasik muhalefet kültürünün aksine, ismine yeni kelimesine taşıyan bu tür bir muhâlif grubun ortaya çıkmasında, o dönemde farklı ülkelerde-başta da İtalya’da-örgütlenmeye başlayan, Fran- sız Devrimi ilkelerinden etkilenmiş, diğer muhâlif örgüt- lerin etkisini de belirtmeden geçmemek gerekmektedir. Nitekim, Tunaya’nın (1995:93) da ifâde ettiği gibi, Yeni Osmanlı Cemiyeti’nin Nizâmnamesi hazırlanırken İtalyan Carbonari cemiyetinin nizâmnamesi temel ve esas alınmış- tır. Tanzimat paşalarının reformlarına muhâlif Yeni Os- manlılar grubunun toplumsal tabanı, devlet hiyerarşi- si ve İstanbul’un Batı’dan haberdar sosyetesiydi (Mardin 2006:51). Yeni Osmanlılar devlet kurumlarında yetişmiş-

188 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lerdi ve yüksek bürokratlarla oldukça sıkı ilişkiler içeri- sindeydiler; siyasî çıkış noktaları da kendi içinde çelişkiler taşıyordu. Bir yandan eskinin ve geleneğin bağrında ya- şıyorlar, diğer yandan da el yordamı ile yeni olanı ve mo- derni yakalamaya çalışıyorlardı. Hemen hemen hepsi ümit vaat eden genç yönetici adaylarıydılar. Bu nedenle de bir yandan muhâlif tavırlarını muhafaza ederlerken, diğer yan- dan da Osmanlı devlet hiyerarşisi içerisinde yükselmenin bildik kurallarına tâbiydiler. Muhâlif tavırları işte tam da bu dinamikler etrafında şekilleniyordu (Koçak 2006:74). Yeni Osmanlılar’ın büyük çoğunluğunun ilerleyen ta- rihlerde padişahla anlaşarak -ki muhalefet ile ikbâl ara- sında gidip gelen bu kişiler arasında, Yeni Osmanlılar’ın önemli isimlerini Avrupa’ya çağırarak onlara orada iş bu- lan ve fikirlerini yaymalarına yardımcı olan, kendisi de padişaha yazdığı bir mektupla -ariza-meşrutiyet yanlısı düşüncelerini açıklayan Mustafa Fazıl Paşa gelmektedir. Fransa ve İngiltere’ye yaptığı ziyaret sırasında padişahtan özür dileyen Mustafa Fazıl Paşa, bu davranışı ile nazırlığa getirilecektir-devlet kademesindeki görevlerine dönme- lerini de bu dinamiklerle açıklamak mümkündür. Yine Koçak’tan (2006:76) yararlanarak söylemek gerekirse, Yeni Osmanlılar’ın muhalefet anlayışını bir yandan “yeni” bir muhalefet türü olarak tanımlamaya imkân veren, di- ğer yandan ise onu, Batı’daki muhâliften ayırarak Osmanlı muhalefet geleneğinin sürekliliği içinde tanımlamayı ko- laylaştıran temel dinamik de, Yeni Osmanlılar’ın devletle kurdukları bu ilişkilerin içerisinde şekilleniyordu. Yeni Osmanlılar da, tıpkı nefret ettikleri Tanzimat paşaları gibi ülkeyi içinde bulundukları kötü durumdan kurtarmaya çalışıyorlardı. Onları Ali ve Fuat paşalardan ayıran şey, hedefleri değil, metotlarıydı. Muhâliflerin muktedirlerle ihtilâflı oldukları nokta (ortak) amaçların-

189 Mete K. Kaynar da değil, bu amaca ulaşmak için izlemeyi planladıkları metotlarla şekilleniyordu; yoksa Fuat Paşa da en az, onun için “Nasıl ah etmeyelim memleketin hâline kim /Ne za- mandır çekiyor Sadr-u Fuad illetini” diyen Nâmık Kemal kadar ittihad-ı anâsırın sağlanması amacına hizmet etme- ye çalışıyordu. Yeni Osmanlılar’ın muhalefet anlayışının bu yönüdür ki, yine örneğin Mustafa Fazıl Paşa’yı basitçe, kendi düşüncelerine ihanet etmiş ve “bakanlık uğruna fi- kirlerinden caymış bir hâin” olarak tanımlamayı zorlaştır- maktadır. Çünkü onu, daha önce eleştirdiği padişahtan ve onun çevresinden ayıran şey -Batı’nın muhâlifinden farklı olarak-muktedirlerden farklı amaçlara hizmet etmesi de- ğil, ortak amaçlarına ulaşmak konusundakli usûl farklılık- larıydı. O nedenle de padişahtan özür dileyek onun bakanı olan Mustafa Fazıl Paşa -ve diğerleri-siyasî amaçlarını ve hedeflerini değil, en fazla muhalefetteyken de sahip oldu- ğu siyasî hedeflere ulaşmak için izlediği yolu değiştirmek- le eleştirilebilir. Hattâ bir adım daha ileri giderek, onu -dönemin muhalefet anlayışı bağlamında düşünerek-padi- şahın etrafında yer alma becerisi gösterdiği ve bu yolla, muhâlifken de savunduğu politikaların izlenebilmesi için padişahı ikna edebilecek bir imkân yakaladığı için tebrik etmek bile mümkündür. Tanzimat reformlarının uygulayıcıları ve Yeni Osman- lılar, yani muktedirler ve muhâlifler aynı hedefe kilit- lendikleri için, ortak bir siyasî jargonu da yeniden üreti- yorlardı; ya da tersten okursak Yeni Osmanlılar, Batı’nın muhâlifleri gibi, muktedirin dilinden ayrışmış bir siyasî dil yaratma imkân ve becerisinden yoksundular. Muhale- fetleri, padişahın etrafında yer alamamaları ile yakından ilgiliydi. Yeni Osmanlılar padişahın etrafında bir kez yer alabilseler, ona gerçeği, doğruları bir kez söyleyebilseler, ülkeyi içinde bulunduğu kötü durumdan kısa zamanda

190 Tarihin İnşâsı ve Siyaset çıkarabilecek politikaları uygulayabilecekleri siyasî zemi- ni de böylece yakalayabileceklerdi. Koçak’tan (2006:79) yararlanarak Ziya Paşa’nın siyasî metodojisine baktığı- mızda da aynı şeyi görmek mümkündür. Nitekim, Ziya Paşa’nın Rüya adlı eserinde ortaya koyduğu görüşler, ne- den padişahtan özür dileyerek İstanbul’da bir nazırlığa razı olan Mustafa Fazıl Paşa’nın eleştirilmek yerine teb- rik ve takdir edilmesi gerekebileceğini de gözler önüne sermektedir. Sürgündeki Ziya Paşa, Rüya adlı yazısında, Abdülaziz’i sarayın bir köşesinde tek başına yakalayabil- mekten bahsetmekte; bu şansa bir kez ulaşılabilirse, ona o zamana kadar etrafındaki hiç kimsenin dile getirmedi- ği GERlEKleri anlatmayı ummaktadır. Bunu başarabilirse, devleti içinde bulunduğu durumdan kurtarmak için, yani Yeni Osmanlılar’ın yıllardır padişaha önerdiği politika- ları uygulayabilmek için, siyasî bir zemin yaratmak da kabil olacak; sözün özü “etraf” değişecek; bu yolla kötü- lerin yerini iyiler alacak; Osmanlı kurtulacaktı. Tabir-i câizse, işte Ziya Paşa’nın özetlediği bu rüyadır ki Musta- fa Fazıl Paşa’yı İstanbul’a nazır olarak dönmeye, Mithat Paşa’yı Abdülaziz’i tahttan indirerek V. Murat’ı tahta çı- karmak için çalışmaya, Ali Suavi’yi Abdülhamid’i Çıra- ğan Sarayı’nda basarak V. Murat’ı tekrar padişah yapma- ya itmiştir. Nitekim, yukarıda da belirtildiği gibi, Yeni Osmanlılar’ın siyasî muhalefet metodolojisi üç aşağı beş yukarı Ziya Paşa’nın Rüya’sındaki gibi oldu. Fakat bir farkla: Rüya’daki gibi padişahın etrafına giremeyen Yeni Osmanlılar, etrafında yer alabilecekleri bir padişahı başa getirecek siyasî manevralar yapmak zorunda kaldılar. Pa- dişah Abdülaziz, 30.Mayıs.1876’da tahttan indirilerek yerine, Yeni Osmanlılar’ın etrafını oluşturabilecekleri V. Murat geçirildi. 30 Mayıs’da padişahlıktan indirilen Abdülaziz, bir hafta sonra 04.Haziran.1876’da vefat etti. Resmî açıklama her iki bileğini de keserek intihar etti- 191 Mete K. Kaynar ği şeklinde olmasına rağmen, padişahın sadece halledil- meyip, beş gün sonra da katledildiği düşüncesi de yaygın olarak dile getirildi. Bu intihar (süsü verilmiş cinayetin), etrafında yer alabilecekleri bir padişahı tahta çıkaran Yeni Osmanlılar’ın, müstakbel iktidar odaklarını (Abdülaziz’in tahta tekrar çıkabilme ihtimâli gibi) ortadan kaldırmak için uygulamaya koydukları bir plan olup olmadığı çok tartışıldı; hattâ Mithat Paşa, bu olaydaki sorumluluğu ne- deniyle Abdülhamid tarafından ölüm cezasına dahi çarptı- rıldı. Padişahın etrafını oluşturmak o kadar önemliydi ki, reformlara devam sözü vererek V. Murat’ın yerine tahta çıkan II. Abdülhamid’in, hiç de Abdülmecid ya da Abdü- laziz gibi bir padişah olmayacağının anlaşılmasından sonra Yeni Osmanlılar, diş geçirebilecekleri V. Murat’ı tekrar tahta çıkatmak için bir saray darbesi yapmayı bile göze aldılar; ama bu girişim Ali Suavi’nin de canına maloldu. Tanzimat reformlarına tepki, fermanın ilanından kısa bir süre sonra başlamıştı. Başta, Şinasi, Mustafa Fazıl Paşa, Nâmık Kemal, Ali Suavi ve Ziya Paşa olmak üze- re bir çok genç bürokrat Tanzimat uygulamalarına cephe almaya, Osmanlı’nın içinde bulunduğu durumdan kur- tulabilmesi için “Hükümeti meşrûta” usûlüne geçilmesi gerektiğini dile getirmeye başlamışlardı. Gittikçe artan milliyetçilik hareketleri karşısında Osmanlı’nın birliğinin -devletin bekâasının-nasıl korunabileceğine ilişkin görüş- ler, meşrûtî yönetim taraftarlarıyla da sınırlı değildi. Bir yanda, Şûrâyı Devlet üyeliği ve Sadrazamlık yapmış, Rus yanlısı politikaları savunması nedeniyle “nedimof” laka- bı ile anılan Mahmud Nedim Paşa gibi kişiler, sorunların çözümünün eskiye dönmekte, eskiden olduğu gibi ikti- darı bürokrasiden alıp padişaha vermekte, padişahın oto- ritesinin hiçbir kurum ve kişi tarafından sınırlanmadığı bir devlet yapısını uygulamaya geçirmekte olduğunu dile

192 Tarihin İnşâsı ve Siyaset getirirlerken, Tanzimat döneminin muktedir paşaları Ali ve Fuat paşalar bile reformdan bahsetmekte, gayrımüslim milliyetçiliğinin önüne geçebilmek için Osmanlıcılık si- yasetini ve müsavvat prensibini tam anlamıyla uygulama- ya sokacak düzenlemeleri hayata geçirmek gerekliliğinden bahsetmekteydirler (Çetinsaya 2006:68-69). 1860’ların ortalarına gelindiğinde, gerek Ali ve Fuat paşaların önderlik ettikleri reform düşüncesi, gerekse de Mahmud Nedim Paşa’nın önderlik ettiği eskiye dönüş projesi popülaritesini yitirmeye, Mithat Paşa, Mustafa Fazıl Paşa, Şinasi, Ziya Paşa, Ali Suavi gibi isimlerin ön- derlik ettikleri meşrûtiyet yanlısı düşünceler güçlenme- ye başladı. Çünkü Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesine, üstüne üstlük 1856’da yılında Islâhat Fermanı ile Tanzi- mat Fermanı’ndaki hükümler biraz daha pekiştirilmeye çalışılmasına rağmen, gayrimüslüm milliyetçiliği önüne geçilememiş; Abdülaziz artan dış borçlar ve bozulan malî dengeler, Girit, Mısır, Lübnan meseleleri gibi siyasî, idarî, malî, askerî bir çok sorunla baş etme konusunda yeterince başarı sağlayamamış; padişah, bürokrasinin-Tanzimat pa- şalarının-karşısında ikincil konumundan kurtulamamış; reformların gerçek yöneticisi hâline gelememişti. Tüm bu gelişmeler de Abdülaziz’in yetkilerinin ancak anayasal bir sistem ile sınırlandırılabileceği düşüncesinin ağırlık ka- zanmasında önemli rol oynamaya başladı. Bu gelişmelerin tetiklediği entellektüel ortam, 1865 yılında Yeni Osman- lılar Cemiyeti’nin kurulmasında önemli role sahip oldu. Cemiyetin kurulmasının ardından, Mustafa Fazıl Paşa’nın davetiyle 1867’de Avrupa’ya giden Yeni Osmanlılar, başta da Ziya Paşa, Nâmık Kemal, Ali Suavi, Kayazâde Reşad, Menapirzâde Nuri, Çapanoğullarından Yusuf Agah Efen- di, Kani Paşazâde Rıfat Bey, Sağır Ahmed Bey, Hüseyin Vasfi Bey ve Mehmet Bey, Tasvir-i Efkâr gazetesi aracılı-

193 Mete K. Kaynar ğıyla meşrûtiyet yanlısı düşüncelerini yaymaya başladılar- sa da Mustafa Fazıl Paşa’nın hâmîliğini kaybetmelerinin ardından bir bir yurda dönmek zorunda kaldılar. 1871’e gelindiğinde, Avrupa’da yayın faaliyetlerine devam et- mekte zorlanan Yeni Osmanlılar’ın büyük çoğunluğu yurda dönmüştü. İçlerinden sadece Ali Suavi 1876 yılına kadar yayın faaliyetlerine devam edebildi. Tanzimat’ın, padişahı bile gölgede bırakan her iki paşa- sının da 1870’lerin başında ölmesinden sonra reformların yöneticisi olmak isteyen Abdülaziz, kendi ekibini kurma- ya, ipleri kendi elinde tutabilmek için de sık sık Sadrazam değiştirme politikası uygulamaya çalıştıysa da bu, Islâhat Fermanı ile pekiştirilmiş Tanzimat reformlarının iyice ak- samasına ve sorunların iyiden iyiye içinden çıkılmaz bir hal almasına yol açtı. 1876 yılına gelindiğinde politik ortam fazlasıyla gergin durumdaydı. Bulgaristan ve Bosna’da Müslüman ve Hris- tiyanlar arasında yaşanan gerilim, İstanbul’da, Müslüman- ları, özellikle de medrese öğrencilerini galeyana getirmiş; “.EDIMOF” Paşa’nın düzeni sağlamak için Rus askerlerin- den yardım isteyeceği söylentileri gerginliği iyice tırman- dırmıştı; sonuçta 8.Mayıs.1876’da medrese öğrencilerinin başını çektiği büyük bir grup alanlara çıkmaya başladı. Abdülaziz, düzeni sağlayabilmek ve iktidarını koruyabil- mek için Şeyhülislamlığa reform yanlısı Hafız Hayrullah Efendi’yi getirdi. 12 Mayıs’ta ise, göstericilerin isteklerine boyun eğerek Sadrazamı Mahmud Nedim Paşa’yı da azle- den Abdülaziz, Sadrazamlığa, Mütercim Mehmet Rüştü Paşa’yı tayin etti. Olaylar Abdülaziz tahttan halliyle so- nuçlandı. Tahta çıkartılan V. Murat reform yanlısıydı; nitekim Mithat Paşa da anayasa taslağı ile ilgili çalışmalarına onun

194 Tarihin İnşâsı ve Siyaset tahta çıkmasından hemen sonra başlamıştı. V. Murat, he- nüz Şehzadeyken babası Abdülmecid ile birlikte Avrupa seyahatine çıkmış, sonradan İngiltere tahtına gelecek olan VII. Edward ile yakın dostluk kurmuş, Yeni Osmanlılar’ın görüşlerine yakın duran bir isimdi. Ayrıca Mithat Paşa gibi V. Murat’ın da Mason locasına kayıtlı olması, onu Yeni Osmanlılar’ın gözünde kayda değer bir iktidar alter- natifi hâline getiriyordu. Fakat gerek sabık padişahın taht- tan indirilişinden beş gün sonra intihar etmesi ve bu in- tiharın ardından çıkan, aslında padişahın intihar etmeyip öldürüldüğü iddiâları, gerekse de Abdülaziz’in kayınbira- deri ve Şehzade Yusuf İzettin’in adamı Çerkes Hasan’ın bu söylentiler yüzünden Bakanlar Kurulu’nu basarak Hüse- yin Avni Bey ve Dışişleri Bakanı Raşit Paşayı öldürmeleri olayının Padişah V. Murat’ta yarattığı psikolojik gerilim, onun alkol zafiyeti ile birleşince, 31 Ağustos’ta toplanan kabinede padişah, sağlık durumunun kalıcı bir şekilde bozulması gerekçe gösterilerek tahttan indirildi ve yerine kardeşi Şehzade Abdülhamid getirildi. Abdülhamid’in tahta çıkarılmasından kısa bir süre son- ra, Yeni Osmanlılar’ın önemli figürü Mithat Paşa, 19.Ara- lık.1876 tarihinde sadrazamlığa getirildi. Onun Sadaret’i- nin dördüncü gününde de Kanun-i Esasî kabul edilerek meşrûtî bir yönetime geçildi. Yapılan seçimlerin ardından parlemento, 19.Mart.1877 tarihinde törenle göreve baş- ladı. Taht ve bürokrasi arasındaki güç mücadelesi, Abdül- hamid döneminde de devam etti. Abdülhamid, ilk ola- rak, Mithat Paşa’yı görevden alarak yerine İbrahim Etem Paşa’yı başbakanlığa atadı. Mithat Paşa, aynı gün gemiyle sürgüne gönderildi. Daha sonra da Abdülaziz’in ölümün- den suçlu bulunarak ölüm cezasına çarptırıldıysa da Ab- dülhamid tarafından affedildi; cezası ömür boyu kalebent-

195 Mete K. Kaynar lik cezasına çevrildi ve böylece Mithat Paşa, İstanbul’daki siyaset oyunundan tamamen saf dışı edilmiş oldu. 1877’de başlayan Osmanlı Rus savaşı ise Meclis-i Mebusan’ın tatil edilmesi ve Kanun-i Esasî’nin rafa kaldırılmasının, farklı bir deyişle reformların ana ekseninin bürokrasiden padişa- ha geçmesinin, bir diğer yolunu açtı. Abdülhamid meclisi tatil ederek, bir yandan iktidarını tam anlamıyla sınırlan- dırmasa da yine de onun önünde bir engel olan/olabilecek bir kurumu bertaraf etmiş, diğer yandan da onu hukukî olarak lağvetmeyip sadece faaliyetlerine son vererek, ola- sı tepkilerin şiddetini azaltmaya çalışmıştır. 1881’de Ali Suavi önderliğindeki bir grup V. Murat’ı tekrar tahta çı- kararak bürokrasi-saltanat çekişmesindeki son kozunu da oynamaya çalıştıysa da, bu rekabetten galip çıkan yine Abdülhamid oldu: Ali Suavi öldürüldü. Böylece saltanat, Tanzimat Fermanı’nın ilanından bu yana devam eden re- formların dizginlerini -ilk kez-eline geçirmeyi başarmış oldu. II. Abdülhamid dönemi tam anlamıyla bir reform dö- nemiydi. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra yürürlüğe konulan bir çok reform, Abdülhamid döneminde sonuç- landırıldı ve yaygınlaştırıldı: Karayolları ve demiryolla- rı ağının güçlendirilmesi, deniz ve liman hizmetlerinin genişletilmesi, posta ve telgraf ağının yaygınlaştırılması gibi önemli bir kısmı Tanzimat döneminde başlayan re- formların büyük çoğunluğu (kapitalizmin ülke sathına yayılabilmek için ihtiyaç duyduğu iletişim ve ulaşım hiz- metlerinin önemli bir kısmı) yine bu müstebit padişahın zamanında bitirildi. Diğer bir ifâde ile Abdülhamid döne- mi, bir anlamda, Tanzimat döneminin ve onun reformla- rının sonu değil, onun bir aşaması olarak tarihe geçti; İlk dönemde reformların kontrolü bürokrasinin elindeyken, Tanzimat’ın bu ikinci döneminde bizzat Abdülhamid sü-

196 Tarihin İnşâsı ve Siyaset rücü koltuğuna oturmayı tercih etti. Abdülhamid döneminde eğitim kurumunda gerçekleş- tirilen refomların ayrı bir önemi vardır. Unutmadan be- lirtmek gerekiyor ki, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ku- rucu ve üyelerinin çok önemli bir kısmı, Abdülhamid’in döneminde açılan ve Batılı tarzda eğitim veren okullardan mezun olan gençlerden oluşuyordu. Abdülhamid müste- bitti, fakat Renia Lewis’in (2006:133) de vurguladığı gibi, onun eğitim politikası ile % 2 civarlarında olan okur ya- zarlık oranı % 15’ler düzeyine çıkarılabilmişti. İşte Ab- dülhamid döneminde muhalefeti besleyen, bu dönemi hem baskıcı, hem de -onun istibdadına rağmen-yoğun entellektüel tartışmaların gerçekleştirildiği bir dönem olarak tanımlamaya imkân veren de bu gelişmeydi: Okur yazar oranındaki bu kayda değer artış. Okur yazar kitlenin genişlemesinin entelektül ortama yansımasına bir örnek olarak, Abdülhamid döneminde yayınlanmaya başlanan ve sadece kadınlara, kadın müşterilere hitap eden, İnsaniyetØ 1883), HanımlarØ1883), Şükûfezar 1885), MürüvvetØ 188 8), Parça Bohçası 1889), Hanımlara Mahsus GazeteØ 1895), Malûmat 1895), Âlem-i Nisvan 1906) gibi (Ye- şilyurt 2005:12) gazete ve dergilerin isimlerini zikretmek bile yeterli olacaktır. Abdülhamid’in baskıcılığı, Tanzimat sonrası dönemde- ki saltanat-bürokrasi çekişmesi bağlamında anlam kazan- dığı gibi, onun reform anlayışı da yine Tanzimat düşüncesi içerisinde şekillenmektedir. Abdülhamid reformistti, ama reformların dizginini, Abdülmecid, Abdülaziz ve V. Mu- rat dönemlerinde olduğu gibi bürokrasiye kaptırmaya da niyetli değildi. Abdülhamid İslamcıydı, ama İslamcılığı bir sufiliğe değil, ittihad-ı anâsırı sağlamaya yönelik po- litikalarına rehberlik ediyordu. Abdülhamid hiç kuşkusuz baskıcı ve müstebitti de, fakat müstebitliği onu, Tanzimat

197 Mete K. Kaynar reformlarını devam ettirmekten alıkoymuyordu. Abdül- hamid, bürokraside yaptığı yeni düzenlemelerden sonra, reformları gerçekleştirebileceği kendi ekibini de kurdu. Fakat, Yeni Osmanlılar’dan farklı olarak, Abdülhamid döneminin muhâlifleri bu kez, bürokrasinin istikbal va- adeden genç üyeleri arasından değil, bizzat Abdülhamid zamanında açılan okullarda yetişen, devlet ile ilişkileri göreceli olarak mesafeli yüksekokullu gençlerden çıkmaya başladı. Mardin’in (2005:51) de altını çizdiği gibi, Yeni Osmanlılar ile İttihatçılar arasındaki temel sosyolojik farklılık da buradan kaynaklanıyordu. Aralarındaki bu te- mel farklılıklara rağmen Yeni Osmanlılar, Abdülhamid’in onları 1877’de tamamen safdışı etmesinin ardından yurt- dışına çıkmışlar ve İttihat ve Terakki hareketinin oluşma- sında katalizör rolü oynamışlardır. Abdülhamid döneminin reformist gençleri, tam da Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin kurulduğu yıllarda dünya- ya gelmişlerdir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ilk ver- siyonu sayılabilecek İttihad-ı Osmaniyi kuran İbrahim Temo 1865’de Struga’da dünyaya gelir. Örgütün ikinci ismi İshak Sukuti, Niyazi Bey’den 3 yaş küçüktür. İshak Sukuti Diyarbakırlıdır. Arapkirli Abdullah Cevdet ise İshak Sukuti’den bir yıl sonra, 1869’da dünyaya gelmiş- tir. 4 kişilik gizli cemiyetin en küçüğü ise 1873 yılında Kafkasya’nın Adıgey bölgesinde dünyaya gelen Mehmet Reşit Bey’dir..Mayıs.1889’da, Fransız Devrimi’nden tam bir yüzyıl sonra, bir Arnavut, iki Kürt ve bir Çerkez’i Gül- hane Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriyesi’ndeki Hilâl-i Ahmer barakaları karşısındaki ağaçlar altında bir araya getiren düşünce, 1865’de Yeni Osmanlılar Cemiyeti’ni kuranla- rınkinden çok da farklı değildir: Osmanlı parçalanmak- tadır ve bu parçalanmaya dur demek gerekmektedir. Bu dört arkadaşın düşüncelerini birbirlerine açmaları, böyle

198 Tarihin İnşâsı ve Siyaset bir gizli cemiyeti kurma konusunda birbirlerine güven- melerini sağlayan ilk kıvılcım da, doğrudan doğruya, Yeni Osmanlılar’ın önde gelen kalemlerine duydukları saygı ve sevgiden kaynaklanıyordu. Bu gençler, Diyarbakırlı şair Hâmi Âmidi, Ziya Paşa ve Ali Şefkati gibi yazarları oku- yorlar; ecnebi postalarıyla ve seferlerine 1883 yılında baş- layan L’orient Express treni ile Avrupa’dan gelen -en başta da Ahmet Rıza’nın Meşveret dergisi olmak üzere-çeşitli gazete ve dergileri takip ediyorlar; Mezopotamya ve Doğu Anadolulu edebiyatçıların eserlerini, Rumelili Bektaşilere ve Mevlevilere ait gazelleri okuyorlar; tanıdıkları, emin ol- dukları arkadaşlarına bu kitapları gizlice vererek okumala- rını sağlıyorlardı. Fakat dönemin gençliğini coşturan, on- ların duygularına tercüman olan kişilerin başında Nâmık Kemal ve Ziya Paşa gelmekte; Ahmet Rıza’nın Meşveret’i bu gençlerin entellektüel dilini oluşturmaktaydı. Nâmık Kemal o kadar önemli bir figür, Nâmık Kemal okumak o kadar keskin bir muhâlif siyasî tavırdır ki, İbrahim Temo ile dargın olan İshak Sukûti, İbrahim Temo’nun elinde Nâmık Kemal’in Rüya’sını gördüğü zaman hemen onun yanına gelerek ±…aman İbrahim Edhem, beni affet, seni tanıyamamışım. Kemal Bey’in Rüya’sını bir akşam için bana da ver okuyayım.” (Temo, 1987:9) demekten kendi- ni alamaz. İbrahim Temo ve arkadaşlarının İttihad-i Osmani Cemiyeti’ni kurdukları dönemde, Ahmet Rıza, Fransız İhtilali’nin 100. yıldönümü nedeniyle Paris’te açılan bir sergiye Osmanlı Hükümeti’ni temsilen katılır ve 1908 yı- lına, yani II. Meşrûtiyet’in Meclis’i Mebusan’ına başkan seçileceği tarihe kadar da yurt dışında kalır. 1889’daki Fransa seyahati, Ahmet Rıza Bey’in ilk Avrupa seyaha- ti değildir. Viyanalı soylu bir aileden gelen annesinin de etkisiyle küçük yaşta Batı etkisiyle tanışmış, Galata-

199 Mete K. Kaynar saray Lisesi’ni bitirdikten sonra da ziraat eğitimi almak üzere Fransa’ya gitmiştir. Osmanlı Hükümeti’ni temsilen 1889’da Fransaya ikinci kez gidişinin ardından, tüm resmî görevlerinden istifa eder ve gazeteciliğe atılır. Fransa’da İttihat ve Terakki isimli bir dernek de kurar (Tunaya, 1995:104). Ahmet Rıza’nın Paris’te kurduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti ile genç tabip askerlerin İstanbul’da kurduğu İttihad-ı Osmani cemiyetleri birleşirler; bu birleşmeden sonra İstanbul merkez, Paris’teki teşkilat ise cemiyetin şu- besi olarak kabul edilir ve cemiyetin adının Osmanlı İtti- hat ve Terakki Cemiyeti olmasına karar verilir. Gelişip güçlenen, Paris, Kahire ve Cenevre gibi şehir- lerde şubeler açan, Londra, Napoli gibi şehirlerde örgüt- leri bulunan, Osmanlı İmparatorluğu içerisinde özellikle Makedonya ve İstanbul’da gittikçe popülerleşmeye başla- yan cemiyetin başkanlığına, 1896 yılında, Şerif Mardin’in Yeni Osmanlılar ile İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında köprü vazifesi gördüğünü söylediği ve gerçekten de siyasî bürokratik yaşamına Mithat Paşa’nın himayesinde başla- mış olan ve yine onun gibi İngiliz yanlısı ve İslam’i dozu yüksek politikaları ile tanınan Mizancı Murat getirilir. Bu tarihlerde örgüt içindeki farklılaşmalar da belirginleşmeye başlamıştır. Örgütün gelişip güçlenmesinden rahatsız olan Abdül- hamid, Jön Türkleri ikna etmesi ve onları muhalefetten vazgeçirmesi için Ferik Ahmet Celalettin Paşa’yı görev- lendirir ve onu bu amaçla Avrupa’ya gönderir. Ahmet Celalettin Paşa’nın Abdülhamid’in kapsamlı bir reform gerçekleştireceğine dair propagandaları, Avrupa’daki Jön Türkleri oldukça etkiler ve 1897 yılında, en başta cemiye- tin önde gelen isimlerinden Mizancı Murat olmak üzere,

200 Tarihin İnşâsı ve Siyaset bazı muhâlifler yurda dönerler. Bu tarihten sonra, sadece Abdülhamid’in Ahmet Celalettin Paşa aracılığıyla cemi- yet içinde yaptığı propaganda değil, örgüt içindeki fikir ayrılıkları da cemiyetin kan kaybetmesine neden olur. Cemiyet içindeki fikir ayrılıklarının 1900’lü yılların ilk yıllarından itibaren ciddi bir sorun olarak ortaya çıkmaya başlaması, fikir ayrılıklarının bir kongre etrafında tartışı- larak giderilmesi girişimlerine de ivme kazandırmış; ce- miyeti birleştirecek bir kongreyi toplama çabalarına Tu- nalı Hilmi ve Ali Fahri beyler ön ayak olmuşlardır. Örgüt içerisindeki fikir ayrılıklarını giderebilmek ama- cıyla 1902 yılında toplanan ilk Jön Türk kongresi hayal kırıklığı ile sonuçlanır: Kongreye, II. Abdülhamid’in kardeşi Seniye Sultan’ın oğlu Prens Sabahattin’in lider- lik ettiği ademi merkeziyetçi liberal kanatla, Ahmet Rıza Bey’in başını çektiği merkeziyetçi, millî iktisatçı, poziti- vist kanat arasındaki çekişme damgasını vurur. Kongre sonrasında cemiyet tamamen ikiye bölünür: Ahmet Rıza Bey önderliğindeki merkeziyetçiler Terakki ve İttihat Ce- miyeti adını alırlarken, Prens Sabahattin ve taraftarları Teşebbüs-i Şahsî ve Ademî Merkeziyet Cemiyeti adı altın- da örgütlenirler. Cemiyet, 1902 yılından 1906’ya kadar tekrar güç topla- maya çalışır. Tüm bu gelişmeler yaşanırken, Osmanlı top- raklarında, liderliklerini genç harbiye, tıbbiye ve mülki- yelilerin yaptıkları bir çok dernek kurulmaya başlamıştır. Mercan İdadi’si İkinci ve Üçüncü sınıf öğrencileri tarafın- dan İttihat Terakki ve Carbonari cemiyetlerine öykünüle- rek kurulan Cemiyeti İnkılabiye, Şam’da Mustafa Kemal, doktor Mustafa ve Müfit beyler tarafından kurulan Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, 1907’de Hukuk öğrencileri tara- fından kurulan Selameti Umumiye Klübü ve Talat Bey tarafından 1906’da kurulan Osmanlı Hürriyet Cemiyeti

201 Mete K. Kaynar gibi örgütler bu tür oluşumlara örnek olarak verilebilirler (Tunaya 1995:149-153). Başa döner ve Abdülhamid’in iktidara gelmesinden, 1906 yılına kadar geçen sürede ortaya çıkan gelişmelere yeniden göz atarsak, şöyle bir manzara ile karşılaşmak- tayız: Bir yanda, yurtdışında, entellektüel anlamda Yeni Osmanlılar’ın devamı sayılabilecek bir muhalefet bulun- maktadır. Bu muhalefetin önde gelen isimleri, Abdülaziz’e karşı yürütülen Yeni Osmanlı muhalefetinin hem pratik, hem de entellektüel devamıdırlar. Bu muhalefet, Yeni Osmanlılar gibi yurtdışında sürdürdükleri matbuat faa- liyetleriyle düşüncelerini ortaya koymakta ve yine Yeni Osmanlılar gibi çözümü, ittihad-ı anâsırı sağlamaya yö- nelik (Osmanlıcılık) politikaların yürürlüğe konmasında aramaktadırlar. Fikirleri Fransız kaynaklıdır ve üyeleri as- kerlerden oluşmamaktadır (Aydın 2006:118). Bu muhale- fet 1895’de Ahmet Rıza önderliğinde, İttihat ve Terakki Cemiyeti adı altında bir araya gelmiş, Ahmet Rıza tara- fından kurulan bu cemiyet daha sonra, İbrahim Temo’nun İttihad-ı Osmanisi ile birleşmiştir. Bu birleşme, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne önemli bir ivme kazandırmış, örgü- tün gerek yurt dışında, gerekse de yurt içinde gelişip ser- pilmesinde önemli bir rol oynamıştır. Fakat, önce 1897’de mizancı Murat Bey’in yurda dönmesiyle kan kaybeden cemiyet, ardından da kendi içerisindeki fikir ayrılıkları- nı taşıyamayarak bölünmüş, güç kaybetmiştir. Aynı yıl- larda Osmanlı topraklarıda, genç yüksekokulluların kur- duğu cemiyetler de çeşitlenmeye, çoğalmaya başlamıştır. İşte 1906 yılı, Avrupa’da muhâlif entellektüel bir örgüt olarak varlığına devam eden, 1902 Kongresindeki bölün- meden sonra ismini Terakki ve İttihat olarak değiştirmek zorunda kalan Ahmet Rıza Grubu ile Talat Bey’in kurdu- ğu Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin birleştiği bir yıl olarak

202 Tarihin İnşâsı ve Siyaset tarihe geçmiştir. Bu birleşmede Bahattin Şakir ve Dr. Na- zım gibi hem Avrupa’daki entellektüel muhalefete, hem de Anadoludaki başta Talat Bey’in Cemiyeti olmak üzere diğer paramiliter oluşumlara yakın isimlerin çabaları ol- dukça belirleyici olmuştur. Tekrar başa dönmekte fayda var: Yeni Osmanlı mu- halefet geleneğinin devamı olarak ortaya çıkan yurtdışı kaynaklı muhalefet, temelde entellektüel bir hareket ola- rak kendini örgütler. Bu grubun Abdülhamid karşıtlığı ve meşrûtiyet talebi, entellektüel siyasî talepler olmanın ötesine nadiren geçer. Ayrıca bu muhalefet-en başta da bu muhalefetin önderleri-entekletüel olarak hayli dona- nımlıdırlar. Gerek Prens Sabahattin, gerekse de kutbun diğer kanadındaki Ahmet Rıza, iddiâlı entellektüel görüş- lere sahiptirler. Ahmet Rıza pozitivist çevrelerle, özellik- le de Pierre Laffîtte ile yakın temas içindedir. Çıkarmaya başladığı Meşveret gazetesinin 01.Kasım.1895 tarihli ilk sayısına, Comte’un icat ettiği pozitivist takvimi de ekle- yerek “Frederic 107” yazmayı bile ihmal etmez (Korlaelçi, 1992:51). Prens Sabahattin de Entellektüel açıdan Ahmet Rıza’dan geri değildir. O da Le Play okulunun en önemli düşünürü Edmond Demoline ile tanışmış ve ondan etki- lenmiştir. Özetle, 1902 yılında iki ayrı cemiyete bölünen İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yurt dışı ayağı, entellek- tüel olarak hayli donanımlıdır, fakat herhangi bir pratik kuvvete, teşkilata, ülke içinde bir fiili yaptırım gücüne sahip değildir. Ve daha da önemlisi 1902 Kongresi’nden sonra farklı isimler altında örgütlenmelerine rağmen, her ikisi de Tanzimat sonrasının yeni muhalefet anlayışının en popüler markası olan “ittihat ve terakki” içerisinde kendi- lerini konumlandırırlar. Ülke içindeki harbiye, mülkiye ve tıbbiyeli gençlerin kurdukları örgütler ise -tabîî Talat Bey önderliğinde ku-

203 Mete K. Kaynar rulan Osmanlı Hürriyet Fırkası da-tam tersine ciddi bir eylemlilik gücüne, teşkilatlanma potansiyeline, yetene- ğine ve komitacı bir karaktere sahiptirler; entellektüel olaraksa bir o kadar zayıf. Özetle, 1906’ya gelindiğinde, bir tarafta entellektüel üstünlüğe sahip, pratik güçten ve teşkilatlanma kaabiliyetinden yoksun bir entellektüel mu- halefet, diğer yandan da çoğunluğunu tıbbiye, harbiye ve mülkiyeli genç yüksekokulluların oluşturduğu, entellek- tüel dilini, yürüttüğü muhalefetin kavramsal çerçevesini, Avrupa’daki muhâlif hareketten ve o dönemde benzerleri Balkanlarda ve Avrupa ülkelerinde görülmeye başlanan çeşitli paramiliter oluşumlardan alan bir muhalefet -tü- rü-ortaya çıkmaya başlamıştır. Ahmet Rıza’nın Terakki ve İttihat Cemiyeti ile Talat Bey’in Osmanlı Hürriyet Cemi- yeti, 1906 yılında, işte tam da birbirlerindeki bu eksiklik- leri doldurmak üzere bir araya gelmişlerdir; fakat birleşme hiçte Ahmet Rıza’nın umduğu gibi olmamış, entellektüel gücünü ve söylemini Ahmet Rıza’nın Terakki ve İttihat Cemiyeti’nden (Ahmet Rıza’nın kurduğu İttihat ve Te- rakki Cemiyeti’nin İbrahim Temo’nun İttihad-ı Osma- nisi ile birleşmesinden sonraki adıyla Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, 1902 kongresindeki bölünmeden sonra kabul ettiği isim) alarak adını İttihat ve Terakki Ce- miyeti olarak değiştiren cemiyet, kendi politika, eylem ve gücünü Ahmet Rıza grubuna dayatarak, onu kendi içinde eritmiş, dönüştürmüş ve yeni, faaliyetlerini ve politikala- rını II. Meşrutiyetten sonra daha net görebileceğimiz yep- yeni bir İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Farklı bir ifâdeyle, paramiliter Osmanlı Hür- riyet Cemiyeti ile birleşerek adını tekrar İttihat ve Terakki Cemiyeti hâline getiren Yeni Osmanlı muhalefet tarzının mirascısı Terakki ve İttihat Cemiyeti, paramiliter, komi- tacı İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde erimiş ve kay- bolmuştur. 204 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Bu birleşmeyi takibeden yıllarda -ve meşrûtiyetten son- ra-İttihat Terakki Cemiyeti artık, Yeni Osmanlılar’dan te- varüs eden entellektüel dili kullanan paramiliter bir örgüt hâline gelir. Entellektüel talepler, paramiliter eylemleri, cinayetleri örten, meşrûlayan bir söylemden başka bir iş- leve sahip değildirler. Cemiyet, artık entellektüel muha- lefetten komitacılığa doğru evrilmiştir. Komitacı yönü gittikçe ağır basmaya başlayan, askerî bir örgütlenme, dil ve yöntem kullanmaya başlayan (yeni) İttihat ve Terakki Cemiyeti, bir takım siyasî talepleri olan bir örgüt değildir artık: Yeni İttihat ve Terakki, meşrûtiyet, hürriyet, eşit- lik, kardeşlik gibi kavramların, taleplerin bizzat cemiyetin şahsında somutlaştığını düşünen, bu talepleri hayata ge- çirmek için bizzat eyleme yönelen ve amacına ulaşmak için önündeki engelleri her ne şekilde olursa olsun kaldırmakta bir an bile tereddüt etmeyen bir örgüttür. Ahmet Rıza’nın İttihat ve Terakki’si Meşrutî yönetimi Osmanlı’ya öneren, hürriyeti, kardeşliği, eşitliği vb. savunan bir cemiyettir; Enver, Talat ve Cemal paşaların İttihat ve Terakkisi ise bu değerleri savunmaz, onları kendi şahsında somutlaş- tırır: Artık tüm bu kavramlar cemiyetin tüzel kişiliğine içkindir; cemiyete karşı olmak hürriyete, meşrûtiyete kar- şı olmaktır ve örgüt bu kavramları hayata geçirmek için bizzat eyleme geçmekte tereddüt etmez. İşte tam da bu nedenledir ki Selanik Merkez Komutanı, Enver Paşa’nın eniştesi Yarbay Nazım, Froşve’de öldürülen Polis müfet- tişi Sami Bey, Manastır’a geldikten sadece 10 saat sonra Manastır Postanesi’nden çıkarken Teğmen Atıf (Kamçıl) Bey tarafından vurulan Şemsi Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne değil, onun şahsında somutlanan entellektüel değerlere, Osmanlı’nın birliğine, Osmanlı’nın anayasal bir düzenle yönetilmesine, hürriyete kavuşmasına vb. engel oldukları için öldürülmüşlerdir. İşte bu nedenledir ki En- ver Paşa, hiç gözünü kırpmadan eniştesini öldürebilmesi 205 Mete K. Kaynar için Silahçı Tahsin’e talimat verebilmiştir. İşte bu yüzden Meşrûtiyet’i ilan ettirebilmek için dağlara çıkan Resneli Niyazi (1975:53) Bey anılarında, Silahçı Tahsin’i “…ah- lak bütünlüğü ve görüş yüksekliği bilinen bir teğmen” ve “Tüm Türk subaylarına hak için, hürriyet için, Cemiyetin, milletin şeref ve kurtuluşu adına bile bile ölmeyi, ilk kez olmak üzere muhakkak bir ölüme koşmayı, bu Türk su- baylarına öğreten bir kahraman.”Øolarak tanımlamaktadır; Teğmen Atıf Bey bu yüzden bir kahramandır. Ve işte bu yüzden, 23 Temmuz günü Manastır’da, II. Meşrûtiyet’i ilan eden nutkunda Vehip Paşa şöyle diyebilmektedir: Mukaddes Vatandaşlar, Muazzez Kardeşler!.. Bu mübarek hâkipâki vatanın otuzbir seneden beri ge- çirdiği rikkatengiz, muzlim, canhıraş levhalardan, demlerden bahseylemek istemem. Yalnız sinei va- tana açılan iltiyamı napezîr yaralardan akan ceraha- tı temizlemek, ağrazı şahsiye ve infialâtı nefsiyane üzerine bilâ sual nefyü iclâ, tard ve tebdil edilen en namuskâr, en gayyur, en hamiyetli, ahrarı ümme- ti zindandan kurtarmak, zincirlerini koparmak için min indillah müeyyidi mebus olan Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti efradı hamiyetperveranı atabei ebediyete istinad ederek bugün bilutfülkerim icrayı faaliyete başladı. Kulübi umumiyemizin âmâkı hufa- sında resanetgiri istikrar olan maksadı meşrûi cemi- yet herkese âyandır (Tunaya 1995:141).

Vehip Paşa’ya göre cemiyet, vatana açılan yaraları te- mizlemek, zindanlara atılan, sürülen gayretli vatan evlat- larının zincirlerini kırmak için Allah katında görevli ola- rak gönderilmiştir. İttihat Terakki’nin bu özelliği, savunduğu değerleri kendi şahsında somutlaştıran, onları kendi kişiliğine içkin, eski tabirle mündemiç kabul eden ve onları gerçekleştir- mek için ne gerekiyorsa -ki bunları yapmak için cemiyet, Tanrı tarafından müeyyidi mebus kılınmıştır-yapabilen

206 Tarihin İnşâsı ve Siyaset bir “eylem örgütü” olma özelliği Cumhuriyet yönetimine, Cumhuriyet Halk Partisi’ne de geçecektir. Bu çerçevede, II. Meşrûtiyet’in 1935 yılına kadar kutlanmasının, farklı farklı yerlerde ve tarihlerde ölen İttihatçıların, Cumhuri- yet döneminde Abide-i Hürriyet anıtına gömülmesinin “esbab-ı mucibesi”ni de burada aramak yerinde olacak- tır. Aynı şekilde 1960 darbesinin bir devrim -tıpkı 1908 gibi-olarak tanımlanması ve bunun Anayasa ve Hürriyet bayramı olarak kutlanmasının altındaki entellektüel siyasî grameri de buralarda aramak doğru olacaktır. Cumhuriyet yönetimi, ittihatçılara karşıdır, ama itti- hatçılığı bu yönüyle devam ettirir. Ankara’da mukim yeni rejimin ittihatçılarla arası hiçbir zaman iyi olamayacak; resmî ideoloji ittihatçıları, ülkeyi savaşa sürükleyen ve sonra da ülkeden kaçıp giden maceraperestler olarak ta- nımlayacak; Cumhuriyet’in kurucu kadrosunun neredeyse tamamının ittihatçı örgütlenme içinden geldiği gerçeği geri planda tutulacak, bu gerçek görmezden gelinmeye ça- lışılacaktır; fakat bu, aynı rejimin, ittihatçılığın 1906’dan sonra iyice şekillenmeye başlayan komitacı/paramiliter zihniyetin yeniden üremesine hiçbir zaman mani olmaya- cak; bu kez de Cumhuriyet Halk Partisi, İttihat ve Te- rakki tarafından Yeni Osmanlılılar’dan ödünç alınan siyasî dili güncelleştirerek onu kendi kişiliğine içkinleştirecek, bu dili kendine mündemiç kabul edecektir. Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti zihniyeti ile ilgili çok şey söy- lemek mümkündür, fakat CHP’yi, devrimleri kendi şah- sında somutlaştıran, partiyi devrimleri yaratan, yürürlüğe koyan ve uygulamasını denetleyen bir parti olarak tanım- lamayı kolaylaştıran ve yine partiyi, ülkeyi muasır mede- niyete götürecek yegane örgüt olarak tanımlamaya imkân veren siyasî geleneğin köklerini, ittihatçılığın bu komitacı zihniyetinde aramak da yanlış olmayacaktır.

207 Mete K. Kaynar ))Ø-EÞR}TIYETØVEØ#UMHURIYETØ"IRERØ$EVRIMØ$E ÛILØ+APITALISTØ$EVRIMINØ"IRERر3~RECI²DIRLERØ

Marx’ın, Felsefe’NINØ Sefaleti’ndeki (1999) ikinci göz- lemi, toplumsal ilişkilerin ±…üretici güçlere sıkı sıkıya bağlı” olduğu şeklindedir: Yeni üretici güçler sağlamak için insanlar, kendi üre- tim biçimlerini değiştirirler; kendi üretim biçimlerini değiştirmek, yaşamlarını kazanma yollarını değiştir- mek için de, bütün toplumsal ilişkilerini değiştirirler. Yeldeğirmeni size feodal beyin olduğu toplumu verir; buharlı değirmen ise, sınai kapitalistli toplumu. Top- lumsal ilişkilerini maddî üretkenliklerine uygun ola- rak kuran aynı insanlar, toplumsal ilişkilerine uygun olarak da, ilkeler, düşünceler ve kategoriler üretirler. Bu düşünceler, bu kategoriler, böylece, tıpkı ifâde et- tikleri ilişkiler gibi, ölümlüdürler. Bunlar tarihsel ve geçici ürünlerdir. Üretici güçlerde, sürekli büyüme; toplumsal ilişkilerde, sürekli yokolma; düşüncelerde, sürekli oluşma hareketi vardır.” diyerek devam eder Marx üretim biçiminin değişmesinin insanların toplumsal ilişkilerine ve düşünce dünyasına et- kisini açıklamak için ortaya koyduğu gözlemlerine. Marx’ın da vurguladığı gibi, maddî hayatın üretim tar- zı, genel olarak, toplumsal, siyasî ve entellektüel yaşam sürecini koşullandırır. Tarihteki bütün toplumları, dev- letleri, bütün dinsel ve hukukî sistemleri anlayabilmek için, Marx’ın Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı´da (1993:29) belirttiği gibi, bunlara tekabül eden çağlardaki maddî hayat koşulları üzerinde durmamız gerekmektedir. Nitekim insanların varlıklarını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplum- sal varlıklarıdır. Marx, Alman İdeolojisi’nde (1976) ise şu noktanın al- tını çizer. Belirli bir tarza göre üretici faaliyette bulunan 208 Tarihin İnşâsı ve Siyaset bireyler, belirli toplumsal ve siyasî ilişkilerin içine girer- ler. Toplumsal yapı, devlet, belirli bireylerin yaşam sü- reçlerinin sonucu meydana gelmektedir; ama bu bireyler kendilerinin ya da başkalarının kafalarında canlandırdık- ları bireyler değil, gerçek bireyler, yani etkide bulunan, maddî üretim yapan, dolayısıyla belirli maddî ve kendi iradelerinden bağımsız sınırlılıklar, verili temeller ve ko- şullar altında faaliyet gösteren bireylerdir. Fikirlerin, an- layışların ve bilincin üretimi, her şeyden önce doğrudan doğruya insanların maddî faaliyetlerine ve karşılıklı maddî ilişkilerine, gerçek yaşamın diline bağlıdır. İnsanların an- layışları, düşünceleri, karşılıklı zihinsel ilişkileri bu nok- tada onların maddî davranışlarından dolaysız olarak orta- ya çıkar. Bir halkın siyasî dilinde, yasalarının, ahlâkının, dininin vb. dilinde ifâdesini bulan zihinsel üretim için de aynı şey geçerlidir. Sahip oldukları anlayışları, fikirleri vb. üretenler insanların kendileridir, ama bu insanlar, sahip oldukları üretim güçlerin belirli bir düzeyindeki gelişmiş- liğin ve bu gelişmişlik düzeyine tekabül eden karşılıklı ilişkilerin koşullandırdığı gerçek, faal insanlardır (Marx, 1976:23-24) Gelişmelerinin belirli bir evresinde, toplumun maddî üretim güçleri, o zamana kadar içinde hareket ettik- leri mevcut üretim ilişkilerine ya da bunların hukukî ifâdesinden başka bir şey olmayan mülkiyet ilişkilerine ters düşerler. Üretici güçlerin gelişmesinin biçimleri olan bu ilişkiler, onların engelleri hâline gelirler. O zaman bir toplumsal devrim çağı başlar (Marx, 1979:30). İktisadi te- mellerdeki değişme, kocaman üstyapıyı altüst eder. Osmanlı’yı, Marx’ın yukarıdaki tahlilleri çerçevesinde okuduğumuzda, bazı noktaları vurgulama gereksinimi or- taya çıkmaktadır. Birinci olarak Marx, bize, İttihat ve Te- rakki Cemiyeti’ni, onun selefi Yeni Osmanlılar’ı veyahut

209 Mete K. Kaynar da İttihatçıların halefi Cumhuriyet kadrolarını, kavramsal bir boşlukta değil de, bunlara tekabül eden dönemlerdeki maddî hayat koşulları çerçevesinde ele almamızı salık ver- mektedir. Marx’ın bu konudaki ikinci tavsiyesi ise, Osmanlı re- formcularının zihniyet dünyasını, basitçe, Batılı eğitim kurumlarında yetişmiş, Batı’yı tanıyan, oraya özenen -Ziya Paşa’nın tabiriyle Batı’yı gezip orada beldeler, kâşâneler gören- insanların Osmanlı’da bir takım reformlar gerçek- leştirme -ve böylece İslam âleminde gördükleri bütün vi- raneleri değiştirme, dönüştürme- arzularına indirgeyerek açıklamamızın yanlış olacağıdır. Bu kişilerin reform kav- ramına yükledikleri anlam ile eğitim biçimleri arasında bir ilişki vardır elbette, ama Batılı tarzda eğitim, refor- mun, reform taleplerinin asıl ve tek sâikini oluşturamaz; Osmanlı reformları salt “öykünme”ye indirgenerek tartı- şılamaz Marx’a göre. Çünkü toplumsal, siyasî ve entellek- tüel yaşam sürecini koşullandıran koskoca bir üretim tarzı vardır arka planda yatan. Marx’ın Jön Türkler ile ilgili üçüncü tavsiyesi ise bu üretim tarzı hakkında konuşmadan, Jön Türklerin fikir dünyası hakkında konuşmamızın “laf-ı güzaf” olduğu şeklindedir. Çünkü Marx’a göre, fikirlerin, anlayışların ve bilincin üretiminin, doğrudan doğruya insanların maddî faaliyetlerine ve karşılıklı maddî ilişkilerine bağlı oldu- ğu bir dünyada, Nâmık Kemal’i Ahmet Rıza’ya, Ahmet Rıza’yı İbrahim Temo’ya bağlayan; İbrahim Temo’nun Mustafa Kemal’i Neden Severim (2001) isimli bir kitap yazmasına neden olan zinciri anlayabilmek için üretim tarzı hakkında konuşmamız zorunludur. Marx, dördüncü olarak, resmî tarihimize sinmiş bir metodolojik yanlışı da eleştirmekte, kişilerden hareketle

210 Tarihin İnşâsı ve Siyaset modernleşmenin (kapitalistleşmenin) açıklanmaya çalı- şılmasının yanlışlığını vurgulamaktadır: Marx’ın tavsi- yesine göre Mustafa Reşit Paşa’dan Tanzimata, Nâmık Kemal’den Kanun-i Esasî’ye, Mustafa Kemal’den Cumhu- riyete doğru düşünmek yanlış bir metodolojidir. Çünkü her biri gerçekleştiği dönemdeki üretim tarzıyla sıkı iliş- kiler içindeki bu siyasî ve sosyal dönüşümleri, kişilerden hareketle açıklamaya çalışmak yanlıştır. Yanlıştır çünkü, insanların varlıklarını belirleyen şey, bilinçleri değildir; tam tersine, onların bilincini belirleyen, toplumsal varlık- larıdır. Evet, toplumsal yapı, devlet (yani Kanun-ı Esasî, Meşrûtiyet, İttihat ve Terakki, Cumhuriyet…) durmadan belirli bireylerin (Nâmık Kemal, Enver Paşa, Mustafa Ke- mal…) yaşam süreçlerinin sonucu meydana gelmektedir; ama bu bireyler, kendilerinin ya da başkalarının kafala- rında canlandırdıkları bireyler değil, gerçek bireyler, yani etkide bulunan, maddî üretim yapan, dolayısıyla belirli maddî ve kendi iradelerinden bağımsız sınırlılıklar, verili temeller ve koşullar altında faaliyet gösteren bireylerdir. Marx’ın beşinci ve son tavsiyesi ise “devrimin” doğası ve niteliği ile ilgilidir. Üretim tarzının değişmesi -Osman- lı özelinde kapitalizm öncesi üretim tarzından, kapitalist üretim tarzına geçiş-bir bozulma, dağılma ve yeniden ya- pılanmadır. Tabir-i câizse devrim, oyun kâğıtlarının ma- sadan toparlanıp, kâğıtların tekrar karıştırılarak oyuna de- vam edilmesi değildir. Bir sosyal, siyasî değişimi devrim olarak adlandırabilmek için, her bir kağıdın daha önce- kinden farklı işlevlere bürünmesi, öncesinde hiç olmadık kâğıtların oyuna dahil edilmesi, eskiden var olan kâğıtların desteden çıkarılması, oyunun kurallarının tamamen değiş- tirilmesi ve en önemlisi oyunun farklı bir masa da, ekono- mik zeminde oynanmaya başlanması gerekmektedir. Kaptilalizm öncesi bir üretim sisteminden, kapitalist

211 Mete K. Kaynar üretim sistemine geçiş bir “devrim”dir. Bu devrim, tüm devrimler gibi bağrında doğduğu toplumu bozar, top- lumsal ilişkiler ağını ve kurumları silbaştan örer. Böylece, yeni üretim tarzının o ülkedeki somut tezahürüne uygun toplumsal ilişkiler, mekanizmalar, kurumlar, usûller, fi- kirler… ortaya çıkmaya başlar. Marx ve Engels, Komünist Parti Manifestosu’nda (1997:10-11) kendisinden önceki üretim sistemlerini tarihe gömen burjuvazinin kapitalist- leşme sürecinde oynadığı devrimci rolü şu sözlerle dile ge- tirirler: Burjuvazinin gösterdiği her gelişmeye, bu sınıfın buna denk düşen bir siyasî ilerlemesi eşlik etti. Feo- dal soyluluğun egemenliği altında ezilen bir sınıf, … burjuvazi, en sonunda, modern sanayinin ve dünya pazarının kurulmasından bu yana, modern temsi- li devlette siyasî egemenliği tamamıyla ele geçirdi. Burjuvazi tarihte son derece devrimci bir rol oynadı.

Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün fe- odal, ataerkil, romantik ilişkilere son verdi. İnsanı “doğal efendiler”ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak öz-çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka hiç bir bağ bırakmadı. Din- sel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallı- ğın en ilâhi vecde gelmelerini, bencil hesapların buzlu su- larında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine indirgedi, ve sayısız yokedilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o tek insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasî yanılsamalarla perdelenmiş sö- mürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız, kaba sömürüyü koydu. Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygılı bir korkuyla bakılan bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücret- li emekçisi durumuna getirdi. Burjuvazi, aile ilişkisindeki 212 Tarihin İnşâsı ve Siyaset duygusal peçeyi yırtıp attı ve bunu salt bir para ilişkisine indirgedi. Burjuvazi, gericilerin o çok hayran oldukları or- taçağın kaba kuvvet gösterisinin nasıl en hareketsiz tem- belliğin bir tamamlayıcısı olduğunu açığa çıkardı. İnsan faaliyetinin neler yaratabileceğini ilk gösteren bujuvazi oldu. Mısır piramitlerini, Roma’nın su kemerlerini ve Gotik katedralleri kat be kat aşan şaheserler yarattı; daha önceki bütün tarihsel göçleri ve haçlı seferlerini gölgede bırakan seferler düzenledi. Burjuvazi, üretim araçlarını, ve böylelikle üretim iliş- kilerini ve, onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin varolamaz. Daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varlık koşulu, bunun tersine, eski üretim biçimlerinin değişmeksizin korunmasıydı: Üretimin sürekli altüst oluşu, bütün toplumsal ko- şullardaki düzenin kesintisiz bozuluşu, sonu gelmez belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını bütün daha öncekilerden ayırdeder. Bütün sabit, donmuş iliş- kiler, beraberlerinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler ile birlikte tasfiye oluyorlar, bütün yeni oluşmuş olanlar kemikleşemeden eski- yorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lânetleniyor, ve insan, kendi gerçek yaşam koşullarına ve hemcinsiyle olan ilişkilerine nihayet ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor.

Marx’ın Osmanlı Türk tarihini okumaya ilişkin tavsiye- lerini hatırımızda tutarak “devrim” kavramına biraz daha yakından, Türk siyasî hayatında bu kavrama yüklenen (yanlış) anlamları da tartışabilecek bir zeminden bakmak gerekiyor. Belki de ancak o zaman “Meşrûtiyet Devrimi”, “Cumhuriyet Devrimi”, “ 27 Mayıs Devrimi” gibi kav- ramlarla aslında ne ifâde edilmek istendiğini tartışabilecek bir kavramsal zemine sahip olabiliriz. Bu konuda ilk olarak üzerinde durulması gereken nok-

213 Mete K. Kaynar ta, devrimin, mevcut devlet mekanizmasının silahlı bir mücadele ile ele geçirilmesinden çok daha fazla bir şeyi ifâde ettiğidir. Bir devrim böyle bir şeyi gerektirebilir; ge- rektirir de. Tarihte böylesi bir çok örneğe de rastlanmıştır. Ama bu, örgütlü, paramiliter her grubun, içerisinde icrayı faaliyet eylediği siyasî yapının kilit noktalarını ele geçir- mesine ilişkin her silahlı girişimi devrim olarak tanımla- mamızı gerektirmez. İkinci olarak, devrimin, bir paramiliter siyasî örgütün siyasî mekanizmayı ele geçirmesinden farklı bir şey oldu- ğunu kabul eder etmez, devrim ile radikal değişim arasın- da kurulan doğrudan ilişki de kendiliğinden bozuluver- mektedir. Çünkü devrim, bir paramiliter örgütün siyasî mekanizmaları ele geçirmesinden farklı bir şey olduğu kadar, silahlı mücadele ile subaşlarını ele geçiren bir ör- gütün, kendi radikal siyasî programını uygulamaya koy- masından da farklı bir sürece tekabül etmektedir. Devrim, paramiliter ya da değil, bir kadronun -uygulaması başarıy- la gerçekleştirilmiş olsun ya da olmasın-radikal değişim programından da farklı bir şeydir: Devrim asla, hızlı ve radikal bir değişim programına indirgenerek tanımlana- maz. Evrim/devrim, (evolution/revolution) benzeşiminden hareket ederek değişimin süratli, çarçabuk gerçekleşenini devrim; yavaş, tedrici olanınıysa evrim olarak tanımlamak da mümkün değildir. Çünkü mevcut üretim tarzındaki nicel değişimlerin kümülatif toplamlarının, değişimin hangi aşamasında nitel bir değişime dönüşeceği, bu sü- recin hangi tarihte sona ereceği ve bunun ne kadar zaman alacağı tam anlamıyla bir muammadır; ve somut olarak, sadece, mevcut üretim tarzının “O” toplumdaki spesifik örgütlenişiyle alakalı bir konudur. Üçüncü olarak, bir siyasî yapının lağvedilip yerine yeni- sinin kurulması da devrim değildir; ama yine bir devrim böyle bir siyasî değişimi gerektirebilir. Bir diğer ifâdeyle, bir devrimin ardından mevcut siyasî yapı lağvedilebilir, 214 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lakin başlı başına bir siyasî yapının lağvedilerek yenisinin ilanı, devrime neden olamaz ve bu siyasî eylem hiçbir şekil- de devrim olarak adlandırılamaz. O yüzden Meşrûtiyet’in veya Cumhuriyet’in ilanı ya da 27 Mayıs askerî darbesi -sırf kendi kadroları bu sürece devrim adını takıyorlar diye-onları “devrim” olarak tanımlamamızı gerektirmez- ler. Bu onların iyi, arzulanır birer değişim olup olmadık- larından ayrı; tanıma ilişkin teknik bir detay olarak ele alınmalıdır ki bu da, devrim kavramı ile ilgili olarak be- lirtilmesi gereken dördüncü noktayı oluşturmaktadır. Ni- tekim devrim, iyi ve kötü kavramları ile ilişkisiz, nesnel bir süreçtir. Bir siyasî analizde, Cumhuriyet’in ilanının ya da Kanun-i Esasî’nin (yeniden) yürürlüğe sokulmasının arzu edilir, iyi, olumlu bir gelişme olduğunu söylemekle, onların devrim olmadıklarını söylemek birbirinden ayrı bağlamlardaki değerlendirmelerdir. Bir devrim de, peka- la, o üretim tarzının değişmesinden çıkarları alt üst olan sınıflar için “kötü” olarak değerlendirilebilir. Üstelik bir şeyin devrim (ve o devrimin de iyi) olarak tanımlanması, ona ilişkin tüm süreçlerin iyi ve arzulanır olmasını da ge- rektirmemektedir. Örnek vermek gerekirse, Fransada’da bir devrim olduğundan bahsetmekle, Napolyon’un Kasım 1799’da birinci konsüllüğe gelmesinin veya o görevde iken yaptığı reformların veyahut da Code Napeleon’un içeriği- nin iyiliği veya kötülüğü ile ilgili analizlerde bulunmak birbirinden çok farklı bağlamlardaki tartışmalar olduğu gibi, yine Fransa’da bir devrim olduğunu söylemek, gi- yotine gönderilen yaklaşık kırk bin kişiyi, sırf devrim sü- recinde öldürüldükleri için, mutluluk göz yaşları içinde anmamız da zarûrî değildir. Devrim kavramı ile ilgili olarak beşinci ve son bir nok- tanın daha üzerinde durmak gerekmektedir. Devrim, ki- şilerin kişisel iradelerinden bağımsız gelişmelerdir. Tarih,

215 Mete K. Kaynar kişilerin elinde şekillenmektedir; ama Marx’ın belirttiği şu sınırlamayı ihmal etmeden: Sahip oldukları anlayışla- rı, fikirleri vb. üretenler insanların kendileridir, ama bu insanlar, sahip oldukları üretim güçlerinin belirli bir dü- zeyindeki gelişmişliğin ve bu gelişmişlik düzeyine teka- bül eden karşılıklı ilişkilerin koşullandırdığı gerçek, faal insanlardır. Tarihin öznesi, koşulların şekillendirdiği in- sandır; tarih de kişilerin elinde şekil alır; evet, ama asla “kişi”nin elinde değil. Hele hele “kişi”nin devrim yapabi- leceğinden söz etmek, tam anlamıyla gerçek dışıdır; ide- olojiktir. Türk siyasî hayatındaki kullanımıyla ilgili genel yar- gılardan hareketle, devrimin ne olmadığını kısaca tekrar özetlemek gerekirse devrim, bir “kişi”nin ya da parami- liter bir örgütün siyasî mekanizmayı ele geçirerek, hızla, kendi radikal siyasî programını uygulamaya koyması ya da mevcut siyasî sistemi lağvederek yenisini kurmasın- dan farklı, iyi ve kötü yargılarından bağımsız bir siyasî süreçtir. Devrim, üretim tarzındaki değişimin toplumun tüm mekanizmalarına ve zihniyet dünyasına yayılması, bir bozulma, sökülme, başkalaşım sürecini içeren bir tarihsel gelişim basamağıdır. Bir devrim, yukarıda tartışılan sü- reçleri barıdırabilir; ama tersi kabil değildir.

/SMANLÍ Ø$EVRIM Ø4ANZIMAT Ø%MPERYALIZMØVEØ +APITALIZMØØØØØØØ Tanzimat, II. Meşrûtiyet, Batılılaşma, emperyalizm ve kapitalizm ilişkisini tartışmadan önce, birkaç noktanın altını çizmekte fayda var. Birinci olarak, hakim siyasî ta- rih yazınında Tanzimat, “Batılılaşma” ile özdeş tutularak tartışılmaktadır. Bu tartışmada temel vurgular, Tanzi- mat Fermanı’nın İngiltere’nin dayatması ile ilan edildiği

216 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ve Mustafa Reşit Paşa’nın İngiliz yanlısı bir siyasetçi ol- duğu yönündedir. İkinci olarak, Tanzimat dönemi, Yeni Osmanlılar’ın bu döneme muhalefeti, II. Abdülhamid’in İslamcılık politikası ve İttihat ve Terakki’nin meşrûtî yö- netim talepleri, çoğunlukla, ittihad-ı anâsırı sağlama dü- şüncesi çerçevesinde ele alınmakta; gayrimüslüm milliyet- çiliği bu dağılmanın faili olarak gösterilmektedir. Hiç kuşkusuz bu yazılanların tümü doğruları içermek- tedir. Tanzimat Fermanı’nın ilanında, Karal (2006:65-82) da belirttiği gibi yabancı ülkeler, başta da İngiltere’nin çok önemli bir rolü, baskısı olmuştur ve tabîî ki gaymüs- lim milliyetçiliği, imparatorluğun dağılma sürecine gir- mesinin somut tezahürü olarak değerlendirilebilir. Fakat “Batılılaşma” denilen süreç, boşlukta oluşan ya da sadece “özenti”ye, Osmanlı’nın “askerî başarısızlıklar”ına veya- hut da sadece “yabancı devletlerin baskısı”na indirgenerek tartışılabilecek bir olgu değildir. Kaldı ki, gayrimüslim milliyetçiliği denilen olgu da bu genel kompozisyonun dışında değildir. Batılılaşma, kapitalistleşmeden ayrı ola- rak düşünülemez. Osmanlı Batılılaşması, onun kaptalist- leşmesinin, kapitalist üretim tarzına dönüşüm sürecinin siyasî ifâdesinden başka bir şey değildir. Kapitalist üre- tim ilişkilerine geçiş göz önüne alınmaksızın, Batılılaşma tartışılamaz. Dikkat edilirse, Osmanlı’da Batılılaşma tar- tışmalarının hızlandığı dönem, resmî tarihte Osmanlı’nın gerileme ve çöküş dönemleri olarak adlandırılan dönemi- dir: Üretim tarzının kapitalizm öncesi tarzdan kapitalizme doğru kırıldığı anda, Batılılaşma, hem bu gerileme/bozul- manın nedenini, hem de bu (kapitalist) yeniden inşânın siyasî dilini oluşturmaktadır. Batılılaşma, kapitalistleşme- nin siyasî ifâdesi olarak kabul edildiğinde gerileme, çöküş ve reformun aynı anda siyasî ajanda da yer almasının tam da eşyanın tabiatına uygun bir süreç olduğu söylenebilir.

217 Mete K. Kaynar Marx ve Engels’in (1997:35) dedikleri gibi: “Toplumu devrimcileştiren düşüncelerden sözedildiğinde, eski top- lum içerisinde yeni toplum üyelerinin yaratılmış olduğun- dan ve eski düşüncelerdeki çözülmenin eski yaşam koşul- larındaki çözülmeyle atbaşı gittiğinden başka bir şey ifâde edilmiş olmaz² Ayrıca ittihad-ı anâsırın önündeki en bü- yük engel olarak gösterilen gayri müslim milliyetçiliği de kapitalistleşme olgusuyla beraber ele alınması gereken bir olgudur. Osmanlı’dan ayrılma taleplerinin ve Osmanlı’nın unsurlarındaki ulus-devletleşme süreçlerinin, Osmanlı’da kapitalistleşmenin ilk görüldüğü bölgeler -Balkanlar-ol- ması da gayri müslim milliyetçiliği ile kapitalistleşme arasındaki ilişkiyi ortaya koymaya yeterlidir. İmparator- luklar, kapitalizm öncesi üretim tarzına göre örgütlen- miş sosyal oluşumlardır ve kapitalist üretim tarzı, sadece Osmanlı İmparatorluğu’nu değil, dünya üzerindeki tüm imparatorlukları iki şeye zorlamıştır: Ya unsurlarına par- çalanarak yok olmak (ki Osmanlı ve Avusturya Macaristan imparatorlukları bunun en güzel örnekleridir) ya da bir ulus-devlet formu içerisinde kendilerini yeniden örgütle- mek; form değiştirerek kapitalist ulus-devlete uyum sağ- lamak (ki bunun en belirgin örneği de İngiltere’dir). Bu nedenle Tanzimat ve sonrasında devam eden Osmanlı re- formlarını, bir yandan İmparatorluğun kapitalist üretim tarzına doğru kendi (merkezî) dönüşümünü ifâde eden reformlar, öteki taraftan da, Osmanlı merkezinden fark- lı olarak böylesi bir sürece girmiş farklı unsurların kapi- talistleşme ve kapitalistleştikleri oranda da Osmanlı’dan koparak kendi ulus-devletlerini kurma süreçlerini ve yine Osmanlı merkezinin buna ilişkin tepkilerini ifâde eden reformlar olarak görmek gerekmektedir. Farklı şekilde be- lirtmek gerekirse, bir yandan İmparatorluğun merkezî ka- pitalist üretim tarzına geçişin sancılarını çekmekte, diğer yandan da kendisiyle benzer dönüşümün sancılarını çeken 218 Tarihin İnşâsı ve Siyaset unsurlarının ulus-devletleşme süreçlerinin önüne geçerek, kendi (merkezî) varlığını (ittihad-ı anâsırı) garanti altı- na alacak düzenlemeler yapmaya çalışmaktadır. Bu ikili karakter, Osmanlı dönemi reformlarının temel özelliğini oluşturmakta, onu Cumhuriyet dönemi reformlarından ayırmaktadır. Osmanlı merkezi, Osmanlıcılık ve İslam- cılık ile bu ittihadı sağlayamayacağını anladığı dönemde -Balkan Savaşları’ndan sonra-kendi ulus-devletleşme süre- cini ittihad-ı anâsıra bağlamadan gerçekleştirmenin yolla- rını aramaya başlamış; Cumhuriyete giden süreci başlatan da bu olmuştur. Tanzimat’ın bir devrim olup olmadığına dair tartışmay- la ilgili olarak vurgulanması gereken ikinci nokta da, yine Batılılaşma ile ilgilidir. Batılılaşma ve yabancı dayatması -Tanzimat Fermanı’nın ilan edilmesinde İngiltere’nin bas- kısı, yabancı devletlerin İslahat Fermanı’nın yayınlanma- sındaki etkileri gibi-Osmanlı reform tarihinde, birbirle- riye yakın anlamlarda kullanılan kavramlardır. Hal böyle iken, Osmanlı’da bir “devrim” den bahsetmek mümkün müdür? Bu soruya yanıt verebilmek için, emperyalizm- kapitalizm ve kapitalizm-devrim ilişkilerine göz atmamız gerekmektedir. Nitekim, başlı başına Tanzimat Fermanı örneği bile, bu ilişkileri analiz edebileceğimiz bir labora- tuvar görevi görmektedir. Emperyalizm, herhangi bir sömürü ya da basitçe işgal olarak tanımlanamaz. Emperyalizm, kapitalizme içkindir ve kapitalist rekabetin devam edebilmesi, ucuz hammed- de, işgücü ve yeni pazarların bulunabilmesi için elzemdir. Emperyal ilişkiler olmaksızın (bunu kapitalist yeni pa- zarlar, ucuz işgücü ve hammadde bulmaksızın diye oku- mak da mümükündür) kapitalizmin kendini üretmesi ve ayakta kalması olanaksızdır. Emperyalizmin savunucusu İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli de bu noktanın altını

219 Mete K. Kaynar çizmekte ve çok doğru bir tanımlamayla, emperyalizmin, gelişmiş kapitalist ülkelerin mevcut durumlarını koruya- bilmesi için gerekli bir uygulama olduğunu savunmakta- dır. Emperyalist ilişkide kapitalist (merkez) ülke, sadece, çevre ülkenin kaynaklarını, hammeddesini ve insan gücü- nü gemilere yükleyip kendi ülkesine götürmekle kalmaz; gittiği ülkede kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşma- sında da bir faktör hâline gelir. Nitekim, Marx’ın Alman İdeolojisi’nde (1976:20) belirttiği gibi “Farklı ulusların birbirleriyle olan ilişkileri, bu ulusların herbirinin üreti- ci güçleri, işbölümünü ve iç çelişkilerini ne oranda geliş- tirdiklerine bağlıdır² Bu ilişkinin devam ettirebilmesi, kurumlaşabilmesi için de sömürülen ülkenin de kapitalist zincire (onun çevresine) dahil edilmesi gerekmektedir. Özetle emperyalizm, hem çevre ülkenin kaynaklarının ve insan gücünün merkez ülke tarafından sömürülme- sini, hem de çevre ülkelerde-ilerde o kapitalist ülkenin yeni pazarlarını oluşturacak ülkelerde-kapitalist ilişkile- rin yaygınlaştırılmasını tetikleyen bir süreçtir. Kapitalist ülke, emperyal ilişkiye girdiği ülkede kapitalist üretim ilişkilerin yayılması ve reformların yapılması için baskı yapar, böylece o ülkedeki müstakbel reformların bir fak- törü hâline gelir ve böylece sömürülen ülkenin kapitalist ekonomik zincire dahil edilmesinin bir katalizörü olur. Bu, iki ulus arasındaki eşitsiz (sömürü) ilişki (si)nin ku- rumsallaşması ve kalıcılaşmasının da temel koşullarından birisidir. Emperyal ilişkinin basit sömürüden temel far- kı da burada gizlidir: Emperyalizm, sadece kaynak ve in- san gücü transferi değildir. Bir ülkenin sadece askerî güç kullanarak diğerini işgali ise hiç değildir. Emperyalizm, sömürülen ülkenin üretim tarzındaki ve ona bağlı olarak sosyal ve siyasî dokusundaki değişikliklerin başlatılmasın- da önemli bir rol oynar; tüm bu dönüşüm, aynı zamanda,

220 Tarihin İnşâsı ve Siyaset emperyal ilişkilerin yeniden üretimini garanti altına alır; onu kurumsallaştırır. Belirtmeden geçmeyelim, emperyal ilişkinin illâ sömürülen ülkenin işgali ile gerçekleşmesi -ki Osmanlı-Türkiye Cumhuriyeti kapitalistleşmesi ve emperyal ilişkilere konu olması buna çok güzel bir örnek- tir-zorunlu değildir. Fiilî bir işgal olmadan ya da çevre ülkeye sömürge valisi atanmadan da emperyal ilişkliler kurulması tarihte yaygın olarak görülen, görülmeye de- vam eden vakalardır. Emperyalizmin iki yönlü karakteriyle ilgili olarak yuka- rıda söylenmek istenilenleri daha iyi analiz edebilmek için en uygun örnek, yine Osmanlı İmparatorluğu’dur. İngil- tere ile 1838 yılında yapılan Baltalimanı Antlaşması, bu emperyal ilişkinin birinci yönünü, evresini oluşturmakta- dır. Bu antlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu, hammadde- lerinin yurt dışına çıkışını tekel altına alan yed-i vahit sis- teminden vazgeçmiş, İngilizler Osmanlı ürünlerini ihraç etme konusunda ayrıcalıklar elde etmiş, Osmanlı sınırları içerisinde ticaret yapmaları durumunda Osmanlı tüccar- larından bile az vergi ödeme ayrıcalığına kavuşmuşlardır. Bu antlaşma, tam da Benjamin Disraeli’nin emperyalizm tanımına uygundur: Birleşik Krallık kendi ülkesindeki kapitalizmin devamını sağlayabilmek, kendi kapitaliz- mine hammadde aktarabilmek için böylesi bir antlaşma- yı (antlaşmaları) yapmak zorundadır. Tanzimat Fermanı, Baltalimanı Antlaşması ile kurulan ilişkinin sürekliliğini garanti altına alan ve onu kurumsallaştıran bir antlaşma- dır: Baltalimanı Antlaşması ile Osmanlı sınırları içinde- ki kaynaklara erişimini kolaylaştıran İngiltere, Osmanlı topraklarını pazar hâline getirebilmek için Osmanlı’nın da kapitalist mülkiyet ilişkilerinin hukukî ve idarî dü- zenlemelerini içeren reformları yapması konusunda baskı yapacaktır: Baltalimanı Antlaşması 1838 yılının Ağustos

221 Mete K. Kaynar ayında imzalanır; ve yine İngilizler’in baskısıyla Tanzimat Fermanı’nın imzalanmasına sadece 15 ay vardır. Nitekim, emperyalizm ve emperyal ilişkiler bağlamında okunduk- larında, Baltalimanı Antlaşması ve Tanzimat Fermanı birbirini tamamlayan süreçler olarak karşımıza çıkmak- tadırlar. Baltalimanı Antlaşması emperyal ilişkilerin bi- rinci yönünü, Tanzimat Fermanı ile gerçekleştirilecek (ya da gerçekleştirilemediği için de Islâhat Fermanı ile tekrar bir düzene kavuşturulmaya çalışılacak) reformlar da em- peryal ilişkilerin ikinci yönünü oluşturmaktadır. İngiltere için yed-i vahit sisteminin kaldırılması ve Osmanlı içinde ticaret yapma ayrıcalıkları elde etmek yeterli değildir: Os- manlı hukukunun ve idarî yapısının da bu pazar ilişkile- rini düzenleyecek forma dönüştürülmesi, Osmanlı’nın ka- pitalist bir ulus-devlet hâline gelmesi de gerekmektedir. Lakin bu, Osmanlı’nın, sırf İngiltere’nin çıkarları için Ba- tılılaşma serüvenine girdiği ve sadece bu nedenle kapita- list üretim moduna geçtiği anlamına gelmemektedir. Bu nedenle emperyal ilişkiler ve kapitalistleşme ilişkisinde bir noktayı tekrar vurgulamak yerinde olacaktır. Bu ilişki çerçevesinde ifâde edilmeye çalışılan düşünce, kapitalist üretim tarzına geçişin emperyal ilişkiler yoluy- la olduğu değildir; aksine, emperyal ilişkilerin kapitalist üretim ilişkilerinin bir sonucu olduğu, emperyalizmin ka- pitalizmin devamlılığını sağlayan zorunlu bir uygulama olduğudur. Lenin’in, emperyalizmi, kapitalizmin en yük- sek aşaması olarak tanımlaması da bu ilişki çerçevesinde anlamlı hale gelmektedir. Emperyalizmin kapitalizmle içiçelik ilişkisini şu kelimelerle vurgulamaktadır Lenin (1979:61): Kapitalist tekel grupları -tekeller, karteller, tröstler- kendi ülkelerinin bütün üretimine, çok ya da az mut- lak ölçüde sahip olarak, ilkin iç pazarı paylaşırlar. Ama kapitalist düzende, iç pazar, zorunlu olarak 222 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

dışpazara bağlıdır. Kapitalizm, uzun bir süreden beri dünya pazarını yaratmıştır. Sermaye ihracı arttıkça ve büyük tekel gruplarının yabancı ülkeler ve sö- mürgelerle ilişkileri ve nüfuz bölgeleri her bakımdan genişledikçe pek doğal olarak, işler, bu gruplar ara- sında genel bir antlaşmaya ve uluslararası kartelle- rin kurulmasına doğru yöneliyordu.

Sonuç olarak, kapitalizmden ayrı bir emperyalizm dü- şünülemeyeceği için, emperyal ülkenin sömürge ülkeye kapitalizm götürmesi gibi bir şeyin düşünülmesi de an- lamsızdır: Kapitalist ülke emperyal ilişkilerle diğer bir ülkeye kapitalizm ve onun üst yapı reformlarını götürme- mektedir; tersine, kapitalizm, kapitalist ülkeyi sömürge ülkeye gitmeye zorlamakta, bu yolla kapitalist üretim tarzı o ülkede de yayılarak hakim hale gelmekte, kapita- list üretim ilişkilerin yaygınlaşmaya başladığı bu ülkede üst yapı dönüşümleri de bir zorunluluk hâline gelmekte- dir. Kapitalizm yayılmak zorundadır ve emperyal ilişki- ler bu yayılmanın sadece bir metodudur. Çünkü Marx’ın (1997:36) dediği gibi “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksinmesi, burjuvaziyi, yeryüzünün dörtbir ya- nına kovalıyor. Her yerde barınmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadırlar.² İngiltere’nin Osmanlı ile Baltalimanı Antlaşması imzalaması ve Tan- zimat Fermanı için Osmanlı’yı sıkıştırması, kapitalizmin yayılmasının somut tezahüründen -Marx’ın tabiriyle ge- nişleyen pazar kapitalizminin bujuvaziyi dünyanın dört bir yanına kovalamasından-başka bir anlam ifâde etme- mektedir. Dolayısıyla ortada duran şey, sadece, kapitaliz- min Osmanlı’ya giriş biçimidir; İngilizler’in kapitalizmi getirmesi vb. değil. Osmanlı’da bir devrimden bahsetmek mümkün müdür sorusuna cevap verebilmek için, emperyalizm-kapitalizm ve kapitalizm-devrim ilişkisine üzerine düşünülmesi ge- 223 Mete K. Kaynar rektiğine yukarıda değinilmişti ve yine, emperyalizm-ka- pitalizm ilişkisinde emperyal ilişkilerin -fiili bir işgali ge- rektirse de gerektirmese de-kapitalizmin devamlılığı için zorunlu olduğu vurgulanmış; emperyalizmin aynı zaman- da, gittiği ülkelerde kapitalist üretim ilişkilerinin yaygın- laşması ve idarî, hukukî, malî, siyasî reformların yapılması konusunda bir baskı unsuru oluşturduğunun altı çizilmiş- ti. Bu açıklamaları kapitalizm ve devrim ilişkisine ekle- mek gerekirse, emperyal ilişkilerin, kapitalizm öncesi bir üretim tarzından kapitalist üretim tarzına geçiş anlamında devrimci bir süreci zorladıklarını söylemek mümkündür. Özetle kapitalist ülke, kapitalizm öncesi üretim ilişkile- rindeki ülke (ya da periferideki kapitalist ülke) ile kurduğu emperyal ilişkiler yoluyla, onun kapitalistleşme sürecinin faktörlerinden biri hâline gelmektedir. Kapitalist üretim ilişkilerine dönüşüm sürecinde gerekli üst yapı reformla- rı, bu ticaret ilişkisinin kalıcılaştırılması ve kurumlaşması için hayatîdir:1920’ler T.B.M.M’sinin bir yandan Batılılar ile savaşırken, diğer yandan da Batılılaşmaya çalışmasının temel esprisi de burada saklıdır. Reformlar-bu ilişki-o ül- kenin kapitalistleşmesinden sonra da devam etmekte; mer- kez (kapitalist) ülke ile (çevre) kapitalist ülke arasındaki, gelişmiş (merkez) ülkedeki mevcut kapitalizmin düzeyini muhafaza etme amacına yönelik ilişkiler kurumsallaşmış bir şekilde devam etmektedir. Batılılaşma, kapitalizm ve emperyalizm arasındaki bu ilişki, tarihte sadece Osmanlı pratiğinde görülmüş bir vaka değil, Avrupa-dışı toplum- ların kapitalistleşme süreçlerinde yaygın olarak yaşanan bir süreç olagelmiştir. Örneğin Rusya’da tarımda serfliğin kaldırıldığı 1861’den ve 1890’larda Witte’nin bakanlığı sırasında yabancı sermaye bulabilmek için Rusya’nın ka- pılarını Batı burjuvazisine açmasından sonra reform talep- leri gündeme gelmeye başlamış (Atalı, 2003:39-44), 1905 reformlarının taşları bu tarihlerden sonra döşenmeye baş- 224 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lamıştır. Çin’de, 1850-1864 yılları arasında devam eden Taiping Ayaklanması sırasında, tıpkı Jön Türkler gibi Batılı tarzda eğitim görmüş Taiping önderleri, iktidara gelmelerinin ardından kadın-erkek eşitliği, yerli sanayi- nin geliştirilmesi ve hukuk devleti kurulması gibi reform- ları gündeme taşımışlar (Sander, 1989:189-190); İran’da meşrûtî yönetim ve reformlar, İngilizler’in Şah’ın ticarî ve sinaî işletmelerini yürütme hakkını almaları ve ticarî ayrıcalıklar elde ettikleri 1890 yılından sonra hızlanmış ve 1906 yılında meşrûtiyet ilan edilmiş; İran’da da Batı- lıların ve Batı’da eğitim almış gençlerin bu reformların yürürlüğe konmasında önemli bir rolü olmuştur (Kılıç, 2002:146). Hristiyanlığın etkisinden kendisini korumak için içe kapanık yaşayan Japonlar da on dokuzuncu yüzyıl- da, Meiji (1868-1912) döneminde, önce ekonomik olarak Batı’yla ilişki kurmuşlar, ardından da yine onların (başta da ABD) etkisiyle ülkede eğitim, hukuk, malî vb. alan- larda reformlar gerçekleştirmişlerdir. Mısır’ın Kavalalı Mehmet Ali Paşa zamanında başlayan ekonomik gelişme ve pamuk üretimine dayalı sanayileşmesinde de İngiltere ve Fransa’nın önemli rolleri olmuş; Mısır sanayileşmesi, Fransız Saint Simonculara bile ilham kaynağı olurken, Os- manlı reformlarını da derinden etkilemiştir. Emperyalizm-kapitalizm ve kapitalizm-devrim arasın- daki ilişkiler bağlamında Osmanlı’da devrim oldu mu so- rusuna tekrar dönersek, Osmanlı’da kapitalist üretim iliş- kilerine doğru geçişin yaşandığı anı, yani III. Selim’den bu yana devam eden reformların (yani nicel değişimlerin, ki nitekim İnalcık (2006:13-37) Tanzimat nedir sorusuna cevap aramak için ta III. Selim’den bu yana toprak siste- minden, idarî ve malî yapıya kadar olan bütün değişik- leri bu konuyla birlikte ele almakta; hattâ bazı yazarlar Osmanlı’da reform düşüncesini 1700’lü yılların başların-

225 Mete K. Kaynar daki Lale Devri’ne kadar götürmektedirler) ülkedeki üre- tim ilişkilerinin ve üretim ilişkileri bağlamında şekillenen hukukî, sosyal, siyasî ilişkilerin kapitalizme doğru kırılma anını (nitel değişim) Osmanlı’da devrimin gerçekleştiği an olarak kabul edebiliriz. Hemen belirtmek gerekiyor ki bu “an”, somut bir tarihe tezahür etmemektedir. Bir başka deyişle, Osmanlı’da kapitalizm öncesi üretim ilişkilerinin son bulup, bir bütün hâlinde ülkenin kapitalist üretim ilişkilerine geçmeye “karar verdiği” bir tarihten söz etmek mümkün değildir ve ne yazık ki, devrime doğum tarihi olarak yazabileceğimiz böylesi bir tarih yoktur. Böylesi bir kesin tarihi tespit etmek de mümkün değildir, çünkü, böy- lesi bir çaba, bir üretim tarzından diğerine geçişin (devri- min) mantığına aykırıdır. Böylesi bir tarih, ancak -yanlış bir şekilde-devrim kavramına “bir paramiliter örgütün devlet mekanizmasını ele geçirmesi” anlamı yüklendiğin- de bulunabilecek bir tarihtir; o zaman, sistemin paramili- ter örgüt tarafından “fethi” -gerçekte olmayan-devrimin de tarihi oluverir. Oysa üretim tarzındaki dönüşüm, bir idarî karar, siyasî bir zafer ya da salt iktidarın el değiş- tirmesi vb. ile ilintilendirilerek açıklanamayacak bir dö- nüşümdür. Bu dönüşümü bir devrim olarak adlandırmayı gerektiren de kapitalizmin, öncesindeki üretim sistemle- rinden daha ileri bir üretim tarzı olması; Marx’ın Ekono- mi Politiğin Eleştirisine Katkı’da belirttiği gibi, burjuva toplumunun, üretimin en gelişmiş ve en çeşitli tarihsel örgütlenmesi olması; burjuvazinin toplumsal süreçleri devrimcileştirmeden yaşayamayacak olmasından kaynak- lanan durumdur (Marx, 1993:243) Bu nedenle belirtmek gerekiyor ki, Tanzimat’ın bir devrim tarihi olarak, ülke- nin kapitalist üretim tarzına dönüşümünün tarihi olarak verilmesi, tarihsel değil, sadece ve sadece “sembolik” bir önem taşımaktadır. Yoksa Tanzimat Fermanı’nın ilanı ile ne ülkede bir anda kapitalist üretim ilişkilerine geçilmesi 226 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ile ilgili bir idarî, siyasî karar alınmış, ne de kısa bir süre- de tüm Osmanlı kapitalist bir ülke hâline gelmiştir. Tüm bu sınırlılıklara karşın, yine de Osmanlı’da kapitalist- leşmenin başlangıcının tarihi aranacak ise bu (sembolik) tarih, Tanzimat Fermanı ve onunla birlikte düşünülmesi gereken Baltalimanı Antlaşması’nın imzalandığı tarihsel kesittir. Eğer Marx’ın bize hatırlattığı gibi, kapitalizm öncesi bir üretim tarzından kapitalizme geçiş bir devrim ise ve üretim tarzındaki böylesi bir dönüşüm üst yapıdaki dönüşümü de beraberinde getirmekteyse, bu (Baltalimanı Anlaşması ile bütünleşik düşünülmesi kaydıyla) Tanzimat Fermanı’nın ilan edildiği tarihi de Osmanlı kapitalist dev- riminin sembolik tarihi hâline getirmektedir. Tanzimat’ın Osmanlı’da kapitalistleşmenin gerektirdi- ği üst yapı reformlarını başlatması anlamında bir “devrim” olarak nitelendirilmesi, gerçekten de boşuna değildir. Bu dönemde gerçekleştirilen reformların bazılarını ismen zik- retmek bile bu kanıyı doğrulayacak niteliktedir. Ferma- nın ilanını takip eden dönemde reformlara ilişkin yasala- rın daha düzenli ve eşgüdümlü çıkarılabilmesi için Dar-ı Şûrâ-yı Bab-ı Ali kaldırılarak Meclis-i Vâlâ-yı Akâm-ı Adliye kurulmuş; 1854’de, yasama faaliyetinin yoğunlu- ğu nedeniyle kendisinden beklenen yükü kaldıramayan bu kurum, adlî görevleri kendisinde kalmak koşuluyla diğer görevlerini Tanzimat Meclisi’ne devretmiştir. Tanzimat döneminde çalışmalarına başlayan ve bir merkez organı olması düşünülen Şûrâ-yı Devlet’te bu dönemin önemli idarî kurumlarının başında gelmektedir. Tanzimat döne- minde, Bakanlar Kurulu (Meclis-i Vükelâ) içinde de kimi idarî ve diplomatik değişiklikler yapılmış; padişah ve Bakanlar Kurulu arasındaki ilişkiler yeniden gözden ge- çirilmiştir. Padişah, Topkapı Sarayı’nı akrabalarına bıra- karak Dolmabahçe Sarayı’na taşınmış; padişahın Hazine-i

227 Mete K. Kaynar Hassa’sında da yeni düzenlemelere gidilmiştir. Eyaletlerde merkezî hükümetin gücünü artıracak düzenlemelere gi- dilmiş; 1840’da vergi sisteminin değiştirilmesinden sonra, vergilerin vali ya da onun görevlendireceği kişiler aracılı- ğıyla değil, sivil memurlar (muhassal-ı emval) tarafından toplanmasına karar verilmiş; yerel yönetimde yerel ekono- mik ve yaşam koşullarını düzenleyen danışma meclisleri oluşturulmuş; 1858’de Eyaletler Nizâmnamesi çıkarıla- rak yerel yönetimdeki dönüşümün hızlanması sağlanmış; vali, görev yaptığı yörede merkezî hükümetin temsilcisi hâline getirilerek yetkileri güçlendirilmiştir. Ordu içinde de idarî düzenlemeler yapılmış; ordu ilk defa eyalet ko- mutanlıklarına bölünmüş; zorunlu askerlik uygulamasına geçilmiş; gayri müslimlerin orduya alınmasına karar veril- miş; Bahriye Nezareti kurulmuştur. Tanizmat, sadece yukarıda sıralanan idarî reformları değil, malî sistemde de imparatorluk içerisinde yaygın- laşmaya başlayan kapitalist üretim ilişkilerini düzenleyen reformları gerçekleştirmiştir: Vergi konusunda getirilen reformların amacı, verginin aracılar eliyle toplanması ye- rine, tamamının merkezî hükümet tarafından toplanması- nı sağlamak olmuş; bu amaçla, 1839 yılında Şeriat adına salınan tüm vergiler, ağnam vergisi ve gayri müslümle- rin ödedikleri cizye dışındaki vergiler kaldırılmış; toprak ürünlerine %10’luk tek bir vergi uygulamasına geçil- miştir. Ticaret Kanunu’nun kabulü ile birlikte, Osmanlı hukuku kapitalizmin kavramları ile tanışmaya başlamış; faiz, kambiyo, anonim şirket gibi terimler hukukta tanım- lanmaya çalışılmıştır. 1840’da Kaim-i Nakdiye isimli ilk kâğıt para, yine bu dönemde piyasaya sürülmüş; Osmanlı ilk dış borcunu da Tanzimat döneminde almıştır. Eğitim alanında da bir çok reform programı hazırlan- mış; laik bir eğitim programı hazırlanılması için Meclis-i

228 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Umur-u Nafîa kurulmuş; eğitim işlerinin düzenlenebil- mesi için Maarif-i Umumiye Nezareti oluşturulmuştur. Temel eğitim zorunlu hale getirilmiş; öğretim yöntemle- ri modernleştirilmeye çalışılmış; tüm köy ve kasabalarda, her 500 ev için bir rüştiye bulunmasına karar verilmiştir. Bu reformlarla birlikte laik eğitim veren ilkokullarda oku- yan erkek öğrenci sayısı 1867’de 242. 000 kişiyken bu sayı 1895’de 640. 721’e çıkmıştır (Shaw, 1983:154). Tüm bu reformların yanında, Tanzimat ile birlikte, 1843 yılında Ceza Kanunu, 1850’de Ticaret Kanunu, 1863’de Ticaret-i Bahriye Kanunu, çıkarılmış; müsadere yöntemine son verilmiş; 1867’de yabancıların Osmanlı sı- nırları içinde gayri menkul edinmelerine izin veren yasa çıkarılmış; 1868’de Sünni İslam’ın Hanefî yorumundan yola çıkılarak Mecelle yazılmıştır. Ayrıca Tanzimat Fermanı ile birlikte, deniz ve karayolu ulaşımı reforme edilmiş; Mustafa Fazıl Paşa tarafından sa- tın alınarak Fevaid-i Osmaniye adı verilen şirket aracılığı ile İstanbul, İzmir ve Ege adaları arasında seferler düzenle- yen bir deniz filosu kurulmuş; 1854 yılında Fransız’lar ta- rafından telgraf ülkeye getirilmiş; Kırım’da, Balaklava’dan İstanbul’a, İstanbul’dan Varna’ya kadar deniz altına kab- lolar döşenmiş, bu hat Bükreş yoluyla Viyana’ya kadar ulaştırılmıştır. Abdülmecit döneminde 452 kilometre de- miryolu hattı döşenmiş; Haydarpaşa’dan İzmit, Ankara, Konya güzergahına da demiryolu ulaşımı sağlanmış; bu amaçla 1867’yılında bir yol nizâmnamesi çıkarılmıştır. 1838-1840 yılları arasında Fransa ve İngiltere ile yapılan ticaret 5 kat artmış; 1876’da Osmanlı dev- leti İngiltere’den 971.067.060 kuruşluk mal alırken 352.177.010 kuruşluk mal satmıştır. Bu ihracatın hayli önemli bölümü de yine yabancılar tarafından gerçekleş-

229 Mete K. Kaynar tirilmiştir. Örneğin 1845’de Bursa’da İpek üretimi yap- mak için kolları sıvayan İsveçli Banker Falkeisen, 1876 yılına gelindiğinde Bursa’da toplam 14 fabrikada üretim yapmaya başlamıştır. İstanbul Kartal da İsviçre sermayesi ile konserve fabrikası açılmış; Fransızlar Paşabahçe Cam Fabrikası’nı kurmuşlar; İngilizler Beykoz’a cam ve kâğıt fabrikası açmışlar; 1861’de maden ticaretinde devlet teke- linin kaldırılmasından sonra da bir çok yabancı şirket ma- dencilikle uğraşmaya başlamıştır (Shaw-Shaw, 1983:110- 149; Karal, 1997:8-11). Dikkat edilirse, yukarıda sadece bir kısmı ismen zik- redilen reformların tümü, ya kapitalist ilişkileri garanti altına almaya veya düzenlemeye ya da kapitalist ilişkilerin Osmanlı’nın tamamına yaygınlaştırılmasına hizmet eden (edecek) değişiklikleri kapsamaktadırlar. Hiç kuşkusuz, Tanzimat reformları ele aldığı konuların tamamında ba- şarıya ulaşamamış, bir çok reform sadece kâğıt üzerinde kalmış, bir kısmının uygulanması da istenilen sonuçla- rı tam anlamıyla verememiştir. Örneğin, vergilerin sivil memurlar aracılığıyla toplanmak istenmesi hiçte olumlu sonuçlar vermemiş; vergi toplamada karşılaşılan güçlük, Emtia Gümrük İdaresi’nin kurulması ile aşılmaya çalışıl- mıştır. Sorunun bu yolla çözülemeyeceğinin anlaşılmasın- dan ve vergi gelirlerinin düşmesinden sonra Reşit Paşa, İstanbul’dan gönderilen sivil memurların yerine orduyu bu iş için görevlendirerek sorunu aşmaya çalışmıştır (Shaw- Shaw, 1983:120). Ama, gözden kaçırılmaması gereken bir noktanın altını tekrar çizmekte fayda vardır:1839’da Tanzimat ile başlayan kapitalistleşme süreci, sadece 84 yıl sonra, 1923’de, kapitalist bir ulus-devletin, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile sonuçlanmıştır.

