T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANA BİLİM DALI

YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

TÜRK ROMANINDA OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞ SÜRECİNE

YAKLAŞIM

Yüksek Lisans Tezi

Cengiz Karataş

Tez Danışmanı

Doç. Dr. Nurullah Çetin

Ankara – 2003

ÖNSÖZ

Edebiyat, kültürden özellikle de tarihten bağımsız düşünülemez.

Edebiyatı zenginleştiren öğelerin başında kültürel birikim yer almaktadır. Bir milletin kültürel geçmişi ne kadar zenginse edebiyatı da o ölçüde zenginleştirilebilir. Çünkü roman, şiir vb. bütün edebî türlerin temelinde kültürel birikim yatmaktadır. Tarihî roman, bu kültürel birikimin en belirgin

şekilde ortaya çıktığı edebî türdür. Tarih ile edebiyatın buluşması olarak da nitelendirebileceğimiz bu tür, tüm dünyada kabul görmekte ve beğeni ile okunmaktadır. Tarihî roman türü, tarihî gerçeklere bağlı kalmak kaydıyla romancının kendi muhayyilesinde tarihi ete kemiğe büründürmesi, kuru tarihî olaylara hayat vermesi temeli üzerine oturmaktadır. Tarihî roman yazarının en çok dikkat etmesi gerektiği nokta, tarihten yararlanırken kendisinin bir tarih kitabı yazarı olmadığını unutmamasıdır. Nitekim zaman zaman bu teknik yanlışlıktan dolayı tarihî roman yerine tarih kitabıyla yüz yüze gelinmektedir.

Yazar, bazen bilimsel eser yazıyormuşçasına bize kaynakça bile vermektedir!

Bu gibi yanlışlara düşülmemesi açısından sanatsal eserlerle bilimsel eserlerin farklılığının bilincinde olunmalıdır.

Türk Romanında Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Sürecine Yaklaşım adlı

Yüksek Lisans çalışmam yukarıdaki ayırımın farkında olarak hazırlanmıştır.

Söz konusu olan bu tezin edebî eserlerden yola çıkılarak hazırlandığı göz

önüne alınarak tarihle ilgili eleştirlerin dışında tutulması gerekir; Çünkü bu

çalışma hazırlanırken ilk kaynak olarak “Kaynakça” bölümünde verilmiş olan

15 roman esas alınmıştır. Bu edebî eserlerin tarih ile ne kadar bağdaşıp bağdaşmadığı farklı bir tartışma konusudur. Unutulmaması gereken bir şey daha vardır ki o da, tarihin üzerinde en çok oynamaya müsait bilim dallarından biri olduğudur. Biz bu çalışmamızda tüm bunları dikkate alarak mümkün olduğu kadar söz konusu romanlardan yaptığımız yorumları desteklemeye çalıştık.

Çalışmamızın “GİRİŞ” bölümünde Osmanlı Devleti’nin kurulduğu sırada Anadolu ve çevresindeki gelişmelere değinilmiştir. Siyasî, ekonomik ve sosyal çerçeve ana hatlarıyla ele alınan romanların doğru anlaşılması açısından verilmiştir.

“Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Zümreler” bölümünde Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda büyük hizmetlerde bulunmuş topluluklara yer verilmiştir. “Anadolu Ahileri”, “Anadolu Gazileri”, “Anadolu

Abdalları”, “Anadolu Bacıları” olmak üzere ayrı ayrı incelemeye tabi tuttuğumuz bu zümrelerin incelenmesinin kuruluş meselesinin daha iyi anlaşılmasına yardımcı olacağına inanmaktayız.

“Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Temel Faktörler” bölümünde söz konusu olan romanlarda Osmanlı’nın kuruluşu sırasında hangi düşüncelerin ve davranış biçimlerinin rolü olduğuna değinilmeye

çalışılmaktadır. Bu bölüm, çalışmamızın esası olması bakımından önemlidir.

Osmanlı’nın kuruluşunda etkin olan 34 değişik unsur ve bunların adı geçen romanlarda ele alınışı incelenmektedir. Bu unsurlar, abece sırasına göre sıralanmıştır.

“Osmanlı Devleti’ni Kuran Beylere Yaklaşım Tarzı” adlı bölümde ise kuruluş dönemini anlatan romanlarda “Beylere” nasıl yaklaşıldığı hangi özelliklerinin ön plâna çıkarıldığı ve kuruluşta etkin rol oynadığı verilmeye

çalışılmıştır.

“Sonuç” bölümünde çalışmamız boyunca ulaştığımız sonuçları, elde ettiğimiz hükümleri derli toplu olarak ortaya koyduk. Ayrıca konuyla ilgili romanların genel olarak dil ve üslûp özelliklerine değinilmiştir.

Çalışmalarımın başından itibaren her türlü yardımını esirgemeyen değerli hocalarım Prof. Dr. İsmail PARLATIR’a ve Doç. Dr. Nurullah

ÇETİN’e, çalışmalarım sırasında bana her türlü imkânı sağlayan aileme ve

çalışmalarım sırasında faydalandığım eserlerin sahiplerine teşekkürü borç bilirim.

Cengiz KARATAŞ

Mayıs 2003, Ankara

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ ...... I- III

İÇİNDEKİLER...... IV-VI

KISALTMALAR LİSTESİ...... VII

GİRİŞ...... 1-19

1. Osmanlı Devletinin Kuruluşu Sırasında Anadolu, Bizans ve Balkanlar’ın Durumu.....1-6

2. Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Yıllarında Ekonomik Durum...... 7-16

3. Osmanlı Devleti’nin kuruluşuyla ilgili Görüşler...... 17-19

I. BÖLÜM...... 20-72

Osmanlı Devletinin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Zümreler...... 20-72

1. Anadolu Ahîleri...... 20-36

2. Anadolu Gazileri...... 36-42

3. Anadolu Abdalları...... 42-70

4. Anadolu Bacıları...... 70-72

II. BÖLÜM...... 73-290

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Temel Faktörler...... 73-290

1. Adalet...... 73-92

2. Akıncılık...... 93-95

3. Alçak Gönüllülük...... 96-98 4. Azim, Sabır ve Kararlılık...... 98-106

5. Birlik ve Beraberliğe Verilen Önem...... 106-113

6. Devlet Fikri...... 113-117

7. Din Değiştirme...... 118-125

8. Dostluk...... 125-127

9. Düşmanın Olumsuz Yönlerinin Sağladığı Kolaylıklar...... 127-131

10. Eğitim ve Kültüre Verilen Önem...... 131-138

11. Emir ve İtaatlara Önem Verme ve Saygı...... 139-140

12. Entrika...... 140-143

13. Eşitlik...... 144-147

14. Fedakârlık...... 147-149

15. Fetih Ruhu, Genişleme Arzusu ve İdealizm...... 150-165

16. Geçmişe Verilen Değer ve Sorumluluk Bilinci...... 165-173

17. Güven...... 173-176

18. Hoşgörü...... 176-190

19. İhanet...... 190-192

20. İnancın Güçlülüğü ve Cihad Fikri...... 192-224

21. İstihbaratın Güçlülüğü...... 224-226

22. Kadına Verilen Değer...... 226-230

23. Kız Alıp Vererek Genişleme...... 230-232

24. Meşveret...... 232-243

25. Ölüm ve Ahiret İnancı...... 243-245

26. Rüyalar...... 245-251

27. Sadakat...... 251-253

28. Şeyh Edebalı’nın Rolü...... 253-257 29. Tedbir...... 257-262

30. Törelere Bağlılık...... 262-270

31. Vefa...... 271-275

32. Yardımseverlik...... 275-283

33. Yeniçeri Ocağının Kurulması...... 283-284

34. Yiğitlik ve Kahramanlık...... 284-290

III. BÖLÜM...... 290-307

Osmanlı Devletini Kuran Beylere Yaklaşım Tarzı...... 290-307

SONUÇ...... 308-320

ABSTRACT

KAYNAKÇA

A ) İncelenen Romanlar

B )Yararlanılan Diğer Kaynaklar

I. Edebiyat Tarihleri

II.Tarihsel Kaynaklari

III. Monografiler

IV. Sözlükler, Kılavuzlar ve Antolojiler

V.Tezler

VI. Dergiler

KISALTMALAR LİSTESİ

. a.e.g: Adı geçen eser bkz: Bakınız. bs: baskı

C. : Cilt

Enst. : Enstitü

K.B. : Kültür Bakanlığı

Ktb. : Kitabevi

M.E..B. : Millî Eğitim Bakanlığı

OSAV: Osmanlı Araştırmaları Vakfı

(Osmancık: 12) : Osmancık sayfa 12. s. : Sayfa numarası

S. : Sayı

TÜRDAV: Türkiye Kalkındırma ve Dayanışma Vakfı

Ün. : Üniversite

Yay. : Yayınları, yayınevi

YKY: Yapı Kredi Yayınları

27 : 23 : 23. ayet, 27 sure

GİRİŞ

1. OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞU SIRASINDA ANADOLU,

BİZANS VE BALKANLAR’IN DURUMU

Osmanlı Devleti’nin kurulduğu sırada ne gibi gelişmeler olduğunu tarihsel kaynaklara dayalı olarak bilmek, konumuzla ilgili inceleyeceğimiz romanların iyi bir şekilde çözümlenebilmesinde ve amacımıza uygun olarak anlaşılabilmesinde bize alt yapı oluşturacaktır.

Osmanlı Devleti’nin kurulduğu sıralarda Anadolu’nun ve çevresinin durumu hiç de içi açıcı değildir. Kayı aşireti bir taraftan Bizans ve tekfurlukları, diğer taraftan ise engel tanımayan Moğol saldırılarıyla uğraşmak durumundadır. Böyle bir atmosferde yapılmak istenenlerin sağlıklı sonuçlar verebilmesi için plânlı hareket etmek gerekmektedir. Ertuğrul Bey, durumun farkındadır ve her şeye rağmen barışçı bir siyaset izlemeye devam etmektedir.

Anadolu Selçukluları’nın 1243 Kösedağ Savaşı’nda Moğol’lara yenilmesiyle birlikte Anadolu’da siyasî durum değişmeye başlamıştır.

Kösedağ Savaşı’ndan sonra Anadolu Selçuklu Devleti fiilen idare gücünü kaybetmiş ve adeta kukla gibi hareket etmeye başlamıştır. Moğollar, ellerine geçirdikleri Anadolu’nun birçok bölgesinde halka çok büyük zulümlerde bulunuyordu. Moğolların ağırlıklı olarak faaliyette bulunduğu bölgeler olarak

Orta ve Doğu Anadolu Bölgesi karşımıza çıkmaktadır. Bu bölgelerdeki Moğol baskısından kaçan halk, Moğol’ların baskılarının henüz görülmediği batıdaki sınır bölgelerine göç ediyordu. XIII. yüzyılda Moğol baskısının zayıflamasıyla birlikte Anadolu Selçuklu Devleti’nin de iyice zayıflamasını fırsat bilen beylikler, bağımsızlıklarını ilân etmeye başladılar. Böylece

“Beylikler Dönemi” denilen süreç başlamış oldu. Bu beylikler içinde

Karamanoğlu ve Germiyanoğulları en büyük nüfûza sahip olanlardı. Fakat bulunduğu bölge itibariyle Söğüt ve çevresinde bulunmasından dolayı bir uçbeyliği görünümünde olan Osmanlı Beyliği, siyasî gelişmeye en elverişli olanıydı.

“Osmanlı Beyliği'nin kurulduğu sırada Bizans İmparatorluğu'nun siyasî ve ekonomik durumuna gelince; Ortaçağ'ın en güçlü devletlerinden birisi olan

Bizans, artık gerileme dönemine girmişti. 1071 yılında yapılan Malazgirt

Savaşı’ndan sonra Bizanslılar, Anadolu'yu yavaş yavaş kaybetmeye başlamışlardı. Gerçi Bizanslılar, bu savaştan sonra Türkleri Anadolu'dan atmak için birkaç kez daha Türklerle karşılaşmışlarsa da, başarılı olamamışlardır. Sultan II. Kılıç Arslan'ın 1176 yılında Bizanslılara karşı kazanmış olduğu Miryakefalon Savaşı ile Anadolu'nun Türk vatanı olduğu bir kez daha bütün dünyaya duyurulmuştu.

Türklerin Anadolu'daki bu başarıları sonucunda Avrupa'dan gelen Haçlı orduları da Bizans Devleti için pek faydalı olmamıştı. Zira bu seferler,

İstanbul'un tahrip edilmesine ve IV. Haçlı Seferi sırasında da Latinlerin eline geçmesine sebep olmuştu. Latinler, 13 Nisan 1204'te Bizans'ın başkenti İstanbul'a girmişler, böylece Büyük Constantinus zamanından beri ele ge-

çirilmesi mümkün olmayan bir şehir olarak bilinen İstanbul, Haçlılar'a teslim olmuştu. Flandre kontu Boudouin'in İstanbul'da Latin Devleti'ni kurduğu bu sırada, III. Aleksios'un meşhur komutanlarından olan Theodoros Laskaris,

Anadolu'ya kaçarak İznik'te bir devlet kurdu, İznik Devleti, İstanbul'u

Latinlerden almak için 57 yıl mücadele etti. Nihayet Palaeologoslar sülâlesi

1261 yılına Latin İmparatorluğu'na son vererek tekrar İstanbul'a hâkim oldu.

VIII. Mihail, 15 Ağustos 1261'de parlak bir merasimle İstanbul'a girerek idareyi eline aldı. Bu sırada imparatorluk her bakımdan zayıflamış, arazisi küçülmüş ve ordusu dağılmıştı. Mihail Palaeologos, bu şartlar içinde Latin

İmparatorluğu'nun yerine Bizans İmparatorluğu'nu yeniden kurmaya

çalışırken Anadolu'daki siyasî durum, Bizans'ın lehine dönmeye başlıyordu.

Bu tarihlerde Anadolu, Moğol istilâsına uğramış ve Selçuklu Devleti

İlhanlı nüfuzu altına girmişti. Buna rağmen Bizanslılar, zayıf durumda oldukları için Anadolu'nun bu karışık döneminden faydalanamadılar. Mihail

Palaeologos'tan sonra imparator olan II. Andronikos (1282-1328) zamanında ise, Anadolu'da yepyeni bir kuvvet ortaya çıkıyordu. Selçuklu Devleti topraklarının Bizans sınırlarında kurulan Osmanlı Beyliği, Osman Bey'in yönetiminde hızla gelişmeye başlamış ve daha kuruluş yıllarında Bizans'a ait pek çok kale fethedilmişti. Bu Türk akınları karşısında Bizans'ın durumu oldukça zayıf kalıyordu. Bizans'ın İznik Devleti zamanında kurulan savunma sistemi yıkılmış ve ülke, dıştan gelen hücumlara karşı koyamaz duruma düşmüştü. 1261 yılında devletin tekrar İstanbul'a taşınması hadisesi, Bizans'ın

Anadolu'daki savunma sisteminin zayıflamasına sebep olmuştu. Devlet merkezi bu hadiseden sonra doğu sınırlarından uzaklaşmakla kalmamış, aynı zamanda imparatorluk siyasetinin ağırlık noktası batıya kaymıştı. Bunun yanında Türk kuvvetleri gittikçe sınır bölgeleri üzerine yükleniyor ve Bizans

şehirleri ancak bazı yerlerde karşı koyabiliyordu. Daha 1300'lerde ,

İznik ve İzmit gibi bir kaç önemli şehir dışındaki yerler, Türklerin eline geçmişti.

Osmanlı Devleti'nin kurulduğu sırada Bizans İmparatorluğu'nun askerî yapısı Anadolu'daki Türk yayılmasını durduracak güçte değildi. Bunun yanında devletin dinî ve ekonomik durumu da karışıktı, imparatorluk dinî münakaşalar yüzünden bir türlü huzura kavuşamadığı gibi, halk da ekonomik sıkıntı çekiyordu. Bitinya, Frigya ve Paflagonya gibi bölgelerde Bizans sınır- larını koruyan halk, daha önce vergilerden muaf tutulduğu halde, Andronikos ağır bir vergi koymuş, bunun neticesinde de sınırlarda yaşayan halkın nefretini kazanmıştı. Ayrıca derme-çatma bir orduyla Bitinya'nın müdafasına gönderilen askerler, erzak yollanamadığı ve maaşları da düzenli ödenemediği için dağılmak zorunda kalmıştı.

Osmanlı Devleti'nin kurulduğu sırada, Bizans'ın batısındaki

Balkanlarda da kuvvetli bir devlet yoktu. Bizans'ın 1204'de Haçlılar tarafından işgali sırasında İstanbul'dan kaçan bir kısım Bizanslılar,

Yunanistan'da Epiros Devleti (1204-1340) ve Tesalya'da Tesalya Devleti'ni

(1271-1318) kurmuşlardı. Bulgaristan'da ise II. Bulgar Devleti (1186-1393) vardı. Sırbistan'da da XV. yüzyıl ortalarına kadar hüküm süren Sırp Krallığı bulunuyordu. Bu devletler, hem kendi aralarında mücadele ediyorlar, hem de

Bizans İmparatorluğu'na karşı savaşıyorlardı.

Balkanlar'da bulunan bu devletlerin en kuvvetlisi olan Sırplar, bütün

Balkanlar'ı hâkimiyetleri altına almak istiyorlardı. Fakat bu sırada Balkanlar'da siyasî bir birlik olmadığı gibi, dinî ve sosyal beraberlik de yoktu. Halk, derebeylerin zulümünden ve vergilerin fazlalığından usanmıştı.

Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti, gerek Bizans'ın, gerekse Balkanlar'in oldukça karışık ve zayıf olduğu bu dönemde ortaya çıkmıştı.” 1

Mustafa Necati Sepetçioğlu, Konak romanında Moğolların yaptığı zulümü dile getirmekte ve Türkmen’in bir yer yurt bulup yerleşmeye

çalışırken hepten göçebe duruma düştüğünü ifade etmektedir. Moğol saldırıları durmaksızın devam etmektedir. Kimsenin ağzının tadı kalmamıştır.

“Giden gidene, kaçan kaçana” dır. ( Konak: 21 )

Feridun Fazıl Tülbentçi’nin Osmanoğulları adlı romanında ise Osmanlı

Devleti’nin kurulduğu yıllarda Anadolu’nun genel durumu uzun uzun anlatılmaktadır. Roman kurgusunun, bu bilgiler üzerine inşâ edilmesi açısından yazar tarafından gerekli görülmüş olabilir. Fakat yaklaşık on sayfalık bu bilginin roman içerisinde verilmesinin roman sanatı açısından bir zaaf teşkil ettiği kanaatindeyiz. Zira yazar, tarih kitabı mı yoksa sanat eseri mi ortaya koyduğunun farkında olmalıdır. Zaman zaman Feridun Fazıl

Tülbentçi, romanında dipnotlar ve kaynakça da vererek belgesel roman örneği vermeye çalışmıştır. Fakat tarih kitaplarından birebir alınan bu bilgilerin roman kurgusu içerisinde eritilmemiş olması, eğreti durmasına sebep olmuştur. (Osmanoğulları: 439, 588 vd. )

Cavit Ersen’in Osman Gazi romanında ise Osmanlı Devleti kurulduğu sırada Anadolu’nun nasıl bir dinî yapı içerisinde olduğuna değinilmiştir.

Ülkede mezhep ayrılıkları çok fazlaydı. Selçuklular, Horasan ve İsfahan’dan

1 Osmanlı Ansiklopedisi, İz Yay. , İstanbul 1996, s. 56 - 57 geldiğinde sünnî Müslümanlığı yaymaya çalışıyorlardı ve Abbasî halifesine bağlıydılar. Bunun yanı sıra Anadolu’da Batınî tarikatlar da vardı. Bazı zaviyeler ve tekkeler ise işler durumdaydı. Konya’da Mevlânâ Celâleddin-i

Rumî’nin Mevlevîlik tarikatı hızla yayılıyordu. Konya bu tarikat mensuplarının ortağı durumundaydı. Rufaîlik, Nakşibendîlik ve Kadirîlik gibi tarikatlar da Anadolu’da görülmekteydi.

Bunların yanı sıra özellikle göçebe Türkmenler arasında yaygın olan tarikatlar vardı. Göçebe Türkmenler, topluluklar halinde yaşarlar, ekerler, biçerler, öşür vermezler, karışanları olmazdı; fakat bunlar arasında

Bektaşîlik, Kalenderîlik, Kızılbaşlık, Tahtacılık vb. uygunsuz tarikatlar yaygınlaşmıştı. Bunların başındaki Şeyhler, babalar, dervişler hızla tarikatlarını yayıyorlardı.

Doğu’dan gelen Moğol istilâsı sebebiyle sığınma ihtiyacı hisseden halkın içinde bulunduğu ruhsal durumdan da faydalanan babalar, şeyhler, dervişler halkı kolaylıkla uygunsuz tarikatlarına çekiyordu. Sünnîler ise, bu gibi batınî mezhep ve tarikatlarla mücadele ediyorlardı. Kısacası Anadolu, dinî anlamda da kaynayan bir kazan gibiydi ve dinsel bir ihtilâlin pençesine düşmüştü. (Osman Gazi: 52)

2. OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞ YILLARINDA EKONOMİK

DURUM

Osmanlı Devleti, kuruluş dönemi itibariyle ekonomik anlamda çok iyi durumda değildi. Moğol ve Bizans saldırıları sonucu genel bir ekonomik sıkıntı vardı. Tüm bunlara rağmen Osmanoğulları Beyliği, kendini toparlamasını bilmiş ve aynı zamanda bölgede denge siyaseti izleyerek hem

Beyliğini büyütmüş hem de uygun ortam doğmadan mümkün olduğu kadar savaşa girmemeye çalışmıştır. Osmanlı Beyliği, büyümesini daha fazla barışçıl temeller üzerine oturtmuştur. Almak istediği yeri elde edebilmek için

önce bölge halkının sempatisini kazanmaya çalışmıştır. Beyliğin büyüme plânının temelinde savaştan ziyade “hoşgörü” yatmakta olup en son çare olarak savaşa baş vurulmuştur. Köprülü’nün naklettiğine göre “kuruluş” aşamasında her ne kadar birçok ekonomik imkânsızlık varsa da Beyliğin bulunduğu konum itibariyle zenginleşmeye başladığını ve XIV. asrın başlarından itibaren de ekonomik durumunu iyice düzelttiğini ortaya koymaktadır.

“XIV’üncü asır başlarına aid olarak Ermeni Haython’un Türkiye’yi çok zengin, oldukça iyi gümüş ve şab mâdenlerine mâlik, şarab, buğday ve meyvası mebzul, zengin hayvan sürülerine ve güzel atlara mâlik bir memleket olarak göstermesi, sonra, XIV’üncü asır ilk nısfına aid İslâm menbalarınında

Türkiye’nin bolluğundan ve ucuzluğundan bahsetmeleri, her halde, memleketin iktisadî vaziyetinin umumiyetle yükselmiş olduğunu anlatmaktadır. Bütün bunlar, Anadolu’nun, bilhassa Baybars istilâsından

Gâzân’ın saltanatına kadar geçen zaman esnasında olduğu gibi, iktisâden kötü ve sıkıntılı bazı devirler geçirmekle beraber, bu vazıyetin sonradan düzeldiğini gösteriyor. Ehemmiyeti itibariyle kuvvetli bir tenkid-i tarihî’ye yani uzun uzun münakaşa ve mülâhazalara lüzum gösteren bu karışık mes’eleyi burada bırakarak ve şehir teşkilâtına ait izahlara geçelim.”

(Köprülü: 55- 56)

Kuruluşun tamamlanmasından hemen sonra hızlı bir şekilde teşkilâtlanmaya gidildiğine işaret edilmekte ve şehirlerde yaşayan halkın büyük kısmının devletin hizmetinde çalışan insanlar olduğu üzerinde durulmaktadır. Bu bize -dolaylı olarak da olsa- devletin hızla yapılaşmasını tamamlamaya başladığını ve ekonomik alanda halkın birçoğuna istihdam alanı oluşturduğunu göstermeketedir:

“Şehir halkının mühim bir tabakasını, devlet hizmetinde bulunan yahud devlet bütçesinden geçinen kimseler teşkil eder. Pâyıtahtta, merkezî idare mensubları oldukça kalabalık bir sınıf teşkil ettikleri gibi, büyük idare merkezlerinde de mahallî idareye mensub olanlar epeyice kalabalık bir zümre vücûda getirirler.” (Köprülü: 60)

Kemal Tahir, Devlet Ana romanında halkın kuruluş sırasında yoksulluk içinde olduğunu, yer yer yoksulluktan kırılma noktasına geldiğini, zaman zaman tekfurlar ve çevreleri, tarafından küçümsenecek hâle düştüğünü vurgulamaktadır. Gelirinin büyük bir kısmını akıncılıktan elde eden

Osmanoğulları’nın uzun zamandır akına gitmediğini ve bu sebeple de iyice yoksullaştığını ve artık akın zamanının geldiğini belirtmiştir: “ — Barışı biz mi bozduk? Hayır! «Bozalım» mı demekteyiz? Hayır!

Dev gibi yiğidimizi yediler, malımızı sürdüler. Suç bizden gitmiştir, Tanrı, haklıdan yanadır ve de bir gün önden davranmak gerektir. Gayet gerektir.

Düşmanın aranması kaldı mı? Bizi vuran ok, Karacahîsar oku.. iz, Karacahîsar toprağına girmiş... Martalos'la neyi sezinlemeğe çabalamaktayız bakalım?

Yiğitlerin kursakları eti, yağı, unuttu çoktan... Yoksulluk yakamıza yapıştı, bizi yere çaldı. Çevrede ne denilmektedir Hasan Nakip, kulağını kes ardına at, dinle bakalım! «Ertuğrul? Bey'in milleti gibi kılıksız» lâfını, atasözü etti komşularımız, bizi gönül eğlentisi yaptı. Karılar ne demekteymiş, tekfur hisarlarında heriflerine... «Şu üstüne başına bak! Türkmen karılarına döndün, sen hiç utanmaz mısın?» demekteymiş!.. Bebeler büyümez oldu, açlıktan...

Delikanlılar kılıç taşıma gücünü yitirdi. Gelinler yüklerini düşürür oldu, imrentiden... Kırılmaktayız durduğumuz yerde, külufak olmaktayız! Günahtır ve de Keşiş Dağı gibi vebali vardır. Yeter olmuştur, gün günden beter olmuştur ve de bıçak gelip kemiğe dayanmıştır. Vurulsun «Akındır» davulları, gayret kemerleri yedi yerden perkitilip kolanlar sıkılsın! Bileyli kılıçlar takınılsın! Okları sadaklara doldurup kirişleri yenilesin yiğitler! Bundan geri barış çürüktür, ve de, ya devlet başa, ya kuzgun leşedir. Bayraklar açıla, yiğitler yürüye, Karacahisar toprağına deprem, tekfuru hayın Aksantoz'un yüreğine ölüm korkusu düşe... Uğraşta akında, yiğitlerimizin, eskisi gibi, suyun seline, ataşın alafına, denizin boğucu yeline benzediği biline...”

(Devlet Ana: 139)

Osmanlı Beyliği’nin destekçisi olan Anadolu Selçuklu Devleti, uzun süren Moğol istilâları karşısında iyice zayıflamış ve kendisine bile hayırı olamayacak dereceye düşmüştür. Uzun süren savaşlar sonucu halk iyice fakirleşmiş ve “paranın görüntüsü” nü bile unutacak dereceye gelmiştir.

Kemal Tahir, dönem itibariyle halkın içinde bulunduğu durumu son derece iyi dramatize etmiştir. Buna göre halk, adeta insan eti yiyecek boyutta sefalet içerisine düşmüştür. Bu durum, “İlhan fermanı, Sultan buyrultusu, vezir emri, kadı hükmü“ nün geçersizliğine yol açmıştır.

“«Halkta paranın görüntüsü unutulup mal adına hiç bir kırıntı kalmamıştır, insan, giyeceği dökülüp cavlağa dönüp birbirine düşüp vuruşup kaçup koğalaşıp yetişen yetiştiğini basıp bozup kesip biçip âdem eti yemek derecelerine gelmiştir.» buyurdu Konya'deki Şeyh kardaşınız! Dediğine göre Şeyhim, Sultan kaç para, ilhan'ın fermanını dinleyen kalmamış... Vazife umanlar, bir boy sürüp Tebriz'e varıp zorlu Moğol Beylerinden birine yanaşıp rüşveti sunup arka peydahlayıp şuranın kadılığını, buranın sancakbeyliğini ya da berinin subaşılığını kapıp savuşmaktaymış... Şeyh kardaşınız dedi ki,

«Şimdi mansap rezildedir / Ruspi elinde zildedir» dedi. Rüşvetle vazifeye konanlar önce rüşveti Çıkarmaya bakıp verginin kat kat artığını toplayıp uygun kadarını kapılandığı Moğol Beyine salıp sürdürdüğü kadar sürdürüp savuşup yerine gelen alınmış vergiyi yeniden arayıp alamayınca yukarıya yazıp çeri isteyip zora bindirip gelen çeri de kendini bedava besletip fazladan bulduğunu kapup alıp bulamadığını sopa gücüyle çıkartmaya çabalayıp ilhanlığa bir kuruş göndermeyip masraf diye Sultanı ıhtırıp sıkıştırıp altındaki seccadeyi sattırıp cebe indirip kışlağına giderken de yol boyu kap kaçak, tüten ocak komayıp ülkeyi batırıp reaya fıkarasının kütükte, ev başına, yüz

ölçek buğday, elli ölçek şarap, iki torba pirine, üç torba çeltik, şu kadar kulaç yeni urgan, bir tek demir temrenli ok, bir tek nal, davarda yirmide bir, bir ak gümüş ve de yirmi kızıl akça vergisi görünüp katiyen ödenmemiş sayılıp veremeyenin kızını oğlanını, yoksa körpe gelinini esir götürmekte imişler.

Şeyh kardaşınıza «Argun İlhan'ın kırk bin kişiyle İznik'ten gelin almaya gelip gelmeyeceğini» sormuşsunuz. Güldü ki ne kadar... «Bre Kaplân Çavuş,» dedi,

«bugün sürdün geldin, yolların halini gördün, konaklayıp at değiştirdin, yemledin, yedin,» dedi, «kırk bin kişiyi bırak, kırk kişiyi taşıyacak yol, barındıracak konağı, geçtim; gölgesinde soluklanacak ağaç kalmış mı yol boylarında? Dolusunu bırak, boş ambar, damı göçmemiş ahır, gördün mü?

Suvaracak çeşme, körelmemiş kuyu. geçilir köprü, var mı? Kışın taşkınını batağını, yazın kurağını çorağını nasıl aşıp gelin almaklığa gidecek ve de alıp dönebilecekmiş bu kırk bin kişi?» dedi. Doğrudur Şeyhim, yollarda yolluk, kervansaraylarda kervansaraylık kalmamıştır. Köyleri geç, adı belli kasaba pazarlarında bir tutam ota, bir avuç arpaya, yumruk kadar ekmeğe ağırlığınca altun versen bulunmaz. Kira hayvanı göke çekilmiştir, değme Arap atlarını beğenmez beyler ağalar, sözüm burdan dışarı, eşek bulamaz olmuştur. Eğer bizim dünya durdukça durası Ahî zaviyelerimiz desteklemese, Konya'ya bir ayda varılacağı şüphelidir ve de gerisin geri, sağ-esen, gelinebileceğinde kuşkum vardır. Kısası Şeyhim, Konya'nın Selçuk Sultanlığı'nı öldü bilmeli, kendi gücümüzden gayrısına hiç güvenmemeli. İlhan fermanı, Sultan buyrul- tusu, vezir emri, kadı hükmü kalmamıştır. Tutulacak işler bu hesapça tutulmalıdır.” (Devlet Ana: 465)

Halkın ekonomik durumu zaten iyi değildir; buna ek olarak bir de

Osmanoğulları’nın uzun zamandır akına çıkmaması sefaletin derecesini bir kat daha artırmıştır. Fakat akınlar için en uygun zaman beklenmektedir. O zaman geldiğinde her şey yavaş yavaş yoluna girecek, XIV. asrın ilk yarısından itibaren ise halk rahata kavuşmaya başlayacak, devlet olmanın ilk adımları atılmaya başlanacaktır. Zira “yaşatmak için yaşamak” gereklidir. Bu düşünüş, devlet için de geçerlidir. Devlet Ana’da Kemal Tahir, toplumun değişik zümrelerine ait halkın içinde bulunduğu durumu çok çarpıcı bir

şekilde gözler önüne sermiştir. Halk açtır, halk susuzdur, halk uzun zamandır et yüzü görmemiştir, adeta çapulcu gibi giyinmek durumuna düşmüştür. Ama tüm bunlar geçicidir ve ileriye yapılan yatırımların kısa vadedeki yalancı görüntüsüdür. Çünkü rahat ve huzurlu günler yakındır.

"Yıllardan beri orta halliler eti iki üç ayda bir yiyebiliyorlar, yoksullarsa, ancak kurban bayramından kurban bayramına görebiliyorlardı.

Hayvanlar az olduğundan yağ, peynir, hattâ yoğurt bile çok azalmış, uzayan barış Söğüt kadınlarını yemek işinde gerçekten bunaltmıştı. Koyun keçi hırsızlıkları gitgide artıyor, Kara Osman Bey nedenini bildiği için, çok kızdığı halde, hırsızların ardına pek düşmüyordu. Arada bir dayanma gücünü yitiren derviş takımı, batakta başıboş gezen yabanîleşmiş kara sığır avına

çıkmakta, sürüp sıkıştırıp yıktıkları kocaman bir mandayı, hemen parçalayıp sırtlayıp bir kuytuya taşıyarak derisine kadar yiyip tüketmekteydi. Böyle sürek avlarında Karacahîsar savaşçılarıyla Çatışmak, daha beteri Osman

Bey'in yasağını dinlemediklerinden sopalanmak korkusuyla, nişanına bakılamadığı için. Söğüt varlıklılarının hayvanları da kazaya uğruyordu.

Hasılı Söğüt'te her ev her akşam, ocağını mutlaka yakmaktaydı ama, kuru ekmekleri gevretmek için...Yağı alınmış ayran çorbası bulunursa ne devlet!. (Devlet Ana: 108)

Osmanlı’nın ilk zamanlarında vergi yoktur. Hatta Osman Bey vergi kavramından bile haberdar değildir. Çünkü onun felsefesinde her şey

çalışmanın karşılığındadır, hiçkimse çalışmadan kimsenin malına ortak olamaz. Kendisinden bir pazarın bacını kiralamak isteyen birisine Osman

Bey’in tepkisi de çok sert olmuştur: “Bir kişi malını kendi eli ile kazanmış ola, bana ne borcu var ki bedava akçe vere?...” Osman Bey’e çok ters gelen bu fikir orada bulunan Akçakoca’nın Osman Bey’e kendisi için olmasa bile

Devlet için böyle bir uygulamaya gidilmesinin zorunluluğunu anlatması

üzerine Osman Bey tarafından kabul edilmiştir:

“— Osmanoğlu Devletinin, bu ilk kanunudur ki, Yenişehir pazarında hukmoluna. Her kim pazara bir yükü satmağa getirirse iki akçe verecektir.

Satarsa verecektir. Eğer satamazsa hiçbir şey vermiyecektir.”

Osman Bey ile pazarın bacını isteyen kişi ve Akça Koca arasındaki konuşmalar şu şekilde cerayan etmiştir:

“.....pazarı gezerken aklıma bir şey geldi. O gelen şeyi varıp Osman

Beye teklif edeyim, dedi.

— Ne imiş bu aklına gelen şey?

— Bey, Yenişehir pazarının bacını bana verir misin? Osman Gazi hayretle gözlerini açtı:

— Bac mı? Bac nedir?

— Bac şudur Bey: Pazara her kim yük getirirse ondan akçe almak...

Bu akçeyi kim alacak?

— Ben alacağım, Bey.

Osman Gazi dönüp önce Akçakoca'nın yüzüne baktı, sonra adama döndü. Hayreti büsbütün artmıştı :

— Bre kişi! Yenişehir pazarına gelenlerden alacağın mı var ki bunlardan akçe almağa kalkarsın? — Bu bir âdettir Bey, dedi adam sakin sakin... Her büyük ilde vardır bu... Her devletteki ilde Sultan için her yükten akçe alırlar.

Osman Gazi kaşlarını çattı:

— Bre bu Tanrı buyruğu mu, peygamber kavli midir? Yoksa her ilin sultanı bunu kendi mi ortaya koyar?

— Sultan türesidir bu Bey, evvelden beri böyledir.

Osman Gazi'nin sakalları titremeğe başlamıştı. Yumruklarını sıkmış, burun delikleri açılıp kapanmağa başlamıştı. Dişlerini sıka sıka bağırdı :

— Bre yürü ırak! Bu arada durma ki sana bir ziyanım dokunur. Bir kişi malını kendi eli ile kazanmış ola, bana ne borcu var ki bedava akçe vere?.

Adam korktu, geri geri çekildi, fakat kapıya yaklaştığı sırada Akçakoca eliyle işaret edip onu durdurdu, sonra Osman Gazi'ye döndü :

— Bey, artık bir devlet başısın, sultansın. Sana bu akçe gerekmese de, senin bu akçeye hacetin olmasa da, pazarı bekleyenlerin var, o bekleyenlere olsun bir nesnecik verirler ki. emekleri boşa gitmeye... Bugüne kadar gelmiş geçmiş devletlerde, hâlâ yaşamakta olan devletlerde bu böyledir.

Osman Gazi dalgın dalgın Akçakoca'nın yüzüne baktı:

— Benim pazarı bekleyenlerim yok ki...

— Bundan sonra olması gerek.

— Ya kimler beklerler?

— İşte (Akçakoca kapıdaki adamı gösterdi) karşında Germiyan'dan

çıkagelmiş biri var, bu işi ona ver. Aldığı bac'dan bir kısmını senin devletine bırakır, bir kısmını kendi alır. Böylece pazarın güveni de korunmuş olur. Osman Gazi başını pencereden dışarıya çevirerek bir müddet düşündü, sonra ihtiyar Türkmene seslendi. Yazı yazar Ahî müridlerinden birini çağırttı, ona

şunları dikte ettirdi :

— Osmanoğlu Devletinin, bu ilk kanunudur ki, Yenişehir pazarında hukmoluna. Her kim pazara bir yükü satmağa getirirse iki akçe verecektir.

Satarsa verecektir. Eğer satamazsa hiçbir şey vermiyecektir.” (Ovaya İnen

Şahîn: 156 vd. )

Bu yukarıdaki alınan ilk vergi olan pazar bacından sonra ikinci bir vergi olarak da “ köprü vergisi” alınmaya başlamıştır. Köprüden geçen herkes

âdil bir şekilde bu vergiyi vermekle mükelleftir. Yalnız savaşa giden gaziler bu vergiden muaftır:

“Rahman gelir gelmez Dursun Fakih ağzını açtı; sesi derin, karşı gelinmez, inanmıştı; kesindi: «Osman Beyin adına Karacahîsar Kadısının ağzından söyleniyor subaşı Rahman Ağa eyce dinle hemi de bir kelimesini unutma. Sıkı ezberle hemi de sıkı kovala sonunu göreyim seni. Şöyle ki:

Birr.. Yeni köprüden geçen her bir yayadan bundan böyle bir Yirmi akçenin onda biri nisbetinde geçiş parası alınacaktır. Eğer Türkmen eğer yerli halk, eğer gazi eğer başıı bozuk, eğer derviş, kişinin kanına ve cinsine cibilliyetine bakılıp ayırt edilmeden alınmalıdır bu para. İkiii.. Atlıdan, sürüden, kervandan ne alınacağı ayrıca yazılıp köprünün her iki başına asılacaktır,

Gazâya giden gaziler bu ücretten bağışlanmıştır, böyle biline.” (Çatı:101)

Görüldüğü gibi Osmanlı Devleti’nin ilk zamanlarında durum hiç de iç açıcı değildir. Belli başlı gelir kaynakları akınlarda elde edilenler, ufak tefek vergiler, hayvancılık ve tarımdır. Ama bu durum hızla gelişmeye başlayacak; artan fetihlerle birlikte halkın refah seviyesi de yükselecektir. Osman Bey’in amcası pazar bacı konusunda da Osman Bey ve arkadaşlarının düşüncelerine muhalefet etmeye çalışmıştır. Pazar bacının Bey için gereksiz olduğunu ve Bey’in halktan vergi toplamasının yanlış olacağını düşünmektedir. Ama Dündar Bey’in unuttuğu bir şey vardır o da “yaşatmak için yaşamak” ve devletin bekâsı için çalışanlarına birşeyler vermesi gerektiği ve artık beylikten çıkıp devlet olma yoluna girildiğidir. Devlet Ana’da Kemal

Tahir, Dündar Bey’in bu düşüncelerini şu şekilde vermiştir:

“ Evet, halvette en uzun çekişme, pazar bacı üstüne olmuş... Amcanız

Dündar Bey, demiş ki, «Türkmen'de 'pazar bacı' yoktur, tımar dağıtmak, reayayı, toprağı deftere yazmak' yoktur ve de hazine toplamak gazi töresine sığmaz.» demiş... «Gazilikte, bir elden alınır, öbür, elden verilir.» demiş...

«Baç almak, defter kalem danışman gâvurluğudur, kitabımızın kavlince küfürdür. Çünkü savaşta alın teriyle elde edilmiş mal değildir, askere ha- ramdır.» demiş... «Çünkü Müslümanlıkta gerek zekât, gerek sadaka yoksulundur. Bey kesesine giremez. Malı parayı gâvur kazanır, Müslüman bulduğu yerde alır, keyfi nasıl isterse yer tüketir. Beyliği mal biriktirmek, hazine peydahlamak yıkar. Çünkü beyi kasıntıya sürer, pintiliğe alıştırır, doğruluktan ayırır.» demiş... «Tarih kitaplarında yazılı... Beyin mal toplaması

ülkeye kıtlık düşürür. Nitekim, topladığı, sonunda düşmana kalır.

Şeriatımızın töresince Beye hazine gerekmez!» diye bağırmış...” (Devlet Ana:

509)

3. OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUYLA İLGİLİ GÖRÜŞLER

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Bu görüşlere kısaca değinmenin çalışmanın doğru sonuçlandırılması açısından faydalı olacağına inanmaktayız. Osmanlı’nın kuruluşu ile ilgili en yaygın görüşler şunlardır:2

1. Gibbons: Osmanlı Devleti’nin 400 çadırlık bir aşiretten yeni ortaya

çıktığını belirtmektedir. Gibbons, Osmanlı Devleti’nin genişlemesini yeni kabul etmiş olduğu din ile birlikte elde ettiği heyecana bağlamaktadır. Yazar,

Osmanlılar’ın Müslüman oluşunu ise Moğollardan kaçarken Anadolu’ya yerleşmeleriyle açıklamaya çalışmıştır. Osmanlı’nın Müslümanlığı kabul ettikten sonra Müslüman olmayanları da zorla Müslümanlaştırdıklarını ileri sürmüştür. Osmanlı’nın 400 çadırlık bir aşiret olmasına rağmen dine dayanan bir Osmanlı ırkı meydana getirerek kısa sürede büyüyüp genişlediğini belirtmektedir. Fuad Köprülü, Gibbons’un bu görüşlerini, özellikle de “zorla

Müslümanlaştırma” ve “dinî sebeplerle genişleme” görüşlerini şiddetle eleştirmiştir.

2 Akgündüz, Ahmet – Öztürk Said, Bilinmeyen Osmanlı, OSAV Yay., İstanbul 1999, s. 31- 34.

2. Paul Wittek: Osmanlı Devleti’ni kuran kadroların tam bir “gazi devlet” ortaya çıkarmak istediğini ortaya koymuş ve Osmanlı’nın kuruluşunu izlediği

“hoşgörü politikası” na bağlamıştır.

3. F. Giesse: Osmanlı’nın kuruluşunu “maneviyat erenleri” ve “ahilerin etkin rolü”ile açıklamaya çalışmaktadır.

4. Iorga: Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu ve hızla büyümesini “Birlik”,

“Muhafazakârlık” ve “Hoşgörü” politikası sonucu uzun süredir baskı ve zulümden bıkmış olan köylü ve asker sınıfının düşünmeksizin Osmanlı’ya katılmasına bağlamaktadır. Mensubu olduğu Balkan tarihçilerinin de görüşleri hemen hemen onunkisiyle paraleldir.

5. Fuad Köprülü: Köprülü, Gibbons’un görüşlerine şiddetle karşı çıkar. F.

Giese’nin ahilik ve din merkezli düşünmesini de abartılı bulur. Köprülü,

Osmanlı’nın kuruluşunu “Ahlat’tan Domaniç’e gelen Ertuğrul Bey ve neslinin insan yapısıyla” açıklamaya çalışmaktadır. Köprülü, Osmanlı Devleti’nin

Kuruluşu adlı eserinde kuruluş meselesini tüm yönleriyle ele almış ve şu

özelliklerin kuruluşta etkili olduğunu belirtmiştir:

1. Türkmen’lerin sahip olduğu gaza ruhu

2. Bizans topraklarını İslâmlaştırmak istemeleri

3.Selçuklu’nun zayıflaması ve çökmesi

4. Bizans’ın içinde bulunduğu karmaşık dönem

5. Anadolu Beylikleriyle iyi geçinme 6. Türklerin sahip olduğu etnik özellikler

7. Gazilerin, abdalların, ahilerin ve bacıların rolü

8. Osmanlı Beyliği’nin yerleştiği konumun elverişliliği

6. Halil İnalcık: Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun tamamen “muhafazakâr” bir yapı taşıdığını belirterek âni bir fetih ve yerleşmenin söz konusu olamayacağı üzerinde durmaktadır.

7. Ahmet Akgündüz: Bilinmeyen Osmanlı adlı eserinde böyle bir konuyu bir tek sebebe bağlamanın yanlış olacağını ifade etmiş ve şu etkenlere vurguda bulunmuştur:

1. Kayı’ların etnik özellikleri ve jeopolitik konumunun genişlemeye

elverişli oluşu

2. Bizans’ın iç karışıklar ile uğraşması ve halkını bıktırması

3. Osmanlı Devleti’nin izlediği “İslâm Hukuku” politikası

I. BÖLÜM

OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUNDA ETKİN ROL OYNAYAN

SOSYAL ZÜMRELER

1. Anadolu Ahîleri ( Ahîyân-ı Rûm )

2. Anadolu Gazileri ( Gâziyân-ı Rûm)

3. Anadolu Abdalları ( Abdâlân-ı Rûm )

4. Anadolu Bacıları ( Bâcıyân-ı Rûm )

1. Anadolu Ahîleri ( Ahîyân-ı Rûm )

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu kolaylaştıran diğer bütün etkenlerin dışında şüphe yok ki birleştiricilik açısından “Ahîlik” çok önemli bir yere sahiptir. Ayrıca Osman Bey’in bir ahî şeyhi olan Edebalı’nin kızı Mal Hâtun

(bazı kaynaklarda bu isim, Bâlâ ) ile evlenmesi kuruluş aşamasında olan

Osmanlı Devleti’ni olumlu yönde etkilemiştir. Osman Bey Mal Hâtun ile evlendikten sonra yavaş yavaş Ahî teşkilâtının içerisine girmiştir. Böylece aynı zamanda Şeyh Edebalı ile yakın ilişkiler geliştirmeye başlamıştır. Osman

Bey’in Şeyh Edebalı ile yakınlaşması, kuruluş aşamasında olan Osmanlı

Devleti için çok büyük bir destek sağlamıştır. Osman Bey bunun bilincindedir ve Şeyh Edebalı ile yakınlaşması sonucu bambaşka bir dünyanın insanı oluvermiştir. Şeyh Edebalı onun için adeta bir ufuktur. Kısaca “Anadolu

Ahîliğini” hakkında şu açıklayıcı bilgiyi verelim:

“Bu asırlar Anadolusu’nun en mühim ve şümullu teşkilâtı kadrosunda gâzi teşekkülleri, alplar ve alp erenler de bulunan Ahî teşkilâtıdır. Ahîlik, bugünkü bilgimize göre, bir taraftan fetih ve gaza hamlelerini kolaylaştıran askerî bir teşekkül, bir taraftan şehirlerde ve kasabalarda sanatkârları ve

çalışanları kendi kadrosuna, himayesine almış, sınıflandırıp çalışmalarını desteklemiş iktisadî bir kurum, bir Esnaf Teşkîlâtı'dır. Bir taraftan da bütün bu teşkilâta mensup kimselerin dînî-mânevî ihtiyaçlarına olumlu cevap veren bir inanış ve tasavvuf hareketidir.

Ahîliğin böyle çeşitli kollarda organize bulunması, yeni yurdun gerek dînî - askerî, gerek sınaî ve iktisadî zorluklarını yenmek ve teşkilâta mensup olsun olmasın, bütün halkın bir düzen içinde yaşamasını sağlamak;

çapulculuğu, hayat ve mal emniyetsizliğini gidermeğe çalışmak ve bir ticâret asayişi kurmak gibi mevzularda hayırlı vazife görmüştür.

Anadolu'da adları ve hâtıraları hâlâ yaşamakta olan ahîler ve ahîlik hakkında teferruat bilgimiz yeterli olmamakla beraber, bu teşkilâtın, başlangıcı Hz. Muhammed zamanına kadar uzandığı söylenen, İslâmî fütüvvet teşkilâtı'nın, Türk - islâm dünyâsında, bilhassa Anadolu'da Azerbaycan ve

Kırım bölgelerinde bir devamı olduğu sanılmaktadır.

Arapça'da kelime mânâsı «yiğit bir delikanlıda bulunan iyi ahlâklar ve cömertlik» olmakla beraber fütüvvet : «başkalarını kendi nefsinden

üstün tutarak; cömert, yiğit, kahraman olarak insanlığın hayrı için çalışma» dır. Arapça'da, “kardeş” özellikle “erkek kardeş” anlamına gelen “ah” ve

“benim kardeşim” anlamına gelen “ahî” kelimesinin bu mânâsına yine cömertliği, yardımlaşmayı ve diğer erdemleri ilâve eden ahîliğin ise daha

Abbasî Halîfesi Nâsırü'd-dînullah zamanında bir meslek haline getirildiği söylenir.

Meşhur seyyah İbni Batûta Anadolu'nun birçok şehir ve kasabalarında,

özellikle Antalya, Burdur, Lâdik, Milas, Barem, Konya, Niğde, Aksaray,

Kayseriyye, Sivas, Gümüş, Erzincan, Erzurum, Birgi, Tire, Mağnisa,

Balıkesir, Bursa, Gerede, Geyve, Yenice, Mudurnu, Bolu, Kastamonu ve

Sinop'da ahî denilen şeyhlerin reisliğinde açılmış zaviyeler görmüştür; Ahî teşkilâtına mensup insanların bu zaviyelerde âyin ve semâ' yaptıklarını, bunların özel kıyafetleri olduğunu ve bu çeşit tekke mensuplarının türlü işlerde, türlü sanatlarda çalışarak alınlarının teriyle ve hünerleriyle geçindiklerini söylemiştir:

«Ahîler, Rum beldelerindeki Türkmen kavimlerinin her vilâyet, belde ve karyesinde vardır. Yabancılara şefkat gösterme; yiyeceklerini ve diğer ih- tiyaçlarını sağlama; halka Zulümedenleri ve onlara iltihak eden şerirleri

öldürme ve yok etme hususunda bunların dünyada misli yoktur. Ahî denilen reisleri bir zaviye inşâ ve tefriş eder, buraya kandiller asar. Mensupları, gündüz hayatlarını kazanmağa çalışır ve ikindiden sonra kazançlarını reise getirir, bununla meyve, yiyecek ve tekkede harcanan diğer maddeler alırlar.

Beldelerine bir misafir gelirse zaviyelerinde misafir ederler. Toplânıp yemek yerler. Tegannî ve raksederler. Bunlara “fityan” ve başkanlarına da “ahî” derler.»

«Sırtlarında kaba ve ayaklarında mest bulunur. Herbirinin belindeki kemere uzun birer bıçak asılıdır. Başlarında sof'dan, beyaz, sivri bir külah (kalensüve) ve her kalensüvenin tepesinde, iki parmak genişliğinde ve bir zira' uzunluğunda bir taylasan vardır." 3

Ahî teşkilâtı mensuplarının gerek davranışlarına gerek kıyafetlerine dâir daha başka tafsilât da veren İbn-i Batûta, bu teşkilât mensuplarına ayrıca

Ahîyâtü'l-fityân (kardeş yiğitler) adını vererek ahîliğin Anadolu'da bir kardeşlik teşkilâtı mânâsı taşıdığını doğrular.

Esnaf toplulukları, herhalde fetih devri Anadolusu'nun çeşitli buh- ranları arasında bir teşkilâtlanma ve yardımlaşma ihtiyacı duymuştu. Bir taraftan koruyucu alplar ve gazilerle işbirliği yaparken diğer yandan da o asırlar Anadolusunu saran tasavvuf imanına mensup olmalarından doğan bu iktisâdî-askerî- tasavvufî oluşum, yeni yurdun dinî-ahlâkî-sosyal düzeninde büyük ve müsbet bir vazife görmüştür.

Bütün bu çeşit iyi ve hayırlı teşekküllerden millî birliği kurma ve kalkınma yolunda faydalanmakta gecikmeyen Osmanlı Devleti’nin de kuruluş

çağlarında ahîlerle esaslı işbirliği yapması, Anadolu'da ahî teşkîlatı'nın ehemmiyeti ve müsbet vazifesi hakkında mühim fikir verecek dîğer bir târih hadisesidir.4

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu konu alan romanlarda ahîlik de roman kurgusu içerisinde yerini almıştır. Birçok değişik romanda ele alınan ahîliğin genellikle Osmanlı’nın kuruluşundaki etkileri ön plâna çıkarılmaya

çalışılmıştır.

Bunlar içerisinde Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında o dönem itibariyle ahîliğin nasıl sağlam bir teşkilât olduğuna değinilmeye çalışılmış; her şeyin bozulsa bile ahîliğin bozulamayacak kadar sağlam bir yapıya sahip

3 Banarlı, Nihat Sami, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, M.E.B. Yay., İstanbul 1971, C. I, s. 296 vd. 4 Banarlı, 1971: 296 vd olduğu belirtilmiştir. Ancak ahîliğin yine bozulamayacak derecede güçlü oluşu çeşitli şartlara bağlanmıştır. Bu şartlar, kibirlenmemek, doğru olmak, harama el uzatmamak ve maneviyattan uzaklaşmamak gibi değerlere bağlıdır.

“— «Şöyledir bilin ey ihvanlar, ey dostlar ve de ey mert yoldaşlar!

Ahîlik çok ulu kattır ve de saygılı basamaktır. Ama onu gördüm ki, bölüklerimize şeytan uğramış, yiğitlerin gönül gözlerini bağlamış. “Bundan böyle, hiç bir yolsuzluk bize, erişebilemez, “diye kibirlenmişler, Dizgiden

çıkmışlar, doğruluğu şuraya koyup eğriye sapmışlar. Sohbetler, yârenler bozulmuş, sofralara haram girmiş, nefisler kuduz canavar gibi azgınlaşıp gem almaktan çıkmış. Alplığın yerini yavuzluk, utanmanın yerini yüzsüzlük kapmış. Bilmekliğin uyanık ışığı sönüp bilmezliğin uykulu karanlığı yerin yüzünü sarmış. Ahîler, pîr kapılarını boşlayıp beğler kapısına birikmiş...

Oysa, bu dünyada her bir nesneye bozuntu elverir, ahîliğe erişebilemez!

“(Devlet Ana: 81)

Ahîlik teşkilâtı, sadece ticarî bir birliktelik değil; aynı zamanda

Anadolu’da huzur ve güvenliğin, sosyal kontrolün sağlanmasında büyük rolü olan bir kurumdur. Ahîler sadece tüccar değil gerektiğinde iyi birer savaşçıdırlar. Teşkilât, kendi içerisinde bir takım kurallara sahip olup bu kurallara uymayanlar teşkilâttan atılmaktadır. Zaten ahî olabilmenin de bir takım koşulları vardır.

Ahîlikte sürekli çalışmak esastır.

“Ey ihvanlar, ey yoldaşlar, ey dostlar, yiğitlik yönelmektir, ahîlik baş- lamaktır ve de Ahî Babalık gerçeğe ulaşmaktır. Aslında üçü birdir, ayrılık gayrılık yok! Şöyle biline ki, ahîlikte miras yürümez, babanın kazandığı oğula geçmez ve de herkesin kendi kazanması kanundur. Ama kazanmak kolay tutmak çetin... Yüz yıl çabaladın, kazandın, bir gün şaştın, yaramazı işledin, gitti gider.” (Devlet Ana: 82 vd.)

Ahîler ilim ve irfana önem verirlerdi.

“Ahî Baba, erkân toplântılarının başında, gelenek olan bu okumayı yeterli bularak, çavuşlara işmar etti. Sağ çavuş testiyi, sol çavuş süpürgeyi alıp ortaya geldi. Biri su döker, öteki süpürür gibi "yaparak okumanın yeterliği bildirildi”(Devlet Ana: 82 vd.)

Yine “Ahî Babalık” diye bir unvan vardı. Ahîler birbirlerine olduğu gibi “Ahî Baba” ya da son derece saygılı olmak zorundaydılar. Ahî teşkilâtı içerisinde Ahî Babalığın önemli bir yeri vardı.

“Ahî Babalık, debbağlar ve saraçlar gibi esnafın başlarındaki adamlara tevcih edilen resmî bir unvandı. Ahî; Osmanlılardan önce Azerî ve Selçukî memleketlerinde esnaf kahyalarıyla şeyhler hakkında kullanılır bir tabirdi.

Ahîler Ankara’da bir hükûmet bile teşkil etmişlerdi...” 5

Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında ahî teşkilâtına ayrı bir önem verilmiş ve yazar tarafından ahîliğe ait bir takım tablolar sunulmaya

çalışılmıştır. Bunlardan biri de teşkilâta girmek isteyen birisinin ne gibi bir yol izlemesiyle ilgili olandır. Teşkilâta girmek isteyen kişi, öncelikle kendisine teşkilât içerisinden bir yol atası seçmelidir. Bu yol atası o kişinin teşkilâta girmek istediğini teşkilât toplantısında bildirir ve o kişinin kabul edilip edilemeyeceği noktasında değerlendirmeler yapılmaya başlanır. İlk iş olarak kişiye teşkilâtın ne gibi şartları olduğu ve bu şartları yerine getirmenin

5 Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Yay., İstanbul 1993, C.1, s. 29

zorunluluğu belirtilir. Devlet Ana’da teşkilâta yeni girmek isteyen birisinin

şunlara dikkat etmesi gerektiği söylenmektedir:

1. Dargınlar barışmalı

2. Helâllik alınıp verilmeli

3. Yol kardeşleri aracı olmalı

4. Bir yol atası olmalı

5. Eli, yüzü, gönlü, sofrası açık olmalı

6. Gözü, beli, dili kapalı olmalı

( ... )

Bunlar uzun uzun anlatıldıktan ve teşkilâta girmek isteyene sorulduktan sonra kişi kabul edilirdi.

Bu şartlar, sadece yukarıda sayılanlardan ibaret değildir. Önemsenmesi gereken daha birçok husus vardır: Örneğin yemek sırasında uyulması gereken kurallardan birkaçı da şöyle sıralanmıştır:

1. Sağ dizi dikip sol dizi altına almak

2. Lokmayı önce sağ avurduyla çiğnemek

3. Küçük lokma ağızlamak

4. İki elini yağ etmemek

5. Ağzından akıtmamak

6. Ağzı dolu iken konuşmamak

7. Yere dökmemek

8. Kimsenin lokmasına bakmamak

9. Başını kaşımamak

10.Sözü kısa söylemek ve hiç gülmemek

11.Yemeğin iyisini konuğa bırakmak 12.Yemekten sonra elini yıkamak

Ahî teşkilâtında söz söylemekte ise şu kurallar esastır:

1. Sert söylememek ve ağzından tükürük saçmamak

2. Bir kişi ile söyleşirken başka yere bakmamak

3. Sen-ben yerine siz-biz demek

4. Elini, kolunu sallamamak

Yola giderken (yürürken) dikkat edilmesi gereken kurallar da tespit edilmiştir ve şu şekilde geçmektedir:

1. Katı katı kasılarak yürümemek

2. Canavarcıkları ezmemek

3. Dört yanına bakmamak

4. Yoldan ayrılmamak

5. Kimsenin ardından gözlememek

6. Büyüğün önüne geçmemek

7. Biriyle giderken bekletecek bir işe girişmemek

Bir şey satın alırken ise şu kurallara uyulması istenmektedir:

1. Yumuşak söylemek

2. Tadına azla bakmak

3. Aldığını geri vermemek

Bir beyin huzuruna çıkılacağı zaman ise şunlara dikkat edilmesi salık verilmektedir:

1. Vakitsiz gitmemek

2. Büyüklerin hepsine ayrı ayrı selâm vermek

3. Uzak oturmak

4. Çok söylememek

5. Öğüt vermemek

Yukarıda sayılanların tümü, ahî teşkilâtına girmek isteyen birisinin kendisine sorulan soruların cevaplarından oluşmaktadır. Bu soruları çok iyi bir şekilde yanıtlayan ahî adayına “yol atası”, şu öğütleri vermektedir:

1. Saygılı ol ki saygı göresin.

2. Sözün dolusunu söyle ki dinletebilesin.

3. Şarap içme, kumar oynama.

4. Gammazlık, kasıntı, karalama yapma.

5. Kıskanma, kin tutma, zulmetme.

6. Yalan söyleme, sözünden dönme.

7. Namusa kötü bakma.

8. Başkalarının günahını görmezden gel.

9. Pintilik yapma.

10.Hırsızlık yapma.

Ahî adayına yol atasının da söylemek istediklerini yukarıdaki şekilde söylemesinden sonra tüm ahîler, hep bir ağızdan “gülbank” çekerek aday, ahîliğe kabul edilir. (Devlet Ana: 82 vd.) Yukarıdaki bölümde Kemal Tahir, bizlere ahîliğin geleneğini değil aynı zamanda nasıl işlediğini ve kendi bakış açısını da vermiştir.

Devlet Ana’da Kemal Tahir, yer yer karşılaştırmalar yapmaktadır.

Ahîlik hakkında genellikle olumlu bir kurgulamaya gittiği halde yer yer dervişleri eleştirmektedir. Dervişleri ahîlerle karşılaştırmaya çalışmış ve dervişlerin ne bu dünyaya ne de öteki dünyaya yaranamadığını belirtmiştir.

Ahîler, her yönden kendilerine güvenilir olduğu halde dervişlerin eskiden beri kendilerine güvenilmesi zor insan olduklarına değinmiş ve savaşçılık konusunda da onlara güvenilemeyeceğini belirtmiştir.

”Kerim, acı acı gülümseyerek kılık beğenmekten vazgeçti. Bu kez de takımlardan hangisinin savaşçılıkta daha çok saygı gördüğünü araştırdı.

Dervişler, birbirini hiç tutmayan inançları, davranışları, sözlerinin yaptıklarına uymaması yüzünden, çevrede eskiden beri güvenilir savaşçı sayılmıyorlardı. Bunların dervişlikleri gibi, savaşçılıkları da yarımdı.

Dünyayı büsbütün başlayıp ahîrete yönelmedikleri gibi, kendilerini toptan dünyaya verip cennetten de vazgeçmiyorlardı. Dillerinden «Bir lokma - bir hırka» lâfını düşürmedikleri halde, savaşlardan sonra «Zaviyemize, tekkemize vakıf isteriz» diye Bey eşiklerini aşındırmaları bundandı. Ahî yiğitleri de sabahtan akşama kadar, çarşıda zanaatla uğraştıklarından, savaşçılıkta gaziler kadar usta değillerdi ama aralarında okuma yazma bilenleri, ülkeye nam salmış ustalar çoktu. Yol terbiyesiyle yontulmuşlardı.

Her yerde öğütleri bulunduğu için, şeyhleri birbirleriyle aralıksız haberleşiyorlar, ayrıca, gezginleri tekkelerine kondurduklarından dünyada olup bitenleri herkesten önce duyup öğreniyorlardı. (Devlet Ana: 129 ) Bekir Büyükarkın da Kutludağ adlı eserinde ahîliğin ne gibi olumlu yönleri olduğu üzerinde durmuştur. O da Devlet Ana’da olduğu gibi ahîliği tablolaştırmaya çalışmış, ahî olmak isteyen birisinin ne gibi aşamalardan geçtikten sonra ahî olabileceği neleri yapıp neleri yapmaması gerektiği

üzerinde durmuştur.

“Orada, köşede iki kişi de ney çalıyordu. Derin derin. içli içli, ocağın alevlerini daha fazla ısıtırcasına yumuşak ney sesleri, yayılıyordu etrafa.

Şeyh Edebalı'nin sesi duyuldu, yavaş yavaş karşısındaki adama sesleniyordu:

— Ey Talip! Bilmiş ol ki Ahîlik, cömertlik demektir. Aslı, akı'dan gelir.

Ahîler, gayretli, eli açık, yiğit kendi nefsini yenip başkalarına yardım eden kişilerdir. Sen şimdi, Ahî olmak istersin. Sorarım sana; evvelâ kendine ina- nıyor musun?

Ayakta duranların ortasındaki adam, çekinerek cevap verdi.

— Çalışacağım Şeyhim!

— Yanındaki şu iki dostum, aramıza katılacağını, gönlünü insanlığa açık tutacağını söylediler. Tanrı yardımcın olsun. Şimdi, törenden evvel beni dinle ki, iyice öğrenesin, öğrenesin ki sonunda caymayasın. Çünkü vermek güçtür.

Çoğu insan hep almaya alışmıştır. İşte şurada yıllardan beri görmediğim gezginci Dede Baba kardeşim, gönlü gibi kılıcı da ak Akça Koca Gazi,

Kayılarm yeni beyi Osman Bey bizi dinler. Onlar da şahît olsun ki kendini yenemezsen vermesini bilemezsin. Vermesini bilemeyince de Ahî olamazsın.

Razı mısın ey Talip?

Yine titrek, yine ürkek, fakat eskisine nazaran daha kararlı bir ses cevap verdi. — Evet Şeyh'im!

— Şimdi sana bazı gerçeklerden bahsedeceğim.Biz Türkler, koyunu, keçiyi, atı ehlileştiren ilk insanlarız. Buğdayı un haline getirmişizdir. Biz, ham deriyi temizlemeye ağırtmak deriz. İşe yarayan ne varsa bu ağırtma sonucu meydana gelmiştir. Ayağındaki çizme de, sırtındaki kepenek de, hergün aşından ayırmadığın ekmek de hep böyle olmuştur. Elbette yararlandığın nimetler burada bitmez. İçtiğin süt, evsiz barksız kalınca sığındığın çadır, eşinin başına bağladığın çatma, altına serdiğin döşek, üze- rinde oturduğun post, evlenirken kızına verdiğin kalını, ayranın, kımızın hep ağırtmaktan doğmuştur.

Şeyh Edebalı biran sustu. Sonra sesi, ney sesleriyle birlikte derinden, duygu pınarından gelmeye başladı:

— Ey Talip! Sen de kendini ham deri kabul et ve kendini ağırtmaya

çalış. Atalarının, senden evvel gelenlerin sana bıraktıklarına daha çok

şeyler ekle. Ver ki, hırsını yenesin. Sev ki, sevilesin. Bize şimdi Ahîyân-ı

Rum diyorlar. Ben de diyorum ki, biz kardeş yiğitleriz. Kardeşliğimiz dıştan ziyade içtedir. Muhtaçlara yardım ederiz, devlet yıkmaz, aksine yıkılanı yapmaya, yeniden yaşatmaya çalışırız. Ey Talip, sen de bunlara uyacağına yemin eder misin?

— Ederim!

Şeyh Edebalı'nin ayağında fütüvvet şalvarı denen bir şalvar, başında ak bir börk vardı. Börkün tepesinden aşağıya doğru bir şerit sarkıyordu. Belindeki kuşağına ince bir kama sıkıştırmıştı. Ahî olmaya kararlı gencin iki yanında duran yardımcılar kılıçlarını kınlarından yarı yarıya çekmişler, şeyhlerini dinliyorlardı.” (Kutludağ: 43 - 44) Ahîlik teşkilâtı, felsefe olarak hoşgörü üzerine dayanmaktadır. Ahîlik ortaya çıkarken de Mevlânâ ve Yunus Emre’nin felsefesinden etkilenmiştir.

Yani bu düşünüş, katıksız ve karşılıksız iyilik, hoşgörü ve cömertlik üzerine

şekillenmiştir.

“.....Şeyh Edebalı, Dede Baba'ya seslendi:

— Kardeş Dede Baba, Gezginci Dede Baba, sen söyle; Anadolu'da biz yalnız mıyız? Fikirlerini paylaştıklarımız kalmadı mı?

Dede Baba bu suali, herhalde bekliyordu. Öylesine ki, Edebalı'ye ne demek istediğini araştırmadan, hemen cevap verdi:

— Konya'da Mevlâna Celâlettin-i Rumi 1273'te bundan sekiz yıl evvel, Sulucakarahöyük'te Hacı Bektaş Veli 1271 yılında bundan on yıl evvel göç ettiler. Ama duyguları, düşünceleri yaşıyor. Henüz buralara kadar gereğince uzanamadılarsa da, varacaklar. Şimdi ise bir ozanımız, Yunus

Emremiz, bir Türkmenimiz var. Dolaşır, gönlünün dileğini sözleriyle dile getirir. Onların hikâyeleri uzundur. Onlar da yap, ne yaparsan yap hep insanlık için yap der. «Hoşgör, inan, iyiyi kötüden ayır ve Tanrı'ya yaslan.»

Sustular, yutkundular, uzaktan da olsa birbirlerine derin derin baktılar, anlaştılar. Zaten Dede Baba'nın istediği buydu. Şeyh Edebalı'ye bunun için uğramıştı. Yetti ona. Bundan sonra konuşmayıp geri dönse de olurdu.”

(Kutludağ: 43 - 44)

Yine Kutludağ’da ahîliğin dervişlik, abdallık, zahîtlik gibi olmadığına değinilmiştir. “Yaşatmak için yaşamanın gerekli olduğu” vurgusu yapılmış, ahîlerin bu yönleriyle adı geçen diğer zümrelerden ayrıldığına değinilmiştir.

Ahîler hep “alan taraf” olmaktansa mümkün mertebe “veren taraf” olmayı yeğlemişlerdir. “...Şeyh Edebalı kısa bir süre bu sese kendini kaptırdı. Sonra kendi dünyasından sıyrılıp Tâlib'e döndü:

— Ey yabancı! Ahîler, bir lokma ve bir hırkayla yetinen, dünyadan elini eteğini çekmiş zahîtler, dervişler ve Abdallar zümresinden değildir.

Yaşatmak için yaşamanın da gerektiğine inanırlar. Biz bir devletin, özellikle

Türk'ün marifet, hirfet, fazilet ve manevî kuvvetle birlikte maddî kuvvete dayanarak yaşayacağına kaniyiz.Şimdi benimle birlikte tekrarla yabancı!Bundan sonra yedi kapıyı kapatacaksın ve yedi kapıyı açacaksın!”

(Kutludağ: 43 – 44 )

Aynı romanda Devlet Ana’da olduğu gibi ahîliğe girmiş olanın neyi yapıp neyi yapmaması gerektiği şöyle verilmiştir:

1. Hırs kapısını bağlayıp cömertlik kapısını açmak.

2. Kahır kapısını bağlayıp iyilk kapısını açmak.

3. Tokluk kapısını bağlayıp riyazet kapısını açmak.

4. Halktan ümit kapısını kitleyip Hak’tan rica kapısını aralamak.

5. Boş lâf söyleme kapısını bağlayıp bilgi kapısını açmak.

6. Şeytanlık kapısını kapatıp Tanrı'ya inanış kapısını açmak.

7. Kayılara, aşiretine ve destekçilerine yardım etmek.

8. Eli, alnı ve sofrası açık olmak.

9. Dili, beli ve gözü kapalı olmak.

10. Pirinden yüz çevirmemek.

11. Dinini, malını ve helâlini korumak.

12. Evet dediğini yerine getirmek.

13.Elinle koymadığını almamak. 14.Edeple oturup sözün hikmet üzerine değilse söyleyeni dinlemek.

(Kutludağ: s. 43-44 vd )

Ahîliğin en önemli işlevlerinden biri de paylaşmayı örgütlemesi, toplumun bireyleri arasındaki bağları kuvvetlendirmesidir. “Ahî” kelimesinin anlamında da belirdiği üzere “bireyler arası kardeşliği” geliştirmek, ahîliğin temel işlevlerinden biridir. Ahî olmak, ahîliğe giren kişilere paylaşımın artması haricinde çok şey sağlamaz. Zaten kendilerinin bundan daha fazla çıkar beklentileri de yoktur. Fakat paylaşımın artmasıyla birlikte her konuda

“hemdert” ve “hemhâl” oluş başlar ki bu ahîliğin bir nevi amacına ulaşması, bireysel mutluluğun ve buna bağlı olarak da toplumsal huzurun sağlanması demektir. Ahî’nin niteliklerini Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ adlı romanına göre şöyle sayabiliriz:

1.Cömert olmak

2.Kafaca genç olmak

3.Yiğit olmak

4.Bilgiye saygı göstermek

5.Vermesini bilmek

Bu özelliklere sahip olan herkes, ahîliğin dışında da olsa ahî olarak görülmüştür. Bu bakış açısıyla evrensel değerler bağlamında ahîlik, önemli bir yere sahiptir. Zaten felsefesinin temelinde tüm dünyada kabul görmüş olan

Yunus Emre ve Mevlânâ düşünüşünün olması da bunun somut bir göstergesidir.

“Osman Bey ise soludu. Atının dizginlerini bıraktı. İsteksiz çöktü

çardağın altına. Ahîlerin yanına. O zaman Şeyh Edebalı: — Tanrı çalışanları ve namusları ile kazananları sever kardeşlerim, dedi! Şimdi size bu kazançlarınızı nasıl paylaşacağınızı bir kere daha anlatacağım. Otuz iki esnafın ve diğer yetmiş iki sanat erbabının elde ettikleri kazancın üç hissesi Ahî Baba'ya, iki hissesi Kethüda'ya, iki hissesi Yiğit

Başı'na, iki hissesi otuz yıllık ustalara, birer buçuk hissesi yirmi yıllık ustalara, birer hissesi onbeş yıllık ustalara, yarım hissesi on yıllık ustalara verilecektir. Onlar dahî elde ettiklerini, hayır işlerinde, eli ayağı tutmayan- lara bakmakta, çırak yetiştirmekte, ehli dil ve ehli iman sahibi kılmakta kullanacaktır. Kim ki, bu değişmez yasamıza karşı çıkar, ona uymazsa otuz yıllık usta dahî olsa yakasın kesip, börkün atıp tekrar şakirtliğe indirilir. Bu- nu da kabul etmemeye kalkarsa ocaktan kaydı silinip kendisine işlemek için deri ve malzeme ile satmak için mal dahî verilmez. Bilesiniz ki, dabakhanelere gelen deri, yaprak ve palamutlar gelişi güzel satılamaz. Bunca masumun ahım, bunca alınterini pahalı mal satıp omuzlarınızda ta-

şıyamazsınız.

Şeyh Edebalı, kendisini büyük bir saygıyla dinleyen ahîleri gözlerini yan kapatarak süzdü, içindeki duygu dışına doğru taşıyor gibiydi. Sesi titriyordu, bir kararın arifesinde olduğu, hisleriyle arzularını bir araya getirmenin çabası içinde bulunduğu anlaşılıyordu. Yine de konuştu :

— Kardeşler her esnafın kendi arasından seçtiği yiğitbaşılar o esnafın dirlik ve düzenini sağlayacaktır. Görevini yerine getirmeyen, adap ve erkâna saygı göstermeyen, şu topraklara yerleşmiş, ahî olsun olmasın, bütün insanlara yardım elini uzatmayan ahîler cezalandırılacak, gerekirse aramızdan uzaklaştırılacaktır.

Şeyh Edebalı son defa sustu ve son defa karşısındakilere seslendi: — Kardeşlerim! Ahîlik, doğrudan doğruya bir esnaf topluluğu, ya da sofular tarikatı değildir. Fütüvvet yolunda toplânanların hepsi Ahîdir. Yani, cömert olan, kafaca genç olan, yiğit olan, bilgiye saygı gösteren, vermesini bilen, esnaflığın sofiliğin dışında da olsa Ahîdir. İnsanlığa hizmet yatar

Ahîliğin içinde.İşte Alp'ler de, bacılar da, Horasan'dan gelmişler de, gaziler de, Merv'de, İsfahan'da örgütlenmiş Ayyarlar da, Ahîdir. Bir tanesini söyleyeyim size, yanımızda duran Akça Koca kuşağımızı dolamıştır. Onun nakip'i, kuşağını beş kata bükmüş, üç kat dürmüştür. Size anlatacaklarım

şimdilik bu kadardır.Yolunuz açık olsun, kardeşin eli kardeşinin elinde bulunsun. İnsanın insan olduğunu unutmayınız!..” (Kutludağ: 94 vd. )

2. Anadolu Gazileri ( Gâziyân-ı Rûm)

Anadolu’nun Türkleşmesinde ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda en büyük çabayı gösteren zümrelerden biri de şüphesiz “Anadolu Gazileri” olarak bilinen gâziler ve alplardır. Türkler Müslüman olmadan önce tarih sahnesinde varlığını “alp” olarak gördüğümüz bu kahramanlar, Müslüman olduktan sonra “gâzi” olarak anılmaya başlanmıştır. Fuad Köprülü, Osmanlı

Devleti’nin Kuruluşu 6 adlı eserinde hükûmet teşkilâtının zayıf olması ve yöneticilerin iç ve dış düşmanlara karşı sık sık ücretli asker bulmaya mecbur olmalarından dolayı, yalnız sınırlarda değil, siyasî ve kültürel anlamda büyük merkezlerde de böyle bir zümrenin kurulmasının zorunlu olduğunu bildirmektedir.

Türkler Müslüman olduktan sonra her ne kadar alp yerine gâzi denilmişse de Selçuklular döneminde de “alp” kelimesinin kullanıldığını görüyoruz. Fuad

6 Köprülü, Fuad, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, TTK Basımevi, Ankara 1959, s. 84-86 Köprülü anılan eserinde XIV. yüzyıl şairi Âşık Paşa’nın Alp-eren olmak için gerekli olan dokuz şarttan söz ettiğine yer vermektedir:

1. Kuvvetli yürek sahibi olmak.

2. Pazı kuvvetine sahip olmak.

3. Gayretli olmak.

4. İyi bir atı olmak.

5. Özel bir giysisi olmak.

6. Yayı, iyi bir kılıcı, süngüsü olmak.

7. Uygun bir arkadaşı olmak.

Ayrıca bunlara “ayyarların başı”, “sipâhsâlâr-ı gâziyân”, “re’îs’ül- fıtyân” vb. adlar da verilmiştir.7

Özetleyecek olursak “alp”, “gâzi” vb. gibi terimlerle adlandırılan kişiler vatan, millet ve din uğruna, canlarını ve mallarını feda eden erler, ordu ve şehirlerdeki belli sınıf kahramanlardır.

Alplar ve Anadolu Gazileri, Osmanlı’nın kuruluş aşamasında çok büyük hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunlar son derece nitelikli insanlardır. Gerçek bir alp olabilecek bir şahsiyette en az şu özellikler bulunmalıdır: Yüreği ve pazusu kuvvetli, gayretli, yörük atı olan, yayı, kılıcı, mızrağı iyi kullanan,

çizmesi, cepkeni, kuşağı, tülbent sarılı başlığı, yaldızlı şalvarı olan, kendisi için canını bile feda edebilecek en az bir yoldaşı olan, dünya malına ve mülküne önem vermeyen, toprağa veya sadece bir yere bağlı olmayan bir kişi olmalıdır.

Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ romanında bu özellikler şu şekilde ortaya konulmaktadır:

7 Akgündüz, Ahmed, Bilinmeyen Osmanlı, OSAV Yay. , İstanbul 1999, s. 35

“Sonra kocasının cevabını beklemeden Aykaan Bacı Aydoğdu'ya döndü:

— Adın neydi senin? diye sordu.

— Ay doğdu!.

— Hım! Beni dinle! Soracaklarıma teker teker cevap ver. Yüreğin kuvvetli mi?.

Bu sefer Aydoğdu, Aykaan Bacı'nın gözlerinin içine baktı. Artık kaçmıyordu, gizlenmiyordu.

— Bilmem, dedi.

— Pazun kuvvetli mi?

— Sanmam!

— Gayretli misin?

— Denemedim.

— Yörük atın var mı?

— Yok.

— Yayın, kılıcın, mızrağın nerede?

— Hiç kullanmadım.

— Çizmene, cepkenine kuşağına, tülbent sarılı başlığına, yaldızlı

şalvarına ne oldu?

— Onları ömrümde giymedim.

— Ya kendini sana adamış, ölürsen ölecek, kalırsan kalacak, kılıcı senin kılıcınla havaya kalkıp senin kılıcınla yere inecek arkadaşın nerede?

— Böyle bir arkadaşım da olmadı. — Öyleyse sen Alp olamazsın! Dünya malına değer vermesen de, davarda, sürüde, kap kaçakta gözün olmasa da, toprağa bel bağlamasan da sen Alp olamazsın! Baban, Alp dahî olsa.( Kutludağ: 32 vd.)

Yine alpların niteliklerini Turhan Tan, Gönülden Gönüle adlı romanında yukarıda verdiğimiz Kutludağ romanındakine benzer bir şekilde irdelemiş ve biraz değişik bir anlatımla ortaya koymuştur:

“— Kunur -dedi- seni bağırtmak istiyorum da böyle takılıyorum. Yoksa en büyük Alplar bile senden üstün yaranılmadı. Bir alpın yüreği muhkem, kolu demir, atı yörük, yayı sağlam, kılıcı keskin, yurt sevgisi derin olur derler, atalarımızdan böyle işittik. Senin yüreğinden muhkem yüreği Allah kande yarattı, şu pazıların eşini Âdemoğlu kande gördü, atının çıkardığı toz bazan bulut olur da güneşi karartır. Kılıcından kan damlamadığını gören yok, yurdunu dinin kadar seversin, sana Alp denmez de kime denir?” (Gönülden

Gönüle: 7)

Bekir Büyükarkın, Kutludağ romanında alplarla abdalları çeşitli yönleriyle karşılaştırmaya çalışmış ve abdalların da son derece değerli ve

önemli bir etkiye sahip olan kişiler olduğuna göndermede bulunarak; savaşmak ve yiğitlik konusunda alplarla karşılaştırmanın yersiz olacağını sergilemiştir. Çünkü alplar, yapıları itibariyle ruh ve nüfuz meselesinden çok savaşçı nitelikleri ve yiğitlikleriyle ön plâna çıkmışlar; buna nazaran abdallar da “ufuk insan” olarak ayrı bir yükümlülükle Osmanlı’nın kuruluş sürecinde hizmette bulunmuşlardır.

“Ruh ve ruha nüfuz meselesi onların düşünmedikleri, düşünemedikleri

şeylerdendi. Alplar, harbin silâhla kazanılacağını, hastalığın ilâçla geçeceğini bilirler, kuru duaya kulak asmazlardı. Aptallara muhabbet ve hürmetleri onların bilgiçliklerinden, iyi gören ve iyi düşünebilen insanı kâmil olmalarından, ileri geliyordu.

