2

MALTEPE BELEDİYESİ ADINA İMTİYAZ SAHİBİ: ALİ KILIÇ MALTEPE BELEDİYE BAŞKANI GENEL KOORDİNATÖR: CANAN DÖNER MALTEPE BELEDİYESİ BAŞKAN YARDIMCISI PROJE TASARIM: NURTEN GEROĞLU GENEL YAYIN YÖNETMENİ: ULAŞ GEROĞLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: ZEYNEP HAYMAN MALTEPE BELEDİYESİ KÜLTÜR MÜDÜRÜ EDİTÖR: SELÇUK ÖZBEK TASARIM: BARIŞ CAN SARIKAŞ KAPAK İLLÜSTRASYON: EKİN BAŞAK AKGÜL SAYFA İLLÜSTRASYON: EKİN BAŞAK AKGÜL ve MURAT KARA SOSYAL MEDYA: SEDA ŞANLI WEB TASARIM: CENGİZ YILDIRIM YAYIN SORUMLUSU VE GÖRSEL YÖNETMEN : BURCU GEROĞLU İstasyon Dergisi PDF'ine Web Sitesi üzerinden DANIŞMAN: NEBİL ÖZGENTÜRK erişebilir ya da Sesli Dergi formatında dinleyebilirsiniz. ADRES: PROF. DR.TÜRKAN SAYLAN KÜLTÜR MERKEZİ GÜLSUYU MAH. NAR SOK. E5 YANYOL ÜZERİ MALTEPE/ /istasyon_dergi /istasyon_dergi /istasyon_dergi Tel:0 (216) 589 36 00 BASKI: Asya Basım Yayın Sanayi Tic. Ltd. Şti 15 Temmuz Mah. Gülbahar Cad. No: 62/B www.istasyondergi.com [email protected] Güneşli - Bağcılar - İSTANBUL Tel: 0212 693 00 08 SERTIFIKA NO: 36150 3 4

ışarısı, göz kapaklarını mühürleyen bir toz yağmuruyla bitmeyen pusa teslim. Top namlusunun dumanı şehri sarıyor. O toplar gece gündüz bitmeyen öfkesiyle bir fırtınanın haykırışı sanki, insanın ruhunu dövüyor. Çocuklar yamaçlarda Ddenize düşen mermilerin kaldırdığı suyun arşınına iddalaşıyor. Ah çığlık çığlığa süregelen BENDE hürriyet kavgası! Bir çocuk için hayal tırpanı. Ama Ali’nin bir hayali var. İstanbul’da okumak istiyor. O karanlığı yırtıp geçiyor hayalleri. Bu hikaye savaşta çocuk, kalkınma seferberliğinde öğretmen, kalabalıklarda yalnız, yaşamak için gitmek zorunda olan ve gidemediği için yeşil bir dağa kök salan Ali’nin hikayesi…. Ali, ilk hayal kırıklığını İstanbul işgal altındayken yaşadı. Yeni hayali Balıkesir TÜKENMEZ Öğretmen Okulu’ydu artık. Yazmaya da o dönem başladı. İstanbul kurtulunca işgalden öğretmeninin de desteğiyle nihayet İstanbul’a gitti. O yıllarda kendisine ‘Ne yapmak İstiyorsun?’ diye kim sorsa “Boş boş gezecek, görmediğim bilmediğim şehirleri görecek, serserilik edip sadece yazacağım” diyordu. Buraya kadar Ali! Şimdi hasta bir annen, bir kardeşin ve savaştan yeni çıkmış bir memleketin var. Kolları sıvamak, hayatla tanışmak gerek. Tarihe geçsin 1927’de öğretmen çıktı Ali… BIR “Ne basit muhit yarabbi. Düşün kardeşim, konuşulacak bir insan bile yok. Hepsi alelade, hepsi dümdüz. Memleketin civarı hep bozkır, gözünün alabildiği kadar çıplak dağlar uzanıyor… Yalnız Yozgat’ın tam karşısında bir çam ormanı var… Ama o da bu dümdüz araziye yakışmıyor… Adeta kirli bir bakkal önlüğüne yamanmış yeşil bir kadifeye benziyor.” HAYAT Yalnızlıktan dem vuran, muhabbete insan arayan bir öğretmendi. Anadolu’nun bozkırına, heyecanı, hayalleri ve karşılıksız bir aşkla gelmişti. Denize uzak kalmak, meltemle taşınan iyot kokusunu aramak zaten zor geliyorken, aşk mesafelerin arasını açacak, zamanı en kötü olduğu saatte tutacak. Mektuplar karşılıksız, bir iade imzasında mutlu olacak başka başka şeyler yazılacak… Yedi yaşından beri yollarda. Kağnılar, dümeni umuda sabit vapurlar ve sallanıp VAR uyutmayan katarlar. Yozgat’ta geçen bir yılın ardından şimdi yeni menzili Almanya’da Ali… Gorki, Turgenyev ve Poe ile tanıştı. Almanca’yı biraz ilerletince dünya yazarlarının yazdıklarına heyecanla sarılıyordu. Durmadan okuyor, sanki çocukluğundan beri ruhuyla arasında kalan boşluğu tamamlıyordu. Okudukça yazıyor, yazdıkça dünyaya başka bakıyor, yine yazıyordu. Eğitim yedi sene planlanmış, dört senede bitiririm demiş ancak iki yıl sonra geri dönmüştü. Onu tanıyanlar, bilenler, “Ali gittiği gibi geri gelmedi” dedi. “Benim kafam acayip bir dimağ taşıyor, Her dakika insanlardan uzaklaşıyor. Zaman zaman mağlup olsam bile etime, İnsan olmak dokunuyor haysiyetime.” Ülkesine döndüğünde eğitim seferberliğinin bir neferiydi artık. Fikren, manen ve ULAŞ GEROĞLU madden büyük bir hızla kalkınan genç Cumhuriyet’in Aydın’daki Ali öğretmeni... O güler yüzlü, iyi giyimli, cana yakın genç bir delikanlı. Tabi ki heyecanlı. Heyecanı hem yazılarında görülüyor, hem derslerinde. Bahsetmeye başlar bizim delikanlı; köylerden, haksızlıklardan ve nasıl olmalı insan… Ali yazdıklarında, derslerinde, sohbetlerde fikirlerini paylaşmaya başlayınca “Altın gibi sarı soruşturmalar da gecikmedi. Suçlandı ceza aldı fakat kısa bir süre sonra suçsuz bulunup serbest kaldı ve Kayseri’ye atandı. saçlı, fevkalade Yollar… Yollar uzun bu çıplak bozkırda. Deniz yine uzak, kalpte sevda, Ali’ye kalan yine buruk bir veda. güzel lacivert “Benim mesele, senin zannettiğin gibi fiyakalı bir zamanımda ağzımdan kaçırdığım sözlerin neticesi değildir.” Bu yolculuk başka hiçbir yolculuğa benzemiyor. Evvela selviler görünmüyor, pencere gözlü” bir kadın dar ve epey yukarıda. Kalkıp baksan nafile, bağlısın Ali koltuğuna. Yuvarlak çerçeveli gözlüğün biraz düşse burnunun ucuna ve unutunca kolundaki bilezikleri, kalkıyor diğer çaldı gönlünü. elin peşi sıra. “Ben yaptım, ben yazdım, ben düşündüm” diyordu o fiyakalı zamanlarında. Ali ilk kez Bir iki yıla da “ben yapmadım” dediğinde suçlu bulundu. Cezası bir yıldı. Haksızlıktı, temyize başvurdu ve iki ay daha arttı cezası. Yazmadığı okumadığı bir şiirdi sebebi mahkumiyetin. Ne yaşama sevinci diyorduk, yolculuk! Ali nakil bu yolculukta, Kayseri’den Sinop’a… “Bir mahpusu dünya ile hiç alakası olmayan bir yere kapatmak, ona en büyük Filiz’lendi. iyiliği yapmaktır. Onu en çok yere vuran şey hürriyetin elle tutulacak kadar yakınında bulunmak, aynı zamanda ondan ne kadar uzak olduğunu bilmektir.” Artık tek Bu şehre öğretmen olarak gelse iyot kokusu, dalga sesi, günü yutan deniz mavisi derken kim bilir ne mesut bir zamana bırakırdı kendisini. Misafir değildi Ali. derdi “Filiz Mahkum geldi. Bitmek tükenmek bilmeyen bir dalga sesi, içini delip geçen deniz kokusu, Üzülmesin”di. nefesine hırıltı düşüren rutubetli hücresi… Her yanını sarsa da hürriyet, “Sinop’un Han’ı” saydırmaz zamanı. 5

“Dışarıda deli dalgalar, gelip duvarları yalar yolları araştırmak istedik. Bu ne affedilmez suçmuş meğer.” Seni bu sesler oyalar, aldırma gönül, aldırma” Artık derdini söyleme sırası “Marko Paşa” ya geldi. Ali, dostları Rıfat 11 ay… 11 ay hürriyetin sesi kulağından, kokusu burnundan hiç gitmedi. ve Aziz’le birlikte, edebiyatın en çok konuşulan, en çok tartışılan ve en Serserilik edip, yazı yazmayı düşlediği zamanları unuttu. Artık çok yasaklanan dergisini yayımlamaya başladı. Hem güldürüyor, hem sadece yazı vardı. düşündürüyor hem de kızdırıyorlardı. Bu süreçte Marko Paşa Cezaevinden çıktığında artık memur da değildi. Bir Biz, bugün Ali’nin bazen “Merhum” bazen “Bizim” , bazen de “Malum” süre İstanbul’da dergilere, gazetelere yazılar gönderdi. son kez ne yaptığını oluyor, “ fırsat bulduğunda, toplatılmadığında ve yazarları O dönemde şiirlerine bir de isim buldu “Dağlar ve tutuklanmadığında” çıkıyordu. Rüzgarlar”. Tekrar memurluğa kabul edildiğinde, hayatı biliyoruz. Kitap Sonunda yoruldu Ali. Daha çok üretebileceği, daha için artık daha düzenli tertipli bir gelecek hayal etmeye okuyordu. Son kez özgür daha sorunsuz ve huzurlu zamanlarda yazmak başladı. “Altın gibi sarı saçlı, fevkalade güzel lacivert gözünün gördüğünü istedi. Gün geçtikçe çocukluğu, gençliği, hayalleri gözlü” bir kadın çaldı gönlünü. Bir iki yıla da yaşama de biliyoruz. Yeşildi, siliniyordu. Kaleme aldığı gerçek dünyanın, bedelini sevinci Filiz’lendi. Artık tek derdi “Filiz Üzülmesin”di. alabildiğine yeşil. ödüyordu. Yaşamanın çaresi belki başka bir yerde, başka İşi gücü yerinde, ailesi sevdikleri yanında, yazıyor, Tepeli düzlü, uçsuz bir toprakta, havada, ağaçta olmaktı. Yaşamanın bedeli yaşıyordu işte Ali. Hayatında yaşadığı en mesut, en rahat bucaksız yeşil. geride bırakmaktı… yıllarıydı. Ve sadece 3 yıl sürdü… “Ey, bir cılız kalemden dile gelen hakikat. Sen devleri “Biz istiyoruz ki bu topraklar üzerindeki insanlar korkutacak kadar korkunç musun?” kafalarında taşıdıkları fikirlerden dolayı değil, bu yurdun, bu Bir sabah gün ağarırken düştü yola. Kimse bilmiyordu nereye halkın yararına yahut zararına yaptıkları işlerden hesap versinler.” gittiğini. Belki bir balıkçı kasabasıydı gitmek istediği, belki başı dumanlı dağlar. “İçimizdeki Şeytan” kaldırınca paravanı göründü ne varsa gizlenen, Belki kimsenin kendisini tanımadığı büyük şehirlerde yalnız olmaktı niyeti, söylenmeyen, bilinen... Kahramanlar gerçekti, içimizden, basit alelade belki hakiki üç beş dost ile kalabalıklaşmak. Çünkü ancak böyle güzel olabilirdi kimselerdi. Ali’nin kahramanları, yasaklı gölün suyunu bulandıran yaşamak… yaramazlardı. Edebiyat zümresinde kitap çok ses getirdi. Sonrası işsizlik, Denizle vedalaştı, çocukluğuydu deniz. Yol boyu selvilerle vedalaştı, mahkeme duvarları, Babıali’nin bağıran suratları.. Karşıt görüşlü kim varsa gençliğiydi selviler. Havasını derin derin soludu, kokusunu için için çekti toprağın. hedefine Ali’yi koydu. Unuttuklarını anımsadı. Ve gidiyordu Ali, durulmazdı artık şehrinde, denizinde. Karşılıklı davalar, dergi ve gazete köşelerinden hakaret boyutuna ulaşan Durulmazdı artık dostta, sevgilide. Durulmazdı hayalinde. Gitmek gerekti Ali’ye. taşlamalar, sert eleştiriler, gözaltılar, mahpusluk, özgürlük, tehditler, dostun “Bu ölü toprakların üstünde hiçbir şey ölmek ve öldürmek kadar penceresi dar, bilinmeyen maceralar, Ali için çalkantılı bir dönemin kapıları kolay değildir.” 1940’lı yılların başında başlar. Biz, bugün Ali’nin son kez ne yaptığını biliyoruz. Kitap okuyordu. Son kez “Namuslu olmak ne zor şeymiş meğer. Kanunlu, kanunsuz baskılar gözünün gördüğünü de biliyoruz. Yeşildi, alabildiğine yeşil. Tepeli düzlü, uçsuz altında ezile ezile pestile döndük. Bugünün itibarlı kişileri gibi kese bucaksız yeşil. Ve o koku… Son kez burnuna tüten yağmurla burculanmış doldurmadık, makam peşinde koşmadık. İç ve dış bankalara para toprak kokusu. Gitti işte Ali. Şimdi o nerede mi? yatırmadık. Han apartman sahibi olmak sağdan soldan vurmak ve milleti “Bir gün kadrim bilinirse, İsmim ağza alınırsa, Yerim soran bulunursa, kasıp kavurmak emellerine kapılmadık. Milletin derdine derman olacak Benim meskenim dağlardır, dağlar…” 6

FERHAT GÖÇER

abahattin Ali’yi, annem-babam öğretmen olduğu ve okumayı çok sevdiğimiz için çocuk yaşlarda okudum, tanıdım Sve sevdim. “Kuyucaklı Yusuf”tan ne kadar etkilendiğimi çok iyi hatırlıyorum. Ancak aradan zaman geçtikçe ’nin şiirlerini ve romanlarını tekrar tekrar okudukça ona olan saygım, sevgim arttı, edebiyatımızdaki ve sanatımızdaki yerinden çok etkilendim. Ama gerçek yaşamı beni her şeyden çok etkiledi. O Şiirlerinden yapılan tüm şarkılar beni senaristin ve tabii ki Ezel edebiyatımızın kült isimlerinden biri. “Kürk etkiliyordu. Aslında birçoğu yıllardır sahnede Akay’ın bu konudaki aylarca süren çalışmasıyla Mantolu Madonna” bizim edebiyatımızın tüm söylediğim şarkılardı. “Leylim Ley”, “Aldırma bir hikâyeye dönüştürüldü. Ne kadar kısa olsa dünyadaki yüz akı eserlerinden biri şüphesiz. Gönül”, “Çocuklar Gibi”, “Dağlar”, “Eşkıya da bu 1,5 saat içerisinde izleyenlerin Sabahattin Sabahattin Ali deyince aklıma birçok şey Dünyaya Hükümdar Olmaz” gibi daha nicesi Ali’nin hayatı ile ilgili fikir sahibi olacağına, geliyor. Marko Paşa, Ankara, öğretmenliği, her beni çok etkilemiştir. Çok büyük anlamları ve duygu sahibi olacağına inanıyoruz. şeye rağmen cezaevinden korkmayışı, özgürlüğe yükü çok ağır olan şarkılar. Dolayısıyla böyle Başka neler katmak isterdim? Tabii ki birçok doğru koşarken katledilişindeki o vicdansızlık bir oyun projesi hayata geçtiğinde tabii ki şey katmak isterdim. Mesela hapiste geçirdiği geliyor. şarkıların gücüydü beni asıl cezbeden. Ancak dönemde hikâyelerini nasıl hazırladığı, kimlerle Sahneye koyma fikri oluştuğu an ilk işim oyunun senaryosu geliştiğinde, provalar nasıl tanıştığı, o hikâyeleri nasıl dinlediği... elbette Filiz Ali’nin kitabını okumak oldu. Ve başladığında oynadığım hayat hikâyesinin Bu benim için çok kıymetli. İkincisi Aliye’yle Filiz Ali ile tanışmayı çok istedim. Filiz Ali’ye şarkıların çok daha ötesinde olduğunu geçirdiği zamanı, Aliye’yle tanışma dönemini gittiğimizde, onu tanıdığımda, onun o ev yuva anladığımı; kitaplarının, yaşadığı dramın, daha ayrıntılı, daha detaylı anlatmak isterdim. duygusunu hissettiğimde evinde, Sabahattin çektiği çilelerin bende tarif edilemez etkiler Almanya’da geçirdiği dönemi, Almanya’da Ali’nin izlerinin hâlâ orada durduğuna şahit bıraktığını itiraf etmeliyim. ilk değişime uğratan o kısa ama çok anlamlı oldum. Sahneye koyduğumda hissettiklerim Sabahattin Ali gibi bir yazarı 1,5 saatte süreci çok iyi değerlendirmek ya da tanımak tarif edilmezdi. Şarkılarının, şiirlerinin hepsinin sığdırmak… Bunun cümlesi bile insanı ya da işlemek isterdim. Onun haricinde birer senfoni olacak kadar güçlü duygular ürkütmeye yeterli. Sadece bu senaryo ve Sinop Cezaevi’nde yaşadıkları herhalde yine barındırdığı kesin. tekst için aylarca uğraştığımızı söyleyebilirim. hayatında asıl önemli dönüm noktalarından bir Sabahattin Ali’nin hayatını canlandırmak Çok hassas, hassasiyetle seçilmiş cümlelerle tanesi. Ve tabii ki kızı Filiz’le kurduğu ilişkinin çok büyük bir sorumluluk benim için. Öncelikle onun hayatında gerçekten dönüm noktası detaylarını daha iyi işlemek isterdim. Yani her Türkiye’nin, Türk edebiyatının en önemli sayılabilecek çok büyük değişim anlarını, anı aslında yakından değerlendirip çok daha yazarlarından biri. Sabahattin Ali şarkılarından dönemlerini ve olaylarını dile getirmeye uzun sürelerde işleyebilirdik diyebilirim. oluşan bir albüm teklif edildiğinde hiç çalıştık burada… Tabii ki çok zor 1,5 saatlik Araştırdığımda onunla ilgili bütün düşünmeden kabul ettim, çok mutlu oldum ve bir zaman dilimi içerisine Sabahattin Ali’yi belgeselleri izledim. Filiz Ali hocayla kendisini daha yakından tanımak için bütün sığdırabilmek; onun romanlarından, hayat yaptığım konuşmalarda onu daha yakından yazılarını, hikâyelerini, kitaplarını okumaya hikâyesinden parçalar seçerek yaşadığı büyük tanımaya çalıştım. Karakterini, duruşunu, yüz başladım. Daha sonra nasıl bir işin içerisinde ne dolu dolu hayatı, kısa bir süre içerisine kısa bir mimiklerini, konuşma şekillerini yani insanlarla kadar büyük bir sorumluluğun altına girdiğimi zaman dilimi içerisinde anlatabilmek… İşte bu, nasıl ilişki kurduğunu idrak etmeye çalıştım. tabii ki onu daha yakından tanıyınca fark ettim. Onu asıl fotoğraflarından kavramaya çalıştım; Aldırma Gönül Müzikali’nde onun hayatını duruşunu, kıyafetlerini, nasıl giyindiğini, oynamak çok büyük bir sorumluluk. insanlarla nasıl sohbet ettiğini çünkü hiçbir ses Albüm teklifi geldiğinde “Kürk Mantolu kaydı yok. Görüntü, bir film ve fotoğrafların Madonna”nın ve tabii ki sahnede söylediğim haricinde bir görseli de yok. Bu nedenle şarkıların haricinde Sabahattin Ali’yi sadece hikâyeleriyle, kızından aldığım bilgilerle, belgesellerden ve hayatı ile ilgili çok kısa fotoğraflarıyla ve kendi yazdıklarıyla kafamda bilgilerden tanıyordum. Ancak kendisini daha bir Sabahattin Ali canlandı. Böyle hayata yakından tanımaya başladığımda, öykülerini, geçirdim. romanlarını, yazılarını okuduğumda, çektiği Sabahattin Ali’nin kendi sesini duymuş ya sıkıntılarını ve dramatik hayat hikayesini da sohbetini dinlemiş olabilseydim çok daha iyice kavradığımda çok büyük bir bağ kurdum farklı olabileceğini mutlaka düşünüyorum. kendisiyle. Tarif edilemez duygusal bir empati Edindiğim fotoğraflar, izlediğim belgeseller kurdum. Bazı noktalarda özdeşleştiğimi ve gerek hakkında yazılan gerekse kendisinin hissettim ve oyunda da Sabahattin Ali’yi yazdığı romanlar, hikâyeler ve yazılarla oynamak değil de gerçekten onu içimde ancak kafamdaki, içimdeki Sabahattin Ali’yi hissederek canlandırmaya çalışıyorum. canlandırabiliyorum. 7

YAŞAR SEYMAN

anatın başkenti Ankara o yıllarda çok güzeldi. Gri ve soğuk bir Ankara gününde iyice grileşen Çiçeği burnunda bir sendikacı olarak sanatsal gökyüzünün hüznüyle ölümünü duyduğumda etkinliklere koşuyorduk. Bahçelievler’deki Arı omuzlarıma acı, yüreğime hüzün çöktü. O hüzünle SSineması henüz tarumar edilmemişti. Dinletiler, Remzi İnanç’a gittim. Ne yazık ki onu kitabevinde anmalar, etkinlikler yapılıyordu. O görkemli bulamadım. O ölünce işçiler, emekçiler, kadınlar günlerin birinde Arı Sineması’nda Hasan Hüseyin yetim kaldı. O akşam Hasan Hüseyin şiirleri Korkmazgil, şiirler okudu. O salonda o görkemli bilinir, görünmezi görünür, duyulmazı duyulur, okudum. şairin sesinden şiirlerini dinlemek, o yeleli saçların duyumsanmazı duyumsanır, algılanmazı “bir oğlum olacak adı temmuz/ karataşın seyri muhteşemdi. Bir şairin gönlünde işçiler, algılanabilir yapmaktadır.” göbeğinde aşk, karataşın göbeğinde barış/ karataş emekçiler olmasa, o şiirler dilinden dökülür Hasan Hüseyin ince bir mizahla “Öpem Seni çatladı çatlayacak/ bende bitmeyen kavga, onda müydü? Gardiyan” adlı şiirinde; yeniden başlayacak” “bu demir divriği dağlarından/ ben söktüm “kadınlar nasıldılar gardiyan/ Altındağ’dan geçtin Bu şiiri oğlu Temmuz’dan yeni kuşaklara nasıl ulan ben söktüm/ bu namlu divriği demirinden/ mi?” diyor. güzel bir umut ışığı… ben döktüm ulan ben döktüm/ bu ak bileklerde bu Güvenpark’a, Kızılay’a gelen Altındağ’ın Onlar bu dünyadan göçünce Ankara sanatın kara kelepçe/ ben dövdüm ulan ben dövdüm/ ben Gültepe, Çinçin Bağları semtindeki kadınlarını şöyle başkenti olmaktan uzaklaştı. Yine yeniden sanatsal dövdüm ateşlerde bu kelepçeyi/ bu biçimi bu demire anlatıyor “İnsan Pazar”ı başlıklı dizelerinde: etkinliklere koştuğumuz günleri, sanat sohbetlerini, ben verdim.” “gondulardan gelmişik/ açlık nedir bilmişik/ suskun sendikaların ses vermesini bekliyorum. Koca çınar Hasan Hüseyin’in sesinden; “Koca aman ağbey yaman ağbey gör bizi/ sabahın İnanıyorum; Ankara sanat soluyunca ölümsüz Bebek” şiirinden emekçinin sesi, isyanı olmuş seherinde sıcak yataktan/ gopmuşuk da gelmişik bu şairlerimizin, yazarlarımızın, ressamlarımızın, "Kızılırmak" gibi çağlıyordu. O da zaten "Kızılırmak güvenpark’a/ gelmişik de birikmişik bu güvenpark’ta heykeltıraşlarımızın, bilim insanlarımızın ruhları boylarında bir şehir" olan Sivas doğumluydu. / angara angara gözel angara.” huzur içinde olacaktır. Acıyı bal eyleyen unutulmaz Dinlerken; işçi sınıfının, emekçinin böyle güçlü Şiirleriyle, düşünceleriyle, kitaplarıyla şairin anısı önünde saygıyla eğilerek. sesleri oldukça ne şanlı direnişlerden alnının akıyla günümüzde de yaşayan Hasan Hüseyin’le aynı Hasan Hüseyin olmak da zor, haziranda çıkar, diye umudu büyüttüm. şehirde yaşamanın, Orta Doğu Teknik Üniversitesi ölmek de… İyi ki sohbetine tanık olduk, şiirlerinle Sendika geceleri, görkemli duruşu, gür ve davudi salonlarında sanatsal etkinliklerde dinlemenin, coştuk, yazılarınla direnç tazeledik, güzel sözlerin sesiyle çınlıyor: dost sofralarında olmanın, kısacası aynı şehirde kulağımıza küpe oldu: “işime karım dedim, karıma kavel diyeceğim/ nefes almanın, şiirleriyle soluklanmanın güzelliği ile “nehirler boyunca git ve gör nehirlerin nasıl yol ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada/ kaç greve, kaç yürüyüşe koştum, anımsamıyorum. aldıklarını! sen de bir nehirsin ey yolcu!” güneşe karışmadıkça etim/ kavel grevcilerinin Anımsadığım şair Hasan Hüseyin, özgürlükçü “oradadır işte o seni hangi türkü ağlatıyorsa hangi türküsünü söyleyeceğim.” kimliğinden asla ödün vermedi. Yıllar bu yürekli söz vuruyorsa ta yüreğinden oradadır işte o. iyi bak Şiir için Hasan Hüseyin: “Yıllardır yazar, çizer, insanın şiirleriyle su gibi akıyordu. ona...” söylerim: Bilineni bilinmeze, görüneni görünmeze, “bir oğlum olacak adı temmuz/ uykusuz, “severim fırtınanın her türlüsünü/ ormanlar duyulanı duyulmaza, kısacası, somutu soyuta korkusuz, beter mi beter/ ben beynimi satarak uğultulu sular dalgalı/ severim filizkıran fırtınasını/ itme değildir "Şiir"in işi. Tam tersi: Bilinmezi yaşıyorum/ o benden proleter” kırıp kanatmıyorsa sevincin türküsünü.” 8

Benzemez kimse size iri muhteşem bir dağın gölgesinde, diğeri turkuaz bir nehrin yeşilliğinde; Cumhuriyet’in billur sesli divası hayat karşısındaki direnci, güçlülüğü ve her ikisi de medeniyetin beşiğinde dünyaya geldi. Dağın adı "Ulu", yiğit yüreği ile evini sanatçılara açmış; kendi ekolünü oluşturmuştu. İbrahim nehrin adı "Nil" olunca sıra dışılar elbet cesur, özgür ve güçlü olurdu. Çallı, , Safiye Ayla, Hamiyet Yüceses ve yüzlercesi bu güçlü, BNil’in öp öz kızı nefesini nağmelemeyi öğrenirken dünya değişim etkileyici ve ilham verici sesin oluşturduğu ekolün bahçesinde yer almıştı ki rüzgârlarıyla dönüyordu. Dünün, şu anın, tüm zamanların bülbülü, erkek bu bağçe kekemeliğin verdiği mecburiyetle gülşene dönüşmüştü. Gecenin çocuk kıyafetlerini giymiş olarak Mısır’ın 4. Piramiti’ne başladığında o matemini örterek yol aldırmıştı ilham verdiği genç adaylara. güçlü yüreğini dillendirdiği sesi efsaneleşmeye başlamıştı bile. Özü Nil’in Tavırlarına hayran olduk; çünkü benzemezdi kimse onlara. Dertlerini suladığı Mısır topraklarıyla yoğrulmuş, sesinin güzelliğiyle en güzel piramidi şikâyet etmediler kimseye; gizli gizli ağladılar hallerine. Bir ihtimal daha vardı; sadece Mısır topraklarına değil, dünyanın bağrına nota nota, nağme nağme gülşende gül ile yaşamaktı. Onlar gül yağını ellerle paylaşacak kadar cömert; kondurmuştu. günlerini sevgisiz ve yasla tüketmeyecek kadar giriftardı. Anadolu’nun billur sesi de aynı yaşlarda en özel sevginin peşinden Birinin babası kasideler okuyan imam; diğerinin annesi özel günlerde Kuran İstanbul’un yolunu tutmuştu kimseye haber vermeden. Bursa’dan o kaçış hem ve gazeller okuyan bir hanende… Her ikisi de usul, nota, makam öğrenerek annesine hem de notaların, ezgilerin nağmelerin bağçesine kavuşturmuştu pişti dönemin usta ellerinde; müzik cemiyetleri ve okullarına gönderildiler. güçlü sesi. Müzik cemiyetleri ve ünlü ustalar derken olgunlaşıverdi bu güçlü ve Her ikisi de devrin ileri gelen seçkinlerine sesini dinletti; âşık oldu. Her ikisi billur ses. de Paris’te konser verdi. Biri sefireydi, diğeri diplomatik bir elçi… Her ikisi de Şarkın Bülbülü’nün mendili mahcup ellerindeydi hep. Ömrü dilinde, ülkesinin önderleri tarafından onore edildi; sefire ve diplomatik elçi olarak gözleri göğünde, sevdası yüreğinden diline ezgilendi. Üzgündü; saraylılarca toplumsal roller üstlendi. Biri zeybeğe, mayaya, türküye yer verdi; diğeri dini kabul görmemişti soylu sevdası. 1946’da aşk kapısını çaldığında kapıyı ve milli şarkılardan vazgeçmedi. Birine devlet sanatçılığı yaklaşık 65 yıl sonra coşkuyla açmıştı; fakat kralın amcası Şerif Sabri Paşa, kraliyet ailesi engelini geldi; diğerinin bir şarkısı milli marş “Valla Zaman Ya Selahy” olarak dinlendi. aşamayacaktı. Fakat o, tüm engelleri ve zorlukları filmlerinde ve yaşamda Biri barışın gölgesinde billur sesiyle neşvegahta, diğeri savaşın ateşinde aşmayı bilecekti. Filmlerinde canlandırdığı yiğit yürekli köle kızın billur sesi, damla damla akan terini ülkesine bağışlamakta... Ortadoğu kadınının kapılarını aralıyordu korkusuzca. Bu ses radyolardan Her ikisinin de en özel günü perşembe; altoları yüksek ve lirik karakterde... duyulduğunda sokaklar boşalıyor, radyoların başı doluyor, silahlar bırakılıyor, Biri 4,5 milyon kişiyle uğurlandı ebediyete; diğeri Tatyos Efendi’nin “Ehli ihtilaller erteleniyordu. aşkın neşvegahı kuşe-i meyhanedir” bestesiyle... Müzeyyen Senar’ı büyük bir aşkla seven ve evlenmeyi bile başaran Suudi Ben ne bilirim intro ne, bas ne, pes ne? Ama bilirim üveyiki, toygarı, Arabistan Büyükelçisi Tevfik Hamza da göğüsleyemeyecekti Şerif Sabri kartalı… Bilirim seher vakti evrende aşk için yalvaranı. Paşa’nın göğüsleyemediği engeli. Bu durum her iki sanatçıyı da derinden Bülbül ve Billur… Eşiniz, aşiyanınız yok demeyeceğim; bu koca evrenin üzecekti. Şarkın Bülbül'ü bu üzüntüyle birkaç gün sürecek bir evlilik tam da kalbinde yeriniz ve yankılanmakta hâlâ sesiniz. Ömrünüzdü elbet deneyimleyecek sonra aşkla köklenmemiş bir ağacın gölgesine oturmaktan ezgilediğiniz. Gözler sizi geçmişe boşa döndürmedi. vazgeçip ayrılacak, "Cumhuriyet’in Billur’u" da evlilik defterini tamamen İyi ki sesinize zaman sızdı. Diğerlerini bilmem ama “Billur ve Bülbül” kapatacaktı. deyince sanatçı ne, yorumcu ne; yıldız ne, ömür ne; ses ne, kültür ne 1952’de kraliyet, yerini Mısırlı Arap milliyetçilerinin kurduğu hükümete öğreniveriyor insan. Bir de kadın, bir de umut, bir de yaşam... bıraktı. Abdülnasır, Mısır’ın bir köyünden gelen ve özünü unutmayıp halkla Öyleyse şakımaya devam... bütünleşen bu güçlü sese çok değer verdi. Ey Medeniyetler Beşiği’nin Kızları! Şark Bülbülü’nün maddi geliri diğer sanatçılardan fazlaydı ve bu kazancın Hayatın akıp gitmesinden korkmayın. Hem kaç ses var ki zamana yayılan, büyük bir kısmını İsrail ile yaptığı savaşta yenilen ülkesine bağışlayacaktı. zamansızlığa dağılan... Gittiği her ülkede ülkesini onurlu bir şekilde temsil eden bir diplomat ve kültür Öyleyse şakımaya yine devam... elçisiydi. Benzemez kimse size; hoş bir sedadır hâlâ sesiniz bu gök kubbede... 9