230 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ))Ø-EÞR}TIYET´INØÜLANÍØ.EDENر(~RRIYETØ ÜNKÍLhBͲØ$EÛILDIR

Genellikle, Abdülmecid’in Gülhane Hattı Hümayunu’nu ilan ettiği 1839 ile Abdülhamid’in Kanun-i Esasî’yi rafa kaldırdığı 1878 yılları arası, Tanzimat dönemi olarak ad- landırılır. Oysa, bir kapitalistleşme süreci perspektifinden bakıldığında Tanzimat döneminin Abdülhamid, İttihat ve Terakki ve hattâ Cumhuriyet dönemlerine kadar uzatıl- ması gerekmektedir. Başka bir deyişle, Tanzimat reform- ları ile Mustafa Kemal’in inkılâpçılığı arasında bir fay hat- tının olduğunu görmek gerekmektedir. Bu ana omurga çerçevesinden bakıldığında, Meşrûtiyet’in ilanı, olsa olsa bir siyasî gelişme veya yıllar öncesinden kabul edilmiş ama uygulaması durdurulmuş olan anayasanın, dönemin siyasî talepleri çerçevesinde yeniden uygulamaya konmasına ka- rar verilmesi olarak değerlendirilebilir. Ya da farklı bir ifâdeyle, Meşrûtiyet’in tekrar ilanı (II. Meşrûtiyet), en faz- la, Yeni Osmanlılar’ın taleplerinin 1908 şartlarındaki yeni bir tezahürü olarak değerlendirilebilir ve eğer -söz gelimi- bir devrimden bahsedilecekse, bu, anayasa’nın “tekrar” yü- rürlüğe konduğu tarih (1908) değil, ancak onun ilk kabul edildiği tarih (1876) olabilirdi. Bu olayın birinci yönünü oluşturmaktadır. Bu konudaki bir diğer husus, II. Meşrûtiyet’in “Hür- riyet İnkılâbı” olarak adlandırılmasının, sadece II. Meşrûtiyet’in ilan edilmesine vesile olan paramiliter grubun kendi söylemi olması ve bunun, Türk siyasî ha- yatında, sistemi maniple eden (ya da etmeye çalışan) her paramiliter grubun kendi faaliyetini bir devrim olarak adlandırmasının ve sistemdeki her keskin değişikliğin kendisini devrim/inkılâp olarak tanımlamasının yolunu açmasıdır. Meşrûtiyet’in ilanı, Cumhuriyet, 27 Mayıs…

231 Mete K. Kaynar hattâ bazı kesimlerce Demokrat Parti’nin iktidara geldiği 14.Mayıs.1950 tarihi bile “beyaz devrim” olarak adlandı- rılmaktadır. Oysa, yukarı da tanımlandığı gibi, devrim, böylesi süreçleri kapsamakla birlikte, bunların ötesindeki bir dönüşümü içermektedir. Üretim tarzındaki değişimi içermeyen bir devrim, sadece “devrim” kavramının cazibe- sini, çekiciliğini kullanan bir siyasî değişimden, bir siyasî vakadan başka bir şey değildir. II. Meşrûtiyet’in ilan edilmesinde önemli rol oynayan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, Meşrûtiyet’in ilanından sonraki uygulamalarına bakıldığında da, “Hürriyet İnkıla- bı” olarak adlandırılan II. Meşrûtiyet’in bir “inkılâp” olma- dığı gibi, aslında “hürriyet” ile de alakası olmadığı görül- mektedir. Farklı bir ifâdeyle, kendini “hürriyet inkılâbı” olarak koyan II. Meşrûtiyet, ne hürriyetin ilanına, ne de bir inkılâba tekabül etmektedir. Hür’den (2007:239-241) yararlanarak, cemiyetin, hürriyetleri genişletmek bir yana, nasıl daralttığına göz atmak İttihat ve Terakki Cemiyeti için “hürriyet” kavramının, Fransız Devrimi’nden ve Yeni Osmanlılar’dan ödünç aldıkları siyasî bir jargon olmanın ötesinde pek de bir anlam ifâde etmediğini gözler önüne sermek için yeterli olacaktır. İttihat ve Terakki’nin gerçek yüzü, özellikle 31 Mart Vakası’ndan sonra iyice su yüzüne çıkmaya başlar. 25.Nisan.1909’da, 31 Mart Vakası bahane edilerek sıkıyönetim ilan edilmiş ve bu uygulama 15.Tem- muz.tarihine kadar sürmüş; 14.Nisan.1909’da “Serseriler ve Zanlı Kişiler ile İlgili Kanun” ile kişisel özgürlükler kaydadeğer ölçüde sınırlandırılmış; 17.Haziran.1909’da çıkarılan “Kamu Toplantıları Kanunu” ile gösteri ve mi- tingler sınırlandırılmaya çalışılmış; 31.Temmuz.1909’da yürürlüğe giren “Basın ve Yayın Kuruluşları Kanunu” ile basın zaptu rapt altına alınmıştır. İttihat ve Tarakki’nin özgürlüklere yönelik operasyonları sadece hukuk alanıyla da sınırlı değildir. 30.Ocak.1910’da Ahrar Fırkası kapatılmış; 09.Haziran.1910’da Sada-yı 232 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Millet gazetesi Başyazarı Ahmet Samim ve 10 Temmuz’da Şehran gazetesi Başyazarı Zeki Bey öldürülmüş, tüm bun- lar, hürriyete kavuşulduğu söylenen bir dönemde fikir hürriyetini kullanmanın olası sonuçları hakkında topluma fikir vermiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1911 seçimleri yaklaşır- ken, Meclis-i Mebusan’daki çoğunluğunu kaybetmemek için Anayasa değişikliği yapmaya çalıştıysa da başarılı ola- mamış; ama yine de 35. maddeden yararlanarak Meclis-i Mebusan’ın fesh edilmesi ve seçimlerin yapılması yönün- de bir karar almayı başarmıştır. 1911 seçimleri İttihat ve Terakki’nin yaygın baskısı altında yapılır ve tarihe sopalı seçimler olarak geçer: Seçimler sonucunda 278 üyeli mec- lise ancak 15 muhâlif üye seçilebilir. İttihat ve Terakki’nin hürriyet sicili ile ilgili listeyi daha da uzatmak, Babıali Baskını’ndan, Meclis-i Mebusan’ın ve Bakanlar Kurulu’nun bile haberi olmadan I. Dünya Savaşı’na girme kararı alınmasından vb. ’de bahsetmek mümkündür. Fakat yukarıdaki örnekler bile, 1908 sonra- sında bir hürriyet döneminin yaşanmadığı ile ilgili kanâati pekiştirmeye yetecektir. Meşrûtiyet’in ilanı ile bir özgürlük ortamının geleceği- ne inanan, fakat İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin politika- larını gördükten sonra yaşadığı dönemi “uğursuz dönem” olarak adlandıran Tevfik Fikret de, Meşrûtiyet’in ilanı ile hürriyete kavuşulmadığı düşüncesindedir. 1912 yılında yazdığı Doksanbeşe Doğru şiirinde dönemin siyasî ikli- mini, hürriyet özlemlerinin nasıl boş çıktığını şöyle tasvir eder: Bir devr-i şeamet, yine çiğnendi yeminler; /Çiğnendi, yazık, milletin ümmid-i bülendi! /Kanun diye top- raklara sürtündü cebinler; /Kanun diye, kanun diye kanun tepelendi…” ve böyle başladığı şiirini İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yönelik şu sözleriyle bitirir şair: “Milleti, kanunu mukaddes tanıyan her /Vic-

233 Mete K. Kaynar

dan seni lanetle, mezelletle eder yad… /Düşsün sana meyyal-i tahakküm eğilen ser/Kopsun seni-bir hak diye-alkışlayan eller.

234 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

(!,+a),)+

(ALKlÍLÍK Ø.ARODNIK Ø0OP~LIZM Ø3OLIDARIZMØ

rapça kökenli olan halk kelimesi, yaratmak, yaratılmak eylemlerini ifâde etmek ve aynı ülkede yaşayan insan topluluğunu, ahâliyi nitelemek için kullanılmaktadır. Halk keli- mesindenA türeyen halkçılık kavramı ise resmî ideolojinin altı temel ilkesinden birisidir. Halkçılık kavramı, resmî ideoloji içerisinde, birlikte onun temel önermelerini oluş- turdukları diğer beş ilkeden bazı noktalarda ayrılması ne- deniyle özel bir öneme sahiptir. İlk olarak halkçılık, diğer beş ilkeden farklı olarak Cumhuriyet’in kurulmasından yaklaşık üç yıl önce bir program metni hâlinde tanımlan- mış; ilke, Cumhuriyet’i kuran partinin adı ve nitelikleri arasına da yerleştirilmiş; hattâ doğrudan doğruya onun yönetimini, Cumhuriyet Halk Partisi’nin tek parti olma vasfını meşrû hale getirmenin aracı olarak kullanılmıştır. İkinci olarak ise, resmî ideolojinin milliyetçilik de dahil diğer beş ilkesi ile ilgili olarak, ortaya atıldıkları günden bugüne kimi tartışmalar, itirazlar, eleştiriler vb. olmasına

235 Mete K. Kaynar karşın, halkçılığı reddeden, ona cephe alan, halkçı olmadı- ğını söyleyen, ima eden hiçbir siyasî akım bu güne değin ortaya çıkmamıştır. Bir başka deyişle halkçılık, resmî ide- olojinin en kabul gören, halen farklı siyasî yelpazelerdeki tüm siyasî oluşumlar tarafından paylaşılan en eski ilkesi olagelmiştir. Fakat halkçılığın bu özellikleri, onun resmî ideoloji içinde nasıl ortaya çıktığı, ne anlama geldiği ve ne tür işlevlere sahip olduğu ile ilgili bir açıklama sun- maz bizlere. Halkçığın resmî ideoloji içerisindeki (farklı dönemlerde sahip olduğu) anlamları ve işlevleri üzerine tartışabilmek, onun ortaya çıkmasına zemin hazırlayan ne- denleri analiz edebilmek için narodnik, popülizm, solida- rizm gibi kavramların yardımına ve dönemin entellektüel ve siyasî tartışma ve gelişmelerine göz atmaya da ihtiyaç vardır. Dönemin Osmanlı asker, sivil, bürokrat, aydınını, özet- le yönetenini de derinden etkileyen halkçılık hareketi ile ilgili ilk tartışmalar, on sekizinci yüzyıl sonlarının Çar- lık Rusya’sında, Herzen ve Çernişevski gibi ünlü yazar ve düşünürler tarafından ortaya atılmaya başlanmış; halkçı- lık, küçük köylülüğün demokratik özlemlerini yansıtan bir siyasî hareket olarak kurgulanmıştır. 1861’de tarımda serfliğin kaldırılmasının ardından, tarımsal üretimde ka- pitalistleşmenin hızlandığı ve buna bağlı olarak topraktaki mülkiyet ilişkilerinde ciddi bir kutuplaşmanın yaşanmaya başladığı, Çar II. Alexander döneminin Rusya’sında ortaya çıkan narodnikler, köylülerin devrimci bir sınıf olduğunu ve onların devrimci faaliyetleri ile Rus monarşisi ve tarım- da kapitalistleşme ile ortaya çıkan toprak ağalarının (ku- laklar) çıkarları etrafında örülü sistemin yıkılabileceğini iddiâ etmişlerdir. Narodnik hareketinin bu temel düşün- celeri, onları Rusya’daki-daha sonra Marxist bir karakter kazanacak olan-devrimci hareketlerin de temeline yerleş-

236 Tarihin İnşâsı ve Siyaset tirmiştir. Nitekim, 1879’›da Veronej›de toplanan Narod- nik Kongresi’nde halkçı hareket ikiye bölünmüş; bireysel terörü başlıca amaç hâlinde benimseyen grup tarafından kurulan Narodnaya Volya (Halkın İradesi) örgütü, Çar II. Alexander›in öldürülmesiyle üne kavuşmuş; bu kongrede, bireysel siyasî şiddeti dışlayan ve siyasî mücadeleyi baş- ka yöntemlerle de sürdürmeyi öneren grup içinde yer alan Plehanov, Axelrod ve Vera Zasuliç gibi önderler, sonradan Marxist devrimci hareketler içerisinde yer almayı tercih etmişlerdir. Kulaklara ve monarşiye karşı küçük köylülüğün dev- rimci taleplerini seslendirmeye çalışan narodnikler, aydın- ların halkla (küçük köylülükle) yakınlaşmasını, onların taleplerinin derlenerek siyasîlaştırılmasını ve aydınların köylüler ile birlikte devrimi örgütlemesini savunuyorlar- dı: Küçük köylülük devrimci bir öze sahipti ve aydınlar, bir yandan onların ayağına giderek, onların taleplerinden yola çıkarak, hareketin siyasî yapısını çatacaklar, diğer yandan da halka devrimin gerekliliğini anlatacaklar ve devrimi örgütleyeceklerdi. Bir başka ifâde ile narodnik- ler, köylüye giderek bu devrimci sınıftan devrimin somut toplumsal dinamiklerini alacaklar, ardından da köylüyü devrime ikna edecek, onları, onlardan aldıkları ile aydınla- tarak bir sosyal devrime öncülük edeceklerdi. Rusya’da ortaya çıkan bu hareket, hem Rusya’dan gelen ve narodnik hareketinin içersinde de yer almış kişiler aracı- lığıyla, hem de narodnik hareketinden etkilenmiş Ermeni, Bulgar ve Sırp devrimci hareketleri aracılığıyla, özellikle Makedonya’daki İttihat ve Terakki Cemiyeti üyelerini de etkilemeye başlamıştı.67 Tabîî ki, dönemin Osmanlı’sın- da da Rusya’dakine benzer bir kapitalistleşme sürecinin

67 Narodnikler, Ermeni ve Bulgar Devrimci hareketi ve İttihat Terakki Cemiyet arasındaki ilişkiler ile ilgili olarak Bkz.: (Berkes, 1965) ve (Berkes, 1974). 237 Mete K. Kaynar -özellikle Balkanlar’da-yaşanıyor olmasının ve yine aynı dönemde İttihat ve Terakki Cemiyeti içerisinde, halkçı- lık düşüncesinden kolayca etkilenmeye zemin hazırlayan milliyetçi fikirlerin popülerleşmeye başlamasının da etki- lerini belirtmeden geçmemek gerekmektedir. Hattâ bir adım daha ileri giderek, son iki neden -Osmanlı’nın, en azından belirli bölgelerinde, kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmaya başlaması ve ittihatçılar arasında milliyetçi düşüncelerin popülerleşmesi-olmasa idi halkçılık düşün- cesinin de ittihatçılar arasında yayılmasının mümkün ola- mayacağını söylemek mümkündür. Narodnik hareketi, Osmanlı modernleştiricilerinin halkçılık ile tanışmalarına, böyle bir kavramın, böyle bir siyasî hareketin varlığından haberdar olmalarına vesile olurken; solidarizm, modernleştiricilere, narodniklerden etkilenerek öğrendikleri halkçılığın içeriğinin doldurul- masında yardımcı olmuştur. Bir başka ifâde ile, Büyük Millet Meclisi (B.M.M)’nin68 açılışını takiben (pro) Cum- huriyet modernleştiricileri halkçılığı, narodnik pratiğin- den farklı bir içerikte, devrimci köylüler yardımıyla mo- narşinin devrimci bir yolla yıkılması anlamdan değil de, Fransız III. Cumhuriyeti’nin temel kavramlarından biri olan solidarizm, dayanışmacılık ile yorumlayarak kullan- mışlardır. 1920’ler modernleştiricilerinin-asker, sivil, bü- rokrat, aydınların-halkçılığı, böyle bir embriyo-devrimci içerikte, narodnikçi bir içerikte kullanması zâten müm- kün değildi. Çünkü halkçılığı tanımlayanlar, bizzat resmî ideolojinin kurucu kadrosuydu ve bu kadronun halkçılığı, devrimci, mevcut sistemi değiştirici bir içerikte tanımla- ması gerçekten anlamsız olurdu. Zâten, Mustafa Kemal’in halkçılık kavramı ile ilgisi de narodniklere ve/veya halkçı

68 Meclis ilk açıldığı ve halkçılık ile ilgili tartışmaların geçtiği tarihlerde mecli- sin adı Türkiye Büyük Millet Meclisi olmayıp Büyük Millet Meclisi olduğun- dan B.M.M kısaltması kullanılmıştır. 238 Tarihin İnşâsı ve Siyaset düşünceye duyduğu sempatiden değil, narodnik hareketi- ne duydukları sempatiyle programlarına halkçı politikalar yerleştiren dönemin sosyalist parti ve örgütlerine duyduğu tepkiden kaynaklanıyordu. Nitekim kurucu kadroda öyle yaptı: Halkçılığı, tam da Osmanlı Türk modernleştiricile- rinin de yakından tanıdığı Alfred Fouillée’nin solidarizmi- ni, mesleki dayanışmacılığı, tenasütçülüğü ifâde edecek, sınıf çatışmalarını dışlayacak şekilde tanımlayarak siste- min temellerine ekledi. Alfred Fouillée ile Osmanlı entellektüelleri arasındaki köprüler Ahmet Şuayip ve Baha Tevfik sayesinde atılmış- tı. Bu entellektüel köprüyü pekiştirenler ise Fouillée’nin felsefe tarihi ile ilgili çalışmalarını Türkçeye çeviren Ah- met Nebil ve Fouillée’den derinden etkilenen Ziya Gökalp oldu. Dönemin ünlü dergilerinden Ülkü’de de Fouillée’in görüşlerinden etkilenmiş, hattâ Kazım Nâmi gibi bizzat Fouillée’un kitaplarını okuyucularına tavsiye eden maka- leler kaleme alan yazarlar dahi bulmak mümkündür (Ay- dın, 2003:131). Hiç kuşkusuz Cumhuriyet döneminde bu isimlere, Tekin Alp, , Zekeriya Sertel ve Yusuf Kemal Tengirşek’i de eklemek gerekmektedir (Toprak 1977:95). Fouillée, kitle arasında dayanışmanın artışını şu sözlerle özetler: Medeniyet geliştikçe, çatışmalar, uyuşmazlıklar; şeyler ve insanlar arasıdaki ilişkiler karmaşıklaş- tıkça, daha sözleşmeci ve organik karşılıklıklar ar- tar; hukukun üstünlüğünün tesis edilmesi devlet için zarûrî hale geldikçe de, devlet sosyal ilişkilere üçüncü bir parti gibi, son söz sahibi bir hakem gibi, adaleti tesis eden hakim gibi, bir muslih -barıştırıcı, arabulucu, ıslah edici-gibi müdahale eder. (Aktaran Aydın, 2003:134).

Fouillée’nin bu sözleri devlete toplum içersinde veri-

239 Mete K. Kaynar len sınıflar, çatışmalar üstü rolün ve ıslâh edici, düzeni sağlayıcı, çatışmaları azaltıcı bir devlet tanımının altı- nı çizmektedir ki erken dönem Cumhuriyet’in halkçılık anlayışının bu düşünce üzerine bina edildiğini söylemek yanlış olmayacaktır. Erken dönem cumhuriyetçileri de devlete -ve aslında onu tek başına yöneten ve 1935’den sonra da her şeyi ile onunla özdeşleşen Cumhuriyet Halk Partisi’ne-sınıflar üstü bir rol ve işlev biçiyorlar, tek par- ti yönetiminin “tek” partiliğini halkçılık ile açıklamaya, meşrûlaştırmaya çalışıyorlardı. Popülizm ise tanımlanması oldukça zor ve bir o kadar da kaygan bir kavramdır. Kimilerine göre liberal demok- rasinin kendisi, kimilerine göre ise onun en büyük düş- manlarından biri olan popülizm, en basit tanımıyla, hal- kın ihtiyacı olan şeylerin ona vaat edilmesi ile siyasî çıkar sağlamaya yönelik politikaların toplamıdır. Popülizmin özgül yönünü narodnikten yola çıkarak -ki Marxist dü- şüncenin narodnik hareketinden derinden etkilenmiş Rus pratiğinde, Leninizm’de, de benzer bir özellikten bah- setmek mümkündür-tanımlamak gerekirse; narodnikler, halka doğru gidenler, bir yandan halka giderken, diğer yandan da halkı, onları somut, gündelik yaşamları içeri- sinde göremedikleri gerçekler karşısında bilinçlendirerek, aydınlatarak devrime hazırlamaya çalışıyorlardı. Böylece halk ile halkçı/devrimci arasında entellektüel bir alış-veriş varsayılıyordu. Halk halkçıya, devrimciye, aydına somutu, yaşananı, olanı sunarak onun düşüncesine maddî bir ger- çeklik, sosyolojik bir realite katarken, halkçı halka soyutu, somuttan halktan aldıklarından derleyerek kurguladığı olması gerekeni, neden devrimin olması gerektiği düşün- cesini veriyordu. Evrensel bir siyasî ideoloji/tavır/söylem/ tarz olarak popülizm de ise people ile popülist arasındaki ilişki, halk ile halkçı arasındaki ilişkiden bir açıdan fark-

240 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lıdır: Popülizmde halk (people) popüliste somutu, yaşa- nanı olanı yine verir; fakat popülist halka, olan, yaşanan, somuttan yola çıkarılmış ve akıl süzgecinden geçirilerek kurgulanmış bir olması gereken sunmaz: Onun halka ver- diği somuttan, yaşanandan, ihtiyaçtan türetilmiş bir siyasî taktik, popülist ve onun çevresindeki kliğin siyasî amaçla- rına hizmet edecek bir vaat ve söylemdir. Popülizmi, resmî ideolojinin halkçılığı ile bağlayan ise, popülizmin, halkçılığın çok partili siyasî yaşamda aldığı şekille yakından ilgili olmasıdır. Popülizmi, Kemalizmin- resmî ideolojinin kendini kurguladığı söylemin-diğer beş ilkesinden farklı olarak halen en geniş kabul gören ve kim- senin kendisini, kendi siyasî duruşunu dışında bırakmadığı bir ilke hâlinde tutan temel neden de halkçılığın 1945’den sonra popülizm ile birlikte tanımlanması, içeriğinin popü- lizm ile doldurulmasıdır. 1945 tarihi, Cumhuriyet dönemi siyasî hayatının te- mel dönüm noktasıdır. II. Dünya Savaşı bitmiş; bir yan- dan savaşın galiplerden Amerika’nın yanında yer alan Türkiye’ye çok partili siyasî sisteme geçmesi telkin edil- meye başlanmış, diğer yandan da savaş boyunca iyice yıp- ranan Cumhuriyet Halk Partisi’ne yönelik eleştiriler tek partili siyasî sistemin kendisini hedef almaya başlamıştır. İşte bu dönemde, 18.Temmuz.1945 tarihinde, dönemin ünlü fabrikatör ve müteahhitlerinden, 10. Dönem Sivas Milletvekili Nuri Demirağ tarafından kurulan Millî Kal- kınma Partisi, tek parti dönemi olarak tarihe geçecek er- ken Cumhuriyet’in bitiş sürecini başlatmıştır; Tek parti yönetimi ise fiilen 14.Mayıs.1950’de Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, Adnan Menderes’in Başbakan, Celal Bayar’ın da Cumhurbaşkanı olması ile son bulacaktır. Tek parti yönetiminin sona ermesi, aynı zamanda, (Cumhuri- yet Halk Partisi’nin, devletin yöneticilerinin örgütlendiği

241 Mete K. Kaynar siyasî örgütün) çıkarları tek bir parti ile temsil edilebilen bir organizma olarak tahayyül ettiği toplum tasarımının da sonu anlamına geliyordu. Millî Mücadele’nin 5 paşa- sının siyasî hesaplaşmasının kurumsal tezahürü olan Te- rakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve bir muvazene partisi olarak kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası denemeleri bir yana bırakılırsa, 1945’de Millî Kalkınma Partisi ile baş- layan ve aynı yıl Demokrat Parti’nin kurulması ile devam eden süreç, aynı zamanda, oldukça dolaylı bir şekilde de olsa narodnik hareketinden etkilenerek doğan, tek parti döneminde solidarist düşünce ile içeriği doldurulan halk- çılık düşüncesinin de şekil değiştirmesine yol açmıştır. Nitekim, çok partili dönem boyunca -ki askeri darbeler- de bunun istisnası değildir-halkçılık kavramının içeriği- nin popülist söylemlerle/yöntemlerle doldurulmasındaki temel nedenler, 1945’den sonra iktidara gelmek ile “oy” almak arasında kurulan paralel ilişki ve solidarist toplum tahayyülünün çöküşü ile çok yakından ilgilidir. Tek parti yönetimi, “egemenliğini halktan alan ve egemenliğini ve- kaleten kullandığı halkı, halkın tümünün birbiriyle ilintili çıkarlarının siyasî sistemdeki temsilcisi olan Cumhuriyet Halk Partisi eliyle ve yine milletin millî çehresinden kay- naklanan devrimler yoluyla modernleştirmeye uğraş”ması nedeniyle “meşrû” bir iktidardı. 1945’den sonra ise iktida- rın muktedirliğinin modernleşme ile olan bağı koparılmış ve iktidar olmak, yapılan seçimlerde alınan oyla kazanıla- bilen bir güç hâline gelmiş; sistemdeki farklı farklı partiler ise -özellikle 1960’dan sonra-toplumun ortak ve birbiriyle bağıntılı çıkarları olduğu düşüncesinin yerine, toplumda farklı siyasî örgütlerle temsil edilen ve birbirleriyle çatışan farklı çıkarların, sınıfların olduğu düşüncesinin yerleşme- sini kolaylaştırmıştır. 1945 öncesi ve sonrasında iktidar ve halk arasında halkçılık dolayımı ile kurulan ilişkinin te- mel farklılıklarını -Tabir-i câizse-şu örnekten yola çıkarak 242 Tarihin İnşâsı ve Siyaset açıklamak mümkündür:1923-1945 arasındaki tek parti yönetimi, sadece diyet yemeklerinin satıldığı bir lokanta gibidir. Şehrin tek lokantası olan Cumhuriyet Lokantası, müşterilere (halka) sağlıklı olmak için yemesi gerekenleri tavsiye etmekte; hattâ daha da ileri giderek tüm müşteri- lere her gün zorla brokoli salatası ve kepek ekmeği yedir- mektedir. Müşterilerin bu yemekleri yememek için ayak diremesinin lokanta idarecileri için (gastronomi konusun- da bilgi sahibi aydınlanmış, münevver Cumhuriyet Lo- kantası idarecileri için) önemi yoktur; çünkü Cumhuriyet Lokantası -şehrin yöneticileri müşterilerin tamamının “da- mak zevkleri ortak kaynaşmış sınıfsız bir müşteri toplulu- ğu” olduğunu düşündükleri ve herkes brokoli salatası ve kepek ekmeğinden hoşlandığına göre ikinci bir lokantaya ihtiyaç olmayacağı için-şehirdeki tek lokantadır ve lokan- tanın muhasebe birimi için müşteri memnuniyeti kârın bir fonksiyonu değildir. Cumhuriyet Lokantası idarecileri ve aşçıları için tek ama tek önemli olan şey (Batılı Gast- ronomi biliminden yola çıkarak öğrendikleri şey) brokoli salatası ve kepek ekmeğinin insan sağlığı için faydaları- dır. Müşteriler bu faydaları bilmemekle birlikte (ki tenvir edilmeli, nurlandırılmalı, aydınlatılmadırlar) yine de ken- di iyilikleri için bu yemeği yemeğe zorlanmalı; modern, Batılı bir lokantanın modern ve Batılı müşterileri hâline getirilmelidirler. Bu zorlamanın meşrûiyeti, müşterilerin tercihlerinden değil, brokoli ve kepek ekmeğinin yarar- larından kaynaklanmaktadır. 1945 sonrasında ise Cum- huriyet Lokantası’nın bulunduğu caddeye bir çok lokanta daha açılmıştır. Gelinen durumda, sadece yeni lokantalar değil -hattâ ilk başta Cumhuriyet Lokantası idarecileri-bir yandan kâr edebilmek için müşterileri kazanmak zorunda olduklarının, diğer yandan da toplumun tamamının aynı damak zevkine sahip müşterilerden oluşmadığının farkına varmışlar, varmak zorunda kalmışlardır ve bu yüzden de 243 Mete K. Kaynar müşterilerin eski damak tatlarına uygun, bir kebap ve tatlı menüsü sunmaya başlamışlardır. Örneği devam ettirelim: Bu durum en çok şehirdeki ye- mek sektörünün kurucusu ve en eski dükkanın sahibi olan Cumhuriyet Lokantası’nı, onun gastronomi ve gastroen- teroloji mütehassısı idarecilerini ve onların nezninde şeh- rin yıllardır kendini alıştırmaya çalıştığı Batılı ve sağlıklı yemek kültürünü de derinden etkilemiş; Cumhuriyet Lo- kantası ve farklı müşteri talepleri arasında yıllardır kuru- lan ilişkiler, 1945’den sonra yepyeni lokantaların açılmaya başlaması dolayımı ile sorgulanmaya başlanmıştır: Artık sağlıklı beslenmenin insan yaşamındaki önemi halka an- latılmaya çalışılarak brokoli yemek mi teşvik edilecektir; yoksa damak tadına uygun olarak çiğ et, bulgur ve baha- rattan oluşan çiğ köfte, hamur ve et ve soğandan mürek- kep mantı ya da mangal da şiş mi satılmaya başlanacak- tır? Müşteri memnuniyetinin kârı doğrudan belirlediği ve farklı zevklerin varlığının birden fazla lokantanın açıl- masıyla zâten tescillenmiş olduğu bu yeni ortamda han- gisi hem halk için iyi olacak, hem de kârları artıracaktır? İşte bu sorun (sayıya indirgenmiş bir demokrasi ve halkın dışlandığı bir modernleşme, Batılılaşma ikilemi) halen, Türk siyasetinin temel dilemasını oluşturmaktadır. Türk siyasetinde 1945’den bu yana tercih edilen strateji ise-yine örneğimize devam edersek-şu şekildedir: Yeni açılan lo- kantaların çoğunda ilk önce mangala şişler dizilerek sokak ortasında mangal yakılmış, ardından da, lokanta önüne biriken, yıllardır brokoli ve kepek ekmeği yemekten gına gelmiş ve mangalda cızırdayan etin lezzetli reyhasından ağzı sulanan kitlelere bakılarak “İşte bakın bu kebabı halk istiyor.” denilmiş; Cumhuriyet Lokantası ise, bir yandan kebap ve çiğ köfte satışlarının yasaklanması için şehrin -aynı zamanda her biri birer gastronom olan-yöneticileri-

244 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ne baskı yapmaya çalışmış, başarılı olamadığı durumlarda ise etli, tereyağlı brokoli kebabı satarak kârını artırmaya, farklı damak zevklerine hitap etmeye çalışmıştır. Toparlamak gerekirse, narodnik hareketi Osmanlı’nın son ve B.M.M’nin kurulduğu ilk dönemlerde, Osmanlı modernleştiricisinin halkçılık kavramı ile tanışmasında önemli bir rol oynamıştır. Osmanlı, bu hareketlere katı- lan/etkilenenlerden hareketle halkçılık kavramını öğren- miştir. Meclis açıldıktan ve Cumhuriyet ilan edildikten sonra ise, narodnik hareketi ile Kemalist halkçılık kavram- ları arasında bir alâka kalmamıştır: Çünkü, resmî ideolo- jinin halkçılık kavramını, halkçılığı monarşiyi devirecek bir devrimci eylemin ideolojisi olarak kullanan narodnik- lerle aynı anlam ve içerikte kullanmasına imkân yoktu ve nitekim onun halkçılığı narodnik hareketine duyduğu ya- kınlıktan kaynaklanmıyordu. Halkçılık meclise çok farklı bir konjüktürde gelmiş; meclis komisyonunda da içerisine kafi miktarda solidarizm enjekte edilerek kabul edilmişti. Sonuçta tek parti yönetimi, halkçılığı, toplum içinde ken- di yönetimini meşrûlaştıracak bir şekilde, toplumu -her bir organının varlığının diğer organlarının varlığı ile açık- landığı-yaşayan bir organizma gibi tanımlayarak, toplum- daki sınıf çatışmalarının üzerini örtüp onu korporatist, meslek örgütlerinden müteşekkil bir yapı olarak tanımla- yarak ve toplumsal her türlü çatışmada devlete bir düzen- leyici, bir hakem ya da bir hâkim rolü vererek doldurmayı tercih etmiştir. Çok partili siyasî yaşama geçilmesi solidarizm ve halk- çılık arasındaki bağı da koparmıştır; koparmak zorun- daydı da. Çünkü modernleştiricilerin, Mustafa Kemal’in 1930’larda söylediği gibi “…halk ile konuştuğu vakit… halkçıların halka karşı ne gibi vazifeler yüklenmek mec- buriyetinde olduklarını madde madde halka” (Genel Kur-

245 Mete K. Kaynar may Başkanlığı, 1988:94-95) yüksek sesle açıklayacakları bir siyasî konjüktür de artık mevcut değildi. Artık siyasî sistemde yüksek sesle konuşabilmenin şartları değişmiş, oya bağlanmıştı; nitekim, iktidar olmanın gereği olan oy ile resmî ideolojinin muasırlaşma anlayışının gerekleri de kimi durumlarda çatışabiliyordu. Ayrıca Demokrat Parti iktidarı da gösteriyordu ki toplum, çıkarları ortak bir or- ganizma değildir. İşte bu nokta da resmî ideolojinin-ve tabîî ki onun temsilcisi olan çok partili dönem Cumhuri- yet Halk Partisi’nin-halkçığın anlamını farklı bir şekilde yorumlaması zorunlu hale geliyordu. Bu anlamda-popü- lizm anlamında-(yeni) halkçılığı canı gönülden benimse- yen tek parti elbette ki sadece Cumhuriyet Halk Partisi de değildi. Çok partili siyasî yaşama geçilmesiyle birlikte, halkçılık yeniden (üçüncü kez) yorumlanmaya başladıkça, bir resmî ideoloji kurgusu, tahayyülü olmaktan çıkmaya, tüm siyasî partilerin paylaştığı, içselleştirdiği bir siyasî yöntem, söylem hâline gelmeye başlıyordu. Halkçılığı Osmanlı’dan başlayarak Anadolu toprakları- na taşıyan ve onu Cumhuriyet’in altı okundan biri yapan somut gelişmeler, sadece narodnik hareketinin etkileri ile açıklanamaz. Dönemin güncel siyasî gelişmeleri de halk- çılık adı verilen bir kavramın sistemin temel önermelerin- den biri hâline gelmesinde önemli bir role sahiptir.

3OSYALIZM Ø(ALKlÍLÍKØ0ROGRAMÍØVEØ3OVYETLERØ "IRLIÛI Kemalist kadronun halkçılık ilkesini, meclisin açılışın- dan sadece 143 gün sonra, 13.Eylül.1920 tarihinde, bir program hâline getirilerek meclise sunmasında, halkçılık konusundaki görüşlerini programlar hâlinde daha önce be- yan eden dönemin sosyalist hareketlerin, Sovyetler Birliği

246 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ve Kemalist kadro arasındaki ilişkilerin çok önemli bir rolü vardır. Önce dönemin sosyalistleri ve Kemalistler arasındaki ilişkiye göz atalım: Bilindiği gibi B.M.M 23.Nisan.1920 tarihinde açılmış; meclisteki ilk sol örgüt olan Halk Züm- resi de aynı yılın Mayıs ayı içerisinde (Tunçay, 1972:23) meclis içerisinde güçlü sayılabilecek bir grup oluşturmuş; hattâ Tunçay’ın (1972:23) da dikkatini çektiği gibi, İçiş- leri Bakanlığı gibi önemli mevkiler için yapılan seçimler- de genellikle sosyalist milletvekilleri başarılı olmuştur. İlk İçişleri Bakanı Camî Bey 14.Temmuz.1920’de istifa ettik- ten sonra, göreve yine sosyalist eğilimleri ile tanınan Hakkı Behiç Bey 192 oyun 112’sini alarak seçilmiş; Hakkı Behiç Bey, üzerindeki baskılardan bunalarak istifa etmeye karar verdiğinde, Anadolu dışındaki sosyalistlerin kurduğu bir örgüt olan Yeşil Ordu’nun meclis içindeki sempatizanları Hakkı Behiç Bey’i istifadan vazgeçirmek için çaba sarfet- mişlerdir. Sonuçta Hakkı Behiç Bey istifasını vermiş ve 04.Eylül.1920 Cumartesi günü, istifa eden bakanın yerine yeni bir İçişleri Bakanı’nın seçilebilmesi amacıyla yapılan seçimlerde Mustafa Kemal ve kadrosunun adayı olan Refet Bele, Halk Zümresi’nin adayı, Yeşilordu Heyeti Merkezi- yesi üyesi ve Katib-i Umumisi, sonradan da Türkiye Halk İştirakkiyyun Fırkası Reis-i Muvakkatı olacak olan Tokat Mebusu Nâzım Bey ve Yeşil Ordu Heyeti Merkeziye üyesi Sırrı Bey aday olmuşlardır. Oylama sonucunda, Refet Bele 65, Nâzım Bey 66, Sırrı Bey ise 31 oy almışlardır. Sırrı Bey sağlık sorunlarını gerekçe göstererek adaylıktan çekilmiş, ardından yapılan ikinci oylamada ise Nâzım Bey 98, Refet Bey ise 89 oy almış; sosyalistlerin adayı olan Nâzım Bey Dahiliye Vekaleti’ne intihap etmiş, seçilmiştir. Sosyalist- lerin meclis içerisindeki bu etkinliği karşısında Mustafa Kemal, B.M.M’deki güç dengesini lehine çevirecek bir ta-

247 Mete K. Kaynar kım önlemler almak gerektiğine karar vermiştir. Nitekim, daha sonraki günlerde önce mecliste sunacağı, daha sonra mecliste okunacak ve ardından da Teşkilât-ı Esasîyye Ka- nunu Lâyihası olarak kabul edilerek 1921 Anayasası’nın temellerini oluşturacak Halkçılık Programı’nı da Mustafa Kemal’in almayı kafasına koyduğu bu önlemlerin bir tak- tik hamlesi olarak değerlendirmek gerekmektedir. Meclisteki güç dengesini lehine çevirecek önlemler pa- ketinin ilk hamlesi Dahiliye Vekaleti’ne seçilen Nâzım Bey’i -sonradan da siyasî hayatımızda örnekleri çok- ça görülecek bir taktikle-“…bizzat ve bilvasıta ecnebî mehâlifinden”Ø kişilerle ilişki içerisinde bulunmakla veØ ±¨ecnebî mehâlifine, casusluk et”mekle suçlayarak isti- faya zorlamasıdır: Halk Zümresi’nin bu gövde gösterisine Mustafa Kemal benzer bir şekilde yanıt vermiştir. İkisinin de benzer sosyalist örgütlerle ilişkisini bildiğinden olacak -ki Nâzım Bey’in istifa etmesi için Mustafa Kemal, Çerkez Ethem aracılığıyla da telkinlerde bulunmuştur-1927’deki söylevinde Mustafa Kemal, Çerkez Ethem ile ilgili geliş- meleri anlatırken “Efendiler, tekrar bıraktığım noktadan, izahata devam etmek üzere küçük bir vak’ayı burada zik- retmeme müsaadenizi rica edeceğim.²Ødiyerek bir parantez açar ve Nâzım Bey’in seçilme sürecini özetledikten sonra;

Ben, Nâzım Bey’i, kabul etmedim. Meclisi Alinin, mazharı itimat ve intihabı olan bir vekili kabul et- memekle, ihtiyar ettiğim muamelenin mahiyet ve nezaketini elbette takdir ediyordum. Fakat, memle- ketin büyük menfaati, beni bu yolda harekete mec- bur tutuyordu. Bittabi, hareketimin sebebini izah ve ispat edeceğimden ve izah edeceğim noktanın Mec- lisi Alice de mühim görüleceğinden emin idim. Efen- diler, Meclis azaları meyanından, aykırı birtakım prensiplere temayül gösterenler zuhûra başlamştı. Bunlardan biri olmak üzere, Nâzım Bey ve rüfekası 248 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

en çok nazarı dikkatimi celbeylemişti. Nâzım Beyin, daha Sivas Kongresi esnalarında, kendisinden aldı- ğım safsatalarla mâli bazı mektuplar ile ne zihniyet ve mahiyette olabileceğini anlamştım. Nâzım Bey, meb’us olarak Ankaraya geldikten sonra, her gün yeni yeni siyasî faaliyetler gösteriyordu. Teşekkü- le başlayan her hizbi siyasî ile temas fırsatını ka- çırmıyordu. Nâzım Bey, bizzat ve bilvasıta ecnebî mehâlifinden bazılarıyla temas yolunu bulmuş ve teşvik ve muavenete de mazhariyetini temin etmişti. Bu zatın, Halk İştirakiyun Fırkası diye, gayrı ciddî, sırf cerri menfaat maksadile bir fırka teşkili teşebbüsü ve onun başında gayrımillî faaliyet sevdasında bu- lunduğu, mutlaka mesmuunuz olmuştur. Bu zatın, ecnebî mehâlifine, casusluk ettiğine de asla şüphe etmiyordum. Nitekim, bilâhare İstiklâl Mahkemesi birçok hakayîkı meydana koymuştu. İşte, Efendiler, bu Nâzım Bey, bizzat ve arkadaşları vasıtasile yap- tığı mütemadi propaganda sayesinde ve bize muha- lefete hazırlananların, menafii âlyei milleti unutarak yardımlarile, Dahiliye Vekâletine geçirilmişti. Bu su- retle Nâzım Bey hükûmetin, bütün dahilî idaresi ma- kinasının başında, memleket ve millete değil, fakat, paralı uşağı olduğu kimselerin arzusuna en büyük hizmeti ifa edebilecek vaziyete gelebilmişti. Bittabi, Efendiler; buna asla razı olamazdım. Onun için Da- hiliye Vekili Nâzım Beyi kabul etmedim ve istifaya mecbur ettim. Lüzum görüldüğü zaman dahi, Mec- liste, celsei hafiyede malûmat ve mütaleatımı açıkça söyledim (Atatürk, 1927:489-490). diyerek Garp Cephesi ile ilgili açıklamalarına dönerØ Solun Millî Mücadele ve meclis içerisindeki gücünü bas- tırmak ve güç dengelerini lehine çevirmek amacıyla Mus- tafa Kemal’in ikinci hamlesi bir Halkçılık Programı metni hazırlayarak, daha önce bu tür programlar yayınlayan Halk Zümresi ve Halk Şûrâlar Fırkası gibi meclis içinde etkili sol siyasî oluşumlarla (Tekeli, Şaylan, 1978:67) arasında- ki farkı kapatmak, bu gruplarla benzer şeyleri düşündük-

249 Mete K. Kaynar lerinin ve meclis içinde onlara gerek olmadığının altını çizmektir. Tabîî, Mustafa Kemal 1927’de bir Cumhurbaş- kanı olarak kendi meclis grubunda nutkunu okurken, bu olayları kendi bakış açısına göre yorumlar ve dönemin solu ile girdiği mücadeleyi, onların halkçılık konusundaki gö- rüşlerine bir cevap olarak Halkçılık Programı’nı meclise sunduğunu konuşmasına taşımaz: Mustafa Kemal‘e göre Halk ß}Rhlar Fırkası ve Halk Zümresi gibi gruplar, biz- zat kendi Halkçılık Programı’ndan etkilenerek bir takım programlar yayınlamaya başlamışlardır: Bilmünasebe arzetmiştim ki, ilk Teşkilâtı Esasîye Ka- nunumuza menşe teşkil eden 13 Eylûl 1336 tarihli bir programı, Meclise takdim etmiştim. Bu progra- mın, Mecliste 18 Eylûlde okunan kısmından başka, buna da esas olmak üzere, Büyük Millet Meclisinin mahiyeti esasîyesini ve usûlü idare hakkındaki nok- tai nazarları tesbit eden ve Meclisin küşadını mü- teakıp kıraat ve kabul olunan takririmi de, bu kı- sımla beraber, halkçılık programı unvanı altında tab ve neşrettirmiştim. Arzettiğim teşekküller, benim bu programımdan mülhem olarak birtakım unvanlar ta- kınmaya ve programlar tespit etmeye başladılar.

Oysa Nâzım Bey’in istifasından (06.Eylül.1920) sadece bir hafta sonra meclise taşınan Halkçılık Programı’nın sol ile mücadele yönü, gerek zamanlaması ve gerekse içeri- ği açısından ele alındığında o kadar açıktı ki, bu, mec- listeki muhafazakâr kitlelerin de gözünden kaçmamış; Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti Erzurum Merkez Heyeti üyeleri Bolşeviklik kokan bu programa tepki göstererek istifa etmişler ve (daha sonra Mustafa Suphi’nin öldürülmesi ile de yakından ilgili olduğu söy- lenen) Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti’ni kurmuşlardır (Sarıhan:1995:209). Mustafa Kemal, nutkunda, cemiyetin kuruluşunda bu tepkinin rolüne de yer vermez. Mustafa Kemal’e göre Muhafaza-i Mukaddesat derneği, Halkçılık

250 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Programı’nın sol jargonuna tepki nedeniyle kurulmamış; cemiyetin başkanı Molla Raif Efendi ve arkadaşları “… meclisi çalışır hale getirmek zorunda kaldığı için” kur- duğu Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu’nun kendi yazdığı tüzüğündeki “…esasîyesinin ihtiva ettiği ikinci noktayı manidar²ØAtatürk, 1971:580) bulduklarıØ için Øböyle bir girişimde bulunmuşlardır. Derneğin amacı ise, Nutuk’a göre, hâlifeliğin, padişahlığın ve devlet biçi- minin değişmezliğini sağlamaktır. Mustafa Kemal Halkçılık Program’ını 13.Eylül.1920 Pazartesi günü meclise sunar. Takip eden haftanın Cumar- tesi günü, 18 Eylül’de ise Program B.M.M’de okunur ve hayli eleştirilir; hattâ mecliste bunun bir hükümet prog- ramı mı yoksa bir kanun önerisi mi olduğu yönünde tar- tışmalar dahi yapılır (Sarıhan 1995:215). Meclis, Mustafa Kemal’in Halkçılık Programı önerisini aynen kabul etmez ve incelenerek üzerinde değişiklik yapılması amacıyla Özel Komisyon’a-Encümen-i Mahsus’a-havale edilmesi- ne karar verir. İncelenmek üzere komisyona havale edilen Halkçılık Programı, mecliste Teşkilât-ı Esasîye Kanun’u Lâyihası-Temel Kuruluş Kanunu Tasarısı-olarak kabul edilir ve komisyonun raporunun 18.Kasım.1920’de top- lanacak meclis oturumunda görüşülmesine karar verilir (Tunçay 1972:25). Mustafa Kemal’in sunduğu programı incelemekle gö- revli komisyonun başkanı İzmir Mebusu Yunus Nadi, Mazbata Muharriri ise Burdur Mebusu İsmail Suphi Soysal- lıoğludur. Komisyon, Mustafa Kemal’in 18 Eylül’de sun- duğu rapor üzerinde kayda değer değişiklikler yapar.(Kör) Ali İhsan (İloğlu)’nun Temsili Meslekî Programı’ndan etkilenerek yapılan değişiklikler ile Mustafa Kemal’in sosyalist görünümü ağır basan Halkçılık Programı’na, mesleki temsil esasını getiren, halkçılığın solidarist özünü

251 Mete K. Kaynar belirginleştiren değişiklikler eklenmiş olur.69 Komisyo- nun sunduğu lâyihanın Dördüncü maddesinde bu durum özellikle oldukça belirgindir. Mustafa Kemal’in B.M.M’de okuduğu programın 9. maddesinde “Büyük Millet Mec- lisi, vilayetler halkınca reyiam ile müntehap azadan mü- rekkeptir.” ifâdesi yer alırken; komisyon, raporunda, bunu değiştirerek (Dördüncü madde) meslekî temsil esasını maddeye eklemiştir: “Büyük Millet Meclisi vilayetler halkınca meslekler erbabı temsil edilmek üzere doğrudan doğruya müntehap azadan mürekkeptir.² Komisyondan gelen rapor da 18.Kasım.1920 Perşembe günü toplanan meclis oturumunda tartışılır ve hükümetØ lâyihasındaki ilk 5 madde kapsamının Büyük Millet Mec- lisi Halkçılık Beyannamesi olarak yayımlanmasına karar verilir. 18.Eylül.1920 tarihinde T.B.M.M’de Mustafa Ke- mal tarafından okunan ve İcra Vekilleri Heyeti Teşkilât-ı Esasîye Kanunu Lâyihası olarak kabul edilen Halkçılık Programı, üzerinde çok tartışılan, konu ile ilgili hemen hemen tüm çalışmalarda atıf yapılan bir metindir. Met- nin tamamını günümüz Türkçesi ile bulmak neredeyse imkânsızdır -Ergun Özbudun’un 1921 Anayasası (1992) türünden çalışmalar hariç- . Bu nedenle de belgenin gü- nümüz Türkçesine sadeleştirilmiş hâlinin okuyucuya su- nulmasının önemli olduğu düşüncesindeyim. O yüzden Halkçılık Beyannamesi’ni T.B.M.M tutanaklarını kulla- narak günümüz Türkçesi’ne dönüştürmeyi tercih ettim.

69 Ali İhsan İloğlu’nun hayatı, görüşleri, siyasî yaşamı, Mesleki Temsil Prog- ramı ve Mustafa Kemal’in Halkçılık Programına Ali İhsan Bey’in Temsili Mesleki Programı’nda belirttiği kimi değişikliklerin ilave edilmesi ile ilgili olarak Bkz.: (Tekeli-İlkin, 2003:355-448), (Tekeli-Şaylan1978:68-70) ve (Tunçay1972:28). 252 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

Bakanlar Kurulu Temel Kuruluş Yasası Tasarısı (Halkçılık Programı) Amaç ve Yol

ϭͲ Türkiye Büyük Millet Meclisi, ulusal sınırlar içinde yaşam ve bağımsızlığın sağlanması ve hilafet ve sal- tanatın kurtarılması amacıyla kurulmuştur.

ϮͲ Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, yaşamını ve bağımsızlığını kurtarmayı tek amaç bildiği halkı, emperyalizm ve kapitalizm baskısı ve zulmünden kurtararak yönetim ve egemenliğin asıl sahibi hâline getirme amacına ulaşacağı inancındadır.

ϯͲ Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, ulusu, ya- şam ve bağımsızlığını öldüren emperyalist ve kapi- talist düşmanların saldırılarına karşı savunmayı ve dış düşmanlarla iş birliği ederek ulusu aldatmaya ve kargaşalığa itmeye çalışan yerli hâinlerin yola geti- rilmesi için orduyu sağlamlaştırmayı ve onu ulusal bağımsızlığın koltuk değneği olarak düşünmeyi bir görev sayar.

ϰͲ Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti, halkı etkisi altına alan sefaletin nedenlerini ortadan kaldırmak ile mutluluk ve refahının araç ve koşullarını sağla- mayı temel ilke ve bununla birlikte, toprak, eğitim, adalet, ekonomi ve tüm sosyal sorunlarda çağın ge- reklerine ve halkın gerçek ihtiyacına göre gerekli ön- lem almayı ve gerekli kuruluşları oluşturmayı başlı- ca görev sayar. Ancak, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti amaç ve hedeflerine ulaşmak için tüm iş ve uygulamalarında, ulus ve vatanın etkisinde kal- dığı fiili saldırı ve kargaşalıklara karşı, ulusun birlik ve dayanışmasını koruma, savunma ve savaşma güç ve kudretini aksamalara uğratmaktan sakınır.

253 Mete K. Kaynar

Temel Maddeler ϱͲ Hilafet ve saltanat makamının kurtarılması başa- rıldıktan sonra padişah ve Müslümanların hâlifesi temel kanunlar çerçevesinde saygın konumlarını ve yüceliklerini alırlar.

ϲͲ Egemenlik kayıtsız şartsız ulusundur; yönetim bi- çimi, halkın kaderini doğrudan ve gerçekten yönet- mesi temeline dayanır.

ϳͲ Yönetim gücü ve yasama yetkisi ulusun tek ve ger- çek temsilcisi olan Büyük Millet Meclisi’nde toplanır ve gerçekleşir.

ϴͲ Türkiye Halk Hükümeti, Büyük Millet Meclisi tara- fından yönetilir. Ve (Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti) sanını taşır.

ϵͲ Büyük Millet Meclisi, illerdeki halk tarafından genel oy ile seçilmiş üyelerden oluşur.

ϭϬͲBüyük Millet Meclisi üyelerinin sayısı her elli bin nüfusa bir üye olacak biçimde oluşturulur.

ϭϭͲBüyük Millet Meclisi seçimleri her iki yılda bir defa yapılır. Seçilen üyenin üyelik süresi iki yıldır, fakat tekrar seçilmek mümkündür. Büyük Millet Meclisi üyelerinin her biri kendini seçen ilin ayrıca temsilcisi olmayıp tüm ulusun temsilcisidir.

ϭϮͲBüyük Millet Meclisi her yıl Kasım ayının başında çağırılmaksızın toplanır.

ϭϯͲBüyük Millet Meclisi üyeleri her toplantının baş- langıcından başlayarak dört ay sonra Büyük Millet Meclisi’ne ait tüm hukuk ve yetkiye sahip olmak ve gelecek toplanma dönemine kadar toplanma hâlini sürdürmek üzere her ilden en az birer üye buluna- cak şekilde içlerinden üçte birini gizli oyla seçerek ayırır.

ϭϰͲTüm kanunların ortadan kaldırılması, değiştirilme-

254 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

si, anlaşmalar, barış sözleşmeleri ve savaş ilanı Bü- yük Millet Meclisi hukuk sistemi içindedir.

ϭϱͲTürkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti parçalara ayırdığı özel kanunlar daireleri gereğince, seçilmiş milletvekilleri aracılığıyla, başkanı başkanlık koltu- ğunda olmak üzere yönetilir. Geri kalan vekiller yö- netimsel konular için bakanları atar ve gerektiğinde bunları değiştirir.

ϭϲͲ Ordu özel olarak Büyük Millet Meclisi’nin ordusu- dur. Kumanda etme yetkisi Büyük Millet Meclisi’nin manevi kişiliğinde olup kumanda emriyle ilgili işler Genel Kurmay Bakanlığı tarafından yönetilir.

ϭϳͲ Büyük Millet Meclisi başkanı aynı zamanda Bakan- lar Kurulu’nun da başkanıdır. Meclis Başkanı sıfatı ile Meclis adına imzaya ve kararları onaylamaya yetkilidir.

İdare ϭϴͲ Türkiye, coğrafi durum ve ekonomik ilişki açısından illere, iller ilçelere bölünmüş olup ilçelerde bucaklar- dan oluşur.

Vilayet ϭϵͲ Vilayet yerel işlerde manevi kişiliğe ve tam bir özerkliğe sahiptir. İç ve dış politika, askerlik işleri, uluslararası ekonomik ilişkiler ve genel vergiler ile çıkarları birden fazla ili ilgilendiren durumlar ayrı olmak üzere Büyük Millet Meclisi’nce yapılacak ka- nunlar gereğince tüm eğitim işleri sağlık, ekonomi, ziraat, imar ve toplumsal yardımlaşmanın düzen- lenmesinin yönetimi (İl Meclisinin) yetkisi içindedir.

ϮϬͲ İl Meclisleri, beş bin kişiye bir üye olacak şekilde ge- nel oy ile il halkı tarafından seçilmiş üyelerden oluş- maktadır. İl Meclislerinin seçim dönemleri, Büyük Millet Meclisi’nin seçim dönemi kadardır. Toplanma süreleri yılda iki aydır.

255 Mete K. Kaynar

ϮϭͲ İl Meclisi üyeleri tarafından bir başkan ile dört üye- den oluşmak üzere bir yönetim kurulu seçilir. Yöne- tim yetkisi kalıcı olan bu heyete aittir.

ϮϮͲ İlde Büyük Millet Meclisi’nin yardımcı ve temsilcisi olmak üzere vali bulunur. Vali Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından atanıp, görevi hükümetin ge- nel ve ortak görevlerini yürütmektir. Yerel yönetime kaşı durumu ve görevi sadece denetimden ibarettir.

İlçe

ϮϯͲ İlçe yalnız yönetimsel ve güvenlikle ilgili bir birim olup manevi kişiliği yoktur. Yönetimi Büyük Millet Meclisi Hükümeti tarafından atanmış ve valinin em- rinde bir kaymakama teslim edilmiştir.

ϮϰͲ Bucak özel yaşamında özerkliğe sahip bir manevi kişiliktir.

ϮϱͲ Bucakın bir meclisi, bir yönetim kurulu, bir de mü- dürü vardır.

ϮϲͲ Bucak meclisi, bucak halkınca genel oy ile seçilmiş üyelerden oluşur.

ϮϳͲ Yönetim kurulu veya bucak müdürü bucak meclisi tarafından seçilir.

ϮϴͲ Bucak meclisi yargı, ekonomi ve maliye yetkisine sahip olup bunların dereceleri özel kanunlarla be- lirlenir.

ϮϵͲ Bucak bir veya birkaç köyden oluştuğu gibi bir ilçe de bir bucaktır.

256 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

Genel Denetmenlik

ϯϬͲ İller ekonomik ve sosyal ilişkileri itibariyle birleşerek genel denetmenlik alanları oluşturabilirler.

ϯϭͲ Genel denetmenlik alanlarının genel biçimde güven- liğin sağlanması ve tüm dairelerin denetimi ve genel denetmenlik alanlarındaki illerin ortak işlerindeki ahengin düzenlenmesi görevi genel denetmenlere aittir.

Halkçılık Programı’nı (komisyondan gelen değişiklik- lerle) B.M.M’de kabul ettiren Mustafa Kemal’in dönemin sosyalistleri ile sürdürdüğü taktik savaşı bununla da sınırlı kalmamıştır. Mustafa Kemal, karşısındaki bloğu dağıta- bilmek için Nâzım Bey’in istifa ettirilmesi ile başlayan, Halkçılık Programı ile devam eden taktik operasyonuna devam eder. Mustafa Suphi ile ilişkileri de bu taktik ope- rasyonun bir parçasıdır ve bu dönem, tam da Baku’de Tür- kiye Komünist Fırkası’nın Kongresi’ni topladığı döneme rast gelmektedir. Baku’deki Mustafa Suphi, Anadolu’da sürdürülmekte olan Millî Mücadele ile irtibat kurmak düşüncesindedir ve 15.Haziran.1920 tarihinde Mustafa Kemal’e bir mek- tup yazarak, Süleyman Sami aracılığıyla Ankara’ya gön- dermiştir. Süleyman Sami’nin Mustafa Suphi’nin mek- tubunu yol üzerindeki İngiliz kontrol noktalarını aşarak Mustafa Kemal’e-Ankara’ya-götürmesi yaklaşık bir ay al- mış; mektup aynı yılın Temmuz ayı sonuna doğru Musta- fa Kemal’in eline ulaşmıştır. Büyük Millet Meclisi Reisi, Kuva-yı Milliye Başkomutanı Mustafa Kemal Paşa Haz- retlerine hitaben yazılan mektupta: …sulh şartlarına göre Anadolu rençberinin son rızk-ı danesine kadar taarruz olunduğu anlaşılıyor. Böyle 257 Mete K. Kaynar

bir barışı kabule razı olan herhangi bir hükümet ve sınıf ile mücadeleye karar vermiş olan İştirakkiyyun Teşkilâtının yardımlarınıza nail olacağı ümidindeyiz. Buradaki faaliyetimiz hakkında Süleyman Sami yol- daş lazım gelen bilgileri arzedecektir. Mağdur halkı- mızın kurtuluşunun inkılâpta olduğu kanâatiyle hat-i kelam ve teyid-i ihtiram ederiz (Erdem, 2005:128, Onar, 929 No’lu Belge) yazmaktadır.70

Mustafa Kemal Halkçılık Programı’nı meclise sun- duğu gün (13 Eylül) Türkiye Komünist Fırkası Kong- resi Baku’de çalışmalarına başlamış, ve Mustafa Suphi Anadolu’daki Millî Mücadele’yi destekleme konusunda- ki düşüncelerini bu kongrede dile getirmiştir. Mustafa Kemal’in Mustafa Suphi’nin mektubuna cevap yazdığı tarih, meclise Halkçılık Programı’nı sunduğu gün olan 18.Eylül.1920’dir (Sarıhan 1995:210). Mustafa Kemal, Mustafa Suphi’ye cevaben, çoğunluğu köylülerden oluşan halkımızın Batı’nın emperyalizm ve kapitalizminin mah- kumiyetinden kendini kurtarabilmek için mücadele etme- ye karar verdiğini, Türkiye İştirakkiyyun Teşkilâtının da aynı amaçla çalıştığını duymaktan büyük mutluluk duy- duğunu belirtmektedir. Büyük Millet Meclisi ile temsil olunan halk hükümetinin köylerden itibaren bucak, kaza ve vilayetler hâlinde örgütlendiğini, tüm bu yerlerde halk tarafından seçilmiş yönetim kurullarının olduğunu ve bu teşkilâtın B.M.M başkanlığı tarafından idare edildiği- ni (ki Mustafa Kemal bu satırları Halkçılık Programını meclise gönderdikten hemen sonra kaleme almıştır; bu tür bir örgütlenme sadece onun programında yer almaktadır. Demek ki, Mustafa Suphi’ye bu mektubu yazdığı anda

70 Mustafa Suphi’nin Mektubu, Mustafa Kemal’in cevabı, Mustafa Suphi’nin öldürülmesi ile ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Tevetoğlu1967:223). Tunçay (1972). Mustafa Suphi ve Millî Mücadele Hareketi ile ilişkisi ile ilgili olarak Bkz.: Bayur, (1971:587-654). Suphi’nin öldürülmesinin Mustafa Kemal’in bilgisi dışında olduğu bu işin Kazım Karabekir ve Muhafaza-i Mukaddesat Cemiyeti ile ilgili olduğu izlenimini taşıdığını belirtir. 258 Tarihin İnşâsı ve Siyaset meclisin bu programı kabul edileceğine gayet emindir) B.M.M’nin bu teşkilâtının Sovyetlerin yönetim biçimin- den farksız olduğunu, içtimai inkılâbında gerekli evrele- rini geçirmekte olduğunu ve bu inkılâbın da B.M.M ta- rafından yürütülmekte olduğunun da mektubunda altını çizer. Mustafa Kemal mektubunun ilerleyen sayfalarında, Türkiye İştirakkiyyun Teşkilâtı’ndan madden ve manen tam anlamıyla yararlanılabilmesi için teşkilâtın B.M.M Başkanlığı ile irtibata geçmesi gerektiğini (ki Mustafa Kemal’in bu satırları yazdığı sırada B.M.M Reisi olduğu- nu ve Mustafa Suphi’ye yazdığı bu mektubu Büyük Millet Meclisi Reisi sıfatıyla imzalamış olduğunu bir kez daha hatırlatmakta yarar vardır) teşkilât ile işbirliği edebilmek için Mustafa Suphi’nin tam yetkili bir murahhas gönder- mesini tavsiye etmektedir. Mustafa Kemal’in cevaben kaleme aldığı mektuptan da anlaşılabileceği gibi meclis içindeki sosyalistlerle hesaplaş- maya girdiği gün, aynı zamanda İştirakkiyyun Fırkası’nı da meclis ile işbirliğine çağırmaktadır ki bunun da taktik planın bir parçası olduğu açıktır: Nitekim bu mektubun Mustafa Suphiye gönderildiği 13.Eylül.1920 tarihinden sadece ve sadece 137 gün sonra, 28.Ocak.1921Cuma günü- nü Cumartesi’ye bağlayan gece, Mustafa Suphi ve arkadaş- ları öldürülecektir. Ki onun öldürüldüğü gün, ne tesadüf- tür ki, Halk İştirakiyun Fırkası ve Yeşilordu liderlerinin tutuklandığı-Bu tutuklamalar 11-27-28.Ocak.1921’de üç gurup hâlinde yapılmıştır-güne denk gelecektir. Mustafa Kemal’in karşı cepheyi dağıtmak için yaptığı bir diğer hamle ise (Resmî) Türkiye Komünist Fırkası ’nin kurulmasıdır. Oldukça sol bir jargonla yazılmış Halkçılık Programı ile Halk İştirakkiyyun Fırkası ve meclis içeri- sindeki Halk Zümresi grubu ile aralarında bir farklılık ol- madığının, Mustafa Suphi’ye yazdığı mektupta da açıkça

259 Mete K. Kaynar meclisteki idare biçiminin Sovyetlerdekinden farksız olup, sosyal devrimlerin sürdürülmekte olduğunun altını çizen Mustafa Kemal, son bir hamle ile 18.Ekim.1920 tarihinde çoğu eski ittihatçı olan arkadaşlarına (ki bunların arasında Halkçılık Programı’nın havale edildiği özel komisyonun başkanı olan İzmir Mebusu Yunus Nadi de vardır) Türki- ye Komünist Fırkası’nı kurdurtmuştur. Mustafa Kemal’in amacı bir yandan meclis içerisindeki Halk Zümresi’nin gü- cünü budamak -ki müstakbel Komünist Partisi’nin muh- temel üyeleri Halk Zümresi üyelerinden oluşacaktır-diğer yandan Sovyetler Birliği’ne ülkede sosyalist hareketlerin özgürce siyaset yapabilindiği mesajını vermek ve son ola- rak da denetleyemediği sosyalistleri, kendi güdümünde bir komünist parti aracılığıyla denetim altına alabilmektir.71 Halkçılık Programı sadece dönemin solu ile yürütülen güç mücadelesi ile anlaşılamaz. Çünkü Halkçılık Progra- mı ile gündeme gelen ve daha sonra halkçılık ilkesi ola- rak önce Partinin programına ve daha sonra da Anayasa’ya ilave edilen ilke, dönemin Rusya’sı ile yürütülen ilişkiler göz önüne alınmadan analiz edilmemelidir. Bir anlamda Halkçılık ilkesinin doğmasına, halkçılık gibi bir ilkenin var olmasına neden olan şey, Mustafa Kemal ve ekibi ile dönemin sosyalistleri ve Sovyetler Birliği arasındaki ilişki- ler yumağıdır. Halkçılık, bu karmaşık ilişkiler yumağının kesişim noktasında durur ve Mustafa Kemal’in onu birbir- leriyle ters vektörlerde karar almaya zorlayan güç mücade- lesinden başarıyla çıkışının anahtarını oluşturur. Mustafa Kemal açısından, dönemin sosyalistleri ve Sov- yetler Birliği arasında yürüttüğü güç mücadelesi onu ters yönlerde karar almaya zorlamaktadır. Bir diğer ifâde ile

71 T.B.M.M, Sovyetler Birliği ve ülke içindeki sosyalist hareketlerin ilişkilerine dair ayrıca Bkz.: (Goloğlu, 1971:241-260), (Şişmanov, 1978), (Tevetoğ- lu1967) ve (Gürses, 1992). 260 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Sovyetler Birliği’nden gelecek yardıma ve kuzey/kuzey doğu sınırının güvenlikte olmasına ihtiyaç duyduğundan Sovyetler Birliği’nin beklentilerine açıkça ve cepheden karşı çıkamamakta ve yönü sosyalizme, sosyal inkılâba açık bir siyasî örgütlenme içerisinde olduğu izlenimi ver- meye çalışmaktadır. Ülke içinde buna izin vermesi duru- munda ise Millî Mücadele’nin önderliğini sürdürme gücü tehlikeye düşecektir. Ülke içinde ise, Millî Mücadele’nin önderliğini sosyalist liderlere kaptırmamak için açıktan ve sert bir mücadele yürüttüğünde Sovyetler Birliği’ne vermeyi planladığı mesajları veremeyecek, almayı plan- ladığı yardımlar tehlikeye düşecektir. Nitekim tam da, sol bir jargonla yazılmış Halkçılık Programı’nın meclise gönderilmesinden 3 gün, programın mecliste görüşülme- sinden 2 gün önce Mustafa Kemal ile Batı Cephesi Ko- mutanı Ali Fuat Cebesoy arasında geçen telgraflaşmada da Mustafa Kemal, aynı sorunu dile getirmektedir: Mustafa Kemal, Cebesoy’un komünizm hakkındaki düşüncesi ile ilgili sorularına (ki Halkçılık Programı’nın meclise sunul- masından sonra bu soru Mustafa Kemal’e sıkça sorulma- ya başlanmıştır) komünizm ve Bolşevikliğe açıktan karşı çıkmayı doğru bulmadığını, Boşeviklerin Lehistan seferini bitirince Batı ile uzlaşacaklarını, Rusların Karadeniz kı- yılarının her noktasına, hattâ Ankara ve Eskişehir’e kadar adamlar yolladıklarını belirtmektedir (Sarıhan 1995:213). Meclise sol jargonla kaleme alınmış bir program sunan Mustafa Kemal, Ali Fuat Bey’e gönderdiği mektubuna şöyle devam eder: Kayıtsız şartsız Rus bağımlılığı demek olan içeride- ki komünizm örgütü gaye itibariyle tamamen bizim aleyhimizedir. Gizli Komünizm örgütünü her surette durdurmak ve uzaklaştırmak mecburiyetindeyiz… Kendi arzularını kolaylıkla desteklemek isteyen bir takım kimseler, hilekarânebir surette komünizm ve- saire örgütüne taraftar olduğumu yayıyorlar; fakat 261 Mete K. Kaynar

yanlıştır. (Kocatürk, 1999:232).72 Mustafa Kemal’in sadece Ruslardan çekindiği için ülke içindeki sosyalist hareketlere açıktan taarruz edemediği- ni iddiâ etmek de yanlış olacaktır. Henüz savaşın devam ettiği bir dönemde meclisin mühimmata ihtiyacı vardır ve Halkçılık Programı bir yanı ile üstü kapalı olarak ülke içindeki sosyalistlerle mücadele ederken, diğer yanı ile de Sovyetlerinkine benzer bir yönetim şeklinin Türkiye’de de kurulmakta olduğu imajını vermeye yaramaktadır. Mustafa Kemal bir yandan sol ile mücadele ederken diğer yandan da Mustafa Suphi’ye yazdığı mektupta ve Mustafa Suphi’nin öldürülmesinden 23 gün önce (05.Ocak.1921) Lenin’e yazdığı mektupta Türkiye’de de Sovyetlerinkine benzer bir yönetin şeklinin kurulmakta olduğunun altını çizme gereği durmaktadır: Telsiz telgrafla Moskova’dan yapılan bir bildirim- den Sovyet Rusyası’nca Dağıstan’ın bağımsızlığının tanındığını öğrendik. Bu mutlu kararın Bolşevizm dünyası ile İslam Dünyası arasındaki ilişkilere çok olumlu etkileri olacağına ve bu yolla bizleri şimdiki kapitalist yönetiminin güç ve yardım aldığı Batı sö- mürgecilerini devirmek olan ortak amacımıza daha çok yaklaştıracağına kuşku duymuyorum. Bu mutlu sonucun sık sıkıya işbirliği etmemizle sağlanacağına inandığımdan dolayı bizi birbirimize bağlayan bağ- ları daha çok sağlamlaştıracak her olayın sevindirici olduğunu belirtir[im] (Onar, 992 No’lu Belge).

Mustafa Kemal’in bu niyeti o kadar açıktır ki, Halkçı- lık Parogramı’nın mecliste okunduğu, tartışıldığı gün (18 Eylül) Moskova’dan Trabzon’a gelen İktisat Bakanı Yusuf Kemal Bey Ankara’ya telgraf çekerek, Sovyetler’in bir mil- yon altın Ruble, sayısız cephane, top ve tüfeği Türkiye’ye sevk etmek için hazır beklediği mesajını Mustafa Kemal’e

72 Bu konuda ayrıca Bkz.: (Onar, 930 Nolu belge) 262 Tarihin İnşâsı ve Siyaset iletmiştir (Sarıhan, 1995:215). Yine aynı gün Hâlil Paşa, Baku’den Kâzım Karabekir’e gönderdiği telgrafta, Azer- beycan Komünist Partisi Merkez Komitesi adına Neriman Nerimof, Rus Komünist Partisi Merkez Komitesi Kaf- kas Bürosu adına Eliava ve Dağıstan Sovyeti adına Celal Korkmazov ile yaptıkları görüşme sonucunda Sovyetlerin Türkiye’ye yardım etmesi ve Ermenistan ile Gürcistan’a karşı harekete geçilmesini kararlaştırdıklarını bildiren bir telgraf yollamıştır. Bu telgraflar da göstermektedir ki, Halkçılık Programı ile Mustafa Kemal Sovyetler’e selam yollarken, Sovyetler Birliği de yardım taleplerinin kapıda olduğunu bildirerek Mustafa Kemal’e aleyküm selam de- mektedir. Nitekim Sovyetler sözlerinde duracak, 21.Ey- lül.1920 günü Rus limanlarından Karadeniz kıyılarına yapılan ulaştırmayı düzenlemek amacıyla Bahriye Kaçakçı Müfrezesi kurulacak; Sovyetlerden silah ve mühimmat bu yoldan Anadolu’ya geçirilecektir. İlk parti mal, ertesi gün Trabzon’da teslim alınır, Yusuf Kemal Bey’in idaresinde Trabzon’dan İnebolu’ya geçirilen mühimmat, en kısa yol- dan Ankara’ya ulaştırılır.

3ONUl Halkçılık fikri Anadolu’ya narodnikler aracılığıyla gelir. Tarımda kapitalistleşmenin yarattığı mülkiyet kutuplaş- masının bir sonucu olarak ortaya çıkan, küçük köylülüğün devrimciliğinden yararlanarak monarşiyi ve kulakların egemen olduğu sosyo ekonomik sistemi değiştirmeyi amaç edinen narodniklerin halkçı düşünceleri, yine aynı dönemde kapitalist üretim ilişkilerinin yaygınlaşmaya başladığı Osmanlı şehirlerindeki modernleştiricileri de- rinden etkileme başlar. Osmanlı Jön Türk’ü ve Rus na- rodnikleri arasındaki bu entellektüel alışverişi Büyük Mil-

263 Mete K. Kaynar let Meclisi’ne taşıyan ise dönemin sosyalistleri olmuştur. 1920 Nisan’ında kurulan meclis içerisinde etkin örgütler kuran sosyalistler, ardı ardına kapsamlı programlar yayın- lamaya, halkçı fikirleri meclise ve Anadolu reel politik’ine taşımaya başlamışlardır. Mustafa Kemal’i Halkçılık Prog- ramı yazmaya iten neden de işte budur: Narodnik hareke- tinden etkilenerek halkçılık düşüncesine programlarında yer veren dönemin solu ile Mustafa Kemal’in girdiği güç mücadelesi. Halkçılık Programı bu güç mücadelesinin ko- nusu değil, taktiğidir. Bir başka deyişle, Mustafa Kemal dönemin solu ile halkçılık konusunda polemiğe girdiği, halkçılık konusunda onlarla farklı düşündüğü için halkçı- lık konusundaki görüşlerini bir program etrafında yayın- lama ihtiyacı duymaz. Tersine, Millî Mücadele’nin liderli- ği ve Sovyetler Birliği ile, onun güdümüne girmeden ama ondan da kopmadan, ilişkilerin yürütülmesi konularında bir taktik olarak halkçılığa başvurur. Halkçılık, konusu Millî Mücadelenin liderliği ve bu mücadelenin başarıya ulaştırılması olan tartışmanın taktik hamlelerinden biri- sidir. Meclis (komisyonu) bu tasarının içerisine solidarist öğeler ekleyerek kabul eder: Bir anlamda meclisin bizzat kendisi, Mustafa Kemal’in sol ile yürüttüğü taktik müca- deleden bir rejim için ilke, “HALKlÍLÍK” ortaya çıkaracak- tır. Mustafa Kemal’in ortaya atıp meclisin şekillendirdiği halkçılık, toplumu mesleklerden mürekkep kabul edip, toplumsal ve mesleki dayanışmayı ön plana çıkaran, dev- lete sınıflar üstü bir denetleyici, yönlendirici rolü veren bir halkçılıktır. Bu halkçılık tek parti yönetiminin var- lığını da meşrû hale getirmektedir. Eğer toplumda sınıf- lar -çıkarları, aynı toplum içindeki diğer sınıflardan fark- lı gruplar-yok ve Mustafa Kemal’in (1923:112) 1923’de söylediği gibi halk “…menfaatleri yekdiğerinden ayrılır sınıflar hâlinde değil; bilakis mevcudiyetleri ve muhasalai mesaisi yekdiğerine lazım olan sınıflardan ibaret” ise halk- 264 Tarihin İnşâsı ve Siyaset çı prensiplerle kurulmuş, tüm toplumun, çıkarları ortak bir organizma olan toplumun, ihtiyaçlarını gözeten ve onu modernleştirmeye çalışan Cumhuriyet Halk Partisi’nden başka bir partiye de ihtiyaç yoktur. 1945 yılına gelindiğinde ise bir yandan organik top- lum düşüncesi sallanmaya -ki tam anlamıyla yıkılması için 1960 sonrasını beklemek gerekecektir-diğer yandan da iktidara gelebilmek ve orada kalabilmek için alturist politikaların yeterli olmayıp, yeter miktarda oy almanın gerekli olduğu düşüncesi yerleşmeye başlamıştır. Çok par- tili dönemde halkçılık kavramının anlamını değiştiren de bu iki gerçek olmuştur. Bu durum, çok partili dönemde halkçılığın içeriğinin popülizm ile doldurulmaya başla- masının da önünü açmış; askeri darbelerle ve resmî ideo- lojinin sınırlandırmaları ile siyasî tartışmaların alt ve üst sınırının iyice daraltıldığı siyasî sistemde, politika ürete- bilmenin, politik olarak alternatif olabilmenin önü tıkan- dıkça, partiler, iktidara gelebilmek ve orada kalabilmek için popülizmi bir yöntem olarak daha çok kullanmaya başlamışlardır. Halkçılık kavramını, diğer beş ilkenin ter- sine en yaygın kabul gören ilke hâline getiren de halkçılı- ğın çok partili siyasî yaşama geçişle birlikte kazandığı bu içeriğidir.

265

Tarihin İnşâsı ve Siyaset

Ü.+),¾0#),)+

ÜNKÍLhP ØÜHTILhL Ø$EVRIMØ nkılâpçılık kavramı, ilkesi, resmî tarihin önem- li kavramlarından biridir ve onu anlayabilmek, resmî tarih içerisindeki işlev (ler)i üzerine tartı- şabilmek için onun ihtilâl ve devrim kavramları ileİ farklılık ve benzerliklerine değinmek gerekmektedir. Arapça kökenli Osmanlıca bir kelime olan İnkılâb kelime- si KALB kelimesinden türemiştir. Türkçede çokça kullan- dığımız yürek, gönül, anlamının dışında kalb, bir şeyin, konunun, yerin vb. en önemli yeri, noktası anlamlarına gelmektedir. Kalbin bir başka anlamı da değiştirmek, bir durumdan bir başka duruma çevirmektir. Türkçede KALPØ PARA (değiştirilmiş, sahte para) ve kalpazan (bu işi yapan kimse) kelimeleri de kalbin bu anlamından yola çıkılarak türetilmişlerdir. Nitekim inkılâp (ya da günümüz Türk- çesinde tercih edildiği şekliyle inkılâp) kelimesi de kalbin bu anlamından türer ve değişim, bir durumdan başka bir duruma geçme, değiştirme, yıkma, dönüşüm anlamları- nı taşır. Nitekim Osmanlıcada yaz ve kış gündönümlerini ifâde etmek için de inkılâp-ı sayfi ve inkılâp-ı şetevi keli-

267 Mete K. Kaynar meleri kullanılmaktadır. Yine Arapça kökenli olan İhtilâl kelimesi ise boşluk, bozukluk, fesat, eksiklik noksanlık anlamlarındaki HA LELkelimesinden türemiştir ve karışıklık, düzensizlik, bo- zukluk ayaklanma, cebir yoluyla siyasî ve idârî yapısını değiştirmeye çalışma, şerre karışma ve fesat çıkarma an- lamlarına gelmektedir. Türkçe kökenli ve 1960’lardan sonra inkılâp ve ihtilâl kelimelerinin yerine kullanılmaya başlanan DEVRIM ise bu açıdan hayli sorunlu bir kavramdır. Kelime ilk anla- mı ile, çevirmek, bükmek, katlamak demektir. Kelimenin sorunlu tarafı ise siyasî literatürümüzde kullandığımız an- lamına ilişkindir. Hasan Eren başkanlığındaki bir heyet tarafından Türk Dil Kurumu yayınları arasından çıkan ve Türk Tarih Kurumu Basımevi’nce 1988 tarihinde basılan sözlükte devrim kelimesinin (siyasî anlamı) ile ilgili ola- rak şu açıklamaya yer verilmektedir: “Ø2-(dil inkılâbının ilk yıllarında) inkılâp. 3-(Son yıllarda) ihtilâl: Fransız dev- rimi² Devrimin ihtilâle mi inkılâba mı karşılık geldiği, hattâ daha derinde, inkılâp ve ihtilâl kelimeleri arasındaki fark- ların/benzerliklerin ne (ler) olduğu, sadece sözlük yazar- larının değil, bu inkılâbı gerçekleştiren kadronun, erken dönem asker, sivil, bürokrat, aydınların kafasında da çok net ve açık değildir. Ve bu muğlaklık, inkılâpçılık kavra- mını tartışmaya başlamak için en elverişli noktadır. Mustafa Kemal 1927’de verdiği 36,5 saatlik nutkunda ihtilâl kelimesini 39 kere kullanmıştır. Tümünde de kav- ram olumsuz bir durumu, düzensizliği, bozukluğu ifâde etmektedir. Mustafa Kemal’in burada ihtilâl kavramına yüklediği anlam, kelimenin sözlük anlamına, ihtilâlin başıboşluk, bozukluk, fesat, eksiklik, noksanlık anlamla-

268 Tarihin İnşâsı ve Siyaset rına oldukça uygundur. Birkaç örnek vermek gerekirse; .UTUK’ta İngiliz Muhripler Cemiyeti’nden bahsettiği bö- lümde Mustafa Kemal şöyle (Atatük, 1971:302) demek- tedir: Bu cemiyetin iki cephe ve mahiyeti vardı. Biri alenî cephesi ve medenî teşebbüsatla, İngiliz himayesini talep ve temine matuf mahiyeti idi. Diğeri hafî ciheti idi. Asıl faaliyet bu cihette idi. Memleket dahilinde teşkilât yaparak isyan ve ihtilâl [A.B.Ç. M.K.K.] çıkarmak, şuuru millîyi felce uğratmak, ecnebî mü- dahalesini teshil etmek gibi hâinane teşebbüsat, ce- miyetin bu hafî kolu tarafından idare edilmekte idi. (Atatük, 1971:8).

11.Aralık.1335 (1919) tarihinde Harbiye Nazırı Cemal Paşa’ya çektiği telgrafta ise Mustafa Kemal, “Anadoluda Fikrî inizam ve emniyeti kalbiyenin muhtel olduğu doğru değildir, belki sâkıt Damat Ferit Paşa kabinesi zamanında husule getirilmiş olan buØIHTILhLIØefkâr ve emniyetsizlik, ahiren vahdeti millîye sayesinde zail olmuştur.² yazmak- tadır. İnkılâp kelimesi ise .UTUK’ta 42 yerde geçer ve inkılâp ile Mustafa Kemal, Millî Mücadele dönemini de içine ala- cak şekilde Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş sürecini ve ardından yapılan reformların tamamını kasteder. İhtilâl, Mustafa Kemal’in .UTUK’taki kullanımında olumsuz bir içeriğe sahipken, inkılâp kavramına tamamen olumlu bir anlam yüklenilir. Örneğin Nutuk’ta (1971:426) Musta- fa Kemal, “4ürkiye Büyük Millet Meclisinin küşadından ve alelûsul hükûmet teşekkül ettikten bugüne kadar, vu- kua gelmiş olan hadisat veØ INKÍLhBATAØ àamil olacaktır. Bu beyanatım, esasen herkesçe vazıhan malûm olan ve- yahut sühuletle malûm olması mümkün bulunan vakayi safhalarına aittir. Filhakika, Meclisin zabıtnamelerinde, vekâletlerin dosyalarında, matbuat koleksiyonlarında, bu

269 Mete K. Kaynar vakayi ve hadisatın vesâikı mazbut ve mahfuz bulunmakta- dır. Binaenaleyh, ben, bütün bu vakayiin yalnız istikâmeti umumîyesini işaret ve tespit etmekle iktifa edeceğim. Maksadım Ø INKÍLhBÍMÍZÍNØ Tetkikinde, tarihe medarı sü- hulet olmaktır. Bütün bu vakayi ve hadisatın cereyanında, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve Hükûmeti Reisi Başku- mandan ve Reisicümhur sıfatlarını haiz bulunmuş olmak- tan ziyade, teşkilâtımızın reisi umumisi sıfatile bu vazifeyi ifaya kendimi mecbur addederim.² demektedir. 1925 yılındaki bir konuşmasında ise Mustafa Kemal inkılâp kavramını, ilk başta akla gelen ihtilâl anlamından farklı olarak daha geniş bir değişikliği, dönüşümü ifâde edecek şekilde kullandığını belirtir. Bu kullanımında inkılâp, ihtilâli de kapsayan fakat ondan daha geniş bir dönüşüm sürecini ifâde etmektedir: Türk inkılâbı nedir? Bu inkılâp, kelimenin vehleten ima ettiği ihtilâl manasından başka olarak ondan daha vasi bir tahayyülü ifâde etmektedir. Milletin idamei mevcudiyet için efradı arasında düşündü- ğü rabıtai müştereke, asırlardan beri gelen şekil ve mahiyetini tebdil etmiş, yani millet, dini ve mezhebi irtibat yerine Türk milleti rabıtasıyle efradını topla- mıştır.

Nutuk’taki kullanımın tersine bu konuşmada Mustafa Kemal, İhtilâl ve İnkılâbı birbirlerine çok yakın, aralarında kapsam farklılıkları olan iki kavram olarak kullanmaktadır. Recep Peker’in İstanbul Üniversitesi ve Ankara Hukuk Fakültesi’nde 1934-1935 yılları arasında verdiği İnkılâb Dersleri’nde de- ki bu derslerde öğrenciler tarafından tutu- lan bu notlar, 1935 yılında Ulus Matbaası tarafından aynı isimle yayınlanmıştır-ihtilâl ve inkılâp kavramları arasın- daki karmaşaya rastlamak mümkündür. Peker, İnkılâp kavramını, ilk başta Cumhuriyet’in kuruluşunu ve ardın-

270 Tarihin İnşâsı ve Siyaset dan gelen reformları ifâde etmek için kullanır. Peker bu konuda tutarlıdır; bu dönemden ve bu dönemdeki reform- lardan asla ihtilâl kavramından hareketle bahsetmez. Oysa inkılâp kavramını açıklamak için dünya üzerindeki diğer deneyimlerden verdiği örneklerde, kavramları çoğu zaman birbirinin yerine kullanır. Örneğin Hürriyet İnkılâbı başlı- ğını taşıyan İkinci Ders’inde, feodalitenin sona ermesinden sonra Avrupa’da bir hürriyet inkılâbının gerçekleştirildi- ğinden bahsederken, aynı zamanda söz konusu zaman di- limlerinde gerçekleşen İngiliz ve Fransız ihtilâllerini anla- tır. Benzer şekilde sınıf inkılâbını anlattığı Üçüncü Ders’te ise Rus İhtilâli’nden bahseder. Peker’in Beşinci Ders’i siyasî partiler üzerinedir. Siyasî partilerin doğuşu örgütlenmele- ri gibi konular üzerinde durduğu bu derste Peker, İkinci Ders’te inkılâp kavramı ile andığı feodalite sonrası dönemi bizzat bu derse-ikinci derse-referans vererek, bu kez hürri- yet ihtilâli olarak adlandırır: “İnsanların yaşayışı işte böyle bir halde iken -size ikinci derste anlattığım ihtilâl tiple- rinden-hürriyet ihtilâli gelip çatıyor.” Dördüncü Ders’in başlığı ise Sınıf İnkılâbı’dır. Fakat Peker, İtalya’daki sosyal hareketleri ve faşizmin doğuşunu anlattıktan sonra Başka Yerlerdeki Sınıf İhtilâli HareketleriØbaşlığı altında Sovyet- ler ve Almanya’daki gelişmelere değinir. Özetle Peker için ihtilâl ve inkılâp kavramları, Türkiye örneğinden bahsedil- mediği müddetçe, rahatlıkla birbirlerinin yerine kullanıla- bilecek eş anlamlı iki kelimedir. Bu konudaki en kapsamlı değerlendirme erken Cum- huriyet döneminin önemli figürlerinden Şevket Süreyya Aydemir’e aittir. Yazarın İhtilâl’in Mantığı ve 27 Mayıs İhtilâli başlıklı kitabının temel konusu 27 Mayıs’ın bir ihtilâl olarak tanımlanması olmasına karşın, çalışmanın ilk bölümünde, ihtilâl, inkılâp, darbe, devrim, müdahale gibi kavramlara da değinilir. Aydemir’de ihtilâl kavramı

271 Mete K. Kaynar nötr bir anlam kazanır ve tarihsel materyalist perspektif- ten hareketle tanımlanır: İhtilâl, ne iyidir, ne de fena, ihtilâl toplum yapısın- da biriken çelişmelerin bir gün patlayışıdır Bunun için iyi veya fena olduğuna göre değil, ama şartlar tamam olduğu için ihtilâl olur. İşte şartların tamam oluşu ile, ihtilâl arasındaki bu zaruret, bağıntı veya illiyettir ki tarihi determinizm açısından İhtilalin Mantığını teşkil eder (Aydemir, 2000:26). Aydemir’e (2000:30) göre, ihtilâl her şeyden önce “… içtimai bir hadise[dir]” …Mevcut hal ve nizâma karşı anî ve cebrî bir mü- dahale veya isyan olmak vasfı ise, onun ayırt edici vasfıdır… ihtilâl; toplum dediğimiz canlı yığınlaşma içinde bir harekettir. Fakat evrimsel değil; ayaklan- ma, patlama şeklinde bir hareket olmak itibariyle, aslında bir sebepler ve şartlar birikmesinin eseridir.

İhtilâl ve inkılâp kavramları arasında Peker’de gördüğü- müz çelişkileri Aydemir’de de görmek mümkündür; tek farkla: Aydemir’in çelişkileri daha sofistikedir. Örneğin Aydemir Tarihte İhtilâller başlığı altında-Peker gibi-İngi- liz, Fransız ve Sovyet deneyimlerini sıralamakla yetinmez; geniş bir tarih ve coğrafya perspektifi sunar bizlere: Sü- mer Krallığı’nın Merkezi Lagaş’da, Kral II. Enanatum’un tahta geçişinden sonra şehrin Başrahibi Enatarzi’nin bütün siyasî ve ekonomik gücü elinde toplamasının ve kendisini Lagaş kralı ilan etmesinin ardından başlayan soygun ve zu- lüm devrini takiben halktan biri olan Urukagina önderli- ğinde organize edilen ihtilâlden başlayarak -ki Aydemir’e göre bu insanlık tarihindeki hedefleri ve sloganları belli ilk ihtilâldir-tarihin kayda değer bir darbecisi, ihtilâlcisi olduğunu söylediği Pizistrat’a; Otanes, Megabyzus ve Dara arasında İran üzerine geçen tartışmalardan, Sparta- küs ayaklanmasına, Ortaçağ’ın köylü isyanlarından Lut-

272 Tarihin İnşâsı ve Siyaset heryan Jean Wıclef’e; 1789 ihtilâlinden, 1908 İhtalâli’ne, yani meşrûtiyetin ilanına; Rus ihtilâli’nden 1952’deki Mı- sır ihtilâline kadar bir çok örnek verir Aydemir (2000:35- 92). Fakat ilgi çekici olanı, tıpkı Peker gibi, Aydemir’inde dünya üzerindeki ihtilâllerden bahsederken asla Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş süreci ile ilgili bir örneğe yer vermemesidir. Çok geniş bir tarihsel perspektiften ve yine çok geniş bir coğrafyadan hareket ederek dünya üzerindeki ihtilâlleri anlatan Kadro’cu Aydemir’in bu konu çerçeve- sinde Cumhuriyet’ten bahsetmemesini bir tesadüf olarak değerlendirmek doğru bir yorum olamayacaktır. Aydemir aynı kitabında, tarihteki sosyal eylemleri de sınıflandırmaya çalışır; fakat sınıflandırması oldukça so- runludur. Aydemir (2000:96) tarihteki sosyal hareket- leri ilk olarak ihtilâller ve inkılâblar olarak ikiye ayırır. İhtilâller kendi içlerinde, darbeler ve ihtilâller olarak ikiye ayrılırlar; darbeler ise kendi içlerinde darbeler ve müdaha- leler olarak ikiye ayrılırlar. İhtilâllerin bir alt dalı olarak yine ihtilâlin, darbenin bir alt türü olarak da yine darbe- nin sayılması saçmalığından daha önemlisi, yazarın tarih- teki sosyal eylemleri, en genel düzeyde ihtilâl ve inkılâp olarak adlandırması ve sınıflandırmasında inkılâbın hiçbir alt türüne yer vermemiş olmasıdır. Onun sınıflamasından yola çıkarak şöyle bir yorumda bulunmak mümkündür: Tarihteki sosyal eylemler en genel düzeyde ihtilâller ve inkılâplar olarak tasnif edilirler. İhtilâl şeklindeki sosyal eylemlerin bazı alt türleri, alt türlerinin de alt türleri ol- makla birlikte, inkılâplar bu şekilde alt dallara ayrılamaz- lar; inkılâp sadece inkılâptır ve bu sosyal eylem türünün alt türleri bulunmamaktadır. Oysa çalışmanın ilerleyen sayfalarında Aydemir (2000:100-101) İhtilâli, inkılâbın bir evresi olarak da ta- nımlamaktadır:

273 Mete K. Kaynar

İhtilâl bir rejimin sosyal yapısında derin, devamlı ve uzun süreler içinde gerçekleşebilecek değişiklikleri hedef almayan, sadece mevcut iktidarın tasfiyesiyle, Anayasa ve bazı temel kanunların değiştirilmesi ile yetinen Hareket’in adıdır… İnkılâplar ise; ya bir mü- dahale, ya bir ihtilâl ile başlamakla beraber, akış ve gelişmelerinde, toplum yapısının bütünü ile zaman içinde değişimini ifâde eder. Bu toplum nizâmından, diğer toplum nizâmına intikali, hattâ bu intikal için- de de çeşitli aşamaları içine alan hareketler olarak vasıflanır. İnkılâplarda hem Kadro değişir, hem Re- jim, Anayasa ve temel kanunlar…hattâ denebilir ki inkılâblar başlar ama bitmezler. Çünkü zaman içinde İnkılabın akışı, hattâ ilk İnkılâpçı Kadrolar toprağa karıştıktan sonra da, ileri geri nice aşamalar içinde, önceden dahi her dönemi düşünülemeyen nice saf- halar hâlinde sürer gider. Mesela Türk Kurtuluş Ha- reketi, bir İnkılâptır. Aydemir de -Peker gibi- Millî Mücadele ile başlayan süreci bir inkılâp olarak adlandırır; Peker’den farklı olarak o, bugünü de inkılâbın bir evresi olarak ele alır; çünkü inkılâplar, Aydemir’e göre, sadece başlarlar; bitmezler. Aydemir, ihtilâli, inkılâbın bir evresi olarak da sunar; fakat Türk inkılâbının ihtilâl evresinin ne zaman başlayıp ne zaman bittiğini asla anlatmaz bizlere. Bu konuda örnek vermek gerektiğinde hemen Mısır’a geçer ve bir ihtilâl olarak başlayan Nasır Hareketi’nin inkılâba dönüşüşüne değinir. Benzer durum Peker’de de vardır. Peker’in insan- lığın karanlık çağlarından başlayarak, hürriyet inkılâbına/ ihtilâline nasıl gelindiğini, parlamentarizmin zararlarını ve hürriyet inkılâbı/ihtilâli’nin kötüye kullanılışını, Sov- yet inkılâbı/ihtilâlini, hürriyet inkılâbına/ihtilâline yöne- lik tepkileri ve faşizmi vb. anlatırken, ihtilâl ve inkılâp kavramlarını eşanlamlı olarak kullanmasını ve oldukça primitif ve sübjektif bir dünya tarihi sunmasını bir yana bırakırsak, yine de küresel bir inkılâp perspektifi vermeye

274 Tarihin İnşâsı ve Siyaset çalışmaktadır bizlere. Dikkat çekici olan, onun da Aydemir gibi, bu genel örneklerin arasına Türkiye Cumhuriyeti’ni sokmaktaki isteksizliğidir. Örneğin Türk İnkılâbı dünya tarihindeki hürriyet inkılâbının bir sonucu mu, ona yö- nelik tepkilerin bir ürünü mü, bir sınıf inkılâbı mıdır? Peker’i -ve tabîî ki Aydemir’i-okuyarak bunları anlamak mümkün değildir.73 Renîn’in 4 Teşrin-i Sâni 1338 (Kasım 1922) nüshasın- da İnkılâp başlıklı yazısında Hüseyin Cahit Yalçın ise çok farklı açılardan yola çıkarak bir inkılâp tasviri yapar. Ya- zara göre Millî Mücadele’nin kazanılması, T.B.M.M’nin Osmanlı’nın yerine istihlâf etmesi, yani onun yerine geçmesi ve adı konmamakla beraber-ki yazının Kasım 1922’de yazıldığını bir daha hatırlatalım-Cumhuriyet idaresine doğru gidilen bir siyasetin izlenmesi başlı başına bir inkılâptır. Yazara göre: Altı yüz senelik saltanat esasına müstenit Osmanlı Devleti’nin bünyesinde derin, muazzam bir inkılâp vücuda gel”miştir. “Eski asırlar, üç kıta-ı cihan üzerinde muzafferane hükümran olan Osman- lı İmparatorluğu’nu bugün Türkiye Büyük Millet Meclisi istihlaf ediyor. Artık tarihe karışan o büyük imparatorluğun aksâmı içinden şimdi son asrın ye- tiştirdiği hürriyet ve istiklâl hisleriyle meşbû, canlı, büyük bir millet doğuyor… Şekl-i idaremiz vakayi- in, ihtiyaçların vücuda getirdiği bir hususiyet arz et- mekle beraber, esas itibariyle bir Cumhuriyet olduğu

73 Günümüz erken dönem cumhuriyetçilerinden Emre Kongar ise Aydemir ve Peker’in boş bıraktığı soruları cevaplamaktadır; Kongar da Aydemir gibi, ihtilâl ve inkılâp arasında bir ilişki tesis etmekte; fakat Aydemir’den farklı olarak feodaliteden çağdaş topluma sıçrayış olarak tanımladığı Atatürk İhtilâli’nin bağımsızlık savaşı ve Atatürk Devrimleri olarak iki ana kısma ayrıldığını belirtmektedir. Kongar’ı Peker’den ayıran nokta, Türk inkılâbını genel inkılâp dizgesi içinde bir yere koyabilme becerisidir. Gerçi Aydemir’in- kine benzer sınıflama hataları Kongar’da da devam etmektedir. Kongar, sü- recin geneline ihtilâl demekte, Aydemir’in tersine, böylece, inkılâbı ihtilâlin bir süreci, alt aşaması hâline getirmektedir: Atatürk ihtilâli iki kısımdan olu- şur. Birinci kısım Bağımsızlık Savaşıdır. İkinci Kısım ise Atatürk Devrimleri diye adlandırılan yeniliklerdir. (Kongar, 1999:17). 275 Mete K. Kaynar

aşikardır.

Benzer şekilde Suphi Nuri İleri de, Yalçın gibi, Bizans’ın yıkılarak bir Anadolu inkılâbının gerçekleştirilmekte ol- duğundan bahsetmekte ve yine Yalçın’dan iki gün sonra, 6 Teşrin-i Sâni 1338’de, İleri’de yazdığı Bugünün İnkılâbı başlıklı yazıda bazı tahminlerde bulunmakta ve ileride, bu inkılâbın bir sonucu olarak, Türk kadının siyasî eşitliğe sahip olacağını belirtmektedir. Yazara göre: …memleketimizde, şehrimizde fevkalade vukuat ve hadisât vücuda gel[mekte]…gözlerimiz, kulakları- mız, kalblerimiz Ankara’ya matuf bekle[mekteyiz]… altı asırlık Osmanlı … tarihe intikâl ettirilip yerine Türkiye Hükümeti getirilmiştir…Asırlardır devam eden bir imparatorluk ortadan kalkıyor. Eski hayat, eski hukuk, ananât hep birden tarihe gömülüyor. Yeni bir şeyler vücuda getirilmek isteniyor. Köhne Bizans’da yeni bir hayat ve yeni bir ruh doğuyor.. Bu nedir? Bu ruhu, bu hayatı bize Anadolu İnkılâbı, Anadolu ordusu, Anadolu zaferi verdi.

İsmet İnönü’nün 14.Nisan.1934 tarihindeki Ülkü’de de yayınlanan söylevinde ise inkılâp, kurtuluş savaşının kendisidir ve Osmanlı’nın adım adım yıkılması ile somut- lanır. İnönü şöyle devam eder: “Türk milletinin içinde yaşadığımız ve devam etmekte olan inkılâbı, ecnebi isti- lasına ve Osmanlı nizâmına karşı çifte cepheli bir savaş ile başlamıştır. Türk inkılâbı Türk milletinin kurtuluş sava- şıdır.² İnönü, Osmanlı’daki modernleşme hareketlerinin- meşrûtiyetin ilanı gibi-belirgin hamlelerini ihtilâl ola- rak tanımlayan Aydemir ve Peker’den farklı olarak Türk inkılâbını Osmanlı’dan tamamen koparır: Kurtuluş Savaşı, her hamlesinde muvaffakiyeti, bir ecnebi darbesini reddederken, Osmanlı nizâmının te- mellerinden birini yıkmakla elde etmiştir. Anlaşılıyor ki inkılâbımız dahili ve millî mahiyeti itibariyle Os- manlı içtimaî heyetinin vakit vakit gösterdiği ıslahat 276 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

teşebbüslerinin bir devamı veya tekamülü değildir. Bilakis Türk inkılâbına Osmanlı nizâmı amansız bir zıt ve hasım vaziyet almıştır.

Örnekleri uzatmak mümkün, fakat bu, dönemin asker, sivil, bürokrat, aydınının gözünden inkılâbın, bir grup kör ve bir fil arasındaki ilişkiye benzediği gerçeğini de- ğiştirmeyecektir. Sabit olan şey bir filin mevcudiyetidir (bir “Türk İnkılâbı” olmuştur). Fakat filin uzun hortumlu, iri kulaklı bir canlı mı, yoksa kocaman vücutlu bir hay- van mı olduğu, fili elleyen körlerin filin neresine dokun- makta olduğuna göre değişmektedir. Tabiri câizse, filin hortumunu tutanlar fili yılana benzeyen bir canlı olarak tanımlarken, filin geniş sağrısına dokunanlar onu bir at olarak tanımlamakta, dişlerine dokunanlarsa fili gergedan (kavramı) ile birlikte tanımlamaktadırlar. Devrim kavramı ise ihtilâl ve inkılâp kavramları arasın- daki tartışmaya yeni bir boyut katmıştır. Bir galat-ı meş- hur-doğru olarak biline gelen bir yanlış-olarak, inkılâbın öztürkçesi diye takdim edilen devrim kavramı, inkılâp ve ihtilâl kavramlarına yüklenen anlamlar konusundaki kar- maşaya yeni bir boyut ve içerik ilave etmiştir. Bir resmî ideoloji olarak Kemalizmin inkılâp/ihtilâl’ini sosyalizmin devrim’iØile, sosyalist devrim düşüncesini de Kemalizmin inkılâp, ihtilâli ile ilintilendiren bir kurgu-söylem olarak devrim (cilik), solu Kemalistleştiren, Kemalizmi solculaş- tıran bir anahtar kavram olarak Türk solunun bazı kesim- lerinde -ne yazık ki-halen yaşamaya devam etmektedir. Özellikle günümüzde, bazı sosyalist çevrelerce, devrim kavramının içeriği Kemalizmin inkılâp kavramı ile dol- durulmakta; bu, o sosyalist çevrelere bir yandan resmî ide- olojiye eklemlenebilecekleri ve böylece resmî ideolojinin çizdiği sınırlar içerisinde -öteki ve/veya şeytan olmaksızın- siyasî faaliyetlerini sürdürebilecekleri tekin bir (siyasî,

277 Mete K. Kaynar söylemsel) alan yaratma, diğer yandan da halen devrim için, ona yönelik siyasî faaliyette bulunma, bulunuyor gö- rünerek kendilerini solun, sosyalizmin içinde tanımlama imkânı vermektedir. Kemalizm ve sosyalizm arasındaki bu yasak aşkın meyvesinin derildiği, çocuğun doğacak erişkinliğe ulaşarak Türk solunun kucağına verildiği gün 1960 Mayıs’ının son günleridir. Ve o -temsili-günden bu güne (sosyalist) devrim ile (Kemalist) inkılâbın yasak aşkı farklı almaşıklarla ve şekillerle devam etmektedir. Sosyalist düşüncenin sadece Türkiye’de değil, tüm dünyada popülerlik kazandığı 1960-1980 arasında Türk sosyalistlerinin inkılâp kavramından devrim kavramına doğru geçişleri, Kemalist inkılâplar ve sosyalist devrim kavramları arasında ilişki kurmaya çalışmaları, 1960’lara kadar Türkiye’deki serüveni illegalite ve Sovyet yanlılı- ğı (sovyetiklik) ile özdeşleşmiş olan sosyalist pratiğe bir popülerlik, yerel bir içerik, “BIZ ”den olan bir öz katma amacına hizmet ediyordu. 1970’lerin güçlü illegal örgüt- leri bile devrim ve inkılâp kavramları arasında kurulan bu analojiden yararlanmayı ve kendilerini İkinci kurtuluş sa- vaşçıları olarak lanse etmeyi ihmal etmemişlerdi. Örneğin Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’nun mahkemeye verdiği toplu savunmasında şu satırlar yer almaktadır: “ [Kurtu- luş Savaşı’nın ardından] kurulan millî irade inkılâblarla ve imar işleriyle ilerleme kaydetmeye başladı…Atatürk ida- resi fiiliyatiyle nurlu ufuklar gösteriyordu² Türkiye Halk Kurtuluş Partisi/Cephesi’nin savunmasında da benzer eği- limleri görmek mümkündür. Mahkemenin, iddiâ maka- mının, Kemalizm ve sosyalizmin birbirinin zıddı olduğu savına cephelilerin verdiği yanıt “…burada biraz duralım. İddia makamının Kemalizmle Marksizmin zıtlaştığını, Marksistlerin Kemalistlere karşı olduğu demagojisini ta- rih nasıl çürütüyor, hep beraber görelim: ” şeklindedir.