Filhakika abdallar da birer cihangir idi. Kimi Horasan’dan, kimi

İran’dan gelen bu zeki Türkler, uzun ömürlerinin her anını bir tecrübe ve bir müşahede-i arifane ile geçirdikleri için görüşlerinde isabet, reylerinde rezanet vardı. Taşıdıkları muharip ruhile muhite intibak ettikleri gibi zekâlarındaki yükseklik, tecrübelerindeki genişlikle de hem-muhit oldukları insanların fevkine yükseliyorlardı.” (Gönülden Gönüle: 36 )

Her yeni yetişen gencin kendisine alpları örnek alması ve bir an önce büyüyüp onlar gibi giyinerek onlar gibi yüce değerler uğruna meydanlara atılmak isteyişi de alplık müessesesinin ne kadar değerli olduğuna işaret etmektedir. Osmanlı’nın kuruluşunda her ne kadar diğer unsurlar etkili olmuşsa da fiiliyatta asıl önemli rolü alplar üstlenmektedir.

Gönülden Gönüle romanında buna şöyle değinilmiştir:

“Alplar, zabit mevkiinde bulunanlar, kaftanlarının üstüne birer kısa cübbe giyiyorlardı. Dolamanın altında - ekseriya - al renkte çakşır bulunurdu.

Bu al çakşırların güneş altındaki pırıltısına, mızrakların, topuzların parıltısı da inzimam edince muhariplerin teşkil ettiği alay, çok rengin ve seyyal bir iltima üvcuda getirirdi. Orduda bilâhare kabul olunan mes - papuç ve çizme

- papuç ilk devirlerde yoktu. Bütün muharipler, kundura şeklinde ökçesiz yemeni, yahut yandan kopçalı ve uzun konçlu kundura taşıyorlardı. Çarık giyenler de vardı. Süvariler, kazan üzengi ve sıkleti bir okkadan aşağı olmıyan mahmuz kullanıyorlardı. Şen askerler, kıymetli ve heybetli rehberlerinin ardında güle konuşa yol alıyorlardı. Yaşça biraz ileri olanlar kendi aralarında eski yurt hikâyelerini tekrar ediyorlar ve gençler birer alp olmak, ünlenmek için tahayyül ettikleri fırsatları, harp fırsatlarını meyanelerinde yad ü ta'dat edip hasretle ve sabırsızlıkla içlerini çekiyorlardı.

Her genç Türkün emeli, gayei emeli, bir akça koca, bir Kunur alp olmaktı. Onların düşman bozup kale almaktaki muvaffakiyetleri, büyük bir kudretten doğan büyük şöhretleri gençler için bir mihrabı -ihtiram olduğu kadar nurlu bir hedef te teşkil ediyordu. ( Gönülden Gönüle: 151)

Abdalların alplar üzerindeki etkisine de değinen Turhan Tan, Gönülden

Gönüle romanında alpların motive edilmesinde abdalların etkisi üzerine vurgu yapmaktadır. Kaldı ki alpların çok iyi bir şekilde motive edilmiş olarak canla başla savaşmalarında dilbirliği, dinbirliği, yurtbirliği, elbirliği inancın sağlamlaşmasında küçük yaşlardan itibaren abdallar tarafından verilen nasihatlerin etkisi büyüktür:

“ -Alplar, ta beşikteyken aldıkları ve hiç bir zaman unutmadıkları bu nasihatleri Abdal Musa’nın ağzından dinlemekle memnun oluyorlardı.

Dilbirliği, dinbirliği, yurtbirliği gibi elbirliği de onlar için çok kıymetli ve

çok ehemmiyetli bir umdei hayat, umdei harekât idi. Maamafih, yeni bir şey istiyorcasına Abdal Musa’yı dinliyorlar, ve toprağa karışmış analarının ayni meali terennüm eden ninnilerini duyuyor gibi heyecanlanıyorlardı.”

(Gönülden Gönüle: 55 )

3. Anadolu Abdalları ( Abdâlân-ı Rûm )

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda etkin rol oynamış bir başka sosyal teşekkül de “Anadolu Abdalları” veya “Horasan Erenleri” olarak bilinir. Bu gruba Osmanlı kaynaklarında adı geçen “abdal”, “baba” lâkabını taşıyan ve ilk Osmanlı sultanlarıyla beraber harplere katılan tahta kılıçlı ve cezbeli dervişler ve maneviyat erenleri girmektedir.8 Bu tabiri Bektaşî Babaları ve

Alevî dedeleri olarak açıklamanın yanlış olacağını hem Fuad Köprülü, hem de

Ahmed Akgündüz eserlerinde belirtmektedir. Fuad Köprülü, bununla ilgili olarak Osmanlı Devleti’nin kuruluşu adlı eserinde şu bilgiyi vermektedir:

“Anadolu Selçuk Devleti, dinî siyaset hususunda, Büyük Selçuk

İmparatorluğu'nun an'anelerine sâdık kalarak sünnîlîği ve Abbasî taraftarlığını muhafaza etti; devlet nüfuzu altındaki şehirler daima kuvvetli bir sünnî, hattâ Hanefi muhiti olarak kaldı; buralardaki medreseler ve

XIII'üncü asırda artık çoğalmağa başlayan birtakım tarikatler umumiyetle bu temayülü muhafaza ve takviye ettiler. Suhravardî, îbn al-'Arabî, Sadr al-dîn

Konevî, Mevlânâ gibi büyük sofilerin neo-platonicien nazariyelerini ve pan- theiste temayüllerini hüsn-i telâkki eden bu serbest şehir muhiti, Yakın-

Şark'ın o devirdeki sair islâm merkezleriyle mukayese edilemiyecek derecede taassubdan uzak olmakla beraber, sünnî şekillerini daima muhafaza etmiştir.

Alman müsteşriki Prof. Babinger'in "Anadolu Selçukîleri'nin, şiîliği resmî mezhep o-larak kabul ettikleri" iddiası, hiçbir delile istinad etmez.” 9

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında Anadolu şehirlerindeki en

önemli tarikatler şunlardır:

8 Akgündüz, Ahmed, Bilinmeyen Osmanlı , OSAV Yay., İstanbul 1999, s. 36 9 Köprüülü, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, TTK Yay., Ankara 1959, s. 95. 1. Mevleviyye

2. Rifâ’iyye

3. Halvetiyye

4. İshâkiyye

1. Mevleviyye

Adını Mevlânâ Celâleddin Rûmî’den alan Celâliyye veya daha sonraki adıyla Mevleviyye Tarikatı, Mevlâna’nın hayatında henüz bir tarikat şeklinde kurulmamıştı. Bu tarikatın felsefesinde herkes bir Yaratıcı’nın eseriydi.

Bundan dolayı yelpazesi çok genişti. Yüksek ve orta tabakalara dayanan bu tarikat, en üst seviyeden en alt seviyeye kadar, hattâ Hristiyanlar ve

Musevîler de dahil olmak üzere çok geniş bir kitleye yayılmıştı. 10 Bu tarikat,

Mevlânâ’nın vefatından sonra müridleri tarafından daha da yayılmış ve çeşitli yerlerde birçok zaviyeler açmıştır. Köprülü, bu tarikatı Babinger’in

Bektaşilik’le aynı nitelikte görmesini ise kesinlikle reddetmekte ve gerçekliğe tamamen aykırı olduğunu söylemektedir.

2. Rifâ’iyye

XIII' ncü asırda Anadolu'da yerleşmeğe başlayan Rifâ'iyye- veya

Ahmedîyye - tarikatı, Moğol istilâsından sonra, o aralık en kuvvetle yoğunlaşmış bulunduğu Irak sahasında Türk-Moğol Şamanlığının tesirinde kalmış popüler bir tarikattı. XIV'üncü asırda Anadolu'da çeşitli tekkeleri bulunan ve mensupları daha ziyade şehirlerin fakir sınıflarına mensup olan bu tarikat, büyük bir önem kazanamamıştır.

10 Köprülü, Fuad, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, TTK Bas. , Ankara 1959, s. 95.

3. Halvetiyye

XIII'üncü asrın sonunda Niğde'de Ahî Yûsuf Halvetî tarafından açılan bir zaviye ile Anadolu'ya giren Halvetiyye tarikatı da. Mevleviyye ve

Rifâ'iyye gibi, sünnî şeklini muhafaza eden bir tarikattır. Bu tarikatın uç beyliklerinin dinî hayatı üzerinde doğrudan doğruya önemli bir tesiri olmamıştır. Lâkin, Anadolu'da yerleşir yerleşmez Ahî teşkilâtıyla sıkı bir alâka peyda ederek, böylece şehirlerdeki zenaatkârları kazanmağa çalışmış ve sonraki asırlarda Arran ve Azerbaycan'da ve Osmanlı İmparatorluğu sahasında oldukça kuvvetlenmiştir.

4. İshâkîyye

XIV'üncü asır başında Anadolu şehir tarikatlerinin bu umumî tablosunu tamamlamak için, meşhur İran mutasavvıfı Ebü İshâk Kâzerünî'ye nisbetle

Kâzerüniyya veya Ishâkîyye veya Mürşidîyye, isimleriyle zikrolunan en eski

İslâm tarikatlerinden birinin de, her halde XIV'üncü asır başlarında Anadolu

şehirlerinde mevcud olduğunu söylemeliyiz. Kâfirlerle cihad ve dinî propaganda prensibini mensupları için en esasî düşünüş olarak kabul eden bu misyoner Tarikatın, Batı Anadolu beylikleri sahasında etkinlik gösterdiği söylenebilir.

Fuad Köprülü, köylerde ve Türkmen aşiretleri arasında dinî hayatın ve sofiyane cerayanların şehirlerdekinden daha canlı, daha samimi, daha taşkın olduğunu belirtmektedir. Metafizik düşünceler ve soyut kavramlar, bu dışa kapalı kalmış çevrelerde oldukça basitleşerek; daha çok eyleme dönük somut

şekiller almaktadır. Köprülü, anılan eserinde propagandacı dervişlerin daha

XIV. yüzyılın başında küçük köylere ve aşiretler arasına kadar yayıldıklarını belirterek bunların sağlam ve çok samimî Müslüman olduklarını vurgulamaktadır. XIII. Yüzyılın ilk yarısında etrafına büyük bir kitle toplayan ve daha sonra debbağlar esnafının pîri sayılan Ahî Evren’ in halifesi ve

Kırşehir’deki tekkesinin şeyhi olan şair Gülşehrî, bu köy şeyhlerinin şiddetle aleyhinde bulunmaktadır.

Köprülü, bu Türkmen’lerin Müslümanlığının şehirli Türk’lerinkine tam benzemediğine değinerek; daha çok eski Türk’lerin putperest gelenekleriyle, dıştan tasavvufî renklere boyanmış aşırı şi’îliğin basit ve popüler şekli olduğunu ifade etmektedir. Bunların ileri gelenleri, “Baba” lâkabıyla adlandırılmaktadır. Ayrıca bunlar garip kıyafetleri, şeriata aykırı âdetleri ve

çoşkun yaşayışlarıyla tamamen eski Türk Şamanlarını hatırlatmakta olup ortodoks mutasavvıflar tarafından şiddetle eleştirilmişlerdir. “Baba” diye adlandırılan bu Türkmen şeyhleri, köylülerin ve göçebelerin manevî hayatlarının yol göstericileridir. Bu “Baba”lar, zamanla güç odağı hâline gelmişler ve merkezî otoriteye karşı ayaklanarak “Babaîler isyanı” nı

çıkarmışlardır.

Fuad Köprülü, “Babaî”lerin ve Türkmen Şeyhlerinin kökeninin

Yesevîye ve Kalenderîye tarikatlarında aranması gerektiğini belirtmektedir.

1. Yesevîyye

XII. yüzyılda Orta Asya’da kurulmuş en eski Türk tarikatıdır. Büyük bir hızla bütün Türk memleketlerine yayılmış, özellikle Cengiz istilâsından sonra

Mâveraünnehir’den ve Hârezm’den Anadolu’ya doğru olan büyük göçler sırasında Anadolu’ya gelip yerleşmiştir.

2. Kalenderîyye

Kalenderîyye tarikatı, Anadolu’nun dinî değil, genellikle tasavvuf tarihi bakımından önemlidir. Kökenleri “Horasan Mektebi” veya “Melâmetîyye” ye dayanmaktadır. Suriye, Mısır, Irak, İran, Hindistan, Orta Asya, Anadolu sahalarında görülmektedir. Ayinlerinin garipliği ve mensuplarının kayıtsızlığından dolayı ortodoks sofilerin eleştirilerine hedef olmuşlardır.

Mensublarının kıyafetleri, yaşayışları ve hattâ ahlâkî anlayışları, biraz Hind

Sadhu’larını hatırlatan bu tarikat, çeşitli zaman ve mekânlarda bazı farklar göstermekle beraber, "mücerredlik, fakr, dilenme ve melâmet" esaslarına bağlıdır. Kalenderîler, saçlarını, kaşlarını, sakal ve bıyıklarını tıraş ederek kendilerine has bayraklar ve dümbeleklerle, oldukça kalabalık zümreler hâlinde oradan oraya gezerler. Bazı merkezlerde tekkeleri olmakla beraber umumiyetle gezgindirler. Pek az istisna ile, yüksek felsefî düşüncelere ve dinî tecrübelere kabiliyetli olmayan ve işsiz serserilerden oluşan bu zümrelerde, yukarıdaki prensiplerin nasıl manevî bir “nihilizm”le, hattâ ne korkunç bir ahlâksızlıkla sonuçlanacağı bellidir. Sonraları, iyi anlaşılamamış bir

“panteizm” ve aşırı şiî eğilimlerine de bulaşan bu Kalenderîye Tarikatının, sosyal ve ahlakî düzene karşı nasıl isyancı rol oynadığı kolayca anlaşılır.

3. Haydarîyye

Kutbe’d -dîn Haydar adlı bir Türk şeyhi tarafından XII. Yüzyıl sonunda

Horasan’da kurulmuş ve esasını Yesevîlikten almakla beraber, Kalenderîyye tarikatının düşüncelerinden de çok esinlenmiş olan bu tarikatın başlıca mensupları, Horasan’daki Türk gençleridir. Bunlar, şehirden daha çok köylerde ve göçebeler arasında yer edinmişlerdir. Köprülü, Babaîler kıyamının başını çekenlerin Türkmen Babaları’nın aşırı Alevî zümrelere mensup ve eski Türk Şamanları’na benzeyen Türk Dervişleri olduğunu belirtmektedir. Köprülü, Moğol istilâsından sonra sözü edilen heteredoks zümrelerin çoğaldığını vurgulayarak, ilerleyen zamanda bu Türkmen

Babaları’nın yalnız köylerde ve göçebeler arasında değil Selçuklu saraylarında ve uç beylerin yanlarında da yaygınlaştığını ifâde etmektedir.

Anadolu’nun şehirlerinde ve köylerinde ortaya çıkan bu tarikatların yanında “atheizm” ve “İbâhîye” vb. düşünce sistemlerini benimseyenler de bulunmaktadır. Özellikle Niğde’de bunların çokluğu göze çarpmaktadır. Gök

Böri Oğulları, Turgut Oğulları gibi bazı göçebe kabilelerle Luluva vilâyetindeki oduncular, kömürcüler ve Niğde çevresinde etkinlikte bulunan

İbrahim Hacı adlı İbâhîye’ye mensup şeyh taraftarlarını Niğdeli Kadı Ahmet,

Küfür ve zındıklıkla itham eder. Yine Anadolu’da Taptuk isminde bir Türk

şeyhine bağlı oldukları için Taptukî, daha doğrusu Taptuklu namını alan bir topluluk var olup, misafirlerine kızlarını, kız kardeşlerini, karılarını peşkeş

çektikleri bilinmektedir.

Köprülü, XIV'üncü yüzyıl başlarında, yeniden batıya, Bizans topraklarına doğru ilerlemeğe başlamış olan Türkmen kabileleri arasında ve

Türk köylerinde gördüğümüz etkin, propagandacı, mücahit Türkmen

Babalarının, yukarıda sözü edilenler olduğunu vurgulamıştır. ilk Osmanlı hükümdarlarının yanında, menkıbelere nazaran tahta kılıçlarla harp eden, kaleler alan, bir avuç müridi ile binlerce düşmanı ezen, Müslümanlığı yayan

Abdal lâkaplı birçok dervişlerin, meselâ Abdal Musa, Abdal Murad, Kumral Abdal, Âşık Paşazâde'nin Rûm Abdalları dediği zümreye mensup olduğunu belirtmiştir. Bunların Yesevîye, Kalenderîye, Haydarîye vb. çeşitli heterodoks zümrelerin Anadolu’da Türkmen gelenek ve göreneklerinin yöresel hurâfelerle karışmasından ortaya çıkan “Babaîlik”in sonraki şekillerinden biri olduğu belirtilmektedir. Köprülü, ilerleyen zamanda bazı doğu ve batı eserlerinde gördüğümüz “Torlaklar ve Dervişler”in de bu abdallarla aynı olduğu kanısına varmıştır. 11

Yeri geldikçe çeşitli kişiler çevresinde oluşan öğretilere daha fazla değinilecektir. Fakat burada “Rifaiye” Tarikatıni düşünüş biçimi olarak biraz genişletmeyi gerekli görüyorum. Mevlevîlik ve Yunus Emre’nin fikrî yapısına ise zaten geniş biçimde ilerde değinilecektir.Çünkü adı geçen bu şairlerimizin hem fikrî hayatın gelişmesinde hem de Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna hizmet eden zihinlerin oluşmasında çok büyük katkıları olmuştur.

Osmanlı’nın kuruluşu sırasında her ne kadar birçok çarpışma olmuşsa da düşünce alanında Anadolu’nun İslâmlaşmasını ve Osmanlı’nın kuruluşunu sağlayan “Öğreti sahipleri” dir. Çünkü Alperenlerin hareketleri ve seferleri

üzerinde belirleyici rol oynayan ve onlara fetih ruhunu aşılayan ve ufuk açan

Şeyh Edebalılar, Yunus Emreler ve Mevlânalar gibi erenlerdir. Aşağıda İbn-i

Celâl’in Cilâ’üs- Süedâ adlı eserinden naklen “Rifailik” e ait belli başlı düşünüş biçimleri verilmektedir:

«Muaşereti güzel, maişeti kolay ve sade, nefsi gani, hilmi çok, ketum» ahdinde vefakâr, Müslümanlar için çok dua eder, kötülükleri affeder, açı doyurur, çıplağı giydirir, hastanın hatırını sorar, cenazeyi teşyi eder, fukara ile oturur, miskinlerle birlikte yemek yer, ezaya sabreder, düşmana nasihat

11 Köprülü, Fuad, a.g.e, s. 94 - 102 eder kendisiyle karşılaşınca selâm verir, revak ve mescidi kendisi süpürür, halkın ferah ve sürurunda ferih ve mesrur olur, gam ve kederlerinde gamlı görünür, birine hitap edeceği vakit muhatabı gerek büyük olsun gerek küçük olsun, efendim der, bir şey hoşuna giderse tebessüm eder, kahkahadan hoşlanmaz, özür sahibinin özrünü kabul eder, korkusu ferahından ziyade olup korkusundan nefesinden yanık ciğer kokusu gelirdi. Yolda yürüdüğü vakit sağa sola bakmayıp önüne bakar, körleri eliyle tutup yol gösterir, fakirlerin evlerine yemek, eramil ve miskinlere kırba ile su götürür, takati olmayanlarla hastaların hizmetlerini görür, onlardan kendisiyle nâs için dua talep ederdi.

Yetimlere baba, dullara koca muamelesi ederdi. Bir sözü söylemeden evvel tartar, öyle söylerdi. Hiç bir şeyde ifrat etmez, boş şeylerle uğraşmazdı.

Namaz vakti girince her şeyi bırakır, namazı eda ederdi. Namaza durduğu vakit rengi sararır, sabah namazında güneş doğuncaya kadar yerinde otururdu.

Göz yaşları çok, ağlaması uzun, ferahı azdı. Her namazın sonunda Ayet ül- kürsü, yolda giderken Fatiha okurdu. Daima abdestli bulunur, buna devamı emrederdi, önünden geçtiği mescide girer, namaz kılardı. Kendisine verilen hediye hurma kurusu olsa hakir görmez, musafa hasını isteyenlerden elini

çekmezdi. Fukaradan bir kimseyi işinde kullanmazdı. Meclisinde dünya sözü cereyan etmezdi. Kalkarken, otururken zikr-i İlâhi ile kalkar otururdu.

Cemaatten bir derviş eksik olsa, o fakirin hatırını sorar, hasta ise ziyaretine gider, yahut tarafından birini gönderir, eğer gelemeyişi bir ihtiyaçtan ise hacetini görürdü, ihvan ile birlikte yemek yemeyi sever, yanık ekmek yemez, elini ekmeğe silmezdi. Tokluktan nehyeder, tokluk âfete sebeptir derdi. Suyu

üç nefeste içerdi. Yerde bir ekmek parçası görse Allah adı yanlı bir şey için nasıl ihtimam ederse öyle ihtimam ederdi. Yamalı hırka giyerdi. Geceleyin teşbih maaf kesbinden efdaldır deyip kıyam-ı leyle tergip ederdi. Birinin yalan söyliyebileğini istib'ad ederdi. Kalbi sıkar ve hicaplandırır diye fukarayı ağniyaya nazardan nehyederdi. Doyduktan sonra yemeği, lüzumsuz söz söylemeği, zalimler ile musahabeti ve onlara yardımı nehyederdi. Bu hal kalbi katılaştırır, Allahı gazaplândırır derdi. Hurma dibine düşeni sahibinin izni olmadan almağı menederdi. İhtiyarın elini öper, duasını isterdi. Bir genç görse ona da sokulur, bana dua et derdi ve bunu isterken çünkü sen tövbekar bir gençsin derdi. Bir çocuk görse öper, dua talep ederdi.” 12

Yukarıda kısaca Osmanlı’nın kuruluş sürecinde rolü olan dinî oluşumları özetledikten sonra bu dönemi işleyen romanlarda bunların nasıl ele alındığına bakalım. Turhan Tan’ın Gönülden Gönüle romanında abdallar şu

şekilde ele alınmıştır:

“ -Alplar, ta beşikteyken aldıkları ve hiç bir zaman unutmadıkları bu nasihatleri aptal Musanın ağzından dinlemekle memnun oluyorlardı.

Dilbirliği, dinbirliği, yurtbirliği gibi elbirliği de onlar için çok kıymetli ve

çok ehemmiyetli bir umdei hayat, umdei harekât idi. Mamafih, yeni bir şey isitiyorcasına aptal Musayı dinliyorlar, ve toprağa karışmış analarının ayni meali terennüm eden ninnilerini duyuyor gibi heyecanlanıyorlardı.” (

Gönülden Gönüle: 55 )

Bekir Büyükarkın, Kutludağ romanında abdalların da akınlara ve savaşlara nasıl katıldığını çok çarpıcı bir şekilde özetlemiş; zaman zaman abdalların alpların önüne geçmek için nasıl yarışırcasına hareket ettiklerini tablolaştırmıştır:

12 Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B. Yay., İstanbul

1993, C. III, 39 - 40

“Abdallar ise göğüsleri açık, ayak tabanları delik, başları çıplak, ellerinde tahta kılıçlar, yaralı bir bacının, ya da Alpın önüne geçip, «Allah diyelim» diye haykırıyordu.

Burası Çakırpınar'dı. Gerilerde bir orman vardı. Orada da çarpışıyorlardı.

Çakırpınar ise hâlâ şırıl şırıl akıyordu. Yerde ölüler, ölüler yatıyordu..”(

Kutludağ: 345)

Kemal Tahir de Devlet Ana romanında aslında papaz olup sonraları din değiştirerek Osman Bey’in amcası Dündar Alp’ın adamlarından olan

Daskalos Derviş’in kişiliğinde Hristiyanlığa eleştirler getirmiştir. Hatta papaz

çömeziyken şarapçılık, karıcılık, kumarcılık vb. işler yaptığını da belirterek durumu daha dikkat çekici kılmıştır. Yine Daskalos dervişi Dündar Alp’a yakınlaşmış olarak kurgulayarak Dündar Alp’ın düşünüş biçimiyle Daskalos

Derviş’in düşünüş biçimi arasında paralellikler kurmuştur. Hatta Dündar

Alp’ın Daskalos’u yanına kabul etmesini dervişin kendisine “bakırı altına

çevirebildiğini” göstererek Dündar Alp’ ın ne kadar menfaat düşkünü olduğunu somutlaştırmıştır. Aslında tüm bu gelişmeler, daha sonraları birikerek yavaş yavaş Dündar Alp’ın da sonunu hazırlamıştır. ( Devlet Ana:

135 )

Devlet Ana’ da verilen bir diğer derviş ise “ Kamagan Derviş” tir. O da davranış biçimi olarak pek tekin değildir. Yine sık sık Dündar Alp’ın yandaşlarından Daskalos Derviş’le biraya gelmesi kendisinin de bakırı altına

çevirebilen bir simyacı olduğu noktasında keyfî söylemlere yol açmıştır. Bu nokta da kendisini pek iyi tanıtmamıştır: “ Kamagan Derviş'in mağarası, ev iriliğinde sivri kayalarla kaplı bir

çorak tepedeydi, önünde harman yeri kadar bir düzlük vardı. Kamagan Derviş, gelenleri, çoğunluk, burda karşılar, burdan savardı. Yolu geceye kalanlar, bahar herklerinde öküzlerini gövertiye salmak için kırlarda geceleyenler, genellikle çobanlar, Kamagan Derviş'in mağarasında kırmızı, mor, yeşil, sarı

ışıklar yandığını söylüyorlardı. Dervişliğin yanısıra simyacılıkla uğraştığı, kurşunu, bakırı altun etmeye çabaladığı yaygındı. Bunu inanılır hale getiren

Dündar alp'ın akıldânesi Daskalos Derviş'in buraya sıkça gelmesi, Kamagan'la mağaraya girip kaybolup uzun uzadıya kalmasıydı.

Mağaraya yaklaştıkça Bacıbey'in sinirliliği artmıştı.

Mavro'nunsa, «Allah adamlarıdır bunlar, tekin değildirler, nolsa olur» dediği keşişe, dervişe karşı, hiç yüzü yoktu. Ortasında kocaman bir ateş yanan düzlüğe çıkınca beti benzi atmış, boğazı kurumuştu.

Kamagan Derviş mağaranın kapısında göründü. Uzun cüppesi, iki arşın külâhıyla boyu kestirilemiyor, çekik gözleri, fırlak elmacıklarıyla adamdan

çok Moğol'a benziyordu. Sakalları seyrek, boynu ince, omuzları daracıktı. Bü- tün dişleri döküldüğünden çenesi nerdeyse burnuna değecekti. Buruşuk suratı, insana ürküntü verecek biçimde oynuyor, gerilip gevşerek aralıksız değişiyordu.” ( Devlet Ana: 298 )

“Devlet Ana” romanındaki Hristiyanlık eleştirisine benzer bir şekilde

Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğlu- I adlı romanında Hristiyan papazlarını aşağılayıcı söylemlere yer vermiştir.

“Nöbetçilerden biri esefle başını salladı:

“Papaz olmadığına hayıflanıyorum,” diye mırıldandı. “Ye, iç göbek şişir.Bol bol cennet anahtarlarını millete dağıt, torbalar dolusu altın kazan.Ne hayat, ne hayat!” ( Sunguroğlu- I : 221 )

Yavuz Bahadıroğlu’nun bu romanında bazı papazların halkı sömürdüğü, bol bol yiyip içip zevk ve sefa içerisinde bir yaşam sürdüğü; hatta cennetin anahtarı adı altında halka birşeyler satarak haksız kazanç sağladıklarına göndermede bulunmuştur.

Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp adlı romanında düşmanın inaçsızlığına değinmiş, para dışında hiçbirşey düşünmediklerini vurgulayarak onların kendilerinin bile papazlarına güvenmediklerini ortaya koymuştur. Böylece papazların yaptıkları olumsuz davranışlara doğruluk kazandırmaya

çalışmıştır.

"Benimle konuşurken Meryem'den, İsa'dan bahsetme Moris. Bilirsin, böyle şeylere inanmam. Papazların para kazanmak için uydurdukları korkunç cehennemle cazip cennet de beni hiç alâkadar etmiyor üstelik. Şu anda bana para lazım ve bu sende vardır."

Moris soğuk soğuk terlemeye başlamıştı. (Turgut Alp: 160 )

Devlet Ana romanında Kemal Tahir, “Cavlak” lar hakkında kısa bilgiler içeren bir kurgulama ortaya koymuş ve bunların kökenlerinin Haşhaşçılığa dayandığını belirtmiştir. Ortaya çıktıkları zamanlarda öncülerinin de Acem içerisinde yer alan Hasan Sabbah adında birisinin olduğu üzerinde durmuş ve tamamen sapık bir oluşum oldukları yönünde kanaatlarda bulunmuştur:

“Haşaşçılıktan kökleri... Eskinin meselesidir. Vaktiyle bir Hasan

Sabbah türemiş Acem içinde... Geçmişe yanmaz, gelecekten nesne ummaz bir kıyıcı herif... Kuş kanadı erişmez bir dorukta bir kale örmüş, adı:

Alamut..«Dağlar Şeyhi» olup çıkmış... «Benim Mehdi» diyerek biriktirmiş başına ipini kırıp kazığını sırtlayıp geleni... İçirmiş bunlara afyonlu şarabı.

Atmış koyunlarına körpe cariyeleri... «Cennettir bu... Allah'ın cennetine ölen girer. Doğru çalışırsanız bana, sağken, durağınız burasıdır ve de burda size

ölüm yoktur» demiş... «Cenneti dünyada bulduk» sanan avanaklar, yitirmiş

ölmüş korkusunu... Saldığı yere dalar, tut dediğini kapar olmuşlar. Çok adam

öldürmüş bunlar vaktiyle... Şimdinin cavlakları, eskinin haşaşçılarına pek benzemez ama gözü karası gene de çoktur. Tepelediğin herif inanmamış senin mollalığına... Deli Balta'nın kitaba el bastığını görmesiyle aklı sıçramış,

«Vay başıma... Mollası böyle olan yerde bize ekmek yok» demiş, «Heyvah ki, boşuna teptik bunca yolu.» diyerek sızlanmış... Bizim buraların gidişatını anlatmış Deli Balta... Herif, adam gibi giyinip savaşçılara katılmayı dilemiş...

Demek yetti canına maskaralık... -içini çekti-: Germiyan'dan gelen afyonu keseydik, düzene girerdi bu fukaraların çoğu... Önleyemedik olgörüp...(Devlet

Ana: 166 )

Osmanlı’nın kuruluş aşamasında çok değişik dinî oluşumların olduğu bilinen bir gerçektir. Eski Türkler’den beri Türk inanış sisteminde önemli bir yeri olan Şamanizm ve buna bağlı olarak Şaman, Devlet Ana’da şu şekilde tasvir edilmiştir:

“Cüppesinin üstü meral postundandı. Eteği altmış parçaydı. Yakasına yedi bebek dikilmişti. Bunlar, insanoğlunun atası, yağız yerin tanrısı,

şimşekçi, yıldırımcı Ülgen'in, şamanlara fala bakarken yol gösteren yedi ak kızıydı. Bu yedi bebeğin yanma küçücük yaylar, oklar, çıngıraklar asılmış; ay, güneş, yıldız, kurbağa, yılan, kuş, kulak, burun resimleri yapılmıştı.

Bunlar şamanın doğuş silâhlarıydı. Yolunu kesmek isteyen, şaşırtıp baştan

çıkarmak için gök katlarında pusu kurmuş, yol azdırıcı kara kızların, ancak bu silâhlarla hakkından gelebiliyordu. Kırmızı bezden her biri bir karış boyunda

üç boğumlu, tepesine vaşak kuyruğu asılı içi yapağıyla tıkabasa doldurulduğu için dimdik duran külahını başına geçirmişti.”(Devlet Ana: 299 )

Osmanlı’nın kuruluşu sırasında çok önemli yeri olan bir başka öğreti ise Mevlâna’nın öncülüğünü yaptığı ”Mevlevîlik” tir.

“Mevlevîlik, Anadolu’da XIII. asırda kurulan tarikatler içinde, daha

çok, bir yüksek zümre tarikati olarak büyük ve müspet vazife gören mühim bir teşekküldür. Bu tarikat, adını Mevlânâ Celâleddîn Rûmî'nin “Mevlânâ” unva- nından almış; fakat Mevlânâ tarafından kurulmamıştır. Çünkü Celâleddin, bir tarikat kuracak ve onu yürütecek ölçüde maddî teşkilât işleriyle uğraşacak ruhta değildi. O, çok büyük bir mutasavvıftı ve bütün bir tarikatı, her türlü tefekkürü, heyecanı ve coşkunluğu ile kendi hayâtında, kültüründe ve düşünüşünde yaşıyordu.

Bu arada Mevlevî tarikatinin şiir, mûsikî ve semâ gibi güzel sanatlarla birleşen ve onlarla ifâde edilen duyuş ve düşünüş sistemi, Mevlânâ zamanında başlamıştı. Mevlevî musikisinin ve Mevlevî semâının başlangıcı ondaydı.

Onun zamanında musiki; ney, rebâb ve def gibi sazlarla terennüm ediliyor;

şiir, Farsça ile söyleniyor ve Mevlânâ'nın, coştuğu zaman, yüksek sesle şiir okuyup sokakta yürürken bile semâ ettiği haber veriliyordu.

Mevlevîlik, yüksek ve hür bir İslâm tefekkürü içinde başlamıştı. Büyük yaratıcıya şiirle, musiki ile; semâya kanatlanır gibi hareketlerle coşkun bir dinî raksla kendini veriş mahiyetindeki bu tarikat ibadeti, bizzat Mevlânâ'nın başlattığı bir hareketti. Mevlânâ hayatta iken bu coşkunluk meclislerinde kadınlar da bulunuyordu. Mevlânâ onların da meclislerinde semâa kalkıyor, bu semâ ile coşan kadınların da aynı harekete katıldıkları söyleniyordu. Nitekim Mevlevîliğin Mevlânâ'dan sonraki hayâtında, Sultan Veled'in kızı

Şeref Hâtûn gibi kadın mürşidler ve kadın halifeler de görülmüştü.

Fakat Mevlevîliğin belirli âdab ve erkânı ile ve birtakım değişmez prensiplerle büyük teşkilât hâlinde kuruluşu, Mevlânâ'nın oğlu Sultan

Veled'le başlamıştır. İyi bir teşkilâtçı olan Sultan Veled ve onun da oğlu Ulu

Arif Çelebi, Tarikatı kurup teşkilâtı genişletmişlerdir. Başlangıçta Selçuk sultanlarıyla, sonra Moğol kumandanlarıyla iyi geçinerek Mevlânâ'nın büyük adını ve hâtırasını vakur hareketlerle yaşatmışlardır. Önce Konya çevresinde, sonra daha başka şehirlerde teşkilâtlanan Mevlevîlik, bilhassa Osmanlı sultanlarının bu ağırbaşlı ve yüksek kültürlü tarikate gösterdikleri saygı dolayısıyle imparatorluk zamanında Mısır'dan Macaristan içlerine kadar yayılmıştır. Bütün buralarda Mevlevî dergâhları kurulmuş, Mevlevî âyinleri yapılmış, Mevlevî semâı ve Mevlevî musikisi, üç kıt'ada, yaygın bir alâka görmüştür.

Kur'ân-ı Kerîm'in yüksek tefekkür seviyesinde, manzum bir tefsiri mahiyetindeki Mesnevî, Mevlânâ'nın ölümsüz eseri olarak bütün bu yerlerde asırlarca bir mukaddes kitap saygısıyle okunmuş, şerh edilmiş, dergâhlarda kadınlı erkekli dinleyicilere mesnevî dersleri verilmiştir. Mesnevî'de Hz.

Muhammed'e ve onun kitabına karşı duyulan derin aşk ve bağlılık,

Mevlevîliğin bütün bu ülkelerde birinci derecede müsbet tesir uyandıran bir tarikat olarak bilinmesini sağlamıştır.

Kurulan dergâhların hepsinde büyük semâ'hâne'ler yapılmış, buralarda bir tarafta mutrıbler ney üfler, kudüm çalar, na't'ler, ilâhîler söylerken bir tarafta semâ'a kalkılmış, mukabele denilen Mevlevî törenleri bu âdâb, erkân ve hareketler dahilinde yapılmıştır. Mevlevî tarikatı Mevlânâ'nın büyük yolunda hep aynı vekarla yürümüş, umumiyetle, siyâsî hareketlere katılmamış, dînî münakaşalara iştirak etmemiş ve Türk topluluk hayatında daima bir kültür, bir sanat ve bir yüksek duyuş ve düşünüş müessesesi haysiyetiyle yaşamıştır. Bu tarikatin Konya'da Mevlânâ

Türbesi çevresindeki merkezi, Çelebî'ler denilen ve Mevlânâ neslinden gelen

Mevlevî büyükleri tarafından idare edilmiştir.

İşte, tarikat hayatı bu çizgilerle özetlenebilecek olan Mevlevîlik, XIII. asırda önce Mevlânâ'nın büyük şahsiyeti sayesinde Anadolu'nun bu asırdaki buhranlı hayatı içinde manevî bir huzur kaynağı olmuştur. Mevlânâ, Konya ve

çevresinde geniş bir manevî hayat uyandırmış ve onun maneviyâtı, ilk halifesi

Hüsâmeddin Çelebi ile oğlu Sultan Veled ve torunu Ulu Arif Çelebi gibi

Mevlevîliğin ilk çelebi'leri tarafından büyük vekarla yaşatılmıştır. Bu maneviyat XIII. asır Anadolu'sunun çeşitli buhranları içinde bunalan; halktan olsun, büyüklerden olsun nice insana derin bir dînî kültür ve tefekkür yanında, o ölçüde büyük bir huzur ve teselli vermiş ve birçoklarını da me'yûs olmaktan kurtarmıştır.” (Banarlı: 291-293 )

M. Necati Sepetçioğlu, Konak romanında Mevlâna ile Osman’ın ilk karşılaştığı an her iki tarafın da neler hissettiği üzerinde durmuş, Osman’ın sanki büyülenmiş gibi ve Mevlâna’nın ise onu görür görmez sanki geleceği görmüş gibi olduğu üzerine vurguda bulunmuştur. Hiç şüphe yok ki

Mevlâna’nın Osman ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda çok büyük manevî etkileri olmuştur. Başta Şeyh Edebalı olmak üzere Mevlâna, Yunus vb. erenlerin yanında âdeta gerçek kişiliğine kavuşmuş; ayrıca yeni kurulan

Osmanlı’da da kültürel anlamda bir atmosfer oluşmuştur. Aşağıda Konak romanında Mevlâna ile Osman’ın ilk karşılaştığı an verilmiştir: “Selâm verdi yanına gelince yiğidin.

Delikanlı hafifçe eğilip yana çekilmiş, ihtiyara yol vermişti. Selâmım duyunca, o âna kadar duyduğu saygının birkaç misli fazlasıyla eğildi; ihtiyarın ellerine eğildi; tutup öptü. Mevlânâ, ellerine eğilen bu heybeti hemen farketti. Ellerini Öpen dudaklar sert, sıcak, içtendi; ellerini tutan eller, tuttuğu zaman gönülden, bırakmıyacakmış gibi, erkek bir dostluk dolusunda tutuyordu. Bu ellerdeki sağlam gücü de farketti Mevlânâ. öyle geldi ki bu eller, yeni bir zamanın sıcağındaydı; elleri öpen dudaklara, zaman perdesini aralayarak uzanmıştı. Gözlerine baktı yiğidin; çakırlaşmış bir süt duruluğunda; içinde yaşadıkları zamanı göremedi. Mevlânâ vecde doğru uçtu.

Dünyadan sıyrılıyordu. Yiğidin gözlerindeydi aradığı zaman, açıkça gördü.

Altmış şu kadar yıldır beklediği; aradığı, anlattığı, inleyip hıçkırdığı zamandı bu: “Adını bağışlar mısın oğul?”

«Osman.»

Mevlânâ Celâleddin, bütün damarlarında, bütün sinirlerinde beyninde bir Osman aradı. Eski Osmanlar, yeni Osmanar; böylesini bulamadı.

“Hangi Osman?”

Osman gülümsedi. Saygıda kusursuz, sevgide ölçülü, dostluğu ne az ne

çok bir gülümseme.

«Kara Osman da derler. Ertuğrul oğluyum. Kayı Boyundan.»

«Söğüt’teki. Edebalı’den duyduğumsun sen, tanımalıydım.»

Osmanın kara esmer can yüzü kara esmerliğinde kızarabildiği kadar kızardı; çakır, hoş bir utanmışlık buğulandı. Nerdeyse: «Edebalı benden mi bahsetti?.. Şeyh Edebalı...» diyecekti; hattâ daha çocuksu, daha boş bulunup:

«Mal Hâtunun babası benden mi bahsetti?» diye soracaktı. İhtiyarın bakışları o kadar yakındı, o kadar içten geliyordu ki sormasından daha tabiî bir şey de olmazdı., soramadı yine de. İhtiyarın o her şey olan gözleri çocuk duruluğunda bile olsa saygısızlığı ayıplayan bakışlardandı. Soramadı. Çakır gözlerinden buğulanmış utangaçlık sevinçle karıştı.

Mevlânâ Celâleddin bu değişen yüzün ve gözlerin hazzını şu anda dünyalara değişmezdi. Fakat, bir sona erişle bir başlangıcın ucuna geldiği zaman bağının daha fazla zorlamağa gelmeyeceğini de biliyordu. Kim olursa olsun, bütün ölümlülerin duyabileceği en büyük hazzın, uzamağa tahammülü olmayan bir haz olduğunu kendisi söylerdi; şimdi bu hazzı uzatmak zamanı daraltmak olurdu ki bu kendisinin elinde değildi. «Ne güzel» diye söylendi vecd içinde haz duyarak; «Tanrım ne hoş! Bensiz bir zaman yaratmadın çünkü her zamanda sen varsın, şimdi beni alıyor, Osmanı salıyorsun. O halka iniyor bu merdivenlerden, ben aynı merdivenlerden çıkıyorum, halkın içinden çı- kıyorum. O saraydan kurtuluyor ben saraya giriyorum. Ne güzel Tanrım ne güzel; saraydan halka inmek ve halktan saraya çıkmak ne güzel!»

Osman bir tuhaf oldu; sandı ki bir dünya çevresinde dönmekte, güneş dönmekte, saray ve kalabalıklar dönmekte., bir korkunç baş dönmesiydi.

İhtiyara kim olduğunu sormak geliyordu içinden, utancından soramıyor, daha doğrusu alacağı cevaptan korkuyordu. Şeyh Edebalınin gelip konuştuğu kimse sıradan biri olamazdı, bunca kalabalığın iki sıralı safta beklediği biri ulu orta bir kimse de olamazdı. Konyada böylesine biri ancak? düşünemiyordu; bu korkunç bir düş hazzıydı; bir zaman penceresinden bakmanın, düşüncelerinin o pencereden şekillenişini görmüş olmanın başdöndürücülüğüydü. Bu,

Mevlânâydı herhal... ohh! Mevlânâ Celâleddin «Durma Osman» dedi; «Burda beklemen beyhude., yürü, "kendi zamanına yürü oğul.. Bize, şu merdivenlerin başında biri, yürü, dedi, izin verdi. Biz, halka izin verdik. Hepsi senin içinmiş, şimdi anlıyorum.

Hayırlı olsun!»

Bir daha baktı Osmana; çakır gözlerini, kara esmer yüzünü bir ân seyretti. Osman, Mevlânâ Celâleddinin kendisine değil de sırlı bir aynaya baktığını sandı; onun gördüklerini kendisinin de görebilmesi için neler neler vermezdi şu anda.

Gülümsedi Mevlânâ; bu, göreceğini görmüş, Öğreneceğini öğrenmiş bir

ölümlünün gülümsemesiydi. Osman çok sevdi bu gülümsemeyi, kendi göz- lerine yapışıp kaldığına inandı. «Hadi» diye fısıldadı Mevlânâ: “Hadi

Osman.Burda bitiyor, burda başlıyor.”

Sarayın görkemli kapısına doğru yürüdü ağır ağır.

Yıl 1273, aylardan hazirandı; günlerden Cuma. Haziran sıcağı

Konya’nın üzerinde tortulanıyordu.” (Konak: 91 vd.)

Yunus Emre de Osmanlı’nın kuruluş aşamasındaki manevî havanın oluşmasında çok önemli yeri olan şairlerimizden biridir. Yunus, her şeyden

önce bir aşk adamıdır. Yaşadığı sürece çevresindeki birçok kişiye kaynaklık teşkil etmiş, vefatından sonra bile onun düşünceleri günümüze kadar tüm tazeliğiyle ulaşmıştır. Şu anda bile şiirleri, okuyanlar üzerinde büyük bir manevî iklim oluşturmaya devam etmektedir. Yunus hakkında çok daha ayrıntılı bilgi verilebilecek ve müstakil bir çalışma yapılabilecekken biz burada konumuzla ilgili olması açısından sadece onun fikrî ve edebî yönünü

Banarlı’nın değerlendirmesiyle sunalım: “Yûnus'un duygu ve düşünce âlemini hazırlayan kültürün kaynağında islâm imanı vardır. Bu îman, dünyânın üç kıt'asında tecrübe görmüş ve her yeni nesle zekâ ve irfan mîrasları bırakmış bir milletin bağrında, kendi öz

çevresini bulmuştur. Yûnus'un bilgi ve düşünce âleminde, önce, bu uzun, sabırlı ve sayısız hayat tecrübelerinden doğan irfan ışıldar. Onun, yaradılış, varlık, yokluk, aşk ve Allah hakkında, duygulu ve hummalı zihin yoruşları vardır ki ayni irfan kaynağından beslenir.

Yûnus, insan olan herkese karşı; fakir, zengin, Hıristiyan ve Müslüman ayırımı yapmayan, engin sevgiyle bağlıdır. Ondaki insan sevgisi, insan'da

Allah' dan bir parça, O'ndan gelip bedenlenmiş bir cevher bulunduğunu bilmesindendir. Yûnus, işte bu parça'nın bütün'üne yânî Allah'a âşık'dır, O'nu gönlünde bilmenin heyecâniyle vurgundur. Bu heyecanı, Musa Peygamber'in konuştuğu çoban kadar saf bir gönülle duyar; ayni saflıkla söyler.

Yer yüzünde bir ömür boyu vatanından uzak kalmış bir insan hüznüyle

Yûnus'un Tanrı diyârı'na karşı sonsuz hasret duyması da bundandır.

Yûnus, ömrü boyunca böyle bir nostalji'nin hummâlarıyle yanmış,

şiirlerine bu hummanın hareketini vermiştir. Nihayet, bütün bu iç ve kafa hareketleriyle olgunlaşıp derinleşen, bâzan coşkun, bâzan rind ve her haliyle cana yakın bir derviş...

Yûnus Emre'nin şiirlerinden ve halk içine yayılan menkıbelerinden yükselerek yedi asır ötede canlanan simasının belli başlı çizgileri bunlardır.

Yûnus, duymuş, düşünmüş, inanmış ve bütün bu duyuş, düşünüş ve inanışlarını büyük bir sadelik ve kolaylıkla şiirleştirmeğe muvaffak olmuştur.

Islâmî taassubun, üzerinde durmaktan çekindiği birçok îman meseleleri ile cennet, cehennem, sırat v.b. gibi kavramlar, onun en zekî ve hür düşüncelerine mevzu olmuştur. Şiirleri, eskilerin, sehl-i mümteni' dedikleri, her dilin söyleyemiyeceği bir açıklık ve kolaylıkla terennüm edilmiştir.”

(Banarlı: 331-333 )

Osman’ın Yunus Emre ile karşılaşması âdeta onu büyülemiştir. Osman,

Yunus’un konuşmalarını can kulağıyla dinlemiş; hatta bazı söylediklerini tam anlayamamış ‘acaba ne demek istedi’ diye düşünmeye başlamıştır. ‘senin zamanın senden sonra başlamazsa neye yarar. Sen senin zamanını kendin

öreceksin’ diyerek Osman’ın geleceğe yönelik olarak yapması gerekenler konusunda kendisine imâda bulunmuştur. Yunus’la ilk defa karşılaşan Osman,

Mevlâna ile karşılaştığında duyduğu heyecanı duymuş; onunla konuştukça ve onu dinledikçe kendinden geçmiştir. Yunus, Osman’a dünyanın geçiciliğini vurgulamış ve ayrıca paylaşmanın önemine yönelik sözler söylemiştir.

Osman Bey, Yunus’la geçen bu konuşmalarından sonra bir kat daha ağırlaşmış, bir kat daha düşünce dünyasını geliştirmiştir. M. Necati

Sepetçioğlu, Konak adlı romanında Yunus’la Osman arasında geçen bu karşılaşma anını şu şekilde vermiştir:

“«Neyin sonu gelmeli hay yiğit? Esselâmü aleyküm hele.»

Osman hiç bu kadar boş bulunmamış, kötü duruma düşmemişti. Sıçrayıp kalktı ayağa: «Ve aleykümüsselâm» dedi ama yer yarılsa yerin dibine girecekti. Hâlâ oralarda eşinip duran atına baktı ters ters: «İnsan haber verir meret, kişner biyol!» Fakat kişnediğini hatırlayınca atına da kızamadı.

«Sonu gelen, susar yiğit oğul; susanlar ise ölülerdir; ne söylerler ne bir haber verirler., üzerlerindeki otlar kadar bile olamazlar.»

Ses, gül terlemesindeydi; tomur tomur, içinde ışıklar yanıyordu.Yüzüne baktığında gül terlemesinin daha da ışıklandığını gördü. Bir dervişti mu- hakkak; sesiyle yüzü hiç bu kadar birbirine benzeyen bir derviş görmediğini düşündü Osman; toprağın durulaştığı bir yüzdü; suyun toprağa doya doya kanışındaki sesti: «İzin var mı hay yiğit? Otursam,, iki lokma yesem, su içsem.. Söz Tanrınındır. Tanrıdan geleni konuşsak.»

Keder vardı dervişin yüzünde bir de; hiç bir dervişte görmemişti. Fakat bu yüzdeki, bu sesteki keder bu adamın değildi; kendi kederi değildi. Osmana

öyle geldi ki bütün yeryüzünün kederini, özlemini, belki de bütün yeryüzü rahat etsin diye toplamıştı derviş yüzüne. Bunca adam: Yiğit, Bey, Sultan, derviş, şeyh görmüştü Osman; hiç birinin yüzüne bakarken böyle insanı rahatlatan bir saygı duymamıştı. O zaman daha kolay baktı dervişe; kederin yorgunluğunu, yorgunluğun gülümsemekte olduğunu gördü; gülümseme yüzün

çizgilerin-deydi, dervişin gözlerindeydi.. «Estağfirullâh, estağfirullâh izin ne kelime» diye söğüdün dibindeki, az önce kendi oturduğu gür yeşilliği gösterdi: «Buyurun, kerem, edin, sevinirim. Ben yanıma bir şey almamışım, niyetim öğle üstü Söğüde dönmekti.»

Derviş dua eder gibi oturdu; iki diz üstünde, çok alışılmış rahat bir oturuştu; savaşçılarla çiftçiler böyle oturamazdı. «Söğüde dedin yiğit..

Kayılardan olmalısın.»

Kuşağını çözüyordu. Yemenimsi ince bir beze sarılmış küçük bir çıkın

çıkardı. Açtı.

Çıkını çıkarırken de açarken de elleri, her bir parmağı ayrı dua ediyordu sanki; bir bulutun du-manımsı tütüşünde, Tanrıya varışındaydı.

Çıkından katlanmış yufka ve bir toprak çiğleme çıktı..

«Buyur Kayı Boyunun yiğidi, Tanrı seninle paylaşmamı nasip etmiş bu nimeti.. Niğmet paylaşıldığı zaman güzeldir.» «Paylaşılacak nimet bulunduğu zaman da güzeldir dervişim. Nimeti bulmak bizim işimiz, paylaştırmak sizin olsa gerek, ikisi birleşince daha güzel olmaz mı?»

«Şimdi tanıdım seni yiğit, Ertuğrulun oğlusun, Kara Osman dediklerisin.»

Osman, nedense yıllarca önce, Konya’da, Alâeddin’in Sarayının merdivenlerinde rastladığı Mevlânâ’yı hatırladı. Öyle rahat bir titreme, yine damarlarını sarmadaydı. Başı bir garip dönüyordu. Derviş: «Ününü duydum yiğit. Söğüd’e seni görmeğe geldim; yoktun. Konya’ya gidip gelirmişsin, durmadan bu çevreleri dönüp dolaşırmışsın. Dileğim bir yerlerde rastlamaktı sana. Nasip buradaymış, Tanrının bu hoş yerinde. Hele gel de ortak ol bana, gönlümü dinlendir; doyalım.»

Yemeniye benzer çıkını iyice yaymıştı; çiğleme kurumağa yüz tutmuş, yufkalar gevrek, soğan penbenin kızarmışında hışırtılı, tuz, kirli beyaz.

Osman sessiz, bir besmeleyle bağdaş kurdu. «Adını bağışlar mısın dervişim?

Kimin ekmeğini tuzunu yediğimi bilsem.» .

Derviş, göz uçlarında, görenin öpmeden duramıyacağı bir kırışık gülüşle baktı: «Ortalıkta borçlanmak mı var Ertuğrulun oğlu? Sofra da söz gibi Tanrınındır; herkese her şeye açıktır. Birsen birliğe gelirsin, ikilik sana yakışmaz Osman yiğit, Say ki Yunus denmiş adıma.»

«Derviş Yunus! Ben de çok görmek istedim seni. Benim gibi çok gezdiğinden olmalı, göremedim.. Duyduklarım doğru ise sen Konya’dan da

ötelere gitmişsin. Zamanım olsa Konya’dan ötelere de, daha öteleri de dolaşmak isterdim. Oradakiler ne düşünür, nasıl yaşar, neyle geçinir? Eve nasıl alışmışlar, dört duvar arasına, tahtanın, kerpicin çadıra üstünlüğüne nasıl alışmışlar öğrenmek isterdim. Gelgelelim zamanım yok.»

«Sonu gelmeli diyorsun; zamanım yok diyorsun. Yiğit, bu ne dediğini bilmemektir. Zaman, şu şimdi duyduğumuz değil ki., biz öldüğümüz ânda sona eren değilki.»

«Ben benim zamanımdan söz ettim.» «Senin zamanın senden sonra başlamazsa neye yarar? Demem şu deme Osman yiğit; sen zamanını kendin

öreceksin; sen, ben, Ahmet, Mehmet. örgülerin sağlamsa zaman seni unutmaz, senin ardınsıra gelir, yok örgülerin sağlam değilse o Konya’nın ötelerindeki merak ettiğin insanlardan farkın kalmaz. Ben söyleyeyim sana o insanların nasıl olduğunu: karıncalar gibi. Bir fark var amma, karıncalar ne yaptığını bilir. Bütün tabiattakiler ne yaptığını bilir aslında.Gel gelelim insanlar tabiattan uzaklaşıyor. O senin dediğin dörtduvar arası, yani ev değil düşman olan. Dört duvar insanların yüreğinde, hem de kerpicin hem de tahtanın en katısıyla yüreklerinde. Halbuki tabiat gelip yerleşmeli yüreğe; tabiat sevmektir, aşktır yiğit. Sevmek, en katı kerpiçleri en yonga tahtaları eritir, yüreği tutsaklıktan kurtarır. Konya’dakiler de, Konya’nın ötesindekiler de sözüm ona evin içinde oturuyorlar, çadırdan çıkmışlar da hoyratlıkları ondan sanıyorsun he mi ?.. Ne gezer. Ev yüreklerine oturmuş dedim. Selçuklusu

Karamanlısına, Karamanlısı Moğoluna, Moğolu Baybars’ın adamlarına düşman kimi adamları birbirinden mağrur. Din adamları dininden kibir deryasına dalmış.. Müslümanlık debbağın döndüzü gön misali herkes çekmiş bir ucundan, herkes önüne gelen parçayı döğmekte.. Türk dersen aşiret, bin aşiret on bin aşiret. Para, şimdi şu sıra ölçüde mehenk; yoksulu yoksulluğundan zengini zenginliğinden bencil. Bilen bildiğinden, bilmeyen bilmediğinden kör..»

Avuç içi büyüklüğünde bir yufka parçasına bir tutam çiğleme, bir

çimdik tuz koydu; muska yapıp sardı. Ağzını açmadan önce yaprak kıpırtı- sında dudaktan kıpırdadı. Lokmasını ondan sonra ağzına köydü usulca; gözlerini yumdu.

Osman bir düşde sandı kendini; gözlerinin önünde bulutlanmış bir gökyüzü açılıyordu; yağmur sonlarının maviliği bulutların altında gü- neşleniyordu: «öyleyse o yanlarda hayır yok..»

Yunus, lokmasını ağır ağır çiğnedi; gözleri yan aralandı sadece; gören, namaz sonu duasında sanabilirdi..

Osman, bu ağır ağır çiğnenen lokmaya, yan aralanmış gözlere, namaz sonu duası sanılabilecek kadar seher sükûneti sinmiş sessiz duruşa kaptırdı kendini; tıpkı Yunus gibi bir parça yufkaya çiğleme koydu; tuz ekti, muska yapıp büktü. Hızlı yemeğe alışıktı, fakat eli yavaşça vardı ağzına.

Yunus lokmayı yuttu; sonra damağını, dilini, dişlerini dinlendirdi sanki.

Ondan sonra: «Hangi hayır Osman yiğit ?» diye sordu, «Hayın da Tanrı verir.

Tanrının verdiğini- görebilen görür, ancak. Sen görmeğe çalışırsan görürsün.

Konya da, Konya’nın ötesi de. neye benzer bilir misin? Çift at koşulu bir göç arabasına ama, arabanın atlar ürküp parlamış, delice bir dört nalda başıboş nereye varacağını bilmeden koşmakta.

Arabanın dersen tekerleklerinde dingiller ha kopmuş ha kopmakta.

Böyle bir araba nereye çarpar Tanrı bilir. Sen bu arabanın içindekilerini merak ediyorsun he mi?.. Böyle bir arabanın içindekiler ne nereye gittiklerini bilir, ne de neyin nereden geldiğini. Kim elini uzatsa ona dönerler.» «Böylelerine el de uzatılmaz.»

«Uzatılır.. Asıl böylelerine el uzatılır.»

«Nasıl ?»

«Baban Ertuğrul gibi.»

«Babam Ertuğrul gibi mi? Babamın çevresinden haberi yok; Tekfurlarla hoş geçinmekten başka bir şey bilmez, Konya’yı bile bilmez. Bilinmeyene nasıl el uzatılır.»

«Sessizlik izinde. Sevmek sessizliktedir yiğit, bağırarak sevilmez, görünerek de sevilmez. İyi bir çiftçi, işlemek için durgun hava ister.»

«Durgun hava sıkıntılı, değil midir? Adamı bunaltmaz mı?»

«Emniyetlidir. Hele biraz daha lokma alalım yufkamızdan..»

Yunus, yufkayı almadan, yumruğunun tersi ile soğanı kırdı. Osman

Yunus’un soğanı kıran yumruğuna farkında olmadan dikkat etmişti: Bir

çiftçinin yahut bir çobanın soğan kıran yumruğundan pek farklı değildi.

Konuşmamış, adını söylememiş olsa bu yumruğun sahibinin Türkmenlerin dillerinden düşürmediği ilâhileri söylediğine inanamazdı. Fakat soğanı kabuklarından ayıran, dilimlerini bölen Yunus’un parmakları hiç de bir çoban yahut çiftçi parmağına benzemediğini gördü; ince uzunda bu parmaklar, ke- miksize benziyordu, belki bilinen etten de değildi., bir ilâhî akışındaydı, daimi bir yalvarma halindeydi «Babam Ertuğrul..» dedi Osman: «Babamın»

Yunus, soğanın zarlarını alıyordu; ayrı bir yere koyduğu soğan kabuklarının yanına bırakıyordu zarları. Gözleri yaptığı işteydi: «Ertuğrul

Babanın da bir bildiği olmalı» dedi çok yavaş. Sesi soğan zarı inceliğindeydi.

Gizli değildi. «Soğan tad verir Osman yiğit halbuki acıdadır. Kabuğunu ayıklayıp zarını çıkarmadan yemeği denedin mi?.. Yiyemezsin. Yufka ile çiğleme olmadan da yalnız soğanı yiyemezsin a yiğit oğul, üçünü bir arada bulmak için uğraşmak gerek; bulduğunda soğanı soymak gerek. Bir sürü ge- rekten sonra çiğnemek için lezzetli bir lokmaya kavuşur ağzın. Baban

Ertuğrul Söğüde gökten gelmedi; doğma büyüme buralardan da değil. Senin

Söğüde doğduğuna bakma.»

Osman Yunus’un sözlerinin asıl mânâsını çıkarmağa çalıştı. Türlü mânâlarla geldiği muhakkaktı. Bir baş soğandan, kabuğuyla zarıyla Yunus gibi bir derviş boşuna lâf etmezdi. Fakat asıl işmar etmek istediği hangisiydi.

Belki lâfı daha açardı; erken sorup da çiğlik etmek istemedi.

Ama Yunus konuşacağa benzemedi. Az önceki gibi muska yaptığı

çiğlemeli yufka parçasının içine iki kat soğan koydu, sardı, Osman’a uzattı:

«Bu da bizden sana gelen lokma olsun Osman yiğit. Kimin ne olacağı bilinmez; bakarsın bizi bir bu lokma unutturmaz.»

Osman, Yunus’un uzattığı lokmayı aldı; halbuki elini uzatmış parmakları

Yunus’un parmaklarına değmişti. O sıra bir ateş bastı damarlarını; Yunus’un parmaklarının bu kadar sıcak olması imkânsızdı. Ama Yunus’un parmaklarının olağandan daha sıcak olup olmadığını düşünmek fırsatını da bulamadı.” (Konak: 95, 96 vd. )

Banarlı’nın Dânışmendname adlı eserden naklettiğine göre dervişlerin ordu önünde savaşa nasıl yürüdükleri şu şekilde anlatılmaktadır:

“Başı açık, ayak yalın, nice derviş en önde yürüdüler; ellerinde altın başlı bayraklar tutuyorlar; dillerinde her an Allâh’ın adı bulunuyordu.”

Bu alıntı gösteriyor ki Osmanlı’nın kuruluşunda en büyük paylardan birine dinî oluşumlar sahiptir. Anadolu’da diğer dinî oluşumların yanında en önemli paya sahip olan bir unsur da Horasan yoluyla Anadolu’ya gelen tarikatlerdi. Çünkü

Anadolu’daki İslâmî hayatın güçlenmesinden çok daha önce Horasan ilim ve irfan noktasında doruğa ulaşmıştı. Buradan gelen “Horasan Erenleri” de

Anadolu’ya son derece olgun, büyük, manevî ideallerle geliyorlardı.

Tüm bunların yanında Anadolu’ya gelen tarikatların hepsi saf ve katıksız olarak yüce değerler uğruna hizmet vermiyordu. Bunların bazıları

Banarlı’nın nitelemesiyle “uygunsuz tarikatler” di. “Çevrelerinde biriken

îmanlı halkın büyük kalabalığına, tarikat ve dervişlerin sonsuz fedakârlığına güvenerek şeyhlikle şahlığı birleştirip” saltanat sürme hevesine kapılan bazı tarikat büyükleri, böyle aykırı yollara sapıyorlardı.

Bu tip tarikatlerin en tanınmışlarından biri Bâbâîlik’tir. Kısaca bu tarikat hakkında şu bilgiyi aktaralım:

“Kısa ömürlü olmakla beraber bu tarikat, Anadolu'nun maddî ve manevî bünyesinde derin sarsıntı yapmıştır. Bunu yapmak için de yeni vatandaki kuruluş hengâmesinde gelişen sosyal ve iktisâdi hayattaki ölçüsüzlükten istifâde etmiştir. Şehirlerde yerleşmiş Türk halkının oldukça zengin ve üstün bir hayat yaşamasına karşı bir kısım köyler halkının yoksul hayâtı bunda âmil olmuştur. Şehirlerde yaşayanların Müslümanlık icaplarını yerine getirmeyerek kâfirliğe sapan bir hayâta daldıkları iftirâsıyle bunların servetini köy ve göçebe Türkmen halkına helâl gösteren bir zihniyet, Bâbâî tarikatini bir tarikat kisvesinden çıkarıp bir ihtilâl topluluğu hâline düşürmüştür.

Bu tarikat, Anadolu'ya Moğol istilâsı yüzünden göçen, Horasan'lı Baba

İlyas adlı (Bağdad'ın Vefâiyye tarikatine mensup) bir şeyh tarafından kurulduğu için “Bâbâî” adıyla tanınmıştır. Baba İlyas'ın iyi niyetli kuruculuğuna rağmen tarikatin ikinci mühim şeyhi Baba İshak, Amasya,

Maraş ve Kefersud çevresindeki göçebe Türkmen halkı arasında propaganda yaparak etrafına büyük kalabalık toplamış ve bunlarla Malatya, Tokat,

Amasya bölgesini elde etmeğe kalkmıştır. Müridleri, kendisine Baba

Resûlüllah diye inandıkları için onun gösterdiği hedefe ve vaadettiği servete cesaretle atılmışlardır. Bu kıyam, başlangıçta Selçuk ordularını mağlûb edecek bir kudret göstermiştir. Neticede Anadolu Selçukluları tarafından dağıtılmak ve şeyhleri asılmakla beraber, Babaîliğin, Anadolu'nun sosyal bünyesinde yarattığı ihtilâl, Selçuklular tarafından kapatılamayan bir yara hâlini muhafaza etmiştir.” (Banarlı: 291 )

4. Anadolu Bacıları ( Bâcıyân-ı Rûm )

“Yine Aşıkpaşazâde Târihi'nde Bâciyân-ı Rûm diye tanıtılan Anadolu bacılarının tarikatlere mensup kadınlar-arası bir teşkilât olup olmadığını belirtecek başka bilgimiz yoktur. Gerçi daha Ahmed Yesevî'den beri, Türk ta- rikat ve tekkelerinde kadınların da bulunduğu bilinmektedir. Bu tekkelerde kadınların zikre karıştıkları da söylenmektedir. Birçoğu Yesevî tarikatinden doğan Anadolu tarikatleri'nin de tekkelerinde kadınlar vardı.

Mevlânâ'nın kadınlar meclisinde semâ' ettiği hattâ bu coşkunluğa kadınların da iştirak ettikleri bir yana bırakılsa bile Bektaşî tekkelerinde kadın bulunduğu bir hakikattir. Yûnus Emre'nin, büyük şeyhi Tapduk Emre'yi tekkedeki ana bacı vasıtasıyle ziyareti hikâyesi gibi çok sayıda rivayetler, tekkelerde bacı, ana bacı denilen kadınların bâzı vazifelerini de gösterir.

Kızkardeş mânâsındaki bacı sözüyle tarikatler, tekkelerdeki kadınlara hemşire gözüyle baktıklarını ifâde etmişlerdir. Ancak bu tarikat bacıları'nın aralarında birlik kurarak, gaazîler gibi, dîğer meslek kuruluşları gibi bir teşkilât hâlinde çalışıp çalışmadıkları veya belirli bir sınıf teşkil edip etmedikleri henüz bilinemiyor.” (Banarlı: 297 )

Hem Köprülü’nün hem de Banarlı’nın üzerinde birleştikleri bir nokta,

Osmanlı’nın kuruluşu sırasında kadınların da çok önemli rol oynadığıdır.

Fakat her ikisinin de üzerinde tereddütleri olan nokta, ne yönde yardımcı olduklarıdır. Keza Köprülü, Âşık Paşazâde’nin tarihinde kadınlara yer verildiğini fakat bu kadınların savaşçı kadınlar mı yoksa başka kadınlar mı olduğu noktasında kesin bilgi olmadığını ifâde eder. Ama şu bir gerçek ki hangi kadınlar olursa olsun kuruluş aşamasında kadınlar da oturmamış; sosyal hayata müdahil olmuşlardır.

Bekir Büyükarkın, Kutludağ adlı romanında “Aykan Bacı” adlı bir

Anadolu kadınının kişiliğinde kağnılarla yük taşıyan kadınların kendi aralarındaki konuşmayı ve gayret edişlerini çok başarılı bir şekilde kurgulamıştır.

“Bacılar gülüşmeye başlamıştı. Aykaan Bacı bunu duydu. Hemen dikleşti, sertleşti...

— Heyt, diye bağırdı. Ne varmış kıkırdayacak? Siz hiç koca görmediniz mi? Kim ki geri dönüp ardına bakarsa arabasının tekerine çomak sokarım. Bunu böyle bilesiniz. Hadi, deh deyin!

Üğendireyi yiyen mandalar kıpırdadı, tekerlekler gıcırdadı, Bilecik yolcuları Domaniç'e gidenlerden yavaş yavaş uzaklaştı. Beyin mallarını, Şeyh

Edebalı'nin «kalını» dediği genç kızların çeyizlerini, yaylaya taşınması gerek- meyen eşyaları manda derilerine sarıp bu arabalara yüklemişlerdi. Kadınlar bunları Bilecik Tekfuruna emanet edip geri döneceklerdi. Domaniç ise buradan bir hayli çekerdi. Davarlarını toplayanlar yaylaya varmak için fazla acele etmiyorlardı.

Uzaktan hâlâ Aykaan Bacı'nın sesi geliyordu :

Dayanın ha!.. Kız kaldır şu tekeri... Oyalanmayın ha!..” (Kutludağ: 66 )

Tarihçiler, Anadolu bacılarının çarpışmalara katılıp katılmadıkları noktasında tartışmaya devam ededursun romancımız, Kutludağ romanında

Anadolu Bacıları’nı çoktan çarpıştırmaya başlamıştır. Hem de kahramancasına... ( Kutludağ: 153 vd. )

II. BÖLÜM

OSMANLI DEVLETİ’NİN KURULUŞUNDA ETKİN OLAN TEMEL

FAKTÖRLER

1. Adalet

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda emeği geçenlerin adalet konusundaki düşüncelerinin merkezinde “Allah’ın adaleti” vardı. Çünkü onlar, yaptıkları her işte Allah’ın emirlerine göre hareket ediyorlardı. Onlar, yaşadıkları gibi inananlardan değil, inandıkları gibi yaşayanlardandı. Fethettikleri her yere barış, huzur, adalet ve güven ortamı götürmüşlerdi. Onlarda bey ile halk ayırımı yoktu. Bizans’ta olduğu gibi beylerle halk arasında uçurum yoktu.

Osmanlı’da beyler de halktan biriydi ve halk arasında dolaşır ve onların dertleriyle ilgilenir ve ellerinden geldikleri kadar çözüm üretmeye

çalışırlardı. Onlar’ın felsefesinde birileri aç gezerken ötekilerin zevk ve sefa içerisinde yaşaması hiç uygun değildi. Halkın refah içinde yaşaması gerekiyordu. Maddî konularda kişisel menfaatler değil; toplumsal çıkarlar ön plânda tutulmuştur.

Hristiyan halk ile Müslüman halk arasında asla bir ayırım gözetilmemiş; hatta zaman zaman azınlık halklara daha fazla ayrıcalıklar tanınmıştır. Çünkü onların kendilerine her yönüyle bağlanmaları Devlet’in sürekliliği açısından son derece önemlidir. Hatta Osman Bey döneminde bir

Hristiyanla bir Müslüman arasında çıkan tartışmaya Osman Bey müdahale etmiş ve Müslümanı haksız bulmuştur. Bunun üzerine Müslümanın ‘Ben de

Müslümanın siz de Müslümansınız, bu Hristiyan karşısında beni nasıl haksız bulursunuz’ anlamında sözler söylemesi üzerine Osman Bey ‘Dediğiniz doğru ben de Müslümanın siz de Müslümansınız ama doğru olan bir şey daha var ki her şeye rağmen haksızsınız ’ anlamında karşılık vermiştir.

Osmanlı Devleti’ni kuran yöneticilerin kendilerinden sonra gelecek olan oğullarına verdikleri en önemli öğüt “halka adalet üzere davranmaları” olmuştur. Halka adaletli davranırken de zalimlerle de çok çetin mücedelelere girmişlerdir. Onların adaleti kısa sürede meyvelerini vermeye başlamış;

özellikle Osman Bey’in adaletinden dört bir yanda söz edilir olmuştur. Bunun neticesi olarak Osman Bey, önce kalpleri fethetmiştir. Kalpler fethedildikten sonra istenen sonuca daha kolay ulaşılmıştır.

Osman Gazi adaletin, hakkın ve hukukun her şeyin üstünde olduğuna tam bir içtenlikle inanmaktadır. Arkadaşlarıyla konuşmalarında da bu bariz bir şekilde görülmektedir. Fethettikleri yerlerde adaletin savunucusu olmalarını “iyiliği emredip kötülüğü yasaklayan” bir düşünüşle hareket etmelerini istemektedir. Zira her şeyin başı adalettir. Adaletin dengesinin bozulması her şeyin hatta doğanın dengesinin dahi bozulmasıdır.

Romanlarda birçok konuda Osmanlı’yı kuran şahsiyetlerin İslâm inancının gereklerini göz önüne aldıklarını düşünecek olursak Kur’ân-ı

Kerim’de adalet fikrinin nasıl işlendiği de önemli bir yer tutmaktadır. Çünkü onlar için ölçü, yapılan davranışın Kur’ân-ı Kerim ile uyumlu olup olmamasıydı. Bu bağlamda Kur’ân onlar için en yüce kaynaktı. Allah

Kitab’ında insanlara adaleti emretmiştir:

“Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.” (Kur’ân-ı Kerim, 4:58)

“Ey iman edenler! Allah için hakkı ayakta tutan, adaletle şahitlik eden kimseler olun. Bir topluluğa duyduğunuz kin, sizi âdil davranmamaya itmesin.

Adaletli olun; bu, Allah korkusuna daha çok yakışan (bir davranış) tır. Allah'a isyandan sakının. Allah yaptıklarınızı hakkıyle bilmektedir. (Kur’ân-ı Kerim,

5:8. )

Onlar Allah’ın bu emirlerine karşılık vermişler akıllarından asla

çıkarmamışlar ve en güzel şekilde uygulamaya çalışmışlardır:

“Osman gazi hân, bu konuşmadan sonra, Gündüz ve beylerle

Konur Alp'i ve Turgut Alp'i yanına çağırıyor, onlardan ne beklediklerini anlatıyor:

Osman gazi hân, her şeyden önce, adalet istemektedir. Adâletin, hak ve hukukun İsevî, Musevî, Müslüman; Türk, Ermeni, Rum, Tatar gözetmemesi; eş, dost, akraba kayırmaması gerektiğine, kesin olarak inanmaktadır.

Ve Osman gazi hân, onlara :

- "Darlıklar, sıkıntılar, yokluklar önce size, sonra milletinize; varlıklar, rahatlıklar önce milletinize, sonra size" diyor. Savaşta dâima öne geçmelerini,

önde sürüp, önde çarpışmalarını söylüyor. Son olarak da, kentlerini çeşmeler- le, mescidlerle, hanlarla, pazarlarla şenlendirip mâmur etmelerini, zenaatkârları, çiftçileri, bilginlerle şairleri ve din adamlarını saymalarını, korumalarını öğütlüyor.

Ayrıca, saldırgana acımasız, sığınana ve aman dileyene hoşgörü ile davranılacaktır. Hatâlar bağışlanacak, kasıtlar şiddetle ve derhal cezalandırılacaktır. Ve bütün bunlar o öğütlerdir ki, Osman gazi hân, gereklerini aksatanı derhal geri çekecek ve sıra eri yapacaktır. Bunu da, başta Orhan olmak üzere, hepsinin de tek tek gözlerinin içine baka baka söylemiştir.

Son olarak,

"Güvencimsiniz, övüncüm olun, Allah'a güvenin; yapıp ettiklerinizle

övülün, övünmeyin ve dahi, yarından tezi yok, yola koyulun" diye uğurluyor.

( Osmancık: 319 )

Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra Şeyh Edebalı, Osman ile konuşmasında Osman’a babasının niteliklerini şu şekilde vererek onun adalete ne kadar değer verdiğini ortaya koymuştur:

“Baban rahmetli, büyük savaşçıydı, dünyaya gücü yeter yiğitlerdendi.

Dileseydi, at sırtından hiç inmez, vilâyetler bozar, basıp çarpıp yırtıp koparıp ortalığa dehşet salarak hazineler toplardı, istemedi, para bırakacağına saygılı ad bıraktı, -içini çekerek daldı biraz sesi gürleşti-: Benzeri bulunmaz adam güdücülerdendi Sertliğin gerektiği yerde, sertti çelik kadar, yumuşaklılık gereken yerde yumuşaktı pamuk gibi... İyileri incitmez, kötüleri undurmazdı.

Uzak umutluydu, çünkü sabırlıydı. Kavrayışı, bağışlayışı tez, öfkesi, cezalandırması yavaştı. Okuma-yazma bilmezdi ama, öğütlerden en yararlıyı hemen seçer, uygulamada hiç duraklamazdı. Olmaya ki, tuttuğu yolun yanlışlığı ispatlana... “ (Devlet Ana: 170 )

Osman, Şeyh’in yukarıdaki sözlerini tasvip etmekle beraber artık babası yoktu ve kendisi çok daha farklı bir mizaca sahipti. Ondaki fetih ruhu içine sığmıyor âdeta taşıyordu. Bu taşma öyle bir taşma idi ki zaman zaman

çevresindekileri dahi korkutuyordu. Osman gençti ve gençliğin verdiği heyecan ile hareket ediyordu. Ama Osman Bey çok zeki ve çok hızlı olarak doğru kararlar verebilen niteliklere sahipti. Zaman hızla akmaktaydı. Osman,

Şeyh Edebalı’nin kızıyla evlendikten sonra biraz durulmuş ve daha vakur bir hale gelmeye başlamıştı. Bu da ona zaten tam anlamıyla güvenenlerin güvenlerini bir kat daha arttırmıştı. Adaleti dört bir yanda duyulmuş Bizans’a bağlı yerlerden bile Osman Bey’den yardım istemeye gelen halka rastlanıyordu:

“Bugün Bizans'a bağlı bir köyden bir karı koca gelmişti Söğüt'e. Orhan

Bey onları babasının yanına çıkardığı zaman:

— Battık gayrı, diye bağırmışlardı, insaf!

— Ne oldu?

— Can ve mal güvenimiz yoktur! Vergi ödemekten evimizin damını bile örtemez olduk. Bu hale dayanmak ne mümkün?

Kadın genç, adam yaşlıydı. Adamın omuzları çökmüş, kadının bakışları donuklaşmıştı. Yine de kadın çok güzeldi, yaşamak istiyor, ummak istiyordu.

— Adınız ne? diye sordu Osman Bey.

— Benimki Kosti karımınki Elenika!

— Hangi köydensiniz?

— Türkler Kurudere derler adına.

— Orası bize ait değil tekfurların!

— Bunun için geldik biz, bunun için!

— Ben ne yapabilirim size?

— Kurtar bizi! Gel, köyü al. Sana bağlanalım!

— Yalnız siz mi istersiniz bunu?

— Hayır! Bütün köylü diler, biz elçiyiz. Görürüz ki imparator tekfurlara söz geçiremez. Tekfurlarsa keselerini doldurmak için durmadan soyar bizi. Olmazsa döverler, bununla da yetinmeyip, karılarımızı, kızlarımızı alıp götürürler.7 Sonra salıverirler. Öyle değil mi Elenika?

Genç kadın sadece başını önüne eğdi, kızardı, yine de göğsü inip kalkmaya başladı. Adam devam etti:

— Sen tekfurlara benzemiyorsun Osman Bey, ne mala, ne cana, ne de

ırza el sürdürtüyorsun! Bu yüzden bizi kurtar, halkımızı koru gül gibi yaşayıp gidelim.” (Kutludağ: 199 )

Allah iyiliği emredip kötülüğü yasaklamıştır. O adaleti emretmiştir. Bu

Allah’ın adaleti uygulanırken hiçbir ayırım yapılmamalıdır:

“Muhakkak ki Allah, adaleti, iyiliği, akrabaya yardım etmeyi emreder,

çirkin işleri, fenalık ve azgınlığı da yasaklar. O, düşünüp tutasınız diye size

öğüt veriyor.” (Kur’ân-ı Kerim, 16:90.)

De ki: Rabbim adaleti emretti. Her secde ettiğinizde yüzlerinizi O'na

çevirin ve dini yalnız Allah'a has kılarak O'na yalvarın. İlkin sizi yarattığı gibi (yine O'na) döneceksiniz. (Kur’ân-ı Kerim, 7:29. )

Düşman ortalıkta hiçbir sebep yokken Bacıbey’in oğlu Demircan’ı kahbece öldürmüştür. Bunun üzerine Osman Bey ile Bacıbey arasında geçen konuşmada Osman Bey babası Ertuğrul Bey’in son derece barışçı bir politika izlediğine ve gâvuruna Müslümanına “kardeş” gözüyle bakıldığına değiniyor:

“...İyi düşün! Demircan olduğundan vurmadılar Demircan'ı...At sürmek, birimizi öldürmek değil bunların aslında niyetleri, boynumuza ilmek atmak! Bizi kırmak bire kadar... Gâvurına, Müslümanına «Kardeş» dedik oysa biz... Kahpelik etmedik hiç birisine... Babam rahmetli, boşuna sürdürmedi bu barışı...” (Devlet Ana: 181 ) Kemal Tahir, 1290 yıllarında Konya Selçuk Sultanlığında rüşvet alıp vermenin çok yagın olduğuna değiniyor ve burada sadece Eskişehir Bey’i

Alişar’ın doğru dürüst bir adam olduğuna işaret ediliyor. Yine borçlu insanın dönemin şartları itibariyle namuslu olduğu sonucu çıkarılıyor. Kemal Tahir böyle bir çıkarımla “Bazı dönemler öyle zor ekonomik şartlar vardır ki borcu olmayan insanın namuslu olması imkânsızdır.” Sonucuna kapı aralayan bir yol

çiziyor.

