T.C. SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

ÂŞIK EDEBİYATINDA PEYGAMBER KISSALARI

YÜKSEK LİSANS TEZİ

Emine GÜLTEKİN

Tez Danõşmanõ: Yrd. Doç. Dr. Mehmet ÖZÇELİK

ISPARTA, 2006

ÖZET ÂŞIK EDEBİYATINDA PEYGAMBER KISSALARI Emine GÜLTEKİN

Süleyman Demirel Üniversitesi, Türk Dili ve Edebiyatõ Bölümü Yüksek Lisans Tezi, 296 sayfa, Ocak 2006 Danõşman: Yrd. Doç. Dr. Mehmet ÖZÇELİK

Âşõk Edebiyatõnda Peygamber Kõssalarõ adlõ tezimiz, âşõk edebiyatõnõn en önemli temsilcileri arasõnda yer alan on âşõğõn şiirlerindeki peygamber kõssalarõnõn tespiti ve açõklamasõndan meydana gelmiştir. Çalõşmamõz; ön söz, giriş, iki ana bölüm ve kaynakçadan oluşmaktadõr. Giriş Bölümü’nde Âşõk, Âşõk Edebiyatõ, Âşõk Edebiyatõnõn Tarihçesi ve Âşõk Edebiyatõnõn Tesirleri başlõklarõ altõnda bu konularla ilgili bilgiler verdik. Birinci Bölüm’de şiirlerini incelediğimiz, yaşadõğõ devrin önemli isimleri sayõlabilecek on âşõğõn kõsaca hayatõ ve edebî şahsiyetlerinden bahsettik. Âşõklarõn sõralanmasõnda yaşadõklarõ yüzyõl dikkate alõnmõştõr. Çalõşmamõzõn en önemli kõsmõnõ, İkinci Bölüm oluşturmaktadõr. Bu bölümde âşõklarõn şiirlerinde yer verdiği peygamberler ve kõssalarõ, başta Kur’ân-õ Kerîm olmak üzere, çeşitli kaynaklardan istifade edilerek tespit edilmiş ve konunun işlendiği nazõm birimleri açõklanmaya çalõşõlmõştõr. Peygamberler ve örnek şiirlerini ele aldõğõmõz âşõklar alfabetik sõraya göre tasnif edilmiştir. Dip not verilirken yazar soyadõ ve eserin basõm tarihi, ardõndan şiirin geçtiği sayfa numarasõ ve dörtlük numarasõ yazõlmõştõr. Kaynakça, çalõşmamõz sõrasõnda faydalandõğõmõz eserlerden meydana gelmiştir. Sõralama, yazarlarõn soyadlarõ esas alõnarak yapõlmõştõr.

Anahtar Kelimeler: Âşõk, Edebiyat, Din, Tasavvuf, Peygamber, Kõssa, Ayet.

ABSTRACT PROPHET’S STORIES IN LITERATURE OF ÂŞIK Emine GÜLTEKİN Süleyman Demirel University, Department of Turkõsh Language and Literature Thesis of the master, 296 pages, January 2006 Thesis Advisor : Associate Professor Mehmet ÖZÇELİK

Our thesis called Prophet’s Stories In Literature Of Âşõk (wandering minstrel) is made up of determination and explanation of prophet’s stories in poems of ten poets who are the most important represantatives of wandering minstrel literature. Our study is formed by preface, introduction, two main parts and bibliography. In introduction we gave information about the headlines of Âşõk, Âşõk Literature, The History of Âşõk Literature and Effects of Âşõk Literature. At first part, we mentioned literal personality and a brief life story of ten poets whose poems we searched, and who can be important names of the era when they lived. To line up wandering minstrels’ names, the time when they lived was taken into consideration. The most important part of our study is formed by the second part. In this part the prophets and their stories which wandering minstrels give place in their poems have been determined being used mainly the Holy Koran and other sources and versification units in which subject is studied have been tried to be explained. Prophets and poets who we took their sample poems are arranged according to alphabetical list. When footnote given, the name and surname or writer, establishing date and then the page number in which the poem takes place and quatrain number have been written. Bibliography is formed by the sources which we use when we are studying. Lining has been done considering the surnames of writers.

Keywords: Âşõk (wandering minstrel), Literature, Religion, Mysticism, Prophet, Story, Verse of the Holy Koran. İÇİNDEKİLER

İÇİNDEKİLER ...... 1 ÖN SÖZ...... 3 GİRİŞ ...... 5 I. ÂŞIK ...... 5 A. ÂŞIKLARIN DÜNÜ VE BUGÜNÜ ...... 7 II. ÂŞIK EDEBİYATI ...... 11 A. ÂŞIK EDEBİYATINDA HALK EDEBİYATI UNSURLARI ...... 12 B. ÂŞIK EDEBİYATINDA TEKKE EDEBİYATI UNSURLARI ...... 13 C. ÂŞIK EDEBİYATINDA KLASİK EDEBİYAT UNSURLARI ...... 14 Ç. ÂŞIK EDEBİYATININ TARİHÎ VE BEDİÎ KIYMETİ...... 15 III. ÂŞIK EDEBİYATININ TARİHÇESİ ...... 17 IV. ÂŞIK EDEBİYATININ TESİRLERİ...... 22 BİRİNCİ BÖLÜM...... 24 ÂŞIKLAR ...... 24 A. KARACAOĞLAN...... 24 B. ÂŞIK ÖMER ...... 27 C. ERCİŞLİ EMRAH ...... 30 Ç. GEVHERÎ ...... 32 D. DERTLİ...... 34 E. BAYBURTLU ZİHNÎ...... 36 F. ERZURUMLU EMRAH ...... 38 G. SEYRÂNÎ ...... 40 Ğ. SÜMMÂNÎ ...... 41 H. ÂŞIK VEYSEL ...... 42 İKİNCİ BÖLÜM ...... 44 ÂŞIK EDEBİYATINDA PEYGAMBER KISSALARI...... 44 I. HAZRETİ ÂDEM...... 44 A. Hazreti Âdem’in İlk İnsan ve İlk Peygamber Oluşu...... 44 B. Hazreti Adem ve Şeytan...... 51 C. Hazreti Âdem’in Cennete Konmasõ ve Havva’nõn Yaratõlõşõ...... 58 Ç. Hazreti Âdem ve Havva’nõn Yasak Meyveyi Yiyişi ve Cennetten Kovulmalarõ ...... 61 D. Hazreti Âdem’in Dünyaya Gönderilmesi...... 71 II. HAZRETİ DÂVUD ...... 76 III. HAZRETİ ELYESA’...... 79 IV. HAZRETİ EYYÛB ...... 80 V. HAZRETİ HÂRÛN ...... 85 VI. HAZRETİ HÛD...... 86 VII. HAZRETİ İBRÂHÎM ...... 89 A. Hazreti İbrâhîm’in Ateşe Atõlmasõ ...... 90 B. Kurban Olayõ ...... 94 C. Hazreti İbrâhîm’in Kâbe’yi İnşa Etmesi...... 96 VIII. HAZRETİ İDRÎS ...... 98 IX. HAZRETİ İLYÂS ...... 99 2

X. HAZRETİ İSÂ ...... 101 A. Hazreti İsâ’nõn Babasõz Olarak Doğmasõ...... 104 B. Hazreti İsâ’nõn Havarileri...... 107 C. Hazreti İsâ’nõn Mucizeleri...... 109 XI. HAZRETİ İSHAK ...... 112 XII. HAZRETİ İSMÂİL ...... 113 A. Hazreti İsmâil’in Kurban Edilmesi ...... 114 B. Hazreti İsmâil’in Kâbe’yi İnşa Etmesi ...... 117 XIII. HAZRETİ LOKMÂN...... 118 XIV. HAZRETİ LÛT...... 129 XV. HAZRETİ MUHAMMED...... 132 A. İslâm Dini ve Peygamberliği...... 133 B. Habîbullâh ...... 139 C. İnsanlardaki Hazreti Muhammed Sevgisi ...... 149 Ç. Hazreti Muhammed’in Şefâatçiliği ...... 155 D. Âlemlere Rahmet Hazreti Muhammed ...... 163 E. Hazreti Muhammed Ümmeti ...... 165 F. Hazreti Muhammed’in İsimleri...... 169 G. Hazreti Muhammed İçin Edebiyatõmõzda Kullanõlan Sõfatlar...... 178 Ğ. Hazreti Muhammed’in Mucizeleri...... 185 XVI. HAZRETİ MÛSÂ...... 194 A. Hazreti Mûsâ’nõn Allah ile Konuşmasõ...... 198 B. Allah’õn Tecellisi...... 200 C. Hazreti Mûsâ’nõn Mucizeleri...... 203 XVII. HAZRETİ NÛH ...... 209 A. Hazreti Nûh’un Gemisi ...... 210 B. Şeytanõn Gemiye Binmesi ...... 215 XVIII. HAZRETİ SÂLÎH...... 216 XIX. HAZRETİ SÜLEYMÂN...... 217 A. Hazreti Süleymân’õn Tahtõ ve Özellikleri ...... 220 B. Hazreti Süleymân’õn Yüzüğü ve Özellikleri ...... 222 C. Hazreti Süleymân’õn Hayvanlarla Konuşmasõ ...... 225 Ç. Belkõs ve Hazreti Süleymân ...... 229 D. Dünyanõn Faniliği ve Hazreti Süleymân’nõn Ölümü...... 232 XX. HAZRETİ ŞÎT...... 237 XXI. HAZRETİ ŞUAYB...... 238 XXII. HAZRETİ ÜZEYİR ...... 241 XXIII. HAZRETİ YAHYA ...... 242 XXIV. HAZRETİ YA’KÛB...... 243 XXV. HAZRETİ YÛNUS ...... 257 XXVI. HAZRETİ YÛSUF ...... 259 A. Hazreti Yûsuf’un Kuyuya Atõlmasõ...... 260 B. Züleyha’nõn İftirasõ ile Hazreti Yûsuf’un Zindana Atõlmasõ ...... 265 C. Hazreti Yûsuf’un Rüyalarõ Doğru Tabir Etmesi ...... 268 Ç. Hazreti Yûsuf’un Güzelliği ...... 275 XVII. HAZRETİ ZEKERİYYA...... 289 KAYNAKÇA...... 291 ÖZGEÇMİŞ……………………………………………………………………..297 3

ÖN SÖZ

Atlõ bozkõr medeniyetini yaşadõğõmõz dönemde var olan üç önemli törenden bahsedilmektedir. Bunlar sõğõr, şölen ve yuğ törenleridir. Tarihî kaynaklar, bu törenlerin ruhuna uygun şiirler söyleyen din adamõ, şair ve doktor olma vasõflarõnõ taşõyan, ellerinde kopuzlarõyla dolaşan ozanlardan bahsetmektedir. Ozanlarla başlayan şiirimiz, İslâmiyetin kabulü ile birlikte dinî-tasavvufî bir muhteva kazanmõş, divan edebiyatõ ile birlikte varlõğõnõ devam ettirmiştir. Konumuz olan âşõk edebiyatõ, bu iki edebiyata paralel olarak 16. yüzyõlda tam olarak ortaya çõkmõş ve varlõğõnõ günümüze kadar sürdürmüştür. Âşõk edebiyatõnõn temsilcileri olan âşõklar, halktan kişiler olmalarõ sebebiyle halkõn duygu ve düşüncelerine tercüman olmuşlardõr. Aldõklarõ eğitim oranõnda dillerinin ağõrlaşmasõna rağmen genellikle halkõn anlayacağõ bir dille şiirlerini söylemişler, halkõn sevgi ve takdirini kazanmõşlardõr. Aşk, sevgi, tabiat ve sosyal konularõn yanõ sõra dinî-tasavvufî konulara da yer vermişlerdir. Her düşünce sistemi gibi dinî-tasavvufî konular da yayõlõrken sanatõn gücünden yararlanõlmõştõr. Allah’õ, peygamberleri anlatmak, öğretmek isteyen âşõk söyleyeceklerini saza ve söze dökerek daha yumuşak, daha kolay anlaşõlõr ve sevilir hale koymuşlardõr. Önceleri öğretimi ve eğitimi hedefledikleri için, âşõklar didaktik bir üslup kullanmõştõr. Daha sonralarõ Bektaşî, Mevlevî tarikatlarõ kendi inançlarõnõ taşõyan sözcüklerini şiire eklerler. Bektaşî, Mevlevî ve Kalenderî tarikatlarõ bir anlamda edebiyat ve müzik ocağõ olur. Bu âşõklar az çok medrese öğrenimi görür. Bu öğrenim, onun İslâm ilimlerine, enbiyâ hikayelerine, kõsmen tasavvufa ve şiire olan merakõ, kabiliyeti ve kendisini irşad eden üstadõnõn tesiri ile divan edebiyatõmõzõ kõsa zamanda tanõr. Kuvvetli saz şairi geleneği ve muhiti içinde öğrenmek aşkõ ile divan şairlerini ve âşõklarõ okur. Bu kültür birikiminin sonunda, iki kaynaktan gelen fikrî-edebî hazõrlõk âşõklarõn uzun yõllar içinde yaşadõğõ halkõnõn konuşma dili ile klasik edebiyat dilini bir terkip halinde ortaya koymasõnõ temin eder. Hem hece, hem aruzla değişik konularõ terennüm ederler. Bu konular içinde peygamber kõssalarõ önemli bir yer teşkil etmektedir. 4

Âşõk edebiyatõnda geniş bir yer tutan bu peygamber kõssalarõnõ tez konusu olarak seçtik. Araştõrmamõza öncelikle peygamber kõssalarõna yer veren kaynaklara ulaşarak başladõk. Bu konudaki en önemli kaynak Kur’ân-õ Kerîm’dir. Kur’ân’da geçen peygamber kõssalarõ ile ilgili ayetleri tespit ettik. Daha sonra kõssalarõn anlatõldõğõ diğer kaynaklara ulaştõk. Son olarak da âşõklarõn peygamber kõssalarõnõ konu alan şiirlerindeki örnekleri tespit ederek açõklamaya çalõştõk. Çalõşmamõz; ön söz, giriş, iki ana bölüm ve kaynakçadan oluşmaktadõr. Giriş Bölümü’nde Âşõk, Âşõk Edebiyatõ, Âşõk Edebiyatõnõn Tarihçesi ve Âşõk Edebiyatõnõn Tesirleri başlõklarõ altõnda bu konularla ilgili bilgiler verdik. Birinci Bölüm’de şiirlerini incelediğimiz, yaşadõğõ devrin önemli isimleri sayõlabilecek on âşõğõn kõsaca hayatõ ve edebî şahsiyetlerinden bahsettik. Âşõklarõn sõralanmasõnda yaşadõklarõ yüzyõl dikkate alõnmõştõr. Çalõşmamõzõn en önemli kõsmõnõ, İkinci Bölüm oluşturmaktadõr. Bu bölümde âşõklarõn şiirlerinde yer verdiği peygamberler ve kõssalarõ, başta Kur’ân-õ Kerîm olmak üzere, çeşitli kaynaklardan istifade edilerek tespit edilmiş ve konunun işlendiği nazõm birimleri açõklanmaya çalõşõlmõştõr. Peygamberler ve örnek şiirlerini ele aldõğõmõz âşõklar alfabetik sõraya göre tasnif edilmiştir. Dip not verilirken yazar soyadõ ve eserin basõm tarihi, ardõndan şiirin geçtiği sayfa numarasõ ve dörtlük numarasõ yazõlmõştõr. Kaynakça, çalõşmamõz sõrasõnda faydalandõğõmõz eserlerden meydana gelmiştir. Sõralama, yazarlarõn soyadlarõ esas alõnarak yapõlmõştõr. Bu çalõşmam sõrasõnda bana sonsuz destek veren aileme, bana her zaman yardõmcõ olan değerli hocalarõma, en önemlisi engin bilgilerini, tavsiye ve tecrübelerini hiç esirgemeyen ve insanlõğõ ile örnek aldõğõm değerli hocam Yrd. Doç. Dr. Mehmet ÖZÇELİK’e teşekkürü bir borç bilirim.

5

GİRİŞ

I. ÂŞIK

Bir hazõrlõğõ olmaksõzõn (irticalen) şiir söyleyen, ekserisi saz eşliğinde şiirlerini okuyan veya halk hikayelerini anlatan şahõslar “âşõk” ismiyle anõlmõşlardõr.

Çok kere saz şairi, çöğür şairi, ozan, halk şairi terimleri âşõk mukabili olarak kullanõlmõştõr. Ancak bu gibi kullanõmlar bazõ mahzurlar taşõmaktadõr. Âşõklarõn saz çalmayanlarõ olduğu gibi, çaldõklarõ sazlar da değişik olabilmektedir. (Kubur, karadüzen, bozuk, tanbura, çöğür vb.). Ozan deyimi, İslâmiyet öncesi göçebe devire ait bir terim olup “âşõk” karşõlõğõ olarak kullanõlamaz. Halk şairi deyimi de anlam karõşõklõğõna sebep olmaktadõr.

12. ve 13. asõrlardan başlayarak Osmanlõ devrinde gelişmeye devam eden askerî ve siyasî merkezlerde, büyük kervan yollarõ üzerinde kurulan kasabalar ve buralarda inşa edilen medreseler, tekkeler, diğer kültür kurumlarõnda, asker ocaklarõ çevresinde belli bir kültür hareketi oluşmuş ve yaygõnlaşmõştõr. Bu kültür muhitlerinde yetişen, ekserisi tasavvuf neşvesi ile yoğrulmuş ve bir kõsmõ okuma yazma dahi bilmeyen şahõslarõn Türkçe ifade malzemesini işleyerek geniş kitlelere seslendikleri görülmektedir. Bu âşõk tipinin ilk büyük temsilcisi olarak ’yi görmekteyiz. “Âşõk” kelimesi önceleri Yunus Emre tarzõnda ilahîler ve tasavvufî şiirler söyleyen şairleri ifade eden bir terim olarak kullanõlmõş, zamanla daha geniş bir mana kazanmõştõr.

Âşõklar çõraklõktan başlayarak âşõk oluncaya kadar belli bir eğitimden geçerler, fasõllara katõlõrlar, memleket içinde seyahata çõkarlar, nihayet ustalarõndan bir mahlas aldõktan sonra âşõk olurlardõ. Şehir hayatõnõn kültür havasõ içinde klasik şiire ve musikîye, tasavvuf düşüncesine, İslâm tarihine, evliya menkõbelerine, İran ve Türk edebiyatlarõnda görülen motiflere ait birçok bilgiler edinirlerdi. Âşõklarõ şehirde yetişenler ile köyde yetişenler olarak ayõrmak mümkündür. Bu durumda şehirli 6

âşõklarõn kültür seviyeleri klasik medrese ve tekke kültürü ile temas halinde olduklarõndan köyde yetişenlerden dil, sanat ve ifade açõsõndan başkalõklar gösterecektir. Köy çevresinde yetişenler aruz vezninden de uzak kalmõşlardõr. Bu açõdan daha kendine has, daha mahallî sayõlabilirler. Şehir ve kasabalarda kahvehaneler, meyhaneler âşõklarõn toplantõ yerleridir. Yerine göre, bey konaklarõna padişah saraylarõna da girmişler, söz ve sazlarõnõ bu ortamlarda da dinletmişlerdir. Bazõ padişahlarõn âşõklara özel ilgi gösterdikleri biliniyor. 4. Murad ve 4. Mehmed’in âşõklara gösterdikleri ilgi Evliya Çelebi’nin Seyahatname’sinde de söz konusu edilmiştir. 2. Mahmud, Sultan Mecid ve Sultan Aziz’in âşõk fasõllarõndan hoşlandõklarõ ve sarayda bu padişahlar devrinde otuzu aşkõn âşõk bulunduğu kaynaklarda zikredilmiştir. Âşõklar mevsimine göre kurulan panayõrlarda dolaşõr, tekkelerde, imarethanelerde misafir olurlardõ. Belli devirlerde hükümetin nezareti altõnda teşkilatlanarak hususî bir zümre teşkil ettikleri de olmuştur.

Âşõk teşkilatlarõ ile ilgili bilgiler sözlü kaynaklara dayanmakta olup bilinenler de 2. Mahmud’dan sonraki devrelere aittir. Âşõk fasõllarõnõ idare eden “Reis-i âşõkan”, hükümetten maaş alõrdõ.

Âşõklar saz çalõp irticalen şiir söyleme özellikleriyle kendilerini okur yazar sayar, divan tarzõnda şiir yazanlardan üstün görürler; divan şairleri de âşõklarõ hor görür, beğenmezlerdi. Bununla birlikte, divan şiiri unsurlarõnõ (vezin dahil) kullanan âşõklar olduğu gibi, hece ile yazmayõ deneyen divan şairleri de mevcut olmuştur.

Âşõklarõn en belirgin vasõflarõ irticali söyleyiş ve saz eşliği olmasõna rağmen, kalem şuarasõ olarak adlandõrõlan âşõklar da vardõr ki, bunlar ekseriya iyi öğrenim görmüşlerdir; saz çalmazlar, hece ile âşõk edebiyatõ türlerinde şiirler yazarlar (Bayburtlu Zihnî, Çankõrõlõ Zihnî gibi). Divan edebiyatõ nazõm şekillerine de başvururlar.

Âşõklarõn usta çõrak ilişkileri içinde, tekke ve medrese kültürüyle yoğrularak 19. asõr sonlarõna kadar geleneksel tavõrlarõnõ sürdürdükleri görülmektedir. Medrese ve tekkelerin devam ettirdiği İslâm kültürü ve 19. asõrdan kalan âşõklarõn yaşatmaya çalõştõğõ edebî gelenek, bu zümrenin gittikçe güç kaybetmesini önleyememiştir. Yeniçeri ocağõnõn kaldõrõlmasõ, tekkelerin zamanla fonksiyonlarõnõ ifa edemez hale düşmeleri ve kapanmalarõ neticesinde, âşõklarõn hemen hemen bütün yetişme 7

kaynaklarõ kurumuştur. 1930 ve 40’larda Halk evleri tarafõndan rejime sadõk âşõklarõn himayesi şeklinde bir eğilim görülmekteyse de, değişen iktisadî ve içtimaî şartlar, geniş ve sürekli tesir icra eden kitle haberleşme araçlarõ geleneksel âşõk tipinin hemen hemen tamamen ortadan kalkmasõna sebep olmuştur. (TDEA, Cilt 1, 184- 185)

A. ÂŞIKLARIN DÜNÜ VE BUGÜNÜ

Anadolu’nun muhtelif köşelerinde, hatta bugün bile âşõk ünvanõnõ taşõyan ve çaldõğõ sazla kendisinin veya başkalarõnõn şiirlerini terennüm eden şair- çalgõcõlara, yani saz şairlerine tesadüf olunmaktadõr. Elli yõldan beri gittikçe azalan, içtimaî mevkilerini ve ehemmiyetlerini kaybeden bu âşõklar, Osmanlõ İmparatorluğu memleketlerinde, 20. asõr başlarõna kadar, mühim bir meslekî zümre halinde devam etmekte ve imparatorluğun her tarafõnda bunlara tesadüf olunmakta idi. 19. asõr sonlarõnda, Garp emperyalizminin siyasî ve iktisadî baskõsõ altõnda maddî ve manevî müesseseleri bozulmaya başlayan ve yeni bir hayat şekli arayan Osmanlõ cemiyetinde, âşõklar zümresinin de artõk o şekilde yaşayamayacağõ pek tabiî idi. İnkõlâplar da bu zümreyi yaratan ve yaşatan içtimaî şartlarõ kökünden sarsmõştõr.

a. Halk Kitlesinin Âşõklar Hakkõndaki Telakkisi

Âşõk, halk arasõnda, umumîyetle saz şairlerine verilen bir isimdir. Yine halk arasõnda dolaşan birçok menkõbeler, bunlarõn maddî ve cismanî aşktan manevî ve ruhanî aşk derecesine yükseldiklerini, saz çalõp şiir söylemeyi de ilahî vasõtalarla öğrendiklerini anlatõr. Görülüyor ki bunlar, halkõn telakkisine göre Hak âşõklarõdõr ve ilham kaynaklarõ daima ilahîdir.

b. Münevver Sõnõfõn Âşõklar Hakkõndaki Telakkisi

Fikir ve zevk seviyesi bakõmõndan halktan tamamiyle ayrõlmõş olan bu sõnõf, medresede, İslâm ilimlerinin, Arap ve İran edebiyatlarõnõn en yüksek mahsüllerine iyiden iyiye alõşmõş bulunuyordu. Bediî ihtiyaçlarõnõ pek tabiî olarak bu klasik edebiyat mahsülleriyle tatmin eden yüksek kültür sahipleri, İslâm medeniyetinin dünya görüşünden şüphesiz ayrõlamazlardõ. Halk musikîsine ve halk şiirine mahsus 8

her türlü şekiller, halk arasõnda rağbet kazanan mevzular, halk şiirlerinin umumî ölçüsü olan hece vezni daima hakir görülmüştür; şiirlerinin geniş halk tabakasõ arasõnda okunmasõ ve anlaşõlmasõ, klasik bir şair için adeta bir hakaret vesilesi oluyordu .

c. Âşõklarõn Kendi Haklarõndaki Telakkileri

Âşõklar arasõnda son zamanlara kadar devam eden bir telakkiye göre, umumiyetle şairler iki kõsma ayrõlõr:

a) Kalem şairleri; yüksek sõnõfa mahsus şiirler yazan klasik şairler.

b) Meydan şairleri; yani, halk toplantõlarõnda irticalen de şiirler tertip eden ve onlarõ sazlarõ ile çalõp söyleyen âşõklar.

Âşõklar kendilerini, türlü bakõmlardan, klasik şairlerden üstün sayarlar: Evvela, herhangi bir mevzu üzerine, herhangi bir kafiye ile derhal bir manzume söyleyivermek kudreti, onlarõn başlõca övünme sebepleridir. Hakikaten, klasik şairler arasõnda, irtical denilen bu kudret, çok nadirdir. Âşõklarõn klasik şairlere üstünlük iddiasõnda bulunmalarõnõn ikinci sebebi de, şiirlerini sazlarõ ile çalõp söyleyebilmeleridir. Kalabalõk ve hayran bir dinleyici zümresi karşõsõnda çalõp söylediklerinden, birbirleriyle müşaarelerde bulunduklarõndan da âşõklar kendilerini klasik şairlerin üstünde tutarlar. Geniş halk tabakasõ içinde âşõklarõn kazandõklarõ şöhret ve rağbet, daha fazla olmuştur. 17. asõrdan başlayarak, imparatorluğun büyük merkezlerinde yetişen âşõklarõn, klasik şairlere benzemek ve onlardan geri kalmamak gayretiyle, oldukça kuvvetli klasik edebiyat kültürüne sahip olmalarõ, aruz veznini ve bazõ klasik nazõm şekillerini kullanmaya başlamalarõ, yabancõ terkip ve kelimelere ve klasik şiire mahsus mefhumlara manzumelerinde gitgide daha geniş bir yer vermeleri, âşõklar arasõnda, kendilerinin artõk bu cihetlerden de klasik şairlerden geri kalmadõklarõ kanaatini doğurdu; bu kanaat, onlar arasõnda yavaş yavaş büsbütün kuvvetlendi.

ç. Âşõklar, Hangi İçtimaî Muhitlerde ve Nasõl Yetişir?

Şehir Muhitinde Âşõklar

17.-18. asõrlardan son yõllara kadar, Osmanlõ İmparatorluğu’nun her köşesinde gördüğümüz âşõklar ve âşõk tarzõ, bilhassa şehir hayatõnõn verimidir. 9

17.-18. asõrlarda imparatorluğun Asya ve Avrupa’daki büyük şehir ve kasabalarõnda oldukça kalabalõk münevver bir sõnõf vardõ ki, İslâm ilimlerini ve edebiyatlarõnõ kavramõştõ; maddî refah ve servetle birlikte bu yüksek kültür havasõ, uzun asõrlar boyunca, daha aşağõ seviyedeki diğer içtimaî sõnõflara da geçerek, umumî zevk ve fikir seviyesini yükseltmişti. Buralarda, muntazam bir tahsil görmedikleri, hatta bazen hiç okuma yazma bilmedikleri halde, bu kültür çevresi içinde aruz ile klasik nazõm kaidelerine uygun oldukça güzel şiirler yazan ümmî şairlere de tesadüf olunuyordu.

Şehir ve kasabalarda, muhtelif içtimaî tabakalara mahsus ayrõ ayrõ kahvehaneler, bozahaneler, meyhaneler gibi umumî yerler vardõ. Bazõ büyük kahvehanelerde çalgõ ve köçek takõmlarõ da bulunurdu. İşte, bu kahvehanelerden bazõlarõ bilhassa âşõklarõn toplantõ yerleri idi. Onlar, belli mevsimlerde buralarda toplanõrlar, sazlarla şiirler terennüm ederlerdi. Büyüklerin ve zenginlerin konaklarõnda, saraylarõnda da çöğürcülere tesadüf edilirdi. Hükümetin kontrolü altõnda muntazam bir teşkilata malik olan bu âşõklar, panayõrlar gibi geçici toplantõ yerlerinde kurulan kahvehanelerde bulunurlar, memleketi dolaşõrlar, tekkelerde, büyüklerin ve zenginlerin konaklarõnda misafir olurlardõ.

Âşõklar teşkilatõnda çõraklõktan başlayarak âşõk oluncaya kadar geçirilmesi icap eden birçok dereceler vardõ. Bilhassa, büyük, şöhretli âşõklarõn etrafõnda, âşõklõğa meraklõ, istidatlõ birçok gençler çõrak olarak toplanõrlar, üstattan mahlas alõrlar, âşõk olmak için zarurî olan edebî ve meslekî terbiyeyi gördükten sonra fasõllara girmeye başlarlar, memleket içinde uzun seyahatlere çõkarlar, nihayet âşõk olurlardõ. Ekseriyetle küçük esnaf tabakasõndan, fakir halk arasõndan, yahut askerî sõnõflardan yetişen bu âşõklar, bir tahsil görmemekle beraber, şehir hayatõnõn kültür havasõ içinde, birçok bilgiler edinirler; İran edebiyatõnõn büyük şahsiyetlerinin eserlerine bile yabancõ kalmazlardõ. 17. asõrdan başlayarak, klasik şiirin bunlar üzerinde çok büyük bir cazibesi olmuştur ki, sonraki asõrlarda bunun büsbütün arttõğõnõ birçok örnekleri ile görüyoruz.

Köy ve Aşiret Çevrelerinde Âşõklar

Köylü sõnõfõnõn duygularõna ve telakkilerine tercüman olmak mecburiyetinde bulunan köy ye aşiret şairleri, klasik şiir tesirinden ve aruz 10

vezninden oldukça uzak kalmõşlardõr. Şehir ve köy âşõklarõnõ birbirlerinden ayõran çok açõk içtimaî muhit farkõna karşõ, bunlarõ birbirine yaklaştõran diğer birtakõm kuvvetli âmiller de vardõr:

1. Köy, hiçbir zaman civarõndaki şehir ve kasabalardan tamamiyle ayrõ bir hayata malik değildir, bunun gibi köyler de şehirlerin tesirinden uzak kalamazlar.

2. Şehir hayatõnõn ve kültürünün yarattõğõ âşõk, nasõl klasik şairin ve klasik şiirin çekiciliğine ve manevî nüfuzuna kapõlmõşsa, köy ve aşiret çevresinde yetişen âşõk da, daha yüksek bir kültürün sahibi ve temsilcisi olan şehirli âşõğõ kendisine ideal bir örnek saymaktan kendini alamaz.

3. Köy ve aşiret çevresindeki âşõk, muhtelif seyahatlerinde şehir ve kasabalardaki meslektaşlarõ ile mutlaka münasebete girmiş, şehir hayatõna ve kültürüne yabancõ kalmamõş olduğu gibi, şehirli âşõklar da, devamlõ seyahatleri ile, her muhitte bağlar tesis etmişler, tesirlerini her tarafa yaymõşlardõr.

4. Tekkelerin ve bilhassa Bektaşîlik gibi tarikatlere mensup tekkelerin verdiği edebî ve tasavvufî kültür, muhtelif içtimaî çevrelerde birbirinin aynõsõdõr.

İşte, bütün bu gibi âmiller, köy ve şehir âşõklar arasõndaki farklarõn derinleşmesine manî olmuş ve 17. asrõn ilk değilse bile, son yarõsõnda âşõk tarzõ, âşõk şiiri dediğimiz, belli kaidelere malik, yani “kendi nev’i içinde adeta klasikleşmiş” hususî bir edebiyatõn vücuda gelmesine pek çok yardõm etmiştir. (Köprülü, 1989, 165-178) 11

II. ÂŞIK EDEBİYATI

Günümüze kadar ele geçirilebilen yazõlõ kaynaklardan anlaşõldõğõna göre, çok geniş bir coğrafyaya yayõlan Türk ulusu, kendi içinden yetişip adlarõ hatõrlanan veya unutulmuş olan şairlerine ve onlarõn eserlerine, en eski tarihlerden bu güne kadar büyük bir ilgi ve sevgi göstermiştir. Bu ilgi ve sevginin yüzyõllar boyu sürmesi, halk şairlerinin halkõn gözü, kulağõ ve en önemlisi “dili” olmasõndandõr. İstek, dilek, heyecan, duygu ve düşüncelerinin kolayca anlayabileceği bir dille, basit bir ölçüyle, akõlda hemen kalabilecek uyaklarla ve sanatlõ bir şekilde söylendiğini gören halkõmõz, gerek kişisel eserlere, gerek yaratõcõsõ zamanla unutulup folklor ürünü haline dönüşen ve böylece anonim bir eser olarak kabul edilen metinlere büyük bir sadakat göstermiş, ya kulaktan kulağa aktarma biçimiyle, ya da çeşitli cönk ya da mecmualara kaydetmek yoluyla bu güzel örnekleri unutulmaktan kurtarma yoluna gitmiştir. Binlerce örneğin, yaşamasõnõ sağlayan özel ve resmi kitaplarõmõzdaki yüzlerce yazma cönk ve mecmua günümüze kadar tam olarak işlenmemiş ve incelenmemiştir. Bu kadar zengin örnekleri bulunan halk şiirimizi bu güne kadar inceleyen eserlerin õşõğõ altõnda üç ana bölümde ele almaktayõz:

1. Anonim halk şiiri,

2. Saz şiiri (âşõk edebiyatõ),

3. Tekke şiiri. (Gözaydõn, 1989, 1)

Âşõk edebiyatõ; Türklerin İslâm medeniyeti dairesine girmelerinden sonra oluşan kültür muhitlerinde, âşõk olarak adlanan şahõslar tarafõndan ortaya konulan, şekil ve muhteva olarak belli özellikler taşõyan edebî verimleri ifade için kullanõlan terimdir. (TDEA, Cilt 1, 188)

Boratav’a göre âşõk edebiyatõ, klasik denen edebiyata paralel bir kültür akõmõ olarak belirmiştir. (Boratav, 1968, 207) 12

Köprülü’ye göre ise âşõk edebiyatõ 16.-20., hatta 17.-20. asõrlar esnasõnda Anadolu’da yetişen ve oldukça mebzul eserleri ve edebî ananeleri zamanõmõza kadar devam edip gelen saz şairlerine mahsus şiir tarzõdõr.

Âşõk edebiyatõ, bilhassa 18. asõrdan sonra, divan edebiyatõ ile halk edebiyatõ ve tekke edebiyatõ unsurlarõnõn karõşmasõndan hasõl olmuş muhtelif bir mahsuldür. Âşõk edebiyatõ, halk edebiyatõ unsurlarõnõ içine almakla ve esasõnda halk zevkine doğru temayülün bir ifadesi olmakla beraber, “Türk ruhunun zevkini, orijinalitesini saklayan ve halkõn içinde yaşayan” bir halk edebiyatõ değildir. Şehir ve kasaba halkõ arasõnda gelişen bu edebiyatta klasik edebiyatnõn ve tekke edebiyatõnõn büyük tesiri olmuştur. 16. asõrda ve 17. asõr başlarõnda yetişen âşõklarda, asõl halk edebiyatõ unsurlarõ daha kuvvetli idi; fakat bu asrõn sonlarõndan başlayarak sonraki asõrlarda bu unsur yavaş yavaş azalmõş, diğer unsurlar ise tabiatiyle çoğalmõştõr. (Köprülü, 1989, 180-181)

A. ÂŞIK EDEBİYATINDA HALK EDEBİYATI UNSURLARI

Âşõk edebiyatõnda halk edebiyatõnõn büyük tesiri göze çarpar: Evvela hece vezni bütün Türk halk şiirlerinde olduğu gibi, âşõk şiirlerinde de hakimdir. Gerçi, 17. asõrda, aruz vezninin de âşõklar tarafindan kullanõldõğõnõ biliyoruz; fakat buna rağmen, millî vezin hakimiyetini muhafaza etmiştir. Kafiye hususunda da, âşõklar, eski halk edebiyatõ ananelerine uymuşlar, yarõm kafiyeleri uygun görmüşlerdir. Nazõm şekillerinde yine aynõ tesiri görüyoruz. Türkü, türkmani, varsağõ, ezgi, deyiş gibi sõrf müzik bakõmõndan verilen ve bazõlarõ bu havalarõn etnik menşe’ini gösteren şekiller, sonra koşma, mani gibi diğer şekiller, hep bunu kuvvetlendirmektedir.

Edebî sanatlar bakõmõndan da, âşõk edebiyatõnda yine kuvvetli halk edebiyatõ unsurlarõnõ bulmaktayõz: Âşõk edebiyatõnõn alliterasyon, cinaslar, teşhis ve intak, münazara, atasözü kullanmak gibi birçok hususiyetleri, halk edebiyatõnda eskiden beri vardõr. Lisan ve üslüpta eski halk edebiyatõndan gelen birtakõm hususiyetleri, âşõk tarzõ mahsullerinde açõkça görmekteyiz. 13

16. asõrda ve 17. asrõn ilk yarõsõnda yetişen âşõklarda, bu halk edebiyatõ unsurlarõnõn daha kuvvetli, daha göze çarpar mahiyette olduğu muhakkaktõr.

B. ÂŞIK EDEBİYATINDA TEKKE EDEBİYATI UNSURLARI

Âşõk edebiyatõnõ vücuda getiren unsurlardan bir kõsmõ da, 13.-16. asõrlar arasõnda Türk memleketlerinin her tarafõnda büyük inkişaf gösteren tasavvuf tarikatlarõna ait tekkelerdeki Türk edebiyatõndan geçmiş unsurlardõr. Anadolu’nun, 13. asõrdan başlayarak, 17. asõr başlarõna kadar çok mühim tarikat faaliyetlerine ve hareketlerine sahne olduğu ve Rumeli fetihlerinden sonra bu faaliyetlerin Balkanlara da yayõldõğõ bilinmektedir. Tarikatlarõn, Osmanlõ İmparatorluğu’nun her sahasõnda, her sõnõf halk arasõnda tasavvuf akidelerini yaymak hususunda büyük rolleri olmuştur.

Dil, vezin, nazõm şekilleri ve hususiyetleri, ifade tarzõ bakõmlarõndan Türk halk edebiyatõnõn birçok unsurlarõnõ almõş olan bu tekke edebiyatõ, ideoloji itibariyle doğrudan doğruya klasik İslâm kültürüne bağlõdõr. Her tarikat mensuplarõ, kendi mesleklerinin propagandasõnõ mümkün olduğu kadar geniş bir nisbette yapmak için, imkan derecesinde sade bir dille ve halk edebiyatõ ananelerine uygun eserler yazõyorlardõ.

Tekke edebiyatõndan geçen muhtelif unsurlar, âşõk edebiyatõnõn teşekkülü üzerinde âmil olmuştur: Âşõk kelimesinin kullanõlmasõ, tekke edebiyatõnõn tesiri altõnda olmuştur. Çünkü mutasavvõf şairler, daha 13. asõrdan beri, kendilerini diğer şairlerden ayõrmak ve bu suretle ilham kaynaklarõnõn kudsî ve ilahî mahiyetini göstermek için âşõk ünvanõnõ kullanõyorlar, beşerî ve dünyevî ihtiraslarõ terennüm edenlere verilen şair ünvanõnõ kabul etmiyorlardõ. 16.-17. asõrlarda, maddî ve manevî kültür seviyesi yükselmiş, tekkelerin yaydõğõ tasavvuf havasõ ile dolmuş büyük şehirlerde yetişen saz şairleri, ibtidai köy ve aşiret çevrelerinde yetişen eski seleflerinin taşõdõğõ ozan adõnõ elbette kabul edemezlerdi; binaenaleyh, kendilerine yabancõ saymadõklarõ mutasavvõf şairler arasõnda zaten kullanõlmakta olan âşõk ünvanõnõ kullanmaya başladõlar. Bu asõrlarda birtakõm âşõklarõn isimlerinin başõnda 14

kul lakabõnõ kullanmalarõ da (mesela Kul Mehmed gibi), yine tasavvuf tesiriyledir. Âşõk tarzõ üzerinde tekke edebiyatõ tesiri de çok dõşta, zayõf bir boya mahiyetinde kalmõş, onun asõl ruhuna girememiş, lâ-dinî mahiyetini bozamamõş, hayatõn her günkü hadiselerine karşõ olan derin ve samimi alakasõnõ kesmemiştir.

C. ÂŞIK EDEBİYATINDA KLASİK EDEBİYAT UNSURLARI

Âşõk edebiyatõnõn teşekkül ettiği 16.-17. asõrlar, Türk klasik edebiyatõnõn en yüksek inkişaf derecesine vardõğõ, asõrlarca örnek olarak kullandõğõ İran edebiyatõna karşõ beraberlik ve hatta üstünlük davasõna kalkacak kadar şuurlandõğõ bir devirdir. Meddahlar, kõssahanlar, şehnameciler, umumî yerlerde İslâm tarihinin ve İran destanõnõn kahramanlarõna ait hikayeler ve şiirler okuyorlar, klasik musikî kaidelerine göre bestelenen gazel ve murabbalar eğlence meclislerinde, düğünlerde, toplantõlarda terennüm olunuyor, şehir ve kasaba halkõnõn dillerinde dolaşõyordu.

Hakikaten, âşõk edebiyatõnõn ilk teşekküle başladõğõ 16. asõr sonlarõndan beri, gerek dõş unsurlar, yani vezin ve şekil bakõmõndan ve gerek iç unsurlar, yani mefhumlar, mecazlar, dil, üslup bakõmõndan, bu klasik şiir tesirinin daima daha kuvvetlenerek kendini gösterdiğini ve 19. asrõn ikinci yarõsõndan evvel bunun artõk son haddine geldiğini açõkça görüyoruz. Gazellerin eskiden beri bestelenerek terennüm edilmesi, bu şeklin âşõk tarzõna girmesinde âmil olmuştur. Murabbalara gelince, bunlar, hece vezninin dörtlüklerinin tesiri altõnda, daha 14. asõrdan beri klasik Türk şiirinde büyük bir yer tutmuştu ve bestelenmeye mahsus manzumeler hemen umumîyetle bu şekilde yazõlõyordu; 14.-16. asõr metinlerinde murabba bağlamak tabirinin daima “türkü bestelemek” manasõnda kullanõlmasõ bunu açõkça gösterebilir. Bu asõrlardaki şairlerin gazel ve murabbalarõnda kabil olduğu kadar sade bir dil kullanmalarõ da, bunlarõn, “bestelenip halk arasõnda terennüm edilmek” maksadõ ile yazõldõğõnõ anlatan bir işarettir. Muamma ve lugaz, sonraki asõrlarda âşõklar arasõnda çok yayõldõ; bilhassa 18. asõrda âşõk fasõllarõnda muamma asmak, şaşmaz bir kaide halinde yerleşmiştir. Ayrõca halk kitlesi içinde daima mevcut olan bilmece ve karşõlõklõ bilmece söyleşmek ananesi de vardõr. 15

Âşõklarõn yalnõz aruz ile yazdõklarõ şiirlerde değil, hece ile yazdõklarõ manzumelerde bile, klasik edebiyattan geçen basma kalõp mecazlara, muayyen mefhumlara, İslâm tarihinden ve İran mitolojisinden gelen kahramanlara ve motiflere sõk sõk tesadüf olunmaktadõr.

Âşõklarõn edebî terbiyelerine, çevrelerine, zamanlarõna, ruhî temayüllerine göre, bu klasik edebiyat unsurlarõnõn nisbeti azalõr veya çoğalõr; fakat âşõk edebiyatõnõn umumî tekamülünü göz önüne alõrsak bu unsurlarõn gittikçe arttõğõnõ görürüz. (Köprülü, 1989, 182-190)

Ç. ÂŞIK EDEBİYATININ TARİHÎ VE BEDİÎ KIYMETİ

Âşõk edebiyatõ, yalnõz bir içtimaî sõnõfa veya bir dinî taifeye hususi bir zümre edebiyatõ değil, birbirinden farklõ muhtelif çevrelere, hayat ve geçim şartlarõ ayrõ muhtelif gruplara, muhtelif tarikat ve meslek mensuplarõna, fikir ve zevk seviyeleri birbirinden çok farklõ insanlara hitaben muhtelif zümreler arasõnda müşterek bir edebiyattõr.

Âşõk edebiyatõ, 16. asõr sonlarõndan başlayarak 18. asõr başlarõna kadar, muhtelif menşelerden gelen muhtelif edebî ve fikrî unsurlarõn kaynaşmasõndan hasõl olmuş yeni bir terkip idi.

Klasik edebiyat gibi tekkeye, medreseye, daha açõk bir ifade ile Ortaçağ İslâm ideolojisini yaşatan eski müesseselere dayanõyordu. Eski bir iktisadî ve içtimaî nizamõn yarattõğõ bu müesseseler, temsil ettikleri Ortaçağ ideolojisiyle beraber, Tanzimat’tan sonra hayat kabiliyetlerini yavaş yavaş kaybetmeye başlayarak, sadece bir kalõntõ halinde Cumhuriyet devrinin son inkõlâplarõna kadar sürüklendiler. Büyük merkezlerde âşõk kahvelerinin yerini tutmaya çalõşan semai kahveleri, esasen bozulmuş, soysuzlaşmõş ve eski müşterek mahiyetini kaybederek, dar bir zümre edebiyatõ karakterini almaya yüz tutmuş olan âşõk tarzõnõn mukadder akõbetine manî olamadõ ve üç buçuk asõr kadar süren bir hayattan sonra, âşõk edebiyatõ dediğimiz bu Ortaçağ edebiyatõ da ihtişamlõ Osmanlõ İmparatorluğu’nun sair müesseseleriyle beraber, geçmişe karõştõ. 16

Âşõk edebiyatõ, bugün artõk geçmişe karõşmõş olmakla beraber, bize bõraktõğõ oldukça zengin mahsullerle, edebî servetimizin mühim bir parçasõnõ teşkil etmektedir. (Köprülü, 1989, 191-193)

Birtakõm destanlar ve türküler vardõr ki, dar manasõ ile tarihî bir vesika mahiyetini gösterir; fakat yalnõz bunlar değil, bu edebiyatõn bütün mahsulleri, imparatorluk halkõnõn muhtelif devirlerinde, muhtelif içtimaî sõnõflarõn psikolojilerini doğrudan doğruya bize anlatan canlõ şahitlerdir.

Bizi eski Osmanlõ cemiyetinin zevkleri, heyecanlarõ, ihtiraslarõ, düşünceleriyle karşõ karşõya getiren, bizim de o manevî hava içinde yaşamamõza imkan veren hayat parçalarõdõr. Eski Osmanlõ cemiyetinin muhtelif içtimaî sõnõflarõ arasõndaki benzeyiş ve ayrõlõş noktalarõnõ ve bunun sebeplerini, onlarõn birbirleriyle münasebet ve alakalarõnõ, hayat dinamizminin bu muhtelif tabakalar arasõnda yarattõğõ karşõlõklõ hulûl ve nüfuzlarõ, hulasa, edebiyat, hatta daha geniş bir ifade ile manevî kültür tarihimizin birçok esaslõ meselelerini, ancak bu âşõk edebiyatõnõn sağlam usûllerle tedkiki sayesinde öğrenmek mümkün olacaktõr.

Âşõk edebiyatõ, tekamülünün ilk safhalarõnda daha büyük nisbette halk edebiyatõ unsurlarõnõ içine alan, köy ve aşiret çevrelerinde ise bu hususiyetleri oldukça uzun bir müddet saklayan bu edebiyat, sonralarõ başka unsurlarla fazla karõşmõş olmakla beraber, bilhassa ilk devirlerde, bediî bakõmdan, kendine mahsus bir hüvivet göstermektedir; mamafih âşõk tarzõnõn daha sonraki mahsulleri arasõnda bile, orijinal ve canlõ eserler büsbütün yok değildir. Yeni Türk şiiri üzerinde türlü şekillerde tesirli olan, birçok mahsülleri hala büyük bir okuyucu ve dinleyici kitlesi arasõnda zevk ve heyecan uyandõran âşõk edebiyatõ, bediî bakõmdan da millî edebiyat servetimizin mühim bir kõsmõnõ teşkil etmekte ve her suretle sistematik ve ilmî bir tedkike layõk bulunmaktadõr. 17

III. ÂŞIK EDEBİYATININ TARİHÇESİ

Âşõk edebiyatõ şiir geleneğimizin köklerini, İslâmiyet öncesi Türk insanõnõn duygularõnõ dile getirdiği, ancak pek az örneği günümüze kadar gelebilen eserlerde bulabiliyoruz. Değişik Türk boylarõnda ozan, kam, baskõ gibi adlarla anõlan, ellerinde devirlere göre değişen sazlarõ bulunan sanatkarlarõn ortaya koyduğu eserler, aynõ zamanda Türk şiirinin ilk örneklerini de teşkil etmektedir. Bunlarõn günümüze kadar ulaşabilen nadir örneklerine bakõldõğõ zaman, tespit edilenden çok evvel ortaya konulmuş, gelişmiş bir zevkin neticesi olan işlenmiş parçalar görülmektedir. Örneklerin en çok bulunduğu Kaşgarlõ Mahmud’un Divânü Lügati’t-Türk adlõ eseri, şekil ve konu bakõmõndan oldukça fazla ve sağlam bilgiler vermektedir.

Çeşitli sebeplere bağlõ olarak anayurtlarõnõ terk ederek Anadolu’ya gelen Türkler, beraberlerinde Orta Asya’nõn zevklerini de getirmişlerdir. Bu arada söze dayanan sanatlarõnõ, bu sanatõn icrasõ sõrasõnda kullanõlan musikî aletlerini de ihmal etmemişler, zamanla bunlara Anadolu’ya has yeni bir hava vermişlerdir. Bu gelenlerin bazõlarõ, Anadolu’da da gelişen İslâm kültüründen istifade ederek, eserlerine, yeni girdikleri dinin havasõnõ da katmõşlardõr.

Âşõk edebiyatõ, Divânü Lügati’t-Türk’ten en güzel örneklerini gördüğümüz destan, sagu ve koşuklarõn zamanla Anadolu’da yeni bir şekil almasõ ile gelişmiştir. Bu edebiyat henüz filizlenme çağõnda iken klasik edebiyatõmõz oldukça gelişmiş bir durumda idi. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 4, 369-370)

Âşõk edebiyatõ, 16. asõr sonlarõndan başlayarak, 18. asõr başlarõna kadar, muhtelif edebî ve fikrî unsurlarõn kaynaşmasõndan hasõl olmuş yeni bir terkiptir. İlk devirlerde halk edebiyatõ unsurlarõ daha barizken, sonralarõ klasik edebiyatõnõn belirgin tesiri görülür.

Âşõk edebiyatõ ile ilgili temel bilgilerin ve örneklerin sonraki devirlere ulaşmasõnõ sağlayan kaynaklar sözlü veya yazõlõdõr. Sözlü kaynaklar: Âşõklar, daha önce yaşamõş âşõklarõn eserlerini hafõzalarõna alarak naklederler. Bu nakil sõrasõnda bazõ değişiklikler de vuku bulur. İkinci kaynak, okur yazar âşõklar veya başka meraklõlarõn âşõklara ait verimleri de kaydettikleri cönklerdir. 18

Âşõk edebiyatõ İslâmiyet öncesi sözlü edebiyat geleneğinin bir devamõ olmasõna rağmen, özellikle Anadolu’da 12. asõrdan başlayarak gelişmiş ve yeni bir birleşim olarak belirmiştir. 12. ve 13. asõrlarda Horasan bölgesinden Anadolu’ya kadar yaygõn verimleri görülen dinî-tasavvufî mahiyetteki edebiyatõn 16. asõrda şekillenen âşõk edebiyatõnõn oluşmasõnda büüyük rolü dikkati çeker. 12. ve 13. asõrlarõn tekke mensubu şairlerinin ünvanlarõ olan âşõk, daha sonra umumî bir mahiyet alarak kullanõlõr olmuştur. Âşõk edebiyatõ çerçevesindeki şairlerin, dinî olmayan konularõ geniş bir şekilde işlemelerine rağmen, dinî-tasavvufî edebiyat dairesindeki şairlere alem olan âşõk ismini kullanmalarõ dinî-tasavvufî fikirlerin, mihraklarõn bu edebiyatõn oluşumundaki etkisini gösterir. Böylece, İslâmiyet öncesi şairlerine ait ozan ve baksõ terimlerinin yerini tamamen “âşõk” almõş, ozan kelimesi de “geveze, saçmasapan söz söyleyen” ve “çalgõcõ çingene” anlamlarõna kullanõlõr olmuştur. Âşõklar, geniş ölçüde ve temel olarak halk edebiyatõna ait vezin ve nazõm şekillerini kullanmõşlardõr. Bunun yanõnda, 16. asõrdan sonra hõzlõ bir şekilde divan edebiyatõ vezin ve nazõm şekilleri de âşõklarca kullanõlmõştõr.

Âşõk edebiyatõnõn oluşmasõnda önde gelen unsurlar halk edebiyatõ ve halk musikîsidir. Âşõklar ekseriya hece veznini kullanmõşlardõr. 17. asrõn ikinci yarõsõndan itibaren aruz vezni de yaygõnlaşmõştõr. Kafiyelenişte de halk edebiyatõnda yaygõn olan yarõm kafiye çok görülür. Müslümanlõk ve yerleşik medeniyete geçişin tesiriyle, halk edebiyatõ unsurlarõ belli nispette zayõflamõş, tasavvuf-tekke edebiyatõ ve divan edebiyatõ tesiri yaygõnlaşmõştõr.

Âşõk edebiyatõ üzerinde dinî-tasavvufî edebiyat tesiri sürekli ve tayin edici olmuştur. Anadolu ve Balkanlarõn fethinde olduğu kadar, Türkleşme ve İslâmlaşmasõnda çeşitli tarikatlarõn ve bunlara bağlõ tekkelerin önemli rolleri olmuştur. Tarikatlar en ücra köşelere kadar yayõlan dergah, tekke ve zaviyeleri ile geniş halk kitleleri üzerinde büyük tesir icra etmişlerdir. Bu tesirin yaygõnlõğõnda rol oynayan hususlardan biri de, sade Türkçe ile tekkelerin akidelerini yayma maksatlõ bir edebiyatõn meydana gelmesidir.

Âşõk edebiyatõ üzerinde divan edebiyatõnõn da belirgin tesiri vardõr. Âşõk edebiyatõnõn oluşumunu tamamladõğõ 16. ve 17. asõrlarda divan edebiyatõ yüksek bir seviyeye ulaşmõş bulunuyordu. Hatta, başlangõcõndan beri tesirinde bulunduğu İran 19

edebiyatõna üstünlük iddialarõnda bulunan şairlere bile bu devirde rastlanmaktadõr. Divan edebiyatõ bu asõrlar da şehir ve kasabalarda hayli geniş halk kitlelerinin zevklerine hitap eder bir hale gelmişti.

Divan edebiyatõnõn güçlü ve yaygõn olduğu bu asõrlarda, âşõk edebiyatõna tesiri belirgin hale gelmiştir. Hem şekle hem muhtevaya ait tesirler dikkati çeker. İç yapõya ait tesirler, çeşitli mefhum ve mecazlarõn âşõk edebiyatõna mal edilmesiyle dil ve üsluba kadar varan bir mahiyet almõştõr. Şekli tesirler ise, âşõklarõn tabiî vezni kabul edebileceğimiz hece vezni yanõnda aruz vezninin hece veznine yaklaşan ve kullanõlmasõ nisbeten kolay olan kalõplarõn oldukça yaygõn bir şekilde kullanõlmasõdõr. Vezin dõşõnda şekli sayõlabilecek diğer bir tesir de gazel, murabba, müstezat, muhammes, müseddes gibi nazõm şekillerinin âşõklar tarafõndan da kullanõlmasõ olmuştur. Divan şairlerince uygulanan tarih düşürme tarzõ âşõklar arasõnda fazla yayõlmamõşsa da, muamma ve lugaz ikisi birleşerek muamma şeklinde yayõlmõş ve belli başlõ türlerden biri haline gelmiştir. 18. asõrdan itibaren âşõk fasõllarõnda muamma asmak kaide halinde görünür. Ayrõca divan şiirinin mazmunlarõ, İslâm ve İran tarihinden alõnan mitolojik motifler, yalnõz aruzla değil heceyle yazõlan şiirlere de girer. Ferhat ile Şirin gibi mesnevi konularõ halk öyküsü olarak kimi küçük değişikliklerle işlenir.

Âşõklar, heceyle yazdõklarõ şiirlerde de, divan edebiyatõna has olduğu kabul edilen mecazlarõ kullanmõş, benzetmelere başvurmuşlardõr. 17. asõrda yetişen Âşõk Ömer ve Gevherî gibi iki büyük usta ile divan edebiyatõ tesiri daha yaygõn hal almõştõr.

Âşõk edebiyatõnõn 16. asõr öncesindeki gelişimi için bilgi bulmakta güçlük çekilmektedir. En eski şair ve şiir olarak kabul edilen Baykan (Bõkan) ve onun destanõ olan “Dâsitân-õ Sukût-õ Kars”tõr. Bu şiirde 1386 yõlõnda Timur’un Kars’õ yakõp yõkmasõ anlatõlõr. Âşõk edebiyatõyla ilgili yeterli sayõlabilecek bilgiye 16. asõrdan itibaren sahip bulunmaktayõz. Bazõ âşõklarõn bu devirde yaşadõklarõ, devrin önemli hadiseleri üzerine yazdõklarõ şiirlerden çõkarõlõyor. 16. asõrda yaşamõş olan belli başlõ şairler: Bahşî, Ozan, Kul Mehmed, Öksüz Dede, Köroğlu, Geda Muslu, Çõrpanlõ, Armudlu, Kul Çulha, Oğuz Ali, şeklinde sõralanabilir.16. asrõn ilk yarõsõnda halk edebiyatõ unsurlarõnõn hakimiyeti görülürken, ikinci yarõsõnda 20

ise dinî-tasavvufî edebiyat ve divan edebiyatõ tesiri hissedilir. Aruzla murabba şeklinde düzenlenen divanlar, bu dönemde âşõklar tarafõndan kullanõlmaya başlanmõştõr.

17. asõr, Osmanlõ âşõklarõ için adeta bir altõn devir sayõlabilir: Âşõklar her tarafta çoğalmõş, Celaliler arasõnda, yeniçeri, levend, sipahi ocaklarõnda yetişen birtakõm âşõklarõn eserleri her tarafa yayõlmõştõ. Büyüklerin dairelerinde mutlak çöğürcüler bulunduruluyor, hatta onlarõn şöhret ve mahareti büyükler arasõnda rekabeti celb ediyordu.

Bu asõrda Gevherî, Âşõk Ömer gibi âşõk edebiyatõnõn en önemli şahsiyetleri yetişmiştir. Daha önceki asõrlar için söz konusu olan karanlõk noktalar bu ve takip eden asõrlarda azaldõğõndan, bu devirde yaşamõş daha çok sayõda âşõk tespit edilebilmektedir: Kâmil, Kuloğlu, İbrâhîm, Türabî, Edhemî, Afife Sultan, Kul Deveci, Kul Süleymân, Âşõk Mustafa, Kayõkçõ Kul Mustafa, Katibî, Âşõk, Er Oğlu, Pir Oğlu, Gedayî, Şah Bende, Şermî, Demirci Oğlu, Üsküdarî, Bursalõ Âşõk Halil, Keşfî, Kör Oğlu, Benli Ali bunlar arasõndadõr.

18. asõrda âşõk edebiyatõ tabiî gelişme seyrini devam ettirir. Yaygõnlõklarõ ve geniş çevrelerin ilgisi neticesi, ilk defa bu asõrda bazõ âşõklarõn şuara tezkirelerine alõndõğõ görülüyor. Aynõ zamanda, mahallileşmeye doğru yönelen divan şairleri de âşõk edebiyatõ tarzlarõnõ denemeye başlamõşlardõr. Buna rağmen, 17. asõrda yetişmiş büyük âşõklar ayarõnda şairlere rastlanmaz. 18. asra ait bilgiler, 17. asra ait bilgilere nisbetle daha azdõr. Bu devirde yaşamõş şairlerden bilinenler de sõnõrlõdõr: Ravzî, Ali, Hocaoğlu, Kabasakal Mehmed, Nakdî Seferli Oğlu, Mağribli Oğlu ve Kara Hamza bu devrin belli başlõ isimleri arasõndadõr.

19. asõrda âşõk edebiyatõ bir taraftan divan edebiyatõnõn tesirine daha fazla girmiş, diğer taraftan dinî-tasavvufî edebiyat unsurlarõna daha fazla maruz kalmõştõr. Aynõ zamanda. divan edebiyatõ çerçevesindeki şairlerin âşõk tarzõna ilgileri de daha fazlalaşmõştõr. Böylece, divan şiiri ile âşõk edebiyatõ arasõnda bir nisbette yakõnlaşma dikkati çekmektedir. Bu asra ait bilgiler daha önceki asõrlarla kõyas edilemeyecek kadar fazladõr. Bu devirde büyük ün kazanan şairler arasõnda Emrah, Zihnî (Bayburtlu), Dertli, Seyrânî, Nuri (Tokatlõ) ve Ruhsatî dikkati çeker. Bunlarõn dõşõnda çok sayõda âşõk geniş bir çevrede tanõnmõş, gene önemli bir kõsmõ da ünlerini 21

mahallî çapta muhafaza etmişlerdir. Minhâcî, Ispartalõ Seyrânî, Âşõk Ali, Gedayî, Devamî, Sürurî, Figanî, Zehrî, Nigarî, Cevrî, Hikmetî, Bezmî, Bezlî, Sabrî, Sümmânî, Muhibbî, Ceyhunî, Meslekî, Lutfî, Tõflî, Dadaloğlu, Deli Boran…

Özellikle şiirde görülen ve kullanõlan dili de etkileyerek yalõnlõğõnõ ve doğallõğõnõ bozan bu olumsuz gelişim, ancak divan şiirinin ömrünü tamamlamasõ sonucu durur. Cumhuriyetten sonra da kaynağa dönen âşõk edebiyatõ kendini yeniler.

Yalnõz, divan edebiyatõndan etkilenen âşõk edebiyatõ temsilcilerinin kentlerde ve kültür merkezlerinde yetişen ya da buralarda divan şiirleri ile karşõlaşan âşõklar olduğu belirtilmelidir. Köylerde ya da göçebe ve yarõ göçebe topluluklar arasõnda yaşayan âşõklar, şehirdeki âşõklarõn taşõdõğõ halk edebiyatõna yabancõ unsurlar karşõsõnda kayõtsõz kalamamõşlarsa da, bütünüyle de benimseyememişlerdir.

Denilebilir ki, âşõk edebiyatõ son büyük üstadlarõnõ 19. asõrda yetiştirmiş ve bu asõrda başlayan zeval, 20. asõrda âşõk edebiyatõnõn gücünü yitirmesi veya şekil değiştirmesi ile neticelenmiştir. 20. asõrda yetişmiş âşõklardan en ünlüleri: Kağõzmanlõ Hõfzõ, Çõldõrlõ Şenlik, Derdiçok, Yûsufelili Huzurî, Veysel Şatõroğlu, Ali İzzet Özkan, Talibî Coşkun, Yaşar Reyhanî, Murat Çobanoğlu, Mevlit İhsanî.

1966’dan itibaren Konya’da düzenlenmeye başlanan Âşõklar Bayramõ, âşõk edebiyatõna görünür bir canlõlõk getirmiştir. (TDEA, Cilt1, 188-191) 22

IV. ÂŞIK EDEBİYATININ TESİRLERİ

Âşõk edebiyatõ, Türk edebiyatõnõn diğer şubelerinden etkilendiği gibi, bu şubelere de tesirleri görülmektedir. Hatta Ermeni azõnlõk edebiyatõna da tesirleri görülür.

Divan şairleri, âşõk edebiyatõ verimlerini ve âşõklarõ küçümsemelerine rağmen, bazõ divan şairleri âşõk tarzõ şiirler yazmõşlar veya söyleyiş olarak benzer ifadeler kullanmõşlardõr. Özellikle 18. asõrdan itibaren, bu tesir hissedilir. Nedim’in hece vezni ile yazdõğõ türkü ünlüdür. Daha sonra Enderunlu Fazõl, Vasõf ve İzzet Molla; dil ve söyleyiş olarak halk ifade tarzlarõndan faydalandõlar. Şair padişahlardan 4. Murad’õn musahibi Mûsâ Çelebi’nin ölümü üzerine hece vezni ile bir varsağõ yazdõğõ bilinmektedir. Ancak, âşõk edebiyatõnõn divan edebiyatõ üzerindeki tesiri süreksiz ve dar olmuş, hiç bir zaman hakim karakter arzetmemiştir.

Tanzimat döneminde, Batõ tesirinde yeni bir edebiyat gelişirken, âşõk ve halk edebiyatlarõna ilgi de genişlemiştir. Bu ilgide batõlõlaşma eğilimine dayalõ siyasî yönde dikkati çeker. Tanzimat dönemi edebiyatõnõn önde gelen simalarõndan Ziya Paşa’nõn âşõk edebiyatõ ile ilgili görüşleri ilgi çekicidir. Ziya Paşa, “Şiir ve İnşâ” makalesindeki görüşleriyle bu yeni anlayõşõ temsil etmektedir. Paşa, sözü edilen makalede divan edebiyatõna karşõ çõkar ve bizim asõl şiirimizin “şairlerin nâ-mevzun diye beğenmedikleri avam şarkõlarõ ve taşralarda çöğür şairleri arasõnda deyiş, üçleme ve kayabaşõ tabir olunan nazõmlar” olduğunu ileri sürer. Bu şiirin mükemmeliyet kazanamamasõ, okur yazarlarõn itibar etmemesindendir. Rağbetin o yöne çevrilmesi halinde, az vakitte çok güçlü şair ve yazarlar yetişecektir. Ancak Ziya Paşa, Harabat’(1874) ta âşõk edebiyatõnõ küçümseyici, âşõklarõ küçük düşürücü ifadeler kullanmõştõr. Bu, Tanzimat devri şahsiyetlerinin fikrî oturmamõşlõğõna bağlõ bir tutarsõzlõktõr. Tanzimat devrinde yaşayan ve yetişen edebiyatçõlarõn birçoğu âşõk tarzõna ilgi göstermişlerdir. Akif Paşa, Pertev Paşa, Manastõrlõ Faik Bey, Namõk Kemal, Münif Paşa, Recaizade Ekrem, Abdülhak Hamid bunlar arasõnda sayõlabilir. Bu şairlerden bazõlarõ hece vezniyle ve âşõk şiiri nazõm şekilleriyle bazõ manzumeler yazmõşlardõr. 23

Âşõk ve halk edebiyatõna ilginin umumîleşmesi Türkçülük akõmõnõn yaygõnlaştõğõ 20. asrõn başlarõna rastlar. Millî Edebiyat akõmõ içinde görünenler hece veznini benimsediler, âşõk ve halk edebiyatõndan yararlanmaya çalõştõlar. Ancak millîliği şekle, yani sadece vezne bağlayõp ahenk ve ifade sağlamlõğõnõ ihmal ettiler. Bu yüzden başarõlõ örnekler veremediler. Bu devirde âşõk tarzõndan yararlanarak başarõlõ şiirler ortaya koyan Rõza Tevfik Bölükbaşõ’dõr. Cumhuriyetten sonra da âşõk şiiri örneklerinden hareketle yazmayõ deneyen şairler görülmüştür. (TDEA, Cilt 1, 188-192) 24

BİRİNCİ BÖLÜM

ÂŞIKLAR

A. KARACAOĞLAN

Türk saz şiirinin en önemli âşõklarõndan olan Karacaoğlan’õn hayatõ hakkõnda kesin bilgiler yoktur. Doğduğu yer, yaşadõğõ yüzyõl hakkõnda değişik görüşler mevcuttur.

16. yüzyõla ait bir cönkte Karacaoğlan’dan bahsedilir ki, bu cönk Gelibolulu Mustafa Ali Efendi’nin 1600’de tamamladõğõ Mevâ’idü’n-Nefâis fî Kavâ’idi’l- Mecâlis’tir. 1582 tarihli bir Sur-nâme-i Hümâyun’da ise “Karacaoğlan Türküsü” ibaresi görülmektedir. ’in 16. yüzyõla ait bir cönkte bulduğu şiirler arasõnda Karacaoğlan mahlasõ taşõyan bir şiir yer almaktadõr. Bu kaynaklara bakarak Karacaoğlan’õ 16. yüzyõlõn âşõklarõndan sayabiliriz. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 4, 379)

Lâtifî Tezkiresi’nde şair Naimî Hamîdî’nin Münâzara-i Seyf-ü Kalem adlõ şiirinde Kar’oğlan deyimi geçer, aslõnda bu Karacaoğlan’dõr. Bu eserden hareketle Karacaoğlan 16. yüzyõlda yaşamõştõr denilebilir. Yine Ahmet Kutsi Tecer’in bulmuş olduğu bir mecmua vardõr, bu mecmua 16. yüzyõla ait şairlerin eserlerini bir arada bulunduran bir mecmuadõr. Mecmuada Karacaoğlan’a ait iki eser vardõr. (Karaer, 1973, 15-21)

Karacaoğlan’õ 17. yüzyõla ait gören kaynaklardan ikisi, Ömer’in Şâir-nâme ve Ali Ufkî’nin Mecmûa-i Sâz u Söz’deki iki Karacaoğlan türküsüdür. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 4, 379)

Şairnâme adlõ eserinde Âşõk Ömer, hem geçmişteki şairleri, hem de çağdaşlarõnõ ele alõr. 17. yüzyõlda yaşamõş olan Âşõk Ömer, Karacaoğlan’õ kendi çağdaşlarõ içinde sayar. 25

Akşehirli Ahmed Hamdi Efendi’ye ait bir hatõra defterinde 17. yüzyõlda yaşadõğõ söylenen Karacaoğlan’a ait bilgiler ve üç şiir vardõr. Şiirlerin ikisi başka kaynaklarda da vardõr.

Bir cönkte Gevherî ve Karacaoğlan’õn atõşmasõna rastlayan bir araştõrmacõ, iki şairi çağdaş olarak düşünür ve Karacaoğlan’õ 17. yüzyõl âşõğõ olarak ele alõr. Fakat Karacaoğlan’a ait olduğu varsayõlan şiirler incelenince, birçok eksik ve yanlõşlõk göze çarpar. Böylece, Gevherî ile atõşan şairin Karacaoğlan olmadõğõ ortaya çõkar. (Karaer, 1973, 18-22)

Karacaoğlan’õn yaşadõğõ saha da net olarak bilinmez. Bununla ilgili çeşitli söylentiler vardõr. Prof. Elçin, tespit ettiği Karacaoğlan mahlaslõ şiirin bir mõsrasõndan hareket ederek onun memleketini Belgrad olarak verir. Ancak çeşitli cönklerdeki şiirlerinde Karacaoğlan, çeşitli güzellerden bahseder. Bosna, Firenk, Çerkes, Bulgar ve şehrî güzelleri anlatõr. Bu güzellerin memleketlisi olduğunu söylemek yanlõş olur. Çünkü o, pek çok yeri gezmiş ve sadece gördüğü değil, duyduğu güzellerden de etkilenmiştir. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 4, 379)

Şiirlerine bakõlõrsa onu hem Erzurumlu, hem Kõrşehirli, hem de Binboğalõ kabul etmek gerekir. Bu, onun yaygõn şöhrete ulaştõğõnõn açõk delilidir. Bazõ araştõrmacõlarõn yaptõğõ tespitlerin ortak noktasõ, onun Anadolu’dan olduğudur. (Karaer, 1973, 13)

Yazõlõ kaynaklarõn yanõ sõra sözlü an’aneye de yeri geldiği zaman müracat etmenin, bu iki kaynağõ birleştirmenin faydalõ neticeler vereceği unutulmamalõdõr. Bu gün Toroslarda canlõ bir Karacaoğlan an’anesi vardõr. Toroslarda “Türkü söylemek” yerine “Karacaoğlan çağõrmak” ifadesi kullanõlõr. Yine aynõ bölgede Karacaoğlan çok sevilir, ondan bir şeyler çalõnõp söylenir. Ama Balkanlarda bu durum yoktur. Balkan âşõklarõnda Karacaoğlan’õn etkisinden bile bahsedilemez. Dolayõsõyla Karacaoğlan Güneylidir ve şiirleri oradan yayõlmõştõr. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 4, 380)

Karacaoğlan’õn nerede doğup ne zaman yaşadõğõ belli olmadõğõ gibi, ölüm tarihi ve mezarõnõn bulunduğu yer de kesin değildir. Buna rağmen, şairimizin oldukça uzun bir ömür sürdüğü tahmin ediliyor. Karacaoğlan, Anadolu insanõ tarafõndan çok sevilir. Dolayõsõyla Anadolu’nun her karõş toprağõ, Karacaoğlan’õ 26

kendinden sayar ve mezarõna sahip çõkar. İhtimallere göre mezarõ Mersin, Adana, Maraş ve Erzurum’dadõr. Söylentilerden hareketle, Karacaoğlan’õn doğum yeri gibi ölüm yerinin de, Güney Anadolu bölgesi olduğu sonucuna varõlabilir. (Karaer, 1973, 38-40)

Karacaoğlan’õn şiiri, Tanrõ’dan çok insana dönük bir şiirdir. O, dinî- tasavvufî edebiyatõn dõşõnda ve müzikle şiirin kaynaştõğõ âşõk tarzõna bağlõ, gerçekçi bir âşõktõr.

Karacaoğlan, söyleyeceklerini en kõsa ve en kestirme yoldan, sade ve açõk bir dille, konuşma rahatlõğõ içinde söyler. Süse ve gösterişe merakõ yoktur, geleneklerine sõkõ sõkõya bağlõdõr.

O, seven bir halk adamõdõr. Hayalci değil, gerçekçidir. Duygu ve isteklerini açõk seçik ortaya koyar. Acõlarla, ayrõlõkla ve ölümle arasõ iyi değildir.

Karacaoğlan’õn şiirindeki temel konu, aşktõr. Tabiat bu aşkõn dekoru, özlemler ve ayrõlõklar da onun tuzu biberi gibidir. O, kendi aşkõnõ söylerken, aslõnda gerçek ve katõksõz olan insan sevgisini dile getirir. Gördüğü her güzele tutkun ve hepsiyle senli benlidir. Karacaoğlan, sevmek konusunda o kadar ileri gider ki, onu ne din ve ahlak kurallarõ ne de gelenek-görenek bağlar.

Onun şiirlerindeki, aşk ve sevgi konusundan başka, diğer konular şunlardõr: Ayrõlõk, gurbet, ölüm.

Karacaoğlan’õn şiirlerinde dinî etkiler yok denecek kadar azdõr. Dünyaya ve dünya nimetlerine ölesiye bağlõ halk şairi için zaten başka türlüsü de düşünülemez. Hiçbir tarikat ve tekke ile ilgisi yoktur. Sevdiğinin göğsünü cennete benzetecek, yüzünü görenlerin salavat getirmesini isteyecek kadar bu dünyanõn adamõdõr.

Karacaoğlan’õn dil ve söyleyiş bakõmõndan ulaştõğõ üstünlüğü, şekil ve teknik yönden gösteremediği görülür. Bu noktada bütün hatalar âşõğa yüklenemez, çünkü âşõk edebiyatõ yazõya geçirilesiye kadar kulaktan kulağa, ağõzdan ağõza dolaşmõştõr. Şiir aslõnõ kaybetmiş olabilir.

Şiirlerini on birli (6+5, 4+4+3) ya da sekizli (4+4) hece ölçüsü ile söyler. Bazõ şiirlerinde ise duraklara uyulmaz veya on birli hece veznin (6+5) ve (4+4+3) lü duraklarõ bir arada kullanõlõr. Bazõlarõ da duraksõzdõr. 27

Kafiye olarak yarõm kafiyeyi tercih eder. Kafiye şemasõ ise abab, cccb,çççb,… veya aaaa, bbbb, cccc,… şeklindedir. Bazen kafiyede de birtakõm bozukluklar vardõr. Nazõm şekli olarak da daha çok koşma, semai ve varsağõyõ tercih eder.

Şiirlerin arasõnda bazõ benzerlikler veya ortak noktalar bulunur. Bu, özellikle giriş mõsralarõnda görülür.

Şiirlerinde sade ve yaşayan bir Türkçeye yer verir. Bunun yanõ sõra Arapça ve Farsça kelimeleri de kullanõr. Ama bu kelimeler, halkõn kullandõğõ sözcüklerdir. Mahallî kelimelere de fazlasõyla yer verir.

Şiirlerinde kendine has mecazlarõ ve benzetmeleri vardõr. Söyleyiş gücüne de hemen hemen hiçbir saz şairi ulaşamamõştõr.

Karacaoğlan, hayalden ziyade his şairidir. Duyduğunu, duyduğu gibi söyleyebilme becerisini gösterir.

Sanatõ ve edebî kişiliği ile Âşõk Ömer, Gevherî, Âşõk Hasan, Âşõk İsmâil, Dadaloğlu, Deli Boran, Beyoğlu, Gündeşlioğlu, Hakî, İrfanî, Hezarî, Vahdetî, Ruhsatî, Hüdaverdi, Hüseyin ve daha birçoklarõ Karacaoğlan’õn etkisinden kurtulamamõş ve ona nazireler yazmõşlardõr. Cumhuriyet devrinde yetişerek serbest şiire yönelen bazõ şairlerin eserlerinde de, Karacaoğlan şiirinden izler bulmak mümkündür. (Karaer, 1973, 43-68)

B. ÂŞIK ÖMER

17. asõrda büyük şöhrete ulaşan Âşõk Ömer’in hayatõ, bugüne kadar elde edilen bazõ rivayet ve bilgilere rağmen elimizde kesin bilgiler yoktur. Sadeddin Nüzhet Ergun, Âşõk Ömer’in Kõrõm’dan Aydõn’a geldiğini ve memleketinin Gözleve olduğunu, Fuad Köprülü ise ailesinin Aydõn’dan Kõrõm’a gitmiş olabileceği ihtimalini ilk araştõrmalarõnda öne sürerler. Bursalõ Mehmed Tahir Konya’da, Kemal Akça ise Hadim kasabasõnõn Gözlevi köyünde doğduğunu yazar. Bu bilgilere dayanarak Âşõk Ömer’in vatanõnõn Kõrõm Gözleve’si olduğu kuvvetle tahmin edilebilir. 28

Kemal Akça, doğum tarihinin belli olmadõğõnõ söylerken 1619 yõlõnõ verir. Fuad Köprülü ve Sadeddin Nüzhet Ergun, şairin 1651 tarihli manzumesini esas tutup haklõ olarak asrõn ilk yarõsõnõ gösterirler.

Ömer, âşõğõmõzõn hem adõ hem de mahlasõdõr. İlk şiirlerinde Adlî mahlasõnõ kullanõr. Adlî ünvanõ da babasõndan veya hocalarõndan kalma bir hatõradõr.

Az çok Arapça ve Farsça öğrendiği bir gerçek olan Ömer, medresenin dar kalõplar içindeki bilgilerinden memnun kalmaz. Hikemiyat, tasavvuf ve sosyal meseleler ona daha cazip gelir. Ancak, Ömer, sõk sõk medreseden kaçar, vaktini civardaki mezarlõkta geçirir, namaz kõlar, ağlar ve Azrail’den canõnõ almasõnõ ister.

Böyle bir manevî huzursuzluk içinde mezarlõkta uyurken, rüyasõnda bulutlar arasõnda güzel bir kõz görünür. Sağ elinde saz vardõr. Bu sazõ Ömer’e verir. Ömer’in dili tutulur; sonra kendisine bir rahatlõk gelir. “Lailahe illallah, Muhammed’ün Resûlullâh” deyince güzel kõz “Allahuekber” mukabelesinde bulunur. Sonra “Ey Ömer, ayağa kalk, kaderinden şikayet etme; sen seçkin bir insansõn; bundan sonra insanlarõ aklõnla yenecek, türkülerinle mü’minlerin hayatõna huzur getireceksin; akõllõ insan bedenî zevklerden uzak durmalõ.” deyip kaybolur. Ömer, kõzõn verdiği saz elinde medreseye döner. Müderrisler ortaya bir mesele getirirler. Sorulan suallere tek karşõlõk veren Ömer olur. Bundan sonra okumuş aydõnlar ona sevgi beslemeye başlar. Hocasõ ölünce okumakta olduğu medreseyi on beş yaşõnda terkeder. Kahvelerde saz çalmaya başlar. Etrafõnda birçok âşõk toplar; itibarõ artar. “Çöğür şuarasõ” olarak vasõflandõrõlõr.

Genç yaşta şöhret kazanan Ömer, birkaç yõl sonra Dağõstan’a, Azerbaycan’a, İran’a ve Türkiye’ye gider. Bu memleketlerde sekiz yõldan fazla kalõr. Uzun bir ömür süren Ömer’in ölüm tarihi ile mezarõ bilinmiyor.

Server Trupçu, Âşõk Ömer’in 1707 tarihinde, 86 yaşõnda Gözelve’de öldüğünü ve Kalenter Burnu’na defnedildiğini yazar. Sadeddin Nüzhet Ergun da aynõ tarihi verir.