278 Tarihin İnşâsı ve Siyaset 12.Eylül.1980 ise gündemin tamamen değiştiği, sos- yalist olmanın vatan hâinliği ile eş tutulduğu bir dönem oldu. Devrim kavramı bu defa da Türkiye’deki sosyalist pratiğin imdadına yetişti: Solun bazı kesimleri, bu kez, 1980 sonrasında resmî ideolojinin kimi kavramlarını, onunla aynı politik dili farklı içeriklerde kullanarak resmî ideolojiye eklemlenme; devrim (Kemalist İnkılâp), Kamu- salcılık (devletçilik), yurtseverlik (milliyetçilik) gibi kav- ramları sosyalizmin bu kavramlara yüklediği anlamları da kapsayacak şekilde yorumlayarak siyasî faaliyette bulun- ma, yolunu seçtiler. Böylece 1980 sonrasının reel politiğinde, sosyalizme Kemalist bir öz katılarak, sosyalizmin resmî ideoloji için- de siyasî faaliyet yürütebilmesi için meşrû ve tekin bir zeminin yaratılmasına; resmî ideolojinin özü, ifâdesi, te- orik çerçevesi olan Kemalizme de sosyalist bir görünüm vererek de, sosyalizmin Türkiye’deki yorum ve uygulama- larına tarihsel ve meşrû bir perspektif, ulusal bir kimlik ve yerel bir doku kazandırılmasına çalışılmıştır. Farklı bir ifâde ile inkılâbın devrim kavramı ile ifâde edilmeye baş- lanması 1960’lardan bu yana solu, sosyalistlerin bir bölü- münü, Türk siyasî pratiğine bağlayan temel temas noktası olmuştur. Nasyonal sosyalistlerin önde gelen siyasî örgütlenmesi İşçi Partisi’nin, Kemalist devrim anlayışı bu açıdan kayda değerdir: Kemalist Devrim, Türkiye’nin yüzyıldır yaşadığı millî demokratik devrim sürecinin en önemli devrim- ci atılımıdır. Ancak, tamamlanamadı, yarım kaldı... Kemalist Devrimi tamamlamak, Tarihsel Materya- lizmin önümüze koyduğu devrimci adımdır. Bunun reddedenler, Bilimsel sosyalizmi reddetmiş olurlar. 74

74 Metnin tamamı için Bkz.: http: //www. ip. org. tr 279 Mete K. Kaynar Milliyetçi sosyalistler, Mustafa Kemal Atatürk önderli- ğinde gerçekleştirilen reformları, sosyalist devrime doğru giden yolun birinci aşaması olarak değerlendirirken, ken- di görevlerini de Kemalist devrim ile başlamış devrim- sel süreci nihayetine erdirmek olarak çizmektedirler. İşçi Partisi’ne göre Kemalist devrimin kendisi de sosyalizm- den hayli etkilenmiş bir program olarak ortaya çıkmıştır: Altı Ok, Kemalist Devrim’in son döneminde formül- leştirildi, ancak yalnız Kemalist akımın değil, aynı zamanda sosyalistlerin de asgari programıdır... Altı ok’un uluslararası düşünsel kaynakları, büyük Fran- sız Devrimi ve Sovyet Devrimi’dir. Kemalist-Sosya- list ittifakı, programın kökeninde vardır... Kemalist- ler ile sosyalistler arasındaki fark millî demokratik devrimin tamamlanmasından sonraki devrimci he- def konusudur. Sosyalistler, orada kalmayarak her tür sömürü, baskı ve yabancılaşmadan kurtulmak için sosyalizmin kuruluşu yoluyla sınıfsız toplumu hedeflerler... Altı ok, işte millî demokratik sınıfların, siyasî planda Kemalist ve Sosyalist akımın ortak amaçlarını belirlemektedir. Herhangi bir sosyalistin “bu programda niçin sosyalizmin amacı yok, niçin işçi sınıfı önderliği yok” diye itiraz etmesi çocukça- dır; deneyimsizliğinin ve teorisizliğinin ürünüdür. Ve en önemlisi, bu tavır önderlik iddiâsıyla hiç bağdaş- maz.” (Işıklı, 2006: ).

Özetle, inkılâbın devrimleşmesi, basit bir tercüme faa- liyeti olarak değerlendirilemez. Bu süreç başlı başına Türk solunun ulusalcı/nasyonalist kesimlerinin rejime, sisteme eklemlenme pratiklerinin önemli bir halkası olarak değer- lendirilmelidir. 1960’larda başlayan ve 1980 sonrasında netleşen inkılâbın devrimleşmesi süreci, sol ile resmî ide- olojinin Kemalizm dolayımı ile birbirlerine eklemlenme- sinin farklı aşamaları, evreleri olarak değerlendirilmelidir.

280 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ÜNKÍLhPlÍLÍKØÜLKESIØ.EØ+ADARØ$EVRIMCI Bilindiği gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nda reform hareketleri III. Selim döneminde başlamıştır. Küresel- leşmeye başlayan kapitalizme ve Fransız Devrimi’yle ya- yılan milliyetçilik hareketlerine koşut olarak Osmanlı’da başlayan tanzim ve ıslâh çalışmaları, ilerleyen dönemde, asker, sivil, bürokrat, aydınların öderlik ettiği bir (dev- leti) muasırlaştırma hareketine dönüşmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun I. Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması- nın ardından ete kemiğe bürünen işgal Anadolu’da, ye- rel ve kendiliğinden bir direniş hareketlerinin doğması- na zemin hazırlamış; Osmanlının modernleştirici asker, bürokrat ve aydını bu yerel ve kendiliğinden direnişin merkezileştirilmesinde, direniş hareketlerinin bir Merkezî bağımsızlık savaşına dönüştürülmesinde ve bu direnişin siyasî üst yapılarının oluşturulmasında önemli rol oyna- mıştır. Bu süreçte, Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, de- vamında, kuruluşunda Anadolu’daki direniş hareketleri- ni bir çatı altında merkezileştiren ve bu direnişin siyasî örgütlenmelerini gerçekleştiren asker, sivil, bürokrat, aydınların önemli bir rol oynadığı Türkiye Cumhuriyeti kurulmuştur. Cumhuriyet’in ilanı ile siyasî sistemi kuran ve maniple eden Osmanlı Jön Türkleri, devletin ve onun toplumunun muasırlaşması düşüncesini radikal biçimde hayata geçirme olanağı bulmuşlardır. İnkılâp, en genel tanımıyla, bu sürecin tümüne, işga- lin örgütlenmesi, Cumhuriyet’in ilanı ve Osmanlı’nın son döneminden bu yana şekillenen reform düşüncelerinin radikal biçimde hayata geçirilmesi süreçlerinin tümüne verilen isimdir. İnkılâp kavramı bu anlamıyla, Osmanlı ve Cumhuriyet reformları arasındaki temel farkı da vur- gulamaktadır. Osmanlı modernleşmesinin ve bu modern- leşmenin somut tezahürleri olan reformların temel güdü- 281 Mete K. Kaynar sü, devletin modernleştirilmesiydi. Cumhuriyet dönemi reformları ise devletin-ve onunla bölünmez bir bütünlük arz eden-toplumunun modernleştirilmesini hedefliyordu: Çünkü işgalin bertaraf edilmesi ve Cumhuriyet’in ila- nı ile modern bir ulus-devlet kurulmuştu. Sıra, Osmanlı reformlarından farklı olarak, bu devlet ile bölünmez bir bütün olduğu varsayılan toplumun, bu modern ulus-dev- letin yurttaşlarını oluşturacak (yeni) toplumun inşâsına, modernleştirilmesine gelmişti. İşte Osmanlı reformla- rında mevcut olmayan şey buydu ve inkılâbat/devrimler denilen şeyin içeriğini de bu doldurmaktaydı: Toplumsal modernleşme, ya da farklı bir ifâde ile, modern ulus-dev- letin, Türkiye Cumhuriyeti’nin yurttaşları olacak modern bir toplumun inşâsı. Nitekim Mustafa Kemal’inر…yap- tığımız ve yapmakta olduğumuz inkılâbların gayesi Tür- kiye Cumhuriyet halkını tamamen asri ve bütün mana ve eşkal ile medenî bir heyet-i içtimaiye hâline isal etmek- tir.² (Melzing, 1942:93) sözü de aynı noktaya dikkat çek- mektedir. Özetle, İnkılâp denilen şey, Osmanlı’dan bu yana de- vam eden devletin modernleştirilmesi sürecinin-modern kurumlara sahip bir ulus-devletin kurulmasının ardın- dan-toplumsal olana doğru genişletilmesi Fikrî ile anlam kazanmaktadır. Fakat altı çizilmesi gereken nokta, Cum- huriyet yönetiminin milleti muasır medeniyete ulaştırma çabasının da devletin bekâsı kavramı ile ilişkilendirilerek ortaya konduğudur. İnkılâbın bu özelliği, öncesindeki re- formlardan farklı olarak onu, rejimin, resmî ideolojinin kendisini ifâdesi, rejimi meşrû hale getiren temel bir özel- lik hâline getirir. Nitekim Mustafa Kemal’in ifâdesi ile “…inkılâbın kanunu mevcut kavâninin fevkinde” (İnan, 1982:82-83) yani devrim kanunu mevcut kanunların öte- sindedir. Bir başka ifâde ile modernleşme, Batılılaşma

282 Tarihin İnşâsı ve Siyaset hedefi rejimin temel sâiki, mevcut kanunların da beslen- diği temel kaynaktır. Çünkü inkılâbı inkılâp yapan şey, Osmanlı’nın yıkılarak modern ulus-devletin kurulmuş, modernleşmenin toplumsal yapıya sirayet etmeye başla- mış olması, toplumdan eskiye -Osmanlı’ya-dair izlerin silinmeye başlanmasıdır. Peker İnkılâb Dersleri’nde işte bu noktanın, inkılâbın eskinin tasfiyesi ile şekillenecek olmasının altını çizmektedir: “İnkılâb; bir sosyal bünye- den geri, eğri, fena, eski, haksız ve zararlı ne varsa bunları birden yerinden söküp onların yerine ileriyi, doğruyu, iyi- yi, yeniyi, faydalıyı koymaktır.” (Peker, 1935:7). Nitekim ona göre İstiklâlsiz inkılâp bizi “şeref vadeden ulusal bir insan yığını olmaktan” alıkoyacak, inkılâpsız istiklâl ise bir prematüre bebek gibi uzun süre yaşayamayacaktır. İnkılâbın sadece millî mücadele ve sonrasındaki erken Cumhuriyet dönemi reformları ile sınırlandırılması, halen rejimin temel önermelerinden biri olan inkılâpçılığı tam olarak anlamaya/anlatmaya imkân vermeyecektir. İnkılap- çılık sadece Osmanlı’dan bu yana devam eden reformların Cumhuriyet döneminde aldığı şekli ifâde etmez, inkılâbın korunmasına verilen önemi de içerir. İnkılâbın korunma- sına verilen önemdir ki inkılâpçılığı halen tartışılmakta olan bir kavram, resmî ideolojinin halen yürürlükteki 6 te- mel ilkesinden biri hâline getirmektedir. Peker’i, inkılâp konusundaki düşüncelerini 30’ların genç entellektüelle- ri, İstanbul Üniversitesi ve Ankara Hukuk Fakültesi öğ- rencileriyle paylaşmaya iten temel neden de budur zâten: İnkılâbın toplumda kökleşmesinin gerekliliği. Peker, bir anlamda inkılâp konusunu ders olarak işlemesine de neden olan bu temel sâiki şöyle vurgular: İnkılâbı kökleştirmek vazifesi üstünde ısrar edi- yorum. İnkılab neticelerini bütün ulusa mâletmiş olmak için yurddaşların bu neticelerin getirdiği ya- şayışa alışmış olmasını yeter saymak gerekir. İn- 283 Mete K. Kaynar

san fena şeylere alıştığı gibi eyi şeylere de alışabilir. Yani yaşayışın yalnız anlaşıldığı için değil, anlaşılıp şuur hâlinde sevilmesi ve özümüzde benimsenmesi gerekir. İşte biz yeni şeylere doğruluklara, iyilikle- re yalnız itiyad tesirile bağlı kalmayı kafi saymıyo- ruz. Onu bilgi ve inanca dayanan bir sevgi ve şuur hâlinde kökleştirmek ve yaşatmak istiyoruz. Peker’in Türk inkılâbının, yani Cumhuriyet’in modern ulus-devletinin, yurttaşlarını da kendine benzetmeye, mo- dernleştirmeye çalışan inkılâbın korunmasına gösterdiği hassasiyet bununla da sınırlı değildir. Mustafa Kemal’in mevcut kanunlarında ötesinde tanımladığı inkılâbı Peker, önce yurttaşların (aslında asker, sivil, bürokrat, aydının) edinilmiş davranışları arasına yerleştirmenin gerekliliğin- den bahseder, sonra da onun korunması görevini yine aynı kesime bırakır. Her toplumun, Peker’e göre, Fikrî sabiti olmalıdır. O günkü “…Türk sosyal heyetini teşkil eden topluluğun” Fikrî sabiti ise inkılâpdır ve “…işte üniversi- te ve yüksek tahsil gençleri için inkılâp derslerinde amaç edinilen şey, türk ana inanış istikametini, sizlere [üniver- site öğrencilerine, Türk asker-sivil-bürokrat-aydının genç üyelerine= aşılamak, sizlerin kafalarına yerleştirmektir.” İnkılâbın yerleşmesi için bu da yeterli değildir: İnkılâbın emanet edildiği “muhtaç olduğu kudreti damarlarındaki asil kanda arayan” gençlik, genç münevverler, inkılâbı “kafaları ve göğüsleri ile” korumalıdırlar. Çünkü, Musta- fa Kemal’in (İnan, 1982:74) 1923’deki bir konuşmasında belirttiği gibi “Her yeni inkılâbın muhtemel bir aksi ola- caktır. Buna intizâr etmek lazımdır. Bu olmaz değildir. Behemehal vuku’u karîb bir şeydir. Her nokta-i nazardan vâriddir. Efkar-ı umûmîyeyi onların yalan yanlış tevilâtına kaptırmamak tenvir etmek lazımdır.² 0OZITIVIZMØVEØÜNKÍLhP Cumhuriyet’in inkılâp anlayışı ile modernleşme anla- 284 Tarihin İnşâsı ve Siyaset yışı ve modernleşme, muasır medeniyet seviyesine ulaş- ma hedefi ile pozitivist düşünce arasında yakın bir ilişki vardır. İnkılâpçılık, modernleşmenin/muasırlaşmanın bir ülkü, bir hedef olarak sistemdeki ifâdesidir. Pozitivizm ise modernleşme düşüncesinin -hem de onun somut tezahürü olan inkılâpçılık ilkesinin-temelinde yatan ana fikirdir. Pozitivizm ile muasırlaşma ve inkılâpçılık arasındaki ilişki üç düzlemde ortaya çıkmaktadır. Pozitivizm; ϭͲ Batı toplum yapısı ile evrensel medeniyet arasında bir ayrım yapılabilmesine ve inkılâpçılığın Batılılaşma değil de bir muasırlaşma hareketi olarak tanımlanabilmesine, ϮͲ Düzen içerisinde gerçekleştirilecek bir ilerleme ve daya- nışma anlayışıyla mevcut statükonun haklılaştırılması- na, bürokrasinin inkılâpçılığının meşrûlaştırılmasına ve inkılâpların apriori olarak ilerici bir hareket olarak ta- nımlanabilmesine, ϯͲ İnkılâplar evrensel medeniyetin icapları ve “ilerici” “iyi” faaliyetler oldukları için de bu inkılâplara karşı doğacak hareketlerin gayrı meşrûluğu, gayri medeniliğinin altı- nının çizilebilmesine imkân sağlamaktadır. Baştan alırsak, pozitivizm, asker, sivil, bürokrat, aydın tarafından yönlendirilen ve yönetilen modernleşmeyi, Ba- tılılaşma olmaktan çıkararak onu çağdaş uygarlığa erişme hedefi hâline getirmektedir. Bir “evrensellik” iddiâsı taşıyan pozitivizm, Comte’a göre, sürekli anlaşılabilir bir sisteme doğru gitme eğili- mindedir; fakat pozitivizm, teolojinin yerini tamamen almadan evrensel bir karakter kazanamayacaktır (Monroe 1982:734); Pozitivizm evrenselliğini bilimsellikten al- maktadır; bilim ise gözlem ve deneyden elde edilen bil- gidir ve bu bilgi nesneldir; Batı toplumları sanayi devri- miyle birlikte aklın ve bilimin öncülüğünde pozitif evreye

285 Mete K. Kaynar ulaşmış “ilk” toplumlardır; ama “tek” ve “biricik” top- lumlar olmayacaklardır. Evrenselliğini bilimsellikten ve akılcılığından alan pozitivizm, bu yönüyle toplumlar üstü bir kimlik kazanır ve Türk inkılâbının, kendi temellerini Batı’nın toplum yapısından farklı olarak pozitif bilim ile oluşturulmuş evrensel bir medeniyette aramasına ve ulaşı- lacak amacın kendisinin haklılaştırmasına yardımcı olur. Pozitivizmin evrenselliği ve onun-pozitif evrenin, mu- asır medeniyetin-en son ulaşılacak (en ileri) nokta olması (Andreski 1974:20) rejimin hedefini (modernleşmeyi/mu- asır medeniyete ulaşma sürecini) meşrûlaştırır ve yöneli- nen hedefi ilerici (pozitif evreye doğru yönelen meşrû bir hareket) kılar. Artık yönelinen hedefin içeriği herhangi bir topluma özgü değil, evrensel karakterdedir. Böylece Türk devrimi, “Anadolu insanının kendi benliğini kaybederek Hristiyan Avrupa’nın kimliğine bürünmesi”, “Batılaşma- sı”, vb. değil, evrensel karakterdeki nesnel doğrulara, pozi- tif evreye (muasır medeniyete) doğru yönelmesi, Peker’in ifâdesi ile “…bir sosyal bünyeden geri, eyri, fena, eski, haksız ve zararlı ne varsa bunları birden söküp onların ye- rine ileriyi doğruyu, iyiyi, yeniyi ve faydalıyı koyma[sı]” hâlini alır. Yönelinen hedefin nesnelliği ve bilimselliği, bu yöneli- me karşı doğan muhalefet hareketlerini bastırmanın neden- lerini de içinde barındırmaktadır. Çünkü evrensel ve nesnel bilgilerin temeline yerleştirildiği pozitif evreye (yani mu- asır medeniyete) doğru bir hareket olarak inkılâplara karşı çıkmak, evrensel değerlere ve tüm toplumların yöneldikle- ri medeniyete karşı çıkmak demektir. O takdirde inkılâba karşı çıkmak için ya cahil olmak (ki o takdirde bu kişiler her biri bir nurefşan olan münevverler tarafından tenvir edilmeli, aydınlatılmalıdırlar) ya da kasıtlı olarak inkılâba karşı olmak (ki o takdirde de, İmamzâde Mehmet Necati,

286 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Şakiroğlu İsmail, Kürt Aziz, Baytarzade Hakkı, Belediye Reisi Abbas gibi isimlerin hapis, idam ve/veya sürgün yo- luyla susturulmaları75) gereklidir. Çünkü izlenen yol ev- rensel doğruların, aklın ve bilimin yoludur ve toplumların doğal, bilimsel gelişim seyri bu yönde olmak zorundadır. Cumhuriyet reformcularının yaptıkları ise toplumların ev- rensel bir kural olarak tarihsel süreç üzerinde yürüdükleri bu yolu koşarak aşmaya çalışmaktan, süreci hızlandırma- ya çalışmaktan başka bir şey değildir. Mustafa Kemal de inkılâplara karşı ortaya çıkabilecek itirazlara karşı halkın, efkârı umumiyenin, aydınlatılması, tenvir edilmesinden bahsetmektedir: “Efkar-ı umumiyeyi onlarınØ[modernleş- meye, inkılâba kasten karşı çıkanların]Øyalan, yanlış tevila- tınaØ[çarpıtmalarına76] kaptırmamak, tenvir etmek lazım- dır.” Nitekim inkılâp, modernleşme ve pozitivizm arasında bir kez bağ kuruldu mu, artık bu inkılâplara karşı itiraz- ları bir tevilat, bir çarpıtma olarak ele almak ve bu çarpıt- maların halkın tevil edilmesi ile ortadan kalkabileceğini düşünmek kolaylaşmaktadır. Çünkü bu inkılâplar, asker- sivil-bürokrat-aydın öyle istiyor, öyle uygun görüyor diye değil, medeniyet öyle emrediyor diye yapılmaktadır; işte pozitivizm, en başta bu reformları gerçekleştiren kitlenin buna bu şekilde inanmasına imkân vermektedir. Bir baş- ka deyişle inkılâpların Türk milletini çağdaş medeniyete doğru götüreceği, bugün de Anayasa’nın 174. maddesin- de sıralanarak koruma altına alınan inkılâp kanunlarının77

75 Şapka ve ardından çıkarılan Tekke ve Zaviyelerin Kpatılmasına ilişkin Ka- nuna tepkiler ile ilgili olarak Bkz.: (Tunçay, 2005:158) 76 Tevil, mealden farklı olarak bir şeyi bilinen anlamından başka anlamlarla yorumlama, sözü asıl anlamından başka bir yöne çevirme anlamına gel- mektedir. 77 Anayasa’nın 174. maddesi’nde koruma altına alınan İnkılâp Kanunları şunlardır: 03.Mart.1340 tarihli ve 430 sayılı Tevhidi Tedrisat Kanunu; 25 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 671 sayılı Şapka İktisâsı Hakkında Kanun; 30 Teşrinisâni 1341 tarihli ve 677 sayılı Tekke ve Zaviyelerle Türbelerin Seddi- ne ve Türbedarlıklar ile Bir Takım Unvanların Men ve İlgasına Dair Kanun; 17.Şubat.1926 tarihli ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisiyle kabul edi- 287 Mete K. Kaynar halkı modern hale getireceği düşüncesi, asker-sivil-bürok- rat-aydınların halkı kandırmak için ortaya attığı bir ya- lan vb. değil, tersine bizzat bu inkılâpları gerçekleştiren kadronun bizzat kendisinin canı gönülden inandığı bir düşüncedir. Pozitivizm, ikinci olarak, düzen içinde ilerleme fikri ile ilerlemenin mevcut yapının evrimi şeklinde olacağı- nı/olması gerektiğini haklılaştırmaktadır. Pozitivizmin Fransa’da yerleşmeye başladığı, toplumsal kargaşanın ve işçi hareketlerinin yoğunlaştığı, hattâ 72 günlük ko- münist devletlerin (Paris komünü) kurulduğu dönemde Comte, hem teknolojik ve buna bağlı ekonomik geliş- melerin, hem de sınıfsal çatışmaların had safhaya vardığı bu dönemde gelişmelere ayak uyduramayan bir düzenin kalıcı olamayacağını; ilerleme ve gelişmenin de düzeni güçlendirmedikçe etkili olamayacağını savunmaktaydı (Andreski 1974:30-33). Bu fikir, Osmanlı’dan bu yana aydın/bürokrat kitleyi hayli etkilemişti. Comte’un bu kar- gaşalık, kan ve kavgaya yer vermeden ilerleyebilme-ittihat içinde terakki etme-düşüncesini Mustafa Kemal de derin- den paylaşıyor; ilerlemenin nasıl olması gerektiğini Fran- sız ihtilâliyle karşılaştırarak şöyle analiz ediyordu: Türkiye’yi derece derece mi ilerletmeli ani olarak mı? İki sistem var, biri malum büyük Fransız ihtilâlindeki tarz; rejimler değişecek, ihtilâllere karşı mukabil ihtilâller yapılacak. Sağ solu tepeler, sol sağı süpürürken bir de ba- kılacak ki bir buçuk asırlık zaman geçmiş... Bu milletin damarlarında o kadar bol kan ve önünde o kadar geniş bir zaman var mı?

len, evlenme akdinin evlendirme memuru önünde yapılacağına dair medenî nikâh esası ile aynı kanunun 110 uncu maddesi hükmü; 20.Mayıs.1928 tarihli ve 1288 sayılı Beynelmilel Erkamın Kabulü Hakkında Kanun; 1 Teşrinisâni 1928 tarihli ve 1353 sayılı Türk Harflerinin Kabul ve Tatbiki Hakkında Kanun; 26 Teşrinisâni 1934 tarihli ve 2590 sayılı Efendi, Bey, Paşa Gibi Lâkap ve Unvanların Kaldırıldığına Dair Kanun; 3 Kânunuevvel 1934 tarihli ve 2596 sayılı Bazı Kisvelerin Giyilemeyeceğine Dair Kanun. 288 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Osmanlı aydını, bürokratı için modernleşme, devle- tin bekâsı içindi ve bu devletin modernleştirilmesi ile bu bekânın sağlanabileceği farz ediliyordu. Modernleşme an- layışının bu yönü Cumhuriyet yönetimine de geçti. Mo- dern ulus-devletini kurmuş Cumhuriyet aydını için de sorun aynıydı: Devleti çağdaş bir yapıya, ama daha çok da toplumu devletin bu yeni yapısına uygun bir görünüme kavuşturmak. Şapka giyilmesi, Latin harflerinin kabulü, efendi bey ve paşa denmemesi ve bazı kıyafetlerin giyilme- mesiØgibi, bugün de Anayasa ile korunmakta olan inkılâp kanunları da bu “modernleş (tiril)miş toplumun” oluş- turulmasını sağlayacaktı. Fakat buradaki ince ayrımı bir kez daha yinelemek yararlı olacaktır. Osmanlı bürokratı, devleti modernleştirmeye çalışmakta, toplumsal modern- leşme ile aynı düzeyde ilgilenmemekteydi. Cumhuriyet bürokratı ise modern bir ulus-devlete sahipti ve toplum- sal modernleşme ile daha ağırlıklı olarak ilgileniyordu; fakat Cumhuriyet yönetiminin toplumsal modernleşme ile ilgilenmesinin temelinde de devletin, Cumhuriyet’in bekâsı düşüncesi yer alıyordu. Bir başka ifâde ile, Osmanlı modernleşmesinden farklı olarak Cumhuriyet modernleş- mesinin toplumun modernleşmesine verdiği önem vakıa olmakla beraber, toplumun, milletin modernleştirilmeye çalışılması doğrudan doğruya devletin bekâsı ile ilintilen- dirilerek değerlendiriliyordu. Özetle pozitivizm ve onun muasırlaşma düşüncesi ile ilişkisi rejime, fes yerine şapka giymeyi inkılâp olarak adlandırmaya imkân verecek bir teorik zemin sağlıyor- du. Pozitivizm-modernleşme-inkılâpçılık arasındaki bu ilişkidir ki bir yandan rejimin inkılâp olarak tanımladı- ğı reformları aprioriØ olarak ilerici kılıyor, şapka giyme ile modernleşme arasında devrimci bir ilişkinin kurula- bilmesine zemin hazırlıyor, şapka giymeyi aprioriØolarak

289 Mete K. Kaynar ilerici bir hareket hâline getiriyordu. Mustafa Kemal’in 23.Ağustos.1923’de Kastamonu’da şapka ile ilgili olarak yaptığı konuşma da buna örnek olarak verilebilir: “Biz her nokta-i nazardan medenî insan olmalıyız. Fikrîmiz, zihni- yetimiz, tepeden tırnağa kadar medenî olacaktır. Medenî ve beynelmilel kıyafet milletimiz için layık bir kıyafettir onu giyeceğiz.² Pozitivizm, bir yandan mevcut Cumhuriyet yönetimi evrensel değerlere (modernite) bağlarken, diğer yandan da devletin toplumu belirleme, onu devlet politikalarının/ uygulamalarının bir nesnesi hâline getirme gücünü vur- guluyor; devletin (ve onun bürokratlarının) bu gücünü, ayrıcalığını meşrûlaştırıyordu. Şöyle ki, devlet bir yandan, teorik olarak millet egemenliğine dayandığını söylüyor- du, fakat diğer yandan da egemenliğine vekâleten sahip olduğu topluluğu/toplumu “millet” hâline getirmeyi amaçlıyordu. Yani devlet, milletin egemenliğine daya- nıyordu, ama aynı zamanda da egemenliğini kullanacağı milleti kendisi yaratıyordu. İnkılâplar bu açığı kapatacak, modern ulus-devletin gereksinim duyacağı modern toplu- mu yaratmanın (resmî) ideolojik gerekçelerini sunacaktı. Bir başka ifâde ile egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğunu söyleyen devlet, inkılâplar aracılığıyla, egemen- liğini vekâleten kullandığı milleti/halkı böylece yeniden yaratabilecek; en azından gelecek kuşakların inkılâplar yolu ile modern hale geleceğini varsayabilecek, umut edebilecekti. Nitekim 23 Nisan’ın çocuk, 19 Mayıs’ın da gençlik bayramı olarak kutlanması esprisini de burada ara- mak yerinde olacaktır. Resmî ideoloji, inkılâplârı, bir yandan pozitivizm yolu ile Batılılaşmadan kopararak muasırlaşmayla ilişki- lendirirken, diğer yandan medeniyeti, Türk kültürünün ezelden beri sahip olduğu ve Osmanlı’nın kötü yöneti- 290 Tarihin İnşâsı ve Siyaset cileri elinde köreltilmiş bir özelliği olarak tanımlayarak, inkılâpçılığı bir anlamda Türk milletinin kendi özüne dönüş olarak ortaya koymaya da çalışmaktadır. Egemenli- ğin kayıtsız şartsız sahibi olan millet ve bu bütünün üyesi olarak birey, Kemalizm tarafından Batılı siyasî ve kültü- rel formlarla, ezelden beri Batılı/medenî bir kültüre sa- hip, Cumhuriyet’in ve onun yarattığı değerlerin erdemine inanan kişi olarak tanımlanmıştır. Hattâ 1935’deki CHP Kurultay’ı konuşmasında Mustafa Kemal “…sosyal ve kültürel alanda yapılan yeniliklerin Cumhuriyet’in millî çehresini ortaya çıkarttığını” belirtir. Bu özellikler Türk milletinin Cumhuriyet yönetimi ile sonradan kazandığı özellikler değil, Türk milletinin millî kültüründe “zâten” var olan özelliklerin bugüne yansıması şeklinde ortaya çıkmıştır. Cumhuriyet yönetimi inkılâplar yolu ile Türk milletinin özünde zâten var olan “millî çehreyi” ortaya çı- karmıştır. Çünkü o, yani Türk milleti “... tarihte de mede- nidir, hakikatte de medenidir.² (Atatürk, 1952:212) Halk, kendi kendine yaptığı inkılâplarla sadece kendi içindeki medeniyet potansiyelini ortaya çıkarılmıştır: “Türk mil- letinin son senelerde gösterdiği, yaptığı siyasî ve içtimai inkılâpların sahibi hakikisi kendisidir. Milletimizde bu is- tidat ve tekamül mevcut olmasaydı, onu yaratmaya hiçbir kuvvet kifayet etmezdi.² (Atatürk 1952:217). Osmanlı modernleşmesinin başarılı olmama nedenleri- ni açıklarken İnönü’de benzer olguya dikkat çeker: Ülke dergisinin 14.Nisan.1934 tarihli sayısında yayınlanan bir konuşmasında İnönü, Osmanlı reformlarının başarısızlığı- nı “Türk milletinden başka bir bünye üzerine dayanmasına” bağlarken, Türk devletininse bir halk devleti ve onun so- mut ifâdesi olan T.B.M.M’ne dayandığı, gücünü ondan al- dığı için inkılâplarında başarılı olduğunu söylemektedir. Rejimin, milleti, zâten sahip olduğu (nu iddiâ ettiği)

291 Mete K. Kaynar özelliklerinden yola çıkarak gerçekleştirdiği inkılâplara sahip çıkan, yeni siyasî ve sosyal düzeni savunan ve inkılâpların ileride gösterdiği amaçlarla uyum içinde ta- nımlayışı; Mustafa Kemal’in Türk milletiyle ilgili sahip olduğu bir bilgiye, realiteye değil de, sistem içerisinde bu özelliklere sahip (olduğu farzedilen) bireye ilişkin bir ta- hayyül üzerine inşâ edilmiş milliyetçilik anlayışının işlev- leri ile ilgilidir. Bu açıdan resmî ideolojinin “millet” tanımı, sistemin Batı’ya dönük yüzünü vurgular ve inkılâpları haklılaştırır. Rejim, millet tanımı yoluyla Batılı kültür ve (evrensel) medeniyet ile Türk kültürünü birbirine bağlamayı başa- rabildiği ölçüde, yapılan inkılâplar ve bu inkılâpları ha- yata gerçekleştirmeye dönük tüm uygulamalar da o kadar millet için ve milletin bağrından çıkan uygulamalar, po- litikalar olma özelliğini taşıyacaktır. Bunu tam anlamıyla başarabilmek için yapılması gereken, Batı kültürü ile me- deniyet arasındaki ilişkiyi kırmaktı ki bu iş de pozitivizm, inkılâp ve modernleşme arasında kurulan teorik ilişki sa- yesinde gerçekleştirildi. Türk inkılâbının amacı, milleti medenileştirmektir. Medeniyet ise pozitif bilimlerin ışığında ortaya konmuş evrensel doğrular kümesi. Böylece Batı toplumu ile mede- niyet arasında pozitivizm ile konulan fark, milliyetçiliğin bir yandan Batı’ya karşı tam bağımsızlık düşüncesini, di- ğer yandan da Batı ile birlikte modernleşme düşüncesi- ni aynı anda savunabilmesini mümkün kılmıştır (Alkın 1990:74-75). Dönemin yazarlarına göz atıldığında da aynı noktanın altının çizildiği görülmektedir. Millî Mecmua’da (1924) yayınlanan bir yazısında Mustafa Şekip Tunç milli- yetçiliğin “ne ırk, ne servet, ne lisan, ne seciye, ne tarih, ne de hars” anlamına geldiğini, milliyetçiliğin bir mefkûre (ideal) olduğunu belirtmektedir. Nedir milliyetçilikle

292 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ulaşılmaya çalışılan bu mefkûre? Bunu da Köprülüzade Mehmet Fuat açıklar, “…bu mefkure Batılılaşmaktır.” Köprülü şöyle devam eder: “Milletimizi Avrupa’nın en mesut ve en müreffeh milletleriyle aynı seviyeye çıkarma- dan evvel, gayemize vardığımızı ve istirahata hak kazandı- ğımızı iddiâ edemeyiz.” Mustafa Kemal’in medeniyet anlamında kullandığı milliyetçilik tanımı da bu görüşleri destekler niteliktedir: Millet davası şuursuz ve ölçüsüz bir dava şeklinde mutalaa ve müdafaa edilmemelidir. Milliyet davası, siyasî bir mücadele konusu olmadan önce, şuurlu bir ülkü meselesidir. Şuurlu ülkü demek, müspet ilme, ilmi usullere dayandırılmış bir hedef, bir gaye de- mektir (Atatürk, 1954:115).

Pozitivizm ile yaratılan bu söylem, milliyetçiliğin ge- rektiğinde ulusal bağımsızlığı gerektiğinde ise modern- leşmeyi, muasırlaşmayı ima etmesine izin vermiştir. Daha önce de üzerinde durulduğu gibi, Batı ve medeniyet, po- zitivist bir söylemle birbirinden ayrılınca Türk inkılâbı da Türk milletinin evrensel değerlere ulaşma çabası hâlini almaktadır. Evrensel değere yürümeyi amaçlayan bu siyasî iktidar, egemenliğin doğrudan sahibi olan millet adına, millet tarafından, onun kültürünün derinliklerinde zâten var olan inkılâpları yürütmekle görevlidir ve yönetme hakkını da bizzat buradan almaktadır. Fakat gerçekte bu ilişki hiçte öyle değildir. Çünkü ilkin rejim, millet kav- ramına ilişkin (bir bilgiden yola çıkarak ulaşılmış) bir “tanım”a değil, (ön kabullerden derlenerek elde edilmiş bir) “tahayyül”e sahiptir. İkinci olarak -daha önce belirtil- diği gibi-egemenliğin doğrudan sahibi olan milletin, mil- let tanımıyla tahayyül edilen nitelikleri şu anda onda var olan, toplumdaki bireylerin hâlihazırda sahip oldukları bir özellik değil, inkılâpların uygulamaya konulmasıyla ileri-

293 Mete K. Kaynar de sahip olacakları özelliklerdir. Özetle rejim, egemenli- ğini vekâleten kullandığı milletin her bir üyesinin sahip olacağı özellikleri bizzat kendi inkılâpları ile yaratacaktır.

$EÛERLENDIRME

İnkılapçılık ilkesi, rejimin mefkûresi, ülküsü olan mo- dernleşme ve modernleşmeyi bir mefkûre olarak tanım- lamaya imkân tanıyan pozitivist düşünce olmaksızın an- laşılamaz. Bu özelliği onun devrim kavramı ile tercüme edilmesinin de önündeki en önemli engellerden birisidir. Eski (tez) ile onun içinden, onun rahminden doğmuş yeni (anti-tez)’in diyalektik ilişkisinden türeyen bir devrim anlayışı ile pozitivizm ve modernleşmenin kesişim nokta- sında duran inkılâpçılık tam da bu nedenle birbirlerinden farklı kavramlardır. Osmanlı padişahı ile Cumhuriyet bürokratı arasındaki ilişki, Çar ile Bolşevikler ya da ancient regime ile jakoben- ler arasındaki ilişkiden oldukça farklıdır. Bir çok tarihçi- nin de sıklıkla vurguladığı gibi, Osmanlı ve Cumhuriyet arasında yukarıdaki örneklere benzer tarzda bir kopuştan değil, bir süreklilikten bahsetmek mümkündür. Cumhu- riyeti kuran kadronun Osmanlı bürokrat ve askerleri ol- duğunu, Osmanlı devlet kurumlarının ve memurlarının Cumhuriyet yönetiminde de görevlerine devam ettiklerini, Cumhuriyet’in birçok kurumunun (örneğin, bu yıl Türk Patent Enstitüsü’nün 135., Fenerbahçe Spor Kulübü’nün 99., Emniyet Teşkilatı’nın 151. , 1920 Ağustos’unda ku- rulan Anadolu Ajansı’nın ise 84. yıl dönümleri kutlanmak- tadır) Cumhuriyet’in ilanından önce kurulmakla birlikte halen faaliyetlerine devam ettiklerini hatırladığımızda da bir kopuştan çok bir sürekliliğin olduğunu gözlemleye- biliriz. Hattâ 23.Nisan.1923’de T.B.M.M’nin açılması 294 Tarihin İnşâsı ve Siyaset bile bir kopuşun değil, bir sürekliliğin ifâdesidir ve bu sü- rekliliğin altı bizzat Nutuk’ta Mustafa Kemal tarafından çizilmektedir. İşgalin ardından dağıtılan Osmanlı Mebu- san Meclisi’nin üyeleri, Ankara’da toplanan Meclis’in do- ğal üyeleridirler. Meclis Ankara’da toplanmadan önce de Mustafa Kemal kendisini, Osmanlı Mebusan Meclisi’ne üye dava arkadaşları aracılığıyla başkan seçtirmeye çalış- mış ve bunu başaramayan Rauf Bey’i Nutuk’ta oldukça ağır kelimelerle eleştirmiştir. Ankara’da açılan meclisin bir kopuşu değil, bir sürekliliği ifâde ettiğine dair Mec- lis Hukukî Esasîye Encümeni’nin Ağustos 1920 tarihinde hazırladığı ve T.B.M.M’ye sunduğu Anayasa Taslağı ra- porundan da örnekler vermek mümkündür: T.B.M.M’nin anayasa taslağı hazırlamakla yükümlü bu encümeni hâlife ve padişahın esir olması nedeniyle ortaya çıkan zaruret üzerine teşekkül eden Meclisin, nihai durumuna padişahın esaretten kurtulmasından sonra karar verilmesi gerektiği- ni beyan etmiştir. Bir başka deyişle T.B.M.M, kuruluşun- da kendisini, Osmanlı’nın devamı, İstanbul’un fiili olarak işgal altında bulunması nedeniyle zarûrî olarak Ankara’da toplanan bir uzantısı olarak tanımlamıştır. Cumhuriyet döneminde uygulamaya konulan reformların ortaya çıkışı da Osmanlı’nın son dönemlerine, özellikle İttihat ve Te- rakki Cemiyeti dönemine denk gelmektedir: Osmanlıcada bir reforma gidilmesi gerektiği düşüncesi ilk başta Enver Paşa tarafından ortaya atılmış, hattâ Enver Paşa bu konuda bazı somut girişimlerde dahi bulunmuştur (huruf-u En- ver). Benzer şekilde millî iktisat düşüncesi de ilk olarak İttihat ve Terakki döneminde ortaya atılmış, laiklik tar- tışmaları da yine aynı dönemde başlanmıştır. Şapka devri- mini ise II. Mahmud’a kadar götürmek dahi mümkündür. İnkılâpçılığı, onu gerçekleştiren kadro tarafından bir yeniden doğuş, bir diriliş, Mustafa Kemal’in ifâdesi ile

295 Mete K. Kaynar memleketi bir çağdan alıp yeni bir çağa götüren bir sü- reç olarak tanımlamaya imkân veren şey, Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devrimci bir kopuşu değil, onun devamı olmakla birlikte onun yapamadığı şeyi başarmış olması, reformlarla bir ulus-devlet hâline gelemeyen Osmanlı’nın Cumhuriyet ile bir ulus-devlet hâline gelebilmesidir. Yüz- yıllardır temel siyasî sorunsalını devletin bekâsı olarak orta- ya koyan Osmanlı bürokratının, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulması ile bu sorunsalı aşmış olmasıdır inkılâp olan; Cumhuriyet’in Osmanlı’dan devrimci bir kopuşu değil. Her ne kadar Cumhuriyet ile Osmanlı arasında bir devam- lılıktan bahsedilse de Cumhuriyet yönetimi, Anadolu’da başlayan direniş hareketlerini kendi çatısı altında toplaya- rak işgali bertaraf etmiş; Anadolu’daki meşrû siyasî oto- rite olabilmiş; yüzyıllardır tartışılan devletin bekâsı so- rununa bir ulus-devlet -Türkiye Cumhuriyeti-kurarak ve onun tüm dünyada tanınmasını sağlayarak yanıt bulmuş- tur. Onu inkılâpçı yapan da budur. Bu özelliği, inkılâp tahayyülünü, bugün de Anayasa’da sıralanan 9 başlıktaki reformların korunması düşüncesinin ötesine taşır: İnkılâbı rejimin kendisini var oluşunu ifâdesi hâline getirir. İnkılâbın rejimin var oluşunun ifâdesi, onun uygulama- larının meşrûiyeti temelinde tanımlanması, inkılâpçılık kavramının içerisindeki değişim, dönüşüm amacının üst sınırını da çizer ve inkılâpçılığı gerçek anlamda bir dev- rimci düşünce/pratikten ayırır. İnkılapçılık, Osmanlı’nın yıkılarak, yeni bir ulus-devletin kurulması ve yeni, mo- dern kalıplarla kurulmuş ulus-devletin yurttaşları olacak medenî bir Türk sosyetesinin oluşturulması çabalarına ve- rilen isimdir.

296 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

"Ü2ر2%3-ÄØ4!2Ü(Ø-%6,e$e²ØÝ5Øa),').Ø 4e2+,%2Øe:%2Ü.%Ø"Ü2Ø$%Ú%2,%.$Ü2-%

.EDEN

urgut Özakman’ın kaleme aldığı “Şu Çıl- gın Türkler” kitabı, yayınlandığı günden bu yana hem satış listelerinin, hem de popü- ler tartışma konularının en başında geliyor. KorsanT baskıları hariç 160’ın üzerinde baskı yaptığı belir- tilen kitap, deyim yerindeyse, toplumu ve aydınları ikiye bölmüş durumda: Bir yanda, Yalçın Küçük gibi, kitabın ancak anaokullarına uygun olduğunu ya da Ayşe Hür gibi kitabın sosyo-psikolojik bir vaka olduğunu iddiâ edenler, diğer tarafta ise kitabı gözyaşları içinde okuyanlar, 80 yıl- dır böylesi bir kitap beklediklerini söyleyenler ve Altemur Kılıç gibi, kitabın eleştirilmesini dahi yanlış bulup, eleşti- renleri «Kerametleri kendilerinden menkul dişili-erkekli aydınlar” olmakla itham edenler. Kitabın yarattığı etki gazete köşelerindeki entellektüel tartışmalarla da sınırlı değil. Medyaya yansıyan haberlere göre, Özakman’ın ro- manının okunması için tavsiye emri yayınlayan Genel Kur- may Başkanlığı’ndan tutunda, Lozan anlaşmasının 82. yı- 297 Mete K. Kaynar lında kitabı ücretsiz olarak dağıtan Çankaya Belediyesi’ne, kitabın kimi bölümlerini yazarken gözyaşlarını tutamadı- ğını belirten Turgut Özakman’ın kendisine, söz konusu kitabın okullarda zorunlu ders kitabı olarak okutulmasını tavsiye eden farklı siyasî geleneklerdeki siyasîlere, hattâ kendi adını taşıyan sanat merkezinde kitabı zorunlu oku- ma listesine dahil ettiğini övünerek açıklayan Müjdat Gezen’e kadar bir çok kesim bu tartışmaya dahil oldu. Bu yazıya neden sorusu ile başlamamıza yol açanda kita- ba gösterilen bu popüler ilgi ve kitabın yarattığı duygu se- lidir. Evet, Turgut Özakman’ın yazdığı “Şu Çılgın Türk- ler” isimli roman, neden çılgınlık düzeyine ulaşan bir ilgi ve övgüye mahzar olmuştur? Kitap, bu konuda yazılmış ilk kitap mıdır, yoksa en kapsamlı, iyi, ayrıntılı, doğru, yetkin… kitap mıdır? Cevap, elbette ki hiçbirisidir. Yazar, kitabını “…elbette bir tarih kitabı değildir.² şeklinde tanımlarken kitabın ±…belgelere dayalı, gerçek olgu ve olayların romanı” olduğunun da altını çizmekte- dir. Kitabın yazılış amacı ise Özakman’ın kelimeleriyle şöyledir: Millî Mücadele’nin emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk kurtuluş savaşı olduğu anlatılmadığı için gençlerimiz başkalarının kurtuluş mücadelelerine imren- diler. Kendi tarihlerine, kendi kahramanlarına yabancılaş- tılar.² Özakman’ın, kendi sözlerinden alınan bu ifâdeleri şu şekilde özetlemek mümkündür: Şu Çılgın Türkler, bir tarih araştırması olmamakla birlikte, o dönemle ilgili ta- rihsel belge ve olaylardan yola çıkarak, Türk gençliğinin imreneceği “Made in Kahramanlar” yaratma ama- cını taşıyan, Millî Mücadele’nin en ahlâklı, en kutsal savaş olduğunu anlatan bir kitaptır. Kitap, incelediği dönemle ilgili, bu güne değin gün ışığına çıkmamış, ya da araştırmacıların ilgisini çekme-

298 Tarihin İnşâsı ve Siyaset miş herhangi bir belge ya da bilgiye dayanmayıp, bu ko- nuyla ilgilenen herhangi bir araştırmacının -aslında, hem de Özakman gibi 50 sene uğraşmasına da gerek kalma- dan-bulabileceği anı, araştırma ve belgelere dayanılarak kaleme alınmıştır. Yazarın yararlandığı temel kaynaklara baktığımızda da, kitabın bugüne kadar Kurtuluş Sava- şı ile ilgili bilmediğimiz herhangi bir şey söylemediğini görmek zor değildir: Nitekim yazarın yararlandığı temel kaynaklarından biri olan Nutuk ilk kez, Mustafa Kemal’in T.B.M.M’deki konuşmasının hemen akabinde, 1927 yı- lında, Arap harfleriyle basılmış, 1934 yılında ise baskı Latin harfleriyle 3 cilt olarak yenilenmiştir. Özakman’ın romanını yazarken yararlandığı baskı da bu, 1934 yılı bas- kısıdır. Yine, İş Bankası yayınlarından çıkan Gizli Meclis Zabıtları’nın 1999 yılı baskısını da kitapçılardan rahat- lıkla temin etmek mümkündür. Konuyu fazla uzatmamak adına sadece belirtmekle yetinelim ki yazarın diğer temel kaynaklarını da-Söylev ve Demeçler ve Millî Mücadele Dönemine Ait 100 0 Belge-kütüphane ve kitapçılardan rahatlıkla temin etmek mümkündür. Aynı durum kita- bın ekinde verilen ayrıntı kaynakçanın neredeyse tamamı için de geçerlidir. Her ne kadar kitabın arka kapağında “80 yıldır beklenen kitap” olduğu yazsa da, önsözünde, bu konuda yazılmış en yetkin kaynak kitap veya bilimsel bir araştırma olma iddiâsı taşımadığı da belirtilmektedir. Yazılış amacı, kitabın arka kapağında da dile getirilir ve kitap okuyucuya “…dünyadaki en meşrû, en ahlaklı, en kutsal savaşlardan birinin, emperyalizme karşı verilmiş ve kazanılmış ilk kurtuluş savaşının, bir millileşme ihtilali- nin romanı, şaşırtıcı bir yakın tarih destanı” olarak tanı- tılır. Buradan hareket ederek, Özakman’ın kitabı kaleme almaktaki temel amacının, bir tarih araştırması yapmak değil; tıpkı Süleyman Çelebi’nin 1400’lü yıllarda kaleme aldığı ve Peygamber’in doğumunu, hayatını ve o süreçte 299 Mete K. Kaynar yaşanan mucizeleri konu alan Vesiletun-Necât, ya da daha bilinen adıyla Mevlüd kasidesine benzer, konusu tarih olan, tarihsel olaylardan beslenmiş bir mitoloji, bir kahra- manlık destanı yazmak, o dönemi ve o dönemde yaşamış kimi kişileri medh ve senâ eden bir kitap ortaya çıkarmak olduğunu söyleyebiliriz. Bu amaca ulaşabilmek için de ya- zar, tarih bilimine değil, günümüz Türk toplumunun sos- yo-psikolojik ihtiyaçlarına ve siyasî duygularına seslenme- yi tercih eder. Bu açıdan kitabın popülerliğinin arkasında yatan nedenleri, incelediği tarihle ilgili yetkinlik, derinlik ve titizliğinde değil, dil ve kurgusunda aramak gerekmek- tedir. Bu roman/senaryoya ancak bu şekilde baktığımızda, Kurtuluş Savaşı’ndan bu güne, Şu Çılgın Türkler kitabın- dan kat be kat daha içerikli ve daha bilimsel birçok kitap yayınlanmış olmasına karşın, neden onun 80 senedir bek- lenmekte olan bir kitap olarak takdim edildiğini, neden gözyaşları içinde okunduğunu, neden Lozan anlaşmasının yıldönümü gibi özel günlerde parasız dağıtıldığını anla- yabiliriz. İşte bu özellikleri nedeniyle, yani incelediği tarihsel ke- siti senaryolaştırıp, senaryolaştırdığı, yeniden ürettiği bu kurgu-tarihe dipnot, harita, kaynakça ve referanslarla ye- niden “tarihsel araştırma” özelliği vermesi, vermeye çalış- masıdır ki kitabı “…en kutsal savaşı kazanan çılgın kah- ramanların belgelere dayalı tarihi” hâline getirmektedir. Yine bu niteliği sebebiyledir ki Şu Çılgın Türkler kitabı, yayınlandığı ilk günden itibaren, 80 yıldır yazılması için beklenen bir “Godot”, gözyaşları arasına okunan-Kurtu- luş adlı dizi de bu kitaptan yola çıkılarak hazırlandığına göre-seyredilen bir “Selvi Boylum Al Yazmalım” hâline getirmiştir? Özakman ne yapmıştır da Şu Çılgın Türkler romanı, bir resmî tarih Mevlüd’ü muamelesi görmekte- dir? Bu konuyu biraz daha yakından incelemek gerekiyor.

300 Tarihin İnşâsı ve Siyaset 4ARIHINØ$RAMATURJISIØVEØÝUØaÍLGÍNØ$RAMATURGLARØ Dramatik bir yapıtı oluşturacak ana öğeleri bulma ve bunları düzenleme tekniği anlamına gelen bir tiyatro te- rimi dramaturji. Dramaturji sanat eserinin, oyunun, dra- manın, iç yasalarını, ana kurallarını, yapısını ve ilkelerini ortaya koyma sanatı, tekniği ve kuramı olarak da tanımla- nabilir. Aynı zamanda bir drama yapıtı üretme, oyun yaz- ma, drama yapıtı oluşturma ile ilgili ilkeleri tanımlamak için de bu kavramı kullanmak mümkündür. Bir başka tanımla dramaturji, sahnelenecek oyunun ideolojisinin, söyleminin ve anlam örgüsünün belirlemesidir; çünkü dramaturji yaşamdaki olayların estetik değerlendirilmesi ile ilgili kategorileri, bu kategorilerin sanatsal somutlaştı- rılmasındaki ölçütleri ve ilkeleri de oluşturur. Bu yolla bir edebi metin, sahnelenecek bir eser hâline gelir. Fakat dra- maturg, basitçe, bir tiyatro oyunundaki rol dağıtımı için önerilerde bulunma, yeni metinler arama ve metinlerdeki gereksiz bölümleri çıkarma işiyle ilgilenmez; elindeki ede- bi metnin sahnelenmesi ile ilgili bu ve buna benzer teknik çalışmaların yanı sıra -uygulamalı dramaturji-dramaturg, eserin siyasî ve toplumsal duruşunu da belirleyip, metni, eseri sahne sanatları için kurar -kuramsal dramaturji. Modern dönem dramaturjisinin temelleri Lessing’in 1767’de yazdığı Hamburgische Dramaturgie (Hamburg Dramaturgisi) ile atılır ve Lessing burada, sahne sanatla- rının halka daha da yakınlaştırılması gerektiğini vurgu- lar. Modern dönem dramaturjisinin bir diğer önemli ismi olan Brecht için dramaturji, dünyayı anlamak yerine onu değiştirmeye çalışmanın bir aracıdır; bu hâliyle de drama- turji, Brecht’e göre, dünya ile sahnenin, ideoloji ile esteti- ğin kesiştiği nokta da yerini alır. Brecht için epik drama- turgi, gösterilmek istenen toplumsal gerçekliği daha iyi betimleyebilmek ve onun değişmesine katkıda bulunmak 301 Mete K. Kaynar için bir tiyatro, bir sahne sanatı, bir senaryo biçimidir. Bu durumda dramaturgi, Brecht’ten de yararlanırsak, aynı za- manda özgün metin ve onu sahneye koymak için kullanı- lan sahnesel araçların toplamıdır. Bu yazının dramaturji gibi bir kavramla ilgilenmesinin temel nedeni ise, Şu Çılgın Türkler isimli kitaba göste- rilen “duygusal” ilgiyi açıklayabilmek, onu resmî tari- hin bir Mevlüd’ü hâline getiren nedenleri tartışabilmek, Özakman’ın tarih ile sahneyi, ideoloji ile kahramanlık mitosunu harmanlayarak oluşturduğu “…en ahlaklı, en meşrû savaşın, şaşırtıcı bir yakın tarih zamanı destanı”nı analiz edebilmektir. Çünkü Kurtuluş Savaşı tarihinin, dramaturjisi Turgut Özakman tarafından yapılmış bir se- naryo hâline getirmesidir ki, bu kitabı sosyo-psikolojik bir vaka, resmî tarihin bir methiyesi, Mevlüd’ü, 80 yıl- dır beklenen ve gözyaşları eşliğinde okunan ve içerisinde Türk gençliğinin imreneceği, örnek alacağı mitolojik kah- ramanlardan bahsedilen bir tarih-kurgu romanı/senaryosu hâline getirmiştir. Şu Çılgın Türkler kitabının, dramaturjik yöntemler ile “tarih”i (28.Haziran.1914’den 27.Ekim.1922’ye kadar olan tarih kesitini), yani çağdaş dramaturjinin “dünya”sını, ideolojik perspektiften yeniden ürettiği yargısı basitçe bir suçlama olarak değerlendirilmemelidir; okuyanların da rahatlıkla tespit edebileceği gibi kitap, asla bir tarih ki- tabı formatı taşımadığı gibi, teknik olarak da romandan daha çok senaryoya yakındır. Bu tespitin, Duvarların Öte- si (1964), Keloğlan (1971), Keloğlanla Can Kız (1972), Keloğlan İş Peşinde (1975), Kurtuluş (1994) ve Cumhu- riyet (1998) gibi filmlerin senaristi Turgut Özakman’a bir eleştiri olmaktan çok, kitabı gelmiş geçmiş en iyi belgesel, tarih kitabı, orta öğrenim ders materyali vb. olarak tanım- layanlara yönelik bir eleştiri olduğunun da altını çizmeden

302 Tarihin İnşâsı ve Siyaset geçmemek yerinde olacaktır. Nitekim Özakman, amaçla- dığı hedefe başarıyla ulaşmış, destansı bir tarih-kurgu se- naryosu yazmış, gençlerin imrenebileceği yerli kahraman- lar yaratmıştır. Kitabın “tarih kitabı olma”, “belgelere dayanma” yüzü ise sadece, bu kahramanların sahiciliğini artıran bir makyaj ve dramaturjik bir teknik olarak göze çarpmaktadır. Yine de, tarih ile sanatçı arasındaki ilişkinin oldukça tartışmalı olduğunu vurgulamak gerekiyor: Sanatçı, ele aldığı dönemin tarihsel gerçeklerini olduğu gibi yansıt- malı mıdır? Yoksa her sanat eserinde olduğu gibi düş ve kurgu gücünden istediği gibi yararlanabilmeli midir? Londra’da düzenlenen bir toplantıda böylesi bir soruyu sorduğum, kendisi de Güven gibi bir tarihsel romana imza atmış olan Vedat Türkali’nin bu soruya verdiği ce- vap ise, tarihsel olayları konu alan sanat eserleri sahiple- rinin, tarihçi olmaktan çok sanatçı oldukları şeklindeydi. Türkali’nin tespitinden yola çıkarsak, yazdıklarının ta- rihsel gerçekliğinin değil de onun sadece bir roman/sanat eseri olduğunun altını çizmesi kaydıyla, Özakman’ı tarihi değiştirdiği, onu kendi düşgücü ile yorumladığı, tarihi kurguladığı, tarihe -Şu Çılgın Türkler’in Nesrin’i Yüzbaşı Faruk’u Dr. Hasan’ı gibi-gerçekte yaşamamış kişileri ek- lediği için kızamayız. Tıpkı, Kemal Tahir’e Devlet Ana için, Ahmet Altan’a İsyan Günlerinde Aşk için ya da, bize devrim öncesi Rus sosyolojisini sunan Gorki’ye Ana ya da Benim Üniversitelerim romanları için kızamayacağı- mız, onları eleştiremeyeceğimiz gibi. Doğrudan doğruya Millî Mücadele ve/veya Mustafa Kemal ile ilgilenmedik- leri için Kemal Tahir, Ahmet Altan, Gorki ve diğerleri bir yana bırakılsa bile, Mustafa Kemal ile ilgili ilk destansı anlatımlar ve kurguların da Turgut Özakman ile başla- madığını belirtmek yerinde olacaktır. Fakat Özakman’ın

303 Mete K. Kaynar çalışması Orhan Şaik Gökyay’ın bir Ağıt-Destan’ı, Beh- çet Kemal Çağlar’ın Asırlarca’sı,-Faruk Nafız Çamlıbel’in !TAT~RK’ü ya da Sabahattin Kudret Aksal’ın bir Atatürk Anadolu’da’sından da farklı bir zemine oturur. Tüm bu edebi metinler, edebiyatın düş ve kurgu gücü içinde ka- larak Mustafa Kemal’i destanlaştırmışlar, şiirlerini kaleme alınmışlardır ve bu nedenle hiç kimse, örneğin Mustafa Kemal’i sarışın bir kurda benzettiği için, Nazım Hikmet’i eleştirmeyi aklına bile getirmemiş; Mustafa Kemal’in as- lında “sarışın bir kurta benzemediği” ile ilgili bir makale yazma saçmalığı kimsenin aklına gelmemiştir. Mustafa Kemal’i masallaştıran, kahramanlaştıran tüm bu edebi- yatçıların aksine, Özakman’ın kahramanlaştırılan, destan- laştırılan Millî Mücadele anlatımının, hem yoğun bir po- püler ilgiye, hem de eleştiriye maruz kalmasının temel nedeni, Şu Çılgın Türkler’in edebiyatın sınırları içinde kalma niyeti taşımamasıdır. Daha doğrusu Özakman’a gösterilen popüler ilgi ve eleştirinin her ikisinin de temel kaynağı, kitabını bir yandan senaryoya daha yakın, hal- kın daha rahat anlayabileceği bir roman üslubu ile yazı- larak edebiyatın alanına girmesi, hem de edebiyatın dili kurguladığı kurgu-gerçekliği gerçek tarihin kendisiymiş gibi sunma çabasıdır. Bir başka şekilde dile getirmek ge- rekirse Özakman, kitabında, bir yandan Mustafa Kemal’i sarışın bir kurda benzetmeye çalışmış, fakat burada -yani edebiyatın alanında-durmayarak, diğer yandan da Mustafa Kemal’in gerçekten sarışın bir kurt olduğuna dair tarihsel kanıtlar sunmaya çalışmış, bizim onun bir kurt olduğuna inanmamız için elinden geleni yapmıştır. İşte dramaturjik tekniklerin devreye girdiği nokta da burasıdır. Yukarıda da vurgulanmaya çalışıldığı gibi, dramaturg Turgut Özakman’ın -ki kendisi Köln Tiyatro Bilimleri Enstitüsü’nde eğitimini tamamlamış ve yurda döndük-

304 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ten sonra, 1956 yılında, Devlet Tiyatrosu’nda dramaturg olarak çalışmıştır-bir senarist/romancı ve tarihçi (!) olarak tarihle kurduğu ilişki, çoğu zaman bu, yukarıda tartışı- lan, masum sınırı aşmaktadır. Kitaptaki haritalar, tarih- ler, isimler, ancak bir yüksek lisans/doktora tezinde bu- lunabilecek miktardaki dipnotlar, kitabın sonuna eklenen geniş kaynakça ve yazarın kitabın önsözünde belirttiği gibi “Şimdiki orta yaşlılara Millî Mücadele dönemini an- latmak”, “yeni devletin kuruluş felsefesine ışık tutmak”, “gençlerin tarihe ve kendi kahramanlarına yabancılaşma- sının” önüne geçmek, “Millî Mücadelenin emperyalizme ve saltanata karşı bir ihtilal olduğunun altını çizmek” gibi bir roman/senaryonun amacının da ötesine taşınan hedefler, bir yazarın, romancının, edebiyatçının tarihle kurduğu/kurması gerektiği masumane ilişkinin sınırlarını çoğu zaman zorlamakta, eseri “tarihle ilgili bir roman”, bir “edebi eser” olarak tartışmayı imkânsız kılmaktadır. Nitekim kitapta tarihler, haritalar, kaynaklar, dipnotlar ve referans verilen anılar, romanda yaratılan karakterlerin “çılgın kahramanlıklarının tarihsel kanıtları” olarak sunu- lurken, roman ile senaryo arasında, fakat senaryoya daha yakın yazın üslubu ise yazarın, incelediği dönemi bir ta- rihçi titizliği ile ele alma, farklı görüşleri analiz ederek bi- limsel sonuçlara ulaşmaya çalışma, tarihi kendi sosyolojik ve siyasî dinamikleri ile analiz etme sorumluluğundan sıy- rılmasına yardımcı olmakta, onun, olayları rahatlıkla eğip bükebileceği, tarihi yeniden kurgulayabileceği, onu dra- maturjik tekniklerle yeniden üretebileceği bir edebi alan yaratabilmesine zemin hazırlamaktadır: Bir başka deyişle, bir roman, bir senaryo olduğu için incelediği dönemle il- gili belge ve bilgileri bir araya getirme, analiz etme ve ta- rihi kendi dinamikleri ile anlamaya çalışma sorumluluğu yoktur artık Şu Çılgın Türkler’in; çünkü o bir romandır ve edebiyat eseri olma kimliği, tarih üzerinde spekülas- 305 Mete K. Kaynar yon yapabilmesine, onu kendi düş gücü ile yeniden üre- tebilmesine meşrû bir zemin hazırlamaktadır. Bahsettiği tarihsel dönemde yaşayan gerçek kişiler artık sadece onun romanının kahramanlarıdır; eğer bu nokta da kalsaydı, yukarıda da vurgulandığı gibi, hiç kimsenin kitabı eleş- tirmeye hakkı olmazdı. Fakat yazarın edebiyatın düş ve kurgu gücü içinde kalmaya pek tahammülü yoktur; çün- kü aynı zamanda Millî Mücadele yoluyla Cumhuriyet’in temel felsefesini ortaya koyma, onun anti-emperyalist ve ihtilalci yönünü vurgulama, yerli kahramanları gençliğe tanıtma gibi amaçları da vardır: Bu nedenledir ki, bir yan- dan tarih dramaturjik tekniklerle senaryolaştırılıp yeniden üretilir ve o tarihte yaşayan kişiler kahramanlaştırılırken, diğer yandan da romanlaştırılarak yeniden yazılan bu ta- rihe ve kahramanlaştırılan bu roman kişilerine, dipnotlar, haritalar vb. yardımıyla yeniden tarihsel kanıtlar aranma- ya çalışılır. Özetlemek gerekirse, Özakman önce tarihten edebi bir metin çıkarmış, ardından da kendi yazdığı bu senaryoya tarihsel bir gerçeklik kazandırmak için bilimsel araştırmaların tekniğini kullanmıştır. Dramaturji ise bu ikisi arasındaki köprüyü kurmuştur. Fakat ortaya çıkan ise bir resmî tarih Mevlüd’ünden farklı bir şey olmamıştır. Farklı kelimelerle tekrar vurgulamak gerekirse, Özakman, önce edebi bir yolla, tarihsel bir kişilik olarak Mustafa Ke- mal Atatürk’ten, Rutkay Aziz’in canlandırdığı bir roman/ sinema kahramanı yaratmış (ki bu sadece Mustafa Kemal karakteri için değil, romanda ele alınan tüm tarihsel ki- şilikler ve olaylar için söylenebilir), ardından da Rutkay Aziz’in canlandırdığı bu roman kahramanını tekrar tarih- sel bir gerçekliğe bürümeye, kendi roman kahramanını tarihte yaşayan/yaşamış Mustafa Kemal Atatürk hâline getirmeye çalışmış, Rutkay Aziz’in canlandırdığı karakte- rin ve bu karakterin rolünü oynadığı Millî Mücadele dö- neminin sahiciliğine inanmamız için de bir sürü referans, 306 Tarihin İnşâsı ve Siyaset kaynak ve harita sunmuştur. Senaryolaştırarak oluşturduğu kurgu-tarihe, yeniden tarihsel kanıtlar arama arayışına girdiğinde ise Özakman, eklektik bir yol izler; tarihte gerçekten yaşanmış olaylar- dan, kendi kurgusuna, amacına, senaryosuna en uygun olanları seçme yoluna gider. Bir başka deyişle ya tarihte olmuş olaylardan kendi kurgusuna uygun olan yorumu tercih eder ya da senaryo dili ile bir roman yazıyor olma- nın verdiği ustalıkla olayları anlatırken, kendi kurgusuna uygun bir dil ve anlatım ile olayları yorumlar, dramatize eder. Şu Çılgın Türkler ile ilgili olarak söylenmek istenen, romanı bir vaka hâline getiren temel özellik de burada gizlidir: Özakman tarihte olmayan olayları anlatmaz, yani “yalan söylemez” ama doğruyu da ifâde etmez; anlattıkla- rı tarihle ilgili olaylardır; fakat o bir tarih kitabı yazma- dığı için, tarihsel olayları kendi dinamikleri çerçevesinde analiz etme sorumluluğu da taşımaz; o dönemde yaşanmış tüm olaylardan canının istediklerini canının istediği üs- lupta ele alır: Tarihi senaryolaştıran, onu bir “çılgın Türk kurgu-tarihi” bir resmî tarih Mevlüd’ü hâline getiren de budur. Şu Çılgın Türkler kitabında, Özakman’ın, nasıl eklektik bir yolla kendi senaryosuna temel oluşturacak bir tarih metodu izlediği ile ilgili birçok örnek bulmak mümkündür ki bu çalışmada sadece belli başlı birkaç ör- nek üzerinde durulacaktır. Gerek Özakman’ın tarihi na- sıl kendi senaryosunun malzemesi olarak kullandığını ve ardından da kendisinin ürettiği bu senaryoya tarihsel bir elbise giydirmeye çalıştığını göstermesi açısından, gerek- se de romanda bahsedilen kimi tarihsel olaylar ile ilgili farklı perspektifleri tartışabilmek için, kitapta bahsedilen bazı konulara daha yakından bakmak ve tartışmak yerinde olacaktır.

307 Mete K. Kaynar 3ONØ/SMANLÍØ-ECLISIØeZERINE Özakman’ın iddiâsına göre Son Osmanlı Mebusan Mec- lisi, Ankara’nın ısrarı üzerine toplanmış, İstanbul Hükü- meti ise İngilizler’in izin vermesinin ardından seçimlerin yapılmasını kabul etmiştir (Özakman 2005:21): Herhan- gi bir tarih kitabına değil, sadece Nutuk’a bakıldığın- da bile, Osmanlı Mebusan Meclisi’nin 12.Ocak.1920’de toplanması sürecinin tam da Özakman’ın bahsettiği gibi olmadığı rahatlıkla görülebilir; fakat tarihin kendisinden tarihi bir senaryo üretmek, kurgu-tarih yapmakla eleştiri- len nokta da tam olarak bu ayrıntıda gizlidir: Özakman’ın, Meclisi Mebusan’ın toplanması ile ilgili siyasî ve sosyo- lojik analizler ortaya koyma amacı yoktur; amacı, İstan- bul Hükümeti’nin nasıl İngilizlerin elinde bir oyuncak, Ankara’nın ise ne kadar hâkimiyeti milliyetçi olduğu- nun altını satır aralarında çizilebilmektir; bunun için de, Özakman’ın söz konusu meclisin açılışı ile ilgili tarihsel süreci yeniden üretmesi gerekmektedir. Olayları bir de .UTUK’tan izlemek bu iddiâyı ispatlamaya yetecektir. 1919 yılı sonlarına gelindiğinde, Kanuni Esasî hüküm- lerine (1908 Anayasası’na) göre, seçimlerin yapılması ge- reken süre çoktan geçmiştir ve yeni bir seçimin yapılması, seçimlerin nasıl yapılacağı ve özellikle yeni meclisin nere- de toplanmasının daha iyi olacağı sadece Ankara’nın değil, İstanbul’un da tartıştığı siyasî konular arasındadır. Mustafa Kemal’in, 13.Eylül.1919 tarihinde ordu komutanlıklarına çektiği telgrafta da bunu görmek mümkündür. Nitekim Mustafa Kemal, İstanbul Hükümeti’ni seçime gitmemek- le değil, aldığı seçim kararını uygulayamamakla eleştirir. Mustafa Kemal’in seçimlerle ilgili yorumu şöyledir: “Hü- kümeti merkeziye milleti iğfal ile meb’usan intihabatını aylarca icra etmemiş olduğu gibi son zamanda verdiği in- tihap emrini de türlü esbap ile tavik ve tehir etmektedir.² 308 Tarihin İnşâsı ve Siyaset (Vesika 86). Mustafa Kemal’in temel endişesi seçimlerin yapılmaması değil, İstanbul Hükümeti’nin seçimlerden önce bir barış anlaşması imzalanması ihtimâlidir. Aynı belgede bu durum şu kelimelerle dile getirilir: ±…Meclisi Millinin in’ikadından evvel sulhnameyi imza ile milleti bir emrivaki karşısında bulundurmak niyetinde olduğu memul bulunmuş olduğundan” Tüm bu nedenlerle Mus- tafa Kemal, Ferit Paşa ve Hükümeti’ne güvenmemekte, hükümetten çekilmesi için her yolu denemektedir: Nite- kim Ferit Paşa’ya 11/12.Eylül.1919’da çektiği telgrafta bu güvensizliğini açıkça dile getirir ve hükümeti, yurdu, ulusun haklarını ve kutsal her şeyi ayaklar altına almak- la ve Padişah hazretlerinin yüksek şeref ve onurlarını kır- makla suçlar: “Vatan ve milletin hukuk ve mukaddesatı- nı payimal ve zâtı hazreti padişahinin şeref ve haysiyeti mülûkânelerini ihlâl ile teşebbüsat ve harekâtı gafilâneniz tahakkuk eylemiştir.ØMilletin padişahımızdan başka hiç- birinize emniyeti kalmamıştır.² (Atatürk, 1971:139). Mustafa Kemal, Ferit Paşa Hükümeti’ne güvensizliğini padişaha gönderdiği telgrafta da dile getirir ve “Zâtı akde- si cenâbı hilâfetpenahîler ile saltanatı seniyelerine bir ubu- diyeti müebbede ile merbut olan millet namına ve lâyezel olan sadakati ebediyemize istinaden maruzatı âtiyemizin ref’ine cür’etyap oluyoruz² (Vesika 97) ya da günümüz Türkçesi ile “Hâlife olan siz kutsal kişiye ve yüce salta- natınıza sonsuz bir kulluk duygusuyla bağlı olan millet adına ve hiç sönmeyecek sonsuza dek sürecek olan sadıklı- ğımıza dayanarak aşağıdaki dileklerimizi sunma cesaretini buluyoruz.² şeklindeki bir girişin ardından, Ferit Paşa’yı padişaha şikayet ederek, Kanuni Esasî hükümlerine göre seçimlerin yapılarak yeni bir hükümetin kurulmasının sal- tanat ve milletin selametine olduğunun altını çizmekte- dir. Yine Nutuk’tan öğrendiğimize göre, Padişah Vahdet- tin de 20 Eylül’de yayınladığı bildiri de, Kanuni Esasî’nin 309 Mete K. Kaynar gereği olarak seçimlerin yapılacağını dile getirir. Yukarıdaki açıklamalardan da anlaşılacağı gibi, Ankara’nın seçim için ısrar etmesine kaşın İstanbul’un se- çim yapmaması gibi bir durum yoktur. Mustafa Kemal, seçimlerin düzenlenmesi ile ilgili olarak bir sonraki Hü- kümet Başkanı Ali Rıza Paşa ve özellikle Harbiye Nazı- rı Cemal Paşa ile irtibata geçmiş, hattâ Mustafa Kemal, hükümetin yenilenmesi ve takip edilen yolda isabet ve muvaffakiyet olduğunu belirterek (Atatürk, 1971, 219) padişaha teşekkürlerini sunan bir telgraf çekerek şöyle der: Sadayı milleti boğmak surelile memleketin her tara- fından yükselen feryadı umuminin hakipayi şaha- nelerine vusulünü menederek hem milletini, hem padişahını iğfal etmekten çekinmemiş olan sabık kabinenin müracaat ve şikâyeti millîye üzerine ıs- katile yerine metalibimillîye dairesinde temşiyeti umur edecek bir heyeti vükelâ ikame buyurulması, milletin süddei seniyelerine karşı olan ubudiyet ve sadakati mevrusesini teyit etmiş olmakla şükranı umumiyi bütün milleti mutiaları namına atabei fe- lekmertebei şehriyarilerine ref’e cür’etyap oluruz. Katıbei ahvalde emrü ferman şevketlü, kudretlû, mehabetlû hilâfelpenah Efendimiz hazretlerinindir.” (Vesika 138) Ali Rıza Paşa ise, padişahın, Heyeti Temsiliye’nin bu mesajından duyduğu memnuniyeti Mustafa Kemal’e de iletmiştir (Vesika 139). Belirtmek gerekiyor ki seçimler ile ilgili olarak Ankara ile İstanbul arasındaki temel so- run, seçimlerin yapılıp yapılmamasından çok, seçimlerden sonra meclisin nerede toplanması gerektiği konusunda ya- şanmıştır.

310 Tarihin İnşâsı ve Siyaset $ISIPLINSIZØaERKESØ%THEMØaETESI

Özakman’a göre Doğu Cephesi komutanı Kazım Kara- bekir, T.B.M.M’nin kararı üzerine harekete geçerek Erme- nileri yenmiş, Doğu sınırını güven altına almıştır. Fakat bu kez de Batı cephesinde sorun çıkmıştır; disiplinsiz çe- telerin ordu çatısı altına alınması için çalışılırken, “Kuvayı Seyyare” adı verilen en kalabalık çetenin komutanı Ethem ve kardeşleri orduya bağlanmak istemez ve isyan ederler. Burada da Özakman’ın, yine, resmin tamamını görme- ye çalışmak yerine kitabı yazmaktaki temel amacı üzerine odaklandığı görülmektedir: Yerli kahramanlar onlara an- latılmadığı için yabancı kahramanlara imrenen Türk genç- liğinin bu konudaki susuzluğunu gidermek, şaşırtıcı bir resmî tarih destanı yazmak. Bu yüzden de Özakman, kita- bında, Çerkes Ethem ve Mustafa Kemal arasında cereyan eden olayları, her ikisi de Millî Mücadele’yi kendi çevre- sinde, kendi önderliğinde örgütlemeye çalışan iki kişi ara- sındaki bir güç mücadelesi olarak ele almaz. Özakman’ın kurguladığı tarih senaryosunda Mustafa Kemal ve bera- berindekilere çılgın/kahraman rolü verildiği için, onun- la hem fikir olmayan ve onunla güç mücadelesine giren herkes de hâin ve çete reisi rolünü oynamak zorundadır. Çünkü Özakman’ın tarih kurgusunda tarihin akışı ve olu- şumu, siyaset bilimi ve sosyolojinin dinamikleri ile değil, kahramanlık-hâinlik dizgesinde belirebilmektedir. Bu konu ile ilgili olarak vurgulanması gereken birkaç nokta daha vardır: İlk olarak, savaşı yürütecek ordunun seyyar güçlerden mi oluşturulması gerektiği, yoksa düzen- li ordu birliklerinin mi daha etkili olacağı, o dönemde, sadece Çerkes Ethem’in değil, ordunun tüm üst kademe- sinin ilgilendiği bir konu olmuştur. Ordunun komuta kademesi, her iki teknikle ilgili farklı görüşler belirtmiş,

311 Mete K. Kaynar hem düzenli ordu kurmanın zorlukları, hem de milis güç- lerine dayanarak savaşı örgütlemenin sakıncaları masaya yatırılmıştır. İkinci olarak ise, Kutay’ın (1973) da vur- guladığı gibi, seyyar birliklerle savaşın sürdürülmesinin daha doğru bir taktik olacağı düşüncesi de sadece Çer- kes Ethem’e ait değildir. Örneğin, Fuat Paşa da Çerkez Ethem’le benzer görüşleri taşımaktadır: Mustafa Kemal, 08.Ekim.1920’de Ankara garında trenden inen Garp Cep- hesi Komutanı Fuat Paşa’yı omzunda filinta ve Kuvayı Millîye kıyafetleri içerisinde gördüğünde, Ethem’in temsil ettiği görüşlerin ordu içerisinde ne kadar da yaygınlaşmış olduğu kanâatin vardığını belirtir (Atatürk, 1971504). Benzer şekilde Mustafa Kemal (1971:495), yine Nutuk’ta, mecliste, ordudan yarar olmadığı, dağılması gerektiği ve Kuvayı Millîye tarzında bir örgütlenme ile savaşa devam edilmesi gerektiği düşüncelerin oldukça güçlü bir şekilde savunulduğunu belirtmektedir. Nitekim daha sonra Fuat Paşa Çerkes Ethem ile yakınlığından dolayı ve Gebze ye- nilgisinden sorumlu tutularak, cephe görevinden alınacak ve Moskova’ya büyükelçi olarak tayin edilecektir.78 Henüz düzenli ordunun tam anlamıyla kurulamadığı ve Osmanlı’dan kalan askeri birliklerin de -Mustafa Kemal’in .UTUK’taki ifâdesi ile Osmanlı’nın kalıntısı sayılabilecek yorgun ve bitkin (Atatürk, 1971:467) askerlerin de-yeni bir savaşı sürdürebilecek güçte olmadığının anlaşıldığı bir ortamda, Ethem’in başını çektiği milis güçleri, direnişin sürdürülebilmesinde hayli etkili olmuşlar, Çerkes Ethem bu askeri gücü siyasî güce tahvil etmeye çalışarak, yine Mustafa Kemal’in ifâdesi ile “Ankara’yı etkilemeye” ça- lışmıştır. Mustafa Kemal ise askeri alanda seyyar birlikle- ri muntazam birliklere bağlamaya ve onları düzenli ordu

78 Bu konu ile ilgili değerlendirmelerle ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Aydemir, 1973b, 149-154). 312 Tarihin İnşâsı ve Siyaset içinde eritmeye çalışarak, siyasî alanda ise Yeşilordu ve Halk Şûrâlar Fırkası gibi siyasî oluşumların üzerine gide- rek Çerkes Ethem’in siyasî ve askeri gücünü bertaraf etme- ye çalışmış; nitekim başarılı da olmuştur. Bir başka ifâde ile ordunun seyyar birlikler etrafında örgütlenmesi, Ku- vayı Seyyarelerin güçlendirilmesi Çerkes Ethem’e, ordu- nun muntazam birlikler hâlinde örgütlenmesi ise Mustafa Kemal’e ciddi bir siyasî güç sağlayacak ve böylece Mustafa Kemal ordudaki gücüne dayanarak Ankara üzerinde etkili olmaya çalışan/çalışacak tüm alternatif güç odaklarını ber- taraf edebilecek yeni, potansiyel alternatif siyasî güçlerin ise ortaya çıkmasını engelleyebilecekti. İşte bu nedenle de gerek ordu, gerekse de Ankara üzerinde siyasî güç sahibi olmayı hedefleyen her iki önder de orduyu, Millî Mücade- le içersinde kendi siyasî güçlerini maksimize edecek tarz- da örgütlemeye çalışıyorlardı. Özetle, siyasî ve sosyolojik olarak olayı analiz ettiğimizde, Millî Mücadele’nin askeri ve siyasî örgütlenmesi konusunda fikir ayrılığında olan ve bu anlamda birbiriyle çatışan iki gücün olduğunu ve bu çekişme ve çatışmadan Mustafa Kemal’in galip çıktığını söylemek mümkündür: Seyyar birliklerin güçlendirilmesi ya da düzenli orduya bağlanması gerektiği tartışmaları ise sadece bu güç mücadelesinin bir konusu, bu güç mücade- lesinin yansıdığı bir alan olarak ele alınmalıdır. Ne Mus- tafa Kemal’in Çerkes Ethem’e ihanet ettiğinden, ne de, Özakman gibi, Çerkes Ethem’in Mustafa Kemal’e ihanet ettiğinden bahsetmek mümkündür. %GEMENLIKØ+AYÍTSÍZØÝARTSÍZØ-ILLETINDIR Özakman’a göre: …fidan hâlindeki ordu, canını dişine takarak Yu- nanlıları püskürtür, sonra da orduyla çatışmaya yel- tenen asi Ethem’in kuvvetini ezip dağıtır… Yoktan var edilmiş ordunun hıyanete ve düşmana karşı ka- zandığı bu ikiz başarının iç ve dış tesiri büyük olur… 313 Mete K. Kaynar

Halkın orduya ve Meclis’e desteği artar. Millî iktidar daha da güçlenir. Ankara’da aylardır… devam eden tartışmalar son bulur ve Meclis anayasa tasarısını kabul eder. Tasarıdaki bir hüküm, doğrudan rejimle ilgilidir, saltanatçıları ve hâlifecileri telaşlandırır ama her vakti gelmiş düşünce gibi onu da durdurmak ar- tık mümkün değildir, anayasada yerini alır: “Ege- menlik kayıtsız şartsız milletindir” Bu hüküm mille- ti, Allah’ın gölgesi olarak nitelenen padişahın kulu olmaktan çıkarıp devletin sahibi ve yurttaş yapıyor, laikliğin temelini atıyordu. (Özakman, 2005:25).

Özakman, bu ifâdesine bir de dipnot eklemiştir. 27 nu- maralı dipnotta Özakman, (egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu hükmünün), “…saltanatçılarla birlikte Kazım Karabekir Paşa’yı da rahatsız²Øettiğini belirtmekte Ø Kazım Karabekir içinse ±Cumhuriyet’ten sakınılmasını tavsiye edecektir.² iddiâsında bulunmaktadır; Özakman bu iddiâsına delil olarak Nutuk’u gösterir; Nutuk’un ilgili bölümlerine referans verir. Özakman’dan yapılan yukarıdaki alıntıya göre, 85 Nu- maralı Kanun ile 20.Ocak.1337 (1921) tarihinde kabul edilen Teşkilatı Esasîye Kanunu’nun Birinci maddesi olan “Hâkimiyet bila kaydüşart milletindir. İdare usulü halkın mukedderatını bizzat ve bilfiil idare etmesi esasına müste- nittir.² hükmü ile T.B.M.M, hilafetçi ve saltanatçı birkaç üyesinin ve Kazım Karabekir’in telaşlanmasına ve kararı eleştirmesine karşın, ülke sınırları içerisinde yaşamakta olan bireyleri, Allah’ın gölgesi olarak nitelenen padişahın kulu olmaktan çıkarıp, devletin sahibi ve yurttaşı hâline getirilmek istemiş ve meclis bu hüküm yoluyla laikliğin temelini atmıştır. Oysa Nutuk’ta da belirtildiği üzere mecliste geçen olay- lar ve tartışmalar tam da bu şekilde olmamıştır. Musta- fa Kemal olayların gelişimini şu şeklide özetler: Meclis

314 Tarihin İnşâsı ve Siyaset 23.Nisan.1920’de açılmış, meclisin açılışını takip eden günlerdeki konuşmasında belirttiği genel ilkeler hükü- met tarafından pratikte uygulamaya sokulmuştur. Yine bu tarihlerde Hukukî Esasîye Encümeni kurulmuş ve yeni bir anayasanın yazılması çalışmalarına başlanmıştır. 1921 Anayasası’nın kabulü ile meclisin açılışı arasındaki bu yak- laşık dokuz aylık fark ise Hukukî Esasîye Encümeni’nin çalışmaları ile geçmiş ve encümen, çalışmalarını, aynı yı- lın Ağustos ayı içerisinde bitirerek hazırladığı yasa tasarı- larını “"üyük Millet Meclisi’nin Şekil ve Mahiyetine Dair Mevvadı Kanuniye” başlığı altında, T.B.M.M’ye getirmiş- tir. Encümenin kararları ivedilikle mecliste görüşülmeye başlanmıştır. Encümenin görevi T.B.M.M’nin şekil ve niteliğine ilişkin temel kanunları hazırlamaktır. Mustafa Kemal ise gerek encümenin kararlarından, gerekse de encümenin ka- rarları ile ilgili mecliste yürütülen tartışmaların aldığı şe- kilden pek de memnun değildir; fakat gerek bu kararlar ve gerekse de bu konu ile ilgili olarak mecliste geçen tartış- malar, I. T.B.M.M’nin hem “egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olması” hükmünden ne anladığını, hem de mil- letvekillerinin meclisi nasıl tanımladığını göstermesi açı- sından hayli önem taşımaktadır. Encümen Tutanakları’na göre T.B.M.M’nin kalıcı bir kurum olması dahi henüz düşünülmemekte, bu konuda net bir tavır ortaya kon- mamaktadır; çünkü padişah ve hâlife esir durumdadır. Encümen, Mustafa Kemal’in Nutuk’ta da alıntı yaptığı sözleri ile “Hâlife ve padişahın esareti ve hadisatı saire- ninde telâhukundan tahassul eden zaruretin sevku ilcasile teşekkül eden Meclisimizin, ebediyen bugünkü şekilde istimrarını kabul etmek, hâd ve istisnaî vaziyetlere şekli tabîî”Ø vermenin mümkün olamayacağı düşüncesindedir. T.B.M.M üyelerinden oluşan bu encümenin kararlarına

315 Mete K. Kaynar göre, meclisin doğal şekli bu olağanüstü durum ortadan kalkınca (yani padişah ve hâlife esaretten kurtulunca) şe- killenecektir. Encümen kararları doğrultusunda mecliste yapılan tar- tışmalar da encümen kararlarından çok da farklı bir noktada değildir. Hattâ mecliste yürütülen tartışmalarda vekiller, encümen kararlarını o kadar doğal karşılarlar ki tartışma- lar, encümenin sunduğu kanun teklifinin birinci madde- sinin başına “…hilâfet ve saltanatın ve istiklâli vatan ve milletin istihlâsına kadar” sözünün eklenmesi gerektiği ve meclis ancak o esaretten kurtulunca doğal ve nihai şekline kavuşacak kişi/kurumun hukukun diliyle tanımlanması noktasına gelir. İşte Özakman’ın ±¨bazı hilafetçileri ve saltanatçıları telaşlandırdı.” dediği tartışmalar da bu olsa gerektir. Fakat tartışmalar Özakman’ın kurguladığı gibi hilafetçi/saltanatçı ve cumhuriyetçiler arasında geçmez; ağırlıklı olarak, hâlife ve padişah kelimelerinin ikisi bir- den mi hukuk metninde geçsin düşüncesinde olanlar ile hâlife sözcüğü yeterli zâten o padişah sözcüğünü de kapsa- maktadır düşüncesinde olanlar arasında geçer. Yukarıda belirtildiği gibi Mustafa Kemal de gerek encümenin kanun tekliflerinden, gerekse de meclisteki tartışmalardan hoşnut değildir. Meclisin büyük bir ço- ğunluğu da Mustafa Kemal ile benzer görüşte olup, salta- natın ve padişahlığın tarihsel fonksiyonlarını tamamladığı görüşünü paylaşmamaktadır. Mustafa Kemal (Atatürk, 1971:565- 566) bu düşüncelerini Nutuk’ta şu kelimelerle dile getirir: Bu münakaşalar günler ve günlerce devam etti. Muarazada bulunan fikirlerden biri sarih idi. Hâlife ve padişah vardır ve var olacaktır. O mevcut olun- ca bugünkü vaziyet, şekil, salâhiyet muvakkattır, makamı hilâfet ve saltanat, icrayi faaliyete fırsat bulunca, teşkilâtı siyasîye ve esasîyenin ne olduğu 316 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

muayyendir, malûmdur. O noktai nazardan yeni bir şey tasavvur etmek mevzuubahs değildir. Makamı hilâfet ve saltanatın icrayi faaliyetini temin edinciye kadar, Ankaraya toplanmış olan birtakım insanlar, muvakkat tedbirlerle çalışacaklardır. “Buna muarız olan fikirde vuzuh yoktu. “Saltanat, millete intikal etmiştir; saltanat kalmamıştır; hilâfet de, saltanat demektir; binaenaleyh onun da hikmeti mevcudiye- ti yoktur” tarzında açık ve sarih konuşulamıyordu. Otuz yedi gün sonra, 25 Eylülde bir celsei hafiyede Meclise bazı izahatta bulunmayı faydalı addettim. Cari efkâr ve hissiyatı tatminden sonra, başlıca şu mütaleatı serdetmiştim.

Nutuk’ta padişahlık ve hâlifeliğin artık millete intikal ettiği düşüncesini açıkça belirtmesine karşın Mustafa Ke- mal, T.B.M.M’nin 25 Eylül’deki gizli oturumunda yaptı- ğı konuşmada, padişahlık ve hâlifelik sorununu ileriki bir zamana ertelemeyi salık vermiş, bugün böylesi bir sorun çözülmeye çalışılırsa işin içinden çıkılmasının zor olaca- ğını belirtmekle yetinmiştir. Bir başka ifâde ile Mustafa Kemal’in kendisi dahi, meclisteki o tartışmaların ardın- dan, padişahlığın ve hâlifeliğin gereksizliği konusunda gerçek düşüncelerini tüm açıklığı ile söylemeyi siyaseten doğru bulmamıştır. Mustafa Kemal’in meclis oturumun- daki konuşması şu şekildedir: Türk milletinin ve onun yegâne mümessili bulunan Meclisi Alinin, vatan ve milletin istiklâlini, hayatını temin için çalışırken; hilâfet ve saltanatla, hâlife ve sultanla bu kadar çok meşgul olması mahzurludur. şimdilik, bunlardan hiç bahsetmemek menafii âliye iktızasındandır. Eğer maksat, bugünkü hâlife ve pa- dişaha muhafazai merbutiyet ve sadakat edildiğini ifâde ve teyit etmekse, bu zâthâindir. Düşmanların, vatan ve millet aleyhinde vasıtasıdır. Buna hâlife ve padişah deyince millet, onun emirlerine muta- vaat ederek düşman amalini yerine getirmek mec- buriyetinde kalır. Hâin veyahut makamının kudretü salâhiyetini kullanmaktan memnu olan zat, zâten 317 Mete K. Kaynar

padişah ve hâlife olamaz. O halde, onu haledip yeri- ne derhal diğerini intihap ederiz. Demek istiyorsanız, buna da, bugünün vaziyet ve şeraiti müsait değildir. Çünkü hal’i lâzım gelen zat, milletin nezdinde de- ğil, düşmanların elindedir. Onun vücudunu keenlem yekün addederek diğer birine biat edilmek tasavvur olunuyorsa, bugünkü hâlife ve sultan hukukundan feragat etmiyerek İstanbuldaki kabinesile, bugün ol- duğu gibi muhafazai makam ve idamei faaliyete de- vam edebileceğine nazaran, millet ve Meclisi Ali, asıl maksadını unutup hâlifeler davasile mi uğraşacak? Ali ile Muaviye, devrini mi yaşıyacağız? Hulâsa, bu mesele vâsi, nazik ve mühimdir. Halli, bugünün işlerinden değildir. Meseleyi esasından halle girişe- cek olursak, bugün içinden çıkamayız. Bunun da zamanı gelecektir. Bugün vazedeceğimiz esasatı ka- nuniye, mevcudiyet ve istiklâlimizi kurtaracak olan Millet Meclisini ve millî hükûmeti takviyeye matuf mana ve salâhiyeti zamin ve natık olmalıdır.

Özetle mecliste geçen tartışmalara ve Mustafa Kemal’in bu tartışmalardan yola çıkarak nutkunda söylediklerine göz atıldığında, ne yeni Anayasa’nın, ne de bu Anayasa’nın egemenliğin kayıtsız şartsız millette olduğu hükmünün, o dönemde toplanan meclis üyeleri için laiklik ve padi- şahlığın kulu olmama anlamına geldiği görülmektedir. Aksine, yine Mustafa Kemal’in (1971:565) de tespit et- tiği gibi, Ağustos 1920’de (yani yeni anayasanın hazırlık çalışmalarının yapıldığı, anayasanın kabulünden yaklaşık 5 ay önceki dönemde) T.B.M.M, hâlâ kendinin kalıcı bir kurum olup olmadığı tartışılmakta ve nihai şeklini padi- şah ve/veya hâlifenin esaretten kurtulmasının ardından al- ması gerektiğini ileri sürmektedir. Fakat Nutuk’u ve Gizli Celse Zabıtları’nı kitabının temel kaynakları bölümünde zikreden Özakman için bu tarihsel gerçeklerin pek bir önemi yoktur. Tarihteki gerçekler farklı olabilir; olsun, önemli olan tarihsel gerçekler değildir zâten. Özakman

318 Tarihin İnşâsı ve Siyaset için önemli olan kendi yarattığı kurgu-tarihteki kurgu- T.B.M.M’nin üyelerinin/kahramanlarının, 1921 Anaya- sası ile padişahın kulu olmaktan çıkmayı arzuladıkları ve laikliğin temelini attıkları kurgu-gerçeğidir. Özakman’ın bu konuyla ilgili dipnotu da ayrıca önem taşımaktadır ve bizlere Şu Çılgın Türkler isimli kitapta dipnotların ne işe yaradığını göstermektedir: Yazar, daha önce de belirtildiği gibi, Kazım Karabekir Paşa’nın da egemenliğin kayıtsız şartsız millete olması ilkesinden ra- hatsızlık duyduğunu ve Cumhuriyet’ten sakınılması ge- rektiğini tavsiye ettiğini belirttikten sonra, bu konuyla ilgili iddiâsını kanıtlamak için Nutuk’un bu konudaki bölümlerine referans vermektedir. Oysa bu olay da tam olarak Özakman’ın belirttiği şekilde gerçekleşmemiştir. .UTUK’un, Özakman’ın referans gösterdiği ve Mustafa Kemal’in Kazım Karabekir ile olan yazışmalarını açıkladı- ğı sayfalarından da anlaşılmaktadır ki, Kazım Karabekir, Mustafa Kemal’e Cumhuriyet yönetimine geçilmemesini değil, eğer hükümet şeklinin değiştirilmesi savunuluyor- sa, bu kararın şimdilik bir parti programı şeklinde kal- masının daha doğru olacağını ve hükümet şekli ile ilgili asıl kararın, Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemi- yeti merkezlerinin ve asker ve sivil ileri gelenlerin görüş- leri alındıktan sonra verilmesi gerektiğini belirtmektedir (Atatürk, 1971:597- 598). Nutuk’un Özakman’ın alın- tı yaptığı sayfaları arasında kalarak belirtmek gerekirse, Cumhuriyet yönetiminin zararlarından bahseden Kazım Karabekir değil, Anadolu ve Rumeli Mudafaa-i Hukuk Cemiyeti, Erzurum Heyeti Merkeziyesi’nden Hoca Raif Efendi’dir. Hoca Raif Efendi, Kazım Karabekir’in karar- gahına giderek, “Büyük millet meclisinde teşekkül eden Müdafaa-ii Hukuk Grubu maksadının hilafet ve saltanat şeklinin Cumhuriyete inkılabını istihdaf eylediği mahsus-

319 Mete K. Kaynar tur.² diyerek böyle bir karara karşı olduğunu belirtmiştir. Kazım Karabekir ise -yine Mustafa Kemal’in (1971:597) de .UTUK’ta vurguladığı gibi- 11.Temmuz.1921 tarihin- deki şifreli telgrafıyla Hoca Raif Efendi ile arasında ge- çen görüşmenin içeriğini Mustafa Kemal’e bildirmiştir. Özakman, Mustafa Kemal’in Kazım Karabekir’e yönelik eleştirilerinden esinlenerek (kesinlikle yola çıkarak değil), Kazım Karabekir’in o dönemde saltanatçılarla beraber egemenliğin millete ait olmasından rahatsızlık duyduğu- nu çıkarıyorsa Özakman yine yanılmaktadır. Çünkü Mus- tafa Kemal’in bu konudaki eleştirisi, Kazım Karabekir’in Cumhuriyet kurulduktan sonra da Cumhuriyet’in ilanının kendi görüşleri alınmadan karara bağlandığı noktasında- dır; asla egemenliğin millete ait olması tartışmaları ile ala- kalı değildir. Özakman’ın dipnotlarıyla ilgili olarak, yukarıda ve daha ileride yapılacak açıklamalar da altını çizmektedir ki Özakman’nın dipnotları, konu ile ilgili ilave açıklama- lar yapmak ve okuyucuyu bilimsel araştırma ve kanıtlara yönlendirerek kendi analizlerine dayanaklar sunmaktan çok, kendi kurgu-tarihine bilimsellik makyajı yapmak ve ardından da oluşturduğu bu kurgu tarih senaryosu- nun kahramanlarına tekrar sahici tarihsel kişilikler süsü vermek amacı taşımamakta; Özakman dipnotlarını bu amaca yönelik bir dramaturjik teknik olarak kullanmayı tercih etmektedir. Aksini düşünmek mümkün dahi değil- dir; çünkü aksini düşünmek demek, Turgut Özakman’ın .UTUK’tan okuduğu iki sayfayı bile anlayamadığını iddiâ etmek demektir ki bu da doğru bir analiz olmayacaktır. Özakman’ın dipnotlarının gerçek işlevini göstermesi açı- sından başka bir örnek de Ali İhsan Paşa’nın Birinci Ordu Komutanlığı’ndan alınmasından -ki daha sonra Nurettin

320 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Paşa79 bu göreve atandı-sonra Kazım Paşa’nın Refet Paşa ile ilgili konuşması ile ilgili olarak verilen referanslardan yola çıkılarak verilebilir. Özakman, Refet Paşa’nın Yunanlıla- rın güçlendiğinden hareketle İngilizlerle bir an önce anlaş- ma yapılması gerektiği için Birinci Ordu Komutanlığı’nı reddettiğini belirtmekte ve bu konu ile ilgili olarak bir dipnot ile okuyucuyu kaynaklara göndermektedir. Muh- temeldir ki Özakman sıradan okuyucuların bu dipnotları inceleyeceğini, inceleseler de konu ilgili olarak referans verdiği birçok kaynakta bu konu ile ilgili olarak nelerden bahsedildiğini karşılaştırmayacaklarını düşünmektedir: Peki neden vermektedir bu dipnotları? Bu konuda tek bir nedenden bahsedilebilir: Özakman’ın kendi yarattığı des- tanın kahraman ve hâinlerine gerçek tarihsel dayanaklar verdiği imajı uyandırmak. Nitekim bu konuşmaya referans verilen Büyük Taarruza Hazırlık Notları’nın 84. dipnotu- na bakıldığında, adı geçen birçok kaynağın konu ile ilgili olmadığı ya da kaynaklardaki bilgilerin konuyla alakalı olmadıkları, saptırıldıkları görülmektedir. İlgili dipnot açıldığında Refet Paşa’nın İngiliz Binbaşı’sı J. D. Henry ile İnebolu’daki görüşmesi ile ilgili olarak bakmamız tav- siye edilen bir çok kaynak sıralanmaktadır. Metinden ve metne iliştirilen dipnottan anlaşılan, verilen kaynakların Refet Paşa’nın Yunanlıların güçlenmesi karşısında İngi- lizlerle bir an önce anlaşma yapılmasını tavsiye ettiği ve bu nedenle Birinci Ordu Komutanlığı’nı kabul etmedi- ği şeklindedir. Oysa referans verilen Nutuk’un-Özakman 1934 baskısını kullanmıştır-ikinci cildinin ilgili sayfala- rında, Mustafa Kemal (1971:642- 644) şu açıklamalarda bulunmaktadır:

79 Nurettin Paşa’nın Millî Mücadele içersindeki rol ve işlevi hayli tartışmalıdır. Mecliste Paşa’nın icraatları tartışılmış, bu konuda soru önergeleri dahi verilmiştir. Mustafa Kemal’in bu konu ile ilgili meclis konuşması için ayrıca Bkz.: (Öztürk, 1992:717-721). 321 Mete K. Kaynar

1337 senesi zarfında, muhtelif devletlerle resmî ve gayrı resmî birtakım temaslar vuku buluyordu. Türk- Rus temas ve münasebatı müsbet bir istikamette in- kişaf ediyordu. Fransızlardan maada, İtalyanlar ve İngilizlerle de temaslar olmuştur. 1337 senesi Ha- ziranında suitefehhümü mucipolmuş bulunan bir meseleyi zikredeceğim. 13.Haziran.1337 de Kuvayi İtilafiye Başkumandanı General Harringtonun mu- karribininden olduğunu ifâde eden Binbaşı Henry ve Shturton namında iki zabit motörle İneboluya gel- diler. Bu zabitler; General Harrington tarafından şu tebligatta bulundular. Ben, bir torpido ile İneboludan İstanbulda Boğaziçinde Harringtonun yalısına gide- yim. Orada General ile sulh esasatı üzerinde anla- şayım. İngilterenin istiklâli tammmızı kabul ettiğini ve Yunanlıların topraklarımızdan çıkarılacaklarını ve mesaili saire üzerinde münakaşanın mümkün olduğunu söylemişler. Bu zabitlere verilen cevapta, benim İstanbula gitmiyeceğim ve General Harring- tonun İneboluya gelip o sırada orada bulunan Refet Paşa ile görüşmesinin münasip olacağı bildirilmişti.

