<<

MEDYA VE DİN TARTIŞMALARI

SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ MEDYA VE DİN TARTIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ

Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ Yrd. Doç. Dr. Nihal Kocabay ŞENER Yrd. Doç. Dr. Betül Önay DOĞAN

© Tüm yayın hakları İstanbul Ticaret Üniversitesi’nindir. Yayıncının izni olmaksızı, hiçbir biçimde ve hiçbir yolla, bu kitabın içeriğinin bir bölümü ya da tümü yeniden üretilemez ve dağıtılamaz.

Kapak Tasarımı ve Sayfa Düzeni İhsan EKEN

1. Basım ...... 2016

Basım Yeri ......

İstanbul Ticaret Üniversitesi Sütlüce Mahallesi, İmrahor Caddesi, No: 90, Beyoğlu 34445, İstanbul Tlf: 444 0 413 E-posta: ...... @ticaret.edu.tr İnternet: www.ticaret.edu.tr iii

Birkaç Söz

Medya ve din konusunda alandaki boşluğu farkına vardığımızda bir derleme çalışma yapmaya karar verdik. Medya ve Din çalışmamızın birinci kitabi ilgi ile karşılandı ve daha kitap yayınlanmadan bir sempozyum düzenleme kararını da aldık. Hem medya ve din sempozyumunun çalışmaları hem dijitalleşen din başlıklı ikinci kitabın hazırlıkları eşza- manlı olarak ilerledi.

İki gün süren sempozyumun hazırlıkları ile aylarca meşgul olduk. Yorucu ve bir o kadar da keyifli bir süreç yaşandı. Sempozyumda ele alınacak konu başlıkları da davet edeceğimiz konukları da özveri ile seçtik. 2-3 Nisan 2015 tarihlerinde İstanbul Ticaret Üniversitesi’nde düzenlediğimiz Medya ve Din Sempozyumu’nda medya ve din ilişkisini olabildiğince tüm başlıkları ve taraflarıyla ele almaya çalıştık, tartışmaya açtık. Sempozyumda 20 farkli otu- rumda 50’den fazla tebliğ sunuldu ve öne sürülen görüşler etrafında bir sonuç bildirgesi kaleme alınıp kamuoyu ile paylaşıldı.

Bu kitap Medya ve Din Sempozyumu’nda sunulmus olan tebliğlerden oluşmaktadır. Ama- cımız yapılan verimli tartışmaları sempozyuma çeşitli nedenlerle katılamamış olanlara ve bu alanda çalışanlara ulaştırabilmektir. Yarına bir not düşebilmek, alana bir katkı sunabil- mektir arzumuz.

Düzenleme Kurulu olarak sempozyuma katkısı olan tüm katılımcılara, desteklerini bizler- den esirgemeden canla basla çalışan, destek veren değerli dostlarımıza teşekkürlerimizi sunmak isteriz. Fikirleriyle bizleri destekleyenlere, bu işe gönül verenlere sonsuz şükran borçluyuz.

Attığımız küçük bir adım olan sempozyumun medya ve din alanında bir mum yakmış ol- masını temenni ediyoruz. Dileğimiz bu alana gönül veren değerli meslektaşlarımızla alevi büyütmek, yaygınlaştırmak.

Düzenleme Kurulu iv

İÇİNDEKİLER

MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ MEDYA VE DİNİN PANORAMASI Mete ÇAMDERELİ...... 2 Medya ve Din Açılış Konuşması Nazım EKREN...... 6 Medya ve Din Sempozyumu Açılış Konuşması Nurullah ÖZTÜRK...... 7 Medya ve Din Sempozyumu Açılış Konuşması Mehmet GÖRMEZ...... 9 MEDYA-DİN VE TİCARET MEDYA AYNASINDA EKONOMİ VE KÜLTÜR Ersin Nazif GÜRDOĞAN...... 16 İNTERNET VE MOBİL TELEFON KULLANMAK SURETİYLE GERÇEKLEŞTİRİLEN DİN – TİCARET İLİŞKİLERİNDE TOPLUMSAL SORUNLAR VE OLASI ÖNLEMLER Hüner ŞENCAN...... 18 YARDIM OLGUSUNUN BİR TANITIM MALZEMESİ OLARAK KULLANILMASI Osman BAYRAKTAR...... 27 DİN, HAYAT ALGISI VE TÜKETİM KÜLTÜRÜ OLUŞTURMANIN MEDYANIN EKONOMİK GÜCÜ VE İLİŞKİLERİNE ETKİSİ Ömer TORLAK...... 31 İSLAM MEDENİYETİ AÇISINDAN TİCARET VE MEDYA İsrafil KURALAY...... 35 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM DİNİ KURUM VE KURULUŞLARDA İLETİŞİM YÖNETİMİ Ekrem ŞAHİN...... 45 DÜŞÜNCE, İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ MÜ DİNİ DEĞERLERLE ALAY ETMEK Mİ? Ragıp DURAN...... 51 DİN SOSYOLOJİSİ PERSPEKTİFİNDEN DİN VE DİNİN GELENEKSEL VE YENİ MEDYADA TEMSİLİ Füsun ALVER...... 57 GAZETELERİMİZİN İÇTENLİKSİZ VE/VEYA ZAMANIN RUHUNU YANSITMAYAN RAMAZAN YAYINLARI Muhsin METE...... 62 MEDYA-DİN VE SİYASET İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE AYRIMCI ÖNYARGI ARASINDA: CHARLİE HEBDO ÖRNEĞİNDE BİR NEFRET SÖYLEMİ TARTIŞMASI Bekir Berat ÖZİPEK...... 70 v

DİNİ ÇOĞULCULUK VE DİYALOG TARTIŞMALARI Emine YAVAŞGEL...... 75 ARAP BAHARI ve TAHRİR ÖZELİNDE İSLAM COĞRAFYASINDA YENİ MEDYA VE TOPLUMSAL HAREKETLER Alev ERKİLET...... 92 TÜRKİYE MEDYASINDA İSLAM’IN TANIMLANMA STRATEJİLERİ Fahrettin ALTUN...... 98 MEDYA-DİN VE SÖYLEM İÇTENLİK DEĞERİ BAĞLAMINDA DİN VE MEDYA İLİŞKİSİ Vefa TAŞDELEN...... 104 DİNİ SEMBOLLERİN MEDYADA SAVAŞ MALZEMESİ OLARAK KULLANILMASI Ömer LEKESİZ...... 107 MEDYA VAİZLERİNİN GRAMERİ Cemal ŞAKAR...... 113 İLETİŞİMİN ÖZÜNÜ YENİDEN DÜŞÜNMEK Özkan GÖZEL...... 118 GELENEK-MODA İKİLEMİNDE İNANÇ SİMGELERİ Selçuk MÜLAYİM...... 126 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM MEDYA(ÖNCESİ) DİN OLAYI VE SOSYAL DEĞİŞME A. Korkut TUNA...... 132 FELSEFESİZ DÜNYANIN BEKÇİSİ: MEDYA Erol GÖKA...... 138 MEDYA VE DİN BAĞLAMINDA TOPLUMSAL DEĞİŞME Kadir CANATAN...... 141 DİN, MEDYA VE MEDYA DİN İLİŞKİSİ Atilla YAYLA...... 145 SÖZÜ YENİDEN KURMAK: MÜSLÜMAN KADINLARIN GÜNDELİK HAYATI VE YENİ MEDYA Feyza AKINERDEM...... 149 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK BAŞLANGIÇTAN GÜNÜMÜZE TÜRK SİNEMA MEVZUATINDA BİR DENETİM KRİTERİ OLARAK “DİN” Ayhan CEYLAN...... 154 MEDYA, MÜZE, İBADET MEKANI VE ÖZEL HAYAT BAĞLAMINDA ÜÇ SEMAVİ DİNDE GÖRSELİN YERİ Nicole Nur KANÇAL...... 173 MEDYATİK GÖRÜNTÜ VE DİN: NESNEL GERÇEKLİĞİN TAHRİFİ VE ZİHİNSEL DENETİM M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ...... 184 vi

SİNEMA VE DİN İLİŞKİSİ: KARAKTERLER VE GÖRSEL ALGI ARACILIĞI İLE DİN OLGUSUNUN TÜRK SİNEMASINDA DEĞİŞİM SÜRECİ Nigar PÖSTEKİ...... 190 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR DİLSİZ DİN, DENEYİMSİZ MEDYA: EŞ-ZAMANLILIK VE DİL ÜZERİNE BİR DENEME Zeynep GEMUHLUOĞLU...... 200 DİNSELLİĞİN SANAL DÖNÜŞÜMÜ: İSLÂMÎ EVLİLİK SİTELERİ Ali BÜYÜKASLAN...... 204 MEDYA VE YENİ DİNSEL KİMLİKLER Mustafa ARSLAN...... 210 KERTENKELE DİZİSİNDE DİN, DİNDARLIK VE DİN ADAMI TEMSİLİ Hamza ÇAKIR, Metin EKEN...... 220 SOSYAL MEDYADA DİN İlhami GÜLER...... 230

MEDYA-DİN VE EĞİTİM MEDYA VE DİN M.Sait YAZICIOĞLU...... 234 İSLAM’IN BÜTÜNLÜĞÜNDEN PARÇACIL DİN ANLAYIŞINA YAPILAN SEYİR Mehmet SÜRMELİ...... 239 MEDYANIN DİN ÖĞRETİMİ VE AİLE ÜZERİNE ETKİLERİ Ayşen GÜRCAN...... 263 GÖRSEL MEDYADA DİN TEMALI PROGRAMLARIN BİLGİ, ETİK VE ESTETİK DÜZEYİ Mustafa ÖZTÜRK...... 267

MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME DİJİTAL OYUNLARDA MÜSLÜMAN TEMSİLİ VE DİN EĞİTİMİNE YANSIMALARI Bilal YORULMAZ...... 276 SANALLAŞ(TIRIL)MA SÜRECİNDE DİNÎ BİLGİNİN HAKİKAT PROBLEMİ Fatma EKİNCİ...... 291 BİR İMKAN VE MEYDAN OKUMA OLARAK MEDYA VE İLETİŞİM: TÜRKİYE’DE DİN HİZMETLERİ VE DİNİ BİLGİ ALANI ÖZELİNDE BİR DEĞERLENDİRME Hediyetullah AYDENİZ...... 300 TEKNO-GÜNDELİK HAYATTA DİN VE İBADETLER ve FETVA SORULARI ÖRNEKLİĞİ Nevin MERİÇ...... 314 MEDYA VE DİN SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ...... 329 MEDYA VE DİN SEMPOZYUMU’NA KATKIDA BULUNANLAR...... 333 MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ 1 MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ

MEDYA VE DİNİN PANORAMASI

Prof. Dr. Mete ÇAMDERELİ İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Dekanı

Medya ve din denince, gerek medyanın gerekse dinin sınırlarını belirlemek hiç kolay değil. Medya denince hangi mecra, din denince hangi din soruları akla geliyor. İki alanın da de- vasa yapısı içinde hareket etmeye çalışırken sınırlar oluşturmak ve onları belirli alanlarda ele almak kolay değil.

İki gün sürecek olan sempozyum süresince 10 farklı oturumda çeşitli konular tartışılmaya çalışılacak. Oluşturulan oturumlar az önce belirtmiş olduğum bir araya getirebilme sıkın- tıyla yoğruldu ve bir parça da olsa konuyu açabilme imkanını aradı. Umarım tasarlanan oturumlar için öngörülen konu başlıkları medya ve din konusunu resmedebilir.

Sempozyum konuları daha çok İslam dini üzerinden şekillendi. Din konusunun genişliği ister istemez hem sempozyumu düzenleyenleri hem de tebliğ sunmalarını istirham etti- ğimiz katılımcıları İslam üzerine yönlendirdi, başka dinlere maalesef bu defalık pek de- ğinilemedi. Tesellimiz en azından ilk sempozyumun, İslam’ın medyaya nasıl yansıdığının tartışılması olacak. Önümüzdeki yıllarda başka dinlere de odaklanılarak geniş katılımlı bir uluslararası medya ve din sempozyumu düzenlemek ve yine üniversitemiz çatısı altında bir medya ve din araştırmaları merkezi kurmak hedeflerimiz arasında.

Biraz sonra katılımcılarımızla ayrıntılarına girilecek konulara geçmeden, Sempozyumu açarken, hem medyanın dine bakışındaki, hem dinin medyadaki konumu konusundaki so- run yumağını biraz sezdirebilmek için müsaadenizle size bir panorama çizmek isterim…

Medya ve dinin panoraması neredeyse uçsuz bucaksız bir alana yayılıyor. Medyanın mecra ve teknoloji imkanları genişledikçe dinin de mecrada konumlanması / konumlandırılması genişliyor. Giderek medya dinden bir cüz, dinin olmazsa olmazı ya da tersine din medya- dan bir cüz, medyanın vazgeçilmezi haline geliyor. Gazete, radyo, televizyon, internet, akıllı telefon diyerek gelişen mecrada dinin olumlu temsil kabiliyeti bulunduğu gibi olumsuz temsili de bulunuyor.

Medya ve din konusunda size bir panorama çizmek istediğimi belirtmiştim. Genel bir kap- samda açmaya çalışayım bunu:

Öncelikle, neredeyse hepimizin hayatının içine girmiş olan sosyal medya ile başlamak is- tiyorum. Mukaddes değerlere dokunabilecek kimi hesaplara sosyal ağlarda rastlanabiliyor. Allah, Şeytan, Baş melek gibi kullanıcı isimleriyle kimi paylaşımlarda bulunuluyor. Doğ- ruluğu ya da yanlışlığı konusunda burada bir tartışmaya girmeden sadece sosyal medya- da bir kullanım durumunu ifade etmeye çalışıyorum size. Beri yanda, kullanıcılar çeşitli ayetler, hadisler paylaşıyor. Hatta dualarını sosyal ağlar üzerinden yapıyorlar. İbadetlerini, kutsal topraklara yaptıkları ziyaretleri ve oradaki fotoğraflarını eşzamanlı olarak sosyal ağ- lar üzerinden paylaşıyorlar. Mahrem olduğuna inanılan bir çok şeyin artık ortadan kalktığı görülüyor. Sosyal medya özel olanın kolaylıkla ifşa edildiği bir alan haline gelmiştir artık. MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ 2

İbadedin bireysel ya da toplumsal mahremiyeti ortadan kalmış, sosyal medya ile gizlilik yok olmuştur. Kendini teşhir eden inananlar, sosyal medyanın tanıklığına ihtiyaç duymaya başlamışlardır.

Sosyal ağlar, dijital iletişim teknolojilerinin sadece bir basamağı. Dine etkisi olan pek çok teknolojik gelişme var. Akıllı telefonlar bunların en önemli örnekleri. Telefonlara yüklenebi- len ve bir takım dini kolaylıklar sunduğu söylenen çok çeşitli uygulamalar mevcut. Kıbleyi gösteren programlar, amel defterleri, dijital Kuran bunlardan sadece bazıları. Bir çoğumu- zun telefonunda ya da tabletinde bu tür uygulamalar mevcut. Şu sorunun yanıtını aramak gerekiyor: Bu uygulamalar inananların hayat pratiklerini ne kadar etkiliyor? Matbu halini çok önemsediğimiz, evlerimizde özel kılıflar içinde sakladığımız Kuran’ın dijital versiyonu- na aynı ihtimamı gösteriyor muyuz mesela?

Bu sorular zihinimizin bir kenarında yanıtlanmayı bekleye dursun. Dijital iletişim teknoloji- leri ve din bağlamında birkaç veri sunmak isterim size. Türkiye’deki sayıya ilişkin bir bilgiye ulaşamadım ancak 7-8 yıl önceki verilere göre ABD’deki blogların yaklaşık yüzde 10 ila 20’si din ve inanç dünyası ile ilgili bilgi içeriyormuş. Bu sayı günümüzde elbette çok daha yoğun- dur. Bu yoğunluk hiç de azımsanmayacak bir sayı aslında. İnternetin bilgiye erişimi kolay- laştırması işin iyi bir yanıyken, bilginin kimler tarafından üretildiği ve yönetildiğinin kont- rol edilmesi de önemli bir sorundur. Dolayısıyla internette rastlanılan bilgilerin ve özellikle dini içeriklerin ne kadar doğru olduğu sorusu da yanıtlanmayı bekleyen ciddi bir sorudur.

Medya, dini bilgi edinme konusunda önemli bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır. Sa- yın Mehmet Görmez Hocamızın başkanlığı döneminde Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından 2014 yılında yapılmış olan Dini Hayat Araştırması var. Bu araştırmaya göre dini bilgi edin- me kaynaklarına verilen yanıtlarda medyayı içeren sonuçlar şöyle: deneklerin yüzde 24, 6’ü televizyon, gazete, radyo ve dergilerden; yüzde 23, 2’ü kendi okumalarından (her türlü dini kitap); yüzde 4, 8’ü ise internetten bilgi edinmekte. Dolayısıyla medya aracılığıyla bilgi edinme yollarına baktığımızda aslında oldukça önemli bir sayısal değer ortaya çıkıyor. Bu da medya ve din bağlantısını tartışmamızın önemini yeterince ortaya koyuyor.

Yeni medya olarak önümüze geliveren dijital iletişim teknolojilerinden sonra gelenek- sel medyaya da bir parça uzanmak istiyorum. Her ne kadar yeni medya artık hayatımızda önemli bir yer kaplıyorsa da geleneksel medya henüz önemini kaybetmiş değil.

Medya ve din ilişkisi deyince, ilk aklımıza gelen genellikle Ramazan ayı ve Ramazan ayın- da yapılan yayın ve programlar oluyor. Özellikle medyatik vaazlar ramazan aylarında daha etkili hale geliyor. Medya vaizleri de neredeyse fetiş nesnesine dönüşüveriyorlar, dedikleri de neredeyse dinin önüne geçiveriyor. Medyatik vaaz ve nasihatler, gerçek dinin söylemini bulanıklaştırırken, medyanın vaizleri de tapınma nesnesine dönüşme riskiyle karşı karşıya kalıyorlar. Ramazanlarda yüzbinlerce liralık bedeller karşılığında yapılan vaaz ve nasihat programları ayrıca, medyanın, kapitalist çıkarları doğrultusunda dini kullanma biçimini ih- sas eder durumdadır.

Din ve dinsel olgular bugün maalesef bir popüler kültür aracı halini almış, bir popüler kültür ürünü haline getirilmiştir. Popüler kültürün bir ürünü olarak din, kendine özgü bir mecrada ve kendi marka değerini haiz pop-ikonlarla sunulur, anlatılır ve anlaşılır durumda- 3 MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ dır artık. Medyatik düzeyde eğlenselleşen ve magazinelleşen dinin asıl hedefi örselenmiş, gerçek kıblesi perdelenmiş, en azından bildik geleneğinden koparılmıştır. medyatik sesin de, görüntünün de kıblesini bulmak artık imkansızlaşmıştır. Bunlar sorundur ve çözüme ihtiyaç vardır

Geleneksel medya hazırladığı dini yayın ve programlarla dinin magazinleştirilmesine / eğ- lenselleştirilmesine yönelik adımlarından hiç vazgeçmemiştir, vazgeçecek gibi de görün- memektedir. Ramazan ayındaki sakız çiğnemek, suya girip girmemek gibi konuları bıkıp usanmadan tartışma konusu haline getiren medya, dini konuların ciddiyetinden uzaktır. Toplumun din algısını bu tür basit tartışmalara indirgeyerek düzeysizleştirir. Medya toplu- mun din anlayışını böyle belirler, sizin dininiz sakız çiğnemenin orucu bozup bozmayaca- ğını söylemekten ibarettir der. Medyatik din, indirgeyici ve değersizleştirici bir din anlayışı ortaya çıkarır. Medyanın bu sorumsuz tutumu, aynı zamanda toplumun değerlerine de ya- pılan ciddi bir haksızlık, ağır bir hakarettir.

Öte yandan Ramazan aylarında hazırlanan iftar için yemek programları tüketimi kamçılayı- cıdır. Sadece karın topluğunu değil, aynı zamanda yemekten zevk almayı öne çıkarır. Oysa geleneksel değerlere bakıldığında iftar için yemek programlarının ortaya koyduğu tablonun son derece gösterişli olduğu açık bir gerçektir. Toplumun dini değerlerinden kimi zaman uzaklaşma kimi zaman o değerleri şekillendirme eğilimi gösteren medyanın Ramazanda yaptığı komik hatalar ise konu edilmeye bile değmez. İftar menüsünde şaraplı yemek tarifi veren gazete ekleri bugün hala belleğimizde canlılığını sürdürmektedir. Toplumun büyük ilgi gösterdiği televizyon dizilerine ise dini öğeler genellikle sadece Ra- mazan ayında boy gösterir. Hatta bazı dizilere Ramazanda bile uğramaz. Bırakın bir ezan sesi duymayı, Ramazan pidesinin dahi telaffuz edilmediği seküler ve ladini program ve diziler yapmak hüner sayılmış, dini olgu ve konuların anılmaması laiklik konseptine uygun olduğu düşüncesiyle övünç kaynağı olmuştur. Televizyon dizileri böyle iken sinema filmleri çok mu farklıdır? Elbette hayır. Sinema filmlerinde de dini öğeler pek anılmaz ya da kötücül imgelerle beyazperdeye yansır. Son yıllar bu hususların biraz olsun aşıldığı bir dönem olsa da Türkiye medyasının tam olarak ne İslam ile ne de Türkiye’deki diğer dinlerle tam bir barış ve uyum süreci yaşamadığı aşikardır.

Din ve medyanın ticaret ile bütünleşmesi reklam endüstrisi yoluyla da gerçekleşmektedir. Doğası gereği reklam, bir hayat tarzı, bir ürün veya bir hizmet vaad eder. Ticarileşmiş dini ürünlerin reklamları büyük bir soru ve sorun oluşturmaktadır. Bir eşarp markası lüks bir ha- yat vaad ederken, son derece lüks arabalarda yer alan tesettürlü kadınların cinsel bir obje- ye dönüştürülmüş olmaları gözden ırak değildir. Beş yıldızlı ve Kabe manzaralı oteller vaad eden hac ve umre turizmine dönük reklamlar, kupon ve çekilişle umre seyahatleri kapitalist sömürünün dini reklam yoluyla araçsallaştırmasına örneklik etmektedir. Dinin reklamsal istismarına, reklamda dinin kullanımı demek masum bir tutum geliştirmek anlamına gelir.

Din bir meta, bir satış nesnesi haline getirilmişse en kaba ifadesiyle ticarileşmiş demektir. Dinin ticarileşmeye, dinin reklama ihtiyacı olur mu? Dinin olsa olsa tebliğ edilmeye ihtiyacı olur. Ama reklamın, dine, ikonları aracılığıyla ürettiği dini ürünlere ihtiyacı vardır. Reklam, dini kolaylıkla istismar etmek isteyebilir. Çünkü medyanın da reklamın da kendine özgü kuralları vardır, ondan asla taviz vermez, veremez, istismar edilmesi gereken din olsa bile. MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ 4

Medya ve din ilişkisinde hep olumsuzlukları ortaya koydum. Hiç olumlu yanı yok mu, hiç olumlu bakamaz mıyız diye sorabilirsiniz. Elbette var. Diyanet Tv’yi önemsiyoruz örneğin, bir örneklik olmaya özen gösteren çalışmalarına zaman zaman tanıklık ediyoruz. Belki zor- larsak başka iyi örnekler de buluruz ama sorun, sorunları gidermekse olumsuz tarafını gör- mek tercih edilmelidir. Temennimiz, tabii ki iyi örneklerin yaygınlaşması.

Bu sempozyumun derdi de, kaygısı da, sorunsalı da böyle şekillendi. Hem kötü hem de iyi örnekleri ortaya koyarak bir çıkarsamaya varmayı ve ortaya çıkan sonucu, konuyu çevrele- yen tüm paydaşlar ile paylaşmayı arzu ediyoruz. Niyetimiz ve amacımız, bir yaraya merhem olabilme çabasıdır. Niyetimiz, sadece durumu eleştirmek değil, ne yapılabilirin yanıtlarını aramaktır.

Konuşmamı biraz uzun tuttuğumu farkındayım, ancak medya ve din konusunda çizmek is- tediğim panaromayı kısa bir zamanda toparlayabilmek ne yazık ki güç. İki gün boyunca medya ve din ilişkisindeki bir çok soru ve sorunun yanıtlarını hep birlikte arayacağız ve umarım sonuç bildirgesinde bazı saptamalar ve önerilerde bulunabileceğiz. Sonuç bildirge- sinin çoksesliliği yansıtması amacıyla sizlerin değerli katkılarını bekliyoruz. medyavedin@ ticaret.edu.tr mail adresine sonuç bildirgesinde yer almasını önemsediğiniz görüşlerinizi gönderebilirsiniz, ayrıca twitter’da #medyavedin ile de görüşlerinizi paylaşmanız mümkün. Verimli bir sempozyum olmasını diliyor ve hepinize yeniden hoşgeldiniz diyorum. 5 MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ

Medya ve Din Sempozyumu Açılış Konuşması

Prof. Dr. Nazım EKREN İstanbul Ticaret Üniversitesi Rektörü

Değerli Diyanet İşleri Başkanım, Radyo Televizyon Üst Kurulu Üyesi, değerli öğretim üye- leri, akademisyenler, öğrencilerimiz, değerli katılımcılar, değerli misafirler, değerli basın mensupları.

Üniversitemizin İletişim Fakültesi tarafından düzenlenen ve 2 gün sürecek olan, Medya ve Din Sempozyumu’na hoş geldiniz.

Fakültemizin ve diğer fakültelerin öğretim üyeleri ve akademisyenleri, kamu otoritesinin temsilcileri, sivil toplum kuruluşlarının temsilcileri ve uzmanlar düşüncelerini, yaklaşımla- rını bu sempozyumda kamuoyu ile paylaşacaklar. Katkılarından dolayı kendilerine özellikle arz ediyorum.

Bireysel ve toplumsal duygu ve düşüncelerimizin oluşumunda, karar ve uygulamalarımızın şekillenmesinde din ve medyanın son derece özel bir rol ve fonksiyonu bulunmaktadır. Tercih ve önceliklerin ve davranışların yapısı ve özellikleri, bireysel ve toplumsal ilişkilerin kalitesini de doğrudan etkilemektedir. Doğru ve sağlıklı veri ve bilgilere dayalı değerlendir- meler ve yaklaşımlar, istikrar ve huzuru sağladığından, sorumluluk getiren özel bir konudur. İşte bu sempozyumda, bu çerçevede, medya ve din eksenine bağlı olarak, toplumun her katmanıyla, her konusuyla ve her konseptiyle ilgili ticaret, söylem, iletişim ve yönetişim, kamusal alan, popüler kültür, eğitim, toplumsal değişim, görsellik gibi birçok farklı alanı, medya ve din ilişkisinde değerli uzmanlarla tartışmış olacağız.

Medya, günümüzde, değişik alanlardaki veri ve bilgilerin geniş halk kesimlerine aktarılma- sında oldukça etkili bir kanal olduğundan da önemi giderek artmaktadır.

Sempozyumun sonunda, bir sonuç bildirgesi de yayınlanmış olacaktır. Emeği geçenlere tekrar teşekkür ediyorum. Sevgi ve saygılarımı sunuyorum. MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ 6

Kuran'da Geçen Hadisler Yahut Medyanın Kıskacında Din

Nurullah ÖZTÜRK Radyo ve Televizyon Üst Kurulu Üyesi

Medya ve din gibi, iki tane çok önemli temanın iki gün boyunca tartışılacağı bir sempozyum için buradayız. Öncelikle, bu sempozyumu düzenleyen, buna vesile olan, afdfdf bunu organize eden İstanbul Ticaret Üniversitesi'ne ve İletişim Fakültesi Dekanı Sayın Prof. Dr. Mete Çamdereli hocamıza ve katkı sağlayan ekip arkadaşlarına çok teşekkür ediyorum. Hepimizin bildiği gibi, medya artık hayatımızın ayrılmaz ve önemli bir parçası. Saniyede binlerce mesajın atıldığı yeni medya ve iletişim imkanlarının, seçeneklerinin geliştiği bir ortamda, dönemde yaşıyoruz. Dolayısıyla, bu gelişmelere bigane kalmak mümkün değil. Diğer taraftan, din ise, toplumlar için tüm zamanların en önemli unsuru. İnsanların hayatında, toplumların hayatında, hatta devletlerin hayatında tüm zamanlar için en önemli unsurdur. Dolayısıyla, bu iki önemli temanın, medya ve dinin buluşması, karşılaşması kaçınılmazdı. Ancak, bizde bu karşılaşmanın sağlıklı bir değerlendirmesinin yapıldığını söylemek mümkün gözükmüyor. O açıdan, bu sempozyumu -belki biraz gecikmiş gözükebilir ama çok önemli buluyorum. Bu sempozyumun sonunda, ülkemizde, zaman zaman bu konuda yaşanan negatif birtakım yaklaşımların da bir şekilde kendilerini sorgulama imkanı bulacağını düşünüyorum.

Dinin, özellikle de tabii İslam'ın, medyada temsili çok sorunlu, bunu hepimiz biliyoruz. Hem ülkemizde ana akım medyanın dine (İslama) ve dinî (İslamî) değerlere yaklaşımları açısından bir sorun söz konusu, hem de dünyada dinin (islamın) ve dinî değerlerin temsili açısından bir sorun söz konusu. İslamofobi dediğimiz kavramın beslendiği en önemli alan medya. Geçtiğimiz yıl, İstanbul’da, Uluslararası İslamofobi Konferansı düzenlenmişti. Orada çok ilginç paylaşımlar yapıldı. Avusturalya medyası, Amerikan medyası ve oradaki araştırma sonuçlarında halkın dinle ilgili, İslam’la ilgili ve Müslümanlarla ilgili kanaatlerinin, algılarının %80'inin medya vasıtasıyla oluştuğu belirtiliyordu. Mesela, şu, orada benim çok dikkatimi çekmişti; tırnak içinde söyleyeyim, din adına “aşırı” birtakım eylemler yapanlardan ziyade, bunların medyada yer alış şekillerinin insanların o din hakkında ya da İslam hakkında kanaatlerini belirlemede daha etkili bir rol oynadığını paylaşmışlardı. Bu elbette bir sorundur, ancak oralarda bu kısmen anlaşılabilir bir durumdur. Yani, farklı kültürlerin İslam'a yaklaşımlarında bu sorunlu, önyargılı yaklaşım anlaşılabilir ama ülkemiz ve benzer coğrafyalarda bu sorunlu yaklaşım, yerli oryantalist bakış, kendine yabancı bakış ise, aslında, esas üzerinde durulması gereken sorun olsa gerek. Çok klasik bir örnektir, hep verilir; “bu sene de hac, kurban bayramına denk geldi” gibi birtakım, cehaletle bile izah edilmeyecek ifadeler çokça, sıkça kullanılır medyada. “Kuran'da geçen hadisler (Hz. Peygamber’in sözleri)”den bahsedildi, cuma namazını evinde kılan devlet büyüklerinden bahsedildi. Oysa bu ülkenin inanç ve kültür yapısı bellidir, insanların inandıkları değerler bellidir ve bu oran %99 gibi oranlarla ifade edilir. Ancak, halkın kahir ekseriyetinin inandığı ve yaşadığı bu değerlere sadece yabancılık değil, bir nevi aşağılama ve düşmanlık, hem sinemada, hem sanatta, hem de değişik medya ortamlarında kendine yer bulabilmiştir. Dolayısıyla, esas tartışılması gerekli alanın bu eksik, yanlış ve karşı tutumun ve temsilin olduğunu düşünüyorum. 7 MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ

Dünyadaki medyanın İslam'a yaklaşımı ile ilgili en önemli eserlerden birisi Edward Said'in -dinince dinlensin diyelim- 30-35 sene önce yazdığı Haberlerin Ağında İslam isimli çalışmasıdır. Alanında çok etkili bir kitaptır. İran Devrimi üzerinden İslam'a ve Müslümanlara Amerikan medyasının nasıl yaklaştığını, negatif unsurlarla İslam'ı ve Müslümanları medyada nasıl yansıttıklarını çok çarpıcı bir şekilde ele alan bir kitaptır. Evet, bu çalışmayı yapan da –paradoks gibi gözükse de- vicdanlı bir Amerikalı (aslen Filistinli) bir aydındır. Ancak, bu kitabın doğduğu ortamı da göz ardı etmemek gerekir: Amerikan medyasında İslam haberleri. Benzer bir çalışma için Avrupa (Batı) medyasında da bol miktarda ve daha fazla malzeme mevcuttur.

Geçen sene, Avrupa'da bir konferansa, bir toplantıya katılmıştım. Orada; medya, ifade özgürlüğü, nefret suçları vb. tartışılırken şu çok dikkatimi çekmişti: Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin koruma altına almadığı, yani ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirmediği 7 tane husus var: Irkçılık, Nazizm, Neonazizm, Antisemitizm, Holokost yani soykırımın inkarı, Nefret suçu ve Homofobia yani cinsel tercihlere saldırı. Bunların içinde neyin eksik olduğunu görüyoruz, değil mi? Bu 7 istisnanın yarıdan fazlası belirli bir dinin ve ırkın değerlerinin korunmasına yönelik. Elbette burada bir sorun görülmeyebilir. Ancak, tüm dünyada gittikçe yaygınlaşan ve oldukça uzun bir geçmişi olan İslamofobia’nın müstakil olarak yer almaması önemli bir eksiklik olsa gerek ve bu sanırım çok acil bir şekilde Müslümanların gündemine girmelidir. Nefret suçlarının içinde İslam karşıtlığı da yer alabilir diye yorumlayanlar olabilir ve vardır da, ama diğerleri 4-5 tane özel maddeyle sayıldığı halde İslam karşıtlığı, İslam düşmanlığı, ifade özgürlüğü sınırları dışında kalması gereken bir koruma alanı olarak değerlendirilmemiş. Dolayısı ile, İfade Özgürlüğü gibi ‘modern kutsal’ bir alan içinde bu korunmazsa, bu özgürlüğünün “ifade edileceği alanlar” olan ‘medya’; din, özellikle de İslam için hayati bir önem taşır.

Bu genel değerlendirmelerden sonra, biraz da üyesi bulunduğum Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’ndan (RTÜK) bahsetmek isterim. Radyo Televizyon Üst Kurulu, biliyorsunuz, medya deyince akla gelen ilk kamu otoritesi. Şu anda ülkemizde 1500 civarında radyo ve televizyon kuruluşu var. Bunlar sadece Türkiye'den, RTÜK’ten izin alarak, lisans alarak yayın yapan kuruluşlar. Bir de uydu vasıtasıyla evlerimize ulaşan binlerce yayından bahsedebiliriz. Dolayısıyla bu binlerce yayın kuruluşunun yayınlarının denetlenmesi, düzenlenmesi hayati bir önem taşıyor. İşte, RTÜK de, Türkiye'de bu görsel, işitsel medya hizmetleri (Radyo ve Televizyon) alanında denetleyici ve düzenleyici bir kuruluş. Tüm dünyada, yapıları farklılık arz etse de, benzer kuruluşlar mevcut. Yani iletişim özgürlüğü, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü dediğimiz alan, özellikle görsel işitsel medya hizmetleri açısından daha sıkı bir düzenlemeye tabi. Hem yayına çıkmadan önce tabi olduğu kurallar, hem de yayın sonrası uyması gereken ilkeler ve denetim, yazılı medyaya göre daha farklı düzenlenmiş bir alan. Bu çerçevede, bu konuyla ilgili belki birkaç maddesinden bahsetmem, burada önemli olabilir diye düşünüyorum. 6112 sayılı Radyo ve Televizyonların Kuruluş ve Yayın Hizmetleri Hakkında Kanun’un 8. Maddesi ‘Yayın ilkeleri’ başlığı altında düzenlenmiş olup, bunlardan Medya ve Din ilişkisi içinde değerlendirilebilecek bazı ilkeler şunlardır: 8 -1/b) Yayın Hizmetleri; Irk, dil, din, cinsiyet, sınıf, bölge ve mezhep farkı gözeterek toplumu kin ve düşmanlığa tahrik edemez veya toplumda nefret duyguları oluşturamaz. 8-1/e) Irk, renk, dil, din, tabiiyet, cinsiyet, engellilik, siyasî ve felsefî düşünce, mezhep ve benzeri nedenlerle ayrımcılık yapan ve bireyleri aşağılayan yayınları içeremez ve teşvik edemez. 8-1/f) Toplumun millî ve manevî değerlerine, genel ahlaka ve ailenin korunması ilkesine aykırı olamaz.

MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ 8

Tabi, bu maddelerden zaman zaman müeyyide uygulanıyor. Fakat anlaşılması güç birtakım yaklaşımlar, birtakım değerlendirmeler yer alıyor medyada. Sadece İslam değil, neredeyse bütün dinlerin en temel değerleri çok açık bir şekilde aşağılandığı halde, bunlara yönelik bir müeyyide uygulanması durumunda bazı medya organlarında bu hususta çok anlaşılmaz ve ağır eleştiriler yapılıyor RTÜK’e yönelik. Oysa bu toplum şöyle şeylerde bile hassas mesela, çok etkilenmiştim ben, İzleme ve Değerlendirme Dairesi Başkanıydım o zaman, bizzat şikayeti ben aldığım için biliyorum; bir kış günü, bir vatandaşımız aradı. Dedi ki: “Sayın Başkanım, şu anda televizyonlarda, haberlerde deniyor ki, beyaz felaket kapıda, beyaz kabus göründü. Nasıl olur, dedi. Allah'ın kar gibi bir nimeti nasıl olur da kabus olarak ya da felaket olarak anılabilir, haberleştirilebilir? Buna siz niye müsaade ediyorsunuz?”. Toplumun değerleri böyleyken, bu kadar hassasken, maalesef bazı medya organları bu konuda tamamen bununla zıt, ters, çatışan birtakım değerlendirmeler içeren yayınlar yapabiliyorlar. Oysa RTÜK İletişim Merkezi’ne ulaşan şikayetlerin/bildirimlerin, önemli bir kısmı milli-manevi değerlere aykırılıktan geliyor. Dolayısıyla bu konuda toplumun değerleriyle, yayınların içeriği ve çizgisi arasında ciddi bir tenakuz olduğunu görüyoruz. İşte, bu tenakuz, belki bu tür yüzleşmelerle, bu tür sempozyumlarla yayıncıların dikkatine sunularak, onların da kendilerini sorgulamasına ve kendilerine bir çekidüzen vermesine imkan sağlar diye düşüyorum. Çünkü hepimiz biliyoruz ki, Müslüman mahallesinde salyangoz satılmaz; eninde sonunda dükkanı kapatmak zorunda kalırsınız.

Bu sempozyumun çok önemli olduğuna inanıyorum ve sempozyum sonunda çok güzel sonuçların çıkacağını ve bu sonuçların da kısa ya da orta vadede bir şekilde bizim yayın politikasına, yayın kuruluşlarının hassasiyetlerine etki edeceğini düşünüyorum ve katılımınız için hepinize ve bu sempozyumu düzenledikleri için de başta Mete hocam olmak üzere tüm emeği geçenlere teşekkür ediyor, saygılar sunuyorum.

______Kitabın basılı edisyonunda Sayın Nurullah Öztürk’ün yazısının eski haline sehven yer verilmiştir. Dijital edisyonda bu hatamızı düzelterek yazısının güncel haline yer vermek istedik, kendisinden önceki hata için özür dileriz. MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ 9

Medya ve Din Sempozyumu Açılış Konuşması

Prof. Dr. Mehmet Görmez Diyanet İşleri Başkanı

Bismillahirrahmanirrahim.

Çok Saygıdeğer Hocam, Rektörüm,

Radyo ve Televizyon Üst Kurulu’nun Değerli Üyeleri,

İstanbul Ticaret Üniversitesi’nin Saygıdeğer Akademisyenleri,

Hanım Efendiler, Bey Efendiler,

Sevgili Öğrenciler,

Sayın Basın Mensupları,

Sözlerime başlarken hepinizi sevgiyle, saygıyla, muhabbetle selamlıyorum. Hepinize hayırlı sabahlar diliyorum.

Sözlerimin başında modern zamanların en önemli sorunlarından olan medya ve din konu- sunda çok faydalı olacak, önümüzü aydınlatacak bir literatür oluşturacakları için İletişim Fakültesinin Sayın Dekanı Prof. Dr. Mete Çamdereli Beyefendi’ye ve de bu işlere öncülük yaptığı için sayın rektörümüze en kalbi teşekkürlerimi iletmek istiyorum. Bu çalışmaların ufuklarımızı açmaya ve önümüzü aydınlatmaya vesile olmasını temenni ediyorum.

İster yazılı, ister işitsel, ister de görsel medyanın hepimiz için önemi aşikârdır. İnsan olarak etrafımızda olup bitenler hakkında her zaman bilgi sahibi olmaya ihtiyacımız bulunmak- tadır. Medya bize elimizin, gözümüzün, kulağımızın erişemediği noktalardan bilgiler aktar- maktadır. Bize bir haber getirenden; bir söz söyleyenden; bir bilgi getirenden doğru, sahih ve güvenilir bilgi getirmesini isteriz. Hiç kuşkusuz güven duyacağımız bir bilginin doğru bir kaynaktan, doğru araçlarla bize ulaşması zorunludur. Aynı şekilde söz konusu bilginin bizi manşet adı altında, yanıltıcı bir retorik içinde şekillenmiş olmaması yahut sürmanşet adı altında manipülatif bir çabayla üretilmemiş olması ve her durumda değerlendirmeye, mü- zakereye, eleştiri ve itiraza açık olması gerekir. Bugün, medya marifetiyle ulaştırılan bilginin sorgusuz, sualsiz olarak kabul ettirilmeye zorlanması elbette doğru değildir.

Kamusal medya çalışmaları, birkaç yüz yıllık serüvenin sonucunda belli etik değerlere tabi olmayı tercih ettiğinde; bizleri iyiye, güzele, hayra, doğruya yöneltecek bir hayrın taşıyıcısı olmayı önemsediğinde tüm insanlık için bir imkân, bir fırsat, bir araç olabilecektir. Bugün basit bir aramada bile medya kavramının pozitif ve makul kavramlar yerine negatif kavram- larla ilişikli birer terkip olarak anılması, gerçekten düşündürücüdür.

Yüce dinimiz İslam, “Ey iman edenler! Güvenilir olmayan birisi size bir haber getirdiği 10 MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ zaman, onu araştırınız, araştırmadan almayınız. Aksi takdirde cahilce ve bilgisizce nice top- lumlara kötülükler yaparsınız ve sonunda pişman olursunuz” (Hucurat 49/6) ve “Hakkında bilgin olmayan konuların peşine düşmeyin. Çünkü kulak, göz ve gönül bunların hepsi so- rumludur” (İsra 17/36) ayeti kerimeleri ile getirilen haberin sorgulanmasını temel ve öncü ilkeleriyle adeta bir medya etiği olarak takdim etmektedir.

Medyada aslolan doğru haberdir ve doğru bilgilendirmedir. Bilgilendirme faaliyetinin, in- sanlar arasındaki ilişkilerin üzerine yaslandığı ahlaki ve nesnel ölçütlerden bağımsız olarak işlemesini beklemek kabul edilemez. Bugün herhangi bir gazetenin ya da televizyon kana- lının karar verici organları arasında yer alanların, insanlığımızı bozmak, bizi fıtratımızdan uzaklaştırmak ve toplumsal birlik, beraberlik ve kardeşlik çabamızı zedelemek gibi bir göre- vi asla olamaz. Bir medya organından insan olarak beklentimiz sağlıklı, doğru bir bilgilen- meye olan ihtiyacımızın meşru yollardan sağlanmasıdır. Hiç kimse kullanılmak istemediği gibi oyuna getirilmek de istemez. Hiç kimse insanlık değerleriyle karşı karşıya gelinmesini kolaylaştıran bir yönlendirmeyle istismar edilmek istemez.

Değerli Konuklar,

Maalesef bugün, sözünü ettiğim bu sorunlar artmaya başlamış ve tek tek her birimizi il- gilendirmeye başlamıştır. Din-medya ilişkisi içler acısıdır ve pek çok noktada medyanın yaklaşım biçiminin hemen her bir inanmış insanı rahatsız ettiğini açıkça belirtmek isterim. Medya ve din arasındaki ilişkilerin seyrettiği zemin aslında bütün dinler için söz konusu- dur. Bu sempozyumda ele alınacak başlıklar belki daha çok İslam üzerinde ama aslında yapılacak bir araştırma ile bu sorun modern zamanlarda bütün dinler için geçerli olduğu görülecektir. Nitekim yıllar önce bir Hıristiyan din bilgininin, bu konuda kaleme aldığı bir yazının başlığı “Eğer İsa bugün olsaydı, onun çarmıha geren medya olurdu” şeklinde idi. Medya-din ilişkisini Türkiye bağlamında ele aldığımız vakit; hiç kuşkusuz rahatsızlık verici, üzücü ve incitici olduğunu söylemek yanlış bir tespit olmayacaktır. Ülkemizde 31 Mart vakasından bu yana medyada dinin varlığı irtica ile eşdeğer bir şekilde işlenmiştir. Dünün Türkiye’sinde irtica söylemi ne ise bugünün dünyasında da İslamofobi odur. Maalesef büyük bir güce sahip olan medyada genellikle din, bir Ramazan sayfası, cuma saati ve mübarek gün ve gecelerde program icra etmek olarak görülmektedir. İşte med- ya-din ilişkisinde asıl sorun da budur. Dini takvim yaprağına, Ramazan sayfasına ve cuma saatine indirgeyen bir medya Müslümanlığı medya-din ilişkisi bağlamında sağlıklı bir ze- mine oturamaz. Yılın belli bir ayında, haftanın belli bir gününde dini bir sayfa hazırlatan ya da bir program yayınlayan bir medya organının dini ele alış biçimi ne kadar doğrudur? Hâlbuki dinin medyadan beklediği cuma sayfası ve ramazan programı hazırlaması değil, yalan haber yapmamak, olanı olduğu gibi aktarabilmek ve insanlara doğru haber vermektir; insanları yanıltmamak, şaşırtmamak, kişinin mahremine girmemek ve hiç kimseye iftira atmamaktır. Bu tarz ahlaki kaygılar olmaksızın cuma sayfası hazırlamak, dini konuları içe- ren köşe yazıları yayımlamak veya belirli zamanlarda televizyonlarda dini bir program icra etmek herhangi bir anlam ifade etmeyeceği gibi dini bir grubun, yapının propagandasını yapmak da neticeyi değiştirmeyecektir.

Çok Değerli Katılımcılar,

Bugün önemle üzerinde durulması gereken bir başka husus da elbette sosyal medyadır. MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ 11

İnternet ortamında, sanal âlemde insanlar, gerek kendi kimliklerini gizleyerek ve gerekse deşifre ederek yerli yersiz her şeyini paylaşmakta, bunu yaparken de hiçbir değer ve ölçü tanımamaktadır. Bunun toplumda çok büyük ahlaki yaralar açtığı herkesin malumudur. Bu fütursuzluğuyla medya, o kadar çok hayatımızın içinde ve kaçınılmaz hale gelmiştir ki ma- alesef çocuklarımızı medya ile buluşturmak için değil, ondan korumak için önlem almak zorunda bırakılıyoruz. Ve yine, medya o kadar kuşku uyandırıcıdır ki, eğitimciler çocukları- mızı onun kapsayıcılığından ve bağımlılığından korumamız gerektiğini salık vermektedirler.

Değerli Katılımcılar,

Aslında din-medya ilişkisi bu çağın paradigması ile yakından ilgilidir. Aşırı tüketim, hız ve haz yine bu çağın getirdiği zaaflardır. Bu çağda rekabet, kazanma, başarı ve pazara egemen olma en önemli motivasyon kaynağıdır. Üzülerek belirtmeliyim ki, bu çağ, tüm motivasyon kaynaklarıyla kendi içinde büyük bir gayr-i ahlakiliği teşvik etmektedir. Olduğundan farklı göstererek reklam yapma, kadını kişiliğiyle değil dişiliğiyle bir cinsel objeye dönüştürme bu çağın en önemli problemidir. Hâsılı bu çağ, insanî zaafların tetiklendiği ve bu zaaflar üzerine bir sektör oluşturularak bir pazarın inşa edilmeye çalışıldığı bir zaman dilimidir. Bu çağda insanlar medyayı da sadece pazarın bir parçası olarak görmekte ve bütün ens- trümanlar bu pazara ulaşmak için bir araç olarak kullanılmaktadır. Din de bu araçlardan biri haline getirilebilmektedir. Bu bağlamda tüketimi yaygınlaştıran ve bir yaşam modeli haline gelmesini sağlayan en önemli etkenin medya olduğunu görmekteyiz. Din, hakikat ve dinî değerler, gerek reyting, gerek rekabet, gerekse daha çok kazanma uğruna kimi zaman çarpıtılarak, kimi zaman da dini duygular istismar edilerek acımasızca heba edilmektedir.

Değerli Katılımcılar,

Bugün, İslam’ın medyadaki temsili İslam’dan bağımsız, Müslümanlardan bağımsız bir şe- kilde gerçekleştirilmektedir. Bu daralmışlık, bu kısıtlılık sorumluluk sahibi her aydını, her münevveri incitmesi gerektiği gibi dinini bir şekilde yaşamak isteyen her dindarı da rencide etmektedir. Daha geniş bir çerçeveden bakıldığında başta İslam olmak üzere hemen bütün dinler hakkında medya marifetiyle üretilen temsillerin bir cehaletten mi, bir art niyetten mi yoksa özensiz bir ilgiden mi kaynaklandığı konusunda bir karara varmak güçtür. Ancak şunu belirtmek gerekir ki bunlardan hangisi geçerli olursa olsun sonuçta bu durumdan yara alan, sonuçta mağdur duruma düşen her zaman din olmaktadır.

Değerli Konuklar,

Dünya ölçeğinde geçtiğimiz iki yüzyıl boyunca din konusunun değişik bağlamlarda değer- lendirildiği dönemler olmuştur. Dinin, vakti saati geldiğinde hayatımızdan çekip gideceği beklentisi ve bütün argümanlarını onun yokluğu üzerine inşa edenler, maalesef iyi bir sınav verememişlerdir. Bu süreçte küçümsemeler, dışlamalar, gözden düşürmeler, az rastlanılır bir şey değildir. Yeni bir yüzyılın başında dinin olmazsa olmaz varlığı hissedilmeye başladı. Dinin toplum için gerekliliği, toplumdaki etkin rolü geç de olsa anlaşıldı. Dinin önem ve değeri maalesef medya tarafından yeterli ölçüde fark edilemedi. Değişen şartlar ve geliş- meler profesyonel anlamda toplumu bilgilendirme çabası içinde olan medya kurumları için yeni bir düzenlemeyi zorunlu kıldı. Bundan dolayı Batı’da pek çok medya organizas- yonu çalışmalarında din uzmanları, din mütehassısları istihdam etmeye başladı. Üzülerek 12 MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ ifade edeyim ki, bu konuda ülkemiz söz konusu olduğunda kayda değer bir gelişmeden söz etmek için, daha bir süre bekleyeceğimiz anlaşılmaktadır.

Dinin bu toplumun kimyasında yer alan ağırlığı bugün gerçek manada kavranmış değildir. Diyanet İşleri Başkanlığı olarak hemen her gün din-i mübin-i İslam hakkındaki ölçüsüz suçlama, incitici değerlendirme ve kasıtlı saldırılar karşısında cevap verme çabası içinde aziz milletimizi bilgilendirme gereği duyuyoruz. Aslında din ve medya ilişkisi ele alınacak- sa mutlaka Diyanet ve medya ilişkisi üzerinden de birtakım araştırmalara ihtiyaç vardır. Diyanet İşleri Başkanlığının bu noktada acıklı bir tarihi vardır. Bilhassa din-devlet-toplum ilişkilerinde gerilimler yaşandığı dönemlerde medyamızın Diyanet İşleri Başkanlığı üzerin- den tartışmayı başka noktalara taşımak için verdiği mücadele ciddi akademik çalışmalara konu olabilecek niteliktedir.

Çok Değerli Katılımcılar,

Mesele din hakkında, dindarların hoşuna gidecek, onların duygularını okşayacak adımları atmak değildir. Asıl mesele medyamızın dini ciddiye alıp-almamasıdır. Milletimizin sosyo- lojisini, antropolojisini, psikolojisini, teolojisini kuşatmış bir hakikat karşısında hemen her birimizin arzu ettiği şey ciddiye alınmak, anlaşılmak için emek vermek ve kutsal değerleri bir tartışma ve polemik konusu yapmamaktır.

Bugün, Batılılaşma mecramız boyunca medyamızın nerede saf tutmayı tercih ettiği üzerin- de durulması gereken bir husustur. Bu bağlamda dinle mesafeli olmayı bir resmi davranış olarak kodlayanların bile zaman içinde bu yaklaşımını gözden geçirmeye ve daha makul bir çerçevede dinle irtibat kurmaya ihtiyaç duyduğu gözlendiğinde medyanın durduğu yeri görmek gerçekten şaşırtıcıdır. Burada din konusunda bir tercihte bulunmaktan, bu konuda kendi entelektüel çıkarımlarını göz ardı ederek zoraki bir ilgiye yönelmekten söz etmiyo- rum. Vurgulamak istediğim husus, bu coğrafyanın dinamiklerini öğrenme, kavrama, dikkate alma, hesaba katma konusundaki ilgisizlikle nereye kadar gidileceğidir.

Basın özgürlüğü hepimizin huzur ve felahı için gerekli hatta zorunludur. Herkes için özgürlük kıymetli bir tercihtir, saygı değerdir. Ancak üzerinde ısrarla durulan bir özgürlük vurgusun- dan sadece dinin ve dindarların mağdur olması da anlaşılır gibi değildir. Bu talebi, dinin temel değerlerine, ritüellerine, iddialarına karşı yöneltmek gözden geçirilmesi icap eden bir hususiyet arz etmektedir. Bugün her bir Müslümanın kendi canından daha aziz gördüğü dinini, imanını, ibadetlerini, dinî gerekçelerle ortaya koyduğu yaklaşımlarını yeterli bir an- lama çabası içinde olmaksızın en hafifinden, küçümsemek, alaya almak, itibarsızlaştırmak, insanlık dünyasının ulaştığı kazanımlar çerçevesinde bize hiç mi hiç yakışmamaktadır.

Diyanet İşleri Başkanlığı, gerek Anayasamızda gerekse maşeri vicdanda toplumumuzun zi- hin ve eylem dünyasında İslam’ın kitlelere doğru anlatılması gibi bir sorumluluk bilinciyle hareket etmektedir. Dini açıdan oldukça mümbit sayılabilecek coğrafyamızda medyanın bu konulardaki ilgisinin küçümsenecek bir tarafı yoktur. Din, bu coğrafyanın bütün bir ger- çekliğini kuşatan kalıcı bir fenomendir. Dinin hakkında asgari düzeyde de olsa bir bilgilen- meye ihtiyaç had safhadadır. Hala medyamız bir din mütehassısını bulundurma ihtiyacını yeterince hissetmemektedir. Oysa ekonomi, emlak ve spor için uzmanlar bulundurulabil- mektedir. Dini kavramları bilerek ya da bilmeyerek karıştıranları, hatimle hutbeyi, hutbeyle MEDYA VE DİNİN GENEL GÖRÜNÜMÜ 13 vaazı, bayramla cumayı, ayetle hadisi birbirine katanları sadece eğlencelik birer figür olarak elbette ele alamayız. Bu coğrafyanın sorumluluk sahibi pek çok müntesibi “din cahili” çıkış- lardan mustariptir. Merhum Necip Fazıl’ın meşhur “Babiali”sinde söz ettiklerinin üzerinden ne kadar da çok zaman geçmiştir. Hala bu konuda sadra şifa bir gelişme kaydedilmemiştir. Edward Said’in dünya ölçeğinde İslam’a yönelik medyatik şiddet ve saldırıları dile getir- diği “Haberlerin Ağında İslam”ın üzerinden bunca yıl geçmesine rağmen medyamızda bu konudaki ihmalkarlıkları, empati eksikliklerini gidermeye yönelik hiçbir adıma ihtiyaç du- yulmamıştır. Gelinen noktada bu toprakların asil insanları olarak hangi dinden olursak ola- lım kutsal değerlerimizin kabul edilebilir saygınlık çerçevesinde doğru bir şekilde takdim edilmesine ihtiyaç vardır. Bugün sinemada işlenen “din adamı” tiplemesinin hiçbir sahici karşılığı yokken bunda ısrarlı olmanın ne gibi bir gerekçesi ve anlamı vardır? Diyanet İşleri Başkanlığının günün şartları içinde verdiği ve her şeyden önce dinin dinamik karakterini yansıtan ve kişiye özel fetvalarını bağlamından kopararak tamamen manipülatif bir şekilde topluma aktarmanın ne gibi bir anlamı vardır?

Diyanet İşleri Başkanlığı medyanın sürekli tekrarladığı bu gibi yanlış tercih ve uygulamaları her fırsatta düzeltmekten yorulmayacaktır. Ancak itiraf etmeliyim ki böyle giderse toplum nezdindeki güven ve itibarına halel gelebileceğinden habersiz bir çıkarımla din alanını sık sık manipüle eden bir bakış açısı büyük bir güven erozyonuna yol açacaktır.

Değerli Konuklar,

Din, Yaratıcının yeryüzüne gönderdiği bir rahmet mesajıdır. İnsanlığın karanlıklardan ay- dınlıklara çıkması için gönderilmiş bir lütf-u ilahidir. Hemen her Müslüman yüce dinimi- zin bu değerinden haberdardır. Aynı şekilde aziz milletimiz, elhamdülillah, din-i mübin-i İslam’ın tamamen ticari bir çerçevede ancak Ramazanlarda hatırlayan ve bu bağlamlarda bile onun özünü yansıtmaktan özenle kaçınan bir ruh halini, artık kolayca teşhis edebilecek noktalar erişmiştir.

Bu vesileyle milletimizin kanayan yarası olarak değerlendirebileceğimiz bu problem etra- fında ülkemizin saygın ve sorumluluk sahibi bilim insanlarını bil vesile bir araya getiren İstanbul Ticaret Üniversitesinin değerli rektörüne, iletişim fakültesinin değerli dekanına ve bu işin mutfağında çalışan çok değerli mesai arkadaşlarına teşekkür etmeyi, yerine ge- tirilmesi gereken bir borç addediyorum. Sempozyumun ülkemiz ve tüm insanlık âlemi için fikir ve düşünce dünyamızda yeni pencereler açmasını medyamızın dinimizde sadık haber ve adil şahit olarak bilinen doğru ve güvenilir bilgiyi, kendine ilke edinmesini Rabbimden niyaz ediyor, hepinize saygılar sunuyorum.

MEDYA-DİN VE TİCARET 16 MEDYA-DİN VE TİCARET

MEDYA AYNASINDA EKONOMİ VE KÜLTÜR

Prof. Dr. Ersin Nazif GÜRDOĞAN

Değişik alanların uzmanlarınca, nasıl tanımlanırsa tanımlansın, son değerlendirmede eko- nomi, insanlığın kültürel birikiminin, hayatın değişik boyutlarındaki yansımasıdır. İnsanlık tarihi boyunca, üretim gücünü belirleyen, en büyük ve en etkili kaynak kültür olmuştur. Yoksulluk gibi, zenginlik de bir sorun kaynağı olduğu için, üretim peşinde koşmak kadar tüketimden kaçınmak da, bütün kültürlerde, en başta gelen erdemdir.

Dünyanın her yerinde ülkelerin üretim güçlerinin yeni boyutlar kazanmasının kaynağında, gerek üretici gerekse tüketici olarak, insan vardır. Öncesi kültür olduğu gibi, sonrası da kültür olan ekonominin tarihi insanla başlar, insanın olduğu yerde, ya kültür ya da eko- nomi değil, hem kültür hem de ekonomi vardır. Einstein’’in enerji formülüne benzetilerek söylenirse: Ekonomi eşittir insan çarpı kültürün karesidir. İnsanda gizlenen gücü, kültür gün ışığına çıkarır.

Dünyada yoksulluğun olduğu kadar zenginliğin de kaynağı ekonomiden önce kültürdür. Üretilen el olmaya özendiren kültürler de, yoksulluğun kapılarını açarlar. Dünyanın her ye- rinde kültürel güç, üretilen ürün, hizmet ve bilgilere yansır. Üretim peşinde koşan kültürler, üretimde yarışanların, tüketim peşinde koşan kültürler ise, tüketimde yarışanların sayıla- rını çoğaltırlar.

Ekonomilerin canlılığı, üretim ve tüketim peşinde koşan insanların yarışmasına dayanır. Üretimde yarışanlar, tasarruflara yeni alanlar açarken, tüketimde yarışanlar da savurganlı- ğa yeni alanlar açarlar. Ekonomi hayatı kolaylaştırmanın olduğu, kadar zorlaştırmanın da aracıdır. Dünyadaki zenginlikleri büyüttüğü kadar yoksullukları da büyütür.

Ekonomik güç, iki yanı keskin kılıç gibi, bir toplumda tasarrufları artırmakla kalmaz, savur- ganlıkları da artırır. Bunun için, hem üreticilere hem de tüketicilere kutup yıldızı olma gö- revini ekonomi değil, kültür yüklenmelidir. Çünkü kazanmanın herşey olduğu bir kültürde, kazanmak için herşey yapılır. Sağlıklı bir toplumda en düşük gelirliler, en yüksek gelirliler gibi değil, en yüksek gelirliler, en düşük gelirliler gibi yaşarlar.

Hayatın kültürel boyutu gözardı edilirse, ekonomik boyut bütün sorunların kaynağı olur. Anadolu insanının kültüründe, sürekli tekrarlandığı gibi: “En düşük gelirliler gibi yaşamak bir erdemdir, ancak toplumun en düşük gelirlisi olmak bir erdem değildir.” Bu yüzden, bir toplumda tüketimden önce üretim peşinde koşmak bir kültürel görev, aynı zamanda kültü- rel bir sorumluluktur.

Hayatın uyum ve denge içinde düzenlenmesinde, kaptanın gemiye, geminin kaptana ihti- yaç duyması gibi, kültür ekonomiye, ekonomi kültüre ihtiyaç duyar. Nasıl kaptansız gemi, gemisiz kaptan olmazsa, kültürden soyutlanmış ekonomi, ekomiden soyutlanmış kültür olmaz. Kültür ekonomiyle ekonomi kültürle karşılıklı iletişim ve etkileşim içindedir. Derin- liğini yitiren kültürlerin, dengeli ekonomilerinin olması mümkün değildir.

Yirmibirinci yüzyılda, Doğusu ve Batısıyla bütün dünya, ekonominin dışında, ekonomiden MEDYA-DİN VE TİCARET 17 uzak bir kültür değil, ekonominin üstünde, ekonomiye yakın bir kültür istiyor. Çünkü, dün- yanın kültürü ne kadar sağlıklı, ne kadar insanı kuşatıcı olursa ekonomisi o kadar sağlıklı, o kadar hayatı kucaklayıcı olur. Kültür ekonomiyi, ekonomi kültürü yansıtan aynadır. Haya- tın sürdürülebilir kılınmasında, kültür amaçların ekonomi araçların yol haritasına kaynak sağlar.

Kültürün kaptanlığındaki ekonomi gemisinin değeri, amaçların erdemi kadar araçların er- demine de bağlıdır. Dünyanın bir barış dünyası olabilmesi için, amacın araca, aracın amaca ya da kaptanın gemiye, geminin kaptana kurban edilmesinin, önüne geçilmesi gerekir. Za- manla araçlar değişir, amaçlar değişmez. Hem kültür, hem ekonomi, geminin rotasını çizen kaptan gibi: Hem duran, hem giden, hem değişen, hem değişmeyen olmak zorundadır.

Kültürde güç, düşünce ile eylemi, ekonomide güç üretim ile tüketimi altın oranda har- manlamakla kazanılır. Nasıl kültürde düşüncesiz eylem olmazsa, ekonomide de üretimsiz tüketim olmaz. Toplumları değiştirenler, hem kültürel, hem ekonomik alanda, etkinliği ar- tırmasını bilenlerdir. Üretkenliği artırmada yarışmanın olmadığı bir dünyada, ekonomik ve kültürel hayatın hiçbir boyutunda derinleşme ve zenginleşme olmaz. Bu bağlamda, kültür ekonomiyi, ekonomi kültürü diri tutar.

Kültürün görünmeyen yüzünün, ekonomide görünen yüze dönüşmesi için, herkesin verim- liliğin peşinden aslanlar gibi koşmasını öğrenmesi gerekir. Öğrenmesini öğrenmeyenler, ekonomik ve kültürel hayata yeni boyutlar kazandıramazlar. Hem öğrenen, hem öğreten insanların, bir araya geldikleri kurum ve kuruluşlar, dünyayı değiştiren, hem gemilere, hem kaptanlara pusula olurlar.

Ontolojik değişmeyen bir ilkeyle, metedolojik değişen bir ilke arasındaki sınırları güvence altına almadan, ekonomik ve kültürel alanda yeni atılımlar yapılamaz. Ekonomi kültürün önüne geçerse, insan ekonomim öznesi olma konumundan, nesnesi olma konumuna düşer. Ekonomi herşeydir diyenler, ekonomi için herşeyi yaparlar. Kültür derinleşmeden ekonomi zenginleşmez. Tek boyutlu ekonomi her insana uymaz. Hayat binbir boyutludur. Ekonomi insanın gölgesidir. İnsan hayatın öznesidir. Öznesiz nesne olmaz.

Kaynaklar - E. Nazif Gürdoğan, İki Dünyanın Hesaplaşması, İz Yayıncılık, İstanbul 2014 - Nazif Gürdoğan, Küre Dünyanın Kare Dünyaya Dönüşmesi ve Yeni Vizyon Arayışları, Harvard Business Review, Türkiye - Sezai Karakoç, Diriliş Neslinin Amentüsü, Diriliş Yayınları, İstanbul 2010 18 MEDYA-DİN VE TİCARET

İNTERNET VE MOBİL TELEFON KULLANMAK SURETİYLE GERÇEK- LEŞTİRİLEN DİN – TİCARET İLİŞKİLERİNDE TOPLUMSAL SORUNLAR VE OLASI ÖNLEMLER

Prof. Dr. Hüner ŞENCAN

Giriş

Uzun yıllardan beri yüzyüze esnaf-pazar ilişkileri düzeyinde süregelen din-ticaret münase- beti, 1980’li yıllarda “televizyonla ilişki kurma ve algı oluşturma” düzeyine çık¬mış¬ken, iki binli yıllardan itibaren nitelik değiştirmiş günümüzde “dijital araçlarla ilişki kurma ve algı yönetimi” noktasına gelmiştir. Dijital araçlar kavramının kapsamı oldukça geniştir. Dijital araçlar; televizyonları, dijital şehir meydan panolarını, radyoları, bilgisayarları, İnternet’i, mobil telefonları, telefon özelliği olmayan tabletleri, ses kayıt cihazlarını, değişik özellikte müzik çalma araçlarını kapsar. Dijital araçların kapsamı geniş olunca etkilerini daha yakın- dan inceleyebilmek için alanı daraltma gereği hissedilmiştir. Bu yazıda özellikle İnternet ve mobil telefonlarla gerçekleştirilen din-ticaret ilişkileri üzerinde durulmuştur. Çalışmada, İnternet ve telefon ikilisinden “intel” kısaltmayla söz edilerek bu iki dijital aracın televiz- yonla başabaş rekabet eden yeni bir konuma geldiği vurgulan¬mıştır. Yazının amacı, intel ortamında gerçekleştirilen dini etkinliklerin, duyuruların, bilgilendirme ve eğitim çalışma- larının, reklamların, pazarlama faaliyetlerinin toplum üzerindeki olumlu ve olumsuz yansı- malarını belirlemek, ortaya çıkan sorunların giderilmesi veya en azından hafifletilmesi için muhtemel çözüm ve düzenleme araçlarının neler olabileceğini araştırmaktır. Sorunlar ve Soru İşaretleri

İntel ortamında gerçekleştirilen dini aktivite ve yayınlara İslamın ruhuna uygunluk açısın- dan ne ölçüde dikkat edilmektedir? Dini aktivite ve yayınlar ne ölçüde parasal ve nüfuzsal kazanç sağlamanın başlıca aracı olarak kullanılmakta ve insanlar sömürülmektedir? İntel dinselliği ne ölçüde denetlenmekte ve kontrol altında bulundurulmaktadır? Olumsuz intel gelişmeleri karşısında sorumlu kurum ve birimler kimler olabilir? Dini kavram, malzeme ve ürünler konusunda kamuoyunun doğru bir şekilde bilgilendirilmesi nasıl gerçekleştiri- lebilir?

Soru cümlelerini yazarken İnternet ortamında çeşitli sitelerde dile getirilen yakınmalardan, şikayet¬lerden ve çeşitli toplantılarda dile getirilen görüşlerden yararlanılmıştır. Sorun alanları araştırmacının sadece kendi gözlemlerine dayalı olarak değil, entellektül kesimler- de yaygın olarak tartışılan konu başlıklarından çıkarılmıştır.

Müslümanların İntel Yönelimi

Müslümanların, intelin pasif kullanıcısı olma konumundan çıkıp hizmet etmek ve inanç- larını daha geniş bir kitleye duyurmak, insanları eğitmek ve bilgilendirmek amacıyla aktif olarak kullanmaya başlamaları on yıllık bir geçmişe sahiptir. Önceki yıllardaki kullanım çok daha sınırlı ve kurumsal bir niteliğe sahipti. Son on yılda intel kullanımı kitleselleşti, tica- rileşti ve çok merkezli şebeke yapıları oluşturmaya başladı. Kitleselleşmesi; intel kaynak- larına erişimin kolaylaşması, ucuzlaması, gelir ve bilgi düzeyinin artmasıyla oldu. Artık bir öğretmenin kendisinin, eşinin ve kızının kendi Web sitelerinden bahsetmeleri, kendi blog- MEDYA-DİN VE TİCARET 19 larını açmış olmaları hayret edilmeyen normal bir olgu haline geldi. İntel, kitleselleşme olgusunu yaşarken aynı zamanda ticarileşti, nüfuz edinme, çevre ve grup oluşturma aracı haline geldi. İnsanlar bu sürecin “kendi kendisini döndürmesinin” ötesinde onlara para ka- zandırdığını farkettiler. Daha da ilginci, çarşı-pazarda emtia satmak için kaybedilen zamana ve emeğe kıyasla, intel ortamında kısa sürede çok daha fazla paralar kazanıldığı anlaşıldı. Amaç sadece para kazanmak değildi. Bunun yanında sosyal gruplar, izleyiciler ve bağlılar oluşturarak “nüfuz interlandı” içinde para dışı kazanımların peşine düşüldü. “Nüfuzsal ka- zanım” belki parasal kazanımdan daha önemliydi. İntel lirası ile nüfuzsal kazanımın bin bir yönteminin bulunması, yeni keşfedilen bu gezegende Müslümanları bir tür ganimet avcılığına yöneltti. Bu eğilim halen bütün hızıyla devam etmekte ve genç dimağlar, her gün yeni beceriler elde ederek “geniş anlamda” kazançlarını artırmak için uğraş vermektedirler. İntelleşme, şebeke yapılarını ortaya çıkardı. İnsanlar tek başına bir Web sitesinin yeterli olmayacağını 20, 30 Web sitesi birden açılırsa daha etkili olacaklarını anladılar. İnternet’i mobil telefonlarıyla ilişkilendirmek, televizyona bağlamak ve aynı zamanda bir müzik şir- keti kurmak gerekiyordu. Dijital bağlantı olanaklarının genişliği, kaçınılmaz olarak insanları şebeke organizasyonlarına yöneltti. Az sayıda personel istihdam eden, çok sayıda dijital örgüt ortaya çıktı ve daha sonra bunlar bir çatı örgütte bir araya geldiler. Dijital şebeke ör- gütleri de yeterli görülmeyerek, sosyal, psikolojik, siyasal ve ekonomik örgütler kurulmaya başlandı. Dijital şebekeler gelişirken amatör ruh, ilahi gaye ve hedefler zayıflamaya, dünye- vi emeller ise güç kazanmaya başladı. Teşhis koymak zorundayız: Mevcut gelişmeler sağlıklı olmaktan uzak bir noktada seyretmeye devam etmektedir. Müslümanların dillendirdikleri intel yöneliminin hedefleri açıktır ve bellidir. Bunları aşağıdaki gibi sıralabiliriz:

Siber cemaatizm: Cemaatin, tarikatın, derneğin, vakfın, dostların, derginin, gazetenin veya belli bir gaye doğrultusunda oluşturulan herhangi bir birliğin kendi “bakış açısı çerçevesin- de” İslami görüşlerini paylaşmak, İslami kitap ve dergilerini satmak, izleyicisini çoğaltmak, etkinliklerine katılımını artırmak amacıyla oluşturduğu dijital veya intel etki alanı.

Siber aktivitizm: Örgütlü yapı oluşturmaksızın kişisel çıkar elde etmeye yönelik olarak veya herhangi bir dünyevi çıkar emeli gütmeksizin dini içerikli intel yayınları yapmak. Sevabını ve mükafatını Allah’tan ummak amacıyla gerçekleştirilen her türlü intel faaliyetleri.

Siber dintic-telizm: Siber yapıları dini ticaret yapmak amacıyla kullanmak anlamına gel- mek-tedir. “Dinî ticaret” sözcüğü bir metafordur, yani felsefik bir benzetme. Elbetteki din satılmamaktadır. Satılan veya pazarlanan dini kavramlar, anlayışlar, dini simgeler, dini li- derler, dini kitaplar, CD’ler, bitkiler, dualar ve salavatlardır. Nüfuz alanı oluşturma, siber dintic-telizmin yan ürünü olarak ortaya çıkar ve bu ikisi birbirini besler.

Siber etkililik: Müslümanların güç kazanma duygularını yansıtır. Aktif intel kullanıcısı Müs- lüman; ismini duyurma, yaygınlaştırma ve kişiliği etrafında bir halka veya birbirlerini tanı- mayan kişilerden meydana gelen, fakat herbirinde “linking pin” vazifesini gören kişilerin bulunduğu “zincir halkalar” oluşturma peşindedir. Binlerce izleyicisi olmaktan bahtiyardır, veya kendisinin tanımadığı binlerce kişiden oluşan bir grubun üyesi olduğu zannı ona ma- nevi bir destek verir, mobil telefonunda veya sosyal medya adresinde 2000 kişinin ismi vardır, adres ve fihrist defteriyle övünür, her toplantıya ve meclise davet edilmektedir, ra- mazan iftarlarının aranan adamıdır, aranır, arar ve yardım eder, bir tür gönül kuşudur. Bu nedenle de güçlüdür. 20 MEDYA-DİN VE TİCARET

İntel yönelimli olmanın “davranışları pekiştirici” faydaları olmasa idi bu eğilim bu kadar güç kazanmazdı. Bununla birlikte cemaatsel, birliksel ve bireysel kazançlarına karşın İlahi gayeye sağladığı faydalar dikkatle incelenmek zorundadır. İntel bağımlılığının ve yönelimi- nin toplumuzda dini bilinçliliği, uyanık¬lılığı geliştirip geliştirmediği ve arttırıp artırmadığı konusunda ciddi bilimsel araştırmalara ihtiyacımız bulunmaktadır. Evet, bilgiye erişimimiz kolaylaşmıştır. Bunun yanında mevcut bilgileri karşılaştırma, analiz ve sentez yapma bece- rilerimiz de artmıştır. Bilgi, “alimlere bağlı” şahıs merkezli olmaktan çıkmış, anonim İslam toplumunun bilgisi haline gelmiştir. Zihnini açık tutan insanlar için, tahkiki iman kapıları ardına kadar açılmıştır. Bu gelişmeler, intel yöneliminin bütünüyle olumsuzlanamayacağı anlamına gelir. Bu yazıda da sorgulanan, intel yöneliminin yanlış uygulamalarıdır.

Telefonlar ve Din

Daha düne kadar telefonların dinle bir ilişkisi yoktu. Kablolu telefonlar sadece bir iletişim aracıydı. Mobil telefonlar sürecin niteliğini değiştirdi. 2007 yılında çıkan ilk akıllı telefon- lar dahi Müslümanları endişelendirmemişti. Fakat 2010 yılından sonra üretilen akıllı tele- fonlardaki hızlı gelişmeler hepimizi süreç üzerinde düşünmeye sevk etmiştir. Günümüzde “mobil telefon” sözcüğü bir kenara bırakılarak artık “akıllı telefon” ifadesi yaygınlaşmaya başlamıştır. Tok’un, (2013) yaptığı bir araştırmaya göre 2013 yılı sonu itibariyle Türkiye’de 20 milyon kişi akıllı telefon kullanmaktadır (par. 1). Söz konusu araştırmada bilgi toplanan üniversite öğrencilerinin yüzde 50’den fazlası akıllı telefonları günde beş saatten fazla kul- landıklarını ifade ederlerken, yüzde 60’ı kendilerini telefon bağımlısı olarak algıladıklarını söylemişlerdir (par. 2). İlk çıkan basit mobil telefonlar önemini yitirmiş, akıllı telefonlar ön plana çıkmıştır. Söz konusu teknoloji için artık, yeni bir terim üretme zamanı gelmiştir. Bu telefonları iki kelimenin kısaltmasından yararlanarak “akfon” olarak isimlendiriyorum. Olguyu “akfon” terimiyle ele alırsak bu teknolojinin etkilerini üç alanda inceleyebiliriz: (a) parasal ve nüfuzsal ticari alanda, (b) toplumsal dini etkinlikler alanında, (c) bireysel dini etkinlikler alanında.

Akfonun ticari alandaki etkisi, bir televizyon cihazı gibi önemli bir reklam aracı olarak or- taya çıkmasıdır. Mobil reklam gösterimlerine göre cihazları sınıflandıran Millenial Media, (2013) raporuna göre, dijital reklam yayımlama imkanına sahip cihazların yüzde 70’i akıllı telefon, yüzde 25’i telefon özelliği sunmayan cihazlar (tablet bilgisayarlar, iPed Touch Ped vs.) ve yüzde 5’i de diğer telefonlar sınıfına girmektedir. Veriler, reklam potansiyeli açısın- dan akfonun cebimizde taşıdığımız bir televizyon haline geldiğini göstermektedir. Akıllı telefonlardaki bu gelişme toplumun tüm kesimlerinin dikkatini çekmiştir. Doğal olarak dini cemaatler, birlikler, tarikatlar ve dindar insanlar akfona sadece bir reklam aracı olarak değil, dini hizmet aracı olarak da yaklaşmak istemişlerdir. Hizmet ve kazanç birlikteliğinde bir sakınca görmemişlerdir. Dindar kitlelere ulaşmak için münferit kişiler, firma sahipleri, firma yöneticileri, tüccarlar ve sanayiciler akfonun şu özelliklerinden yararlanmaya başla- mışlardır:

İndirim duyuruları, anneler, babalar, sevgililer günü indirimleri, yaz-kış indirimleri, doğum günü indirimleri, hacimli alış indirimleri, öğretmenler günü indirimleri vb.

Yeni reyon, yeni hizmet, yeni bina açılış duyuruları, taşınma duyuruları, yeni koleksiyon ve MEDYA-DİN VE TİCARET 21 yeni ürün duyuruları.

Şirket tanıtım videoları, ürün tanıtım videoları.

Doğum günü, evlilik yıldönümü kutlamaları, sınır geçişi hatırlatmaları ve ‘hoşgeldiniz’ me- sajlarıyla şirinlik ve hoşnutluk yaratma uygulamaları.

Toplanan alış-veriş puanlarını, kredileri ve bonus puanlarını hatırlatma.

Akfonu İnternet’le birleştirerek hedef kiteleye yönelik hobi sayfalarının oluşturulması ve bu sayfalara bağımlılık yaratmak için, olta olarak kullanılan; her gün, her saat güncellenen sayfalar ve ilginç resimler yayımlamak.

Akfonu sosyal medyaya erişim aracı olarak kullanmak ve sosyal medyada şirket sayfalarının farklı bir versiyonunu yayımlayarak iletişimi ve göz temasını sürekli hale getirmek.

Bağış taleplerini (Kurban, Gazze, Arakan, Eğitim, Afrika su kuyusu, Suriye vb.) iletmek.

Parasal ve nüfuzsal ticari amaca yönelik olarak gerçekleştirilen bu uygulamalarda dini du- yarlılığa sahip işletmecilerin ve tacirlerin aldıkları eleştiriler; SMS mesajlarının kendi is- tekleri dışında gönderilmesi, sık gönderilmesi, aynı gün içinde birden fazla gönderilmesi, listeden çıkarılma isteklerinin kabul edilmemesi, uzun mesajlar gönderilmesi, mesaj içe- riklerinin gerçek çıkmaması, vad edilen indirimlerin yapılmaması, telefon numaralarının istekleri dışında kullanılması ve toplu SMS çeken şirketlere satılması veya kiralanmasıdır. Bunlar genel şikayetlerdir. Halkın, “İslami duyarlılığa sahip işletme”, “Müslüman firma”, “Müslüman iş adamı” gibi tanımlamaları sanaldır veya zan ile ilgilidir. Zahire bakılarak varılan yargıları ve beklentileri temsil eder. Acaba kendileri ve firmaları hakkında bu tür yar- gılar geliştirilmiş olan şirketler ve firma sahipleri müşterilerine SMS mesajı gönderirken ne ölçüde duyarlı hareket etmektedirler. Örneğin satış yaparken talep ettikleri telefon numa- ralarını SMS mesajı göndermek için kullanacaklarını müşterilerine söylemekte ve yazılı izin almakta mıdırlar? Telefon numaralarının SMS listesinden çıkarılma taleplerine ne ölçüde duyarlı davranmaktadırlar? Gözlenen, hüsn-ü zan çerçevesinde kendilerinden farklı tepkiler beklenen --tırnak işareti içinde, artık bir halk deyimi haline geldiği için kullanıyoruz-- Müs- lüman işadamlarının (yoksa işadamlarımızın neredeyse tamamı Müslümandır) ne yazık ki, büyük ölçüde Batılı kapitalist işadamları gibi hareket ettikleridir. “Piyasa böyle çalışıyor” anlayışı artık davranışları yöneten bir ekonomi kanunu haline gelmiştir. Dini ilkeler, ahlaki kurallar, kul hakkı uyarısı, kıldığımız namazlar, tuttuğumuz oruçlar iş ve ticaret hayatımızda ne ölçüde etkili olmaktadır? Çift kişilikli insanlarda olduğu gibi, kişisel sübjektif yaşantı- mızla topluma yönelik ekonomik yaşantımız arasında farklılık ortaya çıkmaya başlamıştır. Dünyevi alanın uhrevi alanın etkisinden kaçırılması ve hatta sakınılması gibi bir durum söz konusudur. Ekonomik alanda gerçekleş¬tirilen insan haklarına aykırı uygulamaların dini terminolojiyle eleştiril¬mesine karşı müthiş bir duyarsızlık yaşanmaktadır. Öz eleştiri yap- maya ihtiyacımız vardır. İş adamları olarak bizler, müşterilerle yaşanan sorunlarda sadece yasal ve hukuki zorunlulukları dikkate almakta, o konuda getirilen düzenlemeleri de kendi kazanç alanımızı genişletecek şekilde değiştirmeye çalışmaktayız. Genelleme yapmak doğ- ru olmayabilir, fakat bu konuda yaşanan sorunlar oldukça yaygındır. 22 MEDYA-DİN VE TİCARET

Akfon ele, avuca sığmayan yaramaz bir çocuk gibi sadece işadamlarını değil, toplumun tüm kesimlerini, düzenlemeleri, kanunları, yönetmelikleri ve yönergeleri esir almıştır. Akfon sa- hipliği, günde akfon kullanım süresi, aylık akfon faturası gibi konularda istatistiki veriler derlenebilmesine karşın, akfonun döndürdüğü ekonominin parasal büyüklüğü hesaplana- mamaktadır. Şu soruların cevapları askıdadır ve hiçbir zaman sağlıklı veri derlenemeyecek- tir: Akfon reklamlarının yıllık ciro büyüklüğü nedir ve devletin kasasına bu reklamlarla ilgili olarak ne kadar vergi kazancı girmektedir? Akfon SMS mesajlarının tetiklediği yıllık satış cirosu nedir? Tüketicilere veya müşterilere yılda ne kadar SMS mesajı gönderilmektedir? Müşteriler akfonlarına gelen SMS mesajlarını okuyarak kaybettikleri zamanın toplam eko- nomik değeri nedir? Akfon bağımlılığının insanların sosyal, psikolojik, dinsel ve siyasal yaşamlarına etkileri nedir? Akfon’nun para dışı nüfuzsal etki alanı nedir?

Günümüzde akfon bağımlılığı, Yemen’de ‘gat bitkisi’ çiğneyen insanların davranışlarıyla karşılaş¬tırılabilir hale gelmiştir. Evde, sokakta, belediye otobüslerinde, sohbet toplantı- larında insanların büyülenmiş gibi akfon camına bakarak trans haline geçmeleri, beyin hücrelerinin bir anlamda uyuşturulmasından başka bir şey değildir. Fakat, konu akfon düş- manlığı değildir. Yaşanan sorunlar, akfona karşı bir düşmanlık duygusu geliştirmemelidir.

Teknolojik yenilikler ve gelişmeler karşısında dindar insanların tavır belirleme ve özgün kullanım alışkanlıkları kazanma konusunda belli bir bocalama içinde olduğunu söyleyebi- liriz. Yoksa, Müslüman bir iş adamının da akfonu reklam yapma amacıyla, para kazanma amacıyla, şirketini ve ürünlerini tanıtma amacıyla kullanmasını normal karşılamamız ge- rekir.

Sorun yöntemlerle, içerikle, işin yapılma biçimi, insan hakları, dini ilkeler ve kurallarla ilgilidir. Karar, eylem ve düşünce biçimlerinin öğreti ve ahlak süzgecinden geçmesi için entellektüel sermayenin harekete geçirilmesine ihtiyaç vardır. Bir ticaret adamının, bir yö- neticinin veya bir profesyonelin akfonun kendisini esir almasını önlemek için sadece kendi müktesebatına güvenmesi yeterli olmayacaktır. Konular ve sorunlar karmaşıktır. Artık her- birimiz teknolojik bilginin çok az bir bölümüne sahibiz. Bilgiyi toplamaya, anlamaya ve her defasında yeniden organize ederek, değerlerimize uygun bir şekilde kullanmaya mecburuz. Akfonun ahlak dışı, olumsuz ticari etkileriyle başedebilmemiz için Müslüman kimliğimizi ortaya koymamız ve dış bilgi desteği almamız gerekmektedir.

Toplumsal dini etkinlikler alanında akfon, insanlara “toplu dini etkinlikler” yaptırmanın aracı haline gelmiştir. Olgunun bireysel psikolojik yönü de bulunmaktadır, fakat bu etkileri daha sonra ele alacağız. Akfon, birbirini tanımayan yüzlerce insanı ortak eyleme yönelt- mekte, onlara hep birlikte kendi tanımladıkları namazları kıldırtmakta, milyarlarca salavat okutmakta, binlerce hatim indirtmekte, hasta birisinin iyileşmesi için binlerce salatı tef- riciye okutmaktadır. Sözkonusu “binlerce”, “milyonlarca” mesaj etkinliğinin gerçekleşme- si için dini içerikli tehditler savrulmaktadır. İlk bakışta “mesajlaşma etkinliğinin” telefon operatörlerine para kazandırma amacı güttüğü gibi bir izlenim edinilse de durum tam öyle değildir. Bu gelişmeler, toplumun belli kesimlerinde dini bilinç ve şuur düzeyinin oldukça zayıf kaldığının göstergeleri olarak değerlendirilebilir. Daha bilinçli kesimler ise, cemaatsal “nüfuz etki” alanı oluşturmak gayesiyle bu döngüyü bilinçli olarak çevirmekte, hızlanması ve yaygınlaşması için çaba harcamaktadır. Bu konuda akfon üzerinde özellikle kandil gece- lerinde, Cuma günlerinde ve benzeri diğer gün ve gecelerde “bulut üzerinde gezen” mesaj- MEDYA-DİN VE TİCARET 23 lardan birkaç örnek vermek istiyorum.