Âşõk Ömer’in hangi tarihte Türkiye’ye geldiğini bugün için bilemiyoruz. Ancak Türkiye’de çok uzun müddet kaldõğõnõ ve İstanbul’u çok yakõndan tanõdõğõnõ şiirlerinden anlayabiliyoruz. 29

Babasõnõn teşvikiyle, derinliğine olmasa bile, az çok medrese öğrenimi görür. Bu öğrenim, onun İslâm ilimlerine, enbiyâ hikayelerine, kõsmen tasavvufa ve şiire olan merakõ, kabiliyeti ve kendisini irşad eden üstadõnõn tesiri ile divan edebiyatõmõzõ kõsa zamanda tanõr. Kuvvetli saz şairi geleneği ve muhiti içinde öğrenmek aşkõ ile Nesîmî, Fuzûlî, Nef’î yanõnda; Kuloğlu, Katibî, Kayõkçõ Kul Mustafa, Yazõcõ, Kâmil ve Bursalõ Halil gibi âşõklarõ okur.

Kültür birikiminin sonunda, iki kaynaktan gelen fikrî-edebî hazõrlõk Âşõk Ömer’in uzun yõllar içinde yaşadõğõ İstanbul halkõnõn konuşma dili ile klasik edebiyat dilini bir terkip halinde ortaya koymasõnõ temin eder.

Âşõk Ömer, hem aruz hem de hece veznini kolaylõkla kullanan bir şairdir. Şiirlerinin büyük bir kõsmõnõ aruzla yazar. Gazel, murabba, muhammes, kalenderi, satranç, müstezat ve muammalarõnda divan dilinin ağõrlõğõ hakimdir. Ancak bu ağõrlõk, daha ziyade kalõp haline gelmiş Farsça tamlamalarda dikkati çeker.

O, hece vezniyle söylediği veya yazdõğõ semai, koşma türünden şiirlerinde ve bazõ destanlarõ ile tekerlemelerinde sade, tamlamasõz konuşma dilini tercih eder. Bunda saz şiiri geleneği ile geniş dinleyici muhitlerinin istek, zevk ve seviyesinin tesiri vardõr.

Âşõk Ömer, her iki vezin ve şekillerle yazdõğõ şiirlerinde irtical alõşkanlõk ve kabiliyetinden fazlasõyla faydalanõr. Ancak çok ve kontrolsüz yazdõğõ için dil ve kafiye hatalarõ yapar, sunniliğe düşer, nesre yaklaşan mõsralar da söyler.

Onun bu kusur ve zaaflarõ dõşõnda Âşõk Ömer’i büyük şöhrete eriştiren sanatkarlõğõnõ reddetmek imkansõzdõr. Âşõklarõn piri sayõlan bu uzun ömürlü derbeder sanatkar, şiire birçok konularõn kapõlarõnõ açar. Bunda saz çalmasõnõn ve seyahat etmesinin de payõ vardõr. Divan ve hatta halk şairlerimizin ortak temlerine memleket güzellemeleriyle kahramanlõk ve savaş türkülerini ilave edenlerden biri odur. Her şair gibi başta aşk temi olmak üzere, kendisine mesken ettiği gurbet, dünyanõn faniliği, kader, ölüm, ahiret, felekten, sevgiliden ve rakipten şikayet yanõnda Hazreti Muhammed’e ve dört halifeye bağlõlõk, tarikat büyüklerini ululama, cehalet, dalkavukluk ve riyakarlõğa yergi, diğer peygamberler, tarihî ve mitolojik mazmunlar onun şiirinin örgüsünde kültür malzemesidir. Âşõk Ömer bu malzemeyi büyük bir ustalõkla, tabiî olarak kullanmasõnõ bilir. (Elçin, 1987, 1-15) 30

C. ERCİŞLİ EMRAH

Hayatõ hakkõnda fazla bilgimiz yoktur. Hatta Ercişli Emrah’õn “Ercişli Emrah ve Selvihan Hikayesi” kahramanõ mõ, yoksa yaşamõş olan bir âşõk mõ olduğu bile tartõşmalõdõr.

Sakaoğlu’na göre, “Ercişli Emrah” adõyla şöhret bulmuş bir âşõk yaşamõştõr ve bunun şiirlerinin bir bölümüyle örülmüş bir halk hikayesi tasnif edilmiştir. Âşõk Emrah adlõ bir saz şairinin yaşadõğõnõn en inandõrõcõ delili, Erciş ve çevresinde onun adõna söylenen şiirlerin çokluğu kabul edilmelidir. Yaşamayan kişinin adõna şiirler söylenemeyeceği açõktõr. Ayrõca, gerek hikaye ile doğrudan bağlõ gerek onunla hiç ilgisi olmayan şiirlerin üslup, söyleyiş ve kelime hazinesi açõlarõndan benzerlik göstermeleri de iki ayrõ Emrah’õn varlõğõ hususundaki tereddütleri ortadan kaldõracak kadar kuvvetli bir delil sayõlmalõdõr. (Sakaoğlu, 1987, 19)

“Emrah” adõ, âşõğõmõzõn hem adõ hem mahlasõdõr. Kul, Dertli, Sefil sõfatlarõnõ da adõndan önce, şiirin akõşõna uygun bir şekilde kullanõr. (Sakaoğlu, 1987, 27-29)

Emrah’õn yaşadõğõ yüzyõl veya yüzyõllar hususunda da hemen hiçbir belgeye dayanmayan pek çok ve farklõ görüşler ileri sürülür. 16., 17., 18. ve hatta 19. yüzyõl diyenler vardõr; ama genelde onun 17. yüzyõlda yaşadõğõna inanõr.

Tahsili ile ilgili bilgi de son derece sõnõrlõdõr. Hikayede onun okula gittiği ve mektup yazdõğõ anlatõlõr. Bir semaisinde ise sadece okur yazar olduğu geçer.

Âşõk Emrah, Ercişlidir. Babasõ Âşõk Ahmet, Erciş kalesi beyi Miroğlu Mahmut’un aşõğõdõr. Onun meclisinde saz çalõp söylemektedir. Bir gün gene saz çalõp söylerken oğlu küçük Emrah içeri girer. O da saz çalmak ister; ancak acemidir. Sazõn tellerini kõrar. Babasõ da Emrah’a bir tokat vurur. Emrah ağlayarak kaçar. Erciş yakõnõnda bir mezarlõkta uyurken rüyasõnda pîr eliyle bâde içer. (TDEA, Cilt 3, 40)

Ölüm tarihi ile ilgili olarak ne kaynaklarda ne de hikayede bir bilgi vardõr. Hikayenin Maraş varyantõnda ölümünün sevgiliye kavuşma sevinci ile gerçekleştiği geçer. Erciş’in Karlõyayla köyünde derlenen bir varyant ise Emrah’õ ölümsüz kõlar. (Sakaoğlu, 1987, 24-27) 31

Mezarõnõn yeri ile ilgili, hikayenin varyantlarõnõn her birinde ayrõ bir şey söylenirdi. 1984’te Ercişli Emrah ve Selvihan’õn mezar taşlarõ Erciş’te bulunmuştur. Böylece mezarõnõn Erciş’te olduğunu söyleyen hikaye motifi, gerçeğe dönüşür. (Sakaoğlu, 1987, 29-32)

Âşõk Emrah ile hikayenin kahramanõ olan Emrah’õn hayatõ aynõ mõdõr, değil midir bilinmez. Ama Sakaoğlu, ona hayalî bir hayat hikayesi yaratmaktansa onu, hayat hikayesine bağlamanõn daha inandõrõcõ olacağõna inanõr. (Sakaoğlu, 1987, 27)

Uzun bir süre Ercişli Emrah’õn şiirleri, Erzurumlu Emrah’õn adõna bağlanarak okunmuş veya yazõya geçirilmiştir. Murat Uraz, 1930’lu yõllarõn başõnda iki Emrah’õ ayõrmayõ başarmõştõr. Dili sade, konularõ sevgi olan şiirleriyle Emrah, divan şiirine yakõn olan şiirleri ile Erzurumlu Emrah’tan kolayca ayrõlabilir. (Sakaoğlu, 1987, 33)

Şiirlerinde herhangi bir sanat endişesi yoktur. O, söylemek istediklerini arõ bir dil ve sade bir üslupla ortaya koymuştur. Bazõ mõsralardaki sanatlõ söyleyişler, bir özentiden çok şiirin akõşõ ve konu gereğidir. Sadeliği ve anlaşõlõrlõğõ dikkat çeken kendine has, ustaca benzetmeleri vardõr. Böylece tasvir edilen, olduğundan daha renkli ve daha canlõdõr. (Sakaoğlu, 1987, 47)

Herkesin bilebileceği, her âşõğõn rahatlõkla kullanabileceği telmihleri vardõr. Süleymân Peygamber bazen debdebenin, bazen ölümün sembolüdür; Lokmân ise yaralarõ saran hekimdir. (Sakaoğlu, 1987, 54)

Ercişli Emrah, daha çok koşma ve semai söyler, pek az sayõda da destanõ vardõr. (Sakaoğlu, 1987, 45)

Ercişli Emrah’ta tasavvuf düşüncesi aranmamalõdõr. Şiirleri din dõşõdõr. O, sõradan insanõn tutkularõyla yaratõlmõştõr. Dünya sevgilisine dünyada kavuşmak ister. Emrah’õn öldükten sonra kavuşma, Allah ile birleşme güdüsü yoktur. Ercişli Emrah, bu dünyanõn şairidir. Şiirlerinde acõ-tatlõ yönleriyle bu dünyayõ dile getirir. (Saraçoğlu, 1999, 91)

Aşk üstüne, sevgi üstüne, güzellikler üstüne; insan, doğa ve öbür canlõlar üstüne söyleyeceklerini yetiştiği kültürün verilerine uygun bir özümleme ile söylemiştir. (Saraçoğlu, 1999, 94) 32

Emrah’õn şiir dünyasõnda fazla renge yer yoktur; o, az renkle çok canlõ tablolar çizmeyi, başarõlõ tasvirler yapmayõ gerçekleştirmiş bir âşõğõmõzdõr. O, sõnõrlõ bir kelime dağarcõğõ ile çok şey söyler, bilinmezin ve karõşõğõn yanõndan uzaklaşmasõnõ bilir. Emrah, Anadolu insanõn saf ruhuna işleyecek söyleyişlerle üzerine düşeni fazlasõyla yapmõş bir sesimizdir. (Sakaoğlu, 1987, 55)

Ç. GEVHERÎ

Türk âşõk edebiyatõnõn en büyük isimlerinden biri olan Gevherî’nin doğum yeri ve tarihi belli değildir. Gerek doğum yeri gerekse doğum tarihi hakkõnda farklõ görüşler ileri sürülür. Şiirlerinden yola çõkarak Fuad Köprülü onu Kõrõmlõ, Şükrü Elçin ve Saim Sakaoğlu ise İstanbullu olmasõ ihtimalinin daha kuvvetli olduğunu söylerler. 17. yüzyõlõn ikinci yarõsõnda şöhrete ulaşan Gevherî’nin aynõ yüzyõlõn ilk yarõsõnõn sonlarõna doğru dünyaya geldiği kanaati yaygõndõr. Hikmet Dizdaroğlu ise daha geç bir tarihte doğmuş olabileceğini söyler.

Gevherî’nin adõ ile ilgili pek çok fikir vardõr. Şiirlerinden hareketle Ali, Mustafa ve Mehmet adlarõ üzerinde durulur; ama en çok Mehmet ismi kabul edilir.

Divan katipliği yapar, görevli olarak bir süre Şam’da ve Bağdat’ta bulunur. Şiirlerinden hareketle iyi bir medrese öğrenimi gördüğünü ve hayatõnõn büyük bir bölümünü İstanbul’da geçirdiğini, divan edebiyatõnõ yakõndan tanõdõğõnõ anlayabiliriz.

Gevherî’yle ilgili önemli bir husus da onun gezgin bir saz şairi olmadõğõ; ancak zaman zaman resmi görevleri dolayõsõyla İstanbul dõşõna çõktõğõ, şiirlerinden anlaşõlmaktadõr.

Fuad Köprülü, şairin ömrünün son yõllarõna doğru yazdõğõ tahmin edilen bir koşmasõndan hareketle 1715 yõlõndan kõsa bir süre sonra öldüğünü belirtir. Hikmet Dizdaroğlu ise aynõ manzumenin son dörtlüğüne dayanarak şairin 1737’den sonra öldüğünü kabul eder. Ancak bu farklõ görüşlerden hareketle Gevherî’nin 17. yüzyõlõn ilk yarõsõnõn sonlarõnda doğduğu ve 1730 yõlõndan kõsa bir süre sonra öldüğü kabul edilebilir. 33

Gevherî’nin şiirleri 17. yüzyõlõn ikinci yarõsõndan 20. yüzyõlõn başlarõna kadar Anadolu, Rumeli ve Azerbaycan’da sevilerek okunur, çeşitli mecmua ve cönklerde yer alõr. Şiirlerini yazarken diğer saz şairleri gibi gelenekten hareket eden Gevherî vezin, kafiye ve şekil gibi dõş unsurlardan ustaca faydalanõr, gördüğü eğitimin de etkisiyle şiirlerinde yazõ diline oldukça yaklaşan, çağdaşõ olan saz şairlerine göre ağõr sayõlabilecek bir Türkçe kullanõr. Koşma ve semailerinde o dönemdeki halk Türkçesinin zenginlik ve inceliklerinden ustaca faydalanõr, aruzla yazdõğõ divan, kalenderi, gazel ve müstezatlarda da aynõ derecede zengin bir Türkçe’yi tercih etmiştir. Gevherî’nin şiirlerinde görülen terkipler, yaşadõğõ dönemin diğer halk şairlerinde olduğu gibi, divan edebiyatõnõn etkisinde kalmasõndan ileri gelmektedir. Bu etki, şairin sõk sõk kullandõğõ teşbih ve mecazlarda da kendini göstermektedir.

Gevherî’nin şiirlerinde hõzlõ, kontrolsüz ve kolay yazmaktan ileri geldiği tahmin edilen kusurlara sõk sõk rastlanmaktadõr. Kafiyelerin zayõf oluşu, durak hatalarõ ve ölçünün tam teşkil edilemeyişi bu hatalarõn başta gelenleridir. Bu hatalarõn bir kõsmõnõn müstensihlerden kaynaklandõğõ kabul edilse bile, çoğunun şaire ait olduğu muhakkaktõr. Gevherî’nin bir önemli kusuru da aynõ konularõ sürekli tekrar etmesidir. Toplumsal konulara oldukça az yer veren şair, aşk ve sevgili konularõnõ fazla işlemekten dolayõ tekrara düşmüş, bunun sonucu pek çok şiirinde aynõ söyleyişlere yer vermiştir. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Gevherî kendisinden sonra yetişen birçok şairi etkilemiş, bunlar tarafindan üstat kabul edilmiştir.

Birkaç şiiri dõşõnda sosyal konulara pek yer vermeyen Gevherî’nin şiirlerindeki en önemli tema, diğer saz şairlerinde de olduğu gibi, aşktõr. Bu ana tema içinde sevgili, rakip, ayrõlõk, kader ve çile önemli bir yer tutar.

Gevherî’nin hece vezniyle yazdõğõ şiirlerinin tamamõnõ koşmalar ve semailer oluşturmaktadõr. Şair bu şiirlerine göre büyük bir yekün tutmayan ve divan edebiyatõ şairlerine özenme sonucu aruz vezniyle de divan, gazel, semai, kalenderi ve müstezat nazõm biçimleriyle şiirler yazmõştõr. (Albayrak, 1998, 11-19) 34

D. DERTLİ

Asõl adõ İbrâhîm olan ve gençlik yõllarõnda Lutfî mahlasõnõ kullanan Dertli, bugünkü Bolu ili sõnõrlarõ içindeki Çağa köyünde 1772 yõlõnda doğar. Çocukluk yõllarõnõ babasõna yardõm ederek geçiren Dertli, hemen hemen hiçbir düzenli bir eğitim almaz. Babasõnõn ölümünden sonra topraklarõnõ köyün ağasõna kaptõrõr ve köyden ayrõlõr. Yakõn köylerden biri olan Deveciler’deki bir akrabasõna sõğõnõr, bir süre sonra da İstanbul’a gider. Padişah Üçüncü Selim’in köylerin boşalmasõnõ önlemek için İstanbul’daki işsiz ve bekarlarõ geri göndermesi üzerine, Dertli de İstanbul’dan ayrõlõr. Gurbetteki yeni mekanõ olan Konya’da üç yõl boyunca Hacõ Asõm Usta adõndaki, muhtemelen bir tarikat mensubu, bir ihtiyarõn işlettiği kahvehanede ocakçõlõk eder. Bu kahvehane bir toplantõ yeri olmalõ ki, genç İbrâhîm buraya devam edenlerin din, ilim, sanat sohbetlerini dinleye dinleye kendisini olgunlaştõrõr. O, daha çocukluğunda öğrendiği sazõnõ İstanbul’da geliştirmiş, gerek orada gerekse Konya’da katõldõğõ âşõk toplantõlarõnõn iyi bir dinleyicisi olmuştur. Lutfî mahlasõnõ alan Dertli, Konya’dan Mõsõr’a gider ve on yõl kalõr. Orada Bektaşî tarikatõna bağlanõr. Memleketine dönüşte evlenir ve çocuklarõ olur. Başõna buyruk yaşamayõ sevdiği için ailesini köyde bõrakarak yine diyar diyar dolaşõr. Bu başõ boşluk ve içki mübtelalõğõndan kurtulmak için tekrar İstanbul’a gider. İstanbul’un ünlü âşõk kahvelerine gidip bütün muammalarõ çözer ve kendini kabul ettirir. Bir ara Bolu mutasarrõfõ Hüsrev Paşa’ya bağlanõr ve yeni kabul edilen fes için yazdõğõ bir şiirini onun vasõtasõ ile padişaha takdim eder. Şiirinin beğenilmesi üzerine bir nevi kaymakamlõk görevi verilir. Topladõğõ verginin bir bölümünü zimmetine geçirdiği dedikodusu ile görevden alõnan İbrâhîm yeniden içkiye başlar. 1840’ta intihara teşebbüs eder ve boğazõnõ keser. Yara öldürücü değildir; ama ses telleri zarar görerek, sesi hõrõltõlõ bir hal alõr. Bu olaydan sonra halk, kendisine Dertli mahlasõnõ verir. Derd, yara demektir; boğazõndaki bõçak yarasõ yüzünden halk ona Dertli der. Dertli, Ankara eşrafõndan Âlişan Bey’in himayesi altõna girer. 1845 yõlõnda onun himayesi altõnda iken Ankara’da vefat eder. Yüz yõl Ankara’da gömülü kalõr, daha sonra mezarõ memleketine götürülür. (Kutlu, 1988, 9-34) 35

19. yüzyõlõn başarõlõ âşõklarõndan biri olan, birçok âşõklar yetiştiren Dertli; halk şiirimizin son büyük ustalarõndan biridir. Divan, tekke ve halk edebiyatõndaki geniş kültürü sayesinde daha sağlõğõnda yaygõn bir ün kazanõr, Divan’õ taş baskõsõyla birçok defa basõlõr. Fuzûlî, Rûhî, Nedim, Âşõk Ömer, Gevherî, gibi şairlerin etkilerini taşõyan Dertli’nin, Bektaşî olduğunu gösteren nefes ve devriyeleri de olmakla beraber onun en kuvvetli, en lirik parçalarõnõ koşma ve semaileri arasõnda bulmak mümkündür. Çağõnõn öbür saz şairleri gibi aruzla gazel, divan, kalenderiler de yazan Dertli, bu tarz şiirlerinde kusurlu bir nazõm tekniği kullanmasõndan ötürü, fazla bir başarõ sağlayamaz. Aruzu kullanõşõ biraz acemice olsa da Dertli’nin devriyeleri, semaileri, divanlarõ ve kalenderileri gerçekten derinlik ve samimiyet dolu şiirlerdir. Medrese eğitimi almamõş olmasõ, din edebiyatõnõ ve tasavvuf mazmunlarõnõ kulaktan öğrenmiş olmasõ bu hatalarõ açõklar. Buna rağmen o, halk şairidir ve koşmanõn temsilcisidir. (Kutlu, 1988, 35-42) Asõl Dertli’yi temsil eden hece vezni ile kaleme aldõğõ şiirleri ise, az sayõlmayacak yabancõ kelimelere rağmen, daha başarõlõdõr. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 9, 235) Üslubu ahenkli ve sürükleyicidir. Mecazlarõ ve hayalleri orijinal olmamasõna rağmen şiirlerinde samimi bir güzellik vardõr. Gurbette içki ve sefaletle geçen hayatõnda, zaman zaman köyünü ve ailesini hatõrlar, talihinden şikayet eder. Hasretini çektiği bu acõlarõ, feryatlarõnõ şiirlerinde coşkun bir tarzda terennüm etmiştir. (TDEA, Cilt 2, 255) Şiirlerinde dinî ve tasavvufî konulara yer verir. Samimi bir Müslümandõr. Peygamberimize karşõ olan samimiyetini hemen her fõrsatta dile getirir. Allah aşkõnõn yanõ sõra onda beşerî aşk da vardõr. Bu şiirleri daha samimidir. Onun güzelleri Karacaoğlan’õn, Fuzûlî’nin, Nedim’in güzellerine benzer. Bununla beraber kõskançlõk da mevzudur. Tabiat tasvirleri ise bir tablo kadar güzel ve canlõdõr. Hayatõn gerçeklerine, olana bitene de ilgisiz değildir. Çok canõ yandõğõ zaman da hiciv oklarõnõ hiç çekinmeden fõrlatõr. “Şeytan bunun neresinde” redifli taşlamasõ ile hala akõllardadõr. 36

Her şair gibi kendisinden önceki şairlerin etkisinde kalmõş olan Dertli, kendisinden sonrakileri de etkiler. Rõza Tevfik Bölükbaşõ, Faruk Nafiz Çamlõbel, Ömer Bedreddin Uşaklõ, Necmeddin Halil Onan, Kemaleddin Kamu Dertli’nin izlerini taşõyanlardandõr. (Kutlu, 1988, 42-59)

E. BAYBURTLU ZİHNÎ

Bayburtlu Zihnî’nin asõl adõ Mehmed Emin olup 1797 yõlõnda Bayburt’ta doğar. Bir rivayete göre rüyada bir zat ona Zihnî diye hitap ettiği için, bu mahlasõ alõr. Zihnî’nin tahsili hakkõnda kesin bilgiler yoktur. Ama şiirleri incelendiğinde iyi bir tahsile sahip olduğu görülür. Arapça ve Farsça şiirler de yazdõğõna göre medreseye devam ettiği anlaşõlmaktadõr. Şiirleri sadece dil açõsõndan değil, konu ve şekil olarak da incelendiğinde iyi bir tahsilin izleri görülür. Çok genç yaşta Trabzon’da tahsil için bulunduğu, oradan İstanbul’a geçtiği bilinmektedir. Memuriyetinin ilk yõllarõnda birçok zatõn katipliğini yapar. Bazõ devlet büyüklerine sunduğu kasideler sayesinde İstanbul’da katiplik görevinde bulunur. 1839 yõlõnda Tanzimat ilan edilir. Tanzimat’a müspet bir tavõr takõnõr; ancak beklediğini bulamaz. Aynõ yõl Divân’õnõ saraya takdim eder ve hocalõk “rütbe-i celîle”sine nail olur. Zihnî’nin bu sunuşu, âşõk edebiyatõndaki ilk örnektir. Çeşitli yerlerde çeşitli görevlerde bulunur, gördüğü haksõzlõklar karşõsõnda hicivlerini esirgemez. Bu da onun memuriyette çok gezmesine neden olur. Onda devamlõ koşuşturmanõn verdiği bir memleket hasreti vardõr.

1859’da Trabzon’dan Bayburt’a giderken yolda ölür. Maçka’ya defnedilir. 1936 yõlõnda ise mezarõ Bayburt’a taşõnõr. (Sakaoğlu, 1988, 1-18) 17. asõrdan beri Gevherî ve Âşõk Ömer’den sonra divan tertip eden ilk âşõk olan Zihnî’nin bütün eserleri incelendiğinde, onun daha çok bir divan şairi olduğu, bazen de hece vezni ile şiirler yazdõğõ görülecektir. Zihnî ancak koşma destanlarõnda âşõk tarzõnõ kullanõr, diğer şiirlerinde ise daima bir divan şairi gibi hareket eder. Bunun sonucu kazandõğõ şöhretiyle bir halk şairi; fakat verdiği örnekleriyle bir divan şairidir. 37

Akka ve Mõsõr’da uzun bir süre kalarak Arapçayõ iyi öğrenmesine ve aruz diline hakim olmasõna rağmen, Zihnî yalnõz aruz vezniyle yazdõğõ şiirlerle kalsaydõ şüphesiz bugün çok az hatõrlanõrdõ. Halk şiirinin an’anelerine oldukça açõk bulunan bir yörede ve devirde yetişmesi, onu hece veznini de kullanmaya yöneltir; bu vezinle yazdõğõ şiirler kendisini devrin en dikkate değer sanatkarlarõ arasõna koyar. Zihnî, hem aruz hem de hece vezninden yürüyen zevki, hece vezni geleneğinde birleştirmeye çalõşan ilk tecrübedir.

Zihnî’nin dikkat çeken bir yönü de birden fazla üsluba sahip olmasõdõr. Yazdõğõ her şiirde adeta değişik bir üslup kullanõr. (TDEA, Cilt 8, 655)

Dili, hece vezni ile yazdõğõ şiirlerinde bile zaman zaman ağdalõdõr; ancak son derece duru mõsralarõ da vardõr. Divanõndaki şiirlerinin dili ise divan şairlerinin dilini aratmayacak kadar sanatlõ ve süslüdür. Ancak onun dili, şiirin şekil ve konusu ile yakõndan ilgilidir. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 9, 225-226) Zihnî daha hayattayken okunup ilgi gören bir şairdir. Çağdaşlarõndan bazõ ünlü âşõklar onu takip eder, onun kullandõğõ konu ve kafiyelerle şiirler söylerler. Hece vezni ile yazdõğõ şiirlerin çeşidi fazla değildir. Daha çok koşma ve destan yazar. Yazõlõ kaynaklarda semaisine rastlanmaz. Bunun sonucu şiirlerinin çoğunluğunu aruz vezni ile yazõlõlanlar teşkil eder. Aruzla yazdõğõ şiirlerden meydana gelen Dîvân-õ Zihnî, 1839’da tamamlanõr. Divanõn ilk bölümünde kasideler, tarihler, musammatlar; ikinci bölümünde ise gazeller ve müfretler yer alõr. İkinci eseri Sergüzeştnâme-i Zihnî’nin başõnda hayatõnõn çeşitli zamanlarõnõ hikaye eder ve daha sonra hicivler, hezeller, destanlar ve koşmalara yer verir. Destanlarõ şöhreti sağlayan şiirleridir. Destanlarõ geniş bir konu dağarcõğõnõn ürünleridir.

Abdullah adlõ kişinin başõndan geçenleri anlatan roman gibi eseri ise Kitâb-õ Hikâye-i Garîbe üçüncü eseridir, yer yer şiirlerle süslenmiş mensur bir eserdir. (TDEA, Cilt 8, 656) Bayburtlu Zihnî, kendisini bir halk edebiyatõ mensubu değil, bir divan edebiyatõ şairi sayõp o inanõşla hayattan ayrõlmõş olduğu halde, kendisini ebedîleştiren tarafõ, gazellerine göre sayõlarõ çok daha az, koşmalarõdõr. (Kutlu, 1988, 40-41) 38

F. ERZURUMLU EMRAH

19. yüzyõlõn en önemli isimlerinden olan Erzurumlu Emrah, Erzurum’un Tanbura köyünde dünyaya gelir. Doğum ve ölüm tarihleri hakkõnda çok rivayet vardõr. Fahri Fõndõklõoğlu 1814-1819 tarihleri arasõnda doğmuş olabileceğini ileri sürerken Eflâtun Cem Güney de 1777-1784 tarihleri arasõnda doğmuş olabileceği kanaatindedir. Emrah’õn ölüm tarihi de kesin olarak bilinememektedir. Ahmet Talat Onay tarih olarak 1864’ü verirken Bursalõ Mehmed Tahir de 1876 tarihini kabul eder. Ancak genel kanaat bu tarihin 1860 olduğu şeklindedir. Ömrünün son yõllarõnõ geçirdiği Tokat’õn Niksar ilçesinde vefat eder ve oraya defnedilir. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 9, 238) Medrese tahsili için Erzurum’a gider, devrin geleneğine bağlõ olarak Nakşîbendi tarikatõna girer. Genç yaşta bağlandõğõ Nakşîbendilik onun yetişmesinde büyük rol oynar. Âşõklõk geleneğinin vazgeçilmez eğitim, görgü ve yetişme metodu olan gezicilik ilkesinden hareketle pek çok yer dolaşõr. Trabzon, Çorum, Sivas, Tokat, Niğde, Çankõrõ, Kastamonu dolaştõğõ yerlerdendir. Ayrõca gezdiği yerlerin de onda büyük ve derin izleri olur. (Karadağ, 1996, 25-28) Erzurumlu Emrah ile Ercişli Emrah’õn şiirleri yakõn zamana kadar karõştõrõlmõştõr. Ercişli Emrah’õn şiirleri Erzurumlu Emrah’õn adõna bağlanarak okunmuş veya yazõya geçirilmiştir. Murat Uraz, 1930’lu yõllarõn başõnda iki Emrah’õ ayõrmayõ başarmõştõr. Dili sade, konularõ sevgi olan şiirleriyle Ercişli Emrah, divan şiirine yakõn olan şiirleri ile Erzurumlu Emrah’tan kolayca ayrõlabilir. (Sakaoğlu, 1987, 33) 18-19. yüzyõl âşõk edebiyatõ, bütün kaideleriyle, usülleriyle, şekilleriyle, mecazlarõyla, mazmunlarõyla divan edebiyatõna uyar; onu tekrar eder. İşte Erzurumlu Emrah bu dönemin şairlerindendir. (Karadağ, 1996, 18) Emrah’õn dili, aruzla yazdõğõ şiirlerinde son derece ağõrdõr; bu husus onun koşmalarõnda da kendini hissettirir. İyi bir tahsili olduğu, onun mõsralarõndaki dil ve sanat örneklerinden de kolayca anlaşõlõr. Divan, semai, kalenderi, gazel, müstezat, müseddes, muhammes, murabba vs. şekillerinde kaleme aldõğõ aruzlu şiirlerinin 39

sayõsõ; koşma, yedekli koşma ve destan şeklinde söylediği şiirlerine göre daha fazladõr. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 9, 238) Köprülü, Emrah’õn asõl şahsiyetini, edebî kõymetini gösteren parçalarõn hece vezniyle yazdõklarõ olduğunu belirtir. “Emrah’õn eserinde halk zevki unsurlarõnõn azlõğõ, lisanõn halk lisanõndan uzak ve ağõr olmasõ, kendisine ait bir kusur olmaktan ziyade, âşõk tarzõnõn o devirdeki tekamülüne bağlõ bir meseledir.” açõklamasõnõ da getirir. Emrah’õn aruzlu şiirlerinde üslup, kafiye ve vezin gibi içerik ve biçime ait özellikleri incelerken onun yetiştiği çevreyi, hayatõn seyrini ve ömrünü geçirdiği yöreleri göz önünde bulundurmak gerekir. Âşõklõk geleneğinin çok güçlü olduğu bir yörede çocukluk ve ilk gençlik yõllarõnõ geçirmiş olan Emrah, saz şiiri üslubu ve tekniklerine tümüyle hakimdir. Şiirlerinin yõllardan beri halk arasõnda beğeniyle okunmasõ ve terennüm edilmesi, bunu ispatlar. Gençlik yõllarõnda Erzurum’da sürdürdüğü medrese öğrenimi sõrasõnda ise, sõnõrlõ olsa da, klasik edebiyatõn temel bilgilerine sahip olduğu kuvvetle muhtemeldir. Klasik şiirin samimi bir hayranõ ve takipçisidir. Hece ile yazõlmõş şiirlerini aşk, tasavvufî ve didaktik olmak üzere üç grupta toplamak mümkündür. Büyük çoğunluğu aşk şiirleridir. Aruzlu şiirleri, tasavvuf ve aşk ağõrlõklõdõr. Tasavvuf bilgileri oldukça sõğ, kulaktan dolma gibidir. Mana zenginliği ve düşünce unsuru noksandõr. (Karadağ, 1996, 43-56) Erzurumlu Emrah’õn şiirleri, 1916 yõlõnda hemşerisi Mehmed Abdülaziz Erzurumî tarafõndan Divan-õ Emrah adõyla yayõmlanõr. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 9, 238) Saz sanatõnda usta olan Emrah, halk âşõklarõ arasõnda sesi de güzel bir âşõk olarak kabul edilir. Öte yandan “Emrah Koşmasõ” adõ altõnda, ezgili bir koşmaya adõnõn verilmesi, bu alandaki ustalõğõnõ belgelemektedir. Emrah, başta Tokatlõ Nuri olmak üzere pek çok şair yetiştirir. Onun çõraklarõ usta olur, onlar da çõraklar yetiştirir. Böylece o, bir “âşõk kolu”nun kurucusu da olur. (Karadağ, 1996, 62)

40

G. SEYRÂNÎ

Âşõk edebiyatõmõzda taşlamalarõ ile meşhur olan Seyrânî’nin asõl adõ Mehmed’tir. Develi’de 1800 veya 1807 yõlõnda doğduğu söylenmektedir. Babasõ Develi’nin Uruza Mahallesi imamõ Cafer Efendi’dir. Hakkõnda söylenen rivayetlerden “bâdeli âşõk” olduğu çõkarõlmaktadõr. Güzel bir yaz gününün sabahõnda, “Cemaat dõşarõda kaldõ, sabah namazõnõn vakti geçiyor, camiyi açõn.” sesleri ile uyanan Cafer Efendi, telaşla yataktan kalkar. On beş yaşõnda bulunan oğlu Mehmet’i, camiyi açõp, kandilleri yakarak cemaati içeri almasõ için önden gönderir. Mehmet camiye gelerek kapõyõ açar. Ama bütün kandiller yanmõş, õşõklar saçar vaziyette ve bu õşõklar altõnda muntazam saflar bağlamõş, yeşil kavuklu, ak sakallõ, iri gövdeli, yüzleri nurlu bir cemaatin namaz kõldõğõnõ görür. Henüz küçük olan Mehmet, korkar ve bayõlõr. Bir rivayete göre iki gün, bir rivayete göre ise bir hafta ortadan kaybolur. Aranõr ve Elbiz tarafõnda bir bağda baygõn halde bulunur. Nihayet kendine gelen Mehmet, “Pir elinden Hak şarabõnõ içtiğini” söyler. (Ünlü, 1982, 4) Yetişme tarzõ ve kültüründe babasõnõn tesiri büyüktür. İki sene kadar medrese tahsili görür. Ancak şiirlerindeki olgunluk ve kültür birikimi, sadece bu tahsil ile izah edilemez. Devrinin irfan ve sanat muhitlerinde yetiştiği muhakkaktõr. Abdülmecid devrinde İstanbul’a gider. Orada iken şeyhülislâmdan sultana kadar devrin en mühim simalarõnõ hicvettiğinden, bu tutumun getirebileceği tehlikeleri göz önüne alarak yeniden memleketine döner. Dönüşünden sonraki hayatõ, içki iptilasõ yüzünden tam bir sefalete dönüşür. Kendisine yöneltilen kõnama ve hücumlara karşõ aynõ şiddetle hicivler yöneltir. Bütün bu çileli ömrün izlerini, şiirlerinde görmek mümkündür. Yine eserlerinden epeyce seyahat ettiği anlaşõlmaktadõr. Saz çalmadõğõ halde rivayete göre omzunda kõrõk bir saz ile dolaşõrmõş. 1866 yõlõnda memleketinde vefat eder. (TDEA, Cilt 7, 556) Hem hece hem de aruz vezni ile yazan âşõk 19. yüzyõlda yetişen güçlü âşõklardandõr. Aruzla yazdõğõ şiirlerinde pek başarõlõ olamamõşsa da, hece vezni ile yazdõklarõnda muvaffak olur. Özellikle hicviyeleri pek güzeldir. Şiirlerinde tasavvufî õstõlahlar görülür. 41

Belli bir tarikata bağlanmõş olduğu söylenemez. Kendisine Nakşîlik isnad edilirse de, Bektaşîliğe daha yakõn olduğu görülür. Tasavvufî şiirlerin olgun örneklerine bilhassa semailerinde rastlanmaktadõr. (TDEA, Cilt 7, 556-557) Fuzûlî, Yunus Emre, Karacaoğlan, Gevherî, Âşõk Ömer gibi değişik anlayõşlarõn temsilcisi olan şairleri okuduğu anlaşõlan Seyrânî’de bunlarõn tesiri görülür. Dertli, Erzurumlu Emrah, Tokatlõ Nuri gibi şairlerde onun tesiri vardõr. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 9, 255)

Ğ. SÜMMÂNÎ

1861 yõlõnda Erzurum’un Narman ilçesinde doğan Sümmânî, 1914 yõlõnda vefat etmiştir. Asõl adõ Hüseyin olan âşõğõmõz, rivayete göre küçük yaşta sõğõr çobanlõğõ yaparken köyünün civarõnda Ablak Taşõ mevkiinde uyuyakalõr, gördüğü rüyada pirler elinden bâde içer. Bedehşan Emiri’nin kõzõ Gülperi’ye âşõk olur ve böylece şiirler söylemeye başlar. Pek çok âşõk ile tanõşõr, Erzurum’da bulunur ve bir ara sevgilisini bulmak için uzun bir seyahate çõkar. Kafkasya, Kõrõm, İran, Afganistan, Hindistan gibi yerleri dolaşõr. Koşmalarõ, destanlarõ, öğütleri, dinî şiirleri, methiyeleri, münacat ve müstezatlarõ bulunmaktadõr. Şiirlerinin konusunu, daha çok yaşadõğõ devir ve o devrin yetiştirdiği nesil teşkil etmiştir. Semailerle koşmalarõnda aşk, tabiat ve insan sevgisini işler. Tasavvufî konulara olan vukufu onu çağdaşlarõ arasõnda yüksek bir mevkiye erişir. Hem hece hem aruz vezinlerini kullanõr. Dörtlüklerinin bir çoğu, hikmetli beyitleri, ata sözü gibi halkõn dilindedir. (TDEA, Cilt 8, 76-77) (Kardeş 1982, 16-17)

42

H. ÂŞIK VEYSEL

Çağõmõzõn en önemli âşõklarõndan biri olan Âşõk Veysel Şatõroğlu, 1894- 1895 yõllarõnda Sivas’õn Sivrialan ilçesinde doğar. Yedi yaşõna kadar sağlõklõ bir ömür süren Veysel, yedi yaşõnda çiçek hastasõ olur ve bir gözünü kaybeder. Sol gözünü de ahõrda öküzün boynuzuna kurban verir. İki gözünü kaybeden aşõğõmõz okula, çok istemesine rağmen, gidemez. Babasõ zamanõnõ geçirmesi için ona bir saz alõr ve saz hocasõ tutar. Molla Hüseyin’den ders alan Veysel, on beş yaşõnda iken sazõ öğrenir. Onun asõl saz ustasõ Ali Ağa’dõr. Ona hem saz hem söz öğretir. Daha sonra evlenir; ama sekiz yõl sonra karõsõ onu terk eder. Daha sonra ikinci hanõmõ ile evlenir. Altõ çocuğu dünyaya gelir. 1931 yõlõnda o zamanõn Sivas Millî Eğitim Müdürü olan Ahmet Kutsi Tecer’in önderliğinde 1. Sivas Halk Şairleri Bayramõ yapõlõr. Bu bayrama katõlanlardan biri de Âşõk Veysel’dir. Bayramda Sivrialan’dan Sivas’a gelen Âşõk Veysel keşfedilir. Bu etkinlik, Cumhuriyet’ten sonra yetişecek yüzlerce âşõğõn ufkunu açar. 1931’den sonra gelişen bazõ olaylar Veysel’in gönül dilinin iyice açõlmasõna sebep olur. O yõllara kadar Sivrialan ve çevresinde tanõnan, düğünlerde çalõp söyleyen Veysel, bu yõllardan itibaren kabuğundan çõkar, önce Türkiye’nin sonra da Türk dünyasõnõn âşõğõ olur. Onun kendine ait olan ilk şiiri ve konusu da anlamlõdõr. O, genç Türkiye Cumhuriyeti’nin onuncu yõlõ dolayõsõyla açõlan şiir yarõşmasõna, Atatürk’ün adõna bir destan yazar. 1. Sivas Halk Şairleri Bayramõ ile Veysel köyünden şehre inerken Cumhuriyet’in 10. yõlõna yazdõğõ “Atatürk Destanõ”yla da Sivas’tan başkente doğru yola çõkar. 1933 yõlõnda ise İstanbul Radyosu’nda canlõ yayõnda programa katõlarak Atatürk’ün beğenisini kazanõr. Aynõ yõllarda doldurduğu bir plakla ünü geniş bir coğrafyaya yayõlõr. Türkiye’nin pek çok yerindeki köy enstitülerinde saz öğretmenliği yapar, 1973 yõlõnda ise vefat eder. (Alptekin, 2004, 15-32) 20. yüzyõlda yetişen en büyük saz şairlerimizdendir. Esas itibarõ ile kendisinden önceki âşõk tarzõ şiiri sürdüren Âşõk Veysel, zamanla sanatõnõ geliştirir 43

ve bazõ yenilikler taşõyan bir şiire ulaşõr. Onu âşõk edebiyatõmõzõn son halkasõ olarak değerlendirenler vardõr. Şiirlerinde vatan, millet, devrimler, Cumhuriyet, halkevleri, okullar, fabrikalar gibi yeni unsurlar görülmektedir. (TDEA, Cilt 8, 110)

1965 yõlõnda millî birliğe ve Türk diline yaptõğõ hizmetlerden dolayõ Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafõndan kendisiyle ilgili özel kanun çõkarõlan Âşõk Veysel Şatõroğlu’na maaş bağlanõr.

Şiirlerinin büyük bir bölümünü destan, diğerlerini koşma ve semai tarzõnda yazar. Kafiye olarak en çok yarõm kafiyeyi tercih eder. Tam, zengin ve cinas kafiyeli şiirleri de vardõr. O, halktan gelmiş bir âşõktõr, o halktõr, o halkõn anlatamadõğõ duygu ve düşüncelerin tercümanõ olur, bunu yaparken de mensubu olduğu kültürün atasözlerinden, deyimlerinden, dua ve beddualarõndan, inançlarõndan, gelenek ve göreneklerinden, kültüründen faydalanõr. Hatta onlarõ anlatõr. Tabiat, aşk, gurbet, vatan, eğitim; onun şiirlerinin konusudur. Âşõklõk geleneği içerisinde önemli bir yeri olan Âşõk Veysel’in sanat endişesi taşõmadan, bilerek veya bilmeyerek, şiirlerinde söz sanatlarõnõ başarõlõ bir şekilde kullandõğõ görülür.

Diğer âşõklarda olduğu gibi Âşõk Veysel de şiirlerinde en fazla teşbih, telmih, intak, teşhis ve tezat sanatlarõnõ kullanõr. Bunlarõn dõşõnda mübalağa, tekrir, tecahül-i arif, tenasüp, irsal-i mesel ve cinas gibi söz sanatlarõnõn, az da olsa, örneklerine yer verir.(Alptekin, 2004, 121-123) Veysel’i etkileyen şairler arasõnda Pir Sultan, Hüseyin, Kul Sabri, Veyselî, Kemter Veli ve Sõtkõ gibi şairler vardõr. (Alptekin, 2004, 40) Cumhuriyet döneminde yetişen diğer âşõklardan fevkalade farklõ bir üstünlüğü olmamakla birlikte, bu dönemde hiçbir şaire nasip olmayan bir ilgiye mahzar olur. (TDEA, Cilt 8, 110) 44

İKİNCİ BÖLÜM

ÂŞIK EDEBİYATINDA PEYGAMBER KISSALARI

I. HAZRETİ ÂDEM A. Hazreti Âdem’in İlk İnsan ve İlk Peygamber Oluşu

Hazreti Âdem ilk insan ve ilk peygamberdir. Allah, ilk olarak yeryüzünü, sonra bitkileri, daha sonra hayvanlarõ ve en son insanõ yani Hazreti Âdem’i yarattõ. Hazreti Âdem insanlõğõn bedenen babasõdõr. Künyesi “Ebû’l Beşer” (insanlõğõn babasõ), lakabõ “Safiyyullah” (Allah’õn temiz kulu)tõr. (Pala,1995, 18)

Allah, Hazreti Âdem’i yaratma düşüncesiyle önce Cebrâil’i, sonra Mikail’i, daha sonra da İsrafil’i yeryüzüne toprak almalarõ için gönderdi. Fakat yeryüzü onlara toprak vermedi. En sonunda Azrail yeryüzünden zorla toprak aldõ. Bir rivayete göre Allah, Âdem’in başõnõ Kâbe toprağõndan, göğsünü yerin muhtelif topraklarõndan, sõrtõnõ ve karnõnõ Hind toprağõndan, elini şark, ayaklarõnõ da garb toprağõndan yaratmõştõr.

Allah, meleklere toprağa insan şekli vermeleri için emir verdi. Toprak çamur olasõya kadar karõştõrõldõ. Sonunda insan yaratõldõ. Ancak can, iki yüz yõl sonra Hazreti Âdem’e girdi (Tökel, 2000, 275-277). Pala bu süreyi kõrk yõl olarak bildirmiştir. (Pala,1995, 18)

Hazreti Âdem’in yaratõlõşõ ile ilgili bilgi Kur’ân-õ Kerîm’de şöyle geçmektedir:

Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: “Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağõm. Onu şekillendirip içine ruhumdan üflediğim zaman onun için saygõ ile eğilin.” (38/71-72)

Kur’ân-õ Kerîm’de Hazreti Âdem’in âlemlere üstün kõlõndõğõ belirtilmekte böylece dolaylõ olarak onun peygember olduğu işaret edilmektedir (İslâm Ansiklopedisi, Cilt 1, 359): 45

Şüphesiz, Allah, Âdem’i, Nûh’u, İbrâhîm ailesini (soyunu) ve İmran ailesini (soyunu) birbirinden gelmiş birer nesil olarak seçip âlemlere üstün kõldõ.Allah her şeyi hakkõyla işitendir, hakkõyla bilendir.(3/33-34)

Dertli, bütün varlõklarõn “Ol” emri ile olduğunu, Yüce Allah’õn Hazreti Âdem’e “kendi ruhundan üflediğini”, bizim de ilk insan olan Hazreti Âdem’den türediğimizi aşağõdaki dörtlükte ifade eder:

Bir Kün emri ile halk oldu dünyâ

Bu kadar mevcûdât, bu kadar eşyâ

“Nefhatün min rûhi” dedikte Mevlâ

Vücûd-i Âdem’e girenlerdeniz (Köprülü, 1962, 813/2)

Dünya ve Hazreti Âdem’den önce ruhlarõn ervah-õ ezelde bulunduğunu Erzurumlu Emrah dile getirir:

Hakikatte zaman mekan yoğ iken

Zamansõz mekansõz zamanda idim

Âdem’de âlemde nişan yoğ iken

Cibal-i ademde bürkande idim (Karadağ, 1996, 95/1)

Erzurumlu Emrah, Âdem Peygamberin beden olarak dört unsurdan yaratõldõğõnõ anlatõr:

Tamir olunurken vücûd-õ Âdem (Karadağ, 1996, 96/8)

Düzdü anasõrdan cism-i Âdem’i

Ademle müzeyyen kõldõ âlemi (Karadağ, 1996, 96/9)

Allah’õn temiz kulu anlamõna gelen Sâfi sõfatõyla Hazreti Âdem’i anan Emrah, Âdem Peygamber öldükten sonra da zamanõn devam ettiğini ve Âdem’in neslinin arttõğõnõ söyler:

Âdem Sâfi ile cihânda idim (Karadağ, 1996, 97/13) 46

İlk insan olan Âdem Peygamberin bu dünyayõ diğer insanlara bõraktõğõnõ ve zamanla insan neslinin ondan çoğaldõğõnõ Erzurumlu Emrah şöyle belirtir:

Gitti Âdem sâfi devretti devrân

Günden güne arttõ evlâd-õ insân (Karadağ, 1996, 97/14)

Erzurumlu Emrah, Hazreti Âdem’in Allah tarafõndan yaratõldõğõnõ ve Allah’õn bu ilk insan ile dünyayõ adeta süslediğini düşünür:

Düzdü anasõrdan cism-i âdemi

Âdem’le müzeyyen kõldõ ‘âlemi (Karadağ, 1996, 96/9)

“Benî Âdem” ifadesiyle Hazreti Âdem’in insanlõğõn atasõ olduğunu Erzurumlu Emrah işaret eder:

Çok görüp geçürdüm kurbiyet çilesin

Fark eylemedim beni Âdem hilesin (Karadağ, 1996, 127/3)

Gevherî, Hazreti Âdem’in ilk insan olduğunu ve ona Yüce Allah tarafõndan can verildiğini şöyle anlatõr:

Âdem oğlu şu dünyâya gelende

Kuru ağaçta bir gül bitmiş gibidir

Hûda’m can virüp dil söyleyende

Viran bağda bülbül ötmüş gibidir (Elçin, 1984, 346/1)

Gevherî, çeşitli konularda sevgilisine sitem etmek için veya onu övmek için “Âdem’den beri” sözcük grubunu kullanõr. Böylece şikayetini veya övgüsünü pekiştirmiş oluyor. Hazreti Âdem’den beri hiçbir aşõğõn kavuşmadõğõnõ, hiçbir sevgilinin böyle eziyet etmediğini ve sevgilisinin Hazreti Âdem’den beri en güzel kişi olduğunu şöyle ifade eder:

Sen de insaf ile gör ki devr-i Âdem’den beri

Kangõ mahbub böyle itmiş âşõk-õ bî-çâresin (Elçin, 1984, 595/5)

Kendinden geçmek gerektir kim severse dilberi 47

Can ile cânânõ bulmuş var mõ Âdem’den beri (Elçin, 1984, 605/5)

Gelmemiştir devr-i Âdem’den beri bu âne dek

Misli sebkat itmemiş hâlâ hakikat hoşça şey (Elçin, 1984, 612/3)

Karacaoğlan da “Evveli Âdem de sonradõr Ali (Öztelli, 1996, 433/4)” diyerek insanlõğõn atasõnõn Hazreti Âdem olduğunu belirtir.

Âşõk Ömer, Hazreti Âdem’in insanlarõn atasõ olduğu ve onun Allah’õn temiz kulu olduğunu şöyle dile getirir:

Bir nev'e cevâbõ kõlalõm gayri

Aslõmõz anlayõp bilelim gayri

Atamõz Âdem'e gelelim gayri

Hikmet ile Sun'i Yezdan eyledi (Ergun, 1936, 8/8)

Evveli Âdem Safiyyullah değil mi aslõmõz (Ergun, 1936, 241/1)

Çâr eczâdan mücerred nesl-i pâk-i Âdem’iz (Ergun, 1936, 333/2)

İnsanlarõn atasõ olan Hazreti Âdem’in topraktan yaratõldõğõnõ Âşõk Ömer şöyle anar:

İncik toprağiyle mağribden bile

Aldõ bin lûtf ile bir ân eyledi (Ergun, 1936, 8/9)

Bir kabza topraktan Hak’kõn kudreti

Vücûde getirüp kõldõ izzeti

Âdem ile gezüp bâğ-õ Cennet’i

Cûy-i selsebîle uğradõm geldim (Ergun, 1936, 53/2)

Cümle nâsõ bir avuç hakten yarattõ Yaradan (Ergun, 1936, 241/2)

Âşõk Ömer, Hazreti Âdem’in çamurunun dört ayrõ yerden gelen topraktan meydana geldiğini şu dörtlükle anlatõr: 48

Alnõnõn toprağõ Kâ'be'den heman

Budlarõn toprağõ Yemen'den inan

Mağribden meşrikten ellerin ey can

Dört kabza toprağõ yeksân eyledi (Ergun, 1936, 8/10)

Hazreti Âdem’in çamurunun ateş, toprak, su ve rüzgar unsurlarõndan oluştuğunu Âşõk Ömer şöyle ifade eder:

O çâr-i anâsõr olunur isnâd

Hem nâr ü hâkile âb iledir bâd

Balgam safra soda kan ile bünyâd

Etibbâlar böyle beyân eyledi (Ergun, 1936, 8/11)

Nûr-i akdem buldu kandîl içre menzûl ibtidâ Cümle ervah oldu ol nur ile medhûl ibtidâ Olõcak yer gök kamu çarõ anâsõrdan sübût Kalibin Âdem Safî'nin kõldõ ma'mûl ibtidâ (Ergun, 1936, 128/1)

Hak anõ halkeyleyip lûtfile buldu sureti Nice yõllar yattõ cansõz tâ kim erdi müddeti Aksõrõp durdu yerinden gördü sahn-õ cenneti Hamdedip zikr-i Hûdâ'ya oldu meşgul ibtidâ (Ergun, 1936, 128/2)

Nûr-i hazret oldu kandil içre meşhûr îbtidâ Cümle ervahtan mukaddem oldu ol nûr ibtidâ Bulõcak yer gök kamu çârõ anâsõrdan sübût Âdem’in şehr-i vücûdu oldu mâ'mûr ibtidâ (Ergun, 1936, 129/1)

Hak anõ halk eyleyüp lûtfile ol dem verdi can Buldu ten sûret serâpâ âb ü gil oldu iyan Aksõrup durdu yerinde el yüze sürdü heman Hem dilinde hamdülillâh oldu mezkûr ibtidâ (Ergun, 1936, 129/2)

Âdem Peygamberin çamurdan oluşan bedenine kõrk yõl sonra can verilir. Bunu Âşõk Ömer şöyle söyler: 49

Tîn-i pâkin tertîb eyledi Settâr Kõrk yõl türâb üzre eyledi karâr

Câna fermân etti çün Perverdigâr Girüp çõkup Hak'ka îmân eyledi (Ergun, 1936, 8/12)

Âşõk Ömer, Hazreti Âdem ve Havva’nõn Allah tarafõndan yaratõldõğõnõ şöyle dile getirir:

Bir hitâb erişti ol demde câne

Âdem'in batnõna oldu devâne

Hayâta irişip baktõ cihâne

Hûda'ya hamd-i bîpâyân eyledi (Ergun, 1936, 8/13)

Bâri Hak lûtfile kõldõ Âdem’i var ol zaman

Hem yarattõ Âdem ü Havvâ’yõ tekrar ol zamân (Ergun, 1936, 255/1)

Seyrânî de Hazreti Âdem’in Allah tarafõndan yaratõlan ilk insan olduğunu ve insanlõğõn atasõ olduğunu şu mõsralarla anlatõr:

Seyrânî yektâyõz Âdem aslõmõz

Seyrânî ednâyõz Âdem aslõmõz

Seyrânî peydâyõz birdir aslõmõz

Gere yerinizdir Yezdan bizlere (Çatak, 1992, 133/3)

Bir meniden geldik mülk-i Âdem

Zerrece zerrece kademe kademe (Çatak, 1992, 138/4)

Âdem bu demden imiş

Bu dem Âdem’den imiş

Âdem’den evvel bu dem

Hak bilir kimde imiş (Yüksel, 1987, 151/1)

Seyrânî var başõ feslimiz bizim 50

Hazreti Âdem’dir neslimiz bizim

Küf tutmaz elmastõr aslõmõz bizim

Olur olmaz sarraf anlamaz bizi (Çatak, 1992, 156/3)

Biri Âdem bir vesile

Biri Firdevs biri hulle

Biri Nâim biri Me’vâhle

Kurar selâdõr ayandan (Çatak, 1992, 307/5)

“Âdem’den önce kimlerin yaratõldõğõnõ bilirsen yaratõlõşõn sõrrõna ermiş olursun.” diyen Âşõk Seyrânî, Âdem’den önce ruhlarõn ve dünyanõn yaratõldõğõnõ ifade eder:

Âdem’den evel kim geldi bilirsin,

Bu esrara her dem vakõf olursun (Çatak, 1992,458/2)

Seyrânî, Hazreti Âdem ve Havva’nõn yaratõlõşõnõ ve Âdem’in insanlõğõn babasõ olduğunu şöyle anlatõr:

Zuhûr-õ Âdem’le ricâl-i nisa

Âleme yar olmuş suphile mesa (Öz, 1987, 102)

Sümmânî de Hazreti Âdem’i sõfatõyla beraber anar, onun ilk peygamber olduğunu ve Allah’a delil olduğunu söyler:

Âdem Safiyullah Nûh ile Halil

Mûsâ ile İsâ hak dinine delil (Yener, 1973, 177/2)

Âşõk Veysel, insanlõğõn babasõ Âdem Peygamberden bu yana dünyaya pek çok insanõn geldiğini ve hepsinin babasõnõn aynõ olduğunu, bu yüzden tüm insanlarõn kardeş olduğunu şu ifadelerle dile getirir:

51

Âdem atadan bu yana

Nice insan gelmiş, gitmiş (Oğuzcan, 1974, 36/5)

Kürt’ü Türk’ü ve Çerkes’i

Hep Âdem’in oğlu kõzõ (Oğuzcan, 1974, 69/2)

Âdem’den bu yana neslim getirdi (Kutsi, 1975, 69/4)

Veysel Hazreti Âdem’den önce dünyanõn var olduğunu ve ilk insanõn Âdem Peygamber olduğunu şöyle ifade eder:

Bu dünya görünmez böyle bir hayâl

Bu imiş âdemi aldatan her hal

Hesapsõz yaşõ var Âdem’den evvel (Oğuzcan, 1974, 91/4)

B. Hazreti Adem ve Şeytan

Hazreti Âdem’e ruh verildikten sonra Yaratan ona bütün eşyanõn ismini öğretti. Âdem Peygamber, kendisine sorulan eşyalarõn ismini bildi. Böylece bilgide melekleri aştõ. Allah, meleklere Âdem’e secde etmelerini söyledi. Tüm melekler emre itaat etti; fakat şeytan ateşten yaratõldõğõnõ ve kendisinin ondan üstün olduğunu söyleyerek ona secde etmedi. Bunun üzerine Allah şeytanõ cennetten kovdu.

Hazreti Âdem’in tüm isimleri bilmesiyle meleklerin ona secde etmesi ve şeytanõn secde etmeyerek cennetten kovulmasõ Bakara Suresi’nde şöyle verilir:

Hani, Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağõm” demişti. Onlar, “Orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birini mi yaratacaksõn? Oysa biz sana hamdederek daima seni tesbih ve takdis ediyoruz.” demişler, Allah da, “Ben sizin bilmediğinizi bilirim” demişti. Allah, Âdem’e bütün varlõklarõn isimlerini öğretti. Sonra onlarõ meleklere göstererek “Eğer doğru söyleyenler iseniz, haydi bana bunlarõn isimlerini bildirin” dedi. Melekler, “Seni bütün eksikliklerden uzak tutarõz. Senin bize öğrettiklerinden başka bizim hiçbir bilgimiz yoktur. Şüphesiz her şeyi hakkõyla bilen, her şeyi hikmetle yapan sensin” dediler. Allah şöyle dedi: “Ey Âdem! Onlara bunlarõn isimlerini söyle.” Âdem, 52

meleklere onlarõn isimlerini bildirince Allah, “Size, göklerin ve yerin gaybõnõ şüphesiz ki ben bilirim, yine açõğa vurduklarõnõzõ da, gizli tuttuklarõnõzõ da ben bilirim demedim mi?” dedi. (2/30-33)

Bu husustaki bilgiler Kur’ân-õ Kerîm’in 7/11-12., 15/28-35., 17/61., 18/50., 19/58. âyetlerinde de geçmektedir.

Karacaoğlan, meleklerin Allah’õn emrine uyarak Âdem’e secde ettiğini; ama şeytan kendisinin daha üstün yaratõlõşta olduğunu iddia ederek Âdem’e secde etmediğini belirtir:

Melekler safa düzüldü

İblis’in bağrõ ezildi (Öztelli, 1996, 414/2)

Melekler Mevlâ’nõn hasõ

İblis oldu ona âsõ (Öztelli, 1996, 414/3)

Âşõk Ömer Allah’õn yardõmõyla Hazreti Âdem’in tüm varlõklarõn ismini bildiğini şöyle anar:

Hûda ferman etti çünki Cibril'e

Binbir isimlerin getürdü dile (Ergun, 1936, 8/9)

Melekler, Hazreti Âdem’e Allah’õn emri üzerine secde etmiştir. Bunu Âşõk Ömer dile getirir:

Çün Arş eşiğine kondu bu minber

Anda nüzûl etti Âdem Peygamber

Secde edüp dedi Allahu ekber

Cümle meleklere fermân eyledi (Ergun, 1936, 9/3)

Âşõk Ömer şiirin devamõnda da şeytanõn Allah’a karşõ gelerek Âdem Peygambere secde etmediğini, bu yüzden cennetten kovulduğunu, isminin şeytan 53

olarak değiştiğini, meleklerin hocasõ iken o kadar emeklerin boşa gittiğini şu ifadelerle anlatõr:

Saf be saf melekler eyledi sücûd

Öyle olmuş idi hitâb-õ Ma'bûd

Secde eylemedi âkõbet merdûd

Azâzil'i nice Şeytân eyledi (Ergun, 1936, 9/4)

Gururlanõp oldu emeği zâil

Filcümle melekler hocasõ kâmil

Yetmiş bin yõl zikri hep oldu bâtõl

Lâ'neti halka ber gerdân eyledi (Ergun, 1936, 9/5)

Ana secde etmeyecek çünkü şeytân-õ recim

Geçti lâ’net halkasõ boynuna nâçâr ol zaman (Ergun, 1936, 255/1)

İbtidâ ki bu cihânõ var eden Perverdigâr

İns ü cinni kudretinden var eden Perverdigâr

Hâlika âsî olup Âdem’e secde etmedi

İblis’i ol dem katõndan dûr eden Perverdigâr (Ergun, 1936, 321/1)

İblis ol Âdem Safiyyullâh'a baş eğdirmedi

Ya'ni nûr-i vech-i Beytullâh'a yüzler sürmedi

Ol basîretsiz basar yüzünde ma'nâ görmedi

Sürülüp oldu lâin ilmîne mağrûr ibtidâ (Ergun, 1936, 129/4)

Secdeye baş eğmedi ol demde Şeytân-õ recîm

Gör hidâyetten ne resme oldu ma'zûl ibtidâ (Ergun, 1936, 128/3)

Şeytan, kendisinin ateşten yaratõldõğõnõ Âdem’in ise topraktan yaratõldõğõnõ öne sürürek kibirlenir. Allah’a karşõ gelerek Âdem’e secde etmez. Bu yüzden lanetlenerek bugüne kadar sahip olduğu tüm değerleri kaybeder ve 54

inebileceği en alt seviyeye iner. Bu hususu Âşõk Ömer aşağõdaki şiirinde şöyle dile getirir:

Gör Lâîn’i nükte-i eflâke baş indirmedi

Oldu merdud âteş iken hâke baş indirmedi

Yandõ benlik nârõna Hak'ka ki baş indirmedi

Nâr idi aslõ ol nûr-i pâk'e baş indirmedi

Kaldõ esfelde ebed eflâke baş indirmedi

Hazreti Âdem gibi Levlâk'e baş indirmedi (Ergun, 1936, 400/1)

Dost iken Mevlâ ile fehm etmedi in'âmõnõ

Sa'y ile ikraha teşbih eyledi ikrâmõnõ

Gerdenine akõbet bend etti lâ'net lâmõnõ

Kibr ile buğz u adavet kapladõ endâmõnõ

Bâis oldu bî aded ihlâke baş indirmedi

Hazreti Âdem gibi Levlâk'e baş indirmedi (Ergun, 1936, 400/2)

Ol muhît-i bahr-i Erselnâk'e baş indirmedi

Hazreti Âdem gibi Levlâk'e baş indirmedi (Ergun, 1936, 400/3)

Ey Ömer mekr ü fitenle şaşõrup tedbîrini

Çok çalõştõ Girdigâr'õn bozmağa takdîrini

Cehl ile oldu muhalif bilmedi taksîrini

Kadr ile a'lâ iken esfelde buldu yerini

Zehr ile kaldõ ebed tiryâke baş indirmedi

Hazreti Âdem gibi Levlâk'e baş indirmedi (Ergun, 1936, 400/4)

Seyrânî de şeytanõn yaptõğõ hilelerden dolayõ tüm değerlerini nasõl kaybettiğini ve cezalandõrõldõğõnõ anlatõr:

55

Dür oldu tezgâhtan ol iblis hâle

Niçin azab oldu ol azâzile (Öz, 1987, 144)

Hazreti Âdem, kâinattaki varlõklarõn en sonuncusu olduğu için, yaratõlmõşlarõn en mükemmeli ve kâinatõn da hulâsasõdõr. “Hak, insanõ kendi sureti üzerinde yarattõ.” hadisiyle buna işaret edilmiştir.(Büyük Türk Klasikleri 4. cilt)

Âdem Peygamberin en güzel biçimde yaratõldõğõnõ, herkese iyilik ve bereket veren kesin varlõk olduğunu belirten Dertli, buna delil olarak Kur’ân-õ Kerîm’i gösterir:

Gayre nazar kõlma, gel Âdem’e bak

Ahsen surette halk eyledi Yezdân

Buyurmuş hakkõnda feyyâz-õ mutlak

Sûre-i “Vettîni” değil mi bürhan? (Kutlu, 1979, 214/1)

Dertli, şiirini Hazreti Âdem aracõlõğõ ile över. Şiirlerinin güzelliğinin huride, peride ve hatta Âdem’de bile olmadõğõnõ söyler:

Nedir Dertli sende bu şirin sözler

Bu şîve, bu cilve, bu nâz ü nazlar

Bu kemân ebrûlar, bu kara gözler

Ne hûr ü peride, ne Âdem’de var. (Kutlu, 1988, 188/3)

Erzurumlu Emrah, gönlünü Kâbe’ye, şeklini Âdem Peygambere benzeterek kendini metheder:

Zâhidâ gönlüm evi Beyt-i Mükerremdür benüm

Sûretim-veş sîretüm ma’nâda Âdem’dür benüm (Karadağ, 1996, 290/1)

56

Hazreti Âdem, mükemmel olarak yaratõlmõştõr. Bu yönüyle Âşõk Ömer bazen sevgililerini Âdem ile karşõlaştõrarak över, bazen de sadece Âdem’i över:

O lâ’l-i hokka fâmõnda temâşâ eyledim bir bir

Beyaz dendanlarõ dürr-i Âdem gevheleri saf saf (Ergun, 1936, 95/2)

Benî Âdem gibi var mõ mükerrem

Hakkõnde gör nice âyet yazõlõr

Her şahs içün yetmiş bin yõl mukaddem

Verilir nasîbi kõsmet yazõlõr (Ergun, 1936, 76/1)

Hazreti Âdem, yaratõlanlarõn en sonuncusu ve en mükemmelidir, Allah onu “Eşref-i Mahlûkât” olarak yaratmõştõr. Bu yönü ile sevgililer, Âdem ile karşõlaştõrõlõr.

Âşõk Ömer de ay yüzlü sevgilisinin Âdem kadar güzel olduğunu ve ondan beri bu dünyaya böyle bir güzelin gelmediğini söyler:

Meh-cemâlin gördüğümce dil olur gamdan beri

Çeşmine düş olsa çemişim çeşm olur nemden beri

Kim didi geldi nazîrin devr-i Âdem’den beri

Görmedim işitmedim hiç böyle bir meh-rû güzel (Elçin, 1984, 580/2)

Sevgilisini insan suretinde periye benzeten Âşõk Ömer, bu dünyada sevgilisinin eşinin benzerinin olmadõğõnõ, ilk peygamber Hazreti Âdem ve son peygamber Hazreti Muhammed kadar güzel olduğunu belirtir:

Ey perî şeklin benî Âdem de dersem elverir

Âdem ammâ misli yok âdem de dersem elverir

Bir görem kân-õ mürüvvet sâhibi cânânesin

Ben sana bu tarz ile Hâtem de dersem elverir (Ergun, 1936, 336/1)

57

Seyrânî Âdem Peygamberin Allah tarafõndan saygõn ve mükemmel şekilde yaratõldõğõnõ ifade ederken ona kolaylõkla isimleri öğrettiğini ve meleklerin bu yüzden ona secde ettiğini şöyle dile getirir:

Hak emretti yörü bir iki kadem,

Sõfatõ ziyaret ettirdi ol dem

İsmine buyurdum Hazreti Âdem,

Gör nice işledi ana ihsanõ (Çatak, 1992, 408/44)

Getirdi bu cevher anõ vücüda,

Kelime-i tevhit dedi sürurda

Hûda meleklere emretti secde

Âdem’e koşardõ anda vildanõ (Çatak, 1992, 408/45)

Mükerrem eyledi Âdem’i Sübnan,

Esma-i hüsnayõ bildirdi asan (Çatak, 1992,433/1)

Âdem’e allemel esma verilmiş (Öz, 1987, 103)

Âdem’e Tanrõ bütün esmâyõ ta’lim eyledi

Nâr-õ şehvet yaktõ sonra nur-õ irfaniyeti (Öz, 1987,103)

Melekler, Hazreti Âdem’e secde etmelerine rağmen şeytan, onlarõ secde etmemeye çağõrõr, ama melekler ona aldõrmazlar. Şeytan, Allah’a karşõ gelerek secde etmez ve cennetten atõlõr. Seyrânî aşağõdaki dörtlüklerde bu kõssayõ anlatõr:

Melâikler saf saf hem tabak tabak

Kim tecellisince başlarõ kabak

Şeytan cümlesine verdi bir sabak

Dedi tutmuyalõm biz bu fermânõ (Çatak, 1992, 408/46)

Şeytanõn muradõn anlar bildiler,

Sanma bir iki kaç geri kaldõlar

Cümlesi Âdem’e secde kõldõlar, 58

Medh edüp Allah’õ azim’üş-şanõ (Çatak, 1992, 408/47)

Şeytan dedi yoktur benim bir cezam,

Hak buyurdu dedi vereyim nizam (Çatak, 1992, 408/48)

Şeytan otuz dokuz derdin fark eder,

Hasedinden safi kalbin çirk eder

Gör ki ol Hakkõna nice şirk eder,

Tut kulağõn sana edem beyanõ (Çatak, 1992, 409/50)

Şeytan bu vechile söyledi cevap,

Gör ne tarik ile kesp etti azap

Bir miktar okudur bir miktar türap,

Hangi cisim efdal eyler tibyanõ (Çatak, 1992, 409/51)

Melekler şeytana etmedi minnet,

Hak taala ana kõlmadõ rahmet

Eylenme katõmda eyledim lanet,

Sair meleklerin olsun ayanõ (Çatak, 1992, 409/52)

İblise bu kelam zehirden acõ,

Melekler kaptõlar hulle ve tacõ

Cennet-i âlâdan çõktõ son ucu,

Buldu bir tenha yer oldu nihanõ (Çatak, 1992, 409/53)

C. Hazreti Âdem’in Cennete Konmasõ ve Havva’nõn Yaratõlõşõ

Melekler secde kõldõktan sonra Hazreti Âdem cennete kondu. Cennette uyurken sol kaburga kemiği alõndõ. Bu kemikten Havva yaratõldõ. (Pala, 1995, 19)

Kur’ân’da bu bilgi şöyle geçer:

O, sizi bir tek nefisten yarattõ. Sonra ondan eşini var etti. (39/6)

59

Ortada hiçbir şey yokken ve Hazreti Âdem ile Havva da cennete konmadan önce ruhen varlõğõndan söz ederek Dertli, sanatõyla övünür:

Cümle eşyâ yok iken sen var idin Dertliyâ

Dâhil-i adn olmadan Havva ile Âdem henüz (Kutlu, 1979, 145/4)

Gevherî, Âdem Peygamberin cennet hayatõnõ, günahsõz olduğunu ve henüz şeytan tarafõndan aldatõlmadõğõnõ şöyle anlatõr:

Dergâh-õ izzetinden şeytan dûr iken

Âdem’in mekânõ cennette hûr iken

Âşõk ile ma’şûk vâhid nûr iken

Yakan pervâneyi nârõn aslõ ne (Elçin, 1984, 69/2)

Âşõk Ömer, Hazreti Âdem’in ilk insan olduğunu, onun kemiğinden Havva’nõn yaratõldõğõnõ ve eşi olduğunu, onlarõn cennetteki mesut durumlarõnõ dile getirir:

Cümle melekler de vardõ hayrete

Başlayõp Âdem'e dahi izzete

Alup götürdüler anõ cennete

Sohbet-i huri vü gõlmân eyledi (Ergun, 1936, 9/6)

Bir zaman eyledi cennetin demin

Gaflet aldõ onu olmuşken emin

Sol eğe kemiğindendir Âdem'in

Havva ile demin şâdân eyledi (Ergun, 1936, 9/7)

Ya'ni Âdem hâba vardõ eyledi kalbin selîm

Üstühânõndan çekip Havva'yõ halketti Azîm (Ergun, 1936, 128/3)

Hak anõ dünyâ vü ukbâ mülküne kõldõ reîs 60

Üstühânõndan çeküp Havvâ'yõ etti hem enîs

Emr-i Hak'la ol hilâfet tahtõna kõldõ celîs

Anlarõn oldu mekânõ cennet-ül-hûr ibtidâ (Ergun, 1936, 129/3)

Âşõk Ömer, Hazreti Âdem’in makamõnõn cennet olduğunu ve oradaki hayatõnõ şöyle ifade eder:

Bir kürsî Cebrâil ol dem getürdü

Üstünde Hazreti Âdem oturdu

Dört molla kürsîyi alõp götürdü

Kat be kat gökleri seyrân eyledi(Ergun, 1936, 9/2)

Hazreti Âdem’in makamõ kaçtõr

Yönü ne diyâra şundan haber ver(Elçin, 1999, 33/2)

Âdem ile gezüp bağ-õ cenneti (Ergun, 1936, 53/2)

Havva’nõn Hazreti Âdem’in sol kaburga kemiğinden yaratõldõğõnõ ve ikisinin evlendiğini Seyrânî anlatõr:

Sol yanõndan çekti Âdem’in izam,

Yaratõlõp Havva giydi kaftanõ (Çatak, 1992, 408/48)

Havva’yõ Âdem’e eyledi nikah,

Âdem sevüp kucar oldu civanõ (Çatak, 1992, 409/49)

Kendi sõfatõndan kendi teninden

Âdem’e eğlence Havva verilmiş (Öz, 1987, 101)

Lafzan ismi müsemmâ

Mânen ilmîn muammâ

Âdem’den olmuş Havvâ

İsâ Meryem’den imiş (Yüksel, 1987, 151/2) 61

Seyrânî, Âdem Peygamberin yaratõldõktan sonra cennete yerleştirildiğini ve orada rahatõnõn iyi olduğunu söyler:

Evvela Hazreti Âdem,

Yaradõldõ dinle şuru

Vardõ cenana yaslandõ,

Değil bir nesne umuru (Çatak, 1992,426/1)

Bayburtlu Zihnî ise Hazreti Âdem’in cennette ne kadar mutlu olduğunu şöyle aktarõr:

Âdem’e bir ma’nide gül-zâr-õ cennettir vatan

Âb-õ kevser hâki kimyâ-yõ sa’âdettir vatan (Sakaoğlu, 1988, 153/1)

Ç. Hazreti Âdem ve Havva’nõn Yasak Meyveyi Yiyişi ve Cennetten Kovulmalarõ

Hazreti Âdem ile Havva cennette nimet içinde yaşõyorlardõ. Bütün meyvelerden yiyorlardõ, ancak bir meyve yasaktõ. Bu meyvenin ne olduğu hakkõnda çeşitli görüşler vardõr: buğday, üzüm, elma, hurma, incir, zeytin…

Âdem’e secde etmediği için cennetten kovulan şeytan, Âdem’i kandõrõp cennetten kovduracağõna ve onun nesli ile sonsuza dek uğraşacağõna dair Allah’a söz verdi. Allah da ona izin verdi. Şeytan, cennete girmeyi düşünüyordu. Cennetin kapõcõsõ olan Rõdvan onu içeri almõyordu. Yõlan, çok güzel ve dört ayaklõ bir hayvandõ. Şeytan, yõlanõ kandõrdõ ve onun ağzõnda cennete girdi. Şeytan, Havva’yõ kandõrdõ. Havva’nõn da baskõsõyla yasak meyveyi Âdem ile Havva yedi. (Tökel, 2000, 275)

Bu kõssa Kur’ân’da şöyle geçer:

“Ey Âdem! Sen ve eşin cennette kalõn. Dilediğiniz yerden yiyin. Fakat şu ağaca yaklaşmayõn. Yoksa zalimlerden olursunuz.” derken şeytan, kendilerinden gizlenmiş olan avret yerlerini onlara açmak için kendilerine vesvese verdi ve dedi ki: “Rabbiniz size bu ağacõ ancak, melek olmayasõnõz, ya da (cennette) ebedî kalacaklardan olmayasõnõz diye yasakladõ.” “Şüphesiz ben size öğüt 62

verenlerdenim” diye de onlara yemin etti. Bu sûretle onlarõ kandõrarak yasağa sürükledi. Ağaçtan tattõklarõnda kendilerine avret yerleri göründü. Derhal üzerlerini cennet yapraklarõyla örtmeye başladõlar. Rableri onlara, “Ben size bu ağacõ yasaklamadõm mõ? Şeytan size apaçõk bir düşmandõr, demedim mi?” diye seslendi.Dediler ki: “Rabbimiz! Biz kendimize zulüm ettik. Eğer bizi bağõşlamaz ve bize acõmazsan mutlaka ziyan edenlerden oluruz.” (7/19-23)

2/35., 20/115-121. âyetlerde de bu kõssa anlatõlmaktadõr.

Hain şeytanõn önce Havva’yõ, ardõndan Hazreti Âdem’i kandõrarak yasak meyveyi yedirmesi, onlarõn çõplak kalmasõnõ ve cennetten kovulmalarõnõ Âşõk Ömer şöyle dile getirir:

Bir birini bilüp oldular şâdân

Hulleler olundu anlara ihsân

Buğday ağacõndan görürsüz ziyân

Yemeyin deyu Hak fermân eyledi (Ergun, 1936, 9/8)

İrişti cennetin bâbõna Şeytan

Düşnâm ile sürdü o yerden Rõdvan

Âkõbet ağzõna şeytanõ yõlan

Cennete getirmiş yõlan eyledi (Ergun, 1936, 9/9)

Ağzõnda Şeytan'la cennete girdi

Arayõp Âdem'i Havva'yõ gördü

Buğday yeyin deyu hileler kurdu

Emr-i Hak'kõ anlar nisyân eyledi (Ergun, 1936, 9/10)

Eğledi anlara şeytan iğvayõ

Akõbet yediler dahi buğdayõ

Ferâmûş ettiler emr-i Hûda'yõ

Âdem Havva böyle isyân eyledi (Ergun, 1936, 9/11)

Meğer kim bu imiş hikmet-i Hûdâ 63

Anlara verdi bu gafleti Hûdâ

Âşikâre oldu kudret-i Hûdâ

İşte böyle terk-i cihân eyledi (Ergun, 1936, 9/12)

Hasedle Azâzil böyle iş etti

Peşîmân oldular ammâ iş bitti

Cümle giydikleri hülleler gitti

Anlar eğinlerin uryan eyledi (Ergun, 1936, 9/13)

Şeytân-õ lâînin sözüne uyan

Havvâ’dõr cennette buğdayõ yiyen

Âdem’i eğninden hulleyi soyan

Cennetten çõktõğõ günü haber ver (Elçin, 1999, 33/2)

Âdem’e cennetten iğvâ verüp oldu nâümîd Bunca naşõ azdõran Şeytân'õ ben bilmez miyim (Ergun, 1936, 241/5)

Çünki Şeytan bu fesâdõ düşünürdü rûz ü şeb

Dâne-i gendüm yedirdi bu işe oldu sebeb

Sõndõrõp ahdin Hûdâ'nõn Hak'tan indi bir gazeb

Saymadõlar son günü hem oldu mâ'dûl ibtidâ (Ergun, 1936, 128/4)

Tutmayan pîr ü peder pendinî rağbetten çõkar

Hazreti Âdem gibi gûyâ ki cennetten çõkar (Ergun, 1936, 324/1)

Seyrânî, cennetten atõldõğõ için Âdem’e kinlenen şeytanõn tasvirini, cennete girme çabalarõnõ, yõlanõ bu konuda nasõl aldattõğõnõ ve yõlanõn ağzõnda cennete girişini şu dörtlüklerle anlatõr:

Lanet mengüşünü taktõ çeğnine,

Gör ne hiyanetler doldu göynüne

Melanet hõrkasõnõ giydi eğnine, 64

Gören der encümenin dervişanõ (Çatak, 1992, 410/54)

Oldu fitne facir bir terki edep,

Çektiği bir benlik davasõdõr hep

Maden-i cehire gör oldu sebep,

Gör ne iğva ile aldat yõlanõ (Çatak, 1992, 410/55)

Varuben yõlana nerden gelürsün,

Bakõben kendine mağrur olursun

Ecel şerbetini içer ölürsün,

Dedi ya bu derdin nedir dermanõ (Çatak, 1992, 410/56)

Dedi aç ağzõnõ içine girem,

Cennetin yüzünü bir dahi görem

Âdem’le Havva’nõn yanõna erem,

Anda bulam derdinize dermanõ (Çatak, 1992, 410/57)

Duyup bu kelamõ hayrette kaldõ,

Serini bir olmaz sevdaya saldõ

Hemence şeytanõ ağzõna aldõ,

Getirdi cennete böyle merdanõ (Çatak, 1992, 410/58)

Şeytan cennete girdikten sonra şeytanõn Hazreti Âdem’i sonsuzluk vaadiyle kandõrmaya çalõşõr, ancak Âdem ona önce inanmaz. Havva ona inanõr, oradaki rahat ve mesut günlerinin bitmemesi için şeytanõn dediğine gelir ve yasak meyveyi yer. Âdem Peygamber de Havva’nõn hatõrõna yer. Seyrânî bu kõssayõ bir şiirindeki dörtlüklerde çok güzel ifade eder:

Şeytana verildi gör nice ruhsat,

Gelip Âdem ile eyledi sohbet

Dedi baki değil size bu cennet,

Başa dek sen süremezsin bu devranõ (Çatak, 1992, 411/59) 65

Âdem dedi nasõl söz söylersin sen,

Şeytan der bilirim ahirini ben

Emanettir sende bu can ile ten

Göçer sabah ere ecel kervanõ (Çatak, 1992, 411/60)

Âdem dedi şimdi netmek gerektir,

Şeytan dedi ilaç etmek gerektir

Ben sana ne dersem tutmak gerektir,

Mamür ola bu gönlümü viranõ (Çatak, 1992, 411/61)

Havva mahzün oldu n’oldu bize vay,

Tez eyle ilecõ aklõm oldu zay

İblis der bu işin ilacõ buğday,

Âdem der ne söyler bu din düşmanõ (Çatak, 1992, 411/62)

Âdem dedi: bize ol Rabb-ül-enam,

Yemem anõ dedi söyledi kelam

Bilki ol hazrete olmalõ izlam,

Havva ben yerim der yoktur ziyanõ (Çatak, 1992, 411/63)

Gâyette severdi Havva’yõ Âdem,

Dedi şimdi senin hatõrõn nedem

Koparõp yediler buğdayõ ol dem,

Gelip melaikler soydu kaftanõ (Çatak, 1992, 412/64)

Allah, ceza olarak Âdem Peygamber ile Havva’yõ çõplak bõraktõ. Yõlan da şeytana uyduğu için bugünkü halini aldõ. Âdem ile Havva birbirinden utandõ, incir yaprağõ ile avret yerlerini örttüler. Allah onlarõ cennetten kovdu. Sõrasõyla Âdem, Havva, şeytan ve yõlan cennetten atõldõlar.