“Şimdi bile, dünya bu kadar bozulduğu halde, halka karşı hiç bir kötülüğü görülmemiş, soygunu, vurgunu duyulmamıştı. Borçlu oluşu namusluluğunun delili sayılıyor, bu da Alışar Bey'e gidişattan yanıp yakılmak hakkı veriyordu. Rüşvetçi olmadığı için birçok gereksiz çekişmelerden, düşmanlıklardan kurtulmakta, herkesle iyi geçinmeyi sağlamaktaydı. Aşırı kadın düşkünlüğünü, konaktan dışarıya taşırmadığı için, sancağında ahlâksızlığın yüze çıkmasını başından beri önlemişti. Kopukları başıboş bı- rakmaz, aralıksız izletir, bütün yaptıklarından haberi olur. sırasının geldiğine karar verince kumarda, içkide, hovardalıkta bastırıp Oğuz töresince onar değnek çalarak sindirirdi. Birkaç kez. edepsizliğe kalkan, oğlanlara sataşırım sanan dervişleri, çarşının ortasında tutup sakalına yapışıp suçunu açıkça bağırarak dut dalı silker gibi sarsalayıp, «Tanrı adamı olmasan, bak neler olurdu. Var yıkıl, gözüme görünme! Cimri'ye olanı başına getiririm, derini yüzüp saman deperim.» diye tartaklamıştı. Her fırsatta köylülere arka çıkıp,

«Bunlar hazır ve de baş eğmiş devlet reâyâsıdır. Hoş tutaraktan ve de

üstlerine kanat gererekten savunmak boynumuzun borcudur. Böyle yaptıkta, bir Mısır hazinesi mal hasıl olur» diye kükrediği. «köylü ekinini yedirdi» diye kapısı devecilerinden birini, vaktiyle devesinin hamuduna astığı, atını köylü ekine bağlayan bir savaşçısını, «Kulluk efendiye böyle mi olur? Nedir sizde olan bu gâvurluk? Ben gereğince tedarikinizi ya görmez miyim?» diyerek kendi eliyle sopalayıp öldüreyazdığı, ayrıca bineğini Beylik tavlaya

çekip güzelce damgaladığı dillere destandı, ikide bir, «Ben kıyamete kadar alnı kara olamam ve de Tanrı huzuruna günaha batmış varamam. Ne demektir böyle töresizlikler” diye rüşvetçilerin üstlerine yürümeleri, bir kötülük duyduğunda, «Muhammet ümmetine sahip olacak bir yiğitin nara vuraraktan meydana uğraması zamanıdır.» diye hoplamaları, «Nâmert takımının ipinde oynayanların başına neler gelir, görün tarihte.» diye bilgiçlenmeleri vardı. Epeyce saf, adamakıllı dalgın, hiç bir şeyi de gerçekten umursamaz olduğu için, bir dediğinin, öbür dediğine uyup uymadığına, bir yaptığının, öbür yaptığını tutup tutmadığına pek aldırmıyordu. Bu sebeple bir zamanlar. «Çevrede eşkiya barınması Bey kısmının alın karasıdır, ırz kırıklığına kadar varır bunun ucu!» dediği, Çudaroğlu'nun adını her duyuşta, domuz görmüşe döndüğü halde Hophop'un gelmesinden, düzen dışı dolaplar kurup bunların önemli bir kısmını Çudaroğlu'yla döndürmeye başlamasından bu yana, herifin lâflarını, kendi sözleri gibi tekrarlar olmuştu. «Burası sınır boyudur. Bey kısmı sıralı sırasız: binip ardına levent haşaratını alıp devre ve de harami kovalamağa çıkamaz. Çünkü reayayı ezmiş olur. Ezilen reaya savuşup ülkeyi şenliksiz, toprağı ekimsiz bırakır. Allah korusun, kıtlık yüzgösterir. Devlet, eşkıyaya benzemez. Hemen binip sürmesi kanun değildir.

Hani, soyguncudan uzun sürdürmüş var mı? Gerçekten bey olan bey, tavşanı arabayla avlasa gerek.» diye kasılıyordu.

Eskişehir esnafına göre Alışar Bey yüzde yüz cennetlikti ama, «Bu kadar uçkuruna gevşek olmasa...» Evet, parayı biriktirmek şurada kalsın, harcanmayı bile sevmeyen Alışar Bey'in uçan kuşa borçlanması, uçkur gev-

şekliği yüzündendi. Bu gevşeklik, yaşı ilerledikçe durulacağına azgınlaşmış, son zamanlarda kudurganlık halini almıştı. Gözünün tuttuğu her cariyeyi, pahasını sormadan, «Gönder gitsin!» diye konağa yolladığından, Eskişehir pazarında çoktandır, yesircilerden geçilmiyordu. Moğol soygunu, beyliğinin gelirlerini gitgide azaltırken esirci borçları kabarmış, kalabalık haremin hesapsız kitapsız çarşı borçları da bindikçe binmişti. Bu korkulu gidişin nereye varacağını. Bey kâhyası Pervane Subaşı gibi, alacaklılar da kara kara düşünürken, Hophop Kadı çıkageldi, üç yıla bırakmadan bütün borçları

ödeyerek Bey'i dünyanın en gamsız, en saygılı sancak beyi haline getirdi. “

(Devlet Ana: 255 )

Pazar bacı konusunda Dündar Alp ile Akçakoca arasında tartışma

çıkmıştır. Akçakoca için pazar bacı son derece gereklidir. Çünkü yaşatmak için yaşamak gereklidir. Çünkü Osmanlı Beyliği artık devlet olma sürecine girmeye başlamış ve bu sürecin devam etmesi için de çalışması gereken bir düzeneğe ihtiyaç vardır. İster istemez bu düzenekte çalışanlara emeklerinin karşılığı verilmek durumundadır. Akçakoca düzenin tüm devletlerde böyle olduğunu bildirir ve Osman Bey’i ikna eder. Fakat Dündar Bey hâlâ pazar bacı şeklinde bir verginin Bey tarafından toplanmasının yanlış ve gereksiz olacağı fikrindedir. Oysa adaletin, huzurun ve güvenliğin temini, dirlik ve düzenliğin tam anlamıya sağlanması açısından pazar bacı son derece gereklidir:

“ — Buna karşı, Akçakoca Beyim, demişsin ki sen... önce,

Germiyanlının sopa yemesini önlemek istemişler, «Cuma namazından sonraya kalsın.» demişler. «Adalet namazdan ileridir.» demişsin halvette, Dündar Bey'e karşı, «Pazar kolay kurulmaz.» demişsin, «Çerçi milleti, tüccar milleti, pazara mal getiren reaya milleti hayvanının kuyruğunu tutaraktan sürünüp gelir ki, aksata ederek nafakasını çıkarsın, noksanını kapatsın! inişte yokuşta bunca yorgunluk çekmesi, bunca belâya göğüs germesi bundandır.

Hele çerçi-tüccar kısmının, sürecek tarlası, dönen değirmeni, dikili ağacı, yürür davarı yoktur. Nice yükleri çözüp bağlayaraktan ve de harami-yaramaz tutmuş yollara mal can dökerekten gelip birikmesi mülkü güvende bildiğindendir. Güven kadıyla olur, subaşıyla olur, pazar bekçisiyle olur ki, şarap serhoşu rezil Germiyanlı, düzen sevmezlerin kışkırtmasına gidip, taşına gelecekten gafillenip bey kılıcı gölgesinde, talan ederim sanmasın!» demişsin. «Pazar sahipsiz olmaz, Dündar alp edepsize değnek ister.» demişsin. «Ayrıca, çerçi-tüccar takımı da halkı haklamayacak... Meydan kantarı ister ki, el vurmadan kendi başına doğru tartsın! Ölçekler, kileler, haklalar örfden küçük olmasın! Pekmezine su katan, yağsızı yağlı diye satmaya kalkan değnek ister. Paralarda silik, kulağı kırpılmış, kalp var mı bakılacak ki, «pazar» adına lâyık olabilsin Bey pazarları...” (Devlet Ana:

510)

Osman Bey savaşlarda elde edilen ganimetlerin adaletli bir şekilde hak sahiplerine dağıtılması konusunda çok titizdi. Fethedilen yerlerden sadece biraz ganimet alınmasına müsaade ediyor cana ve ırza dokunmayı kesinlikle yasaklıyor, yerli halktan isteyen kimselerin kendi mahkemelerinde yargılanmalarına izin veriyordu:

“Osman Beğ, erlerine, Aydos'un yağması için iki gün verdi. Dileyen dilediği evin sahibi olacaktı. Cana ve ırza dokunmak yoktu. Bundan böyle,

Aydos'un dirlik düzenliğinden Kıyan Selçuk sorumluydu. Anlaşmazlıklara Yahşi Fakı bakacaktı. Yerli halk ona başvurup vurmamakta serbestti; dileyen

Bizanslı yargıca gidebilirdi.

Osman Beğ, toplanan ganimetleri, yoldaşları aracılığı ile gazilere bölüştürdü. Nikeforos'un, büyük bir servet tutan altınlarını, gümüşlerini, mücevherlerini ve eşyasını beşe ayırdı:

- "Biri Koca Kulmaş beğ kardaşımadır. Biri Kara Güne beğ kardaşımadır. Biri Erdoğmuş beğ kardaşımındır. Biri Çoban beğ kardaşımındır. Şu kalan da Kayı'nındır; ağam Gündüz beğ ile Dursun Fakı'ya emânet ediledir."

Paylaştırma eşitti ve öteki boyların birlik beyleri önünde yapılmış, paylar onlara teslim edilmişti. Kayı'nınkini Akça Koca götürecekti.»

(Osmancık: 249)

Osman Bey her kim olursa olsun yargılanmadan cezalandırılmasına karşı olduğunu her fırsatta söylüyordu. Böylece adaletin tam tecelli etmesine

çaba harcıyordu:

“ Bu Türkopol'u götürün dedi. Derviş Mahmut Gazi ile Abdurrahman

Gazi yargılasınlar. Suçlu bulurlarsa cezasını versinler.

— İşi neden uzatırsın? Ben onun hesabını buracıkta görürüm.

— Olmaz böyle şey Aykaan Bacı, kişi yargılanmadıkça cezasını kimse veremez. Kişi suçlu görülmedikçe de cezalanamaz. Bunu böyle bilesin ve aklından çıkarmayasın.” (Kutludağ: 90 )

Osman Bey paylaşmasını bilen bir insandı, kendisine hizmet edenleri daima korur ve teşvik ederdi. Bu sebepledir ki kayınbabası Şeyh Edebalı’nın yanında yetişmiş olan Dursun Fakih’e Karacahisar’ın yönetimini vererek teşvik etmiş ve ödüllendirmiştir. Kendisine bu görevi verirken de adalet üzere bir yönetim kurmasını istemiştir:

“ Yine de Osman Bey konuştu :

- Ey Dursun Fakih kardeş! Sen kayınbabam Şeyh Edebalı'nin elinden kuşak dolandın ondan çok şeyler öğrendin, yetiştin. Hak, hukuk bilir, töre nasıl yaşatılır anlarsın. Bu yüzden seni Karacahisar'a kadı ve subaşı yaptım.Burada yaşayanları mutlu kul ve adalet üzere o. Bir de şu kiliseyi camiye çevir ki namazımızı kılalım.” (Kutludağ: 195 )

Aynı konu hakkında Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Çatı adlı romanında da paralel şeyler söylenmektedir:

“ Osman Bey ya bu düşüşü farketti ya da alışageldiği için: «Tanrı aklık isteyene aklık karalık dileyene karalık verir Dursun Fakih, bilirsin» dedi.

«Gelgelelim istemekle dilemekle iş bitmez; bilmekle de iş bitmez, varacağın yola dört yol mu gidiyor belki beşincisi de vardır hemi de daha kısadır., onu da hesaplamak gerek. Kadımıza akıl vermek bize düşmez., bir daha kutlu olsun! Karacahisar geniş yerdir; Türkmen de sağda solda aşiret halinde da-

ğınık., buyurduk ki bu dağınık, göçer halde yaşayan Türkmenin aşiretinden dileyen Karacahisara gelip yerleşe, onlara bu Karacahisarda ev verile, yer verile. Amma yerlilerden bir kimsenin hakkı yenilmeye, alıştığına dokunulmaya ve burnu kanamaya; gelen Türkmenle Karacahisarın eski yerlileri bir tutula, ayrıcalık gözetilmeye. Tanrıdan yüz aklığı diledin; yüz aklığı bu dediklerimdir ama sen Kadısın kılıç değilsin; Kadının kılıçlısı halka zarardır zaten; şimdi bu Karacahisara bir de Subaşı gerek., gerek ki nizam tam ola...” (Çatı: 10) Anadolu bacılarından olan Aykan Bacı’ya da Osman Bey’in adaleti sirayet etmiştir. Aykan Bacı, her kim suçlu ise kim olduğuna bakılmaksızın – bey dahi olsa- cezasını çekmesi gerektiğini vurgulamıştır:

“ — Hepsi de kötü Ayhan Çavuş! İftira ise de, Bey yanılmışsa da kötü.

Kim ki, suç işlemişse hak yerini bulmalı, ''Bey de olsa cezasını çekmeli.

Birgün Yahya Usta elime geçerse, «Sen elalemin kızıyla uğraşacağına kendine bak» diye yakasına yapışırım. Ben Aykaan Bacı'ysam yaptım bunu. Bak o zaman neler olur?” (Kutludağ: 172)

Osman Bey kendi kurdurduğu bir pazarda Germiyanlı Müslüman birisinin Bilecikli Hristiyan bir kişinin bardaklarını aldığı ve parasını da vermediği haberini almış ve derhal o Germiyanlı’yı Müslüman dahi olsa cezalandırmıştır. Dede baba ile arasında geçen konuşmada bu hâdise şöyle dile getirilmektedir:

“ — İyidir hep genişliyoruz. Yeni göçmenleri yerleştiriyoruz.

Bilginlere zaviyeler açıyoruz. Şeyh Edebalı bize çok hizmet eder. Eskişehir ve İnönü de bize katılmak ister, Germiyanoğlu'yla kapışmamak için şimdilik oralara uzanmadım. Yalnız geçenlerde bir Germiyanlı'yı cezalandırdım.

— Niçin?

— Benim kurdurttuğum bir pazardan Bileciklilerin satmak için getirdiği bardakları zorla almış, parasını da vermemiş.

— Sakınsaydın Osman Bey, sakınsaydın!.

— Adalet üzre ol demez misin Dede Baba? Adalet olmazsa nasıl yaşarız, nasıl güven sağlarız?

Dede Baba Osman Bey'e cevap veremedi. Bey doğru söylerdi, bir

Germiyanlı'yı, bir Hıristiyanın hakkını yedi diye cezalandırmıştı. Fakat, Germiyanoglu Yakup Bey, Osman Bey'in bu davranışını bahane edip öç almaya kalkabilirdi.” (Kutludağ: 250 )

Osman Bey Oğlu Orhan Bey’e kendisnden sonra ne yapmasını istediklerini söylerken özellikle adalet üzere olması gerektiğini vurgulamıştır.

“ — Oğul! Bir de sana bağlananları hoş tut! Hizmet edenlerine daima yardımda bulun! Asla hak yeme. Yapacağın iyilikler ömrünü uzatır, kişileri sana bağlı kılar.” (Kutludağ: 263 )

Osmanlı kuvvetleri Çimpe Kalesi’ni alarak ilk olarak Balkanlara doğru genişlemeye başlamıştır. Bu fetihler sırasında yıllarca köhne Bizans’ın adaletsiz yönetiminden ve zulmünden bunalan halk, Osmanlı akıncılarının kalelerine gelişlerini bayram havası içerisinde karşılamış, çoğu kez de akıncılara kalenin kapılarını içerden açmışlardır:

“ Kale kısa zamanda tamir edilmişti. Süleyman Paşa, orada bir miktar asker bırakarak, civar kaleleri fethetmek ve sahil boyunu Osmanlı Devletine katmak için üç bin kişiye baliğ olan ordunun başına geçerek yürüdü.

Zelzeleden her taraf harap olmuştu. Çoğu kaleler oturulmaycak hale gelmişti.

Biraz da bundan istifade eden Osmanlı akıncıları kolaylıkla sahil kesimini de işgal ettiler. Yıllar yılı Bizans imparatorlarının ve zalim tekfurların elinden devamlı zulüm gören halk, Osmanlıların getirdiği İslâm adaletini can ü gönülden alkışlıyor, Osmanlı akıncılarına kapılarını açıyorlardı.”

(Sunguroğlu– I: 287)

Bir handa rastladığı Germiyanoğulları’nın dört adamının somurtkanlıklarına hayret eden Turgut Alp’ın hancıya hep mi böyle olduklarını sorması üzerine hancı, bunların hep böyle olduğunu, birçok kere de tekfurun emriyle handa bedava yiğip içip, kaldıklarını, tekfurun da sonradan kendisine parayı ödemediğini beyân ederek bunlara veryansın etmektedir:

“Bunlar hep böyle somurtkan mı dururlar, hancıbaşı?"

Hancıbaşı ellerini çaresizlikle iki yana açtı.

"Somurkanlıkları bir yana asilzadelerim, parasızlar da üstelik.

Tekfurumuz beş para almamaklığımı emrettiler. Güya masraflarını kendisi

ödeyecekmiş."

"iyi ya işte, başka ne istiyorsun? Bol hesap çıkarırsın."

Hancı ümitsizlikle başını salladı:

"Nerede? Bu kaçıncı defadır böyle oluyor. Tekfur masrafları

ödeyeceğini söylüyor. Listeyi götürünce yüzüme Kahkahalarla gülüyor ve

'Birkaç kişiyi hanında misafir ettin diye para istemeye utanmaz mısın bre?" diye bağırıyor. Elim boş dönüyorum tabii. Yine de olacağı bu."

Turgut hayret etmiş göründü:

"Peki ama Tekfur hazretleri bunları neden koruyor?" (Turgut Alp: 108 )

Osman Bey’in himayesine girmiş olan Türkmen beylerinden Kamu

Salp’ın oğlu da Şeyh Edebalı’nın kızı Bâlâ Hatun’u görmüş ve ona tutulmuştur. Osman Bey ile aynı anda Murat Alp’ın da Bâlâ Hatun’u istemeye gelmesi üzerine Şeyh Edebalı durumu çok ince bir şekilde kızına açıklamış ve tercihini sormuştur. Bunu sorarken de kesinlikle Osman Bey’in hükümdar oluşundan korkmaması gerektiğini, Osman Bey’in kendisini kılıç zoruyla almak istemeyişini vurgulamış ve hür iradesiyle karar vermesini istemiştir.

Bâlâ Hatun’un Osman Bey’i çok daha önceden görüp sevdiğini söylemesi ve bunu ispatlaması üzerine kızını Osman Bey’e vermeyi uygun bulmuştur. Osman Bey de bu sonuçtan sonra Murat Alp’la konuşmaya başlamış ve şöyle demiştir:

“Kardaşım, dedi. Babana yardım edeceksi. Ve ilerde benim sağ kolum sen olacaksın! Üzülme... Senden çok evvel Bâlâ Hatun’u görmüş, gönülden birbirimizi sevmiştik. Sevmeden, sevilmeden hiç dirlik düzen olur mu? Sen

Bâlâ’ya gönül vermişsin. Yerden göğe kadar haklısın. Fakat, şimdi anladın ki,

Bâlâ beni istemektedir. Bunu şahitler huzurunda söylediler. Hak yerini buldu.

Kadere rıza gösterip halimize şükredelim.” Osman Bey Murat Alp’a bunları söyledikten sonra Murat Alp’a uygun birisini önermiş ve Murat Alp’ı sevdiğini belirtmiştir. Murat Alp’ın ve babasının da uygun bulması üzerine

Murat Alp da onunla evlenmiş ve böylelikle sorun kimse incitilmeden âdil bir

şekilde çözüme kavuşturulmuştur:

“ — Kızım, dedi. Doğru konuş. Korkma! Hünkâr, ancak kılıç zoru ile kalelerin zaptedileceğini söylemiştir. Onun sözü sözdür. Eğer, doğru konuşmazsan, onun her dediğini kendi isteğine uygun şekilde .dinleyip cevap verirsen, bir hakkı suiistimal etmiş olursun... Sen, babanı bilir, fazlasıyla sever, sayarsın. O, seni şiddet kullanmak suretiyle elde etmek istememektedir.

Her şeyi, Allah rızası için olduğu gibi anlat.

Murat Alp, Şeyh Edebalı'nin bu sözleri üzerine büyük ferahlık duymuştu. Demek ki bir baskı olmayacak. Zulüm edilmeyecek. Herkes, burada bir hakkın teslimi için tartışacak, sonunda kadere rıza gösterilecekti.” (Osman

Gazi: 148)

Osmanlı’nın kuruluş aşamasında büyük anlamda etkisi olan Şeyh

Edebalı’nın adalet konusundaki düşüncelerini şu şekilde vermek mümkündür: “ Şeyh Edebalı, haktan, hakikatten ve doğruluktan ayrılmayan bir dil ile dedi ki:

«— Cenab-ı Hak buyuruyor ki: Bizden dünyayı isteyenlere, istediğimiz zaman, istediğimiz kimseyi seçmek suretiyle veririz. Lâkin cehennemi de hazırlarız. Oraya koğulmuş olarak gitmek ne demektir?... Bunu bir kez düşünelim... Kul olanlar, Ahireti unutmayıp, hiç kimsenin hakkına tecavüz etmeden fani hayattan ayrılırsa, cennetin meyveleri onlara nasip olacaktır.

Rabbinin nimetinden hoşnut olmak isteyenler, ona şükür ile başkalarının hakkını çiğnemeyenlerdir. Sizler de, yasak kılınmış olan şeylerden daima kendinizi uzak tutmak mecburiyetindesiniz. Böyle bir dâva hepinize örnek olsun. Bu konuda ibret alın. Ve hiç kimse, hiç kimsenin malına, ırzına, namusuna, toprağına ve silâhına sahip çıkmasın. Bizim ülkemizde,

Müslümanlar kardeştir. Osman Gazi, adalet ilân etti. Bu adaletin tevziine de bizleri memur eyledi. Şimdi onun kurallarına ters düşecek olursak, hükümdarımızın buyruklarına aldırış etmeyecek olursak bekamızı temin etmekte müşkilât çekeriz. Bu bakımdan, hiç kimse haklı veya haksız olarak bana gelmesin. Demek istemiyorum ki, hakkım aramak için değil, hiç kimse hak çiğnemezse, haksızlığa kimse uğramaz; dolayısiyle hak aramak için de bizim dostlar meclisimize gelen, olmaz... (Osman Gazi: 201)

Yine Şeyh Edebalı, ahileri bir araya toplayıp onlara iyilik ve adalet

üzerine muamele etmelerini ve bu dünyanın geçici olduğunu; herkesin bir gün gelip öleceğini ve yaptığı her davranıştan sorumlu tutulacağını anlatmaya

çalışmaktadır. Ancak bu şekilde sağlam temeller üzerine oturtulmuş bir devlet kurulabileceğinin altını çizmektedir: “Birbirinizi sevip saymasını bileceksiniz. Çünkü bu dünya fanidir. Asıl bu dünyanın sonu vardır... Bizim için makbul ve muteber olan da işte odur.

Her kim, ahiretteki yüksek mevkinin sahibi olmak istiyorsa, bu gelip geçici dünya nimetlerine fazla ehemmiyet etmemelidir. Düşkünlere acımak devletin işi olmakla beraber, her mahallede bir veya birkaç fakir var ise, zenginin lok- ması boğazına dizilmeli; fakir fukara aç bırakılmamalıdır. Biz, buna riayet ettiğimiz müddet zarfında, kuvvetli bir devlet olacağız. Burada birbirinizden

üstün taraflarınız olabilir... Fakat ahiret böyle değildir. Orada, şu sıralarda hakir olarak aklınızdan geçen bir kimsenin, daha çok mutlu olmayacağını kestirebilir misiniz? Kim, kimden daha faziletlidir, bunu ancak Yüce Halik bilmektedir. Bu bakımdan, iyilik ve şefkat, her zaman bizi birbirimize bağlayan yüksek ahlâkın kollarıdır. Buna riayette kusur etmediğimiz müddetçe refah ve saa'det bizim, şanlı Türk milletinin olacaktır. Türk soyu dünyada bu şartlar içinde ancak hâkimiyet kuracaktır. Bu iyi biline...”

(Osman Gazi: 202)

Yarhisar’ın fethinden sonra Osman Gazi’nin oğlu Orhan’a âşık olan

Holofira ile Orhan arasında geçen konuşmada Holofira Orha Bey’e son derece mutlu olduğunu, sevmediği bir adam ile evlenmekten kutulduğunu, halkın sefalet içerisinde yaşadığını ve Bizans’ın zulmünden bıkıp usandığını ve

Osman Bey’in adaleti ve refahı getireceğini belirtmektedir:

“ — Ne anlatayım. Sen yanımdasın ya... Bu benim için mutluluktan başka bir şey değildir. Allah seni bana kurtarıcı ve koruyucu bir melek olarak gönderdi. Sevmediğim bir insan ile evlenecektim... Ülkemiz Osman Gazi tarafından zaptedildi. İyi oldu... Halk sefalet içinde boğuşuyordu. Ağır vergiler ödemek zorunda kalanlar, ezilip gidiyorlardı... Osman Gâzi'nin bir ölçü ve nizam içinde tesis ettiği adaletli hükümdarlığı Yarhisar'ı pek yakın bir gelecekte eski saadet dolu yıllarına kavuşturacaktır...” (Osman Gazi: 283)

Osman Bey şikâyetleri dinlemektedir. Tüm sorunların kaynağı olarak beyler görülmekte ve bu dünyada olmasa bile ahirette tüm beylerin mutlaka cezalarını çekeceği söylenmektedir. Osman Bey ise bunları son derece soğukkanlı bir şekilde dinlemektedir. O söylenilenleri haklı bulmakta, fakat her şeyin bir zamanı olduğunu da aklından çıkarmamaktadır:

“Ali: «Eh işte anladın gayri Gelin bacım bizi» dedi.

«Biz evliyayız amma sizin evliyalardan değiliz. Ehl-i Hak evliyaları derler. Ehl-i Hak nedir bilir misin?.. Bilmen gerek, bilmen gerek ki bizi anlayasın. Bilmeyen anlamaz.. Bizi senin gibi emeği çiğnenmiş, hakkı yenmişler daha iyi anlar, derdimiz birdir çünkü. Bizde ölüm yoktur. Öldü sanırsın, ölen bedenimizdir; ruhumuz bu bedeni bırakır başka bir bedende yeniden doğar bizim. Bizde köle yoktur. Köle, Beyin, efendinin olduğu yerde vardır. Dünyadaki bütün Beyler, efendiler günü gelecek yok olacaklardır. Bu dünyada yok olmayanlar mahşer günü cezalarını bulacaklardır. Mahşer gününü düşündüğün oldu mu hiç Gelin bacım? Düşünmediysen ben deyim sana, mahşer günü Şehrizûr Ovasında, uyuyanlar da uyumayanlar da kalkıp hep bir araya geleceklerdir. Orada Şehrizûr Ovasında olacak ne olacaksa, cümle Beyler, o zamanaca cezalarını çekmemiş olan cümle Beyler tutulup yok edileceklerdir, bu ceza yalnız Beyler içindir; ondan sonra da mazlumlar, yani sen, ben, yani boynu bükük yoksullar, kahır çekenler hepimiz Şahrazülün

Harmanında kendi payımıza düşeni alacağız; kimsenin payı kimseden fazla yahut eksik olmayacak..»

Osman Bey sakin, güceniksiz, sabırlı sordu: «Bitti mi?» Aybüken Ebe, boşalmış su kabı pörsümesinde: «Bitti say» dedi.

Osman Bey, önündeki ekmek ufaklarını, çayırın çimenin arasına düşmüş kırıntıları topluyordu, özene özene, bir kırıntı kalmamacasına. Yıllar önce, daha yeşil, daha su serinliği dolu, daha suya doymuş bir çayırlıkta birlikte yemek yediği biri de böyle toplamıştı ekmek kırıntılarını: Yunus’tu. Yunus

Emre’nin sakin, güceniksiz, sabırlı, hep seven yüzü geldi gözlerinin önüne.

Hep seven sesini hatırladı. Daha bir ferahladı Osman Bey: «Bittiyse benim de bir soracağım var sana» dedi; «Sen Ebesin he mi? Vakti gelmeden doğum yaptırır mısın?..»

susup bekledi öylece.

Aybüken Ebe: «Olur mu öyle şey» dedi; «Ebeysem yaptırmam.»

«Yaptırdın say ki. Ne olur?»

«Hiç bir şey olmasa bile çocuk ölü doğar. Ananın da öldüğü olur.»

«Kimi dinlersin o zaman?».

«Nasıl kimi dinlerim? Ben Ebeysem Osman Beyim kimi dinleyeceğim ben bilirim ancak.»

«Amma doğuracak kadın çırım cırım çığırıyor, sancıdan kıvranıyor?»

«Kıvranır; gebelik bu.»” (Çatı: 160 )

Osman Bey esirlere bile söz hakkı veren bir kişiliğe sahipti. Esirlerden birisini çok beğenen Kara Ali, Osman Bey’e onlardan birisiyle evlenmek istediğini beyan etmesi üzerine Osman Bey, önce esir kıza rızası olup olmadığını sormuş kızın da damat adayını görmek istemesi ve esirlerin serbest bırakılması şartıyla beğenirse razı olacağını bildirmesi üzerine Osman Bey durumu değerlendirmiş ve uygun bulmuştur. Normalde esir birisine istediği gibi muamale edebileceği halde Osman Bey’in böyle bir yolu seçmesi insan kavramına ve adalete ne kadar önem verdiğini göstermesi açısından son derece önemlidir. (Ovaya İnen Şahin: 114 - 117)

2. Akıncılık

Osmanlı Devleti’nin kurucuları, akıncılığa çok önem veriyorlardı.

Onların ömürlerinin at üstünde geçmesi çok olağandı. Özellikle Osman Bey döneminden sonra akınların ardı arkası kesilmemiş ve sürekli bir yayılma politikası izlenmiştir. Onlar, ayrıca “baskın basanındır.” fikrini benimsemişlerdi. Güçlü istihbaratları sayesinde baskınları önceden haber alıyorlar ve baskına uğramadan baskın yapıyorlar ve düşmanlarını kendi tuzaklarına düşürüyorlardı.

Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu romanında bir akıncıda bulunması gereken özellikler şu şekilde özetlenmiştir:

1. Akıllı olmak.

2. Çok iyi mızrak savurmasını bilmek.

3. Çok iyi ok gezlemesini bilmek.

4. Çok iyi kılıç kullanmasını bilmek.

5. Ata ustaca binmek.

6. Gözüpek ve süratli olmak.

7. Yüreği temiz olmak.

Tüm bu niteliklere sahip olan birinin akıncı olması, kendisi için son derece sevindirici; fakat yakınları için aynı derecede üzüntü verici bir durumdur. Zira birisi akıncı olmuşsa onu gözden çıkarmak gerektir. Çünkü onlar ölüme kutsal bildikleri değerler uğrunda güle oynaya gitmektedirler.

(Sunguroğlu- I : 14)

Orhan Gazi, İzmit’in fethi öncesi bahadırlarına hitaben yaptığı bir konuşmada, kısa bir süre önce Ertuğrul Bey döneminde dört yüz çadırlık bir aşiret olduklarını şimdi ise devlet olma yoluna girildiğini ve bunun için herkesin canla başla gayret etmesi gerektiğini vurgulamıştır. Çünkü

Selçuklu’dan kalan boşluğu doldurmak gerektir. Selçuklu’nun zayıflamasını fırsat bilen bazı beylikler, bağımsızlıkları için ayaklanıp hür olmuşlardır. Bu arada Osmanoğulları da ezilmemek için hür olmak zorundaydı. Orhan Gazi, konuşmasını büyük bir Coşku içerisinde sürdürmüş ve düşmanı yenebilmek için önce davranmanın gerekliliğini belirterek güçlü olmanın önemini vurgulamıştır:

" Orhan Gazi iki elini de havaya kaldırarak halkı sükûte davet ettikten sonra, devam etti: "Kuvvetliyiz gazilerim, elbette ki kuvvetliyiz. Fakat düşmanlarımızı sindirmek için daha da kuvvetlenmeye muhtacız. Yoksa onlar bizi dünyadan silerler. Kimseye bu fırsatı vermemeliyiz. Bunun için de bizim

önce davranmamız lâzımdır. Gazilerim, beylerim, silâh arkadaşlarım! Baskın basanındır. Basılmayı beklemeden basacağız! Şimdiye kadar, Allah'ın izniyle,

çok cenklerden yüzümüzün akıyla sıyrıldık; büyük zaferler kazandık.

Yıllardır Osmanoğlunun sırtı yere gelmedi, bundan sonra da gelmeyecektir."

"İnşallah, inşallah!" sesleri afakı çınlatıyordu.

"Allah'ın yardımı bizimledir gazilerim! Hepiniz vazifenizi yapıyorsunuz. Kendinize düşeni yapmaya devam ettiğiniz müddetçe büyük işler başaracağız. Bir milletin batmasının en büyük sebebini, şahısların kendilerine düşeni yapmamasında aramak lâzımdır. Biz bu duruma düşme- yeceğiz. Kısa zamanda büyük işler başardık. Aydos'u, Samandıra'yı aldık.

Bursa'yı fethederek Devlete merkez ittihaz eyledik. Muntazam bir ordu kurduk. Maltepe'yi, İznik'i, Gemlik'i ele geçirdik. Karesi Beyliğine son vererek hudutlarımıza kattık. Çığ gibiyiz. Yol aldıkça büyüyen bir çığ gibi.

Bu çığ pek yakında köhne Bizans'ın başına düşecektir. Bizans bu muazzam

çığın altında âkibet ezilmeye mahkûmdur."

"Akıncılar yine sabredemediler. Meydan inim inim inledi:

"Bizans'ı ezeceğiz!" sadaları Bursa'yı bir süre çınlattı.”

(SunguroğluI:17)

Orhan Bey, bu hitabın sonunda İzmit seferini kastederek büyük bir sefere çıkılacağını ve bunun için herkesin hazır olması gerektiğini söyler.

Çünkü güvenlik açısından nereye sefere çıkılacağı, sefer gününe kadar gizli tutuluyordu. Orhan Bey’in cenk müjdesiyle birlikte Bursa’nın büyük meydanı bir anda bayram havasına bürünmüştü.

“Şehbazlarım, yiğitlerim, arslanlarım! Bütün bu işleri kısa zamana sığdırdık. Kayı Aşireti, hızla, fakat şuurla genişledi. Ama bu yetmez; daha

çok genişlemeye muhtacız. Fütuhata devam edeceğiz. Pek yakında büyük bir sefere çıkıyoruz. Hazır olunuz gazilerim."

"Biz daima hazırız Beyim! Cenk vaktidir."

"Öbür yanda, yeni cenk haberine sevinen gençler kılıçlarını çekmiş birbirleriyle oynaşıyorlardı. Her taraf kılıç şakırtıları ve naralarla uğulduyordu. Bursa'nın büyük meydanı, bir anda bayram yerine dönmüştü."

(Sunguroğlu- I : 17)

3. Alçak Gönüllülük

Allah, alçak gönüllü olma konusunda şu şekilde buyurmaktadır:

“Rahmân'ın (has) kulları onlardır ki, yeryüzünde tevazu ile yürürler ve kendini bilmez kimseler onlara laf attığında (incitmeksizin) "Selam!" derler

(geçerler)” (25:63) Osmanlı’yı kuran kadrolar işte bu ayette belirtilen içeriğe göre üzere hep alçak gönüllü olmuşlardır. Onlar, mümkün olduğu kadar kimseyi kırmadan, hor görmeden yaşama ve yaşatma yolunu seçmişler; bunun da her zaman faydasını görmüşlerdir. Çünkü mütevazilik insanı insana yaklaştırmada en önemli unsurlardan biridir. Onlar da bunun bilincindedirler.

Osman Bey ve arkadaşları Türk- İslâm inanış sistemine uygun olarak sürekli alçak gönüllülük üzerine hareket etmişlerdir. Onlar, Hz. Aişe’nin “Sizin mağfiret edileceğiniz en büyük ibâdetlerin başında tevâzu gelir.” sözüne uygun hareket etmişlerdir. Osmanlı şairlerinden Nâbî de alçak gönüllülük hakkında şu şekilde öğüt vermektedir:

“ Ne kadar câhın olursa âlî,

Dâmenin bûseden olsun hâlî.”

Bir diğer İslâm düşünürü ise alçak gönüllülüğü şu şekilde vermektedir:

“ Tevâzu; ister çocuktan olsun, hakkı duyduğun vakit, ona boyun büküp onu kabul etmendir. (Fudayl Bin İyaz)

Osman Bey’in Şeyh Edebalı ile karşılaşması, onun hayatında bir dönüm noktası olmuştur. Osman Bey, Şeyh ile karşılaştıktan sonra tam bir manevî havaya bürünmüş ve kişiliği tamamen İslâm inanışıyla donanmıştır. Şeyh

Edebalı’nın Osman’a bir öğüdü de alçak gönüllü olma noktasındadır. Şeyh

Edebalı Alparslan’ın “ulular ulusu” Alparslan’ın kibirine yenik düşüp düşmanı hor görmesi sonucu hazin bir sona maruz kaldığı ve zayıf bir düşmanın darbesiyle öldüğünü anlatmıştır.

“ -Hey Osmancık” dedi, “ sana, kala kala iki öğüdüm kaldı: ululanma .. düşmanını hor görme.”

Sonra da, kısa bir aradan sonra ekledi:

-Buralardan çok uzaklarda bir mezar gördüm.Taşında şunlar yazılıydı:

-“ Ey Alp Arslan’ın şanını göğe yükselmiş bilenler; gelin ve onun toprağına bakın.”

“ Alp Arslan’ı bil, Osmancık. Tanrıdan başka ulu varsa ve olursa ve olacaksa, ulular ulusuydu o. Ülkeler almıştı. Ve, o bir avuç toprağa verilmeden önce, nefesini vermeden önce, bir gaflet anında, o bağışlamaz yarayı aldıktan sonra şöyle demişti:

Bu ölümü hak ettim. Geçliğimde bir bilgin bana; alçak gönüllü ol, kuvvetine güvenme, düşmanlarını hor görme demişti. Bu öğüdü unuttum; kibrim yüzünden cezalandırılıyorum. Daha dün; Dünya, atımın ayakları altında titriyor sanırdım ve, kendi kendime: Sen Dünya’nın efendisi ve yenilmez savaşçısın, diyordum. Şimdi ise, gafletin yüzünden, cılız bir düşman darbesiyle ölüyorum. Bu ordular ve bu şeref, bu şan, bu taht artık benim değil; hiçbir şey benim değil.” (Osmancık: 126)

Orhan Gazi’nin kendisine bir konuda haber getirmiş olan İbrahim adlı bir gence sanki arkadaşıymış gibi davranması, biraz önce heyecandan titreyen genci son derece sakinleştirmiştir. Sakinleşen gencin Orhan Gazi’nin kendisine “yiğidim” şeklinde seslenişini ve çok samimî bir şekilde davranışını görünce gözleri dolmuş ve Orhan’ın ellerine sarılıp öpmüştür. Orhan da gence

“berhüdar ol, yavrum.” Şeklinde yanıt vermiştir. Orhan Gazi burada sadece bir örnek teşkil etmektedir. Osmanlı’yı kuran kadroların hemen hemen hepsinde bu alçak gönüllülük vardır. Çünkü onlar, ruhlarının en derinliklerine kadar İslâm terbiyesi ve insan sevgisiyle beslenmektedirler. (Sunguroğlu- I :

94)

Osmanlı’nın kuruluşunda emeği geçenlerde görülen en büyük niteliklerden biri de onların sevgilerini söylemek yerine uygulamaya dökmeleridir. Onlar, birçok konuda olduğu gibi konuşmak yerine iş yapmayı ve örnek davranışlar sergilemeyi uygun buluyorlardı. Çünkü attıkları her adımda Allah’a bir adım daha yaklaştıklarının bilincindeydiler. Onlar için her

şey, Allah’tan gelip her şeyin O’na döneceği fikri, her zaman hareket noktasıydı. Onlar, Allah haricinde bu dünyada kimsenin önünde baş eğmeyi doğru bulmuyorlardı. Çünkü secde, ancak Allah’a yapılırdı. Onlara göre diğer insanlar her şekilde eşit olmalıydılar:

“Hayır, Teofo, hayır. Türkün başı yıldırımların velvelesi karşısında bile eğilmez, bir faniye karşı kölece serfüru etmeyi ise onlar rüyalarında görseler,

çıldırırlar. Bu büyük milletin muhabbeti ancak kalbi oluyor. Çocukları bile yüreklerinden sevip zahîren lakayt görünüyorlar. Sanki sevgilerini, en meşru ve en mukaddes sevgilerini de dillerile söylemekte bir riya çirkinliği seziyorlar.” (Gönülden Gönüle: 67)

4. Azim, Sabır ve Kararlılık

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda diğer birçok etkenin yanında sabretmeye, kararlılığa, çalışkanlığa verilen önem de çok etkili olmuştur.

Onlar gece gündüz demeden sürekli çalışmışlardır. Onlar için sürekli çalışmak esastır. Çünkü bütün içtenlikleriyle inandıkları Allah onlara çalışmayı emretmektedir. “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.(53:39) Çalışmak, onlar için hayat tarzı olmuştur. Onlar eski Türklerde de gelenek olduğu üzere sabah erkenden kalkarlardı. Üzerlerine güneşin doğduğu gün çok nadir olurdu. Onlar ve onların idealleri için bu ömür çok kısaydı. Çünkü onlar, ideallerini nesiller üzerine kurmuşlardı. Onların felsefesini kendilerinden çok sonra yaşamış olan değerli kültür adamımız

Mehmet Âkif’in bir beyitiyle açıklayalım:

Bekâyı hak tanıyan, sa’yi vazife bilir,

Çalış, çalış ki bekâ sa’y olursa hak edilir.

Tüm bu çalışkanlıklarının yanında sabretmek de çok önemliydi. Çünkü vaktinden önce çiçeğin açmayacağının bilincinde olmak gerekti. Var gücüyle

çalışıp beklemeye devam etmeliydi. İyi plânlanmış yer ve zamana göre hareket etmek, işleri çok kolaylaştırabileceği gibi, iyi plânlanmadan hareket edildiğinde tam tersi de olabilirdi. Zaten Allah da onlara sabretmeyi emrediyordu. “Ey iman edenler! Sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin.

Çünkü Allah muhakkak sabredenlerle beraberdir.”(2:153.) Allah’ın yardımı,

O’na kulluk edip gerekli tüm tedbirleri aldıktan sonra sabredenlerle beraberdi. Allah Kitabı’nda birçok defa sabretmeyi ve sabredenlerin en güzel

şekilde özlenen sonuca ulaşacağını müjdeliyordu: “Sabredenlere ecirleri hesapsız ödenecektir.” (Zümer, 39/ 10) Yine sabrın kurtuluşun ve genişlemenin anahtarı olduğu birçok düşünce adamı tarafından dile getirilmiştir. Mevlânâ, bununla ilgili olarak “Sabır, kurtuluşun anahtarıdır.” ve yine bir başka yerde “sabır, genişliğe ulaşmanın anahtarıdır.” demiştir. Yapılan işte kararlı olmak; eski deyişle “sebat eylemek” çok önemliydi.

İstikrar içinse bir zorunluluktu. Çünkü büyük ideallerin gerçekleşmesi, ancak ve ancak genel-geçer plânlar dahilinde çalışarak, sabrederek ve kararlı bir

şekilde ilerleyerek mümkündü.

Devlet Ana romanında Kemal Tahir, kurgu içerisinde sabır konusuna yer vererek Kur’ân-ı Kerim’deki bir ayete gönderme yapmaktadır. Sabır ve affetmenin birlikte yer aldığı âyet şudur: “Kim, sabreder ve bağışlarsa, işte bu sabır ve bağışlama azimkârlık ve büyük bir hünerdir”. (Şûra, 42/ 43)

Devlet Ana’da ise bu ayete gönderme şu şekildedir: “Sabredeceksin oğlum! Gücün yeterse affedeceksin. «Kılıçla vuran kılıçla vurulacak, okla vuran okla» denilmiştir. Allah'ın her şeye gücü yeter. Hiç bir kötü kur- tulamaz. Kitapları okuyanlardansın. Kitapları okuyanların ödevi belâ karşısında sabretmektir.” (Devlet Ana: 102 vd.)

Devlet Ana’da ayrıca her şeyin bir vakti olduğu vurgulanmaktadır.

Sabır üzerinde zaman zaman durulmuş ve sabırsız hiçbir şeyin olamayacağı

Osmanlı Devleti’ni kuran insanlarda da sabrın ziyadesiyle varolduğu düşüncesi romanın içerisine serpiştirilmiştir:

“Her şeyin zamanı ve gök altında olan her işin vakti vardır.

Doğmanın vakti, ölmenin vakti, aramanın, bulmanın, yitirmenin vakti vardır.” (Devlet Ana: 102 vd.)

Kerim Çelebi’nin ağzından hocası Yahşı imamın sözleri de sabır konusunda dikkate değerdir: “ölüm kılıcının kalkanı sabretmektir...

Sabretmek... Sabır...” (Devlet Ana: 120)

Bir defasında ileri gelenlerin artık akın yapmanın zamanı geldiğini söylemesi üzerine Osman Gazi de zamanlama olarak daha savaş zamanının uygun olmadığını ve kendisinin de bunu çok arzu ettiğini fakat sabretmek gerektiğini belirtmiştir:

“Hey yoldaşlar, bugünleri başka günlere benzetmeyin! Ben kılıç gezdirmekteyim! Beni iyi tanır savaş meydanları ama bugün savaş günü değil!... “

Devlet Ana’da bireysel konulara da değinilmiş, insanın sadece diğer konularda değil kendi nefsi ile de sabretmesini bilmesi gerektiğine dikkat

çekilmiş. Bu ifade edilirken Alişar Bey’in uçkur düşkünlüğünden yola

çıkılmıştır:

“—Karı tutkusu ayırdı tatlı canından Alişar Bey’i...

-Evet... «Karı tutkusu... Para tutkusu... Fırsat el-verdi sanıp üste çıkma tutkusu yıkar âdemoğlunu» derdi rahmetli babam... «Tutkusuna gem vuramayan kısa yaşar derdi. -Biraz düşündü-: Gem de vurdu mu, yaşasa' da bir, yaşamasa da...” (Devlet Ana: 377)

Osman Bey, bey olmanın bilincindedir. “Eğer beysen herkes birşeyi düşünüyorsa sen her şeyi düşünmelisin.” felsefesinden hareket etmekte ve son derece kararlı ve plânlı bir şekilde hareket etmeyi yaşam felsefesi haline getirmektedir. Bey olmanın gereklerini de kendisi şöyle sıralamıştır:

“Baş olayım diyenler, çevresindekilerin hepsinden daha akıllı, daha bilgili, daha cesur, hattâ daha korkak bile olmak zorundaydılar. Buradaki akıl, buradaki bilgi, her anda, her durumda işe yararlığı bakımından değerlendirilmeliydi. Baş, çevresindekilerin hepsinden daha sezgili de olmalıydı, ayrıca bir işe ya hiç girişmemeli, giriştimi de, duraklama göster- meden, koparana kadar çabalamalıydı. Çocuktan, deliden, düşmandan, hattâ karılardan bile öğüt almalı, ama, gene de, aklının kestiğini işlemeliydi.”

(Devlet Ana: 177)

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu ele alan romanlar içerisinde sabır konusuna en çok göndermede bulunan eser olarak Devlet Ana’yı görmekteyiz.

Diğer romanlarda bu konu, Devlet Ana’daki kadar geniş yer almamaktadır.

Tarık Buğra’nın Osmancık romanında ise Samsa Çavuş, Osman Bey’in yanına gelerek artık İnegöl tekfurunun ve Çavdar’ın zulümünden bıktıklarını, müsaade buyurursa kardeşi Sülemiş ile birlikte Mudurnu yakınlarına göç etmek istediklerini söylemesi üzerine Osman Gazi biraz daha sabredilmesi gerektiğini söylemiştir:

" -Babam Ertuğrul beğ gazi yoldaşı Samsa çavuşum, hâlâ at koşturan, yay geren, kılıç uran Samsa çavuşum; Baba bildiğim Samsa çavuşum: Ben ki, sabrın ve tahammülün gaza olduğunu babamdan ve babamın yoldaşlarından ve senden öğrenmiştim, az daha tahammül derim.” (Osmancık: 192 )

Sunguroğlu romanında Yavuz Bahadıroğlu, intikam hissinin ne kadar kötü bir şey olduğunu ele almıştır. Sunguroğlu’nun ağzından romanda intikamla yanıp tutuşanlara sabır dilemiş ve intikamın inanç sistemleriyle de uyuşmadığının altını çizmiştir. İnsanlar uzun süre Foça korsanlarının saldırılarına maruz kalmış, bu durum artık onları çılgına çevirmiştir.

Sunguroğlu, durumun soğukkanlı bir şekilde plânlı hareket edilerek

çözüleceğini ve intikamın İslâm inancıyla bağdaşmadığını vurgulamıştır.

Çünkü bir hadis- i şerifte kesin bir dille “Mü’min kinci olamaz.” denilmiştir.

( Sunguroğlu- III : 89 )

Turgut Alp’ ta da sürekli çalışma ve sabır öğütlenmiştir. Çünkü temelleri yeni atılan bir devlet için sürekli çalışma esas olmalıydı: “Temelleri yeni yeni atılan bir devletin mensupları atalet içinde değil, hareket içinde olmalı idi. Osman Gazi bunu hatırlatıyordu.” (Turgut Alp: 94 )

Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp’ta Osmanlı’nın hızla genişlemesine değinmiş ve sabır, kararlılık ve azim ile başarılamayacak hiçbir işin olamayacağını vurgulamaya çalışmıştır. Osman Bey, kendinden emin bir

şekilde son derece yerinde kararlar vermekte ve sürekli büyüme ve daha ileriye gitme politikası gütmektedir. “Devlet-i ebed-müddet”, onlar için yegâne gaye olmuştur. “İlâ-yı kelimetullah” – Allah’ın adını ve dinini yüceltme- ise onlar için “Devlet-i ebed- müddet’in kapılarını açan anahtardır.

Turgut Alp romanında Bizans’ın iyice köhnediği, Moğol’un güçten düşmeye başladığı, Konya Sarayı’nın çökmek üzere olduğu, bizim ise gepgenç bir aşiret olduğumuz vurgulanmıştır.

“Konya sarayı çökmek üzere, Moğol giderek takattan düşüyor. Derme

çatma bu imparatorluğun daha uzun müddet payidar olması şüpheli. Biz ise gepegenç bir aşiretiz.” (Turgut Alp: 274 )

Devlet olma yolunda ilerlemenin önemine değinilmiştir. Bizans’ı almak ise yüce bir ülkü olarak görülmeye başlanılmıştır:

“Ah Bizans, çok güzel bir beldeymiş, anlata anlata bitiremiyorlar.

Bizim olmalı o topraklar, denizinde yıkanmalıyız, sularında atlarımızı sulamalıyız, burçlarında sancağımızı dalgalandırmalıyız. O ne güzel beldedir." (Turgut Alp: 274)

Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp’ta büyük bir devlet olmaya verilen

önemin altını çizmiş, bunun da Osman Gazi’nin çizdiği yolda büyük bir sabır, azim ve kararlılık ile mümkün olabileceğine değinmiştir. “Osmanoğulları da Osman Gazi’nin yolundan gittikleri sürece, yani zevk ve sefahati değil, din, memleket ve milleti düşündükleri sürece yükselecek. Avrupa devletlerine diz çökertecek, Osmanlı hâkimiyetini dünyaya kabul ettirecekti.” (Turgut Alp: 105)

Osman Gazi oğlu Orhan’a o zaman için daha fethedilmemiş olan

Bursa’ya gömülmesini vasiyet ederek Bursa’nın fethini ne kadar istediğini vurgulamıştır. Orhan da babasının bu vasiyeti üzerine var gücüyle Bursa’nın alınması için çalışmış ve sonunda Bursa’yı fethederek babasını oraya gömdürmüştür.

"İyi duyuyor musun Orhan? Bütün emelim Bursa'ya gömülmektir. Eğer onu fethetmeye ömrüm yetmezse, vasiyetim budur ki, mutlaka Bursa'yı alasın ve beni oraya hâkim bir tepe üstüne defnedesin." (Turgut Alp: 236)

Kösemihal, Müslüman olmuştur. Müslüman olduktan sonra Osman

Gazi’den kendisine bir isim koymasını istemesi üzerine Osman Gazi,

“Abdullah” ismini uygun bulmuştur. Osman Gazi’nin kendisine isim koymasından sonra Abdullah, “Kulunuz size minnettardır.” Şeklinde bir söylemde bulunmuştur. Osman Gazi ise Köse Mihal’in bu söylemini hiç hoş karşılamamış ve İslâm inancında kulun kula asla kul olamayacağını; sadece

Allah’a kul olunabileceğini, Allah’ın ise her zaman çalışan, sabreden ve kararlılıkla hareket eden insanların yanında olduğunu belirten bir konuşma yapmıştır:

“....Allah çalışana daha çok vermekte, rızık kapılarını ona göre açmaktadır. Bizim dinimizde miskinlik, tembellik, uyuşukluk diye bir şey yoktur. Bütün kazanılan zaferleri evvelâ zindeliğimizi bahşeden yüksek imanımıza, aptest alıp, namaz kılmamıza borçluyuz. Bir insanın, sabahleyin gün doğmadan yataktan kalkması, buz gibi sularla vücudunu yıkayıp, Allah'a

şükür ve dualarla abdest alması, sonra sabah namazını kılması, günde beş kere aynı şekilde ibadette kusur etmemesi ne demektir... Bu insan nasıl miskin olabilir. Bu insan, Allah adını zikrcylcdiği için nasıl kötü niyetleriyle bir milleti uçurumun kenarına getirir ve bırakır? O mü'minlerdir ki, Zulümetmez- ler, iyilikten hoşlanırlar. Gönül kapıları iyi dostlara daima açıktır. Fakat, küffarı ezmek din ehline hizmet etmek, kin tutmamak, yalnız şahsî çıkarı için değil, tekmil Müslüman cemaatin yüce menfaatleri için seferber olup, hizmet etmek, işte bunlar İslâm dininin esasıdır. Bizim kanunlarımız bunu böyle emretmektedir. Harmankaya'da istenilen adil idareyi tesis ettiğin müddet zarfında, senin hiç kimse kılına dahi dokunmayacaktır. Mescidin de mübarek ola, tuttuğun taşlar altın ola... Allah seni ve Harmankayalı’ları iki cihan saadeti ile taltif ede, âmin.» (Osman Gazi: 267)

Ragıp Yeşim, Ovaya İnen Şahin romanında sabırlı olmanın önemine değinmiştir. Buna örnek olarak da ipekböceğinin kozasını sabırla sarmasını vermiştir. Zira büyük işler, disiplinli ve yorucu çalışmalar istemektedir.

Osman Bey’in anasının hamur yaparken hamuru ne kadar sabırlı bir şekilde yoğurduğunu ve sonunda ondan ne kadar lezzetli yiyeceklerin meydana geldiği vurgulanarak çalışma ve sabretmenin sonunda son derece güzel sonuçlar elde edilebilceği belirtilmiştir:

“ — Buralarda yetişen ipekböceğine dikkatlice bir bak hele oğul.

Kozasını nasıl sabırla sarar. Eğer bir gün aşiretinin başına geçersen, sen de yurdunun yarınını böyle saracaksın. Sabırla, yavaş yavaş bir toprak iken iki toprak olacaksın, bir dağ iken iki dağ olacak, bir ordu iken iki ordu olacaksın.

Anan, o çok beğendiğin çörekleri de yapmak için yumruklan ile durmaz hamur yoğurur. Ama sonunda mis kokulu, kabarık ve tad dolu çörekler önüne gelir.”

(Ovaya İnen Şahin: 20)

Osman Gazi, “Devlet-i ebed-müddet” uğrunda gece gündüz demeden kendini tüm varlığıyla bu işe vermiş olarak çalışmaktadır. Osman Bey kararlıdır; azim ve kararlılık sonucu elde edemeyeceği başarı olmadığına inanmaktadır. Osman Gazi başaracaktır. Çünkü o kutsal bildiği değerler için

önüne babası çıksa ezip geçecek kadar iyi bir şekilde motive olmuştur. Onun mal, mülk vb. bu dünyalık şeylerde gözü yoktur. Onun hedefi çok büyüktür.

Bireysel işlerle uğraşmaz. Milletini ve devletini refah içinde yaşatmaktan ve

Allah’a kulluk yapmaktan başka hiçbir gayesi yoktur:

— Ben gözümü kapadığım zaman bırakacağım miras bir tekelti, bir yancık, bir tozluk, bir kaşıklık, bir sokman edik , birkaç sürü koyun ve Sultan

öyüğünde birkaç attır. Çünkü ben malı sevmem. Atalarım da sevmezdi. Ama ardımda ucu bucağı bulunmayan toprakların kalmasını istiyorum, içinde türlü meyvalar yetişen bahçeler, türlü balıklar barındıran sular, türlü binaları olan

şehirler bırakmak istiyorum. Bunu yapacağım. Buna, elini durmadan öptüğüm babam bile engel olmağa kalkışsaydı, gözümü kırpmadan çiğner geçer, yine yapardım. Bana gem vuracak kimse bu yeryüzüne daha gelmemiştir, Tanrı böyle birisini yaratmamıştır.”(Ovaya İnen Şahin: 104 )

5. Birlik ve Beraberliğe Verilen Önem

Birlik ve beraberlik, bir devlet için olmazsa olmaz gereklerdendir.

Zaten bir birlikteliğin ortaya çıkabilmesi için din, dil, ırk vb. en az bir ortaklık söz konusu olmalıdır. Ortak paydanın olmadığı yerde gerçek bir birliktelikten söz etmek mümkün değildir. Zaten böyle birşeyin olması da mümkün değildir. Osmanlı Devleti’ni kuran insanlar daima bunun bilincinde olmuş; ellerinden geldiği kadar birlik ve beraberliği sağlamaya çalışmışlardır.

Zaten uyguladıkları tavır ve davranışlarda da Kur’ân-ı Kerim’in buyurduğu birlik ve beraberlik, son derece önemlidir. Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır:

“Hep birlikte Allah'ın ipine (İslâm'a) sımsıkı yapışın; parçalanmayın.

Allah'ın size olan nimetini hatırlayın: Hani siz birbirinize düşman kişileridiniz de O, gönüllerinizi birleştirmişti ve O'nun nimeti sayesinde kardeş kimseler olmuştunuz. Yine siz bir ateş çukurunun tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklar ki doğru yolu bulasınız.” (Kur’ân-ı Kerim, 3:103 )

Allah birlik ve beraberliği emretmiştir. Fitne ve fesadı ise kesinlikle haram kılmıştır. O iyiliği emredip kötülüğü yasaklayandır.

Osman Bey silâh arkadaşları arasında da daima iyi geçinmeyi emretmiştir. Özellikle bir Müslümanın bir başka Müslümanla münakaşasına asla tahammül edememektedir. Daima birlik ve beraberliği emretmiştir.

Çünkü yeni kurulmakta olan bir devlet için birlik ve beraberlik olmazsa olmaz bir özelliktir. Osman Bey, birlik ve beraberliğin önemini çok iyi kavramış ve

çevresinde aydınları, devletin ileri gelenlerini, babası döneminden kalma devlet adamlarını toplamış, zaman zaman çeşitli konularda onların görüşlerine baş vurmuştur.

Osman Bey daha gelmemişti. Babası Ertuğrul Bey'e yıllardır vekillik ettiği için yeri sekinin ortasındaydı. Ertuğrul Bey'in silâh arkadaşlarından

Söğüt'te bulunan kocalar, Turgut Alp, Saltuk Alp, Karamürsel, Sakarya boylarında göçebe gezen Samsa Çavuş'un kardeşi Şulemiş Ağa, sağ yana sıralanmışlardı. Soldakilerin başında Söğüt ahilerinin nakibi Hasan Efendi bulunuyor, bunca yıllık hocası Yahşi İmam, sonra da dünyanın dört bucağından, türlü nedenlerle kopup gelmiş, her soydan, her boydan adları, görüntüleri biribirini tutmaz, öyleyken OSman Bey'in çevresinde sımsıkı kenetlenmiş savaş yoldaşları. Ak Timur, Kara Tekin, Akbaş Mahmut, Yiğit

Paşa, Emir Sultan, Mevlâna Hızır, Kadı Bay, Çoban Mirza, Yorgun Ata, yeşil sarığıyla Seyit Ahmet, Kara Tay, Kangal Mihman, Candarlı Halil, Ak Bıyık oturuyordu.” (Devlet Ana: 129)

İnönü’nde konuk olduğunda kendilerini esir almaya gelen düşman kuvvetleri karşısındaki tavırları ve bir anda beş farklı kişinin bir kişi hâline gelişi orada bulunan insanları hayret içerisinde bırakmıştır. Çünkü bu kadar kısa bir sürede bu derece sıkı bir birlik ve beraberlik sağlayarak kaya gibi düşmanın önüne dikilmek, onları daha bir güçlü kılmıştı. Bu gönüllerin aniden birbirine kenetlenişine tanık olan Mihail Koses hayranlığını gizleyememiştir:

“ O İnönü gecesinde, Osman, Akça Koca, Konur Alp, Gazi Rahman,

Sungur. Beş kişi idiler.

Mihail;

- Görünüş öyle” diye sürdürüyordu değerlendirmesini:

Çünkü Mihail, o beş kişinin, bir anda, tek bir irâde, tek bir şuur, tek bir gönül oluverdiğini – gözleriyle- görmüştü.” (Osmancık: 70 )

Osman Bey, babası Ertuğrul Bey’den sonra yönetimi devralırken kendisinin ne kadar birlik ve beraberliğe önem verdiğini özetleyen devletin ileri gelenlerine yönelik bir konuşma yapmıştır. Bu konuşmasında ayrılık gayrılık olmaması gerektiğini, birlikteliğin bir devletin sürekliliği için önemli olduğunu vurgulamaya çalışmıştır:

"Hey benim ulu beğlerim; size derim; ben izninizle Kayı beği olan,

övülmüş ululanmış Ertuğrul beğ gazi'nin küçük oğlu Osman, size derim ki;

Tanrı'yı şahit göstererek, Tanrı üzerinde and içerek derim ki, Kayı boyunun boylarınızdan ayrısı, gayrisi yoktur. Ben, Ertuğrul oğlu Osman, and içerim ki, yolum hepimizin yoludur. Ben, Ertuğrul oğlu Osman, Tanrı bir, inanırım ki, bu yol ayrılı gayrılı aşılmaz ve ayrıya gayrıya düşende ne kimesneye beğlik kala, ne ad, ne san kala. Ve, ben Ertuğrul gazi oğlu Osman, derim ki, yücelik, ululuk cihad ganimetidir, ancak paylaşıla; tek kişinin olmaya." (Osmancık:

160)

Osmanlı’nın kuruluşu sırasında emeği geçen herkes, farklı farklı insanlardı. Hepsi ellerinden geldiği kadar yapabilecekleri işlerin en iyisini yapmaya çalışıyorlardı. Ama hepsinin gayesi ortak ve birdi. O da cihan hâkimiyeti çerçevesinde bir devlet kurmak ve Allah’ın adını yüceltmekti.

Hepsi bu yüce gayeler etrafında birleşip bir kalkan oluşturmuşlardı.

“Ve Aykut Alp anlatıyor, Osman da anlıyordu: Gönül, kafa ve bilek erleri idi onlar. Hem savaşçı, hem bilgili idiler. Kimi demir dövmesini,

çeliğe su vermesini, kap kaçak kalaylamasını; kimi dikip dokumasını; kimi saraçlığı bilirdi; kimi hayvanların, insanların hastalığından anlar onları iyileştirirdi. Hepsi de çok, çok uzaklarda bırakılmış bir ocak'tan, aynı törelerden, bir tek amaç için yetişmiş; o tek amaç için çok, çok uzaklardan gelmişlerdir.. gönderilmislerdir... Kayı boyunun geldiği yerlerden, Kayı boyum güttüğü amaç için. Bu amacın gözcüsü, gözeticisi, habercisidir onlar.

Onlar bu amacın yayıcısı, birleştiricisidir.

Ve, onlar yoktur, bu amaç vardır.

Ve onlar bu amacı gerçekleşme yoluna koyacak bileği, kafayı, gönlü aramaktadırlar; o kafaya, o gönle sahip olan boyu aramaktadırlar.

Ve bu boy Kayı boyu olabilecektir.

Ve neden Kayı boyu olmasın?” (Osmancık: 33-34)

Bekir Büyükarkın, Kutludağ romanında Eski Türk’lerin bir olayı canlandırmak ve yaşatmak için taş üzerine “Bengü” denilen yazılar yazdıklarını söylemektedir. Bengü’nün ölümsüz olduğunu Osmanlı Beyliğinin de ölümsüzlüğe varması gerektiğini Dede Baba’nın ağzından vermeye

çalışmıştır. Bunun yolu da birleştirmek ve yaşatmaktan geçmektedir:

“Dede Baba kendisini dinleyen gençlere, yorgun sesiyle şöyle dedi:

— Eski Türkler, bir olayı canlandırmak ve yaşatmak için taş üzerine yazılar yazarlardı. Bu yazılara (Bengü) denirdi. Bengü ölümsüzdür.

Siz de ölümsüzlüğe varın. Ölümsüzlük, birleşmek ve yaşatmakla olur.

Orhan Bey elini saygıyla tuttu onun:

— Daha konuş Dede Baba dedi. Sana inanıyoruz! Bize öğret...

— Yavrum! Bundan belki de altıyüz altmış yıl evvel Göktürk'ler

Çinlilere yenilince, Türk egemenliği orada bitti. Bütün Türk büyükleri kendini öldürdü. Bu ölümün anlamı vardı; biz yaşatamadık, siz yaşatın demekti. Esirlik, sönmüşlüğü, unutulmuşluğu canlandıracak, Türkleri diriltecekti. Eski Türkler yalnız ve soysuz kalmaktan ürkerlerdi. İşte siz burada yalnız değilsiniz, yalnızlığınızı anladığınız an korku başlar ve bunca emek yıkılır gider.”(Kutludağ: 248) Türklere çok çektirmesine ve zulmüyle meşhur olmasına rağmen onun ölmeden önce birlik ve beraberlik anlamında oğullarına verdiği öğüt çok önemlidir. Bu, günümüze kadar nesilden nesile anlatılagelmiştir:

“O yüce adam öleceği zaman dört oğlunu başına topladı. Sadaktan bir ok çıkardı ve kırdı. Sonra bir çok ok daha çıkararak birleştirdi: "içinizde bunu kıracak var mı?,, dedi; dört demir bilek o bir deste oku kıramadı. O vakit Çingiz, unutulmaz öğüdünü verdi: "Siz - dedi - bu oklara benzersiniz. Birleşirseniz kimse sizi sındıramaz. Birleşmezseniz tek bir ok gibi ayrı ayrı kırılırsınız.,, Türk, bu öğüdü unutmamalı, elbirliğinden ayrılmamalı.” (Gönülden Gönüle:

55 )

Türkler, her ne kadar kişisel konularda zaman zaman birbirlerine karşı kırgınlık yaşamışlarsa da bu mümkün olduğu kadar hep içeride kalmıştır.

Onlar, daima dış düşmanlara karşı birleşerek âdeta bir kalkan görüntüsü almışlardır. Türk’ün aklı ve fikri birlikten yanadır. Çünkü onu ancak birlik ve beraberlik güçlü kılacaktır:

"Şövalye, şövalye, bir Türk'ün üstüne altı kişi gönderdiniz, hâlâ yardım aramaktasınız, ben kime yardım edeceğimi biliyorum.

Kılıcını sür'atle çekti. Bir köşeden dalıp olup bitenleri seyreden arkadaşına doğru seslendi:

Peşimden gel. Türklüğümüzü bir kere olsun burada ispat edelim.

Aramis'in şaşkın bakışları altında kavgaya girdiler.

Aramis başını iki yana salladı:

Kolay olmayacak bu iş, diye söyledi. Şu Türkler ne kadar birbirlerine düşman olsalar yine düşman karşısında birleşebiliyorlar. Öyleyse

Germiyanoğlu bizim gerçek dostumuz olamaz. O söylenedursun, iki Germiyanoğlu paldır küldür kavgaya dalmış, çala kılıç girmişlerdi. Baysungur yeni yardımcıların geldiğini görünce memnuniyetle bağırdı:

Hoşgeldiniz dostlarım.” (Turgut Alp: 283)

Osman Gazi daima birlik ve beraberlik mesajları vermiş ve bunların ne kadar önemli olduğunu her fırsatta dile getirmiş ve uygulamıştır:

«— Biz,» dedi. «Hepimiz din kardeşi olduk. Asyadan beri bu topraklar

üstünde birbirimizin etini yiyecek olsaydık, şimdi burada toplânmamıza ihtimal var mıydı? Kendimizle gurur duyalım. Onun ilelebet yaşaması ve payidar olması için Allah'a dua edelim. Türk beyleri birbirinden aynlırsa, birbirlerine düşman kesilirlerse, bu ülkede dirlik ve düzenden eser kalır mı?

Çevredeki aşiret reisleriyle de görüşüp, halleşip dertleşip, onları Osman

Gazi'nin sancağı altında birleştirmek dururken, böyle bir iç çekişmeye gidersek, Bizans'tan farkımız kalır mı?» (Osman Gazi: 67)

Mustafa Necati Sepetçioğlu, her alanda birliğin olması gerektiğini vurgulamaktadır. Hem gönül birliği hem de kültür birliğini zorunlu görür.

Zira gönüllere yol gösteren kitaplardır. Birlik ve beraberlik konusunda kitaplarda da beraberlik olmalıdır ve kitabın başını kim çekiyorsa güçlü olan o olacaktır. Yani ilim ve irfan çok önemli olup kılıç ve kitabın birleşmesi gerektiğini vurgulayarak tek başına bunların çok önemli olmayacağını belirtir:

“Her bir şeyi hesaplamışsın, zamanı da hesaplamışsın. Lafı başında açarken zamandan söz ettim. Senden önce Kayı Boyunda biri çıkıp da kitaptan kalemden söz açsaydı sözünü dinleyen çıkmazdı. Zaman akıp geçince bir de bakacaksın ki kitabın da bir başa ihtiyacı olacak; her kitap ayrı havada yazarsa millet bölünür; ayrı hava yazan kitapların da bir yerde hakkı, adaleti, gönülde bir olanı yazması gerek.. O zaman hem kılıç hem kitap sende olursa altından kalkamaz kimse; sen de kalkamazsın, senin buyruğundakiler de.

Kitabın başı senden olmayan bir kimseyse o zaman da yazık demek gerekir..”

(Çatı: 137 )

6. Devlet Fikri

Devlet kurma, bizde eski Türk’lerden beri süregelen bir gelenektir.

Türk milleti devlet kurma ve yaşatma geleneğini çok eskilerden beri devam ettirmektedir. Türkçe Sözlük’te “devlet” kelimesi şu şekilde tanımlanmaktadır: “Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasî bakımdan teşkilâtlanmış millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık.”

Şiirimizde de yer etmiş olduğu üzere:

Halk içinde mûteber bir nesne yok devlet gibi,

Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi. (Muhibbî: K.S. Süleyman)

Osmanlı, başlangıçta sadece küçük bir aşiret iken; Osman Bey ve sonrasında yönetime gelenlerin akılcı ve plânlı hareketleri sonucu kısa zamanda büyüyerek cihana hâkim olan bir devlet halini almıştır. Özellikle

Osman Bey bu devletin kuruluşunda olağanüstü çaba sarfetmiş; kendisinden sonra gelecek olan kardeşi Orhan Bey’e de zemin hazırlamıştır. Orhan Bey zamanında da kurumlaşmasını tamamlayan Osmanoğulları Beyliği; kısa sürede tüm teşkilâtlanmasını tamamlayarak gerçek bir devlet görünümüne kavuşmuştur. Osmanoğulları romanında devlet kurma ve yaşatma fikri çok belirgin olarak karşımıza çıkmaktadır.

Feridun Fazıl Tülbentçi, devlet kurma ve yaşatmanın önemini roman kurgusu içerisinde büyük bir ideal şeklinde anlatmıştır: “.. Selçuk yıkılırsa

Türk ölür mü sanıyorlar. O gün uzak değil. Biz devlet kuracağız, koskoca bir devlet kuracağız, zevk ve safadan gayrı şey düşünmeyen Bizans bile yıkılacak...” (Osmanoğulları: 115)

Osmanoğulları romanında yazar, bize ayrıca Ertuğrul Gazi’nin oğlu

Osman’a küffardan korkmaması yolunda yol gösterdiğini vurgulamaktadır.

Ertuğrul Bey barış siyaseti izlemesine rağmen Allah’tan başka kimse karşısında baş eğmeme düşüncesini de oğlu Osman Bey’e aşılamasını çok iyi bilmiştir. (Osmanoğulları: 201)

Ayrıca Osmanoğulları romanında Ertuğrul Bey’den yönetimi yeni devralmış olan Osman’ın da babası Ertuğrul gibi sürekli barış siyaseti izlememesinin gerekliliği ön plâna çıkarılmıştır. Osman Bey’in akıncıları ve ileri gelen beyleri uzun süren barış döneminden artık bezmiş ve güçsüz düşmüştür. Çünkü yeni yerlere yapılan seferler, onların aynı zamanda ekmek kapısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Osman Bey’e artık durgun olmayı bırakmanın zamanı geldiğini söyleyenler olarak Abdurahman, Turgut Alp,

Karamürsel, Saltuk Alp, Akbaş, Konur Alp, Hasan Alp ve Aykut Alp karşımıza çıkmaktadır. Kendisine böyle önemli bir istekle gelen bu kişiler,

Osman Bey’in en çok sevdiği alp arkadaşlarından başkaları değildir. Osman

Bey onların görüşlerine ve düşüncelerine çok önem verir ve en iyisi ne ise o

şekilde çözüm üretme yoluna giderdi. (Osmanoğulları: 585 vd.) Osman Bey’in yukarıda saydığımız en az kendisi kadar sevdiği arkadaşları yanında kendisine başlangıçtan beri köstek olmaya çalışan Dündar

Bey de zaman zaman romanlarda karşımıza çıkmaktadır. Dündar Bey, sadece

Osman Bey’e köstek olmakla kalmıyor; zaman zaman da başka beylerle işbirliği yaparak Osman Bey ve arkadaşlarının cihan hâkimiyeti düşüncesine engel oluyordu. Büyük ideallerle donanmış ve bu idealleri bir aşk haline getirmiş olan Osman Gazi, artık ciddî ciddî bu durumdan sıkılmaya başlamıştır. Yine bir savaş sırasında düşman kuvvetleriyle çarpışma anında geri çekilmek gerektiğini haykırması üzerine Osman Bey, daha fazla dayanamamış ve çok sevmesine rağmen amcası Dündar Bey’i Devlet’in sürekliliği için öldürmek zorunda kalmıştır. (Osmancık: 293)

Kutludağ romanında Bekir Büyükarkın, artık devlet olmanın zamanının geldiğini Aydoğdu ile Osman Bey arasında geçen konuşmalar aracılığıyla vermiştir. Gerçekten de Osmanoğulları için içinde bulundukları durum, göz

önünde bulundurulursa devlet kurma girişimlerine başlamak için en uygun zaman ön plâna çıkarılmıştır. Osman Bey’in bir sorusu üzerine Aydoğdu savaş hakkındaki felsefesini ortaya koyarak çok gerekli olmadığı sürece savaştan yana olmadığını ve son çare de tüketildiyse ancak savaşılabileceğini ortaya koymuştur. (Kutludağ: 326 vd.)

Sunguroğlu romanında ise devlet olmak için sürekli bir fetih hareketi ve genişleme faaliyeti gerektiği vurgulanarak romanın serüven tarzı olmasının da verdiği avantajla, Osman Bey’in sadece Devletin menfaatini düşündüğü, kızıyla evli olmasına rağmen sürekli tehdit oluşturan Bizans İmparatoru

Yoannis’e de savaş açılacağı dile getirilmiştir. Tüm bu anlatılanlar, Saltuk Alp gibi bir Osmanlı cengaverinin ağzından verilerek ortaya daha bir gerçekçi tablo çıkmıştır:

"Orhan Gazi, Osmanlıların menfaatinden başka birşey düşünmez.

Altmışından sonra Prenses Theodora ile evlenmesi bile devlet menfaatlerine dayanıyor." (Sunguroğlu- I : 61)

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunun ilk yıllarında hemen hemen herkesin arzusu, bir Akça Koca veya bir Kunur Alp gibi yiğit olmaktı. Çünkü devir itibariyle geçer akçe yiğitlikti. Onlar kendilerini tüm içtenlikleriyle bu işe adamıştı. Hepsinin en güçlü ortak ideali çok güçlü bir devlet kurmaktı:

“Her genç Türk’ün emeli, gaye-i emeli, bir Akça Koca, bir Kunur Alp olmaktı. Onların düşman bozup kale almaktaki muvaffakiyetleri, büyük bir kudretten doğan büyük şöhretleri gençler için bir mihrabı -ihtiram olduğu kadar nurlu bir hedef te teşkil ediyordu.” (Gönülden Gönüle: 151)

Kemal Tahir ise Türkmenler için “Bey” kavramının çok değerli olduğunu, onların beylikleri ve beyleri için gerekirse çıplak dolaşacağını; fakat asla beyi ve beyliği zor durumda bırakmayacaklarını vurgulamıştır. İşte bu bağlılık ve itaat, onlarda yıkılmaz bir güç oluşturmuş ve asırlar boyu sürecek bir devletin temellerinin atılmasına öncülük etmiştir: “Bunlar

Türkmendir. Çıplak gezdirirler kendilerini, Beyleri için... Beylerine ipekten geydirirler. Beyleridir Devletleri...” (Bu Atlı Geçite Gider: 201 vd. )

Ertuğrul Bey Osman’a sadece bir aşiret değil aynı zamanda zümrüdüankaya giden yolu da göstermiştir. O yol, çalışkanlık yoludur. O yolda tembellere yer yoktur. O yolda ayrılık yoktur.. O yol tektir.. O yol ana, bacı, kardaş, abacı dinlemez... O yol çok keskin bir yoldur... O yol devlet kurma yoludur... O yol devlettir... Osman Gazi babasının nasihatlarını can kulağıyla dinlemiş ve elinden geldiği kadar istifade etmeye çalışmıştır.

Babası ona devlet fikrinin aşiret kavramıyla çok farklı şeyler olduğunu

öğretmeye çalışmaktadır:

“...Emmindir, öz kardaşındır, anandır bacındır. Devlet varsa bu saydıklarım yoktur; bu saydıklarım varsa devlet yoktur!» Sesini yükseltebileceği kadar yükseltti «Aşiret Beyi olacaksan sözlerim boşuna, emeğim boşuna; aşiret olup sürü peşinde sürüneceksen yazık.. Sen kendini yaşayamazsın, kendi ömrünü yaşayıp bitiremezsin; ardından Türkmen kalabalığı var, yüzlerc bin ayrı ömrü yüz kere bin zahmeti ömür bileceksin.Bizansı aklından çıkardın mı?..” (Konak: 295)

Yine Konak romanında devlet fikri için birlik ve beraberliğin önemine değinilmiş; birlik ve beraberlik olmadan sağlam bir paylaşmanın olamayacağı; olsa bile fazla devam edemeyeceği üzerinde durulmuştur.

“...devlet budur bana kalırsa» dedi «Kimsenin kırıp atamayacağı, büküp parçalayamayacağı kuvvettir. Tek başına kalmış ok, aşirettir. Niyetler ne ise, bu meşverettir açığa vuralım; aşiret kim, devlet kim görelim. Tek olup ok gibi kırılacaklar da söylesin, bölünüp parçalanmayı kendine yediremeyenler de.

Zemane değiştiğine göre zemanenin değişmesini at yapıp üstüne binmesini bilmeyenler atın altında kalır, çiğnenir...”( Konak: 310)

7. Din Değiştirme

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu konu alan romanlarda büyük bir manevî iklim sezilmekte ve görülmektedir. Gerek romanlarda kullanılan imgeler, gerekse yapılan göndermeler, hep İslâm dininin yüceliğini ortaya koymaya yöneliktir. Onların tavır ve davranışlarında görülen, dini bir misyoner gibi değil; model davranışlar sergileyerek yaymak esastır. Attıkları her adımda İslâmî dinamikler görülmektedir. Fakat bazı romanların kurgusunda yer alan papazın İslâm dinine geçmesi gibi motiflerin biraz yapmacıklığa yol açtığını belirtmekte de fayda vardır. Görülen din değiştirme motiflerinde genelde Hristiyanlıktan İslâm dinine geçiş söz konusudur. Din değiştiren kişilere asla zorlama yapılmamış ama zaman zaman büyük bir nezaket içerisinde İslâm dinine davetler olmuştur. Özellikle Köse Mihal

(Mihail Koses) in İslâm dinine geçmesi motifi, hemen hemen her romanda karşımıza çıkmaktadır. Gerçekten yaşayarak ve bilinçli bir şekilde akla ve mantığa uygun olarak din değiştirip İslâmiyet’i kabul eden tek kişi Köse

Mihal’dir. Köse papaz (Jozef), Nikefor, Mihail Koses, Mavro, Kaptan

Gredos’inki hariç diğer din değiştirmelerin hepsinde aşk ve evlilik belirleyici rol oynanmaktadır. Aşağıda din değiştiren şahsiyetler ve Müslüman olmadan

önceki isimleri ile Müslüman olduktan sonraki isimleri yer almaktadır:

1. Köse Mihal ( Mihail Koses ) → Abdullah

2. Köse Papaz ( Jozef ) → Yusuf

3. Evdoksiya → Gül Hatun

4. Nikefor → Abdurahman 5. Meri → Meryem

6. Holofira → Nilüfer

7. Mavro

8. Kaptan Gredos

9. Niko → Nevzat (Kutludağ: 147)

Bunlar içerisinde Evdoksiya, Abdurahman ile evlenerek “Gül Hatun”,

Holofira ise Orhan Bey ile evlenerek “Nilüfer” ismini almıştır. Nikefor

Karamürsel ve arkadaşlarını çok sevdiğini belirterek onların içerisinden birisinin ismini almak istediğini belirtmiş ve en çok sevdiklerinden biri olan

Abdurahman’ın ismini almıştır. Köse papaz ise uzun süren Osmanoğulları ile olan münasebetleri sonucu Bizanstaki karmaşanın ve iki yüzlülüğün

Osmanoğulları’nda olmadığını görmüş ve İslâm dininin de ne kadar farklı ve güzel bir din olduğunu fark ederek Müslüman olmuştur.

Mihal Bey’in Müslüman oluşu birçok romanda kurgulanmış olmasına rağmen kurgunun gücü bakımından Osman Gazi ve Konak romanlarında çok başarılı bir şekilde ele alınmıştır:

«— Allahım, senden başka ilâh yoktur. Kâinatı yoktan var eden sensin.

Her şey Allah'ın takdiri ile olagelmektedir. Bugün burada benim de Hak dinini seçmem ve Peygamberlere inanmam mukaddermiş. Bu bakımdan, şimdi içimde, çoktan beri duymakta olduğum huzura ilâve olarak bambaşka bir hafiflik hissediyorum. Bu, tatlı huzur olsa gerektir. Fakat herkes, böyle bir demde şu şekil mutluluk içinde yaşayamaz. Bunun tarifi mümkün değildir.

Nasıl bir sessizlikle boyun büktüğümü dil ile belirtmek mümkün değildir. Onun tarifi pek güç benim için. Bundan böyle îslâmın emrettiklerine karşı ferahlık duya duya uymak vazifemdir...” (Osman Gazi: 264)13

Köse Mihal’in Müslüman oluşunu en başarılı şekilde tablolaştıran roman, Konak olmuştur. Romanda Mustafa Necati Sepetçioğlu, Köse Mihal’in ağzından kim olduğunu ve neden Müslümanlığı seçtiğini mükemmel bir

şekilde kurgulamıştır. Mihal, karakteri itibariyle de Müslümanlığa çok uygun bir yapıya sahiptir. Onu diğer tekfurlardan farklı kılan özellikleri vardır.