Mustafa Kemal’in sözlerinden de anlaşıldığı gibi, .UTUK’un ilgili sayfalarında Refet Paşa’nın Birinci Ordu Komutanlığı’nı reddetmesi ile ilgili hiçbir bilgiye olma- dığı gibi, bu bilgilerden yola çıkarak Refet Paşa’nın İn- gilizlerle barış yapılmasını tavsiye ettiğini de çıkarmak mümkün değildir. Aynı konu ile ilgili olarak Özakman bizi, Sabahattin Selek’in Anadolu İhtilali adlı çalışmasına da göndermek- tedir. Kitabın ilgili sayfalarına (Selek, 1973:147) göz atıldığında Selek’in de bu konu ile ilgili hiçbir bilgi ver- mediği göze çarpmaktadır: Selek, kitabının Özakman’ın referans verdiği 147. sayfasına Refet Bey başlığını atmıştır ve bu sayfada Refet Bey’in Amasya tamimine nasıl istek- sizce imza koyduğu; Paşa’nın böylece Kuvayı Millîye’nin önemli Paşaları arasında yer alabildiği; Refet Paşa’nın

322 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Mustafa Kemal’e aslında pek de fazla güvenmediği; Millî Mücadele’ye zorlanarak itilmiş olduğu; Refet Paşa’nın kurnaz olduğu; kendini akıllı sandığı vb. ile ilgili bir çok bilgi vermiştir. Fakat kitapta, Refet Paşa’nın ne Birinci Ordu Komutanlığı’nı kabul etmemesinin nedenlerinden ne de İngilizler ile bir barış anlaşması yapılması gerek- tiğini düşündüğünden bahsedilmemektedir. Peki, soruyu tekrar soralım, o zaman Özakman bizi bu kaynaklara ne- den göndermektedir?

Ø!ÛUSTOSØØ Ø3ALÍØVEØØ!ÛUSTOSØ 0ERÞEMBEØ'~NLERINDEØ4OPLANANØ-ECLISØ'IZLIØØØØØØØØØØØØØ /TURUMLARÍØ

“Belgelere dayalı gerçek olgu ve olayların” (Özakman, 2005:9) romanını yazdığını iddiâ eden ve “hiçbir şeyi abartmadım, küçültmedim de” diyerek olayları olduğu gibi aktardığını iddiâ eden Özakman’ın, 02.Ağustos.1921 tarihinde toplanan meclis gizli oturumu ile ilgili yazdığı senaryo, kurgu-tarih, Özakman’ın tarih ve belgelerden na- sıl senaryo ve kurgular yarattığını, meclis gizli oturumu- nu senaryosuna taşırken, satır aralarında nasıl kahramanlar (ve tabîî ki o kahramanların kahramanlıklarını anlamayan hâinler) yaratmaya çalıştığına dair güzel bir örnektir. O günkü meclis toplantısını önce Özakman’ın satırlarından özetleyerek seyredelim: Gizli oturum başladı. Tarih 2 Ağustos 1921’i göste- riyordu. Rıza Nur elini kaldırdı. “Buyurun” Rıza Nur Kürsüye geldi: “Efendim! Açık oturumda konuşan arkadaşların arz ettikleri gibi cephede bütün birlikleri gezdik…. Ordu 323 Mete K. Kaynar

sayıca yetersizdir ama elde kalan çekirdek…Savaşa hazırdır…bir çok noksanlık ve eksiklik vardır…şim- di onları arz edeceğim…” Meclis derin bir sessizlik içinde dinliyordu. Rıza Nur ordunun yoksulluğunu anlatmaya başladı: “…Askerin ayağında çarığı yok… yüzde yirmisinin süngüsü yok… Fevzi Paşa Hazretlerini… tanırım… yurtsever… bir insandır. Ama kanâatimce… görevi- ni hakkiyle yapmamıştır.” Fevzi Paşa’nın yüzü soldu. “…Şu anda üç görevi var. Bakanlar Kurulu’na baş- kanlık ediyor, Genel Kurmay Başkanı İsmet Paşa cephede olduğu için ona vekalet ediyor ve Millî Sa- vunma Bakanı! Bu üç önemli görev neden bir kişide toplanmış bu ne hırs?” Fevzi Paşa Yanında oturan Adalet Bakanı Refik Şev- ket İnce’ye ”bu görevleri ben mi istedim..” diye ya- kındı, “.. Meclis verdi.” Rıza Nur Bey’in sesi sertleşiyordu: “.. Bakanlar Kurulu da çok ağır davranmış, o da bu konuda adaletsizlik göstermiştir..” Yer yer alkışlar duyuluyordu “.. Taşıt araçları yetersiz…on-on beş gün içinde or- duyu Sakarya’da tutunacak hale getirmezsek…kay- bederiz. İsmet Paşa Hazretlerini… seven… insanım. Meziyet ve faziletleri de yüksektir. Fakat olağanüstü hallerde olağanüstü önlemler gerekir. Ordunun ba- şına..” Mersin Milletvekili Emekli Albay Selahattin Köseoğ- lu acele etti oturduğu yerden “M. Kemal Paşa geç- sin” diye bağırdı. Meclis dalgalandı. Köseoğlu başlangıçta M. Kemal’in çevresinde toplanan komutanlar arasında yer almış- tı. Ama bir takım adamı değildi… Meclisteki tutucu- lara katılmıştı. Beklenmeyen bir öneriydi bu…M. Kemal dikkat ke-

324 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

sildi Rıza Nur Bey eliyle M. Kemal Paşa’yı gösterdi: : “…evet, bizim reisimiz tam bu işin adamıdır…” Özellikle birkaç muhâlif bu sözleri şiddetle alkışla- dı…Trabzon Milletvekili Hüsnü Gerede kuşkulan- dı…bu öneriyi muhâliflerin desteklemeleri kuşkusu- nu artırdı. Neydi bunların amacı? Fevzi Paşa konuşmasını bitirip de kürsüden inen Rıza Nur Bey’e, “Sana yazıklar olsun..” diye bağırdı, sinirden bıyıkları dikilmişti… Dr. Rıza Nur cevap vermeden yerine geçip oturdu “Söz Vehbi Bey’in. Buyurun” “Ben de yanlışlık ve noksanlıklardan bahsedece- ğim..” “Bravooo!” “.. Birincisi aylık sorunu…” Birinin bunun sebebi ne, sorumlusu kim diye sorma- sı Fevzi Paşa’yı çok sinirlendirdi… “Hazinede para olmadığını…bilmiyor musun?” Meclis daha da dalgalanıp gerildi… “Devam edin Vehbi Bey” “Ediyorum Efendim… Uğultu ve tepkiler gittikçe çoğalıyordu…Ankara Mil- letvekili Şemsettin Bayramoğlu Efendi’nin gözleri dolmuştu. “Aman yarabbi..” diye sızlandı, ordu ne haldeymiş. “.. Ama biz inanıyoruz ki.. M. Kemal Paşa…başko- mutanlığı kabul ederse ordu canlanır. Mustafa Kemal Paşa susuyordu.(Özakman, 2005:231- 234) Şimdi de İş Bankası tarafından yayınlanan Gizli Celse Zabıtları’nın (1999:131- 144) İkinci Cildinden yararla- 325 Mete K. Kaynar narak o günkü T.B.M.M gizli oturumuna daha yakından bakalım: Meclis Mustafa Kemal tarafından saat 3:15’de açılmış ve Rıza Nur Bey kürsüye gelerek meclise, cephe ile ilgili olarak hazırladıkları raporları hakkında izahat vermeye başlamıştır. Tutanaklardan anlaşıldığı kadarıyla Rıza Nur Bey’in konuşması uzun bir süre kesilmemiş, tüm oturum boyunca sadece iki kişi araya girmiştir. Bunlardan birincisi Çorum Milletvekili Haşim Bey’dir ve sadece “… M~STEàARÍØDAØHESABAØKAT” diyerek Rıza Nur Bey’e, kür- süye seslenmiştir. Rıza Nur’un konuşmasını kesen ikinci ses ise “Teneffüs için celse tatil oldu.” diyen reis Mustafa Kemal Paşa’nın sesidir. Teneffüsten sonra, Reis Mustafa Kemal Paşa Hazretleri üçüncü celseyi açmış ve aynı raporla ilgili olarak Karesi Milletvekili Vehbi Bey’e söz vermiştir. Vehbi Bey’in ko- nuşmasına yönelik sataşmalar, Rıza Nur’inkinden daha fazla olmuştur. Çorum Mebusu Haşim Bey yine araya gi- rerek maaş alamayanların efrad mı zabitan mı olduğunu sormuştur. Vehbi Bey’in ikinci kere de Erzurum Mebusu Mustafa Durak Bey tarafından sözü kesilerek “Bendeniz zannediyordum ki Meclis ile zatıaliniz arasında farkımız yoktur. Meclise zatıaliniz bu hususta biraz fedâkarlık gös- teriniz ve göstermelisiniz.² denmiştir. Hemen ardından da, daha sonra Mustafa Kemal’e verdiği cevaptan ötürü Şe- ref Bey olduğu tutanaklara işlenen Mebus “0aşa hazretleri, yani Meclis-i Alinin tevdi buyurduğu vazifeyi, Meclis-i Alinin tasavvur buyurduğu (şekilde ifa edebilmesi için, kendilerine) hakikaten bir çok selahiyet verilmelidir.² di- yerek söze karışmıştır. Mustafa Kemal de daha sonra Şe- ref Bey olduğu anlaşılan ve tutanaklara bu şekilde giren Mebusa, salahiyet verdikten sonra sabahtan akşama kadar münakaşaların devam etmeyeceğinden nasıl emin olacağı- nı sorarak karşılık vermiştir. Mustafa Kemal’in müdahale-

326 Tarihin İnşâsı ve Siyaset sine Şeref Bey uzun sayılabilecek bir yanıt vermiş, Mustafa Kemal, Şeref Bey’e tekrar cevap vermiştir. Konuşmalara Kangırı Milletvekili Tevfik Efendi, Sinop Milletvekili Hakkı Hâmî Bey ve Sinop Millîetvekii Rıza Nur Bey’de müdahil olmuşlardır. Son olarak da, cepheye giderek rapor hazırlayan bir diğer Milletvekili, İzmir Mebusu Mahmud Esad Bey söz alarak görüşlerini aktarmıştır. Meclis Tutanakları’ndan yapılan özette göstermektedir ki Özakman’ın kurgu-meclisi ile gerçek T.B.M.M’de aynı gün geçen tartışmaların kişileri birbirinden farklı içerik- lerde konuşmaktadırlar. Bir kere Fevzi Paşa konuşmalara hiç müdahale etmemiştir. İkinci ve üçüncüsü, ne Mer- sin Milletvekili Selahattin Köseoğlu “M. Kemal geçsin” diyerek bağırmış, ne de mecliste uğultular yükselmiştir (Nitekim Melis Tutanakları’nda alkışlar ve uğultu, gürül- tüler yükseldiği zaman tutanaklarda bunlar da parantez içerisinde yazılarak belirtilmektedir). Özakman’ın anlat- tığı şekilde değil, fakat buna benzer içerikte konuşan kişi ise Meclis Tutanakları’na göre Selahattin Köseoğlu değil, Şeref Bey’dir. Özakman temel kaynakları arasında yazma- sına karşın, Meclis Tutanakları’nı iyi okumamış, sadece Mustafa Kemal’in .UTUK’ta (1971:609) belirttiği “En so- nunda Mersin Meb’usu Salâhattin Bey, kürsüden benim adımı söyleyerek ordunun başına geçsin dedi.² sözünden hareket ederek böyle bir senaryo üretmeyi tercih etmiştir. Oysa Özakman’ın bu sözün aslını ve kayıtlara kimin sözü olarak geçirildiğini-50 yıldır bu konu ile ilgili belgeler topladığını kitabında ısrarla belirttiğine göre-iyi bilme- si gerekirdi. Oturum katibi Kütahya Milletvekili Ragıp Bey ve onun aldığı notlara ilaveler yapan M. Ünver’e göre konuşan kişi Mustafa Kemal’in Nutuk’ta bahsettiği kişi değil, Şeref Bey’dir. Dördüncü olarak belirtmek lazım ki Fevzi Paşa, kürsüden inmesi sırasında Rıza Nur’a “YAZÍK

327 Mete K. Kaynar LARØOLSUN” diye bağırmamış (eğer Özakman’ın iddiâ etti- ği gibi bağırdıysa bile bunu sadece Özakman duymuş (!), fakat katipler not almayı unutmuşlardır!). Beşinci olarak Fevzi Paşa da Vehbi Bey’in sözünü hiç kesmemiş; altıncı olarak ise Vehbi Bey’in konuşmasında uğultu veya gürül- tü olmamış, yedinci olarak Ankara Milletvekili Şemsettin Bayramoğlu’nun da gözleri dolarak “aman yarabbi, ordu ne halde” dediği işitilememiştir. Özetle, bir meclis oturumundaki diyalogları konu alan bölümde belge, olay ve olgulara dayalı olarak romanını yazan Özakman, konuşmayan kişileri konuşturmuş, ko- nuşanları konuşturmamış, konuşmaların içeriğini değiş- tirmiş; tabiri câizse Mecliste konuşanların ağızlarına laf tıkmıştır. 04. Ağustos.1921 Perşembe günkü T.B.M.M gizli otu- rumu ise İkinci Reis vekili Adnan Beyefendi başkanlığın- da ve Kütahya Milletvekili Ragıp Bey’in katipliğinde top- lanmıştır (Gizli Celse Zabıtları, 1999:155-162). Özakman toplantıyı şöyle anlatmaktadır: M. Kemal Paşa, son Milletvekili de konuşmasını biti- rince, elini kaldırıp söz istedi. Üç gündür susan Paşa Sonunda konuşacaktı. Keskin bir sessizlik oldu. Ne karar verdiğini kimse bilmiyordu… İki gündür kimseyi çağırmamış Çankaya’ya yalnız çıkmıştı Dr. Adnan Heyecanla “Buyurun” dedi. Bu anın mil- letin yüzlerce yıldır yaşadığı en önemli anlardan biri olduğunun farkındaydı… M. Kemal telaş etmeden yürüyüp kürsüye çıktı… “Efendiler” Başkomutanlık sorunu dolayısı ile hakkımda göste- rilen teveccühe teşekkür ederim Başkomutanlığı kabul ediyorum.

328 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

Küçük salona sıkışmış iki yüze yakın Milletvekilinin derin bir nefes aldığı duyuldu “.. Ama bundan beklenen yararları hızla elde ede- bilmek… için… Meclis’in… yetkilerini üç ay süre ile kullanmak istiyorum… Rıza Nur “olmaz böyle şey!” diye bağırdı “heyecanlanmanıza gerek yok Beyefendi. Bu gö- revi ben istemedim, siz önerdiniz… Başkomutanlı- ğımdan beklenen yarar bugünkü çalışma usulleri ile sağlanamaz… Öyleyse alınacak önlem ihtiyaca uy- gun olmalı… Önerim gerçekten düşünmeye değer… İnip yerine oturdu (Özakman 2005, 238-239). Şimdi de yine, o günkü T.B.M.M oturumunda gerçekte olanlara bakalım. Birinci olarak Mustafa Kemal 04.Ağus- tos.1921 Perşembe günü toplanan gizli celsede hiç konuş- mamış, kürsüdeki hatibe dahi müdahale etmemiştir. O gün sadece Başkomutanlığın kendisine verilmesinin koşulları ile ilgili olarak, Meclis Başkanlığı’na bir takrir sunmakla yetinmiştir. Özakman o günlerdeki meclis toplantıları ile ilgili sadece bir konuda doğru tespitte bulunmaktadır ki o da M. Kemal’in 2 Ağustos’taki T.B.M.M toplantısının ar- dından ilk kez 3 gün sonra resmî anlamda konuşmak için kürsüye gittiğidir. Fakat 2 Ağustos’tan sonraki üçüncü günün 5 Ağustos’a denk geldiği Özakman’ın dikkatinden kaçmıştır. Nitekim Meclis Tutanakları’ndan da takip edi- lebileceği gibi, Mustafa Kemal 4 Ağustos’taki konuşma- ları dinlemekle yetinmiş ve ilk kez kürsüye 5 Ağustos’ta çıkmıştır (Gizli Celse Zabıtları 1999:163-185). Yarım asırdır bu konularda bilgi ve belge toplayan Özakman bu hatayı nasıl yapmıştır? Muhtemelen sadece .UTUK’a baktığı, Meclis Tutanakları’nı dikkatle okuma- dığı için. Nitekim Turgut Özakman’ın Mustafa Kemal’in meclisteki konuşması sandığı şey -ki kitabında Mustafa Kemal’i bu şekilde konuşturuyor, Mustafa Kemal’in bu 329 Mete K. Kaynar şekilde konuştuğunu sanıyor-onun 04.Ağustos.1921 tari- hinde meclise sunduğunu .UTUK’ta (1971:611) belirtti- ği takrirdir ki, Meclis Başkanlığı’na sunulan bu takrir de mecliste, yine Özakman’ın sandığı gibi 4 Ağustos’ta değil 5 Ağustos’taki oturumda okunmuş ve “4EàEKK~RØEDERIZØ SADALARÍ” arasında kabul olunmuştur. Belirtmeden geç- memek gerekir ki Rıza Nur da ne 4 Ağustos’taki, ne de 5 Ağustos’taki oturumda “OLMAZØ ByYLEØ àEY” diyerek ba- ğırmıştır.

ÜSTIKLALØ-AHKEMELERI Ø(hINLERØVEØ.AMUSLULAR Özakman’ın istiklal mahkemeleri ile ilgili analizlerine baktığımızda da, bu konunun hâinler ve kahramanlar diz- gesi çerçevesinde ele alındığını görmekteyiz. Özakman’a (2005:256) göre:

“[istaklal]…mahkeme (leri)nin üyeleri T.B.M.M’ce milletvekilleri arasından seçiliyor. Bir jandarma mangası ile yola çıkılıyor, bölgesindeki illerin hangi- sinde gerekiyorsa orada mahkemeyi kuruyor, sanık- ları hızla yargılıyor ve kararlarını veriyordu. Karar- ları kesindi. Halk iki yüzyıldır Osmanlı yönetiminin kararsızlığından bıkmış, vurdumduymazlığından, ilgisizliğinden, yavaşlığından o kadar çekmişti ki bu olağanüstü mahkemeleri memnunlukla karşıladı. Hızlı, kararlı ve cesurdu; yerel sorunlarla ilgileni- yor, gaddar yöneticileri hizaya getiriyor, etki altında kalmıyor, suçlu kim olursa olsun duraksamadan ce- zasını veriyordu. İstiklal mahkemeleri bu nitelikleri ile namuslu, yurtsever halk için bir güvence, halkçı tutumuyla gelecek için bir ümitti. Buna karşın boz- guncular, casuslar, hâinler, bölücüler, işbirlikçiler, isyancılar, gericiler, din tüccarları ve aktörleri içinse elbette ciddi bir tehlikeydi. Bu safta olanların düşün- celerini paylaşanlar, uzun yıllar sonra da bu istiklal mahkemelerinin aleyhinde konuşacak, haklı çıkabil-

330 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

mek hırsıyla yalan söylemekten çekinmeyeceklerdi. Özakman’ın İstiklal Mahkemeleri ile ilgili söylemek istediklerine bir de yakından bakalım: Bir kere istiklal mahkemeleri, Özakman’ın senaryosuna göre, Osmanlı’nın iki yüzyıldır süren aymazlığından bıkmış namuslu yurt- sever halkta bir memnuniyet yaratmış, din tüccarları, bö- lücüler ve hâinlere… ise korku salmış bir tür olağanüstü mahkemeydi; bugünse, o günkü bozguncular, casuslar, hâinler, bölücüler, işbirlikçiler, isyancılar, gericiler, din tüccarları ve aktörlerinin düşüncelerini devam ettiren- ler (yani bugünün hâinleri…aktörleri) bu mahkemeleri eleştirmekte, haklı çıkabilmek için yalan söyleyerek İs- tiklal Mahkemeleri’ni karalamaktadırlar. Bir başka açı- dan, “belgelere dayalı olguların” “ 80 yıldır beklenen” ve “hiçbir şeyin abartılıp küçümsenmeden anlatıldığı” Şu Çılgın Türkler’e göre, İstiklal Mahkemeleri’nin o dönem- ki uygulamalarını eleştirmek demek, o dönemde İstiklal Mahkemeleri’nde yargılanıp asılanların, cezalandırılanla- rın düşüncelerini devam ettirmek anlamına gelmektedir. İstiklal Mahkemelerinin kuruldukları dönemlerdeki gerçek rol ve işlevlerini analiz edebilmek için, millî mü- cadele dönemine (hattâ Cumhuriyet’in ile dönemlerini de buna dahil etmek mümkündür) gerçek rengini veren, bir- birinden farklı fakat birbirlerini de derinden etkilemiş ve beslemiş üç güç mücadelesinden bahsetmek gerekmekte- dir. Çünkü gerek savaş, gerekse de Cumhuriyet dönemi İs- tiklal Mahkemeleri, dönemin Anadolu’sunda yaşanan tüm güç mücadelelerinin kesişim noktasında yer almıştır. Üç farklı düzlemde ortaya çıkan bu güç mücadelelerini şöyle özetlemek mümkündür. Bu güç mücadelesinin birinci ve en somutu itilaf devletleri ve Anadolu’daki meşrû iktidar arasındaki güç mücadelesi düzlemidir. İkinci güç müca- delesi düzlemi ise Anadolu’da kimin meşrû iktidar olduğu konusunda yaşanır. İstanbul Hükümeti, Ankara Hüküme-

331 Mete K. Kaynar ti ve bu iki belirgin güçten kısmen veya tamamen özerk veya bu güçlerle ilişki içerisindeki tüm küçüklü büyük- lü alternatif siyasî odakları ve paramiliter oluşumlar bu güç mücadelesinin birer aktörüdürler. Fakat Anadolu daki meşrû otoritenin kim olduğu konusundaki güç mücadele- sinin iki temel ve en güçlü aktörü, hiç kuşkusuz, Ankara ve İstanbul Hükümet’leridir. Nitekim Millî Mücadele’nin başlangıcında Anadolu’da kimin meşrû otorite olduğu- nu gösteren ibre İstanbul Hükümeti tarafındayken, Millî Mücadele’nin sonuna doğru bu ibre Ankara Hükümeti’ne doğru kaymış, Anadolu’daki meşrû otoriteyi Ankara tem- sil etmiştir. Millî Mücadele’yi çerçeveleyen üçüncü güç mücadelesi düzlemi ise Ankara’nın kendi içerisinde ortaya çıkar. Bu mücadele düzleminin en belirgin aktörü ve ta- rafı da Mustafa Kemal’dir ve mücadele etmesi gereken ra- kipleri zaman içerisinde sürekli değişmiştir. Her biri, bir diğeri ile etkileşim içerisinde ortaya çıkan bu girift güç mücadeleleri Millî Mücadele denilen döneme asıl rengini vermiştir. İtilaf devletleri tarafından Anadolu’nun işgal edilmesi ve bu devletlerin her biri ile Anadolu’daki meşrû otoriteyi temsil etme iddiâsındaki bütün güçler arasındaki ilişki ve çekişmeler bu güç mücadelesine örnek olarak verilebilir. Anadolu’nun işgal edilmesi bu güç mücadelesinin en açık örnekleriyken, aynı şekilde, Fransız ve İtalyanlarla yapılan anlaşmalar, bu ülkelerle karşılıklı olarak verilen informal sözler ve Yunan/İngiliz güçleriyle yapılmasına teşebbüs edilen fakat gerçekleştirilmeyen anlaşmalar da bu kapsam içinde değerlendirilebilir. Anadolu’da kimin meşrû otorite olduğuna dair güç mücadelesinin temel aktörleri ise yukarıda da belirtildi- ği gibi Ankara ve İstanbul’daki meclisler ve siyasî oto- ritelerdir. İstanbul Hükümeti’ne bağlı Divan-ı Harb’in 11.Mayıs.1920’de Mustafa Kemal, 24 Mayıs’da Fev-

332 Tarihin İnşâsı ve Siyaset zi Çakmak, 6 Haziran’da ise İsmet İnönü, Bekir Sami Kunduz, Celalettin Arif, Dr. Rıza Nur, Yusuf Kemal Tengirşenk, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Rıfat Börek- çi ve Fahrettin Altay’a idam cezası vermesi; buna karşın, 19.Mayıs.1920 Damat Ferit’in T.B.M.M’ce yurttaşlıktan çıkarılması, Şeyhülislâm Dürrizâde Abdullah’ın padişah ve hâlife kuvvetleri dışındaki tüm askeri örgütlenmelerin katlinin vacip olduğuna dair fetva yayınlamasına karşılık 5.Mayıs.1920’de Ankara Müftüsü Rıfat (Börekçi) ve 251 din adamının Kuvayi Millîyeciler lehine bir fetva vermesi; 19.Ağustos.1920’de Sevr Anlaşması’nı imzalayan heye- tin vatan hâini ilan edilmesi kadar Amasya ve Bilecik’te her iki otoritenin temsilcilerince yapılan görüşme ve işgal güçlerine karşı yapılan kısmi ittifaklar da bu güç müca- delesinin somut tezahürleri olarak değerlendirilebilir. Bu güç mücadelesine Ankara Hükümeti’nin bastırmak zo- runda olduğu farklı isyanları da eklemek mümkündür. Üçüncü düzlemdeki güç mücadelesi ise T.B.M.M’nin kendi içerisindeki, Çerkes Ethem olaylarında olduğu gibi kimi zaman silahlı çatışmalar hâlini bile alabilen, ama ço- ğunlukla (Halk zümresi ve Yeşilordu girişimleri, Gizli Türkiye Komünist Partisi’ne karşı Resmî bir Komünist Partisi Kurulması gibi) siyasî manevra ve mücadeleler çer- çevesinde kalan, meclis içindeki ve dışındaki tüm siyasî gruplaşmaları, kişisel çekişmeleri ve ittifakları kapsamak- tadır. İstiklal Mahkemeleri, her biri bir diğeriyle yakından ilişkili ve birbiri içine geçmiş bu girift güç ilişkileri/mü- cadeleleri ağının kesişim noktasında durur ve -doğru ya da yanlış-Ankara’nın, Ankara içerisinde de Mustafa Kemal ve yakın çevresinin her düzlemdeki güç mücadelesinden ba- şarıyla çıkmasının bir aracı olarak kullanılır. İstiklal Mahkemelerinin kurulmasına Eylül 1920’de karar verilmiştir. Dikkat edilirse bu tarih 7- 8-Ağustos 333 Mete K. Kaynar 1920’de çıkarılan Tekâlif-i Millîye yasasından çok kısa bir süre sonraya denk gelmektedir ki bu işleviyle İstiklal Mahkemeleri, Yunanlılarla savaşacak ordunun ihtiyaçla- rının hızla giderilmesinde önemli bir rol oynamış, İtilaf Devletleri ve İtilaf devletleri ile barış/pazarlık masasına oturacak siyasî ve askeri otorite arasındaki ilişkilerin bir fonksiyonunu oluşturmuştur. Burada belirtmek lazımdır ki, gerek Ankara, gerekse de İstanbul Hükümeti sürekli olarak Anadolu’nun meşrû temsilcisi olarak bir barış an- laşmasının imzalanması yönünde siyaset gütmüşlerdir. İstanbul Hükümeti Sevr anlaşmasını imzalayarak -ki bu anlaşma imzalanmıştır-işgal güçlerinin kendisine bıraktı- ğı yerlerde siyasî otoritesini devam ettirmek yönünde çalı- şırken, Ankara Hükümeti önce savaşarak tüm Anadolu’yu işgal güçlerinden temizlemeyi, ardından da bir barış anlaş- ması imzalamayı -ki bu anlaşma da Lozan’da imzalanmış- tır-temel politik strateji olarak benimsemiştir. Yukarıdaki işlevinden daha ağırlıklı olarak İstiklal Mahkemeleri, Anadolu’da kimin meşrû otorite olacağı ve T.B.M.M’nin kendi içindeki güç mücadelelerinin sonlan- dırılması konusunda önemli rol oynamış, Mustafa Kemal ve çevresinin gerek T.B.M.M’de, gerekse de Anadolu’da tek ve meşrû addedilen otorite olarak kabullenilmesinin önemli bir aracı olmuştur. Yeşilordu’nun 1920 Mayıs’ında kurulduğu, aynı dönemlerde meclisteki Halk Zümresi’nin etkinliğini artırdığı, hattâ Tokat Mebusu Nazım Bey’in İçişleri Bakanlığı’ndan 04.Eylül.1920’de alındığı, yine 1920 sonlarında hem T.B.M.M içinde hem de Anadolu genelinde sosyalist hareketlerin ivme kazanmaya başla- dığı, Şefik Hüsnü Değmer’in Türkiye İşçi Çiftçi Sosya- list Fırkası’nın, Ankara’daki Halk Şûrâlar Fırkası’nın ve Bakü’de Mustafa Suphi’nin Türkiye Komünist Fırkasının aynı tarihlerde Anadolu’ya geçmeye ve güçlerinin birleş- tirerek Anadolu’daki siyasî ve sosyal gelişmeler üzerin-

334 Tarihin İnşâsı ve Siyaset de söz sahibi olmak için örgütlenmeye çalıştıkları, hattâ Mustafa Kemal’in bu girişimlerin önünü alabilmek için 18.Ekim.1920’de Resmî Komünist Partisi’ni kurduğu ve yine aynı dönemlerde Çerkes Ethem’in seyyar kuvvetleri ile ilgili sorunların baş gösterdiği ve T.B.M.M’ne karşı ör- gütlenen ayaklanmaların önemli bölümünün yine bu dö- nemlerde ortaya çıktığı hatırlanırsa, Ergun Aybars’ın daha sonra kitap olarak da basılan doktora tezinde de belirttiği gibi, sadece 1920- 1922 arasındaki iki yıllık dönemde 59 bin 164 sanığı yargılayarak, 41 bin 768 sanığı çeşitli hapis cezalarına çarptıran ve 1054 idam kararı veren (savaş dö- nemi) İstiklal Mahkemeleri’nin gerçek işlev ve rolleri daha iyi analiz edilmiş olacaktır. Özakman ise İstiklal Mahkemeleri’ne de tarihin dili ile değil, bugünden düne -exposfacto-bakarak ve dünü bu- günün perspektifinden ele alarak senaryosunu yazmayı, İstiklal Mahkemeleri’ni dönemin güç mücadelelerinden kazanarak çıkanların gözü ile ele almayı tercih etmek- tedir: Elbette ki böyle bir tercih yaptığı için hiç kimse Özakman’ı eleştiremez; fakat kendi tercihlerini yazdığı ki- taba tarafsız, olgu ve belgelerin romanı süsü vermesine de kimse müsaade edemez.

!TAT~RKØVEØÜlKI Özakman, Şu Çılgın Türkler’deki kimi “sahnelerde” Mustafa Kemal’i sofra başında göstermeyi tercih etmiştir. Fakat dikkat çekici olan, Özakman’ın roman kahramanı Mustafa Kemal’in sofraya oturduğu zamanlarda, kendisi- ne sunulan içki tekliflerini sürekli olarak reddetmesi ve Özakman’ın sürekli olarak Mustafa Kemal’in Kurtuluş Savaşı boyunca içki içmediği yargısını satır aralarına ser- piştirmesidir. Mustafa Kemal ve içki mevzuunun buraya

335 Mete K. Kaynar taşınmasının nedeni Özakman’ın Mustafa Kemal’in Millî Mücadele boyunca içki içmediğini söylemesine karşılık, Mustafa Kemal’in bir ayyaş olduğunu, savaşları elinde içki kadehiyle idare ettiğini vb. iddiâ etmek kesinlikle değil- dir. Bu konunun altının çizilmesine gerek duyulmasının nedeni, Cumhuriyet resmî tarihinin bu konudaki psiko- lojik saplantılarının bu romanda tekrarlanmış, satır ara- larına sokuşturulmuş olmasıdır: Uzun bir süre Mustafa Kemal’in bir “INSAN” olduğunu unutan/unutturmaya ça- lışan resmî tarih, Mustafa Kemal’in de, diğer tüm yaşayan/ yaşamış somut insanlar gibi yapmaktan hoşlandığı şeyleri olan, kızan, sevinen, seven, zaafları, eksiklikleri, sevapla- rı, günahları olan bir canlı olduğunu görmezden gelmiş, onu, tüm masal kahramanları gibi yemeyen, içmeyen, sevmeyen, uyumayan, acıkmayan bir “kurgu-kahraman” bir “transandantal (aşkın) varlık” bir “robo-hero” olarak tanımlamaya çalışmıştır. Mustafa Kemal’in sofra zevki ise Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca resmî tarihin masal kahramanı Atatürk ile insan olan Mustafa Kemal arasında- ki kırılma noktasını oluşturmuştur. Oysa Şevket Süreyya Aydemir’in (1973a:556- 557) de vurguladığı gibi Musta- fa Kemal bir sofra adamıdır. Aydemir, Mustafa Kemal’in hayatı ile ilgili artık klasik sayılan eserinde, Herbert Melzin’in özel bir sohbet sırasında Mustafa Kemal ile ilgi- li olarak aktardığı ve kendisinin de katıldığını belirttiği, bir tespitine yer verir: Melzing’in, Aydemir’in de katıldığı tespiti şöyledir: Kendini Sofra başında ve içtiği zaman daha iyi bu- luyor. Asıl şahsiyeti ve iç âlemi o zaman beliriyor. İçmeden önce sakin, iddiâsız, hattâ mahcup olan insan (dır). Gerçi aralarında başka benzetme nokta- ları yoktur ama, bu noktada Edward VIII’de böyledir (Eski İngiliz Kralı). Sofrada oturup içkisini almadan önce Edward VIII, hattâ hiç yaşamaz gibidir. Ama ondan sonra başka bir insan meydana çıkar. Böyle

336 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

şahsiyetler ancak kendi alışkanlıkları içinde kendile- rini bulurlar ve bu alışkanlıklar içinde yaşarlar.

Özakman’ın kitabında ise kötü karakterler içki içmek- te, Mustafa Kemal ise kendisine sunulan içkileri geri çe- virmektedir. Söz konusu senaryo/tarihte bu konudaki diyaloglara göz atarak, bu iddiâyı kanıtlamak zor değil- dir: Özakman’nın Kuvayi Millîye’ci Hüsnü Bey’in İs- tanbul’daki İngiliz büyük ambarından cephane çaldığını anlattığı diyaloglarda (119-121), İngilizler, ambarın ya- nındaki binada, komutanın odasının yanında hazırlanmış olan zengince sofrada içmektedirler. Hüsnü Bey ve arka- daşları malzemeleri çalarak beş mavna dolusu malzemeyi Odesa’ya taşırlar. Sabah olunca Hüsnü Bey gümrük işlem- lerini başlatır. Gemiyi denetlemeye gelen İngiliz, Fransız ve İtalyan subaylarından oluşan üç kişilik kurul gemiyi denetlemeye gelir. Sonya, kurul üyelerini içki içmeye da- vet eder ve hep birlikte içki içecekleri salona geçerler. Son- ra, kucağında balalayka, içki tezgahının üzerine oturmuş- tur; Sonya’nın cazibesiyle kendilerinden geçen subaylar o kadar sarhoştur ki ambarları denetlemeden kâğıtları imza- larlar ve içi cephane dolu gemi harekete geçer. Yunanlıların Anadolu içlerine doğru ilerlemelerinden hayli memnun olan Ali Kemal de, Cerle d’Orient’teki ma- sasına oturmuş, bir yandan yarın yayınlanacak yazısını ka- leme almakta diğer yandan da garsona bir Yunan konyağı olan Metexa siparişi vermektedir (Özakman 2005:202). İzmir’de Yunan idaresinin başlamasını kutlayan Yunan- lılar da içki içmektedirler (Özakman 2005:287). Kordon boyundaki Aloti konağında toplanan “hâinler” bir yandan şampanya içmekte, diğer yandan da haşmetli kralın başa- rılarını kutlamaktadırlar. Tüm Anadolu, Yunan güçlerinin Ankara’ya doğru yü-

337 Mete K. Kaynar rüyüşlerini kaygı ile izlerken, Şu Çılgın Türkler roman/ senaryosunun bir diğer hâini olan İngilizci, Damat Ferit- çi Refik Hâlit Karay da bir yandan “patlıcan meselesi”ni konu alan bir makale yazmakta, diğer yandan da boğazı seyrederek lakerda yemekte ve rakısını içmektedir. Özak- man Refik Hâlit Karay’ın yemek listesini saydıktan he- men sonra 174. Alay komutanı ve yakın taburların komu- tanlarının akşam yemeği menüsünü de bizlere hatırlatır: Komutanlar, Özakman’a (2005:349) göre, o gün akşam bulgur pilavı ve yoğurt yemişlerdir. Aynı tarihlerde Yunan karargahındaki komutanlar da, bir yandan Yunan ordusunun ilerleyişi üzerine konuşmak- ta, diğer yandan da kadeh tokuşturmaktadırlar (Özakman 2005:356). Yunan cephesinde kadehler kalkarken, Polat- lı İstasyon Komutanı olan Binbaşı konuklarına etli bul- gur pilavı, iki baş soğan ve bir parça ekmek ile (Özakman 2005:364) “ziyafet” vermektedir. İstanbul’daki Rumlar, yani romanın yerli hâinleri de, Yunanlıların Anadolu’daki ilerleyişinden hayli memnun- durlar. Aksaray’a giden tramvaya binen iki sarhoş genç, tramvayda olay çıkarır ve tramvayda yolculuk yapmakta olan bir Türk tarafından öldürülürler (Özakman 2005:410) Yunanlılar bu taşkınlıkları yaparken, biz, Özakman’ın ağ- zından, Çal’ın Batı eteğindeki 190. Alay komutanlığı’nın üst düzey subayların, peynir ekmek ve kavun yiyerek (Özakman 2005:426) karınlarını doyurmakta olduklarını öğreniriz. Özakman’ın kitabında Türkler de çeşitli kutlamalar ya- parlar, eğlenirler. Örneğin, Mustafa Kemal’i Fevzi Paşa, İsmet Paşa, Kazım İnanç, Fethi Okyar, Asım Gündüz ve Arif Bey akşam yemeğinde toplanmışlardır (Özakman 2005:486). Grup hayli neşelidir. Akşam kuru fasulye, pi-

338 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lav ve kuru üzüm hoşafı yenir. Özakman bu diyaloga şu tespitini eklemeyi de ihmal etmez: “Bir Türk için bundan daha güzel bir zafer yemeği olamazdı² Kitapta geçen diyaloglardan birinde de muhâlif millet- vekillerinden Kara Vasıf Bey’in Başkomutanlık yasasının düşmesi nedeniyle arkadaşlarına verdiği ziyafet de konu edilir: Mustafa Kemal’e düşman her hâin gibi Kara Vasıf da içki içmektedir; Arkadaşları ile Anadolu Lokantası’nda toplanmışlar ve Mustafa Kemal’in başarısızlığını kutla- maktadırlar (Özakman 2005:557) Şu Çılgın Türkler senaryosunun diğer “kötü adam”ları, Sait Molla ve Rıza Tevfik’te üniversite öğrencilerinin Ce- nap Şahabettin ve Ali Kemal’in evinin önünde toplandık- larını duyduklarında kederlenirler ve konyak içerek dert- leşmeye başlarlar (Özakman 2005:664). Sarhoş ve hâin Sait Molla inleyerek sorar: “…yoksul Türk bunu nasıl ba- şardı.² Mustafa Kemal ise kendisine sunulan içkileri reddet- mektedir: Ihlamur ve iğde kokan bir Çankaya Akşamın- da sofra kurulmuştur: Mustafa Kemal garsona içki sipariş eder; fakat kendisi içmeyince sofradaki diğer konuklarda kadehlerine dokunmazlar (Özakman 2005:240); çünkü, Özakman’a göre, Mazhar Müfit’inde bildiği gibi, Mustafa Kemal böylesi zamanlarda içki içmemektedir. Özakman kitaptaki bir diğer diyalogda ise Mustafa Kemal’in içki içtiğini sadece ima eder. Fikri’ye 16.Eylül.1921’de, yani Mustafa Kemal’in Ankara’ya döndüğü günün akşamı gü- zel bir sofra hazırlar ve piyanonun başına geçer. Özakman, Mustafa Kemal’ün içki içtiğini ima yoluyla şu şeklide be- lirtir: “…sofra da Fikrîye de bir kadeh içti.² Özakman’ın anlatımından Fikri’ye ile beraber içki içenin o gece orada ola Abdürrahim mi, yoksa Mustafa Kemal mi olduğu bile

339 Mete K. Kaynar anlamak mümkün değildir. Savaş kazanılmış, ordular İzmir’e girmişlerdir: Sofra ha- zırlanmıştır, tepsilerle yemek taşınır ve içki servisi yapılır; Mustafa Kemal teşekkür eder ve içkiyi hemen geri gönder- tir (Özakman, 2005:662). Çünkü, Özakman’a göre, henüz içki içmek için doğru zaman değildir. Yukarıdaki örnekler de göstermektedir ki, içki içmek ağırlıkla, Şu Çılgın Türkler’in kötü adamlarına has bir özelliktir: Türkler ise sadece bulgur pilavı, hoşaf, peynir gibi şeylerle karın doyurmakta, kutlama yapma ihtiyacı hissettiklerinde bulgur pilavına et katmakta; böylece ziya- fet sofraları kurmaktadırlar. Oysa geçek tam da böyle değildir: Hiç kuşkusuz Türk birliklerinin her gün kutlamalar yaptıklarını, birbirin- den güzel yemekler yediklerini, Türk komutanların birer gurme olduklarını, içkinin sel olup aktığını ve Mustafa Kemal’in ayık gezmediğini iddiâ etmek doğru değildir fakat, yemeyen, içmeyen, eğlenmeyen sadece savaşan bir Mustafa Kemal ve komuta heyeti tasviri de bir o kadar yanlıştır. Örneğin Vahdettin Ulusoy’dan (1998) öğrendiğimize göre, Mustafa Kemal Paşa ve arkadaşları 23.Aralık.1919 günü Mucur Kaymakam Vekili Nihat Bey’i de yanına ala- rak Hacıbektaş’a gelir; Cemalettin Çelebi’ye misafir olur. Akşam yemeğinde Mustafa Kemal bölgede özel olarak ya- pılan şarabı merak ederek tadar. Benzer şekilde, son dönemde yazılan popüler Mustafa Kemal biyografilerinden, Latife Hanım’la ilk tanışmaları esnasında, odada çalışmakta olan Mustafa Kemal’in içki içmekte olduğunu; Sabiha Gökçen’in anılarından sofranın Mustafa Kemal’in karar ve düşüncelerinin bir nevi mihrak noktası, müdavimlerinin ise adeta feyz kaynağı olduğu- 340 Tarihin İnşâsı ve Siyaset nu; Hâlide Edip Adıvar’ın anılarından, Mustafa Kemal’in 18.Eylül.1922 akşamı, Atatürk’ün İzmir’in kurtuluşunu kutlamak amacıyla, Latife Hanım’ın da bulunduğu bir toplantıda şampanya içtikleri de bilinmektedir. Mustafa Kemal’in hangi tarihlerde ne kadar içki içtiği ile ilgili bilgiler referanslar vermek, içki içmenin iyi ya da kötü bir alışkanlık vb. olduğu bu yazının konusu dışında- dır: Tarihsel bir gerçek vardır ki o da Mustafa Kemal’in sofra sohbetlerinden eğlenceden ve içki içmekten hoşlan- makta, zevk almaktadır. Mustafa Kemal’in tarihte oyna- dığı rol üzerinde dururken, bunun altını çizmek de müm- kündür; üzerinde durmadan geçmek, Mustafa Kemal’in bu zevkini ele almadan dönemin tarihini anlatmak da. Fa- kat bu mevzuu illâki açılacaksa, aksini tarihsel bir gerçek olarak sunmaya çalışmak mümkün değildir.

!NKARAØ3ILAHØ4AMIRHANESI´NDEKIØØ-AYÍSØØ 4yRENI Özakman’ın (2005:551- 552) iddiâsına göre, 1920’de Ankara Silah Tamirhanesi’nde İmlat-ı Harbiye ve Demir- yolu işçileri tarafından düzenlenen 1 Mayıs kutlamaları- na T.B.M.M üyelerinin yanı sıra Rus elçilik görevlileri de katılmış, törende işgal ve emperyalizm kınanmıştır. Buna karşın, İstanbul’daki işçiler ve sosyalist örgütler ise 1 Mayıs’ı sadece bahar eğlencesi olarak kutlamışlar, sol gruplar işgalcilerle değil, birbirleri ile çatışmışlardır. Özakman’a göre dönemin İstanbul sosyalistlerinin gün- deminde emperyalizmin ve işgale karşı direniş yoktur.80 Deve ve doğruluk arasındaki misali hatırlatan fakat “Nere- si doğru ki!” deyip geçilemeyecek kadar önemli bu iddiâya da yakından bakmak ve T.B.M.M/Mustafa Kemal ve dö- nemin sosyalist örgütleri arasındaki ilişkiye ve dönemin

80 Dönemin işçi hareketleri ile ilgili olarak Bkz.: (Makal1997) ve (Dimitry1978). 341 Mete K. Kaynar solunun gündemine yakından bakmak yararlı olacaktır. Millî Mücadele döneminin sosyalist örgütlerinden bi- risi Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası (TİÇSF)’dır. Parti Almanya’daki Spartakist hareketten ve Karl Liebknecht, Roza Lüxenburg, Franz Mehring ve Clara Zetkin’in gibi yazarlardan etkilenmiştir. Almanya’da bulunan bu grup yurda döndükten sonra, Tunaya’nın (1952:438-439) be- lirttiğine göre, 22.Eylül.1919’da Ahmed Akif, Ethem Nejat Bey ve Dr. Şefik Hüsnü tarafından İstanbul’da ku- rulmuştur. Parti kuruluşunu takiben iki kısma ayrılmıştır. İşçile- rin en çok İstanbul ve çevresinde yaşamakta olduğunu, bu nedenle işgale karşı en etkili direnişin İstanbul’daki işçiler arasında örgütlenmek ve grev ve mitingler ile işgalcile- re cevap vermek olduğunu düşünen bir grup İstanbul’da kalmayı tercih ederken, partideki diğer grup, Anadolu’ya geçmeyi ve ulusal direnişe katılmayı tercih etmiştir. Par- tinin önderlerinden Şefik Hüsnü (Değmer), bir grubun Anadolu’ya geçilmesi gerektiği kararına karşı, direnişe İstanbul’da devam edilmesinin daha doğru olduğu ile ilgi- li şu değerlendirmeleri yapmaktadır: Proletaryanın yoğun olarak bulunduğu tek merkez İstanbul’du Biz, ‘nerede proletarya orada biz’ diye düşündük. Önümüzde Sovyet devrimi örneği vardı. Rusya’da devrim şehirlerde başlamıştı, köylere son- ra yayılmıştı ve Rus devriminde de tek temel güç işçi sınıfıydı. Bu düşüncelerle İstanbul’da kaldık. Biz o zamanlar böyle düşünüyorduk. Ama ben kendi he- sabıma şimdi başka türlü düşünüyorum. Ankara’ya gitmemiz doğru bir davranış olacaktı. Mustafa Ke- mal ile, hiç değilse ilk yıllarda, daha geniş bir güç birliği sağlanabilirdi. Üstelik kendisiyle hemşehriy- dik. Birçok müşterek dostlarımız vardı. Bizde bu gibi kişisel bağlar, kısa vadede de olsa etkili olabilir (Ak-

342 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

taran Belli, 1992:58).81

Kendisi ilk başta Anadolu’ya geçmek yerine İstanbul’da örgütlenilmesini doğru bulmasına karşın Şefik Hüsnü, yu- karıda da bahsedildiği gibi, Anadolu’daki Millî Kurtuluş hareketine aktif destek vermiş, kendisi bizzat Anadolu’ya geçmeden önce bir çok komünistin Anadolu’ya geçmesi ve Millî Mücadeleye katılmasına aracılık etmiş (Kerim Soy- ka, “Modelci Kerim” bu isimlerden en bilinenidir), kendi- si de İstanbul’da işgalcilere ve padişaha karşı bir gizli ör- güt kurmaya çalışmıştır. Anadolu’ya geçildikten sonra da TİÇSF ve Kemalist kadrolar arasındaki yakın ilişki devam etmiş, Şefik Hüsnü meclise gönderdiği bir telgrafla mecli- sin açılışını kutlamış, benzer içerikte bir telgrafla meclis- ten cevap gelmiştir. Şefik Hüsnü’nün meclise gönderdiği telgraf şöyleydi: İstanbul’un şuurlu işçileri, Türk işçi ve köylü ordu- larının, bütün cihan proletaryasının müzaheretile, cihan emperyalizmine karşı kazandıkları zaferi kalb- lerinden alkışlamışlardı. Zaferi müteakıp tufeyliler ve zalimler saltanatı yerine millet saltanatını ikâme suretile yapılan siyasî inkılâp onları daha derinden sevindirdi. Bu münasebetle İstanbul münevverleri arasında müşahede edilen irticaî vaziyeti nefretle takbih; terakki yolunda yapılacak mücadelede tek- mil emekçi sınıfının inkılapçılarla sonuna kadar be- raber olacağını temin ve yakın bir âtide işçi ve çiftçi- lerimizi hakiki kurtuluşa mahzar edecek yegâne çare olan müşterek istihsal ve mülkiyete müstenid içtimaî inkilabîn husul bulacağını kaviyyen ümid ettiğimi- zi arz ile Milletvekillerini tebrik ederiz (Kurdakul 1995:61; Tunaya 1952:439).

Büyük Millet Meclisi’nden TİÇSF’na gönderilen ve T.B.M.M Reisi Sânîsi Adnan imzası taşıyan telgraf metni

81 Şefik Hüsnü Değmer ve Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası ile ilgili olarak Bkz.: (Akdere-Karadeniz; 1994), (Kurdakul, 1995:61) ve (Dimitry, 1978). 343 Mete K. Kaynar ise şöyleydi: Saltanatı şahsiyenin ilgasiyle hukuku hükümdarinin uhdesi millete istikrarı ve Türkiye Büyük Millet Mec- lisinde tecellisini tespit eden kararın ilânı vesilesi ile mevrud telgrafnameniz heyeti umumiyeye arzedildi. Milletin rahı terakkide hiç bir maniaya tesadüf et- meksizin yürümesini istidaf eden ve bunu kâfil bu- lunan Hâkimiyeti Millîyenin tebrikinden dolayı te- şekkür olunur Efendim (Kurdakul 1995:61; Tunaya 1952:439).

O dönemde kurulan bir diğer sol parti ise Bakü’de Mustafa Suphi önderliğinde kurulan Türkiye Komünist Partisi’dir.82 12.Temmuz.1919’da kurulduktan sonra TKP, Millî Mücadelede aktif rol alabilmek için bu savaşı örgütlemekte olan T.B.M.M ile irtibata geçmiş, Mustafa Suphi, TKP Merkez Komite Üyesi ve Siyasî ve Askeri Ko- miseri Süleyman Bey eliyle, 15.Haziran.1920 tarihli özel bir mektubu Mustafa Kemal’e de göndererek, partinin Millî Mücadele’ye aktif olarak katılma isteğini iletmiştir. Süleyman Sami, TKP’nin Türkiye’ye yardımda bulunmak isteyen Sovyetler Birliği ile Türkiye arasında aracılık yap- mak istediğini, bu amaçla bir miktar silah ve cephaneyi de şimdiden hazırladığını bildirerek meclisin Bolşevikler konusundaki düşüncelerini öğrenmek istemiştir (Akdere- Karadeniz 1994:120). Mustafa Suphi, daha sonra, 17.Kasım.1919’da Ka- zım Karabekir’e bir mektup göndermiş, Salih Zeki Bey’i de Nahcivan üzerinden Erzurum’a göndererek Anka- ra ile kişisel bir ilişki kurmaya çalışmıştır. Faaliyetleri- ni Anadolu’ya taşıma ve ulusal savaşı destekleme kararı alan TKP’nin bu kararı Ankara Hükümeti tarafından sıcak karşılanmış; TKP bizzat Ankara Hükümeti tara-

82 Mustafa Suphi’nin yaşamı ve Türkiye Komünist Partisi ile ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Erdem2005), (Belli1992) ve (Aslan1997). 344 Tarihin İnşâsı ve Siyaset fından Anadolu’ya davet edilmiştir. Hattâ Mustafa Sup- hi, TKP’nin Türkiye’ye nakledilme kararının alındığı ve Türk Kızıl Alayı’nın Türkiye’ye gönderilmek üzere teçhiz edildiği hususlarında Kazım Karabekir’e bilgi de vermiştir (Aslan 1997:294). Ve yine o dönemde TKP’nin Anadolu’ya geçme kararını tartışan hükümet çevreleri, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının o dönemlerde kurulan Resmî TKP içerisinde çalışması, Türk Kızıl Alayı’nın da Batı Cephesi’ne sevk edilmesinin iyi olacağını da ifâde etmeye başlamışlardır (Aslan 1997:298- 300). Nitekim Bakü’den gelen TKP heyeti Kars’ta Kazım Karabekir ta- rafından merasimle karşılanmış ve Kazım Karabekir Paşa, TKP heyeti şerefine yemek dahi düzenlemiştir. Nitekim bu bilgiyi aktaran Aslan (1997:301) da bu bilginin Ali Yazıcı’nın Mustafa Suphi’nin Terceme-i Hâli kitabından alındığı notu eklemiştir. Suphi ve arkadaşlarının Erzurum’a gelişi ise olaylı olur. 18.Ocak.1921’de başlayan ziyaret öncesinde Erzurum Müdafa-i Hukuk Cemiyeti’nden bir grup cemiyetteki görevlerinden çekildiklerini valiliğe bildirirler. Bu pro- testonun nedeni ise Suphi’nin Bolşevik olması ve Ankara Hükümeti’nin Suphi ve partisine arka çıktığını düşünerek bunu protesto etmeleridir (Aslan, 1997:312). Cemiyetin diğer bir grubu ise Suphi’yi hararetle destekler. Mustafa Suphi’nin Kars’tan başlayan gezisi devam ederken-hattâ Suphi daha Anadolu’ya ayak basmadan önce de-Bolşevikler tarafından desteklenen TKP ve onun liderinin Anadolu’ya gelmesinin doğurabileceği sakıncalar ve komünizmin ülke gerçeklerine uymayan, ülke için zararlı bir faaliyet olduğu tartışmaları da rejimin içerisindeki aktörlerden bir kısmı tarafından dile getirilmeye başlamıştır. Komünist faali- yetlerin başıboş (!) bir şekilde Anadolu’ya yayılmasının önüne geçmek için Ankara Hükümeti’nin bulduğu ilk

345 Mete K. Kaynar pratik çözüm ve önlem, Mustafa Suphi’nin faaliyetlerinin resmî TKP ile sınırlı tutulması ve emrindeki Türk Kızıl Alayı’nın onun denetiminden alınarak Batı Cephesi’nin emrine verilmesidir. Fakat, Mustafa Suphi’nin nasıl pa- sifize edildiğinden daha önemlisi, bir yandan Mustafa Suphi ile yakın ilişkiler devam ederken diğer yandan da komünizm kavramı ve TKP’nin siyasî faaliyetleri ile il- gili olarak sürdürülen tartışmalardır. İbrahim Tali Bey’in Moskova’dan yazdığı bilgilendirme mektubu bunlardan biridir. İbrahim Tali Bey 19.Aralık.1920 tarihinde on beşinci Kolordu Komutanlığı’na iletilen mektubunda “... komünizmin şeait-i hazırasıyla memleketimizde kabil-i tatbik olmadığı”nı belirtmekle ve mektubuna şu şekilde devam etmektedir: Moskova’daki vaziyet bizim için o kadar müsait de- ğildir. Esasen kendileri tahmin ettiğimiz kadar kavi değildir…Eğer bir sene daha İngilizlerden ve ko- münistlerden memleketi masum tutabilirsek halas muhakkaktır. Komünizm bizim için mutlak felaket olur... Mustafa Suphi gibi serserilerin propagandala- rına memlekette tedbir yapılacağına ve herhalde mü- teyakkız bulunacağına eminim (Aslan 1997:297).

Sonuçta İbrahim Tali Bey’in tavsiyesine uyularak “M~ TEYAKKÍZ” olunmuş; bir başka deyişle, Mustafa Suphi, 28- 29.Ocak.1921’de 14 arkadaşı ile birlikte, Trabzon açıkla- rında öldürülmüştür. Dönemin üçüncü sosyalist partisi ise, Mustafa Kemal’in dolaylı olarak Nutuk’ta da bahsettiği, T.B.M.M’nin içeri- sinde Halk Zümresi adı altında örgütlenmeye çalışan Halk Şûrâlar Fırkası’dır. Tunçay’dan (1972:18) öğrendiğimi- ze göre, Yeşilordu 1920 sonbaharında T.B.M.M’de Halk Zümresi adı ile mecliste grup kurmuştur. Bu grup geniş oranda İttihatçılardan oluşmaktaydı ve Enver Paşa’nın yurt dışındaki faaliyetleriyle yakından ilgilenmekteydi- 346 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ler. Enver Paşa ise Rusya’da İttihatçılardan bir grubu ör- gütlemek istemiş, Türkiye’deki İttihatçıları da bu örgüte katmayı amaçlamıştır. İşte Enver Paşa’nın bu grubu bir ara Halk Şûrâlar Fırkası adı ile anılmıştır. Mustafa Kemal ise hem Halk Zümresi ve onun bağlantılarını dağıtmak hem de meclis grubunu kontrol altına alabilmek için, bir yandan Resmî Türkiye Komünist Partisi’ni kurmuş diğer yandan da meclise Halkçılık Programı’nı sunmuştur. Ankara’da, İstanbul’da ve Bakü’de kurulan sosyalist partiler, 1920 başlarında faaliyetlerini birleştirerek işgale karşı direnme kararı almışlar ve bu birleşme kongresinin yapılabilmesi için Ankara’da bir kongre düzenlemeyi de planlamışlardır. Fakat buna izin verilmemiş; Ankara ve özellikle de Mustafa Kemal buna engel olmuştur. Özakman’ın Ankara Silah Tamirhanesi’nde kutlandığı- nı belirttiği 1 Mayıs’ın, içinde bulunulan tarihsel kesitte de önemli bir rolü vardır. Bu tarihte Ankara’da millet- vekilleri, işçiler ve Rus elçilik görevlileri ile birlikte ger- çekten bir “1 Mayıs” kutlanmıştır fakat, dikkat edilirse bu tarih, sosyalist partilerin Ankara’da toplanmasına izin verilmemesinden sonra, 23 Eylül’de ilk parti Sovyet yardı- mın gelmesinden ise önceki bir tarihtir. Özetle Ankara’nın Sovyetler Birliği’ne mesaj verme ihtiyacında olduğu bir dönemde gerçekleştirilmiş bir anma törenidir.83

3ONUlØ"IRØ2ESMsØ4ARIHØ-EVL~D~ØÝUØaÍLGÍNØ 4~RKLER Doğum, doğum zamanı, doğum yeri gibi anlamlara gel- mektedir mevlid. Peygamber’in doğumu ile ilgili törenle- re de mevlid töreni adı verilmektedir. Mevlüd kelimesi

83 Dönemin Türkiye-Sovyet Rusya ilişkileri ile ilgili olarak ayrıca Bkz.: (Gü- rün1995). 347 Mete K. Kaynar de benzer bir kökten türer; mevlid ile aynı anlamdadır, fakat aynı zamanda Peygamber’in doğumu ve hayatından bahseden bir yazın türünü ifâde etmek için de kullanılır. Mevlüd’lerin en bilinen örneği ise Süleyman Çelebi tara- fından yazılan, asıl adı Vesiletun-Necât olan, fakat daha çokØ -EVL}D olarak bilinen eserdir. Mevlüd adı verilen, Peygamber’i överek onun doğumu ve hayatındaki mucize- ler üzerine odaklanan bu eserlere Arap ve Türk edebiyatın- da yaygın olarak yer verilmesine karşın, Fars edebiyatında pek itibar edilmemiştir. Türk ve Arap edebiyatındaki bu rolüyle Mevlüd, Peygamber’in doğumu ile ilgili seremo- nilerde bu konuda yazılan şiirlerin makamla okunması ile yerine getirilmiştir. Din alimlerinin Mevlüd’ün herhangi bir dinsel özellik taşımadığını belirtmesine, Peygamber’in doğumu ve ha- yatını konu alan herhangi bir şiir olduğunu vurgulamala- rına karşın, Mevlüd’ün Türk sosyolojisinde önemli bir yeri vardır. Bir dinsel kaynak olmasa da, aslında dini ibadetler- le alakasız herhangi bir manzum eser olsa da, Türk İslam pratiğinde Mevlüd, mezarlıklarda ölülerin başında, kutsal gecelerde evlerde ve camilerde, ya da bir kişinin ölümü- nün 40. veya 52. gecesinde okunmakta, folk İslam’da bir ibadet olarak kabul edilmektedir.. Süleyman Çelebi’nin Mevlüd’ü, nasıl İslam teolojisi içinde herhangi bir ibadet, dini bir kaynak kabul edilme- mesine karşın, Türk İslam pratiğinde dini bir ibadet ola- rak okunmakta ve ölülerin ruhlarına hediye edilmekteyse, Turgut Özakman’ın Şu Çılgın Türkler’i de benzer şeklide, siyasî tarih bilimi açısından hiçbir şey ifâde etmemesine karşın, Türk siyasî pratiğinde -medyanın da sayesinde-bir kahramanlık destanı olarak kabul edilmeye ve gözyaşla- rı içinde okunmaya başlamıştır. Bir başka ifâde ile hiçbir dinsel bir özelliği ve kutsallığa sahip olmamasına karşın, nasıl Mevlüd dinsel anma törenlerinin sosyolojik bir par- çası hâline gelmişse, Özakman’nın Şu Çılgın Türkler’i de o 348 Tarihin İnşâsı ve Siyaset şekilde, hiçbir edebi özelliği ve bilimsel niteliği olmama- sına karşın, resmî günlerdeki anma törenlerinin popüler parçası yapılmaya çalışılmaktadır. Din bilginleri Mevlüd okumanın bir ibadet olamayacağını ısrarla belirtmelerine rağmen, Peygamber’in doğumu ve hayatından bahseden bir şiir olarak Mevlüd’ün yaşanan İslami pratikte halk na- zarındaki rolü neyse, birçok kişinin tarihle alakasının ol- madığını belirtmesine rağmen, Şu Çılgın Türkler’in, ya- şanan siyasî pratikte, özellikle medya nazarındaki rolü de o dur. Mevlüd ile Şu Çılgın Türkler kitapları arasındaki, he- defledikleri kitleler üzerinde yarattıkları sosyolojik etkiler arasındaki benzerliklerdir ki Şu Çılgın Türkleri resmî ta- rihin bir Mevlüd’ü olarak ele almayı kolaylaştırmaktadır. Tıpkı Süleyman Çelebi’nin Peygamber’in hayatını şiir formunda yazması ve bunun özel günlerde şarkı forma- tında okunması gibi, okuma alışkanlığı oldukça düşük Türk toplumuna 748 sayfalık bir kitabı okutabilmenin yolu olarak Özakman da, kitabında senaryoya daha yakın, tarihsel bilgi ve siyasî mesajların kahramanlar arasındaki diyaloglar arasına serpiştirildiği bir edebi eser ortaya koy- muş ve dramaturjik teknikler yoluyla, kitabını geniş kit- lelerin sıkılmadan okuyabilmesini ve kitabın mesajlarını alabilmesini kolaylaştırmıştır. Kitabın temel mesajı ise, Kurtuluş Savaşı’nın dünyadaki en ahlâklı en kutsal savaşı olduğudur. Bu mesaj, PKK ile çarpışmaların devam etti- ği ve her gün birçok insanın öldüğü, ülke içindeki tüm azınlıklara sosyal ve siyasî haklarının verilmesi gerektiği- nin AB tarafından sıkça dile getirtildiği ve bu taleplerin sıradan yurttaş tarafından Avrupa’ya verilen bir taviz ola- rak algılandığı, ekonomik krizler sonrasında bir yandan top yekün fakirleşmenin yaşandığı, diğer yandan da ülke ekonomisinin yönetiminin IMF’ye teslim edildiği bir sos-

349 Mete K. Kaynar yoekonomik ortamda, çılgın kahramanların, Avrupa’ya, emperyalistlere karşı verdikleri en onurlu, ahlâklı ulusal savaş temasıyla ortaya çıkan kitap, tam da ortalama Türk vatandaşının ihtiyaç duyduğu psikolojik motivasyonu ona sağlamıştır. İşin ilginç yanı bu kitaba bir Mevlüd mua- melesi yaparak onu resmî ritüellerin sosyolojik bir parçası hâline getiren, kitabı ortalama yurttaşın son on yıllardır yaşadığı sosyolojik travmanın merhemi olarak sunanlarla, ülkenin bu duruma düşmesine yol açanların aşağı yukarı aynı kişiler olduğudur.

350 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

4e2+Ø-Ü,,ÄØ4!,Ü-Ø6%Ø4%2"Ü9%Ø3Ü34%-Ü

aygın eğitim, özellikle de ilk ve orta düzey- deki eğitim-öğretim faaliyetinin yaygın bir şekilde, yani ancak 3-5 öğrencinin mevcut olduğu en ırak köyden, metropollerin en zenginY kesimlerinde oturan -ve devlet böyle bir hizmet vermese dahi kendi imkânları ile daha iyi bir eğitim alabi- lecek gelir düzeyine sahip-ailelerin çocuklarına kadar her- kesi ama herkesi kapsayacak bir eğitimin verilmesi, sadece Türkiye’nin değil, tüm ulus-devletlerin üzerinde hassasi- yetle durdukları temel politikaları arasındadır. O zaman bu makaleye “neden” sorusuyla başlayabiliriz. Neden eğitim, neredeyse tüm ulus-devletlerin kendi sınırları içinde yaşayan tüm çocuk/yurttaşlara ayrımsız uygulamaya çalıştığı, “zorunlu” “hizmet”lerinden biri- dir. Mesela, yine bir kamu hizmeti olan (olması gereken) sağlık için aynı hassasiyet gösterilmez; neden köydeki 3-5 çocuk da, çok zengin bir ailenin çocuğu da aynı sağlık hiz- metlerinden yararlansın diye devlet var gücüyle uğraşmaz, bunu zorunlu hale getirmez; neden belirli bir yaşa gelince

351 Mete K. Kaynar örneğin, çocuğunu doktora götürmeyen aileye ceza kesip, zorla çocuğunu hastaneye taşımaz da, belirli bir yaşa gelen çocuğu ailesi karşı çıksa dahi okula gönderir. Devletin tüm sosyal sınıflar, toplumsal kesimler için ayrımsız, ayrıcalıksız zorunlu koştuğu, gerekirse de aile- nin rızası hilafına sunduğu bu “hizmet”i sadece devletin geniş halk kesimlerinin okur yazar olması, cahil kalmama- sı, iyi bir eğitim alarak dünyada olup bitenleri anlamaları için sunduğu bir hizmet olarak okumak mümkün müdür? Aslına bakılırsa pek de öyle değil gibi. Özellikle ilk ve orta eğitimi, ama özellikle de ilk düzey- deki eğitimi kastederek konuşmak gerekirse, zorunlu yay- gın eğitim aslında, eğitim-öğretim işini organize edenle, bu eğitimi alan arasındaki bir çıkar ilişkisini tanımlamak- tadır. Bu çıkar ilişkisinde eğitim alan, gerçektende oku- ma-yazma, temel bilgileri öğrenme gibi faydaları alırken bunun yanında, eğitim süreciyle birlikte, mevcut düzenin temel parametrelerini de bellemektedir. Bir başka deyişle, aldığı eğitim öğretim faydasının karşılığı olarak bu ma- liyeti yüklenmektedir. Eğitim-öğretim faaliyetini orga- nize eden, en ücra köylere kadar bu faaliyeti götüren/gö- türmeye çalışan devlet ise eğitim-öğretim verme maliyeti karşılığında, kendi temel parametrelerini topluma yeni katılmakta olan bireylere aktarabilmekte, eğitim verme maliyeti karşılığında düzenin temel parametrelerini içsel- leştirmiş bireylere kavuşma lüksüne kavuşmaktadır. Eği- tim ve öğretimin zorunlu olması, sınıf, etnik köken, dinsel inanç vb. ayrımı yapılmaksızın aynı müfredatın tüm yurt- taşlara uygulanması, bu sürecin birey henüz çok küçükken başlaması ve uzun yıllar ve hemen hemen hergün devam etmesi de bu yüzdendir. Tekrara düşmek pahasına bir kez daha belirtmekte fayda var: Bu, sadece Türk millî eğiti- minin değil, tüm ulus-devletlerin eğitim sistemlerinin

352 Tarihin İnşâsı ve Siyaset temel mantığını oluşturmaktadır. Bu çalışma da ise, sa- dece Türkiye üzerinde durulmakta ve Türkiye’deki eğitim sistemi, özellikle de ilk ve orta eğitimin, temel bilimsel gerçeklerin öğretilmesi karşılığında genç bireylere nele- ri nasıl aktarmaya çalıştığı analiz edilmeye çalışmaktadır. Bu analize girişirken de temel kalkış noktası Türkiye’de okul denilen sosyal organizasyonun devlet toplum ilişkisi- nin öğrenildiği, sürdürüldüğıü, yeniden üretildiği bir alan olduğu önermesidir. Okulun devlet toplum ilişkisinin sürdürüldüğü, öğ- renildiği tek alan olmadığı ilk başta belirtilmelidir. Bu konuda bir çok kaynaktan bahsedilebilir. Örneğin medya, özelikle de televizyon da bu kaynaklardan biridir. Bu ör- nekleri siyasî sistemden hukuka kadar çeşitli kurumların adını anarak genişletmek mümkündür. Fakat devlet-top- lum ilişkisinin Anayasa’da ifâde edildiği şekliyle devam etmesinde, bu ilişkinin yeniden üretilmesinde eğitim sis- teminin diğer hiçbir kaynakla karşılaştırılamayacak denli büyük bir etkiye sahip olduğunu da vurgulamadan geç- memek gerekir. Her toplumda okul, siyasî ve sosyal parametrelerin genç beyinlere aktarılmasında yani sosyalleşmenin gerçekleşti- rilmesinde önemli işlevler üstlenmektedir. Fakat eğitim sisteminin bu sosyalleşme süreci içerisinde genç bireye hangi özellikleri kazandırmayı amaçladığı toplumdan topluma değişmektedir. Özetle burada dile getirilmeye çalışılan eleştiri, doğrudan doğruya bu sosyalleşme süre- cinde genç bireye kazandırılmaya çalışanlarla ve bunların kazandırılma biçimi ile ilgilidir. . Temel iddiâ, okul denilen ve 7-8 yaşlarında yani sos- yalleşme süreçlerinin henüz başında olan taze beyinleri, 8 yıl boyunca günde 5 saat eğitmek/yönlendirmek gücüne

353 Mete K. Kaynar sahip olan bu kurumun, kendisi, kendi çevresi, mahalle- si, ili, toplumu, devleti ve nihayet tüm dünya ile ilgili sorunları dile getiren; bu sorunlarla ilişkin olarak “kendi aklı ve bilgisine”ne dayanarak çözüm alternatifleri üreten; benzer çözümler ortaya koyan diğer bireylerle bir araya gelerek/örgütlenerek, kendisi gibi düşünmeyenlerle sonu- ca yönelik olarak tartışan ve böylece kollektif bir çözüme ulaşmayı amaçlayan bireyler ortaya koyamayacağı, mev- cut şekildeki eğitim sürecinden geçmiş bir bireyin kendi insanî yetilerini geliştirecek özgüvene ve güvenceye sahip olamayacağıdır. Ve buradan hareketle söylenebilir ki eği- tim sistemi böyle bireyler üretemedikçe, devlet-toplum ilişkisini yeniden tasarlayacak, mevcut sorunlarımıza çö- züm üretebilecek hiçbir makro çözüm başarıya ulaşama- yacaktır. Bununla birlikte, bu hâliyle devam eden/edecek eğitim sistemi, demokratik bir toplumun temelinde yer alan demokratların (demokrasiyi bir yaşam tarzı olarak kabullenen insanların) yetiştirilmesinin bir aracı da ola- mayacak, sadece devletin ve onun iktidarını kullananların ne kadar üstün, ulaşılmaz, kutsal kurumlar/kişiler oldu- ğunun ve bu kutsal kuruma koşulsuz itâatin öğretildiği mekanlar olarak kalacaktır. Eğitimle ilgili eleştirileri bir bir sıralar ve yaygın eği- timin bir yandan da bireylere bilimsel verilerin haricinde birşeyler aktarmaya çalıştığını ifâde ederken, Gramsci’yi, onun devletin sadece zor ve cebirle ayakta duramayacağı, kendi otoritesini sadece silah gücüne dayandıramayacağı tespitini de sürekli olarak akılda tutmak gerekmektedir. Bir başka deyişle eğitimin bu yönünü eleştirirken, ege- men sosyolojik düşüncenin sosyalleşme olarak olumladı- ğı bu süreci görmezden gelmek de yanlış olacaktır. Her düzen, kendi otoritesine rıza gösterecek bireyleri yeniden üretmek, evet açıkca söylemek gerekirse, zorundadır. Fa-

354 Tarihin İnşâsı ve Siyaset kat bu zorunluluk, yukarıda dile getirilen eleştirileri yan- lışlamaz, hattâ eğitim sürecinde, mevcut rejimin ayakta durması için nelerin genç beyinlere aktarıldığı, aktarılma- sı gerektiği tartışmasını öne çıkarır ve bizi düzenin nite- liği ile aktarmak istedikleri arasındaki ilişkiyi tartışmaya yöneltir. Bir başka deyişle, eğer düzen diye tanımlanan “şey” her bir bireyin özgürce kamusal alana katılmasına, bu alanda tartışmasına, örgütlenerek yanlış gördüklerini değiştirmek için mücadele etmesine, bireyin kendi için- deki insanî yetilerini kendi çabasıyla geliştirmesine ola- nak ve zemin hazırlıyor ise bu “düzen”i ayakta tutan te- mel siyasî paramatreler bunlar ise, bu parametrelerin genç beyinlere aktarılmasını eleştirmek bir yana, desteklemek yerinde olacaktır. Tersine düzen denilen “sosyal düzenek”, hiyerarşik ilişkileri, bu hiyerarşik toplumsal ilişki içinde yukarıda olanın topluma ve devlete ilişkin tanımlarını ak- tarma üzerine kurulmuşsa da bu kez aktarılanı ve aktarıla- nın aktarılış biçimini eleştirmek yerine olacaktır. Özetle, Gramscinin bize hatırlattığı tuzağa düşmeden eğitim sis- temine baktığımızda, eğitim öğretim süreciyle bireylere topluma ve toplumsala ilişkin bir şeylerin aktarılıyor ol- masını değil, aktarılanın kendisini merkeze almak ve onu eleştirmek gerekmektedir ki bu da hiç kuşkusuz subjektif, kişiden kişiye değişebilecek bir çabadır.

%ÛITIMØdÛRETIMØ6ERSUSØ4ALIMØ4ERBIYE

Gramsci’nin belirttiği gibi devlet sadece zor ve cebir ile ayakta durmaz. Devletin toplumu belirleme gücü, sade- ce devletin cebir ve zor gücünden; bunu topluma silah- la dayatmasından kaynaklanmamaktadır. Onun toplum üzerindeki tanımlama gücü büyük oranda, bu konuda toplumda yaratılan rızaya dayandırılmakta ve bu rızanın

355 Mete K. Kaynar oluşturulmasında okul önemli bir işlev görmektedir. Bu pencereden Türk Millî Eğitim sistemine bakıldığında eği- tim sisteminin ağırlıklı olarak [D]evletin -daha doğrusu onu yönetmekte olanların- toplumu tanımlama, kendi söylemi, eylemi dışındaki davranış ve düşünüş türlerini dışarıda bırakabilme, kendi politikalarına şartsız koşulsuz itâat eden bir toplum yaratma projelerinin atölyesi olarak görülmektedir. Bu eğitim sistemi içerisinde devlet-top- lum arasındaki ilişki biçimi ya da farklı biçimde söylenirse otorite karşısında bireyin takınacağı tutum ve davranışlar ise bir yandan okulun sosyal ve fiziksel mimarisi, düzenle- nişi diğer yandan da eğitim sisteminin amaçları ile bireye aktarılmaktadır. Otorite-birey ilişkisinin geçerli formları- nın sosyalleşme sürecinin başındaki çocuk bireylere akta- rılmasını sağlayan bu araçlara yakından bakmak için belki de kendi ilkokul ve ortaokul günlerimize, anılarımıza bir kez daha dönmek; o günleri soğukkanlı bir şekilde analiz etmek yeterli olacaktır. Çünkü devletin söylem ve politi- kalarına ister onaylayarak, isterse kayıtsız kalarak ses çı- karmayan toplumun, ya da halkın buna bulduğu isimle itâat edip rahat eden bireyin, toplumun oluşturulduğu te- mel kaynak burasıdır. Bu tür bir toplum ve birey yaratmanın okul yaşamı içerisindeki ilk aracı eğitim sisteminin ve ders program- larının içeriğinde bulunabilir. Çünkü devlet, eğitim sis- temini, eğitme fonksiyonun yanında rejimin temelini oluşturacak, onun temel politikalarıyla uyum içinde ya- şayacak, düşünecek, davranacak bireyler yetiştirmek için de kullanmaktadır. Bu eğitim sistemi içerisinde bireyin Türkiye Cumhuriyet’ine karşı yerine getirmek zorunda olduğu sorumlulukları vardır ve okul bu sorumlulukların neler olduğunun ve nasıl ifa edilmesi gerektiğinin öğrenil- diği, yani, bu TERBIYEnin edinilmesi için talimØyapıldığı

356 Tarihin İnşâsı ve Siyaset bir kurum olarak karşımıza çıkar. Kendisini millî eğiti- min en üst noktasındaki Bakan’ın, en yakın danışma ve karar organı olarak tanımlayan kurulun adının 4alim ve Terbiye Kurulu BaşkanlığıØ olması dahi, devletin eğitim sisteminden beklediği amaçlar ve onu nasıl organize ettiği ile ilgili olarak bize fikir verecektir. Küçük bir parantez açarak belirtmek gerekirse; talimin sözlüklerdeki karşılık- larından biri de askere verilen eğitimdir. Terbiyenin ise “hayvanların eğitimi” gibi bir anlamı daha vardır. Aynı zamanda arabalara koşulan hayvanlarının dizginlerine de halk dilinde “terbiye” denmektedir. Talim ve terbiyenin bu anlamları ile Millî Eğitim Bakanlığı’nın kanun ve yönetmeliklerde belirtilen amaç- ları birbirinden çok da uzak değildir. Eğitim, bilimsel bilginin aşama aşama bireye kazandırılması değil, önce- den belirli (tanımı asker sivil bürokrasi tarafından yapı- lan) toplumsal amaçlara ulaşmanın, bireylerde bu yönde istendik davranışlar/düşünceler oluşturmanın bir aracıdır. Kanunun dili ile söylersek bu eğitimden beklenen amaç; “Türk vatandaşlarının ve Türk toplumunun refah ve mut- luluğunu artırmak; öte yandan millî birlik ve bütünlük içinde iktisadî, sosyal ve kültürel kalkınmayı desteklemek ve hızlandırmak ve nihayet Türk Milleti’ni çağdaş uygar- lığın yapıcı, yaratıcı, seçkin bir ortağı yapmaktır.²84 Millî Eğitim Teşkilatı bu amacını 1739 numaralı Millî Eğitim Temel Kanunu’nun85 ikinci maddesinde şöyle ifâde etmektedir: Türk Millî Eğitiminin genel amacı, Türk Milletinin bütün fertlerini, Atatürk inkılâp ve ilkelerine ve Anayasa’da ifâdesini bulan Atatürk milliyetçiliğine

84 Millî Eğitim Temel Kanunu, (Değişik:16/6/1983-2842/2 dm.), Kanun Nu- marası:1739, Kabul Tarihi:14/06/1973, Resmi Gazete:24/06/1973 tarih, 14574 sayı, Madde2. 85 A. g. e. Madde2. 357 Mete K. Kaynar

bağlı; Türk Milleti’nin millî, ahlâkî, insanî, manevi ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve ge- liştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasanın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cum- huriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış hâline getirmiş yurttaşlar olarak yetiştirmek... [tir].

Hemen hemen benzer ifâdelere Millî Eğitim Bakanlığı’nın Teşkilat Ve Görevleri Hakkında Kanun’un86 ikinci maddesinde yer verilmektedir. Millî Eğitim siste- minin, eğitim süreci içerisinde ulaşmaya çalıştığı amaçlar yukarıda belirtilenlerle sınırlı değildir. Örneğin, aynı Ka- nunun 10. maddesinde87 eğitim sisteminin ulaşmaya çalış- tığı diğer amaçlar ile ilgili olarak ±.. eğitim sistemimizin her derece ve türü ile ilgili ders programlarının hazırlanıp uygulanmasında ve her türlü eğitim faaliyetlerinde Ata- türk inkılâp ve ilkeleri ve Anayasa’da ifâdesini bulmuş olan Atatürk milliyetçiliği[nin] temel olarak” alınacağı ve “…millî ahlak ve millî kültürün bozulup yozlaşmadan kendimize has şekli ile evrensel kültür içinde korunup geliştirilmesin[nin] ve öğretilmesi”nin ve “... millî bir- lik ve bütünlüğün temel unsurlarından biri olarak Türk dili..² eğitimin gerçekleştirilmesinin eğitim sisteminin temel amaçları arasında yer aldığını belirtilmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı “…güçlü ve istikrarlı, hür ve demokratik bir toplum düzeninin gerçekleşmesi ve de- vamı için yurttaşların sahip olmaları gereken demokra- si bilincinin” öneminin farkındadır, fakat bu demokrasi bilinci Atatürkçülüğün bir ideoloji olarak öğretilmesi ile sınırlı kalmaktadır. Aynı kanun 11. maddesinde demok-

86 Millî Eğitim Bakanlığının Teşkilat Ve Görevleri Hakkında Kanun, Kanun Numarası:3797 Kabul Tarihi:30.4.1992 Yayımlandığı R. Gazete: Ta- rih:12.5.1992 Sayı:21226 Yayımlandığı Düstur: Tertip:5, Cilt:31. 87 A. g. e 358 Tarihin İnşâsı ve Siyaset rasi eğitimiyle ilgili olarak88: “[Eğitim süreci içerisinde]... Anayasa’da ifâdesini bulan Atatürk milliyetçiliğine aykırı siyasî ve ideolojik telkinler yapılmasına ve bu nitelikte- ki günlük siyasî olay ve tartışmalara karışılmasına hiçbir şekilde meydan” verilmeyeceği üzerinde durulmaktadır. Millî eğitim bu yolla ilköğretimi kadın erkek bütün Türk- lerin millî gayelere uygun olarak bedeni, zihni ve ahlâkî ge- lişmelerine ve yetişmelerine hizmet eden temel eğitim ve öğretim89 olarak tanımlamakta ve bu okullardaki eğitimin amacının çocuklara “... iyi bir vatandaş olmak için gerekli temel bilgi, beceri, davranış ve alışkanlıkları kazandırmak; onu millî ahlak anlayışına uygun bir eğitim verme[k]” olduğunu belirtmektedir. Benzer amaç, Millî Eğitim Ba- kanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği’nde91 de ifâde edilmektedir. Bu yönetmelik ilköğretimin “Öğrenciye, Atatürk ilkelerine ve inkılâplarına, T.C. Anayasası›na ve demokrasinin İlkelerine uygun olarak haklarını kullana- bilme, görevlerini yapabilme ve sorumluluklarını yük- lenebilme bilincini kazandırma” ve “Öğrencinin millî kültür değerlerini tanımasını, takdir etmesini, çevrede benimsemesini ve kazanması”nı sağlamayı amaçladığını belirtmektedir. Ortaöğretime geçtiğinde ise başta belirtilenlere ilaveten “... asgari ortak bir genel kültür vermek suretiyle onlara kişi ve toplum sorunlarını tanımak, çözüm yolları aramak ve yurdun iktisadî sosyal ve kültürel kalkınmasına katkıda bulunmak bilincini ve gücünü kazandırmak92” amacı da güdülmektedir. Atatürkçülüğün okul içerisinde bireye/öğrenciye ka-

88 A. g. e 89 İlköğretim ve Eğitim Kanunu, Kanun Numarası:222, Kabul Tarihi:5/1/1961, Yayımlandığı R. Gazete: Tarih:12/1/1961, Sayı:10705, Madde1. 90 A. g. e., Madde23. 91 Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği Resmi Gazete’de Yayım Tarihi ve Sayısı: O7/08/1992-21308, Madde5. 92 Millî Eğitim Temel Kanunu, A. g. e., Madde28. 359 Mete K. Kaynar zandırılması gerektiği bir çok yasal düzenlemeye de konu olmuştur. 30.Haziran.1986 tarih ve 2212 sayılı 4ebliğ- ler Dergisi’nde de Öğretim Programlarına Dahil Edilen ve Ders Kitaplarına Aktarılacak Olan Atatürkçülükle İl- gili Konular yayımlanmış, bilahare, 19.Haziran.1995 ta- rih ve 2433 sayılı Tebliğler Dergisi’nde İlköğretim ku- rumlarının birinci kademesindeki öğretim programları ile ders kitaplarında yer alması gereken Atatürkçülükle İlgili Konular belirtilmiştir. Hangi derse girerse girsin, öğrencilerin Atatürk İlke ve İnkılaplarına uygun yetişti- rilmesi, tüm öğretmenlerin görevidir ve bu amaçla kendi derslerinde yeri geldikçe bu konuya eğilmeleri ders prog- ramlarında bu amaca uygun etkinlikler planlamaları zo- runludur. Yapılan günlük planların 2104 sayılı Tebliğler Dergisi´nde yayımlananØ Atatürk İnkılap ve İlkelerinin Öğretim Esasları Yönergesinde belirtilen esasları göz önü- ne alması zorunludur. Tüm öğrencilerin Atatürkçü olarak yetiştirilmesi için öğretmenler sene başındaki Öğretmen- ler Kurulu ve Zümre Öğretmenleri toplantılarında yapıla- cak etkinlikleri planlamakla görevlidirler. Bu ders planlarından bazısı üzerinde durmak ve yö- netmeliklerin gereği olarak hazırlanan bu planlarda “Anayasa’da ifâdesini bulduğu şekliyle” Atatürk ilke ve İn- kılaplarının nasıl öğrenciye kazandırıldığına -daha doğru- su resmî evrak üzerinde bunun nasıl varsayıldığına- yakın- dan bakmakta fayda vardır. Ders programlarına ve burada belirtilen amaçlara bakıldığında daha da iyi görülecektir ki Mustafa Kemal’in kişiliği ve devrimleri konusundaki eğitim, okul sistemi içerisinde bir “yasak savma” ya da kaba bir “atatürkseverlik/atatürköverlik”ten öteye nadiren geçmektedir. Bu programların hangi okuldan alındığı ve hangi öğretmen tarafından düzenlendiği belirtilmeyecek- tir. Fakat tamamı, ilgili müdür tarafından, yönetmeliklere uygun bulunarak onaylanmış ders programlarıdır.

360 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Atatürkçülüğün ele alınışıyla ilgili en çarpıcı/alakasız örnekler Beden Eğitimi derslerinde görülmektedir. Planın hazırlandığı ve onaylandığı okuldaki Beden Eğitimi der- sinde Mart ayının ilk haftasının birinci saatinde işlenecek konuرhız artırarak tepe koşuları” eğitimidir. Bu dersten beklenen amaç atletizmle ilgili sürat ve çabukluğun geliş- tirilmesi, Atatürk İlke İnkılapları açısından verilmek iste- nen ise Atatürk’ün Burdur’a gelişinin önemidir. Farklı bir okuldaki Beden Eğitimi dersinin Şubat ayının son haftasındaki konusuرSıra olma ve düzen bilgisi”dir. Öğretmen bu konuyu işleyerekرDostça oynamayı ve kazan- mayı bilmeyi ve tekrar etmeyi” ve İnkılap Tarihi açısından ISEرAtatürk ilke ve inkılaplarının sayılmasını” öğrencileri- ne öğretmeyi amaçlamaktadır. Bir diğer okulda Ekim ayının İkinci haftasının birinci dersinde ise Beden Eğitimi öğretmenin amacı “Atatürk’ü anma, ilke ve inkılaplarını kavratmak ve hentbol temel tekniğinin geliştirilmesi” dir. Öğretmen bu amaca ula- şabilmek, öğrencileri ile birlikte Atatürk’ü anmak için Atatürk’ün veciz sözleri eşliğinde onlara yürüyüş yaptır- mayı planlamaktadır. Bir okuldaki müzik dersinin Kasım ayının ikinci hafta- sında gerçekleştirilecek olan bölümünde öğretilmek iste- nen konu, “Atatürk’ün Türk Müziğinin gelişimine ilişkin direktifleri ve Atatürk’ün sevdiği şarkılar” ın öğretilmesi- dir. Bu dersi işleyerek planı yazan öğretmenin gerçekleş- tirmeye ulaştığı amaç ise öğrencilerinرAtatürk’ün sevdiği şarkılardan hoşlanması”nı sağlamaktır. İlkokul birinci sınıf Hayat Bilgisi dersi için plan hazır- layan öğretmenin “Cumhuriyet Bayramı ve Atatürk” ko- nulu ünitenin işlenmesi ile öğrencilere kazandırmayı ça- lıştığı davranışlarla ilgili hedefi, yğrencilerin “…Atatürk

361 Mete K. Kaynar ile ilgili anıları dinlemekten zevk alma”larını sağlamaktır. Kanun, Yönetmelik ve Genelge’lerde belirtildiği şek- liyle eğitim sisteminin genelinde ve çeşitli aşamalarında ulaşılmaya çalışılan amaçlarla ilgili örnekleri artırmak mümkündür. Fakat ulaşılmaya çalışılan amaçların bireyi TALIM ve TERBIYE edici karakteri verilecek tüm örneklerde değişmeyecektir. Eğitim süreci içerisinde bireye Kema- lizmin tek doğru olduğu ve bireyin devlete karşı sorum- lulukları olduğu öğretilmektedir: Bireyin hakları vardır. Fakat bu haklar Atatürk ilke ve İnkılaplarına uygun bir biçimde kullanacaktır; bireye demokrasinin ne kadar iyi bir sistem olduğu öğretilecektir fakat demokrasinin Ata- türkçülük sınırları dışına taşmamasına özen gösterilecek- tir; ders programlarının hazırlanmasında evrensel bilimsel kurallar referans alınacaktır fakat bu ders programlarında Anayasa’da ifâdesini bulduğu şekliyle Atatürk milliyet- çiliğinin öğretilmesi öncelikli amaç olarak göz önünde bulundurulacaktır; öğrencilerin istidat ve kabiliyetlerine göre yetişmesi sağlanacak fakat bunun üst sınırı öğrenci- nin millî ahlâk, kültür ve değerlere uygun yetiştirilmesi sınırını aşmayacaktır. Özetle okulda demokrasi, bireysel yeteneklerin gelişimi, yurttaşlık hakları gibi davranış ve düşünce kalıpları verilecek fakat bunların Atatürkçülük, millî ahlâk ve kültür ve bireyin devlete karşı sorumluluk- ları içerisinde gerçekleştirilmesi sağlanacaktır. Ya da farklı ve önceden de kullanılan bir ifâde ile eğitim yoluyla hem siyasî sistemin olması gereken kuralları, hem de bunun üst sınırı yani siyasî faaliyetle değiştirilemeyecek, bir etkile- nemeyecek (derin devlet) alanın var olduğunun çocuklara öğretilmesi sağlanacaktır. Burada özenle birbirinden ayrılması gereken iki konu- ya dikkat çekmek gerekmektedir. Bu iki başlık üzerinde düşünmeden millî eğitim sistemi içerisindeki “Atatürk-

362 Tarihin İnşâsı ve Siyaset çülük” ve “millî (ahlâk, kültür vb.)” gibi kavramları eleş- tirmek, tam da devletin eğitim sistemi içerisine gizleyerek eleştirilemez hale getirdiği bu kavramların içinde barın- dırdığı siyasî kutsallıktan kaynaklanan tuzaklara düşmek anlamına gelecektir. Bu aynı zamanda eğitim sistemi yo- luyla devletin, “devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğü”nü nasıl öğrettiğini ve bunu öğretirken kendi söylemi ve eylemi dışındaki görüş ve hareketleri nasıl gay- ri meşrû ilan ettiğini; kendi görüşünü siyasî açıdan kutsal kavramların gerisine iterek nasıl görünmez (ve eleştirile- mez) hale getirmeye çalıştığını da ortaya koyacaktır. Eğitim sisteminin (bir modernleşme projesinin bürok- rasinin elinde ideolojileştirilen şekli olarak) Atatürkçü- lüğü öğrenciye dayattığını söylemek ilk başta Atatürk- çülüğe karşı cepheden bir tavır almayı gerektirdiği için eğitim sistemini bu açıdan eleştireni zora sokacak sonuçlar doğuracaktır. Çünkü bu söylem bir ön kabule dayanmak- tadır: Eğer bir kişi eğitim sisteminin bu yönünü eleşti- riyorsa, aynı zamanda Atatürkçülüğü ve Atatürk’ü eleş- tiriyordur ve eğer Atatürk’ü eleştiriyorsa vatan hâinidir. Son olarak eğer bu kişi vatan hâini, yani devletin ülkesi ve milleti ile bölünmez bütünlüğünü bozan bir kişi ise eleştirilerinin ciddiye alınmasına gerek olmadığı gibi bu bölücünün -yani devleti yönetenlerin söylediklerini, top- lumun düşündüklerine bölünce bu ikisinin bazen farklı da olabileceğini söyleyenlerin- en kısa zamanda susturulma- sı gerekmektedir. Fakat gerçek hiç de öyle olmadığı gibi, düşülmesi olanaklı en tehlikeli tuzak da burada gizlidir. Eğitim sistemi içerisinde gençlere dayatılan mecburi doğruları eleştiriye başlama noktası da bu olmalıdır: Eleş- tirilen şey, doğrudan doğruya Mustafa Kemal’in kendisi değil, millî eğitim sisteminin/bakanlığının yada genelde devleti yönetenlerin genç beyinlere bir şeyler dayatma ve

363 Mete K. Kaynar böylece tek doğru olarak onu belletme yolu olarak Atatürk ilke ve inkılapları adı altında meşrûlaştırdığı, ideolojileş- tirdiği görüşlerdir ki burada ideoloji Manheim’ci anlam- da, düzenin devamını sağlayan her türlü simge, kavram, kurum vb. anlamında kullanıldığını belirtmek yerinde olacaktır. Millî eğitimin amaçlarının sıralandığı yasal metinlerin çoğunda Atatürkçülük, Atatürk milliyetçiliği gibi kav- ramların tek başına değil de “Anayasa’da ifâdesini buldu- ğu şekliyle” ibaresiyle birlikte kullanılması da bu görüşü destekler niteliktedir. Kanun metinlerinden yola çıkarak şöyle bir yargıya varırsak bu yanlış olmayacaktır: Eğitim sisteminin amacı Mustafa Kemal dönemi politika ve uy- gulamalarını kendi dönemindeki toplumsal ve siyasî so- runların çözümünde bir alternatif olarak kullanmaya çalı- şan veya Mustafa Kemal’i Türk tarihi içerisindeki önemli tarihsel bir kişilik olarak anlamaya ve onun değerini yo- rumlamaya çalışan bireyler yetiştirmek değil, “Anayasa’da ifâdesini bulduğu şekliyle (yani devleti yönetenlerin ve Anayasa’yı yazdıranların Atatürkçülük olarak kutsallaştır- dıkları temel tercihlerine taktıkları isimle) Atatürk ilke ve İnkılaplarına itâat eden bireyler yetiştirmektir.² Farklı bir şekilde söylersek eğitim sisteminin amacı, tam da Mustafa Kemal’in bizzat kendisinin söylediği şekliyle “Fikrî hür vicdanı hür nesiller yetiştirmek”93 değil, Fikrî ve vicdanı, eğitimi sisteminin önceden belirlediği siyasî, sosyal doğ- ruları ezberleyerek köreltilmiş nesiller yetiştirmektir. İfade edilenleri şöyle özetleyebiliriz. Devleti yönetenler, eğitim sistemi ile, ondan farklısını kimsenin iddiâ etmesi- ni hoş karşılamadıkları görüş, düşünce ve eylemlerini tek doğru olarak 7-8 yaşlarındaki beyinlere dayatabilmek için bunları Atatürkçülük adı altında meşrûlaştırmaktadırlar.