66

Bu kõssa Kur’ân’da şöyle geçer:

Derken, şeytan ayaklarõnõ oradan kaydõrdõ. Onlarõ içinde bulunduklarõ konumdan çõkardõ. Bunun üzerine biz de, “Birbirinize düşman olarak inin. Sizin için yeryüzünde belli bir süre barõnak ve yararlanma vardõr” dedik. (2/36)

“İnin oradan (cennetten) hepiniz. Tarafõmdan size bir yol gösterici (peygamber) gelir de kim ona uyarsa, onlar için herhangi bir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir” dedik. (2/38)

Allah dedi ki: “Orada yaşayacaksõnõz, orada öleceksiniz ve oradan (mahşere) çõkarõlacaksõnõz.” (7/25)

Yukarõdaki kõssa aynõ zamanda 7/24. ve 20/123. âyetlerde de geçmektedir.

Dertli, Hazreti Âdem’in cennetten çõkarõlmasõna buğday tanesinin vesile olduğunu; ama asõl sebebin Havva’ya duyduğu aşk olduğunu şu beyitle dile getirir:

Dâne-i gendüm vesile, terk-i Firdevs kõlmağa

Çünki cennetten çõkarttõ Âdem’i Havva-yõ aşk (Kutlu, 1979, 104/3)

Gevherî, herkesin başõna kötü işler açan bir kişinin varlõğõndan ve Âdem Peygamberin başõna da şeytanõn imkansõz işler açtõğõndan bahseder:

Herkese lâbüd bulunur bir adû-yi bed-fial

Âdem’e iblis musallattõr halâs olmak muhal (Elçin, 1984, 579/4)

Allah’õn emrine uymayan Havva ile Âdem ceza olarak hem cennetten çõkarõlõrlar hem de çõplak bõrakõlõrlar. Üzerlerini incir yapraklarõ ile örterler. Bunu Âşõk Ömer şu dörtlükle anlatõr:

Çõktõğõ cennetten çõplak

Setr için incirden istedi yaprak. 67

Dört damla damladõ incirden mutlak,

Birin penbe-i rayegân eyledi. (Kocatürk, 1963, 151/32)

Âşõk Ömer, Hazreti Âdem ile Havva’nõn yasağõ çiğnemiş olmalarõnõn pişmanlõğõnõ yaşadõğõnõ; ama bu pişmanlõğõn fayda vermediğini, cennetten çõkarõldõklarõnõ belirtir:

Sürüldü cennetten Âdem ü Havva,

Tevbe kapõsõnda Âdem ibtida,

Rahmet kapõsõnda Havva saniya,

Çi faide, zâr ü efgan eyledi. (Kocatürk, 1963, 151/28)

Seyrânî, Âdem Peygamberin Allah’a verdiği sözü tutmayõp yasağõ çiğnediğini ve sonunda şeytanõn nasõl emeline kavuştuğunu söyler:

Hakkõn fermanõnõ Âdem silmeden

Âdem Havva Havva Âdem bilmeden

Anlar birbirine bakõp gülmeden

Haline anlarõn güler var imiş (Öz, 1987, 102)

Cenandan çõktõ fenaya,

Koştu bir gün Havva’ya

Gitti destindeki daye,

Seyr ettiler mahi huru (Çatak, 1992,426/2)

Seyrânî, şeytanõn yõlanõn ağzõna girerek Hazreti Âdem’i nasõl kandõrdõğõnõ, yasak meyveyi yemeleri sonucunda onlarõn nasõl çõplak kaldõklarõnõ şu mõsralarla ifade eder:

Gitti cümle libas tac ile hulle,

Şeytan dedi şimdi ağzõna bile

Eğninde kalmadõ bir libas bile 68

Ne ile setretsin cism-i uryanõ (Çatak, 1992, 412/65)

Merk ile buğdayõ yedirdi şeytan,

Tacõ libas gizler ten uryan olur (Çatak, 1992,433/1)

Âdem Peygamber yaptõğõ hatanõn farkõna varõr, ancak iş işten geçmiştir. Allah’a dualar eder, ağlar, yalvarõr. Âdem’in pişmanlõğõnõ Seyrânî şöyle aktarõr:

Âdem ağlar anda edüp niyazõ

Hakkõn dergahõna erdi avazõ

Bir oldu derdinden kõş ile yazõ

Akõttõ gözünden ab-õ giryani (Çatak, 1992, 412/66)

Âdem dedi hata ettim ne fayda (Çatak, 1992, 413/70)

Yõlanõn şeytanõn oyununa gelmeden önce dört ayaklõ gâyet güzel bir hayvan olduğunu, işlediği hatayõ fark edince yõlanõn Allah’tan nasõl özür dilediğini Seyrânî şu dörtlükle anlatõr:

Yõlan melek idi surette cemel,

Ol hiyanet oldu bi işe emel

Hakka etti bunca yaramaz emel,

Döndü özür diler hain külhani (Çatak, 1992, 412/67)

Yõlanõn özrü kabul edilmez ve Allah tarafõndan cennetten atõlõr, yaptõğõ hainlik yüzünden ayaklarõ alõnan yõlan ömür boyu sürünerek Allah tarafõndan cezalandõrõlõr. Bu kõssayõ Seyrânî dile getirir:

Buyurdu özrü değildir makbul,

Çõk cennetten deyü gösterildi yol

Düştü yer üstüne süründü fuzül,

Endirdiler yere hem ol tuğyanõ (Çatak, 1992, 412/68)

Seyrânî, Hazreti Âdem’in çõplak kalmasõyla edep yerlerini incir yaprağõyla örttüğünü; fakat buna rağmen Allah’tan çok utandõğõnõ, çok ağladõğõnõ söyler: 69

Âdem’e düş oldu bela-yi zincir,

Tuttu edebîne yaprağ-õ incir

Gördü hak Âdem’i ağlar zarincir,

Der benden saklarsõn cism-i uryanõ (Çatak, 1992, 413/69)

Âdem Peygamber ve Havva verdikleri sözü tutmadõklarõ için cennetten kovularak dünyaya gönderildiklerinde çok ağladõklarõnõ Seyrânî şöyle anlatõr:

Cennetten çõktõlar Âdem’le Havva,

Cihan sarayõnda koptu vaveyla (Çatak, 1992,433/2)

Hazreti Âdem yaptõğõ hatadan dolayõ ne kadar özür dilediyse de Allah onu affetmeyerek cennetten çõkarõr. Bunu Seyrânî belirtir:

Âdem der şeytana bir dahi uymam,

Buyruğun tutarõm şeytanõ saymam

Dedi Hak ben seni cennete koymam,

Veremezsen bir dahi tahtõ divanõ (Çatak, 1992, 413/72)

Âşõk Veysel, şeytan yüzünden Hazreti Âdem’in cennetten sürüldüğünü Allah’a hatõrlatõp şeytanõ niçin cezalandõrmadõğõnõ şöyle sorar:

Âdem’i sürdün bakmadõn

Cennette de bõrakmadõn

Şeytanõ niçin yakmadõn

Cehennemin var da senin (Oğuzcan, 1974, 28/8)

Bazõ rivâyetlere göre Hazreti Âdem ile Havva’ya yasak olan meyve değil, fizikî zevklere düşkünlüktür (Erdem, 1994, 39). Âdem-buğday ilişkisi bir başka münasetle söz konusu edilir ve bu ilişkiyle dünyanõn geçiciliği, mal-mülk hõrsõnõn insanõn başõna açtõğõ belalar anõlõr ve nasõl buğday hõrsõ Âdem’in 70

cennetten kovulmasõna sebep olduysa, dünyadaki mal-mülk hõrsõnõn da insanõ öylesine saadetten uzaklaştõrõlacağõna inanõlõrdõ (Tökel, 2000, 288).

Dertli, Havva’nõn Âdem Peygamberi aşkõnõ öne sürerek aldattõğõnõ şöyle anlatõr:

Yetişir Dertli’ye sen eyledin naz

Nedir bu ettiğin behey hilebaz

Âdem aldatõcõ ey baş kumarbaz

Ne oynar ne utar ne utulursun (Boratav- Fõratlõ, 1943, 163/3)

Gevherî, Hazreti Âdem’in cennetteki yasağõ çiğnemesinin ana nedeni olarak Havva’ya olan aşkõnõ görür. Aşkõ için yasağõ çiğneyen Âdem’in başõ belaya girer, cennetten kovulur:

Aşkõn rûzigârõ estikçe serde

Dil gibi mevc urur deryâ olur mu

Âdem’i uğradõr bin dürlü derde

Aşk-õ dilber gibi sevdâ olur mu (Elçin, 1984, 431/1)

Âşõk Ömer, Âdem Peygamberin Havva’ya olan aşkõndan dolayõ aklõnõn başõndan gittiğini, bu aşk yüzünden başkalarõnõn da türlü şekillerde üzüldüğünü şu mõsralarla ifade eder:

Âdem’in aklõnõ târâc eder aşk

Mahabbet bâbõna muhtâc eder aşk

Kimine kendüyü sertâc eder aşk

Kiminin serine zillet yazõlõr (Ergun, 1936, 76/4)

71

Seyrânî, nefsine hakim olamayõp buğdayõ yiyen Hazreti Âdem’in başõna neler geldiğini hatõrlatarak, insanlarõn nefsine hakim olmasõnõ tavsiye eder:

Âdem isen Âdem’in hâlin düşün bir ibret al

Nefsine ârif olursun kalbin ilhâm eylese (Yüksel, 1987, 162/5)

D. Hazreti Âdem’in Dünyaya Gönderilmesi

Hazreti Âdem Serendip dağõna, Havva Cidde’ye, şeytan Bülle’ye ve yõlan İsfehan’a düştü. Âdem işlediği günahtan dolayõ çok pişmandõ ve sürekli ağlõyor, Allah’tan af diliyordu. Ne kadar ağladõğõ hakkõnda çeşitli rivâyetler var: kõrk sene, yüz sene, iki yüz sene, ….(Pala, 1995, 19)

Taberi Tefsiri’ne göre Âdem günah işleyip de cennetten atõlõnca yeryüzünde Mekke’nin bulunduğu yere gelir. Fakat Mekke’de hiç kimsecikler yoktur, gökler de kendisine kapalõ tutulduğu için sõkõlõr ve Allah’a şikayette bulunur. Bunun üzerine Allah, ona beyaz bir yakut gönderir ki, güya daha sonra rengi siyaha dönüşecek olan “Hacer-i Esved”tir. Söylendiğine göre bu taş, önceleri beyaz iken cahiliye devrinin günahlarõ yüzünden kara olmuştur. (Taberî Tarihi, 1989, Cilt 1, 82)

Gevherî, sevgilisinin siyah benlerini hacerü’l-esvede benzetir:

Hacerü’l-esvedtir siyah ben yeri ( Elçin, 1998, 122/1)

Hacerü’l-esvedtir benler ( Elçin, 1998, 529/4)

Karacaoğlan, Hacer-i Esved’in, Kabe’nin bulunduğu mekana Allah tarafõndan gönderildiğini anlatõr:

Kâbe-i Şerifte ol Beytullah’a

Arş âlâdan inen taşõ bildin mi (Öztelli, 1996, 418/3)

72

Havva ile Hazreti Âdem’in şeytana uyunca cennetten dünyaya gönderilmesini, yaptõklarõ hatadan dolayõ ne kadar üzgün olduklarõnõ Âşõk Ömer şöyle dile getirir:

Serendib’e indi Hazreti Âdem

Cidde’ye erişti Havva da o dem.

Kõrk yõl ağladõlar akõttõlar dem,

Biribirlerinden nihan eyledi. (Kocatürk, 1963, 151/29)

Sen seni sanma melil ey dil bütün dünyâ melil

Herkesi bir hâl ile kõlmaktadõr sevdâ melil

Geldiler dünyâya çün Âdem zelil Havvâ melil

İntişâr üzre kaluptur cennet ü havrâ melil (Ergun, 1936, 212/2)

Bâb-õ rahmettir çõkup Havvâ vü Âdem tevbeden

Muntazõr ardõnca kaldõ cennet ü Rõdvan melil (Ergun, 1936, 211/2)

Rabbenâ her işimiz dâim muvâfõktõr sana

Böyle takdîr eylemişsin aklõmõz ermez ana

Recm ile İblîs-i merdud gitti tâvus bir yana

Isõhna düştü yõlân âh u sergerdan melil (Ergun, 1936, 211/3)

Âkõbet İblîs’in uyduk sözüne

Yoldan çõkar kadem basan izine

İndirdiler bizi dünyâ yüzüne

Kûh-i Serendib’e uğradõm geldim (Ergun, 1936, 53/3)

Der ki bu Âşõk Ömer aşkõnda esmâ yaktõlar

Kalblerine yol bulup İblis harâma aktõlar

Beş vücûd âsî olup cennetten ol dem çõktõlar

Cürmünü fehm idüp Âdem oldu mağfûr ibtidâ (Ergun, 1936, 129/5)

73

Seyrânî, Âdem Peygamberin şeytana uymasõ sonucu cennetten kovularak dünyaya gönderildiğini, melekler tarafõndan Serendip dağõna bõrakõldõğõnõ aktarõr:

Semek gibi düştü iblis ağõna,

Hazan olup esti hazan bağõna

Emretti Hak Serendip’in dağõna,

Melekler indirdi ol kemeranõ (Çatak, 1992, 413/71)

Hazreti Âdem ile Havva cennetten atõldõktan sonra dünyada ayrõ yerlere gönderilirler. Bu durum onlarõ daha da üzer. Seyrânî bunu şöyle anlatõr:

Nar-õ aşka yanõp anda piştiler,

Libastan hulleden taçtan geçtiler

Anda birbirinden ayrõ düştüler,

Yaş yerine gözden saçtõlar kanõ (Çatak, 1992, 413/73)

Seyrânî, hem Âdem’in hem Havva’nõn cennetten ayrõldõklarõ niçin nasõl üzgün olduklarõ, geri dönmek istedikleri ancak şeytana uyduklarõ için Kaf dağõna indirildikleri üzerinde durur:

Arz edüp ağlarlar cennet tapusõn,

Cennet-i alanõn inci yapõsõn

Şeytana açtõlar nalet kapõsõn,

Endi Kaf dağõna gezdi yabani (Çatak, 1992, 414/74)

Hazreti Âdem’in dualarõ kabul oldu ve Havva ile Müzdelife’de birleşti. Burada Âdem çiftçilik ve hayvancõlõkla meşgul oldu.

Bu kõssa âyetlerde şöyle geçmektedir:

Derken, Âdem (vahy yoluyla) Rabbinden birtakõm kelimeler aldõ, (onlarla amel edip Rabb’ine yalvardõ. O da) bunun üzerine tövbesini kabul etti. Şüphesiz o, tövbeleri çok kabul edendir, çok bağõşlayandõr. (2/37) 74

Sonra Rabbi onu seçti, tövbesini kabul etti ve ona doğru yolu gösterdi. (20/122)

Hazreti Âdem ve Havva’nõn tövbesi kabul olur ve kavuşurlar, hayvancõlõk yaparlar ve bu hayvanlardan elde edilen ürünlerle giyinirler. Âşõk Ömer bunu şu dörtlüklerle ifade eder:

Ol koyunun yünün eğirdi Havva,

Deriler dokudu Âdem saniya,

Eğnine kõldõlar yozma bir aba,

Giyip vücutlarõn pinhan eyledi. (Kocatürk, 1963, 151/31)

Emr-i Hak oldu anlara mülâkat

Hasret ü firkatten buldular necât

Cibrîl nâzil oldu edüp iltifât

Sõğõr ile koyun ihsân eyledi (Ergun, 1936, 10/3)

Yâdedip ism-i Resûl’ü buldular derde devâ

Hamdülillâh Hak katõnda oldu makbûl ibtidâ

Âkõbet Âşõk Ömer anlar edip cürm ü hatâ

Çõkõcak cennetten âdem kõldõlar âh ü fazâ (Ergun, 1936, 128/5)

Seyrânî, Âdem Peygamberin doğru yoldan ayrõlmasõna rağmen tövbe etmesi sonucu Allah’õn onu affetmesini anlatõr:

Acizi Âdem’in yolundan çõkmõş

Mevlam günahkârõ âzâd etmez mi (Çatak, 1992, 297/3)

Hazreti Âdem ve Havva dünyada ayrõ yerlerde bulunurlar. Âdem Peygamber, Havva’ya kavuşmak için dua eder ve onu arar. En sonunda Arafat’ta kavuşurlar. Seyrânî bunu dile getirir: 75

Cennetten dünyaya Âdem gelince

Aramõş Havva’yõ yârân diyerek

Arafat dağõnda bulup bilince

Sevmiş canõm sana kurban diyerek (Öz, 1987, 103)

Melekler şeytandan baid oldular,

Gel gör Âdem ile Havvâ n’oldular

Üç yüz yõl sonra birbirini buldular,

Erişti onlara lûtf-i Rabbânî (Çatak,1992,414/75)

Allah, Âdem ile Havvâ’yõ dünyaya gönderdikten sonra tövbelerini kabul ederek onlarõ cehennemden uzak kõldõ ve onlarõ dünyanõn beyi olarak kabul etti. Seyrânî bu kõssayõ şöyle aktarõr:

Oldular murada nâil-i merâm

Bir makam içinde kõldõlar ârâm

Hak buyurdu cehim sizlere harâm,

Ettim yer yüzünün mîr-i mîrânõ (Çatak,1992,414/76)

Seyrânî, Hazreti Âdem ile Havva’nõn bin beş yüz sene sonra bin oğullarõ olduğunu ve ardõndan buna inanõlmasõ gerektiğini söyler:

Bunlar anda mesrûr oldular yine,

Dâim meşgul olup Allah emrine

Geçti üzerinden bin beş yüz sene,

Havvâ ana doğurdu bin oğlanõ (Çatak,1992,414/77)

Kõzdan başka doğdu iş bu bin oğlan,

İnanmayup etmeyesin gümanõ (Çatak,1992,414/78)

Âdem’in şeytana inandõğõ için dünyaya gönderildiğini ve dünyada çiftçilik yaptõğõnõ Seyrânî belirtir:

Şeytan tükrüğünden halketti zifti, 76

Âdem de şeytanõn oldu girifti

İndirip zemine koşturdu çifti,

Ekip edip sürmedi mi harmanõ (Çatak,1992,415/1)

Allah, Cebrail’i göndererek değirmen kurdurdu ve Âdem’e un ve ekmek yapmasõnõ öğretti. Seyrânî de Hazreti Âdem’den değirmencilerin başõ diye bahseder:

Âdem haraslarõn piri (Çatak, 1992,426/3)

Değirmen taşõnõn ince ununu

Kepeğinden seçip eler var imiş

Yüz bin sene evvel Âdem donunu

Giyip Havva için yeler var imiş (Öz, 1987, 102)

II. HAZRETİ DÂVUD

Dâvud Peygamber, Allah’õn vahyine mahzar olmuş bir peygamberdir. Dört büyük kitaptan biri olan Zebûr ona inmiştir.

Hazreti Dâvud’un peygamberliği ve Zebûr’un kendisine indirildiği ile ilgili bilgi Kur’ân-õ Kerîm’de şu âyetlerde geçmektedir:

Hem Rabbin göklerde ve yerde kim varsa daha iyi bilir. Andolsun, peygamberlerin bir kõsmõnõ bir kõsmõna üstün kõldõk. Dâvud’a da Zebûr’u verdik. (17/55)

Bu husustan 4/163., 6/84. âyetlerde de bahsedilmektedir:

Hazreti Dâvud’a Zebûr’un verildiğini belirten Âşõk Ömer, Dâvud’un zürriyetinden peygamberlerin geleceğini şöyle anlatõr:

Kõlmõş idi Dâvud’a na’tin Zebûr

Mehdin okur cümle vuhuş ü tuyûr 77

Cennetü firdevs dahi gõlmân ü hûr

Buldu cemâlin ile pür âb ü tâb (Ergun, 1936, 391/4)

Anladõ zürriyyetinden kim ne serverler gele

Nice Dâvud u Süleymân ü Skenderler gele

Cümleden efdal ola dahi mükerrerler gele

Bildi kim bundan ne mürseller ne peygamberler gele (Ergun,1936, 400/3)

Seyrânî, peygamberlerden bahsettiği bir şiirinde Hazreti Dâvud’a da yer verir:

Bir biri ardõndan Lut ile Yahya,

Geldi Zekeriya hem dahi Mûsâ

Anlarõn ardõndan gönderdi Mevla,

Hârûn’u Dâvud’u hem Süleymân’õ (Çatak, 1992,416/87)

Dâvud Peygamber, saltanat ve peygamberliği şahsõnda toplayan ilk peygamberdir. Kur’ân’da bu konu şöyle geçer:

Biz hüküm vermeyi Süleymân’a kavratmõştõk. Zaten her birine hükümranlõk ve ilim vermiştik. Dâvud ile birlikte, Allah’õ tespih etmeleri için dağlarõ ve kuşlarõ onun emrine verdik. Bunlarõ yapan biz idik. (21/79)

Seyrânî, insanõn fani olduğunu anlatmak için Dâvud ve Süleymân Peygamberi anar. Dâvud, peygamberliğine ve saltanatõna rağmen, her canlõ gibi ölümü tatmõştõr:

Düşün Dâvud’un ahkamõn düşün evladõ encamõn

Ne oldu dehre şahlõk saltanat sultan Süleymânlõk (Çatak, 1992,465/7)

78

Hazreti Dâvud çok güzel vaaz ederdi, adaletli, kuvvetli ve doğru hüküm veren bir hükümdardõr. (Öz, 1987, 129)

Dâvud Peygamberin bu özelliği Kur’ân’da geçmektedir:

Biz Dâvud’un mülkünü güçlendirdik, ona hikmet ve hakla batõlõ ayõran söz (hüküm verme) yeteneği verdik. (38/20)

Bu bilgi aynõ zamanda 2/251., 21/78., 38/21-26. âyetlerde de geçmektedir.

Seyrânî, Hazreti Dâvud’un Allah tarafõndan verilmiş hikmetle kesin hüküm verme (faslü’l-hitâb) özelliğinden şöyle bahseder:

Ger bu bilgi şems-i Hakk’tan doğmasaydõ hârice

Tanrõ, Seyrânî demezdi Dâvud’a faslel hitâb (Öz, 1987, 130)

Dâvud Peygamber ve Eflatun’un ortak yönü ikisinin de iyi bir hatip olmasõdõr. Seyrânî’ye göre o kadar iyi hatiplerdir ki, ilave olarak bir şeye ihtiyaçlarõ yoktur:

Eğer böyle zamanda gelse Dâvud ve Eflâtun

Ne haddi eylemek icât kemânõ, sazõ santûru (Öz, 1987, 131)

Yüce Allah, Hazreti Dâvud’a demiri hamur gibi yumuşatõp şekil vererek zõrh yapmayõ öğretti. Böylece devlet hazinesinden para almaz, elinin emeği ile geçinirdi.

Kur’ân’da Dâvud’un demirciliği şu âyette geçmektedir:

Andolsun, Dâvud’a tarafõmõzdan bir lütuf verdik. “Ey dağlar! Kuşlarõn eşliğinde onunla birlikte tesbih edin” dedik ve “(Bütün vücudu örtecek) zõrhlar yap, işçilikte de ölçüyü tuttur diye demiri ona yumuşattõk. “Sâlîh amel işleyin. Çünkü ben sizin yaptõklarõnõzõ görürüm” diye vahyettik. (34/10-11)

Ayrõca 21/80. ve 34/10. âyetlerde bu husus geçer. 79

Dâvud Peygamberin demirciliğine işaret eden Seyrânî, Dâvud’u bilmeyenin sazõn kõymetini bilemeyeceğini söyler:

Dâvud Nebî haddesinden çekildi

Saz çalmayan tel kadrini bilir mi (Yüksel, 1987, 70/4)

Ayrõca Dâvud’un sesi çok güzeldi. Zebûr’u okuyarak tesbihe başladõğõ zaman, onunla birlikte dağlar, taşlar, kuşlar ve bütün mahlukat Allah’õ zikrederdi.

Gür ve kalõn bir sesle Zebûr okumasõyla meşhurdur ki, bugün bile gür ve tok ses için kullandõğõmõz “Dâvudî ses” tabiri buradan gelmektedir. (Peker, 2003, 175)

Kur’ân’da şöyle geçmektedir:

Kendisiyle birlikte tesbih etsinler diye biz, dağlarõ ve toplanõp gelen kuşlarõ Dâvud’un emrine verdik. Onlarõn her biri Allah’a yönelmişlerdi. (38/18,19)

Bu konu aynõ zamanda 34/10-11. ve 21/79. âyetlerde de geçer.

III. HAZRETİ ELYESA’

Hazreti İlyâs, Baal-Bek halkõnõ puta tapmak yerine Allah’a tapmaya davet eder. İnananlar kurtulur, inanmayanlar ise çeşitli şekillerde cezalandõrõlõr. İnanmayanlar sonunda İlyâs’a uyarlar; ama sonra yine azarlar. O zaman İlyâs Peygamber o memleketi terk eder, yerine Elyesa Peygamber geçer. (Pala, 1995, 280)

Kur’ân-õ Kerîm’de onunla ilgili şu ayetler vardõr:

İsmâil’i, Elyasa’õ, Yûnus’u ve Lût’u da hidâyete erdirmiştik. Her birini âlemlere üstün kõlmõştõk. (6/86)

(Ey Muhammed!) İsmâil, el-Yesa’ ve Zülkifl’i de an. Onlarõn her biri iyi kimselerdi. (38/48) 80

Bir rivayete göre İlyas Peygamber memleketini terk edip seyahate çõkar. Bu seyahat sõrasõnda bir köye uğrar ve Benî İsrail’den ihtiyar bir kadõnõn evinde kalõr. Kadõnõn oğlu Elyesa, hastadõr. İlyâs’õn duasõyla şifa bulan Elyesa, İlyâs’a iman eder ve onun vefatõndan sonra İsrailoğullarõ’na peygamber olarak gönderilir. Onlarõn õslahõ için çalõşõr; ama bu gayretleri bir netice vermez. Allah da bu söz dinlemez kavmin üzerine Asurlularõ musallat eder. (Ateş, 1993, 555-556)

Seyrânî, peygamberleri anlattõğõ şiirinde Hazreti Elyesa’yõ şöyle anar:

Geldi Eyyûb, İlyâs anlarõ sen bil,

Yunus’u balõğa yutturdu Celil

İsâ’dan Elyasa sonra Zülkefil,

Zülkarneyn, Üzeyir dahi Lokmân’õ (Çatak, 1992, 416/88)

IV. HAZRETİ EYYÛB

Eyyûb Peygamber, sabõr timsali olan peygamberdir. Allah insanlara sabõr örneği olsun diye Hazreti Eyyûb’u yaratmõştõr. Edebiyatta sabõr ve sabõrlõk dolayõsõyla çok anõlõr. (Pala, 1995, 174)

Eyyûb’un peygamber olduğu Kur’ân’da şu şekilde geçer:

Biz ona İshak’õ ve Ya’kûb’u armağan ettik. Hepsini hidâyete erdirdik. Daha önce Nûh’u da hidâyete erdirmiştik. Zürriyetinden Dâvud’u, Süleymân’õ, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yõ ve Hârûn’u da. İyilik yapanlarõ işte böyle mükafatlandõrõrõz. (6/84)

Bu bilgi 4/163. âyette de geçmektedir.

Seyrânî, Eyyûb Peygamberi diğer peygamberlerle şöyle anar:

Geldi Eyyûb, İlyâs anlarõ sen bil,

Yunus’u balõğa yutturdu Celil

İsâ’dan Elyasa sonra Zülkefil, 81

Zülkarneyn, Üzeyir dahi Lokmân’õ (Çatak, 1992,416/88)

Allah Eyyûb’a çok mal verdi. Eyyûb da bunlara karşõlõk ibadet ederdi. Şeytan kõskanarak “Eyyûb’un malõ çoktur, ondan ibadet eder. Mallarõna musallat olayõm, o zaman sana küfredecektir.” der. Allah da ona izin verir.

Şeytan izin üzerine sõrasõyla önce mallarõnõn, sonra çocuklarõnõn helak olmasõna sebep oldu. Eyyûb bunlara sabretti.

Bir gün Eyyûb secdede iken şeytan onun ağzõna üfledi. Başõndan, gözlerinden, dilinden ve yüreğinden başka sağ yeri kalmadõ. Tüm vücudu şişti ve hasta oldu. Yine sabretti.

En sonunda Eyyûb’un eşiyle uğraştõ. Onu kocasõnõn hizmetinden ayõrmak istedi ama başaramadõ.

Bir gün Eyyûb Peygambere iman etmiş olan üç kişi ona ziyerete geldi. Aralarõnda “Eyyûb bu kadar derde uğradõ, Allah’tan hiç yardõm bulmadõ. Allah bundan vazgeçmiştir.” diye konuştular. Eyyûb bunu duyunca çok üzüldü ve Allah’a dua etti. Allah “Ayağõnõ yere vur. İki su çõkacak. Biri ile yõkan, birini iç.” dedi. Eyyûb tüm dertlerinden kurtuldu. Ayrõca kaybettiği zenginliğine ve ailesine de kavuştu. (Levend, 1984, 116)

Eyyûb’un derde yakalanõp, dertten kurtulmasõ Kur’ân’da şöyle geçmektedir:

(Ey Muhammed!) Kulumuz Eyyûb’u da an. Hani o, Rabbine, “Şeytan bana bir yorgunluk ve azap dokundurdu” diye seslenmişti.Biz de ona, “Ayağõnõ yere vur! İşte yõkanacak ve içecek soğuk bir su” dedik. Biz ona tarafõmõzdan bir rahmet ve akõl sahiplerine bir öğüt olmak üzere ailesini ve onlarla birlikte bir o kadarõnõ bahşettik. Şöyle dedik: “Eline bir demet sap al ve onunla vur, yeminini bozma.” Gerçekten biz Eyyûb’u sabreden bir kimse olarak bulduk. O ne güzel bir kuldu! O, Allah’a çok yönelen bir kimse idi. (38/41-44)

Bu husutaki bilgiler 21/83-84. âyetlerde de geçmektedir

82

Erzurumlu Emrah, Eyyûb gibi sabreden kişinin murada ereceğini belirterek insanlara sabõrlõ olmayõ tavsiye eder:

Vücûdun mülküne sultân olursun

Seyredersen Eyyûb misâli derde (Güney-Güney, 1968, 43/1)

Gevherî, Hazreti Eyyûb’u hep sabõrlõ oluşu ile anar ve sevgilinin cefasõ karşõsõnda Eyyûb’u örnek alõr. Fakat tüm bu sabrõna rağmen sevgili ona sabrõnõn karşõlõğõnõ vermez:

Rahmõn yok mu aslâ bu ben gedâna

Dağlar doymaz senin böyle edâna

Eyyûb kadar sabr eyledim cefâna

Dahi gelmez misin insâfa cânõm (Elçin, 1984, 186/4)

Sevgiliye duyulan hasretten dolayõ çok perişan olduğunu belirten Gevherî, bu ayrõlõk karşõsõnda Hazreti Eyyûb sabrõ göstermek gerektiğini ifade eder:

Kalbim evi döndü berk-i hazâna

Hûn-i dil yürüdü çeşm-i giryâna

Sabr-õ Eyyûb gerek böyle hicrâna

Yârimi görmedim üç gündür bu gün (Elçin, 1984, 293/3)

Gevherî’ye göre dünya kurulalõ hiçbir âşõk sevgilisinden vefa görmemiştir. Sevgilinin vefasõzlõğõna katlanabilmesi için aşõğõn Hazreti Eyyûb gibi sabõrlõ olmasõ gerekir:

Gevherî olalõ bu âlem ister

Dilberin vefâsõn kim gördü göster

Sabr-õ Eyyûb ile ömr-i Nûh ister

Bî-vefâ arzusu tûl-i emeldir (Elçin, 1984, 356/5)

Şol gedâ kim mihr yâb olmak ile memduh ola 83

Nakd-i vakti sabr-õ Eyyûb dahi ömrü Nûh ola (Elçin, 1984, 596/3)

Gevherî, aşk yüzünden sürekli gözünden kan döktüğünü, acõ çektiğini anlatõr. Üzüntüsünün tenine ilaç olacağõna, Eyyûb gibi, inanõr:

Olalõ aşk ile mahrem

Müdam kan dökmede Dîdem

Eyyûb gibi...... gam

Gõdasõdõr tenim şimdi (Elçin, 1984, 483/2)

Âşõk Ömer, sevdiğinin hasretinden, Eyyûb Peygamber gibi, inlediğini şöyle dile getirir:

Hicr ile Eyyûb’u nâlân eyleyip (Ergun, 1936, 24/2)

Âşõk Ömer, Eyyûb Peygamber onun kalbindeki aşk yarasõnõ bilseydi Eyyûb’un ona merhamet edeceğini ifade eder:

Bilse sînem yâresin Eyyûb ederdi merhamet (Ergun, 1936, 186/3)

Âşõk Ömer, sevgilinin aşkõndan Mecnun gibi dünyayõ gezdiğini ve sevgilinin derdinden de, Hazreti Eyyûb gibi, üzüntü ile ağladõğõnõ söyler:

Gezerim aşkõnla cânâ âlemi meczub misâl

Derdin ile mihnet içre ağlarõm Eyyûb mİsâl (Ergun, 1936, 205/3)

Bilmezem kendimi asla gezerim Mecnun misâl

Bir devâsõz derde düştüm ağlarõm Eyyûb misâl (Ergun, 1936, 137/3)

Sevgiliye kavuşmak için tek çarenin Eyyûb sabrõ ile beklemek olduğunu Âşõk Ömer şöyle anlatõr:

Vasl-õ yâr olmak dilersen sabr-õ Eyyûb ömr-i Nûh (Ergun, 1936, 178/2)

Sabr-õ Eyyûb ile îd-i visâle

Adedip ol perî dedi yâ nasîb

Ey gönül düşme sen böyle hayâle 84

Bize ol demlerden ölüm an karîb (Ergun, 1936, 28/1)

Vücûdun şehrine sultân olursun

Sabredersen Eyyûb misâli derde (Ergun, 1936, 32/1)

Seyrânî kendi derdi ile Hazreti Eyyûb’un derdini karşõlaştõrõr ve kendi derdini daha büyük bulur:

Eyyûb’un derdi dert midir

Ben ondan besbeter çektim (Öztelli, 1953, 14/3)

Dert yüzünden Eyyûb’a döndüğünü ve bu derde katlandõğõnõ Seyrânî şöyle ifade eder:

Derdiyle döndüm Eyyûb’e

Yaramõ bağlar, gezerim. (Öztelli, 1953, 28/2)

Seyrânî, Eyyûb Peygamberin derdinin büyüklüğünden ve bu kõssanõn Kur’ân’da geçtiğinden bahseder:

Oku var sûre-i Nun ve’l-kâlem’den

Hazreti Eyyûb’e derd ü elemden (Çatak, 1992, 157/3)

Seyrânî, Eyyûb’un ömrünün acõ ve sabõr ile geçtiğini aşağõdaki gibi dile getirir:

Sabr ile Eyyûb geçirdi ömrünü matem ile (Çatak, 1992, 380/3)

Başka bir rivâyete göre ise şeytanõn üfürüğü ile Hazreti Eyyûb’un tüm vücuduna kurt düşer. Yere düşen kurtlarõ toplayõp vücuduna koyacak ve halinden hiç şikâyetçi olmayacak kadar sabõrlõdõr. Ancak kurtlar yüreğine ve diline doğru ilerleyince, Allah’õ zikretmesine engel olmasõn diye Allah’a dua eder. Allah yerden su çõkartarak o su ile sağlõğõna kavuşturur.

85

Şeytan, Eyyûb’un secdede iken burun deliklerinden üfürür ve bu yüzden vücudunda yaralar ortaya çõkar, her tarafõna kurtlar üşüşür. Allah’õn emriyle yõkandõktan sonra kurtlarõn ipek böceği ve bal arõsõ olduğunu (İslâm Ansiklopedisi, 1964, 4. cilt, 423) Karacaoğlan anlatõr:

Eyyûb’un teninde iki kurt kalmõş

Biri sar’ibrişim, biri baldadõr (Öztelli, 1996, 392/1)

Âşõk Ömer de Eyyûb Peygamberin kurtlarõnõn bal arõsõna dönüştüğünü belirtir:

Cihanda bal için zâr oldu arõ

Eyyûb kurdlarõndan aslõ ibtidâ (Ergun, 1936, 7/4)

Âşõk Ömer, Eyyûb’un belli bir zaman kurtlar tarafõndan yendiğini şöyle ifade eder:

Eyyûb’u kurtlar yediler buldu ol mõkdârõnõ (Ergun, 1936, 321/3)

Yedirüp kurtlara cism-i hazreti Eyyûb’unu (Ergun, 1936, 164/3)

Seyrânî de Eyyûb’un vücuna Allah’õn emriyle kurtlarõn düştüğünü ve Eyyûb’u yediğini söyler:

Eyyûb’un cismini yiyen kurtlarõn

Emr-i Hak’la onlar bil ehl-i mezâk (Çatak, 1992, 157/2)

V. HAZRETİ HÂRÛN

İslâm’a göre Hazreti Muhammed ve Hazreti İsâ’dan sonra en büyük peygamber olan Mûsâ’ya peygamberlik görevini yerine getirmede kardeşi Hârûn Peygamber, ona yardõmcõ olarak gönderilmiştir.

Kur’ân’da şu şekilde geçer:

Andolsun, Biz, Mûsâ’ya Kitab’õ (Tevrat’õ) verdik ve kardeşi Hârûn’u da ona yardõmcõ kõldõk. (25/35) 86

Hazreti Mûsâ Tûr dağõna çõkõnca kavmin başõna geçici olarak Hârûn Peygamber geçer.

Bu bilgi Kur’ân’da şöyle geçer:

Mûsâ kardeşi Hârûn’a, “Kavmim arasõnda benim yerime geç ve yapõcõ ol. Sakõn bozguncularõn yoluna uyma” dedi. (7/142)

Kardeşi Hârûn ile birlikte Firavun’a gönderilen Mûsâ, Firavun’a peygamberliğini kanõtlamak için birtakõm mucizeler gösterir. Mûsâ asasõnõ ejderhaya dönüştürür.

Seyrânî, Hârûn Peygamberin herhangi bir özelliğinden bahsetmeksizin adõnõ diğer peygamberlerle anar:

Bir biri ardõndan Lut ile Yahya,

Geldi Zekeriya hem dahi Mûsâ

Anlarõn ardõndan Gönderdi Mevla,

Hârûn’u Dâvud’u hem Süleymân’õ (Çatak, 1992,416/87)

VI. HAZRETİ HÛD

Hazreti Hûd, Ad kavmine Nûh tufanõndan sonra gönderilen peygamberdir. Âd kavmini Allah’a ibadet etmeye çağõrõr. Medenî unsurlar bakõmõndan hayli gelişmiş olan Âd kavmi Hûd’u peygamber olarak tanõmaz. Kendisinden mucize isterler. Mucizelerden sonra da inanmayõnca yedi sekiz gece süren bir kasõrga ile helak edilirler. Hûd Peygamber ise kendine inananlarla birlikte kavminden ayrõlõr. Yüz elli sene yaşadõğõ rivayet edilmektedir. (TDEA, cilt 4, 258)

Hûd’un peygamber olduğu âyetlerde geçmektedir:

Âd kavmine de kardeşleri Hûd’u peygamber olarak gönderdik. Onlara, “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin için ondan başka hiçbir ilah yoktur. Allah’a karşõ gelmekten sakõnmaz mõsõnõz?” dedi. (7/65) 87

Bu husus aynõ zamanda 26/123-126. âyetlerde de geçer.

Seyrânî, peygamberlerden bahsettiği bir şiirinde “Beşinci peygamber değil midir Hûd (Çatak, 1992, 415/81)” diyerek onun beşinci peygamber oluğunu ifade eder.

İrem Bağõ

Rivayete göre Yemen’deki Âd kavmi hükümdarlarõndan Şeddâd, cenneti takliden şehir ve bahçeler yaptõrma hevesine düşer. Ülkedeki tüm altõn, gümüş, yakut, elmas, inci, misk ve anberi toplatarak büyük bir saray, üç yüz bin köşk, altõndan ağaçlar, vadiler, õrmaklar yaptõrõr. Hûd Peygambere itaat etmediği ve cenneti taklide kalktõğõ için yaptõrdõğõ şehri görmeye gelirken Şeddâd, Allah tarafõndan helak edilir, yaptõrdõğõ şehir ve İrem Bağlarõ kumlara gömülür. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 7, 404)

Bu olay, bir ayette şöyle geçer:

Görmedin mi, Rabbin ne yaptõ Âd kavmine? Direkleri (yüksek binalarõ) olan, İrem şehrine? Ki ülkeler içinde onun benzeri yaratõlmamõştõ. (39/6-8)

Âşõk Ömer, Şeddâd’õ ve İrem Bağõ kõssasõnõ şöyle anlatõr:

Cenneti düzdü cihâna âsi Şeddâd-õ sanem

Hak kelâmõnda buyurmuştur ana bağ-õ İrem

Görmeden dahi yüzün kahroldu hasretle o dem

Dîdeden sõrretti anõ yüce Settâr ol zaman (Ergun, 1936, 256/1)

Edebiyatõmõzda İrem Bağõ genellikle cennet bahçesi olarak algõlanmõştõr. Sevgili ya orada yaşamaktadõr ya da oradan gelmedir. Bazen de sevgilinin güzelliğinin İrem Bağõ’na benzetildiği görülür:

Erzurumlu Emrah:

Ebü’l beşer bağ-õ İrem’de iken (Karadağ, 1996, 99/24) 88

Gülşen-i bağ-õ İrem’den gelmişem bir bülbülem

Miskînden ayrõ düşmüş murg vah vah dediler (Karadağ, 1996, 407/4)

Sanma zâhid kim bizi mülk-i İrem’den gelmişüz

Biz hezerân gülşen ü bâğ-õ İrem’den gelmişüz (Karadağ, 1996, 428/1)

Ey bize müştak olan cânum safâ hoş geldinüz

Gonce-i bâğ-õ İrem nahl-i vefâ hoş geldinüz (Karadağ, 1996, 438/1)

Sînesi Bağ-õ İrem hem gonca-femsin nâzenin (Göksel, 1970, 127/25)

Gevheri:

Ruhsarõ hurşidin tab ü feridir

Ya melek ya huri yahut peridir

Bağ-õ İrem’den çõkmõş bir huridir

Gonce gül bir elde sünbül bir elde (Elçin, 1998, 42/1)

Bu bağ-õ İrem’de açõlan güldür

Dişleri dür dane lebleri müldür (Elçin, 1998, 313/4)

Cemalin gülşeni bir bağ-õ İrem

Hak eylemiş sana her halde kerem (Elçin, 1998, 345/3)

Rehgüzârõn olsa cânâ tan’mõdõr bâğ-õ İrem (Elçin, 1998, 560/3)

Âşõk Ömer:

Ey kaşõ tuğrâ saçõ sünbül ruhi bağ-õ İrem (Ergun, 1936, 281/1)

Ey yüzü bağ-õ İrem kaddi çõnârõm kandesin (Ergun, 1936, 283/3)

Seni bağ-õ İrem’den mi kaçõrmõş (Köprülü, 1962, 553/1)

89

Bayburtlu Zihnî:

Şehâ sen hüsnüne Bâğ-õ İrem’dir de ne dersen de

Dehânõn gülşen içre gonce-femdir de ne dersen de (Sakaoğlu, 1988, 156/1)

VII. HAZRETİ İBRÂHÎM

İbrâhîm Peygamber “Halîlullâh” sõfatõyla anõlõr. Putperestler arasõnda büyümesine karşõn hiç puta tapmayan, putlarõ kõran, Kâbe’yi inşa eden ve Allah yolunda oğlunu kurban etmekten çekinmeyen bir peygamberdir. (Levend, 1984, 110)

İbrâhîm’in peygamberliği âyetlerde şöyle geçer:

Kitapta İbrâhîm’i de an. Gerçekten o, son derece dürüst bir kimse, bir peygamber idi. (19/41)

Kur’ân’da İbrâhîm’in peygamberliği şu âyetlerde de bildirilmektedir: 3/33-34, 3/84, 4/163,19/58, 29/16, ve 57/26.

Âşõk Ömer, dünyanõn fani olduğunu ve Allah’õn sevgili kulu olan peygamberlerin bile öldüğünü şöyle anlatõr:

Kani Halîlullâh, Sõddõk-õ ekber

Bunda gelen gider bir cân eğlenmez (Köprülü, 1962, 305/7)

Seyrânî, yedinci peygamberin İbrâhîm olduğunu söyler:

Yedinci İbrâhîm yandõrmadõ od,

Teninden halk etti Hûda gülşanõ (Çatak, 1992, 415/81)

Seyrânî, İbrâhîm Peygamber’i Halîlullâh diye anar:

Sonra Halîlullâh geldi, 90

Beyt-i Şerif bani(si) oldu

Yapõcõlar pirin buldu,

Asla etmezdi gururu (Çatak, 1992,426/4)

Sümmânî ise İbrâhîm Peygamberin, diğer peygamberlerde olduğu gibi, dine delil olduğunu bildirir:

Âdem Safiyullah Nûh ile Halil

Mûsâ ile İsâ hak dinine delil (Yener, 1973, 177/2)

A. Hazreti İbrâhîm’in Ateşe Atõlmasõ

Hazreti İbrâhîm, daha çocukken, babasõnõn ve kabîlesinin putlarõna inanmamaktadõr. Bunu da herkese her fõrsatta söylemektedir.

Bu husus Kur’ân’da şöyle geçer:

Hani İbrâhîm babasõna ve kavmine şöyle demişti: “Şüphesiz ben sizin taptõklarõnõzdan uzağõm.” (43/26)

Bir gün İbrâhîm Peygamber, herkes kent dõşõnda iken putlarõn bulunduğu mekana gider ve eline aldõğõ baltayla, en büyüğü hariç, hepsini kõrar. Sonra baltayõ en büyük putun boynuna asar. Halk bunu görünce bu işin kim tarafõndan yapõldõğõnõ sorar. Hazreti İbrâhîm baltayõ göstererek büyük putun yaptõğõnõ söyler. Onlar da putun bunu yapamayacağõnõ söylerler. İbrâhîm de onlarõ onaylayarak, onlarõ doğru yola davet eder. Halk kabul etmez.( Büyük Türk Klasikleri, cilt 4, 430)

Bu husus Kur’ân’da şöyle geçer:

Andolsun, daha önce de İbrâhîm’e doğruyu yanlõştan ayõrma yeteneğini verdik. Biz zaten onu biliyorduk. Hani o babasõna ve kavmine, “Ne bu tapõnõp durduğunuz heykeller?” demişti. "Babalarõmõzõ bunlara ibadet ediyor bulduk” dediler. “Bize gerçeği mi getirdin, yoksa sen bizimle eğleniyor musun?” dediler. İbrâhîm dedi ki: “Hayõr! Rabbiniz göklerin ve yerin Rabbidir. O bunlarõ yaratandõr ve ben de buna şahitlik edenlerdenim.” Allah’a yemin ederim ki, siz 91

arkanõzõ dönüp gittikten sonra ben putlarõnõza muhakkak bir tuzak kuracağõm. Derken (İbrâhîm) belki kendisine başvururlar diye içlerinden bir büyüğü bõrakarak onlarõ (putlarõ) paramparça etti. Onlar, “Kim yaptõ bunu tanrõlarõmõza! Muhakkak o zalimlerden biridir” dediler. (İçlerinden bazõlarõ), “İbrâhîm denilen bir gencin onlarõ diline doladõğõnõ duyduk” dediler. (Bir kõsmõ da) “O halde haydi, onu insanlarõn gözü önüne getirin. Belki (bu konuda) şahitlik ederler” dediler. (İbrâhîm gelince) “Sen mi yaptõn bunu ilahlarõmõza ey İbrâhîm” dediler. Dedi ki, “Hayõr! Bunu şu büyükleri yapmõştõr. Konuşabiliyorlarsa onlara sorun, bakalõm!” Bunun üzerine birbirlerine dönüp, “Hiç şüphesiz asõl zalimler sizsiniz siz” dediler. Sonra eski inanç ve inatlarõna döndüler ve, “Andolsun bunlarõn konuşmayacağõnõ sen de bilirsin” dediler. İbrâhîm şöyle dedi: “Öyle ise siz, (hâlâ) Allah’õ bõrakõp da, size hiçbir fayda, hiçbir zarar veremeyecek şeylere mi tapacaksõnõz?” “Yazõklar olsun, size de; Allah’õ bõrakõp tapmakta olduklarõnõza da! Hâlâ aklõnõzõ başõnõza almayacak mõsõnõz?” (İçlerinden bazõlarõ), “Eğer (bir şey) yapacaksanõz, onu yakõn da ilahlarõnõza yardõm edin” dediler. (21/51-69)

Bu bilgiler aynõ zamanda 37/85-96. âyetlerde de vardõr.

Tüm bu olaylarõ duyan Nemrut çok sinirlenir ve onu ateşte yakarak öldürmeye karar verir.

Bu husus Kur’ân’da şu âyette geçer:

Onun için bir bina yapõn ve derhal onu ateşe atõn! dediler. (37/97)

Nemrut büyük bir ateş hazõrlatõr. Ayrõca büyük bir mancõnõk da yaptõrõr. Hazreti İbrâhîm’i mancõnõğa koydurarak ateşe attõrõr.

İbrâhîm, tam ateşe düşmek üzereyken Cebrail onu havada tutar ve ona bir dileğinin olup olmadõğõnõ sorar. İbrâhîm Peygamber de ondan bir dileğinin olamayacağõnõ, sadece Allah’tan dilek dileyeceğini söyler. Bu cevap Allah’õn çok hoşuna gider ve ona “Halîlullâh” sõfatõnõ verir, onu kendine dost edinir.

Bu husus Kur’ân’da şu şekilde geçer:

Kimin dini, iyilik yaparak kendini Allah’a teslim eden ve hakka yönelen İbrâhîm’in dinine tabi olan kimsenin dininden daha güzeldir? Allah İbrâhîm’i dost edindi. (4/125) 92

2/130. âyette de bu bilgi vardõr.

Allah tarafõndan İbrâhîm’in içine düştüğü ateş, gül bahçesine döner. Böylelikle İbrâhîm yanmaktan kurtulmuştur. Bu kõssa Kur’ân-õ Kerîm’de şöyle geçer:

“Ey ateş! İbrâhîm’e karşõ serin ve esenlik ol” dedik. (21/69)

Hazreti İbrâhîm’in ateşe atõlõnca Allah’õn yardõmõyla ateşin gül bahçesine döndüğünü Dertli anlatõr:

Cem olup ağyâr, nâra atsa İbrâhîm gibi

Himmet-i Mevlâ olunca, âteşi gül-zâr eder (Kutlu, 1979, 128/4)

Allah’õn gücünün her şeye yettiğini, İbrâhîm Peygamber için hazõrlanan ateşin Allah’õn izni ile nasõl gül bahçesine döndüğünü Dertli dile getirir:

Ateşe “gül ol” dese, ateş gülistanlõk eder (Kutlu, 1988, 89/5)

Erzurumlu Emrah, İbrâhîm’in Allah tarafõndan yanmaktan nasõl korunduğunu ve Allah’õn dostu olduğunu söyler:

Mukaddere Halîl olur mu tedbir

Elbette fesheder tebdiri takdir (Karadağ, 1996, 98/19)

Nemrut’un hazõrlatmõş olduğu büyük ateşte Hazreti İbrâhîm’i yanmaktan koruyan Allah’tan Âşõk Ömer yardõm ister. Çünkü kendisi de ayrõlõk ateşinin içine düşmüştür, artõk sabrõ kalmamõştõr:

Nâr-õ hicrân içre düştüm kalmadõ sabr ü ârâm

Rûz ü şeb yanmaktayõm işim tamam oldu tamâm

Âteş-i Nemrûd’a cism-i pâkini idüp harâm

Ey Halîl İbrâhim’e dâd eyleyen Mevlâ meded (Elçin, 1999, 72/2) 93

Âşõk Ömer de İbrâhîm’in atõldõğõ ateşin Allah tarafõndan gül bahçesine döndürüldüğünü de şöyle belirtir:

Hazreti İbrâhim'e gör âteşi gülzâr eden (Ergun, 1936, 214/3)

Nemrut o kadar büyük bir ateş hazõrlatõr ki, İbrâhîm’i ancak mancõnõkla ateşe atabilirler. Allah’õn ateşi gül bahçesine çevirerek onun nasõl yanmaktan kurtardõğõnõ yine Âşõk Ömer dile getirir:

Dinle dâ’vâyõ ulular heybetin Nemrûd’den

Sanma anõn yanõna kaldõ bu işler cümleten

Mancõnõkla attõlar kurtardõ Hak sağ u esen

Gülşen oldu Hazreti İbrâhim’e nâr ol zaman (Ergun, 1936, 255/2)

Yedinci peygamberin İbrâhîm Peygamber olduğunu söyleyen Seyrânî, ateşin gül bahçesine döndüğünü de hatõrlatõr:

Yedinci İbrâhîm yandõrmadõ od,

Teninden halk etti Hûda gülşanõ (Çatak, 1992, 415/81)

Seyrânî, Hazreti İbrâhîm’in ateşe mancõnõkla atõldõğõnõ ifade eder:

İbrâhîm’i nâra atdõ mancõnõk (Yüksel, 1987, 39/3)

Nemrut’un ateşinin içine atõlan İbrâhîm’in kendisini gül bahçesinde buluşunu Seyrânî şöyle anlatõr:

Atõlõp Seyrânî İbrâhim Halîlullâh gibi

Nâr-õ Nemrûd’a düşüp gülşeni bulmakdõr hüner (Yüksel, 1987, 157/4)

İmtihançün nâre Halîl yârõnõ

Attõn göstermeğe bu esrârõnõ

Ateş-i Nemrûd’a fakrõn nârõnõ

Müraccak görmeğe liyakatõm yok (Öz,1987, 112/3)

Gönül vücudunda gül almõş hârõ 94

Dilinde bülbülün artmõştõr zârõ

Nemrûd İbrâhîm’i yaktõğõ nârõ

Yakmadõ bülbüle gülşen diyerek (Öz,1987, 112/4)

Bayburtlu Zihnî ise kendisini İbrâhîm Peygambere benzeterek ateşe mancõnõkla atõldõğõnõ; fakat kendisinin aşk ateşinde yandõğõnõ söyler:

Aşkõn âteşine yandõm yakõldõm

Halîl gibi mancõnõktan atõldõm (Sakaoğlu, 1988, 102/3)

B. Kurban Olayõ

İbrâhîm Peygamberin ilk karõsõndan çocuğu olmamõştõr. Bunun üzerine ikinci evliliğini yapar. Bu eşinden de uzun süre çocuğu olmayõnca Allah’a çocuğu olmasõ için dua eder.

Bir başka rivâyete göre İbrâhîm çok misafirperverdir. Evi yol önündedir ve yoldan geçen herkese yedirir, içirir. Bu yüzden ünvanõ “Ebul Edyâf” yani misafirler babasõdõr (Öz, 1987,110). Hatta halk arasõnda yemekten sonra “Halil İbrâhîm bereketi olsun!” denmesi bu sebeptendir. Öyle ki, misafir olmadan sofraya oturmazmõş. Bir gün yine misafir gelir ve bu misafirler aslõnda meleklerdir. Onlar İbrâhîm’e bir oğul müjdesi verir. O da bunun için dua eder.

Duasõnda eğer bir çocuğu olursa onu Allah’a kurban edeceğini dile getirir. Bu duadan belli bir süre sonra oğlu İsmâil dünyaya gelir. (İslâm Ansiklopesi, MEB, Cilt 5, 1075)

Kur’ân’da Hazreti İbrâhîm ile karõsõnõn çok ileri yaşta çocuk sahibi olmalarõ, Allah’õn bir mucizesi olarak anlatõlõr:

Andolsun, elçilerimiz (melekler), İbrâhîm’e müjde getirip “Selâm sana!” dediler. O, “Size de selâm” dedi ve kõzartõlmõş bir buzağõ getirmekte gecikmedi. Ellerini yemeğe uzatmadõklarõnõ görünce, onlarõ yadõrgadõ ve onlardan dolayõ içinde bir korku duydu. Dediler ki: “Korkma, çünkü biz Lût kavmine gönderildik.” İbrâhîm’in karõsõ ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da 95

İshak’õ müjdeledik; İshak’õn arkasõndan da Yakûb’u. Karõsõ, “Vay başõma gelenler! Ben bir kocakarõ ve bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağõm? Gerçekten bu çok şaşõlacak bir şey!” dedi. Melekler, “Allah’õn emrine mi şaşõyorsun? Allah’õn rahmeti ve bereketi size olsun ey (peygamber ocağõnõn) ev halkõ! Şüphesiz O övülmeye layõktõr, şanõ yücedir.” dediler. (11/69- 73)

Bu husustaki bilgiler aynõ zamanda 37/99-101., 51/25-30. âyetlerde de geçer.

Allah’a vermiş olduğu sözü tutmadõğõ için huzursuz olan İbrâhîm, tüm olan biteni oğlu ile paylaşõr. Oğlu İsmâil Allah’a verilmiş olan sözün tutulmasõ gerektiğini belirterek kurban olmaya razõ olur. Fakat bõçak kesmez ve Allah onlara kurbanlõk bir koç gönderir. İbrâhîm Peygamber de koçu kurban eder.

Kur’ân-õ Kerîm’de bu husus geçmektedir:

Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrâhîm ona, “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladõğõmõ gördüm. Düşün bakalõm, ne dersin?” dedi. O da, “Babacõğõm, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksõn” dedi. Nihâyet her ikisi de (Allah’õn emrine) boyun eğip, İbrâhîm de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatõrõnca ona, şöyle seslendik: “Ey İbrâhîm!” “Gördüğün rüyanõn hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanlarõ böyle mükafatlandõrõrõz.” “Şüphesiz bu apaçõk bir imtihandõr.” Biz, (İbrâhîm’e) büyük bir kurbanlõk vererek onu (İsmâil’i) kurtardõk. (37/102-207)

Âşõk Ömer, Hazreti İbrâhîm’in Allah’a verdiği söz üzerine oğlunu kurban etmeye teşebbüsünü ve Allah’õn İsmâil yerine koçu kurban olarak göndermesini anlatõr:

Hak içün kurbân edendir İbrâhîm evlâdõnõ

İsmâile koç koyun ihzâr eden Perverdigâr (Ergun, 1936, 321/3)

Seyrânî de Hazreti İbrahim’in oğlunu kurban etme sözünü tutmasõ üzerine Allah’õn onun evladõ yerine kurbanlõk gönderdiğini ifade eder: 96

Halil evlâdiyçun verdin kurbanõ (Yüksel, 1986-b, 10/6)

C. Hazreti İbrâhîm’in Kâbe’yi İnşa Etmesi

Hazreti İbrâhîm, babasõna putlara tapmanõn saçma olduğunu, bu yanlõş yolu terk ederek doğru yolu bulmasõnõ söyler. Babasõ ona öfkelenerek, ona zarar vermemek için, onu uzak diyarlara gitmesini öğütler. İbrâhîm de oğlu İsmâil’i yanõna alarak Mekke’ye gider.

Bu husus bazõ âyetlerde geçmektedir:

Hani İbrâhîm babasõ Âzer’e, “Sen putlarõ ilah mõ ediniyorsun? Şüphesiz, ben seni de, kavmini de apaçõk bir sapõklõk içinde görüyorum” demişti. İşte böylece İbrâhîm’e göklerdeki ve yerdeki hükümranlõğõ ve nizamõ gösteriyorduk ki kesin ilme erenlerden olsun. (6/74-75)

Babasõ, “Ey İbrâhîm! Sen benim ilahlarõmdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, mutlaka seni taşa tutarõm. Uzun bir süre benden uzaklaş!” dedi. (19/46)

60/4. ve 9/114. âyetler de de bu bilgiler yer alõr.

Bazõ rivâyetlere göre ise İbrâhîm Peygamberin ilk karõsõ, ikinci karõsõnõ kõskanõnca İbrâhîm eşlerini ayõrmaya karar verir. Hacer ve İsmâil ile Mekke’ye gider.

Mekke’ye varõnca Allah’õn emriyle gösterilen yere Allah’õn evi, yani Kâbe, İbrâhîm ve oğlu İsmâil tarafõndan yapõlõr. Aslõnda Kâbe daha önceden vardõ, ama Nûh’un tufanõnda dördüncü kat göğe çekilmiş ve yeri boş kalmõştõ (Levend, 1984, 111). Kâbe yapõldõktan sonra hac edilmesi emrolunur.

Kur’ân’da bu bilgi şöyle geçer:

Hani İbrâhîm, İsmâil ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkõyla işitensin, hakkõyla bilensin” diyorlardõ. (2/127)

Onda apaçõk deliller, Makam-õ İbrâhîm vardõr. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’õn insanlar üzerinde 97

bir hakkõdõr. Kim inkâr ederse (bu hakkõ tanõnmazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey ona muhtaçtõr.) (3/97)

22/26. âyette de bu bilgi vardõr.

Dertli, sevgilisine, Hazreti İbrâhîm’in yaptõğõ Kâbe’yi ziyaret etmesi yerine kendi gönlünü ziyaret etmesini söyler. Yani gönlünü Kâbe’ye benzetir:

Dön, ziyaret eyleme İbrâhîm’in bünyâdõnõ

Dertli’nin gönlün ziyaret eyle, Beytu’llâh’õ gör (Kutlu, 1979, 142/6)

Erzurumlu Emrah, Allah tarafõndan gelen emirle İbrâhîm Peygamberin Kâbe’yi yaptõğõnõ şöyle dile getirir:

Taraf-õ rahmânda olundu fermân

Kâbeyi yapmaya Halîl-ül Rahmân (Karadağ, 1996, 97/15)

Karacaoğlan da İbrâhîm’in Kâbe’yi inşa ettiğini ve bu yapõnõn Allah’õn varlõğõna delil olduğunu belirtir:

Beytullah’õ yapan İbrâhîm Halil

Kadir Mevla’m beni eyleme melil

Hakkõn birliğine o da bir delil

Sen de bilir misin vakt ü zamanõ (Bora, 174/3)

Âşõk Ömer, Kâbe’yi tavaf etmekle Hazreti İbrâhîm’i ziyaret etmeyi bir tutmaktadõr:

Kâ’be-i şerîfi eyleyüb tavâf

İbrâhîm Halîl’e uğradõm geldim (Ergun, 1936, 53/4)

98

Seyrânî de Kâbe’yi İbrâhîm Peygamberin makamõ ile eş değer görür:

Beytullahõ tavaf etsem,

Gönül müridine yetsem

Makam İbrâhîm’e gitsem,

Şefâat yâ Resûlullah(Çatak, 1992, 285/5)

Seyrânî, Hazreti İbrâhîm’i Kâbe’yi inşa ettiği için yapõcõlarõn piri olarak kabul eder:

Sonra Halîlullâh geldi,

Beyt-i Şerif bani oldu

Yapõcõlar pirin buldu,

Asla etmezdi gururu (Çatak, 1992, 426/4)

VIII. HAZRETİ İDRÎS Hazreti İdrîs, ölümsüz olduğuna inanõlan bir peygamberdir. Ayrõca Cebrail ilk defa ona vahiy getirmiştir (Pala, 1995, 276). İdrîs Peygambere göklerin sõrrõ açõlmõştõr. Allah onu göğe kaldõrmõş, meleklere öğretmen yapmõştõr. (Levend, 1984, 108)

Bu bilgi Kur’ân’da geçer:

Kitap’ta İdrîs’i de an. Şüphesiz o doğru sözlü bir kimse, bir nebi idi. Onu yüce bir makama yükselttik. (19/56-57)

İdrîs Peygamber ayrõca 21/85-86. âyetlerde de anõlõr.

Karacaoğlan, Allah’a inanan İdrîs’in cennete alõnarak orada yaşadõğõnõ belirtir:

Seyit Gazi yolun diktiler nişan

Deli gönlüm oldu şimdi perişan 99

Tanrõ kelamõnõ her dem söyleyen

İdrîs cennettedir, Mûsâ Tur’dadõr (Öztelli, 1996, 392/3)

İdrîs’in peygamberlikte ikinci sõrada olduğunu Seyrânî anlatõr:

İkinci peygamber İdrîs’e işit (Çatak,1992, 415/80)

Sümmânî ise Hazreti İdrîs’in cennette yaşadõğõnõ bildiğini söyler:

Cennet-i Alâ’da İdrîs oturur

Ben onu bilirem Usta Şenlik’i (Elçin, 1988, 259/6)

İlk defa rakam ve yazõ yazan, kalem kullanan ve elbise diken Hazreti İdrîs’tir. Bu yüzden kâtip ve terzilerin piri sayõlõr. (Pala, 1995, 276)

Terziliği icad edenin İdrîs Peygamber olduğunu Seyrânî şöyle ifade eder:

İdrîs terziliği icad etmeden

Endazeden geçti boyumuz bizim (Öztelli, 1953, 48/1)

Seyrânî, Hazreti İdrîs’in cennette yaşadõğõnõ ve orada terzi olduğunu iki ayrõ şiirde dile getirir:

İdrîs’in cennette gelse elinden

Hulle biçer yeşil bana al bana (Yüksel, 1987, 35/3)

İletsem cennete İdrîs Nebi’ye

Örümcek perdesi hûlle olur mu (Öz, 1987, 105)

IX. HAZRETİ İLYÂS

İlyâs Peygamber, hidâyete ermiş peygamberlerden biridir. Hazreti İlyâs, Baal-Bek halkõnõ puta tapmak yerine Allah’a tapmaya davet eder. İnananlar kurtulur, inanmayanlar ise çeşitli şekillerde cezalandõrõlõr. Allah onlarõn 100

memleketinden bereketi kaldõrõr, yağmur yağmaz olur. Kavim de açlõktan leşlerini yemeye başlarlar. Sonunda İlyâs’a uyarlar; ama sonra yine azarlar. (Pala, 1995, 280)

Kur’ân’da şu âyetlerde yer alõr:

Hani kavmine şöyle demişti: “Allah’a karşõ gelmekten sakõnmaz mõsõnõz?” “Yaratõcõlarõn en güzelini, sizin ve geçmiş atalarõnõzõn Rabbi olan Allah’õ bõrakarak “Ba’l’e mi tapõyorsunuz?” Onu yalanladõlar. Bu sebeple onlar (cehenneme) götürüleceklerdir. Ancak Allah’õn ihlâslõ kullarõ başka. Sonradan gelenler içerisinde ona güzel bir ad bõraktõk. İlyâs’a selam olsun. Şüphesiz biz iyilik yapanlarõ böyle mükafatlandõrõrõz. Çünkü o bizim mü’min kullarõmõzdandõ. (37/124-132)

İlyâs Peygamber kavmini doğru yola getiremeyince şehirden ayrõlõr. Allah’a dua eder. Allah da “Filan şehre git, filan günde ne görürsen üstüne bin.” der. İlyâs da emrolunan yere gider. Ateşten bir at görür, biner ve gözden kaybolur. Allah onu melekler makamõna yükseltir ve ölümsüz kõlarak denizler üstüne musallat eyler. (Levend, 1984, 123)

İlyâs’õn peygamberliği Kur’ân’da şu âyettedir:

Şüphesiz İlyâs da peygamberlerden idi. (37/123)

Onun peygamber olduğu 6/85. âyette de geçer.

Seyrânî, Hazreti İlyâs’õ diğer peygamberlerle beraber anar:

Geldi Eyyûb, İlyâs anlarõ sen bil,

Yunus’u balõğa yutturdu Celil

İsâ’dan Elyasa sonra Zülkefil,

Zülkarneyn, Üzeyir dahi Lokmân’õ (Çatak, 1992, 416/88)

Bir inanõşa göre Hõzõr ve İlyâs, İskender ile beraber ab-õ hayatõ ararlar. Hõzõr ve İlyâs bir põnar kenarõnda oturur. Acõkõnca yanlarõndaki pişmiş balõğõ 101

yerken ellerinden bir damla su, balõğa damlar. Bunun üzerine balõk canlanõr ve suya atlar. Onlar da ab-õ hayatõ bulduklarõnõ anlayõnca suyu içerler ve ölümsüz olurlar. Allah’õn emri ile dünyada sõkõntõya düşenlerin yardõmõna koşarlar. (Pala, 1995, 248)

Ercişli Emrah da zorda kaldõğõ için yardõmõna Hõzõr ve İlyâs’õ çağõrmaktadõr:

İmdadõmõza gelsin Hõzõr İlyâs’õn

Bi(r) Kul Emrah değil âlem perişan (Saraçoğlu, 1999, 229/3)

Gevherî, bu dünyanõn fani olduğunu anlattõğõ şiirinde İlyas Peygamberin bile öldüğünü söyler:

Pâyitaht-õ adle pîr ü civânlar

Hõzõr ve İlyâs cümle ulu sultanlar

Cem’ oldu dilîrler sâhib-kõranlar

Hünkârõm tahtõnda Süleymân oldu (Elçin, 1998, 423/3)

X. HAZRETİ İSÂ

Hazreti İsâ Kur’ân-õ Kerîm’de İsâ, İbn Meryem ve Mesîh şeklinde zikredilen, kendisine İncil verilen, Hazreti Muhammed’i müjdelediği bildirilen, “Allah’tan bir ruh ve kelime” olarak tavsif edilen; ancak kul olduğu vurgulanan peygamberdir. (İslâm Ansiklopedisi, 22. Cilt, 465)

Bu husus Kur’ân’da geçer:

Ve Allah ona kitabõ, hikmeti, Tevrat ve İncil’i öğretecek. (3/48)

Bu bilgi ayrõca 4/171-172., 5/46-47, 75., 19/30., 43/59,64., 57/27. âyette de vardõr.

102

Seyrânî, İsâ’nõn peygamber olduğunu ve İncil’in Hazreti İsâ’ya geldiğini şöyle dile getirir:

İsâ’dan Elyasa sonra Zülkefil (Çatak, 1992, 416/88)

Ne mümkündür Hazreti İsâ’nõn İncil va’zõna tapmak (Çatak, 1992, 351/2)

Ayrõca “Mesîh” olarak da bilinir. Bu bilgi Kur’ân’da geçer:

Hani melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah seni kendi tarafõndan bir kelime ile müjdeliyor ki, adõ Meryemoğlu İsâ Mesîh’dir. Dünyada da, ahirette de itibarlõ ve Allah’a çok yakõn olanlardandõr.” (3/45)

4/171-172, 5/17,72,75., 9/30-31. âyetlerde de aynõ mevzu vardõr.

Pek çok şair onu Mesîh, Mesîhâ olarak da anar:

Dertli- Meryem gibi doldurdu derûnum dem-i Cibrîl

Çok şi’r-i Mesîhâ’yõ doğurdum gebelikten. (Kutlu, 1979, 148/5)

Erzurumlu Emrah- Bezm-i hâsa dil-küşâ bende gerek hüsn-i cemîl

Hûyu bed Zihnî sâkin zişt-i Mesîh’i n’iylerüm (Karadağ, 1996, 293/2)

Gevherî- Bir ednâyõm hayat verdi sözüm ervâh-õ irfâna

Yine irfâne andõrdõk bu gün rûz-i Mesîhâ’yõ (Elçin, 1984, 620/6)

Âşõk Ömer- Hayât-õ la’linden feyziyâb olan

Uşşâka gerekmez mu’ciz-i Mesîh (Ergun, 1936, 37/3)

103

Seyrânî- Mesîhâ’yõ pedersiz Meryem’e evlad eden sensin (Çatak, 1992, 372/1)

Kur’ân onu “Kelimetullâh” (Allah’õn kelimesi) olarak niteler. Hazreti İsâ da, Âdem Peygamber gibi, Allah’õn “Ol” emriyle meydana geldiği için Allah’tan bir kelimedir.

Hazreti İsâ’nõn Allah’tan bir kelime oluşu şu ayette geçer:

Hani melekler şöyle demişti: “Ey Meryem! Allah seni kendi tarafõndan bir kelime ile müjdeliyor ki, adõ Meryemoğlu İsâ Mesîh’dir. Dünyada da, ahirette de itibarlõ ve Allah’a çok yakõn olanlardandõr.” (3/45)

3/39. ve 4/171. ayette de aynõ mevzu vardõr.

Allah’tan bir ruh olduğu için kendisine “Rûhu’l-Kudüs” (Kutsal Ruh) denir. Bu, şu âyette geçmektedir:

Ey Kitab ehli! Dininizde sõnõrlarõ aşmayõn ve Allah hakkõnda ancak hakkõ söyleyin. Meryemoğlu İsâ Mesîh, ancak Allah’õn peygamberi, Meryem’e ulaştõrdõğõ (emriyle onda var ettiği) kelimesi ve kendisinden bir ruhtur. Öyleyse Allah’a ve peygamberlerine iman edin, “(Allah) üçtür” demeyin. Kendi iyiliğiniz için buna son verin. Allah ancak bir tek ilahtõr. O çocuk sahibi olmaktan uzaktõr. Göklerdeki her şey, yerdeki her şey onundur. Vekil olarak Allah yeter. (4/171)

O gün Allah şöyle diyecek: “Ey Meryem oğlu İsâ! Senin üzerindeki ve annen üzerindeki nimetimi düşün. Hani, seni Ruhu’l-Kudüs (Cebrail) ile desteklemiştim. (5/110)

Bu husus ayrõca 2/27. âyette de vardõr.

Türk edebiyatõnda Hazreti İsâ’nõn da güle benzetildiğini görmekteyiz. Çünkü İsâ, Cebrail vasõtasõyla Meryem’in toprağõnda yetişmiş nadide bir güldür. (İslâm Ansiklopedisi, 22. Cilt, 474) Ayrõca Hristiyanlar da İsâ’nõn ellerindeki yaralarõ güle benzetmektedir.

104

Âşõk Ömer, İsâ Peygamberi gül bahçesindeki en değerli güle benzetmektedir:

İtmesün cevr ü cefâyõ ol gül-i gülzâr içün

Rast geleydim yalvarõrdõm Hazreti Îsâ’sõna (Ergun, 1936, 153/4)

Seyrânî ise Hazreti İsâ’yõ dünyadaki açõlmõş en güzel güle eş değer görmektedir:

Cihan bağõnda bir İsâ gülü açõlmõş ey bülbül (Çatak, 1992, 349/1)

A. Hazreti İsâ’nõn Babasõz Olarak Doğmasõ

Meryem on yaşõnda iken Allah ona insan kõlõğõnda Cebrail’i gönderir. Cebrail Meryem’in kaftanõnõn yenine üfler ve Meryem Allah’õn emri ile Hazreti İsâ’ya hamile kalõr. (Levend, 1984, 125)

Bu bilgi Kur’ân’da şöyle geçmektedir:

(Ey Muhammed!) Kitapta (Kur’ân’da) Meryem’i de an. Hani ailesinden ayrõlarak doğu tarafõnda bir yere çekilmiş ve (kendini onlardan uzak tutmak için) onlarla arasõnda bir perde germişti. Biz, ona Cebrail’i göndermiştik de ona tam bir insan şeklinde görünmüştü. Meryem, “Senden, Rahmân’a sõğõnõrõm. Eğer Allah’tan çekinen biri isen (bana kötülük etme)” dedi. Cebrail, “Ben ancak Rabbinin elçisiyim. Sana tertemiz bir çocuk bağõşlamak için gönderildim” dedi. Meryem, “Bana hiçbir insan dokunmadõğõ ve iffetsiz bir kadõn olmadõğõm halde, benim nasõl çocuğum olabilir?” dedi. Cebrail, “Evet, öyle. Rabbin diyor ki: O benim için çok kolaydõr. Onu insanlara bir mucize, katõmõzdan bir rahmet kõlmak için böyle takdir ettik. Bu zaten (ezelde) hükme bağlanmõş bir iştir” dedi. Böylece Meryem çocuğa gebe kaldõ ve onunla uzak bir yere çekildi. (19/16-22)

Yukarõdaki husus aynõ zamanda 3/45,47,59., 4/171-172., 19/17-23., 21/91., 23/50. âyette de geçmektedir.

Dertli, Hazreti İsâ’nõn Meryem’den olduğunu ifade eder:

Olmadan mehd-i Mesîhâ dâmen-i Meryem henüz (Kutlu, 1979, 145/1) 105

Meryem’in Allah’õn izniyle İsâ’ya hamile kaldõğõ gibi, Dertli de şiir yeteneğinin Allah vergisi olduğunu belirtir:

Meryem gibi doldurdu derûnum dem-i Cibrîl

Çok şi’r-i Mesîhâ’yõ doğurdum gebelikten. (Kutlu, 1979, 148/5)

Dertli, Meryem’in Cebrail’in nefesiyle hamile kaldõğõnõ ve İsâ’nõn babasõz olduğunu anlatõr:

Bi-nefh-i Cebrâil’le batn-õ Meryem’e

Çün Mesîh-i bî-peder geldi âleme (Kutlu, 1979, 214/2)

Meryem ve Hazreti İsâ’nõn resimlerinin sadece kiliselerde olduğunu ve bu resimde sevgi olduğunu Dertli, papaza söyler:

Dedim: Ela do moni do kilİsâ

Tasvir-i Meryem’le sûret-i İsâ

Dedim ki: Ela do na sefiloya

Papas sto heri mu Panayam, dedi. (Kutlu, 1979, 263/2)

Erzurumlu Emrah, İsâ Peygamberin Meryem’den olduğunu dile getirir:

Gelince cihâne İsâ vü Meryem

Bende anâsõr-i bicânda idim (Karadağ, 1996, 98/18)

Gevherî, İsâ’nõn Allah’õn emri ile Meryem’den doğduğunu anlatõr:

Sõrr-õ Meryem gibi oldu mukaddes nûru

Burcõ dördüncüde cevlân ider âyâ yüzüne (Elçin, 1998, 760/5)

Seyrânî, Hazreti İsâ’nõn babasõz olarak Meryem’den doğduğunu ve bunun da Allah’õn sayesinde olduğunu ifade eder:

İsâ Meryem’den imiş (Yüksel, 1987, 151/2) 106

Mesîhâ’yõ pedersiz Meryem’e evlad eden sensin (Çatak, 1992, 372/1)

Andan İsâ’yi Meryem’den,

Atasõz halk etti andan (Çatak, 1992, 427/6)

Kuru çaydan su aktõ meyva verdi kurumuş hurma

Bu oldu mucizatõ evvela tõfl-i Mesîhâ’nõn (Çatak, 1992,475/3)

Hristiyan inancõna göre Hazreti İsâ, Allah’õn bedenleşmiş kelamõdõr, dolayõsõyla Tanrõ’dõr. Tanrõ’nõn yaratõlmamõş olan ezeli mesajõ bedenleşmiş olup İsâ olarak insanlar arasõnda yaşamaktadõr. Bu sebeple Hristiyanlar İsâ’ya “Tanrõ oğlu, rab, Mesîh” ünvanlarõnõ vermektedir. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 22, 468)

Bu husus âyetlerde şöyle geçer:

Andolsun, “Allah, Meryem oğlu Mesîh’tir” diyenler kesinlikle kafir oldu. Oysa Mesîh şöyle demişti: “Ey İsrailoğullarõ! Yalnõz, benim de Rabbim, sizin de Rabbiniz olan Allah’a kulluk edin. Kim Allah’a ortak koşarsa artõk Allah ona cenneti muhakkak haram kõlmõştõr. Onun barõnağõ da ateştir. Zalimler için hiçbir yardõmcõ yoktur.” Andolsun, “Allah üçün üçüncüsüdür” diyenler kafir oldu. Halbuki bir tek ilahtan başka hiçbir ilah yoktur. Eğer dediklerinden vazgeçmezlerse andolsun onlardan inkar edenlere elbette elem dolu bir azap dokunacaktõr. (5/72-73)

Aynõ bilgi 2/116., 5/17,116-118., 9/30-31., 10/68., 19/35,88-93., 21/26. âyetlerde de geçmektedir.

Âşõk Veysel İsâ’nõn Allah’õn oğlu olmadõğõnõ, Meryem’den doğduğunu belirtir:

Kilisede despot keşiş

İs’ Allahõn oğlu demiş

Meryem Ana neyin imiş

Bu işin var bir de senin. (Oğuzcan, 1974, 27/4) 107

B. Hazreti İsâ’nõn Havarileri

İsâ Peygamber halkõnõ Allah’a inanmaya davet eder; ancak on iki kişi dõşõnda kimse ona inanmaz. Bu on iki kişiye “havari” denir. Yahudiler onu öldürmeye niyetlenince havarilerden biri ona yardõm eder. Ancak bir kişi yerini onlara söyleyince İsâ’yõ bulurlar ve onu çarmõha germek isterler. Allah tarafõndan Yahudilerin gözlerine şikâyetçi olan kişi İsâ suretinde gözükür. Onu İsâ sanõrlar ve İsâ diye onu çarmõha gererler.

İsâ Peygamber, melekler tarafõndan göğün dördüncü katõna çõkarõlõr. Kendisine sonsuz ömür verilir ve kõyamet gününde tekrar inerek halkõ İslâm’a davet edecektir.