Mihal Bey, Osman Bey ve arkadaşlarıyla tanışmış; onlara âdeta hayran olmuştur. Birkaç defa onların ibadet edişlerine de şahit olan Mihal Bey, kendinden geçmiştir. Mihal Bey, insanın tekfur olmakla tamamlanmadığını; her şeyini paylaşacak samimi insanlara ihtiyaç duyduğunu belirtiyor:

“ ...İnsan Tekfur olmakla tamamlanmıyor. Bizans İmparatoru yahut

Selçuk Sultanı'olsan da nafile; bunlar boşuna bir yük. Biz insan yaratılmanın yükünü taşımaktan yorulurken yeni yükler yüklenmişiz de farkında değiliz.

Bu yükü paylaşacak, yıkacak gönüller gerek.»

Mihal Bey, Osman ve arkadaşlarından ve onların Allah’a tümüyle teslim oluşundan o kadar etkilenmiştir ki Peygamberimizi rüyada görmüştür.

Rüyasında Peygamberimiz, ona Kumral Dede’ye gitmesini buyurmuş; bunun

üzerine Mihal Bey, Kumral Dede’nin yanına gitmiştir:

“Peygamberiniz Dede. Muhammed Peygamber. Düşümde gördüm.

Babamın yüzünden çok daha güzel, çok daha derin bir erkek yüzü; çocukken

13 Yine Turgut Alp ( s. 266), Osmanoğulları ( s. 683 ), Turgut Alp ( s. 364 ), Konak ( s.

270- 275), Osman Gazi (s. 262) romanlarında Köse Mihal’in Müslüman oluşu anlatılmaktadır.

öptüğüm. Ertuğrul Bey’in ellerinden çok daha sıcak erkek elleri vardı.

Demindenberi bakıyorum da, senin gözlerinden çok daha insan gözleri vardı; sana yakın baktı bana., senin sesinde tıpkı: "Mihal oğlum, Kumrala git" dedi.

Duramadım. Geldim...” (Konak: 270 - 275)

Köse Mihal’in Müslüman oluşunu yazarımız, duygu değeri bakımndan da son derece etkili bir şekilde vermiştir. Bu sebeple Köse Mihal’in

Müslüman oluşunu Konak romanının ilgili bölümünden okumak, onun İslâm’ı hangi bağlamda benimsediğini anlamak açısından faydalı olacaktır.

Mavro’nun Müslüman oluşu ise Devlet Ana romanında ele alınmış ve onun hiçbir baskı görmeksizin kendi isteğiyle İslâmiyeti seçtiğine dikkat

çekilmiştir:

“Ben... Kara Vasil...oğlu... Mavroo... –sesi tepelerde yankılanıyordu-:

Size derim ki...Kendi isteğimle Müslüman oldum...Tanrıdan başka Tanrı yoktuuuur...Muhammet, Tanrının elçisidir...Vay nâ...” (Devlet Ana: 360)

Kaptan Gredos’un İslâm dinini kabul edişi, Sunguroğlu romanında son derece çarpıcı bir şekilde ele alınmıştır. Sunguroğlu ve arkadaşları, Kaptan

Gredos’un Müslüman oluşunu bir kazanç olarak niteleyerek tüm yaratılanların buna “Elhamdülillâh” dediğine vurguda bulunmuştur:

“Jözefin hıçkırarak kardeşi Kalber'in göğsüne yaslandı. Kaptan Gredos inler gibi bir sesle:

"Galiba ben de Müslüman olacağım," diye mırıldandı.

Sunguroğlu gemiye çıktıktan sonra sahîldekilere tekrar el salladı. Sonra neşe içinde İbrahim'e:

"Nasıl kocaoğlan," dedi. "Şövalyenin Müslüman olması ne güzel değil mi? Bu işte de ticaretimiz bu oldu elhamdülillah." İbrahim daha yüksek sesle tekrarladı:

"Elhamdülillah..."

Uzaktan bir horoz ötüşü duyuldu.

"Elhamdülillah," dedi.

Bir kedi:

"Elhamdülillah," diye miyavladı.

Bir koyun:

"Elhamdülillah," diye meledi.

Ağaçlar, taşlar, denizler, yapraklar, kuşlar, karıncalar, hep birden şükür secdesine vardılar.

"Elhamdülillah," dediler. ( Sunguroğlu- III : 208)

Yarhisar tekfuru Müslüman olup Abdurahman ismini almıştır. Bu son derece önemlidir. Abdurahman, Nikefor’a kendi ismini almasından dolayı

“demek en çok beni seviyormuşsun” demiş; bunun üzerine tekfur Nikefor, hâlâ samimiyetsiz olduğunu belirtircesine “Abdurahman” ismini almasının baldızı Elena’ya güzel görünmek dışında bir amacının olmadığını vurgulamıştır:

“ Abdurahman yerinden fırladı. Nikefor'un boynuna sarıldı.

— Sağol, demek beni herkesten fazla severmişsin.

Nikefor, Abdurrahman' ın kulağına eğildi:

— Seni severim, o başka beyzadem. Fakat biraz da bizim bir türlü ihtiyarlamayan ve bilmem kaç yıl sonra gene genç ölecek olan baldızım

Elena'ya hoş görünmek istedim.

Nikefor'un karısı ölmüştü. Fakat baygın bakışlı Elena hâlâ güzeldi.”

(Osmanoğulları: 683 vd. )

Köse Papaz’ın Müslüman oluşuna da bir çok romanda yer verilmiştir.

Papaz’ın bile Müslüman olması kurgusu, romanlardaki İslâmlaştırma politikasını açıkça ortaya koymaktadır. Köse papaz, Bizans ile Osmanlı arasında uzun süre istihbarat görevi yapmış; bu sayede Osmanlı’nın sağlıklı bir şekilde bilgilendirilmesi konusunda çok büyük faydaları olmuştur.14:

"Ne iyi dostsun sen, İslâm ahlâkım öylesine benimsedin ki, nasıl anlatayım?"

"Anlatmana lüzum yok. Ne demek istediğini anlıyorum. Yine Müslüman olmamı isteyeceksin. Fakat bir Hıristiyan Müslüman olunca hemen ibadet etmekle mükelleftir. Bunu biliyorsun herhalde. Söyler misin, ben kilisede nerede ve nasıl namaz kılacağım?"

"Sen hele Müslüman ol da, gerisi kolay. Bu işler bittikten sonra kılamadıklarını kaza edersin."

Köse, Sunguroğlu'nun koluna daha sıkıca sarıldı: "Oldum o zaman," dedi. "Oldum. Ben esasında, sizi bir sabah namazını kılarken gördüğümde

Müslüman olmuştum. İşte şehadet getiriyorum."

Ve can u gönülden bir "Eşhedü" çekti. Sunguroğlu durdu. Kelime-i

şehadetin bitmesini bekledi. Sonra yeni ihtida etmiş arkadaşını sıkı sıkıya kucakladı:

"Bundan sonra arkadaştan ziyade bağlarla bağlandık birbirimize. Artık din kardeşiyiz. Şimdi seni daha çok seviyorum. Hadi bir kere daha beraber

şehadet getirelim."

14 Köse Papaz’ın Müslüman oluşu hakkında Sunguroğlu-III ( s. 208 ), Sunguroğlu-I ( s. 152 ), Sunguroğlu-II ( s. 90 ) romanlarında da ayrıntılı bilgi vardır. Biri genç biri yaşlı, biri mühtedi, biri doğuştan Müslüman iki adam, kalplerinden fışkırıp coşan taptaze bir imanla ve huşu içinde bir kere daha ilâhî nağmeyi terennüm ettiler.

"Eşhedü enlailâhe illallah ve eşhedü enne Muhammeden abdühu ve resûlüh."

Tekrar yürümeye başladılar. Sunguroğlu kafasını kurcalayan bir mesele daha ortaya attı.

"Şu isim meselesini de halletmek nasıl olur. Bundan sonra sana papaz diyemeyiz artık."

"Geçenlerde teklif etmiştin, hani ismini Yusuf yapalım içmiştin. İnan bu isim kalbime yer etti." (Sunguroğlu - II : 90)

Orhan Bey’in eşi Holofira’nın Müslüman oluşuna yer veren Cavit

Ersen, Osman Gazi romanında ise Holofira’nın Müslüman oluş anında roman kişisine İslâm’ın tüm şartlarını birer birer açıklatmıştır. Açıkladığı her şarttan sonra kabul edip etmediğini sormuştur. Çünkü İslâmiyet, kendi içerisinde bir bütün olan ve kendisini benimseyenlere çerçeve çizen bir dindir. Aşağıda

Holofira’nın Müslüman oluş anında kendisine yöneltilen sorular yer almıştır:

“ — Holofira artık Allah'ın birliğine, ondan başka ''Allah olmadığına,

Allah'ın meleklerine, peygamberlerine, Hazreti Muhammed Aleyhisselâmın

Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna inanıyor musun?

«— Evet efendim. Allah Bir! Ahîr zaman Peygamberi ise Hazreti Muhammed

Aleyhisselâmdır. «— Ahîret gününde tekrar dirileceğine, hayrın ve şerrin Allah tarafından takdir edileceğine inanır ve bunu dil ile kabullenir misin?

«— Şüphesiz efendim.

«— Müslümanlar, Allah'ın emreylediği şekilde namaz kılarlar, oruç tutarlar, malının zekâtını verirler... Bundan başka fakirlere, dullara ve yetimlere yani muhtaç olanlara kendi imkânlariyle yardım ederler. Senin de durumun düzelirse, servetinin bir kısmını bu işler için sarfetmeyi düşünür müsün?

«— Benim malım, mülküm yoktur. Fakat bir gün olursa, seve seve onlar için harcarım.

«— Müslümanlar en buhranlı dönemde Allah'a yalvarıp yakarırlar, murat dilerler, isterler. Maneviyatlarını bozmazlar ve Allah'a güvenirler. Sen de kızım, Allah yoluna döndüğüne göre her sıkıntılı zamanında yalnız ondan, O

Yüce Halik'ten yardım isteyecek misin? O'na güvenecek misin?

«— Benim Allah'tan başka kimsem yoktur ki...

«— Herkes için de böyledir. Evvelâ Allah, sonra ana, baba ve koca! Bütün bunlar tamamlanınca, Allah, isteyene muradını verecektir yavrum.

«— Eminim ki, Allah benim de muradımı pek kısa zamanda verecektir.”(Osman Gazi :302)

8. Dostluk

Osmanlı Devleti’ni kuran ekibin düşünüşünün temelinde dostluk önemli bir unsurdur. Onlar, dostluğa ve samimiyete çok önem veriyorlardı. Yapılan her işte dostluk esastı. “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur.” düşüncesi geçerliliğini koruyordu. “ ...Osman beğ, Mihail Kosses'in dostudur ve ona de ki, Osman beğ, dostunun düşmanına düşmandır, ve Osman beğ, ancak düşmanını ve düşmanlıkta direneni bağlamaz , ona ok uçurur, ona kılıç çalar. Ve ona de ki,

Osman beğin oku üç adım öteden uçmaz da, kuşun ardından şaşmaz."

(Osmancık: 147- 148)

Özellikle Ertuğrul Bey döneminde herkesle dost geçinilmeye

çalışılmıştır. Ertuğrul Bey’in barışçı bir politika izlemesinin temelinde aşiretin kendini toplaması gerektiği ve savaşacak kadar güçlü olamadığı düşüncesi yatıyordu. Bu durum, dışarıdan “Ertuğrul Bey savaştan korkuyor”

şeklinde yanlış bir düşünceye yol açmıştır.

Kemal Tahir’in Devlet Ana romanında Osmanlı’nın dostluk anlayışını biraz daha ileriye götürerek “Bize zarar verecek güçte olan ve de kendi

çıkarları için bize dostluk gösterene bile kötülük edilemez.” denilmiştir.

(Devlet Ana: 500)

Osman Bey ve arkadaşları, gösterdikleri örnek davranışlarla Mihal

Koses, Aretos, Papaz Jozef (Yusuf), Lagan Mişöp vb. arkadaşlar edinmişlerdir. (Sunguroğlu- III : 19)

Dost ve düşman konusunda Şeyh Edebalı, Osman’a öğütler vermektedir.

Bu öğütlerin temel unsuru düşman kazanma değil, dost kazanma merkezli hareket etmedir. Edebalı, kime nasıl dost olunacağına da değinmiş ve dostluğun sınırlarının da iyi çizilmesini belirtmiştir:

"Düşmanını çoğaltma. Ve düşmanlığın sonunu da, başını da sen seç; sen başlat, sen bitir. Boy'undan, soyundan, dininden kimselere düşman olma, kin gütme. Ve boy' undan, soyundan, dininden olmayan kimselerle kurduğun dostluğu yoldaş dostluğuyla karıştırma, bir tutma; öyle dostluklara sâdık ol, amma bel bağlama; hesabını, kitabını onlara dayama. Ve, düşman seçerken gücünü, kılı kırk yararca ölçüp biç.” (Osmancık: 127)

9. Düşmanın Olumsuz Yönlerinin Sağladığı Kolaylıklar

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu aşamasında izlediği güzel politikaların sonucu olarak çevresindeki Hristiyan halkların sempatisini kazandığı gibi, düşman kuvvetlerinin ve yöneticilerinin izlediği kötü politikalar da kendi halklarını Osmanlı’ya yaklaştırmıştır. Osmanlı, bu sayede fetihler sırasında birçok yerde halkın direnişiyle karşılaşmamıştır. Düşmanın belli başlı olumsuz yönlerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1. İnançsızlığı (Hem din anlamında hem de yapılan işe olan inanç

anlamında)

2. Yöneticilerin halka eziyet etmesi.

3. Adaletsizlik

4. Plânsızlık

5. Bireysellik vb.

6. Kan dökme tutkusu

Osmanlı’yı kuran kadroya mensup olanlar, askerlerine fethettikleri yerlerin halkına kesinlikle zulüm yapılmaması konusunda talimatlar vermişlerdir. Buna karşın düşman, kadının kızın namusuna bile göz dikmiştir:

Devlet Ana romanında Notüs Gladyüs adlı şövalyenin savunmasız olan

Liya adlı kıza tecavüz ederek öldürüşü çok başarılı bir şekilde dramatize edilerek düşmanın ne kadar ahlâksız bir bakış açısına olduğu ortaya konulmuştur. (Devlet Ana: 75) Her şeyden önce düşmanın kendisi bile inanç konusunda samimiyetine inanmıyordu. Yavuz Bahadıroğlu, bu inaçsızlığı Turgut Alp romanında şu

şekilde vermiştir:

"Benimle konuşurken Meryem'den, İsa'dan bahsetme Moris. Bilirsin, böyle şeylere inanmam. Papazların para kazanmak için uydurdukları korkunç cehennemle cazip cennet de beni hiç alâkadar etmiyor üstelik. Şu anda bana para lazım ve bu sende vardır."

Moris soğuk soğuk terlemeye başlamıştı.” (Turgut Alp: 160)

Kemal Tahir, Devlet Ana romanında kilisenin içinde bulunduğu durumu da çok çarpıcı bir biçimde sergilemiştir. Ayrıca Bizans’ta kiliseler de dahil olmak üzere herkesin ve her şeyin imparatora ait ve imparatora karşı gelenin canından olduğunu belirtir:

“Kilisenin bile toprağı yoktur, say ki Ortodoks kilisesi imparatorun aylıklı memurudur» demesiyle herifin aklı sıçradı, «Olmaz öyle şey!

Müslüman kâfiri midir bu Ortodokslar!» dedi. «Müslüman kâfirinden kat be kat kötüdür kat be kat dinsiz imansızdır.» dedi Benito Keşiş! «Daha kötüsü, bu Bizans'ta, ticaret, zanaat, madenler, limanlar, tersaneler de devletin tekelindedir.» dedi. «Dahası; imparator parasız kalırsa, zenginlerin malını

çeker alır, 'Olmaz' diyenin tatlı canı da üste gider.» dedi. «Bereket versin, bu sıralar güçten düşmüştür, buralarda, hükmü yürümemektedir.” ( Devlet Ana:

152 )

Bunun yanında düşmanın sosyal hayatı ahlâkî açıdan bir hayli

çürümüştü. Yaşam felsefeleri kadın ve alkol üzerine kurulmuştu. Tamamen nefislerinin kölesi durumundaydılar. Onlar için önemli olan, sadece “haz duymak”tı. Birbirlerine karılarını kızlarını bile peşkeş çekecek derecede yaltakçılık yapıyorlardı.

“ Şimdi İznik'te bulunan Eskişehir Rum tekfuru sırf yerinde kalabilmek için, kızı Talia'yı kendi eliyle sancak beyinin koynuna sokmuştur. Vaktiyle

Lefke tekfurunun kızı, Bilecik Rum beyi ile beraber yaşar, karısı bunu bildiği halde ses çıkarmaz, hatta buluşmalarını, sevişmelerini kolaylaştırdığı olurdu.

Pazara çıkarılmış bir esire yüzünden iki tekfurun senelerce birbirlerine düşman olarak yaşadıklarını herkes bilir.” (Osmanoğulları: 205)

"Vay köpek soylu domuz! O yaştan sonra aşk ha?"

"Evet akıncı. Bunlar hep böyledir. Kadından, şaraptan başka şey düşünmezler. Bu düşkünlük bütün tekfurların başlarını yediği gibi, birgün

Bizans'ın varlığına son verecektir. Ve bu sonu sizler hazırlayacaksınız."

(Sunguroğlu- I : 119)

Bizansın adaletsizliği ve Rumeli tekfurları ile Bizans tekfurlarının aralarındaki mücadelelerin faturasının halka yansıması, ağır vergiler, zulüm, belirli kesimlere sağlanan sonsuz imtiyazlar ve keyfî idamlar, halkı artık canından bıktırmıştır. Bu arada halk arasında aylardır Osmanlı adaletinin ve

İslâm eşitliğinin övgüleri iyice yayılmaktadır.(Sunguroğlu-I : 126 vd.)

Düşman kuvvetlerinde ve yöneticilerinde Osmanlılarda olan birlik ve beraberliğin zerresi yoktu. Onlar, birtakım yüce ve kutsal değerlere sahip değillerdi ve sadece kişisel çıkarlarını düşünmekteydiler. En küçük fırsatları bile değerlendiriyorlar ve kişisel çıkar sağlamaya bakıyorlardı. Düşman karşısında teslim olmak, onlar için hiç de alışılmadık bir şey değildi:

"Diyar-ı küfür kaynıyor," diye söze girdi. "Gerek Rumeli tekfurları, gerek Bizans İmparatoru tam bir sefahat içine düşmüşlerdir. Çoğu, birbirleri aleyhine entrikalar çevirmekten, devlet işlerine zaman ayıramıyor. Bu da devletin gün gün çökmesi neticesini doğuruyor. Halk, idarecilerin entrikalarından bıkmış, onlara iyi vakit geçirtmek için çalışmaktan usanmıştır. Adaletsizlik, keyfî idamlar, bazı zümre ve şahıslara tanınan sonsuz imtiyazlar, halkı tamamen küstürmüştür. Bu arada aylardır Osmanlı adaletinin, İslâm müsavatının methiyesi kafalarına işleniyor."

“ Nikola çoktan ne yapacağını düşünmeye başlamıştı ya, bir türlü karar veremiyordu. Teslim olunca arkadaşları alay edecek, dövüşürse de en azından onların durumuna düşecekti. Yahut daha kötü bir ihtimalle ölecekti. Oysa yaşamak istiyordu. Yarhisar'ın da, İnegöl'ün de, hatta Bizans'ın da canı cehenneme gitsindi. Kendisi öldükten sonra bunların ne ehemmiyeti vardı?

Dünyanın en kuvvetli devletleri haline bile gelseler haberi olmayacaktı ki onlardan. Kendisini hatırlamayacaklardı bile.

"Canı cehenneme hepsinin," diye söylendi, kılıcını fırlatıp attı:

'Teslim, Turgut Alp!" (Turgut Alp: 30)

Cavit Ersen, Osman Gazi romanında da Bizans’ın soylu kişiler tarafından idare edildiği, İmprator’un gaflet uykusunda olduğu, halkın zulüm ve adaletsizlik altında ezildiği vurgulanarak, yakın zamanda güç sahipleri tarafından imparatorun devrileceğine değinilmiştir. Ayrıca Bizans’ın çok sayıda askeri olmasına rağmen inançsız olmasından dolayı verimli olmadığı belirtilmiştir. (Osman Gazi: 171)

Bizans’ın yanında Bizans’a bağlı olan diğer tekfurluklar da son derece zor durumdaydı. Bizans’a gönderilmek üzere halktan ağır vergiler toplanıyordu. Köylülerin önemli bir miktarı ise İnegöl tekfuru ile Orsini’nin aşkları için harcanıyordu. Tekfurluk artık çatırdamaya başlamıştı. Zaten her

şey devletindi. Yani devlet demek tekfur demekti. Tekfur’un dediği dedikti; istediğini asar, istediğini keserdi...(Osman Gazi: 219)

10. Eğitime ve Kültüre Verilen Önem

Osmanlı Devleti‘ni kuranlar, o zamanki devlet dilinde “devletin bünyesinin gücü” olarak bilinen âlimlere son derece önem veriyorlar; âdeta onları can kulağı ile dinliyorlardı. Başlangıçta “Şeyh Edebâli, Kumral Abdal,

Dursun Fakih, Davut-ı Kayseri, Musa Baba, Geyikli Baba, ilerleyen devirlerde Molla Fenarî, Emir Sultan, Hacı Bayram Veli ile kurulan yakınlıklar, onların ilme ve ilim adamına verdiği değeri bir kez daha apaçık gözler önüne sermektedir.

Osman Gazi, nasihatlarının bir yerinde oğlu Orhan Gazi’ye “Bilmediğini bilginlerden sorup öğrenmesini, nerede bir bilgili kişi duyarsa onunla ilişki kurmasını, ihsanda bulunmasını, ondan yararlanmakta istekli davranmasını,

ülkede bilginlerin, erdemli kişilerin çoğalmasına imkân verecek programların uygulanmasını” hatırlatıyordu. Nitekim kendisinin de böyle birisi olduğunu, biz onun sürekli olarak o dönemin bilgelerinden Şeyh Edebâli ile olan ilişkilerinden anlıyoruz. Kaldı ki daha sonra Osman Gazi, Şeyh Edebâli’nin damadı da olmuştur. Böylece ahi eğilimli bütün bilgelerin desteğini de kazamıştır.

Osman Gazi ile Şeyh Edebâli arasındaki yakınlığı halk aynı zamanda bir rüya mertebesiyle de şekillendirmiştir. Buna göre Osman Gazi, Edebâli’nin evinde bir gün konuk olmuştu. İstirahat sırasında uyurken rüyasında göbek hizasından çıkan bir çınarın dalları dört bir yöne uzanmıştı; altından ırmaklar akıyor, atlılar gidiyordu. Bu sırada, Edebâli’nin koynundan çıkan hilâl, ayın on dördü gibi berrak ve parlak bir şekil almış ve Osman Gazi’nin koynuna girmişti.

Geleneğe göre Şeyh Edebâli, Osman’a vermekte tereddüt ettiği kızını bu rüyadan sonra nikâhlar ve neslini güçlü devletle müjdeler. Osman Gazi’nin bilginlere, erdemli kişilere, erenlere, evliyaya olan bu saygısına paralel olarak bu niteliklere sahip olanlar, Anadolu Selçuklu Devleti’nin dağılma döneminde uç bölgelerine ve bilhassa Gazi Beyliği’ne doğru akın ediyorlardı.

Aşıkpaşazâde bunların “Anadolu erenleri, Anadolu Gazileri, Anadolu Ahileri ve Anadolu Bacıları” olmak üzere dört grup olduğunu söyler. Söz konusu

Horasan erenlerinden bir kısmı da hiç kuşkusuz Osmanlı yurduna geliyordu.

Bunlar Bursa civarındaki ormanlık bölgeye fetihten evvel gelip yerleşmişler,

âdeta şehri tamamen kuşatmışlardı. Abdâl Murad, Musa Baba, Geyikli Baba gibi derviş-gaziler bunlardan birkaçı idi. Bursa ve İznik’in fethi iyi incelendiği zaman Horasan erenlerinden çok sayıda derviş-gazi’nin bu seferlere bizzat katıldıkları ortaya çıkar. Nitekim Bursa’lı İsmail Beliğ

Güldeste-i Riyaz-i İrfan adlı meşhur eserinde Horasan erenlerinden 40 tanesinin adını verdikten sonra Bursa’nın fethinde bunların sanıldığından daha etkili bir görev yaptıklarını belirtir.

Babasından öğütler almış olan Orhan Gazi’nin bir bilge kişi ile kurduğu ilişkiye kısaca bir bakalım:

“Bursa’nın fethinden sonra Orhan Gazi Keşiş Dağı (Uludağ) eteklerinde bugünkü İnegöl’e doğru uzanan bölgede birtakım bilge, şeyh ve dervişlerin yerleşmiş olduğunu biliyordu. Ama bunlar kimdi? Nice insanlardı? Ne yaparlardı? Aralarında ülke için, din ve devlet için zararlı düşüncelere sahip olanlar da var mıydı ? İşte bunları anlamak için Turgut Alp başkanlığında bir komisyonu bölgeyi teftiş ve denetlemek için görevlendirdi. Turgut Alp bu görevi yapıp döndükten sonra Orhan Gazi’ye bir rapor sundu. Bu raporda

Geyikli Baba diye bir zatın adı geçiyordu.O zatla ilgili olarak Turgut Alp’tan ilâve bilgi aldı. Bunun sonunda o zatla tanışma, onun sohbetine katılma isteği uyandı ve haber gönderdi: “Ya gelsin, ya geleyim!” Geyikli Baba yanıt yolladı: Ne gelsin? Ne geleyim? Dervişler göz ehlidirler, gözetirler, zamanı gelince gelirler.” Bir süre sonra Geyikli Baba elinde bir çınar fidanı ile geldi. Bursa’ da Beysarayı girişi yanına besmele ile dikti ve kurulmakta olan devletin çınar gibi güçlü-kuvvetli olması için dua etti ve dönüp yurduna gitti.

Orhan Gazi bu kadarla yetinmedi. Bu sefer kendisi iade-i ziyarette bulundu.

Bugün Bursa İnegöl yolu üzerinde Uludağ eteklerindeki Babasultan köyüne gitti, o zatı da ziyaret etti, sohbetini dinledi, bundan mutluluk duydu ve ona

İnegöl taraflarını mülk olarak vermek istedi. Derviş mülk derdinde değildi.

Orhan’a, o mülkle Allah’ın kullarına yararlı hizmetler yapmasını hatırlattı.

Ama, Orhan Gazi, teşekkür ve minnet ifadesi olarak dervişe bir şey vermekte

ısrarlıydı. Bunu hisseden derviş, şu karşıki tepecikten beri yerceğiz dervişlerin avlusu olsun!” diyerek Orhan’ın gönlünü aldı. Orhan Gazi daha sonra oraya cami, zaviye ve türbe yaptırdı. Şu anada burası “Babasultan

Köyü” olarak bilinir ve her yıl yaz aylarında kalabalık halk kitlelerinin katıldığı geleneksel bir merasimle bu hatıra yadedilir, konuşmalar yapılır,

Kur’an okunur, dualar yapılır. İlim adamları, erenler ve evliyâ ile ilişkiler Murad Hüdavendigâr,

Yıldırım, Çelebi Mehmed gibi Bursa dönemi sultanları devrinde de devam etmiştir.

Yine Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Beş Şehir adlı eserinin “Bursa” bölümünde

Orhan Gazi ile ilgili yaptığı bir tespiti verecek şöyle:

Yaptırdığı camilerin kandillerini kendi eliyle yakan, imaretlerinde pişirttiği ilk yemeği kendi eliyle fakirlere ve gariplere dağıtan Orhan

Gazi’nin yarı evliya çehresi bu destanın asıl merkezidir. Orhan, hakikatte

Horasan erlerinin silâh ve kerâmet arkadaşıdır. 15

Devlet Ana romanında Kelile ve Dimne, Felek-nâme ve Siyasetnâme’ye göndermeler yapılmaktadır. (Devlet Ana: 605)

Osman Bey ve arkadaşları, ilim ve irfan ile uğraşan insanlara karşı ellerinden geldiği kadar saygılı olmaya çalışmışlardır. “Ümera ulema’nın ayağına gelir.” düşüncesinden hareketle Karamürsel, Abdurahman ve Turgut

Alp ile birlikte İtburnu’na Şeyh Edebalı’yı ziyarete gitmişlerdir.

“Osman Bey, arkadaşlarını da alarak tekkeye gitmiş, Şeyhin yanında üç saatten fazla kalmıştı. Şeyh, hayatı büyük bir istikbal vaadeden aşiret reisine

çok güzel sözler söylemiş, Osman Bey'in Itburnu'na kadar gelmesini büyük tevazuuna bir örnek olarak göstermişti. Bu arada Sultanönü beyini de yer- mişti:

Burnumuzun dibinde oturur. Bir gün tenezzül etmedi. Buna karşı süvarileri köyümüzden çıkmaz, karınlarını burada doyururlar, fakir halka kendilerini besletirler. Üstelik hayvanlarının bir aylık arpa ve samanını alıp

15 Algül, Hüseyin, Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Temel Dinamikler, TDV İskilip şub. Yay. , Ankara, 1999, s. 22- 28 götürürler. Bilmem ama, bir iki gündür sancak beyinin süvarileri buralarda

çok fazlalaştı. Bu adamlar, tehlikelidir, dikkat ediniz.” (Osmanoğulları: 165)

Şeyh Edebalı’nın Sultanönü Bey’inden şikâyet etmesi üzerine Osman

Bey:

“— Merak edecek bir şey yok. Duanız berekâtıyla bize bir şey yapamaz.

Tanrı büyüktür beyzadem. İyilik makbul, fenalık makhur olur.” diyerek Şeyh

Edebalı’ya kötülük yapanların elbet bir gün cezalandırılacağı mesajını vermiştir.

Osmanlı Devleti’ni kuran kadrolar sadece sıradan bir savaşçı değil; mümkün olduğu kadar sanatla uğraşan birer sanatçı kişiliğe de sahiptirler.

Yolculukları sırasında çalgıları, yayları ve okları gibi yanlarındadır. Konur

Alp güzel santur çalar, Sungur, çeng’in ustasıdır, Osman yaman ney üfler,

Abdullah mı? O da dinlemesini bilir. Miskal’de Gazi Rahman’ın üstüne yoktur. Üstelik, onun Dâvûdî sesine canlar dayanmaz. (Osmancık: 61)

Tarık Buğra’nın Osmancık romanında Dede Baba ile Aydoğdu arasında geçen konuşmada Kâşgarlı Mahmut’un Divanü Lügati’t - Türk adlı eserine değinilmiş ve bu kitap hakkında kısa bilgi verildikten sonra o dönemde okunduğu vurgulanmıştır:

“ — Dinle, dedi. Bu kitabın aslı bundan ikiyüz on yıl evvel yazılmış!

Niçin mi? Herkes, halife dahi Türk dilini öğrensin, Türklerle anlaşsın, dost olsun diye. Göreceksin ki, ataların o zaman bile ipekli mendil kullanmayı, ütü yapmayı, çerilerinin künyesini dahi tutmayı biliyorlarmış. Kitabın kâğıdını gördün mü? Ayrıca ona da dikkatle bak ve anla. Arapça'yı da bu kitapla ilerleteceksin ve Türkçe'nin Arapça’dan üstün olduğunu anlayacaksın. Oku benim güzel oğlum, oku ki, öğretebilesin.” Ayrıca Dede baba Aydoğdu’ya öğüt olarak “...Kafaca güçlülük, bedence güçlülük kadar değerli, hatta ondan bile üstündür.” demektedir.

Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ romanında bilgi ve bilmenin önemiyle ilgili şunlardan bahsedilmektedir:

1. Bilgisi açık olan sözünü söyler. (Bilgili olan )

2. Sözünü tutmayan insanın bilgisi yarımdır.

3. İnsan, doğuştan bilgin olmaz; sonradan öğrenir.

4. Dil doğuştan konuşmaz, sonradan öğrenir. (Bilgi sonradan öğrenilir.)

5. İnsan, öğrenerek bilgin olur.

Bilgi sahibi olduktan sonra her şey yoluna girer. (Kutludağ: 98 vd.)

Bu romanın da Yusuf Has Hacip’in Kutadgu Bilig adlı eserine de değinilerek eserden birkaç satır okunmaktadır:

“Ey oğul iyi ahlâkı kıymetsiz sayma

Öğren, iyi ahlâkın tabiatı ak kuşa benzer.»

«Onun mutluluğu ak kuşunki gibidir.

Haydi sen, iyi ahlâka kuş adını ver,»

«Dünyayı ihtiyarlatmış, çok yaşamış,

Ak saçlı insan ne der, dinle»

«Bilgi ve iyi ahlâk öğren, ona saygı besle.

Onlar sonra sana da saygı sağlar.»

«Bilgi edin, anlayışlı ol, vaktini boş geçirme.

Vakti gelince, o sana iyilik getirir.” (Kutludağ: 212 vd.) Dede Baba, bir sohbetinde Moğollar saldırdığında kılıcımız ve yüreğimin o zaman da olmasına rağmen neden kendimizi güçsüz hissederek kaçtığımız hususuna şöyle açıklık getirmeye çalışmaktadır:

“...dağılmıştık, birbirimizi tanıyamaz olmuştuk. Törelere, yasalara, bilgiye sırt çevirir olmuştuk, inancımızı yitirmiştik. Kaba kuvvet o vakit ezdi seni. Kendini küçük gördüğün için çiğnedi seni kaba kuvvet. Moğol da başka güçlere omuz silktiği için yıkılacak. Ama sen o gerçeklere saygı duyduğun, onun üstünlüğüne inandığın, onu beslediğin sürece yaşarsın. Şimdi biz burada bu gerçekleri topluyoruz. İnanıyor musun bana Kaya Alp?” (Kutludağ: 212 vd.)

Dede Baba, Aydoğdu’ya uzun yıllardır nerelerde olduğunu sorar.

Aydoğdu ise zahirî ve bâtınî ilimleri okumak için Horasan’a, Bağdat’a, Şam’a kadar gidip, Hacıbektaş’ta bulunduğunu belirtir. Bunun üzerine Dede Baba, aynı zamanda Anadolu coğrafyasında yaşayan heteredoks dervişlerin felsefesine de yanıtların verildiği sorularını sorar:

“ — Irmaklar nasıl akarmış öğrendin mi?

— «Allah, Allah! Deyu» der şair..

— Aşk neymiş bildin mi?

-— Ona hoş görünmek, ona yaranmak, onun sevgisini kazanmaktır aşk.

— Nasıl dünyaya gelmişsin anladın mı?

— Kendini görmek istemiş kendinden bir parça ver bize.

— Zafer neymiş?

— Nefsini yenmek.

— Dost kimmiş?

— Kendini tanımak! — Düşman kimmiş?

— Kendi nefsimiz!

— Mal mülk neymiş?

— Ruhtan başka satılan her şey!

— Sever misin?

— Sabrederim!

— Otur oğlum, yine sokul bana. Nefesini nefesime kat. İşte ben, işte elim, ikisi de senindir. Heybemde üç dört kitap daha bulunup sana okutmaya kısmet olmamıştı. Kendi malındır, bende kalmasın. Giderken götürmediklerini de sakladım..” (Kutludağ: 268 vd.)

M. Necati Sepetçioğlu’nun Bu Atlı Geçite Gider romanında Somuncu

Babanın ağzından “un-hamur-insan-fırın bütünleşmesi” ile insanın da aynen bir ekmeği yapar gibi yoğurulmaya ve olgunlaşmaya ihtiyacı olduğu üzerinde durulmaktadır. (Bu Atlı Geçite Gider: 20 vd.)

Aynı yazarın Konak romanında ise Türkçe’nin önemine değinilerek

Barak Baba’nın ağzından kültüre verilen önem vurgulanmaya çalışılmıştır.

Türk dilinin resmî dil olarak kabul edilmesi geleceğe yönelik umut olarak görülmektedir: (Konak: 184)

“ Barak Baba kımıldamadan : «Umut dağların ardında da olsa gidip ararım ben..» dedi. «Su lâfa bakın; şu fermandaki lâfa : Bugünden sonra divanda, dergâhta, meclisde ve meydanda Türkceden başka dil kullanılmaya! Bu, umudun büyüğü değil de ne?.. Barak bunu diyenin kölesidir. Koşar gider

ölesidir.."

11. Emir ve İtaatlara Önem Verme ve Saygı

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda emeği geçen kadrolar, yaptıkları bütün işlerde birbirlerine karşı saygı ve sevgi içerisinde bulunmuşlardır.

Beylerinin emirlerini benimseyerek yerine getirmişlerdir. Onlar arasında son derece düzenli işleyen bir yapı mevcuttu. Dıştan bakıldığında aralarında kardeşliğe dayalı bir sosyal ilişki mevcuttu.

Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu – I romanında Süleyman Paşa’nın saygı konusunda ne kadar titiz olduğuna değinilmiştir. Süleyman Paşa, her zaman dedesinin ve babasının silâh arkadaşları olan beylere saygı duyup, hepsine büyük bir önem verir ve daima gönüllerini hoş tutmak isterdi. Herkes de Süleyman Paşa’nın bu saygısını takdir ederdi. Süleyman Paşa, her toplantıda ayakta durur, sebebini soranlara da: “Osmanlı beyleri otururken bize ayakta durmak yaraşır, içlerinde dedemize yoldaşlık etmiş, devletimizi kurmuş bahadırlar vardır” diyerek cevap verir. Süleyman Paşa’nın bu titizliği her zaman gönüllerde çok ince düşünülmüş bir davranış olarak kalmıştır.

(Sunguroğlu- I : 122)

Onlar, zaman zaman bir araya gelerek analarını anmak için sık sık mezarlık ziyaretlerine gitmektedirler. Osmanlı’yı kuran zihniyet için “insan”a hizmet, sadece hayattayken değil, öldükten sonra da devam etmektedir:

“Hey kardaş; Savcı ağanla deriz ki, Cuma önü gecesi hep bir olalım anamızı, atamızı analım” demiştir. Ve, öyle de olmuştur.” (Osmancık: 187)

Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ romanında Osmanlı’nın kuruluş aşamasında Bey’e gösterilen saygının ve onun emirlerine itaat etmenin

önemine yönelik söylemler yer almaktadır. Aykan Bacı, daha önce kızıp korkak olarak nitelendirdiği Osman Bey’in yiğitliğini görüp ona haksızlık ettiğini anlamıştır.

“Helâl olsun, yaman çıktı bu Türkmen korktu demiştim ona; dilin tutulsun Aykaan, dilin tutulsun ki bir daha Bey'ine karşı koyup eğri büğrü etmeyesin.Zaten biz Türkler Bey'e karşı kötü söz söyleyemeyiz ki etsek de yürekten değildir. Böyle görmüşüz, böyle yaşamışız.. İşte, Yahya Usta'cığım.

Dernekte Bey'i baş köşeye oturtursun. Akça Koca Gazi, Konur Alp, Aykut Alp

Samsa Çavuş, hepsini buyur edersin. Duyun demişler adına bütün âlem duysun ki, parmağı ağzında kalsın. Darbuka meydan sazı, davul zurna bir tarafta, Alpler, yiğitler, erdoğmuşlar, er ölecekler öteki tarafta.” (Kutludağ:

227 vd.)

Bacıbey’in de Osman Bey’e olan saygısı çok dikkate değerdir. Bacıbey,

Ertuğrul’a saygısını elini öperek gösterirdi. Aynı alışkanlıkla onun oğlu

Osman’ın babası Ertuğrul’un hep elini öpmekten gelen saygıyla Osman Bey’in de elini öpmek istemiştir. Fakat kısa bir iç muhasebe sonucu elini öpmek yerine erkekler gibi, kollarını göğsünde çaprazlayıp Osman Bey’in önünde eğilerek saygısını sunmayı daha uygun bulmuştur. Osman Bey, kendisine babası yaşındaki birisinin gösterdiği bu saygı karşısında çok duygulanmıştır.

“Selâmda doğruca yüreğe dokunan, erkekçe güven, hür bir insanın isteyerek bağlanışı vardı.” (Devlet Ana: 426)

12. Entrika

“Entrika”, kelime anlamı olarak Türkçe Sözlük’te şu şekilde verilmektedir: “Bir işi sağlamak veya bozmak için girişilen gizli çalışma, oyun, dolap, düzen, dalavere, dek, desise, hile.” Bu anlamından da anlaşılacağı üzere entrika düzenlemenin bir devlet için ne kadar tehlikeli olduğu ortadadır. Osmanlı Devleti, dıştan gelecek her türlü enrikaya hazır olmasına rağmen asıl sorun, içten gelen düzen ve dolaplardı. İçten gelen tehlikelerin başını da Ertuğrul Bey’in kardeşi Dündar Bey çekmekteydi.

Dündar Bey, kardeşi Ertuğrul’un ölümünden sonra aşiretin başına kendisinin geçmesi gerektiğini düşünerek her türlü entrikaya başvurmuş ve Osman Bey’i zaman zaman çok zor durumlara sokmuştur. Bu ihanetlerinin bedelini sonunda canından olarak ödemiştir. İşbirliği yapmadığı düşman yoktur. “Düşmanımın düşmanı benim dostumdur.” fikrinden hareket ederek içten içe Osman Bey’i düşman kabul etmiş ve Osman Bey’e düşman olan herkesle dost olarak ona karşı entrikalarda bulunmuştur.

Dündar Bey’in, çevre tekfurluklarla işbirliği yaptığı yetmiyormuş gibi aşiretin içinden de Osman Bey’e düşman olanları tespit etmiş; onlarla her türlü işbirliğini yaparak Osman Bey’i yenmek için elinden geleni ardına koymamıştır. Dündar Bey’in işbirliği yaptıkları arasında Korhan, Konyalı

Mesut, Germiyanoğulları ve çevre tekfurluklar yer almaktadır.

“Aşiret içindeki bazı beylerin Osman Bey'i sevmediklerini de biliyordu.

İlk iş olarak onlarla anlaşma çarelerini aradı, yakın ve mutemet adamlarından

Korhan'ı Söğüt'e ve Konyalı Mesut'u da Domaniç'e yolladı. Bunlar hem durumu tahkik edecekler, hem de Dündar Bey'e taraftar olanlarla temasta bulunacaklardı. Kendisi de kışlağına pek yakın olan Yarhisar tekfuruna misafir gitmişti. İşleri burada gizlice idareye çalışacaktı. Bilecik tekfuru da

Dündar Bey'e her türlü yardımı yapacağını vâdetmişti. Germiyanoğlu ise Kayı aşiretini kudretten düşürecek her türlü anlaşmaya girmeye hazırdı.”

(Osmanoğulları: 12) Tüm enrikaların başını Dündar Bey çekiyordu. Tekfurlarla ilişkisi sınır tanımıyordu. Tekfurlar da Dündar Bey gibi birisini yanlarına çekip onu

Osmanoğullarına karşı kullanmak için her türlü entrikayı yapıyorlardı. Hatta tekfurlardan biri yeğeni güzel Elena’yı Osman Bey’e peşkeş çekmekte hiçbir sakınca görmemişti. Dündar Bey de ihtiyar olmasına rağmen Elene’ya âşık olmuş ve tamamen tekfurların oyuncağı haline gelmişti. (Osmanoğulları: 17)

Dündar Bey’in oyunları ortaya çıkmıştır. Osmanoğulları tüm plânlarını bozmuştur. Bunun üzerine Dündar Bey önce Ertuğrul Bey’e gelerek af talebinde bulunmuş sonra da Osman Bey’e giderek: “Ben ettim sen etme, emrinde ölünceye kadar hizmet edeceğim.” Diyerek af dilemiş Osman Bey’in affına mazhar olmuş ve yandaşları da uyarılarak serbest bırakılmıştır. Dündar

Bey, her ne kadar şimdi af dileyerek kendini kendine acındırmak istemişse de herkes bilmektedir ki o iki yüzlüdür ve yaptığı davranış, sadece hâli kotarmaya yöneliktir. Aynı tavır ve davranışlarını tekrar tekrar yapacak bunun sonunda da hazin bir şekilde ölecektir.(Osmanoğulları: 70 vd.)

Sultan Gıyasettin’in Mesut’un Sivas’tan Konya’ya gelerek Konya

Sarayına yerleşmesi üzerine doğu ve batıdaki uçbeyleri, sancakbeyleri,

Bizanslılar, Selçuklu devletine hudut olan tekfurlar Mesut’a elçi ve hediye göndermekte birbiriyle yarış içine girmişlerdir. Hatta bazı Rum beyleri daha da açıkgöz davranarak – Konya sarayını içeriden fethedebilmek gayesiyle – güzel kızlarını veya kızkardeşlerini sultana zevce olarak vermek için de ricacılar göndermişlerdi. Selçuklu Sultanları kız verirken Müslüman hükümdarları tercih etmekte; kız alırken de genellikle Gürcü ve Rum asilzâdelerden almayı tercih etmişlerdir:

“Birinci Gıyasettin Keyhusrev, bir Rum kızıyla evlenmişti. Birinci

Alâattin Keykubat'ın zevcelerinden biri Rum’du, ikinci Gıyasettin

Keyhusrev'in anası Mahperi Hatun aslen Rum olduğu halde kendisi de birbirinden güzel iki Rum kızı almıştı.” (Osmanoğulları: 231)

Bizans’ın kendi içerisinde bile entrika çok fazlaydı. Halk uzun zamandır huzur ve güvenden yoksun bir durumda bulunuyordu. Şövalye

Laskaris Andronikos’un eşi Evdoksiya’ya tutulduğu için çok iyi bir plân düzenlenleyek Andronikos’u uçurumdan aşağıya atmıştı. Bunun ardından

Evdoksiya’ya kavuşmaya çalışan Laskaris tam bir hayal kırıklığına uğramıştır. Çünkü Evdoksiya, Abdurahman adlı Türk alperenine daha gördüğü ilk günden beri âşıktır. İlerleyen zamanda da birbirlerine kavuşacaklardır.

(Osmanoğulları: 128 vd.)

Bilecik tekfuru yandaşları ile birlikte bir düğün bahanesiyle Osman

Bey’i ve arkadaşlarını tuzağa düşürerek baskın yapmak istemektedir. Osman

Gazi ve arkadaşları güçlü istihbaratları sayesinde böyle bir oyuna gelmemek için çok iyi tasarlanmış bir plânla düşmanı yenmeyi başarmış ve bu vesileyle de Bilecik’i almışlardı. (Kutludağ: 321)

Entrika ile ihanet iç içe olduğundan bu konu hakkında daha ayrıntılı bilgi için ihanet konusuna bakılabilir. Tekfurlar ve Bizans’ın entrikaları her zaman devam ettiği için asıl önemli olan, aşiretin içinden gelen entrikalardır.

Bunlar içerisinde de en büyük yeri Osman Bey’in amcası Dündar Bey’in entrikaları tutmaktadır.

13. Eşitlik

Osmanlı Devleti’ni kuran düşünüşün temelinde hakların eşit dağılımı yatmaktadır. Onlar, hakkın üstünlüğüne inanmaktaydılar. Bir şeyin doğru mu yanlış mı olduğuna karar verirken de ölçütleri, İslâm inanç sistemiydi. Allah, peygamberler ve Kitabı aracılığıyla emirlerini inananlara son derece açık bir

şekilde belirtmişti. Dolayısıyla inananlar, Allah’ın kullarına ırk, din, dil vb. ayırımlara gitmeden eşit davranmalıydı. Allah bu konuda Kur’ân-ı Kerîm’de

şöyle demektedir: “Allah kiminize kiminizden daha bol rızık verdi. Bol rızık verilenler, rızıklarını ellerinin altındakilere verip de bu hususta kendilerini onlara eşit kılmazlar. Durum böyle iken Allah'ın nimetini inkâr mı ediyorlar?

(16:71.) Buradan da anlaşılabileceği gibi Allah kendilerine bol rızık verilenlere paylaşmayı emretmiştir. Kurban, fitre, sadaka vb. İslâmî görevlerin temelinde de paylaşmayı artırma vardır.

Osman Bey’in kendisi ne yeyip içiyorsa halkı da onu yiyip içmeliydi.

Çünkü o, farklı birisi değildi; halkın tâ kendisiydi. 1298 yılı Kayı aşireti

Karacahisar’a geri döner. Bu yıl ekin, diğer yıllara göre daha az olur.

Selçuklu diyarının içlerinden ise göçmen akını devam etmektedir. Beyler toplanarak Osman Bey’den zahire ambarlarının tamamen açılmamasını istemiş; aksi takdirde 1299 yılında sıkıntı yaşanacağını belirtmişlerdir.

Osman Bey onları büyük bir saygıyla dinleyip şu yanıtı vermiştir:

“ — Doğru söylüyorsunuz ama, biz ne yesek onlar da onu yemelidir.

Eğer yurtlarında rahat bir hayata mazhar olsalardı, evlerini barklarını bırakarak buraya gelmezlerdi. Göç felâketinin ne olduğunu rahmetli babam her zaman anlatırdı.” (Osmanoğulları: 493 vd.) Kamu Salp’ın oğlu ve Osman Bey’in aynı anda Şeyh Edebali’nin kızına talip olmaları üzerine sorun büyük bir adaletle çözülmüş ve Osman Bey’in

Bey oluşu sorunun giderilişinde hiçbir rol oynamayarak tamamen kızın iradesine bırakılmıştır. (Osman Gazi: 148)

Şeyh Edebali, Osman Gazi romanında Allah’ın bize buyurduklarına kısaca değinerek ve adalet ve eşitliğin önemini vurgulamıştır. Şeyh

Edebali’nin vaazda söylediklerini şu şekilde sıralayabiliriz:

1. Ahireti unutmamak.

2. Kimsenin hakkına tecavüz etmemek.

3. Allah’a şükretmek.

4. Haram şeylerden uzak durmak.

5. Kimsenin malına, ırzına, namusuna, toprağına ve silâhına sahip

çıkmamak.

Zaten Şeyh Edebali’nin yukarıda sıraladıklarına uyulduğu zaman kimsenin haklı veya haksız diye bir sorunu olmayacaktır. Böylece de kimse kimseyi şikâyete gelmeyecek; adalet ve eşitlik sağlanacaktır. (Osman Gazi:

201)

Şeyh Edebalı, yaptığı bir konuşmada paylaşmanın, biribirini sevmenin, eşitliğin, adaletin, yardımlaşmanın önemine değinerek bu dünyanın geçici olduğunu vurgulamış ve bu dünyada insanların birbirine kötü davranmasının

çok anlamsız olduğunun önemine değinmiştir. Bu dönemi anlatan hemen hemen tüm romanlarda rastladığımız Edebalı’nın bu öğretici ve düşündürücü konuşmaları, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda onun rolünü ortaya koyması bakımından önem arzetmektedir. Şeyh Edebalı’nın bu konuşması edebî değerinin de çok yüksek olmasından dolayı kısmen aşağıda verilmiştir:

“Birbirinizi sevip saymasını bileceksiniz. Çünkü bu dünya fanidir. Asıl bu dünyanın sonu vardır... Bizim için makbul ve muteber olan da işte odur.

Her kim, ahîretteki yüksek mevkinin sahibi olmak istiyorsa, bu gelip geçici dünya nimetlerine fazla ehemmiyet etmemelidir. Düşkünlere acımak devletin işi olmakla beraber, her mahallede bir veya birkaç fakir var ise, zenginin lok- ması boğazına dizilmeli; fakir fukara aç bırakılmamalıdır. Biz, buna riayet ettiğimiz müddet zarfında, kuvvetli bir devlet olacağız. Burada birbirinizden

üstün taraflarınız olabilir... Fakat ahîret böyle değildir. Orada, şu sıralarda hakir olarak aklınızdan geçen bir kimsenin, daha çok mutlu olmayacağını kestirebilirmisiniz? Kim, kimden daha faziletlidir, bunu ancak Yüce Halik bilmektedir. Bu bakımdan, iyilik ve şefkat, her zaman bizi birbirimize bağlayan yüksek ahlâkın kollarıdır. Buna riayette kusur etmediğimiz müddetçe refah ve saa'det bizim, şanlı Türk milletinin olacaktır. Türk soyu dünyada bu şartlar içinde ancak hâkimiyet kuracaktır. Bu iyi biline...”

(Osman Gazi: 202)

Osman Gazi, Mihail Koses’e Müslüman olduktan sonra “Abdullah” ismini vermiştir. Osman Bey’in kendisine isim vermesininin hemen ardından

Mihail Koses: “Kulunuz size minnettardır.” diyerek bağlılığını ve saygısını belirtmek istemiştir. Bunun üzerine Osman Bey de İslâmiyet’te insanın

Allah’tan başka kimseye kulluk yapamayacağı ve herkesin eşit olduğu yolunda bir konuşma yapmıştır:

“ — Hayır! İstemem öyle şey! Hiç kimse, hiç kimsenin kulu değildir.

Biz cümlemiz, hak yolunda yürüdüğümüz müddetçe yalnız Allah'a kulluk ederiz. İslâmiyette kulluk yapmak, ne Hünkâra, ne sultana ye ne de padişahadır. Bu sebeple, ileride bütün bunları öğrenecek ve tamamen, ülkede bir kral, bir imparator değil de, halkın arasından yetişmiş bir kimse olarak, halkla beraber, ister en yüksek kademede olasın, ister, başka yerlerde bulunasın, bütün bunlar, size şunu anlatmalıdır ki, insanlar, Allah indinde tefrik yapılmadan, çok çeşitli yönleriyle birbirine eşittir.” (Osman Gazi: 267 )

14. Fedakârlık

Fedakârlık, yeni kurulmakta olan bir devlet için gerekli olan en önemli unsurlardan biridir. Gerek savaşırken gerekse barış anında “devlet-i ebed- müddet” için her türlü fedâkârlık yapılmak zorundaydı. Osmanlı’yı kuran kadrolar da daima bu bilinçte olmuşlardır. Kişisel çıkarları asla ön plânda tutmamışlardır.

Devlet’in çıkarları için olağanüstü fedakârlıklar göstermişlerdir.

Fedakârlıklarının boyutu o kadar büyüktür ki birçok “gâzi”, bu uğurda hiç evlenmemiştir. Evlenenler ise evlenirken bile “ülkemize ne katabiliriz” düşüncesinde olmuşlardır. Onların fedakârlıkları kutsal bildikleri değerlere verdikleri önem derecesindeydi:

"Eh o zaman genceciktim."

"Yirmi beşinde ihtiyarlamaya mı durdun yoksa?" "Yok ağam, serhadlere sevdalandım. Sen başka türlü müsün sanki? Şimdiye kadar evlenmediğine göre..."

Sunguroğlu kendi evliliği bahis konusu olunca, ya sözü değiştirir, yahut kaçardı. Hemen kapıya yürüdü: "Siz sohbete devam edin, ben Köse'yi bulayım." İbrahim, Saltuk Beye sarılınca, kulağına fısıldadı: "Ne zaman evlilik bahsi geçse, böyle kaçar hep..." Saltuk bir kahkaha attı:

"Şüphesiz çok iyi de yapar; birkaç kişinin din yolunda millete kendini vakfedip bekâr yaşaması, Osmanoğlu neslini kurutacak değil a!.."

(Sunguroğlu- III : 10)

Onların birçoğunun yabancılarla evlenmelerinin sebeplerinden biri de yine “devlet-i ebed-müddet”i gerçekleştirmek için genişlemeyi kolaylaştırmaktı:

“Bu siyasî bir izdivaçtı şüphesiz. Orhan Gazi nasıl eski İmparator

Kantakuzinos'un kızım almışsa oğluna da şimdiki İmparatorun kızını alıyordu.

Mutlaka devleti için menfaatler düşünmüştü. Yoksa Orhan Sultan gibi bir devlet adamı böyle bir izdivaca lüzumsuz yere razı olmazdı.” (Sunguroğlu-

III : 204)

Turgut, Meri adlı bir güzele âşık olmuştur. Bunu farkeden Saltuk: “onu seviyor musun” diye sormuş; bunun üzerine Turgut: "Biz dinimizi, vatanımızı severiz Saltuk. Meri hayatımı kurtardı. Üstelik kale kapısını da o açtı bize.

Bu yüzden..." demiştir. Bunun üzerine Saltuk Turgut’a: “ben de evleneceğinden korkmuştum.” demiştir. Cevap olarak Turgut:

“Bir akıncı yalnız dinini ve devletini sevmelidir Turgut. Kadın sevgisi belki altıncı, yedinci sırada gelebilir, bunun için daha erken. Evli adam iyi akıncı olamaz." demiştir. (Turgut Alp: 92)

Onlar, aşiretlerinin zor durumlarında ellerinden gelen her türlü fedakârlığı yapmaya hazırdırlar. Devlet Ana romanında aşiretin zor durumunda Aslıhan’ın bir yılda biriktirdiği panayırdan ayağına sarı meşinden

çizme almayı düşündüğü iki dirhemin hepsini vermesi, Bacıbey’in de başındaki tasta sarkan beş yarım gümüşten birini koparıp vermesi fedakârlık konusunda somut örneklerden sedece ikisidir. (Devlet Ana: 113)

Konya’ya uçbeyliği için yollanan Süleyman Alp ve Gündüz Alp’ın gecikmesi üzerine Konya’nın Osman Bey’e uçbeyliği vermeyeceği noktasında dedikodular çıkmaya başlamıştır. Bunun üzerine Osman Bey’in, arkadaşlarına

“Konya’nın uçbeyliğini kabul etmemesi durumunda “ne yapmak gerektiğini sorması üzerine arkadaşları: “Biz yaşamasını da ölmesini de biliriz.”

Demiştir. Nitekim ilerleyen zamanda Süleyman Alp ve Gündüz Alp sevindirici haberi getirmişlerdir. (Osmanoğulları: 72 )

Osmanlı’yı kuran kadrolar, birbirlerinin düşüncelerine de saygı duyuyorlardı. Arkadaşlarının mutlulukları kendi mutlulukları demekti.

Abdurahman, Evdoksiya ile evlenmek istediğini arkadaşlarına açıp onların görüşlerini almak istediğinde tüm arkadaşları onu tebrik etmiş ve çok sevinmişlerdir. Abdurrahman’ın onların görüşlerine baş vurması da ayrıca dikkate değerdir. (Osmanoğulları: 134)

Osmanlı’yı kuran kadrolar, daima mazlumun yanında olmuşlardır. Onlar için eğer birisi zor durumda ve yardıma ihtiyacı varsa dinin, milliyetin vb.

şeylerin hiçbir önemi yoktur. Aretos bir gün birkaç kişi ile birlikte

çarpışmakta iken Karamürsel ve arkadaşları imdadına yetişmiş ve onun canını kurtarmışlardır. Aretos, bu yiğitçe çarpışma karşısında hayretini gizleyememiştir:

“ — Beyzadelerim, arkadaşlığın, vefanın ne demek olduğunu bana hayatımda ilk defa siz tattırdınız. Size ölünceye kadar minnettar kalacağım.

Beni gönülden çıkarmayınız.” (Osmanoğulları: 16)

15. Fetih Ruhu, Genişleme Arzusu ve İdealizm

Osmanlı’nın kuruluşunda rol oynayan şahsiyetlerde idealizm doruk noktasındadır. Onlar, son derece iyi yetişmiş, kendilerini tamamen Allah’ın adını yüceltmeye, milletin huzur ve refahını sağlamaya ve zulüm edenlerle savaşmaya adamışlardı. Hep bu gaye ile mücadele etmişlerdir.

Sorumluluklarını çok iyi bilmektedirler. İdealleri sıradan insanların anlayamayacağı kadar büyüktür. Onlar “Cihan Devleti” olma yolundadırlar.

Sadece günü değil daha sonrasını “zümrüdüanka” yı düşünmektedirler.

Türkçe Sözlük’te ‘ideal’ kelimesi şu şekilde tanımlanmaktadır. İdeal: 1.

Ülkü, mefkûre. 2. Düşüncenin tasarlayabileceği bütün üstün nitelikleri kendinde toplayan.

Yukarıdaki tanımlardan da anlaşılabağı üzere idealler, düşüncelerin tasarlayabileceği bütün üstün nitelikleri kendinde toplamaktadır. İdealler, büyük olmalıdır. Söz konusu olan büyük bir devlet olmak düşüncesi ise o zaman ideallerin önünde engel olmamalıdır. İdeallerin gerçekleşmesi için her

şeye rağmen mücadele gerekmektedir. Zümrüdüanka yakındır ve bir gün görülecektir. Daima ümitli olmak onlar için çok önemliydi. Ümit ve çalışma onlara çok önemli şeyler ifade ediyordu. Çalışan, çabalayan ve mücadele eden insanın ideallerini gerçekleştirebileceklerine tüm içtenlikleriyle inanıyorlardı.

Onlar, intikam değil vatan ve millet sevgisi merkezli düşünmeye gayret etmişlerdir. Türklere birçok kötülüğü dokunan Şövalye Selikos’un

öldürülmesinden sonra Köse Papaz ile Sunguroğlu arasında geçen bir konuşmadan sonra Sunguroğlu, Köse Papaza hitaben tüm Bizans’ı ele geçirmeden Türklere rahat olmayacağını ve bir Selikos’un öldüğünü ve daha binlerce Selikos’un yaşamaya devam ettiğini ve bunların da Bizans tarafından desteklendiğini vurgulamaktadır.(Sunguroğlu- I : 270)

Onlar, fetih ruhu ile özellikle de Bizans’ı fethetmek mefkûresi ile yaşam buluyor ve bu büyük idealleri kendilerinin yerinde duramamasını sağlıyordu. Hep bir adım daha ileri şeklinde bir düşüncenin doğmasına yardımcı oluyordu. Onlar için Bizans’ın fethi bir tutku, bir aşk hâlini almıştı.

Bizans er veya geç fethedilecekti ve içlerindeki bu büyük fırtına, o fetihle biraz olsun dinecekti. Onlar için Bizans’ın fethedilmesi yıllar önce hadis ile müjdelenmiş bir vuslat olacaktı. (Turgut Alp: 341) Aşağıdaki hadiste de bahsedildiği üzere Kıyamet, Müslüman birisinin İstanbul’u ele geçirmesinden sonra kopacaktır. Çünkü Allah kıyamete tek bir gün kalsa bile eğer İstanbul

Müslüman bir yöneticinin elinde değilse o günü İstanbul fethedilene kadar uzatacaktır:

“ - Ebu Hureyre radıyallahu anh anlatıyor: "Resulullah aleyhissalâtu vesselâm buyurdular ki: "Dünyanın ömründen bir tek gün bile kalmış olsa,

Ehl-i Beyt'imden bir adam melik oluncaya ve Deylem dağına ve

Konstantiniyye'ye (İstanbul'a) malik oluncaya kadar Allah, o günü uzatacaktır."

Devlet Ana’da Osman Bey’in ağzından Moğol’un da Anadolu’dan tez vakitte çekip gideceği üzerinde durulmuştur. Çünkü daha önce de Eski Yunan ve Roma’nın düzeni de Moğolllarla uyuşamamıştır. Bu sebeple Osman Bey beklemeyi tercih etmekte ve gazi beyliklerin Konya’yı ele geçirme

çabalarının yersiz olduğunu sadece birbirlerini yıpratarak Kayı’nın işini daha da kolaylaştıracağını vurgulamaktadır. Çünkü Anadolu verimli, ancak topraklara sahip olanlara yarar. Kayılar için bu çok önemli bir durumdur ve onlar bu durumun çok önceden beri bilincindedirler. Osman Bey “İnsanın zenaatı da göründüğü gibi, köylülük değildir, devlet kuruculuğudur...” demektedir. (Devlet Ana:176)

Osman Bey’in gördüğü bir rüyada Şeyh Edebalı’nın mübarek göğsünden bir ay doğar ve bu ay, gelip Osman Bey’in göğsüne girer ve oradan bir fidan doğar ve büyür. Büyüdükçe büyüyen bu fidan, ağaç olur, dal budak salar ve herkes onun altına girmeye başlar... O ağaç adaleti, iyiliği, güzelliği, hoşgörüyü dağıtır... O ağaç karanlık değil aydınlıktır. O ağaç gözleri alır, o ağaç gelecektir... O fidan Osmancık’ tır... O ağaç ise tüm dünyaya damgasını vuran Osmanlı’dır.

Rüyalar konusuna ayrı bir başlık altında yer verileceğinden burada sadece değinilip geçilmiştir.

Osmanlı’yı kuran beyler arasında zincirleme bir bağ söz konusu ve hepsi hem kendi dönemlerinde iyi bir yöneticilk yapmışlar hem de kendilerinden sonra yönetimi devralacak olan kişiye ortam hazırlamışlardır.

Çünkü hepsinin paylaştığı ortak ideal, nesilden nesile devam edecek olan o yüce idealdir:

“Saniye; "Hoş geldin Bay Koca" derken, Osman beğ'e Ede Balı'yı düşündürmüştü." Zümrüd Anka'yı düşündürmüştü., kandillerle donatılmış ulu

çamı gördüğü İkizce dönüşünü düşündürmüştü., ve, Ertuğrul beğ gazinin kendisinin de, Osman'da, Osman'ın da Orhan'da yaşadığım düşündürmüştü., ve, bunun, kavranılan amaç açısından, bütün boy ve bütün soy için böyle olduğunu düşündürmüştü.” (Osmancık: 254)

Osman Bey Şey Edebali ile yaptığı konuşmalardan birinde dünyanın büyüklüğü hakkında konuşmuş ve dünyanın bir birey için büyük fakat bir devlet içinse küçük olduğu sonucuna varmıştır. Çünkü hedef cihan hâkimiyetidir. Osman Bey Şeyh Edebalı ile yaptığı her sohbette başka başka dünyaların insanı oluvermektedir:

"Dünya'yı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür, oğul. Hırsımız, sabırsızlığımız, bencilliğimizdir. Önce bunların yüzünden küçülüyor, sonra da

Dünya'yı çok büyük görüyoruz.

......

Doğru; Dünya büyüktür., çok, çok büyüktür. Fakat bir ömür için, bir

TEK İNSAN içindir bu büyüklük. Bir soy için değil; bir soyun benimseyeceği, bir soya benimsetilecek bir amaç, bir inanç, bir ülkü için değil!” (Osmancık:

326-327)

Zaman kavramı da Osman Bey için artık çok farklı bir hâl almaya başlamıştır. Büyük ideali olan Osman “...zamanın dışındaddır, daha doğrusu ,

Osman Bey zamanın ta kendisidir; zaman, çünkü benimsenen ve gittikçe yaygınlaşan amaçtır. (Osmancık: 267)

Osman Bey, fetih ruhu ve genişleme arzusuyla sürekli arayışlar içerindedir. Çevresindeki bir takım beyliklerle sürekli sorunlar yaşamakta ve bu beyliklerin yönetimi alınmadan bu sorunların ortadan kalkmayacağına inanmaktadır. Bu sebeple zaman zaman çok iyi plânlar yapmış ve bu plânlarını başarıyla uygulamıştır. Zaman zaman bazı tekfurları da yanına almasını bilmiştir. Bir defasında Bilecik Tekfuruyla görüşmeye gitmiş ve karşılıklı çıkar ilişkilerine dayanan bağlantılar kurmaya çalışmıştır. Bilecik tekfuruna “Dostunun dostu, düşmanının düşmanı olmak” felsefesi ile gitmiştir: “ ...ben, Kayı beği Osman, sana derim ki, ben, önce Kulacahisar'ı alayım, sen bana onu tanı. Ardından Tatarları kovayım, sen bana pazar hakkı tanı. Ve dahi, Aya Nikola seninle hoş geçinmez ise, ona ben karşı çıkayım; başarmak bana müyesser kılınırsa sana ganimetten pay vereyim; sen bana beğce davran. Ben, Kayı beği Osman, sana derim ki, uygunu budur, sen ne dersin?" (Osmancık: 168)

Ertuğrul Bey döneminde uzun süren barış havası neticesinde zaten gelirlerinin büyük bir kısmını akınlardan elde eden aşiret, iyice zayıflamıştır.

Halk da artık şikâyet etmeye başlamıştır. Ertuğrul Bey kesinlikle savaştan ve genişlemeden yana bir politika gütmüyor; daha çok barış üzerine bir politika izliyordu. Anadolu Bacılarından Aykan Bacı Ertuğrul Bey’den sonra Osman

Bey’in de böyle bir politika izlemesini kesinlikle istememektedir. Aykan

Bacı’nın bu konuyu dile getirişi, o dönemin ekonomisinin hangi boyutlarda olduğunu ve halkın da artık uzun süren barış döneminden sıkıldığı ve iyice güçsüzleştiğini gözler önüne sermektedir. Aykan Bacı uzun süredir hiçbir sefere çıkılmadığını Selçuklu Sultanı’nın Söğüt ve Domaniç’i vermemesi durumunda çok daha zor durumda kalınacağını vurgulamış...45 yıldır devam edegelen durgunluğun artık bırakılıp Osman Bey’in akınlara başlaması gerektiği fikrini ileri sürmüştür. Aykan Bacı’nın Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra yaptığı bu konuşmada Ertuğrul Bey’in politikalarını şiddetli bir şekilde eleştirmesi üzerine Akçakoca tavrını koymuş ve ölünün arkasından konuşulmaması gerektiğini ve oğlu Osman’la yüz yüze konuşulmasının daha anlamlı olacağını söylemesi üzerine Aykan Bacı, kendisinin ölünün arkasından konuşmadığını sadece daha önce Ertuğrul Bey’in yüzüne karşı defalarca söylediği şeyleri bir de Osman Bey’in duymasını istediğini vurgulamıştır. Daha sonra Osman Bey’in de halkın sorunları dinlemesi, durumu daha iyi aydınlatmıştır. Ama Osman Bey belli bir süre sabredilmesi ve en iyi yer ve zamanın kollanması gerektiğini düşünmektedir. Çünkü sıradan halkın düşünüşü ile Osman Bey gibi çok iyi yetişmiş ve iyi düşünebilen, hemen hemen her defasında çok hızlı ve doğru kararlar alabilen kişinin düşünüşü arasında çok ciddî farklar vardır.

Dede Baba ile Osman arasında geçen bir konuşmada, Dede Baba

Osman’a ülkenin idare edenin oğulları ve kardeşleri ile ortak malı olmadığını; bir yöneticinin sağlığında devletini kardeşleri ve oğulları arasında paylaştırmasının yanlış olacağı, bu şekilde devletin yaşamayacağı ve yaşatılamayacağı şeklinde öğütler vermiştir. Çünkü geçmişte bunun çok

örneği görülmüş; sağken devleti paylaştıranların devletleri hemen bölünmüş ve çökmüştür.

Dede Baba’nın devletten söz etmesi üzerine şaşıran Osman Bey: “Benim Devletim yok ki” demiştir: Bunun üzerine Dede Baba:

“ - Şu anda yok! Sen ve aşiretin bir çekirdeksiniz. Beslenirseniz, beslenmeye yol açarsanız bu

çekirdek sonunda bir meyve olur. Ta oralardan, çöller aşarak, Horasan illerinde oyalanarak,

İran'ı yararak, bizden önce varan Selçukluların arkasından, Moğolların önünden buralara ka- dar niye geldik? Artık gidecek başka bir yerimiz de kalmadı. Önümüzde deniz var.”

Demiştir. Osman’ın büyük bir devlet kuracağı konusunda herkes hemfikirdir. Dede Baba’ya ya öteki beyler ve beylikleri hakkında ne düşündüğünü sorması üzerine Dede Baba: “ — Onlar er geç çökecek. Çünkü kaynaşıyorlar, çünkü çapuldan zevk alıyorlar, çünkü sabretmesini bilmiyorlar.

Üstelik burası denize daha yakın ve sen inanıyorsun! Baban da inanmış ve sabretmişti.” demiştir. (Kutludağ: 41 vd.) Rumeli’ye geçişte kendisine kumandanlık tayin edilen Süleyman Paşa bu görev karşısında son derece memnuniyetini ifade etmiş ve kendisine böyle bir görev verilmesinden dolayı ne kadar gurur duyduğunu belirtmiştir. Orada bulunanlara hitaben de teşekkür etmiş, babasının elini öpmüş ve büyük bir inanç içerisinde el ele verip bu işi hep birlikte başaracaklarını dile getirmiştir. Osmanoğulları’nın Bizans’ın fethine mazhar olacağını da

“Osmanoğulları pek yakında Bizans içlerinde at oynatacaklardır." Diyerek ideallerinin büyüklüğünü ve kendisine duyulan güvenin ne kadar haklı olduğunu bir defa daha ortaya koymuştur. (Sunguroğlu- I : 157)

Osmanlı Devleti’ni kuran alpler de çok büyük emelleri ve idealleri olan ufuk insanlardı. Onlar yaptıkları akınlarda hep görev sorumluluğu ve bilinciyle hareket etmesini biliyorlardı. Onlar yaptıkları işlerde o kadar kararlı ve ümit doluydular ki her şeyi hatta ölümü bile çoktan göze almışlardı.

Turhan Tan, Gönülden Gönüle’de bunu son derece açık ve etkileyeci bir anlatımla ifade etmeyi başarmıştır. (Gönülden Gönüle: 38)

Mustafa Necati Sepetçioğlu, Bu Atlı Geçite Gider’de Murat Bey’i geçmiş yıllara döndürür ve yakınında rüzgârla hışırdayan çınarın çağrışımıyla zamanında Geyikli Baba’nın babası Orhan Bey’in bahçesine diktiği kavağı hatırlar, geçmişle gelecek arasında bağ kurar ve Murat Bey’in de onların devamcısı olduğu ve işte o zaman dikilen kavağın artık bir çınar gibi dallanıp budaklanarak dört bir yanı sarmaya başladığı mesajını verir:

“Orhan Bey olan, öyle irileşen kavağı zaman zaman gönül kökünde duyar, zaman zaman elleşir, konuşurdu..Şimdi o kavak mı uçup gelmişti burayaca? Şu çınarın her biri yaprağında onlar, onlar, onlar mıydı hışırdayan?” (Bu Atlı Geçite Gider: 293) Turgut Alp’te ise onların yüce değerler uğruna gülerek canlarını bile feda edebilecekleri vurgulanmıştır: “..madem ki o bir idealin adamı idi, madem ki dini, aşireti için dövüşüyordu, ölüme bile gülerek gidecekti...”

(Turgut Alp: 281 vd.)

Kuruluş döneminin ileri gelen alplerinden Sarı Saltuk, ömrü boyunca kendisinin at sırtında koşturması yetmiyormuş gibi bir de oğluna fetih yolunu göstermiş; asıl yapması gerekeni söylemiştir. Dikkat edilirse Osman Bey de oğlu Orhan’a Bursa’yı fethetmesini ve kendisini oraya gömmelerini salık vermişti. Burada da Sarı Saltuk, oğlu Kaygusuz’dan kendisini İznik’e yani daha fethedilmemiş bir yere gömmesini isteyerek fetih yolunu aralamıştır:

“Âmin denmeden Saru Saltuğun gürlemesi duyuldu: «Kaygusuz, oğlum

Kaygusuz! Beni eyi dinle şimdi. Ben öldüğümde, cenazemi altı yere göme- cektin, yedi yere göm. Altısını biliyordun, yedincisi İznik olsun. Sakın haa. aklından çıkarayım deme; İznikteki mezarım kalenin surlarına pek uzak olmasın....” (Konak: 190)

Cavit Ersen, Osman Gazi’nin düşünceleri ile Selçuklu’ların düşünceleri arasında paralellik kurarak her iki düşünce sisteminin de merkezinde

Anadolu’nun İslâm olması ve tamamen Türk hâkimiyene bağlı olması gerektiğini ön plâna çıkarmıştır. Bu düşüncelerini desteklemek için de

Türk’ün aklıselimi, kahramanlığı, ince zekâsı ortaya konulmuştur.(Osman

Gazi: 96 )

Daha önce de sözü edildiği gibi Osman Gazi, babasının izlediği sürekli barış siyasetini gütmek izlemek istememektedir. Fakat bununla birlikte yeni yerler yurt edinmek için de zamanın gelmesi ve daha fazla güçlenilmesi gerektiğini ileri sürmektedir. Bu işe de önce tekfurları yola getirmekle başalamak tarftarıdır. (Osman Gazi: 109)

Şeyh Edebalı Osman’ı baştan beri çok sevmekte ve onu takdir etmektedir.

Kızını ona vermek istemeyişinin sebebi ise tamamen farklı bir konudur.

Çünkü Osman Bey’in dur durak bilmeyen coşkun ve ideallerle donanımlı yapısının bir gün başına iş açacağını ve Osman Bey’in bu gözü karalığın neticesinde şehit düşüceğini düşünmektedir. Aynı Edebali Osman’ın çok büyük bir devlet kuracağından zerre kadar şüphe bile duymamaktadır. Çünkü o an itibariyle aşiretin başına geçebilecek en iyi ve yetenekli kişinin orada bulunduğunu düşünmekte ve tüm yüreğiyle Osman Bey’in başarılı olacağına inanmaktadır. Şeyh Edebalı gördüğü bir rüya ile de Osman Gazi’yi büyük bir cihan devletiyle müjdelemiştir:

“— Göğsünden fışkıran ulu ağaç, dal, budak verip, büyüyecek ve asırlar boyu bir daha kuramayacaktır. Daha sonrası meyvesini verecektir. Sen şu anda bir Devlet Başkanısın. Bu devlet pek çok büyüyecek. Başa gecenler fütuhatlariyle bütün dünyaya dal budak salacaklar. Beş kıt'a üzerinde hâkimiyet kuracaklar... İşte bu gördüğün rüya buna işarettir. Allah, hayırlara tebdil eylesin. Âmin.” (Osman Gazi: 156 )

Nitekim Şeyh Edebalı’nın gördüğü rüyanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği o gün için bir muamma olsa da ilerleyen zaman bu rüyayı en güzel şekilde doğrulamıştır.

İdealler çok güzel ve büyüktü. Fakat bu ideallerin tek başına sadece akınlarla gerçekleşmesinin imkânı yoktu. Çünkü bu ideallerin altında inanç olmalıydı. Öyle bir inanç ki bu inanç âdeta onları birbirlerine kenetlemeliydi. Onlar için Osmanlı Devleti’nin temellerini atmak için şunları gerekli görüyorlardı:

1. Cenab-ı Hakk’ın azabından korkmak

2. Allah’ın kudret ve azametini tefekkür eylemek

3. Kur’ân-ı Kerim okumak

4. Devleti her türlü kötülükten korumak

5. Vatana ve millete bağımlılık

Bunlar, genel itibariyle sağlam temeller üzerine Devlet’i kurmak için vazgeçilmez öğelerdi. Zaten ay gökten bağrına düşmüştü.... “ ay gökten bağrına düşmüştü... Sonra ulu bir ağaç göklere yükselmiş, dal budak verip, meyveleriyle asırlar boyu, nesillerden nesillere intikal etmişti, o halde, nefse ve şeytana uymadan, tembelliğe yer vermeden, kibir etmeden, büyüklüğü terk ederek istikbale koşmalı, Şeyh Edebalı'nın emirleriyle bu rüyaya lâyık bir hükümdar olarak dünyaya hükmetmeliydi...

Fakat buna bir ömür kâfi gelecek miydi?

Bunu Allah bilirdi...

Bu suretle yeni devletin ve geleceğin Osmanlı İmparatorluğu'nun Söğüt'te

Osman Gâzi'nin Kur'-an-ı Kerim ahkâmı ile temeli atılmıştı...”(Osman Gazi:

157 -158)

Toprakların artık dar gelmeye başladığı, Osman Bey’in de başa geçmesiyle birlikte daha belirgin bir şekilde anlaşılmaya başlanmıştır. Çünkü uzun süren barış dönemi ve sürekli dış tehlikelere maruz kalış aşireti çok sarsmıştır.

Fetih için zaman gelip geçmektedir. Bir an önce harekete geçilmeli ve

Osmanlı sancağı kale burçlarında dalgalanmalıdır. (Osman Gazi: 202) Osman Bey’in sürekli ilerleme ve fetih üzerine plânları herkesin

dikkatlerini üzerine çekmiştir. Dalaman ile Bileyici Baba’nın bir

konuşmasında geçen sözler, Osman Bey’in ne kadar hızlı bir şekilde fetih

hareketlerine yönelik girişimlerde bulunduğunu göstermesi açısından

dikkate değerdir. Bu konuşmada Osman Bey’in daha dün Söğüt’e kısılıp

kalan bir aşiret olduğu dile getirilip, şimdi ise bir hamle ile Kulacahisar’ı,

bir diğer hamle ile Domaniç’i ve bir diğer hamle ile de Karacahisar’ı

vurduğu dile getirilmiştir. Yarın nereye varacağı ve nereyi fethedeceği ise

belirsizdir. (Çatı: 43)

Onlar, doğrunun da yanlışın da kul için olduğunun farkındaydılar ve hiç hata işlemeyenlerin hiç etkinliği olmayanlar olduğunu biliyorladı. Onlar için yeni yerlere açılmak, âdeta bir kurtuluş göstergesi veya içlerindeki özün ortaya çıkmasıydı.

“Sen kusurdan başka bir şey bilmez olmuşsun Ay Rahman. Kusur işlemeyim diye sakınıp durursun herhal. Aklında olsun, Subaşı gibi, Kadı gibi, Bey gibi hele şu sıra yeni yeni ortaya çıkan çobanlar aman bir kusur işlemeyeyim diye sakınarak iş görürlerse baştan yanlış adım atmış demektirler, iş yapan, yaşayan adam kusur işler oğul, yerinde oturan meret kusur işlemez ölü kusur işlemez. Kusur yapmaktan sakınanın da iş yaptığı görülmemiştir kendine gel. Siz hepiniz, bütün alplar, gaziler böylesiniz; aşiret milletinin şehirleşmesi gibisiniz, bir işin başına getirildiniz de şehire bağlandınız mı ölüyorsunuz. Akça Koca bile Ertuğrul Beye yoldaşlık yaptığını unutmuş, yaşına başına bakmamış da şehirli olduk diye sıkıntısından ağlamış doğruysa., doğrudur. Neyse, kurtuluşunuz geldi., sen de Akça Koca da., sana bir gazadan söz açtıydım., sırası gelecek dediydim. Yarın sırasıdır..ışıyınca...” (Çatı: 245)

Osman Bey, babası Ertuğrul Bey’den sonra aldığı beyliğin yönetiminde ilk zamanlar daha fetih zamanının gelmediğini söylemişse de zaman hızla ilerlemiş ve Beylik kendini biraz olsun toparlamıştır. Fakat nüfus hızla artmakta, yeni yerleşim alanlarına ihtiyaç duyulmaktadır. Bunun yanında geçmişte yaşanan birçok sorunun da çözülmesi için artık fetihler yapma zamanının geldiği ortadadır. Osman Gazi ise çevresine topladığı beylerine artık zamanın geldiğini büyük balığın küçük balığı yuttuğunun bir gerçek olduğunu, kendilerinin de büyük balık olmaları gerektiğini vurgulamıştır. İlk olarak da önlerindeki

İnegöl ve Belokomo tekfurlarından işe başlamak gerektiğini belirtmiştir. Tüm beyler de

Osman Bey’in bu fikrine katılmışlardır. (Ovaya İnen Şahin: 23)

Ovaya İnen Şahin romanında Ragıp Yeşim, Osman Bey’in gördüğü bir rüya aracılığıyla durumu çok güzel bir şekilde tablolaştırmıştır. Bu rüya, Osman Bey’in nasıl bir idealle yaşama bağlı olduğunu, ondaki yeni yerler yurt edinme arzusunu son derece edebî bir

şekilde vermesi açısından çok önemlidir. Bu rüya, Osman Bey, Osmanlı Devleti ve Osmanlı

Devleti’nin geleceğini çok güzel ve özlü bir şekilde vermesi açsından tümüyle aşağıda alıntılanmıştır:

“...Ama uyur uyumaz halde iken kafasına, gözlerine, gönlüne çok sevdiği bir insan yerleşti : Bâlâ Hatun'un hayali... Tam iki yıldanberi büyük bir sabırla beklediği genç kız...