ama, bana hem fakirliği, hem tutumluluğu kısaltıp, yama yapabilirdi. Ben de erimiş bacak anlatır. Ama çocukken tek anlamı vardı: aralarına yama yapmasını istemiştim. Ama o Utanç. Çünkü pantolonumun poposuna çocukluğumdaki o yamadan değil, sakın! yapılanY yama yüzünden arkadaşlarım benimle -Yok, yamayı iç tarafa koyarım. Dıştan dikişlerle mavra yapardı. Zöhre Teyze, yapardı o yamaları kapatırım, belli olmaz. da. Mahallede bir tek onun dikiş makinesi vardı. Üç yıl boyunca en çok veledin pantolonlarını Herkesin yırtığını söküğünü de, çizgili pijamasını götürdüm durdum. Yenisini almakla başa dikerdi. Tabelası olan bir dükkânda değil ha! Evde, çıkamıyorduk. Giydiğinin ikinci günü dizler hatırına... gidiyordu. Üzerinde çizgi film kahramanlarının Benim tabela takıntım vardır. Otobüs desenleri olan yamalarla soluğu Ferruh’ta firmalarının tabelalarındaki isimlere, yazı alıyordum. karakterlerine, armalara falan saatlerce bakıp, Geçen yaz, paraya kıyıp iki aylığına yazlık kafamda yarıştırırım. Terzilerin o küçük levhaları kiralamıştık. Koronadan öleceksek, bir sahil da severim. Bu arada terziler uykumu getirir. kasabası olsundu! İki eski kotumu Ferruh’a Annem iğne deliğinden ipliği geçirirken, çıtım götürdüm. çıkmadan izlerdim. O sessilik bilinçaltımı artık -Baba şunları kapri şorta çevir. Uzun bir tatile nasıl etkilemişse... Terziler, zaten berberler kadar çıkıyorum. KENAN BAŞARAN geveze değildir. -Ver bakalım. Terziler, berberler ve bakkallar… Yani -İşler nasıl baba? Herkes mahalle bitti mahalle. Herkes "mahalle bitti" diyor. Hayır, -Şahane! Bi siz kaldınız yama yaptıran. diyor. Hayır, biten biten muhabbet. Siyasi bir tarif artık. Sağ ve sol - O kadar kötü mü be? E millet evde tabii... kaldırımın yerini şimdi ‘bizim mahalle’ ve ‘öteki Kimsenin elbiseyle pek işi olmuyor. Uyanıklık muhabbet. Siyasi mahalle’ aldı. Mahalle küçüldü. Oturduğun yapsaydın sen de maske işine girseydin! bir tarif artık. Sağ ve apartmandaki bir iki sakinden ve sokaktaki tanış -Kafa bulma! sol kaldırımın yerini esnaftan ibaret. Zaten maskeli günlerde kimse -Ne bileyim baba… şimdi ‘bizim mahalle’ kimsenin gözüne bakmaz da oldu. Neme lazım, -Tren köprüsünün oradaki kunduracı kapanmış. ve ‘öteki mahalle’ bakarken virüs falan bulaşır! Fırının aşağısındaki TV tamircisi de… aldı. Mahalle küçüldü. Ferruh, üç yıl önce taşındığımız mahallede -Vay be! Tamirciye artık ekmek yok yani. Valla selamlaştığım esnaftan biriydi. Dükkânı bir arka ben de en son ne zaman ayakkabı boyattım ya da sokağımızdaydı. Ama tabelasında ‘Şermin diktirdim hatırlamıyorum. Üzerimizde pek bir şey Büfe’ yazıyordu! Tabela takıntısı olan eskimiyor. benim için rahatsız ediciydi. Ferruh, Bu Ferruh ile son muhabbetimizdi. Tatil dönüşü, dükkânı kiraladığında, yazıları solmuş dükkânının sık sık kapalı olduğunu ancak iki üç tabelayı kaldırmaya üşenmiş. gün sonra fark ettim. Tükenmez kalemle ‘Açığız’ Üç kot pantolon götürdüğümde yazılı beyaz kâğıt camdaydı ancak aslında kapalı. tanışmıştık ilkin. Yazdı, ama yine Bitişikteki sucuya sordum: de bu iri, uzun boylu, tel bıyıklı ve -Yahu bu Ferruh nerelerde, dükkân hep kapalı… alnı açılmış, seyrek saçlı adamın -Ferruh kaydı! öyle kolsuz beyaz atletle çalışmasını -Kaydı mı? yadırgamıştım. Dükkân desen, Gece geç saatlere kadar çalışan Ferruh’un, hayat karman çormandı. Perdeyle ayırdığı ışığı sönmüştü. Bir gün işten dönerken gördüm. arka taraftaki tezgâhın üzerinde Sokağın köşesindeki mağazanın vitrinine sırtını yarı dolu çay bardakları, yağlı kâğıt yaslamış, ayaklarını da yola taşacak kadar üzerinde parça pincik peynir ve zeytin uzatıp oturmuştu. Mahhalenin alkoliği Erhan taneleri... Çalışılan yerde yemek ile içiyorlardı. Göz göze geldik. Beni tanıdığına yenmesinden tiksinirim. Hele de dair hiçbir iz yoktu yüzünde. Sorarcasına Erhan’a berberlerde. Bir yanda saç kesilirken baktım. “İlişme” der gibi göz kırptı. Erhan, diğer yanda sehpada yemek yiyen tecrübeli bir alkolikti. Hiç ayık olmasa da ne göbek berber ustasına izlemek, benim için yaptı ne de kimseye bir zararı dokundu. kâbustur! Sanki boğazımdan saç Ferruh’un cama yapıştırdığı ‘Açığız’ yazısı da kıllarından lokmalar geçer gibi olur. solmaya başlamıştı. Mahalleden ayağını tamamen Kusasım gelir. kesmişti. Sokağa çıkma yasaklarının olduğu bir Ferruh’un dükkânın dışarıdan geceydi. Arabamla işten dönüyordum. Işıklar sarı terzi olduğunun tek ıspatı, vitrine sarı yanıp sönse de durdum, çünkü kaldırımda yapıştırdığı elbiseli bir kadın karşıya geçmek isteyen bir adam duruyordu. fotoğrafıydı. Ama Ferruh, Elinde siyah bir poşetle, sallanıyordu. öyle bir elbiseyi -Ferruh? dikemezdi. O Cevap vermedi. ancak Ayaklarını sürüye sürüye geçti yolun karşına. paça Kenara çektim arabayı. Arkasında bir süre baktım. Belli belirsiz, köprü altında durduğunu gördüm. Ne olmuştu da Ferruh kendi söküğünü dikememişti? Dostluk da dâhil, eskiyen hiçbir şeyin kalmamış olması olabilir miydi? Büyük bir utanç duydum. Ne yazık ki bu defa yamadan değildi utancım... BİLETSİZ YOLCU 10 Bir tuhaf çağın ayak seslerinin hissedildiği şu zamanda insan kalan yanlarımızı koruyabilmenin biricik yoludur aşk… İZZET ÇAPA yazmak niyetiyle yazı masama geçtiğimde, başka ozan Sezen Aksu’nun yorumlayışının uruğ Ferruhzad… önce Şubat ayında aramızdan ayrılan da derin etkisiyle elim Firuze’ye gitti yine… 32 yıllık kısacık bir ömürdü onunki… muazzam şair kadınlara selam göndermek “Kıskanır rengini baharda yeşiller Şiirlerle bezenmiş, dizelerle süslü… istedim… Sevda büyüsü gibisin sen Firuze FNahif, zarif, derin ve uzak… Ve elbette Aysel Gürel… Sen nazlı bir çiçek, bir orman kuytusu Uzak kıtalardan bile uzak… Namı diğer ‘Deli Aysel’… Üzüm buğusu gibisin sen Firuze… 1967 kışının bir 13 Şubat’ında İran’da, Bir 7 Şubat günü geldiği dünyaya, bir Duru bir su gibi, bazen volkan gibi direksiyonda pencereden uçuşan simsiyah 17 Şubat günü veda etti adeta tüm 14 Bazen bir deli rüzgâr gibi saçlarıyla, karşıdan gelen otomobile Şubatlara nispet yaparcasına… Gözlerinde telaş, yıllar sence yavaş çarpmamak için sürdü aracını duvara… “Ben birey değilim. Ben kalabalık bir Acelen ne bekle Firuze…” “Kalbe dokunmasını biliyorlar, ama nesneyim. Ben tek başıma radyoyum, Ve Tezer Özlü… kırarak” demişti bir şiirinde… televizyonum, konserim, Her 18 Şubat’ın ağır hüznü… “Keşke bir güvercin olsaydım, bu dünya orkestrayım. Türkiye’nin Vedasıyla, kendisini bu dünyaya sevmek için çok küçük” diye yazmıştı bir ilk anarşist kızıyım ben. Şimdi, tüm ait hissedemeyenleri diğerinde… İlk hippisiyim. Ben ömrüme ışık olan yetim bırakan kadın… Ve muhteşem “Kuş Ölür, Sen Uçuşu Amazon kadınıyım. “Taze çayım ve taze Hatırla” şiirinde… Türkiye’de kadının bu koca yürekli şair yaralarım var. Çok “Kim vurduya gitti aşkımız, faili meçhul bilinçaltıyım…” kadınlara bir selam zenginim” diyen ve halini değilse nefsi müdafaadır… Yüzlerce gönderip, onlardan böylesine nahif, içten, Ellerimizdeki kelepçenin anahtarı sende, şahane dizesinin yalansız ifade edebilen Kavgamızın tek seyircisi bu şehir, arasından, belki el aldıktan sonra sıra, bir muhteşem yazar… Tutunduğumuz tek dal, içimizdeki biraz da başlıkta ettiğim büyük “Aynı dili konuşan iki isyandır” dizelerini bıraktı şiirinin sözüne nefes lafı açıklamaya geldi kişi yok. Her sözü, insanın izinden giden takipçilerine… veren bir kendisi için söylediğine Bu tuhaf çağ yangınının sonunda… inanıyorsun. Her söylenen eşiğinde, insan söz, bir biçimde insanın kendini kalabilmeye onaylaması… Karşısındakine bir şey direnebilmenin anlatmak istese de, gene kendi biricik yolunun aşk gerçeğini, bilmişliğini ya da olduğunu doğru algılayışını kanıtlamak için söylenen sözler. Bir bedenin üzerinde dolaşan her el, kendi bedenini okşamak istercesine dolaşıyor öteki bedenin üzerinde” sözleriyle, adeta yıllar öncesinden kendi kendimize hapsolduğumuz bu çağın koordinatlarını vermiş bize… Kim bilir belki kurtulabiliriz diye… Ve ‘Çocukluğun Soğuk Geceleri’nde… “Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üstüne reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım… Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun” diyerek, ÜÇÜNCÜ MEVKİ kim bilir belki de Furuğ’un “Bu dünya sevmek için çok küçük” sözlerine bir selam gönderiyordu o da… Ve Fikret Şeneş… Onca büyük aşk arasında, annemin 11 bu satırları okuduğunda kulağımı çekmesi pahasına, kabul ediyorum ki babamın en çok sevdiği kadın… Bir 16 Şubat günü bu diyardan çekip giden ve bize aşka dair bestelenmiş en güzel sözleri armağan eden bir başka ozan… Uykusuz Her Gece, Haykıracak Nefesim Kalmasa Bile, Olur Ya gibi 300 şarkı sözünü hayatımıza sokan, muhteşem ifadesiyle acılarımıza, ayrılıklarımıza, mutluluklarımıza tercüman olan ve hep perde arkasında kalmayı başaran bir müthiş kalem… Ne başka bir şeyim, ne de üvey annem… Aramızdaki çok büyük yaş farkına rağmen ışığından istifade etme imkânı bulduğum can dostum, arkadaşımdı benim… “Bilmem ki bu akşam sen de bir hoş musun? İçmeden hatıralardan sarhoş musun? Ellerin sanki bak hâlâ ellerimde, Yanıyor duyuyor musun? Dostlar seni söylüyor sahi mutsuz musun? Bu yolda dönüş yok sen bilmiyor musun? Her şey gönlünce olmaz demiştim sana Kaderden kaçılmaz görüyorsun… Kimler geldi hayatımdan kimler geçti, Hiçbirisi hasretini gidermedi. MERVE YILDIZ En güzeli senin kadar sevilmedi, Kimler geldi kimler geçti…” Şimdi, ömrüme ışık olan bu koca yürekli şair kadınlara bir selam gönderip, onlardan ÖYKÜ SARMALI el aldıktan sonra, sıra başlıkta ettiğim büyük lafı açıklamaya geldi sonunda… arı, turuncu ve kahverenginin hâkim “Bana bak, buradayım” diyecektim fakat Demem o ki; akıllara durgunluk veren olduğu Vefa sokağında, elimdeki zarfla kendimi bu sözcüklerden uzak hissettim. teknoloji ve öngörülemez küreselleşme, bir seni beklerken sanki her şey düşünmem Özür dilemenin veya herhangi bir ifadenin önceki kuşağın kelimelere döktüğü bu en Siçin tasarlanmıştı. Sokaktaki renkler dahi yetersiz kalacağını, kelimeler dilimin ucuna kıymetli duygularımızı da yerle bir ediyor beni dinlemek istiyordu. Kuşlar, konuşmam gelmeden anladım. Yüzündeki ifadesizlik göz göre göre, eze eze… için derin bir sessizliğe bürünmüştü. Sanki dilimi düğümledi ve bir anda iki yabancı Ne eski dostluklar kaldı etrafta, ne o uzun zaman önce gözüme perde inmiş de bu olduğumuzu idrak ettim. Şu an hangi cümle kadim arkadaşlıklar… perdenin kalkması için bu anı beklemiştim. Öykü’yü harekete geçirebilirdi ki? Öykü Güvenmek ahmaklık kabul edilir oldu, gerçeklikten kopmuştu ya da aramızdaki ortak fedakârlık enayilik… Öykü, sağlam olmayan apartman kapısını gerçeklik yok olmuştu. İnsan tarihte hiç olmadığı kadar bencil, hızlıca açtı ve suratında hiçbir ifade olmadan sevgiler pazarlığa tabi, gündelik… yanıma geldi. Siyahlar içinde bana doğru Zarfın içindeki benliğimin üzerine bir demet Demem o ki; elimizde insan yanlarımızı gelirken gözümden kalkan perde aniden boşluk eklendi. Bugün hayatımdaki boşlukları koruyabilmek, fabrika ayarlarımızı onun gözlerinde yer edinmişti. “Hoş geldin doldurduğumu sanıyorken yeni boşluklar hatırlayabilmek, o en kıymetli Öykü” dedim. “Hoş bulduk, ne taraftan edindim. Sanmaktan öteye gidememek, donanımımızı muhafaza edebilmek için gidiyoruz?” dedi. Hızlı tempoyla yürümeye görünmez hayat çemberinin etrafında bir tur aşktan başka hiçbir şeyimiz kalmadı… başladık. Senelerdir yazmak için didindiğim dönmekten ibaretti. Öykü aniden durdu “Artık Demem o ki; işte bu yüzden dört elle öykü, turuncu zarfın içinde bizimle yürüyordu. bir şey hissedemiyorum, sana anlatmaya sarılmalıyız gönlümüzün bu en nadide İçimde tamamlanmışlığın rahatlığı vardı hevesli cümlelerim yok artık.” dedi. Tek kelime incisine… fakat Öykü’nün bana olan tavrının aylardır bu dahi etmek istemedim fakat bir şey dememek Ve ona dair yazanları, filmini çekenleri, şekilde olduğunu henüz yeni görebilmiştim. olmazdı. “Sanırım dediğin gibi ikimiz de aynı şarkısını söyleyenleri velhasıl bize aşktan Tempolu yürüyüşün müthiş sessizliğini durumdayız.” dedim çünkü bu cümlenin bahsedenleri pamuklara sarıp korumalıyız… “Gerçeğin peşinden evham koşar.” diyerek üstüne başka bir şey diyemezdim. Yarın Çünkü bu illetli kapkara zamanların bozdum. Öykü yüzünü bana çevirip, görüşecekmiş gibi rahat bir şekilde vedalaştık. deniz fenerleridir onlar… boş bir ifadeyle gözlerimin içine baktı. Çünkü onlar, eksi dünyanın kadim Yazdıklarımdan bir cümle paylaşmak onu Binaların rengi tekdüzeleşti, sokaktan gürültü bilgeleri misali, bize yeniden insan meraklandırır diye düşünmüştüm, fakat eksik olmuyordu, sürekli bir karmaşa hâkimdi. olabilmeyi hatırlatıyorlar… paylaştığıma pişman oldum. Ne söylesem Oturacak bir yer aradım fakat bulamadım. Eksik olmayınız, eksik olmasınlar, eksik fazla olacak gibiydi susmanın belirsizliği Nereye gittiğimi unuttum ve kendimi evin olmamalılar… rahatsız ediyordu. Durdum ve “Öykü iyi kapısında buldum. Turuncu zarfı açtım ve Yoksa bir daha hiçbirimiz misin?” diye sordum hiç düşünmeden “İyiyim yazdıklarımı okudum. Eksik olan bir demet tamamlanamayız… sen nasılsın?” dedi. “Bak Öykü” diyecektim, boşluktu. Yazmaya başladım. 12 Ne gelirse meraktan… DILEK NEŞE AÇIKER “Meraklı olun!” “Meraklı olun!” ldürür mü hiç merak kediyi? “Meraklı.” Dokuz canından birini belki. Geriye sadece sekiz tane kalmıştır, “Olun.” ama daha bilgedir artık kedi. Başına ne güzellik geldiyse Diyaloğun evveliyatı gibi sonrası da omuzlarından tutarak eski, tembel Ömeraktan gelmiştir. bir pijama gibi silkeler insanı. Kediyi miydi yoksa? Tek cümlelik bir ders Dünyanın en uzun yolunu gidip dönmüş bir seyyahtır nihayetinde ve değildir Sorel’inki. Koskoca profesör. Vardır elbet bir bildiği. Kayırılarak boynunda Hint mabet ağacının çiçeklerinden çelengiyle caka satmaya gelmemiştir eriştiği mertebeye tabii olarak. Liyakatse liyakat, belagatse hak kazanmıştır. Profesyonel bir meraklıdır o. Ne aylak taifesinden belagat. Ne ararsan var karakter Monsieur Sorel’in, öğrencisi Jim’e görülmeyi dert edinmiş ne çokbilmişliğinden dem vuranlara seyahat etmesini, yazmasını, tercüme etmesini, her yerde kulak asmıştır. yaşamayı öğrenmesini öğütlediğini duyarız filmin puslu Tek düşmanı zaman denen kibir abidesidir. Bu çağda her bir yerinde. Sonunda da hiçbir şeyi olmayana en lazım Yeri geldiğinde, cebindeki delikten bile fenadır geleni, dünyanın en uzun yolunu göstermiştir elinde mendebur zaman. Kedinin bilmedikleri ve asla şey bir an tuttuğu fenerle. bilemeyecekleri, geçmeyen değil yetmeyen “Gelecek profesyonel meraklılara vakitlerdendir. meselesidir ve ait,” deyivermiştir, zamanın süzgecinde Kimseler duymasın ama, “Elimdeki tek şey öğütülmeyecek kadar güçlü kelimelerle. merak,” diyen, kedilerin dostu, sıradanlığın meraklılara Meraktan tanımıştır bizim kedi Truffaut’yu, düşmanı Murakami’yle başı hoş değildir yeni hayaller Henri-Pierre Roché’yi Profesör Sorel’i, Jules, Jim bizimkinin. Ne hikmetse kahir ekseriyetin sevdiği ve Catherine’i. gibi sevmemektedir meşhurların meşhuru yazarın gerekmektedir. Sene 1962’dir. hikâyelerini. Halbuki tam da İmkânsızın Şarkısı’nın Beatles “Love Me Do”yu söylemektedir ve orta yerinde bulmuştur yaşanmamış aşkı ve deli Tanrıça Venüs’ün yanından henüz geçmiştir insan gibi dans etmiştir canı istediğinde. Bir türlü sevemez yapımı makineler. Dünya gözüyle gördüğümüz Akşam Murakami’yi. Yine de tanışmak ister Koyun Adam’ıyla. Yıldızı’ndan iyi haberler vardır. Kopernik selamlarını Nasihate ihtiyacı olduğunda kapısını çalmak için belki. iletmiştir meraklılara. O da Venüs’te bir kedidir artık ve haritalara Kimselere nasihat vermez kara kedi, kaçınır karışmaktan başka işaretlemektedir çakıl taşlarını. hayatlara. Almaya gelince, imtina etmez bir bileni dinlemekten. Git gel milyon kilometredir Kopernik’i görmek ve gerçeğe dönüşmeyi Dikiliverir kulakları eşkenar üçgene öykünerek. beklemektedir sıradaki hayal. Meraklı kediler çoğaldıkça kısalacaktır Söylediğine göre, yakın bir geçmişte aklına Profesör Sorel düşmüş yollar ve belki bir gün Venüs’te sümbülteberler açacaktır. Bu çağda her de, "Jules ét Jim’i" (Unutulmaz Sevgili) kaçıncı defa izleyip sarıya çalan şey bir an meselesidir ve meraklılara yeni hayaller gerekmektedir. kahverengi gözlerini devire devire tefekkür etmiştir bazı meseleler Sene 1962’den 59 fazlasıdır. üzerine. Yağmurun bardaktan boşanırcasına yağdığı bir günde, can Kedi bilir ki en uzun yol meraktır, bir hışımla çıkarır çıkınından sıkıntısından mıdır nedir, Profesör’ün Jim’e söylediği iki kelimeye iki de Batlamyus’tan miras haritasını. Tırnağıyla kazır köşesine, “Merak bu nota katıştırıp nakarat gibi tekrar edip durmuştur saatlerce: kediyi güzel yaşattı,” diye. 13 Hasan ile Hüseyin

için geçerlidir, bir de diğerinin önalması kaygısı huzursuz kılar onu. “Yüzyıllık Yalnızlık’ı okudum, o gün bugün kendimi yalnız hissetmiyorum!” diye övüp sevdiğim dünya yazarı Marquez, "Anlatmak İçin HAYDAR ERGÜLEN Yaşamak"(Can Yay. Çev. Pınar Savaş, 2005) kitabını okurken, oklarından düşüyor da bunca/Görmüyor onun huzurunu kaçıran yazarı da “ gelip geçenler/Eğilip alıyorum/Solgun bir öğrendim. Ona, İncil’e yelken açmayı Çgül oluyor dokununca.” öğreten arkadaşı hukuk öğrencisi En sevdiğim şey, bir şairi bir başka şairle Jorge Alvaro Espinosa, başka bir anmak. Üstelik bunlar çoğu kez pek yan yana günde “bu da öbür İncil” diyerek, anılmayan, düşünülmeyen adlarsa... James Joyce’un Ulysses’ini uzatır. ‘Dilin Hasan Hüseyin Korkmazgil ya da daha kullanımında özgürleşmesi, zamanın esaslısı, Hasan Hüseyin. Necatigil’in şiiriyle niye idaresi ve kitaplarının yapısı’ konularında başladım, çünkü sevdiğim bir şair olmasına müthiş bir destek alır kitaptan... karşın, sevdiğim Dıranas, Ercüment Behzat Lav, Ama aynı evi paylaştığı tıp Afşar Timuçin, İsmail Uyaroğlu, Alova gibi ona da öğrencisi sevgimi gösterecek bir şeyler yazmamış olduğum Domingo Manuel için. Yazarlardan daha çok var, ama en başta da Vega, uyumasına Oktay Akbal. Oysa onun öyküleri ve yazılarıyla yardımcı olması için büyüdüm! Aile şairi gibi aile yazarımızdır o da. ona bir kitap verecektir: Bir de deyiş hatırladım, “Ali sevilmez mi ey “Tam tersi oldu: Bir daha can deli misin sen?” diyordu, Hasan Hüseyin de asla eskisi gibi huzur içinde sevilmez mi, sevilir ama, bunun dile getirilmesi uyuyamadım. Kitap Franz Kafka’nın gecikir. Birkaç kez görmüşlüğüm, selamlaşıp hâl Dönüşüm’üydü.” Üstelik, Borges’in hatır sormuşluğum da vardır, 70’lerin sonunda, yanlış çevirisiyle yayımlanmıştır kitap. güzel Ankara’da. İlkinde, çok sevdiğim Metin Huzuru kaçanlar yalnızca okurlar ve Altıok’la birlikte, hem konuşup, gülüşüp Haziranda Ölmek Zor, Kandan yazarlar değildir, ’ın hem de şakalaşıp rakılarken gördüm Kına Yakılmaz, Ağlasun Ayşafağı “Rahatı Kaçan Ağaç” şiirini hatırlayın, ki, vallahi bu vaziyetin kendisi de şiir bu kitaplardan bazıları... Temmuz Etlik Bağlarına yakın bu ağaca neler yapıyor sayılır bence! İki şairi de şiir halinde Bildirisi’nde yer alan “bir oğlum şair?: “Ona bir kitap vereceğim/Rahatını kaçırmak görmüş olmanın sevinci! olacak adı temmuz/uykusuz/ için/Bir öğrenegörsün aşkı/Ağacı o vakit seyredin”. Hasan Hüseyin yenilikçi bir korkusuz/beter mi beter/ben Benim huzurum çok erken kaçtı. "Bakışsız şair midir? Hayır, Ahmed beynimi satarak yaşıyorum/o Bir Kedi Kara(1965)" kitabını okuduğumda yıl Arif yenilikçi bir şair midir? benden proleter” dizeleri de benim 1969’du ve ben 13 yaşımdaydım. O gün bugündür Değil. Evet ikisi de Türkçenin hemen aklıma gelenler. “şiirimiz karadır abiler” diyen mor külhani en çok okunan ve sevilen Daha fazla ertelemeden yeniden Hasan cemiyetindenim ustalar! şairlerindendir, ama Ahmed Hüseyin’in tüm şiirlerini okumalı ve uzunca Berlinmania Arif kanon içindeyken, bir yazı yazmalıyım Türkçenin bu gür şairi için. ‘Berlin Hastalığı’ diye bir şey var mıdır? antolojiye dahilken, çoğu Ataol Behramoğlu’nun “Yaşamak görevdir bu Ben hastası değilim ama olmak mümkün ve kez Hasan Hüseyin unutulur, yangın yerinde. Yaşamak insan kalarak” dediği sanırım kolayca. Sanki tutku, bağlılık, hastalık akla gelmez. Oysa o da gibi, yazmak da görevdir bazı şeyleri bu vefasızlık hususunda, Paris’in yerini almış durumda. Bir tür Ahmed Arif gibi bunu hak çölünde! Berlinmania hâli. etmiş bir şairdir. (bkz. Nâzım Hikmet, Gülten Akın destan Uzun boylu bilmem Berlin’i. Yaşamadım, şiir Şöyle de düşünülebilir. şiirleri) okumaya, çeviri atölyesine, 4-5 kez gidip, 1,5 Türkçenin ve İkinci Yeni’nin Huzursuzluğun Yazarı ay kaldım toplam. Fakat Paris gibi, Londra gibi en öndeki şairlerinden Huzursuzluğun Kitabı’nı Fernando Pessoa Berlin’in de uzak sakinleri, gurbetteki hemşerileri da, geleneğe yazmıştır, bence huzursuz yazarların da başında vardır, kendimi onlardan biri sayarım. Elbette yenilikçi yaklaşmış gelir. tarihi, yeri ve imgesi, kendisinden önce gelir ve "Divan"da(1970) Tanpınar’ın Huzur romanının huzursuz Berlin’in. Başta ilgilisine, meraklısına... onu dönüştürmüştür. ettiği yazarlar vardır ama, en çok da okurları Benim ilgim de siyasi olarak başladı Berlin’le: Kitaptaki pek çok gazeli huzursuz etmiştir. “Huzur’u okudum, o gün Duvarın hangi tarafındaydım? Solundaydım, ama severek okuyoruz. Hasan Hüseyin bugün huzurum yok!” diyenler olmuştur, Cemal Doğu’sunda mıydım? Ne yazık ki "sosyalizm" de folkloru, halk şiirini, yani geleneğin Süreya’nın Dostoyevski okuyunca huzurunun demeye dilim varmıyor, "Bürokratik Sosyalizm"in aslında daha büyük adasını dönüştürüp daha çok kaçması gibi... bir kalesi olan Doğu Berlin, ütopyamız olan sevdirmemiş midir? Ben gelenek deyince tümünü Tabii, yazar asıl olarak dünyanın, memleketin, özgür toplumun önüne bir duvar gibi dikilmişti. anlayanlardanım; eski Türk şiiri, halk şiiri, tekke toplumun, yönetimin, askeri ve sivil darbecilerin, Tek ülkede sosyalizm anlayışının olmazlığını ve şiiri, Divan şiiri... diktatörlerin ve bozuntularının, sermayenin, devrimlerin asla yarıda bırakılamayacağını gösterdi Elbette geleneğin folklor damarından geldiği devlet, din, egemen ahlak anlayışı gibi baskıya bize bu deneyim. Elbette eşit ve özgürce yaşamaya için sesiyle öne çıkan bir şiirdir onunki. Öte dayalı kurum ve kavramların huzurunu dair bir olanak olarak fikrimizde, ufkumuzda, yandan toplumcu gerçekçi bir şair olarak Nâzım kaçırması beklenen kişidir. Hiç kuşkusuz büyük ruhumuzda yaşıyor ve sürüyor. Sosyalizmin duvar Hikmet mirası merdiven dizeli şiir yazmayı edebiyatçıların pek çoğu bunları düşünerek çekmek için değil, duvarları yıkmak için olduğunu sürdürmüş ve yalnızca eski şiirden gelme değil, yazmaz ama yapıtları huzuru kaçırabilir, da, bu deneyim acıyla da olsa gösterdi. yenilerde de süren destan şiirinin de lezzetli kaçırmıştır. Berlin, duvardan önce ve duvar sırasında da örneklerini vermiştir. İlginç olansa yazarların ve yapıtların, yukarda nasıl bir ‘aura’yla, ‘hale’yle donanmış olmalı Hasan Hüseyin’in kimi kitapları ve şiirleri andıklarım ve okurlar kadar, başka yazarların da ki, epik bir kent olarak tarihteki, edebiyattaki daha adlarından başlayarak ‘unutulmazlar’ huzurunu kaçırmasıdır! Bu elbette çoğunlukla ve diğer sanatlardaki yeriyle beraber, uzak arasındaki yerlerini almıştır: Acıyı Bal Eyledik, yazarın ya da şairin henüz okur olduğu zamanlar sakinlerinin hülyası olmayı sürdürüyor. 14 BEKLEME SALONU

n Merhaba Timur Bey. İstasyona İlk gelen siz Her zaman Türk edebiyatından eserlerle tabii ki nicelik sayısında çok öndeyiz ama nitelik oldunuz, hep programlarınızda dakik misiniz? yakından ilgilendim, hatta şu anda da bir olarak ilk sıralarda değiliz. Ama bu çok da kötü Evet, dakiğim. Özellikle son 10 yıldır. Ama romandan uyarlama üzerine çalışıyoruz. Proje ismi olduğumuz anlamına gelmiyor. Günden güne öncesinde çok dakik olduğum söylenemez. vermem gerekir ise “Pir-i Lezzet”. Onun dışında hem sinema endüstrisi hem de dizi endüstrisi n Hava biraz soğuk. Ne içersiniz? yine bir romandan uyarlayacağımız “Şahmaran” geliştikçe daha kaliteli ve daha derinlikli rafine işler Simsiyah, şekersiz bir kahve. isimli proje için çalışıyoruz. Daha önce de yapılmaya başladı. Umutluyum, çok beğendiklerim n Timur Bey, yolculukların sanata hep bir “Çalıkuşu” romanından uyarladığımız TV serisini var ama bunların sayıları çok değil. atmosfer oluşturduğu yazılır, çizilir. Türkiye’nin hayata geçirmiştik. Açıkçası edebiyatsız bir dünya n Hazır yakalamışken son bir soru daha, başarılı bir yapımcısı olarak siz bu konuda ne düşünemiyorum. Hele şiirsiz… Asla! yaşadığımız bu dönemlerin sanata etkisi ne söylersiniz? Var mıdır yolculukta şekillenen n Pek çok yapım gerçekleştirmiş bir yapımcı olacak sizce ? projeniz? olarak sizin için en özel proje ve karakter Genelde yaşanılan dönemlerin etkisinin Yolculukların benim hayatımda çok önemli bir hangisiydi? eserlere ve projelere yansımasını uzun bir zaman yeri var. Adana’da geçirdiğim çocukluğum boyunca Bu biraz zor bir soru oldu bekleme salonu için. geçtikten sonra görüyoruz. Bunu da birkaç sene babamın mesleğinden dolayı çok fazla yolculuk Çünkü “en özel” deyince çok çok zorlanıyorum sonra göreceğiz. Çok hızlı tüketilen bir dünyanın yaptım. İşlerinde ona yardım ederdim. Bu sayede ancak her zaman her yerde de ağzımdan içindeyiz artık. Benim en çok kafayı taktığım bütün Türkiye’yi gezme fırsatım oldu. Ve bana kaçırdığım gibi “Suskunlar” adlı projemin bendeki şey bu. Her şeyi bir çerçevenin içine aynı anda hep hayal kurma fırsatı tanıdı bu yolculuklar. Bu yeri bir başkadır. Sevdiğim karakterlere gelirsek, sığdırmaya çalışıyoruz. O yüzden eskisi kadar seyahatlerin, hem hayat yolculuğumda hem de şu ana kadar yaptığımız tüm projelerimde çok vakit harcanmış ve duyguların derinliğine inilmiş mesleki yolculuğumda çok ilham verici bir etkisi sevdiğim en az bir karakter var. Bu yüzden birini projelerin ortaya çıkması çok da kolay olmayacak. vardır. Hatta diyebilirim ki gerçekleştirdiğim seçmem çok zor. İşte bu söylediğim, eksik olduğunu hissettiğimiz projelerimin tamamı bu yolculuklarda çıkmıştır. n Senaryo açısından dünyayla bir kıyaslama duygunun da çok çok büyük bir yer kaplayacağını, n Timur Bey, edebiyat eserlerinden uyarlanan yapmanızı rica etsek, ne durumdayız? yani derinlik duygusunun eksikliğini, gerçekten bir projeniz olur mu yakınlarda? Senaryo açısından dünyayla kıyasladığımızda derinden hissedeceğimizi düşünüyorum… 15