Bir rivâyete göre göğe çekildiği zaman elinde dünya malõ olarak iğne bulurlar ve sorguya çekerler. Bu yüzden dördüncü kattan öteye geçememiştir. (Pala, 1995, 286)

Bu kõssa Kur’ân’da şu âyetlerde geçer:

Andolsun, Allah İsrailoğullarõndan sağlam söz almõştõ. Onlardan on iki temsilci -başkan- seçmiştik. Allah şöyle demişti: “Sizinle beraberim. Andolsun eğer namazõ kõlar, zekatõ verir ve elçilerime inanõr, onlarõ desteklerseniz, (fakirlere gönülden yardõmda bulunarak) Allah’a güzel bir borç verirseniz, elbette sizin kötülüklerinizi örterim ve andolsun sizi, içinden õrmaklar akan cennetlere koyarõm. Ama bundan sonra sizden kim inkar ederse, mutlaka o, dümdüz yoldan sapmõştõr.” İşte, verdikleri sözlerini bozmalarõ sebebiyledir ki onlarõ lanetledik, kalplerini de kaskatõ kõldõk. Kelimeleri yerlerinden kaydõrarak (tahrif edip) değiştiriyorlar. Akõllarõndan çõkarmamalarõ istenen şeylerden önemli bir kõsmõnõ da unuttular. (Ey Muhammed!) İçlerinden pek azõ hariç, onlarõn daima bir hainliğini görüyorsun. Yine de sen onlarõ affet ve aldõrõş etme. Çünkü Allah iyilik yapanlarõ sever. (5/12-13)

Bu bilgi aynõ zamanda 3/52-55., 4/157-158., 5/110., 57/27. ve 61/14. âyetlerde de vardõr.

108

Erzurumlu Emrah, Hazreti İsâ’nõn gökyüzünde olduğunu ve feryadõnõ göğe çõkardõğõnõ anlatõr:

Açup başõn temâşâ eyledüm nâkûs-veş Emrâh

Figânum kubbe-i minâda İsâ’ya ulaşdurdum (Karadağ, 1996, 317/7)

Gevherî, İsâ’nõn melekler tarafõndan göğün dördüncü katõna çõkarõldõğõnõ belirtir:

Sõrr-õ Meryem gibi oldu mukaddes nûru

Burcõ dördüncüde cevlân ider âyâ yüzüne (Elçin, 1998, 760/5)

Karacaoğlan “İsâ Peygamber de havaya uçtu (Cumbur, 2001, 309/2)” diyerek İsâ’nõn Allah tarafõndan göğe çõkarõldõğõnõ bildirir.

Meryem’in oğlu İsâ’nõn gökyüzünde yer edindiğini Âşõk Ömer şöyle dile getirir:

İrişti zerrine feth-i Mesîhâ (Ergun, 1936, 23/1)

Menzilin evc-i Zuhal kõl Îsi-i Meryem gibi (Ergun, 1936, 347/4)

Seyrânî de Hazreti İsâ’nõn yeryüzünden göğe çekildiğini söyler:

İsâ gibi yerden göğe ağmadõm (Yüksel, 1987, 74/1)

Ağdõ göğe gitti bundan,

Gâyet eyledi sururu (Çatak, 1992, 427/6)

Seyrânî ahõnõn dumanõnõn, İsâ Peygamber gibi, yerden göğe çõktõğõnõ ifade eder:

Dûde-i âhõmõz mânendi Mesîh

Çõkdõ yerden göğe şevkâya gitdi (Yüksel, 1987, 75/3) 109

Arza hezar âhõm misâl-i Hazreti İsâ (Öz, 1987, 143)

İsâ, Yahudilerin zulmünden Allah’õn onu göğe çekmesiyle kurtulur. Seyrânî bunu şöyle anlatõr:

İsâ göğe kaçmõş zulm ü zeminden

Kim kurtardõ gönlün âh u eninden (Öz, 1987, 143)

Hazreti İsâ’ya kõyamete dek ömür verilir. Âhir zamanda Şam’a inecek ve halkõ İslâm’a davet edecektir. Kõyamet alametlerinden biri de budur. Yere inince Kudüs’te Deccâl’õ öldürecek ve Tûr-i Sînâ’ya çõkacaktõr. O sõrada Yecüc ve Mecüc yeryüzünde fesat çõkaracaktõr. Sonra da kendisi de insanlarla beraber Tûr’dan inecek ve adaletle hüküm sürecektir. Putlarõ kõracak, Mehdi ile buluşacaktõr (Pala, 1995, 286). Bunu Seyrânî şöyle belirtir:

Kõyâmet yakõndõr Mehdi de bile

Semâvâtte Mesîhâ’ya di gelsin (Öz, 1987, 144)

Âşõk Veysel de İsâ’nõn göğe çekildiğini bildirir:

İsâ değil göğe çõksõn sõr olsun (Oğuzcan, 1974, 241/3)

C. Hazreti İsâ’nõn Mucizeleri

İsâ Peygamber, Cebrail’in Meryem’e üflediği bir ruhtur. Bu nedenle neye dokunsa can verir. Nefesiyle can verme mucizesi dõşõnda bebekken konuşma, körlerin gözünü açma, çamurdan kuş yapõp onlara can verme, su üstünde yürüme, dua ile sofra indirme gibi mucizeleri de vardõr. (Pala, 1685, 285)

Ayrõca Cebrail, onu doğumu esnasõnda şeytandan korumak amacõyla meshetmiştir. Bu meshetme özelliği İsâ’da da vardõr, meshederek hastalarõ iyileştirmektedir. (Büyük Türk Klasikleri, Cilt 4, 431)

110

Bu bilgi âyetlerde geçmektedir:

Allah onu İsrailoğullarõna bir peygamber olarak gönderecek (ve o da onlara şöyle diyecek): “Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona üflerim. O da Allah’õn izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalõyõ iyileştiririm ve Allah’õn izniyle ölüleri diriltirim. Evlerinizde ne yiyip ne biriktirdiğinizi size haber veririm. Eğer mü’minler iseniz bunda sizin için elbette bir ibret vardõr.” (3/49)

Meryem oğlu İsâ, “Ey Allahõm! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki; önce gelenlerimize (zamanõmõzdaki dindaşlarõmõza) ve sonradan geleceklerimize bir bayram ve senden (gelen) bir mucize olsun. Bizi rõzõklandõr. Sen rõzõklandõranlarõn en hayõrlõsõsõn” dedi. Allah da, “Ben onu size indireceğim. Ama ondan sonra sizden her kim inkar ederse artõk ben ona kainatta hiçbir kimseye etmeyeceğim azabõ ederim” demişti. (5/114-115)

Ayrõca 2/87,253., 3/46, 5/109-113., 19/27-34, 36/30. âyette de bu bilgi vardõr.

Şiirlerde çok defa bir hayat emaresi ile birlikte “dem” (nefes) kelimesiyle yanyana anõlõr. (Pala, 1995, 286)

Dertli, sevgilisinin nefesini mucizeli nefeslerden de üstün tutuyor. Çünkü bu, ne Meryem’de ne de Hazreti İsâ’da var:

Mûcize enfâsõn ey verd-i ahmer

Ne Mesîhâ’da var, ne Meryem’de var (Köprülü, 1962, 805/1)

Gevherî, sevgilinin nefesini İsâ’nõn can veren mucizesi olarak kabul eder. İsâ Peygamber nasõl ölüleri diriltti ise sevgili de Gevheri’ye can verir:

Nefesin mu’ciz-i İsâ kendidir (Elçin, 1984, 348/3)

Nefesin mürdeler itmede ihyâ

Ol mesh-i i’câzõ senden öğrensin (Elçin, 1998, 262/3) 111

Nefesin itmede mürdeler ihyâ

Etibbâ devâyõ senden öğrensin (Elçin, 1998, 263/3)

Sevgilisinin güzel sözlerini İsâ’nõn can veren nefesine benzeten Gevherî, sevgilinin sözlerinde hayat bulur:

Ey efendim tûti-güftârõn dem-i İsâ mõdõr (Elçin, 1984, 592/4)

Şiirini Hazreti İsâ’nõn can verici nefesine benzeterek Gevherî, kendi sanatõnõ över:

Bir ednâyõm hayat verdi sözüm ervâh-õ irfâna

Yine irfâne andõrdõk bu gün rûz-i Mesîhâ’yõ (Elçin, 1984, 620/6)

Sen gel ehibbâ ile mürde dilleri

Nutk-õ Mesîhâ’yõ sende görsünler (Elçin, 1984, 320/3)

Hristiyan güzellerinini de İsâ Peygamber gibi can verici olduğunu Gevherî şöyle dile getirir:

Îsâ güllerinden mahbup sevenin

Kalbi puthânedir göğüsü can yeri (Elçin, 1984, 124/2)

Âşõk Ömer de sevgilinin dudaklarõnõ mucize olarak görür, onlar Hazreti İsâ nefesi gibi can vericidir ve hatta ondan da üstündür. Bu yüzden âşõk hep sevgilinin yolunu gözler, ondan hayat ister:

Hayât-õ la’linden feyziyâb olan

Uşşâka gerekmez mu’ciz-i Mesîh (Ergun, 1936, 37/3)

Bir kelâmõ mürde-i sad sâleyi ihyâ eder

Lebleri mu’ciz dem-i Îsâ’yõ gözler gözlerim (Ergun, 1936, 237/3)

Haste-i aşkõn lebinden mürde cismim cân umar

Ey Mesîh’im görelim lûtf eyle göster mu’cizât (Ergun, 1936, 359/1) 112

Âşõk Ömer bu sefer de sevgilinin bakõşlarõnõ hayat olarak kabul eder. Ölüye can veren İsâ nefesidir, sevgilinin bakõşlarõ da buna eş değerdedir:

Şol kalib-i bîrûha dem Îsâ nefesindir

Her bir bakõşõn mürdeye bin cân olur âfe (Ergun, 1936, 119/4)

Kelimenin nefesle ilgisi vardõr. Telaffuz edilen kelimeler içimizden gelen nefesin yansõmasõdõr (İslâm Ansiklopedisi, Cilt 25, 213). Dolayõsõyla Âşõk Ömer de İsâ’nõn kelimelerini nefesiyle bir tutar ve onun kelimelerini can verici olarak değerlendirir:

Mürdeler ihyâ olurken eylesen nutk-õ kelîm (Ergun, 1936, 209/3)

Mürde ihyâ eylediyse nutkile Îsâ nola (Ergun, 1936, 280/3)

Her kelâmõn mürde-i sadsâle eyler bahş-õ can

Nutk-õ pâkin Îsi-i Meryem de dersem elverir (Ergun, 1936, 336/4)

Seyrânî, İsâ’nõn nefesiyle ölülere nasõl can verdiğini “Acep kimdir veren İsâ deminden mürdeye canlar (Öz, 1987, 143)” diyerek hatõrlatõr.

Hazreti İsâ ve havarileri için üzeri yemek ile donatõlmõş olarak semadan indirilmiş sofra, İsâ’nõn duasõ üzerine iner. Bu, onun bir mucizesidir. (İslâm Ansiklopedisi, 1964, cilt 22, 164)

Seyrânî, İsâ’nõn sofra mucizesini şu mõsra ile anlatõr:

Hazreti İsâ’ya indi mâide (Yüksel, 1987, 53/3)

XI. HAZRETİ İSHAK

Hazreti İbrâhîm ve ilk eşi Sara’nõn yaşlõlõklarõnda dünyaya gelen küçük oğludur. İsmâil Peygamberin de kardeşidir. İshak’õ müjdeleyen Cebrail’e Sâra güler ve bu işin alametini sorar. Cebrail eline kuru bir dal alõp parmaklarõ arasõnda yuvarlar ve dal yeşerir. (İslâm Ansiklopedisi, MEB, Cilt 5 , 1074) 113

Bu kõssa Kur’ân-õ Kerîm’de şöyle geçer:

İbrâhîm’in karõsõ ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak’õ müjdeledik; İshak’õn arkasõndan da Yakûb’u. (11/71)

“Hamd, iyice yaşlanmõş iken bana İsmâil’i ve İshak’õ veren Allah’a mahsustur. Şüphesiz Rabbim duayõ işitendir.” (14/39)

Bu bilgiler şu âyetlerde de geçer: 15/52-53., 19/49., 51/24-28

İshak, Kur’ân’da salih insanlar, hidâyete erdirilenler, bereket verilenler, anlayõşõ ve kavrayõşõ güçlü, seçkin kişiler ve bilginler arasõnda sayõlõr.

Kur’ân’da bu bilgi vardõr:

Biz onu salihlerden bir peygamber olarak İshak ile de müjdeledik. (37/112)

Bu husus ayrõca 4/163., 6/84., 12/38., 21/72., 37/113., 38/45-47., 51/28. âyetlerde de vardõr.

Seyrânî, Hazreti İsmâil’den sonra dokuzuncu peygamber olarak İshak’õ dile getirir. Ayrõca İshak, Ya’kûb ve Yûsuf Peygamberin atasõdõr:

İsmâilden sonra kim oldu İshak,

Dokuzuncu nebi kimi etti Hak

Yûsuf İbni Ya’kûb hazreti İshak,

Andan icat kaldõ bil nerdübanõ (Çatak, 1992, 415/83)

XII. HAZRETİ İSMÂİL

İbrâhîm Peygamberin ve Hacer’in oğludur. Allah yolunda kurban olmayõ kabul eden ve bu yüzden “Zebîhullâh” lakabõyla anõlan, Allah tarafõndan Kâbe’yi babasõ ile birlikte yapmakla görevlendirilen bir peygamberdir.(Büyük Türk Klasikleri, Cilt 4, 431)

114

Kur’ân’da peygamberliği şöyle geçer:

Kitap’ta İsmâil’i de an. Şüphesiz o sözünde duran bir kimse idi. Bir Resûl, bir nebi idi. (19/54)

Bu bilgi ayrõca 2/133., 2/136., 3/84., 4/163., 6/86., 19/55., 21/85-86., 38/48. âyetlerde de geçer.

Seyrânî, sekizinci peygamber olan Hazreti İsmâil’i şöyle anar:

Sekizinci nebi Hazreti İsmâil,

Hak ona endirdi koçu kurbanõ (Çatak, 1992, 415/82)

A. Hazreti İsmâil’in Kurban Edilmesi

Hazreti İbrâhîm’in ilk karõsõndan çocuğu olmamõştõr. Bunun üzerine ikinci evliliğini yapar. Bu eşinden de uzun süre çocuğu olmayõnca Allah’a çocuğu olmasõ için dua eder.

Bir başka rivâyete göre İbrâhîm çok misafirperverdir. Evi yol önündedir ve yoldan geçen herkese yedirir, içirir. Bu yüzden ünvanõ “Ebul Edyâf” yani misafirler babasõdõr (Öz, 1987,110). Hatta halk arasõnda yemekten sonra “Halil İbrâhîm bereketi olsun!” denmesi bu sebeptendir. Öyle ki misafir olmadan sofraya oturmazmõş. Bir gün yine misafir gelir ve bu misafirler aslõnda meleklerdir. Onlar İbrâhîm’e bir oğul müjdesi verir. O da bunun için dua eder.

Duasõnda eğer bir çocuğu olursa onu Allah’a kurban edeceğini dile getirir. Bu duadan belli bir süre sonra oğlu İsmâil dünyaya gelir. (İslâm Ansiklopesi, MEB, cilt 5, 1110)

Kur’ân’da İbrâhîm ile karõsõnõn çok ileri yaşta çocuk sahibi olmalarõ, Allah’õn bir mucizesi olarak anlatõlõr:

Andolsun, elçilerimiz (melekler), İbrâhîm’e müjde getirip “Selâm sana!” dediler. O, “Size de selâm” dedi ve kõzartõlmõş bir buzağõ getirmekte gecikmedi. Ellerini yemeğe uzatmadõklarõnõ görünce, onlarõ yadõrgadõ ve onlardan dolayõ içinde bir korku duydu. Dediler ki: “Korkma, çünkü biz Lût kavmine 115

gönderildik.” İbrâhîm’in karõsõ ayakta idi. (Bu sözleri duyunca) güldü. Ona da İshak’õ müjdeledik; İshak’õn arkasõndan da Yakûb’u. Karõsõ, “Vay başõma gelenler! Ben bir kocakarõ ve bu kocam da bir ihtiyar iken çocuk mu doğuracağõm? Gerçekten bu çok şaşõlacak bir şey!” dedi. Melekler, “Allah’õn emrine mi şaşõyorsun? Allah’õn rahmeti ve bereketi size olsun ey (peygamber ocağõnõn) ev halkõ! Şüphesiz O övülmeye layõktõr, şanõ yücedir.” dediler. (11/69- 73)

Bu husustaki bilgiler aynõ zamanda 14/39., 37/99-101., 51/25-30. âyetlerde de geçer.

Allah’a vermiş olduğu sözü tutmadõğõ için huzursuz olan İbrâhîm, tüm olan biteni oğlu ile paylaşõr. Oğlu İsmâil Allah’a verilmiş olan sözün tutulmasõ gerektiğini belirterek kurban olmaya razõ olur. Fakat bõçak kesmez ve Allah onlara kurbanlõk bir koç gönderir. İbrâhîm Peygamber de koçu kurban eder.

Kur’ân-õ Kerîm’de bu husus geçmektedir:

İbrâhîm şöyle dedi: “Ben Rabbime (onun emrettiği yere) gideceğim. O bana yol gösterecektir.” “Ey Rabbim! Bana salihlerden olacak bir çocuk bağõşla.” Biz de ona uysal bir oğul müjdeledik. Çocuk kendisiyle birlikte koşup yürüyecek yaşa gelince İbrâhîm ona, “Yavrum, ben rüyamda seni boğazladõğõmõ gördüm. Düşün bakalõm, ne dersin?” dedi. O da, “Babacõğõm, emrolunduğun şeyi yap. İnşaallah beni sabredenlerden bulacaksõn” dedi. Nihâyet her ikisi de (Allah’õn emrine) boyun eğip, İbrâhîm de onu (boğazlamak için) yüz üstü yere yatõrõnca ona, şöyle seslendik: “Ey İbrâhîm!” “Gördüğün rüyanõn hükmünü yerine getirdin. Şüphesiz biz iyilik yapanlarõ böyle mükafatlandõrõrõz.” “Şüphesiz bu apaçõk bir imtihandõr.” Biz, (İbrâhîm’e) büyük bir kurbanlõk vererek onu (İsmâil’i) kurtardõk. (37/99-107)

Dertli, İsmâil’in kurban edileceği sõrada koçun geldiğini ve böylece İsmâil’in kurban edilmediğini anlatõr:

“Geldi koç kurban için İsmâil’e” derler, aceb

Kalmõşõm hayrette, İsmâil kimin kurbanõdõr? (Kutlu, 1979, 138/3) 116

Erzurumlu Emrah, İsmâil Peygamber için gökten kurbanlõğõn indirildiğini şöyle ifade eder:

Gökden İsmâile inende kurban

Ben tavaf-õ beyt-i rahmânda idim (Karadağ, 1996, 97/15)

Gevherî ise kendini Hazreti İsmâil’e benzeterek kendisinin de sevgilisinin güzelliği karşõsõnda kurban olabileceğini dile getirir:

Îd-i hüsnün şevkine Hazreti İsmâil gibi

Kâ’be-i kûyunda kurban olduğum demler kani (Elçin, 1984, 571/5)

Karacaoğlan, eşi benzeri olmayan sevgilisi uğruna, Hazreti İsmâil gibi, kurban olmaya hazõr olduğunu söyler:

İsmâil’i kurban ettiği yerde

Acap sevdiğimin dengi var mõdõr (Bora, 372/5)

Âşõk Ömer, İsmâil Peygamber yerine kurban edilmek üzere gökten indirilen koçun Allah tarafõndan İsmâil’e bağõşlandõğõnõ şöyle belirtir:

Kebşi İsmâil’e ihsân eyleyip (Ergun, 1936, 24/2)

Hazreti İsmâil’e kurbanlõk koç ve koyunun Allah tarafõndan gönderildiğini Âşõk Ömer şu mõsra ile anlatõr:

İsmâil’e koç koyun ihzâr eden Peyverdigâr (Ergun, 1936, 321/3)

Seyrânî ise sekizinci peygamber olan İsmâil için Allah’õn kurbanlõk koç indirdiğini söyler:

Sekizinci nebi Hazreti İsmâil,

Hak ona endirdi koçu kurbanõ (Çatak, 1992, 415/82) 117

Allah’õn varlõğõnõ kabul eden ve böylelikle ona yakõn olmak isteyen kişi, İsmâil Peygamber gibi, canõnõ hiç düşünmeden Allah yoluna feda edebilmelidir. Seyrânî bunu şöyle ifade eder:

Kalû belâ ikrarõnõ güdersen

Anda olan borcu bunda ödersen

İsmâil-veş canõn teslim edersen

Sana gökten inen sofra bulunur (Öz, 1987, 114)

B. Hazreti İsmâil’in Kâbe’yi İnşa Etmesi

İbrâhîm, babasõna putlara tapmanõn saçma olduğunu, bu yanlõş yolu terk ederek doğru yolu bulmasõnõ söyler. Babasõ ona öfkelenerek, ona zarar vermemek için, onu uzak diyarlara gitmesini öğütler. İbrâhîm de oğlu İsmâil’i yanõna alarak Mekke’ye gider.

Bu husus bazõ âyetlerde geçmektedir:

Babasõ, “Ey İbrâhîm! Sen benim ilahlarõmdan yüz mü çeviriyorsun? Eğer vazgeçmezsen, mutlaka seni taşa tutarõm. Uzun bir süre benden uzaklaş!” dedi. (19/46)

Bazõ rivâyetlere göre ise İbrâhîm Peygamberin ilk karõsõ, ikinci karõsõnõ kõskanõnca İbrâhîm eşlerini ayõrmaya karar verir. Hacer ve İsmâil ile Mekke’ye gider.

Mekke’ye varõnca Allah’õn emriyle gösterilen yere Allah’õn evi yani Kâbe, Hazreti İbrâhîm ve oğlu İsmâil tarafõndan yapõlõr. Kâbe yapõldõktan sonra hac edilmesi emrolunur.

Kur’ân’da bu bilgi şöyle geçer

Hani İbrâhîm, İsmâil ile birlikte evin (Kâbe’nin) temellerini yükseltiyor, “Ey Rabbimiz! Bizden kabul buyur! Şüphesiz sen hakkõyla işitensin, hakkõyla bilensin” diyorlardõ. (2/127)

Onda apaçõk deliller, Makam-õ İbrâhîm vardõr. Oraya kim girerse, güven içinde olur. Yolculuğuna gücü yetenlerin haccetmesi, Allah’õn insanlar üzerinde 118

bir hakkõdõr. Kim inkâr ederse (bu hakkõ tanõnmazsa), şüphesiz Allah bütün âlemlerden müstağnidir. (Kimseye muhtaç değildir, her şey ona muhtaçtõr.) (3/97)

22/26. âyette de bu bilgi vardõr.

Ayrõca namazõ, zekatõ ve haccõ emreden Hazreti İsmâil’dir. Kabe’yi temizleme görevini İsmâil üstlenmiş ve bu görevi vefatõna kadar yerine getirmiştir. Bu husus Kur’ân’da şöyle geçer:

Ailesine namaz ve zekatõ emrederdi. Rabb’inin katõnda da hoşnutluğa ulaşmõştõ. (19/55)

Hani, biz Kâbe’yi insanlara toplantõ ve güven yeri kõlmõştõk. Siz de Makam-õ İbrâhîm’den kendinize bir namaz yeri edinin. İbrâhîm ve İsmâil’e şöyle emretmiştik: “Tavaf edenler, kendini ibadete verenler, rukû ve secde edenler için evimi (Kâbe’yi) tertemiz tutun.” (2/125)

Hazreti İsmâil, İbrâhîm’in öteki karõsõ Sara’nõn õsrarlarõ üzerine babasõ tarafõndan annesiyle birlikte Mekke vadisine getirilir ve oraya bõrakõlõr. Mekke o zamanlar susuz ve çorak bir memlekettir. Bu sõkõntõ içinde Hacer, Safa ve Merve tepeleri üzerinde su arar ve bir tepeden ötekine koşar. O sõrada sabõrsõzlanan İsmâil, ayağõ veya eli ile kumlarõ eşelemeye başlar ve o noktada bir põnar peyda olur. (İslâm Ansiklopedisi, MEB,Cilt 5, 1110)

Gevherî, İsmâil Peygamberin ayağõnõn bulunduğu noktadan zemzem suyunun çõktõğõnõ aşağõdaki mõsralarla anlatõr:

Hikmet-i Yezdân’õ gördüm Hazreti İsmâil’in

Ayağõ bastõğõ yerden âb-õ zemzem damladõ (Elçin, 1984, 566/1)

XIII. HAZRETİ LOKMÂN

Hazreti Lokmân Kur’ân’da ismi geçen bir peygamber olmasõna rağmen daha çok efsaneleşmiş olan bir şahsiyettir. Hikmet ve hekimliğin piri olarak kabul edilir. (Pala, 1995, 349) 119

Seyrânî, Lokmân’õ diğer peygamberlerle beraber anar:

İsâ’dan Elyasa sonra Zülkefil,

Zülkarneyn, Üzeyir dahi Lokmân’õ (Çatak, 1992,416/88)

Lokmân, uzun ömürlüdür. Bu yönüyle Hõzõr’dan sonra ikinci sõradadõr. 560 ile 3500 yõl yaşadõğõ söylenir. Yedi tane kartal besler ve yedincisi ölünce o da vefat eder. Bu yüzden Lokmân’a “El-Muammer-Lokmânü-n nüsur” (kartallar kadar uzun yaşayan Lokmân) denir. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 27, 205)

Kur’ân-õ Kerîm’de oğluna verdiği güzel öğütleri ile yer almaktadõr:

Andolsun, biz Lokmân’a “Allah’a şükret” diye hikmet verdik. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse bilsin ki, Allah her bakõmdan sõnõrsõz zengindir, övülmeye lâyõktõr. Hani Lokmân oğluna öğüt vererek şöyle demişti: “Yavrum! Allah’a ortak koşma! Çünkü ortak koşmak elbette büyük bir zulümdür.” İnsana da, anne babasõna iyi davranmasõnõ emrettik. Annesi onu her gün biraz daha güçsüz düşerek karnõnda taşõmõştõr. Onun sütten kesilmesi de iki yõl içinde olur. (İşte onun için) insana şöyle emrettik: “Bana ve anne babana şükret. Dönüş banadõr.” “Eğer, hakkõnda hiçbir bilgi sahibi olmadõğõn bir şeyi bana ortak koşman için seninle uğraşõrlarsa, onlara itaat etme. Fakat dünyada onlarla iyi geçin. Bana yönelenlerin yoluna uy. Sonra dönüşünüz ancak banadõr. Ben de size yapmakta olduğunuz şeyleri haber vereceğim.” (Lokmân öğütlerine şöyle devam etti:) “Yavrum! Şüphesiz yapõlan iş bir hardal tanesi ağõrlõğõnda olsa ve bir kayanõn içinde, yahut göklerde ya da yerin içinde bile olsa, Allah onu çõkarõr getirir. Çünkü Allah en gizli şeyleri bilendir, (herşeyden) hakkõyla haberdar olandõr. “Yavrum! Namazõ dosdoğru kõl. İyiliği emret. Kötülükten alõkoy. Başõna gelen musibetlere karşõ sabõrlõ ol. Çünkü bunlar kesin olarak emredilmiş işlerdendir.” “Küçümseyerek surat asõp insanlardan yüz çevirme ve yeryüzünde böbürlenerek yürüme! Çünkü Allah hiçbir kibirleneni, övüngeni sevmez.” “Yürüyüşünde tabii ol. Sesini alçalt. Çünkü seslerin en çirkini herhalde eşeklerin sesidir!” (31/12-19) 120

Lokmân kõrlarda gezerken çeşitli otlar, çiçekler ve ağaçlar Allah’õn emri ile dile gelir ve hangi derde iyi geldiklerini Lokmân’a söyler. O da önce şifa amacõ ile bunlarõ yaparken belli bir zaman sonra yaptõğõ bir karõşõmla ölüme de çare bulur. Bir gün bir köprüde insan kõlõğõndaki Cebrail ile karşõlaşõr. Ona sarõlõrken elindeki ölüme çare olan bu özel karõşõmõ nehre düşürür. Karõşõmõ yeniden yapmak ister; fakat Allah buna izin vermez. Bu olaydan sonra o da sadece hastalar için otlarõ toplar. Bu yönü ile halk arasõnda “Lokmân Hekim” olarak anõlmaktadõr.

Başka bir rivâyete göre her hastalõğa şifa bulan Lokmân’dan ölüme de çare bulmasõnõ istenir. Ölümsüzlüğün sõrrõnõ keşfederek bir kitaba yazar. Ceyhan õrmağõnõn geçtiği Misis yöresine gelir. Misis’te bir taş köprüden geçerken Cebrail, Lokmân’õn koluna çarpõnca kitap nehre düşer. Böylece ölümsüzlüğün sõrrõ yok olur (Özçelik, 1999, 58). Bu nehrin Fõrat olduğu da söylenir (Türk Dili ve Edebiyatõ Ansiklopedisi, cilt 6, 96)

Türk edebiyatõnda Lokmân, hekimdir. Bu sebeple Türk halk edebiyatõnda Lokmân hekim, Lokmân hazik, tabip Lokmân, dert Lokmânõ, şifa Lokmânõ gibi anõlmõştõr. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 27, 206)

Dertli, aşkõna derman aramaktadõr. Fakat bunu ne bilgileriyle meşhur Eflatun ne de her derde derman bulan Lokmân bilmektedir. Aşkõn dermanõnõ ancak aşk erbabõnõn bildiğini söyler:

Aşk ehline derman sordum âlemde

Ne Eflâtun bilir, ne Lokmân yazar

Erbâb-õ aşk olan kalõr mâtemde

Anlarõn ahvâlin perişan yazar (Köprülü, 1962, 799/1)

Ercişli Emrah için Lokmân yaralarõ saran, hastalara şifa dağõtan kişidir ve onun dostluğunu arar:

Dostum Lokmân Hekim olsa, 121

Sarsam yarayõ yarayõ. (Sakaoğlu, 1987, 127/2)

Aşk acõsõ çekmekte olan Erzurumlu Emrah, bu yaraya iyi gelecek ilacõ Lokmân’õn bile bulamadõğõnõ belirtir:

Ettin beni dertli demedin yazõk

Bulamaz ‘ilâcõn tabib-i hâzõk (Karadağ, 1996, 87/2)

Aşk yarasõna ne ab-õ hayatõn ne de Lokmân’õn iyi geleceğini söyleyen Erzurumlu Emrah, şifayõ sevgilinin dudaklarõnda görür:

Bu hüsn-i suratin ey melek simâ

Ne vasf-õ huride ne gõlmanda var

La’l-i lebin gibi şerbet-i ihyâ

Ne ab-õ hayatta ne Lokmân’da var (Karadağ, 1996, 166/1)

Ayrõlõk günü Erzurumlu Emrah için ölümdür, bu yüzden ayrõlõğa çare bulamayan Lokmân’õ da istemez:

Rûz-i hicrümden ecel vaktümdür ey Lokmân yürü (Karadağ, 1996, 353/2)

Erzurumlu Emrah, dertlere derman olan Lokmân’õn aşk derdine çare olarak sevgilinin dudağõnõ yazdõğõnõ dile getirir:

Devâsõn derd-i ta’bõnda şikâyet itmesün kimse

Ki Lokmân ol kitâbõnda leb-i cânânõ em yazmõş (Karadağ, 1996, 415/2)

Erzurumlu Emrah, gönül adamõdõr. Güzellere yakõn olmak ister. Fakat aşk yarasõ alacağõnõ bilir ve bu yaranõn, her derde derman bulan Lokmân tarafõndan sarõlmasõnõ ister:

Irak yollar yakõn olsa,

Her güzelde hakkõm olsa,

Dostum Lokmân Hekim olsa,

Sarsam yarayõ yarayõ. (Mutluay, 1972, 258/2) 122

Erzurumlu Emrah aşk acõsõ çekmektedir. Bunun için bütün doktorlar gelse boş, çünkü onun yarasõ çok büyüktür. Derdine derman ancak Lokmân, yani sevdiği, olabilir:

Nesin medhedeyim bir kaşõ kare

Şu sîneme açtõ onulmaz yâre

Cümle tabib gelse derdime çâre

Derdimin dermânõ Lokmân’a kalsõn (Köprülü, 1962, 725/2)

Sevgili, aşõğa göstermiş olduğu yakõnlõk sayesinde ona lutfetmiş olur. Bu yönüyle sevdiğinin eşi benzeri yoktur. Dolayõsõyla Gevherî, sevdiğine “Lokmân” diye hitap eder, çünkü sevgilinin dudağõ ona şifadõr:

Ey peri, cihana sen gibi dilber

Ne geldi, ne gelir, ne gelse gerek;

Lâ’lin gibi, Lokmân, tiryak-õ ekber

Ne buldu, ne bulur, ne bulsa gerek (Mutluay, 1972, 231/1)

Gevherî bir güzel sevdiğini ve bu yarin, Lokmân’õn merhemi gibi, kendisine iyi geldiğini ifade eder:

Şol yâre kim anõ sevdiğim yâre

Merhem-i Lokmân’dõr bana o yara (Elçin, 1984, 31/3)

Gurbette acõ çektiğini söyleyen Gevherî, gönlüne şifa olarak Lokmân gibi derde derman olan sevgiliyi istediğini söyler:

Gevherî der gevherim kâne yitirdim

Başõmõ hõrkaya çektim oturdum

Hasret bucağõnda hasta yatõrdõm

Tabîbim Lokmân’õm geldi gönlüme (Elçin, 1984, 65/4)

Gevherî, gurbette hasret çekmekten hasta olur. Ona çare sevgilinin elidir. Sevgiliyi Lokmân gibi düşünerek bu yarayõ iyileştirmeyi düşünmektedir: 123

Gurbetlikte hasta düştüm yaralõ

Onulur yarama değse yâr eli

Tabîb Lokmân bilür isen yar eli

Bana dostdan belgüzardõr bu yara (Elçin, 1984, 74/2)

Büyük bir derdi olan Gevherî, dermanõnõ yabancõ birinden değil, Lokmân gibi, derman veren sevgilinin elinden istediğini şöyle anlatõr:

İstemem gayriden yüz bin devâyõ

Bana Lokmân yeter heman yar eli (Elçin, 1984, 87/3)

Kendini bülbüle benzeten Gevherî, yaralõdõr. Derdinin Lokmân’õ da derdine çare olacak sevgilidir:

Bülbülüm varõn söyleyin verdime

Lokmân’dõr ilâç kõlsun derdime

Yiyüp içüp safâsõnõ sür deme

Öğünsün âlemde dursun bir zaman (Elçin, 1984, 228/2)

Anladõm yarama merhem vermişsin

Ey benim Lokmân’õm aleyküm selam (Elçin, 1998, 727/3)

Gevherî gönlüne seslenmektedir. Lokmân’a yani sevgiliye yakõndõr; ama çaresiz kalmaktan yine de kurtulamadõğõnõ ifade eder:

Bir dest-i Lokmân’a yâr olup ey dil

Dilâ kurtulmadõn bîçârelikten

Bîçâre ol yâre olalõ mâil

Meylin kesilmedi âvârelikten (Elçin, 1984, 242/1)

Devamlõ aşk acõsõ çeken Gevherî, sevdiğini Lokmân’a benzeterek aşkõndan ölüp ölmediğini kontrol etmesini ister:

Aşkõnla çektiğim rûz u şeb elem

Şerha şerha çekmiş sîneme âlem 124

Lutf eyle sevdiğim Lokmân-õ âlem

Teşrîf idüp yokla nabzõmõ kendin (Elçin, 1984, 252/2)

Gevherî âşõktõr. Aşk ona büyük acõ vermektedir. Sevgilinin gamzesinin oku onda derin bir yara açmõştõr ve tedavisini Lokmân’dan yani sevgiliden istediğini şöyle anlatõr:

Tîg-i gamzen ile hezar yaram var

Gel yetiş derdimin Lokmân’õ sensin (Elçin, 1984, 265/4)

Aşktan çok kötü bir duruma gelen Gevherî, her derde derman bulan Lokmân’õn bile bunda bir işe yaramayacağõnõ söyler:

Makta-õ aşkõnda kat-oldu bu dil

Lokmân olsa itmez bana çâreler (Elçin, 1984, 298/2)

Ayrõlõk hasreti ölümden acõ

Lokmân Hekim gelse etmez ilacõ (Elçin, 1998, 719/3)

Gevherî artõk aşkõn derdine bağõmlõ hale gelmiştir. Öyle ki, bu derde derman olmada Lokmân yetersiz kalõr. Bu derdin dermanõnõ aşka müptela olan bilir:

Bu derd-i aşka kim biz mübtelâyüz

Lokmân olsa devâ etmekte âciz

Ne anlar bu halden zâhid ü vâiz

Kendi çektiğini mübtelâ bilür (Elçin, 1984, 404/4)

Sevgilisi, Gevherî’ye yapmadõğõ eziyeti bõrakmamõştõr. Sevgili onun için Lokmân’dõr. Yani tüm dertlerin devasõ ondadõr:

Haddimden ziyâde derde düşürdün

Lokmân’õm devânõ bilürüm deyü (Elçin, 1984, 438/3)

Aşkõna derman olmadõğõnõ, aşkõn onulmaz bir hastalõk gibi olduğunu bilen Gevherî, Lokmân’õn bu konuda çaresiz kaldõğõnõ şöyle anlatõr:

Ger arasan câna derman 125

Neylesün bu derde Lokmân

Gevherî bu aşk-õ cânan

Bî-devâdõr gafil olma (Elçin, 1984, 467/5)

Gevherî, yaralõ gönlünün Lokmân’õnõ yani sevdiğini ister. Sevgilinin kendisi, gönlüne şifa olacaktõr:

Derd-i derununa devâ umarsõn Lokmân mõ sanõrsõn hûb libâsõndan (Elçin, 1984, 222/1)

Dest-i pâkinle dil-i mecrûhuma eyle devâ Gel benim Lokmân-õ derdim sîne-bendim merhabâ (Elçin, 1984, 555/2)

Ol benim Lokmân-õ derdim ol şeh-i âlîcenâb Gevherî’ye merhabâya geldi yüz bin naz ile (Elçin, 1984, 563/5) Bunca demdir ki cefâyõ çektirirsin ey perî Bâri Lokmân ol bu derde sen dehânõ lebleri (Elçin, 1984, 614/4) Gevherî sevdiğinden ayrõ kalmõştõr ve bu ayrõlõğõn etkisiyle canõ yanmaktadõr. Başka dertleri de vardõr. Tüm bunlarõn sebebi Lokmân’õ olan sevdiğinin gitmesidir. Bunlarõ şöyle dile getirir:

Gitti ol Lokmân-õ derdim ben buna hayretteyim Derd-i serler cûşa geldi kendin izhar eyledi (Elçin, 1984, 568/1) Gevherî gönlünün sahibi uğruna acõ çekmekte ve hasta olmaktadõr. Her derde derman bulan Lokmân bile Gevherî’ye çare bulamaz: Ben Lokmân’a vardõm yok dedi çâre

Derdimin dermânõn bulmadõm gitti (Elçin, 1984, 636/4)

Karacaoğlan da sevdiğini Lokmân’a benzetir. Dertli gönlüne, merhem kabul etmez yaralarõna şifa olmasõnõ sevdiğinden istediğini ifade eder: Şu dertli gönlümün Lokmân’õ sensin

Kõrõldõ kanadõm, sarabilin mi. (Bora, 72/1)

126

Melhem almaz yaralarõm azgõndõr

Derdimin Lokmân’õ gel, yavaş yavaş. (Bora, 75/3)

Âşõk Ömer, Lokmân’õn ölüm hastalõğõna çare bulmak için çok çalõştõğõnõ; ancak ölüme çare bulamadõğõnõ şöyle söyler:

Çok çalõştõ buna bulmadõ çâre

Bu maraz-õ mevte hazreti Lokmân (Ergun, 1936, 12/1)

Âşõk Ömer, büyük bir aşk acõsõ çekmektedir. Sevdiğini Lokmân’a benzeterek ondan derdine derman olmasõnõ ister:

Ver lâ’l-i lebin ağzõma ey tâze-i Lokmân

Ancak irişür derdime derman içerimden (Ergun, 1936, 108/3)

Benim derd-i firâvânõm ilâcõ dilbere muhtâc

Seni bir hâzik-i Lokmân beni bîçâre yazmõşlar (Ergun, 1936, 113/2)

Âşõk Ömer, hiç kimsenin dert çekmekten şikâyetçi olmamasõ gerektiğini, çünkü Lokmân’õn kitabõnda bu derdin devasõnõn sevgili olarak geçtiğini anlatõr:

Devâsõn derd-i tab’õnda şikâyet etmesin kimse

Ki Lokmân ol kitâbõnda leb-i cânânõ em yazmõş (Ergun, 1936, 116/2)

Sevdiğinin etkisi ile Âşõk Ömer sürekli inlemekte ve acõ çekmektedir. Vücudu yara içindedir, bu yaralarõ gelip saracak olan Lokmân, yani sevdiğidir. Bunu şöyle belirtir:

Rûz-ü şeb âh ü enîn ile vücûdum yâredir

Merhem-i valsõnla sar zahmõma Lokmânõm Hasan (Ergun, 1936, 258/1)

Sevgili, Âşõk Ömer’e o kadar çok eziyet eder ki, neler çektiğini sadece Allah biliyor. Ne yarasõ biter ne de her derde çare olan Lokmân derdini bilir:

Bir sitemkârõn elinden çektiğim Sübhan bilür

Ne benim yârem biter ne derdimi Lokmân bilür (Ergun, 1936, 329/4) 127

Sevdiği yüzünden çok acõ çekmekte olan Seyrânî, sevdiğinden ayrõ kalmak istememektedir. Dertlere derman olan Lokmân’dan, yani sevdiğinden, bu ayrõlõk derdi için bir çare ister:

Ayrõlõk derdine bulsun bir çare

Derdimin tabibi Lokmân’a söyle (Çatak,1992, 128/3)

Seyrânî, sevdiğini Lokmân’a benzeterek, yaralõ gönlüne deva olmasõ için sevdiğinin her gün yanõna gelmesini ister; ama sevdiğinin vefasõzlõğõndan dolayõ gelmeyeceğini düşünür:

Bimar olsan ey divane

Sim için çõkar meydana

Her gün gel desem Lokmân’a

Eylemez devam akçasõz (Çatak, 1992, 266/4)

Seyrânî kendine hitap etmektedir. O kadar çok derdi vardõr ki, her derde derman olan Lokmân gelse de boş; çünkü Lokmân bile derdine derman olamaz. Onun derdine derman olacak kişi sadece sevdiğidir, dolayõsõyla sevdiği çağrõlmalõdõr:

Seyrânî Lokmân

Gelse de el’an

Eylemez derman

İllâ yâre di (Çatak, 1992, 324/5)

Seyrânî ise ölüme çare olmadõğõnõ; çünkü Lokmân’õn bile buna bir çare bulamadõğõnõ şöyle dile getirir:

Bulursun ey miskin ölüme çâre

Bulmadõ âlemde Lokmân olanlar (Yüksel, 1987, 109/2)

128

Sümmânî derdini kime söyleyeceğini bilememektedir. Kendi kendine hem dert hem de deva olduğunu söyler. Dolayõsõyla kendini Lokmân olarak gördüğünü şöyle ifade eder:

Hangi bir tabibe sual edeyim,

Mecrûhu ben, Lokmân’õ ben, saran ben. (Mutluay, 1972, 320/1)

Âşõk Veysel, bilgeliği ile ünlü filazof Eflatun’a seslenir. Sevgiliden ayrõlmasõ ölümden de zordur. Lokmân ölüme çare bulamadõğõna göre ayrõlõğõn da çaresi yoktur:

Lokmân çâre bulmaz yoktur Eflâtun

Yârdan ayrõlmasõ ölümden çetin

Elde endaz ettim bu aşkõn atõn

Terkettim sõlayõ vatanõ ili (Oğuzcan, 1974, 114/2)

Bayburtlu Zihnî, insandan başka varlõklarõn da şifa için Lokmân’õ aradõğõnõ anlatõr:

Kõrõk Bayrakdâr’õn eli yüzülmüş

Şehre düşmüş arar eşek Lokmân’õ (Sakaoğlu, 1988, 119/6)

Lokmân Peygamber, hikmet ve hekimliğin piri olarak kabul edilir. Türk edebiyatõnda Lokmân hakîm, filozoftur. Hikmetli sözler söylemesiyle meşhur olduğu için “Lokmânül-hakîm” diye de isimlendirilir. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 27, 205)

Bu husus Lokmân suresinde şöyle geçer:

Andolsun, biz Lokmân’a “Allah’a şükret” diye hikmet verdik. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse, bilsin ki Allah her bakõmdan sõnõrsõz zengindir, övülmeye lâyõktõr. (31/12) 129

Lokmân, hekimliğinin yanõ sõra hikmet sahibidir. Onun bilgeliği sayesinde ünlü bilgin Eflatun’a bile baş indirmeyeceğini Erzurumlu Emrah şöyle dile getirir:

Biz hakîkat şerbetin Lokmân’dan nûş itmişüz

Bir hekim-i vaktüz Eflâtûn’a baş indirmezüz (Karadağ, 1996, 435/2)

Âşõk Ömer, Lokmân’õn hikmetleri sayesinde her şeyi öğrendiğini, bildiğini şöyle anlatõr:

Kâmil bir üstaddan okudum yazdõm

Çârõ anâsõrdan bilür sezerdim

İlm ile bir gizli sõrda gezerdim

Hikmet-i Lokmân’a uğradõm geldim (Ergun, 1936, 52/2)

Aşk dõşõnda hiçbir şey bilmese de Âşõk Ömer, aşk hakkõndaki hükümleri ile kendisini ikinci Lokmân olarak görür:

Tutalõm hiç nesne bilmez cehl-i nâdân olmuşum

Hükmile ben sâni-i Lokmân olursam kime ne (Ergun, 1936, 171/2)

XIV. HAZRETİ LÛT

Lût Peygamber, Hazreti İbrâhîm’in yeğeni ve ona inanan ilk kişidir.

Cinsel sapkõnlõk içinde olan Lût kavmini uyarmakla görevlendirilen Hazreti Lût, büyük bir tepkiyle karşõlaşõr ve çağrõsõna son vermezse ülkeden sürülmekle tehdit edilir. Sonunda halkõn ileri gelenleri Lût’un ve ailesinin ülkeden dõşarõ çõkarõlmasõna karar verir. O da Allah’a sõğõnõr. Melekler Lût kavmi için gazap haberini getirirler. Melekler Lût’un evine erkek kõlõğõnda gelir. Bunun üzerine halk evi kuşatõr ve Lût’tan iki konuğunu kendisine teslim etmelerini isterler. Hazreti Lût halkõ kötü niyetinden caydõrmak için onlara kendi iki kõzõnõ vermeyi önerir. Bu öneriyi geri çeviren halkõn Lût’u tehdit etmesi üzerine melekler kimliklerini açõklar, Lût’un ailesiyle birlikte hiç arkasõna bakmadan o 130

gece kentten ayrõlmasõnõ isterler. Lût meleklerin isteğini yerine getirir. Sonra gazap başlar, gökten taş ve ateş yağar, tüm halk yok edilir. Lût’un karõsõ arkasõna dönüp baktõğõ için gazaba uğrar. Lût Peygamber kõzlarõyla beraber Hazreti İbrâhîm’in yanõna gelir. (TDEA, Cilt 6, 100)

Bu bilgiler Kur’ân-õ Kerîm’de şöyle geçer:

Bunun üzerine Lût, ona (İbrâhîm’e) iman etti. İbrâhîm, “Ben, Rabbime (gitmemi emrettiği yere) hicret edeceğim. Şüphesiz o mutlak güç sahibidir, hüküm ve hikmet sahibidir” dedi. Lût’u da peygamber olarak gönderdik. Hani o kavmine şöyle demişti: “Gerçekten siz, sizden önce dünyada hiçbir toplumun yapmadõğõ bir hayasõzlõğõ işliyorsunuz.” “Siz hâlâ erkeklere yanaşacak, yol kesecek ve toplantõlarõnõzda edepsizlik yapacak mõsõnõz?” Kavminin cevabõ, “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi Allah’õn azabõnõ getir bize” demeden ibaret oldu. (Lût) “Ey Rabbim! Şu bozguncu kavme karşõ bana yardõm et” dedi. Elçilerimiz (melekler) İbrâhîm’e müjdeyi getirdiklerinde, “Biz bu memleket halkõnõ helak edeceğiz, çünkü oranõn ahalisi zalim kimselerdir” dediler. İbrâhîm, “Ama orada Lût var” dedi. Onlar, “Orada kimin bulunduğunu biz daha iyi biliriz. Biz onu ve ailesini elbette kurtaracağõz. Ancak karõsõ başka. O geri kalõp helak edilenlerden olacaktõr.

Elçilerimiz Lût’a geldiklerinde, Lût, onlar yüzünden tasalandõ, onlar hakkõnda çaresizlik içine düştü. Elçiler ona, “Korkma, üzülme. Biz seni ve aileni kurtaracağõz. Ancak karõn başka. O geride kalõp helak edilenlerden olacaktõr.” Şüphesiz biz, bu memleket halkõ üzerine, fasõklõk ettiklerinden dolayõ gökten bir azap indireceğiz. (29/26-35)

Elçilerimiz Lût’a gelince onlarõn yüzünden üzüldü, göğsü daraldõ ve “Bu çok zor bir gün” dedi. Kavmi, (konuklarõyla çirkin ilişkide bulunmak üzere) ona doğru koşa koşa geldiler. Zaten onlar önceden de bu tür çirkin işleri yapõyorlardõ. Lût dedi ki: “Ey Kavmim! İşte kõzlarõm. Onlar(la nikahlanmanõz) sizin için daha temizdir. Allah’a karşõ gelmekten sakõnõn ve konuklarõma karşõ beni rezil etmeyin. İçinizde hiç aklõ başõnda bir adam yok mu?” Onlar, “İyi biliyorsun ki kõzlarõnda bizim gözümüz yok. Sen bizim ne istediğimizi çok iyi biliyorsun” dediler. (Lût da:) “Keşke size karşõ (koyacak) bir gücüm olsaydõ, ya da sağlam bir 131

desteğe dayanabilseydim” dedi. Konuklarõ şöyle dedi: “Ey Lût! Biz Rabbinin elçileriyiz. Onlar sana asla ulaşamayacaklar. Geceleyin bir vakitte aileni al götür. İçinizden kimse ardõna bakmasõn. Ancak karõn müstesna. (Onu bõrak.) Çünkü onlarõn (kavminin) başõna gelecek olan azap, onun başõna da gelecektir. Onlarõn azabla buluşma zamanõ sabahtõr. Sabah yakõn değil midir?!” (Azap) emrimiz gelince oranõn altõnõ üstüne getirdik. Üzerine de Rabbinin katõnda işaretlenmiş pişirilmiş balçõktan taşlar yağdõrdõk. Bunlar zalimlerden uzak değildir. (11/77-83)

Bu konu ile ilgili bilgiler şu âyetlerde de geçer: 7/80-84, 11/89, 15/57-77, 21/71, 21/74-75, 25/40, 26/160-175, 27/54-58, 38/12-14, 50/12-14, 51/31-37, 53/50-55 ,54/33, 54/36-40, 66/10, 69/9-10.

Kur’ân’da Lût kavminin uğradõğõ azabõ insanlara anõmsatacak bir işaret bõrakõldõğõ söylenir. Bu işaret Lût gölüdür (Ölü Deniz). Kavmin bulunduğu alanõn, Lût gölünün güney kesiminde sular altõnda olduğu sanõlmaktadõr. Bu nedenle insanlara ibret almalarõ için bõrakõlan işaretin de Lût gölü içinde olduğu ileri sürülür.

Kur’ân’da bu husus şöyle geçer:

Şüphesiz bunda düşünüp görebilen kimseler için ibretler vardõr. O şehrin kalõntõlarõ hâlâ mevcut olan bir yol üstünde duruyor. Şüphesiz bunda inananlar için bir ibret vardõr. (15/57-77)

Bu husus aynõ zamanda 29/35., 37/133-138. ve 51/37. âyette de geçmektedir.

Âşõk Ömer, Lût kavminin sapkõnlõğõnõ şöyle belirtir:

Lût kavminden beter oğlana düştü ortalõk (Ergun, 1936, 195/4)

Seyrânî, Hazreti Lût’un ilahî aşkla yandõğõnõ, bu aşk için kavmini karşõsõna aldõğõnõ ve onun kavminin başõna gelen azaptan ders alõnmasõ gerektiğini şu şekilde dile getirir:

Lût kendini aşkõn narõna yakup, 132

Sen dahi ibret al onlara bakõp (Çatak, 1992, 416/84)

Seyrânî, Lût Peygamberi diğer peygamberlerle beraber şöyle anar:

Bir biri ardõndan Lût ile Yahya,

Geldi Zekeriya hem dahi Mûsâ

Anlarõn ardõndan gönderdi Mevla,

Hârûn’u Dâvud’u hem Süleymân’õ (Çatak, 1992, 416/87)

XV. HAZRETİ MUHAMMED

Hazreti Peygamber; Cenâb-õ Hakk’õn en sevgili kulu (Habîbullâh), peygamberlerin sonuncusu ve en üstünü, insanlarõn efendisi ve en mükemmeli olarak tavsif edilir. Âlem onun için yaratõlmõştõr. Cihan onun güzelliğinin bir tecellisidir. Hakikati görme onun sayesinde olmuştur. O, ezelden ebede kadar olana vakõftõr. Arşa çõkmõş ve bütün “çarh u zemin” ona secde etmiştir. En büyük şefâatçõ odur. Onun üzerine “refî” ve “şefî” yoktur. Müslümanlar onun ümmeti olmakla övünürler. Kimse onun evsafõnõ ne anlatabilir ne bitirebilir. (TDEA, cilt 6, 417)

Allah varlõklarõ sõrf onun yüzü suyu hürmetine yaratmõştõr. Bir hadiste “Sen olmasaydõn felekleri yaratmazdõm” buyrulmuştur. Eşyanõn sebebi odur. (TDEA, cilt 6, 414)

Hazreti Muhammed’in son peygamber olduğu şu âyette geçer:

Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babasõ değildir. Fakat o, Allah'õn Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkõyla bilendir. (33/40)

Kainatta en büyük hadise Peygamberimizin dünyaya teşrifleridir. Çünkü, Allah onun gelişini takdir etmemiş olsaydõ, kainat da insan da olmayacaktõ. Dolayõsõyla onun dünyaya gelişi sõrasõnda bazõ olağanüstü olaylar meydana gelmiştir: 133

Peygamberimiz doğduğu gece bir yõldõz parlamõş ve Yahudi alimler bu yõldõzdan Peygamberimizin doğacağõnõ anlamõşlardõ.

Medayin’deki Kisra Sarayõ’ndan on dört burç çatõrdayarak yõkõldõ. Peygamberimizin doğduğu haberini aldõlar. Bu aynõ zamanda İran saltanatõnõn da kalkacağõna işaretti. Altmõş yedi yõl sonra İran, İslâm devletleri topluluklarõna katõldõ.

Kâbe’deki putlarõn pek çoğu kendiliğinden baş aşağõ yõkõldõ. Peygamberimiz kõsa zamanda Kâbe’yi cansõz putlardan temizledi.

İstahrabat’ta bin seneden beri yanmakta olan Mecusilerin kocaman ateş yõğõnlarõ bir anda sönüverdi. Mecusiler bu ateşleri kendilerine ilah kabul etmişlerdi. Ateşlerin sönmesi ile Peygamberimiz, putperestlik gibi, ateşperestliği de ortadan kaldõracaktõ.

Mukaddes sayõlan meşhur Save (Taberiyye) gölü bir anda kuruyuverdi. Bu da, Peygamberimizin, Allah’õn izni ile olmayan şeylerin kutsal sayõlmasõnõn yasaklayacağõnõn ifadesi idi.

Dünyaya teşrifleri anõnda, doğu ve batõyõ küçük bir oda gibi, aydõnlatan bir nur görüldü. Peygamberimizin tebliğ edeceği din, doğu ve batõyõ bütün ihtişamõyla kucaklayacaktõ.

Semave vadisi taşan seller altõnda kalõp suya gark oldu. Şehir halkõ da dağlara kaçtõ.

Gökyüzünden salkõm salkõm yõldõzlar döküldü. Bundan böyle şeytanlar ve cinlerin gökten haber almalarõ son bulmuştur. (Ateş, 1993, 60-67)

A. İslâm Dini ve Peygamberliği

Hazreti Muhammed, İslâm dininin kurucusu ve Kur’ân-õ Kerîm’in indirildiği peygamberdir. (Büyük Türk Klâsikleri, cilt 4, 438)

Son peygamber Hazreti Muhammed’in kõyamete kadar devam etmek üzere getirdiği İslâmiyet’in en mükemmel din olmasõ gerekir. Ayrõca Resûl-i 134

Ekrem, dinlerin topluma kazandõrmaya çalõştõğõ iyi ve güzel ahlakõ tamamlamak, sözleri ve fiilleri ile onu temsil etmek amacõyla gönderildiğini açõklamõştõr.

İnsanlara Allah’õn âyetlerini açõklamak, Kur’ân ve hikmeti öğretmekle görevli olduğu Kur’ân’da belirtilmiştir:

Andolsun ki içlerinden, kendilerine Allah'õn âyetlerini okuyan, (kötülüklerden ve inkârdan) kendilerini temizleyen, kendilerine Kitap ve hikmeti öğreten bir Peygamber göndermekle Allah, müminlere büyük bir lütufta bulunmuştur. Halbuki daha önce onlar apaçõk bir sapõklõk içinde idiler.(3/164)

2/151., 3/20., 3/144., 3/164., 4/59-61., 4/170., 5/92-99., 9/33., 13/40., 16/35-82., 18/6., 24/54., 26/3., 29/18., 33/45-46., 34/28., 41/6., 42/48., 42/52., 47/2., 48/29., 64/12., 72/23. âyetlerde aynõ mevzular vardõr.

Şüphe yok ki, bu üstün görevi yerine getirebilmek için güzel ahlakõn doruğunda bulunmak gerekir. Bu sebeple Resûlullâh, en üstün ahlak ve faziletlerle donatõlmõştõr. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 16, 278)

Kur’ân’da bu mevzu şöyle geçer:

Ve sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin. (68/4)

Hazreti Peygamber, bütün hal ve hareketleri örnek alõnan en büyük dinî rehber olarak görülür. (TDEA, CİLT6, 414)

Efendimiz, kõyamete kadar gelecek insanlara örnek bir şahsiyet, davranõşlarõndan ders alõnacak bir rehber olarak gönderildiği için, hayatõn her yönünü kapsayan üstün bir ahlakla donatõlmõştõr. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 30, 425)

Onun örnek hayatõ incelendiğinde görülecektir ki, o, Allah’a gönülden bağlanmanõn, onun emirlerini aşkla yaşamanõn, insanlarõn õzdõrabõna ortak olmanõn, onlara sõrf Allah rõzasõ için yardõm etmeyi bir vicdan zevki haline getirmenin, yine onlara sõrf insan olduklarõ için sevgi ve saygõ duymanõn, intikama muktedir iken affetmenin en güzel örneklerini vermiştir.

Zulme ve kötülüğe karşõ durmanõn, doğruluk ve adalet ölçülerinden asla ayrõlmamanõn en canlõ örnekleri onun hayatõndadõr. Sabrõn, merhametin, alçak 135

gönüllülüğün, aile reisliğinde anlayõşõn, idarecilikte sorumluluk duygusunun, askerlikte ileri görüşlülüğün, çocuklar, yetimler ve güçsüzlerle ilgilenmenin en eşsiz örnekleri onun hayatõndadõr. Kõsacasõ İslâm dininin gereklerini kendi hayatõnda yerine getirmiştir.

O halde, gerçek bir mü’min, kendisine örnek edineceği bu ideal insanõ her şeyden ve herkesten daha çok sever ve onu kendisine rehber edinir. Çünkü mü’min, Hazreti Peygambere, itaat etmek için inanmõştõr. Cenâb-õ Hak da Peygamberimizi bununla görevlendirmiştir. (Güngör, 2000, 470)

Bu mevzu Kur’ân-õ Kerîm’de şöyle geçmektedir:

Andolsun ki, Resûlullâh, sizin için, Allah'a ve ahiret gününe kavuşmayõ umanlar ve Allah'õ çok zikredenler için güzel bir örnektir. (33/21)

Kur’ân ve hikmet kendisine indirilmiş, bilmediği şeyler öğretilmiştir:

Allah'õn sana lütfu ve esirgemesi olmasaydõ, onlardan bir güruh seni saptõrmaya yeltenmişti. Onlar yalnõzca kendilerini saptõrõrlar, sana hiçbir zarar veremezler. Allah sana Kitab'õ ve hikmeti indirmiş ve sana bilmediğini öğretmiştir. Allah'õn lütfu sana gerçekten büyük olmuştur. (4/113)

Kur’ân’da bu mevzu pek çok yerde geçmektedir: 2/23-24, 15/6, 16/44,89., 33/40.

Dertli, Peygamberimizin son peygamber olduğunu şu mõsra ile dile getirir:

Risâlet hâtemi Ahmed yolunda şöyle kurbanõm. (Kutlu, 1988, 160/5)

Erzurumlu Emrah, dört kitap ve suhuf (birkaç sahifelik küçük kitaplar)larõn Peygamberimizin şanõna saygõ için indirildiğini ve böylece İslâm dininin öğreticisi olarak tüm dünyanõn onu tanõdõğõnõ anlatõr:

Nâzil oldu şânõna ta’zim için yüz dört kitab

Bilmeyenler bildiler ey hâce-i dânâ seni (Göksel, 1966, 202/3) 136

Güneş gibi dinin eyledi izhâr (Karadağ, 1996, 98/22)

Peygamberimizin getirdiği hükümlerin insanlar tarafõndan takip edilmesi gerektiğini Erzurumlu Emrah söyler:

Ey dilâ sõrr-õ hakîkatdan dehân it münkeşîf

Münkeşîf sõrdan zebân-õ Muhammed olsun muhteşîf (Karadağ, 1996, 254/1)

Böyle buyurmuştur Sultan-õ Nebi (Güney-Güney, 1968, 144/2)

Erzurumlu Emrah, Peygamberimizin varlõğõnõn mü’minlerce onaylandõğõnõ belirtir:

Zâhir u bâtõn ana her vech ile mü’min denür

Ol ki Hakkõ birleyüp Peygâmberi tasdîk eder (Karadağ, 1996, 367/3)

Gevherî, Muhammed’in kurduğu dinin bilinmesi gerektiğini ifade eder:

Dîn-i Muhammedî ayan gerektir (Elçin, 1984, 371/3)

Âşõk Gevherî, dört kitabõn Cebrail vasõtasõyla gökten nüzul ettiğini, bunlardan Kur’ân’õn, Hazreti Muhammed’e indiğini ve Peygamberimizin Kur’ân’õ okuyup hemen kabul ettiğini şöyle aktarõr:

Dört kitâbõ âsumandan etti Cebrâil nüzûl

İndi Kur’ân Mustafâ’ya okuyup kõldõ kabûl (Elçin, 1984, 566/2)

Karacaoğlan, son peygamberin Hazreti Muhammed olduğunu, Peygamberimizin dininden gittiğini, onun yolunu takip ettiğini dile getirir:

Yõkõlmaz Mevlâ’nõn yaptõğõ yapõ.

Hak Muhammed dinî, taptõğõm tapõ. (Cumbur, 2001, 142/2)

Gittiğimiz yollar din, İslâm yolu;

Evveli Muhammed, âhiri Ali (Cumbur, 2001, 182/2) 137

Dünyadan yetmiş bin peygamber geçti

Muhammed Medine’de Mehdi yoldadõr (Öztelli, 1996, 392/2)

İslâm dinini anlatan ve yayan kişinin Hazreti Muhammed olduğunu Âşõk Ömer şöyle anlatõr:

Din islâm kâfire kõlõç çalmadan

Dini kim zaptetti şundan haber ver (Elçin, 1999, 33/4)

Âşõk Ömer, dört kitaptan biri olan Kur’ân’õn Hazreti Muhammed’e indiğini belirtir:

Biri încil biri Tevrat biri Zebûr dört kitab

Hak Muhammed'e inen Furkan'õ ben bilmez miyim (Ergun, 1936,241/6)

Seyrânî, dinî kurallarõ bize öğreten kişinin Peygamberimiz olduğunu, bu sebepten onun yolundan ayrõlmamasõ gerektiğini ve bu sayede cennete girilebileceğini ifade eder:

Cennetin kapõsõn Sallâllah açar

Şeriat işini Muhammed seçer (Öztelli, 1953, 47/2)

Din-i Muhammed’den ayak sektirme

Hâlik’ten gayriye tapõlmaz imiş (Çatak, 1992, 226/1)

Din şehrinin Mustafâ’sõ (Çatak, 1992, 285/4)

Bu İslâm ismini koyan,

Küfürden dünyayõ yuyan

Nübüvvet hil’atõn giyen,

Bu ayda geldi dünyaya (Çatak, 1992, 342/2)

Peygamberimizin özenle Allah tarafõndan yaratõldõğõnõ ve Kur’ân-õ Kerîm’in Peygamberimize gönderildiğini Seyrânî söyler: 138

Yarattõ Muhammed’i verdi Kur’ânõ (Çatak, 1992,416/89)

Zebûr İncil ile Tevrât yüz suhuf mânâlarõn cümle

Cihânõn fahrõna nâzil olan Kur’ân’da bulmuşlar (Öz, 1987, 96/3)

Ana ümmet bu Seyrânî,

Getirdi bize Kur’ânõ (Çatak, 1992, 342/6)

İlk peygamberlik tacõ Peygamberimize verilmiştir. Seyrânî bunu dile getirir :

Verildi zâtõna tâc-õ nübüvvet (Öz, 1987, 94/5)

Seyrânî, Hazreti Muhammed’in öğrettiği dinî kurallardan gittiğini, onun yolunu takip ettiğini belirtir:

Muhammed dinidir taptõğõm tapõ

Bozulmaz Mevlâmõn yaptõğõ yapõ (Öz, 1987, 95/1)

Yolum hak erkânõm mefhar-õ âlem

Hak’tan haberdarõ buldum bu yolda (Öz, 1987, 95/2)

Seyrânî, Hazreti Muhammed’i Allah’õn ihsanõ ve peygamberlerin sultanõ olarak görür:

Nebiler serveri Tâhâ (Çatak, 1992, 342/1)

Olupdur rahmet-i rahman,

Risâlet tahtõna sultan (Çatak, 1992, 342/5)

Ey mürüvvet kânõ şah-õ risâlet

Bilmişim, olduğun mahbûb-õ Mevlâ (Öz, 1987, 79/1)

Ben bir abd-i Hak-perestim ey Nebiyy-i Muhterem

Âşõk Seyrânî’yi et kendine yâr ibtidâ (Yüksel, 1987, 159)

Âşõk Veysel, Hazreti Muhammed’in peygamberimiz olduğunu ve söylediği her şeyin dinin emirleri olduğunu şöyle ifade eder: 139

Allah birdir Peygamber hak (Alptekin, 2004, 158/1)

Resûl-i Ekrem’in kanunu haktõ (Oğuzcan, 1974, 40/3)

B. Habîbullâh

Bir nur şeklinde kendini belli eden sevgi, nur-õ Muhammedî’dir. Peygamberimiz “Allah’õn ilk önce yarattõğõ şey benim nurumdur.” hadisiyle buna işaret etmiştir. Bu durum Allah’õn Hazreti Peygambere olan sevgisini, daha doğrusu aşkõnõ dile getirir. Şu halde Allah, Hazreti Peygamberi ezelde sevmiştir, o ezelde Habîbullâh’tõr.

Allah, onu o kadar çok sever ki, varlõklarõ sõrf onun yüzü suyu hürmetine yaratmõştõr. Bir hadiste “Sen olmasaydõn felekleri yaratmazdõm.” buyrulmuştur. Eşyanõn sebebi odur.

Habîb-i Kibriya’ya uymak ve onu örnek almaktan başka Allah’a giden yol yoktur. İlk varlõk olan nur-õ Muhammedî, Hazreti Âdem yaratõldõğõnda onun alnõnda parlamõştõ.

Onun tasavvufa has olan bu şahsiyetine hakikat-õ Muhammedîye veya nur-i Muhammedî gibi isimler verilmektedir. Bu nur, Allah’õn ezeli bir vasfõ olarak görülmüş ve bu suretle kõdemine (önceliksiz olduğuna) inanõlan bu nura “nur-õ ezelî” denilmiştir.

Hazreti Peygamberin bir ruh ve nur olarak yaratõlõşõ diğer bütün varlõklardan öncedir. Hazreti Âdem, ebu’l-beşer (insanlõğõn babasõ) dõr, Hazreti Muhammed ise ebu’l-ervah’tõr (ruhlarõn babasõ)dõr. Âdem, daha su ile toprak arasõnda iken o peygamberdi. Allah’tan ilk önce zuhur eden Hazreti Peygamberin nurudur. Allah ilk önce Peygamberin nurunu, sonra maddî-manevî, zahirî-batõnî bütün varlõklarõ onun nurundan yaratmõştõr. Bütün varlõklarõn maddî sebebi o olduğu için her varlõk mutlaka onun nurundan bõr õşõk taşõr, var olmak için onun nurundan az veya çok õşõk almasõ gerekir. ( TDEA, cilt 6, 414-416)

Cenâb-õ Hak, insanlõğõn babasõ Hazreti Âdem’i yaratmõştõ. Başõnõ kaldõrõp bakan Âdem, gökyüzünde muazzam bir nur ile bir isim yazõlõ gördü: “Ahmed” 140

Âdem merak edip nuru sordu. Allah da şu cevabõ verdi: “Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, Onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer o olmasaydõ , seni yaratmazdõm.” ( Ateş, 1993, 21)

Bu mevzu şu âyette vardõr:

(Resûlüm! ) De ki: Eğer Allah'õ seviyorsanõz bana uyunuz ki Allah da sizi sevsin ve günahlarõnõzõ bağõşlasõn. Allah son derece bağõşlayõcõ ve esirgeyicidir. (3/31)

33/56-57. âyette de aynõ konu geçer.

Erzurumlu Emrah, Allah’õn, Habîb’inin vasõflarõnõ anlattõğõnõ ve kendisinin bunun üstüne söz söyleyemeyeceğini dile getirir:

Yâ Habîbullah vassâfõn senin Allâh’dõr

Nice vasf etsin fakir Emrah yâ “Tâ-Hâ” seni (Göksel, 1966, 202)

Allah’õn her şeyden önce Hazreti Muhammed’in nurunu, dünyayõ da onun nurundan yarattõğõnõ Erzurumlu Emrah ifade eder:

Nûr-õ ilâhidir nûr-õ hakikat

O nûrdan hakikat nûr olur peydâ

“Nûrun âlâ nûrdur” o nûrun nûru

O nûrun nûrundan nâr olur peydâ (Karadağ, 1996, 64/1)

Nûr-õ Muhammed’dir cümleden evvel

İnandõm billahi imânda idim (Karadağ, 1996, 95/4)

İbtidâ Habîb’in halk etti ol Hak

‘Âlemi nûra kõldõ müstağrak

Nûrunu yüzünden eyledi mutlak

Nûr ile nûr oldum nûranda idim (Karadağ, 1996, 95/5)

Her nice medh eylesem a’lâsõn ondan yâ Resûl 141

Nûr-õ zâtõndan yaratmõştõr Hûdâ iclâ seni (Göksel, 1966, 202/2)

Rû’yet-i nûr-õ Cemâlullâhdur anõn matlabõ (Karadağ, 1996, 273/5)

Cemâl-i bâ-kemâlün âfitâb-õ ‘âlem-ârâdur

Habbe-i nûr-õ Hakk hûrşîd-i didârunda peydâdur (Karadağ, 1996, 399/1)

Seni Hakk nûr-õ zâtõndan yaratdõ tayb-õ zâhir

Serâba çeşm ü pâkün enver-i nûr-õ nemlâdur (Karadağ, 1996, 399/3)

Hakîkatun nûr-õ zâtun mebde-i ba’is-i eşyâdur (Karadağ, 1996, 399/4)

Dünyanõn yaratõlõş sebebi, Hazreti Muhammed’dir. Bunu Erzurumlu Emrah şöyle anlatõr:

Anõn hürmetine oldu dü-âlem

Bais-i ‘âlemdir Hazreti Hâtem (Karadağ, 1996, 96/8)

Eger sen gelmeseydün ‘âleme olmazdõ bu ‘âlem

Hakîkatun nûr-õ zâtun mebde-i ba’is-i eşyâdur (Karadağ, 1996, 399/4)

Hazreti Muhammed’in Allah tarafõndan dört kutsal kitapta da anõldõğõnõ, bu yüzden onu övmekte kendisinin aciz kaldõğõnõ Erzurumlu Emrah söyler:

Seni medh eylemek mümkin midür Emrâh gibi ‘âsî

Senün na’t-õ şerîfün dört kitâb içre hüveydâdur (Karadağ, 1996, 399/5)

Ruhen Hazreti Muhammed’e, bedenen de Hazreti Âdem’e bağlõ olduğunu Erzurumlu Emrah belirtir:

Mustafâ olmaz mõ gönül mir’atõ

Âdem sâfi ile cihanda idim (Karadağ, 1996, 97/13)

Gevherî, sevdiğinin yüzünde Peygamberimizin nurunu gördüğünü ifade eder:

Yüzünde berk urur Muhammed nûru (Elçin, 1984, 185/5)

Peygamberimizin Allah’õn nurundan yaratõldõğõnõ Gevherî şöyle dile getirir: 142

Nûr-õ Kibriyâ’ya uğradõm geldim (Elçin, 1998, 192/2)

Muhammed şemine pervâne mi oldun (Elçin, 1998, 276/2)

Ey Habîb’im seni vechin görenler

İlmü’l beyânõ sende görmüşler

Nûr olur cebhenden hurşîd ü kamer

Envâr-õ Sübhân-õ sende görmüşler (Elçin, 1998, 320/2)

Karacaoğlan, Allah’õn kullarõndan en çok Peygamberimizi sevdiğini anlatõr:

Hak Muhammed’den sevgili

Hakk’õn kulu gelmemiştir.( Bora, Karacaoğlan Seçmeler, 329/1)

Peygamberimizin nuru ile bu dünya kurulmuştur. Karacaoğlan bunu şöyle aktarõr:

Karaca Oğlan der, evren dirildi

Mustafâ üstüne bina kuruldu (Öztelli, 1996, 412/4)

Âşõk Ömer, Allah’õn herkesten önce sevgili kulu Peygamberimizi yarattõğõnõ belirtir:

Yüz yirmi dört bin peygamber gelmeden

Hak Muhammed habîbini bilmeden (Elçin, 1999, 33/4)

Âşõk Ömer bu dünyanõn kimseye kalmadõğõnõ, hatta büyük sevgili olan Peygamberimizin bile vefat ettiğini söyler:

Yatur zemîn içre niçe Ya’kûb zâr

Dahi Yûsuf gibi mahbûb-i dîdâr

Habîb-i ekremle hem Çehârõyâr (Ergun, 1936, 12/3)

Ömer gör âlemi mutlak mezâkõ yok vefâ elhak 143

Vefâ olsa görürdü Hak Habîbi Mustafâ dünyâ (Ergun, 1936, 90/2)

Her şeyden önce Hazreti Muhammed’in Allah’õn nurundan, tüm varlõklarõn da Peygamberimizin nurundan yaratõldõğõnõ Âşõk Ömer dile getirir:

Sen ol nûr-i Hûdâ’sõn kim nazîrin gelmemiş cânâ (Ergun, 1936, 108/3)

Nûr-õ akdem buldu kandîl içre menzûl ibtidâ

Cümle ervâh oldu ol nûr ile medhûl ibtidâ (Ergun, 1936, 128/1)

Nûr-õ hazret oldu kandîl içre meşhûr ibtidâ

Cümle ervâhtan mukaddem oldu ol nûr ibtidâ (Ergun, 1936, 129/1)

Ey Habîbi ehl-i isyânõn şefîi Mustafâ

Hürmetinle on sekiz bin âlem oldu pür ziyâ (Ergun, 1936, 129/6)

Bir güzelde yokdürür sende olan nûr ile âl

Dili bülbül yüzü gül kaşõ siyahõm Mustafâ (Ergun, 1936, 131/1)

Ömer nûr-i şuhûduna müşâhiddir kamu zerrât (Ergun, 1936, 405/5)

Senin feyzinden ayru olsa farzâ cevher-i eşyâ

Nebât ü ma’den ü hayvâne çõkmaz yâ Resûlullah

Senin feyzinle sertâser vücûde geldi her âlem

Yem-i Feyzin senin pâyâne çõkmaz yâ Resûlullah (Ergun,1936, 441/2-3)

“Sevgili” diyerek Peygamberimize Âşõk Ömer hitap eder:

Ey habîbi ehl-i isyânõn şefîi Mustafâ (Ergun, 1936, 129/6)

Cennetinden alup bir ağ ol habîbe verdiler (Ergun, 1936, 322/1)

Âşõk Ömer, Allah’õn sevgili kulu Peygamberimiz hatõrõna Allah’a dualar eder:

Yarlõğa Ömer’i ol bî nevâyõ

Behakk-õ hürmet-i Ahmed-i Muhtâr (Ergun, 1936, 15/1)

Ol Habîbin Fahri âlem Mustafâ’nõn aşkõna (Ergun, 1936, 169/1)

Kõl inayet bana sen hazreti İmam aşkõna (Ergun, 1936, 169/2) 144

Cennet-i uzmâ ile ol Arş-i Rahman aşkõna (Ergun, 1936, 169/2)

Ol Habîb’in hürmetiyçün kes bu halkõn dilin (Ergun, 1936, 220/4)

Habîb’in yüzü suyu hürmeti şefkâtlerin artur (Ergun, 1936, 331/5)

Bin bir adõn hürmetiyçün kõl inâyet yâ Celîl (Ergun, 1936, 375/2)

Hürmet-i Ahmed dahi hem Çariyâr

Etme Salâhi’ye İlâhî azâb (Ergun, 1936, 391/5)

Duâlar yüzü suyine (Ergun, 1936, 414/2)

Yâ İlâhî kõl hidâyet hürmetiçün ol Habîb (Elçin, 1999, 81/4)

Yüzümüzün karesine bakmayup Rab-bi Celîl

Ol Muhammed hurmetiyçün etmedi bizi rezîl (Elçin,1987, 74/4)

Âşõk Ömer de Hazreti Muhammed’in nurunu sevgilisinin yüzünde görür:

Berk urur âyîne-i vechinde nûr-õ Mustafâ (Ergun, 1936, 302/3)

Büyük sevgili olan Peygamberimizi çok sevdiğini ve onun uğruna canõnõ feda edebîleceğini Âşõk Ömer şöyle dile getirir:

Ol Habîb-i Kibriyâ’nõn yoluna cânõm fedâ (Ergun, 1936, 306/2)

Âşõk Ömer, Allah’õn sevgili kulu olan Peygamberimizin ruhuna selavat göndermenin çok büyük sevap olduğunu hatõrlatõr:

Ver selâvat ol Habîb-i Kibriyâ’nõn rûhuna

Nice bin Kâ’be sevâbõn bul mubârek cum’a gün (Ergun, 1936, 306/1)

Allah’a yapõlan dualarõn Allah’õn sevgilisi olan Peygamberimiz için yapõlmasõnõ Âşõk Ömer söyler:

İdelim Hak’ka niyâzõ hak Habîbullah içün (Ergun, 1936, 320/5)

Peygamberimizin nurunun çok parlak olduğunu, hatta güneşin õşõğõnõ ondan aldõğõnõ Âşõk Ömer şöyle belirtir:

Nûr-i Ahmet katrasõnda hûb deryâdõr güneş (Ergun, 1936, 350/4)

Görünmez pertevinden sûret-i mihrin ne hâlettir 145

Münevver hüsnü kandîl içre bir nûr-i hidâyettir (Ergun, 1936, 405/1)

Allah’õn Peygamberimize “Sevgili kulum” diye hitap ettiğini, bu yönü ile benzerinin olmadõğõnõ Âşõk Ömer şöyle ifade eder:

Gelmedi âfâka senin tek selîm

Sana Habîbim dedi Rabb-õ Rahîm (Ergun, 1936, 391/3)

Hazreti Âdem, ebu’l-beşer (insanlõğõn babasõ) dõr, Hazreti Muhammed ise ebu’l-ervah (ruhlarõn babasõ)dõr. Âşõk Ömer bunu anlatõr:

Senin zâtõn çü ervâha pederdir yâ Resûlullah (Ergun, 1936, 441/1)

Allah başlangõçta nurlar tecelli etmiş, bu nurla peygamberlik feyzinin sõrrõnõ ortaya çõkarmõştõr. Allah peygamberlik nurunu yaratõrken önce kendisi onun peygamberliğini kabul ettiğini Seyrânî dile getirir:

Şems-i vahdetten tecelli envâr ibtidâ

Eylemiş feyz-i nübüvvet sõrrõnõ var ibtidâ

Zât-õ Vâhid lâfzõ mâ’nâ-yõ nübüvvet nûrunu

Halk ederken kendisi etmiştir ikrâr ibtidâ (Yüksel, 1987, 159/1-2)

Seyrânî, “Ben gizli bir hazine idim” anlamõndaki sözün manasõnõ layõkõyla ilk anlayanõn Hazreti Muhammed olduğunu aktarõr:

Lafzõ “küntü kenzi mahfi” vahdetin ma’nâsõnõ

Layõkõyla fehmeden Muhtâr-õ Serdar ibtidâ (Yüksel, 1987, 159/4)

Dünyanõn yaratõlõşõna sebep, Hazreti Muhammed’dir. O yaratõlõşõn sõrlarõnõ ilk açõklayan kişidir. Seyrânî bunu belirtir:

Ahmed-i Muhtârdõr sermâye-i feyz-i vücûd

Eylemişdir hilkatin esrârõn izhâr ibtidâ (Yüksel, 1987, 159/5)

Hazreti Muhammed’in güzelliği varlõğõn başlangõcõdõr. Dünya, onun yüzü suyu hürmetine yaratõlmõştõr. Bunu, Seyrânî şöyle ifade eder:

Hüsnü ezelî-i vâhidü’l-vücûd 146

Manzûru mir’at-õ devrân olan yâr

Mazhar-õ nigâhõn olmaz mõ mes’ûd

Ser-defterde şâh-õ hûbân olan yâr (Kasõr, 1984, 187/1)

Hazreti Muhammed, Allah’a sevgili kuldur ve bu özelliği ile tektir, bunu Seyrânî şöyle anlatõr:

Yaradana habîb olan (Çatak, 1992, 342/3)

Ki ol mahbûb-i rahmani (Çatak, 1992, 342/6)

Ey mürüvvet kânõ şah-õ risâlet

Bilmişim, olduğun mahbûb-õ Mevlâ (Öz, 1987, 79/1)

Hakk Habîb’i Mustafâ’ya di gelsin (Öz, 1987, 94/1)

Gelip geçmiş iki yüz yirmi dört bin peygamber var

Hâbib-i Ahmed-i Muhtâr velî dünyâya bir geldi (Öz, 1987, 97/1)

Seyrânî, Allah’õn sevgili kulunun dünyaya rehber olduğunu, ona selam göndererek ona eşlik edilebileceğini aktarõr:

Bilirim Hakkõn Habîb’i oldu âlemlere baş

Salatu selam edelim olalõm ona yoldaş (Çatak, 1992, 379/1)

Yüce Yaratan’õn Peygamberimize “Habîb” diye hitap ettiğini, onun varlõğõnõn dünyanõn yaratõlma sebebi olduğunu Seyrânî dile getirir:

Gelince dünyaya hem ol zat-i pak,

Hak hitap eyledi Levlake Levlak

Der Habîbim lema helakt-ül-eflak,

Senin’çin yarattõm ben bu cihanõ (Çatak, 1992, 417/90)

Seyrânî, Allah’õn sevgili kulu olan Peygamber Efendimizin hatõrõna Allah’tan yardõm ister:

Bir su teskin eder nâr-õ Tamuyu

Serpilip Ahmed-i Muhtâr elinden (Öz, 1987, 79/5) 147

Allah’tan ilk önce zuhur eden Hazreti Peygamberin nurudur. Allah ilk önce Peygamberin nurunu, sonra maddî-manevî, zahirî-batõnî bütün varlõklarõ onun nurundan yaratmõştõr. Seyrânî, her şeyin varlõğõnõn bir cevherde bulunduğunu ve bu cevherin Hazreti Muhammed’in nuru olduğunu hatõrlatõr:

Hakk lisânõ kudretinde kavl-i kün bir nûr idi

Nûr içinde on sekiz bin âleme mestûr idi

Nûr-õ Ahmed on sekiz bin âleme manzûr idi

Lâfz-õ levlâkindeki ünvânõ ben bilmez miyim (Öz, 1987, 96/1)

Vücûdin on sekiz bin âlemin bir kânde bulmuşlar

Bu kânõ Ahmed’in dârõndaki mihmanda bulmuşlar (Öz, 1987, 96/3)

Cevheri nurunla kõldõn şerefyâb

Cevher dedi ent-el melik’ül vahab

Ve ma Muhammedün eşitti hitâb

Dedi cevher: ana ben gördüm anõ (Çatak, 1992, 399/4)

Yarattõ bir oda sâfî içi ak

O cevheri ezip eritti varak

Hem dahi yarattõ yüz kõrk bin durak

Sõfat-õ Muhammed şah-õ hübânõ (Çatak, 1992, 404/26)

Sümmânî de Peygamberimizin Allah’a sevgili kul olduğunu, bu yüzden isminin Kur’ân’da sõk sõk yer aldõğõnõ belirtir:

Elli dörttür bab içinde bildim âyet be âyet

Yetmiş bin hicab içinde Habîbim Nuru Ahmed (Elçin, 1988, 251/6)

Cihanõn nuru olan Peygamberimizin neslinden gelindiğini Âşõk Veysel şöyle dile getirir:

Nesli Peygamber’sin cihanõn nuru (Alptekin, 2004, 254/2) 148

Bayburtlu Zihnî, Allah’õn sevgili kulu Hazreti Muhammed’in yüzü suyu hürmetine Allah’a dua eder:

Âb-õ rûy-õ Ahmed-i Muhtâr için

Leyle-i isrâdaki esrâr için (Sakaoğlu, 1988, 139/4)

Âlemlerin varlõk sebebi olan Muhammed isminin, Ahmed kelimesine mim harfinin eklenmesi ile ortaya çõktõğõnõ Bayburtlu Zihnî söyler:

Ehad’dan Ahmediyyet zâhir oldu zâta mazharla

Avâlim mîm-i Ahmed’den nümâdõr yâ Resûlullah (Yeniterzi, 1993, 62/2)

Bayburtlu Zihnî, Peygamberimizin yüzünün, Allah’õn nurunun doğduğu yer, yanağõnõn ise Allah’õn sõrlarõnõn aynasõ olduğunu anlatõr:

Cemâlin matla-õ nûru’l-Hûdâdõr yâ Resûlullah

Ruhun âyîne-i sõrr-õ Hûdâ’dõr yâ Resûlullah (Yeniterzi, 1993, 62/1)

Peygamberimiz nur halinde iken Allah’la birlikte olma şerefine ulaştõğõnõ ve bu lütfun peygamberler içinde yalnõz ona verildiğini Bayburtlu Zihnî dile getirir:

Felekler farkõna basdõn kâdem ey “Lî ma’Allah’-kadr”

Bu i’zâz enbiyâ içre sanadõr yâ Resûlullah (Yeniterzi, 1993, 62/3)

Allah ilk önce Peygamberin nurunu, sonra bütün varlõklarõ onun nurundan yaratmõştõr. Bütün varlõklarõn maddî sebebi o olduğu için her varlõk, mutlaka onun nurundan bir õşõk taşõr. Bayburtlu Zihnî, bunu şöyle anlatõr:

Daha halk olmadan Levh ü Kâlem urdun Âdemden dem

Ki senden ayn-õ âlem rûşenâdõr yâ Resûlallâh (Yeniterzi, 1993, 62/4)

Çü sensin âfitâb-õ âlem-ârâ

Kamer-i ruhsâr devrinden hüveydâ

Cemâlin pertevinden ey dil-ârâ

Eder nûr istifâd arz u semâlar (Sakaoğlu, 1998, 140/3)

149

C. İnsanlardaki Hazreti Muhammed Sevgisi

İnsanlar Hazreti Muhammed’in meftunu, meczubu, hatta mecnunudurlar. Onlara göre Allah’ta fani olmanõn yolu Allah Resûl’ünde fani olmaktan geçer. Bu bakõmdan Hazreti Peygamber Allah’tan önce gelir. (TDEA, cilt 6, 415)

Büyük bir ahlaka sahiptir, yaşama ve davranõş biçimlerinde insanlar için en güzel örnektir. Hazreti Peygamberimiz şöyle buyurmuşlardõr: “Beni Rabbim terbiye etti ve beni ne güzel yetiştirdi.” Bu sebeple onun ahlakõ, davranõşlarõ insanlõk için mükemmel bir örnektir. Mü’minler onu izlemekte, ona öteki insanlardan farklõ bir saygõ göstermekte ve onun buyruklarõna uymaktadõr.