93 Genel Kurmay Başkanlığı, A. g. e., 302 364 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Bu Atatürkçülük -tam da Heper’in94 Mustafa Kemal son- rası Cumhuriyet bürokrasisinin Atatürkçü değil Atatürk taraftarı olduğunu söylediği gibi- 1938’e kadar gerçekleş- tirilen devrim ve politikaların her hangi bir yorumu değil, Anayasa’da tanımlanan ve bir ideoloji hâline getirilen biçi- miyle Atatürkçülüktür. Yani !tatürkçülük değil atatürk- çülüktür.95 Böylece eğitimin amacı ile ilgili hukuk metin- lerinde devletin doğrularına karşı çıkmak Atatürk’e karşı çıkmakla aynı anlamda kullanılmakta; devletin bireye ak- tardığı doğrular kümesi “atatürkçülükleştirilerek” eleşti- rilemez hale getirilmektedir. Bu yolla aktarılan doğrular, yani olması, yapılması, düşünülmesi istenenler, talim ve terbiyecilerin değil, Atatürk’ün görüş ve düşünceleri gibi gösterilerek dönüştürülmekte; böylece devlet-toplum iliş- kisinin temelini oluşturacak bireyin yaratılması ile ilgili bu araç, Mustafa Kemal’e ve içeriği yine onu tanımlayana göre değişebilecek (aprioriØolarak tam da ne anlama geldi- ği bilinemeyecek olan) millî kültüre ve ahlâka havale ede- rek kutsallaştırılmakta, muğlaklaştırılmaktadır. Okuldaki sosyal yaşamın düzenlenişi96, otorite-birey (öğretmen/idare/öğrenci) ilişkilerinin kurgulanışı, giyim- kuşam vb. gibi “okulun sosyal mimarisi” başlığı altında özetlenebilecek konularda takip edilen yol ve yöntemler de okulun, devlet-toplum ilişkisinin formlarının aktarıl- dığı, öğretildiği yer olduğunun altını çizmektedir. Bunun için hep birlikte o dönemdeki anılarımızı tazelemek veya komşumuzun, akrabamızın ve kendi çocuğumuzun okul

94 Heper A. g. e., 1985, 68 95 Heper, A. g. e., 1985, 68’de Mustafa Kemal’in ölümünden sonra onun fikir- lerinin bir kısım bürokratik elit ve aydın tarafından çarpıtıldığını belirtmek- tedir. Yazara göre, Mustafa Kemal’in görüş ve düşüncelerinin bürokratik versiyonundan ise Atatürkçülük üretilmiştir. 96 Sosyal yaşamın düzenlenişi ile ilgili kuralların denetlendiği üst kurum Millî Eğitim Bakanlığı Öğrenci Disiplin Kurulu’dur. Bu kurulun düzenlenişi ve görevleri Millî Eğitim Bakanlığı Öğrenci Disiplin Kurulu Yönetmeliği, (Resmi Gazete’de Yayım Tarihi ve Sayısı:28/01/1995-22185) ile düzenlenmektedir. 365 Mete K. Kaynar yaşantısını gözlemlemek dahi yeterli olacaktır. Öğrenciler okula üniformalarını/tek tip elbiselerini gi- yerek saçlarını yasal metinlerde belirtilen usûlde taraya- rak/kısaltarak yani, ilgili yönetmelikte97 belirtildiği gibiØ ±Atatürk İnkılap ve ilkelerine uygun, uygar, aşırılıklara kaçmayan ve sade bir kılık kıyafette”giderler. Bugün bu kurallar Millî Eğitim Bakanlığı İle Diğer Bakanlıklara Bağlı Okullardaki Görevlilerle Öğrencilerin Kılık Kıyafet- lerine İlişkin Yönetmelik’in98 10, 11 ve 12. maddelerinde düzenlenmektedir. Millî Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi’nde okuyan öğrencilerin dahi kılık ve kıyafetleri ile ilgili hukuksal düzenlemelere gitme ihtiyacı hissetmiştir. Eğitimlerini kendi evlerindeki televizyonun aracılığıyla alan bu kişiler, örgün eğitim içerisindeki öğrencilerin tâbî olduğu kılık-kıyafet yönetmeliğine tâbî değildir, fakat yine de sınavlarda ve yüz yüze eğitim sırasında giydikleri kıyafetlerin sade ve temiz olması gerekmektedir.99 Okula giden öğrencilerin ellerini kollarını sallayarak okula girmeleri, sıralarına oturmaları mümkün değildir. Önce bahçede, üçerli sıra olmak ve Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği’nin100 10. maddesin- de belirtildiği şekliyle antlarını okumak zorundadırlar: Onlar “Türk”türler; “doğru ve çalışkan”dırlar; “küçükle- rini korur”; “büyüklerine” saygıda kusur etmez, sözlerin- den dışarı çıkmaz; “milletlerini özlerinden çok” severler. Bu gençlerin “yükselmek ve ileri gitmek” gibi bir takım

97 Millî Eğitim Bakanlığı İle Diğer Bakanlıklara Bağlı Okullardaki Görevlilerle Öğrencilerin Kılık Kıyafetlerine İlişkin Yönetmelik, Bakanlar Kurulu Kararı- nın Tarihi:22.7.1981, No: 8/3349 Dayandığı Kanunun Tarihi:3.Aralık.1934, No:2596, Yayımlandığı R. Gazetenin Tarihi:7.Aralık.1981, No:17537, Ya- yımlandığı Düsturun Tertibi:5, Cildi:21, S.498, Madde Bir. 98 A. g. e. 99 Millî Eğitim Bakanlığı Açık Öğretim Lisesi Yönetmeliği Tebliğler Dergisinde Yayım Tarih:15/03/1993, Sayısı:2378 100 Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği A. g. e., 366 Tarihin İnşâsı ve Siyaset amaçları vardır ve bu yolda varlıklarını Türk varlığına hediye etmekte bir an bile tereddüt etmezler. Bu şekilde rejimin çağdaşlaşma/kalkınma hedefinin kendi hedefleri olduğunu, toplum karşısında kişisel varlıklarının ne ka- dar önemsiz olduğunu ve milletlerini kendi canlarından fazla sevdiklerini haykıran gençler, yine sırayla okul bi- nasının öğrenciler için ayrılmış olan bölümünden içeri girer ve daha önceden öğretmenlerinin boy sırasına göre (olduğunu iddiâ ettiği) bir düzende sıralarına otururlar. Öğretmenlerin öğrencileri sınıf içinde sıralama kriteri boy sırasıdır ama kimin kimle ve ne kadar önde öğretmene/ otoriteye yakın oturacağının belirlenmesinde cinsiyet ve meslek ayrımı da ifâde edilmeyen bir kriterdir: En arka sırada oturan veya en önde oturmasa da, mesela bir duvar ustasının çocuğuyla yan yana oturan bir bürokrat çocuğu örneği veya kız-erkek yan yana oturma Türk eğitim sis- temi içerisinde sıkça rastlanır cinsten örnekler değildir. Öğrenciler “boy sırasınaØ ” göre oturdukları sınıflarında öğretmenlerini beklerken sınıfa giren öğretmeni ayakta karşılamak; onun “günaydın” temennisine hep bir ağızdan ve gür sesle “sağol” diye teşekkür etmek zorundadırlar. Eğitim sistemimizde dersler bu şekilde başlar ve işlenen konunun içeriğine göre devam ederek öğrenciler günlük talimlerini yapmış, terbiyelerini almış olurlar. Bu şekilde talim ve terbiye edilen gençlerin, sınıf içerisinde kendilerini ne kadar zorladıkları sıktıklarını okuldaki sosyal yaşamı dü- zenleyen talim ve terbiyeciler de biliyor olacaklar ki hazırla- dıkları yönetmeliklerde101 çocuklar için “nefeslenme”, “ne- fes alma” yani teneffüsØsaatleri ayarlamayı unutmamışlardır. Okuldaki sosyal yaşam ile okuldaki fiziksel mekanların düzenlenişi birbirleriyle organik olarak ilişkili ve uyum- ludur. Okuldaki fiziksel mekanların düzenlenişi okul içerisindeki otorite ilişkilerini yeniden üretir ve böylece

101 A. g. e, Madde7/ç 367 Mete K. Kaynar mekanın düzenlenişi okuldaki sosyal yaşamın bir parçası hâline gelir. Fiziksel mekanların düzenlenişi bir yandan Anayasa’daØ belirtilen şekliyle Atatürkçülüğün öğrenciye aktarılmasının diğer yandan da otorite ilişkilerinin yeni- den üretilmesinin bir aracı hâline getirilir. Devletin herhangi bir memuruna/ajanına nasıl davran- ması; otorite karşısında nasıl bir tavır takınması ile ilgili ilk bilgiler öğrenciye, okulun idare bölümünde ve müdür/ öğretmenlerle ilişkisi sırasında öğretilir. Ve bu öğrenme sürecinde, otorite ilişkilerini ve ideoloji aktarımını yeni- den üretecek tarzda düzenlenen mekanın payı büyüktür. Okuldaki fiziksel mekanların düzenlenişi ile ilgili hukukî düzenlemeleri Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurum- ları Yönetmeliği’nde102 bulmak mümkündür. Okul yönetici ve idarecilerinin mekanları, okulun fi- ziksel alt yapısı ne kadar kötü, okuldaki imkânlar ne ka- dar yetersiz olursa olsun, öğrencilerin mekanlarından ay- rılmıştır. Öğrencilerin olağandışı bir durum olmaksızın okulun yönetildiği bu mekanlara girmeleri informal ola- rak hoş karşılanmaz. Müdür ve öğretmenler çoğu okulda (fiziksel alt yapısı elverişli, görece daha iyi donanımlı kent okullarında) binaya öğrencilerden ayrı bir kapıdan girerler ve yine öğrencilerin kullandığı mekanlarla fazla içli dışlı olmadan kendilerine ayrılan idare/öğretmenler odası bö- lümlerine ulaşırlar. Öğretmenlerin zorunlu ihtiyaçlarını giderdikleri (tuvalet vb.) mekanlar öğrencilerinkinden farklı ve görece daha konforludur. Öğretmenler -öğrenci- lerin de yararlandıkları- kantinde ya sıra beklemezler ya da hizmet onların ayağına kadar gider. Öğrenciler okulun idare/öğretmenler odası bölümü- ne ancak çağrıldıklarında veya olağan dışı bir durumu

102 A. g. e, Sekizinci Kısım, Çeşitli Hükümler 122-135. maddeler 368 Tarihin İnşâsı ve Siyaset arz etmek amacıyla girebilirler. Bu bölüme girdiklerinde önlerini iliklemek; hafifçe öne kaykılarak sıralarını bek- lemek; seslerini alçaltmak; kendilerine otur denmedikçe de oturmamak zorundadırlar: “İdareye çağrılmak” deyimi- nin öğrenci jargonundaki bir anlamı da “dayak yemek”tir. Otorite bireye ikinci tekil şahıs zamiri ile hitap ederken, birey otoriteye makam adı ile veya ikinci çoğul zamiri ile hitap etmek zorundadır. Bu sadece öğretmen öğrenci iliş- kisinde değil, Millî Eğitim Bakanlığı’nın yerel birimine giden öğretmen/müdürün merkezî yönetimin temsilcisi ile ilişkisi sırasında da geçerlidir. Bu sefer otorite karşı- sında özne rolünü oynamak zorunda olan, okulda öğrenci/ özne karşısında otorite rolünü oynayan müdür/öğretmenin ta kendisidir. Öğrencilere ayrılan mekanların düzenlenmesinde de re- jimle ilgili kaygılar ön plana geçer. Millî Eğitim Bakanlığı İlköğretim Kurumları Yönetmeliği’nin103 123. maddesin- de sınıf içerisindeki mekansal düzenlemelerin standartları ortaya konmaktadır. Bu düzenlemeye göre yazı tahtası- nın üst kısmına Mustafa Kemal’in portresi, onun üstü- ne ay yıldız sağa bakacak şekilde Türk bayrağı, Mustafa Kemal’in portresinin duruşuna göre sağına İstiklal Marşı, soluna Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi asılır. Dershanelerde ayrıca Türkiye siyasî haritası ve öğrenci andı ile her sınıfın seviyesine uygun ders araçları bulundurulur. Millî bay- ramlar, belirli gün ve haftaların dışında okullarda süsleme yapılmaz. Sınıfların içerisindeki düzenlemeler yukarıda belirtildi- ği şekilde gerçekleştirilirken okulun dershaneler dışında elverişli bir yeri ise Atatürk Köşesi olarak düzenlenir. İlgi- li yönetmeliğe göre, Atatürk Köşesi temiz, tertipli olmalı ve Mustafa Kemal’in yaptıklarını, inkılaplarını belirtecek

103 A. g. e., 369 Mete K. Kaynar ve anlamlı bir kompozisyon oluşturacak şekilde dizayn edilerek sık sık güncellenmelidir.104 Koridorların mekansal düzenlenmesinde de benzer kay- gılar ön plana geçmektedir. Okul koridorlarında Talim ve Terbiye Kurulunca tavsiye edilmiş Türk büyüklerine (tarihte hangi Türk’ün büyük olduğuna da Talim Terbiye Kurulu karar verir) ait resimler ile Türk tarih ve kültürüne ait levhalar ve haritalar, eğitici ve sanat değeri olan resim- ler, saat ve takvim ile /KUL gazetesi bulundurulur.105

-UTIYUNØ4OPLUMU “Okul” için, hayata hazırlanan yerdir denilir; doğru- dur da. Okulun bu yönü Türkiye’deki eğitim sistemi göz önüne alındığında daha da belirgin bir şekilde ön plana çıkmaktadır. Toplumun, toplumdaki gerçek ilişkilerin bir benzeri okulda çocuklara sunuluyor ve çocuklar bu top- lum-similasyonu oyunu ile gerçek hayattaki otorite ilişki- lerini kusursuz bir biçimde öğreniyorlar. Bu toplum-similasyonu oyununda hem okulun sosyal ve fiziksel mimarisi hem de okulun amacı ve orada öğreti- lenler ile bir yandan devlet toplum ilişkilerinin mimarisi ve yöneten yönetilen ilişkileri, diğer yandan da medyadan pompalanan popüler siyasî kültürle birebir örtüşmektedir. Okuldaki Atatürk Köşesi’yle, şehir merkezindeki Atatürk Köşesi; okulun, mecbur kalınmadıkça girilmeyen idare bölümü ile devlet daireleri; okulu yöneten müdür ve öğ- retmenlerin (otoritenin) öğrenciye (bireye) karşı davranış- ları ile devleti yöneten bürokrat ve siyasetçilerin yurttaşla- ra davranışları; aynı binanın içerisinde yaşayan öğrenci ve yöneticilerin farklı yerlerden binaya girme, farklı mekan-

104 A. g. e, madde 126 105 A. g. e., madde 127 370 Tarihin İnşâsı ve Siyaset larda bulunma ve/veya aynı mekanlardan farklı nitelik- lerde hizmet alma gayreti ile, devleti yönetenlerin bizden ırak, bize ilişmeden, biz onlara ulaşamadan bizi yönetme ve aynı toplumun içerisinde farklı kalitelerde hizmet al- maya çalışma çabaları bunu yeterince açık bir şekilde gös- termektedir. Bir bürokratın odasına girip onunla nasıl konuşulacağı daha ilkokulda müdürün odasına girerken öğrenilmekte; polis yoksa kırmızı ışıkta beklemenin ap- tallık olduğu, öğretmen görmeden kopya çekmenin sevap olduğu kavrandığında bellenmektedir. Özetle, okul içerisinde sürdürülen ilişkiler ile toplum içerisinde sürdürülen birey-otorite (bürokrat/asker/siya- setçi...) ilişkisinin temel kalıpları, yani dikey-hiyerarşik ilişkiler öğrenilmektedir. “Devletin ülke ve milletiyle bölünmez bütünlüğü” adı altında ifâde edilen ilişkinin sürdürülebilmesini sağlayan da bu ilişki biçiminin yani hiyerarşik ilişkilerin temel toplumsal ilişki biçimi olarak kabullenilmesidir. Hiyerarşik ilişki biçiminin temel toplumsal ilişki biçi- mi olarak kabullenilmesi toplumsal doğruların hiyerarşi- nin üst basamaklarından aşağı doğru empoze edilmesini de kolaylaştırılmaktadır. Böylece bireyler tartışan, soru- na ve sorunun çözümüne taraf olan ve bu yönde örgütle- nen, bireyler olmaktan çıkarak; kabullenen, görevi itâat etmek olan insanlar, memurlar (emir yürütücüleri) hâline gelmektedirler. Hiyerarşik toplumsal ilişki içerisinde yu- karıdan aşağıya doğru doğrular ve hiyerarşinin üst basa- maklarında bulunanların bu doğrulara ilişkin içtihatları aktarılırken; hiyerarşinin altından yukarı doğru gönderi- len ise sistemin temel doğru ve kutsallarına ve bu doğrula- ra ilişkin içtihatlara itâattir.106 Nitekim eğitim sisteminin

106 Bilgin, A. g. e., 16

371 Mete K. Kaynar bir mutiyun toplumu, yani itâat edenler toplumu, toplu- luğu ortaya çıkardığı eleştirisini de buraya yerleştirmek doğru olacaktır. Devletin -onu yönetenlerin, devlet denilen soyut var- lığın yetkilerini somutta kullananların-dediğinin, iddiâ ettiğinin, öyle olmasını istediğinin temel ve tek doğru olarak kabul edilmesine imkân veren de bu, yani, daha ilkokuldan itibaren öğrenmeye başladığımız ve toplum- sal ilişkilerin hemen hemen tüm alanlarında göze çarpan hiyerarşik aktarma-kabullenme ilişkisidir. İlkokuldan başlayarak öğrenilen hiyerarşik ilişki, bir yandan hiyerar- şinin üst basamaklarında bulunanların kendi doğrularını aşağı doğru aktarmasını kolaylaştırırken, diğer yandan da aşağıdakilerin, yukarıdan aktarılanları benimsemesi için gerekli toplumsal ve psikolojik zemini hazırlamaktadır. Böylece okul içerisinde öğrenilen ilişki biçimleri devletin kendi söylemini cebren dayatması yerine onun toplum içe- risinde rıza ile kabullenilmesine imkân verecek toplumsal kanalları sağlamakta başka bir deyişle, devletin söylemini toplumsallaştırmakta özne-otorite ilişkisini özne tarafın- dan rıza ile kabullenilir hale getirmektedir.

372 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

3Ü6Ü,Ø4/0,5-5.Ø+!62!-3!,ØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØ 4!2Ü(ÜØVEØ3Ü6Ü,Ø4/0,5-,!ØÜ,'Ü,ÜØ'e.#%,ØØØØØØØØØØØØØØØØØ 4!24)Ý-!,!2

ivil toplum, son yirmi yılın siyaset bilimi tartış- malarını derinden etkileyen temel kavramlardan biridir. Sivil toplum kavramının tüm dünyaya, özellikle de Batılı olmayan toplumlardaki siyasî tartışmalaraS sıçramasında, kavramın otoriter yönetimlere karşı yürütülen muhalefetin kullandığı bir siyasî-dil, de- mokratikleşme yanlısı grupların kullandığı bir siyasî söy- lem olma özelliği büyük rol oynamaktadır. Sivil toplum kavramının 1980’li yıllardan bu yana kazandığı bu yeni anlam, bir yandan onu siyaset bilimi ve güncel siyasî tartış- maların temel kavramlarından biri hâline getirirken, diğer yandan da kavramın farklı düşünce kalıpları ve ideolojiler içerisinde kendisini yeniden üretebilmesinin yolunu aç- mıştır. Sivil toplum ile ilgili tartışmaların Antik Yunan dö- nemine kadar uzandığı görülmektedir. Antik Yunan’ın kent devletlerinden başlayarak Roma Cumhuriyeti’ne, oradan da Orta Çağ feodalizmine nüfuz eden sivil toplum düşüncesi, aydınlanma döneminde yeniden yorumlanmış, 1990’larda ise tüm dünyada tartışıla gelen temel siyasî kavramlardan biri hâline gelmiştir.

373 Mete K. Kaynar 3IVILØ4OPLUMUNØ+AVRAMSALØ4ARIHI 4EKØ'ERlEKØ/LARAKØ+AMUSALØ

Sivil toplumla ilgili ilk tartışmalar Antik Yunan’da görülmeye başlanır. Yunan şehir devletlerinde özgür va- tandaşların ortak kullandığı konie (polis) alanı, bireylerin doğrudan kendilerine ait olan OIKOS´dan tamamen ayrıl- mış; oikos evin, ailenin, çalışmanın ve yaşamak için ge- rekli zorunlu etkinliklerin gerçekleştirildiği alan olarak tanımlanırken, polis ise özgür yurttaşların siyasî faaliyet- lere ve devlet yönetimine katıldıkları bir etik alan olarak adlandırılmıştır (Habermas, 1997:60; Inwood, 1984: 40; Şenel 1970:93). Bir başka deyişle, Antik Yunan’da ev ha- yatını temsil eden oikos, poliSin doğal arka planını oluş- turmuş ve oikos, yani aile yaşamı, öncelikle bir yerleşim kategorisi olarak ortaya çıkmıştır. Bu nedenle de Antik Yunan’da, oikos legal bir kollektiviteyi temsil etmediği gibi, hukukla değil hâkimiyet ilişkileriyle yönetilen bir alana tekabül etmektedir (Seligman, 1992: 84). Polisteki yaşam, oikos içerisindeki ilişkiler sayesinde ayakta dur- makta, polisin gerisindeki tortuyu, yurttaşlık haklarından yararlanılmayan alanı belirtmektedir. Buna karşın polis ise, Antik Yunan’daki yegane eşitlikler alanını temsil et- mektedir (Chandhoke, 1995:79). Antik Yunan’da yaşam için gerekli zorunlu etkinliklerin gerçekleştirildiği alan olarak oikos’un reisi erkek yurttaş bu alana, (evin) reis (i) olması nedeniyle katılmaya hak kazanmaktaydı. Böylece polis, antik Yunan düşüncesinde, yaşam için gerekli zo- runluluklardan uzak insanî varoluşun gerçekleştirildi- ği tek alan olarak ortaya çıkarken, yurttaş da bu alanda, Arendt’in (1996:34) belirttiği gibi, yaşamsal zorunluluk- lardan azade olduğu için yurttaş niteliğini taşıyordu. Özel yaşamın polis yaşamı karşısındaki konumuna,

374 Tarihin İnşâsı ve Siyaset polis’in eşitlikler, oikos’un ise katı eşitsizlikler alanı olma- sına karşın polis/oikos ayrımı, Habermas’a (1997:60) göre, Yunanlıların bilincinde kamu (polis)’nun özel alan karşı- sında bir özgürlük ve istikrar âlemi olarak yükselmesine neden olmuştur: Aristoteles’inde vurguladığı gibi, her şey ancak kamunun ışığında açığa çıkınca alenileşmektedir. Adaletin POLIS içerisinde tecelli etmesi, Aristo’nun poli- tik toplumuna ait bir kavram olarak “yurttaş” kavramını tanımlamasına da yansır: Aristo’nun yurttaşı, “Mahkeme- ye gidebilen, dava açabilen veya (Aristoteles, 1990;70)”, “…devlet yönetimine katılabilen²ØAristoteles, 1990:77) kişidir. Platon’un düşüncesinde ise bu, devlet ile birey arasındaki uyumu sağlayan önemli araçlardan biri olarak anılır (Popper, 1989:107).

dZELØ!LANÍNØ$OÛUÞUØ$OÛALØ(UKUK

Roma dönemi, Yunan geleneği ile Orta Çağ arasındaki geçiş dönemi olarak adlandırılabilir. Bu dönem kimi açı- lardan Antik Yunan geleneğinin devamıyken; hukuk ala- nındaki gelişmeler ve bu yolla kamu alanından bağımsız bir özel alanın doğuşu bu dönemi Antik Yunan’dan ayırır. Arendt (1996:42), Roma’nın Antik Yunan geleneğinin takipçisi olmasının hayli önemli olduğu düşüncesindedir: Yazara göre, ancak bu sayededir ki sivil toplum kavramı Avrupa kültürü üzerinde etkili ve sürekli bir etkiye ka- vuşmuştur. Kamusal alanın tek gerçek alan olarak kabul edilme- sinin izleri Yunan geleneğinin takipçisi Roma’da da gö- rülür. Cumhuriyet dönemi Roma’sında da yurttaş olmak, tıpkı Antik Yunan’daki şekliyle özgür olmak; “insan” ol- mak anlamına gelmektedir. Kamusal görevlerden ve siyasî yaşama katılmaktan men edilmek ise insan olma vasıf- 375 Mete K. Kaynar larını yitirmek anlamına gelmektedir. Çünkü Roma’da, Antik Yunan’da da olduğu gibi, politika bireyin birincil faaliyeti, yani kendini gerçekleştirdiği tek alan olarak de- ğerlendirilmektedir (Chandhoke, 1995:79). Bir geçiş dönemi olarak adlandırılmasından anlaşılacağı gibi Roma dönemi, Antik Yunan’ın kamusalı tek gerçek alan olarak kabul ettiği bir dönemden, Orta Çağ’ın özelin KAMUSALı örttüğü bir diğer döneme doğru evrildiği ara aşamayı temsil etmektedir. Roma dönemi hem doğal hu- kuk anlayışının hem de miras, mülkiyet ve sözleşme hu- kuku gibi, bireyi cemaatten ayrı bir varlık olarak ele alan hukuk kodlarının ve -böylece- kamusaldan ayrı bir özel alanın doğmaya başladığı bir dönem olarak tanımlanabilir (Chandhoke,1995:78). Devlet, Roma düşüncesinde, antik gelenekte oldu- ğu gibi bir yurttaşlar topluluğudur. Nitekim Cicero da, devleti, halkın kendisi olarak tanımlamaktadır. Fakat bu halk, Yunan geleneğinin tersine, ortak amaçları olan, bu amaç ile uyum içinde yaşayan, hukuksal bağlarla birbirine bağlı bir kitle olarak ele alınır (Şenel, 1995:198). Devlet konusunda Roma hukukçularının en önemli katkısı ve onları Antik Yunan’dan ayıran en özgün yan- ları, ortak iradenin dışında hukukun kendisini de devle- tin oluşumuna katmalarıdır. Roma hukukçuları, devleti, üyeleri birbirlerine hukuksal bağlarla bağlı bir birlik ola- rak tanımlama yoluna gitmişlerdir. Devletin oluşumuna yerleştirilen bu hukuk aynı zamanda Roma’yı yöneten yöneticileri de yönetmekte olan doğal hukuktur (Selig- man,1992:17; Russel,1945:252; Şenel,1995:205). Roma döneminde gerek akla özdeş ve doğaya uygun olduğu varsayılarak bu yolla Tanrıya bağlanan doğal hu- kuk anlayışının doğması ve gerekse mülkiyet, sözleşme

376 Tarihin İnşâsı ve Siyaset hürriyeti, miras gibi pozitif hukuk metinlerinin ortaya çıkmaya başlaması, sivil toplumla ilgili kavramlara iliş- kin değişimlerin ilk işaretlerini de vermiştir. Bu değişi- min temelini ise devlet toplum ayrımının ortaya çıkmaya başlaması oluşturur (Senett, 1996:15-16). Bu değişimin, Roma döneminde belirmeye başlayan iki temeli vardır. Bu temellerden birincisi Roma döneminde özelin basitçe bir yerleşim kategorisi olmaktan çıkıp, hukukla belirlenmiş farklı bir alan hâline gelmesi; özelin kamusal alandan ayrı bir kategori olarak ortaya çıkmaya başlamasıdır. İkinci- si ise kamusal alanın, bir yerleşim kategorisi ve yaşamak için zorunlu faaliyetlerin yerine getirildiği, özelin dışın- da kalan tüm alanları kapsayan alan olarak tanımlanmak- tan çıkarılması, yani, kamusalın vatandaşlar topluluğu ve kentin kendisi anlamına gelmekten çıkarak (Cohen-Ara- to,1992:85) hukukun kendisinin bizzat bu alanın formas- yonuna yerleştirilmesidir.

dZELØ!LANÍNØ+AMUSALØ!LANØÜlERISINEØ'ENIÞLEMESI

Tarihçilerin Batı Roma İmparatorluğu’nun yıkıldığı beşinci yüzyıldan başlattığı ve Rönesans’a kadar sürecek olan Orta Çağ Avrupa’sına (Köker-Ağaoğulları, 1991:77) bir yandan parçalanmış yatay ve dikey iktidar ilişkileri, di- ğer yandan Katolik Kilisesi’nin temsil ettiği Hristiyanla- rın evrensel birliği düşüncesi hakim olmuştur. Ekonomik üretimin toprağa bağlı kapalı birimlerde -fieflerde- ger- çekleştirilirken, bu ünitelerin beyleri arasında yatay ve di- key iktidar ilişkileri/mücadeleleri sergilenmiştir. Merkezî iktidarın yokluğu (iç içeliği) olarak adlandırılan bu olgu, aynı zamanda, Kilise’nin doğal hukuk anlayışını Tanrı- nın yasaları olarak yeniden yorumlaması ile (Seligman, 1992:19) bir bütünü, bir corpus’u da ifâde edebilmiştir

377 Mete K. Kaynar (Akal,1998:49). Roma’da temellendirilen doğal hukuk görüşü ise, Kilise filozoflarının elinde ilahi düzenin aşkın emirleri olarak yorumlanmış (Selgiman,1992:19); doğal hukuk, Kilise önderliğinde Hristiyanların aşkın birlikte- liğini sağlayan yolun yapı taşları olarak kullanılmıştır. Tüm bu gelişmeler beşinci ve altıncı yüzyıllarda özel ve kamusal alan arasındaki ayrımın muğlaklaşmasına, bu iki alan arasındaki ilişkinin geçişken bir hal almaya baş- lamasına neden olurken; Aristoteles’in toplum-devlet iliş- kilerini irdelemek için kullandığı kavramlar, Orta Çağ’ın iktidar ilişkilerini ve Katolik Kilisesi’nin skolastizmini de içerisinde barındıracak şekilde dönüşüm geçirmiştir (Schmit, 1998:423). Albertus Magnus, Moerbecke’li Wil- liam gibi yazarların Aristoteles’ten yaptıkları çevirileri Orta Çağ’a uyarlayarak Aristocu felsefe ile Hristiyan dü- şüncesini harmanlamaya çalışan Thomas Aquinas (Russel, 1945:453), Aristo’nun site devletinin kamusal alanı için kullandığı politika konia’sını societas civilis olarak ter- cüme etmiştir (Cohen-Arato,1992:85). Arendt, Thomas Aquinas’in Aristo’dan yaptığı çevirideki anlam kaymala- rı üzerine ayrıntılarıyla durmaktadır. Arendt’e göre Orta Çağ’a gelindiğinde Antik Yunan’daki kavramsal çerçeve- nin elden geçirilmesi siyaset toplum üzerine kavrayışla- rın içeriğini boşaltarak zayıflatmıştır. Russel (1945:453) ise Aquinas’ın Aristotales yorumunun o döneme kadar siyasî düşünceye hakim olan “Platoncu Aristo” yorumu- nu değiştirdiğine ve Aristoteles’i gerçek anlamda anlama- ya yol açtığına değinir. Habermas (1997:63) ve Arendt (1958:23-30) politika konia’nın Orta Çağ dönemine ba- şarıyla tercüme edildiği konusunda şüphelidirler. Antik Yunan’nın oikos/polis şeklinde ifâde edilen özel ve kamu karşıtlığı Orta Çağ’da res private/res publica şeklinde de- vam etmesine karşın bu kavramlar formasyon olarak içinde

378 Tarihin İnşâsı ve Siyaset bulunduğu dönemle birebir uyum sağlayamamış, göreceli hale gelmişlerdir. Örneğin Aile reisinin iktidarı ne klasik ne de modern hukuktaki özel egemenliğe denk düşmek- tedir. Yine, toprak iktidarı bir ‘kamusal alan’ ise örneğin aile içindeki iktidar ‘ikinci derecede kamusal alan’ olarak ortaya çıkmaktadır. Yani toprak iktidarına göre aile reisi- nin iktidarı özel nitelik taşırken, aile reisliği, kendi içinde ikinci derece kamusal bir mahiyet taşımaktadır. Benzer şe- kilde, Orta Çağ toplumunda sosyolojik olarak özel alandan ayrılmış kendi başına bir alan olarak kamudan bahsetmek de mümkün değildir. Kamusal alan, iktidarın kişiselleş- mesi ve adaletin sözlü olarak dağıtılması gibi nedenlerle, aynı zamanda egemene ait ayrıcalıkların ifâdesi olarak su- nulmuştur: Eski Yunan’da yöneticinin temsili halk adı- na yürütülürken, Orta Çağ’da bu temsil, halkın üzerinde statü simgeleriyle (giyim, hitap, nişane vb.) ifâde edilir hale gelmiştir (Habermas,1997:66). Kamusal ve özelin bu yeni yorumunda ayrıcalıklı/soylu/özel kişi aynı zamanda KAMUSALıØda (kendi kişiliği içerisinde) temsil etmektedir. Kamusal olan kendini ayrı bir yapı olarak ortaya koymaz. Kamusal, lordun ritüeller ve sembollerle ifâde ettiği bir durum hâline gelir. Siyasî iktidar, bu iktidarı temsil eden kişinin özel mülkiyetinden ayrı olarak düşünülemez hale gelir.

$OÛALØ$URUMUNØ+ARÞÍTÍØ/LARAKØ3IVILØ4OPLUMUNØ $EVLETLEØdZDEÞLIÛI Orta Çağ’ın feodal düzeninin ortadan kalkarak, şehir- lerin ve şehirlerdeki -kapitalist- ekonomik ilişkilerin yay- gınlaşmaya başlaması, sivil toplum ile ilgili tartışmaları da çeşitlendirmiştir. Rönesans’la birlikte Orta Çağ’ın, kamusallığı kendi “özel” kişiliğinde temsil eden feodali ortadan kalkmaya başlamış; kamusallık feodalin kendi ki- 379 Mete K. Kaynar şiliğinde değil, onun sarayında yoğunlaşmaya başlamıştır. Habermas (1997:70), Rönesans’la birlikte Avrupa sarayla- rında ortaya çıkan bu gelişmeyi, özel ile kamusal’ın Orta Çağ sonrasında mekan olarak ayrışmaya başlaması olarak yorumlamaktadır. Benzer bir gelişme Reform hareketinin sonucunda orta- ya çıkar: Orta Çağ’da Hristiyanların evrensel kardeşliğini; tüm Hıristiyan âleminin aşkın birlikteliğini ifâde eden din de burjuva toplumunun oluşum sürecinde yavaş ya- vaş bir kamusal alan kavramı olmaktan çıkmaya ve özel alanın sınırları içinde tanımlanmaya başlanır. Dinin özel alana geçmesinde hiç kuşkusuz, Aydınlanma hareketi ile birlikte başlayan ve siyasî iktidarın dinin aşkın yasalarıy- la tanımlanamayacağını vurgulayan görüşlerin etkisini de belirtmeden geçmemek gerekmektedir. Nitekim devletin ilahi kökene doğrudan cephe almak yerine, onu tam anla- mıyla görmezden gelerek siyasî iktidarın meşrûiyeti ile ila- hi yasaları birbirinden ayırma yoluna giden Machiavelli’yi de bu akımın içinde saymak yerinde olacaktır (Cassi- rer,1984:140). Modern dönem, temelleri Roma döneminde atılmaya başlanan, Orta Çağ’da ise Kilise skolastizminin temeline yerleştirilen doğal hukuk anlayışının, insan aklı, iradesi ve hakları kavramları ile yeniden yorumlanmaya başladığı bir dönem olarak tarihe geçmiştir. Doğal hukukun, Roma dönemine benzer şekilde, insan aklı ile birlikte yeniden yorumlanması SyZLEàME107 kavramı ile birlikte gerçekleş- miş; bireyin insan olmaktan kaynaklanan haklarının oldu- ğu noktasında odaklanan düşünürler, bu ilişkiyi sözleşme

107 Sosyal sözleşme kavramı literatürde, meşrû yönetimi, devleti, özgür ahlâkî ajanların gönüllü sözleşmelerinin insan yapımı ürünü olarak ele alan teori- ler için kullanılmaktadır Bu konu için ayrıca Bkz.: (Miller, 1991:478-480), Lessnof (1990:3-8) ve (Forsyth,1994:48-49). Boucher ve Kelly (1994:2) sosyal sözleşme düşüncesinin temellerini Antik Yunan’a kadar götürür. 380 Tarihin İnşâsı ve Siyaset kavramı içerisinde ele alarak analiz etmeye çalışmışlardır. Temelde devletli/sivil/siyasî bir toplumun öncesinde yaşandığı tasavvur/iddiâ edilen bir doğal durumdan, in- sanların kendi akıllarıyla yaptıkları sözleşme sonrasında ortaya çıkan sivil/siyasî/devletli topluma geçişi kurgula- yan sözleşme teorileri arasında önemli farklılıklar olma- sına karşın, bu teoriler kimi ortak noktalara da sahiptir. Aralarındaki nüanslar bir yana bırakıldığında sözleşme te- orileri genel olarak, (1) politik yapının, bu yapıyı oluştu- ran bireylerin anlaşması ile ortaya çıktığını, (2) böylesi bir sözleşmenin yönetenler ve yönetilenler arasında değil, tüm bireylerin kurallar üzerinde yaptıkları bir anlaşma niteliği taşıdığını, (3) sosyal sözleşmenin insanî varlığın eşitliği il- kesine dayanılarak gerçekleştirildiğini (4) bireylerin hak- larına doğal olarak sahip olduğunu varsayan teoriler olarak özetlenebilirler (Forsyth, 1994:35-36). Hobbes, LeviyathanØadlı eserinde doğal durumdan levi- yathan adını verdiği ve tüm iradeleri kendisinde toplayan, mutlak devlete (commonwealth) nasıl ulaşıldığını ortaya koymuş; bunu yaparken de kendi doğal durum tasvirinden yola çıkmıştır. Yazar doğal durumu, koruma ve güven- lik ihtiyacı hisseden insanların çıkarları için birbirleriy- le mücadele ettikleri, ve bu nedenle de özgür oldukları (Lessnof,1990:11) ya da kendi ifâdesiyle, insanların birbir- lerinin kurdu oldukları bir düzen olarak adlandırmakta- dır. Bir savaş durumu olarak tanımlanan doğal durum, iki yada daha fazla insanın arzuları arasındaki ilişkinin bir so- nucu olarak ortaya çıkmaktadır. Tester’a (1992:55) göre, Hobbes’un doğal durum anlayışı, insanların birbirleriyle sürekli kavga ettikleri bir düzen değildir: Hobbes’un ni- yeti, doğal durumda sürekli olarak kalıcı kavgaların ol- duğunu belirtmek değil, doğal durumda sürekli ve ka- lıcı kavgaların olmamasını garanti edecek bir durumun

381 Mete K. Kaynar olmadığının altını çizmektir (Tester,1992:56). Bir başka deyişle, Hobbes’a göre, korunma ve güvenlik ihtiyacı his- seden ve kendi çıkarları peşinde koşan bireyler, bu çatış- mayı ortadan kaldıracak bir güce ihtiyaç duymaktadırlar ve kendi rızaları/sözleşmeleri ile bu sözleşme hükümlerine tâbî olmayan bir leviyathanı/mutlak devleti oluştururlar. Böylece politik/sivil toplum doğar. Sözleşmeci teorisyenlerin çoğunluğunda olduğu gibi Hobbes’da da politik toplum, sivil toplum ve devlet ayrı anlamlarda kullanılmaz. Doğal durumdan bir sözleşme ile çıkılması, sivil/politik toplumun yani devletin oluşturul- ması anlamına gelirken, bu gelişme insan rasyonalitesinin adım adım gerçekleştirilmesi sürecini, yani ilerlemeyi de ifâde eder. Bir başka ifâde ile sivil toplum, Hobbes’da, devlet biçiminde örgütlenen toplum olarak doğal duru- mun zıddı; bu alanda gerçekleştirilen bir ilerleme anla- mında kullanılmaktadır. Hampton (1986:256) sözleşme teorilerini iki kate- gori altında sınıflandırmaktadır. Yazara göre, TEMSILCI (agency) adı verilen birinci tür sosyal sözleşme teorileri, insanların somut, temel ihtiyaçlarını karşılamak şartıy- la kendi iktidarlarını siyasî yöneticilere ödünç verdiğini iddiâ ederlerken; yabancılaşmacı sözleşme teorileri ise in- sanların, somut temel ihtiyaçlarının karşılanması beklen- tisiyle kendi iktidarını siyasî yöneticilere devrettiğini var- sayarak mutlak devleti meşrûlaştırmaktadırlar. Bir başka değişle temsilci sözleşme teorileri bir yöneten-yönetilen ilişkisi tasarlarken; Hobbes ve Rousseau’nun da aralarında yer aldığı yabancılaşmacı sosyal sözleşme teorileri bir efen- di/köle ilişkisi tasarlamaktadırlar. Locke da sivil toplumun ortaya çıkışını bir doğal durum tasviri ve ardından gelen sözleşme ile açıklamaya çalışır.

382 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Locke’un doğal durum betimlemesi, Hobbes’un çıkarla- ra dayalı bir savaş ve mücadele alanı olarak tanımladığı doğal durumdan farklıdır: Locke’un doğal durumu, in- sanların doğal yasalara bağlı olarak yaşamlarını sürdür- dükleri bir alan olarak tanımlanır. Burada insanlar kendi çıkarları peşinde koşmaları ve doğal yasalara uyarak barış içerisinde yaşamalarına karşın yine de bir siyasî iktidarın varlığına ihtiyaç duyarlar. Devlete duyulan ihtiyacın ne- deni Hobbes’da olduğu gibi güvenlik ihtiyacının karşılan- masıdır. Fakat Locke’da sivil topluma geçiliş, doğal du- rumdaki bir eksikliğin giderilmesi, yani bireysel hakların sivil/siyasî toplumla korunabilecek olması nedeniyledir (Marshall,1994:293). Bir başka deyişle Locke için doğal durumdan sivil topluma geçilmesi, Keane’nin (1994:68) belirttiği gibi, doğal durumun eksik toplumsallığının ta- mamlanması amacını taşırken Hobbes’da ise sivil toplum/ devlet, doğal durumun karşıtını oluşturur; onun yerine geçer. Locke, doğal durumdaki bireylerin, sözleşme ile birlik- te tüm haklarını, oluşturulan bu siyasî otoriteye devretme- yeceklerini belirtmektedir. Doğal durumda varlığına ih- tiyaç duyulan devlet, sivil topluma geçildiğinde hakların devredildiği değil, ödünç verildiği bir kurum niteliğini kazanır ve sözleşmenin bu niteliği gayri meşrû iktidara karşı direnmenin meşrûiyetini de ortaya koyar (Ashcraft, 1994:227). Locke’da, Hobbes’da olduğu gibi, doğal durumdan çıkarak sivil/politik topluma geçiş, aynı zamanda, siyasî iktidarı olan bir yaşama, yani toplumsal yaşama geçiş an- lamını taşımaktadır. Fakat Locke’un, devleti, görev ve meşrûiyetini belirli şartlarla bağlayarak sivil toplum kar- şısında sınırlandırması, politik teoride sivil-politik top- lum ve devlet arasındaki Hegel ile netleşecek ayrımın ilk

383 Mete K. Kaynar işaretlerini de içerisinde taşımaktadır. Bir diğer ifâde ile sivil toplumun, devlet olarak organize olmuş toplum an- lamına gelecek şekildeki geleneksel kullanımı, muğlakta olsa, Locke ile birlikte bozulmaya başlamıştır. Locke’un siyasî iktidarla toplum arasında, sözleşme ile değil de güven ile kurduğu ilişki de bu ayrımı netleştirmektedir. Locke, siyasî iktidarın bu güven ilişkisini bozduğunda meşrûiyetini kaybettiğini belirtir; sivil toplumun geçer- liliğini yitirip yeniden doğal duruma dönüldüğünü değil (Cohen, Arato, 1992:88-89). Bu, aynı zamanda sözleşmeyi gerçekleştiren bireylerin siyasî iktidarın kaynağını oluş- turduğu görüşünü de pekiştirmektedir (Asraft, 1994:229- 230). Burada Locke’un, Hobbes’dan kimi açılardan farklılaş- tığını vurgulamak gerekmektedir. Tüm hakların doğal durumdaki karmaşaya son verecek devlete teslimi ile so- nuçlanan Hobbes’un sözleşme teorisinde sivil/politik top- luma geçmek, tam anlamıyla devleti olan, hakların ona devredildiği bir topluma geçmek anlamı taşırken, Locke siyasî iktidar ve toplum arasında fark gözetmekte; dev- leti/sivil toplumu doğal durumun tam karşısına oturtan Hobbes’un sosyal sözleşmesi, doğal durumdaki kalıcı mü- cadeleleri ortadan kaldıracak bir siyasî erkin oluşturulması açısından “SIYASs” bir içerik taşırken, Locke’un teorisi, do- ğal durumdaki eksik toplumsallığın siyasî iktidarın oluş- turulması ile ortadan kaldırılması anlamında “sivil” bir içerik taşımaktadır (Forsyth, 1994:42-43). Sonuç olarak sözleşmeci teorisyenler düşüncelerini, farklı düzeylerde de olsa sivil toplum ve doğal durum ara- sındaki karşıtlığa dayandırmışlardır. Bu karşıtlık Hobbes ve Rousseau gibi düşünürlerde daha belirgin olmasına karşın, Locke da bu genel kategori içerisine dahil edilebi- lir. Locke’un teorisi sivil toplum ve doğal durum karşıtlı-

384 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ğının aşıldığı değil, bu karşıtlığın “doğal durumun eksik bir toplumsallığı içerisinde taşıdığı ve sivil toplumla bu eksikliğin giderildiği” yorumuyla yumuşatıldığı bir teori olarak ele alınmalıdır. Üretim ilişkilerinde kapitalizmin egemen hale gelme- si, bir yandan sivil toplumun Batı’nın içerisinde bulun- duğu bir toplumsal aşama, bir medeniyet düzeyi olarak yorumlanmaya başlanmasına, diğer yandan da kapitaliz- min temel öğesini oluşturan piyasanın devlet-toplum iliş- kisi ile ilgili teorilere eklenmesine yol açtı. Hiç kuşkusuz, özel mülkiyet ve piyasaya dayalı ekonomik ilişkiler ilk kez Locke ile birlikte sivil toplumun tartışma gündemi- ne girmemiştir. Nitekim Locke’da olduğu gibi Hobbes ve Rousseau gibi sözleşmeci düşünürlerde de özel mülkiye- te dayalı üretim ilişiklerinin analizini bulmak mümkün- dür. Locke’un doğal toplumu doğal yasalara göre işleyen bir toplumdu ve bu yasalarda özel mülkiyet, bireyin sahip olduğu temel haklardan biri olarak değerlendiriliyordu. Hobbes’da bunu, birbirleriyle kendi ihtiyaç ve arzula- rı çerçevesinde hareket eden insan tiplemesinde bulmak mümkündür. Rousseau’da da sivil toplumun mucidi, bir toprak parçasını çevirerek oranın kendisine ait olduğunu söylemeyi keşfeden ilk kişi olarak tanımlanıyordu. Bu açıdan sözleşmeci düşünürlerde de ekonomik iliş- kiler, doğal durum olarak adlandırılan toplumöncesi dö- nemdeki insanın diğer insanlarla ilişkilerinin temel moti- vasyonunu oluşturuyordu. Fakat sözleşmeci teorisyenlerin ilgisi, bu ekonomik ilişkilerin -piyasanın- devlet müdaha- lesinden nasıl korunacağının açıklanması vb. yönünde de- ğil, iktidarın temelinin insanların iradesi ile açıklanması yönündeydi. Toplumun (yarı)doğallığı, ve özel mülkiye- tin doğal durumda olan ve sivil toplumda da devleti sı- nırlandıran, onun uyması gereken kurallardan biri olması

385 Mete K. Kaynar gerektiği konusunda Locke’un diğer sözleşmeci düşünür- lerden ayrıldığı noktalar olduğunu bir kez daha belirtmek gerekmektedir. Nitekim, Klasik Ekonomistlerin ve İskoç Aydınlanmacılarının da Locke’un açtığı bu yoldan ilerle- diklerini söylemek yanlış olmayacaktır: Locke’un açtığı yoldan geçen Ferguson, piyasaya dayalı bir sivil toplum tasarımının tehlikelerine dikkat çekecek; Klasik Ekono- mi okulunun kurucusu Smith ise piyasayı sivil toplumun kurucu unsuru olarak ele alacaktı (Ehrenberg, 1999:109).

$EVLETØ3IVILØ4OPLUMØ$UALIZMININØ$OÛUÞUØ &ERGUSONØVEØ3MITH

İskoç Aydınlanma Okulu’nun önemli isimlerinden Fer- guson sivil toplumu bir medeniyet, bir ilişkiler bütünü olarak değerlendirmektedir. Sözleşmeci düşünürlerden farklı olarak Ferguson, hem sivil toplumu sözleşme ile de- ğil, ahlâkî bir kategori çerçevesinde haklılaştırmaya çalış- mış, hem de sözleşmenin yapıldığı bir toplum öncesi dö- nem anlayışını doğru bulmayarak toplumun doğal olduğu anlayışını savunmuştur. (Tester,1992:46). Ferguson, sivil toplumun temeline, insanlar arasındaki duygudaşlığı yer- leştirmektedir (Ehrenberg, 1999:91). Toplum, Ferguson’a göre, bilinçli bir çabanın ürünü olarak kurulmadığı gibi toplumöncesi bir dönem yaşanmadığı için de doğal bir ka- tegoridir. Toplumun doğallığı, insanın toplumsallığı ile doğrudan ilişkilidir ve insan yaradılış itibariyle “TOPLUM SAL” bir canlıdır. Ferguson, insanın toplumsallığını ise yine onun doğasında var olan Kendisini başkasının yerine koyabilme, dünyayı onun gözleriyle görebilme yeteneği ile, yani duygudaşlıkla temellendirmektedir. Bu duygu- daşlık (yeteneği) bireylere, diğerlerinin yaşamlarına katıl- ma ve paylaşılan ahlâkî değerler ile oluşturulan sivil top-

386 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lum içinde uzlaşma yoluyla ahlâkî yargılarda bulunabilme imkânı vermektedir (Ehrenberg,1999:91). Ferguson, insanî varoluşun temellerine yerleştirdiği duygudaşlığı, Locke ve Hobbes’un farklı açılardan da olsa sivil toplumun temeline yerleştirdikleri ekonomik iliş- kilerin ve onun da altında yatan bireysel çıkarın yerine koymaktadır. Ekonomik ilişkilerin sivil toplumu temel- lendirilemeyeceğini savunan Ferguson’a göre kişisel çıkar kavramı, sosyal bağların tamamını tanımlamak ve medenî yaşamı üzerine kurmak için yeterli olmayan kavramlardır. Kişisel çıkara dayalı ilişkilerin hakim olduğu ekonomik yaşam ve işbölümü insanları yalnızlığa iterken, bizi çev- remizdekilerden ayıracaktır. Oysa dayanışma kişiye, bir topluluğa ait olduğu hissini kazandıracaktır (Ehrenberg, 1999:92). Ferguson’un sivil toplumun ekonomik ilişkiler teme- linde savunulamayacağı görüşü ile iş bölümünün toplu- mu yozlaştırdığı görüşü bir arada değerlendirilmelidir. Ferguson’un tehlikelerinden bahsettiği iş bölümü basit ekonomik iş bölümü değildir. Yazar, görece ilkel toplum- larda görülmeyen iş bölümünün, bir diğer deyişle, dev- let adamlığının vatandaşlıktan, savaş sanatının politika- dan ayrılması gibi modern topluma özgü iş bölümünün toplumu yozlaştırdığı görüşünü savunur. Düşünüre göre iş bölümünün artması toplumsal yozlaşmaya yol açarken, bu aynı zamanda despotik rejimlere zemin hazırlayacaktır. Fakat ekonomik ilişkiler yozlaşmanın tek nedeni değildir- ler (Forbes, 1966:238-235). Ferguson’un ekonomik ilişkiler yerine karşılıklı duygu- daşlık ilişkilerini sivil toplumun temeline yerleştirmeye çalışması ve medenî toplumlarda iş bölümünün topluma verdiği zararlara dikkat çekmesini, düşünürün kapitalizmi

387 Mete K. Kaynar sivil toplumun dışında tanımlamaya çalıştığı şeklinde yo- rumlamak yanlış olacaktır. Aksine, Ferguson’un amacı, bir yandan Batı toplumlarını diğer toplum türlerinden ayıran temel noktanın ne olduğu sorusuna cevap aramak, diğer yandan da medenî toplum olarak adlandırdığı Avrupa’nın medeniliğinin tek ölçütünün ticari ve ekonomik ilişkileri olamayacağının altını çizmek; medenî toplumlardaki bu ekonomik ilişkilerin doğal sonucu olarak ortaya çıkan iş- bölümünün sosyal sonuçlarının despotik bir yönetime dahi zemin hazırlayabileceği tehlikesine dikkat çekmektedir. Özetle Ferguson’un ekonomik ilişkilerin sivil toplu- mun temelini oluşturamayacağı şeklindeki görüşlerini on sekizinci yüzyıl Avrupa’sındaki ekonomik ilişkilerin ken- disine yönelik bir eleştiri olmaktan çok, sivil toplumun kapitalist ekonomi ile açıklanmasına yönelik bir tepki olarak ele almak daha doğru olacaktır. Bu eleştirinin he- defi ise Ferguson’un çağdaşı ve Klasik Ekonomi ekolünün kurucularından Adam Smith’dir. Smith’in çabası ekono- mik faaliyetler ve piyasa sürecini medenî (sivil) yaşamın otonomisinin genel kavranışı içinde bir araya getirmek olmuştur. Merkantilizmi eleştirerek devletin müdahale etmedi- ği bir piyasanın ulusal refahın, milletlerin zenginliğinin sağlanmasında daha etkin bir yol olduğu noktasından ha- reket eden Smith, sivil toplumu, devletten ayrı özel çı- karın, piyasa örgütlü alanı olarak tanımlamaktadır (Eh- renberg,1999:97). Devletin görevi ekonomik faaliyetleri yerine getirmek değil, barış ve istikrar şartları içerisinde insanların kendi çıkarlarını kovalayacakları düzeni tesis etmektir. İşbölümünün ve ticari ilişkilerin insanlar arasın- daki tek ilişki olmasının siyasî sonuçlarına, tehlikelerine dikkat çeken Ferguson’un tersine Smith, iş bölümünü sivil toplumun ve onun ahlâkî gelişiminin temeline yerleştir-

388 Tarihin İnşâsı ve Siyaset mektedir. İş bölümü çerçevesinde insanların eylemlerine dayanan piyasa, insanların kendi yeteneklerini çoğaltmasına ve kar- şılıklı bağımlılığın düzenlenmesine imkân tanımaktadır. Smith’de piyasaya dayalı ilişkiler sivil toplumu oluştu- rurken, kendi çıkarlarının peşinde koşan insan, yani eko- nomik-insan da sivil toplumun içerisindeki temel birey kategorisini, yani öznelerarası eylemin, karşılıklı tanıma ve saygının alanını oluşturmaktadır (Gordon,2000:95). Smith’in Ferguson’dan ayrıldığı nokta da budur: Sivil top- lum ahlâkî kriterlere göre değil, kişisel çıkar arayışı ile işler. Smith şöyle der: “Akşam yemeğimizi kasabın veya fırıncının iyilikseverliği nedeniyle değil, bu onların kendi çıkarları ile ilgili olduklarından yiyebilmekteyiz.” (Akta- ran Ehrenberg, 1999:101). Smith, Locke’un tersine, sivil toplumu bilinçli bir ça- banın ürünü olarak değil insanî eylemin önceden tasar- lanmamış sonucu olarak ele almaktadır. Düşünür, medenî yaşamı tamamen özgür bireylerin gönüllü mübadelesi üzerine bina etmektedir: Çıkar yönelimli bireylerin karşı- lıklı ilişkisi, piyasa mekanizması ile toprak sahipleri, üc- retli işçiler ve kapitalistlerden oluşan yeni bir sosyal düze- ne dönüştürülür. Smith, kişisel çıkar arayışındaki bireylerin karşılıklı bağımlılığına dayanan bir sosyal yapı ile temellendirdi- ği sivil toplumun varlığını sürdürebilmesi için devlete önemli görevler düştüğü inancındadır: Devlet, sivil toplu- ma dışarıdan gelecek tehlikelere karşı onu korumalı; sivil toplumun bir başka üyesinden gelecek gayri adil davranı- şı mümkün olduğunca önlemeli; kamusal kuruluşları ve onların kamusal çalışmalarını yükseltmelerini ve bunları sürdürmelerini sağlamalıdır (Ehrenberg, 1999:104).

389 Mete K. Kaynar $EVLETØ3IVILØ4OPLUMØ$UALIZMININØ!ÞÍLMASÍ $EVLETINØ3IVILØ4OPLUMUØ+APSAMASÍØ(EGEL

Locke ile başlayan ve Smith ile devam eden sivil top- lumun devletin karşısında bir alan olarak tanımlanma- sı eğilimi, Hegel ile son noktasına ulaşmıştır (Gordon, 2000:85). Böylece Hegel, aile, devlet ve sivil toplumu bir- birinden tamamen ayırarak sivil toplum kavramını farklı- laşmış ve kompleks bir sosyal düzenin teorisi olarak ortaya koymuştur (Cohen-Arato,1992:91; Pelczynski, 1984:1). Hegel’in sivil toplum teorisi bir yandan antik düşünce- den beslenirken, diğer yanıyla İskoç Aydınlanması ve Kla- sik Ekonomi okulunun bir sentezi olarak ortaya çıkmıştır. Doğal hukuk geleneğinden hakların taşıyıcısı olarak birey anlayışını devralan Hegel, Klasik Ekonomistler ve İskoç aydınlanmacılarından sivil toplumun maddî medeniyetin ve ihtiyaçların tatmininin alanı olarak ele alınması görüşü- nü devralmış ve bunları yeniden yorumlamıştır (Inwood, 1984:40). Fransız devrimi ile gelen yeni sosyo-ekonomik ve siyasî şartlar da Hegel’in siyasî düşüncesini ve fenomo- lojisini etkileyen önemli etkenlerden birdir. Hegel, aile, sivil toplum ve devlet olmak üzere üç farklı etik alan öngörmektedir. Bunlarda her biri, bireyin yaşa- mını farklı düzlemlerde kurar, etkilerler: Ailedeki ilişki- leri sevgi saygı ve tolerans yönlendirirken, sivil toplumu yönlendiren kişisel çıkardır. Hegel’in sınıflamasında dev- let ise siyasî yaşamın organik birliğini; tez (aile) ile antite- zin (sivil toplum) sentezini temsil etmektedir (Hyppolite, 1969:109). Sivil toplum Hegel’in şemasında, devlet ile aile arasında kalan ve bu alandaki tüm ilişkileri kapsayan bir ağ; bireylerin ekonomik olarak özgür ve bağımsız kişi- ler olarak katıldıkları sosyal ilişkiler sistemi olarak tanım- lanmaktadır (Kortion, 1984:198). Buradaki ilişkilerin te-

390 Tarihin İnşâsı ve Siyaset mel güdüleyicisi ise ihtiyaçtır. İhtiyaç, insanlar arasındaki karşılıklı ilişkileri zorunlu hale getiren bir unsurdur. Hegel sivil toplumun iç işleyişini yorumlayışında Kla- sik Ekonomist görüşü paylaşmakla birlikte kimi noktalar- da ona eleştirel yaklaşır: Klasik Ekonomistler gibi Hegel’e göre de sivil toplumun temel dinamiği kişisel ihtiyaç/çı- karların tatminidir ve birey burada kendi çıkarını, ihtiyaç- larını düşünerek hareket eder. Özel mülkiyet konusunda da Hegel olumlu bir tavır takınır: Özel mülkiyet, kişinin iradesinin nesneye yönelmesidir (Güriz,1985:241). Fakat Hegel’in serbest piyasanın sivil toplum içindeki yeri ile il- gili olarak klasiklerle paylaştığı noktalar burada son bulur. Hegel, tersine, piyasa mekanizması bağlamında işleyen bir sivil toplumun sürekliliğinin sağlanması için ona uyun bir liberal bir devlet tasarımına gitmez. Çünkü, ona göre, hiç kimse, diğerlerine referans olmaksızın kendi amaçlarına ulaşamaz ve herkes bir diğerinin kendi amacına ulaşması için araç hâline gelir (Gordon, 2000:89). Düşünür, kapita- lizmin sivil toplum içindeki yerini belirtir, fakat Hegel’in kapitalizm sivil toplum arasında bu kurduğu ilişki tarihin ruhunun kendini oluşturması olarak tanımladığı devlet tasarımını açıklamak için kullandığı bir kategori olarak ortaya çıkar. Farklı kelimelerle açıklamak gerekirse Hegel, Roma İmparatorluğu’nun son dönemlerinden başlayarak insanın yaşamının özel yaşam ve yurttaş olarak yaşamØolmak üzere ikiye bölündüğünü, bireyin kendisini şehirden ayrı tutup, kendi özel mülkiyeti ve emeğinden geri çekildiğini, özet- le yabancılaştığını belirtmektedir. Bu aynı zamanda sivil yaşam ile siyasî yaşamın birbirinden ayrılması anlamına da gelmektedir. Ve Hegel’in amacı bu dualizmi aşmak; yurttaş ve birey olarak harmoni içerisinde birleştirilmiş yaşam alanlarında, bireyin kendi iradesini doğrudan genel iradeye iletebilmesini sağlayacak ve böylece devleti bireye 391 Mete K. Kaynar dışsal bir güç olmaktan çıkarak bir yapıyı, sistemi kurabil- mektir. Hegel yurttaş ve birey olarak bireyin bölünmesine neden olan faktörleri Fransız devrimi ile özgürlüğün siyasî realizasyonu, modern üretim tarzlarının, sanayileşmenin yerleşmesi, özel bireylerin aile veya devletin DÍàÍNDA ka- musal yaşama girmeye başlaması olarak özetlemektedir (Neocleous, 1996:2). Hegel, devletin sivil topluma akli denetim ve bir ahlâkî boyut kazandırdığını belirterek hem Ferguson’un izlediği yolu farklı bir güzergahtan takip etmekte, hem de onun işaret ettiği tehlikelere bir çözüm ortaya koymaktadır: Batı toplumlarının temeli sadece bireysel çıkar ve buna dayalı ekonomik ilişkilerle tanımlanamaz. Ferguson, iş bölümünün ortaya çıkarabileceği tehlikeleri ortaya koya- rak etik kavramlarla sivil toplumu öne çıkarır, onun aynı zamanda bir medeniyet olma özelliğini vurgularken; He- gel yine etik boyuttan yola çıkarak devletin evrenselliği ile bunu açıklamaya yönelmektedir. Evrenselliği ve objektif- liği sağlayan yegane kurum olarak devlet, sivil toplumun kendi içi dinamiklerinden kaynaklanacak, Ferguson’un kelimeleriyle işbölümünün sonucu olarak ortaya çıkacak olumsuz durumların ortadan kaldırılmasına yönelik bir denetim mekanizması görevi görür.

3IVILØ4OPLUMUNØ$EVLETIØ+APSAMASÍØ-ARX

Hegel’in temel kaygısı sivil toplumun kendi kendi- ni tahrip etme potansiyeliydi. Bulduğu çözüm ise akıl ve evrenselliği bir araya getiren toplum kesimleri/sınıflar üstü devlet fikrî. Hegel’in çözümü ise Marx’ın eleştirile- rinin başlangıç noktasını oluşturmaktadır ve Marx işe, Hegel’in evrensel devletini ve insanı ele alışını eleştirerek başlar. Bunu yaparken de Hegel’in kültürel evrensel olarak tanımladığı devleti eleştirerek işe başlar (Marx, 1977:26-

392 Tarihin İnşâsı ve Siyaset 35; O’Neill, 1969:xii; Ilting,1984:93). İlk başta Marx, Hegel’in sivil toplumun aracı kurumları olarak tanımla- dığı (polis, adalet, yönetim mekanizması gibi) kurumların sivil toplumu değil devleti temsil eden kurumlar olduğunu vurgular. Hegel’i eleştirdiği ikinci konu ise onun devleti tarihin temel öznesi; başka bir ifâde ile, tarihin ruhunun (geist) kendini aşkın bir biçimde oluşturarak evrensele ula- şılması olarak değerlendirmesidir (Marx,1977:26). Marx, tarihteki gerçek mücadele ve gelişme alanının devlet de- ğil, sivil toplum olduğunu düşünmektedir. Üçüncü olarak, Marx’a göre, Hegel’in devlet sivil toplum dikotomisini aşma metodu da sorunludur: Bu ayrım ya tümden redde- dilmeli ya da üzerinde yeniden düşünülmelidir (Neocleous, 1996:14-15). Marx, Hegel’e yönelik bu eleştirilerle (1) toplumun, da- hası medeniyetin, garanti altına alınamayacağını; (2) bur- juva toplum ve ekonomik yapısının doğal olmayıp tarihsel bir kategori olduğunu ve son olarak da (3) kamusal ve özel kavramlarının kendi kendilerini kanıtlayan kavramlar ol- mayıp bunların (aralarındaki ilişkilerin) hayli problematik olduğunu vurgulamaya çalışmaktadır (Tester, 1992:20- 21). Bu eleştiriler dolayımı ile Marx’ın yöneldiği hedef, sivil toplumu kullanarak daha iyi bir topluma doğru yol almaktır. Bir diğer ifâde ile Marx, devleti sivil toplumun önüne koyan Hegel’in tersine, sivil toplumu devletin önü- ne koyarak (Çaha, 1996:33); sivil toplumla devleti yeniden bir araya getirmeye çalışmıştır (Seligman, 1992:56-57). Marx, Hegel’in devleti, evrenselin ortaya çıkışı olarak yorumlamasına ve onu tarafsız sınıflar üstü ve toplumsal harmoniyi sağlayacak bir tarihsel kategori olarak analiz etmesine karşıdır (Marx, 1977:30: Johnson,1986:52; Mil- ler,1991: 65); ve German Ideology’deØ(1977) sivil toplu- mu, Hegel’in tersine, üretici güçlerin tarihin belirli bir

393 Mete K. Kaynar aşamasındaki gelişimiyle, bireylerin tüm maddî ilişkileri bağlamında açıklar. Marx’a (1977: Bölüm B) göre sivil toplum, burjuvazinin güçlendiği, mülkiyet ilişkilerinin Orta Çağ dönemindeki bağlarından kurtulduğu on seki- zinci yüzyılda ortaya çıkmış ve toplum bu tarihsel aşama- da siyasî karakterini yitirmiştir. Marx’ın sivil toplumun doğuşuyla ilgili analizleri, bir yandan Hegel’in evrensel ve paternalistik devletine (Ilting, 1984:103), diğer yandan da kapitalizmin doğal/evrensel bir kurum olduğu yönündeki tartışmalara eleştiri niteliğindedir (Seligman, 1992:52). Aynı zamanda Marx, sivil toplumun modern burjuva dö- neminin bir tezahürü olarak ortaya çıktığını belirtirken, Hegel’in de tartıştığı (ve aşmaya çalıştığı) bir sorunu yeni- den tartışma gündemine taşır: Üretim ilişkilerinin sonu- cu olarak ortaya çıkan sivil toplum, bireyin yaşamını iki ana parçaya böler. Bireyin siyasî cemaatin üyesi olmaktan kaynaklanan yaşamı ile, sivil toplum içerisindeki yaşamı birbirinden kopar. Bir başka ifâde ile insanın insan türü olarak doğası ile maddî doğası birbirinden koparılır. Bu alanda bireyin kendisini, diğerleri tarafından saygı göste- rilen gerçek birey olarak hissetmesi sağlanmaya çalışılır. Gerçekte birey bir illüzyondan ibaret olan egemenliğin hayali üyesi hâlindedir. Oysa birey, Marx’a göre, siyasî ce- maat içerisinde kamusal anlam bulabilir ve bireyin yurttaş ve birey karakteri sadece yurttaşlığın siyasî alanı içerisinde karakter kazanabilir; sivil toplum içerisinde değil. Marx, bu konuda Hegel ile paralel düşünmektedir (Hyppolite, 1969:110). Fakat eleştirisi Hegel’in evrensel devletinin ve aracı kurumların bu ayrımı aşmak için kullanılamayacağı; burjuvazinin gelişmesi sonrasında bahsedilebilecek özgül bir toplumsal tip olarak sivil toplumun devletinin, evren- sel değil, hakim sınıfın çıkarlarına hizmet eden bir devlet olacağı yönünde olmuştur.

394 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Özetle Hegel’in de bahsettiği sivil toplum içerisinde gerçekleşen ve onun sonunu hazırlayacak olan çatışma, Hegel’in öngördüğü gibi devlet yoluyla çözülemeyecek, doğrudan doğruya devletin yapısına yansıyacaktır. Diğer bir deyişle sosyal çıkarlar politik eylemin içeriğini etki- leyecektir (Seligman, 1992:53; Miller, 1991:69). Sonuçta Marx için Hegel’in evrensel devleti, burjuva toplumunun yani sivil toplumun gelişiminin en son hâline bir cevap olmaktan öteye gidemeyecek; formal/sunni bir yapı olarak kalacaktır (Hyppolite,1972:117). Çünkü toplum (birey) ve devlet (yurttaş) arasındaki mevcut ayrımın temeli, dev- letin soyutlanmasının ve özel mülkiyetin gelişmesinin bir ürünüdür. Marx’a göre Hegel de bu sorunun farkındadır, fakat sorunu çözmek yerine problemi yeni bir forma dö- nüştürmektedir (Neocleous, 1996:14). Marx’ın önerdiği çözüm ise sivil toplum/burjuva top- lumu ve devlet dualizminin aşılmasıdır. Bunun yolu ise Hegel’in önerdiği şekilde değil; proletaryanın gerçekleş- tireceği devrimdir. Marx, sivil toplum devlet ikilemini aşabilmek için proletaryaya görevlendirmesi proletaryanın burjuva/sivil toplum içindeki özel karakteri nedeniyledir. Çünkü proletarya sivil toplumun sorumluluğunu taşıma- sına (içinde yaşamasına) rağmen, onun avantajlarından faydalanamayan (parçası olmayan) tek sınıftır (Habermas, 1997:230; Neocleous, 1996:10; Neocleous, 1995:398). Marx sivil toplum kavramı içerisinde kamusal ve özel kavramlarının kendi anlamlarına sahip olmaktan çok bir- birlerine gönderme yapan kavramlar -kamusal alanın, özel alanın dışındaki alan, anlamında kullanılması- olarak kul- lanıldığı üzerinde de hassasiyetle durur. (Tester,1992:21). Ekonomik ilişkiler ve sivil toplum arasındaki ilişki Marx’da tek yönlü değildir. Kapitalist ekonomik ilişkiler sivil toplumun ortaya çıkması için gerekli zemini hazır-

395 Mete K. Kaynar larken, Orta Çağ’dan sonra birey ile yurttaşın birbirin- den kopmaya başlaması sermaye birikimi için de gerekli koşulları hazırlamıştır: Orta Çağ’ın toplumsal tabakaları ortadan kalktıktan, endüstriyel dünya ortaya bir kez çık- tıktan sonra bu dünya, ancak kişisel çıkarların çatışması ile karakterize edilebilir ve modern devlet de bu aşamada ortaya çıkar. Bu devletin görünümü, Marx’a göre, birliğin biçimsel prensibi şeklindedir, fakat özde bu devlet insa- nın gerçek özünün, kendisine yabancılaşmasından başka bir şey olamayacaktır (Hyppolite, 1992:118). Fakat sivil toplumun üyesi olarak bireyin, siyasî cemaatin üyesi ola- rak yurttaştan ayrılması insanı yabancılaştırmakla birlik- te, modern toplumun gereksindiği sermaye birikiminin sağlanabilmesi için ihtiyaç duyulan meşrûiyeti de ona sağ- lamıştır. Marx’ın Hegel eleştirilerini, onun Hegel’in ulaşmak is- tediği noktaya farklı bir yoldan ulaşmaya çalışma çabası olarak okumak mümkündür. Çünkü eleştirileri Hegel’in sivil toplum-devlet dualizmini aşma çabasına değil, bu- nun aşılma biçimine yönelmiş eleştirilerdir. Bu açıdan sivil toplum konusundaki temel öncüller konusunda da Marx’ın döneminin temel yargılarını paylaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Gerek Marx’ın sivil toplumu -Almanca’nın verdiği etkiyle- burjuva toplumu ile özdeşleştirmesi ve ge- rekse sivil toplumun burjuva toplumu içinde ortaya çıkan özgül bir tarihsel kesitin ürünü olarak değerlendirilmesi, sivil toplumun temel öncülleri konusunda Marx’ın Smith ve Ferguson’la ortak düşüncelere sahip olduğunu ortaya koymaktadır. Fakat Marx, bu temel öncülleri paylaşmak- la birlikte, bunlara eleştirel olarak yaklaşmaktadır. Farklı kelimelerle ifâde etmek gerekirse, sivil toplumun temelini “MODERNØEKONOMI” de ve piyasada arayan Smith ile sivil toplumu kapitalist üretim ilişkilerinin sonucunda ortaya

396 Tarihin İnşâsı ve Siyaset çıkan burjuva toplumu ile özdeşleştiren Marx aynı temel öncüllerden hareket etmekle birlikte, Marx sivil toplumun kapitalist yapısını eleştirerek onu aşmaya yönelmektedir.

!RACÍØ+ATEGORIØ/LARAKØ3IYASsØ4OPLUMØ4OCQUEVILLE

Marx’ın sivil toplum devlet dualizmini aşmaya yöneldi- ği dönemde çağdaşı Tocqueville, Amerika Birleşik Dev- letleri (ABD)’ni tanıtmaya, oradaki sosyo-politik ve kül- türel yaşamı analiz etmeye çalışıyordu. Tocqueville108 (1962:5, 1-15)’nin amacı demokratik bir ülke olarak ABD’yi anlamaya çalışmak ve ABD’den Avru- pa için istifâde edilebilecek bilgiler derlemektir. Tocqueville, temelinde şartların eşitliği ilkesinin yer aldığını belirttiği demokratik rejimin insanlık için vazge- çilmez, önlenemez bir karakterde olduğunu vurgular. Bu önü alınamaz gelişmenin karşısında demokrasiyi durdur- mak istemek ona göre “...bizzat Allah’a karşı savaşmak² (Tocqueville,1962:5)Øgibi nafile bir çabadır. Bu nedenle demokrasiyi anlamak ve onu siyaset biliminin temeline yerleştirmek gerekmektedir. Tocqueville ABD’deki, millî egemenlik, yerel yönetim (federal yönetim), yargı, yürütme, siyasî partiler, basın öz- gürlükleri, siyasî partiler dernekler ve sivil yaşamdan ör- nekler verir ve bu arada da Amerika’daki ile Avrupa’daki sosyo-politik ve kültürel yaşam karşılaştırılır. Karşılaştır- malarını, demokrasinin işleyişi ve sürekliliği açısından de- ğerlendirerek analiz eder. Amerika ziyareti sırasında onu derinden etkileyen ise Amerika’daki fırsatların eşitliği ve

108 Tocqueville’nin sivil toplum, devlet ve siyasî toplumla ilgili düşünceleriyle ilgili analizler için Bkz.: (Keane, 1994:79-82), (Zabcı, 1997:40-43), (Eh- renberg, 1999:160-167), (Cohen, Arato; 115-117). (Isaac, 1993:356), (Ku- mar,1993:381), (Foley-Edward 1998:7) ve (Whittington,1998:21-24). 397 Mete K. Kaynar Avrupa’nın tersine devletin zayıf, toplumunsa güçlü ve di- namik oluşudur. ABD ile ilgili gözlemleri sonucunda Tocqueville, dev- let ve sivil toplumdan ayrı olarak siyasî toplum katego- risi oluşturur. Sivil toplum, devletin dışında, toplumun kendi kendine örgütlenme yeteneğine ve düzeyine işaret ederken, siyasî toplum, bir idârî mekanizma olan devlet ile sivil toplum arasında yer alır ve gücünü sivil toplumdaki örgütlenmelerden alır. Yazara göre sivil toplum ile siyasî toplum, birbirini güçlendiren destekleyen ve birbirinden beslenen kategorilerdir (Whittington, 1998:21-22). Eşitliğin insanların aralarında bir bağ olmaksızın yan yana getirilmeleri anlamına geldiğini söyleyen Tocque- ville (1962:69), eşit hale getirilerek güçsüzleştirilen, ikti- darın baskıcılığına karşı savunmasız hale getirilen birey- lerin, örgütlenme yetenekleriyle iktidarın baskısına karşı bir savunma alanı oluşturduklarını söyler. Bir başka deyiş- le yazar, eşitlik ve örgütlenmeyi birbirlerinin panzehirleri olarak sunar (Tocqueville, 1962:85). Benzer şekilde, eşit- lik ve hürriyet de birbirini dengeleyen kavramlar olarak değerlendirir: Özgürlüğü, çağın ayırt edici özelliği olarak adlandırılan Tocqueville (1962:74), onu eşitlik anlayışının zararlı sonuçlarını törpüleyen bir kurum olarak ele alınır. Tocqueville’ye göre, Amerika’nın geleneklerine işle- miş olan örgütlenme yeteneği, özgürlüklerin imkân ver- diği ortamda siyasî sonuçlar doğurmaktadır. Toplumun kendi içerisindeki sorunları çözmek veya kamusal bir işi gerçekleştirmek için yurttaşların devlete başvurmadan kendi aralarında oluşturdukları örgütlenmeler salt siyasî nitelikli değildir. Sivil toplumu oluşturan da budur. Bu dernekler sadece siyasî bir faaliyet için değil, hayatın her alanında yer alan örgütlenmelerdir (Tocqueville,1962:82).

398 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Bu örgütlenmeler, siyasî toplumun varlığının ve canlılı- ğının da temelini oluşturmakta; örgütlenme yoluyla in- sanlar birbirleri üzerinde etkide bulunarak fikirler, hisler tazelenmekte; insan zihni bu yolla gelişme kaydetmekte- dir. Siyasî toplum, sivil toplumun temelini oluşturmakta; sivil toplum ise, varlığını ve canlılığını siyasî topluma ve bu alan içindeki örgütlenme hak ve özgürlüğüne dayan- dırmaktadır. Tocqueville bunu siyasî haklar olmadan sivil alanda örgütlenmenin güdük kalması, sivil alanda örgüt- lenmenin de siyasî alandaki örgütlenme haklarını dayanı- yor olmasıyla açıklar. Çünkü ancak bu yolla belirli çıkar- ları etrafında bir araya gelmiş insanlardan oluşan bireyler, çıkarlarını siyasî siteme aktarabilmektedirler. Sivil toplum-siyasî toplum arasındaki bu karşılıklı iliş- ki, bireylerin dernekler yoluyla kanun koyucuyu ve devle- tin diğer kurumlarını tahrik etmesini sağlamakta; böylece ortaya çıkan siyasî hareket, tüm halkı, evrensel bir hareke- tin bir parçası hâline getirmektedir. Özetle Tocqueville, özgürlük ve eşitliğin devletin sivil topluma veya sivil toplumun devlete fedâ edilmesi yoluyla sağlanabileceğini reddeder (Keane,1994:80). Eşitlik de- mokratik toplumlarda bireyi güçsüzleştirmekle birlikte, eşitlik ve onun tamamlayan özgürlük bir yandan demok- ratik kurumların istikrar ve sürekliliğini sağlarken, diğer yandan da demokratik kurumlar içerisinde bir anlam ve iş- lev kazanır. Örgütlenme hakkının arkasında duran eşitlik ve özgürlük, hem demokratik sistemi destekleyerek onu istenilir hale getirir, hem de ondan destek görerek kendi varlığını garanti altına alır.

399 Mete K. Kaynar 3IVILØ 4OPLUMUNØ $EVLETEØ $OÛRUØ 'ENIÞLEMESIØ 'RAMSCI Gramsci sivil toplum devlet dualizmini sivil toplu- mu devlete doğru genişletip, devletin SyNMESINI, orta- dan kalkmasını, sağlayarak aşmaya çalışmıştır. Bunu da, Tocqueville’nin siyasî toplum kavramını, Hegel’den al- dığı etik devletle birleştirip, tüm bunları da Marksizmin proletarya devrimi ile bir arada analiz ederek gerçekleştir- meye çalışmıştır. Gramsci’nin bunları bir araya getirme ve yeniden analiz etme noktası ise hegemonya kavramı dola- yımı ile olur. İtalyan sosyalist hareketinin sorunlarını ve İtalyan faşiz- mini inceleyen Gramsci’nin temel amacı, İtalya’nın sosyal ve politik koşullarına özgü bir devrim stratejisi oluştura- bilmektir. Bu nedenle Batı ve Doğu toplumlarının sosyo politik yapılarını karşılaştırmış, Rus devrimini incelemiş ve araştırmalarından İtalya için dersler çıkarmaya çabala- mıştır. Gramsci’nin sivil toplum üzerine teorik çalışma- ları da bu bağlam içerisine yerleşir. Sivil toplum, siyasî toplum ve hegemonya ile ilgili tartışmaları sonucunda Doğu toplumları ile Batı Avrupa arasında devlet-sivil top- lum ilişkisinin farklı nitelikler taşıdığını ortaya koymuş, bu açıklamalarını da devrimci stratejinin Batı da ve Doğu toplumlarında alması gereken şekiller ile ilgili analizleri- nin temeline yerleştirmiştir. Doğu ve Batı toplumları arasında sivil toplum devlet ilişkisi bağlamındaki farklılığı Gramsci şu şekilde özetler: “DOĞU’da devlet her şey olduğundan, sivil toplum ilkel ve peltemsiydi; Batı da devlet ve sivil toplum arasında usa yatkın bir ilişki vardı ve sallanan bir devlet yapısı için- de sarsılmaz bir sivil toplum yapısı hemen seçiliyordu.” (Gramsci, 1986:159).

400 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Örgütlü konsensus (Cohen-Arato, 1992:144) olarak ta- nımladığı hegemonya kavramı Gramsci’de iki işleve sa- hiptir. İlkin hegemonya, gerek sivil toplum içerisindeki rıza yoluyla, gerekse devletin baskı ve zorlama kurum ve araçları yani politik toplum yoluyla, sistemin kendisini ye- niden üretmesine işaret etmektedir (Gramsci, 1986:318). Gramsci’ye göre, devlet sadece burjuva sınıfının hizmetin- de çalışan bir baskı aracı olarak ele alınamaz. Çünkü devlet kendisini sadece baskı ve zorlama ile değil, örgütlü rıza ile de ayakta tutar ve yeniden üretir. Devletin ikna edici gücünün görüldüğü, sivil toplum alanı ile, devletin zorla- yıcı, emredici gücünün görüldüğü politik toplum bir ara- ya gelerek devleti, yani zorlayıcı güce sahip hegemonyayı oluşturmaktadır. Ne sadece politik toplumda zorlayıcı gü- cünü kullanarak, ne de sadece sivil toplumda hegemonya kurarak devlet ayakta durabilir. Sivil toplum Gramsci’de, yönetimin dışındaki kamusal alanı yani okullar, sendikalar, klüpler, medya ve kiliseler gibi kurumları kapsamaktadır. Bu alan kendini bir dene- tim alanı olarak ortaya koyar ve bir sınıfın diğer sınıf üze- rindeki tahakkümü burada kültürel, entelektüel ve moral olarak meşrûlanır. Gramsci’ye göre burjuvazinin hege- monik olduğu yerde sivil toplum da burjuva toplumuna denk düşer ve bu sistemin anayasal garantileri, parlamen- to temsili gibi siyasî ifâdeleri burjuva yönetiminin birer vitrin süsü olmaktan başka anlama gelmez (Cohen-Ara- to,1992:146). İkinci işleviyle hegemonya, bu sistemin sosyalizme doğ- ru dönüşümünün bir aracı olarak kurgulanır ve mevcut düzen içinde yaratılan ve yeniden üretilen sosyal entegras- yon formlarının yıkılıp alternatif entegrasyon/konsensus formlarının yaratılmasına tekabül eder (Johnson, 1986:59; Larrain, 1983:81-83).

401 Mete K. Kaynar Özetle Gramsci, Marxist geleneğin sivil toplum analiz- lerinin temelini oluşturan sivil toplum ve alt yapı ilişkisini kopartmıştır. Gramsci için sivil toplum, politik toplumla birlikte üst yapının bir parçasını oluşturmaktadır. Böylece sivil toplum hem mevcut düzenin devamı ile ilgili, hem de sosyalist toplumsal düzenin kuruluşunun bir aracı hâline getirilir. Gramsci, sivil toplumu burjuva ekonomik dü- zeninin doğrudan yansıması olmaktan çıkararak Marx’a, sivil toplumu siyasî topluma doğru genişleterek Hegel’e cevap vermeyi amaçlamaktadır. Böylece Gramsci hege- monyayı sadece sınıf baskısının sağlandığı yer olmaktan çıkararak onun aşılmasının da aracı hâline getirmiş olur.

aAÛDAÞØ"IRØ3IVILØ4OPLUMØ4ANÍMÍØeZERINE

Sivil toplum kavramı Batılı toplumlar için yeni bir kav- ram olmamakla birlikte, hem Batılı toplumların içinde bulundukları toplumsal şartların on dokuzuncu yüzyıl- dakinden derin farklılıklar taşıması, hem de sivil toplum kavramının 1980 sonrasında sadece Batı’nın kendisini ifâde eden bir kavram olmaktan çıkıp, evrensel bir karak- tere bürünmeye başlaması, 1990’larda yeniden bilimsel ajandaya eklenen (çağdaş) sivil toplum kavramının, on dokuzuncu yüzyıldakinden farklı bir takım işlevlerle do- natılmasını da zorunlu hale getirmiştir. İkinci Dünya Sa- vaşı sonrası kurumsallaşan soğuk savaş döneminin devlet toplum ilişkilerine bir tepki olarak da gelişen çağdaş sivil toplum kavramı, artık Batı’nın kendi medenî/sivilleşmiş (civilized) toplumunu diğer, yani medenileşmemiş/sivil- leşmemiş (uncivilized) toplumlarından ayırmaya yarayan bir ideal tip, bir kriter olmaktan çıkarak evrenselleşmiş; dünya üzerindeki devlet-toplum ilişkilerini analiz etmek için kullanılan bir araç, devlet-toplum ilişkilerinin olma-

402 Tarihin İnşâsı ve Siyaset sı gereken biçimlerine göndermeler yapan global bir söy- lem, otoriter rejimleri eleştiren siyasî hareketler için cazip bir dil niteliği kazanmıştır. Nitekim Shills’in (1992:14) günümüz dünyasında tamamen sivilleşmiş bir toplumun ya da sivil topluma örnek olarak verilebilecek mümtaz bir modelinin olmadığı tespiti de bu açıdan değerlendirildi- ğinde bir anlam kazanmaktadır. Sivil toplum kavramının, tüm dünyada, devlet toplum ilişkileri üzerine yürütülen tartışmaların temel kavram- larından biri hâline gelmesinde, soğuk savaş döneminin refah devletinin kendi doğası da önemli bir rol üstlenmiş- tir (Kumar, 1993:389). Isaac’ın (1993:359) da tartıştı- ğı gibi kapitalist ya da sosyalist veya Batılı ya da Batılı olmamasından bağımsız olarak modern ulus-devletler, toplum içerisindeki insanî gücü ortaya çıkarmakta başa- rısız olmuşlar; bürokratik organizasyonlar ortaya çıkararak kitlelerin siyasî örgütlerini güçsüzleştirmişler ve Merkezî devlet yapısını temel siyasî veri olarak kabul etmişlerdir: Ne liberal devletler temsili kurumlar aracılığıyla otonom bireyin siyasî süreçlere katılımı sağlamakta, ne de sosya- list devletler ilerici işçi sınıfının komünizme geçişte öncü rolü üstlenmesinde başarılı ve istekli olabilmişlerdir. Li- beralizm ve sosyalizmin canlı, hareketli demokratik süreç- ler ortaya çıkaramamaları ise, yeni politika tartışmaların ortaya çıkmasında hayli önemli bir yere sahip olmuştur. Modern devletin, kamusal alanı kaplayarak topluma mü- dahale eden, onu yönlendiren ve maniple eden karakteri, Batılı kapitalist toplumlarda refah devleti uygulamaları ve bu uygulamaların siyasî sonuçları ile kendini gösterirken; Batılı olmayan toplumlarda ise bu, (ister kapitalist, ister sosyalist olsun) belirli bir hedefe (modern veya komünist topluma) ulaşmayı kendine amaç edinmiş devletin, top- lumu bir amaç etrafında mobilize etmeye, onu yönlendir-

403 Mete K. Kaynar meye ve kendi çizdiği amaçlara uygun hale getirmeye (bü- rokrasi önderliğinde modernleştirmeye veya komünizm aşamasına ulaştırmaya) yönelik otoriter uygulamaları ile ortaya çıkmıştır.109 Bu çerçevede sivil toplum (ile ilgili tartışmalar), iki amaca birden hizmet eder hale gelmiştir. Bu tartışmalar bir yandan iktidarı elinde bulunduran ve toplumu kendi kapitalist ve/veya sosyalist siyasî amaçları doğrultusunda kalkındırmaya/geliştirmeye/dönüştürmeye çalışan kadronun siyasî amaçlarının dışında “da” bir toplu- mun yaşamakta olduğunu, toplum denilen örgütlenmenin siyasî amaçların nesnesi hâline getirilemeyeceğini; diğer yandan da toplumu kalıcı olarak dönüştürmenin yegane yolunun devlet mekanizmasını ele geçirerek toplumu dö- nüştürmek değil, toplumsal süreçlerde hakim hale gelerek devlet kurumunu dönüşmeye mecbur bırakmak olduğunu vurgulamanın bir aracı, popüler bir ifâdesi olarak kulla- nılmışlardır. 20. yüzyıl, bir yandan modern ulus-devletin özel alana müdahale araçlarını çeşitlendirirken, diğer yandan da özel alana ait çıkar çatışmaları siyasî alana taşınmaya, devlet otoritesi toplumsal güçlerin eline geçmeye başlamıştır. Sonuçta modern devletin toplum üzerinde etkinliğini ar- tırması ile birlikte devlet toplumsallaşırken (özel alanda çözülecek sorunların çözüm mekanı olurken), baskı grup- larının gelişmesiyle birlikte toplum devletleşmeye (özel alanda çözeceği soruları devlete taşımaya) başlamıştır. Nitekim 20. yüzyılın son çeyreğinde (yeniden) tartışmaya açılan sivil toplum kavramı da buna bir tepki olarak doğ- muş, devletin ortadan kalkması ve/veya onun etkinliğinin asgari düzeye indirilmesi değil, devlet ve toplumsal alan

109 Gerek Batıda ve gerekse Batılı olmayan toplumlarda modern ulus-devlet ku- rumlarında ortaya çıkan otoriter, merkezileşmeci ve müdahaleci etkinin sivil toplum kavramı çerçevesinde yapılan eleştirileri için Bkz.: (Hirst 1994: 244- 245), (Hall 2000:48-49), (Shills 1992:7) ve (Habermas 1997). 404 Tarihin İnşâsı ve Siyaset arasındaki sınırların, devlet toplum arasındaki ilişkilerin ve siyasî dönüşümün dinamiklerinin yeniden çizilmesi üzerinde ilgisini odaklandırmıştır. Başka bir deyişle sivil toplum, temsili kapitalist demokrasinin taşıdığı eksik- liklerin devlet toplum ilişkilerinin yeniden düşünülmesi ile nasıl aşılabileceğine; daha katılımcı bir demokrasiye; denetlenebilir, öngörülebilir bir devlet yönetimine nasıl ulaşılabileceğine ve otoriter yönetimlerin nasıl demokra- tikleştirilebileceğine ilişkin tartışmalar içerisindeki temel kavram hâline gelmiştir (Naidoo-Tandon, 1999:1).110 Sivil toplumu demokratik diyalog alanı olarak tanımla- yan görüşler de bu çerçeveden bakıldığında anlam kazan- maktadır. Demokratik pazarlığın, tartışmanın, uzlaşmanın ve denetimin, kısaca demokratik diyalogun gerçekleştiği tek alan olarak sivil toplum, ancak bu sayede demokrasiyi usûller ve kurallar dizgesi olmaktan çıkararak, onu top- lumun özgür katılımı ile gerçekleştirilen bir süreç olarak tanımlamaya izin vermektedir (Chandhoke 1995:242). Bu yargının altında ise hiç kuşkusuz, sivil toplumun ancak demokratik bir devlet içerisinde gerçek işlevlerini üstele- nebileceği; bir devletin de aktif ve canlı bir sivil toplumun varlığı ile gerçekten demokratik bir yapıya kavuşabileceği yargısı yatmaktadır (Walzer, 1995:104). Bununla birlik- te demokrasiye ilişkin tartışmaların yapılması, görüşlerin dile getirilmesi sivil toplumun tek işlevi değildir. Demok- rasinin toplumsallaştırılması ve denetlenebilir bir kamu yönetiminin ortaya çıkması gibi siyasî işlevleri yanında sivil toplum, gönüllü örgütler aracılığıyla kamusal işlerin

110 Sivil toplumun geliştirilmesinin sıradan insanların deneyim ve algılarındaki gelişmeyle ilgili olduğunu belirten Ball ve Knight (1999:24-25), global dü- zeyde sivil toplumun geliştirilmesi için sıradan insanların şu sorulara yanıt- laması gerektiğini belirtmektedirler: (1) İyi bir toplum görüşünüz nedir? Bu- günün toplumlarını o ideale nasıl ulaşabilir; (2) iyi bir toplumda yurttaşların Hükümetleri ve piyasaların sorumluluk ve rolleri ne olmalıdır?; (3) böyle bir topluma ulaşabilmek için ne yapılması gerekmektedir? 405 Mete K. Kaynar yerine getirildiği bir alanı da ifâde etmektedir. Farklı bir ifâde ile sivil toplum, bir yandan siyasî alanı beslerken, diğer yandan da kamusal hizmetlerin yerine getirilmesini sağlamaktadır (Then-Walkenhorst,1999:124). Çağdaş sivil toplumun demokrasi ve kamusal hizmet- lerin yerine getirilmesi bağlamında tanımlanması, aynı zamanda o topluma sivil sıfatını veren niteliklerin belir- lenmesi açısından da önem taşımaktadır. Bir Toplumu, si- vil bir toplum olarak tanımlamaya imkân veren koşullar o toplumda, bireysel haklar, kişi dokunulmazlıkları, gönül- lü örgütlenmeler, biçimsel meşrûiyet, çoğulculuk ve özgür girişimin yasal bir zeminde tanımlanması (Cohen-Arato 1992:38) ve bireyin sosyal gelişmenin temel taşlarından biri kabul edilmesidir (Ball-Knight, 1999:22). Sivil top- lum içerisinde bu haklara sahip bireyler, komşuluk ilişki- leri, karşılıklı yardım örgütleri, ortak hizmetlerin yerine getirilmesi gibi sınıf ilişkilerini dikine kesen sosyal örgüt- lenmelerle ve aralarında çatışmalar olan otonom grupların kollektif seçenekler üzerindeki müzakere ve tartışmaları ile sivil toplumu dinamik ve canlı tutmaktadırlar. (Tester, 1992:136-139). Sivil toplumu, sıradan bir toplumdan ayı- ran da o toplumun bu işlevlerle ve bu işlevleri yerine geti- rirken sahip olması gereken haklarla donanmış olmasıdır. Sivil toplumun, katılımcı bir demokrasinin sağlanması olarak tanımlanan amacına ulaşabilmesi ve bireylerin gö- nüllü örgütler çevresinde örgütlenerek kamusal sorunlara ilişkin çözümler/düşünceler üretebilmesi toplum içerisin- de bulunan aktörlerin temel hak ve özgürlüklerinin anaya- sal olarak tanımlanmış olmasını zorunlu kılmaktadır. Çün- kü sivil toplum, bir toplumdaki sosyal ilişkilerin olağan ve kendiliğinden ortaya çıkan sonuçları olarak tanımlana- mayacağı gibi, kusursuz bir biçimde önceden tasarlanmış sosyal düzen olarak da tanımlanamaz. Sivil toplum kavra-

406 Tarihin İnşâsı ve Siyaset mı sadece, kamusal problemler ve sosyal çıkarlarla ilgili olarak demokratik siyasî yapı içerisinde gerçekleştirilecek eşitler arası tartışma ve müzakere süreci üzerinde dikka- tini yoğunlaştırmakta (Naidoo-Tandon, 1999:4); belirli haklara sahip bireylerin sınırlandırılmamış örgütlenme ve müzakere özgürlüğüne dayanan sürecin kendisini önem- semektedir. Bu nedenle de, Ball ve Knight’ın (1999:21) da belirttiği, kendi başına gibi izlenmesi gereken önceden tanımlanmış kusursuz bir modeli ifâde etmez. Bu özelli- ğiyle de sivil toplum, Walzer’in (1995:97-98) kelimele- riyle, “Herkesin içerisinde yer alacağı bir iyi yaşam için ortamların oluşturulması çabası” hâlini alır. Sivil toplum kavramının konuşlandırıldığı, kendili- ğinden düzen ile önceden tasarlanmış düzen arasındaki noktayı daha iyi açıklayabilmek için yansımaØ(reflexivite), simetrik karşılıklılık (smetric recipratory), ve genelleşti- rilmiş toplumsal güven (generalized social trust) kavram- larından yararlanmak mümkündür. Tester (1992:96-108), yansıma ve simetrik karşılıklılığın dinamik sivil toplu- mun ortaya çıkması için gerekli olduğunu tartışmaktadır. Soruyu soranın, cevabın da içerisinde yer alması şeklin- de tanımlanan (Tester, 1992:96-97,108) (sosyal) yansıma kavramı, toplum içerisinde bir sorunu/tartışmayı dile ge- tiren kişi ya da gurupların aynı zamanda çözümün içeri- sinde de yer alması anlamına gelmektedir. Böylece yan- sıma kavramı, sivil toplumun hem siyasî hem de kamu hizmetlerinin yerine getirilmesinde üstlendiği işlevlerin temeline yerleşir. Yani, yönetişim kavramıyla ifâde edilen devlet-toplum-birey ilişkisini de kapsayacak şekilde kulla- nılan ve Tester’in sivil toplumun vazgeçilmez koşulların- dan biri olarak adlandırdığı yansıma, kamusal sorunların, o sorunları dile getiren ve soruna muhatap olanların “da” katılımıyla çözülebileceği ilkesinin farklı bir ifâdesi olarak

407 Mete K. Kaynar karşımıza çıkar. Ve bu şekilde tanımlanan kavram, vatan- daşların dahil oldukları, katıldıkları bir siyasî cemaatin -yani demokratik devletin- iyi bir yaşamın kurulmasının aracı olduğu yargısını destekler (Walzer, 1995:91). Simet- rik karşılıklılık kavramı ise sosyal ilişki içerisindeki kişi/ guruplar arasındaki ilişkilerin yatay, yani eşitlerin ilişkisi şeklinde gerçekleşmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Eşit- ler arası ilişkiler kavramının açılımı dinamik bir sivil top- lumun var olabilmesi için gerekli bir çok alt kuralı içinde barındırmaktadır. Tester (1992:28-29) bu kavramın sosyal ilişki içeri- sinde bulunan kişi, gurup ve örgütlerin birbirleriyle eşit ve karşılıklı hak/sorumluluklara sahip olması anlamına geldiğini belirtmektedir. Bu eşitlik aynı zamanda, patro- naj ilişkilerinin ve diğer hiyerarşik toplumsal ilişkilerin sivil toplum içerisinde geçerliliğinin olmadığını da ifâde eder. Toplum içerisinde dikey hiyerarşik ilişkilerin değil, eşitler arasındaki yatay ilişkilerin birincil hale getirilmesi kişi, gurup ve kuruluşların otonomisini de garanti altına alır ve meşrûiyetlerini devlet otoritesinin dışında bulan gönüllü örgütlenmelerin örgütlü devlet gücü karşısında kendilerini koruyabilmeleri konusunda da önemli işlevler üstlenir (Kumar, 1993:386). Çünkü ancak eşitler arasın- daki bir ilişki de emir-itâat ilişkisinden değil, müzake- reden bahsedilebilecektir. Otonominin, simetrik eşitlik ilkesi ile garanti altına alınması, sivil toplum içerisindeki faaliyetlerin gönüllülüğü ilkesini de açıklamaktadır (Bell, 1999:29). Çünkü, emir-itâat ilişkisinin olmadığı bir top- lumsal yapıda, otonom ve benzer haklara sahip özneleri kamusal faaliyete o öznenin kendi iradesinden başka bir neden yönlendiremeyecektir. Böylece etnik gurup, dini cemaat gibi kişinin belirli/sabit nitelikleri nedeniyle gir- diği ve o örgütlenmelerden ayrılmasının kendisine olduk-

408 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ça fazla bir toplumsal maliyet yükleyebileceği kuruluşla- rın aksine sivil toplum örgütlerine katılmak ve ayrılmak, otonom kamu özneleri (bireyler vb..) için bir hak olarak ortaya çıkmaktadır. Dinamik bir sivil toplumun ortaya çıkması ve varlığı- nı koruması için gerekli şartların neler olduğu konusunda Naidoo ve Tandon’un (1999:10-12) kriterleri de Tester (1992), Foley ve Edward’ın (1998) analizlerini destekler ve sivil toplumun bir süreç, bir kültür olma niteliğinin altını çizer. Yazarlar bu kriterleri: (1) gönüllü örgütlenme ve örgütsel otonomi, (2) kuruluşların çoğulculuğu, (3) Uz- manlaşma ve farklılaşma, (4) değerler alanı olarak ortaya koymaktadırlar. Naidoo ve Tandon (1999:10-11), uzmanlaşma ve fark- lılaşmayı sivil toplumun yapısal ve işlevsel boyutu olarak tanımlamaktadırlar. Bu çerçevede uzmanlaşma ve farklı- laşma, toplumdaki örgütsel yoğunluk ve çeşitlilik olarak tanımlanmaktadır: Belirli bir konuda faaliyet gösteren ör- gütlerin sayısı ne kadar çok ise ve ne kadar farklı konular toplumsal örgütlenmeler tarafından dile getiriliyorsa sivil toplumun o kadar uzmanlaşmış ve farklılaşmış olduğun- dan bahsetmek mümkündür. Sivil toplumun bir değerler alanı oluşu -bu yazarlara göre- sivil toplumun normatif boyutunu oluşturmaktadır. Sivil toplumun varlığının bir ölçütü olarak normatif boyut, sivil toplumun, devlet ve piyasadan ayrı ondan bağımsız bir kültür, değer üretebilmesi ile ilişkilendirilmektedir. Bu değerler, demokratik pratiklerin sivil toplum içerisin- deki kamusal öznelerin kendi aralarında uymayı taahhüt ettikleri (sivil) normlar olarak ortaya çıkmaktadır. Kumar (1993:383), sivil toplumun bu niteliğinin demokratik ka- tılım için bireyleri eğitici bir niteliği olduğuna belirtmek-

409 Mete K. Kaynar tedir. Naidoo ve Tandon’un (1999) kriterleri ve Tester’ın (1992) tartıştığı simetrik karşılıklılık ve geri dönüşlülük kavramları bir arada ele alınarak değerlendirildiğinde, bu kavramların genelleştirilmiş toplumsal güveni vurguladı- ğı söylenilebilir. Genelleştirilmiş toplumsal güven kav- ramı, toplum içerisindeki insanların birbirlerine, hükü- mete, kamu kurumlarına karşı duydukları genel güven, iyimserlik ve tolerans duygusu olarak tanımlanabilir (Fo- ley-Edward, 1998:13). Bu tam da Giddens’ın tanımladığı aktif güven kavramına denk düşmektedir. Bu genel gü- ven havasıdır ki bireyleri siyasî sisteme ve kamusal alana katılmaya sevk ederek sivil toplumu, kültürel bir süreç ve demokrasinin sosyal sermayesi olarak tanımlamaya imkân vermektedir. 3ONUlØaAÛDAÞØ"IRØ3IVILØ4OPLUMØ4ANÍMÍ Sonuç olarak, 1980’lerle birlikte sivil toplum kavra- mının tüm dünyada popüler bir kavram hâline gelmesine yol açan tüm nedenler ve çağdaş sivil toplumun yukarıda tartışılan işlevleri göz önüne alınarak bir sivil toplumun tanımı yapılmaya çalışılırsa, en genel ifâde ile şunlar söy- lenilebilir: Sivil toplum, devletin, ekonominin ve özel ala- nın dışında fakat onları dinamik olarak besleyen ve onlar- dan beslenen, herkesinkiyle aynı ve yasal zeminde güvence altına alınmış haklara sahip bireylerin gönüllülük esasına dayanan yatay ilişkileri temelinde yükselen bir toplumsal örgütlenme alanı; önceden belirlenmiş kusursuz bir dü- zen ile insanı ilişkilerin kendiliğinden sonuçları arasında duran ve bireylerin eşitler arası ilişkileriyle kurdukları ör- gütlerin sınırlandırılmamış müzareke süreçleriyle oluştur- dukları bir ilişkiler ağı ve bu ilişkiler ağı ile oluşan bir hegemonya alanı olarak tanımlanabilir.

410 Tarihin İnşâsı ve Siyaset

4e2+Ü9%Ø3/,5 Ød4%+ÜØ6%Ø-Ü,,Ü9%4aÜ,Ü+ØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØ 4e2+Ü9%Ø3/,5.$!Ø-Ü,,Ü9%4aÜ,ÜÚÜ.ØØØØØØØØØØØØØØØØØØØØ .%$%.,%2ÜØe:%2Ü.%Ø"Ü2Ø4!24)Ý-!

u çalışmanın temel iddiâsı, Kemalist ve Mil- liyetçi jargonun, ulusalcı sosyalistlerin hem siyasî sistemin içerisinde siyasî faaliyet göste- rebilmesinin, hem de dışarıda kalabilmesinin birB aracı olduğudur. Kemalizm/Atatürkçülük içerisine ko- numlandırılan milliyetçilik, kendisini bir kamusal düşman olarak tanımlayan sisteme karşı solun bir cevabı, onu bir yandan sisteme bağlayan, diğer yandan onu tam da rejimin istediği yerde işlevsel hale getiren sihirli değneğidir. Bu değnek, kimi zaman milliyetçi solun kendisini bir “dışses”, bir gerçek bir kurtuluş alternatifi, kirlenmiş düzen partile- rinin dışındaki tek gerçek alternatif, Türkiye’nin tek kur- tuluş yolu reçetesi olarak sunabilmesine, diğer yandan da milliyetçi solun, bu memleketin, içerinin, düzenin, bizim hakiki partimiz; şirazesinden çıkmış, altınçağının değerle- rinden uzaklaşmış düzenin gerçek savunucusu, bu memle- ketin gerçek partisi hâline getirebilmektedir.

411 Mete K. Kaynar $ÍÞARÍDAKI ÜlERIDEKI ØdTEKIØVEØ(OSTISØ Türk soluna ilişkin bu iddiâya açıklık getirebilmek amacıyla, ilk olarak dışarıdaki kavramını açıklamak ve bu kavramın, Türk solunun siyasî sistem içerisindeki ro- lünü ve onun sistem içerisinde yerini ortaya koyabilmek için uygun bir kavramsal araç olup olmadığını tartışmak; ikinci olarak Türk solunun tarih içerisinde nasıl ötekileş- tirildiğine dair örnekler vermek, son olarak da milliyetçi/ Kemalist söylemlerin nasıl Türk solunu sisteme bağlanma aracı olarak kullanıldığına dair örnekler vermek gerek- mektedir. Dışarıdaki kavramını tartışabilmek amacıyla siyasî dü- şünceler literatüründe ele alınan kavramlardan ikisi DÍà LAMA ve yasaklamadır. Dışlama kavramıyla, bir grubun, ideolojinin, etnisitenin dini inancın ya da siyasî partinin, siyasî kararların alındığı kurumların, dışında tutulma- sı (exclusion), buradan çıkmaya zorlanması (expulsion) ve bu alana erişimlerinin engellenmesi kastedilmektedir. Yasaklama kavramıysa dışlamanın somut yöntemlerin- den biri olarak karşımıza çıkar ve yine benzer kesimlerin, resmî otorite tarafından tehlikeli, zararlı veya en azından BIZ(olarak tanımlanan siyasî entitenin)imØulusal amaç ve çıkarlarımıza ters, karşı olduğunun ilan edilerek mevcut yasal düzenlemeler içerisinde siyasî faaliyetlerine devam edemeyeceğinin ifâde edilmesi anlamına gelir. Yukarıda tanımlandığı şekliyle kullanılan dışlama ve yasaklama kavramları, dışarıdaki kavramının temeline yerleşir ve bir grup/ideoloji/etnisite/dini inanç/mezhep ya da partinin siyasî kararların alındığı, siyasî faaliyetlerin gerçekleştiril- diği mevcut siyasî kurumların dışarıda tutulmasının araç- larını oluştururlar. Mouffe (2000b:42-45; 1995:1-3) dışarıdaki kavramı- nı liberal demokrasinin açmazlarını ve demokrasi kavra- mının radikal biçimlerinin olabilirliğini tartışmak için

412 Tarihin İnşâsı ve Siyaset kullanır. Ona göre, demokratik siyasî sistemin temelini katılım değil, siyasî birlik oluşturmaktadır. Siyasî birlik kavramı olmaksızın, Mouffe (2000b:42)a göre, demokra- tik bir sistemin tahayyül edilmesinin mümkün değildir. Mouffe, demokratik sistemin mantığını bu şekilde ortaya koyduktan sonra -verili bir demokratik siyasî sistemde- herhangi bir kriter olmadan böylesi bir birliğin sınırla- rının çizilmesinin mümkün olmadığının da altını çizer (Mouffe 1996:248): Nasıl çizilirse çizilsin böylesi bir sı- nır, demokratik siyasî sistemdeki siyasî birliğin bizØ(us) ve onlar (them) ayrımını oluşturmaktadır. Mouffe’dan yararlanarak özetlemek gerekirse demokra- tik sistem, doğası gereği siyasî birlik kavramına dayanır- ken, böylesi bir birlik, birlik kavramına ilişkin olarak sahip olunması gereken bir takım kriterleri de gerektirmektedir. Bu kriterler olmaksızın, demokratik hakların taşıyıcısı olan yurttaşların kimler olduğunu belirlemenin de imkânı yok- tur. Mouffe’un (2000b:43) demokratik sistemin bir zorun- luluğu olarak ortaya koyduğu biz ve onlar ayrımı, de- mokratik sistem içerisinde yurttaşlık haklarından kimin yararlanıp kimin yararlanamayacağının da belirleyicisidir. Bunun kararlaştırılması ise, demokratik sistemlerin do- ğasından gelen bir zorunluluktur. Mouffe’a (2000b:43) göre demokrasi, her zaman biz ve onlar ayrımı, ya da dahil etme-hariç tutma ilişkisini zorunlu olarak içermektedir: Biz, demokratik sistemin demosunu oluştururken; diğer- leri, yani bu kriterlere sahip olmayanlar, ONLARı oluştur- maktadır. Mouffe’un, demokratik sistemin doğasına yerleştirdi- ği biz-onlar ve dahil etme-dışarıda tutma ilişkisini Carl Scmith siyasî düşman (political enemy) kavramı etrafın- da tartışır. Mouffe’un dışarıda tutulanları (dışarıdaki) ile Scmith’in siyasî düşmanı bir çok açıdan benzerdir. Nite- kim Mouffe (2000b:43) da, liberal anlamda bir demokrat 413 Mete K. Kaynar olmasa da Scmith’in, demokratik siyasî cemaatin kimli- ğinin biz ve onlar arasındaki sınırların çizilmesine bağlı olduğunu vurgulaması nedeniyle önemli bir düşünür ol- duğu kanısındadır. Schmitt (1976:20) siyasî düşman kavramını, siyasî (po- litical) kavramını tanımlayabilmek için kullanır. Yazara göre siyasî kavramının açık bir tanımını bulmak zordur ve siyasî kavramı, genellikle zıtlık içerisinde olduğu farklı düşüncelerle birlikte ve negatif anlamlarda kullanılmak- tadır. Bu konuda yapılan bir diğer yanlışsa, ona göre, siyasî kavramının devlet kavramı ile yan yana koyularak, ya da en azından devletle ilişkili olarak ele alınmasıdır. Oysa devletin maniple ettiği alan SIYASs değil, olsa olsa siyaset(politics)tir (Schmitt 1976:22). Yazarın amacı, Inançsal, kültürel, ekonomik, yasal, bilimsel gibi farklı kavramların antiteziymiş gibi kullanılan siyasî kavramına bir tanım getirebilmektir. Schmitt’in siyasî kavramına getirdiği tanımdan daha önemlisi, bu kavramı tanımlayabilmek için kullandığı siyasî düşman kavramının siyasî sistem içerisindeki rolü- dür. Yazar, siyasî düşman kavramını açıklayabilmek için dost-düşman kavramları ile somut olarak ne ifâde etmek istediği üzerinde durur. Yazara göre, dost ve düşman kav- ramları kendi somut ve temel anlamları çerçevesinde ele alınarak anlaşılmaya çalışılmalı ve ekonomik, moral ya da başka herhangi bir kavramla birlikte düşünülerek kavram- ların içerikleri zayıflatılmamalıdır. Bununla birlikte, dost ve düşman kavramları bireysel duyguların ve eğilimlerin psikolojik ifâdesi olmayıp, özel bireysel duyguların içe- risinde de aranmamalıdır (Schmitt 1976: 27-28). Çünkü (siyasî) düşman, ne ekonomik anlamda RAKIBe ne de ente- lektüel anlamda muhâlife indirgenebilir. Siyasî düşman, moral olarak kötü, estetik olarak çirkin olmak zorunda da

414 Tarihin İnşâsı ve Siyaset değildir; fakat o, yani düşman, bir diğeriØ (the other) ve yaban (the strange) dır. Schmitt (1976:28), yukarıda özetlendiği şekliyle ta- nımladığı düşman ve dost kavramlarını, Platon’un kamu- sal düşmanØve özel düşman kavramlarına yakın anlamlarda kullandığını belirtir. Bu iki kavram arasında, Platon’un da üzerinde durduğu farklılıkları ifâde edebilmek için, Yunanca’dan ödünç aldığı hostis ve inimicus (personal enemy/şahsi düşman) kavramlarını kullanır. İncil’in, düş- manını sevØemri de, Schmitt’in (1976:29) yorumuna göre, hostis/inimicus ayrımı dikkate alınarak yapılmış bir uyarı- dan ibarettir: Yoksa, siyasî anlamda düşman, kişisel olarak nefret edilmesi gerekilen kişi olmayı gerektirmediği gibi, özel alanda insanın düşmanını sevmesi de zâten bir anlam ifâde edemez. Bir kamusal düşmanı -hostisi- ifâde eden siyasî düşman kavramının siyasî sistem içerisindeki rolü ile ilgili olarak Schmit (1976:46-47) şu değerlendirmeyi yapar: Devlet, siyasî bir birliği ifâde eder etmez, bu, birliğin içerisindeki barışın sağlanabilmesi için bir iç düşma- na karar kılınması ile ilgili kritik bir karar vermeyi zorunlu kılar...Her devlet, iç düşmanını ilan etmek için bazı biçimlerde formüller geliştirir. Bu form ister keskin ister yumuşak, ister açık isterse zımni olsun, ya da özel yasalar içerisinde sağlanan bir yasadışı ilan etmeyi, dışlamayı ya da yasaklamayı içersin, veyahut da sarih ve genel tanımlamalarla sağlanmış olsun; amaç aynıdır ve düşmanın ilan edilmesi ola- rak isimlendirilir.