n Birbirinizi beş kelime ile nasıl tarif edersiniz? bir şişe. Çağan’ı 5 net kelime ile ifade ediyorum. n Trenler size hangi duyguyu çağrıştırıyor ve Heyecanlı, samimi, hızlı, komik ve sinema delisi. neden? n Daha önce beraber yolculuğa çıktınız mı Trenler nedense bana hep bir hüznü ifade Çağan Irmak ile? ediyor; kavuşmayı değil de ayrılığı… Nedenini Evet, çıktık. Yaklaşık 20 yıl önce Kapadokya’ya... bilmiyorum. Çocukluğumu beraber geçirdiğim n Yolculuğa kim karar verdi ve neden orayı dostum, başka bir şehirde yaşamaya gittikten seçtiniz? sonra tüm yolculuğumu trenle yapmıştım. Belki de Yolculuğumuz aslında tamamen iş için, zaruri bununla ilgilidir. ve tesadüftü. Daha yeni tanışmıştık. Kapadokya’ya n Yan kompartımanda kime rastlarsanız HALİL ERGÜN doğru giderken Mor ve Ötesi’nin o zamanlar muhabbet doyulmaz olur? henüz çok bilinmeyen ilk albümü olan “Gül Biraz belki Türk olmadığı için enteresan olacak Kendine”yi dinlemiştik, ben çok seviyordum. ama Clint Eastwood derdim. Çünkü yönetmen Yolda muhabbet ettik ama tabii ikimiz de biraz olarak da oyuncu olarak da prodüktör olarak da düşünceliydik. Çünkü hayallerimiz ve umutlarımız sohbet etmeyi çok isteyeceğim bir kişi. vardı, yolun başında sayılırdık. Bugün baktığımda n Mutlaka izlenmesi gereken film Bu gece KAHIRGene umutların boşa çıkmadığını görüyorum ve böyle tavsiyeleriniz ne olur? iyi bir arkadaşımla yolculuğa çıkmış olduğum için Saymakla bitmeyecek olsa da şu anki ruh Ay inmedi pencerelerden mutluyum. Umuyorum ki yolculuğumuz uzun halime göre tavsiyelerim; “Muhsin Bey”, “The Yine sızladı gönlüm seneler devam edecek. Godfather”, “Goodfellas”, “Pulp Fiction”, “12 Angry Kanadı acılardan n Sohbet konularınız genelde ne olur ve kim Men” , “ExMachina”, “Vesikalı Yârim” ve Lütfi Akad Ve daha çok konuşur, kim daha çok dinler? filmlerinin çoğu. Karanlıkları yara yara Hangimizin daha çok konuştuğuna karar n Gidişler mi, dönüşler mi size daha fazla Gene veremiyorum. Bazen ikimiz aynı anda çok huzur verir? Sevdalı çocuklar yürüdü konuşuruz ama çok güldüğümüz ve eğlendiğimiz Bana dönüşler sanki daha fazla huzur veriyor. Topraklarıma kesin. Ancak bu çok güldüğümüz şeylerin arkasında n Hadi bi’ hayal kuralım. Bir biletimiz var O sevdalı çocuklar yürüdü bile bazen bir efkâr var. O konuda da ancak dostlar hem de geçmişe. Nereye gitmek ve kiminle Eskilerden geldiler birbirini anlar diye düşünüyorum. Sanırım Çağan, karşılaşmak istersiniz? Çelik yürek benden bir tık fazla konuşuyor ama. Sanırım deniz üzerinde bir yerde, belki bir Kurşun kanat n Bavulda vazgeçilmezleriniz nelerdir? teknede, Meral ablayla yani Meral Okay ile Rüzgâr sesiyle Müzik dinleyebileceğim herhangi bir alet, karşılaşmak isterdim. Onu çok özlüyorum… Ateşler yakıp halay çektiler kişisel bakım-temizlik malzemelerim; özellikle diş n Son olarak; yılın ilk aylarındayız... Bu yıl için Türküler söylediler ipi, çamaşırlarım, eğer araba kullanmıyorsam ve dilekleriniz? Titretirken yer dibini diz vuruşları sorumluluk bende değilse sevdiğim içkiden küçük Tabii ki öncelikle sağlık, huzur ve gülümseme… Birer birer toplayıp Gökyüzünden yıldızları İki yanıma uzandı O Sevdalı arkadaşlarım n Merhaba Çağan bey hoş geldiniz. Ne çok kullanılan bir öge oldukları için. Radyo Karanfiller gezindi ev içlerimde içersiniz? tiyatrolarını, ıssızlığı, bozkırı, istasyon şeflerinin Yaban kokulu Bir kadeh yerli butik üretim kırmızı şarap bitimsiz yalnızlıklarını duyumsarım. Biraz Kapı önlerimde akşamsefası çünkü son yıllarda yerli şaraplarımız dünya dramatize ettim ama evet trenler dram hatta Vay benim standartlarının üzerinde. melodram yüklüdür vagonlarca. O isyankâr n n Birbirinizi beş kelimeyle nasıl tarif edersiniz? Yan kompartımanda kime rastlarsanız Kızıl gül bahçelerim Timur’u beş kelimeyle tarif etmem gerekirse muhabbet doyulmaz olur? Çocuklar hey enerjik, esprili, mütevazı, zeki ve profesyonel. Herhangi bir dost yeterli ama illa ki özel biri Ne iyi başlamıştık n Daha önce beraber yolculuğa çıktınız mı olacaksa Türk sinemasının, yaşamış en büyük O sevdalı günlere Timur Bey ile ? ve efsanevi prodüktörlerinden Hürrem Erman Taze sürgünler gibi Timur ile ilk yolculuğumuz 21 yıl önce onun ile konuşabilmek isterdim yol boyunca. Onun Ne iyi başlamıştık arabasıyla Ürgüp’e doğru gerçekleşmişti. eşsiz öngörüsünü ve dahi kişiliğini tanımayı ve Gün erkendi hem n Yolculuğa kim karar verdi ve neden orayı görebilmeyi çok isterdim. Varmamıştık daha n seçtiniz? Mutlaka izlenmesi gereken film Engin yataklarına ırmakların Kararımız doğrultusunda gerçekleşmemişti tavsiyeleriniz ne olur? Ey benim bu yolculuk. Malum dizi Asmalı Konak’ın çekimi Bu filmler kriterlere göre değil, tamamıyla Başeğmez bütün aşklarım için mekân bakmak üzere yola çıktık. İkimiz de kişisel beğenilerime göre seçilmiştir; Merhaba çok gençtik ve bizi nelerin beklediği konusunda • Sibirya Berberi (the Barber of Siberia : Nikita Hani sorsanız hemen hiç fikrimiz yoktu. Yolculuk boyunca bize Mihalkov) Anlatsam anlatabilsem Mor ve Ötesi’nin ilk müzik CD’si eşlik etti ve o gün • The Contact (Robert Zemeckis) Hani avlularda çıkılan o yolculuk, bugüne dek tam 21 yıl sürdü. • Fatih Pelle (Pelle the Conqueror Bille August) Estiğinde sabahın yeli Umuyorum ki devam da edecek. • Bebek Jane’e ne oldu? (Whatever happened to Solgun yapraklar okşar ya yüzümü n Sohbet konularınız genelde ne olur ve kim baby Jane: Robert Aldridge). İşte öyle daha çok konuşur, kim daha çok dinler? • Ve Gelin, Düğün, Diyet üçlemesi Lütfi Akad Ellerime doluyorsunuz n Sadece sinema ve iş değil hayata dair her şey Gidişler mi, dönüşler mi size daha fazla Kızgın demirlerle dağlanıyor konuyu oluşturur. Timur geçmişin komik anılarını huzur verir? Bağrımın orta yeri anlatırken adeta tekrar yaşar o anıları ve bazen Gidiş de dönüş de Ege’ye ise huzur verir. Ve yorgun saçaklarımdan n kendinizi gülmekten gözünüzden yaş gelir halde Hadi bi’ hayal kuralım. Bir biletimiz var Sabahları kahir sarkıyor bulursunuz. Buna rağmen sanırım ben daha çok hem de geçmişe. Nereye gitmek ve kiminle Ah benim konuşurum. karşılaşmak istersiniz? Başeğmez arkadaşlarım n Bavulda vazgeçilmezleriniz nelerdir? Düğün filminin çekimlerine gitmek ve Ömer Merhaba... Kitaplar (Edebiyat özellikle), Ipod ve kulaklık, Lütfi Akad ile çalışmak isterdim. Sağlığında deniz şortu ve bol miktarda tişört. tanışmış ve Babam ve Oğlum’u ona armağan n Trenler size hangi duyguyu çağrıştırıyor ve etmiştim ama sette de görebilmeyi çok isterdim. neden? n Son olarak; yılın ilk aylarındayız... Bu yıl Nedeni bilinmez ama trenler bende hep için dilekleriniz? edebiyat çağrışımlı duyguları uyandırır. Belki de Bu yıl için hepimizin ortak dileği “sağlık” okuduğum kitaplarda ve tüm dünya edebiyatında sanırım. 16 Bir vizyoner lider dünyayı değiştirir nternet insanların yaşamına girdikten sonra dünya daha da küçüldü. Kentler, ülke sınırlarını aştık. Artık İdünyanın her tarafından anında haber ALİ KILIÇ alabiliyor, anlık gelişmeleri takip edebiliyoruz. Kimsenin aklına gelmeyecek bir saldırı ile Amerikan Kongre Binası’nın basılması gibi… Bütün dünya, kışkırtıcı konuşmalarıyla o günlerde makamda bulunan eski ABD Başkanı Donald Trump’ın, olayların birincil sorumlusu olduğuna inanıyor. Oval Ofis’ teki dünyanın hâlâ 1 numaralı koltuğunu bırakmak istemeyen Trump’ın ihtirası ve yaptıkları, kaç cana mal olursa olsun gelişmemiş ülkelere demokrasi aşılamak adına okyanuslar aşan Amerikan demokrasisinin sorgulanmasına bir kez daha yol açtı. Halkın iradesine başvurarak 46 başkan seçmesine karşın ABD, bugüne kadar vizyoner bir lider çıkartamadı. Buna; birer suikast kurşunuyla lider olma fırsatları ellerinden alınan, kıtaya birer hayvan gibi zincirlenmiş bir şekilde getirilen Afrikalıların da insan olduğunu Amerikalılara kabul ettirmek için 1863 yılında “…köle olarak tutulan tüm insanlar bu tarihten itibaren ve sonsuza kadar özgür kılınacak ve böylelikle kara ve deniz güçleri dahil olmak üzere, devletin yürütme gücü bu insanların özgürlüklerini tanıyacak ve koruyacaktır…” ifadelerini barındıran Özgürlük Bildirgesi’ni yayım layan Abraham Lincoln ve bu bildirgeyi 100 yıl sonra siyahiler lehine genişletme çalışmaları yapan J. F. Kennedy de dahildir. ABD’de iki büyük partinin gösterdiği adaylardan biri seçimi kazanıyor ve burada ortaya ‘iyi Başkan’-‘kötü Başkan’ çıkıyor ama dünyanın örnek alabileceği bir liderleri olmuyor. Liderlik açısından Avrupa Kıtası geniş bir yelpazeye açılıyor. Adolf Hitler, Benito Mussolini, Olaf Palme, François Mitterrand, Willy Brandt gibi… Hitler ve Mussolini topraklarını genişletmek uğruna on milyonların ölümüne yol açan İkinci Dünya Savaşı’nı başlatarak kötü lider örneği sergilerken, özellikle Mitterrand ve Brandt iyi niyetli olmalarına karşın siyasetlerini enkaz üzerine kurdular. Diktatör liderleri öcü gösterip, ülkelerinin harabe hallerini tarafından hâlâ büyük saygı gören bir Mustafa Kemal Atatürk’ümüz var. propaganda argümanı olarak kullandılar. Savaşın açtığı yıkım ve kriz, bu iyi Hiçbir ülkede bu kadar geniş vizyon sahibi bir lider yetişmedi. Atatürk niyetli liderlerin kolayca ülke yönetimine gelmelerine katkı sundu. Hitler, bugün hâlâ dünyanın saygın yayınları tarafından ‘En Büyük Devrimciler’ Mussolini ve diğer diktatör liderler nefretle anılırken, Palme, Mitterrand ve arasında ilk sırada yer alıyorken, onun mirasını güçlendirip 100 yıl daha Brandt isimlerine çok rastlanmasa da hâlâ saygıyla anılmaktadırlar. taşıyacak vizyoner bir lider çıkarmak Türkiye için zorunlu bir görev olmalıdır. Yeryüzü her geçen gün yaşanılmazlık sınırına doğru sürükleniyor. Nükleer İnsanların bugün için ama şiddetle Etiyopya’da Abiy’lerin, Yeni Zelanda’da yatırım projeleri daha yoğun bir şekilde geliştiriliyor, silahlanmaya daha çok Jacinda’ ların sesini güçlendirecek, Hindistan’da bağımsızlık için yüzlerce bütçe ayrılıyor, doğa katliamına ara verilmiyor, suyumuz hızla tükenirken kilometre yürüyen Ghandi’nin azmini yüceltecek, Amerika’nın ortasında seyirci kalınıyor, sınırlarda, uzaklarda savaşlar nedense sona ermiyor. siyahilerin haklarını savunan Malcolm X ve Martin Luther King’in cesaretlerini Bütün bu olumsuz gelişmeler karşısında insanlar kendilerine haklı olarak toplumlara aşılayacak liderlere ihtiyacı var. Mussolini ve Hitler gibi bir lider arıyor. Vizyon sahibi, sözü dinlenir, güvenilir, kendi ülkesi dışında da diktatörlerin bıraktığı enkaz üzerinden kolay siyaset yapan değil, dayatmacı saygın bir yer edinecek bir lider… rejimlere başkaldırarak öncülük edecek, mücadeleci lider veya liderlere özlem Ülkesi Etiyopya ile komşusu Eritre arasındaki sınır savaşına son vererek her geçen gün artmaktadır. Nobel Barış Ödülü alan Kara Kıta’nın beyaz güvercini Abiy Ahmed Ali gibi… Bütün dünyanın dikkatini çekecek, Mustafa Kemal Atatürk gibi ülkesini Çok uzaklardan gelen; Yeni Zelanda’dan kapitalizmin yayılmacı ve sömürgeci savunmak için ‘can tehlikesi’ nedir bilmeyecek, yurtta barışı tesis ettikten anlayışına adeta rest çeken hümanist Jacinda Ardern gibi… Ama yetmiyor… sonra dünyada barış için savaşacak, eğitim ve kalkınma mücadelesini Parti liderleri, ülke yöneticileri gelip geçicidir. İnsanlar, en az 100 yıl bilişim teknolojileri desteğiyle uzay çağı rekabetine taşıyacak vizyoner sonrasına akacak bir siyaset ile dünyanın diğer ülkelerini de etkileyecek vizyon lider veya liderlere ihtiyaç var. Yaşamın gereksinimleri hava, su ve ekmeğe sahibi bir siyasetçi özlemi çekiyor. Biraz emrivaki; ‘Ey vizyon sahibi lider, çık olduğu gibi onurlu bir statüye kavuşmak adına hak, hukuk ve adalet için ortaya’ der gibi oldu ama dünya üzerinde bunu söylemesi gereken ilk kişiler de çıktığı yola serilen mermilerin üzerine üzerine yürüyen, halkın özgür biz olmalıyız. iradesinin yansıdığı yine yeni bir Parlamenter Sistem ile Cumhuriyet’imizi Çünkü bizim, 100 yıl önce oluşturduğu vizyon ile Türkiye Cumhuriyeti’ni yüzyıllar ötesine taşıyacak, mücadeleden yılmayan Kemal Kılıçdaroğlu 21. yüzyıla taşıyan bir Mustafa Kemal Atatürk’ümüz var. Sömürülen ülkelerin gibi demokrasi savaşçılarına ihtiyaç var. de örnek aldığı, mazlum ulusların verdiği mücadelede kendilerine manevi Dünyanın değişmesi, ülkelerin iyi birer lider, en azından iyi birer yönetici lider kabul ettiği Atatürk… Dünyanın en güçlü ordularını dize getirirken, çıkarabilmesi için vizyon sahibi tek bir lidere ihtiyaç duyuluyor. milletin hayatı tehlikeye düşmedikçe savaşı bir cinayet olarak kabul eden, eşi Ve bu potansiyel halkımızda, geliştireceğimiz vizyon da Atatürk’ün benzeri bulunmayan bir Başkomutan… Tarımda köylüsüyle, sanayide işçisiyle, mirasında var… aydınlanma mücadelesinde öğretmeniyle, kalkınma hamlesinde mühendisiyle Ve insanlık için var olduğuna inanılan bir lider çıktığında, ezilenler daha aynı karavanaya kaşık sallayan vatansever bir Atatürk… Dünyanın, Kurtuluş yaşanılır bir dünya için kendi liderlerini/yöneticilerini çıkarmak için daha büyük Savaşı’nda mağlup ettiği orduların da dahil olduğu bütün ülke yöneticileri bir uğraş vereceklerdir... 17

ATAOL BEHRAMOĞLU

rtaokul öğrencisi olmalıyım. Babamın Ziraat Müdürü olduğu Çankırı’dan otobüsle sanırım Ankara’ya gidiyorum. OOturduğum ikili koltukta yanımda oturan ablanın elindeki kitap "İnce Memed." Bu, "Yaşar Kemal" ve "İnce Memed" adlarını ilk duyuşum olmalı... Keşke günlük tutmaya o yıllarda başlasaymışım... Çünkü, belki olaylar değil ama, zamanlar, tarihler karışıyor. Sözünü ettiğim, 1950’li yıllardır. Bizden Sabahattin Ali (Kuyucaklı Yusuf), Mahmut Makal (Bizim Köy), (Bereketli Topraklar Üzerinde vb.), bu yılların ilk yarısında (yani henüz liseli olmadan) okuduğum ilk kitaplardır. Başkaca anımsadıklarım: Vahşi Bir Kız Sevdim (Esat Mahmut Karakurt), Osmanoğulları vb. (Feridun Fazıl Tülbentçi). Liseyle birlikte Istrati’ler, Steinbeck’ler, A.de Ekim 1995'te Frankfurt Kitap Fuarı. Saint Exupery, Gide vb… O ablanın okuduğunu gördüğüm İnce Memed’i ağabeyin okuduğum dönemi ne yazık ki tam olarak söz daha oraya gelmeden “Kitapları verdin ona Sofya’dan anımsayamıyorum. Lise yılları olmalı... Başta (beni değil mi?” deyişini ve hiç gönül koymadan bütün yüz kilometre ötedeki Rila Manastırı'nı görmeye en çok etkilemiş yapıtı) "Orta Direk" olmak üzere kitaplarını bana bir bir yeniden imzalamasını, biraz giden topluluğa katılıyoruz./ Yol boyunca Yaşar ötekileri (Teneke, Yılanı Öldürseler vb.) sonraki da yaptığım işin düşüncesizliğinin pişmanlığıyla Kemal’le doyasıya konuştuk. O, yeni romanlarının yıllarda okudum. anımsarım… konularını anlattı. Ben, yayınlanmamış yeni ••• ••• şiirlerimden okudum./İlk günün birbirine karışan Yaşar Kemal’le ne zaman, nasıl karşılaştık, Yaşar Kemal’le bütün konuşmalarımızın başlıca izlenimleriyle otele döndük. Gece, Yaşar Kemal’le, onu da anımsayamıyorum. Fakat kesin olan bu konusu öncelikle şiir olmalı. Bana bir gün(sonraki Sofya’nın ışıklı caddelerinde uzun bir yürüyüş karşılaşma ve tanışıklığın 1960’ların ilk yıllarında yıllardan birinde, Taksim’deki Çiçek Bar’dan yaptık.Dönüşte ‘Özgürlük Parkı’nda yolumuzu İstanbul’da olduğudur. Ben üniversiteyi Ankara’da çıkarken), zihninde sanırım o anda belirmiş bir kaybettik.Yaşar Kemal rasathaneye benzeyen bir okurken, anne-baba ocağımız Çankırı’dan düşünceyi dile getirerek “Yahu sen de Orhan Veli, takım kulelere bakarak otele vardığımızı söylüyor, Bursa’ya, oradan İstanbul’a taşınmıştı. Cahit Sıtkı gibi bir şairsin…” demişti. Sanırım bu, her seferinde kendimizi başka bir yerde buluyorduk. 1962’de Bursa’dan otostopla Ege yolculuğuna genç arkadaşını artık yerli yerine koyması, onu Sonunda çıktığımız bir caddede bir taksi durdurarak çıktığımı ve dönüşümün bir ay sonra İstanbul Türk edebiyatında sevdiği şairlerin, gençliğinin otelin adını söyledik.Taksiyle dönerken, otelin Göztepe’deki anne-baba evine olduğunu ise şu şairlerinin arasına yerleştirmeye karar verişiydi… bir kaç kilometre ötesinde bir yerlere düşmüş andaymış gibi anımsıyorum. Bir gün de Nâzım Hikmet için şöyle demişti: olduğumuzu gördük./ Gece kokteyle Yaşar Kemal Türkiye İşçi Partisi kurulmuştu ve ben partiye “Bir insanın yıllarca hapishanelerde sıradan beni William Saroyan’la tanıştırdı(...) Saroyan, bu ilk Ankara’da üye olmuştum… Kardeşlerim Namık mahkûmlarla yaşayıp, yine tertemiz kalması için karşılaşmamızda ailesinden, çocukluğunda duyduğu Kemal, Nihat ve Turan, partinin İstanbul ve nasıl pırlanta gibi bir yüreği olmalı.” Kürtçe ve Türkçe dillerinden, bu dillere sevgisinden gençlik kolu militanlarıydılar… Bu nedenle de ••• söz etti/ Kurultayın ikinci gününde konuşan Yaşar onların Yaşar ağabeyimizle tanışıklıkları daha Unutulmaz birkaç anıdan biri 1970’lerde Ankara Kemal, dünyanın neresinde olursa olsun yazarların önce olmalı. Yaşar Kemal’in ve sevgili eşi Tilda’nın Sıhhiye’deki evime kiril alfabesiyle yazılmış bir hapiste olmasına karşı olduğunu söyledi./ Gündüz onları çok sevdiklerini biliyorum. İstanbul’a Azeri versiyonu Köroğlu’yla gelip, kitabı bana Yaşar Kemal’le Sofya’yı dolaştık. Çok sıcak bir gün. gelip ve büyük olasılıkla Basınköy’deki evlerini baştan sona yüksek sesle okutması (bu kitap şimdi Parklarda oturduk. Plakçılara kitaplara baktık” ziyaret ederek tanışmamız sonrasında ise artık Eskişehir’de benim adımı taşıyan kütüphanede Sözünü ettiğim kitapta ve “’li ailenin çocuğu gibi olmuştum. O yıllardan olmalı), bir başkası 1970-74 arasında dört yıl Anılar” adlı kitabımda kurultayda genç bir Yunan bende en çok iz bırakanlar, yürüyüşü çok seven sürecek yurtdışı yolculuğuma, onun sağladığı bir delegenin yaptığı konuşmadaki bazı sözleri Yaşar ağabeyle Basınköy’de çıktığımız uzun hediye otobüs biletiyle çıkabilmem ve dönüşte üzerine kurultay salonunu terk edişimiz ve sonraki yürüyüşler, çalışmakta olduğu romanın kâğıtlara de İstanbul Belediyesi Şehir Tiyatroları’nda onun olayların biraz da eğlenceli öyküsü okunabilir… yazılmış konu akışı taslaklarının evlerinin beni Muhsin Ertuğrul hocayla tanıştırmasıyla ••• duvarlarına asılmış ya da yapıştırılmış olması ve dramaturg oluşumdur. 60’lı yıllarda başlayıp sürdürdüğüm güncelerde Galata Köprüsü altında (akrabalık bağını doğru Haziran 1977’de Aziz Nesin ve Burhan Arpad’la Yaşar ağabeyle konuşmalarımıza, görüşmelerimize anımsıyorsam eğer) Çerkez Ethem’in kızı ya da bir birlikte dört kişilik Türk heyeti olarak "Barış İçin ilişkin notlar mutlaka vardır… Belki de onları akrabasının (yoksa Enver Paşa’nın mıydı?) işlettiği Dünya Birinci Yazarlar Kurultayı" için Sofya’ya derleyip tıpkı “Aziz Nesin’li Anılar” gibi bir “Yaşar meyhaneye bir kaç kez gidişimizdir. gitmiştik. 6-10 Haziran arasında günü gününe Kemal’li Anılar” yazmalıyım… Yeşilköy'deki, evlerine bir ziyaretimden, kim tuttuğum notlar “Başka Gökler Altında” adıyla Son olarak; 1989’da, 5,5 yıl süren yurtdışı bilir belki de Cem Yayınevi'nde bir buluşmamızdan, kitaplaştırdığım gezi yazılarımın ilkidir. Oradan sürgünümden dönüşümde, beni Atatürk onun bana imzaladığı kitaplarla Göztepe’ye Yaşar Kemal’e ilişkin olanları buraya alıyorum, Havaalanı’nda karşılayan arkadaş topluluğunun en dönerken, Bağdat Caddesi’nde otobüs ya da hüzün ve özlemle… başında onun olduğunu ekleyeyim. troleybüste kitapları merak eden şoföre onları “Yaşar Kemal (Sofya’ya Stockholm’den) bir gün Sevgili Yaşar Kemal… duraksamaksızın hediye edişimi, bir sonraki önce gelmiş. Aylardır görüşmemiştik. Kucaklaşıp Türkçemiz yaşadıkça yaşayacak ölümsüz buluşmamızda bu öyküyü anlatırken, Yaşar öpüştük/Yaşar Kemal ve Karahüseyinov’la birlikte yazarımız… 18 Sevgili Dostlar, kurup, o dünyaya sığınır. İnsanlar sıkıştıklarında, ölümün acılarını Beni bu doktorayla onurlandıran Boğaziçi Üniversitesi'ne yüreklerinde duyduklarında, bir mit dünyası yaratıp ona sığınırlar. teşekkür ederim. Buraya kadar gelerek beni onurlandıran Mitleri yaratmak, düş dünyaları kurmak, dünyadaki büyük acılara dostlarım da sağolsunlar. karşı koymak, sevgiye, dostluğa, güzelliğe, belki de ölümsüzlüğe Folklor ve etnoğrafya araştıran bir bilim adamı olmayı çok ulaşmaktır. Benim romanlarım bu temellere dayalıdır. istedim. O olanağım olmadı, ama büyük şanslarım oldu. Her çağın bir mit yaratma biçimi var. Eski Mısırda başka mitler Biz Cumhuriyet sanatçıları Tercüme Bürosunun çevirdiği dünya var. Sümerlerde, Asurlarda, Hristiyanlarda, Müslümanlarda, klasikleriyle yetiştik. Halkevleri, Köy Enstitüleri bize yardım etti. kuzeyde, güneyde mit yaratma biçimleri hep değişiyor. Benim Edebiyata gelince, ben edebiyata çocukken başladım. Benim savım şu ki, kıyamete kadar insanlar mit dünyaları, düş dünyaları köyüm 1865 yılında bir isyandan sonra yerleştirilmiş göçebe yaratarak o dünyalara sığınacaklardır. Bir karanlıktan gelip başka Türkmenlerin köyüydü. Benim çocukluğumda bu köye çok âşıklar, bir karanlığa karışırken, insanlar ne yapabilirler dersiniz. Bir de destancılar gelirdi. bunca doyumsuzluk varken... Günümüzün bu karmaşasında bile Bütün Çukurova’da âşıklar, destancılar dolaşırdı. Ben her gün ne mitler yaratıp onlara sığınıyoruz. destancılara çok meraklıydım. Eğer modern edebiyatla Ben de kendimi yazar sayıyorsam, insan gerçeğine bilinçli karşılaşmasaydım , ki karşılaşmam tesadüftür , bir destancı olarak miti, düşü getirdiğimdendir. İnsan nereden gelip nereye olurdum. gittiğini buluncaya, doyumsuzluğunu alt edinceye kadar mite Köye bir destancı gelince ben onun yanındaydım. Çıraklığını ve düşe sığınma sürecektir. Ondan sonra gene sürecektir. Çünkü yaptığım Çukurova'nın büyük gezginci destancılarından insan yaşama sevincine, dünyanın güzelliğine doyamıyor . öğrendiğim destanları Toroslar'da köy köy dolaşarak anlatır, bir Ancak korkarım ki bu gidişle eski mitlere sığınacağız. yandan da ağıtlar, büyük halk şairlerinden şiirleri toplardım. Çağımızın getirdiği en büyük kötülük olan ve tehlikesini yeterince Söz sanatlarının etkisini halka destan anlattığım günlerde anlamadığımız doğa kırımı karşısında atalarımız gibi korku mitleri anladım. Bana katılan iyi dinleyiciyi bulduğum köylerde, yörelerde yaratacağız. dinleyicilerle birlikte sözlerim kanatlanıyor, uçuyor, daha sevinçle Sözün gücüne her zaman inandım. Roman, sözlü sanatın en anlatıyordum. Dinleyicilerimin bana az katıldığı köylerde, önemli koludur, çünkü her okuyucu bir romanı okurken okuduğu yörelerde anlatımım, yaratımım daha sönük geçiyordu. romanı başından sonuna kadar yeniden yaratır. Diyelim ki bir Usta bir destancının anlatımı ezber değildir. Anlatıcı her zeytin ağacı geçiyor romanda, okuyucunun bahçesindeki zeytin anlatışında, halkın ona katılmasına göre, yeniden yaratır. Onun ağacı gelir romanın içine oturur. Bir ovayı okursa bildiği, yaşadığı için destanlar kırk bin yıl su altında kalmış çakıl taşları gibi, ovayı getirir gözlerinin önüne. Hiç ova görmemişse, bir ova yaratır destancıdan destancıya geçerek, yunur, arınır, düzgünleşir. oraya koyar. Romanların gücü bu yaratmaya bağlıdır. Yazılı edebiyat ise bambaşkadır. Karşında kaleminden, Bizim çağımızda romancıların başları beladadır. Çünkü insanları kağıdından başka hiç kimse yoktur. Ne ses, ne karşında insanlar, en çok yalana, zulme, bütün kötülüklere karşı roman uyarır. ne beden hareketleri, hiç bir şey yoktur. Bugün tüketim toplumu diye bir doyumsuzlar toplumu yaratılıyor. Sözlü edebiyat, her zaman, 20. Yüzyıla kadar diyelim, yazılı Tüketimciler topluma bütün değerlerini aşındıran bir yapay kültür edebiyatın özsel kaynağı olmuştur. Çağımızda halk sanatının benimsetmeye çalışıyoriar, insanları birer obur canavar haline üstünde gereğince durulmaması, folklorun salt bir bilim dalı getirmek istiyorlar. Roman bu toplumu isteyenler için bir tehdittir. sanılması çağımız kültürüne epeyce zarar vermiştir. Onun için de romanı, bestseller denilen bir yapaylıkla boğmaya Sözlü edebiyat bugün de birçok biçim ve anlatımla karşımızda, çalışıyorlar. Roman böyle bir toplum isteyenler için bir tehlikedir, Gılgamış, İlyada, Odysseia, Manas, Dede Korkut, Şahname. Biz çünkü roman insanlara insan olduklarını söyler. Onca acıyı, Türkiye yazarları çok talihliyiz aslında, bir yanda Homeros, Nâzım zulmü, savaşı, doğa kırımını romanda yeniden yaratarak yaşayan Hikmet, Âşık Veysel, Orhan Veli, Yakup Kadri, Sabahattin Ali, Sait insan, insan gibi yaşamayı özler, değerlerine sahip çıkar. Faik, bir yanda da Tolstoy, Dostoyevski, Çehov, Gogol, Faulkner Türk edebiyatında büyük yıldızlar vardır. Hikâyeci Sait Faik elimizin altında. de bunlardan biridir. O bizim kuşağın ustasıdır. Onu yakından Bilimde ve sanatta atlamalar olamaz. Her yeni oluşum, eski tanıyordum. Bir gün bana “gel seninle edebiyata getirmek zincirin son halkasıdır. Örneğin, bugün mitolojiyi, on dokuzuncu istediklerimizi anlatalım” dedi. yüzyıldan daha iyi anlıyoruz. Her çağın insanı, klasiklere Ben de “iyi olur anlatalım” dedim. kendilerinden bir can, bir yaşam gücü katıyor. Kendi çağıyla büyük “Başlayalım öyleyse”. klasikleri zenginleştiriyor. Biz her çağda kişi olarak, toplum olarak “Başlayalım” dedim. destanları, klasikleri yeniden yaratıyoruz. Ve başladık: Türkiye’de halk ürünlerine karşı olumsuz tavır epeyce “Bir; benim kitaplarımı okuyan katil olamasın, savaş düşmanı abartılmıştır. Bunun da sebebi var, Cumhuriyet çağında Osmanlı olsun. İki; insanın insanı sömürmesine karşı çıksın. Kimse kimseyi kültüründen koparak Anadolu diline, kültürüne dönerken aşağılayamasın. Kimse kimseyi asimile edemesin. İnsanları aşırılıklar yapıldı. Büyük halk sanatı ürünlerine sırtımızı asimile etmeye can atan devletlere, hükümetlere olanak dönmemize bir sebep de bu ürünlere bir kısmımızın abartılı verilmesin. Benim kitaplarımı okuyanlar bilsinler ki, bir kültürü yaklaşımı olmuştur. Örneğin, şiire bakarsak, köklü bir halk şiirimiz yok edenlerin kendi kültürleri, insanlıkları ellerinden uçmuş var, büyük halk şairlerimiz var. Halk şiirini bir kaynak sayacağımız gitmiştir. Benim kitaplarımı okuyanlar yoksullarla birlik olsunlar, yerde ona bir kısmımız öykündü. Öylesine öykündüler ki, ortaya yoksulluk bütün insanlığın utancıdır. Benim kitaplarımı okuyanlar bir sürü kötü şair çıktı. Oysa sözlü edebiyatlar her dilin yazılı cümle kötülüklerden arınsınlar.” edebiyatını etkilemiştir. Bütün kötülükleri saydık, kötülükler uzadı gitti. Kötülükler Stendhal, Tolstoy, Dostoyevski, Gogol, Dickens de Benim zulümler bitmiyordu. Sonunda “bizim kitaplarımız ,“demeye kaynaklarımdır. Bir romancı Faulkner’i, Kafka’yı, klasikleri, hem başladık, eninde sonunda biz iki yazarız. Bu kadar savaşı, zulmü batı hem de doğu ustalarını özümsemeden nasıl roman yazabilir? bizim kitaplarımız ortadan kaldıramaz ki”. Ben destan, masal dilinden geliyor, dilin ne kadar büyük bir “Kaldıramaz,” dedim. güç olduğunu biliyordum. Bir kişi bir romanı yaratırken, önce dili Sait: yaratmak zorundadır.­ Kendine has dili olmayan bir roman, güçlü “Dur,” dedi, “buldum” dedi. “Bizim kitaplarımız yalnız bir roman olamaz. Bu dil halkın dili de olamaz, destan, masal, şiir kalmayacak” dedi. “Nâzım Hikmet de var. Kitaplarımızı okuyanlar dili de olamaz. Sözlü anlatımın geleneği, olanakları başka, yazılı onu da okuyacak.” anlatımınki bambaşkadır. Yazarken bunun­ farkına vardım. Uzun Ben “Melih Cevdet de var,” dedim, “Orhan Kemal de.” romanları yazarken de başka bir şe­yin farkına vardım, dilin yapısı Sonra çok insan çok çok yazar da saydık. Çok kitap saydık. da romanın biçimini, içeriğini etkiliyordu. Bu çağda halktan kopmuş bir sanata inanmıyorum. Şunu Dostoyevski, Budalasında, “İnsanoğlunu sonsuz bir uçurum söylemek istiyorum ki ben “angaje”, "bağımlı" bir yazarım. üstüne ayağını koyacak kadar orada yaşamaya mahkum edin; Kendime ve söze ve insanın onuruna bağımlıyım. yağmur altında, karda kışta, o acı içinde, açlıkta yoklukta yaşar Bilinçli olarak ben aydınlığın türküsünü, iyiliğin, güzelliğin da ölmeye razı olmaz, yaşamını sürdürmekte direnir” diyor. türküsünü söylemek istedim. Romanlarım yaşam gibi

YAŞAR KEMAL Belki bu bir simge. Ama biliyoruz ki insanoğlu açlıklar, yokluklar, doğru söylesin, yaşamla birlik olsun istedim. Çünkü yaşam, sömürüler, sefaletler, aşağılanmalar arasında yaşamaya devam umutsuzluktan umut üretmektir. İnsan umutsuzluktan umut ediyor. Şimdi, nedir bu dünyaya bağlılığımız? Nedir bu? Varmak üreterek, bugüne kadar gelmiştir. istediğim gerçek, insanın içindeki bu sevinç nedir? İnsanoğlu mit, umut, düş, sevgi yaratan bir yaratıktır. Yaşar Kemal İnsanoğlu ölüme, yoksulluğa karşı, açlığa, doyumsuzluğa karşı, Boğaziçi Üniversitesi mitleriyle, düşleriyle, umutlarıyla, sevgileriyle yeni bir dünya 29 Haziran 2009 Stadyumda yer Yaşar, gök Kemal... 19 çok iş yapmaz mı? Yeter ki top sürerken, gecikmeli “Tutunamayanların sevimliliğine kimse ulaşamaz.” Ankara treniyle gelen o kadın aklına gelmesin. Manavın bile kazıkladığı “sevimli” Selim’in aslında Hayatını hep onun hayaliyle şekillendiren Zebercet, tek hayali vardır: Hep çocuk kalmak... İşte o o anda muhtemelen top kaptırır. çocuksu beklentileriyle orta sahaya renk katar Stoper: Mustafa Ural. (Karartma Geceleri - düşüncesindeyim. Çocuksu dürtüleriyle tribünde Rıfat ILGAZ) uslu durmayan büyüklere de ders verir bence... Mustafa Ural, öğretmen... Aslında başta Rıfat Orta saha: Murtaza. (Murtaza - Orhan KEMAL) Ilgaz’ın Hababam Sınıfı’ndan birisini düşündüm Yunanistan’dan mübadeleyle Çukurova’ya ama ağır abilerden(!) kurulu takımın ciddiyetini gelmiş bir muhacirdir. Takımın yabancı uyruklu bozardı, bu haylazlardan herhangi biri... oyuncusu neden olmasın? Murtaza, Kolağası Mustafa öğretmen aynı zamanda şairdir. Hasan dayısı gibi asker olup savaşarak şehit olmak Kitapları toplatılan bir aydındır. Ömrü kaçmakla hayaliyle yanıp tutuşur... Anlayacağınız savaşçı SERHAN ASKER ve hücrelerde geçer. Anlayacağınız hep bir ruh... O enerjiyle rakiplerine göz açtırır mı? savunmadadır... Yattığı ranza aşkına, stoperde Kaldı ki romanda bir gece bekçisi... Mahalleye göz er okuduğumda yüreğimdeki yangının tesiri Zebercet’le muhteşem bir tandem yaratmazlar mı? açtırmayan bekçi, yeşil sahalarda rakiplerine neler daha da büyüyor... Yaşar Kemal’in “Sarı ORTA SAHADA BİR “TUTUNAMAYAN” yapmaz ki? O da artık karşı takımın meselesi.. Sıcak” romanında bir “Osman” var... Ondan Orta saha: Selim Işık. (Tutunamayanlar - Hsöz ediyorum.. KiMLiKSiZ YAŞAR’IN KiMLİK DOLU OYUNU Oğuz ATAY) Yaşar Kemal açlık ve sefaletin insanı nerelere Oğuz Atay, Selim’i yaşamda tutunamayanların YAŞAR. (Yaşar ne Yaşar ne Yaşamaz - Aziz NESİN) savunduğunu ne güzel anlatıyor, bir okusanız bileşkesi olarak tarif ediyor... Atay, şunu da ekliyor: Resmi kayıtlara göre Çanakkale Savaşı’nda “Sarı Sıcak”ı... Barış ve kardeşliğin büyük yazarı... ölmüş.. Devlet onu istediği kadar ölü saysın. Osman, bir ırgat... Anne-babasına yardım etmek O, gidip askerliğini yapacak kadar delikanlı için; sıcağa, açlığa, çelimsizliğe ve yorgunluğa (Gerçi asker kaçağı olarak atanmıştır)... Kimliği meydan okuyor her haliyle... Yılmadan... olmadığından hapse de düşen Yaşar, tertemiz Osman’ı, İnce Memed’i düşünüce Yaşar Kemal’i bir bir insan olarak girdiği hapishanede çaresizce bizim roman kahramanlarımızın başına koyarak ayakta kalmak için bozuk düzenin bir parçası olur.. bir futbol takımı kurmak istedim... Osman, müthiş Ona bir kimlik çıkaramayan devlet utansın. Sizce bir orta saha olur. Ön libero... Çift ciğerli... Hiç de kimliksiz yaşamak zorunda bırakılan Yaşar, yorulur mu bu çocuk orta sahada? sahada kişilikli bir futbolla parmak ısırtmaz mı? Hadi buyurun... Sizi bilmem ama bana göre taş gibi bir takım FRiKiKLER CEMİL’İN çıktı ortaya... Hani biraz da hırçın... Yüzbaşı Cemil. (Yorgun Savaşçı - ) ÇİZGİDEKİ DEV: KEŞANLI ALİ “Cehennem Topçusu” da derler ona... Topçu Kaleci: Keşanlı Ali. (Keşanlı Ali Destanı - okulunda yaptığı isabetli atışlardan dolayı ) Kalecilerden öyle bir kahraman Alman Albay Bon Kres bu adı ona vermiş... Aynı çıkar ki... Alın size Keşanlı Ali... Hem de bir zamanda İttihat ve Terakki üyesidir... Ancak hiçbir halk kahramanı. İnsan böyle bir yiğite kalesini zaman parti içi çekişmelere dalmamış, çok iddialı teslim etmez mi? Hem annesi onu Akhilleus olmamış, hayatını topçuluğa adamış... Subaylığını gibi efsunlamış. Yavuklusu Zilha’yı da deli gibi icra etmiştir... Top güllesini iğne deliğinden geçirir sever... Lider olarak topluma, âşık olarak Zilha’ya ki bu özelliğiyle takımın frikikleri ondan sorulur... sorumlu... Gözüpek bir romantik... Çizgide geçit Cephede “Hep vatan hep vatan!” diyen bu yorgun vermez, en azgın forvetlere... savaşçı stadyumlarda takımı için neler yapmaz ki? Sağ bek: Deli Dumrul. (Dede KORKUT) Yusuf. (Kuyucaklı Yusuf - Sabahattin ALİ) Düşleyin; Azrail’e nasıl da meydan okuyor. Yenile yenile ayağa kalkmaya en güzel Köyünden bir gencin canını alan Azrail’e çok örnek... İradeli ve kendine hakim... Hayatın sinirlenen Deli Dumrul, Tanrı’ya Azrail ile en acımasız gerçeklerini görene kadar içine kendisini karşılaştırması için yalvarır. Deli kapanan Yusuf, en zor anlarda verdiği akılcı Dumrul’un burada Azrail’e açtığı savaş, kararlarla heyecan yaratıyor... Futbolda aslında kadere karşı bir savaştır... Bu da risk alacağı zamanları düşlüyorum... şövalye ruhun kanadında top geçer, adam Neler yapmaz ki? Karısı Muazzez’i kötü geçmez... yolda düşmek üzereyken kaçırıp, atıyla SOLDA BİR YILAN : KARA BAYRAM dört nal koşar gibi takımını da en zor anda Sol bek: Kara Bayram. (Yılanların Öcü - Fakir şaha kaldıracağından şüphesi olan yoktur BAYKURT) herhalde? Emin olun İnce Memed’in Hayatı boyunca çilelerle yoğrulmuş, Irazca’nın arkasında rakiplere dünyayı zindan eder. gözü pek oğlu... Bayram’ın mücadelesi gerçek anlamda yılanlarladır! Çünkü babası da yılanların VE KORKULU RÜYA: İNCE MEMED başı Şahmaran’ı öldürmüştür... Haceli’yle giriştiği İnce Memed (Yaşar KEMAL) amansız savaşla derebeylik düzenine meydan Başkaldıran... Ağalarla, feodaliteyle meselesi okuyarak gönüllere taht kuran Bayram, sol var... İnce Memed, hiç kimsenin yapamadığı kanattan da yılan gibi akmaz mı? Tribünde kendi şeyleri yaparak özgürlük uğruna sevdiği pek kanadına en yakın yerde anası Irazca ona ne destek çok şeyi kaybedecek olsa da yoluna kararlılıkla verir ama... devam eder... Alın size takımın 10 numarası! Tam “Haydi Bayram’ım haydi!” bir modern forvet işte. Koşmaksa dörtnala, top SAKiN ZEBERCET’İN ÇILGINLIĞI! çalmaksa örümcek gibi. Presse bir boğa... Aslında Stoper: Zebercet. (Anayurt Oteli - Yusuf ATILGAN) bizim gibi yıldızlarla yatıp kalkanlar için tam bir Ketum hâli ve hep canlı tuttuğu hayal gücüyle maestro... Ben onu Brezilyalı efsane Sokrates’le inanılmaz gelgitler yaşayan bir adam... Sakin yan yana düşünüyorum... Sokrates’in dışarıda ve ama bir o kadar da çıldırmaya uygun... Takımın sahada yaptıklarını aklınıza getirin. İşte öylece liberosu olarak aklıma geldi... Takımı atağa İnce Memed’i yeşil sahalarda hayal edin... Kapatın kaldırmada sakinliğiyle olduğu kadar çılgınlığı da gözlerinizi... İKİNCİ SINIF KOMPARTMANI 20