“Salavat kampanyası. Peygamber efendimize 45 milyar salavat getiriyoruz. Her kim okursa cenette yer alır. Bu mesaja kim inanmazsa cehennemde yer alır. Okuyan insanların dileği yerine gelir. Kim her 25 kişiye dağıtacak olursa 3 gün içinde mükafatlandırılır. Salavat oku- yan biri çalıştığı firmadan zam almış. Biri inanmamış, sevdiği zarar görmüş. Bir başkası “ya- rın yaparım” demiş. Fakat yapamayacak duruma düşmüş. Yalan olduğunu sanmayın, silip geçmeyin. Kopyalayıp dağıtın. Bir ay sonra ne olacağını görün.”

Bir diğer mesaj:

“Gece namazı kılıyoruz. Birinci rekatta 1 fatiha, 1 kulhüvallahü ve 20 ihlas suresi; ikinci rekatta 1 fatiha, 20 ihlas suresi; üçüncü rekatta 1 fatiha, 30 ihlas suresi; dördüncü rekatta 1 fatiha, 40 ihlas suresi okuyacağız. Selam verdikten sonra tesbihatta 50 ihlas suresi okuya- cağız, 50 kere tevbe edeceğiz, 50 kere salavat getireceğiz, 50 kere lailahe illalah diyeceğiz. Bir diğeri;

“Sizden ricam peygamber efendimize 11 defa salavat getirmeniz. Bana ve aileme iki cihan sadeti için dua ediniz.”

Bir başkası,

“Arkadaşlar günde yaptığımız günahların tevbesi için 7 tane estagfurullah diyelim. Okuyan facebook’a girip “yorum” bölümüne “okudum” yazsın. Bakalım ne kadar tevbe olacak. Fa- cebook ücretsizdir, her zaman ücretsiz kalacaktır.”

Son örnek

“Çanakkale zaferinin 100 anısına şehitlerimizin ruhuna fatiha okuyoruz. Zincirin ucu şimdi sende. Sakın önemsememezlik yapma! Bizim için canlarını veren şehitlerimiz için birkaç mesajı çok görme. Bir fatiha ve üç ihlas okuyup iletebildiğin kadar kişiye gönder. Okuyan- ların sayısını çoğalt sevaba gir. Allah razı olsun...”

Bu mesajlar tespit edebildiğimiz onlarcasından sadece birkaç tanesi. Yaygınlığını ve etki alanını tahmin etmek mümkün değil. Kamuoyunu bilgilendirici, eğitici ve bilinçlendirici çalışmalar yapılmazsa şuurlu dindar insanlar “dini degrade eden” bu uygulamalardan zarar görecektir.

Akfon’un toplumsal dini davranışlara yönelttiği bir diğer alan “namaz vakitleri” apletidir. Temiz niyetli Müslümanların çoğu bu apleti akfonlarına yüklemişler ve böylece namaz sa- atlerini geçirmeden dini ibadetlerini yerine getirmek istemişlerdir. Namaz vakitlerini göste- ren ve zamanı geldiğinde uyaran onlarca aplet (programcık) bulunmaktadır. Bunların hep- sini test etme imkanı bulamadığımızdan sadece kendi telefonumuza yüklediğimiz apletin marifetlerinden söz etmek isteriz. Kuşkusuz daha masum apletlerin var olması da müm- kündür. Dikkati çekmek istediğimiz nokta dikkat edilmediği hallerde “namaz vaktini hatır- latma” apletinin agresif bir reklam aracı olarak karşımıza çıkabileceğidir. Akfona internet ortamından rastgele seçip yüklediğim programcık namaz vakti geldiğinde titreşimle beni 24 MEDYA-DİN VE TİCARET uyarıyor ve onun mesajını aldığımı göstermek için benden “evet” cevabını bekliyordu. Evet cevabını yazmazsam titreşimlerine devam ediyordu. Evet cevabı için ekrana tıkladığımda karşıma bir mesaj çıkıyor ve bana bir soru sorduktan sonra bir ürünün reklamını yapıyor- du. Şöyle diyordu: “Hala bir arabanız yok mu? Sistan arabaları şimdi çok uygun fiyatlarla ve 24 ay taksitle. Bu fırsatı kaçırmayın.” Diyelim ki, on dakika sonra “Allahü ekber” dediniz ve namaza durdunuz. Fatiha’nın yarısına geldiniz ki, şeytan aklınızı çeldi: “Benim niye ara- bam olmasın” diye düşündünüz. “Hem de iyi taksit imkanı sağlamışlar”. Namaza yönelten masum akfon, namazı ifsat eden canavar akfon oluverir. Bu reklam türünü hangi gruba sokacağız. Gizli reklam mı, yoksa açık reklam mı diyeceğiz. Bu tür apletleri kim yazıyor, kim sponsorluk yapıyor ve niçin yapıyor? Araç satış gelirlerinin içinde “ezan vakti” apletinin payını tespit etmek mümkün mü? Ticari reklamların ötesinde “Oyunuzu şu partiye verin” diye çıkan siyasi reklamlar ise çabası... İnsanlar sorular soruyorlar ve din alimleriden feva almaya çalışıyorlar: Akfondan Kuran-ı Kerim dinlesem okumuş kadar sevap kazanır mıyım? Akfonumda Kuran-ı Kerim var musibetler benden uzak durur mu? Salavatları akfona yaptı- rıyorum, bundan sevap alabilir miyim? Namaz vakti apletimde bir yayınevinin kitaplarının sürekli reklamı çıkıyor. Apleti onun yaptırdığını düşünüyor ve böylesine faydalı bir hizmet- te şirkete destek olmak için kitaplarını satın alıp bağışlıyorum. Görüldüğü gibi akfonun toplumsal etkileri; gönderilen mesaj içerikleri, dini amaca hizmet eden apletler, aktif hale gelen her aplet uygulamasıyla canlanan reklam parçacıklarıyla kendisini göstermektedir. Dijital iletişim konusunda kendilerine danıştığımız uzmanlar en azından şimdilik, akfonun bu etkile¬rinden kaçınmanın mümkün olmadığını belirtmektedirler.

Bireysel dini etkinlikler alanında akfonun etkilerini ancak yakın çevremizde gözlemleyebi- liyoruz. Bir yakınımızın akfondan gelen mesaj üzerine “sabaha kadar gece namazı kıldığını” yana yakıla anlatması ve “bir daha bu tür mesajlarını okumayacağını” söylemesi dramatik bir olgudur. İnsanların psikolojik iç dünyaları akfonu şuursuz kullanan şarlatanların tehdidi altındadır. Beş vakit namazı kılma yükümlü¬lüğünü yerine getirme konusundaki yetersizlik- lerimizi bir kenara bırakarak insanlara yüzlerce sure okutturulması, sayısını bilemediğimiz çok sayıda insana gece namazı kıldırtılması veya tevbe ettirilmesi insanların ruh halleriyle oynamaktan başka bir şey değildir. İnsanları gerçek tedavi kurumlarına yöneltmek veya te- daviyi Allah’tan istemek yerine başka mercilere veya araçlara yönlendirmek en azından ca- hilliktir. Ancak akfonun bu tür mesajlaşmalar aracılığıyla bir “iletişim çemberi” oluşturduğu da bir gerçektir. Bu yönde insanlar tanımadıkları kişilerle tanışmakta ve bir zincir halkası oluşturarak aidiyet hissi geliştirmektedir. Yanlış zincirler, doğru zincir halkalarıyla engelle- nebileceğinden dijital evrende Müslümanları bilgilendirecek esaslı projelere ihtiyaç vardır.

İnternet ve Din

İnternet, dini ticaret konusunda akfonla kıyasıya bir rekabet ve yarış içine girmiştir. Face- book, Youtube isimli sosyal medya İnternet siteleri artık her iki alana da yatırım yapmaya başlamışlar akfon ile İnterneti ortak çalışan ve etkileşim içinde bulunan medya araçları yapmışlardır. İnternet ve akfon bütünleşmiş, klasik bilgisayar cihazları önemini yitirmeye başlamıştır. Facebook’un mobil telefon¬larına reklam veren uygulamalarda 1 milyar do- larlık bir reklam pastası görmesi, doğal olarak dini alana yönelik üretim yapan firmaların da iştehasını kabartmıştır. Dini içerikli veya dinle ilgili alanlarda üretim yapan tüm firmalar satışlarını artırmak için başlangıçta tek bir web sitesi açmanın peşinde iken günümüzde birbiriyle etkileşimli, koor- MEDYA-DİN VE TİCARET 25 dineli, cemaat, dernek, tarikat destekli grup İnternet siteleri oluşturmanın peşine düşmüş- lerdir. “Dine hizmet” görünür sloganının arkasında para kazanma ve güçlenme asıl hedef olmuştur.

İnternet dini alanda “güçlü ticari bir figür” olarak ortaya çıkmıştır. Satış ve pazarlamayı ya- pan sanki firmalar ve kişiler değil İnternettir. Dini içerikli simgeler, eşyalar, giyisiler ve dini mekanlara yönelik gezi programları “mega pazarlama” adını verdiğimiz agresif pazarlama uygulamalarının alanı haline gelmiştir. Namaz kılmayı öğreten seccade, sesli seccade, akıllı seccade, konuşan seccade, simli ipek seccade, lüks seccade, damatlık seccade seti, kıbleyi görünce yanan seccade, smart seccade vb. terimler dinin içtenliğine ve sahihliğine zarar ve- ren kabul edilemez isimlendirmelerdir. İnternet ortamında merak uyandıran görsel fotoğraf ve filmlerle, gerçeği yansıtmayan bilgilerle çok sayıda kişi bu reklam ve pazarlama taktikle- rine kanabilmektedir. İnsanlar aldatılmakta ve şikayet mercii olarak tüketici derneklerine yönlendirilmektedir. Bu konuda İnternet ortamında rastgele önümüze çıkan bir yakınmayı dillendirmekte yarar vardır:

“Adamlar konuşan seccade deyip 5 - 10 lira etmez tv’dekinden çok farklı bir şey göndermiş- ler. Ve bu ürüne ben 90 tl ödedim. Lütfen bunun önüne geçilsin, başkaları mağdur edilme- sin. Adamlar resmen milleti mağdur ediyorlar. Arıyorsunuz karşınıza çıkan muhatap yok.”

Dini yaşantının bir parçası sayılabilecek tüm eşyalar ve simgeler mega pazarlamanın aracı haline gelmiştir. Dini değerlerimizi ve anlayışlarımzı, sonuçta kimlik ve benliğimizi yıpratan bu uygulamaları kısıtlayacak, önleyecek ve kontrol edecek herhangi bir müessese bulun- mamaktadır. Tespihler, zikirmatikler, yaşmaklar, namaz örtüleri, takkeler, zemzem kadeh- leri, hacı terlikleri, haşemalar, şalvarlar, ayetli tablolar, bereket, karınca ve nazar duaları toplumumuzda farkına varmadan yeni “kült” gruplarının oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bu tür ticari etkinliklerin parasal büyüklüğü tahmin edilememektedir. Çevrelerindeki bir takım şirketlerin İnternet satışlarıyla zenginleştiğini gören küçük firmalar da bu alana ya- tırım yapmakta ve çabuk zengin olmak için daha agresif yöntemlere başvurabilmektedir. Yakındığımız olumsuz gelişmelerin asıl nedeni, tepkisizlik ve tavır koymama hali olabilir. İnternet aurası veya İnternet algısı “yeni dünyada bunların normal ve kaçınılamaz oldu- ğu” gibi bir anlayışın gelişmesine yol açmıştır. Gelişmeleri kabullenmek yerine eleştiren ve yönlendirmeye çalışan yeni tutum biçimlerine ihtiyacımız vardır. İnterneti ticari vasıta olarak kullanan kişiler sadece kendi şirketlerinin Web sitelerinden yararlanmamakta, fo- rumlardan, sosyal medya araçlarından, mail listelerinden de istifade etmekte ve dijital şebeke örgütleri kurmaktadırlar. Üye olmak suretiyle şifreyle girilen güçlü forum siteleri kuran bazı kişilerin, sitelerine reklam veren firmalardan üye başına 0,5 ilâ 10 tl arasında değişen miktarlarda ücret aldıkları bildirilmiştir. Bu bilgilerin güvenilirliği kuşkulu olsa da şebeke örgütlerin varlığı tartışma götürmeyen bir gerçektir.

Neler Yapılabilir?

İntelin etkileri çok geniş, karmaşık ve derin olduğundan basit çözüm önerilerinin herhangi bir anlamı yoktur. İntelin olumsuz etkilerini ne Diyanet İşleri Başkanlığı, İlahiyet Fakülteleri ve ne de din görevlileri giderebilir ve çözebilir. Çok yönlü, çok aşamalı ve bütün meslek gruplarından gelecek bilgilerle etkileşimli bir uyanışa ihtiyaç vardır. Sorunu “mücadele” değil, “uyanış” çözecektir. Diyanet işleri başkanlığı yetkin bilgi birikimine sahiptir, fakat bu 26 MEDYA-DİN VE TİCARET bilgiyi geniş halk kitlelerine benimsetme ve sosyal medyayı yaygın bir şekilde kullanma konusunda elverişsizdir. “Kurumsal yapı” yüksek ehliyete sahip bu müessesenin etrafına psikolojik bir zırh örmüştür. İnsanlar bu zırhı aşmak yerine, oluşturdukları küçük grupların ve sosyal destek aldıklarını düşündükleri şeyhlerinin izinden gitmeyi yeğleyeceklerdir.

Sorun sadece “bilgi” ile ilgili değildir. Sosyal destek, ekonomik destek grupları, iş bulma, arka çıkma, yardımlaşma, insanları arama ve insanlar tarafından aranmayla ilgilidir. İntel bilinçliliği, “sağlıklı sosyal destek gruplarının” oluşturulmasından geçmektedir. Günümüz- de maalesef, davranışları kurumsal yapılar değil, sosyal gruplar şekillendirmektedir. İlahi- yat fakülteleri için de aynı durum söz konusudur. Web sitelerini incelediğimiz çok sayıdaki ilahiyat fakültesi toplumda tartışma konusu olan dini sorunlar ve intelin yanlış uygulama- ları konusunda hiçbir bilgi ortaya koymamıştı. Yayınladıkları bilimsel makaleleri sergiliyor- lardı. Bu bilimsel makaleler, günlük yaşantının içinde olmaktan çok yüksek algı düzeylerine hitap eden bir içeriğe sahiptir. Bilimsel makalelerle intel sorunları çözülemez. Cami vaizleri ve hatipler belki daha elverişli durumdadırlar, fakat onlar da “sosyal destek grupları” olma- dıklarından değişim konusunda istenen düzeyde etkili olamayacaklardır.

Neler yapılabileceğini iki paragrafın içine sıkıştırmak elbette mümkün değildir, ama bazı önerilerde bulunmaktan da geri kalmayacağız. Resmi kurumlar adına yapılacak açıklama ve beyanların kurumları ilzam etmesi ve kurumlar arası tartışmaları başlatma tehlikesinin olması nedeniyle dini alanda yetkin bilim adamlarından oluşturulacak komisyonları önem- siyoruz. Bu komisyonların önerileri doğrultusunda bazı yasal ve hukuki düzenlemeler dahi yapılabilir. Bu tür komisyonlar belirli konular etrafında kümelenmeli ve üyeleri değişerek yıllar itibariyle süreklilik göstermelidir. Yetkin din adamları yeterli değildir. Başka meslek- lerden kişiler de intelin olumsuz etkilerini tartışmalı ve toplumun değişik kesimlerinde bilinç oluşturma çalışmaları yapmalıdır. Bunlar iletişimciler, ekonomistler, mühendisler, felsefeciler, pazarlamacılar, halka ilişkiler uzmanları, maliyeciler, bilgi¬sayar programcıları ve bilişim uzmanlarıdır. İntel uygulamalarının sağlıklı bir mecrada akması için alınabilecek üçüncü bir önlem bu konuda televizyon programlarının yapılması veya değişik televizyon programlarında bu konuda uyanış ve bilinç oluşturmaya yönelik uygulamaların özel olarak teşvik edilmesidir. Dördüncü yaklaşım teknolojik atılımdır. Sağlıklı apletlerin geliştirilmesi, önleyici yazılımların geliştirilmesi, pazarlama ve para kazanma amacı ile aplet yapımına son verilmesi, sponsorluklar konusunda firmaların bilinçlendirilmesi başlıca uygulamalar olabilir. Son tedbiri belirtmek gerekirse “sosyal destek gruplarından” söz edebiliriz. İnsan- ların yardımlaşma ve sosyal destek ihtiyaçlarını belirli gruplar içinde karşılamalarından daha doğal bir uygulama olamaz. Bu gruplar dini amaçlı veya din dışı amaçlı olabilir. Dini grupların dikkat etmeleri gereken kural “dine hizmet etme” adına dindar insanların din dışı uygulamalara yönlendirilmemesidir. Dini gruplar da, çok yönlü dini bilinçlilik ve şuurlu toplumun etkisi altında olacaktır. Aksi halde kınanacaklar ve bağlılarını kaybedeceklerdir.

Sonuç

İntelin sağlıklı bir mecrada akması birilerinin birilerine görev vermesiyle değil; bireysel, toplumsal ve kurumsal bakış açılarının değişmesi ve sürekli yeni çözüm önerilerinin geliş- tirmesiyle mümkün olabilir. MEDYA-DİN VE TİCARET 27

YARDIM OLGUSUNUN BİR TANITIM MALZEMESİ OLARAK KULLANILMASI

Yrd. Doç. Dr. Osman BAYRAKTAR

İslam toplumları yaşam deneyiminde, topluma kaynak aktarmayı iki temel esas üzerinde gerçekleştirmiştir. Bunlardan birincisi, zekât ve sadaka gibi, harcanma yerleri tanımlı kişi- lere aktarılan kaynaklardır. Buradaki hassasiyet, kaynağın doğru yere aktarılıp aktarılma- masıyla sınırlıdır. Bundan sonrasında kaynağı alan kişilerin bunu ne şekilde kullanıldığı izlenmez ve sorgulanmaz. Kaynak geri dönüşsüz olarak verilir. İkinci kaynak aktarma yolu vakıf sistemidir. Vakıflar, sözleşmesinde belirlenen alandaki hizmette sürekliliği esas alır. Bu açıdan vakfa iyiliğin kurumsallaşması olarak bakılabilir. Vakıflar, kaynak aktarımından sonra hem vakıf varlığının kendini koruyup büyütmesi için yeni kaynak girişine ihtiyaç du- yarlar hem de kaynak aktardıkları yerlerin ihtiyacına göre bu davranışın sürekliliğini sağ- lamayı amaçlarlar. İki yanlı bir süreklilik söz konusudur. Dini duyarlılıklı fonların kurulu sistemle yabancılaşmasından sonra, geleneksel olarak ihtiyaç sahibi kişilere ya da vakıflara aktarılan fonların, ticaret ve hatta yatırım sermayesi olarak kullanılması gibi yeni bir du- rum ortaya çıkmıştır. Bu uygulamanın bir yandan hizmetin sürekliliği ve çeşitlenmesi gibi bir etkisi ortaya çıkarken bir yandan da toplanan fonların bağımsız, ne kişilere ne de vakıf yapısında olmayan yeni bir sermaye türü ortaya çıkmıştır. Fon talep edenler, kaynağın sü- rekliliğini sağlamak için, yardım olgusunu zaman zaman medyada bir tanıtım aracı olarak da kullanmaktadır. Bu bildiride bu yeni sermaye yapısının toplumsal yansımaları ve yardım olgusunun medyada bir tanıtım malzemesi olarak kullanılması üzerinde durulacaktır.

Sorular

Bu bildiride üç sorun üzerinde durulmuştur. Hayır sahiplerinin niyetleri ile bu kaynakları kullananların eylemlerinin uyuşmazlığı, Hayır sahipleri ile bu fonları kullananların niyetlerinin aynı olması durumunda, kendilerine kaynak aktarılanların borçlu durumda bırakılması, Hayır kaynaklı yardım faaliyetlerinin medya aracılığıyla bir tanıtım malzemesi olarak kul- lanılması.

Uygulamalar

Türkiye’de hayır kaynaklı yardımlar bireyler, vakıflar, dernekler ve resmi kurumlar olmak üze- re farklı kanallardan ihtiyaç sahiplerine ulaştırılmaktadır. İslam toplumlarında toplumsal kesimler arasında kaynak aktarımının en belirgin aracı zekât fonlarıdır. Zekâtın kimlerden toplanacağı ve kimlere verileceği sorularının cevabı Kuran’da belirtilmiştir. Zekât kaynak- larının aktarılması gereken kesimlere bakıldığında bunlar hep gerçek kişilerin ihtiyaçlarına yöneliktir. Bu fonlardan bir ticaret sermayesinin oluşması beklenmez, geçmişte de böyle olmuştur. İkinci ve uzun süreli kaynak aktarımı vakıflar yoluyla gerçekleşmiştir. Vakıflara aktarılan kaynakların kullanım amacı, bu kaynağı aktaran kişiler tarafından belirlenir. Vakıf kaynakları, belirlenen amacı gerçekleştirmede kullanmak üzere işletilmesi, ticari sermaye olarak kullanılması, bunlarla yeni değerler üretilmesi mümkündür. Zekât ve vakfın temel farkı, birincisinin zorunlu olması, ikincisinin kişilerin seçimine bırakılmış olmasıdır. Devle- tin dini niteliğini koruduğu dönemlerde zekâtın toplanması ve dağıtılması kamu otoritesi 28 MEDYA-DİN VE TİCARET aracılığıyla gerçekleştirilmiştir. Devletin bu görevi yapmaktan vazgeçmesinden sonra da, İslam’ın temel hükümlerinden birisi olması nedeniyle Müslümanlar bu yükümlülüklerini bireysel olarak yerine getirmeye devam etmektedir. Sadece dini duygularla hareket eden- ler değil, laik tutumu öne çıkan kuruluşların da önemli bölümünü harekete geçiren temel güdü zekât geleneğidir (Çarkoğlu, 2006).

Niyet ve Eylem Uyuşmazlığı

Devletin laik nitelik kazanmasından sonra da vatandaşların kendi iradeleri ile zekât verme- ye devam etmeleri, devleti bu kaynakların istenmeyen yerlere gitmesi konusunda önlem almaya itmiştir. THK ve Kızılay bu amaçla kullanılan iki kurum olmuştur. Köylerde ilkokul sıralarına kadar ulaştırılan sarı zarflarla ailelerden zekât ve sadaka fonlarını bu kurumla- ra iletmeleri talep edilmiştir. Kurban derileri için de aynı uygulama sözkonusudur. Yakın dönem toplum hafızasında bunun ne kadar şiddetle uygulandığına dair çok sayıda örnek bulunmaktadır. Hatta buradaki talep gönüllü olmaktan çok, bir vergi gibi zorunlu tahsilata yöneliktir. Kaynağın başka yerlere aktarılması suç kapsamında değerlendirilmiştir. Hayır sahiplerinin niyetleri ile kaynak toplayıcıların kullanım yerleri arasındaki ilk uyuşmazlık bu ilişkide saklıdır. 1986 yılında oluşturulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakıfları ile kamu idaresi niyet ve eylemler arasındaki bu bağlantıyı yeniden kurmaya teşebbüs etmiş, bunda da kısmen başarılı olmuştur. Ancak ağırlıklı olarak yerel kamu yöneticileri tarafın- dan yönetilen bu kaynaklar, yöneticilerin tutumlarına göre, bütçe dışı bir kaynak gibi farklı amaçlar için kullanılabilmektedir.

1990’lardan sonra, Türkiye’de sivil toplum kuruluşlarının ortaya çıkması, özellikle 2002’den sonra daha rahat hareket etme imkânı bulmaları, hayır kaynaklarının aktarımında vakıf ve dernek niteliğindeki kuruluşların rolünü arttırdı. Kimi zaman bu kaynakların dağıtımını or- ganize eden sivil oluşum niteliğindeki bu yapıların vakıf veya dernek gibi bir statüleri de bulunmamaktadır. Bu kuruluşlar, zekât niteliğinde topladıkları kaynakları kimi zaman, zekât harcama yerlerinin dışındaki yurt yapımı, okul yapımı, cami yapımı gibi alanlara yönlendir- mektedir. Özünde hayır işi olsa da bu nitelikteki harcamalar, kaynağı tahsis edenlerin niyet- lerinden farklı yerlerdir. Bunun daha ileri boyutu, zekât niyetiyle toplanan kaynakların ticari bir takım işler için sermaye olarak kullanılmasıdır. Kaynağın dağıtımın yapanlar açısından burada elde edilen gelirin yine hayır işlerine harcanacağı varsayımıyla meşrulaştırılsa da bu eylem kaynağı tahsis edenlerin niyetinden farklıdır. Bu nitelikteki kullanımdaki bir baş- ka problem ticari nitelikteki işletmelerin bazı şahıslar üzerinde olmasıdır. Özellikle araya varislerin girmesi durumunda ilişkiler işin içinden çıkılmaz hale gelmektedir. Bazı medya kuruluşlarının sermayesi de bu nitelikte fonlardan oluşmuştur.

Hak Sahiplerinin Borçlu Bırakılması

Kendilerine zekâttan pay verilmesi öngörülen gruplar doktrinde hak sahibi olarak görü- lür. Bu kaynağı dağıtmakla yükümlü olanlar onları arayıp bulmak zorundadır. Kendilerine böyle bir kaynak aktarıldığı için kimseye borçlu duruma düşmezler. Sivil kuruluşlarının bir bölümü bu kaynağın dağıtımında, özellikle burs verdikleri öğrencilerden kendi kuruluşla- rıyla daha sistematik ilişki kurma koşullarını getirmektedir. Bu da yine sadece dini nitelikli kuruluşlara has bir tutum değildir. MEDYA-DİN VE TİCARET 29

Yardım Faaliyetlerinin Medya Aracılığıyla Tanıtım Malzemesi Olarak Kullanılması Yardım sahiplerine yardımlar kameralar önünde ulaşılmakta, bu görüntüler görsel medya- da bit tanıtım ve reklam malzemesi olarak kullanılmaktadır. Burada da dini nitelikli kuru- luşlarla diğerlerinin tutum farkı bulunmamaktadır.

Problemin Kaynağı

Problemlerin bir bölümü kişisel tutumlardan bir bölümü yapısal düzenlemelerden kaynak- lanmaktadır. Hayır işlerini yürüten kimseler, hayrın gizli kalması ile bir tanıtım aracına dö- nüşüp daha fazla kaynak akışına yol açması arasındaki çelişkiyi yönetmekte zorlanmakta, daha fazla kaynak akışını sağlamak adına bu eylemi meşrulaştırmaktadır. Evim Şahane gibi programlarda böyle bir duyarlık da olmadığı için geriye sadece insan onurunun zedelenme- si problemi kalmakta onlar da bunu reklam uğruna rahatlıkla feda edebilmektedir.

Hayırseverlik olgusunun iki temel boyutu var. Birincisi, bu amaçla kullanılacak kaynak tah- sisi. İkincisi de kaynakların dağıtımının organizasyonu. Osmanlı devlet yapısında eğitim, sağlık, yoksulların korunması, ulaşım gibi sosyal nitelikli hizmetlerin çok büyük bölümü va- kıflar aracılığıyla yürütülüyordu. Dolayısıyla Türkiye’de yaşayan insanların bu işlerin nasıl organize edileceğine dair çok zengin bir yardımlaşma deneyimi var. Osmanlı’nın çöküşün- den sonra Anadolu’daki yetersiz kalan sermaye birikimi, kurumsal hayırseverlik oluşumu- nu da önemli ölçüde etkilemiştir (Çarkoğlu, 2006, s. 87). Kaynak yetersizliği, hayırseverliği sürdürmek isteyen kişileri daha fazla kaynak temini için, kaynak sahiplerini isteklendirici yönetmeler bulmaya zorladı.

Yeni devletin kuruluşundan beri kamu otoritesinin dini duygu ve uygulamalar sonucu orta- ya çıkan kaynaklarla ilişkisi hep sorunlu olmuştur. Resmi olarak “Din bireysel alandır” deyip bu konulardan uzak olduğu söylemini benimsemiş, diğer yandan bu kaynakların arzu edil- meyen yerlere gitmesini önlemek için bir takım kurumlar oluşturarak bunu istediği amaca yönlendirmeye çalışmıştır. Bazı kereler ise vakıf ve dernek gibi yapılarda biriken kaynaklara doğrudan el koymuştur. Toplum hafızasındaki bu tür hatıralar, biriken hayır amaçlı kaynak- ların, vakfa dönüşmesi gerekirken bireysel mülkiyetler eliyle yürütülmesi sonucunu doğur- muştur. Buna, vakıf gibi yapıların gerektirdiği bürokrasi yükü ve denetimden uzak kalma gerekçelerini de eklemek gerekir.

Sonuç

Çarkoğlu’nun (2006, s. 98) araştırmasına konu olan kişilerin %40’ı zekât, %80’i fitre verdiği- ni belirtmiştir. Aynı araştırmaya göre Türkiye’deki yardımseverlik davranışının %58’8’inin temelinde dini duygular belirleyici rol oynamaktadır. Kişiler, dini görev saydıkları bu kay- nakların aktarımını öncelikle kendileri yapmayı arzu etmektedir. Kişiler bu görevi kendileri yerine getirdiklerinde nasıl davranmaları gerektiğini Türk toplumu, Osmanlı’dan aktarılan uygulamalar dolayısıyla, dini görev niteliğindeki kaynakların topluma nasıl aktarılacağı ko- nusunda çok zengin bir geleneğe sahiptir. Günümüzde de hem kişiler ham bazı kuruluşlar tarafından bu kaynaklar usulüne uygun olarak muhataplarına ulaştırılmaktadır. Bir araştır- mada Türkiye’deki yılda milyon 214,4 Dolar zekât, 185,2 Dolar fitre verildiği belirtilmektedir (Çarkoğlu, 2006, s. 102). Kanaatimiz bu rakamın çok daha yüksek olduğu yönündedir. Bir bakıma kendi kendini organize eden bu faaliyetin içinde bazı problemli uygulamaların bu- 30 MEDYA-DİN VE TİCARET lunması anlaşılabilir. Bu bildiride daha çok bu problemli yanlar üzerinde duruldu. Buradan hareketle, bu kaynakların tümünün kullanımında problem olduğu gibi bir sonuç çıkarılma- malıdır.

Kaynakça - Çarkoğlu, A. (2006). Türkiye’de Bireysel Bağışlar ve Vakıf Uygulamalarında Eğilimler. R. Zincir, & F. Bikmen içinde, Türkiye’de Hayırseverlik: Vatandaşlar, Vakıflar ve Sosyal Adalet (s. 81-136). Tüsev. MEDYA-DİN VE TİCARET 31

DİN, HAYAT ALGISI VE TÜKETİM KÜLTÜRÜ OLUŞTURMANIN MEDYANIN EKONOMİK GÜCÜ VE İLİŞKİLERİNE ETKİSİ

Prof. Dr. Ömer TORLAK

Din ve Medya başlıklı çok önemli konuda gerçekleştirilen bu sempozyuma yazarın uzmanlık alanım olan pazarlama ve tüketici davranışı boyutuyla katkı vermeye çalışılan bu çalışma- nın amacı, din, hayat algısı ve tüketim kültürü oluşturmada medyanın rolüne değinmek ve bu çabalar sonucunda da medyanın ekonomik gücünün nasıl büyüdüğüne işaret etmektir.

Medyanın bir din algısı, bir hayat tarzı ve bir tüketim kalıbı dikte etme rolünü oynadığı açıktır. Bu rol sonucunda bir taraftan arzu edilen algının toplumun önemli bir kısmında oluşturulması hedeflenirken, diğer taraftan bu algı sonucunda ortaya çıkan tüketim kültü- rü medyanın ekonomik ilişkilerine yansıyor. Bu yansımanın medyanın ekonomik gücünün büyümesi ve karar mekanizmaları üzerinde ekonomik baskı unsuru olmak üzere iki yönlü olduğu üzerinde de bu çalışmada kısaca durulmaktadır.

Öncelikle “medyanın böylesine bir sonucu hangi süreçte ya da hangi düzlemde başardığı” sorusu, cevabı hak eden bir sorudur. Bu noktada medyanın bu sonuca ulaştığı düzlemin seküler yaklaşımın ağırlıklı olarak gündemde olduğu, modernizmin gelişen ve gelişmekte olan ülkelerin kapsama alanını belirlediği bir düzlem olduğu açıkça görülür. Modernizm temel olarak iki vurguyu ön plana çıkarmıştır. Bunlardan biri rasyonellik, diğeri ise verim- liliktir. Modernizme göre hayatın her alanı hiçbir ayrım gözetilmeksizin rasyonel bir şe- kilde yaşanabilir ve yaşanmalıdır da. İkinci vurgu olan verimlilik ise düşük maliyetle çok verimi ifade etmekte olup beraberinde standartlaşmayı da getirmektedir. Zaten moderniz- me karşıtlık da bir yönüyle bu standartlaşmanın getirdiği; “hayır ben sizin sunduğunuz bu standart kalıpları arzu etmiyorum, istemiyorum, biraz sıra dışı olmak istiyorum” ifadesi ile özetlenebilecek post modern eğilimlerin de özellikle standart olanın dışına çıkma arzusu- nu içinde barındırması bu tepkiselliği dışa vurur. Mimariden sanata, modadan müziğe, iş- letmecilik alanlarından tutun da medyaya kadar her alanda farklı post modern yansımalar görünür olmuştur. Post modernizm, “bir karşıtlık olarak ayakları yere basan, sağlam duruş sergilemiş midir, sergilememiş midir?” gibi tartışmaları hala devam eden hususlar ayrı bir çalışma konusudur. Biz bu anlamda da bu tarihe tanıklık ediyoruz bir yönüyle. Ama netice itibariyle, insan ya da birey algısı bakımından baktığımızda sekülerizm ya da modernizmin oluşturmuş olduğu önemli kırılganlıklar olduğu söylenebilir. Bu kırılganlıklar da moder- nizm ve post modernizm karşıtlığı ve karşılaştırmasında da etkili oluyor. Sekülerizmin birey algısında oluşturduğu kırılganlık şu şekilde vurgulanabilir:

“Hayatı kompartımanlar içerisinde yaşayabilirsiniz, yaşamalısınız da. Bir tarafta iyilik ya- pın, bir tarafta kötülük yapın.”

Yani bunu neyle söylüyor tabi, rasyonel davranış kalıplarıyla söylüyor. Rasyonellik ve ve- rimlilik kuralı bunu gerektiriyor çünkü, Aksi halde rekabet etmek, ayakta kalmak mümkün değil algısını yerleştirmiş durumda modernizm. V,cdanlar köreltilemediği için de peşinden şu algıyı güçlendirmeye çalışıyor:

“O yaptığınız kötülüğü başka bir takım iyiliklerle de gidermeye çalışırsınız.” 32 MEDYA-DİN VE TİCARET

Yani aslında modernizm genel olarak bu bağlamda özetle diyor ki;

“Kompartımanın bu bölümünde dini dışlayın, tamamen rasyonel kalıplar içerisinde, re- kabetse, rekabet. Mücadeleyse mücadele, başkalarının haklarına rağmen bir şeyler elde etmekse elde etmek. Bu kompartıman böyle olsun. Diğer kompartımana geçtiğinizde bi- rey olarak dua mı edersiniz? Rabbinizden af mı dilersiniz? Ne yaparsanız yapın bu şekilde hayatınızı sürdürebilirsiniz. Bir tarafta israf edin, diğer tarafta işte ben biraz yardım ettim, biraz gönüllü bağışta bulundum. Bu şekilde hayatınızı dengelersiniz noktasına getiriyor.”

Dolayısıyla böylesine kırılganlıklar bireyin din, hayat ve tüketim kültürünü algılaması bakı- mından çok önemli kırılganlıklardır. Bu kırılganlıkları sağlamada modernizmin en önemli enstrüman ise medyadır.

Medya, başlangıçtan bu güne baktığımızda, teknolojinin bütün gelişmiş araçlarını kulla- nıyor ve kullanmaya da devam ediyor. İnsan zihninde oluşturulan algı bakımından medya bu anlamda bir taraftan kendi ekonomik gücünü büyütmeye çalışırken, bir taraftan da bi- reylerin zihninde oluşturduğu ve modernizmin çok değer verdiği rasyonellik ve verimlilik algısı çerçevesinde dini istediği sınırlar, istediği çerçeveler kapsamında lanse etmeye çalı- şıyor. Din algısının oluşumunda medyanın öneminin artması ve ön plana çıkmasının arka planında ise toplumun önemli bir kesiminde asıl kaynaktan dini bilgilenmenin azalması ve dinin öğrenilmesi bakımından hizip, grup ve cemaat adına yanlı öğretiler ile boşluğun doldurulma çabaları yatmaktadır. Bu boşluktan medya da tüm gücüyle yararlanma yoluna gitmektedir. Bu boşluğun oluşturduğu alanda medya bütün araçlarıyla baskın bir şekilde insan zihnindeki oluşturmak istediği din algısını çok rahatlıkla oluşturabilmektedir.

Medya bu şekilde, din ve hayat algısı ile tüketim kültürünü istediği yönde değiştirerek bir yandan ekonomik gücünü tahminlerin ötesinde artırırken diğer yandan da elde etmiş ol- duğu ekonomik gücün sürdürebilirliğini sağlamak için de elinden geleni yapmaktadır. As- lında burada gerçekleştirilmeye çalışılan tam da yukarıda sözünü ettiğimiz; sekülerizmin ve modernizmin asıl ön görüsüne paralel olarak, bireyin vicdanını zaman zaman rahatlatacak bir şeyler yapıldığında medyanın oluşturmaya çalıştığı din algısı çerçevesinde dindarlık da belli ölçüde sağlanmış olmaktadır. Medyanın bu çabası sonucunda oluşturulmaya çalışılan din ve hayat algısı ile hayatın diğer kompartımanları olan iş hayatında, arkadaş ilişkilerin- de, çevre ilişkilerinde, yapılan hatalar karşı tarafa veya genel olarak kamu ya da çevreye veri- lebilecek zararlar bir şekilde tolere edilebilir. Seküler anlayışa göre farklı kompartımanlarda farklı tutum ve davranışlar sergilenebilir ve bir kompartımanda acımasız rekabetçilik başka bir kompartımanda vicdanı rahatlatacak bir tavır ile dengelenebilir.

Medya bu algıyla birlikte bu algıyı besleyecek ve destekleyecek bir tüketim kültürü de sun- makta ve sunulan tüketim kültürü doğrultusunda oluşan tüketim kalıpları ile medyanın reklam gelirleri ve doğrudan ekonomik yatırımları ile ekonomik gücü de artmaktadır. Ken- disine sunulan tüketim kültürü ve kalıpları ile birey; “daha müreffeh bir hayat standardı içerisinde daha fazla tüketmeliyim”, “tükettikçe daha özgür oluyorum”, “tükettikçe varım”, “tükettikçe kimliğimi buluyorum” söylemleri ile daha fazla tüketmek için daha çok çalış- mak, borçlanmak ve harcamak durumunda kalmakta ve bu durum da doğrudan veya dolaylı olarak medyanın ekonomik gücüne olumlu katkılar sağlamaktadır. Bu kapsamda tüketim, sadece mal yada hizmetlerin tüketimi olarak anlaşılmamalıdır. Yaşanılan konutlardan, ko- MEDYA-DİN VE TİCARET 33 nutlarda kullanılan eşyalardan, kullanılan araç gereçlerden, otomobillerden, iş yerlerinin tasarımından tutun da kullandığımız bütün mal ve hizmetlere varıncaya kadar bir tüketim kalıbından söz ediyorum. Bu kapsamda bir tüketim sarmalı içinde insanlar böyle bir algı çerçevesinde izole edilmiş hayatları yaşamak durumunda kalıyor. İzole edilmiş hayatlar çer- çevesinde de medyanın aktardığı birtakım görüntüler ya da semboller üzerinden bir hayat tanzim etmeye çalışıyor.

Medyanın dayattığı din ve hayat algısı ile izole edilmiş tüketim sarmalında daha çok tüket- meye odaklanan birey, bu tüketim kültürüne ayak uydurabilmek için iyilik yapma boşluğu ya da açığını da başka bir kompartımanda vicdanını rahatlatmak ister. Bu kapsamda da vicdanını rahatlamak için kısa mesajlar yoluyla küçük yardımlarda bulunur veya tamamen gösterişçi bir şekilde bağış yapabilir. Gösterişçi bağış bile aslında bir yönüyle dayatılan tüketim kültürünün bir sonucu sayılabilir.

Bu gelişmelerin arka planında ise medyanın ekonomik gücünde müthiş bir artış gerçekleş- mektedir. Medya ekonomik gücündeki bu artış ile siyasi karar mercileri olarak hükümetler nezdinde ve karar otoriteleri nezdinde çok ciddi bir baskı unsuru, çok ciddi bir nüfuz elde etmiş oluyor. Nitekim gerek dünyadaki örnekleri ve özellikle de Türkiye’nin siyasi tarihini ve hatta sadece son 50 yıllık siyasi tarihini bile bu gözle ele aldığımızda, her dönemde med- yanın elde etmiş olduğu ekonomik gücü sayesinde siyasi iktidarlarla ciddi anlamda dirsek teması kurabildiği gözlenebilir. Bu ilişki dolaylı da olabilir, yani mutlaka doğrudan olması gerekmemektedir. Medya bu dirsek temaslarının sonucunda mutlaka ama mutlaka kendi ekonomik güçlerinin artırır. Medya ekonomik gücünü artırırken sadece medya sektöründe faaliyet göstererek bu gücünü artırmaz. Öte yandan ekonomik bir güç de sonradan baskı gücü oluşturabilmek için medya sektörüne girebilir. Dolayısıyla medya gücünün doğrudan görünür olmasını istemeyen kişi ve sermaye grupları dolaylı olarak da medya ile ekonomik ilişkilerini kurgulayabilir ve sürdürebilir.

Doğrudan ya da dolaylı olarak ekonomik gücünü sürdürmek isteyen ya da ekonomik güç adına var olan medyanın özellikle son yüz yılda nasıl bir din ve hayat algısı oluşturma çabası içinde olduğu sorusunun cevabı elbette çok daha detaylı bir çalışmayı gerektiriyor. Böyle bir çalışmanın çok da önemli olduğunu yeri gelmişken burgulamak yararlı olacaktır. Bu konuda çok özetle bakıldığında şu kısa değerlendirme yapılabilir. Son yıllarda artan oranda medya tüm enstrümanları kullanarak soft bir din algısı oluşturma çabası içinde- dir. Zira soft bir din algısıyla beraber arzu edilen tüketim kültürünün, tüketim kalıplarının devam etmesi söz konusu oluyor ve bu şekilde medya sahipleri hem kendi vicdanlarını hem toplum nezdindeki vicdanları rahatlatmaya çalışıyor. Soft din algısında din, tam da sekülerizm ve modernizmin arzu ettiği şekilde dar bir kompartımana hapsedilmekte bunun dışındaki kompartımanlara ise dinin girmesi hoş karşılanmamaktadır. Din cami ile kişinin mahrem sayılabilecek dünyasına hapsedilmeye çalışılırken hayatın çok geniş alanlarında oluşturulmaya çalışılan algı ile din, medyanın sadece işine geldiği gibi kullanılmaktadır. Hayat boşluk kabul etmediği ve Müslüman coğrafyalarında dini öğretilerin kaynağı da problemli olduğu için, çoğunlukla bölük pörçük bilgilenmelerle veya tek yanlı bilgilenme- lerle herkes bir şekilde kendinin İslam’ı temsil ettiğini, dini temsil ettiğini çok rahatlıkla söyleyebiliyor. Öte yandan, herkes olaya farklı açılardan bakıp yaklaştığı için tutum ve dav- ranışlarında, karar ve uygulamalarında ve bunların sonuçlarında ortaya çıkan sonuçlar da her şeyde çok rahatlıkla İslam’a mal edilebiliyor. Medya da tüm enstrümanları kullanmak 34 MEDYA-DİN VE TİCARET suretiyle bu nokta da gerçekten çok ciddi bir gayret içerisinde oluyor. Soft din algısına ters gösterilebilecek her türlü olumsuzluğu ise dine, İslam’a yamamakta ve bu şekilde onun sanki bir sonucuymuş gibi göstermekte de çok mahir davranabiliyor. Ama aynı medya, eko- nomik kazanç ve güç adına eş zamanlı olarak; bir reklam aracı olarak çok rahatlıkla Rama- zan aylarını yani dinin daha değerli gördüğü bazı özel günleri çok rahatlıkla kullanabiliyor ve burandan da gerek reklam yoluyla, gerek moda yoluyla ve bu sektörler aracılığıyla kendi- ni çok ciddi bir pay alma noktasına gelebiliyor.

Medyanın tüm gücüyle bir yandan din ve hayat algısı ile tüketim toplumunu büyütmesi ve bu bağlamda da ekonomik güç olarak hem nüfuz gücünü artırması ve hem de dini sembol- leri kullanarak ekonomik büyümesini sürdürmesi sarmalı devam ettiğinin göstermektedir. Bu sarmalın devam etmemesi için, dini öğretilerin sahih kaynaklarıyla buluşturulması, bi- reyin din adına sahih, yani doğru kaynaklardan dinini öğrenmesi çok önemli hale geliyor. Bu çok önemli boşluk yerinde, zamanında ve yeterince doldurulamadığı için medyanın bu noktada da devreye girdiği görülmektedir. Medyanın bu noktada, algı oluşturma gücün- den kaynaklanan bilgilendirme fonksiyonunu bu anlamda da yine manipülatif bir şekilde kullandığı ve maalesef gerek doğrudan yapmış olduğu yayınlar, gerek zaman zaman dağıt- mış olduğu birtakım hediye adı altındaki kitap, risale ve benzeri hususlar bakımından da problemler oluşturduğu rahatlıkla söylenebilir. Bu açıdan bile medya din algısı oluşturma bakımından boşluk doldurmaya çalışırken de ekonomik gücüne katkı sağlamaktadır.

Gerçek anlamda doğru kaynakların kullanıldığı bir dünyada yaşama çabası samimi bir şe- kilde gerçekleştirilemediği takdirde, medya din ilişkilerinin mevcut haliyle ve oldukça ma- nipülatif bir şekilde devam etmesi kaçınılmaz olacaktır. MEDYA-DİN VE TİCARET 35

İSLAM MEDENİYETİ AÇISINDAN TİCARET VE MEDYA

İsrafil KURALAY

Medeniyetimizin ana kaynağı Kur’an-ı Kerim insanı muhatap alan bir kitaptır. İnsanın ve insanlığın imtihan yeri olan dünyada neler yapması gerektiğine dair istikamet verir. Kur’an hayatın her yerine dokunur ancak kurumsal tanımlara girmez. O yüzden Kur’an’dan doğru- dan kurumsal tanımlar çıkarmak mümkün değildir.

Sünnet yani Hz Peygamberin uygulamaları ve sözleri Kur’an’ın hayata yansımasıdır. İslam medeniyeti açısından toplumsal müesseselerin teşekkülünün numunelerini Peygamberi- mizin hayatında görürüz.

Peygamberimizden sonra Müslüman toplumlar Kur’an ve Sünneti temel alıp zamanın bilgi ve birikimlerini de katarak hayatın çeşitli alanlarıyla ilgili müesseseler kurdular. Bu mües- seseler çoğaldı sonunda İslam medeniyeti dediğimiz olgu meydana geldi.

İslam medeniyeti vahyin, sünnetin ve ümmetin birikimlerinin sonucunda şekillendi. İslam medeniyetinde hayat bir bütündür, seküler medeniyetlerdeki gibi parçalı ve birbirinden kopuk, birbiriyle çatışan kurumlardan oluşmaz. O nedenle dünyevi, seküler sistemler İslam’la çatışma halindedir.

Dinimizde insanın varlık sebebi iyi bir kul olmaktır. ‘ Emri bil maruf nehyi anil münker.’ İyiliği emretmek, kötülüğü engellemek insanın ana görevidir. O nedenle oluşturulan bütün kurumların altında hem kendine hem de insanlığa iyilik etmek yatmaktadır. Müslüman tüc- carlar ve medyacılar içinde insanlara faydalı olma ilkesi ana umdedir. Müslüman tüccarlar ticaret yaparken gösterdikleri güzel davranışları nedeniyle birçok toplumun Müslüman ol- masına vesile olmuşlardır. Medyanın kitleselleşmediği zamanlarda Müslüman tüccarlar bir tebliğci olarak, hakikatin haberini taşıdıkları için habercilik görevini de üstlendiler. Kitle iletişim araçlarının nitelik ve nicelik olarak yapılanmasında İslam medeniyetinin prensip- lerinin katkı vermemesi daha doğrusu bu araçların Batı medeniyetinin ilkeleri doğrultusun- da şekillenmesi çatışmayı ve çelişkiyi de beraberinde getirdi. Tüketimi ve çıkarı merkeze alan medya Müslüman toplumla çatışma halindedir. Esas mesele “İslam medeniyetini temel alarak kendi medyamızı, medya dilimizi oluşturabilir miyiz?” sorusunda gizlidir.

Genel anlamda ticaretin kurumsallaşmasına dair İslam tarihinde çok sayıda örneğe rast- lıyoruz. Ancak medya gibi kurum anlamında yeni sayılan bir alan için önümüzde örnekler yok. Genel ticaretin ilkelerinin yanı sıra medeniyetimizin değerlerinden beslenen bir med- ya düzeni ve bir medya dili oluşturabilmek için ciddi çalışmalara ihtiyaç var. Bu makalede Kur’an, Sünnet ve İslam medeniyeti açısından ticaret ve medyaya dair temel bilgileri aktar- maya çalışacağım. Medyanın sektör olmadığı zamanlarda oluşan ticari örgütlenmeleri ör- nek vererek, bunların medya kurumları içinde referans olabileceğiyle ilgili ipuçları vermeye çalışacağım. 36 MEDYA-DİN VE TİCARET

Kur’an Açısından Ticaret Ve Medya

Ticaret

Kur’an bir hayat kitabı ve ilahi bir rehberdir. Kur’an bir ticaret ya da medya kitabı değildir. Ancak Kur’an’da ticaret ve medya ile ilgili çok sayıda hüküm vardır. Bu hükümlerin bir kısmı doğrudan ticaret ve medyayı ilgilendirirken bir kısmı hayat prensibi olarak herkesi ilgilen- dirir. Ticaret ve medya alanında çalışanlar bu hükümlerden yola çıkarak bir ticaret sistemi veya medya sistemi çıkarabilirler. Oluşturulacak sistemler için Kur’an, Sünnet, medeniyet ve kültür değerlerimiz ana referans olmalıdır. Hayatın ve dünyanın bilgisini de buna katarak bir dil ve sistem oluşturulması insanlık için ihtiyaçtır.

Medeniyetimizde din dışı bir şey yoktur. Ticarette, medyada dinin kuşatıcılığı altındadır. Allah rızası için yapılan her iş ibadet hükmündedir. Batılı ve seküler bir yaklaşım ve yaşa- ma tarzı her zaman İslam’la çatışacaktır. Kapitalist ekonomik düzenin birçok kurumu İslam medeniyetinin ilkeleriyle uyuşmamaktadır.

Kur’an da dünyanın gerçekliğine vurgu yapılmasına karşın dünyayı öven hiçbir ayeti ke- rime yoktur. Dünya ahiretin tarlasıdır. Burası imtihan yeridir. Kazancı ahirette cennet ve ya cehennem olarak verilecektir. O nedenle dünyadaki hiçbir şeyin alışverişin bizi Allah’ı anmaktan uzaklaştırmaması gerekir.

Nur Suresi 37. Ayette ‘O evlerde öyle adamlar vardır ki, ne bir ticaret, ne de bir alışveriş, onları Allah’ın zikrinden, dosdoğru namaz kılmaktan ve zekât vermekten alıkoymaz. Onlar, kalplerin ve gözlerin döneceği bir günden korkmaktadırlar.’

Kur’an’da ticaret hayatıyla ilgili bunun gibi çok sayıda ayeti kerime vardır. Bir kısmı genel prensipleri vaaz ederken, bir kısım ayetler daha detaylı, özele tekabül eder. Kur’an insanın sadece Cuma Namazı vakitleri ticaret yapmasını yasaklar. Allah-u Teâlâ Cuma Suresi’nin 9 ve 10. Ayetlerinde şöyle buyuruyor.

Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağırıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı anmaya koşun ve alış verişi bırakın. Eğer bilmiş olsanız, elbette bu, sizin için daha hayırlı- dır. Namaz kılınınca artık yeryüzüne dağılın ve Allah’ın lütfundan isteyin. Allah’ı çok zikre- din; umulur ki kurtuluşa erersiniz. (Hucurat 9-10)

Namaz bittikten sonra insana yeryüzünün her yerinde rızkını araması buyruluyor. Bir ma- nada ticaret erbabı için hedef gösterilmiş oluyor. Rızkınızı oturduğunuz yerde değil yeryü- zünün her yerinde arayın.

Genel ilkelerin yanı sıra Kur’an’da faiz konusunda ve borçlanma konusunda oldukça detaylı ayeti kerimeler var. Bunlar açık olan Allah’ın emirleridir alışveriş yapan herkes bu kurallara uymak zorundadır.

Faiz (riba) yiyenler, ancak şeytan çarpmış olanın kalkışı gibi, çarpılmış olmaktan başka (bir tarzda) kalkmazlar. Bu, onların: “Alım-satım da ancak faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alış-verişi helal, faizi haram kılmıştır. Kime Rabbinden bir öğüt gelir de (faize) MEDYA-DİN VE TİCARET 37 bir son verirse, artık geçmişi kendisine, işi de Allah’a aittir. Kim (faize) geri dönerse, artık onlar ateşin halkıdır, orada sürekli kalacaklardır. (Bakara Suresi, 275)

Ey iman edenler, belirli bir süre için borçlandığınız zaman onu yazınız. Aranızdan bir katip doğru olarak yazsın, katip Allah’ın kendisine öğrettiği gibi yazmaktan kaçınmasın, yazsın. Üzerinde hak olan (borçlu) da yazdırsın ve Rabbi olan Allah’tan sakınsın, ondan hiçbir şeyi eksiltmesin. Eğer üzerinde hak olan (borçlu), düşük akıllı ya da za’f sahibi veya kendisi yazmaya güç yetiremeyecekse, velisi dosdoğru yazdırsın. Erkeklerinizden de iki şahit tutun; eğer iki erkek yoksa, şahitlerden rıza göstereceğiniz bir erkek ve biri şaşırdığında öbürü ona hatırlatacak iki kadın (da olur). Şahitler çağırıldıkları zaman kaçınmasınlar. Onu (borcu) az olsun, çok olsun, süresiyle birlikte yazmaya üşenmeyin. Bu, Allah Katında en adil, şahitlik için en sağlam, şüphelenmemeniz için de en yakın olandır. Ancak aranızda devredip dur- duğunuz ve peşin olarak yaptığınız ticaret başka, bunu yazmamanızda sizin için bir sakınca yoktur. Alış-|veriş ettiğinizde de şahit tutun. Yazana da, şahide de zarar verilmesin. (Aksini) Yaparsanız, o, kendiniz için fısk (zulüm ve günah)tır. Allah’tan sakının. Allah size öğretiyor. Allah her şeyi bilendir. (Bakara Suresi, 282)

Medya

Kur’an Allah’la kulları arasında bir iletişim aracıdır. Allah mesajını Cebrail vasıtası ve pey- gamberi aracılığıyla kullarına iletmektedir. Bu açıdan bakıldığında Kur’an baştan sonuna kadar bir iletişim mucizesidir. İnsanın yaratıcısıyla, peygamberle ve kendi aralarında nasıl bir iletişim kuracağına dair çok sayıda ayet vardır. Daha çok doğru insan tanımıyla med- yanın genel prensiplerini bulabiliriz. Kur’an iletişim metotlarına vurgu yapar. Peygamber (SAS) tebliğ metodu iletişimciler içinde rehberdir. Kur’an’da Bakara Suresi 31. ayette ‘: Ve Âdem’e bütün isimleri öğretti, sonra da onları meleklere gösterip, ‘Sözünüzde doğru iseniz, haydi, bunların isimlerini Bana söyleyin’ buyurdu.’

Belki de iletişim tarihini bu ayetle başlatmak gerekir. Birçok bilimin tarihini ve genel tari- himizi Batıdan öğrendiğimiz gibi basın tarihini de Batılıların yazdığı eserlerden öğrendik. Maalesef kullandığımız kavramlarda bize yabancı. Başkalarının kavramlarıyla kendi mede- niyetimizi inşa edemeyiz. Kendi medeniyetimizin değerlerinden beslenen yeni bir medya dili oluşturmalıyız.

Yine haberin doğruluğuna dair Hucurat Suresi 6. ayette Ey iman edenler! Eğer fasıkın biri size haber getirecek olursa onu araştırın. Yoksa cahillikle bir topluluğa sataşır da yaptığı- nıza pişman olursunuz.

Bu ayeti kerime bize gelen haberlerin kaynağına dikkat etmemiz gerektiğine işaret ediyor. Günde milyonlarca mesaj alan günümüz insanının hangi haberin kaynağının sağlam ol- duğunu bilme imkânı yok. O nedenle haber kaynakları kurumsal yapılarsa onların sağlam temellere oturması için kurallar konulmalıdır.

İnsanlardan bir de öylesi vardır ki, halkı bilgisizce Allah yolundan saptırmak ve dini alaya almak için boş söz ve eğlencelere müşteri çıkar. Onlar için aşağılayıcı bir azap vardır. (Lok- man 6) 38 MEDYA-DİN VE TİCARET

Onlar ki, dinlerini bir eğlence ve oyun yerine koydular ve dünya hayatı kendilerini aldattı. Onlar, bugüne kavuşacaklarını nasıl unuttular ve ayetlerimizi nasıl inkâr ettilerse, biz de bugün onları öyle unuturuz.

Dinlerini bir oyun ve bir eğlence edinen ve kendilerini dünya hayatının aldattığı kimseleri bırak! Ve hiçbir kimsenin kazandığı şey yüzünden kendisini helake atmamasını, kendisi için Allah’tan başka hiç bir dost ve hiçbir şefaatçi bulunmadığını Kur’ân ile hatırlat. O, azaptan kurtulmak için bütün varını feda etse, kendisinden alınmaz. Onlar kazandıkları şey yüzün- den helake uğratılmışlardır. Onlar için, inkâr ettiklerinden dolayı kaynar bir içecek ve can yakıcı bir azap vardır.( Enam Suresi 70)

Bir de, onlara ister güven, isterse korku verici olsun, bir haber ulaştığında, hemen onu yayıverirler. Hâlbuki onu Peygambere ve içlerinden yetkili olan kimselere havale etselerdi, onların araştırmaya ve hüküm çıkarmaya ehil olanları, işin doğrusunu bilirlerdi. Eğer üze- rinizde Allah’ın lütuf ve rahmeti olmasaydı, pek azınız dışında şeytana uymuş gitmiştiniz. ( Nisa 83)

O kâfirler ki, dinlerini eğlence ve oyun edinmişler, dünya hayatına aldanıp gitmişlerdi. On- lar bugüne kavuşmayı nasıl unuttular ve ayetlerimizi inkâr ettilerse, bugün de Biz onları unuturuz. (A’araf 51)

Hadiste Ticaret ve Medya

Her peygamberin bir mesleği vardır bizim peygamberimiz Hz Muhammed (SAS) mesleği de ticarettir. Peygamberimizin ticaret konusunda çok sayıda hadisi vardır. Peygamberimizin ticaretin geneli için koyduğu kuralları medya içinde geçerlidir. Örneğin peygamberimiz bir hadisinde;

“Doğru sözlü, dürüst ve güvenilir tâcir, nebîler, sıddîklar ve şehitlerle beraberdir.” (Tirmizî, Büyû, 4) diye buyuruyor. Bu hadisteki üç değer;

Doğru sözlü

Dürüst

Güvenilir

Bir gazeteci medya mensubu bu ilkelere uyduğu zaman bütün meseleleri halletmiş ola- cağız. Bu hadiste sadece bu dünya için değil ahirette de kurtuluşa müjde var. Medya açı- sından hedef kitlenin en büyük sıkıntısı haberin doğru olduğundan emin olmak. Kaynağın güvenilir olması.

Doğruluk konusun da peygamberimiz (SAV)

“Doğruluğa yapışın zira doğruluk iyiliğe götürür. Doğruluk ve iyilik sahipleri cennettedir. Yalandan kaçının, zira yalan söyleyenler ve kötülük edenler cehennemdedir.” (Taberani) buyuruyor. MEDYA-DİN VE TİCARET 39

Doğru haberler, doğru filmler, doğru reklamlar bizi iyiliğe ulaştırır. Sadece dünyada iyi ol- muyoruz yine cennetle müjdelenmek söz konusu.

Yine peygamberimiz pazarı dolaşırken buğday satan bir adama rastladı. Satıcıya: “Nasıl satıyorsun?” diye sordu.

Adam da kendince anlattı. O esnada Rasûlullâh’a (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Elini onun (buğdayın) içine daldır!” diye vahy (işaret) edildi.

Allâh Rasûlü (sallâllâhü aleyhi ve sellem) de elini daldırdı ve buğdayın ıslak olduğunu gördü. Bunun üzerine,

“İnsanların görmesi için ıslak olanı üst tarafına koysaydın ya! Aldatan bizden değildir.” (Müslim, İman, 164) buyurdu.

Bu hadiste de satılacak ürünün olduğu gibi müşteriye sunulmasına işaret ediliyor. Yine medya açısından baktığımızda özellikle reklamlarda ürünler olduğundan daha görkemli gösteriliyor. Abartılarak tanıtımlar yapılıyor. Bu hadis gerçekleri gizleyecek kadar abartının olamamasına dikkat çekiyor. Tüketicinin aldatılmaması hususuna vurgu yapılıyor.

Medeniyetimizde Ticari Örgütlenme

Bizim medeniyetimizde Kur’an ve Sünneti temel alarak ticari örgütlenmeler yapılmıştır. Ticari örgütlenmenin temellerini Peygamberimiz atmıştır. Medine Pazarını kurarak Müslü- manlara yol göstermiştir. Kur’an ve Sünnet ışığında kurulan Hisbe, Fütüvvet, Ahi ve Lonca teşkilatları tarihimizde önemli yer işgal ederler. Fütüvvet “feta” kelimesinden gelmektedir. Feta genç, yiğit, cömert; Fütüvvet ise gençlik, yiğitlik, cömertlik demektir. Bu kavramlar tasavvuf kültürüyle yoğrularak mesleki örgütlenmelerin temeli olan Fütüvveti meydana ge- tirmiştir. İslam âlimleri Feta ve Fütüvvete farklı manalar vermişler. ‘Feta nefis putunu kıran kimsedir.’ ‘Fütüvvet güzel ahlak, terbiye ve nezakettir’ denmiştir Cafer es Sadık ‘Fütüvvet ele geçen bir şeyi başkasının hizmetine sunmak ele geçmeyen bir şey içinse şükretmektir’ diyor. Bu tanımların çağdaş dünyada kapitalist sistemde karşılığı yok. Kapitalist düzen bize çok üretmeyi, çok tüketmeyi öneriyor. Bütün bunları nefis putumuzu beslemek için istiyor. Tüketim toplumunda herkes bir birinin rakibi olduğuna göre eline geçen bir şeyi başkası- nın hizmetine sunmanın bir karşılığı yok. Hele ele geçmeyen için şükretmekte ne demek? Medeniyetimizin iktisadi düzeninin bu temel kavramlarını müesseslerimizde yeniden yaşa- tarak insanlığa büyük faydalar sağlayabiliriz.

Yine Sülemi Fütüvveti şöyle tanımlıyor ‘ Adem gibi özür dileyen, Nuh gibi iyi, İbrahim gibi vefalı, İsmail gibi dürüst, Musa gibi ihlaslı, Eyüp gibi sabırlı, Davut gibi cömert, Hz Muham- met gibi merhametli Ebu Bekir gibi hamiyetli, Ömer gibi adaletli, Osman gibi hayalı edepli, Ali gibi bilgili olmaktır.’ İşte bize hem teori hem de pratiği bir arada sunan feta, ahi, tüccar tanımı. Bu değerlerle donanmış tüccarların yaşadığı bir dünyayı tasvir edin. Bir de bugün yaşadığımız dünyaya bir bakın. Kaybettiklerimiz ya da unuttuklarımız bunlar.

Yukarıdaki değerler Fütüvvetname adıyla Ahiliğin de ilkeleri olmuştur. Ahilik, Selçuklu ve Osmanlı döneminde esnaf örgütlenmesi olarak ekonomik ve sosyal hayatımızın ve devletin 40 MEDYA-DİN VE TİCARET

önemli temel taşlarıydı. Ahi kelimesinin Arapçadaki kardeş kelimesinden veya Türkçedeki Akı cömert, eli açık kelimesinden geldiği söylenmektedir. Şeyh Nasruddin Mahmut yani Ahi Evran’ın ahiliğin şekillenmesinde önemli katkıları vardır. Ahiliğin Fütüvetnamesinde şu temel ilkeler yer almaktadır:

- Doğruluk - Emniyet - Cömertlik

- Tevazu - İhvana nasihat - Affedici olma

- Tövbe

Ahi olacak şahısta bu ilkelere uyum şartı aranırdı. Ahi olunmasına engel ilkeler şunlardı:

- Şarap içme - Zina - Yalan - Gıybet

- Hile

Bu huyları barındıranlar ahi olamazdı.

Bu ilkeler ışığında ahilik teşkilatı kalite kontrolü, fiyat tespiti, eğitim, sosyal dayanışma, si- gorta ve denetim gibi işlevler görmüştür. Malı bozuk olanın pabucu dama atılır ve meslek- ten men edilir. Ahilik teşkilatı bugünkü birçok kurumun işini bir arada gören bir sistemdi. Eğitim kurumu olarak Ahilik yiğitlik, çıraklık, kalfalık, ustalık, yiğitbaşılık, ahi babalık gibi bir hiyerarşik düzen içerisinde meslek erbabının hem ahlaken hem de bilgi ve becerilerinin artmasını sağlardı. Bir meslek erbabı bütün bu aşamalardan geçerken şed kuşanır, şalvar giyer, şerbet içerek bulunduğu pozisyon bir nevi halkla paylaşılır. Yeni rütbe ilan edilirdi. Esas usulle desteklenirdi. Yani muhteva şekille ifadelendirilirdi.

Ahilik teşkilatı 18 yüzyıldan Lonca teşkilatı adıyla varlığını sürdürür. 1882 yılında Dersaadet Ticaret Odası kurularak yeni ticari örgütlenme modeline geçilir. Dersaadet Ticaret Odası Sultan Abdulhamit tarafından İstanbul’da kurulan Osmanlı Devletinin ilk ticaret odasıdır. Medya da için ayrı bir örgütlenme biçimine rastlamıyoruz. Medya da kuruluşları da birer ticari örgütlenme olması dolayısıyla diğer ticari işletmeler gibi genelde aynı kurallara tabi- dir. Selçuklu ve Osmanlı döneminde iletişim araçlarının sayılarının ve niteliğinin çok sınırlı olması nedeniyle bir meslek örgütünü karşılayacak durumda değildi. Bu durum sadece bizim için değil bütün dünya için böyledir. Sesli ve görüntülü iletişim araçları sinema, rad- MEDYA-DİN VE TİCARET 41 yo, televizyon, reklam ve internet 20. yüzyılın ürünleridir. Mesleki ve ticari örgütlenmeleri yenidir. Bu alanda çalışanların meslek tanımları bile tam olarak yapılmamıştır.

Günümüz mesleki kurumlarının meslek ahlakı diye kırk yılda bir herhangi bir olay nede- niyle hatırladığı ilkeler aslında bizim için, insanlık için olmazsa olmazlardır. Bu gün bizim ehliyetten anladığımız şey sadece mesleki bilgi oysa değerlere sahip olmakta ehliyetin ve liyakatin içindedir. Medya açısından yaşadığımız en büyük problemler değerler bağlamında çıkmaktadır.

Gazeteciler Cemiyeti, Radyo ve Televizyon Dernekleri, Kitap yayıncıları denekleri, sinema, reklam ve müzik örgütleri güçlü kurumlar olamadıkları için meslek mensupları üzerinde büyük etkiye sahip değiller. Meslek mensupları üzerinde olumlu ya da olumsuz sınırlı etki- leri var. Bu kurumların mesleki yeterliliklerin ve değerlerin korunması adına daha fazla söz sahibi olmaları gerekir. Kamu adına denetim yapan etkili ve yetkili kurum olarak RTÜK’ü sayabiliriz. RTÜK kamu kurumu olması nedeniyle fazla eleştiri almaktadır.

Fütüvvet ve ahilik teşkilatında olduğu gibi, kültürümüzden kaynaklanan değerlere dayalı meslek örgütlerinin etkili olması sektörün ve toplumun geleceği açısından daha faydalı olacaktır.

Bütün işletmelerin ve meslek erbabının değerlere ihtiyacı var. Ancak medyanın kültür ve sanat yönünün olması ve diğer taraftan kültür ekonomisinin bir parçası olması nedeniyle daha fazla değerlerle korunmaya ihtiyacı var.

Tekstil ve ya gıda sektöründe bozuk bir ürün sadece alıcıyı maddi zarara uğratırken, medya sektöründeki bozuk haber toplumu hatta toplumları felakete sürükleyebilir.

Ticari bir kuruluş olarak medyanın yapılanması da diğer sektörlerden farklılık arz etmelidir. Kapitalist ve liberal bakış açısı medyanın sermaye olarak yapılanmasına yeterli gelmez. Çünkü medyanın müşterisi bütün dünyadır. Medyanın tekelleşmesi ve diğer sektörlerin manipülasyon aracı olamaması için daha dikkatli davranılmalıdır. Burada değerler ortak kabul noktasında olmalıdır.

MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 44 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM

DİNİ KURUM VE KURULUŞLARDA İLETİŞİM YÖNETİMİ

Ekrem ŞAHİN

1. GİRİŞ

Bu başlık altında dini temsil eden cemaatler, dernek ve vakıflarla resmi kurumların din iletişimindeki konumları ve fonksiyonları ele alınacaktır.

Din her ne kadar inançlar bütününü besleyen kaynaklardan oluşsa da ve hatta bu inanışı ritüel ve sembollerle somut çıktılarını görüyorsak da, nihayetinde soyut kavramlar bütünü- dür. Onun bu soyut özelliği zamanla çıkış noktasını dinden alan ve ona hizmet etmek için kurulmuş dernek ve vakıf gibi sivil toplum kuruluşlarının, cemaatlerin ve resmi kurum ve kuruluşların zamanla dini temsil etmeye başladıklarını görürüz.

Din özü itibariyle sivil bir müessesedir ve dini kimliği olan kurum, kuruluşlar, cemaatler ve dini müesseselerle toplumda temsil edilir. Bu yapıların her bir bireyi görev yaptıkları yerde ve konuştukları her mekânda, büyük kitlelere ulaştıkları her medya aracında, aslında dini temsil eden ve dinle bütünleşen kişiler haline gelmektedir. Öyleyse, bu kişi, kurum ve kuruluşların iletişim yol ve yöntemleri, iletişim projeleri ve iletişim stratejileri doğrudan dini ve bu dinin hâkim olduğu tüm toplumu etkilemektedir.

2. DİN VE MEDYA ARASINDAKİ İLETİŞİM

Dini Kurumların İletişimdeki Önemi

“Medya, Din ve İletişim Yönetimi” başlığı altında ele alınarak incelenmek istenen konu, ge- rek sempozyum web sayfasında gerekse çeşitli kanallarda geçtiği üzere “medyanın özellikle kendi organizasyon yapısı içinde dini konuları ele alış şekilleri” diye duyurulmuştur. Fakat tüm okumalarda veya araştırmalarda görebileceğiniz temel bakış açısı genellikle medyada dinin algılanış ve işleyişi sorunları üzerinedir. Genellikle Türkiye’de ve dünyada sorunun kaynağı medyada görülmektedir. Sinema, televizyon, radyo, gazete, internet, sosyal medya, reklam, müzik başlıkları medyanın birer mecrası olduğuna göre, bu alanda ortaya çıkan ürünlere bakıp birçok negatif çıkarımlara ulaşmak mümkün.

“Medyada ve genel anlamda bir din cehaleti söz konusudur”

“Medya ve onun araçları, genellikle ideolojik önyargıları olan insanların yönetiminde ol- muştur.”

“Ülkemizde yaşanan yönetim değişimlerinin etkisiyle medyanın dine bakışı siyasi düzlem- de ele alınmıştır.”

“Medyanın dini ele alışı ticari kaygılarla popüler boyutta kalmış ve bu da dini değerlerin yozlaşmasına sebep olmuştur.”

Bu ve buna benzer tespitler doğrudur, ama medyayı merkeze alan bir bakış ve değerlen- MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 45 dirmeyi ifade etmektedir. Peki, dini temsil eden sivil toplum kuruluşlarının, cemaatlerin, dernek ve vakıfların ya da dini resmi anlamda Türkiye’de temsil eden kuruluşların, gerek medya anlayışını gerekse toplumda var olan din algısı ve anlayışını değiştirmek veya yö- netmek anlamında yaptıkları nelerdir? Bu bağlamda hangi iletişim yol ve yöntemlerle han- gi projeleri hayata geçirmişlerdir?

Medyanın kendi organizasyon yapısı içinde dini ele alış biçimini ortaya koymak ve görmek istiyorsak, sonuca, tersten giderek dini kuruluşların medyayı ve genelde iletişimi nasıl ele aldıklarını sorgulayarak da ulaşabiliriz.

Örneğin, senelerce bu ülkenin sinema, televizyon, tiyatro, radyo ve gazetelerinde ve hatta reklamlarında, dini tiplemeler resmedilirken, büyük bir mübalağa içinde çarpıtılarak yan- sıtılmış ve âdetâ dini temsil eden kişilerle alay edilir hale gelinmiştir. Fakat çarpıklığın ve yanlışın karşısında “Dindar insan modeli nasıl olur?”, “Dini temsil eden insanların görüntü ve karakteri topluma en güzel nasıl yansıtılır?” soruları üzerinde herhangi bir iletişim çözü- mü maalesef senelerce kurgulanmamıştır. İletişimde ortaya çıkan algısal bir problem yine aynı şekilde iletişim yoluyla çözümlenmelidir.

Dini temsil eden kurum ve kuruluşların bu konuda yaptıkları yeterli midir? Toplumda ger- çekten kanayan bir yaraya merhem olma adına hangi sosyal sorumluluk projeleri hayata geçirilmiştir? Medya ilişkileri ne düzeydedir? Gerek kurum ve kuruluşlara ait, gerekse tem- sil ettikleri dini değerlere ait bir algı yönetimleri söz konusu mudur? Kısa ve uzun vadede planlanmış bir iletişim modelinden bahsedilebilmekte midir?

Din ve Medyanın Kesişme Alanı

Din ve medyanın benzeştiği ve bazen karşı karşıya geldikleri nokta, her ikisinin ortak bir kültür oluşturmaya aday olmalarıdır. Bu bağlamda dünyanın neresine giderseniz gidin, aynı dine sahip insanların sadece inanç bağlamında değil, yaşantı ve gündem bağlamında da ortak bir kültür ikliminde yaşadıklarını görürsünüz. Medya da aynı şekilde, verdiği ya da vermediği haberlerle veya yaptığı yorumlarla, en azından olayları değerlendirme ve ele alış biçimiyle ortak bir bakış açısı ve ortak bir kültür oluşturma gayreti içindedir.

İki binli yıllardan sonra yaşanan politik değişimler ve Türkiye’de yaşayan dini kimlikli aile- lerin ekonomik anlamda gelişim göstermesi, doğal olarak medya dilini de şekillendirmiştir. Düne kadar aşağılanan ve alaya alınan değerlerin televizyon dizilerinde olumlu işlenmeye başladığını görebilmekteyiz. Bu değişim medyanın her mecraında kendini göstermiş ve radyosundan dergisine, sinemadan müziğe kadar geniş bir yelpazede muhafazakâr kitle için içerik üretmeye başlanmıştır. Bu bağlamda, dün evlerini ve algılarını tüm medya mec- ralarına kapatan muhafazakâr kesim bugün modadan müziğe, sanattan eğlenceye, tatil an- layışından tüketim alışkanlığına kadar muhafazakâr kesimin algılarını ve kültürel dünyasını yönetmeye müsait bir ortam sergilemektedir.

Tüketim anlayışından tutum ve davranışa kadar, insanları yönlendirmeyi gaye edinen din ve medyada gördüğümüz bu benzerlik, birçok kez medya içeriği ile din içerik ve bakış açısını karşı karşıya getirebilmektedir. Örneğin, dini terminoloji kullanırken dikkat edilmesi gere- ken kritik bir konu, medya açısından bakıldığında sadece bir haberdir. Kritik ve hassas diye 46 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM tabir edebileceğimiz dini konularda medya mensuplarının bilgisi kadar dini temsil eden ku- rumların medya ilişkileri de sorgulanmalıdır. Daha somut örneklendirmek gerekirse, bir ga- zetede “Mezarının başında üç Fatiha bir Elham okundu” diye bilgisizlikten kaynaklanan bir haber görüldüğünde, gazetenin dini değerlere ait bilgisizliği sorgulanırken, aynı zamanda bu gazeteye ve bu gazetenin muhabirleriyle iletişime geçmeyen ve ortak eğitim programla- rında buluşmayan kurum ve kuruluşlar da sorgulanmalıdır. Tebessüm ettiğimiz bu haberler sonrasında arayıp sitem etmenin dışında, tepki mailleri göndermenin dışındaki çözümlere ihtiyaç duyulmaktadır. Bilgisizlik ve yanlış algıdan kaynaklanan medya duruşuyla ideolojik temelli medya duruşlarının iletişim çözümleri de doğal olarak farklı kurgulanmalıdır.

Gazete, dergi ve TV gibi platformlarda buna benzer sorunlar henüz çözümlenememişken, her kullanıcının tek başına gazeteci veya din adamı fonksiyonunu icra ettiği ve her hesa- bın bir haber kaynağı haline geldiği sosyal medya platformlarında bu konuları yönetmek için daha zor bir sürece girilmiştir. Dün tek bir gazetede tek bir muhabirin bilgisizliğinden veya ideolojik duruşundan bahsediyorken, bugün yüzbinlerce takipçisi olan binlerce sosyal medya hesabından bahseder durumdayız.

O zaman bir iletişim stratejisine dayanan ve bu stratejiye hizmet eden eylem ve planlarla algıları yönetmeye ve sahip olduğumuz dini değerlerin toplum tarafından doğru algılanma- sı adına doğru iletişim modelleri kurgulamaya mecburuz.

3. DİNİ CEMAAT VE KURUMLARDA İLETİŞİM

Türkiye özelinde konuyu ele almak gerekirse, iletişim disiplini açısından, özellikle iç ileti- şim kanallarının etkinliği anlamında, cemaatler, tarikatlar, dini dernek ve vakıfların, gerek günümüzde gerekse geçmişte oldukça başarılı olduğunu görebiliriz. Siyasi ve politik düz- lemde var olan değişimler sonrasında özgürlüklerde yaşanan kısıtlama ve yasaklara anında adapte olan ve alternatif iç iletişim yol ve yöntemleri geliştiren bu müesseselerin iletişim tarihine örnek teşkil edecek, kendilerine has uygulamalarından bile bahsedebiliriz.

Dini müesseselerin medya etkinliği

Geçmişte TV, sinema, radyo, gazete gibi klasik mecralara sahip olamayan ve hatta yasaklı olan bu müesseseler adeta iletişim derslerinde, alternatif medya başlığı altında bir vaka olarak incelenmesi gereken kendi alternatif mecralarını oluşturmuşlardır. Video ve teyp kasetleri tek başına bir medya değildir. Fakat bu müesseseler video ve teyp kasetleriyle adeta milyonlarca insanla iletişime geçmiş ve ortak bir kültür ve ortak bir cemaat ruhu oluşturmuşlardır.

Özelde cemaatlerin genelde İslami geleneğin, gerek Türkiye özelinde gerekse dünya gene- linde yaşadığı tahdid/sınırlama ve yasaklarla yaşadığı iletişim kanallarına erişim zorlukları, bireylerin her birini adeta medya iletişim aracına dönüştürmüştür. İslam’ın insana yükledi- ği tebliğ (hak olanı duyurma vazifesi) dışında onun edindiği bu fonksiyon bugün de devam etmektedir. Türkiye’de din iletişim, bireylerin hâkimiyet alanından iletişim uygulamaları ve metotlarının uygulandığı kurumsal iletişim hâkimiyetine geçememektedir. O yüzden de yaşanan iletişim/iletişimsizlik sorunları karşısındaki çözümler, açıklama yapmanın, beya- natta bulunmanın ya da vaaz vermenin ötesine geçememektedir. MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 47

Yasakların kalktığı ve özgürlük sınırlarının genişlediği her alanda ilk uygulama ve iletişim araçlarının bu müesseseler tarafından hayata geçirildiğini görebilmekteyiz. Bugün Türki- ye’de var olan tüm dini cemaat, tarikat, vakıf veya derneklerin, klasik ve yeni iletişim mecra- larının her türünde faaliyette bulunduğunu görmekteyiz. Sinema, televizyon, radyo, gazete, dergi, web sayfaları, akıllı mobil uygulamaları, sosyal medya hesapları…

Dini cemaat ve tarikatların kendi içlerindeki iletişim yol ve yöntemleri inanılmaz derecede güçlüdür. Hatta iletişimin en güçlü yöntemi olan yüz yüze iletişim konusunda da yıllarca edindikleri tecrübe ve birikim oldukça yüksektir.

O zaman, özelde İslam dini üzerinde ve dini kurum ve kuruluşlar için var olan algısal prob- lemlerin kaynağı, sahip oldukları iletişim kaynaklarının yetersizliği olamaz. Sorun, iletişim eksikliği değildir.

O zaman akla şu soru gelmektedir: Yalnızca kendi hedef kitlesi nezdinde yapılan ve gerek niteliksel gerekse niceliksel anlamda büyüme hedefli iletişim, algısal problemleri çözmeye yeterli midir? Algı tek başına sözle oluşmaz. Söz duygu oluşturabilir, ama tek başına ikna kabiliyeti olmayan ve kanaat ve tutumlara etkisi zayıf olan bir iletişim aracıdır. Hatta, söy- leyenle de doğrudan ilişkilidir. Sözü söyleyen kişi, kurum ve kuruluşun zihinlerdeki görün- tüsü ve algısıyla doğrudan ilişkilidir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi, her müessesenin hemen hemen her iletişim mecrasında bir sözü var. Ama bu sözün zihinlerdeki algıyı ne kadar değiştirdiği ve yönettiği de ayrı bir soru olarak karşımızda durmaktadır.

Cemaat ve müesseselerin sosyal sorumluluk projeleri

Türkiye’de faaliyet gösteren tüm dini cemaat, vakıf, dernek ve müesseselerin, sahip oldu- ğu iletişim gücüne rağmen, kendi hedef kitlelerinden dışarıya ilk defa yardım kuruluşları vasıtasıyla çıkmaya başladıklarını söyleyebiliriz. Daha önce bireysel ve kurumsal anlamda sessiz sedasız yapılan ve zekât/sadaka kültürüne dayanan yardım geleneği, geniş halk kit- lelerine ulaşmayı hedefleyen iletişime taşınmış ve adeta bir sosyal sorumluluk projesine dönüştürülerek, her kesimden insanı içine alan bir iletişim metodu haline gelmiştir.

Bu başarılı örnekler muhafazakâr kesim içinde hala itibar sahibi kuruluşlar olarak görüle- bilir. Yalnız, her kesimden insanın kucakladığı müesseseler olmaktan ve doğru din algısı oluşturmaktan belli nedenlerle uzaklaşmışlardır.

Doğruluğu veya yanlışlığı bir tarafa, bu müesseseler yaşadıkları yolsuzluk soruşturmaları ve politik angajmanlar nedeniyle gücünü ve güvenilirliğini belli bir kesim dışında veya mu- hafazakâr kitle dışında kaybetmeye başlamıştır. Her kesimden her insana ulaşabilmeleri ve belli bir cemaat veya kuruma ait gözükmemeleri, iletişimde konumlandırılma başarılarıyla doğrudan ilişkilidir. Kendilerini cemaatler üstü konumlandırmayı başarmış ve stratejik mis- yonunu doğru tanımlamış “Yeryüzü Doktorları” veya “Sonpeygamber.info” tarzında model- lerin bu bağlamda bir iletişim başarısı olma potansiyelleri oldukça yüksektir. Formüle etmek gerekirse: yalnızca tek bir alana veya soruna odaklanmak ve cemaatler üstü kalarak evrensel bir mesajı her kesimden her insana, doğru etkinlik ve kanallar ile ulaştır- mak, temel başarı faktörüdür. 48 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM

4. ÖNERİLEN İLETİŞİM UYGULAMALARI

Bu başlık altında iki farklı proje önerimiz olacaktır. Bunlardan biri, öncelikle dini temsil eden en yüksek resmi otorite olan Diyanet İşleri Başkanlığı öncülüğünde/bünyesinde veya diğer müesseselerin de kendi bünyelerinde oluşturabilecekleri farklı bilimsel disiplinlerde uzmanlaşmış ve akademik kariyer yapmış insan kaynaklarının oluşturulması ve iletişimde kullanılması.

Diğeri ise, dini kurum ve kuruluşların toplumda dinin değişik alanlarıyla ilgili algıyı yönet- mek adına hayata geçirmeleri gereken sosyal sorumluluk projeleri olacaktır. Burada ör- neklendirme adına somut bir sosyal sorumluluk projesinden bahsediliyor ise de, temelde tümel bir sosyal sorumluluk projesi ihtiyacına dikkat çekilmektedir.

Farklı alanlarda uzmanlaşmış din adamları

Dini referanslarla hareket eden kurum ve kuruluşlarda kullanılacak iletişim mecrasının di- nen uygun olup olmadığı, geçmiş dönemlerde sıkça tartışılan konulardan biri olmuştur. “Milli Sinema” şeklinde tabir edilen, milli ve manevi değerleri ön planda tutan sinema an- layışının ilk dönemlerinde yaşanan en büyük problemlerden biri, sinemanın dini değerlere uygunluğu olmuştur. Bugün hemen herkesin hemfikir olabildiği bir konuda dünde yaşanan bunca arayış ve tartışmaların temel sebebi, her iki disipline hâkim, yetişmiş insan yetersiz- liği olabilir mi? Dini konularda akademik kariyerinin yanında, iletişim alanında da, gerek akademik gerekse mesleki anlamda uzmanlaşmış insanlardan mahrumiyet…

Dün sinema sektöründe yaşanan ve tartışılan dini ve fıkhi sorular, bugünün gelişen ve ye- nilenen tüm iletişim kanallarında yine karşımıza çıkmaktadır. İhtiyacımız, sinemadan tele- vizyona, sosyal medyadan sanal gerçeklik oyunlarına kadar, iletişim mecraları sayılabilecek her alanda uzmanlaşmış ve iletişim disiplinine hâkim din adamlarının yetiştirilmesidir. Bu öneri sadece iletişim için değil, aslında iktisattan matematiğe, sosyolojiden psikolojiye kadar birçok farklı bilimsel disiplin için de geçerlidir. Dini kimliği ve akademik unvanı ya- nında, yukarıda adı geçen farklı disiplinlerde de otorite sayılabilecek bilim/din adamlarıyla toplundaki din algısının da daha kolay yönetilebileceği aşikârdır.

Sosyal sorumluluk projeleri

Dini temsil eden kurum ve kuruluşların amacı, “sosyal sorumluluk” diye ifade ettiğimiz tanımın içini dolduracak projelerin hayata geçirilmesiyle din ve dini kurumlar üzerinde var olan algıyı değiştirebilmek veya yönetebilmek olmalıdır. Örneğin, bunca kadın ölümünün yaşandığı toplumumuzda, alenen de dile getirildiği üzere, sorunun kaynağı Türk ve İslam geleneği içinde tanımlanan erkek rolünde aranmaktadır. Toplumumuzda dini temsil eden kurumların “açıklama” ve “beyanat” dışında net bir duruş ve tavır ortaya koymuyor oluşu, insanların bu algısını pekiştirmektedir. Kadını koruyan, ona sahip çıkan ve kadının toplum- sal statüsünü yükselten ve yücelten projelerin hayata geçirilmesi ve bu projeler içinde din adamlarının konuşarak veya vaaz vererek değil, adeta taş taşıyarak projenin içinde bulun- ması gerekir. Metot değişikliğine ihtiyaç vardır, derken kastımız budur. Tüm dünyada İslam algısı olumsuz bir evreye doğru giderken, bu algıyı değiştirme, yönet- MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 49 me veya yönlendirme adına, dini temsil eden kurum ve kuruluşların herhangi uluslararası çözümleri de yine iletişim disiplini içinde aranmalıdır. İletişimde temel kural, yukarıda da bahsettiğimiz gibi: “Ortaya çıkan bir iletişim sorununun yine o iletişim metotlarıyla çözül- mesidir.”