İşte, böyle üstün şahsiyeti ve vasõflarõ olan bir Peygambere tabi olmak, onu örnek almak, insanlar için bir şereftir. Çünkü o peygamber, insanlarõn kardeşlik, yardõmlaşma, merhamet, iyilik, şefkat duygularõnõ geliştirmiş; onlara insanlõğõn mana ve gayesini öğretmiştir. Beşeriyetin muhtaç olduğu sevgi ve saygõ ondadõr. (Nizamoğlu, 2000, 130)

Bu mevzu Kur’ân’da da geçer:

Mü’minlerin, Peygamberi kendi nefislerinden çok sevmeleri gerekir. (33/6)

Aynõ mevzu 3/32, 4/59, 4/80, 24/50., 33/21, 33/36., 59/7. âyetlerde de geçer.

Dertli, gerçek aşkõn Peygamber aşkõ olduğunu, dolayõsõyla Hazreti Muhammed’i sevenlerin gerçek âşõk olduğunu belirtir:

Âşõk-õ sâdõk, muhibb-i Mustafâ derler bize

Derd ile gayret-keş-i âl-i abâ derler bize (Kutlu, 1988, 97/1)

Hazreti Muhammed’i candan, gönülden seven Dertli, onun yoluna kurban olmayõ bile göze alõr:

Nedir derdin deyû bu Dertli-i nâçâra sormazsõn

Risâlet hâtemi Ahmed yolunda şöyle kurbanõm. (Kutlu, 1988, 160/5)

Candan sultanõdõr Habîb Dertli’nin (Köprülü, 1962, 804/3) 150

Ercişli Emrah’õn sevdiğinden bazõ istekleri vardõr, bunlarõ sevgili Peygamberimiz hatõrõna yapmasõnõ ister:

Annacõmdan gelen güzel

Dur, Muhammed’i seversen

Seni bana dargõn derler

Gül, Muhammed’i seversen (Saraçoğlu, 1999, 33/1)

Eviniz bizden aşağõ

Belinde Kirman kuşağõ

İkimize bir döşeği

Ser, Muhammed’i seversen (Saraçoğlu, 1999, 33/2)

Eviniz bizden dolayõ

Kaldõr yürekten hileyi

Alnõndaki al valayõ

Çöz, Muhammed’i seversen (Saraçoğlu, 1999, 33/3)

Âşõk Emrah söyler dosta

Ben derdinden oldum hasta

Bir kol altta bir kol üstte

Sar, Muhammed’i seversen (Saraçoğlu, 1999, 33/4)

Erzurumlu Emrah, Peygamberimizi sevdiği için ona naat yazmayõ da çok sevdiğini ifade eder:

Nâ’t-õ pâk-õ Ahmed-i Muhtârdur eglencemüz (Karadağ, 1996, 436/5)

Biz muhibb-i hânedânuz Mustafâ’dan söylerüz (Karadağ, 1996, 439/1)

151

Gevherî, Peygamberimizin Mecnun’u olduğunu, onu çok sevdiğini ve eğer bir gün onun aşkõndan vazgeçerse, Allah’õn kullarõnõ yargõladõğõ gün affedilemeyeceğini anlatõr:

Gevherî bendene iltifat et sen

Yâ Mehemmed senin Mecnun’unum ben

Ger ferâgat eyledim şehâ aşkõndan

Rûz-i magfirette mağfur olmazem(Elçin, 1984, 178/5)

Hazreti Muhammed’in ismindeki harfleri tek tek söyleyen Gevherî, dünyalar güzeli Peygamberimizi çok sevdiğini dile getirir:

Benim sevdiceğim hûblarõn hâsõ

İki mim ha daldõr ismi hecâsi (Elçin, 1984, 290/5)

Gevherî, Hazreti Muhammed’i canõndan öte sevdiğini ve ondan başka sevdiğinin olmadõğõnõ söyler:

Cânõmõn cânânõ Cânõm Mehemmed

Benim senden gayri dildarõm mõ var (Elçin, 1984, 302/1)

Karacaoğlan, sevdiğinden, Hazreti Muhammed aşkõna, kendisine merhamet etmesini ister:

Önü öte giden güzel,

Dön, Muhammed’i seversen.

Seni bana küskün derler,

Gel, Muhammed’i seversen. (Cumbur, 2001, 414/1)

Annacõmdan gelen güzel

Dur, Muhammed’i seversen

Seni bana küskün derler

Gül, Muhammed’i seversen (Öztelli, 1996, 423/1) 152

Huyu melekten yukarõ

Kendisi kõzlar sükkeri

Ağzõ da lebin şekeri

Ver, Muhammed’i seversen (Öztelli, 1996, 423/2)

Belinde Hama kuşağõ

Saçağõ sarkmõş aşağõ

İkimize yün döşeği

Ser, Muhammed’i seversen (Öztelli, 1996, 423/3)

Karac’olan diyor pestten

Armağan geliyor dosttan

Bir kol alttan bir kol üstten

Sar, Muhammed’i seversen (Öztelli, 1996, 423/4)

Âşõk Ömer, Peygamberimizi çok sevdiğini, bunun için ona uyduğunu, onun soyuna ve ashabõna selam gönderdiğini ifade eder:

Kavlini tut fi’line uy Resûl’ün

Selâm olsun ashâbõna âline (Ergun, 1936, 35/1)

Herkes sevdi birin benim sevdiğim

Hazreti Resûl’e sel sele düştü (Ergun, 1936, 80/5)

Adõn anmak selâmettir yüzün görmek saâdettir (Ergun, 1936, 405/1)

Seyrânî, Peygamberimizi içten sevmek ve ona yürekten bağlanmak gerektiğini dile getirir:

İsmi Ahad, Ahmed, Mahmûd, Muhammed

Hulûs-i kalb ile sev Mustafâ’yõ

Bend-i ihlâs ile var ol mukayyed 153

Ma’siyet rencine sen bul şifayõ (Çatak, 1992, 264/1)

Seyrânî, kendisinin Allah’õn kulu olduğunu Peygamber Efendimize söyler ve ona sevgili olmak istediğini belirtir:

Ben bir abd-i Hakperestim ey nebiy-yi muhterem

Âşõk-õ Seyrânî’yi et kendine yâr ibtidâ (Öz, 1987, 95/8)

“Efendim” diye Peygamberimize hitap eden Seyrânî, onu o kadar çok sever ki, canõnõ onun uğruna feda edebileceğini, onu anlatmaya sözün yetmediğini ifade eder:

Zülfün gibi ah aklõ perişânõm Efendim

Kurban tenine bende olan cânõm Efendim (Öz, 1987, 96/4)

Divâneyim aşkõnla değil elde iradem

Uslanmağa yok elde bir imkânõm Efendim(Öz, 1987, 96/5)

Seyrânî’ye ver vârõnõ var yok değil aslâ

Ey vâcib-i mevcûd-õ keremkânõm Efendim(Öz, 1987, 96/7)

Mahbûblar şahõnõ methedem desem

Kitâba hesâba denâna sõğmaz (Öz, 1987, 80/3)

Mahbûb’un aşkõn ayân eylesem

Deftere fermâna divâna sõğmaz (Öz, 1987, 80/4)

Sümmânî ise ömrünü çok sevdiği Peygamber Efendimizi anarak geçirmek için dua eder:

Yarabbi Sümman’a eyle inâyet

Salavatla bula ömrü nihâyet

Habîb’im Muhammed eyle şefâat (Yağmurdereli, 1939, 148/1)

154

İnsanlar onu o kadar sevip sayar ki, Peygamber sevgisi gönüllere şifadõr, dertlere dermandõr. Hatta Hazreti Peygamberi konu edilen manzumelerin maddî ve manevî her çeşit hastalõğa karşõ şifa olduğuna inanõlmaktadõr. (TDEA, cilt 6, 415)

Gevherî, Peygamberimizden şifa umar:

Onulmaz derdime tabib olursa (Elçin, 1984, 221)

Peygamberimizin ismini ananlarõn her dertlerine deva bulduklarõnõ ve bunun da Allah’õn izni ile gerçekleştiğini Âşõk Ömer söyler:

Yâdedip ism-i Resûl'ü buldular derde devâ Hamdülillâh Hak katõnda oldu makbûl ibtidâ (Ergun, 1936, 128/5)

Peygamberimizin tüm dertlere derman olduğunu Seyrânî şöyle anlatõr:

Cümle dertlerin dermanõ (Öz, 1987, 93/5)

Sensin cümle derde dermân olan yâr (Öz, 1987, 94/4)

Her derde devâ olmağa var sende liyâkat

Aşkõn bilirim derdime dermânõm Efendim (Öz, 1987, 96/6)

Mücrim Seyrânî’nin derdine dermân

Sensiz olmaz olur seninle illâ (Öz, 1987, 79/4)

Kamu derde tabip olan (Çatak, 1992, 342/3)

Seyrânî, asilik derdine şifayõ Peygamberimizi sevmekte ve ona bağlanmakta bulur:

Bend-i ihlâs ile var ol mukayyed

Ma’siyet rencine sen bul şifayõ (Çatak, 1992, 264/1) 155

Ç. Hazreti Muhammed’in Şefâatçiliği

Şefâat, bir suçun bağõşlanmasõ için aracõ olmaktõr. Kõyamet gününde kullar, Mahkeme-i Kübra’da hesap vereceklerdir.

Peygamberimizden önceki peygamberlere verilmeyip ona verilen üstünlüklerden bir tanesi de şefâat etme hakkõdõr. İlk defa kendisinin şefâat edeceğini, cennetin kapõ halkalarõnõ ilk önce kendisinin hareket ettireceğini, Allah’õn ilk defa kendisini içeri alacağõnõ Hazreti Muhammed tekrarlamõştõr. Ayrõca Resûl-i Ekrem, kabirden ilk defa kendisinin çõkacağõnõ, kimsenin konuşmaya cesaret edemeyeceği o dehşetli günde bütün insanlar adõna konuşup huzûr-õ ilahîde onlarõn dertlerini anlatacağõnõ, Arasat meydanõndaki vakfenin uzayõp insanlarõn alabildiğine bunalacağõ kõyamet gününde hesabõn başlamasõ için kendisinin şefâat edeceğini, ümitsizliğe düştükleri zaman şefâatinin kabul edildiğini onlara müjdeleyeceğini bildirmiştir. Her peygamberin kabul edilmiş bir duasõ olduğunu söyleyen Resûlullâh, kendi duasõnõ kõyamet gününde ümmetine şefâat etmek için sakladõğõnõ haber vermiştir. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 16, 278- 279)

Peygamberimizi seven sûfîler, daha sonralarõ onun ruhanî tarafõna gittikçe daha fazla önem vermişler, “Şefâat ya Resûlullâh” diyerek her zaman onun manevî yardõmõnõ istemişler. Onun ruhanî himayesine iltica etmişlerdir. Peygamberimizden yardõm istemiş ve darda kalõnõnca ona sõğõnmõşlardõr.

Kendisine Makam-õ Mahmûd ve Şefâat-õ Uzma adõ verilen Hazreti Peygamberin ahirette pek çok günahkara şefâat edeceğine inananlar, Peygamberimizin ister hayatta ister vefatõndan sonra olsun her zaman Allah katõnda insanlar için şefâatçi olduğuna sarsõlmaz bir inançla iman etmişlerdir. (TDEA, cilt 6, 415-416)

Bu mevzu Kur’ân’da şöyle yer alõr:

Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sõkõntõya uğramanõz ona çok ağõr gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşõ çok şefkatlidir, merhametlidir. (9/128)

Aynõ konu 15/88., 18/6., 26/3, 215. âyetlerde de geçmektedir. 156

Dertli, mahşer gününün Hazreti Muhammed’siz açõlamayacağõnõ, ondan önceki pek çok peygamberden imdat istediğini; ama onlarõn da derdine derman olmadõğõnõ, şefâat kaynağõnõn Peygamberimiz olduğunu anlatõr:

Dertli çok hikmetten irşâd olmadõ

Sensiz mahşer yeri küşâd olmadõ

Çok nebiye vardõm imdâd olmadõ

Şefâat kânõsõn Mustafâ dedim (Karaalioğlu, 1980, 541/4)

Dertlerinden kurtulmanõn zamanõ, Dertli için kõyamet günüdür. Çünkü o, Muhammed’in kuludur ve ondan şefâat beklemektedir:

Dertten hâlî değil dil (i)-nâşâdõmõz

Anõn için Dertli kaldõ adõmõz

Kõyâmete değin yok azâdõmõz

Âl-i Muhammed’in gulâmõyõz biz (Köprülü, 1962, 814/3)

Peygamberimize salavat getirerek dünya sõkõntõlarõndan kurtulmayõ uman Dertli, onun aşkõ ile yaşamaya devam etmektedir:

Âl-i Muhammed’i koyma dilinden

Bu aşk ile yana yana var yürü (Köprülü, 1962, 817/2)

Dertli, Peygamberimizin ihtişamõnõn mahşer gününde görüleceğini ve kendilerini koruyacağõnõ dile getirir:

Muhammed’in şevki rûz-i cezâdõr

Âl-ü bendesine sâhib-‘atâdõr (Köprülü, 1962, 817/3)

Şâfî’-i kõyâmet, rûz-i nedâmet (Kutlu, 1988, 143/1)

Erzurumlu Emrah günahkar olduğunu düşünür; ama bunu kendisine dert etmez. Çünkü ceza gününde Hazreti Muhammed’den şefâat istediğini belirtir ve Peygamberimizin şefâatçiliği için Allah’a şükreder:

Bakma noksânõma rûz-õ cezâda 157

Bağõşla Ahmed-i Muhtâra beni (Karadağ, 1996, 105/3)

Rahmet et Emrah-zâre yetiş imdâde

Kõl lûtuf şefâat koma piyâde

Böyle mücrimlere rûz-õ cezâda

Şefâat mazharõ Mustafâ sensin (Karadağ, 1996, 140/3)

Ger günâhum olsa da taglar kadar çekmem keder

Hamdûlilah şâfi’üm sultân-õ ‘âlemdür benüm (Karadağ, 1996, 290/2)

Günâhum kûh-i Kâf ne gamdur andan ey h’âce

Şefîyem şâfî-i rûz-õ cezâ sultân-õ zişândur (Karadağ, 1996, 290/2)

Erzurumlu Emrah, asõl şefkatin, merhametin ve şefâatin Peygamber Efendimizde olduğunu ifade eder:

Âsâr-õ merhâmet şefkat şefâat Mustafâ’dandur (Karadağ, 1996, 401/1)

Eğer mahşer gününde affedilmeyi istiyorsak, Allah Resûlü’nün dediklerinden dõşarõ çõkmamamõz gerektiğini Erzurumlu Emrah şöyle anlatõr:

Evlâddur rûz-õ mâhşerde şefâat mazharõ Emrâh

Eger ‘âşõk isen tut dâmen-i Peygamberi Emrâh (Karadağ, 1996, 401/5)

Peygamberimizin kendisine şefâat edeceği, günahlarõ bağõşlanacağõ ve Sõrat köprüsünden kolayca geçip cennete gireceği için Gevherî Allah’a şükreder:

Şefâatçimiz de Habîb olursa

Sararõz dilberi Huri Gõlman’dan (Ergun, 1984, 221/4)

Şefi olsun Resûl hem Ebubekir

Melekler eylesin yanõmda zikir (Elçin, 1984, 164/3)

Şefâat etti ahibbâ

Şükür cürmüm oldu atâ

Sõrat üzre geçüp gûyâ

Ben cennete erdim bu gün (Elçin, 1998, 519/3) 158

Küffâr ol cehennemde kalup mü’mine cennet

Ümmet-i Muhammed

Her kullarõna lûtf ile ihsan olacaktõr

Gülşen olacaktõr

Cürmüm ne kadar var ise afv eyle Bârî

Göstermeye nârõ

Gevherî şefîim hele sultan olacaktõr

Ol can olacaktõr (Elçin, 1984, 630/9)

Gevherî, aşõklarõna eziyet eden sevgililerin Hazreti Muhammed’in şefâatinden faydalanamayacağõnõ dile getirir:

Her kim uşşâkõna cefâ ederse

Habîbullah ana şefâat etmez (Elçin, 1998, 453/2)

Merhamet etmez Hûdâ kõlmaz şefâat Hak Resûl (Elçin, 1998, 597/3)

Muhammed ümmetine seslenen Âşõk Ömer, en zor durumlarda Peygamberimizden şefâat istemelerini söyler:

Kârõn şefâate kaldõysa hâlin

Arzeyle Hûdâ’nõn Mustafâ’sõna (Ergun, 1936, 24/4)

Âşõk Ömer, Habîbullâh’õn isyan edenlere bile şefâatçi olduğunu anlatõr:

Şefî’ olmaz ise Âşõk Ömer’e Hazreti Sultan

Demem mahşerde ettiğim kamu isyâne vâveylâ (Ergun, 1936, 86/1)

Kõyâmette günehkâre şefâat yok mu Sultanõm (Ergun, 1936, 106/3)

Ey habîbi ehl-i isyânõn şefîi Mustafâ (Ergun, 1936, 129/1)

Kõl şefâat çoktur isyânõm Mehemmed gel yetiş (Ergun, 1936, 355/4)

Âşõk Ömer, Peygamberimizin Allah katõnda her zaman şefâatçi olduğunu dile getirir:

Ola yâr ü yâverin Mevlâ şefî’in Mustafâ (Ergun, 1936, 136/3) 159

Hazreti Muhammed ümmetine şefâat kaynağõdõr. Seyrânî, bu kaynaktan şefâat bekler:

Hazreti Mustafâ Hakk’õn Resûlü

Bilmez misin oldu şefâat kânõ (Yüksel, 1987, 66/3)

Ol iki cihân serveri rahmide mahşer günü (Yüksel, 1987, 158/2)

Muhammed zâhirde edip istimdâd

Anlarõ hayõrla kõldõ her dem yâd (Öz, 1987, 80/1)

Umarõz Resûlün şefâatini (Yüksel, 1986-b, 10/5)

Seyrânî, Resûlullâh’õn sabõrsõz insanlara şefâat ettiğini, eğer o olmasaydõ, insanlarõn cehennemde yanacağõnõ belirtir:

Şõn şefâat ede Resûl hazreti

Sad sâim olurduk yanardõk kâti

Sabretmez belâya insanõ bildim (Çatak, 1992, 94/5)

Peygamberimizi anõp ondan şefâat istemeseydi, cennete kesinlikle giremeyeceğini Seyrânî anlatõr:

Cennete Seyrânî girmek ne mümkün

Zikrim ismi “yâ Mustafâ” olmasa (Çatak, 1992, 124/5)

Seyrânî, kendisinin zavallõ olduğunu, bu yüzden hatõrõ sayõlõr kişiler aşkõna Peygamber Efendimizden hem kendisi hem de Muhammed ümmeti için şefâat istediğini ifade eder:

Bir nazar kõl bu düşküne,

Ma’siyet kârõ şaşkõna

Hasan, Hüseyin aşkõna,

Şefâat yâ Resûlullâh (Çatak, 1992, 285/1)

Al-i eshap anda yatõr,

Gidenler gel selam getir 160

Benim müşkül işim bitir,

Şefâat yâ Resûlullâh (Çatak, 1992, 285/2)

Evliyalar himmetine,

Şehitlerin hörmetine

Cümlesinin ümmetine,

Şefâat yâ Resûlullâh (Çatak, 1992, 285/3)

Kabedir gönül şifasõ,

Tavaf etmektir sefasõ

Din şehrinin Mustafâsõ,

Şefâat yâ Resûlullâh (Çatak, 1992, 285/4)

Beytullahõ tavaf etsem,

Gönül müridine yetsem

Makam İbrâhîm’e gitsem,

Şefâat yâ Resûlullâh (Çatak, 1992, 285/5)

Altõn oluk ol güherim,

Kabetullah kõble karõm

Dinîm İslâm bir Allahõm,

Şefâat yâ Resûlullâh (Çatak, 1992, 285/6)

Dünyada nefsi ile savaşan Seyrânî, mahşer gününde Peygamberimizden yardõm bekler:

Şu cihanda nefs ile ben daim eylerim savaş

Ruz-i mahşerde Muhammed imdadõma sen ulaş (Çatak, 1992, 379/1)

Seyrânî, insanlarõn Allah’õn huzurunda zorlanacağõnõ, bu yüzden de Hazreti Muhammed’den şefâat isteyeceklerini anlatõr:

Ulu’l-azim peygamberler,

Bu altõdõr ol serverler 161

Şefâatin umar serler,

Çetindir Hakk’õn huzuru (Çatak, 1992, 427/8)

Tüm dertlere derman olan Allah Resûlü’nden şefâat isteyen ve günahkar olduğunu düşünen Seyrânî, bunun için yandõğõnõ, ağladõğõnõ dile getirir:

Vücûdum mahvedip yaksam

Şefâat yâ Resûlullâh (Öz, 1987, 93/3)

Bu dideleri yaşlasam

Şefâat yâ Resûlullâh (Öz, 1987, 93/4)

Cümle dertlerin dermanõ

Şefâat yâ Resûlullâh (Öz, 1987, 93/5)

Mücrim Seyrânî’ye eyle şefâat

Hak vücûdun kõlmõş âleme rahmet (Öz, 1987, 94/5)

Resmi münacatõm ola makbulüm

Bihakkõ Ahmed-i Muhtarõ kudret (Başaran, 1982, 17/5)

Âşõk Sümmânî isyanõnõn ve günahlarõnõn çokluğunu, kurtarõcõ olarak Hazreti Muhammed’i gördüğünü anlatõr. Âşõk avcõ, o avdõr. Avcõ, avõn yolunu gözler:

İsyânõm çoğaldõ günâhõm zengin

Bu aşkõn elinden sarardõ rengim

Muhammed av-gâhõm kõble tüfengim

Bakar nişân-gâhõ gözler gözlerim (Yağmurdereli, 1939, 146/1)

Ahirette sadece imanõn yetmeyeceğini, şefâatçi olarak bin bir adlõ şahõ yani Peygamberimizi gözlediğini Sümmânî belirtir:

Güvenilmez buna bu âhir zaman

Âhirette karşõ gelir mi îman 162

Çok nebiye vardõm olmadõ derman

Bin bir adlõ şahõ gözler gözlerim (Yağmurdereli, 1939, 146/2)

Yarõn kõyamette şefâat için

Ol Resûlullâh’õ gözler gözlerim (Yağmurdereli, 1939, 146/3)

Habîbim Muhammed eyle şefâat (Yağmurdereli, 1939, 148/1)

Bayburtlu Zihnî, şefâat etmenin Resûlullâh’õn yüceliğine yakõştõğõnõ söyler. Onun şefâat hazinesi o kadar geniştir ki, günahkarlarõn hatalarõnõ bildirmeleri ona hediye gibidir:

Şefâat şânõna lâyõk sezâdõr yâ Resûlullâh

Hazînende şefâat cevheri tâ ol kadardõr kim

Sana arz-õ hatâ misl-i atâdõr yâ Resûlullâh (Yeniterzi, 1993, 62/5)

Hazreti Muhammed’e peygamberlerin şahõ diye seslenen Bayburtlu Zihnî, her türlü insanõn onun kapõsõna gelip şefâat istediklerini ifade eder:

Eyâ şâhenşeh-i taht-õ risâlet

Der-i eltâfõna gelmiş gedâlar

Sipeh-salar-õ iklîm-i inâyet

Şefâ’at nakdin ister bî-nevâlar (Sakaoğlu, 1998, 140/1)

Kimi âlûde-i cürm ü hatâdõr

Kimi müstağrak-õ bahr-i belâdõr

Kimi ser-geşte-i şehr-i fenâdõr

Dilerler bâb-õ lütfundan atâ’lar (Sakaoğlu, 1998, 140/2)

Şefî’-i mahşerin tuttu dâmânõn (Sakaoğlu, 1988, 112/19)

Ya Rab şefâatin nasib et bârî (Sakaoğlu, 1988, 112/21)

Ola cümlemizin şefâat-kârõ (Sakaoğlu, 1988, 112/22)

Cümle eşin dostun akrabalarõn 163

Şefâatçisidir şübheden ârî (Sakaoğlu, 1988, 113/25)

Mahşer gününde söz, güç ve kudretin Peygamberimizde olduğunu ve hamd sancağõnda toplandõğõmõzda ona sõğõnacağõmõzõ dile getiren Bayburtlu Zihnî, kendisi gibi onun kabrini ziyaret edenlerin şefâat beklediğini anlatõr:

Yarõn mahşer günü meydân senindir

O gün top sendedir çevgân senindir

Livâü’l-hamd senin fermân senindir

Eder dergâhõna halk ilticâlar (Sakaoğlu, 1998, 140/4)

Edenler ravza-i pâkin ziyâret

Umarlar bâb-õ lütfundan şefâ’at

Sürüp dergâha ruhsâr-õ zarâret

Kulun Zihnî gibi çok mübtelâlar (Sakaoğlu, 1998, 140/5)

D. Âlemlere Rahmet Hazreti Muhammed

Rahmet; acõma, esirgeme, koruma, yargõlama anlamõndadõr. Bütün yaratõlmõşlarõn varlõk sebebi, Peygamberimizin nuru olduğu için Hazreti Peygamber “âlemlere rahmet”tir.

Bu mevzu Kur’ân-õ Kerîm’de geçmektedir:

(Resûlüm!) Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik. (21/107)

Hazreti Peygamber varlõğõn her zerresine sadece inanç ve nazariye olarak değil, aynõ zamanda fiilen ve hakikaten de rahmettir. Her şeyde ve her yerde onun nurunu temaşa etmişler, kavuştuklarõ her çeşit iyiliğin ve nimetin gerçek kaynağõnõn o olduğuna samimi olarak inanmõşlar, dünya ve ahiret saadetinin ancak ona bağlõ kalmakla kazanõlabileceği hususunda en ufak bir tereddüt bile taşõmamõşlardõr. (TDEA, cilt 6, 414)

Yüce Allah’õn Hazreti Peygamberimizin müminlere olan şefkat ve merhametini belirtirken kendi zatõna mahsus iki sõfatõnõ yani Rauf ve Rahim (çok 164

şefkatli ve çok merhametli olan) sõfatlarõnõ peygamberleri arasõnda sadece Hazreti Peygamberimiz için kullanmõş olmasõ da çok anlamlõdõr. (Güngör, 2000, 471)

Kur’ân’da bu mevzu şöyle geçer:

Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sõkõntõya uğramanõz ona çok ağõr gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşõ çok şefkatlidir, merhametlidir. (9/128)

Erzurumlu Emrah, zorda kaldõğõ bir günde âlemlere rahmet olan Peygamberimizden yardõm ister:

Rahmet et Emrah-zâre yetiş imdâde

Kõl lutuf şefâat koma piyâde (Karadağ, 1996, 140/3)

Allah’õn, Resûlullâh’õ âlemlere rahmet olarak gönderdiğini ve Peygamberimizin ne kadar övülürse övülsün yeterli olmayacağõnõ Erzurumlu Emrah dile getirir:

Yâ Resûlullâh nice vasf etsin her eşya seni

Rahmet irsâl eyledi âlemlere Mevlâ seni (Göksel, 1966, 202/1)

Gevherî, Allah’õn Hazreti Muhammed’i âlemlere rahmet olarak gönderdiğini belirtir:

Emr-i Hak erdi semâya rahmet ol dem damladõ

Resûl’ün iki düründen kopma gül hem damladõ (Elçin, 1984, 566/1)

Seyrânî, Resûlullâh’õn âlemlere rahmet olduğunu ifade eder:

Kõlan ümmetine himmet

Bu âleme olan rahmet

Muhammed, Mustafâ, Ahmet

Bu ayda geldi dünyaya (Çatak, 1992, 342/4) 165

Mücrim Seyrânî’ye eyle şefâat

Hak vücûdun kõlmõş âleme rahmet (Öz, 1987, 94/5)

Peygamberimizin rahmetinin çok geniş olduğunu, bu yönüyle insanlarõn yanan yüreklerine su serptiğini Seyrânî anlatõr:

Ateş-i kalbe su ver katre mikdâr

Deryâ-yõ rahmete rahman olan yâr (Öz, 1987, 94/3)

Rahim sõfatõna sahip olan sadece Hazreti Muhammed’dir. Bu yüzden Seyrânî ondan başka rahmet sahibi peygamber bilmediği dile getirir:

Bana rahmeyleyen Ahmed’den özge enbiyâ bilmem (Öz, 1987, 95/3)

E. Hazreti Muhammed Ümmeti

Mü’minlere kendi canlarõndan daha yakõndõr, kõyamet günü Allah, Resûl’ünü ve onun iman ile çevresinde yer alanlarõ utandõrmayacaktõr. Hazreti Muhammed aramõzdan biridir; sõkõntõmõz onu üzer, o bize çok düşkün, inananlara çok şefkatli, çok merhametlidir. Yüce Allah kendisine ait olan “rauf: çok şefkatli”, “rahim: çok merhametli” ismini sadece Peygamber Efendimizde birleştirmiştir. Buna göre Yüce Allah kullarõna nasõl şefkatli, merhametli ise o da ümmetine o denli şefkatli, merhametlidir. Ümmetinin hõrs derecesinde hayrõnõ ve iyiliğini ister, cenneti kazandõrmak için var gücüyle çalõşõr. Bizim sõkõntõya düşmemiz ona ağõr gelir, onu derinden üzer. Azap görmemiz şöyle dursun zahmet çekmemiz bile onu müteessir eder. Çünkü onun inananlara ince bir şefkati, derin bir merhameti vardõr. Ona uyabildiğimiz takdirde ilahî muhabbet ve mağfirete erişeceğimiz müjdesi verilmiştir. (Algül, 2000, 483)

Kur’ân-õ Kerîm’de bu konu şöyle geçer:

Andolsun size kendinizden öyle bir Peygamber gelmiştir ki, sizin sõkõntõya uğramanõz ona çok ağõr gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşõ çok şefkatlidir, merhametlidir. (9/128)

3/31., 9/128., 33/6., 66/6. âyette bu konular vardõr. 166

Cenâb-õ Hak, Efendimizin ümmetini en hayõrlõ ümmet kabul etmiştir. Ümmetine ganimetler helal, yeryüzü temiz ve mescid kõlõnmõş, din konusunda kendilerine zorluk ve güçlük yüklenmemiş, en hayõrlõ gün olan Cuma özellikle onlara tahsis edilmiş, yaptõklarõ az işe çok sevap verilmiş, gönüllerinden geçen kötü düşünceler bağõşlanmõş ve namazda bağladõklarõ saflar meleklerin saflarõ gibi değerli kabul edilmiştir. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 30, 425)

Kur’ân’da bu konu şöyle geçer:

Siz, insanlarõn iyiliği için ortaya çõkarõlmõş en hayõrlõ ümmetsiniz; iyiliği emreder; kötülükten meneder ve Allah'a inanõrsõnõz: Ehl-i kitap da inansaydõ, elbet bu, kendileri için çok iyi olurdu. (Gerçi) içlerinde iman edenler var; (fakat) çoğu yoldan çõkmõşlardõr. (3/110)

2/143., 8/68-69., 22/78., 62/9. âyetlerde de bu konular vardõr.

Resûlullâh’a inananlar onu çok seviyor, o da onlarõ çok seviyor ve onlarla yakõndan ilgileniyordu. Kanatlarõnõ adeta onlarõn üzerõne germişti. Onlara çok yumuşak davranõyor, kusurlarõnõ yüzlerine vurmadan duzeltmeye çalõşõyordu. İşlerinde onlara danõşõyordu. (Güngör, 2000, 471)

Hazreti Muhammed ve ümmeti dünyada son peygamber ve son ümmet olmakla beraber ahirette en önde bulunacaklardõr. Her peygamberin kabul edilmiş bir duasõ olduğunu söyleyen Resûlullâh, kendi duasõnõ kõyamet gününde ümmetine şefâat etmek için sakladõğõnõ haber vermiştir. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 16, 278-279)

Peygamberimiz sadece ümmetini değil, kendisine inanmayanlarõ da düşünüp, akõbetlerinin õzdõrabõnõ içinde duyuyor ve onlarõn da kurtuluşa ermeleri için adeta kendisini heder edercesine uğraşõyor ve didiniyordu. (Güngör, 2000, 471)

Nitekim bu durum bir âyet-i kerîmede şöyle ifade edilmiştir:

Onlar mü’min olmuyorlar diye nerdeyse kendini helak edeceksin.(26/3)

18/6. âyette de aynu konu işlenmiştir.

167

“El-fakru fahri” Hazreti Muhammed’in “Yokluk, yoksulluk, benim övündüğüm şeydir; öbür peygamberlere karşõ bununla övünürüm.” dediği rivayet edilmektedir. Mutasavvõflar ise bu sözdeki yokluğu, vehimden doğmuş olan, gerçekte bulunmayan varlõktan, benlikten, bencillikten kurtulmak şeklinde yorumlamaktadõrlar. (Büyük Türk Klâsikleri, cilt 4, 421)

Dertli de buna dayanarak Muhammed ümmetinden olan, hakkõyla Müslüman olan kişinin dünya nimetlerinden, bencillikten geçip, gönül zenginliğine ve Allah’a ulaştõran yola gitmek gerektiğini belirtir:

Fakr-õ fahri ihtiyâr etsin, âlâyişten geçip

“Ben Muhammed ümmeti, hakka müselmânõm” diyen (Kutlu, 1988, 118/3)

Gevherî, zor bir durumda olduğunu ve Muhammed ümmetinden yardõm beklediğini söyler:

Bana dostlar kimseye etmesün haset

Bir dost yok mu ey ümmet-i Muhammed (Elçin, 1998, 364/4)

Ey Muhammed ümmeti gamdan helâk oldum helâk (Elçin, 1984, 617/5)

Muhammed ümmetinin cennete gireceğini, ona uymayanlarõn da cehennemde kalacağõnõ Gevherî anlatõr:

Küffâr ol cehennemde kalup mü’mine cennet

Ümmet-i Muhammed

Her kullarõna lûtf ile ihsan olacaktõr

Gülşen olacaktõr

Cürmüm ne kadar var ise afv eyle Bârî

Göstermeye nârõ

Gevherî şefîim hele sultan olacaktõr

Ol can olacaktõr (Elçin, 1984, 630/9) 168

Âşõk Ömer, Muhammed ümmetinin hacda olduğunu ifade eder:

Bunca Ümmet-i Muhammed çõkmõş Arfat dağõna (Ergun, 1936, 185/3)

Seyrânî, ümmeti için çalõşan, Kur’ân’õ getiren ve âlemlere rahmet olan Peygamberimizi saygõyla anar:

Kõlan ümmetine himmet,

Bu âleme olan rahmet

Muhammed, Mustafâ, Ahmet

Bu ayda geldi dünyaya(Çatak, 1992, 342/4)

Ana ümmet bu Seyrânî,

Getirdi bize Kur’ân’õ

Ki ol mahbüb-i rahmani,

Bu ayda geldi dünyaya (Çatak, 1992, 342/6)

Peygamberimizin kendine inanõp bağlanan bütün ümmetine şefâat edeceğini Seyrânî belirtir:

Cümlesinin ümmetine,

Şefâat yâ Resûlullâh (Çatak, 1992, 285/3)

Seyrânî, Hazreti Muhammed’in ümmeti olmaktan gurur duyar ve bunun için Allah’a şükreder. Ona ümmet olanlarõn sonunun cennete girmek olduğunu da dile getirir:

Sonra Hazreti Muhammed,

Şükür ona olduk ümmet

Akibet yerimiz cennet,

Olunca verilir hûru (Çatak, 1992, 427/7)

Peygamber ümmeti, cennette Peygamber Efendimize komşu olmak ister. Bunu Seyrânî şöyle anlatõr: 169

Seyrânî’de der ki Resûl-i server

Bir gün ümmetlerin sende misâfir (Öz, 1987, 94/6)

Bayburtlu Zihnî, Hazreti Muhammed ümmetinin diğer insanlar içinde çok özel olduğunu ifade eder:

Ümmet-i Muhammed dedi bir yana (Sakaoğlu, 1988, 111/14)

F. Hazreti Muhammed’in İsimleri

Muhammed, Mustafâ, Mahmûd, Ahmed, Resûl-i Emîn, Hayru’l Mürselîn gibi isim ve sõfatlarla tavsif edilir. (TDEA, cilt 6, 417-418)

Üç yüzü aşkõn adõ ve sõfatõ vardõr. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 30, 423)

Sümmânî, Peygamberimizin isminin çokluğunu şöyle ifade eder:

Bin bir adlõ şahõ gözler gözlerim (Yağmurdereli, 1939, 146/2)

a. Muhammed

Muhammed, Resûl-i Ekrem’in en çok bilinen adõ olup “övgüye değer bütün güzellikleri ve iyilikleri kendinde toplayan kişi” anlamõna gelmektedir. Edebiyatta en çok bu isim ile anõlõr. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 30, 423)

Cenâb-õ Hak, insanlõğõn babasõ Hazreti Âdem’i yaratmõştõ. Başõnõ kaldõrõp bakan Âdem, gökyüzünde muazzam bir nur ile bir isim yazõlõ gördü: “Ahmed”

Âdem merak edip nuru sordu. Allah da şu cevabõ verdi: “Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer o olmasaydõ, seni yaratmazdõm.” ( Ateş, 1993, 21)

170

Kur’ân’da Muhammed ismi geçer:

Muhammed, Allah'õn elçisidir. Beraberinde bulunanlar da kâfirlere karşõ çetin, kendi aralarõnda merhametlidirler. Onlarõ rükûya varõrken, secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rõza isterler. Onlarõn nişanlarõ yüzlerindeki secde izidir. Bu, onlarõn Tevrat'taki vasõflarõdõr. İncil'deki vasõflarõ da şöyledir: Onlar filizini yarõp çõkarmõş, gittikçe onu kuvvetlendirerek kalõnlaşmõş, gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzerler ki bu, ekicilerin de hoşuna gider. Allah böylece onlarõ çoğaltõp kuvvetlendirmekle kâfirleri öfkelendirir. Allah onlardan inanõp iyi işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vâdetmiştir. (48/29)

Cahiliye devrinin yaygõn kötülüklerinin hiçbirine bulaşmadan temiz bir hayat yaşayan Hazreti Muhammed çevresinde iffeti, mertliği, merhameti ve hak severliğinin yanõ sõra ticaret hayatõnda güvenilirliği sebebiyle “Muhammedü’l- Emîn” (her konuda kendisine güvenilen Muhammed) ünvanõyla bilinir. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 30, 410)

Dertli:

Âl-i Muhammed’in gulâmõyõz biz (Köprülü, 1962, 814/3)

Âl-i Muhammed’i koyma dilinden (Köprülü, 1962, 817/2)

Muhammed’in şevki rûz-i cezâdõr (Köprülü, 1962, 817/3)

Hâk-pây-õ münkir olmuştur Muhammed ümmeti (Kutlu, 1988, 87/5)

“Ben Muhammed ümmeti, hakka müselmânõm” diyen (Kutlu, 1988, 118/3)

Erzurumlu Emrah:

Nûr-õ Muhammed’dir cümleden evvel (Karadağ, 1996, 95/4)

Muhammed ismine basõldõ imzâ (Karadağ, 1996, 96/7)

Münkeşîf sõrdan zebân-õ Muhammed olsun muhteşîf (Karadağ, 1996, 254/1) 171

Gevherî:

Yâ Mehemmed senin Mecnun’unum ben (Elçin, 1984, 178/5)

Yüzünde berk urur Muhammed nûru (Elçin, 1984, 185/5)

Benim sevdiceğim hûblarõn hâsõ

İki mim ha daldõr ismi hecâsi (Elçin, 1984, 290/5)

Cânõmõn cânânõ Cânõm Mehemmed

Benim senden gayri dildarõm mõ var (Elçin, 1984, 302/1)

Bir dost yok mu ey ümmet-i Muhammed (Elçin, 1984, 314/4)

Dîn-i Muhammedî ayan gerektir (Elçin, 1984, 371/3)

Yâ Muhammed’il keremdir dâima ezkâr-õ dil (Elçin, 1984, 586/4)

Ey Muhammed ümmeti gamdan helâk oldum helâk (Elçin, 1984, 617/5)

Ümmeti Muhammed (Elçin, 1984, 630/9)

İki mim birisi de ha yazõlõr dal üstüne (Elçin, 1998, 563/4)

Karacaoğlan:

Hak Muhammed dinî, taptõğõm tapõ. (Cumbur, 2001, 142/2)

Gittiğimiz yollar din, İslâm yolu;

Evveli Muhammed, âhiri Ali (Cumbur, 2001, 182/2)

Hak Muhammed’den sevgili

Hakk’õn kulu gelmemiştir ( Bora, Karacaoğlan Seçmeler, 329/1)

Dünyadan yetmiş bin peygamber geçti

Muhammed Medine’de Mehdi yoldadõr (Öztelli, 1996, 392/2)

Dön, Muhammed’i seversen. (Cumbur, 2001, 414/1)

Gel, Muhammed’i seversen. (Cumbur, 2001, 414/1)

Dur, Muhammed’i seversen (Öztelli, 1996, 423/1) 172

Gül, Muhammed’i seversen (Öztelli, 1996, 423/1)

Âşõk Ömer:

Dört hurûf ile efendim ismin âşikâredir

İki mimdir birisi hâ okunur dâl üstüne (Ergun, 1936, 173/1)

Hak Muhammed'e inen Furkan'õ ben bilmez miyim (Ergun, 1936,241/6)

Yüzümüzün karesine bakmayup Rab-bi Celîl

Ol Muhammed hurmetiyçün etmedi bizi rezîl (Elçin,1987, 74/4)

Yüz yirmi dört bin peygamber gelmeden

Hak Muhammed habîbini bilmeden (Elçin, 1999, 33/4)

Âlemin fahrõ Muhammed Mustafâ’nõn aşkõna (Ergun, 1936, 129)

Kõl şefâat çoktur isyânõm Mehemmed gel yetiş (Ergun, 1936, 355/4)

Muhammed Mustafâ dünyâ (Ergun, 1936, 355/4)

Seyrânî:

Cennetin kapõsõn Sallâllah açar

Şeriat işini Muhammed seçer (Öztelli, 1953, 47/2)

Din-i Muhammed’den ayak sektirme

Hâlik’ten gayriye tapõlmaz imiş (Çatak, 1992, 226/1)

İsmi Ahad, Ahmed, Mahmûd, Muhammed (Çatak, 1992, 264/1)

Muhammed, Mustafâ, Ahmet (Çatak, 1992, 342/4)

Ruz-i mahşerde “Muhammed” imdadõma sen ulaş (Çatak, 1992, 379/1)

Yarattõ Muhammed’i verdi Kur’ânõ (Çatak, 1992,416/89)

Sonra Hazreti Muhammed,

Şükür ona olduk ümmet (Çatak, 1992, 427/7) 173

Muhammed zâhirde edip istimdâd (Öz, 1987, 80/1)

Muhammed dinidir taptõğõm tapõ (Öz, 1987, 95/1)

Sümmânî:

Muhammed av-gâhõm kõble tüfengim (Yağmurdereli, 1939, 146/1)

Habîbim Muhammed eyle şefâat (Yağmurdereli, 1939, 148/1)

Bayburtlu Zihnî:

Ümmet-i Muhammed dedi bir yana (Sakaoğlu, 1988, 111/14)

b. Ahmed

Peygamberimizin en çok kullanõlan ikinci ismi Ahmed’dir. Bu isim de hamd kökünden türemiş olup “Allah’õ herkesten daha iyi ve daha çok öven; herkesten daha çok övülen” manalarõna gelmektedir. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 30, 423)

Cenâb-õ Hak, insanlõğõn babasõ Hazreti Âdem’i yaratmõştõ. Başõnõ kaldõrõp bakan Âdem, gökyüzünde muazzam bir nur ile bir isim yazõlõ gördü: “Ahmed”

Âdem merak edip nuru sordu. Allah da şu cevabõ verdi: “Bu senin zürriyetinden bir peygamberin nurudur ki, onun ismi göklerde Ahmed ve yerlerde Muhammed’dir. Eğer o olmasaydõ , seni yaratmazdõm.” ( Ateş, 1993, 21)

Kur’ân’da Ahmed ismi ise şöyle geçer:

Hatõrla ki, Meryem oğlu İsâ: Ey İsrailoğullarõ! Ben size Allah'õn elçisiyim, benden önce gelen Tevrat'õ doğrulayõcõ ve benden sonra gelecek Ahmed adõnda bir peygamberi de müjdeleyici olarak geldim, demişti. Fakat o, kendilerine açõk deliller getirince: Bu apaçõk bir büyüdür, dediler. (61/6)

174

Dertli:

Risâlet hâtemi Ahmed yolunda şöyle kurbanõm. (Kutlu, 1988, 160/5)

Erzurumlu Emrah:

Ahmed ü Mahmûd değil Hâlõk seninle fahr ider (Göksel, 1966, 202/4)

Âşõk Ömer:

Behakk-õ hürmet-i Ahmed-i Muhtâr (Ergun, 1936, 15/1)

Elf ile hâsõ çekilmiş mîm ile dâl üstüne (Ergun, 1936, 173/1)

Nûr-i Ahmet katrasõnda hûb deryâdõr güneş (Ergun, 1936, 350/4)

Hürmet-i Ahmed dahi hem Çariyâr (Ergun, 1936, 391/5)

Seyrânî:

İsmi Ahad, Ahmed, Mahmûd, Muhammed (Çatak, 1992, 264/1)

Hiç kimse Ahmed-i Muhtâra karşõ (Çatak, 1992, 331/1)

Ahmed-i Muhtâra, Haydara karşõ (Çatak, 1992, 331/4)

Ahmed-i Muhtâr’õn olur yoldaşõ (Çatak, 1992, 332/4)

Muhammed, Mustafâ, Ahmet (Çatak, 1992, 342/4)

Ahmed-i Muhtârdõr sermâye-i feyz-i vücûd (Yüksel, 1987, 159/5)

Bir su teskin eder nâr-õ Tamuyu

Serpilip Ahmed-i Muhtâr elinden (Öz, 1987, 79/5)

Ahmed-i Mehmed-i Mahmûd-u Hâmid (Öz, 1987, 79/2)

Bana rahmeyleyen Ahmed’den özge enbiyâ bilmem (Öz, 1987, 95/3)

Nûr-õ Ahmed on sekiz bin âleme manzûr idi (Öz, 1987, 96/1)

Bu kânõ Ahmed’in dârõndaki mihmanda bulmuşlar (Öz, 1987, 96/3) 175

Gelip geçmiş iki yüz yirmi dört bin peygamber var

Hâbib-i Ahmed-i Muhtâr velî dünyâya bir geldi (Öz, 1987, 97/1)

Bihakkõ Ahmed-i Muhtarõ kudret (Başaran, 1982, 17/5)

Sümmânî:

Ahmed-i Muhtâr’õn aşkõnõ Celil (Yener, 1973, 177/2)

Elli dörttür bab içinde bildim âyet be âyet

Yetmiş bin hicab içinde Habîbim Nuru Ahmed (Elçin, 1988, 251/6)

Arzum budur sana Ahmed-i Muhtâr(Yener, 1973, 177/3)

Bayburtlu Zihnî:

Ehad’dan Ahmediyyet zâhir oldu zâta mahzarla

Avâlim mîm-i Ahmed’den nümâdõr yâ Resûlallâh (Yeniterzi, 1993, 62/2)

Âb-õ rûy-õ Ahmed-i Muhtâr için (Sakaoğlu, 1988, 139/4)

c. Mahmûd

“Hamd” kökünden türeyip, hamd olunmuş, sena edilmiş; övülmeye değer anlamõnõ taşõr. Peygamberimizin isimlerinden biridir.

Erzurumlu Emrah:

Ahmed ü Mahmûd değil Hâlõk seninle fahr ider

Onun için eyleyiptir cümleden a’lâ seni (Göksel, 1966, 202/4)

Seyrânî:

İsmi Ahad, Ahmed, Mahmûd, Muhammed (Çatak, 1992, 264/1) 176

Ahmed-i Mehmed-i Mahmûd-u Hâmid (Öz, 1987, 79/2)

ç. Mustafâ

Efendimizin yaygõn adlarõndan biri de Mustafâ olup “seçkin ve seçilmiş” anlamõnda bir sõfattõr. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 30, 423)

Dertli:

Rahm-i mâderden oluptur Mustafâ’ya yâdigâr (Kutlu, 1988, 88/1)

Âşõk-õ sâdõk, muhibb-i Mustafâ derler bize (Kutlu, 1988, 97/1)

Şehâ Hakk’a ibâdet kõl, Muhammed Mustafâ’mõz var (Kutlu, 1988, 166/1)

Şefâat kânõsõn Mustafâ dedim (Karaalioğlu, 1980, 541/4)

Erzurumlu Emrah:

Mustafâ olmaz mõ gönül mir’atõ (Karadağ, 1996, 97/13)

Şefâat mazharõ Mustafâ sensin (Karadağ, 1996, 140/3)

Âsâr-õ merhâmet şefkat şefâat Mustafâdandur (Karadağ, 1996, 401/1)

Biz muhibb-i hânedânuz Mustafâdan söylerüz (Karadağ, 1996, 439/1)

Gevherî:

Gevherî’ye vefâ kõla Mustafâ (Elçin, 1984, 106/4)

Onuncu bölükte ruh-u Mustafâ (Kocatürk, 1963, 151/5)

İndi Kur’ân Mustafâ’ya okuyup kõldõ kabûl (Elçin, 1984, 566)

Karacaoğlan:

Felek Mustafâ’ya yâr olmayõnca(Öztelli, 1996, 51/3) 177

Mustafâ üstüne bina kuruldu (Öztelli, 1996, 412/4)

Âşõk Ömer:

Kârõn şefâate kaldõysa hâlin

Arzeyle Hûdâ’nõn Mustafâ’sõna (Ergun, 1936, 24/4)

Biri zât-õ Mustafâ’dõr biri hattâ Zülcelâl (Elçin, 1999, 61/6)

Ömer gör âlemi mutlak mezâkõ yok vefâ elhak

Vefâ olsa görürdü Hak Habîbi Mustafâ dünyâ (Ergun, 1936, 90/2)

Ey habîbi ehl-i isyânõn şefîi Mustafâ (Ergun, 1936, 129/1)

Bir güzelde yokdürür sende olan nûr ile âl

Dili bülbül yüzü gül kaşõ siyahõm Mustafâ (Ergun, 1936, 131/1)

Ola yâr ü yâverin Mevlâ şefî’in Mustafâ (Ergun, 1936, 136/3)

Ol Habîbin Fahri âlem Mustafâ’nõn aşkõna (Ergun, 1936, 169/1)

Hiç değildir senin ismin Mustafâ’dõr sevdiğim (Ergun, 1936, 229/4)

Beş hurûf ile okunur evveli mim sonu yâ (Ergun, 1936, 229/4)

Berk urur âyîne-i vechinde nûr-õ Mustafâ (Ergun, 1936, 302/3)

Der ki Ömer mu’cizâtõ Mustafâ da gördüler (Ergun, 1936, 322/1)

Muhammed Mustafâ dünyâ (Ergun, 1936, 414/4)

Seyrânî:

Zikrim ismi “yâ Mustafâ” olmasa (Çatak, 1992, 124/5)

Hulûs-i kalb ile sev Mustafâ’yõ (Çatak, 1992, 264/1)

Din şehrinin Mustafâsõ,

Şefâat yâ Resûlullâh (Çatak, 1992, 285/4)

Muhammed, Mustafâ, Ahmet (Çatak, 1992, 342/4) 178

Hakk Habîbi Mustafâ’ya di gelsin (Öz, 1987, 94/1)

Hazreti Mustafâ Hakk’õn Resûlü

Bilmez misin oldu şefâat kânõ (Yüksel, 1987, 66)

G. Hazreti Muhammed İçin Edebiyatõmõzda Kullanõlan Sõfatlar

a. Fahr-õ Âlem

Yaratõlan ilk ruh ve son peygamber olan Hazreti Muhammed, bütün insanlõğõn peygamberi olarak gönderilmiştir. Âlemlerin esirgeyicisi ve koruyucusudur. Bu yüzden fahr-õ âlem yani bütün dünyanõn övdüğü, övündüğü bir kişidir. (Özçelik, 1998, 311)

Âşõk edebiyatõnda Hazreti Muhammed “Fahr-õ âlem seyyidülkevneyn, Fahr-õ Resûlü’s-Sakaleynün, Âlemin fahrõ, Fahr-i âlem, Fahr-i Cihân, Mefhar-õ âlem, Dü cihan server-i Fahr-i Kâinat” diye de anõlmõştõr.

Erzurumlu Emrah:

Odur evvel âhir fahr-õ cihânõn (Karadağ, 1996, 98/21)

Var anun toprağõna Emrâh kõl cânun nisâr

Hâk-i pây-i fahr-i ‘âlemdür necâtõ ‘âşõkun (Karadağ, 1996, 326/5)

Ednâ kulõyuz Fahr-õ Resûlü’s-Sakaleynün (Karadağ, 1996, 334/1)

Gevherî:

Ne Hazreti Fahr-i Âlem-iyâna (Elçin, 1984, 355/2)

Âşõk Ömer:

Fahr-õ âlem seyyidülkevneyn o sultân aşkõna (Elçin, 1999, 72/5)

Âlemin fahrõ Muhammed Mustafâ’ nõn aşkõna (Ergun, 1936, 127/3) 179

Ol Habîbin Fahr-i âlem Mustafâ’nõn aşkõna (Ergun, 1936, 169/1)

Fahr-i âlem hak Resûldür dü cihânõn serveri (Ergun, 1936, 241/3)

Seyrânî:

Sorub süd eyle Fahr-i âlemden (Çatak, 1992, 157/3)

Mefhar-õ âlemsin kadrin muallâ (Öz, 1987, 79/1)

Dü cihan server-i Fahr-i Kâinat (Öz, 1987, 80/2)

Dü cihân zâtõnla eyler iftihâr (Öz, 1987, 94/3)

Yolum hak erkânõm mefhar-õ âlem (Öz, 1987, 95/2)

Fahr-õ âlem gibi mîr bulamadõm (Öz, 1987, 96/8)

Bayburtlu Zihnî:

Cennet-i A’lâ’da bir makâm tuttu

O makâm da Fahr-i âlem civârõ (Sakaoğlu, 1988, 114/36)

Arõttõ rûhunu Fahr-i Cihân’õn (Sakaoğlu, 1988, 112/19)

Cennet-i A’lâ’da bir makâm tuttu

O makâm da Fahr-i âlem civârõ (Sakaoğlu, 1988, 114/36)

b. Gül

Gül, Hazreti Muhammed’i ifade etmekte en çok rağbet edilen çiçek olmuştur. Onun yüzü, yüzünün ve teninin rengi, kokusu, peygamberler arasõndaki yeri ve değeri gül ve onunla ilgili tabirlerle ifade edilmiştir. (İslâm Ansiklopedisi, cilt 30, 457)

Hazreti Muhammed’in kendine özel güzel bir kokusu vardõ. Vücudu ve teri güzel kokardõ. Gül kokusu, Peygamberimizin kokusudur. Bursalõ İsmâil 180

Hakkõ, gülün Mirâc Gecesi’nde onun terinden meydana geldiğini söyler. (Kurnaz, 2005, 47-57)

Gülün kõrmõzõ olmasõnõn sebebi ise, Hazreti Muhammed’in Mirâc’ta, ilâhî tecellînin şiddetiyle yüzünün terleyip kõzarmasõndandõr. Bu şiddetli tecellî sebebinden kõzaran yüzü ile teri, uyum sağlamõş ve bu terin arza düşmesiyle de kõrmõzõ gül yaratõlmõştõr. (Tatcõ, 2005, 106)

Çiçeklerin sultanõ olarak kabul edilen gül, ilâhî güzelliğin ve bu güzelliğin yeryüzündeki bir işareti olan Hazreti Peygamberin sembolüdür. (Bardakcõ, 2005, 113)

Gevherî:

Resûl’ün iki düründen kopma gül hem damladõ (Elçin, 1984, 566/1)

Âşõk Ömer:

Hâsõl olmuştur terinden Hazreti Peygamber’in

Kani zambak kani lâle kani sünbül kani gül (Ergun, 1936, 131/3)

Muattar eyledi âfâkõ õtr-i müşk-i hoşbûsu (Ergun, 1936, 405/4)

c. Hâtem-ün-nebiyyîn

Peygamberlerin sonuncusu, Hazreti Muhammed’dir.

Bu konu ayette geçmektedir:

Muhammed, sizin erkeklerinizden hiçbirinin babasõ değildir. Fakat o, Allah'õn Resûlü ve peygamberlerin sonuncusudur. Allah her şeyi hakkõyla bilendir.(33/40)

Âşõk edebiyatõnda “Risâlet hâtemi, Nebî, Hazreti Hâtem, Hatm-ül enbiyâ, tâc-õ nübüvvet, nübüvvet, Hâtem, ” olarak Hazreti Muhammed anõlmõştõr.

181

Dertli:

Nedir derdin deyû bu Dertli-i nâçâra sormazsõn

Risâlet hâtemi Ahmed yolunda şöyle kurbanõm. (Kutlu, 1988, 160/5)

Zevc-i bint-i Muhammed, ibn-i amm-i Mustafâ

Tâ ezelden ol’dürür sõrr-õ Nebî’ye âşinâ (Kutlu, 1988, 88/2)

Erzurumlu Emrah:

Anõn hürmetine oldu dü-âlem

Bais-i ‘âlemdir Hazreti Hâtem (Karadağ, 1996, 96/8)

Âşõk Ömer:

Ey behakk-õ seyyid-ül ebrâr Hatm-ül enbiyâ (Ergun, 1936, 88/11)

Ben sana bu tarz ile Hâtem de dersem elverir (Ergun, 1936, 336/1)

Seyrânî:

Verildi zâtõna Tâc-õ nübüvvet (Öz, 1987, 94/5)

Eylemiş feyz-i Nübüvvet sõrrõnõ var ibtidâ (Öz, 1987, 95/4)

Nebiler serveri Tâhâ (Çatak, 1992, 342/1)

ç. Resûl

Âşõk edebiyatõnda, Hazreti Muhammed “Resûl, Resûlullâh, Resûl-i Kibriyâ, Hazreti Resûl, Hak Resûl, ism-i Resûl, şah-õ risâlet, Resûl-i server, Resûl-i Ekrem, resûl-i Zişân” sõfatlarõ ile de anõlõr.

Erzurumlu Emrah:

Teşrif buyurunca resûl-i Zişân (Karadağ, 1996, 98/20) 182

Hüsn ü Hak Resûl-u kibriyâ sensin (Karadağ, 1996, 140/1)

Yâ Resûlallâh nice vasf etsin her eşya seni (Göksel, 1966, 202/1)

Her nice medh eylesem a’lâsõn ondan yâ Resûl (Göksel, 1966, 202/2)

Ednâ kulõyuz Fahr-õ Resûlü’s-Sakaleynün (Karadağ, 1996, 334/1)

Müstemendüz hem Resûl-i Kibriyâdur yârimüz (Karadağ, 1996, 439/6)

Gevherî:

Resûl’ün iki düründen kopma gül hem damladõ (Elçin, 1984, 566/1)

Âşõk Ömer:

Kavlini tut fi’line uy Resûl’ün (Ergun, 1936, 35/1)

Hazreti Resûl’e sel sele düştü (Elçin, 1999, 40/5)

Fahr-i âlem hak Resûldür dü cihânõn serveri (Ergun, 1936, 241/4)

Yâdedip ism-i Resûl'ü buldular derde devâ (Ergun, 1936, 128/5)

Seyrânî:

Resûlün emrine itâat eyle (Yüksel, 1987, 48/1)

Hazreti Mustafâ Hakk’õn resûlü (Yüksel, 1987, 66/3)

Ey mürüvvet kânõ şah-õ risâlet (Öz, 1987, 79/1)

Allah bir Resûl hak yoktur gümânõm (Çatak, 1992, 178/1)

Seyrânî’de der ki Resûl-i server (Öz, 1987, 94/6)

Sümmânî:

Ol Resûlullâh’õ gözler gözlerim (Yağmurdereli, 1939, 146/3)

183

Âşõk Veysel:

Resûl-i Ekrem’in kanunu haktõ (Oğuzcan, 1974, 40/3)

Bayburtlu Zihnî:

Cemâlin matla-õ nûru’l-Hûdâdõr yâ Resûlallâh

Ruhun âyîne-i sõrr-õ Hûdâ’dõr yâ Resûlallâh (Yeniterzi, 1993, 62/1)

Avâlim mîm-i Ahmed’den nümâdõr yâ Resûlallâh (Yeniterzi, 1993, 62/2)

Bu i’zâz enbiyâ içre sanadõr yâ Resûlallâh (Yeniterzi, 1993, 62/3)

Ki senden ayn-õ âlem rûşenâdõr yâ Resûlallâh (Yeniterzi, 1993, 62/4)

Şefâat şânõna lâyõk sezâdõr yâ Resûlallâh

Sana arz-õ hatâ misl-i atâdõr yâ Resûlallâh (Yeniterzi, 1993, 62/5)

Der-i lutfunda bir mücrim gedâdõr yâ Resûlallâh (Yeniterzi, 1993, 62/6)

d. Hace-i Dânâ

Erzurumlu Emrah:

Bilmeyenler bildiler ey hâce-i dânâ seni (Göksel, 1966, 202)

Âşõk Ömer:

Hace-i Dânâ önünde ders-i a’lâ okuduk (Ergun, 1936, 197/1)

e. Server

Âşõk Ömer:

Bende yatar Cihan Serveri hâlâ (Ergun, 1936, 16/4)

Fahr-i âlem hak Resûldür dü cihânõn serveri (Ergun, 1936, 241/3) 184

Medine’de yatan ol Server’e saldõm ben seni (Ergun, 1936, 185/1)

Seyrânî:

Nebiler serveri Tâ-hâ (Çatak, 1992, 342/1)

f. Şah-Sultan

Erzurumlu Emrah:

Kemâl-i hüsnünle ey şûh u şehnâz

Melâhat burcunda mehlike sensin

Hüsn ü cemâline akran bulunmaz

Hüsn ü Hak Resûl-u kibriyâ sensin (Karadağ, 1996, 140/1)

Ol kâşif-i esrâr ol dürr-i şehvâr (Karadağ, 1996, 98/22)

Böyle buyurmuştur Sultan-õ Nebi (Güney-Güney, 1968, 144/2)

Gevherî:

Gevherî bendene iltifat et sen

Yâ Mehemmed senin Mecnun’unum ben

Ger ferâgat eyledim şehâ aşkõndan

Rûz-i magfirette mağfur olmazem(Elçin, 1984, 178/5)

Âşõk Ömer:

Şefî’ olmaz ise Âşõk Ömer’e Hazreti Sultan (Ergun, 1936, 86/1)

Kõyâmette günehkâre şefâat yok mu Sultanõm (Ergun, 1936, 106/3)

Cümle hublar pâdişâhi bî misâlim Mustafâ (Ergun, 1936, 130/1)

Şâhlar şâhõ olan Sultan’a saldõm ben seni (Ergun, 1936, 185/2) 185

Seyrânî:

Ser-defterde şâh-õ hûbân olan yâr (Kasõr, 1984, 187/1)

Risâlet tahtõna sultan (Çatak, 1992, 342/5)

Sõfat-õ Muhammed şah-õ hübânõ (Çatak, 1992, 404/26)

Ey mürüvvet kânõ şah-õ risâlet (Öz, 1987, 79/1)

Mahbûblar şahõnõ methedem desem (Öz, 1987, 80/3)

Sümmânî:

Bin bir adlõ şahõ gözler gözlerim(Yağmurdereli, 1939, 146/2)

Bayburtlu Zihnî:

Eyâ şâhenşeh-i taht-õ risâlet (Sakaoğlu, 1998, 140/1)

Ğ. Hazreti Muhammed’in Mucizeleri

Mucize; peygamberlerde ortaya çõkan, onlara Allah’õn bir lutfu ve peygamberliklerini isbat için bir imkan olarak verilen, insanlarõn bir benzerini ortaya koymaktan aciz kaldõklarõ olağanüstü (hârikulâde, fevkalâde) haller, hadiselerdir. (TDEA, cilt 6, 410)

Hazreti Peygamberimizin mucizeleri üç kõsõmda toplanmaktadõr: 1- Her asõrdaki akõl sahibi insanlara hitap eden aklî (ilmî) ve manevî mucize ki, bizzat Hazreti Peygamberin sözleri ile de teyid edildiği üzere, bu Kur’ân-õ Kerîm’dir. 2- Onun devrinde yaşayan insanlarõn duyu organlarõ ile müşahede ettikleri tabiat üstü olaylardõr. Bunlardan bir bölümü Peygamber Efendimizin zatõ ile ilgilidir: Baba ve anasõ tarafõndan nurunun sulbüne ve rahmine intikal ettiği kimselerin alnõnda bir nurun parlamasõ, geçmiş mukaddes kitaplarda haber verildiği gibi yüksek vasõfta yaradõlõşõ, sünnetli ve göbeği kesik doğmuş olmasõ, sõrtõnda iki küreği arasõnda kalbinin hizasõnda Hâtem-i nübüvvet adõ verilen bir peygamberlik mührünün bulunuşu, süt anneye verildiğinde görülen harikalar ( bir bulutun ona 186

daima gölgelik etmesi, onun gölgesinin yere düşmemesi v.s.), yine süt anne nezdinde iken kalbinin çõkartõlarak melekler tarafõndan semavi su ile yõkanmasõ, yüce ahlakõ ve örnek davranõşõ gibi. Diğer bir bölümü de Hazreti Peygamberin zatõnõn dõşõndaki olaylardõr: Mirâc, Ay’õn ikiye ayrõlmasõ, taşõn konuşmasõ, ağaçlarõn yürümesi, kuru hurma ağacõnõn meyve vermesi, parmaklarõnõn arasõndan su fõşkõrmasõ gibi. 3- Cenâb-õ Peygamber tarafõndan haber verilen geçmişe ve geleceğe dair olaylardõr. Âyet ve hadis olarak vaz edilmiştir. Haberî mucizeler denilen bunlarõn ümmî (okumasõ ve yazmasõ olmayan) ve diğer kitap ehli kimselerle birlikte bulunmamõş bir kimseden çõkmõş olmasõ, mucizevî mahiyetleri hakkõnda başlõ başõna kuvvetli bir delildir. (Yeni Türk Ansiklopedisi, Ötüken Yay., cilt 7, 2472)

Erzurumlu Emrah, Peygamberimizin mucizelerinin Allah’õn bir lutfu olduğunu anlatõr:

Mu’cizât-õ Mustafâ eltâf-õ Mevlâdur ‘ilim (Karadağ, 1996, 305/1)

Âşõk Ömer, tüm yaratõlanlarõn, mucizelerin hepsini Hazreti Muhammed’de gördüğünü belirtir:

Der ki Ömer mu’cizâtõ Mustafâ da gördüler (Ergun, 1936,322/1)

Bütün mucizelerin, Allah’õn “Kün” emri ve Allah’õn lutfu ile gerçekleştiğini Âşõk Ömer dile getirir:

Oluptur Kâf ü Nûn ile niçe mu’cizlerin izhâr (Ergun, 1936, 405/3)

Mu’cizât-õ Nebî ve lûtf-õ Hakk’ ile (Elçin, 1998, 459/2)

Seyrânî ise Peygamberimizin istenilen bütün mucizeleri gösterebildiğini söyler:

Olupdur rahmet-i rahman,

İşidir mucizat bürhan (Çatak, 1992, 342/5) 187

a. Kur’ân-õ Kerîm

Her asõrdaki akõl sahibi insanlara hitap eden aklî (ilmî) ve manevî mucize ki, bizzat Hazreti Peygamberin sözleri ile de teyid edilmiştir.

Erzurumlu Emrah, Kur’ân’õn varlõğõnõn büyük bir mucize olduğunu belirtir:

Müştak-õ nüzûl-õ furkânda idim (Karadağ, 1996, 98/19)

Nicedür fehm ide gör şevket-i Kur’ân-õ Kerîm

Bir ûlõ mu’cizedür Hazreti Kur’ân-õ Kerîm (Karadağ, 1996, 300/1)

Âşõk Ömer, Allah’õn Hazreti Muhammed’e Kur’ân’õ verdiğini, bunun bile tek başõna mucize olarak yeteceğini söyler:

Sana Habîbim dedi Rabb-õ Rahîm

Mu’cize bes sana Kelâm-õ Kadîm (Ergun, 1936, 391/3)

b. Mirâc

Peygamberimiz bir gece Kabe-i Muazzama’nõn Hatim kõsmõnda yatarken Hazreti Cebrail gelip göğsünü yardõ. Kalbini zemzem suyu ile yõkadõktan sonra içine hikmet doldurup eski haline koydu. Sonra beyaz bir Burak getirildi, Peygamberimiz ona bindirildi. Cibril’in refâkatinde yol aldõlar. Burak, adõmõnõ gözünün erişebileceği yerin ilerisine atõyordu. Peygamber Efendimiz, Cibril ile birlikte Beyt-i Makdis’e götürüldü.

Efendimiz Mescid-i Aksa’da iki rekat namaz kõlõp dõşarõ çõktõğõnda Cebrail biri süt, biri su, diğeri şarap dolu üç kap getirdi. Resûlullâh süt dolu kabõ seçince Cebrail kendisine “Fõtratõ seçtin.” dedi. Ansõzõn bir mîrâc, yani bir merdiven göründü. Merdivenin bir ucu taşta, bir ucu gökte idi. Cebrail onu alõp merdivenden dünya semasõna yükseltti. Birinci gökte bütün melekler tarafõndan 188

karşõlandõ. Sonra her katta ayrõ ayrõ peygamberler tarafõndan karşõlanarak yedinci kattaki Beytül-Mâmûr’a çõktõ.

Orada bütün peygamberlerin toplanmõş olduğunu gördü. Sõrasõ ile Âdem, Yahya, İsâ, Yûsuf, İdrîs, Hârûn, Mûsâ ve İbrâhîm ile görüştü. Onlara imam oldu ve namaz kõldõlar.

Cebrail yedinci kat semadan Efendimizi alõp yükseklere çõkardõ. Daha sonra Hazreti Muhammed’in karşõsõna Sidre-i Münteha sahasõ açõldõ. Cebrail buradan bir parmak ucu ileri geçeçek olursa yanacağõnõ söyledi ve durdu. Hazreti Muhammed Sidre-i Münteha’dan dört nehrin aktõğõnõ gördü. Daha sonra yanõnda Cebrail olmadõğõ halde yürümeye devam etti, yetmiş hicâbõ yani perdeyi geçtikten sonra, yeşil bir döşek olan Refref göründü. Hazreti Muhammed, Refref’e oturdu. Refref de onu kürsüye kadar götürdü. Oradan yine yetmiş hicabõ geçip arşa vardõ. Arşõn nuru Peygamberi kapladõ. Nurdan başka bir şey göremez oldu. Hazreti Muhammed oradan Allah’õ kalp yahut başgözü ile gördü. Allah’õn sohbeti ve cemali ile müşerref oldu. Allah’a iki ok ucu kadar (Kabe Kavseyn) yakõndõ. Burada Cenâb-õ Hak elli vakit namazõ farz kõldõ. Dönüşte Hazreti Mûsâ elli vakit namazõn ümmetine ağõr geleceğini söyleyip Allah’tan onu hafifletmesini istemesini tavsiye etti. En sonunda namaz beş vakte indi. Geri döndüğü zaman yine Refref ile Sidre-i Münteha’ya geldi. Cebrail burada kendisini bekliyordu. Sonra sõrasõyla gökleri inerek Beyt ül-Mukaddes’e, oradan Burak’a binip Mekke’ye döndü. ( Ateş , 1993, 371- 376, Büyük Türk Klâsikleri, cilt 4, 439)

Kuran’da bu mucize şöyle geçer:

Bir gece, kendisine âyetlerimizden bir kõsmõnõ gösterelim diye (Muhammed) kulunu Mescid-i Harâm'dan, çevresini mübarek kõldõğõmõz Mescid-i Aksâ'ya götüren Allah noksan sõfatlardan münezzehtir; O, gerçekten işitendir, görendir. (17/1)

Kendisi en yüksek ufukta iken. Sonra (Muhammed'e) yaklaştõ, (yere doğru)sarktõ. O kadar ki, (birleştirilmiş) iki yay arasõ kadar, hatta daha da yakõn oldu. Bunun üzerine Allah, kuluna vahyini bildirdi. (Gözleriyle) gördüğünü kalbi yalanlamadõ. Onun gördükleri hakkõnda şimdi kendisi ile tartõşacak mõsõnõz? Andolsun onu, önceden bir defa daha görmüştü, Sidretü'l-Müntehâ'nõn yanõnda . 189

Cennetü'l-Me'vâ da onun yanõndadõr. Sidre'yi kaplayan kaplamõştõ. Gözü kaymadõ ve sõnõrõ aşmadõ. Andolsun o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kõsmõnõ gördü. (53/7-14)

Aynõ mevzu 53/13-18. ayetlerde de geçer.

Mirâc Gecesi’nde Peygamberimiz bir çok ilahî tecellilere, hitap ve iltifatlara mahzar kõlõndõ. Ayrõca bu gecede her gün beş vakitte namaz kõlõnmasõ emredildi.