Schmitt’in İncil’e gönderme yaparak vurguladığı, ka- musal düşman imgesi, Derrida’da (1997a:26) diyalektik bir ilişki biçiminde kavranır. Farklı bir ifâde ile, dost- düşman ilişkisinin tanımlanmasında Schmitt’in bıraktığı

415 Mete K. Kaynar yer, Derrida’nın başlangıç noktasıdır.111 Çünkü bir kez Derrida için arkadaşlık ve dost kavramları, sadece siyasî ve/veya siyaset kavramlarını tanımlayan kavramlar değil- dir, fakat yazar, söylemsel ve gramatolojik açıdan tartış- tığı bu kavramların böylesi açılımları olduğunu da kabul eder.112 Derrida(1997a:23) işe arkadaşlık (friendship) kavramını analiz ederek başlar. Derrida’ya (1997b) göre arkadaşlık kavramı, bugün demokrasiyi açıklarken kullanılan EàITLIKØ (equality), karşılıklılık (reciprocity) ve simetri (symmetry) gibi kavramların temelinde yer alan ve Platon’dan baş- layarak siyasî düşünürlerin hayli ilgisini çekmiş önemli kavramlardan biridir. Yazara göre, ulus-devlet kavramı ile de yakın ilişkili olduğunu belirttiği (Derrida 1997b) arkadaşlık kavramının bir eşitliki, ya da eşiti ifâde ede- bilmesi için, arkadaşlar arasındaki erdemin (virtue) eşitli- ğine, karşılıklılığına ve simetrisine dayanması gerekmek- tedir. Bununla birlikte Derrida (1997a:22), tekilliklerin NICELLEàTIRILMESInin (quantificition of singularites) arka- daşlığın siyasî boyutunu oluşturageldiğinin de altını çi- zer. Bu, Derrida’ya göre, siyasî bir ifâde olarak kardeşlik (fraternity) kavramını da problemli hale getirmektedir. Derrida’ya göre Fransız devriminin de temel ilkelerin- den biri olan kardeşlik ile ifâde edilmeye çalışılan siyasî kavramın içerisinde taşıdığı problem şu dur: Demokrasi sorunu, yurttaş veya sayılabilir bir tekillik olarak özne so- rununu, ya da evrensel kardeşliğin sayılabilirliği sorununu ortaya çıkarmaktadır. Fakat, birbirine indirgenemez veya birbirlerine tahvil edilemez tekillikler, karşılıklı olarak

111 Derrida’nın Schmitt ile ilgili kimi analizleri ile ilgili olarak Bkz.: (Derri- da1997:113-120), (Lilla 1994:39) ve (Bennington 1993). 112 Lilla (1994:39-40) Derrida’nın fark (difference) ve diğer (other) arasında- ki yapısal fark ile ilgilendiğini belirtmekle birlikte, Derrida’nın bu ilgisinin özelikle Fransız kolonyalizmine karşı tepkilere karşı çıkan entelektüelleri de derinden etkilediği üzerinde durur. 416 Tarihin İnşâsı ve Siyaset birbirlerine saygı göstermiyorlarsa demokrasiden bahse- dilemeyeceği gibi; arkadaşların topluluğu, çoğunluğun hesaplanması, ya da tümü birbirine eşit, kimliklendiri- lebilir ve durağanlaştırılabilir özneler olmaksızın da de- mokrasiden bahsetmek mümkün değildir. Daha kötüsü, Derrida’ya (1997a:22; 1997b) göre, bu iki sorunun birbir- lerine indirgenebilmeleri de mümkün değildir. Bu, yazara göre, demokrasinin önündeki en önemli tehlikenin, yine onu yaşatan öğe olması ile açıklanabilecek bir durumdur. Nietzsche’den yaptığı alıntı da bir yönüyle, kendi ortaya koyduğu bu ikilemin altını çizmektedir: “Düşmanı ile sa- vaşmak için yaşayanlarØONUNØhâlâ yaşıyor olduğunu gör- mek zorundadır.” (Derrida 1997a:26). Benhabib (1996:5) ve Morrison (1998-99), Derrida’nın ortaya koyduğu bu problemin iki temel konuyu bir araya getirmeyi amaçladı- ğını belirtmektedir. Benhabib’e göre Derrida dikkatimizi, rasyonalizmin aydınlanmacı biçiminin -özcülük (essenti- alism) ve evrenselciliğin- felsefi eleştirisi ile farklı, diğeri olmayı deneyenlere yani heterojenlik ve direniş için ısrar edenlere yönelik kültürel sloganlar arasındaki ikileme çek- mektedir. Derrida (1997a:113-115) da Schmitt gibi, Platon’un kamusal ve özel düşman ayrımlarından yola çıkarak dost- düşman tanımlarını tartışır. Fakat Schmitt’ten farklı ola- rak, dost ve düşman tanımlarının birbirlerini tanımladık- larının; birbirleri olmaksızın kendi başlarına bir anlam ifâde edemeyeceklerinin de altını çizer ve bunu tekrar Nicetsche’den yaptığı alıntıya bağlar. Özetle, Schmitt’te siyasî bünye ve siyasî düşman arasındaki ilişkinin zorunlu doğası üstü kapalı bir şekilde ifâde edilirken, Derrida’nın ilgisini doğrudan doğruya bu ikili arasındaki diyalektik üzerinde yoğunlaştırır. Derrida’ya (1997a:114) göre politik vücut (body po-

417 Mete K. Kaynar litic), kendi bünyesi dışına konumladığı düşmanını ta- nımlamak zorundadır; fakat Derrida da dışarıdaki, basitçe dışarıda duran, tanımlı bir alanın dışında bulunan olarak tanımlanamaz. Platon’un -Schmitt’in de tartıştığı- kamu- sal ve özel düşman ayrımından yararlanarak Derrida, dışa- rıdakini, içerideki (insider)nin referansları ile tanımlan bir kavram olarak ele alır. Yazarın kendi kelimeleriyle özetle- mek gerekirse, bu durum, “dışarıdaki düşmanın, içerideki bir düşman olarak ele alınması” durumu olarak karşımı- za çıkar. Bu açıdan, Of Gramotology’de (1974) tartıştığı şekliyle “… ³dışarı içeridir’ değildir ve ³dışarı içeridir de- ğildir’ değildir.² önermelerini de bu açıdan yorumlamak gerekmektedir. Derrida’nın arkadaşlığın politikasıØ düşüncesini şu şe- kilde özetlemek mümkündür. Arkadaş ve düşman ya da içerideki ve dışarıdaki kavramları kendi başlarına değil, birbirlerine göre ortaya çıkan ve birbirlerine yaptıkları referanslarla anlam kazanan kavramlardır. Bu nedenle dı- şarıdakinin basitçe içeride olmayan, dışarıda duran olarak tanımlanması doğru değildir. Bu açıdan Derrida, dışarıda- kinin sınırlarının belirlenmesi için içeri ile ilgili tanımın yapılabilmesi gerektiğini vurgular. Bu tanım yapılmaksı- zın, politik vücut içinde kimlerin dışarıdakini -düşmanı- oluşturacağının belirlenmesi mümkün olamayacağı gibi, bunun tersi de doğrudur. Bu durum sadece kavramların tanımlanması, politik vücudun sınırlarının tespit edilmesi sürecinde değil, içerideki ve dışarıdaki arasındaki dinamik ilişki sürecinde de geçerliliğini korur. Dışarıda duran, içe- ridekinin kimliğinin bir parçasıdır ve politik vücut için hâlâ bir fonksiyon taşır, çünkü o -yani dışarıdaki- kovul- muş, atılmış, terkedilmiş değil; içeridekinin bir fonksiyo- nu olarak tanımlanmış “dışarıdaki”dir. Politik sistemin sınırlarının çizilmesinde dışarıdaki olmak vasfıyla bir

418 Tarihin İnşâsı ve Siyaset fonksiyon icra eder. Wolin ise demokratik topluluk olmanın kavramsal çerçevesini oluşturan sınır sorunuyla ilgilenir. Wolin’e (1996:32) göre sınır denilen kavram, Berlin duvarını ko- ruyanların yurttaşlarının bir kısmını sınırın/duvarın öte tarafında bırakması gibi, siyasî sistemin birer yaban olarak yurttaşlarının bir kısmını dışarıda tutması ile yakından ilgilidir. Tıpkı Berlin duvarı örneğinde olduğu gibi sı- nır, belirli kişilerin/yurttaşların dışarıda tutulmasının bir işareti olmuştur. Bu örnekten hareketle Wollin, bir çok modern politik söylemde sınırØkavramının, tam da ulus- devletlerin hudutlarında olduğu gibi, kenar, gidilecek en son nokta anlamlarında kullanıldığını vurgulamaktadır. Wolin, ulus-devletin hududu ile siyasî alanda içerideki- lerin kimler olacağını belirleyen sınır113 kavramı arasında kurulan bu ilişkinin bir analojiden ibaret olmadığının da altını çizmektedir: Ona göre, ulus-devletin hududu ile içerideki kavramını çerçeveleyen sınır, ulus-devletin mil- liyetçiliği içerisinde eşleşmektedir. Wolin’in bu düşün- cesi bir anlamda ulus-devletin siyasî temelini oluşturan milletin, tam da Anderson’un (1995:20) ifâde ettiği gibi, hayal edilmiş bir cemaat olduğu düşüncesine denk düşer. Bir başka ifâde ile, ulus-devletin gidilebilecek en son nok- tasını oluşturan hudut ve tarihsel, kültürel ifâdelerle ta- nımlanan kollektif kimlik ile yakından ilişkili bir şekilde tanımlanan sınır aynı(ymış gibi) kabul edilirken; bunun tanımlayıcısı da ulus-devletin kendisi olmuştur. On do- kuzuncu yüzyıldan bu yana yaşanmakta olan bu gerçek, Wolin’in (1996:32) belirttiği üzere, siyasî kavramının da anlamsızlaşmasına yol açmıştır. Çünkü ulus-devletlerin temel ideolojisi olarak milliyetçilik, geçmişte de günü-

113 Wolin(1996:33) ulus-devletin sınırlarını ifâde etmek için frontier; siyasî alanda içeridekilerin kimler olacağını belirleyen çerçeveyi ifâde etmek içinde border kavramını kullanmaktadır 419 Mete K. Kaynar müzde de, fiziksel hudutların olduğu kadar siyasî erişimi belirleyen sınırların belirlenmesinde de hayli önemli iş- levler üstlenegelmiştir. Bu ideoloji etrafında, genel geçer yurttaş kimliği bağlamında tanımlanan birey, homojen ve soyut bir birim/kategori olarak kabul edilmiş; bireylerin farklılıkları ise göz ardı edilmiştir. Wolin’e (1996:33) göre sınırlar, siyasetin içeride yürü- tülen bir faaliyet hâline getirilmesini bağlamsallaştıracak işaretlerdir de. İç (domestic) politika, Wolin’e göre, kendi iç politikalarını oluşturmuş diğer ulus-devletlerinkinden, uluslararası politikadan ve bağlamlar arası politikadan farklı biçim ve pratikler taşımaktadır. Bununla birlikte iç politika, yazara göre, politikayı evcilleştirme, politik eyle- mi IlERIde gerçekleştirilen ve eylenen bir politika hâline getirme sürecine (domestication) ilişkin tanımların yer aldığı bir sözlük olarak da kullanılmaktadır. Bu aynı za- manda, içerideki bireyin kontrol altında evcilleştirilmesi, ehlileştirilmesini de ifâde etmektedir.114

4~RKIYEØ3OLUNUNØ+ONUMLANDÍÛÍØ!LANØ/LARAKØ $ÍÞARÍØ Daha öncede belirtildiği gibi, siyaset felsefesinden ödünç alınan bir kavram olarak dışarıdaki kavramı (ve onunla ilişkili olarak yukarıda tartışılan diğer kavramlar; özellikle de hostis kavramı) ile Türk sosyalistleri arasın-

114 Wolin burada domestic sözcüğünü iki anlamda birden kullanır. Domestic kelimesi hem evcil, ehli, hem de domus’a ait yani eve aileye, ülke içine ait anlamını taşımaktadır(Wolin, 1996:33). Yazar domestic kelimesinin bu iki anlamının aslında birbirinden pek de farklı olmadığının altını çizer, Çün- kü genel ve homojen yurttaş tanımı çerçevesinde bireyin demos içerisinde tanımlanması, bir yandan siyasî yapının içindekilerin kimler olacağının be- lirlenmesi süreci iken, diğer yandan da içeride tanımlanan bu kişilerin evcil- leştirilmesi sürecini anlamına gelmektedir. 420 Tarihin İnşâsı ve Siyaset daki ilişkiye dair ortaya konulmaya çalışılan temel argü- man, sosyalistlerin, Türk siyasî yapısı -siyasî ünitesi/birli- ği- içerisinde dışarıdaki rolünü oynadıkları115 ve Kemalist, Milliyetçi söylemlerin, dışarıda tanımlanan bu solun sis- teme eklemlenebilmesinin bir aracı olarak kullanıldığıdır. Milliyetçi solu sistemin ötekisi hâline getiren özellikleri aynizâmanda onu sisteme eklemleyen özellikleridir de. Türk sosyalistlerini dışarıdaki olarak tanımlamaktan amaç, Cumhuriyet’in ilanından sonra kurulan siyasî bir- liğin, sosyalistleri bu birlikten kovduğu, belirli bir meka- nın dışına ittiği, sosyalistlere yönelik sürek avı başlattığı, ya da yok etmeye yöneldiği vb. değil -bununla birlikte- sosyalistlerin içeri olarak tanımlanan siyasî ünitenin ku- rulması/kurgulanması ve yeniden üretilmesi sürecinde önemli işlevlere sahip bir siyasî hareket olarak içerinin nerede bittiğinin belirlediğidir. Bir başka ifâde ile, Türk solunun dışarıdaki olarak tanımlanmasıyla ifâde edilmek istenen, sosyalistlerin içeri olarak tanımlanan siyasî alanın dışarısında durdukları ve bu halleriyle içeri bağlamında anlamlı olduklarıdır. Schmitt’in kullandığı kavramlardan yararlanarak sosyalistlerin Türk siyasî sistemi içerisindeki rol ve işlevlerini ortaya koymak gerekirse, sosyalistlerin politik sistemde, ekonomik anlamda rakip, entelektüel anlamda muhâlif, estetik olarak çirkin ya da ahlâkî olarak kötü değil, çoğu zaman böyle de ifâde edilmekle birlik- te, bir kamusal düşmanı ifâde edecek; bir hostis’i vurgu- layacak şekilde kurgulandıkları belirtilmelidir. Nitekim milliyetçi solunun sistemle entegrasyonu da; genel olarak Türkiye sosyalizminin hostis rolüyle oldukça tutarlı bir seyir izlemektedir.

115 Türkiye özelinde, siyasî sistemin dışarısında yer alan tek unsur sosyalistler değildir. Dini, etnik, kültürel, cinsel vb. tercihleri nedeniyle de çeşitli grup- ların dışarıdaki rolünü oynadığı iddiâ edilebilir. Fakat bu çalışma içerisinde sosyalistler dışındaki unsurlar tamamen görmezden gelinecektir. 421 Mete K. Kaynar Bu temel iddiâ bir kez de farklı kelimelerle özetlene- cek olursa şunlar söylenebilir: Sosyalistler/sosyalizm, tam da Derrida’nın vurguladığı gibi, siyasî sistemin önündeki en büyük tehlike olarak kurgulanıp, bizzat bu kurgunun kendisi sistemin varlığını garanti altına alan en önemli unsurlardan birini oluşturmuştur. Sosyalistlerin dışarıdakiler olarak tanımlanması, belir- tildiği gibi, içeridekileri -yani ulus-devletin kendi sınır- ları içerisindeki bireyleri soyut bir biçimde genellediği isimle yurttaşları- tanımlamanın bir aracı olduğu kadar, hem Mouffe’un belirttiği gibi siyasî cemaatin sınırlarını belirlemenin, hem de Wolin’den yararlanarak söylenirse içeridekileri evcilleştirmenin bir aracı olarak da değer- lendirilmektedir. Bir başka değişle, dışarıdaki ve içeride- ki kavramlarına ilişkin olarak bir tanım üretmek demek, siyasî birliğin çevresine, onun sınırlarını belirleyen ve tıpkı Berlin Duvarı’na benzeyen bir sınır/duvar çekmek anlamına gelmektedir. Siyasî birliğin etrafına döşenen bu (kavramsal) duvar, hem içeri ve dışarıdakilerinin kimler olduğunun birbirlerine referansla tanımlanmasını ve içe- ride gerçekleştirilen siyasî faaliyetin gidilebilecek en son noktalarını -rejime muhalefetin ve eleştirilerin sınırlarını- tanımlarken, diğer yandan da duvarın içerisinde kalanlar için dışarıyı, bilinmezin, korkunun, kötünün, düşmanın alanı hâline getirmekte ve bu yolla içerisi evcilleştirilmek- tedir. Bu açıdan Türkiye’de, dışarıdakinin -sosyalistlerin- içeridekileri -yani demosu oluşturanları- bir araya getir- meye ve tanımlamaya, onları belirli bir biz duygusu ile ifâde edilen bir ortak kimlik çevresinde ele almaya ve on- ları evcilleştirmeye yarayan bir araç olarak nasıl kullanıldı- ğına dair bir çok örnek örnekler olduğunu da belirtmeden geçmemek gerekmektedir. Sosyalistlerin, Türkiye’de, dışarıdaki ya da Schmitt’in ifâdesiyle yaban/hostis olarak tanımlanması, aynı zaman- da sıradan Türkiye Cumhuriyeti yurttaşının, taşıması

422 Tarihin İnşâsı ve Siyaset gereken (taşıması istenilen) özelliklerin de farklı yoldan ortaya konması anlamına gelmektedir. Dünya sosyalizmi- nin temsilcisi ve sosyalist düşüncenin bir yönetsel rejim olarak ihraç edildiği merkez olarak Sovyetler Birliği ile Türkiye’nin sınır komşusu olması ve her ikisinin de benzer tarih kesitleri içerisinde kurulmuş olmaları; Türk dış poli- tikasının iki kutuplu uluslararası konjüktüre üzerine yük- lenen (içerideki siyasî aktörlerin de övgüyle sıkça tekrar ettikleri) “ileri karakol” görevi ve ABD tarafından özellik- le İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra pompalanmaya başlanan anti-komünist propaganda da dikkate alınarak belirtmek gerekirse, Türkiye’de sosyalist olmanın, BIZin, yani siyasî sistemin içerisindekilerin sahip olduğu niteliklere sahip olmayan dışarıdaki kişi(ler) ve Türkiye’ye düşman/hostis olma anlamlarında kullanıldığı daha net bir şekilde ortaya konulabilir. Türk siyasî sistemi içerisinde sosyalistlerin oynadığı rol, tabiri câizse, İslam teolojisi içerisinde şeytanın rolüne benzemektedir. Tıpkı kötünün müşahhas temsilcisi olarak tanımlanmasına ve müslümanları içerinin değerlerinden ayartmak için dinsel varlığına izin verilen şeytana benzer şekilde, sosyalistlerde siyasî sistemin müşahhaslaşmış kö- tüleridir. Tek farkla: Kemalist/ulusalcı jargon, sol ve sis- tem arasında kurulan bu ilişkiyi aşarak sosyalistleri içeriye eklemleyen ana tema olarak kullanılmaktadır. Bu onların kötülüğün müşahhas temsilcileri olmalarını engellemez ama örter. Bir yandan sistemin içerisinde siyasî faaliyet yürütebilmeleri için onlara teorik bir alan yaratır, diğer yandan onları sistemin dışındaki gerçek alternatif hâline getirmenin bir yolu olarak kullanılır. Kemalizme eklem- lenmemiş sol için ise bu alan dahi açık değildir. Ortada, rejimin içerisindeki kimi aktörlerin yaptığı tanımla, ±va- tan hâini”, “dinsiz”, “sapık”, “ahlâk değerlerinden yok-

423 Mete K. Kaynar sun”, “kökü dışarıda”, “hayvan ruhlu” ve “ülkeyi satmaya çalışan² bir kitle, bir düşman/hostis/yaban/dışarıdaki/şey- tan vardır; fakat rejim onu ortadan kaldırmaya yönelmez; o, sistemin dışında olma vasfıyla sistemin içerisinde ve hâlâ işlevsel, kurucu ve önemlidir. Sistem ona karşı, onun ortadan kaldırılması ve onunla mücadele üzerine kurgula- nır: O bir düşmandır; fakat, aynı zamanda, hâlâ sistemin içerisinde ve işlevseldir. Onun varlığıyla yaratılan tehdit, siyasî birliğin sağlanması, bir BIZØduygusunun oluşturul- ması ve bu biz duygusunun yönetilmesi açısından işlevsel olduğu kadar, yönetenlerin yönetme meşrûiyetlerinin ve siyasî eylemlerinin de kaynaklarından birini oluşturur. Derrida’nın bahsettiği, düşman ve dost kavramları ara- sındaki diyalektik ilişkinin burada da geçerliliğini ko- ruduğu görülmektedir. Sistem, komünizmi bir düşman olarak ortaya koymakta, onun ortadan kaldırılması, kökü- nün kazınması gerektiğinden bahsetmekte ve bu amaçla kitleleri maniple etmektedir. Kendi meşrûiyetinin önemli kaynaklarından biri de sosyalizme karşı yürütmekte oldu- ğu -izlenimini verdiği- bu köklü mücadeledir. Böylece re- jim, bir yandan bir tehlike olarak komünizmin kökünün kazınması için kendi önderliğinde yürütülen mücadelenin gerekliliğini, diğer yandan bu mücadelenin başarıya ulaşa- bilmesi için neden, nasıl ve hangi güçler etrafında insanla- rın birlik ve beraberlik içerisinde olması gerektiğine dair söylemi sürekli olarak yeniden üretir. Farklı bir açıdan bu süreci okumaya çalışırsak, komünizm tehlikesi hem yöne- tenlerin siyasî eylemlerine bir kutsiyet katar, hem de siste- me yönelik eleştirilere verilen bir cevap, bu eleştirileri bir savuşturma mekanizması olarak çalışır: Bir düşman, bir kötü olarak dışarıdaki, mevcut rejimin de eksiklerinin (ör- neğin ekonomik olarak gelişememesinin ya da siyasî olarak demokratikleşememesinin) de temel nedenidir. Aynı süreç

424 Tarihin İnşâsı ve Siyaset milliyetçi sosyalistler içinse tersinden işler: Rejim ile sol arasında kurulan hostis ilişkisi milliyetçi sosyalistlerin bir yandan dışarıda ve ama gerçek bir alternatif olarak kalabil- mesinin, diğer yandan da ilkelerinden uzaklaşmış bu siste- min gerçek temsilcisi olabilmesinin anahtarı hâline gelir. Rejim ve sosyalistler arasında kurulan bu ilişkiyle, aynı zamanda, sisteme yönelik içeriden yapılan eleştiriler de sa- vuşturulabilir: Bu eleştiriler ya bu muhâlifin dışarıdakinin sistemin içerisine sızmış bir ajanı olmasıyla (1970’lerin sosyal demokrat CHP’sinin komünistleri gizliden gizliye destekleyen, komünist amaca ulaşabilmek için sistemin içerisinde gizli gizli çalışan bir parti olarak değerlendiril- mesi bu açıdan bir örnek olarak verilebilir) ya da dört bir yanı dış ve dışarıdan içeriye sızmış iç düşmanlarla çevril- miş ülkede (siyasî birlikte) yapılabileceklerin ancak bunlar olabileceği söylemiyle savuşturulur. Bir kamusal düşman olarak dışarıdakinin/sosyalistlerin kurgulanması aynı zamanda yönetenlerin meşrûiyetlerinin ve siyasî sistem içerisindeki varlıklarının da temel neden- lerinden biri; siyasî sistem içerisinde kendilerine biçtikle- ri misyonların (komünizmle mücadele/devletin ülkesi ve milletiyle bölünmez bütünlüğü gibi) da en önemlisidir. Fakat gerçekte, bir kökünü kazıma, yok etme ilişkisinden -daha öncede değinildiği gibi- bahsetmek de mümkün değildir. Çünkü var olan şekliyle algılanan/algılandırılan sosyalizm, sistemin mevcut şekliyle işlemesinin en önem- li araçlarından birini oluşturmaktadır. Sosyalizm ve rejim arasındaki ilişki, meşrûiyetlerini ve misyonlarını bu tehli- keye dayandıranların, bu tehlikeyi canlı ve ayakta tutması ile ortaya çıkar ve siyasî sistem içerisinde yeniden üreti- lir. Farklı bir ifâde ile, içeridekileri siyasî olarak maniple edenler ve yönlendirenlerin sorunu bu şer odağının -yani sosyalizm/komünizmin- ortadan kaldırılarak Türk insa-

425 Mete K. Kaynar nın/sıradan yurttaşın/içeridekinin, siyasî birliğe yönelik bir tehlikeden kurtulması değil, bu tehlikenin devam et- mesi, canlı tutulması yoluyla sürekli yeniden üretilen po- litik ilişkilerin kendisidir; tıpkı Kuran’ın çok önemli bir bölümünün, insanların Kur’an’da tarif edilen İslam yolun- dan sapmadan yürümeleri için neler yapmaları gerektiğini anlatılmasına ayrılmasına rağmen, Tanrı’nın şeytanı orta- dan kaldırmayıp, ona insanları kandırmak için izin ver- mesi gibi. Bunu, dışarıdakinin tanımlanması; Schmitt’in ifâdesi ile bir siyasî düşman yaratılması aracılığıyla içe- ridekilerin evcilleştirilmesi; onlarda bir biz duygusunun oluşturulması ve bu duygunun yönlendirilmesi, maniple edilmesi olarak okumak da mümkündür. Tanrı ile şeytan ya da rejim ile sosyalizm arasındaki ilişkiyi basit bir korkutma, göz dağı verme, ya da kötü- yü göstererek mevcut rejime itâat ettirme ilişkisi olarak yorumlamak da mümkün değildir. Şeytan aynı zamanda bizzat biz’in bir niteliği olarak “iyi” olanın ne olduğunun tanımlanmasında da önemli bir işleve sahiptir. Tıpkı, şey- tan veya şeytana uyanların yaptıklarının Ku’ran’da kimi zaman, doğru olanın ne olduğunu anlatma biçimi olarak kullanıldığı gibi, Cumhuriyet rejimi içerisinde de (Tür- kiye’deki veya eski sosyalist blok ülkelerindeki) sosyalist- lerin yaşamları ve amaçları ile ilgili olarak ortaya atılan söylentiler de sıradan yurttaşların, hem yapmamaları ge- rekenleri ortaya koyan birer referans, hem de sosyalistlere karşı yürütmeleri gereken mücadelenin nedenlerinin ta- nımlanması niteliğindedir. Hem din, hem de rejim, kimi zaman, yapılmamasını normal karşılamadıklarını ve yapıl- mamasını tavsiye ettiklerini, hem de bu kesime yönelik olarak neden böyle bir mücadele yürütülmesi gerektiğini, sosyalistlerin/şeytanın yaşamları ve eylemleri ile ilgili hi- kayelerin arasına gizleyerek kişilere ulaştırma yolunu da

426 Tarihin İnşâsı ve Siyaset seçmişlerdir. Bu hikayeler, kimi zaman sosyalistlerin cin- sel ahlâksızlığı normal karşılamaları gibi tamamen hayal ürünü söylentilere, kimi zaman sosyalist ülkelerdeki uygu- lamaların çarpıtılması/abartılmasına, kimi zaman da ger- çekten oradaki yanlış uygulamalara dayanılarak üretilmiş; fakat sonuçta tamamı, komünizmin Türk ve Müslüman kimliğine, ahlâkına ne kadar ters, ne kadar bu niteliklerle uyuşamaz olduğunun altını çizmek için kullanılarak, sos- yalizme karşı yürütülen mücadelenin gerekliliğinin altını çizmek; bizzat bu mücadelenin kendisinin Türk ve Müs- lüman kimliği, ahlâkı ve yaşam biçiminin korunmasına yönelik kutsal bir mücadele olduğunu belirtmek için kul- lanılmıştır.116 Kendi siyasî misyonlarını komünizmin her

116 Başbakanlık’ın emri ile Bakanlıklar arası bir kurul tarafından hazırlandığı ibaresi ile yayınlanan Beyaz Kitap, Türkiye Gerçekleri ve Terörizm(1973) isimli çalışma bu tarz hikayelerle doludur. Bakanlıklar Arası Kurul’un (1973:208-210) yazdığı sonuç bölümünde ise ihtilalci solcuların nasıl in- sanlar oldukları örneklerle anlatılır ve kitap onların bu çabalarının boşa gi- deceği yargısıyla son bulur: Bugünkü propagandalarının sermayesi de aynı ahlak dışı malzemeden sağlanmaktadır.” Bu tür kitaplardan bir diğeri de Zekeriya Beyaz’ın Birinci Ordu Sıkıyönetim Komutanlığı Uyarı Kitabı no- tuyla bastırılan Uyanalım: Komünistler Gençlerimizi ve İşçilerimizi Nasıl Al- datıyor (1978) isimli kitabıdır. Kitap gerek sosyalizmin nasıl gayri ahlâkî bir düşünce tarzı ve Müslüman Türk milletinin gerçek düşmanı olduğu, gerekse de aslında gerçeği bilseler hiçbiri komünist olmayacak/olmaması gereken gençler, işçiler ve memurlar gibi toplumsal tabakaları bilgilendir- me konularında oldukça ilginç malzemelere sahiptir. Beyaz, komünizmi ve onun amaçlarını tanıtmaya çalışır. Yazara göre komünizmin iki kaynağı vardır. Bunlardan birincisi materyalizmdir. Materyalizmin amacı ise(Beyaz, 1977:7) “Allah inancını saçma ve yalan saymak. Dolayısıyla dini inanç ve dinden doğan ahlak ve töreleri, kurum ve kuruluşları yıkmak, dinsiz bir toplum oluşturmak”tır. Komünizmde, din iman...dine bağlı ahlak...kişilerin malı, mülkü...işçiye grev hakkı...toplu sözleşme ile ücret artırma...serbest seyahat...hürriyet...fikir hürriyeti...çok partili seçim yoktur.” Komünizmde var olanlar ise şöyle sıralanmıştır: Komünizmde dinsizlik ve imansızlık... ahlaksızlık ve iffetsizlik...yalnız devletin mülkiyeti...tek parti...zulüm, esa- ret, gözyaşı ve ümitsizlik vardır.” Halkı komünizmin gerçek yüzüyle tanış- tırmayı amaçlayan çalışmalardan biri de Aydın Irgat’ın Komünistler İşçi ve işverenleri Nasıl Aldatıyor (1977) isimli kitabıdır. Bu kitap da -diğer ben- zerleri gibi- komünizmin gerçek yüzünü anlaması mümkün olmayan geniş kesimlere, komünistlerin onları nasıl aldatmakta olduğunu, bu aldatma me- kanizmasının nasıl işlediğini ortaya koymaktadır. Kitap, komünizm üzeri- ne hikayeler, anlatılar konusunda da zengin materyallere sahiptir. Gerçekle hiçbir ilişkisi olmayan bu hikayeler kimi zaman, aşağıda alıntılandığı gibi, Lenin’in veya Marx’ın ağzından söylenmiş bir söz; komünist ülkelerde geç- 427 Mete K. Kaynar türünün ortadan kaldırılması olarak ortaya koyan siyasî kesimlerin, aynı zamanda kendilerini Türk ve Müslüman kimlikleri ile tanımlıyor oluşları da bunun altını çizmek- tedir. Hiç kuşkusuz siyasî faaliyet kavramı, siyasî kurumların yasalarda tanımlanan kuruluşları ile sınırlı değildir ve si- yaset, bireyler ile bireylerin oluşturduğu gruplar arasında, toplumun tüm kurumlarına da nüfuz eden bir karşılıklı ilişkiler bütününü ifâde etmektedir. Fakat siyasî sistemin kurumları içerisinde siyasî faaliyette bulunmak, aynı za- manda, siyasî kararların alınması sürecine meşrû katılım hakkını da beraberinde getirmektedir. Özetle, siyaset her ne kadar Meclis veya siyasî partilerden geniş bir ey- lem alanını kastederse etsin, siyasî eylem ve karar alma sürecine yani siyasa (policy) oluşturma/etkileme sürecine katılabilmek, meşrû siyasî kurumlara katılımı da zorun- lu kılar. Siyasî eylem ve kurumsal siyaset arasındaki bu ilişki, sosyalistler ve Türk siyasî sistemi arasındaki ilişkiyi daha da netleştirmekte ve içerideki-dışarıdaki/sosyalistler arasındaki ilişkinin dinamik ve diyalektik niteliğini ön plana çıkarmaktadır. Verili rejim, Türkiye’de sosyalistle- ri dışarıdaki olarak tanımlayarak onların karar süreçleri, mekanizma ve makamlarına erişmelerini engelleme amacı gütmektedir. Bununla ulaşmaya çalıştığı hedefler ise yu-

tiği bir dost tarafından anlatılan bir anı; ya da komünist gençlerden birinin polis sorgusunda söylediği iddiâ edilen bir ifâde de olabilir: “Lenin, Sol Ka- nat Komünistleri adını verdiği kitabında bazı gençlere karşı çok acı ve ağır şekilde hücuma geçti. Allah’a inanmadığı halde şöyle dedi: Gençlerin aptal olmasını Allah takdir etmiştir.” Onların gizli ve hileli şekilde çalışmamak ve tahriklerde bulunmamak karariyle alay etti” Irgat (1977:57) bir söz de komünistlerin ne kadar kötü insanlar olduğuna dair bir söz de Marx’dan ak- tarır: “Komünizm; Allah’ı bulunmayan, mülkiyet tanımayan ve tatbikatıyla insanları köle gibi kullanan ilkel bir rejimdir. Komünizmi bir rejim olarak sistemleştiren Karl Marx bile, ölümünden az önce: Pireler ektim, ejderhalar biçtim. Ben Marxist değilim. Ben Marxist değilim” demek suretiyle bu vahşet örneğini suçlamak zorunda kalmıştır.”

428 Tarihin İnşâsı ve Siyaset karıda da sıralandığı gibi, siyasî birliği oluşturan içeride- kilerde bir biz duygusu yaratmak ve onları tanımlamak; dışarıdakini bir düşman olarak ortaya koyarak bu tehdit etrafında bir siyasî mobilizasyon ve motivasyon sağlamak- tır. Bununla birlikte, yine daha önce değinildiği gibi, sos- yalistler ve rejim arasındaki ilişki hiçbir zaman kaçma-ko- valama, kökünü kazıma, yok etme ilişkisi de olmamıştır. Rejim, sosyalistlerin kurumsal siyasetin mekanizmaları dışındaki -informal ve illegal- alanda siyasî faaliyetlerde bulunmasına ve kendi illegal bütünlüğü içerisinde kimi legal kurumlara sızmasına, aslında onu tamamen ortadan kaldırmaya çalışma görüntüsü altında göz yummuş; bu faaliyetlerin (legal, illegal, informal olarak) devamından, onun bir tehlike, mevcut rejime yönelik bir alternatif ola- rak orada/dışarıda durmasından kendine yönelik bir takım faydalar sağlamaya çalışmıştır. Sosyalistlerin siyasî faali- yetlerine devam ettikleri, iktidara (silahlı eylem yoluyla) gelmeye çalıştıkları, rejimin de onların kendisini devire- rek iktidara gelmesini engellemek için mücadele ettiği ve kendi içine nüfuz etmesinin engellemeye çalıştığı alan tam da burasıdır. Bir başka ifâde ile informal ve illegal alan, sistemin kendisi için temel tehlike olarak tanımlanan sosyalizmin, yine onun varlığı ve yeniden üretilmesi için hayatî bir unsur olmasından dolayı yaşaması gereken bir alan hâlini almıştır. Bu iki alan kullanılarak legal alana nüfuz edilmesine sistemin göz yumması ise çoğu zaman, sistemin var olduğunu iddiâ ettiği tehlikenin gerçekten var olduğunu halka/demosa/içeridekilere gösterebilmesi ve bu tehlikeyi canlı tutabilmesi açısından uygun bir ze- min de yaratılmıştır. Sosyalistlerin illegal ve informal alanlarda sürdürdük- leri siyasî faaliyetlerini legal alana nüfuz ettirmelerine göz yumulmasının nedeni, bir hostis olarak tanımlanan sos-

429 Mete K. Kaynar yalizmin hâlâ orada durduğunu demosa göstermek iken, kısa aralıklarla bu legal oluşumların üzerine gidilmesi ve bu girişimlerin engellenmesi de rejimin düşmanı ile sa- vaşındaki ciddiyetinin bir göstergesi olarak ortaya çık- maktadır. Derrida’nın Politics of FriendshipØ (1997a:26) de Nietzsche’den yaptığı alıntıyı buraya taşımak ye- rinde olacaktır: “Düşmanı ile savaşmak için yaşayanlar onun hâlâ yaşıyor olduğunu görmek zorundadır.” Tür- kiye Cumhuriyeti’ni yönetenlerin yaptığı da bir anlamda bu, hattâ bunun bir adım ötesinde, düşmanın yaşadığını demos’a göstermek olmuştur. Özetlemek gerekirse, sosyalistlerin siyasî faaliyetleri- ne devam etmeleri ve rejim için oldukça işlevsel/faydalı bir tehdit unsuru olarak siyasî varlıklarını sürdürdükleri siyasî alan, toplumsal kurumların kendi içerisinde ger- çekleşen ve siyasetin kurumsal mekanizmalarına nüfuz etmesinin önüne geçilmeye çalışılan alan olarak orta- ya çıkmaktadır. Burası tam da Türkiyeli sosyalistlerinin yıllar boyu siyasî faaliyetlerini gerçekleştirdikleri yerdir. Cumhuriyet rejimi, sosyalizmi ve sosyalist partileri içeri olarak tanımlanan siyasî alandan dışlamıştır. Bu ilişki hiç kuşkusuz tek boyutlu değildi ve sol da kendini, tam da re- jimin kendisini tanımlamaya çalıştığı yerde tanımlamak- tan çekinmemiştir. Hem rejimin sosyalistleri dışlaması hem de sosyalistlerin de bu konumlarını olağan ve olması gereken olarak karşılaması durumunun, içerinin ve solun siyasî aktörleri arasındaki kimi ortak noktalardan beslen- diğini söylemek yanlış olmayacaktır. Bu ortak nokta, hem sosyalistlerin hem de içerinin bürokrat-asker-aydın aktör- lerinin beslendikleri pozitivist bürokratik modernleşmeci kök-ideolojidir.117

117 Türkiye’de aydın ve entelektüel kavramları içerisine giren kişilerin zihin dünyası ile ilgili bir çalışma için Bkz.: (Coşar 2001:37-49), Coşar (2001:39) Osmanlı münevverinden Cumhuriyet aydınına geçen bir gelenek olarak, 430 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Farklı olanın dışlanmasını kolaylaştırdığı gibi milli- yetçi sosyalistlerin sistemle eklemlenmesini kolaylaştıran bu düşünce, her iki kesimin de temel ideolojik kaynağını oluşturmuştur.118 Dönemin sosyalistlerinin büyük çoğun- luğunca kabullenilen Leninist sosyalist strateji ve Türk sos- yalistlerin devrim kavramına yüklediği Galiyefçi anlamlar da, bürokratik pozitivist modernleşmeci düşüncenin sol içerisinde daha da belirginleşmesine zemin hazırlamıştır. Bir başka açıdan, her iki kesiminde farklı nüanslarla sahip olduğu bu kök ideoloji (pozitivizm), siyasî sistemin dışa- rısında tanımlanan solun, bu durumunu normal ve olması gereken bir özellik olarak kabullenmesini -ki burada TİP’i kimi özellikleri nedeniyle bir istisna olarak kabul etmek gerekmektedir- kolaylaştırıcı bir zihinsel iklim yaratmış- tır. Sosyalizme, tarihin zorunlu sonucu olarak bakan ve onu işçi sınıfından farklı olarak bu tarihsel zorunluluğun bil- gisine sahip olan öncünün devrim yoluyla devlete sahip ol- ması ve toplumunu kurtarması olarak tanımlayan Leninist sosyalizm stratejisiyle; içinde yaşadığı toplumdan farklı olarak, gidip gördüğü, kitaplarını okuduğu, dilini bildi- ği, kültürünü tanıdığı ve kendisini özdeşleştirdiği Avru-

Aydın denilen insanların modernleşmenin zorunlu taşıyıcıları olduğunu belirtmektedir. Bu kesimin temel sorunsalı ise, yazara göre, devletin nasıl kurtulacağı olmuştur. Bu konu ile ilgili eleştirel yazılar için ayrıca Bkz.: (Hocaoğlu, 1991a:68-76), (Türköne, 1991:63-67),(Alkan, 1991:57-59), (Bilgin, 1991:77-80), (Ayvazoğlu, 1991:81-84), (Kılıçbay, 1991:89-95), (Çalık, 1991:127-133), (Cangızbay, 1991:121-124), (Bilgin, 1989:40-42) ve (Sezer, 1991: 10-16). 118 Cumhuriyet dönemi yönetici elitinin pozitivist modernleşmeciliği ile ilgili olarak Bkz.: Özbudun (2002:21). Özbudun, tek parti yönetiminde bir so- mut, saptanmış bir ideolojiden çok, pozitivist modernleşmeci bir mentali- teden bahsedilebileceğini vurgulamaktadır. Karpat modernleşme-Türk solu ilişkisini sadece Türk solunun modernleşmeye bakışı çerçevesinde değer- lendirmez, Karpat’a (1966:170-171) göre Türk solu modernleşmenin bir sonucudur da. Yazarın bu konudaki görüşleri için ayrıca Bkz.: (Karpat, 1967a:171-172). (Mahçupyan, 1999:21-32), (Çaha, 1999:55-85), (Yılmaz, 1999:86-100), (Hocaoğlu, 1999:101-112) ve (Türkkahraman, 1999:113- 126). 431 Mete K. Kaynar pa medeniyetine (muasır medeniyete) toplumunu ulaş- tırmaya, devletini kurtarmayı/kurmayı amaçlayan Türk aydın/bürokrat/askerinin genel konumunun birbirlerine hayli benzediği ve siyasetlerini benzer öncüllere dayandır- mış oldukları açıkça görülebilmektedir. Her ikisi içinde önlerine koydukları siyasî hedef -modern ya da sosyalist Türkiye- içinde bulunulan siyasî durumdan bir “ileri top- lumsal/tarihsel aşama”yı temsil etmekte; bu hedefe nasıl ulaşılacağı ve bu amaç için kitlelerin nasıl bilinçlendirilip dönüştürüleceği de yine bu devrimci/aydın’ın kendi zihin- sel dünyasının içerisinde belirlenmektedir. Aydın/devrim- cinin -kendi kendisine biçtiği- görevi, toplumdan farklı olarak, bilgisine sahip olduğu bu sosyolojik/tarihsel/poli- tik yasayı bir an önce uygulamak; bu amaçla devlet me- kanizmasına hakim olmak ve toplumu bilinçlendirmek, dönüştürmektir. Burada, Türk sosyalistlerinin çok önemli bir bölümü için sosyalizm kavramına yüklenen anlamın, Kemalist yönetici eliti derinden etkileyen pozitivizmdeki pozitif/modern evreden farklı bir işlev ve konuma tekabül etmediği de dikkat çekmektedir. Ya da farklı bir ifâde ile Batı’yı kendi önüne bir hedef olarak koyan Türk aydını için “Batı(medeniyeti)” ve devrimi gerçekleştirmeye yönelik siyaset yapan sosyalist için “sosyalizm” hem yöntem hem de amaç olarak birbiri yerine kolayca ikâme edilebilir bir olgu olarak ortaya çıkmaktadır: Her ikisinde de öncülerin sahip olduğu bilinç (sosyalizm ve/veya pozitivist modern- leşme) tarihin ileri bir aşamasını, er veya geç toplumların ulaşacağı, ulaşmak zorunda olduğu bir evreyi ifâde etmek- te; her ikisinde de aydın/bürokrat/devrimci/ilericiler bu sorumluluk ile kendi kendilerini ödevli saymaktadırlar. Öncünün kitleye götüreceği sosyalizm ile aydının toplu- ma götüreceği Batı medeniyeti arasında kurulan bu analo- ji, sadece Millî Mücadele döneminde değil, daha sonraki dönemlerde de Türk sosyalistleri için neden Leninizm’in 432 Tarihin İnşâsı ve Siyaset cazip ve yaygın kabul gören bir sosyalizm stratejisi hâline geldiğini ve neden milliyetçiliğin her ikisini de ortak pay- dası olduğunu açıklamaktadır. İşte Cumhuriyet dönemi- nin sosyalistlerinin önemli bir kısmı ile modernleştirici bürokratik elit arasındaki bu ortaklıktır ki, yönetici elit ile milliyetçi sosyalistleri hem birleştirmekte hem de bir- birlerini dışlamalarına imkân vermektedir. Bir başka ifâde ile sosyalistler ile içerinin siyasî aktörleri arasında ortak olarak paylaşılan ve her iki kesimin de siyasî eylemlerini yönlendiren temel düşünsel kalıplar, rejim ve sol arasın- daki dışlama ilişkisini kolaylaştırdığı gibi onların birbir- lerine eklemlenmesini de kolaylaştırmıştır. Bu faktörleri ve bunların birbirleriyle ilişkilerini şu şekilde özetlemek mümkündür. Milliyetçi sosyalistler için sosyalizm aynı zamanda bir “bürokratik Batılılaşma projesi” olarak kar- şımıza çıkmaktadır. Yukarıda altı çizilmeye çalışılan nokta, Türk sosyalizmi- nin metotları ve düşünsel formasyonları ile, Cumhuriyet’in yönetici elitinin metot ve düşünsel formasyonlarının bir- biriyle aynı olduğu değil; böylesi bir benzerliğin sonuçla- rıdır: Her ikisinin siyasî düşüncesinde devletin ele geçi- rilmesi ve bu yolla muasır medeniyet olarak tanımlanan sürece ulaşılması için toplumun yeniden şekillendirilmesi ise bir amaç olarak ortaya çıkmaktadır. Milliyetçilik ise her ikisinde de devletin bürokratik mekanizması üzerinde söz sahibi olmanın teorik meşrûiyetini sağlamaktadır. Her ikisi arasındaki tek fark, muasır medeniyet kavramının içeriğinin nasıl doldurulduğu ile ilgilidir ve hem sosyalist- lerin hem de rejimin ortak sahip oldukları bu pozitivist/ modernleşmeci/kalkınmacı siyasî miras her ikisi arasında- ki antagonizmanın da temelini oluşturmaktadır. Böylece rejim sosyalistleri dışarıda tutar ve bundan rejim ile ilgili bir takım işlevler elde etmeye çalışırken, sosyalistler de sistem içerisindeki yerlerinin sistemin dışı olduğunu do-

433 Mete K. Kaynar ğal olarak kabul edebilmekte; hattâ bunun tersini iddiâ eden akımları küçük burjuva sosyalizmi ve uzlaşmacı ola- rak yerebilmektedirler. Fakat aynı zamanda bu, milliyetçi sosyalistleri, bizzat sistemi gayri millî (AB’ci, İMF’ci) ve anti-kemalist (karşı devrimci) olarak tanımlayarak sisteme ekleyebilmektedir. Türk solunun siyasî sistem içerisinde dışarıdaki/düş- man olarak kurgulanması ve yasal siyasî kurumların dışına çıkarılarak orada siyaset yapmaya zorlanması ile solun bu konumunu doğal ve olunması gereken bir konum olarak görmesiyle ilgili bir çok örnek verilebilir.119 Nitekim bu örneklerin tamamı da, rejim tarafından, sosyalistlerin il- legal ve informal siyasî faaliyetlerine göz yumulmasına ve

119 Türkiye İşçi Çiftçi Sosyalist Fırkası(TİÇSF)’nın kapatılması bu ilişkiye bir örnek olarak verilebilir. Nitekim, Ankara Hükümetinin, Lozan görüşmele- rinden sonuçlanmasına yakın zamanlarda sol partileri kapatması, Schmitt’in siyasî birlik kurulur kurulmaz verili siyasî birliğin kendi politik düşmanını oluşturmak zorunda olduğu şeklindeki değerlendirmesini akla getirmekte- dir. Ankara Hükümetinin bu eylemi, Batılı devletlere karşı yaptığı bir jest; Sovyet Rusya ve onun devlet ideolojisi ile bağlarını kopararak Batılı devlet- lere ilettiği sizinleyiz” mesajı şeklinde yorumlanmaktadır. Bu doğru olmakla birlikte, daha geniş perspektiften bakıldığında karşımıza duran olgunun, bir yandan Schmit’in siyasî birlik-siyasî düşman ilişkisi, diğer yandan da Derrida’nın kurucu dışarıdaki kavramıyla yakın ilişki içerisinde olduğu da görülmektedir. Cumhuriyet’in kuruluşundan 1946 yılına kadar devam eden süreçte gerçekleşen 22 tutuklama da, sol ile rejim arasındaki ilişkilerin daha da netleşmesine yol açmış, siyasî birliğin oluşum sürecinin tamamlanıp Cumhuriyet’in ilan edilmesi ile başlayan yeni süreçte tek parti şeklinde örgütlenen rejimin, bu yolla kendini, bizzat kendi hostisini belirleyerek tanımlama yoluna gittiğini göstermiştir. Gerçekten de bu dönem başta TKP olmak üzere sosyalist örgütlerin mevcut siyasî kurumların dışına çıkarıldığı; informal ve illegal alanlarda dahi siyasî faaliyetlerini gerçekleştirmekte zor- landığı bir dönem olmuştur. DP ile sol arasındaki ilişkiler de yine bu knu ile ilgili olarak anılabilir. CHP›den istifa eden müstakbel DP’liler, sosyalist eği- limli gazetelerde yazılar yazmaya; CHP iktidarını eleştirmek için bu kanalları kullanmaya çalışmışlardır. Fakat DP iktidara gelmesinin, içerinin yönetimini devralmasından sonra, siyasî sistemin sınırlarının belirlenmesi için kendi dönemine kadar sürdürülen ilişkileri sahiplenmekte gecikmemiştir. iktida- rının ilk yıllarında TKP›ye yönelik en geniş kapsamlı tutuklamaları (1951) gerçekleştiren, 25.Ocak.1958’de Hikmet Kıvılcımlı’nın Vatan Partisi’nin ka- patılmasını onaylayan, henüz muhalefettelerken Sosyalist yazar Sabahattin Ali’nin 02.Nisan.1948’de öldürülmesi, Ankara Üniversitesi’nden Pertev Na- ili Boratav, Niyasi Berkes, Adnan Cemgil ve Behice Boran gibi profesörlerin komünist oldukları gerçeksiyle kovulmaları göz yuman DP yöneticileri sol ile rejim arasındaki meşum ilişkinin yürütücüsü olmuşlardır. 434 Tarihin İnşâsı ve Siyaset hattâ kimi aralıklarla mevcut siyasî kurumlara dahil ol- masına izin verilmesine karşın, kısa aralıklarla bu legal, informal ve illegal örgütlenmelerin üzerine gidilmesinin altına çizilmekte; bunun, sol ve rejim arasındaki ilişkinin temel yöntemi olduğunu vurgulamaya çalışılmaktadır. Burada üzerinde durulması gereken bir diğer nokta, re- jimin sosyalizmi dışarıdaki/öteki olarak tanımlaması ile sosyalistlerin sosyalizmi ve siyasî sistem içerisinde kendi konumlarını değerlendirişleri arasında da yakın ilişki içe- risinde olduğudur. Özelde milliyetçi sosyalistlerin ise bu dışarılıklarını yine Kemalizm ve milliyetçilikten türet- tikleridir. Bunda, hiç kuşkusuz, sosyalistlerin sosyalizmi yorumlayış metotlarının da ağırlıklı olarak etkisi vardır. Bir başka değişle, solun Türk siyasî sisteminde bir dışa- rıdaki rolü oynaması sadece rejimin solu öyle tanımlamış olması nedeniyle değil, solun kendini tanımlama ve sos- yalizmi yorumlama metotlarıyla da sürekli olarak yeni- den üretilmiştir. Türkiye’nin SSCB’ye coğrafi yakınlığı ve ABD’nin ekonomik ve ideolojik telkin/baskılarının da kolaylaştırdığı bu siyasî ortamda sosyalizmin bu şekilde tanımlanması her iki kesim açısından da bir takım yanlış ama elverişli sonuçlar doğurmuştur da: Bir hostis olarak, rejimin varlığı için gereksinim duyduğu biz duygusunun oluşturulması ve bu yolla üretilen bir tehdidin varlığı ile rejimin içeriyi evcilleştirmesi açısından hayli işlevsel olan sosyalist düşüncenin, illegal ve informal süreçte siyasî fa- aliyetlerine devam etmesine göz yumularak sosyalistler/ onlar(ın), orada/dışarıda duran ve bizi/demosu/yurttaşları ve burayı/içeriyi tehdit eden bir unsur olarak kurgulanma- sı sağlanabilmiştir. Sosyalistlerin mevcut siyasî kurumlara ve yasal zeminlere sızması ise tam da rejimin var olduğunu iddiâ ettiği (ve bir biz duygusunun oluşturulması ve içe- rinin evcilleştirilmesi için kullanılan bu) tehdidin gerçek ve mevcut olduğunun bize/yurttaşlara gösterilmesinin bir aracı olarak kullanılmıştır. Kısa aralıklarla bu örgütlerin üzerine gidilerek parti/cephe/dernek/girişim/platform/ini-

435 Mete K. Kaynar siyatif/gazete/dergi vb. şeklinde örgütlenen bu unsurların kapatılması, üyelerinin tutuklanması, öldürülmesi gibi olaylar ise rejimin bir tehlike olarak tanımladığı sosya- listlerle ne denli etkin mücadele ettiğinin bir göstergesi olarak biz/yurttaşların takdirine sunulmuş; böylece rejim, sol ile sürdürdüğü ilişkiyi kullanarak kendi yönetiminin meşrûiyeti ve kendi vazgeçilemezliğinin altını bir kez daha çizme fırsatı bulmuştur. Bir başka değişle rejim, önce solu dışarıda ve düşman olarak tanımlamış sonra da bu, kendi yarattığı, düşmanı ortadan kaldırmaya yönelerek, sosyalizme karşı mücadeleyi kendi yönetsel meşrûiyetinin temellerine yerleştirmiştir. Solun kendisi de, yukarıda de- ğinildiği gibi, kendi yerinin bir öteki, dışarı olmasını nor- mal hattâ gerekli olarak kabul etmiştir. Hattâ bir adım daha ileri giderek siyasî sistem içerisinde yer almaya çalı- şan sol hareketlerin küçük burjuva sosyalizmi, sistem ile barışan yalancı sol hareketler olarak kınanarak mahkum etme yoluna gitmiştir. Kemalizm ve milleyetçilik dola- yımı ile solun sisteme eklemlenme çabası ise -yukarıda da değinildiği gibi- bu yargıyla çelişmemektedir. Çelişme- mektedir çünkü, 195O sonrasını bir karşı devrim süreci, öncesini de anti-emperyalist bir dönem olarak kurgulayan sol Kemalistler, bir yandan Kemalizm dolayımı ile reji- min altın çağına kendilerini eklemlemekte, diğer yandan da sistem içerisindeki öteki, dışarıdaki, diğer partilere benzemeyen gerçek Kemalist olma konumlarını yeniden üretmektedirler. Bunun sosyalist hareketleri sistemin içerisine ve orada var olan toplumsal sorunlara ilişkin çözümler/politikalar üretme yükümlülüğünden kurtardığı da bir gerçektir. Dı- şarıda durmanın rahatlığı ile sosyalistler, toplumsal sorun- lar için anlamlı çözümler üretme faaliyetinden daha çok, içerinin yıkılarak, kendilerinin içerisinde bulunacağı yeni (Kemalizmin altın çağına dönmüş) bir siyasî ünitenin nasıl ve hangi metotlarla kurulabileceği üzerine tartışma yoluna

436 Tarihin İnşâsı ve Siyaset sapmışlardır. Böylece sosyalistlerin elinde, rejim kendile- rini her nasıl tanımlarsa tanımlasın demosa yönelik politik alternatifler üretmek ve bunu kitlelerin beğenisine sun- mak gerekliliği çoğu zaman ikinci plana itilerek, politik alternatiflerin tamamı devrim -yani kendilerinin içeride yer alıp diğer tüm farklılıkları dışarıda tanımlayabilecek- leri yeni bir siyasî sistemin kurulması için girişilen silahlı hareket, ya da farklı kelimelerle ifâde edilirse, kendilerinin konsolide edeceği bir modernleşme hareketi- sonrası sü- rece ertelenmiştir: Sosyalistler, rejimin kendilerine yaşam hakkı tanımadığı yargısından -ki büyük oranda doğrudur- hareketle politikalarını, kendi önderliklerinde gerçekleş- tirilecek devrim (ki bu devrim anlayışı Kemalist inkılâp anlayışına tahvil edilerek muğlaklaştırılarak, sosyalistleri sistemin dışarısına koyan devrim anlayışı aynı zamanda onları sisteme eklemleyen Kemalist inkılâp anlayışı ile aynı anda ve aynı içerikte kullanılabilmiştir) aynı zamanda sonrasına ertelemişler; tüm sorunların çözümünün devri- me bağlı olduğu zemininden hareketle kendilerine bıra- kılan dışarı alanında sürdürdükleri politikayı ajitasyon ve propaganda eksenine indirgemişlerdir. Sosyalistlerin genelini saran milliyetçi Kemalist söylem ise, sol ile ilgili olarak ortaya konulan bu argümanlara bir karşılık niteliğindedir. Solun Türk’ün nitelikleri arasında yer alamayacağı ve onun ülke için en önemli tehditlerden biri olduğuna karşı solun bir kısmının sistemin içerisinde faaliyet gösterebilme, sistemin temel nitelikleri ile kendi kavramları arasında bir bağ kurabilme çabasıdır. Anti-em- peryalist ve devrimci olduğunu iddiâ ettiği Kemalizm ve milliyetçilik ile ulusalcı sol bir yandan mevcut sistemi bir karşı devrim süreci olarak tanımlayabileceği, diğer yandan da kendisini sistemin temel direklerine bağlayabileceği bir alan yaratmaya çalışır. Solun Türk’ün doğasına uymaz-

437 Mete K. Kaynar lığının pazzehiri onun Kemalistliği ve anti-emperyalizm dozu yükseltilmiş milliyetçiliği ile törpülenmeye çalışılır. Bu söylem diğer yandan solu mevcut sistemin dışında ko- numlandırmaya da yardım eder. Sol Kemalizm milliyet- çiliği ve Kemalistliği ile sistemin içinde, mevcut yöne- tenlerin anti-Kemalistliği ve karşı devrimciliği nedeniyle de sistemin dışında yer almaktadır. Kenan Evren’in sola yönelik tanımlarından hareketle konuşulursa, sol Kema- lizme ve milliyetçiliğe eklenerek “kökü dışarda ve sapık” olmadığını vurgulayabilmekte, şu andaki sistemin aslında anti-Kemalist ve karşı devrimci oduğunu, yine Kemaliz- me yaptığı vurgu ile niteleyerek de kendini ötekileştiren sistemin dışında durduğunun altını çizebilmektedir. Böy- lece hem solluğunu dışarıda durmaktan alabilmekte, hem de kendi jargonu ile Kemalizm arasındaki analojiler ile kökünün içeride olduğunu iddiâ edebilmektedir. 1980’ler Türkiye’yi öncesindeki dönemden kesin çizgi- lerle ayırır. Bu ayrıma neden olan tek faktör de sol, daha doğrusu kökü dışarıda sapık ideolojilerle baş edebilmenin tek yolunun İslam ve milliyetçilik olduğu düşüncesine sa- hip olan darbe değildir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ve peşinden gelen neoliberal dalgayı da bu faktörlerin arasına yerleştirmek gerekmektedir. Bu dönemde sol, uzun sayı- labilecek bir sessizlik döneminin ardından, darbe sonrası dönemin (yeni) siyasî konfigürasyonuna kabaca üç kate- goriye ayrılabilecek tepki göstermişlerdir: Sosyalistler bu yeni dönemde ya rejimin tamamını yıkmaya ve ancak onun yıkılması ile kendilerinin içerisinde yer alabilecek- leri bir sosyalizm tasavvuruna yönelmişler, ya tamamen toplumsal örgütlenmeler (sivil toplum) içerisinde kalarak (çevre hareketleri, insan hakları örgütleri vb.) kendile- rini ifâde etme yolunu seçmişler, ya da 1980 öncesinde de yaygın olan Kadro-Yön-MDD’ci gelenekten de yarar-

438 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lanarak Kemalizm ve sol arasındaki ilişkiyi gittikçe tüm söylemlerine yayarak, Kemalizm ve sol arasında kurulan ilişkideki Kemalizm ve milliyetçilik unsurunu iyice popü- larize ederek sistemin içerisinde yer almaya çalışmışlardır. Sosyalistlerin darbe sonrasının yeni siyasî temellerine kar- şı yönelttikleri ilk iki refleksi ihmal ederek bu dönemde Kemalizm ve milliyetçilik arasında kurulan ilişkiye daha yakından bakmak faydalı olacaktır.

-ILLIYETlILIK Ø+EMALIZMØVEØ3OLCULAR Rejime Kemalizm dolayımı ile eklemlenmeye çalışan sosyalistlerin en önemli örgütü İşçi Partisi’dir. 1980 ön- cesinde Millî Demokratik Devrimciler bloğunun Maoist kanadında yer alan Doğu Perinçek’in önderliğinde ku- rulan İşçi Partisi, 1980 sonrasında ilk başta Ferit İlsever Başkanlığı’nda Sosyalist Parti adı ile örgütlenmiş, bu partinin kapatılmasının ardından İşçi Partisi ismi altın- da yeniden kurulmuştur. Milliyetçi sosyalistlerin 1990’lı yıllardaki siyasî faaliyetlerinin ve siyasî sistemin içerisi ile ilişkilerinin ayırıcı özelliği, yukarıda da belirtildiği gibi, sosyalizm ve Kemalizm arasında kurdukları özgün ilişki- dir. Türk solunda Kadro hareketinden bu yana var olan Kemalist ve ulusalcı eğilimler de Yön ve Millî Demokra- tik Devrim düşüncesi üzerinden İşçi Partisi’ne ulaşmış; bu siyasî düşünceler partinin 1980 sonrasında ortaya koydu- ğu sol-Kemalist politikalar için bir zemin, bir temel oluş- turmuştur. Fakat İşçi Partisi, sol Kemalizmi temel rehber edinen tek örgüt değildir. Cumhuriyet Halk Partisi, Ata- türkçü Düşünce Derneği ,Yekta Güngör Özden’in Cum- huriyetçi Türkiye Partisi ve Mümtaz Soysal’ın Bağımsız Cumhuriyet Partisi’ni de listeye dahil etmek gerekmekte- dir. Ayrıca, İleri, Türk Solu ve Aydınlanma gibi yayınlar-

439 Mete K. Kaynar dan da bahsetmek yerinde olacaktır Kemalizm, milliyetçi sosyalistlerin rejimle ortak olarak kullandığı ortak politik dildir. Fakat bu gruptaki sosya- listler anti-emperyalizm, ulusal bağımsızlık, devletçilik, devrimcilik, halkçılık gibi Kemalist söylem içerisinde de hayli önemli bir yer işgal eden kavramlara yükledikle- ri farklı anlamlarla, sosyalizme Kemalist, Kemalizme de sosyalist bir anlam yüklemeye çalışmaktadırlar. Böylece sosyalizme Kemalist bir öz katılarak, sosyalizmin içeride siyasî faaliyet yürütebilmesi için meşrû bir zeminin ya- ratılmasına, Kemalizme sosyalist bir görünüm verilerek de milliyetçi sosyalizme tarihsel bir perspektif, ulusal bir kimlik ve yerel bir doku kazandırılmasına çalışılmaktadır. Nitekim Gökçe Fırat, Türk Solu (dergisi)’nin yeni bir po- litik dil inşâ etme amacı taşıdığı inkâr etmez. Hattâ bu- nun sadece yeni bir politik dil oluşturma değil, yeni bir insan oluşturma süreci olduğunu da vurgular: Ancak kendine özgü dil demek kendine has insan de- mektir. Türk Solu sadece kendi dilini yaratma davası değil aynı zamanda kendi insanını yaratma davası gütmektedir. İdeoloji ancak insanla birlikte vardır. İdeoloji insanı ye- niden varederken, ideoloji ile varolan insanlar o ideolojiyi varederler. Böyle bir noktada Türk Solu, mücadele için- deki, savaş içindeki insana dayanır. Galiyev’lerin verdiği büyük savaşım, Mustafa Kemal’in Ulusal Kurtuluş Sava- şı, Ulusal Sol akımın kendi liderleri ve insanları ile savaş meydanına indiği dönemlerdir. Mustafa Kemal dönemi politikalarının, hem rejim hem de bu gruptaki sosyalistler tarafından kendi siyasî duruş- larını haklılaştıran ve bu politikalara içerinin/biz´in poli- tikası görünümü veren bir politik-dil olarak kullanılması da milliyetçi sosyalistlerin rejime Atatürkçülük dolayı- mıyla eklemlerini kolaylaştırmaktadır. Çünkü yeni içe-

440 Tarihin İnşâsı ve Siyaset rinin tanımladığı biçimiyle Atatürkçülüğün kendisi de yine, Mustafa Kemal dönemi politikalarının izlenmesi/ güncellenmesi ile değil, o dönemde izlenen politikaların siyasî dilinden türetilmiştir. Bir başka değişle, 12 Eylül sonrasında rejimin temel siyasî değeri olarak ifâde edilen ve Atatürkçülük olarak kurgulanan siyasî söylemin siyasî sistem içerisindeki yeri ile, milliyetçi sosyalistlerin sos- yalizm yorumlarının temellerini oluşturan Kemalizmin sosyalizm içerisindeki yeri aynıdır ve Kemalizm hem 12 Eylül sonrasında oluşturulan yeni içeride, hem de bu yeni içeriye eklemlenmeye çalışan milliyetçi sosyalistlerde ben- zer fonksiyonlara sahiptir. Kemalizm hem rejimin, hem de milliyetçi sosyalizmin ortak noktasını oluşturur; fakat rejim ve milliyetçi sosya- listler, aynı ortak politik dili kullanmalarına karşın, Ke- malizmin politik dilini oluşturan kimi kavramlara, farklı yorumlar getirmektedirler Milliyetçi sosyalistlerin, aynı politik dilin farklı anlamlarda kullanılmasına dayanan bu sol politikalardır ki milliyetçi sosyalizme hem rejimin içerisinde, siyasî sistemde faaliyet göstermeye yönelik bir meşrûiyet, hem de ulusalcı bir kimlik, tarihsel bir pers- pektif ve milliyetçi sosyalizmin, sosyalizmin Türkiye’ye özgü bir versiyonu olduğu görüntüsü kazandırmaktadır. Gökçe Fırat’ın “Türk Solu:Ulusal Sol’un Karargahı” baş- lıklı makalesi de bunu iddiâ etmektedir. Yazara göre: Öncelikle Türkiye’de Ulusal Sol geleneğin başlangıç noktası olan Mustafa Kemal hareketinden bahsetmek ge- rekir. Atatürk’ün Ulusal Bağımsızlık Savaşı ve sonrasında giriştiği devrimler, tüm aşamaları ve sonuçları ile, tipik bir Ulusal Sol hareket program ve uygulamasıdır. Ulusal Sol’un en temel özelliği olan antiemperyalist milliyetçi- lik ve antikapitalist devletçilik, Kemalist Hareket’in 6 Ok’unda mevcuttur. Bu bakımdan Atatürkçü 6 Ok, Ulu-

441 Mete K. Kaynar sal Sol’un hem ulusal, hem de sol yanını bütünüyle temsil eder. Fırat’a göre sadece Kemalizm ile gerçek rengini bula- bilecek olan (asıl) solun milliyetçiliğinde de tartışılacak bir yön yoktur. Hattâ sol ve milliyetçilik arasındaki bu ilişkiyi eleştirenlerin Türklüğünden şüphe duymak gerek- mektedir: Solcu-milliyetçi birlikteliğine saldıranların Türklü- ğünden şüphe duyun. Solcu ve milliyetçi yığınlar ortak düşünmeye, ortak hareket etmeye başladı. Gö- rülen o ki, Türk milleti büyük bir uyanış içinde diril- mekte ve millî kuvvetleri birleştirme yoluna gitmek- tedir. Dün emperyalistlerin oyunu ile sağda-solda vuruşanlar, bugün emperyalizme ve onun işbirlikçi- si AKP’ye karşı vuruşmak için biraraya gelmektedir. Atatürk yeniden bayrak olmuştur. Lozan yeniden bayrak olmuştur. Bunlar iyiye işarettir.

Milliyetçi solcularla rejimin aynı kavramlara yükledik- leri farklı anlamlara bir örnek olarak, devrim kavramı da seçilebilir. Gerçekten de gerek rejimin gerekse de milliyet- çi sosyalistlerin devrim kavramını ele alışları, ortak politik dilin farklı yorumlara tâbî tutulmasına ilişkin olarak veri- lebilecek en iyi örneklerden biridir. 1980’den sonra oluş- turulan yeni içeri de Atatürkçüdür ve onun altı ilkesinden biri olarak “devrimci/inkılapçı” olduğu iddiâsındadır. Fa- kat rejimin devrimcilik iddiâsıyla milliyetçi sosyalistlerin devrim kavramına yükledikleri anlam, kullandıkları poli- tik dil ve kendilerini dayandırdıkları tarihsel taban aynı olmasına karşın, birbirlerinden farklıdır: Rejimin İnkılap- çılık ilkesi, Atatürk İnkılapları’nın korunması ve devam ettirilmesi ile sınırlandırılır ve modernleşme sürecinde toplumsal yapı içerisinde Batılılaştırılması gereken unsur- ları vurgularken, milliyetçi sosyalistler devrim kelimesini 1950’lerden sonra kesintiye uğrayan Kemalist devrimin

442 Tarihin İnşâsı ve Siyaset sosyalizme doğru genişletilmesi anlamında kullanmakta- dırlar. Fakat her iki kesimde devrimcidir ve devrimcilik- lerinin meşrûiyet tabanı kendi siyasî duruşlarını dayandır- dıkları Kemalist devrim anlayışı ile biçimlenmektedir. Ve yine belirtilmelidir ki rejimin inkılapçılık anlayışı, ulu- salcı solun devrimcilik anlayışını dışarıda bırakmakta onu zararlı ve yanlış olarak tanımlamaktadır. Bir başka ifâde ile hem rejim, hem de ulusalcı sol devrimci/inkılaçıdır. Ulusalcı solun devrimciliği onu, hem rejimin asıl/gerçek köklerine bağlamakta ve sistemin bugünkü devrimcilik anlayışını karşı devrimciliğe indirgeyerek ulusalcı solun gerçek ve sahiciliğini vurgulamakta; rejimin inkılapçı- lık anlayışı ise inkılapçılığı her türlü inkılâp anlayışın- dan farklı (bu arada sosyalist bir inkılâp anlaıyışından da farklı) ve kaynağını, tanımını sadece Atatürk’te bulan bir “ilke” olarak tanımlayarak devrimciliği, inkılapçılığın dı- şında bırakmaktadır. Özetle İnkılapçılık/devrimcilik bir yandan kullandıkları jargnun ortaklığından dolayı rejim ve ulusalcı sosyalistleri birleştirmekte, aynı kavrama yük- lenen farklı anlamlar nedeniyle de ulusalcı sosyalizmin dışarıdaki rolünü vurgulamaktadır. İP, Kemalist devrim anlayışını şu kelimelerle özetlemektedir: Ya...Kemalist Devrim tamamlanacaktır veya Kema- list Devrim’in son kaleleri de yıkılarak mafya ve tari- katların “İkinci Cumhuriyet” projesi gerçekleşecektir. İşçiden, köylüye, esnafa, memura, ulusal sanayici ve tüccara kadar bütün halk sınıflarının ortak çıkarı ve geleceği, Kemalist Devrim’in tamamlanmasın- dadır... Kemalist Devrim’in Altı Ok ilkesi, bugün de geçerlidir. Çünkü Türkiye, hâlâ ulusal demokratik devrim aşamasındadır. Altı Ok, bir program demeti- dir. Okların birinden vazgeçildi mi, diğerlerinden de vazgeçilir. Türkiye’nin son yüzyılı, bunu kanıtlar... Halkçılığı ve devletçiliği reddeden lafta “Atatürk- çülük”, laiklikten de vazgeçerek Kemalist Devrim’i tahrip etmiş ve bütünüyle yıkma aşamasına gelmiş-

443 Mete K. Kaynar

tir. Her iki tarafın programı, tarihsel koşullar tarafın- dan belirlenmiştir. Laik akım, IMF güdümlü ve özel- leştirmeci olamaz; halkçı ve devletçi bir çizgi izlemek ve Cumhuriyet ekonomisini yeniden inşâ etmek; Atatürk’ten kalan toplumsal yarar, kamu ekonomisi, plan, kamu hizmeti ve toplumsal dayanışma prog- ramını yeniden hayata geçirmek durumundadır. Bir tek deprem gerçeği bile, Türkiye’nin Altı Ok prog- ramına, halkçılığa ve devletçiliğe mecbur olduğunu kanıtlamaya yetmiştir (Perinçek 2003).

Bu konudaki bir başka örnek ise her iki kesimin ulu- sal bağımsızlıkØkavramına yükledikleri farklı anlamlardır. Rejimin ulusal bağımsızlık anlayışı, ülkenin Avrupa Bir- liği, Uluslararası Para Fonu, Birleşmiş Milletler gibi ulus ötesi oluşumlarla ilişki kurmasına ya da onlara katılmaya çalışmasına engel oluşturmazken, kendisini aynı politik dille ifâde eden milliyetçi sosyalistler için ulusal bağımsız- lık, ulus-devletin egemenlik süreçlerine kısıtlama getiren (kapitalist) Batı ülkeleri kaynaklı ulus ötesi organizasyon- larla çelişki hâlindedir. İP Programı’na göre Türkiye, bu tür organizasyonlardan bir an önce çekilmelidir: (Madde: 28):Demokratik halk iktidarı, NATO’dan çı- kacak, başka bir emperyalist askeri ittifaka katılma- yacak, topraklarımız üzerinde yabancı üs ve asker bulunmasına izin vermeyecek, bilinen ve bilinme- yen emperyalist askeri anlaşmalardan ayrılacaktır... (Madde 29)İşçi Partisi, Türkiye’nin geleceğine bu- günden ambargo koyan Avrupa Topluluğu’na ka- tılma programını reddeder. Demokratik halk iktida- rı, Avrupa dahil herhangi bir kapitalist bütünleşme içinde yer almayacaktır.120

Milliyetçi, ulusalcı, Kemalist sola göre sosyalist düşün- ce ile Kemalizm arasında bir zorunluluk ilişkisi vardır. Bir başka ifâde ile Türkiye’de sosyalist olmak demek Kema-

120 İşçi Partisi Programı http://www.ip.org.tr.tbelgeler.program.htm.htm 444 Tarihin İnşâsı ve Siyaset list olmayı zorunlu kılmaktadır. Sosyalizmi kendi kültürel kodları ve siyasî verileriyle birlikte yorumlayarak, kendi sosyal ve siyasî gerçekleri üzerinde yükselmeyen sol hare- ketin gerçek bir sol hareket olmayacağının vurgulamaları- na karşın bu gruptaki sosyalistlerin Çin121 örneğinde oldu- ğu gibi, kendi ulusal ve siyasî kültür kodlarıyla sosyalist düşünceyi iç içe yorumlayabildiklerini ya da sosyalist teori ile iç içe tartıştıkları diğer temel kavramları, birbirlerini sistematik olarak açıklayan, tamamlayan bir ilişki içinde sunulduklarını (milliyetçi sosyalistlerin, 1980 öncesinde Maoizm’den etkilenmiş olmalarına rağmen) söylemek zor- dur. Kemalizm ve sosyalizm arasında kurulan ilişki, 12 Eylül’den sonra kurulan ve içerisinde sadece Kemalist olanların yer alabildiği siyasî sisteme dahil olabilmenin, onun içerisinde yer almanın bir metodu olarak ortaya ko- nulur. Milliyetçi sosyalistler, Kemalizmin sosyalist pence- reden bir analizini yapmak değil, sosyalizm ve Kemalizm arasında kurulan anolojilerden yola çıkarak siyaset yapma, rejime eklemlenme; 1980 sonrasının yeni içerisi ile ortak noktalar yakalama eğilimindedirler ve bu açıdan Kemalist düşünce değilse de Kemalizmin dili, ulusalcı sosyalistlerin rejimle kesişim noktasını oluşturur. Kemalizm onları hem sistemin dışına (ki rejimin kendisi sahte Atatürkçüdür, karşı devrimcidir ve AB’ci ve İMF’ci olması nedeniyle de milliyetçi değildir) hem de içine, sistemin temel değerle- rine eklemleyen bir sihirli değnek gibidir. Milliyetçi sol bu sihirli değneyi o kadar mahir kullanır ki bir anda 6 Ok’un, hakiki sosyalizmin kendi öz programı, bir “ulu- sal devrimci kurucu program” olduğunu dahi savunuverir: İleri dergisinden Erkin Yurdakul da bu görüştedir ve 6

121 Çin Komünist Partisi (ÇKP) ve Çin kültürü -ve özellikle Budizm- arasındaki ilişki için Bkz.: (Wilson-Grenier, 1992:1-19). Ayrıca Bkz.: (Mayfair, 1989:31- 60), (Pearson, 1994:25-46),(Conroy, 1984:1-34) ve (Louie 1984:87-95). 445 Mete K. Kaynar Ok’u temel almayan bir solun sağcılaşacağını iddiâ etmek- tedir: Türk milletini savunmayan bir sol. Türk devletini sa- vunmayan bir sol. Türk Devrimi’ni savunmayan bir sol. Ve sonuçta iktidar mücadelesiyle ilgisi olmayan, ancak sağcılaşan ve sağa koalisyon ortağı, koltuk değneği olan bir “sol”. İşte 6 Ok’tan vazgeçişin kısa bilançosu budur. 6 Ok’tan vazgeçişe tekabül eden tek bir siyasî kavram vardır: Sağcılaşma.

Milliyetçi sosyalistler, 12 Eylül darbesinin mimarları- nın tanımladığı şekliyle rejimin temel değeri hâline ge- tirilen Atatürkçülük ile, altı okta ifâde edilen ilkelerin sosyalist teoriden ödünç alınan kavramlar eşliğinde okun- masıyla oluşturulmuş sol-Kemalizm arasında kurdukları politik-dil benzerliğinden (ya da böyle bir benzerliği ya- ratmaya çalışarak) yola çıkarak politik duruşlarını belirle- meye çalışmaktadırlar. Kemalizm ve sosyalizm arasındaki teorik ilişki İP’de şu şekilde kurulur. Partinin yorumuna göre, Kemalizmin (hem teorik hem de pratik olarak) Türkiye’de faaliyet gös- terecek bir sosyalist hareketin temelini oluşturması gerek- mektedir. Bu konuda ortaya atılan düşünceleri şu şekilde özetlemek mümkündür: Kemalist Devrim, Türkiye’nin yüzyıldır yaşadığı millî demokratik devrim sürecinin en önemli devrim- ci atılımıdır. Ancak, tamamlanamadı, yarım kaldı... Kemalist Devrimi tamamlamak, Tarihsel Materya- lizmin önümüze koyduğu devrimci adımdır. Bunun reddedenler, Bilimsel sosyalizmi reddetmiş olurlar.122

Milliyetçi sosyalistler, Mustafa Kemal Atatürk önderli- ğinde gerçekleştirilen reformları, sosyalist devrime doğru giden yolun birinci aşaması olarak değerlendirirken, kendi

122 İşçi Partisi ve Kemalist Devrim http://www.ip.org.tr/soru/index.htm 446 Tarihin İnşâsı ve Siyaset görevlerini de Kemalist devrim ile başlamış devrimsel sü- reci nihayetine erdirmek olarak çizmektedirler. İP’ne göre Kemalist devrimin kendisi de sosyalizmden hayli etkilen- miş bir program olarak ortaya çıkmıştır: Altı Ok, Kemalist Devrim’in son döneminde formül- leştirildi, ancak yalnız Kemalist akımın değil, aynı zamanda sosyalistlerin de asgari programıdır... Altı ok’un uluslararası düşünsel kaynakları, büyük Fran- sız Devrimi ve Sovyet Devrimi’dir. Kemalist-Sosya- list ittifakı, programın kökeninde vardır... Kemalist- ler ile sosyalistler arasındaki fark millî demokratik devrimin tamamlanmasından sonraki devrimci he- def konusudur. Sosyalistler, orada kalmayarak her tür sömürü, baskı ve yabancılaşmadan kurtulmak için sosyalizmin kuruluşu yoluyla sınıfsız toplumu hedeflerler... Altı ok, işte millî demokratik sınıfların, siyasî planda Kemalist ve Sosyalist akımın ortak amaçlarını belirlemektedir. Herhangi bir sosyalistin “bu programda niçin sosyalizmin amacı yok, niçin işçi sınıfı önderliği yok” diye itiraz etmesi çocukça- dır; deneyimsizliğinin ve teorisizliğinin ürünüdür. Ve en önemlisi, bu tavır önderlik iddiâsıyla hiç bağdaş- maz.123

İP’nin sosyalizm yorumuna göre, Kemalist olmayan, ulusalcı olmayan her türlü sol, bilimsel sosyalizmin yo- lundan da ayrılmıştır. Çünkü tarihsel materyalizm, İP’e göre, Türk solunun bu niteliklere sahip olmasını zorunlu kılmaktadır. Her toplum, Marx’ın belirttiği gibi, ancak önündeki sorunu çözebilir. Sen, toplumun önündeki sorunu, de- mokratik devrim olarak saptadığın zaman, sosyalizmden vazgeçmiş olmazsın, tam tersine sosyalizme ilerlemenin yolunu açarsın. İşçi Partisi’nin diğer sosyalistlerden farkı, öncelikle bu teorik birikimde, teorik derinliktedir…kendi toplumunun maddesi ile, zaman içinde hareket eden mad-

123 Kemalizm ve Sosyalizm http://www.ip.gov.tr/soru/index.htm 447 Mete K. Kaynar de ile birleşmiştir. O maddenin yasalarını anlamıştır ve bu nedenle o maddeye hükmedebilme yeteneğini elde etmiş- tir... Diğer sosyalistler, Kemalist Devrim’e cepheden tavır aldıkları veya küçümsedikleri için, toplumların maddesiy- le birleşme şansını kaybetmiştir. Hattâ bu tutum, onları karşı-devrim saflarına bile savurabilmektedir...böyleleri emperyalizmin mevzilerine girmişlerdir.. Buradan şu so- nuca varırız: Tarihsel birikime yanlış tavır, bir örgütü, toplumun hareketinden koparır ve devrim karşıtı bir mev- ziye sürükler. Çünkü tarihe yanlış tavır almak, maddenin hareketine meydan okumak, tarihin dışına düşmektir.

3ONUlØ9ERINE Sonuç yerine, bu çalışmanın temel argümanlarını bir kez daha vurgulamakla yetinelim. Türkiye’de sosyalizm ve sosyalistler, siyasî sistemin ötekisini oluşturmaktadırlar. Öteki, dışarıdaki, hostis olmak sadece yasaklanmaya indir- genebilecek bir kavram değildir. Öteki, bizzat bizi kuran tanımlayan bir kavram olarak sistemin kurucu unsurları arasında yer almaktadır. Yasaklama, politik kurumlara erişimi engelleme, onu (sosyalistleri) ve onun yürüttüğü siyasî faaliyetleri toplumun informal ve illegal yapılarına sürükleme, böylesi bir ötekileştirmenin süreçlerini oluş- turmaktadır. Bu şekliyle ötekileştiren solun orada, dışa- rıda, ama var ve hâlâ sistemi tehdit ederek bizi oluşturan nitelikleri belirler kılınması gayet önemlidir. Bu hâliyle solun, yarattığı bu tehdit ile bizim siyasî biraradalığımı- zın, birbirimize kenetlenmemizin mimarı olması hedefle- nilmiştir. Türk solundaki ulusalcı ve Kemalist eğilimleri de bu kaynakta aramamız gerekmektedir. Kemalizm ve onunla içiçe geçmiş bir ulusalcılık bir yandan solun, rejim tarafın-

448 Tarihin İnşâsı ve Siyaset dan kendisine biçilen bu dışarıdaki rolünü benimseyerek politika yapmasına ve sistemin dışında olduğu için siste- min bütün kötülüklerinden kendisini arındırmasına ve siyasî sistemde, tıpkı sinema filmlerindeki bir “dışses” ro- lüne bürünmesine imkân tanımakta, diğer yandan da yine Kemalizme yüklenen anti-emperyalist rol ve çok partili siyasî yaşama geçiş dönemlerine yüklenen “karşı devrimci- lik” yaftası ile sisteme eklemlenebilmesine yol açmaktadır. Bir diğer ifâde ile ulusalcı sol, Kemalizm ve milliyetçilik ile bir yandan kendisini içeriye sokmakta, diğer yandan da yine onu içeriye sokan teorik kurguyu kullanarak dışarıda durabilmektedir: Üstelik onun budışarıdalığı hem siste- min hem de bizzat (ulusal) solun yararlanmaya çalıştığı bir ilişkidir. Sanırım Derrida’nın tanımladığı dışarıdaki- nin aynı zamanda “IlERIDEKIØDÍàARÍSÍ” olması tam da bu durumu açıklamaktadır Gençlerin sapık ideolojilere sapmamasının tek yolunun millî bir ideoloji (Atatürkçülük) yaratmaktan geçtiği- ni düşünen 12 Eylül darbesi, iki kutuplu dünyanın sona ermesi, neo liberalizm ve ılımlı İslâmcılığın komünizm tehdidine karşı bir silah olarak kullanılması düşünceleri ile birlikte 198O sonrası Türkiye’sinin siyasî yapısındaki dönüşümleri derinden etkiledi. Bu süreç, sol-rejim ve mil- liyetçilik/Kemalizm arasındaki ilişkilerin doğasını değilse de içeriğini değiştirdi. 198O sonrası Türkiye’sinde legal siyaset yapapilmenin ön koşulu hâline getirilen Atatürk- çülük ve milliyetçilik de bu dönemin solunda eskiye na- zaran daha popüler bir dille üretilmeye başlandı. Sol, eski- sinden farklı değil ama (Anayasa’da tanımlandığı şekliyle) Atatürk milliyetçiliğinin popüler imgeleriyle, teorik bü- tünlüğü oldukça sulandırılmış ilişkiler kurmaya başladı.

449

Tarihin İnşâsı ve Siyaset

Ø-!9)3 ØØ-!24 ØØ%9,e,ØVEØØØØØØØØØØØØØØØØ 4e2+Ü9%´$%Ø$!2"% Ø0/,%-Ü+Ø

Ø-ART´TANر!YÍÞÍÛͲNA ugün 12 Mart darbesinin 39. yıldönümü. 39 yıl önce, 1971 yılında gerçekleşmişti darbe ve ardından gelen "ALYOZØ /PERASYONU. Balyoz Operasyonu’ndan 39 yıl sonra yine BalyozB Operasyonu’nu tartışıyor Türkiye. Tek farkla, bu- gün gerçekleşemeyen darbelerin basına sızan belgelerini okuyoruz 32 kısım tekmili birden. Ayışığı, Yakamoz, Sa- rıkız; en sonuncusu da Balyoz. Başarısız darbe girişimleri- ni daha önce de görmüştü Türkiye. 9 Subay Olayına, Talat Aydemir’in, Fethi Gürcan’ın başarısız darbe girişimlerine daha önce de tanık olmuştu. Ama bugün yaşamakta ol- duğumuz olaylar, Abdülaziz’in 1876’da öldürülmesinden 27.Nisan.2007’deki e-muhtıraya kadar ki darbe pratikle- ri sürecinde, pek de alışık olmadığımız bir durum. Peki,

124 Bu yazı başka bir isimle Evrensel Gazetesi’nin 12.Mart.2010 tarihli nüs- hasında yayınlanmıştır. Bu yazıya yönelik eleştiriler ise yine aynı gaze- tenin 16.Mart.2010 tarihli nüshasında ise bu yazıya yönelik eleşitirilere yer verilmiş; Eleştirilere ilişkin cevaplarım ise yine Evrensel Gazetesi’nin 23.Mart.2010 tarihli nüshasında yer almıştır. Faydalı olduğunu düşündü- ğüm bu polemikleri tek bir yazı olarak birleştirdim. 451 Mete K. Kaynar 130 küsur yıllık “köklü” bir darbe geleneğine (!) sahip Osmanlı-Türkiye siyasî yaşamında bugün farklı olan ne- dir de darbe planları bir bir ortaya saçılıyor, sorumluları cezalandırılıyor? Darbelerin daha plan aşamasında çökmesinin üç temel nedeninden bahsedebiliriz. Çünkü 2000’li yılların darbe planlayıcılarının unuttukları üç şey, geçmiş darbelerden çıkaramadıkları üç ders var; aşağıda bu derslere değine- ceğiz. Başarısızlıklarının nedenleri de sadece ama sadece bu. Ne darbelerin ortaya çıkarılmasında AKP’nin bir rolü vardır; ne de bu darbelerin ortaya çıkarılması ile ülkenin demokratikleşmesi ya da askeri vesayet sisteminin bitmesi arasında doğrudan bir ilişki. Başarısızlık sadece darbeci- lerin üç dersi çalışmamış olmaları ile ilgilidir; AKP’nin demokratikleşme için çaba sarf etmesi ile ilgili değil. AKP ve İslamcı kesim sadece bu başarısızlıkları kendi ba- şarıları olarak sunma çabasındadır ve bunu da bir ölçüde başarmış durumdalar. Darbe planlarının basına sızmasını Türkiye’de askeri vesayetin bitmesi ve demokratikleşme olarak yorumlamak ise tek anlamda komik. Bir darbenin gerçekleşmemesi, şimdi bulunduğumuz durumdan daha kötü bir duruma gitmememiz anlamında iyidir, ama bu durum doğrudan doğruya bizi demokratikleştirmez. Dar- be planlarının deşifre edilmesinin demokratikleşmeye yol açacağını sananlar, evdeki bulguru kaptırmadıkları için dimyattaki pirincin tabaklarına servis edileceğini düşün- mekteler. Evdeki bulguru çalmaya çalışanı yakalamak iyi- dir ama bu durum “apriori” olarak pirinci tencereye koy- maya yetmez. Ayışığı, Yakamoz, Sarıkız, Balyoz ve belki de bugün yarın ortaya çıkacak adını bile bilmediğimiz cuntaların ba- şarısızlığının nedenlerinden birincisi, bu ülkede bir daha 1960, 1971 ve 1980 türünden bir darbenin -en azından

452 Tarihin İnşâsı ve Siyaset orta-uzun vadede- kesinlikle olmayacağı; ikincisi, emir komuta zinciri içerisinde, örgütlenmemiş bir darbeye ilk önce ordunun karşı çıkacağı ve halen çıkmakta olduğu; üçüncüsü ise sermaye ve ABD’nin kerhen de olsa izin ver- meyeceği bir darbenin mümkün olmayacağı gerçekleridir. Başa dönelim, 2000’li yılardan bu yana kâğıt üzerinde planlanan darbelerin hayata geçirilmeden çökertilebilme- lerinin ilk nedeni yine bir darbe ile ilgilidir; 1980 dar- besiyle. Çünkü 1980 darbesi siyasî sistemi tadil ederken, aynı zamanda darbe geleneğini de kapatmış; 1960,71 ve kendisi türünden darbeleri gereksiz hale getirmiştir. Bu, 1980 darbesinin, 1960 ve 71 darbelerinden farklılaştığı en önemli noktadır. Şöyle bir benzetme ile düşüncemi açık- lamama izin verin. Cumhuriyeti, Cumhuriyet ile oluşan siyasî sistemi (ara- ba) kuran asker-sivil bürokrasi, 1950 Mayıs’ında şoför koltuğunu sivillere bıraktı. Asker arabada kalmaya, yan koltukta oturmaya devam etti, ama sonuçta İkinci Dünya Savaşı sonrası konjonktürü direksiyona sivillerin geçme- sini zorunlu kılıyordu. 1950 ortalarından itibaren direk- siyonu sivillere bırakan asker, arabanın kendi koyduğu usûllere göre kullanılmadığını her düşündüğünde direksi- yona hamle yapmaya, sivil şoförü uyarmaya, ikaz etmeye, arabanın seyrine müdahale etmeye çalıştı; hattâ arabanın gerçekten kötü kullanıldığını düşündüğü durumlarda 1971 Mart’ında olduğu gibi şoförü arabadan indirerek onu ihtar etmeye, 1960 örneğinde olduğu gibi arabayı durdurarak şoförü asmaya ve yeni şoför bulmaya, 1980 ör- neğinde olduğu gibi şoförü şoförlükten men etmeye kadar işi götürdü. Çünkü araba onundu; onun her şeyi, varlık sebebiydi; ne olursa olsun araba onun istediği gibi kulla- nılmalıydı. Asker, arabayı kendi istediği gibi kullanma- yan sivilleri asma, ihtar etme, araba sürmekten men etme

453 Mete K. Kaynar hakkı olduğunu düşündü 1980’e kadar. Şoförün arabadan kovulduğu, arabanın tamire çekil- diği son tarih ise 1980’in Eylül ayıdır. Bu tarihte araba, 1960 ve 1971 kazalarından sonra yapılan “tamirattan” farklı olarak bir de “tadilata” sokuldu. Bir diğer ifâde ile Cumhuriyet rejimi arabası “modifiye” edildi 1980’de. Ar- tık arabada tam da sürücü kurslarındaki arabalarda oldu- ğu gibi iki gaz, iki fren, iki debriyaj yer almaya başladı. Biri şoför mahallinde, diğeri de yan koltuktaki askerin denetiminde. 1980’den sonraki tadilatın ardından asker, 1923’den bu yana olduğu gibi şoförün yanında oturmaya devam etti. Arabaya dışarıdan bakıldığında artık her şey yolunda görünüyordu; ne bağıran, ne çağıran, ne kavga, ne gürültü, ne müdahale. Arabayı sivil şoför sürüyordu dışarıdan bakınca. Ama arabaya içeriden bakınca durum tamamen farklıydı: Araba, ancak yan koltuktaki asker pe- dallara basmadığı sürece direksiyondaki şoför tarafından sürülebilecek şekilde modifiye edilmişti. Asker müdahale ettiğinde ise bunun dışarıdan açıkça görülebilmesi müm- kün değildi. Bilmem anlatabildim mi düşüncelerimi? Gerçekten de 1980 ile birlikte siyasî sistem geniş bir ta- dilattan geçti. Bir diğer deyişle, 12 Eylül ile birlikte askeri dönem geçici, askeri düzen ise kalıcı hale geldi. 12 Ey- lül askeri dönemi 1983 yılında bitti, ama 12 Eylül askeri düzeni hâlâ devam ediyor. 28 Şubat’ı “postmodern” bir darbe olarak adlandırmamıza imkân veren de 12 Eylül’de arabada yapılan bu değişiklik; sistemdeki bu tadilat, aske- ri düzendeki bu devamlılıktır. 28 Şubat ve 27 Nisan, 12 Eylül’de tadil edilen arabanın içinde yapılan müdahaleler- dir. İşte bu nedenle 28 Şubat, “teknik anlamda” bir darbe bile sayılmaz; yan koltuktaki askerin frene biraz fazla sert basmasıdır diyelim ona. Çünkü dışarıdan bakıldığında her şey normaldir. “Yasal” bir kurum olan Millî Güven-

454 Tarihin İnşâsı ve Siyaset lik Kurulu’nda, her zaman olduğu gibi bir takım kararlar alınmış ve yine her zaman olduğu gibi alınan bu kararlar uygulanmıştır; o kadar. Onun gerçek niteliğini görebil- mek için arabanın içine bakmamız, gözlerimizi aktörlerin ayaklarına çevirmemiz gerekmektedir. Aynı şey 27 Nisan için de geçerlidir: Teknik olarak, Genelkurmay’ın kendi internet sitesinde her zaman yaptığı mutat açıklamalardan birisidir 27 Nisan e-muhtırası. Her şey yolundadır ve dı- şarıdan bakıldığında arabayı direksiyondaki adam kullan- maya devam etmektedir. Arabanın içinden bakıldığında ise durum oldukça farklı cereyan etmektedir, çünkü 12 Eylül ile kurulan askeri düzen 27.Nisan.2007’de de de- vam etmekte, 27 Nisan’da da 12 Eylül’de modifiye edilen araba kullanılmaktadır. Ayışığı, Sarıkız, Balyoz vb. isimli cuntaların içindeki askerlerin unuttukları ikinci şey, bu güne kadarki tüm darbelerin sermaye ve ABD’nin destek ve/veya onayları ile gerçekleştirilmiş olduklarıdır. Oysa ne uluslararası siyasî konjonktür, ne de uluslararası kapitalizmin örgütlenmesi böyle bir hükümet darbesinden çıkar umacak düzeydedir. Darbeden bu iki kesimin de bir çıkarı olmadığı gibi, dar- be onların zararlarına olacaktır. AKP iktidarı döneminde planlanan darbelerin hayata geçirilememesinin üçüncü nedenini de TSK’nın 1960 ve 71 darbelerinden öğrendikleri oluşturmaktadır. 27 Mayıs darbesi TSK’ya, emir komuta zinciri dışında bir darbe yap- manın, o darbenin prestiji ve başarısına ne derece olumsuz yansıdığını bizzat öğretmiştir. Nitekim, 14’lerin tasfiyesi, EMİNSU gibi oluşumlar 1960 darbesini sarsmış, sarsılan darbe ilk olarak 09.Temmuz.1961 tarihindeki Anayasa re- ferandumu ile (%61,7 evet oyu) ardından da Ekim 1961 seçimlerinde aldığı yaralarla tarihe karışmıştır. Ekim 1961’de yapılan seçimlerde, kapatılan Demokrat Parti’nin

455 Mete K. Kaynar oylarına talip partilerin oyları %60’ları buluyordu. Emir komuta zinciri içerisinde gerçekleştirilmeyen bir darbenin bu kadar kolay alt edilişi ordu içinde sinirleri o denli yıp- ratmıştı ki, Türkiye Şubat 1962 ve Mayıs 1963’de yeni darbe girişimlerine sahne oldu. TSK, emekli 2 askerini idam etti. Bu, ordu için önemli bir dersti; bir darbe silsile-i me- ratip içinde gerçekleştirilmeliydi. Fakat 1971 Mayıs’ına gelindiğinde, 27 Mayıs’ın ikinci adamı Cemal Madanoğ- lu yine sahneye çıkmış; yine silsile-i meratibe muhâlif bir darbenin hazırlıkları içerisine girmişti. Bu darbeye izin verilmedi; verilemezdi de. Devleti Kurtarma Planı dev- reye girdi ve darbe, üç gün sonra, emir komuta içerisinde gerçekleştirildi. Darbeden sonra da, emir komuta zinciri dışında bir darbe planlayan askerler emekliye sevk edil- diler. Manzara bugünü hatırlatıyor mu? Bence evet. Bu çer- çeveden bakınca, darbe planları sebebiyle kendi personeli tutuklanırken şimdiki Genelkurmay Başkanı’nın -zeva- hiri kurtarma kabilindeki çıkışları hariç- sesini çıkarma- ması hiçte şaşırtıcı görünmüyor. Balyoz darbe planı bir 9 Mart’tır. Gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel TSK’nın kendisidir. Ayşığı, gerçekleştirilmesi imkânsız bir darbedir. Çünkü arkasında 12 Eylül öncesinde olduğu gibi mevcut hükümeti gazete ilanları açıktan eleştiren bir TÜSİAD yoktur. Sarıkız bir hayaldir; halkta infial uyan- dırmak için depolanan silahlar, cami bombalamalar falan başarısızlığa mahkûm girişimlerdir. Çünkü, bu tür terör olaylarının darbeye zemin hazırlaması için yeni bir Ök- keş Kenger bulmak kolay, ama yeni bir Alexander Peck bulmak oldukça zordur. Çünkü o olmadan darbeye zemin yaratacak bir terör ortamı yaratmanın imkânı yoktur.