Danimarka’da başlayan karikatür krizi ve en son 7 Ocak 2015’de, İslami sloganlar atan iki kişi tarafından Paris’te Charlie Hebdo dergisinin basılıp on karikatürist ve iki gazetecinin öldürülmesi, hepimizin hafızasındadır. Arkasındaki siyasi ve politik hesapların dışında, in- sanların gözünde fikir ve düşünce özgürlüğüne karşı olan bir İslam algısının birileri tarafın- dan oluşturulmaya çalışıldığı ve bu durumun aslından yıllardır planlı bir şekilde yürütülen bir dizi İslam karşıtı algı operasyonunun bir adımı olduğu konusunda birçok insan hemfi- kir... Üstelik bu algı operasyonu, sadece batılar nezdinde değil, Müslüman kimliğine sahip coğrafyalarda da yürütülmektedir. “Terörist” diye filmlerde, haberlerde, bilgisayar oyunla- rında dünyaya lanse edilen karakterleri gündelik hayatın içinde gördüğümüzde, biz Müslü- manlar bile bazen korku duymaya başlamış durumdayız.

Ayrıca, bugün Fransa’da yarın dünyanın başka ülkelerinde ortaya çıkan karikatürleri yargıla- mak kadar, o karikatürü ortaya çıkaran ve besleyen algıyı sorgulamak gerekir. Mizah aslında, toplumda karşılığı olan sosyal bir durumdan beslenir. İletişim yönetimi işte bu algıyı yö- netmeye ve değiştirmeye taliptir. Toplumsal algıyı yansıtmayan ve toplumsal gerçekliği ol- mayan karikatür, fotoğraf, resim, haber veya yazılar, ideolojik kalıp yok olmaya mahkûmdur. Nihayetinde karikatür krizi bir algı operasyonudur, fakat bu algı operasyonunun karşısında dini temsil eden kurum ve kuruluşların şimdiye dek “açıklama” ve “beyanat” verme dışında bir adımı olmamıştır. Bu konuda yapılabilecek birçok iletişim çözümünden biri de, Paris’te İslami perspektiften düşünce ve hakaret ayrımını ortaya koyan bir karikatür sergisinin açıl- masıdır ve doğru bir iletişim yöntemi olabilir.

Burada sunulan başlıklara, konuya yeni bir pencere açabilme adına getirilen öneriler olarak bakılmalıdır. Genel anlamda dini iletişim, sorunlar ve toplumsal algı net olarak ortaya ko- nulabildiğinde, çözüme dönük daha önemli iletişim projeleri hayata geçirilecektir.

5. SONUÇ

Medya kuruluşları seyredilme, ilgi ve takip edilme oranlarıyla ayakta kalan ticari kuruluşlar- dır. Daha çok kazanma, kitleleri yönetme ve yönlendirme güdüsü bu mecraların her geçen gün kendilerini yenilemelerine, değiştirmelerine ve tüketim merkezli refleksler geliştirme- lerine neden olmaktadır. Din ise yol, yöntem ve söylemleriyle devamlılığı olan kurumsal- laşmış müessesedir.

Dini içeriklerin daha popüler hale getirilerek sunulması, yozlaşmaya ve özün kaybolmasına neden olabilmektedir. Din iletişiminin kurgulandığı metot, bir anlatıcı üzerinden öğretici bir metottur. Çözüm yolu, anlatıcıya ait sunum şekillerinin değiştirilerek popülerleşmeye doğru eviriltilip yozlaştırmak olmamalıdır. Burada sunum şeklinin değil metotlarının belki de konuşuluyor olması daha elzem durmaktadır.

Medya, nihayetinde bir iletişim aracıdır. İletişim de amaç değil bir araçtır. Temel amaç, mesajın kitlelere doğru bir şekilde iletilmesidir. Yalnızca dini konularda değil, her alanda 50 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM uzman derinliğine sahip olan dini kimlikli insanların varlığı dine ve din adamlarına ait doğru algıyı oluştururken, aynı zamanda herkesi kuşatan ve kucaklayan sosyal sorumluluk projelerinin hayata geçmesi de medyada dine ait istenilen mesajların doğru bir şekilde yer almasını sağlayacaktır. MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 51

Fransız siyasi mizah dergisi Charlie Hebdo: DÜŞÜNCE, İFADE, BASIN ÖZGÜRLÜĞÜ MÜ DİNİ DEĞERLERLE ALAY ETMEK Mİ?

Ragıp DURAN

2015 yılının 7 Ocak günü Paris’te siyasi mizah gazetesi Charlie Hebdo’nun merkezine yö- nelik silahlı saldırı sonucunda, haftalık yazı işleri toplantısını yapmakta olan on karikatü- rist, yazar, gazeteci ve iki polis memurunun öldürülmesi, Müslümanlık, Terörizm, Batı’da yaşayan Doğulular yani Göçmenler, Entegrasyon, Asimilasyon gibi zaten tartışılan konuları yeniden gündeme getirdiği gibi, ‘DİN ve MEDYA’ temasını da tartışmaya açtı.

Gerek Fransa ve Batı Avrupa’da, bir nebze daha az ve farklı da olsa Müslüman toplumlar- da, Charlie Hebdo örneğinden yola çıkarak, bir dizi soruya yanıt aranmaya başlandı. Aynı sorulara çok farklı hatta bazen tamamen zıt içerikli yanıtlar önerilmiş olması, konunun ko- lay kolay kapanamayacağını, tartışmanın süreceğini gösteriyor. Üstelik tarafların giderek birbirinden uzaklaştığını saptadığımızda, sorulara, soğukkanlı/ bilimsel kriterlerle yaklaşı- lamadığını, din gibi zaten inanç temelli dolayısıyla kaçınılmaz olarak sübjektif bir tema ve alanda dogmatizmin rasyonalizmden daha güçlü olduğunu görebiliyoruz.

Charlie Hebdo’ya yönelik saldırının ardından, siyaset bilimcilerden iletişim uzmanlarına, ilahiyatçılardan toplumbilimcilere kadar çok çeşitli kesimler ve uzmanlar, tabi bu arada gazeteciler ve yurttaşlar da, gündeme gelen sorulara kendi açılarından yanıtlar vermeye başladı.

En sık tartışılan konuları birer soru haline dönüştürdüğümüzde şimdilik sekiz başlıkla karşı karşıyayız. Kuşkusuz bu sayıyı arttırmak mümkün ve galiba azaltmak pek yarar sağlamaz.

I - Charlie Hebdo (CH) nasıl bir dergidir? Yayın politikası hangi ideolojilere, siyaset- lere kucak açar?

CH, eski deyimle nev-i şahsına münhasır bir dergi. Yani son derece özgün, eşi-benzeri bu- lunmayan bir dergi. Son dönemde kendine ‘Sorumsuz Dergi’ ibaresini uygun bulan CH, ilk başlarda kendisini ‘Aptal ve Kötü’ olarak nitelemişlerdi.

Fransa’daki büyük ağabeyi sayılan ‘Canard Enchainé’ye kıyasla (Zincirli Ördek-Gaste) Charlie, amiyane tabirle ‘Fırlama’, ‘Sapanla camları kıran mahallenin piç kurusudur’. Dün- yada benzeri kulvarda koşan İngiliz Private Eye, Amerikan The Mad, eski Sovyet Krokodil ve bizdeki Gırgır, Leman, Uykusuz dergileri ile belki tek bir ortak yanı varsa, o da mizahın çeşitli türlerini kendilerine rehber edinmiş olmalarıdır.

CH, Cumhuriyetçidir, laikliği savunur, ateizmden yanadır ve anarşizmin ürünüdür. CH, ben- zetme caizse Beşiktaş’ın Çarşı grubu gibidir, yani her şeye karşıdır. Özellikle de her türlü tabuya, cahiliye emarelerine, din adamlarının, siyasetçilerin ve iş adamlarının her türlü dingoluklarına mizahın orantısız gücüyle karşı koyar.

Yayın politikasını nitelemek gerekirse, genel olarak sol, ama Fransa’daki ve dünyadaki mev- 52 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM cut solu, hatta solun solunu da eleştiriden muaf tutmayan, makaraya saran tamamen ba- ğımsız ve özgür bir isyancı çizgi…

II - Charlie Hebdo neden başka bir ülkede değil de ancak Fransa’da yayınlanabiliyor?

7 Ocak saldırısından sonra, Fransa Cumhurbaşkanı iki önemli açıklama yaptı. Birincisi, bu saldırı ile İslamiyet arasında bir özdeşleştirme kurulmaması gerektiğini açıkça belirtti. İkincisi de ‘Charlie Hebdo, Fransa’dır’ ibaresini kullandı.

Le Monde gazetesinin kurucusu Hubert Beuve-Méry’nin ünlü sözüdür: ‘’Her ülke layık ol- duğu gazeteyi çıkarır!’’. Gerçekten de medya organı ile yayınlandığı ülke arasında neredey- se organik ilişkiler vardır. Bir gazete (Ya da bir radyo veya televizyon istasyonu) kaçınılmaz olarak doğduğu/yayın yaptığı toprakların bir dizi kültürel, toplumsal, siyasal, ideolojik, ekonomik, dini… vs… özelliklerini hem taşır, hem de yansıtır. BBC ancak İngiltere gibi eski büyük bir İmparatorluk mirasına sahip ciddi bir ülkede yayın yapabilir. CNN de ancak ABD gibi global bir siyasi-ekonomik gücün yayın organı olabilir. Libération ne kadar Fransa ise, de o kadar Almanya’dır.

CH’nun kılcal damarlarına girip geçmişine doğru bir yolculuğa çıktığımızda, Fransız top- lumunun gerek siyasi gerekse edebi bir çok simgesiyle karşılaşıyoruz. CH’nun DNA’sında Rutebuef (1230-1285), François Villon (1431-1463- Ey göktedeki Tanrı Baba/Sen orada kal/ Biz burada rahatız), François Rabelais (1483-1553) ile karşılaşıyoruz. Bu şairler, hırsız ya da katiller, bazen de saygın öğretmenler, Ortaçağ karanlığına, dini taasuba karşı sıkı bazen de gırgırlı muhalefet yürütmüş insanlar. Katolik olmaktan çok çekmişler… Sonra Pierre- Joseph Proudhon (1809-1865) çıkar CH’nun arşivinden. Anarşizmin Fransa’daki babası. CH’nun kimliğinde iki büyük hadise daha var: 1789 ve 1968. Biri feodalitenin, kilisenin malına mülküne el koyarak, bu geri zihniyeti devrimle yıkmış bir sosyal hareket, diğeri de ihtiyarlara karşı gençliği, tutuculuğa karşı özgürlüğü, baskıya karşı demokrasiyi önplana çıkaran neşeli bir devrim… İkisinin arasında 1871 Paris Komünü var onu da unutmayalım. Aslında Fransız tarihinde ne kadar olumlu, solcu, gırgır, anarşist şahsiyet, eylem ve fikir var- sa, her biri bir şekilde Charlie’yle temas etmiştir. Şarkıcı Renaud bir zamanlar sırf yazmazdı, yüklüce maddi destekte de bulundu dergiye.

III - Dini değerler medyada mizah konusu yapılabilir mi?

Canalıcı bir soru. Yanıt ne yazık ki henüz evrensel değil. Çünkü mesela Fransız mahkemele- ri, Hazreti Muhammed karikatürlerini yayınlayan CH’yu suçsuz bulurken, Diyarbakır Asliye Ceza mahkemesi ‘Dini değerler basın özgürlüğünden daha önemlidir’ fetvasını verebiliyor ve CH’nun kapağının yayınlanmasını yasaklayabiliyor. Adliye bir yana, Türkiye’de mesela özellikle Cuma’ları camiler tıklım tıklım dolarken, Fransa’da Pazar günleri kiliseler genel- likle sinek avlar. Bir başka kıyaslama alanı, dil. Türkçe’de, günlük konuşma dilinde, Allah’la, dinle ilgili belki yüzlerce deyim, atasözü varken, Fransızcada bu sayı çok daha azdır. Dolayısıyla Fransa’da evet dini değerler dahil her şey mizah konusu yapılabiliyor. Türkiye dahil bütün Müslüman ülkelerde ise dini değerler bazen yasa bazen de toplumsal değer- lerce el üstünde tutuluyor, hatta tabu muamelesi görüyor.

Burada kilit ya da anahtar, laiklik. Fransa, 1789’la dini, devlet ve toplum işlerinin dışına, MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 53 tamamen kişisel yaşam alanına aktarınca, eskiden devletin resmi dini olan Katolik zihni- yet, yasa ile koruma altına alınmış iken, artık bu koruyucu kalkan kalkıyor ve devlet, laiklik gereği, tüm dinlere eşit uzaklıkta duruyor. Hiç birini korumuyor, hiç birine de dokunmuyor. 1792’de ‘Blasphème’ (Dine, kutsal değerlere yönelik saygısız söylem) yasalardan çıkarak suç niteliğini yitiriyor. CH, iki yüzyıl sonra ‘Droit au blasphème’ (Din ve kutsal değerlere saygısızlık hakkı) talep ediyor.

CH olayından önce, Salman Rüşdi’nin ‘Şeytan Ayetleri’ başlıklı kitabı da medyada ve çeşitli toplumlarda kanlı saldırıların yanı sıra bir tartışma yaratmıştı. Kitap Fransa ve İngiltere’de çeşitli eleştiri, kınama hatta küçük saldırılara rağmen basılıp satışa sunulmuş iken, İran devleti yazarın ölümünü talep eden bir fetva yayınlamış, kitabın Türkçesi dizi halinde bir gazetede yayınlanmaya çalışılmasına rağmen gerçekleşememişti.

IV - Charlie Hebdo islamofobik bir yayın mıdır?

Bazı Müslümanların iddiasına göre CH İslamofobik bir yayındır. Ne var ki bu iddiayı doğ- rulayabilecek somut delil bulunmuyor. Çünkü , CH’da yayınlanmış tüm yazı ve karikatür- lerin dökümü, sınıflandırılması neticesinde ortaya çıkan manzara, CH’ın doğrudan Müs- lümanlığa hatta Peygambere yönelik hakarethamis bir yayın çizgisi olmadığını gösteriyor. CH, sadece Müslümanlığın değil, diğer tüm din ve ideolojilerin şiddetperver ve irrasyonel yönlerini eleştiriyor, kınıyor ya da mizah malzemesi yapıyor. CH’ya karşı Fransız adliyesin- de açılan hukuk davalarına baktığımızda da, davacılar arasında Müslümanların yanı sıra Hıristiyan, Musevi, Budist ve hatta eşcinsel örgüt ve derneklerin de bulunduğunu görü- rüz. Fransız siyaset adamlarının açtığı tazminat davalarının çoğunu da, politikacıların, tıpkı dini örgüt ve dernekler örneklerinde olduğu gibi kaybettiğini belirtmekte yarar var. Fransız mahkemeleri hem yasal açıdan hem de hakimlerin takdir yetkisi açısından, düşünce, ifade ve basın özgürlüğü hatta henüz yasal bir zemin kazanmamış olsa da ‘mizah yapma özgür- lüğü’nü önplanda tutuyor.

V - Charlie Hebdo’nun taraftarları ve karşıtları bu dergiyi özel olarak da 7 Ocak önce- sini ve sonrasını nasıl değerlendiriyor?

CH’nun tarihi yazıldığında, kaçınılmaz olarak 7 Ocak öncesi ve sonrası olarak iki kısımda ele alınacak. 40-50 bin tirajdan, saldırı sonrası 7 milyon tiraja çıkan CH, Fransa ve Avru- pa’da en çok satan dergi ünvanını ele geçirdi. Saldırıdan sonra çıkan ilk sayının bu kadar çok satması, Türkçe dahil 5 dile çevrilip İnternet’te yayınlanması, CH’nun yayın politikası- nın, içeriğinin geniş kitlelerce kabul görmesi, onaylanması anlamına gelmiyor. Bu sadece mağdur bir yayın organı ile dayanışma, ayrıca düşünce, ifade ve basın özgürlüğünden yana bir tutuma işaret ediyor. CH, 7 Ocak saldırısından sonra en önemli 10 yazar ve çizerini kaybetmesine rağmen,

14 Ocak tarihli sayısında eski yayın çizgisinden bir şey kaybetmediğini kanıtladı. Saldırıya uğrayan bina, hem maddi hem de manevi açıdan yeniden kullanılamayacak hale geldiği için, Libération gazetesinin konuksever ev sahipliğine sığınan Charlie takımı, burada dı- şarıdan olağanüstü destek ve katkı gördü. Yazı işlerini yitirmiş, mekansız, 10 meslekdaşını kurşunlara kurban vermiş bir derginin yeniden çıkabilmesi bile mucize kabilinden bir ha- dise. 54 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM

Başta Fransa olmak üzere, devletlerin ve toplumların hatta Vatikan’ın bile Charlie’den yana tavır koyması, ilk başta, bu anarşist yayın için garip gelmişti ama kısa süre içinde, bu aca- ip ortama kendini kaptırmayıp, yani kravat takıp boyun bükmeden, yas tutarken, gülme- ye, güldürmeye devam eden Charlie dinsizliğe, Allahsızlığa, Tanrıtanımazlığa, papaz, hacı, hoca, imam ve hahamların anlamsız dogmatizmine, siyasetçilerin sahtekarlığına muhalefet etmeyi sürdürdü, sürdürüyor.

İlginçtir, Charlie karşıtları cephesinde İŞİD, El Kaide gibi örgütlerin yanı sıra Fransız aşı- rı-sağcı partisi Le Pen’in Front National’ini de görüyoruz.

VI - Fransız devleti 7 Ocak’tan sonra ne yaptı? Geçmişte Charlie Hebdo’ya karşı tutu- mu ne idi?

CH’nun önemli hedeflerinden biri olan Fransa’da iktidardaki Sosyalist Parti ve Cumhurbaş- kanı François Hollande, krizi çok iyi yönetti. Öncelikle saldırganların dini kimliği ve saldırı sırasında attığı sloganlar nedeniyle, bu olay ile İslamiyet dini arasında bir özdeşleştirme yapılmaması gerektiğini birkaç kez söyledi. Saldırıyı esas olarak düşünce, ifade ve basın özgürlüğüne yönelik bir olay olarak değerlendirdi, ayrıca olaydan hemen sonra Fransa’daki tüm dini ibadethaneler önündeki güvenlik önlemlerini artırdı. Ve galiba en önemlisi, sal- dırıya kitlesel bir cevap verirken, tüm AB liderlerini hatta İsrail ve Türkiye Başbakanlarını Paris’te bir araya getirdi. Hollande, kendisini hor gören hatta aşağılayan bir sürü yazı ve ka- rikatür yayınlamış olan CH’nun saldırıya uğrayan binasına da gitti. Fransız iç politikasında son bir yıldır popülaritesi yüzde 30’lara kadar düşmüş olan Hollanda, CH olayındaki tutum ve siyaseti sayesinde kamuoyu anketlerinde + 17 puan kazandı.

VII - Türkiye’de CH, yankılar, değerlendirmeler, eleştiriler

CH, 3-5 sene öncesine kadar Türkiye’de de büyük kentlerde, bazı kitapçılarda satılan bir dergi idi. Dönemin Başbakanı Erdoğan hakkında çıkan bir-iki yazı ve karikatürden sonra, CH sessizce Türkiye’ye giremez oldu.

7 Ocak saldırısından sonra CH-Türkiye ilişkilerinde ilginç gelişmeler yaşandı. Cumhuriyet gazetesi, CH ile temasa geçerek 14 Ocak tarihli sayının tümünü Türkçeye çevirip ek olarak aynı gün yayınlama kararı aldı.

Pazartesi gecesi 16 sayfalık Fransızca dergi Türkçe’ye çevrilip Cumhuriyet’e iletildi. Ne var ki, başta kapaktaki Hazreti Muhammed olduğu öne sürülen kişinin figürü ile iç sayfalar- da yer alan bazı yazı ve karikatürler Cumhuriyet yazı işlerini güç duruma soktu. Burada ilginç nokta, Cumhuriyet’in CH’yu yayınlamasına en fazla karşı çıkanların, gazetedeki Jako- ben-Kemalist geleneğin sözcüleri olmasıydı. Teorik olarak laikliği en fazla savunan kesim, CH’nun Türkçe olarak Cumhuriyet’de yayınlanmasına şiddetle ve israrla karşı çıkıyordu. Sabaha karşı pazarlıklar sonuçlandı ve gazete yönetimi, CH’yu 16 sayfalık ek olarak ya- yınlamaktansa, sadece 8 sayfasını gazetenin içinde yayınladı. Bu arada CH için yapılması tasarlanan TV reklam kampanyası da iptal edildi. Gazetenin o zamanki Genel Yayın Yönet- meni, 16 sayfalık derginin sadece 8 sayfasının yayınlanmasına gerekçe olarak ‘Gazetemizin yayın politikasına ve memleketimizin genel ahlak ve kültürüne uygun…’ babında bir cümle kullandı. Cumhuriyet’de yarısı sansürlenen CH’nun Türkçe versiyonunun tümünü, yani 16 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 55 sayfayı T24 internet sitesi yayınladı. Bunu da ’10 yazar çizeri öldürülmüş bir dergi ile da- yanışma ve düşünce, ifade ve basın özgürlüğünü savunma’ adına yaptıklarını ilan ettiler.

CH’nun Türkçe macerası Cumhuriyet’in bir köşe yazarının gazeteden uzaklaştırılması ve Genel Yayın Yönetmeninin işini yitirmesi ile sonuçlandı.

Cumhuriyet bu arada, küçük bir radikal İslamcı ve milliyetçi grubun protestosuna uğradı. İktidar açısından, Paris’deki protesto yürüyüşüne Başbakan Davutoğlu’nun katılması Av- rupa ve dünya gazetecilik meslek örgütleri tarafından kınanırken, Türkiye dönüşünde hem Başbakan hem de Cumhurbaşkanı Erdoğan, açıkça Cumhuriyet ve CH’yu isim vererek kına- dı hatta CH ile 10 kişinin katillerini aynı sepete koydu.

Paris’te ise sadece CH değil neredeyse tüm Fransız basını CH’nun Türkçe olarak yayınlan- masının önemine vurgu yaptı. CH, zaten yayın haklarını sadece Cumhuriyet ile İtalya’da bir gazeteye vermişti

VIII – SONUÇ: TÜRKİYE VE MEDYASI 15-20 YIL SONRA?

Fransız ve Türkiye medyası kıyaslandığında, medya mülkiyeti, gazeteciliğe ilişkin yasalar ayrıca temayüller göz önüne alındığında, gerçekten laik ve özgür ve bağımsız bir medya or- tamında, dini değerler sadece eleştiri konusu değil, mizah konusu da olabiliyor. Fransa’da geniş okur kesimi de, siyasi iktidar da, adliye de bu özgürlüğü doğal karşılıyor. Fransa’nın tarihi, edebiyatı, siyasi kültürü de nitekim böyle bir tutuma alışık.

Türkiye’de ise, özellikle AKP iktidarından bu yana, siyasi alanda, kamusal alanda ve medya dünyasında ve belki de genel olarak toplumda, eskiye oranla çok daha fazla ve yoğun bir şekilde dini değerlerin hatta tabuların ağırlık kazanması, CH’ya yönelik olarak sağcı, din- dar ve dinci kesimlerin yanı sıra, siyasi iktidarın ve dolayısıyla adliyenin hiç de özgürlükçü davranmadığını, aksine, yasakçı hatta kindar bir dille CH ve benzeri yayınları kargılamaya çalıştığını görüyoruz.

Türkiye’de, bir başka deyişle Türkiye medyasında, 15-20 yıl önce, Kürt Meselesi ya da Erme- ni Soykırımı konusundaki tabucu, yasakçı, inkarcı anlayış ve yaklaşımların nasıl da zayıfla- dığını hatta eridiğini saptamak çok zor değil. Din, bu iki siyasi, ideolojik, toplumsal, kültü- rel meseleye oranla çok daha köklü ve çok boyutlu bir sorun, bir olgu olduğu için, 15-20 yıl sonra Türkiye’nin de, Türkiye medyasının da, CH ya da benzeri bir konuda bugünkü Fransız medyası gibi davranacağını öngörmek çok kolay olmasa gerek. Ama küresel demokratikleş- me, AB gibi dış dinamiklerin yanı sıra Gezi gibi tayin edici değiştirici toplumsal gelişmeler sayesinde, Türkiye medyasının da, 15-20 yıl sonra, CH veya dini yanı ağır basan bir başka hadisede bugünkünden daha olgun, daha az yasakçı bir yayın çizgisi benimseyeceğini ön- görmek fazla safdilce bir tutum olmasa gerek…

(*) Bu bildiri metni, tümü www.apoletlimedya.blogspot.com adresindeki blogumda yayın- lanan Charlie Hebdo konulu yazıların bir tür özet sentezidir.

-CH:Tabubilmez, boyuneğmez bir arsız dergi, #tarih dergisi, Şubat 2015 56 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM

-Basın özgürlüğü ve dini değerlerle mizah meselesi, Güncel Hukuk dergisi, Şubat 2015

-Fikir özgürlüğünden değil tabulardan korkun, Yurt gazetesi, 22.01.2015

-CH’dan dindarlık, tabudevirme ve medya dersleri, Birgün gazetesi, 18.01.2015

-Gülüyor hep zekice, Leman dergisi CH Özel sayısı, 2015/03

-Charlie’yi vurdular, ölmedi… Evrensel Pazar eki, 11.01.205

-Bu yazıların dışında Cumhuriyet, IMC TV’de iki demeç Liberation’da üç yazı da var.

(**) Charlie Hebdo konusundaki en zengin referans Stephane Mazurier’nin ‘’Bête, méchant et hebdomadaire : Une histoire de Charlie Hebdo (1969-1982)’’ başlıklı kitabı. Ayrıca bu yazı için CH’nun 7 Ocak’tan sonra yayınlanan son 3 nüshasından da (No1178, 1180 ve 1181) yararlanıldı. MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 57

DİN SOSYOLOJİSİ PERSPEKTİFİNDEN DİN VE DİNİN GELENEKSEL VE YENİ MEDYADA TEMSİLİ

Prof. Dr. Füsun ALVER

1-GİRİŞ

Sosyoloji araştırmalarında din sosyolojisi, önemli çalışma alanları arasında yer almaktadır. Auguste Comte (2001), Karl Marx ve Friedrich Engels (1987), Emile Durkeim (1981), Max Weber (2004;1980), George Simmel (1995), Thomas Luckmann (1991) ve Peter Berger’in (1973) çalışmaları, din sosyolojisi araştırmaları için güçlü bir temel oluşturmaktadır. Kültü- rel ve toplumsal alanlarda dönüşüm; teknolojik, ekonomik ve politik ilişkilerin karmaşıklığı içinde gerçekleşmektedir. Şehir yaşamı ve ekonominin parasallaşması, yaşam biçimlerini dönüştürmekte ve yeniden biçimlendirmektedir. Bu çerçevede, dini değerler de değişen yaşam biçimleri içinde yeniden konumlandırılmaktadır.

Dini değerler, diğer toplumsal alanlar gibi kitle medyası alanında da temsil edilmekte- dir. Dini kurumların ve temsilcilerinin medyadaki temsili ve dini konuların siyasi aktörler tarafından işlenmesi, dinin medyatikleştirilmesi ve politikleştirilmesi sürecini yönlendir- mektedir. Problem; dinin medyada temsili sürecinde, farklı dinler arasında ve / veya siyasi alanda gerilim ilişkileri içinde araçsallaştırılmasıdır.

Bu çalışmada; din sosyolojisi perspektifinden din olgusunun analiz edilmesi, dinin farklı toplumsal alanlarla karmaşık ilişkilerinin belirlenmesi ve medyada temsilinin ortaya ko- nulması amaçlanmaktadır. Batı toplumları odak noktasına alınarak gerçekleştirilen bu ça- lışmanın araştırma soruları şöyle formüle edilmektedir: Politika, ekonomi, din ve medya alanları arasında nasıl bir ilişki vardır? Medyada din nasıl temsil edilmektedir? Dinin med- yatikleştirilmesinde etkili olan faktörler nelerdir? Çalışmada argümantasyon metodunun uygulanması öngörülmektedir.

2-DİN SOSYOLOJİSİ PERSPEKTİFİNDEN DİN OLGUSUNUN ANALİZİ

Sosyolojisinin fikir babaları arasında yer alan Comte (2001), Marx ve Engels (1987), Dur- keim (1981), Weber (2004;1980), Simmel (1995), Luckmann (1991) ve Berger (1973), din sosyolojisi çerçevesinde de incelemeler yaparak, farklı perspektifler geliştirmişlerdir. Dini ilkel biçimleriyle de inceleyen Comte (2001), dinin doğa yasasına uygun bir geliş- me içinde olduğunu düşünmüştür. Çağın dininin, pozitivist bir etkide bulunabileceğini ve bulunması gerektiğini savunmuştur. Geçmişin dininin geçerliliğini yitirdiğini düşünmek- le birlikte bunalım içinde bulunan çağdaş toplumlarda, dinin insanların gereksinimlerini karşıladığını öngörmüştür. Dinin toplumsal gereksinimlerin karşılanmasındaki işlevini or- taya koymaya çalışan Comte, dinin toplumda anlaşma sağladığını ve sosyal düzeni kur- duğunu düşünmüştür. İnsan kendisini aşan şeyleri sevmeye gereksinim duyduğu için dine yönelmektedir; çünkü insanların ruhsal güce gereksinimleri bulunmaktadır. Ondokuzuncu yüzyılda seküler hümanizmin programını formüle eden Comte için dinin yerini artık bilim almıştır.

Dini belirli sosyal durumların sonucu olarak kavrayan ve sınıflı toplumun varolan ilişki- 58 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM lerini stabilize eden bir ürünü olarak analiz eden Marx ve Engels (1987) için din insan- lar tarafından yapılmakta, doğallaştırılmakta ve belirlenmektedir. Bu çerçevede din belir- li tarihsel koşulların bir sonucu olarak görülmeli ve değerlendirilmelidir. Üst yapının bir parçası olarak din, toplumsal ilişkileri şeyleştiren ideolojinin bir rolünü üstlenmektedir. Din, üst yapının bir parçasıdır ve bu nedenle de dinsel düşünceler illüzyondur ve burju- va toplumunda varolan bağımlılık ilişkilerinin üstünü örten, egemenliği meşrulaştıran ve güçsüzlük üreten bir ideoloji etkisine sahip bulunmaktadır. Din, varolan egemen sosyal ve özellikle de ekonomik ilişkilerin özel bir formudur. Bu çerçevede din, egemenler tarafından stratejik olarak kullanılan bir araçtır. Marx, dini maddi ilişkilerin temeli oluşturduğu bir üst yapı olgusu olarak kavramakta ve yorumunu diyalektik bir çerçevede yapmaktadır. İnancın içeriksel temelinin yanlış bilinç oluşturulmasına dayandığını ve toplumsal bir gereksinim olarak ortaya çıktığını düşünmektedir.

Sosyoloji bilim dalının kurucularından Durkheim (1981) ise, din sosyolojisinin konusunu, moral toplumun incelenmesine odaklamakta ve güven ile dayanışma arasında sıkı bir bağ kurarak, moral toplumun oluşumda rol oynayan toplum üyelerine yönelmektedir. Durk- heim için din, öncelikle toplumsal kimliğin kurulması ve toplumsal birlikteliğin bir aracı olmaktadır. Dinin toplum için hangi işlevlere sahip olduğu sorusundan hareket ederek, dini insan varoluşunun temeli olarak kavramakta ve dini olmayan bir toplumu patolojik olarak nitelendirmektedir. Dinin bütünleştirici etkisine odaklanan Durkheim, dini normal alanın evrensel fenomeni olarak kavramakta ve kutsal kabul edilen ve yasaklanan şeylerle ilgili inançların ve pratiklerin dayanışmacı sistemi olarak görmektedir. İşlevini ise, cemaati birleştirmek olarak belirlemektedir.

Sosyolojinin diğer kurucuları kadar tanınmamakla birlikte en az onlar kadar sosyoloji bili- minin kurulmasına katkıda bulunan Simmel (1995), sosyolojinin toplumsal analizlerinde dini, birey ile toplum arasındaki ilişkide tasarlamaktadır. Din, bireyleşme ile toplumsallaş- ma arasındaki etkileşimdir. Bireyin sosyal konumu, sosyal çevresi ile içsel bilinci arasın- daki etkileşim sonucunda ortaya çıkmaktadır. Din, dinamiktir ve değişime açıktır ve farklı yorumlama örneklerinin birada bulunması olasıdır. Simmel, dinin bireye sağladıklarının neler olduğu sorusuna odaklanmaktadır. Ona göre, din her şeyden önce bireyi kolektifin parçası kılan toplumsallaşmayı sağlamaktadır. Simmel, birey ile toplumu iki farklı büyük- lük olarak değil de iki büyüklük arasındaki ilişkilere bağlı olarak ele almakta ve karşılıklı etkileşime odaklanmaktadır. Bu nedenle dini toplumsal alana yerleştirmemekte daha çok dinin bireyin belirli gereksinimlerini karşıladığını öngörmektedir. Simmel, ayrıca paranın tanrısallaştırıldığı eleştirisini de getirmektedir. Para ve kapitalizm, Tanrının konumunu al- maktadır. Bir diğer din sosyolojisi araştırmacısı Weber (2004;1980) ise, dini, insan topluluklarının gelişiminin bir sonucu olarak kavramakta ve dine ilişkin araştırma materyalini din tarihin- den çıkararak, batı dünyasını, araştırmalarının odak noktasına yerleştirmektedir. Rasyonel- leşmenin başlangıcını Protestan etiğinin yayılması olarak belirlemekte ve Kapitalizmin ruhunun, bireysel yaşama ve toplumun gelişimine etki ettiğini kabul etmektedir. Dinsel anlayışların farklı toplumların ekonomik davranışlarını nasıl etkilediği sorusundan hareket ederek, dinsel yönelişlerin ekonomik davranışların belirleyicisi olduğunu ve toplumların ekonomik değişimine etki ettiğini savunmaktadır.

Dinsel olanın bireyselleşmesinin en önemli teorisyenlerinden Thomas Luckmann (1991), MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 59 geniş bir din kavrayışıyla dinselliği, insan varoluşunun antropolojik bir özelliği olarak gör- mektedir. Luckmann, komünizm, faşizm ya da anarşizm gibi dünyevi ideolojilerin dinin anlam sistemlerini üstlenebileceğini düşünmektedir. Giderek artan çoğulculuk nedeniyle dinin resmi modelinden geriye kalanlar, dünya görünümlerinin pazarında ideolojilerle ve dinin yeni formlarıyla rekabet etmektedir. Luckmann, dinin özelleşen anlamına da vurgu yapmaktadır. Din, giderek dinsel kurumlarda değil, özel alanlarda konumlanmaktadır. Sos- yal yapı ve kiliseden bağımsızlaşan din, özelleşmektedir. Özel alana itilmesi nedeniyle din, görünmez olmakta ve bu dinin ortadan kalktığı algısını yaratmaktadır.

Araştırmalarında sosyal gerçekliğin tasarımının analizine büyük önem veren Berger (1973) ise, kutsal kozmosu toplum tarafından kabul gören anlamlı bir düzen sistemi olarak gör- mekte ve bunun insana güven verdiğini düşünmektedir. Din, insanlara problemleri çöz- melerinde yardımcı olmaktadır. Dinin, her zaman yaşam için anlamlı olmamakla birlikte kriz durumlarında etkinleştirildiğini düşünmektedir. Din kendi içinde sosyal olarak tasar- lanmıştır yani insanlar tarafından oluşturulmuştur ancak insanların bireysel tasarımlarına da etki etmektedir. Modernitede sekülerleşme süreci ortaya çıkmıştır. Çoğulculuk ve sekü- lerleşme eğilimleri, Protestanlık ile yükselmiştir. Bu süreçte din özelleştirilmekte ve bu, sosyal anlamın kaybolmasının bir aşamasını oluşturmaktadır

Ondokuzuncu ve yirminci yüzyıllarda geleneksel sosyoloji içinde önem kazanan din sos- yolojisi, farklı toplumsal alanlar arasındaki karmaşık ilişkilerin ve kitle medyasında dinin temsilinin analizinde iyi bir perspektif sunmaktadır.

3-KİTLE MEDYASI, DİN, POLİTİKA VE EKONOMİ ALANLARININ GERİLİMLİ ETKİLEŞİMİ

İletişim ve kitle iletişimi, tüm toplumsal alanlar gibi din alanında da önemli bir rol oy- namaktadır. Karmaşık olmayan sözlü kültürün egemen olduğu toplumlarda inanca dayalı ayinler ve iletişim, günümüzde de önemini koruyan yüzyüze iletişim formunda gerçekleş- miştir. Sözlü kültür döneminde çok tanrılı inançlar egemen iken, yazılı iletişim, kutsal ki- tapları ve tek tanrı anlayışını beraberinde getirerek, inancın karakterini değiştirmiştir. Sen- teze dayalı bir düşünce biçimine bağlı olan sözlü kültür yerini, formüle yönelim ve kesin olarak belirlenmiş formları içeren yazılı kültüre bırakmıştır. Matbaanın icadıyla gelişen Ti- pografik kültür ise, sunduğu geniş olanaklar ile soyut düşünmeye ve iletişimin analitik ka- rakterine yönelmiştir. Kutsal kitapların anadilde basılması ve geniş kitlelere yayılması ise, dinsel yorumun tekelini ruhban sınıfının elinden almış, dinsel yorumların demokratikleş- mesinin yolunu açmıştır. Ondokuzuncu yüzyılda başlayan elektronik kitle iletişimi ve onu izleyen yirminci yüzyılın dijital iletişim devrimi, kitle iletişim ve medya teknolojisinin hızlı gelişimini ve bilgisayar ağlarının yayılımına yol açmış; toplumsal ve kültürel değişim ve dönüşüme etki etmiş ve bu süreç diğer toplumsal alanlar gibi din alanını da etkilemiştir. Kitle medyası, din alanından bir haber üretim nesnesi olarak yararlandığı gibi din alanı da kendi içeriklerini iletmek, yaymak ve kolektif kimlik yaratmak için medyaya yönelmektedir. Din, medyadan iletilerini topluma iletmek, evrensellik iddiasını kabul ettirmek için yarar- lanmaktadır.

Din kavramı, 1990’lı yıllardan bu yana, Batı medyasında daha fazla yer bulmaya başlamıştır. Teolojik ve kilisenin içsel sorunları, kitle medyası için önemli haber konuları arasında yer 60 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM almamaktadır. Toplumsal açıdan önemli söylem ya da çatışma olması halinde kitle med- yası ilgi göstermektedir. Küresel ölçekte dinsel çatışmalar, kitle medyasının ilgi alanı içinde yer almaktadır. Ön planda ise, İslam dini ve kamusal alanı biçimlendirme çabaları yer almaktadır. Enformasyon üretimi, din alanının kendi motif ve içeriklerinden ziyade, olası toplumsal ve politik etkisi çerçevesinde yapılmaktadır.

Kitle medyasının içerik incelemeleri (Gaertner v.d.,2012;Hepp ve Krönert,2009), dinsel ko- nuları içeren haberlerin diğer olaylar gibi medyanın kurallarına göre tasarlanılarak sunul- duğunu ve içeriklerin daha çok dinsel güdülerle işlendiği ileri sürülen şiddet ve politik çatışmalara odaklı olduğunu göstermektedir. 11 Eylül 2001 tarihinde ABD’de İkiz Kulelere yönelik terör eylemi ve İŞİD’in Ortadoğu’da ve Avrupa’daki eylemlerine ilişkin haberler, bu çevrede değerlendirilmektedir.

Dinsel güdülü olduğu ileri sürülen şiddet, dinsel farklılıkların belirginleşmesi ve Avrupa’da cami inşa edilmesi ve başörtüsü tartışmaları, üretilen haberlerin içinde kapsamlı bir yere sahip bulunmaktadır. Çatışma çerçevesinde dinin kurumsallaştırılması, kamuoyunda yeni- den dikkate alınan bir büyüklük oluşturmasını da sağlamaktadır. Din alanına ilişkin haber üretiminde; diğer alanlar için de geçerli olan çatışma, tartışma, negatiflik, sansasyonalizm, skandal ve heyecan faktörlerinin yanında odaklandığı probleme ve toplumsal etki yaratma potansiyeline göre, yenilik değeri, önem, sürpriz ve elit kişi (din temsilcisi) yönelinen haber faktörlerini oluşturmaktadır.

Din ile politika ve ekonomi alanları arasındaki etkileşim incelendiği zaman ise; Batı’da Ortaçağ’da Kilise’nin devlet yönetimi üzerindeki etkisinin büyük olduğu görülmektedir. Reform, Rönesans ve Aydınlanma, bilim ve teknoloji alanlarındaki devrim gibi sanayi dev- rimi, Batı’da devletin uygulamalarının din alanının etkisinden uzaklaşmasını beraberinde getirmiştir. Böylece geçmişte din, politika için meşruiyet sağlama kurumu işlevi görürken, modern toplumların farklılaşması sürecinde ise, din ile devlet farklı işlevlere yönelmiş ve kendi işlev alanları içinde kalmaları, rasyonel olarak değerlendirilmiştir. Bununla birlikte dinin, bireylerin davranışlarının yanında ülkelerin politik kültürleri üzeride etkisi tamamen ortadan kalkmamıştır. Din, farklı kanallar arcılığıyla politika alanında yönlendirici ve etkili olabilmektedir.

Din alanı, politika ve ekonomi alanlarının aktörleri tarafından politik ve ekonomik amaç- larla işlevselleştirilmektedir. Politika alanı, dinden, toplumsal denetim aracı olarak yarar- landığı gibi ekonomik amaçlarla da araçsallaştırılabilmektedir. Bunu geçmişte ekonomik amacı belirgin olan Haçlı Seferlerinde belirlemek mümkün olduğu gibi günümüzde de çok önemli ekonomik gelir alanı olan enerji kaynaklarının kontrol edilmesi nedenli savaşlarda gözlemlemek olasıdır.

Geleneksel medyanın yanında yeni ve sosyal medya da dinsel hareketler tarafından etkin olarak kullanılmaktadır. Dinsel siteler, dine ilişkin bilgi ve yorumun yanında dine uygun olduğu ileri sürülen evlilik sitelerinden, sanal ortamda günah çıkarılmasına kadar geniş bir alanda etkinlik göstererek, dinin sanallaşmasına yol açmaktadır. Eşzamanlılık içinde karşılıklı etkileşime olanak sağlayan sosyal medyanın fikirleri ve inancı etkileme, harekete geçirme, dinsel ve siyasal çatışmalarda enformasyon kaynağı oluşturma potansiyeli vardır. Çatışma ve uzlaştırma potansiyelinin yanında politik ve idari sisteme müdahaleyi de olası MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 61 hale getirmektedir.

4-SONUÇ

Bu çalışma; Din Sosyolojisi Kuramsal Perspektifinin, modern toplumları analiz ve gündelik yaşamı biçimlendirme potansiyeline sahip bulunduğunu göstermektedir. Din sosyolojisi perspektifi, dinin medyada temsili, karmaşık ilişkilerin ve politik aktörler tarafından araç- sallaştırılmasının analizi için de sağlam argümanlar sunmaktadır.

Kitle medyası, farklı toplumsal alanlara ait konuları ele almakta ve kendi üretim ve dağı- tım tekniklerinin ve kurallarının gerektirdiği esasta işlemektedir. Pek çok toplumsal konu gibi dinin de medyanın ilgi alanına girdiği ve medyatikleştirilmesi eğilimi gözlendiği belir- lenmektedir. Din alanına ilişkin haberler, yalnızca dinsel nedenlerle değil, seküler neden- lerle de üretilmektedir. Din alanının aktörleri, kamusal yaşamda geniş bir alanda temsil edilmektedir. Dinsel haberlerin etkisi ise, aktörlere ve dini kurumlara toplumda yüklenen anlamına göre değişmektedir. Dinin cisimlendirilmesi, temsilcilerinin kişiselleştirilmesi yoluyla da yapılmaktadır.

Din, politika, ekonomi ve kitle medyası alanları karşılıklı olarak birbirlerini etkileme ve yön- lendirme çabası içinde bulunmaktadır. Bu nedenle aralarında tarihsel kökleri olan karma- şık ve karşılıklı etkileşime ve menfaate dayalı ilişkiler vardır. Bu alanlar amaçlarını gerçek- leştirmek için birbirlerini araçsallaştırmaktadır. Dinin ekonomileşmesi, politikleşmesi ve medyatikleşmesi ise, inançların politikleştirilmesine, popülerleştirilmesine ve dolayısıyla zayıflamasına yol açmaktadır.

YARARLANILAN KAYNAKLAR

- Berger, Peter (1973). Zur Dialektik von Religion und Gesellschaft. Elemente einer soziologischen Theorie. Frank- furt am Main: Fischer Verlag. - Comte,August (2001). Pozitif Felsefe Kursları. Çeviren: Erkan Ataçay. İstanbul: Sosyal Yayınlar. - Durkheim, Émile (1981). Die elementaren Formen des religiösen Lebens. am Main: Suhrkamp Verlag. - Gaertner, Christel; Gabriel, Karl; Reuter, Hans-Richard (2012). Religion bei Meinungsmachern. Eine Untersuc- hung bei Elitejournalisten in Deutschland. Wiesbaden: VS Verlag für Sozialwissenschaften. - Hepp, Andreas; Krönert, Veronika (2009). Medien – Event – Religion. Die Mediatisierung des Religiösen. Wies- baden: VS Verlag für Sozialwissenschaften. - Luckmann, Thomas, (1991). Die unsichtbare Religion. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag. - Marx, Karl; Engels, Friedrich (1987). Über Religion. : Dietz Verlag. - Simmel, Georg (1995). Die Religion. Frankfurt am Main: Suhrkamp Verlag. - Weber, Max (1980). Wirtschaft und Gesellschaft. Grundriss einer verstehenden Soziologie. Tübingen: Mohr Sie- beck Verlag. - Weber, Max (2004). Die protestantische Ethik und der Geist des Kapitalismus. München: C.H.Beck Verlag. 62 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM

GAZETELERİMİZİN İÇTENLİKSİZ VE/VEYA ZAMANIN RUHUNU YANSITMAYAN RAMAZAN YAYINLARI

Muhsin METE

Öyle zamanlar vardır ki, kadrini bilenlere nurlu kapılar açarlar. Ramazan ayı rahmet ve mağ- firet kapılarının sonuna kadar açıldığı kutlu zamanların başında gelir. Bu ayda tutulan oruç, Yüce Yaratan’a yakınlaşmaya en güzel ve bereketli vesilelerden biridir. Ruh ve beden sağ- lığımızı olgunlaştırmanın yanısıra toplumsal sorumluluklarımızı idrak etme de Ramazan ayıyla güçlenir. Böylelikle bu ayda takva dairesine girme fırsatı kat be kat artar. Hadis-i şerifle müjdelendiği üzere,”Oruç günahlara karşı bir kalkandır.”

Pek çok hikmet ve faydaları olsa da, müminler orucu yalnızca Allah’ın emri olduğu ve ne- ticede O’nun rızasına kavuşturduğu için eda ederler. Cenab-ı Allah,”Oruç dışında insanın her ameli kendisi içindir. Oruç ise, benim içindir ve mükâfatını da ben vereceğim.” Buyur- maktadır.

Müslümanlığımızın temel dayanaklarından biri olan Ramazan ve Oruç hicretin ikinci yılın- dan itibaren müminlere farz kılınmış, o tarihten bu yana inananların manevî kabullerinin baş sırasında yerini almış, hac ibadeti gibi ümmet bilincini besleyen hususlardan biri ol- muştur. İslâmla şereflendiğimizden bu yana Ramazan ve Oruç bizim kişisel ve toplumsal hayatımızda inananlarca hep baş tacı edilmiş, sosyal ve kültürel hayatımızda karşılığını bulmuş, hatta sanatımıza yeni ufuklar kazandırmıştır. Bu fonksiyonu bugün de farklı teza- hürleriyle devam etmektedir. Mustafa Kutlu’nun veciz ifadesiyle bu ayda “Kalbimizin paslı kilidi açılıyor” ve “Merhamet sağanak gibi boşalıyor.” Mustafa Kara ise, Ramazan’ı “gönül tiryakiliği” olarak niteliyor.

Ramazan selamlaması mahiyetindeki bu giriş cümlelerinden sonra asıl konumuza geçelim. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2013 yılında gerçekleştirdiği “Türkiye’de Dinî Hayat Araştır- ması”na göre; Türkiye genelinde “Sağlığım elverdiği sürece Ramazan ayında oruç tutarım” diyenlerin oranı %83.4’tür. Bu oran yaşanan laiklik sürecine rağmen toplumumuzun dinî hassasiyetinin diri kaldığını ifade etmektedir. Dolayısıyla inanç yönü bir tarafa, toplumsal olgu olarak medyanın kayıtsız kalamayacağı bir gerçeklikle karşı karşıyayız. Medyamızca bu gerçeklikle yüzleşme, kendi tabiatına uygun olarak, daha çok çarpık bir bakış açısıyla dün- den bugüne pek değişmeden süregeldi. Bundan böyle de değişeceğine dair hiçbir emare görülmemektedir. Bakara Sûresi’nin 18.âyetinde âdeta bu tutuma işaret edilmektedir:”Sa- ğırdırlar, dilsizdirler, kördürler. Artık (Hakk’a) dönmezler.”

Yine sözünü ettiğimiz araştırmaya göre, insanımız dinî bilgi edinme kaynağı olarak yaklaşık olarak %50 oranında televizyon ve radyo programlarından yararlandığını belirtmektedir. Buna karşılık televizyonlardaki Ramazan programlarını her yüz kişiden sekseninin izleme- diği yönünde bir sonuçla karşılaşıyoruz. Çelişkili gibi görünen bu durum iftar ve sahur saatlerinde yemek yeniyor ve namaz kılınıyor, dolayısıyla düzenli olarak televizyon izlene- miyor şeklinde yorumlanabilir. Aynı durumun benim için de geçerli olacağı düşüncesiyle televizyon kanalları yerine gazetelerin Ramazan sayfalarını mercek altına almayı tercih ettim. Zaten Ramazan yayıncılığımız gazetelerle başlamış olup, televizyonlara da model olmuşlardır. Gerçi son yıllarda tersine bir gelişme yaşanmakta, ekranda şöhret olanlar ga- MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 63 zetelerde de boy göstermektedirler. Ramazan sayfalarında başköşe onlara ayrılmaktadır. Gazetelerimizin Ramazan yayınlarını değerlendirmede temel kıstasımız, “Ameller niyetlere göredir” hadis-i şerifi olabilir düşüncesindeyim. Malûm niyet, bir işi Allah rızası için yap- mayı kalbimizden geçirmemizdir. Kalbe, dille ve diğer organlarla yapılanları ekleyebiliriz. Sonuçta ihlas ortaya çıkar veya çıkmaz. Yapıp ettiklerimiz Rıza-yı Bari içinse amenna, dün- yevî çıkar içinse niyetimiz bozuk demektir. Gazetelerimizin yıl boyu ve hususen Ramazan yayınlarına baktığımızda sahih bir niyetle yola çıkıldığı bir hayli su götürür.

Amellerimizin salih olması ilk şart olmakla beraber, sağlıklı bir İslâm düşüncesine, hatta duygusuna sahip değilsek farkında olmadan da yetersiz ve yanlış işler yaparız. Yalnız gaze- telerimiz değil, genel anlamda ülkemizde kitle iletişim araçlarının kullanımında karşılaştı- ğımız tablo budur. Bunun altında yatan temel saik medya yöneticileri ve çalışanlarının din karşısındaki tutumlarıdır. Tanzimat yıllarında gazete ile başlayıp; dergi, radyo, televizyon ve internetle devam eden iletişim serüvenimizde yaşadığımız medeniyet ve kültür deği- şimlerinin doğurduğu değer erozyonu bizi bir inanç çözülmesinin girdabına sürükledi ve bunda da sıraladığımız iletişim araçları başrolü oynadı. Bu çözülme bir derece kaybı olarak değil, âdeta mahiyet bakımından bir kayba uğrama şeklinde tezahür etti. Yani madde-mâ- na dengesi, madde lehine altüst oldu. Yetkin tarihçimiz Ahmet Yaşar Ocak bu duruma şu teşhisi koyuyor:”Türkiye’de laiklik anlayışının bir bakıma ‘anti İslamizm’ şekline sokulması, İslam’ın kültürel boyutunun da elit kesimin gündeminden dışlanmasına sebebiyet vermiş, dolayısıyla elit kesimde İslam hakkında sağlıklı bilgilenmenin önünü kapamıştır.”

Cumhuriyet döneminde devlet politikası olarak dinin karşısına pozitivizmi koyma talihsiz- liği özellikle yönetenler bağlamında dinî bağların büsbütün çözülmesini doğurdu. Uzun yıllar Türk Ocakları Genel Başkanlığı yapmış, Türk Milliyetçiliği fikriyatının önde gelen isim- lerinden Nuri Gürgür bu yabancılaşmanın fotoğrafını net olarak çekiyor. Diyor ki:”(Pozi- tivistlere) göre, ‘din avamın ilmi, ilim havassın (seçkinlerin) dinidir.’ Esasen bütün dinî inançlar, metafizik anlayış çağdışı kalmış hurafelerdir. Din ile bilimin uzlaşması mümkün olmadığından, tek hakikat kaynağı deney ve gözlemlemeye dayalı ‘bilimsel bilgi’dir. Moder- nleşmek ve çağdaşlaşmak için her türlü inançtan arındırılmış deneysel bilimin yol gösteri- ciliğinin dışında hiçbir rehbere ihtiyaç olmayan radikal yöntemler izlemek gerekir. Bu kesimlerin toplumu kendi zihniyet dünyalarına göre yapılandırma girişimleri, geniş kesimlerle inanç bağlamında zıtlaşmalara, ayrışmalara ve uzlaşmazlığa yol açtı. Seçkinler bunun nedenlerini doğru algılamak, anlamlandırmak yerine, kutsalları konusunda hassas olan halkı cahillikle, bilgisizlikle suçlamak gibi bir kolaycılığı tercih ettiler.”

İslâm’la, dinle barışık olmadığı halde tabir-i caizse suyun akarına gitmeyi gerekli görenler, Ramazan yayıncılığını içtenliksiz bir şekilde yapanlar bir tarafa, din ile kutsalla barışık, Ra- mazan dışında da bu hâli yayınlarına yansıtan gazeteler bağlamında bir başka problematik göze çarpıyor. Bir cümle ile söylemek gerekirse, zamanın ruhunu yansıtmayan Ramazan yayınları yapıyorlar. Böylelikle hem dinin hayatımızı tanzim eden yönünü güçlendirmiyor- lar, hem de olması gereken bir din algısı oluşturmuyorlar. Sağlıklı bir din algısı oluşturma çabası içinde olmamakla, inançlı kesime yeni bir ufuk kazandırılamadığı gibi, dinle bağı kopmuş ya da azalmış olanlara da farklı bir pencere açma şansı yitirilmektedir. Belki de asıl kayıp burada olmakta, inancımızın gereği olan kalblerin ısındırılması ihmal edilmektedir. Bunda büyük ölçüde yayınların ehliyetsiz ve vukufsuz kişiler üzerinden yapılması rol oyna- maktadır. Ramazan sayfalarının ana aktörleri önemli ölçüde anakronik bir zihniyetin sözcü- 64 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM leri olarak öne çıkıyorlar. Gelecek inşasına dönük bir kavrayış, sistemli bir düşünce ortaya koymak bir yana, yaşadığımız günlerin din anlayışını yorumlamada da yetersiz kalıyorlar. Büyük ölçüde popülariteye râm olmuşlar, tiraj değirmenine su taşımakla meşguller. Ayrı- ca, bu işte manevî kazanç beklenirken, maddî kazancın başka alanlardaki ‘yıldız’ isimlerle yarışır bir kerteye geldiğinden söz ediliyor. Bu yönüyle ne yazık ki, zamanın çarpık ruhunu temsil ettikleri akla gelmektedir.

Oysa, âyet ve hadislerle Müslümanlar tefekkür etmeye davet ediliyorlar. Özellikle Rama- zanın tefekkürün en yoğun yaşandığı bir ay olması beklenir. Çünkü, bu ay Müslümanların dinî hassasiyetlerinin arttığı, uhrevî olanın daha bir hatırlandığı zaman dilimidir. Zahirî olarak bu hâl önemli ölçüde yaşanmaktadır. Fakat, dinin bâtınını kavramaya, Müslüman- ları düşünmeye, dünya-ahiret dengesini idrak etmeye dönük yeterince yayın yapıldığını söyleyemeyiz. Bunu yapmak yerine değişmeyen bir Ramazan sayfası kalıbı hemen her yıl tekrarlanıyor. Gazeteler bazında da bakacağımız bu kalıbın omurgasını günümüz dinî ger- çekliğinden daha çok düne ait Ramazan nostaljisi oluşturuyor. Menkıbeler, fıkralar,tarihî kıssalar bir hayli yer tutuyor. Dini özellikle menkıbevî bir bakış açısıyla sunmak tasavvuf kaynaklı evliya kültünü anıştırmakla beraber, duygulandırmayı, bu yolla bir hassasiyet do- ğurmayı önceleyen bir kolaycılığı ifade etmektedir. Göze ve kalbe yönelik mesajlar insan psikolojisi gereği daha etkili olmaktadır. Maalesef bu seçimle dinimizin emrettiği aklet- mek, fikretmek ikinci planda kalmaktadır. Bu anlayış inananları edilgen kılar. Bu hâli iç- selleştirenler, zulme ve kötülüklere karşı, değerli mütefekkirimiz Nurettin Topçu’nun kav- ramlaştırdığı ‘isyan ahlâkı’nı ruhlarında hissedemezler. İslâm’ın iman, ibadet ve ahlâkın yanısıra sosyal, ekonomik ve kültürel boyutunu da, bu boyutun doğurduğu sorumlulukları hayatlarına geçiremezler. Dolayısıyla bir Müslüman kimliği edinemezler. Dinin hakikatini ve hikmetini kavramaktan uzaklaşarak, değerlerine yabancılaşma ve yozlaşma tehlikesiyle karşılaşabilirler. İlâhi aşktan uzaklaşabilirler. Aşk ile yapılmayan hiçbir eylem ruhumuzdan iz taşımaz, kabukta kalır. Allah’ın isimleriyle süslenmek aşksız olmaz. Herkesten beklene- mez ama, Hakk’ın celâl ve cemâlini müşahede ederek marifet sahibi olmak, yani hakikat arayıcısı olma yolunu seçmek ancak bir üst idrakle mümkün olabilir. Bunun fitilini ateşle- mek bir hedef olarak önümüzde durmaktadır.

Genel anlamda tasvir etmeğe çalıştığım Ramazan olgusunu, özele yani konumuza geçerek, gazeteler bağlamında gözlemlemeye çalışalım. Öncelikle şunu belirteyim, eksiksiz bütün gazeteleri ele almak yerine, Ramazan’a bakışı yansıtacak sayıda ve 25 Temmuz 2014 tarihli gazeteleri baz alarak Ramazan-Gazete ilişkisi kurmayı tercih ettim.

Gazetelerimizin tamamına yakını şu yada bu sebeple ve ölçüde Ramazan yayını yapmak- tadır. Ramazanı görmeyen, beni ilgilendirmiyor diyen dört gazete oldu:Aydınlık, Bir Gün, Cumhuriyet ve Taraf. Taraf diğer üç gazeteden farklı olarak namaz vakitlerine de yer vermi- yor. Din karşısındaki tutumlarının gereğini yapan, açıkcası iki yüzlülük yapmayan bu gaze- teleri anlamlandırmakta zorluk çekmeyiz. Hatta yayın çizgileri açısından tutarlı bulabiliriz. Müslüman halkımızla aralarına bir perde çekmişler, sonucunu da yaşıyorlar. Bunları tercih- leriyle başbaşa bırakıp diğer gazetelere bakalım.

Akşam gazetesi 11.sayfasını Ramazan’a ayırmış. Sayfanın başlığı “On bir ayın sultanı Rama- zan”. Ramazan aylarında en çok karşılaştığımız ibarelerdendir bu başlık. Yalnız gazete say- falarında değil, Ramazan’a özgü bir sanat biçimi olan mahyalarda da karşımıza çıkar. Çoğu MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 65 kez önüne bir de “hoş geldin” lafzı eklenir. Hürriyet de bu başlığı kullanmış. Akşam’ın Rama- zan sayfasını iki akademisyen üstlenmiş:Prof.Caner Taslaman ve Yard.Doç.Emre Dorman. Sayfa daha çok dinî konularda yazılarla oluşturulmuş. Ve hemen bütün Ramazan sayfaların- da karşımıza çıkan İl İl İmsakiye’ye yer verilmiş. İmsakiye, mahya gibi Ramazan’ın olmazsa olmazı. Gazeteler bir yana pek çok kuruluş hem bir kimlik ortaya koyma, hem de reklam vasıtası olarak imsakiye bastırmaya önem vermekte. Müslümanlığımızın tezahürlerinden biri diyebiliriz.

Akşam’ın Ramazan sayfasında çeyrek sayfa da reklam yer almakta. Reklam alınmasaydı kimi gazetelerimiz Ramazan sayfasına yer verirler miydi? Diye sorulabilir. Verilen reklamlar daha çok gıda, yemek içmek ile ilgili. Reklam dışında da, gazetelerin Ramazan sayfaların- da Günün Menüsü gibi başlıklarla iftar ve sahur için yemek önerileri ihmal edilmiyor. Bu konuda ilginç bir yayına, sosyalist ideolojiyi benimsemiş, Evrensel gazetesinde rastlıyo- ruz. Aktüalite mantığı ile oruçla ilişkilendirerek şöyle bir hatırlatmada bulunuyor:”Oruçtan bayrama yumuşak geçiş yapın, her ikrama evet demeyin, yalnızca bir porsiyon tatlı yiyin.” Bu tür yayınlar Oruçla bağdaşmayan bir olgu olarak nitelenebilir. Nurettin Topçu orucun ruhu, nefs ve bedene esir olmaktan kurtardığını söyler. Mustafa Kara ise, orucu bedenin zekâtı olarak görür. Yeme içmenin en aza indirilerek nefsin terbiye edilmesi, maddî-manevî dünyevî kirlerden arınmanın bir fırsatı olarak telakki edilmesi beklenen bu ayda, tüketim çılgınlığının başta gelen aracı olan reklam pişmiş aşa su katmak gibi duruyor. Zıtları bir araya getirin denilse, nefsi dizginleyen oruçla, azdıran reklam akla gelebilir.

Bugün gazetesinde Ramazan başlığı ile bir sayfa hazırlanmış. Hemen her Ramazan sayfa- sında yer alan âyet, hadis ve dua yayınlama burada da görülüyor.

Güneş gazetesi bir zamanlar medyum olarak şöhret bulmuş, şimdilerde “hoca” sıfatını kul- lanan bir isimle, Memiş Hoca ile ‘farklı’ olmayı amaçlamış. Bu farklı bakış sayfadaki yazılara da yansıyor. “İyiliğin karşılığı ancak iyiliktir.” “insanlara teşekkür etmeyen, Allah’a şükret- mez.” gibi başlıklar taşıyan yazılar dikkat çekiyor. Ramazan Manileri’ne yer verilmesi de ayrı bir farklılık.

Haber Türk’ün Ramazan sayfası diğer gazetelerinkinden ayrışmaktadır. Ülkemizde tarih denince akla gelen ilk isimlerden olan Murat Bardakçı evvelce Hürriyet’te hazırladığı Ra- mazan Çadırı’nı yeni gazetesine taşıyarak sürdürmekte. Tarihe yaslanan sayfa, din bağla- mında olmaktan ziyade, Türk-İslâm Medeniyeti’nin kültür ve sanat yansıması olarak öne çıkmaktaydı. Televizyondaki Ramazan programlarıyla sempati toplayan Profesör Mustafa Karataş’ın katılımıyla bu eksiği de giderilmiş oldu. Karataş hem yazı yazıyor, hem de so- ruları cevaplıyor. Az Bilinen Minyatürler, Hattın Üstadları, Eski İftar Soframız, Hayal Olan Fotoğraflar Bardakçı’nın zengin arşivinin sayfaya kattıkları.

Hürriyet din ile ilgili yayınlarında mevzi kaybeden gazetelerin başında gelmektedir. Bir za- manlar Yirmisekiz Şubat süreci ile üstlendiği misyonla öne çıkartılan Yaşar Nuri Öztürk’ün Cuma günleri yazdığı, Murat Bardakçı’nın Ramazan sayfası hazırladığı Hürriyet, âdeta oku- yucusuyla ters düşmemek saikiyle, âdet yerini bulsun kabilinden cılız bir Ramazan sayfası ile yetinmekte. Çizgisine uygun bir ilâhiyatçıyı, Prof. Hasan Onat’ı işin içine katarak büs- bütün küme düşmemeyi hedeflemiş olduğu söylenebilir. Gazetenin bir farklı yanı şehir eklerinde de Ramazan’a yer vermesi. 66 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM

Sayıları az olsa da kimi gazeteler yalnız Ramazan’da değil, her zaman, özellikle de Cuma günleri dinî yayın yapıyorlar. Millî Gazete, Türkiye ve Zaman gibi. Millî Gazete dini referans alan bir partinin yayın organı olarak bu konuda en önde gelen gazete olarak nitelenebilir. Yazı kadrosunda sadece din konusunda yazan bir de yazar bulunduruyor:Mehmet Talu. Ayrıca, gazeteciliğimizin en dikkat çekici yazarlarından Mehmet Şevket Eygi de bu gazetede ekseninde din olan yazılar yazmaktadır. Ramazan’da dört sayfalık yayınıyla bir gazeteden beklenenin fevkinde bir hassasiyet göstermektedir. Gazetenin bu hassasiyeti takdire değer olsa da, zamanın ruhunu yakaladığı ve bugüne yeterince tekabül ettiği, Eygi’nin yazılarını dışta tutarsak, herhalde söylenemez.

Ramazan sayfası dikkat çeken gazetelerden biri de Milliyet’ti. Gazete bel- ki de ilk kez yayın çizgisinin dışında bir isme, Ali Rıza Demircan’a emanet etmiş- ti sayfasını. Televizyonlarda dinî konuların tartışıldığı programlarda genel kabul görmüş dinî bilgileri sarsan yorumlarıyla tanınan Demircan Hoca, gazetede de bu tu- tumunu sürdürmüş, kendisine sorulan sorulara ezber bozucu cevaplar vermiştir. İki ör- nek:

Ölmüş kişinin ruhuna Kur’an okunur mu? Cevap:Dinimizde böyle bir uygulama yok.

Kabirde Yasin okunursa kabul olur mu? Cevap:Böyle bir görevimiz yok. Kabirlerin başında ölülerimiz için dua edebiliriz.

Tirajının yüksekliği ve farklı içeriğiyle belki de en ilginç gazetemiz olan Posta Ramazan sayfasıyla da sıra dışı olmanın örneğini teşkil etti. Sayfada “Hazırlayanlar tarihçi baba-oğul Rüknü-Barış Özkök” yazmaktaydı. Bu isimlerin kimliğinden çok “baba-oğul” olmaları öne çıkarılmaktaydı ve bu gazeteye özgü bir yayın yönetiminin ipuçlarını vermekteydi. Tarih ağırlıklı, fakat bir Ramazan sayfasında bulunması alışılagelen hemen her konu dinî kültürü zenginleştiren bir yaklaşımla ele alınmaktaydı.

15-20 yıldır medya bağlamında din olgusunun en parlak ismi herhalde Prof.Nihat Hatipoğ- lu’dur. Sultanahmet Meydanı’nı sahur vaktinde dolduran ve vecdle kendisini dinleyen belki onbinlere varan dinleyici kitlesi nasıl bir ‘din yıldızı’ ile karşı karşıya olduğumuzun göster- gesiydi. Kur’an’dan kıssalar ve menkıbeler üzerine inşa edilen etkili anlatımıyla, bende Va- tikan televizyonunda örneklerini gördüğümüz vaaz üslûbunun Müslüman versiyonu algısı doğurmuştur. Şüphesiz kendi tarzında bir başarı örneğidir ve bunun karşılığını maddî-ma- nevî fazlasıyla almaktadır. Sabah gazetesi yayın grubunun TV kanalı atv’deki programlarıyla reyting devşiren Hatipoğlu’na Ramazan sayfası hazırlatarak kolayca bir adım öne geçme fırsatını yakalamıştı.

Sözcü’nün Ramazan sayfasını Ramazan Güntay hazırlamıştı ve alışılmışın dışına çıkmayan bir sayfaydı. Muhafazakârlık karşıtı bir gazetenin konuya tam sayfa ayırması, belki de tiraj kazanma veya kaybetmemenin nasıl içerik belirleyici bir rolü olduğuna bir örnek olarak öne çıkmaktaydı.

Star gazetesi iki sayfalık Ramazan yayını ile yarışta geride kalmama, okuyucusun beklen- tisini karşılama çabası içinde oldu. Star’ın Ramazan yıldızı televizyonlarda rağbet gören Necmettin Nursaçan oldu. Hoca ‘orta yol’un tam temsilcisi olarak soruları cevapladı. Ga- MEDYA-DİN VE İLETİŞİM 67 zeteyi incelediğim gün Prof.Hayri Kırbaşoğlu’nun bir yazısı vardı ve yazının başlığı “Müslü- manlar yeniden Müslümanlaşmalı” idi. Yaygın din algısı ve uygulamasına en eleştirel tavır takınan Kırbaşoğlu’nun da Nursaçan ağırlıklı bir sayfada yer bulması dikkat çekiciydi.

Son yıllarda televizyon programları ve kitaplarıyla öne çıkan, bu yönüyle Nihat Hatipoğ- lu’na rakip olabilecek isim Fatih Çıtlak oldu. Genç yaşta dinî müktesebatını bir hayli geliş- tiren, üstelik şeriat ilimlerinin yanına tasavvuf ve hikmeti yetkin ve televizyon diline uygun bir tarzda ekleme başarısını gösteren, bu yanıyla da bir boşluğu dolduran Çıtlak, Posta gibi çizgi dışı bir gazete hüviyeti ile öne çıkan Takvim’e yeni bir aşı sağlamış oldu hazırladığı Ra- mazan sayfası ile.

Bir cemaat gazetesi olarak yayın hayatına başlayan Türkiye başlangıçtan bugüne cemaati- nin beklentilerini karşılayan bir yayın gerçekleştirme çabası içinde oldu. Orta sayfalarını dinî yazılara ayırarak bir anlamda dini merkeze aldığını ihsas edegeldi. Bunu yaparken menkıbevî din anlayışının, evliya kültünün yaşatıcısı olma cehdini benimsedi. Bu tutum bilahare kurulan TGRT’de de devam etti. Bu değirmene su taşıyan pek çok isim gazete ve televizyondan geldi geçti. Şimdilerde önde gelen isim olarak Prof.Ramazan Ayvalı’yı görü- yoruz. Gazetenin Ramazan sayfasında İstikamet başlığı ile yazdıklarıyla irşat mercii görevi- ni sürdürüyor. Gazetenin benimsediği söylem Menkıbeler, Yolumuzu Aydınlatanlar, Gönül Sultanları başlıklarıyla yazılan yazılarla karşımıza çıkıyor.

Vatan gazetesi yayın çizgisine tetabuk eden eski bir ilâhiyat profesörü olan Beyza Bilgin’i odağa yerleştirerek hazırladığı Ramazan sayfası ile bir taraftan yaşanan olgunun dışında kalmamayı benimsemiş, diğer taraftan seçtiği isimle dinle arasındaki mesafeyi muhafaza etmekten vazgeçmemiş.

Yeni Akit yayın anlayışını yansıtan iki sayfalık Ramazan yayını ile şeriat esaslarına bağlılığı- nı daha yoğun olarak okuyucusuna aktardı.

Yeni Mesaj bir cemaat gazetesi olarak, âdeta kapalı devre bir yayıncılığı sorun etmeyerek bir varoluş organı olarak Ramazan’da da aynı minval üzre yayınına devam etti. Her zaman olduğu gibi yayının merkezinde onsuz olmaz diyebilecekleri Haydar Baş vardı. Benim bak- tığım günkü yazısının başlığı “Musafaha ile günahlardan kurtulun” idi. Bu ölçüde kolay- laştırıcı az bulunur. Gazetede ve Baş’ın konuşmalarında göze çarpan bir başka husus, ehl-i sünnet çizgisi yerine Caferî’liğin öne çıkarılıyor olması.

Yeni Şafak’ın Ramazan sayfası ile ilgili iki hususa işaret edelim. İlki fetva mercii olarak geniş kabul gören Hayrettin Karaman’ın varlığı, ikinci husus diğer gazetelerde rastlama- dığımız ölçüde İslâm’ın ve Müslümanların aktüel meseleleriyle yakından ilgilenme ve bir islâmî bilinç oluşturma çabası. Benim baktığım gün sayfada ağırlıklı olarak Gazze’ye İsrail saldırısı ‘müminler kardeştir’ ve kardeşimize yapılan saldırıyı bize yapılmış gibi görmeliyiz bağlamında ele alınıyordu. Bu çaba zamanın elinden tutan bir çaba ve takdir edilecek bir yayın sorumluluğu.

Yurt sosyalist çizgide yayın yapan ve iktidar karşıtlığını âdeta bir ‘dogma’ haline getiren bir gazete. Bir zamanlar ‘amiral gemisi’nden inmeyen Yaşar Nuri Öztürk, miadını doldurunca bu gazetede arz-ı endam etmeye başladı. Tirajı ve kıymet-i harbiyesi son derece düşük olan 68 MEDYA-DİN VE İLETİŞİM bu gazetede Ramazan sayfası bu kâzip şöhret üzerinden kurgulandı. Bu Ramazan Başka Ramazan başlığı ile Müslümanlarla yolunu ayırmayı şiar edinen bir zihne âdeta atıfta bulu- nuluyordu. Kendini “çıplak uyarıcı” olarak lanse eden Öztürk, yazıları ve sorulara cevapları ile kendince uyarmayı sürdüregeldi.

Zaman gazetesi ile gazete turumuzu tamamlayalım. Bu gazete Ramazan’ı dört sayfalık ya- yın ile ihya etme yolunu seçenlerdendi. Ayrıca, Ramazan dışında da Cuma günleri özel bir ek vermekte. Sahip olduğu geniş ağı kullanarak yurt içi ve dışı Ramazan etkinliklerinin de yer aldığı bir yayın anlayışı ile düne ve bugüne ayna tutmak amaçlanmıştı. Tabiî Bediüz- zaman ve Gülen’i merkeze alan, risale-i nurların bakış açısı da ihmal edilmemişti. Diğer gazetelerden bir farklı yanı da, görselliğe verilen önem. Batılı dergilerden tevarüs edilen illüstrasyon ile fotoğraf bu görselliğin ana malzemeleri oldu.

Gazetelerimizin Ramazan sayfalarında edebiyata ve edebiyatçılarımıza yer verilmediğini hayretle karşıladım. Bu sayfalara edebî zevkin yansıması ile farklı bir ruh kazanılmış olurdu. Bu konuda edebiyatımızın önde gelen isimlerinden Rasim Özdenören’in şöyle bir tesbiti olmuştu 2013’te:

“Nasıl olup ta bir Ramazan günü gündelik yaşantımızın işlevsel bir parçası olarak ele alına- mıyor edebiyatımızda. Çünkü, Müslümanca yaşantıya ilişkin bir paradigma egemen değil yaşantımızda.” Paradigma malûm, inançlar, kurallar, değerler ile kavramsal-deneysel araç- ların tümüne verilen isim.

2013’ten 1920 yılına dönelim ve dönemin gazetelerinde edebiyatçılarımızın Müslümanca yaşantıya nasıl tercüman olduklarından kısa bir örnek verelim. Yakup Kadri Karaosmanoğ- lu 14 Haziran 1920 tarihli İkdam gazetesinde “Veda Geceleri Yahut Bir Neslin İtirafları baş- lıklı yazısında şunları yazmıştı:

“Elveda ey ramazan elveda. Asır bizi aldattı, sen bize küstün. Hâlimiz ne olacak? Nerede şifa, nerede gufrân bulacağız? Bu yıl milyonlarca Müslümanın gözlerinden çeşmelerden akan sular gibi yaşlar boşanıyor. Senelerden beri milyonlarca Müslümanın damarlarından oluk oluk kan aktı. Bu yaşlar, bu kanlar günahlarımızı silmeye hâlâ kâfi gelmiyor mu?”

Son sözlerimizle konuyu bağlayalım. Ramazan ayında yazılı ve görsel medyanın yayınları Medya ve Din ilişkisinin en dikkat çekici göstergelerinden olmaktadır. Bu yayınlar değer- lendirilerek medyanın dine karşı tutumunun fotoğrafı net olarak görülebilir. Bu fotoğrafta göze çarpan husus yayınların bir kısmının gönülsüz/içtenliksiz yapılıyor olması, böyle ol- mayanların da büyük ölçüde zamanın ruhunu yansıtmayan, alışılmışın dışına çıkmayan yayınlar olması. Farklı gibi görünen iki yayın anlayışı da fikirsiz, derinliksiz ve ruhsuz bir medya gerçekliğinin birer versiyonu olmanın dışına çıkamamaktadır. Amaç, daha çok seyir- ci veya okuyucu kazanmak olmakta, böylelikle niteliğin yerini nicelik almaktadır. Dünyevî çıkarlar din üzerinden elde edilmeğe çalışılarak, din gerçekliği de bilerek veya bilmeyerek çarpıtılmakta, yanlış bir Müslümanlık anlayışı yaygınlaştırılmaktadır. Medya okur-yazarlığı donanımına sahip olmayan geniş bir seyirci veya okur kitlesi ne yapıldığının farkına bile varamamaktadır. MEDYA-DİN VE SİYASET 70 MEDYA-DİN VE SİYASET

İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ VE AYRIMCI ÖNYARGI ARASINDA: CHARLİE HEBDO ÖRNEĞİNDE BİR NEFRET SÖYLEMİ TARTIŞMASI

Prof. Dr. Bekir Berat ÖZİPEK

İnsan hakları ile ilgili tartışma konulardan birisi, “nefret söylemi”nin hukuki olarak suçlaş- tırılıp suçlaştırılmaması konusunda somutlaşmaktadır.

Başta liberteryenler olmak üzere, nefret söyleminin suç haline getirilmesine sıcak bakma- yanlara karşı çıkanların en fazla müracaat ettikleri argümanların başında, bu tür ifadelerin, etnik, dini, siyasi, kültürel, cinsel ve başka türden kimlik özellikleri bakımından geniş top- lumun dışında kalan bireylere yönelik şiddete kaynaklık edebilme potansiyeli gelmektedir.

Bu çalışmada, ifade ile şiddet arasında kurulan nedensellik ilişkisinin ahlaki ve mantıksal geçerliliğine ilişkin tartışmadan bağımsız olarak, nefret söylemi yönündeki argümanın, onu dile getiren bazı çevreler açısından Charlie Hebdo’nun yayınları bağlamında da aynı ölçüde geçerli olup olmadığı tartışılacaktır.

Geçerlilik düzeyleri arasındaki farkın, aynı zamanda ayrımcı önyargının düzeyi hakkında da bilgi verici olduğu tespitini yapmak mümkündür.

Nefret söyleminin hukuki olarak cezalandırılmasını savunan bazı kişi ve örgütlerin bu ko- nudaki tutumları örneğinde, ayrımcı önyargıya ve dolayısıyla insan hakları ihlallerini kolay- laştıran zihniyet ve perspektif sorununa ışık tutulmaya çalışılacaktır.

A. Nefret söylemi kavramı

Günümüzde insan hakları savunucuları arasında yaygın bir kabul gören ve pek çok ülkede pozitif hukukun bir parçası haline gelen nefret söylemi:

(ı)rkçı nefreti, yabancı düşmanlığını, Yahudi düşmanlığını veya azınlıklara, göçmenlere ve göçmen kökenli insanlara yönelik saldırgan ulusalcılık ve etnik merkezcilik, ayrımcılık ve düşmanlık şek- linde ifadesini bulan, dinsel hoşgörüsüzlük dâhil olmak üzere hoşgörüsüzlüğe dayalı başka nefret biçimlerini yayan, kışkırtan, teşvik eden veya meşrulaştıran her türlü ifade biçimi1

olarak tanımlanabilir.

Nefret söylemi kapsamında değerlendirilecek fikirlerin çoğu, suç ile bağlantısının ötesin- de, ahlakî olarak kınamayı hak eder2. Ancak bu durumun onlara yönelik yasağı meşrulaştır- mak için yeterli olacağı sonucuna varmak aynı ölçüde kolay değildir.

1 Anne Weber, Nefret Söylemi El Kitabı, Avrupa Konseyi Yayınları, Ankara, 2009, ss. 3-4. 2 Ancak bunu tespit etmek başkadır, buradan yola çıkarak bir hukukî kural önermek başka. İş ikincisine geldiğin- de, bir insan hakları savunucusunun temkinli olması için çok sebep vardır. Ancak nefret ile sonrasında işlenen suç arasında, rahatsız edici veya ahlak dışı bir bağlantının varlığını ne kadar güçlü bir biçimde sezersek sezelim, bunun aynı ölçüde gösterilebilir ve hukukî bakımdan kanıtlanabilir bir ilişki olduğunu söylemek kolay değil. Bkz. Bekir Berat Özipek, “Akıntıya Karşı Kulaç Atmak”, Altüst Dergisi, http://www.altust.org/2013/06/akintiya-karsi-ku- lac-atmak/ MEDYA-DİN VE SİYASET 71

“Bir kişinin ifadesinin veya eyleminin ardındaki motivasyonu asla bilemeyiz” diyor Melissa Suarez, “bu yüzden de, suçun ardındaki düşünceyi cezalandırmaya yönelik yasalar, özgür bir toplumda tehlikeli ve uygunsuzdur.3” “Nefret suçlarındaki gizli nefret” başlıklı makale- sinde Lowell Ponte de, bu tür kuralların muğlaklığına ve adalete ilişkin objektif standart- lardan çok kurbana duyarlı bir yaklaşıma dayandığını savunur. Ona göre, bu tür kurallar Orwellyen bir “düşünce suçu”nu veya zihnini okuma iddiasını yansıtır ve siyaseten doğrucu olmayan özgür ifadenin cezalandırılması gibi bir işlev görür4. Dahası, bu yaklaşım bir kez kabul edildiğinde, Ponte’ye göre, zenginliğe yönelik nefret içeren antikapitalist fikirlerin de suçlaştırılması mümkündür5.

B. Charlie Hebdo örneğinde iki farklı yaklaşım

Nefret söyleminin suçlaştırılmasını savunanlar, genel olarak ifade özgürlüğüne taraftar ol- makla birlikte, özellikle etnik, dini, siyasi, kültürel, cinsel ve benzeri kimlik özellikleri ne- deniyle geniş toplumun dışında kalan bireylere yönelik nefret ifadelerinin onlara yönelik insan hakları ihlallerine kaynaklık edeceği kaygısını taşımaktadırlar. Bu nedenle de, geniş topluma yönelik olarak dile getirildiğinde ifade özgürlüğü kapsamında değerlendirilebi- lecek fikirlerin, kırılgan gruplara, etnik ve dini azınlıklara, yabancı işçilere, göçmenlere ve azınlıklara yöneldiğinde suç olması gerektiğini düşünmektedirler.

Türkiye’de de insan hakları kapsamında bu konudaki tartışmada temel argümanlar bu yön- dedir. Örneğin İnsan Hakları Gündemi Derneği başkanı bu yaklaşımı şu ifadelerle savun- maktadır:

Türkiye’de Hıristiyanların avukatlığını yaptım. Hiç şaşmaksızın gözlemlediğim bir dinamik var: Ne zaman azınlıklara yönelik bir saldırı gerçekleşmişse mutlaka ama mutlaka öncesinde, yerel basında veya ulusal medyada bu grupları ‘şeytanlaştıran’ yayınlar yer almıştır. Ben bugüne kadar bunun hiçbir istisnasını görmedim.

Bazıları da ifade hürriyeti çerçevesinde ‘nefret söylemlerinin’ cezalandırılmasına karşı çıkıyorlar. Ben, azınlıkları ve kırılgan grupları hedef alan nefret söylemleriyle çoğunluğu hedef alanları birbi- rinden ayırmak gerektiğini düşünüyorum. Çoğunluğu hedef alan ‘nefret söylemleri’ o grubun üye- leri için bir tehlike yaratmıyor. Halbuki söz konusu olan azınlıklar ve kırılgan gruplar olduğunda, yaygınlaşmış nefret söylemi, hemen daima fiziksel saldırıya, yani nefret suçuna dönüşüyor6.

3 Lowell Ponte, “The Secret Hate in Hate Crimes Why Isn’t Class Hatred Prohibited, Too?” The Freeman, http://www.fee.org/the_freeman/detail/the-secret-hate-in-hate-crimes/#ixzz2Gk7JDTgR 4 Melissa Suarez, “Crimes of the Mind Hate-Crime Laws Are Unconstitutional”, The Freeman, http://www.fee.org/the_freeman/detail/crimes-of-the-mind/#ixzz2GigR8fDN 5 Bu paragraf, 2 numaralı dipnotta atıfta bulunduğum makalemde de aynı şekilde yer almıştır. 6 Orhan Kemal Cengiz, “Süryaniler, eşcinseller ve nefret”, Radikal, 1/6/2012, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ orhan_kemal_cengiz/suryaniler_escinseller_ve_nefret-1089745 72 MEDYA-DİN VE SİYASET

Gündelik giysileriyle Müslüman bir kadının kriminal bir kimliğe dönüşümü. Bir örnek:

Hollanda Karikatürcüler Derneği başkanı Peter Nieuwendijk’in yukarıdaki karikatürü, nor- mal olanın şeytanlaştırılmasını ifade ediyor. Çarşaflı bir kadın, kar maskeli bir terörist ve bir ku klux klan ile özdeşleştiriliyor7.

Müslümanlara yönelik olarak tırmanan insan hakları ihlalleriyle bu tür nefret ifadeleri ara- sında bir bağlantı var mı? Burada korunması gereken üstün değer hangisidir? Belki de sorulması gereken en önemli sorulardan biri, bu ve benzeri karikatürlere yansıyan nefretin neden yaygın ve etkili bir kınamaya konu olmadığıdır. Bu soruların doğru cevabı ne olursa olsun, nefret söyleminin hukuken suç olmasına karşı olan liberteryenlerin hiç değilse kendi içlerinde tutarlı oldukları tespit edilebilir.