Âşõk Ömer, meleklerin ve diğer peygamberlerin Peygamberimizi karşõladõğõnõ ve onlarõn Mirâc’a şahit olduklarõnõ ifade eder:

Cennetinden alup bir ağ ol habîbe verdiler

Melâikler saf saf olup gök yüzünde durdular

Der ki Ömer mu’cizâtõ Mustafâ da gördüler

Kamu peygamberleri bîdâr eden Perverdigâr (Ergun, 1936,322/1)

Peygamberimizin Mirâc’õnõn gökyüzünde gerçekleştiğini Âşõk Ömer dile getirir:

Kani Muhammed Mustafâ

Arş’ta mi’rac tutmuş iken(Ergun, 1936, 417/4)

Âşõk Ömer, Hazreti Muhammed’in Mirâc sõrasõnda her şeyi gözünde perde olmaksõzõn gördüğünü anlatõr:

Levh ü kâlem Sidre vü Arş-õ azîm

Çeşmine rûşen görünür bî hicâb (Ergun, 1936, 391/3)

Seyrânî ise Peygamberimizin Mirâc mucizesini Allah’õn lutfu ile Burak üzerinde gerçekleştirdiğini söyler:

Arzu kõlõp davet ettim mirâca,

Binip Burak üzre etti cevlanõ (Çatak, 1992,41/91) 190

Sümmânî de yetmiş bin perdenin Peygamberimiz için açõldõğõnõ belirtir:

Yetmiş bin hicab içinde Habîbim Nuru Ahmed (Elçin, 1988, 251/6)

Peygamberimizin miraca çõkõşõnõ Sümmânî şöyle anar:

Muhammed mirâcõ çõkar o burca (Öztürk, 1997, 11/2)

Bayburtlu Zihnî ise Peygamber Efendimizin Mirâc mucizesi sayesinde Allah’la bir olma şerefine ulaştõğõnõ ve bu lutfun peygamberler içinde yalnõzca ona verildiğini ifade eder:

Felekler farkõna basdõn kadem ey “Lî ma’Allah’-kadr”

Bu i’zâz enbiyâ içre sanadõr yâ Resûlallâh (Yeniterzi, 1993, 62/3)

Bayburtlu Zihnî, Mirâc gecesinin esrarõ hürmetine Allah’a dua eder:

Âb-õ rûy-õ Ahmed-i Muhtâr için

Leyle-i isrâdaki esrâr için (Sakaoğlu, 1988, 139/4)

c. Şakkü’l-kamer

Kureyş kabilesinden bazõlarõ, mehtaplõ bir gecede Peygamberden mucize istediler. O da parmağõnõ aya uzatõnca ay iki parça oldu

Şakkü’l-kamer mucizesi hakkõnda şöyle rivâyet olunur: Ebu Cehil’in teşviki ile, kabilenin ileri gelenlerinden Habîb Bin Malik, Peygamberden bu mucizeyi istedi. Peygamber, Allah’a yalvardõ. Habîb’in isteği üzerine ay doğup zeval yerine geldi. Peygamber parmağõ ile işaret edince, ay iki parça olup yere indi; karşõsõnda durup peygamberliğine şehadet etti. Sonra eteği altõndan girip yeninden çõktõ. Tekrar şehadet getirdikten sonra, bütünlenip yerine vardõ ve doğduğu yerden battõ. (Levend, 1984, 134)

Ayõn ikiye yarõlma mucizesi Kur’ân’da şu şekilde geçmektedir:

Kõyamet yaklaştõ ve ay yarõldõ. Onlar bir mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve eskiden beri devam edegelen bir büyüdür, derler. Yalanladõlar ve kendi heveslerine uydular. Halbuki her işin ulaşacağõ yeri vardõr. Andolsun 191

onlara, kötülükten önleyecek nice önemli haberler gelmiştir. Bu büyük bir hikmettir. Fakat (yüz çevirene) uyarõlar ne fayda verir! Çağõranõn görülmemiş bir şeye çağõrdõğõ gün, sen de onlardan yüz çevir. Sanki etrafa yayõlmõş çekirge sürüsü gibi bakõşlarõ perişan (utançtan yere bakar) bir halde kabirlerden çõkarlar. Dâvetçiye koşarlarken o esnada kâfirler: Bu, çok çetin bir gündür! derler.(54/1-8)

Gevherî, ayõn Peygamberimizin parmağõyla ikiye ayrõlma mucizesini şu mõsra ile anlatõr:

Kamerin karnõnõ engüşt ile yardõ o güzel (Elçin, 1998, 760/2)

Âşõk Ömer de Peygamberimizin Şakku’l-kamer mucizesine şöyle değinir:

Rûz ü şeb âh eylemekten kalmadõ cismimde fer

Hâlime rahmeylemez ol dilber-i Şakkulkamer (Ergun, 1936, 276/5)

ç. Hazreti Muhammed’in Parmağõndan Su Akmasõ

Peygamber bir gün eshabõ ile beraber Hûdeybiye’ye geldi. Orada su olmadõğõnõ haber verdiler. Bunun üzerine Peygamber, yanõnda mevcut bulunan sudan abdest aldõ. Parmaklarõndan çeşmeler gibi su akmaya başladõ. O sudan hepsi içtiler. (Levend, 1984, 135)

Âşõk Ömer, Peygamberimizin mübarek parmaklarõndan Allah’õn izni ile su aktõğõnõ anlatõr:

Parmağõndan akõduptur ol Habîb-i Kibriyâ (Ergun, 1936, 387/3)

d. Hazreti Muhammed’in Suya Ait Diğer Mucizeleri

Peygamberin gerek çorak kuyudan veya yerden su çõkarmasõ, gerek az olan suyu çoğaltmasõ hususundaki mucizeleri çoktur. 192

Sahabeden birinin Medine’deki evinde bir acõ su kuyusu vardõ. Peygamber bir kere içine tükürdü; acõ su derhal tatlõ oldu. (Levend, 1984, 136)

e. Hazreti Muhammed’in Hayvanlarla Konuşmasõ

Peygamberin hayvanlarla konuşmasõ da mucizeleri arasõndadõr. Peygamber, bir gün Kâbe’nin kapõsõ önüde otururken, ayağõnõ köpek õsõrmõş biri geldi. Biraz sonra aynõ köpeğin õsõrdõğõ biri daha geldi. Peygamber yerinden kalkõp köpeğin yanõna varõnca, köpek kuyruğunu sallayarak söz söylemeye başladõ. Peygamber, onlarõ niçin õsõrdõğõnõ sorunca köpek de onlarõn Ebu Bekir ile Ömer’e düşmanlõk ettikleri için Allah’õn onu bunlara musallat kõldõğõnõ söyledi.

Başka bir gün, Peygamber eshab ile otururken, yanõnda keler bulunan biri geldi. Eshabõn, Peygamberin yanõnda hürmetle oturmalarõ dikkatini çektiği için eshab onun kim olduğunu sordu. Eshab, Resûllulâh diye cevap verdi. Adam, keleri Peygamberin önüne atar ve keler iman etmedikçe kendisinin de iman etmeyeceğini söyler. Peygamber, kelere hitap edince keler hemen söz söylemeye başladõ ve Peygamberin Allah’õn Resûl’ü olduğunu tasdõk etti.

Peygamber bir kere de geyik ile konuşmuştur. Şöyle ki: Peygamber bir gün sahrada idi. Ansõzõn “Dur ya Resûl!” diye bir nida işitti. O tarafa baktõ. Gördü ki, bir adam avladõğõ geyiği sõmsõkõ bağlamõş, kendi de uykuya varmõş. Sesin geyikten geldiğini anlayarak isteğini sordu. Geyik de dağda iki küçük yavrusu olduğunu; henüz küçük olduklarõ için otlayamayacaklarõnõ söyler. Ona kefil olmasõnõ, onu salmasõnõ; yavrularõnõ beş saat emzirmeyi ve onlarõ ot yanõna götürmeyi ister. Sonra tekrar döneceğini söyler. Bu sõrada adam uyandõ; ve Peygambere eğer o kefil olursa bõrakacağõnõ; fakat gelmezse Peygamberi öldüreceğini söyler. Peygamber tebessüm ederek “Eğer gelirse, sen de Müslüman olur musun?” diye mukabele etti.

Geyiği salõverdiler. Geyik henüz dört saat olmadan döndü. Adam da imana gelerek geyiği salõverdi. (Levend, 1984, 136-137)

193

f. Hazreti Muhammed’in Güneşi Geri Döndürmesi

Bir gün Peygamber başõnõ Ali’nin kucağõna koyup uzanmõştõ. Ali, güneş battõğõ halde ikindi namazõnõ kõlmamõştõ. Peygamber uyanõnca, ikindi namazõnõ kõlõp kõlmadõğõnõ sorunca, Ali kõlmadõğõnõ söyler. Peygamber dua etti ve güneş battõğõ yerden geri döndü. Ali namazõnõ bitirince güneş tekrar battõ. (Pala, 1995, 394)

g. Pişmiş Kuzunun Dile Gelmesi

Hayber gazvesinden sonra, Yahudiler tarafõndan Peygambere kõzartõlmõş bir kuzu takdim edildi. Peygamber, eshabiyle beraber yemek üzere sofraya oturdu. Elini uzatõp ağzõna bir lokma koydu. Derhal ağzõndan çõkarõp attõ ve “Bu kuzu zehirli olduğunu bana haber veriyor.” dedi. Allah kuzuya dil vermişti. Cebrail de gelip, lokmayõ ağzõndan atmasõnõ Peygambere bildirmişti. (Levend, 1984, 137)

ğ. Taşlarõn Dile Gelmesi

Bir gün Peygamberden yine bir mucize istediler. Peygamber, sağ eline bir avuç ufak taş aldõ. Taşlar, hemen Allah’õn birliğini ve Muhammed’in peygamberliğini zikre başladõlar. Peygamber, kimsenin şüphesi kalmamasõ için, taşlarõ sõrasõ ile Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali’nin ellerine bõraktõ. Taşlar, yüksek sesle bu tasdiki tekrar ettiler. (Levend, 1984, 138)

h. Hazreti Muhammed’in Ölüleri Diriltmesi

Handek gazvesinde Peygambere ziyafet veren Câbir’in iki oğlunu diriltmiştir. Şöyle ki:

Câbir ziyafet için oğlağõnõ keserken çocuğunun biri bakõyormuş. Kesildiğini görmeyen kardeşi, oğlağõn nasõl kesildiğini sormuş. O da, anlatmak için kardeşini yatõrõp kesmiş; sonra babasõnõn korkusundan kendini damdan atõp öldürmüş. Bu felakete uğrayan ana ve baba, ziyafette Peygamber kederlenmesin 194

diye sabretmişler. Yemek hazõrlanõp sofra kurulduğu zaman Peygamber çocuklarõn da yemeğe gelmesini istemiş. Câbir “Evde değiller.” diye cevap vermiş. O sõrada Cebrail gelip vak’ayõ bildirmiş. Bunun üzerine Peygamber dua edince çocuklar dirilmişler ve beraber sofraya oturmuşlar. (Levend, 1984, 138)

õ. Hazreti Muhammed’in, Körlerin Gözlerini Açmasõ

Peygamberimizin buna ait birçok mucizeleri vardõr.

Gözü oyulmuş birisi Peygambere gelmiş ve kendini iyi etmesi için yalvarmõş. O da bir toprak parçasõnõ, tükürüp çamur haline getirdikten sonra, yerine koyunca hemen gözü açõlmõş. (Levend, 1984, 139)

i. Hurma Ağacõnõn Hemen Yemiş Vermesi

Medine’de diktiği bir hurma fidanõnõn bir anda yemiş vermesi de, Peygamberin mucizeleri arasõndadõr. (Levend, 1984, 140)

j. Hurma Ağacõnõn Ağlamasõ

Peygamberimiz hutbe okurken bir hurma kütüğüne dayanõrmõş. Minber yapõlõp da Peygamberimiz minbere çõkõnca bu kütük o kadar çok inleyip ağlamõş ki, Peygamberimiz minberden inerek eliyle onu tutmuş ve susturmuştur. (Pala, 1995, 394)

XVI. HAZRETİ MÛSÂ

Hazreti Mûsâ, Allah’õn Tevrat’õ tebliğle vazifelendirdiği, kendi adõyla anõlan Musevilik dininin kurucusu olan büyük peygamberdir. Onun peygamberliği Allah tarafõndan özel bir konuşma ile bildirilir ve bu bildirişte araya melek girmez. Bu yüzden Mûsâ’ya “Kelîmullâh” denir. 195

İslâm’a göre Hazreti Muhammed ve Hazreti İsâ’dan sonra en büyük peygamberdir. Bu görevi yerine getirmede kardeşi Hârûn, ona yardõmcõ olarak gönderilmiştir.

Kur’ân’da şu şekilde geçer:

Andolsun, Biz, Mûsâ’ya Kitab’õ (Tevrat’õ) verdik ve kardeşi Hârûn’u da ona yardõmcõ kõldõk. (25/35)

Bu husus şu âyetlerde de vardõr: 2/53, 2/87, 2/136, 3/84, 6/84, 6/154, 23/49, 28/43-44, 33/7, 40/53-54, 41/45, 42/13, 46/12.

Sümmânî, Mûsâ Peygamberin diğer peygamberlerle beraber gerçek dine delil olduğunu söyler:

Âdem Safiyullah Nûh ile Halil

Mûsâ ile İsâ hak dinine delil (Yener, 1973, 177/2)

Bir kahinin İsrailoğullarõndan doğacak bir erkek çocuğunun Firavun’u yok edeceğini haber vermesi üzerine Firavun o yõl doğan bütün erkek çocuklarõnõn öldürülmesini emreder. Allah, Mûsâ’nõn annesine çocuğu bir sepet içinde Nil’e bõrakmasõnõ bildirir. Sepet, Firavun’un sarayõ önünde karaya vurur. Firavun’un karõsõ onu evlat edinir ve öldürülmesine mani olur. Çocuk, Allah’õn kudreti ile hiçbir süt anneyi kabul etmez, böylece asõl annesi onu süt anne gibi emzirir. (Onay, 1993, 300)

Kur’ân’da bu husus şöyledir:

Şüphe yok ki, Firavun yeryüzünde (ülkesinde) büyüklük taslamõş ve halkõnõ sõnõflara ayõrmõştõ. Onlardan bir kesimi eziyor, oğullarõnõ boğazlõyor, kadõnlarõnõ ise sağ bõrakõyordu. Şüphesiz o bozgunculardandõ. Biz ise, istiyorduk ki yeryüzünde ezilmekte olanlara lütufta bulunalõm, onlarõ önderler yapalõm ve onlarõ varisler kõlalõm. Yeryüzünde onlarõ kudret sahibi kõlalõm ve onlarõn eliyle Firavun’a, Hâmân’a ve ordularõna, çekinegeldikleri şeyleri gösterelim. Mûsâ’nõn annesine, “Onu emzir, başõna bir şey gelmesinden korktuğun zaman onu denize 196

(Nil’e) bõrak, korkma, üzülme. Çünkü biz onu sana döndüreceğiz ve onu peygamberlerden kõlacağõz” diye ilham ettik. Nihâyet Firavun ailesi kendilerine düşman ve üzüntü kaynağõ olacak olan o çocuğu bulup aldõ. Şüphesiz Firavun, (veziri) Hâmân ve onlarõn askerleri hata yapõyorlardõ. Firavun’un karõsõ şöyle dedi: “Bana da, sana da göz aydõnlõğõ (bir çocuk)! Sakõn onu öldürmeyin. Belki bize faydasõ dokunur, ya da onu evlat ediniriz.” Oysa ki onlar (olacak şeylerin) farkõnda değillerdi. Mûsâ’nõn anasõnõn kalbi bomboş kaldõ. Eğer biz (çocuğu ile ilgili sözümüze) inancõnõ korumasõ için kalbine güç vermeseydik, neredeyse bunu açõklayacaktõ. Annesi, Mûsâ’nõn kõz kardeşine, “Onu takip et” dedi. O da Mûsâ’yõ, onlar farkõna varmadan uzaktan gözledi. Biz, daha önce onun, süt analarõnõn sütünü emmemesini sağladõk. Kõz kardeşi, “Size onun bakõmõnõ, sizin adõnõza üstlenecek ve ona içtenlik ve şefkatle davranacak bir aile göstereyim mi?” dedi. Böylece biz, anasõnõn gözü aydõn olsun ve üzülmesin, Allah’õn va’dinin hak olduğunu bilsin diye onu anasõna geri döndürdük. Fakat onlarõn pek çoğu bunu bilmezler. (28/4-13)

Bu bilgi 2/248, 20/37-40. âyetlerde de geçer.

Mõsõrlõlarõn halkõna yaptõklarõndan üzüntü duyan Mûsâ, bir Mõsõrlõyõ öldürür. Pişmanlõk duyar ve Allah’tan af diler. Ertesi gün öldürüleceğini öğrenerek Mõsõr’õ terk eder, Medyen’e kaçar. Çölde kuyu başõnda koyunlarõnõ sulamaya çalõşan iki kõza yardõm eder ve onlarõn babasõ tarafõndan işe alõnõr. Bazõ rivâyetlere göre işe alan kişi Şuayb Peygamberdir. On yõl kadar çobanlõk yapar, bu yüzden çobanlõğõn piri kabul edilir. Kõzlardan biri ile evlenir. (Öz, 1987, 122)

Bu yukarõdaki husus, âyetlerde şöyle geçer:

Mûsâ halkõn habersiz olduğu bir sõrada şehre girdi. Orada biri kendi tarafõndan, diğeri düşmanõ tarafõndan; kavga eden iki adam gördü. Kendi tarafõndan olan, düşmanõna karşõ ondan yardõm istedi. Mûsâ da ona bir yumruk indirip onu öldürdü. Mûsâ, “Bu şeytanõn işidir. O gerçekten apaçõk bir saptõrõcõ düşmandõr” dedi. (28/15)

Korkarak, etrafõ gözetleyerek şehirde sabahladõ. Bir de ne görsün, dün kendisinden yardõm isteyen yine feryat ederek ondan yardõm istiyordu. Mûsâ da ona, “Belli ki sen azgõn bir kimsesin” dedi. Mûsâ, ikisinin de düşmanõ olan adamõ 197

yakalamak isteyince adam, “Ey Mûsâ! Dün birini öldürdüğün gibi, beni de öldürmek mi istiyorsun. Sen ancak yeryüzünde bir zorba olmak istiyorsun, arabuluculardan olmak istemiyorsun” dedi. Şehrin öbür ucundan koşarak bir adam geldi. “Ey Mûsâ! İleri gelenler seni öldürmek için aralarõnda senin durumunu görüşüyorlar. Şehirden hemen çõk. Şüphesiz ben sana öğüt verenlerdenim” dedi. (28/18-20)

Medyen suyuna varõnca, suyun başõnda (hayvanlarõnõ) sulamakta olan bazõ insanlar gördü. Bunlarõn yanõnda da koyunlarõnõ suya salmamak için uğraşan iki kõz gördü. Mûsâ onlara, “(Koyunlarõnõzõ burada tutmaktaki) maksadõnõz ne?” dedi. Onlar, “Çobanlar sulayõp çekilinceye kadar biz koyunlarõmõzõ sulayamayõz. Babamõz ise çok yaşlõ bir adamdõr” dediler. Bunun üzerine Mûsâ onlarõn koyunlarõnõ suladõ. Sonra gölgeye çekilip, “Rabbim! Bana göndereceğin her hayra muhtacõm” dedi. Nihâyet kõzlardan biri utana utana yürüyerek ona gelip, “Bizim için koyunlarõmõzõ sulamanõn ücretini vermek üzere babam seni çağõrõyor” dedi. Mûsâ onun (Şuayb’õn) yanõna gelip başõndan geçenleri ona anlatõnca Şuayb, “Korkma o zalim kavimden kurtuldun” dedi. Kõzlardan biri, “Babacõğõm, onu ücretle tut. Her hâlde ücretle tuttuklarõnõn en hayõrlõsõ, güçlü ve güvenilir olan bu adam olacaktõr” dedi. Şuayb, “Ben, sekiz yõl bana çalõşmana karşõlõk şu iki kõzõmdan birisini sana nikahlamak istiyorum. Eğer sen bunu on yõla tamamlarsan o da senden olur. Ben seni zora koşmak da istemiyorum. İnşaallah beni salih kimselerden bulacaksõn” dedi. Mûsâ şöyle dedi: “Bu seninle benim aramda bir iş. İki süreden hangisini tamamlarsam bana bir husûmet yok. Allah söylediklerimize vekildir.” (28/23-28)

Seyrânî, Mûsâ Peygamberi çobanlarõn piri olarak şöyle anlatõr:

Andan Mûsâ Kelîmullâh,

Çobanlarõn piri billah

Adûsu Firavn’ullah,

Helak edüp etti deri (Çatak, 1992, 427/5)

198

A. Hazreti Mûsâ’nõn Allah ile Konuşmasõ

Çölde nefis terbiyesi geçiren Hazreti Mûsâ, süre dolunca ailesi ile birlikte Mõsõr’a doğru yola çõkar. Yolda fõrtõnaya tutulurlar. Ateş yakõp dinlenmek ister; ancak ateşi yakamaz.Tuva vadisinde Tûr (Sînâ) dağõnda iken bir ateş görür. Ateş almak için oraya doğru yürür. Bunu çobanlarõn yaktõğõ ateş sanar; halbuki ateş sandõğõ tecelli nuru idi. Oraya gidince ateşin ağacõn tepesinde olduğunu görür. Korkarak dönmek ister. Ağaçtan bir ses işitir. Allah “Ya Mûsâ, ben âlemlerin rabbi Allah’õm.” der ve ona nalõnlarõnõ çõkarmasõnõ söyler. Mûsâ’ya elindeki asayõ yere atmasõnõ söyler, o da yapar ve asa yõlan olur. Mûsâ kaçmak ister; fakat Allah ona güvende olduğunu belirtir. Böylelikle Mûsâ, Allah ile konuşan peygamberdir, “Kelîmullâh” sõfatõnõ almõştõr. (Onay, 1993, 300)

Bu husus Kur’ân’da şöyle geçmektedir:

Mûsâ süreyi tamamlayõp ailesiyle yola çõkõnca, Tûr tarafõnda bir ateş görmüş ve ailesine, “Siz burada kalõn, ben bir ateş gördüm, (oraya gidiyorum). Umarõm oradan size bir haber ya da õsõnmanõz için ateşten bir kor getiririm” dedi. Mûsâ, ateşin yanõna gelince o mübarek yerdeki vadinin sağ tarafõndaki ağaçtan şöyle seslenildi: “Ey Mûsâ! Şüphesiz ben, evet, ben âlemlerin Rabbi olan Allah’õm.” “Değneğini (yere) at.” (Mûsâ değneğini attõ). Onu bir yõlanmõş gibi süratle hareket eder görünce arkasõna bakmadan dönüp kaçtõ. (Bu sefer şöyle seslenildi:) “Ey Mûsâ! Beri gel, korkma. Çünkü sen güvenlikte olanlardansõn.” (28/29-31)

Bu husus şu âyetlerde de geçer: 4/164, 19/52, 20/9-21, 27/7-10.

Allah’õn nurunu ağaçta gören Hazreti Mûsâ’nõn Allah’õn vahyine hayran kaldõğõnõ Dertli şu mõsralarla anlatõr:

Varõp bir şecerden hitâb alõrdu

Vahy-i Rabbâniye hayran kalõrdõ

Aklõ fikrî koyup hâmûş olurdõ

Mûsâ’ya tecelli gösterdikçe Tûr. (Kutlu, 1979, 233/3) 199

Erzurumlu Emrah, Mûsâ’nõn Tûr-i Sînâ’da Allah ile konuştuğunu şöyle ifade eder:

Hak ile Mûsâ’nõn tekellümünde

Tûr-i Sînâda bir mekânda idim (Karadağ, 1996, 97/16)

Gevherî, Hazreti Mûsâ’nõn Tûr dağõnda Allah ile söyleştiğini ve bu sõrada Allah’õn sõr perdesini kaldõrdõğõnõ dile geterir:

Bin bir ismi Tûr-i Sînâ’da Mûsâ söyler iken

Çekti perde-i seyrin esrârõ Mevlâ yüzüne (Elçin, 1998, 760/6)

Mûsâ Peygamberin Tûr dağõnda Allah’la konuşan peygamber olduğunu Karacaoğlan belirtir:

Tanrõ kelamõnõ her dem söyleyen

İdrîs cennettedir, Mûsâ Tûr’dadõr (Öztelli, 1996, 392/3)

Âşõk Ömer, Allah’õn Mûsâ Peygamber ile konuştuğunu şu mõsralarla söyler:

Der Ömer bûy-i Kelîmullâh'a gelürdü hitab (Ergun, 1936, 241/6)

Seyrânî ise Hazreti Mûsâ’nõn Allah ile konuştuğu için Kelîmullâh sõfatõnõ hak ettiğini anlatõr:

Andan Mûsâ Kelîmullâh (Çatak, 1992, 427/5)

Mûsâ gibi Tûr’a çõkõp Allah ile konuşan kişinin dünyaya tutkun olmayacağõnõ Seyrânî şöyle ifade eder:

Kelimullâh gibi Tûr-i Sînâ’ya

Çõkan meclûb olmaz dar-õ fenâya (Öz, 1987, 125) 200

Hazreti Mûsâ Tûr-i Sînâ’da konuşurken, kavmi onun yokluğundan istifade ile Samiri adlõ kişinin altõndan yaptõğõ buzağõya tapar. Bu buzağõ rüzgar esince ses çõkaran bir buzağõdõr. (TDEA, Cilt 6, 445)

Bu kõssayõ Seyrânî şöyle dile getirir:

Vak’a-i Tûr aksi te’sir yaptõ ruh-i zâhide

Samîrî’nin kõssasõndan zâhidân ateşlenir (Öz, 1987, 126)

B. Allah’õn Tecellisi

Tûr-i Sînâ’da Allah’õn hitabõna mahzar olduğu sõrada Mûsâ Peygamber, Allah’õ görmek istediğini söyler. Allah da dağa bakmasõnõ, tecelliye dağ dayanõrsa onu göreceğini ifade eder. Allah, dağa tecelli eder ve dağ paramparça olur. Mûsâ da düşüp bayõlõr. Dolayõsõyla Allah’õn yalnõz nurunu görebildi, zatõnõ görmeye muvaffak olamadõ. (Onay, 1993, 300)

Kur’ân’da bu husus şöyle geçer:

Mûsâ’ya otuz gece süre belirledik, buna on (gece) daha kattõk. Böylece Rabbinin belirlediği vakit kõrk geceye tamamlandõ. Mûsâ kardeşi Hârûn’a, “Kavmim arasõnda benim yerime geç ve yapõcõ ol. Sakõn bozguncularõn yoluna uyma” dedi. Mûsâ, belirlediğimiz yere (Tûr’a) gelip Rabbi de ona konuşunca, “Rabbim! Bana (kendini) göster, sana bakayõm” dedi. Allah da, “Beni (dünyada) katiyen göremezsin. Fakat (şu) dağa bak, eğer o yerinde durursa sen de beni görebilirsin.” dedi. Rabbi dağa tecelli edince onu darmadağõn ediverdi. Mûsâ da baygõn düştü. Ayõlõnca, “Seni eksikliklerden uzak tutarõm Allah’õm! Sana tövbe ettim. Ben inananlarõn ilkiyim” dedi. (Allah) “Ey Mûsâ! Vahiylerim ve konuşmamla seni insanlar üzerine seçkin kõldõm. Öyleyse sana verdiğimi al ve şükredenlerden ol” dedi. (7/142-144)

Hazreti Mûsâ, bu kainatõn niçin yaratõldõğõnõ Allah’a sorar. Allah da “Ben gizli bir hazineyim, kendimi kainat halinde göstermek istedim, tecelli 201

edişimden bu kainat meydana geldi.” diye cevap verir. “Küntü kenzen” bu cevabõn başlangõcõ olan âyetin başõdõr. Dertli, Hazreti Mûsâ’nõn sorusunun cevabõnõn bu dünyada gizli olduğunu söyler:

“Küntü kenzen” sõrrõ bu dünyadadõr bak ta ebed

Der ki Lutfî hame-i kudrette imladõr sabõr (Kutlu, 1988, 89/5)

Dertli, Allah’õn tecellisi Tûr dağõna vurdukça Mûsâ’nõn sessizleştiğini ve kendinden geçtiğini şu şekilde anlatõr:

Varõp bir şecerden hitâb alõrdu

Vahy-i Rabbâniye hayran kalõrdõ

Aklõ fikrî koyup hâmûş olurdõ

Mûsâ’ya tecelli gösterdikçe Tûr. (Kutlu, 1979, 233/3)

Erzurumlu Emrah, kendini Mûsâ’ya benzeterek, nuru görüp bayõlan Mûsâ ve õşõk için can veren pervane gibi canõnõ sevdiği uğruna verebileceğini ve aşk ateşinde yandõğõnõ ifade eder:

Bi-hicâb tecelli etse yarim

Kande olsam bana Tûr olur peydâ (Karadağ, 1996, 64/2)

Cânumõ Mûsâ gibi saldum tecellî şem’ine

Gönlümi pervâne-veş yakdun sebebsüz nâra âh (Karadağ, 1996, 255/2)

Mûsâ gibi düşdüm cân atup âteş-i ‘aşka

Ey şem’i külli rûh-õ gül nâruna yandum (Karadağ, 1996, 316/2)

Gevherî, kendisini Hazreti Mûsâ’ya benzeterek aşk ile sevgilinin tecellisini görmek için zahmet çekebileceğini belirtir:

Gevherî aşkõnla çõkalõ Tûr’a

Hayli zahmet çekti erince nura (Elçin, 1998, 155/4) 202

Gevherî, sevgilisinin yüzünü Allah’õn nurunun tecelli ettiği Sînâ dağõna benzetir:

Tûr-i Sînâ çekilmiş beyaz yüzüne (Elçin, 1998, 343/2)

Âşõk Ömer, Allah’õn tecellisine dayanamayõp bayõlan Hazreti Mûsâ gibi âşõğõn da sevgiliyi görünce kendinden geçtiğini şöyle dile getirir:

Musi’nin cevr ü cefâsõ âşõkõ büryân eder (Ergun, 1936, 317/4)

Âşõk Ömer, Tûr dağõnda tecelliyi gören Mûsâ’nõn Allah’õn güzelliğine tutkun olduğunu, gönül kuşunun Tûr’u mesken tuttuğunu söyler:

Âlemi handân eder âşõk olur mesrûr-i feyz

Dil o kuştur şimdi mesken oldu ana Tûr-i feyz (Ergun, 1936, 357/1)

Hüsnüne müştâk idi Mûsâ-yi Tûr (Ergun, 1936, 391/4)

Allah’õn tecellisi ile parçalanan Tûr dağõ gibi âşõk da sevgiliyi görünce kendinden geçer. Bu hususu Âşõk Ömer şöyle anlatõr:

Dembedem nûr-i hidâyet pertevinin Tûr’uyum (Ergun, 1936, 253/2)

Gah hâk-i pâlar içre Tûr eder aşk âdemi

Gâhi dünyâda begâyet hor eder aşk âdemi (Ergun, 1936, 401/1)

Kur’ân-õ Kerim'de zeytinden söz ediliyor. Kur’ân da bu ağacõn Sînâ dağõnda yetiştiği yazõlõdõr:

Tûr-i Sînâ’da yetişen bir ağaç daha meydana getirdik ki, bu ağaç hem yağ, hem da yiyenlerin ekmeğine katõk edecekleri (zeytin) verir. (23/20)

Hazreti Mûsâ, Allah’õ görmeyi çok ister. Mûsâ’nõn bu isteğine Allah “İnni lenterâni” (7/143) yani “Beni göremezsin.” diye cevap verir. Seyrânî, Hazreti Mûsâ’nõn Allah’õn nurunu Tûr-i Sînâ’da yetişen zeytin ağacõnõn yaprağõnda gördüğünü dile getirir:

Vech-i zâta lafz-õ “inni-lenterani”den nikab

Tuttu zeytin yaprağõndan verdi Mûsâ’ya cevab (Öz, 1987, 125) 203

Mûsâ Peygamber Allah’õ görme isteğinde õsrarcõ davranõnca Allah’õn tecellisini dağa yansõttõğõnõ, dağõn buna dayanamayõp parçalandõğõnõ ve Mûsâ’nõn düşüp bayõldõğõnõ Seyrânî şöyle söyler:

Perde-i gaybiyyeden cânan çõkõnca şâhide

Tûr’da takat kalmamõş seyr-i cemâl-i vâhide (Öz, 1987, 126)

Rumûz-u aşkõ hallet ki bu Zihnîn kavrasõn Tûr’u

Hitâb-õ Hakk-õ Mûsâ’yõ onu cezbeyleyen nûru (Öz, 1987, 126)

C. Hazreti Mûsâ’nõn Mucizeleri

Hazreti Mûsâ’ya Allah tarafõndan dokuz mucize verilmiştir. Bu mucizeler şunlardõr:

1.Asanõn ejderha oluşu. 2.Yed-i beyza. 3.Asa ile denizin yarõlmasõ. 4.Taştan su fõşkõrmasõ. 5.Tanrõlõk iddiasõnda bulunan Firavun’un Allah’õ sormak maksadõyla göğe attõğõ okun kanlanmõş olarak yere düşmesi. 6.Çekirge yağmasõ. 7.Kurbağa yağmasõ. 8.Bit yağmasõ. 9.Gökten bereketli yiyecekler inmesi. (Ateş, 1993, 465-466)

Kardeşi Hârûn ile birlikte Firavun’a gönderilen Mûsâ, Firavun’a peygamberliğini kanõtlamak için birtakõm mucizeler gösterince Firavun kendi sihirbazlarõnõ çağõrtõr. Sihirbazlar ipleri yõlana çevirir. Buna karşõlõk Mûsâ da asasõnõ ejderhaya dönüştürür ve ejderha diğer yõlanlarõ yer. Böylece ilk mucizesini göstermiş olur. Hemen sihirbazlar imana gelir; ancak Firavun imana gelmez.

Bu husus, Kur’ân’da şöyle geçer:

Firavun’un kavminden ileri gelenler dediler ki: “Şüphesiz bu adam usta bir sihirbazdõr.” “Sizi yerinizden çõkarmak istiyor.” Firavun ileri gelenlere, “Öyle ise siz ne düşünüyorsunuz?” dedi. Onlar şöyle dediler: “Mûsâ’yõ ve kardeşini (bir süre) beklet (haklarõnda bir işlem yapma) ve şehirlere toplayõcõlar yolla.” “Bütün usta sihirbazlarõ (toplayõp) sana getirsinler.” Sihirbazlar Firavun’a geldiler. “Galip gelenler biz olursak mutlaka bize bir mükafat vardõr, değil mi?” dediler. 204

Firavun, “Evet. Üstelik siz (ücretle de kalmayacaksõnõz) mutlaka benim en yakõnlarõmdan olacaksõnõz” dedi. (Sihirbazlar), “Ey Mûsâ!” Ya önce sen at, ya da önce atanlar biz olalõm” dediler. (Mûsâ), “Siz atõn” dedi. Bunun üzerine onlar (ellerindekini) atõnca insanlarõn gözlerini büyülediler ve onlara korku saldõlar. Büyük bir sihir yaptõlar. Biz de Mûsâ’ya, “Elindeki değneğini at” diye vahyettik. Bir de ne görsünler o, onlarõn uydurduklarõnõ yakalayõp yutuyor. Böylece hak yerini buldu ve onlarõn yapmõş olduklarõ şeylerin hepsi boşa çõktõ. Artõk orada yenilmişler ve küçük düşmüşlerdi. Sihirbazlar ise secdeye kapandõlar. “Âlemlerin Rabbine iman ettik” dediler. “Mûsâ ve Hârûn’un Rabbine.” Firavun, “Ben size izin vermeden ona iman ettiniz ha!” dedi. “Şüphesiz bu halkõnõ oradan çõkarmak için şehirde kurduğunuz bir tuzaktõr. Göreceksiniz!” “Mutlaka sizin ellerinizi ve ayaklarõnõzõ çaprazlama keseceğim, sonra da (ibret olsun diye) sizin tümünüzü elbette asacağõm.” dediler ki: “Biz mutlaka Rabbimize döneceğiz.( 7/109-125)

Yukarõdaki bilgiler şu âyetlerde de geçmektedir: 7/107, 10/75-83, 20/60- 70, 26/32-51, 28/36-37, 28/48.

Âşõk Ömer, Firavun Hazreti Mûsâ’ya inanmayõnca onun sihirbazlarõnõn sihrinin boşa çõktõğõnõ, Mûsâ’nõn asanõn ejderha olduğunu; fakat Mûsâ’nõn mucizesine rağmen Firavun’un iman etmediğini şöyle anlatõr:

Kõldõ Fir’avn çün Beni İsrâil’i gâyet zebun

Sihri ibtâl eyleyüp oldu asâ ejder nümun

Kasdedüp mel’ûnu hem tahtõndan etti sernigûn

Kõldõ Mûsâ mu’cizeyle hakkõ õzhâr ol zaman (Ergun, 1936, 256/2)

Seyrânî ise Mûsâ’nõn asasõnõn ejderha oluşunu şöyle dile getirir:

Ger olduysa asâ ejder adûya dest-i Mûsâ’da

Olurdu düşmene sözüm ona nisbet bir ejderhâ (Öz, 1987, 126)

205

Mûsâ’nõn ikinci mucizesi, Hazreti Mûsâ’nõn Firavun’a karşõ õşõk saçan elidir. Ona yed-i beyza denir. Elleri õşõk saçar ve Mûsâ korkar. Allah’õn emriyle tekrar ellerini koltuk altõna koyunca elleri eski haline gelir.

Bu mucize âyette şöyle belirtilir:

“Sana büyük mucizelerimizden birini daha göstermemiz için elini koynuna sok ki, bir başka mucize olarak, (alaca hastalõğõ gibi) bir hastalõk sebebiyle olmaksõzõn bembeyaz bir halde çõksõn.” (20/22-23)

Bu husus diğer âyetlerde şöyle geçer: 7/108, 26/33, 27/12, 28/32.

İnsan, varlõğõnõn yapõsõnõ görüyorsa, o Allah’õn kuludur ve gönlü de Hazreti Mûsâ’nõn mucizeli beyaz eli gibidir. Bu duygularõ Dertli şöyle anlatõr:

Gör vücudun kasrõnõ, sultanõ Hû’dur Hû diyen

Sure-i seb’almesani, yed-i beyza’dõr gönül (Kutlu, 1988, 111/3)

Gevherî, sevgilisinin beyaz yüzünü mucizeyle beyazlaşan Mûsâ’nõn eline benzetir:

Olup yüze yed-i beyzâ gibi gark (Elçin, 1998, 277/2)

Seyrânî; Mûsâ’nõn õşõk saçan elinin, yani yed-i beyzasõnõn (beyaz elinin) nurunun Allah’õn tecellisinden yansõma olduğunu belirtir:

Tecelliden desti Mûsâ ak olmuş (Çatak, 1992, 217/2)

Âşõk olan Seyrânî, kendi aşkõnõn kalbinde tecelli ettiğini söyler. Kendini Mûsâ Peygamberle o kadar çok karşõlaştõrõr ki, yedi organõ nur saçan el, yani yed- i beyzadõr:

Benim aşkõm tecelli Tur kalbimdir benim Mûsâ

Yedi âzâm yed-i beyzâsõna nisbet yed-i beyzâ (Öz, 1987, 126)

206

Hazreti Mûsâ, Meyden çölünde kavmi ile ayin yapõp kurban kesmek ister. Firavun önce izin verir, sonra peşlerine düşer. Hazreti Mûsâ’nõn asasõyla Kõzõldeniz’de kuru bir yol açarak halkõnõ kurtarmasõ, daha sonra denizin tekrar kapanarak Firavun ve yoldaşlarõnõn yok olmasõ Mûsâ’nõn başka bir mucizesidir. Firavun deniz kapanõrken son anda iman eder ve secdeye kapanõr. Allah diğer insanlara ibret olsun diye onun bedenini çürütmeden secdede olduğu gibi bõrakõr. (Özçelik, 1999, 37)

Bu mevzu, Kur’ân’da geçmektedir:

Onlar da şöyle dediler: “Biz yalnõz Allah’a tevekkül ettik. Ey Rabbimiz, bizi zalimler topluluğunun baskõ ve şiddetine maruz bõrakma!” Bizi rahmetinle o kâfirler topluluğundan kurtar. Mûsâ’ya ve kardeşine, “Kavminiz için Mõsõr’da (sõğõnak olarak) evler hazõrlayõn ve evlerinizi namaz kõlõnacak yerler yapõn. Namazõ dosdoğru kõlõn. Mü’minleri müjdele” diye vahyettik. Mûsâ şöyle dedi: “Ey Rabbimiz! Gerçekten sen Firavun’a ve onun ileri gelenlerine dünya hayatõnda nice zinet ve mallar verdin. Ey Rabbimiz, yolundan saptõrsõnlar diye mi? Ey Rabbimiz, sen onlarõn mallarõnõ silip süpür ve kalplerine darlõk ver, çünkü onlar elem dolu azabõ görünceye kadar iman etmezler.” Allah da, “Her ikinizin de duasõ kabul edildi. Öyleyse dürüst olmakta devam edin ve sakõn bilmeyenlerin yolunda gitmeyin” dedi. İsrailoğullarõnõ denizden geçirdik. Firavun da, askerleriyle birlikte zulmetmek ve saldõrmak üzere, derhal onlarõ takibe koyuldu. Nihâyet boğulmak üzere iken, “İsrailoğullarõ’nõn iman ettiğinden başka hiçbir ilah olmadõğõna inandõm. Ben de müslümanlardanõm” dedi. Şimdi mi?! Oysa daha önce isyan etmiş ve bozgunculardan olmuştun. Biz de bugün bedenini, arkandan geleceklere ibret olman için, kurtaracağõz. Çünkü insanlardan birçoğu âyetlerimizden gerçekten habersizdir. (10/85-92)

Aynõ konu şu âyetlerde de vardõr: 7/136, 20/77, 26/60-68, 28/40, 43/55, 44/23-24, 51/40.

Gevherî, Firavun’un Allah’õn elçisi Mûsâ’ya uymayarak Allah’õ inkar ettiğini ve imandan çõktõğõnõ anlatõr. Devamõnda ise Mûsâ’nõn mucizesi sonucu 207

boğularak öleceğini anlayan Firavun’un son anda imana gelip secdeye kapandõğõnõ ama imanlõ ölüp ölmediğinin kesin olmadõğõnõ anlatõr:

Fir’avunluk itmiş yolundan şaşmõş

İnkârdan imândan varõndan geçmiş

Hakikat abdestin almadan ölmüş

Kõlman namâzõnõ olmuş olmamõş (Elçin, 1998, 407/4)

Hazreti Mûsâ’nõn asasõ ile Kõzõldeniz’i yarõp geçtiğini ve bu mucizenin Allah aşkõ sayesinde meydana geldiğini Gevherî ifade eder:

Mevcei getürdi nice bu nâdân-õ aşk

Yürüdü mu’ciz-i Mûsâ gibi deryâ yüzüne (Elçin, 1998, 760/4)

Âşõk Ömer, Mûsâ’nõn asasõ ile denize vurmasõ sonucu denizin ortasõnda on iki yolun meydana geldiğini belirtir:

On iki yol oldu Mûsâ’ya urunca bir asâ (Ergun, 1936, 387/3)

Hazreti Mûsâ’nõn asasõ ile Kõzõldeniz’in ikiye bölündüğünü Seyrânî şöyle dile getirir:

Asasõndan derya iki şak olmuş (Çatak, 1992, 217/2)

Seyrânî, Mûsâ’nõn asasõ ile denizi bölmesi ile Mûsâ ve yanõndakilerin kurtulduğunu; ama onlar geçtikten sonra denizin tekrar kapanarak Firavun ve kavminin helak olduğunu söyler:

Helakine sebep oldu ki kavmi ile Firavn’õn

Asasõ lezzetin tadõnca Nil zarb-õ Mûsâ’nõn (Çatak, 1992,475/4)

Adusu Firavn’ullah,

Helak edüp etti deri (Çatak, 1992, 427/5)

Mõsõr’da Firavun yapõp mezarlõk 208

Bekler iken neye vardõ pazarlõk

Tanrõlõk davasõn ettirdi varlõk

Aza kanaati elden bõrakma (Yüksel, 1987, 33/3)

Mûsâ Peygamber ve kavmi çölde aç ve susuz kalõr. Kavmi için dua eder, Allah da asasõnõ taşa vurmasõnõ emreder. Mûsâ taşa asa ile vurunca taşõn on iki yerinden su fõşkõrõr. Ayrõca Allah’õn emri ile bir bulut onlara gölge olur ve gökten sofra iner.

Bu husus Kur’ân’da şöyle geçer:

Mûsâ’nõn kavminden (insanlarõ) hak ile doğru yola ileten ve onunla adaletli davranan bir topluluk da vardõ. Biz onlarõ on iki kabile halinde topluluklara ayõrdõk. (Tîh sahrasõnda susuzluktan sõkõlan) kavmi Mûsâ’dan su istediğinde biz ona, “Asânõ taşa vur” diye vahyettik. (Vurunca) taştan on iki põnar fõşkõrdõ. Herkes (kendi) su içeceği yeri bildi. Üzerlerine bulutu da gölgelik yaptõk ve onlara kudret helvasõ ve bõldõrcõn indirdik. “Size rõzõk olarak verdiğimiz şeylerin iyi ve temiz olanlarõndan yiyin” (dedik). Onlar bize zulmetmediler, fakat kendi nefislerine zulmediyorlardõ. (7/159-160)

2/60. âyette de aynõ konu geçmektedir.

Karacaoğlan, Hazreti Mûsâ’nõn duasõ üzerine gökten inen kudret helvasõnõn kim için olduğunu sorar:

Gökten ol kudret lokmasõ

Toka m’indi, aca m’indi (Öztelli, 1996, 414/3)

İsrailoğullarõna çölde su ve yemek lazõm olur. Mûsâ Peygamber asasõ ile taşa vurur ve taştan on iki su fõşkõrõr. Ayrõca Allah onlara gökten bir sofra indirir. Seyrânî bunu şöyle anlatõr:

Hazreti Mûsâ’ya indi maide (Öz, 1987, 127) 209

XVII. HAZRETİ NÛH

Çok uzun yaşamõş olan bir peygamberdir, yedi yüz veya bin sene diye söylenmektedir. Bu yüzden Nûhî veya Nûh ömrü tabiri vardõr. (Onay, 1993, 322)

Bu husus Kur’ân’da şöyle geçer:

Andolsun, biz Nûh’u kendi kavmine peygamber olarak gönderdik. O da dokuz yüz elli yõl onlarõn arasõnda kaldõ. Neticede onlar zulümlerini sürdürürlerken tûfan kendilerini yakalayõverdi. (29/14)

Ayrõca 3/33-34, 4/163., 7/59., 11/25, 33/7, 57/26., 71/1. âyetlerde de bu mevzu geçmektedir.

Gevherî’ye göre dünya kurulalõ hiçbir âşõk sevgilisinden vefa görmemiştir. Sevgilinin vefasõzlõğõna katlanabilmesi için aşõğõn Nûh gibi uzun ömürlü olmasõ gerekir:

Gevherî olalõ bu âlem ister

Dilberin vefâsõn kim gördü göster

Sabr-õ Eyyûb ile ömr-i Nûh ister

Bî-vefâ arzusu tûl-i emeldir (Elçin, 1984, 356/5)

Şol gedâ kim mihr yâb olmak ile memduh ola

Nakd-i vakti sabr-õ Eyyûb dahi ömrü Nûh ola (Elçin, 1984, 596/3)

Karacaoğlan da Nûh Peygamber gibi çok yaşayõp çok çile çektiğini şöyle anlatõr:

Karac’Oğlan der ki: Belim büküldü,

Ağzõmõn içinde dişim döküldü,

Nûh Nebî’nin haddesinden çekildi,

Saz çalmayan tel kadrini ne bilir? (Cumbur, 2001, 247/4) 210

Uzun yõllar yaşayan meşe ağacõna seslenen Karacaoğlan, en uzun ömür süren Nûh’un bile öldüğünü söyleyerek dünyanõn geçiciliğine işaret eder:

Hazreti Nûh’tan beri kimler var idi

Nûh’un tufanõnõ bilin mi meşe (Öztelli, 1996, 407/1)

Sevgiliye kavuşmak için tek çarenin Nûh Peygamber kadar yaşamak olduğunu Âşõk Ömer şöyle ifade eder:

Niçe bir feryâd edersin gönül uslanmaz mõsõn

Vasl-õ yâr olmak dilersen sabr-õ Eyyûb ömr-i Nûh (Ergun, 1936, 178/2)

Seyrânî, dördüncü peygamberin Hazreti Nûh olduğunu belirtir:

Dördüncü nebi kim anõ beyan et,

Ol Nûh Peygamber’dir gördü tufanõ (Çatak,1992, 415/80)

Sümmânî ise Nûh’un diğer peygamberlerle beraber gerçek dine delil olduğunu söyler:

Âdem Safiyullah Nûh ile Halil

Mûsâ ile İsâ hak dinine delil (Yener, 1973, 177/2)

A. Hazreti Nûh’un Gemisi

Nûh Peygamberin kavmi çok asi idi. Onlarõ yola getiremeyeceğini anlayan Nûh, Allah’tan onlarõn cezalandõrõlmasõnõ ister. Nûh, Allah’õn emri ile kõrda ve sudan uzak bir yerde gemi yapar. Kavmi “Peygamberdin, dülger oldun.” diye dalga geçer. Gemi biter ve tufan alametleri başlar. Oğullarõndan biri iman etmez, gemiye binmeyi reddeder ve o da helak olur. Kendine iman eden seksen kişiyi ve her cins hayvandan birer çift alarak gemiye biner. Sonra Allah’õn emri ile tufan başlar ve altõ ay bu tufan devam eder. Hazreti Nûh’un kavmi helak olur. Sonra tufan biter. Bulutlar açõlõr ve sular çekilir. Nûh’un gemisi de Cudi dağõ 211

üstünde kalõr. Tufandan sonra insanlar Hazreti Nûh’un üç oğlundan türedi. Bu yüzden Nûh’a “İkinci Âdem” denir. (Pala, 1995, 432)

Ayrõca gemiciler Hazreti Nûh’u kendilerine pir kabul ederler. (Ateş, 1993, 146)

Kur’ân’da bu husus şöyle geçer:

Andolsun, biz Nûh’u kavmine peygamber olarak gönderdik. Onlara şöyle dedi: “Ben sizin için apaçõk bir uyarõcõyõm.” “Allah’tan başkasõna ibadet ve kulluk etmeyin. Doğrusu ben sizin adõnõza elem dolu bir günün azabõndan korkuyorum.” Kavminin inkâr eden ileri gelenleri, “Biz, senin ancak bizim gibi bir insan olduğunu görüyoruz. İlk bakõşta sana uyanlarõn da ancak en aşağõlõklarõmõzdan ibaret olduğunu görüyoruz. Sizin bize karşõ herhangi bir üstünlüğünüzü de görmüyoruz. Aksine sizin yalancõ kimseler olduğunuzu sanõyoruz” dediler. Nûh dedi ki: “Ey Kavmim! Söyleyin bakalõm; şâyet ben Rabbimden gelen apaçõk bir delil üzerinde isem ve O kendi katõndan bana bir rahmet vermiş de, siz ona karşõ kör kalmõşsanõz, onu istemediğiniz halde, biz sizi ona zorlayacak mõyõz?” “Ey kavmim! Buna karşõ ben sizden herhangi bir mal da istemiyorum. Benim mükâfatõm ancak Allah’a âittir. Ben o iman edenleri (teklifinize uyarak) kovacak da değilim. Çünkü onlar Rablerine kavuşacaklardõr. Fakat ben sizin bilgisizce davranan bir toplum olduğunuzu görüyorum.” “Ey kavmim! Eğer ben onlarõ kovarsam, beni Allah’tan kim koruyabilir? Hiç düşünmüyor musunuz?” Size ben, “Allah’õn hazineleri yanõmdadõr”, demiyorum; gaybõ da bilmem. “Ben bir meleğim” de demiyorum. Sizin hor gördüğünüz kimseler için, “Allah onlara asla hiçbir hayõr vermez” de diyemem. Allah onlarõn içlerindekini daha iyi bilir. Böyle bir şey söylersem o zaman ben gerçekten zâlimlerden olurum. Dediler ki: “Ey Nûh! Bizimle tartõştõn ve tartõşmayõ uzattõn. Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi kendisiyle bizi tehdit ettiğin azabõ getir.” Nûh dedi ki: “Onu size, dilerse ancak Allah getirir ve siz (Allah’õ) âciz bõrakamazsõnõz.” Ben size öğüt vermek istesem de, eğer Allah sizi azdõrmak istemişse, öğüdüm size fayda vermez. O, sizin Rabbinizdir ve O’na döndürüleceksiniz. (Ey Muhammed!) Yoksa “Onu (Kur’ân’õ) kendisi uydurdu” mu diyorlar? De ki: “Eğer onu uydurmuşsam, suçum bana âittir. Ben de sizin 212

işlemekte olduğunuz suçlardan uzağõm.” Nûh’a vahyolundu ki: “Kavminden daha önce iman etmiş olanlardan başka, artõk hiç kimse iman etmeyecek. O halde, onlarõn yapmakta olduklarõ şeylerden dolayõ üzülme.” “Gözetimimiz altõnda ve vahyimize göre gemiyi yap. Zulmedenler hakkõnda bana bir şey söyleme. Çünkü onlar suda boğulacaklardõr.” (Nûh) gemiyi yapõyordu. Kavminden ileri gelenler her ne zaman yanõna uğrasalar, onunla alay ediyorlardõ. Dedi ki: “Bizimle alay ediyorsanõz, sizin bizimle alay ettiğiniz gibi biz de sizinle alay edeceğiz.” Artõk, geldiği kimseyi rezil eden azabõn kime geleceğini, kimin üzerine sürekli bir azabõn ineceğini ileride anlayacaksõnõz. Nihâyet emrimiz gelip, tandõr kaynamaya başlayõnca (sular coşup taşõnca) Nûh’a dedik ki: “Her cins canlõdan (erkekli dişili) birer çift, bir de kendileri hakkõnda daha önce hüküm verilmiş olanlar dõşõndaki ailen ile iman edenleri ona yükle.” Ama, onunla beraber sadece pek az kimse iman etmişti. (Nûh), “Binin ona. Onun yüzüp gitmesi de durmasõ da Allah’õn adõyladõr. Şüphesiz Rabbim çok bağõşlayandõr, çok merhamet edendir.” dedi. Gemi, dağlar gibi dalgalar arasõnda onlarõ götürüyordu. Nûh, ayrõ bir yere çekilmiş olan oğluna, “Yavrucuğum, bizimle beraber sen de bin, inkârcõlarla birlikte olma” diye seslendi. O, “Ben, kendimi sudan koruyacak bir dağa sõğõnacağõm” dedi. Nûh, “Bugün Allah’õn rahmet ettikleri hariç, onun azabõndan korunacak hiç kimse yoktur” dedi. Derken aralarõna dalga giriverdi de oğlu boğulanlardan oldu. “Ey yeryüzü! Yut suyunu. Ey gök! Tut suyunu” denildi. Su çekildi, iş bitirildi. Gemi de Cûdî’ye oturdu ve “Zalimler topluluğu Allah’õn rahmetinden uzak olsun!” denildi. Nûh Rabbine seslenip şöyle dedi: “Rabbim! Şüphesiz oğlum da âilemdendir. Senin va’din elbette gerçektir. Sen de hükmedenlerin en iyi hükmedenisin.” Allah, “Ey Nûh! O asla senin âilenden değildir. Onun yaptõğõ, iyi olmayan bir iştir. O halde hakkõnda hiçbir bilgin olmayan şeyi benden isteme. Ben sana cahillerden olmamanõ öğütlerim” dedi. Nûh, “Rabbim! Şüphesiz ben senden hakkõnda bilgim olmayan şeyi istemekten sana sõğõnõrõm. Eğer beni bağõşlamaz ve bana acõmazsan, şüphesiz ziyana uğrayanlardan olurum” dedi. Ona denildi ki: “Ey Nûh! Sana ve seninle birlikte bulunanlardan birçok ümmete bizden esenlik ve bereketlerle (gemiden) in. Daha birtakõm ümmetler de olacak ki, biz onlarõ (dünyada) yararlandõracağõz. Sonra da bizden kendilerine elem dolu bir azap dokunacak.” İşte bunlar, sana vahyettiğimiz 213

gayb haberlerindendir. Bundan önce onlarõ ne sen biliyordun ne de kavmin. O halde sabret. Çünkü (iyi) sonuç Allah’a karşõ gelmekten sakõnanlarõn olacaktõr. (11/25-49)

Bu husus 3/33-34, 7/59-70, 14/9, 17/17, 17/3, 19/58, 21/76-77, 22/42, 29/14-15, 37/75-83, 38/12-14, 40/5, 40/31-31, 42/13, 50/12-14, 51/46, 53/52, 54/11-17, 66/10, 69/11-12, 71/1-28. âyetlerde de vardõr.

Erzurumlu Emrah, Allah’õn emriyle geminin yapõldõğõnõ ve tufanõn gerçekleştiğini şöyle anlatõr:

Yapõldõ sefine emroldõ tufân

Nûh ile beraber tufânda idim (Karadağ, 1996, 97/14)

Gevherî sevgiliye özlem duymakta ve bu yüzden çok gözyaşõ dökmektedir. Gözyaşõ o kadar çoktur ki, Nûh’un tufanõndan bir işaret gibidir:

Ey Gevherî çün yâr bilmez kõymeti

Hazreti Mevlâ’dan iste minneti

Şöyle yârârõnõna eşk-i hasreti

Nûh’un tûfânõndan bir nişan olsun (Elçin, 1984, 283/5)

Karacaoğlan, Nûh’un gemisiyle dalga geçenlerin gemicilikle ilgili hiçbir şeyi bilemeyeceğini söyler:

Nûh’un gemisine bühtan edenler

Yelken açõp yel kadrini ne bilir? (Cumbur, 2001, 247/1)

Âşõk Ömer tufanda Hazreti Nûh’un gemisinde bulunduğunu ve bunu da Allah’õn bir iyiliği olduğunu ifade eder:

Tûfan’da ol Hûdâ eyleyüb eltâf

Nûh ile keştîde gezdim bîhilâf (Ergun, 1936, 53/4) 214

Düzene girmeyen kavim için Nûh Peygamber çok dua etmiş; ancak baş edemeyeceğini anlayõnca beddua etmiştir. Âşõk Ömer de Nûh’un tufanõndan kurtuluş olmadõğõnõ dile getirir:

Bahr-õ hâke gark eder fülk-i teni bâd-i fenâ

Nûh dahi bulmadõ gitti işbu tûfandan necât (Ergun, 1936, 358/2)

Âşõk Ömer, “Nûh, gamõn tufanõnõ çekti kurtuldu; ama ben hala ayrõlõk denizinden çekiyorum, bu ayrõlõktan bir kurtuluş yok mu?” der:

Çekti tûfan-õ gamõ kurtuldu kande gitti Nûh

Çâre yok mu bulmağa bahr-i firâkõndan necât (Ergun, 1936, 359/4)

Nûh Peygamber kavmini yola getiremeyince dua eder ve duasõ sonucu kavmin yola gelmeyen kesimi tufan ile yok edilir. Nûh ve yanõndakiler gemide iken her yer su altõnda kalõr, bu olayla yedi okyanus meydana gelir. Âşõk Ömer bunu anlatõr:

Hazreti Nûh’un duâsõn müstecâb etti Hûdâ

Verdi tûfan-õ gazab kavmine ol esnâde su

Ol sebebdendir ki kaldõ bu yedi deryâde su (Ergun, 1936, 387/3)

Seyrânî ise kendini Nûh’un gemisine benzeterek azap tufanõnda kaldõğõnõ söyler:

Sen de Nûh Nebî’nin gemisi gibi

Azap tûfanõna daldõğõn yeter. (Öztelli, 1953, 4/4)

Hazreti Nûh’un Allah’õn emri ile gerçekleşen tufanõ gördüğünü Seyrânî belirtir:

Dördüncü nebi kim anõ beyan et,

Ol Nûh Peygamber’dir gördü tufanõ (Çatak,1992, 415/80)

Nûh’un gemicilerin piri olduğunu ve denizde sõkõntõ çektiğini Seyrânî şöyle dile getirir: 215

Andan Nûh esselam geri

Bu sefineci perveri,

Deryada ederdi cevri (Çatak, 1992,426/3)

Nûh Peygamber oğlunu son anda iman etmesi için tekrar uyarõr. Fakat oğlu iman etmez ve gemiye gelmez. Eğer Allah’õn adõnõn açtõğõ yoldan gitseydi, selamete ererdi. Seyrânî bu düşüncelerini şu beyitle anlatõr:

Uyardõ Hazreti Nûh’a inat etmezdi evladõ

Hakikat sõrrõnõ anlasa bismillahi mecrahanõn (Çatak, 1992, 475/2)

Aşk deryasõ sonsuz genişlikte ve inilmez derinliktedir. O deryada büyük tufanlar olmakta, zor girdaplar bulunmaktadõr. Aşk tufanõ, Nûh tufanõndan daha tehlikelidir. Bunu Seyrânî şöyle ifade eder:

Bahr-i aşka Hazreti Nûh’un gemisi dalmadõ

Hak belâ tufânõna ehl-i necâtõ salmadõ (Öz, 1987, 109/1)

Aşk deryasõ öyle tehlikeli ki, onun bir damlasõ bile tek başõna bir tufandõr. Bu tufana dalan bir daha çõkamaz, bu aşk deryasõndan kurtuluş yoktur. Seyrânî düştüğü aşkõn büyüklüğünü ve tehlikesini Nûh tufanõ ile karşõlaştõrõr:

Bu aşk deryâsõnõn bir katresi de Nûh’a tufândõr

Dua ile gemi mümkün mü kurtulsun kemendinden (Öz, 1987, 109/2)

B. Şeytanõn Gemiye Binmesi

Hazreti Nûh, tufandan kurtaracağõ hayvanlarõ gemiye alõrken eşeğe de gir der. Eşek girmek ister, fakat şeytan eşeğin kuyruğuna yapõşarak onu girmekten alõkoyar. Nûh tekrar emreder, fakat yine şeytan eşeği bõrakmaz. Nûh üçüncü kez “Ya melun girsene!” diye eşeğe emir verince bu sefer şeytan da onunla girer. Daha sonra Nûh, şeytanõ görünce gemiye kimin izniyle girdiğini sorar. Şeytan da Allah’õn kullarõ içinde kendisinden başka melun olmadõğõ için girdiğini söyler. (Levend, 1984, 109-110)

216

XVIII. HAZRETİ SÂLÎH

Hazreti Sâlîh, puta tapan Semud kavminin başõna gönderilen bir peygamberdir. Bu kavmi yola getirmek için çok uğraşmõştõr. Fakat kavim ona inanmaz. Dağlarõ oyarak çok sağlam evler yapmõşlardõ. (Pala, 1995, 465)

Kur’ân’da bu husus şöyledir:

“Hatõrlayõn ki Allah Âd kavminden sonra, sizi onlarõn yerine getirdi ve sizi yeryüzünde yerleştirdi. Yerin ovalarõnda köşkler kuruyor, dağlarõ oyup evler yapõyorsunuz. Artõk Allah’õn nimetlerini anõn da yeryüzünde bozgunculuk yaparak karõşõklõk çõkarmayõn.” (7/74)

Bir gün Allah’tan hacet dilemek için putlarõyla beraber bir mesireliğe giderler ve putlarõn bir işe yaramadõğõnõ görürler. Hazreti Sâlîh’e “Şu kayanõn içinden bize tüylü ve hamile bir deve çõkarõrsan sana o zaman inanõrõz.” derler. Bunun üzerine Sâlîh Peygamber Allah’a dua eder. Dua kabul olunca kaya inleyerek yarõlõr ve içinden istedikleri gibi bir deve çõkar. Fakat yine de ona inanmazlar. Deve belli bir süre sonra doğurur. Hazreti Sâlîh’in oradan ayrõlmasõ gerekince deveye iyi bakmalarõnõ tembih eder. Kavim deveyi keser. Bunun üzerine Allah büyük bir zelzele meydana getirerek sağlam evlerini yõkar ve kavmi helak eder. (Levend, 1984, 110)

Bu husus Kur’ân’da şöyle geçmektedir:

Semûd kavmi de uyarõcõlarõ yalanlamõş ve şöyle demişlerdi: “İçimizden bir insana mõ uyacağõz? (Asõl) o takdirde biz apaçõk bir sapõklõk ve delilik içine düşmüş oluruz.” “Bizim aramõzdan vahiy ona mõ verildi? Hayõr o, yalancõnõn, şõmarõğõn biridir.” Onlar yarõn bilecekler: Kimmiş yalancõ, kimmiş şõmarõk! (Sâlîh’e şöyle demiştik:) “Şüphesiz biz, onlara bir imtihan olmak üzere, o dişi deveyi göndereceğiz. Şimdi onlarõ gözetle ve sabret.” “Onlara, suyun (deve ile) kendileri arasõnda (nöbetleşe) paylaştõrõldõğõnõ, bildir. Her su nöbetinde sahibi hazõr bulunsun.” derken, (kavmin en azgõnõ olan) arkadaşlarõnõ çağõrdõlar. O da işe koyuldu ve deveyi kesti. Fakat azabõm ve uyarõlarõm nasõlmõş! Şüphesiz biz, onlarõn üzerine tek bir korkunç ses gönderdik de, onlar, ağõldaki hayvanlarõn çiğneyip ufaladõklarõ kuru çöpler gibi oldular. (54/23-31) 217

Aynõ konu şu âyetlerde de vardõr: 11/89, 14/9, 17/59, 22/42, 25/38-39, 27/45-53, 29/38, 38/12-14, 40/30-31, 41/13-14, 41/17, 50/12-14, 51/43-45, 53/50- 52, 85/17-20, 89/6-14, 91/11-15.

Bazõ kaynaklarda kavmin depremle (Levend, 1984, 110), bazõ kaynaklarda ise gökten gelen büyük bir gürültü ile (Pala, 1995, 465) yok edildiği geçer. Bu bilgi Kur’ân’da da vardõr:

Semûd kavmi korkunç bir sarsõntõ ile helâk edildi. (69/5)

Şüphesiz biz, onlarõn üzerine tek bir korkunç ses gönderdik de, onlar, ağõldaki hayvanlarõn çiğneyip ufaladõklarõ kuru çöpler gibi oldular. (54/31)

Seyrânî “Altõncõsõ Sâlîh nasihatõn tut” (Çatak, 1992, 415/81) diyerek Sâlîh’in altõncõ peygamber olduğunu ve onun tavsiyalerine uyulmasõ gerektiğini belirtiyor. Nitekim tavsiyesine uymayanlar helak olmuştur.

Sâlîh Peygamber, ismiyle müsemma bir insandõ. İsmi gibi hal ve hareketleri de sâlîhti. Herkesle güzel geçinir, fakirlere yardõm eder ve zayõflarõ himaye ederdi. (Ateş, 1993, 196-197)

Bayburtlu Zihnî, Hazreti Sâlîh’in, diğer peygamberler gibi, çok kõymetli olduğunu belirterek, “Bu fani dünyada başka bir şeyin olmasa da olur.” diye söylüyor:

Eğerçi dünyâya çok zarârõn var

Lâkin mu’tebersin ne haberin var

Sâlih Nebi gibi peygamberin var

Seni kabz ederler Rûmun diyârõ (Sakaoğlu, 1988, 107/17)

XIX. HAZRETİ SÜLEYMÂN

Babasõ Dâvud Peygamber gibi hükümdar bir peygamberdir. Geçimini devlet hazinesinden değil, ördüğü zembiller sayesinde kazanõr (Pala, 1995, 490). 218

Olağanüstü bir güce ve saltanata sahip olmuş, hayvanlarõn dilini bilme, rüzgarõn gücünden yararlanarak uzun mesafeleri az zamanda alma, insanlara ve cinlere hükmetme gibi pek çok mucizelere sahiptir. Onun bu eşsiz özelliklere sahip olmasõ bir duasõ sebebiyle olmuştur.(Tökel, 2000, 293-294)

Bu husus âyetlerde şöyle geçmektedir:

Andolsun! Biz Dâvud’a ve Süleymân’a ilim verdik. Onlar, “Hamd, bizi mü’min kullarõnõn bir çoğundan üstün kõlan Allah’a mahsustur” dediler. Süleymân, Dâvud’a varis oldu ve, “Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi ve bize her şey verildi. Şüphesiz bu, apaçõk bir lütuftur” dedi. Süleymân’õn, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen ordularõ onun önünde toplandõ. Hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyorlardõ. (27/15-17)

Süleymân, “Ey Rabbim! Beni bağõşla. Bana, benden sonra kimseye layõk olmayacak bir mülk (hükümranlõk) bahşet! Şüphesiz sen çok bahşedicisin!” dedi. Biz de rüzgarõ onun buyruğuna verdik. Rüzgar onun emriyle dilediği yere hafif hafif eserdi. Bina ustasõ olan ve dalgõçlõk yapan her bir şeytanõ, bukağõlara bağlõ olarak diğerlerini de, onun emrine verdik. (38/35-38)

Yukarõdaki bilgiler 4/163., 21/78-82. âyetlerde de geçer.

Erzurumlu Emrah, Hazreti Süleymân’õn aynõ zamanda bir hükümdar olduğunu, onun emrine boynunu bükeceğini belirtir:

Gere7k bu gün hükmü Süleymân olsa

Ben mutîyem emre fermân eylesin... (Karadağ, 1996, 141/3)

Âşõk Ömer, Allah’la bir olanõn varlõğõn ülkesine, yani zenginliğe, erişeceğini ve oraya sultan olacağõnõ, her şeyin onun emrine tabi olacağõnõ söyler:

Sen bu âyîne-i zât-õ meşhûda

Kaddin hamîde kõl baş eğ sücûda

Süleymân olursun mülk-i vücûda

Hükmüne râm olur kamu mûr ü mâr (Ergun, 1936, 12/2) 219

Sevgilisini zamanõn Süleymân’õ olarak Âşõk Ömer görür:

Bir Süleymân-õ zamansõn âleme sen hak bu kim (Ergun, 1936, 285/2)

Gafil olma ey Ömer işbu Süleymân-õ zaman (Ergun, 1936, 349/6)

Âşõk Ömer, sevgilinin bulunmadõğõ mekanõ Hazreti Süleymân’õn ülkesi olsa bile istemez:

Sâz ü sûzu mey ü mahbûbu bile yârânõ gör

İstemem sensiz Süleymân olsa hattâ sohbetin (Ergun, 1936, 288/4)

Süleymân Peygamberin neslinden peygamberlerin geleceğini Âşõk Ömer şöyle dile getirir:

Anladõ zürriyyetinden kim ne serverler gele

Nice Dâvud u Süleymân ü Skenderler gele

Cümleden efdal ola dahi mükerrerler gele

Bildi kim bundan ne mürseller ne peygamberler gele (Ergun, 1936, 400/3)

Seyrânî, Süleymân Peygamberin de, diğer kendinden önceki peygamberler gibi, Allah tarafõndan gönderildiğini şöyle ifade eder:

Anlarõn ardõndan gönderdi Mevla,

Hârûn’u Dâvud’u hem Süleymân’õ (Çatak, 1992,416/87)

Seyrânî, sevgilisini güzelliği ve ihtişamõyla dünyaya hükmeden Süleymân’a benzetir:

Görmedim ben böyle dilber,

Yanağõ bir verd-i ahmer

Emrine cümle musahher,

Mülk-ü Süleymân olacak (Çatak, 1992,431/2)

220

A. Hazreti Süleymân’õn Tahtõ ve Özellikleri

Süleymân Peygamberin tahtõ kõzõl altõndandõr ve dört köşesi vardõr. Her köşesinde bir altõn ağaç vardõr, yapraklarõ yeşil zümrüttendir. Her ağacõn üzerinde de altõndan hüma kuşu heykeli vardõr. Tahtõn dört ayağõnda altõndan dört aslan bulunur. Altõndan siyah bir ejderha tahtõn etrafõnõ çevirmiştir. Birileri bir dava ile geldiğinde Süleymân bu tahta oturur ve hükmünü burada verir. Tahtõn yanõndaki ejderha haksõz olana hücum eder, aslanlar da pençe kaldõrõp kuyruklarõnõ yere vururlar. O zaman haklõ haksõz kim belli olur. (Tökel, 2000, 295)

Ayrõca bu tahtõna oturarak rüzgarla beraber gökyüzünden dünyayõ seyreder.

Dertli, aşk acõsõndan bitkin düşmüştür, aşk derdinin perişanlõğõ içinde sevgilinin evinde kapõcõlõk yapmaktadõr. Dertli, aşkõnõn tüm bu olumsuzluklarõna rağmen Hazreti Süleymân’õn tahtõnõ ve sultanlõğõnõ bile istemez. O, aşkõn getirdiği tüm çileyi tercih eder:

Bilirsin Dertli’nin nâ-tüvanlõğõn

Derd-i aşkõn ile perişanlõğõn

Saadet-hânenin pâsbânlõğõn

Taht-gâh-i Süleymân’a değişmem. (Kutlu, 1979, 272/4)

Ercişli Emrah, Süleyman Peygamberin emriyle rüzgarõn tahtõ gökyüzüne eriştirdiğini anlatõr:

Bir bad esti siyah zülüf dolaştõ

Süleyman hükmetti tahta ulaştõ (Alptekin, 1986-a, 22/3)

Süleyman hökmünnen tahtõ yetişti (Alptekin, 1986-a, 24/3)

Gevherî, bakõşlarõ ile âşõğõ öldüren sevgilisinin gözlerinin Süleymân’õn tahtõndan daha değerli olduğunu şöyle ifade eder: 221

Gamze-i cellâdõn kasdõ nâçâre

Taht-õ Süleymân’a değer bu gözler (Elçin, 1984, 326/2)

Sevgiliye kavuşmak isteyen Gevherî, hayali gerçekleşince aşkõn tahtõna Süleymân gibi oturacağõnõ belirtir:

Gevherî vasl-õ hayalinle şahõm daima

Taht-õ aşkõnda Süleymân olmamak mümkün müdür (Elçin, 1998, 601/2)

Âşõk Ömer, Süleymân’õn tahtõnõn rüzgar tarafõndan gökyüzüne çõkarõldõğõnõ şöyle dile getirir:

Yel götüren tahtõnõ n’oldu Süleymân-õ zamân (Elçin, 1999, 77/2)

Seyrânî de Süleymân’õn tahtõnõn yüzük sayesinde rüzgar tarafõndan istenilen yere götürüldüğünü söyler:

Tahtõnõ yel götürdü Süleymân Hatem ile (Çatak, 1992,380/3)

Bayburtlu Zihnî ise güzeller güzeli sevgilisinin gözlerini o kadar çok beğenir ki, onun gözleri Süleymân’õn tahtõna eş değerdedir:

Kakülün ser bölük zülfün yüzbaşõ

Çin mülkünün hükümrânõ gözlerin

Perçemin Hõtâyî hâlin Habeşî

Değer taht-õ Süleymân’õ gözlerin (Sakaoğlu, 1988, 96/1)

Haksõzlõğa boyun eğenlerin, güzelliğin zekatõna dilenci olanlarõn, güzeller şahõna erenlerin yine de Süleymân tahtõnõ bin kere, õsrarla istediğini Bayburtlu Zihnî şöyle anlatõr:

Zihnî tek cevrine kâil olanlar

Hüsnün zekâtõna sâil olanlar 222

Sen şeh-i hûbâna nâil olanlar

Hezâr taht-õ Süleymân’õ üsteler (Sakaoğlu, 1988, 99/3)

Bayburtlu Zihnî, sevgilisinin çok itibarlõ olduğunu belirtmek için ona Süleymân’õn tahtõndan gelip gelmediğini sorar:

Gittikçe şevketin şanõn yücelmiş

Bilmem taht-õ Süleymân’dan mõ geliş (Gözler, 157/1)

Bayburtlu Zihnî, Hazreti Süleymân’õn tahtõndan bahseder. Yüzüğe sahip olan yõlan, tahtõ ele geçirmiştir:

Süleymân tahtõnõ sanki mâr almõş

Gama tebdil olmuş ülfetin çağõ (Kutsi, 1975, 73/3)

B. Hazreti Süleymân’õn Yüzüğü ve Özellikleri

Üzerinde İsm-i Azam yazõlõ bir yüzüğe sahip olan Süleymân Peygamber, yüzüğü parmağõna taktõğõ anda bütün mahlukat ona itaat eder. Çünkü bu yüzüğün taşõ cennetten gelmiştir.

Bir gün tuvalete girerken yüzüğü parmağõndan çõkarõr ve hanõmõna emanet eder. Bir cin (veya dev, şeytan) gelerek hanõmõndan yüzüğü alõr ve parmağõna takar. Süleymân’õn hüviyetine giren cin, tahta oturarak emirler vermeye başlar. Bir müddet sonra Hazreti Süleymân gelir ve yüzüğü ister. Fakat bu arada Allah tarafõndan Hazreti Süleymân’õn sureti değiştirildiği için hanõmõ onu tanõmaz ve Süleymân’õn tahtta olduğunu söyleyerek onu saraydan kovdurur. Süleymân bu olaylarõn Allah’tan geldiğini bilir ve yollara düşer.

Süleymân belli bir zamandan sonra bir balõkçõnõn yanõnda çalõşõr. Çalõşmasõ karşõlõğõnda günde iki balõk alõr ve balõklardan birini satar, diğerini yer. Böyle kõrk gün geçer. Bu arada tahttaki sahte Süleymân ise garip tavõrlarõ ve hükümleri ile herkesin dikkatini çeker. Kral bu durumu fark eder ve saraydan kaçarak yüzüğü denize fõrlatõr. Allah’õn kudretiyle bu yüzüğü bir balõk yutar ve o balõk da balõkçõ tarafõndan tutularak Hazreti Süleymân’a yevmiyesi karşõlõğõ 223

verilir. Süleymân balõğõ temizlerken yüzüğünü balõğõn içinde bulunca sevinerek tekrar sarayõna döner ve hükümdarlõğõna devam eder. (Tökel, 2000, 296-297)

“Mühür kimde ise Süleymân odur.” sözü buradan gelir. Mühürden kasdedilen yüzüktür.

Bir süre tahtõndan uzak kalmasõ ve bunun sonucunda başõna kötü olaylarõn gelmesi, Allah tarafõndan Hazreti Süleymân’a bir cezadõr. Çünkü eşlerinden biri gizlice puta tapmõş ve buna Süleymân Peygamber de göz yummuş. (TDEA, cilt 8, 62)

Dertli, sevgilinin dudağõnõ Süleymân’õn yüzüğüne eş değer görür. Çünkü insanlar, cinler, devler ve periler onu ele geçirmek ister. Ayrõca mühür, yüzük veya yüzük üzerindeki kõymetli taş anlamõna geldiğinden, sevgilinin dudağõ da la’l olarak anõlmõştõr:

İns ü cîn ü dîv, perî hep musahhar kõlmağa

Hâtem-i la’lin yeter, mühr-i Süleymân olmasõn (Kutlu, 1979, 120/2)

Gevherî de sevdiğinin dudaklarõnõ Süleymân’õn mührüne benzetir. Sevdiğinin sözü, Süleymân’õn hükmü gibidir:

Hâtem-i la’lî musahhar eylemiş âşõklarõ

Âleme hükmü geçer gûya Süleymân’dõr gelen (Yener, 1973, 99/2)

Gevherî, sevgilinin dudağõnõ Süleymân’õn yüzüğüne benzeterek Allah’õn onu korumasõ için dua eder. Ayrõca sevgili o kadar güzel ki, güzelliğinin heybetine Süleymân bile baş eğer:

Hâtem-i la’lini hõfz ide Allah

Şevket-i hüsnüne Süleymân pes der(Elçin, 1984, 314/1)

Sevgilinin dudağõ güneş gibi tüm dünyayõ etkiler. Bu dudaklarõ görenler Süleymân’õn mührünü görmüş olur. Bunu Gevherî şöyle anlatõr:

Mihr-i lebin teshir etmiş âlemi 224

Mühr-i Süleymân’õ sende görmüşler (Elçin, 1984, 322/3)

Gevherî, sevgilisinin güzelliğinin gücünü Süleymân Peygamberin gücüyle karşõlaştõrõr ve sevgilisini zamanõn Süleymân’õ olarak görür. Dolayõsõyla sevgiliye kavuşanlar, Süleymân gibi sultan olur:

Sen Süleymân-õ zamansõn ey cemâl-i hûriîn

Vaslõn ile şâd olanlar nice hâtemlenmesin (Elçin, 1984, 594/2)

Âşõk Ömer, Hazreti Süleymân’õn yüzüğü kaybedip tekrar bulmasõnõ dile getirir:

Dehr-i dûnun ol Süleymân’õ zamanõn hâtemi

Valsõna ermek için aşüfte ider âlemi (Ergun, 1936, 274/5)

Seyrânî ise Süleymân’õn yüzüğünün sihirle kõrk gün bir başkasõ tarafõndan takõldõğõnõ, halka emirler verdiğini; fakat tüm bunlarõn sihir olmadõğõnõ, Allah’õn bir işi olduğunu belitir:

Süleymân tarz u tavrõn halka kõrk gün eyledi talim

Geçirdi suhra deyü parmağa mührün bu Seyrânî

Kamusu lutfudur esrar-õ aşk-õ şah merdanõn (Çatak, 1992,475/5)

Bazõ kaynaklar yüzüğün bir dev tarafõndan çalõndõğõnõ söyler. Dolayõsõyla Seyrânî, Allah’õn yardõmõ ile bu devin hakkõndan Hazreti Süleymân’õn geldiğini söyler:

Kâfîrin hakkõndan Hazreti Ali

Devlerin hakkõndan Süleymân gelir (Öz, 1987, 134)

225

C. Hazreti Süleymân’õn Hayvanlarla Konuşmasõ

Cennetten gelme yüzüğü sayesinde Süleymân tüm hayvanlarla konuşur. Süleymân kuş dilini de bilmektedir. Bu özellikleri sayesinde karõncalarla da konuşmuştur.