456 Tarihin İnşâsı ve Siyaset +AYNAR´ÍNØ9AZÍSÍNAØ$AIRØ9ORUMØ

Mete Kaynar’ın 12 Mart günü Görüş sayfasında yayın- lanan yazısı, AKP ve ordu içinde darbe planladığı iddiâ edilen kesim arasındaki gerilimi iyi biçimde özetlemiş. Mete Kaynar’ın 12 Mart günü Görüş sayfasında yayınla- nan yazısı, AKP ve ordu içinde darbe planladığı iddiâ edi- len kesim arasındaki gerilimi iyi biçimde özetlemiş. Ne var ki, bu yazıda ifâde edilenlere bazı eleştiriler ya da ekle- meler yapmak da gerekmektedir. Toplumsal olaylar, kurumlar hakkında bir analiz ya- pılırken tarihsel perspektifi ıskalamak, yapılan analizin geçerliliğini oldukça düşürür (Kaynar’ın yazısında böyle bir perspektif eksikliğinin olduğunu kesinlikle iddiâ et- miyoruz). Bu durum, seçimle iktidara gelebilecek kadar kitleselleşebilmiş partiler için yapılan analiz konusunda özellikle geçerlidir. Çünkü kitleselleşerek iktidara gelmiş siyasî partiler -örneğin AKP- çok farklı eğilimleri içinde barındıran, bu eğilimler arasında denge kurmaya çalışan ve çoğunlukla ideolojik anlamda tutarsız olan partilerdir. AKP de 2005 yılına kadar, İslam’i gelenekten gelmiş ol- masına rağmen farklı eğilimleri çıkar odaklı birleştirmiş bir parti görünümü vermekteydi. Çıkar ortaklığı, küre- sel sermayeye entegrasyon ve bu entegrasyonun yaratacağı pastayı paylaşma etrafında şekillenmişti. Bu nedenle par- tinin birleştirici unsuru ideolojiden çok çıkar ortaklığıy- dı (Ki hâlâ öyle). Parti genel merkezinde bile birbiriyle kanlı bıçaklı olan kişi ve grupların bulunduğu; iktidara sahip olmanın yarattığı pasta nedeniyle bunların açık açık birbirine girmediğine dair bilgiler dışarıya kadar taşmış durumda olması bu tezi desteklemektedir. Şimdi bu ön girişten hareketle, AKP’nin ne mutlak dar- be karşıtı, ne mutlak İslamcı, ne mutlak milliyetçi, ne de

457 Mete K. Kaynar Kürt sorununu çözmek isteyen veya istemeyen bir parti olduğunu söylemek gerekmektedir. Yani AKP aynı anda hem bunların hepsidir, hem de bu eğilimler birbiriyle ça- tıştığından aslında hiçbiridir. AKP pragmatist bir parti olarak gündelik politikaların ihtiyaçları doğrultusunda manevralar yapmış ve bu manevralar, süreç içinde partinin kimlik kodlarını belirginleştirmesine hizmet etmiştir. Kaynar’ın ifâde ettiği, “Ordu içinde darbe planlayan- lar 2000’lerde darbe yapmak imkânsızlaştığından başarılı olamamışlardı” ya da “ABD’nin arkasında olmadığı bir darbenin başarı şansı yoktur.” şeklindeki argümanların çok da doğru olmadığını düşünmekteyim. İkinci önerme- den başlarsak, Türkiye’de, yirminci yüzyılın ikinci yarı- sındaki ordu tarihine bakanlar, ordu içinde ABD karşıtı, sol eğilimli darbe girişimlerinin olduğunu ve bazısının başarıya ulaşmasına ramak kaldığını görürler. En son 2a- dikal gazetesinin 12.Mart.2010 tarihli İnternet sayfasında Vatan gazetesinden alıntılanan “İngiliz Gizli Arşivlerinde 12 Mart” başlıklı haberde görüldüğü gibi 12 Mart dar- besinden hemen önce Genelkurmay’daki bir toplantıya izinsiz giren silahlı bir albayın Genelkurmay Başkanı’nın önüne, altında bir çok subay ve generalin imzasının oldu- ğu bir bildiriyi koyduğu, zor durumda kalan başkanın, bir kuvvet komutanının aniden davranıp albayı öldürmesiyle kurtulduğu yazılmaktadır. 12 Mart darbesi, Amerikancı bir darbe olduğuna ve bu darbede bir çok subay tasfiye edildiğine göre, öldürülen albayın sözcülüğünü yaptı- ğı ve başarıya ramak kalan darbe girişimin ABD karşıtı bir darbe olduğunu düşünmemizin önünde bir engel yok. Aynı şekilde, Türkiye’ye benzer klasmanlarda olan bazı ülkelerde ABD karşıtı askeri darbeler başarıya ulaşmıştır: Örneğin Suriye’de Hafız Esad’ı, Mısır’da Nasır’ı iktidara taşıyan darbeler ABD karşıtıydı.

458 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Günümüzde darbenin olamayacağı argümanı da sorun- lu. Örneğin 2000’lerin başında, Chavez’i iktidardan dü- şürmek için bir darbe yapılmıştı ve az daha başarıya ula- şıyordu; hâli hazırda, geçen yıl yapılmış ve başarılı olan Honduras’taki darbe var. Bu nedenle, Türkiye’de darbe planlayanların hesap ha- tası içinde olduğunu söylemek oldukça yanıltıcıdır. Çün- kü, AKP’nin sekiz yıllık iktidarı, orduyla etkileşimi ve partinin yaşadığı dönüşümler analiz edildiğinde aslında darbe planlayanların hiç de başarısız olmadıkları ve par- ti politikaları üzerinde önemli dönüşümlere yol açtıkları görülebilir. Pragmatist bir parti olan AKP iktidara gelir gelmez bir kaç hedef belirlemişti. Bunlar: a) Avrupa Birliği’ne girmek; b) Türkiye’nin küresel sermayeye tam entegras- yonu c) Bu entegrasyonun önünde sorunlar çıkaran Kürt sorunu, Ermeni sorunu ve Kıbrıs sorununun çözümü. AKP, 2005 yılına kadar, İslamcıların gönlünü hoş tutacak uygulamalar yapmış olsa da, kamu kurumlarında kadro- laşmak için yoğun bir çaba içinde olsa da, bu üç etmenin çözümü için ‘samimi’ şekilde çalıştı. Ama önceden söy- lediğimiz gibi, AKP’nin net ideolojisi olmadığı gibi, bu sorunları halletmek için net yol haritaları da yoktu. Yol haritasının olmadığını bugün Kürt sorunu ve Ermeni sorununu ellerine yüzlerine bulaştırmalarından daha iyi anlıyoruz. İktidara geldikleri andan itibaren el yordamıy- la, deneme yanılmayla hareket ettiler ve karşılarına ciddi engel çıktığında, iktidarda kalmak adına manevra yaptı- lar, bazen de hedeflerinden taviz verdiler. Evet, 2005 yı- lına kadar hedefleri çözmede samimiydiler. Ta ki 2005 21 Mart Newroz’una kadar. Hatırlarsınız, 21.Mart.2005 Newroz’unda bayrak provokasyonu gerçekleşmiş; birkaç gazete hariç bütün medya, tek bir yerden düğmeye basıl- mış gibi bayrak meselesini ana gündem meselesi hâline

459 Mete K. Kaynar getirmişlerdi. Takiben, Genelkurmay Başkanı, sert bir açıklama yaparak bayrak olayını eleştirmiş; ve buradan bir milliyetçi dalga yaratılmıştı. Şansa bakın ki, yakın tarih- lerde ateşkes ilan etmiş olan PKK ateşkesi bozarak tekrar silahlı çatışmaya başlamıştı. Hem ordunun yarattığı mil- liyetçi dalga hem de PKK eylemleri arasında zor durumda kalan AKP dümen kırarak sistemin liberalizasyonu ve AB hedefinden taviz vererek bu milliyetçi dalgadan milliyet- çiliğe dümen çevirerek kurtulmuştu. AKP’nin ordu tarafından ikinci sıkıştırılma hamlesi, 2007’de ordunun Kuzey Irak’a düzenlediği operasyon sü- recinde olmuştu. Aslında hiç bir sonuç alınmayacağı belli olan, ve yoğun milliyetçi histeriyle hayata geçirilen ope- rasyonun amacının AKP ile Kürtleri karşı karşıya getir- mek olduğu şimdi daha iyi anlaşılmaktadır. Çünkü ope- rasyon kısa sürdüğü için ordu sonradan eleştirilmiş, ordu tarafından kullanılmaya çok müsait olan medya, bu şaşalı ama küçük operasyonu, CNN’in Körfez Savaşı’ndaki ya- yınlarından ilham alarak, bir uçaktan bir barakaya atılan füze görüntüsünü operasyonun tek görsel malzemesi ola- rak günlerce bize sunmuştu. AKP bu Kuzey Irak operas- yonu doğrultusundaki sıkıştırmadan yine milliyetçi dal- gaya dümen kırarak ve yelkenlerini rüzgarın geldiği yöne çevirerek; yani operasyona dair yasayı meclisten geçirerek atlattı. Üçüncü sıkıştırma hamlesi malum, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde oldu. AKP, belki de ilk defa, tam net olmasa da orduya karşı açıktan tutum aldı. Ordu muhtırası yayın- landığı zaman AKP ivedilikle bir karşı bildiri hazırlamış, rivayete göre bildiriyi basına sunma teklifi ilkin, zama- nın hükümet sözcüsü olan Abdullatif Şener’e sunulmuş ve kendisi reddettiği için, tarihin bir cilvesi olarak bildiriyi Cemil Çiçek okumuştu. Ve yine rivayete göre, Şener’in partiden tasfiyesinin sebebi, orduya karşı olan bu bildi- riyi sahiplenmemesiydi. Ama bu süreçte AKP’nin tavrı

460 Tarihin İnşâsı ve Siyaset orduya karşı yine tavizkar olmuş, kapılar ardında yapılan görüşmelerde Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanı adayı ola- rak önerilmeyeceği konusunda orduya teminat verilmiştir. Ancak bir tür Cumhurbaşkanlığı referandumuna dönü- şen 2007 seçimlerinde AKP beklediğinin üzerinde bir oy alınca, Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’na aday olarak gösterilmesinin önü tekrar açılmıştı. Dolayısıyla AKP bütün bu badireleri atlatırken ken- dinden de çok taviz verdi ve geçmişten getirdiği farklı eğilimleri birleştirme potansiyelini giderek kaybetmeye başladı. Örneğin AKP kendi içinde Dengir Mir Mehmet Fırat ve Cemil Çiçek-Vecdi Gönül’de simgeleşen iki farklı eğilimi birleştirmişti. Bunlar: DTP dışındaki Kürt kesi- minin önemli bir kısmı ve devletin statükocu eğilimleri. Ordunun dayatmaları ve AKP’nin bu dayatmalar doğrul- tusundaki manevraları, Dengir Mir Mehmet Fırat’ın genel başkan yardımcılığından alınması ve parti içinde statüko- cu eğilimin partiye hakim olmasını sağlamıştı. İşte bütün bu verilerden hareketle, ordu içinde darbe planlayan -ya da planladığı söylenen- subayların başarısız olduğunu düşünmek yanıltıcıdır. Öyle ki, şimdiden geç- mişe bakıldığında, AKP’ye yakın olduğu söylenen Hilmi Özkök’e; ya da AKP’nin 2007’deki oy artışına gizli katkı sunduğu söylenen Yaşar Büyükanıt’a AKP’yi sıkıştıracak girişimler yaptırabilecek bir güce sahiplerdi. Ve eğer AKP bu sıkıştırma hamlelerine karşı manevra yapıp hamlenin suyuna gitmeseydi muhtemelen Refah Partisi’nin başına gelen onun da başına gelecekti. 2007 seçimlerinden sonra AKP’nin elini darbe girişimine karşı güçlendiren şeyler- den biri ABD desteği olabilir ama daha önemlisi, yüksek oranla seçimi kazanmasıdır. Çünkü hiç bir ordu, gücünün zirvesinde olan bir iktidara karşı çıkmayı kolay kolay göze almaz. Türkiye’de bugüne kadar yapılmış darbeler ince- lendiğinde, bu darbelerin her daim, itibarı erimekte olan

461 Mete K. Kaynar iktidarlara karşı yapıldıkları görülür. Darbe girişiminin başarılı olduğunun diğer bir gös- tergesi, AKP’nin Kürt oylarının süreç içinde azalması ve yerel seçimlerde Doğu’yla Güneydoğu’daki bazı önem- li belediyeleri kaybetmesidir. Tabîî burada Kürt siyaseti ile ordunun gizlice birbirini desteklediğini söylemiyoruz. Ancak, 2005 Newroz’undan başlayarak, Eğitim Sen’in anadilde eğitim konusunda tüzüğünü değiştirmesine dair işleyen süreç ve Kuzey Irak operasyonuna kadar gelişen süreçler AKP’nin milliyetçiliğe daha fazla kaymasına se- bep olmuş; bu da onun Kürt kesimdeki itibarının zede- lenmesine yol açmıştır. Bir yandan Kürtleri idare edeyim, öte yandan Türk milliyetçilerini idare edeyim derken as- lında ikisine de tam olarak yaranamamış milliyetçiliğin yoğun olduğu Ege’deki bazı belediyeleri de kaybetmiştir. AKP’nin farklı eğilimleri birleştirme politikası, gündelik politikaların duvarlarına çarptıkça, kendi özü olan İslam’i siyasete daha fazla kaymıştır. 2009’da kurulan yeni kabi- ne, bu kendine dönüşün verisini bize fazlasıyla vermektedir. Son bir-iki yıldır yaşanan süreç budur ve gelecekte de bu yönelim devam edecek gibi gözükmektedir. Kendi özüne dönüş, aynı zamanda, oy oranı olarak da kendine dönüştür ve AKP’ye oy veren İslam’i siyasetin dışındakilerin başka yönelimler içine gireceklerini tahmin etmek hiç de zor de- ğil.

%LEÞTIRILEREØ#EVAPLARØ Yücel Karadaş’ın, 16.Mart.2010 tarihinde yine bu say- falarda yayınlanan yazısı ile ilgili görüşlerimi açıklamak, Karadaş’ın benim 12.Mart.2010 tarihinde yayınlanan yazı- ma ilişkin bazı eleştirilerini yanıtlamak ve bazı katkılarda istiyorum.

462 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Yazıya geçmeden önce birkaç noktanın altını çizmekte fayda görüyorum. Gazete sütunlarında yazarlar arası eleş- tirinin “laf sokma” ve üstü kapalı küfürleşme düzeyini nadiren aştığı ülkemiz medyasında, Karadaş’ın yazısını keyifle okuduğumu belirtmek istiyorum. Aynı üslupla ce- vaplamayı deneyeceğim. 1- Karadaş, yazısına “Toplumsal olaylar…hakkında bir ana- liz yapılırken tarihsel perspektifi ıskalama”nın “yapılan analizin geçerliliğini” tehlikeye düşürdüğü tespitiyle başlamış, ki çok haklı. Yazarın AKP ile ilgili tespitle- rine de geniş oranda katıldığımı belirtmeliyim. Gerçek- ten, yazarın da belirttiği gibi, “…kitleselleşerek iktidara gelmiş siyasî partiler…çok farklı eğilimleri içinde ba- rındıran, bu eğilimler arasında denge kurmaya çalışan ve çoğunlukla ideolojik anlamda tutarsız olan partilerdir.” Yazara katkı olması açısından belirtmek gerekirse, sade- ce AKP değil, DP ve ANAP da bu tanıma uymaktadırlar ki bu partiler de -özellikle ANAP- en son analizde, birer “çıkar federasyonları” görümündedirler. Benim tam ola- rak anlayamadığım konu, yazarın eleştirilerine neden bu tespitle başladığıdır. Çünkü, benim yazımda bunun aksi- ni iddiâ eden herhangi bir husus yer almıyor. Eğer buna, yazımda yer alan “AKP ve İslamcı kesim” ifâdesi yol aç- tıysa, bunun bir yanlış anla(ş)ma olduğu kanâatindeyim: AKP elbette İslamcı bir parti değil, içinde birçok unsu- run yer aldığı bir çıkar birlikteliğidir; ama bu, AKP’nin içinde İslamcıların da olduğu gerçeğini değiştirmeyece- ği gibi, “AKP veØİslamcı kesim” ibaresinden de zâten, AKP’nin sadece İslamcı olduğunu söylemek istediğim yorumu çıkartılamaz. 2- Karadaş, benim, 1980’den sonra bir daha 1960-71-80 benzeri bir darbe olamayacağı şeklindeki görüşlerimi, 1980’den sonra bir daha darbe olamayacağını düşün-

463 Mete K. Kaynar düğüm şeklinde yorumlamıştır ki bunun da büyük bir hata olduğu kanâatindeyim. Şoför okullarındaki araba benzetmemi burada tekrarlamaya yerim olmadığı için, Evrensel’in 12 Mart tarihli sayısını referans vermekle ye- tineceğim. 1980’den sonra, 1980’de dahil, o tarihe ka- dar ki darbelere benzeyen bir darbe olmayacağı iddiâmın hâlâ arkasındayım. Çünkü 1980 darbesinden sonra tesis edilen askeri düzenin halen devam etmekte olduğunu düşünüyorum. Bir daha böylesi bir darbe olmayacaktır. Hayır, ülke demokratikleştiği için vb. değil; 1980’den bu yana, zâten, bir askeri düzen içerisinde yaşamakta olduğumuz için. Hiç kuşkusuz, benimki bir iddiâ, bir değerlendirme. Belki tam da ben bu satırları yazarken, benim düşündüğümün aksine, birileri tanklara “ilerle” komutu veriyordur. Nitekim, tarih istisnalarla ve yanlış- lanan iddiâlarla dolu. Lakin bu durum bizi, siyasî olaylar ile ilgili değerlendirmelerde bulunmaya, genellemeler yapmaya çalışmaktan da alıkoymamalı. Bilim de bu de- ğil mi? 3- Karadaş’ın bir diğer eleştirisi ise benim, ABD’nin arka- sında durmadığı bir darbenin olamayacağını iddiâ ettim düşüncesi. Oysa, böyle bir ifâde de benim yazımda ke- sinlikle yer almıyor. Karadaş’ın eleştirilerine hedef olan cümlelerimi aynen buraya taşımak istiyorum: Ayışığı, Sarıkız, Balyoz vb. isimli cuntaların içindeki askerlerin unuttukları ikinci şey, bu güne kadarki tüm darbelerin sermaye ve ABD’nin destek ve/veya onayları ile gerçekleştirilmiş olduklarıdır. Oysa ne uluslararası siyasi konjonktür, ne de uluslararası kapitalizmin örgütlenmesi böyle bir hükümet darbesinden çıkar umacak düzeydedir. Darbeden bu iki kesimin de bir çıkarı olmadığı gibi, dar- be onların zararlarına olacaktır. Birinci olarak, benim tespitim, bugüne kadar Türkiye’de 464 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ABD ve sermaye desteğini kerhen de olsa arkasına al- mamış bir darbenin “gerçekleştirilmediği” yönündedir. Karadaş’ın eleştirisi ise “gerçekleştirilemeyeceğini” iddiâ ettiğim yönünde. Sanırım bu ayrıntı Karadağ’ın dikkatin- den kaçtı: Ben olmadığını söylüyorum, Karadaş olamaya- cağını söylediğimi. Oysa, gerçekten de Türkiye’de bugü- ne kadar gerçekleştirilmiş tüm darbeler ABD ve sermaye onaylıdır. Karadaş aynı konuda, 9 Mart darbe girişimini örnek vererek eleştirilerine deliller getirmeye çalışmakta. Oysa, yazarın da 12 Mart tarihli Radikal gazetesine referansla bahsettiği olay, yazarı değil benim düşüncelerimi haklı çı- karmaktadır. Şöyle ki, Karadaş yazısında şu ifâdelere yer veriyor: 12 Mart darbesi, Amerikancı bir darbe olduğuna ve bu darbede bir çok subay tasfiye edildiğine göre, öldürülen albayın sözcülüğünü yaptığı ve başarıya ramak kalan dar- be girişimin ABD karşıtı bir darbe olduğunu düşünmemi- zin önünde bir engel yok. Yazarın haklı olduğu üç nokta var: Birincisi, 9 Mart’ın Amerikan karşıtı olduğu; ikincisi, 12 Mart’ın Amerikan- cı olduğu; üçüncüsü 9 Mart darbesinin gerçekleştirilme- sine ramak kaldığı. İşte tam da Türkiye’de sermaye ve ABD’nin desteğine mahzar olmayan bir darbenin gerçek- leşemeyeceğini söylerken de bunu dile getirmek istiyor- dum yazımda. Ben, Türkiye’de ABD karşıtı darbe “planla- namaz” iddiâsında değilim ki. Elbette planlanır. Ancak bu darbenin başarılmasına -yazarın ifâdesi ile- “ramak kala” Devleti Kurtarma Planı devreye girer ve ABD yanlısı bir darbe olur diyorum ben. Nitekim, yazımda, bugün birbiri ardına deşifre olan darbe planlarını da şu cümlelerle analiz etmeye çalışıyorum: Manzara bugünü hatırlatıyor mu? Bence evet. Bu çer-

465 Mete K. Kaynar çeveden bakınca, darbe planları sebebiyle kendi personeli tutuklanırken şimdiki Genelkurmay Başkanı’nın -zeva- hiri kurtarma kabilindeki çıkışları hariç- sesini çıkarma- ması hiçte şaşırtıcı görünmüyor. Balyoz darbe planı bir 9 Mart’tır. Gerçekleşmesinin önündeki en büyük engel TSK’nın kendisidir. 4- Karadaş, yazısında, dünyadaki ABD karşıtı darbelerden güzel örnekler veriyor ve günümüze ilişkin çıkarsama- larda bulunarak şöyle diyor: Günümüzde darbenin olamayacağı argümanı da sorun- lu. Örneğin 2000’lerin başında, Chavez’i iktidardan dü- şürmek için bir darbe yapılmıştı ve az daha başarıya ula- şıyordu; hâli hazırda, geçen yıl yapılmış ve başarılı olan Honduras’taki darbe var. Örneklerin her biri doğrudur; çıkarsamalarına da ka- tılabilirim. Ancak, benim söz konusu yazım “Dünyada Darbeler ve ABD” başlığını taşımadığı gibi, bu yönde herhangi bir değerlendirme de içermiyor. Tamamen Tür- kiye bağlamında yazılmış bir yazı. Ben, 1980’den sonra Türkiye’de, 1960-80 periyodundakine benzer bir darbe- nin yolunun kapandığı düşüncesindeyim (çünkü askeri düzen hâlâ devam ediyor) Karadaş’ın iddiâ ettiği gibi “gü- nümüzde darbenin olamayacağı” gibi bir düşünceye sahip değilim: Denizde yüzerken (askeri düzen) ayrıca duş (dar- be) alabilir misiniz? Sayın Yücel Karadaş’a Türkiye’de darbeler ile ilgili ola- rak tekrar düşünmeme vesile olduğu için çok teşekkür ederim. Bir öngörümün haksız çıkmasını ve bunun ileri- de bir zamanlarda yine Sayın Karadaş tarafından yüzüme vurulmasını çok arzu ederim: Umarım, 1980 ile birlikte kalıcı hale gelen bu askeri düzen bir gün sona erer ve ben haksız çıkarım.

466 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Türkiye’de militarist kültürü tartışmadan, askeri dar- beleri tartışmak mümkün görünmüyor. Hattâ, bir adım daha ileri giderek, şu yargıyı da paylaşmak istiyorum siz- lerle: Türkiye’de askeri darbeleri mümkün kılan şey, son analizde, Türkiye’deki derin militarist kültürün kendi- sidir. Bu militarist kültürdür ki farklı darbelere taraftar olacak farklı potansiyel kitleleri bulmayı mümkün kılıyor. Bu nedenle de Türkiye’de, bir yandan 27 Mayıs’ı devrim olarak tanımlarken, 12 Mart ve 12 Eylül’ü gariz küfürlerle anan, ama aynı zamanda da -ne hikmetse- 28 Şubatı da olumlu bulan gruplar, diğer yandan ise 27 Mayıs’ı darbe olarak nitelendirmesine rağmen, 12 Mart ve 12 Eylül’ü ülkemizi kızıl tehlikeden korumaya çalıştıkları için olum- layan farklı gruplar var olabiliyor. Farklı kelimelerle tek- rar etmek gerekirse, Türkiye’deki militarist kültür, olası her bir darbeyi destekleyecek potansiyel bir kitleyi bera- berinde getirmekte; bu militarist kültür toplum içerisin- de, bir darbeye sadece “bir darbe” olduğu için karşı çıkma reflekslerinin ortadan kalkmasına yol açmaktadır. Mevcut militarist kültür, aynı zamanda, Türk Ceza Kanunu’nun 318. maddesi ile iyice eleştirilemez hale gelmekte; milita- rizmin toplumsal dokulara tartışmasız bir şekilde yerleş- mesine ve Gramsci’nin kelimeleriyle konuşmak gerekirse, toplumdaki bu kültürel pratik ve söylemler bütününün mevcut hegemonyanın en kült unsurlarından biri hâline gelmesine yol açmaktadır. Militarizmin hâkim siyasî dil olduğu yerde ise demokrasi imkânından bahsetmek dahi mümkün görünmemektedir. Baştan başlayarak ve yukarıdaki iddiâyı kendi içerisinde parçalara ayrılarak devam etmek istiyorum. Birinci olarak evet, “4ürkiye’de askeri darbeleri mümkün kılan şey, son analizde, Türkiye’deki derin militarist kültürdür.” Elbette her bir darbe için farklı nedenler ileri sürmek mümkün-

467 Mete K. Kaynar dür; Türkiye’deki darbelerin her biri farklı konjüktürlerde ve farklı dinamiklerde gerçekleştirilmişlerdir. 27 Mayıs’ı 28 Şubat’la aynı düzlemde tartışmak elbette abestir; tıp- kı 12 Mart’ı 12 Eylül ile aynı kefeye koymak gibi. Lakin şurası da bir gerçektir ki militarist kültür, her biri farklı dinamik ve konjüktürlerde gerçekleşseler bile, örneğin 27 Mayıs darbesinden bir devrim çıkarmaya çalışan profesör- ler ile 28 Şubat’a destek çıkan alkışlayan gazeteci/yazarları bir arada ele almamızı kolaylaştırmaktadır: Diğer bir ifâde ile militarist kültürün, İhtilalin Manıtığı’nı yazan Şevket Şüreyya ile 28 Şubat’ı Neden Destekledim başlıklı ma- kaleyi yazan Ertuğrul Özkök arasında bir fay hattı teşkil ettiğini kabul etmemiz gerekmiyor mu? İyi ve meşrû bir darbenin olabileceğini kabul etmek için, darbeden bir dev- rim çıkabileceğini savunmak ve darbeye “ihtilal/devrim” adının takabilecek kadar körleşebilmek için ya da Yalçın Küçük gibi kendisini gururla “orducu sosyalist” olarak tanımlayabilmek için gerekli meşrûlaştırıcı, gerekli hare- ket noktası militarist kültür değil midir? “Ordu gençlik el ele” sloganı atabilecek, kendini orducu sosyalist olarak tanımlayabilecek, ya da mesela askeri birimlerin önünde Atatürkçülük konusunda bir konuşma yaptığında -Celal Şengür- konuşmasını topuk selamı ile bitirebilecek bir erişkinin küçüklüğünden bu yana militarizmin sembolle- ri ve söylemleri ile harış neşir olduğunu düşünmemize ne engel olabilir ki? Belki yazıya militarizmi tanımlayarak başlamak gere- kiyordu; bu işi de hemen yapıverelim. Bir kere çok ge- niş bir kavram militarizm. “Her Türk asker doğar”dan, “benim oğlum büyüyecek asker olacak”a; “en büyük asker bizim asker”den “askere giden gençlere kına yakılması”na; “askere gidemeyenin erkek olmaması”ndan -tam da bu nedenle herhalde- askere gitmeyene “kız verilmemesi-

468 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ne”; “ordu gençlik el ele” sloganından, “at, avrat silah” üçlemesine; “ordu göreve” çağrılarına, “oyuncak olarak kızlara bebek, oğlanlara silah alınmasına”, “Türkler asker millettir” önkabulüne kadar oldukça geniş bir pratiğe sa- hip, Türk siyasî kültüründe militarizm. Belirtmek gere- kiyor ki militarizm, askeriyeden, ordudan, Türk Silahlı Kuvvetleri’nden doğan, sadece ondan kaynaklanan bir şey de değil; ama TSK’nın da savunduğu, desteklediği, yeni- den ürettiği bir şey. Özetle kökleri siyasî ya da bürokratik olmaktan çok sosyolojik olan, ama siyasî sistemde aktif ak- törler tarafından da sürekli olarak yeniden üretilerek kul- lanıma sunulan bir şey, bir hegemonik söylem; hiç kuşku- suz işlevsel de bir araç. Militarizmin Türk kültürüne ve siyasî sistemdeki ak- törlerin söylem ve eylemlerine nüfuz etmesi nedeniyle de -artık- militarizmi karşısına almış, militarizmi siyasî gra- merinden dışlamış bir “darbe karşıtlığı”nın siyasî dilimize tamamen hakim olmasının imkânları da ortadan kalkmak üzeredir. Artık darbe karşıtlığı yok “12 Eylül karşıtlığı” vardır; darbe karşıtlığı yok, “27 Mayıs karşıtlığı” vardır. Artık bir yandan 12 Eylül’e karşı çıkıp, 27 Mayıs’ı sahip- lenmek” ya da “27 Mayıs’a karşı çıkıp, 12 Mart’ı sahip- lenmek” hiçte ilginç bir şey değildir. Böylesi bir tezadı, tezat olmaktan çıkararak, onu vakayı adiye hâline getiren ise işte tamda genelde kültüre, özelde ise siyasî kültüre mündemiç militarist dilimizdir. Militarizmin batağına bulanmış bir kişi için “12 Eylül bana karşı yapıldığı için kötüdür; 28 Şubat ise düşmanıma karşı yapıldığı için iyi- dir.” ya da tam tersine “Ülkemizi komünizm belasından koruyan 12 Eylül iyidir ama peşi sıra başörtülü kızları üniversitelerden atan ve imam hatipleri kapatan 28 Şubat kötüdür.” Oysa darbelerle hesaplaşmaya çalışan birisi için kötü olan darbe ve onun da beslendiği militarizmdir. Mi-

469 Mete K. Kaynar litarizmle, onun dili ve en önemlisi de sosyo politik ritü- elleriyle hesaplaşmadan da darbeyle hesaplaşılmaz; onun- la hesaplaşılmadan ise asla ve kat’a demokrat olunamaz.

Son olarak, yine evet. Bu militarist kültür, Türk Ceza Kanunu’nun 318. maddesi ile iyice eleştirilemez hale gel- mekte; bu yasal korunak, militarizmin toplumsal dokulara tartışmasız bir şekilde yerleşmesine ve Gramsci’nin keli- meleriyle konuşmak gerekirse, militarist kültürün mevcut hegemonyanın en kült unsurlarından biri hâline gelmesi- ne yol açmaktadır. TCK’nın 318 maddesi şu şekildedir: ± Ø(ALKÍ ØASKERLIKØHIZMETINDENØSOÝUTACAKØETKINLIK TEØTEàVIKØVEYAØTELKINDEØBULUNANLARAØVEYAØPROPAGAN DAØYAPANLARAØALTÍØAYDANØIKIØYÍLAØKADARØHAPISØCEZASÍØ VERILIRØ Ø&IIL ØBASÍNØVEØYAYÍNØYOLUØILEØIàLENIRSEØCEZAØ YARÍSÍØORANÍNDAØARTÍRÍLÍR” Bu yazı TCK’nın yukarıdaki hükümleri içerisine girer mi? Neden olmasın! “halkın askerlik hizmetinden soğu- tulması”, “telkin”, “teşvik” ve “propaganda” kavramları öylesine muğlak, öylesine girdiği kabın şeklini alan, öy- lesine elinde tutana göre şekil kazanan kavramlar ki, değil bu yazı, Erzurum/Şenkaya yöresine ait “Kız ben sana de- medim mi karşıki dağlar cenderme, yarim küçük maluma- ta gönderme, siyah zülfün ince bele indirme” türküsünün sözleri için bile böylesi bir dava açılabilir. Oysa demok- ratikleşme ancak militarizme cephe almakla başlayabilir. Şiddete karşı çıkmak, sadece ve sadece militarizmin dilini reddetmekten geçer. Böylesi muğlak bir ortamda hepimiz bir vantrilog, kar- nından konuşan adam rolü oynamak zorunda kalmıyor muyuz? Demokrasi ihtimâli mi? Darbelerin, onları bazen iyi bazen kötü kılabilen militarist kültürün ve tüm bun- ları sarıp sarmalayan hukuksal çerçevenin tartışılmasının

470 Tarihin İnşâsı ve Siyaset önü açılmadan bu mümkün görünmüyor bile. Artık böy- lesi bir ortamda ya PKK’lısınızdır ya da TSK yanlısı (ama sonuçta her iki ihtimâlle de militarist bir dil kurmalısınız- dır: “Şehit” ya da “gerilla” gibi). Peki, mesela, böylesi bir ortamda KESK ve Eğitim-Sen’e yönelik göz altılara karşı çıkmak mümkün görünüyor mu size? Bence asla. Bitirirken şunu söylemek istiyorum: Keşke her Türk şair doğsa, şiir yazamayana kız verilmese; ya da ne bileyim her Türk, âlim doğsa; biz hep sadece bu yalana inansak. Keşke “orducu sosyalistler” değil sadece “Ordulu sosya- listler” olsa Türkiye’de; keşke… “Güneşli güzel günler görmek için yola çıkanlar hiç tutuklanmasa…

471

Tarihin İnşâsı ve Siyaset

+!9.!+a!

ACAROĞLU, Tevfik.(1981), !lÍKLAMALÍØ !TAT~RKØ +AYNAKlASÍ, Cilt I, II, Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları. ADIVAR, Hâlide Edip.(1962), 4~RK~NØ!TEàLEØÞMTIHANÍ Øİstanbul: Çan Yayınları. ADIVAR, Hâlide Edip.(1963), $AÝAØaÍKANØ+URT, İstanbul: Remzi Yayınevi. ADIVAR, Hâlide Edip.(2006), !TEàTENØ 'yMLEK, İstanbul: Özgür Yayınları. ADORNO, Thedor, Max HORKHEİMER. (1996), “Kültür Sanayi” !YDÍNLANMANÍNØ$IYALEKTIÝIØ&ELSEFIØ&RAGMANLAR , İstanbul: Kabalcı Yayınevi. AĞCA, Hüseyin.(2003), “Atatürk’ün Büyük .UTUK’unda Geçen Millî Kimlikle İlgili Kavram, Terim ve Söz Gruplarının Analizi”, 9ETMIàBEàINCIØ 9ÍLÍNDAØ .UTUK´UØ !NLAYARAKØ /KUMAKØ "ILGIØ ßyLENI, 17-18.Ekim.2003, Ankara Bildiriler, Yayına Haz: Dur- sun Ayan-M. Alper Parlak, Ankara, 106-110. AHMAD, Feroz.(1996), ÞTTIHATlÍLÍKTAN +EMALIZME (Çev.: Fatma- gül Berktay Baltalı), 3. Baskı, İstanbul: Kaynak Yayınları. AKAL, Cemal Bali.(2000), İktidarın Üç Yüzü, Ankara: Dost Yayın- ları. AKAL, Emel. (2007), “Rusya’da 1917 Şubat ve Ekim Devrimleri- nin Türkiye’ye Etkileri/Yansımaları” -ODERNØ4~RKIYE´DEØ3IYASIØ $~à~NCE 3OL, Cilt: 8, İstanbul: İletişim Yayınları, s.114-193. AKALIN, Selçuk. (2005), “Türkiye’de Devlet Kapitalizmi Uygula- masının İlk Yıllarında Tarım Burjuvazisinin Durumu” -ARMA RAØeNIVERSITESIØÞÞ"&Ø$ERGISI, Cilt:20, Sayı:1, s. 1-18. 473 AKÇAKAYALIOĞLU, Cihat.(1988), “Nutuk Nasıl İncelenmeli- Nasıl Tanıtılmalı ve Öğretilmelidir?” !TAT~RKØ !RAàTÍRMAØ -ERKEZIØ$ERGISI, Cilt V, Sayı 13. AKÇAKOCA, Mehmet. (1992), “Mahmud Şevket Paşa’nın Osmanlı Teşkilât ve Kıyâfet-i Askeriyesi Adlı Eserinin III. Cildi Tenkitli Metin Eseri” Mimar Sinan Üniversitesi, Sosyal Bilimer Enstitüsü Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. AKDERE, İlhan-KARADENİZ, Zeynep.(1994), 4~RKIYEØ3OLUNUNØ %LEàTIRELØ4ARIHIØ  Øİstanbul: Evrensel Basım Yayın. AKILLIOĞLU, Tekin.(1995), ÞNSANØ (AKLARÍ Ø +AVRAMLAR Ø +AY NAKLARØ VEØ +ORUMAØ 3ISTEMLERI Ankara: A. Ü. İnsan Hakları Merkezi Yayınları. AKIN, Erkan.(1990), “Kemalizm, Laiklik, Halkçılık ve Demokrasi” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~, Kış, 13:71-81. AKŞİN Sina. (1994 Ø"IRØßERIATlÍØ!YAKLANMAØØ-ARTØ/LAYÍ, An- kara: İmge Yayınları. AKŞİN Sina. (2002), “Siyasî Tarih (1908-1980)”, 4~RKIYEØ4ARIHIØØ aAÝDAàØ4~RKIYEØ , (Der: Sina Akşin), İstanbul: Cem Yayınevi. AKŞİN, Sina, (1987), *yNØ4~RKLERØVEØÞTTIHATØVEØ4ERAKKI, İstanbul: Remzi Kitabevi. AKŞİN, Sina.(1971), 31Ø-ARTØ/LAYÍ ØAnkara: Sevinç Matbaası. AKŞİN, Sina.(1972), 31Ø-ART, Ankara: Ankara Üniversitesi SBF Ya- yınları. AKŞİN, Sina.(1977), “Osmanlı-Türk Toplumundaki Sınıf Yapısı Üzerine Bir Deneme” 4OPLUMØVEØ"ILIM. Yaz, 31-47.

AKŞİN, Sina.(1990), “Osmanlı Toplumu Gerçek Anlamda Bir Statü Toplumudur” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~, Yaz, 11:42-45, 1990 AKŞİN, Sina.(1994), "IRØßERIATlÍØ!YAKLANMAØØ-ARTØ/LAYÍ, An- kara: İmge Yayınları. AKŞİN, Sina.(1997), 4~RKIYE´NINØ dN~NDEØ elØ -ODEL, İstanbul: Telos Yayınları. AKŞİN, Sina.(2000), “Düşünce Tarihi (1945 Sonrası)”, 4~RKIYEØ4A RIHIØ Ø"UG~NK~Ø4~RKIYEØ , İstanbul: Cem Yayınları. Tarihin İnşâsı ve Siyaset AKŞİN, Sina.(2002), “Siyasî Tarih (1908-1980)”, 4~RKIYEØ4ARIHIØØ aAÝDAàØ4~RKIYEØ  ØDer.: Sina Akşin), İstanbul: Cem Yayınevi. AKYOL, Taha.(2002), /SMANLÍØ-IRASÍNDANØ#UMHURIYETØ4~RKI YE´SINEØÞLBERØ/RTAYLÍØÞLEØ+ONUàMALAR, İstanbul: Ufuk Kitapları. ALBAYRAK, Sadık.(1973), "UDINØ +ANUNNAMESIØ VEØ /SMANLÍØ 4OPRAKØ-ESELESI, İstanbul: Kervan Yayınları. ALDIKAÇTI, Orhan. (1973), !NAYASAØ(UKUKUMUZUNØ'ELIàMESIØ VEØØ!NAYASASÍ, 2. Baskı, İstanbul: Yenilik Basımevi. ALP, Tekin. (1998), +EMALIZM (Sadeleştiren: Çetin Yetkin), İstanbul:Doğan Kitap Yayınları. ALPKAYA, Faruk.(2006), “Bir Yirminci Yüzyıl Akımı: ‘Sol Kema- lizm’”, -ODERNØ4~RKIYE´DEØ3IYASIØ$~à~NCE Ø+EMALIZM Cilt:2, 5. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları. ALTUĞ Kurtul.(1991), Ø-AYÍS´TANØØ-ART´A, İstanbul: Yılmaz Yayınları. ALTUĞ, Yılmaz.(1980), “Nutuk’ ta Atatürk Devrimleri İle İlgili Konular” !TAT~RK´~NØ "~Y~KØ 3yYLEVI´NINØ Ø 9ÍLÍØ 3EMINERI Ø "ILDIRILERØ VEØ 4ARTÍàMALAR Ø !NKARA: Türk Tarih Kurumu Ya- yınları 9-19. Amnesty International.(1985), 4URKEY Ø 4ESTIMONYØ ONØ 4ORTURE, London. Amnesty International.(1988), 4URKEYØ"RIEFING, London. Amnesty International.(1989), 4URKEY Ø "RUTALØ ANDØ 3YSTEMATICØ !BUSEØOFØ(UMANØ2IGHTS, London. ANDERSON, Benedict.(1995), (AYALIØ #EMAATLER Ø -ILLIYETlILIÝINØ +yKENLERIØVEØ9AYÍLMASÍØÇev.: İskender Savaşır), 2. Basım, İstan- bul: Metis Yayınları. ANDERSON, Lisa.(1995), “Democracy in the Arab World: Critique of the Political Culture Approach”, 0OLITICALØ,IBERATIZATIONØANDØ $EMOCRATIZATIONØINØTHEØ!RAPØ7ORLD ØVol:1, Ed..: Rex Brynen, Bahgat Korany, Paul Noble, London: Lynne Rienner Publ. ANDRESKİ, Stanislav.(1974), “Aim of the Course, General Considi- ration on the Nature and İmportance of Positive Philosophy”, 4HEØ %SSENTIALØ#OMTE, Ed.: Stanislav Andreski, New York: Barner and Noble Boks. 475 Ankara Garnizon Komutanlığı 2 Nolu Askeri Mahkemesi.(2000), “Esbabı Mucibeli Hüküm” (Esas 1953/ 17 Karar 1954/ 33) %SBAB ÍØ -UCIBELIØ (~K~MØ Ø 4+0Ø 4~RKIYEØ KOM~NISTØ 0ARTISI Ø4EVKIFATÍ, Ankara: BDS Yayınları. ANNAN, Kofi.(2000), The Most Promising Partnerships Of Our Globalizing Age Press Release SG/SM/ 7517 NGO/ 374 PI/ 1273 http: //www. un. org/News/Press/docs/ 2000/ 20000828. sgsm 7517. doc. html, 28 August 2000. ANNAN, Kofi.(2001), -AJORØ#HALLENGEØ(OWØ4OØ-AKEØ#IVILIZA TIONØ7ORKØ&ORØ7ORLD´SØ0EOPLE ØSG/SM/ 7742 HTTPØWWWØUNØ ORG.EWS0RESSDOCSØSGSMØØDOCØHTMØ March 2001. ARALOV, Semyon İvanoviç. (1997), "IRØ3OVYETØ$IPLOMATÍNÍNØ4~R KIYEØ(ATÍRALARÍ, İstanbul: Cumhuriyet Yayınları. ARAR, İsmail.(1980), “Büyük .UTUK’un Kapsamı, Niteliği, Amacı” !TAT~RK´~NØ"~Y~KØ3yYLEVI´NINØØ9ÍLÍØ3EMINERI Ø"ILDIRILERØ VEØ4ARTÍàMALAR Ø!NKARA: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 119- 171. ARDA, Cemil Zeki.(2002), “Atatürk’ün Büyük .UTUK’unun Alman- ca Çevirisinde Yer Alan Önsöz”, !TAT~RKØ!RAàTÍRMALARÍØ$ERGI SI, Cilt: XVIII, Sayı 53. ARENDT, Hannah.(1958), (UMANØ#ONDITION, Chicago: Chicago University Press. ARENDT, Hannah.(1996), 'ElMIàLEØ 'ELECEKØ !RASÍNDA Ø Çev.: Bahadır Sina Şener), İstanbul: İletişim Yayınları. ARISTOTELES.(1990), 0OLITIKA Ø Çev.: Mete Tunçay), İstanbul: Remzi Kitabevi. ARMAOĞLU, Fahir.(1991), 20Ø9~ZYÍLØ3IYASIØ4ARIHIØ  Ø #ILTØ))  , Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları. ARMSTRONG, Harold C.(1997), "OZKURT (Çev.: Gül Çağalı Gü- ven), İstanbul: Arba Yayınları, ARSLAN, Zühtü. (2005), !NAYASAØ4EORISI, Ankara: Seçkin Yayın- ları. ASHCRAFT, Richard.(1994), “Locke’s Political Philosophy”, 4HEØ #AMBRIDGEØ #OMPANIONØ TOØ *OHNØ ,OCKE, Ed.: Vere Chappell, Cambridge: Cambridge University Press. Tarihin İnşâsı ve Siyaset ASLAN, Yavuz.(1997), 4~RKIYEØ+OM~NISTØ&ÍRKASÍ´NÍNØ+URULUàUØ VEØ-USTAFAØ3UPHIØ4~RKIYEØ+OM~NISTLERININØ2USYA´DAØ4Eà KILATLANMASÍØ  ØAnkara: Türk Tarih Kurumu Ya- yınları. ATALI, Esra.(2002), “Ø Ø 2USØ $EVRIMIØ ÞLEØ Ø *yNØ 4~RKØ $EVRIMI´NINØ+ARàÍLAàTÍRMALÍØÞNCELEMESI”, Ankara Üniversite- si, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. ATAR, Yavuz. (2005), 4~RKØ !NAYASAØ (UKUKU, Konya: Mimoza Yayınları. Atatürk Araştırma Merkezi Başkanlığı. (1991), !TAT~RK´~NØ4AMIMØ VEØ4ELGRAFØVEØ"EYANNAMELERI, Cilt: IV, Ankara: Türk Tarih Ku- rumu Yayınları. ATATÜRK, Mustafa Kemal.(1945), !TAT~RK´~NØ3yYLEVØVEØ$EMEl LERIØ#Ø ØAnkara: Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü. ATATÜRK, Mustafa Kemal.(1952), !TAT~RK´~NØ3yYLEVØVEØ$EMEl LERIØ#Ø, Ankara: Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü. ATATÜRK, Mustafa Kemal.(1954), !TAT~RK´~NØ3yYLEVØVEØ$EMEl LERIØ#Ø ØAnkara: Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü. ATATÜRK, Mustafa Kemal.(1971), .UTUK, C. I, II, Vesikalar, 11. Basım, Ankara: Türk Devrim Tarihi Enstitüsü Yayınları. ATAY, Falih Fırkı.(1992), “Allah Senden Razı Olsun” $EVRINØ9A ZARLARÍNÍNØ+ALEMIYLEØ-ILLsØ-~CADELEØVEØ'AZIØ-USTAFAØ+E MAL ØHaz: Mehmet Kaplan vd.), Ankara: Kültür Bakanlığı, 644- 665. ATAY, Falih Rıfkı.(1980), "ABANÍZØ !TAT~RK, İstanbul: Ayyıldız Matbaası. ATAY, Falih Rıfkı.(2004), aANKAYAØ!TAT~RK´~NØ$OÝUMUNDANØ dL~M~NEØ+ADAR İstanbul: Artı Yayınları. ATEŞ, Toktamış.(1977), “Osmanlı Tarihi Nasıl Yazılmalı? Bir Öne- riye Ait” 4OPLUMØVEØ"ILIM ØKış, 93-103. ATILGAN, Gökhan. (2007), “Türk Sosyalist Hareketinde Anti-em- peryalizm ve Bağımsızlıkçılık (1920-1971)” -ODERNØ4~RKIYE´DEØ 3IYASIØ$~à~NCE 3OL, Cilt: 8, İstanbul: İletişim Yayınları, s.661- 704. ATİLHAN, Cevat Rıfat.(1956), ÞLIMØ)àÍÝÍNDAØ6EØ4ARIHØdN~NDEØ Ø-ARTØ&ACIASÍ İstanbul: Aykurt Neşriyat. 477 Mete K. Kaynar ATİLHAN, Cevat Rıfat.(1969), 31Ø-ARTØ&ACIASÍ Øİstanbul: Aykut Yayınları. ATİLHAN, Cevat Rıfat.(2000), "~T~NØaÍPLAKLÍÝÍYLAØØ-ARTØ&A CIASÍ Øİstanbul: Sinan Yayınları. ATKINSON, A. B.(1983), “The Commitment to Equality” #OUN TERPOINTØ3OCIALISMØINØAØ#OLDØ#LIMATE, Ed.: John Griffith, Lon- don, Sidney: Unwin Paperbacks, 22-36. AVCI, Cemal.(1994), “İzmir Suikastı” !TAT~RKØ!RAàTÍRMAØ-ERKEZIØ $ERGISI, Cilt: X, Sayı 28. AVCIOĞLU, Doğan. (1968), 4~RKIYE´NINØ$~ZENI ØAnkara: Bilgi Yayınevi AVCIOĞLU, Doğan. (1974), -ILLsØ+URTULUàØ4ARIHI AVCIOĞLU, Doğan.(1969), 4~RKIYE´NINØ$~ZENI, 3. Basım, Anka- ra: Bilgi Yayınevi. AVCIOĞLU, Doğan.(1998), Ø-ART´TAØ9ABANCÍØ0ARMAÝÍ, İstan- bul: Cumhuriyet Yayınları. AYATA-GÜNEŞ, Ayşe.(1992), #(0ØdRG~TØÞDEOLOJI ØAnkara: Gün- doğan Yayınları. AYBARS, Ergun.(1997), “.UTUK”ØØ9ÍLÍNDAØ5LUSALØ6EØ5LUSLA RARASÍØ"OYUTLARÍYLAØ!TAT~RK´~NØ"~Y~KØ.UTUK´UØVEØ$yNEMI Ø Der.: Gül. E. Kundakçı), Ankara: Ortadoğu Teknik Üniversitesi, 7-10. AYDEMIR, Şevket Süreyya.(1972), -AKEDONYA´DANØ/RTAØ!SYA´YAØ %NVERØ0AàA Ø#Ø))) Øİstanbul: Remzi Kitabevi. AYDEMİR Şevket Süreyya, (1999), -ENDERES´INØ$RAMÍ, 7. Baskı, İstanbul:Remzi Kitapevi. AYDEMİR, Şevket Süreyya. (2004), “İnkılap Bitti mi?” +ADRO, (Tıpkı Basım), Sayı: 3, s.83-86. İstanbul: İleri Yayınları. AYDEMİR, Şevket Süreyya.(1965), “Atatürk’ün Kişiliği”, 4~RKØ$ILIØ $ERGISI, Sayı 175, Kasım 1965. AYDEMİR, Şevket Süreyya.(1971), %NVERØ 0AàA, İstanbul: Remzi Kitabevi. AYDEMİR, Şevket Süreyya.(1973), İkinci Adam, İsmet İnönü, #ILTØ  Øİstanbul: Remzi Kitabevi.

478 Tarihin İnşâsı ve Siyaset AYDEMİR, Şevket Süreyya.(1973), 4EKØ !DAM Ø -USTAFAØ +EMAL Ø #ILTØØ . İstanbul: Remzi Kitabevi. AYDEMİR, Şevket Süreyya.(1974), 4EKØ !DAM Ø -USTAFAØ +EMAL Ø #ILTØØ , İstanbul: Remzi Kitabevi. AYDEMİR, Şevket Süreyya.(1975), 4EKØ !DAM, -USTAFAØ +EMALØ #ILTØ   Øİstanbul: Remzi Kitabevi. AYDEMİR, Şevket Süreyya.(1999), ÞHTILALINØ-ANTÍÝÍØVEØØ-AYÍSØ ÞHTILALI Ø7. Baskı, İstanbul: Remzi Kitabevi. AYDIN, Ertan.(2003), 4HEØ0ECULARITIESØOFØ4URKISHØ2EVOLUTIONARYØ )DEOLOGYØ INØ SØ 4HEØ 5LKUØ VERSIONØ OFØ +EMALISM Ø  . Bilkent Üniversitesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi. AYDIN, Suavi. (2007), “Türkiye Solunda Özgücülük ve Milliyetçi- lik”Ø-ODERNØ4~RKIYE´DEØ3IYASIØ$~à~NCE 3OL, Cilt: 8, İstanbul: İletişim Yayınları, s.543-584. AYDIN, Suavi.(2006), “İki İttihat-Terakki: İki Ayrı Zihniyet, İki Ayrı Siyaset”, -ODERNØ4~RKIYE´DEØ3IYASIØ$~à~NCE Ø#UMHURI YETEØ$EVREDENØ$~à~NCEØ-IRASÍ Ø4ANZIMATØVEØ#UMHURIYET´INØ "IRIKIMI, İstanbul: İletişim Yayınevi, 117-119. AYDINOĞLU. Ergun. (1992), %LEàTIRELØ"IRØ4ARIHØ$ENEMESIØ4~RKØ 3OLU, İstanbul: Belge. AYDOĞAN, Erdal. (2006), 2EIS IØ#UMHUR´UNØ$OÝUØÞNCELEMELE RIØØ%RZURUMØ$EPREMI, Ankara:Babil Yayınları. AYSAL, Necdet. (2004), “Türkiye’de İslam’i Düşüncenin Örgütlen- mesi ve Hedefleri (31 Mart Olayından DP’nin İktidara gelişine Kadar, 1909-1950)”, Ankara Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İn- kılap Tarihi Enstitüsü, Yayınlanmamış Doktora Tezi. BABACAN, Hasan. (2005), -EHMEDØ4ALhTØ0AàAØ Ø3I YASIØ(AYATÍØVEØÞCRAATÍ Ankara: Atatürk Kültür, Dil Ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları. Bakanlıklararası Kurul.(1973), "EYAZØ+ITAPØ4~RKIYEØ'ERlEKLERIØVEØ 4ERyRIZm, Ankara. BALL, Colin-KNIGHT, Barry.(1999), “Why We Listen to Citizens”, #IVILØ3OCIETYØATØTHEØ-ILLENIUM, Ed.: Ezra Mbogori, Connecticut: Kumarian Press, 17-26. BALTA, Ecehan. (2002), “Türk Solunda Milliyetçilik²Ø 0RAKSIS, Sayı:6 153-174. 479 Mete K. Kaynar BALTA, Tahsin Bekir. (1961), “Türkiye’de Anayasa Yargısı” !NKARAØ eNIVERSITESIØ(UKUKØ&AK~LTESIØ$ERGISI Cilt: 18, Sayı: 1, s.547- 565. BALTACIOĞLU, İsmail Hakkı.(1964), “Atatürk”, 4~RKØ$ILIØ$ER GISI ØSayı 58, Kasım. BARAN, Paul A., Paul M. SWEEZY. (1970), 4EKELCIØ+APITALIZMØ (Çev: Filiz ONARAN) İstanbul: Doğan Yayınları BARAN, Paul A., Paul M. SWEEZY. (1975), “Tekelci Kapitalizm’in Tarihi Üzerine” Çağdaş Kapitalizmin Bunalımı, (Der: Paul A.BARAN, Paul M. SWEEZY, Harry,MAGDOFF), Ankara: Bil- gi Yayınları. BARRY, Norman.(1995), !NØ)NTRODUCTIONØTOØ-ODERNØ0OLITICALØ !NALYSIS 3th Ed.: Houdmills: The Macmillan Press. BARRY, Norman.(1997), “#ONSERVATIVEØ 4HOUGHTØ ANDØ 7ELFAREØ 3TATE Ø0OLITICALØ3TUDIES ” June, Vol. 45, No. 2331-345. BAŞGÜL, Ali İhsan.(Der.).(1993), !NADOLUØ VEØ 2UMELI´DEØ 'ER lEKLEàTIRILENØ 5LUSALØ VEØ 9ERELØ +ONGRELERØ VEØ +ONGREØ +ENTLERIØ "IBLIYOGRAFYASÍ 5LUSALØ +ONGRELERØ ;#ILT= Ø Ankara: T.B.M.M Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları. BAŞKAYA, Fikret. (1997), 2EELØ !TAT~RKl~L~K, Ankara: Türkiye Ortadoğu Vakfı Yayınları. BAŞKAYA, Fikret. (2001), 0ARADIGMANÍNØÞFLASÍ, Ankara: Türkiye Ortadoğu Vakfı Yayınları. BAŞKAYA, Fikret. (2004), 9EDIY~Z, /SMANLÍØ "EYLIÝI´NDENØ Ø ßUBAT´AØ "IRØ $EVLETØ 'ELENEÝININØ !NATOMISI Ankara: Türkiye Ortadoğu Vakfı Yayınları. BAŞKAYA, Fikret. (2010), 3yM~RGECILIKØ%MPERYALIZMØ+~RESEL LEàME, Ankara: Türkiye Ortadoğu Vakfı Yayınları. BATU, Selahattin.(1963), “Büyük Atatürk’e Övgü”, !TAT~RKl~L~KØ .EDIR?, (Der.: Yaşar Nabi), İstanbul: Varlık Yayınları. BAYUR, Yusuf Hikmet.(1971), “Mustafa Suphi ve Millî Mücadele’ye El Koymaya Çalışan Başı Dışarıda Akımlar”, "ELLETEN, XXXV, 140:587-654. BAYUR, Yusuf Hikmet.(1997), !TAT~RK´~NØ (AYATÍØ VEØ %SERLERIØ $OÝUMUNDANØ 3AMSUN´AØ aÍKÍàÍNAØ +ADAR Ø Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi Yayınları. 480 Tarihin İnşâsı ve Siyaset BAYÜLKEN, Haluk.(1997), “Atatürk’ün Büyük Nutku’nun Işığın- da Türkiye Cumhuriyeti’nin Dış İlişkileri” Ø9ÍLÍNDAØ5LUSALØ 6EØ5LUSLARARASÍØ"OYUTLARÍYLAØ!TAT~RK´~NØ"~Y~KØ.UTUK´UØVEØ $yNEMI Ø Der.: Gül. E. Kundakçı), Ankara: Ortadoğu Teknik Üniversitesi, 13-41. BEKÂTA, Hıfzı Oğuz. (1960), "IRINCIØ#UMHURIYETØ"ITERKEN, An- kara: Çığır Yayınları. BELGE, Murat. (2000), “Devlet Zihniyeti” 3OSYALIZMØ4~RKIYEØVEØ 'ELECEK, 3. Baskı, İstanbul: Birikim Yayınları, 177-123. BELGE, Murat. (2006), Mustafa Kemal ve Kemalizm” -ODERNØ 4~RKIYE´DEØ3IYASsØ$~à~NCE Cilt 9: Kemalizm, İstanbul: İleti- şim Yayınları, 29-43. BELL, Margaret.(1999), “Volunteering: Underpinning Social Acti- on in Civil Society for the New Millennium” #IVILØ 3OCIETYØ ATØ THEØ-ILLENIUM, Ed.: Ezra Mbogori, Kumarian Press, Connecti- cut:27-42. BELLİ, Mihri.(1993), “Büyük Proleter Devrimci Dr. Şefik Hüsnü Değmer” iç. Şefik Hüsnü, Yaşamı, Yazıları, Yoldaşları, (Der.: Ha- san Basri Gürses), İstanbul: Sosyalist Yayınlar, 54-60. BELNER, Savni. (1971), Ø4ARIHINEØ'yREØ"~T~NØ$E ÝIàIKLIKLERIYLEØ'EREKlELIØ.OTLUØVEØ!LFABETIKØ%NDEKSLIØ4~RKIYEØ #UMHURIYETIØ!NAYASASı, Ankara: Başbakanlık Basımevi. BENHABIB, Seyla.(1996), “ The Democratic Moment and the Prob- lem of Difference” in $EMOCRACYØANDØ$IFFERENCE Ø#ONTESTINGØ THEØ"OUNDARIESØOFØTHEØ0OLITICAL, Ed.: Seyla BENHABIB, Prin- ceton University Press, Princeton, 3-19. BENHABIB, Seyla.(1996), “Toward a Deliberative Model of Democ- ratic Legitimacy,” $EMOCRACYØANDØ$IFFERENCE Ø#ONTESTINGØTHEØ "OUNDARIESØOFØ0OLITICAL Princeton University Press, Princeton, 67-93. BENTHAM, Jeremy.(1970), “Anarchical Fallacies” (UMANØ2IGHTS, Ed.: A. I. Melden, Belmont: Wadsworth Publ. Comp Inc. BERKES, Niyazi.(1965 Ø"ATÍCÍLÍK Ø5LUSlULUKØVEØ4OPLUMSALØ$EV RIMLER, İstanbul: Yön Yayınları. BERKES, Niyazi.(1978), 4~RKIYE´DEØaAÝDAàLAàMA, İstanbul: Do- ğu-Batı Yayınları.

481 Mete K. Kaynar BERNHARD, Michael.(1993), “Civil Society and Democratic Tran- sition in the East Central Europe” 0OLITICALØ3CIENCEØ1UARTERLY, 108:307-326. BEVIR, Mark.(2000), “New Labour: A Study In Ideology” "RITISHØ *OURNALØ OFØ )NTERNATIONALØ 2ELATIONS, Vol., 2, No., 3 October 277-301. BEYAZ, Zekeriya.(1978), 5YANALÍM Ø+OM~NISTLERØ'ENlLERIMIZIØ VEØÞàlILERIMIZIØ.ASÍLØ!LDATÍYOR, 1Ø/RDUØ3ÍKÍYyNETIMØ+OMU TANLÍÝÍNUNØ5YARÍØ+ITABÍ, İstanbul: Sağduyu Yayınları. BIÇAKCI, Cenan.(1997), 4~RKIYE´DEØ3IYASsØ'ELIàMELERØVEØ3OSYA LISTLER, İstanbul: Sarmal Yayınları. BIELER, Andreas- A. David MORTON. (2003), “Globalisation, The State And Class Struggle: a ‘Critical Economy’ Engagement with Open Marxism” "RITISHØ*OURNALØOFØ0OLITICSØANDØ)NTERNATIONALØ 2ELATIONS, Vol. 5, No. 4, November pp. 467-499 BİLGİN, Vedat.(1989), “Türkiye’de Anti-Demokratik Düşünce Ge- leneği Üzerine” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~, 1:15-18. BİR, Ali Atıf.(2006), “Korkuyu Gördüm Çok Korktum” (~RRIYET, 16. 04. 2006. BİRAND, Mehmet Ali.(1999), 12Ø %YL~LØ 4~RKIYE´NINØ -ILADÍ, 2. Baskı, İstanbul: Doğan Kitap Yayınları. BLAIR, Tony.(1999), “Speech”, 0ARTNERSØFORØ0ROGRESSØ#ONFERENCE, 24 May, 1999. BLAIR, Tony.(1999), 3PEECH, 21 January 1999. http: //www. pm. gov. uk/PrintMe. asp?pageid= 389&date= 21+January+ 1999 BLAIR, Tony.(2000), “Speech: Values And The Power of Community” 'LOBALØ%THICSØ&OUNDATION ØTubingen University, Germany, 30, June, 2000. http: //www. pm. gov. uk/news. asp?NewsId= 1070. BLAİR, Tony.(2001), 3PEECH, London. http: //www. pm. gov. uk/ news. asp?NewsId= 279. BOBBIO, Norberto.(1999), "IRØ0OLITIKØ!YRÍMÍNØ!NLAMÍ Ø3AÝØVEØ 3OL, (Çev.: Zühal Yılmaz), Ankara: Dost Yayınları. BOGNADOR, Vernon(Ed.). (1991), 4HEØ"LACKWELLØ%NCYCLOPEDIAØ OFØ0OLITICALØ3CIENCE, Oxford: Blackwell Publisher.

482 Tarihin İnşâsı ve Siyaset BOİX Carles -Susan C. STOKES. (2009), 4HEØ/XFORDØ(ANDBOOKØ OFØ#OMPARATIVEØ0OLITICS, Oxford ; New York: Oxford University Press BORAK, Sadi. (1997), !TAT~RK´~NØ 2ESMsØ 9AYÍNLARAØ 'IRMEMIàØ 3yYLEV Ø$EMEl Ø9AZÍàMAØVEØ3yYLEàILERI, İstanbul: Kırmızı Be- yaz Yayınları. BORAK, Sadi.(1992), “ 31 Mart Vakasının Çıkış Nedenleri Üzerine Çeşitli Yorumlar ve Atatürk ve Hareket Ordusu Üzerine Orgene- ral İzzettin Çalışlar’ın Bir Makalesi” !TAT~RKØ!RAàTÍRMAØ-ERKE ZIØ$ERGISI, Mart 1992, Cilt: VIII, Sayı:23:357-371. BORAK, Sadi.(1997), !TAT~RK´~NØ 2ESMsØ 9AYÍNLARAØ 'IRMEMIàØ 3yYLEV Ø$EMEl Ø9AZÍàMAØVEØ3yYLEàILERI, İstanbul: Kırmızı Be- yaz Yayınları. BORATAV, Korkut. (2000), “Emperyalizm mi? Küreselleşme mi?” +~RESELLEàME %MPERYALIZM Ø9ERELCILIK ØÞàlIØ3ÍNÍFÍ (Der.: Ah- met Tonak), Ankara: İmge Yayınları. BOUCHER, David, KELLY, Paul.(1994), “The Social Contract and its Critics, an Overview” 4HEØ3OCIALØ#ONTRACTØ&ROMØ(OBBESØTOØ 2AWLS Ed.: David Boucher Poul Kelly, London: Routledge Inc. BOULEVARD, Zbovsky.(1965 Ø-AN Ø3CIENCEØANDØ3OCIETY, Mos- cow: Soviet Socialist Republic Press. BOYACIOĞLU, Ramazan. (1999), “Beyanü’l- Hak’ta Ulema, Siya- set Ve Medrese”, #UMHURIYETØeNIVERSITESIØÞLAHIYATØ&AK~LTESIØ $ERGISI, Cilt: 3, Sayı: 1, ss. 11-42. BOZKURT, Rauf-Şevket İBA. (2004), Ø3ORUDAØ0ARLAMENTO, Ankara: Nobel Yayınları. BÖLÜGİRAY, Nevzat. (1989), 3OKAKTAKIØ!SKER, İstanbul:Milliyet Yayınları. BREZHNEW, L. I.(1975), “The Fiftieth Anniversary of The Union of Soviet Socialist Republics” Report at a Joint Meeting of The CPSU Central Committee, The USSR Supreme Soviet and The RSFSR Supreme Soviet in The Kremlin Palace of Congress, De- cember, 21, 1972, &OLLOWINGØ,ENIN´SØ#OURSE Ø3PEECHØANDØ!R TICLESØ  , Moscow: Progress Publisher. BUMİN, Kürşat.(1981), 3IVILØ4OPLUMØVEØ$EVLETØ+URUMLARÍ, $E NEYLERØVEØ!RAYÍàLAR, İstanbul: Yazko Yayınları.

483 Mete K. Kaynar BURRIDGE, K. O. L.(1968), “Levi-Strauss and Myth”, 4HEØ3TRUCTU RALØ3TUDYØOFØ-YTHØANDØ4OTEMISM, (Ed.: Edmund Leach), Lon- don: Tavistock. CAN, Bülent Bilmez. (2000 Ø $EMIRYOLUNDANØ 0ETROLEØ #HESTERØ 0ROJESIØ  , İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları. CAROL, Devine-HANSON, Rae and WILDE Ralph.(1999), (U MANØ2IGHTSØ4HEØ%SSENTIALØ2EFERANCE, Ed.: Hilary Poole, Lon- don: Oryx Press. CARR, Edward H. (2004), 3OVYETØ2USYAØ4ARIHI Ø"OLàEVIKØ$EVRIMIØ  , (Çev.: Tuncay BİRKAN), Cilt: 3, İstanbul: Metis Yayınları. CASSIRER, Ernst.(1984), $EVLETØ%FSANESI (Çev.: Necla Arat), İstan- bul: Remzi Kitabevi. CEM, İsmail. (1970), 4~RKIYE´DEØ'ERIØ+ALMÍàLÍÝÍNØ4ARIHI, İstan- bul: Cem Yayınları. Centre for Study of Democracy “Democracy-Radical and Political”, In- terview with Chantal Mouffe, #3$Ø"ULLETIN ØWinter 2001-2002, Vol:9, No:1, :10-14. CHAMPMAN, John. “Doctors of the Church” The Catholic Encyclope- dia, Vol. 5 (http: //www. newadvent. org/cathen/ 05075. html) CHANDHOKE, Neera.(1995), 3TATEØANDØ#IVILØ3OCIETYØ%XPLANA TIONØINØ0OLITICALØ4HEORY ØNew Delhi: Sage Publ. Charter 77 Declaration, Literature and Culture of the Western Slavs, Part 2, http: //www. gwis 2. circ. gwu. edu/~jryfa/charter 77. html. CİCİOGLU, Hasan.(2003), “Atatürk’ün Büyük .UTUK’ta Adları Ge- çen Muhâlifleri, Muhalefet Gerekçeleri, Atatürk’ün Cevabı”, 9ET MIàBEàINCIØ9ÍLÍNDAØ.UTUK´UØ!NLAYARAKØ/KUMAKØ"ILGIØßyLE NI, 17-18.Ekim.2003, Bildiriler, Yayınları Haz: Dursun Ayan-M. Alper Parlak, Ankara, 11 1- 155. CİLASUN, Emrah. (2008), -USTAFAØ 3UPHIØ VEØ 9OLDAàLARÍNÍØ +IMØ dLD~RD~ , İstanbul: Agora Kitaplığı Yayınları. CİZRE, Ümit.(2006), “Egemen İdeoloji ve Türk Silahlı Kuvvetleri: Kavramsal ve İlişkisel Bir Analiz”Ø -ODERNØ 4~RKIYE´DEØ 3IYASIØ $~à~NCE Ø+EMALIZM, İstanbul: İletişim, 156-179.

484 Tarihin İnşâsı ve Siyaset CODDINGTON, Anne.(1993), “Embracing Equality And Differen- ce, An Interview with Anne Showstack Sassoon”, 4ALKINGØ!BOUTØ 4OMORROW ØAØ.EWØ2ADICALØ0OLITICS, Ed.: Stuart Wilks, London: Pluto Press, 101-108. COHEN, Jean-ARATO, Andrew.(1992), #IVILØ3OCIETYØANDØ0OLITI CALØ4HEORY, Cambridge: MIT Press. Commission of European Communities.(2001), %UROPEANØ 'OVER NANCEØAØ7HITEØ0APERØ#/-Ø ØØ&INAL ØBrussels, 25. 07. 2001. COUSINS, Jane.(1973), 452+%9Ø4ORTUREØANDØ0OLITICALØ0ROSECU TION, London: Pluto Press. Cumhuriyet Halk Partisi.(1935), #(0Ø$yRD~NC~Ø"~Y~KØ+URUL TAYÍNDAØ'ENELØ"AàKANØ+hMALØ!TAT~RK´~NØ3yYLEVI, Ankara: Ulus Matbaası. ÇAĞLAR, Behçet Kemal.(1966), “Tutsak Asya Burcunda İlk Başkal- dırma”, 4~RKØ$ILIØ$ERGISI, Sayı 18.Kasım.1966. ÇAHA, Ömer.(1996), 3IVILØ+ADÍN, Ankara: Vadi Yayınları. ÇAKMAK, Diren. (2008), “Türkiye’de Asker-Hükümet İlişkisi: Al- bay Talat Aydemir Örneği” !KADEMIKØ"AKÍà, Cilt 1, Sayı 2, Yaz. ÇALIK, Mustafa.(1989), “Batılılaşma ve Bürokratik Modernleşme Münasebeti Üzerine Bazı Düşünceler” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~ 2:6-15. ÇAM, Esat. (1977), 3IYASETØ"ILIMINEØ'IRIà, İstanbul: İstanbul Üni- versitesi Yayınları. ÇAMBEL, Hasan Cemil.(1939), “Atatürk ve Tarih” "ELLETEN, Anka- ra: Türk Tarih Kurumuı Yayınları, Cilt 3, Sayı 10, 57-65. ÇAVUŞ, Dilek. (2006), -INBERØ'AZETESI Ø"ASÍNDAKIØ9ERI ØdNE MI, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanma- mış Yüksek Lisans Tezi, ÇELİK, Betül.(2006), “Kemalizm: Hegemonik Bir Söylem”Ø-ODERNØ 4~RKIYE´DEØ3IYASIØ$~à~NCE Ø+EMALIZM, İstanbul: İletişim, 75- 91. ÇELİK, Bilgin.(2004),ØÞTTIHATlÍLARØVEØ!RNAVUTLAR Ø))Ø-EàRUTIYETØ $yNEMINDEØ!RNAVUTØ5LUSlULUÝUØVEØ!RNAVUTØ3ORUNU Øİstan- bul: Büke Yayınları.

485 Mete K. Kaynar ÇELİK, Birten.(1997), “.UTUKlarıyla Mustafa Kemal Atatürk ve Ja- waharlal Nehru”ØØ9ÍLÍNDAØ5LUSALØ6EØ5LUSLARARASÍØ"OYUTLA RÍYLAØ!TAT~RK´~NØ"~Y~KØ.UTUK´UØVEØ$yNEMI ØDer.: Gül. E. Kundakçı), Ankara: Ortadoğu Teknik Üniversitesi, 63-79. ÇETİNSAYA, Gökhan.(2006), “Kalemiye’den Mülkiye’ye Tanzimat Zihniyeti”, -ODERNØ4~RKIYE´DEØ3IYASIØ$~à~NCE Ø#UMHURIYE TEØ$EVREDENØ$~à~NCEØ-IRASÍ Ø4ANZIMATØVEØ#UMHURIYET´INØ "IRIKIMI, İstanbul: İletişim Yayınevi, 54-59. ÇİLOĞLU, Fahrettin.(1999), +URTULUàØ 3AVAàÍØ 3yZL~Ý~, İstanbul: Doğan Kitap Yayınları. DAĞISTAN, Adil. (1996), Millî Mücadele’de Mustafa Suphi Ola- yı” !TAT~RKØ!RAàTÍRMALARÍØ-ERKEZI Ø$ERGISI, Sayı 34, Cilt: 12, Mart. Danish Socialist People Party, 'LOBALISATIONØ!DVANTAGESØANDØ$I SADVANTAGES, http: //www 1. hotlips. sf. dk/international-bulle- tin/# 1281614 Danish Socialist People Party, 6IEWSØ ANDØ 0OLICIESØ OFØ 3OCIALISTIKØ &OLKEPARTIØINØ$ENMARK, http: //www. val. sf. dk/english. html DÂNİŞMEND, İsmâil Hâmi.(1976), 3ADR ÍØA´ZAMØ4EVFIKØ0AàA´NÍNØ $OSYASÍNDAKIØ 2ESMsØ 6EØ (USUSIØ 6ESIKALARAØ 'yREØ -ARTØ 6AK´ASÍ Øİstanbul: İstanbul Kitabevi, DARWIN, Charles.(2001), 4~RLERINØ+yKENI ØÇev.: Orhan Tuncay), İstanbul: Gül Yayınları. DAVER, Bülent. (1969), 3IYASETØ "ILIMINEØ 'IRIà, Ankara: Doğan Yayınları. DAVEY, Kevin.(1993), “New Directions for Labour, An Interview with Mike Rustin”, 4ALKINGØ!BOUTØ4OMORROW ØAØ.EWØ2ADICALØ 0OLITICS, Ed.: Stuart Wilks, London: Pluto Press, 20-25. DEMİRAY, Tahsin.(1969), ÞSTIKLALØ (ARBIMIZ´INØ -~DAFAASÍ, İs- tanbul: Yaylacık Matbaası. DERRIDA, Jacques.(1974), /FØ 'RAMMATOLOGY, (Trans.: Gayatri Chakravorty Spivak), Baltimore: John Hopkins University Press. DERRIDA, Jacques.(1997b), “Politics of Friendship A Discussion with Jacques Derrida” #ENTREØ FORØ -ODERNØ &RENCHØ 4HOUGHT, University of Sussex, 1 December 1997 DERRIDA, Jaques.(1997a), 0OLITICSØOFØ&RIENDSHIPØTrans: George 486 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Collins), London: Verso. DESAI, Meghnad.(1983), “Economic Alternatives for Labour, 1984-9”#OUNTERPOINT Ø 3OCIALISMØ INØ AØ #OLDØ #LIMATE Ø Ed.: John Griffith, London, Sidney: Unwin Paperpacks, 37-64 DİLİPAK, Abdurrahman.(1993), #UMHURIYET´INØßEREFØ+ITABÍ, İs- tanbul: İşaret. DİNAMO, Hasan İzzettin. (1967), +UTSALØ ÞSYAN, İstanbul: May Ya- yınları. DİZDAROĞLU, Hikmet.(1995), .hMÍKØ +EMAL Ø İstanbul: Varlık Yayınları. DONALTSON, Peter.(1990), 108%CONOMICS Ø!Ø#LASSICØ'UIDEØTOØ %ARLYØ-ONETARISM, 2nd Ed.: Penguin London: Books. DONNELLYY, Jack.(1995), 4EORIDEØ VEØ 5YGULAMADAØ %VRENSELØ ÞNSANØ(AKLARÍ (Çev.: Mustafa Erdoğan-Levent Korkut), Ankara: Yetki Yayınları. DUMONT, Paul.(1997), !TAT~RK´~NØ9AZDÍÝÍØ4ARIHØ3yYLEV ØÇev.: Server Tanilli), İstanbul: Cumhuriyet Yayınları. DURKHEIM, Emile.(1961), %LEMENTARYØ&ORMSØOFØ2ELIGIOUSØ,IFE Ø Trans: Ward Swain), New York: Collier Boks. DURU, Abdulkadir.(1976),ØÖrgünöz Fikrî Işığında Hasta Toplum Güçlü Millet, İstanbul: Özden Yayınları. DÜNDAR, Barbaros.(2007), “!TAT~RKØ$yNEMIØ3IYASIØ0ARTIØ0ROG RAMLARÍNÍNØ +ARàÍLAàTÍRMALÍØ !NALIZI², Ankara Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. EHRENBERG, John.(1999), #IVILØ3OCIETYØ4HEØ#RITICALØ(ISTORYØOFØ THEØ)DEA, New York: New Yok University Press. ELEVLİ, Avni. (1960), (~RRIYETØ ÞlINØ Ø -AYÍSØ Ø $EVRIMI. Ankara:Yeni Desen Matbaası. ELVERDİ, Ali.(1977), !LIØ %LVERDIØ 0AàAØ !NLATÍYORØ "UØ 6ATANAØ +ASTEDENLER, 14. Baskı, İstanbul: Yeni Asya Yayınları. ENGELS, Frederick.(1878), !NTI $~HRING Ø(ERRØ%UGENØ$~HRING´SØ 2EVOLUTIONØONØ3CIENCEØTrans.: Emile Burns) Leipzig. ENGELS, Friedrich. (2003), +yYL~LERØ3AVAàÍ, İstanbul: Eriş Yayın- ları.

487 Mete K. Kaynar ENGELS, Friedrich.(1990), !ILENIN ØdZELØ-~LKIYETINØVEØ$EVLETINØ +yKENI (Çev.: Kenan Somer), 9. Baskı, Ankara: Sol Yayınları. ENGİNGÜL, İnci.(1994), “Edebi Eser Kahramanı Olarak Atatürk” 1Ø5LUSLARARASÍØ!TAT~RKØ3EMPOZYUMU, Ankara: Atatürk Araş- tırma Merkezi. 101-109. ERCAN, Fuat. (2002), “Çelişkili Bir Süreklilik Olarak Sermaye Biri- kimi (1)” 0RAKSIS, Sayı 5, s.25-75. ERDEM, Hamid.(2005), -USTAFAØ3UPHI Ø"IRØ9AàAMØ"IRØdL~M, İstanbul: Sel Yayıncılık. ERDOĞAN İrfan. (2005), İletişimi Anlamak, Ankara: Erk yayınevi. ERDOĞAN, İrfan- Korkmaz ALEMDAR. (2005), 0OP~LERØ+~LT~RØ VEØÞLETIàIM, Ankara: Erk Yayınevi. ERDOĞAN, Mustafa. (2005), “Anayasa Mahkemeleri Önemli midir? Orta Avrupa’da Anayasa Yargısı Ve Demokrasinin Pekişmesi” !NKARAØeNIVERSITESIØ(UKUKØ&AK~LTESIØ$ERGISI, Cilt: 54, Sayı: 3, s. 1-22. ERDOĞAN, Mustafa.(1988), “Cumhuriyet Döneminde İnsan Hak- ları” ,IBERALØ4OPLUMØ,IBERALØ3IYASET, 2. Baskı, Ankara: Siyasî Kitabevi. ERDOĞAN, Mustafa.(1988), “İnsan Haklarına Kavramsal Bir Yakla- şım” ,IBERALØ$~à~NCE, Güz. ERDOĞAN, Mustafa.(1990), “Farabi’nin Siyaset Felsefesi Üzerine” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~, Yaz. ERDOĞAN, Mustafa.(1993), “İnsan Hakları Öğretisine Giriş” (A CETTEPEØeNIVERSITESIØÞKTISADIØVEØÞDARIØ"ILIMLERØ&AK~LTEØ$ERGI SI, C. 11. ERKANLI, Orhan. (1972), !NÍLAR Ø 3ORULAR Ø 3ORUMLULAR. İstanbul:Baha Matbaası. EROĞLU, Hamza.(1997), !TAT~RK´~NØeST~NØ+IàILIÝI, Ankara: Işın- Yayınları. EROĞUL, Cem. (1974), !NAYASAYÍØ$EÝIàTIRMEØ3ORUNUØ"IRØ-U KAYESELIØ(UKUKØÞNCELEMESI, Ankara: Sevinç Matbaası. EROĞUL, Cem. (2004), !NAT~ZEYEØ'IRIà, Ankara: İmaj Yayınları. ESEN, Hilal. (2008), “Sebîlürreşad’ta Öteki Dinlerle İlgili Yazıların Değerlendirilmesi” Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü 488 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. European Commission Directorate-General XIII Telecommunications, Information Market and Exploitation of Research http: //europa. eu. int/ISPO/Seif/policy/com 9850en. html EVLİYAGİL, Necdet.(1988), +EMALØ!TAT~RK: 3yYLEàIØVEØ3ElMEØßI IRLERØ!NTOLOJISI, Ankara: Ajans Türk. EVREN, Kenan.(1981), “Devlet Başkanı Orgeneral Kenan Evren’in 1981 Atatürk Yılının Başlaması Dolayısıyle T.B.M.M’de Düzen- lenen Törende Yaptıkları Konuşma” !TAT~RKl~L~K 2, Ankara: Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, 3-11. FARABİ, Ebu Nasır.(1975), %LØ -EDINET~´LØ &AZÍLA, (Çev.: Ahmet Arslan), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. FARABİ, Ebu Nasır.(1987), 5S}L~´LØ-EDENI, (Çev.: Hanifi Özcan), İzmir: İstiklal Matbaası. FENİK, Mümtaz Faik.(1951), “Bizden İmtiyaz Değil Rahmet Bekli- yor” :AFERØ'AZETESI, 07.Haziran.1951, Sayfa 1. FIDNEY, Carter V.(1980), "UREAUCRATICØ 2EFORMØ INØ /TTOMAN Ø 4HEØ3UBLIMEØ0ORTEØ , New Jersey: Pricenton Univer- sity Press. Finnish Social Democratic Party.(1999), 4HEØ 0RINCIPLESØ OFØ 3OCIALØ $EMOCRACY, 38th Party Congress in Turku, http: //www. sdp. fi/ english/principles. html. Finnish Social Democratic Party.(2002), &INNISHØ3OCIALØ$EMOCRATICØ 0ARTY, http: //www. sdp. fi/english/index. html. FISHMAN, Nina.(1993), “Seeking a Radical Party An Interview with David Marquand”, 4ALKINGØ!BOUTØ4OMORROW ØAØ.EWØ2ADICALØ 0OLITICS, Ed.: Stuart Wilks, London: Pluto Press, 3-12. FLYVBJERG, Bent.(1998), “Habermas and Foucault: Thinkers for Civil Society” "RITISHØ*OURNALØOFØ3OCIETY, Vol:49, June. FOLEY, Michael-EDWARD, Bob.(1998), “Beyond Tocqueville: Ci- vil Society and Social Capital in Comparative Perspective” !MERI CANØ"EHAVIORALØ3CIENTISt, Vol:42 September 5-20. FONTANA, Benedetto. (2005), “Hegemony”, .EWØ$ICTIONARYØOFØ 4HEØ (ISTORYØ OFØ )DEAS, %DØ Maryanne Cline HOROWITZ), New York: Thomson&Gale Publ.

489 Mete K. Kaynar FORBES, Harrod, R.(1966) 4OWARDSØ !Ø $YNAMICØ %CONOMICSØ 3OMEØ2ECENTØ$EVELOPMENTSØ/FØ%CONOMICØ4HEORY, Macmillan, St Martin’s Pr. London: New York. FORBES, Harrod, R.(1966), Towards A Dynamic Economics: Some Recent Developments Of Economic Theory, London, New York: Macmillan, St Martin’s Press. FORSYTH, Murray.(1994), “ ‘Hobbes’ Contractarianism: a Compa- rative Analysis”, 4HEØ3OCIALØ#ONTRACTØ&ROMØ(OBBESØTOØ2AWLS Ø Ed.: David Boucher Poul Kelly, London: Routledge. FREEDEN, Michael.(1991), 2IGHTS ØBuckingham: Open University Press. Freedom House.(1994), !NNUALØ 3UVEYØ OFØ 0RESSØ &REEDOM 2AN KINGSØ  Øhttp: //www. freedomhouse. org/research/ra- tings 80-93. XLS. Freedom House.(2003’a), !NNUALØ 3UVEYØ OFØ 0RESSØ &REEDOM 2AN KINGSØ  Ø http: //www. freedomhouse. org/research/ra- tings. XLS. Freedom House.(2003’b), &REEDOMØINØTHEØ7ORLDØ#OUNTRYØ2ATINGS 1972-73 to 2001-2002, Annual Freedom in the World Country Scores http: //www. freedomhouse. org/ratings/allscore 04. xls. Freedom House.(2004’a), &REEDOMØINØTHEØ7ORLDØØ!NØ!NNUALØ 3URVEYØOFØ0OLITICALØ2IGHTSØANDØ#IVILØ,IBERTIESØhttp: //www. fre- edomhouse. org/research/ 2003/countries. html. Freedom House.(2004’b), &REEDOMØ/FØ0RESSØØ!Ø'LOBALØ3URVEYØ OFØ -EDIAØ )NDEPENDENCE Ø Ed.: Karin Deutsch Karlekar, New York: Freedom House Press. Freedom House.(2004c),Ø&REEDOMØINØTHEØ7ORLDØØ3URVEYØ-ET HODOLOGY http: //www. freedomhouse. org/research/freeworld/ 2003/methodology. htm. Freedom of House.(2002), !NNUALØ &REEDOMØ )NØ 4HEØ 7ORLDØ #O UNTRYØ3CORESØ Ø4/Ø  http: //www. freedom- house. org/rating/index. html. FREUD, S.(1984), 4OTEMØ VEØ 4ABU, (Çev.: K. Sahir Sel), İstanbul: Sosyal Yayınları. GALANTİ, Avam.(1992), “Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın Heykeli” !TAT~RKØ$EVRIØ&IKIRØ(AYATÍ, C. II, (Haz: Mehmet Kaplan vd.) Ankara Kültür Bakanlığı, 367-370. 490 Tarihin İnşâsı ve Siyaset GALTUNG, Johan. (2004a), “Emperyalizmin Yapısal Teorisi- Kısım-I”, 5LUSLARARASÍØİlişkiler, Cilt: 1, Sayı 2 (Yaz), s. 25-46. GALTUNG, Johan. (2004b), “Emperyalizmin Yapısal Teorisi-Kısım II”, 5LUSLARARASÍØÞLIàKILER, Cilt: 1, Sayı 3 (Güz), s. 37-66.

GAMBLE, Andrew.(1988), 4HEØ &REEØ %CONOMYØ ANDØ 4HEØ 3TRONGØ 3TATE Ø 4HEØ 0OLITICSØ OFØ 4HATCHERISM, Hong Kong: Macmillan Publ. Inc. GENÇ, Reşat.(2003), “Özgüven Duygusunu Kaybetmişlik ve Hi- maye Arayışları Karşısında Büyük .UTUK’un Tesbitleri”, 9ETMIà BEàINCIØ9ÍLÍNDAØ.UTUK´UØ!NLAYARAKØ/KUMAKØ"ILGIØßyLENI, 17-18.Ekim.2003, Ankara Bildiriler, Yayınları Haz: Dursun Ayan-M. Alper Parlak, 30- 35. Genel Kurmay Başkanlığı. (1986), 4~RKIYE´DEKIØ !NARàIØ VEØ 4ERy R~NØ3ONUlLARÍØVEØ'~VENLIKØ+UVVETLERIØILEØdNLENMESI, Anka- ra: Genel Kurmay Başkanlığı Yayınları. Genel Kurmay Başkanlığı (1988) !TAT~RKl~L~KØ "IRINCIØ +ITAP Ø !TAT~RK´~NØ'yR~àØVEØ$IREKTIFLERI, Ankara: Millî Eğitim Genç- lik ve Spor Bakanlığı Yayınları. German Social Democratic Party.(2002a), "ASICØ 0OLICYØ 0ROGRAM ME, http: //www. sdp. de/servlet/PB/-s/ 1ipzjbiiyrpid 1xgnmmi 181disxlkbjlf/menu/ 1010261/index. 1. .. m 3/ 7/ 2. German Social Democratic Party.(2002b), (ISTORY, http: //www. sdp. de/servlet/PB/-s/ 1ipzjbiiyrpid 1xgnmmi 181disxlkbjlf/menu/ 1010263/index. 1. .. m 3/ 7/ 2. German Social Democratic Party(2002c), 7HATØWEØ3TANDØFOR, http: // www. sdp. de/servlet/PB/-s/ 1ipzjbiiyrpid 1xgnmmi 181disxlkbjlf/ menu/ 1010260/index. 1. .. m 3/ 7/ 2. GERMINO, Dante.(1990), !NTONIOØ'RAMSCIØ!RCHITECTØOFØAØ.EWØ 0OLITICS, Baton: Louisiana State University Press. GEVGİLİLİ, Ali. (1973a), “Düşünenlerin Forumu, Cumhuriyet’in 50. Yılı”, -ILLIYETØ'AZETESI 28. Ekim.1973, s. 2,9. GEVGİLİLİ, Ali. (1973b), “Düşünenlerin Forumu, Atatürkçülük ve Türk Toplumu”, -ILLIYETØ'AZETESI 04.Kasım.1973, s. 2,9. GEVGİLİLİ, Ali.(1989), Türkiye’de Kapitalizmin Gelişmesi ve Sos- yal Sınıflar, İstanbul: Bağlam Yayınları. 491 Mete K. Kaynar GIDDENS, Anthony.(1994), "EYONDØ,EFTØANDØ2IGHTØ4HEØ&UTUREØ OFØ2ADICALØ0OLITICS, London: Polity Press. GIDDENS, Anthony.(2001), 4HIRDØ7AY Ø4HEØ2ENEWALØOFØ3OCIALØ $EMOCRACY, London: Polity Press. GİRİTLİ, İsmet, (1984). !TAT~RKØ#UMHURIYETI, İstanbul: Filiz Ki- tabevi. GİRİTLİ, İsmet.(1980), “.UTUK’ta İç ve Dış Politika” !TAT~RK´~NØ "~Y~KØ3yYLEVI´NINØØ9ÍLÍØ3EMINERI Ø"ILDIRILERØVEØ4ARTÍàMA LAR ØAnkara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 189-203. GİRİTLİ, İsmet.(1981), “Kemalizm İdeolojisi”, !TAT~RKl~L~K 2, Ankara: Millî Eğitim Gençlik ve Spor Bakanlığı, 59-92. GİRİTLİ, İsmet.(1988), “Kemalizm İdeolojisi” !TAT~RKl~L~KØII. Ki- tap, Ankara: M. E. G. S. B. Yayınları, GİRİTLİ, İsmet.(1997), “Okunuşunun 70. Yılını Kutladığımız Bü- yük .UTUK Nedir?” !TAT~RKØ!RAàTÍRMAØ-ERKEZIØ$ERGISI, Cilt: XIII, Sayı 38. GLENNERSTER, Howard.(1983), “A New Start for Labour” #OUN TERPOINTØ3OCIALISMØINØAØ#OLDØ#LIMATE, Ed.: John Griffith, Lon- don, Sidney: Unwin Paperbacks, 6-21. GOLOĞLU, Mahmud.(1971), #UMHURIYETEØ $OÝRU C 3. Ankara: Başnur Matbaası. GOODIN Robert E. Hans-Dieter KLİNGEMANN (Ed). (1998), !Ø .EWØ(ANDBOOKØ/FØ0OLITICALØ3CIENCE ØOxford : Oxford Univer- sity Press. GORDLIEVSKI, V.(1988), !NADOLUØ3ELlUKLUØ$EVLETIØÇev.: Azer Yaran), Ankara: Onur Yayınları. GORDON, Rupert.(2000), “Kant, Smith and Hegel The Market and The Categorical Imperative”, 0ARADOXESØOFØ#IVILØ3OCIETYØ.EWØ 0ERSPECTIVESØONØ-ODERNØ'ERMANØANDØ"RITAINØ(ISTORY ØEd.: Frank Trentmann, New York, Oxford: Berghahn Books. GOULD, Brayn.(1989), !Ø&UTUREØOFØ3OCIALISM, London: Jonathan Cape Ltd. GÖÇGÜN, Önder.(2003), “Hatip Atatürk ve Atatürk’ün Büyük .UTUK’taki Hitabet Sanatı”, 9ETMIàBEàINCIØ 9ÍLÍNDAØ .UTUK´UØ !NLAYARAKØ /KUMAKØ "ILGIØ ßyLENI, 17-18.Ekim.2003, Ankara Bildiriler, Yayınları Haz: Dursun Ayan-M. Alper Parlak, Ankara, 492 Tarihin İnşâsı ve Siyaset 168- 181. GÖKÇEN, Sabiha.(1994), !TAT~RKLEØ "IRØ dM~R İstanbul: Altın Kitaplar. GÖKSEL, Hüsnü.(1997), “Yakın Tarihimizden Küçük Bir Mozayik” 70Ø9ÍLÍNDAØ5LUSALØ6EØ5LUSLARARASÍØ"OYUTLARÍYLAØ!TAT~RK´~NØ "~Y~KØ.UTUK´UØVEØ$yNEMI ØDer.: Gül. E. Kundakçı), Ankara: Ortadoğu Teknik Üniversitesi, 83-110. GÖLCÜKLÜ, Feyyaz-GÖZÜBÜYÜK, A. Şeref.(1998), !VRUPAØÞN SANØ(AKLARÍØ3yZLEàMESIØ6EØ5YGULAMASÍ, Ankara: Turhan Ki- tabevi. GÖLE, Nilüfer.(2000), “Modernist Kamusal Alan ve İslami Ahlâk” İslamın Yeni Kamusal Yüzleri, İstanbul: Metis Yayınları. GÖNLÜBOL, Mehmet vd.(1996), /LAYLARLAØ4~RKØ$ÍàØ0OLITIKASÍ, Ankara: Siyasî Kitabevi. GÖREN, Zafer. (2006), !NAYASAØ (UKUKU, Ankara: Seçkin Ya- yınları. !NKARAØeNIVERSITESIØ3IYASsØ"ILGILERØ&AK~LTESIØ$ERGISI, Cilt: 56, Sayı: 3, s. 71-101. GÖZLER, Kemal. (2000), “Askerî Yargı Organlarının Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesine Uygunluğu Sorunu” ÞNSANØ(AKLARÍØ9ÍLLÍ ÝÍ, Cilt 21-22, 1999-2000, s.77-93. GÖZLER, Kemal. (2000), “Türk Anayasa Yargısında Anayasa Bloğu GÖZLER, Kemal. (2001), Yasama Dokunulmazlığı, Bir Karşılaştır- malı Anayasa Hukuku İncelemesi Kavramına İhtiyaç Var Mıdır?” !NKARAØeNIVERSITESIØ3IYASsØ"ILGILERØ&AK~LTESIØ$ERGISI, Cilt: 55 Sayı: 3 s.81-101 GÖZLER, Kemal.(2004), !NAYASAØ (UKUKUNAØ 'IRIà, 4. Baskı, Bursa: Ekin Kitapevi Yayınları. GÖZTEPE, Ece. (1998) !NAYASAØßIKAYETI, Ankara: Ankara Üniver- sitesi Hukuk Fakültesi Yayınları GÖZÜBÜYÜK, Şeref. (1993), !lÍKLAMALÍØ4~RKØ!NAYASALARÍ, An- kara: Turhan Kitapevi Yayınları. GÖZÜBÜYÜK, Şeref. (1997), !NAYASAØ(UKUKU, Ankara: Turhan Kitapevi Yayınları. GRAMSCİ, Antonio.(1978), 3ELECTIONSØ &ROMØ 0OLITICALØ 7RITINGSØ 493 Mete K. Kaynar   ØEd.: Quintin Hoare, London: Lawrence and Wis- hard Ltd. GRAMSCİ, Antonio.(1986), (APISHANEØ $EFTERLERI (Çev.: Kenan Somer), İstanbul: Onur Yayınları. GREW, Joseph.(1953), 4URBULENTØ%RAØ!Ø$IPLOMATICØ2ECORDØOFØ &ORTYØ9EARS Ø , London: Hammond. GÜLALP, Haldun. (1979), 9ENIØ%MPERYALIZMØ4EORILERININØ%LEàTI RISI, İstanbul: Birikim Yayınları. GÜLALP, Haldun.(1987), 'ELIàMEØ3TRATEJILERIØVEØ'ELIàMEØÞDEOLO JILERI, Ankara: Yurt Yayınevi. GÜLSOY, Mehmet Tevfik. (2007), dZG~RL~KLERINØ+ORUNMASÍN DAØ!NAYASAØ9ARGÍSÍNÍNØ9ERIØVEØ-EàR}LUÝU ØAnkara: Yetkin Yayınları. GÜNAY, Necla.(2005), “Filik-i Eterya Cemiyeti” 'AZIØeNIVERSITESIØ +ÍRàEHIRØ%ÝITIMØ&AK~LTESIØ$ERGISi, Cilt 6, Sayı 1, 263-287. GÜNEŞ, İhsan.(1997), “ 1923 Seçimleri” 70Ø 9ÍLÍNDAØ 5LUSALØ 6EØ 5LUSLARARASÍØ "OYUTLARÍYLAØ !TAT~RK´~NØ "~Y~KØ .UTUK´UØ 6EØ $yNEMI Ø Der.: Gül. E. Kundakçı), Ankara: Ortadoğu Teknik Üniversitesi, 113-131. GÜRESİN, Ecvet. (1969), Ø-ARTØÞSYANÍ, İstanbul : Habora Kita- bevi, GÜRİZ, Adnan.(1985), (UKUKØ&ELSEFESI, Ankara: Ankara Üniversi- tesi Basımevi. GÜRKAN, Celil.(1978), “Atatürk’e Nasıl Bakmak: Bir Yanıt” 4OP LUMØVEØ"ILIM, Yaz-Güz 175-183. GÜRSES, Hasan Basri.(1992), “Yayınevinin Önsözü” -USTAFAØ3UP HI Ø9AàAMÍ Ø9AZÍLARÍ Ø9OLDAàLARÍ, İstanbul: Sosyalist Yayınları, 9-35. GÜRÜN, Kâmuran.(1984), 4~RKLERØVEØ4~RKØ$EVLETLERIØ4ARIHI, 2. Baskı Ankara: Bilgi Yayınları. GÜRÜN, Kâmuran.(1991), 4~RKØ 3OVYETØ ÞLIàKILERI, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. GÜRYAY, Tarık. (1971), "IRØÞKTIDARØ9ARGÍLANÍYOR, İstanbul:Cem Ya- yınevi. HABERMAS, Jurgen.(1996), “Three Normative Models of Democ- 494 Tarihin İnşâsı ve Siyaset racy”, $EMOCRACYØANDØ$IFFERENCEØ#ONTESTINGØTHEØ"OUNDARI ESØOFØTHEØ0OLITICAL, Ed.: Seyla BENHABIB Princeton: Princeton University Press, 21-30. HABERMAS, Jürgen.(1997), +AMUSALLÍÝÍNØ9APÍSALØ$yN~à~M~ Ø Çev.: Tanıl Bora, Mithat Sancar), İstanbul: İletişim Yayınları. HABİB, İsmail.(1992), “Paşa’nın Köşkünde” $EVRINØ9AZARLARÍNÍNØ +ALEMIYLEØ -ILLsØ -~CADELEØ VEØ 'AZIØ -USTAFAØ +EMAL Ø Haz: Mehmet Kaplan vd.), Ankara: Kültür Bakanlığı, 901-907. HAFIZOĞULLARI, Zeki. (1996), “Bir Kültür Ürünü Olarak Hukuk Düzeni”, !NKARAØeNIVERSITESIØ(UKUKØ&AK~LTESIØ$ERGISI, Cilt: 45, Sayı: 1, s. 3-21. HAGUE Rod, Martin HARROP, Shaun BRESLIN (1992), 0OLITI CALØ3CIENCEØØ!Ø#OMPARATIVEØ)NTRODUCTION ØNew York : St. Martin’s Press. HALL, John A.(2000), “Reflections on the Making of Civil Society²Ø 0ARADOXESØ OFØ #IVILØ 3OCIETYØ .EWØ 0ERSPECTIVESØ ONØ -ODERNØ 'ERMANØADØ"RITISHØ(ISTORY Ed.: Frank Trentmann New York: Berghahn Books. HAMPTON, Jean.(1986), (OBBESØANDØTHEØ3OCIALØ#ONTRACTØ4RA DITION, Cambridge: Cambridge University Press. HANİOĞLU, M. Şükrü.(1989), “II. Meşrutiyet Dönemi ‘Garbcılar’ı: Yeni Bir ‘Ethic’ Yaratma Fikrî” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~, 2:23-26. HANİOĞLU, Şükrü.(2001), 0REPARATIONØFORØ!Ø2EVOLUTION Ø4HEØ 9OUNGØ4URKS Ø , Oxford: Oxford University Press. HARBESON, John W.;(1990), “Centralisation and Development in Eastern Africa”, 4HEØ&AILUREØOFØ#ENTRALIZEDØ3TATE Ø)NSTITUTIONSØ ANDØ3ELFØ'OVERNANCEØINØ!FRICA, Ed.: James Wunsch, Dele Olu- wu, Westview Press. Boulder, HARRIS, George S.(1967), 4HEØ/RIGINSØOFØ#OMMUNISMØINØ4UR KEY, Hoover Institution on War, Revolution & Peace: Stanford. HART, Herbert Lionel A.(1967), ,AW Ø,IBERTYØANDØ-ORALITY. Lon- don: Oxford University Press. HARVEY, David (2004), 9ENIØ%MPERYALIZM, (Çev.: Hür GÜLDÜ), İstanbul: Evrensel Yayınları. HAVEL, Vaclav.(1988), “Anti-political Politics” #IVILØ3OCIETYØANDØ 3TATE, Verso, London. 381-398. 495 Mete K. Kaynar HAYEK, F. A.(1994), +ANUNØ 9ASAMAØ &AALIYETIØ VEØ dZG~RL~K (Çev.: Atilla Yayla) Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları. HEIMSORTH, Heinz.(1986), )MMANIUELØ +ANT´ÍNØ &ELSEFESI Ø +ANT´ÍØ!NLAMAKØÞlINØ!NAHTARØ+ITAP, (Çev.: Takiyeddin Men- güşoğlu), İstanbul: Remzi Kitabevi. HEPER, Metin.(1974), "~ROKRATIKØ 9yNETIMØ 'ELENEÝI, Ankara: Sosyal Bilimler Derneği Yayınları. HEPER, Metin.(1980), “Osmanlı Siyasi Hayatında Merkez-Kenar İlişkisi” 4OPLUMØVEØ"ILIM, Bahar-Yaz, 3-35, 1980 HEPER, Metin.(1984), “A Weltanschauung-Turned-Partial İdeology and Normative Ethics: “Atatürk” in Turkey”, 'ERMANØ*OURNALØ FORØ0OLITICSØANDØ%CONOMICSØOFØTHEØ-IDDLEØ%AST Ø25. January, No. 1 (March). HEPER, Metin.(1985), 4HEØ 3TATEØ 4RADITIONØ INØ 4URKEY, North Humberside: Eothen Press. HEPER, Metin.(1990), “Osmanlı’da Devlet Geleneği” 4~RKIYEØ '~NL~Ý~, Kış, Sayı 13:139-150. HEPER, Metin.(1994), (ISTORICALØ$ICTIONARYØOFØ4URKEY, London: The Scarecrow Press Inc. HEYWOOD, Andrew. (2007), 0OLITICS , New York: Palgrave. HILFERDING, Rudolf. (1995), &INANSØ +APITAL (Çev.: Yılmaz ÖNER), İstanbul: Belge Yayınları. HIRST, Paul.(1994), “Associative Democracy” $ISSENT, Spring. 241- 247. HIRST, Paul.(1997), &ROMØ3TATISMØTOØ0LURALISM Ø$EMOCRACY Ø#I VILØ3OCIETYØANDØ'LOBALØ0OLITICS, London: UCL Press. HODGSON, M. S. G.(1974), 4HEØ6ENTUREØOFØ)SLAM Chicago: The University of Chicago. HOHFELD, W. N.(2000), &UNDEMENTALØ ,EGALØ #ONCEPTIONSØ ASØ !PPLIEDØINØ*UDICALØ2EASONING Ed.: Walter Wheeler Cook, The Lawbook Exchange. HOOK, Sidney.(1967), 4HEØ 0ARADOXESØ OFØ &REEDOM Ø California: University of California Press. HORKHEİMER (1994), !KÍLØ4UTULMASÍ, İstanbul: Metis Yayınları.