Ancak nefret söyleminin yasaklanmasından yana olanlardan böyle bir durumda beklenen, 7 Kuzey Kıbrıs’ta bir grup karikatüristin sergisine davet edilmiştim. Panolar arasında dolaşırken, son derece rahatsız edici bu çizimi gördüm. Çarşaflı ve peçeli bir kadın, kar maskeli bir terörist ve bir ku klux klanın arasında resmedilmişti. Ortada ve diğer iki kriminal tipi de geride bırakacak ölçüde ön planda. Çizerinin yanına gidip onu “karikatürün” asılı olduğu panoya davet ettim ve bu coğrafyada milyonlarca kadının gündelik hayatta böyle giyindiğini, bunun ku klux klan veya kar maskeli teröristin yaptığı saldırganlıkla özdeşleştirilmesinin haksızlık olduğunu ifade ettim. Otele döndükten sonra internetten baktım, Hollanda Karikatürcüler Derneği başkanı ol- duğunu öğrenince şaşırdım ve daha çok üzüldüm. Üzüntüm, anlatmak istediğini bu kadar kaba, bu kadar sıradan ve vülger biçimde anlatacak kadar imgelem kapasitesi sınırlı bir çizerin bu konumda olduğu bir ülkede karikatür sanatının düzeyi adına değildi elbette. Onu yapan kişinin o pozisyonda tutulmasına, yani bu kadar bariz bir ırk- çılık, ayrımcılık ve nefretin normalleştirilmiş olmasına; Arendt’in ifadesiyle kötülüğün sıradanlaşmasınaydı. Bu konudaki makalem için bkz: Bekir Berat Özipek, “Did Breivik see this Cartoon?”, Today’s Zaman, August 1, 2011, http://www.todayszaman.com/columnist/bekir-berat-ozipek/did-breivik-see-this-cartoon_252357.html MEDYA-DİN VE SİYASET 73

Charlie Hebdo örneğinde Müslümanları ve onların inançlarını hedef alan, Müslümanları şeytanlaştıran yayınların da ifade özgürlüğü olarak görülmemesi ve nefret söylemi katego- risinde değerlendirilmesidir. Ancak öyle olmamıştır. Nefret söyleminin suçlaştırılmasını savunanların kendi ölçütleriyle değerlendirildiğinde Charlie Hebdo dergisine yönelik sal- dırı, yaşama hakkına yönelik bir ihlal olarak kınanması gerekirken, buna ilave olarak, ifade özgürlüğüne yönelik bir saldırı olarak da kınanmıştır. Örneğin yukarıdaki yaklaşımından söz ettiğim insan hakları savunucusu bizzat kendisiyle çelişme pahasına, bizzat kendi kri- terini Avrupalı Müslümanlara uygulamayı başaramamış ve şu ifadelerle söz konusu dergiyi ifade özgürlüğü üzerinden de savunmuştur:

Paris’teki barbarca saldırıda öldürülen karikatüristler için gerçekten çok üzgünüm. Bu saldırı sade- ce kurbanların yaşama haklarının dehşet verici biçimde ihlali değildir; Bu medeniyete, hür düşün- ceye ve ifade özgürlüğüne bir saldırıyı yansıtmaktadır8.

Aslında sadece Türkiye’ye özgü olmayan bu standart sapması, ya da iki geçerlilik düzeyi arasındaki farkın ayrımcı önyargının kapladığı yer veya miktarı hakkında bilgi verici görün- mektedir.

Yanlış bir kuralın bile herkese ve her kesime eşit biçimde uygulanması, insanın adalet hislerini, bunun tersi durumda olduğu kadar zedelemez. Charlie Hebdo örneğinde bu ku- ralın ayrımcı önyargıyı yansıtecek biçimde uygulanması, Müslümanlardaki tepkiselliğin kaynaklarından biri olarak değerlendirilebilir. Çünkü nefret söylemini cezalandıran veya ahlaki olarak kabul edilemez bulanların aynı kriteri Müslümanlar için uygulamaması, da- hası, saldırıyı kınamakla yetinmeyip, bir de “je suis Charlie” diyerek kendilerini bu ayrımcı, ırkçı, islamofobik bir dergiyle özdeşleştirmeleri, ciddi bir çelişki veya tarafgirlik olarak be- lirginleşmektedir.

Önyargı, kurbandan mağdur olma payesini bile esirgemeyi beraberinde getirmektedir. Bel- ki de bu tarafgirlik, öldürme dahil Müslümanlara yönelik hak ihlallerinin nasıl bir zeminde varolduğunu ve neden yeterince infial doğurmadığını da izah etmektedir.

Kaynaklar

- Cengiz, Orhan Kemal (2012) “Süryaniler, eşcinseller ve nefret”, Radikal, 1 Haziran 2012, http://www.radikal.com.tr/yazarlar/orhan_kemal_cengiz/suryaniler_escinseller_ve_nef- ret-1089745 - Cengiz, Orhan Kemal (2015) “Barbaric attack in Paris another wake up call for Muslims,” Today’s Zaman, January 8, 2015. http://www.todayszaman.com/columnist/orhan-kemal-cen- giz/barbaric-attack-in-paris-another-wake-up-call-for-muslims_369242.html - Özipek, Bekir Berat (2013) “Akıntıya Karşı Kulaç Atmak”, Altüst Dergisi, http://www.altust. org/2013/06/akintiya-karsi-kulac-atmak/ - Özipek, Bekir Berat (2011) “Did Breivik see this Cartoon?”, Today’s Zaman, August 1, 2011, http://www.todayszaman.com/columnist/bekir-berat-ozipek/did-breivik-see-this-carto- on_252357.html - Ponte, Lowell (2001) “The Secret Hate in Hate Crimes: Why Isn’t Class Hatred Prohibited, 8 Orhan Kemal Cengiz, Barbaric attack in Paris another wake up call for Muslims, Today’s Zaman, January 8, 2015. http://www.todayszaman.com/columnist/orhan-kemal-cengiz/barbaric-attack-in-paris-another-wake-up- call-for-muslims_369242.html 74 MEDYA-DİN VE SİYASET Too?” The Freeman, February 1, 2001, - http://www.fee.org/the_freeman/detail/the-secret-hate-in-hate-crimes/#ixzz2Gk7JDTgR - Suarez, Melissa (1999) “Crimes of the Mind Hate-Crime Laws Are Unconstitutional”, The Freeman, March 1, 1999, - http://www.fee.org/the_freeman/detail/crimes-of-the-mind/#ixzz2GigR8fDN - Weber, Anne (2009) Nefret Söylemi El Kitabı, Avrupa Konseyi Yayınları: Ankara. MEDYA-DİN VE SİYASET 75

DİNİ ÇOĞULCULUK VE DİYALOG TARTIŞMALARI

Prof. Dr. Emine YAVAŞGEL

1. Kutsalın dinamikleri ve toplumsal döngü

İnanç ve ahlak ile ilgili değerler ve esaslar kutsal kavramı1 içerisinde yer almaktadır. Kutsal kavramı, din ve tinsellikle ilgili, temiz, her türlü eksiklikten uzak, saygı duyulan şey anlamı- na gelmektedir.

Kutsal denilen değerlerin, insan kimliğinin gelişmesinde ve kişiliğinin oluşmasında önemi büyüktür. İnsanın biyolojik ve toplumsal/kültürel olmak üzere iki yönü bulunmaktadır. İn- sanın kimliğini kazanarak, sağlıklı, uyumlu ve tutarlı bir kişilik oluşturabilmesi için, bu iki yönü ile ilgili gereksinimlerini karşılaması ve birlikte geliştirmesi gerekmektedir2.

Dil, din, sanat, edebiyat, gelenekler vb. eğitim yoluyla bireylere kazandırılan yerel kültürün temel dinamikleridir. Bu bireyin toplumsal/kültürel kimliğinin oluşması için gerekli koşul- dur.

İnançla ilgili değerler toplumları ayakta tutan temel değerler arasında bulunmaktadır. Bu değerler, bireyleri birbirine bağlayan önemli değerlerdir. Söz konusu değerlerin anlamı ve önemi üzerinde yeni tartışmalar yok değildir. Elbette ki, yaşadığımız yüzyılda insanlığın geçirdiği çeşitli deneyimlerin Kutsal’a yönelişin zeminini oluşturduğu açıktır. Ortaçağ’da hem Batı dünyasında, hem de Doğu dünyasında kutsal değerlerin toplumu yönlerdirmede etkin olduğu bilinen bir durumdur. O dönemde, İslam dünyasında, dini ve ahlaki değerler aslına uygun bir biçimde korunduğundan, toplumsal ve siyasal yapılanmanın uzun süre yozlaşması engellenebilmiştir. Batı dünyasında da, Ortaçağ’da oldukça etkin olan bu de- ğerler, kilisenin söz konusu değerleri sömürü aracı olarak kullanmaya kalkışmasından sonra, özellikle 19. ve 20. Yüzyıllarda halkın gözünde zamanla etkinliklerini yitirmeye baş- lamışlardır. Ancak, yine de, 20. Yüzyılın başlarında Hristiyan Batı dünyası kendisini bütün dünyanın hakimi görebilmiştir3. Ve ayrıca bunu da, bütün dünyaya değişmez bir olgu olarak 1 Bkz., Nevzat Y. Aşıkoğlu, “Kutsal ve Toplum”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, İstanbul, Bağlam Yay., 1997, s.296 2 Maslow’un ‘ihtiyaçlar hiyerarşisi’ bu duruma işaret eden en iyi çözümlemelerden biri olarak kabul edilir. Mas- low, piramite benzetilebilecek biçimde sıraladığı gereksinimlerin tepe noktasına bireyin kendini gerçekleştirme- sini yerleştirir. Sırasıyla, saygı, ait olma ve sevgi, ve de güven, kendini gerçekleştirebilme’nin alt basamaklarına yerleşmiş gereksinimler olarak gösterilirken, en alt basamak fizyolojik gereksinimler diye de adlandırılabilinecek açlık, susuzluk, cinsellik gibi temel içgüdüsel gereksinimlere ayrılmıştır. Söz konusu ilk dört basamağa ilişkin gereksinimleri yeterince giderebilmiş insanlar kendini gerçekleştirmeye gereksinim duyarlar. En üsteki bu aşamaya ulaşıp, kendini gerçekleştirebilen insanlar, kişi-içi iletişimdeki olumluluğu, kişilerarası özel ve kamusal alanlarına da yansıtarak, güncel iletişimsel yaşamda çatışmaların yaşanmasını en aza indirgeyebilecektir. Peki kendini gerçekleştirme ne demektir? Kendini bir ölçüde de olsa gerçekleştirmiş insan desteğini kendisinden alır, zamanını iyi kullanır, kendisinden hoşnuttur, yaşama olgun ve olumlu bir gözle bakar, doğayı ve insanları bir bü- tün olarak sever ve anlamaya çalışır, yaşamaktan haz duyar. Bu tanım genişletilebilir, değiştirilebilir, tartışılabilir. Kendini gerçekleştirmeden anlaşılması gereken özetle, insanın varolduğunun farkına vararak varolması, varol- maktan hoşnut olması ve yaşamın kendince etkili ve huzurlu bir şekilde sürdürülebilmesidir. Bkz., A.H. Maslow, Motivation and Personality, New York, Harper and Row, 1970’ten aktaran Üstün Dökmen, İletişim Çatışmaları ve Empati, İstanbul, Sistem Yay., 1994, ss.90-91 3 « Avrupa insanını dünyanın efendisi ve eserlerinin kölesi yapan, kapitalizmdir Weber’e göre. Kapitalizm neden Avrupa’nın inhisarındadır? Avrupa’nın inhisarında, çünkü Avrupa ‘akılcı’. Neden akılcı? Akılcı, çünkü kalvinizmin vatanı. » Bkz., Cemil Meriç, Ümrandan Uygarlığa, İstanbul, İletişim Yay., 1996, s.20 76 MEDYA-DİN VE SİYASET kabul ettirmek istemiş, I. ve II. Dünya Savaşları’nın ise bu hakimiyeti sarsıcı etkisi olmuştur.

Ancak, 20. Yüzyılın sonlarına gelindiğinde, hem bireyin hem de toplumun yaşam dünya- sında hızlı değişimler gerçekleşmeye başlamıştır. İletişim olanaklarındaki gelişmelerin bu değişim ve yakınlaşmadaki rolünden söz etmeye gerek yoktur. Artık, insanların ya da toplumların, kendi kültürleri, gelenekleri, inançları ve değer yargılarıyla kapalı bir yaşam sürdürmeleri olanaksız hale gelmiştir. Sonuçta, farklı kültür, dünya görüşü ve inanca sahip insanların bir arada yaşamak durumunda kalması, insanları bu yeni durum karşısında nasıl bir tavır takınılması gerektiği sorusuyla karşı karşıya bırakmıştır.

Toplumlar yeni arayışlara yöneldiklerine göre, buradan kimi olumsuz gelişmeler içerisin- de bulunduklarını çıkarmak güç değildir. Durum, Batı dünyasında da farklı değildir. Olay niceliksel olmaktan çok nitelikseldir. Özellikle, bilimde, düşünyapılarda, teknoloji ve en- düstride yaşananlar bir yana, varolan demokrasilerdeki etik değerlerden yoksunluk, bugün dünyanın birçok bölgesinde etnik kökene, dini anlayışa, siyasi ve ekonomik nedenlere da- yalı çatışmalara yol açmış durumdadır. Artık, baskı ya da güç kullanarak bu çatışmaların ön- lenemeyeceği anlaşılmış gibi gözükmektedir. Söz konusu çatışmalarda, özellikle de, etnik kimliğin öne çıktığı varsayılmaktadır. Ancak, aslında etnik kimliğin altında, asıl korunmaya çalışılan, bu kimliği biçimlendiren temel unsurlardan sayılan kutsal addedilen değerlerdir. Ve de, bu değerlerin çevrelediği yerel kültürel yaşantılardır.

Yüzyılımızın akışı içerisinde gerçekleşen olaylara bakıldığında, toplumsal adaletsizlik ve huzursuzlukların çözüm yolu ve bir çıkış noktası olarak, Kutsal’a yönelinmekte olduğu be- lirtilmişti. Ancak, bu yönelişin de, beklenildiği gibi olumlu sonuçlar getirmediğini, yaşanı- lan olaylar göstermiş bulunmaktadır. Dünyanın pek çok ülkesinde, özellikle de dünyanın en gelişmiş ülkelerinden sayılan Amerika’da ve Japonya’da dahi yaşanan etnik olmaktan çok siyasi ve dini içerikli çatışmalar, Orta Doğu’da uzun yıllara yayılan İsrail Filistin savaşı, son yıllarda yine Kuzey Afrika’daki müslüman ülkelerde yaşanan köktenci (radikal) hareketler, insanlığın Kutsal’ın sahip olduğu potansiyel gücün farkına varmasına yol açacak nitelik- tedir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu gücün olumlu gelişmeler yönünde kulla- nılması, özünden saptırılarak yozlaştırılmamasıdır. Aksi halde, çıkacak sorunlar, dünyanın belirli bölgeleriyle sınırlı kalmayacak tüm insanlığı etkileyebilecektir4. 11 Eylül 2001 tarihi bu durumu belleklerimize şimdiden oldukça keskin bir biçimde kazımış durumdadır.

2. Dini çoğulculuk

Bugünkü dünya düzeninde dinsel ve kültürel izolasyon döneminin artık sona ermekte olduğuna tanıklık edilmektedir. Dinsel ve kültürel çoğulculuğun kaçınılmaz bir gerçeklik olarak algılanmaya başlandığı dünyada, farklı dinsel geleneklerin taraftarlarıyla kurulan

4 İçinde yaşadığımız çağın kendine özgü yanlarını nasıl anlamamız gerektiğine yönelik açıklama genörneği için bkz., Samuel P.Huntington, Medeniyetler Çatışması, Ankara, Vadi Yay., 1997(1995), 362ss. Huntington’a göre, dü- şünyapılararası çatışma çağından kültürlerarası ve uygarlıklararası çatışma çağına geçiyoruz. Bu kuramda, dünya ölçeğinde sınıf mücadelesini, arkada kalan dönemde düşünyapı/ideoloji kavramı gizliyor, önümüzdeki dönem için ise kültür kavramı. Huntington, bugün dünyada yedi ya da sekiz ana uygarlık bulunduğunu söylüyor. Bunlar, Batı, Konfüçyus, Japon, İslam, Hindu, Slav-Ortodoks, Latin Amerika ve büyük bir olasılıkla Afrika. Hristiyan, İslam, Musevi, Konfüçyuscu, Hindu, bütün bu dinler aslında tek bir kültürün, ya da tek bir uygarlığın ifadeleri- dirler. Hepsi de kapitalizm öncesi feodal ve köleci hakim sınıfların kültürünü temsil ederler. Aralarında yalnızca biçimsel fark vardır. Özleri aynıdır. MEDYA-DİN VE SİYASET 77 ilişkilerde ‘diyalog çağı’ denilen yeni bir döneme girilmiş bulunulmaktadır5.

Bu post-modern dünyada iyi bilinmektedir ki katı ve saldırgan bir misyonerlik ve tebliğ stratejileriyle bir dinsel geleneğin taraftarlarını, kendi inançlarından döndür- mek suretiyle o dinsel geleneği ve gelenekleri bertaraf etme çabaları artık ortadan kalkmaya başlamıştır. Çünkü bir dinin diğer dinler üzerinde hegemonyası artık ge- çerliliğini yitirmiş ve bunun yerine dünyamızın her tarafında farklı dinsel geleneklere ve inançlara mensup kişilerin barış içerisinde beraber yaşaması; karşılıklı saygı ve anlayış içerisinde olmaları gerektiği kanaati yayılmaya başlamıştır6.

Öyle ki, küreselleşme inançları, kültürel ve coğrafi olarak belirli sınırlara hapseden eski anlayış ve görüşleri sorgulanır hale getirmiştir. Artık farklı dinsel geleneklere ve kültürlere mensup insanlar daha fazla yan yana yaşama olanağı bulmaya başlamışlardır. Gerçekten de, dünyanın ‘küresel bir köy’ halini alması, farklı din ve kültürlere mensup insanların bir- birleriyle daha yakın kişisel ilişkiler kurmasına ortam hazırlamıştır. Bu şekilde, insanların kendi inançları ile ilişkiye girdikleri insanların farklı kişisel inançlarını karşılaştırma ve yeni- den bir değerlendirmeye tabi tutma tavırları gelişmeye başlamıştır. Bu gelişmelerin ortaya çıkmasına yol açan belli başlı faktörler şöyle sıralanabilir7:

Günümüzde gelişen teknolojik ulaşım imkanları sayesinde farklı din mensupları, dini inançları, dilleri, yeme-içme, giyim-kuşam, adet ve görenekleri gibi kültürel un- surlarını da beraberlerinde taşımak suretiyle bulunduğu ülkelerin sınırlarını kolayca aşarak diğer ülkelere seyahat edebilmektedirler.

İşte artan bu seyahat imkanları sayesinde farklı dinsel geleneklere ve kültürlere mensup kişiler çok daha rahat bir şekilde birbirleriyle karşılaşmakta ve böylece de birbirleri hakkında önceden sahip olmadıkları şekilde bizzat o dini yaşayanlardan bilgi sahibi olmaktadır.

Yaklaşık son iki yüzyıldır dinsel geleneklerin ve inançların bilimsel ölçüler dahilinde araştırılmaya başlanmasıyla, farklı dinler ve inançlarla ilgili doğru ve tarafsız bilgiler elde edilmeye başlanmıştır. Giderek artan bu bilimsel araştırmalar sayesinde özel- likle Hinduizm, Budizm, Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam gibi büyük dünya dinleri ile ilgili bilgiler elde edilmeye başlanmıştır. Çünkü bu dinlerin kutsal kitapları ve temel kaynakları çeşitli dillere tercüme edilerek hemen hemen dünyanın her tarafı- na ulaştırılmıştır. İşte bütün bu çalışmalar, okuyucuya büyük dünya dinleri ile ilgili bilgilerin sunulmasını ve bu şekilde de daha önce bu dinlerle ilgili mevcut yanlış, tek-yanlı ve önyargılı bilgilerin düzeltilmesini sağlamıştır. Bu şekilde elde edilen doğru ve nesnel bilgiler, hem o dinlere hem de onların taraftarlarına karşı hoşgörülü ve saygılı olmaya yol açmıştır.

20. Yüzyılın başlarından itibaren artarak devam eden entelektüel gelişmeler dinsel çoğulculuğa karşı olumlu bir tutum takınılmasına katkıda bulunmuştur.

Hiçbir dinsel gelenek salt dogmatik ifadelerle diğer dinsel geleneklere karşı üstünlük 5 Mustafa Aydın (der.), Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları, Ankara, Ankara Okulu Yay., 2005, s.18 6 A.g.e., s.18 7 A.g.e., s.19 78 MEDYA-DİN VE SİYASET

iddiasında bulunamaz. Çünkü bir dinsel geleneğin diğerlerine karşı üstünlüğü; an- cak ve ancak onun kendi taraftarlarına ahlaki olarak sağladığı faydalarla ölçülebilir. Yani, bir dinsel geleneğin diğer dinsel geleneklere yönelik üstünlüğü salt teorik id- dialarla değil pratikte onun taraftarlarının yaşamlarına sağladığı faydayla ölçülebilir.

II. Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan göçler sayesinde farklı dinsel gelenek ve inanç mensupları özellikle batı ülkelerin- de bir arada çalışmaya ve yaşamaya baş- lamıştır. Öyle ki, günümüzde beş milyon Müslüman Güney Amerika’da ve bundan daha fazlası da Avrupa’da yaşamaktadır. Yine hem Amerika hem de Avrupa’da ol- dukça fazla sayıda Hindu, Sih ve Budist de yaşamaktadır. İşte bu sayede farklı din mensupları, artan bilimsel bilgiler saye- sinde sadece diğerlerinin dinleri ve inanç- ları hakkında ilk elden bilgilere sahip olmakla kalmayıp, aynı zamanda onların taraftarlarını da yakından yüz yüze tanıma fırsatını elde etmişlerdir.

Teknoloji alanında yaşanan gelişmelerle ilgili enformasyon sağlayan gazeteler, der- giler, radyo ve televizyon gibi kitle iletişim araçlarının yanında son dönemde internet ve elektronik postanın da eklenmesiyle iletişim alanında yaşanan baş döndürücü gelişmeler, farklı dinsel gelenek taraftarlarını ister istemez diğer dinsel geleneklerin taraftarlarıyla her an ve her yerde karşılıklı saygı ve anlayışa dayalı ilişkiler kurmaya zorlamaya başlamıştır.

Buraya kadar özetlediğimiz bu beş temel gelişme Batı Hıristiyan düşüncesinde ha- kikatin mutlaklaştırılması olgusunun göreceli (relative) olarak anlaşılmasına yol aç- mıştır. Buna göre statik ve ezeli olan hakikat, dinamik ve tarihi olarak algılanmaya başlanmıştır. Zira, hakikat onu kavrayan kişinin idrakine bağlıdır. Bu nedenle, mutlak hakikati elinde bulundurduğunu iddia eden her görüş şöyle veya böyle reddedilme- lidir.

Çoğulculuk, “tek bir mutlak doğru din ve inanç üzerinde vurgu yapmak veya bu mutlak doğru dini veya inancı diğer dinsel geleneklerin ve inançların taraftarlarını da içine alacak şekilde kapsayıcı hale getirmek yerine her dinsel geleneğin ya da inancın kendi başına diğerlerinden bağımsız olarak taraftarlarını kurtuluşa götürecekleri noktasından hareket ederek dışlayıcılık ve kapsayıcılığın ötesine geçmeyi hedef edinen bir modeldir.8” Bu yakla- şıma göre, büyük dünya dinleri beşeri melekelerimizin ötesindeki aynı Nihai Aşkın Varlığa ilişkin verilen farklı yanıtlardır.

8 Farklı dünya dinlerinin her biri kendi kutsal kitapları, manevi uygulamaları, dini tecrübe formları, inanç sistem- leri, kurucuları, hayat tarzlarını ifade eden kültürel tarzlarıyla beraber karmaşık (komplex) tarihi yapılar olarak her birinin farklı şekillerde tanıklık ettiği Nihai Aşkın Varlığa farklı yanıt teşkil ederler. Bkz., Mustafa Aydın, a.g.e., s.33 MEDYA-DİN VE SİYASET 79

Çoğulculuk anlayışına göre, hakikat mutlaktır; bütün dünya dinlerinin temel hedefi kendi taraftarlarını Tanrı ya da Gerçeklik merkezliğine ulaştırmaktır. Bu hedef birliği, onların hep- sinin de Nihai Aşkın Varlığın farklı yollarını temsil ettiklerinin göstergesi olmaktadır.

Ancak bu Hakikati tanımlamaya ve kavramaya yönelik her hareket görecelidir. Bu model farklı dinsel geleneklerin taraftarlarının birbirleriyle ilişkilerinde radikal bir değişmeyi ve yeni bir paradigmayı ifade eder. Bu paradigma da, kendinden öncekile- re bağlı olarak onlardan farklı bir bakış açısını temsil eder. Bu çoğulcu paradigmaya göre ne bu dinsel gelenek, ne şu ne de bu din kurucusu kurtuluşun yegane vasıtası- dır. Çünkü kurtuluş sadece ve sadece Tanrı’dan gelmekte, değişik yollar ve vasıtalar- la her dinsel gelenekte şöyle veya böyle bulunmaktadır. Bu özelliğiyle çoğulculuk, onu benimseyenler için kendi dininin dünyadaki yerini ve diğer dinleri anlama nok- tasında yeni bir yaklaşımı temsil etmektedir9.

Dünyadaki dinsel geleneklerin çeşitliliğine rağmen, söz konusu dinsel geleneklerin hepsin- de de ‘altın kural’ ‘sevgi ve merhamet ilkesi’ olarak formüle edilmiş durumdadır. Bu ‘altın kural’ yaşayan dünya dinlerinde aşağıdaki şekillerde ifadesini bulmaktadır10:

• Bir kimse kendisi için istediğini kardeşi için de istemedikçe gerçek mü’min olamaz. (İs- lam) • İnsanların sana nasıl davranmasını istiyorsan sen de onlara öyle davran. (Hıristiyanlık) • Sana kötü gelen şeyleri arkadaşlarına yapma. İşte bu Tevrat’ın özüdür. (Yahudilik) • Bir kimse dünyadaki tüm yaratıklara kendisine davranılmasını istediği gibi davranmalıdır. (Caynizm) • Hayat herkes için azizdir. Diğerlerini kendinle mukayese ederek ne onlarla çekiş ne de çekişmeye neden ol. (Budizm) • Kendin için istemediğin şeyi başkalarına yapma. (Konfüçyanizm) • İyi insan diğerlerinin kazancını kendi kazancı, diğerlerinin kaybını da kendi kaybı olarak görür. (Taoizm) • İnsanın tabiatı, kendisine iyi olmayan şeyleri diğerlerine yapmadığı müddetçe iyidir. (Me- cusilik)

Bunun yanında da dünya vatandaşları için, farklı dinleri bünyesinde taşıyan büyük dünya medeniyetlerin her birinin yol açtığı iyi durumlar olduğu kadar kötü durumların da olduğu görülmektedir. Sözgelimi11;

• Hint kast sisteminin kötülüğüne karşı Avrupa sınıf sisteminin kötülüğü; • Budist, Hindu ve Müslüman ülkelerin fakirliğine karşı, pek çok Hıristiyan ülkenin yeryüzü- nün yenilenemeyen kaynaklarını tüketmeleri ve bencilce çevreyi kirletme kötülüğü;

9 Günümüzde yapılan istatistikler bize göstermektedir ki % 99’a varan bir oranda biz dinimizi sonradan seçmi- yor, bilakis onu doğuştan alıyoruz. Yani bizim hangi dini seçtiğimiz bizim kendi irademize değil de nerede ve ne zaman doğduğumuza bağlıdır. Örneğin, bir kimse Müslüman bir anne ve babadan doğmuşsa o kimse muhtemel olarak Müslüman olacak ve Tanrı ile de İslami inançlar dahilinde irtibatlı olacaktır. Yine bir kimse Hristiyan bir anne ve babadan Hristiyan bir ülkede dünyaya gelmişse, o da muhtemelen Hıristiyan olacak ve Tanrı’yla da Hıristiyan inancı dahilinde irtibatlı olacaktır. İşte bu istatistiksel gerçeğin ışığı altında çoğulcu modelin taraftar- ları şu konunun altını önemle çizmektedirler: Kendimiz seçmediğimiz bir dinsel geleneğin diğerlerinden üstün olduğuna a priori olarak nasıl iddia edebiliriz? A.g.e., s.35 10 A.g.e., ss.37-38 11 A.g.e., ss.17-51 80 MEDYA-DİN VE SİYASET

• Çeşitli fakir ülkelerdeki sosyal problemlere karşı, gelişmiş Avrupa ülkelerindeki uyuşturu- cu, şiddet ve suç oranlarının artması; • Bazı doğulu ülkelerin rejimlerinin zulüm ve işkencelerine karşı, Hıristiyan Avrupa’nın uzun zamandır devam ettirdiği Yahudi ve Müslüman düşmanlığı…

Dolayısıyla, çoğulcu modele göre herhangi bir dinsel geleneğin diğerlerine oranla “iyiliğe daha fazla ve kötülüğe de daha az katkıda bulunduğu yönünde küresel bir yargıda bulun- mak imkansız gibi görünmektedir. Şüphesiz ki, her şeyi bilen Tanrı’nın ya da İlahi Varlığın gözünde bir dinsel geleneğin diğerlerinden üstün olması mümkündür. Ancak bizim yanlı ya da yanılabilir insani bakış açımıza göre bu dinsel gelenekler Tanrı ile iletişim içinde olan insanoğlunun farklı yollarını temsil ederler.12”

Bu perspektiften hareketle dini çoğulculuk modelini tartışmaya açan kuramcılardan biri olan John Hick teolojide ‘Kopernik Devrimi’ adını verdiği bir yaklaşımı ileri sürmüştür. Bu yaklaşıma göre, “artık insanlığın dini hayat konusunda tek bir dinsel geleneği merkeze alan Batlamyuscu görüşten, Tanrı-merkezli Kopernikçi görüşe geçmenin zamanı gelmiştir.13”

Kopernik devrimi eski ve çok uzunca devam eden ve yeryüzünü dönen kainatın mer- kezi olarak kabul eden Batlamyus dogmasından, güneşin merkez olduğu ve dünya dahil bütün diğer gezegenlerin onun etrafında döndüğünü kabul eden görüşe geçişi temsil ettiği gibi, çağdaş Hıristiyan teolojisi de Hıristiyanlığı merkezde gören gele- neksel görüşten Tanrı’yı merkeze koyan ve Hıristiyanlık da dahil olmak üzere diğer bütün dinleri O’na hizmet eden ve O’nun etrafında dolanan unsurlar olarak gören Kopernik devrimine muhtaçtır14.

Uzun süredir tartışılmakta olan dinsel çoğulculuk modeli, 2003 yılında İngiltere’de düzen- lenen “The Pluralist Model: A Multireligious Exploration” adlı sempozyumda Yahudilik, Hıristiyanlık, İslam, Budizm, Hinduizm ve Sihizm bağlamında yeniden değerlendirmeye alınmıştır. Sempozyumun sonunda da tüm katılımcıların altına imza attığı “dinsel çoğulcu- luğun anahtar prensipleri” adlı aşağıdaki temel yaklaşımlar dünya kamuoyuna sunulmuş- tur15:

• Dinlerarası diyalog, dinlerin birbirleriyle ilişkilerinde yegane yol olmalıdır. Dinler için en önemli ihtiyaç aralarındaki düşmanlıkları ortadan kaldırarak birbirleriyle ilişkilerini iyileş- tirmektir. • Dinlerarası diyalog savaş, şiddet, yoksulluk, çevrenin tahribi, cins adaletsizliği (kadın/er- kek ayrımcılığı) ve insan hakları ihlallerini içeren günümüzün önemli sorunlarıyla alakadar olmalıdır. • Mutlak hakikat iddiaları, dinsel şiddet ve nefreti körüklemek için çok kolay bir şekilde

12 “Çoğulcu düşünceye göre, şayet herhangi bir dinsel geleneğin taraftarları, kendi dinlerinin üstünlüğü ile ilgili iddiada bulunacaklarsa, bunu ‘gerçeklerin incelenmesi’ temeline dayanarak yapmaları gerekmektedir. Gerçek- lerin incelenmesinden kasıt da herkes için mevcut olan amprik ya da tecrübi bilgilerdir. Bu çeşit bilgiler bir dinsel geleneğin insanlığın mutluluk ve refahını diğer dinsel geleneklerden ne kadar iyi ilerletip ilerletmediği konusundaki beceri ve yeteneğinde bulunabilir.” Bkz., Hick, “The Non-Absoluteness of Christianity”, ss.29-30 (Hick and Knitter, eds., The Myth of Christian Uniqueness, London: SCM Press, 1987, içinde)’den akt. Mahmut Aydın, a.g.e., s.39 13 Hick, God and the Universe of Faiths, Oxford: Oneworld, 1993, ss.vii-ix’den akt., Mahmut Aydın, a.g.e., s.40 14 Hick, God and Universe of Faiths, s.131’den akt. Mahmut Aydın, a.g.e., s.41 15 A.g.e., s.43 MEDYA-DİN VE SİYASET 81 istismar edilebilmektedir. • Dünya dinleri, farklı şekillerde tasavvur edilen Mutlak Gerçekliği/Hakikatı tasdik etmek- tedir. • Beşer idrakinin alanının ötesinde olan Mutlak Gerçeklik/Hakikat dünya dinlerinde farklı şekillerde ifadesini bulmaktadır. • Farklı öğretileri ve uygulamalarıyla dünyanın büyük dinsel gelenekleri en yüce iyiye in- sanları götüren hakiki yollardır. • Dünya dinleri sevgi, merhamet, eşitlik, dürüstlük ve kişinin kendisine davranılmasını arzu ettiği gibi ötekilere de davranılması ideal prensibi gibi pek çok temel değerleri paylaşmak- tadır. • Herkes vicdan özgürlüğüne ve dilediği inancı seçme hakkına sahiptir. • İnancın karşılıklı olarak paylaşımı farklı dinsel gelenek taraftarları arasında karşılıklı saygı ve anlayışı doğururken, insanları dinlerinden döndürmeye çalışmak onların inancının de- ğerini düşürmek anlamına gelir.

Çoğulculuk tüm insanlığın dinsel deneyimlerini olduğu gibi dikkate almayı önermektedir. Bu çoğulcu modele göre, özetle, büyük dünya dinleri ‘İlahi Hakikate’ ya da ‘Nihai Aşkın Varlığa’ yönelik bağımsız kurtuluş vasıtalarıdır. Bu perspektiften hareket eden çoğulculuk, “hoşgörüsüzlüğün ve baskının hakim olduğu dünyamızda farklı dinsel geleneklere mensup kişiler arasında eşitliği tesis ederek adaleti ve hoşgörüyü ilerletmeyi hedef edinmektedir.16”

3. Dünya dinler parlamentosu ve evrensel etik

Global etik tasarımı

İnsanlığın geleceği için arayışlar sürmektedir. Tüm küresel olumsuz gelişmelere bir son vermek adına bütün dünyadaki dini inançlara dayalı ortak değerler geliştirilmeye çalışıl- maktadır. Bu konuda yapılan bir çalışma, 1993 yılında ikincisi gerçekleştirilen Dünya Din- leri Parlamentosu’na ‘Evrensel Etik Deklarasyonu’ tanımlaması içerisinde sunulmuş ve Evrensel Bir Ahlaka Doğru İlk Belge olarak kabul görmüştür17.

Dünya Dinleri Parlamentosu’nun ilki yüz yıl önce 1893 yılında Chicago’da gerçekleştirilmiş- tir. Ancak, ilk Parlamentoya İslam dünyasından katılım olmamıştır. Global Etik Evrensel Beyannamesi’nin mimarı Prof. Dr. Hans Küng, yine Chicago’da düzenlenen II. Dünya Dinle- ri Parlamentosu’na sunulan bu beyannamenin alt yapısını şöyle dile getirmektedir18:

Hepimiz birbirimize bağımlıyız. Her birimizin iyiliği, herkesin iyi olmasına bağlıdır... Yaptığımız her şey için sorumluluk taşıyoruz. Bütün kararlarımızın, davranışlarımı- zın ve ihmallerimizin sonuçlarından sorumluyuz... Dinlerin öğretilerinde, bir dünya ahlakı için alt yapıyı oluşturacak, ortak öz değerlerin varolduğunu söylüyoruz. Bu gerçeğin bilindiğini, ancak gönüllerde ve davranışlarda da yaşaması gerektiğini vur- guluyoruz... Dünya düzeninin devamlılığı için gerekli olan, insan davranışları ile il- gili, eskiden beri var olan düzenlemeler, dünya dinlerinin öğretileri içinden bulunup çıkarılabilir. 16 A.g.e., s.49 17 Bkz., Emine Yavaşgel, Siyasal İletişim / Kavramlar ve Ardındakiler, Ankara, Babil Yay., 2004, s.135 18 Hans Küng, Karl Josef Kuschel, Evrensel Bir Ahlaka Doğru, Çev., N.Aşıkoğlu, C.Tosun, R.Doğan, Ankara, Gün Yay., 1995, s.10 82 MEDYA-DİN VE SİYASET

Evrensel etik olgusuyla anlatılmak istenenin, bütün dinlerin ve inanç düzenlerinin birleşti- rilmesi midir, yoksa onların tamamen bir kenara bırakılması ve yeni bir öğretinin geliştiril- mesi midir, sorularına Prof. Dr. Hans Küng’ün getirdiği yanıt şudur19.

Evrensel etik derken kastedilen; ne bir dünya düşünyapısı, ne varolan dinlerden ayrı bir dünya dini, ne de varolan dinlerin bir karışımıdır. İnsanlar artık birlik düşünyapı- larından bıkmış durumdadır. Dünya dinleri ise, inanç esasları, dogmaları, simgeleri ve ibadet kuralları ile birbirinden o kadar farklıdırlar ki, bir “birleşme teşebbüsü” anlamsızdır. Yahudilerin Tora’sı, Hristiyanların Dağdaki Vaaz’ı, Müslümanların Kur- an’ı, Budda’nın Konuşmaları, Konfüçyüs’ün Sözleri... bunların hepsi yüzlerce mil- yon insan için inanmanın ve yaşamanın temellerinde durmaya devam edecektir. Bir dünya ahlakı, yine de dinlerde ortak olan şeyi bulmaya çalışmak durumundadır... Bir başka deyişle global etik dinlerdeki ahlaki açıdan ortak olan ilkeleri belirlemeyi hedeflemektedir.

Adaletin etkin kılınması ve küresel etik

Dünden bugüne adet, alışkanlık, davranış şekli ve gelenek bağlamında tüm kültürlerde temel bir davranış ahlakı, ilkesel bir ethos ortaya konulmuştur. Ve söz konusu bu ethosun sistemleştirilmesinde en büyük hizmeti dinler ve felsefeler yapmışlardır. Ancak bugünkü çokuluslu dünyada görülmektedir ki, tek başına hiçbir din, felsefe ya da ideoloji bütün bir toplumu kapsayan böyle bir etik ortaya koyamamaktadır. Ama bunun olabilirliğini tartışan Alman felsefeci Hans Küng’e göre, “kişisel yön tayini için bireylerin, onların bir arada olmalarının koşulu olarak toplumun, birbirini anlama, birlikte çalışma ve barışın temel düzlemi olarak ulusların ve dinî grupların birlikte hareket etmesi gerekir. Adaleti ikame etmeden ne barıştan ne de insanca yaşamadan söz edebiliriz.20”

H. Küng’e göre, “weltethos” (dünya etiği) temelinde bütün uluslara ve kültürlere mensup insanlar birlikte yaşayabilirler ve daha barışçıl ve daha adil bir dünya için birlikte hareket edebilirler. H. Küng 1990 yılında, Projekt Weltethos (Dünya Etiği Projesi) yapıtında yapılması gerekenin, var olan ortak değerler, sarsılmaz ölçütler ve kişisel davranış biçimleri konusun- da temel bir uzlaşmaya varmak olduğunu ifade etmiştir. Bu bağlamda dünya etiği (wel- tethos) düşüncesinin geliştirilmesi konusunda temel doküman olan “Weltethos Bildirisi” aşağıdaki dört temel kabule dayandırılmıştır21:

• Dinler arasında bir barış olmadan uluslararasında bir barış olmaz! • Dinler arasında diyalog olmadan dinler arasında barış olmaz! • Küresel etik standart olmadan dinler arasında diyalog olmaz! • Bir dine mensup olan ve olmayan insanların ortaklaşa oluşturdukları küresel bir etik, bir dünya etiği olmadan yerküremiz varlığını sürdüremez!

H. Küng’e göre, kültür, düşünce ve felsefelerin ortak çıkış noktaları dindir, bugün sekülerle- şen dünyada adalet, eşitlik, insan hakları içinde de din ortak bileşen niteliği taşımaktadır. 19 Hans Küng, Karl Josef Kuschel, a.g.e., s.3 20 Hans Küng, Global Responsibility: In Search of a New World Ethics, London: SCM Press, 1991, s.105’den akt. Mahmut Aydın, Dinlerarası Diyalog, Mahiyet, İlkeler ve Tartışmalar, İstanbul, Pınar Yay., 2008, s.18 21 A.g.e., s.18 MEDYA-DİN VE SİYASET 83

Ve de ister dolaylı isterse de doğrudan bu insani yapıların ortak paydasında, hangi ırk ya da kültüre mensup olunursa olunsun din vardır. Chicago Bildirisi’nde de farklı dinlerin etiklerindeki ortak noktalar iki ilke etrafında formüle edilmiştir22:

1. Hümanizm ilkesi: Her insan insanca muamele görmelidir. 2. İnsanlığın bütün kültürlerinde ve dinlerinde pratik olarak, bu temel ilkeden çıkan ikinci bir kural daha vardır; Altın Kural: “Kendine yapılmasını istemediğini başkalarına yapma!”

Söz konusu bu iki ilke hayatın dört ana alanında (sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel) so- mut kurallar ortaya koyarlar. Ayrıca, dünya barışının tesisine yönelik Chicago Bildirisi’nde kabul edilen temel ilkeler de şöyle belirtilebilir: “Dünya ekonomisi, Dünya siyaseti ve dünya eko- lojisi tehlikededir. Yeni bir evrensel etik olmadan yeni dünya düzeni olamaz. İnsanların barış içinde birarada yaşayacağı bir vizyon gerekiyor. Evrensel etik, yeni bir ideoloji ya da karma bir din değildir. Evrensel etik, bütün dinlerin ve seküler ahlak öğretilerinin uzlaştığı değerlere dayanır. Hiç kimse dini, rengi, düşüncesi, cinsiyeti yüzünden dışlanmamalıdır. İstisnasız her insana insanca muamele edilmelidir. Kimse kendine ya- pılmasını istemediğini, başkasına yapmamalıdır. Irksal, cinsel, bireysel, sınıfsal her türlü egoizm reddedil- melidir. Hayata saygılı ve şiddet içermeyen bir kültürü benimsemeliyiz. İnsan gibi yeryüzü ve üzerindekiler saygıdeğerdir. Adil ekonomik düzen olmadan global barış olamaz. Ekonomik ve siyasi gücü, vahşi üstünlük kavgaların değil insanlığın huzuruna yöneltmeliyiz. İnsan ruhunu öldüren açgözlülüğe değil, tevazuya değer vermeliyiz. İnsan bilinci değişmeden dünya asla daha iyiye götürülemez.23“

Hans Küng, bu beyannamenin kağıt üzerinde kalmaması, yaşama aktarılabilmesi için, dün- yanın bütün dinlerine ve insanların tümüne görevler düştüğü kanısında. İnsanları karşılıklı saygıya, anlayışa ve işbirliğine götürecek, dinler ve milletler arasındaki çatışmalara son verecek, dolayısıyla dünya barışının sağlanmasında temel sorunlardan birini çözümlemiş olacak bu tasarının, uluslararası arenada mücadele vermesinden de bir ölçüde kaynak- lanan yaptırım gücünden yoksunluğuna karşın, insanlığın geleceği konusundaki arayış sürecinin bir ürünü ve önemsenmesi gereken bir gelişme olarak kabul edilmesi gerektiği üzerinden hareket edilmelidir24.

4. Diyalog açılımı

Çevresel ve kültürel nedenlerden dolayı anlamı kişiden kişiye sürekli değişime uğrayan bir olgudur diyalog. Genel olarak, sözlüklerde diyalog, “iki ya da daha fazla kişi arasında cereyan eden karşılıklı konuşma ve sonunda bir mutabakata varma ümidi içinde görüş alışverişinde bulunma”25 olarak yer almaktadır. Bu tanımlamanın ortaya koyduğu üzere, diyalog karşılıklı mukabele gerektirmektedir.

İşte bu bağlamda dinlerarası diyalog, “farklı inanç sahipleri arasında tezahür eden çatışma nokta- larını en aza indirmek ve böylece taraflar arasında daha iyi ilişki kurmak maksadıyla yapılan bir iletişim- dir”26 şeklinde tanımlanabilir. Bu bağlamda diyalog, karşılıklı tartışma süreci değildir. Söz konusu bu iletişim sürecinde karşılıklı bilgi alış verişinde bulunarak yeni duruma uygun

22 Abdülhamit Bilici, Aksiyon Dergisi, Sayı. 359, 20 Ekim 2001 23 A.g.m., sayı 359 24 Bkz., Emine Yavaşgel, a.g.e., s.136 25 Bkz., A.M. Macdonald, ed., Chambers Twentieth Century Dictionary, Edinburgh: W. And R. Chambers Ltd., 1978’den akt. Mahmut Aydın, Dinlerarası Diyalog, Mahiyet, İlkeler ve Tartışmalar, İstanbul, Pınar Yay., 2008, s. 48 26 A.g.e., s.20 84 MEDYA-DİN VE SİYASET tutum ve davranış geliştirmek hedeflenmektedir. Tüm bu nedenlerden ötürü, diyalog süre- cinde taraflar birbirlerini açık bir şekilde, yeni bir şeyler öğrenebilme düşüncesi ile dinle- meli ve birbirlerinin durumunu en iyi şekilde anlamaya çaba sarfetmelidirler. Bu değiniler ışığında yeniden tanımlamak gerekirse diyalog, “farklı dinsel geleneklere, inançlara ya da kana- atlere sahip kişilerin Mutlak Hakikat [Yaratıcı]hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak ve birbirlerinden bir şeyler öğrenmek amacıyla bir araya gelerek iletişim kurmaları sürecidir.27”

John Hick bu amaçla esasında bugünün çoğulcu dünyasında manevi değerleri güçlendir- mek adına sadece mensubu bulunduğumuz dinsel geleneğe ait kaynaklarla kendimizi sı- nırlamamamız gerektiğini savunur. Bunun gerçekleşebilmesi için diyaloğa giren insanların birbirlerine saygı duymaları ve birbirlerini anlamaya çalışmaları gerekmektedir. Dolayısıyla dinlerarası diyaloğu da, “diğer dinsel geleneklerin taraftarlarıyla, onların dinsel gelenek- lerini, yaşam tarzlarını inançlarının genelde tüm insanlığa özelde ise diğer inançları an- lamalarına nasıl bir etkide bulunduğunu- öğrenmek için karşılıklı saygı, anlayış ve güven içinde, farklılıkları ortadan kaldırmadan, yaşanabilir daha iyi bir dünya tesis etme amacıyla iletişim içinde olmak süreci28” şeklinde açımlamak olası olacaktır.

Diyalog sürecinde herkes, ötekini olduğu gibi dinlemeye istekli ve hazır olmalıdır. (Muhatabımızı), ona tekabül edecek sözlerimize hazırlamak, kendi dinsel inançları- mızı ona dayatmak veya ona saldırmak için değil, kendi dinsel geleneğimizin dinsel figürünün [İsa, Muhammed, Buda…] öteki vasıtasıyla konuştuğunun farkında olarak dinlemeliyiz. [Diyalog sürecinde muhataptan] duyduğumuz şeyleri küçümsemeyi veya hakir görmeyi değil, onları takdir etmeye çalışmayı amaçlamalıyız. Bu nedenle [muhatabı]dinlemek, konuşmayı keserek susmak değil, muhatabı kendisini anladığı gibi anlamak için, kişinin kendi inançlarını ve kanaatlerini parantez içine alarak ken- di içinde sessiz olması demektir29.

İnsanlararasında diyalojik iletişim ile gerçekleşen dinlerarası diyaloğun kalkış noktasının sonuçta dünya barışının tesisine hizmet etmek olduğu anlaşılmaktadır. Diyaloğun dikkate alınması gereken bir diğer önemli katkısı da küreselleşen dünyada insanlığın yüz yüze ol- duğu açlık, ayırımcılık, sosyal ve ekonomik adaletsizlikler, baskı ve zulüm, çevre kirliliği ve temel insan haklarının ihlali gibi sorunlara yeni çözüm önerileri kazandırabilme niteliğidir. Yukarıda çerçevesi sunulan dinlerarası diyalog için 1960’lardan bu yana yoğun bir şekilde gerçekleştirilen bilimsel çalışmalarda temel ilkeler üzerinde bir uzlaşıya varıldığı görül- mektedir. Bu ilkelerin esasları şu şekilde belirtilebilir30;

• Diyaloğun temel amacı, muhatapların birbirlerini dinlemesi, anlamaya çalışması, birbi- rinden öğrenmesi, değişmesi, Mutlak Hakikat’i anlama ve idrak duygusu içinde gelişmesi ve bunlara paralel olarak eylemde bulunmasıdır. • Diyalojik ilişki, her bir dinsel geleneğin kendi içinde ve farklı dinsel gelenekler arasında cereyan eden iki yönlü bir iletişim aracı olarak algılanmalıdır. • Diyalog sürecine iştirak edecek olanlar, diyalog masasına tam bir dürüstlük ve samimiyet duygusu içerisinde oturmalıdır.

27 A.g.e., s.22 28 A.g.e., s.22 29 Eric J. Sharp, “The Goals of Inter-Religious Dialog”, John Hick, ed., Truth and Dialogue in World Religions. Conflicting Truth Claims, Philadelphia: Westminister Press, 1974, ss.83-84’den akt. Mahmut Aydın, a.g.e., s. 26 30 A.g.e., ss.26-39 MEDYA-DİN VE SİYASET 85

• Diyalog sürecinde, kendi ideallerimizi muhatabımızın uygulamalarıyla karşılaştırmama- lıyız. • Diyalog sürecinde, her katılımcı, kendini ve inancını bizzat kendini tanımlamalıdır. • Diyalog sürecinde taraflar her yönden eşit olmalıdır. • Diyalog sürecine iştirak edenler hem kendilerine, hem de kendi dinsel geleneklerine karşı kısmen de olsa- eleştirel bakabilmelidirler. • Diyaloğun tarafları, muhatabına karşı nazik olmalı ve ona yakın ilgi göstermelidir. • Diyalog sürecinde taraflar birbirlerine karşı uygun ve makul bir tazda davranmalıdır.

5. Dinlerarası diyalog haberleri üzerinden medya analizi

Dinlerarası diyalog konusunun Türk medyasında nasıl yer bulduğu ile ilgili yürütülen in- celemede içerik analizinin olumluluk/olumsuzluk çözümleme tekniğinden yararlanılmıştır. İncelemenin süresi hesaplanırken Roma Katolik Kilisesinin ruhani lideri Papa 16. Bene- diktus’un 2014 Kasımında Türkiye’ye gerçekleştirmiş olduğu ziyaret baz alınmakla birlikte, haber sayısını daha da artırabilmek amacıyla bu tarihin öncesi ve sonrasında yer alan ko- nuyla ilgili haberler de incelemeye tabi tutulmuştur. Söz konusu sürelerde Türk medyasında dinlerarası diyalog ile ilgili bir kısmı olumlu bir kısmı olumsuz çok azı da hem olumlu hem olumsuz içerikte 54 haber üretiminde bulunulduğu saptanmıştır. 86 MEDYA-DİN VE SİYASET

Tablo 1. Dinlerarası diyalog konusunda Türk medyasında çıkan haberlerin olumluluk/ olumsuzluk içerik analizi (Olumlu algı)

No. Haber tarihi Haber kanalı Haber içeriği Olumluluk/Olumsuz luk algısı Avrupa Konseyi Parlamenter Meclisi’nde Müslüman, Katolik, Ortodoks, Protestan ve Musevi temsilciler 1 13.04.11 Hürriyet Gazetesi Olumlu dinlerin kültürlerarası ilişkilere katkıları konulu raporu tartıştı 2 1.06.12 Risalehaber Said Nursi’nin dinlerarası diyaloğun çerçevesi Olumlu 3 16.03.13 Euronews Yeni Papa dinlerarası diyalog için bir umut Olumlu İlmi Meseleler ve Sosyal Aktiviteler Topluluğu (İMSAK) 4 19.12.14 www.olay53.com tarafından düzenlenen konferansta misyonerlik ve Olumlu dinlerarası diyalog tartışıldı 5 26.11.14 Anadolu Ajansı (AA) Papa Türkiye’de dinlerarası diyalog çağrısı yapacak Olumlu 6 28.11.14 Anadolu Ajansı (AA) Papa dinlerarası diyalog için Türkiye’de Olumlu Dinin temel misyonları ve mensuplarının çağdaş 7 11.12.14 Sputnik Haber Ajansı tehditler karşısındaki sorumlulukları 10. Uluslararası Olumlu İslam Forumu çalışmalarına devam ediyor Vatikan Devlet Sekreteri Kardinal Parolin, dinlerarası 8 26.11.14 ntvmsnbc diyaloğun Papa’nın Türkiye seyahatinin merkezinde Olumlu olduğunu söyledi Cami, kilise ve havra dünya barışına katkı için aynı çatı 9 9.06.14 Cihan Haber Ajansı Olumlu altında buluşuyor Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan Katolik Hıristiyan dünyasının ruhani lideri papa Francis’i Türkiye’ye davet 10 16.11.214 Zaman Gazetesi Olumlu ettiği mektubunda farklı dinlerin mensupları arasındaki diyaloğun önemine vurgu yapıyor Vatikan ile Diyanet İşleri Başkanlığı’nın dinlerarası diyalog kavramına bakış açıları değerlendiriliyor ve 11 28.11.14 AB Haber Olumlu dinlerarası diyaloğa akademik algı farklılığı ortaya konuyor Katolik Kilisesi lideri ve Vatikan Şehir Devleti Başkanı Papa Francesco’nun 28-30 Kasım’da yapacağı Türkiye ziyaretiyle ilgili olarak Vatikan’da düzenlenen basın 12 18.11.14 BBC Olumlu toplantısında, bu ziyaretin papaların Türkiye ve Patrikhane’ye gitmeleri geleneğinin bir devamı niteliğinde olduğu vurgulandı Erdoğan ve Papa İslamafobi konusunda ortak mesajlar 13 28.11.14 Dünya bülteni Olumlu verdi 14 23.04.14 Düşünce analiz Dinlerarası diyalog Mecliste Olumlu Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Papa’ya yazdığı mektup 15 18.11.14 Aktif haber Olumlu gündeme düştü Almanya’nın Baden-Württemberg Eyaleti Uyum Bakanı 16 12.05.14 www.ha-ber.com Almanya’da dinlerarası diyalog toplantısı hakkında Olumlu yaptığı açıklamada barış, hoşgörü ve toplumsal birliğin AK Parti Brüksel temsilciliğinden dinlerarası diyalog 17 11.12.14 Cihan Haber Ajansı Olumlu sempozyumu haberi AK Parti Brüksel temsilciliğinden dinlerarası diyalog 18 11.12.14 Aktif Haber Olumlu sempozyumu yapıldı

Dinlerarası diyalog’un Yahudicesi: İbrahim’in çocukları 19 31.12.14 Gündemmanşet Haber Olumlu birleşin

Papa Francesco Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında 20 26.01.15 Rota Haber diyaloğa her zamankinden daha çok ihtiyaç duyulduğunu Olumlu belirterek İslam ile diyalog sabır ve tevazu gerektirir dedi Filipinler’de dinlerarası diyalog toplatısı: Müslüman, 21 26.03.15 İncanews Haber Hıristiyan, Budist ve Hindu liderler arası yapılacak Olumlu görüşmelerden barış çıkması bekleniyor 22 7.03.15 Furkan Haber Papa ve Aliyev dinlerarası diyalog için buluştu Olumlu Tablo 1’de ilgili sürelerde medyada 22 ayrı habere ulaşılmıştır. Özellikle ana akım medyada bu konudaki haberlerin olumlu içerikte sunulduğu görülmektedir. Ayrıca, siyasal iktidara yakın olan medya mecralarında da olumlu algı yaratan haberlere rastlanılmıştır. Papa’nın Türkiye’ye ziyareti ve Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan’ın dinlerarası diyalog ile ilgili olumu mesajları, dünya barışı tesisi konsepti çerçevesinde haberlerde yer alan ifade başlıklarıdır. MEDYA-DİN VE SİYASET 87

Tablo 2. Dinlerarası diyalog konusunda Türk medyasında çıkan haberlerin olumluluk/ olumsuzluk içerik analizi (Olumsuz algı)

No. Haber tarihi Haber kanalı Haber içeriği Olumluluk/Olumsuz luk algısı

Dinlerarası diyalogtan, hoşgörüden bahseden Hıristiyan devletler, geçmişte pek çok defa olduğu gibi bugün de, 1 13.05.08 Olumsuz www.diyalogcu.files.wordpress.com acımasızca Müslümanların üzerine saldırmakta, kadın, çocuk, sivil demeden önüne geleni katlediyor

2 25.05.08 www.diyalogcu.files.wordpress.com Diyalogcular bana neden kızıyor? Olumsuz

3 24.05.13 www.yazete.com Nedir bu dinlerarası diyalog aldatmacası? Olumsuz

4 12.08.13 www.ihvanlar.net Diyaloğun İslam’dan yok etmek istedikleri Olumsuz

5 1.03.12 Isparta Haber Dinlerarası diyalog kimlere hizmet ediyor? Olumsuz

6 11.03.14 Samsun Haber Dinlerarası diyalog ile Anadolu Hıristanlaşıyor Olumsuz

Dinlerarası diyalog, medeniyetler buluşması, dinler bahçesi gibi ifsad faaliyetlerinin merkezi konumuna 7 31.10.13 Kure Medya Haber getirilmek istenen Hatay’da 29 Ekim resmi törenlerinde Olumsuz yer alan bir pankart, ifsad faaliyetlerinin boyutlarını gözler önüne seriyor 8 3.12.14 Net Haber Dinlerarası diyalog, ılımlı İslam söylemleri ne demektir? Olumsuz 9 5.12.14 ABNA Haber Ajansı Dinlerarası diyalog kan getirdi Olumsuz 10 19.04.14 Haber 7 Dinlerarası diyalog Vatikan’ın projesidir Olumsuz 76 yaşında emekli bir imam dinlerarası diyaloğa karşı 11 20.12.14 Doğru Haber çıktığı için önce tehdit edildi sonra hakkında dava açılıp Olumsuz 15 yıl hapis cezasına çarptırıldı Vatikan tarafından başlatılan dinlerarası diyaloğu 12 14.03.15 Haber Kalem Hıristiyan alemine izah ederken Papalığın yaptığı Olumsuz açıklama Avrupa’da Müslümanı Kilise’ye Papazı da Cami’de vaaz 13 Meltem Haber Olumsuz ettirmeye getiriyorlar 14 1.03.14 Sabah Gazetesi Dinlerararsı diyalog toplantısı yapılıyor Olumsuz

15 24.01.14 www.kanalahaber.com Dinlerarası diyalog olmaz Olumsuz

Dinlerarası diyalog projesi bir Vatikan projesidir. Tam anlamıyla bir misyonerlik projesidir. Müslümanları 16 19.04.14 www.kanalahaber.com dinden çıkarmaktır. Dinden uzaklaştırmaktır. Asıl amaç Olumsuz Müslümanlığı ılımlaştırmak değil, Hz. Peygamberi örnek olmaktan çıkarmaktır

Dinlerarası diyalog kurmanın kesinlikle mümkün olmadığına dikkat çekerek Batı’da İslamiyet’e karşı barbar, 17 22.04.14 Olumsuz www.kanalahaber.com hiçbir ahlakı sıfatı olmayan algı var. Bunlar Batı’da kesinlikle değişmemiştir

Gülen grubu, yıllardır düzenlediği programlarına 18 9.02.14 Yeni Akit Gazetesi memleketin her türlü şerde en önde gidenlerini davet Olumsuz ederken, inananlar arası bir diyalog hedeflemedi Dostmodern darbe kitaplaştırıldı ve içinde dinlerarası 19 23.01.20014 Yeni Akit Gazetesi diyalogcuların Diyanet İşleri Başkanlığı’na sunduğu Olumsuz skandal rapor da yer alıyor

AKP Hükümetleri dinlerarası diyaloğu hükümet politikası 20 4.01.14 www.yenimesaj.com haline getirdi ve bu yanlışı maalesef uluslararası Olumsuz platforma taşıyor

Ülkede paralel devlet değil, paralel din tartışılmalı 21 20.12.14 Olumsuz www.haber10.com Dinlerarası diyaloğun özü Vatikan projesidir.

22 26.03.15 www.habervaktim.com Dinlerarası diyalog mümkün değildir Olumsuz

23 15.01.15 Yeni Akit Gazetesi Diyalog Kilisenin projesidir. Batı ve ötekiler var! Olumsuz

Cemaatin en önemli projesi olan dinlerarası diyalog ne 24 5.01.15 Olumsuz www.internethaber.com anlama geliyor ve hangi amaca hizmet ediyor

25 26.03.15 Cihan Haber Ajansı Hilal haç ile buluşmuş Olumlu 26 26.03.15 Milli Gazete Tevhid ve Teslis arasında diyalog olmaz Olumsuz

Vatikan’ın projesi Almanya’da diyalogcuların desteği ile 27 26.03.15 Olumsuz www.ihvanlar.net yürüyor

28 26.03.15 www.haberler.com Dinlerarası diyalog olmaz Olumsuz

29 26.03.15 www.ihvanlar.net Müslümanları kiliseye sokmanın adıdır diyalog Olumsuz 88 MEDYA-DİN VE SİYASET

Yukarıdaki Tablo 2 incelendiğinde ise toplam 29 haberde dinlerarası diyalog konusunun olumsuz içerikte aktarımının yapıldığı anlaşılmaktadır. Genellikle muhafazakar medyanın bu içerikte haber ürettiği görülmektedir. Haber içeriklerinde dinlerarası diyalog olmaz, ne- dir bu dinlerarası diyalog aldatmacası, tevhid ve teslis arasında diyalog olmaz, hilal haç ile buluşmuş, diyalog kilisenin projesidir, batı ve ötekiler var, dinlerarası diyaloğun özü vatikan projesidir, dostmodern darbe diyaloğun islam’dan yok etmek istedikleri, müslümanları kiliseye sokmanın adıdır diyalog, dinlera- rası diyalog kimlere hizmet ediyor, dinlerarası diyalog ile Anadolu, hıristanlaşıyor, dinlerarası diyalog, ılımlı islam söylemleri ne demektir vb. olumsuz ifadelerin öne çıktığı saptanmıştır.

Tablo 3. Dinlerarası diyalog konusunda Türk medyasında çıkan haberlerin olumluluk/ olumsuzluk içerik analizi (Hem olumlu hem olumsuz algı)

No. Haber tarihi Haber kanalı Haber içeriği Olumluluk/Olumsuz luk algısı

Kazakistan’da düzenlenen 4’ncü Semavi ve Evrensel Dinler Kongresi’ne katılan Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, dinlerarası diyalog olmaz, din adamları arasında diyalog olur. Yani iki farklı dinden 1 2.06.12 Akra Haber din adamı oturup örneğin çevre ile ilgili, savaşlarla Hem olumlu hem olumsuz ilgili bir konuyu görüşebilir, bu diyalogtur. Ancak dinlerarası diyalog olmaz. Dinler birbirine dönüştürülmez, din adamları dünya ile ilgili yaşanan sorunlarla ilgili sorunları tartışır.

2 19.12.14 www.haber.erdogan.edu.tr Misyonerlik ve dinlerarası diyalog Hem olumlu hem olumsuz

Müslümanlar dinlerarası diyalog için Papalık Konseyi misyonunun bir parçası olmak üzere 3 26.03.15 Yeni Şafak Gazetesi diyaloğa girmezler, kendi davalarının şuurlu bir Hem olumlu hem olumsuz misyoneri, yani davetçisi, tarafı olarak diyaloğa girerler Tablo 3 dinlerarası diyalog konusunda hem olumlu hem olumsuz içeriği birlikte bünyesin- de barındıran haber üretiminin ne kadar sınırlı sayıda kaldığını göstermektedir. Dolayısıyla tablodan, dinlerarası diyalog konusunu hem olumlu hem olumsuz yönleriyle eleştirel açı- dan kamuoyuna aktaran sadece 3 habere ulaşılmış olduğu anlaşılmaktadır.

Tablo 4. Haber İçeriklerinde olumlu/olumsuzluk algı(sı) dağılımı

Haber İçeriği Haber Sayısı Toplam Haber Sayısı

Olumlu Algı 22

Olumuz Algı 29 54

Hem Olumlu Hem Olumsuz Algı 3

Tablo 4 ise dinlerarası diyalog konusunda özellikle Papanın Türkiye’ye ziyaret ettiği tarihler dikkate alınarak yapılan medya analizinde saptanan haber sayıları olumlu/olumsuz/hem olumlu hem olumsuz içerik algısı çerçevesinde aktarılmış bulunulmaktadır. Bu durumda ilgili sürelerde Türk medyasında dinlerarası diyalog konusunda 22 olumlu, 29 olumsuz, 3 tane de hem olumlu hem olumsuz habere rastlanılmış olduğu görülmektedir. Sonuç ola- rak, olumsuz içeriğin Türk medyasında daha çok yer kapladığı, ancak bu orana çok da uzak olmayan olumlu algı yaratan haberlerin de üretilmiş olduğu gözlemlenmektedir. Tüm sayı- MEDYA-DİN VE SİYASET 89 sal veriler süre açısından değerlendirmeye alındığında, tablolardaki tarihlerin belirttiği söz konusu sürelerde toplamda 54 haber ile Türk medyasında konunun çok yüksek olmamakla birlikte ortalama bir oranda yer kaplamış olduğu sonucuna varılmaktadır. Dolayısıyla, ha- ber sayısı ve haber içeriği çerçevesinde, bütüncül anlamda Türk medyasında dinlerarası diyalog konusuna belli bir eleştirel duyarlılıkla yaklaşılmış olduğu anlaşılmaktadır.

5. Sonuç yerine

Bilindiği üzere, insanlar yaradılış olarak ortak duygulara sahiptirler. Bu konuda pek çok araştırma gerçekleştirilmiş ve evrensel nitelikli, bir başka söyleyişle dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın her insanın bazı duygulanımlara benzer tepkiler verdikleri bulgulanmış- tır. Öyle ki, insanı insan yapan en temel niteliklerin başında inanma, güvenme, sığınma, bağlanma olguları gelmektedir. Canlılar dünyasında yalnızca insan değerler sistemi31 oluşturma yeteneğindedir. Dolayısıyla, insanlar arasındaki etnik, kültürel ve inançla ilgili ayrılıklardan kaynaklanan çatışmaları önleyebilmek için, üzerinde kimsenin karşı çıkama- yacağı ortak kutsal, insansal değerleri ön plana çıkarmak yarar sağlayacaktır. Bu konuda, Büyük Dinlere büyük görevler düşmektedir. Aralarındaki diyalog’u32 yeniden kurmanın ve 31 “Bayrağın muzafferliği, bir elmasın değeri, konutun rahatlığı, özel mülkiyetin dokunulmazlığı ve anayasanın kutsallığı toplumsal olarak yerleşmiş, hergün karşılaşılan değerlerdir. Bayrağa saygı gösterileceği; elmasların değerli; yuvanın tatlı; özel mülkiyetin dokunulmaz ve anayasının kutsal olduğunun kanıtı kendindendir. Tüm bunlar değerlendirmeleri, değer-yargıları ima ederler ve bu değerlendirmeler bireyde bir kez benimsendikten sonra kişisel bağlılık gösteren duygusal özellikler taşırlar. Bu biçimde örnekleri görülen kurallara toplum değer- leri denir. (...) Toplumsal değerler kişiye duygusal birtakım durağanlıklar sağlar. Bu durağanlıklara toplumsal tutum denir. Toplumsal tutumlar bir kez kişide oluştuktan sonra kişilerin girdikleri durumlarda, kişinin seçimler- ini, beğendikleri ve beğenmedikleri şeyleri önemli derecede tayin ederler:” Bkz., Muzaffer Şerif, Sosyal Kural- ların Psikolojisi, Çev., İsmail Sandıkçıoğlu, İstanbul, Alan Yay., 1985, ss.95-98 32 Ramazan Ayı içerisinde bulunulmasından ötürü, Aralık 1999’da, Mardin’de yaşamlarını sürdüren Süryani Cemaati’nin, dini liderleri eşliğinde, kentin müslüman vatandaşlarına, Kilise’de, ‘İftar Yemeği’ vermesi, sözünü etmekte olduğumuz dinlerarası diyalog sürecini Türkiye’de başlatması adına eşsiz bir örnektir. Yine, dinlerarası diyalog yaklaşımı konusunda çarpıcı bir örnek olay olarak gösterebileceğimiz bir başka etkinlik te, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı tarafından semavi dinlerin ortak paydası olarak Hz.İbrahim’in görüşlerinin irdelenmesi üzerine gerçekleştirilen sempozyumdur. Sempozyumda, 21. yüzyıla adım attığımız bugünlerde, insanlığın geleceği için ortak paydaların aranması gerekliliğini öne çıkarmak amaç olarak belirlenmiş. Konuyla ilgili Cüneyt Ülsever’in de gazete köşesinde kaleme aldığı yorumu oldukça çarpıcıdır: “İnsanlık son yüzyıla kavuşana dek; ama dinleri, ama milli duyguları bahane ederek dünyayı paylaşma hırsının önüne geçememiştir. 20. yüzyıl hem felsefe- nin, hem dinlerdeki ilahi mesajın, belki de en fazla kulak arkası edildiği, insan olmanın farkının reddedildiği, maddi olanın tek değer kabul edildiği bir yüzyıl olmuştur. (....) İnsanların, teknolojiden koparıp aldığı tahrip gücü yüksek silahlar ile, birbirlerini topyekun yok etmek için bu kadar gaddar, bu kadar bağnaz, bu kadar vahşi oldukları başka bir yüzyıl var mı? Halbuki bağnazlığın panzehiri sorgulayıcı rasyonellik binlerce yıl önce insanın emrinde imiş. Hz. İbrahim, Halil İbrahim sofraları ile insanlığın gırtlağına bir dilim ekmek sokmak için uğraşırken, bir yandan da Allah ile sorgulayıcı münakaşalara girermiş. Sempozyumun başkanı Prof. Dr. Mehmet Aydın’ın Kuran’ı referans vererek naklettiğine göre, Hz. İbrahim Allah’a sormuş: - Ölüleri nasıl canlandırıyorsun? Allah cevap vermiş: - Sen bana inanmıyor musun? - İnanıyorum ama izah et ki, gönlüme sindireyim! Allah’ın yüceliğinin dahi sual edilerek sindirildiği ‘ortak gelenek’, onun en büyük eseri olan insanlığı yok etme çabalarına girdiğinde, artık kendi aklını inkar etmiş bir mekanik portakal’dır. 20. Yüzyıl kimsenin kimseyi yok edemediği, kimsenin kazanmadığı, kazananın yanına kar kalmadığı, tüm insanlığın birlikte kaybettiği bir yüzyıldır. 20. Yüzyıldan 21. Yüzyıla taşan vahşet hala Çeçenistan, Kosova, Afrika ve bir sürü yerde akan kana dur diyemiyorsa, insanlık tarihten hiçbir şey öğrenmemiş olur. Eğer dinler bu vahşet artıkları karşısında hala suskun duruyorlarsa, o zaman dinlere ne ihtiyaç kalır? İnsanlık, Halil İbrahim sofralarını hak edebilmek için, onun cesa- retine yeniden kavuşmak zorunda.” Bkz., Cüneyt Ülsever, “21. Yüzyıl Hz. İbrahim’e hazır mı?”, Milliyet Gazetesi, 15 Nisan 2000 90 MEDYA-DİN VE SİYASET geliştirmenin yolları aranmalıdır. Sonuçta, hepsi insanlık içinse bunu yapmak onların görevidir.

Ahlakın varlıklaştırılabilmesi için, toplumsal kimlikle bireysel kimlik arasında çatışmanın değil de sürekliliğin olduğu bir toplum biçimi yaratma mücadelesinin zorunluluğu, farklı bir us, benlik ve toplumsallık anlayışının geliştirilmesini öngerektirmektedir. Bu amaç uğ- runa ‘kadınsı özel yaşam’ alanına kapatılmış sevgi, dostluk, özen gibi özellikleri, araçsal us’un egemen olduğu ‘erkek kamusal yaşam’a taşıma mücadelesi vermeyi bilmek gerekir. “İnsanoğlunun ortamı şimdi teknolojik bakımdan birleştiğine göre, artık bunun duygusal düzeyde de birleştirilmesine gerek duyuyoruz.(...) Kanımca insan için tapınılmaya değer tek şey evrenin içinde, ötesinde ve arkasında olan temel manevi gerçektir. Benim için bu temel gerçek sevgidir.33”

Sonuca, ünlü Alman düşünür İmmanuel Kant’ın, ahlak ile siyaset arasında gelişen ve sü- reklilik gösteren çelişkiyi ortadan kaldırmaya yönelik siyasal bir açılım niteliğinde kabul edilmesi gereken idealizmi ile varmayı uygun görüyorum. Kant ‘haklı savaş’ kavramı yerine ‘haklı barış’ kavramını geliştirdiği Ebedi Barış Üzerine adlı yapıtında, evrensel çapta sürekli ve kalıcı idealin kuramsal, siyasal ve hukuksal boyutlarını ele alarak savaşsız bir dünyanın nasıl olanaklı olabileceğini sorgulamayı görev bilmiştir.

Kant’a göre kalıcı barışın gerçekleşmesi için sorumluluk bilinciyle hareket edilmelidir. Sa- vaşların arkasında yatan ahlaki sorunların iyi niyet ve iyi ahlak geliştirilerek giderilmesi- ne çalışılmalıdır. Sözgelimi, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Birleşmiş Milletler büyük çapta Kant’ın idealini anımsatan dünya barışını korumaya yönelik çalışmaların içerisinde bulunan örgütlerin başında gelir. Ancak, dünya kamuoyunun tepkisine karşın bugün büyük ve güçlü devletler tarafından sürdürülmekte olan savaşlar, yeni dünya düzeni için yeni glo- bal bir etik anlayışın geliştirilmesini zorunlu kılmaktadır.

Öyle ki, “akılcı yaklaşımlar ve pozitif değerler yalnız başına çözüm olamazlar, bunun yanında mutlaka manevi değerlerin de bulunması gerekir.34”

Artık, çağcıl demokrasinin par excellence işleyebilmesi için toplumsal değerlerle ahlaki değerlerin birlikte yaşatılması gerekliliği ortadadır. “Yasa, sözleşme ve ekonomik rasyona- lite, sanayi toplumlarının zenginleşmesi ve istikrarı için gerekli, fakat yeterli olmayan un- surlardır. Bunların yanı sıra ekonomik çıkarımlardan ziyade, alışkanlıklara dayalı karşılıklı ilişkiler, ahlaki yükümlülükler, topluma karşı görevler gibi değerlerle bezenmiş olmalıdır. Bu değerler, hiç de modası geçmiş şeyler değildir. Aksine modern devletin başarısı için vazgeçilmez unsurlardır.35“ Bu nedenle, insanlığın geleceği için yirmibirinci yüzyılda top-

33 Arnold Toynbee ve Daisaku İkeda, Yaşamı Seçin / Diyalog, Ankara, Ankara Üniversitesi Yay., 1992, s.212. Ve ayrıca bkz., Platon (Eflatun), Şölen, Çev., Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yay., 2002(2000), s.24 34 Francis Fukuyama, Güven / Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması, Çev., Ahmet Buğdaycı, Ankara, T.İş Bankası Kültür Yay., 1998, s. 18. Yine Fukuyama’ya göre “aslında sorun sosyolog James Coleman’ın ‘sosyal ser- maye’ olarak adlandırdığı unsurun eksikliğinde yatıyor. Sosyal sermaye, insanların ortak amaçları için gruplar ya da organizasyonlar halinde birarada çalışabilme yeteneğidir.” 35 Francis Fukuyama, a.g.e., s. 23. Ayrıca, “ bugün sosyal mühendislik kavramını bir yana bırakmışken, gerçekte tüm ciddi gözlemciler, liberal ve ekonomik kuruluşların canlılığının sağlıklı ve dinamik bir sivil topluma dayan- dığını kavrıyor. ‘Sivil toplum’ şirketler, eğitim kuruluşları, gönüllü birlikler, medya, sendika, çeşitli yardım amaçlı örgütlenmeler, kulüpler ve kiliseleri içeren kuruluşların karmaşık bir bileşimidir. Sivil toplumun kendisi de, ken- MEDYA-DİN VE SİYASET 91 lumlararasında güven artırımına yönelik önlemlerin alınması kaçınılmaz boyutlardadır.

Başvuru kaynakları

- A.H. Maslow, Motivation and Personality, New York, Harper and Row, 1970 - A.M. Macdonald, ed., Chambers Twentieth Century Dictionary, Edinburgh: W. And R. Chambers Ltd., 1978 - Abdülhamit Bilici, Aksiyon Dergisi, Sayı. 359, 20 Ekim 2001 - Arnold Toynbee ve Daisaku İkeda, Yaşamı Seçin / Diyalog, Ankara, Ankara Üniversitesi Yay., 1992 - Cemil Meriç, Ümrandan Uygarlığa, İstanbul, İletişim Yay., 1996 - Chantal Mouffe, Dünyayı Politik Düşünmek / Agonistik Siyaset, Çev., Murat Bozluolcay, İstanbul, İletişim Yay., 2015 - Cüneyt Ülsever, “21. yüzyıl Hz. İbrahim’e hazır mı?”, Milliyet Gazetesi, 15 Nisan 2000 - Emine Yavaşgel, Siyasal İletişim / Kavramlar ve Ardındakiler, Ankara, Babil Yay., 2004 - Eric J. Sharp, “The Goals of Inter-Religious Dialog”, John Hick, ed., Truth and Dialogue in World Religions. Conflicting Truth Claims, Philadelphia: Westminister Press, 1974 - Francis Fukuyama, Güven / Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması, Çev., Ahmet Buğday- cı, Ankara, T.İş Bankası Kültür Yay., 1998 - Hanifi Özcan, Matüridi’de Dini Çoğulculuk, İstanbul, M.Ü. İlahiyat Fak. Vakfı Yay., No.106, 2013 - Hans Küng, Global Responsibility: In Search of a New World Ethics, London: SCM Press, 1991 - Hans Küng, Karl Josef Kuschel, Evrensel Bir Ahlaka Doğru, Çev., N.Aşıkoğlu, C.Tosun, R. Doğan, Ankara, Gün Yay., 1995 - Hick and Knitter, eds., The Myth of Christian Uniqueness, London: SCM Press, 1987 - İoanna Kuçuradi, İnsan ve Değerleri, Ankara, Türkiye Felsefe Kurumu, 2003 - John Hick, God and the Universe of Faiths, Oxford: Oneworld, 1993 - Mahmut Aydın, Dinlerarası Diyalog, Mahiyet, İlkeler ve Tartışmalar, İstanbul, Pınar Yay., 2008 - Mahmut Aydın, Hıristiyan, Yahudi ve Müslüman Perspektifinden Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları, Ankara, Ankara Okulu Yay., 2005 - Mustafa Aydın (der.), Dinsel Çoğulculuk ve Mutlaklık İddiaları, Ankara, Ankara Okulu Yay., 2005 - Mustafa Erdoğan, İnsan Hakları Teorisi ve Hukuku, Ankara, Orion Yay., 2012 - Muzaffer Şerif, Sosyal Kuralların Psikolojisi, Çev., İsmail Sandıkçıoğlu, İstanbul, Alan Yay., 1985 - Nevzat Y. Aşıkoğlu, “Kutsal ve Toplum”, Cumhuriyet, Demokrasi ve Kimlik, İstanbul, Bağ- lam Yay., 1997 - Platon (Eflatun), Şölen, Çev., Azra Erhat, Sabahattin Eyüboğlu, İstanbul, Türkiye İş Banka- sı Kültür Yay., 2002(2000) - Ruhattin Yazoğlu ve Hüsnü Aydeniz (der. ve çev.), Dini Çoğulculuk / John Hick’in Düşünce- leri Etrafında Tartışmalar, İstanbul, İz Yay., 2006 - Samuel P.Huntington, Medeniyetler Çatışması, Ankara, Vadi Yay., 1997(1995) - Üstün Dökmen, İletişim Çatışmaları ve Empati, İstanbul, Sistem Yay., 1994 dine özgü değerleri ve bilgileri kuşaklar boyunca birbirine aktaran, bireyin kendi kültürel ortamına sosyalleştiği, daha geniş boyutlu bir toplumda yaşaması için gerekli nitelikleri sağlayan aile kurumu üzerine inşa edilir.” 92 MEDYA-DİN VE SİYASET

ARAP BAHARI ve TAHRİR ÖZELİNDE İSLAM COĞRAFYASINDA YENİ MEDYA VE TOPLUMSAL HAREKETLER

Doç. Dr. Alev ERKİLET

Yeni iletişim teknolojilerinin etkileri son dönemde en çok tartışılan konular arasında yer alıyor. Kitle medyası ile yeni medya arasındaki farklar, sosyal medyanın hayatımızdaki radi- kal etkileri, gerek iletişim bilimciler gerekse sosyal ve siyasal bilimciler tarafından, avantaj- ları ve dezavantajları göz önüne alınarak analiz edilmeye başlandı. Kitle medyasının verici ile alıcı arasında yarattığı asimetrik ilişki sorgulanırken, yeni medyanın sunduğu interaktif ilişki imkânları zaman zaman yüceltmeye varan bir iyimserlikle karşılandı. Toplumsal ha- reketler literatürü yeni medyanın sunduğu imkânların en fazla tartışıldığı alanlardan biri oldu zira gerek ABD’deki Occupy Wall Street, İspanya’daki Indignadas, İzlanda’daki Mutfak, Türkiye’deki Gezi hareketlerinde gerekse Arap Baharı olarak anılan toplumsal hareketlerde (özellikle de Tunus, Yemen, Libya, Fas, Bahreyn, Suriye ve Mısır’da) yeni medyanın etkisi bariz biçimde görüldü. Bu hareketler yeni medya -özellikle de sosyal medya- üzerinde ör- gütlenen hareketlerdi ve önümüzdeki dönemlerde e-demokrasi ve e-toplumsal hareketler üzerinden dünyanın çehresinin ciddi biçimde değiştirilebileceğine dair bir inanç yarattılar. Bu tebliğde, Arap Baharı adı verilen süreci, İhvan hareketi ile yeni medya üzerinden ör- gütlenen toplumsal hareketler açısından ve bunları iki ayrı/farklı kanal olarak betimlemek suretiyle analiz etmeye; Tahrir Devrimi’ni bu bakış açısıyla bir kere daha gözden geçirmeye çalışacağız.

Müslüman Kardeşler, 20. yüzyılın toplumsal hareketlerle ilgilenen herkesin çok iyi tanıdığı en önemli İslami hareketlerinden biridir. 1928’de Mısır’da Hasan El-Benna tarafından te- melleri atılmış bir örgütlenme ve yapıdır. Bu dönemde Mısır, emperyal devletlerin sadece ekonomik sömürüsü değil yabancı okullar ve yabancı mürebbiyeler üzerinden kendisine insan devşiren ve toplumun kültürünü de dönüştürerek varlığını sürdüren tahakkümü al- tındaydı. Hızla dönüşen ve dini temellerinden kopartılmaya çalışılan bu halkın öze dönüş yönünde ciddi bir arayışı söz konusuydu. İşte Müslüman Kardeşler hareketi 1928’de böyle bir ortamda, temel bir ihtiyacın sonucu olarak ortaya çıkmıştı. Hareket, o dönemde Batılı- laşmacı, modernleşmeci kesimlerin iddia ettiği üzere İslam’ın parçalarına ayrılarak yaşa- nabilecek bir din olmadığı temel tezi ile ortaya çıkmıştır. Benna’ya göre İslam bütünsel bir hayat nizamıydı. Bu nedenle de, bu dinin temellerinin ailede, eğitimde, kültürde, sanatta, fikirde, hukukta, ekonomide hatta sanayi örgütlenmesinde tekrar ayağa kaldırılması gere- kiyordu. Müslümanlar sömürgeci müdahalelerin etkilerinden sıyrılarak, onurlu, başı dik bir biçimde Müslüman bir toplumun yeniden tesisine katkıda bulunmalıydılar.

Bu ses, bu tezler öyle bir yansıma bulmuştur ki, Benna 49 yaşında, çok genç bir yaşta rejim tarafından öldürülmeden önce İhvan, bütün Mısır’a, Ortadoğu’ya, Avrupa’ya hatta Ame- rika’ya kadar yayılmıştır. Sonrasında da dünyanın her yerindeki Sünni İslami hareketlerin büyük bir kısmı kendilerini İhvan düşüncesine atıfla temellendirmeye çalışmışlardır. İlke- leri, kabulleri İhvan düşünce ve uygulamalarından beslenmiştir. İhvan yukarıda zikredilen ilkeler temelinde önce krallara, sonra asker kökenli Arap diktatörlerine karşı sürekli bir mücadele halinde olmuş, tekrar, tekrar inanılmaz bir şiddetle ezilmiş, mensupları işkence- lerden geçirilmiş, öldürülmüş, hareket tabiri caizse sıfırlanmış ancak her defasında kendi küllerinden doğmayı başarmıştır. MEDYA-DİN VE SİYASET 93

Bu baskıların da etkisiyle 2000’li yıllara gelindiğinde İhvan, Türkiye İslamcılığının 28 Şu- bat’tan sonraki durumuna benzer şekilde, sivil topluma odaklanmıştı. Mısır’da Avukat- lar Sendikası denildiğinde akla ‘İhvan’ geldiği gibi, Gazeteciler Sendikası ya da üniversite örgütlenmesi denildiğinde de ‘İhvan’ karşımıza çıkmaktaydı. Politik düzlemde ise, kitleyi sistem tarafından yok edilmekten korumaya dönük bir perspektif hâkimdi. Mısır’da bugün olup bitenleri anlayabilmek için, İhvan’ın bu geçmişini, tuttuğu yeri ve vasıflarını doğru tespit etmek kaçınılmaz bir zorunluluktur.

2010’da aslında Tunus’ta bir seyyar satıcının, arabasına el konulmasına ve ailesini geçin- direcek imkânlardan mahrum bırakılmasına tepki olarak, bir feveran olarak kendini yak- masıyla başlayan ve arkası gelen eylemler içerisinde İhvan’ı ana aktörlerden birisiymiş gibi algılama yönünde bir eğilim mevcuttur. Bu tezi tartışmak ve İhvan’ın süreçteki rolünü doğru tespit etmek, İslam coğrafyasının önümüzdeki dönemde karşılaşabileceği meydan okumaları anlamlandırmak bakımından önemli görünmektedir. Mısır’da Tahrir kalkışması- nın hareketliliği durulup, kurumsallaşma sürecine geçildiğinde ve demokratik seçimler ya- pıldığında en örgütlü toplumsal aktörlerden biri olarak İhvan’ın öne çıkması, Muhammed Mursi’nin devlet başkanı seçilmesi ve yine bir askeri darbe ile devrilmesi, geriye dönük olarak kalkışmanın da İhvan üzerinden okunmasına yol açmıştır. Hatta İhvan kadroları bile büyük bir iyimserlikle bu kalkışmayı ve sonrasındaki süreci sahiplenmişler ve gelişmeleri İslami hareketlerin başarısı olarak okuma eğilimi göstermişlerdi. Burada bu yaklaşımı sor- gulamamıza imkân verecek olay, olgu ve süreçler üzerinde durmaya çalışacağız.

Öncelikle şunu belirtmek gerekir ki, yeni medyanın sağladığı imkânlar kullanılarak örgüt- lenmiş bir kalkışma olarak Tahrir’in ana aktörünün İhvan olmadığını söylemek, İhvan’ın yeni medyayı/sosyal medyayı kullanmadığı, yeni medya araçları üzerinden sahada yer al- mak çabasında olmadığı anlamına gelmez. Nitekim 2 Aralık 2011 tarihinde Aljazeera’da yayınlanan Mısır’da Yeni Medya Üzerinden Yarış başlıklı yazıda, Ikhwanonline sitesinin müdürü ile yapılan bir röportaja atıfla başkanlık seçimleri öncesinde yeni medya organları üzerinden ciddi bir yarış sürdürüldüğüne değinilmekteydi. İhvan’ın siyasi kanadı Özgürlük ve Adalet Partisi’nin yeni medyayı kullanmakta büyük oranda başarılı olduğuna değinilen yazıda partinin “propaganda alanında Facebook’u en fazla kullanan parti olduğu, video ve resimleri kullanarak farklı reklam kampanyaları organize ettiği ve dolayısıyla büyük bir seç- men kitlesine ve özellikle de bu araçları en fazla kullanan genç kesime ulaşabildiği” belir- tiliyordu (http://aljazeera.com.tr/haber/misirda-yeni-medya-uzerinden-yariş). Bu, İhvan’ın eski tip oy sandığı demokrasisi içinde sürdürülen bir yarışta yeni medyayı kullanmada ba- şarılı olduğunu vurgulamak anlamına geliyordu.