Hazreti Süleymân ordusuyla bir sefere giderken bir karõncanõn sesini duyar. Karõnca diğer karõncalarõ “Süleymân’õn ordusu geliyor.” diye uyarõr. Süleymân bunu duyunca karõncaya diğer karõncalara bağõrmasõnõn sebebini sorar, verilen cevaplar hoşuna gider ve karõncadan kendisine nasihatlarda bulunmasõnõ ister. Karõnca da çeşitli öğütler verir. (Tökel, 2000, 297)

Bu husus Kur’ân’da şöyle geçer:

Andolsun! Biz Dâvud’a ve Süleymân’a ilim verdik. Onlar, “Hamd, bizi mü’min kullarõnõn bir çoğundan üstün kõlan Allah’a mahsustur” dediler. Süleymân, Dâvud’a varis oldu ve, “Ey insanlar, bize kuş dili öğretildi ve bize her şey verildi. Şüphesiz bu, apaçõk bir lütuftur” dedi. Süleymân’õn, cinlerden, insanlardan ve kuşlardan meydana gelen ordularõ onun önünde toplandõ. Hep birlikte düzenli olarak sevk ediliyorlardõ. Nihâyet karõnca vadisine geldikleri vakit bir karõnca, “Ey karõncalar! Yuvalarõnõza girin, Süleymân ve ordusu farkõna varmadan sizi ezmesinler” dedi. Süleymân, onun bu sözüne tebessüm ile gülerek dedi ki: “Ey Rabbim! Beni; bana ve ana-babama verdiğin nimetlere şükretmeye ve razõ olacağõn sâlîh ameller işlemeye sevk et ve beni rahmetinle aâlîh kullarõnõn arasõna kat!” (27/15-19)

Başka bir kaynakta (Kõrk Sual) ise bu olay şöyle geçer: Karõncanõn uyarõsõnõ rüzgar Hazreti Süleymân’a getirince Süleymân Peygamber karõncayõ huzuruna çağõrõr. Karõnca topal bir karõncadõr. Hazreti Süleymân karõncaya “Niçin bu sözü söyledin, peygamberlerden kimseye zarar gelmeyeceğini bilmez misin?” deyince karõnca, onlarõn beyi olduğunu ve onlarõ korumakla görevlendirildiğini, ordu ile uğraşõrken Allah’õ zikretmekten uzak kalmamalarõ gerektiğini söyler. Bunu duyunca Süleymân çok sevinir ve ondan öğütler alõr. Allah’õn yaratõklarõna yumuşak davranmasõnõ, dünyanõn ve onun üzerindeki her şeyin fani olduğunu, sahip olduklarõyla gururlanmamasõnõ, Allah’a bağlõlõkla ibadet etmesini öğütler. 226

Aynõ kaynakta geçen başka bir karõnca meseline göre: Herkes Süleymân Peygambere hediye getirir. Karõncanõn biri de çekirge budu getirir. Süleymân hediyeyi küçümser. Karõnca da “Allah sana ne verdi ise onu asla küçümsüme. Çünkü Allah ona bereket verince onu sen ve ordun bile bitiremez.” der. Gerçekten de but büyür ve deve budu kadar olur. Oradaki herkes buttan yer; ama but eksilmez. Bunun nüzerine Süleymân Peygamber karõncadan nasihat ister. Karõnca da elindekine kanaat etmesini, başkalarõnõn malõna göz dikmemesini, her şeyin fani olduğunu söyler. (Tökel, 2000, 298)

Hazreti Süleymân’õn fillerinden birisi hep karõncalarõn yuvalarõnõn üstüne yatar. Karõncalarõn beyi, fili Süleymân’a şikâyet eder. Fil ikaz edilir; fakat fil yine aynõ şeyi yapar. Bunun üzerine Süleymân karõncalara fili cezalandõrmalarõnõ söyler. Karõncalar Allah’õn yardõmõ ile büyük bir çukur kazarlar, fili bu çukura düşürerek ona ceza verirler. “Düşmanõn karõnca ise de hor görme.” sözü bu kõssadan çõkmõştõr. (Özçelik, 1999, 39)

Dertli, zamanõ ve yeri gelince karõncanõn Süleymân Peygambere hükmettiğini ifade eder:

Vakt olur hükmeder Süleymân’a mûr. (Kutlu, 1979, 233/4)

Allah’õn gücünün her şeye yettiğini, Süleymân’a nasihat veren karõncanõn Allah’õn izni ile sultanlõk bile yapabileceğini Dertli şöyle anlatõr:

Mûra kõlsa iltifât, mûrlar Süleymânlõk eder(Kutlu, 1988, 89/5)

Erzurumlu Emrah, “Düşmanõn karõnca ise de hor görme.” sözünü şöyle dile getirir:

Çeşm-i hakaretle kimseye bakma

Eğer olursa da misli karõnca (Karadağ, 1996, 69/3)

Gevherî, kendini karõncaya benzeterek Süleymân Peygamberden uzak olduğunu belitir: 227

Gevherî âlemde mûruz

Süleymân’õmõzdan dûruz (Elçin, 1984, 498/5)

Karacaoğlan, Süleymân’õn Allah’õn lutfu ile kuş dili bildiğini ve bu lutfun değerinin herkesçe bilinmeyeceğini ifade eder:

O Süleymân kuş dilini bilirdi,

Her Süleymân dil kadrini ne bilir? (Cumbur, 2001, 247/1)

Hayvanlarõn dilini bilen Süleymân Peygamberin leylekler tarafõndan ziyaret edildiğini Karacaoğlan şöyle söyler:

Kûh-i Kaf dağõna varana kadar,

Orada yavrõya kurbanlar adar.

Sultan Süleymân’õ ziyaret eder,

Orda gözyaşõnõ döker leylekler. (Cumbur, 2001, 448/6)

Süleymân Peygamberin tüm vahşi hayvanlara, kuşlara, insanlara, cinlere hükmettiğini ve yõlana, karõncaya ferman yürüttüğünü Âşõk Ömer anlatõr:

Bir zaman şâh iken vahş ü tuyûra

Fermânõ yürüdü mâr ile mûra

Ecel câmõn içip girdi kubûra

Hükmederdi ins ü cine Süleymân (Ergun, 1936, 12/2)

Âşõk Ömer, Allah’la bir olanõn emirlerine bütün karõnca ve yõlanlarõn boyun eğeceğini belirtir:

Sen bu âyîne-i zât-õ meşhûda

Kaddin hamîde kõl baş eğ sücûda

Süleymân olursun mülk-i vücûda

Hükmüne râm olur kamu mûr ü mâr (Ergun, 1936, 12/2) 228

Âşõk Ömer, kendini anlatõrken ne Süleymân olduğunu, ne de Süleymân’õn karõncasõ olduğunu söyler. O, sevgilinin kuludur:

Ben bugün bu köhne bir vîrânenin ma’mûruyum

Hem harâb âbâdõyõm hem şîve-i engûruyum

Ne Süleymân’õm Süleymân’õn ne kemter mûruyum

Dün o câdû gamzesin gördüm anõn meşhûruyum (Ergun, 1936, 252/1)

Süleymân’õn karõnca ile konuşmasõnõ Âşõk Ömer “Gah olur şahõ Süleymân mûr eder aşk âdemi (Ergun, 1936, 401/1)” mõsrasõ ile dile getirir.

Âşõk Ömer, kendisinin de Hazreti Süleymân gibi kuş dilini bildiğini söyler:

Kuş dilini pek biliriz

Vird-i Süleymân okuduk biz (Ergun, 1936, 421/2)

Seyrânî, Süleymân Peygamberin Allah’õn lutfu ile kuş dili bildiğini ve bu lutfun değerinin herkesçe bilinmeyeceğini ifade eder:

Süleymân’dõr kuş dilini söyleyen

Her Süleymân dilin kadrini ne bilsin (Öz, 1987, 134)

Karõncanõn Süleymân’a mertçe öğütler vererek, bu öğütlerin dünyanõn işlerine delil olduğunu ve herkesin bu öğütlere uymasõ gerektiğini Seyrânî şöyle dile getirir:

Merdâne görünmüş Süleymân’a mûr

Bedîhi vallahî âlemul-umûr (Öz, 1987, 135)

Karõnca, Süleymân’a hediye olarak çekirge budu verir. Seyrânî de kendisinin karõnca kadar bile gücünün olmadõğõnõ belirtir:

Karõnca denlü kadrin var ise divâne Seyrânî

Süleymân’a çekirge budu mürden armağan ister (Öz, 1987, 135) 229

Hazreti Süleymân’a öğütlerle doğru yolu gösteren karõncanõn, bunlarõ Allah’õn yardõmõ ile yaptõğõnõ Seyrânî şöyle anlatõr:

Dal Seyrânî bahr-i aşka derince

Bahis ilm-i ledüniye girince

Süleymân’õ irşâd etti karõnca

Öyle murad etmiş yaradan Allah (Çatak, 1992, 247/4)

Sümmânî de karõncanõn Süleymân’a öğüt verdiğini ve bu öğütlerin dinlenmesi gerektiğini söyler:

Söz söyle gönlünün iktidarõnca

El elden üstündür arşa varõnca

Süleymân’a söz öğrettti karõnca

Maslahat dinlemek nâdanlõk mõdõr (Yener, 1973, 176/2)

Âşõk Veysel, Süleymân Peygamberin hayvanlarõ incitmediğine değinir:

Ezer miydim devi fili

Sultan Süleymân olsaydõn (Bakiler, 1989, 163/1)

Ç. Belkõs ve Hazreti Süleymân

Hüdhüd, Hazreti Süleymân’õn su bulmakla görevlendirdiği bir kuştur. Bir gün Süleymân onu arar; ama bulamaz. Sinirlenir ve hemen çağõrtõr. Hüdhüd ise su bulmak için uzun mesafe alõr ve Seba diyarõna giderek orada Belkõs’õn ülkesine varõr. Orayõ çok beğenir ve Süleymân’a haber getirir. Süleymân da ordularõnõ oraya yönlendirir, Belkõs’õ imana davet eder ve onunla evlenir. (Levend, 1984, 122)

Bu bilgiler Kur’ân’da şöyle geçer:

Süleymân kuşlara göz atõp yokladõ ve şöyle dedi: “Hüdhüd’ü niçin göremiyorum? Yoksa kayõplara mõ karõştõ?” “Bana (mazeretini gösteren) apaçõk 230

bir delil getirmedikçe kesinlikle onu ağõr bir şekilde cezalandõracağõm, ya da kafasõnõ keseceğim.” derken Hüdhüd çok beklemedi, çõkageldi ve (Süleymân’a) şöyle dedi: “Senin bilmediğin bir şey öğrendim. Sebe’den sana sağlam bir haber getirdim.” “Ben, onlara (Sebe halkõna) hükümdarlõk eden, kendisine her şeyden bolca verilmiş ve büyük bir tahtõ olan bir kadõn gördüm.” “Onun ve kavminin, Allah’õ bõrakõp güneşe taptõklarõnõ gördüm. Şeytan onlara yaptõklarõnõ süslü göstermiş ve böylece onlarõ yoldan çõkarmõş. Bu yüzden de onlar doğru yolu bulamõyorlar.” “Göklerde ve yerde gizli olanõ ortaya çõkaran, sizin gizlediğiniz ve açõğa vurduğunuz şeyleri bilen Allah’a secde etmesinler diye (şeytan onlarõ yoldan çõkarmõş.)” Allah kendisinden başka hiçbir ilah bulunmayandõr. Büyük Arş’õn Rabbidir. Süleymân, Hüdhüd’e şöyle dedi: “Doğru mu söylüyorsun, yoksa yalancõlardan mõsõn, göreceğiz.” “Benim şu mektubumu götür onlara at, sonra da yanlarõndan ayrõl ve ne sonuca varacaklarõna bak.” Sebe kraliçesi Belkõs dedi ki: “Ey ileri gelenler! Bana çok önemli bir mektup atõldõ.” “Mektup Süleymân’dan gelmiştir. O, “Bismillahirrahmânirrahîm” diye başlamakta ve içinde ‘Bana karşõ büyüklük taslamayõn ve teslimiyet göstererek bana gelin’ denilmektedir “Ey ileri gelenler! Durumum hakkõnda bana görüş bildirin. Sizler yanõmda bulunmadõkça hiçbir işe kesin olarak karar vermem.” Dediler ki: “Biz güçlü kimseleriz ve çetin savaşçõlarõz. Emir senin. Ne emredeceğini düşün.” (Kraliçe Belkõs) şöyle dedi: “Krallar bir memlekete girdi mi, orayõ harap ederler ve halkõnõn ileri gelenlerini zelil hale getirirler. İşte onlar böyle yaparlar.” “Ben onlara bir hediye gönderip elçilerin ne haber ile döneceklerine bakacağõm. (Elçilerin sözcüsü) Süleymân’õn huzuruna gelince, Süleymân ona şöyle dedi: “Siz beni mal ile desteklemek (ve böylece etkilemek) mi istiyorsunuz? Oysa Allah’õn bana verdiği size verdiğinden daha hayõrlõdõr. Fakat hediyenizle ancak siz sevinirsiniz.” “Sen onlara dön. Andolsun, biz onlara, karşõ koyamayacaklarõ ordularla gelir ve onlarõ oradan aşağõlanmõş ve küçük düşürülmüş olarak çõkarõrõz.” Süleymân, “Ey ileri gelenler! Onlar bana teslim olmadan önce hanginiz bana onun (kraliçenin) tahtõnõ getirebilir?” Cinlerden bir ifrit,”Sen yerinden kalkmadan ben onu sana getiririm ve şüphesiz ben, buna güç yetirecek güvenilir biriyim” dedi. Kitaptan bilgisi olan biri, “Ben onu, gözünü kapayõp açmadan önce sana getiririm” dedi. Süleymân tahtõ yanõnda yerleşmiş halde görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü, yoksa 231

nankörlük mü edeceğim diye beni denemek için, Rabbimin bana bir lütfudur. Kim şükrederse ancak kendisi için şükretmiş olur. Kim de nankörlük ederse (bilsin ki) Rabbim her bakõmdan sõnõrsõz zengindir, cömerttir.” Süleymân, “Tahtõnõ tanõnmaz hale getirin. Bakalõm tanõyacak mõ, yoksa tanõmayacaklardan mõ olacak?” dedi. Belkõs gelince, “Senin tahtõn böyle mi?” denildi. O da, “Sanki o! Fakat zaten daha önce bize bilgi verilmişti ve biz teslimiyet göstermiştik” dedi. Daha önce Allah’tan başka taptõğõ şeyler ona engel olmuştu. Çünkü o inkâr eden bir kavimden idi. Ona “köşke gir” denildi. Köşkü görünce onu(zeminini) derin bir su sandõ ve eteklerini topladõ. Süleymân ona “Bu, (zemini) billurdan döşenmiş bir köşktür” dedi. Belkõs, “Ey Rabbim! Şüphesiz ben nefsime zulmetmiştim. Şimdi ise Süleymân ile birlikte âlemlerin Rabbi olan Allah’a teslim oldum” dedi. (27/20-44)

Erzurumlu Emrah’a göre sevgilisinin saçõnõn bir teline bir Saba melikesi verseler yine azdõr:

Her mûyuna bir Melek-Sabâ verseler azdõr (Göksel, 1970, 185/2)

Süleymân Peygamberin tahtõnda kuşlarõn şahõ, yani hüdhüd, ile beraber olduğunu Erzurumlu Emrah söyler:

Sultan Süleymân’õn taht-gâhõnda

Şâh-õ mürgân ile divânda idim (Karadağ, 1996, 97/17)

Erzurumlu Emrah, sevdiğini ömrünün sonuna kadar aramasõna rağmen sevdiğine kavuşamamõştõr. Oysa istediği Belkõs ve Süleymân gibi mutlu olmaktõr:

Çok gezdi gurbette Emrâh bir zaman

Şimdi dil de oldu pir-i nâtüvân

Gör kim kâm almadõ Belkõs-õ devrân

Gayrõ taht-õ Süleymân’a güvenme (Karadağ, 1996, 85/3)

232

Âşõk Ömer, hüdhüdün Kaf dağõnda yaşadõğõnõ, çok yükseklerden uçtuğunu, Süleymân’dan uçmak için izin istediğini ve kuşlarõn sultanõ olduğunu şöyle ifade eder:

Mürg-i kebîr iki Kaf dağõnca var

Hümâ kuşu bulut içre bîşümâr

Süleymân’dan bîat almõş yolu var

Sultân-õ mürgandõr sîmürg-i anka (Ergun, 1936, 6/8)

Sultan ve peygamber olan Süleymân’õn Belkõs’a âşõk olmasõ gibi, dünya kurulduğundun beri aşkõn var olduğunu Seyrânî şöyle dile getirir:

Nikâbõn yüzüne çeksen ey perü

Hû çeker sultanlar al yanağõna

Bu dünya kurulup olandan berü

Meftûn Süleymânlar al yanağõna (Yüksel, 1987, 36/1)

D. Dünyanõn Faniliği ve Hazreti Süleymân’nõn Ölümü

Hazreti Süleymân on üç senede Kudüs’te bir hükümet sarayõ yaptõrõr. Bu binalarõn yapõmõnda cinleri çalõştõrõr; fakat kendisi başlarõnda olmazsa çalõşmazlar. Hatta bir bastona dayalõ olarak onlara uzun süre hükmeder. Sonunda bastonun içine bir ağaç kurdu girer ve kemirmeye başlar. Tam inşaat sona erince baston kõrõlõr ve Süleymân Peygamber düşer. Meğer Hazreti Süleymân çok önceden ölmüştür. (Pala, 1995, 490)

Hazreti Süleymân büyük saltanat ve güce sahiptir. Onun, büyük saltanata ve depdebesine, rüzgar, cin, şeytan vesair mahlukata hükmedecek kadar azim ve ulu bir hükümdarlõğõn sahibi olmasõna rağmen ölüp gitmesi, her şeyin geçici ve boş olduğunu diğer insanlara gösterir. “Bu dünya Sultan Süleymân’a da kalmadõ.” sözünün kaynağõ budur.

233

Bu husus Kur’ân-õ Kerîm’de şöyle geçer:

Süleymân’õn emrine de, sabah esişi bir ay, akşam esişi de bir ay(lõk yol) olan rüzgarõ verdik. Erimiş bakõr ocağõnõ da ona sel gibi akõttõk. Cinlerden de Rabbinin izniyle onun önünde çalõşanlar vardõ. İçlerinden kim bizim emrimizden çõkarsa ona alevli ateş azabõnõ tattõrõrõz. Cinler Süleymân için dilediği biçimde kaleler, heykeller, havuz gibi çanaklar ve sabit kazanlar yapõyorlardõ. Ey Dâvud ailesi şükredin! Kullarõmdan şükredenler pek azdõr. Süleymân’õn ölümüne hükmettiğimiz zaman, onun ölümünü onlara ancak değneğini yemekte olan bir kurt gösterdi. Süleymân’õn cesedi yõkõlõnca cinler anladõlar ki, eğer gaybõ bilmiş olsalardõ aşağõlayõcõ azap içinde kalmamõş olacaklardõ. (34/12-14)

Ercişli Emrah, bütün gücüne rağmen Hazreti Süleymân’õn bile vefat ettiğini, kimsenin bu dünyada kalõcõ olmadõğõnõ ve hayatõn devam ettiğini ifade eder:

Emrah diyer Süleymânlar

Biz buradayõz hani onlar

Aslan kimi kahramanlar

Kara toprağa yaslanõp (Sakaoğlu, 1987, 142/4)

Bağ talandõ bülbül gülü bulmadõ

Mecnun Leyli’sine nail olmadõ

Dünya Sultan Süleymân’a kalmadõ

Çevrişir devranlar her zaman Şahõm (Saraçoğlu, 1999, 219/2)

İster han ol ister isen ol paşa

Dünya Süleymân’a kalmadõ haşa

Ömür bir merdiven çõkarsõn başa

Akõbet geriye yenersin Şah’õm (Saraçoğlu, 1999, 220/3)

Sultân Süleymân, zenginliğin ve hükümranlõğõn timsalidir. Tüm ihtişamõna rağmen o da bu dünyadan göçmüştür. Erzurumlu Emrah, bunu anlatõr: 234

Dünyâ Sultân Süleymân’a kalmadõ (Karadağ, 1996, 139/2)

Erzurumlu Emrah, padişah ve peygamber olan Süleymân’a bile kalmayan bu dünyanõn gittikçe bozulduğunu, çiçeklerin ve aşkõn bile kõymetinin bilinmediğini söyler:

Nice Süleymânlar tahta erişti

Tahta erişmedi bahta erişti

Emrah’õn bir fena vakta erişti

Dahi koklamayõz biz menevşeyi (Yener, 1973, 141/5)

Sevgiliye seslenen Gevherî, sevgilisinin aşkõna karşõlõk vermesini, bu dünyaya sahip olsa bile Hazreti Süleymân gibi sevgilinin de fani olduğunu belirtir:

İster ala çâr köşeyi destine

Ancak bu hükmü de Süleymân eyler (Elçin, 1984, 324/3)

Gevherî “Ey gönül, Süleymân gibi güçlü olup dünyanõn mülkünü zapt etsen de boşuna, çünkü bu dünya fanidir.” der:

Süleymân olsan ey dil zabt idüp bu mülk-i dünyâyõ

Bu dünyâdõr vefâ etmez anõnçün ehl-i hercâyi (Elçin, 1984, 620/1)

Dünyadaki tüm insanlarõn Süleymân Peygamber gibi ölüp gittiğini, kimsenin kalõcõ olmadõğõnõ Gevherî şöyle dile getirir:

Arda kaldõ dünya Süleymânlardan

Rüstem ve Sührâb kahramanlardan

Âdem iklîmine giden canlardan

Eğlenüp kaldõlar gelmedi kimse (Elçin, 1984, 77/3)

Dünyayõ bir hana benzeten Gevherî, bu hana herkesin gelip gittiğini ve herkesin Hazreti Süleymân gibi fani olduğunu anlatõr:

Ne Dârâ’ya kaldõ ne Süleymân’a 235

Ne Hazreti Fahr-i Âlem-iyâna

Ne kâmiller geldi gitti bu hana

Senin her kemâlin alur zevâldir (Elçin, 1984, 355/2)

Karacaoğlan da bu fani dünyanõn Sultan Süleymân’a bile kalmadõğõnõ; insanlarõn ancak kõyamet günü dirileceklerini söyler:

Sultan Süleymân’a kalmayan dünya

Bu dağlar yerinden ayrõlõr bir gün

Nice bin senedir çürüyen canlar

Hakk’õn emri ile dirilir bir gün (Tuğrul, 1948, 67/1)

Âşõk Ömer de Süleymân Peygamber tüm hayvanlara, insanlara ve cinlere hakim iken onun bile, diğer insanlar gibi, kabre girdiğini ifade eder:

Bir zaman şâh iken vahş ü tuyûra

Fermânõ yürüdü mâr ile mûra

Ecel câmõn içip girdi kubûra

Hükmederdi ins ü cine Süleymân (Ergun, 1936, 12/2)

Süleymân Peygamber ve onun gibi zenginlik, hükümranlõk timsali insanlarõn bile bu dünyadan göçtüklerini Âşõk Ömer dile getirir:

Devr eder o cihan yine bu cihan

İbretle nazar kõl hâk ile yeksan

Kondu göçtü buna niçe Süleymân (Ergun, 1936, 77/3)

Ey fani diyerek insanlara seslenen Âşõk Ömer, pek çok sultanõn ölerek toprağa karõştõğõnõ ve dünyanõn da bir nefesle Süleymân’õn tahtõnõ söndürüverdiğini anlatõr:

Kani yâ bunca şâhânõ türâba kattõn ey fânî 236

Niçe Taht-õ Süleymân’õ esüp verdin püfe dünyâ (Ergun, 1936, 89/3)

Âşõk Ömer, nice büyük kahramanlarla zamanõn büyüklerinden olan Süleymân Peygamberin bile öldüğünü, dünyanõn kimseye kalmadõğõnõ şöyle söyler:

Kani noldu bu fenâya geldi bunca kahraman

Bir birin katleyleyüp tâ anlar oldu imtihan

Yel getüren tahtõnõ noldu Süleymân-õ zaman

Devlet-i İskender ü Dârâ’ya bak da ibret al (Ergun, 1936, 198/2)

Çünki bildin âlemin nakş-õ hayâtõ bî sebât

Kim Süleymân-õ zamân olsan irer âhõr memât (Ergun, 1936, 358/1)

Zamanõn en ihtişamlõ kişisi olan Süleymân Peygamber bile öldüğüne ve dünya kimseye kalmadõğõna göre insanlara zulmetmenin anlamsõz olduğunu Seyrânî şöyle belirtir:

İlmî hikmetinden mânâ aradõm

Bir fânî gelmişim neye yaradõm

Bize zulmetmekse eğer muradõn

Dünya Süleymân’a mâlûm kalmadõ (Yüksel, 1987, 61/2)

Dünya malõnõn dünyada kaldõğõnõ, bu yüzden mal için hõrs yapõlmamasõnõ belirten Seyrânî, örnek olarak Süleymân Peygamberi gösterir. Çünkü bütün kudret ve gücüne rağmen o da bu dünyadan göçmüştür:

Düşüp Karun gibi mal cem’inin hõrsõ telâşõna

Ne oldu pâdişahlõk saltanat Sultan Süleymânlõk (Yüksel, 1987, 171/7)

Düşün Dâvud’un ahkamõn düşün evladõ encamõn

Ne oldu dehre şahlõk saltanat sultan Süleymânlõk (Çatak, 1992,465/7)

237

Sümmânî de herkesin nasibince yaşadõğõnõ, nefesi bitenin tüm şa’şaasõna rağmen öldüğünü, bu dünyanõn da fani olduğunu ifade eder:

Huma kuşu yere düşüp ölmedi

Dünya Sultan Süleymân’a kalmadõ

Dönem gidem dedim nasip olmadõ

Kadir Mevlâm nasip eyle sõlayõ (Karaalioğlu, 1980, 537/3)

Âşõk Veysel ise dünya malõnõn, namõnõn dünyada kaldõğõnõ öbür dünyaya hiçbir şey götürülmediğini anlatõr:

Süleymân mührünü kime bõraktõ

Resûlü Ekrem’in kanunu haktõ

Her ömrün sonunda bir feryat gördüm (Oğuzcan, 1974, 40/3)

Ağlayalõm Atatürk’e

Bütün dünya kan ağladõ

Süleymân olmuştu mülke

Geldi ecel can ağladõ (Oğuzcan, 1974, 202/1)

Muradõ olmasa suhra ve yük mihrin çalup çarpmak

Riya ile Süleymân’õ meram etmezdi aldatmak

Eğer kalbinde havfullah olursa zevkini tatmak

Adette alamet gözlerinle var yüz õslatmak (Çatak, 1992, 351/2)

XX. HAZRETİ ŞÎT

Âdem Peygamberin oğludur. Âdem’in yaratõlõşõndan yüz yirmi sene sonra doğmuştur. Kabe’yi ilk defa taştan bina eden odur. Kõlõcõ bulan ve kafirlere karşõ kõlõçla ilk defa savaşan da odur. Adõ Kur’ân-õ Kerîm’de hiç zikredilmemiş olup hadislerle bilinir. (Pala, 1995, 516) 238

Hazreti Âdem vefat etmeden evvel kendi yerine oğlu Şît’i vasiyet eder ve insanlarõn idaresini ona bõrakõr. Âdem’in vefatõndan sonra ona peygamberlik vazifesi verilir. Kendisine elli sahifeli suhufun nüzul edildiği rivayetler arasõndadõr. (Ateş, 1993, 141-142)

Seyrânî, Hazreti Şît’in üçüncü peygamber olduğunu şöyle dile getirir:

İkinci peygamber İdrîs’e işit,

Üçüncü terzilik etmedi hiç Şît

Dördüncü nebi kim anõ beyan et,

Ol Nûh peygamberdir gördü tüfanõ (Çatak,1992, 415/80)

XXI. HAZRETİ ŞUAYB

Meyden ve Eyke ahalisini Hak dinine davet ile görevlendirilmiş bir peygamberdir. Her iki halk da onu dinlemediğinden gazaba uğradõ.

Meyden ve Eyke, kervan yollarõ üzerinde olduğundan halkõ da ticaretle meşguldür. Piyasa ellerinde olduğu için her türlü hileye başvurarak halkõ ezerler. Ölçü ve tartõda ölçüyü kaçõrõrlar, alõrken fazla fazla alõrlar, verirken ise eksik eksik verirler. Şuayb Peygamber de onlarõ uyarõr, dürüst olmalarõnõ tavsiye eder. (Ateş, 1993, 394)

Bu bilgi âyetlerde şöyle geçer:

Medyen’e de kardeşleri Şuayb’õ peygamber olarak gönderdik. (29/36)

Aynõ konu 11/84., 7/85. âyetlerde de vardõr.

Eyke halkõna Allah sõcaklõk musallat etti. Yedi gün süren bu sõcaklõktan bütün õrmaklar kaynadõ. Halk gökyüzünde beliren bir bulutun altõna kaçõştõ. Buluttan üzerlerine yağan ateşle hepsi helak oldu. Meyden halkõ ise gökten inen şiddetli bir sesle yok oldu. (Levend, 1984, 118)

239

Meyden kavmi ile ilgili husus Kur’ân’da şöyle geçer:

Medyen halkõna da kardeşleri Şu’ayb’õ peygamber gönderdik. O şöyle dedi: “Ey kavmim! Allah’a kulluk edin. Sizin ondan başka hiçbir ilahõnõz yoktur. Ölçüyü ve tartõyõ eksik yapmayõn. Ben sizi bolluk içinde görüyorum. Ben sizin adõnõza kuşatõcõ bir günün azabõndan korkuyorum.” “Ey kavmim! Ölçüyü ve tartõyõ adaletle tam yapõn. İnsanlarõn eşyalarõnõ (mallarõnõ ve haklarõnõ) eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karõşõklõk çõkarmayõn.” “Eğer inanan kimselerseniz Allah’õn bõraktõğõ helâl kazanç sizin için daha hayõrlõdõr. Ben sizin başõnõzda bir bekçi değilim.” Dediler ki: “Ey Şu'ayb! Babalarõmõzõn taptõğõnõ, yahut mallarõmõz hakkõnda dilediğimizi yapmayõ terk etmemizi sana namazõn mõ emrediyor. Oysa sen gerçekten yumuşak huylu ve aklõ başõnda bir adamsõn.” Şu’ayb şöyle dedi: “Ey kavmim! Söyleyin bakayõm, ya ben Rabbimden gelen açõk bir delil üzere isem ve katõndan bana güzel bir rõzõk vermişse!... Ben size yasakladõğõmõ kendim yapmak istemiyorum. Ben sadece gücüm yettiğince (sizi) düzeltmek istiyorum. Başarõm ancak Allah’õn yardõmõ iledir. Ben sadece ona tevekkül ettim ve sadece ona yöneliyorum. “Ey Kavmim! Bana karşõ olan düşmanlõğõnõz, Nûh kavminin veya Hûd kavminin, yahut Sâlîh kavminin başõna gelenin benzeri gibi bir felaketi sakõn sizin de başõnõza getirmesin. (Ve unutmayõn ki) Lût kavmi sizden uzak değildir. “Rabbinizden bağõşlanma dileyin, sonra ona tövbe edin. Şüphesiz Rabbim çok merhametlidir, çok sevendir.” Dediler ki: “Ey Şu’ayb! Dediklerinin çoğunu anlamõyoruz. Hem biz seni aramõzda zayõf görüyoruz. Eğer kabilen olmasaydõ seni taşa tutardõk. Zaten sen bizce itibarlõ biri değilsin.” Şu’ayb şöyle dedi: “Ey kavmim! Benim kabilem sizce Allah’tan daha itibarlõ mõ ki, O’na sõrt çevirdiniz. Şüphesiz Rabbim sizin yaptõklarõnõzõ kuşatmõştõr.” “Ey Kavmim! Elinizden geleni yapõn. Şüphesiz ben de (elimden geleni) yapacağõm. Rezil edici azabõn kime geleceğini ve kimin yalancõ olduğunu yakõnda bileceksiniz. Gözleyin. Şüphesiz ben de sizinle beraber gözlüyorum.” (Azap) emrimiz gelince, Şu’ayb’õ ve onunla birlikte iman edenleri, katõmõzdan bir rahmetle kurtardõk. Zulmedenleri ise o korkunç (uğultulu) ses yakaladõ da yurtlarõnda dizüstü çökekaldõlar. Sanki orada hiç yaşamamõşlardõ. Biliniz ki Semûd kavmi Allah’õn rahmetinden uzaklaştõğõ gibi Medyen halkõ da uzaklaştõ. (11/84-95) 240

Yukarõdaki husus şu âyetlerde de geçmektedir:

7/85-93, 9/70., 29/36-37

Eyke halkõ ile ilgili bilgi âyetlerde şöyle geçer:

Eyke halkõ da peygamberleri yalanladõ. Hani Şuayb onlara şöyle demişti: “Allah’a karşõ gelmekten sakõnmaz mõsõnõz?” “Şüphesiz ben size gönderilmiş güvenilir bir peygamberim.” Artõk Allah’a karşõ gelmekten sakõnõn ve bana itaat edin. “Buna karşõlõk sizden hiçbir ücret istemiyorum. Benim ücretim ancak âlemlerin Rabbi olan Allah’a aittir.” Ölçüyü tam yapõn. Eksik verenlerden olmayõn.” “Doğru terazi ile tartõn.” “İnsanlarõn mallarõnõ ve haklarõnõ eksiltmeyin. Yeryüzünde bozgunculuk yaparak karõşõklõk çõkarmayõn.” “Sizi ve önceki nesilleri yaratana karşõ gelmekten sakõnõn.” Onlar şöyle dediler: “Sen ancak büyülenmişlerdensin.” Sen sadece bizim gibi bir insansõn. Biz senin yalancõlardan olduğunu sanõyoruz.” “Eğer doğru söyleyenlerden isen, haydi gökten üzerimize bir parça düşür.” Şuayb, “Rabbim yaptõklarõnõzõ en iyi bilendir” dedi. (26/176- 188)

Aynõ bilgiler 38/12-14., 50/12-14. âyetlerde de vardõr.

Seyrânî de Hazreti Şuayb’õn on ikinci peygamber olduğunu ve tüccarlara yaptõğõ uyarõlarõ, tavsiyaleri ile Yemen illerinin baş bezirganõ oduğunu şöyle anlatõr:

On ikinci nebi Hazreti Şuayp,

Yemen illerinin baş bezirganõ (Çatak, 1992,416/86)

Şuayb Peygamber Medyen’de iken yanõnda çalõşan Mûsâ’ya kõzlarõndan birini vermiştir. Mûsâ, Hazreti Şuayb’a on sene hizmet etmiştir. (Levend, 1984, 118)

Tatlõ dilli ve güleryüzlü bir peygamberdir (Pala, 1995, 516). Çok güzel ve etkileyici konuştuğu için Hatîbü’l-enbiyâ (peygamberlerin hatibi) olarak da anõlõr. (TDEA, cilt 8, 182) 241

XXII. HAZRETİ ÜZEYİR

Kur’ân’da ismi geçen peygamberlerden biridir.

Buhtunnasõr, Beytül-Mukaddes’i tahrib ettikten sonra Hazreti Üzeyir’i esir edip Babil’e götürür. Allah, Üzeyir’i onlarõn kötülüğünden kurtarõr. Üzeyir, Beytül-Mukaddes’e yakõn bir köye kaçar. Burada eşeğini bir ağaca bağlar, incir ve üzüm toplar. Üzümü sõkõp şõrasõnõ içer ve gerisini saklar. Allah tarafõndan bulunduğu yerde öldürülür. Yüz sene sonra diriltilir ve ona burada ne kadar kaldõğõnõ sorar. Üzeyir de “Bir gün veya daha az.” diye cevaplar. Yüz sene kaldõğõnõ duyunca ve eşeğinin dirilişini görünce Allah’õn her şeye gücü yettiğini anlar. (Büyük Türk Klasikleri, cilt 4, 448)

Ayrõca Yahudiler, onu Allah’õn oğlu olarak kabul ederler.

Bu kõssa âyette şöyle geçer:

Yahut altõ üstüne gelmiş (õpõssõz duran) bir şehre uğrayan kimseyi görmedin mi? O, “Allah, burayõ ölümünden sonra nasõl diriltecek (acaba)?” demişti. Bunun üzerine, Allah onu öldürüp yüzyõl ölü bõraktõ, sonra diriltti ve ona sordu: “Ne kadar (ölü) kaldõn?” O, “Bir gün veya bir günden daha az kaldõm” diye cevap verdi. Allah şöyle dedi: “Hayõr, yüz sene kaldõn. Böyle iken yiyeceğine ve içeceğine bak, henüz bozulmamõş. Bir de eşeğine bak! (Böyle yapmamõz) seni insanlara ibret belgesi kõlmamõz içindir. (Eşeğin) kemikler(in)e de bak, nasõl onlarõ bir araya getiriyor, sonra onlara nasõl et giydiriyoruz?” Kendisine bütün bunlar apaçõk belli olunca, şöyle dedi: “Şimdi, biliyorum ki; şüphesiz Allah’õn gücü her şeye hakkõyla yeter. (2/259)

Yahudiler, “Üzeyr Allah’õn oğludur” dediler. Hõrõstiyanlar ise, “İsâ Mesîh Allah’õn oğludur” dediler. Bu onlarõn ağõzlarõyla söyledikleri (gerçeği yansõtmayan) sözleridir. Onlarõn bu sözleri daha önce inkar etmiş kimselerin söylediklerine benziyor. Allah onlarõ kahretsin. Nasõl da haktan çevriliyorlar! (9/30)

Seyrânî peygamberleri anarken Hazreti Üzeyir’i de anar:

Geldi Eyyûb, İlyâs anlarõ sen bil, 242

Yûnus’u balõğa yutturdu Celil

İsâ’dan Elyasa sonra Zülkefil,

Zülkarneyn, Üzeyir dahi Lokmân’õ (Çatak, 1992,416/88)

XXIII. HAZRETİ YAHYA

Hazreti Zekeriya’nõn oğludur. Çok genç yaşta peygamber olmuştur. İsâ’nõn geleceğini kavmine o, haber vermiştir. (Pala, 1995, 565)

Bu bilgiler Kur’ân’da şöyle geçer:

Orada Zekeriya Rabbine dua etti: “Rabbim! Bana katõndan temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayõ hakkõyla işitensin” dedi. Zekeriya mabedde namaz kõlarken melekler ona, “Allah sana, kendisinden gelen bir kelimeyi (İsâ’yõ) doğrulayõcõ, efendi, nefsine hakim ve sâlîhlerden bir peygamber olarak Yahya’yõ müjdeler” diye seslendiler. (3/38-39)

6/85., 19/7., 19/12-15., 21/89-90. âyetlerde de aynõ konu işlenmektedir.

Filistin hükümdarõ, Yahya Peygamberi çok severdi. Kendisine yasak olan üvey kõzõ ile evlenmek istedi. Yahya buna engel oldu. Bu yüzden kõzõn annesi Yahya’ya kin besledi. Hükümdar, her gün kõzõn bir isteğini yerine getirirdi. Bir gün yine kõzõn arzusu sorulunca, kõz da annesinin õsrarõ üzerine Yahya’nõn başõnõ istedi. Hükümdar, kõzõ vazgeçirmek için çok uğraşmõşsa da, sarhoş olduğu bir gece Hazreti Yahya’nõn boynunu vurdurdu. Yahya’nõn iki damarõndan o kadar çok kan aktõ ki, üzerine attõklarõ toprak bir tepe kadar yõğõldõğõ halde kan dinmedi. Toprak delinip kan õrmak gibi akmaya devam etti. (Levend, 1984, 124-125)

Hazreti Yahya’nõn katilleri büyük bir azap ile cezalandõrõlmõştõr ve hepsi yok edilerek soylarõ kesilmiştir. (Pala, 1995, 565)

Âşõk Ömer, Hazreti Yahya’nõn Allah’a sürekli şükreden bir kul olduğuna değinerek, kendisinin de Yahya gibi sürekli şükrettiğini ifade eder. Çünkü Allah, âşõğõn sevdiğini çok güzel yaratmõştõr: 243

Der ki bu Âşõk Ömer aşkõm yeğin deryâ gibi

Kirpiği zahmõ unulmaz kaşlarõ gûyâ gibi

Şükr edüp Perverdigâr’a dâimâ Yahyâ gibi (Ergun, 1936, 287/3)

Seyrânî, peygamberleri sõrasõyla anarken Lût Peygamber ile Yahya Peygamberin arka arkaya geldiklerini söyler:

Bir biri ardõndan Lût ile Yahya (Çatak, 1992,416/87)

Sümmânî ise Hazreti Yahya’nõn şehit olduğunu, dolayõsõyla hiç ölmediğini ve cennette inananlar için dua ettiğini şöyle ifade eder:

Değildir Sümmânî gönlü münevver

Ölümü öldürür Yahya Peygamber

Derilince güller kokar misk anber

Açõlõr Cennet’te eller biz için (Elçin, 1988, 258/6)

XXIV. HAZRETİ YA’KÛB

Hazreti İshak’õn oğlu, Yûsuf Peygamberin babasõdõr. Hazreti İbrâhîm’in soyundan gelen peygamberlerden biridir. Ya’kûb Peygamber, çektiği dertlerle ve bu dertlere gösterdiği sabõrla bilinir. (TDEA, cilt 8, 548)

Peygamber olduğu Kur’ân’da şöyle bildirilir:

İbrâhîm, onlarõ da onlarõn taptõklarõnõ da terk edince ona İshak ile Ya’kûb’u bağõşladõk ve her birini peygamber yaptõk. (19/49)

Ayrõca bu mevzu şu âyetlerde de geçer: 2/136, 3/84, 4/163, 6/84, 11/71, 19/49, 19/58, 21/72, 29/27, 38/45-47.

244

Hazreti Ya’kûb’un sabõrlõ olduğu ise şöyle geçer:

Bir de üzerine, sahte bir kan bulaştõrõlmõş gömleğini getirdiler. Ya’kûb dedi ki: “Hayõr! Nefisleriniz sizi aldatõp böyle bir işe sürükledi. Artõk bana düşen, güzel bir sabõrdõr. Anlattõklarõnõza karşõ yardõmõ istenilecek de ancak Allah’tõr.”(12/18)

Hazreti Ya’kûb’un peygamber neslinden geldiğini Gevherî şöyle söyler:

Melekten kalmõyor hûr imiş aslõ

Düşeli râhõna gönlümüz yaslõ

O Hazreti Ya’kûb peygamber nesli

Cemâli Yûsuf-i Ken’ân’a benzer (Elçin, 1984, 332/4)

Ya’kûb’un İshak Peygamberin oğlu ve Yûsuf Peygamberin babasõ olduğunu Âşõk Ömer ve Seyrânî şöyle anlatõr:

Hüsn içinde İbn-i Ya’kûb Hazreti Yûsuf menend (Ergun, 1936, 235/4)

Yûsuf İbni Ya’kûb Hazreti İshak (Çatak, 1992, 415/83)

Seyrânî, Hazreti Ya’kûb’u onuncu peygamber olarak anar:

Onuncu peygamber Hazreti Ya’kûb (Çatak, 1992,416/84)

Hazreti Ya’kûb’un on iki oğlu vardõr. On iki oğlundan Yûsuf’u çok sevdiği için bu kõskançlõk sebebi olur ve kardeşleri Yûsuf’u hileyle yanlarõna alarak öldürmek amacõyla kuyuya atarlar, Yûsuf’un kana buladõklarõ gömleğini babasõna getirirler. Üzüntüden ve ağlamaktan Hazreti Ya’kûb’un gözleri kör olur. Beytü’l-ahzen (hüzünler evi) denilen kulübesinde senelerce ağlamõştõr. 245

İsrailiyyattan bir rivâyete göre Ya’kûb, Yûsuf’a bir süt anne tutar. Ancak kadõn Yûsuf’a süt verebilmek için kendi çocuğundan ayrõlmak zorunda kalõr ve kendi bebeğine süt veremez. Kadõn, Ya’kûb ile Yûsuf’un ayrõ düşmesi için beddua eder. Dua kabul olduğu için Ya’kûb oğluna hasret kalõr. (Pala, 1995, 566)

Kuyudan çõkarõlan ve köle olarak Mõsõr’da satõlan Hazreti Yûsuf, kõtlõk senesinde mal almak için Mõsõr’a giden kardeşleri ile karşõlaşõr. Onlarla gömleğini babasõna gönderir.

Çocuklarõ yolda iken Yûsuf’un kokusunu almaya başlayan Ya’kûb Peygamber, getirilen gömleği gözlerine sürmesiyle görmeye başlar.

Yûsuf’un isteği üzerine Ya’kûb ve oğullarõ Mõsõr’a yerleşirler. Hazreti Ya’kûb Mõsõr’a yerleşmeden önce Kenan diyarõ denen bölgede peygamberlik yapmõştõr. (TDEA, cilt 8, 548-549)

Bu kõssa Yûsuf Suresinde şöyle geçer:

Hani Yûsuf babasõna, “Babacõğõm! Gerçekten ben (rüyada) on bir yõldõz, güneşi ve ayõ gördüm. Gördüm ki, onlar bana boyun eğiyorlardõ” demişti. Babasõ, şöyle dedi: “Yavrucuğum! Rüyanõ kardeşlerine anlatma. Yoksa, sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanõn apaçõk düşmanõdõr.” “İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olaylarõn yorumunu öğretecek ve daha önce atalarõn İbrâhîm ve İshak’a nimetlerini tamamladõğõ gibi sana ve Ya’kûb soyuna da tamamlayacaktõr. Şüphesiz Rabbin hakkõyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Andolsun, Yûsuf ve kardeşlerinde (hakikati arayõp) soranlar için ibretler vardõr. Kardeşleri dediler ki: “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamõza bizden daha sevgilidir. Doğrusu babamõz açõk bir yanõlgõ içindedir.” “Yûsuf’u öldürün veya onu bir yere atõn ki, babanõz sadece size yönelsin. Ondan sonra (tövbe edip) sâlîh kimseler olursunuz.” Onlardan bir sözcü, “Yûsuf’u öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine bõrakõn ki, geçen kervanlardan biri onu bulup alsõn. Eğer yapacaksanõz böyle yapõn” dedi. Babalarõna şöyle dediler: “Ey babamõz! Yûsuf hakkõnda bize neden güvenmiyorsun? Halbuki biz onun iyiliğini isteyen kişileriz.” “Yarõn onu bizimle beraber gönder de gezip oynasõn. Şüphesiz biz onu koruruz.” Babalarõ “Doğrusu onu götürmeniz beni üzer, siz ondan habersiz iken onu kurt yer diye 246

korkuyorum.” Onlar da, “Andolsun biz kuvvetli bir topluluk iken onu kurt yerse (o takdirde) biz gerçekten hüsrana uğramõş oluruz” dediler. Yûsuf’u götürüp kuyunun dibine bõrakmaya karar verdikleri zaman biz de O'na, “Andolsun, (senin Yûsuf olduğunun) farkõnda değillerken onlarõn bu işlerini sen kendilerine haber vereceksin” diye vahyettik. (Yûsuf’u kuyuya bõrakõp) akşamleyin ağlayarak babalarõna geldiler. “Ey babamõz! Biz yarõşa girmiştik. Yûsuf’u da eşyamõzõn yanõnda bõrakmõştõk. (Bir de ne görelim) O'nu kurt yemiş. Her ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsõn” dediler. Bir de üzerine, sahte bir kan bulaştõrõlmõş gömleğini getirdiler. Ya’kûb dedi ki: “Hayõr! Nefisleriniz sizi aldatõp böyle bir işe sürükledi. Artõk bana düşen, güzel bir sabõrdõr. Anlattõklarõnõza karşõ yardõmõ istenilecek de ancak Allah’tõr.” Bir kervan gelmiş sucularõnõ suya göndermişlerdi. Sucu kovasõnõ kuyuya salõnca “Müjde! Müjde, İşte bir oğlan!” dedi. O'nu alõp bir ticaret malõ olarak sakladõlar. Oysa Allah, onlarõn yaptõklarõnõ biliyordu. (Kafile Mõsõr’a vardõğõnda) O'nu ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattõlar. Zaten ona değer vermiyorlardõ. (12/4-20)

(Derken) Yûsuf’un kardeşleri çõkageldiler ve yanõna girdiler. Yûsuf onlarõ tanõdõ, onlar ise Yûsuf’u tanõmõyorlardõ. Yûsuf onlarõn yüklerini hazõrlatõnca dedi ki: “Sizin baba bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafir ağõrlayanlarõn en iyisiyim.” “Eğer onu bana getirmezseniz, artõk benim yanõmda size verilecek tek ölçek (zahire) bile yoktur ve bir daha da bana yaklaşmayõn.” Dediler ki: “Onu babasõndan isteyeceğiz ve muhakkak bunu yaparõz.” Yûsuf adamlarõna dedi ki: “Onlarõn ödedikleri zahire bedellerini yüklerinin içine koyun. Umulur ki, ailelerine varõnca onu anlarlar da belki yine dönüp gelirler.” Onlar, babalarõna döndüklerinde, “Ey babamõz! Bize artõk zahire verilmeyecek. Kardeşimizi (Bünyamin’i) bizimle gönder ki zahire alalõm. Onu biz elbette koruruz” dediler. Ya’kûb onlara, “Onun hakkõnda size ancak, daha önce kardeşi hakkõnda güvendiğim kadar güvenebilirim! Allah en iyi koruyandõr ve O, merhametlilerin en merhametlisidir” dedi. Yüklerini açõp zahire bedellerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. “Ey babamõz! Daha ne isteriz? İşte ödediğimiz bedeller de bize geri verilmiş. Onunla yine ailemize yiyecek getirir, kardeşimizi korur ve bir deve yükü zahire de fazladan alõrõz. Çünkü bu getirdiğimiz az bir zahiredir” 247

dediler. Babalarõ, “Kuşatõlõp çaresiz durumda kalmanõz hariç, onu bana geri getireceğinize dair Allah adõna sağlam bir söz vermedikçe, onu sizinle göndermeyeceğim” dedi. Ona güvencelerini verdiklerinde, “Allah söylediklerimize vekildir” dedi. Sonra da, “Ey oğullarõm! Bir kapõdan girmeyin, ayrõ ayrõ kapõlardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaştõramam. Hüküm ancak Allah’õndõr. Ben ona tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnõz ona tevekkül etsinler” dedi. Babalarõnõn emrettiği şekilde (ayrõ kapõlardan) girdiklerinde (bile) bu, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan uzaklaştõracak değildi. Sadece Ya’kûb içindeki bir dileği ortaya koymuş oldu. Şüphesiz o, biz kendisine öğrettiğimiz için bilgi sahibidir. Fakat insanlarõn çoğu bilmezler. Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; o, kardeşi Bünyamin’i yanõna bağrõna bastõ ve (gizlice) “Haberin olsun ben senin kardeşinim, artõk onlarõn yaptõklarõna üzülme” dedi. Yûsuf onlarõn yüklerini hazõrlatõrken su kabõnõ kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra da bir çağõrõcõ şöyle seslendi: “Ey kervancõlar! Siz hõrsõzsõnõz.” Yûsuf’un kardeşleri onlara dönerek, “Ne yitirdiniz?” dediler. Onlar, “Hükümdar’õn su kabõnõ yitirdik. Onu getirene bir deve yükü ödül var. Ben buna kefilim” dediler. Dediler ki: “Allah’a andolsun, siz de biliyorsunuz ki biz bu ülkede fesat çõkarmaya gelmedik, hõrsõz da değiliz.” Onlar, “Eğer yalancõ iseniz, hõrsõzlõğõn cezasõ nedir?” dediler. Onlar da: “Cezasõ, su kabõ kimin yükünde bulunursa o kimsenin kendisi(nin alõkonmasõ) onun cezasõdõr. Biz zalimleri böyle cezalandõrõrõz” dediler. Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onlarõn yüklerini aramaya başladõ. Sonra su kabõnõ kardeşinin yükünden çõkardõ. İşte biz Yûsuf’a böyle bir plan öğrettik. Yoksa kralõn kanunlarõna göre kardeşini alõkoyamazdõ. Ancak Allah’õn dilemesi başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardõr. Dediler ki: “Eğer o çalmõşsa, daha önce onun bir kardeşi de çalmõştõ.” Yûsuf bunu içinde sakladõ ve onlara belli etmedi. İçinden, “Siz kötü bir durumdasõnõz; anlattõğõnõzõ Allah çok daha iyi biliyor” dedi. Onlar, Yûsuf’a: “Ey güçlü vezir! Bunun çok yaşlõ bir babasõ var. Onun yerine bizden birini alõkoy. Şüphesiz biz senin iyilik edenlerden olduğunu görüyoruz” dediler. Yûsuf, “Malõmõzõ yanõnda bulduğumuz kimseden başkasõnõ tutmaktan Allah’a sõğõnõrõz. Şüphesiz biz o takdirde zulmetmiş oluruz” dedi. Ondan ümitlerini kesince, kendi 248

aralarõnda konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: “Babanõzõn Allah adõna sizden söz aldõğõnõ, daha önce de Yûsuf hakkõnda işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Artõk babam bana izin verinceye veya Allah, hakkõmda hükmedinceye kadar buradan asla ayrõlmayacağõm. O, hükmedenlerin en hayõrlõsõdõr.” “Siz babanõza dönün ve deyin ki: “Ey babamõz! Şüphesiz oğlun hõrsõzlõk etti, biz ancak bildiğimize şahitlik ettik. (Sana söz verdiğimiz zaman) gaybõ (oğlunun hõrsõzlõk edeceğini) bilemezdik.” “Bulunduğumuz kent halkõna ve aralarõnda olduğumuz kervana da sor. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz.” Ya’kûb, “Nefisleriniz sizi bir iş yapmağa sürükledi. Artõk bana düşen, güzel bir sabõrdõr. Umulur ki Allah onlarõn hepsini bana getirir. Çünkü O, hakkõyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” dedi. Onlardan yüz çevirdi ve, “Vah! Yûsuf’a vah!” dedi ve üzüntüden iki gözüne ak düştü. O artõk acõsõnõ içinde saklõyordu. Oğullarõ, “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ Yûsuf’u anõp duruyorsun. Sonunda üzüntüden eriyip gideceksin veya helâk olacaksõn” dediler. Ya’kûb, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben Allah tarafõndan sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi. Ey oğullarõm! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştõrõn. Allah’õn rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkasõ Allah’õn rahmetinden ümidini kesmez.” Bunun üzerine (Mõsõr’a dönüp) Yûsuf’un yanõna girdiklerinde, “Ey güçlü vezir! Bize ve ailemize darlõk ve sõkõntõ dokundu. Değersiz bir sermaye ile geldik. Zahiremizi tam ölç, ayrõca bize sadaka ver. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükafatlandõrõr” dediler. Yûsuf dedi ki: “Siz (henüz) cahil kimseler iken Yûsuf ve kardeşine neler yaptõğõnõzõ biliyor musunuz?” Kardeşleri, “Yoksa sen, sen Yûsuf musun?” dediler. O da, “Ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize iyilikte bulundu. Çünkü, kim kötülükten sakõnõr ve sabrederse şüphesiz Allah iyilik yapanlarõn mükafatõnõ zayi etmez” dedi. Dediler ki: “Allah’a andolsun, gerçekten Allah seni bize üstün kõldõ. Gerçekten biz suç işlemiştik.” Yûsuf dedi ki: “Bugün size kõnama yok. Allah sizi bağõşlasõn. O, merhametlilerin en merhametlisidir. Bu gömleğimi götürün de babamõn yüzüne koyun ki, gözleri açõlsõn ve bütün ailenizi bana getirin” dedi. Kervan (Mõsõr’dan) ayrõlõnca babalarõ, “Bana bunak demezseniz, şüphesiz ben Yûsuf’un kokusunu alõyorum” dedi. Onlar da, “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkõnlõğõndasõn” dediler. Müjdeci gelip gömleği Ya’kûb’un yüzüne koyunca gözleri açõlõverdi. Ya’kûb, “Ben size, 249

Allah tarafõndan, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi?” dedi. Oğullarõ, “Ey babamõz! Allah’tan suçlarõmõzõn bağõşlanmasõnõ dile. Biz gerçekten suçlu idik” dediler. Ya’kûb, “Rabbimden sizin bağõşlanmanõzõ dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağõşlayandõr, çok merhamet edendir” dedi. (Mõsõr’a gidip) Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; Yûsuf ana babasõnõ bağrõna bastõ ve “Allah’õn iradesi ile güven içinde Mõsõr’a girin” dedi. Ana babasõnõ tahtõn üzerine çõkardõ. Hepsi ona (Yûsuf’a) saygõ ile eğildiler. Yûsuf dedi ki: “Babacõğõm! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanõn yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasõnõ bozduktan sonra; Rabbim beni zindandan çõkararak ve sizi çölden getirerek bana çok iyilikte bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyde nice incelikler sergileyendir. Şüphesiz O, hakkõyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” “Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canõmõ müslüman olarak al ve beni iyilere kat.” İşte bu (kõssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onlarõn yanõnda değildin. (12/57-102)

Dertli, kendini Ya’kûb Peygambere benzeterek, sevdiğine seslenir. Sevdiği Dertli’ye pek çok dert verip, onu dertli dolap gibi inletmektedir:

Derd ile Ya’kûb gibi canda açõp bin pencere

İnletip mânende-i dertli dolap ettin beni (Kutlu, 1979, 100/5)

Sevdiğini güzelliğin sultanõ Yûsuf’a benzeten Dertli, kendini de sevdiği yüzünden acõlar çeken Ken’an ülkesinin peygamberi Ya’kûb’a benzetir:

Sen hüsn ile Yûsuf gibi Sultan-õ Mõsõr’sõn

Kim görse beni der ki: “Bu Ya’kûb-õ Ken’an’dõr (Kutlu, 1979, 153/2)

Dertli, Yûsuf’un hasretini çeken Ya’kûb Peygamber gibi, sevgilinin hasretini çekmekten yaşlandõğõnõ, mektup kağõdõ gibi belinin büküldüğünü şöyle ifade eder:

Dost benim Yûsuf’um, ben ana Ya’kûb 250

Büküldü kametim mânend-i mektûp (Kutlu, 1979, 259/4)

Gevherî de, kendisini Hazreti Ya’kûb’a benzeterek, gece gündüz gönülden ağladõğõnõ, hasretten göz yaşõnõn sele döndüğünü ve tüm bunlarõn Yûsuf kadar güzel olan sevgili yüzünden olduğunu söyler:

Rûz u şeb ah edip derun-u dilden

Füzun olup eşkim hasretle selden

Bir Yûsuf-cemâlin aldõrõp elden

Yâ’kub gibi giryan olduğun var mõ (Karaalioğlu, 1980, 537/3)

Firak ile beni mecnun eyledin

Akan çeşmim yaşõn Seyhun eyledin

Ya’kûb gibi bağrõm vurgun eyledin

……….derdine düştüm Ken’an’e (Elçin, 1998, 65/2)

Kimi dostu ile işrette

Kimi divane-veş kuh-i hasrette

Kimi Ya’kûb kimi künc-i firkatte

Zâre hem-dem olmuş giryana mail (Elçin, 1998, 159/2)

“Yûsuf gibi güzelden ayrõ kalan sen değilsin, Ya’kûb gibi neden böyle inleyerek ağlamaktasõn.” diye Gevherî, vefasõz sevgiliye sorar:

Çünki bulamadõm vefâlõ mahbub

Sana el vermedi ol çeşmi âşûb

Yûsuf’un terkiden değilsin Ya’kûb

Enîn ile bu giryâna ne sebeb (Elçin, 1984, 38/2)

Gevherî bazen aşkõn denizinde dalgõç olduğunu, bazen de aşkõn ülkesinde Ya’kûb olduğunu dile getirir:

Gâhî gavvas oldum ummân-õ aşk 251

Gâhî Ya’kûb oldum Ken’an-õ aşka (Elçin, 1984, 82/2)

Bir başka şiirde ise Gevherî bazen aşk denizinde inci, bazen de aşk ülkesinde Ya’kûb olduğunu anlatõr:

Gevherî dürriydin ummân-õ aşkõn

Gûyâ Ya’kûb’iydin Ken’ân-õ aşkõn (Elçin, 1984, 228/5)

Gevherî’ye göre aklõ baştan alan, Ya’kûb gibi göğsünü aşk ateşine atan, âşõklarõ deli eden benzersiz güzelliğe sahip olan sevgilidir:

Serden aklõ alup mestâne eden

Ya’kûb sînesini pervâne eden

Garib âşõklarõn divâne eden

Bî-menend perinin simâsõdõr hep (Elçin, 1984, 297/2)

Gevherî sevdiğinin güzelliğini gördükçe, bu eşsiz güzelliğin Ya’kûb’u olur. Sevdiğinden geçemez. Bunu şöyle ifade eder:

Efendim hüsnün gördükçe her gâh

Âhõma düş olur bir ebr-i siyah

Gevherî Ya’kûb’u olduğun ol mah

Billâhi Yûsuf-i zîbâ kendidir (Elçin, 1984, 348/4)

Güzel sevgiliye ulaşamayan Gevherî, Ya’kûb gibi, boyunun büküldüğünü ve böyle kaldõğõnõ dile getirir:

Yûsuf nesli misin ey gözü mestim

Çâh içinde kaldõm erişmez dostum

Gevherî’nin halin sorarsan dostum

Ya’kûb gibi kaddi hâm ender hâmdõr (Elçin, 1984, 361/5)

Gevherî, aşk yüzünden çok çekmektedir. Sevgiliye dert yansa daha beter olacak, bunu bildiği için Allah’tan yardõm ister ve “Ya’kûb gibi ağlayan benim.” der: 252

Hâlimi bildirsem ol sitemkâre

Korkarõm ki gazab ider nâ-çâre

İlâhî derdime sen eyle çâre

Bir Ya’kûb’unum zâr ü giryan benimdir (Elçin, 1984, 365/2)

Gevherî, kendini Ya’kûb ile bir tutarak, göğsünün ayrõlõk ateşiyle yandõğõnõ söyler:

Her dönüp baktõkça sînemi dağlar

Ya’kûb derûnumu nâr eylemiştir (Elçin, 1984, 373/2)

Gevherî, Ya’kûb Peygamber gibi, hasretlik yüzünden çok çile çektiğinin ve şifa bulmak istediğini belirtir:

O yâre Gevherî söyle

Yeter bu hicr ü gam böyle

Yetiş Ya’kûb’una eyle

Medet Yûsuf-i Ken’an’õm (Elçin, 1984, 496/5)

Ya’kûb Peygamber, Yûsuf’un özlemiyle çok ağlar. O kadar çok ağlar ki, zamanla göz yaşlarõ kana dönüşür. Gevherî bu durumu şöyle anlatõr:

Ya’kûb’un hasret gözüne kan ile nem damladõ (Elçin, 1984, 566/2)

Gevherî, sevdiğini Ya’kûb gibi gönülden sevdiğini söyler ve bu yüzden onun yaşlõ gözüne bir bakmasõnõ ister:

Sevdi el-Hak bu dil Ya’kûb-i Ken’ân’õm seni

Bir nazar kõl dîde-i giryâna sultânõm benim (Elçin, 1984, 584/1)

Gevherî “Bu dünyanõn güzeli Hazreti Yûsuf bile olsa istemem. Çünkü bana dert çektiren bir sevgilim var.” diyerek kendisini Ya’kûb’a benzetir:

İstemem bir Yûsuf-i dehrin olam Ya’kûb’u ben (Elçin, 1984, 586/1)

Kendini Ya’kûb’a benzeten Gevherî, çekilen özlemin etkisiyle göz yaşõ döker: 253

Hasretinle Gevherî Ya’kûb’a döndü giryeden

Yûsuf-i sâhib-zamânõm gelmedi yâ Rab niçün (Elçin, 1984, 617/7)

Gevherî, Ya’kûb gibi, acõ çekmektedir. Onu bu dertten kurtarõp mesut edecek olan hasretini çektiği sevdiğidir ve onu beklemektedir:

Gel yetiş kõl Ya’kûb’unu ber-murad (Elçin, 1984, 642/4)

Karacaoğlan da Hazreti Ya’kûb’un çektiği hasretten sefil bir duruma düştüğünü şöyle ifade eder:

Şu sefil Ya’kûb’un şirin dilleri;

Turna, yârin selâm saldõ, gel deyi. (Cumbur, 2001, 471/2)

Âşõk Ömer nice Ya’kûb gibi dertli insanlarõn bu dünyadan gelip geçtiğini anlatõr:

Yatur zemîn içre niçe Ya’kûb zâr (Ergun, 1936, 12/3)

Hazreti Ya’kûb’a ayrõlõk acõsõnõn Allah tarafõndan verildiğini Âşõk Ömer şöyle dile getirir:

Ya’kûb’a çektiren firâkõ Mevlâ (Ergun, 1936, 24/2)

Ya’kûb Peygamber çektiği acõya karşõ büyük bir sabõr gösterir. Bu yönüyle Âşõk Ömer kendisine Ya’kûb’u örnek alõr. Eğer acõlara karşõ sabõr gösterirse mutlaka istediğine kavuşacaktõr:

Çekenler âlemde hüzn ü belâyõ

İrişir murâda misâl-i Yâ’kub (Ergun, 1936, 29/5)

Âşõk Ömer dertli gönlünün, Ya’kûb gibi, hasret ateşiyle dağlandõğõnõ belirtir:

Âteş-i hasretle dertli sînemi

Ya’kûb dağlayayõm gel efendim gel (Ergun, 1936, 46/2) 254

Âşõk Ömer, sevdiğinin özlemiyle çok ağlar. O kadar çok ağlar ki, zamanla göz yaşlarõ, Hazreti Ya’kûb gibi, kana dönüşür:

Ya’kûb gibi gözden kanlõ yaş döktüm

Yûsuf-i Ken’ân’a uğradõm geldim (Ergun, 1936, 52/4)

Aşk acõsõ çeken Âşõk Ömer, gönül Ya’kûb’unun yani kendisinin hasret yüzünden neler çektiğinin sevdiğine söylenmesini ister:

Ya’kûb-õ dilin çektiğini hûn-i belâdan

Bir vâsõta ol Yûsuf-i irfânõma söyle (Ergun, 1936, 95/4)

Nun harfi bükülmüş bir çizgidir. Aşk acõsõ ile ağlaya ağlaya beli bükülerek nun harfine dönen Âşõk Ömer kendini Ya’kûb’a benzetir:

Ağlamaktan kaddimi nûn eyledin Ya’kûb misâl

Bilmezem kendimi asla gezerim Mecnun misâl (Ergun, 1936, 137/3)

Âşõk Ömer, sevdiğinin başkasõna yar olmasõ halinde kendisinin, Ya’kûb gibi, sürekli ağlayacağõnõ ifade eder:

Ey Ömer her kim o şûhun vaslõna şâyân olur

Hazreti Ya’kûb veş çeşmim benim giryân olur (Ergun, 1936, 139/5)

Âşõk Ömer, Ya’kûb Peygamberin Beytü’l-hazen’de ağladõğõnõ şöyle anlatõr:

Derdile beytülhazenden ağladup Ya’kûb’unu (Ergun, 1936, 165/1)

Aşk acõsõ çektiği için Ya’kûb gibi çok ağladõğõnõ ve hüzünler evini kendine makam tuttuğunu Âşõk Ömer belirtir:

Hazreti Ya’kûb misâli ey şehâ Yûsuf cemâl

Beyt-i ahzânõ makam ettim seninçün sevdiğim (Ergun, 1936, 228/3)

Âşõk Ömer, gözyaşlarõnõn kana dönüştüğünü görse Hazreti Ya’kûb’un ona merhamet edeceğini ifade eder:

Görse kan ağladõğõm Ya’kûb ederdi merhamet (Ergun, 1936, 186/3)

Âşõk Ömer, kaderin onu Ya’kûb gibi gece gündüz ağlattõğõnõ anlatõr: 255

Ağlarõm ben Hazreti Yûsuf içün leyl ü nehâr

Bunca dem Ya’kûb veş göz yaşõm aldõn felek (Ergun, 1936, 187/5)

Âşõk Ömer, sevdiğinin hasretiyle yanmakta ve gün yüzü görmemektedir. Bu yüzden kendini hüzünler evindeki Ya’kûb’a benzetir:

İştiyâk-õ hasretinle sevdiğin Ya’kûb misâl

Olmuşum gün yüzüne hasret seher vaktinde gel (Ergun, 1936, 205/3)

Aşk acõsõ çeken gönlünü Ya’kûb’a benzeten Âşõk Ömer, dertten seyyaha döndüğünü söyler:

Bu gönül Yâ’kub’unu derd ile seyyâh eyledim (Ergun, 1936, 242/2)

Âşõk Ömer, aşk derdi ile göz yaşlarõnõn sele döndüğünü belirtir ve çok ağladõğõ için kendini Hazreti Ya’kûb’la eş tutar:

Gözlerim Ya’kûb veş selden ferâgat eylemez (Ergun, 1936, 274/1)

Âşõk Ömer, sevdiğinden uzaktadõr ve bu yüzden, Ya’kûb gibi, hem gönlü hem de kendisi ağlamaktadõr:

Şöyle senden ayrõ Ya’kûb misâli

Giryânõn değildir ya nedir gönül (Elçin, 1999, 24/2)

Âşõk Ömer, Pir-i Ken’an yani Kenan ilinin sultanõ olarak Ya’kûb Peygamberden bahseder:

Pir-i Ken’an Yûsuf için kõlmamõştõ dahi yâs (Ergun, 1936, 347/2)

Ya’kûb Peygamber, Beytü’l-ahzen (hüzünler evi) denilen kulübesinde senelerce ağlamõştõr. Âşõk Ömer de kendisini Ya’kûb’a benzeterek nice sevgilinin âşõklarõ ağlattõğõnõ dile getirir:

Ne canlar ağladõr Ya’kûb-veş beytü’l hazenlerde

Cemâl-i tal’at-i Yûsuf menend olsun da seyreyle (Elçin, 1999, 60/2)

Derd ile beytülhazenden ağladup Ya’kûb’unu (Elçin, 1999, 72/3)

Kimi beyt-ül hazen bekler kimi olmuş gezer seyyâh (Ergun, 1936, 96/2)

Bunca gündür ağladõrdõn derd ile Ya’kûb’unu (Ergun, 1936, 168/2) 256

Seyrânî de sevdiğinden ayrõ kaldõğõ için kendini Ya’kûb’a benzetir ve sürekli ağladõğõnõ söyler:

Yûsuf’umdan düştüm cüdâ

Ya’kûb’um ağlar gezerim. (Öztelli, 1953, 28/3)

Seyrânî, Hazreti Ya’kûb’u õşõk etrafõnda dönen pervaneye benzetir:

Cemâlin Yâkub’dur o pervâneyi (Yüksel, 1987, 36/3)

Sevdiğinden uzakta olan Seyrânî, Ya’kûb’un Yûsuf’u özlediği gibi, ona büyük bir özlem duymaktadõr:

Âşõk Seyrânî’yim dinle sözlerim

Ya’kûb’um elbetde Yûsuf özlerim (Yüksel, 1987, 60/4)

Seyrânî, sevdiğine duyduğu özlemden çok ağlar. O kadar çok ağlar ki, göz yaşlarõ zamanla kana dönüşür. Bu yüzden kendisini Ya’kûb’la eş değer görür:

Gözlerim kan döker menendi Ya’kûb (Çatak, 1992, 128/2)

Yûsuf’tan ayrõ kalma acõsõna dayanamayan Ya’kûb Peygamber sürekli ağlar. Bunun kader olduğunu Seyrânî şöyle ifade eder:

Kõldõ Hazreti Ya’kûb’un gözlerin nem nem ile

Mõsõr içinde Yûsuf’u sultan eden takdir imiş (Çatak, 1992, 380/3)

Seyrânî, Ya’kûb Peygamberin evlat acõsõ çektiğini ve bunun için ağladõğõnõ söyler:

Onuncu peygamber Hazreti Ya’kûb,

Çekti evlat için derdi giryanõ (Çatak, 1992, 416/84)

Hazreti Ya’kûb’un diğer oğullarõ Yûsuf’u kõskanõr. Hain bir planla onu kuyuya atarlar, kurt yedi diye kana buladõklarõ gömleğini babasõna getirirler. Ya’kûb Peygamber de bu ihmal için onlara kõzar. Bu kõssayõ Seyrânî şöyle anlatõr:

Kardeşleri dedi eyledik kayõp,

Ya’kûb der oğullar bu size ayõp (Çatak, 1992, 416/86) 257

Ya’kûb ve Yûsuf Peygamberi birbirinden ayõran Allah’tõr. Bu, Allah’õn bir takdiridir. Seyrânî bunu ifade eder:

Ayõrõp Yûsuf’u Ya’kûb Nebi’den yad eden sensin

Bõraktõrõp kuyuya ba’dehü azad eden sensin (Çatak, 1992,477/3)

Oğlunun hasretine dayanamayan Ya’kûb’un gözü ağlamaktan kör olur. Bunu Seyrânî şu mõsra ile belirtir:

Olup sermesti-i mağrur cemâl-i hüsn-i Yûsuf’tan

Çekilmiş çeşm-i Ya’kûb’a tahassürden beyaz perde (Öz, 1987, 115/1)

Ya’kûb Peygamber, Beytü’l-ahzen (hüzünler evi) denilen kulübesinde senelerce ağlamõştõr. Seyrânî de, Ya’kûb gibi, gam evinde oturup sevdiği için ağlamak, onun hayalini kurup hasretini çekmek ister:

Yâkûb gibi gam evinde bunalõp

Gözüm Yûsuf için ağla gez yürü

Hüsn-i hayalinin çarkõna çalõp

Hasret kõlõçõnõ zağla gez yürü (Öz, 1987, 115/3)

XXV. HAZRETİ YÛNUS

Hazreti Yûnus, Zünnun lakaplõ peygamberdir. Putlara tapan Ninova halkõna peygamber olarak gönderilmişti. Onlara kõzõp şehri terk ettiği için, Allah’õn izniyle, bir balõk tarafõndan yutulur. Balõğõn karnõnda kõrk gün kaldõğõ söylenir. (Pala, 1995, 571)

Peygamberliği ve bu kõssa Kur’ân’da şöyle geçer:

Şüphesiz Yûnus da peygamberlerdendi. (37/139)

Aynõ mevzu şu âyetlerde de geçer: 4/163, 6/86.

Zünnûn’u da hatõrla. Hani öfkelenerek (halkõndan ayrõlõp) gitmişti de kendisini asla sõkõştõrmayacağõmõzõ sanmõştõ. Derken karanlõklar içinde, “Senden 258

başka hiçbir ilah yoktur. Seni eksikliklerden uzak tutarõm. Ben gerçekten (nefsine) zulmedenlerden oldum” diye dua etti. Biz de duasõnõ kabul ettik ve kendisini kederden kurtardõk. İşte biz mü’minleri böyle kurtarõrõz. (21/87-88)

Yûnus Peygamber kavmine otuz üç sene öğütler verir; fakat onlar dinlemez. Allah’õn azabõnõ tebliğ eder ve günü gelince kendisi bir dağa çõkar. Gökte dumanlõ siyah bir bulut belirir. Azabõn yaklaştõğõnõ görünce Allah’a dua eder ve azap üzerlerinden kalkar. Azap gerçekleşmediği için ona inanmayacaklarõnõ düşünerek, Allah’õn izni olmadan, şehri terk eder. (Levend, 1984, 123)

Dicle nehrinde bir gemiye biner; ama gemi hareket etmez. Yolcular içlerinde günahkar biri olduğunu düşünürler ve onu kura ile bulmaya niyetlenirler. Üç defa kura Yûnus’a çõkar (Pala, 1995, 571). Yûnus şehri Allah’õn izni olmadan terk ettiği için Allah tarafõndan cezalandõrõlacağõnõ anlar. Günahkarõn kendisi olduğunu söyleyerek suya atlar. O anda büyük bir balõk onu yutar. Bağõşlanmasõ için hemen tövbeye başlar. Belli bir zamandan sonra dualarõ kabul olur ve Allah tarafõndan bağõşlanõr. Bunun üzerine balõk da onu kõyõya çõkarõr. Ninova halkõ da Yûnus Peygamberin söylediklerini kabul eder ve azaptan kurtulur. (TDEA, cilt 8, 611)

Hazreti Yûnus çõktõğõ zaman vücudunda kõl kalmamõştõ. Açlõktan kuvvetini kaybetmişti. Allah’õn yardõmõyla çölde kavak ağacõ ve sütlü ceylanlar ortaya çõkar. Yûnus’u görüp tanõyan bir çoban şehre gelip halka anlatõr. Halk da çöle gidip ona ikramlarda bulunur. (Özçelik, 1999, 39)

Bu kõssa Kur’ân-õ Kerîm’de şöyledir:

Hani o kaçõp yüklü gemiye binmişti. Gemidekilerle kur’a çekmiş ve kaybedenlerden olmuştu. Böylece, Yûnus kendini kõnayõp dururken balõk onu yuttu. Eğer o, Allah’õ tespih edip yüceltenlerden olmasaydõ, mutlaka insanlarõn diriltileceği güne kadar balõğõn karnõnda kalõrdõ. Derken biz onu hasta bir halde sahile attõk. Üzerine geniş yapraklõ bir ağaç bitirdik. Biz onu yüz bin, yahut daha fazla insana peygamber olarak gönderdik. Nihâyet onlar iman ettiler. Biz de onlarõ bir süreye kadar geçindirdik. (37/140-148)

Aynõ kõssa 10/98. âyette de geçmektedir. 259

Hazreti Yûnus’un balõğõn karnõnda iken sürekli Allah’a dua ettiğini Âşõk Ömer şu mõsralarla anlatõr:

Hazreti Yûnus’un batn-õ semekte

Virdini eyleyen yâ Bâki Mevlâ (Ergun, 1936, 24/4)

Yûnus’u yedi balõklar okudu evrâdõnõ (Ergun, 1936, 321/3)

Yine Âşõk Ömer Yûnus Peygamberin, Allah’õn mucizesi sonucu, balõk tarafõndan yutulduğunu, orada kõrk gün kaldõğõnõ ve buna rağmen Allah’a olan ibadetini eksik etmediğini dile getirir:

Gör Yûnus’un mu’cizâtõn

Emr-i Hak’ka itâatin

Terk etmedi ibâdâtõn

Kõrk gün balõk yutmuş iken(Ergun, 1936, 417/3)

Seyrânî de balõğõn Allah emriyle Hazreti Yûnus’u yuttuğunu söyler:

Yûnus’u balõğa yutturdu Celil (Çatak, 1992,416/88)

Yûnus Peygamber geminin ilerlemesi için denize atlar. O anda ise onu balõk yutar ve balõğõn karnõnda kõrk gün kalõr. Bu kõssayõ Seyrânî şöyle ifade eder:

Yûnus Nebi bahra daldõğõ zaman

Balõğõn karnõnda kaldõğõ zaman (Öz, 1987, 140/1)

XXVI. HAZRETİ YÛSUF

Hazreti Ya’kûb’un on iki oğlundan biridir. Kardeşlerinin kõskançlõğõ sonucu esir olan ve daha sonra Allah’õn yardõmlarõyla sultan olan bir peygamberdir. En önemli vasfõ güzelliğidir. Güzelliğinden dolayõ Mah-õ Ken’an (Ken’an ayõ) da denir (Özçelik, 1999, 39). Bu yönüyle edebiyatta çok fazla yer alõr. 260

Hazreti Yûsuf’un hayatõ ve kõssasõ sadece edebiyatta değil, Kur’ân-õ Kerîm’de de anlatõlan en tafsilatlõ kõssadõr. Bu kõssa Kur’ân’da Ahsenü’l-Kasas olarak adlandõrõlmaktadõr. (Tökel, 2000, 306)

Peygamberliği Kur’ân’da geçmektedir:

Biz ona İshak’õ ve Ya’kûb’u armağan ettik. Hepsini hidâyete erdirdik. Daha önce Nûh’u da hidâyete erdirmiştik. Zürriyetinden Dâvud’u, Süleymân’õ, Eyyûb’u, Yûsuf’u, Mûsâ’yõ ve Hârûn’u da. İyilik yapanlarõ işte böyle mükafatlandõrõrõz. (6/84)

40/34. âyette de aynõ konu vardõr.

Ercişli Emrah, Yûsuf Peygamberin Ken’an ilinden olduğunu hatõrlatõr:

Kimisi Yûsuf’dur Ken’an’a gider (Saraçoğlu, 1999, 253/2)

Seyrânî, Hazreti Yûsuf’un, Ya’kûb’un oğlu olduğunu ve Yûsuf’un da on birinci peygamber olduğunu şu mõsralarla dile getirir:

Yûsuf İbni Ya’kûb hazreti İshak (Çatak, 1992, 415/83)

On birinci nebi Hazreti Yûsuf

Hem satõldõ hem bekledi zõndanõ (Çatak, 1992, 416/85)

A. Hazreti Yûsuf’un Kuyuya Atõlmasõ

Ya’kûb Peygamber, oğlu Yûsuf’u diğer oğullarõna göre daha çok sever. Çünkü Yûsuf kardeşlerinin en güzeli ve en akõllõsõdõr. Bu yüzden kardeşleri Yûsuf’u kõskanõr. (Levend, 1984, 114)

Yûsuf bir gece rüyasõnda on bir yõldõz ve güneşin kendisine secde ettiğini görür ve bunu babasõna anlatõr. On bir yõldõz, Yûsuf’un on bir kardeşine işarettir ve Allah onu diğerlerine üstün kõlacaktõr. Babasõ da bundan kimseye bahsetmemesini tembihler. (Pala, 1995, 572) 261

Bir gün Yûsuf’u evden uzaklaştõrmanõn yolunu arayan kardeşleri, babalarõnõn gönlü olmadan, onu kõra götürürler. Yûsuf’u bir kuyuya bõrakõrlar ve eve geri dönerler. Babalarõna bir kurdun Yûsuf’u yediğini söylerler ve Yûsuf’un kanlõ gömleğini verirler. Ya’kûb Peygamber onlarõn yalan söylediklerini anlar; ama hiçbir şey yapamaz.