Beyaz ile pembe karışığı; o çok güzel yüz yavaş yavaş bir ay haline geldi ve bir insan göğsünden doğmağa başladı. Bu insan Şeyh Edebalı idi.

Evet, tam karşısında yatmakta olan Şeyhin göğsünden doğmakta olan o muhteşem ay yavaş yavaş kendisine doğru yaklaştı, yaklaştı, kendi göğsüne girdi, girdi. Kara Osman Bey, şimdi kendi vücudunu görüyordu. O parlak, o güzel ay göğsünde kaybolduktan sonra kaburgaları arasından bir ağaç belirdi.

Yavaş yavaş çıkıyordu. Bütünü ile çıktıktan sonra büyüdü, büyüdü, dev bir ağaç halini aldı. Sonra dalları genişledi, dallarının üzerinde yapraklar peydahlandı. Ağaç büyüdükçe dallar da büyüyor, uzuyor, yapraklanıyor.

Dallarının verdiği gölgelikler yeryüzünün dörtte üçü, bütün ufuklarını kapladı, ufukların sonlarına kadar, kara ve denizi kapladı, depolardan da daha büyük, akıl almaz büyüklükte bir çadır haline geldi bu ağaç... Bu çadırın direklerini ülkeler teşkil ediyordu. Kafkaslardan Atlas denizine, Toroslardan

çöllere kadar uzanan ülkeler... O muhteşem ve dilber ağacın kökleri ise dışarıya fırlamıştı. Hepsi birer azametli ve gür nehire benziyordu. Üzerinde bir çok gemilerin akıp gittiği Dicle, Fırat, Nil ve Tuna nehirleri gibi şeylerdi bunlar... Ovalarda birçok ekinler görülüyor, dağlardaki sık ve yemyeşil ormanlardan köpüre köpüre çıkan pınarlar güllükler ve servilikler arasından akıp gidiyordu. İşte, o dev çadırın altında birçok kurşun renkli kubbeler, birçok mermer sütunlar, zafer takları, üzerlerine altından yarım aylar kondurulmuş muhteşem kuleler bezenmiş vadiler vardı... Daha ileride, bunların ilerisinde göklere el açmış gibi duran minarelerle süslü şehirlerden iman etmiş insanları ibadete çağıran güzel erkek sesleri duyuluyordu... Bu yanık seslere bülbüllerin yanık feryatları da karışıyor, çeşitli renklerle süslü papağanlar bu muhteşem çadırın içinde durmadan sağa sola uçuşuyordu.

Birbirlerine sarılmış ve yapraklan kılıç gibi uzanmış dalların serin ve kokulu gölgelikleri altında binlerce, milyonlarca insan vardı. Hep bir ağızdan, göklere tatlı tatlı yükselen bir sesle bir türkü söylüyorlardı.

Ne tatlı bir ışık saçıyordu bu ağaç... Nasıl olup da kaburgalarından fışkırmıştı? Ufukların penbeliklerine kadar uzanmış olan bu yemyeşil, bu parlak yeşil ağacın dallarından buhar halinde birşeyler akıyordu altındaki insanların üzerine... Bu buhar o insanlara değdikçe onlar daha da neşeleni- yorlar, daha da canlanıyorlar, daha büyük mutluluklar içinde türkülerine devam ediyorlardı.

Birdenbire şiddetli, çok şidetli bir rüzgâr çıktı, o dev ağacın bütün yaprakları uçlarını tek bir yere çevirdiler: Biri zümrüde, diğeri gök yakuta benzeyen iki kara parçasıyla, iki denizin birleştiği muhteşem bir şehre... Bu

şehir, karası ve denizi ile pınl pırıl yanan bir halkaya benzedi. Kara Osman

Bey, büyük bir heyecan içinde bu halkayı parmağına geçirmek istedi, fakat...

Birdenbire uyandı.” (Ovaya İnen Şahin: 46)

Osman Bey’in Ragıp Yeşim’in Ovaya İnen Şahin romanında vurguladığına göre en büyük ideallerinden biri milletinin huzur ve güvenliğini sağlamak ve genişleyerek daha büyük ve daha verimli araziler elde etmekti.

Çünkü nüfus da aynı anda büyümekteydi. Hemen hemen Osmanlı’nın kuruluşunu ele alan romanlarımızın hepsi bu görüşte birleşmektedir.

(Ovaya İnen Şahin: 48-64)

Osman Bey, yine Ovaya İnen Şahin romanında kendisinin genişlemeyi ve büyük bir devlet haline gelmeyi istemekle amacının ne olduğunu ortaya koymuştur. Osman Bey’in bu fetih hareketleriyle yapmak istediklerini şu

şekilde özetleyebiliriz:

1. Kendisinden sonra gelecek olan beylerin o topraklara

“Osmanoğulları” olarak kök salmasını istemesi.

2. Osmanlı’nın Bizans’ı fethetmesini istemesi.

3. Her yöne doğru genişlemesini istemesi. (Ovaya İnen Şahin: 73)

Osman Bey, tüm bunları sağlayabilmek için var gücüyle çalışmaktadır.

Bunların elde edilebilmesi ve her şeyin yolunda gitmesi için kendisine de büyük bir sorumluluk düştüğünün farkındadır. Arkadaşlarına hitaben “ ...sizin elinizdeki kılıç keskindir ama beni başınıza Bey seçtiğinize göre, benim düşüncelerimin keskin olması lâzım...” diyerek kendisine de ne kadar büyük sorumluluk düştüğünün farkında olduğunu bildirmiştir.

Osman Bey, babasından devraldığı aşireti kısa bir süre içerinde devlet olam yoluna sokmuştur. Osman Bey, devletin sürekliliğinin ancak soyun devamı ile mümkün olabileceğini bilmekte ve ölmeden önce oğlu Orhan ile yaptığı konuşmada âdeta coşmaktadır. Osman Bey, yılların geçmesine ve yaşının bir hayli ilerlemiş olmasına rağmen hâlen ilk günkü gibi heyecanlıdır.

Kendisinden sonra soyundan gelenlerin bu devletin büyümeye devam edeceklerini ve torunlarının kendi bıraktığı yerden daha ileri gideceğini düşünmüştür. Devlete ise neden “Osmanlı Devleti” dediğini şöyle açıklamıştır:

“Tanrının yüreğime ilham ettiği şey şu ki, bir gün benim torunlarımın topraklarının ucu bucağı olmıyacak. Koca denizleri kendilerine göl, koca dağlan baca olarak kullanacaklar, tuğlarımız, bayraklarımız sonu bir türlü gelmeyen topraklar üzerinde dalgalanacak. Atlarımızın nalları, çok ama

çok uzak ülkelerde gümleyecek. Cihan Türk'ün adı ile titreyecek. Hanlar, imparatorlar, Krallar, Prensler, Beyler benim torunlarımın önünde baş eğecekler. Şanlar, şerefler, hazineler, kaleler, şehirler benim torunlarımın olacak.

......

......

— İşte benim kurduğum devlete bunun için «Osmanlı Devleti» adını koydum. Bu devleti sürüp götürecek, yüceltecek, genişletecek, şan ve şerefe ulaştıracak olan torunlarıma da «Osmanoğullan» denecek. Yüzyıllar boyu

Osmanoğulları Müslüman Türk'ün yüzünü ak çıkaracak, zaferden zafere,

şandan şerefe koşacak. Güneşin hiçbir zaman batmadığı koca bir ülkenin sahipleri olacaklar. (Ovaya İnen Şahin: 134)

Osman, Osmanlı Devleti’nin çok büyük ve önü alınamaz bir güç olacağına tüm gönlüyle inanmaktadır. O’nun hedefleri çok büyüktür. Osman

Bey’in koyduğu ülküler sadece kendi dönemi ve arkadaşları için değil bir nesil için, bir soy içindir. O inanmaktadır ki her gelen bir diğerinin bıraktığı yerden devam edecek ve Devlet adını her yönüyle tarihe yazdıracak:

—Sana gönül bağladığım günlerde gördüğüm rüyayı hâlâ unutamıyorum : Baban şeyhin göğsünden bir ağaç doğmuştu. O ağaç benim göğsüme girdi, kaburgalarımdan çıktı, sonra yeşillenip gürleşerek dalları şu dünyanın üç bucağına, ufuklara kadar, karalar ve denizler aşarak yayıldı, işte bu ağacın dallan benim çocuklarım ve torunlarınıdır hatun, öyle bir gün gelecek ki, Osmanoğullarının dalları, adını bilmediğimiz birçok ülkelere ulaşacak. Çok büyük, ama çok büyük bir devlet olacak Osmanlı Devleti...

(Ovaya İnen Şahin: 151)

16. Geçmişe Verilen Değer ve Sorumluluk Bilinci

Geçmişi iyi bilip geleceğe ışık tutmak onlar için çok önemliydi. Onların geçmişi de son derece köklü idi. Tarihte birçok devlet kurmuş olan Türkler için artık daha aydınlık günlerin gelmesi gerekiyordu. Osmanlı’yı kuranlar geçmiş mirasa dört elle sarılıp ve günün koşullarını da göz önünde bulundurarak geleceğe daha iyi bakıyorlardı. Onlar “Ne harabî, ne harâbâtî’ idi. Onlar kökü mâzide olan âtî” ’idiler. Nitekim ilerleyen zaman, bunu doğrulamıştır. Osman Bey ile birlikte artık o âtînin temelleri atılmaya başlanmış. Sağlam temeller üzerine büyük bir ruh heykeli şeklinde emin adımlarla yol alınmaya başlanmıştır. Onlar için tarih bilinci, bir geminin kaptanına yol gösteren yıldızlar gibiydi. Tanzimat döneminin meşhur hukukçusu ve devlet adamı Ahmet Cevdet Paşa bu durumu şöyle dile getirmiştir: “Tarihi bilmeyen diplomat, pusuladan anlamayan kaptana benzer.

Her ikisinde de karaya oturmak tehlikesi vardır.” Cevdet Paşa’nın da dile getirdiği gibi tarih onların pusulasıydı. Öyle bir pusula ki bir tarafı geçmişe gösterirken diğer tarafı daima ileriyi ve zümrüdankayı gösteriyordu.

Karacahisar’ın fethinin hemen arkasından Osman Bey buranın idaresini

Dursun Fakih’e vermiştir. Dursun Fakih son günlerde Osman Bey’in kendisine karşı olan tutumundan dolayı böyle birşeyin kendisine buyurulacağını zaten bilmektedir. Karacahisar’ ın düşmesi yaklaştıkça Dursun Fakih daha bir heyecanlanmaktadır.Sonunda Karacahisar düşmüş ve Osman Bey Dursun

Fakih’ten ilk ezanı okumasını istemiştir. Dursun Fakih üzerindeki sorumluluğun farkında olarak artık büyük bir yük altına girmeye başladığının farkındadır. Bu sebeple ezanı bile zor okuyabilmiştir. Ona Osman Bey tarafından Karacahisar’ın idaresi verildiği sırada Dursun Fakih gerçekten çok zor anlar yaşamaktadır. Osman Bey’in kendisine değer verip böyle bir görev verişine sevinememiştir bile; çünkü o bundan sonra kendisine ne kadar büyük bir ağırlık daha yüklendiğinin farkındadır: “ 1299 yılının güzünde, deli bir yağmur sonrasında dinmiş bir ikindiye doğru eski Malenciyada Osman Bey’in Karacahisar’ı böyle başladı.Ve o gün

Dursun Fakih, eski kilisenin çan kulesinde son ezanını okudu, son namazını kıldırdı. Ama Karacahisar’da okunan ilk ezan, kılınan il namazdı. Namaz sonunda Osman Bey: «Seni Karacahisara Kadı tayin ettim Dursun Fakih» dedi; «Kutlu olsun.

Dursun Fakih sevinemedi.

Biliyordu; Osman Beyin, daha Karacahisar üzerine yürümeğe niyetlendiği zaman meşveretin hemen ardından odada başbaşa kaldıklarında söyledikleri ile Karacahisara girdiklerinde, ilk namazı eski Kilisede kılmağa karar verdiklerinde çan kulesinde ezan okumağa çıkmadan az önce: «Hele ezanı da sen oku Dursun Fakih, akşama Allah kerim» deyişi saklı düşüncelerini açığa

çıkarmıştı. Çan kulesinde bir süre ezana başlayamaması; tayı, beygiri, yağmur sonunu düşünüşü, hem de birdenbire o taydan, o gebe attan beter yalnız kalışını hissede hissede düşünüşü bundandı, şimdi iyice anlamıştı. Her şeye

üstten bakan bir çan kulesi., tayın deli doluluğunu, beygirin gebeliğini,

çayırın ıslak ağır yeşilin bilmeden, duymadan, yaşamadan her şeye üstten bakan bir çan kulesi olup kalmakla insanları bir olmağa çağırmak insanlara ve bütün canlılara yüreğinden kopan bir sesi duyurmak, çok, çok farklıydı. Hele

Osman Bey: «Kutlu olsun» dedikten sonra..?

«Tanrı yüzümüzü ak etsin Osman Beyim» dedi ama sesi düşmeğe hazırdı.” (Çatı: 10)

Osman Bey, Şeyh Edebalı’nin kızına tutulmuş ve onu babasından istemiştir. Şeyh Edebalı ise içten içe Osman’ın daha fazla olgunlaşması gerektiğini düşünmüş ve kızıyla Osman’ın denk olmadığını bahane ederek olumsuz yanıt vermiştir. Çünkü Osman uçarı davranmaktadır, Osman sinirlidir, Osman’ın gözü karadır. Şeyh Edebalı kızının kısa bir süre sonra

Osman’ın bu yerinde duramazlığı neticesinde şehit düşebileceğini ve genç yaşta dul kalabileceğini düşünmüştür. Osman’a olumsuz yanıt verirken de kısaca Kayı Boyu’nun geçmişini özetlemiştir:

“ Benim kızım sen gibi bir Beye küfüv değildir. Sen bir Beyliğin reisisin. Soyun tâ Gök Hân'a ondan da Oğuz Han'a ulaşıyor. Sağlam, kuvvetli anlamına gelen Kayı boyundansın. 24 Oğuz boyu arasında en şanlı, en kudretli yeri Kayı boyu kaplamıştır. Atandan sana anlatılmıştı. 24 Oğuz boyu geçmiş çağlarda Bozok Üçok adları ile iki kola ayrılmış Kayılara, di-

ğerlerinden daha asıl ve şerefli sayılan Bozok'ların başında yer verilmiş.

Kuşunuz şahin. Her birinizin kişiliği içine cesaret, cömertlik, dirayet ve canlılık katılmış. Halbuki ben Adanalardan, bir güz yaprağı gibi kopmuş gelmiş fakir bir şeyhim, sen gibi bir Beye benim gibi fakir bir şeyhin kızı mı gerekir? Sana kendi soyundan bir Bey kızı gerekir.”( Ovaya İnen Şahin: 34 )

Herkes kendisinden sorumludur. Bunun neticesinde çok az uygunsuz durumlar ortaya çıkmaktadır. Zaten Kur’ân-ı Kerim’de de herkesin âhirette kendi yaptıklarıyla hesaba çekileceği bildirilmiştir: “De ki: Bizim işlediğimiz suçtan siz sorumlu değilsiniz; biz de sizin işlediğinizden sorulacak değiliz.”(Kur’ân-ı Kerim, 34:25.) Abdurahman Holofira’ya kendilerinin düşünüş biçiminden bahsederken bu konuya şu şekilde değinmiştir:

“Şunu da söylemek isterim kızım : Bizim ülkemiz de fesadın yeri yoktur. İnsanları birbirine düşürecek sözlerden herkes kaçar. Sakınca duyulur.

Hiç kimse hiç kimsenin ayıp hali üzerinde durup, herhangi bir incelemeye girişmez.Çünkü herkes kendisinden sorumludur.” (Osman Gazi: 304) Sunguroğlu Bizans’ta bir vesileyle Lagan Mişöp adlı bir Bizans

şövalyesiyle karşılaşmış ve onunla konuşmaya başlamıştır. Bir süre sonra

Lagan’a: “farkında mısın bir Osmanlı gibi konuşuyorsun” demiştir. Bunun

üzerine bir kahkaha atan Lagan, zaten dedesinin Türk olduğunu söylemiş; biraz da olsa Türk kanı taşıdığını imâ etmiştir. Bunun neticesinde Sunguroğlu bir daha keyiflenmiş ve Lagan’a daha çok kanı kaynamıştır:

“ Lagan kısık bir kahkaha attı.

"Dedemin bir Türk olduğunu sana söylemiş miydim

şimdiye kadar?"

Sunguroğlu şaşkınlıktan ne diyeceğini şaşırmış kalmıştı.

Lagan devam etti:

"Evet, dedem bir Selçuk Türk’ü idi, yiğidim. Bir sevda uğruna Bizans'a

kadar geldi. Nineme âşık olmuştu. Ninem ise Kostantiniye'de yaşaması

şartıyla bu izdivaca razı olmuştu."

"Vay vanına!.."

"Öyle. Ama dedem Müslümanlığından hiçbirşey kaybetmedi. Ninemi de

Müslüman yapmak için çok uğraşmış zavallı. Fakat nineni kendisi Müslüman olmak bir yana, çocuklarını da Hıristiyan yaptı. Çünkü dedem çok genç yaşta

ölmüş, yalnız iki çocuk bırakmıştı."

Sunguroğlu şaşırmakla birlikte memnundu.

"Zaten sende Bizanslılarda olmayan birçok meziyetler görüp şaşırdım, demek işin içinde Türklük varmış. İşte buna çok memnun oldum, akraba sayılırız." (Sunguroğlu- III : 200)

Orhan Gazi’nin oğlu Halil, Foça korsanları tarafından esir alınmıştır.

Fakat onun esir olması, Osmanlı’nın menfaatlerini tehlikeye sokmaktadır.

Sunguroğlu bu durumun farkındadır ve her ne pahasına olursa olsun Halil

Bey’i kurtarmak için harekete geçmiştir. Çünkü o sorumluluğunun bilincinde olan yılmaz bir Türk akıncısıdır:

“ Fakat rüzgâr uğultusuna, deniz gümbürtüsüne karışan teşvik

çığlıklarını Sunguroğlu'nun duymasına imkân yoktu. O, şu anda Orhan

Gazi’nin kendine verdiği vazifeyi düşünüyor. Halil Bey’i kurtarabildiği takdirde, devletinin Foça korsanları elinde bir oyuncak olmayacağını hesaplı- yordu. Yoksa Halil Bey Foça'da kaldığı müddetçe, Osmanlı Devleti bazı meselelerde elleri kolları bağlı kalacak, devlet menfaatleri sarsılacaktı. Yahut

Orhan Gazi, oğlunu feda edecekti. Osmanlılar çok sevdikleri Halil Beyin yasını tutmak zorunda kalacaklardı.” (Sunguroğlu- III: 35)

Babasının işaretini, aşiretinin de onayını alan Osman’ın Bey olma zamanı gelmiştir. Osman son derece inançlı ve bir o kadar da görev ve sorumluluk bilinciyle donanmış durumdadır. Akça Koca, Osman’ın babasından kalma kılıcı ona verirken aşirete ve babasına lâyık bir yönetici olmasını istemiş:“Başına geçtiğin aşiretleri felâkete sürüklersen Tanrı'nın laneti bu keskin kılıcın üzerinde olsun.” demiştir. Osman da tam bir sorumluluk bilinciyle aşağıdaki konuşmayı yapmıştır:

“ Hep karşısındakiler! süzüyordu. Meydanda yeniden ses çıkmaz olmuştu. Kös bir kere vurunca sanki daldığı rüyadan uyandı. Döndü, Akça

Koca'nın elini öpüp başına koydu. Akça Koca da ona bir kılıç uzattı.

— Al bunu Bey, dedi, babanındır; beline tak. Oğuz töresidir. Vereceğin kararlarda yanılır, başına geçtiğin aşiretleri felâkete sürüklersen Tanrı'nın laneti bu keskin kılıcın üzerinde olsun. Biz ardındayız.Yalnız müşkül anlarda akıl danışmadan hareket etmeyesin. Danışmak, beylerin ötesinde değildir.

Hâlâ kalabalıktan ses çıkmıyordu. Oradakiler bekliyor, ummadıklarını gözlüyorlardı.

Neden sonra Osman Bey'in dudakları kıpırdandı, heyecanını yenmeye

çalışarak konuştu:

— Kardeşlerim! bacılarım, alplerim, ahilerim, Horasan'dan gelmişlerim, babalarım dedelerim! Kayılar! Oğuzlar! Karşınızda ant içerim ki, Tanrı'nın yardımı ve sizlerin desteğiyle elimden geldiği kadar hepinizi mutlu kılmaya çalışacak, ayrılıkları birliğe döndüreceğim.. Henüz bize

Selçuklu Sultanlığınca uç beyliği verilmedi. Yine de karşımızda bir Bizans, arkamızda Moğol olduğunu unutmayacağız. Bir suçum, bir hatam olursa beni kınayın, beni yargılayın! Aslı budur; Bey yönettiğinin üstünde değildir. Bey

âdil olmak gerektir. Yalnız şunu bilirim ki, geride kalanlar, yurtsuz, ocaksız olanlar bizden ümit beklerler. Diğer uç beylerine, güçlü görünen beyliklere gitmeyip aramıza karışmak isteyenler çoktur. Hepsine kollarımız, yurdumuz açıktır. Gücüne ve bilgisine inananlara ise çok ihtiyacımız vardır. Şimdilik söyleyeceğim bu kadar. Bu gece Tanrı'ya dua edeceğim. Babam Ertuğrul Gazi gibi bir güngörmüşün yerine geçen benim gibi bir beyin az hata etmesi için

Allahıma yalvaracağım.

Sustu, sanki yorulmuştu; artık konuşamayacağını anlıyordu. Şu sessiz meydanın, sessiz insanları hep ona bakıyordu.

Sekiden aşağıya indi, elini kılıcına attı, yavaş yavaş yürümeye başladı.

Arkasından arkadaşları Turgut Alp, Konur Alp, Aykut Alp geliyordu. Evvelâ onu iki kardeşi kucakladı. O zaman amcasını aradı. Dündar Bey kalabalığa karışmıştı, görünürlerde yoktu.

Sonra diğerleri sardı etrafını; alpler ahiler, abdallar, bacılar, Söğüt'e yeni gelmişler Moğollar'dan kaçanlar, Oğuzların diğer aşiretlerinden olanlar..

Hepsiyle kucaklaştı. Bakıştılar; gözleri nemliydi. Bu nemlilik beraber olma- nın, yaşamak isteğinin, mutlu kılma çabasının, yılmamanın, başarmanın gözlerde dile gelişiydi.” (Kutludağ: 25)

Osman Bey sorumluluğuyla o kadar yoğrulmuştu ki bu yüce görev için her şeyi terk etmeye hazırdı. Onun için en önemli şeyler milletin huzuru, refahı ve devletin bekasıydı. Çevresinde ise güvenebileceği arkadaşları ve halkından başka kimse yoktu:

Bunlara önem vermeli, Bâlâ'yı unutmaya çalışmalıydı.Dağınık köy evlerini biraraya toplamalı, emniyetlerini sağlamalıydı.Tekfurlar yanıbaşındaydı, âdeta içiçeydiler, Kayı topraklarından geçiyorlar, dolaşıyorlardı. Hudutlar nerede başlar nerede biter pek belli olmuyordu.

Özellikle İnegöl tekfuruna hiç güvenmiyordu. (Kutludağ: 74)

Onlar için geçmiş ders alınması gereken bir kılavuz niteliğindeydi.

Bundan dolayıdır ki geçmişe - gelecek kadar olmasa da - çok değer veriyorlardı. Özelikle geçmişi inkâr onlara göre kişinin bir yönüyle kendisinden kopuşuydu:

“Yalnızlık, evlât, eş ve dostlarla bile zaman zaman yok edilemiyordu.

İnsanlar kendilerinden koptuğu anda, etraflarında kim olursa olsun, yalnız kalıyorlardı"Geçmişten uzaklaşmak, geçmişi unutmak, hatta inkâra kalkışmak bir yönüyle kişinin kendisinden kopuşuydu.” ( Kutludağ: 335 ) Orhan daha bebekken Gökçe bacı onu kucağına almış ve karşıki

şehirlerin yattığı mezarlığı göstererek şöyle demişti:

“ - "Aklımdan çıkmaz. Uruz; anan Gökçe bacı böyle demişti."

Orhan'ı kucağına almıştı. Boşta kalan kolunu çama doğru, bir kılıç gibi uzattı, ona,

- "Hey oğul, eyi bak ki, unutmayasın; orada, nurların altında emicen

Savcı Beğ ve nice yiğit, nice bahadır, nice eren yatmaktadır. Eyi bak ki, unutmayasın ki, şehitlerin mezarına nur yağar."

Sonra, Orhan'ı saran öteki kolunu da çekti; ellerini açtı.” (Osmancık:

263)

17. Güven

Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda emeği geçenler, önce Allah’a sonra birbirlerine ve kendilerine güveniyorlardı. Sahip oldukları, İslâm inancı, onlara Allah’a güvenmeyi ve O’na kulluk yapmayı buyuruyordu. Osmanlı’ nın ileri gelenleri hep bu gaye ile halka hizmeti hakka hizmet olarak benimsemiştir. Allah’ a olan samimi bağlılıkları onları bir karakter heykeli haline getirmiş, inanç sayesinde zırhlı bir güç oluşturmuşlardır. Allah

Kitab’ında müminlerden sadece kendisine güvenmelerini istemiştir: “Allah'a güven. Vekil olarak Allah yeter.”(33:3.) Allah bir başka ayette ise şöyle buyurmaktadır:“Müminler ancak, Allah anıldığı zaman yürekleri titreyen, kendilerine Allah'ın âyetleri okunduğunda imanlarını artıran ve yalnız

Rablerine dayanıp güvenen kimselerdir.” (8:2.) Bütün güçlerini Allahtan alan

Osman Bey ve arkadaşları da tüm gönülleriyle Allah’a inanmış ve güvenmişlerdir. Onlar Allah’ a, birbirlerine ve kendilerine güvenmeyi yaşam biçimi olarak benimsemişlerdir. Güvensizliği asla tasvip etmemiş; sadece

Allah’a güvenmişler ve birbirlerine karşı hep tedbirli olmuşlardır. Onlar

Frank Crane’in “Çok güvenirseniz aldatılırsınız, ama hiç güvenmezseniz hayatınız azabla geçer.” sözüyle örtüşen bir düşünüşü benimsemişlerdir.

Osmancık romanında Tarık Buğra, güvenin önemini vurgulamaya

çalışmıştır. Osman Bey’i merkez alan romancımız, onun Osmancık olarak düşünüldüğü zamanlarla Osman Bey olduğu zamanlar arasında paralellikler ve zıtlıklar kurmaya çalışmıştır. Osman, Şeyh Edebalı ile tanıştıktan sonra kendine güvenini yenilemiştir. Osman, zaman geçtikçe kendi kişiliğini bulmakta; bulantıdan sonraki durulma gibi gençliğin verdiği hava hızla

Osman’ dan gitmekte; yerini son derece ağırbaşlı, kendisine güvenen, tutarlı bir atmosfere bırakmaktadır. “Osman artık kılıcına güvenmektedir. Osman artık bir karakter heykeli olmuştur ve çevresine karşı sapasağlam bir duruş sergilemektedir:

Bir seçim, bir tercih değildir bu; yapının, yaratılışın zorlamasıdır. Karşı durmak zor; at sürmekten, ok üşürmekten, geyik yıkmaktan, güreşmekten, kalkan delmekten çok zor.

......

Osman, ancak kendi kılıcını hak edebileceğine, ancak kendi kılıcına lâyık olabileceğine inanmaktadır. Kılıcı babasının kılıcına emir kulu olmuştur; emir kulu kalmalıdır ve kalacaktır.

......

Artık, Ede Balı'ya, Dursun Fakı'ya, Aykut Alp'a... Hattâ Gündüz'e.. hattâ hattâ babasına söyleyecek sözleri vardır. Osman, artık, kendisini, yaratılışını, ruh yapısını savunabileceğine ve koruyabileceğine inanmaktadır.. güvenmektedir. Bunalım bitmiştir...” (Osmancık: 36 vd.)

Osman Bey’in kişiliğinin tam olarak yerine oturmasıyla birlikte ona olan güven bir kat daha artmıştır. Osman Bey’deki değişim ve gelişim rüzgârları herkesi şaşırtmıştır:

“ Değişim; "Osmancık beğ olsun" diye can atanları önce duraklatmış,

şaşırtmıştır. Ama tez geçmiştir bu. Ve, kısa bir süre içinde, Osman beğ

Osmancık'tan daha güçlü, daha kuvvetli, daha ezici, asıl önemlisi, daha güvendirici görülmeye başlamıştır: Osman beğ ile yola çıkılır!

Ve Osman beğ'le yola çıkmak için dua edenler, sabırsızlananlar gün gün

çoğalmaktadır.

Osman beğ bunu da biliyor.” ( Osmancık: 136 )

Osman Bey artık çevresindekiler tarafından tam bir lider olarak görülmektedir. O da sorumluluğunun bilincindedir. Çünkü Bey olmak kolay değildir. Bey olmak çok büyük bir sorumluluk omuzlamak demektir. Bunu başarabilmek için de vargücüyle çalışmaktadır:

“ Yüküm artmıştır.”

Ve kısa bir süreden sonra ekledi:

- “Ama, evvelâ Allah’a, sonra da kardaşlarıma güvenirim.”

(Osmancık: 308 )

Osman, bey olmakla her şeyin bitmeyeceğini bilmekte beyin de güvenebileceği kimseler olması gerektiğini düşünmektedir. Hem babasının hem de kendi döneminden ileri gelen bir çok kişiden her konuda yardım almaya çalışmıştır. “Dediğin gibi olsun Soylu Akçakoca! Bu topraklarda güvenilir adamsın!

Sözün bizim için senettir! Allahaısmarladık! “ (Devlet Ana:188)

Sunguroğlu romanında Yavuz Bahadıroğlu, güven temasını çok yüzeysel olarak ele almıştır. Romanın serüven tarzında olması da zaten bunu gerektirmektedir. Olaylara daha çok her an düşmanın üzerine atılmayı bekleyen içi coşkuyla dolu bir alp bakış açısıyla yaklaşılmıştır.

Sunguroğlu’na haber getiren birisinin onun birileriyle konuştuğunu görmesi ve önemli bir haber getirdiğini ifade ederek yalnız konuşmak istediğini belirtmesi üzerine Sunguroğlu, haberciye kendisinin yanındaki herkese güvendiğini ve haberi hepsinin önünde söylemesini emretmiştir.

Ayrıca bu insanların Bizans tekfur ve şövalyeleri takımından insanlar olmadıklarını eklemiştir. (Sunguroğlu- I : 160)

Osman Bey, kendisine ve Beyliğe hizmet etmiş olan herkesi sık sık

övmüş ve aynı zaman da çeşitli şekillerde onlara karşı olan güvenini ifade ederek onları taltif etmiştir. Bunlardan birisi de Sunguroğlu’dur.Osman Bey hizmetlerinden dolayı kendisine çok güvenmektedir. (Sunguroğlu - II : 48)

18. Hoşgörü

Osmanlı Devleti’ni kuranlar mümkün olduğu kadar hoşgörülü insanlardı. Yaratılmışların hata yapabilceğini kabullenmişlerdi. Zira hatasız ve mükemmel olan sadece Allah’ tır. Bu fikrî temelden hareketle hiçbir zaman insanlarına Zulüm etmemiş ve zâlimlerle daima mücadele halinde olmuşlardır.

Fethettikleri yerlerin halkları da onların bu hoşgörülü tutumları karşısında

çoğu defa hayrete düşmüş, kendi yöneticilerinden görmedikleri hoşgörüyü, merhameti, adaleti fazlasıyla Osmanlı yöneticilerinden görmüşlerdir. Bu da Osmanlı’nın birçok yerde daha kaleleri fethetmeden kalpleri fethetmesini sağlamıştır.Tabiî sadece bununla kalınmamıştır. Ahmet Yesevî’den Hacı

Bektaş’a kadar 13. yüzyılda birçok gönül erenleri ortaya çıkmıştır. Bunların felsefesinin temeli ise katıksız hoşgörüdür. Bunlar içerisinde Yunus Emre ve

Mevlâna’ nın hoşgörüsü ise evrensel boyuttadır.

Osmanlı’yı kuran yöneticler devletin zeminini Kur’ân- ı Kerîm ve Hz.

Muhammed’in sünneti üzerine kurmuşlardır. Hoşgörüde de Peygamberimizin “

Allah’ın kullarına zulüm ve cevr ile musallat olan han, kıyamet günü en

şiddetli azâba uğrayacaktır.”(Osmancık: 311) Hadisi ölçüt alınmıştır.

Kimsenin dinine imanına karışmamışlar, özellikle vicdanî meselelerde herkesin özgürce karar verebilmelerine imkân sağlamışlardır:

“ Karışmaz Ertuğrul Bey kimsenin dinine imanına...Savaşçı derviş mi bu, gazi savaşçısı mı? (Devlet Ana: 18)

Osman Bey bir zaman saygıyla bekledi.Yaşlı adamı daha çok bunaltmayı uygun görmemişti. Şeyh bir şey demeyince, sanki çok yararlı

öğütler almış da teşekkür ediyormuş gibi sesini yumuşattı:

“— Evet Şeyhim, ferah olun! Ben bu işin her yönünü ölçüp biçtim, nerden girip nerden çıkacağımı hesaba vurdum.Dayanağım sizlersiniz!

Babamın savaş yoldaşları...Uğraşta yenici, barışta düzen tutucular... Çok- tandır Şeyhim, şunları hiç aklımdan çıkaramamaktayım: Batıya yöneleceğiz!

Talan etmeyeceğiz! Din yaymağa çabalamayacağız. Tersine herkesin inancına saygı göstereceğiz! insanlar arasında, din, soy, varlık bakımından hiç bir

üstünlük tanımayacağız!” (Devlet Ana: 178)

Moğol zulümünden bunalan halk hoşgörülü bir ortamı mumla arar olmuş ve bu duruma meded olarak da Kayı boyundan bir bsey gelmesini istemektedirler. Moğollar Osmanlı’nın kurulmasının hemen öncesinde öyle büyük zulümlerde bulunmuşlardır ki halk artık bıkmıştır:

“Ülke Moğol soygunundan, Tatar Zulümünden bunalmıştır. Halk

Selçuklu'yu suçlamaktadır. Cimri işinden sonra, Karamanlı'dan umut kesilmiştir. Ankara ahileri, Konya ahileri, Amasya, Sivas, Kayseri, kısacası,

ülkenin bütün ahileri, Konya tahtına Kayı'dan Bey gözlemektedir.” (Devlet

Ana: 174)

Osman Bey savaşmak zorunda kaldığı Harmankaya Tekfuru “Mihal

Koses” i savaş sonrasında esir almıştır. Diğer tüm savaşçılarının kaçmasına rağmen bu cesur komutanın tek başına dahi olsa savaşmaya devam etmesi,

Osman ve arkadaşlarını çok etkilemiştir. Osman ile Mihal arasında geçen konuşmada Mihal “ben sizin esirinizim bana istediğinizi yapabilirsiniz” anlamında sözler söylemiştir. Bu sözlerin sonrasında öleceğini düşünmektedir; çünkü genellikle onlarda esir edilen komutanlar ve yöneticiler

öldürülmektedir. Fakat tam o anda inanılmaz bir şey olarak Osman Bey

Harmankaya Tekfuruna serbest olduğunu söylemiştir. Harmankaya Tekfuru ise bu davranış karşısında ne yapacağını şaşırmış ve Osman Bey’e bundan böyle elinin kalkmayacağını bildirmiştir. Osman Bey böyle önemli bir anda bile hoşgörüyü doruk noktasına ulaştırmıştır. Hem Mihal’in öldürülmesinin hiçbir yararı olmayacaktır; Buna karşın Mihal’i kendi yanına çekebilirse çevre tekfurlar hakkında bilgi alabilir ve kaleleri içten fethedebilir bir duruma geçecektir. Osman Bey son derece ince düşüncelidir O sadece ânı değil

“zümrüdüanka” yı da düşünmektedir. Nitekim ilerleyen zamanda Harmankaya

Tekfuru’nu öldürmeyişinin faydasını fazlasıyla görmüştür. Tekfur her şeyiyle ona bağlanmış, birçok konuda anahtar vazifesi görmüş ve nihayetinde Müslüman olmuştur. Yazar Feridun Fazıl Tülbentçi bize tüm tarihçilerin

Osman Bey’in Mihal’i affetiği üzerinde birleştiklerini dipnot şeklinde vermiştir: (Osmanoğulları: 210 vd. )

Osman Bey Karacahisar’ ı aldıktan sonra bir yandan şehri tekrar imar ettiriyor diğer yandan ise hiçbir farklılık gözetmeden huzur ve güveni sağlamaya çalışıyordu. Kasaba halkının kısa sürede sempatisini kazanmış ve düzenlemelerinde kesinlikle ayırımcılığa ve adaletsizliğe yer vermemiştir. Bir defasında bir Hristiyanla bir Müslümanın pazarda tartıştığını görmüş ve duruma müdahale edip her ikisini de dinledikten sonra Müslümanı haksız bulmuştur. Müslümanın, “efendim ben Müslümanım fakat siz Hristiyanı haklı buluyorsunuz” demesi üzerine “ Ben de Müslümanım sen de Müslümansın; ama haksızsın” diyerek adalet fikrini doruk noktasına ulaştırmıştır.Bunun neticesi olarak da Osman Bey’in adaleti kısa sürede her tarafta yayılmıştır :

“Osman Bey bir taraftan Karacahisar'ı imar ettiriyor, diğer taraftan kasabanın sakinleri arasında din ve ırk farkı gözetmeden idaresini sağlıyordu.

Kasabada kalan Rumlar daha iyi bir hayata kavuşmuşlardı, içlerinde fetihten memnun olanlar da vardı. İşleri güçleriyle meşgul oluyorlar, üstelik tazyik de görmüyorlardı, istedikleri zaman kimseye sormadan aşiret başkanının huzuruna çıkabiliyorlar, şikâyetlerini ve dertlerini açıkça söyliyebiliyorlardı.

Halbuki eskiden tekfuru görmek bir mesele idi. Maiyet halkından şikâyette bulunmak ise âdeta yasak edilmişti. Karacahisar'da kurulan pazar Eskişehir'e nazaran hem daha büyüktü, hem de daha kalabalık oluyordu. Pazar meydanı her hafta tacirlerle dolup boşalıyordu. Kütahya'nın en zengin tüccarları işlerini bu pazarda görüyorlar, Bursalı dokumacılar, kumaşlarına müşteri burada bulabiliyorlar, ta Taraklı'dan gelen kaşık ve tarak satıcıları mallarını Karacahisar'da uygun fiyatla satıyorlardı. Osman Bey pazarın daha fazla ilgi toplayabilmesini temin için vaktiyle tekfurlar tarafından alınan vergiyi de yarı yarıya indirmişti.

Bir cuma günü Germiyanoğlunun tebâsından bir Müslüman ile Bilecik

Rum beyine tabi bir Hıristiyan arasında anlaşmazlık çıkmış, mesele büyümüş ve nihayet aşiret başkanına kadar intikal etmişti. Osman Bey pazar meydanında yerli ve yabancı herkesin içinde iki tarafı da dinlemiş ve

Hıristiyan taciri haklı bularak onun lehinde karar vermişti. Germiyanlı bu karara:

— Beyzadem, ben bir Müslümanım, burası da bir Müslüman kalesi olmuştur.

Diye itiraz edecek olmuş ise de, Osman Bey tacirin sözünü kesmiş:

— Sen de Müslümansın, ben de. Fakat ne yapalım ki haksızsın.

Cevabıyle susturmuştu. Bu olay süratle duyulmuş, Osman Bey'in kesin adaleti her tarafta memnuniyet uyandırmıştı. Şimdi halk, Karacahisar pazarına daha ziyade emniyet ve itibar gösteriyordu.” (Osmanoğulları: 411)

Osman Bey, empati kurmasını da çok iyi bilen bir yöneticiydi. Bizzat halkın gibi düşünebilmesi, kendisinin iyi yönetici olmasına imkân sağlıyordu:

“Kayı aşireti 1298 yılı kasım ayının başında Karacahisar'a dönmüştü.

Bu yıl ekin diğer yıllara nazaran az olmuştu. Buna mukabil, Selçuklu diyarının içerilerinden göçmen akını devam ediyordu. Zahire ambarları, ardına kadar açılırsa, 1299 yılı için ciddî bir yiyecek sıkıntısı baş gösterebilirdi. Aşiret ihtiyarları Osman Bey'in her aileye yer göstermesini, bol miktarda buğday dağıtmasını doğru bulmuyorlardı, içlerinden seçtikleri üç kişilik bir heyet Osman Bey'in huzuruna çıkarak vaziyeti anlattı. Osman Bey bu fikirde değildi, ihtiyarları saygıyle dinlemiş, sözlerine hak vermiş, fakat:

— Doğru söylüyorsunuz ama, biz ne yesek onlar da onu yemelidir.

Eğer yurtlarında rahat bir hayata mazhar olsalardı, evlerini barklarını bırakarak buraya gelmezlerdi. Göç felâketinin ne olduğunu rahmetli babam her zaman anlatırdı.” (Osmanoğulları: 493 vd.)

Osman Bey mükemmel yöneticilik kabiliyeti sayesinde esirlerini

öldürmek yerine yaşamalarına izin veriyor ve bunun neticesi olarak da birçok yarar görüyordu. Yarhisar Tekfuru’nu da aynı Harmankaya Tekfuru Mihal’ de olduğu gibi güzel bir şekilde devletin menfaati için kullanmıştır:

“ Diyorlardı. Nikefor, Koyunhisar savaşından sonra Osman Gazi ile uzun uzadıya konuşmuş, önce Yarhisar'ın kendisine iadesini istemiş, Osman

Bey'in razı olmadığını görünce, pazarlığa kalkışmış ve nihayet yelkenleri suya indirmişti:

— Sultanım, beni perişan etme de son günlerimde diyar diyar dolaşmayayım.

Osman Bey Nikefor'dan yararlanmanın her zaman mümkün olacağını biliyordu. Onu sık sık İstanbul'a gönderecekti. Orada Türkler için çevrilmek istenen dolapları, suikastleri öğrenecekti. Bu gibi işleri onun kadar bilen ve dalavereli işlerde onun kadar pişen hemen hemen kimse yoktu, yahut vardı da, o bilmiyordu. Kararını açıkça bildirdi:

— Bak Nikefor eski hesapları çizer, maziyi tamamen unuturum. Kızın oğlumun karısı, karın da kaynanasıdır. Eğer razı olursan, bey gibi yaşarsın.

Herkesten itibar görürsün. Ama her şeyden önce sadakat isterim.

— Emin olun sultanım, sözünden çıkmıyacağım, yemin ederim. —Âlâ, bundan önce bize karşı gelmekle hisarından oldun, bundan sonra başından olursun. Bizden iyi yaşıyacaksın, İstanbul'a gidip gelecek, orada olan bitenleri öğreneceksin.

— Bıı kadar mı beyzadem?

— Evet, kabul mü?

Nikefor, Osman Bey'in elini öptü.

— Bir kul gibi hizmet edeceğim.

— O halde Karacahisar sarayı emrindedir. Karın, kızın ve baldızının

yanına gidebilirsin. (Osmanoğulları: 645)

Osman Bey Kulacahisar kalesinin fethi sırasında mükemmel bir plân yapmış ve savaşçılarını kadına kıza, çoluğa çocuğa, mala mülke dokunulmaması konusunda sıkı sıkıya uyarmıştır:

“Osman Beğ, burada Konur Alp'a döndü:

- "Sakın ola, benim Konur Alp yiğidim, karıya, kıza dokunulmaya,

silahsıza ve silah atana vurulmaya; hoş davranıla.” (Osmancık: s.

175)

Osman Bey karşısında toplanan halka yağmanın sebeplerini anlatmaktadır.

Hiçbir şeyin yağmayı gerektirmeyeceği üzerinde durmuş ve savaşmayan sivillerin kendileriyle savaşmışçasına cezalandırılmasına asla gönlü razı olmamıştır. Bu sebepledir ki asla yağma yapılmasına izin vermemiştir. Tabi bunlar içerisinde var olan münferit olayları görmezsek:

“Osman beğ din adamlarına, kilise önünde toplanan halka ve göçe

hazırlananlara yağmanın sebebini anlatıyor.Yağma, savaşın önlenemez ve

bütün ordularca uygulanmış sonucudur. Ve, ancak Türk, sâdece Türk,

savaşmayanlara dokunmaz ve onların sorumluluğunu, kendi beğlerinde görmedikleri bir titizlikle korur; refahları, huzurları, güvenlikleri için

çalışır; rızalarına saygı gösterir, işlerine ve inançlarına karışmaz; adâleti

yürütür.” (Osmancık: 294)

Osman Bey yönetimi altındaki hiçbir yerde hiçbir ayırım gözetmeksizin son derece âdil ve hoşgörülü bir politika izliyordu. Hatta zaman zaman

Bizans’a ait yerlerden bile Osman Bey’e yardım istemeye ve Osman Bey’in idaresi altına girmek istediklerini söylemeye gelenler oluyordu:

“Bugün Bizans'a bağlı bir köyden bir karı koca gelmişti Söğüt'e. Orhan

Bey onları babasının yanına çıkardığı zaman:

— Battık gayrı, diye bağırmışlardı, insaf!

— Ne oldu?

— Can ve mal güvenimiz yoktur! Vergi ödemekten evimizin damını bile örtemez olduk. Bu hale dayanmak ne mümkün?

Kadın genç, adam yaşlıydı. Adamın omuzları çökmüş, kadının bakışları donuklaşmıştı.Yine de kadın çok güzeldi, yaşamak istiyor, ummak istiyordu.

— Adınız ne? diye sordu Osman Bey.

— Benimki Kosti karımınki Elenika!

— Hangi köydensiniz?

— Türkler Kurudere derler adına.

— Orası bize ait değil tekfurların!

— Bunun için geldik biz, bunun için!

— Ben ne yapabilirim size?

— Kurtar bizi! Gel, köyü al. Sana bağlanalım!

— Yalnız siz mi istersiniz bunu? — Hayır! Bütün köylü diler, biz elçiyiz. Görürüz ki imparator tekfurlara söz geçiremez. Tekfurlarsa keselerini doldurmak için durmadan soyar bizi. Olmazsa döverler, bununla da yetinmeyip, karılarımızı, kızlarımızı alıp götürürler. Sonra salıverirler. Öyle değil mi Elenika?

Genç kadın sadece başını önüne eğdi, kızardı, yine de göğsü inip kalkmaya başladı. Adam devam etti:

— Sen tekfurlara benzemiyorsun Osman Bey, ne mala, ne cana, ne de

ırza el sürdürtüyorsun! Bu yüzden bizi kurtar, halkımızı koru gül

gibi yaşayıp gidelim.” (Kutludağ: 199)

“Kale kısa zamanda tamir edilmişti. Süleyman Paşa, orada bir miktar asker bırakarak, civar kaleleri fethetmek ve sahil boyunu Osmanlı Devletine katmak için üç bin kişiye baliğ olan ordunun başına geçerek yürüdü.

Zelzeleden her taraf harap olmuştu.Çoğu kaleler oturulmaycak hale gelmişti.

Biraz da bundan istifade eden Osmanlı akıncıları kolaylıkla sahil kesimini de işgal ettiler. Yıllar yılı Bizans imparatorlarının ve zalim tekfurların elinden devamlı zulüm gören halk, Osmanlıların getirdiği İslâm adaletini can ü gönülden alkışlıyor, Osmanlı akıncılarına kapılarını açıyorlardı.”(Turgut Alp:

43)

Müslüman olan, her zaman kim olduğuna bile bakmaksızın mazlumun yanında olmalıdır. Bu inanç, onların birçok dost kazanmalarında son derece faydalı olmuştur. Yardım ettikleri insanlar da kendilerine büyük bir minnet borcu altında kalmışlardır:

“Hay aklınla yaşa Köse. Ben de ne yapacağımı düşünüp çaresizlik içinde kıvranıyordum. Kuvvetlinin elinden zayıfı kurtarmak Müslümanın şanındandır. Hadi can İbrahim'im, biz de Köse gibi yapalım!" (Sunguroğlu-

III: 77)

İşlerini oluruna bırakmamak onların şânındandı ve hiçbir zaman, hiçbir

şekilde halka Zulüm etmeyi doğru bulmuyorlardı.Zulüm gören halkın gün gelip bu Zulümün hesabını çok acı bir şekilde soracaklarını ifade ediyorlardı:

“Hiçbir zaman bunlara güvenip işlerini oluruna bırakma şövalye," dedi.

"Sonra halka da Zulümetme. Zulüm gören millet durmadan vahşileşir ve muhakkak gün gelir intikamını alır. Hem de zorlu bir şekilde." (Sunguroğlu -

II : 246)

Osmanlı akıncıları esirlerine ve yaralılarına asla zulüm etmezlerdi.

Ellerindeki esirlere ve yaralılara son derece iyi davranırlar, âdeta kendi insanları gibi muâmele ederlerdi.Yaralıların yaralarını sarar, karnı aç olanların karınlarını doyururlardı:

“Hancı kapıdan çıkarken, Sunguroğlu da yaralı haydutların yanına

çömeldi.

Adamlar hortlak görmüş gibi sindiler. Birbirlerine daha çok sokuldular.

Akıncı, onlardaki korkuyu görünce teskin etmek için:

"Korkmayın," dedi. "Biz, yaralılara karşı sizin davrandığınız gibi davranmayız. Onları tedavi eder, yine karşılaşmak üzere salarız."

Az sonra yaralar tımar edilmiş, cesetler de bahçede açılan bir çukura gömülmüştü.Sağ kalanlar ise doyurulmuş ve sağlam bir odaya hapsedilmişlerdi.” (Sunguroğlu- I : 60)

Yine çarpışma sonrasında ise enkaz altındaki yaralılar ve cesedler

çıkarılır kendi inaçlarına göre muamale görmelerine izin verilirdi.Hatta defin işlemleri de hangi inancın mensûbu iseler o inanç sistemine göre yapılıyordu: “Az sonra her taraf sükûna kavuşmuştu. Enkaz altında kalan yaralılar ve cesetler çıkarılıyor.İnançlarına göre gömülmelerine izin veriliyordu.”

( Sunguroğlu- I : 286)

Osman Bey hiçkimsenin birbirinin huzurunu kaçırmaya hakkı olmadığını söylüyor ve hele bir Müslümanın başka bir Müslümana asla zararının olmaması gerektiğini vurguluyor. Ona göre tüm Müslümanlar kardeştir ve birbirleriyle iyi geçinmek zorundadırlar:

“ — Allah her şeye kadirdir. Ayanda değil, zihinlerde yükseltir. O'nun varlığı inkâr edilerek zulüm başlarsa, gören, duyan ve işiten Yüce Halik, mağdurların kalbi temiz ise, günahsız oldularsa, onların imdadına hızırını gönderir. İşte Allahın varlığı burada isbat edilmeğe değer... Çünkü, eziyet eden bir insan, atılan bir ok ile yere düşmüş, ağzının içi kan deryası haline gelmiş, şu gördüğünüz muhterem zevce de oğlum tarafından, Allah'ın izni ile selâmet yoluna düşmüştür. Şimdi size ülkemizin huzurunu kaçırdığınız için nasihat etmek isterim. "Duyduk, duymadık, demeyin : Hükümdarımız Osman

Gâzi'dir.Bu kentte her kim huzur kaçırırsa cezası ölüm olacaktır. Biz düşmanlara karşı birleşip gücümüzü arttıracağımız yerde, bu şekil çirkin hareketlerle cür'et edersek, halimiz nice olur? Her şeyden evvel, Müslümanın

Müslüman ile kardeş olduğunu hatırdan çıkartmamak gerektir. Bu sebeple, sizi Allah'a sığınarak affediyorum.” (Osman Gazi: 193)

Bir danışma meclisinde Pir Cabbar’ın Ali’si Osman Bey’e bir soru yöneltmektedir. Osman Bey ise soruyu son derece yumuşak bir sesle cavaplamıştır. Soru Osman Bey’in sözünü ettiği düzende kalem ehlinin ne anlama geldiği üzerinedir. Osman Bey soruyu soran kişinin kalem ehlinden olup olmadığını öğrenmiş ve bunu öğrendikten sonra yine de soruyu büyük bir nezaketle yanıtlamıştır:

“Ne ise, sordun, cevabını verelim. Kalem ne Kadıdır ne Kılıç, gelgelelim Kadı da Kılıç da Kalemi bilmeli, Kaleme saygı duymalı, Kalemi sevmeli derim ben. Kalem dediğin yazar amma aklına eseni yazmaz, başıboş yazmaz, serhoş yazmaz bir de onun bunun kesesi için yazmaz. Kısa deyim:

Türkmenin kalemi Türkmeni çığırır, söz gelimi Yunus Emre demeleri, yine söz gelimi Dedem Korkut söylemeleri gibi. Baba İshak Kalemini neden saymadın diye soracak olursan, fitne fesat saçan, Kılıçla Kadıya sen yoksan ben varım deyip kardaşı kardaşa düşürerekten kanı körükleyen kalem bizim kitabımızda yoktur, bizim nizamımız böyle kaleme yer vermez. Senin anlayacağın Kalem o Kadı da Kılıç da Türkmen için bir sacayaktır;

Türkmenin ocağı bu sacayakta ateşini küllendirmez aşını kaynatır

Türkmenin ateşi küllenmemeli, aşı bolca kaynamalıdır ki yetmiş iki millet doyabile, rahat uyuyabile, birbirine düşmeye; yetmiş iki millet, birbirini seve, bir gözden göre...Kalem üstüne başka sorun var mı Pîr Cabbarın Alisi? Dur; benim bir sözüm daha var; atan Pîr Cabbarsa eğer, atan olduğunu biliyorsan, neden bilmezlikten gelip de kötülersin? Köksüz ağaç tez kurur, temelsiz ev

çöker.» (Çatı:13)

Tüm insanların büyük bir birliktelik içerisinde olması hedeflenmiştir; açılan bîmârhânelerde Müslüman ve Müslüman olmayan ayırımı yapılmadan hepsine eşit mesade olunmuştur. Amaç hizmet etmektir! Sadece Müslümana değil, yardıma muhtaç olan herkese hizmet etmektir:

«Demez de ne durur ki? Demez de daha ne günü bekler ki ? Bir yandan

Edebali Şeyh öte yandan Kumral Dede ha bre Osmana yollar açmada aşiretlere şalmış adamlarını. Duymuşluğun var mı Kumral Ocağını?.. Bimarhanesi mi tımarhanesi mi ne hanesiyle bir hane açmış gâvuruna da açmış Müslümanına da; çamur gölüne Müslümanı da gâvuru da bir arada giriyormuş; nefesi din iman ayırt etmiyormuş duymuşluğun vardır elbet.» (Çatı: 44)

Fethedilen yerlerde dileyenin aynı yerinde kalmasına izin veriliyordu.

Dileyense istediği yere gitmekte özgürdü. Atros Tekfuru’nun yeri yurdu

Osmanlı tarafından fethedilmişti. Ve kızı Aryetta ise Rahman’a âşık olmuştu.

Rahman’a olan bu aşkı fetih sırasında Osmanlı akıncılarına yardım etmesini sağlamıştı. Fetihten sonra ise babasının da yerini yurdunu terketmesini istemiyordu. Osmanlı zaten kendisini gidip gitmemekte serbest bırakmıştı:

“Ertesi günü, gün ışır ışımaz dervişlerden biri Kumral Dedeye, Mürsel ise Osman Beye muştucu olarak gitti.

Akça Koca, dileyenin hisarda kalabileceğini, dileyenin istediği kadar malını yanına alarak istediği yere gidebileceğini halka duyurdu. Gitmek iste- yenlerin başında Atros Tekfuru vardı. Hastalığı düşünmeden ayaklanmıştı.

Zor yürüyordu; inmeli sol kolunu sağıyla sıkı sıkıya tutmuştu göbeğinin altın- da; çekiyor muydu, düşmesini mi önlemek istiyordu belli değildi; belki de inmeli sol kolu gitmek istemiyor, hisarında kalmak istiyordu da sağ kolu inat ediyor, solu zorluyor, çeke çeke sürüyüp götürüyordu., öyle görünüyordu.

Ayakları, inmeli bedeni, kolları gibiydi. Kalmakla bırakmamak arasında döğüşen bir bedendi Atros Tekfuru. Aryetta bir kere babasının önüne çıkmış, gidişini önlemek istemiş, yalvarmıştı. Atros Tekfurunun karşılığı halsiz bir inatta oldu; inmesiz tarafıyla itti kızını. Sesi bir hırıltıdan farksızdı, gırtlağı yarım kesilmiş koca bir öküzün kan boğulmasında: «önce ablanı aldı, sonra seni aldı., sonra hisarı mı aldı.. dostluk ha?. Tuh.. Böyle dostluğa tuh!» dedi. Bir bu tuh deyişinde güçlü kuvvetliydi; öfkesi sağlam, nefreti hastalıksız, acısı canlıydı. «Dostummuş.. tuh o dosta!» Gırtlağından dolarak tükürmüştü.

Ama hepsi bu kadar..sağlamlığı, hastalıksızlığı, canlılığı bu kadar sürmüştü; hemen ardından, eskisinden kötü bir inmeli beden sallanmıştı, sürünmüştü, kendini zorlaya zorlaya çekmişti.” ( Çatı: 292 )

Harmankaya Tekfuru Mihail Kazes ile Aktimur kendi aralarında konuşmaktadırlar. Mihail Kazes kendisinin Osman Bey’ e ve yönetimdeki anlayışına hayranlığını belirtir. Ayrıca kendilerinin hâlâ iç çekişmelerini ve birbirleriyle uğraşmalarını kınar. Yazar bu tesbiti bizzat karşı güçlere söyleterek inandırıcılığını bir kat daha artırmıştır:

“— Bu Osman Bey benim gönlümü çeler durur, kendi milletimden hiç birinde onun mertliğini bulamıyorum. Bunca yıl, babalarımızdan atalarımıza kadar bu topraklarda yaşamış insanlarız. Birbirimizi yemekten, birbirimizin ardından sövmekten, birbirimizin sırtına hançer saplamaktan başka yaptığımız iş yok. Geçen yıl Bizansa da gittim, orada da fesat, hile, ikiyüzlülük eksik değil. (Sağ eliyle göğsünde, göbeği ile alnında bir haç işareti yaptı) Hıristos beni affetsin, ben sonumuzu iyi görmüyorum.” (Ovaya İnen Şahin: 28)

Osman Bey esirlerine son derece iyi davranıyor. O zamana göre üst düzeyde medenî davranış örnekleri sergiliyordu. Osman Bey’in akıncılarından

Kara Ali’nin esir kızlardan birini çok beğenmesi üzerine, durum Osman Bey’ e iletilmiş; Osman Bey de medenî bir şekilde önce kızın rızası alınması gerektiğini söylemiştir. Daha sonra genç kızın damat adayını görmek istemesi

üzerine Aretos aracılığıyla Kara Ali genç kıza gösterilmiş ve Kara Ali de genç kızın çok hoşuna gitmiştir. Böylece evlenmelerine bir engel kalmamıştır.

Buradan bir kez daha anlaşıldığına göre Osman Bey, kişi hakkına o kadar çok önem veriyordu ki en küçük birşeyde bile konuyu her yönden ele alıyordu.

(Ovaya İnen Şahin: 114-117)

19. İhanet

İhanet Osmanlı Devleti’ni kuran insanlar için en aykırı ve adının bile anılmaması gereken bir kelimeydi. Nitekim varolan çaşitli çıkar Çatışmaları ve çekememezlikler, ihaneti doğurdu. Çünkü hızla büyümekte ve güçlenmekte olan bir aşiret vardı. Zaman geçtikçe bu aşiret her yönde ilerlemeyi ve genişlemeyi sürdürüyordu. Osman Bey’in babası Ertuğrul Gazi’den aşiretin yönetimini almasıyla birlikte ihanet kavramı kendini göstermiştir.

Anılan romanların hemen hemen hepsinde ihânet kelimesi, Osman

Bey’in amcası Dündar Bey ile özdeşleşmiştir. Kendisi ne yaptığını bilmezin biri olan Dündar Bey, kardeşi Ertuğrul’dan sonra vâris olarak kendisini görmekte ve Osman Bey’in büyük bir destekle yönetimi babasından devralmasına razı olamamaktadır. Bu nedenle hem Osman Bey’e yaptığı her işte muhalif olmuş hem de elinden geldiği kadar gerekirse düşmanla işbirliği yaparak köstek olmaya çalışmıştır. Osman Bey, durumun çoktan farkına varmış ama değişik gerekçelerden dolayı duruma müdahale etmiştir. Sadece sabretmekte; belki ilerleyen zamanda düzelir umuduyla beklemektedir. Fakat

Dündar Bey’in durdurak bilmeyen ihanetleri, kendi sonunu hazırlamış ve

ölümüyle sonuçlanmıştır.

Romanların genelinde Dündar Bey’in ihanetine değinilmiş ve ölümü hakkında savaşta Osman Bey tarafından öldürüldüğü veya Osman Bey’e saldırmak üzereyken Osman Bey’in adamlarından Pir Elvan diye biri tarafından öldürüldüğü şeklinde iki tez ortaya atılmıştır. Romanlar içerisinde Osman Bey ile Dündar Alp arasındaki Çatışmaya en fazla önemi Kemal Tahir

Devlet Ana’ da vermiş ve Dündar Alp’ın ne kadar kötü nitelikli birisi olduğunu ön plâna çıkarmıştır. Osman Bey’in öldürdüğü kabul edilen Dündar

Bey’in nasıl bir fizikî görünüme ve karaktere sahip olduğunu vermesi açısından Devlet Ana’daki Dündar Alp’ı tanıtan aşağıdaki bölümü aynen alıyoruz:

“ Dündar Alp, bir işe çok kızdığı çok sevindiği, kendini çok güçlü, ya da çok güçsüz sandığı sıralarda yaptığı gibi, hemen bir dizini dikmiş, dirseğini buna dayayıp elini sarkıtarak doksandokuzluk teşbihi aralıksız

çevirmeye girişmişti. Belinde değerinin beşyüz flori olduğu söy lenen altın kakmalı eğri Dağıstan kılıcı, kabzası zümrüt taşlarıyla donanmış kıvrık

Yemen cenbiyesi vardı. Sürdüğü Kabe kokusu, on adım aralıktan

Kerirm'e kadar geliyordu. Ağabeyisi Ertuğrul Bey'in aksine, boyu ortadan kısacaydı, daha kötüsü, şarap içip domuz yiyen gâvur değirmenciler gibi de göbekliydi.Bıyığının sakalının aklığı, yüzünün kirli karalığını şuncacık ağartamıyor. gaga burnuyla yandan görünüşü yırtıcı kuşlara benziyordu. Ne kadar gevşek otursa, kurulu yaydaki ok gibi fırlayacak sanılırdı. Bu sanı, fıldır fıldır dönen kara gözbebeklerinden gelmekteydi. Salt Söğüt'ün değil, Ankara'dan İznik'e, Kütahya'dan Bolu'ya kadar, çevrenin en varlıklısı bilinirdi. İstanbul'un Cenevizli bezirganlarında işlettiği söylenen binlerce altunu, rum aptallarıyla bir kısım savaşçı dervişlerden çapul sonu, kıymetli mallarla körpe esirleri, yok bahasına alıp gerektiği kadar beklettikten sonra değerinden yukarı satarak toplamıştı. Bu sebeple her zaman çapul, baskın, savaş istiyor, ağabeyisi Ertuğrul Bey'le yeğeni

Osman'ın beş altı yıldır korudukları barışı, her fırsatta kötülüyordu. «Ben Bey olsam, Bitinya ucu savaşçıları çapul malını koyacak yer bulamaz.» fikrini yıllardır aralıksız yaymaya çalışmaktaydı. İşin her çeşidinden iğrenen, kısa bir süre için de olsa çalışmayı günah sayan afyon tutkunu aptalları, dervişlerin de birazını arkasına almış, barış yılları uzayıp yok- sulluk dayanılmazlığın çizgisine yanaştıkça tayfası artmıştı. Bu artışın bir başka sebebi de hastalığı gitgide ağırlaşan Ertuğrul Bey ölürse, aile büyüğü olarak beyliği alması umulduğundandı.” ( Devlet Ana: 133 vd. )

Osman Bey, arkadaşlarına sık sık kendisiyle ilgili herhangi bir sorun olup olmadığını sormaktadır. Yine böyle bir zamanda Osman Bey, Turgut

Alp, Karamürsel ve arkadaşlarından sadakat sözü alıp, amacası Dündar Alp’ın

Ertuğrul Gazi’nin emanet ettiği Kayı aşiretine ihanet ettiğini söyler. Ama

Osman Bey gerek iç gerekse dış tehlikelere karşı daima kendisini hazır bulunduruyor ve müthiş bir irâde ve kararlılık sergiliyordu:

“...Bey olmak için değil bizi, şehit kanıyle sulanmış topraklarımızı bile

kâfire vermekten haya etmez. Ama kaderimizi ne o, ne de küffar

değiştiremiyecektir.” (Osmanoğulları: 521)

20. İnancın Güçlülüğü ve Cihad Fikri

Osmanlı Devleti, yapısı itibariyle dinî bir özellik gösteriyordu. Hemen hemen tüm kurumlar, İslâm dinine uygun bir şekilde oluşturulmuş ve İslâmî yapıyla çelişki oluşturmamasına özen gösterilmeye çalışılıyordu.

Osmanlı Devleti’nin kuruluş aşamasında da devletin kuruluşunda

önemli rol oynayan faktörlere baktığımızda dine dayalı etmenlerin çokluğu bu düşünceyi doğrular niteliktedir. Osmanlı’nın kuruluşunda diğer birçok faktörün yanında dinin etkisi yadsınamaz bir gerçektir. Kuruluşa etki eden tüm faktörler doğrudan ya da dolaylı olarak İslâm diniyle ilgilidir. Örneğin

Anadolu Abdalları, Anadolu Ahileri vb. sosyal teşekküller bile dini temellere dayanmaktadır. Osmanlı’yı kuran beylerin fikri ve davranış temelleri de doğrudan doğruya islâm terbiyesiyle ilgilidir. Diğer faktörlerin tamamı İslâmi düşünce potası içinde erimiş halde ortaya çıkmaktadır. Bu da o dönemde yaşayan insanların ve halkın bilgi bakımından olmasa da manevî ve sosyal kontrol açısından mükemmel olmasını sağlamıştır. Devletin kuruluşunda temel faktörlerden biri olan “birlik” bile İslâm inancının oluşturduğu iklimden kaynaklanmaktadır. Yunus Emre’nin, Mevlâna’ nın, Ahmet Yesevî’ nin fikirleri de son derece etkili olmuş ve tüm coğrafyaya dalga dalga yayılmıştır. Bunun yanında birtakım tarikatların rolü de yadsınamayacak kadar önemlidir.

Tüm bu inanç atmosferi çerçevesinde yine islâm dinînin emrettiği

şekilde sonuna kadar cihad fikri benimsenmiştir. İslâm dinini yayma fikri de o dönem yöneticilerinin uzak plânda hedefleri arasındadır. Nitekim Yavuz

Sultan Selim’in kutsal emanetleri almasına kadar bu süreç devam etmiştir.

Osmanoğulları romanında Feridun Fazıl Tülbentçi, Osman Bey’in mala mülke sikkeye kıymet vermeyen bir insan olduğu üzerinde duruyor. Bu kurgulamadan da çıkarılabildiği gibi manevîyat hep ön plânda tutulmuş.

Birlik ve beraberliğin sağlanması için de çok önemli bir görev yüklenmiştir.

Yine Osman Bey yaşatmak için yaşamanın gerektiğine inanır ve mümkün olduğu kadar varını yoğunu fakire fukaraya dağıtır. Maddî dengenin kurulmasına çalışmıştır: — Aykut Alp'in yerden göğe kadar hakkı var. Osman Bey sikkeye, mala, mülke kıymet veren insan değildir. Nesi var, nesi yok fukaraya dağıtır...(Osmanoğulları: 256)

Devlet Ana’da ne kadar ibadete değer verildiği üzerinde duruluyor...ve

Cuma namazına daha ayrı bir değer atfediliyor. Ayrıca Ertuğrul Bey’in çok ağır hastayken bile aklının fikrinin Cuma namazında olduğu üzerinde duruluyor:

“ Geçende, ne dese iyi? «Bikez cumayı Oğuz'umla kılaydım da. Tanrı alaydı canımı.» dedi. Hayma Hatunumuz ol da, ağlamayabil bakalım.

Gözleriyle Cuma’sını kılmaya çabalamakta Ertuğrul Bey'imiz...” . (Devlet

Ana: 109)

Sürekli bir akıncılık ruhu vardır. Tüm savaşçılar iman gücü ile donanımlıdır. Kâfirle sonuna kadar savaşmak emredilmiştir. “Baskın basanındır”16 ve önce davrana yol alır...Yorgunluksa ağza anılmaması gereken bir kelimedir; çünkü işleyen demir ışıldar:

Hiçbirşey olabilemez. Gazilerimizde, ahilerimizde ve de tüm savaşçı yiğitlerimizde iman gücü vardır ve de baskın basanındır. Savaşçı takımının sür git savaştan kalması kanun değil... «Kâfirle aralıksız uğraşacaksın. » denilmiştir ve de «Kâfire göz açtırmayacaksın, denilmiştir. Yiğitlerin canları tükendi akınsızlıktan... «işleyen demir ışıldar, işlemeyen paslanır.» denilmiştir. (Devlet Ana: 138 vd.)

Tüm yöneticiler yaptıkları işin hakkını vermelidirler; çünkü ahirette neyi nasıl yaptığından da sorgulanacaktır insan... Bir sancakbeyi toprağında olan bitenlere o kadar hâkim olmalıdr ki “ pirelerin nereden nereye

16 Düşmanın baskın yapacağını haber alarak ondan önce davranıp düşmanı bozguna uğratmak anlamına gelmektedir. zıpladığını” bile bilmelidir. Aksi takdirde mal, mülk makam ve mevki ona haramdır...ve islâm inancına göre ahirette hesabı sorulacaktır.

“ Çünkü bir Sancakbeyi, sancağı toprağında pirelerin nerden nereye zıpladığını ve de niçin zıpladığını bilmeyince, haslarının gelirini helâlinden yiyebilemez. Ahirette kıyamet günü sorgusu vardır. “ ( Devlet Ana: 270 )

Kemal Tahir günümüze de gönderme yaparak her şeyin yoldan çıktığını ve doğru yoldan sapıldığını, sebepleri ve sonuçlarıyla vermiştir. Bir çeşit

şikayette bulunmuştur. Şikâyette bulunduğu noktalar ise şunlardır:

a) İnsan oğlunun azması

b) Derin günahlara batması

c) Tanrıyı unutması

d) Yaramaz işler yapması

e) Keyif için kötülükler işlemesi

Bu tip yanlışlıklar yapılmasını eleştirerek durumu daha acınacak hale getirmek için ”vah bize, vah bize!” demektedir.

İnsanoğlunun bu gibi kötülüklere bulaşmasının sonucu olarak da şunları vermektedir:

a) Kara yerin ateşe dönüp kızarması

b) Mavi göğün katrana dönüp kararması

c) Herkesin herkese saldırıp kırışması

d) Baba- ana, bacı – kardaş bilinmemesi

e) Taşların durdukları yerde ufalanması

f) Kargıların kendiliğinden kırılması

g) Sert yayların mum gibi yumaşaması

h) Kılıçların kınlarında körelmesi.... “ ....Kişi oğlu dirsek boyu kısalır, erkekliği serçe parmak kadar ufalır, boyunları karılara karşı eğri olur, ondan belli! Ayaktakımı beyliği alır başa geçer, beyler soyları adını unutur, ondan belli! Dünyayı kıtlık kavrar, yaban soğanı ele geçmez, at başı kadar altun versen bir doyum ekmek alınmaz, ondan belli! Koça Tanrı kulaklarını tıkadığından adamda, hayvanda, yerde gökte töre kalmaz, demir özenginin dibi delinir, keskin ucu aşınır, çuvaldızın deliği yırtılır, ondan belli! Ulus söz dinlemekten kalır, kişi oğlu kara böcek gibi kanatlanır, gözünü hırs burur, ondan belli! Tepeler çalkanır, ak köpüklü sular kan olur, kızıl akar, yer uğuldar yıkılır, gök gümbürdeyip çatlar, deniz yarılıp dibi görünür, ondan belli! “ (Devlet Ana: 300)

Kara Vasil’in Mavro Müslüman olmak istemektedir. Bu onun ve Müslüman olmanın beraberinde getirdiği kurallar, şu şekilde kurgulanmış ve istihzalı bir dille ona artık şeytanın yaklaşamayacağı müjdelenmiştir. Kemal Tahir burada bir çeşit ironik anlatım uygulamıştır. İslâma yeni giren birisine şunları salık vermektedir:

a. Tanrıyı her yerde var göre...

b. Peygamberden gayet utana...

c. Halka karşı edepsiz olmaya sakın...

d. Töresiz iş tutmaya hiç...

e. Kendinden büyüğe kasıntılı olmıya...

f. Küçüğe kıyıcı olmıya...

g. Sözünde, yemininde dura sımsıkı...

h. Kimselere haset etmiye...

i. Doğru söze «Evet» diye. .

j. Ayıp görse gerilip örte, kendi günahlarını bilip... Aslında Kemal Tahir’in yukarıda sıraladığı özellikler, Osmanlı’yı kuran beylerin hemen hemen hepsinde olan kişisel niteliklerden sadece bir kısmıdır.

Yukarıdaki şartlara uyan kişiye de Kemal Tahir “Bundan böyle cennetliksin,

çünkü sana kör şeytan girişebilemez! “ (Devlet Ana: 379) Cenneti hediye ederek işi oldukça kolaylaştırmıştır. Ve cenneti çok basite indirgemiştir.

Kişi her ne yaparsa yapsın ancak kendi kısmeti olan kadar ile müjdelenmiştir. Fazlasının olması asla düşünülemez. İnsanoğlu çalışmalı ve

Allahtan helâl kazanç istemelidir. İnsan için sadece ve sedece helâl kazanç vardır. Şu öğütler verilmektedir:

a.Tanrıdan helâl kazanç iste

b. Kasılma

c. Sürekli çalış

d. Doğru yol tut

e. Namertle iş yapma

f. Cimri olma

“ Bilin ki, koca Tanrı vermeyince kul baylanmaz. Bir yiğidin kara dağ boyu malı olsa, kısmetinden artığını yiyebilemez. Kasılan kişi adam olmaz.

Yürümeyince yol alınmaz ya, doğru yolu tutmalı... istemeyince ele geçmez ya, helâldan istemeli, haramdan değil... iğreti ata binmekten binmemek yeğ...

Namert ipiyle derine inmemek yeğ... Kötü yoldaşdan tek gitmeli, kötü avrattan tek yatmalı... Cimri kalıplı yiğitti, yürekli ve de bilekli yiğitti. Bir belâsı vardı, cimriydi. Karun hazinesini versen bir mangırını harcanamazdı.”

(Devlet Ana: 414)

İslâm dini aynı zamanda sabr etmeyi emretmektedir. Her şeyin bir zamanı vardır.Vaktinden önce çiçek açtığı görülmemiştir.

“ —-Sabredeceksin oğlum! Gücün yeterse affedeceksin. «Kılıçla vuran kılıçla vurulacak, okla vuran okla» denilmiştir. Allah'ın her şeye gücü yeter. Hiç bir kötü kurtulamaz. Kitapları okuyanlardansın. Kitapları okuyanların ödevi belâ karşısında sabretmektir. “ ( Devlet Ana: 102 vd.)

Düşman tarafından esir alınan Abdullah’ın cezalandırılarak surlardan aşağıya atılışı sırasında adetâ kendinden geçmiş olarak olaya şahit olan

Mihail Koses’in ağzından o anki tabloyu Kemal Tahir, etkileyici bir şekilde tasvir etmiştir. Abdullah’ın ölüm anında getirdiği kelime-i Şehadet’in Mihail

Koses üzerinde bıraktığı etki ilerleyen zamanda onun için yeni bir başlangıcın müjdesi olacaktır ilerleyen zamanda; çünkü Mihail Koses ölüm anında bile dimdik ve korkusuzca duran karakter heykelinin mimarı karşında artık kendini gittikçe teslim olmuş hissetmektedir:

“...- "Zaten geçti artık."

Ve, Mihail Kosses Abdullah'ın kelime-i şehâdetini ''işitti. Daha doğrusu, Abdullah'ın sesini işitti; kulağından çıkmamacasına işitti:

Abdullah'ın sesinde korku -hiç- yoktu.

Abdullah'ın sesinde umudu, sığınışı, avuntuyu ölümle karşı karşıya gelmişliği düşündürecek bir şeyler de yoktu; Abdullah'ın sesinde en büyük gerçeği, tek gerçeği yücelten, onurlandıran, yaşamış olmayı meşrulaştıran gerçeği tekrarlayan inanç ve idrâk vardı.

Kelimeler tam olarak değil, ama ses Mihail Kosses'in kulağına ve beynine çakıldı., bir daha çıkmamacasına! ...” (Osmancık: s. 236 )

Osman Bey bütün ruhu ve bedeniyle inanmaktadır. Yapılan her şey, atılan her adım, Allah’ın adını yüceltmek içindir. ..Var ve yok olan her şey

O’nundur...Ondan gelmiştir...ve Ona gidecektir...

“ ...Osman beğ Kayı’ya.. Kayı Oğuz’a ..Oğuz Hak yoluna” diyor ve her zaman bunu diyor ve sâdece bunu diyor.

Çünkü Osman beğ, bütün idrak gücüyle inanmaktadır ki, “ Göklerdeki ve yerdeki ordular Allah’ındır.” (Osmancık: 289)

“ Hey” diye ünledi ve o basık ama vâdiler aşan gür sesiyle konuştu;

“dileğim yoktur. Ondan ki, dilediğiniz dileğimdir, ötesi gerekmez. Bana hayır, Ümmet-i Muhammed’e ve Oğuz’ a hayırlı olandır; Allah bana hep onu bağışlasın.” (Osmancık: 307)

Osman Bey de babası Ertuğrul Bey’in kendine verdiği öğütler gibi oğlu

Orhan’ı yanına çağırmış ve ona şu vasiyeti etmiştir:

- "Eyi dinle, oğul" diye başlıyor: "Sana deyeceklerimi demişimdir.

Dileklerimi demişimdir. Deden ulu Ede Balı'nın mektubunu dahi vermişimdir.

Gerisi şeriat ve töre gereklerincedir. Amma, madem ki anan kancık vasiyet zamanıdır sanır, hatırı hoş olsun. İşte sana vasiyetim: (Osmancık: 341)

a. Anan dahi olsa, bir kimse sana Tanrı'nın buyurmadığı bir söz

söylerse, sen onu kabul etme.

b. Aslını bilmezsen Tanrı ilmini bilenlere sor.

c. Sana itaat edenleri hoş tut.

d. Hakkı gözet.

e. İtibarın bilginlere, zanaatkarlara olsun.

f. Askerin hep önünde git. g. Sana hizmet eden ve yararlı olan Hıristiyanlara daima ihsan et ki,

senin ihsanların onun hâlinin tuzağıdır."

Osman Gazi Han’ın vefatından sonra malına mülküne bakıldığında

Oğuz’dan başka hiçbirşeyi olmadığı bir defa daha ortaya çıkmıştı.O, ömrü boyunca Kayı boyu için çalışmış; mala, mülke vb. Dünyevî hiçbir şeye önem vermemişti. Varı yoğu neyi varsa hepsini halka dağıtıyor; Kendisi birçok geceler uykusuz kalma pahasına olsa da, çalışıyordu… Ölümden sonra geride bıraktığı kişisel eşyalarını malını ve mülkünü gören Mihail Koses, bu karakter heykelini Bizans tekfurlarıyla karşılaştırdığında aradaki dünyaya ve maddeye bakış farkını bir defa daha anlıyordu:

“ - "Ölüm hak, miras helâl" dediler.

Bunun üzerine, Osman gazi han'ın bıraktığı varlığın sayımı yapıldı:

Osman gazi han'ın, Denizli bezinden sarıldık bezi, Alaşehir dokumasından sancakları, kını ve kabzası sâde bir kılıcı, bir tirkeşi, bir mızrağı, bir sırt'lak telekesi, bir çift sokman çizmesi, bir tuzluğu, bir kaşıklığı, Sultanönü'nde ve Yenişehir'de sekiz yüğrük atı, iki de koyun sürüsü vardı., konukları için beslediği!

Altını, gümüşü, akçası hiç yoktu!

Köse Mihal bunu görünce, nice ganimetleri, özellikle tekfurun altın tepeceğini hatırladı. Yahşi Fakı da. o cuma, camide,

- "O, dünyada bir garib, bir yolcu gibi oldu" dedi.

Osman gazi hân, her şeyi Oğuz için edinmiş, Oğuz'a vermişti. Ve,

Osman gazi hân, Oğuz'a, ayrıca, oğlu Orhan ile torunu Murad'ı bırakmıştı. “

(Osmancık: s. 348- 349) Bekir Büyükarkın da Kutludağ romanında Osman Bey’in Orhan’a olan vasiyetini Osmancıktakine benzer bir şekilde kurgulamıştır:

“ — Oğul, dedi! Ben öldüğümde beni su gümüşlü kubbenin alnına koyasın.

Sen dahi sırası gelince yanımda olasın. Kim olursa olsun sana Tanrının buyurmadığı sözleri söylerse asla kabul etmeyesin. Eğer bilemezsen, Tanrı ilmini bilene danışasın. Unutmayasın ki, her ilim Tanrının malıdır. Tanrı oku,

öğren ve bil demiştir. “ ( Kutludağ: 262)

Anadolu Bacıları ilk bölümde de söz edildiği üzere Osmanlıya kuruluş aşamasında büyük hizmetlerde bulunmuş bir teşekküldü. Bunlar hem savaşçıların yetişmesinde hem de halk arasında birlik ve bütünlüğün sağlanması konusunda sosyal kontrol mekanizması görevi görmekteydiler.

“Biz, Bâciyan-ı Rum her gün neden tepiniriz ha, neden tepiniriz? Hem

Çavuş'um bana erlikle, aş yolunda karışma olmaz mı?

— Aşk mı dedin?

— Aşk dedim. Yere kapanır, Tanrı'yı görürüz biz. Başımızı kaldırır yine

Tanrı'yı görürüz biz. Aşk ile yaşarız biz, her gün iman tazeleriz biz.”

(Kutludağ: 32 vd.)