Bu dönemde İhvan, daha önceki dönemlerde de olduğu gibi, hem geleneksel iletişim mekanizmalarını yani yüz yüze iletişimi, kitle iletişim araçlarını (televizyon, radyo, dergi, gazete, kitap vs.) ve sosyal medyayı kullanarak Mısır halkıyla olan iletişimini sürdürmeye ve temel tezlerini dillendirmeye devam etmiştir. Ancak aynı haberde Emel Nasıf adlı bir öğretim üyesine atıfla vurgulanan çok önemli bir başka tespit vardı ki, o da, bütün halk kesimlerinin yeni medyanın nasıl kullanılacağı konusunda bilinçli olmadığı hatta Mısır’da sosyal paylaşım sitelerinin anlamını bilmeyen büyük bir kesim bulunduğu idi. “Arap Baha- rı” sürecini internet ve sosyal ağlar üzerinden örgütleyen kesimler yani İhvan’ın geleneksel siyaset yapma biçimlerinden çok farklı bir damar üzerinden birbirinden farklı toplumsal kesimleri harekete geçirenler daha ziyade 6 Nisan hareketi ve kendisini ondan da ayırma 94 MEDYA-DİN VE SİYASET ihtiyacı hisseden genç, üst sınıflardan gelen, iyi eğitimli internet kullanıcılarından oluşan diğer aktörlerdi.

İsmail Numan Telci’nin Ortadoğu Analiz’in Nisan 2011 tarihli 28. sayısına yazdığı “6 Nisan Hareketi: Yeni bir Sosyal Aktivizme Doğru mu?” başlıklı yazısında belirttiği üzere, 6 Nisan Hareketi, 27 yıldır süregelen baskıcı rejimin sona erdirilmesini amaçlayan; başını Ahmed Maher ve İsraa Abdel Fattah’ın çektiği; Facebook üzerinden örgütlenen; Mısır Demokrasi Akademisi grubunun yöneticisi Bassem Samir tarafından Amerika’ya götürülerek medya ve video haberciliği alanında eğitim almış ve bizzat bu iş için Amerika’dan getirilmiş uzmanlar tarafından polis baskısının yoğun olduğu zamanlarda haberleri nasıl yapacakları ve yaya- cakları konusunda eğitilmiş kişilerden oluşan bir gruptu.

Tahrir kalkışmasında yer alan bir diğer damar ise, kendilerini hem 6 Nisan hareketinden hem de İhvan’dan ayırmakta olan ve daha ziyade üst gelir grubundan gençlerin sosyal medya üzerinden harekete geçirdiği kitlelerdi. Sadece İngilizce tweet atan kullanıcıların tweetleri üzerinden bir Tahrir okuması yapan ve Nadia Idle ve Alex Nunns’ın derlediği Tah- rir Meydanından Tweetler başlıklı kitapta “bu kadar çok Mısırlının İngilizce tweet atma- sı Batı’daki okurları şaşırtabilir. Mısır’da dizüstü bilgisayar ve akıllı telefon sahibi olanlar toplumun en varlıklı kesimidir ve İngilizce kullanmak bu insanlar arasında oldukça yaygın- dır” denilmektedir. Idle ve Nunns’ın derlediği kitapta sıklıkla vurgulanan hususlardan biri de, sokak eylemlerinde 6 Nisan hareketinin ve İhvan’ın belirleyici olmadığıdır. Örneğin 27 Ocakta atılan bir tweette “yabancılar bilmelidir ki, tüm bu olanlar Müslüman Kardeşlerden bağımsız olarak gerçekleşiyor” denilmekte, 30 Ocakta atılan tweetlerden birinde ise “bazı ana akım medya kuruluşlarının Müslüman Kardeşler ve 6 Nisan Hareketinin protestoları yönettiği şeklinde verdiği haberler doğru değil. Tam deli saçması” vurgusu yapılmaktaydı. 4 Şubatta atılan bir başka tweette de, “Müslüman kardeşlerin başkanlık seçimlerine katıl- mayacağı” ve “devrim sonrası hükümetin parçası olmak gibi bir niyetlerinin olmadığı” öne sürülüyordu. Bu bağlamda Mısır’da internet ve sosyal medya kullanımıyla alakalı diğer bazı verilere göz atmak yukarıdaki tezleri daha da açımlamak bakımından yararlı olabilir. Manuel Castells, İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler adlı kitabında Mısırlıların yeni medya kullanımıyla alakalı olarak araştırma şirketi Ovum’a atıfla bazı veriler paylaşmıştı. Bu verilerden hareketle 2010 yılı sonunda, Mısırlıların yaklaşık % 80’inin bir cep telefonuna sahip olduğunu biliyoruz. Hanelerin yaklaşık ¼’ünde internet erişimi olduğunu, bunun aşa- ğı-yukarı 20 milyonluk bir nüfusa tekabül ettiğini biliyoruz. İnternetin Kahire, İskenderiye gibi büyük ve merkezi şehirlerde ve bu şehirlerde de özellikle üniversitede okuyan 20-35 yaş grubundaki genç kitleler tarafından yoğun olarak kullanıldığını biliyoruz. Sosyal ağlar özel- likle de Facebook ve Twitter söz konusu olduğunda, 2009’dan itibaren Arapça Facebook’un kullanılmaya başlanmasıyla birlikte, sosyal medya kullanımında patlama olduğunu ancak bunun nüfusun sadece % 5’ine tekabül ettiğini söyleyebiliyoruz. Bu %5 sosyal medyayı çok aktif bir biçimde kullanmaktaydı.

Bu bağlamda en çok altı çizilen hususlardan biri de gönüllü gazetecilik müessesesiydi. Ma- lum olduğu üzere devletler, kitle iletişim araçları üzerinde rahatlıkla sansür uygulayabilir, ekranları karartabilir, gazete manşetlerini belirleyebilirler. Yayın yasağı koyabilirler. Nitekim Tahrir kalkışması döneminde Mısır’da da ciddi yayın yasakları söz konusuydu. Ancak yeni medya söz konusu olduğunda sansürü işletmek bu kadar kolay olmamaktadır çünkü edi- MEDYA-DİN VE SİYASET 95 tör baskısını aşabilen yurttaş gazeteciliğini olanaklı kılan yeni medyanın ta kendisidir. Her yurttaş, elindeki akıllı telefonla içinde bulunduğu mekândan görüntü alabilmekte, video çekebilmekte ve bu videoları yine yeni medyanın sunduğu imkânlardan yararlanarak tüm dünyaya servis edebilmektedir. Yeni medyanın en önemli özelliklerinden biri de “dünyayı global bir köy haline getirmesidir”. Abluka altındaki Tahrir Meydanında ya da abluka altın- daki Wall Street’de ya da herhangi bir başka yerde, yurttaşlar kendi kendilerinin gazetecisi olmuş ve tespit ettikleri görüntüleri anlık olarak dünya üzerindeki tüm bireylere ve ken- dileriyle dayanışma içinde olan tüm toplumsal hareketlere iletebilmişlerdir. Dolayısıyla sansürü de gayet rahat bir biçimde kırabilmişlerdir.

Özetle, Mısır’da Arap Baharı olarak adlandırdığımız süreçte sadece İhvan’a, sadece 6 Nisan hareketine indirgenemeyecek daha kapsamlı ve yeni bir birliktelikten bahsetmek gerekir. Yeni medya öncesi toplumsal hareketlerin, örneğin İhvan hareketinin, lideri ve ideolojisi bellidir ve bu hareket mesajlarını iletmek için elverişli tüm medyaları kullanır. Yüz yüze iletişimi, kitle medyasını ve elbette yeni medyayı. Ama yeni medya üzerinden örgütlenen ve dijital hareketler olarak da adlandırılan hareketler yeni bir olgu doğurmaktadırlar. Bun- lar Castells’in de belirttiği gibi, belirli bir lideri, somut olarak tanımlanmış bir ideolojisi olmayan, hem siber uzamda ağlar üzerinden örgütlenen hem de somut kentsel mekânların işgali üzerinden mekânda örgütlenen hareketlerdir. Mısır örneğinde bu hareket İhvan’dan bağımsız olarak siber uzamda örgütlenmiş ve toplumu da örgütlemiştir.

Aslında toplumun yeni medyaya aşina olan görece dar bir kesimine tekabül eden, sosyal medyada yazarken rahatlıkla İngilizce ya da bir başka yabancı dil kullanabilen, siber ak- tivizm konusunda yabancı uzmanlar tarafından eğitilmiş kişileri de içinde barındıran bir grup ve bu grubun harekete geçirdiği bir toplumsal hareketlilik söz konusudur. Gönüllü yurttaş gazeteciliği yapan ve interneti ve sosyal medyayı aktif kullanan bu gruptan Noha Atıf isimli bir katılımcının şu sözü bu bağlamda özellikle zikre değer: ‘İnsanları öfkelendire- cek malzemeyi sağlamak suretiyle onları polise karşı gösteri yapmaya hazır hale getirmek bu yeni ortamda çok rahattı ve çok kolaydı’. Onun da belirttiği gibi Arap Baharı denilen süreç Facebook’ta planlanmış, Twitter’da koordine edilmiş ve cep telefonu mesajlarıyla ya- yılmış, Youtube’la dünyayla paylaşılmış ve kitle medyasının uğrayabileceği editör müdaha- lesi olmadan tüm çıplaklığıyla herkese ulaştırılmıştı.

Esma Mahfuz’un Facebook’a gönderdiği video bloglar bu bağlamda zikredilebilecek en iyi örneklerden biridir. Tahrir kalkışmasını en çok etkileyen olaylardan biri olarak kabul edilen bu paylaşımlarda Mahfuz, Mısırlı erkekleri kendisiyle birlikte Tahrir Meydanına çıkmaya çağırmış ve bunu yaparken de çok geleneksel bir kışkırtma dili kullanmıştı. Mısırlı erkeklere ‘ben kız halimle Tahrir’e gidiyorum, oradaki işgal hareketine katılıyorum. Siz de erkekseniz benim arkamdan gelirsiniz, beni orda korursunuz ve benim başıma herhangi bir şey gel- mesini önlersiniz’ diyordu. Medyanın son imkânlarını kullansa da, geleneksel bir kitleye ulaşmayı hedeflediği için ataerkil temalar kullanıyordu. Mahfuz bu mobilizasyon çabaları nedeniyle daha sonra Avrupa Parlamentosu’nda ağırlanacak ve Sakharov Ödülü ile ödül- lendirilecekti.

Bu hareketler toplumda 1950’lerden bu yana sürmekte olan diktatörlüğün, yoksulluğun, baskı ve şiddetin yarattığı birikimi tetiklediler, sokağa döktüler, rejimi devirdiler ancak bu devrilme belirli bir ideolojisi, belirli bir lideri olan bir toplumsal hareket tarafından gerçek- 96 MEDYA-DİN VE SİYASET leştirilmediği için yeniden inşaya sıra geldiğinde kendileri siyasal aktörler olarak sahneye çıkıp iktidarı ele alamadılar. Dijital hareketlerin harekete geçirdiği sürece hazırlıksız yaka- lanan ancak geniş halk kitlelerine yakın olan İhvan’ı iktidar oyununa girmek durumunda bıraktılar.

Yeni toplumsal hareketlerin temel özelliklerinden bahsederken Castells, bunların tek bir ortak değerden hareket etmediklerini ve daha da önemlisi ağların yataylığının işbirliği ve dayanışmayı desteklerken resmi liderlik ihtiyacını baltaladığını söyler. Castells bunu olum- lu bir özellik olarak zikretmektedir çünkü hareketin karşı koymak istediği değerlerin etkisin- den korunmasının bir yolu olarak görmektedir. Ancak tam bu noktada kurumsallaşmanın ya da yeniden inşanın nasıl olacağı sorunu ortaya çıkmaktadır. Bu duruma Mısır örneğin- den bakacak olursak, İhvan’ın belirli bir istikameti, başı sonu belli bir ideolojisi olan, bu ideolojiyi toplumda realize etme iddiasında bulunan bir toplumsal hareket olduğunu söy- leyebiliriz. Yeni medya üzerinden örgütlenen toplumsal hareketlere baktığımızda ise, ortak bir değer sisteminin paylaşılmasından ziyade belirli bir mevzuyla ilgili ortak bir protesto ihtiyacının söz konusu olduğunu görüyoruz. Örneğin devlet baskısının protesto edilmesi, belirli bir kent parçasının nasıl kullanılacağıyla ilgili bir kararın ya da ekmek fiyatlarındaki artışın geri aldırılması gibi. Yeni toplumsal hareketler, tek bir ideolojiye bağlı olmayan, tek bir lider tarafından yönetilmeyen, farklı özelliklere sahip insan gruplarının birlikte hareket etmesini mümkün kılar. Castells’in vurguladığı gibi, siber uzamda örgütlenir ve belirli bir kent parçasını işgalle görünür hale gelirler.

Burada altını çizmek istediğim husus, Tahrir kalkışmasının Müslüman Kardeşler’in bir kent hareketi örgütleme iddiasıyla planladıkları, kendi linkleri üzerinden duyurdukları, kitleyi işgale çağırdıkları bir eylem değildi. Tam tersine Tahrir tüm diğer dijital devrimler gibi çok farklı düşüncelerdeki ve sosyo-demografik özelliklerdeki insanların iktidara tepki göster- mek, belirli bir şeyi protesto etmek amacıyla bir araya geldikleri bir eylemler bütünüydü. Dolayısıyla burada bir ideolojinin kendini realize etmek amacıyla işgal ettiği bir kent parça- sından bahsetmiyoruz. Liberallerin, solcuların, Müslümanların, İslamcıların, gelenekçile- rin kısacası farklı farklı sosyal ve siyasal konumlardan gelip bir kent mekânını işgal ettikleri bir durumdan söz ediyoruz. Mübarek iktidarını yıkmayı başaran ortak bir kamusal bilinç, birikmiş bir öfke söz konusuydu. Ancak kalkışma, dijital hareketlerin ortak problemlerinden bir tanesine takılmıştır: Kurumsallaşma problemine. Tahrir kalkışmasında tek bir lider, tek bir liderin arkasından koşan izleyiciler ve onların güttüğü tek bir ideoloji yoktu. Kurumsal siyaseti ortadan kaldırıp yeni bir siyasi yapılanma ortaya koyma noktasına gelindiğinde, e-hareketlerin, dijital hareketlerin zorlandığı nokta kurumsallaşmanın kim tarafından ve nasıl/hangi temeller üzerinde sağlanacağı hususudur. Çünkü katılımcılar pek az ortak özel- liğe sahiptirler.

Kurumsallaşma aşamasında, toplumda/siyasette güçlü ana aktörlerden bir tanesi olan İh- van oy sandığı demokrasisinin getirileriyle iktidara geldi. Kısa süre sonra da bir darbeyle iktidardan düşürüldü ve Mısır’da yeni bir askeri cunta ortaya çıktı. Bunlar da gösteriyor ki, dijital hareketler önemli olmasına, ciddi bir devrimci potansiyel taşımasına rağmen, yıkma eyleminden sonra gelen kurumsallaşma aşamasına ilişkin olarak kafalarda hala ciddi bir karışıklık mevcuttur. Bu hareketlerin kurucu bir toplumsal ve siyasal iradeye dönüşeme- mesi yeniden klasik parti ya da oy sandığı demokrasisine dönülmesine yol açmaktadır. Süreç, hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığımız özgün dinamiklere sahiptir. Bunu Arap MEDYA-DİN VE SİYASET 97 devrimlerinin sonucunda ortaya çıkan kargaşa ve şiddet ile yakinen görmüş bulunuyoruz. Bu nedenle Tahrir kalkışması gibi örnekleri bir bahar olarak tanımlamakta bu kadar acele etmemek ve İslam toplumları açısından önümüzdeki döneme dair özgün ve kesinlikle öz- gürlükçü öneriler geliştirebilmek için çok daha derinlikli analizler yapmak gerekmektedir. İslami hareketleri yeni medya, temsili demokrasi/oy sandığı demokrasisi, siyasal katılım, e-demokrasi, siber aktivizm, dijital hareketler gibi pek çok kavram çerçevesinde yeniden tartışmaya ve bu çerçevenin neresinde bulunduklarına ve önümüzdeki döneme ilişkin tek- liflerinin ne olacağına dair yeni ve özgün siyasal çözümlemelerde bulunmaya ihtiyaç oldu- ğu muhakkaktır.

Okuma Önerileri

- Erkilet, Alev (2015) Ortadoğu’da Modernleşme ve İslami Hareketler, 6. b., İstanbul: Büyü- yen Ay Yayınları. - Castells, Manuel (2013) İsyan ve Umut Ağları: İnternet Çağında Toplumsal Hareketler, Çev. Ebru Kılıç, İstanbul: Koç Üniversitesi Yayınları. - Idle, Nadia & Alex Nunns (2014) Tahrir Meydanından Tweetler: Mısır Devrimi, Onu Yapan- ların Kelimeleriyle, Çev. Esra Ergün, İstanbul: Paloma Yayınları. - Telci, İsmail Numan (2011) “6 Nisan Hareketi: Yeni bir Sosyal Aktivizme Doğru mu?” SETA Ortadoğu Analiz, Cilt: 3, Sayı: 28, Nisan 2011, sf. 98-106. 98 MEDYA-DİN VE SİYASET

TÜRKİYE MEDYASINDA İSLAM’IN TANIMLANMA STRATEJİLERİ

Doç. Dr. Fahrettin ALTUN

GİRİŞ

Gerek sinema, gazete, radyo, televizyon metinlerinde; konvansiyonel medya ürünlerinde gerekse de yeni medyanın farklı alanlarında İslam’ın negatif temsilleriyle çok sık bir şe- kilde karşılaşılmakta ve özellikle Batı’da İslamafobi tartışmaları, bilhassa medyada bu ek- sende ilerlemektedir (Nurullah, Said ve Shaheen 2000, 2010, 2014) Gerek enformasyon -yani medyanın fonksiyonlardan, çıktılarından biri olan haberler- gerek eğlence metinleri, gerekse reklam metinleri bu bağlamda bu tür negatif temsilleri gerçekten çok ciddi şekil- de bünyesinde barındırıyor. Türkiye ele alındığında, özellikle modern Türkiye’nin siyasal kültürünün anlatı geleneğine yansımasında Kemalist anlatı geleneğinin çok etkili olduğu ve bu anlamda medyanın da hafızasını kuran temel etmen olduğu ifade edilebilir. Bu bağ- lamda din adamlarının temsili meselesi ele alınabilir. Menfaatperest ve yobaz din adamı tiplemesinin çok merkezi bir tip olduğu görülebilir. 1930’ların sonu itibari ile Muhsin Ertuğ- rul’un yapıtlarından 1950’lerdeki ve günümüze kadarki yapıtlara kadar bunun pek çok farklı örneği keşfedilebilir. Bu fehvada, din adamı tiplemesi söz konusu olduğunda bilhassa milli mücadele dönemi anlatılırken din adamlarının özellikle vatana ihanet teması etrafında be- timlendiği görülebilir. Bununla birlikte bir biçimde İslam’ın, Cumhuriyetin kurucu aklında ötekileştirilen, ötekileştirilmek ve unutulmak istenen Osmanlı’yla özdeşleştirildiğini ve bu nedenle ya yanlış ya da eksik bir biçimde temsil edildiği görülmektedir.

1. Medyanın İslam’ı Temsil Stratejileri

Bu kontekstte bir adım geriye çekilip medyanın temsil stratejilerine bakıldığında, genel temsil stratejilerinin İslam’a ilişkin kavramsallaştırmada etkili ve önemli olduğu dikkat çek- mektedir. Bu lahzada üç tür medya temsil stratejisi olduğundan bahsedilebilir; (i) Şarkiyat- çılık (ii) Garpçılık ve (iii) Garbiyatçılık.

1.1. Şarkiyatçılık

Kısa bir biçimde ele alındığında, aslında medyadaki şarkiyatçılık ya da medyadaki Şarklı- laştırma pratikleri çoğunlukla kendi doğrusunu ötekileştirme şeklinde vücut bulur. Medya- da bilhassa İslam temsilleri bağlamında, Arap İslamının ötekileştirilmesi bunun en temel örneklerinden biridir. Arap, hatta yeri geldiğinde Fars ve genel olarak doğulu Müslümanlı- ğın yeri geldiğinde karikatürize edildiğine, negatif bir biçimde temsil edilebildiğine tanık olunabilir. Bu noktada mevcut durumun karşısına açık ya da örtülü bir biçimde steril Türk Müslümanlığı imgesinin üretildiği belirtilebilir.

1.2. Garpçılık

Bahsedilebilir bir diğer strateji ise Garpçılık, namıdiğer Batıcılık olarak adlandırılmaktadır. Bu temsil stratejisinde Batı ideal insanlık durumunu temsil etmektedir (Mardin, 1995: 9). İslam’ın modern öncesi momente tekabül ettiği, bu dönemin bir unsuru olduğu ve aslın- da tarih dışı bir unsur olduğu imgesi resmedilir. Avrupa’daki İslamofobik imgelerin, bu MEDYA-DİN VE SİYASET 99 bağlamda Türkiye medyasında yeniden üretildiğinden bahsedilebilir. Özellikle Doug Soun- ders’ın Avrupa’daki Müslümanlara ilişkin 10 stereotipi (Sounders, 2012) Türkiye medyasına uyarlandığında ciddi bir örtüşme tablosu ortaya çıkmaktadır.

1.3. Garbiyatçılık

Son olarak Garbiyatçılıktan bahsedilebilir. Bu kültürel boyuta sahip strateji medyada da yansımasını bulur. Özüne bakılacak olursa bu temsilin Batı ile ilişkisi bir tür aşk-nefret iliş- kisidir (Bülbül, Özipek ve Kalın, 2010: 129-146). ve yeri geldiğinde bu durum çekinmeden bir nefrete dönebilmektedir. Batı hayranlığından Batı nefretine yönelik bir unsur burada doğar. Burada da, Avrupa İslam’ının ya da Batılı dinlerin yabancılaştırıldığı, ötekileştirildiği bir performansla karşı karşıya kalınır.

2. Medyada Aşırı İslam Temsili

Bu üç temsil stratejisinin yanında medyada İslam’ın aşırı temsil stratejileri de belirmiştir. İslam’ın aşırı temsilinin de üç tipi tespit edilebilir: Aşırı temsil tiplerinden ilki, kutsal gün ve gecelerde yapılan dini programlar olarak açıklanabilir. Aslında bunun bir boyutu da dini yayınlar yapan kanallar, yani daha dar bir izleyici kitlesine yönelik performans sergileyen kanallardır. Lakin daha spesifik olarak ifade edildiğinde Ramazan ayında yapılan program- larda İslam’ın aşırı bir temsiliyle karşı karşıya kalındığı dile getirilebilir. İkincisi; 1980’lerin sonundan itibaren Türkiye sinemasında İslam’ı, Müslümanları pozitif göstermeye, daha öncesinde oluşmuş negatif havayı tersine dönüştürmeye yönelik yapımlardır. Daha sonra bu yapımlarda modernlikle barışık Müslüman tiplemesi öne çıktığı görülmektedir. Yeşil Si- nema olarak isimlendirilen yapıtlarda da bu tip bir aşırı temsilden bahsetmek mümkündür. Üçüncüsü ise evanjelik akımların etkisiyle karşımıza çıkan yapımlar, yapıtlardır. Bilhassa Gülen Medyası’nda bunun örneklerini ziyadesiyle görmek mümkündür. Cennet manzara- larının olduğu, bir şekilde bunun üzerinden vaatlerin merkezde konumlandığı spiritüel ya- pımlar bu temsile örnek verilebilir. Tüm bunlarda esasen melek ve insan figürünün önde olduğu, bu manada İslam’ın toplumsal olanın içinden değil dışından temsil edildiği ve bu anlamda bir aşırı temsilin söz konusu olduğu söylenebilir.

3. Türkiye Medyasında İslam Tanımlanması

Hiç kuşkusuz medyada İslam meselesini sorunsallaştırmak ve çalışmak oldukça önemlidir. Özellikle Türkiye’de medya, aslında sadece negatif İslam temsilleri üretmekle yetinmemek- le birlikte, bunun yanında İslam’ı çeşitli stratejilerle ve biçimlerle tanımlamaktadır.

Açıkçası medya İslam’ı tanımak yerine onu tanımlama gayreti içerisine girmektedir. Bu an- lamda İslam’ın olduğu gibi; bütün renkleriyle, çoğulluğuyla, sosyopolitik yansımalarıyla temsil edilmediği görülmektedir. Bu manada İslam’ın kısmen bireysel alanla sınırlı, top- lumsal boyutu olmayan, metin merkezli, kültürel boyutu eksik olan; yani hayata değmeyen, siyasi anlam, içerik ve yansımalarından yoksun bir biçimde tanımlandığı görülmektedir. Bu tanımlama stratejisi Cumhuriyet modernleşmesinin dine ilişkin mühendisliği ile aynı doğrultudadır. O dönemde Şemsettin Günaltay’ın öncülüğünde yürütülen, dini moderni- zasyon çalışmaları aslında bir din tanımlamasını yani dini tanımayı değil, yeni bir dini anlayışı ya da egemen, resmi bir dini anlayışı topluma bir biçimde yansıtmayı yahut da 100 MEDYA-DİN VE SİYASET dayatmayı içermektedir (Altun, 2004: 160-174) . Bu yönüyle Kemalist laiklik anlayışı din karşıtı bir proje değildir, din üzerinde bir mühendislik çabasıdır (Sayyid, 2004: 952) Bu pen- cereden bakıldığında hurafelerden arınmış bir anlayışının esas olduğu ve bir şekilde adına Türk Müslümanlığı ya da gerçek İslam denilebilen bir anlayışın topluma yukarıdan aşağı empoze edilmeye çalışıldığı kavranılabilir. Devlet üzerinden örgütlenen İslami eğitimin de böylesi bir arka planı ve alt yapısı olduğunu bilinmektedir. Fakat hiç kuşkusuz, bu projeye toplum ve kültürel süreçler de müdahil olduğunda ortaya çıkan manzara, kompozisyon çok daha farklı olmaktadır. Bir şekilde hurafelerden arındırılmış din nosyonunun özellikle 28 Şubat Dönemindeki medya performansını da çok ciddi boyutta etkilediği ve medyanın dini, İslam’ı tanımlama stratejisinin de merkezinde olduğu görülebilir.

Şayet 28 Şubat Dönemi’ndeki gerçek İslam tartışmaları hatırlanacak olursa bu kontekstte bahsedilen noktanın altı daha net bir biçimde çizilmiş olacaktır. O dönemde çokbilmiş özne formatında pek çok ilahiyatçının asıl dinin ne olduğuyla ilgili çarpıtılmamış olan, tahrif edilmemiş dinin ne olduğuyla ilgili ortaya koyduğu medya performansı aslında med- yanın dini tanımlama stratejisinin çok somut örneklerinden biri olarak nitelendirilebilir. Bunun bir medya stratejisi olarak oluşması bir problematik haline dönüşmektedir. Burada normatif bir çerçevenin altı çizilmemekle birlikte bir teoloji tartışması yapılmadığı da özel- likle ifade edilmektedir.

SONUÇ

İslam’ın medyada temsili söz konusu olduğunda toplumsal normalleşmeyle birlikte med- yada da bir normalleşme sürecinin de yürüdüğü ve “olduğu gibi” temsil imkânlarının da arttığı görülmektedir. Bu imkânlar söz konusu olsa da, İslam’ın tanımlanma stratejilerinin çok önemli bir problematik olarak önümüzde durduğunu ve Türkiye’deki siyasal polarizas- yonun ötesinde bir sorunsal olarak karşımızda belirdiğini belirtmek gerekir. Türkiye medya- sındaki bölünmenin, bilhassa siyasal bölünmenin, medyanın İslam’ı temsil stratejilerinde çok da karşımıza çıkmadığı ileri sürülebilir. Zira buradaki mesleki konvansiyonlar, kültürel etkiler İslam’ın temsil stratejilerine doğrudan yansımaktadır. Ayrıca İslam’ın medyadaki aşırı uç temsillerinin onu araçsallaştırıp bayağılaştırdığını söyleyebiliriz. İslam, medyatik sınırlarda kendi bütünlüğünden uzak bir perspektifle sunulmaktadır. Nitekim bu durum İslam’ın kendi gerçekliğinden uzak bir biçimde popüler bir çerçeveye taşmasına neden ol- maktadır. Mevcut medya yelpazesi değerlendirildiğinde buradaki emelin medyanın kendi çıkarlarının konsolidasyonunu sağlamak olduğu açıkça görülmektedir. Mamafih, oluştur- mak istediği algılar üzerinden bir kadraj inşa eden medya, temsil stratejisini de bu çizgiden belirlemektedir. Ezcümle, İslam’ın temsiliyetini bu sahnenin varlığını reddederek değerlen- dirmek mümkün değildir.

KAYNAKÇA

- Altun, F. (2004). M. Şemseddin Günaltay, Yasin Aktay, (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Dü- şünce: İslamcılık içinde, (s. 160-174). İstanbul: İletişim. - Bülbül, K., Özipek B. B., Kalın İ. (2008). Turkish Perceptions of the West, İnsight Turkey, Vol. 10, No. 1. 129-147. - Nurullah, Abu Sadat. (2010). Portrayal of Muslims in the media: “24” and the ‘Othering’ process, İnternational Journal Of Human Sciences, Vol: 7, İssue: 1, 1022. MEDYA-DİN VE SİYASET 101

- Said, E. (2000). Haberlerin Ağında İslam, Alev Alatlı (çev.). İstanbul: Babil. - Sayyid, S. (2004). Bir Model Olarak Kemalizm ve İslam’ın Siyasallaşması, Yasin Aktay, (Ed.), Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: İslamcılık içinde, (s. 948-961) İstanbul: İletişim. - Shaheen, J. (2009). Reel Bad Arabs: How Hollywood Vilifies a People, Olive Branch Press. - Sounders, Doug. (2012). The Myth of the Muslim Tide: Do Immigrant Threaten the West, Vintage Books, Newyork.

MEDYA-DİN VE SÖYLEM 104 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

İÇTENLİK DEĞERİ BAĞLAMINDA DİN VE MEDYA İLİŞKİSİ

Prof. Dr. Vefa TAŞDELEN

İnsan, bir değerler varlığıdır; değer üreten ve değerle yaşayan bir varlıktır. Hayatını bir de- ğere göre düzenleyen, bir değere göre eylem ve davranışlarını, karar ve tercihlerini yönlen- diren bir varlıktır. İnsanın dünyaya, insanın insana, insanın Tanrı’ya bağlanışı, belirli değer- ler çerçevesinde gerçekleşir. Onun değerler varlığı olması, bir yandan değerle yaşaması, bir yandan da değer üretmesi anlamına gelir. İnsan “değerli” bir varlıktır.

Felsefe tarafından ele alınan temel değerlerden ikisi etik ve estetik değerlerdir. Buna hak ve adalet değerlerini de eklemek gerekir. Etik değerler, iyilik/erdem değerleri etrafında top- lanan, insanın eylemlerine yön veren değerleri ifade eder. Estetik değerler ise güzellik de- ğerleri etrafında toplanır ve daha çok bireyin beğeni duygusu etrafında şekillenirler. Hak ve adalet değerleri ise, nerede ve ne zaman olursa olsun, filozofların ve aydınların üzerinde en çok titrediği, en çok düşündüğü değerler arasında yer alırlar.

Dinin de kendine göre değerleri vardır. Bu değerler, sözünü ettiğimiz etik, estetik ve hukuki değerlerle iç içedir. İman, bu değerler çerçevesinde biçimlenir. Ancak, etik derken, estetik değer derken, hukuk derken, sadece Tanrı’ya bağlanmayız, topluma ve diğer insanlara da bağlanırız. Din, vaz ettiği değerlerle bizi bir yandan Tanrı’ya, bir yandan da diğer insanlara bağlar. Bu bağlanış, imanın kendine özgü içtenlik değeri çerçevesinde gerçekleşir. Bu bildi- ride, imanın içsel hakikatini oluşturan “içtenlik” değerinden hareketle, din ve medya ilişkisi irdelenecektir.

* * *

Dini inanışın özünü, Yüce Varlık’a duyulan inanç oluşturur. Bütün dinler, Yüce Varlık an- layışı etrafında öğretilerini, iyilik ve kötülük, hayır ve şer, hak ve adalet, dünya ve ahret değerlerini oluştururlar. İman, kuşatıcı ve belirleyici bir bağlanma durumudur. Kişi, hayatı ve ölümü, baştan sona tüm varoluşu, bu Merkezi Varlık etrafında, ona nispetle anlar ve anlamlandırır.

Dini mesaj, bizzat tek tek bireylere hitap eder. İman, fert temelli bir tutumdur; hiç kimse bir başkasının yerine inanmaz, inanamaz. Bizzat kendisinin yerine, kendi Yüce Varlık de- neyiminden hareketle inanır, kendisi olarak ve kendisi adına Tanrı’nın huzurunda bulunur. İmanın özünü bu birey Tanrı ilişkisi oluşturur. Birey Tanrı ilişkisi, hem dini öğretilerde, hem de felsefi metinlerde ortaya çıktığı üzere, saf bir yaşantı ve içtenlik durumudur. Bu bağlan- ma durumunda, dünyaya ait bütün ilgi ve çıkarlar paranteze alınır. Bağlanma durumu, bir içtenlik durumudur. Bir kişiyi kandırmamız, ona farklı yüzlerle görünmemiz mümkündür; ama Tanrı, kendisine bağlandığımız güç ve kudret, ilim ve görü sahibi varlık olarak bizi bilir. Onun huzurunda bir yalnızlık, şeffaflık, örtüsüzlük, bir “kendilik” hali içinde bulunuruz. İhlas diye ifade edilen saflaşma, özleşme ve yalınlaşma, daha çok bu içtenlik durumuna karşılık gelir.

İçtenlik, derin bir deneyimdir ve kimi durumda sarsılabilir; birey ve Tanrı arasında bağlan- ma durumu kurulamayabilir. Yanılsama ve özgül niyetin kaybedilmesi durumunda, bu öz MEDYA-DİN VE SÖYLEM 105 yitiminde, birey Tanrı ilişkisi, birey toplum, birey güç, birey otorite ve nihayetinde birey çıkar ilişkisine dönüşebilir. Bu yanılsama durumunda kişi kendisini Tanrı’nın huzurunda değil, insanların huzurunda bulur ve Tanrı ile olan bağını, bu aleniyet alanında bir nüma- yişe dönüştürebilir. Kafka, bir hikâyesinde, insanların kendisini seyrettiği bir sahnedeymiş gibi, abartılı şekilde ibadete duran kişinin ruh hainden; aşkın ve metafiziksel bağlanışın dünyasal ilgiye, Tanrı huzuru’nun bir tiyatro sahnesine dönüşümünden söz eder. İnanma durumundaki içsel bağlılık, alenilik alanında bir nümayişe dönüştüğünde, içtenlik gider, bir öz yitimi ve yabancılaşma durumu ortaya çıkar. Kişi Tanrı’ya yakarırken, onunla iletişim ha- lindeyken, başkasının gözü önünde olsa bile, kendisine ve başkalarına yönelik bir çıkar ve ilgi içinde bulunmaz. Kierkegaard, “bir putperest, batıl bir tanrıya ola ki gerçek bir mü’min gibi inanır, gerçek bir mü’min de hakiki bir Tanrı’ya ola ki gerçek bir pagan gibi inanır” der- ken, inanmanın özündeki içtenlik ve sahih yönelişe dikkat çeker.

İçtenlik değeri ne kadar güçlüyse, birey ve Tanrı arasındaki bağlanma da o kadar yalın ve sa- hih düzeyde gerçekleşir. İçsel boyutun yitirilmesi durumunda samimiyet de önemini yitirir. Bu durumda önemli olan bir mesaj göndermek, bir görüntü vermektir. İçtenliği yansıtmak amacıyla dile getirilen her şey, hatta ahlayıp sızlamalar, gözyaşları bile, sahneye çıktığın- da kendi özünü kaybeder, kendini görmeyen bir yabancılaşmaya uğrar. İçinde yaşadığımız medya çağında, yeryüzü bütünüyle bir sahneye dönüşmüştür ve bu sahnede insanların acılarını bile saf halde yaşamaları zorlaşmıştır. Bu durumda, Scheller’in ısrarla üzerinde durduğu “oynama içtepisi” (Spiel treiben), farklı bir bağlamda, ama bu sefer saf yaşantıyı kuran değil yıkan bir unsur olarak kendiliğinden ortaya çıkar. Oysa din bir samimiyet ala- nıdır. “Din samimiyettir” ifadesi, içle dışı, gerçek ile görüntüyü, sözle eylemi birleştirmekle bağlılığın içsel boyutunu ve zarafetini de gösterir.

Medya demek, yayan, gösteren, ifşa eden bir “araç” demektir. Dinin medya ile ilişkisi de yayan, ulaştıran, duyuran, aleni hale getire bir araçla ilişkisi olacaktır. Burada sorulabilecek soru, dinin böyle bir araca ihtiyaç duyup duymadığı, ihtiyaç duyuyorsa, bu ilişkinin değer boyutunun ne olacağı, bu ilişkinin imanın içtenlik boyutunu nasıl etkileyeceğidir.

Gerçek şu ki, hangi dine bakacak olursak olalım, Yüce Varlık inancı etrafında şekillenen bir kurtuluş söylemi’ne sahip olduğunu görürüz; bu onların varoluş nedenidir. Dinler kendi değer ve öğretilerini insanlara ulaştırdıkları ölçüde, kurtuluşun gerçekleşeceği öngörüsüne ve varsayımına sahiptirler. Kurtuluş, nihai amaçtır. Bu amaca yönelik mesajın iletilmesi sıradan bir iletişim değil, kutsal bir görevdir de. Misyon ve tebliğ kavramlarının içeriğine baktığımızda, kurtuluş görevinin manevi derecesini anlayabiliriz. Bu yüzden, dinler öteden beri zamanın iletişim imkânlarından en üst düzeyde yararlanma yoluna gitmişler; bu bağ- lamda mektuplar yazılmış, elçiler gönderilmiş, seyahatler yapılmış, farklı kanallar üzerin- den faaliyetler gerçekleştirilmiştir.

Dinin ya da daha doğru bir ifade ile “dini söylem”in medya ile ilişkisi, duruma göre bir ya- bancılaşma hali de ortaya çıkabilmektedir. Yabancılaşma, niyetin ve değerlerin yozlaşması, kurtuluş söyleminin, Augustinus’un bir ifadesinden yararlanarak söyleyecek olursak, Tan- rı’nın krallığına duyulan sevgiden dünyasal krallığa duyulan sevgiye doğru dönüşüme uğra- masıdır. Bu yabancılaşma sonucunda kurtuluş söylemi, misyon ve tebliğ hareketi, zamanla medyanın çağrısına ve eğilimlerine uyarak kendi özüne yabancılaşabilmekte, sözgelimi ha- yatın bütün alanlarına doğru genişleyen kapsamlı bir ticari faaliyete dönüşebilmektedir. 106 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

Tabii, din ve medya ilişkileri bağlamında bir de ticari kanaların, arz talep dengesini göze- terek popüler isimler ortaya çıkarmaları, bu isimlerle medya üzerinden ticari amaca yöne- lik programlar yapmaları söz konusudur. Bu programlardan bazıları, zaman zaman etik ve estetik boyutu düşük, pedagojik duyarlıktan yoksun, gözyaşı ve ajitasyonu öne çıkaran bir çabaya da dönüşebilmektedir. Burada sorulabilecek soru şudur: Peki, bu “yabancılaşma durumu”nda dinsel söylem medyayı gerçekten kendi aracı haline getirebilmekte midir, yok- sa kendisi mi bizzat medyanın etkili bir aracı haline gelmektedir? Medya analizcileri medya takipçilerini uyarma ihtiyacı hissetmektedirler. Şöyle derler: Size kurtuluştan söz edenlere dikkat edin: bakalım sizden ne isteyecek ve size ne verecekler? Bu analitik yaklaşım, sahih olan ile yabancılaşmaya uğramış olanı birbirinden ayırmak için de iyi bir ölçüt oluşturabilir.

* * *

Sonuç olarak şu hususlar üzerinde durmak isterim.

(1) Din, içsel hayattır; ama sadece içte kalan bir hayat değildir. O içten dışa doğru genişler, yansır; toplumsal ve kültürel bir biçim alır. Bu yüzden medya ile yollarının kesişmesi kaçı- nılmazdır. (2) Medya doğru din eğitiminin verildiği bir aygıt olmalı; din eğitimi adına korku, endişe ve umutsuzluk yayılmamalıdır. (3) Dini program yapan kişiler, insanlar üzerinde manevi otorite oluşturmaya çalışmanın ki tabi olmayı bekleyen kitlelerin olduğu bir toplumda daha kolaydır- dini bir tutum olup olmadığını düşünmelidirler. (4) Dini programlar insana saygılı, rasyonel, pedagojik, etik ve estetik ilkelerin gözetildiği programlar olmalı. (5) Hak ve özgürlükler, baskıcı, yasakçı bir tutumla; keyfi, zorlama ve insan onurunu zede- leyen yorumlarla yok edilmemeli, aksine geliştirici ve genişletici bir tutum sergilenmeli. (6) Dini konuların ele alınışı, pedagojik ilkler çerçevesinde felsefe, sosyoloji, psikoloji bi- limleri ile güçlendirilmeli; efsanevi ve mitolojik anlatımlara eğilim gösterilmemeli; konular gerçekçi ve rasyonel bir zeminde ele alınmalı. (7) Dini programlarda horlayıcı, dışlayıcı, ötekileştirici bir dil kullanılmamalı. Hoşgörü, in- sana saygı esas olmalı. Dini söylemi aracı kılarak kitleler baskı ve tahakküm oluşturulma- malı. Ölçülülük esas olmalı. İnsan hak ve onuru esas olmalı. (8) Dini programlar bir bağış ve pazarlama programına dönüştürülmemeli; kutsal bir pazar oluşturulmamalı. MEDYA-DİN VE SÖYLEM 107

DİNİ SEMBOLLERİN MEDYADA SAVAŞ MALZEMESİ OLARAK KULLANILMASI

Ömer LEKESİZ

Bu tebliğde, öncelikle dinler için sembollerin değerinden özetle bahsedilerek, ilgili sem- bollerin içeriklerinde zamanla meydana gelen değişmelerin boyutları üzerinde durulacak- tır.

İkinci olarak söz konusu değişmeler cümlesinden modernleşme devrinde kutsal-sembol ilişkisindeki dünyevileşme ve buna bağlı olarak dini sembollerdeki temsile ilişkin anlayışın metafizik düzeyden maddi düzeye evrilmesi ana hatlarıyla anlatılacaktır.

Üçüncü olarak yeni içeriğiyle artık “kutsalı temsil eden” değil, “kendisi nedeniyle kutsalın nesnesi olan” dini sembollerin medya diline etkisi ve bu etkinin dinlerarası çatışmalarda nasıl bir işlev yüklendiğine değinilecek ve sonuçta dini semboller üzerinden yürütülen bir savaşın medya tarafından neden “kolay sürdürülebilir” bir savaş olduğuna dair kimi belir- lemelerde bulunulacaktır.

1.DİN VE SEMBOL İLİŞKİSİ

Zen Budizminde anlatılan bir hikayeye göre Buda bir vaazından sonra elindeki bir altın çiçeği havaya kaldırır.

Aynı şekilde, Elyusis üyeliğine kabul töreninde üyelere Demeter mitinin bir anlatımının dinlettirildiği ve ardından bir mısır yaprağının gösterildiği anlatılır.

Ve yine, Aşayı Rabbani ayininde ekmeğin takdis edilmesini bir dua takip eder.

Bunlar, “İşte bu benim” demek ve dolayısıyla varlığını ya da bir varlığı sembole geçirmek ya da aktarmak veya bir şeyi bir şeye vekil kılmaktır.

Peki “sembol” nedir?

Hem göstereni (şekli) ve hem de vasıtasıyla gösterileni (işaretleneni) içeren sembol, bir kavramın, düşüncenin niteliği olarak belleksel ve zahiri görüntüyü canlandırma, surete getirme aracıdır; sürekli ve tekrarlanabilirdir.

Sembol kelimesi “çok farklı manalarda ve farklı maksatlarla kullanılmaktadır. O mantık, matematik, semantik (anlambilim), semiotik (işaretbilim) ve epistomoloji (bilgi teorisi) gibi bilimlerde bir terim olarak kullanılmaktadır.

Kelimenin aynı zamanda ilahiyatta, dini merasimlerde, güzel sanatlarda ve şiirde kullanılı- şının uzun bir geçmişi vardır.

Kelimenin bu farklı anlamlarda kullanılması kısmen onun taşıdığı ‘bir şeyin yerine kullan- ma’ manasına dayanmaktadır. 108 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

Fakat kelimenin aslı olan Grekçe fiil, birlikte atmak, karşılaştırmak manalarını vermekte ve böylece işaretle işaret edilen arasındaki benzerlik fikrini aslında taşımaktadır. (...)

Cebir ve mantıkta semboller herkesin kabul ettiği işaretlerdir. Dini konularda ise semboller işaretle işaret edilen arasında dışarıdan görülmeyen, metaforik (mecazi) ve metonomik (mecaz-ı mürsel yani düzdeğişmece) bir benzerliğe dayanmaktadır.”(30)

Bunları söylerken “Sözcüğün geniş anlamıyla “dil” diye adlandırılan ceşitli anlatım yöntem- leri”ndeki “doğal bağıntının ya hiç görülmediği ya da artık hiç anlaşılamadığı salt saymaca simgeler”le sanatsal çizginin karşılığı olarak kullandığımız işaretlenmiş (sembolleştiril- miş) şeklin biçimleme, gösterme, içerik ve işlev bakımından birbirinden farklı olduklarını belirtmek durumundayız.

Toplumsal göstergeler düzleminde, görüntüyle sembol arasındaki ilk karşıtlık doğal yansıt- mayla saymaca gösterimi ortaya koyar (bir fotoğraf ve bir cebir formülü); bunların arasında saymacalaşmış görüntülerle görüntüleşmiş semboller yer alır (bir plan, bir yansıtma). Sembolün yukarıdaki tanımında „surete getirme aracı“ demiştim. „Suret“, „imge“ kelimesi- nin tam karşılığı olduğundan bunu „imgeye dönüştürme“ şeklinde de söyleyebiliriz.

Psikolojik bir terim olan imge, sanat türlerinin hemen tümünün alanına girme özelliğine sahip bulunmaktadır.

Hayal kelimesini de içkin olan imge, duyu organlarının dışarıdan algıladıkları şeylerin in- san zihnindeki temsili olarak tanımlanmaktadır.

Oluş, uyanış biçimi itibariyle belli bir zamana münhasır değildir, en yakın an’dan, geçmiş- ten hatırlanabilene, herhangi bir izin yerettiği zamana -hatta ilk insanın yaratılışına, takdir edilmiş yanlışına, cennet özlemine, cehennem korkusuna- kadar yayılabilmektedir.

“Bir imge, yeniden yaratılmış ya da yeniden üretilmiş bir görünüdür.

İmge ilk kez ortaya çıktığı yerden ve zamandan -birkaç dakika ya da birkaç yüzyıl için kop- muş ve saklanmış bir görünüş ya da görünüşler düzenidir.”(36)

Algının nedeni ve niteliğiyle doğrudan ilgili olan imgenin oluşumu, içselliği, algı biçimleri, kavrama alanı, anlamlandırılması ve atıf düzlemi tartışmalı konular arasında yeralmaktadır. Sadece görme duygusuyla değil, tatma, koklama, dokunma duyularıyla ve sıcaklık, soğuk- luk, durgunluk, akışkanlık, hareketlilik-hareketsizlik gibi şeylerin durumlarıyla da bağlantısı bulunan imge bu özellikleriyle insana ilişkin çoğu araştırmanın merkezinde yeralmaktadır. Yine de, anlamlandırma açısından geniş açılımları olan imgenin, tüm detaylarıyla kavran- ması uğruna hepten belirsizleştirilerek bulandırılması yerine, belli anlam kalıplarıyla so- yutlanarak sınırlı bir şekilde kullanılması uygun düşmektedir.

Bu yönde, bizim de benimsediğimiz en uygun tavır Mircea Eliade’ninkidir.

Eliade, Freud’u da eleştirerek şu yaklaşımı sergilemektedir: “İmgeleri somut terimler halin- de ‘sunmak’ anlamdan yoksun bir işlemdir: İmgeler kuşkusuz, Freud tarafından aydınlatıl- MEDYA-DİN VE SÖYLEM 109 mış tüm ‘somut’ imaları kapsamaktadırlar, ama işaret etmeyi denedikleri gerçek, ‘somut’a yapılan atıflarla tüketilecek nitelikte değildir. İmgelerin ‘kökeni’ de nedensiz bir sorundur: tıpkı geometrinin ‘tarihsel keşfi’nin Mısırlıların Delta’daki kanal açma çalışmaları sırasında ortaya çıktığı bahanesiyle, matematik ‘gerçek’in tartışmalı hale getirilmesi gibi. Bu durumda, imgenin, belleksel görüntü bağlamında görme biçimine, bilgi düzeyine bağlı bulunduğunu ve ne kadar eskiye/geçmişe dayanıyor olursa olsun, öznenin onu hep yeniden kurarak sürekli bir üretimi gerçekleştirdiğini, eğretileme düzeyindeki oluşumunun sürekli tekrarlanmasıyla zaman içinde sembolleşebileceğini bilmek yeterli olacaktır.

2.MEDYA KURUCU OLARAK DİN

Gelelim dini oluşuyla kutsal nitelemesini hak eden sembollerin metafizik düzeylerinden maddi düzeylere aktarılmasına.

Latince “ortam, araç” anlamındaki medium kelimesinden türtilen medya’nın bugün bu an- lamının çok fevkinde bir içerik yüklenerek ve dolayısıyla yazılı, görsel, işitsel, sanal ve sos- yal medya nitelemeleriyle toplumsal hayatı kuşatmakla kalmayıp, ona yön verme çabasıyla, müstakil bir erk olma istikameti kazandığı malumdur.

Biz, medyanın bilinen son tanımlarını göz önünde bulundurarak, konumuz açısından bir değerlendirmede bulunacak olursak, Carl Schmitt’in şu meşhur tezini izlemek durumun- dayız:

“Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramla- rıdır.”

O halde medyanın da dünyevi bir olgu olarak temelini din’de aramalıyız.

Vaz edilen şeriata uygun davranma ya da davranmama seçimini insana bırakma anlamında “teklif”i içkin olmakla birlikte din, tekliften çok telkine dayalı bir kurumdur ve bu yanıyla da her seviyedeki insanı (kul genel tanımı altında) birlikte ihata ettiğinden seçkinci değil popülist bir işleyişe sahiptir.

İkonografi, Erwin Panofsky ile kazandığı “sanat eserlerinin biçimleri karşısında konuları veya anlamlarıyla ilgilenen sanat tarihin bir koludur” tanımından önce, büyük çoğunluğu yazma ve okuma bilmeyen Hıristiyanların dinle ilgi ve iletişimini sağlamak üzere “kutsal kitaptan ya da aziz ve azizlerin hayatlarından yapılan çizimler, resimler” anlamını taşır.

Burada Frithjof Schoun’un “nesnel putperestlik ve öznel putperestlik” tanımının yaslandığı idol ve ikon ayrımına girmeyeceğim ancak onun şu belirlemelerini din ve medya ilişkisi planında aktarmak ihtiyacındayım:

“Kabaca ifade etmek gerekirse, Ari ve Mongoloid ırklar ikon-severdir; Sami ve Samileşmiş halklar ise ikon-karşıtıdır. Erken Kilise dönemindeki İkonodülizm ve ikonoklazm arasındaki çatışma, Sami bir dinle Ari bir zihniyetin üst üste binmesi şeklinde açıklanabilir; böylece bir tercih yapılması kaçınılmazdı ki, bunun sonucunda da Ari ruh galip geldi. 110 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

Erken Kilise döneminde ikonların galip gelmesinin nedeni, doğru çözümün bir vahye da- yalı olmasından kaynaklanmaktadır: bu, Bakire’nin ilk ikonunu yaratan havari Aziz Luka idi; Kutsal Yüz suretinin yer aldığı Kutsal Örtüyle birlikte Azize Veronika idi.”

Benzer bir bağlamda Erwin Panofsky de ikonografi açısından “Uzlaşımsal anlam”ı açıklar- ken şunları söylemektedir:

“Bu anlam, elinde bıçak tutan bir erkek figürünün Aziz Bartholomew’i temsil ettiği, elinde şeftali tutan kadın figürünün ise Doğruluğu simgelediği, bir yemek masasının çevresinde belli bir düzen ve duruş içinde bir grup figürün Son Akşam Yemeği’ni temsil ettiği veya belli bir nizamda savaşan iki figürün Erdem ile Erdemsizliğin Savaşı’nı temsil ettiği kavranarak anlaşılır.

Bunu yaparken biz sanatsal motifleri ve sanatsal motiflerin kompozisyonlarını temalar ve kavramlarla birleştiririz. Böylece ikincil veya uzlaşımsal anlamın taşıyıcıları olarak anlaşı- lan motiflere imgeler denilebilir; ve imgelerin bileşimine de eski sanat kuramcıları “inven- zion” (buluş) demişlerdir; biz bunlara hikayeler ve alegoriler demeye alışmışızdır.

Benzer imgelerin, hikayelerin alegorilerin saptanması kelimenin dar anlamıyla ikonograf- yanın alanını oluşturur.”

Bu verilerle, “bilgi, eğlence ve eğitim aracı olarak medya” tanımını birleştirdiğimizde Carl Schmitt’in yukarıda zikrettiğimiz, “Modern devlet kuramının bütün önemli kavramları, dün- yevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır.” tezinin ikonografi üzerinden tahakkuk ettiğini, diğer bir söyleyişle asıl olarak ikonografinin inceleme konusu olan ikonanın Erken Kilise dö- neminde bir medya niteliği taşıdığını ileri sürebilir, bunun acele olarak yapılmış bir iddia şeklinde anlaşılmasını önlemek için en azından tartışılmasını teklif edebiliriz.

Hemen şöyle bir zihinsel canlandırmayla televizyon ekranı bir ikon’dan, ekrandaki görün- tüler de ikonalar resmi geçidinden çok mu farklıdır diye sorarak teklifimin ciddiyet kat sayı- sını artırabilirim ama söz konusu teklifte beni cesaretlendiren şeylerden birinin Hıristiyan felsefeci Jean-Luc Marion’un çelişkili yaklaşımı olduğunu söylersem ona hemen bilimsel bir ciddiyet yüklemiş olurum.

Marion, yakın zamanda “Görünürün Kesişimi” adıyla dilimize çevrilen kitabında “İkon, ilki- nin yüzüne bakan ikinci bir bakışla tanımlandığına göre, görünür imge artık onu perdele- mez; aksine onun kendisini delip geçmesine izin verir; ama iki bakış orada kesişir. Böylece görünür yüzey, paradoksal olarak silinecektir ya da en azından bakışların kesişmesini göl- geleyen, kendisindeki tüm ışık, geçirmezliği silecektir.” tarzında birçok tumturaklı sözler söyledikten sonra “O halde Tanrı’nın kutsallığı lehine imgenin hiçleşmesi nerede örnek olacak şekilde gerçekleşir?” diye sorararak, ikona savunusunu kendi eliyle yerle bir eden şu cevaba ulaşır: “Litürjide.”

Litürji, malumunuz halka açık ibadetlerin (ayinlerin) nasıl yapılacağını belirleyen formlar (metod ve prosedürler) bütünüdür. Bu formlara uygun olarak düzenlenmiş ayinlere de li- türji adı verilir. MEDYA-DİN VE SÖYLEM 111

Marion, bence farkında olmadan İslam’daki “Allah’ı görür gibi ibadet et” yani teşbih ve “Allah seni görüyormuş gibi ibadet et” yani tenzih terimlerine yaklaşır ancak bunda karar kılamaz. Kılamaz çünkü, modern zamanın modernist dindarı olarak benimsediği imgeleri, sembolleri dünyevileştirmek zorundadır. Aksi halde “özgür medyanın işleyişine karşı çıkan zalim antidemokratik yobaz” damgasını yemekten kurtulamaz.

3.MEDYA SAKASI OLARAK DİN

Aslında bu nokta din ve medya ilişkisinde dananın kuyruğunun koptuğu yerdir.

“Bilgi, eğlence ve eğitim”in aracı olmaktan bilginin, eğlencenin ve eğitimin sorumsuz kul- lanıcısına dönüşen medya, bu bağlamda dokunduğu her şeyi bir tüketim malzemesine indirgeyip, dizginsizleşen iştahını giderebilmek için hep daha fazlasına ihtiyaç duyarken düzeysizleşmiş bilginin, seviyesizleşmiş eğlencenin ve niteliksizleşmiş eğitimin de adeta tekel üreticisi haline gelmiştir.

Burada medyanın halini makulleştirmek, meşrulaştırmak üzere seçtiği tutumu “popülist” kelimesiyle entelektüel bir ortama taşıdığı da malumdur.

Popülizmi seçen bu modern yapıyla, işleyişi itibariyle popülist olan din birlikte düşünüldü- ğünde ilk akla gelebilecek şey medyanın din olma iddası olsa da, asıl görünürlük kazanan din ve medyanın karşılıklı olarak birbirlerinden beslenmesi ya da birinin diğerini daha çok beslemesidir.

Buna kendi içlerindeki ikona-severlik veya ikona-karşıtlığıyla birlikte çoğul yani dinler dü- zeyinde baktığımızda varlığını popülizmle sabitleyen medya ile işleyişi itibariyle popülist olan dinlerdeki kan uyuşumu bizleri şaşkınlığa uğratacak ve medya organlarınca destekçilik ya da düşmanlık tercihi olarak somutlaşan din seçimlerinin nedeni daha da anlaşılır ola- caktır.

Seçme, benzerleri içinde birini öne alma, önceleme eylemidir. Bir şey seçildikten sonra, seçilme nedeni geriye düşer ve seçilenin seçkinliğini savunmak asıl haline gelir.

Dolayısıyla medya organlarının her birinin şu ya bu dini seçerek onu savunma tahtında bulunmaları aynı şekilde seçmediklerine karşı muhalif olmayı beraberinde getirir.

Tebliğimizin girişinde sözünü ettiğimiz “sembollerin dünyevileşmek suretiyle işlevi” de medyatik manada tam da bu seçime ve ondan dolayı muhalif oluşa göre şekillenir.

Modern insanın kutsalla olan mütereddit ilişkisi ise din adına, dine ait gibi görünen bu şekillenmenin, aslında gerçek bir tahribattan ibaret olduğunu görmesini engeller.

Örneğin Buda’nın altın çiçeği, Demeter’in mısırı, Son Akşam Yemeğinin Kutsal Kase’si gös- terdiği şeyi geriye itip, doğrudan onun tahtına oturur. Bunlarla ilgili üretilen karşı, eleştirel medyatik dilde de bu simgeler özellikle kendi doğal yapılarından üretilmiş karikatürlere dönüşürler. Örneğin, Altın Çiçek bir İngiliz askerinin miğferi altında ezilir, Demeter’in mı- sırını eşek kemirir vs… 112 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

Bu noktadan itibaren medyanın ilahi veya beşeri dinlerin bir savaş alanı haline gelip gel- mediğ mümini çok fazla ilgilendirmez. Onu asıl ilgilendiren okuru, izleyicisi olduğu med- yanın onun dinini savunup savunmadığıdır.

Aynı şekilde bu savunmada aslına uygunluk, dini savunuyorum derken tahribatta uğratma durumu da onu pek ilgilendirmez, son tahlilde onu ilgilendiren medyanın inancına olan hizmeti, onu savunmadaki başarısı, üstün performansıdır.

SONUÇ

Futboldan festivale dinsizliğin bile kendi içinde bir dünya dinine dönüştüğü günümüzde, dünyevileştirilen dini semboller, asıllarının yerine gemeyi de aşıp, medya yoluyla kendileri yeni bir dini değere dönüşmüş olarak, kendi başlarına savaşıyorlar.

KAYNAKLAR:

- Pierre GUİRAUD, Anlambilim - Ferdinand de SAUSSURE, Genel Dilbilim Dersleri - John BERGER, Görme Biçimleri - Mircea ELİADE, İmgeler ve Simgeler - Frithjof SCHOUN, Beşer Tecellisi - Erwin PANOFSKY, İkonoloji Araştırmaları - Carl SCHMITT, Siyasi İlahiyat - Northrop FRYE, Büyük Şifre J- ean-Luc MARION, Görünürün Kesişimi MEDYA-DİN VE SÖYLEM 113

MEDYA VAİZLERİNİN GRAMERİ

Cemal ŞAKAR

Toplumlardaki en yaygın inançların başında dini inançlar gelir ve yine toplumlarda en yaygın duygu da dini duygulardır. Toplumları kuran, onu ortak bir paydada toplayan din olduğu için medya bu olguyu görmezden gelemez. Çünkü toplumla iletişim kurmanın en kestirme yolu bu kanaldan geçer. Medyada dini yayınlar günlük yayınlardan, yıllık yayınlara kadar her periyotta yer alır.

Medya genel kültürün bir parçasıdır. Hatta o kültürün oluşturucusu, dönüştürücüsü ve besleyicisidir. Hal böyle olunca, kitleyle genel kültür üzerinden iletişim kurar. Dolayısıyla medyanın ürettikleriyle iletişime geçmek için herhangi bir özel donanıma ihtiyaç yoktur. Bu durum medyalarda yayın yapmayı planlayan herkesin yayın seviyesini belirler.

Medyanın kendi dili vardır ve bu dilde öncelikli olan ‘görünme’dir. Görünme her ne kadar ‘görme’yi içkin olsa da, görünme her zaman asıldır. Görünmenin imaj boyutu vardır, hatta görünme öncelikle ve sadece imajla ilgili bir durumdur. Kişi büründüğü imaj sayesinde kalabalıklardan, yığınlardan ayrışarak görünürlük kazanır. İşte bu farklılık ve görünürlük iz- leyeni kendine doğru çekmeye başlar. Çekim gücü oldukça yüksektir, çünkü imajlar yüzey- sellikleri nedeniyle izleyeni hep kendine doğru çeker; bütün çağrışımları, göndermeleri ve imaları kendi üzerinde toplar. Zaten imajın gerçekliği, sadece yüzeyde, görünende topladığı ilgide yatar. İlgiyi, görünenden başka olasılıklara yöneltmediği için imajla ortaklık kurmak, ondaki mesajı alımlamak kolaydır. İmajların gücü, hem alımlanmasının kolaylığında hem de imaj giydirilen kişinin kalabalıklar arasından sıyrılmasıyla oluşan çekim gücünde ya- tar. Onca izleyen kişinin ilgisinin kalabalıklar arasından sıyrılmış bir tek kişiye yönelmesi bir büyülenme meydana getirir. Medya vaizleri bu büyülenmenin katharsis anlamında bir arınma yarattığını bilir; izleyiciler de ruhsal açıdan arındıkları duygusunu yaşarak tatmin olurlar. Ama burada, ruhsal tatmin dolaylı olarak dini duygunun yerini alır. İnsanlar, medya vaiziyle girdiği tutkulu ilişki nedeniyle duygularının yer değiştirdiğini hissedemez.

Din bu dilin içinden anlatılmaya çalışıldığı için medya dilinin eğretilemelerine uymak zo- rundadır. İmaj medya dilinin en önemli unsurlarındandır. Zira görüntü medyada her şeydir. Tabii ki bu görüntü saf, dokunulmamış bir görüntü değildir. Kadrajlanmasından, kurgula- nıp servis edilmesine kadar birçok elin değdiği bir görüntüdür. Yapaydır, kurmacadır. Bu özelliğinden dolayı böylesi görüntülere imaj demek tam da yerindedir. Çünkü medya gös- termek istediğini, göstermek istediği biçimde sunar.

İmajlar, bir yandan görünürlük yaratırken diğer yandan da saklar. Bir elbise gibi görüntüye giydirilir, böylece elbise giydirilen, onu taşıyan kişiyle imaj arasında bir yabancılık meyda- na gelir. Görüntü yüzeyselleştirilir. Görüntünün kendini aşan gönderme, çağrışım, ima gibi ihtimalleri sıfırlanmış olur. Aslında imajın, poz vermekle eşanlamlı hale gelmesi oldukça yerinde bir saptamadır. İmajlar, bu özellikleri nedeniyle görüneni saklar, izleyiciyle arasına güvenli bir mesafe koyar, dahası nihayetinde bir poz olduğu için gösterdiğini yalanlar. Med- ya vaizlerinin ekran karşısındaki giyimleri, jestleri, mimikleri, ses tonları… imajın söz ko- nusu gramerine uygundur. Ekran karşısında hâzâ imaj oldukları için, vaaz ettikleri konular da, imajın sahteliği nedeniyle halkı gerçeklikten koparır. Anlatılanlarla aralarına güvenli bir 114 MEDYA-DİN VE SÖYLEM mesafe girer. Mesafe sayesinde dinledikleri şeyler, tıpkı ekranda film izlemekle özdeşleşe- rek onları kurmacanın içine çeker. Anlatılan konuların yarattığı arkaizm nedeniyle izleyiciler kendilerini uzak, çok uzak bir geçmişte yaşanan olayların içinde hissederler. Uzak geçmişin bugünle, bugün yaşananlarla, yaşanması gerekenlerle bir ilgisi yoktur, tatlı bir nostaljiden ibarettir; dahası bugün yaşanmaları da muhaldir. Olayların, sisler içinde gerçekliğini yitirip muğlaklaşmasıyla izleyiciler, kendilerine anlatıladurulan tarihsel şahsiyetlerin örnekliğini kavrayamaz olurlar. Görsel, işitsel imaj bombardımanına maruz kalan kitle için kayıtsızlık, genel bir haleti ruhiye olur. Çünkü imajlar, üzerinde taşıdıkları poz verme duygusu ve her şeyi yüzeyselleştirme eğilimleri nedeniyle güvenli bir mesafe oluşturarak, güvenli görme/ dinleme biçimlerinin yaratılmasında etkili olurlar. İnsanlara bilinenler, kestirilebilir olan- lar; hazır görme/duyma kalıplarıyla aktarılır. Kitle gördüğü/duyduğu her şeyi kendisine su- nulan bu kalıplar sayesinde sorgulamadan, yargılamadan, düşünmeden gördüğü/duyduğu gibi kaygısızca alır ve kabul eder.

Medya vaizlerinin kullandığı ifade biçimleri hazır kalıptır. Gerçekliğe sıkı sıkıya bağlı keli- melerin delaletleri de o oranda güçlü olduğu için, vaizler konuya uygun düşen kelimeleri aramak yerine, tersine kendi öznel sözlüklerine ve hazır kalıp ifade biçimlerine başvurur. Gerçeklikten kopuk, öznel kelimeler boş söz, kalıp söz oldukları için ortaya bir düşünce çıkmadığı gibi düşünceyi de sonlandırır. Kelime ne kadar gerçeklikten koparılırsa o kadar öznel kullanıma müsait hale gelir. Kelimenin asal anlamıyla bağı ne oranda zayıflatılırsa kelime o oranda slogana, boş lafa dönüşür. Hem anlam bakımından hem de gerçeklikle bağı bakımından zayıflatılan kelimelerin içi boşaltılır; böylece kelimeler esnemeye başlar, istenilen yere çekilebilir hale gelir.

Gerçeklikten, zamandan ve mekandan kopuk bu dilsel dünya bir büyü yaratır. Büyülü at- mosferde her şey birbirine bitişiktir. Zaman, mekan ve olaylar iç içe geçmiştir. İç içelik sayesinde dinleyenler, dinledikleri olayların kahramanlarıyla özdeşleşirler. Onların acısı, sevinci ve hüzünleri, dinleyenlerin acısı, sevinci ve hüznü olur. Vaizin sözleri sanki ortak bir bellekten doğar ve ortak bellekte yankı bulur. Ortak bellek sayesinde her şey dinleyenin dinlediği her şeyle yan yana gelebilir. Burada, sert, köşeli kelimelere ve duyarlılıklara yer yoktur. Gerçeklik, dileyenin dilediğince yeniden yeniden kurabileceği şekilde araçsallaşır ve dinleyenler arzu ettikleri bir gerçekliği kurup ona inanabilirler.

Gerçekliğin dilediğince kurulabilmesi için vaiz genellikle di’li geçmiş zaman kipinde konu- şur. Olaylar olurken, o da oradadır; gözlemler, hatta yaşar ve şimdi aktarır. Miş’li geçmişin hikaye kipi genellikle tercih edilmez; hikaye kipi olayları masalsılaştırdığı için, istenilen iç içeliği, birlikteliği yaratmaz. Mesela “Ömer o an öfkeyle baktı”ğında, vaiz de öfkeyle bakar. Bir an durur, öfke duygusunu dinleyenlere aktarıp aktaramadığını test etmek için dinleyen- leri gözlemler. Düşündüğü etkiyi oluşturamadığına hükmederse, bu kez abartarak yineler duyguyu: “Ömer öfkeyle baktığında karşısındakinin dizlerinin bağı çözülüp yalvaran gözler- le baktı.” Sonra geniş zaman kipinin evrenselliğinden faydalanılır: “Ömer’in öfkesinin karşı- sında durmak ne mümkün.” İşte şimdi, burada ve hemen aynı duygudaşlık meydana gelir. Evet, “ne mümkün.” Ardından genellikle merhamet bahsine geçilir. Duygular eşitlenir. Vaiz hiçbir duygunun diğerine baskın olmasını istemez. Önemli olan bir karnaval havasında, büyülü bir atmosferde duygulanımlar yaşatmaktır. Büyülü atmosferin oluşturulmasında müzik de oldukça işlevseldir. Medya vaizleri genellikle yanlarında hanende ve sazende- lerin yer aldığı minik bir orkestrayla sahne çıkarlar. Müzik, yönetmenin işaret ettiği anda MEDYA-DİN VE SÖYLEM 115 devreye girer ve yerli yersiz söylenen ilahilerle duygular coşturulur. Böylece parça parça ve nedensizce anlatılan olaylar, duygudaşlık ve iç içelik sayesinde bir nedenselliğe bağlanır; birbirinden ilgisiz olaylar ve olgular birbirine ulanır, daha doğrusu bitiştirilerek bütünsellik sağlanmış olur. Tarih ve coğrafya olarak birbiriyle hiç ilgisi olmayan olaylar, nedenlerine ve sonuçlarına bakılmaksızın bu kurmaca bütünsellik içinde yan yana gelir. Burada işleyen tek nedensellik duygudur. Birbirinden bağımsız parçacıklar, duygu ortak paydası sayesinde bir araya toplanırlar.

Kelimeler nesnesinden, yükleminden ve gerçeklikten kopuk birer boş gösteren olduğu için, duygudaşlık ortak paydasında anlam kazanırlar. Bu sayede kelimeler sadece duygusal imaj yaratımına hizmet eder. Mesela Ömer adaletin imajıdır. Ama bu adalet imajının gönder- mesi yine kendinedir ve yüklemi yoktur. Bu sayede adalet bir hak ve ödev olarak dinleyen- lere aktarılmaz. Zaten aktarılmaması için buyurgan bir dil hiç kullanılmaz. Genellikle imaj yaratımı için betimsel bir ifade biçimi tercih edilir. Sadece kendini betimleyen bir betim. Vaaz bittiğinde evlerine dönenlerde de, evlerinde televizyon karşısındakilerde de televiz- yonlarını kapattıklarında duygu bir süre daha devam eder, giderek söner ve unutulur. Adalet imajının, dinleyenlerde yeniden hatırlanabilmesi için, mutlaka koşullandığı imajın dinleyi- ciye hatırlatılması gerekir. Çünkü adalet duygusunu bir hak ve ödev olarak yüklenmemiştir. Yüklendiği sadece adalet imajı ve duygusudur. Ama bu duygu Ömer’in boynuna borçtur. Dinleyenin adalet duygusunu hatırlaması için Ömer ve onu çağrıştıracak herhangi bir imaja ihtiyacı vardır. Çünkü adaletin Ömer’den bağımsız bir delaleti yoktur.

Konuştukça sadece boşluk yaratan, her yana esneyen kelimeler hazır kalıp ifade biçimleriy- le serdedilerek dinleyici tarafından alımlanması da kolaylaşır. Dinleyicinin medya vaizlerini dinlerken, herhangi bir düşünsel ya da entelektüel etkinlik içinde olması gerekmez. Hazır kalıp ifadeler, dinleyicideki hazır kalıp alımlama sayesinde hemen yerli yerine oturur. Keli- meler esnek olduğu için dinleyici onları kendi boşluğunda yankılanırken bulur. Genellikle bu boşluk ya da hazır kalıp alımlama refleksleri her dinleyicide farklıdır. Böylece vaaz her kesimden, her yaş grubundan insanda yankı bulur. Bu durum tekerlemelerle, beylik sözlerle konuşmak; tekerlemelerle, beylik sözlerle dinlemek gibidir. Kavramın, simgenin, soyutla- manın olmadığı bu ifade biçimlerinde hazır kalıp sözler; jest, mimik, sesi yükseltme, alçalt- ma gibi retorik araçlarla sadece bir atmosfer yaratmak için kullanılır. Medya vaizinin tek görevi atmosfer yaratmaktır. Ağlatmak bu atmosferin öncelikli olanlarındandır. Dinleyiciler tarafından da vaiz genellikle ağlatmasıyla şöhret bulur.

Medya vaizinin kurduğu atmosfer herkesi benzer kılar, kaygılar, sevinçler, öfkeler ortaktır ve giderek herkes birbirine benzer. Herkesin birbirine benzediği ortamlar insanlar için en güvenli ortamlardır. Aralarında yabancı yoktur, yanındakinin neye, nasıl tepki vereceğini bilirsin ve bu bilme durumu insanlar arasında güven duygusunu pekiştirir.

Medya vaizi için başkaca yol yoktur. Saatlerce konuşmanın tek yolu ezberdir. Sloganlar, kli- şeler, kalıp sözler bu ezberi kolaylaştırır. İsimlendirme, etiketleme ve çokça sıfat kullanımı kalıp söz üretmenin temelidir. Asal anlamından kopan kelime, etiketleme ve sıfatlar saye- sinde gerçekliği dilediğince dönüştürür. Kelimeyi asal anlamından, nesnesinden koparır. Boşlukta kalan kelimelerle vaizler sürekli olarak oluşturmak istedikleri atmosferi besleye- cek imajlar üretirler. Ezberden beslenen hazır ifadeler, dinleyicilerin de ezberlerine seslen- diği için hemen alımlanabilir. 116 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

Medya vaizlerinin halkla kurduğu iletişimin temelinde atmosfer yaratmak olduğu için, vaaz içinde her şey atmosfere hizmet eder. Bu bağlamda medya vaizlerinin dini gerçeklikle kurduğu ilişki de her zaman sorunludur. Mesele dini gerçekliğin topluma aktarımı ve bu anlamda toplumun ‘aydın’latılması değildir. Zaten yüzyıllar boyu toplumun ürettiği dini kültür, kendi söylemini ve kurumlarını yarattığı için, halkla buluşmanın en uygun vasatıdır. Medya vaizleri hiçbir zaman sözünü ettiğimiz uzlaşımı bozmak, onunla hesaplaşmak der- dinde değildir. Tersine bu durumun karşılıklı zımni bir sözleşme olduğunu iki taraf da bilir. Bu bağlamda, verilen vaaz ya da sohbet, uzlaşımlardan doğup beslendiği için, kendi iç tu- tarlılığını kendi içinden üretir. Dışarıdan herhangi bir argümanla eleştirilemez. Medya vaiz- lerinin ortak bir dil kullanmaları, referanslarının, konularının ortaklığı aynı söylem alanına yaslanmalarıyla ilgilidir. Söylemlerinde hiçbir zaman çelişkiye yer yoktur, bütün sorunlar çözümlenmiştir. Şimdi bize düşen şey, zaten çözümlenmiş olanları yeniden hatırlamaktır. Örneğin tarihi olaylar, menkıbeler, tezkireler, tabakatlar temel referanslar arasındadır. Ora- dan devşirdikleri malzemeleri, günün popüler diline, kitle kültürüne dönüştürürler. Çünkü kendi varlık sebebi bu vasattır ve vasatın yaşaması kendi varlığının da idamesi anlamına gelmektedir. Medya vaizleri bu nokta var olan söyleme eklemlenirler ve onu yeni araçlarla çoğaltırlar. Çünkü söylem alanı, her zaman tıpkı imge gibi bir şeyleri imler, temsil eder ve kendi varlığını, cezbettiği özel topluluk sayesinde sürdürür. Burada başvurdukları yöntem tarihsel olayları ve kişileri aşkınlaştırmaktır. Aşkınlaştırılan olaylar ve kişiler birer imgeye dönüştürülür; bu imgeler, az önce değindiğimiz söylemin kendi iç tutarlılığını ve kendinin kendi içinden üretimini sağlar. Böylelikle anlattıkları konuların da referanslarını kendileri üretmiş olurlar. Söylenenler dini argümanlarla eleştirilemez hale gelir. Zaten gerek ken- di söylediklerinin gerekse kitleden aldıkları soruların dini değeri yoktur. Soru genellikle ‘görünme’ duygusunun tatminine yöneliktir. Bu tür sorular karşısında, kurulan büyülü at- mosferin bozulmaması, uzlaşımların dağılmaması için medya vaizleri, her soruya, ‘söyle- me uygunca’ cevaplar verir. Medya vaizleri yarattıkları aşkınlık duygusuyla kitleyi tuhaf bir mahviyet duygusuna sürükleyerek, kendilerine olan bağımlılığı sürekli hale dönüştürürler.

Bu organik ilişki belirli bir söylemin yüceltilmesi ve bu söylemin egemenlik alanının yay- gınlaştırılmasına yarar. Aynı zamanda içinde var olduğu dini kültürün idamesi için ona yeni normlar üretir. Söz konusu üretim medya vaizlerini ikileme düşmekten de kurtarır. Bir yandan yüzyıllar boyunca üretilen dini kültürün otantikliği diğer yandan da modern zamanlarla birlikte her şeyin hızla değişmesi arasına sıkışıp kalan medya vaizleri böylelik- le içine düştükleri ikilemi aşmayı umarlar. Tabii ki halk aynı zamanda, yeni zamanlar için dönüştürülür, dini konularda herhangi bir çelişki yaşayan, sorgulayan insanlar olmaktan çıkarak genel dini kültürün taşıyıcısı olurlar. Bu duruma, resmi dini kültürün taşıyıcısı olan özne üretimi de diyebiliriz.

Medya vaizlerinin anlattıkları konular arasında güncel sorunlar yoktur. Kendilerine yönel- tilen soruları dahi, ustaca bir manevrayla dönüştürüp cevabını inşa ettikleri asrı saadette ararlar. İnşa ettikleri asrı saadette kavramlar, naslar, gelenekselleşen hayat biçimleri alabil- diğine müphemdir, sınırlar siliktir. Bu durum bir arkaizm yaratır. Zaten hayatı ayrışma üzeri- ne kuran modern insan, geriye dönüp baktığında orada bütünsel bir hayat bulamaz. Buldu- ğu parça parça hatıralar, tarih parçalarıdır. Hatta giderek bir çeyiz sandığına dönen tarihte, antika değerinde parçalar bulur. Vaazlarda işte bu hatıra değeri çok yüksek yaşamdan par- çalar anlatılır. Ama anlatılanlar çoktan hayattan çekilmiştir, geçerliliğini yitirmiştir. Bu par- çalanmışlık hali, vaazlarda çok belirgindir. Sürekli olarak birbirinden bağımsız anekdotlar MEDYA-DİN VE SÖYLEM 117 anlatılır. Anlatılan anekdotların gerek seçiminde gerekse arda arda dizilişinde herhangi bir neden yoktur. Niye onların anlatıldığı ve niye o sıralamayla anlatıldığı sadece vaizin keyfi tutumuyla ilgidir. Orada yaşananlar, emirler, nasihatler sadece o güne özgüdür ve ortaya çı- kan yaşama biçiminde Kur’an’ın emrettiği erdemler, en erdemli insanlar tarafından temsil edilmiştir. O erdemli kişilere birçok insanüstü sıfatlar atfedilerek bildiğimiz, tanıdığımız in- sanlar olmaktan çıkarılırlar. Öyle ki artık bugün öyle insanların yaşaması mümkün değildir. Zaten medya vaizleri gerçekliği söze boğmasıyla birlikte ortaya retorik bir sunum çıkar. Bu sunumda sözler herhangi bir edimle, eylemle ilişkili olmadığı için dinleyenleri de eyleme, yapmaya, etmeye çağırmaz. Medya vaizlerinin kurduğu bu metafizik içinde dini pratikler eylemden, fiilden koparak, salt retorik bir söyleme dönüşür. Örneğin tövbe, bir vazgeçiş, bir daha yapmama iradesi olmaktan çıkarak, Allah’a sözel yakarışa dönüşür. Ancak böylesi bir metafiziğin dinleyiciye dönük yüzü, onlarda bir arınma yaratmasıdır. Duygular doruğa çı- kar, o büyük şahsiyetlerin görkemli anlatıları gönülleri aydınlatmıştır. Bu durum arınmanın yanında teselli kaynağıdır da, çünkü Kur’an’ın emrettiği buyruklar sadece öyle yüce şah- siyetlerin boynuna borçmuş gibi bir duygu meydana getirir ve insan, onu eşrefi mahlukat yapacak olan erdemlerin sorumluluğundan bir nebze olsun sıyrılmış olur. Dahası medya vaizleri bugün aydınlatamadıkları birçok sorunu, yaşanan kültüre yükleyerek kendi sorum- luluklarından da kaçınmış olurlar.

Medya vaizlerinin gramerine ilişkin olarak birkaç unsurdan daha söz edebiliriz. Örneğin, medya vaizlerinin medyanın getirdiği popülerlik sayesinde giderek fetiş nesnesine dönüş- tüğünden; medya vaizlerinin sahne tutumlarının giderek performans sanatına evrildiğin- den; buradaki ilişkinin hoca-öğrenci ilişkisi olmayıp gösteri-izleyici ilişkisi olduğundan da söz edilebilir. Aslında unsurları daha fazla çoğaltmanın bir anlamı yok. Zira söz konusu gra- merde esas olan resmi dini söyleme uygun davranılmasıdır; medya vaizleri oradan beslenir ve orayı beslerler. Böylece resmi dini söylemin toplum içinde ayakta tutulmasına ve yay- gınlaştırılmasına hizmet ederler. Onların resmi olanla uygunluk/uyumlulukları da medya- nın iktidarla olan uygunluğuyla/uyumuyla da örtüştüğü için medya dinden, dini duygudan hiçbir zaman vazgeçmez. Çünkü bir yandan iktidarın aygıtı olarak işlevini yerine getirirken diğer yandan da hedeflediği reytingi yakalamış olur. Böylece iktidarın görünmez eli de top- lumsal alana müdahale etmiş olur 118 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

MEDYATİZM ÇAĞINDA İLETİŞİMİN ÖZÜNÜ YENİDEN DÜŞÜNMEK

Yrd. Doç. Dr. Özkan GÖZEL

Merhaba,

Medyayı, giderek medyatizmi eleştiri konusu ettiğimiz bu tebliğe bir medya haberi ile, med- yatizm fenomenini hayli çarpıcı bir biçimde örneklendiren bir haberle başlamak bana isa- betli görünüyor. Medyatizmin ne idüğünü anlamak ve anlatmak için medya ile bir parça meşgul olmakta beis olmasa gerek! Evet, ilkin şu habere kulak vermenizi istiyorum, zira sonradan söyleyeceklerime kısmen de olsa mesnet ve bahane teşkil ediyor.

İletişim çağı, teknoloji devri ya da modern dünya. İçinde bulunduğumuz döneme verilen bazı isimler bunlar. Artık modern dünya sayesinde bir çoğumuz fazlasıyla lükse sahibiz; ama uzmanlara göre aslında modern hayat bir yandan da yalnızlaşma- mıza neden oluyor. Çünkü gelecek kaygısıyla kariyer planlarının peşinden gidiyoruz. Çevremizi kuşatan teknoloji ve sosyal medya da zamanla asosyal olmamızı hızlan- dırıyor. İşte hayatını yalnız başına geçirmek zoruna kalanlar için bu noktada aslında kadınlar için devreye sıradışı fikirler giriyor. Yalnız kalanlar için en farklı uygulamalar genellikle Japonya’da görülüyor. Unicare isimli bir Japon şirket huzur sandalyesi ge- liştirdi örneğin. Yalnızlık çekip birilerinin sarılmasına ihtiyacı olanlar için tasarlandı. Üzerine oturana sarılan sandalye beş yüz dolardan satılıyor. Aynı şirket tek başlarına kalan yaşlıları da unutmadı. Paro isimli bir robot tasarlandı. Sevimli bir fok yav- rusu şeklinde geliştirildi. Sahibine içmesi gereken ilaçları hatırlatıyor. Hatta onun için şarkılar bile söylüyor. Ancak en önemlisi yaşlı kadın veya erkek Paro’ya sarıla- rak özlediklerinin hasretini gideriyor. Bunun dışında Japonya’da kadınlara yalnız ol- duklarını unutturan kafe var. Başkent Tokyo’daki Buvi isimli kafe büyük ilgi görüyor. Ünlü çizgi film karakteri Buvi bu kafenin müşterileriyle yemek yiyor. Müşteriler kısa süreliğine de olsa yalnız olduklarını unutuyor. Bir de uşak kafeleri var. Sadece kadın müşterilere hizmet veriyorlar. Kafelerin içerisi özel kıyafetlerle hazırlanmış tiyatro sahnesi gibi. Müşteri daha içeri girer girmez prenses gibi karşılanıyor. Tacı giydi- riliyor. Hatta yemeğin sonunda müşteri isterse uşaklarıyla birlikte hatıra fotoğrafı çektirebiliyor. Ama bunun için bin beş yüz yen yani yaklaşık otuz TL ekstra ödeme ya- pılması gerekiyor. Yalnızlık çeken Japon kadınlar için kiralık erkek arkadaşı sağlayan Japon şirketlerin de sayısı her geçen gün artıyor. Özellikle iş kadınları bu yönteme başvuruyor. Kendi seçtikleri yakışıklı bir erkekle bir akşam yemeği yiyorlar veya gü- neşin batışını seyrediyorlar. Bu kiralık erkek arkadaşı uygulama programında cinsel ilişkiye girmek kesinlikle yasak. Tüm bunların dışında yüz yirmi yedi milyon nüfuslu Japonya’da kadınların gün içerisinde uyumaları için kestirme kafeleri bulunuyor. Yo- ğun iş temposundan bunalan kadınlar hafta içi saat 8.00 ile 18.00 arasında hizmet veren bu kafelere gidiyor. On dakikası 150 yen yani yaklaşık 3 TL karşılığında gün- düz uykuları yapabiliyorlar. Boşanmış anneler ve metroda tacize uğrayan kadınlar da unutulmamış. Japonya’da 2005’ten bu yana sadece kadınların kullandığı pembe vagonlar hizmet veriyor. Kadınlar kendi isteklerine göre her daim polisin teftiş ettiği pembe vagonları tercih ediyor. Veya sahil kenti Osaka’da boşanmış çocuklu kadınlar için bir site oluşturuldu. Kadınlar burada herhangi bir peşinat ödemeden ve kefile MEDYA-DİN VE SÖYLEM 119

ihtiyaç duymadan daha düşük kira ödeyerek evlerde kalabiliyorlar. Yalnız yaşayanlar için sıradışı bir uygulama da Amerika’da hayata geçirildi. Otuz yaşındaki Samanta Has isimli bir kadının projesi bu. Samanta Has da dünyanın ilk profesyonel kucak- layıcısı oldu. Kısa bir süre önce Haydi bana sarıl isimli bir kafe açtı. Burada saati altmış dolardan müşterilerine sarılma hizmeti sunuyor. Hatta daha kafeyi açtığı ilk hafta on binden fazla randevu maili aldı1.