Bir süre sonra kardeşleri tekrar kuyu başõna varõrlar. Bir kervanõn Yûsuf’un terk edildiği kuyuya geldiğini ve onu kuyudan çõkardõğõnõ görürler. “Bu bizim kölemizdi, kaçtõ.” deyip az bir paraya satarlar. Kervancõ Mõsõr’a götürerek onu Mõsõr Azizi’ne (maliye bakanõna) köle olarak satar. (Onay, 1993, 441)

Yûsuf’u kõskanan kardeşlerinin onu kuyuya bõrakmalarõ ve kuyu başõndan geçen kervana onu köle olarak satmalarõ Yûsuf Suresi’nde şöyle geçer:

Hani Yûsuf babasõna, “Babacõğõm! Gerçekten ben (rüyada) on bir yõldõz, güneşi ve ayõ gördüm. Gördüm ki onlar bana boyun eğiyorlardõ” demişti. Babasõ, şöyle dedi: “Yavrucuğum! Rüyanõ kardeşlerine anlatma. Yoksa, sana tuzak kurarlar. Çünkü şeytan, insanõn apaçõk düşmanõdõr.” “İşte Rabbin seni böylece seçecek, sana (rüyada görülen) olaylarõn yorumunu öğretecek ve daha önce atalarõn İbrâhîm ve İshak’a nimetlerini tamamladõğõ gibi sana ve Ya’kûb soyuna da tamamlayacaktõr. Şüphesiz Rabbin hakkõyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” Andolsun, Yûsuf ve kardeşlerinde (hakikati arayõp) soranlar için ibretler vardõr. Kardeşleri dediler ki: “Biz güçlü bir topluluk olduğumuz halde Yûsuf ve kardeşi (Bünyamin) babamõza bizden daha sevgilidir. Doğrusu babamõz açõk bir yanõlgõ içindedir.” “Yûsuf’u öldürün veya onu bir yere atõn ki, babanõz sadece size yönelsin. Ondan sonra (tövbe edip) sâlîh kimseler olursunuz.” Onlardan bir sözcü, “Yûsuf’u öldürmeyin, onu bir kuyunun dibine bõrakõn ki geçen kervanlardan biri onu bulup alsõn. Eğer yapacaksanõz böyle yapõn” dedi. Babalarõna şöyle dediler: “Ey babamõz! Yûsuf hakkõnda bize neden güvenmiyorsun? Halbuki biz onun iyiliğini isteyen kişileriz.” “Yarõn onu bizimle beraber gönder de gezip oynasõn. Şüphesiz biz onu koruruz.” Babalarõ “Doğrusu onu götürmeniz beni üzer, siz ondan habersiz iken onu kurt yer diye korkuyorum.” Onlar da, “Andolsun biz kuvvetli bir topluluk iken onu kurt yerse (o takdirde) biz gerçekten hüsrana uğramõş oluruz” dediler. Yûsuf’u götürüp 262

kuyunun dibine bõrakmaya karar verdikleri zaman biz de O'na, “Andolsun, (senin Yûsuf olduğunun) farkõnda değillerken onlarõn bu işlerini sen kendilerine haber vereceksin” diye vahyettik. (Yûsuf’u kuyuya bõrakõp) akşamleyin ağlayarak babalarõna geldiler. “Ey babamõz! Biz yarõşa girmiştik. Yûsuf’u da eşyamõzõn yanõnda bõrakmõştõk. (Bir de ne görelim) O'nu kurt yemiş. Her ne kadar doğru söylesek de sen bize inanmazsõn” dediler. Bir de üzerine, sahte bir kan bulaştõrõlmõş gömleğini getirdiler. Ya’kûb dedi ki: “Hayõr! Nefisleriniz sizi aldatõp böyle bir işe sürükledi. Artõk bana düşen, güzel bir sabõrdõr. Anlattõklarõnõza karşõ yardõmõ istenilecek de ancak Allah’tõr.” Bir kervan gelmiş sucularõnõ suya göndermişlerdi. Sucu kovasõnõ kuyuya salõnca “Müjde! Müjde, İşte bir oğlan!” dedi. O'nu alõp bir ticaret malõ olarak sakladõlar. Oysa Allah, onlarõn yaptõklarõnõ biliyordu. O'nu ucuz bir fiyata, birkaç dirheme sattõlar. Zaten ona değer vermiyorlardõ. (12/4-20)

Ya’kûb’un tüm çilesinin sebebi Hazreti Yûsuf’tan uzak kalmasõdõr. Bunu Dertli şöyle ifade eder:

Dost benim Yûsuf’um, ben ana Ya’kûb

Büküldü kametim mânend-i mektûp (Kutlu, 1979, 259/4)

Gevherî, gönlüne seslenerek Yûsuf”unu kaybeden Ya’kûb gibi ağlamasõnõn sebebini sorar:

Yûsuf’un terkiden değilsin Ya’kûb

Enîn ile bu giryâna ne sebeb (Elçin, 1984, 38/2)

Yûsuf’un güzelliğini ve bu sebeple babasõndan uzaklaştõrõlmasõnõ Gevherî şöyle ifade eder:

Rûz u şeb âh idüp derûn-i dilden

Efzun olup eşk-i hasretim selden

Bir Yûsuf cemâli aldõrup elden

Ya’kûb gibi giryan olduğun var mõ (Elçin, 1984, 89/3) 263

Gevherî, Yûsuf Peygamberin Mõsõr’a köle olarak satõldõğõnõ şöyle dile getirir:

Hüsn ile mağrur olup Hazreti Yûsuf oldu kul (Elçin, 1984, 566/2)

Âşõk Ömer, kõskanç kardeşlerin Yûsuf’u bir planla kõra götürdüklerini, kõrda onu kuyuya bõraktõklarõnõ, Yûsuf’un gömleğini kana bulayarak babalarõnõ Yûsuf öldü diye kandõrmalarõnõ, yõllar sonra Hazreti Yûsuf’un Mõsõr’a sultan olduğunu anlatõr:

Der ki bu Âşõk Ömer ey Yûsuf-i gül pîrehen

Sakõn ol ehl-i hasedle eyleme seyr-i çemen

Menzilin çâh ola şâyed başõna sultân iken

El hazer gûş eyle pendim korkarõm ey sîm ten (Elçin, 1999, 104/9)

Yûsuf Peygamber köle olarak Mõsõr Azizi’ne satõlõr. Bunu hatõrlatan Âşõk Ömer, sevgilisini güzellikte Yûsuf’a benzetir ve kendini de Mõsõr Azizi’nin yerine koyarak sevgilinin asõl yerinin kendi gönlü olduğunu belirtir:

Yûsuf’u satun alur her bir benî Osmân’õmõn (Ergun, 1936, 291/1)

Ey Azîz-i Mõsr-õ dil gümgeşte bulmuştum seni

Pir-i Ken’an Yûsuf için kõlmamõştõ dahi yâs (Ergun, 1936, 347/2)

Yûsuf”tan ayrõlan Ya’kûb’un ağladõğõ gibi Seyrânî de sevdiğinden ayrõ düştüğü için onu özler ve sürekli ağlar:

Yûsuf’umdan düştüm cüdâ

Ya’kûb’um ağlar gezerim. (Öztelli, 1953, 28/3)

Âşõk Seyrânî’yim dinle sözlerim

Ya’kûb’um elbetde Yûsuf özlerim (Yüksel, 1987, 60/4) 264

Seyrânî, güzellikte Yûsuf’a eş değer olan sevgiliyi özler, ağlar ve o kadar çok ağlar ki, göz yaşlarõ kana dönüşür. Bu durumun ona aktarõlmasõnõ ve sevgilinin ona merhamet etmesini ister:

Gözlerim kan döker menendi Ya’kûb

Hâlimi Yûsuf-õ Ken’ân’a söyle (Çatak, 1992, 128/2)

Yûsuf ile Ya’kûb Peygamberin ayrõlmasõnõ, Yûsuf’un kuyuya terk edilmesini ve daha sonra da onun kuyudan kurtulmasõnõ Seyrânî, Allah’tan bilir. Tüm bunlar Allah’õn bir takdiridir:

Ayõrõp Yûsuf’u Ya’kûb nebiden yad eden sensin

Bõraktõrõp kuyuya badehü azad eden sensin (Çatak, 1992, 372/1)

Seyrânî, Hazreti Yûsuf’un Mõsõr’da kölelikten sultanlõğa yükselişini de Allah’õn bir takdiri olarak görür:

Kõldõ Hazreti Ya’kûb’un gözlerin nem nem ile

Mõsõr içinde Yûsuf’u sultan eden takdir imiş (Çatak, 1992,380/3)

Yûsuf’un kardeşleri tarafõndan köle olarak satõldõğõnõ Seyrânî şöyle anlatõr:

On birinci nebi Hazreti Yûsuf,

Hem satõldõ hem bekledi zõndanõ (Çatak, 1992,416/85)

Hazreti Ya’kûb’un gözü ağlamaktan kör olur. Çünkü Yûsuf’un güzel yüzünü göremez ve bu hasret ona çok gelir. Bunu Seyrânî şu mõsra ile belirtir:

Olup sermesti-i mağrur cemâl-i hüsn-i Yûsuf’tan

Çekilmiş çeşm-i Ya’kûb’a tahassürden beyaz perde (Öz, 1987, 115/1)

Ya’kûb Peygamber, Beytü’l-ahzen (hüzünler evi) denilen kulübesinde senelerce ağlamõştõr. Seyrânî de, Ya’kûb gibi, gam evinde oturup Yûsuf kadar güzel olan sevdiği için ağlamak, onun hayalini kurup hasretini çekmek ister:

Yâkûb gibi gam evinde bunalõp

Gözüm Yûsuf için ağla gez yürü 265

Hüsn-i hayalinin çarkõna çalõp

Hasret kõlõçõnõ zağla gez yürü (Öz, 1987, 115/3)

Seyrânî, Yûsuf’un çok güzel olduğunu ve bu yüzden onu kõskanan kardeşleri tarafõndan çok ucuza köle olarak satõldõğõnõ şöyle ifade eder:

Güzel Yûsuf Kenan gibi olmasõn

Duydum satõldõğõn birkaç puta ben (Öz, 1987, 115/5)

Dil Yûsuf’un ihvan olup babadan

Götürüp bõraktõ haset câhõna (Çatak, 1992, 122/1)

Bayburtlu Zihnî ise Yûsuf’un köle olarak satõldõğõnõ hatõrlatarak kendini Yûsuf Peygambere benzetir:

Yûsuf gibi dondan dona satõldõm

Benim gönlüm sende senin kimdedir (Sakaoğlu, 1988, 102/3)

B. Züleyha’nõn İftirasõ ile Hazreti Yûsuf’un Zindana Atõlmasõ

Hazreti Yûsuf’un güzelliği Aziz’in karõsõ Züleyha’yõ etkiler ve ona vurulur. Yûsuf’u elde etmek ister; ama o buna yanaşmaz. Kadõnõn elinden kaçarken Yûsuf’un gömleği arkadan yõrtõlõr. Tam bu sõrada Aziz onlarõ görür ve eşi, Yûsuf’un ona saldõrdõğõnõ söyler. Fakat asõl saldõran, Yûsuf’un gömleğinin arkadan yõrtõlmasõ ile anlaşõlõr. Aziz eşinden tevbe etmesini ister. Fakat kadõnõn aşkõ gün geçtikçe artar. Olay etrafta duyulur ve kadõnlar onu köleye âşõk oldu diye ayõplar. Züleyha bu kadõnlara evinde bir ziyafet verir. Onlara meyve ikram ederken karşõlarõndan Yûsuf’u geçirtir. Yûsuf’un güzelliği karşõsõnda kadõnlar meyve yerine parmaklarõnõ keserler ve Züleyha’ya hak verirler. Rivâyete göre bu meyve turunçtur ve halk inancõna göre avuçlarõmõzdaki çizgiler bu hadisenin yadigarõdõr (Onay, 1993, 441-442). Yûsuf, Züleyha’nõn tüm õsrarõna rağmen beraber olmayõ kabul etmeyince zindana atõlõr. (Tökel, 2000, 307)

Hazreti Yûsuf ibadet ediyor, fakat vakitleri belirlemede oldukça güçlük çekiyordu. Zindanda geceyle gündüz, birbirinden pek fark edilmediğinden 266

namazõn vakitlerini tesbit edebilmek için, ilk saati Hazreti Yûsuf yaptõ. Böylece saatçilerin piri oldu. (Ateş, 1993, 345)

Bu kõssa Kur’ân’da şöyle geçer:

O'nu satõn alan Mõsõrlõ kişi hanõmõna dedi ki: “Ona iyi bak. Belki bize yararõ dokunur veya onu evlat ediniriz.” İşte böylece biz Yûsuf’u o yere (Mõsõr’a) yerleştirdik ve ona (rüyadaki) olaylarõn yorumunu öğretelim diye böyle yaptõk. Allah işinde galiptir, fakat insanlarõn çoğu bunu bilmezler. Olgunluk çağõna erişince ona hikmet ve ilim verdik. İşte biz, iyi davrananlarõ böyle mükâfatlandõrõrõz. Evinde bulunduğu kadõn (gönlünü ona kaptõrõp) ondan arzuladõğõ şeyi elde etmek istedi ve kapõlarõ kilitleyerek “Haydi gelsene!” dedi. O ise, “Allah’a sõğõnõrõm, çünkü o (kocan) benim efendimdir, bana iyi baktõ. Şüphesiz zalimler kurtuluşa eremezler” dedi. Andolsun kadõn ona (göz koyup) istek duymuştu. Eğer Rabbinin delilini görmemiş olsaydõ Yûsuf da ona istek duyacaktõ. Biz ondan kötülüğü ve fuhşu uzaklaştõrmak için işte böyle yaptõk. Çünkü o, ihlâsa erdirilmiş kullarõmõzdandõ. İkisi de kapõya koştular. Kadõn Yûsuf’un gömleğini arkadan yõrttõ. Kapõnõn yanõnda hanõmõn efendisine rastladõlar. Kadõn dedi ki: “Senin ailene kötülük yapmak isteyenin cezasõ, ancak zindana atõlmak veya can yakõcõ bir azaptõr.” Yûsuf, “O benden arzusunu elde etmek istedi” dedi. Kadõnõn ailesinden bir şahit de şöyle şahitlik etti: “Eğer onun gömleği önden yõrtõlmõşsa, kadõn doğru söylemiştir, O (Yûsuf) yalancõlardandõr.” “Eğer gömleği arkadan yõrtõlmõşsa kadõn yalan söylemiştir. O (Yûsuf) ise, doğru söyleyenlerdendir.” Kadõnõn kocasõ Yûsuf’un gömleğinin arkadan yõrtõldõğõnõ görünce dedi ki: “Şüphesiz bu, siz kadõnlarõn tuzağõdõr. Şüphesiz sizin tuzağõnõz çok büyüktür.” “Ey Yûsuf! Sen bundan sakõn kimseye bahsetme. (Ey Kadõn,) sen de günahõnõn bağõşlanmasõnõ dile. Çünkü sen günah işleyenlerdensin.” Şehirde birtakõm kadõnlar, “Aziz’in karõsõ, (hizmetçisi olan) delikanlõsõndan murad almak istemiş. Ona olan aşkõ yüreğine işlemiş. Şüphesiz biz onu açõk bir sapõklõk içinde görüyoruz” dediler. Kadõn, bunlarõn dedikodularõnõ işitince haber gönderip onlarõ çağõrdõ. (ziyafet düzenleyip) onlar için oturup yaslanacaklarõ yer hazõrladõ. Her birine birer de bõçak verdi ve Yûsuf’a, “Çõk karşõlarõna” dedi. Kadõnlar Yûsuf’u görünce onu pek büyüttüler ve şaşkõnlõkla ellerini kestiler. “Haşa! Allah için, bu bir insan değil, ancak şerefli bir melektir” dediler. Bunun üzerine kadõn onlara 267

dedi ki: “İşte bu, beni hakkõnda kõnadõğõnõz kimsedir. Andolsun, ben ondan murad almak istedim. Fakat o iffetinden dolayõ bundan kaçõndõ. Andolsun, eğer emrettiğimi yapmazsa mutlaka zindana atõlacak ve zillete uğrayanlardan olacak.” Yûsuf, “Ey Rabbim! Zindan bana, bunlarõn beni dâvet ettiği şeyden daha sevimlidir. Onlarõn tuzaklarõnõ benden uzaklaştõrmazsan onlara meyleder ve cahillerden olurum” dedi. Rabbi onun duasõnõ kabul etti ve kadõnlarõn tuzaklarõnõ ondan uzaklaştõrdõ. Şüphesiz ki o, hakkõyla işitendir, hakkõyla bilendir. Sonra onlar, Yûsuf’un suçsuzluğunu ortaya koyan delilleri gördükten sonra yine de mutlaka onu bir süre zindana atmayõ uygun buldular. (12/21-35)

Gevherî gönlünü Yûsuf’a benzeterek, gönlünün aşk zindanõnda kaldõğõnõ şöyle anlatõr:

Gönül Yûsuf gibi âha

Varup zindâna yaslanmõş (Elçin, 1984, 542/3)

Çektiği aşk yüzünden Âşõk Ömer’in gönlü, Yûsuf Peygamber gibi zindana düşmüştür:

Gönül Yûsuf gibi çâha düşüp zindâne yaslanmõş (Ergun, 1936, 115/2)

Zeliha aşkõna karşõlõk alamayõnca yõllarca Yûsuf uğruna ağlar. Âşõk Ömer yõllarca aşk ateşi ile yanan Zeliha’nõn göz yaşlarõnõ şöyle ifade eder:

Gussadan âzâde yoğmuş bu cihân içre meğer

Dedi kan ağlar Zelihâ Yûsuf-i Ken’an melil (Ergun, 1936, 212/1)

Seyrânî de Züleyha’nõn aşkla Yûsuf için yõllarca yandõğõnõ belirtir:

Mõsõr’da Züleyha aşkõn narõna

Yanmõştõr Yûsuf-õ Kenan diyerek (Öz, 1987, 119/2)

Yûsuf’un önce kardeşleri tarafõndan köle olarak satõldõğõnõ ve sonrasõnda iftiraya uğrayarak hapse atõldõğõnõ Seyrânî söyler: 268

On birinci nebi hazreti Yûsuf,

Hem satõldõ hem bekledi zõndanõ (Çatak, 1992,416/85)

Yûsuf’un aşkõyla yanan Zeliha’yõ kendisine benzeten Seyrânî, sevdiğini de Yûsuf’a benzetir:

Zelhâ gibi aşk ateşi içinde

Yûsuf gibi düşün yorduğum güzel (Öztelli, 1953, 24/1)

Yûsuf Peygamber haksõz yere hapse atõlõr ve karara hiç karşõ koymaz. Çünkü bunun Allah’õn emri sonucu gerçekleştiğini bilir. Seyrânî bunu dile getirir:

Olursa emr-i Hak takdir gönül ol Mõsr-õ Ken’an’da

Manendi Hazreti Yûsuf girüp zindana seslenmez (Çatak, 1992,479/3)

C. Hazreti Yûsuf’un Rüyalarõ Doğru Tabir Etmesi

Yûsuf Peygamber zindanda iken yanõnda kalan iki gençten biri şarapçõ, diğeri ekmekçidir. Şarapçõ rüyasõnda üzüm sõkõp şarap yaptõğõnõ, ekmekçi de başõnda götürdüğü ekmekleri kuşlarõn gagaladõğõnõ görür. Rüyalarõnõ Yûsuf’a anlatõrlar. Yûsuf da şarapçõya kurtulacağõnõ, ekmekçiye de asõlacağõnõ söyler. Bir müddet sonra söyledikleri gerçekleşir.

Yõllar sonra Mõsõr hükümdarõ bir rüya görür. Rüyada yedi cõlõz inek yedi besili ineği yer, yedi kuru başak da yedi yeşil başağõ yer. Hükümdar rüyayõ yorumlatmak ister; ama kimseyi bulamaz. Uzun süre sonra zindandan kurtulan şarapçõ, Yûsuf’u hatõrlayarak hükümdara söyler ve Yûsuf çağrõlõr. Yûsuf yedi yõl bolluk olduktan sonra yedi yõl kõtlõk olacağõnõ söyler. Ekinlerin bir kõsmõnõn yenmesini ve kalanõn da başaklarda bõrakõlmasõnõ öğütler. Hiç kimsenin tabir edemediği rüyayõ yorumladõğõ için hükümdar onu zindandan çõkararak maliye bakanõ yapar. Bu arada Züleyha onun suçsuz yere hapiste yattõğõnõ, asõl suçlunun kendisi olduğunu itiraf eder. Yûsuf’un bakanlõğõ sõrasõnda Züleyha’nõn eşi ölür ve Yûsuf onunla evlenir. (TDEA, cilt 8, 620)

269

Bu husus Kur’ân’da geçmektedir:

Onunla beraber zindana iki delikanlõ daha girdi. Biri, “Ben rüyamda şaraplõk üzüm sõktõğõmõ gördüm” dedi. Diğeri, “Ben de rüyamda başõmõn üzerinde, kuşlarõn yediği bir ekmek taşõdõğõmõ gördüm. Bize bunun yorumunu haber ver. Şüphesiz biz seni iyilik yapanlardan görüyoruz” dedi. Yûsuf dedi ki: “Sizin yiyeceğiniz yemek size gelmeden önce onun ne olduğunu bildiririm. Bu, bana Rabbimin öğrettiklerindendir. Ben, Allah’a inanmayan ve ahireti inkar eden bir milletin dinini bõraktõm.” “Atalarõm İbrâhîm, İshak ve Ya’kûb’un dinine uydum. Bizim Allah’a herhangi bir şeyi ortak koşmamõz (söz konusu) olamaz. Bu, bize ve insanlara Allah’õn bir lütfudur, fakat insanlarõn çoğu şükretmezler.” “Ey zindan arkadaşlarõm! Ayrõ ayrõ ilahlar mõ daha iyidir, yoksa mutlak hakimiyet sahibi olan tek Allah mõ?” “Siz Allah’õ bõrakõp; sadece sizin ve atalarõnõzõn taktõğõ birtakõm isimlere (düzmece ilahlara) tapõyorsunuz. Allah onlar hakkõnda hiçbir delil indirmemiştir. Hüküm ancak Allah’a aittir. O, kendisinden başka hiçbir şeye tapmamanõzõ emretmiştir. İşte en doğru din budur. Fakat insanlarõn çoğu bilmezler.” “Ey zindan arkadaşlarõm! (Rüyanõzõn yorumuna gelince,) biriniz efendisine şarap sunacak, diğeri ise asõlacak ve kuşlar başõndan yiyecektir. Yorumunu sorduğunuz iş böylece kesinleşmiştir.” Yûsuf, onlardan kurtulacağõnõ düşündüğü kişiye, “Efendinin yanõnda beni an”, dedi. Fakat şeytan onu efendisine hatõrlatmayõ unutturdu da bu yüzden o, birkaç yõl daha zindanda kaldõ. Kral, “Ben rüyamda yedi semiz ineği, yedi zayõf ineğin yediğini; ayrõca yedi yeşil başak ve yedi de kuru başak görüyorum. Ey ileri gelenler! Eğer rüya yorumluyorsanõz, rüyamõ bana yorumlayõn” dedi. Dediler ki: “Bunlar karma karõşõk düşlerdir. Biz böyle düşlerin yorumunu bilmiyoruz.” Zindandaki iki kişiden kurtulmuş olanõ, nice zamandan sonra (Yûsuf’u) hatõrladõ ve, “Ben size onun yorumunu haber veririm, hemen beni (zindana) gönderin” dedi. (Zindana varõnca), “Yûsuf! Ey doğru sözlü! Rüyada yedi semiz ineği yedi zayõf ineğin yemesi, bir de yedi yeşil başakla diğer yedi kuru başak hakkõnda bize yorum yap. Ümit ederim ki (vereceğin bilgi ile) insanlara dönerim de onlar da (senin değerini) bilirler” dedi. Yûsuf dedi ki: “Yedi yõl âdetiniz üzere ekin ekeceksiniz. Yiyeceğiniz az bir miktar hariç, biçtiklerinizi başağõnda bõrakõn.” “Sonra bunun ardõndan yedi kurak yõl gelecek, saklayacağõnõz az bir miktar hariç bu yõllar için biriktirdiklerinizi 270

yiyip bitirecek.” “Sonra bunun ardõndan insanlarõn yağmura kavuşacağõ bir yõl gelecek. O zaman (bol rõzka kavuşup) şõra ve yağ sõkacaklar.” Kral, “Onu bana getirin” dedi. Elçi Yûsuf’a gelince (Yûsuf) dedi ki: “Efendine dön de ellerini kesen o kadõnlarõn derdi ne idi, diye sor. Şüphesiz Rabbim onlarõn hilesini hakkõyla bilendir.” Kral kadõnlara, “Yûsuf’tan murad almak istediğiniz zaman derdiniz ne idi?” dedi. Kadõnlar, “Haşa! Allah için, biz onun bir kötülüğünü bilmiyoruz” dediler. Aziz’in karõsõ ise, “Şimdi gerçek ortaya çõktõ. Ondan ben murad almak istedim. Şüphesiz Yûsuf doğru söyleyenlerdendir” dedi. (Yûsuf), “Benim böyle yapmam, Aziz’in; yokluğunda, benim kendisine hainlik etmediğimi ve Allah’õn, hainlerin tuzaklarõnõ başarõya ulaştõrmayacağõnõ bilmesi içindi” dedi. Ben nefsimi temize çõkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşõrõ derecede kötülüğü emreder. Şüphesiz Rabbim çok bağõşlayandõr, çok merhamet edendir” dedi. Kral, “Onu bana getirin, onu özel olarak yanõma alayõm”, dedi. Onunla konuşunca dedi ki: “Şüphesiz bugün sen yanõmõzda yüksek makam sahibi ve güvenilir bir kişisin.” Yûsuf, “Beni ülkenin hazinelerine bakmakla görevlendir. Çünkü ben iyi koruyucu ve bilgili bir kişiyim” dedi. Böylece Yûsuf’a, dilediği yerde oturmak üzere ülkede imkan ve iktidar verdik. Biz rahmetimizi istediğimize veririz ve iyi davrananlarõn mükâfatõnõ zayi etmeyiz. (12/36-56)

İkinci Yûsuf olarak gördüğü sevgili, Gevherî’nin gönlünün sultanõdõr:

Gevherî der sen cânlarõn cânõsõn

Mõsr’a sultan olan Yûsuf-i Sânî’sin (Elçin, 1984, 193/4)

Karacaoğlan, bu dünya ölümlü olduktan sonra Mõsõr’a sultanlõğõ bile istemez:

Mõsr’a sultan olsam istemem kalan,

Dost ağlayõp düşman güldükten geri. (Cumbur, 1973, 166/3)

271

Âşõk Ömer, Hazreti Yûsuf’un Mõsõr’a sultan oluşunu Allah’õn takdiri olarak dile getirir:

Hazreti Yûsuf’u sultân eyleyip

Ya’kûb’a çektiren firâkõ Mevlâ (Ergun, 1936, 24/2)

Seyrânî ise Yûsuf Peygamberin Mõsõr Azizi’nin rüyasõnõ tabir ettiğini ifade eder:

Aziz-i Mõsrî’nin ru’yâsõnõ Yûsuf eder tâbir

Görülmüş olmayan ru’yâlarõn tâbiri mümkün mü (Yüksel, 1987, 172/3)

Yûsuf gibi düşün yorduğum güzel (Öztelli, 1953, 24/1)

Tevrat 28. babda merdiven ile ilgili şöyle bir açõklama vardõr. Yûsuf Peygamber rüyasõnda merdiveni görür:

Düşte yeryüzüne bir merdiven dikildiğini, başõnõn göklere eriştiğini gördü. (Kutsal Kitap, 2001)

Seyrânî de Hazreti Yûsuf’un merdivenle ilgili bu rüyasõndan hareketle bunlarõ dile getirir:

Yûsuf İbni Ya’kûb hazreti İshak,

Andan icat kaldõ bil nerdübanõ (Çatak, 1992, 415/83)

Yõllar sonra hükümdarõn gördüğü rüyadaki kõtlõk seneleri gelir. Bu kõtlõk seneleri içinde Yûsuf Peygamber zahireyi adaletli bir biçimde halka dağõtõr. O yõllarda Yûsuf’un kardeşleri de Kenan ilinden zahire almak için Mõsõr’a gelirler.

Yûsuf onlarõ görünce tanõr; ama belli etmez. Onlara iyi davranõp yiyeceklerini verir ve ikinci sefere en küçük kardeşlerini de getirmelerini söyler. Onlar da zamanõ gelince en küçük kardeşleri olan Bünyamin’i getirirler. Yûsuf, hükümdarõn tasõnõ onun yüküne saklayarak hõrsõzlõk suçuyla onu alõkoyar. 272

Ya’kûb Peygamber ise Yûsuf’un gördüğü rüyaya nazaran onun ölmediğini bilir ve sabõrla bekler. Fakat hem Yûsuf’un hem de Bünyamin’in acõsõ ile ağlamaktan kör olur.

Yûsuf Peygamber kardeşlerine, babasõna verilmek üzere, kendi gömleğini verir. Ya’kûb Peygamber, Yûsuf’un kokusunu alõr ve gömleği yüzüne sürünce gözleri açõlõr. Sonra hanõmõ ve çocuklarõnõ alõp Mõsõr’a gider. Hazreti Yûsuf’un huzuruna çõkarlar ve kardeşleri yere eğilip onu selamlarlar. Yûsuf da kim olduğunu söyler. Böylece çocukken görmüş olduğu rüyasõ gerçekleşmiş olur. (Pala, 1995, 574)

Bir rivâyete göre Yûsuf Züleyha ile kõtlõktan önce evlenir (TDEA, cilt 8, 620). Başka bir rivâyete göre ise kõtlõktan sonra evlenir. Yûsuf bir gün şehri gezmeye çõkõnca yaşlanmõş olan Züleyha onu görür. Yûsuf onu tanõmaz, fakat bir dileğini yerine getireceğini söyler. Züleyha kendisinin eski güzelliğine kavuşmasõ için Yûsuf’tan dua etmesini ister. Dua sonucu Züleyha eski güzelliğine kavuşur, Yûsuf’un dinini kabul eder ve evlenirler. (Pala, 1995, 574)

Yukarõda anlatõlan kõssa Yûsuf Suresi’nde şöyle geçer:

(Derken) Yûsuf’un kardeşleri çõkageldiler ve yanõna girdiler. Yûsuf onlarõ tanõdõ, onlar ise Yûsuf’u tanõmõyorlardõ. Yûsuf onlarõn yüklerini hazõrlatõnca dedi ki: “Sizin baba bir kardeşinizi de bana getirin. Görmüyor musunuz, ölçeği tam dolduruyorum ve ben misafir ağõrlayanlarõn en iyisiyim.” “Eğer onu bana getirmezseniz, artõk benim yanõmda size verilecek tek ölçek (zahire) bile yoktur ve bir daha da bana yaklaşmayõn.” Dediler ki: “Onu babasõndan isteyeceğiz ve muhakkak bunu yaparõz.” Yûsuf adamlarõna dedi ki: “Onlarõn ödedikleri zahire bedellerini yüklerinin içine koyun. Umulur ki ailelerine varõnca onu anlarlar da belki yine dönüp gelirler.” Onlar, babalarõna döndüklerinde, “Ey babamõz! Bize artõk zahire verilmeyecek. Kardeşimizi (Bünyamin’i) bizimle gönder ki, zahire alalõm. Onu biz elbette koruruz” dediler. Ya’kûb onlara, “Onun hakkõnda size ancak, daha önce kardeşi hakkõnda güvendiğim kadar güvenebilirim! Allah en iyi koruyandõr ve O, merhametlilerin en merhametlisidir” dedi. Yüklerini açõp zahire bedellerinin kendilerine geri verildiğini gördüler. “Ey babamõz! Daha ne isteriz? İşte ödediğimiz bedeller de 273

bize geri verilmiş. Onunla yine ailemize yiyecek getirir, kardeşimizi korur ve bir deve yükü zahire de fazladan alõrõz. Çünkü bu getirdiğimiz az bir zahiredir” dediler. Babalarõ, “Kuşatõlõp çaresiz durumda kalmanõz hariç, onu bana geri getireceğinize dair Allah adõna sağlam bir söz vermedikçe, onu sizinle göndermeyeceğim” dedi. Ona güvencelerini verdiklerinde, “Allah söylediklerimize vekildir” dedi. Sonra da, “Ey oğullarõm! Bir kapõdan girmeyin, ayrõ ayrõ kapõlardan girin. Ama Allah’tan gelecek hiçbir şeyi sizden uzaklaştõramam. Hüküm ancak Allah’õndõr. Ben ona tevekkül ettim. Tevekkül edenler de yalnõz ona tevekkül etsinler” dedi. Babalarõnõn emrettiği şekilde (ayrõ kapõlardan) girdiklerinde (bile) bu, Allah’tan gelecek hiçbir şeyi onlardan uzaklaştõracak değildi. Sadece Ya’kûb içindeki bir dileği ortaya koymuş oldu. Şüphesiz o, biz kendisine öğrettiğimiz için bilgi sahibidir. Fakat insanlarõn çoğu bilmezler. Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; o, kardeşi Bünyamin’i yanõna bağrõna bastõ ve (gizlice) “Haberin olsun ben senin kardeşinim, artõk onlarõn yaptõklarõna üzülme” dedi. Yûsuf onlarõn yüklerini hazõrlatõrken su kabõnõ kardeşinin yüküne koydurdu. Sonra da bir çağõrõcõ şöyle seslendi: “Ey kervancõlar! Siz hõrsõzsõnõz.” Yûsuf’un kardeşleri onlara dönerek, “Ne yitirdiniz?” dediler. Onlar, “Hükümdar’õn su kabõnõ yitirdik. Onu getirene bir deve yükü ödül var. Ben buna kefilim” dediler. Dediler ki: “Allah’a andolsun, siz de biliyorsunuz ki biz bu ülkede fesat çõkarmaya gelmedik, hõrsõz da değiliz.” Onlar, “Eğer yalancõ iseniz, hõrsõzlõğõn cezasõ nedir?” dediler. Onlar da: “Cezasõ, su kabõ kimin yükünde bulunursa o kimsenin kendisi(nin alõkonmasõ) onun cezasõdõr. Biz zalimleri böyle cezalandõrõrõz” dediler. Bunun üzerine Yûsuf, kardeşinin yükünden önce onlarõn yüklerini aramaya başladõ. Sonra su kabõnõ kardeşinin yükünden çõkardõ. İşte biz Yûsuf’a böyle bir plan öğrettik. Yoksa kralõn kanunlarõna göre kardeşini alõkoyamazdõ. Ancak Allah’õn dilemesi başka. Biz dilediğimiz kimsenin derecelerini yükseltiriz. Her ilim sahibinin üstünde daha iyi bir bilen vardõr. Dediler ki: “Eğer o çalmõşsa, daha önce onun bir kardeşi de çalmõştõ.” Yûsuf bunu içinde sakladõ ve onlara belli etmedi. İçinden, “Siz kötü bir durumdasõnõz; anlattõğõnõzõ Allah çok daha iyi biliyor” dedi. Onlar, Yûsuf’a: “Ey güçlü vezir! Bunun çok yaşlõ bir babasõ var. Onun yerine bizden birini alõkoy. Şüphesiz biz senin iyilik edenlerden olduğunu görüyoruz” dediler. Yûsuf, 274

“Malõmõzõ yanõnda bulduğumuz kimseden başkasõnõ tutmaktan Allah’a sõğõnõrõz. Şüphesiz biz o takdirde zulmetmiş oluruz” dedi. Ondan ümitlerini kesince, kendi aralarõnda konuşmak üzere bir kenara çekildiler. Büyükleri dedi ki: “Babanõzõn Allah adõna sizden söz aldõğõnõ, daha önce de Yûsuf hakkõnda işlediğiniz kusuru bilmiyor musunuz? Artõk babam bana izin verinceye veya Allah, hakkõmda hükmedinceye kadar buradan asla ayrõlmayacağõm. O, hükmedenlerin en hayõrlõsõdõr.” “Siz babanõza dönün ve deyin ki: “Ey babamõz! Şüphesiz oğlun hõrsõzlõk etti, biz ancak bildiğimize şahitlik ettik. (Sana söz verdiğimiz zaman) gaybõ (oğlunun hõrsõzlõk edeceğini) bilemezdik.” “Bulunduğumuz kent halkõna ve aralarõnda olduğumuz kervana da sor. Şüphesiz biz doğru söyleyenleriz.” Ya’kûb, “Nefisleriniz sizi bir iş yapmağa sürükledi. Artõk bana düşen, güzel bir sabõrdõr. Umulur ki Allah onlarõn hepsini bana getirir. Çünkü O, hakkõyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir” dedi. Onlardan yüz çevirdi ve, “Vah! Yûsuf’a vah!” dedi ve üzüntüden iki gözüne ak düştü. O artõk acõsõnõ içinde saklõyordu. Oğullarõ, “Allah’a yemin ederiz ki, sen hâlâ Yûsuf’u anõp duruyorsun. Sonunda üzüntüden eriyip gideceksin veya helâk olacaksõn” dediler. Ya’kûb, “Ben tasa ve üzüntümü ancak Allah’a arz ederim. Ben Allah tarafõndan sizin bilmediğiniz şeyleri bilirim” dedi. Ey oğullarõm! Gidin Yûsuf’u ve kardeşini araştõrõn. Allah’õn rahmetinden ümit kesmeyin. Çünkü kâfirler topluluğundan başkasõ Allah’õn rahmetinden ümidini kesmez.” Bunun üzerine (Mõsõr’a dönüp) Yûsuf’un yanõna girdiklerinde, “Ey güçlü vezir! Bize ve ailemize darlõk ve sõkõntõ dokundu. Değersiz bir sermaye ile geldik. Zahiremizi tam ölç, ayrõca bize sadaka ver. Şüphesiz Allah sadaka verenleri mükafatlandõrõr” dediler. Yûsuf dedi ki: “Siz (henüz) cahil kimseler iken Yûsuf ve kardeşine neler yaptõğõnõzõ biliyor musunuz?” Kardeşleri, “Yoksa sen, sen Yûsuf musun?” dediler. O da, “Ben Yûsuf’um, bu da kardeşim. Allah bize iyilikte bulundu. Çünkü, kim kötülükten sakõnõr ve sabrederse şüphesiz Allah iyilik yapanlarõn mükafatõnõ zayi etmez” dedi. Dediler ki: “Allah’a andolsun, gerçekten Allah seni bize üstün kõldõ. Gerçekten biz suç işlemiştik.” Yûsuf dedi ki: “Bugün size kõnama yok. Allah sizi bağõşlasõn. O, merhametlilerin en merhametlisidir. Bu gömleğimi götürün de babamõn yüzüne koyun ki, gözleri açõlsõn ve bütün ailenizi bana getirin” dedi. Kervan (Mõsõr’dan) ayrõlõnca babalarõ, “Bana bunak demezseniz, şüphesiz ben Yûsuf’un kokusunu alõyorum” dedi. Onlar 275

da, “Allah’a yemin ederiz ki sen hâlâ eski şaşkõnlõğõndasõn” dediler. Müjdeci gelip gömleği Ya’kûb’un yüzüne koyunca gözleri açõlõverdi. Ya’kûb, “Ben size, Allah tarafõndan, sizin bilemeyeceğiniz şeyleri bilirim demedim mi?” dedi. Oğullarõ, “Ey babamõz! Allah’tan suçlarõmõzõn bağõşlanmasõnõ dile. Biz gerçekten suçlu idik” dediler. Ya’kûb, “Rabbimden sizin bağõşlanmanõzõ dileyeceğim. Şüphesiz O, çok bağõşlayandõr, çok merhamet edendir” dedi. (Mõsõr’a gidip) Yûsuf’un huzuruna girdiklerinde; Yûsuf ana babasõnõ bağrõna bastõ ve “Allah’õn iradesi ile güven içinde Mõsõr’a girin” dedi. Ana babasõnõ tahtõn üzerine çõkardõ. Hepsi ona (Yûsuf’a) saygõ ile eğildiler. Yûsuf dedi ki: “Babacõğõm! İşte bu, daha önce gördüğüm rüyanõn yorumudur. Rabbim onu gerçekleştirdi. Şeytan benimle kardeşlerimin arasõnõ bozduktan sonra; Rabbim beni zindandan çõkararak ve sizi çölden getirerek bana çok iyilikte bulundu. Şüphesiz Rabbim, dilediği şeyde nice incelikler sergileyendir. Şüphesiz O, hakkõyla bilendir, hüküm ve hikmet sahibidir.” “Rabbim! Gerçekten bana mülk verdin ve bana sözlerin yorumunu öğrettin. Ey gökleri ve yeri yaratan! Dünyada ve ahirette sen benim velimsin. Benim canõmõ müslüman olarak al ve beni iyilere kat.” İşte bu (kõssa), gayb haberlerindendir. Onu sana biz vahiy yolu ile bildiriyoruz. Yoksa onlar tuzak kurarak işlerine karar verdikleri zaman sen onlarõn yanõnda değildin. (12/58-102)

Ç. Hazreti Yûsuf’un Güzelliği

Yûsuf, Türk edebiyatõnda güzelliğin sembolüdür. Bu yönü ile sevgili için timsal olmuştur. Sevgili de bu vesile ile övülür ve güzellik itibarõyla ona benzediği, Yûsuf-cemal ya da ikinci bir Yûsuf olduğu veya onu geçtiği söylenir. Bazen Memduh’un da Hazreti Yûsuf’a benzetilerek övüldüğü görülmektedir. (TDEA, cilt 8, 618)

Sevgilisine sitem eden Dertli, sevdiği Hazreti Yûsuf kadar güzel de olsa ondan vazgeçtiğini söyler:

Yûsuf-i Ken’an’õn biri isen de

Yâr senden el çektim bil şimdengeru (Köprülü, 1962, 791/4) 276

Dertli, sevdiğinin güzelliğinin Yûsuf Peygamberden geldiğini şöyle anlatõr:

Kemâl-i mahbubluk hatmolmuş sende

Hâllerin Yûsuf’tan bir nişândõr (Köprülü, 1962, 806/1)

Mõsõr’a sultan olan Yûsuf ile güzelliğiyle gönlünün sultanõ olan sevgilisini bir gören Dertli, bunu şöyle ifade eder:

Sen hüsn ile Yûsuf gibi Sultan-õ Mõsõr’sõn

Kim görse beni der ki: “Bu Ya’kûb-õ Ken’an’dõr” (Kutlu, 1979, 153/2)

Mõsr-õ melâhatte Yûsuf cemâlin

Görenler dediler: Tebârek’allâh. (Kutlu, 1979, 259/3)

Güzellikte ikinci Yûsuf olarak gördüğü sevgilisinin, bu şanõ ve şerefi hak ettiğini Erzurumlu Emrah belirtir:

Sen ki bu şerâfettesin ey Yûsuf-õ sânî (Göksel, 1970, 185)

Erzurumlu Emrah, sevdiğine ondan başkasõna bakmayacağõnõ dile getirir, hatta karşõsõndaki güzelliği ile meşhur Yûsuf bile olsa:

Herkese meyl edüp su gibi akmam

Vücûdum şehrini ateşe yakmam

Senden gayrõ gülüm cemâle bakmam

Karşõmda Yûsuf-õ Kenan olursa (Karadağ, 1996, 70/2)

Erzurumlu Emrah, Hazreti Yûsuf’u gönüllerdeki benzersiz büyük bir inci tanesine benzetir:

Gönüllere Yûsuf bir dürre-i yektâ (Karadağ, 1996, 182/1)

İkinci Yûsuf bile olsa çaresiz ölümü tadacağõnõ bilen Erzurumlu Emrah, bunu şöyle dile getirir: 277

Emrahî akõbet olursõn fâni

Tutalõm ki oldõn Yûsuf-õ sânî (Karadağ, 1996, 220/3)

Erzurumlu Emrah, sevgilisinin Allah tarafõndan çok güzel yaratõldõğõnõ, hatta onun güzelliği yanõnda Yûsuf’un güzelliğinin adõnõn geçmeyeceğini söyler:

Mevlâ seni bu hüsnile kõlmõş ki temâmet

Bir hâline hemtâ olamaz Yûsuf u Hüsnâ (Karadağ, 1996, 236/2)

Erzurumlu Emrah, sevdiğine Yûsuf yüzlü der:

Yûsuf-õ dîdâra ‘arz eyler cemâlün ekseri (Karadağ, 1996, 276/2)

Erzurumlu Emrah, sevgilinin çok güzel olduğunu, bu güzelliklerin Yûsuf’un güzelliğinden bir parça olduğunu ifade eder:

Hem bu Yûsuf’dan nişân virür ol perçemün (Karadağ, 1996, 321/4)

Güzel sevgilisi varken Yûsuf Peygamber kadar güzel birine bile gönlünün meyletmeyeceğini Erzurumlu Emrah şöyle anlatõr:

Cemâlün var iken Yûsuf gibi hüsnâya meyl itmez

Visâlün olmayõnca cennetü’l-me’vâya meyl itmez (Karadağ, 1996, 355/4)

Gevherî, sevdiğini Hazreti Yûsuf’un bu dünyadaki eşsiz benzeri olarak görür:

Güzelsin Yûsuf’un manendi eşi (Yener, 1973, 91/4)

Temâşa eyler iken hüsnini bir Yûsuf-õ dehrin (Elçin, 1984, 619/3)

Hüsn-i Yûsuf’ünü idenler inkâr (Elçin, 1984, 639/4)

Ol gonca-dehânõn Yûsuf-misâli (Elçin, 1984, 354/3)

Seyre çõk ey cân ü dil ol Yûsuf cemâlim gelür (Yener, 1973, 99/3)

Böyle dîdar ister isen Yûsuf-i zîbâ gerek (Elçin, 1984, 579/4)

Bir Yûsuf-cemâlin aldõrõp elden (Karaalioğlu, 1980, 537/3) 278

Karşõsõndaki Yûsuf bile olsa, başka güzellere bakmayacağõnõ Gevherî sevdiğine söyler:

Cemâlinden gayri dîdâra bakmam

Karşõmda Yûsuf-i Ke n’an olursa (Elçin, 1984, 36/2)

Yûsuf olsa bakmam gayriye ey mah (Elçin, 1984, 340/3)

Yûsuf olsa bakmam gayri cânâna (Elçin, 1984, 448/2)

Gayrler hurşîd olursa istemem ey mâh inan

Yûsuf-i sânî de olsa bakmazõm billâh inan (Elçin, 1984, 572/3)

Bakar mõ Yûsuf-i dehre

Ana mu’tâd olan gönlüm (Elçin, 1984, 501/2)

Çekmezim dünyâ gamõn ol gamgüsârõm var benim

İstemem bir Yûsuf-i dehrin olam Ya’kûb’u ben (Elçin, 1984, 586/1)

Gevherî, güzellik açõsõndan sevdiğinin bu dünyada benzerinin görülmediğini, ancak Yûsuf’a akran olduğunu anlatõr:

Görmemiş mislini kimse dünyâda

Efendim Yûsuf’a akransõn el-Hak (Elçin, 1984, 135/3)

Gevherî, Hazreti Yûsuf kadar güzel sevgilinin bu zamanda olmadõğõnõ belirtir:

Sen gibi Yûsuf-likayõ görmedi devr-i kühen (Elçin, 1984, 593/3)

Yûsuf Peygamberin güzelliğinin, sevgilinin yanağõna yansõdõğõnõ Gevherî söyler:

Rûyunda nakş itmiş Yûsuf’un şeklin (Elçin, 1984, 136/2)

Sevgilisine güzelliği ile zamanõn Yûsuf’u diyebileceğini Gevherî şöyle ifade eder:

Gerçi yâr hüsn ile Yûsuf-õ zamandõr (Elçin, 1984, 147/5)

Zamanõn Yûsuf’u dirsem revâdõr (Elçin, 1984, 160/1) 279

Yûsuf-i sâhib-zamansõn şimdi bildim ben yakõn (Elçin, 1984, 574/4)

Aman hey Yûsuf-i sâhib-zaman hey (Elçin, 1984, 442/2)

Yûsuf-i sâhib-zamânõm gelmedi yâ Rab niçün (Elçin, 1984, 617/7)

Gönlünün padişahõ olan sevdiğinin zamanõn sahibi Yûsuf kadar güzel olduğunu Gevherî dile getirir:

Yûsuf-i sâhib-zamanõm pâdişâhõmdõr gelen (Elçin, 1984, 589/2)

Gevherî, sevdiğine güzellik ülkesinin Yûsuf’u diye hitap eder:

Mõsr-õ melâhatte Yûsuf-i Ken’an’õm (Elçin, 1984, 187/2)

Gevherî’ye göre sevgili cana candõr, dertlere dermandõr, güzellik ülkesinin padişahõdõr, ikinci Yûsuf’tur, Ken’an ülkesinin ayõdõr:

Aceb müstağnisin ey mâh-õ Ken’an (Elçin, 1998, 55/4)

Melahat mõsrõnõn sultanõ geldi (Elçin, 1998, 95/1)

Mõsr-õ melahatte sultan-õ huban

Haliya bir mah-õ Ken’an’a mail (Elçin, 1998, 160/2)

Mõsr-õ melahatte Yûsuf-i Ken’an’õm (Elçin, 1998, 185/2)

Mõsr’a sultan olan Yûsuf-i Sânî’sin (Elçin, 1998, 191/4)

Melahat mõsrõnõn sultanõsõn sen (Elçin, 1998, 239/1)

Var mõ eşin dünyada Yûsuf-i sâni (Elçin, 1998, 239/1)

Der Gevherî âya cânõma cansõn

Mõsr-õ melâhatte şah-õ hûbansõn

Yûsuf-i sânisin mâh-õ Ken’an’sõn

Ma’zur tut efendim âdem değilsin (Elçin, 1984, 266/4)

Mõsr-õ melâhatte Yûsuf-i sânîdir(Elçin, 1984, 286/1)

Derdimin dermânõ cânõmõn cânõ

Hûblarõn sultânõ Yûsuf-i sânî (Elçin, 1984, 320/4)

Seni Yûsuf-i sânî derler (Elçin, 1984, 546/4) 280

Yûsuf-i sânî de olsa bakmazõm billâh inan (Elçin, 1984, 572/3)

Sensiz bu kerem kânõ benim şâh-õ cihânõm

Ey Yûsuf-i sânî’m (Elçin, 1984, 629/2)

Yûsuf-i Ken’an mõsõn cânõm (Elçin, 1984, 520/1)

Yûsuf-i sânî de olsa olamaz şöhret-pezîr

Şâh-õ unvan virmeye bir âşõk-õ rüsvâ gerek (Elçin, 1984, 578/2)

Medet Yûsuf-i Ken’an’õm (Elçin, 1984, 496/5)

Ağlarõm gözlerim yollarda kaldõ

Yûsuf-i Ken’an’õm ne zaman gelür (Elçin, 1984, 400/4)

Hak hatâdan saklasun ey Yûsuf-i sânî’m seni (Elçin, 1984, 584/1)

Mest-i hayran kaldõm görüp rûyunu

Hak budur Yûsuf-i Ken’an’lõğõn var (Elçin, 1984, 308/4)

Gevherî, diğer âşõklarõn sevgilisinin güzellik mülkünün hükümdarõ olmasõ ve Yûsuf’un güzelliği gibi itibar makamõnda bulunan kişi olmasõ için dua eder:

Güzellik mülkünün devlet-medârõ

Hüsn-i Yûsuf gibi ser-firaz olsun (Elçin, 1984, 290/1)

Gevherî, gözlerinin asker olup Hazreti Yûsuf kadar güzel olan sevdiğini hedef aldõğõnõ dile getirir:

Leşker-i çeşmimi Yûsuf kasdõna

Nedür bu gerdâna serpilen benler (Elçin, 1984, 317/1)

Sevgilinin güzelliğini görenler, ona hayran kalõp onu Yûsuf’a benzeteceklerini Gevherî şöyle ifade eder:

Şehir içre düşüp böyle gulgule

Haşre-dek söylensin tâ dilden dile

Gelüp nazar iden sen gonce güle 281

İlâhî Yûsuf-i zîbâ desünler (Elçin, 1984, 318/4)

O Hazreti Ya’kûb Peygamber nesli

Cemâli Yûsuf-i Ken’ân’a benzer (Elçin, 1984, 332/4)

Gevherî, sevgilisini o kadar çok beğenir ki, Yûsuf’un ona güzellikte yetişemediğini belirtir:

Hüsn-i Yûsuf sana olamaz hemtay (Elçin, 1984, 343/5)

Sevdiği çok güzel olan Gevherî, onun Yûsuf’un ta kendisi olduğunu söyler:

Gevherî Ya’kûb’u olduğun ol mah

Billâhi Yûsuf-i zîbâ kendidir (Elçin, 1984, 348/4)

Hâsõlõ ancak nazîrin Yûsuf-i zîbâ mõdõr (Elçin, 1984, 592/4)

Gevherî’ye göre sevdiğinin güzelliği Hazreti Yûsuf’tan aşağõ değildir:

Güzelliğin hüsnü Yûsuf’tan kalmaz (Elçin, 1984, 360/4)

Gevherî, sevdiğinin güzelliğinin Yûsuf’a örnek olacak derecede olduğunu ifade ederek, gönlüne sultan olmasõnõ ister:

Hulku hüsnü anõn Yûsuf misâli

Gönüller Mõsrõna sultan gerektir (Elçin, 1984, 371/2)

Sevgilinin sihirli bir güzelliğe sahip olduğuna inanan Gevherî, bunun Allah’tan geldiğine ve güzellikte tek olduğuna inanõr:

Hüsn-i rûz-efsûnu Yûsuf’a bedel

Hüsn-i hulkõ dahi yeksan gerektir (Elçin, 1984, 371/3)

Güzelliği ile Yûsuf’a benzeyen sevgilisini Gevherî, güzellerin sultanõ olarak görür:

Nazîrin Yûsuf-i Ken’an

Eylemiş hûblara sultan (Elçin, 1984, 487/2) 282

Gevherî, sevgilisinin güneş gibi parlak yüzünün güzelliğinin Yûsuf Peygamberden bir işaret olduğunu söyler:

Gün gibi rûşen cemâli virse Yûsuf’tan nişan (Elçin, 1984, 560/1)

Gevherî, sevgilisinin temiz yüzünün Yûsuf’tan miras olduğunu söyler. Ayrõca gönül ülkesinin saltanatõnõn da gerçekten güzel olduğunu belirtir:

Ol cemâl-i pâk verilmiş hüsn-i Yûsuf’tan mîras

Mõsr-i dilde saltanatta hakîkat hoşça şey (Elçin, 1984, 612/2)

Sanki Yûsuf’tür bugün Ken’an’a düştü gönlümüz

Adl ü dâd iden güzel sultâna düştü gönlümüz (Elçin, 1984, 615/1)

Karacaoğlan, sevdiğine güzelliğin Allah tarafõndan verildiğini söyleyerek ona Yûsuf’la aynõ memleketten olup olmadõğõnõ sorar:

Seni hub yaratmõş Hazreti Mennan

Yûsuf-i Kenan’õn belinden misin.(Bora, Karacaoğlan Seçmeler, 34/3)

Sevgili, Yûsuf gibi elma yanaklõdõr. Karacaoğlan bunu ifade eder:

Yûsuf almasõna dönmüş yanağõ (Cumbur, 2001, 19/2)

Al Yûsuf almasõ, Aydõn turuncu;

Güzelin kõymatõn bilmeli gelin. (Cumbur, 2001, 111/3)

Karacaoğlan, rüzgarlardan Ken’an ilinin Yûsuf’u yani Yûsuf kadar güzel olan gönlünün sultanõ ile ilgili haber alõr:

Urum’dan mõ geldin hey poyraz yeli?

Yûsuf-õ Ken’an’õ sormaya geldim. (Cumbur, 2001, 309/1)

Yûsuf Peygamber kadar güzel olan sevgilisini görmek istediğini Karacaoğlan şöyle dile getirir:

Yûsuf-õ Ken’an’õ görmeye geldim. (Cumbur, 2001, 309/2)

283

Âşõk Ömer, Yûsuf’un güzelliğini gül ile bütünleştirir:

Der ki bu Âşõk Ömer ey Yûsuf-i gül pîrehen (Elçin, 1999, 104/9)

Âşõk Ömer’e göre sevdiği çok güzeldir ve bu güzellik sevdiğine Yûsuf’tan bir işarettir:

Cemal ü hüsn ü âlişan

Ol Yûsuf’dan almõş nişan (Mutluay, 1972, 218/4)

Gün gibi rûşen cemâli verse Yûsuf’ tan nişan (Ergun, 1936, 154/1)

Hazreti Yûsuf’u güzel yaratarak diğer insanlardan üstün kõlan Allah’tan Âşõk Ömer yardõm ister:

Dîdesinden Yûsuf’un şâd eyleyen Mevlâ meded (Elçin, 1999, 72/3)

Yûsuf’un güzelliğinin tutkunu olan insanlar, ona hayrandõr. Bunu Âşõk Ömer şöyle anlatõr:

Yûsuf'un hüsnü cemâli bendesin hayrân eder (Ergun, 1936, 317/4)

Hüsn içinde İbn-i Ya’kûb Hazreti Yûsuf menend (Ergun, 1936, 235/4)

Gönül Yûsuf gibi çâha düşüp zindâne yaslanmõş (Ergun, 1936, 115/2)

Hüsnile dillerde ismi oldu destan Yûsuf'un

Olmamak mümkin midir hükmüne ferman Yûsuf'un (Ergun, 1936, 298/6)

Ağladõr çok derdimendi şimdi meydan Yûsuf'un (Ergun, 1936, 299/1)

Yûsuf’umdan eylediler ehl-i diller destbûs (Ergun, 1936, 229/2)

Sevdiğinin Allah tarafõndan övülerek yaratõldõğõnõ söyleyen Âşõk Ömer, güzelliğini Yûsuf’tan aldõğõnõ ve diğer güzellerden daha güzel olduğunu söyler:

Şöyle kim öğmüş yaratmõş seni sun’-i Kibriyâ

Hüsn-i Yûsuf’tan güzel vech-i hasenlerden hasen (Ergun, 1936, 298/4)

Bârekâllah hub yaratmõş kudret ile Zülcelâl

Şimdilik bu dehr içinde Yûsuf-i Ken’an okur (Ergun, 1936, 342/1)

Binde biri vasfolunmaz belki medhin yazsalar 284

Sanki billurdan seçilmez düğme gerdan Yûsuf'un (Ergun, 1936, 298/7)

Allah tarafõndan güzellerin başõ olarak yaratõlan sevgili, gururludur ve aşõğõna yüz vermez. Buna rağmen herkes büyülenmiş bir şekilde onun derdi ile dolaşmaktadõr. Âşõk Ömer bunu ifade eder:

Hak Taâlâ hublarõn serdarlõğõn vermiş ana

Sevdiğim mağrur tabîat iltifât etmez bana

Hadden efzun derdimendi vardõ üryan Yûsuf'un (Ergun, 1936, 299/2)

Âşõk Ömer, Yûsuf kadar güzel sevgilinin Allah rõzasõ için bile aşõğõna merhamet etmediğini belirtir:

Bilmezem ki yok mudur göğsünde îman Yûsuf'un (Ergun, 1936, 299/3)

Sevgili o kadar güzeldir ki, o güzellik ülkesinin Yûsuf’udur. Dolayõsõyla âşõklara hak verir, onu sevmemek imkansõzdõr. Âşõk Ömer, bunu şöyle anlatõr:

Hublarõm Mõsrõ gönüller şehrinin sultanõdõr (Ergun, 1936, 171/3)

Yûsuf-õ Mõsr-õ melâhat yâ Zelîhâ der gören

Hüsnile memlû güzel billâhi kim sevmez seni (Ergun, 1936, 186/3)

Mõsr-õ hüsne kendini sultân-õ hûbân eylemiş (Ergun, 1936, 406/2)

Âşõk Ömer, Yûsuf Peygamber kadar güzel olan sevdiği için sürekli ağlar. Çünkü ondan ayrõdõr ve artõk kavuşmak ister:

Ağlarõm ben Hazreti Yûsuf içün leyl ü nehâr

Bunca dem Ya’kûb veş göz yaşõm aldõn felek (Ergun, 1936, 187/5)

Hazreti Ya’kûb misâli ey şehâ Yûsuf cemâl

Beyt-i ahzânõ makam ettim seninçün sevdiğim (Ergun, 1936, 228/3)

Ey Ömer her kim o şûhun valsõna şâyân olur

Hazreti Ya’kûb veş çeşmim benim giryân olur

Mülket-i dehr içer ol dem hak bu kim sultân olur

Vâsõl olmazsam eğer ol Yûsuf-i Ken’ân’õma (Ergun, 1936, 139/5) 285

Ya’kûb gibi gözden kanlõ yaş döktüm

Yûsuf-i Ken’ân’a uğradõm geldim (Ergun, 1936, 52/4)

Gözlerim Ya’kûb veş selden ferâgat eylemez

Ol Yûsuf hüsnü peri reftâr ile derdim yeğim (Ergun, 1936, 274/1)

Derdile beytülhazenden ağladup Ya’kûb’unu

Didesinden Yûsuf’un şâd eyleyen Mevlâ meded (Ergun, 1936, 164/3)

Âşõk Ömer, sevgilisini güzellik ülkesinin Yûsuf’u olarak görür:

Mõsr-õ hüsnün Yûsuf-i Ken’an’õ hoş geldin hele (Ergun, 1936, 168/2)

Âşõk Ömer’in sevdiği çok güzeldir öyle ki, sevdiğini güzellik timsali Yûsuf’a benzetir, bu dünyada eşi ve benzeri yoktur:

Gelmemiş misli cihana devr-i Âdem’den beri

Hüsn-ü hulk içre heman Yûsuf menend sevsem gerek (Ergun, 1936, 192/1)

Cemâli tal’ati Yûsuf menend olsun da seyreyle (Elçin, 1999, 60/2)

Cemâli Yûsuf-i Ken’an’a benzer (Ergun, 1936, 72/1)

Cemâli Yûsuf’a yârõn menend olsun da seyreyle(Ergun, 1936, 93/1)

Cân ü dilden mâil oldum gerçi ben bir Yûsuf’a (Ergun, 1936, 291/1)

Yûsuf-õ Mõsr’a bedel olsa boyu bir servi dal (Ergun, 1936,310/3)

Dahi Yûsuf gibi mahbûb-i dîdâr (Ergun, 1936, 12/3)

Âşõk Ömer’in sevgilisi çok güzeldir öyle ki, güzelliği ile ünlü Yûsuf’tan sonra böyle bir güzel görülmemiş ve sevgilinin eşi benzeri yoktur:

Devr-i Yûsuf’tan beri hiç kimseler görmüş değil

Misli yok akrânõ hiçbir dâne bilmem neyleyim (Ergun, 1936, 251/4)

Sevgili çok güzeldir, herkesin sultanõdõr. O kadar güzeldir ki, güzellik timsali Yûsuf’a bile Âşõk Ömer ihtiyaç duymaz:

Cümle âlem Yûsuf olsa istemem gayri güzel (Ergun, 1936, 174/4) 286

Bir efendim var benim kim cümlenin sultânõdõr

Mõsr içinde Yûsuf-i Ken’ân’a yoktur minnetim (Ergun, 1936, 238/3)

Âşõk Ömer, sevgilisine bir öğüt verir. “Gençliğinin, güzelliğinin farkõndaysan ve Yûsuf kõssasõnõ biliyorsan sakõn dõşarõ dolaşmaya çõkma”:

Dilberâ al bir nasîhat benden ârifsen eğer

Genc-i hüsnün sõrr u esrârõna kâşifsen eğer

Macerâ-yi Yûsuf-i Ken’ân’a vâkifsen eğer

Çõkma ihvânõnla olsan bile seyrangâha sen (Ergun, 1936, 263/3)

Dinle pendim elhazer ey Yûsuf-i gülpîrehen

Etme lûtfeyle sakõn nâcins ile seyr-i çemen

Açma lâ’lin hokkasõn her yerde ey şîrin dehen

Kõymete uymaz bahâsõ dâne-i lü’lûlarõn (Ergun, 1936,296/2)

Âşõklarõn çektiği büyük sõkõntõnõn, Yûsuf kadar güzel sevgiliye söylenmesini Âşõk Ömer ister:

Ya’kûb-õ dilin çektiğini hûn-i belâdan

Bir vâsõta ol Yûsuf-i irfânõma söyle (Ergun, 1936, 95/4)

Âşõk Ömer’in bütün sõkõntõlarõnõn çaresi, Yûsuf kadar güzel sevgiliye kavuşmaktõr. Onu ancak bu kurtarõr:

Beni bu derd ü gam billâhi iflâh eylemez gayri

Ki vâsõl olmaz isem Yûsuf-i Ken’ân’e vâveylâ (Ergun, 1936, 85/2)

Özlenen sevgili Yûsuf Peygamber kadar güzel ve güzeller sultandõr. Âşõk Ömer bunu dile getirir:

Bir visâl özlerken hâtõr-õ ebkem

Melâhatte Yûsuf sehâde Hâtem (Ergun, 1936, 37/4)

287

Sevdiğine güzelliği ile gururlanmamasõnõ söyleyen Âşõk Ömer, bu güzelliğin kalõcõ olmadõğõnõ belirtir:

Hüsne mağrûr olma bâki kalmaz ey Yûsuf cemâl (Ergun, 1936, 137/2)

Güzellik ülkesinin sultanõ olan sevgili, ya ikinci Yûsuf’tur ya da Yûsuf’un ta kendisidir. Bunu Âşõk Ömer şöyle ifade eder:

Sen bu iklîm-i melâhat mülkünün derbendisin

Âlemi alõr satar serkeşlerin serbendisin

Yûsuf-i sânîsin ey dilber ya Yûsuf kendisin (Ergun, 1936, 374/1)

Melâhat mõsrõnda küşâde fâlin

Yûsuf-i sânîsin bekavl-i sahîh (Ergun, 1936, 37/1)

Şâh-õ Mõsõr olsan yeridir senin (Ergun, 1936, 57/5)

Zelhâ gibi aşk ateşi içinde

Yûsuf gibi düşün yorduğum güzel. (Öztelli, 1953, 24/1)

Seyrânî, Yûsuf’un çok güzel yaratõldõğõnõ, güzellikler ülkesinin padişahõ olduğunu anlatõr:

Maşâallah seni ey hûb-õ mümtâz

Ne güzel yaratmõş yaradan Allah

Güzeller içinde idüb serfirâz

Melâhet Mõsrõna kõlmõş padişah (Yüksel, 1987, 59/1)

Seyrânî, büyük bir aşkla Yûsuf kadar güzel olan sevgilinin hayalini kurar:

Aksi heb kalbimdedir şem’i hayâl-i hazretin

Hazreti Yûsuf gibi seyr-i cemâl-i gayretin (Yüksel, 1987, 152/3)

288

Seyrânî’ye göre sevdiği o kadar güzeldir ki, onu gören, güzellik timsali diye anõlan Yûsuf’u bile anmaz:

Bence hüsnün gören Yûsuf’u anmaz (Köprülü, 1962, 559/3)

Sevgilisini güzellikte Yûsuf’a benzeten Seyrânî, sevgilisinin bir eşinin daha olmadõğõnõ belirtir ve ondan cömertlikler ister:

Menendin bulunmaz meskan edindi

Yûsuf-õ Ken’an’õm kerem bu kerem (Çatak, 1992, 171/2)

Seyrânî, Yûsuf yüzlü sevgilisine büyük bir sevgi ile bağlandõğõnõ şöyle anlatõr:

Âşõk oldum cân u dilden bir Yûsuf cemâle hey (Çatak, 1992, 381/1)

Sevgili, seçkin Yûsuf’un güzelliğine sahiptir. Dolayõsõyla Seyrânî, onu güzellerin başõ olarak gördüğünü söyler:

Eyen bazõ hüsn-i Yûsuf-õ mümtaz

Seni güzellere server dediler (Öz, 1987, 120/1)

Seyrânî, âşõklarõn Hazreti Yûsuf’un güzelliğine sahip olan bir sevgili istediğini belirtir:

Evvela dilber olana

Hüsn-i Yûsuf cemal ister (Öz, 1987, 120/2)

Seyrânî’ye göre ecel, Yûsuf Peygamberin güzelliğine sahip olsa yine de sevilmez:

Hüsn-i Yûsuf olsa ecel sevilmez (Öz, 1987, 120/3)

Sevenin derdinin, Yûsuf kadar güzel olan sevgilinin güzel yüzü olduğunu Seyrânî şöyle dile getirir:

Cemal-i hüsn-i Yûsuf kim dil-i Ya’kûb’unu derde (Öz, 1987, 121/1)

Yûsuf’un güzelliğinin õşõğõnõn Filistin (eski Ken’an) ufuklarõna yansõdõğõnõ, yani Yûsuf’un çok güzel olduğunu Seyrânî şöyle ifade eder:

Şua-õ hüsn-i Yûsuf berk urur ufk-õ Filistin’e (Öz, 1987, 121/4) 289

Sümmânî, Hazreti Yûsuf’un dünyada güzellerin başõ olduğunu ve buna rağmen dünyanõn ona bile kalmadõğõnõ söyler:

Güzellerin ser tacõydõ âlemde

Güzel Yûsuf-õ Ken’an’a kalmadõ (Elçin, 1988, 264/3)

Bayburtlu Zihnî, Yûsuf kadar güzel birini görür. “Yûsuf öldüğüne göre, Yûsuf dirilmiştir.” diye düşünür:

Öldü derler idi Yûsuf-õ Ken’ân

Yoksa dirilip de geri mi geldi (Sakaoğlu, 1988, 85/1)

Bayburtlu Zihnî, sevdiğini güzelliği ile bugünün Yûsuf’u olarak görür:

Hüsn ile bugün Yûsuf’õ devransõn (Gözler, 157/2)

XVII. HAZRETİ ZEKERİYYA

Beyt-i Mukaddes’te Tevrat’õ yazan ve kurban kesen peygamberdir. Meryem’in dayõsõdõr. Meryem onun himayesi altõnda büyümüştür. Çok yaşlõ iken oğlu Yahya Peygamber dünyaya gelmiştir.

Peygamberliği Kur’ân’da şöyle geçer:

Zekeriya’yõ, Yahya’yõ, İsâ’yõ, İlyâs’õ doğru yola erdirmiştik. Bunlarõn hepsi sâlîh kimselerden idi. (6/85)

Yukarõdaki anlatõlanlar Kur’ân’da geçmektedir:

Hani, İmran’õn karõsõ, “Rabbim! Karnõmdaki çocuğu sõrf sana hizmet etmek üzere adadõm. Benden kabul et. Şüphesiz sen hakkõyla işitensin, hakkõyla bilensin” demişti. Onu doğurunca, “Rabbim!” dedi, “Onu kõz doğurdum.” Oysa Allah onun ne doğurduğunu daha iyi bilir. “Erkek, kõz gibi değildir. Ona Meryem adõnõ verdim. Onu ve soyunu kovulmuş şeytandan senin korumana bõrakõyorum.” Bunun üzerine Rabbi onu güzel bir şekilde kabul buyurdu ve onu güzel bir şekilde yetiştirdi. Zekeriya’yõ da onun bakõmõyla görevlendirdi. Zekeriya, onun bulunduğu bölmeye her girişinde yanõnda bir yiyecek bulurdu. “Meryem, bu sana 290

nereden geldi?” derdi. O da “Bu, Allah katõndan” diye cevap verirdi. Zira Allah, dilediğine hesapsõz rõzõk verir. Orada Zekeriya, Rabbine dua etti: “Rabbim! Bana katõndan temiz bir nesil bahşet. Şüphesiz sen duayõ hakkõyla işitensin” dedi. Zekeriya mabedde namaz kõlarken melekler ona, “Allah sana, kendisinden gelen bir kelimeyi (İsâ’yõ) doğrulayõcõ, efendi, nefsine hakim ve sâlîhlerden bir peygamber olarak Yahya’yõ müjdeler” diye seslendiler. Zekeriya, “Ey Rabbim! Bana ihtiyarlõk gelip çatmõş iken ve karõm da kõsõr iken benim nasõl çocuğum olabilir?” dedi. Allah, “Öyledir, ama Allah dilediğini yapar” dedi. Zekeriya, “Rabbim! (çocuğum olacağõna dair) bana bir alâmet ver” dedi. Allah da şöyle dedi: “Senin için alâmet, insanlarla üç gün konuşamaman, ancak işaretleşebilmendir. Ayrõca Rabbini çok an, sabah akşam tesbih et.” (3/35-41)

Aynõ mevzu 19/2-11, 21/89-90. âyetlerde de geçmektedir.

Şehit edilmiştir. Bu konuda iki rivâyet vardõr:

Birincisi Yahudilerin Hazreti İsâ’nõn babasõz doğmasõ üzerine onunla Meryem hakkõndaki çõkan dedikodudur.

İkincisi ise Hazreti Yahya’nõn ölüm fermanõ çõkõnca ona yardõm etmesidir.

Rivâyete göre düşmanlarõndan kaçõp Beyt-i Mukaddes’te bir kavak ağacõnõn içine gizlenir. Ancak eteği dõşarõda kalõr. Şeytan da bunu Yahudilere gösterince onlar da kavak ağacõ ile birlikte onu testereyle keserler. (Pala, 1995, 580)

Seyrânî, Hazreti Zekeriya’nõn herhangi bir özelliğinden bahsetmeden sadece ismini anar:

Bir biri ardõndan Lut ile Yahya,

Geldi Zekeriya hem dahi Mûsâ (Çatak, 1992,416/87) 291

KAYNAKÇA

Albayrak, Nurettin (1998), Gevherî, İstanbul.

Algül, Hüseyin (2000), “Âlemlere Rahmet Hazreti Muhammed”, Diyanet İlmî Dergi, Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Özel Sayõ), Ankara.

Alptekin, Ali Berat (1986-a), “Emrah ile Selvihan Hikayesinin Şiirlerinden Örnekler”, Erciyes Dergisi, Sayõ 97, Kayseri.

______(1986-b), “Erzurumlu Emrah’õn Türk Cemiyetine Gösterdiği Yol”, Erciyes Dergisi, Sayõ 102, Kayseri.

______(2004), Âşõk Veysel, Ankara.

Ateş, Bünyamin (1993), Peygamberler Tarihi, İstanbul.

Aydemir, Abdullah, Tefsirde İsrailiyyat, Ankara.

Bakiler, Yavuz Bülent (1989), Âşõk Veysel, Ankara.

Bardakcõ, Mehmet Necmettin (2005), “Türk Tasavvuf Kültüründe Gül Sembolü Üzerine Bazõ Düşünceler”, Gül Kitabõ, Isparta.

Başaran, Mustafa (1982), “Seyrânî’de Ahiret Düşüncesi”, Erciyes Dergisi, Seyrânî Armağanõ Sayõ 54, Kayseri.

Binyazar, Adnan (1973), Âşõk Veysel, İstanbul.

Bora, Bülent, Karacaoğlan Seçmeler.

Boratav, Pertev Naili (1968), “Âşõk Edebiyatõ”, Türk Dili Türk Halk Edebiyatõ Özel Sayõsõ, Ankara.

______(1982), Folklor ve Edebiyat 1-2, İstanbul.

Boratav, Pertev Naili-Fõratlõ, Halil Vedat (1943), İzahlõ Halk Şiiri Antolojisi, Ankara.

Büyük Türk Klasikleri, İstanbul.

Cumbur, Müjgan (2001), Karacaoğlan Şiirler, Ankara.

Çatak, Develili Âşõk Ali (1992), Bütün Yönleriyle Seyrânî, Kayseri. 292

Deniz, Rasim (1986-a), “Yazmalarda Emrah Mahlaslõ Şiirler”, Erciyes Dergisi, Sayõ 101, Kayseri.

______(1986-b), “Emrah’õn Az Bilinen Şiirleri”, Erciyes Dergisi, Sayõ 102, Kayseri.

Devellioğlu, Ferit (1995), Osmanlõca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara.

Elçin, Şükrü (1984, 1998), Gevherî Divânõ, Ankara.

______(1987), Âşõk Ömer, Ankara.

______(1988), Halk Şiiri Antolojisi, Ankara. --

Elçin, Şükrü (1999), Âşõk Ömer, Ankara.

Erdem, Mustafâ (1994), Hazreti Âdem (İlk İnsan), Ankara.

Ergun, Sadeddin Nüzhet (1936), Âşõk Ömer (Hayatõ ve Şiirleri), İstanbul.

Göksel, Necati Turgut (1966), Âşõk Emrah Hayatõ, Edebî Şahsiyeti ve Şiirleri, Niğde.

______(1970), Âşõk Emrah , Niğde.

Gözler, H.Fethi, Yûnus’tan Bugüne Türk Şiiri.

Gülensoy, Tuncer (1986), “Erzurumlu Emrah’õn Şiirlerinde Dil ve Üslup”, Erciyes Dergisi, Sayõ 101, Kayseri.

Günay, Umay (1999), Türkiye’de Âşõk Tarzõ Şiir Geleneği ve Rüya Motifi, Ankara.

Güneş, Burhan (1996), Halk Şiiri Antolojisi, Ankara.

Güney, Eflâtun Cem (1947), Halk Şiiri Antolojisi, İstanbul.

______(1971), Folklor ve Halk Edebiyatõ, İstanbul.

Güney, Eflâtun Cem- Güney, Çetin Eflâtun (1968), Erzurumlu Emrah, İstanbul. 293

Güngör, Mevlüt (2000), “Kur’ân’da Hazreti Peygamber’e Sevgi ve Saygõ”, Diyanet İlmî Dergi, Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Özel Sayõ), Ankara.

Güngör, Zülfikar (2005), “Edebiyatõmõzda Gül Sembolü ve Peygamberimiz”, Gül Kitabõ, Isparta.

Halõcõ, Feyzi (1985), Türk Halk Edebiyatõ ve Folklorunda Yeni Görüşler, Konya.

______(1992), Âşõklõk Geleneği ve Günümüz Halk Şairleri, Ankara.

İmlâ Kõlavuzu (2004), Türk Dil Kurumu Yayõnlarõ, Ankara.

İslâm Ansiklopedisi, Diyanet Vakfõ Yayõnlarõ, İstanbul.

İslâm Ansiklopedisi, MEB, İstanbul.

Kabaklõ, Ahmet (1990), Türk Edebiyatõ, İstanbul.

Karaağaç, Günay (1977), Karacaoğlan, İstanbul.

Karaalioğlu, Seyit Kemal (1974), Resimli Türk Edebiyatçõlar Sözlüğü, İstanbul.

______(1980), Resimli Motifli Türk Edebiyatõ Tarihi 1, İstanbul.

Karacaoğlan Hayatõ, Sanatõ, Şiirleri; Varlõk Yayõnlarõ, İstanbul.

Karadağ, Metin (1996), Erzurumlu Emrah, Ankara.

Karaer, Mustafâ Necati (1973), Karacaoğlan, İstanbul.

Karaörs, Metin (1987), “Âşõk Veysel ve Türk Dili”, Erciyes Dergisi, Sayõ 119, Kayseri.

Kasõr, Hasan Ali (1984), Develili Seyrânî, Hayatõ, Sanatõ, Şiirleri, İstanbul.

Kaya, Doğan (1986), “Âşõk Veysel’de Birlik Fikri”, Erciyes Dergisi, Sayõ 104, Kayseri. 294

Kõrlan, Mahmut (1998), Bayburtlu Şairler, Ankara.

Kocatürk, Vasfi Mahir (1963), Saz Şiiri Antolojisi, Ankara.

Köksal, Hasan (1986), “Erzurumlu Emrah’õn Şiirlerinde Aşk ve Telmihî Unsurlar”, Erciyes Dergisi, Sayõ 101, Kayseri.

Köprülü, Fuat (1962), Türk Saz Şâirleri, Ankara.

______(1989), Edebiyat Araştõrmalarõ, İstanbul.

Kur’ân-õ Kerîm Açõklamalõ Meâli (2002), Türk Diyanet Vakfõ Yayõnlarõ, Ankara.

Kurnaz, Cemâl (2005), “Edebiyatõmõzda Gül Kokusu”, Gül Kitabõ, Isparta.

Kutlu, Şemseddin (1979), Şair Dertli 1-2, İstanbul.

______(1988), Dertli, Ankara.

Kutsal Kitap, Eski ve Yeni Antlaşmalar (2001), Yeni Çeviri, Kitab-õ Mukaddes Şirketi, İstanbul.

Kutsi, Tahir (1975), Türk Halk Şiiri(Antoloji), İstanbul.

Levend, Agah Sõrrõ (1984), Divan Edebiyatõ, İstanbul.

Mutluay, Rauf (1972), Türk Halk Şiiri Antolojisi “100 Şair 1000 Şiir”, İstanbul.

Nizamoğlu, Rõdvan (2000), “Örnek Şahsiyeti ve Eserleri ile Peygamberimiz”, Diyanet İlmî Dergi, Peygamberimiz Hazreti Muhammed (Özel Sayõ), Ankara.

Oğuzcan, Ümit Yaşar (1974), Âşõk Veysel, İstanbul.

Onay, Ahmet Talat (1993), Eski Türk Edebiyatõnda Mazmunlar, Ankara.

Öz, Şeref (1987), Âşõk Seyrânî’de Metafizik Düşünce, Konya. (Yayõnlanmamõş Tez) 295

Özçelik, Mehmet (1998), “Âşõklarõn Diliyle Hazreti Muhammed”, 1. Kutlu Doğum Sempozyumu (Tebliğler), Isparta.

______(1999), Âşõk Deli Hazõm, Isparta.

Özkõrõmlõ, Atilla (1984), Türk Edebiyatõ Ansiklopedisi, İstanbul.

Öztelli, Cahit (1953), Dertli ve Seyrânî, İstanbul.

______(1996), Karaca Oğlan Yaşamõ ve Bütün Şiirleri, İstanbul.

Öztürk, Ali (1997), “Sümmânî Şiirinin Kaynaklarõ ve Âşõk Edebiyatõndaki Yeri”, Erciyes Dergisi, Sayõ 229, Kayseri.

Pala, İskender (1995), Divan Şiiri Sözlüğü, Ankara.

Peker, Selçuk (2003), 17. Yüzyõl Türk Saz Şiirinde Konu, Konya (Doktora Tezi).

Sakaoğlu, Saim (1986-a), “Emrah’õn Hayatõ ve Hakkõnda Yapõlan Yayõnlar”, Erciyes Dergisi, Sayõ 101, Kayseri.

______(1986-b), “Emrah’õn Türk Saz Şiiri İçindeki Yeri ve Yetiştirdiği Ustalar”, Erciyes Dergisi, Sayõ 101, Kayseri.

______(1987), Ercişli Emrah, Ankara.

______(1988), Bayburtlu Zihnî, Ankara.

______(1989), “Türk Saz Şiiri”, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayõsõ 3 (Halk Şiiri), Ankara.

______(1992), “Türk Saz Şiiri”, Türk Dünyasõ El Kitabõ, Cilt 3 , Ankara.

______(2004), Karacaoğlan, Ankara.

Saraçoğlu, Ali (1999), Ercişli Emrah, Ankara.

Seyitoğlu, Bilge (1986), “Emrah’õn Sesi”, Erciyes Dergisi, Sayõ 101, Kayseri.

Suruç, Sâlîh (1996), Peygamberimizin Hayatõ, İstanbul. 296

Taberî Tarihi (1989), Cilt 1, Beyrut. 5. basõm

Tatlõ, Mustafa (2005), “İsmâil Hakkõ Bursavî’nin Gül Risâlesi”, Gül Kitabõ, Isparta.

Tuğrul, Mehmet (1948), Karacaoğlan, İstanbul.

Tunalõ, Ömer Faruk (1985), Peygamberler Tarihi, İstanbul.

Türk Ansiklopedisi, MEB, İstanbul.

Türk Dili ve Edebiyatõ Ansiklopedisi, Dergah Yayõnlarõ, İstanbul.

Türk Edebiyatõ Ansiklopedisi (1977), İstanbul.

Tökel, Dursun Ali (2000), Divan Şiirinde Mitolojik Unsurlar, Ankara.

Uludağ, Süleymân (1991), Tasavvuf Terimleri Sözlükleri, İstanbul.

Ünlü, Ömer (1982), “Seyrânî’nin Hayatõ”, Erciyes Dergisi, Seyrânî Armağanõ Sayõ 54, Kayseri.

Yağmurdereli, Nesip (1939), Sümmânî (Hayatõ, Şiirler), İstanbul.

Yener, Cemil (1973), Türk Halk Edebiyatõ Antolojisi, İstanbul.

Yeni Türk Ansiklopedisi (1985), Ötüken Yayõnevi, İstanbul.

Yeniterzi, Emine (1993), Türk Edebiyatõnda Na’tlar, Ankara.

Yüksel, Hasan Avni (1986-a), “Seyrânî’nin Yayõnlanmamõş Şiirleri-1”, Erciyes Dergisi, Sayõ 98, Kayseri.

______(1986-b), “Seyrânî’nin Yayõnlanmamõş Şiirleri-2”, Erciyes Dergisi, Sayõ 99, Kayseri.

______(1987-a), “Seyrânî’nin Yayõnlanmamõş Şiirleri-3”, Erciyes Dergisi, Sayõ 118, Kayseri.

______(1987-b), Âşõk Seyrânî, Ankara.