Konuk: Sait Faik Abasıyanık Röportaj: Yaşar Kemal kşamüstleri Tünelden Taksime dogru sol kaldırımdan yürürseniz, gözünüze dalgın, siyah gözlüklü, yüzü kederli, Aama müthiş kederli -yüzündeki keder besbellidir, elle tutulacak gibi, yüzde donup kalmıştır-, pantolonu ütüsüz, ağarmış saçları kabarmış bir adam çarpar. Bu adamın, bu Beyoğlu kalabalığı içinde bir hali vardır ki (daha doğrusu her hali) size bu koskocaman şehirde yalnız, yapyalnız olduğunu söyler. Bu neden böyledir? Orasını kimse de bilmez... Bazı adam vardır, insan yüzünde sırf hınç, kin okur. Bazısında gurur, bazısında neşe, bazısında bayağılık, aşağılık... Bu adamın üstünden başından da yalnızlık akar. Bir de bu adama, Kadıköy iskelesinin kanepelerinden birine oturmuş, heybeli köylüleri, çıplak ayaklı serseri çocukları, hanımefendileri seyrederken rastlarsınız. Bu adam hikayeci Sait Faik'tir. Bir gün, aklımda kaldığına göre bir pırıl pırıl, cam gibi parlayan sonbahar sabahıydı, ona Kadıköy iskelesinin kanepelerinde rastladım. “Ne var ne yok Sait?” dedim. “Hikaye yazıyor musun?” “Yok,” dedi. “Yaşıyorum.” Hüzünlü, ılık, insan sevgisi dolu hikayelerini Sait yazmaz, yaşar. Sait bir dertli, kötülüklerden, aşağıbklardan, dünyadaki cümle bayağı- lıklardan, kirden iğrenen bir ademoğludur. O daima iyiliği söylemiştir. Dünyaca ün almış Mark Twain Cemiyeti'nin fahri üyeliğini aldığını duyunca, bu iş için Sait'in ne diyeceğini öğrenmek için aradım. O gün öğleden sonra İstiklal Caddesindeki kaldırımdan gittim geldim. Sonra Kadıköy iskelesine uğradım, orada da yoktu. Sait anacığı ile birlikte Burgaz adasında oturur, bindim vapura ikinci gün oraya gittim. Anası Sait'in aynı gün İstanbul'a indiğini söyledi. İstanbul'da, tarif ettiğim kaldırımda, Atatürkmüş...” ona rastladım. Gene dalgın, sinirliydi. Yüzünden “Biliyorum. Beni sevindiren de işte bu. Türk hikayecisi kendi şahsında bir dilin düşen bin parça olur derler ya, öyleydi. Atatürk'ten sonra, benim üye olmam, benim hikayeciliğini yaptığına göre, şahsıma Mark Twain “Bu iş için ne dersin?” diyecektim, korktum. için ne büyük bir şereftir. Bir milletin yetiştirdiği Cemiyeti'nin gösterdiği ilgi ve sevgi daha çok Türk “Merhaba,” dedim. en büyük çocuğu ile, o milletin kendi halinde bir hikayeciliğinedir gibi geliyor bana. Ben de bu ilgi “Merhaba, eyvallah,” dedi. küçük hikayecisinin Amerika'da bir cemiyette ve sevgiyi bütün değerli hikayeci arkadaşlarımla “Ne var, ne yok?” dedim. buluşmaları küçük hikayeci için ne bulunmaz paylaşırım. Kabul ederlerse. “İyilik,” dedi. şerefli bir fırsattır. Demokrasi de zaten böyle olur. Kendini bütün dünyaya tanıtmış, sevdirmiş, bir “Mark Twain...” dedim. Eğer bu üyelikten memnunsam, bu yüzdendir.” halk çocuğu olan hikayeci Mark Twain'i ananların “Aldırma,” dedi. “Politika...” dedim. içine Türk dilinin bir hikaye yazarını almayı “Bak,” dedim, “Sait biliyorsun ki ben röportaj Sözümü ağzımda kodu: düşünenlere de teşekkür ederim.” yaparım.” “Karışmam.” “Mark Twain için ne dersin?” “Sonra?” dedi. “Peki, seni bu cemiyete ne sebepten, hangi “Sen de amma sual sorarsın ha. Ne derim! “Söyle,” dedim. eserin için üye seçtiler?” Mark Twain alay edermiş, güldürürmüş, kepaze Sait beni kırmadı. Teşekkür ederim. “En büyük devlet adamlarının, başkanların edermiş cemiyetteki sahte vakarları, petrol Ben sual sormadan o başladı: ve başbakanların fahri veya asli üye oldukları krallarını, pamuk prenslerini, demir beylerini, “Bana, Mark Twain Cemiyeti fahri üyeliği bir cemiyete beni de seçmenin aslı nedir çelik efendilerini sağlığında. Ölümünden sonra verildi, dünya edebiyatına ettiğim hizmetten diye düşündüm, şunu buldum: Demek ki da bir Türk hikayecisi ile şakalaşmasın mı? ötürü. Birçokları gibi ben de şaşırdım. Dünya şimdiden sonra dünya çapında bir hikayeciyi Eyvallah Mark Twain!” edebiyatına hizmet filan etmediğimi söylemeye anmak için kurulmuş bir cemiyete dünyanın Sonra güldü Sait: ne hacet! Bu, üyelik verilebilmesi için uydurulmuş dört bucağından kendi halinde hikayeciler de “Daha soracağın?” dedi. nazik bir sebeptir sanırım.” seçilecek. “Eyvallah,” dedim. Ben aldım, dedim ki: Türk hikayecilerini temsil ettiğim anlamına Ayrıldık. O, bir sinemanın önünde kaldı. “Senden önce, bu cemiyetin ilk üyesi alınmasın sakın. Her hikaye yazan ve yayan 17.5.1953 21

CİHAN ERDÖNMEZ

ilimize Arapçadan geçen edebiyat sözcüğü adap (Arapça Yaşar Kemal’de, kuşku yok ki fazlasıyla vardı. adab) sözcüğü ile aynı kökten gelmektedir. Kimi yazarlara Yaşar Kemal az kişide bulunan bu üstün yeteneğini titiz bir doğa göre edebiyat, etimolojik kökenine uygun olarak zamanla bilimcinin gözlem gücüyle birleştirdi. Pek çok yazar otlara, bitkilere Dinsanı kötülüklerden koruyan, iyiliğe sevk eden, güzel huy anlamı öylesine bakarken, o en ince detaylarına kadar irdeledi onları. kazanmıştır. Gerçekten de edebiyatın iyiyi ve doğruyu aramak gibi Çakırdikenini, İnce Memed 1’de nasıl anlattığı herkes tarafından yadsınamaz bir işlevi bulunmaktadır ve edebiyatçı bu arayışta aklıyla bilinir. Ben de size İnce Memed 2’de karaçalıyı nasıl anlattığını birlikte sezgilerini de kullanır. örnekleyeyim: Yaşar Kemal’in eserlerinde okuyucu iki şeyi hemen görür; birincisi “Karaçalı en sert dikenli ağaçtır.2 Bütün gövde tepeden tırnağa, yorulmaz bir gözlem gücü, ikincisi ise keskin bir sezgisel yetenek. en ince dallara kadar, kısa, üç köşe dikenlerle sıvalıdır. Karaçalı bal İki şeyi gözler ve sezinler Yaşar Kemal; insan ve doğa. Aslında bu renginden karaya dönüşürken dikenleri de sertleşir, demir çivi gibi olur. ikisini birbirinden ayırmaz yazar. Her ikisinin de sömürülmesine Çalının kökleri bir tuhaf köklerdir, derinlere iner, kıvrım kıvrımdır. Bir isyan eder. Belki de denilebilir ki, Yaşar Kemal’in yaşam ve edebiyat karaçalıyı söküp atmak zor bir iştir. Yapışmıştır toprağa, ayrılmaz.” yolculuğunun temel amacı insanın ve doğanın sömürülmesine karşı Bir botanikçi kadar hassas karaçalı tasviri böylece devam eder durmaktır. Sömürüye karşı sesini şöyle yükseltir mecbur insan: gider. Alman edebiyatının büyük ismi Goethe’nin aynı zamanda “Sömürü bir bütündür. Bütün insan değerlerinin sömürülmesiyle, bir botanikçi olduğu nasıl pek kimse tarafından bilinmiyorsa az gelişmiş bir ülkede, doğa değerlerinin hoyratça sömürülmesi bir Yaşar Kemal’in diplomasız bir botanikçi olduğu da bilinmez çokça. arada gidiyor. Bozuk düzen, altta kalanın canı çıksın düzeni sömürü Oysa o diplomanın ve bilimin kıymetini bilenlerdendir. "Yanan düzeninin başka bir adıdır. Ve bu düzene en yakışan addır.”1 Ormanlarda Elli Gün" röportajlarını yapmak için gazete tarafından Belki de neden bu olmalı ki, Yaşar Kemal görevlendirildiğinde öncelikle ne yaptığını bakın dünya edebiyatında 1990’larla birlikte adı nasıl anlatıyor kendisi: geçmeye başlayan çevreci eleştirinin (ekokritizm) “En iyi röportajım, “Yanan Ormanlarda Elli örneklerini çok daha önceleri etkili bir şekilde Gün”dür. O röportajı yapmak için İstanbul Üniversitesi vermeye başlamıştır. Örneğin 1977 yılında Gerçekten de edebiyatın Orman Fakültesi'ne gittim. O fakültede 5-6 ay iyiyi ve doğruyu aramak yayımlanan "Hüyükteki Nar Ağacı" romanındaki kadar çalıştım; okumalar yaptım. Orman için ne şu satırlar Türk, belki de dünya edebiyatındaki ilk gibi yadsınamaz bir işlevi diyorlar, diye araştırdım. Ne kadar yazı varsa, kitap çevreci eleştiri örneklerinden biridir: bulunmaktadır ve edebiyatçı varsa okudum. Hatta Almanya’dan büyük bir “Çok kutsal ağaç vardı Çukurova'da. Buradan bu arayışta aklıyla birlikte ormancı gelmişti, dil bilmediğim halde, dil bilen bir sezgilerini de kullanır. denize kadar nar ağacı ormanıydı Çukurova. Yaz arkadaşıma konuşmayı tercüme ettirdim. Şu an hâlâ bahar aylarında bir al çiçek açardı narlar, toprak müthiş bir orman kültürüm var. Röportaj için yaptım buradan Ayas'a kadar apal kesilir, deniz gibi bunları ben…” dalgalanırdı. Kara yılanlar sevişirdi nar çiçeklerinin Yaşar Kemal’in doğayı okuyuşunu bu kadar kısa altında, ocaktaki demir gibi kıpkızıl olarak. Hiç ağaç kalmadı ovada, bir yazıya sığdırmak mümkün mü? Değil elbette. Peki, ne kadar bütün ağaçları kökten söktüler. Şimdi ne nar, ne meşe, ne karaçalı, ne yazıya sığar? Ben sığdırabileceğimi sanmıyorum ciltlerce kitaba. çam, hiçbir ağaç kalmadı Çukurova'da, yok. Şu ovada kutsal hiçbir şey Çünkü yıllardır bütün eserlerini tekrar tekrar okurken, beni şaşırtan kalmadı ki nar ağacı kalsın…” yeni bir şeyler fark etmeye, fark ettikçe de daha çok şaşırmaya devam Hep sormuşumdur kendime, "nasıl bu kadar güçlü bir doğa ediyorum. Süregelen bu şaşkınlık ve hayranlık benim basit yaşamımın okuyuşuna sahipti Yaşar Kemal?" diye. 1943 yılında yayımladığı ilk en lezzetli boyutlarından biri kuşkusuz. Bence siz de ilk fırsatta alın eseri olan Ağıtlar’ı yazmak için Toroslar’da köy köy dolaşmış olmalı. elinize bir Yaşar Kemal kitabını, mümkünse kırsalda heybetli bir Muhtemelen yürüyerek ya da katır üstünde geçen bu yolculuklarda ağaca sırtınızı verin ve… bolca zamanı oldu doğayı okumak için. Ama zaman yeterli mi doğayı 1 Doğanın Öldürülmesi-Ağacın Çürüğü. Yapı Kredi Yayınları 8. Baskı, Şubat okumak için? Elbette hayır. Doğayı okumak için ondan daha önemli 2020 (s. 116). bir şeye ihtiyaç var; doğayı okumak için onu yalnızca akılla değil, kalp 2 Bilimsel adı Pailirus spina-christi olan bitkiye İngilizce Jerusalem thorn ya gözüyle de görebilecek bir bakış açısına sahip olmak gerekir. Bu da da Christ’s thorn denilir. Bunun nedeni İsa çarmıha gerildiğinde başına takılan tacın karaçalıdan yapılmış olmasıdır. 22

ençliğimde Güney Anadolunun en büyük bir şehri olan Adanada bir kitaplıkta çalışıyordum. Kitaplıkta benden başka Gçalışan bir de müdür vardı. Kitaplığa gidip gelen hemen hemen yok gibiydi. Yaşlı müdür sabah erkenden kitaplığa geliyor, ardı ardına birkaç sigara içiyor, sonra da koltuğunda büzülüp uyumaya geçiyordu. Bana gelince, ben de yukardaki odadaki yatağımı düzeltiyor, kitaplığı silip süpürüyor, yakındaki sütçüde de kahvaltımı yapıyor, seçtiğim kitabı okumaya unutamıyordum. Sonra bir de talih bana başlıyordum. O zamanlar şiir yazmıyor, folklor gülecekti. Gazetemdeki yaşlı yazarlardan derlemeleri yapıyordum. İlk önce devletin birisi Sakarya Şeyhini yazacaktı. Küçük bir kurduğu Klasikler Tercüme Bürosundan gelen makaleydi ya benim işime yarayacaktı. kitapları okuyordum. Klasiklerden sonra da 1953te, gazeteciliğimin ikinci yılında dünya romanlarını okuyordum. O günlerde İnce Memedi yazmaya başladım, üç ayda Tercüme Bürosundan çıkan hikaye kitapları bitirdim. Roman Cumhuriyet gazetesinde geliyordu. Çehova hayran kaldım. Ankaraya tefrika edildi, sonra kitap oldu. Türkiyede ilk gittiğimde Çehovun çevirmenini buldum, çok satıldı. İngilterede, Fransada, onunla Çehovu konuştuk, sonra da dost olduk. İskandinavyada bestseller oldu. Daha O günlerde bir de karşıma Stendhalın Kızıl sonra birçok dilde çıktı. ile Karası çıktı. Stendhale de hayran kaldım. Sakarya Şeyhine gelince, yıl 1538. O gün bugündür Stendhali daha elimden Osmanlı padişahı IV. Murat ordusunu düşürmüyorum. almış Bağdat’ı zaptetmeye gidiyor. Ordu Sonraları da tarih kitaplarını keşfettim. İstanbuldan yola çıkıyor, başında Sultan Özellikle Osmanlı çağının kitapları beni Murat, sadrazam, serasker. Ordu daha ilgilendiriyordu. Kolay anlaşılmayan, zor Anadoludan çıkmadan, ilk durakları okunan, buna karşın, bana göre büyüsü olan Konya şehrinde karargah kuruyorlar. kitaplardı bunlar. Tarih kitaplarının birinde Bu sırada Sadrazamla Serasker Sakarya Şeyhini buldum. Sakarya Şeyhi beni çok Padişaha gidip: sardı. Okuya okuya o sayfaları nerdeyse ezber “Padişahım,” diyorlar, “biz Bağdata ettim. gidiyoruz ya, bizim ardımızda Sakarya Kitaplıktan ayrılıp askere gittikten sonra, Şeyhi beş bin askeriyle kaldı. Biz onu askerde de vaktim çoktu.. Gene Çehov okumayı yakalamaya altmış bin askerle iki kez sürdürdüm. Artık hikaye yazabilirdim. İlk gittik yakalayamadık. Şimdi 300,000 hikayelerimi ve ilk romanımı askerde yazdım. kişilik ordumuzu alıp gidiyoruz. Biz Hikayelerimi alıp İstanbul’a geldim. İstanbul’da gittikten sonra Sakarya Şeyhi gelir de İstanbul’u boylu bir delikanlıdır. Cumhuriyet gazetesine girdim. Anadolu almaz mı?” Gelir karşılarında yere bir kılıç gibi saplanmış röportajlarımla tanındım. Padişahtır düşünür: durur. Kasabamda arzuhalcilik yaparken iki “Yarın sabah gelin,” der. Sadrazam ona Padişahın buyruğunu söyler. romana başlamış bitirememiştim. Bu romanlar Sadrazamla Serasker, Padişahın huzuruna Şeyh: Ortadirek ile İnce Memeddi. gelirler. “Gelemem,” der. İnce Memede gelince, yıllarca beni hiç rahat Padişah: “Biz seni burada, İstanbul’un burnunun bırakmadı. Dört ciltlik İnce Memed 39 yıl sürdü. “Sakarya dağlarına gideceksiniz, Şeyhi dibinde bırakamayız, 300,000 kişilik Bağdat Birinci kitapla ikinci kitap arası on beş yıl sürdü. bulacaksınız, ona diyeceksiniz ki Padişahımız ordusunu çeker üstüne gelir, seni yakalar, Üçüncü kitap da öyle. Yalnız üçüncü kitapla sana üç tuğlu vezirlik, bir samur kürk, bir kılıç, alır Konyaya götürür, eşeğe ters bindirir, dördüncü kitap arası kısa sürdü, bir iki yıl. bir at gönderdi. Bağdatın zaptına gidiyoruz, mafsallarını kanırtarak, derini yüzerek, İnce Memede başlarken Sakarya askerlerini alsın da gelsin, sevaptır, Bağdatın gözlerini oyarak bütün Konyayı böyle Şeyhi de aklımdaydı. Okuduğum tarih zaptına katılsın.” dolaştırarak, sonra da ölünü köpeklere kitabını unutmuştum ya Sakarya Şeyhini Sadrazamla Serasker Sakarya dağlarına atarak…” giderler, Şeyhi bulurlar. Abanoz sakallı, uzun “Gelemem.” “Niçin gelemezsin?” “Huruç etmeye mecburum.” Osmanlı ordusu Sakarya dağlarına döner gelir, mübalağa cenk olunur ve Sakarya Şeyhini yakalarlar. Peygamber Muhammet soyundan gelenlere Ehl-i Beyt derler. Bu soydan on iki imam çıkmıştır. Bu on iki imamın birincisi Alidir. Alinin oğulları Hasan ve Hüseyindir. Başta Ali, on iki imamın on biri öldürülmüş, on ikinci imam Mehdi kaybolmuştur. Bütün İslam kollarında, dünya yaşanmaz bir biçime geldiğinde Mehdi soyu tükenmemiş iyi kişileri başına toplayacak, Ahilik, müsavat, hürriyet için huruç edip dünyayı düzeltecektir. Osmanlı tarihinde bilinen huruç etmiş Mehdiler vardır. Sakarya Şeyhi de bunlardan biridir. Sakarya Şeyhi üstüne çok düşündüm. Öteki Mehdiler hakkında bulabildiklerimi okudum. Dünyamızda çok mecbur insan olduğuna inandım. İsadan Che Guaveraya kadar mecbur insan olduğu, İnce Memedlerin başlangıcı oldu. *Memed My Hawk (İnce Memed I), New York Review Books baskısı önsözünden, 2005 Fotoğraf: Sema Korkmaz Fotoğraf: 23

BARIŞ İNCE

elimelerin gücünü iş yaşamınızda değerlendirebileceğiniz birkaç şunu aktarır: “Yaşar Kemal romanını yazarken devamlı gerçek olarak meslek var. Bunlardan biri de gazetecilik. Esas görevi kamu Anavarza yörelerinin bilirkişileri olarak bize gelir, halkına sorar danışır. çıkarı gözeterek “aktarmak” olan gazeteciliğin gözlem yönü Yaşar Kemal’in kendisi bizzat bu yörenin çocuğu olmasına, olayları yadsınamazK (Nitekim Uğur Mumcu’nun köşesinin adı da Gözlem’di). İyi bir bilmesine rağmen gene de alçakgönüllülük edip biz halkını ziyaret eder. edebiyatçı, gözlem gücüyle sözcüklerin büyüsünü birleştirerek bu mesleğe Bu hoşumuza gidiyor. Köylere gelerek yaşlılardan fikir alması, olayları Yaşar Kemal gibi büyük katkılar sunabilir. yerinde öğrenmesi hoşumuza gidiyor.” Bu aktarımdaki, “olayları bilmesine Yaşar Kemal’in gazeteciliği genellikle iki ana eksende değerlendirilir; rağmen” vurgusu ne kadar önemli… Yaşar Kemal bir araştırmacı- köşe yazıları ve röportajcılığı… Son zamanlarda anladığımız söyleşi (soru- gazeteci gibi o bölgede keşif yapmış, yörenin bilenleriyle görüşmeler cevap) biçiminin çok ötesinde derinleşmeye ve konuyu özümsemeye gerçekleştirmiştir. dayalı röportaj tekniği, Yaşar Kemal’in edebi ustalığı ile birleşir. Nedim Yaşar Kemal gözlemlerini, bilgi ve röportajlarını aktarmakla sınırlı Gürsel ile yaptığı bir söyleşisinde, “Röportaj da bir gazetecilik faaliyetinde değildir. Aynı zamanda yaratmadır benim için. Yaratmadan hiçbir gerçeğe köşe yazarlığıyla da mesleğimiz için önemli eserler varılamaz” diyen Yaşar Kemal, "Röportaj Yazarlığında bırakmıştır. Baldaki Tuz eserinde toplanan bu 60 Yıl" adlı eserde “İnce Memed neyse röportajlarım Kurduğu makaleler, bugün bile güncelliğini koruyor: “İktidar odur” der. Ustaya göre; “Röportajı bir edebiyat ellerinde. Bütün propaganda gücü ellerinde. Radyo, dalı saymak ne, röportaj bal gibi edebiyattır. Onu atmosferi öylesine büyük tirajlı gazeteler, üniversitelerde tutulmuş haberden ayıran nitelik onun edebiyat gücüdür.” özümsemiştir ki, adamları var, din kurumlarını ellerine almışlar. En Özge Cengiz’in "Yaşar Kemal’in Röportajlarında kitap bittiğinde büyük milliyetçiler onlar, en dindar kişiler onlar, Göç İzleri" adlı çalışmasında bahsettiği gibi, “usta sanki o coğrafyayı vatansever kişiler onlar. Ellerindeki ekonomi yazar ele aldığı olayları yaşayarak anlatma yöntemini enine boyuna, ve propaganda gücüyle yukardaki saydıklarını benimsemiştir.” Bunu ben de Yaşar Kemal’in bir kolaylıkla sağlıyorlar. Kendilerine karşı koyanları söyleşisinde röportaj yaparken kayıt cihazı kullanmak demografisinden da damgalıyorlar: 1) Vatan haini, diyorlar. 2) Dinsiz, yerine röportajın genelini anlama yöntemini seçtiğini sosyolojisine diyorlar. 3) Ellerindeki korkunç yalan makinesini okuduğumda daha iyi fark etmiştim. biliyormuş gibi durmadan işletip, en küçük bir fırsat bile kaçırmadan Yaşar Kemal’in gözlem gücünü romanlarındaki hissederiz. vatanseverleri halkın gözünden düşürüyorlar.” Bugüne derin betimlemelerde derinlemesine hissederiz. ne kadar benziyor değil mi? Ancak Yaşar Kemal romanlarında bir derinlik daha Yaşar Kemal’in gazeteciliği de romancılığı gibi vardır. Kurduğu atmosferi öylesine özümsemiştir engindir ve beslendiği kaynak bu topraklardır, bu ki, kitap bittiğinde sanki o coğrafyayı enine boyuna, halktır. Eserlerindeki en büyük ortak nokta budur. Yine demografisinden sosyolojisine biliyormuş gibi hissederiz. Pek çok kişi ustanın bir köşe yazısında yazdığı gibi: “Sanatta olsun, politikada olsun Çukurova’yı Yaşar Kemal romanından tanımıştır. Çeltik tarlalarını, ağalık halkla birlikte yürürsen, onun sevgisini, dostluğunu, yaratıcılığını esas düzenini sanki onlarca sosyoloji, iktisat kitabı devirmiş gibi anlatırız alırsan, aldanmazsın. Ta Homeros’tan ’ye, Yunus Emre’den birbirimize. Oysa bilgimizin biricik kaynağı Yaşar Kemal romanları. Nâzım’a kadar bu böyle olmuştur. Halk insana, ‘Biz buradan gider olduk, Buradan varmak istediğim, Fethi Naci’nin de vurguladığı, mekâna kalanlara selam olsun’ dedirtecek bir yürek verir. Alabilene aşkolsun.” derinlemesine nüfuz etme, bilgiye sahip olma, ancak o bilgiden romanın ihtiyacı kadarını metne geçirme… Bu yine gazeteciliğin araştırma ve Kaynaklar: gözlem evresiyle mümkün, yani emekle… Nedim Gürsel, Geçiş Dönemi Romancılığı, Everest Yayınları Osman Şahin, Hasan Keser adlı bir ırgatla Yaşar Kemal üzerine Osman Şahin, Geniş Bir Nehrin Akışı Yaşar Kemal, Can Yayınları Yaşar Kemal, Baldaki Tuz, Can Yayınları konuşur. Keser adlı köylü, Yaşar Kemal sevgisinden bahsederken Yaşar Kemal, Röportaj Yazarlığında 60 Yıl, Yapı Kredi Yayınları 24

oğduğum yer Antep, Romanlarındaki yoğun insan sevgisi, doğaya duyulan sınırsız coşku, kahramanlık öyküleriyle dolu haksızlığa gösterilen büyük tepki, güzel olan her şeye duyduğu derin bir yerdir. Sadece öyküleriyle saygı... Ama sadece bunlar değil kuşkusuz... Belki de en önemli neden, Ddeğil, gerçek kahramanlarıyla bizim yaşadığımız toprakları, bildiğimiz insanları, tanıdık ilişkileri da ünlüdür. Kurtuluş Savaşı’nın anlatmasıydı. Yaşar Kemal, yaşadığımız şehre yüz küsur kilometre unutulmaz kahramanları Şahin Bey, uzaklıktaki Osmaniye’nin Hemite Köyü’nde doğmuştu. Aynı üretim Karayılan ve bundan otuz yıl önce ilişkileri süzgecinde, aynı sosyal yapıların içinde, aynı gelenek-görenek faşistlerce öldürülen, tanıdığım zincirinde, aynı kültürel iklimin atmosferinde yaşıyorduk. O yüzden, en cesur insan olan arkadaşım eğitimli ağabeylerim kadar, ilkokul aydınlığı bile görmeden okumayı Enver ve daha niceleri... Onların yazmayı söken annem de bu büyük yazarın metinlerinden etkileniyor, AHMET ÜMİT toprak olmuş bedenleri de Antep’in onun kahramanları için gözyaşı döküyordu. Ama sadece bu romanları binlerce yıldır insan eliyle güzelleşen okumakla kalmıyor, terzilik öğrenmek için yanına gelen kız çıraklara da taşlarının altında yatmaktadır. Öyle ki Karayılan’ın mezarı bizim evin romanı anlatıyor, yani bir anlamda İnce Memed’i yeniden yazarak sözlü topu topu beş yüz metre uzağındadır. Demem o ki, kahramanlık da olarak aktarıyordu. çocukluğumdan beri benim ahlaki/moral dünyamı belirleyen önemli değerlerden biri olagelmiştir. Bu durum okuma sürecime de yansımış, Benim İnce Memed’i bu kadar çok sevmemin nedeni ise, yazımın başında bizzat okuma sürecimin kendisi de bu değeri büyütmüş, beslemiştir. belirttiğim gibi, doğrudan kahramanlık figürüyle ilgili olsa gerek. Yaşar Okumayı söktüğüm dönemlerde el tezgâhlarından satın aldığım Köroğlu Kemal, halk masallarından, destanlarından, efsanelerinden bildiğim hikâyeleri, Hz. Ali’nin cenk öyküleri, yörenin yiğit kabadayılarının kahraman figürünü o kadar gerçekçi, o kadar büyülü anlatmıştı ki, ben ölümleri üzerine yakılan ağıtlar, ardından çizgi romanlardaki dünyaya gelme nedenimi bulmuş, hayatın anlamını kavramaya başlar kahramanlar; Karaoğlan, Malkoçoğlu, Teksas, Tommiks, Teks, Red gibi olmuştum. İnce Memed gibi sıradan, yoksul bir köylünün olağanüstü Kit, Zagor ve daha niceleri... Sonra Gaziantep Şehir Kütüphanesi’nden bir halk kahramanına dönüşmesi beni öyle sarsmıştı ki, o günden aldığım enfes bir kitap: Howard Pyle’ın, iyi yürekli eşkıyası Robin Hood’un sonra, sadece kendim için yaşamayı ahlaki düşkünlük olarak görmeye maceraları... Ardından, adalet peşinde koşan başka bir kahraman, başlamıştım. Çünkü İnce Memed daha önce tanıdığım kahramanların zenginden alıp yoksula dağıtan bizden biri: Yaşar Kemal’in İnce Memed’i... hepsinden bir parça taşımaktaydı. Devlerle dövüşen Türk masallarındaki Bizim ülkemizin gözü pek, iyi yürekli eşkıyası... yiğitlerden Homeros’un Odisseia’sına, Spartaküs’ten Onu Köroğlu’na, Robin Hood’dan Şeyh Bedreddin’e kadar İnce Memed benim için sıradan bir kitap değildi; bir cesaretle, doğrulukla, özveriyle çelikleşen bu sıçrama, yaşamı farklı algılamamda bir değişim çağdaş yapan karakterlerin hepsinin ruhundan birer nefes almış noktasıydı. Sadece okuma serüvenimde değil, günün doğasıydı. gibiydi. İnce Memed, bütün bu kahramanların hayata bakış açımda da önemli değişiklikleri O günün gerekleri Anadolu’nun genç cumhuriyetinde ortaya simgeleyen bir metindi. O nedenle ülkemiz böyle kahramanlar çıkan yeni bir tipiydi. Yani kökenleri insanlığın yazarları arasında Nâzım Hikmet’ten sonra derinliklerine iniyor olsa da, inanılmaz bir bende özel yeri olan yazarların başında yaratılmasına olanak şekilde çağdaştı. Onu çağdaş yapan günün sevgili Yaşar Kemal gelir. İnce Memed, henüz veriyordu. Çünkü o doğasıydı. O günün gerekleri böyle kahramanlar yaşım çok genç olmasına rağmen beni kendi zamanlar Prometheus’un yaratılmasına olanak veriyordu. Çünkü o kabuğumdan çıkaran, bir anda ülkenin ve zamanlar Prometheus’un tanrılardan çaldığı dünyanın sorunlarıyla karşı karşıya gelmemi tanrılardan çaldığı umut ateşi daha harlı yanıyordu. sağlayan kitaptı. umut ateşi daha harlı yanıyordu. Otuz küsur yıl öncesinden söz ediyorum, Kuşkusuz politikleşmemi sağlayan tek neden Marx’ın Komünist Manifesto’da bahsettiği hayalet yine Yaşar Kemal’in bu başyapıtı değildi. Beni asıl etkileyen mezarından çıkmış, dilinde özgürlük, eşitlik türküleri, adım ağabeylerimdi. Beş ağabeyimin hepsi de solcuydu. Marx’ın, Lenin’in adım Avrupa’yı dolaşıyordu. Evet, 68 hareketinden bahsediyorum. Dünya kitapları gibi, Yaşar Kemal’in romanlarıyla da beni buluşturan onlardı. gençliği ayaklanmış, eski kıtanın eski, çürümüş düşüncelerini adamakıllı Üç ağabeyim, ayrı şehirde okuyordu. En büyüğümüz Londra’daydı, silkelemişti. onun bir küçüğü Adana’da, üçüncüsü ise Ankara’da. Londra’da eğitim gören ağabeyimin kitapları çatı katında bir sandığın içinde dururdu. Bu kızıl bayraklı hayalet bizim ülkemize de gelmekte gecikmemişti. Güzel ciltlenmiş kitaplardı. Platon’un, Marx’ın, Russell’ın kitaplarını O günün gençliği kendi hayatını değil, ülkesini, insanlığı kurtarmanın hatırlıyorum. Ankara’daki ağabeyim politikayla daha yakından ilgiliydi. 12 peşindeydi. Sıradan hayatların küçümsendiği, kahramanların öne Mart’ta ve 12 Eylül’de tutuklandı, ağır işkenceler gördü. Onun kitapları, çıktığı bir dönemdi. Umutlu bir dönemdi... Bir ideal için dövüşmenin yedi odalı taş evimizin bana ayrılan odasındaki gömme dolaptaydı. en büyük ahlaki erdemlerden sayıldığı bir dünya. Nâzım’ın dizelerinde Lenin’in, Gramsci’nin kuramsal kitapları, Gorki’nin, Zola’nın romanları, anlattığı gibi, “şarkıların boyunun kilometrelerce, ölümün boyunun Nâzım’ın şiirleri dururdu burada. Yaşar Kemal’in kitaplarını eve getiren bir karış olduğu,” günlerdi. Ve onlar inandıkları değerler uğruna ise Adana’da okuyan ağabeyimdi. Evde Yaşar Kemal’in romanlarının, şarkılarını söyleyerek, gözlerini bile kırpmadan ölüme gittiler. Hayır, özellikle de İnce Memed’in hep birlikte tartışıldığını hatırlıyorum. Kaçıncı bu söylediklerim hamaset değil, yakın tarihimiz. Kimilerinin unuttuğu, baskısıdır bilmem ama o güzelim kitabı elime alıp, hayran hayran unutturmak istediği yakın tarihimiz. sayfalarını çevirdiğim kalmış aklımda. Denizler asıldığında ben daha ilkokula gidiyordum. Onlar tıpkı birer Başta İnce Memed olmak üzere Yaşar Kemal’in romanlarını neden Köroğlu, Dadaloğlu, ve İnce Memed’di. Ben İnce Memed’i bu kadar sevdiğimizi açıklayacak birçok ölçüt sıralayabilirim. okurken Deniz Gezmiş canlanırdı gözümde, ki yanlış; İnce Memed, 25