496 Tarihin İnşâsı ve Siyaset HOWARD, Dick.(1972), 4HEØ$EVELOPMENTØOFØ4HEØ-ARXIANØ$I ALECTIC, London and Amsterdam: Southern Illinois University Press, Feffer&Simans Inc. HUDSON, Michael C.(1995), “The Political Culture Approach to Arab Democratisation: The Case for Bringing it Back in, Care- fully”, 0OLITICALØ,IBERALISATIONØANDØ$EMOCRATISATIONØINØTHEØ !RAPØ7ORLD ØVol:1, Ed.: Rex Brynen, Bahgat Korany, Paul Nob- le, London: Lynne Rienner Publ. Human Right Foundation of Turkey.(1996), &ILEØOFØ4ORTURE Ø$EATHØ INØ$ETENTIONØ0LACESØORØ0RISONØØ3EPTEMBERØ Ø3EP TEMBERØ , Ankara. Human Rights Watch.(2003), 7ORLDØ2EPORTØ Ø%VENTSØOFØØ %UROPEØANDØ#ENTRALØ!SIAØ/WERVIEW, http: //hrw. org/wr 2k 3/ europe. html HÜR, Ayşe.(2007), “ 1908-1938 Döneminde Hukuk Dışı Uygula- malar”, 2ESMsØ4ARIHØ4ARTÍàMALARÍ , Ankara: Türkiye ve Orta Doğu Forumu Yayınevi. HÜRRİYET (Haber).(2003), “Ata’nın Silüeti Varken Hayvan Otlat- mak İhanet”, (~RRIYET 'AZETESI Ø01.Temmuz.2003. HÜRRİYET (Haber).(2005), “Koç: Atatürk Heykelini Aslına Uy- durduk”, (~RRIYETØ'AZETESI Ø11. 10. 2005. HYPPOLITE, Jean.(1969), 3TUDIESØ ONØ -ARXØ ANDØ (EGEL, (Trans: Jean O’Neill), New York, London: Basic Books Inc. IBRAHIM, Saad Eddin.(1995), “Democratisation in the Arap World” 4OWARDØAØ#IVILØ3OCIETYØINØTHEØ-IDDLEØ%AST !Ø0REMIer Ed.: Jil- lian Schwedler, London: Lynne Rienner Publ. ILICAK, Nazlı (1978). Ø9ÍLØ3ONRAØØ-AYÍSØ9ARGÍLANÍYOR. İstan- bul: Kervan Yayıncılık. ILTING, K. H.(1984), “Hegel’s Conception of State and Marx Early Critique”, The State & Civil Society Studies in Hegel’s Political Philosophy, Ed.: Z. A. Pelczynski, Cambridge: Cambridge Uni- versity Press. ILTING, K. H.(1984), “Hegel’s Conception of State and Marx Early Critique” “4HEØ3TATEØØ#IVILØ3OCIETYØ3TUDIESØINØ(EGEL´SØ0OLITICALØ 0HILOSOPHY, Ed.: Z. A. Pelczynski, Cambridge: Cambridge Univer- sity Press.

497 Mete K. Kaynar ILTING, K. H.(1984), “The Dialectic of Civil Society” 4HEØ3TATEØØ #IVILØ3OCIETYØ3TUDIESØINØ(EGEL´SØ0OLITICALØ0HILosophy, Ed.: Z. A. Pelczynski, Cambridge University Press, Cambridge. INWOOD, M. J.(1984), ±(EGEL Ø 0LATOØ ANDØ 'REEKØ ³3ITTLICHKEIT´ Ø ±4HEØ3TATEØØ#IVILØ3OCIETYØ3TUDIESØINØ(EGEL´SØ0OLITICALØ0HILO SOPHY Ø%DØ:Ø!Ø0ELCZYNSKI Ø#AMBRIDGEØ#AMBRIDGEØ5NI VERSITYØ0RESSØ INWOOD, M. J.(1984), “Hegel, Plato and Greek ‘Sittlichkeit’ “4HEØ 3TATEØØ#IVILØ3OCIETYØ3TUDIESØINØ(EGEL´SØ0OLITICALØ0HILOSOPHY, Ed.: Z. A. Pelczynski, Cambridge University Press, Cambridge. IRGAT, Aydın.(1977), +OM~NISTLERØÞàlIØVEØÞàVERENLERIØ.ASILØ!L DATÍYOR, Ankara: Ayyıldız Matbaası. IRMAK, Sadi.(1980), “.UTUK’un Türkiye’deki Etkileri” (1980), “ 1927 Yılında Türkiye”Ø!TAT~RK´~NØ"~Y~KØ3yYLEVI´NINØØ9ÍLÍØ 3EMINERI Ø"ILDIRILERØVEØ4ARTÍàMALAR ØAnkara: Türk Tarih Kuru- mu Yayınları 181-188. ISAAC, Jeffery C.(1993), “Civil Society and the Spirit of Revolt” $IS SENT ØSummer, 357-367. IŞIKLI, Alparslan.(2006), 3OSYALIZM Ø+EMALIZMØVEØ$IN, Ankara, İmge Yayınları. İLERİ, Celal Nuri.(2002), 4~RKØ $EVRIMI Ø ÞNSANLÍKØ 4ARIHINDEØ 4~RKØ$EVRIMININØ9ERI, (Sadeleştiren: Özer Ozankaya), Ankara: T. C. Kültür Bakanlığı. İLERİ, Suphi Nuri.(1992), “Bugünün İnkılâbı ”, İleri, 6 Teşri-i Sâni 1338, !TAT~RKØ$EVRIØ&IKIRØ(AYATÍ ), (Der.: Mehmet Kaplan vd), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. İLKİN Selim. (2004), “1922-1923 Yılları Türkiye’sinde Bir Yaban- cı Sermaye Girişimi: Chester Demiryolu Projesi” #UMHURIYETINØ (ARCÍ Ø-ODERNITENINØ!LTYAPÍSÍØ/LUàURKEN, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, s.233-270. İNALCIK, Hâlil.(1990), “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi” 4~R KIYEØ'~NL~Ý~Ø3AYÍ 11, s. 30-43. İNALCIK, Hâlil.(1990), “Osmanlı Toplum Yapısının Evrimi” 4~R KIYEØ'~NL~Ý~ (Çev.: Mehmet Özden-Fahri Unan) Yaz, 11:30- 43.

498 Tarihin İnşâsı ve Siyaset İNALCIK, Hâlil.(1995), “Osmanlı İktisat Zihniyeti ve Osmanlı Eko- nomisi” 4ARIHØ2ISALELERI, (Der.: Mustafa Özel), İstanbul: İz Ya- yınları, 35-55. İNALCIK, Hâlil.(1995), “Osmanlı İmparatorluğu’nda İslam” 4A RIHØ2ISALELERI (Der.: Mustafa Özel), İstanbul: İz Yayınları, 17-35, 1995. İNALCIK, Hâlil.(2006), “Tanzimat Nedir?”, 4ANZIMAT Ø $EÝIàIMØ 3~RECINDEØ/SMANLÍØÞMPARATORLUÝU, Ankara: Phoenix Yayıne- vi, 13-36. İNAN Afet.(1966), “Büyük .UTUK’ta Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi” 4~RKØ4ARIHØ+URUMUØ$ERGISI Cilt XXX, Sayı 120, 515-523. İNAN, Afet.(1980), “Atatürk’ün Büyük .UTUK’unun Müsveddeleri Üzerinde Arkadaşlarının Eleştirilerini Dinlemesi ve Gençliğe Sesle- niş” !TAT~RK´~NØ"~Y~KØ3yYLEVI´NINØØ9ÍLÍØ3EMINERI Ø"ILDIRILERØ VEØ4ARTÍàMALAR Ø!NKARA: Türk Tarih Kurumu Yayınları 33-38. İNAN, Afet.(1984), “Büyük .UTUK’ta Atatürk’ün Gençliğe Hitabe- si” !TAT~RKØ(AKKÍNDAØ(ATÍRLARØVEØ"ELGELER, 4. Baskı, Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları, 319-327. İNAN, Afet.(1998), -Ø+EMALØ!TAT~RK´´TENØ9AZDÍKLARÍM, İstan- bul: Yenigün Haber Ajansı Yayınları. İNAN, Arı.(1982), 'AZIØ-USTAFAØ+EMALØ!TAT~RK´~NØØ%SKI àEHIR ÞZMIRØ+ONUàMALARÍ, Ankara: Türk Tarih Kurumu. İNFO TÜRK AJANSI. (1977), -USTAFAØ3UPHIØVEØ9OLDAàLARÍ Ø Ø/CAKØ´IØ5NUTMA, İstanbul: Güncel Yayınlar. İNÖNÜ, İsmet.(1942), “Birinci Söylev (1)”, 3yYLEVLERØ Ø (ALKEVLERIØ VEØ (ALKODALARÍNÍNØ 9ÍLDyN~M~NDEØ 6ERILMIàTIR, Ankara: Recep Ulusluoğlu Yayınları. İNÖNÜ, İsmet.(1992), “Yeni Halkevlerini Açma Nutku”, eLK~ C. III, Mart 1934’den !TAT~RKØ$yNEMIØ&IKIRØ(AYATÍØ)) ØDer.: Mehmet Kaplan vd), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. İNSEL, Ahmet-AKTAR Cengiz.(1987), “Devletin Bekâsı için Yü- rütülen Çağdaşlaşma Sürecinin Toplumsal Sorunları” 4OPLUMØVEØ "ILIM, Güz, 21-44. İPEKÇİ Abdi, Ömer Sami COŞAR (1965 Ø ÞHTILALINØ ÞlY~Z~ İstanbul:Uygun Yayınevi.

499 Mete K. Kaynar İPEKSÜMEROGLU, Niyazi. (1951), “Askerî Kaza Sistemine Bir Bakış”, !NKARAØ eNIVERSITESIØ (UKUKØ &AK~LTESIØ $ERGISI Cilt: 8, Sayı: 1, s. 466-494. İRTEM, Süleyman Kâni. (2003), Ø-ARTØÞSYANÍØVEØ(AREKETØ/R DUSUØ !BD~LHAMID INØ 3ELhNIKØ 3~RG~N~, İstanbul: Temel Yayınları. İSLAMOĞLU, Huricihan-KEYDER, Çağlar.(1977), “Osmanlı Tari- hi Nasıl Yazılmalı Bir Öneri” 4OPLUMØVEØ"ILIM ØBahar 49-72. İSLAMOĞLU, Huricihan.(1989), “Köylüler, Ticarileşme Hareketi ve Devlet Gücünün Meşrulaşması” 4OPLUMØVEØ"ILIM Güz-Kış 7-31. JOHNSON, Lee.(1988), -ARXISMØ #LASSØ !NALYSISØ ANDØ 3OCIALSTØ 0LURALISMØ!Ø4HEORETICALØANDØ0OLITICALØ#RITIQUEØOFØ-ARKSISTØ #ONCEPTIONØOFØ0OLITICS, Winchester: Allen&Unwill Publ. JONES, Mark Wickham.(2000), “New Labour in Global Economy: Partisan Politics and The Social Democratic Model” "RITISHØ*O URNALØOFØ0OLITICSØANDØ)NTERNATIONALØ2ELATIONS, Vol., 2 No., 1, April, 1-25. JORGENSEN, Knud Eric.(1992), “The End of Anti-Politics in Cent- ral Europe”Ø$EMOCRACYØANDØ#IVILØ3OCIETYØINØ%ASTERNØ%UROPE, Ed.: Paul G. Lewis, London: Macmillian Press, 32-60. KAHRAMAN, Hasan Bülent. (2009), “Kurtuluş Savaşı Bir İç Savaş- tı” 4EMPO, Nisan, s. 100-104 KAHRAMAN, Serpil. (2005), (1929-1939 ) İktisadi Devletçilik ve Sanayileşme Politikaları, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. KALYONCU, Cemal A. (2003), “Hareket Ordusu’nun yüzde 60’i Se- lanikli Yahudilerdi”, !KSIYON, 14. Nisan.2003, Sayı:436. KALYONCU, Cemal A. (2003), “Hareket Ordusu’nun yüzde 60’i Se- lanikli Yahudilerdi”, !KSIYON, 14. Nisan.2003, Sayı:436. KANSU, Aykut. (2002), Ø$EVRIMI, İstanbul:İletişim Yayınları. KANSU, Ceyhun Atıf.(1962), “Atatürk’ün İlkleri”, 4~RKØ$ILIØ$ER GISI, Sayı 134, Kasım. KANSU, Ceyhun Atıf.(1963), “Devleti Yenileştiren Atatürk”, 4~RKØ $ILIØ$ERGISI, Sayı 146, Kasım.

500 Tarihin İnşâsı ve Siyaset KANSU, Ceyhun Atıf.(1980), “Dram Kaynağı Olarak Atatürk” !TAT~RK´~NØ"~Y~KØ3yYLEVI´NINØØ9ÍLÍØ3EMINERI Ø"ILDIRILERØ VEØ4ARTÍàMALAR Ø!NKARA: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 221- 233. KANT, Immanuel.(1989), 0RATIKØ5SUNØ%LEàTIRISI, (Çev.: İsmet Zeki Eyuboğlu), İstanbul: Say Yayınları. KARABEKİR, Kazım. (2005), ÞTTIHATØVEØ4ERAKKIØ#EMIYETI 6. Bas- kı, İstanbul: Emre Yayınları. KARABEKİR, Kazım.(1992), 0AàALARÍNØ (ESAPLAàMASÍØ ÞSTIKLALØ (ARBINEØ.EDENØ'IRDIK Ø.ASÍLØ'IRDIK Ø.ASÍLØÞDAREØ%TTIK, İs- tanbul: Emre Yayınları. KARABEKİR, Kazım.(1995), "IRØ $UELLO Ø "IRØ 3UIKAST, İstanbul: Emre Yayınları. KARAL, Enver Ziya. /SMANLÍØ4ARIHIØÞKINCIØ-EàRUTIYETØVEØ"IRINCIØ $~NYAØ3AVAàÍØ  , 9. Cilt, Ankara: Türk Tarih Ku- rumu Yayınları. KARAL, Enver Ziya.(1980), “Açış Konuşması” !TAT~RK´~NØ"~Y~KØ 3yYLEVI´NINØØ9ÍLÍØ3EMINERI Ø"ILDIRILERØVEØ4ARTÍàMALAR ØAn- kara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1-7. KARAL, Enver Ziya.(1983), /SMANLÍØ4ARIHI ØC. 5, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. KARAL, Enver Ziya.(1997), /SMANLÍ´DAØ4ANZIMATØ$yNEMI, İs- tanbul: Yeni Gün Yayıncılık. KARAL, Enver Ziya.(2006), “Gülhane Hattı Hümayunu’nda Batı’nın Etkisi?” 4ANZIMAT Ø$EÝIàIMØ3~RECINDEØ/SMANLÍØÞMPARATOR LUÝU, Ankara: Phoenix Yayınevi, 65-82. KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri.(1981), !TAT~RK, İstanbul: İle- tişim Yayınları. KARAOSMANOĞLU, Yakup Kadri.(1981), %RGENEKONØ-ILLsØ-~ CADELEØ9AZÍLARÍ ØAnkara: Kültür Bakanlığı. KARPAT, Kemal.(1966), “Turkish Left” *OURNALØ OFØ #ONTEMPO RARYØ(ISTORY ØVol:1, NO:2169-186. KARPAT, Kemal.(1967), “Socialism and the Labour Party of Tur- key” -IDDLEØ%ASTØ*OURNEY, Vol:21 No:2, Spring, 157-172.

501 Mete K. Kaynar KARPAT, Kemal.(1967), 4~RKØ$EMOKRASIØ4ARIHI Ø3OSYAL Ø+~LT~ REL Ø%KONOMIKØ4EMELLER, İstanbul: İstanbul Matbaası. KARPAT, Kemal.(1972) “The Transformation of Ottoman State 1789-1908” International -IDDLEØ%ASTØ3TUDIES Vol. 3, 243-281. KAUFMAN, Alexander.(1997), “Hegel and Ontological Critique of Liberalism” !MERICANØ0OLITICALØ3CIENCEØ2EVIEW, Vol. 91, No:4 December. KAYALI, Kurtuluş. (1994), /RDUØVEØ3IYASETØØ-AYÍS Ø-ART. İstanbul:İletişim Yayınları. KAYNAR, Mete K. (2007a), “Halkçılık” 2ESMsØÞDEOLOJIØ3yZL~Ý~, Ankara: Türkiye Ortadoğu Vakfı Yayınları KAYNAR, Mete K. (2007b), “Türk Solu, Öteki ve Milliyetçilik: Türk Solunda Milliyetçiliğin Nedenler Üzerine Bir Tartışma” -ILLIYETlILIK Ø 9URTSEVERLIKØ VEØ 3OL, Ankara: Türkiye Ortadoğu Vakfı Yayınları. KAYNAR, Mete Kaan vd.(2007), #UMHURIYETØ$yNEMIØ3IYASsØ0AR TILERIØDerleyen: Mete Kaan Kaynar), Ankara: İmge Yayınları. KAYNAR, Mete Kaan. (2009), “Totem, Tabu, Mustafa Kemal ve Atatürkçülük” -ODERNØ4~RKIYE´DEØ3IYASsØ$~à~NCE Cilt 9: Dö- nemler ve Zihniyetler, İstanbul: İletişim Yayınları. KAYNARDAĞ, Arslan.(1977), “Atatürk’ün Büyük Söylevi ve Ba- sımları”, #UMHURIYET, 3yYLEVØdZELØ%K, 15 Ekim. KAZANCIGİL, Ali.(1989), “Türkiye’de Modern Devletin Oluşumu ve Kemalizm” 4~RKØ3IYASsØ(AYATÍNÍNØ'ELIàIMI, İstanbul: Beta Basım Yayım, 171-189. KAZANCIGİL, Ali.(2006), “Anti-Emperyalist Bağımsızlık İdeolo- jisi ve Üçüncü Dünya Ulusçuluğu Olarak Kemalizm”Ø -ODERNØ 4~RKIYE´DEØ 3IYASIØ $~à~NCE Ø +EMALIZM, İstanbul: İletişim, 235-246. KEANE, John.(1994), $EMOKRASIØVEØ3IVILØ4OPLUM, (Çev.: Necmi Erdoğan), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. KEANE, John.(1994), 3IVILØ4OPLUMØ$EVLETØ!VRUPA´DAØ9ENIØ9AK LAàÍMLAR, (Çev.: Erkan Akın), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

502 Tarihin İnşâsı ve Siyaset KELLNER, Douglas, Steven BEST.(2001), 4HEØ0OSTØ-ODERNØ!D VENTUREØ3CINECE Ø4ECHNOLOGY Ø!NDØ#ULTURALØ3TUDIESØATØTHEØ 4HIRDØ-ILLENNIUM, Taylor&Francis Books, Hampshire. KELLNER, Douglas.(1995), “The end of Orthodox Marxism, Mar- xism in the Post Modern Age”, #ONFRONTINGØ THEØ .EWØ 7ORLDØ /RDER, Ed.: Antonio Callari, Stephen Cullenberg, Carole Biwener, New York, London: Guilford Inc. 33-41. KENNEDY, Paul.(1991), "~Y~KØ '~lLERINØ 9~KSELIàØ VEØ ayK~à~ (Çev.: Birtane Karanakçı) Ankara: Türkiye İş Bankası Yayınları. KEYDER, Çağdar.(1979), “Osmanlı Ekonomisi ve Osmanlı Maliye- si” 4OPLUMØVEØ"ILIM, Kış 35-43, 1979. KEYDER, Çağdar.(1993), “Türk Milliyetçiliğine Bakmaya Başlar- ken” 4OPLUMØVEØ"ILIM, Yaz-Güz. KEYMAN, Fuat.(1996), “Farklılığa Direnmek: Uluslararası İlişkiler Kuramında ‘Öteki’ Sorunu” /RYANTALIZM Ø(EGEMONYAØVEØ+~L T~RELØ&ARK, 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları. KHARKHORDIN, Oleg.(2000), “The Importance of Politics of Fri- endship in Contemporary Russia”, 0ROGRAMØONØ.EWØ!PPROAC HESØTOØ2USSIANØ3ECURITYØ0OLICYØ-EMOØ3ERIES, No:149, Europe- an University at St. Petersburg, October. KILIÇ Selda.(2002), “İran’da İlk Anayasal Hareket:1906 Meşrutiye- ti”, 4ARIHØ!RAàTÍRMALARÍØ$ERGISI, 20 (32) 144-161. KILIÇ, Fahri.(2003), “.UTUK’un Analitik Bir İncelemesi” !BANTØÞZ ZETØ"AYSALØeNIVERSITESIØ%ÝITIMØ&AK~LTESIØ$ERGISI ØCilt 3, Sayı 5, 132-141. KILIÇBAY, Mehmet Ali.(1985), &EODALITEØVEØ+LASIKØ$yNEMØ/S MANLÍØeRETIMØ4ARZÍ ØAnkara: Teori Yayınları. KILIÇBAY, Mehmet Ali.(1989), “Nizâm-ı Âlem’den Tanzimat’a” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~, 8:49-55. KILIÇBAY, Mehmet Ali.(1989), “Tekilden Çoğula Geçişin Alanı Olarak Batı, Sorunsalı Olarak Batılaşma” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~, Sayı 2, 45-50. KILIÇBAY, Mehmet Ali.(1990), “Osmanlı Kimliği Sorununa Kişisel Bir Yaklaşım” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~, Yaz, 11:46-56. KILIÇBAY, Mehmet Ali.(1992), $OÝU´NUNØ$EVLETIØ"ATÍNÍNØ#UM HURIYETI, Ankara: Gece Yayınları. 503 Mete K. Kaynar KIRLI, Cengiz.(1993), “ !Ø0SEUDOØ#ONSENSUSØONØTHEØ#ONCEPTØ/FØ #IVILØ3OCIETYØ4HEØ$EBATEØINØ4URKEYØINØ4HEØSØ!SØ)LLUSTRA TEDØBYØ4AHAØ!KYOL´SØANDØ-URATØ"ELGE´SØ!PPROACH” Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. KIŞLALI, Ahmet Taner. (2003), 3IYASETØ"ILIMI, Ankara: İmge Ya- yınevi. KIZILTEPE, Mert. (2010), “Kemalizmin Esasları”, +EMALISTØ$EV RIM Sayı 1, Mart. KİLİ, Suna, A. Şeref GÖZÜBÜYÜK, (2007) 4~RKØ !NAYASAØ -E TINLERIØ 3ENEDIØ ÞTTIFAKTAN'~N~M~ZE Ø İstanbul: İş Bankası Yayınları. KLAS Tomasz Goban-KLAS Teresa Sasinska.(1992), “From Closed to Open Communication System: New Information and Communi- cation Technologies and The Rebirth of Civil Society in Commu- nist Eastern Europe”Ø$EMOCRACYØANDØ#IVILØ3OCIETYØINØ%ASTERNØ %UROPE, Ed.: Paul G. Lewis, Macmillan Press, London 76-90. KOCAHANOĞLU, Osman Selim.(2003), !TAT~RK´EØ +URULANØ (hINØ0USU ØÞZMIRØ3UIKASTÍNÍNØ0ERDEØ!RKASÍ, İstanbul: Temel Yayınları. KOCATÜRK, Utkan.(1985), “Büyük Nutkun Basılışı Esnasında Atatürk Tarafından Yapılan İki Düzeltme” !TAT~RKØ!RAàTÍRMAØ -ERKEZIØ$ERGISI, Cilt: I, Sayı 2. KOCATÜRK, Utkan.(1999), $OÝUMUNDANØ dL~M~NEØ +ADARØ +AYNAKlALÍØ !TAT~RKØ '~NL~Ý~, Ankara: Atatürk Araştırma Merkezi. KOÇAK, Cemil. (2009), 'ElMIàINIZØÞTINAYLAØ4EMIZLENIR. İstan- bul: İletişim Yayınları. KOÇAK, Cemil.(1997), “.UTUK ve Diğerleri” 70Ø9ÍLÍNDAØ5LUSALØ 6EØ5LUSLARARASÍØ"OYUTLARÍYLAØ!TAT~RK´~NØ"~Y~KØ.UTUK´UØ6EØ $yNEMI Ø Der.: Gül. E. Kundakçı), Ankara: Ortadoğu Teknik Üniversitesi, 135-160. KOÇAK, Cemil.(2006), “Yeni Osmanlılar ve Birinci Meşrutiyet”, -ODERNØ 4~RKIYE´DEØ 3IYASIØ $~à~NCE Ø #UMHURIYETEØ $EVRE DENØ$~à~NCEØ-IRASÍ Ø4ANZIMATØVEØ#UMHURIYET´INØ"IRIKIMI, İstanbul: İletişim Yayınevi, 72-82. KOÇİBEY.(1985), +OlIBEYØ2ISALESI ØÇev.: Zuhuri Danışman), An- kara: Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları. 504 Tarihin İnşâsı ve Siyaset KODAMAN, Bayram.(1995), 31Ø -ARTØ (ADISESIØ 3ONØ /SMANLÍØ 6AK´AØ.~VISIØ!BRURRAHMANØßEREFØ%FENDI´YEØ!ITØ"IRØ9AZMAØ %SEREØ'yRE ØAnkara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. KONGAR, Emre.(1983), !TAT~RKØeZERINE, İstanbul: Hil Yayınları. KONGAR, Emre.(1985 Ø 4~RKIYE´NINØ 4OPLUMSALØ 9APÍSÍ, İstan- bul: Remzi Kitabevi. KONGAR, Emre.(1999), 21Ø9~ZYÍLDAØ4~RKIYEØ´LIØ9ÍLLARDAØ 4~RKIYE´NINØ4OPLUMØ9APÍSÍ, İstanbul: Remzi Kitabevi. KONUKÇU, Enver. (1999), -USTAFAØ+EMALØ!TAT~RKØ$yNEMINDEØ %RZURUM, Erzurum: Eser Ofset. KORAY, Cenk.(1994), +UR´hNØÞSLAMIYETØVEØ!TAT~RKØVEØØ-UCI ZESI Øİstanbul: Altın Kitaplar KORKMAZ, Zeynep.(1974), “Cumhuriyetin 50. Yıldönümü Dola- yısiyle Köktürk Yazıtlarından Atatürk’ün Gençliğe Hitabesine” #UMHURIYET´INØ Ø 9ÍLDyN~M~Ø !NMAØ +ITABÍ, Ankara: Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yayınları, 57-66. KORKMAZ, Zeynep.(1997), “Atatürk ve .UTUK”, 4~RKØ$ILIØ$ERGI SI, Sayı 551, Kasım, 390- 398. KORKMAZ, Zeynep.(2003), “Atatürk’ün Büyük .UTUK’unun Dil ve Üslûp Özellikleri Üzerine”, 9ETMIàBEàINCIØ9ÍLÍNDAØ.UTUK´UØ !NLAYARAKØ /KUMAKØ "ILGIØ ßyLENI, 17-18.Ekim.2003, Ankara Bildiriler, Yayınları Haz: Dursun Ayan-M. Alper Parlak, Ankara, 156- 163. KORKUD, Refik.(1959), )Ø-EàRUTIYET -ATBAAT %SKIØ$IKTATyRØVEØ Ø-ARTØ&ACIASÍ ØAnkara: Işık Matbaacılık. KORLAELÇİ, Murtaza.(1992), “Ahmet Rıza (1859-1930)”, &ELSEFEØ $~NYASÍ, Sayı 4. Nisan 1992:47-58. KORLAELÇİ, Murtaza.(1998), “Pozitivizmin Türkiye’ye Girişinde İki Öncü² Ø&ELSEFEØ$~NYASÍØ$ERGISI, Sayı 28:43-61. KORTION, Gabris.(1984), “Subjectivity and Civil Society”, 4HEØ 3TATEØØ#IVILØ3OCIETYØ3TUDIESØINØ(EGEL´SØ0OLITICALØ0HILOSOPHY, Ed.: Z. A. Pelczynski, Cambridge: Cambridge University Press. KÖKER, Levent-AĞAOĞULLARI, Mehmet A.(1990), ÞMPARATOR LUKTANØ4ANRÍØ$EVLETINE ØAnkara: İmge Yayınları

505 Mete K. Kaynar KÖKER, Levent. (2006), “Kemalizm/Atatürkçülük: Modernleşme, Devlet, Demokrasi”Ø-ODERNØ4~RKIYE´DEØ3IYASsØ$~à~NCE Cilt 9: Kemalizm, İstanbul: İletişim Yayınları.97-118. KÖPRÜLÜZADE, Mehmet Fuat.(1992), “Cumhuriyetimizin Yıl- dönümü”, (AYAT Ø 3 Teşrin-i Sâni 1927 !TAT~RKØ $EVRIØ &IKIRØ (AYATÍ ) ØDer.: Mehmet Kaplan vd), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. KUÇURADI, Ionna.(1982), “Philosophy and Human Rights” 0HILO SOPHICALØ&OUNDATIONØOFØ(UMANØ2IGHTS, Ed.: Ionna, Kuçura- di, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları. KUMAR, Krishan. (1993), ”Civil Society: An Inquiry into Usefulness of an Historical Term” "RITISHØ*OURNALØOFØ3OCIOLOGY, Vol:44 September 375-395 KURDAKUL, Şükran.(1995), “Dr. Şefik Hüsnü’yü Anarken ” 4EORI Ø Sayı. 64 Nisan. KURTULUŞ, Baki.(1994), 4ARIHSELØ /LAYLARLAØ 3yYLEVØ ±.UTUK² Ø 12. Baskı, Ankara: Kurtuluş Yayınları.

KUTAY, Cemal. (1997), Ø-ARTØÞHTILALINDEØ!BD~LHAMIT, İstan- bul: Kalem Yayınları. KUTAY, Cemal.(1973), Çerkez Ethem Dosyası 1, İstanbul: Boğaziçi Yayınları. KUTAY, Cemal.(1997),ØØ-ARTØÞHTILALINDEØ!BD~LHAMIT, İstan- bul: Kalem Yayınları. KÜÇÜKÖMER, İdris. (1994a), “Atatürkçülük ve Türk Toplumu”, İdris Küçükömer’le Türkiye Üstüne Tartışmalar, İstanbul: Bağ- lam Yayınları, 113-126. KÜÇÜKÖMER, İdris. (1994b), “Kurtuluş Savaşı’nın Politik Zaferi’nin Ortamı² Ø(ALKØ$EMOKRASIØÞSTIYORØMU? (Der: Yücel Yaman) İstanbul: Bağlam Yayınları, 299-301. KÜÇÜKÖMER, İdris.(1977), “Asyagil Üretim Biçimi, Yeniden Üretim Sivil Toplum” 4OPLUMØVEØ"ILIM, Ankara: İletişim Ya- yınları, Yaz 3-30. KÜÇÜKÖMER, İdris.(1994), “Osmanlılarda Kapitalist Düzene Ge- çilememesi ve Bürokratlar ile Ortanın Solu’nun Gelişimi” $~ZE NINØ9ABANCÍLAàMASÍ, İstanbul: Bağlam Yayınları.

506 Tarihin İnşâsı ve Siyaset KÜÇÜKÖMER, İdris.(1994), $~ZENINØ9ABANCÍLAàMASÍ İstanbul: Bağlam Yayınları. KÜÇÜKÖMER, İdris.(1994), 3IVILØ 4OPLUMØ 9AZÍLARÍ, İstanbul: Bağlam Yayınları. LACLAU, Ernesto-MOUFFE Chantal.(1992), (EGEMONYAØVEØ3OS YALISTØ3TRATEJI, (Çev.: A. Kardam-D. Şahiner), İstanbul: Birikim Yayınları. LANDAU, Jacop.(1974), 2ADICALØ0OLITICSØINØ-ODERNØ4URKEY, Le- iden: E. J. Brill Pub. LANDAU, Jacop.(1980), “Atatürk’ün Büyük .UTUK’unda Dış Poli- tika” !TAT~RK´~NØ"~Y~KØ3yYLEVI´NINØØ9ÍLÍØ3EMINERI Ø"IL DIRILERØVEØ4ARTÍàMALAR ØAnkara: Türk Tarih Kurumu Yayınları 39-47. LARRAIN, Jorge.(1983), -ARXISMØ ANDØ )DEOLOGY Ø Hong Kong: Humanities Press. LENİN, İ. V.(1979), %MPERYALIZMØ +APITALIZMINØ %NØ 9~KSEKØ !àAMASÍ, Ankara: Sol Yayınevi. LENİN, V.I.(2003), %MPERYALIZMØ+APITALIZMINØ%NØ9~KSEKØ!àA MASÍ, 7. Baskı, İstanbul: Eriş Yayınları. LENT, Adam.(1993), “For A Radical Democracy”, 4ALKINGØ!BOUTØ 4OMORROW ØAØ.EWØ2ADICALØ0OLITICS, Ed.: Stuart Wilks, London: Pluto Press, 93-100. LENT, Adam.(1993), “Internal Division in the New Political Move- ments”, 3TORMINGØ4HEØ-ILLENNIUMØ4HEØ.EWØ0OLITICSØOFØ#HAN GE. Ed.: Adam Lent, Tim Jordan Lawrence and Wishard, London, 172-194. LERNER, Daniel-Richard D ROBİNSON.(1960), “Swords and Plo- ughshares: The Turkish Army as a Modernizing Force”, 7ORDØ0O LITICS, 13:1. LERNER, Robert.(1993), MEACHAM, Standish, BURNS, E. Mcnall; 7ESTERNØ#IVILISATIONS Ø4HEIRØ(ISTORYØANDØ4HEIRØ#ULTURE, 12th Ed.: New York: Norton&Company Inc. LESSNOFF, Michael.(1990), “Introduction: Social Contract”, 3OCIALØ #ONTRACTØ4HEORYØEd.: Michael Lessnoff, Worcester: Billing&sons Ltd.

507 Mete K. Kaynar LÈVI STRAUSS, Claude.(1996), 9ABANØ$~à~NCE, İstanbul: Yapık- redi Yayınları. LEWIS, Jane.(1983), “Conceptualising Equality of Women” #OUN TERPOINTØ3OCIALISMØINØAØ#OLDØ#LIMATE, Ed.: John Griffith, Lon- don, Sidney: Unwin Paperbacks, 102-123. LEWIS, Paul G.(1992), “Introduction” $EMOCRACYØANDØ#IVILØ3OCI ETYØINØ%ASTERNØ%UROPE, Ed.: Paul G. Lewis, London: Macmillian Press, 1-15 LEWIS, Renia.(2006), /RYANTALIZMIØ9ENIDENØ$~à~NMEK Ø+ADÍN LAR Ø3EYAHATØVEØ/SMANLÍØ(AREMI, (Çev.: Beyhan Uygun-Şeyda Aytemiz Başlı), İstanbul: Kapı Yayınevi. LICHFIELD, John.(1998), “Snubbed Jospin Calls Blair’s Bluff Tried Of Being Patronised, The French Pm Is Defining His Own ‘Ism’ As An Alternative To New Labour’s ‘Third Way’, Reports John Lichfield” 4HEØ)NDEPENDENT, September, 20, p. 15. LILLA, Mark.(1998), “4HEØ.EWØ9ORKØ2EVIEWØOFØ"OOKS,” June 25, 36-41. Liberal Democratic Societies, Ed.: Edward C. Banfield, Pa- ragan House. LİVANELİ, Zülfü.(2002), “Oh be Nihayet Türkler Geldi”, 6ATANØ 'AZETESI, 07. 12. 2002. LOCKE, John.(1970), “The Second Treatise of Civil Government” (UMANØ2IGHTS, Ed.: A. I. Melden, Belmont: Wadsworth Publ. Comp Inc. LUXEMBURG, Rosa. (1951), 4HEØ!CCUMULATIONØOFØ#APITAL, (Trans: Agnes SCHWARZCHILD), London: Routledge&Kegan Paul Ltd. Pub. MACDONALD, Laura.(1994), “Globalising Civil Society: Interpre- ting International NGO’s in Central America” *OURNALØOFØ)NTER NATIONALØ3TUDIESØVol:23 No:2267-285. MacDONALD, Margaret.(1970), “Are There Any Natural Rights ?” (UMANØ2IGHTS, Ed.: A. I. Melden, Belmont: Wadsworth Publ. Comp Inc. MACİT, Rukiye. (2007) “Türk Basınında Dini Tartışmalar (23.Tem- muz.1908-31 Mart 1909)” Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi.

508 Tarihin İnşâsı ve Siyaset MAGDOFF, Harry. (1975), “Yeni Emperyalizm”, Çağdaş Kapi- talizmin Bunalımı, Der: Paul A.BARAN, Paul M. SWEEZY, Harry,Magdoff, Ankara: Bilgi Yayınları. s.141-180. MAKAL, Ahmet.(1997), /SMANLÍØ ÞMPARATORLUÝUNDAØ aALÍàMAØ ÞLIàKILERI  Türkiye Çalışma İlişkileri Tarihi, Ankara: İmge Yayınları. MAKHNENKO, A. K. H.(1976), 4HEØ3TATEØ,AWØOFØTHEØ3OCIALISTØ #OUNTRIES, (Trans. Denis Ogden), Progress Pub. Moskow. MANDEL, Ernest. (2008), -ARKSISTØ%KONOMIØ%LØ+ITABÍ, (Çev: Or- han SUDA), Ankara: Türkiye Ortadoğu Vakfı Yayınları. MAPEL, David, R.(1990), “Democratic Voluntarism & The Problem of Justifying Political Bonds” 0OLITY, Vol XXIII Winter 233-253 MARDİN, Şerif.(1987), “Sunuş” ÞTTIHATØVEØ4ERAKKIØ#EMIYETI´NINØ +URUCUSUØVEØØØ.OLUØeYESIØÞBRAHIMØ4EMO´NUNØÞTTIHADØVEØ 4ERAKKIØ!NÍLARÍ ØÞSTANBUL Arba Yayınları, I-ıX. MARDİN, Şerif.(1990), 4~RKIYE³DEØ4OPLUMØVEØ3IYASET, İstanbul: İletişim Yayınları. MARDİN, Şerif.(1992), 4OPLUØ%SERLERIØØ*yNØ4~RKLER´INØ3IYASIØ&I KIRLERI, İstanbul: İletişim Yayınları. MARDİN, Şerif.(1995), “İyiler ve Kötüler” 4ARIHØ2ISALELERI, (Der.: Mustafa Özel), İstanbul: İz Yayınları. MARDİN, Şerif.(2006), “Yeni Osmanlı Düşüncesi” -ODERNØ 4~RKIYE´DEØ3IYASIØ$~à~NCE Ø#UMHURIYETEØ$EVREDENØ$~à~N CEØ -IRASÍ Ø 4ANZIMATØ VEØ #UMHURIYET´INØ "IRIKIMI, İstanbul: İletişim Yayınevi, 42-53. MARKS Karl.(1996), &RANSA´DAØ3ÍNÍFØ3AVAàÍMLARÍ ØÇev.: Sevim Belli), Ankara: Sol Yayınları. MARKS, Karl, (1976), 184Ø %LØ 9AZMALARÍ (Çev.: Kenan Somer), Ankara: Sol Yayınları. MARKS, Karl, (2003), +APITAL, Cilt 1, Ankara: Eriş Yayınları, 3. Baskı. MARKS, Karl. (1997), +OM~NISTØ0ARTIØ-ANIFESTOSU, Ankara: Sol Yayınları. MARSHALL, John.(1994), *OHNØ,OCKE Ø2ESISTANCE Ø2ELIGIONØANDØ 2ESPONSIBILITY, Cambridge: Cambridge University Press.

509 Mete K. Kaynar MARX, Karl-Friedrich ENGELS.(1997), +OM~NISTØ0ARTIØ-ANIFES TOSU, Ankara: Sol Yayınevi. MARX, Karl.(1965), 'RUNDISSE, (Çev.: Sevan Nişanyan), İstanbul: Birikim Yayınları. MARX, Karl.(1976), !LMANØÞDEOLOJISI, Ankara: Sol Yayınevi. MARX, Karl.(1977), “Critique of Hegel’s ‘Philosophy of Rights’” +ARLØ-ARXØ3ELECTEDØ7ORKS, Ed.: David Mcellan, Oxford, Lon- don: Oxford University Press, 26-35. MARX, Karl.(1977), “Germen Ideology” 3ELECTEDØ 7RITINGS, Ed.: David McLean, 2nd Ed.: Oxford: Oxford University Press, s. 159- 191. MARX, Karl.(1977), “On Jewish Question², +ARLØ-ARXØ3ELECTEDØ 7ORKS, Ed.: David Mcellan, Oxford University Press, Oxford, London. 39-63. MARX, Karl.(1977), “Towards a Critique of Hegel’s Philosophy of Rights” 3ELECTEDØ7RITINGS, Ed.: David McLean, Oxford: Oxford University Press, 2nd Ed.: s. 63-75. MARX, Karl.(1993), %KONOMIØ0OLITIÝINØ%LEàTIRISINEØ+ATKÍ, Anka- ra: Sol Yayınevi. MARX, Karl.(1999), &ELSEFENINØ3EFALETI, Ankara: Sol Yayınevi. MAXIM, Mihai.(1997), “Yeni Romen Belgelerine Göre Atatürk’ün Büyük Nutku”ØØ9ÍLÍNDAØ5LUSALØVEØ5LUSLARARASÍØ"OYUTLA RÍYLAØ!TAT~RK´~NØ"~Y~KØ.UTUK´UØVEØ$yNEMI ØDer.: Gül. E. Kundakçı), Ankara: Ortadoğu Teknik Üniversitesi, 179-192. MAZICI, Nurşen. (1989), 4~RKIYE´DEØ!SKERIØ$ARBELERØVEØ3IVILØ2E JIMEØ%TKILERI, İstanbul:Gür Yayınevi. MELZİNG, Herbert.(1942), !TAT~RK´~NØ "AàLÍCAØ .UTUKLARÍ, An- kara. MERCIER, Andre.(1982), “Foundation of Human Rights” 0HILO SOPHICALØ&OUNDATIONØOFØ(UMANØ2IGHTS, Ed.: Ionna, Kuçuradi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları. MERİÇ, Cemil.(2004), "UØeLKE, İstanbul: İletişim Yayınları. MERİÇ, Cemil.(2004), *URNALØ #ILTØ  , İstanbul: İletişim Yayınları. MERİÇ, Cemil.(2004), -AÝARADAKILER, İstanbul: İletişim Yayınları. 510 Tarihin İnşâsı ve Siyaset MERİÇ, Ümit.(1975), #EVDETØ0AàA´NÍNØ#EMIYETØVEØ4ARIHØ'yR~ à~, İstanbul: Ötüken Yayınları. MEVLÂNZADE, Rıfat. (1996), Ø -ARTØ "IRØ ÞHTILALINØ (IKAYESI, İstanbul: Pınar Yayınları. MILLER, David.(Ed.: ).(1991), 4HEØ "LACKWELLØ %NCYCLOPAEDIAØ OFØ 0OLITICALØ4HOUGHT, Basil Blacwell, Cambridge. MILLER, David.(1991), ±3OCIALØANDØ0OLITICALØ4HEORYØ#LASS Ø3TA TE Ø2EVOLUTION² Ø4HEØ#AMBRIDGEØ#OMPANIONØTOØ-ARX Ø%D Terrell Carvey, Cambridge: Cambridge University Press. Milli Güvenlik Konseyi.(1980), “Millî Güvenlik Konseyi Kararları” (Karar No:8), 2ESMsØ'AZETEØTarih 12. 09. 1980 Sayı:17103) Milli Güvenlik Konseyi. (1980), “Millî Güvenlik Konseyi Kararları” (Karar No:7), 2ESMsØ'AZETE (Tarih 12. 09. 1980 Sayı:17103). Milli Güvenlik Konseyi.(1981), “MGK 1 No’lu Bildirisi”, 4Ø#Ø$EV LETØ"AàKANÍØ/RGENERALØ+ENANØ%VREN´INØ3yYLEVØVEØ$EMElLERI, Ankara: Başbakanlık Basımevi. Milli Güvenlik Konseyi.(1981), “MGK 6 No’lu Bildirisi”, 4Ø#Ø$EV LETØ"AàKANÍØ/RGENERALØ+ENANØ%VREN´INØ3yYLEVØVEØ$EMElLERI, Ankara: Başbakanlık Basımevi. Milli Güvenlik Konseyi.(1981), “Millî Güvenlik Konseyi Kararları” (Karar No:52) 2ESMsØ'AZETE (05.Haziran.1981-17361). MOGET, Gilbert.(1986), Ekler I: Hegemonya” (APISHANEØ$EFTER LERI, (Çev.: Kenan Somer), İstanbul: Onur Yayınları. MONROE C. Beadsley.(1982), “A General View of Positivism, Chapters I and VI² Ø%UREANØ0HILOSOPHERSØFROMØ$ESCARTESØTOØ .IETZSCHE, Ed.: Monroe C. Beadsley, New York: The Modern Library Inc. MORRISON, Ewan.(1988), “Politics of Friendship” 6ARIANT ØIssue 7, Winter. MOUFFE, Chantal.(1996), “Democracy, Power and the Political”, $EMOCRACYØANDØ$IFFERENCE Ø#ONTESTINGØTHEØ"OUNDARIESØOFØ 0OLITICAL, Princeton: Princeton University Press, 245-256. MOUFFE, Chantal.(1996), “Praface: Democratic Politics Today”, Dimensions OFØ2ADICALØ$EMOCRACYØ0LURALISM Ø#ITIZENSHIP Ø #OMMUNITY Chantal Moufe (Ed.: ), London: Verso, 1-16.

511 Mete K. Kaynar MOUFFE, Chantal.(2000), “ For Antagonistic Model of Democracy” 4HEØ $EMOCRATICØ 0ARADOX, London, New York: Verso, 2000. 80-107. MOUFFE, Chantal.(2000), “Carl Schmitt and the Paradox of Democ- racy” 4HEØ $EMOCRATICØ 0ARADOX, Verso, London, New York, 2000. pp 36-59. MOUFFE, Chantal.(2000), “Democracy, Power and ‘the Political’” 4HEØ $EMOCRATICØ 0ARADOX, London, New York: Verso, 2000. pp 17-35. MOURGEON, Jacques.(1995 Ø ÞNSANØ (AKLARÍ (Çev.: Ayşen Ek- mekçi-Alev Türker), İstanbul: İletişim Yayınları. MUMCU, Ahmet. (1997), !TAT~RKØÞLKELERIØVEØÞNKÍLAPØ4ARIHIØeNI TEØ  , Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. MUMCU, Uğur. (1991), +AZÍMØ+ARABEKIRØ!NLATÍYOR, Ankara: Te- kin Yayınları. MUSSON, Albert.(1972), “Editor’s Introduction”, 3CIENCE Ø 4ECH NOLOGYØANDØ%CONOMICØ'ROWTHØINØ%IGHTEENTHØ#ENTURY, Ed.: A. E. Musson, London: Methuen and Ltd Press, MUSTAFA NURİ PAŞA.(1992), Netayic Ül Vukuat Kurumları ve Örgütleriyle Osmanlı Tarihi, C I, II, III, IV (Çev.: Neşet Çağatay) 3. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. Mustafa Onar (Der.), (1995), !TAT~RK´~NØ+URTULUàØ3AVAàÍØ9AZÍàMALARÍØ#Ø)) Ø Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. NAIDOO, Kumi-TANDON, Rajesh.(1999), “Promise of Civil Soci- ety”, #IVILØ3OCIETYØATØTHEØ-ILLENIUM, Ed.: Ezra Mbogori, Con- necticut: Kumarian Press, 1-16. NAYIR, Yaşar Nabi.(1995), 4EVFIKØ&IKRET, İstanbul: Varlık Yayın- ları. NEOCLEOUS, Mark.(1995), “From Civil Society to Social²Ø"RITISHØ *OURNALØOFØ3OCIOLOGY, Vol:46395-408. NEOCLEOUS, Mark.(1996), !DMINISTERINGØ #IVILØ 3OCIETYØ 4O WARDSØAØ4HEORYØOFØ3TATEØ0OWER ØLondon: Macmillan Press. NİŞANYAN, Sevan. (2009), “Vatan Kurtardı, Hâlifeyi Kovdu, Daha Ne?”, 4ARAF, 31.Mart.2009.

512 Tarihin İnşâsı ve Siyaset NİYAZİ, Resneli.(1975), "ALKANLARDAØ "IRØ 'ERILLACÍØ (~RRIYETØ +AHRAMANÍØ2ESNELIØ.IYAZIØ"EY´INØ!NÍLARÍ Øİstanbul: Çağdaş Yayınları. NİZAMÜLMÜLK.(1995), 3IYASETNAME (Çev.: Nurettin Bayburtlu- gil) 3. Baskı, İstanbul: Dergah Yayınları. NORTON, Richard A.(1995), “Introduction”, #IVILØ 3OCIETYØ INØ THEØ -IDDLEØ%AST, Ed.: Richard A. Norton, E. J. Brill Inc. Leiden, New- york, Köln. NUR, Rıza. (1992), (AYATÍMØVEØ(ATÍRALARÍM, İstanbul: İşaret Ya- yınları. NURSİ, Said (1993) Şualar, İstanbul: Sözler Yayınevi. NUŞIREVAN, Zeynullah.(1992), “Mustafa Suphi Yoldaş ve Anadolu Komünistleri ØBütün Dünya İşçileri Birleşiniz 28-29 Ocak 1921 Mustafa Suphi ve Yoldaşlarının Karadeniz Kıyılarında Parçalan- malarının İkinci Yıldönümü”, -USTAFAØ3UPHI Ø9AàAMÍ Ø9AZÍ LARÍØ 9OLDAàLARÍ, (Der.: Hasan Basri Gürses), İstanbul: Sosyalist Yayınları, 49-51. NUTKU, Ömer.(1973), 3yYLEVØ"ELGESELØ/YUN , Ankara: Dil Tarih ve Coğrafya Fakültesi Yayınları. O’BREIN, David.(2000), “Reconstructing Social Democracy: New Labour and the Welfare State” "RITISHØ*OURNALØOFØ0OLITICSØANDØ )NTERNATIONALØ2ELATIONS, Vol., 2 No. 3, October, 403-413. O’NEILL, Jean.(1969), “Introduction: Hegel and Marx on History as Human History”, 3TUDIESØONØ-ARXØANDØ(EGEL, (Trens: Jean O’Neill), New York, London: Basic Books Inc. Publ. ONAR, Erdal. (1993), Ø!NAYASASÍNDAØ!NAYASAYÍØ$EÝIàTIR MEØ3ORUNU, Ankara: Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ya- yınları. ONAR, Erdal. (2006), “Türkiye’de Kanunların Anayasaya Uygunlu- ğunun Yargısal Denetimi Alanında Öncüler” !NAYASAØ 9ARGÍ SÍØÞNCELEMELERI (Ed.: Mehmet Turhan Hikmet Güler), Ankara: Anayasa Mahkemesi Yayınları s. 1-40. ONAR, Mustafa.(1995), !TAT~RK´~NØ+URTULUàØ3AVAàÍØ9AZÍàMALA RÍ” C. II, Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. ORBAY, Rauf.(2004), #EHENNEMØ$EÝIRMENIØ3IYASsØ(ATÍRALARÍMØ #ILTØ) Ø)) Øİstanbul: Emre Yayınları.

513 Mete K. Kaynar ORTAK, Şaban. (2002), “1924 Erzurum Depremi ve Reis-İ Cumhur Gazi Mustafa Kemal›in İkinci Erzurum Gezisi” !TAT~RKØ$ERGISI, Cilt:3, Sayı: 2, 191-203 ORTAYLI, İlber.(1977), “Osmanlı Toprak Düzeninin Kaynakları” (15. yy’da İran Toprak Sisteminde Görülen Muafiyet ve İmtiyaz Sistemi Üzerine), 4OPLUMØVEØ"ILIM ØKış, 72-77. ORTAYLI, İlber.(1982), “ 17. yy Sonlarında Orta Anadolu Vilayetle- rinin Toplumsal-Ekonomik Durumu üzerine” 4OPLUMØVEØ"ILIM Ø Ankara: İletişim Yayınları, Güz-Kış 53-61. ORTAYLI, İlber.(1990), “Osmanlı İmparatorluğu Tarihte Üçüncü Bir Romadır. Bir Dördüncüsü de Yoktur” 4~RKIYEØ '~NL~Ý~, Ankara: Yaz, 11:26-29. OSTROM, Vincent.(1990), “The Problem fo Sovereignty in Human Affairs”, 4HEØ&AILUREØOFØ#ENTRALISEDØ3TATE Ø)NSTITUTIONSØANDØ 3ELFØ'OVERNANCEØINØ!FRICA, Ed.: James Wunsch, Dele Oluwu, Westview Press. Boulder, ÖNBİLGİN, Gürbüz, Muammer OYTAN. (1977), ÖÝRETIDEØVEØ5Y GULAMADAØ4#Ø!NAYASASÍNÍNØÞLKEØVEØ+URALLARÍØILEØ!NAYASAØ -AHKEMESININØ+ARARLARÍØ$IZINI Ankara: Doğan Basımevi. ÖNER, Sevin, (2005), “Popüler Kültürün Ekonomik Açılımı”, 3OS YALØ"ILIMLERØ$ERGISI, Cilt 5, No: 35, 205-211 ÖZBUDUN, Ergun. (2002), 4~RKØ!NAYASAØ(UKUKU, 7. Baskı, An- kara: Yetkin Yayınları. ÖZBUDUN, Ergun.(1992), 192Ø!NAYASASÍ, Ankara: Atatürk Kül- tür Türk Tarih Yüksek Kurumu Yayınları. ÖZBUDUN, Ergun.(2002), #ONTEMPORARYØ4URKISHØ0OLITICSØ#HAL LENGESØTOØ$EMOCRATICØ#ONSOLIDATION, London: Lynne Rienner, ÖZÇELİK, Ayfer. (2001), 3AHIBINIØ!RAYANØ-EàRUTIYETØ-ECLIS IØ -EBUSAN ÍNØ!lÍLÍàÍØØ-ARTØVEØØ!DANAØ/LAYLARÍ, İs- tanbul: Tez Yayınları. ÖZDEN, Yekta Güngör.(1997), “Büyük Söylev” 70Ø9ÍLÍNDAØ5LUSALØ 6EØ 5LUSLARARASÍØ "OYUTLARÍYLAØ !TAT~RK´~NØ "~Y~KØ .UTUK´UØ VEØ $yNEMI ØDer.: Gül. E. Kundakçı), Ankara: Ortadoğu Teknik Üni- versitesi, 193-196. ÖZEL, Çağlar- Erol CANSEL. (2008 Ø (UKUKØ "AàLANGÍCÍ, Ankara:Seçkin Yayınları.

514 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ÖZER, Attila. (2005), !NAYASAØ(UKUKU, Ankara: Turhan Yayın- ları. ÖZERDİM, Sami N.(1962), “Atatürk’ün Büyük .UTUK’u” 4~RKØ $ILI, Sayı 134, 93-94. ÖZERDİM, Sami N.(1980), “.UTUK’un Çeşitli Basımları ve Dü- şündürdükleri” !TAT~RK´~NØ"~Y~KØ3yYLEVI´NINØØ9ÍLÍØ3EMI NERI Ø"ILDIRILERØVEØ4ARTÍàMALAR ØAnkara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 235-245. ÖZERDİM, Sami N.(1998), 9AZÍØ$EVRIMININØdYK~S~, İstanbul: Yenigün Haber Ajansı Yayınları. ÖZKAN, Fulya.(2004), “ 1950’lerin Popülizm Açısından Bir İncele- mesi” *OURNALØOFØ(ISTORICALØ3TUDIES, Vol. 2. ÖZKEMER, Meltem.(2004), “İzmir Müdafaa-i Hukuk-u Milliye Cemiyeti”, Ankara Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. ÖZTEKİN, Ali. (2000), 3IYASETØ"ILIMINEØ'IRIà, Ankara: Siyasî Ki- tapevi. d:4e2+ Ø +AZÍM Ø !TAT~RK´~NØ 4"--Ø !lÍKØ VEØ 'IZLIØ +ONUàMALARÍØ)), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. PARLA, Taha.(1993), :IYAØ 'yKALP Ø +EMALIZMØ VEØ 4~RKIYE´DEØ +ORPARATIZM Øİstanbul: İletişim Yayınları. PARLA, Taha.(1995), 4~RKIYE´DEØ!NAYASALAR Øİstanbul: İletişim Yayınları. PARLA, Taha.(1995), 4~RKIYE´NINØ3IYASsØ2EJIMIØ , İs- tanbul: İletişim Yayınları. PEKDEMİR, Melih.(1999), +EMALISTLERØ eLKESINDEØ #UMHURIYETØ VEØ$IKTATyRL~K, İstanbul: Su Yayınları. PEKER, Recep.(1935), ÞNKÍLhBØ$ERSLERI Ankara: Ulus Matbaası. PELCZYNSKI, Z. A.(1984), “Introduction The Significance of Hegel’s Seperation of State and Civil Society”, 4HEØ3TATEØØ#IVILØ 3OCIETYØ 3TUDIESØ INØ (EGEL´SØ 0OLITICALØ 0HILOSOPHY, Ed.: Z. A. Pelczynski, Cambridge: Cambridge University Press. PETROSYAN, Yuriy Aşatoviç.(1974), 3OVYETØ 'yZ~YLEØ *yNT~RK LER, (Çev.: Mazlum Beyhan-Ayşe Hacıhasanoğlu), İstanbul: Bilgi Yayınevi.

515 Mete K. Kaynar PLATON, (1992), $EVLET ØÇev.: Sabahattin Eyüboğlu-M. Ali Cim- coz), İstanbul: Remzi Kitabevi. POPPER, Karl.(1989), !lÍKØ4OPLUMØ6EØ$~àMANLARÍØC. 1 (Çev.: Mete Tunçay), İstanbul: Remzi Kitabevi Yayınları. POWER, Mike.(1993), “Reviving Socialism”, 4ALKINGØ !BOUTØ 4O MORROW Ø AØ .EWØ 2ADICALØ 0OLITICS, An Inteview with Chantal Mouffe, Ed.: Stuart Wilks, London: Pluto Press, 13-19. POWER, Mike.(1993), A Radical Left Project, 4ALKINGØ!BOUTØ4O MORROW Ø AØ .EWØ 2ADICALØ 0OLITICS, An Inteview with Chantal Mouffe, Ed.: Stuart Wilks, London: Pluto Press, 109-116. Republic of Turkey Prime Ministry, The Secratariat General for Eu Affairs (2001); 4URKISHØ.ATIONALØ0ROGRAMMEØFORØTHEØ!DAP TATIONØOFØ!CQUITS, Ankara, http: //www. europa. e. u. int/comm/ enlargement/turkey/pdf/npaa_full. pdf RIBARD, Andre.(1974), İnsanlığın TarIHIØÇev.: Erdoğan Başarır- Şiar Yalçın), İstanbul: May Yayınları. RITZER, George.(1983), 3OCIOLOGICALØ 4HEORY, New York: Alfred A. Knopf Inc. ROBİNSON, William I. (2002), Küresel Kapitalizm ve Ulusöte- si Kapitalist Hegemonya: Kuramsal Notlar ve Görgül Deliller”, 0RAKSIS, Sayı 8, s.125-168. ROX, Robin.(1968), “Totem and Taboo Reconsidere”, 4HEØ3TRUCTU RALØ3TUDYØOFØ-YTHØANDØ4OTEMISM, (Ed.: Edmund Leach), Lon- don: Tavistock. ROY, Alexander.(1969), 4HEØ2ELIGIONØOFØTHEØ0RIMITIVES, New York: Negro University. RUSSEL, Bernard.(1945), !Ø (ISTORYØ OFØ 7ESTERNØ 0HILOSOPHY, 8th Ed.: New York: Simon and Schuster Inc. SABİNE, George.(1969), 3IYASIØ$~ ~NCELERØ4ARIHI, 9AKÍNØaAÝØ 3IYASIØ4ARIHI, C. III, (Çev.: Özer Ozankaya) Ankara: Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları. SABUNCU, Yavuz. (2002), !NAYASAYAØ 'IRIà, 8. Baskı, Ankara: İmaj Yayınları. SADİ, Kerim (A. Cerrahlar).(1994), 4~RKIYE´DEØ3OSYALIZMINØ4ARI HINEØ"IRØ+ATKÍ, (Der.: Mete Tunçay), 2. Baskı, İstanbul: İletişim Yayınları. 516 Tarihin İnşâsı ve Siyaset SAFA, Peyami.(1963), “ Kemalizm Hayat ve İdeal”, (Der.: Yaşar Nabi), !TAT~RKl~L~KØ.EDIR Øİstanbul: Varlık Yayınları. SANDER, Oral.(1989), 3IYASIØ4ARIH ØÞLKØaAÝLARDANØ´E, An- kara: İmge Yayınevi. SARIHAN, Zeki.(1995), +URTULUàØ 3AVAàÍØ '~NL~Ý~Ø ))), Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. SAYILGAN, Aclan.(1968), 3OLUNØ Ø9ÍLÍØ Ø"AàLANGÍ CÍNDANØ'~N~M~ZEØ4~RKIYE´DEØ3OSYALISTØ+OM~NISTØ(AREKET LER, Ankara: Mars Yayınları. SCHMIDT, James.(1998), “Civility, Enlightenment and Society: Conceptual Confusions and Kantian Remendies” !MERICANØ0O LITICALØ3CIENCEØ2EVIEW, Vol. 92, No.:2 June. SCHMITT, Carl.(1976), 4HEØ#ONCEPTØOFØ0OLITICAL, (Trans: George Schwab), Rutger University Press. SCHWEDLER, Jillian.(1995), “ Introduction: Civil Society and the Study of Middle East Politics” 4OWARDØ #IVILØ 3OCIETYØ INØ 4HEØ -IDDLEØ%AST Ø!Ø0RIMER, Ed.: Jillian Schwedler, London: Lynne Publ. 3-8. SELÇUK, İlhan. (1962), “Bizim Milliyetçiliğimiz”, 9yN, Sayı:3. SELEK, Sabahattin. (1973), !NADOLUØ ÞHTILALI, 5. Basım, İstanbul: Güneş Matbaacılık. SELEK, Sabahattin.(1996), “.UTUK Nedir ve Ne Değildir”, #UMHU RIYET, 11.Kasım.1966. SELIGMAN, Adam.(1992), 4HEØ)DEAØOFØ#IVILØ3OCIETY ØNew York: Free Press. SENCER, Muzaffer.(1973), /SMANLÍØ4OPLUMØ9APÍSÍ Ø!ZGELIàMIàLI ÝINØ4ARIHSELØ4EMELI, İstanbul: Yöntem Yayınları. SENCER, Muzaffer.(1986), 4~RKIYE´NINØ9yNETIMØ9APÍSÍ, İstanbul: Alan Yayınları. SENETT, Richard.(1996), +AMUSALØÞNSANÍNØayK~à~ØÇev.: S. Du- rak, A. Yılmaz), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. SEVİĞ, Vasfi Raşit. (1951), “33 Nisan 1919’dan 24 Nisan 1924’e Kadar Anayasa Hareketleri”, !NKARAØeNIVERSITESIØ(UKUKØ&A K~LTESIØ$ERGISI, Cilt: 8, Sayı: 1, s. 1-72.

517 Mete K. Kaynar SEZER, Abdullah. (2004), 5LUSAL~ST~Ø"ELGELERØVEØdNCEKIØ!NA YASALARLAØ+ARàÍLAàTÍRMALÍØ'EREKlELIØ!lÍKLAMALÍØØ4~R KIYEØ#UMHURIYETIØ!NAYASASÍØVEØÞLGILIØ-EVZUAT, İstanbul: Beta Yayınları. SHAW, Bernard.(1976), (ISTORYØOFØTHEØ/TTOMANØ%MPIREØANDØ-O DERNØ4URKEY, Cambridge: Cambridge Universitiy Press. SHAW, J. Standford-Ezel Kural SHAW.(1983), /SMANLÍØÞMPARA TORLUÝUØVEØ-ODERNØ4~RKIYE Ø2EFORM Ø$EVRIMØVEØ#UMHURI YETØ -ODERNØ 4~RKIYE´NINØ $OÝUàU Ø   Ø C. 2, (Çev.: Mehmet Harmancı), İstanbul: E Yayınevi. SHILLS, Edward.(1992), “Civility and Civil Society” #IVILITYØ ANDØ #ITIZENSHIPØINØ,IBERALØ$EMOCRATICØ3OCIETIES, Ed.: , Edward C. Banfield, New York: Paragan House 1-15. SHONFIELD, Andrew.(1969), -ODERNØ #APITALISMØ #HANGINGØ "ALANCEØOFØ0UBLICØANDØ0RIVATEØ0OWER, 2th Ed.: London: Ox- ford University Press. SHUE, Henry.(1982), “The Universality of Human Rights” 0HILO SOPHICALØ&OUNDATIONØOFØ(UMANØ2IGHTS ØEd.: Ionna, Kuçuradi, Ankara: Hacettepe Üniversitesi Yayınları. SİNANOĞLU, Suat.(1998), 4~RKØ(~MANIZMI ØCilt I, II, III, İstan- bul: Yenigün Haber Ajansı Yayınları. SOMAY, Bülent. (2007), “Türk Solunun Kemalizmle İmtihanı”,Ø-O DERNØ4~RKIYE´DEØ3IYASIØ$~à~NCE 3OL, Cilt: 8, İstanbul: İletişim Yayınları, s.647-659. SORGUN, Taylan. (2003), $EVLETØ+AVGASÍØÞTTIHATØVEØ4ERAKKI, 2. Baskı, İstanbul: Kum Saati Yayıncılık. SORGUN, Taylan.(2003), $EVLETØ +AVGASÍØ ÞTTIHATØ VEØ 4ERAKKI, 2. Baskı, İstanbul: Kum Saati Yayıncılık. Sosyalizm ve Sosyal Mücadeleler Tarihi Ansikolopedisi (1988), !VRUPA´DAØ3OSYALISTØ$EVRIMLER, Cilt: 2. Sayı 20, İstanbul: İleti- şim Yayınları, s.608-641. SOYSAL, Mümtaz. (1969), $INAMIKØ!NAYASAØ$IYALEKTIÝIØeZERI NEØ"IRØ$ENEME, Ankara: A.Ü., S.B.F. Yayınları. SOYSAL, Mümtaz. (1992), Ø3ORUDAØ!NAYASA´NÍNØ!NLAMÍ, 9. Baskı, İstanbul: Gerçek Yayınevi.

518 Tarihin İnşâsı ve Siyaset SPARKS, Collin.(1994), “ Civil Society and Information Society as Guarantors of Progress” )NFORMATIONØ3OCIETYØANDØ#IVILØ3OCIETYØ #ONTEMPORARYØ0ERSPECTIVESØONØ#HANGINGØ7ORLDØ/RDER ØGe- neral Ed.: Leone Tranchman, West Lafayette: Purdue University Press. SPLICHAL, Slavko.(1994), “From Civil Society to Information So- ciety”Ø)NFORMATIONØ3OCIETYØANDØ#IVILØ3OCIETYØ#ONTEMPORARYØ 0ERSPECTIVESØONØ#HANGINGØ7ORLDØ/RDER Ø General Ed.: Leone Tranchman, West Lafayette: Purdue University Press. SPULER, Bertold.(1987), ÞRANØ-OÝOLLARÍØ3IYASET ØÞDAREØVEØ+~LT~R Ø ÞLHANLÍLARØ$EVRIØ  Ø(Çev.: Cemal Köprülü), 2. Basım, Türk Tarih Kurumu, Yayınları. STACE, W. T.(1986), (EGELØeZERINEØÇev.: Murat Belge), İstanbul: V Yayınları. ŞEN, Serdar.(1996), #UMHURIYETØ+~LT~R~N~NØ/LUàUMØ3~RECIN DEØ "IRØ ÞDEOLOJIKØ !YGÍTØ /LARAKØ 3ILAHLÍØ +UVVETLERØ VEØ -ODER NIZM, İstanbul: Sarmal. ŞEN, Serdar.(2000), 'ElMIàTENØ'ELECEÝEØ/RDU, İstanbul: Alan Ya- yınları. ŞENEL, Alaaddin.(1970), %SKIØ 9UNAN´DAØ % ITLIKØ VEØ % ITSIZLIKØ eZERINE, Ankara: Sevinç Matbaası, ŞENEL, Alaaddin.(1995), 3IYASsØ$~à~NCELERØ4ARIHI, Ankara: Bilim ve Sanat Yayınları, ŞİMANOV, Dimitry.(1978), 4~RKIYE´DEØÞàlIØVEØ3OSYALISTØ(AREKET LER, İstanbul: Belge Yayınları. ŞİMŞEK, Ümit.(1977), “Komünizm Tehlikesi ve DGM” 9ENIØ!SYAØ 9ÍLLÍÝÍØ, İstanbul: Yeni Asya Yayınları, T. C. Başbakanlık. #UMHURIYETØØ9AàÍNDA ØAnkara. T.C. Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Savcılığı (1981), !POCULARØ 0++ ØÞDDIANAME, Ankara Genelkurmay. Basımevi. TAMER, Rauf.(1978), :AMANEØ4~CCARLARÍ, Ankara: Ekonomik ve Sosyal Yayınlar. TANÖR, Bülent. (2002), /SMANLÍ 4~RKØ!NAYASALØ'ELIàMELERI, 8. Baskı, İstanbul: Yapıkredi Yayınları.

519 Mete K. Kaynar TANÖR, Bülent.(1991), 4~RKIYE´NINØÞNSANØ(AKLARÍØ3ORUNU, I., II., 2. Baskı İstanbul: B. D. S. Yayınları. TANÖR, Bülent.(1997), “.UTUK’un Eleştirisi Üzerine Düşünceler”Ø Ø9ÍLÍNDAØ5LUSALØ6EØ5LUSLARARASÍØ"OYUTLARÍYLAØ!TAT~RK´~NØ "~Y~KØ.UTUK´UØVEØ$yNEMI ØDer.: Gül. E. Kundakçı), Ankara: Ortadoğu Teknik Üniversitesi, 203-208. TANÖR, Bülent-Necmi YÜZBAŞIOĞLU. (2004), Ø!NAYASA SÍNAØ'yREØ4~RKØ!NAYASAØ(UKUKU, İstanbul: Beta Yayınları. T.B.M.M Gizli Celse Zabıtları (1999), C I, II, III, IV, İstanbul: Tür- kiye İş Bankası Yayınları. TEKELİ, İlhan-İLKİN Selim.(2003), “ (Kör) Ali İhsan (İloğlu) Bey ve Temsili Meslekî Programı” #UMHURIYETINØ(ARCÍØ+yKTENCIØ -ODERNITENINØ $OÝUàU (Der.: İlhan Tekeli-Selim İlkin) İstan- bul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. TEKELİ, İlhan-İLKİN Selim.(2004), “Sunuş”, #UMHURIYETINØ(AR CÍ Ø+yKTENCIØ-ODERNITENINØ%KONOMIKØ0OLITIKASÍNÍNØ'ELIàI MI, İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. TEKELİ, İlhan-ŞAYLAN Gencay.(1978), “Türkiye’de Halkçılık İde- olojisinin Evrimi” 4OPLUMØVEØ"ILIM ØYaz-Güz 44-109. TEMO, İbrahim.(1987), İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Kurucusu ve 1/ 1 Nolu Üyesi İbrahim Temo’nun İttihad ve Terakki Anıları, (Sadeleştiren: Şerif Mardin) İstanbul: Arba Yayınları. TEMO, İbrahim.(2001), !TAT~RK´~Ø.IlINØ3EVERIM (Sadeleştiren: Ni- metullah Hafız), Prizen: Balkan Türkoloji Araştırma Merkezi Ya- yınları. TEMPLE, Michael.(2000), “New Labour’s Third Way: Pragmatism and Governance” "RITISHØ*OURNALØOFØ0OLITICSØANDØ)NTERNATIO NALØ2ELATIONS, Vol. 2, No., 3 October, 302-325. TESTER, Keith.(1992), #IVILØ3OCIETY ØLondon: Routledge Inc. TEVETOĞLU,Fethi.(1967), 4~RKIYE´DEØ 3OSYALISTØ VEØ +OM~NISTØ &AALIYETLERØ  ) Ankara: Komünizmle Mücadele Ya- yınları. TEZEL, Yahya Sezai. (1970a), “Birinci Büyük Millet Meclisi’nde Ya- bancı Sermaye Sorunu- Bir Örnek Olay”, !eØ3"&Ø$ERGISI, Cilt: 25, Sayı: 1, s.239-251. TEZEL, Yahya Sezai. (1970b), “Birinci Büyük Millet Meclisi Anti- 520 Tarihin İnşâsı ve Siyaset Emperyalist miydi? Chester Ayrıcalığı”, !eØ3"&Ø$ERGISI, Cilt: 25, Sayı: 4, s.287-318. TEZEL, Yahya Sezai.(1978), “Türkiye’de Aydın-Bürokrat Tahakkü- mü İdeolojisindeki Son Gelişmeler” 4OPLUMCUØ $~à~N Ø 0- 311, 1978. TEZEL, Yahya Sezai.(1990), “Osmanlı Tarihinin Bilgisi ile Bugün- kü Kimlik Sorunlarımız ve Dünyadaki İtibarımız Meseleleri Ara- sındaki İlişki ya da İlişkisizlik Üzerine” 4~RKIYEØ'~NL~Ý~, Yaz 11:12-19, 1990. TEZEL, Yahya Sezai.(1993), 4~RKIYE´NINØÞKTISADIØVEØ3OSYALØ4ARI HINEØ"IRØ"AàLANGÍl ØAnkara: A. Ü. S. B. F. Yayınları. The Economic, Social Committee.(1997), #OOPERATIONØWITHØ#HARI TABLEØ!SSOCIATIONSØASØ%CONOMICØANDØ3OCIALØ0ARTNERSØINØ4HEØ &IELDØ/FØ3OCIALØ7ELFARE, (SOC/ 339) Brussels, 10 December. The Economic, Social Committee.(1998), 6OLUNTARYØ /RGANIZATI ONSØANDØ&OUNDATIONSØINØ%UROPE (COM (97) 241 Final), Brus- sels, 28 Jan. The Economic, Social Committee(1999), 4HEØ2OLEØANDØ#ONTRIBUTI ONØOFØ#IVILØ3OCIETYØ/RGANISATIONSØINØTHEØ"UILDINGØOFØ%UROPE, (CES 851/ 99 D/GW) Brussels. The Economic, Social Committee (2000a), #OMMUNICATIONØFROMØ THEØ #OMMISSIONØ 342!4)#Ø /"*%#4)6%3Ø  Ø ±3HA PINGØTHEØ.EWØ%UROPE, (CES 1198/ 2000 FR/P/hm) Brussels, 19 October. The Economic, Social Committee.(2000b), 4OWARDSØANØ%5Ø#HAR TERØOFØ&UNDAMENTALØ2IGHTS, (SOC/ 103), Brussels, 20 September 2000. The Economic, Social Committee.(2001a), /RGANISEDØ#IVILØ3OCIETYØ !NDØ%UROPEANØ'OVERNANCEØ4HEØ#OMMITTE´SØ#ONTRUBITIONØ 4OØ4HEØ$RAFTINGØ/FØ4HEØ7HITEØ0APER, (CES 535/ 2001 FR-DE/ MEV/JKB/ym) Brussels, 25 April 2001. The Economic, Social Committee.(2001b), &UTUREØOFØ%UROPE, (CES 1033/ 21001 FR/MW/ht), Brussels, 17 September. THEN,Valker-WALKENHORST, Peter.(1999), “Strengthening Civil Society’s Capacity to Promote Democratic Governence: The Role of Foundations”, #IVILØ3OCIETYØATØTHEØ-ILLENIUM, Ed.: Ezra Mbogori, Connecticut: Kumarian Press, 123-136. 521 Mete K. Kaynar THERBORN, Göran.(1992), “The Life Times of Socialism”, .EWØ ,EFTØ2EVIEW, Issue. 194, 33-53. THOMPSON, Martin.(1994), “2Locke’s Contract Theory in Con- text²Ø4HEØ3OCIALØ#ONTRACTØ4HEORY, London: Roudledge Inc. TİMUR, Taner. (1968), 4~RKØ$EVRIMI, Ankara: SBF Yayınları. TİMUR, Taner.(1986), /SMANLÍØ+IMLIÝI, İstanbul: Hil Yayınları.

TİMUR, Taner.(1994), /SMANLÍØ 4OPLUMSALØ $~ZENI, Ankara: İmge Yayınları. TİMUR, Taner.(1994), 4~RKØ$EVRIMIØVEØ3ONRASÍ, Ankara: İmge Ya- yınları. TİMUR, Taner.(1996), +~RESELLEàMEØVEØ$EMOKRASIØ+RIZI, Ankara: İmge Yayınları. TOCQUEVILLE, Alexis de.(1962), !MERIKANØ$EMOKRASISI, (Çev.: Taner Timur) İstanbul: Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları. TOKER, Metin. (1998), $EMOKRASIMIZINØ ÞSMETØ 0AàA´LÍØ 9ÍLLARÍØ   Ø9ARÍØ3ILAHLÍ Ø9ARÍØ+~LAHLÍØBIRØ!RAØ2EJIM Ø . 2. Baskı, Ankara:Bilgi Yayınevi TOMENENDAL, Kertsin.(2003), “.UTUK Almanca Çevirisi ve Avusturya’da Uyandırdıgı Yankılar”, 9ETMISBESINCIØ 9ÍLÍNDAØ .UTUK´UØ!NLAYARAKØ/KUMAKØ"ILGIØßyLENI 17- 18.Ekim.2003, Ankara Bildiriler, Yayınları Haz: Dursun Ayan-M. Alper Parlak, Ankara, 97- 105. TOPRAK, Zafer.(1977) “II. Meşrutiyet’te Solidarist Düşünce: Halk- çılık” 4OPLUMØVEØ"ILIM, Bahar, 92-123. TOPRAK, Zafer.(1980), “Türkiye’de Korporatizmin Doğuşu” 4OP LUMØVEØ"ILIM ØKış 41-70. TÖR, Vedat Nedim. (2004), “Müstemleke İktisadiyatından Millet İktisadiyatına”,Ø+ADRO, (Tıpkı Basım), Sayı: 1, s.48-51. İstanbul: İleri Yayınları. TRANCHMAN, Leon.(1994), “Introduction”, )NFORMATIONØ3OCIETYØ ANDØ#IVILØ3OCIETYØ#ONTEMPORARYØ0ERSPECTIVESØONØ#HANGINGØ 7ORLDØ /RDER Ø General Ed.: Leone Tranchman, West Lafayette: Purdue University Press.

522 Tarihin İnşâsı ve Siyaset TRENTMANN, Frank.(2000), “Introduction, Paradoxes of Civil So- ciety” 0ARADOXESØOFØ#IVILØ3OCIETYØ.EWØ0ERSPECTIVESØONØ-O DERNØ 'ERMANØ ANDØ "RITAINØ (ISTORY, Ed.: Frank Trentmann, New York, Oxford: Berghahn Books. TUNAYA, Tarık Zafer.(1952), 4~RIKYE´DEØ3IYASIØ0ARTILERØ , İstanbul: Arba Yayınları. TUNAYA, Tarık Zafer.(1977), “Siyasî Belge Olarak .UTUK”, #UM HURIYETØ3yYLEVØdZELØ%K. TUNAYA, Tarık Zafer.(1994), $EVRIMØ (AREKETLERIØ ÞlINDEØ !TA T~RKØVEØ!TAT~RKl~L~K, 2. Baskı, İstanbul: Arba Yayınları. TUNAYA, Tarık Zafer.(1997), (~RRIYET´INØ ÞLANÍ, İstanbul: Yeni- gün Yayıncılık. TUNAYA, Tarık Zafer.(1999), 4~RKIYE´DEØ3IYASsØ0ARTILER -~TARE KEØ$yNEMI ØC. II, İstanbul: İletişim Yayınları. TUNAYA, Tarık Zafer.(2000), 4~RKIYE´DEØ 3IYASsØ 0ARTILER ÞTTIHATØ VEØ4ERAKKI, C. III, İstanbul: İletişim Yayınları. TUNAYA, Tarık Zafer.(2001), 4~RKIYE´DEØ 3IYASsØ 'ELIàMELERØ  Ø Øİstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. TUNÇ, Mustafa Şekip.(1992), “Millet Mefkûresi Nedir”, -ILLsØ-EC MUA Ø24 Kanun-i Sânî 1340/ 1924, !TAT~RKØ$EVRIØ&IKIRØ(AYATÍ ) ØDer.: Mehmet Kaplan vd.), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayın- ları. TUNÇAY, Mete (Der).(1972), ±-ESAI²Ø (ALKØ Ý}RhLARØ &ÍRKASÍØ 0ROGRAMÍØØ%KØ(ALKØ:~MRESIØ3IYASIØ0ROGRAMÍ ØAnkara: Sevinç Matbaası. TUNÇAY, Mete. (1973), 4~RKIYE´DEØ3OLØ!KÍMLAR, Cilt: 1, 3. Basım, İstanbul: Bilgi Yayınları. TUNÇAY, Mete.(1978), “Atatürk’e Nasıl Bakmak” 4OPLUMØVEØ"I LIM ØKış, 86-93. TUNÇAY, Mete.(1980), “Atatürk Konusunda Yanıtlara Yanıt” 4OP LUMØVEØ"ILIM ØBahar-Yaz 123-131. TUNÇAY, Mete.(2005), 4~RKIYEØ#UMHURIYETI´NDEØ4EKØ0ARTIØ9y NETIMININØ+URULMASÍØ , İstanbul: Tarih Vakfı Ya- yınları.

523 Mete K. Kaynar TUNÇKANAT Hardar. (1996), Ø-AYÍSØ$EVRIMIØ$IKTADANØ$E MOKRASIYE, İstanbul:Çağdaş Yayınları. TURAL, Sadık.(2003), “Aydınlar Büyük .UTUK’u Anlayarak Yeni- den Okusalar”, 9ETMIàBEàINCIØ 9ÍLÍNDAØ .UTUK´UØ !NLAYARAKØ /KUMAKØ"ILGIØßyLENI, 17-18.Ekim.2003, Ankara Bildiriler, Ya- yınları Haz: Dursun Ayan-M. Alper Parlak, Ankara, VII-XI. TURAN, Mustafa. (1966), %LLIBEàØ YÍLDÍRØ %SRARÍØ -ILLETTENØ 'IZLIØ +ALMÍàØ"IRØ&ACIAØ4AàKÍLADAØØ-ARTØ&hCIASÍ, İstanbul: Üç- dal Neşriyat. TURAN, Mustafa.(2003), "IRØ'ENERALINØØ-ARTØ!NÍLARÍ, İstan- bul: Q-Matris Yayınları. TURHAN, Mehmet. (1976), “Anayasaya Aykırı Anayasa Değişiklik- leri”, !NKARAØeNIVERSITESIØ(UKUKØ&AK~LTESIØ$ERGISI Cilt: 33 Sayı: 1 s. 63-104. TURHAN, Mehmet. (1989), (~K~METØ3ISTEMLERIØVEØØ!NA YASASÍ, Diyarbakır: Dicle Üniversitesi Hukuk Fakültesi Yayınları. TURHAN, Mehmet. (2006), “Anayasa Yargısının Demokratik Hu- kuk Devletindeki İşlevi ve Meşrûluğu”Ø!NAYASAØ9ARGÍSÍØÞNCE LEMELERI (Ed.: Mehmet Turhan Hikmet Güler), Ankara: Anayasa Mahkemesi Yayınları, s.41-70. TURHAN, Mehmet-Hikmet TÜLEN (Ed). (2006), !NAYASAØ9AR GÍSÍØÞNCELEMELERI , Ankara: Anayasa Mahkemesi Yayınları. TUSİ, Alaaddin.(1975), 4EHhLIF~´LØ&ELASIFEØ(Çev.: Recep Duran) An- kara: Kültür Bakanlığı Yayınları, TÜRK, İsmail.(2006), !TAT~RKØ$yNEMIØ4~RK !MERIKANØÞLIàKILERIØ   , İnönü Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Ya- yınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. TÜRKMEN Zekeriya. (1993), /SMANLÍØ-EàRUTIYETINDEØ/RDU 3I YASETØaATÍàMASÍ, İstanbul: İrfan Yayınevi. TÜRKMEN, Zekeriya. (2002), Ø-ARTØ/LAYÍN´DANØ3ONRAØ9ÍLDÍZØ %VRAKÍØ 4EDKIKØ +OMISYONU´NUNØ +URULUàU Ø &AALIYETLERIØ VEØ 9ÍLDÍZØ3ARAYÍ´NÍNØ!RAàTÍRÍLMASÍ, Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. TÜRKMEN, Zekeriya.(1993), /SMANLÍØ-EàRUTIYETINDEØ/RDU 3I YASETØaATÍàMASÍ, İstanbul: İrfan Yayınevi.

524 Tarihin İnşâsı ve Siyaset TÜRKMEN, Zekeriya.(2002), 31Ø-ARTØ/LAYÍN´DANØ3ONRAØ9ÍLDÍZØ %VRAKÍØ 4EDKIKØ +OMISYONU´NUNØ +URULUàU Ø &AALIYETLERIØ VEØ 9ÍLDÍZØ3ARAYÍ´NÍNØ!RAàTÍRÍLMASÍ ØAnkara: Türk Tarih Kurumu Basımevi. TÜRKÖNE, Mümtaz’er (1993), “Kuleli Vakası” /SMANLÍØ!NSIKLO PEDISI C. 6. TÜRKÖNE, Mümtaz’er. (2003), 3IYASET, İstanbul:Lotus Yayınları. TÜTENGİL, Cavit.(1980), “ 1927 Yılında Türkiye”Ø !TAT~RK´~NØ "~Y~KØ3yYLEVI´NINØØ9ÍLÍØ3EMINERI Ø"ILDIRILERØVEØ4ARTÍàMA LAR ØAnkara: Türk Tarih Kurumu Yayınları 55-70. ULAY, Sıtkı. (1964), 'ENERALØ3ÍTKÍØ5LAY´ÍNØ(ATÍRALARÍØ(ARBIYEØ 3ILAHØ"AàÍNA, İstanbul:Kitapçılık Ticaret Limitet Şirketi Yayın- ları. ULUĞ, İsmail Hakkı.(1988), !TAT~RK´~NØaIZDIÝIØ0ORTRELER, İstan- bul: İnkılâp Yayınevi. UMUK, Ferhan. (2007b), “Sosyalizmin Milliyetçilikle İmtihanı”, (Der: FerhanØ UMUK), 3OSYALIZMINØ -ILLIYETlILIKLEØ ÞMTIHANÍ, İstanbul: Versus Yayınları s.35-38. Unesco Statistical Yearbook 1999;(2000) “IV. S. 1 Daily newspapers: number and circulation” http: //unescostat. unesco. org/en/stats/ stats 0. htm Unesco Statistical Yearbook 1999;(2000) “IV. S. 2 Newsprint and other printing and writing paper: production and consumption” http: //unescostat. unesco. org/en/stats/stats 0. htm Unesco Statistical Yearbook 1999;(2000) “IV. S. 3 Radio and televi- sion receivers” http: //unescostat. unesco. org/en/stats/stats 0. htm UYAR, Hakkı.(2000), 192´TENØ'~N~M~ZEØ#(0Ø4~Z~KLERIØeZE RINEØ'ENELØ"IRØ$EÝERLENDIRME, İstanbul: TÜSES Yayınları. UZUN, Hakan.(2005), “!TAT~RK´~NØ.UTUK´UNUNØÞlERIKØ!NALIZI², Hacettepe Üniversitesi, Yayınlanmamış Doktora Tezi. UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. /SMANLÍØ$EVLETØ4EàKILATÍNAØ-ED HAL, 4. Baskı, Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1988 ÜLGEN,Gülden. (2004), “The Importance of Foreign Direct Invest- ment in Developing Countries: Special Case of Turkish Economy”, -ARMARAØeNIVERSITESIØÞÞ"&Ø$ERGISI , Cilt: 19, Sayı 1 s.69-90.

525 Mete K. Kaynar ÜNAL-ÖZKORKUT, Nevin. (2004), “1876 Anayasasının Hukuk Devleti Unsurları Açısından Osmanlı Devlet Anlayışına Getirdi- ği Yenilikler”, !NKARAØeNIVERSITESIØ(UKUKØ&AK~LTESIØ$ERGISI, Cilt 53, Sayı 1, s. 173-184. ÜNAL-ÖZKURT, Nevin. (2002), “Basın Özgürlüğü ve Osmanlı Devletindeki Görünümü” !NKARAØeNIVERSITESIØ(UKUKØ&AK~L TESIØ$ERGISI ØC. 51 Sayı 3, s. 65-84. ÜNAYDIN, Ruşen Eşref.(1956), “Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal’le Mülakat, Birinci Gün II,” 4~RKØ$ILIØ$ERGISI, C. 5 Sayı 56, 472-480. ÜNAYDIN, Ruşen Eşref.(1956), “Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal’le Mülakat, Üçüncü Gün, İkinci Kısım,” 4~RKØ$ILIØ$ER GISI, C. 6, Sayı 61, 3-22. ÜNAYDIN, Ruşen Eşref.(1956), “Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal’le Mülakat, İkinci Gün,” 4~RKØ$ILIØ$ERGISI, C. V, Sayı 58, 595-609. ÜNAYDIN, Ruşen Eşref.(1956), “Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal’le Mülakat, Üçüncü Gün,” 4~RKØ$ILIØ$ERGISI, C. V, Sayı 60, 723-733. ÜNAYDIN, Ruşen Eşref.(1956), “Anafartalar Komutanı Mustafa Kemal’le Mülakat, Birinci Gün III,” 4~RKØ $ILIØ $ERGISI, C. V, Sayı 57, 533-544. ÜNAYDIN, Ruşen Eşref.(1998), !TAT~RK ~ØdZLEYIà ØCilt I, II, İs- tanbul: Yenigün Haber Ajansı Yayınları. ÜNDER, Hasan. (2006), “Atatürk İmgesinin Siyasî Yaşamda- ki Rolü” -ODERNØ 4~RKIYE´DEØ 3IYASsØ $~à~NCE Ø +EMALIZM, İstanbul:İletişim, 138-155. ÜNDER, Hasan.(2006), “Atatürk İmgesinin Siyasî Yaşamdaki Rolü” -ODERNØ4~RKIYE´DEØ3IYASIØ$~à~NCE Ø+EMALIZM, İstanbul: İle- tişim Yayınları 138-155. ÜNLÜ, Şemsettin.(1988), “Söylev’i Okurken” 4~RKØ $ILIØ $ERGISI, Cilt 1, Sayı 2, 53, 55. ÜNÜVAR, Kerem.(2006), “İhya’dan İnşa’ya”, -ODERNØ4~RKIYE´DEØ 3IYASIØ $~à~NCE Ø #UMHURIYETEØ $EVREDENØ $~à~NCEØ -IRASÍ Ø 4ANZIMATØVEØ#UMHURIYET´INØ"IRIKIMI, İstanbul: İletişim Ya- yınevi, 129-142.

526 Tarihin İnşâsı ve Siyaset ÜNVER, Günay.(1988), Gazali’nin Toplum Görüşleri” %BUØ(AMIDØ -UHAMMEDØ%LØ'AZALI Kayseri: Erciyes Üniversitesi Yayınları. VA-NÜ, Müzehher.(1997), "IRØ$yNEMINØ4ANÍKLÍÝÍ, İstanbul: Sos- yal Yayınları. VELİDEDEOĞLU, Hıfzı Veldet.(1981), “Önsöz: Gerçek Atatürkçü- lük”, 'ERlEKØ!TAT~RKl~L~K ØDer.: Kenan Akçay) İstanbul. WADRON, Jeremy.(1994), “Social Contract Versus Political Ant- hropology” 4HEØ3OCIALØ#ONTRACTØ&ROMØ(OBBESØTOØ2AWS, Ed.: David Boucher, Paul Kelly, London: Roudledge Inc. WAINWRIGHT, Hilary.(1995), 9ENIØ"IRØ3OLØeZERINEØ4ARTÍàMA LAR (Çev.: Ali Çakıroğlu), İstanbul: Ayrıntı Yayınları. WALLBANK, T. W.; TAYLOR, A.; BAILKEY, N. M.(1962), #IVI LIZATIONØ0ASTØANDØ0RESENT, Chicogo: Scott Foresman and Com- pany Inc. WALLERSTEIN, Immanuel. (1984), 4HEØ 0OLITICSØ OFØ 7ORLDØ %CO NOMY Ø THEØ 3TATES Ø 4HEØ -OVEMENTS Ø ANDØ 4HEØ #IVILISATIONS, New York: Cambrigde University Press. WALLERSTEIN, Immanuel. (2000), "ILDIÝIMIZØ$~NYANÍNØ3ONU Ø 9IRMIØ "IRINCIØ 9~ZYÍLÍNØ 3OSYALØ "ILIMI, (Çev.: Tuncay BİR- KAN), İstanbul:Metis Yayınları. WALLERSTEIN, Immanuel. (2003), ,IBERALIZMDENØ3ONRA, (Çev.: Erol ÖZ), İstanbul:Metis Yayınları. WALLERSTEIN, Immanuel. (2006), 4ARIHSELØ +APITALIZM, (Çev.: Necmiye ALPAY), 4. Basım, İstanbul:Metis Yayınları. WALZER, Michael.(1992), “Civil Society Argument”, $IMENSIONSØ OFØ2ADICALØ$EMOCRACY: 0LURALISM Ø#ITIZENSHIP Ø#OMMUNITY Ed.: Chantal Moufe, London: Verso, 89-107. WEBER, Max.(1993), ÞDEOLOJIØ9AZÍLARÍ (Çev.: Taha Parla), İstan- bul: Hürriyet Vakfı Yayınları. WEBER, Max.(2005), "~ROKRASIØVEØ/TORITE, (Çev.: Bahadır Akın), Ankara: Adres Yayınları. WHINGREY, C.J. (2003), “İki Savaş Arası Avrupası’nda Karşı-dev- rim ve Devrimlerin Başarısızlığı” "ATÍ´DAØ $EVRIMLERØ VEØ $EV RIMCIØ 'ELENEKØ   (Ed. David PARKER), İstanbul: Dost Yayınları. S. 212-231.

527 Mete K. Kaynar WHITTINGTON, Keith E.(1998), “Revisiting Tocqueville’s Ame- rica, Society, Politics, and Association in the Nineteenth Century” !MERICANØ"EHAVIOURALØ3CIENCE, Vol:42 September 21-32. WILKINSON, Richard.(1998) “Why Inequality Is Bad For You”, -ARXISMØ4ODAY, Nov-Dev, 38-40. WILSON, Dick-GRANIER, Matthew.(1992), #HINESEØ #OMMU NISM, Editor of Series, Wintle Justin, Paladin, London. WINKS, Robin.(1979), 7ESTERNØ#IVILISATION, New Jersey: Prentice- Hall Inc. WINKS, Stuart.(1993), “Introduction, Talking About Tomorrow”, !Ø.EWØ2ADICALØ0OLITICS, Ed.: Stuart Wilks, London: Pluto Press, xi-xxii. WISSEL, Jens. (2004), “Canavarı Adlandırmak Nicos Poulantzas ve İmparatorluk”, 0RAKSIS, Sayı 11, s.83-96. WOLIN, Sheldon S.(1994), “Fugitive Democracy” $EMOCRACYØANDØ $IFFERENCE Ø#ONTESTINGØTHEØ"OUNDARIESØOFØTHEØ0OLITICAL, Prin- ceton University Press, Princeton 31-45. WOOD, Alan, Teo GRAD.(1994), “Relevance of the Marxism”, -ARXISMØ 4ODAY, 4. Sebtember, http: //www. marixism. cm. / Theory/MIOTintro. html WOOD, Allen W.(1990), (EGEL´SØ %THICALØ 4HOUGHT, Cambridge: Cambridge University Press. WORLD BANK.(2001), 7HATØITØ7ILLØ4AKEØ4OØ!CHIEVEØ4HEØ'O ALS, http: //www. paris 21. org/betterworld/what. htm WUNDT, W. (1933),Ø-ILLETLERØ2UHIYATÍØ%SASLARÍ Øİstanbul:Remzi Kitapevi Yayınları. YAKUTCAN, Mustafa. (2002), 4ANRÍØ:ARØ!TMAZ, İstanbul:Katakutu Yayınları. YALÇIN, Ayhan.(1987), Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları, İstanbul: Geçit Yayınları. YALÇIN, Hüseyin Cahit.(1992), “İnkılâp ” 2ENIN 22. Teşri-i Sâni 1338, !TAT~RKØ$EVRIØ&IKIRØ(AYATÍ ) ØDer.: Mehmet Kaplan vd), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları.

528 Tarihin İnşâsı ve Siyaset YALMAN, Ahmet Emin.(1994), “Mustafa Kemal Atatürk’ün Yaşa- mına Dair Anılar” (Röportaj), 6AKIT, 10.Ocak.1922, !TAT~RK´~NØ 3yYLEVØVEØ$EMElLERI ØAnkara: T. C. Başbakanlık Atatürk Kültür, Dil, Tarih Yüksek Kurumu, Atatürk Araştırma Merkezi Yayın- ları. YAŞAR Muammer. (1990), 0AàALARØ0OLITIKASÍ, İstanbul:Tekin Ya- yınları YAZMAN, Aslan Tufan.(1969), !TAT~RK´LEØ"ERABER Øİstanbul: Yö- rük Matbaası. YEĞEN, Mesut. (2006), “Kemalizm ve Hegemonya” -ODERNØ 4~RKIYE´DEØ3IYASsØ$~à~NCE Ø+EMALIZM, İstanbul:İletişim, 56- 74 YEĞEN, Mesut.(2006), “Kemalizm ve Hegemonya”Ø -ODERNØ 4~RKIYE´DEØ3IYASIØ$~à~NCE Ø+EMALIZM, İstanbul: İletişim, 56- 74. YEŞİLYURT, Turhan Kayhan.(2005), Kadın Şairde Kadın: Şüküfe Nihal’in Şiirleri, Bilkent Üniversitesi, Yayınlanmamış Yüksek Li- sans Tezi. YETKİN, Çetin.(1974), %TNIKØVEØ4OPLUMSALØ9yNLERIYLEØ4~RKØ(ALKØ (AREKETLERIØVEØ$EVRIMLER, İstanbul: May Yayınları, . YILDIZ, Sıddık. (2006), “Çıkışından Bastırılmasına Kadar 31 Mart İsyanı” , Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayınlanma- mış Yüksek Lisans Tezi. YUSUF HAS HACİP.(1991), +UTADGUØ"ILIG (Çev.: Reşid Rahmedi Arat) Ankara: Türk Tarih Kurumu Yayınları. YÜKSEL, Muammer-KIZILTAN, Erhan.(2006), .UTUK´TAKIØ 'IZLIØ (ITABEØØ2AKAMÍNÍNØ3ÍRLARÍ Øİstanbul: Neden Kitap. ZABCI, Filiz Çulha.(1997), “3IYASsØ+URAMDAØ+AMUSALØALANØ3O RUNSALÍØ(ABERMASØVEØ!RENDT², Ankara Üniversitesi Yayınlan- mamış Doktora Tezi. ZARAKOLU, Ragıp. (1988), “Komintern ve Türkiye”, 3OSYALIZMØ VEØ3OSYALØ-~CADELELERØ4ARIHI !NSIKLOPEDISI (Cilt 7, Sayı 57, s. 1855-1856), İstanbul: İletişim Yayınları. ZELLER, Eduard.(1980), /UTLINESØOFØTHEØ(ISTORYØOFØ'REEKØ0HILO SOPHY, (Trans: L. R. Palmer), 13th Ed.: Dover Pub. Inc. New York.

529 Mete K. Kaynar ZORLU Ilgaz (2002), %VET Ø"ENØ3ELANIKLIYIMØ4~RKIYEØ3ABETAYCÍ LÍÝÍ -AKALELER, İstanbul: Zvi-Geyik Yayınları. ZORLU, Ilgaz.(2002), %VET Ø"ENØ3ELANIKLIYIMØ4~RKIYEØ3ABETAY CÍLÍÝÍØ-AKALELER, İstanbul: Zvi-Geyik Yayınları. ZÜRCHER, Eric J.. (2003), 4URKEYØ!Ø-ODERNØ(ISTORY, London : I.B. Tauris Publ ZÜRCHER, Eric Jan. (2005) “1909 İstanbul’unda Köktenci Bir Ayaklanma mı? Hollanda Büyükelçilik Raporlarında 31 Mart”, 3AVAà Ø$EVRIMØVEØ5LUSLAàMAØ4~RKIYEØ4ARIHINDEØ'ElIàØ$yNE MIØ  , İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. ZÜRCHER, Eric Jan.(2005), “ 1909 İstanbul’unda Köktenci Bir Ayaklanma mı? Hollanda Büyükelçilik Raporlarında 31 Mart”, 3AVAà Ø$EVRIMØVEØ5LUSLAàMAØ4~RKIYEØ4ARIHINDEØ'ElIàØ$yNE MIØ  , İstanbul: İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. ZÜRCHER, Erik Jan.(1998), -ODERNLEàENØ4~RKIYE´NINØ4ARIHI, 3. Baskı, İstanbul: İletişim.

530