Şeyh Edebalı de Osman ile sohbet ederken iman gücünün ne kadar gerekli olduğunu belirtiyor ve insan üzerindeki etkisini Osman Bey’e tüm saflığıyla vermeye çalışıyordu. Osman Bey’in Şeyh Edebalı’nin kızı ile evlenmesi vb.gelişmelerle Şeyh Edebalı’nın etkisi daha da artmıştır.

“ “Osmancık , ey Osmancık” diye başlarken sesi, belli belirsiz de olsa yükselmişti. “İnsanı ancak iman yalnız, ülkü yalnız bırakır. Bunu böyle bil.

Yardım dilemişsin; yardım ancak imândadır, ülküdendir.Bunu böyle bil. Bir gün.. umarım tez o gün, ki bunu anlayacaksın..senden bekleneni anlayacaksın.” (Osmancık: 90)

İslâm dinini yaymak ve cihad fikri de Osmanlı’nın kuruluşu sırasında yadsınamayacak bir öneme sahiptir. Bunlar içinde özellikle Kalenderîler,

Hristiyanlar arasında da islâmiyetin yayılması konusunda çok önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Bunlar, yapıları itibariyle daha şen şakrak ve daha yüzeysel temellere dayandığından ayrıca aşk merkezli hareket ettiklerinden çok etkili olmuşlardır.

″Dede Baba'nın en büyük zevklerinden bir tanesi de anlatmaktı. Sırası gelince hiç nazlanmaz, konuşur, hep konuşurdu :

— Kısa söyleyeyim, dedi. Daha doğrusu bildiğim kadarıyla anlatayım.

Belki de onların kökü Kalenderlerden, hatta Yesevîlerden gelir. Hepsinin başlangıcı Horasan'dadır. Hiç bir yerde uzun süre kalamazlar. Babaîlerle de karışmışlardır.İslâmlığın içine, bir türlü üzerlerinden atamadıklan Şamanizm’i de katmışlardır. Şeyhleri olsa gerekir. Öyle söylerler. Ama ben belli başlı tekkelerine rastlayamadım.Varsın dolaşsınlar. Bu gezgincilerin, cisme dayanmayan, tek yanlı bir âlemi benimseyişleri bizler için çok yararlı olacaktır. Hiç değilse bir süre yararlı olacaktır. Tarikatların kurallara bağlı yaşayışlarına ayak uyduramayıp köylere dağılmaları buraları için başka türlü bir tohumdur. Bilmem anlatabildim mi evlât?

— Biraz daha söyle Dede Baba!..

— Kâfirlerle savaş ve İslâm dinini yaymak uğrunda şeyhlerinin

ölümsüzlüğü kadar kendi ölümsüzlüklerine de inanan Abdallar, gelecekten haber vereceklerini de sanırlar. Bu yüzden cezbeye kapılırlar, göğe doğru ellerini uzatırlar, kendilerine işkence yapmaktan çekinmezler. Uyuşmuş, miskinliğin altında ezilmiş şehirler onlara sevimli gelmez. Çünkü köylerdeki ahlâk anlayışı da şehirlerin aksine bir özgürlük havası taşır.

Şehirlerdeki tarikatlar, hatta Mevlâna Celaleddin, Hacı Bektaş, Şeyh Edebalı bile belki bunların davranışını hoş görmezler. Abdallar, Kalenderiye tarikatında olduğu gibi yeni bir ahlâk kuralı kurmak, yeni bir toplum düzeni yaratmak heyecanı içindedirler. Yetti mi?” (Kutludağ: 60)

Sunguroğlu’nda ( I. ) Yavuz Bahadıroğlu bir bayrağın altına girmeyi ve bir takım idealler için mücadele etmeyi salık vermektedir. Yine aynı eserde affetmesini bilmek üzerinde duruluyor ve Hz. Ali’ nin yüzüne tüküren birisini affederek ne kadar geniş bir affetme gücüne sahip olduğu vurgulanıyor:

Yalnız şunu bil, maksadına ermek istiyorsan, bir tuğ altına girmen lâzım. Bir beye sırt dayaman lâzım. Baban Orhan Bey’e hizmet etmişti.

Umarım sen de o bayrağın altına girersin. Orhan Beyin geleceği aydınlıktır.

Diğer beyliklerin hepsi sönüp gidecek veya Osmanoğullarının hâkimiyetine girecekler. Sen, Osmanlılığın şanını ve babanın namını yücelteceksin. Hiçbir zaman hissî hareket etme. Hattâ eğer Osmanlılar aleyhine entrikalar çevirme- ye son vermişse, Selikos'u bile affetmeni istiyorum. Çünkü Hazret-i Ali

Efendimiz, bir kâfiri yüzüne tükürdüğü zaman affetmişti. Daima Allah'a güven. O güvenilecek tek mercidir." (Sunguroğlu- I : 28)

Aykut’a Akça Dede tarafından babasının sanı verilirken de ortama tamamen manevî bir hava hâkimdir. Çünkü her ne olursa olsun hepsinde güdülen maksat zalimle, savaş, dini korumak ve devleti de korumak, Allah’ın dinini dünyaya yaymaktır. Yapılan tüm işlerde bu felsefe güdülmüştür.

“Akça Dede, Aykut'un ellerini tuttu. Kendine çekip, karanlıkta, muhabbetle alnından öptü. Kılıcını dâima Allah yolunda, zalimlere ve devletinin düşmanlarına karşı kullanacağına yemin et oğul." Genç adam kıbleye döndü, dizleri üstüne oturarak: "Allah adına yemin ederim ki, kılıcımı ve kuvvetimi zalimlere, dinimin ve devletimin düşmanlarına karşı kullanacağım. Dinime, devletime karşı dikilen başlan kıracağım."

"Allah kılıcını keskin, bahtını açık etsin oğul. Bundan sonra sana babanın nâmını veriyorum. Nâmın Sunguroğlu olsun."(Sunguroğlu- I:29)

İslâm dininde intikam hissiyle hareket etmek kesinlikle, haram kılınmıştır. Aynı zamanda hiçbir din büyüğü de intikam hissini onaylamamıştır. İntikam hissiyle hareket etmeyi insanın nefsine yenilmesi olarak nitelemişlerdir:

“Yaman olur oğul, yaman olur.Düştüğü yeri yakar köz eder. Ama intikam hissiyle hareket etmek, nefsin arzusuna girmek demektir. Bu his dinimizce de yasaktır. Din büyükleri, her hareketleriyle intikam hissini kötülemişlerdir. Gel sen bu hissi, din ve millet sevgisine çevirmeye çalış.

Allah’ın dostuna dost, düşmanına düşman ol.”(Sunguroğlu- I : 31)

Sunguroğlu Akça Dede’nin hediye ettiği akıncı elbiselerini giyerken son derece heyecanlı bir şekildedir. Cenge atılmak istemekte, kendilerine aynen babası gibi cenk yolunda ölmenin yakışacağını vurgulamaktadır...

“Kim bilir bu elbiseler, kaç yıl cenk meydanlarında vücudunu saracaktı? Belki de cenk meydanına erişemeden babası gibi arkadan atılan bir okla şehadet şerbetini içecekti. O zaman yine bu elbiseler kefeni olacaktı.

"Boş ver!" dedi kendi kendine. "Alnımıza ne yazılıysa o olur. Bize yaraşan da cenk yolunda ölmektir." (Sunguroğlu- I : 35) Onlar adeta yaşatmak için vardılar ve bunun için var güçleriyle savaşmaya çalışıyorlardı.. Kendilerini İnançlarının bir tutsağı olarak görüyor, gerekirse onun için canlarını feda etmekten çekinmeyeceklerini söylüyorlardı:

"Sağol Saltuk kardeş! Din için, vatan için, Osmanoğulları için

çalışacağıma and içmiştim. Allah bana bu fırsatı verdi. Binler hamd ve senalar olsun. Beş yıldır serhadlerde kılıç sallarım, en büyük emelim birgün

Bizans'ı saran duvarların önümüzde tarumar olduğunu görmektir. Bunu belki torunlarımız yapacak, ama muhakkak olacaktır. Bu gaye için gerekirse ölüme bile atılırım.

" Saltuk'un gözleri nemlenmişti:

"Sağol Sunguroğlu. Allah Osmanoğulları’nı, senin gibi yiğit serhad bekçilerinden mahrum etmesin. Hepimiz aynı dinin fedaileri, aynı inancın köleleriyiz. Bu uğurda seri adet hepimiz için cana minnettir. Ve biz böyle düşündüğümüz müddetçe.Osmanlı Beyliği kısa zamanda dünyaya diz çöktüren bir imparatorluk olacaktır.”

Bir müddet bakıştılar, sonra sözlerini mühürlemek ister gibi, hararetle kucaklaştılar. (Sunguroğlu- I : 66-67)

Sunguroğlu, iman gücüyle yoğrulmuş bir akıncının duygularını vermesi açısından son derece önemlidir. Aynı zamanda savaş sırasında dahi mümkün olduğu kadar ibadetlerine dikkat ettiklerinin bir göstergesidir. Onlar tam bir kendinden geçmişlik ile Allaha bağlıydılar. Bu bağlılık ve inancın gücü mükemmel karakterler ortaya çıkarmıştır:

Uyandığı zaman neredeyse sabah namazı geçmek üzereydi. Alelacele abdestini aldı ve yepyeni ümitlerle dolu olarak Allah'ın huzuruna durdu.

Namaza durduğu anlar, en çok sükûnet bulduğu anlardı. Tahlil edemediği ulvî hislerle kalbi dolar, ruhu coşar ve vecd içinde her secdeye varışta biraz daha sükûnete ererdi.

Soluna da selâm verip namazı bitirdikten sonra, bütün kötü düşüncelerden temizlenmiş olduğunu hissetti. Kalbindeki ümitsizlik bir sabun köpüğü gibi erimişti. Ne olursa olsun, her şeyin düzeleceğine, Gül Hatun'un kurtulacağına inanıyordu.

Uzun uzun dua etti. Allah'a sunulmuş bu ellerde neler yoktu ki? Yalvardı, yalvardı... Osmanlıların kuvvet ve kudretlerinin artması için yalvardı. İslâmın muzaffer olması için yalvardı. Cenk meydanlarında zafere ulaşmak için yalvardı. Ve Gül Hatun'un kurtuluşu için Allah'a yalvardı.(Sunguroğlu- I:91)

Hiçbir Osmanlı Bey’i şan ve şöhert için savaşmamıştır. Onlar için kişisel çıkarlar hiçbir zaman söz konusu olmamıştır:

"Onlar da buna taraftardır Beyim," dedi."Hiçbir Osmanlı beyi nam için, nişan için döğüşmez.Hepsinin arzusu Allah yolunda cihad ve zaferdir.

Başkaca bir dilekleri yoktur. Kumandanın şu veya bu olması onlar için ehem- miyetli bir husus değildir."( SunguroğluI:154)

İnancın varlığı ve Allahın onların yanlarında olduğu onlara güç vermiştir.

“Allah bizimledir İbrahim, ümitsizliğe düşme,” diye mırıldandı.

Bu kelime sanki ona kuvvet kaynağı olmuştu.Daha kuvvetli ve imanlı bir sesle tekrarladı:

Allah bizimledir ağam, Allah bizimledir.” (Sunguroğlu- I :209)

Şehit olan arkadaşları için üzülen Sunguroğlu dini merasim yapılmadığı için üzüntü duymaktadır. Kurguda merasim olmasa da gökyüzündeki tüm yıldızlar şehidi selamlayarak kelimelerle merasim yapılmıştır. Adeta Akif’inYedi kandilli süreyyası burada bir kez daha şehitleri selamlıyor gibidir:

“Kardeşim, sana hiçbir dinî merasim yapamadık. Ama gökler senin şehit naaşını selâmlamak için yıldızlarını seferber etmiştir. Sen şehitlik rütbesine erdin. Peygamber Efendimize selâmlarımızı söyle. İnşaalah ahirette görüşürüz.” (Sunguroğlu- I : 260)

Köse papaz Sunguroğlu ve arkadaşlarının namaz kılışılarına şahit olmuş ve o andaki teslimiyetçiliklerine hayran olmuştur... Çünkü onlar namaz kılarken tam bir teslimiyet içindedirler ve dünya muhabbetinden zerre kadar eser yoktur... Onların namaz kılışlarını izleyen Köse Papaz da adetâ kendinden geçmiş Müslümanlıkla Hristiyanlığı kendi içerisinde karşılaştırmış

Hristiyanların neden böyle teslimiyetçi olamadıklarını düşünmüştür. Sonuç olarak ise Hristiyanlıktaki samimiyetsizliği “teslis inancı” na bağlamıştır.

Teslis inancına göre üç şeye tapılır:

Allah baba, oğlu İsa ve İsa'nın annesi Bakire Meryem İnançtaki bu ayrılık sonucu da Hristiyanlar birlik olamamakta ve sürekli karışıklıklar

çıkmaktadır. Köse papaz Müslümanların ibadet edişini de şahit olduktan sonra

Müslümanlığa ve Müslümanlara karşı olan sevgisi bir kat daha artmış, ilerleyen zamanda kendisinin de Müslüman olacağı yönünde söylemlerde bulunmaya başlamıştır:

“Papaz hariç diğerleri atlarından inip kollarını sıvadılar. Abdest almak için denize doğru yürüdüler. Yalnız papaz atının ayakları dibine çökmüş, başını iki elleri arasına alarak bu adamları seyretmeye hazırlanmıştı. İbrahim de arkadaşlarının ardından yürürken papaza takılmaktan kendini alamadı.

"Siz gelmiyor musunuz, papaz efendi?" Papaz acı acı güldü: "İnşallah birgün ben de geleceğim yiğidim."

Köse Papaz, ilk olarak içinde bir kırıklık duyuyordu. Şimdiye kadar abdest alan, namaz kılan çok insan görmüştü, ama hiçbirinin ölüme gitmeye hazır olan bu yiğit akıncılarınki kadar kendisine tesir ettiğini hatırlamıyordu.

Bir yandan köse sakalını çekiştirip dururken, bir yandan da derin düşüncelere dalmıştı.

Kıbleye karşı yönelip Allah'a secde eden bu insanlara bakıyor, kendisi papaz olduğu halde hiçbir zaman Allah'ın büyüklüğü karşısında aczini itiraf edip coşkun bir iman ile secdeye vardığını hatırlamıyordu. Hattâ İmparator karşısında eğilirken, Allah önünde eğilmekten daha büyük bir şevk duymuştu.Mesleği icabı birçok kimselere vaazler vermiş, Allah'ın büyüklüğünü onlara ispat etmeye çalışmıştı. Ama şimdi anlıyordu ki, bilmediği, tahlil edemediği birşey, bir duygu Allah'a tam iman etmesine her zaman mani olmuştu. Uzun uzun düşündükten sonra bunun Hristiyanlıktaki teslis akidesinin getirdiği bir inançsızlık olduğunu idrak etti. Tapılacak, ulu tanınacak üç şey vardı Hristiyanlıkta. Bu üçünden hangisinin daha büyük ve kudretli olduğunu hiçbir zaman kestirememiş ve onlara karşı içine bir itimatsızlık dolmuştu. Şimdi burada namaz kılanlara bakıyor, ne büyük iman ve vecd ile tek Allah'a ibadet ettiklerini görüyordu. Gittikleri yere adalet ve asayiş getiren Müslümanların idare şekillerini düşündü. Mesleği icabı birçok dinleri incelemiş olduğu için Arapların Müslümanlık öncesi âdetlerini de iyi biliyordu. Doğan masum yavrularını, sırf kız oldukları için diri diri toprağa gömen bu vahşi insanlar, Muhammed'in (a.s.m) getirdiği İslâm dini sayesinde bir an'ane halini alan çirkin âdetlerini terketmişler, kızlara da erkekler kadar eşit haklar getiren İslâm dini ile bedevilikten çıkıp cihangir olmuşlardı. Bu din, Hazret-i Muhammed'den (a.s.m.) sonra da aynı tazelikte kalmış,

Hıristiyanlıkta görülen parçalanmalar ve yozlaşmalar İslâmiyetin bünyesinde olmamış, veya bu dinin sağlamlığından ötürü içine hizipler sokulamamıştı.

Dünya yüzünde bir tek olan Kur'ân-ı Kerimi ve adedi yüzleri bulan

İncil'i düşündü. Yüzlerce yazılan bu kitap, elbette bozulmaya mahkûmdu. Ve

İncil'in muhakkak olarak bozulduğuna her zamankinden daha çok inanıyordu

şimdi.

Namazlar artık bitmiş, eller büyük Allah'a açılmıştı. İçten gelen dualar, ufkun kızıllığı ile birlikte dünya yüzüne yayılıyor, o zamana kadar öyle bir dua görmemiş küffar topraklarında burcu burcu filizleniyordu.

Gönüller cûşa gelmiş, kalpler Allah'a yönelmişti. Köse Papaz, iyi biliyordu ki, şu anda bu insanların kalbinde dünya muhabbetinden eser yoktu.

Yalnız inandıkları yüce varlığa ibadet etmenin ruh huzuru ve sürürü içinde idiler. Ellerinin boş dönmeyeceğine inandıkları için, inandıkları dâva uğruna bütün kalpleri ile Allah'tan dilekte bulunuyorlardı.

"Ya Rabbi, dinini şu küffar diyarında zelil koma. Ya Rabbi, bize fetih nasip eyle, bizi düşmana karşı muzaffer eyle, İslâm dinini dünya yüzünde aziz eyle. Dinimizin devletimizin düşmanlarını zelil ve perişan eyle. Dinimize, milletimize göz dikenleri; ya Rabbi ıslahları kabilse ıslah eyle, yok eğer yine eski düşmanlıklarına garazlarına devam edecekler ve ıslah olmayacaklarsa ya

Rabbi; Kahhar ism-i celilin hürmetine kahreyle..."

Köse Papaz, iki damla yaşı elinin tersiyle silerek doğruldu. Müslümanların her yerde zaferler kazanmalarının sebeplerini şimdi daha iyi anlıyordu. En büyük düşmanları için ıslah olmalarını yalvararak isteyen bu insanlar, en son

çare olarak onların kahrolmaları için beddua ediyorlardı. Merhametin son raddesine kadar geliyor, şefkat duygularını tam olarak kullanıyor, ancak

şefkat ve merhametle ıslahı mümkün olmayanları Allah'ın Kahhar ismine havale ediyorlardı.

"Bu millet, elbette cihangir olacaktır," diye mırıldandı. "Böyle içten

Allah'ına bağlı olan, düşmanlarına karşı bile merhametkâr davranan bu millet, elbette ki, yenilmeyecektir. Artık bütün kalbimle inanıyorum. Her sabah, her saat böyle ruhlarının derinliklerinden kopup gelen dualarla Allah'a yönelen kalpler, elbette ki, Allah tarafından reddedilmeyecektir. Ve mutlaka Allah, onlara er geç diledikleri Bizans topraklarını bağışlayacaktır."

Namaz bitmiş, eller yüze sürülmüştü. Son olarak hep bir ağızdan:

"Amin, amin, amin," diye üç kere tekrarlayarak doğruldular. Vakit geçirmeden atlarına doğru yürüdüler. Namazda zaman israfını hiç düşünmeyen bu insanlar, normal vakitlerde bir dakika bile boş vakit harcamak istemi- yorlardı.

Yolda Köse Papaz atını İbrahim'in atına yaklaştırdı. Titrek bir sesle hitap etti:

"Ne güzel dua ettiniz öyle İbrahim!"

"Tabii ya, ne zannettin sen? Biz her namazda böyle dua eder, dinimizin, milletimizin muzaffer olması için Allah'a niyaz ederiz."

"Allah dualarınızı kabul eder mi?"

İbrahim bu suale güldü:

"Sizinkileri etmez mi?"

Köse Papaz başını iki kere salladı: "Etmez ya," dedi. "Ne kadar papaz varsa Hristiyanlık dininin aziz olması için kiliselerde dua eder, ama galiba bu dualar kilise duvarlarını aşmaz."

"Neden?"

"Baksana Hıristiyanlar her gün biraz daha birbirlerine düşüyor. Şimdi

Bizans yine kaynamaya başladı. İmparator Yoannis Kantakuzinos aleyhine ayaklanmalar, aldı yürüdü. Duamız kabul olsa böyle mi olurdu?"

"Niçin kabul olmadığını düşündün mü hiç?"

"Bu sabah siz dua ederken düşündüm."

"Eee?"

"Şu neticeye vardım. Hıristiyanlıkta teslis akidesi vardır, yani üç

Allah'a tapılır. Allah baba, oğlu İsa ve İsa'nın annesi Bakire Meryem. Bizim dualar bu üçüne gidiyorsa mutlaka biri kabul edince öbürü reddediyordur.

Böylece bizim dualar da yedi kat göklerde muallakta kalıyor."

Hristiyanlık hakkında hiçbir malûmatı olmayan İbrahim bu sözlere isyan etti:

"Tövbe de köse sakallı, yoksa beyn-i bâlâna kılıç tersi geliyor ha!"

O kadar bağırmıştı ki, Sunguroğlu arkaya baktı.

"Ne oluyor be?"

"Bu papaz amma da kâfırmiş be! Üç Allah olduğunu iddia ediyor."

Sunguroğlu Hristiyan dinini iyi bildiği için güldü.

"Yok be yiğidim. Duamızın niçin kabul olmadığını sordu da onu anlatıyordum."

"Niçin kabul olmuyormuş?" "Malûm. Hristiyanlıkta teslil usulü var. İhtimal ki, İsa, bundan hoşlanmıyor da dualarımızı yüzgeri ediveriyor."

"Allah'ın bir olduğunu sen de biliyorsun papaz efendi."

"Galiba bu sabaha kadar şüphem vardı, ama içime öyle şeyler doğdu ki, artık birliğine iyice iman ettim."

"Oldu olacak, Hazret-i Muhammed'in (a.s.m.) peygamberliğini de kabul et de tam olsun bu iş."

Papaz bir süre cevap vermedi. Neden sonra Gelibolu yakınlarına geldikleri zaman mırıldandı:

"Edeceğim galiba," dedi.” (Sunguroğlu- I :273-277)

Yazar Yavuz Bahadıroğlu yukarıdaki kurguda zaman zaman

Hristiyanlıkla Müslümanlık arasında karşılaştırmalar yapmış... İslâm dininin ne kadar üstün olduğunu her fırsatta tekrarlamıştır.

Müslümanlar her şeyin ama her şeyin Allah’tan geldiğine tüm kalpleriyle inanmaktadırlar:

“Sen istirahatına bak nine. Elbette öldüren de , yaşatan da, bu dünyayı yaratan da Allah’tır. Her şey onun iradesi ile olur. Bu dünyada ölüm de vardır. Öyleyse metanetimizi muhafaza etmemiz lâzım. Allah’a karşı isyan edilmez.”(Sunguroğlu -II : 17)

İslâm dini için cihad yapmak onlar için olmazsa olmazlardan biriydi.

Bu uğurda neleri var neleri yok feda ediyorlardı. Söz konusu olan devletin bekası ve Allahın adını yüceltmekti:

“Hay yiğidim hay! Bak a hatun, böyle yüz oğlum olsa da yüzünü cihad meydanına salsam gam yemem.” (Sunguroğlu -II : 21) “İrini, yarı ölü halde delikanlının söylediği kelimelerin mânâsını anlayabilse, belki bu büyük imân denizi önünde diz çöker ve İslâmiyet'i kabul ederdi.” (Sunguroğlu -II :183)

Allahtan başka kimseye kul olmak onlara yaraşmazdı. Onlar sadece ve sadece Allahın önünde secde eder ona inanır ve ona ibadet ederlerdi:

“Köse dost bakışlarla arkadaşına baktı:

"Biz kula kul olmak için yaratılmış insanlar değiliz İbrahim," dedi.

"Bunun taklidi bile zor gelir bize. Kulluğun en güzeli Allah'a yapılır çünkü.

İbrahim bu sözlerden memnun olmuştu:

"Hay ağzına kurban olayım Köse," dedi. "Yine bal akıtmaya başladın.

Bir an evvel şu işten kurtulayım da, öleyim zararı yok. Köleliğin taklidi bile zor." (Sunguroğlu- III :122)

Osmanlı Devletini kuruluşunda emeği geçenler gittikleri her yere sevgiyi, barışı, samimiyeti ve gerçek dostluğu da yanlarında götürmüşler işin doğası gereği savaşmışlar fakat aldıkları yerlerin halklarına asla va asla zulüm yapmamışlardır. Gittikleri her yerde hoşgörünün de bayraktarlığını yapmışlar islâm dinine davet etmişler fakat asla zorlamada bulunmamışlardır.

Bu da ilerleyen zamanda meyvesini verecek Moğol ve Bizans baskısından bunalan halkın onlara muhabbet beslemesini sağlayacaktır. Böylece birçok defa kaleyi daha dıştan fethetmeden içten çoktan fethetmelerini sağlamıştır.

"Evet dostlarım," dedi. "Bu iş de böylece bittikten sonra bize baba vatanına gitmek kalıyor artık. Allah ömür verirse yine görüşürüz."

Şövalye Lagan'ın omuzuna ellerini koydu:

"Kalber'le kızkardeşini sana emanet ettiğim için gözleri arkada kalmayacak şövalye." Şövalye Lagan Mişöp Sunguroğlu'nun ellerine sarıldı:

"Arzunu emir telâkki ederim yiğidim. Kalber'i subay olarak orduya aldıracağım. Kendisine ve kızkardeşine mükemmel bir ev vereceğim. Her türlü meseleleriyle meşkul olacağım, emin olabilirsin."

'Teşekkür ederim Lagan, eminim."

Gitti, Kalber'e elini uzattı:

"Allahaısmarladık Kalber. Epeydir birlikte kaldık. İyi kötü günlerimiz oldu. Belki bilmeyerek sizi kırmış olabilirim. Hakkınızı helâl ediniz."

Kalber'in gözleri yaşarmıştı. Kollarını açıp Sunguroğlu'na sarıldı.

"Sen bize çok iyilik ettin yiğidim," dedi. "Seni hiçbir zaman unutmayacağız."

Jozefin'in de gözleri dolu dolu idi. Elinin tersi ile pırıldayan bu damlacıkları silerek:

"Ben sizin hiç yanımızdan ayrılmayacağınızı sanıyor ve İstanbul'a o iştiyakla geliyordum şövalye," dedi. "Halbuki siz Osmanlı’sınız.

Vazifelisiniz, elbette gideceksiniz.Ama kalbimi de beraber götürdüğünüzü unutmayınız."

Köse ile İbrahim bakışarak belli etmeden birbirlerine göz kırptılar.

Duka hafiften hırladı. Şahin ön ayakları ile toprağı eşmeye başladı.

Sunguroğlu ise başını öne eğdi:

"Benim kalbim bana yük olduğu için, dinime, milletime adadım

Jozefin," dedi. "Sizin kalbinizin ağırlığını hiç çekemem. Hayatta mesut olmanızı dilemekten başka birşey yapamıyorum. Yalnız bir temennim daha var."

Genç kız merakla sordu: "Nedir o?"

"Dinime girmeniz."

Jozefin başını indirdi:

"Bilmem ki," diye mırıldandı. "Ben dininize çok yabancıyım."

Sunguroğlu cevap vermedi. İrini genç adama yaklaşarak kulağına fısıldadı:

"Biz Müslüman olmaya karar verdik yiğidim."

Sunguroğlu hayret ve neşe ile sordu:

"Siz mi?" (Sunguroğlu- III :205)

Kur'ân-ı Kerîm onlar için biricik ve eşsiz bir yaşam felsefesi sağlıyordu. Her şey orada buyurulduğu üzere yapılıyordu. Kaynağın tek olması, hem yaşamlarına hem de dünyaya bakış açılarına çok büyük bir güç veriyordu. Müslümanlık gereği cihad emredilmişti. Cihad sırasında düşmanın sayısı hiç göz önüne alınmıyordu. Zâlim olanlar ne kadar çok olursa olsun onlarla savaşılmalı ve Allah’ın adâleti oraya yerleştirilmeliydi. Kur’ân’ın aydınlığı her yeri aydınlatmalıydı. Bunun için de cihad kaçınılmazdı.

Sepetçioğlu Bu Atlı Geçite Gider romanında bunu Vezir Çandarlı Ali

Paşa’nın ağzından şöyle vermektedir:

“Veziriazam Çandarlı Ali Paşa, veziriazamlığının konuşması gerektiğine bu sırada inandı. Gönlü Bayezıd Beğin yıldırım sağanağından yanaydı; aklı, Sanca Paşanın öfkesi yatışmalı, diyordu. Yüreği, Murad Beğin

üzüntüsünü duya duya: «Bizim yolumuzu kitabımız çizmiştir ulu Hanım, kitabımız Kur'ân-ı Kerîm’ dir» dedi. «İzin verildi bilerek konuşuyorum, ba-

ğışlanmak dilerim. Kitabımız ışığımızdır. Dünümüzü aydınlatır, bugünümüzü aydınlatır ve hem de yarınımızın aydınlığıdır. Bu sabah, namazdan sonra aç- tım; niyetim okumaktı, gönlümü aydınlatmaktı. Açtığım yaprağın ilk âyeti

Tanrının kesin buyruğunu duyurdu bana: Ya Nebî, inanmayanlarla ve puta ta- panlarla savaş!, buyuruluyordu. Düşündüm. Şu kadar inanmayan bu kadar puta tapan diye buyurulmuyordu. Sayıca senden fazla, senden üstün, senden güçlüyse savaşma diye de buyurulmuyordu. Düşünür iken dalmış, ulu kitabı kapamışım. Üzülerek yeniden açtım. Aynı yaprak değildi, beni yeni bir yüce buyruk bekliyordu, şu âyet-i kerîme idi: Neden endişe ediyorsun? Unutma ki inanmayanların nice muazzam ordularını inananların küçük ama cesur savaşçıları yok etti. Tanrı böyle buyuruyordu Murad Hanım, ben bir aciz kul olarak bu buyruğa ancak Uyarım; ancak, zafer inananlarındır âmenna derim.»

(Bu Atlı Geçite Gider: 292 vd.)

“Cihada iştirak etmek, katli vacip olanlarla savaşmak İslâmın emrinde ve hizmetinde olmak Allah'ın emri idi. Kur'an-ı Kerim büyük rehberdi. En güzel örnekleriyle yegâne ilim kaynağı Kutsal Kitap’tı; bir hükümdar ki,

Kur'an-ı Kerim'i başının üstünde tutarsa, onu severse, sayarsa, en yüce varlığın vahiylerle tesis ettiği ilâhi nizamı sayfalarının arasında muhafaza eden kitaba sadakat gösterirse, elbette ülke halkı o feyz ve bereket içinde huzur ve saadet yıllarını idrak etlerdi.” (Osman Gazi: 233)

Murad Bey Allah’a dua ederken her şeyi O’nun rızası için yaptığını, tüm varlığıyla ona teslim olmak istediğini, şu an onun huzurunda sadece bir mahlûk olarak bulunduğunu ifâde ediyor ve artık vuslat zamanının geldiğini;

Allah’tan yegane dileğinin O’na kavuşmak olduğunu belirtiyor:

“O zaman Murad Beğ başındaki börkü çıkarıp yanına koydu. Yakasını, yarısınaca açtı. Sanki göğsü bağrı yangınlar içindeydi: «Tanrım!.» diye inle- di. Titreyen elleri yaprak yaprak açılmıştı. Gözleri, göz pınarlarından yanmakta, ha doldum ha boşaltıyorum demekteydi: «Tanrım huzurundayım.

Ne Han ne Sultan ne de Beğ. Orhan oğlu Murad olarak huzurundayım; sana ben gerek isem ben geldim işte. Savaş, dedin; savaştım., nizâm-ı âlem için savaştım, zaferi bana lütfettin, lûtfunu ödemekten âcizim. Nizâm-ı âlem için yenilmek varsa, yenilmem senin şanına yakışırsa eğer, razıyım yenilen ben olayım. Benim yenilmem ile iş bitiyorsa, kimsenin kanı dökülmeyecek ise bundan sonra, yenilen ben olayım. Ne dünya, ne malı, ne şanı ne şerefi., istediğim bilirsin ki bunlar değil, hiç biri değil; seni istiyorum artık sana kavuşmağı., sende dinlenmeği istiyorum. Bundan başka bir dileğim yoktur. Bu azgın yel dursun, "bu toz toprak uğrunda savaşanlara engel olmasın. Bunun pahası kanım ise eğer izin ver aksın, bana yarın şehitliği çok görme, duyduğunu biliyorum çünkü huzurundayım!»” ( Bu Atlı Geçite Gider: 300 )

Akına giden yiğitlerin gerek kendilerinin gerek halkın onlar için ettiği dualar son derece motive edici olmuş, zaten çok iyi yetişmiş olan akıncıların gücüne bir kat daha güç katmıştır.

Hancı ardından bir kova su döktü:

"Sağlıcakla git yiğidim," diye bağırdı. Sonra kapının eşiği üstüne diz

çöktü. Ellerini açtı.

"Ya Rabbi, akıncılarımızın koluna kuvvet ver, kılıçlarını keskin eyle, tevhid sancağını bütün dünya yüzünde dalgalandırmak için cihada çıkan kullarımı muzaffer kıl" diye içten gelen bir coşkunlukla dua etti. (Turgut Alp:

141)

Müslümanların inaçlarının bu denli kuvvetli olmalarına karşın

Hristiyanlar tam bir çelişki içerisindedirler. Sürekli kargaşalar yaşanmakta hatta kendileri bile inançlarından şüphe etmektedirler: "Benimle konuşurken Meryem'den, İsa'dan bahsetme Moris. Bilirsin, böyle şeylere inanmam. Papazların para kazanmak için uydurdukları korkunç cehennemle cazip cennet de beni hiç alâkadar etmiyor üstelik. Şu anda bana para lazım ve bu sende vardır."

Moris soğuk soğuk terlemeye başlamıştı. ( Turgut Alp: 160 )

Müslümanlar Hristiyan şövalyelerinin yaptığı gibi aldıları yerlerin halklarına asla zulüm etmemiştir:

"Hayır," dedi, "artık hayret etmiyorum. Türkleri tanıdıktan, hal ve hareketlerini gördükten sonra İslâmın büyük bir din olduğunu ben de anladım.

Önceleri sanıyordum ki bizi kendilerine peşkeş çekecekler, ama şu ana kadar bir Türk kapımızı çalmadı bile."

Meryem memnun memnun başını salladı:

"Kadınları rahatsız eden ancak şövalyelerdir kuzum," dedi. "Türkler böyle şey düşünmezler. Dinimiz harama bakmayı yasaklamıştır çünkü."(

Turgut Alp: 168)

Türkler asla maddî meseleler için düşmanla anlaşmaya girişmez ve rüşvet alıp vermezlerdi. Onlar için maddiyat hep ikinci plânda kalmıştır.

“Sen, Türklerle Rumları karıştırıyorsun şövalye. Türkler rüşveti haram sayarlar. Çalışmadan bir kuruş bile kabul etmezler.Para için her şeyi göze alan, babasını bile ipe çekmekten çekinmeyen biziz.” (Turgut Alp: 194)

“Aşk” – Allah aşkı- onlar için her şeye bedeldi. Onlar Gerçek aşkla dünyevî aşkı çok güzel bir şekilde birleştirmesini biliyorlardı. Allahın huzurundayken tüm ruh ve beden büyük bir ahenk içinde oluyordu:

“Turgut seccadeye doğru gitti. Bir an bütün düşüncelerini aklından sildi. Allah'ın huzurunda bulunduğunu tahayyül etti.O her şeyi bilen, her şeyi gören, her şeyi en ince teferruatına kadar aksaksız ve noksansız tanzim eden büyük Yaratıcının huzuruna, bütün düşüncelerinden arınmış, yalnız inanç ve ibadet aşkıyla dolu olarak el bağladı.”(Turgut Alp: 198)

Her şey Allah’ın rızasını kazanmak için yapılmaktadır. Onlar asla nefislerinin kölesi olmamışlardır:

"Biliyorum, tehlikeli bir oyuna giriyoruz," dedi. "Geri dönmeme ihtimali de vardır. Ama bilinmelidir ki tehlikeyi alt etmenin tek çaresi tehlikeye atılmaktır. Bu düğün iyi bir fırsattır. Bilecik rahatlıkla bizim olabilir. Bu yüzden tehlikeye atılmak zorundayız. Allah şahidimizdir; kendi- miz için hiçbir şey istemiyoruz ve keni zevkimiz yoluna gazilerimizi tehlikenin kucağına atmıyoruz; her şey Hak rızası kazanmak için yapılıyor, bu uğurda çalışıyoruz, siz de, biz de. Allah bizimle olacaktır." (Turgut Alp: 366 )

Osman Bey’in tüm ömrü de Allah rızasını kazanmak için mücadele etmekle geçmiştir. Onun dileği Allah’ın rızasını kazanmak ve milletinin refahını artırmaktır.Bunu yaparken de diğer insanları sömürmeye değil adaletli bir dağılımı sağlamaya dikkat etmiştir:

“ Bütün hayatı at üstünde geçmiş, güreşmiş, nişan almış, cirit oynamış, bilek kıvırmış, ava çıkmış, attığı oklar tam hedefe isabet etmişti. Hayatında en büyük sevgi, Allah'a yönelmekten başka bir şey değildi... Fakat şimdi birden bire ne olmuştu? Beyninden vurulmuşa dönmüştü.

Kalbi sür'atle çarpmıştı. Hançeresi de kurumuştu. Elleri titriyordu.

Konuşmak cesaretini hissetse bile bu gücü kendisinde bulamıyordu. Birşeyler olmuştu, asma dallarının arkasında... Gül ağaçlan, tomurcukların arasında beyaz goncalariyle sanki bir aşk masalı söylüyorlardı. .

Güneş, yükseklere tırmanıyor gibiydi. Bâlâ'nın yüzüne güneş vurunca, anladı ki, evinin yolunu tutmak gerektir.

Etrafına baktı. Bir rüyadan uyanır gibiydi... Çeşmenin başında ise arkadaşları yoktu.

Eğildi. Dolu testisini aldı.” (Osman Gazi: 23)

“Fakat mümkün ve mukadder olanın üzerinde durmak gerekirdi. Çünkü

O, Allah'ın varlığına, Bir olduğuna, mükemmeliyyeti temsil ettiğine, kusursuz ve noksansız ezeli ve ebedî ve de bütün mükevvenatın hâkimi, sahibi, yaratıcı kudretiyle temayüz ettiğine inanıyordu. Her yerde hâzır ve nazır olan'dı; görür ve işitirdi...

«La ilahe İllallah, Muhammeden Resûlullah...» derdi.” (Osman

Gazi: 62)

O büyük rehber, yol gösterici, ışık veren, mili nefes aldıran, dirlik düzen veren Allah'ın nidayı mahzun zavallıları kurtaran, şevk veren ilâhi adalet tecellisinden, iyinin, güzelin, müsbetin ve yüce al kaynağını teşkil eden o kutsal kitap, baş ucunda ayakta dimdik duruyordu. Ki o hülya içinde göz açmış ve sabahleyin secdeye kapanmıştı. (Osman Gazi: 234)

Onlar birlikte namaz kılmaktan haz duyarlar ve bunun sonucu olarak da mutlukları fazlalaşırdı. Onların yaşam felsefesi kırmak, parçalamak, yok etmek değil, birleştirmek, bütünleştirmek ve yaşatmak üzerine kurulmuştu:

“Bu aşiret fertleri toplu namaz kıldıkları takdirde daha çok mutlu olurlar ve kalplerindeki imanı tazeleyerek sonsuz huzura ererlerdi.” (Osman

Gazi:77)

Allah’ın varlığını ve birliğini her an düşünüp insanların tek vazifesinin

O’na kulluk yapmak olduğu vurgulanmıştır. Zira İslâm inancına göre insan ahirette yaptığı her davranıştan sorumlu tutulacaktır: “Osman Gazi, derin bir sessizlik içinde idi ve meclise bir şeyler söylemek istiyordu.

Ayağa kalktı.

Vakur edası ile konuştu ve dedi ki:

«— Allah'ın varlığını, birliğini, Türklüğün şan ve şerefini tasdik ederim. Allah'ın emirlerine uymak boynumun borcudur. Bizim vazifemiz ahlâk ve fazilet yolundan dönmemek ve ayrılmamaktır. Hakkı bilip tanıyan kullardan olmayı cümlemize nasip eyle yarabbi.. Onun lütfü ve keremi ile bir gün Türk soyu dünya hâkimi olacaktır. Konstantiniye dahi fethedilecektir.

Bir gün ahiret gününde Cenâb-ı Hak bize sual edecektir : Ey kulum, ben fani dünyada seninle beraberdim, sen kiminle birlikte idin?» derlerse cevabımız ne olacaktır? Bunun için, doğduk, büyüdük, yaşıyoruz, hep Allah'a sığınmak suretiyle ölçüsüz adalete olan sadakatimizle şer'î hükümlerden ayrılmadan neslimizin payidar olması için hep birlikte gayret göstermek mecburiyetindeyiz. Boş şeylerle uğraşıp vakit ziyan etmeyeceğiz. Ona kulluktan başka bir görevimiz yoktur.” (Osman Gazi: 91)

Osman Gazi daha Osmanlı’nın kuruluş yıllarında devletin temelini

İslâm ahkâmı üzerine kurmuştu. Onlar için her şeyden önce önemli olan,

İslâm hükümleri idi. Bu felsefenin oluşmasında şüphesiz ki Şeyh Edebalı’nin rolü büyüktü. Çünkü Osmanlı’nın kuruluş aşamasında şüphesiz ki bu ufuk insan söz konusuydu ve o da Şeyh Edebalı idi. Ama bir insan’ın ömrü böyle büyük bir cihan devletini kurmaya yetecek miydi? Olsun ama en azından iyi ve sağlam temeller atılarak sürekliliğin sağlanması gerekiyordu:

“Cenab-ı Hakkın azâbından korkmalı, O’nun kudret ve azametini tefekkür eylemeli, İslâm âlimlerinin önünde diz çöküp, Kur’an-ı Kerim’i talim ile, fitneye, fesada yer vermeyen, doğruluktan ayrılmayan bir devlet yönetimi ile, din kardeşlerine olan sıtkı sadakatle dünyaya hâkim olan imparatorluğun temeli atılmalıydı.

Mademki ay gökten bağrına düşmüştü... Sonra ulu bir ağaç göklere yükselmiş, dal budak verip, meyveleriyle asırlar boyu, nesillerden nesillere intikal etmişti, o halde, nefse ve şeytana uymadan, tembelliğe yer vermeden, kibir etmeden, büyüklüğü terk ederek istikbale koşmalı, Şeyh Edebalı'nin emirleriyle bu rüyaya lâyık bir hükümdar olarak dünyaya hükmetmeliydi...

Fakat buna bir ömür kâfi gelecek miydi?

Bunu Allah bilirdi...

Bu suretle yeni devletin ve geleceğin Osmanlı İmparatorluğu' nun Söğüt'te

Osman Gâzi'nin Kur'-an-ı Kerim ahkâmı ile temeli atılmıştı...”( Osman Gazi:

157 vd.)

Allah daima çalışanın ve gayret edenin yanındadır. O bağışlamasını bilendir. Bizim vazifemiz ise ona güzel bir şekilde kulluk etmektir. O asla

Müslümanın Müslümanla savaşmasına ve birbirini kırmasına razı olamaz.

Savaş sadece bazı hallerde meşrudur:

“«— Allah her şeye kadirdir. Ayanda değil, zihinlerde yükseltir. O'nun varlığı inkâr edilerek zulüm başlarsa, gören, duyan ve işiten Yüce Halik, mağdurların kalbi temiz ise, günahsız oldularsa, onların imdadına hızırını gönderir. İşte Allanın varlığı burada isbat edilmeğe değer... Çünkü, eziyet eden bir insan, atılan bir ok ile yere düşmüş, ağzının içi kan deryası haline gelmiş, şu gördüğünüz muhterem zevce de oğlum tarafından, Allah'ın izni ile selâmet yoluna düşmüştür. Şimdi size ülkemizin huzurunu kaçırdığınız için nasihat etmek isterim. "Duyduk, duymadık, demeyin : Hükümdarımız Osman

Gâzi'dir. Bu kentte her kim huzur kaçırırsa cezası ölüm olacaktır. Biz düşmanlara karşı birleşip gücümüzü arttıracağımız yerde, bu şekil çirkin hareketlerle cür'et edersek, halimiz nice olur? Her şeyden evvel, Müslümanın

Müslüman ile kardeş olduğunu hatırdan çıkartmamak gerektir. Bu sebeple, sizi Allah'a sığınarak affediyorum.” ( Osman Gazi: 193 )

Allah her yerde var olandır. Müminler her mahlukta onun eşsiz güzelliğini görürler ve ona şükr ederler. O inananlar için her yerdedir ve ondan kaçmak, ona görünmemek söz konusu bile olamaz. Her mümin bunu bilir ve her zaman izlendiğinin bilincinde olarak yaşamını düzenler:

Rahman belli belirsiz gururlandı. Mürsele sevecen baktı: «Türkmen gözü açıkken bile düş gören adamdır kardaşım» dedi; «Yerlinin de şu sıra

Türkmene yaslanması gerek. Dursun Fakihe bakarsan yerlinin inandığı din zaten böyle düşlere kandırıcı bir dinmiş, ben bilemem doğru mu yanlış mı., onun için gözün neyi görüyorsa ona inan sen., bir de koca Tanrıya, çünkü her nereye baksan gördüğün o..» (Çatı: 227)

İslâm inancı çerçevesinde din, vatan ve millet uğrunda hayatlarını kaybedenler şehitlikle müjdelenmiştir ve onların yeri cennet olarak tayin edilmiştir. Bu sebepledir ki onlar için kutsal bilinen değerler uğrunda ölmek, yaşamın bir parçası haline gelmiştir. Yaşam ancak bir takım yüce değerlerle bezendiği zaman onlar için bir anlam ifâde etmeye başlamaktadır:

“Kardeşim, sana hiçbir dinî merasim yapamadık.Ama gökler senin şehit naaşını selâmlamak için yıldızlarını seferber etmiştir. Sen şehitlik rütbesine erdin. Peygamber Efendimize selâmlarımızı söyle. İnşaalah ahirette görüşürüz.” (Sunguroğlu- I :260) Baykoca’da kutsal bildiği değerler uğrunda düşmanla savaşırken düşmanın kahbe kılıcının hedefi olmuştur ve gençliğinin baharında şehitlik meretbesine kavuşmuştur:

....Baykoca, intikam almak için, atını ileriye sürdü. Osman Bey'in:

— Ne yapıyorsun? "

Diye bağırmasını duymadı bile, karşısına ilk çıkan bir Rum süvarisinin

üzerine saldırdı. Kılıcı şiddetle indirdi. Fakat birkaç Rum süvarisi genç Türk silâhşorunun etrafını sarmışlardı. Osman Bey ve arkadaştan oraya yetişinceye kadar olan olmuştu. Baykoca başına yediği bir kılıç darbesiyle yere yuvarlandı ve yalnız:

— Of... Anam!

Diyebildi. Bu onun son sözü oldu. Osman Bey'in göz-

leri bir anda nemlendi.

— Vah çocuğum vah. Demek sana şehadet müyessermiş!”

(Osmanoğulları: 225 vd.)

21. İstihbaratın Güçlülüğü

Osmanlı Devleti’nin kurulduğu sıralarda en büyük ve gelişmiş haber alma ağına “ORTAK” deniliyordu. Bu, Pekin Hakanı Kubilâyla, Tebriz İlhanı

Hülâgu’nun kurduğu ve birçok hükümdarın, ünlü prensin, soylunun, Arap

Şeyhinin, Acem Hanının ve Müslüman Türk beyinin de para koyarak katıldığı bir ticaret kumpanyasıdır. Devlet Ana romanında bu haber alma servisi uzun bir şekilde anlatılmış ve Osman Bey’in de böyle güçlü bir haber alma servisine imrenerek baktığı vurgulanmıştır: “ ...Bütün Endonezya'dan Cermanya'ya, Seylân'dan Afrika'nın göbeğine, Kanarya adalarından Moskova prensliğine. Basra'dan geceleri altı ay uzunluğunda Buzlu Dünyaya kadar, yeryüzünü örümcek ağı gibi sarmıştı. Bütün kervan yolları, Moğol barışı içinde, devletin himayesi, hattâ teminatı altındaydı. O kadar ki güvenin sağlanamaması yüzünden, tüccarın yolda uğradığı zarar, hazinece karşılanıyordu. ORTAK gerektiğinde, büyük kervanlar kurup gezdirmek, mal toplayıp depolamak için faizle borç verecek milyonlarca altunluk ayrı bir hazine meydana getirmişti. Dünyanın her tarafındaki önemli merkezlerde, limanlarda, yol kavşaklarında memurları, denetmenleri, ulak örgütleri, denizlerde kendi malı olan yüzlerce gemisi, yollarda, aralıksız gidip gelen binlerce develik, binlerce katırlık, binlerce arabalık kervanları vardı. ORTAK, devletler üstü yasalarla yürütülüyor, bu yasalara göre, anlaşmalar bağlanıp savaşlar açılıyordu. Son zamanlarda, valilerin, komutanların, çeşitli toplulukların merkezleri dinlemez olmaları yüzünden, yolların güvenliği bozulalı beri, gücü biraz gevşemiş; soygunlar, el koymalar başlamıştı. Böylece, kâr azaldığından çekişmeler artıyor,

çekişmeler arttıkça kâr azalıp karşılıklı hilekârlık çoğalıyordu. Evet, ORTAK eski gücünü, gitgide yitirmekteydi ama, şu Kamagan Derviş derbederine, değme beyin, değme paşanın, küçüklü büyüklü birtakım devleterin imreneceği bir haber alma gücü, gene de sağlayabilmekteydi.” ( Devlet Ana: 150 vd. )

Osmanlı Devleti’nin kurucuları haber alma aracı olarak her türlü fırsatı değerlendiriyorladı. En büyük haber alma servislerini Müslüman olmuş yabancılar veya daha önce kendilerine Osman Bey ve arkadaşlarının yardım etmesi sonucu sempatileri kazanılan yabancılar oluşturuyordu. Bu kişiler, düşmanın plânlarını veya baskın girişiminde bulunacaklarsa bunun nerede ve ne zaman olacağını Osmanlı’ya bildiriyorlardı. Bu kişilerden bazıları

şunlardır:

1. Mihail Koses → Abdullah

2. Papaz Jozef → Yusuf

3. Niko → Nevzat

4. Eftimyadis

5. Aratos

6. Aratun

Osmanlı’ya haber getirmekle görevli bu kişilerin ilk üçü Müslüman olmuştur. Diğerleri ise Osmanlı’nın kendilerine değişik vesilelerle yardımda bulunarak minnet altında bıraktığı kimselerdir. Osmanlı, bunlar sayesinde birçok defa kendisi baskına uğramak üzereyken düşmanı baskına uğratmış ve onu kendi tuzağına düşürmüştür.

22. Kadına verilen değer

Osmanlı Devleti kurulduğu sırada Eski Türkler’den gelen inancın da etkisiyle kadına çok önem veriliyordu. Kadın aynı bir erkek gibiydi. Kadının erkekten hiçbir farkı yoktu. Kadın hem kendine ait olan kadınlıkla ilgili işleri yapar yeri geldiğinde ise yılmaz bir savaşçı gibi çarpışırdı. Anadolu’daki

“Bâciyân-ı Rum” denilen kadınların rolü o dönem kadının değerini göstermesi açısından son derece önemlidir. Bu konu hakkında “Osmanlı Devleti’nin

Kuruluşunda Etkin Rol Oynayan Sosyal Zümreler” bölümünün “Anadolu

Bacıları” kısmında ayrıntılı bilgi verildiğinden burada tekrar ayrınrılı bilgi verilmeye gerek görülmemiştir.

Kemal Tahir “Devlet Ana” romanında kadına ne kadar bakış açısını da yansıtmış... Kadını “Anadolu Bacıları” olarak değil daha çok bir meta olarak tasvir etmiştir. Şehvetten başka birşey düşünmeyen erkeğin bakış açısıyla kadından söz etmiş. Kadını erkeğin şeytanı olarak tasvir etmiş onlardan

“Kancık” olarak söz etmiştir. Bu tip kadına bakış açısının son dönem çağdaş

Türk romanında yer etmiş bir yazarımızın yaklaşımı günümüzde geçerliliğini yitirmiştir. Günümüzde kadının yeri ve önemi son derece değişmiş kadınlan sosyal hayatın her alanında yer almaya başlamışlardır:

“ — Karı düşkünü dedimse, karıyı razı edip körpe cariye aldığında salaklaşır bu senin Pervane Subaşı! Yeni cariyesi de, bi yamanmış ki, can alıcı... -içini çekti-: El kısmı çabalaman ki, karı tutkunu olmaya Hophop!

Çünkü avrat tutkunluğu âdemoğlunu gevşek sırasında kavrar apansız ve de kavramasıyla pençesini yüreğine salar. Salt gönlünü alsa gitse, boğuşur uğraşır, belki nefsine az biraz hüküm geçirirsin. Niçin «Erkeğin şeytanı karı» denilmiştir? Aklımızı yağmaladığından... Aklı kaptırdın mı, alışık koyun gibi düşersin kancıkların ardına...Çeker götürür. Nereye bakalım? Belâya götürür.

Rezilliğe batarsın ki , hiç bir maskaralığa benzemez. Çünkü yakıcı avrattan murat almanın da faydası yoktur. Yedikçe açlığın artar. Pazarlık tüketene kadardır ve de tutulduğun avrat cilveliyse, tükenmek sana yazılmıştır ve de sonun heyvahtır. Çünkü avrat takımı düzenbaz olur ve de kıyıcı olur ve de kendi tükenmediğinden tüketici olur. Saçı uzun aklı kısa, fistanlı belâdır ki, din - iman uğrusudur.” ( Devlet Ana: 278 )

Devlet Ana romanında Kemal Tahir yine dayanaksız olarak “Kitabın yazdığına göre” diyerek başlamakta ve cariye kısmının efendisine karşı savunacak ırzı olmadığını ve aralarındaki birleşmenin nikâhsızsa bile günah olmayacağını bildirmektedir ki İslâm inancın da bunun yeri kesinlikle yoktur ve nikâhsız birliktelik ve erkeğin kadınının isteği olmadan onunla birlikte olması kesinlikle haram kılınmaktadır.

Yine Kemal Tahir Romanında “İç Oğlancılık” denen erkeğin erkekle birlikte olmasının da yaygın olduğunu belirtmektedir ki münferit olanları bile yana bırakırsak yaygınlık kesinlikle söz konusu değildir ve hele ki “Ahi teşkilâtı” gibi oluşumlarda böyle birşeyden söz etmek akıl ve mantıkla kesinlikle bağdaşmaz:

“ Kitabın yazdığına göre, cariye kısmının efendisine karşı savunacak

ırzı olmaz, aralarındaki birleşme, nikâhsızsa bile günah sayılmazdı. Pakize'ye geldi mi, burda suç on iki yaşındaki çocukta değil, otuzuna yaklaşmış dul karıdaydı. Kısacası, karının çok olduğu yerde, böyle rezilliklerin, ne kadar uğraşılsa önü alınamıyordu. «Bunun da ha kötüsü, medreselerde, tekkelerde, kimi Ahi topluluklarında, gâvurların manastırlarında, şövalye tarikatlarındaki oğlancılık!...» (Devlet Ana: 331)

Kadının bizde mülk sahibi olmamalıdır. Kadın kadınlığının yanında bir de mülk sahibi olursa ona güç yetirmenin imkânı yoktur. Freng milletinde ise kadın hüküm sahibidir ve mülk sahibi de olabilmektedir:

“Frenk ülkesine geldi mi, karının hükmü yürür ki, padişah fermanı kaç para... Çünkü, “Aceptir Frengin hali, mülke sahiptir avratlar” denilmiştir.

Avradın mülke sahip olması nasıl bir uğursuzluk ve de nasıl bir töresizlik...

Biz karı milletinin mülksüzlüğünde hakkından gelebilemezken... Bir de mülk peydahlayınca güç mü yeter, aman kurban olduğum? Erkek milletini yerler çiğ iken... “Nedir o” ya getirirler düpedüz...» Bir kötülüğü önlemek çabalamasıyla davranır gibi kavuğunu arkaya attı, birden kendini toplayıp düzeltti. Yüreğinden geçenleri anladılar mı diye üçüne de ürkek ürkek bakıp gülümsemeye çalıştı. ( Devlet Ana: 286 )

Evlenirken nasıl bir kadınla ve ne tür bir zemin üzerine evlilik yapılmak istendiği çok iyi düşünülmelidir. Orhan Bey gibi, Kara Ali gibi bizimle ilgili hiçbir şey bilmeyen Rum kızlarıyla mı yoksa bize ölene dek eşlik edecek ve her tür işimizde yardımcı olacak her şeyden önce ana olacak bir Anadolu kadınıyla mı evlenileceği iyi ölçülüp biçilmelidir. Kemal Tahir’ e göre kadın erkeğin şeytanı olan bir kancık iken Turhan Tan’ a göre her konuda birliktelik sağlanması gereken ve ölene kadar aynı yastığa baş koyulması gereken son derece değerli bir varlıktır. Bu iki farklı yazarın kadın hakkındaki bu düşünceleri de bu yazarlarımızın dünya görüşü farkının bâriz bir sonucudur:

Abdurahman’ın kaygusu öbürlerinden büyükiken kimse aldırmadı, O dava sudan geçildi. Halbuki evlenme işi yaman iştir, baştan savma cevapla o işe karar verilmez. Bana kalırsa çok düşünmek lâzım. Zira: Gönüle uyup, heva ve hevese kapılıp bir dişiyi eve kapamak başka, düşüne taşına evlenmek gene başkadır. Orhan gibi, Kara Ali gibi Rum kızı almak var, çadır ardında sadak

[ok torbası] hazırlıyacak, at sırtında yay taşıyacak hatun almak var !

“ Gelişi güzel kız alarak,onu beğenmeyince bir dahi ve bir dahi almak, sonra topunu» ayağındaki bağı çüzüp yerine yenilerini getirmek bize kolay görünür. Halbuki bu, hüner değildir, erlik de değildir . Alınan kadın , döşekte kendisine yer verilen kadın teneşire yatıncayadek bırakılmamak gerek. Kısır olana sözüm yok. O gibisi salt kaşık düşmanıdır. öyleyken o da kovulmaz, sürülmez. Köşeye oturdulup duası alınır. Şimdi soruyorum: Abdurahmana ne

çeşit kadın yakışık alır.” (Gönülden Gönüle: 51)

Türk- İslâm inancına göre kadın, vatan ve silâh son derece önemli kavramlar olup aynı zamanda namustur. Üzerine titremek gerekir:

"Hayır Meryem Hatun, böyle düşünmeni istemiyorum. Kadın

Müslümamn namusudur. Biz namusunuzu korumak için bu kılıçların ağırlığını

çekeriz. Kadın namustur, vatan namustur, silah namustur! Bize vaktiyle böyle

öğrettiler." (Turgut Alp: 217)

23. Kız Alıp Vererek Genişleme

Osmanlı Devletini kuran kadrolar, “zümrüdüanka” ları olan “Devlet-i ebed- müddet” e ulaşabilmek için ellerinden geleni yapıyorlardı. Din ve devlet uğruna tüm yolları deniyorlardı Kız alıp vererek genişleme de bu yollardan sadece biriydi.

Onların birçoğunun yabancılarla evlenmelerinin sebeplerinden biri de yine “devlet-i ebed- müddet ” gerçekleştirmek için genişlemeyi kolaylaştırmaktı:

“ Bu siyasî bir izdivaçtı şüphesiz. Orhan Gazi nasıl eski İmparator

Kantakuzinos'un kızını almışsa oğluna da şimdiki İmparatorun kızını alıyordu. Mutlaka devleti için menfaatler düşünmüştü. Yoksa Orhan Sultan gibi bir devlet adamı böyle bir izdivaca lüzumsuz yere razı olmaz- dı.”(Sunguroğlu- III : 204)

Örneğin Murat Bey, Germiyan Bey’inin kızı Devlet Hatun’u Şehzade

Bayezıd’a alarak çeyiz olarak da Kütahya ilini almıştır. Bu sayede Murat Bey’in ülkesi, Türkmen kanı dökülmeden, Türkmen Bey’lerinin içine içine genişliyor. Bunun yanında Germiyan Ülkesi daralıyordu.

Murat Bey kızı Sultan Hatun’u da Karamanoğlu Alaeddin Ali Bey’in haremine veriyor.Giderken bir karış toprak vermiyordu. Murat Bey’in ülkesi daralmıyordu. Baş çeyizi Murat Bey’in kızı olmaktı. “Güvenimizdir” demişti

Murat Bey:

“ ...Oğul Bayezıdım, bacın Sultan Hatun Karamanoğlunda güvenimiz olacaktır, Urumelindeyken başımız ağrımasın diye. Sultan Hatun kızım

Karamanoğlunu kilitleyebildiği sürece bizim anahtarımız Urumeliyi açmalıdır açmalıdır açmalıdır.»

«Ya kilitleyemezse aziz babam? Karamanoğludur bu.. üstelik kocasıdır itaat etmek boynunun borcudur kocasına.. Keşke işe yaramaz cinsinden biraz toprak verseydik.»

«Kilitleyebildiği kadar, gücü yettiğince kilitler. Kızımızdır. Onun için,

öyle yetişmişti, görevidir. Mücevheri altını çokça götürsün, toprakta bizim hakkımız yok toprak Tanrınındır, Tanrının bize emanetidir, emanet bağışlanmaz. Var sen Devlet Hatun için hazırlan kızımı ben düşüneyim.

Gelinimizin ayağı uğurlu gelir inşaallah.” (Bu Atlı Geçite Gider: 185)

Aşk konusu, dönemi ele alan romanlarımızda geniş ölçüde işlenmekle birlikte genellikle Osmanlı’nın ileri gelenlerinin kız alırken Rum’ların ileri gelenlerinden veya tekfurların kızlarını almışlardır.Bu sayede ya bir miktar toprak almışlar ya da daha sonra fethetmeyi düşündükleri yerleri içten fethetmeye başlamışlardır. Kız verirken ise mümkün mertebe Müslüman

çevreye kız vermişlerdir. Burada konumuzun dışında olmasından dolayı aşk konusuna fazla yer verilmeyecek. Sadece konu ile ilgili kişilere gönderme yapılacaktır.

1. Abdurahman → Evdoksiya

2. Osman Bey → Mal Hatun

3. Osman → Bâlâ Hatun

4. Orhan → Holofira

5. Turgut Alp → Yorgiya

6. Sunguroğlu → İrini

7. Osman Bey → Teodora

8. Aydoğdu → Aydoğmuş

9. Rahman → Aryetta

Osmanlı Devleti’nin Kuruluş dönemini konu alan romanlarda en çok

Osman Bey’in aşklarına yer verilmiştir. Özellikle Osman Bey’in Mal Hatun ve Bâlâ Hatun ile olan birlikteliği Osmanlı Devleti’nin kuruluşuna dolaylı yoldan katkıda bulunmuştur. Yabancılarla yapılan evliliklerde genellikle evlilik sonrasın da yabancı kadının din ve isim değiştirdiği göze

çarpmaktadır. Akıncılardan bir kısmı da âşık olmuş fakat; din ve devlet için aşklarını hiç ön plâna çıkarmamışlardır.

25. Meşveret

Mustafa Nihat Özön Osmanlıca – Türkçe sözlüğünde17 meşveret kelimesini şu şekilde açıklamkatadır: “ Birkaç kişi arasında bir iş konuşulma .

2. Böyle bir iş için yapılan toplantı, danışma toplantısı.”

17 Özön, Mustafa Nihat, Küçük Osmanlıca -Türkçe Sözlük, İnkılâp Yay. , 5. Basım , İstanbul 1995, s. 497 Bu açıklamadan da anlaşılacağı üzere meşveret, bir topluluğun belli bir konu hakkında düşüncelerini tartışmak üzere bir araya gelmesidir. Osmanlı

Devletini kuranlar hemen hemen yaptıkları her işte konu hakkında müracaat edilmesi gereken herkese başvurduktan sonra bir işe girişmişlerdir. Böylece bir işin nasıl yapılırsa daha iyi bir şekilde sonuçlanacağı sorusunu da yanıtlamış olmaktadırlar. Osmanlı Beyleri kendilerini asla diğer insanlardan

üstün görmemiş ve daima belli konularda değişik insanların görüşlerine başvurmayı bir görev bilmişlerdir. Kur’ân’da da daima istişâre edilmesi buyurulmuştur: “Yine onlar, Rablerinin davetine icabet ederler ve namazı kılarlar. Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.” (42:38.)

Osman Bey mümkün olduğu kadar hiçkimse ile Çatışmaya girmemeye

önem gösteriyor, mümkün olduğu kadar kimseyi karşısına almamaya

çalışıyordu. Birisini karşısına almaktansa yanına almanın daha iyi olduğu düşüncesinden hareket ediyordu. Kararlı, azimli bir kişiliğe sahipti. Herkesin görüşünden istifâde eder; ama sonunda kendi uygun bulduğu şekilde hareket ederdi:

“ Bugünü, çok önceden düşünmüş, suyu baştan kesmeye, böylece, babasının arkadaşlarıyla ayrı ayrı uğraşmaktan kurtulmaya karar vermişti. Baş olayım diyenler, çevresindekilerin hepsinden daha akıllı, daha bilgili, daha cesur, hattâ daha korkak bile olmak zorundaydılar. Buradaki akıl, buradaki bilgi, her anda, her durumda işe yararlığı bakımından değerlendirilmeliydi.

Baş, çevresindekilerin hepsinden daha sezgili de olmalıydı, ayrıca bir işe ya hiç girişmemeli, giriştimi de, duraklama göstermeden, koparana kadar çabalamalıydı. Çocuktan, deliden, düşmandan, hattâ karılardan bile öğüt almalı, ama, gene de, aklının kestiğini işlemeliydi. “(Devlet Ana:177)

Ertuğrul Bey hayatta iken kendisinden sonra gelecek kişinin belirlenerek kargaşa çıkmamasını istemiştir. Bunu yaparken de böyle birşeyin içerinde herkesin düşüncesinin olmasını istemiş ve tüm beylerini toplamıştır. Hepsinin görüşünü almış, birkaç kişi hariç herkes, Osman Bey’in

Beyliği üzerinde birleşmişlerdir. Bunun üzerine herkes Osman Bey’i kutlamıştır. Ertuğrul Bey kendisinin de bundan sonra daha çok ibadetle uğraşacağını, ömrünün son yıllarını bu şekilde geçirmek istediğini beyan ederek daima birlik ve beraberlik içinde olunmasını; bir konuda karar alınırken mümkün olduğu kadar çok kişinin görüşüne başvurulmasını istemiştir. Devam etmekte olan görüşmede Osman Bey’e muhalif olan en

önemli kişi, Dündar Bey’dir. Dündar Bey ağabeyinden sonra en ileri gelen kişi olarak başa kendisinin geçmesi gerektiğini düşünmektedir. Fakat Osman

Bey’in hemen hemen herkesin desteğini almış olmasından dolayı etkili olamamıştır. Osman Bey’in Beyliği böylece onaylanmış olmaktadır.

Görüşmenin sonuna doğru Bilecikli Laskaris adında bir şövalyenin Ertuğrul

Bey’le görüşmek istediği bildirilir. Kabul edilen şövalye Laskaris birkaç gün

önce yakalanan Yarhisarlı Rum’ların iadesini istemiş bunun yanında aşiret başkanlığına da Dündar Bey’in seçilmesinin İnegöl, yarhisar ve Bilecik

Tekfurlarını memnun edeceğini bildirmiştir. Ertuğrul Bey Laskaris’in bu haberlerine çok kızmış ve böyle konularda karar verecek olanların kendileri olduğu ve dışarıdan karışılmaması gerektiğini vurgulamıştır. Kardeşi Dündar

Bey’i kendilerinin tekfurlardan çok daha iyi düşüneceklerini ve Rumları affetme işine gelince oğlu Osman’ın canı isterse affedeceğini ve kimsenin karışmaması gerektiğini söylemiştir.

“ Kayı aşiretinin genç başkanı babasının ellerine sarıldı. Gözleri yaşla dolmuştu. Karamürsel ile Abdurrahman da kendilerini tutamıyorlardı. Aykut

Alp nemli gözlerini göstermemek için başını önüne eğmişti. Ertuğrul memnun ve müsterih sözlerine devam etti:

— Beyler, bugüne kadar bir aşiret idik, bundan sonra bir devlet, asırlarca payidar olacak bir devlet kurmak için çalışınız. Mesut zamanlar gelmek üzeredir. Büyük Selçuk Hanlığı kudretini kaybeder. Moğollar bu hakanlığın enkazı üstünde yeni bir sultanlık kuramazlar. Öyle ise yer yer

Selçuk kumandanları ve beyleri sikke bastırıp, növbet çaldırıp istiklâllerini ilân edecekler, yani dağılacaklar. Selçukluların eski satveti kalmayacak, batıda ise Bizans, kendi kabuğu içine çekilmiş, komşumuz tekfurla alâkası pek zayıflamıştır. Aşiretimiz zamanla bu tekfurları mağlûp edebilecektir.

Eğer birlik olup birbirinize sıkıca sarılır, nifak çıkarmaz ve kılıçlarınızı kınında uyutmazsanız, muzaffer olursunuz, devlet kurarsınız. Oğlum Osman'ı seviniz ve sayınız. O da sizi sevsin. Bir işe girişmeden yine böyle toplanınız, müzakere ediniz, beraberce karar veriniz. Tek başına hareket edenler muvaffak olamazlar, öğütlerim bu kadar.

Beyler, ihtiyar uçbeyinin sözlerini heyecan ve ilgi ile dinlemişlerdi.

Osman Bey, babasına teminat verdi:

— Öğütlerin kulağımızdan çıkmayacak. (Osmanoğulları: 42 vd.)

Osman Bey her konuda olduğu gibi kendisini ilgilendiren konularda bile olabildiğince diğer insanların görüşlerine başvuruyordu. Hatta evlenmeyi düşündüğü sırada bile konuyu ağabeyleri Sarûbatı ve Gündüz Beylere, daha sonra ise Karamürsel, Abdurahman ve Turgut Alp’a açarak görüşlerine başvurmuştur.

Diğer romanlarda Mal Hatun, Şeyh Edebalı’nin kızı iken Feridun Fazıl

Tülbentçi farklı bir kaynaktan yararlanarak Mal Hatun’un Ömer Bey adlı birisinin kızı olduğunu belirtmiştir:

“Osman Bey, Mal Hatun'dan ayrıldıktan sonra evvelâ ağabeyleri

Sarûbatı ve Gündüz Beylerle konuştu. Onlara Mal Hatun ile evlenmek istediğini söyledi. Reylerini aldı. Sarubatı kardeşinin boynuna sarılarak alnından öptü.

— Çok iyi Osman, biz de yeğenlerimizi sevmek istiyorduk.

Sonra başta Karamürsel ve Abdurrahman olmak üzere arkadaşlarını ziyaret etti. Onların da muvafakatini aldı. Karamürsel, Abdurrahman ve

Turgut Alp'la beraber Söğüt'e gitti. Ertuğrul Gazi herkesten fazla memnun oldu. Şimdi sıra Ömer Bey'e geliyordu. Mal Hatunla buluştuklarının dördüncü günü akşamı Ömer Bey'in çadırına gitti. Uzun boylu tafsilâta geçmeden, kızıyla evlenmek arzusunda olduğunu söyledi. Zavallı Ömer Bey sevincinden ne yapacağını şaşırdı.

— Yarabbim bana bugünleri de gösterdin.” (Osmanoğulları: 119)

İstişâre, bir yere akın yapılacağı zamanda sıklıkla yapılan bir görüş alış-verişi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Karamürsel ve arkadaşları İnegöl ile Söğüt arasında dolaşırlarken bir rum süvarisini yakalamışlar ve Söğüt’e getirmişlerdi. Aslen Yarhisarlı olan süvarinin üzerinde Karacahisar tekfuruna yazılmış önemli bir mektup ele geçirilmiştir. Nikola imzalı mektupta, bütün tekfurlar Kayı aşiretine karşı birleşmeye birlik ve beraberliğe çağırılyordu.

Bu mektupla bir kez daha ortaya çıkıyordu ki Kayı Boyu çok dikkatli hareket etmek durumundaydı. Osman Bey ‘Baskın basanındır.’ Fikrinden hareketle beylerin ve ileri gelenlerin fikirlerini aldıktan sonra İnegöl üzerine bir sefer düzenlemeye karar vermiştir. (Osmanoğulları: 215 vd. )

Osmanlı Beylerinin ileri gelenleri mevcut durumdan da istifade edilerek artık Osmanlı Beyliği’nin de bağımsızlığını ilân etmesi gerektiğini söyleyerek bir toplântı talebinde bulundular. Beyleri’nin görüşlerine değer veren Osman

Bey, hepsini birer birer dinlemiştir. Moğol saldırıları sonucu Selçuklu Sultanı kaçmış ve uç beylerinin bu boşluktan istifade ederek bağımsızlıklarını ilan etmeye başlamışlardır, Osman Bey’in de bu durumdan faydalanarak Beyliğin bağımsızlığını ilan etmesi istenmiştir. Osman Bey durumun biraz daha netleşmesini beklemenin uygun olacağını söyleyerek toplântıyı kapatmış fakat birçok bey, toplantının olumsuz sonuçlanmasından memnun olmamıştır. Ama ilerleyen zamanda Osman Bey’in ne kadar doğru bir karar verdiği ortaya

çıkmıştır:

“ Bu haberler Karacahisar'a kadar geliyordu. Özellikle uç beylerinin istiklâllerini ilan etmek üzere harekete geçtiklerini öğrenmeleri bazı aceleci

Kayı ihtiyarlarını türlü ümitlere düşürüyordu. Bir gün, bu ihtiyarlar, Şeyh

Edebâli ve Karamürsel ile arkadaşlarını da ikna ederek toplanacak bir divanda bu meselenin müzakeresi için Osman Bey'e ricada bulundular. Osman Bey, savaş görmüş, tecrübe kazanmış ihtiyarların sözlerine önem verir ve onlara saygı gösterirdi.

Divan, Gündüz Bey'le Orhan'ın da iştirakiyle Karacahisar'da toplandı,

önce ihtiyarlar söz alarak Osman Bey'i övdüler, kazandığı parlak zaferleri birer birer sayıp döktüler Selçuklu sultanının sarayını bırakıp kaçtığını, artık avdetinin de pek mümkün olmadığını ileri sürerek, eğer Moğol istilâlarına karşı kuvvetli olmak gerekiyorsa, bağımsızlıklarını ilân etmekten başka çare olmadığını söylediler.

— Bu fırsattan yararlanmalıdır. Aşiretimiz göçmenlerle pek kesretli bir hal aldı. Bir devlet kurmak ve onu payidar etmek zamanı gelmiştir.

Dediler. Karamürsel ve arkadaşları da aynı şeyi düşünüyorlardı. Onlar da fikirlerini açıkladılar. Turgut Alp her zamanki gibi fazla ileriye gitti.

Pervasız sözler sarfetti. On bin kişilik bir süvari kuvveti vücude getirilirse, değil civar Rum tekfurlarını, hatta Moğolları ve Bizanslıları mağlûp etmenin mümkün olduğunu söyledi.

Şeyh Edebâli, birkaç gün önce gördüğü bir rüyayı tabir ederek:

— Selçuk'un yıkılışından siz bir devlet çıkaracaksınız.

Dedi. Gündüz Bey'le genç Orhan bir mütalâada bulunmadılar. Son sözü

Osman Bey aldı. Serdedilen mütalâaların pek yerinde olduğunu, babası

Ertuğrul Gazi gibi kendisinin de aynı gayeyi güttüğünü, Kayı bahadırlarının artık kılıçlarını kınlarına koymaya vakit bile bulamıyacaklarını, Türkleri üç hisarın fethinde muzaffer kılan Yüce Tanrının istiklâli de esirgemiyeceğini, ancak biraz daha sabredilmesi lâzım geldiğini söyledi.

— Gazan Han, isyanları bastırmaya başlamıştır. Batı uçlarına da Çoban

Bey'i ordu ile saldırtmıştır. Belki bizzat kendileri de gelir. Moğolun hiddetini

üzerimize neden çekelim? Hele Sultan Alâettin Keykubat, ne muamele görür bir kere onu iyice tahkik edelim. Elbette bir karar vermek zamanı gelip

çatacaktır.

Gerek ihtiyarlar ve gerekse Karamürsel ve arkadaşları aşiret başkanının fazla durendiş sözlerinden pek memnun kalmadılar. Bununla beraber:

— Sen iyiyi, doğruyu düşünürsün. Dediler. Aradan iki hafta kadar zaman geçti, olaylar Osman Bey'e hak verdirdi. Gazan Han, Selçuklu Sultanı Alâettin'e itibar göstermiş, saygılı davranmıştı. Erzurum'dan Antalya sahillerine, Diyarbakır'dan Sinop sahillerine kadar uzayan bütün Selçuklu ülkesini tekrar Âlâettin'e vermekle kalmamış, Hülâgû’ nun kızını da Selçuklu sultanı ile evlendirmişti.”

(Osmanoğulları: 576 vd. )

Osmancık’ta Dursub Fakı, Aktemur, Osmancık gibi birkaç kişinin arasında geçen konuşmada hoş sözleriyle tanınan Ak Temür’un bir sorusuna yanıt olarak Dursun Fakı artık özlenen bahar’ın geldiğini söylemiştir... yazar bunu roman kişisine söyletmekle Osmancık’a aslında bir başka baharın daha geldiğini imâ etmeye çalışmaktadır ki o bahar daha sonra gelecek ve uzun müddet devam edecek olan Osman Gazi’nin öncülüğünü yapacağı Osmanlı

Devleti’dir. Yazar romanında bunu çok edebî bir şekilde vermiştir:

“ ...Özlediğimiz bahar'lar vardır., soyca, sopça. ümmetçe özlenen baharlar.

Ve, onların da müjdecileri, badem ağaçları vardır.

Gün döndüğünü en evvel onlar duyar., sezer., anlar.

Müjdelerler baharı.

Bahar gelmiştir.

Duyan gönüller, gören gözler, düşünen kafalar müjdeyi alır...“

Osman Gazi Bey’lik arzusunda olduğunu herkesten önce Şeyh

Edebalı’ya açmış onun fikrini almak istemiştir. Osman’ın bu düşüncesini beğenmekle birlikte Şeyh Edebalı, bunun yeri ve zamanının uygun olmadığını bildirmiş zamanı gelince onunda olacağını vurgulamış ve Osman Bey’ e sabır tavsiyesinde bulunmuştur. Osman Bey’le Şeyh Edebalı arasındaki bu konuşmanın hemen ardından Samsa Çavuş gelerek babası Ertuğrul’un Osman

Bey’i çadırına çağırdığını bildirmiştir. Bunun üzerine çadıra giden Osman

Bey orada diğer ileri gelenlerin de görüşünü alındıktan sonra Bey ilan edilmiştir. Zaten beylik isterken de Osman Gazi daha önceden ağabeyleri

Gündüz Alp ve Savcı Bey’in rızalarını almıştır. Osman Bey kendisinin bey olacağının çok önceden Harlak’ta Gökçe bacı tarafından müjdelendiğine inanmaktadır. (Osmancık: 113.)

Osman Gazi’ye karşı Yarhisar, İnegöl ve Köprühisar tekfurları birleşmişlerdir. Osman Bey ve halkı yaylaya çıkacağı sırada kendilerine ve

Söğüt’e baskında bulunacaklardır. Osman Bey böyle bir durum karşısında ne yapması gerektiğini uzun uzun arkadaşlarıyla birlikte düşünüp tartışmıştır.

Sonuç olarak ise bu Tekfurluklarla ticaret yapanlara onlarla ticarete devam etmeleri; fakat savaş sırasında kendi aleyhlerine kullanılacak olan aygır , tohum, boya, tezgâh vb. şeylerin satılmaması kararlaştırılmıştır. Osman Bey mümkün olduğu kadar çok kişinin görüşüne başvurarak en doğru kararın alınmasını sağlamıştır. (Osmancık: 219)

Osman Bey bir iş yapmadan önce birçok görüşü dinlediği gibi bazı insanların sözlerine çok daha ayrı bir değer vermektedir. Bu insanların başında ise Şeyh Edebalı gelmektedir. Şeyh Edebalı, Osman’a daima aldığı kararların geniş bir taban tarafından desteklenmesini salık vermiş olup

özellikle kardeşlerinin rızalarını almasını da vurgulamıştır.

“ Hey oğul, hey gazi han, övüncümüzsün, güvencimizsin. Bana sordun, ben söylerim: sana yakışanı dersin, demen gerekeni dersin. Amma ki, töre değiştirmek çok tedbir ve çok düşünce ister. Var sen, bir de kardeş beğlerle görüş; onların dahi rızasını al. „ (Osmancık: 309 ) Osman Bey ve arkadaşları, Ayhan Çavuşun gözetimindeki Moğolların tarafından tehlike beklemekteyken tehlike, tam aksi yönden Samsa Çavuşun gözetimindeki Tekfurluklar yönünden gelmektedir. Köse Mihal hariç diğer tüm tekfurluklar, Kayılara karşı birleşmişler ve çok önemli bir tehdit oluşturmuşlardır. Bunların içinde özellikle İnegöl Tekfuru çok sıkıntı

çıkarmaktadır. Osman Bey ve arkadaşları bir araya gelerek uzun bir danışma sürecinden sonra duruma açıklık kazandırmışlar ve “Baskın basanındır.” fikrinden hareketle İnegöl’e baskın yapılmasına karar vermişlerdir.

(Kutludağ: 101)

Orhan Bey’ e Çimpeli İbrahim adında birisi Bizanlı’ların artık karılarının kızlarının namusuna elini uzattığını onları kaçırmaya başladıklarını bildirmesi üzerine Orhan Bey, derhal bu duruma müdahele edilmesi gerektiğine karar vermiş ve konu hakkında Bey’lerinin görüşlerini almaya başlamıştır. Sonunda hep birlikte sefere çıkılmasına karar verilmiştir.

(Sunguroğlu- I : 96 vd.)