Deniz Gezmiş gibi uzun boylu, etkileyici biri değildi ama imgelemimde fiskeyle cehennemin dibine yollamıştır." öyle kalmış işte. Sadece benim değil, eminim o dönem birçok gencin kafasındaki İnce Memed, Deniz’di, Mahir’di ya da öteki devrimcilerdi. İşte böyle diyor eski dünyanın gerçekçi vaizleri. İşin kötüsü, herkes inanıyor bu sözlere. Yeni bir dünya, yepyeni bir ahlak biçimleniyor. Yaşlı Ama dönem değişti, şimdi pis bir rüzgâr esiyor. Çukurova’daki uygarlığın yaşlı beyinleri, uydurdukları yalanların günümüz yeni aydınlık güneşin tersine, kıytırık bir Batı güneşi dünyasını nasıl biçimlendirdiğini keyifle izliyor. Her şey aydınlatıyor dünyayı. Yalancı dağların sinsi O günün susmuş, dünya ele geçirilmiş gibi... "Gibi" diyorum, koyaklarından doğan, kokusuz, renksiz, silik bir gençliği çünkü onlar da bu gerçekliğin kırılgan olduğunu rüzgâr var. Herkesi sadece kendi yaşamını, kendi kendi hayatını değil, biliyorlar. Çünkü daha önce de bunu yaşadılar. bedenini, kendi ruhunu kurtarmaya çağıran bir Bütün bunların değişebileceğinin farkındalar. rüzgâr. "Ötekini düşünme, öteki için özveride ülkesini, insanlığı Prometheus’un çaldığı ateşin hiç sönmediğini bulunma, kendini tehlikeye atma... Politika kurtarmanın peşindeydi. hepimizden daha iyi biliyorlar. Evet, o ateş hâlâ yapacaksan yap, dine inanacaksan inan, Sıradan hayatların yanıyor; o ateş insanlık kurulalı beri direnen, yazmak istiyorsan yaz, ama hep kendin için. küçümsendiği, efendisiz, tanrısız, cesur, başkası için çile Gerçekçi ol. Gözünü kapamayı bil, yetinmeyi bil, çekmeyi, başkası için ölmeyi göze alan, sevgili sadece ulaşabileceğini umut et. Canını sıkan, kah-ramanların öne Yaşar Kemal’in çelimsiz karakteri İnce Memed seni mutsuz eden, çözümsüz işlerden uzak dur. çıktığı bir dönemdi. gibi kahramanların yüreğinde yanıyor. Ve Yaşar Cesaret mi, unut. Özveri mi dedin, sakın ha. Adalet, Umutlu bir Kemal’in romanlarından insanlığın ortak belleğine güldürme beni, o çok eski bir palavra. Aklını başına düşen sözler diyor ki: "İçindeki kahramana asla yüz topla, kahramanlık aptallıktır. Yeryüzünün, muhteşem dönemdi... çevirme. Çünkü umut hâlâ insandadır. Hayır demeyi uygarlığımızın yasaları var. Onlara karşı gelinemez. Dünya bilen, olmaz demeyi bilen, kabul etmiyorum demeyi bilen kurulalı beri o yasalar nice kahramanları, nice adanmışları, bir insanda. Unutma sakın; hak için gösterilen inat, kutsaldır." 26

ZÜLFÜ LİVANELİ

ir roman dünyası yaratmak ve o dünyayı gerçeğinden duvarlarına onun resimlerini asıyor ve hayatının ayırarak bir mikrokozmos olarak kendi evreni haline tek kahramanı olarak bu müzik adamına sarsılmaz getirip bu yolla bütün insanlığı anlatmak çok bir hayranlık duyuyordu. Dünyasında başka kimseye yer Bzor bir iştir. Bunu başarmış bazı yazarlar tanıyoruz yoktu. Ama Mark Chapman ne yaptı? Gidip John Lennon’ı elbette: Mesela William Faulkner, Yoknapatawha diye Onun yani kahramanını öldürdü. Bütün dünyayı şaşırtan bir ülke yarattı, o ülkedeki insanları, pamuk işçilerini, romanlarındaki bir eylemdi bu ve herkes cinayetin sebebini arıyordu. iklimi, tozu, güneşi anlattı. Onun romanlarında Oysa cevap Yaşar Kemal’in bu olaydan yıllarca önce pamuk işçilerinin terini, tozlu yolları, sarı sıcağı, nemi insanlar düşle yazmaya başladığı ve cinayetle aynı günlerde yayımlanan hissedersiniz. Faulkner güneyli bir yazar, Yaşar Kemal gerçek arasında Kimsecik romanındaydı. Yaşar Kemal o romanında kendi de öyle. Bu yüzden ikisi arasında edebi bir akrabalık sürekli gidip gelirler, çocukluğuna dönüyor, babasının yolda öksüz ve yetim var. Faulkner’de de psikoloji çok önemli, Yaşar hiçbir zaman bir çocuk olarak bulup aldığı, oğlu gibi bakıp büyüttüğü Kemal’de de. Yaşar Kemal de aynen Yoknapatawha tek bir dünyada Salman’ın, büyüdükten sonra, hayran olduğu o babayı gibi Çukurova’yı anlatırken yeniden yaratır. Artık o değildirler ve öldürmesini anlatıyordu. Bu bir “Beni de adam yerine koy. hem bildiğimiz Çukurova’dır hem değil. Çukurova bin Beni önemse, beni sev” cinayetiydi. Salman’ın elindeki türlü anlatılabilir; çünkü bin türlü gerçeklik katmanı gerçekle gerçeküstü bıçak babasına “Beni kabul et! Ne olur kabul et! Ben varım” var. Turistik gerçeklik, onun altında gazetecilik arasındaki geçişler diye haykırıyordu. Bir insanın kendisini başka bir insan gerçekliği, onun altında siyasi-ekonomik-sosyolojik çok belirsizdir. karşısında silmesi, sıfırlaması, zamanla korkunç bir şiddete gerçeklik ama en derin gerçek, roman gerçekliği. dönüşebiliyor. Yaşar Kemal romanında Mark Chapmanları Latin Amerika’dan Uzak Doğu’ya kadar, kitap okurları anlatmıştı. Bu roman ayrıca bir yazarın kendi hayatındaki Çukurova adını öğrendi. Çünkü Yaşar Kemal, Çukurova bir trajediye nasıl bakması gerektiği açısından da bir örnek mikrokozmosunda insanlar yarattı ve hareket ettirdi. Bu zenginliği bir oluşturur. Romanda babasının öldürülüşünü anlatıyordu Yaşar Kemal tipler galerisi, karakterler galerisi olarak gözünüzün önüne getirin. Onun ama babasını öldüren katil çocuğu anlamak için yazmıştı o romanı. romanlarındaki insanlar ihtirasla kıvranırlar, zengin olma hırsına kapılırlar, Bu bence çok büyük bir şey. Bir insanın, babasının katilini anlamaya onur mücadeleleri yaparlar, kendilerini kanıtlamak için adam öldürürler, çalışarak yazması ve onun içinde bulunduğu durumu, onun psikolojisini, korkarlar, korkunun üstüne giderler, cinsel şiddetle doğadaki şiddeti onun neler hissettiğini araştırması büyük bir yazarlık ve insanlık özelliği. birleştirirler ve bütün bunlardan ortaya bir insanlık senfonisi çıkar. Yaşar O sırada yazdığım yazıda diyordum ki; Mark Chapman’ın trajedisiyle Kemal romanının bir önemli yanı da şu: Latin Amerika’dan çıkıp dünyayı Salman’ın durumu aslında aynı yerde kesişiyor. Bu da bizi roman ve saran ve adına büyülü gerçekçilik denilen akımdan çok önce ve onu hiç güncellik konusunda düşünmeye zorluyor. Bir roman yazmak birkaç yıl bilmeden Yaşar Kemal, Anadolu mitosları yoluyla bu tekniği keşfetmişti. sürdüğüne göre siz; iki üç yıl sonra birisi kalkıp birisini vuracak, bu da o Onun romanlarındaki insanlar düşle gerçek arasında sürekli gidip sırada dünyanın en önemli haberi olacak, ben de o konuya denk düşen bir gelirler, hiçbir zaman tek bir dünyada değildirler ve gerçekle gerçeküstü roman yazayım diyemeyeceğinize göre roman nasıl güncel olabilir? Bunun arasındaki geçişler çok belirsizdir. Bazen okur olarak şaşırırsınız; düşte sırrı nedir? Aslında siz dünyanın derin gerçekliğini algıladığınız zaman, o misiniz, gerçeğin içinde misiniz anlayamazsınız. Ayrıca gerçek nedir? dünya da size uygun bir biçimde davranıyor ve hayat, sanatı taklit etmeye Kime göre, neye göre gerçek? Bazen düşler, insanın en temel gerçeğidir. başlıyor. Yıllar önce Gabriel Garcia Marquez Kolombiya’daki kasabalarına Gerçek diye bellediğimizden daha gerçektir. Mitoslar ve masallar da Kardinal’in gelişini anlatmıştı. O sıralardaki gerçek Kardinal uzun boylu, öyle. Çünkü “gündelik gerçek” kabuğunun altındaki daha derin bir şeyi ince, gür saçlı birisidir. Marquez, hayal ürünü olduğunu vurgulamak için ifade eder. Bu yüzden Yaşar Kemal romanındaki gerçeklik algılaması çok gerçeğine hiç benzemeyen kısa boylu, şişman ve saçı dökük bir Kardinal derindir ve çağının romanını epeyce aşar. 1980 yılında Yaşar Kemal’in tipi yaratır ve onu olamayacak bir biçimde nehirden getirtir. Aradan yıllar yeni çıkan “Kimsecik” romanı hakkında bir yazı yazmıştım. Romanın geçer. Yeni Kardinal kasabayı ziyaret eder. Kısa boylu, şişman ve saçı dökük yayımlandığı günlerde John Lennon, Mark Chapman adlı sıkı bir hayranı birisidir. Ve ister inanın ister inanmayın nehirden gelir. Kısacası; hayat ve tarafından öldürülmüştü. Adam sürekli olarak Lennon müziği dinliyor, sanat arasındaki ilişki epey girift bir şeydir. 27

AYŞE KULİN

aşar Kemal, önce insan! olduğum yazıya, "Önce İnsan"dan başka bir isim veremezdim! Evet, büyük bir yazar; yirmi altı romanı, öyküleri, röportajları ve şiiriyle, yirmiyi aşan yarısı yurtdışında Yaşar Kemal, 6 Ekim 1923’te Adana, Osmaniye’de, çiftçi Sadık kazanılmışY ödülü ve ikisi yurtdışından yedi adet Efendi’nin oğlu olarak doğduğunda adı Kemal Sadık Gökçeli’di. fahri doktorluk payesine rağmen, Ailesi "Büyük Savaş" sırasında memleketleri olan Van’ı terk Allah’ın her kuluna nasip ederek Diyarbakır, Urfa, Antep’te mola vere vere, nihayet etmediği bir nitelikle, önce Adana’ya ulaşmış ve bu bereketli topraklara yerleşmişti. insan, o! Uzun göç sırasında yolda rastladıkları, ailesini kaybetmiş Yusuf adındaki küçük oğlanı da evlat Neticede herkes "insandır" edinmişlerdi. elbette fakat "insan" sözcüğünün içini Yusuf, bir ağız dalaşı sonunda babalığı doldurabilmek her Sadık Efendi’yi, oğlu Kemal’in babayiğidin harcı değildir. gözleri önünde bıçaklayarak Bu nedenle Yaşar Kemal’i, öldürdüğünde, Kemal dört vefatının altıncı yılında yaşındaydı. Bu vahşete anarken, ben ‘insanlığı’ şahit olan çocuk, on iki yarattığı tüm eserlerine yaşına kadar kekeme yansımış yazarın, özellikle kaldı. Zaten yine üç bu niteliğinin üzerinde yaşındayken, bir durmak istedim. kurban bayramında, Diyeceksiniz ki, sen amcası kurbanı ne kadar tanıdın keserken elinden onu? Az tanıdım! bıçağı kaydırmış, bıçak kazayla Biz, ben de ancak kesimi izleyen yazar sıfatını Kemal’in kazandıktan sağ gözüne sonra tanıştık, saplanmıştı. defalarca kitap Osmaniye’nin fuarlarında, o yıllardaki edebiyat günlerinde ilkel şartlarında, karşılaştık, hastaneye geç konuştuk hatta kalınmıştı. dertleştik. O Yaşar Kemal’in kadar ki, beni her Yüreği insan ve sağ gözü ömür boyu gördüğünde ‘Ayşe kız’ doğa sevgisiyle kör kaldı. Ama Kemal, diye seslenirdi. Ama hepsi özel bir çocuktu, bunca acıya bu kadar! Derin bir dostluğumuz ne dolu, acılarla rağmen hayata küsmedi, sekiz yaşındayken yazık ki olamadı. bilenmeyen, kasabalarında dükkân açan tuhafiyecinin, köy bağışlamayı bilen, borçlarını kaydettiği defterdeki yazıları görünce, Fakat bir yazarı tanımak, onunla dünyaya meraklı, yazı öğrenmek istedi ve dokuz yaşında başladığı ilkokula yazı içli dışlı olmak değildir. Yazarları çok büyük bir yazmayı bilerek gitti. kitaplarından tanır okurları, yarattıkları yazardı ama önce karakterlerden, seçtikleri konulardan, insandı o! Yaşar Kemal ortaokuldayken babası olmadığı için, aileyi geçindirmek kullandıkları kelimelerden tanır. için ırgatlıktan arzuhalciliğe, memurluktan öğretmen vekilliğine kadar çeşitli işlerde çalıştı. Hamdı, pişti diyemeyeceğim çünkü hayatın Ben de Yaşar Kemal’i doğduğu toprakların tüm cefasını büyük bir hoşgörüyle göğüslemişti. Ne gözünün önünde sevdalısı, alçak gönüllü ve fakat gezegenimize yazma yeteneği ile babasının öldürülmesi ne de sağ gözünün kör kalması yüreğine kin donatılarak yollanmış biri olarak, önce yazdıklarıyla tanıdım. ve nefret tohumları ekebilmişti. Yüreği insan ve doğa sevgisiyle dolu, acılarla bilenmeyen, bağışlamayı bilen, dünyaya meraklı, çok büyük bir Yıllar sonra, yine Yaşar Kemal’in bir başka ölüm yıldönümünde, Nebil yazardı ama önce insandı o! Özgentürk dostum hazırladığı anma programına katılmamı istediğinde, onur duyarak kabul ettim ve hayatını araştırmaya başladım. Yaşar Kitaplarında sevgiyi, dostluğu ön planda tutarak insan ilişkilerini işleyen, Kemal’in dünyamızdaki serüvenini öğrendikten sonra, şu anda yazmakta mükemmel bir insandı! Nurlar içinde uyusun! 28 Yaşar Kemal’İn İstanbul’u… İstanbul’un Yaşar kemal’İ…

NEBİL ÖZGENTÜRK

ukurova’yı mucizevi biçimde öylesine detaylandırır ki İnce Memed romanı, Çyazarı Yaşar Kemal’i de efsaneleşen biri haline getirir! Dünya edebiyatında da “otantik-bölgesel” ve başyapıt eserlere örnek gösterilmiş, hep zirvede kalmıştır roman! Açıkçası, Yaşar Kemal deyince, İnce Memed-Çukurova akla gelir hep, Çukurova deyince de Yaşar Kemal! Yaşar Kemal külliyatının başlangıcı da, yani ilk öyküler, ağıtlar, deyişler hep Çukurova’dandır. Ama bilelim ki Yaşar Kemal, İstanbul’dur da… 1950’de gelip yerleştiği İstanbul’a dair çokça yazı, makale hatta roman kaleme almıştır edebiyat ustamız. İstanbul’u karış karış bilecek kadar kente hâkimdir Yaşar Abi. Hatta şakayla karışık hep şunu söylemiştir; “Kimileri İstanbul’u iyi bilebilir, her köşesini, semtini anlatabilir. Ama ben, ev ev bilirim!” ayağı ve iki kolu olmayan bir Nasıl yani, ev ev? Çünkü, havagazı adam duruyordu. Belli ki üst kattan alt kata gelen bu koca cüsseli ama sırtında yüzlerce memurluğu yapmıştır Yaşar Usta ve ev ev, sayaç sürüne sürüne gelmişti! Ama geç gelmişti! “Sizi destan ağıt taşıyan, hafızasına türküler kazınan okumuştur. Bu dönemi de pek bilinmez! İşte, beklettiğim için üzgünüm,” diyordu. genç adam için şöyle diyecektir; öykümüz ve YAŞAR USTA’dan bu döneme dair Genç havagazı memuru ne söyleyeceğini “Gözümüzün önüne bir deri bir kemik köylü sözler… şaşırdı, gözleri doldu. Küfür ettiği ve sinirlendiği delikanlının biri çıkacak. Adı Kemal Sadık ••• için çok pişman olmuştu. Göğçeli. Hemite köyünden gelmedir. Dağ bayır 1949’un baharında yaşadığı o anı, çok Ve oracıkta söz verdi, iki kolu, iki dinlemez, dağ köylerinden, obalardan, ama çok hazin bir hikâye olarak hatırlıyordu. bacağı olmayan ev sahibine. ovalardan, kasabalardan, ikide birde İşi endeksörlük! Yazıyla çiziyle ucundan kıyısından ilgilendiği bir Artık her defasında kopup gelir Adana’ya, çöker dönemindeydi ve gencecik bir yaştaydı. Biraz çok bekleyecek, ceza Yani kapı kapı önümüze, ağıtlar, türküler, hayata karışmak biraz da edebiyat yolculuğuna kesmeyecek, havagazının dolaşarak gaz destanlar serer buruşuk sarı başlamak adına Adana’dan çıkıp gelmiş, bir kapanmasını önleyecek saatlerindeki kâğıtlara yazılmış. Ona dost sofrasında iş aradığı duyulunca palas ve o adamla uzun uzun kullanma ‘türküler müfettişi’ adını pandıras kendini havagazı memuru olarak hasbıhal edecekti. miktarlarını yazacak takmışım.” bulmuştu. 1940’ların sonunda ki fatura edilebilsin... Kemal Gökçeli adıyla Çok sonraki yıllarda ona, “Anadolu’yu köy İstanbul sokaklarındaki Kapıları çalıyor, kim “Eti senin kemiği benim” köy dolaştım belki ama İstanbul’u da ev ev, bir evde kalbi üşüyen o diye içerden ses denilerek girmiştir hatta mutfak mutfak bilirim” dedirtecek bir ve ceza yazmamak için gelince yanıtlıyor Dolmabahçe dönem başlamıştı. ısrarlı davranan bu havagazı Gaz Kontrol... Havagazı Müdürlüğü’ne… Sahiden de ev ev geziyordu İstanbul’u… memuru Kemal Gökçeli’ydi. İşi endeksörlük! Kocaman gövdesi, içinden kurşun geçmiş Yaşar Kemal yani… İnsana, hayata, Yani kapı kapı dolaşarak gaz gözüyle bazen de şaşırtıcı bulunuyordu kapı insanlığa, dünyaya romanlar armağan eden, saatlerindeki kullanma miktarlarını yazacak önlerinde karşılaştığı ev sahiplerince... hey gidinin Çukurovalısı, edebiyatın çınarı Yaşar ki fatura edilebilsin... Kapıları çalıyor, "Kim Hatta bazen de şikâyet konusu oluyordu! Kemal… o?" diye içerden ses gelince yanıtlıyor "Gaz Bir gün havagazı saatini okumak üzere Dili ve hayal gücü, insan duyarlılığıyla Kontrol..." Her semtin kendi kültürü var, eğer kapının birini çaldı. Kaç zamandır gelinip de bir devleşen Yaşar Kemal… Cihangir’e gidiliyorsa bu, azınlıkların kapıları türlü açılamayan bir kapıydı bu. Defalarca çaldı ••• çalınacak, mesai saati bitiminde biraz çakır kapının zilini ama açan olmadı yine. Yaşar Kemal’in İstanbul’a gelişi de Havagazı keyif olunacak anlamına geliyor... İşi bu ya, mutfaktaki havagazı saatini İdaresi’ne girişi de genç zamanlarına, Hüsrev Gerede Caddesi’nde bir evin kapısını okumalı, raporunu tutmalı ya da cezasını ilginçliklerle dolu amatör İstanbullu olduğu bir çalıyor. Bu apartmanın adı Keçecizade. Kapıyı HATIRA PERONU kesmeliydi. Fakat kapı açılmadığı için görevini döneme denk düşer... Dosttan dosta, tanıştan yeşile çalan beyaz saçlı bir kadın açıyor. Servis yapamıyordu bir türlü. Çok sinirlendi, okkalı tanışa gelip geçerken Mehmet Ali Aybar’ın da merdivenlerinden mutfağa girmesini istiyor... bir küfür salladı kendince. Döndü dolaştı, devreye girmesiyle, havagazı sayaç memurudur “Giremem” diyor Yaşar Kemal, “Giysilerim tekrar çaldı aynı kapının zilini. Nihayet, belki artık. kirlenir.” de bir saat sonra kapı açıldı. Karşısında iki Sığındığı dostlardan Abidin Dino, Adana’dan Kadın da “Seni buradan alamam” diyor. 29

Kadın, “Memur değil misin girmek zorundasın” diyor, girmiyor. Bir sonraki ay yine, sonra yine aynı olay tekrarlanıyor. Üçüncüsünde kesilecek diye uyarıyor, kadın içeri almak zorunda kalıyor. Eve bir bakıyor ki resimler, Çallı, Bereketoğlu, Hikmet Onat, Diyarbakırlı Tahsin... Kadın duvarlarındaki tabloların ressamlarının isimlerini bilen bu havagazı memuruna şaşıradursun, “İyi ki almadınız beni içeri hanımefendi” diyor Kemal, “Benim evimin duvarlarında da bu resimler olsa, ben de almazdım.” Kadın, Kemal’i oturtup ona kahve ikram ediyor... Bir gün Ayasofya müdürlerinden biri Yaşar Kemal hakkında şikâyetçi oluyor, “Bu adam gazı fazla yazıyor” diyor. Kontroller yapılıyor, Kemal’in doğru yazdığı saptanıyor. Yaşar Kemal’in görev alanında Ayazağa’da bir apartman da var. Kapıyı genç bir kadın açıyor. Gaz saatini okuyor, tam çıkacak ki, kadının kocası önünü kesiyor, “Sen bu eve nasıl girdin” diye soruyor. Karısı “Kapıyı ben açtım” dese de adam inanmıyor ve şikâyetçi oluyor... Bu arada kapısını çaldığı bir de ünlü var, Esat Mahmut... Yazar, Harbiye’de oturuyor. Yaşar Kemal onu tanısa da belli etmiyor. Kısacası, İstanbul’u sokak sokak, ev ev keşfediyor Yaşar Kemal… Beşiktaş’taki, Nişantaşı’ndaki bahçeli ahşap konakları mimliyor. Bütün bunlar, mutfağına girdiği evler, o evleri taşıyan sokaklar, o evlerin her biri ayrı birer karakter sahipleri belli belirsiz sızıyor romanlarına... Havagazı şirketinde bir buçuk yıl gezmelerden... çalışıyor Yaşar Kemal. Yemeklerin kötü E tabii canım İstanbul çıkmasını protesto edip bir de greve çıkınca mesela, İstanbul’u yazarsam eğer ben işinden oluyor. Arif Dino’nun yazdığı tavsiye bir gün, herhalde büyük bir deneyim mektubuyla Cumhuriyet gazetesinin, Nadir bu, kapı kapı dolaşmak kolay iş mi? Nadi’nin kapısını çalıyor. Gazetede düzeltmen Tahran’a kadar gitmişim orda bir sene olarak işe başlıyor, sonra da röportajlar için. Merdiven çıkarak gitmişim ama. yapmaya başlıyor. n Nasıl bir İstanbul olacak anlatacağınız Burhanlı›da Ve... İstanbul? okumuşum. Kadirli eğer köy ise Kadirli›de bir Edebiyatımızın, hatta dünya edebiyatının Şimdi çok güzeldi, Beşiktaş’ta mesela ahşap miktar, zaten 25 yaşında geliyorum buraya, devleri arasına gireceği süreç de böylece evler vardı, büyük bahçeler içinde. Hatta Ankara’da geçiyor uzun bir zamanım 1-1,5 sene, başlamış oluyor… Nişantaşı’nda mesela Hıfzı Topuz’un bir evi ondan sonra İstanbul’da havagazında geçiyor. Kısacası, Yaşar Kemal... vardı, büyük bir bahçe içinde ahşap bir evdi. Ondan sonra Adana’da geçiyor uzun yıllar, Sayısız ödül alan, 80’li yılların başında Öyle bir tarafı vardı onların, yoksa olamaz o ev traktör şoförlüğünde geçiyor uzun yıllar, yani Uluslararası Del Duca ödülüne değer görülen ve Nişantaşı gibi bir yerde. nerede köylü kalmışım ki köylü yazar olmuşum. Fransa’nın Legion D’Honneur nişanını alan Yaşar Beşiktaş’ta çok güzel evler vardı. Ama köylüyü de iyi biliyorum tabii. Kadirli›yi, Kemal’in yazarlığında İETT’nin, daha doğrusu Serencebey’de ben bir hatuna gidiyordum, Osmaniye’yi, kasabaları çok iyi biliyorum. havagazı şirketinin de payı var... hem kahve veriyordu bana, evladım gel iç Bilmediğim kasaba yok. Karataş’a bile gittim. Sizlere Yaşar Ağabey’le yıllar yıllar önce ama diye, çok yaşlı bir kadın, onun da beyaz saçları Evet... Ustam, ağabeyim ve akıl hocam fazla kayda girmeyen röportajdan bir bölüm vardı, o devirde ne ise biraz maviye çalıyordu Yaşar Kemal’i, ölüm yıldönümünde, “bir aktarayım: beyaz saçlar, boyatıyorlar mıydı acaba onu başka açıdan” az bilinen bir dönemiyle anmak n Romancılığınıza katkısı olmuş mudur o yılki bilmiyorum. istedim. İSTASYON iyi ki çokça peronunu, deneyimlerinizin? n Anadolu insanını anlatan bir yazar olarak geliş ve gidişini YAŞAR KEMAL’e ayırdı. YAŞAR Her şeyin katkısı olur romana, bu bir İstanbul›u anlatmak nasıl olacak? KEMAL çünkü, AHMED ARİF’in ifadesiyle “bizim birikimdir. Ama şundan şu kadar fayda oldu, Roman bir birikimdir tabii. Şimdi düşündüm Homeros”umuzdur. şuradan şu kadar diye bir şey söyleyemezsin. ben köyde yalnız 5-6 sene kalmışım. 8 yaşında Seni çok özlüyoruz “hey gidinin n Ama biriktirmişsinizdir bir şeyler o ev ev gitmişim. Ama ilkokulu Kadirli›de, 1 sene ÇUKUROVALI”sı… HATIRA PERONU 30 BIZIM PERON

KUBİLAY ERDELİKARA Kardelen ve Pamuk ardelen kış ayının karlı günlerinde senenin ilk açan çiçeğidir ve hayatımız yapan Yaşar Kemal’e değinmek isterim. “Halka kim baharın geldiğinin müjdecisidir de aynı zamanda. Bembeyaz zulmediyorsa, etmişse, halkı kim eziyor, ezmişse, onu kim sömürmüş, ve biraz boynu büküktür kardelenin ama narindir, güzeldir, sömürüyorsa, feodalite mi, burjuvazi mi... Halkın mutluluğunun Kumuttur da. Pamuk ise tam tersine yaz sonu palazlanır kozasında. önüne kim geçiyorsa, ben sanatımla ve bütün hayatımla onun Yumuşak ve estetiktir, verimli topraklar ister doğası gereği. karşısındayım” diyen yürekli, eserlerinde ve hayata Bazı binalar ve tutunuşunda bunu hep gördüğümüz, bu toprakların Başlığa baktığınızda anlam kuramamış olabilirsiniz binalara verilen yetiştirdiği en kıymetlilerimizden biridir Yaşar Kemal… elbette bu güzelliklerin yan yana gelmesine… Farklılıklarımıza, değerlerimize, birlikteliğimize isimler vardır o ve bugünlere unutulmaması gereken bir atıftır şu betona, demire, Türkan Saylan denince aklıma ilk gelen kelime sözleri; “Benim için dünya bin çiçekli bir kültür “Kardelen”, Yaşar Kemal denince de aklıma ilk kapısına, penceresine bahçesidir; bir çiçeğin bile yok olmasını, dünya gelen kelime “Pamuk” oldu. ruhunu katan, için büyük bir kayıp sayarım.” yücelten, içinde huzur Bazı binalar ve binalara verilen isimler vardır o bulduğunuz, ufkunuzu Bugünlerde yeni bir inşaat yükseliyor Maltepe’nin betona, demire, kapısına, penceresine ruhunu açan, koşarak tam ortasında. Altayçeşme’de çekiç vurmaya katan, yücelten, içinde huzur bulduğunuz, gittiğiniz, çıkmak devam ediyor işçiler bir yandan, bir yandan ufkunuzu açan, koşarak gittiğiniz, çıkmak istemediğiniz… hazırlanıyoruz biz de yeni kültür merkezimize istemediğiniz… İstanbullular için de Prof. Dr. Türkan kavuşmanın heyecanıyla; önümüzdeki sezona… Yaz Saylan Kültür Merkezi bu anlamı taşır yıllardır. Senede sonu pamuk ırgatları tarlalarında hasatlarını topladığında yaklaşık yüz bin insanı güldüren, hüzünlendiren, öfkelendiren, yâd edeceğiz, onların alın terini de, işçilerimizin alın terini de yeni düşündüren, kardelen salonlarıyla umut olan koca bir mabet! sahnemizde…

Birçok bilimsel çalışmaya imza atmış, nice kız çocuklarının hayatına Pamuk verimli topraklar ister… dokunmuş Türkan Saylan’dan sonra sekiz yaşındayken köye gelen çerçinin köy kadınlarının borcunu bir deftere yazdığını gören Kültür ve sanatın verimli topraklarına hoş geldin “Yaşar Kemal Kültür ve yazılanın yazı olduğunu öğrenen, sonra da o yazıyı hayatı ve Merkezi”! 31 Siz Hangi Hayali

MARİO LEVİ Sevdiniz? AYLİN ÜNAL er hayal hikâyesini doğuruyordu. insanın kütüphanelerinde yer alacak iki bir Edebiyat tarihi bize hayallerinin izinden yazar olmaktı, ikinci bir üniversitede hocalık giden ne çok kahraman armağan etmişti. yapmak. Zamanın akışında ikisi de gerçekleşti. HNe çok yalnız... Ne çok sorusuyla bize hayatın Ne kavgaların, bedellerin ve alınan yaraların başka yüzlerini gösteren... Hep bir bedel ödemek ardından ama... Şimdi o zor günlere baktığımda KAPTAN zorunda kalan ne çok hassas yürek... Don buruk bir sevinç kaplıyor içimi. Bu hayallere Eskimiş bir limanın, Quijote, Prens Mişkin, Anna Karenina, Madame ulaşmak için ne çok kaybı göze almışım. Ne Köşesine çekiyor kendini gemiler. Gemisi vardır kaptanın, Bovary, Candide, Aşk, Ferhat, Mecnun... Onları çok insandan ayrılığı... Başka türlüsü mümkün Dört bir yanı mücevher. hatırlıyor musunuz? Ya sizin kahramanlarınız? değildi ama. Karşınıza çıkan her insan, sizinle Başkaları da yok muydu? Vardı, elbette vardı. Siz istediğiniz gibi yürümeye kabullenemeyebiliyor. Kaptan sever şatafatlı gemileri de benim gibi onlarla hikâyelerinde yol almaya Şaşılacak bir tarafı yok bu gerçeğin. Hiç Dalgaların denizleri, bir ileri bir geri çalışmış mıydınız? Bazen yenilmek, hüsrana kimseyi yargılayamam. Biliyorum çünkü. Artık Kaptan sever şatafatlı gemileri. uğramak, hiç kapanmayacak yaralar almak da biliyorum. Herkesin kendi hayali var. Olmalı Ağırlıyor gemisinde en efendi beyleri. kadere dahil miydi? Gördükleriyle yetinenler da üstelik. Hiç kimse, en sevdikleri için bile, Yıldızlara saklamış dünya haritasını için öyleydi şüphesiz. Ya geride kalanlar? Bir hayallerini kurban etmemeli. Vazgeçmemeli. Yıllar geçip gitse de unutmaz hatırasını yerlerde gizlenenler? Hayatı anlamak için bize Asıl önem taşıyan yapılmak istenenler değil, Yıldızların, Ay’ın ve Güneş’in. kaybedilenlerden çıkan sorular da gerekmiyor yapılabilenlerdir elbet. Ama bunun için de bir Kaptan bekçisi olmayı severmiş kutsal denizlerin. muydu? Sadece katı gerçeklerin doğruları niyet gerekmez mi? Bir istek, dahası bir tutku... gösterdiğini kim söylüyordu? Bu gerçeklere Hayallerini sevdiklerinin hayali için feda ettiğini Yeşil bir ışık vurmuş karadan, dayanarak hayata yön verebilenler belki. Oysa ki söyleyenleri de gördüm. Ne saklanıyordu Bu gizemli ışık, biz doğru demiştik. Asıl gerçek de diyebilirdik. bu sözlerin ardında? Hangi kırgınlık? Hangi Ne yakından geliyormuş ne de çok çok uzaktan. Her hayal hakikatlerini doğruyordu. gerçeklerden kaçış, hangi kendine isyan? Kaptanınsa kafası karışık… Hayallerinin, gösterdiklerinin ve Her hayal kaderini doğruyordu. Kaptan sever ışıkları, duyurduklarının verdiği güçle de aradığı hakikati Öğrencilerime ısrarla söylediklerim var. Hele kırmızı olanlarına bayılır. bulabilen bilim insanı, o yakıcı hakikatte kendini Hayalleriniz olsun! Mutlaka hayalleriniz! Size Öyle narin bir renktir.. yok etmeye gönül vermiş derviş... Bu hakikatlere verilmiş hayatta kendinizi bulamıyorsanız, İzlemesi de zevktir. zorlu, çetin, yalnızlığı da gerektiren sınavlardan hayallerinizin peşinden gidin. İnandığınız bir geçmeden ulaşmak mümkün müydü? Ben hayal varsa, ulaşmak için bedel ödemekten Kaptan sever ışıkları, Kara gecenin ortasında bu uzun yolda ömürlerini tüketenleri de kaçmayın. Kaybetmeyi göze alın. Yenilmeyi göze Yıldızların arasında, görmüştüm. Yaşananlarda bir yanlış yoktu, ‘bir alın. Kınanmayı göze alın ama hayallerinizden Yeşil ışığın ardında, savurup gelir dalgaları. kendini adama’ vardı öncelikle. vazgeçmeyin. Çünkü en çok hayallerinin Şimdi geçmiş zaman kiplerine böyle gerçekleştiğini görenler, doğru bir hayat Kaptan sever ışıkları, bağlanmama bakmayın. Duygular bu yaşadığına inanabilir. Yapılamayacaklarla Işıldayan hanımları yaşadığımız günleri de anlatıyor. Bugünün ancak oyalanmaktan söz etmiyorum burada. Uzak Ya da mum tutulmuş bir çift göz, böyle, geçmişi de barındırdığında daha derin bir hayallerle gerçeklerden kopmaktan da söz Aydınlanır onunla her bir söz. anlam kazandırdığını daha önce de söylemeye etmiyorum. Mücadelenin cazibesini bilir Kaptan sever ışıkları, çalışmamış mıydık? Bu durumda gelecek mi? misiniz? Ya tutkunun? Hazır reçeteleri yırtıp Parıldayan taşıtları… Ona da herkes kendi cevabını vermiyor muydu? atmanın? Teslim olmamanın? Direnmenin? Sevmesine seviyor Her hayal kahramanlarını doğruyordu. Tarih, hayallerine ulaşmak için büyük bedeller Aşıp aşıp geliyor. Üniversite yıllarımı hatırlıyorum şimdi. ödeyenleri nasıl yazdı? Yaşananlar nasıl da sadece birkaç yıl öncesinde Hayalleriyle reddetmenin her türlüsünü göze Dalgaları seviyor kaptan, kalmış gibi görünüyor. Araya birçok insan, alanlara inanıyorum. Edebiyata da bu yüzden Denizleri seviyor kaptan, ölüm, ayrılık, kırgınlık ve mücadele girdi oysa. inanıyorum. Özünde ve temelinde reddetmek Işıkları seviyor kaptan Sevmesine seviyor da Ömürler girdi, artık masala dönmüş hikâyeler bulunduğu için... Herkesin bir ‘hayır’ı var Kaybolup duruyor. bile girdi. Benim iki büyük hayalim vardı: Belki değil mi? Kendi ‘hayır’ı... Başka ‘evet’ler için. aslında o kadar da büyük olmayan, sadece bana Doğruluğuna daha çok inanılacak ‘evet’ler için... İki yıldız arasında, büyük gelen iki hayal... İlki kitapları kitapçı Hayallerle yazılan hayatları hep bu yüzden mi Bir gök haritasında. raflarında, daha da önemlisi tanımadığı birçok sevdim? Kaptan bakmaz arkasına. Devirip tüm kıtaları, Ağlatırken dalgaları, Kayboluyor kaptan İki yıldız arasında, Bir gök haritasında. 32