Evet, bu tebliğ vesilesiyle çağımızın başat bir fenomeni olan medya kültürünü, şu halde Medyatizmi eleştirmeye ve bu eleştiri yedeğinde iletişimin tağşişe uğrayan özünü yeniden düşünmeye çalışacağız. Medya ve kültürü hiç kuşkusuz çağdaş dünyamızı derinlemesine karakterize ediyor. “Karakterize ediyor” yerine yoksa “kuşatıyor, istila ediyor” mu demeliy- dim? Söz konusu olan, bir nesne (ob-jet) gibi dışımızda/karşımızda duran bir şey olmaktan ziyade, bizi sarıp sarmalayan, bizi vakumlayıp içine alan, bizi içinde mahsur bırakan bir fenomen. Bir tüm-fenomen bu, yani dışarıda hiçbir şey bırakmamacasına her şeyi içeren, giderek “dışarı” kavramını buharlaştıran bir fenomen. Bu yüzden salt medya kültürü de- mekten ziyade zaman zaman bir neolojizme başvuruyor ve Medyatizm diyorum.

Şimdi durup soralım: Bu sempozyum vesilesiyle serdedilen, serdedilecek olan konuşmalar, medya üzerine yapılan konuşmalar mı, yoksa medya içinde/n yapılan konuşmalar mı? Daha ziyade hangisi? Medyatikliğin içine gark oluşumuz ölçüsünde medya üzerine konuşmanın güçlüğü aşikâr değil mi? Bir medya kültürü içine hapsolmuş değil miyiz? İçine hapsol- duğumuz durumun bir tür Medyatizm olduğu doğru değil mi? Burada medya kültürünü eleştirirken bir yandan da onu tahkim etmiyor muyuz? Bizi (zaman zaman veya kısmen) baskın medya kültürünün ya da Medyatizmin dışında tutacak bir vasata ya da vâsıtalara sahip miyiz? Yoksa medyatik anafor içinde oradan oraya savrulmaya devam mı ediyoruz? Hayatımızın Medyatizmin erimi içerisine düşmeyen bir yanı kaldı mı? Boşluk bırakmama- casına hayatımızın hemen her alanına nüfuz ve sirayet eden Medyatizmi temel noktalardan

1 http://www.sabah.com.tr/webtv/dunyaninkonusmadiklari/kadinlar-icin-zihni-sinir-icatlar 120 MEDYA-DİN VE SÖYLEM hareketle yeni baştan tartışma konusu etmenin zamanı gelmedi mi?

Geniş anlamıyla Medyatizmin, toplum, din, sanat, bilim vesaire her şeyi kuşatıp massettiği bu şartlarda, medya üzerine konuşmakta güçlük çekiyor, medyayı karşımıza alıp nesneleş- tiremiyor, ona istesek de tam anlamıyla karşı çıkamıyor, itirazımızı yükseltemiyoruz. Med- yatizm, içinde soluk alıp verdiğimiz, devindiğimiz bir atmosfer, bizi sarıp sarmalayan sun’i bir ortam, örtük bir ideoloji. Çağımızda giderek bir tüm-fenomen haline gelip Teknolojiyle tedâhül eden Medyatizmi (Tekno-Medyatizm) tasvire çalışmak, onu tartışmada, ona karşı çıkmada bize bir başlangıç noktası sağlayabilir. Medyatizmin hükümranlığı altında ne ol- duğumuzu, ne hâle geldiğimizi, nereden nereye savrulduğumuzu tasvire çalışmak faydadan hâli değil.

Medya kültürü, çağımızın bir bakıma ufkî, bir bakıma da enfüsî bir olayı olarak iyiden iyiye (yoksa kötüden betere mi demeliyim?) hayatımızda yer alıyor, hayatımızı yoğurarak değişti- riyor, onu önceden kestiremeyeceğimiz bir yere doğru götürüyor. Medya kültürü, hayatımızı ve varlık ile ilişkimizi değiştirdikçe, hayatımızın aslî bir öğesi olarak iletişimin özü de de- ğişiyor. Hiç kuşkusuz, sosyal varlıklar olduğumuz için veya sosyal varlıklar olduğumuz ka- dar “iletişimde olan, iletişimde bir şey olan varlıklar”ız biz. Medya kültürü, bugün, iletişim dediğimiz şu belki de en temel insanî olguyu çoktan tekeline almış, ona çoktan damgasını vurmuş bulunuyor. Oysa iletişim bizim için arızî bir unsur değil, ama insanlığımızın bizzat özüne müteallik. Dahası iletişim, medyatik anlamının ötesinde ve/veya berisinde yatan de- rin bir anlama ve geniş bir ufka sâhip. Evet, türlü şekillerde iletişim kuran, iletişimde olan varlıklarız biz. Çağımıza ârız olan Medyatizm (ve onunla doğrudan doğruya irtibatlı olan Teknoloji) fenomeni, iletişimin özünü, nereye varacağını tam olarak kestiremediğimiz bir şekilde kötüden betere tağşiş ediyor, giderek de onun sahici anlamını berhava ediyor. Belki de, ilk olarak, esasta iletişim nedir, sahiden ne anlam ifade eder, bunu araştırmalıyız. Yalıtık olamayız, yalnız kalamayız. Hemcinslerimizle, diğer varlıklarla ve genel olarak varlıkla hemhâl olmak durumundayız. “Dışarının varsayılması” ve sonra “dışarının yakınlığı” olarak iletişim, bizim temel bir tavrımız, bizim varoluşsal bir veçhemiz. Medyatizm bu temel tavrı, bu varoluşsal veçheyi mütemadiyen ıskalamaktadır. İnsan özü gereği iletişimde bulunan bir varlık. Toplum, iletişimde bulunan varlıkların toplumu. İddiamız o ki çağımızda mevcut iletişimin tarzı, yoğunluğu, hızı ve çapraşıklığı bizi sahiden iletişimde bulunmaktan, iletişi- min özüne uygun bir biçimde tavır almaktan men ediyor, uzaklaştırıyor. Bu medyatik çağda, iletişimin özü, aslı, esası değiştikçe, yani dışarısının yakınlığı bir içkinlik ekonomisinde massedildikçe, bizim varlıkla ilişkimiz de değişiyor yani bozuma uğruyor. Tehlike şurada ki, bu değişim, bu bozulma bizâtihi insanlığımıza ârız. Medyatik tasallut altında “dışarısı” diye bir şey neredeyse kalmadı. Medya dolayısıyla, neredeyse her zaman ve neredeyse her yerde aralıksız bir biçimde ve kolayca tersine yani uzaklığa inkılap ediveren yapış yapış bir yakınlığı, bir sûreta yakınlığı idrak ediyoruz. Medyanın sağladığı birleşme ya da bitişme daha derin bir düzeyde kopuş ya da ayrılma olarak cereyan ediyor. Evet, medya yakınlığın özünü çürütüyor, kalp bir yakınlığı mütemadiyen tedavüle sokuyor, yakınlığın içini biteviye boşaltıyor. Sun’i bir yakınlığın geçer akçe olduğu vasatta sahici yakınlığın özlemini çekiyor, yokluğunu hissediyoruz. Hâlâ bir şeylerin özlemini çekebildiğimiz, yokluğunu hissedebildi- ğimiz için ise şükrediyoruz. Evet, medyatize iletişimin bu hızlı, bu yoğun, bu çapraşık vasa- tında özlem/özleme dediğimiz hâletiruhiyeyi de hiç farkında olmadığımız bir şekilde azar azar yitiriyoruz. Sonuçta, çağdaş/aktüel medyatize iletişim, dışta olanı mütemadiyen mas- setmeye, karşıda olanı içermeye yönelen bir tür “içkinlik kabarması” hâlini almış bulunuyor. MEDYA-DİN VE SÖYLEM 121

Özlemeye konu bir şey yok, çünkü yakınlığın suyunun çıktığı bir vasatta artık mesafeden söz edemiyoruz. Özleme, mesafenin olduğu ve fakat mesafeyle birlikte yakınlığın da olduğu bir vaziyette mümkündür ancak. Medyatizm mesafeleri ortadan kaldırırken, uzaklık ve yakınlık kavramlarının anlamlarını da alt üst ediyor; sonuçta, bizi, niteliksiz bir uzamda, yönsüz bir boşlukta, sermest ve gayesiz, biteviye dönenir bir halde bırakıyor.

Evet, “dışarısı ile ilişki” olarak tanımladığımız iletişimin özü, post/modern koşullarda, de- rin bir tağşişe uğruyor; her tekil şey, ayrı, ayrıksı, farklı şey, içkin bir ortamda (medium) kendi olmaktan çıkmaya, medyatizasyona/dolayımlanmaya uğrayarak buharlaşmaya yüz tutuyor. İşbu Medyatizm Çağı’nda, ilk bakışta, her şey el altında, herkes ulaşılabilir, her şey mümkün görünüyor. Özlemeye ne hâcet! Pek mümkün görünmeyense, iletişimin özü ya da esası olarak adlandırdığımız ve artık istisnaî durumlarda ancak deneyimleyebildiğimiz, unuttuğumuz, unutayazdığımız “dışarı’nın yakınlığı”.

“Dışarının yakınlığı”, ötekiyle, nam-ı diğer özgeyle ilişkidir esasen. Özün (kendinin) özgeyi (kendi-olmayanı) özlemesindedir ki “dışarının yakınlığı” ilksel olarak tezahür eder. Feno- menolojik olarak konuşursak, kendiliksizliğin gayyasında, bir içte ve fakat içeriksiz bir içte ve kendisinden dahi ırak bir biçimde, büzülmüş ve kıvrılmış olarak yata-duran özün (ken- dinin) dışarı doğru atılması, dışarıya yönelmesi ya da açılmasıdır burada özleme dediği- miz. Öz-leme, sadece bir haletiruhiye olmayıp özün/kendinin kuvveden fiile çıkması yani gerçekleşmesidir aynı zamanda. Öz yani kendi özler: Öz, öz-leyerek kend’olur. Özün özgeyle (kendinin ötekiyle) ilişkisinin/iletişiminin temel tarzı olarak öz-leme, başka bir şeyi değil, tam da kend’oluşu veya onun bizzat imkânını ifade eder. İletişimin sahiciliği ya da sahici iletişim, özün özgeyle (kendinin kendi-olmayanla) dolaysız (immédiat) ve sahici (authen- tique) ilişkisinde yatar. Kısaca dendikte, iletişimin özü, özün iletişiminde saklıdır tam ola- rak. Öz yani kendi, özleme (eş deyişle: kend’oluş) temelinde, şu halde özgeyle ilişkiden/ iletişimden itibaren ilksel anlamına kavuşur, temel hakikatine erer. Özlemede “uzak olarak uzak” “yakın olarak uzak” olur. Sonuçta, öz-özge arasındaki sun’î dolayımlardan maada bire- bir ilişkide, iletişimin ideali âdeta elle tutulur hâle gelir ki Medyatizmin ne öngörebileceği, ne de herhangi bir şekilde sağlayabileceği bir vaziyettir bu.

Çağdaş/aktüel anlamda iletişim, özüne (özsel anlamda iletişime) ihanet ederek serpilip gümrahlaştı. Bugün her şey ve herkes elimizin altında, dünya bir tık kadar yakın. Özlemeyle örülü yakınlıklar, özlemenin yakınlığı yok artık. Medyatizm (burada en temel ve en derin anlamda kullandığımız) özlemeyi unutturdu bize: Öz-leme’yi, tekrar edersek, bir birini bü- tünleyen çifte bir anlamda hem a) temel bir hâletiruhiye olarak yani “uzaklığın yakınlığı” olarak, hem de b) özün/kendinin fiilleşmesi yani gerçekleşmesi olarak ele alıyoruz burada. Temel bir hâletiruhiye olarak özleme, psikolojik düzeyde anlaşılıp tüketilebilecek bir duy- guyu ifade etmez hiçbir biçimde, zira o en insanî olanın alanına aittir. Böyle olarak öz-leme, özün gerçekleşmesinde (kend’oluş dediğimiz olayda), bu da şu demektir ki ontolojik bir düzeyde bir temele ve nihaî bir izaha kavuşur. Evet, öz, özgeyi özlemede kendini, kend’özü- nü kuvveden fiile çıkarır ve nihaî anlamda kendini-gerçekleştirir. Demek ki, öz-leme, özün özgeye özsel yönelimini ifade eder ki buna eşlik eden duygudurumu keza aynı adla özle- medir. Anlaşılacağı üzere, öz ile özleme arasındaki etimolojik, giderek de varoluşsal bir ilgi vardır. Bu ilgi gereğince biz, (özün kuvveden fiile çıkması olarak aldığımız) öz-leme’yi, kend’oluş olarak da anlamaya yol bulabiliyoruz, nasıl ki özü zaten kendi olarak da anlayabi- liyorsak. Haddizatında öz-lemenin serencamı kendi’nin ontolojisine aittir. 122 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

Medyatizm, “dışarının yakınlığı” olarak özün özgeyle özleme ilişkisini unutturdu bize; bu durumda, giderek kendimizi, özümüzü, kend’özümüzü de unutur olduk. Sonuçta, Medya- tizm, diğer pek çok kavramı olduğu gibi, yakınlık ve uzaklık kavramlarını da tersyüz ederek iletişimin derin anlamını çözündürüp buharlaştırdı: Medya üzerinden “iletişim”in (hangi iletişim?) en yoğun ve en hızlı bir biçimde yaşandığı bir çağda biz çokbilmiş özneler ileti- şimin özüyle beraber özün iletişimini de unuttuk her nasılsa. Ağır ağır yanan süt kazanına atılan kurbağa gibiyiz her birimiz. Medyatizm, biz pek de farkında olmasak da, derece de- rece kendi-siz-leştiriyor bizi. Keza ontolojimizi en mahrem yerinden azar azar aşındırıyor. T. S. Eliot, modern dünyada en fazla korktuğu şeylerden birinin atalarının deneyimlediği en temel hislerden (duygulanımlardan) bazılarının ortadan kalkması, artık hissedilmez olma- sı olduğunu söyler bize. Özlemenin medyatik anlamda bozuma uğratıldığı bu dünya eskisi gibi değil artık. Dünya-da-olmaklığ’ımız dönüşüme uğruyor azar azar. Bu dünyada bazı te- mel hislere yer yok. Dindarlık gibi. Şu yaşadığımız dünyada, şu yaşadığımız yerde, sûreta artışına rağmen özü itibarıyla dindarca duygu, hızla medyatize olduğundan, aynı hızla kay- bolma eğiliminde. Eliot’ın da teyit edeceği üzere, atalarımızın inandığı şeylere inandığımızı söylesek de, atalarımız gibi inanmıyoruz artık. İman ile inancı sık sık karıştırmamız bundan. Geçmişe oradan geleceğe yönelen ve bu yönelişte umut ve korku arasından salınan özleme, bir bakıma şimdi’nin bir edimi ya da duygulanımı olmakla birlikte, şimdi’ye ya da şimdi’nin dünyasına hapsolmuş değildir. Şimdinin sınırlarını aşar veya aşındırır özleme. Oysa sofuca özlemeyi, özlemedeki sofuluğu unutan, unutayazan bizler, içinde yaşadığımız Medyatizm çağında Gizem’e açıklık imkânından mahrum olarak Şimdi’ye hapsolmuş haldeyiz. Havasız, deliksiz bir dünyada bir Şimdi’nin emperyalizmidir sürüp gidiyor. Geçmişi ve Geleceği şim- di’leştirerek dünyayı ufuklarından ediyor, giderek dünyayı bir kapanım olarak deneyimliyo- ruz. Dünya, cebe sığacak kadar büzüldü artık. Gizemsizleştirilmiş zâten-mâlum bir dünyada yaşayan mahcup pozitivistleriz biz.

Medyatizmin al benisine, afra tafrasına karşı sahici ilişkiler gerek bize. Sahici ilişkiler der- ken kastımız, soluksuz ve fasılasız bir şekilde, eş-zamanlılığı buyuran yapış yapış medyatik ilişkiye karşın, arada mesafe ile beklemenin/sabrın olduğu yavaş ama derin ilişkiler. Sahici bir ilişkide her şeyden önce karşımda gerçek, müşahhas bir muhatap vardır. Burada kas- tettiğimiz, muhatapla ve ona ilişkin olan şeyle; bir unsurla, Sistem’in parçası bir unsurla ilişkiye geçer gibi değil de, sahiden ve kişisel olarak, müşahhas ve dolay-sız (im-médiat) bir biçimde ilişki kurmak, iletişimde bulunmaktır. Benden sana, senden bana, muhataplar ara- sı ilişkidir bu. Buber’in diyeceği gibi “Ben-Sen ilişkisi”dir ya da Levinas’ın diyeceği gibi “yüz yüze ilişki”dir bir bakıma bu. Muhatabımla ilişkim teknik değildir, esasta teknik değildir, ama şahsîdir. Bu ilişkide araçların sistemik bir fonksiyonu yoktur. Araçlar kendinde amaç haline dönüşmemiş olup salt araçlık düzeyindedir. Araçlar tâlî, muhataptan muhataba iliş- ki asıldır. Muhatap dostum ya da düşmanım olabilir. Elimi ona tokalaşmak için de, tokat atmak için de uzatabilirim. Her koşulda karşımda dâima müşahhas bir insan, bir muhatap, bir Sen vardır. Karşımdakine kayıtsız değilimdir. Ona hitap ederim, seslenirim, onunla ko- nuşurum. Onunla uzlaşırım veya kavga ederim. Onu onaylarım veya tekzip ederim. Biz bir ortamdayızdır. Ama ortam bir araya gelmemize vesiledir yalnızca. Ortam (medium) muha- tapları bir bakıma değiştirebilse de, ilkesel olarak muhatapların varlığı ortamı önceler ve aşar.

Muhataplar arası ilişki, şahsî bir ilişkidir demiştik. İmdi, dolayım üstüne dolayım (surmé- diatisation) söz konusu değildir burada ya da bu-ara-da. Bu ilişki, bu iletişim tarzı, dostluk MEDYA-DİN VE SÖYLEM 123 kipinde olduğunda, Sohbettir, Musâhabedir. Sohbet, dostlar ara-sın-da, özlem gidermeye ama bir kez ayrılındı mı tekrar özlem duymaya hizmet eder. Bir sohbet biter, bir sohbet başlar, sohbet sohbeti açar. Fâsılalar, duraksamalar, aralar, bir müzik notasındaki esler gi- bidir, daha baştan sohbete dâhildir. Ancak insan sohbet eder, musâhabede bulunur. Ancak özleyen, özlemesini bilen, özleyebilen insan gerçek anlamda sohbette bulunur. Sohbet, bireyler arasında peyder pey ünsiyeti peyda eder; ünsiyet, giderek toplumsallığı mayalar. Sohbettir ki ıpıssızlığında eskimeye, eksilmeye duran canı tazeler, çoğaltır. Gitgide dostluk kültürü toplumda yaygınlaşır. Şu halde, “sohbette bulunmak” bizim temel bir olma tarzı- mızdır. Sohbet, bir-araya-gelmeyi ama buna öncel olarak da zamansal/mekânsal bir aralığı, bir ayrılığı varsayar: Önce ayrı ayrı yerlerdeyizdir ki sonradan bir araya gelebiliyoruzdur. Sohbet, toplumun hakikatidir. Biri birini, biri öbürünü özleyen bireyler ancak hakiki anlam- da musâhabede bulunabilirler, dostluk kültürünü ayakta tutabilirler. Böyle bir toplumda araç yalnızca araçtır; sistemik bir işleve sahip değildir. Birbirini-özleme’nin diyakronisi ile bir-arada-bulunma’nın senkronisi sohbeti birlikte-karakterize eder.

Selâmdır ki sohbeti açar. Toplumu Selâm başlatır. Selâm esasında hem karşımdakine ve- rilen şifâhî bir taahhüttür, hem de onun için hayırhah bir temennidir: “Benden yana emin ol. Esenlik üzerine olsun!”. İletişimin ilksel ifadesidir bu. İletişime bir dibacedir. Eskiler ta- nıdıklarına da, tanımadıklarına da selâm verirlerdi. Selâmı aralarında yaymaya bakarlardı. Sohbet Toplumu’nun parolasıdır, barış dileğidir Selâm. Selâm, sanki iletişime bir mukad- dime değildir de, bizâtihi iletişimdir, iletişimin bizzat özü ya da özlü iletişimin kendisidir. Selâmlaşma, karşılıklı barış temennisi olarak toplumu başlatır. “Herkesin herkese karşı sa- vaş durumunda olduğu” Hobbesçu toplumun karşısında “herkesin herkese esenlik dilediği” Selâm Toplumu yer alır. Hâlihazır toplumu bir de bu ‘ütopik’ noktadan itibaren düşünmeyi teklif ediyoruz burada. İmdi, târihen vâki Asr-ı Saadet tecrübesinin bu ütopik noktaya ne öl- çüde ve ne şekilde yakınsadığına atf-ı nazar etmekte fayda var. Rivâyet edilir ki Hz. Peygam- ber ashabını yollarda oturmaktan men etmek istemişti. Bunun üzerine ashab “Bu bizim için gereklidir, çünkü yollar toplantı yerlerimizdir, buralarda konuşuyoruz” dediler. Görüldüğü üzere yollar ashab (yani ki ehl-i sohbet) için bir nevi kamusal alan hizmeti görüyordu, ora- larda toplanıp görüşüyor, oralarda teatide bulunuyor ve sohbet ediyorlardı. Bunun üzerine Hz. Peygamber “Mutlaka oturmak istiyorsanız, o halde yolların hakkını veriniz” dedi. “Yolun hakkı nedir?” dediler. Hz. Peygamber “Gözü aşağı indirmek, eziyet vermemek, selâmı al- mak, iyiliği emredip kötülükten alıkoymak” diye karşılık verdi (Buhârî, 1126). Burada selâm, kamusal alanda (yollarda) bulunmanın âdâbı olmanın ötesinde rüknü olarak, şartı olarak zikrediliyor. Kamusal alanda bulunmak, meşruiyetini (diğer rükünlerin yanı sıra) esenlik dileği olarak selâmdan alıyor. Selâmlaşarak sohbete, muhavereye, teatiye başlanıyor. Had- dizatında, toplum selâmetini selâm toplumu olmaklığında buluyor. Selâm/laşma kültürü, Sohbet Toplumu’nda iletişimin sıhhatini temin ve tesis ediyor. Ütopik veya târihen vâki… “herkesin herkese esenlik-ve-barış (silm) dilediği” böyle bir toplum tasavvuru, Mevcut Du- rum’un eleştirisinde ve Başka Türlü Olan’ı tahayyülde bize bir nirengi noktası sağlayabilir.

Bu sempozyumun konusu mâlumunuz Medya ve Din İlişkileri. Muhtemelen medya ve din derken büyük oranda işte “Efendim yeni gelişen medya dediğimiz araçlar vasıtasıyla dini nasıl daha iyi insanlara sunabiliriz?” gibi şeyler akla geliyor. Oysa bu tebliğin öncelikli ama- cı zihinlerimizi ve hayatlarımız mümkün mertebe Medyatizmin etkilerinden sâlim kılma, giderek bunu bir selâmet vesilesi sayma çabasında odaklanıyor. Bu meyanda müşahhas bir teklifimiz varsa o da Medyatizmin ürettiği girift ve fakat sun’i ve eğreti ilişkilere karşı rû- 124 MEDYA-DİN VE SÖYLEM be-rû sohbet kültürünü diriltmek, diri tutmak ve geliştirmektir. Bu da haddizatında insan insana sâde, dolaysız ve sahici ilişkileri öne çıkarmak ve yaygınlaştırmak anlamına geliyor. Bu bakımdan sohbet ve ilgili kavramlar geliştirilmeye ve örgüleştirilmeye açık temel kav- ramlar olarak önümüzde duruyor.

Bugün, iletişimin mübalağası ve çarpıtılması ya da mübalağalı bir biçimde çarpıtılması olarak Medyatizm –ve onunla eşdoğadaki Teknoloji– omuzlarımıza abanarak insan insana sahici ve dolaysız ilişkinin yerine geçmeye, varoluşu bir anlamda simüle etmeye yelteniyor. Çevremizi kuşatan iletişim araçları ve bu araçlarla gelen kültür iletişimin özünü çarpıtı- yor. Biz medya dediğimiz araçları kullanmıyoruz, medya dediğimiz araçlar bizi kullanıyor. Medya ile ilişkimizde araçsallaştırılan, keza sun’ileştirilen bizleriz esasında. İnsan, evet, bugün, araç derekesinde. Üzerimizde Medyatizmin çapraşık hükümranlığı hüküm sürüyor. Bizi sarıp sarmalayan, içinden çıkamadığımız, doğrusu pek çıkmaya da can atmadığımız bir Ağ’ın içindeyiz. Bu Ağ’ın içinde sersemletilmiş haldeyiz. Yakalandığımız Ağ’da, öyle ser- semletilmiş bir hâlde, özgürce (!) kulaç atmanın, seyrüsefer yapmanın keyfini çıkarıyoruz. Bu Ağ, tekil varlığımızı önceliyor ve aşıyor. Anonim varlığıyla Medyatizm, Althusser’in di- yeceği gibi, bizi “özneler/tâbiler (sujets) olarak kurup” Sistem’e entegre ediyor. Böyle bir ortamda (medium), aracıların/araçların (media) kesif varlığı yüzünden, gerek genel olarak varlıkla, gerekse hemcinslerimizle ilişkimizde gereksiz dolayımlar (médiatisation), parazit- ler, engebeler oluşuyor. Medyatik iletişim, bir tür aşırı-iletişimde paradoksal bir şekilde kendi iletişim-siz-liğini yaratıyor. Bu iletişimsizlik, insan ilişkilerinde kimi düzensizliklere, boşluklara ve çarpıklıklara yol açıyor. Sözgelimi Brezilya’daki bir arkadaşınızla Tanrı’nın her günü chat’leşirken, bir akrabanızın hastalığından veya ölümünden neden sonra haberdar oluyorsunuz veya daha kötüsü hiç haberdar olmuyorsunuz. Akrabalık bağları (sıla-i rahim) çoktan kesintiye uğramış, hatta büsbütün kesilmiş çünkü.

Bugün, evet, Medyatizmin hükümranlığı altında, Sistem’e entegre olmuş, Sistem’e bir şe- kilde yakasını paçasını kaptırmış insanlar olarak âdeta simüle bir hayatı yaşıyoruz. Araçlar/ aracılar bizi varlığı/varlığımızı dolaysızca deneyimleme imkânından mahrum bırakıyor, gi- derek massolduğumuz Sistem içinde neden mahrum olduğumuzu hatırlayamaz, bilemez hâle geliyoruz. Baskın medya kültürü klasik anlamda toplumu çözüyor, onun yerine girift, sun’i ve iğreti ilişkilere dayanan para-toplum’lar yaratıyor. Bugün, iletişim derken asıl ve sahih anlamıyla iletişimi değil de, medya araçlarıyla dayatılan özü tağşişe uğramış ve içi boşaltılmış (medyatik) iletişimi anlıyoruz ilkin ve çoğunlukla.

İletişimin özü, insan insana ilişkide, bu ilişkinin dolaysızlığında (immédiateté) yatar. Bir anlığına idealize edersek, insan insana ilişkinin gelişkin olduğu toplumlar iletişimin özü- nün serpilip geliştiği sahici toplumlardır. Oysa medyatizmin, geniş anlamıyla Medyatizmin baskın olduğu, insan ilişkilerinde dolayım üstüne dolayımın (surmédiatisation) bulunduğu toplumlar, onlara “ileri toplumlar” da desek, iletişimin özünün sekteye uğradığı veya çarpı- tıldığı toplumlardır. Bu tip toplumlarda aracılar olarak kurumların varlığı yoğun olarak his- sedilir. Ya da şöyle söylenebilir: Bu tip toplumlarda kurumlar en insanî olanın alanına gelip kurulurlar. Bu surette, varlık kurumsal olarak yani bir şekilde dolayımlanmış (médiatisée) olarak deneyimlenir. Bu tip toplumlar daha ziyade ileri denen refah toplumlarıdır. Refah toplumlarında, bilhassa onlarda, kurumlar insanla insanın arasına girerler. Bu toplumlar- da, insan insana ilişkinin yokluğunda veya zayıflığında, mahallemizdeki ya da şehrimizdeki kimsesizin, evsizin-barksızın muhatabı, hatta muhtaç, düşkün kapı komşumuzun muhatabı, MEDYA-DİN VE SÖYLEM 125 hatta ve hatta en yakın akrabalarımızın muhatabı Sen değilsindir artık, ama salt kurumlar- dır. Kurumlar bu şekilde vicdanı kısa devreye uğratır. Keza, bu tip toplumlarda kreşlerin ve huzur evlerinin varlığı vazgeçilmezdir. Bunlar, birinci durumda kişi ve çocuğu, ikinci durum- daysa kişi ve ebeveyni arasına girerek aileyi dolayımlarlar veya bir başka ifadeyle médiatisé ederler. Böylece aile kurumu diye bir şeyden, bir kurum olarak aileden bahsederiz. Ailenin tinsel varlığı unutulur veya atlanır. Bu durumda, ailevî dolaysızlığın (im-médiateté) yerini kurumsal dolaylılık (médiateté) alır, aile “dolaysızca yakınlık” diyeceğimiz en temel işlevini soğuk ve yüz-süz kurumlara terk eder.

Sonuçta, ailevî iletişimin çağdaş dönüşümü, Sistem’in gölgesinde habire üreyen atomize bireyleri yaratır. Toplum, topluluk ya da cemaat fikri zıddına kendini gerçekleştiren atomize bireyin özgürlüğü yani bu bireyin özünün gürlüğü ister istemez “özgeye yani ötekine özsel bir kayıtsızlık” suretinde ortaya çıkar. Oysa Özün gürlüğü Özgenin de gürlüğünü kapsamı- na almadıkça yani birlikte-öz-gür-leşme’dikçe âdil bir özgürlükten, özgürlükte adâletten, kısaca özgürlüğün kendisinden bahsedilemez. Açıktır ki, sersemleten, sersemlettikçe ken- di-siz-leştiren Medyatizm, özgürlük kavramını suiistimal etmektedir; zira başıboşluğu ve –buradan kaynaklanma– başıhoşluğu özgürlük diye dayatmaktadır bize. Oysa özgürlük, adâleti kabul ettiği ölçüde kendine bir yer, kendine hakkâniyetli bir yer bulabilir ve bu suret- te Özlerin yani Kendilerin sahih ve sahici bir biçimde birlikte-gürleşmesine hizmet edebilir. Birlikte-öz-gür değilsek, hiç özgür değilizdir. Birlikte görülecek başlıca işlerimizden biri Medyatizmin sultasından özgürleşmek olmalıdır. Bu da, Medyatizmin erimine girmeyen imkânları yoklayarak, daha müşahhas anlamda da medyatize-edilmemiş (non-médiatisés) ortak alanlar, ortak ilgiler, ortak hedefler yaratarak olabilir. Şu halde, Mevcut Durum’un dışarısını düşünmeye, tahayyül etmeye, tasavvur etmeye çalışmalıyız. Durum’dan memnu- niyete gark olmadıysak…

Teşekkür ediyor ve sizleri selamlıyorum. 126 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

GELENEK-MODA İKİLEMİNDE İNANÇ SİMGELERİ

Prof. Dr. Selçuk MÜLAYİM

Endüstri Çağı’na kadarki uzun tarih katmanlarında geçerli sanat geleneği, doğrudan inanç sistemine dayanan göstergelerle dışa vurmaktadır. Bu süreçte her şekil, bir inanç sistemi ya da bir ruhsal modelin göstergesi olmuştur. Bütünüyle dekoratif görünen simgeler bile, en azından kökeninde böyleydi.

Hayvan figürleri yahut bitkisel motiflerin, doğal görünüşlü ya da stilize oluşları bu kuralı değiştirmiyordu. Çünkü, soy atalarımızın iç dünyası o nesneyi algılarken, o hayvana veya çiçeğe tepkisi doğrudan veya dolaylı olabilmekteydi.

Bu genel kurala ek olarak, aynı nesne farklı kültür çevrelerinde değişik anlamlar yüklendiği gibi, bazen büsbütün ortadan kalkanlar da olmuştur. İnek, bizim için et ve süt demektir, ona Hindistan’da bambaşka bir anlam yüklenir. Aynı şekilde, tavşan ve domuza karşı da tepkilerimiz değişir. Şekil karşısındaki davranışlarımız, bazen doğadaki anlam boyutuyla, kimi zaman da inançlarımızla bağlantılıdır.

Sorun, şekillerden önce, insanın en eski beslenme yöntemleri, var oluşunu sağlayan eko- nomik etkenler, en geniş anlamda hayat tarzı üzerinde yapılanmıştır. O halde, bu denkle- min içinde yer alan resimler ve simgeler sadece sanatın konusu değildi. Bunu anlayamaz- sak, yalnız inanç simgelerini değil; inançsızlığı da açıklayamayız. Sanatın tarihi boyunca karşımıza çıkan şekiller; figür, motif, tasvir, suret, desen ve temalar, bunlardan herhangi biri, bir inanç sistemi ya da bir ruhsal modelin göstergesine dönüşürken, inanç terk edilmedik- çe, anlamı üstünde taşıyan motif de terk edilmemiş, aynı şekilde herhangi bir form kolayca ödünç alınmamıştır. İlke olarak bu böyledir.

Ancak, bu diyalektik işleyişte, inanç-şekil bağlantısıyla kurulmuş olan denklem kimi zaman istisnalar da gösterebiliyor. Bu tür aykırı göstergeler için, geçerli ve yaygın inanç sisteminin içine sıkışmış, gizlenmiş ve sapkın (rafızi) olarak nitelendirilen alt göstergelerden, tarihin daha eski katmanlarından gelerek yeni ortamda yaşamaya devam eden “kalıntı”lardan söz edebiliyoruz.

Tercihler ve benimsemeler, özümsendiği ölçüde bütüne katılırken, etkileşim, belirli sayı- daki yabancı unsurun ortama kabulü anlamına gelir. Dışlananlar, reddedilenler genellikle daha fazla olduğundan, üsluplar, uzun süre kendi kimlikleriyle, diğerleriyle yan yana veya zaman içinde peş peşe yaşamışlardır. Özetle, geçmişe doğru indikçe, daha ağır seyreden bir etkileşimden söz edebiliyoruz.

Eski dönemlerin kültür çevrelerinde geleneğe sağlamca oturan formları, bugünün moda olgusuyla eşdeğer tutmak, konuyu fazlasıyla basitleştirmek anlamına gelir. Moda, yakın zamanların endüstrileşmiş şehir kültüründe ortaya çıkmış, inanç sistemiyle bağlantısı kop- muş ya da zayıflamış bambaşka bir olgudur.

Modernite ile birlikte, geleneksel formlardaki içerik zayıflaması, bilinen tarihi üslupları hız- la ortadan kaldırırken, kaybolanların yerini moda almıştır. MEDYA-DİN VE SÖYLEM 127

Çağımızın kent dokusu, çok katlı mimari, üstümüze giydiklerimiz, seçtiğimiz otomobilin modeli ve rengi, tarzlar üzerine konuşmalarımız, çoğunlukla modernite ile başlayan ikile- min sonuçları olarak dışa vurmaktadır.

Şehir, insanı özgür kılar, aynı zamanda her şeyi gizleyebilen bir ortamdır. Öte yandan bu- günkü şehir, daha çok trafik ve araçlar için yapılmış gibi gözüküyor. Öyle ki, şehirleşmenin tarihini, “otomobilden önce – otomobilden sonra” olarak ikiye ayırmak mümkündür. Şehirli elit, toprak yüzü görmeden, giderek gökyüzünde yaşamaya zorlanıyor. Yeryüzüne ayak bastığınız anda tüketim ve eğlence başlıyor. Parlak ışıkları seviyoruz, kalabalığı se- viyoruz. Yeni sesleri algılamaya başlıyoruz. En sık duyduğumuz ama kanıksadığımız ses, ambulansın siren sesi.

Bazılarımız, şehirden yükselen uğultuya dayanamıyor. Kimileri bir faciaya doğru sürükle- nirken, diğer bazılarını, antidepresanlar, mutlu fakat kaygısız bireylere dönüştürebiliyor.

Kısa süren, geçici mutluluk anlarında tarzlar ve modalar bizi kurtarabilir mi?

Şehir, bir başka boyutuyla, “dinsizim/inançsızım” demenin ayıp olmadığı bir ortamdır. Böy- le bir ortamda, insanın kendisiyle evren arasındaki uyum, derin bir duygu halinde odak- laşamadığından, inanç düzeni de zedelenmektedir. Çünkü, fiziki çevre, fizik ötesini hasara uğratmaktadır.

En temel korkumuz, ertelense de yerinde duruyor. İnsan, vakit bulabildikçe, içinde bulun- duğu düzeni ve kendisini anlamaya çalışırken, var oluşun anlamına yönelik sorular, uyku- dan önceki birkaç dakika içinde aklımızda tekrarlanıyor. Hep ertelenen soruların bir şekilde cevaplandırılması gerekiyor. İşte bu panikle, özel davranışlar içine giriyoruz. İnandığımız eski/geleneksel düzenin simgeleri içi boşalmış olarak kenarda kalıyor. Söz gelişi, önemli bir kesim için cami, sadece cenazenin kaldırıldığı yerdir. Seyrek uğradığımız bir otobüs durağı gibi.

Dua’nın yerini, büyü, tılsım, hatta antropoloji ve fal alıyor, yeni fetişlerimiz doğuyor. Belki, eskiden inandıklarımız büsbütün yok olmuyor, ama deforme oluyor, partallaşıyor, bazen en abartılı biçimlerde ve gizlice bâtıl’a dönüşüyor.

İnancımızı yeniden toparlamak isterken, yeni fetişlerimiz, ritüellerimiz, kozmik taşlar, trans, yoga ve meditasyon şeklinde su yüzüne çıkıyor. İlginç olan şu ki, bunlar bize doğrudan Uzak Doğu’dan gelmiyor; Batı’da bir hayli dolaştıktan sonra geliyor.

Kahve falının alafrangasına benzeyen bu tür uygulamaları, Batı toplumlarında bir hayli zaman kullanıldıktan sonra kaldırılıp atılan bir maskaralık olarak görebiliriz. Ama, düşü- nülenin ötesinde yaygın olan bu uygulamaları, tek başına, grup halinde, sabah-akşam, 20 dakikalık rahatlama teknikleri halinde yaşayanlar vardır.

Bu tür bağımlılıklar veya takıntılar, insanı negatif toplumsal unsurlardan anlık uzaklaştıran “kaçış” teknikleridir. Aşırıyı denemek, batıl inançlar, zayıflayan ruhların dini olmaya çok uygundur. Magazine boğulmuş popülizm batağı cehaleti sağlamlaştırırken, insanlara doğal bir açıklama yetmez, o zaman doğaüstü’ne başvururlar. 128 MEDYA-DİN VE SÖYLEM

Geçmişten günümüze, insan topluluklarını, bir diğerine göre ilginç kılan şey; zaman içinde farklılaşmış ya da değişmiş olmalarıdır. Çünkü o zamanlarda, toplumları bir durumdan bir başka duruma dönüştüren itici güçler fazlasıyla çeşitliydi; üretim tarzları, yaratıcılık, inanç sistemleri, genetik potansiyel, bireysel buluş, yorum ya da taklit… Bunlar, değişimi hare- kete geçiren etkenlerdi. Bunlara karşılık gelen semboller, metaforlar da zengin ve çeşitliydi. Kültür çevreleri, aynı zamanda belirli hayat üsluplarıyla temsil edildiğinden, üsluplar, kişiyi aşarak birkaç kuşak boyunca sürmekteydi. Yaşam tarzının belirlediği kurumlardaki sürekli- lik, bunu göstergeleriyle birlikte ayakta tutuyordu.

Dünden bugüne, en çok dikkati çeken şudur: Değişimin süreçleri ya da devreleri günümüze doğru yaklaştıkça kısalıyor. Büyük üslup devreleri, yerini yıllık modalara bırakıyor. Sözgelişi, Ortaçağ boyunca en az 200 yıl kadar kullanılan bir şapka modeli, 19. yüzyıla gelindiğinde birkaç kez art arda değişti. Osmanlı Türkiyesi’nde bu sürece yakından şahit olduk. 100 yıl içinde, sarıktan fese, festen kalpağa, kalpaktan şapkaya geçildi.

Farklı kültür çevreleri aynı ivmeyi göstermese bile, hızlı değişim günlük kıyafetlere hemen yansıdı.

Yakın çağlarda büsbütün belirgin hale gelen bu doludizgin oluşum karşısında şimdi şu soru akla geliyor: Moda olgusu, ucuzlamış, ayarı bozulmuş, küçülüp kısalmış bir üslup ola- rak tanımlanabilir mi, yoksa bambaşka bir şey midir?

Bu konuyu, hem endüstriyel üretim hem de büyük şehir toplumundaki sınıfsal katmanlaş- ma açısından tekrar düşünelim.

Ortaçağ boyunca, otorite ile halk arasına giren uçurumlar ölçüsünde, davranışlar, giysi ve eşya formları da kurallara bağlanmıştı. Kimlerin ata binip binemeyeceği, giyilecek kostü- mün türü ve rengi, zaman zaman ilan edilen nizamnameler ya da yasalarla belirlenmişti. Ancak, ağır işleyen bu değişimi daha çok erkekler üstlenmişti.

Örgütlü kent toplumunu, endüstri çağına uygun bir modele dönüştüren Avrupa’da, 1890’lardan sonra artık, üslup yerine modalar öne çıkıyordu. İnsanlık peş peşe iki büyük savaşla sarsıldıktan sonra, gelişme, sınıflı toplumun ideallerine göre tekrar şekillenirken aynı zamanda bireyselleşmekteydi. İşte bu ortamda iyice su yüzüne çıkan değişmelere üs- lup değil; “moda/fashion” diyebiliyoruz.

Önce, Batı Avrupa’da, buna bağlı olarak, fakat daha hızlı büyüyen Amerikan hayat tarzında, insanları durmadan kışkırtan, tırmanma tutkusuna eşlik eden, hızlı değişen kısa ve küçük denemeler…

Toplumlar sınıfsız olsaydı, herkes aynı olacaktı. Oysa, savaştan galip çıkan devletlerdeki rekabet ve sınıfsal ayrışmalar, sonsuz görsel biçimler yaratarak katmanlaştı ve giderek daha çok kadının payına düşen yeni-yeni lüks tüketim ürünleri öne sürüldü.

18. yüzyılın sonlarından beri en çok Fransa’da söylenegelen Laissez faire-laissez passer sloganından beslenen bireyselcilik ve serbest rekabetin, kalıcı ve sürekli üsluplarla birlikte yaşayamayacağı açıktı. Eğer kişi, bir üst sınıfın kenarında kaldığını fark ederse, bunu aşmak MEDYA-DİN VE SÖYLEM 129

üzere yalnızca parasal kaynaklara, kredi kartlarına sarılmakla kalmıyor, üst sınıfın simge- lerini de üzerinde taşımak istiyor. Bu durumda, sofistike bir üst sınıfta yaşayan idollerin taklidi kaçınılmaz oluyor.

Bir sınıfı diğerine bağlayan köprü moda olmuştur. Şekiller, renkler ya da markalardan olu- şan simgeler bireysel tercihle elde ediliyor, yani satın alınıyor. Artık göstergeler inanç sis- temine bağlı değil; toplumsal idollere bağlıdır.

Modayı daha çok kadının sürdürmesi sebepsiz değildir. Olduğundan farklı görünmek iste- diğinden, kadın, eşinin sosyal ve ekonomik statü sembolü olmayı da kabul etmiştir. Bunun için de modaya uyarak gündemde olması gerekir.

Yeni seçimlerimiz gelenek ve üslubu aşmıştır, heyecan vericidir, ama süreklilik kazanma- ması gerekir.

Futbol kulüplerinin heyecan verici figürlerini, kartalları ve arslanları totemik inançların ve şövalyelik günlerinin hatırası olarak üstümüzde taşıyoruz. Fakat bugün, şekil dünyamızdaki en kalıcı ortak payda, neredeyse trafik işaretleriyle dondurulmuştur. Bu işaretlerin güzel ya da özgün olması gerekmiyor, onlara zorunlu uyum yapılması gerekiyor. Koşullar duygula- rımıza hükmediyor.

“Böyle ilerleyen bir kent kültürü içinde sıkışmış insan, geleceğe neler taşıyacak?” diye merak ediyorum.

MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 132 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

MEDYA (ÖNCESİ) DİN OLAYI VE SOSYAL DEĞİŞME

Prof. Dr. A. Korkut TUNA

Toplumların en eski sosyal kurumlarından birisi olan din insan topluluklarının başlan- gıcından itibaren içinde yaşadıkları evreni anlamlandırma çabalarının başında gelmiştir. Başta doğal olaylar olmak üzere karşılaşılan güçlüklerin yanında giderek insanî/toplumsal sorunlar boyutunun da ortaya çıkması sonucu, var olabilmek ve ayakta kalabilmek çabala- rına bağlı olarak, mevcut insan topluluklarının bünyesinde, sonradan din olarak adlandırı- lacak belli ritüellerin oluşmasına yol açmıştır.

Böylesine temel bir varoluş sürecinde; Baykan Sezer’in belirttiği gibi1, ‘din olayı toplumla- rın kendilerini tanıma ve tanıtma aracı’ olmuştur. Bu şekliyle ele alındığı zaman din olayı- nın sadece bir inanç sistemi olarak değil; aynı zamanda, bir bilgi ve iletişim sistemi olarak da var olduğunu ve toplumsal yapılarla bir arada varlığını sürdürdüğünü söyleyebiliriz.

Bu açıdan din; eski ve en güçlü ileti kaynağı olarak, tarih boyunca toplumsal yapıların varlıklarını sürdürebilmeleri için, bir yandan değişmeyi öte yandan da sürüp gitmeyi tayin eden ve besleyen niteliklere sahip olmuştur. Başka bir deyişle toplumlar, dine bağlı olarak taşıdıkları ve geliştirdikleri maddî unsurlar yanında ve bunlardan daha fazla bir biçimde günümüze kadar aşılamamış manevî bir yanı da bünyelerinde barındırmışlardır.

İlk dinler varlıklarını belli iletilerle ortaya koymuş ve sürdürmüş olmalı. İnanç’ın sağlan- ması ve bir yerden sonra yayılması belli göstergelerin başka bir deyişle iletilebilir göster- gelerin varlığına ve iletişimin sağlanmasına bağlı olmalı. Bu da en azından topluluğun/ toplumun üzerinde ittifak ettiği bir ‘Kutsal’ın, ‘Kutsallık’ın varlığını şart koşar.

Toplumlardaki ve/ya da toplumlar arasındaki farklılaşmaların belli bir iletiyi şart koşma- sı, mevcut olan ve aralarında sürdürülmesi gereken ilişkilerden kaynaklanmaktadır. Kendi kendilerine yeterli olmayan sosyal yapıların aralarında gerçekleştirecekleri her tür ilişki; sempozyum çalışmaları çerçevesinde ele alacak olursak, bir iletiyi, iletileri bünyesinde ba- rındıracaktır.

İlk başlarda kökenini maddî bir varlık sahasına dayamış olsa bile iletişim aynı zamanda din alanındaki şekillendirmeleri de üstleneceği için, dinî olarak kabul edeceğimiz ileti türlerini de bünyesinde barındıracaktır. Maddî ilişkilerin ulaşmış olduğu aşama aynı zamanda mad- dî üretim ilişkilerinden kaynaklanacağı için, bütün bu olup bitenler toplumsal yapıları ve buna bağlı olarak da ‘toplumsal değişme’leri de tayin etmiş olacaktır.

Din olayının ilk toplum yapılarına kadar geri götürülmesi tarih başlangıcındaki toplulukları ve onları tanımlayabileceğimiz ilişkilere bakmamızı gerektirecektir. Çünkü bu toplumların kalıcı izleri özellikle toprağa yerleşme ve tarım aşamasından sonra daha sistemli bir biçim- de ve günümüze kadar ulaşabilen maddî verilere dayalı olarak izlenebilmektedir. Tarımdan daha önceki tarih dönemlerinde, başka bir deyişle avcılık, toplayıcılık gibi aşa- malarda yaşamış toplulukların dinî ritüellerinin ve olası iletileri, kalıcı izlerinin nadir ol-

1 SEZER, B. ‘Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı’, s.34, İstanbul, 1981, Edebiyat Fakültesi Matbaası kendilerine barınak MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 133 masından ötürü, daha sonraları inşa edilmiş olmalı veya yerleşikler nezdinde sürüp giden izlerinden hareketle ortaya konmuş olmalılar. Örnek olarak verecek olursak “bir hesaba göre zamanımızdan 140.000 yıl önce … son büyük buzul devri yaklaşırken insanlar öteki yerli hayvanları yurtlarından sürmelerine ve mağaraları kendilerine barınak edinmelerine yetecek kadar iyi donanmış durumdaydılar. Bu mağaralarda gerçek insan yuvaları buluruz2” Bu aşama bize mağara duvarlarına çizilen resimlerle ve o dönemlerde oluşturulan bazı küçük tanrıça heykelciklerini günümüze kadar iletebilmiştir.

Daha sonraki bin yıllarda yeryüzünün belli bölgelerinde ilk defa yerleşik ve sistemli bir üretim biçimine ulaşan topluluklarda; bu faaliyetin (belki de tam olarak bilincine varama- dıkları bir üretim sürecinin) devamlılığı önem kazanacak ve topluluklar bunun için doğaya veya doğaüstüne ait olduğunu varsaydıkları bazı gizemli güçlerin himayesine sığınacaklar ve karşılığında sürecin kutsallığını pekiştiren sunumlarda bulunacaklardır.

Kutsal’ın, kutsal olanın görünebilir bir biçim kazanmış olan varlığı sadece kendi toplum- ları için değil; aynı zamanda, diğer toplum ve topluluklar için de önemli olacaktır. ‘Kutsal olan’ın çerçevesinde oluşan ritüellerin varlığı, bu ritüellere bağlı olarak kutsalın gücünün sürüp gitmesi, onun çevreye iletilmesi, olup bitenlerin, bir başka deyişle üretimin, bir tür garanti altına alınmasını gerektirecektir. Kutsal’ın bu iletiler ortamında var olması ve an- laşılması, etkilerinin belki de mucizelerinin beklenmesi ve yönlendirilmesi yanında bir şe- kilde iletilmesi de mevcut doğa olayları çerçevesinde ve onların yardımı ile olmuş olmalı. İlerleyen zamanlarda; Doğu toplumlarında, bu işlerin üstesinden gelen, bir manada sürüp gitmeyi sağlayan yöneticinin, Tanrı’nın yeryüzündeki vekili, oğlu olarak üretim/yönetim fa- aliyetlerini yürütmesi yanında önemli bir kutsallık kazanması ile karşılaşılmaktadır. Üretim bölgesinde yükselen ve çok uzaklardan görülebilecek yapı (Ziggurat) bünyesinde yürütülen üretim işleri yanında, din işlerini de üstlenen bir rahipler sınıfının yer alması, toplumun yapısı kadar, tapınak örgütlenmesi sayesinde çok uzaklardan görülebilen dinî bir iletiye sahip olması da dikkatleri çekecektir.

Mevcut yönetim; üretim işleri kadar din işlerini de toplumun mevcut yapısı içine yerleş- tirmiş ve böylelikle kutsal olanın üretim/yönetim sistemi içinde yer almasını sağlamıştır. Sistemin ürettiği artı ürün; mevcut sistemin devamını sağlamak için, bünyesinde bütün kutsallıkları barındıracak bir biçimde varlığını sürdürecektir. Bu varoluş zaman içinde kendi egemenliğini kabul ederek bağlanan diğer üretim birimlerinin, başka bir deyişle, diğer bağ- lı/tâbi şehirlerin kutsallıklarını da bünyesinde taşıyarak, bu dünyaya olan iletilerini daha farklı, eski ve gizemli bir dille sürdürmeyi tercih edecektir.

Ortaya çıkan sosyal değişmede dinî olanı, toplumsal olanı ve kutsal olanı bir bütünlük içinde görmek mümkün olmaktadır. Gerçekleşen bu yapı çevrede farklı coğrafya koşulla- rında yer alan ve tâbi oldukları tabiat şartları neticesinde yerleşik bir hayatı sürdüremeyen göçebe topluluklar için önemli bir ilişki biçimini ortaya çıkaracaktır.

Gelinen aşamada farklı coğrafyaların tayin ettiği farklı üretim biçimlerine sahip ve onlar tarafından biçimlenen toplumlar, farklı dinî anlayış ve dinî yapıp etmelerle (ritüellerle) donanmış olduklarından; yerleşik toplumlarla ilişkilerinde, önemli değişiklerle karşılaşı- lacaktır. Zaman içinde ve yerine göre yerleşik toplumun göçebelere tâbi olması farklı dinî

2 Childe G. “Tarihte Neler Oldu. S.54, Odak Yayınevi, Ankara 1974â 134 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM gelişmelere yol açacağı gibi çoğu kez göçebeler fethettikleri veya katıldıkları yerleşik top- lumların dinî düzenine ayak uyduracaklardır.

Buradan anlaşılacağı üzere din ile mevcut toplumsal yapı arasında önemli bir bağlantı söz konusu olup bunu farklı coğrafyalarda ve farklı dinî anlayışlar çerçevesinde de görmemiz mümkündür. Din ile sosyal değişme arasındaki bağlantıları toplumların tarih içinde sür- dürdükleri serüvenleri içinde izlememiz mümkündür.

Farklı coğrafyalarda ortaya çıkan ve sürdürülen toplum ilişkileri çerçevesinde; Hindistan yarıkıtasındaki Brahmanizm’i bir örnek olarak alabiliriz. Burada dikkat çeken husus kapalı bir çerçeve içinde ortaya çıkan din ve ilişkilerinde “evrenin düzenlenmesi, … Tanrıdan çok devletin işi olacaktır3”.

Toplumsal yapı ve değişme burada ‘kast’ sisteminin varlığına bağlı olduğu için burada söz konusu olan sistem din ile toplumsal yapı arasındaki uyuşmanın bir ifadesi olacaktır. Farklı coğrafyaları ve buna bağlı üretim sistemlerini barındıran Hint Yarımadasında doğa olayları kadar toplum olayları da, iyi hükümetin nasıl davranması gerektiği açısından kayıt altında tutulacaktır.

Bu açıdan bakıldığında tutulan kayıtların önemli ‘iletiler’ olarak Hint Yarımadasındaki top- luluklara/kastlara verilen mesajlar olarak günümüze kadar ulaştığını söyleyebiliriz. Kast dışı kalma mevcut düzenin nimetlerinden yararlanamama meselesi olarak karşımıza çıktı- ğında Hint Yarımadasının sınırlı koşulları içinde yeni bir din anlayışına ve mevcut sosyal yapı içinde yer alamayanların yeni bir din çerçevesinde varlıklarını sürdürebilme imkânı edindiklerini görmekteyiz.

Buddhizm yeni din olarak çizgi dışı kalmış topluluklara, mevcut ve hâkim üretim ilişkileri dışında yaşayabilme imkânının sağlamaktadır. Bu öğretinin Asya’da varlıklarını sürdüren göçebe halklar arasında yerleşik uygarlık alanlarına sızmanın dinî bir yolu olarak yayılması daha farklı bir iletişim alanı olarak karşımızdadır4.

Farklı coğrafyalarda yer alan toplumların ilerleyen zaman içinde, ortaya çıkan ve gelişen ilişki ağları içinde zengin bir dinler panayırına sahip olduklarını, farklılıklarını ve kimlikleri- ni bu dinlerine bağlı olarak oluşturdukları sosyal ilişkiler ağı içinde sürdürebildiklerini gör- mekteyiz. Bu çerçeve içinde farklılaşan toplumsal ilişkilerin oluşturduğu sosyal kesimlerin en ayırt edici unsur olarak sahip oldukları dinî kimliklerinden söz etmemiz mümkündür.

Çok tanrılı dinlerden farklı toplumları kuşatan tek tanrılı dinlere gelindiğinde; toplumlar arası farklılıkların belli coğrafyalarda şekillendiği, üretim ilişkilerinin daha geniş coğrafya- larda yaşayan toplumları bünyesine aldığı ortamlarda, sosyal değişmenin yaygınlaşan ama temel bir özellik çerçevesinde yürüyen ilişkilere bağlı olduğu anlaşılmaktadır.

Hristiyanlığın ortaya çıkışı ve yaygınlaşmasının Avrupa toplumlarının arayışları ile örtüş- mesi; bu dinin, bu kıtada yerleşmesine ve yaygınlaşmasına yol açacaktır. Hristiyan dini ve çeşitli unsurları ile uzak yerler arasında kurulabilen bağlantılar (mevcut yol sistemleri, yazışmalar), söz konusu dinin bünyesinde yer alarak belli ilşkilerin ve iletilerin oluşmasına 3 SEZER, B., a. g. e., s. 48 4 SEZER, B., a. g. e., s. 54-56 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 135 yol açacaktır.

Bu dinin inananları ile arasında kurulan iletişimin odak noktasını ‘Kilise’ oluşturacaktır. Kilise ve kilisenin bünyesinde yer alan her türlü görsel malzeme inananlarına dinin kutsal- larını etkili bir biçimde iletme işlevini yerine getirecektir.

Büyük ölçüde ibret alınması gereken sahnelerin yer aldığı kiliselerin iç donanımı; aynı zamanda din ‘azizler’inin hayatlarının da temsil edildiği heykel ve resimlerle, ibadet için gelenlere, çağlar ötesinden dinlerinin yaşanmış olan önemli sahnelerini ve kutsallıklarını sergilemekte ve belirli mesajları iletmektedir.

Hristiyanlığın simgeleştirdiği sahneler; özellikle kiliselerin ana kapılarının etrafını ve cep- hesini süsleyen figürlerin, günümüz medyasının önemli yüzünü oluşturan TV ekranları gibi, bu dinin tarihinde yer alan önemli olayları, kişileri ve onlara bağlı olarak oluşan sem- bolleri etkili bir biçimde ilettiği görülmektedir. Her bir figürün bir ibret sahnesi olarak, çağların derinliğinden gelerek aynı ve belli mesajları iletmesi dikkat çekicidir. Bu çerçevede yer alan dini unsurların ve mesajlarının; toplumsal değişmenin durdurulamayacağı ortada olduğuna göre, en azından değişmeyi istenilen çerçevede ve istikamette tutmayı amaçla- dığı söylenebilir.

Bunlardan ayrı olarak kutsal yer ve mekânların ziyareti de inananların sadece kendi sos- yal çevrelerine bağlı kalmadan, bu çevrelerce sınırlanmadan başka yerlerdeki ‘azizler’e ve hikâyelerine yönelmeyi sağlamaktadır. Eskiden din adına yaşanmış sıkıntıların ve çekilen eziyetlerin tekrarı üzerine dayanan bu yolculuklar (pelerinaj), ziyaret edilen mekânlar ve özellikle bu güzergâhta yer alan kiliseler sahip oldukları unsurlar ve özellikler ile gerekli iletileri aktaran zamanlarının ‘medya’ unsurları olarak değerlendirilebilir.

Bu açılardan ele alındığında dinler; içinde yer aldıkları toplumun en ince dokularına kadar yayılabildiklerinden ayrı olarak, toplumun görünen yanlarına da damgalarını vurarak me- sajlarını inanan halklara iletebilmenin imkânlarına sahip olmuşlardır. Bu çerçevede mimarî yapılar, yükselen mabetler ve süslemeleri dinin görünür yanları olarak, özellikle şehirlerde, varlıklarını duyurmuşlardır. Başka türlü söyleyecek olursak, hangi dinî anlayış olursa ol- sun ve insanlığın hangi aşamasında olursa olsun bunlar varlıklarını ve mesajlarını, günün koşullarına bağlı olarak, maddî bir iletim çerçevesinde iletmeye sahip olmuşlar ve bunu günümüze kadar sürdürmüşlerdir.

İslamiyet’e gelindiği zaman, çağ olarak da daha ileri bir tarih kesitinde ve ortaya çıktığını, İslami unsurların içinde yer aldıkları coğrafyanın ve dönemin tarihî ve toplumsal koşulları çerçevesinde şekillendiğini görmekteyiz. İslamiyet; mevcut ve en yaygın bir dinî anlayış olan ve özellikle Batı dünyasında kimliğini ve yayılmasını tamamlayan (Doğu âlemindeki yayılması olan Ortodoksluğu unutmuyoruz) Hristiyanlık karşısında, Doğu dünyasının ken- disini ortaya koyan koşulları çerçevesinde yayılmıştır. İletisini de daha soyut ve Müslüman olmayanların varlığını da (dar-ül harp) göz önünde bulundurarak etkin bir biçimde ortaya koyduğunu söyleyebiliriz. Kişiler arası iletişimin yüz yüze, bir arada olmasını sağlayan iba- det biçimi ve bu çerçevede toplumun meselelerinin konuşulması kadar dinin iletilerinin de etkin bir biçimde sürdürüldüğü ortamlar, ortaya çıkan değişmeyi de izleyebilmemize imkân tanımaktadırlar. 136 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

İslamiyet’in ortaya çıkışı ve yayılması sırasında, evrensellik iddiasında bulunan Hristiyanlık karşısında sahip oldukları sosyal yapılar ve geçmişten gelen inanç müktesebatı bakımından çevrede kalacak halklar, başka bir deyişle Hristiyanlığın vadettikleri açısından Papalığın sürdürdüğü mücadelelerde (belki de ikinci sınıf bir dünya olarak) Doğu Hristiyanlık alanı- nın etkisinde kalan halklar, İslamiyet’le artık o günkü dünyanın merkezinde yer alacaklardır.

İslamiyet; Allah’ın kılıcı olan halklar elinde ve ulaştığı topraklarda, üretim ve yönetim uy- gulamaları ile elde edilen hasılanın dağıtılması açısından önemi değişikliklere yol açacak- tır. Dünya çapında sürdürülen ticaret; belki de en büyük iletim aracı olan İslam dinarının yaygınlaşması ve fethedilen yerlerde atıl olarak bekleyen diğer altın paraların tedavüle sü- rülmesi sayesinde, bilinen dünyanın zenginliklerini İslam âlemine doğru çekecektir. Bili- nen dünyanın sahip olduğu zenginlikler yanında, batı orta çağı dolayısıyla devre dışı kalan Avrupa da bu çekim sayesinde içe kapandığı yapıdan dışarıya açılacak ve içinde sıkıştıkları feodal düzen kırılmaya başlayacaktır.

Avrupalı halklar Papalığın bütün uyarlarına rağmen (Müslümanlar sattığınız bu demir cev- herlerini kılıç yaparak sizi kesecekler mesajına rağmen) ellerindeki her türlü metaı (kıy- metli taş, köle, kürk, madenler, kereste v.s.) çağın ve tabii İslamiyet’in yükselen değerlerini yansıtan şehirlerindeki halklara satacaklardır. Bu bakımdan “İslam şehri her şeyden önce ticaret merkezi olarak belirmektedir. Şehri boydan boya geçen ve müşterilerin gözü önünde malların imal edildiği pazarda (suk) tüccarlar ve imalatçılar yer almışlardı. Bunun yanında kıymetli malların konduğu kapalı çarşılar, iş hanları, değişim pazarları ve para basılan darp- haneler iktisadî canlılığın belirtileri idiler.

Şehrin ortasında yer alan büyük cami pazarın ahlaki merkezini oluşturduğu kadar dinî ör- gütlenmenin göstergesi olarak koruyuculuk ve birleştiriciliği ifade ediyordu. Çeşitli meslek birlikleri kendilerine ait sokaklar, semtler ve iktisadî örgütlenmenin kalbi olan pazarın et- rafında yer almışlardı5”.

İslamiyet’in yayılması tarım bölgelerinde yer alan bu şehirli yapı çerçevesinde olacaktır. İslam şehirleri İslam dininin ve iletisinin maddî unsurları olarak bu çerçevede kendilerini göstereceklerdir. Oluşan toplumsal yapılar çağlarının iletişim biçimini ve maddî unsur- larını kullanacaklardır. Çok zengin bir görsel malzemeye bağlı süsleme sanatı günümüze kadar aşılamamış bir biçimde cemaatlerine dinlerinin söylem ve iletilerini çağlar aşan bir biçimde ileteceklerdir.

Buraya kadar olan izahatımızda; dinlerin geçmiş zamanlardaki etkinliklerini, ‘medya’ denen ve günümüz ilişkilerini esas yapıcı unsurları dışında kuşatan bir ileti, iletim ve/ya da ileti- şim biçimi olmadan önceki durumlarını ele almaya çalıştık. Gelişen zaman süreci içinde ortaya çıkan teknik buluş ve uygulamaların getirdiği yeni iletişim araç ve kanallarının din dışı alanda daha çok uygulama bulduğu ve medyanın buna farklı boyutlar kattığı açıktır.

Medya bu gün toplumlarımızda iletişim konusunda başlı başına bir varlık sahası oluştur- muştur. Bu alan her türlü teknik veriyi/özelliği kullanarak ve hangi akla hizmet ettiğini pek anlayamadığımız bir biçimde iletilerini adeta bir otomatiğe bağlamış olarak yaymaktadır. Din ve toplum ilişkisi de bu tarzın içindedir. Umarım bu sempozyum bu tarz ilişkilerde or- 5 TUNA, K. Toplum Açıklama Girişimi Olarak Şehir Teorileri, s.275, M. Lombard ‘İslam’ın İlk Zafer Yılları’ s.23- 24’ten nakil. MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 137 taya çıkan ileti biçimlerini ve kazandığı özellikleri ayrıntılı olarak değerlendirecektir. Konuya günümüzün koşulları çerçevesinde bakmak, günümüzün iletişimini önemli ölçüde tayin eden ve kendi başına bir varlık sahası olma özelliği gösteren, bir başına sanki kendi göbeğini kesmiş görünen ‘medya’nın bu varlık koşulları unutulmadan, din konusunun da ele alınmasının uygun olacağı açıktır.

KAYNAKÇA:

- ÇAMDERELİ, Mete(Ed.) Medya ve Din, Nisan 2014, Köprü Yayınları, İstanbul - ÇAMDERELİ, Mete(Ed.) Dijitalleşen Din (Medya ve Din 2), Nisan 2015, Köprü Yayınları, İstanbul - LAUGHEY, Dan, Medya Çalışmaları, Teoriler ve Yaklaşımlar, Aralık 2010, Kalkedon Yayınları, İstanbul - SEZER, Baykan, Toplum Farklılaşmaları ve Din Olayı, 1981, Edebiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul - TUNA, Korkut, Toplum Açıklama Girişimi Olarak Şehir Teorileri, 2011, İz yayıncılık, İstanbul - TÜFEKÇİOĞLU, Hayati, İletişim Sosyolojisine Başlangıç, 1997, Der Yayınları, İstanbul 138 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

FELSEFESİZ DÜNYANIN BEKÇİSİ: MEDYA

Prof. Dr. Erol GÖKA

Yaşadığımız zamanlar ve dünya, her yönüyle ilginç. Beşeri bilimciler, düşünürler, insanlı- ğın bu ilginç devrini tanımlamak için değişik adlar veriyorlar. Ben “teknomedyatik dünya” demeyi yeğliyorum. Teknoloji, özellikle kitle iletişim teknolojileri ve oluşturdukları ortam, ev-içi yaşantımızdan zihniyet yapımıza kadar her şeyi kuşatıp belirliyor. Tavır almak, bir tuhaflık olduğunu söylemek, yadırgamak elbette mümkün ama kaçıp kurtulmak imkânsız...

Teknomedyatik dünyanın belirleyici özelliği, sunilik... “Suni” derken insanın bir hüner ve maharetle, tabiatı değiştirerek sergilediği kültür ve sanat eserlerini kastetmiyorum. Bir gül resmiyle hakiki gül arasındaki bağlantı hep var ama gülü aynen taklit eden bir naylon gül tamamen suni... Lakin “sahte”, “taklit” gibi kelimeler de teknolojik suniliğin ırasını, özünü anlatmak için yetmiyor. Sunilikten, taklitten ziyade, şeylerin ve ilişkilerin yaratılışla, sahici- likle, hasbilikle bağlarının tamamen kopmasını, benzer ama tamamen başka bir şey ortaya çıkmasını anlıyoruz. Suni olan, gerçek olmasına gerçek ama hakiki değil. Modern teknoloji, doğrudan doğruya şeylere ve ilişkilere yaratılıştan olmayan nitelikler katıyor, onlara yapıca farklı bir muhteva veriyor. Hakikat, gerçekten kopuyor ve sunilik, kendisine özerk bir alan açıyor; gerçekler içinde bir gerçek olarak dünyaya, hayatlarımıza yerleşiyor...

Teknomedyatik dünyanın sunilik özelliği, medya için de geçerli. Sanallık, suniliğin çok ileri bir şekli... Medya, medium’un çoğulu. Medium, insanın başka insanlara olayları, duygu- larını ve düşüncelerini ilettiği vasat... Her medeniyetin, hatta kültürün bir medyası var. Modern olmayan zamanlarda da insanlar, bir medyaya sahiptiler ama onların medyası, insanlar arası bağlamla, hayat bilgisiyle yakından alakalıydı, nispeten dolaysız bir iletişime dayanıyordu. Suni değildi... Modern medya, insanlar arası iletişime doğrudan teknolojik bir müdahale yoluyla var oldu ve tabiatı gereği teknolojik müdahalenin dolayımını (mediation) yani suniliği barındırıyor. İnsani bağlamlardan kopmakla kalmadı, tüm sunilikler gibi özerkleşti de... Modern med- yanın her türü, telgraf, telefon, gazete, dergi, kitap, fotoğraf, film, televizyon, bilgisayar vs. dolaysız iletişimi değiştiriyor. O denli değiştiriyor ki, insanlar artık gerçek iletişimi modern medyatik iletişim sanıyorlar ve zaten insan algılamalarının aldığı yeni biçimle, başka tür- lüsü de mümkün değil. Yalnızca medyatik iletişimi gerçek iletişim, medyatik bilgiyi gerçek bilgi sanmakla kalsak iyi. Medya, ilişki biçimlerimizi, zihniyet dünyamızı, hakikat tasavvur- larımızı da biçimlendiriyor.

Tarımsal teknoloji, derdimizi daha kolay anlatmamıza vesile olabilir. “Dünyanın eski tadı yok sözü” önceleri ruh halimizi anlatan bir sözdü. Şimdi tamamen gerçek oldu. (Biyolojiyi, genetiği değiştirme teknolojileri giderek hâkim oluyor, 50 yıldır “sosyobiyoloji”den bah- sederdik şimdi “biyososyoloji”den bahsetmeye başladık ama durun kafamızı daha fazla karıştırmadan sadece tarımsal teknolojilerle yetinelim.) Evet, genetiği değişmiş ürünler yüzünden yediklerimizin tadı değişiyor. Aynı şekilde teknomedyatik dünyanın suniliği de, duyularımızı, algılarımızı, kendi prizmasından geçirerek yeniden biçimliyor. Nasıl gübre- lenmiş, hormonlanmış bir meyvenin hakiki usaresi, bir müdahalenin sonucunda, bir de- ğişikliğe uğramışsa, teknomedyatik dünyanın suniliği de, algı sistemlerimizin işleyişini değiştiriyor. MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 139

“Kültür” insanın ikinci tabiatı diye de tanımlanır, zihniyetimizi, psikolojimizi kültürün belir- lediği anlatılamaya çalışılır. Teknomedyatik dünyada oluşan bu suni kültür de bizim ikinci tabiatımızı oluşturuyor; iç-dünyamızı, zihinlerimizi formatlıyor. Artık “yeni denizin balıkları- yız”. Derya içre olup deryayı bilmeyen balıklarız üstelik...

Tüm bunlar sadece kötü mü, onu tartışmıyorum. Teknomedyatik dünya sayesinde ömrü- müzün uzamasının, dünyanın köye dönüşmesinin, hız ve hazzın aldığı yeni biçimlerin ge- tirdiği imkânları ele almıyorum. Sadece durum tespiti yapmaya, yeni bir dünyada yaşadı- ğımızı söylemeye çalışıyorum. “İçine gark olduğumuz bu denizi ve bizi nasıl değiştirdiğini bilip anlamak zorundayız” diyorum. Sadece lanetli manipülasyonları, algı yönetimiyle de- ğil medyanın kendisiyle derdimiz olması gerektiğini söylüyorum.

Teknoloji ve medya, suni olmasına suniler ama hayatlarımız üzerinde belirleyici bir etkiye sahipler. Müslümanlar olarak bu etkilerden azade değiliz. Daha baştan reddedici olmak, kendi içimize kapanmaktan ve üstüne üstlük bize bir şey olmadığı inkârcılığına sürüklen- mekten başka bir işe yaramaz. Dünyayı olduğu gibi kabul etmek, sadece markaları, sembol- leri değiştirmekle yetinmek de çare olamaz. Reaksiyoner olmadan hem yaşadığımız dünya- yı iyice anlamaya çalışmak hem de yeri geldiğinde eleştiri kırbacını şaklatmak, uyarılarda bulunmak durumundayız.

Hakkını yemeyelim, teknomedyatik dünyanın müspet görünümleri çok fazla. Ulaştırma ve enformasyon teknolojileri sayesinde hızlandıkça hızlanıyoruz mesela, kuşlar gibi oradan oraya uçuveriyoruz. “Haber”, “bilgi” dersen, internet sayesinde hemen hepsi anında elimi- zin altında... Ömürlerimiz de aynı şekilde, uzadıkça uzuyor. Ama birisi, “Hızımız o kadar arttı o kadar arttı ki, dönüp kendimize bile bakamıyoruz, mucizevî manzaraların bile hakkını ve- remiyoruz” derse, itiraz edemeyiz. “Bakmayın ortalama hayat süresinin uzadığına, aslında teknoloji ömrümüzü ucundan tutup çekiyor, o da sünüyor. Sündükçe üzerimizde insanlık adına taşıdığımız değerler de bir bir dökülüyor. ‘İnsan hakları’ adı altında yenilerini koyma- ya çalışıyoruz.” Diyenlere karşı da sükûttan başka elimizden pek bir şey gelmez. Neyse ki böyle cümleleri çok duymuyoruz. İtiraf edelim duysak da pek dert etmiyoruz.

Galiba galesizliğimiz, umursamazlığımız da teknomedyatik dünya yüzünden. Dünyaya karşı gösterdiğimiz umursamazlığa, öyle bize sunulduğu gibi sorgulamadan yaşamaya “felsefe- sizlik” diyebiliriz. Kanaatimce medya, birçok başka işlevinin yanı sıra esasen felsefesizliğin devamına yarıyor. Bir bakıma bu dünyaya bekçilik ediyor. Zihinlerimizi tıka basa doldurarak felsefesizliği örtmeye çalışıyor. Medya hakkında bir türlü billurlaşmış bir fikre ulaşamayı- şımız da belki bu yüzden. Hep tartışıyoruz; makaleler, kitaplar, devasa bir külliyat, sonuç; sıfıra sıfır elde var sıfır...

Medya, en kendinden emin araştırmacıları, aydınları ikiye bölüyor. Mesela bir bölüğü di- yor ki: Enformasyon teknolojileri sayesinde bilgi ve hatta eğlence, demokratik bir şekilde dağılıyor. Önceleri yalnızca bir avuç egemenin sahip olduğu bilgilenme ve eğlenme hakkı, bütün insanlar tarafından özgürce kullanılabiliyor. Dünya bir köye dönüştü. Medya, gerçek- leri gösteriyor, binlerce yıl insanlığı pençelerinde tutmuş olan büyülenme, mistifikasyon ortadan kalkıyor. Okullaşma oranı, dünyada okuryazar olmayan tek bir kimse kalmayacak bir düzeye doğru ilerliyor. Siyasi mesajlar, en ücra köşelere kadar ulaşıyor. Kendi başlarına özgürce karar verebilen birey-vatandaşlar sayesinde, demokrasi gerçekten etkin ve katılımcı 140 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM bir hale dönüşmeye doğru ilerliyor. Medyanın gücü, insanlar arası ilişkilerin ve birey-devlet ilişkilerinin şeffaflaşmasını sağlıyor; artık kapalı kapılar ardında gerçekler uzun süre kimse- den gizlenemiyor.

Bu söylenenlere, aynı şiddet ve güçteki tezlerle hemen diğer bölüğü, cevabı yetiştiriyor: Gerçek bilgi ve sanat, enformasyon teknolojileri yüzünden harap edildi. Modern medya- nın dünyası, bütünlüğü ve anlamı olmayan, bizden bir şey istemeyen ve aslında herhangi bir şey yapmamız için bize imkân da tanımayan, çocukların “ce-ee” oyunu gibi tamamen kendi içine kapalı bir dünya. Medyanın, özellikle birkaç korporasyonun denetiminde olan elit medyanın siyasete müdahalesiyle, insanların adeta bir yanılsama bombardımanıyla bilinçleri iğdiş ediliyor, hayal dünyaları yağmalanıyor. Medyatik manipülasyon, bırakın kat- kıda bulunmayı demokrasiyi asla uygulanamaz bir ütopyaya dönüştürüyor. Güncellik, po- pülerlik, izlenme oranları adına, her zaman yeni ama her zaman boş olan şey, sansasyonel ve anlamsız olan şey, bayağılık, klişelere indirgenmiş düşünce egemen... Üstelik reklam sektörünün kendisini izlenme oranlarına göre düzenlemesi nedeniyle ekonomi de buna göre şekilleniyor. Modern medya yüzünden artık kimse kendisi değil. İnsanların ruhlarını meşgul eden kapsam, kendisinin ürünü değil. Bırakın iradeleri, hayaller, umutlar, fanteziler, arzular bile medyanın kontrolünde. Medya, “şeffaflık”, “haber alma hakkı” gibi kavramların arkasına gizlenerek özel hayatları yağmalıyor, mahremiyeti talan ediyor.

Aynı gerçekliğe, aynı olgu yığınına birbirinin tamamen zıddı iki farklı bakış. Birbirine zıt sonuçlar, aynı ölçüde destekçi bulabiliyor. Her konuda bu böyle... Mesela medya ve şid- detle ilgili olarak yüzlerce bilim insanı, hukukçu, siyasetçi harekete geçiriyor; araştırmalar yapılıyor ama sonuç alınamıyor. Birtakım araştırmacı, medyanın “duygusal boşalım (ka- tarsis)” yoluyla izleyenlerdeki şiddet ve öfke eğilimlerinin zararsız şekilde boşalmasına yol açarak olumlu bir etki gösterdiğini savunuyor. Diğer birtakım ise, özellikle meşrulaştırılmış bir bağlam içinde sunulan şiddetin izleyenlerin şiddete yönelmelerini kolaylaştırdığını ile- ri sürüyor. Söylenenlerin hangisi doğru? Bilmiyoruz. Teknomedyatik dünya, tıngır mıngır dönmeye devam ediyor. MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 141

MEDYA VE DİN BAĞLAMINDA TOPLUMSAL DEĞİŞME

Prof. Dr. Kadir CANATAN

Şimdi ben “toplumsal değişme” kavramından hareketle, aslında üzerinde konuştuğumuz “medya, din ve toplumsal değişme” üçlemini tarihsel ve sosyolojik bir temelde ele almayı düşünüyorum.

Toplumsal değişme dediğimiz zaman bu sosyologların değişmeyi ifade eden en genel kav- ramıdır. Fakat bununla birlikte kullanılan ve zaman birbirine karıştırılan bir de “modernleş- me” ve “batılılaşma” kavramı var. Şimdi bunları çok fazla karışıklığa meydan vermemek için ben şöyle formüle ediyorum:

Toplumsal Değişme: Toplumsal ve kültürel yapıda meydana gelen başkalaşımları ifade eden en genel bir kavram. Bunun pozitif veya negatif bir anlamı yok. Bu anlamlar top- lumlara göre değişebilir. Fakat bu toplumsal değişimin batı bağlamında özgün bir boyutu var, buna modernleşme diyoruz. Yani batı dünyasının Rönesans’tan sonra, işte reformlar, aydınlanma, Fransız devrimi ve Sanayi devrimi gibi büyük dönüşümleri yaşayarak geçirdiği bir özgün değişme biçimi var. Buna modernleşme diyoruz. Modernleşme bizde “çağdaşlaş- ma” olarak da ifade edildi, ama bu biraz politik bir kavram haline geldiği için, ben moder- nleşme kavramını orijinal biçimiyle kullanıyorum. Bir de Batı-dışı toplumların maruz kal- dığı değişim biçimi var ki, buna da biz “batılılaşma” diye bir isim koymuşuz kendi tarihsel sürecimizde. Dolayısıyla dünya çapındaki toplumsal değişmeyi kavramsallaştırmak için, bir madalyon metaforundan faydalanabiliriz: Bu madalyonun bir yüzünü batılı toplumsal değişme dediğimiz modernleşme temsil ediyor. Diğer yüzünü de batılılaşma dediğimiz, maruz kaldığımız bir değişim modeli temsil ediyor. Birisi merkezde gerçekleşiyor, diğeri de periferi dediğimiz çevrede gerçekleşen değişimleri ifade ediyor.

Şimdi modernleşme ve din ilişkisi konusunda birkaç önemli görüş var. Bugün hala bu gö- rüşlerin popüler olduğunu düşünüyorum. Mesela bir görüş diyor ki; “Modernleşen top- lumlar, kesinlikle sekülerleşmek zorundalar”. Dinin başta siyaset olmak üzere toplumsal yaşamın değişik alanlarından dışlanması, kenara itilmesi süreci sekülerleşme olarak ifade ediliyor. Buna, mesela günümüzün önemli çağdaş düşünürlerinden birisi Richard DAW- KINS sahip düşüyor. Bu düşünceyi ısrarla savunan kişilerden birisi. Bunun hemen karşısın- da anti- modernleşmeci diyebileceğimiz bir görüş var. Bunu da mesela Charles TAYLOR, yine çağdaş düşünürlerden birisi savunuyor. O da diyor ki; tam tersine “Modernleşme dini teşvik eden, özendiren bir süreçtir. İşte Amerika’da, İrlanda’da, doğu Avrupa ülkelerinde, Arap dünyasında, Türkiye’de, İsrail’de, pek çok ülkede biz modernleşmenin pekâlâ dini sü- reçleri ilerlettiğini görüyoruz” diyor. Dolayısıyla modernleşmenin kaçınılmaz bir şekilde se- külerleşmeye yol açmayacağını iddia ediyor. Bu önemli bir alternatif görüş.

Bir görüş daha var, onu da ifade edeyim. O da benim hocamın Anton ZIJDERVELD’in görü- şüdür. Zijderveld’in çok erken dönem Türkçeye kazandırılan bir kitabı oldu; “Soyut Toplum”. Hatırlayanlar vardır. Zijderveld şunu ifade ediyor. Diyor ki; “Modern toplum soyut bir top- lumdur”. Dolayısıyla soyutlaşan bir toplumda din de soyutlaşıyor. Yani din kaybolmuyor, sadece kılık değiştiriyor. Günümüzde özellikle medya bağlamında bunu çok rahat görebi- liyoruz. Dini söylemler artık geleneksel dinî diyebileceğimiz sınıflar, kesimler üzerinden 142 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM değil de, medya üzerinden ifade edilmeye başlanıyor. Bu bağlamda televaizler önemli bir rol oynuyorlar.

Şimdi önümüzde aslında iki tane temel model var. Biri Amerikan modernleşmesi, diğeri de Batı modernleşmesi. Amerika özgürlükçü bir ülke gerçekten. Binlerce dini grup var. Hepsi- nin medyası var. Hepsinin çok gözde, popüler televaizleri var. Binlerce insan onları izliyor. Mesela bir tanesi var (Joel Osteen), onu sadece stüdyoda 16 bin kişi izliyor. Tabi medya üzerinde milyonlara ulaşan bir vaaz yapıyor. Fakat biz batı modernleşmesini esas aldığımız için, bu modelde din ile modernleşme ve modernleştirici bir araç olarak görülen medya arasında bir gerilim olacağını bekliyoruz. Batı modernleşmesinde Fransız Devrimi dini si- yasetten kovuyor. Bu önemli bir gelişme. Sanayi Devrimi ile birlikte de geleneksel dini yapı- lar çözüldüğü için bir anlamda toplumsal sekülerleşme gerçekleşiyor bunun akabinde. Dini yaşama ait birçok süreçten bahsediyoruz, batı modernleşmesi esas aldığımızda. Mesela farklılaşma diyoruz, özerkleşme diyoruz, çeşitli sektörlerin birbirinden bağımsız hale gel- mesi ve her sektörün kendi mantığına göre işlemesi. Yani geçmişte din şemsiye bir kimlik iken, eğitimi, ekonomiyi, siyaseti belirli bir mantığa göre yönetirken, toplum sekülerleşince din toplumun bir sektörü haline geliyor. Dolayısıyla toplum artık din tarafından değil, daha birçok faktör tarafından yönlendirilen bir kurum haline geldi. Bu şekilde çoğulculuk dediği- miz vakıa ortaya çıktı. Çoğulcu olan toplumlarda sadece ekonomik hayatta değil, medyada da, başka dini alanlarda da bir rekabet var. Bu rekabette temsiliyet, işte verimli olma, etkin olma gibi bir takım ilkeler çok önemli.

Küreselleşme dediğimiz, difüzyon süreçleri yoluyla merkezde başlayan değişme çevreye doğru yayılıyor. Yani dünyanın bir yanındaki gelişmeler hızla başka yerlere yayılıyor. Bu yayılım süreçlerinden dolayı, bizim gibi bazı çevre ülkeler de merkezden gelen etkiler karşı- sında edilgen bir pozisyona geçiyor. Daha da önemlisi bizi ilgilendiren, modernleşme aynı zamanda dinin medyatikleşmesine de sebep oluyor. Yani din de kendini medya üzerinden temsil etmeye başlıyor ve bu şekilde aslında soyut din dediğimiz, söylemsel din dediğimiz vakıa ortaya çıkıyor. Medya da ticari bir olgu olduğu için burada da ticaretin kuralları, eko- nominin kuralları işlemeye başlıyor.

Batıda bir modernleşme olunca, biz de bu modernleşmeyi kendimize model alınca batı dünyasında sekülerleşme olduğu için biz zannettik ki, bizde de ilerlemek için, gelişmek için mutlaka din engelini ortadan kaldırmamız gerekir. Bu sebeple Cumhuriyet Devrimleri ya- pıldı. Batı modeline öykündüğümüz için daha çok üst yapısal kurumlarda bir değişme ger- çekleştirildi ve dini medyadan, eğitimden, hukuktan, ekonomiden soyutlamaya çalıştık. Bu anlamda bu soyutlamacı görüş, Türkiye’de etkili olmuştur diyebilir. Fakat Türkiye’de bence iki önemli kritik dönem var ki bu ilişkileri ters-düz etti, yakın tarihimizde. Bunlardan bir ta- nesi 1950’li yıllarda çoğulcu parlamenter demokratik rejime geçiş. Bundan itibaren siyaset dini olumlu veya olumsuz bir biçimde kullanan bir mekanizmaya dönüştü. Din, siyasette de etkili olmaya başladı diyebiliriz. Bir de 1980 sonrası dönemde medyanın çoğulculaş- ması. Yani TRT tekelinin hâkimiyetinin kırılması ve bundan sonra sivil medyanın, çoğulcu medyanın ortaya çıkması. Bundan sonra durumun değiştiğini görüyoruz. Ne değişti diye inceleyecek olursak; Ben şöyle bir kavramsallaştırma yapma gereği duydum.