Sunguroğlu ( I ) romanında Yavuz Bahadıroğlu, kısaca meşveret yapılan salonu tarif etmiş ve Orhan Bey’in meşverete ne kadar önem verdiğini vurgulamaya çalışmıştır. Meşveretin yapıldığı salon dışarıdan dinlenemeyecek ve izlenemeyecek bir şekilde çok iyi yalıtılmıştı. Orhan Bey istihbarata çok

önem veriyor, mümkün olduğu kadar güvenilir kişilerin toplantılara katılmalarına izin veriyordu. Salona Orhan Bey’in kızıyla evlendiği Yoannis

Kantakuzinos’un hediye ettiği perdeler asılmıştı. Orhan Bey kendisine hediye edilen bu perdeleri evinde kullanmak yerine kamu yararına kullanmayı tercih etmişti. Ayrıca ortada kendisinin oturacağı bir sedir bulunur ve sağına soluna doğru ise beyleri dizilirdi. “ Ortadaki sedirin üzerinde, her zamanki asalet ve ağır başlılığı ile

Orhan Gazi bağdaş kurmuştu. Sağına, soluna beyleri dizilmişti. Bütün beyler bu salonda cem olmuşlardı. Yıllarca serhadlerde kılıç sallamış ak sakallı ihtiyarlardan, daha birkaç cenk görmüş genç beylere kadar, hepsi toplantıya

çağrılmıştı.” (Sunguroğlu- I :121)

Osman Gazi hemen hemen her konuda istişâre yapmaya devam etmektedir. Yine bir gün yapmış olduğu toplantılardan birinde her şeye tahammülü olduğunu fakat bazı şeylerin kendisini son derece çok rahatsız ettiğini belirtmektedir. Osman Bey’i en çok rahatsız eden şey Germiyanoğlu gibi Müslüman beyliklerin kendilerinin önüne engel olarak çıkmasıdır. Osman

Bey, Müslümanın Müslümanla çatışmasına asla gönlü razı olmayacak bir yapıdadır. Bundan dolayı yapmış olduğu toplantılarda bunu sık sık dile getirmektedir. Amcası Dündar Bey ise her fırsatta karşısına çıkmakta ve düşmanla işbirliği yapmaktadır. Osman Bey bu toplantıda Dündar Bey’in kendisine karşı aynı düşmanca tutumu devam ettirmesi halinde ne yapması gerektiği konusunda da ileri gelen beylerinin fikirlerini almıştır.( Turgut

Alp:321)

Şeyh Edebalı’nin yanı sıra birçok silah arkaşı ve zaman zaman da annesi Hayme Hatun’un görüşleri Osman Bey için çok değerliydi. Şeyh

Mahmud ve Gazi Abdurahman da ülkenin ileri gelen evliyalarındandı. Osman zaman zaman bunlarla görüşür fikir alış-verişinde bulunurdu. (Osman

Gazi:125)

Osman Bey zaman zaman da halkın görüşüne ve oyuna müracaat etmişti. Örneğin Karacahisar’ın alınmasından sonra Dursun Fakıh buranın kadılığına ve Rahman da subaşılığına uygun görülmüştür. Osman Bey orada görev alacak kalemi (memuru) da halkın kendisinin uygun bulduğu kişilerden seçmesini istemiş ve Türkmenlerin bunu çok güzel bir şekilde başaracağını ve ne kadının ne de subaşınn bu duruma müdahele etmemesi gerektiğini vurgulamıştır. (Çatı:17)

25. Ölüm ve Ahiret İnancı

“Onlar, kesinlikle Rablerine kavuşacaklarını ve O'na döneceklerini düşünen ve bunu kabullenen kimselerdir.” (2:46.) Allah, Kur’ân-ı Kerîm’de böyle buyuruyor . Osmanlı’nın öncü kadroları her şeyin Allah’tan olduğuna gönülden inanıyorlardı. Onlar, insanın öldükten sonra dirileceğine ve her canlının mutlaka bir gün ölümü tadacağı düşüncesine tüm içtenlikleriyle inanıyorlar ve davranışlarını buna göre biçimlendiriyorlardı. Ölüm, onlar için korkulacak bir şey değildi. Ölüm, onlar için parçanın bütüne ulaşmasından ibaretti. Nasıl küçük derelerin denize ulaştıklarında sesleri kesilirse insan da yaratıcıya ulaştığında huzura kavuşur ve dinginleşir. Onlar, “Hiç

ölmeyecekmiş gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi” öteki dünya için

çalışmıştı. Şeyh Edebalı: “İnsanlar ne yana gitseler ölümlerine doğru giderler.” demiştir. Buna benzer bir şekilde Fransız deneme yazarı ve düşünür

Montaigne de “Bütün günler ölüme gider, son gün varır” demiştir. Onlar, insanın attığı her adımda ölümle birlikte yürüdüğünün bilincinde olmuş; tavır ve davranışlarını da ona göre belirlemişlerdir. Onlar için asıl korkulacak, olan

ölüm değil insanın bu dünyada başına gelenlerden dolayı ölmeden ölmesidir.

Yahya Kemal bunu çok iyi bir şekilde şiirleştirmiştir:

Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi

Müşkül budur ki, ölmeden evvel ölür kişi ( Yahya Kemal ) Allah “ Nerede olursanız olun ölüm size ulaşır; sarp ve sağlam kalelerde olsanız bile!..” (4:78. ) ayeti ve benzer birçok ayette ölümü tüm canlıların tadacağını bildirmektedir.

Cavit Ersen’in Osman Gazi romanında Allah’ın bu dünyada yaptıklarımızdan öteki dünyada hesap sorulacağı bildirilmektedir ve Allah’a kulluktan başka bir görevimizin olmadığına dikkat çekilmektedir.

“ Bir gün ahiret gününde Cenâb-ı Hak bize sual edecektir : Ey kulum, ben fani dünyada seninle beraberdim, sen kiminle birlikte idin?» derlerse cevabımız ne olacaktır? Bunun için, doğduk, büyüdük, yaşıyoruz, hep Allah'a sığınmak suretiyle ölçüsüz adalete olan sadakatimizle şer'î hükümlerden ayrılmadan neslimizin payidar olması için hep birlikte gayret göstermek mecburiyetindeyiz.Boş şeylerle uğraşıp vakit ziyan etmeyeceğiz.Ona kulluktan başka bir görevimiz yoktur.” (Osman Gazi: 91)

Ölüm ve ahiretle ilgili olarak Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğlu- II romanında “külli nefsin zâikatülmevt” ayet-i kerîmesine dikkat çekmektedir.

Bu ayetin anlamı “ Elbette ki her nefis sahibi birgün ölecektir.” şeklinde verilmiştir. (Sunguroğlu - II : 13)

Sunguroğlu –I romanında ise yazarımız, sadece kar tanelerinin bile akl-ı selim sahibi olan birisine Allah’ın yüceliğini anlatmaya yeteceğini belirtmektedir. Kar yağışı, dünyanın bir mevsimlik ölümü olarak nitelendiriliyor. Her mevsimin arkasından bir başka mevsimin geleceği vurgulanıyor. Yazar, ayrıca doğanın da insanlar gibi ölüp-dirildiğini belirterek “Kün” emriyle varolan kâinatın, “feye- kün” emriyle ebedî ölüme kavuşacağınıvurguluyor.(Sunguroğlu- I: 63) Ölüm konusunda diğer romanlarda tam bir teslimiyet göze çarpmakta iken Kemal Tahir, Devlet Ana romanında Ertuğrul Bey’in ölümünü bir çığlık havası içerinde vererek ölümünden duyulan üzüntüyü belirtmeye çalışmıştır.

Bunu yaparken de farkında olarak veya olmayarak bize ölüm karşısında kendi duruşunu da vermiştir. (Devlet Ana:141vd.) Romancımız ilerleyen sayfalardan birinde de ölüm karşısında insanoğlunun duruşunu “korkaklık ” olarak ele almıştır.” olarak vermiştir. Ama inananlar için ölüm, aslında “yeniden doğuş” un müjdecisidir. Ölüm sonunda parça bütüne kavuşur ve huzura erer. (Devlet

Ana:155)

Osmanlı Devleti’ni kuran kadrolar, ölürken bile hedefi ve ideali göstermekten geri durmamışlardır. Örneğin Osman Bey öldükten sonra

Bursa’ya gömülmeyi istemiştir. Ama o sıralarda Bursa düşmana aittir. Aslında burada Osman Bey, Bursa’yı fethedin mesajı vermek istemiştir.

(Osmancık:56)

26. Rüyalar

Türkçe Sözlük’te rüya şu anlamlarla karşımıza çıkmaktadır: 1. Düş. 2.

Gerçekleşmesi imkânsız durum, hayal. 3. Gerçekleşmesi beklenen ve istenen

şey, umut. Bu anlamlardan yola çıktığımızda Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu anlatan romanlarda rüyaların sözlükteki üçüncü anlamıyla – Gerçekleşmesi beklenen ve istenen şey, umut – karşımıza çıktığı görülmektedir. Süleyman

Uludağ ise Tasavvuf Terimleri Sözlüğünde18 rüyanın üç çeşit olduğunu belirtmiştir. Bunlar:

18 Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay., İstanbul 1977, s. 443 vd. 1. Allah’tan olan rüya.

2. Melekten olan rüya.

3. Şeytandan olan rüya.

Birincisinin açık olduğu için yoruma gerek olmadığı, ikincisinin rüya- yı sâdıka olup yoruma gerek olduğu ve üçüncüsünün ise aslının olmadığı, İbn- i Haldun’un Mukaddime adlı eserinden nakledilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin kuruluşu sırasında birtakım rüyalar görülmüştür.

Gerek bu rüyaları gören kişilerin önemi gerekse rüyaların içeriği, kuruluş sürecini etkilemiştir.

Şeyhin koynundan bir ay çıkar ve Osman Gazi’nin koynuna girer. Aynı anda göbeğinde bir ağaç biter ve gölgesi, bütün dünyaya yayılır. Ağacın altından dağlar yükselir ve dağlardan da ırmaklar akmaya başlar. Bu rüyasını

Şeyh Edebalı’ye anlatan Osman Gazi’ye Şeyh’in cevabı aynen şöyledir: “Hak

Te’âlâ sana ve nesline padişahlık verecek. Mübarek olsun . Kızım da senin helâlin olacak.” (Osmanoğulları: 290 vd.)

Şeyh Edebalı’nin kızını Osman’ a vermesi üzerine Osman çok sevinmiş ama önceki eşi Mal Hatun’un buna çok üzüleceğini düşünmüştür. Ama gönlünü kaptırmıştır. Mâl Hatun’ u da hâlâ çok seven Osman Bey kimseyi kırmadan sorunu çözmeye çalışmaktadır.

“Sen benim çocuğumun anasısın, seni de seviyorum. Cevabını vermişti.

Yolda aklına geldi. Bu işi Abdurrahman'ın karısı Gül Hatun ile Turgut Alp'in karısı Yorgiya'ya bırakacaktı.Gerekirse kendisi de teselli edecekti. O zamanki

âdetlere göre birden fazla evlenmek olağan şeylerdendi. Kadınlann buna alışması lâzımdı. Fakat karısını kırmak istemiyordu.” (Osmanoğulları: 292) Osman Bey’ in ikinci bir evlilik yapmaya karar vermesi karşısında ilk eşi Mal Hatun çok üzülmüşse de Osman Bey’i çok sevdiğinden ondan ayrılmayı asla düşünmemiş ve Osman’ı sevmeye devam etmiş ve bu duruma alışmaya çalışmıştır. Bâlâ Hatun da Osman Bey’i çok sevmekte ve Osman

Bey’in ilk eşinin kendisinden Osman’ı bırakmasını istemesi durumunda buna asla tahammül edemeyeceğini ve her ne şekilde olursa olsun Osman Bey ile evleneceğini bildirmektedir:

“ ...değil Mal Hatun, hatta Kayı aşiretinin bütün kadınları yalvarıp yakarsa Osman Bey'den gene vazgeçmez, geçemezdi. Artık onun için her şey, her şey Osman Beydi. Onsuz yaşayamazdı.” ( Osmanoğulları: 292 )

Osmanoğulları romanındaki rüya, Osmancık romanında da aynı şekilde geçmesine rağmen Şeyh Edebalı’nin kızının Malhatun mu yoksa Bâlâ Hatun mu olduğu konusunda uyuşmazlık söz konusudur. (Osmancık: 84vd.)

Osmancık romanında Tarık Buğra Şeyh Edebalı’nin kızı olarak Mal Hatun’u alırken Osmanoğulları romanında ise Cavid Ersen Edebali’nin kızını Bâlâ

Hatun olarak göstermektedir. Tarih kitaplarında ise son yapılan araştırmalar sonucu Sultan Orhan’a ait bir vakfiyeden öğrendiğimize göre, Şeyh

Edebalı’nın kızının adı Rabî’a Bâlâ Hâtun’dur. Dolayısıyla Orhan Bey’in annesi, bir selçuklu veziri olan Ömer Bey’in kızıdır. Şeyh Edebalı’nin kızı

Bâlâ Hatun’un oğlu ise Şehzâde Alâ’addin’dir.

Kutludağ romanında da Şeyh Edebalı’nin kızı olarak Bâlâ Hatun karşımıza çıkmaktadır. Adı geçen diğer romanlarda olduğu gibi rüya aynı

şekilde geçmektedir. Rüyanın ortaya çıkmasından ve yorumlanmasından sonra ise Edebâli kızı Bâlâ Hatun’u Osman Bey’e vermeye karar vermiştir: — Fakirliğime rağmen, diye tekrarladı, biricik kızım Bâlâ'mı,

Kayı’ların beyi, geleceğin sultanı Osman Bey'e veriyorum. Allah’ım da

şahit olsun ki, bundan böyle baba kapısı Bâlâ'ya kapalıdır. Onun yeri kocası ve çocuklarıdır. Tanrı kısmetlerini düğümlemesin, dirlik, düzenlik içinde yaşasınlar. Herkese haberci gönderilsin. Bilsinler , Bâlâ Osman Bey'in hatunudur.(Kutludağ: 97)

Aynı rüya Konak romanında da geçmektedir. Burada rüya Şeyh

Edebalı’nın ağzından verilmiştir:

“Benim, Şeyh Edebalı olarak benim koynumdan bir ay doğmaktadır. Bu ay, dolunay halini aldığında varıp Kara Osman’ın koynuna girer. Bu demdeyken, Kara Osman’ın göbeğinden bir ağaç köklenir, dallanır, budaklanır, gölgesi dünyayı tutar. Gölgesinin altında dağlar vardır; dağların dibinden sular çıkar; bu çıkan sulardan kimi insan içer kimi insan bağını bahçesini sular, kimi insan çeşmeler... akıtır.” (Konak: 189)

Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu sırasında Ertuğrul Bey’in gördüğü rüya da içeriği ve verdiği mesaj bakımından çok önemlidir. Ertuğrul Bey görmüş olduğu rüyayı 74 yaşına basmış ak sakallı bir dede görünümünde olarak oğlu

Osman’a büyük bir gönül tahatlığı içerinde anlatmıştır. Ertuğrul Bey’e bu rüyada sabaha kadar Allah’ın Kitab’ını ayakta okuduğu ve O’na saygı gösterdiği için Devlet-i ebed-müddet müjedelenmiştir. Kendisinden sonra gelecek soyunun büyük bir saygıya mazhar olacağı bildirilmiştir.

Ertuğrul Bey’in rüyası şu şekilde geçmektedir:

“ —Bak a benim yiğitim, dün gece gördüğüm rüyayı aklına iyice yerleştir. Gün olur, bu rüyanın gerçek olduğunu görürsen ardımdan Tanrı duasını eksik etmezsin. Gördüğüm rüya, bütün hayatım boyunca gördüğüm rüyaların hiçbirine benzemez. Bundan üç yıl önce Söğütle Eskişehir arasında bir ormandan geçerken ömrünü günahlardan sakınmaya ve dinin yasak ettiği

şeylerden uzak kalmaya adamış ünlü bir kişiye rastladım. Akşam bastırmıştı, o gecemi o mübarek zatın kulübesinde geçirmeye karar verdim. Tuz ekmek hakkı ile, ne bulduysa yiyip dinlenmeğe çekildiğimiz zaman o mübarek kişi oturduğum yerin arkasına rastlayan bir dolaptan çıkardığı bir kitabı

öpüp alnına götürdükten sonra gitti, odanın en yüksek yerine koydu. Ben ona, o kitabın ne olduğunu, neden konu ettiğini sordum. Mübarek zat: «Bu,

Allah’ın Kitabıdır, Yüce Peygamberimiz Hz. Muhammed tarafından bütün insanlara parça parça bildirilmiştir» dedi, sonra beni yalnız bıraktı, çekilip gitti. Ben o kutsal kitabı o, konduğu yüksek yerden aldım, yapraklarını çevire

çevire, hiç oturmadan, ayakta birçok yerlerini bütün bir gece okudum. Sonra yine eski yerine koydum, benim için hazırlanmış döşeğe yattım. Sabaha karşı uyur uyanık bir halde iken yükseklerden gelen bir ses duydum. Bu ses bana

şöyle buyurdu : «Ey Ertuğrul! Benim ebedî olan sözlerimi bu kadar büyük bir saygı ile ayakta okuduğun için evlâtların da, torunların da, birbiri ardına bütün insanlıkça saygı kazanacaklardır.”(Ovaya İnen Şahin:18)

Ragıp Yeşim, “Ovaya İnen Şahin” romanında Osman Bey’in kızı Bâlâ

Hatun’ u da rüyasında görmüştür. Daha sonra Şeyh’in kızıyla ilgili olan gelişmeler, bu rüyanın gerçekleştirilmesinden ibarettir:

“ Küçücük bir gölün sularında, daralıp yayılan bir beyazlık halinde

Şeyh’in kızı vardı. Gölün sularında bembeyaz nilüferler yüzüyordu. Bu beyaz genç kız şekli bu nilüferlere doğru akıp genişliyor, sonra yeniden toplanıp uzuyordu.” ( Ovaya İnen Şahin: 18) Mustafa Necati Sepetçioğlu, Çatı romanında Dursun Fakih’e çan kulesinde düşle gerçek arası birtakım düşünüşler yüklemiştir. Rüya motifine yakın olan bu durum, düz yazıda imgelerin kullanımını başarıyla yapması açısından önemlidir. Dursun Fakih, Çan kulesinde yağmurdan sonra oluşmuş hafif sisli bir ortamda – yazar rüya atmosferi yaratmak istiyor – oraya buraya koşan bir tay görür ve gözü ona takılır. Uzun süre bu tay’dan etkilenir. Tay

çok hareketlidir ve burada gençliği, ele avuca sığmazlığı simgelemektedir.

Diğer bir deyişle Osmanlı Beyliğini temsil etmektedir. Bir süre sonra tay gözden kaybolmuş ve yerinde yaşlı, ağırca, hantal bir beygir ortaya çıkmıştır.

Bu beygir gebe görünümündedir. Karnının şiş olması doğuracağına işarettir.

Doğacak olan da Osmanlı Devletidir. Çan kulesi ise oranın bir süre sonra değişeceğini İslâmlaşacağını müjdelemektedir:

“...Her şey bir değişikliğe hazırlanıyor gibiydi, hatta hazırlığını bitirmişti, değişmenin öte yüzüne dönen eşiği aşmak üzereydi, yarıdan kopmuş yularından huylanan tayın çıplak sırtındaydı. Dursun Fakih, boğazında bir tayın diri sırtının gerilmekte olduğunu hissetti.

......

......

Tayın, çayırın en son çizgisindeki yeşillenmiş buğuya doğru vurup git- mesini kamçıladı., tayın, başıboş koşusunu çok daha ötelere devam ettirmeği...

......

Bir yalnızlık taşlaşmıştı, daralmaktaydı. Farkına varmadan gözleri

çayırdaki tayı aradı. Tay kaçıp gitmişti. Çayır kendi halindeydi. Dursun Fakih iyice kıstı gözlerini; çayırın her yanına uçan kuşu gözünde süzdü. Tayın, olmayacak bir yerde kısılıp kaldığını sanıyordu; böyle olmasını istiyordu daha doğrusu.

Bulsa, çan kulesi bu kadar yabancılaşmayacaktı. Tayın yerine yaşlı, ağırcana, hantal bir beygir gördü. Sağdaki dere yatağından çıkmış olmalıydı. Şiş karnına bakılırsa gebeydi. Yumdu gözlerini Dursun Fakih; diri mi ölü mü, sakat mı, sağlam mı, dişi mi erkek mi ne doğacağı, ne doğuracağı bilinmeyen bir gebeliği düşündü., sonra bu eski kiliseyi, bu çan kulesini, bu dinmiş deli yağmur sonrasını bu...” (Çatı: 5 - 7)

27. Sadakat

Türkçe Sözlük’ te kelimenin anlamı şöyle verilmiştir: “ İçten bağlılık, sağlam, güçlü dostluk”. Sözlükteki bu anlama da uygun olarak sadakat

(bağlılık ), bir millet için birleştici öğe olması açısından çok önemlidir. Hele

“Devlet-i ebed-müddet” düşünüşüyle hareket eden bir millet için bağlılık, vazgeçilemez bir öğedir. Bağlılık vatana, millete, yönetime ve her şeyden öte

Allah’ a olmuştur. Onlar Allah’ın emirlerini harfiyen uygulamaya

çalışmışlardır. Bu inanışın sonucu olarak da yaşam biçimlerini İslâm

şablonuna oturtmuşlardır. Onlar için “ helâl daire keyfe kâfidir.”

Akça Dede Sunguroğlu romanında Aykut (Sunguroğlu) u yanına çekmiş ve ondan asla nefsine uymayacağına, nefsine uyduğu takdirde yok olup gideceğine, ömrünün sonuna kadar din, devlet, millet uğruna dövüşeceğine, gerekirse öleceğine dair yemin etmesini istemiştir. Bu bağlılık sözde değil uygulamda çok daha belirgindir. (Sunguroğlu- I :37)

Osman Bey ve arkadaşları bağımsız bir Beylik haline gelinceye kadar

Konya Selçuklularına bağlı olarak hizmette bulunmuşlardır. Onlar’ın sadakatinden Konya Selçukluları’nın zerre kadar şüpheleri yoktur. Bir defasında Osman Bey ve arkadaşlarını ihanetle suçlayan bir sancakbeyinin

şikâyeti üzerine Selçuklu Sultanı, her ikisini de dinlemiş ve Veziri Mücirittin’ in de fikrini alarak Osman Bey ve arkadaşlarının hizmetlerinden zerre kadar

şüpheleri olmadığını belirtmiş ve Selçuklu’ya büyük hizmetlerinin dokunduğunu vurgulamıştır. (Osmanoğulları: 237)

Ertuğrul Bey’in ölümünün ardından Osman Bey, aşiretin ileri gelenlerini toplayarak babasının ölümünden sonra beylerin kendisini aşiret başkanı olarak kabul edip etmediklerini sormuştur. Ayrıca kabul etmedikleri takdirde zerrece kırılmayacağını ve seçilen aşiret başkanına ölene kadar sâdık kalacağını belirtmiştir. Bunun üzerine ilk olarak Turgut Alp, onun ardından da Karamürsel, Aykut Ap, Abdurahman, Hasan Alp, Akçakoca, Konuralp ve

Gündüz Bey, bağlılıklarını bildirerek tebrik etmişlerdir. Hep bir ağızdan:

“sen bizim babamızsın. Kayı aşireti sensiz nasıl mesut olur?” demişlerdir.

Gündüz Alp, gözleri yaşlanmış bir şekilde yaşça kendisinden küçük olan kardeşinin ayaklarına kapanmak istemiştir. Osman’ın Beyliği’ni İlk olarak

Turgut Alp’ın kabul ederek ellerine sarılıp öpmesi ve Osman Bey’ e hitaben konuşması çok etkilyici bir biçimde roman kurgusu içerinde karşımıza

çıkmaktadır:

“ — Sen bizim başbuğumuz, babamız, kardeşimiz, her şeyimizsin.

Ölünceye kadar yanından ayrılmayacağız, gerektiğinde uğruna hayatımızı seve seve vereceğiz. Bir emrini iki etmiyeceğiz. Öl dediğin yerde ölecek, kal dediğin yerde kalacağız. Sen bizi zaferlere ulaştıracaksın. Büyük bir devlet kuracaksın. Bütün tekfurlar önünde eğilecekler.

Turgut konuşurken gözyaşlarını tutamıyordu. Osman Bey vefakâr arkadaşının alnından öptü.

— Sağol Turgut, senden bunu beklerdim.” (Osmanoğulları: 324 vd.)

28. Şeyh Edebalı’nın rolü

Şeyh Edebalı, Osmanlı’nın kuruluş aşamasında büyük hizmetlerde bulunmuş ve manevî yönü ağır basan şahsiyetlerimizdendir. Feridun Fazıl

Tülbentçi, Osmanoğulları adlı romanında Şeyh Edebalı’yı tanıtıcı bilgiler vermiştir. Şeyh Edebalı, İtburnu köyünde oturmakta ve şöhreti bütün

Anadolu’ya yayılmaktadır. Bölgenin en nüfûzlu Ahî başkanlarından biridir.

Karaman’da doğmuş , orada okumuş ve tahsilini ilerletmek üzere Şam’a gitmiştir. Şam’da devrin sayılı bilginlerinden ders almış, ilmini ilerletmiştir.

Anadolu’ya döndükten sonra Eskişehir dolaylarında yerleşmiştir., İtburnu adındaki ufak köy birdenbire parlamış, ilim adanılan Edebalı ile tartışmalarda bulunmak üzere buraya dolmuşlardı. Ertuğrul Gazi’de birkaç defa Edebalı’yi ziyaret etmiş ve onun ilminden, fazlından yararlanmak istemişti.

(Osmanoğulları: 149 vd .)

Şeyh Edebalı, Osman için artık bir ufuk olmuştur. Osman, ne zaman başı sıkışsa ilk iş olarak Şeyh Edebalı’nın görüşüne başvurmaktadır. İlerleyen zamanda Osman Bey, Şeyh Edebalı’nın kızı Mal Hatun ile evlenerek ilişkileri daha sağlam bir hale getirmiştir. Şeyh Edebalı ile Osman’ın yanyana olması demek, Şeyh Edebalı’nın yanında olan birçok ahînin de Osman Bey’in arkasında olması anlamına geleceğinden Osman Bey, Şeyh Edebalı ile ilişkilerini sıkı tutarak hem bireysel hem de Beyliği açısından mükemmel kazançlar elde etmiştir. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Çatı romanında Şeyh

Edebalı’nın daha çok mistik yönüne dikkat çekmeye çalışmış ve onu Osman

Gazi’nin bakış açısından vermeye çalışmıştır:

“ Şeyh Edeblalı kara yünden gevşek dokunmuş bol hırkasının içinde varla yok arası oturuyordu; sırtı kamburumsu eğik, kol yenlerinin içinde elleri var mı yok mu belli değil., biri gelse de hırkayı bir omuzundan çekip yukarıya doğru kaldırsa bulutumsu bir yumak kalacak geriye belki. Osman

Bey, ne zaman baksa Şeyh Edeblalı’ya daima kara yünden gevşek dokunmuş bol bir hırkanın içinde bulutumsu bir pamuk yumağı hissetmiştir; doğru mu hissetmiştir, yanlış mı hissetmiştir onun orasını Allah bilir gayri, Osman Bey bu hissini ölçüp biçmemiştir. Bildiği bir şey varsa bu şekilde hissedişin hoşuna gittiğidir. En zor sıkıntılarda düşünüp alnı çatlayacak kadar ge- rilmişken, çok çok uzaklarda da olsa kara hırka içinde bulutumsu bir pamuk yumağının varlığını duymaktan güçlenmiştir. Hele şimdi, mescitte, iki iki- yeyken bu güçlenişi çok yakından duydu; yorgunlukları da uykusuzluğu da

Osman Beyden sıyrıldı. Az önce sönen mumların dinlenişinde sandı kendini; birisi, durmadan yanan yorgunluğunu söndürmüştü. (Çatı: 124)

Osman, Şeyh Edebalı ile tanıştıktan sonra asıl kimliğine kavuşmuş ve zaman geçtikçe “Devlet-i ebed-müddet” i kuracak şahsiyet haline gelmiştir.

Özellikle Osman’ın Şeyh Edebalı ile Sivrikaya mevkiinde geçen konuşmaları aklından hiç çıkmamaktadır. Ömrünün geri kalan kısmında da sık sık Şeyh

Edebalı ile görüşmüş, onun manevî ikliminden faydalanmıştır. Zaten Osman

Bey’in Şeyh Edebalı ile ilk tanıştığı sıralarda Şeyh Edebalı’yı kırmış olmasından dolayı Ertuğrul Bey, oğlu Osman’ı yanına çağırarak uyarmış ve

Şeyh Edebalı için “soyumuzun ışığı” demiştir. (Osmancık: 15vd.,25)

Osman Gazi, Edebalı’dan dolayı babasının kendisini uyarmasını içine sindirememiştir. Çünkü o sıralarda Osman gençtir, deli doludur. Osman’ın gözü karadır, tuttuğunu koparmaya çalışır. Bir şeyi kafasına koymuşsa ne pahasına olursa olsun yapar. Ama gün geçtikçe daha derin düşünür ve babasına hak verir, Şeyh Edebalı’ya yaklaşma arzusu duyar. Bir şey sanki mıknatıs gibi kendisini Şeyh Edebalı’ya çekmektedir. Osman şimdi babasının

Şeyh Edebalı vb. şahsiyetlere niçin çok fazla önem verdiğini daha iyi anlamaya başlamıştır:

“ Ya, babasının büyük bir saygı gösterdiği, kâh görünüp, kâh çekilip giden birtakım adamlar? Ki, Osman bunların bu yöreye ve daha batıya veya daha kuzeye, kendilerinden önce geldiklerini, babasının anlattıklarından biliyordu.. kimdi bunlar? niçin gelmişlerdi tâ Türkistan'lardan? ve onları birbirlerine yakınlaştıran., yakınlaşma ne kelime? birbirlerine bağlı tutan, sürekli ilişkide tutan?” (Osmancık: 25 - 27)

Şeyh Edebalı’nın saygınlığı, diğer manevî şahsiyetler tarafından da kabul ediliyor ve Şeyh Edebalı onlar tarafından da büyük bir saygı ile karşılanıyordu.. Şeyh Edebalı, bir defasında bu kişileri bir araya toplamış; parçalanma yerine bir araya gelme, birleşme, birlik ve bütünlük çağrısı yapmıştır. Meşverete katılanlar içerisinde Geyikli Baba, Barak Baba, Saru

Saltuk, ve Taptuk Emre de vardır. Çeşitli konular hakkında görüşlerini bildirmişlerdir:

“ Sizleri buraya kadar yoruşumuzun, bu vakitsiz çağırışımızın sebebi de bu zaten. Duyduğumuz, edindiğimiz, görüp bildiğimiz bize vaktin geldiğini, yarının geç olacağını işmar eyledi. Her birimiz, Türkmene dediğimizi kabul ettiren söz sahiplerindeniz; gördük ki kimimiz Karası Beye, kimimiz Karaman

Beye umut bağlamışız, Selçuklunun yerini alması için yardım elini uzatmışız.

Yani, her birimiz, Geyikli Babamızın söylediği gibi yazmanın yamalarının peşindeyiz. Yazmayı düşünmeli yazmayı., yani, petek çürüdüyse yerine yeni bir petek koyup kovandan arıları kaçırmamalıyız. Mesele peteği seçmemizde.

Saru Saltuk tohumu bulalım dedi; Barak tohumu has ola, buyurdu; Taptuk

Emre, hasa has gerek, dedi., şimdi toparlayalım bunları.” (Konak: 184)

Osman Bey üzerinde – geleceği müjdelemesi açısından - Şeyh

Edebalı’nın gördüğü rüyanın da çok büyük etkisi olmuştur. Bu rüyaya göre

Şeyh Edebalı’nın göğsünden doğan bir ay, dolunay halini alarak Kara

Osman’ın koynuna girer. Bu sırada, Kara Osman’ın göbeğinden bir ağaç köklenir, dallanır, budaklanır ve gölgesi dünyayı tutar. Gölgesinin altında dağlar vardır; dağların dibinden sular çıkar; bu çıkan sulardan kimi insan içer, kimi insan bağını bahçesini sular, kimi insan çeşmeler... akıtır.

(Konak:189)

Şeyh Edebalı, Osman ile yaptığı bir görüşmede bir gece sabaha kadar

Kur’ân-ı Kerîm okuduğunu ve uyur uyanık halde bir düş gördüğünü; bu düşte

“memleketin hayrından başka bir şey “ olmadığını belirterek Osman’a Cihan

Devleti’nin Bey’i olmayı müjdelemiştir.

Osman Bey, daha önce Yunus Emre ve Mevlâna ile tanışıp sohbet etme fırsatı elde etmişti. Şeyh Edebalı ile karşılaştığında da aynı manevî havayı bir kez daha soludu. Osman Bey, bir an Şeyh Edebalı’nın oluşturduğu manevî atmosfere dalarak şunları hissetmiştir: “ ...Şeyh Edeblalınin sözlerinde çizdiği yol yahut yollar, karanlıklar içinde, ak, akça, puslu cılgalarla dallı budaklı uzandı gözlerinde. Karanlığın içinde uzanan ak akça cılgalı yollarda iki gölge görür gibi oldu: birbirine el vermiş, birbirinden güçlenen biri kendisiydi biri Şeyh Edeblalı. Aklığın sonundaki karanlığa ikisi de aynı anda daldı; Osman Bey ürperdi: “Şeyhim bu bir muştuluksa? Ne güzel muştuluktur bu...” (Çatı: 128)

29. Tedbir

Osmanlı Devletinin kuruluşunda emeği geçenler tedbir konusuna mümkün olduğu kadar çok önem vermektedirler. Tedbir, onlar için çok

önemliydi ve düşmana hazırlıksız yakalanmamak için de daima savaşa hazır konumda bulunulması gerekiyordu. Tedbir, sadece savaşa hazır bulunma anlamında değil; alınan kararların düşman kuvvetlerinin eline geçmemesi açısından da şarttı. Onların sıkı sıkı bağlı oldukları Kur’ân-ı Kerim de tedbirli olmayı buyuruyordu:

“Ey iman edenler! Tedbirinizi alın; bölük bölük savaşa çıkın, yahut

(gerektiğinde) topyekün savaşın.” ( Kur’ân-ı Kerim, 4:71. )

“İçinizden bazıları vardır ki (cihad konusunda) pek ağırdan alırlar. Eğer size bir felâket erişirse: "Allah bana lütfetti de onlarla beraber bulunmadım" der. (Kur’ân-ı Kerim, 4:72.)

Onlar tedbirli olmak zorundaydılar; çünkü çevreleri dört bir yandan düşmanla çevrilmişti. Bunun da ötesinde ender de olsa içlerinden ne zaman zaman Osman’ın beyliğini çekemeyenler çıkıyordu. Cenap Şehabettin’in deyişiyle gündüz kandilini hazırlamayan gece karanlığa razı olmak zorundaydı. Bu sebepledir ki onlar asla karanlığı istemiyorlar; hep bir adım daha ilerisini istiyorlardı. Öyleyse her zaman tedbirli olmak zorundaydılar.

Ertuğrul Bey’in halefi Osman Bey’e verdiği öğütlerden biri de tedbirli olmakla ilgiliydi. O, her fırsatta tedbiri önemini vurguluyordu. Biliyordu ki tedbirsiz hareket etmek, engelenemez sorunlara yol açabilirdi:

“- Düşmanını kollamadan üzerine varma. Onu daima boş ve hazırlıksız yakalamaya çalış.Akıllı fukara, akılsız zenginden daha az aç kalır, bunu unutma!” demişti. (Ovaya İnen Şahin: 23)

O zamanlar casuslara – istihbarat görevlileri- ‘caşıt’ deniliyordu.

Osmanlı’nın istihbaratı da son derece güçlü idi. Ama Osmanlı Beyliği’nin istihbaratının güçlülüğü gibi düşmanın istihbaratı da güçlü olabilirdi; hatta içeriden – kendi içlerinden- birileri de caşıtlık yapabilirdi. Bu yüzden her olasılık göz önüne alınarak tedbirli olmak ve alınan kararları herkesin yanında ulu orta söylememek gerekiyordu:

“ Konuşanların hepsi doğru konuştu. Balaban'ın hakkı var: Bütün bu söylenenleri ben günlerdenberi düşünüyorum. Düşündüğüm içindir ki bir plân kurdum. Uygulanmadan burada, önünüzde bu plânı anlatacak değilim. Bizim

çaşıtlarımız gibi, Çavdarların çaşıtları da bizi duyabilir. Hattâ düşmanımız olanlar bunu götürüp onlara anlatabilirler. Ben sizlere şu kadarım söyliyeceğim: (Osman Gazi dönüp uzandı, Orhan Beyi kolundan çekti, sonra boşta kalan elini silâh arkadaşlarına doğru kaldırdı) Bre Saltuk Alp beri gel!.

(Az önce kolundan tutup silâh arkadaşları arasına kattığı yeni Müslüman .Mihail Kase'ye de aynı şekilde seslendi) Bre, Köse Mihal, sen de gel!...”

(Ovaya İnen Şahin: 138)

Osman Bey istihbarat konusunda son derece titiz olmaya devam ediyor ve zaman zaman düşmanın Osmanlı’nın harekât plânını ele geçirmiş olabileceğini düşünerek her olasılığı göz önüne alıp plânda ufak tefek değişiklikler yapma gereksinimi duyuyordu. Böylece düşman, onların plânlarını ele geçirmiş olsa bile bazen büyük hayal kırıklıklarına uğrayabiliyordu:

“Osman Bey, düşmanın hazırlıkları hakkında bilgi almak için iyi kalpli

Aratos'u beklemişti. Fakat on beş günden beri ortalıkta yoktu. Söğüt'e uğramamıştı.

Perşembe akşamı süvariler, emre hazır bir vaziyette toplânmışlardı.

Yalnız Ahmet Alp yoktu. Bütün araştırmalara rağmen de bulunamamıştı.

Ahmet bekârdı. Bir yıl öncesine kadar Dündar Bey'in hizmetinde iken, Osman

Bey'e katılmıştı. Mazisi de oldukça karanlıktı. Kayı aşiretine mensup olmayıp henüz bir delikanlı iken Konya'dan Söğüt'e gelmişti. Süvarilerden birinin,

Ahmet'in bir akşam evvel kasabadan ayrıldığını ve Kartallı ham istikametinde atını sürdüğünü söylemesi üzerine Osman Bey'in yüzü birden değişti.

Arkadaşlarına :

— Acaba nereye gitmiş olabilir?

Diye sordu. Karamürsel'in öteden beri Ahmet'e itimadı yoktu. Turgut

Alp da tereddütlerini ortaya vurdu :

— Ahmet'i herkesten eski olarak ben tanırım. Biz Dündar Bey'in emrinde iken beraber çalışmıştık Konyalı Mesut'la akrabalığı ve Korhan ile fazla dostluğu vardır. Korkarım, hazırlığımızı düşmana haber vermiş olmak için Söğüt'ten ayrılmasın.

Osman Bey buna pek ihtimal vermiyordu. Ahmet bu kadar namussuz olamazdı. Bu hadise Kayı'lı süvarilerin hareketini iki saat kadar geciktirdi.

Plânda ufak bir tadilat yapıldı. Gece Ermeni Derbendi denen mıntakada geçirilecek ve İnegöl halkı kaleden dışarıya çıktığı zaman hücuma geçilecekti.” (Osmanoğulları: 217)

Yavuz Bahadıroğlu Sunguroğlu romanında samimiyetine güvenmesine rağmen istihbaratına başvurduğu papazı söylediklerinin doğruluğu kanıtlanana kadar kapalı bir yerde tutmayı doğru bulmuş ve giderken de döner dönmez kendisini kapalı bölmeden çıkaracağını Sunguroğlu’nun ağzından söyleterek onların istihbarat açısından tedbire ne kadar önem verdiğini ortaya koymuştur:

“ Papaz sözlerinde samimî görünüyordu. Fakat yine de Sunguroğlu bir tedbir almayı uygun buldu. Hancıyı yanına çağırdı:

"Hancıbaşı! Demir parmaklıklı sağlam bir odan var mı?" diye sordu.

Hancı:

"Var beyzadem," dedi. "Tavan arasında kiler olarak kullandığım küçük

bir odam var. Kapısı kalın meşeden, pencereleri demir kafeslidir."

"Kilidi sağlam mı bari?"

"Sağlam ya, hem nasıl sağlam bilsen?"

Sunguroğlu parmağıyla papazı gösterdi:

"Papaz efendi o sağlam kilitli odada yatmak arzusunu gösterdi.

Kendilerine mükellef bir yatak yapıver. Yiyecek ve içeceğini odasına bırak.

Ben izin vermeden odadan dışarı salmayacaksın, tamam mı?" Hancı, Sunguroğlu'nun ne demek istediğini çok iyi anlamıştı. Kıs kıs gülerek:

"Merak etme yiğidim," dedi. "İstersen pencereden bakmayı bile yasak edebilirim."

Papaz yerinden kalkarken:

"Beni kurt pençesine teslim ediyorsunuz yiğidim," dedi. "Bu hancı oldum olası hoşlanmaz benden."

Sunguroğlu'na uzun uzun baktı.

"Esasen bu tedbiri ben rica edecektim. Bana hâlâ inanamadığını biliyorum. Dövüşürken gözünün arkada kalmasını istemem. Onun için bir odaya kapatılmamı isteyecektim. Ama ne olur beyzadem, iş halledildikten sonra buradan beni çıkartmayı unutmayınız. İçim bunca intikamla dolu iken, bir tavan arasında açlıktan ölmek istemem."

"Merak etme, unutmam. İş hallolur olmaz seni kurtarmaya geleceğim.

Gönlünü ferah tutasın."

Papaz:

"İnşallah," dedi.

Hancının peşinde merdivenlere doğru yürüdü. Tam çıkacağı sırada döndü. Sunguroğlu'na baktı, hafifçe eğildi:

"Gecen hayrolsun beyzadem. Allah kılıcını keskin etsin."

"Geceler hayır doludur, papaz efendi. Söylediklerinin doğru olduğuna inanmaya başladım, ama tedbire riayet de şarttır, kusura bakma!"

Papaz son sözleri belki de duymamıştı. Kapıdan geçmiş merdivenlere

ulaşmıştı.”

( Sunguroğlu- I: 120 )

Turgut Alp’ta ise Kayı’nın büyümesine tahammül edemeyen tekfurların er geç Kayı Boyu üzerine saldırıya geçebileceği vurgulanmış ve Kayı Boyu mensuplarının özellikle de gençlerin ellerinden geldiği kadar olası düşman saldırılarına karşı tedbirli olması gerektiği dile getirilmiştir:

"Kuvvetlenmemizi hazmedemeyen tekfurlar yeni plânlar peşinde koşacaklardır. Bizi sindirmek için tekrar ittifaka geçeceklerdir. Hazırlıklı olmak durumundayız. Hepiniz kendi çapınızda bu hazırlıklara nezaret ediniz.

Kayılı gençler her sabah muntazaman kılıç kalkan oyunu yapsın, cirit atma ve ok gezlemeyi öğrensinler.Geleceğin devletini onlara emanet edeceğiz. İyi yetişirlerse gözümüz arkada kalmayacaktır."(Turgut Alp: 94)

30. Törelere Bağlılık

Osmanlı Devleti’ni kuranlar, gelenek ve göreneklerini, örf ve âdetlerini daima göz önünde bulunduran insanlardı. Eski Türkler’den beri süregelen birçok gelenek ve görenek Osmanlı döneminde de devam etmiş; daha da geliştirilerek ve değiştirilerek bir sonraki nesillere kültürel bir miras olarak aktarılmıştır. Doğa bilimcisi Robert İngersol ‘un deyişiyle ‘ âdet ve an’aneler bizi beşiğimizde karşılar ve ancak mezarımızda terk ederler.’ Bundan dolayıdır ki onlara değer vermeli, bizi yanlış yönlendirmelerine izin vermemeli ve mümkün olduğu kadar seçici olmalıyız.

Türkçe sözlükte19 gelenek ve görenek şu şekilde tanımlanmaktadır:

19 Yararlanılan Türkçe sözlüğün künyesi çalışmanın sonunda yer almaktadır. “ Gelenek: Bir toplumda, bir toplulukta eskiden kalmış olmaları dolayısıyla saygın tutulup kuşaktan kuşağa iletilen, yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, alışkanlıklar, bilgi, töre ve davranışlar, an’ane.”

Görenek: Bir şeyi eskiden beri görüldüğü gibi yapma alışkanlığı.

Eski Türkler’den beri Türklerde göçebelik yaygındı. Kemal Tahir

Devlet Ana’da göçebeliğin getirdiği birtakım sorunlara da değinmeye

çalışmıştır:

“ Hophop Kadı herifin yüzüne merakla baktı. Göçebelikte, konduğu yerin yemeğini yemek konuğun pazarlık etmesini, tartışmasını, herhangi bir işde karşı teklifler ileri sürmesini önlüyordu. Pervane, «Pazarlık kesildi, dört yüz altuna» demişti oysa... Sezinlemeye çalıştı. “ ( Devlet Ana: 283 )

Osman Bey ve arkadaşları İnönü’ne Mahmud Bey’in davetlisi olarak yemeğe gitmişlerdir. Yemek yenildiği sırada şirretliğiyle bilinen El Zahid ve adamları Mahmud Bey’den konuklarının dışarı çıkarılıp kendilerine teslim etmesini istemiştir. Mahmud Bey ise konukların hiçbir şekilde verilmeyeceğini ve bunun töreye aykırı olduğunu söyleyerek üzerine düşeni yapmıştır. Hatta arka kapıdan Osman Bey ve arkadaşlarını kaçırmayı bile düşünen Mahmut Bey bir anda Osman Bey ve arkadaşlarının düşmanla

çarpışmaya başladığını ve düşmanı nasıl dize getirdiğini görünce hayretler içerinde kalmıştır. Yine orada bulunan Mihail Koses de hayretini gizleyememiş ve bu âni yek-vücut oluşa hayran olmuştur:

“ Mihail'in duyduğu hayranlıktan başka bir şeydi ve sürekli olarak düşüncesini tahrik ediyordu:

Önce, ev sahibi Mahmud Beğ!

Mahmud Beğ, askerî olan biri değildi. Mahmud Beğ, sözü, sazı, sohbeti, yemeyi, içmeyi, zevk ve sefayı; kısacası, yaşamayı ve canını çok seven; kavgayı, dövüşü bilmeyen, belindeki kılıcı âdet yerini bulsun diye taşıyan biriydi.

Mahmud beğ, ayrıca, Al Zahid'in şirretliğini, kinciliğini, acımasızlığını iyi bilirdi.

Ama Mahmud Beğ;

-" Bu hangi töredir, Zahid Beğ ? Konuk verilir mi?" demişti.

- "Beni al, daha eyi." demişti.

- "Sana yakışan ne ise onu et; konuk vermem ben" demişti.

Ve, Mahmud Beğ, ilk kuşandığından beri lâf olsun diye taşıdığı kılıcını, ilk defa, vuruşmak niyetiyle, yâni öldürülmek için çekmişti; bir töre için!

(Osmancık: 64 )

“Osman Bey olmak istemektedir. Artık Bey olma zamanının geldiğine inanmaktadır. Bunun için Şeyh Edebalı’ye danışmış ve Şeyh Edebalı de

“töre gereğince olacaktır „ demiştir ve beklemesini buyurmuştur. Çünkü bu iş hemen olabilecek bir iş değildir. Bu işin gerçekleşmesi için öncelikle meşveret gerekmektedir. Beklenen istişâre en kısa sürede yapılacak ve herkesin bilgisi dahilinde Osman, Bey olacaktır. Zaten Osman kendisine

Beyliğinin daha önceden Gökçe bacı tarafından müjdelendiğine inanmaktadır:

“ Atam Ede Balı, Allah bilir ya, ben önce, doğru muyum, yanlış mıyım, bileyim deye senden akıl almak dilerdim. Niyetimi âşikar etmekliğim için, babam Ertuğrul beğ gaziden bile önce sana danışmam gerek sayardım. Amma ki, sen böyle münasip gördün, ben de uyarım. Şimdi büyüklerim küçüklerim, saydıklarım, sevdiklerim, herkes bilsin. Bana yakışırsa, benim hakkım ve lâyıkım görülürse, ben beğlik isterim. Buna da kendimi lâyık sandığım ve bana yakışır sandığım ve hakkımdır ve hak edeceğim sandığım için isterim.

Ve dediğin gibi, daha önce de, ağam Gündüz beğin iznini ve rızasını aldığım için isterim. Deyin bana şimdi: Doğru muyum, yanlış mıyım?" Osman sözlerini bitirdikten sonra, konuşmaya başlamadan önceki gibi, hepsine tek tek ve dura dura baktı; ama bu sefer sırayı Ede Balı'da tamamladı., cevabı ondan beklediğini belli etti ve cevabı alıncaya kadar da gözlerini ondan

çevirmedi.

Ede Balı gülümsüyordu; başta Osman, herkesin sabrını dener gibiydi.

Sabırsızlık ise, sadece, el kavuşturmuş dinleyenlerde belirtiler verebildi; delikanlılar, heyecanlanmıştı.

Buna karşılık, oturanların yüzlerinde, bakışlarında, oturuşlarınlarında, en ufak bir değişiklik yoktu.

Osman'a gelince, dizlerinin üzerinde yay gibi gerilmiş ve hep Ede

Balı'ya bakan Osman, yontma bir taş kitlesini andırıyordu.

- "Azmini, sebatını, sabrını bilirdik, Osmancık" diye başladı Ede Balı;

"Bunların makbullüğünü sana demiştim, açık yürekliliğini ve açık sözlülüğünü de gördük. Bu makbuldür. Gücünü, kuvvetini, cesaretini süslemeye başladın, Osmancık. Seni sevenlerin, seni tutanların pek çoğu ve biz, işte bunu beklerdik. Sevindirdin bizi. Sorduğuna gelince; doğrusun, doğru yoldasın, Osmancık. Amma, beğlik üzerine, burada ve buradakilerde sana verilecek söz yoktur. Töre gereğince olacaktır o. Sözümüz, baban

Ertuğrul beğ gazi'nin dediği günde ve dediği yerde ve başka sözlerle birlikte olacaktır."

Ve, Ede Balı'nın gülümseyişi değişti. Sesi de öyle: - "Bak, a oğul" dedi Hüsameddin'e; "anan Ildız Hatun konuklarımıza, yemek, içmeye bir şey hazır edebilmiş mi? Yoksa kızıyla can sohbetlerine mi dalıp gitmiştir."

Güneş, Domaniç'in batısını çizen tepelere inmek üzeredir.

Osman, çadırının ön bölümünde, bir ayı postunun üzerinde, bağdaş kurmuş oturuyor., kımıldamadan, kıpırdamadan ve tıpkı, on gün önce, Ede Balı'nın konuşmasını beklerken nasılsa öyle, yontma bir taş kitlesi gibi!

Malhun Hatun, arada bir, kendisi için örmekte olduğu sapanı bırakıyor, yatakların bulunduğu arka bölmeye gidiyor, orada oyalanıyor ve Osman'ın bekleyişine bir başka biçimde katılıyor:

Yüz adım kadar yukarıdaki Ertuğrul Beğ gazi çadırından hâlâ haberci gelmiyor.

Karar niçin gecikmiştir?

Malhun tedirginliğini artık gizleyemiyor.

Osman'a gelince, Osman, beğliğinin Harlak'da, Gökçe Bacı tarafından ilân edildiğine, kendisinin bile yadırgadığı bir güvenle inanmaktadır. Gökçe

Bacının söyledikleri kulaklarından gitmiyor.

"Ayın on dördü ... gökçek Malhun Hatun, dilerim bencileyin ak pörçekli karıcık olun da, oğullarının beğliğini de görürsün."

Alınyazısının açıklanışıdır bu; Osman buna inanıyor.

Beğ, elbette, kendisi olacaktır. Osman buna inanıyor.

Çünkü beğliğin ne olduğunu en iyi bilen kendisidir.

Ve, bildiğini en iyi uygulayabilecek olan Osman'dır; kendisidir. Osman buna inanıyor. Ertuğrul beğ gazi'nin çadırında tartışma istediği kadar uzasın, sonunda olacak olan budur. Osman buna inanıyor.

Nitekim, çadırın ön düzünde bir gölge beliriyor. Bu gelen, baba yoldaşı

Samsa çavuş'dur. Samsa çavuş:

- "Hey, Osmancık; baban Ertuğrul beğim gazi seni diler" diyor.”

(Osmancık: 113. )

Akça Koca ile Esmahan’ın düğün töreni de gelenek ve göreneklere uygun olarak yapılmış; orada tam bir şenlik havası hâkim olmuştur. Ok atma yarışı bile yapılmış olup Akça Koca’yı sadece Osman Bey ve Abdurahman

Gazi geçebilmiştir. İki taraftan da düğünde herkes hazır bulunmuştur.

Osmancık’ta bu düğün anını Tarık Buğra son derece başarılı bir şekilde betimlemiştir:

Bu sırada bir neşe patlaması oldu: Bin, belki de iki bin kişi el çırpıyor, bağırışıyor, zurnalar çalıyor, kösler vuruyordu, çünkü meydanın Söğüt ucundan, gelin getirenler görünmüştü.

Önde, kendisi bir başka süslü, devesi bir başka, Esmahan vardı. Bindiği deveyi, iki yanında iki yiğit kardeşi güdüyordu. Onların yanlarında da

Esmahan'ın ahretliği, yakın arkadaşları vardı. Arkadan da, türküler çığırarak, gülerek, oynayarak akrabaları ve ailesinin yakın dostları geliyordu. Hepsi de herkes gibi en güzel giysileri ve en değerli takıları, en yakışan süsleri ile bezenmişti.

Bağırışlar, çığırışlar, el çırpmalar durdu. Karşıcıların güzellemeleri başladı.

Derken, ortalık yeniden ses cünbüşüyle doldu: Geniş alanın öbür ucunu çizen yayvan sırtı yüzden fazla atlı, dörtnalla aşıvermişti:

On at boyu kadar önde, solda Osman beğ, sağda Akça Koca, atbaşı idi.

Öteki atlılar, on ikişerlik saflarla ve sağrı sağrıya, at başları at kuyruklarında, bir bulut gibi idi. Başlarının üzerinde, hızlı, ama uygun hareketlerle döndürdükleri Alıçları güneşi yüzlerce, binlerce çoğaltıyordu.

Meydanın kıyısına yaklaşırken, Osman beğin, daha öncekilere benzemeyen bir kılıç hareketiyle birlikte, gem kastılar , kılıç kınladılar ve yere kondular.

Arka safların atlıları tez koşturup at yedeklediler.

Sonra, ortada Osman beğ ile Akça Koca, iki adım gerilerinde de, ikisi sağda, ikisi solda, Gazi Rahman, Sungur ve Konur Alp, Saltuk altısı meydanın ortasına geldiler. Gelin devesine doğru bağır bastılar ve ötekiler Akça Koca'yı bir yarım ay gibi saran şekilde sıralandılar.

Akça Koca omuzundan yay, sadağından ok aldı meydanı çepeçevre saran kalabalığın üstünden dört bir yana baktı. Sonunda İnegöl yönüne döndü.

Yay doldurdu, yay gerdi ve ok uçurdu.

Meydan övgü sesleri ile doluvermişti. Oku, onunkinden uzağa ancak iki kişi uçurabilirdi: Osman bir, Gazi Rahman iki.

Ok, o yöndeki kalabalığı aşmış, çok daha gerilerdeki, çiçeğe durmuş tek bir badem ağacının yanına saplânmıştı;

Bunun üzerine üçü Akça Koca bölüğünden, üçü kız evinden altı yiğit, başlarında Akça Koca, iki gözlü, beş direkli güvey çadırını okun düştüğü yere orta direk dikilmek üzere, kurdular. Sonra, Akça Koca geri döndü, Esmahan'ın devesinin ipini kardeşlerinden teslim aldı; onu çadırına götürdü.

Çalgılar çalınıyor, türküler söyleniyor, oynayan oynuyor, seyredenler el

çırpıyordu. Konuşanlar bir yandan Akça Koca'yı, bir yandan Esmahan'ı

övüyordu.

Bânu Çiçek Akça Koca'nın övgülerine katıldı ise de Esmahan için, dudak bükerek,

- "Pek de güzel değil" dedi.

Ama, ağabeyi Bay Koca da, Emine de ona karşı çıktılar. Emine,

"Vebal alma ahretliğim" dedi, "Senden sonra boyumuzun en güzeli."

(Osmancık: 206)

Bekir Büyükarkın “Kutludağ” romanında Osman Bey’in Bey olurken nasıl bir durumda olduğunu son derece başarılı bir şekilde tablolaştırmıştır.

Onlar için gelenek ve görenek çok önemli kavramlardı. Bey olma geleneği ise

Kayılarda babadan oğula geçerdi. Bey olan kişi adına hutbe okuttururarak

Beyliğini geleneklere ve göreneklere göre teslim alırdı:

“ —Beni niçin seçtiniz?

—Atalarımız söylemiştir, bize kadar da gelmiştir.Oğuz töresine göre Kayı

Han evlâdına başlık düşer. Selçuklu zaten sizin hakkınızı yemiştir. Üstelik

Moğol saldırılarına karşı bizleri siz korursunuz. İşte bu yüzden, siz bundan böyle bey değil, hansınız! Günhan töresine boyun eğmek gerektir. Ve de adınıza akçe bastırıp hutbe okutmak gerekir.

Sonra hiç biri Osman Bey'i beklemedi. Teker teker karşısına geçip Oğuz

Han töresi gereğince üçer kez diz çöküp yere baş koydular. Osman Bey artık hiç konuşmuyordu. Ne yapacağını şaşırmış bir hali vardı. Ne Akça Koca Gazi, ne de Yahya Usta onu böylesine kararsız, böylesine çökük görmüştü!

Aşağıdan bal ve kımız getirilmişti. Zorla, bir kupa içinde erimiş balla kımız içirttiler Osman Bey'e. Geri kalanını da damla damla kendileri içtiler.

Gelenlerden bir hoca görevini tamamlamak istercesine duasını yaptı:

«Sıhhat ve sağlık olsun! İçtiklerin ab-ı hayat olsun!

Hanlığın mübarek olsun]»

Herkes onu gözlüyordu, herkes onun birşeyler söylemesini bekliyordu, halbuki o hâlâ susuyordu.” (Kutludağ :348)

Orhan Gazi de babası Osman Bey gibi tahta geçerken kendi adına hutbe okutma geleneğini sürdürmüş ve buna ek olarak yine kendi adına para da bastırmıştır. Böylece hutbe okutma geleneğine ek olarak bundan sonra kendi adına para bastırma geleneğini de başlatmıştır. Orhan Bey başa geçer geçmez idarî yapılanmayı tamamlamıştır:

“Orhan Gazi, bir kere daha beylerini yanına çağırtmış, son durumu müzakere etmek üzere hepsinin toplanmalarını emretmişti. Artık herkes Orhan

Gazi'ye rahatlıkla "Padişahım" diyebiliyordu. Para bastırılmış, devlet işleri yeniden tanzim edilmişti. Devlet, şehir şehir valiliklere bölünmüş, mülkî taksimat yapılarak idare tam ve eksiksiz şekilde düzenlenmişti.”

(Sunguroğlu-II: 25)

31. Vefa

Osmanlı devletini kuran zihniyetin sahipleri son derece vefalı insanlardı. Onlarda zerre kadar riya yoktu. Her şeyleri son derece samimi bir hava içerisinde cerayan ediyordu. Çok anlayışlı insanlardı. Özellikle makam mevki konusunda birbiriyle kesinlikle mücadele etmezlerdi. Aşiretin ileri gelenleri tarafından da bu tip düşünceleri olanlar birçok defa uyarılmış ve sonunda uygun şekilde cezalandırılırdı. Onlar için devletin kalıcılığı

önemliydi ve asıl amaçları “Cihan Devleti” kurmaktı.

Ertuğrul Bey’in ölümünden sonra hiçbir arbede yaşanmadan onun işaret ettiği üzere aşiretin ileri gelenleri tarafından Osman, Bey seçilmişti. Bu seçim sonucu herkes ona bağlılıklarını bildirmişti. Yalnız bir müddet sonra kendisini kutlamaya gelen amcası Dündar Beyde bir samimiyetsizlik görülüyordu. Dündar Bey ağabeyinin vefatından sonra kendisinin başa geçmesi gerektiğini düşünüyordu; fakat böyle birşeyin olmasına imkân yoktu.

Çünkü Ertuğrul Bey ölmeden önce kendisinden sonra kimin başa geçeceğini işaret etmiş ve zaten Osman Bey’i de ona göre yetiştirmişti. Aşiretin ileri gelenlerinin de büyük bir desteğini alan Osman Bey idareyi eline almıştı:

“ —Bize bu toprakları babamız rahmetli Ertuğrul Bey temin eylemişti, insan ömrü ne kadar uzun olursa olsun baki değildir. Akıbet biter, fena bulur.

Daim ve baki olan Allahü Azimüşşan'dır. Babamız da şan ve şeref dolu bir hayat geçirdikten sonra ahirete intikal etti. Aşiretimiz payidar olacaktır.

Etrafımız düşmanlarla çevrilmiştir, bizi zayıf gördüğü an, tecavüzde bulunacağından şüphemiz yoktur.Ancak birliğimizi muhafaza eder, birbirimizi sever ve sayarsak, hiç bir zaman zayıf düşmez, kudretli ve kuvvetli kalırız.

Şimdi siz beni aşiretimizin bağında tutmak ister misiniz? Onu sormak için hepinizi topladım. Eğer beni arzu etmezseniz zerrece kırılmam, yerime gelecek başkanın ellerini öperek hizmetinde ölünceye kadar sadakatle kalırım.

Dedi. Turgut Alp yerinden fırlayarak Osman Bey'in önünde diz çöktü.

Ellerine sarılarak öptü :

— Sen bizim başbuğumuz, babamız, kardeşimiz, her şeyimizsin.

Ölünceye kadar yanından ayrılmayacağız, gerektiğinde uğruna hayatımızı seve seve vereceğiz. Bir emrini iki etmiyeceğiz. Öl dediğin yerde ölecek, kal dediğin yerde kalacağız. Sen bizi zaferlere ulaştıracaksın. Büyük bir devlet kuracaksın. Bütün tekfurlar önünde eğilecekler.

Turgut konuşurken gözyaşlarını tutamıyordu. Osman Bey vefakâr arkadaşının alnından öptü.

— Sağol Turgut, senden bunu beklerdim.

Turgut'u Karamürsel, Aykut Alp, Abdurrahman, Hasan Alp, Akçakoca ve Konur Alp takip etti. Yerlere kadar eğildiler.

— Sensiz Kayı aşireti nasıl mesut olur? Sen bizim babamızsın.

Dediler. Meydanda toplananlar Gündüz Alp'a bakıyorlardı. Onda bir hareket yoktu. Acaba kardeşinin başkan olmasını istemiyor mu idi? Herkes birer birer giderek Osman Bey'i tebrik ettiler, uzun ömür dilediler. Gündüz

Alp en sona kalmıştı, merak büsbütün artıyordu. Tören nihayet bulmak üzere' idi. İşte tam bu sırada Gündüz Bey gözleri yaşlı olarak vakur adımlarla

Osman Beyin önüne kadar geldi. Yere diz çöktü.Yaşça kendisinden küçük olan kardeşinin ayaklarına kapanmak istedi.

— Babamız Ertuğrul Gazi öldü. fakat yetim kalmadık. Şimdi sen. bizim babamızsın, sadık bir bende gibi hizmet edeceğim. Öl dediğin yerde

öleceğim. Osman Bey yere diz çöken ağabeysin!kaldırdı, boynuna sarıldı, kucaklaştılar. Beraberce ağlaştılar. Gündüz :

— Ah... Osman, diyordu, ne olurdu, Sarubatı da sağ olsa idi.

Birkaç gün sonra ağabeyisinin ölümünü haber alan Dündar Bey de Söğüt'e geldi. Yeğeninin asaleten aşiret başkanlığına seçilmesi münasebetiyle tebrik etti. Fakat bunda samimî değildi. Zevahiri kurtarmak için böyle hareket etmişti.” (Osmanoğulları: 324 vd.)

Kendilerine iyilik edenleri – dili, dini, milleti ne olursa olsun- asla unutmazlardı.Her fırsatta anarlar ve onlara lâyık olmaya çalışırlardı.

Kendilerine birçok iyilikleri dokunmuş olan Berkomalı Tüccar Aretos’un

Şövalye Laskaris tarafından şehit edilmesi üzerine Karamürsel ve arkadaşları son derece üzülmüşlerdi:

“ Karamürsel ve arkadaşları aralarından ebediyen ayrılan vefakâr dostları iyi kalbli Aratos'un hatırasını her fırsatta anıyorlar, hemen her lâflarında onun adını da yâd etmeyi unutmuyorlardı. Bu yolculukta da hep ondan konuştular :

— Aratos da şimdi bizimle beraber olmalı idi.

— Ne iyi çocuktu.

— Vefalı arkadaşı.

— Bir Türk gibi öldü.

— Şehit oldu.

Sözleri sık sık geçti. Aratos, iyi kalbli Aratos gerçekten bir Türk gibi dövüşmüş, bir Türk gibi ölmüştü. Şövalye Laskaris'e olan kinleri bir kat daha artıyordu. Turgut Alp : — Osman Bey izin verse, İnegöl'e kadar gider. Şövalye Laskaris'in cesedini alır getirirdim.

Diyordu. Turgut böyle tehlikeli seyahatlere çıkacak ve icabederse bu uğurda kafasını verebilecek bir Türk dilaveri idi.”(Osmanoğulları: 320)

Osman Bey kendisine hizmet edenleri her vesileyle ödüllendirmesini bilmiştir.“Marifet iltifata tâbidir.”Sözünü sonuna kadar uygulamıştır. En güvendiği insanları ise çevredeki büyük yerlerin yönetimine getirerek onlara verilebilecek en büyük pâyeyi vermiştir. Onlar da Osman Bey’ e bağlılıklarını

çoğu defa canları pahasına da olsa göstermişlerdir:

“ — Ey Mahmut Gazi! Fermanımı yaz ve hemen duyur. Sonra tane tane söyleyip yazdırdı:

— Ben ki, Kaya Alpoğlu, Gündüz Alpoğlu, Ertuğrul Gazioğlu,

Kayıların başı Osman Bey'im. Şu yolda emrim olmuştur:

Yarhisar'ın idaresi Hasan Alp'e, inegöl'ün idaresi Turgut Alp'e bırakılmıştır. Oralarda da adaleti, kardeşlik sevgisini sağlayacaklardır. Ayrıca kayınbabam Şeyh Edebalı hazretlerine Bilecik'in resim ve öşrü verilmiştir.

Küçük oğlum Alâeddin Bey ile eşim Bâlâ Hatun bundan böyle Bilecik'te oturacaklar, düşman şerrinden iyice korunacaklardır.” (Kutludağ: 345 vd.)

Köse Papaz ise Osmanlı’nın mertliğini öteden beri takdir ediyor. Papaz olmasına rağmen Osmanlı’nın ileri gelenlerine karşı gizli ve içten bir muhabbet besliyordu. Köse Papaz ‘ın muhabbeti o derece artıyordu ki zaman zaman Müslüman olmayı bile düşünmüyor değildi. O son derece akıllı bir insandı. Osmanlı’ya her fırsatta yardım ediyor, istihbarat konusunda da çok faydalı oluyordu:

“Demek her şeyi bildiğin halde hancıyı ele vermedin öyle mi? Tamamen öyle yiğidim.Uzun zamandır bildiğim halde ele vermedim.Dedim ya, beni sana yanlış anlatmışlar. Buna inan dostum.Ben katiyyen Osmanoğullarına ihaneti düşünmem. Bu sözlerimde, hayatımda hayatımda hiç olmadığım kadar samimiyim.Bir zamanlar bir Osmanlı yiğidi hayatımı kurtarmış ve canımı bağışlamıştı.O gün bu gündür Osmanlılara faydalı olmayı düşünüyordum. Kısmet sizi karşıma çıkarmış bulunuyor. Şimdi bu fırsatı bana vermezseniz, emin olun çok üzüleceğim. Osmanlılara yardım için yanıyorum.” (Sunguroğlu- I: 115)

32. Yardımseverlik

Osmanlı’ yı kuran kadrolar aldıkları terbiye, islâm inancı ve yapıları itibariyle son derece yardımsever insanlardı. Daima mazlumun yanında olmasını bilmişlerdi. Her zaman ezilenin yanında olmuşlar ve güçlünün yanında yer alarak menfaat elde etme anlayışına kesinlikle karşı olmuşlardır.

Onlar için haklı olan önemlidir. Kimin ne kadar gücü olduğu kesinlikle bir

ölçüt değildir. En küçük sorunları bile âdil yollarla çözmeye çalışmışlar, yaptıkları yardımlarla hiçbir zaman övünmemişlerdir. Yaptıkları yardımlardan gizlenmesi gerekenleri ise mümkün meretebe gizli tutmuşlardır.Çünkü yardımseverlikte asıl olan, yapılan yardımı reklâm yapmak değil, Allah’ın rızasını kazanmaktır. Osmanlılar bu düşünce yapısıyla yola çıkmışlar ve hiçbir ayırım gözetmeden yaptıkları yardımların karşılığını da uzun vadede görmüşlerdir.

Osman Bey asla zulüm etmeyi sevmez, ele geçirilen esirlere bile çoğu kez ufak tefek cezalar verilerek serbest barakılmalarını sağlardı:

“Osman Bey çoğu yoksul takımından yaralıları esir götürmek istemedi.

Üstündekileri savaşçıların bölüşmesine izin verip bu cezayı yeter saydı. Mal, para alanlar, bütün silâhları toplayacaklar, yaraları tımar edip sarıp bırakacaklardı.” (Devlet Ana: 432)

Bir defasında Turgut Alp ile Abdurahman yolda kim olduğunu bilmedikleri birisinin birçok kişiyle aynı anda mücadele ettiğini görürlerler.

Buna gönülleri razı olmaz ve Moğolların saldırdığı bu adamı kurtarırlar. Bu kişi aslen İnegöllü olan o sırada Sivas’ tan gelen Aratos’tur. Aratos yapılan bu iyiliği hiç unutmayacak ve ilerleyen zamanlarda birçok yardımı dokunacaktır:

“Bir an önce Söğüt'e dönmek için uzun fasılalarla mola veriyorlar, uğradıkları hanlarda bir geceden fazla kalmıyorlardı. Yozgat'ı geride bıraktıkları bir günün sabahında yol üzerinde bir boğuşma ile karşılaştılar.

Beş Moğol süvarisi bir gencin üzerine hücum ediyorlar, genç süvari de ellerinden kurtulmak için kaçmaya çalışıyordu. Fakat kaçmasına imkân yoktu.

Kim olursa olsun düşkünlere yardım edecekleri tabiî idi. Atlarını mahmuzlayarak süratle o tarafa yetiştiler. Genci Moğolların elinden kurtaracaklardı. Abdurrahman âmirane bir sesle :

— Ne oluyor, beş kişi birden delikanlıya hücuma utanmıyor musunuz?

Diye bağırdı. Moğol süvarileri kendilerine pek fazla güveniyorlardı, içlerinden bir tanesi oturaklı bir küfür savurdu :

— Defolun buradan, yoksa hepinizin derisini yüzer, ayağıma çizme yaparım.

Turgut Alp dayanamadı : — Ulan kırk yıl düşünsem bu tarz küfür hatırıma bile gelmez. Öküz derisi mi bu?

Abdurrahman, kaç zamandır ağız tadıyle vuruşmamıştı. Canı o kadar dövüşmek istiyordu ki, hatta hanların birinde Karamürsel'e takılmış :

— Bu böyle olmayacak, şöyle bari birbirimizle oramızı buramızı kırmadan bir dövüşsek.

Demişti, işte simdi hakikisi ile karşılaşmıştı. Moğol süvarisinin payını verdi:

— Bırakın şu genci diyorum size. Belimdeki kılıç bir vuruşta çift keser.

Moğolların bu müdahaleye fena halde canlan sıkıldığı görülüyordu. Bir tanesi :

— Al öyle ise kahpe uğrusu!

Nârasıyle Abdurrahman'ın üzerine hücum etmek istemiş, Abdurrahman kolay bir manevra ile atını yarım sağa çektiği için herif dengesini kaybederek yere yuvarlanmıştı. Çok iyi ata bindiği muhakkak olmakla beraber pek boş bulunduğu aşikârdı. Abdurrahman bu hücumu böylece savdıktan sonra kılıcını sıyırmış ve ilk hamlesini şiddetle yapmıştı. Bunu Karamürsel ve Turgut Alp takip etti. iki Moğol süvarisi de korkunç bir feryat çıkararak yuvarlanmıştı.

Diğer ikisi de selâmeti firarda aradılar. Orada kalmak tehlikeli idi. Derhal uzaklaşmak lâzımdı. Her an, Moğol müfrezelerine tesadüf etmek mümkündü.

Meçhul süvarinin kim olduğunu öğrenmek istediler.

— Nerelisin, nereden gelip nereye gidiyorsun? — Size minnettarım bezyadeler, siz olmasaydınız, bu adamlar beni muhakkak öldüreceklerdi.Ben İnegöllüyüm. Sivas'tan gelirdim. Adım

Aratos...”(Osmanoğulları:158 vd.)

Osman Bey, babası Ertuğrul Bey’in Sultan Alâaddin ile bir yardım etme olayı sonrası tanışmasına benzer bir şekilde, kendisi de Harmankaya Tekfuru

Mihail Koses ile bir yardımlaşma sonucu tanışmıştır. Aya Nikola’nın haydutları Mihail Kosses’e saldırmış ve Osman Bey de olayı görerek müdahele etmiş Böylece Mihail Kosses ile uzun sürecek bir dostluğun başlangıcını gerçekleştirmiştir:

“Osmancık'ın Mihail Kosses ile tanışması, babası Ertuğrul'un Sultan

Alâaddin ile ilişki kurmasına benzemişti:

Saldıranlar beş kişiydi, savunanlar üç. Avdan dönen Osman olay yerine geldiği zaman, o üç kişiden biri yerde cansız yatıyordu, birinin de kılıç tutacak hâli kalmamıştı. Osman duraklamadı:

- "Savulun bire" diye kılıç çekti.

Kavga kısa sürdü. Osman saldırganlardan ikisini çabucak haklayıvermişti. Ötekiler de bırakıp kaçtı.

Kılıç sallayacak hâli kalmayan:

- "Sağ ol Türk. Adın ne senin?" diye sorduktan sonra, "Benimki Mihail

Kosses" dedi.

- "Ertuğrul oğlu Osman. Söğüt'te otururuz. Ya sen?" Mihail de öğündü:

- İnegöl'ün berisinde; Harmankaya'da. Babam çok zengindir. Gel bizimle; birkaç gün misafirimiz ol."

- "Yok" dedi Osman. Sonra da düşündü, sordu: "Neyin nesiydi o adamlar? Neye saldırdılar size?" - "Aya Nikola'nın haydutları. Onların hep kârı budur; ya topluca koy basar, yahut üçü, beşi bir olup yol keser, adam soyarlar."

Osman gene düşündü:

- "Belki bir yere sinmişlerdir. Yine keserler yolunuzu. Götüreyim sizi."

Mihail onuruna yediremiyor olmalıydı; mırın kırma başladı. Ama o zamana kadar ağzını hiç açmayan, teşekkür etmeyen, gülümseyen öteki lâfa karıştı:

- "İyi olur Mihail.. gelsin bizimle"

Bu sözleri de Osman'a bakmadan söylemişti.

Anlıyordu Osman; Dünya'ya tepeden bakan, özellikle de Türk'leri sevmeyen biriydi o. İçi dalgalanmaya başladı.Mihail durumu sezmiş gibi güldü.

- "Arkadaşımın adı Kalanoz'dur. Karaca Hisar tekfurunun oğludur. Hep böyledir."

Kalanoz, yerde yatan ölüye bağını çevirip bakmadan, tını sürmüş, tırısa kaldırmıştı. Osman, başıyla ölüyü göstererek, sordu:

- "Bu sizden değil mi?"

Mihail de başıyla Kalanoz'u işaret etti:

- "Onun adamı, idi; aldırtır."

Osman'ın içinden Al-ışığın başını çevirip Söğüt'e doğru koşturmak geldi. Ama

Mihail'i bırakamadı; kanı kaynamıştı ona. Mihail'in de gülüşü candandı, dosttu, sımsıcaktı , gözlerini ışıldatıyordu. Osman'ın yapabildiği şey, atını mahmuzlayıp Kalanoz'un bir boy önünde, hep önünde gitmek oldu. Yol boyunca Kalanoz, bütün çabasına rağmen, Al-ışığın sağrısına bile sokulamadı.” (Osmancık: 16) Osman Bey ve arkadaşlarında taraf olma diye bir şey söz konusu değildi.

Onlar sadece Hakkın ve haklının tarafındaydılar... Haklı olanın kim olduğu onlar için hiç önemli değildi; önemli olan haklı olup olmadıklarıydı. Hep bu düşünüşle hareket etmişler ve gittikleri her yere barışı, huzuru ve adaleti götürmeye çalışmışlardı:

“ Kavgayla, çarpışmayla, savaşla hiç bir ilgin yok. İki taraf kapışmış. İki taraf da sonucu peşin peşin kabullenmiş; sana ne?

Asıl önemlisi; tuttuğun tarafın kazanacağı ne belli?

Üstelik zayıf ve yenilecek tarafı tuttuğuna göre, biri de, ikisinde,

üçünde değilse bile, dördüncüde talih ters dönebilir. O zaman da, bir varmış bir yokmuş, zaten gidecek olanlarla birlikte sen de gideceksin.

Ne için?

Sebebiyle de, sonucuyla da ilgin, ilişkin yok ki...

Hele, bir de, tarafların hiç birini tanımadığını düşün.

Ee?

Ee'si bunun, papaza göre, düpedüz aptallıktı, gelecek! kavramına, hayat kavramına varamamışlıktı; açıkçası ilkellikti, barbarlıktı. Papaz efendiye göre bu böyleydi, kesinlikle böyleydi. Ve, baba Kosses de bunun böyle olduğuna inanmıştı.

Ama Mihail değil.

Mihail, sadece, acaba? demişti.

Ve, Mihail, artık, o İnönü gecesinden sonra "acaba? da demiyordu.

Ertuğrul Gazi'nin ve Osman'ın tercihlerinde papaz efendinin yorumunu çok, ama pek çok aşan bir aile mantığın sağlam belirtilerini görüyordu:

Cür'et değildi o tercih. O tercih, sadece duygulara, içgüdülere dayanan bir kahramanlık gösterisi değildi; hattâ, o tercih, zayıf’a, yardım düşüncesinden de gelmiyordu:

O tercih yağmacıya, çapulcuya, vurguncuya, saldırgana karşı, başta yaşama hakkı, emek hakkı, ter hakkı olmak üzere, insanı ve insanları tutuyordu.

Hem de din, soy sop ayrımı gözetmeden.. sadece kurtarılması gerekeni

kurtarmak için.” (Osmancık: 68)

Özellikle eli darda olanlara yapılan yardım, mümkün olduğu kadar gizli

yapılmalıydı. Kendisine yardım edilen kişi o yardımı alırken

utanmamalıydı. Böyle bir durumu ortadan kaldırmak için hemen hemen

herkesçe bilinen yerlere para konulur, ihtiyaç sahiplerinin ihtiyacı kadarını

alması sağlanırdı. İhtiyaç sahibi de ihtiyacından fazla para almamaya özen

gösterirdi. Son derece ince bir düşünüşün ürünü olan bu sistem, uzun süre

uygulanmıştır. Tamamen karşılıklı güvene dayanması bakımından ayrıca

dikkat çekicidir:

“....İtburnu’n da, beni konuk ettikleri odada, lambalıkta Selçuk ve

Bizanslı sikkelerini görünce; bunlar ne için? diye sorduydum. Dursun Fakı da, bana; darda olanı istemek utancından kurtarmak için deye cevep verip ardından da ; Şeyhim o utancın vebelinden kaçar dediydi...” (Osmancık: 91)

“Mahmud, Alâaddin'i tekke sakinleri ile tanıştırmaktadır.Osman beğ onları selâmlıyor ve durmadan doğru merdivenlere yürüyor, ikinci kata

çıkıyor. Orhan'a odaları, odalardaki lâmbalıkları ve lâmbaların yanındaki

Bizans ve Selçuklu sikkelerini gösteriyor.

Ve, eğilip Orhan'a bakarak mırıldanıyor: - "Bu sikkeler, konuk sıkıntıda ise alsın diyedir.. onu isteme utancına düşürmemek için. Deden o utancın vebâlinden kaçınır."

Ekliyor da;

- “Beğler de kaçınmalıdır.” (Osmancık: 271)

Yine hiç tanımadıkları insanların gittikleri handa Hancı’yı tartakladıklarını gören Turgut Alp ve arkadaşları duruma hemen müdahele edip hancının imdadına yetişerek hancıyı kurtamışlardır:

"Bir alıp veremeyeceğimiz yoktu ya, onların dertleri varmış. Geldiğimizde hancı ile münakaşa ederlerken bulduk. Zavallıcığı bir kılıç tersi ile yıktıklarını görünce de dayanamadık. Hancının dediğine göre, Osman Beye hakaret etmişler. Bunu daha önce bilseydim, tövbe olsun hiç birini sağ komazdım." (Turgut Alp: 89)

Cavir Ersen Osman Gazi romanında Osman Gazi’nin yardımlaşma felsefesini şu şekilde yorumlayarak Osman Gazi’nin “Allahın rızasını kazanmak” felsefesini doğrulamaktadır:

Hangi taraf kuvvetini kaybetmiş, yenilgiye uğramış ise, ona yardım etmeli idi. Onun yapısında, yaratılışın da böyle bir üstün karekter mevcuttu ve bu hali ile daima gurur duyardı. Ataları da böyle idi. Düşkünleri yardım etmek,

ülkede aç, perişan bırakmamak, herkesin imdadına koşmak Allah'ın emri idi...

At koşturacak, Kayı Boyunun başına geçecek, savaşacak, zayıfların safında egemenlik için kılıç çekecek, ok atacak, gürz kullanacaktı. (Osman Gazi: 32)

Uzun sürecek ve Harmankaya Tekfuru Köse Mihal’ in Müslüman olmasıyla sonuçlanacak dostluğun başlangıcı da Osman Bey’in esir aldığı Köse Mihal’i serbest bırakmasıyla başlamıştır. Belki ölse hiçbir faydası olmayacak olan Köse Mihal, Osman Bey’in akıllıca politikası sonucu hem çok yardım etmiştir, hem de nihâyetinde din değiştirerek İslâm’ a girmiştir:

“ — Baka Mihail, sen benim gerçek dostumsun. Tâ babamın sağlığından aramızda geçen bir iş oldu.Ben ağam Gündüzalp ile Friciya tekfuruna konuk gitmiş iken sen bu mel’unla, Dorilavon tekfuru ile hisarı bastınız, beni tekfurdan istediniz.O namertçe teklifi kabul etmedi, ben de Gündüzalp’la

üzerinize çıkış yaptım. Sen tutsak oldun, o mel'un kaçtı. Hatırladın mı o günleri?

Köse Mihal önüne bakarak tatlı tatlı güldü :

— Hatırlamaz olur muyum? Sana olan.sevgim de, saygım da o günden başlamıştı.

— Ben de sana muhabbet bağladım. O muhabbet yüzünden seni serbest bıraktım. Rahat rahat Olemp dağının eteklerindeki hisar gibi köyüne

çekildin.

— Unutur muyum o iyiliğini?” ( Ovaya İnen Şahin: 38

33. Yeniçeri Ocağı’nın Kurulması

Romanlarda yer yer Osmanlı Devleti’nin kuruluşu açısından Yeniçeri

Ocağı’nın rolüne göndermeler yapılmıştır. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluş gerekçesi olarak da Hristiyan çocuklarını alıp, Türkmen yanında yetiştirip,

İslâm törelerine bağlayarak orduya katma düşüncesi verilmektedir. Diğer bir deyişle Yeniçeri Ocağı’ndan amaç “Hristiyan ülkelerini, aslı yine kendinden olanlara vurdurup Osmanlı ülkesine katmak”tır. (Bu Atlı Geçite Gider: 180)

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Bu Atlı Geçite Gider romanında da

Murat Bey’in Yeniçeri Ocağını kurmakla ne kadar iyi ettiği üzerinde durulmuştur. Anadolu toprağının yerleşecek Türkmen aradığına dikkat

çekilererek toprağın ancak iyi bir iskân politikasıyla üzerinde yaşayanları yadırgamayacağına değinilmiştir. Ayrıca toprak, ata benzetilmiş ve uzun süre binilmediği zaman sahibini bile yadırgadığı dile getirilmiştir:

“ Eskiler, toprak da ata benzer derlerdi duymuşluğun var mıdır oğul

Mustafa? Bakıp tımar etmezsen, üç gün binmezsen üstüne at seni yadırgar.