AHMET TELLİ

asan Hüseyin Korkmazgil (1927-1984), toplumcu şiirin deli akan ırmağıdır. Türkülerde, ağıtlarda dile getirilen delice Hakan "Kızılırmak" da denebilir. Özellikle 1960’ların ikinci yarısından itibaren yaygın bir okur kitlesine kavuşmuştur o. Bu yaygınlık, şairin coşkusunun devrimci dalganın heyecanı ile örtüşmesinden ileri geliyor diyebiliriz. Okurların beğenisi, müzikle uğraşan kimi kesimlerin de ilgisini çekmiş ve birçok şiiri müziğe aktarılmıştır. Hem bu besteler hem şiirler, ilerici-devrimci kitlenin eylemlerinde, toplantılarında söylenmiştir. Acılara Tutunmak, Haziranda Ölmek Zor, İçeride, Kızılırmak, Öyle Bir Yerdeyim ki, Koçero, Kandan Kına Yakılmaz, Acıyı Bal Eyledik, hemen akla geliverenlerdir. Ahmet Kaya, Selda Bağcan, Grup Yorum, “işime karım dedim atasözlerinden, kimi yaygın söz değerlerinden Suavi gibi toplumcu müzisyenler tarafından karımakavel diyeceğim yararlanırken bunu şöyle ifade eder: “Esinlendim, belleklerenakışlanan eserler bugün de etkililiğini ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada etkilendim, kattım, birleştirdim, şiirin bugüne sürdürmektedir. Hasan Hüseyin, “Soyundum güneşe karışmadıkça etim kadarki bütün araştırma ve denemelerinden, soyunalı şu ozanlığa/ Aldım payımı sevgisinden kavel grevcilerinin türküsünü söyliyeceğim katkılarından, öğelerinden yararlandım” halkımın” dizelerinde söylediği gibi kendi ve izin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim Hasan Hüseyin şiirini geniş bir yazıyla inceleyen kitleselliğinin farkındadır. izin verirlerse kavel grevcileri Bedrettin Cömert, Hacettepe Üniversitesi’nde İlk şiirlerinde, eleştirmen Asım Bezirci’nin ilk çocuğumun adını öğretim üyesiydi ve o, daha 38 yaşındayken, belirttiği gibi Attilâ İlhan izleri ağır basar. Gerçi kavel koyacağım” 11 Temmuz 1978’de demokrasi düşmanlarınca bu etkiden kısa sürede sıyrılmasını bilip Nâzım katledildi. Bedrettin Cömert, Hasan Hüseyin yörüngesine girse de, şu dizeler Attilâ İlhan etkisini Temmuz Bildirisi’nden (1965) sonra 1966’da şiirini çok önemsediği için onu Nâzım Hikmet’le gösterir: Kızılırmak yayımlanır. Uzun bir şiirdir bu ve kitap kıyaslayınca bir vaveyla koptu. Entelijansiyanın “bir yangınsonu yakıyor avuçlarımı belli çevreleri rahatsız ettiği için “Temel Hakları hoşuna gitmedi bu. Bu ona itibar kazandırmadı, bir rüzgâr kulaklarımdan hiç eksilmiyor Koruma” kanununa göre şair hakkında dâvâ Cömert’in yargısını benimsemiş görünmesi esirgenmiş bir dünyada müthiş yalnızım açılır. Şiirin ilk dizeleri şöyledir: “silah de durumunu zorlaştırdı. geri dönsen bile artık o ben olmıyacağım ve şarkı/ ben bütün karanlıkları Şiirlerinin Öyleyken, Hasan Hüseyin yüreğim sızlıyor bu roman iyi bitmeyecek” bunlarla yendim” Bu dizeler şiiri bir kıyaslamaya gerek öğrenciler tarafından bez beslendiği halk görülmeyecek kadar kendi 1927’de Gürün’de doğar Hasan Hüseyin. Yoksul üzerine yazılı pankart kültürü, şairi folklorik ırmağında akan bir şiirdir. Bu bir halk çocuğudur. Adana Erkek Lisesi’nden hâline getirilir fakat olana kaymaya zorlar. nedenle olacak 70’li yıllarda sonra Gazi Eğitim Enstitüsü’nü bitirir ve kısa ODTÜ baskınında Halkın sorunlarını, ve daha sonrasında Hasan bir süre öğretmenlik yaptıktan sonra bir tertip polis tarafından ele Hüseyin şiirine öykünen sonucu meslekten men edilir. İlk şiirini 1959’da geçirilerek suç kanıtı toplumsal eşitsizlikleri genç şairler ortaya çıktı. Dost dergisinde yayımlayan şairin ozanlığı çok olarak mahkemeye açık ve anlaşılır bir İsmail Gençtürk, Adnan öncesinden başlar. Bir konuşmasında şöyle diyor o: sunulur. Mahkeme kitabı şekilde dillendirmesinin Yücel bu ırmakta akan “Bütün oyuncaklarımı kendim yaptım. Çok masal, suçlu bulsa da yargıtayca şairlerden sayılabilir. çok türkü dinledim. Giderek şiire yöneldim: 1939 bozulur. doğal sonucudur bu. Bu ikisi hem Hasan Erzincan depremine ağıt yaktım. Sonra manzum 1970’li yıllarda Hasan Hüseyin’in hem benim yakın mektuplar dizdim, asker analarını ağlattım.” Belli Hüseyin peşpeşe yeni kitaplar arkadaşlarımızdandı. İsmail ki bu ilk örnekler, hece veznine dayalı folklorik yayımlar ve bunlar okurun da Gençtürk Kızılırmak kitabının özellikteki ilkgençlik denemeleridir. ilgisine göre defalarca baskı yapar. ilk basımını yapmıştı ve çok eski bir İlk kitabı Kavel (1963), o zamanlar İstinye’de Kızılkuğu, Ağlasun Ayşafağı, Oğlak, Acıyı Bal yoldaşıydı şairin. Adnan Yücel’se 70’li yıllarda bulunan Kavel fabrikasındaki bir işçi grevinin Eyledik, Kelepçemin Karasında Bir Ak Güvercin, çok yakında bulunmuştu. Hasan Hüseyin’in duygusunu, heyecanını yansıtır. Bu grev, o Koçero Vatan Şiiri, Filizkıran Fırtınası, Acılara de bulunduğu buluşmalarımız, sohbetlerimiz dönemde üzerinde çok söz edilmiş toplumsal Tutunmak, Işıklarla Oynamayın, Haziranda olmuştur. Nitekim İsmail Gençtürk, "Hasan bir olguydu. İşçilerin sınıf bilincinin gerçekleştiği Ölmek Zor, onun her biri oylumlu şiir kitaplarıdır. Hüseyin Derler Adına" adındaki anı kitabında görüşü dillendirilmiş, ilerici çevrelerde de heyecan Şiirlerinin beslendiği halk kültürü, şairi folklorik birlikte olduğumuz bir günü anlatır. Şimdi uyandırmıştı. Hasan Hüseyin bu coşkuyla olana kaymaya zorlar. Halkın sorunlarını, Cumhurbaşkanlığı Sarayı’nın bulundu yerde o kaleme alır şiirini. Bu şiirin ışıklı dizeleri şöyle toplumsal eşitsizlikleri açık ve anlaşılır bir şekilde tarihlerde Orman Bakanlığı’nın bir birimi vardı. örneklenebilir: dillendirmesinin doğal sonucudur bu. Türkülerden, Oradaki küçük parkın bulunduğu havuz başında 33 oturup nilüferleri seyretmiş, sonra da Orman Çiftliği’ne inip salaş bir lokantada koyu sohbetle İZLEN TAYFUR akşamı etmiştik. O günü anlatıyor İsmail. Şimdi ne yazık ki üçü de hayatta değil. Hasan Hüseyin’in şairliğinin yanında müthiş bir mizahçı yanı da vardır. Şiirlerinde adını Hasan Hüseyin, mizah yazılarındaysa Hasan Hüseyin Korkmazgil olarak kullanırdı. Bıyıklar Konuşuyor, Öhhööööö, Made inTurkey kitapları bu türdendir. Irak gezisinden sonra Bağdat Basra Yollarında adlı gezi kitabını yayımladı. Çocuklar için de kitaplar yazan şair, arkadaşı, dostu Bedrettin Cömert’in şiirlerini Kalmasın Ellerim Sizden Uzak, yazılarını da Eleştiriye Beş Kala adıyla yayıma hazırlamıştır. 1984’te yitirdik Hasan Hüseyin’i. Cenazesi Ankara Maltepe Camii’nden kalabalık bir kitle tarafından kaldırıldı. Belleğim beni yanıltmıyorsa 1980 Darbesi’nden sonra bu kadar kalabalıkla kaldırılan ilk cenaze Hasan Hüseyin’indir. Hasan Hüseyin’i 26 Şubat 1984’te yitirdik. Ölümünün 37. yılında onu şu şiiriyle bir kez daha analım diyorum: Acıyı Bal Eyledik bak şu bebelerin güzelliğine kaşı destan gözü destan elleri kan içinde kör olasın demiyorum kör olma da gör beni ine ağzında kan tadıyla uyanmıştı. Bu ayılamıyormuş. Bir de sigara yaktı, buluşmaya damda birlikte yatmışız AYLIN hisse hiçbir anlam veremiyor ve çok daha vakit vardı. Rahat rahat içebilirdi. öküzü hoşça tutmuşuz sinirleniyordu. Ağzında bir damla kan Zaten her zaman gevşek olmuştu. Aylin de koyun değil şu dağlarda olmadığıY halde her sabah ağzında kan tadıyla onun aksine dakik, pimpirikli ve tez canlı. san kendimizi gütmüşüz hor baktık mı karıncaya uyanmak artık iyiden iyiye onu çıldırtmaya Öylesine zıtlardı ve öylesine âşıklardı ki! Bir kırdık mı kanadını serçenin başladı. Yataktan doğruldu. Kafasını kaşıdı. Aylin şarkı dinlemek istedi. Telefonunu açtı, bir vurduk mu karacanın yavrulusunu burada olsaydı, “Bitleneceksin artık git yıka şu süre durdu. Evet, "Begonvil." Aylin’le birlikte ya nasıl kıyarız insana saçlarını.” diye bağırırdı. Bunu hatırlayınca bir ilk söyledikleri şarkı ve annesinin en sevdiği tebessüm kapladı yüzünü. Sahi, bugün Aylin şarkı. Çok da severdi Sezen’den dinlemeyi. sen olmasan öldürmek ne gelecekti. Hazırlanmak lazımdı. Koşa koşa Ayaklarını uzattı, sigarasından bir duman çekti çürümek ne zindanlarda banyoya doğru gitti. Soğuk bir duş aldı. Aylin ve kendini şarkıya bıraktı. “Acaba kimin yerine özlem ne ayrılık ne demişti, iyi geliyormuş kan dolaşımına. Ayrıca bekletmemeli hayatı?” dedi ve güldü. Kahvesini yokluk ne yoksulluk ne ilenmek ne dilenmek ne saçları da besliyor muymuş, tam hatırlayamadı. bitirdi. Saat üç buçuğa beş dakika kalmıştı. işsiz güçsüz dolanmak ne Çok da üzerinde durmadı zaten. Balkona çıktı. Balkon kapısı yine gıcırdamaya gün gün ile barışmalı başlamış, yağlamak gerek. Sardunyaları kardeş kardeş duruşmalı Odasına geldi. Dolabının önünde kendi kendine suladıktan sonra belki. Kırmızı sardunyaya koklaşmalı söyleşmeli konuşmaya başladı. Gömleği neredeydi, bir öpücük kondurdu. Aylin’e almıştı kırmızı korka korka yaşamak ne ah Aylin! Yine her şeyi derleyip toplamış. sardunyayı. Öyle güzel açardı ki, bir görseniz! Ama hayır, kaç kere demişti, “Ben başka Aylin her sabah konuşurdu sardunyalarıyla. kahrolasın demiyorum türlü bulamıyorum eşyalarımı, lütfen bana Ama kırmızıyla bir başka. Bunu bildiği için bir kahrolma da define haritası aratma.” diye. Burnunun kez daha öptü kırmızı sardunyayı. gör beni direğini sızlatan yumuşatıcı kokusuyla kanadık toprak olduk bezenmiş kazakların arasından en sevdiğini Saat üç buçuk. çekildik bayrak olduk seçti. Haki olan, keçi tüyündenmiş. Aylin’in döküldük yaprak olduk yıldönümü hediyesi. Gömleğini yine bulamadı, Derin bir nefes aldı. Buluşma saati gelmişti. geldik bugüne üstelemedi de. “Ah Aylin!” dedi kendisinin Öyle heyecanlıydı ki! Tam bir sene sonra, bile duymayacağı bir ses tonuyla. Gülümsedi kavuşmaların en güzeli! Sonsuzluğa koşar gibi ekmeği bol eyledik sonra. Pantolonlarına baktı. Nasıl da ütülüler, bıraktı kendini balkonundan aşağı. acıyı bal eyledik kumaşına göre ayrılmış hepsi. Aylin hayatına sıratı yol eyledik girmeden önce pantolonlarını yıkamayı Aylin öleli tam bir yıl olmuştu. Cemil geldik bugüne unuttuğu için işe kaç kez eşofmanla gitmek öleliyse yaklaşık beş dakika olacak. Ben ekilir ekin geliriz zorunda kalmıştı. Yine gülümsedi. Siyah bu satırları yazarken kırmızı sardunyayı ezilir un geliriz kadifeyi seçti. Hava nasıldır acaba? Aman riske kurutup kurutmadığını soruyor Cemil’e. bir gider bin geliriz atmamak lazım tam hastalık mevsimi, bir Dudaklarından öpüyor. Sonra dudağındaki beni vurmak kurtuluş mu ceket almalı. küçük kesiği fark ediyor. kör olasın demiyorum Giyindikten sonra kendine bir kahve yaptı. “Sevgilim nasıl kanamış bu, hiç mi fark kör olma da Aylin’den huy olmuş, kahve içmeden etmedin? Ne yapmalı şimdi, bant da tutmaz ki.” gör beni 34 28 Şubat Sivil Savunma Günü ve 1-7 Mart Deprem Haftası

türlü savunma faaliyetlerinin sivil halk tarafından Ülkemizde ne yazık ki hâlâ net biçimde afet yereldir desteklenmesi işlerini kapsıyor. Her yıl 28 Şubat’ta, düşüncesi toplumda hâkim değildir. Afetlerden NASUH MAHRUKİ bu zor zaman kahramanlarımızı anıyoruz, sonraki ilk 72 saat -ilk 3 gün- altın saatler olarak kutluyoruz ve yapmamız gerekenleri hatırlıyoruz. değerlendirilmektedir. Afet sonrasında hayatta lkemizde her yıl, 28 Şubat Sivil Savunma kalanların büyük çoğunluğu, ilk 24 saat ve takip Günü ve Mart ayının ilk haftası da Benzer şekilde, Mart ayı başında bir haftaya eden ilk günlerde çevreden yetişen, genellikle Deprem Haftası olarak, deprem bilincinin yayılacak şekilde kutlanan Deprem Haftası’nda eğitimi ve ekipmanı olmayan yakınları ve komşuları Üoluşturulması ve depremlere karşı hazırlıklı da, toplumun depremler konusundaki tarafından kurtarılan kişilerdir. Bu nedenle afet olunması amacıyla kutlanıyor. Bu günlerde farkındalığını geliştirme çalışmaları yapılıyor. yönetimi çalışmalarına bireylerden başlanması, toplumsal bilinci artıracak farkındalık çalışmaları, Eğitim ve farkındalık çalışmalarıyla, tatbikatlarla mahalle organizasyonları ve bu organizasyonlar okullarda konuyla ilgili şiir, resim, kompozisyon pekiştiriliyor. ile koordineli çalışacak şekilde yerel yönetim afet yarışmaları, acil durum ve deprem tatbikatları, müdahale ekiplerinin teşkili ve eğitilmesi büyük tahliye tatbikatları gibi konuyla ilgili çalışmalar Deprem, Sel, Hortum veya Küresel Isınma gibi doğa önem taşımaktadır. yapılıyor. olaylarına karşı, önlemler ve hazırlık çalışmalarının, zarar azaltma çabalarının eksik ve yetersiz kalması, Her yıl 28 Şubat’ta ve Mart'ın ilk haftasında yapılan Bu kapsamda önlem alma ve zarar azaltma bu tür bir doğa olayının insan yerleşimlerinde tüm bu çalışmalar, yalnızca hükümetlerin, ilgili bilincinin geliştirilmesi ile afet hazırlıklarının doğal afete dönüşmesine yol açıyor. Sürecin doğal kurumların ve yerel yönetimlerin değil, halkın önemine dikkat çekiliyor. Çok iyi biliyoruz ki afete dönüşmesi, kaçınılmaz olarak toplumun topyekûn bu konularda hazırlıklı, donanımlı, etkili bir sistem kadar, eğitilmiş, bilinçli bireyler, sosyo-ekonomik ve sosyo-kültürel faaliyetlerini eğitimli, bilinçli ve örgütlü olmasını güçlendirmek yerinde, zamanında ve doğru yöntemlerle yapılan önemli ölçüde aksatıyor, can ve mal kayıplarına ve pekiştirmek amacıyla gerçekleştirilmekte müdahaleler, kaza ve doğal afetler sonrasında neden oluyor. Ne yazık ki Türkiye’de doğal afetler, ve gelecekteki, afete dönüşebilecek tüm doğa yaşanacak olumsuzlukları azaltacaktır. gelişmiş ülkelere nazaran çok daha fazla can ve olaylarına karşı toplumumuzu hazır hale getirmeyi mal kayıplarına neden oluyor. Bu nedenle bu tür hedeflemektedir. Türkiye’nin bir deprem ülkesi olduğunu artık farkındalık çalışmalarında katılım ve süreklilik çok hepimiz biliyoruz. Özgürlük ve bağımsızlığını bir önemli. Bu çerçevede, her birimizin çağdaş anlayışla ve Kurtuluş Savaşı’yla kazanan bir millet olarak, paylaşılan sorumluluk ilkesi gereği, bulunduğumuz savaşa her zaman ve her açıdan hazır olmanın Çok iyi biliyoruz ki bireyin afet risklerini azaltmada bölgedeki afet zararlarıyla başa çıkmak amacıyla zorunluluğunu da çok iyi biliyoruz. rolü ve etkisi büyüktür. Bu sebeple afet risklerine kurulmuş olan yapıları tanımamız, yerel kurtarma ilişkin sorumluluk tek başına devlet merkezli ekiplerine dahil olmamız, sürecin içinde aktif Sivil Savunma, savaşta ve doğal afetlerde halkın görülemez. Buradaki tanımlama çok merkezli olarak katılımımız ve bu konulardaki örgütlenme can ve mal kaybını en aza indirme amacını taşıyan ve çok aktörlü olmalıdır. Afet yönetiminde çalışmalarının içinde yer almamız, hem kendimiz ve topyekûn silahsız, koruyucu ve kurtarıcı olabildiğince çok paydaşın sürecin içinde yer alması ve sevdiklerimiz için hem de aynı mahalleyi, çalışmalar yapan teşkilattır. 90 yılı aşkın bir daha fazla iletişim ve bilgi paylaşımı anlamına gelir. aynı şehri paylaştığımız herkes için sonucu geçmişi olan bu kavram, 60 yıldır doğal afetleri de etkileyecektir. kapsayan şekilde varlığını sürdürüyor. Afet yönetiminin çağdaş yaklaşımı, öncelikli olarak afetlerin önce yerel olduğu düşüncesidir. Unutulmamalıdır ki afetlerle en iyi, hep birlikte Görevleri; savaş zamanı halkın can ve mal Dolayısıyla afetlere karşı güçlü yerel yönetimler mücadele edilir ve bu mücadele, afet ve afet kaybının en aza indirilmesi, afetlerde can ve ve sorumluluk alan eğitimli, bilinçli, örgütlü zararları henüz başımıza gelmeden önce başlar. mal kurtarılması, büyük yangınlarda can ve mal mahalleli, yerel halk, hem risk azaltmada hem de kaybının azaltılması, cephe gerisinde halkın afetlere dirençli toplum oluşturmada en önemli moralinin kuvvetlendirilmesi, savaş zamanı her başlıklardan biridir.

Unutulmamalıdır ki afetlerle en iyi, hep birlikte mücadele edilir ve bu mücadele, afet ve

GEZGİN PERONU afet zararları henüz başımıza gelmeden önce başlar. 35 Güçsüz olma hakkı gülümseyebilecek. Fiziksel şiddet ve kadın cinayetleri süreç Vasat addedilen bu hayatların başrolü içinde öyle çok arttı ki artık öldürülen kadınlar, her sabaha uyanacak gücü buluyorsa kadınların isimlerini saymaya yetmiyor hafıza. güçlüdür. Kadının günlük hayatını konuşmaya bir Büyük şirketlerde, kurumlarda, akademide aralık kalmıyor. "Nefes alıyorsun ya, o yeter" isminin önüne titr eklemiş kadınlar var, hatta noktasına koydular bizi. bu düzende bile erkekler raporlarını onlara Bundan 6 yıl önce 11 Şubat günü Özgecan AYŞEN ŞAHİN sunar, önlerinde ceket iliklerler. Aslan’ı kopardılar bizden. Güçlü kadın denilir, yönettiği, eğittiği insan Özgecan’ın ölümü geride kalan tüm elimeler, yaşam içinde sayısına, ciro tutarına bakılarak. kadınların minibüse binerken ayaklarının bir sözlük anlamı dışına çıkabiliyor. Kimse görmez içeride ne hesaplar ödetilir. adım geri gitmesine de neden oldu "Hiçbir Bir sıfat, önüne geldiği cinsiyete göre Asıl güç, o rağmenlerle baş edebilmesindedir. yerde, hiçbir zaman, hiçbirimiz güvende değiliz" Kanlam değiştirebiliyor. Evlenmeyi tercih etmezse yalnızlık hissi çöreklendi içimize. 16 Şubat’a “Kara “Güçlü” kelimesi örneğin, bir kadın için kaderiymiş derler, kocaman tutarların altına Pazartesi” demiştik 2015’te, tüm dünyada söylendiğinde kimsenin aklına tek eliyle imza atabilen kadının kendi hayatında bu Özgecan nezdinde "Kadına Şiddete Hayır!" sesi kocaman koltuğu kaldırabilen kadın gelmiyor. karara imza atmış olabileceğini düşünmezler. yükselmişti. İsmini belki parklara, dayanışma Bir erkek için güçlü denildiğinde de “bütün merkezlerine, kültür merkezlerine verdik ama olumsuzluklara rağmen hayata tutunmakta hiçbiri ne Özgecan’ı geri getirebildi ne de bir başarılı” anlamına ihtimal verilmiyor, kolları günümüz bile daha aydınlık oldu. Anıt sayaç bir kaslıdır, dişleriyle tır çekiyordur vesaire. saat gibi işliyor, her gün yeni isim ekleniyor. Kadın, sıradan bir hayatı kendi elleriyle Özgecan’ın yüzü bir bayrak olmuştu kurmayı başardığında dahi güçlü deniliyor. pankartlarda, yangın yerine dönmüştü ortalık. Çünkü bunun bile ne kadar zor olduğunu herkes Şimdi belki de her cinayette daha beter biliyor. ateşe vermeli gündemi. Bir can gidiyor, bunu Yıkılmayan kadına güçlü diyoruz, yıkılana kanıksamak, harflerden oluşan bir isim gibi zaten pek rastlamıyoruz. görmek mümkün mü? Kimse bilmiyor içinde nasıl çelik Bu yangın içinde fırsat tanımasalar da konstrüksiyonlar kuruyor kadın kendine, ekonomik, psikolojik şiddeti konuşmaya dışarıdan bakınca görünmüyor. da bir aralık bulmalı, bir kapı açmalı. Yoksa Herkes, hikâyeleri benzer olan sevgisizliğe mahkûm edilen hayatların hesabı onlarca kadın tanımıştır; görücü yapılmayacak asla. Ha bire aşksız evlere doğan usulü evlendirilmiş, evde kaldı kız çocukları devralıyor güçlülük bayrağını. demesinler diye nikah kıyılmış, Öldürülmeme mücadelesi, ölenlerin ilk kocası bırakıp gidince genç yaşında dul kaldı diye kendinden hesabını sorma kavgası, adalet çağrısı elzem büyük biriyle evlendirilmiş, miras oldu. bölünmesin diye kuzenine varmış Oysa milyonlarca kadın, pek çok vesaire vesaire. erkeğin çoktan havlu atacağı bir hayatı Bir börek yapar parmaklarınızı sürdürüyor, her sabah kendine uyanmak yersiniz, taze fasulye kırarken yaptığı için sebepler yaratıyor, dayanıyor, şakalara çok gülersiniz, çok güzel atkı direniyor. örer, pek hatırşinastır size de yapar, Toplum baskısıyla, sırtında tonlarca bir uzak tanıdık ya da yakın bir akraba, yük taşıyor. Kendine bir gün bile mutfaktan pek çıkmayan bu yüzü güleç “gerçekte ne isterdim?” diye sormaya vakit kadınları, tanıdıkça illaki seversiniz. bulamadan, arzulara sıra gelemeden ömürler Bir çeyiz olarak evdeki oyuğa yaptırılmış yaşanıp geçiyor. gömme dolap gibi, o evden başka yerde yeri Tüm kadınlar güçlüdür çünkü bunca yük yok. Orada yük taşırken çürüyecek, kaderi altında müstehzi de olsa gülümseyebilmek, baştan belli. yıkıldıkça yeni hayatlar inşa etmek güç ister. Temel insani ihtiyaçlara endekslenmiş Şubat'ta "Sevgililer Günü" kutlanacak yine, şükürler, oysa temel ihtiyaçlar için ödenen bunca sevgisizlik içinde! büyük bedeller. Gönlü okşanmamış, emeği görülmemiş, “Bak ne güzel, başını sokacak bir evin var, okutulmamış, çalışmasına izin verilmemiş, Evlenmişse denge gözetmek onun işidir, çocukların sağlıklı, çok şükür, sofraya tabak da istihdamdan sayılmamış, adalet çağrısı yanıtsız akıllar verilir; adamı da hoş tut, kariyerin koyabiliyorsan ne ala.” kalmış, susturulmaya çalışılmış, yaşadığı şiddet Akıl alır mı her akşam televizyon altında ezilmesin. Erkekliği zeval görmesin. “yuvandır” diye mazur görülmüş, aile mefhumu dizilerinde hülyalı bakışmaları izliyorsun, Evlilik boşanmayla sonuçlanırsa da şaşırmaz canından kıymetli bulunmuş milyonlarca bazen ekrandaki ayrılığa içlenip, gözünün kimse, onu taşımak kolay mıdır? Erkek ne kadın, reklamlarda akan kırmızı kalplere maruz yaşını siliyorsun ve ömrünce âşık olmaktan yapsındır? kalacaklar, bir teselli olarak kalplerinin hâlâ men edilmişsin aslında. Evdeki adam saçını Çocuk yaparsa ömrünü vicdan savaşına attığına şükrettirilerek! okşamayacak, mutfak masrafından artırıp sokarlar; “demek ilk adımında yanında yoktun”, Tüm gücümüzle yüklenip şu patriyarkayı indirim marketinden aldığı kahve fincanı kadar “e bakıcı elinde büyüyünce tabii çocuk...”, yıkabilsek, özgürleşsek ve artık biz de güçlü söz hakkı olacak. Evde emeğinin değeri ağız “yavrunla kaliteli zaman geçirebiliyor musun?”, olmak zorunda kalmadan, akışında, hafif, kolay kenarıyla adetten söylenen bir “eline sağlık” “veli toplantısına yetişememişsin.” bir hayatı görebilsek… kadar bilinecek. Tutku nedir bilmeyecek, Çocuğa yetişse onca yıl emek verilen Yaşam hakkı sadece nefes almaktan ibaret kendi kazandığını harcayabilmenin hazzını kariyer sarsılır: Ama siz de ha bire yok aşısı, değil, sadece hayatta kalmak yaşamak değil. tadamayacak, sırf masaya patates-soğan parası yok veli toplantısı, yok ateşi çıktı, mesaiyi çok Bütün kadınlar özgürleşene dek hiçbir gün bırakıyor diye bir ömür o adama saygıda kusur, aksattınız. pek sevgili değil, en büyük sevdamız eşit, adil, hizmette eksik yapılmayacak. Kıdem ve titrinde değil gücü, kulaklarını özgür bir yaşama dair. Yine de fırına üzümlü kek sürecek kadar tıkayıp bildiğini okuyabilmesinde. Bunca Tüm gücümüzle yaşamı kucakladığımız saracak hayatı, komşusuyla şakalaşabilecek, okun altında odaklanıp bir iş yapmak, çocuk günleri en azından kız çocuklarımıza içine atacak bir ömür ama hâlâ çocuklarına yetiştirmek kolay mı? bırakabilmek dileğiyle... 36

ULAŞ GEROĞLU

Ülkemiz müziğinin çağdaşlaşma temelini tesadüf mü? takviminde okudum ve askerde besteledim. Tabii atan iki büyük sanatçıyla, kendi çalışma n BM: Dönemsel olarak hep beraber bir tahlil “Emrah”ı yaparken pozitif düşüncelerim vardı. ortamlarında, bir müzik stüdyosunda buluşmak yapalım. Mesela 60’tan sonra ülkede aranjman Zaten hiçbir sanatçı yaptığı şarkıya inanmadan o kadar heyecan verici ki… Bugün dünyanın en müzik dediğimiz bir müzik türü meydana geldi. stüdyoya girmez. Dolayısıyla ilerisini düşünmedim, şanslı kişisi benim. Madem her şeyin başladığı Yabancı bestelere Türkçe güfte yazılıyordu ve sadece sevileceğine inandım. yerdeyiz ilk sorumu hemen sorayım: Cem Baba ve bu furyaydı. Cem ve ben işte bu dönemde kendi Barış Abi müziğe nasıl başladı? müziğimizle var olmak için çalışmaya başlamışız. Çok yazıldı, sevenleriniz çok konuştu, artılar, n Barış Manço: Ben çocukken öyle şimdiki çocuk n CK: Efendim iki şey vardır hayatta; bir fikrî eksiler, karşılaştırıldınız. Sahiden rekabet oyunlarını oynamazdık. Radyo Tiyatrosu’nda İsmail takip, bir fikrî sabit. Ben fikrî takipçiyim. Zengin var mıydı aranızda? Dümbüllü’yü dinler onu taklit edip, orta oyunu bir kültürün mirasçısıydık ve daha başka şeyler n CK: Yok canım rekabet falan. oynardık. Perde gerip Hacivat-Karagöz oynardık. yapabileceğimizi biliyorduk. Yenilikçi fikrin n BM: Aslında yok değil mi Cem öyle bir şey? Tiyatroya büyük ilgim vardı ama lise yıllarımda takipçisiydik. Değişmeyen tek şey değişimin müziğe daha çok ilgi duydum. Kafadarlar’ı kurduk kendisidir. Fikirler böyle yaşarlar. Barış Abi cevabınla Cem Baba’ya pas attın. arkadaşlarımla. Bakıyorum şimdi tiyatro, müzik n CK: Yok derken aslında rekabet, şöyle bir yani sanat hep vardı sanırım. “Emrah” ve “Dağlar Dağlar” bu iki şarkı rekabet var. Barış’ın yaptığı güzel bir şeyi sollama, n Cem Karaca: Okula gitmek için sabah 07:15’te bugün Anadolu Pop-Rock müzik kültürünün benim yaptığım güzel bir şeyi Barış’ın sollama trene yetişirdim, 12-13 yaşlarındayım. Şarkı mihenk taşı olarak görülüyor. Yani bir başlangıç. kaygısı. söyleye söyleye giderdim. Annem söylerdi; bütün Siz yeni bir şeyler yapalım dediğinizde böyle bir n BM: Sollama! Sağlama ara sıra. Trafiğin akışına mahalle “Cem geçiyor” dermiş. Sonra 14 yaşında sonuç bekliyor muydunuz? göre... âşık oldum. Johnny Guitar söylüyordum. Anamı n BM: Aslında “Dağlar Dağlar” çıkmıyordu. n CK: Evet... Mesela İngiltere’de sağlıyordun beni. görecektiniz o zaman. Nasıl hayran oğlunun Enteresan bir öyküsü var. Doğu-Batı sentezi (ha haha) sesine. Sonra yaz bitti, aşk bitti, Guitar bitti. Sonra yapmaya çalışıyoruz. Ama “Dağlar Dağlar” hep şarkı söylemeye başladım. Her yerde… Tabii böyle değildi. Biz de iki versiyon yaptık. İkisini de Biz lokomotif olarak Barış Manço ve Cem kendimize ait bir müzikle… plağa okumak istedik ama yapımcı “Milleti mi Karaca’yı görsek de hiç yalnız müzik kandıracaksınız?” dedi ve çıkmadı plak. Altı ay yapmadınız. Kafadarlar, Apaşlar, Moğollar, Şimdi burada şöyle bir ayrıntı var; hemen sonra ben diretince mecbur kaldı ve sonuç bu Kurtalan Ekspres size eşlik eden gruplardı. hemen aynı dönemde, aynı yaşlarda, farklı oldu. Tabii böyle bir sonuç beklemiyordum. O plak n BM: Ben, 1956’da ilk kez kendi adımı bir basın okullarda, farklı semtlerde başlamışsınız müziğe. çıkmasaydı açıkça ben olmazdım. yayın organında gördüm. Bunun yanında “Barış Ve tabii “kendinize ait bir müzikle.” Bu bir n CK: Askerdeyken Emrah’ın şiirini saatli maarif Manço ve Kafadarlar” yazılıydı. Ben hemen hemen 37 hiç tek başıma sahneye çıkmadım, müziğin bir grup bulunan bir not yüzünden mahkûm olduğunu herhalde çıkmazdı öyle bir şarkı. işi olduğuna inanmıştım. gördük. Tabii sizde bu sanatçılar arasındaydınız. n CK: Grupla çalışırsan uyum ve deneyim Peki abi ‘bu da olmaz artık’ noktasına geldiğiniz Bir sanatçının özeleştiri yaptığına pek şahit kazanırsın. mi? Tahmininizin üzerinde bir sonuçla karşı olamıyoruz. Gerçekten beni çok şaşırttın karşıya kaldınız mı? Cem Baba. Barış Abi senin için var mı böyle bir O zaman grupla çalışmak hem keyifli hem n CK: Olmaz mı? (ha haha) Mesela vatandaşlıktan nokta? de sanatçıyı zenginleştiren bir buluşma. atılma sebebim 1 Mayıs Marşı’ydı. Düşünsenize n BM: Her zaman iyi olamaz ki insan, değil mi? n CK: Yan etkisi de olur grup çalışmalarının. beni vatandaşlıktan eden bu cürüm, büyük Mesela benim de var bir iki çalışmam. 70’ten önce Giderek kendi kendini tekrar etmeye başlarsın. kitlelerin marşı oldu. O zaman dedim ki sanırım yabancı bir grubum vardı, onlarla türkü okudum. Yeni grup, yeni bir sıçrama, yeni bir savaş gücünü nüfus planlaması var. Nüfusu düşürecekler. (ha Zaten o dönemde Cem benden daha iyiydi. beraberinde getirir. haha). Birde vatandaşlıktan atılma sebebim hakkımda çıkan yanlış haberlerdi. Ülkem aleyhine Sizin müziğe başladığınız dönemde Kafam biraz karıştı. Barış Abi sen ne asla konuşmadım. Ben vatansever bir sanatçıyım. İstanbul’un iki yakası bu kadar kolay bir diyorsun bu konuda? n BM: Bugün görüyorum her törende, açılışta vs. araya gelmiyordu! Köprü yok, tünel yok. Doğal n BM: Tabii bazen de öyle bir uyum yakalarsın yeniçeri kıyafetli mehter takımları boy gösteriyor. olarak kolay etkileşim yok. Hangi tarafta müzik ki birlikte bir olursunuz. Birbirinizi yenilemenin Ben müzik grubumu yeniçeri gibi giydirdiğim daha iyiydi? yöntemini bulursunuz. Mesela ben uzun zaman için ne alçaklığım kaldı, ne had bilmezliğim… n BM: Açık söyle Cem, bizim taraf daha iyiydi. Kurtalan Ekspres’le çalıştım. Bugün severek Soruşturuldum da hani. O gün yaşarken kötüydü n CK: Eee tabii karşı taraf, Kadıköy yakası. Bu dinlediğiniz şarkıların büyük bölümünü onlarla ama şimdi ne zaman mehter takımı görsem tarafa fark atıyordu. birlikte yaptık. gülümserim. Türk müzik tarihinin en büyük iki ustasıyla Peki iyi müzik abi? Ses güzel, enstrüman da Cem Karaca’nın müziği politik müzik olarak buluşmuşken Barış Abi, Cem Baba trenime çalınıyor... Yeterli midir? tanımlanıyor. Bu konuda eleştirildiniz, belki yetişmem gerekiyor. Çok çabuk geçti zaman. n CK: Müzik yapmak, iyi şarkı söylemek, iyi gitar anlaşılmadınız, hatta bedel ödediniz. Başka Sohbetimizin ne yazık ki sonuna geldik. çalmak, iyi davula vurmak değildir. Müzik yapmak, türlüsü de olabilir miydi? Ayrılmadan önce son bir soru daha sormak bunun etrafını da doldurmaktır. Şiir okumadan n CK: Ulaşcığım, sanat halk adına yapıldığında, istiyorum: sizi seven, örnek alan genç beste yapmak zor olsa gerek. Yani Shakespeare sanatçının halkının çıkarları doğrultusunda ürün arkadaşlarımıza tavsiyeniz var mı? bilmeden tiyatro yapmak olmaz. vermesi doğaldır. Sanat üretme olayına bu açıdan n CK: Ukalalık etmek istemem ama gençlere yaklaşan bir sanatçı, politize olmak zorundadır. tavsiye olarak söyleyebileceğim; dünyaya Bunu sevdim. Eminim Shakespeare de bakmaları lazım. Fakat ayakları kendi coğrafyasına duysaydı severdi. Barış Abi sence yeterli mi? ‘Yoruldum. Artık biraz dinleneyim’ dediğiniz basarak dünyaya bakmaları lazım. Öyle uçarak, n BM: Cem’e katılıyorum. Ben saçımın teli kadar zamanlar oldu mu? atlayıp hoplayarak değil, sağlam bir zemininiz var, kitap okumuşumdur. Okumak ve yaşadığın yeri n BM: Hiç yorulduğumu düşünmedim. Çünkü o zemine basarak… tanımak mühim. Ben müzik kimliğimi, Anadolu’yu insanın içinde bir ateş varsa o ateş ancak n BM: Ben hiç kimseye fikir vermek hakkını gördükten sonra doğru ifade etmeye başladığımı harmanlamaya devam edilirse ısıtır. kendimde görmüyorum. Bir şeyler edinmek isteyen söyleyebilirim. n CK: Sanatçı üretemediğinde dinlenmeye fırsat yaptıklarıma baksın onlar ortada, öneri verirsem bulur ve ne kadar yorulduğunu o zaman düşünür. sadece bildiklerimi aktarırım. Bunun sonucunda O zaman İstasyon Dergi okurları eminim Ben hep ürettim. etraf bir sürü küçük Barış Manço’larla dolar. Ben merak edecekler. Barış Abi, Cem Baba en çok bunu istemiyorum… ne okumayı seviyor? Cem Baba sanatçı ne zaman üretemez? n BM: Ben elime geçen her şeyi okurum. Ama n CK: Bir şeyi sorgulamadığı, neredeyse okumadığım tarih kitabı kalmadı. Tarih önüne her konanı kabul ettiği takdirde okumayı seviyorum. üretemez ve ilerici olamaz. Nihayetinde n CK: Nazım Hikmet başucu kitabımdır. Atilla aydın bir sanat insanı olamaz. İlhan, Orhan Kemal, Sait Faik ve Pardayanlar gibi Teksas gibi çocuk kitapları okumayı severim. Tarih Yani müzik için de soru sormak kitapları da okurum. gerekiyor? - B CA ARIŞ n CK: Bu sanatın bütün dalları için RA M A A K Sizin müziğinize “Anadolu Pop” diyoruz. Bu geçerli olduğu gibi elbette müzik için de N