1) Modernleşme karşısında, aktif, din karşısında negatif duran bir medya var. Bu medya dini araçsallaştıran bir medyadır. Aktif-negatif medya üç şey yapıyor. Cumhu- MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 143

riyetten belki 1980’li yıllara kadar, hatta daha sonra da devam eden süreçte sürekli karşımıza çıkan bir durum. Birincisi bu medya tipi dini ritüelleştiriyor, dini sadece dini bayramlarda, sözgelimi ramazanlarda gündeme getiren bir özelliği var. Dini bir ritüelleştirme işlemine tabi tutuyor. İkincisi dini metalaştırıyor, reyting aracı olarak kullanıyor. Hatırlar mısınız bilmiyorum? Nokta Dergisi’nin genel yayın yönetmeni şöyle bir açıklama yapmıştı. “Biz ne zaman dergiyi satmakta zorluk çeksek, hemen iki temaya başvururuz. İki dosya yaparız. Biri dinsellikle ilgili dosyadır, diğeri de cin- sellikle ilgili dosyadır. Bu dosyaları yaptığımız zaman dergi kapışılıyor” diyordu. Biz buradan da anlıyoruz ki dinsellik medyanın metalaştırdığı, magazinleştirdiği, işte reyting yapmak için kullandığı bir araçtır. Üçüncüsü ve belki de en önemlisi etiketle- me, damgalama süreci. Bunu dini figürlerin temsilini incelediğimiz zaman görüyo- ruz. 1980’li yıllara kadar yapılan filmlerde ve dizilerde dini figürler kesinlikle olumsuz bir şekilde medyada temsil edilmiştir. Din adamları, gerici, yobaz, çıkarcı ve çirkin yüzlü insanlardan seçilmiştir. Bu olumsuz örneği sergileyen birçok film ve dizi var. Mesela bir kavuk devrildi, ateşten gömlek, vurun kahpeye, kalpaklılar, düşman yolla- rı kesti, vizontele, hayat bilgisi gibi birçok film ve dizi de bu çirkin din adamı figürünü yakalayabiliyoruz.

2) İkinci bir tip medya daha var, bu siyaset ve medyanın çoğulculaşması sebebiyle ortaya çıkan yeni bir medyadır. Bu da modernleşme karşısında pasif, din karşısında pozitif duran bir medya. Yani pasif-pozitif medya. Bu da medyayı araçsallaştıran bir medya türü. Medya iki şekilde araçsallaştırılıyor. Birincisi medya eğitim aracı olarak kullanılıyor. Özellikle burada televaizler dediğimiz figürler önemli bir rol oynuyor. Yani televaizlere belki en iyi örnek Amerika’da seçilebilir. Çünkü bunun gerçekten iyi örnekleri var ama Türkiye’de de Nihat HATİPOĞLU’nu iyi bir televaiz olarak niteli- yorum. İyi dememin sebebi, onun anlattıklarının iyi olduğu anlamında değil, temsil anlamında iyi temsil ettiğini düşünüyorum. Çünkü medya araştırmalarında görülen şu; reyting alan tek televaiz odur. Niye bu başarılı diye sorulursa ben iki boyutun önemli olduğunu düşünüyorum. Birincisi, Nihat HATİPOĞLU diğer figürlerden farklı olarak, yani bu geleneksel dini figürlerin anlatılış tarzından, temsil ediliş tarzından farklı bir şekilde kendini ortaya koyuyor. Sempatik bir yüzü var. Medyanın dili görsel bir dildir. Dolayısıyla o görsel dili yakalamanız gerekiyor. Ne kadar başarılı din adamı olursanız olun, bu çok önemli değil. Medyada görsellik önemli. Dolayısıyla sempatik bir yüzünüz varsa, bu sizin tutmanızı sağlıyor. İkincisi de üslubu tabiî ki. Yani diğer televaizlere kıyasla, yapıcı, olumlu, esnek bir üslubu var, güzel bir üslup. Bundan do- layı anlattıklarının çoğu kıssa da olsa (ki kimileri ona kıssacı diyor) bu üslup, bu yüz diyelim, tutuyor. Evet, şimdi bu pasif-pozitif medyanın ikinci bir özelliği, din kültürü- nü aktarma aracı olarak medyayı kullanıyor olmasıdır. Burada da dini filmler, diziler ve bir sürü ritüel programlar karşımıza çıkıyor. Türkiye’de pozitif medya 1980’lerden sonra gündeme geliyor ve birçok dizi, film çekiliyor. Bunlar olumlu örnekler diyebi- liriz. Mesela Küçük Ağa, Minyeli Abdullah, Reis Bey, Fırtına Hayatlar, The İmam gibi örnekler var. Özellikle bu The İmam filmini izleyenler bilirler. Orda klasik, Cumhu- riyetin anlattığı imam tipinin tam tersi bir tip var. O klasik imam tipini kıran, yeni bir imaj sunan bir imam. Fakat bu The İmam filmine yöneltilecek en önemli itiraz şudur. Bu olguyu şehirde göstermesi gerekirken, bunu köyde göstermiş olmasıdır, son derecede yanlış bir setting, bir bağlam seçilerek bu yapılmış. Dolayısıyla o tip köyden de dışlanmıştır. Yani klasik imajı kıran bir çalışma olduğu halde, köylülerin 144 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

gözünde o tip pek tutmamıştır. Oysa o çalışma şehirde yapılsaydı, bence daha etkili, daha başarılı olabilirdi.

Bu toplumsal değişimi sekülerleşme üzerinde anlatan hikâyelerden hareketle şu şekilde bir özet yapabiliriz. Medya din karşıtıdır, bu ikisi arasında olumsuz bir ilişki vardır tezi doğ- ru değildir. Tam tersine medya ve din ilişkisi olumlu da olabilir. Bunun 1980 sonrasında örnekleri de görüyoruz. Fakat şu görüşe de katılıyorum. O da; medyanın medyum olması, bir araç olması. Yani o aracı kim kullanırsa kullansın. O araç kendi mantığını her şeye dikte ediyor. Onun için biz aslında medya da dini bir programı izlerken medyayı izliyoruz. Yani araç, araçsallık, görsellik önplanda, mesaj daha geri plandadır. Fakat kimi sosyologlar, sos- yal psikologlar, psikologlar diyorlar ki; mesajın ön planda olması iticidir, iyi bir şey değildir. Mesajı geriden vermek lazım. Bu bir sanat dilidir. Dolayısıyla sinemaya sanat dilini hâkim kılacaksak, mesajımızı da dolaylı bir dille vermemiz gerekir. Bu şuur altına daha fazla iş yapıyor ve uzun vadede kalıcı bir etki bırakıyor. MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 145

DİN, MEDYA VE MEDYA DİN İLİŞKİSİ

Prof. Dr. Atilla YAYLA

Din nasıl tanımlanabilir ? Ampirik bir yaklaşım, insanların din olarak inandığı şeyin din olduğunun söylenmesidir. Bu çerçevede bakıldığında, dünyadaki insanların ezici çoğunlu- ğunun bir dine inandığı görülmekte. Ancak, bu bakış bizi dinlerin ne olduğunu kavramada yeterince ileri taşımaz. Dinin ne olduğunu anlamak için daha fazla bilgiye ihtiyaç duyarız. Sosyal bilimcilerin ve teologların çalışmalarına dayanarak söyleyebiliriz ki, bir din genellik- le iki parçadan müteşekkildir. İlk parça, insanın kendisini kendi dışında bir varlığa adaması ve kendisini adadığı yere karşı sorumlu hissetmesidir. Aslında adama-sorumlu hissetme (piety) dinî veya lâdinî bir bağlamda ortaya çıkabilir. Başka bir deyişle sosyal, kültürel, te- olojik ve siyasî bağlamlarda belirebilir. Meselâ, kendimizi anne babamıza karşı sorumlu ve belli ödevlerle yükümlü hissederiz. Bu tüm toplumlarda vuku bulur. Bazı yazarlar, meselâ muhafazakâr filozof E. Burke ve Alman idealisti F. G Hegel devlete adanma, devlete karşı so- rumlu ve ödevlerle yükümlü olma durumundan bahseder. Burada adanma adanan yerden kaynaklanır. Bir sosyal sözleşmeye veya zımnî rızaya dayanmaz.

Teolojik alanda ele alındığında adanma şu anlama gelir: Tanrı var olduğuna göre, ona ita- at ile yükümlüyüz, ancak, bu itaat yükümlülüğü rızadan değil, tabiatımızdan kaynaklanır. Batı geleneğinde, özellikle Katolik dinî düşüncesinde, Tanrının iradesi bir anlamda örgütlü Kilise’de tecelli ettiğinden, Tanrıya adanma en azından bir anlamda ve bir dereceye kadar kiliseye adanmayla çakışır. Adanmaya atfedilen manada değişiklikler olabilse de klasik din- lerin ilk parçası, bu çerçevede, Tanrıya adanmadır.

Dinin ikinci parçası, kutsallara, aşkın varlıklara, tek Tanrılı dinlerde Tanrıya inanmak, iba- det ve itaat etmektir. Bunun başlıca sebebi, aşkın varlığın, bu dünyada beşerî ilişkileri tan- zim etmeye ve öbür dünyada ödülleri ve cezaları dağıtmaya muktedir olduğunun kabul edilmesidir.

Dinlerin bir bireysel, bir kamusal yüzü olduğu söylenebilir. Bununla beraber, bu tespit dinin kesin olarak birbirinden ayrılabilecek iki alanının olduğunu göstermez. Bunun vurgulanma- sı, dinin tamamen bireysel ve bireylerin kalp ve vicdanlarıyla ilgili olduğu yolundaki yak- laşımın önünü kesmek için gereklidir. Kuşku yok ki din bireysel bir boyut taşır. Söz gelimi, aşkına inanç bireysel olarak gerçekleştirilebilecek bir durumdur. Ancak, çok sayıda insanın aynı dine inanması ve bazı dinî pratiklerin (ibadet gibi) ve dinle ilgili pratiklerin (din eği- timi gibi) toplu gerçekleştirilebilmesi dinlere kamusal boyut da katar. Bugün, hangi nite- liklere sahip olursa olsun, hiçbir dinin kamusal görünürlüğe sahip olmadığı, olmayacağı, olmaması gerektiği söylenemez. Olsa olsa, kamusal görünürlüğün yoğunluğu ve derinliği araştırılabilir. Dinlerin kamusal görünürlüğü açısından medyanın özel bir önem taşıdığı ise açıktır.

MEDYA

Türkçedeki medya Batı dillerindeki “media”nın Türkçeleşmiş hâlidir. Medya kelime olarak araçlar, vasıtalar anlamına gelir. Kavram olarak medyanın anlamıysa, kamusal iletişiminin (communication) araçları olan şeylerin tümüdür. Bir başka deyişle, medya kamusal iletişim 146 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM araçlarına verilen genel isimdir.

Kominikasyon (iletişim), soyut entiteler dediğimiz enformasyonun, bilginin, düşüncelerin, hislerin, değerlerin ve tarzların insanlar arasında naklidir. Medya araçları da bu nakilde bir rol oynar. Bu tür nakiller başka türlü de olur. Örneğin, aile içinde veya sınırları tespit edi- lebilir topluluklar içinde nakil işi sürekli icra edilir. Ancak, bu birimlerdeki nakil, yüz yüze ilişkide bulunan veya aralarında tanışıklık, ortaklaşalık ilişkisi bulunan insanlar arasında vuku bulur. Oysa, medya bunu değiştirir. Medya sayesinde birbirini tanımayan, aralarında yüz yüze ilişki bulunmayan insanlar arasında da soyutların nakli gerçekleşir. Medya ileti- şimin niteliği yanında hacmini de değiştirir. İletişimin niteliği ve sonuçları sosyolojide, iletişim teorisinde ve siyaset teorisinde açıklamlara ve yoğun tartışmalara konu yapılmıştır. Bir yaklaşıma göre kelimeler masum, yeni değerlerden azade değildir. İdeolojilerle dil ara- sında bir bağlantı vardır. Lisan konuşma, sosyal mahiyetli olduğundan, ideolojik impli- kasyonlarla yüklüdür. Kişinin konuştuğu lisan kişinin ideolojik pozisyonunu da yansıtır. Bu bakışın bir yansıması, iletişim araçlarının politik kontrol altında olmasını öngörür. Hakikati bulduğuna ve bundan dolayı hakikati uygulama hakkına sahip olduğuna inanan tekelci ideolojilerin takipçileri iletişim araçlarını kendi ideolojileri ve ideolojik pozisyonları adına ve yararına kontrol altında tutmak ister. Anti-demokratik rejimler devlet kontrolü altındaki medya tarafından karakterize edilir. Otoriter rejimlerle totaliter rejimler arasında bu bakım- dan sadece derece değil aynı zamanda nitelik farkı vardır. Otoriter rejimler medyanın kısmî kontrolüyle ve potansiyel daha fazla kontrol tehdit ve ihtimâliyle yetinir. Totaliter sistemler ise medya üzerinde mutlak, sarsılmaz bir tahakküm kurar. Medyayı toplumu manipüle ve mobilize etme, bireyleri doğru değer ve amaçlarla donatma fonksiyonlarını yerine getirir.

Aslında, medyanın siyasal sistem içindeki pozisyonu demokrasiler açısından da problema- tiktir. Demokrasilerde de kamu otoriteleri ve medya arasında bir karşılıklı kullanma ve kul- lanılma arzusu ve çabası vardır. Medyasız olmaz, ama medyanın çok baskın hâle de gelmesi istenmez. Bu yüzden, medya sahipliği, medya organlarının sahiplerin yapabileceği işler, medya sahipliğinde organ sayısı, tirajı ve reytingiyle ilgili düzenlemeler yapılır.

Yirminci Yüzyıl’ın ikinci yarısında medya organları eskisine nispetle çok daha güçlenmiş ve etkinlik kazanmıştır. Böylece, kitle medyası denilen varlıklar ortaya çıkmıştır. Gelenek- sel medya araçları kitap, gazete, dergiydi. Sonra bunlara radyo eklendi. Televizyon tam bir dönüm noktası teşkil etti. Şimdiyse çoğu kimsenin sandığının aksine tarihi epeyce geri- lere giden sosyal medyanın çağ atlamasına şahit oluyoruz. Altını çizmek gerekir ki, bazı post-modernist yazarların modern dönemin tamamen geride bırakıldığı veya bırakılaca- ğı-bırakılabileceği ve bu çerçevede medyada baştan ayağa bir değişme gerçekleştiği iddiası temelsizdir. Ortaya çıkan hiçbir medya organı yok olmuyor. Bir taraftan yeni araçlar med- yaya eklenirken diğer taraftan gelişen teknoloji geleneksel medya araçlarına yeni özellikler ve boyutlar kazandırıyor.

Medya sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasî alanlarda etkili olabilir. Medyada aktarılan en- formasyon, bilgi ve yorum yanında, tanıtma ve reklam da medyanın toplumsal alana bir yansıması olarak tezahür edebilir.

Anti-demokratik sistemlerde medya üzerine bir sansür işler. Sansür, kamu otoritelerinin söyleneni, yazılanı engellemesi, süzgeçten geçirmesi, ayıklamasıdır. Medya organının sahi- MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 147 binin veya yönetiminin bu engellemeyi yapması, hoş olmayan bir durum teşkil edebilmek- le beraber, sansür olarak adlandırılamaz.

DİNLER VE MEDYA ORGANLARI

Din medya ilişkisinin ana sebebi dinin büyük bir toplumsal olgu olmasıdır. Düşünce işle- riyle ve toplumsal hayatla ilgilenen hiçbir kişi ve kuruluş, bu arada medya organları, dinlere karşı kayıtsız kalamaz. Din ve medya ilişkisi şu şekillerde belirebilir:

A- Dinî Grupların Medyada Görünür Olmak İstemesi

Dinî gruplar medyayı ihmâl etmeyi sevmezler. İki amaçla medyada olmak isterler. İlk olarak, kendilerini medyada veya medya organlarından gelecek saldırıya karşı korumak isterler. İkinci olarak, hem dinlerini inananlarına daha iyi anlatmak hem de inanmayanları ona ina- nır hâle getirmek için medyada yer almaya çalışırlar. Bu da çeşitli şekillerde yapılabilir. En doğrudan yöntem, dinî grupların doğrudan doğruya medya organlarına sahip olmasıdır. İkinci yöntem, dinî grubun sahibi olmadığı medya organlarında bağlılarının yer edinmesini sağlamak veya o medya organları üzerinde şahsi ilişkilerle, okuyucu kitlesi olarak topluca davranmakla (boykot, topluca satın alma vb. şekilde) ve ilan yoluyla etkili olmaktır.

B- Dinlerin ve Dinî Grupların Medyada Eleştirilebilmesi

Dinler, dinî şahsiyetler ve dinsel uygulamalar medyada eleştiriye tâbi tutulabilir. Bunda şaşılacak bir şey yoktur. İfade özgürlüğü, ister egemen ister ikincil dinler olsun, dinlerin eleştirilebilmesini kapsar. Dinlerin eleştiril(e)mediği bir yerde, dinlerin kendileri de zarar görür. Bu yüzden, dinlerin eleştirilmesine tolerans göstermek gerekir. Medyadan talep edi- lecek şey, hiçbir eleştirinin yapılmaması değil, haberlerde dürüstlüğe, yorumlarda haka- retten uzak dile ve icap ediyorsa eleştirilenlere cevap vermeye imkân tanımaya yönelik bir tavır ve duruştur.

TÜRKİYE’DE DURUM

Türkiye’de yakın zamanlara kadar dindarların medyada fazla ağırlığı yoktu. Gazetelerin çoğu dine karşı en azından kayıtsız bir tavır sergilerdi. Laiklik dinin hayattan sürülüp çıkar- tılması olarak algılanır ve medya buna yönelik kasıtlı yayın yapardı. Dinî semboller ve kişi- likler aşağılanırdı. Keçisi çalınan imamlar keçi hırsızı olarak sunulurdu. Özellikle imamlar ve hacılar yalancı, üç kağıtçı, dindarlığın arkasına ahlâksızlığı, vicdansızlığı ve açgözlülüğü saklayan bireyler olarak takdim edilirdi. Medyada dinî günlere yönelik yayınlar sadece tiraj için yapılır, diğer zamanlarda dine ve dinsel görünürlüğe yer verilmezdi. Televizyon dizi- lerinde dinî eylemler ve semboller (namaz kılma, seccade, cami) katiyetle kullanılmazdı. Ramazan ayı, Bayram ve Cuma namazı sahneleri olmaz, sahnelerde dua ve ibadet anları geçmezdi. Hatta medya organlarında Allah adı dahi kullanılmazdı.

Son çeyrek yüzyıl içinde durum değişti. Dindar çevrele sayıları ve etkileri gittikçe artmakta olan medya organlarına sahip oldu. Dine ve dindarlara yönelik kısıtlamalar önemli ölçüde tasfiye edildi. Seküler yayın organlarında dahi dine ve dinsel söylem ve sembollere yer verilir oldu. 148 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

Bu, toplumun dindarlaştığı yolunda yorumlara yol açtı. Mamafih, ciddîye almaya değer araştırmalar dinsel görünürlüğün artmasının dindarlaşma ile aynı şey olmadığını söylüyor ve gösteriyor. Belki de toplum normalleşiyor. Eskiden olağan şartlarda olması gereken ilgi ve görünürlüğe sahip olmayan din, özellikle Sünni İslam, su yüzüne çıkıyor. Ben bunu bir sapma olmaktan ziyade toplumsal hayatın normalleşmesi olarak görüyor ve bu sürecin devam edeceğini düşünüyorum. MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 149

SÖZÜ YENİDEN KURMAK: MÜSLÜMAN KADINLARIN GÜNDELİK HAYATI VE YENİ MEDYA

Feyza AKINERDEM

Konuşmama medya çalışmalarının ana araçlarından biri olan temsil kavramı üzerinde biraz durarak başlamak istiyorum. Eğer toplumsal değişim çerçevesinde konuşuyorsak, çok hızlı şekilde değişen iletişim teknolojilerinin, toplumsal olarak neyi dönüştürdüğüne bakmak için bir takım analitik araçlara ihtiyacımız var, temsil kavramının bu açıdan imkânları ve sınırları nelerdir? Teorik olarak bu soruyla başlamak istiyorum.

Aslında teknolojik değişim ve toplumsal değişimler arasındaki ilişki oldukça karmaşık: he- pimizin gözlemlediği gibi bazen birbirine paralel, bazen birbirini zorlayan, birbirine köstek olan değişimler bunlar. Teknolojik üretim belli toplumsallıkları mümkün kılarken, belli top- lumsallıkları da yok ediyor. Belli yakınlıklara kapı aralarken, başka türlü yakınlıkları ve işbir- liklerini imkânsızlaştırıyor. Bu açıdan teknoloji hem bir sonuç hem de dönüştürücü etkiye sahip bir ajan/araç. Biraz daha açarsam, önce televizyonun, daha sonra internet teknoloji- lerinin ev ve sokak arasındaki, evle iş arasındaki, ev hali ile misafirlik arasındaki ayrımları bir miktar bulanıklaştırdığını söylemek mümkün. Artık kamusal-özel alan ayrımını kavram- sal olarak da Lauren Berlant’ın tabiriyle “kamusal samimiyet” kavramıyla ikame etmeye başladık. Peki öyleyse bu bahsettiğim ev-sokak, ev-iş, ev hali misafirlik hali gibi ayrımların üzerine bina edilen, kurgulanan, tarif edilen ideal kadın temsiline, biraz daha sınırlarsak ideal müslüman kadın temsiline ne oluyor, ne oldu? İkinci olarak da bunun üzerine durmak istiyorum.

TEMSİL:

Öncelikle temsil kavramının neden altını çizmek istedim? Burada temsili aslında hem medya çalışmalarında Stuart Hall’un tarif ettiği gibi, toplumsal cinsiyet çalışmalarında da Theresa Delauretis’in tarif ettiği gibi kullanıyorum. Yani güç ve iktidar ilişkilerinde kurucu şekilde işleyen ikili bir anlamlandırma sistemi. Her bir işaret, ses, söz, söz, cümle, metin, görsel ürün, hareket, kendinden daha büyük bir gerçekliği gösteriyor. Ancak diğer yandan temsil, gösterdiğini iddia ettiği herşeyden daha büyük. Örneğin DeLauretis’in öne sürdüğü gibi, büyük harfleKadın , yani siyasi, ekonomik, toplumsal bir prototip olan, toplumsal cin- siyet ilişkilerinin sürekliliği için formüle edilen, makbul Kadın, küçük harfle yazılan, haya- tın içinde kanlı canlı varolan kadınlıkları temsil ediyor. Bu temsil, o gündelik hayat içindeki kadınlık hallerini yaşayan, hayatlarını o temsile göre, o temsile ulaşmaya çalışarak kuran kadınlar için de varılmak istenen bir menzil, bu açıdan bütün o gündelik hayat hallerinden daha sınırlı, hiçbir zaman onları kapsamıyor. Ancak paradoks şuradaki o menzil hiçbir za- man tam olarak erişilebilir değil, her zaman temsil ettiği kitlenin, gerçekliğin/gerçekliklerin daha üstünde ve her zaman onlardaki eksik ve fazlalara işaret eden bir temsil. Bu Kadınlık temsilinin içeriği değişebilir: eğitimli kadın, evli kadın, kendi ayakları üzerinde duran kadın, evde duran kadın, bakımlı kadın, az tüketen kadın… Liste uzatılabilir, çeşitlendirilebilir. Büyük harfle yazılanKadınlık temsilinin içine tarihsel, bağlamsal olarak birçok şey koyabi- lirsiniz. Önemli olan şu ki semiyotik olarak işleyen temsil sistemi sürekli yeniden üretiliyor. Sınırlar, tarifler değişiyor, ama her zaman tarif edilen ve o küçük harfli kadınlıkların ulaşa- mayacağı, ne var ki onları temsil eden bir büyük harfli Kadın var. 150 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM

Peki o halde büyük harfle yazılan Kadın kimdir, nedir, nasıl giyinir, nereye gider, ne konuşur, hayatını nasıl idame ettirir? Buna dair de yine medya anlatıları ve görsel kültür dolayımıyla bir kanaatimiz oluşmuştur. Tabii şunu vurgulamak lazım ki tek bir Kadın temsili yok, farklı kadınlıkları belli başlı temsiller altında toplayan bir sistem var: buna da yine sosyal bilim- lerin yaygın olarak kullandığı bir kavramı hatırlayarak, kimlik diyelim.

Kimlik: Stuart Hall’un kimlik tarifine bakarak kimliği bir temsil olarak düşünüyorum. Hall, kimliği bir “oyun” olarak tarif eder. Ya biraz eksiksiniz, ya biraz fazla. Hiçbir zaman özneyle kimlik arasında tam bir eşleşme, örtüşme yoktur. Dolayısıyla kimlik siyaseti, eksik veya faz- la olanın yok sayılması kadar, işaretlenmesi de aynı zamanda. Kamusal alanda ve konvan- siyonel medyada, temsilin sınırlarını çizme gücünü elinde bulunduranların, bilgi ve üretme mekanizmalarına erişimi olanların çizdiği ve sınırlandırdığı ideal kadınlar, kamusal alanda da o ideal kadınlığa erişemedikleri ölçüde dışlanabilir, aşağılanabilir, işaretlenebilir, etiket- lenebilir. Kemalist muhafazakârlığın başı açık ve derli toplu giyimli ortasınıf kadını, Müs- lüman muhafazakârlığın ölçülü tüketen, belirli seviyede eğitimli, evinin düzenini sağlayan, çocuk bakımını üstlenen, yine ortasınıf bir hayatın içinde mümkün olan makbul ev kadını. Bunun dışında kalan, bütün bu ayrıcalıklara erişimi olmayan kadınlarsa her iki söylemin de mümkün kıldığı maskülen üretim ilişkilerine esnek ve ücretlendirilmemiş emek olarak gi- rer, hiçbir zaman büyük harfle yazılanKadın temsiline erişimi yoktur. Yine Hall’un tabiriyle kimlik siyaseti oyunu, modern toplumsal düzenin ayrıcalıklı kıldığı ve kayırdığı kadınların “fazla”lıklarını yontarken, ayrıcalıksız kadınları da eksikli olarak tanımlar.

Dolayısıyla, burda üçlü bir ilişkiden bahsediyorum: farkların, eşitliksizlikler ve ayrıcalıkların nasıl kurulduğuna bakmak için kullandığımız kimlik kavramı, aynı zamanda o eşitsizlikleri ve ayrıcalıkları üreten bir mekanizma haline geliyor. Konvansiyonel medya teknolojileri de (televizyonlar, anaakım basın, uluslararası medya konsorsiyumları) ürettikleri ve yaydıkları temsiller (imaj ve anlatılar) üzerinden bu eşitsizlikleri kitleselleştiriyor, güçlendiriyor. An- cak tabii o eşitsizlik ve ayrıcalıkların devamını sağlamak için de, küresel sermaye ve devlet- ler tarafından o teknolojiler üretiliyor ve güçlendiriliyor.

Diğer taraftan teknolojinin innovasyon diye bir normu var: yani yeni teknolojiler geldikçe yeni toplumsallıklar da ortaya çıkıyor. Yani teknoloji bir ihtiyaca cevap vermenin yanında belli ihtiyaçları ve ilişkileri kuruyor. Bu ilişkileri, toplumsallıkları anlamak için de yeni kav- ramlara ihtiyaç duyuyoruz: şimdilerde gündemde olan akış, hareket ve katılım gibi araş- tırma ve inceleme araçlarımız aslında yeni iletişim teknolojilerinin, yeni medyanın kurduğu ve piyasaya sürdüğü kavramlar. Biz de bu kavramları medya çalışmalarına/sosyal bilimlere devşirip, yeni teknolojiler nasıl toplumsallılar, öznellikler ve ilişkiler mümkün oluyor diye bakmak durumundayız, eğer bir değişimden bahsedeceksek.

Yeni medya mecralarının akışkanlığı ve geçişkenliği, yukarda bir oyun diye tarif ettiğim kimliği nasıl etkiliyor? İnsanlar yeni medyayı toplumsal olanla ilişkilenme, kendilerini tarif etme, geleneksel medya temsilleri içinde çağırıldıkları özne konumlarını eleştirme ya da reddetme imkânı olarak kullanıyorlar mı? Nasıl kullanıyorlar? Yeni medyada temsil nasıl iş görüyor ya da görüyor mu? Yerini başka ne tür sistemler alıyor?

Bu soruların ışığında, müslümanlığını öznelliğinin başat bir özelliği olarak öne süren ka- dınların sosyal medyayı nasıl kullandıklarından biraz bahsetmek istiyorum. Aslında hem MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM 151 bir araştırmacı olarak, hem de sosyal medya kullanıcısı olarak oldukça ilgimi çeken mecra- lar ve kullanımlar var. Instagramda, tumblr, bloglar, twitter ve facebook üzerinden yaptıkları el işlerini, tasarımlarını satan kadınlar var. Yetiştirdikleri çiçekleri, kurdukları sofrayı, diktik- leri elbiseyi paylaşan kadınların üretkenliğinden de oldukça heyecan duyuyorum. Aslında bir şekilde o ev-dışarısı, özel ve kamusal, yahut evin içindeki ev hali-misafir hali ayrımını biraz zorlayan, bazen sınıfsal bir gösteriye dönüşebilen bu şölen halinde, kadınların emeği- ni görünür kılmaya dair bir imkan var. Bunun da ötesinde kadınların inşa ettileri, uğraştık- ları, emek verdikleri hayatı sevgi ve beğeniyle sunmaları şahsen benim hoşuma gidiyor, her ne kadar kadınları, büyük harfle Makbul Kadınlık performansının içinde bıraksa da.

Ancak bu hikâyenin başka yüzleri de var. Yani o makbul, büyük harfli KADINın tutmakla yükümlü olduğu, ya da o küçük harfli kadınlıklar içinde güvende kalmak için tutulması gereken çeşitli sırlar. Temsil, kadınlığı her zaman bir miktar o misafirlik halinde, en makbul haliyle tutarken, gündelik hayatta da kadınlar neyi açık edip etmeyeceklerinin bilgisine sahip bir şekilde yaşıyorlar.

Ancak bir yandan da işte yukarda bahsettiğim yeni iletişim teknolojileri var ve artık yemek soframız bile kamunun göz zevkine açıldıysa, bu sırlar da benzer bir akış içinde açık edil- miyor mu? Burdan doğru kadınlık hallerini, mevcut iktidar yapılarının ve erkek işbirliğinin ürettiği mağduriyetlerden kurtarmak, kadınlara kendi temsillerini kendileri üretme imkânı doğar mı?

Bunu benim de içinde olduğum, oldukça yeni bir mecra olan Reçel Blog’dan bahsetmek istiyorum. Bu noktadan sonra artık birinci tekil şahıs konuşabilirim zira Reçel’le bir araş- tırmacı olmaktan çok bir editör olarak uğraşıyorum. Reçel Blog, en geniş tanımıyla “ka- dınların, bilhassa Müslüman kadınların gündelik deneyimlerine, toplumsal meseleleri algılayışlarına, ilgilerine, meraklarına, dertlerine, umutlarına, kaygılarına, mücadelelerine dair kendi sözlerini söyleyecekleri bir mecra” olarak kuruldu. 6 aydır yayında olan, bu süre içinde çoğunlukla okurlardan gelen nisbeten kısa ve oldukça öznel deneyimleri, görüşleri hikayeleri yayınladı. Kendine göre önemli bir okur kitlesine ulaştı.

Öncelikle Reçel Blog ekibinin Reçel’i nasıl tanıttığına kısaca bakarsak: “Kadınların ve bil- hassa Müslüman kadınların” vurgusu, aslında kendi başına o kimlik dediğimiz şeyin sı- nırlarını zorlayan bir vurgu. Diğer bir vurgu ise, Müslüman kadın diye tekil, büyük harfle yazılan, hepimizin ulaşmaya çalıştığı bir menzil yok. Aslında büyük harfle Müslüman kadını çoğullaştırmak, hayatın içine oturtmak gibi bir kaygısı var. Bu açıdan da temsil prensiple- riyle tasarlanan değil de, akış prensibiyle tasarlanan, üretilen bir yayın olduğunu söylemek mümkün.

Son olarak, Reçel’i, kullandığı blogging tekniği ve sosyal medya üzerinden yazılarını yay- gınlaştırma imkanları nasıl farklı bir mecra yapıyor? Burda da kısaca akış kelimesinden yar- dım alarak konuşmamı tamamlamak istiyorum: aslında yazıların her mecraya, her ortama, telefonlara tabletlere anlık olarak ulaşabiliyor olmasının yarattığı bir akış var: tasarlanmış ve üzerine düşünülmüş kimlikleri değil de, durumları ve o durumlara dair duyguları hareke- te geçiren bir akış. Dolayısıyla 6 tane editörün birbirine temasıyla başlayan bir yazı yazma pratiği, birbirine çarpa çarpa büyüyen itirazların mecrası haline geliyor. Böylelikle annelik, çocuk yetiştirme, evlilik, boşanma, iş hayatı, ayrımcılık, giyim kuşam, dini anlama biçimle- 152 MEDYA-DİN VE TOPLUMSAL DEĞİŞİM ri; bunun yanında yukarda altını çizdiğim “sırlara dair” anlatılar: taciz, tecavüz, şiddet dene- yimleri üzerine bazen birbiriyle çelişen, tartışan, ancak şu kısmı önemli ki birbirini harekete geçiren, birbirine ilham olan sözler ortaya dökülmeye, ortaya döküldükçe yine telefon ve bilgisayar ekranlarına akmaya, ordan yeni akışlar çıkarmaya devam ediyor. Bu açıdan artık temsil, kimlik gibi modern ve modernlik sonrası teorilerin kullandığı ve tartıştığı kavramlar, bu hareketliliği anlatmakta yetersiz kalıyor.

Kaynakça:

- Berlant, L. (1998) “Intimacy: A Special Issue.” Critical Inquiry 24 (2) (January): 281–288. - De Lauretis, T. (1987). Technologies of gender: Essays on theory, film, and fiction. Indiana University Press. - Hall, Stuart, and Paul Du Gay, eds. Questions of Cultural Identity: SAGE Publications. Sage, 1996. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 154 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

BAŞLANGIÇTAN GÜNÜMÜZE TÜRK SİNEMA MEVZUATINDA BİR DENETİM KRİTERİ OLARAK “DİN”

Prof. Dr. Ayhan CEYLAN

Giriş

Bir kitle iletişim aracı olan sinema aracılığıyla duygu, düşünce ve kanaatlerin serbestçe açıklanması ve yayılması “sinema özgürlüğü” ya da “film özgürlüğü” olarak tanımlanmıştır1. Sinema aracı dikkate alınıp daha geniş bir tarif yapıldığında, bu hürriyet; filmlerin ülke- ye girmesi, sinema mekânlarının açılması, filmlerin yapımı ve gösterimindeki serbestlik olarak ifade edilmiştir2. Filmlerin bahsedilen aşamalardaki engellenişi, genel olarak, “de- netim, kontrol veya sansür”; denetimin daha dar bir türü olarak özellikle gösterim öncesi ön-denetim “sansür” kavramıyla3 nitelendirilmiştir.

Sinema, ortaya çıkışı ve yayılmasına paralel olarak halkın bilgilendirilmesi, eğitilmesi ve eğlendirilmesi gibi kamusal fonksiyonlar üstlenmiştir. Kitle üzerindeki etkinliğine paralel olarak sinema, teknik, ekonomik ve idarî yönü yanı sıra hukukî açıdan düzenlenirken, aynı zamanda ifade özgürlüğünün bir yansıması olan sinema özgürlüğü hukukî metinlerde ta- nınmaya ve güvenceye alınmaya çalışılmıştır. Bununla birlikte bu özgürlük; basın ve rad- yo-televizyonda olduğu gibi çeşitli açılardan sınırlandırılmıştır. Görsel bir iletişim aracı olması, sanatsal boyutuyla kitleler üzerindeki etkinliği ve daha geç ortaya çıkan bir araç oluşunun da etkisiyle sinema basından farklı, daha sıkı/sınırlı bir rejime tâbi tutulmuştur. Söz gelimi, basın özgürlüğü 1791 Amerika Anayasasında teminat altına alınırken, radyo ve film özgürlüğü ilk defa 1949 tarihli Federal Almanya Cumhuriyet Anayasasında kabul edilmiş, sinema filmleri genel olarak basından farklı olarak izin sistemine bağlanırken, aynı zamanda sansüre/denetlemeye tâbi tutulmuş ve çeşitli denetim kriterleri öngörülmüştür. Sansür ölçütleri, siyasal rejim ve dönemlere göre değişirken, “din”, sinema mevzuatında yer alan bu ölçütlerinden biri olarak karşımıza çıkmaktadır.

I-Genel Olarak Türkiye’de Sinema, Denetim Kriterleri ve Din

Sinema, denetim kriterleri ve bir denetim kriteri olarak din ilişkisi hakkında bir değerlen- dirme yapabilmek için bazı tespitlerde bulunmak yararlı olabilir. Genel olarak Türkiye’de dönemlere göre değişebilen otorite-özgürlük ilişkisi, hak ve özgürlüklerin düzenlenişi, hak ve özgürlüklerin tanınma ve güvenceye alınma niteliği, özellikle iktidarın kitle iletişim araç- larıyla ilgili yaptığı düzenlemeler ile bu alandaki özgürlükler ve sınırlanma çerçevesi sine- maya da yansımıştır.

Denetim ya da sansür kriterleri dönemlere göre değişkenlik göstermiştir. Sinema söz konu- su olduğunda Türkiye’de “denetim” başlangıçtan günümüze kadarki mevzuat ve uygulama- nın neredeyse bütününde “sansür/ön-denetim” olarak olarak algılanmış, denetim kriterleri belirlenirken hukuken tespit edilen sınırlamaların ötesinde bu kitle iletişim aracının etkin- 1 Kayıhan İçel, Kitle İletişim Hukuku, İstanbul: Beta Yayınevi, 2015, s. 58. 2 Alim Şerif Onaran, Sinematoğrafik Hürriyet, Ankara: İçişleri Bakanlığı, 1968, s. 21. 3 Onaran, s. 22-23; Özkan Tikveş, Mukayeseli Hukukta ve Türk Hukukunda Sinema Filmlerinin Sansürü, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, 1968, s. 6-8; Özen Köse, Türk Sinemasında Sansür, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2011, s. 9-11. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 155 liğine bağlı olarak siyasî ve ideolojik boyut öne çıkabilmiştir.

Türkiye’nin farklı dönemlerinde iktidar-din ilişkisine ve dinin değişen siyasal ve sosyal ko- numuna da dikkat çekmek gerekir: Dinin pek çok alanda meşruluğun en önemli dayanak- larından biri olduğu Osmanlı Devleti’ndeki yeriyle -kısa geçiş dönemi saklı tutulduğun- da- laik Cumhuriyet Türkiyesi’ndeki yeri bir olmadığı gibi, Cumhuriyet’in başlangıcından bugüne kadarki süreçte iktidar nezdindeki konumu da döneme göre farklılık göstermiştir. Hukukî düzenlemeler aynı zamanda siyasal iktidarın bir tercihi olarak yansıdığından, ge- nel olarak iktidar-din ilişkileri, iktidarın genelde özgürlüklere, özelde ise dine bakışı, dinin bir denetleme kriteri olarak konmasında ve istikametinde belirleyici olmuştur. Bu bildiri, ortaya çıktığı Osmanlı Döneminden günümüze sinemada bir denetim kriteri olarak dini, mevzuattaki durumu açısından ele almayı amaçlamaktadır. Kriterin denetleyiciler tarafın- dan yorumlanması ve dolayısıyla uygulamadaki durumu inceleme konusu yapılmayacaktır.

II-Osmanlı Dönemi Sinema Mevzuatında Bir Denetim Kriteri Olarak “Din”

Resmî olarak ilk ortaya çıkışı Lumiére kardeşlerin 1895 yılında Paris’de gerçekleştirdikleri gösterime bağlanan sinematograf kısa bir süre sonra Osmanlı topraklarına girmiştir. Sa- rayda taklid ve hokkabazlık yapan Bertrand adlı bir Fransız tarafından 1896 sonu-1897 başı aralığındaki bir zaman diliminde Osmanlı Sarayı’na sinema tanıtılmıştır4.

Genel kabulde, Osmanlı Devleti’nde halka açık ilk film gösterisi, 1896-1897 yılları arasında Romanya uyruklu bir Polonya Yahudisi olan Sigmund Weinberg tarafından Galatasaray’da- ki Sponek Birahanesi’nde gerçekleştirilmiştir. Sinemanın Osmanlı topraklarında ortaya çı- kışı ve özellikle bu dönemdeki hukukî düzeni matbaa ve basına benzer bir seyir izlemiştir. Osmanlı Devleti’nde matbaa ve gazetenin ilk ortaya çıkışı azınlık teba veya yabancılar eliyle gerçekleşmiş, devlet belirli şartlar koymakla beraber bu yöndeki faaliyetleri engellememiş- tir.

Sinema Osmanlı coğrafyasına erken bir dönemde girmişse de, I. Dünya Savaşı’na kadar İstanbul ve Beyoğlu civarıyla sınırlı kalmış, işletme çevresi de azınlıklar ve yabancılardan oluşmuştur. Türkler’in sinemaya ve sinema işletmeciliğine olan ilgisi 1910 yılıyla birlikte başlamıştır5.

Sinemanın Osmanlı coğrafyasında ortaya çıkışını müteakip II. Meşrutiyet ilanı sonrası ya- pılan 1909 Kanun-i Esâsî değişikliklerinde sinemaya ilişkin bir düzenleme bulunmamakta- dır. II. Meşrutiyet Dönemi’nde bir kanunî düzenleme de göze çarpmamaktadır. Esasında, Osmanlı Devleti’nin ortadan kalkmasına kadar süren dönem boyunca hukukî düzenleme çalışmaları lâyiha düzeyinde kalmış, sinemaya ilişkin genel ve soyut bir düzenleme yü-

4 Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, Edt. Elif Çakır, 2. baskı, İstanbul: Selis Kitapları 2008, s. 76. Sinematograf, Osmanlılarda daha çok bir eğlenceye işaret eden Arapça “oyun” anlamına gelen “lu’b” kelimesinin çoğulu olan “lu’biyât” kapsamında değerlendirilmiştir. Nitekim Cemiyet-i Umûmiye-i Belediye tarafından tanzim edilen Rûmî 1326 (1911/1912) tarihli tarifede sinematograf; tiyatro, sirk, cambazlar, hayâlciler, panorâmâcılar, pandomîmâcılar, hokkabâzlar ve kukla gibi lûbiyât/oyunlar kategorisi içinde yer almaktadır. Çalgı ve Lû’biyât Ruhsatiyeleri Tarifesi için bkz. Osman Nûrî, Mecelle Umûr-ı Belediye, c. II, Dersaadet 1330, s. 464-465. Sponeck Salonu’nda gösterilecek film, afişte; “canlı fotoğraf lû’biyâtı” olarak belirtilmiştir (Giovanni Scognamillo, Türk Sinema Tarihi, 2. baskı, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2003, s. 17). 5 Nijat Özön, Türk Sinema Tarihi 1896-1960, 3. baskı, İstanbul: Doruk Yayımcılık 2010, s. 32-41; Scognamillo, s. 17-19. 156 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK rürlüğe konulmamıştır. Sinemanın, Osmanlı Dönemi’nde hukukî düzenlemeye kavuşama- masında; yaygınlığının dönem itibariyle sınırlı olması, Türklerin nispeten geç dönemde sinemayla tanışmaları, dönem şartlarında sosyal ve siyasal etkisinin sorun oluşturacak bir düzeye ulaşmaması ve dönemin işgal ve savaş şartları etkili olmuş olmalıdır6.

Bu dönemde hazırlanan ancak yürürlüğe girdiğine ilişkin somut bir bilgiye ulaşamadığımız iki hukukî metindeki hükümler dönem sineması ve sınırlama kriterleri hakkında bilgiler sunmaktadır. Bunlardan ilki, “Memâlik-i Şâhânede Sinematograf Temâşâ Ettirilmesinin Şerâit-i İmtiyâziyesi”dir7. Şartnâme niteliğindeki bu hukukî metnin arşiv kaydına göre tah- mini tarihi 1903 miladî yılına tekabül etmektedir. Ancak sonraki bir tarihe ait olması muh- temel bu İmtiyaz Şartnâmesinde yer alan hükümler; genel mahallerde sinema gösterimini imtiyaza bağlamış, anonim şirket şeklinde bir yapılanmayı zorunlu kılmış, büyük şehirlerde sinema gösterimi için özel binaları gerektirmiş, sinema filmlerinin gösterim öncesi sansüre tâbi olacağını belirtmiş ve imtiyaz sahiplerine bir takım haklar sağlamıştır. Şartnâme ayrıca sinema gösterilerinde; sağlığın korunması, çocukların terbiyesi, aile hayatının korunması ve adap ve ahlaka aykırı olmama gibi denetim kriterleri öngörmüştür8.

Kronolojik sıra dikkate alındığında diğer hukuki düzenleme, “Tiyatro, Sinema ve Buna Mümâsil Lu’biyât Mahallerinin Sûreti Küşâdı ve İdareleri Hakkında Nizamnâme Lâyihası”- dır9. 1916 tarihinde hazırlıklarına başlanan Lâyiha, üç fasıl halinde 60 maddeden oluşmak- tadır: Birinci fasıl, “Tiyatrolara İlişkin” (1-30. md.), ikinci fasıl, “Sinemalar Hakkında” (31-39. md.), üçüncü fasıl, “At ve İp Cambazları ve Hayvanâtı Ehliye ve Vahşiye Mürebbileriyle Sâir Lu’biyât Mahallerine Dâir” (40-59. md.) hükümlere ayrılmıştır. Sinemanın hukukî denetimi- ne yönelik Lâyihanın bazı hükümlerine göre; bina yapımı ve açılması bakımından sinema, tiyatro hükümlerine tâbi tutulmuş, bir tür denetime işaret eden sinema programının ön- ceden belirli makamlara sunulması zorunlu görülmüş, aynı şekilde gösterime sunulacak sinema filmlerinin sansür edilerek izin alınması mecburî hâle getirilmiş, ayrıca, mezhep saygınlığı, toplumu oluşturan farklı unsurların tahkir edilmemesi, millî değerlerin dikkate alınması, asayişin ihlal edilmemesi ve edep ve iffete aykırı filmlerin sunumu yasaklanmıştır. Bu iki hukukî metne ilaveten devletin ilgililerin bireysel talepleri karşılığında verdiği izin- lerden zamanla sinema denetimine ilişkin bazı kıstaslar geliştirdiği de gözlenmektedir. Buna göre, sinema filmleri; hükümdarların saygınlığına dokunmayacak, dini değerlere, ah- laka ve adaba aykırı olmayacak, herhangi bir devletin siyasi propagandasını yapmayacak, müstehcen resim veya filmlere yer vermeyecek, suç işlemeye özendirici ve teşvik edici ma- hiyette olmayacak, çocukların ve gençlerin fiziksel, zihinsel veya ahlakî gelişimini zedele- meyecektir10.

Hukukî metinlerde ve bireysel taleplere karşılık denetim kıstasları ortaya konulurken, din, ahlak ve örf-âdetin dikkate alındığı, yer yer yabancı ülkelerdeki standartlara da atıf yapıldığı görülmektedir. Filmler, kural olarak ön denetim şeklinde gösterim öncesi bir sansüre, ba- zen de şikayetler üzerine gösterim sonrası bir denetime tâbi tutulmaktadır. Dinin hayatın 6 Ayhan Ceylan, “Osmanlı Dönemi Türk Sinemasında Hukuki Düzen, Türk Hukuk Tarihi Araştırmaları, S. 9, Y. 2010 (Bahar), İstanbul 2014, s. 19. 7 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA),BOA, Y.PRK.AZJ (Yıldız Parekende Evrakı Arzuhaller ve Jurnaller), 46/16, 29 Zilhicce 1320. 8 Ceylan, s. 10-12. 9 BOA, DH.EUM.VRK (Dahiliye Nezareti Emniyet-i Umumiye Müdiriyeti Evrak Odası Belgeleri), 28/13, 22 Zilkade 1334 10 Ceylan, s. 18. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 157 hemen hemen neredeyse tamamında meşruluğun en önemli dayanağı olduğu farklı dini toplulukların yaşadığı bir toplumda, sinema açısından da gösterim öncesi dikkate alına- cak bir denetleme kriteri olmasında esasen yadırganacak bir yön bulunmamaktadır. Bu kapsamda böyle bir toplumda “din” kavramının kendi kapsamı yanı sıra, kesiştiği ölçüde ahlak ve örf-âdet kurallarıyla, keza, edep, iffet, ar, milli değer, müstehcenlik vb. kavramlarla bağlantılı olacağı açıktır. Nitekim, İslam dinine ve geleneklere aykırı olduğu gerekçesiyle Meşrutiyet döneminin sonuna kadar tiyatroda olduğu gibi filmler kadınlara ve erkeklere ayrı ayrı gösterilir, İstanbul’un çeşitli yerlerindeki film gösterimlerinde erkekler ve kadınlar ayrı ayrı oturur, birbirlerini görmelerine engellemek için aralarına perde gerilir11 ya da gös- terim gündüz hanımlara gece beylere tahsis edilebilirdi12. Aynı şekilde, Hz. Peygamber’in yaklaşan doğum gününe hürmeten sinema, tiyatro ve diğer eğlence mekanlarının çalış- maktan menedilmesi istenebilirdi13.

Modern toplumun bir ürünü olan sinema, Batı’ya yönelmekle birlikte hâlâ önemli ölçüde geleneksel değerlerlerle şekillenen bir toplumda dikkate değer bir muhalefetle karşılaşma- mış, Osmanlı Devleti sinemaya bir takım sınırlamalar getirmekle beraber, başlangıcından itibaren kategorik yasakçı bir anlayış oluşturmamıştır. Bununla birlikte modern bir araç olarak sinemanın İslamî ilkeler ve uygulamalar etrafında şekillenen geleneksel değerlere aykırı anlatım ve gösterim özelliklerine sahip olma özelliği14, dinî değerlerle ilişkisini Os- manlıdan günümüze tartışılır kılmıştır.

III-Cumhuriyet Dönemi Sinema Mevzuatında Bir Denetim Kriteri Olarak “Din”

1.1920-1932 Arası Dönem

23 Nisan 1920’de Ankara’da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi 20 Ocak 1921Teşkilât-ı Esâsîye Kanunu’nu kabul etmiştir. 1921 Anayasası kısa bir anayasadır. Anayasada sinemaya ilişkin bir düzenleme bulunmamaktadır. Bu anayasa döneminde, 1922 yılında saltanat kal- dırılmış, 1923 yılında yapılan değişiklikle hükümet şekli olarak Cumhuriyet kabul edilmiş, hilafet kaldırılmıştır. Cumhuriyetin ilk Anayasası 1924 yılında yürürlüğe girmiştir. Ulusal egemenlik, cumhuriyet ve devletin dininin İslam olduğu özellikleri anayasada yer almakta- dır. Yeni Türkiye devletinin dini niteliği 1928 yılına kadar anayasada varlığını sürdürecektir.

Anayasadaki temel hak ve özgürlüklerle ilgili düzenlemeler klasik anlayışı yansıtmakta, medeni ve siyasal hak ve özgürlükler şeklen güvence altında ve bunlar arasında vicdan ve din, düşünce ve söz, yayın özgürlüklerine yer verilse de, gerçekte bu özgürlükler kurumsal güvenceye alınmamıştır. Örneğin basın, kanun dairesinde serbest olarak nitelendirilmiş, ancak bu kanunların uymaları gereken üst ilkeler öngörülmediğinden, yasama organı temel 11 Scognamillo, s. 20-21. 12 Fevkalade Sinema ve Tiyatro Müsameresi, Sabah Gazetesi, 12 Mart 1915, Nakl., Toplumsal Tarih, S. 255, Mart 2015, s. 7. Beyrut ulema ve eşrafından gelen telgraflarda; müslüman kadınların ahkâm-ı şeriyye ve âdetlere aykırı olan sinemalara girmesinin yasaklanması gerekirken, Beyrut valisinin himayesinde kadınların film seyrettikleri, hükümetin buna izin vermemesi istenmektedir. Şeyhülislamlıktan Dahiliye Nezaretine gönderilen yazıda “icab-ı hâlin süratle ifâsı” istenirken (BOA, MF.MKT (Maarif Nezareti Mektubi Kalemi), 1216/71, 22 Şaban 1334), Lübnan’ın hassas durumu da göz önüne alınmış olmalıdır. Zira, İstanbul’da kadınların, erkeklerle birlikte sin- emaya gitmemek ve ayrı ayrı oturmak gibi kısıtlamalara tâbi olmakla birlikte kategorik bir yasakla karşı karşıya olmadıkları görülmektedir (Scognamillo, s. 20-21). 13 Meşihat Makamından Dahiliye Nezareti’ne gönderilen bu kapsamda bir yazı için bkz. BOA, DH.EUM.AYŞ (Dahiliye Nezareti Asayiş Kalemi Belgeleri), 48/26, 11 Rebiülevvel 1339. 14 Rıdvan Şentürk, Türk Sinemasının Durum Analizi, İstanbul: İstanbul Ticaret Odası Yayını, 2014, s. 56. 158 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK hak ve hürriyetleri basında olduğu gibi keyfice ve hürriyetleri oldukça yok edici biçimde düzenleme imkanına sahip kılınmıştır15.

Cumhuriyetle birlikte hedeflenen Batı medeniyeti seviyesine ulaşma, devrimlerin hayata geçirilmesi ve genel olarak dine bakış tek parti dönemi boyunca aynı zamanda bir kitle iletişim aracı olan sinemanın bir süreç içerisinde düzenlenmesinde ve denetlenmesinde etkili olmuştur. Sinema hakkında 1924 Anayasası’nda bir hüküm olmadığı gibi kanun da bulunmamaktadır. Osmanlı Devleti döneminde sinemada yürürlük kazanamayan genel, soyut bir düzenleme, Cumhuriyet’in bu ilk döneminde de 1932 yılına kadar meriyet kaza- namayacaktır. Genel bir düzenleme olmasa da dönem belgeleri ışığında iktidar, sinema ve din ilişkisi hakkında kanaat geliştirmek mümkündür.

1923 yılında Trabzon Müftülüğü ile Erzurum tüccar ve eşrafı sinemada teşhir edilen Yusuf peygamber kıssasının müslümanlar arasında büyük bir teessür meydana getirdiğini Şer’iye ve Evkaf Vekâleti’ne şikayet etmişlerdir. Evkaf Vekili’nin halkı galeyana getirecek bu gibi durumların tekrarının önlenmesi için gereğinin yapılmasını ilgili makamlara yazması son- rasında16, bu filmlerin teşhirinden hareketle, hissiyatı ve İslamî anâneleri rencide edecek filmlerin gösterilmesinin tasvip edilemeyeceği, bundan sonra, dışardan ithal edilecek ve içeride hazırlanacak sinema filmlerinin halka teşhirinden önce hükümetin denetiminden geçirilmesinin sağlanması, İcra Vekilleri Heyeti Riyaseti tarafından Dahiliye Vekâleti’ne yazı ile bildirilmiştir. Aynı belgede, filmlerin, sahneye konan piyes olarak addedilerek, pi- yesler hakkındaki usule tâbi tutularak gösterim öncesi denetlenmesi gerekliliği Dahiliye Vekâletince belirtilmiştir17. Diyanet İşleri Reisi tarafından 22 Nisan 1924’de, sahnelenen bir oyunda ulemanın tahkir ve tezyif edildiği iddiasıyla Başvekâlet’e yazılan bir yazıda; dini ve millî hisleri rencide edecek, belli bir sınıfı tahkir ve tezyif edecek filmlerin ve temsille- rin gösterilmemesi istenmektedir18. Son olarak dikkat çekmek istediğimiz belgede, Şubat 1926’da bir sinemada gösterilen “Yakup’un Kuyusu” adlı filmin; milli hisleri rencide ettiği, adâb-ı umûmiyeye aykırı olduğu ve Yahudi propagandası mahiyeti taşıdığı gerekçesiyle İstanbul Valiliği tarafından yasaklandığı belirtilmiş, bu gibi filmlerin gösterim öncesi de- netlenmesi ve sinemalarda gösterilmemesine itina gösterilmesi vilayetten istenmiştir19. Bu dört belgeden hareketle, sinema düzenine ve denetimine ilişkin genel bir hukukî düzen- leme olmadığı, bununla da bağlantılı olarak en azından 1923-1926 yılları arasında sansür usulüne ve yetkisine ilişkin yerleşik bir uygulama görülmediği, mevcut olan sansürün de mülkî makamlarca20 yerine getirildiği görülmektedir. Özel bir düzenleme olmasa da belge- lerden hareketle ele alınan bu dönemin, en azından ilk yarısında iktidar-din ilişkisine bağlı olarak sinema-din ilişkisi açısından dini değerlere yönelik kollayıcı bir geçiş döneminden bahsedilebilir. Din, fiilen olumlu yönde itina gösterilmesi gereken bir denetim kriteri ola- rak göze çarpmaktadır.

Bu geçiş dönemi uzun sürmeyecek, otoriter laiklik anlayışının gittikçe belirginleştiği, di- nin sosyal ve siyasal hayatta etkisinin azaltılmasına paralel daha olarak az görünür kı- lınmasının istenmesi, genel olarak kitle iletişiminde özel olarak da sinemada kendisini

15 Mustafa Erdoğan, Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, 7. Baskı, Ankara: Liberte Yay.,2011, s. 65-77. 16 Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), 29.5.1339, 30.10.0.0./ 146.43.4. 17 BCA, 3.6.1339, 30.10.0.0./146.43.4. 18 BCA, 22.4.1340, 30.10.0.0./86.566.9. 19 BCA, 1.2.1926, 30.10.0.0./86.567.1 20 Tikveş, s. 10-11. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 159 gösterecektir.1925 yılında Hıyanet-i Vataniye Kanunu’nda yapılan değişiklikle, “…dini ve mukaddesat-ı diniyeyi alet ittihaz ederek...neşriyat icrası…” vatan hainliği sayılırken, 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu ile de, irtica, isyan, içtimai nizam, huzur, sükûn, emniyet ve asayişi ihlale yönelik olmak gibi muğlak kavramlar gerekçe gösterilerek neşriyat yasaklanacaktır21.

2.1932-1977 Arası Dönem

Cumhuriyeti kuran devlet adamlarınca, sinemanın matbuattan sonra en önemli kitle ileti- şim aracı olduğunun farkına varılmıştı. Yeni rejimi kökleştirmek ve devrimleri yerleştirmek için eğitim, öğretim ve kültür alanında sinema oldukça elverişli bir propaganda aracıydı22. 1931 yılında alınan TBMM Kararı’nda, ülkeye getirilecek sinema filmlerinin, inkılaplara, sosyal duruma ve özellikle gençlerin terbiye ve aydınlatılması amacına hizmet edebilmesi- ni temin etmek üzere hükümetçe bir kanun lâyihası hazırlanması kararlaştırılmıştı23.

9.6.1932 tarih ve 12979 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnâmesi ile kabul edilen “Sinema Film- lerinin Kontrolüne Ait Talimatnâme”24 sinema alanında Türkiye’de kabul edilen ilk genel düzenlemedir. Talimatnâme, gerek ülke içinde yapılan, gerekse dışarıdan getirilen filmlerin halka gösterilmeden önce kontrolünü öngörmektedir. Kontrol, çeşitli kamu kurumlarının temsilcilerinden oluşan bir Komisyon tarafından İstanbul’da gerçekleştirilecektir. Komis- yonun ihtilafı, ilgili bakanlık ve makamların başvurusu veya filme ilişkin karar sahibinin itirazı durumunda film ikinci ve son kez Ankara’da ilk komisyondaki kurum temsilcilerinden oluşan bir komisyon önünde tekrar incelenecektir. Talimatnâme sinema filmlerinin denetiminde çeşitli ölçütler getirmiştir. Buna göre; din propagandasını istihdaf (amaçlayan), askerlik şerefini ihlal edici mevzuları ihtiva eden, sosyal terbiye ve adâbı ve umumi emniyet ve düzeni olumsuz etkileyen, ülkenin aleyhine yönelik iftiralara yer veren, dost devletlerle olan siyasi münasebetlere zarar veren filmlerin gösterilmesine izin verilmeyecektir. Talimatnâme’ye 1934 yılında yapılan bir ilaveyle film senaryoları da kontrole tâbi tutulmuştur25.

Sinema ile ilgili hükümler ihtiva eden diğer bir düzenleme 26.5.1934 tarih ve 2444 sayılı “Matbuat Umum Müdürlüğü Teşkilatına ve Vazifelerine Dair Kanun”dur26. Dahiliye Vekilli- ğine bağlı Matbuat Umum Müdürlüğü’nün görevleri arasında; radyo, film ve tiyatro gibi kamuoyunu ilgilendiren araçları denetlemek (m.1/j), ülke dahilinde yapılan filmlerin se- naryolarını ve dışarıdan gelen filmleri kontrol etmek (m.2/i) yer almaktadır. Matbuat Umum Müdürlüğü, denetim görevini ilgili bakanlıklar ve makamlarla bağlantılı ifa edecektir.

Kronolojik olarak sinema ile ilgili düzenlemelere yer veren diğer bir metin 4.7.1934 tarih ve 2559 sayılı “Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu”dur27. Kanuna göre; dışarıdan gelen filmlerin gösterilmesi ve dahilde yapılacak filmlerin çekilmesi polisin iznine bağlı olup, polis film- lerin ve senaryoların tetkik ve muayene işini ilgili makamlarla birlikte nizamnâmesine göre 21 Uygur Kocabaşoğlu, “Tek Parti Döneminin “Matbuat”ı Üzerine Gözlemler”, Mete Tuncay’a Armağan, Der: Meh- met Ö. Alkan, Tanıl Bora, Murat Koraltürk, İstanbul: İletişim Yay., 2007, s. 582. 22 Nijat Özön, Karagözden Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları, 1. Cilt, Ankara: Kitle Yay., 1995, s. 54-55. 23 Karar için bkz. R.G. 27 Kanunusani 1931, Sayı, 1710. 24 R.G. 19.7.1932, Sayı, 2153. 25 R.G. 9 Kanunusani 1934, Sayı, 2600. 26 R.G. 29.5.1934, Sayı, 2713. 27 R.G. 14.7.1934, Sayı, 2751. 160 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK yapacak (m.6); polis izinsiz gösterilen veya elde edilen filmleri alarak, suç konusu olanları evrakıyla birlikte ilgili makamlara ulaştıracaktır (m. 9/f).

29.7. 1936 tarih ve 5092 sayılı Kararnâme ile kabul edilen “Sinema Filim ve Senaryola- rının Kontrolüne Dair Talimatnâme”28, 1932 tarihli Sinema Talimatnâmesini yürürlükten kaldırmıştır. Matbuat Umum Müdürlüğü Teşkilatına Dair Kanun ile Polis Vazife ve Salahiyat Kanunu’nun sinema ile ilgili maddeleri gereğince sinema senaryo ve filmlerinin muayene, tetkik ve halka gösterilmesine izin verilmesi bu Talimatnâme hükümlerine bağlı kılınmıştır. Bu düzenlemede, kontrol komisyonlarının yapısında değişiklikler yapılmış, daha önce iki aşamalı olan kontrol üç aşamaya çıkarılmıştır.

Denetim kriterleri ise şunlardır: Herhangi bir devletin Türkiye’de siyasi propagandasını yapmak, herhangi bir ırkı veya herhangi bir milleti tezyif etmek, şark milletlerini, müstem- leke halklarını aşağı, yabani mahluklar şeklinde göstermek ve onlar aleyhinde propaganda yapmak, din propagandası yapmak, umumi terbiye ve ahlaka aykırı olmak, askerlik şeref ve şevkini kırmak, ülkenin inzibat ve emniyeti bakımından zararlı olmak, suç işlemeye teşvik etmek, zamanın geçmesiyle yıpranmış ve perde üzerinde gözleri yoracak derecede eskimiş filmlerin gösterimini engellemek.

19.7.1939 tarih ve 11551 sayılı Bakanlar Kurulu Kararnâmesi ile kabul edilen “Filimlerin ve Filim Senaryolarının Kontroluna Dair Nizamnâme”29, sinema filmlerinin ve film senar- yolarının kontrolü ile halka gösterilmesine izin verilmesine ilişkin hükümler içermektedir. Nizamnâme, sinema filmlerinin kontrolüne ilişkin 1932 ve 1933 tarihli Talimatnâmeleri yü- rürlükten kaldırdığını belirtirken (m.36), sinema filmlerinin denetimiyle ilgili hükümler içe- ren ve 1932 tarihli Talimatnâme’yi yürürlükten kaldıran 1936 tarihli Talimatnâmeyi gözden kaçırmış, yürürlükten kaldırmamıştır.

Nizamnâme, filmleri denetleyen komisyon yapısında kısmî değişiklikler yapmıştır. Nizam- nâme’de 1936 tarihli Talimatnâme kapsamında ‘din propagandası yapma’ denetim kriteri olarak varlığını sürdürürken, kriterlerde nispeten değişiklik yapılmıştır. Bu çerçevede 1936 Talimatnâmesi’ndeki kriterler genel olarak yerini korurken, farklı ve yeni olarak; dost devlet ve milletlerin hislerini rencide etme, milli rejime aykırı olan siyasî, iktisadî ve içtimaî ide- oloji propagandası yapma, içinde Türkiye aleyhinde propaganda vasıtası olacak sahnelere yer verme kriterleri getirilmiştir. Talimatnâmede yer alan “umumi terbiye ve ahlaka aykırı olma”ya, “millî duygularımız”, askerlikle ilgili önceki kritere de “askerlik aleyhinde propa- ganda yapma” ibaresi ilave edilmiştir.

1940 yılında “Başvekalete Bağlı Matbuat Umum Müdürlüğü Teşkiline ve Vazifelerine Dair Kanun” ile30 1934 tarih ve 2444 sayılı “Matbuat Umum Müdürlüğü Teşkilatına ve Vazifeleri- ne Dair Kanun” yürürlükten kaldırılmıştır. Kanunla bu kez Başvekalete bağlı hâle getirilen Matbuat Umum Müdürlüğü film ve senaryolarla ilgili kontrol görevini muhafaza etmiştir. 1977 yılına kadar varlığını sürdürecek olan 1939 tarihli Kontrol Nizamnâmesi, 1948 ve 1957 yıllarında kısmen değişikliğe uğramıştır. 1932, 1936 ve 1939 tarihli Film ve Film Senaryoları Kontrol Talimatnâmelerinin her birinde “din propagandası yapma” bir sansür kriteri olarak öngörülmüştür. Kriterin 1950’ye kadarki varlığı, 1937 yılında laikliği bir anayasal ilke hali- 28 R.G. 13.8.1936, Sayı, 3381. 29 R.G. 31.7.1939, Sayı, 4272. 30 R.G. 28.5.1940, Sayı, 4520. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 161 ne getiren tek parti ideolojisinin din anlayışına ve sinemayı bu çerçevede bir propaganda aracı olarak kullanmasına bağlanarak anlaşılabilir. Ancak, 1950 ve sonrasında çok partili demokratik yönetimin getirdiği hak ve özgürlükler lehine olan gelişmelere rağmen kriterin 1977 yılına uzanan serencâmı ilginç karşılanabilir. Bununla birlikte, bu süreçte ‘dinin bir denetim kriteri olma niteliği’ en azından uygulamada tek parti dönemi anlayışından olduk- ça farklı yorumlanmıştır. Öte yandan doktrinde tartışmalı olmakla birlikte31, 1961 Anaya- sası Döneminde sansüre imkan veren Polis Vazife ve Salahiyet Kanunu’nun 6. maddesinin iptali için açılan davada Anayasa Mahkemesinin iptal kararı vermediğini belirtelim.

3. 1977 Tarihli Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetlenmesi Hakkındaki

Tüzük

1977 yılında Bakanlar Kurulu tarafından yürürlüğe konulması kararlaştırılan “Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetlenmesi Hakkındaki Tüzük”32 1939 tarihli Filimlerin ve Filim Se- naryolarının Kontroluna Dair Nizamnâme’yi yürürlükten kaldırmıştır.1939 tarihli düzenle- medeki denetim kriterlerini genel olarak koruyan Tüzük’te dinle ilgili denetim kriterleri; ‘din, mezhep ve tarikat kavgası körükleme” ve ‘dini, din duygularını veya dince kutsal sayı- lan şeyleri istismar etme’ durumlarına dönüşmüştür. Dönem toplumsal olaylarının hazır- lanışında etkili olduğu izlenimi veren din kriteri, asayişi önceleyen bir yaklaşımla formüle edilmiştir. İçişleri Bakanlığı, Tüzük çerçevesinde Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetlen- mesi Hakkında Yönetmelik33 hazırlamış, 1979 yılında Tüzük’te değişiklik yapılmıştır.

4. 1983 Tarihli Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetlenmesine İlişkin Tüzük

1983 yılında yürürlüğe giren “Filmlerin ve Film Senaryolarının Denetlenmesine İlişkin Tü- zük”34 1977 tarihli Tüzük ve değişikliklerini yürürlükten kaldırmıştır. Tüzük, 1980 ihtilali son- rasında kabul edilen 1982 Anayasası döneminde hazırlanmıştır. 1982 Anayasası denetim açısından 1961 Anayasasında olmayan bir düzenleme getirerek, 26. maddesinde, radyo ve televizyon yanı sıra sinemanın da “izin sistemine” bağlanabilmesine olanak vermiştir. Bu hüküm olduğu sürece, sansürün en azından Anayasaya ters düşmeyeceği belirtilmiş- tir35. Tüzük devrim sonrası anlayışı yansıtırcasına genel olarak denetim ölçütlerini özel ola- rak da dinle ilgili denetim ölçütlerini oldukça geniş ve sıkı tutmuştur: ‘Laik devlet esasını tehlikeye sokma’, ‘devletin sosyal, siyasal, hukuksal ve ekonomik temel düzenini kısmen de olsa din duygularına dayandırma amacıyla propaganda yapma ve dini, din duygularını veya dince kutsal sayılan şeyleri istismar etme’, ‘din ve mezhep ayrımı yaratarak ulusal birlik ve bütünlüğü bozma amacı gütme’. Tüzük’te yer alan dine yönelik kriter düzenlemesi, tek parti dönemindeki kriteri oldukça aratır nitelik taşımaktadır.

31 Tartışmalar için bkz. İçel, s. 459-463; Agah Özgüç, Türk Sineması Sansür Dosyası, İstanbul: Koza Yay., 1976, s.16-19. 32 R.G. 23.9.1977, Sayı, 16063. 33 R.G. 8.11.1977, Sayı, 16107. 34 R.G. 2.12.1983, Sayı, 18239. 35 İçel, s. 463. 162 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

5. 1986 Tarihli Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu

1986 tarihli “Sinema, Video ve Müzik Eserleri Kanunu”36 ile 1934 tarih ve 2559 sayılı Polis Vazife ve Salahiyat Kanunu yürürlükten kaldırılmıştır. Bakanlar Kurulu ayrıca “Sinema, Vi- deo ve Müzik Eserlerinin Denetlenmesi Hakkında Yönetmelik”37 hazırlamıştır. Kanun dö- nem iktidarının bakışını yansıtırcasına, denetimde dinle ilgili olumsuz bir kritere yer ver- memiş; ‘millî kültür, örf ve âdetlere aykırı olmama’ şeklindeki düzenlemeyle, dolaylı da olsa dinî değerleri koruyucu bir anlayış benimsemiştir.

6. 2004 Tarihli Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun

2004 tarihinde kabul edilen ve hâlen yürürlükte olan 5224 sayılı “Sinema Filmlerinin De- ğerlendirilmesi ve Sınıflandırılması ile Desteklenmesi Hakkında Kanun”38, 1986 tarihli Ka- nunu yürürlükten kaldırmıştır. 2004 yılında “Sinema Filmlerinin Desteklenmesi Hakkında Yönetmelik”39, 2005 yılında da “Sinema Filmlerinin Değerlendirilmesi ve Sınıflandırılması- na İlişkin Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik” 40hazırlanmıştır. Yönetmelikte denetleme kriterlerine yer verilmiştir. Buna göre denetim kriterleri; kamu düzeni, genel ahlak ile küçük- lerin ve gençlerin ruh sağlığının korunması, insan onuruna uygunluk ve Anayasada öngö- rülen diğer ilkeler doğrultusunda filmlerinin denetlenmesini içermektedir. Değerlendirme/ denetleme ölçütleri arasında dinle ilgili bir düzenlemeye doğrudan yer verilmemiştir. Ka- nun ve Denetleme Yönetmeliği kapsamında yer alan denetleme kriterleri 1982 Anayasası sonrasında ifade hürriyeti ve kitle iletişim özgürlüğü lehine yapılan olumlu düzenlemeleri yansıtmaktadır.

Sonuç

Sinema ortaya çıkışından kısa süre sonra yayılması ve etkinliğine bağlı olarak hukukî bel- gelerde düzenlenmiştir. Osmanlı Devleti sinemayla ilgili Avrupa Devletleri’ne paralel ge- nel, soyut bir hukukî düzenleme ortaya koyamamışsa da, sansüre başvurmuş, yerleşik bir takım denetleme kriterleri de oluşturmuştur. Genel olarak siyasi rejimler basında olduğu kadar sinemaya özgürlük tanımamışlar, değişen niteliklerde de olsa sansür/denetleme kri- terleri ortaya koymuşlardır. Din, sinemada bir denetleme ölçütü olarak karşımıza çıkmakta- dır. Siyasal iktidarlar, özgürlüklere ve dine yaklaşımları ölçüsünde bu kriteri hukukî düzen- lemelerde formüle etmişlerdir. Osmanlı’dan günümüze dinin bir denetleme kriteri olarak konumu değişkenlik göstermiştir. Bu değişkenlik önemli ölçüde, Osmanlı Döneminden gü- nümüze, iktidarların özgürlüklere bakışı, din anlayışı ve dine bakışına bağlı olmuştur.

36 R.G. 7.2.1986, Sayı, 19012. 37 R.G. 4.9.1986, Sayı, 19211. 38 R.G. 21.7.2004, Sayı, 25529. 39 R.G. 13.11.2004, Sayı, 25642. 40 R.G. 18.02. 2005, Sayı, 25731. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 163

HAZRETLİ FİLMLER AKIMI: YÖNETMENLER, FİLMLER, TEMALAR…

Öğr. Gör. Dr. Yalçın LÜLECİ

Giriş

Türk sinemasında daha ilk yıllardan itibaren az da olsa dini konular ya da öğeler kendilerine yer bulmalarına rağmen, gerçek anlamda “dini filmlere” ilk olarak 1950’lerin ortalarından 1970’lerin ortalarına etkili olan Hazretli Filmler Akımı çerçevesinde rastlanılır. Bu akımın ortaya çıkışı, yönetmenleri, filmleri ve işlenilen konular hakkında ayrıntılı bilgi vermeden önce “dini film”1 türü üzerinde durmak gerekir. Sinema eserlerinin sınıflandırılması sonu- cunda oluşan film gruplarını ifade etmek için kullanılan “tür” sözcüğü Türkçede, Fransızca “genre” sözcüğünün karşılığı olarak kullanılmaktadır. Aslında “genre” daha çok “cins”, yani, “aralarında benzer, ortak özellikler bulunan varlık ve nesnelerin topluluğu” anlamına gel- mektedir; ancak sanat alanına ilişkin bir terim olan “genre” kelimesinin karşılığı olarak “tür” kelimesinin kullanılması genel olarak tercih edilmiştir (Abisel, ty.:13-14). “Tür” kelimesi Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde ise, “çeşit ve cins” karşılığından sonra, biyolojiye referans verilerek, “Ortak özellikleri olan bireylerin tamamı, cinslerin ayrıldığı bölüm.” şeklinde ta- nımlanmıştır (Türkçe Sözlük, 2005:2019). Bahsedilen anlamdaki “tür” kavramı, biyolojiden kültür alanına geçmiştir (Abisel, ty.:14).

Tür ayrımı, edebiyat alanında kullanıldıktan sonra (Abisel, ty.:17) sinemaya da yansımış ve filmler, komedi, romans ya da savaş filmleri gibi türlere ayrılmışlardır (Saygılı, 2014:67). Sinemada türler; genel olarak, kurmaca ve kurmaca-olmayan şeklinde ikiye ayrılabilir: Kur- maca film türleri; drama, bilim-kurgu, müzikaller, komedi, korku, savaş, tarihsel dönem, western, canlandırma, kara-filmdir. Kurmaca-olmayan film türü ise, belgesel filmdir (Yüce, 2005:68). Nilgün Abisel ise, filmleri genel olarak; kurmaca, belgesel ve deneysel/avant-gar- de filmler olarak üçe ayırdıktan sonra, filmlerin birçok kıstasa göre sınıflandırılabileceğini vurgulamaktadır (Abisel, ty.:48). Fakat sinemadaki türler için kesin sınırlar konulamaz. Bir film, çoğu zaman sadece belli bir türün sınırlarına girmez; barındırdığı başka özellikler nedeniyle diğer bir türe de dahil edilebilir (Özön, 2008:192). Bu iç içe geçişlere rağmen, ele alınan konulara ve işleniş biçimine dayanılarak yapılan bu sınıflandırmaların sonucunda kabaca da olsa çeşitli film türleri ortaya çıkmıştır. “Film türleri” ifadesiyle, “çeşitli yönlerden benzerlik gösteren, yapıları birbirini andıran, ortak nitelik, özellik ve öğeler taşıyan” filmle- rin sınıflandırılması ifade edilir (Özön, 2008:191). Bary K. Grant, “Basit olarak ele alındığın- da tür filmleri, yineleme ve çeşitleme yoluyla, benzer öyküleri benzer durumlardaki benzer karakterlerle anlatan ticari filmlerdir.” diyerek popüler sinema türlerinin oluşumunda tica- riliğin rolüne değinir (Abisel, ty.:22-23).

Sinema, bir sanat dalı olarak ortaya çıkışından itibaren, birçok konuya olduğu gibi, dini konulara da yer vermeye başlamıştır (Sitney, 1987:498; Lüleci, 2007:1). Fransız sinema ku- ramcısı Andre Bazin, “Sinema her zaman Tanrı’yla ilgilenmiştir.” (Plate, 2005:3097; Lüleci, 2007:1) sözüyle, sinemanın daha ilk dönemlerinden itibaren dine gösterdiği bu ilgiyi dile getirmektedir. Dolayısıyla dini konular ya da öğeler, çok sayıda film türünde ele alınmış-

1 Türk sinemasında “dini film” türünün ortaya çıkışı, gelişimi ve bu türün önemli örnekleri konusunda daha ayrıntılı bilgi için yayın aşamasında olan “Türk Sinemasında Dinî Filmler” isimli kitap bölümümüze bakılabilir. 164 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK tır. Dini film türü, konu olarak kendisine dini olay, kişi ve öğretileri alan film türüdür. Dini filmler, genel olarak dini konuları işlemekle birlikte, değişik film türlerinden öğeler de al- mışlardır. Örneğin, dini filmler genellikle, tarih, biyografi ve destan türüne ait unsurları da içerirler. Bu tür filmlerdeki konuya yaklaşım tarzı, çoğunlukla diğer film türleriyle benzer- lik gösterir (Özön, 2008:211). Dünya sinemasında dini filmler; kutsal kitaplarda yer alan öyküler, peygamberler, ermişler ve din uluları, geniş seyirci kitlesinin ilgisini çeksin diye genellikle “Hollywood kalıpları” içinde sunulmuşlardır (Özön, 2008:212). Biz burada Türk sinemasında en fazla dini filmin üretildiği Hazretli Filmler Akımı’na dair genel bir çerçeve çizmeye çalışacağız.

1- Hazretli Filmler Akımı’nın Ortaya Çıkışı

Türk sinemasında 1950’lerin ortalarında başlayan ve 1970’lerin ortalarına kadar süren ve çeşitli dini/tarihi karakterleri ve olayları konu edinen “Hazretli Filmler Akımı”nın nasıl or- taya çıktığına dair çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Hilmi Maktav’a göre, 1960’lar, Türk sinemasında bir çeşitliliğin ve yeni arayışların yaşandığı yıllardır. Büyük oranda ticari kay- gıların biçimlendirdiği bu çeşitlilik içinde, 1950’lerin başında yaşanan Kore Savaşı’nın, aynı dönemlerde başlayan Soğuk Savaş Dönemi’nin ve yine 1950’ler boyunca iktidar olan De- mokrat Parti’yle yükselen muhafazakarlığın etkisiyle çok sayıda tarihi film çekilir. Bu film- lerin ortak özelliği, dini kişiliklerin veya kahramanların hayatlarını konu almalarıdır. Değer- lendirmelerini, “Anadolu seyircisini hedefleyen bu filmler ‘dini film’ olarak tanımlanmasına rağmen milliyetçilik vurgulu diğer tarihi filmlerle aynı dokudadır, dini nitelendirmesini sa- dece kahramanın kimliğinden alırlar.” (Maktav, 2005:990-991) şeklinde sürdüren Maktav, görüldüğü gibi bu filmlerin ortaya çıkmasını ticari ve siyasi gelişmelerle bağlamaktadır. Olkan Özyurt da Hazretli Filmler Akımı’nın ortaya çıkışını siyasi olaylara bağlamaktadır; ancak Özyurt, Maktav’ın Demokrat Parti’ye yaptığı atıftan farklı olarak Adalet Partisi’ne atıf- ta bulunmaktadır. Ona göre, 1965’te Duygu Sağıroğlu’nun “Bitmeyen Yol” filminin sansüre takılması, Adalet Partisi hükümetinin tercihini ortaya koymuş ve Yeşilçam, sansürün üs- tesinden gelmek için iktidarın hoşuna gidecek yapımlarla ilgilenmek durumunda kalmış- tır. Sonuçta da melodram dokulu tarihi/dini filmler; yani Hazretli Filmler ortaya çıkmıştır (Özyurt, 2002). Maktav’ın Demokrat Parti referansının, 1952 yapımı “Haç Yolu” belgeseli ve Hicri Akbaşlı tarafından 1956’da yapılan “Âşıklar Kabesi Mevlana” adlı filmi için geçerli olduğu düşünülebilir. Ancak Adalet Partisi’nin iktidar yıllarına denk gelen 1965-1971 yılları arasında bu akım çerçevesinde üretilen 18 film düşünüldüğünde Özyurt’un Adalet Partisi referansının daha geçerli olduğu görülür.

Hazretli Filmlerin ortaya çıkışı konusunda Ekrem Dumanlı da, birtakım siyasi ve sosyal de- ğişim ve gelişimin etkili olduğunu vurgulamaktadır. Ona göre, bu filmlerin çekilmeye baş- ladığı yıllarda, yani 1950’lerde, “bir yandan dinî alanlarda bir özgürleşme görülmekte; diğer yandan da yeni rejimin din üzerinden tehdit altına alındığına dair ürkek yaklaşım devam etmekte”dir. “Bu nedenle sinema dinî konulara kayarken ‘hazretli filmler’ formülünü gelişti- rir. Çünkü o günün şartlarında dindar tiplemesinin modern hayatta yeri yoktur.” Dumanlı’ya göre, Hazretli Filmler, “bir bakıma halktaki dine yönelişin ürünüdür; bir bakıma da modern hayatı dinle yorumlamaktan kaçıştır.” (Dumanlı, 2009:32). Dumanlı ayrıca, muhafazakar se- yirciyi sinemaya yönlendirmesi açısından Hazretli Filmleri, 1970 yılında itibaren eser ver- meye başlayan Milli Sinema Akımı2 için bir işaret fişeği olarak görür (Dumanlı, 2009:34-35). 2 Milli Sinema Akımı hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Yalçın Lüleci, Türk Sineması ve Din, Es Yayınları, İstanbul 2009.; Yalçın Lüleci, “Milli Sinemacıların İkinci Döneminde Sinema ve Din”, Medya ve Din, Ed. Mete Çamdereli, MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 165

Hazretli Filmler Akımı’nın ortaya çıkışında Mısır filmlerinin etkisinin olduğu da söylenebi- lir. Türk sinemasında “Geçiş Dönemi” olarak adlandırılan ve 1939-1952 yıllarını kapsayan dönemde, bazı Mısır filmleri Türkçe dublaj yapılarak Türk filmi diye sinemalarda gösteril- miştir (Vardar, 2006:38; Lüleci, 2007:43). Nijat Özön’e göre, bu yıllarda sinema yoluyla din sömürücülüğü Arap filmleriyle yapılıyordu. “Zuhur-ül İslam”, “Bilal”, “Müezzin er-Resül”, “İntisar-ül İslam”, Mevlid er-Resül”, “Allahu Ekber” gibi Arap filmleri, yerli filmlerle rekabet edemesin diye Arap sinemasının diğer filmlerine kapılarını kapatan Türk sinemacıların iz- leyiciyi sömürmek için kullandıkları Arap filmleriydi. Özön’ün verdiği bilgiye göre, sözde İslam propagandası yapan bu niteliksiz filmlerin birçoğunun yapımcısı da, önce Mısır’da, sonra da Lübnan’da çalışan Elie Antoine Khourie adında bir Hıristiyan sinemacıdır (Özön, 1995:231; Aksoy, 2010:26).

Salih Diriklik ise, ticari amaçla çekildiklerini düşündüğü bu filmlerin ortaya çıkış sebepleri olarak 1960’lı ve 70’li yıllarda Türk sinemasında görülen erotik film modasını görmektedir. Ona göre, film yapımcıları, seks içerikli filmler nedeniyle sinema salonlarından uzaklaşan muhafazakar Türk seyircisini, sinema salonlarına yeniden çekebilmek için böyle bir yönte- me başvurmuşlar ve bu ticari akım, İslami konuları perdeye yansıtmadaki pek çok hataları- na rağmen muhafazakar seyirciden belli bir oranda ilgi görmüştür (Diriklik, 1995:29; Aksoy, 2010:27; Lüleci, 2007:48). 1970’de ilk sinema filmini çeken, “Milli Sinema” akımının öncü yönetmeni olan ve 1970’de ilk sinema filmini çeken Yücel Çakmaklı ise, kendisine yöneltilen “Hazretli Filmler Akımı” ile ilgili olarak sorulan “Bunlar Milli ya da Dini Sinema’nın öncüleri miydi, yoksa tecimsel amaçlı dini istismar eden yapımlar mıydı?” sorusuna şöyle cevap vermiştir: “Bu filmler dini konuları işleyen Batı özentili filmlerdi. Milli Sinema’nın prototipi olması söz konusu değildir. Bu tür filmlerin Batı’da birçok örneği var.” (Çakmaklı, 2003:23; Lüleci, 2007:49-50) demektedir. Bu ifadeleriyle Çakmaklı, Hazretli Filmler Akımı’nın, Du- manlı’dan farklı olarak, Milli Sinema Akımı’nın öncülü olmadığını dile getirmektedir.

Dumanlı da Yeşilçam’ın din öğesini işleyişi ve Hazretli Filmler Akımı ile ilgili yazısında “Niçin bir millet, üstelik sinemaya kırgın ve kızgın olan bir millet, hazretli filmler dönemin- de akın akın sinema salonlarına hücum etmiştir?” diye sormakta ve buna cevaben de “Bir yönüyle Yeşilçam’a karşı duyulan kırgınlığın bir sonucudur bu. Zira o güne kadar bütün filmlerde din adamı kötü bir imajla sunulmuş din, geri kalmanın sembolü olarak takdim edilmiştir.” demektedir. Dumanlı buna ek olarak, Yeşilçam’da görülen bu durumun dünya sinemasıyla paralellik arz etmediğini; dünya sinemasında da din adamının ve dindar kişi- lerin hem pozitif hem negatif karakterlerle sahneye taşındığını ifade etmektedir. Ona göre, “Yeşilçam’ın duruşu tamamen ideolojiktir. O ideolojinin gayesi yeni rejimi koruma ve kol- lama, eskiyi bitirme ve yok etmeye yöneliktir. Hazretli filmler sayesinde halk ilk defa dine hakaret etmeyen, dindarı küçük düşürmeyen filmlerle buluşmuştu.” (Dumanlı, 2009:33-34).

2- Yönetmenler ve Filmler

Hazretli Filmler Akımı ile ilgili çalışmalarda, ilk olarak genelde 1952 yılında çekilen “Hac Yolu” isimli bir belgeselden bahsedilmektedir (Özğüç, 2005:187; Lüleci, 2007:47). Türk fil- mi diye tanıtılan “Hac Yolu” belgeseli, gerçekte bir Mısır belgeseline, Türk sinemacıların birkaç sahne eklemesiyle gerçekleştirilmiştir (Özön, 1995:231; Aksoy, 2010:26). Görüntü- lerine ulaşamadığımız “Haç Yolu” filmine yönelik yapılan değerlendirmelerin ortak nokta-

Betül Önay Doğan, Nihal Kocabay Şener, İstanbul: Köprü Kitapları, 2014. 166 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK sı, bu filmle, insanların dini duyarlılıklarının sömürüldüğü şeklindedir (Özgüç, 2005:187; Lüleci, 2007:47). Buna göre, “Hac Yolu” filminin yapımcıları, seyircilere, bu filmi yedi defa seyrettikleri takdirde hacı olacaklarını söylemiş ve her seyrediş için ayrıca bilet kesmişler- dir. Bunun yanı sıra seyirciler, sinemanın etrafında yalınayak dolaştırılmış, aralarda gülsu- yu dağıtılmış ve seyirciye filmi abdestli olarak seyretmeleri tavsiye edilmiştir (Candemir, 1986:18; Lüleci, 2007:47). Yapımcıların bu pazarlama stratejileri bazı bölgelerde etkisini göstermiş ve gerçekten de seyirci abdest alarak filme gitmiştir. Tabii bu arada yapımcılar, film gösteriminden haftalarca gelir elde etmişlerdir (Özgüç, 2005:187; Lüleci, 2007:47). Si- nemacıların muhafazakar kitleyi sinema salonlarına çekme çabaları sonucunda, o döneme kadar sinemaya hiç gitmemiş insanlar sinemaya gitmeye başlamışlardır (Ünser, 2003:20; Lüleci, 2007:47).