Toprak da seni yadırgar sahip çıkmazsan. Savaş dediğin toprağa sahip

çıkmakla olur; Türkmenin olanını alıp çeri yapar savaştan savaşa sürersen ne kazanırsın?” (Bu Atlı Geçite Gider: 77)

34. Yiğitlik ve Kahramanlık

Osmanlı Devleti’ni kuran kadroların öne çıkan yönlerinden biri de yiğitlikleriydi. Onlar küçük yaşlardan itibaren çok iyi bir şekilde düşmanla mücadele etmek için gerekli olan her şeyi çok iyi bir şekilde öğreniyorlardı.

Onlar için yüce idealler söz konusuydu. İdeallerine ulaşabilmek için ellerinden ne geliyorsa yapmaya hazırdılar. Onlar için karşıdaki düşmanın sayıca üstünlüğü hiç önemli değildi. Önemli olan baş koydukları davada sonuna kadar mücadele etmekti. Özellikle Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu romanları serüven romanı olmanın verdiği bir hava ile baştan sona aksiyon yüklüdür. Sürekli düşmanla karşı karşıya gelinir. Hemen hemen düşmanla her türlü mücadeleye girişilir. Onlar, niçin mücadele ettiklerinin daima bilincinde olmuşlardır. “Savaşırken ölenleri kahraman yapan, ölümleri değil, ölümlerinin sebepleridir.” – Napoléon – sözünde anlatılmak istenen düşünce ile onların felsefesi bağdaşmaktadır. Onlar için yatarak ölmek mübah değildi. Onların düşünüşünde eğer ölünecekse ölüm er meydanlarında olmalıydı. Yiğitlik ve kahramanlık, onlar için yeni bir şey değildi. Eski Türk’lerden beri yiğitlik ve kahramanlığa çok önem verilmekteydi. Hatta bir çocuk kahramanlık gösterene kadar ona ad konmazdı. Bu bir oğuz töresiydi.

Yiğitlik, gönül ve yürek işidir. Yürek işidir. Bu durumu Devlet Ana’da

Kema Tahir, çok güzel bir şekilde ifâde etmektedir. Yiğit hızlı olmak durumundadır; yoksa düşmanın darbesiyle bu dünyadan göç eylemek de vadır işin sonunda. Savaşçılık , kılıç vb. kullanmak beceri ister.

“ «usta okçu olayım» diyen, çabalayacak ki yatkınlık peydahlaya... Her

şeyin başı yatkınlık... El yatkınlığı, göz yatkınlığı, ille de gönül yatkınlığı...

Oğlum Kara Vasil'in Mavro, bu kardeşliğin Çelebi eskisinde, evet, bilek var, gözü de kör değil, gelgelelim, gönülsüz... Ne demişler «Gönülsüz it, sürüye canavar alıştırır» denilmiştir. ...”(Devlet Ana: 191)

Osmanlı’nın kuruluş aşamasında kadınlar bile silâh kullanmasını bilmeyenlere itimâd etmiyorlardı. Çünkü mücadele, onların hayat tarzı olmuştu. Kadınlar silâh kullanılmasını bilmeyen erkeği erkekten saymıyorlardı:

“ - Sen mollaya da varırsın ya. hani dileyip alan? Şimdi yanıldın Bacıbey!

Silâh ustası Kaplân Çavuş’un kızıyım ben, Tanrı tanık, beli kılıçlı olmayan, bizim eşiğimizi aşabilemez. Çünkü bizim soyumuzda, kılıç taşımayanı erkek saymak yoktur. “ (Devlet Ana:112)

Yiğitlik, sadece bilekle olmaz; yiğitlik aynı zamanda, yürek ve akıl ister.Osman Bey yoksulluk gelip çattığında çıplağı giydirmeye, açı doyurmaya çalışmıştır. O, halkının canını kendi canı, ırzını da kendi ırzı bilmiştir. On üç yaşından beri savaşlara giderken en önde düşmanı kovalayıp geri dönerken de en arakada yer almıştır. (Devlet Ana: 146) Şeyh Edebalı Osman’a babasının yiğitliğini ve kahramanlığını anlatmaktadır. Babası ömrü boyunca barışçı bir politika izlemeye çalışmış.

Aşiretin büyüyüp güçlenmesi için zamana ihtiyaç olduğunu düşünmüştür:

“ Ertuğrul Bey büyük savaşçıydı, dünyaya gücü yeter yiğitlerdendi.

Dileseydi at sırtından hiç inmez, vilâyetler bozar, basıp çarpıp yırtıp koparıp ortalığa dehşet salarak hazineler toplardı, istemedi, para bırakacağına saygılı ad bıraktı, -içini çekerek daldı biraz sesi gürleşti-: Benzeri bulunmaz adam güdücülerdendi. sertliğin gerektiği yerde, sertti çelik kadar, yumuşaklılık gereken yerde yumuşaktı pamuk gibi... İyileri incitmez, kötüleri undurmazdı.

Uzak umutluydu, çünkü sabırlıydı. Kavrayışı, bağışlayışı tez, öfkesi, cezalandırması yavaştı. Okuma-yazma bilmezdi ama, öğütlerden en yararlıyı hemen seçer, uygulamada hiç duraklamazdı. Olmaya ki, tuttuğu yolun yanlışlığı ispatlana... “ (Devlet Ana: 170)

Devlet Ana’da iyi bir binicinin at koştururken şunları yapabilmesi gerektiği belirtilmektedir:

1. Yel gibi giden atı, tek tırnağı üzerine mıhlamak.

2. Art ayakları üstünde değirmen taşı gibi döndürmek.

3. Harmanlamaya sokup cenk alanında çarha çevrilmek.

4. Kovduğuna yetişip, kaçtığının pençesinden sıyrılıp çıkmak.

Hain düşmana yetişerek, gövde ağırlığını kılıca bindirip “ ya hak diye bağırarak zırhlı kâfirin kafasını koluyla beraber alabilmek gerektir. (Devlet

Ana: 198)

Osman Bey, vuruşma önceleri aynen babası gibi heybetlenir; görünüşü, en yüreksiz savaşçılara bile güven, cesaret ve vuruşma isteği verirdi. Çünkü onun da babasının da doğası daima mücadele üzerine yapılanmıştı. Kara

Osman Bey, babasından da daha heybetliydi. Yumuşak başlı olduğu zaman

çok şefkatli; sinirlendiği zaman ise çok heybetli bir hâl alıyordu. Onda uç noktalar hâkimdi. Her ne kadar Şeyh Edebalı’dan sonra bu yönü biraz yumuşamış olsa da hep devam etmiştir. (Devlet Ana: 425)

Osman Bey ve arkadaşlarının silâh kullanma yeteneği düşmanı bile

şaşırtıyordu. Onlar bile silâh kullanmadaki yatkınlık karşısında hayretlerini gizleyememişlerdir. Bu şaşkınlığı yaşayanlardan biri de Laskaris ve adamlarıdır. (Osmanoğulları: 190 vd.)

İnönü Bey’inin misafiri olarak İnönü’nde bulunan Osman Bey ve arkadaşları Eskişehir Bey’i ve Harmankaya tekfuru Mihal tarafından baskına uğramış. Ev sahibi olan Eftimyadis’ten misafirlerini teslim etmesi istenmiş.

Eftimyadis’in çaresizlik içerisinde misafirlerinin teslim olacağını sandığı bir sırada Osman Bey ve arkadaşları hızla hareket ederek düşmanı büyük bir bozguna uğratmıştır. Onlar için düşmanın sayısı hiç önemli değildi. Kaç kişi olurlarsa olsunlar mücadele etmeden teslim olmak yoktu. Bu karşılaşmada

Osman Bey’in Mihal Bey’i affetmesi ile ilerleyen zamanda büyük bir dostluğu doğurmuştur. Çünkü Osman Bey tüm adamlarının kaçmasına rağmen sonuna kadar kendileriyle çarpışan bu cesur yiğite hayran kalmıştır. Onun yiğitliğe verdiği önemi buradan da anlayabiliriz. (Osmanoğulları: 207, Kutludağ: 80)

Osman’ın gözünün karalığı, Şeyh Edebalı’nın, aşiretin başına Gündüz

Bey’in değil Osman’ın kendisinin geçmesini söylediği sırada bir daha ortaya

çıkmıştır. - "O kılıç kardeşime yakışır. Bilgili olan odur. O hem yiğit, hem akıllı, usludur. Bak a Ede Balı; seni sayarım. Amma kardeşimle benim arama gireceksen saygım kalmaz, seni elden de beter görürüm."

Al-ışığı bu sefer obaya doğru mahmuzlarken, başını çevirip bağırıyor:

"Uğraşma benimle... Sabrım tükenir." ( Osmancık: 13 )

Osman Bey, Kulacahisar ve İkizce seferlerinde de görüldüğü üzere Aya

Yorgo, Dukas, Aleksius, Fileratos, Kalanoz vb. gibi erlerini önüne siper etmemiştir. O akınlarda genellikle en ön saflarda savaşa katılmaktadır. Onun yapısı savaşta askerlerinin arkasına saklanmaya müsâit değildir. Bu durum, kendisine ve askerlerine güç vermektedir. (Osmancık: 227)

Oğlunun özüründen dolayı seferlere katılamayacağına üzülen bir anneye

Osman usulca yaklaşmış ve üzülmemesi gerektiğini belirterek. Kayı’ya sadece savaşçıların değil, kılıç döğenlerin, at donatanların, köprü atanların, bilginlerin de gerekli olduğunu vurgulayarak, herkesin elinden geldiği şekilde yardım edeceğine değinmiştir. (Osmancık: 202)

Onlar cenk söz konusu olduğunda şartlar ne olursa olsun her zaman gitmeye hazırdılar. Bir defasında çağrılmamalarına rağmen yanına gelen gâzilerini gören Osman Bey; Akça Koca’nın hemencecik iyileştiğini ifade etmesi, Abdurahman’ın daha yeni kırılan koluna rağmen gelmesi, Kaya Alp’ın ve içlerinde sonradan Müslüman olmuş olan Nevzat’ın da bulunduğu birçok gencin orada hazır bulunmasından çok memnun olmuştur. (Kutludağ: 147)

Akça Dede Sunguroğlu’na babasının Selikos tarafından şehit edilişini anlatırken çok duygulanmıştır; Çünkü Sunguroğlu babasını aratmayacak derecede iyi bir yiğittir. Sunguroğlu, babasının kanını almak için can atmaktadır. O da bilmektedir ki “Devlet-i ebed – müddet” için kendisi gibi birçok kahraman yiğite ihtiyaç vardır. Onlar için savaşmak artık bir hayat tarzı olmuştur. Savaşlara güle oynaya gitmektedirler.(Sunguroğlu- I : 22-25)

Sunguroğlu romanında müslümaların yiğitliği şu şekilde vurgulanmaktadır:

“Müslümanlar hep yiğittir Saltuk. Hiçbiri yabana atılır cinsten değildir.

İnandıkları için de kuvvetlidirler. Hepsi dini, devleti, milleti için canlarını vermeye koşar." (Sunguroğlu- I: 63)

Bizans’a bir görev için giden Sunguroğlu, orada gösterdiği yiğitliklerle tüm Bizans’ın gözdesi olmuştur. Onun yokluğunda Bizans halkı, sanki içlerinden birisini bekliyorlarmış gibi yolunu gözlemektedirler. Sunguroğlu,

Bizans’ta âdeta efsaneleşmiştir. (Sunguroğlu - II : 191)

Osmanlı’yı kuran kadroların yiğitliği, sadece o döneme özgü değildi.

Onların ataları da en az kendileri kadar iyi birer savaşçıydılar. Onlar, hangi gün nerede at koşturacağı bilinemeyen insanlardı. Turhan Tan, Gönülden

Gönüle romanında Anadolu’nun kapılarını Türk’lere açan Alparslan içi şunlar söylenmektedir:

“ — Her Türk bir Alptır, Alparslan Alpların Alpıdır. Bu adamın yaptığı işleri yer yüzünde kimse işlemedi. Atları gön doğan yerde çayırlarsa, sürüleri gün batıda otlardı. Bir elini sağa bir elini sola uzatmış, yer yüzünü sanki kucaklamıştı. Arap, onun önünde diz çökerdi Acem, onun buyruğuyla yatar, kalkardı.”(Gönülden Gönüle: 11)

Bu romanda Abdurahman’ın kocaman bir boğa ile nasıl yiğitçe mücadele edip, onu yendiği verilmeye çalışılmıştır. Bu yapılırken yer yer destansı unsurlara da rastlıyoruz. Yazar, sahneyi daha netleştirmek ve yüceltmek amacıyla destansı bir hava içerisinde anlatmıştır.(Gönülden

Gönüle:110)

Savaş sırasında onlar, daima Osman Bey’i de kullanıyorlardı. Habersiz gelecek olan bir düşman darbesine karşı aşiretin başı olan Osman Bey’i korumayı bir vazife görüyorlardı. Bir defasında çarpışma sırasında bir Moğol süvarisi hançerini çekip tam Osman Bey’in kalbine saplayacağı sırada Konur

Alp yayını çekip derhal düşmanı etkisiz hâle getirmiştir. Bunun üzerine

Osman Bey yanına yaklaşarak “ Hayatımı Allah’ın izni ile sen kurtardın.” demiştir.

III. BÖLÜM

OSMANLI DEVLETİNİ KURAN BEYLERE YAKLAŞIM TARZI

Adı geçen 15 romanda Osmanlı Beylerine yaklaşım tarzı genel olarak olumlu yöndedir. Romancılarımız, romanlarında beylerin önde gelen karakter

özelliklerini sergilemeye çalışmıştır, Her romancı, kendisinin üzerinde durduğu tezi destekler nitelikteki özelliklerine ağırlık vermeye çalışmıştır.

Genel olarak Osmanlı Devletini kuran beylerde öne çıkan nitelikler, aşağıda maddeler halinde verilecektir. Fakat bu özelliklerin beylerin kişiliğiyle doğrudan ilgili olmayanlar “ Osmanlı Devleti’nin Kuruluşunda Etkin Olan

Temel Faktörler ” bölümünde geniş bir şekilde anlatılmıştır.

• Güçlü bir iman

• Cihad önem vermeleri

• Adalet

• Kur’ân’a ve sünnete bağlılık

• Hoşgörülü olmaları

• Tarih bilinci ve sorumluluk

• Azimli, çalışkan ve sabırlı oluşları

• Alçak gönüllü oluşları

• Sadâkata önem vermeleri

• Meşveret ve birlik fikri

• Dürüst, akılcı, özgürlükçü ve eşitlikçi oluşları

• Güvenilir olmaları

• Fetih ruhuna ve büyük ideallere sahip olmaları • Yiğit ve kahraman olmaları

• İyilik ve yardımseverlik üzerine olan doğaları

Daha da çoğaltabileceğimiz bu özellikler, sadece en belirgin olanlarıdır.

Onların bu gibi özelliklere sahip olmaları sadece kendi halklarını ve askerlerini cezb etmemiş aynı zamanda Moğol ve Bizans Zulümünden bıkmış olan halkların da onlara yaklaşmalarını sağlamıştır. Hatta bazı beylikler ve halkları hiç savaşmadan Osmanlı Beyliği’ne katılmıştır.

Adı geçen romanlarımızda Beyler’in ölmeden önce haleflerine olan son sözleri ve vasiyetleri büyük ölçüde değer arzetmektedir. Bu nasihatler babadan oğula geçen yönetimin ana çizgilerini yansıtması açısından da çok büyük öneme sahiptir.

Cavit Ersen Osman Gazi romanında Ertuğrul Bey’in Osman Bey’ e son sözlerini şu şekilde kurgulamıştır:

“Sevgili biricik oğlu Osman'ı yanına çağırdı:

- Bu yaylalarda at koşturup Türk soyunun gücü ve itibarı için canını seve seve feda edeceksin. Namazında kusur etmeyeceksin. Gönlünü Yüce Halik'a yöneltip, kimseye kötülük düşünmeyeceksin. Haklının hakkını, haksızın cezasını vereceksin. Bir gün büyük bir devlet kuracaksın. Kuzeyde en büyük düşmanımız Bizans'tır. O tehlikeyi önemsememezlikten gelmeyeceksin.

Güney'de Selçuklu Devleti iç kavgalarla, mezhep mücadelesiyle tükenmek üzeredir. Vasiyetim odur ki, Türkleri bir araya getirip adalet

ölçülerinden ayrılmayan bir yönetimin başına geçeceksin. Türklük gururu ile daima hürmet edip, İslâm Alimlerinin rahlesine oturup, dinimizin yükselmesi, yayılması için mücadele edeceksin. Sonra sana olan hakkımı helâl etmem....”

(Osman Gazi: 60)

Yine Osman Gazi romanının bir başka yerinde de Ertuğrul Gazi’nin

Osman’ dan kendisinden sonra yapmasını istedikleri şu şekilde ele alınmıştır:

“ Merhum Ertuğrul Gazi vasiyet etmişti:

Adil olacaksın, saldırılara karşı koyacaksın, Zulümetmeyeceksin, adaleti tevzi ederken, fark gözetmeyeceksin, Kayı Soyundan geldiğini unutmayacaksın, İslâmın güzel ahlakım yaymak ve küffara karşı Muhammed

Ümmetini koruyacak, muhafazası için canını vermekten çekinmeyeceksin, gibi kendisine sık sık tavsiyelerde bulunduğunu hatırladıkça, Dündar Beyin bu telâşesine akıl erdiremiyordu.” (Osman Gazi: 61)

Kemal Tahir “ Devlet Ana” adlı romanında kısaca Osman Bey’i tasvir etmeye çalışmıştır. Bu betimlemede onun dış görünüşünden yola çıkarak işe başlamıştır. Onun daha çok yiğit görünüşü, merhameti ve ağırbaşlılığı

üzerinde durmuştur:

“Osman Bey, orta boyluydu ama, geniş omuzlu, kalın pazılıydı.

Kollarının bacaklarının, gövdesine göre uzunluğu, doğuştan iyi savaşçı, iyi binici olduğunu gösteriyor; Çatık kaşları, kemerli burnu, köşeli çenesi, tuttuğunu koparma gücünü, biçimli ağzının ucundaki yumuşak gülümseme, gerektiği zaman insanların suçlarını bağışlama yeteneğini meydana koyuyordu. Kırmızı börkünü biraz sağa yıkmış, ak çalma bezden, burma sarığını, her zamanki gibi, hiç özenmeden dolamıştı. Yakışıklı olduğu kadar da utangaçtı. Karşısındakilere hiç zorlamadan güven vermeli, çok az, çok da

öz konuşmasındandı.” (Devlet Ana: 116) Tarık Buğra ise “Osmancık” romanında Osmancık’ın - daha sonraları

Osman Bey’in - betimlemesini kısa bir karakter ve dış tasvirini yapmıştır.

Yaptığı tasvirde kişilik özellikleri olarak daha çok onun hareketliliği, ele avuca sığmazlığı, sinirli ve gururlu oluşu, kişiliğini ispatlama ve kendini arayış içerisinde oluşu üzerinde durmuştur. Dış görünüş olarak da tüm kızları kendisine âşık edecek kadar yakışıklı oluşuna değinmiştir. Osmancık’ın kişiliğinden kaynaklanan bu özelliklerinin bazıları olumsuz olmakla birlikte daha sonraları Şeyh Edebalı ve Kızı Mal Hâtun’dan sonra olumsuz yönleri tamamen ortadan kalkacak ve Osman daha bir ağırbaşlı hâl alacaktır. Tarık

Buğra Osman’ın çocukluğundaki bu taşkınlıklarını ve ele avuca sığmazlığını” ilkbahar selleri” olarak nitelemekte ve bu özelliklerine anlattığı bölüme de bu ismi vermektedir:

“ Çocukluğunda ele avuca sığmazdı. Delikanlılığa yöneldiği yıllarda da kabına sığmıyordu. Derken, "Nerde çalgı, orda kalgı" dönemi başladı:

Gücünün, kuvvetinin sahibi değildi; gücü, kuvveti onun sahibiydi. Uzun ve boğum boğum kollarında kılıç, kocaman ellerinde yay, üstünleştikçe

üstünleşiyor; asıl önemlisi, bu üstünleşme kendini gösterme tutkusuna kayıyordu: Değil bir meydan okumaya, bir yan bakışa, bir dudak büküşe bile katlanamazdı.

Kavga aradığı görülmemişti; ama en Önemsiz aykırılıkları ve aykırı bulduğu davranışları kavga sebebi sanıyor, sayıyordu. Gurur her şeyi idi; gururu için yaşıyordu.

Ve, bu gurur, kişiliğini ispatlama, kabul ettirme hırsını pek andırıyordu; ama belki de, düpedüz, bir kişilik arayışı İdi: Ağaları, Gündüz ve Savcı övülürdü. Onları herkesten çok da Osmancık beğenirdi. Beğenmek bir yana, hayrandı onlara., bilgilerine ve akıllarına hayrandı. Dengeli davranışlarına, görev şuurlarına, çekip çevirme yetenekleri- ne ve evliliklerine hayrandı. Bütün bağanlarında ve mutluluklarında kendi başarısını ve mutluluğunu görür gibi olurdu; içine bir kerecik olsun kıskançlığın pası düşmemişti. Her şeyden öte, yeğenleri, Bânu Çiçek -ve hele-

Bay Koca ve yengeleri Burla Hatun ile Ayna Melek onun gönül ışıklarıydı; uğurlarında yapmayacağı şey yoktu.

Osmancık, çok seyrek de olsa, bazı bazı, kendisinin de bir eşi olsun istemektedir. Bu da, Gündüz ve Savcı ağalarının mutluluklarına özenmekten değil, Bay Koca gibi bir oğul özleminin içini sarıverişindendir.

Ama seyrektir bunlar ve o gurur, o kişiliğini ispatlama hırsı -ya da- o kişiliğini arayış, Osmancığı bütün bu hayranlıklardan, bu özlemden ve aile hayatından çekip almakta, bambaşka alanlara doğru yönlendirmektedir:

Osmancık -ne kadar hayran olsa, beğense, sevse de ağalarına benzemeyen bir kişilik istiyor. Bu dizgin tanımayan istek de onu babası

Ertuğrul Beğ Gazi evinden, anası Cankız'dan bile, yeğeni Bay Koca'dan bile ayırıyor, her gün bir parça daha uzaklaştırıyor.

Bu uzaklaşma, ayni zamanda, Kayı Boyu'nun törelerinden değilse bile göreneklerinden, alışkanlıklarından, günlük tutum ve davranışlarından adım adım ayrılıştır.

Osmancık buna karşılık, arkadaş canlısı, dost susuzu idi. Gururu arkadaşlarının ve arkadaş bildiklerinin de sorumluluğunu, kesin olarak

üstlenmişti: Davranışları kendisi için ne ise, ne oluyorsa, arkadaşları ve arkadaş bildikleri için de o oluyordu. Bu gururda kendisi ne ise, arkadaşları da ve arkadaş bildikleri de o idi.

Babası, bir yığın öğütten sonra onu kendi haline bıraktı ve öteki oğlu

Gündüz'e emek vermeye başladı. Bütün yöreyi ve çevresini şaşırtan bir şey,

Osmancık asıl bunu bir gurur meselesi yapması beklenirken, babasının bu kararından -azâd edilmiş gibi- mutlu oldu; keyfince yaşamanın tadını daha

çok çıkarmaya başladı:

Gür kirpikleri, kalın kaşları, karayağız teni, gözlerini ışıldatan gücü, her soydan kızlara çekici geliyordu. Ona gönül veren çoktu. Onun gönlü de, su gibi, bir oyana, bir bu yana meyledip duruyordu. „ (Osmancık: 7-8)

Kendisinden kızını istettiği Şeyh Edebalı de Osmancık’ın kişiliği hakkında şunları düşünmekte ve Osmancık’ın bu özelliklerini bir lider için gerekli fakat kızının mutluluğu için yetersiz bulmaktadır:

“ Ede Balı, Osman'dan sonra, gülümseyemez olmuştu, çocuklarını çok sever, ama Malhun Hatun'unu daha bir başka severdi. Üzerine titrerdi. Ona bir keder gelmesin diye canını vermeye hazırdı. Bütün gece Osman'ı düşündü:

Osman öfke küpü, barut fıçısı.Osman burnundan kıl aldırtmaz.

Osman'ın en ufak, en önemsiz anlaşmazlıklarda bile aklına geliveren, sillesidir, tokadıdır, kılıcıdır!

Osman'ın canı gururundadır!

Ede Balı, Osman'ın mertliğini, yiğitliğini, dürüstlüğünü, vefakârlığını ve -ne akıl almaz çelişki- alçak gönüllüğünü, gücünü, kuvvetini ve daha başka

üstünlüklerini de bilir. Ama söz konusu kızının mutluluğu ve huzuru olunca bütün bunlar neye yarar? (Osmancık: 52) Şeyh Edebalı Osman’ın bu kural ve engel tanımaz kişiliğini biliyor ve

Osman’ın bu özelliklerinden çoğunu da takdir ediyordu. Fakat söz konusu olan kızının geleceği olduğundan Osman’ın bu kabına sığmazlığının gün gelip

Osman’ın başına işler açabileceğini ve daha 15 yaşına yeni girmiş olan kızının gençlik heyecanı ile bunları düşünemeyeceğini, kendisinin düşünmesi gerektiğini söylüyordu. Osman’ın Şehit olmasından korkarak kızının bu genç yaşında dul kalabileceğini düşünüyor; bu da Osman’a kızını ilk etapta vermemesi için yeterli gerekçeyi oluşturuyordu:

- "Soyuna soylu, boyuna boylu. Amma ki, kötü huylu.Öfkesine yenik, tek güttüğü benlik. Kavga düşkünüdür, kavgası benliği yolunadır. Güçlüdür, kuvvetlidir, akıllıdır; gücün, kuvvetin, aklın neye yaradığını merak etmez.

Neye yaradığı bilinmiyecek, gücün kuvvetin, aklın belâsını bilmez; bilmek istemez. Önüne çıkanı haklar; bir kılıç sallamanın dokuz şartı olduğunu kabullenmez. Hanım, hanım can Hatunum; bu yol çıkar yol değildir: Vurur, vurur, bir gün gelir vurulur. Bir gün gele, körün oku denk gele; bir gün gele, gaflet ola, çolak hançer böğür dele. O zaman Malhun Hatun ne ola? De ki, aşkı hep sürdü. Malhun'umu hep hoş gördü; ya öyle bir şey olunca? Can

Malhun'a şehit dulu diyemezsin, ecel dulu diyemezsin; ahlanıp vahlanmana saygı bulamazsın. Malhun'uma kıyamam ben. Daha on beşindedir o. Onbeşinci kız yaşı onaltıncıyı umursamaz; o dert anaya, ataya düşer. Ben böyle düşünür, böyle derim. Şu düşünüp dediğimi Osmancık da bilsin dedin; bilsin."

(Osmancık: 77 )

Ragıp Yeşim Ovaya İnen Şahin adlı romanında Osman Bey’in son derece ileri görüşlü ve plânlı bir şekilde hareket ettiğinin üzerinde durmaktadır. Sürekli bir yayılma ve devlet olma politikasına göndermede bulunmaktadır:

“ Efendimizin de bileceği üzere bizi tehdit eden sadece Osman Bey

Türkleri değildir, imparatorluğumuzun bütün topraklarına yerleşmiş olan bütün Türkler, binlercesi, yüzbinlercesi yer yer Bizans sınırlarını tazyik etmektedir.Ama, bunların en önemlisi Osman Bey'dir. Osman Bey, bütün

Anadolu Beylerinden çok üstün bir zekâya, çok üstün bir uzağı görüşe maliktir.Yaptığı her hareket, yapacağı hareketlere basamak olmaktadır.

Prusa'yı ve Nicaea'yı ele geçirmek için yıllardan beri sarfettiği çabalara göz gezdirecek olursanız, görürsünüz ki, Osman Bey adım adım, her iki büyük

"şehre yaklaşıyor. Simdi de deniz yolunu Prusa'dan kesmeğe çalışıyor. Eğer

Bizikos adasını da ele geçirecek olursa, Bizans'tan deniz yoluyla gelecek yardımlarınız tamamiyle önlenmiş olacaktır. Bu sebepten saygıdeğer imparatorumuzun işaret ettiğim bu noktaya gerekli önemi göstereceğini ümit etmekteyim.”(Ovaya İnen Şahîn:119)

Osmancık’ta Şeyh Edebalı Osman’a nefsine hâkim olmasını ve nefse hâkim olmanın kolay olmadığını ve kızı Mal Hâtun’un Osman’ın ideallerinin ve aslî görevi’nin önüne geçmemesini salık vermiştir. Her engelin aşılabileceği fakat nefis engelinin aşılamayacağını vurgulamıştır. Ulaşılması istenen uzak hedefleri bir ufuk insanı olan Edebalı “Zümrüdüanka” olarak nitelemiş ve Mal Hâtun’un kesinlikle bu zümrüdüanka olmaması gerektiğine vurguda bulunmuştur.Çünkü Edebalı’ye göre Osman’ın asıl görevi Kayı’ları yüceltmek ve genişleterek cihan devletini kurmaktır. Osman Bey de O kadar mütevazı bir hayat yaşamaktadır ki Şeyh’e kız istemeye giderken bile götürdükleri kesinlikle ahım şahım şeyler ve abartılı hediyeler değil, sıradan insanların birbirine verebileceği türden hediyelerdir:

"Engel çoktur. Çok olsa da aşılır. Amma bir engel vardır ki onu aşan görülmemiştir. O engelin adı nefis’dir. Nefs’in eline düşen hiçbir yere varamaz. Malhun Hatun helâlin olur mu, olmaz mı onu ancak yazan bilir.Amma, ben, olsa da, olmasa da, dilerim, Malhun Hatun senin nefsini ayartmasın, aşılmaz engelin olmasın. Dilerim, sandığın gibi senin Zümrüd

üankan olsun.”

Ertuğrul beğ gazi'nin seçtiği dünürler, bu sefer, büyük göçteki silâh ve

ülkü yoldaşlarıdır; 'Aykut Alp, Ak Temur ve Kara Tekin'dir. Ertuğrul onları bir niyet yoklamadan ve umut verici sonucu aldıktan sonra, Ede Balı'ya;

- "Şeyhimiz eyice kocadığımı bilir ve elbette ki hoş görür, bağışlar; sizlerde beni görür" diyerek göndermiştir.

Götürülen armağanlar herkesin herkese verebileceği şeylerdir: Ildız

Hatun'a, işlemeli bir namaz bezi ile gene işlemeli bir çift çorap;

Ede Balı'ya üç kollu bir mumluk;

Mahmud ile Hüsameddin'e süssüz, püssüz birer çift üzengi ve birer kılıç;

Malhun Hatun'a da, Osman'ın yaptığı oyma işlemeli küçücük bir

çekmeceye konmuş bir yazma, bir çift çorap, bir tarak, bir saplı küçük bakraç ve gene Osman'ın yaptığı bir iğ.

Söz kesmede Dursun Fakı, Kumral Abdal ve bir de Malhun Hatun'un ağası Mahmud bulunmuştur: Konuya, Ede Balı armağanları kabul ettikten sonra, Temür girmiş ve başta Ede Balı ile Ildız Hatun olmak üzere bütün aileyi, sonra da Mahmud'u,

Hüsameddin'i övmüştür. Bu övgüde Malhun Hatun'un yeri apayrıdır.

Ede Balı da, söz sırası gelince, öyle konuşmuş, Osmanın üzerinde daha

çok durmuş, Ak Temür'den farklı olarak, en çok Kayı boyunu övmüştür:

Kayı boyu, Ede Balı’ya göre, Tanrı görevlisidir; Kayı boyu, gücünün ulaştığı yörelere adâleti kurmakla görevlidir; Kayı boyu, gücünün ulaştığı yörelerde insanlara güven, huzur, varlık ve hoş geçim sağlamakla görevlidir;

Kayı boyu, başta Oğuzlar, birleştirmekle, bütünleştirmekle, onarmakla, yüceltmekle görevlidir, Kayı boyu bu görevi üstlenip başarmaya mecburdur.“(Osmancık: 94)

Artık Osmancık büyümüş ve onun Bey olma zamanı gelmiştir.Şeyh

Edebalı, bey olacak kişinin ne gibi özelliklere sahip olması gerektiğini biliyor ve bu kişinin de Osman olduğunda zerre kadar tereddüd etmiyordu. Bey olacak kişinin son derece donanımlı ve mükemmeli arayan bir yapısı oması gerektiğine inanıyordu. Bundan dolayıdır ki sıradan insanların birçok hata yapabileceğini ve bunun bağışlanabileceğini fakat bey olan kişinin çok iyi düşünüp taşınmasını ve hemen hemen hiç hata yapmaması gerektiğini; aksi takdirde tebasını da zor duruma düşüreceğini vurguluyordu:

“ Ve Ede Balı.. Ede Balı değil, Domaniç'teki, Sivrikaya’daki ses konuşmaya başlıyor:

- "Ey Osmancık; Tanrı gözünü, gönlünü ve yolunu ısıtsın; bileğinin, yüreğinin gücünü pekiştirsin; haktan, adaletten, merhametten, azimden, sebattan garib komasın.

"Ey Osmancık; beğsin. Beğliğini bil, beğliğini unutma. "Ey Osmancık; beğsin. Bundan sonra öfke bize, uysallık sana; güceniklik bize, gönül alma sana; suçlama bizde; katlanma sende; bundan böyle, yanılgı bize, hoşgörmek sana; aciz bize, yardım sana; geçimsizlikler, uyuşmazlıklar, anlaşmazlıklar, Çatışmalar bize, adalet sana; kötü göz bize,

Şom ağız bize, haksız yorum bize, bağışlama sana.

"Ey Osmancık; bundan böyle, bölmek bize, bütünleşmek sana;

üşengenlik bize, gayret sana; uyuşukluk bize, rahat bize, uyarmak,

şevklendirmek, gayretlendirmek sana.

"Ey Osmancık; yükün ağır, işin çetin, gücün kıla bağlı. Tanrı yardımcın olsun; beğliğini kutlu kılsın; hak yoluna yararlı kılsın; ışığını parıldatsın, uzaklara iletsin; sana yükünü taşıyacak güç, ayağını sürçtürtmeyecek akıl versin."

Bütün başlar eğikti. Osman ayakta idi, dimdik duruyordu, yontma taş gibiydi.

Neden sonra, Ertuğrul beğ gazi'ye doğru adım adım yürüyen Osman, diz

çöktü el öptü.Ertuğrul beğ gazi de öbür elini onun omuz ardına koydu:

“Ey Osmancık, oğul; kıvancımdın, övüncüm ol; sevincimdin, güvencim ol.Var şimdi ananın duasını dinle.”

Osman doğruldu. Önce oradakilere döndü; elini bağrına bastı....

(Osmancık: 119)

M. Necati Sepetçioğlu Konak adlı romanında Kumral Dede’nin ağzından

Osman Bey’in ilerde pâdişah olacağını sadece padişah olmakla kalmayarak daha sonra birçok padişahın da onun soyundan geleceğini müjdelemiştir. O bu kurgusuyla hem dervişlerin oluşturduğu atmosferi çok güzel bir şekilde vermiş hem de Osman Bey’in ve üstleneceği görevin ağırlığını ortaya koymuştur. Kumral Dede ve onun gibi dervişlerin ve manevî anlamda hizmetleri bulunanların ilk dönem Bey’leri üzerindeki etkileri çok yüksek olmuştur. Onların gerek akından akına koşmalarında gerekse İslâm dinini ve inananları yüceltmek için çalışmalarında yol gösterici olmuştur.

“Kumral dede bir kere daha gün doğuşu sonrasını düşündü. Bütün işaretleri, olduğunca hatırlamağa çalıştı.Herbirini ayrıntılarıyla hayallemesinde hiç büyütmeden bir bir gördü bir daha. Aklı iyice yatınca gözlerinden yüzüne doğru çok güvenmiş bir tebessüm indi; her gün doğumu sonrasında duyduğu doymuşluk, yeni yeni, iliklerine doldu. O bakış, o doluş, o doymuşluk içinde : «Sakınmasın oğul Osman Bey, sakınmasın ama, Tanrım o gücü arttırsın eksiltmesin; güzel Tanrım bizim himmetimizi gücüne basamak yapmaktan da geri komasın; korkma; padişahlık gücüdür bu dediğim güç, hemi de senin damarlarındandır. Oğul Osman Bey kutlu, hemi de mutlu olsun derim; hemi de muştularım sen padişah olacaksın; cihan senin gibisini bir daha görmeyecek.»

Gözlerini yummuştu Kumral Dede; yüzünü yummuş saklamıştı, sakalı ağan bulutlar misali kıpır kıpırdı. Yumulu gözleri karanlıkların derin- liklerinde; yumulu saklı yüzü karanlıklar perdesinin görünmeyeninde, sakalı bu dünyadaydı. Sesi gittikçe derinlere iniyor, derinliklerin bilinmezliğinde ağır ağır örgüleniyordu. Osman Bey ne yapacağını, nasıl davranacağını bilmiyordu; Kumral Dedenin susmamasını istiyordu; susarsa dünyanın zevki kalmayacaktı; taşlar taş, ağaçlar ağaç olacaktı yine. Allahtan ki Kumral

Dedenin sesi daha bir derine indi: “Cihan seni unutmayacak oğul Osman

Bey.Unutamaz da.Çünkü sen sadece bir padişah olup kalmayacaksın; cihanın bir eşleri henüz yaratılmamış padişahları da senin neslinden gelecek.Bu güç sen de var oğul Osman Bey, bu gücü iyi bil kullan.” (Konak: 139)

Feridun Fazıl Tülbentçi ise Osmanoğulları adlı romanında Osman

Bey’in arkadaşlarının onun hakkında düşündüklerini vererek Osman Bey’in düşüncelerini ve kişiliğini daha inandırıcı bir şekilde ortaya koymaya

çalışmıştır. Osman Bey’in hemen hemen her zaman alperenleriyle birlikte savaştığını hatta çoğu kez de en önde olduğunu vurgulamıştır. Ona göre

Osman yiğittir, Osman öncüdür, Osman onların havasıdır, suyudur, toprağıdır; gerekirse Osman Bey ve Beyliği için canlarını her an vermeye hazırdırlar.

“ Osman Gazi, onlar için her şey demekti. O kadar alışmışlardı ki, su, güneş ve ekmek ne ise, Osman Bey de onlar için o idi. Hepsi de vücutlarını beraberce yıpratmışlar, uzun yıllar at üzerinde yalınkılıç hisarlardan hisarlara koşmuşlar, kan ve ateş içinde boğuşmuşlardı. Her birinde gaza meydanlarının nişanesi olan iki üç yara vardı. Fakat Osman Bey daha çok yıpranmıştı.

Üzerinde aynı zamanda bir devlet kurmanın sorumluluğunu da taşımıştı.

Gözlerine uyku girmediği geceler o kadar çoktu ki, mütemadiyen düşünüyordu. Sakin, soğukkanlı bir adam olmasına rağmen cengin en kızgın anlarında birden kendinden geçer, yirmi yaşında bir bahadır gibi ileriye fırlar ve zaferin kazanılmasında başlıca âmil olurdu. Dilaverlerini kendi canı gibi sever ve onlan lüzumsuz yere kırdırmazdı. Öz oğlu ile bir bahadırı ayırdetmezdi.(Osmanoğulları: 686 vd.)

Cavit Ersen ise yeni kurulmakta olan Osmanlı Devletinin kurucuları

üzerinde yoğunlaşmaya çalışmış ve beyliğin genel felsefesinin Kur’ân’ın hükümlerine bağlılık, Türk- İslâm birliğini oluşturmak, Türk Milleti’nin gücünü artırarak cihan devleti kurmak olduğunu vurgulamıştır. "Çünkü tesis edilen devlet, Türk ırkının kabiliyetleriyle dünyaya örnek olacaktı. Bu ülke, Doğu ve Batı yakasında bir köprü vazifesi görebilecek nitelikte idi. Büyük bir ticaret merkezi olan İstanbul güzergâhı pek yakınlarında bulunuyordu. Ana ticaret yolları bu yöreden geçerdi. Bu bakımdan, bu toprakların kaderini bilmek gerekti. Bunun için de Osman

Gâzi'nin rehberi Kur'an oluyordu. O'nun emrettikleri dışına çıkmamak ise, devleti payidar eyleyecekti, bunu biliyor, din adamlarına, ünlü düşünürlere bağrını açıyor, müsbet fikre hürmet ediyordu.

Osman Gâzi'nin Söğüt'te attığı temel taşlarında bunlar yazılı idi.

Türklük gururu şahlanacak, Türk İslâm Birliği tesis edilecek ve bu kavmin inkırazı mümkün olmayacaktı: Bu yoldan ayrılmak büyük gaflet,. büyük cehalet, büyük hatâ ve insana en büyük eza, cefa veren bir nitelik arzedecektir...” (Osman Gazi: 166)

Yine Osman Gazi romanında Osman Gazi’nin genel özellikleri olarak hareketli ve ve sınır tanımaz, sinirli, gururlu, kişiliğini ispatlamış, ve yavuz ve yakışıklı bir delikanlı olduğu veriliyor. Osman Gazi mutluydu çünkü elinden gelenin en iyisini hem Beyliği hem de kendisi için yapmıştı. Osman

Gazi mutluydu çünkü bu dünyadan göç ederken artık bir aşiret değil güçlü bir devlet olma yolunda büyük adımlar atan kocaman bir birlik bırakıyordu...

“Altmış sekiz yıllık hayatında yedi erkek bir de kız çocuğu dünyaya gelen Osman Gazi, mutlu insanlardandı... Devlet yönetiminde hiç kimseye haksız muamele etmemişti... Daima düşünmüş, İslâm bilginlerine danışmadan hareket etmemişti. Komutanlarını toplamış. Harp Meclisi vücuda getirmiş, savaşlarda her biri birer kartal pençesini andıran bilek güçleriyle küffarı ezmesini bilmişler ve kentler, tekfurlariyle teslim bayrağını çekmek zorunda kalmışlardı...(Osman Gazi: 205)

İlk Osmanlı beyleri sadece kendilerini iyi bir şekilde yetiştirmek ve yenilikleri takip etmekle kalmıyordu. Aynı zamanda kendilerinden sonra geleceklerin de çok iyi bir şekilde yetiştirilmelerine önem veriyorlardı. Çünkü söz konusu olan “Devletin bekâsı” idi ve onlar bu durumu çok iyi idrâk etmişlerdi. Kendilerinden sonra gelecek olanlar aynı zamanda Devleti de geleceği anlamına geliyordu. Yavuz Bahadıroğlu da Turgut Alp romanında

Osman Bey’in kendisinden sonra gelecek olan Orhan Bey’i de kendisi gibi iyi yetiştirdiğini vurguluyor:

"Beyim! Allah sizi başımızdan eksik etmesin. Bugün görüyoruz ki oğlunuz Orhan Bey gerçek bir aşiret reisi olarak yetişiyor. Gönlümüz mesrurdur. Bu günü gördükten sonra artık ölsem de gam yemem. Hep senden sonra kimin başa geçeceğimi düşünüp durmuş, bir türlü karar verememiş,

Orhan Beyin reisliğini hep şüpheyle karşılamıştım. Ama bütün şüphelerim zail oldu gayri. Tebrikler. Allah'ın ne iyi kullarıyız ki böyle liyakatli reislerle bizi mükafatlandırıyor." “(Turgut Alp: 48)

Yine yukarıda Yavuz Bahadıroğlu’nun Turgut Alp romanında verdiği padişâhların haleflerini iyi yetiştirdiğine dair bir tespite de Kemal Tahir

Devlet Ana romanında rastlıyoruz. Orhan çok disiplinli ve emirleri sıkı sıkıya yerine getiren bir kişiliğe sahiptir. O da babasından sonra tahta geçeceğinin bilincindedir. Aynı zamanda son derece gururlu, en ufak zaafını bile göstermemeye çalışan bir yapıya sahiptir.

“Osman Bey de, on üç yaşındaki oğluna, değme pişkin savaşçılardan, bölük başılardan daha çok güvenmekteydi. Orhan'ın özelliği, emirlere kesinlikle uyması, ama, arkalarını da hiç bırakmamasıydı. Bu emrin bağlı olduğu olayı sık sık ölçüp biçer, yakın uzak ilintilerini yeniden birbirine vururdu. Bu da ona, hem iyi bir uygulayıcı, hem de sırasında kendi aklını kullanan değerli bir başbuğ yeteneği veriyordu. Orhan Bey avucunun içine gizlice esnedi, esnemeyi güçsüzlük saymış gibi, gülümsemeye çevirdi...”

(Devlet Ana: 237)

Osman’ a beylik verilmiş ve Osman’ da bu görevin bilinci içerisinde görevini yerine getirmeye çalışıyordu. Onun en sevmediği şeylerden birisi – meşverete çok önem vermesine rağmen- işine çok karışılmasıydı. Hatta bu sert tavrını bir defasında babasına karşı bile göstermişti:

“ Konuşmayı sürdürürken artık sakinleştiği belli oluyordu:

- "Aya Nikola kâfiri, sen Ertuğrul Beğ Gazi babam, n’ettin, ne işlediysen, Kayı'ya düşman kaldı. Düşman kalacağı da aşikârdır. Hep pusudadır ki, fırsat kollaya, bulunca da ılkıcılarımıza, sarvanlarımıza,

çobanlarımıza saldıra, Söğüd'ü basa. Bizi zebun sandığındandır bu. Ben, dedim ki, düşman düşmanlığın encamını bile ve göze ala. Ve, ben dedim ki,

Mihail Kosses'in sevenleri çoktur. Bilirim savaşçı değillerdir; amma yörede sözleri dinlenir, sözlerine uyulur. Hakkımızda deyecekleri işe yarar. Mihail

Kosses de borcun altında kalmaz."

Ertuğrul Gazi hemen konuşmadı. Ölçtü, biçti, tam, sonra;

- "Güzel söylersin, oğul; amma bu yaptığın yalnız Aya Nikola ile değil,

Karacahîsar tekfuru ile de savaşı göze almaktır. Doğru mudur?" Osman başını kaldırdı, yandan vuran ışıkta yakamozlanan gözlerini babasına dikti.

Dizlerinin üzerinde dikeldi. Belden yukarısı hepsinkinden yüksekti.

Ve, sesinde saygı ile hoşgörmeye yanaşmayan kararlılık, aynı güçle iç içe idi:

"Baba" dedi, "beğ sen isen, buyur ki, uyalım. Yok 'beğ, ben isem baba, oğlunun beğliğini bereleme."

“Osman Bey’in hedefleri sadece günü kurtarmak şeklinde değil dünü düşünerek geleceğe büyük ve dikkatli adımlar atmak şeklindeydi. Yapmak istediği şey üzerinde son derece kararlı ve büyük ideallerle dolu olan büyük düşünenler için bu dünyanın insana biçilmiş olan zamanın gerçekten yetmediğine inanan insanlardandı. Çünkü kendi öyleydi ama öyle olduğunu hep başkaları söyledi. Bursa’nın fethi için dua ederken bile kendisi Bursa’yı alamadan vefat etse bile kendisinden sonra gelecek olan ve kendisi kadar güvendiği oğlunun Bursa’yı alacağını biliyor ve kendisinin Bursa’ da bir yere gömülmesini vasiyet ediyordu:

“Hey Yüce Tanrım, bu şehri bana nasip ettiysen bir an önce ver, eğer nasip etmediysen sana dönerken yeryüzünde bırakacağım vücudumu bu gümüş künbed altına nasip et.”(Ovaya İnen Şahin: 153)

SONUÇ

Çalışmamızda ele alınan romanlarda yazarlarımızın gerek tarihî kitaplardan gerekse “kurgulama” gücüyle ortaya koyduğu görüşler, hemen hemen tamamen uyuşmaktadır. Yalnız her yazar, kendi dünya görüşü doğrultusunda farklı etkenlere daha fazla veya az ağırlık vermiştir. Örneğin

Mustafa Necati Sepetçioğlu ve Yavuz Bahadıroğlu’nun romanlarında dinî unsurlar ön plândayken Kemal Tahir’de daha arka plânda kalmıştır. Roman türü, kurgulama ürünü olduğuna göre romanlarda birebir tarihe uygunluk beklemenin anlamı yoktur. Romanlarda önemli olan tarihsel gerçeklerle taban tabana zıt çelişkilerin olmamasıdır. Tarihsel romanı tarih kitabından ayıran en

önemli özellik, yazarın çalışmasını, elindeki tarihî materyallerle tekrar yoğurarak ortaya yepyeni bir ürün ortaya koymasıdır. Romancının yapması gereken, sadece “yeniden üretim” dir. Ele aldığımız romanlardan ve tarihî kaynaklardan yola çıkarak Osmanlı’nın kuruluşu hakkında şunları söyleyebiliriz:

1. Osmanlı’nın kuruluşunda bir çok etken vardır.

2. Osmanlı Devleti hiç yoktan var olmamış; daha önceki Türk

devletlerinin devamı niteliğinde olan bir yapılanmadır. Tüm

itirazlara rağmen günümüz Türkiye’sinin Osmanlı üzerine kurulmuş

olduğu gibi.

3. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda en az gaziler (alplar) kadar

maneviyat erenlerinin (veliler) de rolü vardır. 4. Osmanlı Devleti, bir Türk – İslâm sentezi üzerine kurulmuştur,

Kur’ân-ı Kerîm ve Sünnete aykırı olmaması şartıyla tüm yeniliklere

açıktır.

5. Osmanlı’nın dış politikası esas olarak savaş üzerine değil barış

üzerine temellenmiştir. Sadece zorunluluk durumunda silâh

kullanmış olan Osmanlı, şu sebeplerle savaş yapardı:

a) İ’lâ-yı Kelimetullâh (Allah’ın adını, dinini yüceltmek)

b) Düşmanın İslâm toprağını işgal ederek zulüm yapması

c) Müslüman olmayan bir ülkedeki Müslümanların yardım çağrısı

d) Dinden dönmek, İslâm’ın emirlerini reddetmek, isyancılık,

antlaşmayı bozmak

Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemini ele alan romanlarda kullanılan dil oldukça sadedir. Yer yer o dönemin konuşma üslûbu içinde verilmiştir.

Devlet Ana romanında Kemal Tahir, mümkün olduğu kadar o dönemin dil

özelliklerini vermeye çalışmıştır. Yöresel söyleyişlere sıkça yer verilmiştir.

Yazar, kullandığı dil ve üslûp üzerine şunları söylemektedir:

“Osmanlı’nın cenkçi takımını anlatırken Dede Korkut üslûbundan yararlanacağım, saray takımını konuştururken de Evliya Çelebi iyi düşecek sanırım.”20

Ayrıca Devlet Ana’da yaptığı betimlemelerde insanların olumlu tarafları yerine olumsuz yönlerini ortaya koymaya çalışmıştır. Yer yer eleştirel bir

üslûp kullanmıştır. Örneğin Notüs Gladyüs’ün Liya’ya tecavüz ediş anını verişi son derece canlı ve eleştireldir. Kemal Tahir, Devlet Ana romanında

20 Argunşah, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihi Roman, Basılmamış Doktora Tezi, Marmara Üniversitesi, İstanabul 1990 s. 179. kadına bakış açısı olarak o dönemin bacılarını yüceltmiş; fakat romanda genel olarak kadını kendisiyle birlikte olunacak bir madde olarak ortaya koymuştur.

Romanında herkesin çıkar, şehvet, vb. arzularını tatmin etme peşinde olduğunu ön plâna çıkarmıştır. Devlet Ana’da genel olarak bir çığlık havası hâkimdir. Yazar, Osmanlı’nın kuruluş dönemindeki heyecanı vermeye

çalışmış ve romanın adını Rum bacılarının başı olan “Devlet Hatun”’dan esinlenerek koymuştur. Roman, “Kancık Vuruş”, “Uyandırılan Şehir”, “Dost

Çeşmesi” ve “Derin Geçit” olmak üzere dört bölüm halinde kurgulanmıştır.

Kemal Tahir, romanında bireylerden çok toplumsal konular üzerinde durmaya

çalışmış; bir kişi üzerinde yoğunlaşmak yerine birden çok kişiyi figüratif kadroda işlevsel kılmıştır. Devlet Ana’da Kemal Tahir, diğer eserlerinde de yer yer ortaya çıkan “Doğu”mu “Batı” mı? Biz Doğu’ya mı aitiz Batı’ya mı aitiz vb. soruların cevaplarını aramaya çalışır. Osmanlı Devleti’nin kuruluşunu da bu bağlamda açıklamaya çalışmaktadır. Her milletin kendine has bir kültürü olduğu meselelere da bu bağlamda bakmanın yerinde olacağı görüşünü savunan Kemal Tahir’de bu yönüyle “Asya Tipi Üretim Tarzı” na yönelik bakış açısı hâkimdir.

Devlet Ana romanı, Doğu ve Batı dünyasının temel özelliklerini simgeleyen kişilerin tasvirlerinin verilmesiyle başlar. Roman boyunca Doğu toplumlarının yüceltilmesine yönelik kurgulama yapılmış ve Doğu ile Batı karşılaştırılmıştır. Kemal Tahir, romanında zaman zaman erotizme varan sahnelerle ortaya çıkar.

Osmancık romanında Tarık Buğra, Kemal Tahir’in Devlet Ana’sının aksine bireyi merkez alır ve “Osmancık”ın “Osman Bey” oluşu sırasında geçirdiği ruhsal durumları çözümlemeye çalışır. Osmancık, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda Osman Bey’in rolünü ve onun Şeyh Edebalı ile karşılaştıktan sonra nasıl bir değişime uğradığını ele alır. Osman Bey, Şeyh

Edebalı ile karşılaştıktan sonra dinginleşmiş ve büyük bir olgunluk kazanarak akl-ı selime sahip olmuştur. Roman, Ertuğrul Bey’in ölümüyle başlar ve

Osman Bey’in ölümüyle sona erer. Yazarın romanını ölüm ile başlatıp ölüm ile bitirmesi, dünya görüşü ve Ertuğrul Bey’den sonra hemen Osman Bey’in başa geçmesi ile ilgilidir. Osman Bey, roman boyunca tüm çatışmalarına rağmen karşımıza “karakter heykeli” olarak çıkmaktadır. Romanda tarihle

çelişme söz konusu değildir. Osmanlı tarihine olumlu bir bakış açısıyla yaklaşan Tarık Buğra’da eleştirel bir bakış açısı söz konusu değildir. Manevî atmosfer, eser boyunca bir şiir gibi sergilenmiştir. Bu romanda “sanatkârâne

üslûp” ağır basmaktadır. Özellikle Mihal Koses’in İslâm dinini kabul edişini son derece başarılı bir şekilde tasvir etmiştir. Tasvir o kadar güçlüdür ki sahne okuyucunun gözünde ayan beyan canlanır.

Osman Bey’in iç çatışmalarının da başarıyla sergilendiği romanda

şiirsel bir dil kullanılmıştır. Romanın dili, söz dağarı açısından son derece sade ve anlaşılır bir özelliğe sahip. Yazar, dili çok başarılı bir şekilde romanın içeriğiyle bütünleştirebilmiştir. Cümle kuruluşunda sıfatların kullanımına fazlaca yer vermiştir. Roman, Dede Korkut’un dil ve üslûbunu andırır bir yaklaşım içindedir. Kurgusu ve içeriği zaman zaman, Kur’ân-

Kerîm ve hadislerle desteklenmiş olan roman, altı bölümden oluşmaktadır:

1. “Osman Gazi”

2. “Kaf dağları uzar gider. Ve, her yolcusuna bir zümrüdüanka

gerektir.”

3. “Osman Gazi Hân” 4. “ Dünya’da garib bir yolcu gibi ol”- Hadis-

M. Necati Sepetçioğlu, Konak, Çatı, Üçler Yediler Kırklar üçlemesinde nehir roman örneği ortaya koymuştur. Konak romanı, Moğol isyanı üzerinde yoğunlaşmakta ve Kayı boyunun baskılara dayanamayarak göç edişine yer vermekte ve Osman Bey’in vefatına kadar olan süreyi ele almaktadır. Çatı romanında Orhan Bey dönemi anlatılır. Üçler Yediler Kırklar romanında ise olaylar, Orhan Bey döneminde geçer. Zaman zaman geriye dönüş tekniği kullanılır. Dinî konulardaki çeşitli çatışmalara değinilerek birlik ve bütünlüğün korunması gerektiği salık verilir.

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Çatı romanında yer yer imgeler ağır basmaktadır. Örneğin “bir iş yapmaya giriştiysen muhakkak çok gayret etmek gerekir” ve “Hamama giren terler.” Sözleri, ideallerin büyüklüğünü ve çok

çalışmanın gerekliliğini imlemektedirler.

“Kumral Dede: «Anlatmazsan, anlatmadığın büyür; anlatırsan anlattığın küçülür» dedi; «Tıpkı neye benzer bilir misin?» Göbek taşındaki kir kalıntılarım gösterdi: «Şunlara. terlemeselerdi o bedenler bu kiri dökemezlerdi; kir kir üstüne binerdi; kir kir üstüne binince de beden soluksuz kalırdı, kokardı, ölürdü. Hamama geldiğine göre terlemelisin Rahman oğul.. hem dışından hem içinden...»

M. Necati Sepetçioğlu, Çatı romanının arka kapağında Osmanlı

Devleti’nin kuruluşu hakkında düşünüşünü şu şekilde ortaya koymuştur.

“...İyinin, doğrunun ve güzelin uğrunda umutlanmış bir ömür, hayatı ve sonrasını gözardı edemez. O vakit de Bütün'lük ve Bir'lik söz konusu edilecektir. Orta Asya'dan Anadolu ve Rumeli topraklarımıza büyüyüp beslenmiş bir kültürün değişik halkalarında "ham iken pişmiş" olan bizim insanımız için bu Bir'lik ve Bütün'lük çok önemlidir. İnsanımızın mutluluğunu istiyorsak saldırmak ve yıkmak yerine güzelliğin yapıcı yolunu seçmek zorundayız.”

Sepetçioğlu, birlik ve bütünlük çağrısının ağır bastığı romanlarını yukarıda sözünü ettiği düşüncelerine uygun bir biçimde kurgulamıştır.

Aynı yazarın, Bu Atlı Geçite Gider romanında ise yeni yetme tutsak

çocuklar, bir nevi hamur olarak görülmekte ve işlenmeleri gerektiğine inanılarak Somuncu Baba’ya gönderilmektedir. Yeni yetme çocuklarla imâ edilenler, özellikle devşirmelerdir. Çünkü bunların bizim kültürümüzle yoğrularak fethedilen bölgelerin Türkleşmesinde kullanılması düşünülmektedir. Romanda Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinin Kosova

Savaşı’na kadarki devresine yer verilmektedir.

Turhan Tan’ın Gönülden Gönüle adlı romanında eserin ilk sayfasından da anlaşılacağı üzere yüceltme söz konusudur. Türkler ve Osmanlılar yüceltilirken, Rumlar ve Bizanslılar aşağılanmıştır. Gözlemci bir üslûp yerine daha çok yargılayıcı bir söyleyiş ağır basmaktadır. Bu da romanın yer yer

“övgü” ve “aşağılama” temeline dayalı olarak kurgulanması sonucunu doğurmuştur. Romanda mümkün olduğu kadar dönemin atmosferini yansıtması bakımından kişiler, tarihî figürler arasından seçilmiştir. Romanın dili oldukça ağırdır. Birçok Arapça ve Farsça kelime kullanılmıştır. Bu kadar çok yabancı dillerden geçmiş kelimelerin kullanılması da yer yer sıradan bir okuyucunun zorlanmasına sebep olabilir. Romanda sık sık dipnotlarla ele alınan konular pekiştirilmeye ve daha fazla gerçeklik kazandırılmaya çalışılmıştır. Başlıca göndermelerde bulunulan dipnotlar şunlardır: 1. Dede Korkut kitabı s. 7

2. Eski Türkler’de kam, sığır vb. törenler s. 18

3. Abdalların mensup olduğu çeşitli tarikatlar s. 26

4. Hammer Tarihi, s. 29, 84

5. Evliya Çelebi’nin Seyahatnâmesi, s. 35

6. Ziya Gökalp’ın Türkçülüğün Esasları, s. 53

7. Ahmet Refik’in Bizans İmparatoriçeleri, s. 66.

8. Ahmet Rasim’in tarihi

9. Fuad Köprülü’nün tarihi

10.Çeşitli Yunan mitolojisine ait Herkül, Afrodit vb.figürler

11.İbn-i Kemal, s. 275

Gönülden Gönüle romanında yer yer destansı unsurlara yer verilmiştir;

örneğin Abdurahman’ın boğayı boynuzlarından tutarak yere vurması.

(Gönülden Gönüle: 133, 160)

Destansı unsura şöyle bir örnek verebiliriz:

“ — Oğuz destanım bilirsin. O büyük alp, çocukluktan kurtulup büyümüştü, yiğit olmuştu. Ünlenmek, kendini tanıtmak için meydan arı- yordu, fırsat gözlüyordu.

Bir gün ona haber verdiler, "filan diyarda bir orman var, içinde bir canavar dolaşıyor, beygirleri parçalayıp yiyor, insanları yutuyor!, dediler.

Oğuz hemen atlandı, mızrağını omuzladı, yayını astı, kılıcını taktı, ormana geldi. Bir geyik yakaladı, at kırbacile onu bir ağaca bağladı, çekildi, gitti.

Gün doğarken döndü, canavarın geyiği götürdüğünü gördü. Bu sefer bir ayı tuttu. Altın işlemeli kemeriyle gene o ağaca bağladı ve

çekildi gitti. Gün doğarken tekrar geri geldi, Canavar ayıyı da götürmüştü.

Demek ki o ağaca alışmıştı ve gene gelecekti. Oğuz bu defa kendisi ağacın dibine yerleşti. Filvaki gece yarısı canavar geldi, eli ayağı bağlı bir geyik, yahut semiz bir ayı bulacağını umarken yiğit Oğuz’la karşılaştı ve hemen saldırdı. Lâkin Oğuz daha çevik davrandı, mızrağını korkunç canavarın ta yüreğine sapladı, sonra kılıcıyla kafasını kesti, bir tarafa attı.”

Gönülden Gönüle romanı boyunca yine alp ve abdal (aptal) birlikteliğine değinilmiş ve alplarla abdalların nasıl birlikte hareket ettiğine ve birbirleriyle olan dayanışmalarına değinilmiştir.

Gönülden Gönüle’de yazar, yer yer olayların akışına müdahale ederek

Ahmet Mithat’ın yaptığı gibi aralara tarihî bilgiler sokuşturmuşur. Örneğin,

İbn-i Kemal hakkında uzun uzun bilgi vedikten sonra romanın normal seyrine dönmüştür:

“Hikâyemize zemin ittihaz ettiğimiz vak'aları nakleden bütün tarih kitapları, bu rüyayı aynı şekilde yazarlar. Karilerimizde, şüphe yok ki o tafsilâtı okumuşlardır. Biz, malumu ilâm kabilinden bir tahkiye yaptığımızı muhterem okuyucularımıza affettirmek için rüyayı, Ibn-i Kemal’in kaleminden nakledeceğiz. Bu suretle en yüksek bir Türk âliminin üslûbundan bir numune göstermiş ve eski ağza yeni tat, meseli hilâfına yeni ağza eski tat vermiş olacağız. Tarihî roman yazanların bir vazifesi de budur: Geçmiş günlerin bazen meraretini, bazen halâvetini okuyucularına tattırmaktır .

Ibn-i Kemal, malum olduğu üzere gençliğinde sipahi idi. Sonra ilme

âşık oldu, kılıcı, kalemle mübadele etti ve Türklüğün yüzü suyu sayılan âlimlerin hemen hemen birincisi mevkiine yükseldi. Bu büyük zat, ayni zamanda şair idi.” (Gönülden Gönüle: 270)

Bekir Büyükarkın’ın Kutludağ romanı da çok etkileyici bir üslûp ile kurgulanmıştır. Yazar Tarık Buğra’nın Osmancık romanında olduğu gibi

şiirsel bir anlatım kullanmıştır. Dili oldukça sade olan roman, Moğollar’ın

Selçuklular’a saldırmasıyla başlar ve Bursa’nın fethinden sonra günümüz

Bursa’sından Osmanlı’nın kuruluş dönemine dair izler aktararak son bulur.

“Romanlarında bu günü dünde arayan Bekir Büyükarkın, ayrıca kişisel duygularını da zaman zaman ön plâna çıkaran bir yazardır.”

Cavit Ersen, Osman Gazi romanına başlamadan önce giriş kısmında tarihî bir roman olmanın da verdiği etkiyle yazılırken aşağıdaki kaynaklardan faydalanıldığını bildirmiştir. Roman, bu yönüyle tarihî bir romandan ziyade tarih araştırması görüntüsü oluşturmuştur.

“Bu romanın hazırlanışında aşağıda gösterilen kaynaklardan istifade edilmiş ve kendi görüşümüz de, bu günkü şartlar içinde sevgili okuyucularımızın yüksek takdirlerine arzedilmiştir:

1) Osmanlı Tarihi (Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı)

2) Osmanlı Devletinin Kuruluşu (Prof. Fuat Köprülü)

3) Osmanlı Tarihleri (Nihal Atsız)

4) Osmanlı İmparatorluğunun Doğuşu (Paul Wittek - Çeviri Fahriye Arık)

5) İslâm Ansiklopedisi 6) İzahlı Osmanlı Tarihi Kronolojisi (İsmail Hami Danişment)

Destansı bir hava içerisinde başlayan romanın başlangıcında Osman

Gazi’nin anlatılacağı vurgulanmış ve Osman Gazi dönemi kısaca

özetlenmiştir. Ayrıca romana bir dörtlükle başlanarak Osman Gazi’nin felsefesine ışık tutulmaya çalışılmıştır:

Bilsin cihan ki ben bu cihanın nesi’ndeyim:

Bir ülkünün mehabetinin zirvesindeyim.

Dünya denen mezellete dalsın her isteyen;

Ben ırkımın şeref taşan efsanesindeyim.

(Osman Gazi: 13)

Romanda bazı kısımlar sık sık ayet ve hadislerle desteklenmiştir.Buna

örnek olarak şu ayeti verebiliriz.

“ – Allahümme inna ibâdüke ve hüm ibâdüke nevasîna ve nevasîhim,

Allahümme ihzimhüm ven’surnaleyhim...” (Osman Gazi :40)

Genel bakış açısı olarak Osmanlı’yı yüceltme gayesinin güdüldüğü

Ragıp Yeşim’in Ovaya İnen Şahin romanında birtakım yer isimlerinin verilişine ilişkin bilgiler de aktarılmaktadır. Kullanılan adlar, genellikle

özgün olup Türkçe karşılıkları sayfa altlarında dipnot olarak belirtilmiştir.

Romanda sıcak, içten bir dil kullanılmış olup dilin ve anlatımın tarihsel atmosfere uyumu sağlanmıştır. (Ovaya İnen Şahin:125)

Mihal Kase’nin (Köse Mihal) müslüman olması hemen hemen bu dönemi anlatan tarihî romanların hepsinde ele alınmıştır. Fakat bazı romanlarda

Mihail’in müslüman olduktan sonra adını değiştirdiğine yer verilirken bazılarında da müslüman olduktan sonra aynı adla kaldığı yönünde ifadeler göze çarpmaktadır. Bu kitapta da müslüman olduktan sonra adı aynen korunmuştur. (Ovaya İnen Şahin:133)

Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu- I romanı, bir serüven şeklinde olup babası Sungur’un Bizans Şövalyesi Selikos tarafından öldürülmesini konu alır. Kendisini babasının emanet ettiği Akaçakoca’nın yetiştirmesinden sonra babasının öcünü almak ve vatana, dine, millete hizmet yolunda akınlarda bulunmak amacında olan Sunguroğlu’nun başından geçenleri anlatmaktadır.

Romanın dili son derece akıcı olup, üslûbu sade fakat serüven romanına yakışır bir biçimde son derece çoşkundur. Romanda İslâm dini ve Osmanlı yüceltilirken buna karşın; Hristiyanlık ve Bizans da aşağılanmıştır.Romanda olimpik bir bakış açısı öngörülmüştür.

Zaman zaman İslâm diniyle ilgili telkinlere de yer veren romanın bir amaca hizmet için yazıldığı çok net bir şekilde hissedilmektedir. Yavuz

Bahadıroğlu, romanlarını kendi İslâmî dünya görüşüne uygun olarak yazmış ve sanatının amacının yaratıcıya hizmet olduğunun altını çizerek bu konudaki düşüncelerini şöyle belirtmiştir:

"Sanat, sanat için değil, inanç içindir. Sanatçı, insanları ezelî ve ebedî

Sanatkâra yaklaştırabildiği ölçüde başarılı sayılır. Sanatçının görevi, cemiyetin özünü aramak, köküne inmek, gerçekler üstü gerçeği bulmak ve sunmaktır. Maksat, Hakk’a ve hakikata hizmet; kalem, İlâhî takdire mazhar bir vasıta; eser, iyiyi, doğruyu, güzeli göstermesi şartıyla muhterem bir mirastır." 21

Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu-II romanında, Sunguroğlu’nun gizli bir görev için gittiği Bizans’a gönderilişi ve oradaki entrikalar anlatılmaktadır. Ve Sunguroğlu, kendisine düşen bu görevi Köse Papaz’ın da yardımıyla büyük bir başarıyla yerine getirmiştir.

Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğlu- II adlı romanının arka kapağında kendi romanını şu şekilde değerlendirmiştir:

“Elinizde tuttuğunuz bu kitap, Orhan Gazi'nin Rumeli'ye geçerek

İstanbul yollarını fethe açtığı günlerin hikâyesidir. Bu kitap, serhadlerde kılıç sallayan serdengeçtilerin "ALLAH ALLAH" nidasıdır. Bu kitap, burçlarda boy veren isimsiz kahramanların "ALLAHUEKBER" sadasıdır. Bu kitap, vatan için, millet için, din için şehit olanların, maziden zamanımıza akseden sesidir. Tarihten örnek al, ecdadını tanı ve istikbale cesaretle yürü!”

Yavuz Bahadıroğlu’nun Sunguroğlu- III romanında Sunguroğlu, Foça korsanları tarafından esir edilen Orhan Bey’in oğlu Halil Bey’i kurtarmak için görevlendirilmiş ve bu yoldaki mücadelelerine yer verilmiştir. Sunguroğlu, kendisine verilen görevi yerine getirirken birçok kişi ile karşılaşmış ve bunların büyük bir kısmını kendi tarafına çekmiştir. Hatta bir kısmı da

Sunguroğlu ile tanıştıktan ve bir süre birlikte olduktan sonra din değiştirerek

Müslüman olmaya karar vermiştir. Roman, her ne kadar Sunguroğlu’nun maceralarını konu edinmişse de belirgin olarak cihad düşüncesine dayalı olarak İslâmiyet’i yayma çabalarına da sahne olmaktadır.

21 Bahadıroğlu, Yavuz, “ Sunguroğlu Kimdir?” Sunguroğlu- I , Nesil Yay. 1997 Yavuz Bahadıroğlu’nun Turgut Alp romanında Turgut Alp ve arkadaşı

Saltuk Alp’ın tekfurlarla olan mücadeleleri anlatılmıştır. Roman, tamamen bir serüven havası içerisinde oluşturulmuş ve türlü entrikalarla bezenmiştir.

Serüven romanı olması sebebiyle fikrî ağırlıktan yoksun; fakat akış bakımından son derece sürükleyici bir romandır. Romanda tekfurlarla olan mücadeleler sırasında başta Turgut Alp ve Saltuk Alp olmak üzere alperenlerin yüklendikleri sorumluluk ve göreve vurgu yapılmıştır. Turgut Alp romanında İslâm dini ve Osmanlı yüceltilmiş; buna karşın Hıristiyanlık ve

Tekfurlar aşağılanmıştır. Romanın son sayfasında yazar romanla ilgili olarak

şunları söylemektedir:

“Oğul hey!

Beşyüz çadırlık Kayı aşiretinden ecdadının koca bir İslâm devletini ne

şartlarla, ne güçlüklerle çıkardığının hikâyesinden bir bölüm daha okudun.

Seni, "Ölürsek şehit, kalırsak gazi, haydi ileri" felsefesinin derinliklerini araştırmaya davet ediyorum. Bu araştırmana tarih kadar, gerçeklerden sapmamış, hurafelerle donatılmamış tarihî romanların da yardım edeceğine inanıyorum. O inançla Osmanlı tarihini bölüm bölüm anlatacak romanlara emek veriyorum. Takdirin, en büyük mükâfatım olacaktır. Şimdiye kadar ters yönden öğretilmiş tarihten seni biraz alabilir ve bir parça gerçeği araştırmaya sevk edebilirsem kendime düşeri vazifeyi yapmış olduğuma inanacağım...”

ÖZET

Bu tez, “Türk Romanında Osmanlı Devleti’nin Kuruluş Sürecine

Yaklaşım” konuludur. Çalışma, aşağıda adları verilen 15 roman üzerine kurulmuştur.

1. Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğlu- I

2.Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğlu- II

3.Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğlu- III

4. Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp

5. Tarık Buğra, Osmancık

6. Bekir Büyükarkın, Kutludağ

7. Cavit Ersen, Osman Gazi

8. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Bu Atlı Geçite Gider

9. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Çatı

10. Mustafa Necati .Sepetçioğlu, Konak

11. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Üçler Yediler Kırklar

12. Kemal Tahir, Devlet Ana

13. M. Turhan, Gönülden Gönüle

14. Feridun Fazıl Tülbentçi, Osmanoğulları

15. Ragıp Şevki Yeşim, Ovaya İnen Şahin

Tezin Giriş bölümünde Osmanlı Devleti’nin kurulduğu sırada Anadolu ve çevresindeki gelişmelere ve Osmanlı Devleti’nin kuruluşu ile ilgili kuramlara değinilmiştir.

I . Bölümde “Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda etkin rol oynayan zümreler”e değinilmiştir.

Çalışmanın omurgasını oluşturan II. Bölümde “Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda etkin rol oynayan temel faktörler” e yer verilmiştir.

III. Bölümde Osmanlı Devleti’ni kuran beylere romancıların yaklaşım tarzı ele alınmıştır.

Sonuç bölümünde ise genel bir değerlendirme yapılmıştır.

ABSTRACT

This Thesis studies “The foundation of in

Contemporary Turkish Novels”. When we study on this thesis used 15 Turkish historical novels which are below:

1. Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğlu- I (The son of Sungur, Volume-I )

2.Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğlu- II (The son of Sungur, Volume-II )

3.Yavuz Bahadıroğlu, Sunguroğlu-III (The son of Sungur, Volume- III)

4. Yavuz Bahadıroğlu, Turgut Alp ( Turgut the Alp )

5. Tarık Buğra, Osmancık (Othman the petit )

6. Bekir Büyükarkın, Kutludağ (The belessed mountain )

7. Cavit Ersen, Osman Gazi (Othman the ghazi )

8. Mustafa Necati Sepetçioğlu, Bu Atlı Geçite Gider (This horseman

goes to the passageway )

9. Mustafa Necati Sepetçioğlu,Çatı (The roof)

10, Mustafa Necati .Sepetçioğlu, Konak (The mansion)

11., Mustafa Necati Sepetçioğlu, Üçler Yediler Kırklar

12., Kemal Tahir, Devlet Ana (Mother the state)

13. M. Turhan, Gönülden Gönüle , (From heart to heart)

14. Feridun Fazıl Tülbentçi, Osmanoğulları (The sons of Othman)

15. Ragıp Şevki Yeşim, Ovaya İnen Şahin (Peregnine falcon

descending on plain )

This study is comprised of an introduction, a final and three chapters.

We gave in introduction:

1. General conditions in Anatolia and its neigborhood when the Ottomans

foundation period.

2. Economy in the Ottomans foundations period.

3. The theories about “The foundation of Ottoman Empire”

In the first chapter we gave social classes in the Ottomans foundation period.

The scond chapter presents the framework of this thesis. It contains 34 different topics about main factors in the Ottomans foundation period.

The third chapter gives us novelists’ points of view about Ottomans’ founders.

The final chapter presents general ideas about thesis.

KAYNAKÇA

A ) İncelenen Romanlar

1. Bahadıroğlu, Yavuz, Sunguroğlu- I, Nesil Yay., 13. bs, İstanbul 1997.

2.Bahadıroğlu, Yavuz, Sunguroğlu- II, Nesil Yay., 13. bs., İstanbul 2000.

3. Bahadıroğlu, Yavuz, Sunguroğlu- III, Nesil yay., 13. bs., İstanbul 1997.

4. Bahadıroğlu, Yavuz, Turgut Alp, Nesil Yay., 7. bs., İstanbul 1998.

5. Buğra, Tarık, Osmancık, Ötüken Yay., İstanbul 2000.

6. Büyükarkın, Bekir, Kutludağ, Arkın Ktb., 2. bs. İstanbul 1981.

7. Ersen, Cavit, Osman Gazi, Kamer Neşriyat, 2. bs., İstanbul 1983.

8. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Bu Atlı Geçite Gider, İrfan Yay., İstanbul

1977.

9. Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Çatı, İrfan Yay., 17 bs., İstanbul 1999.

10.Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Konak, İrfan Yay., 17 bs., İstanbul 1999.

11.Sepetçioğlu, Mustafa Necati, Üçler Yediler Kırklar, İrfan Yay., İstanbul

1978.

12.Tahir, Kemal, Devlet Ana, Tekin Yay., 15 bs., İstanbul 2001.

13. Turhan, M., Gönülden Gönüle, Milliyet Matbaaaası, İstanbul 1931.

14. Tülbentçi, Feridun Fazıl, Osmanoğulları, İnkılâp ve Aka Yay.,

15.Yeşim, Ragıp Şevki, Ovaya İnen Şahin, Türkiye Yay., İstanbul 1971.

B ) Yararlanılan Diğer Kaynaklar

I. EDEBİYAT TARİHLERİ

1. Akyüz, Kenan, Modern Türk Edebiyatı’nın Ana Çizgileri, İnkılâp Ktb.,

İstanbul.

2. Banarlı, Nihat Sâmi, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, M.E.B. Yay., İstanbul

1971.

3. Tanpınar, A. Hamdi, 19 uncu Asır Türk Edebiyatı Tarihi, Çağlayan Ktb., 8 bs. İst. 1997.

II. TARİHSEL KAYNAKLAR

1. Akgündüz, Ahmet – Öztürk, Said, Bilinmeyen Osmanlı, OSAV Yay.,

İstanbul 1999.

2. Divitçioğlu, Sencer, Osmanlı Beyliğinin Kuruluşu, YKY, 2. bs., İstanbul

2000.

3. Doğuştan Günümüze Büyük İslâm Tarihi, Çağ Yay., C.10., İstanbul.

4. Gibbons, Herbert Adams, Osmanlı İmparatorluğu’nun Kuruluşu, 21. Yüzyıl

Yay., 1. bs., Ankara 1998. 5. I. Uluslar arası Ahilik Kültürü Sempozyumu Program ve Bildiri Özetleri,

K.B. Halk Kültürlerini Araştırma ve Geliştirme Genel Müdürlüğü Yay.,

Ankara 1993.

6. Köprülü, Fuad, Osmanlı Devletinin Kuruluşu, TTK Yay., Ankara 1959.

7. Osmanlı Ansiklopedisi, İz yay., C. I, İstanbul 1996

8. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu Efsaneler ve Gerçekler (Tartışma / Panel

Bildirileri, Ankara, 19 Mart 1999. ), İmge Yay., Ankara 2000.

9. Özel, Oktay – Öz, Mehmet, Söğüt’ten İstanbul’a, İmge Ktb., 1. bs.,

Ankara, 2000.

10.Paul, Wittek, Osmanlı İmparatorluğu’nun Doğuşu, Kaynak Yay., Ankara,

1985.

11. Şeker, Mehmet, Fetihlerle Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşması,

Diyanet İşleri Başkanlığı Yay., 5.bs., Ankara 1999.

12. Uzunçarşılı, İ. Hakkı, Büyük Osmanlı Tarihi, TTK Yay., C.I, 7. bs.,

Ankara 1995.

13. VII. Osmanlı Sempozyumu (Söğüt, Eylül 1992), Levent Matbaaaası,

Ankara 1993.

III. MONOGRAFİLER

1. Asya Tipi Üretim Tarzı, ( Sur le monde de production asiatique ), Ant Yay.,

İleri Sanat matbaası, İstanbul.

IV. SÖZLÜKLER, KILAVUZLAR VE ANTOLOJİLER

1. Cuddon, J.A., The Penguin Dictionary of Literary Terms and Literary

Theory, Fourth Edition, London 1998.

2. Develioğlu, Ferit, Osmanlıca – Türkçe Sözlük, İnkılâp Ktb., İstanbul 1995.

3. Eren Bilâl, Güzel Sözler Antolojisi, TÜRDAV Yay., İstanbul 1995.

4. İmlâ Kılavuzu, TDK Yay., Ankara 2000.

5. Necatigil, Behçet, Edebiyatımızda İsimler Sözlüğü, Varlık Yay., 12. bs.,

İstanbul 1985.

6. Özön, Mustafa Nihat, Küçük Osmanlıca Türkçe Sözlük, İnkılâp Ktb.,

İstanbul 1995.

7. Pakalın, Mehmet Zeki, Osmanlı Tarih ve Terimleri Sözlüğü, M.E.B.Yay.,

İstanbul 1993.

8. Türkçe Sözlük, TDK Yay., Ankara 1998.

6. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yay., İstanbul

1997.

V. TEZLER

1. Argunşah, Hülya, Türk Edebiyatında Tarihî Roman, Marmara Ün.

Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 1990.

2. Gülendam, Ramazan, Using Narratology to Study Kemal Tahir and Tarık

Buğra’s Narrative Strategies: Devlet Ana and Osmancık, Manchester

Üniversitesi, Basılmamış Doktora Tezi, Manchester 2000.

3. Kaptan, Mehmet Saim, Tarihî Romanımız Açısından Türkler’in Anadolu’ya

Yerleşmesi, G. Ü., Sosyal Bilimler Enst. Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,

1998.

VI. DERGİLER

1. Demirci, İbrahim, “Romanımızın 27 Yılına Bakış (1923- 1950 )”, Hece dergisi, Türk Romanı Özel Sayısı, S.65-66-67, Ankara 2002, s. 64.

2. Okur, Enver, “ Çok Partili Demokrasi Dönemi Türk Romanı”, Hece

Dergisi, Türk Romanı Özel Sayısı, S.65-66-67, Ankara 2002, s. 73.

3. “Tarihi Roman İçin Ne Dediler?”, Yağmur Dergisi, S.7., İzmir 2000

4. Uç, Himmet, “Türkiye’de Roman Eleştirisinin Dünü Bugünü Yarını”, Hece dergisi, Türk Romanı Özel Sayısı, S.65-66-67, Ankara 2002, s. 328.