M Ç

O E

- tanımın müziğinizi ifade ettiğini düşünüyor böyle. C musunuz? n BM: “Anadolu Pop” nereden çıktı, kim söyledi Kendi müzik serüveninizde ‘eksikti, Nasıl yaşadığımız, geride ne bıraktığımız bilmiyorum. Benim yaptığım müzik gerçek fazlaydı, yanlıştı’ dediğiniz bir önemli. Son çıkışımızda bile yeni baştan anlamda pop müziği değil, hiçbir zaman pop örnek var mı? müziği yapmadım. Daha çok etnik özellikleri olan n CK: Oldu. Ben birçok şarkım için başlamak, aynı heyecanla, aynı aşkla bir rock müziği yaptık biz. soruşturuldum Ulaş. Şaşıracaksın belki denemek önemli. Derler ki “sanat, umut n CK: Düşünmüyorum. Bu yanlış. Ben dönemsel ama en sevilen şarkılarımdan “Namus kapısına giden ayak izleri, umuda iz bir müzik yaptığıma inanmıyorum çünkü. Popülist Belası” için kesinlikle yargılanmalıydım. bırakmak önemli.” Cem Karaca ve Barış bir müzik yapmış olsaydım bugün Emrah’ı Manço, ülkemizin sanat serüveninin iki konuşamazdık. Ciddi misin abi! Peki neden? büyük kahramanıydı. Tarzları, tavırları (Çok doğru peki nerden çıktı bu Anadolu Pop? Bu n CK: Orada neyi anlatıyorum konuyu da araştıracağım.) ben? Genç bir delikanlının namus ve fikirleriyle iki güzel adamdı. Herkesin diye cinayet işlemesini ve idama elbet vardır Cem Baba ve Barış Abi’sinden Geçmişe dönüp baktığımızda sanatçıların mahkûm edilişini. Tabii o dönemde sahiplendiği bir şarkı. Benim şarkım “İşte anlaşılamadığını, doğru söyledikleri için bunu protest bir tavırla anlattım ama Geldik Gidiyoruz.” Ya sizin şarkınız? yargılandığını, hesap sorulduğunu, cebinde namus cinayeti yanlış. Bugün olsa 38

ÖMER OVACIK

Yıldızlarımız vardı. Bahçelerimiz vardı. Hayal kurmayı unutmamıştık. Unutmak ne demek, Yeniden ŞÜKRÜ ERBAŞ hayal kurmaktan başka bir hayatımız yoktu Her şey ağlayana kadar neredeyse. Kitaplarda okuduğumuz o uzak Akıttığında gözyaşını enim arkamda -dedim- aynı dilde, kültürde, dünyaları kalbimizde, dilimizde, gözlerimizde Kavgaya yeniden girişmemin tam coğrafyada yaşadığımız çok büyük dört kuruyorduk. Oralarda yaşananları o bir avuç zamanı şair var: Yunus Emre, Pir Sultan Abdal, kentimizde yaşıyorduk. Çocukluk, her yerde, BKaracaoğlan, Nâzım Hikmet. Ben, onların yazdığı her zaman sonsuz bir hazinedir ama böyle Her şey boşalana kadar o büyük şiirlerin hiç olmazsa eteklerinde yer kısılmış, yalnızlıkla kuşatılmış yerlerde bin Savurduğunda geleceği alacak, onları da kendimi de mahcup etmeyecek, kere daha hazinedir. Sonraki bütün hayatınızın Hayata yeniden merhaba demenin üzerimde soğuyup duran zamanın ağırlığını bir harcı, mayası orada karılır. Gün gelir bu zamanı vakti iç çekiş kadar olsun göğüsleyecek şiirler yazmak yaza yaza büyürsünüz. O sonsuz hayalleri yaza istiyorum. Onların hayatları kadar engin bir yaza gerçeğe çevirirsiniz. O küçük kent, beni hiç gönülle yaşamak istiyorum. Onların, sadece durmayan bir beşikte sallaya sallaya insan etti. yaşadıkları zamana değil, bütün zamanlara ••• meydan okuyan o büyük başkaldırılarını, en "İlk geldiğiniz yılların Ankara’sı, ilk karşılaşma," büyük miras olarak taşımak istiyorum. Aşk, dedi genç arkadaşım. "İçinde büyüdüğümüz emek, şiir ve utanma duygusu benim de en o ılıman beşiği bıraktık," dedim. Bu kez, yüce değerlerim olsun istiyorum. İnsan bir ‘Ah!’ sınırlarını kavrayamadığım, kalabalığını X X X olmasın istiyorum. Kocaman bir dünya olsun kavrayamadığım, yalnızlığını kavrayamadığım istiyorum. Ben dünyayı sevmek istiyorum. bir kent, kocaman siyah soğuk bir beşikte ••• sallamaya başladı. Lise yıllarında yürekten Şiir, her dizesiyle insana yöneltilmiş bir büyük bağlandığım devrim düşüncesinin eylem sorudur. Şiirden başımızı kaldırdığımızda bizde hâlini yaşamaya başladım. Yalnız ülkeyi pek çok merakı, arzuyu, acıyı, hayali, hayal değil dünyayı adil, eşit, özgür, sosyalist bir kırıklığını ayaklandıran bir yolculuktan döneriz. dünyaya dönüştürecektik. Düşüncelerimiz Kimse! Daha önce öngöremediğimiz bir dünyanın güzeldi, biz güzeldik. Bütün yoksulluğuna ve Dişlerim yumruk içine çeker bizi şiir. Kalbimizi, yaşadığımız şiddetine rağmen yaşamak büyülü bir şeydi. Ellerim sabır gerçeklikten çok daha büyük, güzel, yeni, deyim İnandığımız hayat, dokunduğumuz her şeyi Aklım geçmiş yerindeyse binlerce kanadı olan duygularla, sonsuzluğa çeviriyordu, şiire çeviriyordu, Sessizliğim bende düşüncelerle doldurur. Bizi büyüler, büyütür. şarkıya çeviriyordu. Aynı zamanda acıya tabii. Kimse sormasın! Şiirin bizi götürdüğü bu yeni yer, yeni duyarlılık Devlet zalimdi, biz mazlumduk, arkadaşlarımız Gözlerim ses alanı, bizi o ana kadar düşünmediğimiz ölüyordu. Koşuşturmanın yetmediği yerde Kulaklarım görüntü sorulara götürür. Soru sormuyorsak bir yanlışlık yazıyorduk, yazmanın yetmediği yerde Bedenim şahit var demektir. O şiir bize nüfuz etmemiş koşuşturuyorduk. Ölüme dek kalbimizde Bildiklerim bende demektir. Biz, simsiyah kapanmış yaşıyoruz halkalanacak o zamanlar, bizim kuşağın, demektir. Ya da şiir, henüz şiir olmamış hemen sonraki kuşağın ve asıl 68 kuşağının Kimse sınamasın! demektir. Bu soru/lar, şairin hayatına ilişkin kalplerinde ve bedenlerinde bir onur nişanı 04 Ocak 2021/10.02-Çağlayan olabilir, şiirin kurduğu dünyaya ilişkin olabilir, olarak duracaktır. Benim için ve o yılların yaşadığımız gerçekliğe ilişkin olabilir. Bu, bizim Ankara’sında yaşayan bütün devrimciler, kendimizle, insanlarla, bir bütün olarak hayatla şairler, yazarlar için Ankara, ikinci ana rahmidir. kurduğumuz bağa bağlıdır. Asıl önemlisi, bu ••• soruların yanıtı ne şairdedir ne bir başkasında. Yazmanın başlangıcı bir tuhaf içe doğuş anıdır. Yanıt, okur olarak sadece bizdedir. Bu sorular Biriken ne varsa usulca söze dönüşüverir. Sese neler olabilir derseniz, gerçekten bilmiyorum. dönüşüverir. Dilinize düğümlenir. Başlarsınız Sorduğumuza göre, anlamak istediğimiz, kendi kendinize tekrar etmeye. Bir süre öylece X X X kurtulmak istediğimiz bir huzursuzluğumuz dolaşır durursunuz. Bir noktaya gelirsiniz var demektir. Bir mutsuzluk sürüyor demektir. ki mutlak bir sessizlik olmadan, mutlak bir Dünyadan bir beklentimiz var demektir. Henüz yalnızlık olmadan, o dizeler bir başka derinliğe Ne yazsam siliyorum insana inanıyoruz demektir. Hayatımızı sevmek ulaşamaz. Hatta anlamsız olmaya başlar. Ne düşünsem unutuyorum istiyoruz demektir. Unutulmaya başlar. Ya bir yalnızlık yaratırsınız Çünkü ••• ya da bir kenarda duran yalnızlığınıza ...... Leonardo da Vinci, “küçük odalar düşünmeye, koşarsınız. Bütün dünyayı dışarda bırakırsınız, Ne yapsam pişman oluyorum büyük odalar faaliyete sevk eder” der. Benim bırakmalısınız. Kağıt, kalem ve sizden başka Ne desem geri alıyorum içine doğduğum, içinden dünyaya doğduğum tanrısı olmayan bir zaman başlar. Çırpına Çünkü kent, o yıllarda gerçekten küçüktü. Bütün çırpına kendi gerçekliğinizi kurarsınız. Yalnız ...... dünyaya uzaktı. Biz öyle sanıyorduk. Görsel kendinizin değil, başkalarının kalbi ve diliyle de medya dediğimiz bir bulantı hayatlarımıza dolarsınız. Ta ki, gövdeniz ve kalbiniz derin bir girmemişti. Henüz şarkı söylemeyi biliyorduk. soluk alana kadar... 39 YAŞAMIN UÇLARININ LIRIK YOLCUSU: Tezer Özlü ezer Özlü’yü okuyup, tadına; hem acısına Nereli olduğunu soranlara “Hiçbir yerliyim” der. hem tadına varmış da onu özlemeyen var Lodosta başı ağrımayanlardan, uçakta iştahla yemek yiyenlerden, mıdır acaba? karı veya kocasına hayranlık duyanlardan, sabahları genel konulardan TZaman zaman yalnızlığına hapsetmek zorunda konuşabilenlerden, âşık olunca ömür boyu sürecek eşlerini bulduklarını kaldığı sevgisini, iç dünyasına dalıp dalıp sananlardan, kendilerine hâkim olmaları gerektiğini sananlardan, görgüden MELDA DAVRAN çıkardığı envai çeşit mücevheratı ya da en söz edenlerden, insan dramının bilincinde olmayanlardan bir türlü haz karasından kömürü, başkaldırışını, yalınlığını, edemez. samimiyetini, kendiyle, ‘insan’ denen varlıkla derdini, yazıya kaçışlarını, yazıdan Ece Ayhan, edebiyatın iki ayrıksı yazarını birbirine benzetir; “128 Nilgün kaçışlarını, yine de her defasında yalnızca yazıya sığınışlarını. Marmara ve 99 Tezer Özlü aynı sırada otururlar ve silgileri de boyunlarında Onun seveni, özleyeni çok; o da hep bir özlemle yaşamış gibi gelir bana, asılıdır” der. tüm hayatı bitmeyen bir özlemmiş gibi. O da hayatı boyunca bağımsızlığa, "Çocukluğun Soğuk Geceleri"nde şu kült cümleleri yazılıdır: “Pazar günleri.. özgürlüğe, uyum sağlamak zorunda kalmamaya, kendi olmaya özlem duymuş şimdilerde.. sokak aralarından geçerken.. gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, bir dünyalı yazar... Yaşadığı 43 yıllık ‘görece’ kısacık hayatta, keskin zekâsıyla kışın yağmurlu, gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim.. evlerin ve farklı duyarlılığıyla görmediği, kalbini sıyırmayan, kanatmayan hiçbir pencere camları buharlanmışsa.. odaların içine asılmış çamaşırlar görürsem.. şey kalmamış. Hayatın karanlık tarafını hücrelerinin tümüyle bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyodan hissederken bir taraftan da yaşama koşmuş her defasında, naklen futbol maçları yayınlanıyorsa , tartışan insanların sesleri tam da göbekten bağlanmış aynı zamanda. Hep çocukluk Hayatın karanlık sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, özlemindeki gibi sınırları aşmak istemiş, genç kızlığında da, tarafını hücrelerinin gitmek, gitmek... isterim hep.. kadınlığında da, kadınlarla ve erkeklerle olan ilişkilerinde tümüyle hissederken Bir keresinde yakın dostu Yıldırım Türker’e yazarken adeta de... Çocukluk kasabalarının, şehirlerinin, ülkesinin bir taraftan da fiziksel bir acı çektiğini anlatır. sınırlarını her geçtiğinde yaşadığı özgürlük hissini sevmiş, yaşama koşmuş her Yıl 1984..Yazko dergisinin hazırladığı Kafka özel sayısı için sınırsızlığı, köksüzlüğü, uyumsuzluğu düşünmüş, düşlemiş, defasında, tam da acil günlüklerin çevrilmesine ihtiyaç vardır. hissetmiş. göbekten bağlanmış Ahmet Cemal’in aklına hemen dostu Tezer Özlü gelir, 1943 yılında ailesinin görev yaptığı Simav’da doğar ve aynı zamanda açar telefonu, yalvarır, yakarır. Cevap gelir: “Allah belanı versin burada geçer çocukluğu, çocukluğunun soğuk geceleri… senin!..” Dostu bilir, bu onun dilinde ‘yetiştireceğim’ demektir. İlkokuldan sonra Avusturya Lisesi’nde okur, ona adeta el feneri Ertesi hafta günlüklerin en nefisleri, nefis bir çeviriyle karşısındadır olacak Almancayı ve Alman kültürünü burada öğrenir. İlk romanı Cemal’in. Özlü de sitem eder dostuna; “Zaten yarım aklım vardı, o da bir hafta "Çocukluğun Soğuk Geceleri"nde, 11 yaşında bir çocuğun okumak için geceli gündüzlü Kafka çevirmek yüzünden uçup gitti. Ama bak, bunu senin gönderildiği İstanbul’daki Avusturya Okulu’nda yaşadığı eğitim ve kültür için değil, Kafka için yaptım ha!..” şokunu anlatır. "Yaşamın Ucuna Yolculuk"ta çok sevdiği yazar Pavese’nin Eşi Hans Peter’le yaşadığı, yazmadığı zamanlar, caddelerini, sokaklarını izini sürer. Yazmak onun için dış dünyaya karşı bir savunma olmuştur her arşınlayıp dolu dolu yaşamı içine çekmekten zevk aldığı İsviçre’de kansere zaman. Kafka ve Pavese en çok etkilendiği ve aydınlandığı iki yazardır, yakalanır. Hastalığı ilerlediğinde son günlerini Akdeniz güneşinin altında çevirmen olarak çalıştığı yıllarda Bergman, Böll, Kafka gibi yazarları Türkçeye geçirmeyi hayal eder. “Akdeniz’de güneşin altında öleceğim. Kendime "Tender kazandırır. Ona Türk edebiyatının çetin cevizi, ayrıksı otu, lirik prensesi gibi is the Night" okutacağım ve moda şarkılardan birini çaldıracağım. "Felicita isimler yakıştırırlar. Yönetmen Erden Kıral’la olan evliliğinden 1973 yılında Felicita" gibi örneğin. Başka bir şey istemem.” kızı Deniz doğar. Yıllar sonra kızı Deniz’in anket defterine kendi el yazısıyla en 43 yaşında, İsviçre’de iki yıl boyunca tedavi gördüğü hastanede bir kış günü çok ama en çok para ve şöhret hırsı olan insanlardan, faşistlerden nefret yaşamın ucuna vardığında geride üç kitap ve unutulmaz satırlarını bırakır; Eski ettiğini yazacaktır. 1984 yılında Hans Peter Marti ile evlenerek Zürih’e yerleşir. Bahçe, Çocukluğun Soğuk Geceleri, Yaşamın Ucuna Yolculuk...

Anket Defteri Tezer Özlü’nün 1980’li yıllarda, kızı Deniz’in anket defteri için hazırladığı sorulara verdiği cevaplardan birkaçı: n Aşk nedir? Aşk; birisinin, gece gündüz, sinirlenmeden yanında olmak istemek, ayrılınca özlemek ve sadık olabilmektir. n Sevinç nedir? Sevinç; hayatı sevmek, geçen, yaşanan olaylardan mutluluk duymaktır. n İdeal kadın? Hoşnut olan kadındır. n İdeal erkek? Bence Hans Peter’dir. Hem para kazanmayı, hem ev işini sever, hem konuşkandır, hem de yardımsever. n Üzüntü nedir? Üzüntü; acıdır, en üzücü olay başkalarını üzmektir. n Bir adaya gitsen yanına ne alırdın? (üç insan, yedi eşya) Tv, radyo, kitap, bisiklet, kuş tüyü yastık, warmflasche(Almanca sıcak su torbası Y.N.), walkman. Üç insan: Sen, Sezen, Hans Peter

n Şimdiye kadar bir şey kazandın mı? (para hariç) Seni ve yazdığım üç kitabı, bir de İsviçre pasaportu. 40

ZUHAL OLCAY SONBAHARDIR Dimdik durmayı sever… Kararlarının ardında durur aslanlar gibi… Ama çok da güzel âşık olur. Kalbi onu nereye götürürse gider. Nasıl olsa bilir ki; dönmesi gerektiğinde aklının ışığı ona doğru yolu gösterecektir. Zuhal Olcay ile ilk karşılaşmamı anımsıyorum da sanki dün gibiydi. Halbuki üzerinden asırlar geçmiş, inanamıyorum! Kadir İnanır çağırmıştı, “Amansız Yol” filminin setiydi. Kadir, kamyon şoförü Hasan rolündeydi. Bu davet alınır da icabet edilmez mi? Sene 1985... Koştura koştura gittim. Sabahat rolünde güzel, kumral, uzun ince, karizmatik genç bir kadın oynuyor. BİRCAN USALLI SİLAN Yeni yeni parlıyor yıldızı. Star ışığı ile doğanlardan yani. “Gel” dedi Kadir İnanır. “Bak bu Zuhal Olcay. Var ya buna iyi bak. Ülkenin en önemli oyuncularından biri olacak. Hatta bu yıl en iyi kadın oyuncu ödülünü bile alır.” Zuhal biraz mahcup gülümsedi. Tokalaştık tanıştık. Oracıkta kaynaştık. Ben hemen bir röportaj yaptım... Ömer Kavur filmin yönetmeni idi. Efsane bir kadro... Önemli bir dipnot; aldı ödülünü Olcay o sene. O zamanlar Güneş gazetesinde çalışıyordum. Aradan tam 35 yıl geçmiş… Onunla daha sonra defalarca bir araya geldik. Onunla yaptığım söyleşiler hep çok içime sindi. Biraz arkadaşlık, biraz da gazetecilik aşkıyla her fırsatta bir araya geldik. Evet, sevgili Zuhal Olcay bugünkü kompartıman arkadaşım. İkimiz de yolculuğu o kadar özlemişiz ki... Bilirim, Zuhal için alıp başını gitmeler, mekân değiştirmeler o kadar değerli ki… Bazen tren camından bakmak, bazen bir teknede olmak, balıklara şarkılar söylemek, bazen de uçağın o küçücük penceresinden bulutları izleyip, sonsuz, sınırsız hayaller kurmak... Aslında siz bakmayın onun uzaktan öyle mesafeli, soğuk, sert duruşuna. Dünyanın en eğlenceli insanlarından biridir benim için. Keyfi yerindeyse eğlenceli bir yolculuk bekliyordur bizi. Ama ben onun hüzünlü duruşunu da çok seviyorum aslında. Kırmızı, mor, acı kahve yapraklarla dolu sonbahardır Zuhal Olcay benim için. İnsanın içinin hafifçe ürperdiği sonbahar esintisi gibi... Fenerbahçe burnunda denizin dalgasına aldırmadan göz kamaştıran güzelliğiyle yol alan yelkenli gibi... Özdemir Asaf’ın Yalnızlık şiiri gibi!.. “Yalnızlık paylaşılmaz, paylaşılsa yalnızlık olmaz” gibi... Başucu şarkıları ve kitapları gibi… Sarıp sarmalayan mavi kuş gibi… Seyirci de onun bu haline daha alışık elbette… Biraz ağlamalı, biraz gülmeli, biraz dertleşmeli bir yolculuk olacak bizimkisi besbelli. 1976’da Ankara Devlet Konservatuvarı’nın yüksek bölümünü bitirdiğinden bu yana sanki bin yıl geçmiş gibi hayatından. Olsun, geçsin sağlıkla, huzurla… Zuhal Olcay için ailenin ne kadar kıymetli olduğunu bilirim. Annesine ve piyano öğretmeni olan teyzesine yıllarca nasıl baktığını iyi bilirim. Aile desem sana; “Aile o kadar kıymetli ki... Gençliğimizde bize kafes gibi gelen evimizin aslında en güvenli alanımız olduğunu öğrendim, kendimden bile kaçacak yer aradığımda. Annemin, babamın, teyzemin öldüğünü biliyorum ama sevdiklerimizi aslında kalbimizde, anılarımızda yaşattığımız sürece insanların ölmediğini öğrendim. Öyle dostları oluyor

YILDIZLAR KOMPARTMANI ki insanın ailesi onlar oluyor. Kendinden kaçtığında kendini bir dostunun omzunda ağlar buluyorsan o senin ailendir. Sorgusuz sualsiz biri sana "gel" diyorsa ya da sen ona "gel" diyorsan işte, bu aile değil de nedir? Ailenin bendeki tanımı biraz daha kapsamlı, bu da iyi geliyor insana..." O kadar güzel filmlerin var ki; Sönmüş Ocak, Parmak Damgası, Yedi Tepe İstanbul, Sahte Cennete Veda, Halkalı Köle, Bir Avuç Gökyüzü... Hangi birini sayabilirim ki? Onlarca oyunda rol aldın ve belki de ülkenin en fazla ödül alan oyuncususun. Ödül bir sanatçı için elbette çok kıymetli. Ya senin için? O ödülleri eline aldığında kolunu yükseğe kaldırdığın andaki duygunu merak ediyorum. 41

Ödülü sana verirler ve sen çok özlediğin bir dostun ile buluşmuş gibi göze alacağı tek varlık olan kızı -Ceren’in- babasıyla evlenirken de yine heyecanlanırsın. Ödül takdimi sırasında yapılan konuşmalar bile sana çok âşıktı. uzun gelir. Bir an önce sevgilinle buluşmak istersin. Alırsın. Elinle yükseğe Ceren, onun kıymetli kızı. Üzerine minik bir serçe gibi titrediği güzel kaldırırsın ve o muhteşem an yaşanır ve biter… kızı. Onun mutluluğu, onun yaşam sevinci; kızının mutsuzluğunu Ödüller elbette heyecandır, alkışın, beğeninin metale dönüşmüş duysa dünyayı yakar geçer bilirim. O yüzden kızına olan sınır ve zaman halidir, onaylanmaktır... Ödüller insanın hayatının hangi alanında olursa tanımayan derinliğini bir yana bırakıp, bildiğimiz türden aşkla ilişkisini olsun yaptığı işi hakkını vererek yaptığının göstergesi gibi geliyor. Ancak bir süre sonra öyle ödüller oluyor, öyle bakışlar ve seni görünce kurulan, anlatmaya devam ediyorum. ta yürekten gelen o sözler var ya esas değerli olanlar onlar bence. Bence Haluk Bilginer ile yaşadığı aşk onun hayatının en gizemli, Zuhal Olcay ayakları yere basan, ne istediğini, ne isteyeceğini bilen en karmaşık, en vazgeçilmez, en çılgın, en delilik nemli zamanlarıydı. güçlü bir kadın bence. Bu davranış şekli bazen risk almasına neden Orman yağmurlarının hiç bitmediği, tsunami ile dolu bir dönemdi. İkisi oluyorsa da amacı için kararlılıkla yoluna devam için de birbirleri çok kıymetliydi. İkisinin birbirlerine ediyor. Ülkesinin sorunları karşısında Uzaylı Zekiye duyduğu gayya kuyusu derinliğindeki bağlılık filmlere gibi davranmıyor. Bunu asla yapmadı. Belki de bu Sanatçı aslında hikâye olur. Tiyatro Stüdyosu’na verdikleri emeğe yüzden çok sevdik onu. Kadına şiddet konusunda birinci elden şahidim. Onlar birbirlerinden vazgeçeli elbette söylenecek sözleri var… her eylemiyle, neredeyse yirmi sene oldu ama ben halen onların bu Eğitimin ülkemin en önemli sorunlarından biri zaten düşüncesini vazgeçişlerine akıl sır erdirebilmiş değilim. olduğunu düşünüyorum. Elbette eğitim kadına şiddet konusunda birinci derecede etkin bir olgu değil. Ancak ortaya koyar. Bu Ondan sonra ikisi de yalancı baharlara aldanıp yine de kadına şiddet uygulayan erkekleri de anneler nettir. Sanat ne yanlış zamanlarda çiçekler açtılar, desem o da benim yetiştiriyor. İşte orada bir problem var gibi geliyor. hissiyatım… Umarım ikisi de mutlu olmuşlardır. Ama Anneler oğullarına eşlerini, hayat arkadaşlarını, kız sanat ne de Zuhal’in ne kadar hesapsız, kitapsız bir şekilde aşka arkadaşlarını sevmelerini öğretmeliler. Sevginin değerini toplum içindir. kucak açtığını bilirim… anlatmalılar. Şiddetin, kaba kuvvetin yalnızca kadının Bazen sürer, bazen sürmez. Ama önemli olan değil, erkeğin de tüm dünyasını başına yıktığını uzun Sanat sanatçının yaşadığımız an değil mi ki zaten? uzun bıkmadan, usanmadan anlatabilmeliler. Babaları kendisi içindir. Zuhal Olcay artık başrol oyuncularının annesi şiddet uyguluyorsa, anne, kadın olarak çektiği acıyı tarif olarak kamera önünde. Hem genç oyuncularla etmeli çocuklarına. Kadına şiddetin yoğunluğu o ülkenin oynamayı hem de yaş almanın endişeli halini sormak uygarlaşması ile eş zamanlıdır diye düşünüyorum. Biz sanatçılar elbette sorunlarımızdan kaçamayız ve elimizden geldikçe bu istiyorum son olarak. sorunların çözümünün de içinde olmalıyız. Sanatçı aslında her eylemiyle, Yaş almak, yaşlanmak mı yani? Hangimiz korkmuyoruz ki? İstediğin zaten düşüncesini ortaya koyar. Bu nettir. Sanat, ne sanat ne de toplum kadar süslü cümleler kurabilirsin ama gerçekten kaçamazsın. Ama içindir. Sanat, sanatçının kendisi içindir. Ama bunu yaparken okuyarak, gerçekten ‘her yaşın bir güzelliği var’ sözü inanılmaz doğru. Endişelerin, izleyerek, düşünerek kendini geliştirir ve yorumuyla insanların duyarlılığına beklentilerin, hırsların azalıyor. Hayatta her şeyi yaşamış biri olarak seslenir. Bu ses toplumu etkileyen bir olguya dönüşür. kendini çok daha hazırlıkla hissediyorsun. Kötüyle baş etmeyi, iyiyle daha “Bir Tango Borcun Var Bana” ne güzel bir Onno Tunç bestesidir ve çok sevinebilmeyi... Övgülerinde, sevginde, paylaşımında daha cömert Zuhal Olcay nasıl da güzel yorumlar bu en şahane aşk şarkısını… Ve ben oluyorsun. Ve kendini her şeye karşı korumayı öğreniyorsun. Sen giderken bunca yıllık tanıdıklık hakkımı kullanarak onun aşk ile ilgili durumuna ben dönüyordum durumu şahane… kendimce yorumlar yapacağım. Yani bu Biricikuş’un Zuzu yorumudur sevgili okur; Genç oyuncu arkadaşlarımı seviyorum. Onlarla oynamaya bayılıyorum. Zuhal Olcay, bence aşk kadınıdır. Öyle ki onun aşk ile olan sınavları Ama bizim dönemde sanat daha zor ulaşılır, daha zor hayata geçirilir bir bile tek başına 120 dakikalık film olur. şeydi, ona üzülüyorum. Şimdi tüm dünya onların ellerinin altında gibi İlk evliliğini daha 20’li yaşların hemen başında yaparken eminim geliyor. aşktan ayakları yerden kesilmişti. Sonra bir tanesi, uğruna her şeyi İki dönemi de yaşamak elbette aşkların en güzeli… YILDIZLAR KOMPARTMANI 42

REİS ÇELİK

uncel abinin doğum günüydü.1 Şubat bu fırsatın üzerine gitmem gerekiyordu. Kurşun kalemle o an orada hissettiklerimi 2003... - Ama Tuncel abi kabul et ki bu bir işaret. kabaca 3 sayfa yazdım. Yazıyı mırıldanarak -Alo, Tuncel abi . Sakladığımız 9 yıllık Yıllardır yalvaran bu garibe kulak ver ve Çıldır’a okumaya başladı. Arada kafasını kaldırıp bana Tşarabı açtım, geliyor musun ? git demek istiyor yukarıdaki. baktı. Benim için önemli bir kırılma anıydı bu -Reis, şimdi Menend’le evdeyiz. Onunla Bir süre deli deli baktı bana. an. Çünkü 4-5 yıldır Tuncel abiyi ikna etmeye gelirsem bana sadece bir kadeh içirir, yazık olur. -O şarabın devamı var mıydı? çalıştığım işin başlama anındayız. Eğer bu sınavı Sen sakla, sonra gelirim. -Var abi. geçemezsem o an oradan İstanbul’a döneceğini Şubat'ın 3’ü sabah 11 gibi geldi. Dışarda kar İlk defa Tuncel abide bir kırılma görmüşüm. adım gibi biliyorum. Neyse baba kağıtları bir iki yağıyordu. Tekrar Cadde-i Kebir kafeye döndük. Şarabını evirdi çevirdi cebine koydu: -Hadi ver şu şarabı bakalım 9 yılda ne olmuş içerken kitabı inceledi. “Gidelim” dedi. “Gidelim -Hadi çekelim, ben hazırım. ona? deneyelim. Denemeden yeni bir yol açamayız”. -Çekelim abi kamera donmadan, ben de Keyifle içti. Sonra İstiklal Caddesi’nde uzun Tuncel abi karısı Menend’i aradı. hazırım. uzun yürüdük. O zamanlar sokaktaki vatandaş -Menend biz Çıldır’a gidiyoruz. Açıkçası o an şöyle düşündüm: Bir okuyuşta 3 henüz Tuncel Kurtiz’i tanımıyordu. Sürgünden -Tuncel çıldırdın mı? Daha yeni bypass oldun sayfa elle yazılmış metni ezberlemesi imkansız. döndükten sonra İstanbul’a tutunmak için 5 damarın değişti. Orası soğuk, yüksek. Kalırsın Yazdıklarım kafasına da yatmadı. Şimdi baba barlarda “Bedrettin Destanı” oynadı, bir şekilde oralardı. Çıldırma lütfen! kendi kafasına göre bir şeyler konuşacak. Ben yaşamı paylaştık. 94 yılında “Işıklar Sönmesin”, -Bu inatçı Reis çıldırmış. Ben ondan daha de ister istemez buna razı olacağım. Neyse 97’de “Hoşçakal Yarın” filmlerini çekmiştik inatçıyım. Çıldır'a gidip çıldıracağız. deyip çekime başladık. Önce bir türkü söyledi. beraber. Bir süre filmsiz geçti zamanımız. Benim Ertesi gün yollardaydık. Bembeyaz kar Arkasından konuşma bölümüne geçtiğinde aklımda aykırı bir şey vardı. Halk âşıkları gibi örtüsünün altında kaybolmuş Çıldır’a vardık. inanamadım. Çünkü benim yazdığım iğreti el bir kelimeden yola çıkarak, doğaçlama bir film Kalacak otel ya da misafirhane yok. Evlerini yazısı 3 sayfayı virgülünü bile atlamadan ezbere yapmak istiyordum. Ama Tuncel abiyi pek açmak istediler, ama rahat edemezdik. Belediye okudu. inandıramıyordum. başkanı, belediye binasında kalmamızı -Oldu mu Reis ? -Reiiis sinemada bu zor iş. Âşıklar binlerce önerdi. Kalorifer borularının soğuktan buz Ne diyeceğimi bilemedim. Belki de dilim yıllık kelime dağarcığı ve anlatma geleneğini tutup patlamaması için mecburen sürekli tutulmuştu. Benden ses çıkmadığı görünce: kullanıyor. Sinemada bunu nasıl yapacağız? yakıyorlarmış. Sıcak bina. Başkanın odasına ve -İstersen bir kere daha al yakın plan filan, -Ama Tuncel abi, Yılmaz Güney’le sigara hesap işleri müdürlüğüne birer çekyat koydular. montajda zorlanırsan kullanırsın. paketi kenarına notlar alıp, senaryosuz film Gündüz onlar gelip çalışacaklar, gece biz Toparlanıp indik Çıldır’a. Sevinçliyim, başlangıç çektiğinizi anlatmıştın. yatacağız. çok iyi olmuştu. Ama benim içimde bir kuşku -O senin yapmak istediğinden farklı Reiiis. -Abi rahat etmezsen Kars’ta kalalım. Gidip vardı. Tuncel abi nasıl oldu da bu 3 sayfa yazıyı Aylarca hikaye tartışıyorduk Yılmaz’la. Ayrıca geliriz. bir kere okuyup hatasız ezberledi? Yoksa bu, oyuncular, kamera-ışık ve set ekibi vardı. Şimdi -Bu işi yapmaya inandık mı Reis? İnandık benim yazdığım metin, birileri tarafında daha sen diyorsun ki, bir sen olacaksın bir de ben. dimi? O zaman katlanacağız. Nefesi bu önce yazılmış ve ezberimde kalmışta ben Senaryo yok sadece “İNAT” sözcüğü. Zor iş. koşullarda alacağız ki yapacağımız da samimi yazdığımı mı sanıyordum? Ben,batı sinemasına öykünerek film yapmak olsun. Şimdi iş sende yarın ne yapacağız söyle. Çektiklerimizi izledik. İkimizde çok istemiyordum. Yeni bir şeyler denemek -Yakında yüksek bir tepe var, orada senin keyiflendik. Ama içimdeki kuşku aklımı istiyordum. Bizden, bu topraklardan. Âşık gibi giriş konuşmanla başlayalım. tırmalıyordu. Sormam lazımdı babaya, doğaçlama. «Âşık Şenlik» üzerine bir eski -O zaman şimdiden yaz ben sabaha kadar dayanamadım sordum: kitap vardı bende. Doktora tezi olarak sadece ezberleyeyim. -Abi sen nasıl ezberledin bir okuyuşta 3 100 tane basmış. Babayı ikna için örnekler -Yok abi şimdi yazamam. Orada gelecek bana sayfayı? okuyordum. ilham. -Bak Reis. Bazı şiirleri, bazı destanları ya da Cadde yürüyüşlerimiz genelde sahaflarda Aslında bu yanıtları verirken bir yandan da türküleri, yaşanmışlığın kendisi zaten yazar. noktalanırdı. Sahafta raflara daldık. Arkam korkuyorum. Çünkü Tuncel Kurtiz bildiğiniz Bizi dillendiren bir yaprağın düşüşü olur, dönüktü birden onun dağ gibi sesiyle irkildim: delidir. Bir an patlayacak gibi oldu ama bazen bir turnanın uçuşu. Yeter ki o gizli şifreyi - Bu nasıl bir iş yahu! patlamadı. Belediyenin boş koridorunda türkü keşfetmeyi becer. Senin aceleyle bu dağın Yanına gittim telaşla. Elinde ki eski kitap söyleyip volta atmaya başladı. Ertesi gün başında yazdıklarını o dağlar bana fısıldadı. vardı. Sadece bende olduğunu sandığım Ensar erkenden tepeye tırmandık. Dağlara uzun uzun Ama ne yalan söyleyeyim, yazdığın şey beni Aslan’ın “Çıldırlı Âşık Şenlik” kitabı. İnanılacak baktıktan sonra: bu kadar etkilemeseydi, ben yarın İstanbul’a gibi değildi. -Reis şu senin dağcı saatine bak bakalım dönerdim. Şimdi “İnat Hikayeleri”ni uydurmaya -Bunu buraya sen mi koydurdun yoksa? rakım ne diyor? Isı kaç? başlayabiliriz. -Yok abi bendekini biliyorsun, yaprakları -Abi yüksekliğimiz 3050 metre, ısı eksi 23 Dedi ve metni yeniden okumaya başladı “Ben dökülüyor. derece. bu dağların yalancısıyım...” Böyle inançlarım yok ama, ne yalan -İyi, şimdi yaz şu giriş konuşmasını söyleyeyim içimden “İlahi kudret” dedim. Tabii donmadan gidelim şuradan. 43 Derinden Akan Irmakta Fısıltılı Söyleşi:

Mehmet Sadıkunutulmasın! Aslankara n "Yazınsal Liyakat"ten söz edecek olsak neler söylenebilir? “Liyakat”, bir “değer” kavramı, ama yazın için HALIL İBRAHİM ÖZCAN de olmazsa olmaz bir öneme, işleve sahip. Bunu “yazınsal duyarlık”la birlikte “yazınsal liyakat” u ayki söyleşi konuğum kültür dünyamızın biçiminde aldığımızda iş, başka boyuta geliyor. atom karıncalarından biri; yazar, tiyatrocu, Yazarlık, bir bağlanmadır, Yunusça söylersem, belgesel sinemacı Mehmet Sadık Aslankara. “yazın için kırk yıl düzgün odun taşıma"dır. BM. Sadık Aslankara’yı bilen bilir, zaman zaman Yazarlığa, yazın dışı bir başka amacın taşıyıcısı kenarda duruyor gibi yapsa da elli yılı aşkın olarak yani bir Truva atı anlamında yanaşamazsın. süredir yazdığı öykü kitapları, romanlarıyla Şöyle bir uğrayayım, eh biraz tanınıp ünleneyim, yazın dünyamızdadır. Kırk yıla yakındır belgesel piyasa yazarlığı yazıp para kazanayım filan gibi sinemayla içli dışlı yaşamaktadır. Tiyatro ise onun yaklaşımlar, alana herhangi bağlılık gösterilmeden, önemli yaşam alanlarından biridir. Sabırlı, dirençli dil-yazın emeği verilmeden ortalıkta gezinmeler ve en önemlisi her daim pozitif yorumlarıyla yazarlıkla ilişkilendirilemez. Yazınsal liyakat edebiyatın, umut olanaklarının yolunu açarken de derken, önce bunu anlamak gerek. Sonra bunun oldukça sabırlıdır. yazara düşen teknik bağlamında zanaat, yaratı Öykü kitapları: Uykusuz Sakız (2001), anlamında sanat olarak liyakat gerektirdiği de Cicoz (2008), Ondancı (2019); Romanları: Bin unutulmamalı. Yüz Bir Giz (1993), Selgesus’ta Buse (1996), n Yaklaşık bir yıldır süren koronavirüsün yol Sığınak (2003), Le (2010), Ömürdeğer (2014), açtığı ıssızlıkta insanların kendileriyle yüzleşebilir Şano (2017) ; Oyunları: Kevser’di (1989), Toplu hale geldiğini şu günlerde insan yaratıcılığının Oyunları 1 / Kevser’di, Ev-Ses, Hayal Ustası (2004), şiire, öyküye, müziğe, resme, yontuya katkıda Kırk Yaş Düşleri (2009). bulunacağına inanıyorum. Biz gelecek için güzel günleri ümit mi edelim yoksa ölüm oyunu dansı n Sadık Ağabey sizinle ilk karşılaşmamız olarak mı izleyelim, ne dersiniz? o hep hatırlanacak olan “Ankara Öykü Dünyada yaşananlar, gerek doğanın gerekse Günleri”nden birindeydi. Uzunca bir masada tarihin zoru olarak engin deneyimler kazandırıyor günün değerlendirmesi yapılıyordu. Orada elbette, sonuçta bu olgu, insanlığın bilincinde kalıcı tanımıştım sizi. Ama sizden haberim vardı bir etkiye dönüşüyor ister istemez. Dünün sorunları okur olarak. Daha sonraki günlerde ise sizin başka başkaydı, hatta görece belki daha lokaldi, çalışma temponuza ve disiplininize hayran daha ağır bir zamanlamayla yaşanıyordu, oysa olmuştum. günümüzde yaygınlıkla birlikte kitlesellik debisi Bildiğim kadarıyla 2003’ten bu yana de yükseldi bunun, yaşanma hızındaki ivme de Cumhuriyet Kitap’ta “Kitaplar Adası”nı, alabildiğine yükseldi. Ne var ki sanat, bu gerçeklikle 2005’ten bu yana da, Tiyatro Tiyatro’da, “Sadık n Siz aynı zamanda iflah olmaz profesyonel yüzleşirken, sanatçı bunu canında, ruhunda Seyirci” başlığı altında yazdınız. Sonra www. bir tiyatro tutkunusunuz. Oyunculuğundan, duyumsarken soyutlayışını, dönüştürümünü tiyatrodergisi.com’da yazmayı sürdürdünüz. dramaturgluğa oradan oyun yazmaya kadar yapıp ancak bu yolla yerli yerine oturtabilir. Benim takip edemediklerim de vardır kuşkusuz. hemen her yerinde oldunuz tiyatronun. Son Tam bir toplumsal deprem olarak yaşadığımız Size şunu sormak istiyorum; yazma isteğinizi yıllarda ülkeyi yönetenlerin tiyatroya bakış Gezi olgusunun üzerinden çalakalem epeyce bir ve sürekliliğinizi kamçılayan, yazma isteğini açılarından olsa gerek, ilgide çok kültürlülük çırpıştırma olmuştu ama bunların hiçbiri şu birkaç besleyen öğelerden bahsetseniz nelere öncelik anlamında bir yoksulluk yaşanıyor mu yoksa yıla bile dayanamadı. Sanat, aceleye gelmekten, verirdiniz? bana mı öyle geliyor? getirilmekten hoşlanmaz. Bekleyip hep birlikte Okuma tutkusu yok mu Halil İbrahim, bulmak Tiyatro, tam anlamıyla bir boy aynasıdır göreceğiz Halil İbrahim. yerine aramaya dönük çaba, insanın zihin-bellek aslında; her birey, aile, toplum, devlet, halk, dil, n Yazar masası boş kalmaz, hele sizinki hiç havuzuna sürekli taze su gelmesini, ama bir din, kültür, düşünüş, ahlak, hukuk, cinsellik, akla boş kalmaz. Masada neler var ağabeyim? taraftan dolarken öte taraftan boşalıp, yeni ne gelirse tümü, onda kendini görebilir. Bunun Tiyatroyla belgesel sinema, birer kolektif kaynaklardan farklı suların akmasını sağlıyor. için bir tek Shakespeare’i anımsayalım yeter, sanat. Bu yüzden bunlara yönelik bir öngörü İşte bu, insanı her daim diri tutan, kendi enerjisini gerisi kendiliğinden gelecektir. Bu nedenle hiçbir getiremiyorum. Ancak bireysel bir sanat yapma üretmesini sağlayan şaşmaz bir türbin. Okumaya iktidar-erk, tiyatrodan hoşlanmaz. Yüz elli yıl biçimi anlamında yazınsal çalışmalarım, masadaki bunca düşkün olmasaydım onca yazıyı kaleme önce Namık Kemal ve "Vatan yahut Silistre" işlerim için neler söyleyebilirim? Bunu düşününce almaya cüret edebilir miydim, bak buna yanıt nasıl karşılanmıştı? Gedikpaşa Tiyatrosu’nda de aklım karışıyor doğrusu. Çünkü bir yanım vermekte zorlanırım işte. Okudukça bambaşka ulusal uyanış yaşanırken saray alkış mı tutmuştu öyküde, romanda, bir yanım oyunda, deneme- biri olup çıkıyor insan. Ben de, işte öyle değişerek, buna? Nâzım ve "İvan İvanoviç Var mıydı Yok eleştiride. Masam da ellerim kollarım da üstüm kendimdeki bu değişimlerin peşine düşüp muydu?" nasıl karşılanmıştı? Stalinci erk hayran başım da öylesine dolu ki bunlarla, hangi birinden serüvenlere atılarak yaşıyorum hep. Bir gün mı kalmıştı? Bugünkü iktidar da sonuçta öncekiler söz edeceğim kestiremiyorum doğrusu. Diyeceğim, öncenin Sadık’ı olmaktan çıkıp bir gün sonranın ne yaptıysa onların ardından gidiyor. Oysa Haldun ben ancak çalışıp yazarak yaşayan biriyim. Ama Sadık’ına dönüşünce, ister istemez ötekilerini, Taner ustamızın dediği gibi; tiyatrosuz kalan insan ilk işinin okumak olduğunu bilen, bunu asla gelecekteki Sadıkları merak ediyorsun ve bu enerji güdükleşir, ama tiyatrocu pes etmeyeceği için unutmayan, bir yazın yolculuğu sürdürdüğümün çakışması böylece sürüp gidiyor. insanoğlu da hiçbir zaman güdükleşmeyecektir, de bilincindeyim elbette. 44

Aysel. Beline üzümleri bağlayıp gelen gemileri gözler kaldı aklımızda…" karşılamak için denize atlayan Aysel. 5 yaşında Mi Asya’nın kırmızı paltosuyla söylediği "Yoksun Do adındaki kuzusu kesilince ilk şiirini yazan Aysel. Sen"i dinlerken biz de yok olduk esen rüzgârlarda İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Sertab, “Vur yüreğim” derken hayata bir daha mezunu. O dönem Muhsin Ertuğrul’un verdiği vurdu yüreklerimiz. O zamanlar atar gider yoktu, ilana koşarak gidiyor Aysel. Kabul edilip oynamaya show yapma dedik. Elektriklerimiz henüz tutma başlıyor. 1954’te kocası ile tanışıyor, evleniyor. 2 kıvamında değildi, aboneyim abone biletleri SEDA ŞANLI çocuğun babası onu aldatınca hiç düşünmeden cebimde dedik. boşanıyor, kızları ile birlikte yaşam gailesine 97’de "Ağır Roman" kasıp kavurdu ortalığı lan biten her şeye üzülmekten, endişe devam ediyor. Fatih’te bir göz odada bir yandan ve film müzikleri de tabii. Demet Sağıroğlu o etmekten, bir üzüm tanesi gibi suyu tiyatro, bir yandan 2 çocuk büyütme derdinde olan muhteşem yorumuyla “Bir vurgun bu sevda” çekilip büzülmekten yorgun zihinlerimiz, Aysel... derken, Yusuf Taşkın “Ağla Sevdam” derken yine Obedenlerimiz var artık. Yakıtı köklemek, ruhu Sarı sayfalı defterine -kırpıntı dosyası- bir sahalarda idi Aysel… düzlemek lazım. İçgüdüsel olarak sonsuz bir şeyler yazıyor hep. Baha Boduroğlu tesadüf eseri “Bir vurgun bu sevda, günsüz başlar gecem, hayatta kalma isteği ile doluyken, ve her bir o defteri görüp beğendiği bir şiiri(Yörük Yaylası) uzanırken sana, tükendi bu beden” hücrem çığlık çığlığa yaşamın nefesini çekiyorken besteliyor. Bestelenen ilk şiiri oluyor bu dizeler. 2000’li yıllarda yine birçok ünlü isim sözleri içine, elbette zihnim sanata sığınıyor. Edebiyat, Dizeleri hece vezni ile yazıyor, dolayısıyla sözler ona ait şarkılarla müzik dünyasında yerini aldı, resimler ve fotoğraflar ve heykeller ve müzik müziği peşi sıra sürüklüyor. bıkmadan yazdı kadınların kahramanı “Deli Aysel.” ve yine müzik. O zaman tüm sanat eserlerine Bir ziyaret sırasında o yılların Altunizade’sinin Bir röportajında “Şarkı sözü konsantre şiirdir, hayran olunacak ve mesela o şiirler okunacak, o ateş böcekleriyle tanışınca yine sözler dökülüyor bir cümlede bir sayfayı söyleyebilmek maharetidir resimlere bakılacak, hayaller kurulacak, geçmişe yazıya, Baha da anında besteliyor ve 70’li yıllardan şarkı sözü yazmak” diyen dâhi Aysel… sığınılacak ve o müzikler dinlenecek. Huyumdur günümüze uzanan kült şarkı ortaya çıkıyor. Her türlü haksızlıkla, adaletsizlikle zoru olan, benim, düşerken son anda yakalanan o küçük ama “Aşk bahçemi süsleyen inci çiçeğim misin? Müjdat Gezen’in tabiriyle pervasız muhalif Aysel... güçlü dal gibi önce müziğe tutunurum. Sanki tüm Gecemi aydınlatan, ateş böceğim misin?” Kaç şarkı sözü yazdınız sorusuna dertlerime bir çareleri varmış gibi, her bir söz, her 80’li yıllara ulaştığımızda aranılan şarkı sözü “Doğduğumdan beri kaç kere nefes aldıysam o bir nota el ele başka diyarlarda koşturur dururuz. yazarlarından biri oluyor. kadar” diyen Aysel... Ergenliğimde dinlediğim yerli albümlerde İlk büyük hiti hepimizin hâlâ kavrula savrula Ünzile’nin koruyucu meleği, Sultan Süleyman’a hemen en beğendiğim şarkıların söz- hep bir ağızdan söylediği, her kadının kendi ile kalmayan dünyanın çivi ustası Aysel… müziklerine bakardım kim yazmış, kim hemhâl bulduğu; “Gözlerinde telaş, yıllar sence Sen verem oldun anne diyen kızına “Benim bestelemiş diye. İşte Aysel öyle benden oldu, yavaş, acelen ne bekle Firuze” gibi bir aşk kadınına böyle bir ölüm yakışırdı” diyen benim oldu. Mesela yediğim her darbe sonrası Aysel Gürel-Sezen Aksu ortaklığı uzun süre rengârenk Aysel… pelteye dönerken salya sümük, "ben de kolay devam etti, Onno Tunç ile birlikte unutulmaz Her Bahar Âşık olan, Zor Kadın Aysel… kolay taşınmayan dolu dizgin duygulardan şarkılara imza attılar. Kadınlara, toplumsal Ölmeden bir gün önce tir tir titrerken yatağında yalanlardan dolanlardan daha güçlü bir yürek olaylara ve aşka yapılan en güzel şarkılar, Aysel’in hâlâ şarkı sözü yazan Aysel… var" deyip atardım ıslanmış mendilleri çöpe. sözlerinden doğdu. Şimdi bana düşen de Aysel’in Bir kucak öncesi doğum gününü hastanede Ya da ergenlik telaşlarımda, yakası dar örülmüş sözleriyle Aysel’i yazmak oldu. sevenleriyle kutlayan Aysel, 17 Şubat 2008’de kazağı çıkartmaya çalışırken boğulacağım "Haydi Gel Benimle Ol", "Tükeneceğiz", "Sen hayata gözlerini yumdu. Evinden çuvallarla şiir sandığım gibi zamanlarda, "değer mi hiç, bir Ağlama" kim bilir hangi aşklara aşk kattı ve çıktı. Ölümünden sonra evini kiralayan kişinin rüya ömür boyu sürer mi hiç?" derdim kafamı mesela "Ah Mazi" her dinlediğimde ağlattı, geçmiş kıyıya köşeye sıkıştırılmış kâğıtların içinde bulduğu kurtardıktan sonra aldığım nefes gibi… günlere özlem adlı yaralarımı kanattı. sözlerden Tarkan’ın bestesiyle "Sevdanın Son Sürmez elbette, hiçbir duygu sonsuza kadar “Ah nerede hani, ah nerede hani? Bir şiir gibi Vuruşu" oldu ve 2011 müzik ödüllerinde en iyi şarkı sürmez, zaten sonsuza kadar sürse Aysel Gürel’im narin ve sevdalıydı geçen o zaman” sözü ödülünü aldı. Yazarken aklıma geliyor şimdi, kesin bilirdi! 88’de kızı Müjde Ar ile buluştuğu Arabesk filmi acaba yaşasa ne renk maske takardı Aysel? Şubat’ın 7’sinde Denizli-Sarayköy’de doğdu Türk sineması tarihine adını yazdırırken, bestelerini ve ardında bıraktığı eserlerle sonsuzluğu ispat Attila Özdemiroğlu’nun yaptığı film müziklerinin “Yüreğimde zincirler kırılıyor duydun mu edercesine tüm yaşamı boyunca üretti. Bizim sözlerinde yine Aysel Gürel’in imzası vardı; Müjde Nefes nefes bu gece sevdanın son vuruşu kuşağın efsanesi, her kuşağın bilmecesi “Deli Ar’ın “Telgraf yazar gibi yazdı” dediği sözler... Aysel.” O yıllarda doymadık doyamadık sevmelere, Sen hiç böyle oldun mu Trabzon’da sur tepelerinde yaramazlıkla geçen seyrettik zamanı gözlerimizde tozlarla ve bir Baş eğdim yine aşka bir çocukluk. Sokaktan eve bir türlü gelmeyen gazete kupüründe gördüğümüz "Son bakıştaki o Ama bu son saygı duruşu” 45

GİZEM ÜNER SAVAŞ GÜLLER

er bir şeyin üzerini örtüp arındırmasını sözüne olanak tanımıyordu. Dişlerini sıkıp biliyor; dünya var olduğundan beri, bağıra bağıra, bir köpek gibi soluyarak, ıslanan bunu durmaksızın yapıyordu, hafifçe vücudu kana buluyordu. Kan, yağmurla birlikte Hçiselerken, sağanak şeklinde yağarken ve birçok akıp şehrin mazgallarına doğru ilerlemeye Düğümakasını gevşetti; boğuluyor gibiydi. kez de fırtınayla karışık yağıp, yüzümüze kamçı koyulurken, bir kadın devriliyordu yağmurla Yokluğunu fark etmeleri an meselesi olsa misali ellerini sert biçimde vururken. Her zaman yıkanan sokağın biçimsiz, eğri büğrü gövdesinin da biraz yalnız kalmaya ihtiyacı vardı. başarılı olamasa da koca şehir İstanbul’un üzerine. Bir süre sonra karışıyordu ruhu, SalondanY çıktı. Otomatik kapı açıldığında yüzüne tortularını, kirlenmişliklerini ve öfkeye bulanmış yağmurla birlikte kanın kokusunu içine çeken vuran sıcak rüzgâr, işiteceği azarın vereceği tokat insanlarının izlerini silmeye çabalıyor, vicdanını toprağa. Yağmur, artık birisinin diğerinin hiçbir etkisi gibi yüzüne vursa da yürümeye devam etti. temize çıkarmaya çalışıyordu kentin, yağmur. şeyi olmadığını fısıldıyordu bizlere. Son bir Nefesi, birkaç büyük adım sonra vardığı gölün Yağmuru anlatacağım sizlere, İstanbul’un gizli gayretle giderek sağanak haline dönüşüp, bu suyu kadar sığlaşmıştı. Neyse ki müziğin sesi, tanığı, kentin vicdanının temyiz mahkemesi, nefreti silmek istiyordu kentin çehresinden ama artık uzaktan bir uğultu gibi geliyordu da içeride yağmuru... başarılı olamıyordu. maruz kaldığı yüksek sesin kulaklarında bıraktığı çınlama azalmıştı. Gölün kenarına çöktü; ellerini Yağmurun İstanbul sokaklarındaki kısa Yağmurun kısa konukluğu karşı yakada son suya daldırarak yüzüne, boynuna, ensesine çarptı. konukluğu Eminönü’nden başladı, burada buldu: Kadıköy’de. Yağmura rağmen boncuk Bulanık suyun dalgalanan yüzeyinde aksini biraz demlendikten sonra, Cağaloğlu’na boncuk ter akıyordu alnından aşağı, açlıktan gördü. Aynalara bakmayı bırakalı çok olmuştu; çıkacak nefesi buldu. Cağaloğlu yokuşundan zayıf düşmüş, yüzüne akan terler dudaklarının mecazen tabii… Bu işten atılmak istemiyorsa ağır aksak ve bitkin bir şekilde çıkan, yüzünde üzerinde birikiyor, dudakları da alın terinin tuzlu her sabah aynaya bakmak zorundaydı. Jilet gibi geldiği coğrafyanın izlerini taşıyan, giderek tadını ona hissettiriyordu. Uzunca bir zaman ütülü takımın içine olduğu kişiyi sığdırmalıydı. kamburlaşmaya yüz tutmuş bedeniyle ayakları güneşin etkisine maruz kalarak esmerleşmiş Sıkışan ruhunu unutmak için tıraşını olup, çamur içerisinde, her saniyesiyle geçmişini yüzü, fırça tutmaktan nasırlaşmış elleri, sağlam dişlerini fırçaladıktan hemen sonra gözlerini geride bırakan ve geleceğini sırtlanan bir adam, bir ayakkabı yüzü görememekten kaynaklı lavaboya indirip tükürürdü. Sudaki kendinden hamal yürüyordu. Arkasında bıraktığı çamurlu kentin hoyrat yollarında yarılmış ayaklarıyla kaçamadı ve yine o sesi duydu: “Bir... İki... Üç!.. ayakkabılarının izlerini, yani şehrin göğsüne emeğin temsilcisiydi. Tüm bunlara inat o, Haydi!.. Şimdi!..” Sonra gülüşmeler eşliğinde attığı sessiz yumruk darbelerini yağmur silmeye içindeki cehennemi, cennete çevirmeyi başarmış on yaşına döndü. İki kardeşi ile birlikte okuldan çalışıyordu. Yağmur, temizlik bezi kullanan ve gülümsüyordu. O, sığındığı yerde müşteri kaçtıkları o güne… Yine böyle tokat sıcaklığında insan gibi tüm çabasıyla bunu yapıyor, temeli gelecekmiş gibi beklerken yağmur, olanca bir yaz günüydü. Kendisinden iki yaş büyük abisi aşındırıyordu, geriye yıpranmış gövdesiyle şiddetine rağmen onun alın terinin üzerini Nebi’nin teneffüste yanına gelmesine şaşırmıştı. tükenmiş bir insan figürünü dünya sahnesine örtmek için çabalamıyor, kendisi bile bunu Çünkü, okuldayken kardeşlerini tanımazlıktan koymak için. istemiyordu. gelirdi. “Nabi, haydi gidiyoruz göle.” “Abi, olmaz. Öğretmen anneme söyler.” “Bana ne? Söylesin.” Bu figürden ayrılmasını bilen yağmur, İstanbul’u Sonunda birkaç şeyin ötesinde kentin pisliklerini “Annem bizi döver.” “Dövsün.” Sohbet, bu şekilde turladıktan sonra Tarlabaşı’nda soluğu aldı. silmeye yetti de arttı yağmur. Her şeyin üzerinde devam ediyordu. Nebi, kafasını koyduğunu Gözü dönmüş şekilde, üst üste bıçak darbeleri birikti ve isyanını dışa vurarak etkisini artırıp, koca yapardı; bundandır ki çabaları boşunaydı indirdi birisi, diğerine. Aman vermiyor, son İstanbul şehrinin üzerine tüm öfkesiyle yağdı. biliyordu. “Naci’yi almayalım. Anneme söyler.” dese de tozlu yollara ayakları değdikçe yanan tabanlarının acısından ama okulu kırmanın vermiş olduğu tatlı histen Naci’nin peşlerine takıldığını ancak göl kıyısına gelince fark edebildiler. Önce kızsalar da üç kardeş, Nebi’nin geri sayımıyla suya atladı. Ama sadece iki kişi sudan çıkabildi. Ondan sonraki her gün işte aynen böyleydi; boğulur gibi… Omzunda hissettiği bir el ile sudan gözlerini alabildi. “Ya, abi sen neredesin? Patron çok kızdı. Pasta kesme törenine geçilecek. Hazırlıkları tamamlamamız lazım.” dedi Metin. Bu çocuğu çok seviyordu. Naci büyüseydi ona benzerdi ama Naci, boğazında her daim yedi yaşında bir düğümdü. “Geliyorum kardeşim.” dedi. Yakasını ilikledi, içeri girdi. Hazırlanmak için beş dakikası vardı. Neyse ki gelin ve damat şampanya patlatmak üzereydi de zaman kazanıyordu. Müziğin sesini bastıran solist bağırdı: “Bir… İki… Üç!.. Haydi!.. Şimdi!..” 46

DENİZ ÖZEN NURAN oğuk, kirpiklerinin köküne kadar yerleşmişti. Açmaya çalıştı ama nafile. Saçlarına kadar çekip yorganı gömdü Sburnunu. Karanlıkta kirpiklerini kaldırıp yorganın desenlerini hayal meyal görmeye çalıştı. Yeşil sarmaşıklı olandı. Kenarından avuçladı dokunmak için. Sevdiği şeylere dokunmayı severdi Nuran. Bu durum karşı tarafın gözünde edilgen kılsa da onu, yapardı. Böyle algılardı. Kendini severdi, kolay vazgeçmezdi oyundan. Bırakmaz, dengeyi bulmanın yollarını arardı. Onun için asıl olan şah-mat değildi çünkü ‘o ise Nuran’ın gözlerini kör ediyordu. Sırılsıklam -Kavanozun dibine doğru yuvarlanan kesme hal’di. Dengeyi severdi, disiplini, temizliği, düzeni. âşıktılar. Yoksa yirmi yıl geçer miydi böyle? şeker gibiyim Serhat. O sürekli çalkalanıyor. Parayı severdi, biriktirmeyi. Köy enstitülü bir Ellerine takıldı gözleri. Yaşlanıyordu… Ben ha bire sallanıyor ve dönüyorum. Dışarda öğretmenin Nuran’ıydı o. Öyle almıştı terbiyeyi. Yok, öyle evlilik teklifi falan olmadı tek taşlı. gürül gürül akan bir hayata karşı bir o cama bir Çok çocuklu ve az gelirli bir ailenin çocuğu olmak “Çocuk yapmak istiyorum ama yumurtam bu cama çarpan, sonra da kaldırıp kafamı kimse bu demekti çünkü. Serhat ile bir kürenin karşılıklı bitiyor” diyen Nuran’a, “Kimlik de lazım olacak, görmesin diye gülümseyip duran. İçim kırmızı, iki yarısı gibiydiler. Denge uzundur kaymıştı evlenmek lazım o zaman” diye yanıt vermişti dışım ten. Oysa bilirsin, hayatın çelikten zırhını aralarında. İkisi de kürenin ortasını bulmak için Serhat. Aile arasında yazlığın bahçesinde bendim hep delen. çabalıyorlar, ama bindikleri kayıkla okyanusta kıyılan bir nikâh, büyük bir masada yenilen Başımı boynumdan içeriye doğru ne kadar yapayalnız kaldıklarını hissediyorlardı. leziz yemekler. O yıl oldu Deniz. Tüm güleç çektim bilmiyorum, kalbime eğilip kanayan Nevresim takımını kokladı Nuran. Anımsadı. sevecenliğiyle şirin mi şirin bir kız. İkisinin de yere üflüyorum. Fısıldıyorum; bir şey olmadı. Ne heyecanlıydılar o gün. Yeni tuttukları evi içi ısınmıştı. Bu sıcaklık dört yıl sürdü. Deniz’in Hem Deniz var, toparlan. Sonra tekrar boynumu döşeyecekler ve evleneceklerdi. Nuran için eğitiminden, yaşam şekline değin ayrışıyorlardı olabildiğince çıkarıp uzatıyorum. Çantamı renkler mesleğinden öte bir anlamdı. Ressamdı artık. Tartışmalar saygıyı da silmişti. dirseğime takıp, boyalarımla yeni bir maske ama desenleri bu bakışla seçmemişti. Büyük Odadan lavaboya geçerken göz ucuyla salona yapıp işe gidiyorum. olsun istemişti, sıcacık sarsın Serhat’la onu. baktı. Masa lambasının kör ışığı dışında kesif bir Mış gibi davranmaktan yorgunum. Oysa böyle Dokusu da önemliydi. Bunu, sevmişti. Nasıl da duman da vardı salonda. hayal etmemiştim. Hak ettiğim her şeyi alacağımı güzel bakmışlardı birbirlerine. Alıvermişlerdi Psikoloğun sözleri geldi aklına; “Özerk düşünerek yaşadım ben. hemen. ‘Geriye hüznü kaldı sanırım’ diye alanlarınız olmalı.” Var mıyım? Sende çoktur yokum. Öyle mırıldanarak kalktı. Odaya dönüp matını serdi yere. Her sabah uzundur yokum ki, sevgi, şefkat, zaman, öpücük Deniz uyuyordu yatağında. Kızını eğilip uyanır uyanmaz yaptığı gibi, esnemelerini, nefes dilencisi olduğumu göremiyorsun bile. Âşık öperek, yorganını düzeltti. İçerden gelen alıştırmalarını yaptı ve yirmi mekiğini çekti. olduğum adam böyle yapmazdı. Belki ben de o tıkırtılara kulak kabarttı. Sabaha kadar sürmüştü Nedenini bilmediği bir huzur vardı içinde. Dolabı Nuran değilim, bilmiyorum. Sürekli cama çarpan yine. Uzundur Serhat’ın çektiği uykusuzluk hali açıp kırmızı hırkasını aradı. Eline beyaz kazağı ve aşınan bir kafam var şimdi. Her seferinde son evresine girmiş, artık neredeyse iki saatlik geldi balıkçı yakalı. Taytın üstüne beyaz kazağı, küçülen. Bu grilik içimi dilen uzun bir bıçak sanki. kestirmelerle idare eder olmuştu. Hep vardı üstüne de kırmızı hırkasını giydi. Güzeldi gün Parçalanmadan bitirelim. İki bütün kalarak. depresif halleri ama bu defa umudunu Nuran sanki çok uzun bir aradan sonra. Ayrılalım! da yitirmek üzereydi. Üniversitede tanıdığı Salondan gelen koku tüm yüz kaslarını gerdi. Serhat uzundur bakmadığı orman yeşili Serhat ile uzaktan yakından alakası kalmamıştı. Perdeler hâlâ kapalıydı. Yenmiş fındıkkabukları, gözlerine dönüp baktı, Nuran’ın. Duvarda onu resmettiği karakalem çalışmasına boş bira şişeleri içinde gözleri kan çanağına -Sen nasıl istersen! takıldı gözleri. O dal gibi delikanlıya âşıktı hâlâ dönmüş Serhat, hâlâ bir belgesel izlemeye -Nokta demeli birisi. Sonra virgülle devam oysa. Gitar çalmasını, uzun sohbetleri özlediğini çalışıyordu. Önce ‘bir perdeleri açıp ortalığı ederiz belki. Deniz’in velayeti bende kalsın. fark etti. Evlilik yıllarca çok da mühim değildi temizleyeyim’ diye düşündü. Sonra terliklerini -Olur. onlar için, ne olacaktı ki hem gönüller birdi ya! sürüyerek gelip çöktü Serhat’ın yanına. Kalktı Nuran. Terliklerini giydi. Masa Serhat’ın anne babası da Nuran’ın anne -Konuşalım mı? lambasını kapattı. Perdeyi büyük bir hırsla açtı. babası da durumu kabullenmişler, umutlarını -Dizi repliklerini bırak. Söyle ne söyleyeceksen. Çıkan sesle birlikte, içeri dolan güneş ikisinin de kesmişlerdi. Hayatın anlamlı ve kolay olduğu -Harekete geçmeyi düşünüyor musun? gözlerini kamaştırdı. yıllar. Nuran’ın orman yeşili gözleri Serhat’ın -Buradayım ve duruyorum. Sabah sabah ne bu İçeriden Deniz bağırıyordu; “Kahvaltı hazır mı başını döndürmeye yetiyor, Serhat’ın esmer teni şimdi? Anneeee?” 47 İÇİNDEKİ DÜŞMAN

DERYA ERKENCİ mulmadık anda, meraklı bakışlardan çekinmeyip yaşlı Ugözlerimizi gizlemeden, hasretle kucaklaşırız. Bazen de yan yana olmaya en çok ihtiyaç duyduğumuz zamanlarda, geçmişi hor görüp birbirimizin yüzüne bakamayız. Kendinle dost olmanın doğası kırılgan sevgililiklere benzer, hassastır. Araya bir kez soğukluk girdiyse eski samimi günlere dönmek imkânsızlaşır. Birikintilere yansıyan görüntülerde ortaya çıkar derin kararsızlığımız. Bir tek martılar sezer kendimize ne kadar yüksündüğümüzü. İnsanın sadece silik bir gölge olduğu şu zavallı hayatta, varoluşun raconunu kesen martılardır.

ehirli hislerini bizzat gammazlasan da, kalabalıklar masalsı hikâyelerden medet umar. Müşterisi azalmış ama hâlâ inatla üretilen bir ilaçtır “gerçek” Zşimdi. Ne kadar şefkat beslersen besle, ölümden sonra yaşama inananlar hakikatlere kapalıdır. Mağlubiyeti kabullenen her ruh, kaderin cilvelerine bayılır. Ona boyun eğen her kimse incindiğinin farkına varamaz. Teslim olmak, sürekli sallama çay içmek gibidir. Her yudumda insanı yapayalnız biriymiş gibi hissettirir. Hasretini, demlenmiş, içten sözlerle anlatabilecekken anlatamazsın. Biri çıkar, bayağı cümlelerle kirletir o şeyi, çaresiz kalırsın.

ksilirken, gündelik acılara tahammülsüzdür insan. Bir an evvel bitsin ister. Can vermek sabretmekten kolay görünür. Yapılıp bozulan oyuncaklar Egibi, etlerini lime lime etsinler istersin. “Şu akıp giden caddeler dolusu insan kadar parçaya bölseler, her parçayı her birinin ağzına lokma diye verseler, bin yere giden bin bünyeye karışsam. Böyle bir veda istiyorum,” dersin kendi kendine, “Yok oluşum, herkesin damağında mahzun bir tat bıraksın,” diye içlenirsin. Histerik bir ihtirasla, iz bırakmayı düşlersin. Döngünün tüm izleri sildiğini, hayatların birbirine benzediğini kabullenmek istemezsin.

endini düşünürsen, az sonra sen başka biriymiş gibi olur. Seni düşünen, sen olduğunu sandığın o sen, Kben kimim acaba, diye düşünür. Kafanın içinde sürekli hücum ettiğin hayali kişi, bunu bir şekilde hissedebilir. O da her an tetiktedir. Ezelden beri, kendi usunda seninle kavga etmektedir. Hatıralara sarılmak, onlardan hiç vazgeçmemek istesen de içindeki düşman ısrarla unutmak ister. İraden dışında, şeylerin unutulduğunu hissetmek seni kahreder. Payına düşen kör kuyu, karanlık ve derindir. Geriye kalan, hafızanda açılan karlı gediğin içinde cereyan eden, soğuk rüzgârdan ibarettir. Bu bir rüyadır inanma sakın Mutlu gün gelecek üzülme sakın