Bu akım çerçevesinde yapılan ilk film, Hicri Akbaşlı tarafından 1956’da yapılan “Âşıklar Kabesi Mevlana” adlı filmdir. Film, Mevlana’nın yaşam öyküsü üzerine kurulmuştur. Bu filmden sonra yapılan dini filmler de, hep aynı çizgiyi izlemiş ve dini kişilikler filmlerin ana teması olmuştur (Evren, 2003:12-13; Lüleci, 2007:47). Hicri Akbaşlı’nın bu filminden sonra, bu akım çerçevesinde 1979 yılına kadar 36 film çekilmiştir. En fazla filmi beş filmle Asaf Tengiz çekmiştir. Bu filmler; “Hazreti İbrahim” (1964), “Hazreti Eyyub’un Sabrı” (1965), “Hak Aşıkları” (1967), “Hz. İbrahim” (1972), “Hazreti Ömer” (1973)dir. Tunç Başaran; “Kerbela Va- kası: Horasan’ın Üç Atlısı” (1965), “Kerbela’nın İntikamı: Ebu Müslim Horasani” (1965), “Al- lahın Aslanı Hazreti Ali” (1969), “Ömer Hayyam” (1973) adlarında dört film çekmiştir. Mu- harrem Gürses; “Hak Yolunda Hazreti Yahya” (1965), “Hazreti Yusuf’un Hayatı” (1965), “Hz. Süleyman ve Saba Melikesi” (1966), “Nemrud” (1979) isimlerinde yine dört film çekmiştir. Nuri Akıncı; “Hazreti Ayşe” (1966), “Hazreti Yusuf” (1973), “Sarı Kız: Kız Evliya” (1973) isim- lerinde üç film çekmiştir. Hüseyin Peyda “Veysel Karani” (1965), “Yahya Peygamber” (1965); T. Fikret Uçak “İbrahim Ethem İlahi Davet” (1966), “Hacı Bektaş Veli” (1967); Osman Fahir Seden “Hazreti Ömer’in Adaleti” (1973), “Rabia” (1973); Çetin İnanç “Ezan-ı Muhammediye (Bilal-i Habeşi)” (1973), “Yunus Emre Destanı” (1973) ve Özdemir Bilsel “Gönüller Fatihi Yu- nus” (1973), “Yunus Emre” (1973) isimlerinde ikişer film çekmişlerdir. Ayrıca Mehmet Muh- tar “Mevlit” (1962); Mehmet Dinler “Cennet Fedaileri” (1965); Kayahan Arıkan “İslamiyetin Kahraman Kızı” (1968); Şevket Aktunç “Anadolu Evliyaları” (1969); Türker İnanoğlu “Yusuf ile Züleyha: Hazreti Yusuf” (1969); Yılmaz Atadeniz “Ebu Müslim Horasani” (1969); Süreyya Duru “Rabia: İlk Kadın Evliya” (1973); Remzi Jöntürk “Pir Sultan Abdal” (1973); Atıf Yılmaz “Mevlana” (1973); Nejat Saydam “Hazreti Ömer’in Adaleti” (1961) ve Hicri Akbaşlı “Âşıklar Kabesi Mevlana” (1956) isimlerinde birer film çekmişlerdir (Scognamillo, 2010:360; Yenen, 2011:58)3. Bu sayıya, Muharrem Gürses’in 1986 yılında yönettiği “İlahi Adalet” ve T. Fikret Uçak’ın 1993 yılında yönettiği “Ali Semerkandi Hz.: Niyet Hayır, Akıbet Hayır” ve “İsmail Fa- kirullah Hz.: Öpülecek Eller” filmleri, akımın etkinliğini kaybettiği yıllarda, yönetmenlerin bireysel çalışmaları olarak kabul edildiği gerekçesiyle, dahil edilmemiştir.

Nejat Saydam’ın 1961 yılında yönettiği “Hazreti Ömer’in Adaleti” filmi ve Asaf Tengiz’in 1964 yılında yönettiği “Hazreti İbrahim”, Anadolu sinemalarında seyircinin olağanüstü il- gisi ile karşılanmıştır. Ancak Hazretli Filmler Akımı’nın en büyük etkiye ulaştığı film Muhar- rem Gürses’in 1965 yılında yönettiği “Hazreti Yusuf’un Hayatı”dır. Film, Anadolu’da büyük bir ilgiyle karşılanır. Kardeşleri tarafından kuyuya atılan Hz. Yusuf rolündeki Aktör Yusuf Sezgin de birden ünlenir. Bu tür filmlerin çekim aşamalarında enteresan olaylar yaşanır.

3 Bu listeye yayın aşamasında olan “Türk Sinemasında Dinî Filmler” isimli kitap bölümümüzde de yer verdik. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 167

Çekimlerden önce film ekibine namaz kıldırılır. Afyon’da bir sinemada filmin gösterimin- den önce seyircilere gülsuyu dağıtılır. Bir dönemlerde sinemaya gitmeyi “günah” sayan Anadolu seyircisine, bu filmlerde peygamber suretlerini beyazperdede görmek ters gelmez (Özgüç, 2005:189; Lüleci, 2007:47-48).

Hazretli Filmler Akımı çerçevesinde eser veren yönetmenler, genel olarak Sünni İslam an- layışının ön plana aldığı dini/tarihi kişi ve olayları beyazperdeye taşırlarken; Yönetmenler Tunç Başaran, Hüseyin Peyda, Fikret Uçak, Remzi Jöntürk’ün özellikle Alevi ve Bektaşi inan- cının önemli dini/tarihi kişi ve olaylarını tema olarak seçtikleri görülür. Atıf Yılmaz, Osman F. Seden, Yılmaz Duru gibi yönetmeler de dönemin modasına ayak uydurup birer dini/tarihi film yönetmişler, ancak daha sonra bu tür filmler çekmemişlerdir. Bu dönemde Aktör Cü- neyt Gökçer; Hz. Ömer, Hacı Bektaş Veli ve Mevlana rollerinde gösterdiği performansla bu tür filmlerin aranan oyuncusu olmuştur (Özyurt, 2002)

Nuri Akıncı’nın “Hazreti Ayşe” (1966), Muharrem Gürses’in “Hazreti Süleyman ve Saba Me- likesi” (1966), Muharrem Gürses’in “Hacı Bektaş Veli” (1967), Tunç Başaran’ın “Allahın As- lanı Hazreti Ali” (1969) filmlerinin en önemli ortak yanları, dini konulardan çok, dini kişilik- leri-kahramanları tanıtma amacına yönelmiş, ticari filmler olmalarıdır (Evren, 2003:12-13; Lüleci, 2007:48). Alelacele kırsal kesim seyircisine yönelik olarak yapılan bu filmler, bırakın tarihsel gerçekleri, İslamiyet’in bilinen temel doğrularını bile yansıtmaktan acizdirler. Na- mazın yanlış kılınması, tarihi dönemlerin karıştırılması gibi, birçok yanlış ard arda sıralanır (Evren, 2003:12; Lüleci, 2007:49). “Nitekim 1972 yılında, Asaf Tengiz’in çektiği ikinci “Hz. İbrahim” filminde, bu filmi hazırlayanların İslâmî kültürden ne kadar uzak oldukları, filmin afişinde Hz. İbrahim’e kurban getiren meleğin kanatlı ve sarı saçlı güzel bir kadın şeklinde tasvirinden de kolayca anlaşılmaktadır.” (Menekşe, 2005:59; Lüleci, 2007:48-49).

3- Kullanılan Temalar

Hazretli Filmler Akımı çerçevesinde çekilen filmlerde, çalışmamızın başında genel olarak belirttiğimiz “dini film” türünün temaları kullanılmıştır. Yani nasıl ki Amerikan sinemasında üretilen dini filmlerde, kutsal kitaplardaki olaylar, peygamberler ve önemli dini kişilikler konu ediliyorsa; Türk sinemasının bir akımı olan Hazretli Filmler Akımı çerçevesinde çeki- len dini filmlerde de dini olay ve kişilikler konu edilmişlerdir. İbrahim Yenen, bu filmlerin temalarını sınıflandırdığı çalışmasında, Yunus Emre, Hacı Bektaş Veli, Pir Sultan Abdal ve Mevlana gibi Anadolu topraklarının Müslümanlaşmasında büyük rol oynayan tarihi sufi kişilikler ile Rabiatül Adeviyye ve Veysel Karani gibi İslamiyet’in ilk dönemlerinde yaşayan mutasavvıfların, konu olarak seçilme açısından ilk sırada yer aldığını belirtmektedir (Yenen, 2011:56). Hz. Yusuf, Hz. İbrahim, Hz. Yahya, Hz. Eyüp ve Hz. Süleyman gibi peygamberlerin hayatları ise, film yapımcılarının ilgi gösterdikleri temalar sıralamasında ikinci sıradadırlar. Yenen, bahsedilen peygamberlerin hayatlarının, tema olarak bazen birden fazla tercih edil- mesinin, Yeşilçam film şablonuna aşina Türk sinema seyircisinin melodramik öğeler içeren filmlere, dini temaların eklenmesiyle, daha çok teveccüh göstermesinden kaynaklandığını vurgulamaktadır (Yenen, 2011:56). Yenen; Hz. Ömer, Hz. Ebu Bekir, Hz. Ali, Bilal-i Habeşi gibi Hz. Muhammed’in yakınındaki sahabelerinin ve eşi Hz. Ayşe’nin seçilen tema sırala- masında üçüncü sırada geldiğini ifade etmektedir (Yenen, 2011:57).

Bu akım çerçevesinde çekilen filmlerde, Maktav’a göre, mücadele “inananlar” diye tanımla- 168 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK nan “iyiler” ile “inanmayanlar” diye tanımlanan “kötüler” arasında yaşandığı için, bu film- lerdeki kahramanlar da, diğer tarihsel kahramanlar gibi “ezeli ve ebedi bir öteki”ni işaret ederler. Ancak filme konu olan kişilikler ve olaylar, arkaik bir sinema dilinin içinden geçtiği için, ele alınan tarih bir fantazyaya dönüşür. Üretilen bu fantazyanın neredeyse “masalsı- laşan dili”, duygulara ve gerçeklikle ilişkisi koparılmış bir ruh alemine yönelmiştir; “din”, maddi hayatla ve günümüzle ilişkilendirilmez, aksine olaylar ve kahramanlar artık eski dö- nemlere aittirler. Menkıbeler gibi iş gören bu dini filmler, Türk ve Müslüman olmanın erde- mini hatırlatırlar; ancak bugüne ait İslami bir hayat tasavvurları, bugüne ait bir problemleri yoktur (Maktav, 2005:991). Hazretli Filmler Akımı çerçevesinde çekilen bu filmlerin, 1970 yı- lından sonra eser vermeye başlayan ve dini, günümüze dair bir ahlak ve siyaset nizamı şek- linde yansıtan Milli Sinema Akımı filmlerinden ayıran en önemli özelliği budur denilebilir.

Konusu peygamberlerin yaşamları, mücadeleleri ve öğretileri olan Hazretli Filmlerin senar- yoları hazırlanırken, peygamberlerin hayatlarının anlatıldığı “kısas-ı enbiyalar”dan yararla- nılmıştır (Özön, 1995:232). Hz. Ali ile ilgili filmlerde ise 13. yüzyıldan itibaren Türk kültür dünyasında görülmeye başlanan bir edebi tür olan ve bir tür dini destan özelliği gösteren “Hazreti Ali Cenknameleri”nin etkisi olduğu söylenebilir. Nasıl ki bu cenknamelerde, iyi-kö- tü, Müslüman-kafir mücadelesi ele alınmış, Hz. Ali’nin hayat hikâyesi, kerametleri ve onun etrafında cereyan etmiş olaylar anlatıldığı gibi Hz. Muhammed, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Hz. Fâtıma gibi dini kişiliklere ve onların kahramanlıklarına da yer verilmişse (Atalan, 2008:15-16). Hazretli Filmlerde de bu temalar işlenmiştir. Örneğin Tunç Başaran’ın 1969 yapımı “Allah’ın Aslanı Hazreti Ali” filminde de iyi-kötü ya da inanan-inanmayan diye de ta- nımlanabilecek Müslüman-Müşrik çatışmasına ve başta Hz. Muhammed olmak üzere -tabii ki görüntüsü olmadan- diğer önemli dini kişiliklere yer verilmiştir.

Bu filmlerde bazı sahneler sürekli tekrar edilir. “İnananlar” ya da “iyiler” diye sunulan ki- şilikleri; ibadet ederken, kahramanlık yaparken ya da işkence ve kötü muameleye maruz kalırken görürüz. “İnanmayanlar” ya da “kötüler” diye sunulan kişilikleri ise; zorbalık yapar- ken, eğlenirken ya da işkence yaparken görürüz. Filme konu edilen dini kişiliklerin erdemli davranışlarını gören “inanmayanlar” hemen hidayete ererler. Nejat Saydam 1961 tarihli “Hazreti Ömer’in Adaleti” filminde Hz. Ömer’in kendisi de kız kardeşinin evinde dinlediği Kur’an-ı Kerim’in etkisiyle Müslüman olduğu gibi, kervanlarının başında bekleyip korudu- ğu kişiler de onun adaletli davranışlarına şahit olup Müslüman olurlar. Yine birçok filmde Müslümanlar inançlarından dolayı işkencelere ve kötü muamelelere uğrarlar, ancak sabırla bunlara katlanırlar. Başka bir örnek de, zikir yapılan ya da Kur’an okunan sahnelerden he- men sonra perdede dansözlerin görülmesidir (Maraşlı, 2011:80). Bu tema sadece filmde olumsuz olarak çizilen kişi ve yerlerde değil, normal hayatın içinde de olağan bir şey olarak da verilebilir. Mesela Osman Fahir Seden’in 1973 yapımı “Rabia” filminde, filmin kahra- manlarından Halil, evinde alıkoyduğu en iyi arkadaşının cariyesini Basralı erkeklerin içinde raks etmeye zorluyor, ancak kimse ona itiraz etmiyor (Maraşlı, 2011:80). Gerçi, hem Fatma Girik’in başrol oynadığı Osman Fahir Seden’in 1973 yapımı filmi “Rabia”’ filminde hem de Hülya Koçyiğit’in başrol oynadığı Süreyya Duru’nun yine 1973 yılı yapımı “Rabia: İlk Kadın Evliya” filmlerinde, başrol oynayacak oyuncuların daha önceki filmlerinde “soyunan, göbek atan” oyuncular olmamasına dikkat edilmişti (Candemir, 1986:19); ancak demek ki bu kural yan rollerdeki oyuncular için geçerli değildi. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 169

Sinema Anlayışları, Dekor ve Kostümler

Hazretli Filmler Akımı çerçevesinde çekilen filmlerin senaryolarında, çekimlerinde ve oyuncu performansında ciddi problemler vardır. Ömer Menekşe, senaristinden ışıkçısına, yönetmeninden oyuncusuna kadar her şeyiyle Yeşilçam altyapısını kullanan bu “Hazretli Filmlerin” ciddi bir inandırıcılık ve sanatsal yeterlilik problemi olduğunu belirtmektedir. (Menekşe, 2005:59; Lüleci, 2007:48). Bu filmlerde, birçok şeyin aksadığı görülür. Tarihsel gerçekler, nedensel ilişkileri iyi örülmediği için, kurmaca bir dünya şeklinde karşımıza çı- kar. Menekşe, bu filmlerde konudan kaynaklanan anlatımsal özelliklere dikkat edilmediğini, anlatımdaki mantıksal yapının sürekli aksadığını vurgulamaktadır. Ona göre, bir mucizenin zaten akli melekelerle algılanması imkânsızken, filmlerde görülen bu anlatımsal ilkellikle, sonuç büsbütün trajikomik bir hale dönüşmektedir. “Mucize ve hikmetin sadece dış gerçek- likle değil, zihinsel serüvenlerle yakalanabileceğinden habersiz sinemacılar, bu tür filmle- rin sembolik anlatımlara ihtiyaç duyduğunu bilmezler. Seyircilerde bu çağrışımları uyandı- racak görüntüsel sembollere hiç başvurmazlar. Aksine ilkel, dümdüz bir anlatımı yeğlerler.” (Menekşe, 2005:59; Lüleci, 2007:49). Örneğin, Nuri Akıncı’nın 1973 yapımı “Hazreti Yusuf” filminin son sahnelerinde yaşlanmış olan Züleyha, Hz. Yusuf’un duasıyla anında genç bir kıza dönüşür. Remzi Jöntürk’ün 1973 yapımı “Pir Sultan Abdal” filminde, solmuş bir gül, dö- külen suyla hemen canlanır. Nuri Akıncı’nın yine 1973 yapımı “Sarı Kız / Kız Evliya” filminde Sarı Kız’ı kaçıran adam aniden kör olur

Hazretli Filmlerin önemli bir kısmının senaryolarında tefsir ilminin “İsrailiyat” diye tanım- ladığı Yahudilik kaynaklı hikâyeler yer almaktaydı. Bu filmlerde kullanılan bazı film afişleri, “İslamî ölçüleri” aşıp “Kitab-ı Mukaddes”ten alınmış imajlarla çizilir. Ancak hızlı bir şekil- de ve el yordamıyla denilebilecek bir şekilde hazırlanan bu filmler, muhafazakâr seyirciyi sinemaya çekmekte, gişe rekorları kırılmakta ve film yapım şirketleri önemli hasılat yap- maktadırlar. Ancak, Hacı Bektaş Veli, Mevlana, Yunus Emre ve Hz. Rabia gibi dini kişilikleri beyazperdeye taşıyan Yeşilçam, yeni bir seyirci kitlesi oluşturmuştur. Ancak bu filmlerin önemli bir bölümü, menkıbe sınırlarını da zorlayan, tarihî gerçeklerle pek de bağdaşmayan sahnelerden oluşmaktaydı (Dumanlı, 2009:34-35). Bu durumun kaynaklarından birinin de “cenknameler” olduğu söylenebilir. Nasıl ki, Hz. Ali bu cenknamelerde olağanüstü güçlere sahip gösteriliyorsa (Atalan, 2008:17), filmlerde de insanüstü bir güce sahip olarak tasvir edilir. Örneğin, Tunç Başaran’ın yukarıda da değindiğimiz 1969 yapımı “Allah’ın Aslanı Haz- reti Ali” filminde, Hz. Ali, Hayber Kalesi’nin kapısını elleriyle yıkar. Hemen sonrasında dış sesle bu kapıyı on iki kişinin yerinden kaldıramadığı söylenir.

Bu tür filmler, bazı açılardan yapımcılara önemli avantajlar sağlamışlardır. Zira, derme çatma dekorlar, özensizce hazırlanmış giysiler, oyunculuk açısından yetersiz figüran top- luluğuyla gerçekleştirilen bu filmlerin maliyetleri de oldukça düşüktür. Çünkü aynı dekor, kostüm ve oyuncularla farklı filmleri çekmek mümkündür. Ayrıca senaryo sıkıntısı da kısas-ı enbiyalar (Özön, 1995:232; Yenen, 2011:54), menkibeler, cenknameler ve efsanelerden ya- pılan alıntılarla sağlanmıştır Filmlerde kullanılan aksesuar, kostüm ve dekorların bazıları, hikayenin geçtiği dönemin sosyal-kültürel ve fiziksel özelliklerine uymamaktadır. Örneğin, bu filmlerin bazılarında kubbeli, revnaklı camiler görülmektedir. Yine Hicret tasvir edilir- ken, Hz. Muhammed ve Hz. Ebu Bekir’in sığındıkları mağara oldukça geniş bir yer olarak gösterilmektedir. Gerçekte ise, dönemin mescitleri kubbeli olmadığı gibi sığınılan mağara da geniş değildir (Yenen, 2011:61). Örneğin Osman Fahir Seden’in 1973 yapımı “Hazreti 170 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

Ömer’in Adaleti” filminde, diz çöküp Allah’a yalvaran Hz. Ömer, topuklu çizme giymekte- dir (Maraşlı, 2011:80). Kostüm seçimindeki yanlışlıklar sadece Müslüman karakterler için geçerli değildir. Hıristiyan din adamları ve kadınlarının kostümlerinde de yanlışlıklar yapıl- mıştır. (Maraşlı, 2011:87-95). “Allah’ın Aslanı Hazreti Ali” filminde, Mekke’deki putlardan biri bir domuz şeklinde tasvir edilmiştir.

Filmde temsil edilen karakterlerin birbirlerine hitaplarında ya da karşılıklı konuşmalarında da bazı problemler görülür. Örneğin, Hz. Ömer, İslamiyet karşıtı kabilelerin reislerinden biri ile konuşurken ona, “Ya Ebu Cehil!” diye hitap eder. Gerçekte, “Ebu Cehil (cehalet babası)” ismi, bahsedilen kişinin gerçek ismi değildir. Müslümanlara karşı düşmanlık gösterme- sinden dolayı kendisine sonradan aşağılama amacıyla verilen bir isimdir. Yine benzer bir şekilde Hz. Ömer, çölde saldırıya uğramış bir kervanın yanına geldiğinde Hıristiyan kervan- başına, “Selamun Aleyküm!” diyerek selam verir. Kervanbaşı da “Aleyküm selam!” şeklinde karşılık verir. Oysa bu selamlama tarzı, sadece Müslümanlar arasında kullanılmaktadır (Ye- nen, 2011:61).

Bu akım çerçevesinde çekilen bazı filmlerde oyuncu performansı ve kostüm tasarımının da yetersiz olduğu görülür. Örneğin, Asaf Tengiz’in, 1964 yılında yönettiği “Hazreti İbrahim” filminde, oyuncu kadrosu, özellikle figüran kadrosu oldukça yetersiz bir performans ser- gilemişlerdir. Kostümler baştan savma bir şekilde hazırlanmıştır. Öyle ki farklı dönemlere ait pek çok giysi bir arada kullanılmıştır. Örneğin, Tanrı’ya inanmayanlar, özellikle bunların askeri güçleri Roma askeri giysileri içinde gösterilmişlerdir. Mekan olarak çadır ve mağara- ların kullanıldığı filmde bolca çöl ve deve görüntüsüne de yer verilmiştir. “Filmde Tanrıya karşı gelenler ile Hırıstiyanlık’a ait kimi öğelerin koşutlanması ilginçtir. Puta tapınanların tapınması sırasında duyulan müzik ve sesler kilise etkisini vermektedir.” (Candemir, 1986; Lüleci, 2007:49). “İnananların” ya da “iyilerin” olduğu sahnelerde ise ilahiler ve tasavvuf musikisi örneklerine yer verilir. Ancak, 13. yüzyılda yaşamış Mutasavvıf Yunus Emre’nin ila- hilerine, 17. yüzyılda yaşamış Bestekar Buhurizade Mustafa Itri’nin bestelerine, kendileri- nin yaşadıkları dönemlerin çok öncesini ve farklı dini tarihi kişilikleri konu edinen filmlerde rastlamak tam bir anakronizm örneği olarak değerlendirilebilir.

Bu filmlerde, konu edilen dini/tarihi kişiliğin hayatı boyunca yaşadığı önemli olaylar arka arkaya getirilmekte, bu da filmin akışında bazı sıçrama ve kopukluklara sebebiyet vermek- tedir. Konularının önceki yüzyıllarda geçmesi ve hayat hikayelerini ele almaları açılarından bu, filmler dini film türünün yanı sıra tarihi ve biyografi film türlerine de girmektedirler. Her ne kadar dini öğelerin kullanımı diğer filmlere oranla daha sınırlı olsa da, ele alınan dönem, kullanılan mekan ve kostümler bakımından bizim Hazretli Filmler Akımı’na dahil ettiğimiz Tunç Başaran’ın 1973 yapımı “Ömer Hayyam” filminde, Ömer Hayyyam’ın ma- tematikçi, astronom kimliği oldukça geri planda bırakılıp daha fazla edebiyatçı kişiliği ön plana getirilmiştir. Yani, tema olarak seçilen dini/tarihi kişiliklerin hayat hikayelerinin yan- sıtılmasında da problemler vardır.

Türk sinemasında üretilen bu tür filmlerin ilgi çekmesi nedeniyle Yapımcı/Yönetmen Şev- ket Aktunç; Suudi Arabistan’ın kutsal şehirlerinden, Bağdat’tan ve Şam’dan çektiği görün- tülere İstanbul cami ve türbelerinin, Eyüp Camii’indeki Cuma namazının, Konya Mevlana Müzesi’nin ve Şanlıurfa Halil İbrahim Camisi’nin görüntülerini ekleyerek Suudi Arabistan dışındaki Müslüman ülkelere satmayı da başarmıştır (Candemir, 1986:19). MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 171

Sonuç

1950’lerin ortalarından başlayıp 1970’lerin ortalarına kadar etkili olan ve Türk sinemasın- da en fazla dini film türü örneklerinin verildiği akım olan Hazretli Filmler Akımı, birtakım siyasal ve sosyal faktörlerin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Bu faktörler olarak, II. Dünya Savaşı esnası ve hemen sonrasında Mısır üzerinden Türkiye’ye gelen Arap filmlerinin bir seyir- cisinin oluşması, 1950’li yıllarda Demokrat Parti’nin ve 1960’lı yıllarda Adalet Partisi’nin nispeten muhafazakar bir çizgide olmaları ve 1970’lerde sinemaları işgal eden erotik filmler nedeniyle sinemadan uzaklaşan muhafazakar seyircinin film yapımcıları tarafından yeni- den salonlara çekilmek istenmesi olabilir.

Peygamberlerin, sahabelerin ve önemli mutasavvıfların hayat hikayelerinin tema olarak se- çildiği bu filmlerden, 1952 yapımı “Hac Yolu” belgesel filmini saymazsak, yirmi yönetmen tarafından otuz yedi adet çekilmiştir. Kısas-ı enbiyalardan, menkibelerden, cenknameler- den ve efsanelerden yararlanarak oluşturulan bu filmlerde, dönemin Türk sinemasının ha- len gelişme aşamasında olmasından kaynaklı olarak, oyunculuk, senaryo, dekor ve kostüm gibi konularda önemli problemler vardır. Ayrıca, bu filmlerde dini ve tarihi gerçeklerin yan- sıtılmasında bazı yanlışlıklar yapıldığı gözlemlenmektedir. Bu akım çerçevesinde film üre- ten yönetmenlerin sinemanın birçok türünde eserler vermesi ve daha sonraki Milli Sinema Akımı’na mensup yönetmenlerden farklı olarak eserlerinde dini/ideolojik mesaj verme kay- gısı gütmemelerinden dolayı, bu filmleri ticari filmler olarak görmek mümkündür.

KAYNAKÇA

Kitaplar ve Tezler

- Abisel, N., (Ty). Popüler Sinema ve Türler, İstanbul: Alan Yayıncılık. - Aksoy, A., (2010). “Türk Sinemasında Dindar İnsan Tipolojisi”, Yüksek Lisans Tezi, Dan: Abdülkerim Bahadır, Konya: Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Psikolojisi Bilim Dalı. - Candemir, Ö., (1986). “Türk Sinemasında Dini Filmler”. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. - Diriklik, S., (1995). Fleşbek, Cilt:1, İstanbul: Söğüt Ofset. - Dumanlı, E., (2009). Sinemaya Farklı Yerden Bakmak, İstanbul: Zaman Kitap. - Maraşlı, G. N., (2011). Günahıyla Sevabıyla Yeşilçam, İstanbul: Ufuk Yayınları. - Lüleci, Y. (2007). “Türk Sineması ve Din”,Yüksek Lisans Tezi, Dan: Ali Köse, İstanbul: Mar- mara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İlahiyat Anabilim Dalı Din Psikolojisi Bilim Dalı. - Özgüç, A., (2003). Türk Film Yönetmenleri Sözlüğü, 2. Bas, İstanbul: Agora Kitaplığı. - Özgüç, A., (2005). Türlerle Türk Sineması, İstanbul: Dünya Kitapları. - Özön, N., (1995). Karagözden Sinemaya Türk Sineması ve Sorunları, 2. Cilt. İstanbul: Kitle Yayınları. - Özön, N., (2008). Sinema Sanatına Giriş, İstanbul: Agora Kitaplığı. - Scognamillo, G., (2010). Türk Sineması Tarihi, 3. Bs., İstanbul: Kabalcı Yayınevi. - Yenen, İ., (2011). “Toplumsal Tezahürleri Bağlamında Türk Sinemasında Din, Dindarlık ve Din Adamı Olgusu”, Doktora Tezi, Dan: Niyazi Akyüz, Ankara: Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Ana Bilim Dalı Din Sosyolojisi Bilim Dalı. 172 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

Makaleler ve Kitap Bölümleri

- Atalan, M., (2008). “Türk Kültüründe Hz. Ali Cenknâmeleri”, e-makâlât Mezhep Araştırma- ları, I/2 (Güz 2008), ss. 7-27. http://www.emakalat.com/index.php/emakalat/article/viewFi- le/10/11 (Son erişim tarihi: 20-03-2015). - Evren, B., (2003). “Yeşilçam ve İnanç Sineması”, Antrakt, Sayı:72, Eylül. - Maktav, H., (2005). “Kuran’dan Kurama’a İslâmî Sinema,” İslâmcılık, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce, Cilt:6, 2. Bas., İstanbul: İletişim Yayınları. - Menekşe, Ö., (2005). “Türk Sinemasında Din ve Din Adamı İmajı”. II. Uluslar Arası Dinî Yayınlar Kongresi, 05-07 Kasım Ankara, II. Uluslar Arası Dinî Yayınlar Kongresi, Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları. - Özyurt, O., (2002). “İşte iftarlık filmler”, Radikal, 23 Kasım.; http://www.radikal.com.tr/ha- ber.php?haberno=57503 (Erişim tarihi: 17-02-2015) - Plate, S. B., (2005). “Film and Religion”, Encyclopedia of Religion, Second Edition, Ed: Lindsay Jones, Cilt:5, Detroit: Thomson Gale. - Saygılı, A. (2014). “Sinema ve Hukuk Bir Tür Olarak Hukuk Filmleri”, İnönü Üniversitesi Hu- kuk Fakültesi Dergisi, Cilt:5, Sayı:1, Yıl: 2014.; https://www.inonu.edu.tr/uploads/old/21/255/ abdurrahmansaygili-5-1-tam.pdf (Son erişim tarihi: 04-03-2015). - Sitney, P. A., (1987). “Cinema and Religion”, The Encyclopedia of Religion, Ed: Mircea Eliade, Cilt:3, New York: The Macmillan Publishing Company. - Ünser, O., (2003). “Din ve Sinema”. Antrakt. Sayı:72, Eylül. - Vardar, B., (2006). “Türkiye’de Sinemanın Gelişimi ve Ulusal Sinema Tartışmaları”, Sine- matürk, Sayı:2, 15 Kasım. - Yüce, T., (2005). “Sinema ve Edebiyat Türleri Arasında Görülen Etkileşimler”, ZKÜ Sos- yal Bilimler Dergisi, Cilt:1, Sayı:2.; http://www.ijmeb.org/index.php/zkesbe/article/viewFi- le/109/61 (Son erişim tarihi: 13-08-2014).

Başvuru Eserleri

- Türkçe Sözlük, (2005). 10. Bas., Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları. Röportaj - Yücel Çakmaklı, “Yaşamda Varolanı İslami Duyarlılıkla Anlattım”, Antrakt, Röp: Burçak Evren, Sayı:72, (Eylül 2003).

MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 173

MEDYA, MÜZE, İBADET MEKANI VE ÖZEL HAYAT BAĞLAMINDA ÜÇ SEMAVİ DİNDE GÖRSELİN YERİ

Dr. Nicole Nur KANÇAL

Bu araştırmamda; üç semavi dinde görselin ya da görsel kültürün yerini, önemini ve görü- nürlüğünü incelemekteyim. Sempozyumun üst başlığının medya ve din olması, amblemi- nin de üç semavi dini temsil eden imgeleri içermesinden yola çıkarak irdelemeyi seçtiğim konuya genel bir bakış açısından, yani üç semavi dini de içeren bir perspektiften yaklaş- maktayım. Bir sanat tarihçisi olarak var olan, üretilmiş görselleri, gerçek objeleri ve bu objelerle meydana gelmiş görsel kültürü araştırmakta birkaç senedir de İslam sanatındaki tasvir sorunsalı ile ilgili çalışmalar sürdürmekteyim.

Tarih, coğrafya, kültürel ortam, tarihsel gelişme, kültür ve gelenekler birbirinden farklı olan söz konusu üç dinin, görsel kültüre karşı tutumlarında hem farklılıklar hem de benzerlikler göstermektedir. Bu üç dinin, dinsel ve toplumsal pratikleri içerisinde üretilen görseller şu başlıklar altında irdelenebilir:

-Üretilen görsel malzemelerin hangi bağlamda nasıl kullanıldığı, nasıl sergilendiği -Sunulan görsellerin, izleyici/toplum tarafından nasıl algılandığı -Dinsel törenlerde ve bireyin günlük hayatında ne tür imgelerin kullanıldığı ve hangi bağlamda konumlandığı -İmgelerin sosyal ve toplumsal işlevleri ve medyanın rolü

Bu sempozyumdaki ana tema çerçevesinde MEDYA – DİN – ve GÖRSELLİK üçgeni içinde GÖRSELİN YERİ nerededir sorusuna cevap aramaktayım. Görsellerin sembol değeri hak- kında sempozyumda başkaları çalışmalarını sundu; ben ise, görsellerin kullanımı, sunumu ve algılanması hakkında bir şeyler söyleyebileceğimi düşünmekteyim. Bu çerçevede Gör- selleri MEDYA – MÜZE – DİNİ MEKÂN – BİREY bağlamında incelemekteyim.

‘Görsel’ veya ‘görsel kültür’ ile neyi kastetmekteyim? ‘Görsel’ kelimesini, bir sanat tarihçisi olarak kullandığımda ‘görülebilen’ ve ‘görünebilirliği’ ile bir ifade gücü olan bir nesneyi anlamaktayım. Burada sadece iki boyutlu, duvara asılabilen veya sayfalar arasında yer alan görselleri kastetmemekteyim, herhangi bir nesneyi bir görsel olarak anlamalıyız. Hatta görsellerin kendileri birer medya olduğunu kabul edebiliriz1. Araştırmamda üzerinde dur- mayı seçtiğim bağlamlar arasında müze olgusu önemli bir yerdedir. Müzelerde görseller/ nesneler hangi bağlamda sergilenmekte – sunulmakta- sorusuna örneklerle daha yakından bakacağım.

Görsellerin önemli bir boyutu, tarihsel ve coğrafi perspektifleridir. Başka bir deyişle, geç- mişte ve dünyanın değişik yerlerinde ne gibi farklı görsellerin mevcut olduğunu ve zaman içinde bunların nasıl değiştiğini ve bu farklılığı ve değişikliği bilmeyi ve anlamayı neden önemsememiz gerektiğine değineceğim.

1 Hans Belting, An Anthropology of Images, Picture, Medium, Body, Princeton and Oxford, Princeton University Press, 2011, ss. 9-36. 174 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

Bu üç dinde en önemli simgeler nelerdir?

• Hıristiyanlık için hiç şüphesiz haçtır, • Musevilik için altı köşeli Davut yıldızı ve menora (yedi kollu şamdan veya dokuz kollu şamdan olan hanukah), • İslamiyet için de belki hilal, ama daha çok hüsnühat simgesel bir değer taşımak- tadır.

Bu temsilleri her yerde görebiliriz. Avrupa’da tepelerde “haç dikme” gittikçe yaygınlaşmak- tadır. Mostar, Bosna’da araziyi çevreleyen parmaklığın içine işlenmiş bir menora (şamdan), bugün yok olmuş sinagogun yerini işaretlemektedir. Camilerin tepelerindeay yıldız (hilal) ile bezenmiş alemler görebiliriz. (görsel 1,2, 3)

Görsel 1

Görsel 2

Görsel 3 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 175 MEDYA

İlk olarak medyaya bakacak olursak; şunu görebiliriz: İslam dünyasında büyük yankı uyan- dıran, İslam dünyası ve Batı medyasını karşı karşıya getiren ve adeta birer medeniyet sa- vaşına yol açan olaylar, basılı medya, yani gazetelerde başlamıştı. Bu basılı medyadaki tar- tışmalar sonra televizyona taşınmış ve haftalarca konuşulmuştur. Buna rağmen, her türlü görsel, basılı medya veya televizyondan çok, internette dolaşmaktadır. Aslında birden bire gündeme oturan ve tartışmalara sebep olan görseller bu tartışmalar öncesinde ve sonra- sında sanal ortamda zaten mevcut ve ulaşılır halde idiler.

Üç semavi din ile ilgili her çeşit görseli internette bulabiliriz, ama onlar bize nasıl su- nulmaktadırlar?2 Bugünkü dünyada bilgi kirliliğinin arttığı ve bilginin her gün sığlaştığı, iletişimin whatsup, instagram ve kelime sayısı sınırlı olan twitter hesaplarından sağlandığı bir gerçektir. Eskiden arabalarına dini semboller yapıştıranlar / asanlar dâhil, artık herkes kendi kimliğini sanal ortamda oluşturmaktadır. İnsan sanal dünyasındaki kimliğini, ger- çek dünyadaki kimlikten daha kolay ve keskin olarak inşa edilebilmektedir. Görseller, sa- nal ortamda belli mesajlar vermek üzere hızlı ve geçici olarak kullanılabilir – örnek olarak Türkiye’de whatsup hesaplarının birçoğu yakın zamandaki Charlie Hebdo krizinden sonra geçici olarak profil resmini değiştirdi. Bu, bireylerin medya ile bizzat buluştuğu, görseller üzerinden toplu veya ferdi birer tepki ve mesaj verdiklerine dair iyi bir örnektir. (görsel 4)

Görsel 4

Bununla beraber, görsellerin internette depolandığı, internetin adeta bir görsel hafıza iş- levini üstlendiği bir dünyada yaşıyoruz. Bir veya iki anahtar kelimeyi Google’a girdiğinizde, önünüze yüzlerce resim çıkmaktadır. Internet, gittikçe medeniyetlerin hafızası konumuna gelmektedir – bizim hoşumuza gitse de gitmezse de. Ve bu durum, sadece Wikipedia gibi “basit” başvuru kaynaklar için geçerli değildir. Harici hafızalarda/hafıza kartlarında kendi çektiğim fotoğraflarım olmasına rağmen, ben bile derslerim için sıkça görselleri internet- ten indirmekteyim. Bazen internet hem daha hızlı, hem de daha kaliteli ve güncel görseller sunmakta ve bazen de belli bir konuda bir görseli bulmak ve indirme kolaylığı sağlamakta- dır. İnternette ayrıca her gün daha fazla yapı için sunulan “üç boyutlu” mekân gezme imkânı mevcuttur. Kahire’deki El Ezher camisinden Bursa’daki Ulu Camii ve daha sayısız farklı 2 Sanal ortamda değişik kültür, din ve topluluklar, dönem ve sanat akımların görselleri içeren sayısız site mevcuttur. Örnek: Religious Studies Web Guide, Electronic Images, http://people.ucalgary.ca/~lipton/images.html 176 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK yapı böylece gezilebilmektedir3. Bu da özellikle öğrenciler için bir avantajdır. İnternette her şeyi bulabilirsiniz, ama nasıl aramanızı gerektiğini bilirseniz. Bilmeyenler için bu bazen zor olabilir. Ama bu bize şunu da göstermekte: biz doğru bilgiyi ve doğru görseli internete ko- yarsak, konu ile ilgili bilgi arayanlar da bu görselleri doğru bilgi ile beraber bulma şansına sahip olmaktadırlar. Bu şu andaki “sanal savaş”ın da kanımca çok önemli bir silahıdır.

DİNİ MEKAN

Tarihte üç semavi dinin görsellere karşı birbirinden çok farklı tutumlar geliştirdiği bilin- mektedir4. Hıristiyan ibadet mekânlarında çoğu zaman dini görseller mevcuttur. Hıristi- yanlık, erken dönemden itibaren görsellere dayanarak bir anlatı geliştirmiş; bu anlatıyı da yüzyıllar içinde gittikçe karmaşık sembol ve simgelere dönüştürerek bu dine ait bir imge dünyası oluşturmuştur. (görsel 5) Yahudilik ve İslamiyet’te ise başından beri böyle bir an- latı geliştirilmemiştir – bazı istisnaları burada kale almazsak. Yahudilik ve İslamiyet’te, dini bağlamda anlatıya dayanarak bir resimsel pratiğin gelişmemesi veya daha doğrusu yer- leşmemesi, bu dinlerde görsellerin var olmadığı anlamına gelmez. Her iki dinde, bugün azımsamayacak kadar çok imgelerle karşı karşıyayız. Hatta 16.yy’dan itibaren belli bir süre için bir anlatı içeren resimler minyatür olarak İslam sanatı ve medeniyetinde önemli bir yer edinecektir. Ama bu, sadece sınırlı bir dini boyutta olup, belli bir dönemden sonra tekrar azaldığı kabul edilmektedir. Örnek olarak başta 16./17.yyllara ait miraç-nameler ve çok sayıda minyatür içeren siyer-i nebiler zikredilebilir. Sünni İslam’da durum böyle iken, Şii dünyasında 14.yydan itibaren fazla kesintiye uğramayan çok canlı bir resimsel anlatı geleneği gelişmiş ve bugün de devam etmektedir.

Görsel 5

3 3D Mekanlar, 360˚ Sanal Turlar, “Sanki Oradayım!”; http://www.3dmekanlar.com/ 4 Üç semavi dinine ait tasvir pratikleri hakkında kısa bir giriş ve ilgili literatür için bkz. Nicole Kançal-Ferrari, “Hıristiyan ve İslam Dünyasındaki Peygamber Tasvirleri hakkında Değerlendirme”, Istanbul Üniversitesi Ilahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı 24, 2014 (yayınlanacak). MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 177

Dini mekânlarda görsellere karşı çok farklı yaklaşımlar görmekteyiz; çoğu kilisede ikonalar veya aziz resimleri görebiliriz; ama diğer ibadet mekânlarında figüratif tasvirler görmemek- teyiz. (görsel 6) Dini törenler süresince de aynı yaklaşım söz konusudur. Cami ve sinagog- larda yine istisnalar dışında, figüratif tasvirler yoktur. Zaman içinde bazen artan, bazen neredeyse yok olan görsellerin, kendi kültürel ve yöresel ortamına bağlı olarak geliştiğini görmekteyiz. Örneğin, 16. - 18.yy arasında Osmanlı ve Doğu Avrupa dünyasında cami, kilise ve sinagogların iç mekânlarında birbirine benzer yaklaşımlar görebiliriz, hepsi de rengâ- renk boyanmıştır. (görsel 7, 8)

Görsel 6

Görsel 7

Görsel 8 178 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

BİREY

Bireyler, gündelik hayatta ne tür dini içerikli imgeler kullanmaktadırlar? Aslında her üç din- de, dini törenlerde görsellerin yerinin çok farklı olması ile birlikte gündelik hayatta inanan- ların kullandıkları görseller birçok yönden benzerlik göstermektedir. Kolye, yüzük olarak kullanılan “görsel işaretler” bireyin hangi dine mensup olduğunu ifade eder. Bu sembolle- rin kullanılması, yer ve döneme göre değişebilir. Zaman, zaman bu tür simgelerin yaban- cı ve yerli dizilerde kullanıldığını görmemiz mümkün. Amerikan dizilerinde, Davut yıldızı, Avrupa filmlerde haçın bireylerin dini mensubiyetini vurgulamak amacıyla kullanıldığını sıkça görmekteyiz. Son zamanlarda bu tür görsel işaretlerin internet ortamına da kaydığını görmekteyiz. Profil resminden kullanıcılar kendi inançlarını da ifade edebilmektedirler, ya da gerektiğinde de birkaç günlüğüne değiştirebilirler- yukarıda zikredilen Charlie Hebdo krizinde olduğu gibi. Bu tür görsellerin doğrudan dini ibadet ile bir bağlantısının olma- dığı bir gerçektir, onlar sadece birer göstergedir. Başka görseller için durum biraz farklıdır. Evlerde kullanılan dini içerikli görseller, hilye veya haçlar gibi, dini anlamları sebebiyle konulur veya asılır. Bu objeler aynı zamanda koruyucudur, aslında bir nevi tılsımdır. (görsel 9) Bazı özel günlerde dini sembolleri içeren yiyecek bile rastlanmaktadır. (görsel 10, 11)

Görsel 9 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 179

Görsel 10

Görsel 11 180 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

MÜZE VE SERGİLER

Görsellerin tanıtımında müzeler çok önemli bir yer tutarlar. Batıda müzeler çoktan birer sanat-nesne mabedine dönüştürülmüş olma eleştirisiyle karşı karşıya kalmaktadırlar. Mü- zelerde görseller bize – ziyaretçiye – sunulmakta ve tanıtılmaktadırlar. Müzeler nesnelerin ziyaretçi ile diyaloga girdikleri önemli mekânlardır. “Hıristiyan Sanatı” isminde bir müzeye rastlayamaz iken ve Musevi sanatı altında müzeler yok iken, “İslam Sanatı”, “Türk-İslam Sanatı” gibi isimler altında birçok müze bütün dünyada mevcuttur ve son senelerde önem- li merkezlerde açılmaktadır5. “İslam sanatı” isimli müzelerde sergilenen sanat eserlerinin büyük bir kısmı dini bir bağlamından çıkmış nesnelerdir. (görsel 12) Şöyle bir paradoks görmekteyiz: aslında görseli, temsili, reddeden bir din, müzelerde kültürel üretimini, tem- sillerini, bu dinin adı altında sergilemektedir. Müzeler, aynı zamanda bir kültürün görsel, tarihsel ve maddi hafızası olmak durumdadır. Bu bağlamda müzelerde neyin nasıl sergilen- diği çok önemlidir. Müzeler gündelik hayatta veya internette fazla dolaşımda olmayan ama önemli birer temsil gücü olan nesnelerin sergilendiği ve kültürel dolaşıma dâhil edilen yegâne mekânlardır.

Görsel 12

Bununla ne demek istediğim şu örneklerle daha iyi anlaşılacaktır: Müzeler sayesinde, “kul- lanımdan kalkmış” – eğer böyle bir şey varsa – görseller, temsiller, seyirci ile buluşmaktadır. Kültürel hafızadan kalkmış önemli temsiller müzelerde ziyaretçilere sunulmakta ve böylece geçmiş ile her an taze birer karşılaşmaya yol açılmaktadır. Örnek olarak Varşova Polon- ya’daki birkaç ay önce açılmış bir müzeyi göstermek istiyorum: Doğu Avrupa’da günümüze 5 Örneğin İslam Sanatı Müzesi, Kahire - 1899, Türk ve İslam Eserleri Müzesi, İstanbul – 1920ler, İslam Sanatı Müzesi, Doha - 2008. New York’taki Metropolitan Museum of Art ve Paris’teki Louvre Müzesi son senelerde İslam Sanatı Bölümlerini tamamen yenilemiştir. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 181 gelememiş ibadet mekânlarından sinagoglar başı çekmektedir. Varşova’daki müzede fotoğ- raf ve çizimler sayesinde bilinen bir sinagogun iç mekânı tekrar inşa edilmiştir. Ve gördüğü- nüz gibi, ezberimizi bozan renkli, figüratif tasvirler içermektedir. (görsel 7) Değişik dinlerde kültürel alış veriş için bir örnek de ibadet mekânlarında kullanılan nesneler, mesela asılan perdelerdir; cami ve sinagoglarda birbirine benzer imgeler kullanılmıştır6.

Görsellerin coğrafi ve tarihi boyutunu bilmenin önemi için bir örnek şüphesiz Davud yıldızı veya Müslümanların mühr-i Süleyman olarak bildikleri imgedir. Bu imge, ortak bir simge iken, tek bir dinin simgesi haline gelmiş ve bugün böyle algılanmaktadır. Osmanlı toplu- munda sevilen bir simge olan mühr-i Süleyman, camilerin iç mekân süslemelerinde, mezar taşları ve el yazma gibi nesnelerde kullanılmıştır; bugünlerde ise İslami yapılarda yadır- ganmaktadır. Bu örnek, imgelere ait tarihi ve coğrafi bilgiye sahip olmanın ne kadar önemli olduğunu göstermek için yeterlidir. (görsel 13, 14)

Görsel 13

6 18.yy Türkiye’sine ait ve bir seccadeye benzeyen bir torah perdesi için bkz. Khatam Suleiman - King Solomon’s Seal, (Sergi kataloğu, Kudüs Tarih Müzesi, Rachel Milstein ed), 1995, s. 45. 182 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

Görsel 14

Başka bir örnek de, Müslümanlar için çok farklı bir boyutta ilginç bir simge kayması – veya bir simgenin bir grup tarafından kullanılması – Hz. Peygamberimizin mührüdür. İnternete girdiğinizde çok sayıda görsellerde karşımıza çıkan mühr-i saadet, İŞİD tarafından amblem olarak kullanılmaya başlanınca, maalesef çok farklı boyut ve anlam çemberlerine girdi. Batıda aslında yazıdan oluşan bu görsel, trajik olarak artık doğal bir analoji ile bir terör örgütünü çağrıştıracaktır. Bugüne kadar Batı’nın görsel belleğine girmeyen bu imge, artık herkes tarafından tanınmaktadır.

Bu bağlamda gerçek (sanal olmayan) müzelerin önemini kavramak ve internet platform- ları, “internet müzelerini” çoğaltmak veya var olanları geliştirmek önemlidir. En yaygın ve çeşitliliği fazla olanlar arasında yer alan Wikipedia’nın bir alt kategorisi olan wikimedia commons platformunda, İslam sanatı dönem, ülke, konu ve tekniği gibi başlıklara göre gruplandırılmış birçok görsel ile temsil edilmiştir.

Bitirmek için şunu vurgulamak istiyorum: Internet, görselleri tanıtma ve yaygınlaştırmada bugün birinci sıradadır. İnternete giren bir görseli silmeniz hemen hemen mümkün de- ğildir. Google gibi arama motorlarını basit yöntemlerle yönlendirmek ve istenilen bilgi, belge ve görseli ön plana çıkartmak mümkündür. Diğer tarafta internette bir basitleştirme, yüzeyselleştirme tehlikesi her zaman vardır. Görsellere bu açıdan bakacak olursak, şunu diyebiliriz: biz hangi görselleri görmek istiyorsak, onları yükleyebiliriz – yüklemek zorunda- yız. Doğru görseli doğru bilgi ile beraber yüklemek her zaman kolay olmayabilir, ama biz görsellerini yönetmiyorsak, onlara “sahip çıkmıyorsak”, onları kültürel hafızadan çıkartmış MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 183 oluruz. Görseller, imgeleri canlı tutan bir çeşit yazı gibidir, imgelerle olan diyalogumuzdur. Ve bu diyalog doğru bilgiden geçmektedir. Doğru bilgiyi yüklemek ve onları iletişime ve dolaşıma açmak bizim görevimizdir.

Görseller:

1. İsviçre Zermatt şehrinde tepedeki haç 2. Bosna Mostar şehri girişinde sinagogun yerini işaretleyen menora 3. Ortaköy Camii aleminde yer alan ay-yıldız 4. Charlie Hebdo olayından sonra sosyal medya hesaplarında tepkisel olarak konulan profil resmi örneği 5. Hz. İsa’nın doğumunu anlatan sahne, Bernardo Daddi, 14. yy 6. Kilise iç mekân Sixtine Şapeli, Roma, Vatikan 7. Gwozdziec Sinagog’un tavan rekonstrüksiyonu, Ukraina 18 yy (Polonya Musevileri Tarihi Müzesi, Varşova) 8. Cami tavanı Kalkandelen, 18.yy 9. Üç semavi dine ait mücevher 10. Amerika’da bir çocuk odasında yer alan haç 11. Musevi düğünü için yapılan ekmek; Davud yıldızı ve menora (Polonya Musevileri Tarihi Müzesi, Varşova) 12. İtalya’da paskalyada yapılan güvercin pastası (colomba) 13. 2008’te açılan Doha’daki İslam Sanatı Müzesi’nin web sayfası 14. Bir camide mühr-i Süleyman, Hansaray mescidi, Kırım, 18. yy 15. Osmanlı dönemine ait bir mezar taşında mühr-i Süleyman motifi, 184 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

MEDYATİK GÖRÜNTÜ VE DİN: NESNEL GERÇEKLİĞİN TAHRİFİ VE ZİHİNSEL DENETİM

M. Mücahit KÜÇÜKYILMAZ

Söz-yazıdan Medyatik Görüntüye

İnsanların, toplu yaşayan ve birbiriyle karşılıklı etkileşim halinde bulunan varlıklar olarak iletişim kurmakta “ilkel” dönemlerden beri kullanageldikleri en yalın araçlar söz-yazı ve görüntüdür. En az iki kişinin düşüncelerini, duygularını paylaşması veya birinin diğerine emir-komuta zincirine bağlı olarak bildirimde bulunması ve onun da bunu red ya da kabul etmesi konuşma olarak adlandırılır. Konuşma, bir söz söyleme eylemidir ve tek kişinin ken- di kendine söz söylemesi olan söylenmeden farklıdır. Konuşma sırasında konuşma âlet ve vasıtalarının hareket tarzları, seçilen sesler ki biz bunlara ilim dilinde fonem diyoruz- ve kelime şekilleri ile onların sıralanmaları, bir düzene sokulmaları hep önceden konuşulan- lara bağlıdır; belleğimizde sakladığımız örneklere göre vücut bulur1. Söz, zihinden bağım- sız değildir ve bir diğer kadim kavrama aracı olarak yazı, sözün daha ayrıntılandırılmış, somutlaştırılmış, fonemler dışında başka maddî biçemler kullanılarak görselleştirilmiş ve zamana karşı direnç kazanmış bir türevidir. Bu bakımdan yazı, sözün doğal bir uzantısıdır ve birbirini olumlu anlamda tamamlayan bu iki iletişim aracı arasında tarihin herhangi bir döneminde karşıtlığa veya çatışmaya rastlanmaz.

Görüntüye gelince, o böyle değildir. Gerek “ilkel” dönemlerde bir duygu veya düşünceyi ifade etmekte kullanılan resimde; gerekse ikonografi, minyatür, ya da perspektifle anılan Rönesans ürünü modern resimde anlam yazıya ve hele hele söze nazaran oldukça karmaşık ve dolayımlı olarak vardır. İleti kaygısı taşıyıp taşımadığı kesin olmadığı için bir sanat kolu olan resmi dışta tutsak bile, bir iletişim ve kavrama aracı olarak görüntü, iletişim sürecinin kod açımı aşamasında sağlıklı enformasyon sunmak konusunda yetersiz kalmaktadır. Çün- kü görüntü, hareketli (Televizyon) veya durağan (Fotoğraf) olsun, tek başına bir gerçekliği bütünüyle aktaramaz. Bununla beraber, onun konu edindiği gerçekliği sınırlı bir çerçeve içerisinde, çok canlı bir şekilde taklit etme yeteneği vardır ve bu özelliği nedeniyle hem daha ikna edici, hem de, paradoksal bir biçimde, aldatıcı olabilmektedir. Bundan dolayı, kutsal metinler görüntülü değil; sözün (vahyin) yazılı formudur. Allah insanlarla peygam- berleri aracılığıyla konuşur (Kelimetullah)2; fakat insanlara görünmez. Hatta Söz, Kur’an’ın bir diğer adıdır3; yazı ve kalem de üzerine yemin edilen kelimelerdendir4. Tek tanrılı din- lerde söz ve yazı övülürken resim ya da heykel daha çok paganizme ait unsurlar olarak değerlendirilerek hoş görülmez. Hıristiyanlıkta yoğun bir biçimde kullanılan ikonlar, Azize Meryem, Oğul İsa ve Melek Cebrail figürleri ise dinin aslından değil; sonraki izleyicilerin pagan Roma kültürüyle fazlasıyla iç içe geçmiş olmalarından ortaya çıkmıştır.

Görüntü-yazı karşıtlığı konusunda en önemli nokta, sözün ve yazının gerçekliği tarif etmeye çalışmasına karşın, görüntünün çoğu zaman gerçekliğin kendisi olduğu izlenimini doğur- masıdır. Bir başka deyişle, söz ve yazı alçakgönüllü bir açıklama işlevi görürken; görün- tü, temsil ettiği gerçekliğin yerini alma iddiasını taşımakta ya da iletişime katılan bireyler 1 Necip Üçok, Genel Dilbilim=Lengüistik, Ankara 1946, s. 4. 2 Kur’an-ı Kerim, 9/40. 3 Kur’an-ı Kerim, 18/6, 9/40, 56/81, 4/78, 17/41, 6/115, 10/37, 12/111, 69/44-46, 41/44, 42/7, 6/115. 4 Kur’an-ı Kerim, 68/1, 96/4. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 185 tarafından öyle algılanmaktadır. Picasso’nun ünlü, “O balık değil; resim!” sözünü, sergiyi gezen bir bayanın, altında “Balık” yazan bir tablo için, “Bunun neresi balık?” sorusu üzeri- ne söylemesi bu açıdan ilginçtir. Ressam, gerçeklikle onun görüntülü yorumu arasındaki farkı bilmektedir; fakat sergiye katılan sanatsever, zihnindeki gerçeklik algısının kendisine oynadığı oyunu fark edememektedir. Söz ve yazı gerçekliğin anlaşılmasında birer araç iş- levi yüklenirken; resim ve özellikle heykel, bir iletişim aracı olmanın ötesine geçerek, ilkel zihinde ontolojik bir yanılsamaya neden olabilmektedir. Örneğin, çocuklarda görüntü ve gerçeklik ayrımı yeterince gelişmediği için bir çocuk, kendisine gösterilen fotoğraftaki şekli annesi olarak düşünebilmekte ve annesinin gerçekliğine verdiği tepkiyi fotoğraftaki nesne- ye de göstermektedir. Bu yüzden, puta tapıcılık da görüntü ve gerçeklik algısının yeterince ayrışmadığı arkaik toplumlara özgü bir durumdur. Modern dönemdeyse daha rasyonel te- mellere oturtulmuş; ancak özünde zihnin ilkel ve çocuksu algılarına dayanan bir görüntü fetişizmi hüküm sürmektedir denilebilir. Öyle ki, görüntüsü olmayanın gerçekliği bile tar- tışılmakta; hatta kitle iletişim araçlarıyla sunulan görüntüler, söz ve yazı ile desteklenerek, izleyiciye, gerçeğin ta kendisiyle karşı karşıya olduğu söylenmektedir.

Modern öncesi dönemde de insanlar özellikle bazı soyutlukları simgeselleştirme yoluna gittiler; paganizm bunun en kaba hali olarak tarihteki yerini aldı. Modern dönemde ise, çoğu kez simgeler gerçekliğin önünde bir nitelikle toplumlara sunuldu. Örneğin semiyotik açıdan, “gösteren”i bir bez parçası ve üzerindeki boyalar, “gösterilen”i ise bir topluluğun ortak hafızasında kökleşmiş duygusal bir aidiyet hissi olan bayraklar, bir gösterge olarak gösteren ve gösterileni de aşarak bambaşka bir niteliğe bürünür. Tanrısal bir odağa daya- nan meşruiyet anlayışını terk ederek dünyevi/dışsal bir odağa yaslanan ulus devletler de büyük ölçüde simgesel temeller üzerinde durur. Böylece metafizikten ve kutsallıktan arın- dırılmış unsurların, bireyleri bir arada tutabilecek bir anlam ortaklığı inşa edebilmesi için, onlara seküler bir kutsallık yüklendi. Ulusal marşlar, bayram törenleri, resmigeçitler, resmî cenaze törenleri, laik/ulusal eğitim süreci, dinsel değil vatansal şehitlik kavramı ve ayrıca ulus devlet kimliğinin değişen şartlarına ya da uluslararası konjonktürün gereklerine göre yeniden yorumlanan tarih bu seküler kutsallar arasında sayılabilir.

Bütün bu yeni kutsallıkların ve simgesel öğelerin toplum tabanına yayılması ve kolektif bilinç – ortak refleks haline getirilmesi için de mitlerin işin içine katıldığı yoğun bir kitle iletişim faaliyetine ihtiyaç vardır. İşte burada, ilkel toplumlarda yaşamı ve dünyayı açıkla- mak amacıyla basit formlarda üretilen mitler, özellikle televizyon, sinema ve sosyal medya mecralarında daha sofistike öyküler olarak üretilir.

Televizyon, Sinema ve Mit Üretim Süreci

Çağdaş toplumlarda mitsel simgelerin eskisine nazaran daha seküler formlarda üretilme- sinde iletişim araçları etkin biçimde kullanılmaktadır. Hatta medya, ulus kimliğinin in- şasında üstlendiği merkezî rol ile birlikte düşünüldüğünde, “ilkel” toplumlardaki mitleri andıran bir işleyiş biçimine sahiptir. Sürekli “konuşan” bir aygıt olmasının yanı sıra, sözü görsellikle takviye etmesi, onun kullandığı öyküleme tekniğini mitlerdeki hayalî görselliğe göre daha otoriter ve etkili kılabiliyor. Böylece, anlatıcının (TV) ikna kabiliyeti geleneksel mitlere kıyasla artıyor ve kimlik inşa sürecinde medyatik görüntü, bir tür zihinsel denetim aracına dönüşüyor. Bir kişiyi, nesneyi, olayı ya da gerçekliği ilk olarak televizyondan öğren- mişsek, artık zihnimiz onu öyle kabul edecek ve bir bakıma denetim altına alınmış olacaktır. 186 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

Bu bağlamda İsmet Özel’in Zor Zamanda Konuşmak kitabında yer alan bir deneyi hatırla- mak faydalı olacak sanırım. Özel, okuyucudan, zihninde beyaz bir kâğıdı canlandırmasını ve sonrasında onu bir köşesinden yavaşça yırtmaya başlamasını ister. Kâğıdın bir kısmı yır- tıldıktan sonra da, “aynı kâğıdın yırtılmamış olan ilk halini yeniden zihninizde canlandırın” mealinde bir ikinci istekte bulunur. Gerçekten de bunu başarmak imkânsız gibi bir şeydir; hiçbir denemede insan zihni, kâğıdı yırtılmamış biçimiyle tasavvur edemez. Tam burada Özel, “Bir şeyi söylemişsek, onu söylememiş olmayı asla başaramayız” tespitinde buluna- rak zihnin işleyişi ve görsellik üzerinden şekillenen sürecin geri döndürülemezliği hakkında esaslı bir noktaya temas eder.

Televizyon ve sinemanın insan zihni üzerinde gerçekleştirdiği denetim, söz ve görüntü gibi en etkili iki aracın yardımıyla gerçekleştiği için, çağdaş mitler, karmaşık ve dezenformatif bir nitelikle kitleye ulaşır. Fakat mitlerin kitleye ulaşan biçiminin algılanması, onların arka planındaki karmaşıklığı perdeleyecek bir basitlik ve netlikle gerçekleştiği için, mit=gerçek- lik denkleminin kurulması pek de zor değildir. Zira gerçeğin kendisi de çoğu zaman sadedir. Elbette burada birbirine karıştırılan bir başka şey de basitlik ve sadelik farkı oluyor.

Tarih, Din ve Geleneğin Tahrifi ve Zihinsel Denetim

Mit üretim sürecinin başat aktörleri televizyon ve sinema, çoğu kez sıfırdan bir mit üretim faaliyetine girişmez. Genellikle, doğası gereği, hazır/mevcut yapıyı kullanır; yani işin kola- yına kaçar. Üstelik en önemli ayrıcalığı, görsellik sunumu olduğu için onun yoğun kullanım nesneleri ve konuları da bu çerçevede şekillenir: Cinsellik, debdebeli yaşamlar, komedi, spor, kısmen estetik/sanatsal faaliyetler, tarih ve din. Gerçekliği yeniden sunan ya da daha da ileri giderek, yeniden üreten bir araç olarak televizyonun, elbette, tarihi olduğu gibi aktarmasını bekleyemeyiz. Ancak televizyon ve de sinema, gerek ideolojik gerekse reel en- düstriyel kaygılarla, bilinen ve kayıt altına alınmış olandan bile çok daha farklı bir tarih kurgulamaktan çekinmez. Zira görsellikle desteklenmiş bir sözlü mit, raflarda yığılı kitabî/ yazılı bilgiye göre daha hızlı yayılma ve sonuç alma niteliğini haizdir. Görsel medya en- düstrisinin sahipleri bunun fena halde farkında oldukları için, sık sık mesela tarih veya din hakkındaki cehaletlerini ele verme pahasına da olsa, kullanım değeri taşıyan bir meta ve görsel bir nesne olarak onu işin içine katarlar.

Dünya sinemasının ilk örnekleri arasında -Quo Vadis ve Cabiria (İtalya 1913) ile Griffith’in Bir Milletin Doğuşu ve Hoşgörüsüzlük (ABD 1914 – 1916) gibi- filmleri gibi konu olarak tarihi bir öyküyü seçen pek çok örneklerin bulunması bu bakımdan ilginçtir.

Peki, etkili bir öykünün oluşturulmasında görsel bir nesne olarak tarihten yararlanmak ya da tarihin belli bir kesitini kullanmak ne gibi sonuçlara yol açar? Çoğu kitlelerin hafızasının nasıl yeniden inşa edildiğini ortaya koyan bu sonuçları belli başlı kavramsallaştırmalar altında ele almak faydalı olabilir.

1. Anakronizm ya da Zamansızlık:

Bugüne hitap eden “modern” bir aygıt olarak medya, tarihi, görselleştirilmeye hazır ideo- lojik ve ticari bir malzeme deposu olarak sıkça kullanır. Öyle olunca, tarihî olay, kişi ya da nesnelerin kendi bağlamlarında oluşan gerçeklikleri değil, onların günümüze hitap eden MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 187 yönleri öncelik kazanır ve televizyon, gayet pragmatik bir gerekçeyle bu noktaya odakla- nır. Çünkü televizyon, hız çağının önde gelen bir tüketim aracıdır, acelesi vardır, kitleleri bir yandan doyururken, aynı zamanda yeni açlar yaratma peşindedir. Bu yüzden onun asıl derdi tarihsel gerçeklik değildir. Fakat televizyon veya sinemanın tarihe yaklaşımının tu- tarsızlık derecesinde reel problemelere yol açması, özellikle filmlerde gülünç ve anakronik sahnelerin yer almasıyla sonuçlanabilmektedir. Örneğin, Truva filminde o dönemde henüz icat edilmemiş olan üzenginin kullanımı; saatli, marlboro tişörtlü Malkaçoğlu’nun traktör yolunda at sürmesi, Orçun Sonat’ın oynadığı ve 7. yüzyılda geçen Hazreti Ömer filminde, 1000 yıl sonra, 17. yüzyılda Itri tarafından bestelenen “salaten ümmiye”nin söylenmesi…

2. İndirgemeci Mantık:

Yine televizyon, kitlelere hitap eden popüler bir araç olarak, doğuştan sığ ve basit olmak zorundadır. Bu nedenle televizyonda görselleştirilen tarihsel süreçler ve dini ritüeller, süre, dekor, bütçe gibi unsurların kısıtlamasıyla, daraltılır ve belli bir kesite indirgenerek sunulur. Buna göre, bütün bir tarihsel süreç, tekdüze biçimde akmış ve ancak modern zamanlarda “ilerlemeci” bir nitelik kazanmış gibidir. Osmanlı denince, sarıklı, kavuklu veya fesli adam- lar; Roma denince, serpuşlu miğfer giyen askerler; Antik Yunan için, peştemalvari tek parça elbise giyinmiş kişiler gösterilir ve izleyici tek bir kare ile yüzlerce yıllık dönemi algıladığı- na ikna edilir. Daha uzak geçmişe doğru gidildikçe bu indirgemeci yaklaşım güçlenir, zira bugünden uzaklaştıkça bilgiler bulanıklaşmakta; yakın geçmiş ise doğal olarak daha ayrın- tılı bir biçimde tasvir edilebilir. Oysa bize modern dönemdeki kadar hızlı görünmese de, tarihin akışı çeşitli dönüşümler ve hayati kırılmalarla doludur. Bu çerçevede, televizyonda Orta Çağ hepten karanlıktır; baskınlar, salgınlar, büyü, cadı avları, derebeylikler, skolastik anlayışın hükümranlığı ile sembolize edilir. Yine Roma’ya saldıran kim olursa olsun, ge- nellikle aynı görsellikle sunulur; barbar, kirli saçlı, karışık sakallı, iri kıyım insanlar… Ridley Scott’ın Gladyatör ya da Atilla filmlerinin sunumu hatırlandığında, bu konuda televizyon ve sinemanın hakim Batılı paradigmanın oryantalist ve ötekileştirici tarzıyna uygun bir dil kullandığı görülür.

3. Hamasi Yaklaşım:

Modern mitlerin üretiminde rol alan televizyon, özellikle ulus inşa sürecinde, kahramanlık öyküleri etrafında tarihi yeniden kurmaya girişir. Gerek dünya, gerekse Türkiye sinemasının ilk baştan beri ürettiği filmler, tarihin bir malzeme deposu olarak kullanımına örnek teşkil etmektedir. Mesela ilk yerli film kabul edilen Osmanlı Subayı Fuat Uzkınay’ın “Ayastefa- nos’taki Rus Abidesinin Yıkılışı” (1914), ilk sinema çalışmalarının yapıldığı Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin 1915’te ordu bünyesinde kurulması, İstiklal Belgeseli (1922), Muhsin Ertuğrul’un Ateşten Gömlek (1923) filmi, askerî ve hamasi yönleriyle öne çıkar. Dünya si- nemasında da “Quo Vadis?” ve “Cabiria” (İtalya, 1913) epik türün ilk örnekleri olarak bilinir. Giriffith’in Amerika’nın kuruluşunu anlattığı “Bir Milletin Doğuşu” ile Hazreti İsa’nın başına gelenleri konu alan “Hoşgörüsüzlük” (1916) filmleri de bu bağlamda zikredilebilir.

Türk sinemasına bir dönem hâkim olan Tarkan, Karaoğlan, Kara Murat, Kara Pençe, Mal- koçoğlu, Battal Gazi gibi mitik öyküler, ilginçtir ki, Battal Gazi dışında, Cumhuriyet devrin- de üretilmiş ve bunlar genellikle roman ya da çizgi romanlardan televizyon ve sinemaya uyarlanmıştır. Buna göre, tarih görsel bir azamet ve ihtişam şölenidir, zaferlerle doludur; 188 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK televizyon ve sinemanın mitik dünyasında ise tarihin acılarına ve yenilgilerine, ancak ulu- sal bütünlüğe katkıda bulunduğu ölçüde yer vardır.

4. Dramatik Deformasyon:

Eğer söz konusu olan deneysel bir film ya da durum tasviri yapan bir kısa film değilse, televizyon ve sinema senaryosunun, dramatik çatışma unsurlarını barındırması beklenir. İçinde hiçbir gerilim ve merak unsuru bulunmayan bir tarihî film senaryosu asla cezbedici olmayacaktır. Bu yüzden gerçeklik bilinçli olarak dramatik öğelerle bezenir ve yapıbozumu- na uğratılır. Örneğin, Truva filmindeki Helen, Homeros’un anlattığına göre, 6 yaşında bir kız çocuğuna sahiptir; ama filmde buna yer verilmesi Helen-Paris arasındaki dramatik aşk öyküsünü desteklemeyecek bir bilginin öne çıkmasına neden olabilirdi. Aynı filmde, Hero- dot tarihine göre, Sparta Kralı Kommenos’u öldüren Hektor değil, Truvalı bir komutan ol- masına rağmen, filmin genel mesajı doğrultusunda Hektor’un gerçeklerin üstünde idealize edildiği görülmektedir. Yine Cesuryürek filminde İskoçya’nın bağımsızlık sembolü William Wallace’ın gerçekte bir eşcinsel olduğuna değinilmemesi dramatik deformasyon çerçeve- sinde birtakım gerçekliklerin perdelenmesi anlamına gelmektedir. Machiavelli, Prens’te, İmparator Commodus’un çok iyi bir kılıç ustası olduğunu, fakat kendisine meydan okuyan isimsiz bir gladyatörün karşısına çıkma gafletinde bulunarak arenada öldüğünü yazar. Oysa aynı Commodus, Ridley Scott’ın Galadyatör filminde kız kardeşine tecavüz eden bir anti- kahramandır ve daha önce idam ettirmeye çalıştığı General Maximus tarafından arenada öldürülür. Üstelik General Maximus, İmparatorun kız kardeşinin de sevgilisidir ve böylece izleyiciyi tam anlamıyla tatmin edecek bir tarihsel kurgu ortaya çıkmaktadır.

5. İmgesel Deformasyon:

Yazılı ve sözlü belgeler sayesinde hakkında bilgi sahibi olduğumuz kişilikler, televizyon ve sinemada aktörlerin görünümüne bürünerek izleyicinin karşısına çıkmaktadır. Özellikle güçlü karakter oyuncularının canlandırdığı tarihî kişiliklerin, gerçek fizyonomileri hakkında izleyici zihninde belirli bir imge oluşmakta ve bu da yeni, bambaşka bir televizüel veya sinematografik kişilik olarak ortaya çıkmaktadır. Sonuçta, gerçek tarihî kişiliğin gerçek ni- teliklerinin de toplumsal bellekte yeri ve önemi kalmamaktadır. Mustafa Akkad’ın Çağrı filminde oynayan Anthony Quinn’in Müslüman toplumun ortak belleğinde yer alan ve yüz- lerce yıllık hilye tasvir geleneği tarafından aktarılan Hazreti Hamza tasavvurunun yerini alması bu bakımdan anlamlıdır. Yine Battal Gazi destanlarında iri yarı, esmer, bıyıklı ve sarıklı olarak anlatılan kahramanın, Cüneyt Arkın’ın kişiliğinde mavi gözlü, cılız ve açık tenli bir görünüm kazanması benzer bir durumdur.

SONUÇ

Modern medya, ürettiği mitler ve zihinsel denetime yol açan bastırıcı görsellikle toplum- sal, siyasal ve kültürel yaşamda kendine bir yer açmaktadır. Özellikle yönünü tarihe döne- rek, kamerayı geçmişin birikimlerine, geleneklere ve dine çevirerek, gelecekte daha mitik bir karakter kazanabilir. Hele ki, postmoden yaklaşımların, dini ve geleneği bir malzeme olarak görmesiyle bu süreç daha da hızlandı. Böylece medyanın inşa ettiği kolaycı ve mi- tik evren, bütün yüzeyselliğine, dinî/metafizik alandaki cehaletine rağmen, kurulu/egemen yapıyı pekiştirmektedir. Bu mitik yapı, gücünü ve kitlelere etki edebilme yeteneğini, bir öl- MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 189

çüde sığlığından almakta, basitleştikçe yaygınlaşmaktadır. Ayrıca toplumsal bellekte tarihi yapan olağanüstü erkeklerle birkaç kadın kahraman, yerini starlara bırakmaktadır. Geriye kalan, sinirleri ve kemikleri alınmış, et yığını haline getirilmiş sınırlı bir tarih, gelenek ve din tasavvurudur. 190 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

SİNEMA VE DİN İLİŞKİSİ: KARAKTERLER VE GÖRSEL ALGI ARACILIĞI İLE DİN OLGUSUNUN TÜRK SİNEMASINDA DEĞİŞİM SÜRECİ

Prof. Dr. Nigar PÖSTEKİ

Toplum düzenini sağlamada önemli bir alan olan dinin amacı, yaşanan hayatın karmaşası içerisinde kalan insanları ahlâklı ve imanlı yola yöneltmek, iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı, güzel ile çirkini bildirmek, onları dünya ve ahiret mutluluğuna kavuşturmaktır. Bu amaç için farklı alanları kullanan din ile iletişim araçları insanlara ulaşma konusunda bir araya gelmektedir. Özellikle birbirinden fiziksel olarak uzak olan kitlelere ulaşmada iletişim araç- larının kullanımı büyük önem taşımaktadır. Doğru bilgiyi iletme gerekliliği ve sorumlulu- ğu dini yayınların içeriklerinin dikkatli düzenlenmesini gerektirmektedir. Bunun yanında toplumun din algısının anlaşılmasında ya da yönlendirilmesinde sinema, TV, radyo gibi iletişim araçlarının incelenmesi araştırmacılara fikir vermede önemlidir.

Türkiye’de özel radyo ve TV yayıncılığının bugün geldiği son noktada, siyasal gelişmelere de paralel olarak, din olgusunun gerek programlarda, gerekse dizilerde ve sinemada sürekli olarak karşımıza çıkan bir “mesele” haline geldiğini görmekteyiz. Din bağlamında oluşturu- lan iletilerin çeşitli kanallarla hedef kitleye nasıl yansıtılacağı konusunda tartışmalar hep olmuştur. Din, bazı çevreler tarafından iletişim araçları aracılığıyla değişime karşı duruşun bir alanı olarak görüldüğü gibi; tüm olguların dini kurallarına göre açıklandığı bir mecra olarak da karşımıza çıkmaktadır. Çünkü dinin temsil ettiği değerler ve inançlar sistemi ile yaşanan gün arasında çatışma/gerilim her zaman süregelen bir olgu olmuştur. Modernliğin ve iletişim araçlarının dini ve ahlâki değerleri erozyona uğrattığı tartışması, matbaanın bu- lunmasından beri ortaya konulan bir konudur. Sinema ve televizyon, hedef kitlenin yaşam pratiklerini etkileme ve kontrol etme gücüne sahip olan, görsel yönü kuvvetli araçlar ve insanların duygu ve düşüncelerini değiştiren, etkileyen manipüle eden alanlar olarak dini grup ve kurumlar tarafından her zaman eleştirilmiştir. Dine önem veren film ya da dizilerin ele aldıkları konular ve bunları ele alma biçimleri ile dini değerleri yüceltme amacı taşısa da; bunları değersizleştirme tehlikesinin de olduğu yadsınamaz bir gerçektir. Bu durumda iki tartışma alanı karşımıza çıkmaktadır:

1-Dini yozlaştırıcı, değersizleştirici iletişim araçları.

2-İnanç, dini bilgi ve toplumu düzenleyici olarak dini iletişim araçları (medya dindarlığı).

Din, kitle iletişim araçları ile yeniden üretilen bir kurumdur. Bu yeniden üretişte, popüler ve modern olan ile değişmezliğin önemli olduğu din alanının, hedef kitleye medya aracı- lığı ile nasıl iletileceği bir sorunsaldır. Din ve toplumsal hayat arasındaki etkileşimde, din giderek daha görünür hale geldiğine göre, kitlelere iletiminde de akılcı yaklaşımların geliş- tirilmesi gerekmektedir. Dini inanç, pratikler, semboller, ahlâk gibi konularda din ile medya- nın yan yana gelmesinden oluşacak gücün nasıl kullanılacağı ve nereye aktarılacağı önem kazanmaktadır. Dini bilginin aktarımında iki amaç olarak topluma bilginin doğru geçmesi ya da dindarlaşmanın yaygınlaştırılması karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’de özel radyo-TV yayıncılığının yaygınlaştığı 1994 yılından sonra dini yayın yapan radyo-TV istasyonlarının sayısında hızlı bir artış söz konusudur. Bunun yanında ana akım istasyonların yayın içerik- MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 191 lerinde de dini içerikleri programlara yer verilmektedir. Bu yüzden artık “medya dindarlığı” kavramını tartışmamız gerekmektedir.

Manevi-dini yayınların artışına paralel olarak içeriklerinde anlatılanların önemi de ayrı- ca değerlenmiştir. Özellikle Ak Parti iktidarı ile birlikte dini algının yoğunlaşmasına bağlı olarak medyanın her alanında konunun nasıl ele alındığı önem kazanmaktadır. İslami dü- şünce, dünden farklı olarak, toplumsal yaşamın bütününde söz sahibi olmak, kendi aydın- ları ile entelektüel ve sanatsal yaşamda da varlığını ortaya koymak istemektedir. Serbest piyasa, demokratikleşme, düşünce ve inanç özgürlüğü bağlamında, programların içerikleri, formatları, üretilen konular içerisinde dinin de ağırlığının arttığı görülmektedir.

Dini yayınların popülerleşmesi içeriklerinde nitelikli bir dönüşüm anlamına gelmemek- tedir. Programlar, diziler ve sinemada çeşitli biçimlerde karşımıza çıkan dini bilginin doğ- ruluğu tartışmalı hale gelmiştir. Eski gelenekler ile izah edilmeye çalışılan din, günümüz anlatılarında kolayca gerilik olarak yer alabilmektedir. Medyada yaşanan dinde de bu yön daha çok vurgulanmaktadır. Canlı yayında ölü kefenlemenin gösterilmesi ya da “küçükken fark etmeden kardeşimi öldürmüşüm bunun günahı var mı?” gibi sorulara dini açıdan yanıt vermeye çalışma gibi. Örnekler çoğaltılabilir.

Bu çalışma sadece sinemaya yoğunlaşmamakta diziler aracılığı ile artan dini gösterimlerin nasıl ortaya konulduğu üzerine düşünmektedir. Derin içerik analizi yerine öykünün için- deki din yaklaşımının ortaya konulması tercih edilmiştir. Dini ögeli filmlerde ruhsal ya da kutsal olanın nasıl ortaya konulduğu önem kazanmıştır. Örneğin mekân olarak camiler sık- lıkla kullanılmaya başlanmıştır. Kitle iletişim araçlarının din konusunu farklı gerekçeler ile üretimlerinin içerisinde kullandıklarını görmekteyiz. Bunlar dini yönden hassas insanları yakalama çabası ve dini yapılanmaların kitlelere ulaşmada bu araçları kullanması olarak belirlenebilir. Dinin doğru aktarımı toplum düzeni açısından büyük önem taşımaktadır. Bu aktarımda kitle iletişim araçlarının işlevi de tartışılması gereken bir noktadır. Bu tartışma- da şu sorulmalıdır:

1-Dini sinema ve diziler dinin yansıtılmasında ne kadar etkilidir?

Anlatıda direkt göstermek yerine ima ederek anlatmak her zaman daha öğreticidir. Bu ne- denle didaktik içerikli ve altının fazla çizildiği iletiler seyircide hedeflenenden farklı tepkiler doğmasına neden olmaktadır. Dini kaygı anlatıların içeriklerindeki inandırıcılığı da zede- lemektedir.

2-Hedef kitlenin duygu ve düşünceleri nasıl yansımaktadır?

Seyirciye sordurulan sorular ile hem dinin, hem toplumun, hem de soru sorulan din ada- mının küçük düşürülmesi tehlikesi bulunmaktadır.

3-Kimler üretici konumundadır?

4-Yeni dönemin din adamı profili nasıldır?

Medya imamları/medya vaizleri ön plandadır. Cemaat artık bu programlar aracılığı ile oluş- 192 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK turulmaktadır. Söyledikleri kesinlikle doğru olarak kabul edilen, televizyon yüzleri olarak karşımıza çıkmaktadırlar.

5-Nasıl bir dini yaşam sunulmaktadır?

Mucize ve kerametler önemlidir. Hayatı boyunca hep kötülük yapmış bir insanın bir ezan sesiyle âniden Müslüman olması veya hayatı boyunca kötü olan bir insanın annesine, kay- nanasına yaptığı küçük bir yardım karşılığı cennete gitmesi vb. örnekler verilebilir. Bu tarz anlatılar klasik melodram kalıbından faydalanmaktadır. Kötüler ilahi adalete uygun olarak cezalarını bulurlarken; iyiler de cennete ulaşmaktadır. Derin anlatılar tercih edilmemekte- dir.

6-Yeni kanaat önderleri kimlerdir?

Program sunucuları, profesörler ve oyuncular.

Medyada yaşanan dinde; eski otantik dini öğreti ile maneviyatın yok olduğunun vurgulan- dığı din algısı arasında bir anlayış yansıtılmaktadır. Programlar aracılığı ile hatim indirme ya da canlı vaaz yayınları gibi uygulamalar göze çarpmaktadır. Adalet, erdem, ahlâk gibi kavramların dini kişilikler üzerinden anlatılması modern-modern olmayan hayat çarpış- masının bu alanda keskin biçimde ortaya çıkmasına neden olmaktadır. Aile değerleri, yar- dımlaşma-dayanışma, tevekkül, sabır gibi geleneksel düzenler din üzerinden anlatılmaya başlanmıştır. Ağlatan hikâyelerin anlatıldığı, dindar olmanın mazlum olmakla eşdeğer gös- terildiği bazı programlar ile dini duyguların istismarının önü de açılmaktadır. İşte burada bir denetimin olması kaçınılmaz olarak karşımıza çıkmaktadır. Çünkü toplumsal kültürün belirleyici alanlarından biri olan medyada ve sinemada dinin anlamının toplumu ifade edi- ci olarak daha ağır basan biçimde kullanılmaya başlandığı görülmektedir. Dini yönü belir- lenmemiş karakterlerin olduğu dizilerde dahi ramazanlarda oruç tutma, iftar açma, camiye gidip dua etme, namaz kılma, başörtüsü gibi iletilerin ortaya konulduğunu görmekteyiz. Sinema, görsellik aracılığı ile toplumun farklı tabakalarının yansıdığı sosyolojik bir araçtır. Kültürel bir nesnedir. Toplumun dili, gelenekleri, politik algıları, sanatı ve tabii dininin yansıdığı ilk önemli yaygın iletişim aracı olmuştur. İnancın ve kültürel değerlerin aktarıl- masında kitle iletişim araçlarının önemi büyüktür. Sinema filmlerinin, TV dizilerinin ve programların metinlerinin incelenmesi değerler ve din konusundaki eğilimleri de ortaya koyabilir. Türkiye’de 2002 yılından sonra toplumda daha çok görünür hale gelmesi ile bir- likte iletişim alanında bu dönüşümün yansımasının nasıl çözümleneceğinin düşünülüp, tartışılması gerekmektedir.

TRT döneminden beri süregelen dini program geleneğinde -ki bunlar moral yayınlar içeri- sinde değerlendirilirler- din, hayatı bir bütün olarak değerlendiren dini görüşe oranla daha dar bir çerçevede ele alınmıştır. Cumhuriyet döneminden beri süregelen dinin kul ile Allah arasında bir özel alan olarak değerlendirildiği anlayışın programlara yansıdığı görülmek- tedir. Din ve iman ayrımı yapılmıştır. İmanla kastedilen Allah’a ve dine bağlılıktır. Dinin, sosyal ve siyasal amaçlar için kullanılabileceği düşünülürken imanın bu tür konulara alet edilemeyeceğine inanılmıştır. (Karpat, 2009: 688-9) Modernleşmeyi engelleyici bir unsur olarak sabitlenen din, Türk sinemasında da paralel bir biçimde işlenmiştir. Batı’dan gelen bir sanat olarak içeriğinde de batılı anlayış bulunmaktadır. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 193

1960’larda iç-dış göç, kentleşme, sanayileşme, aile, kadın gibi konular toplumun gerçekleri olarak sinemaya yansımıştır. Toplumsal-kültürel gelişmelerin sinemaya ya da ekrana yan- sıması ile birlikte inanç ve ideolojik yapılardaki değişikliklere de yaratı ürünlerinde rastla- nılmaktadır. Türkiye’de batılılaşma/çağdaşlaşma sinemanın temel kültürel algılarından biri olmuştur. Kadın-erkek ilişkilerinde aşk üçgenleri, gelenek-modern çatışmasında modern olanın boşluğu vurgulanırken; başka anlatılarda köylü-gecekondulu olanın ile kentli olanın çatışmasında kentin yüceltildiği görülür. Kısacası namus-evlilik gibi temalar çerçevesinde toplumdaki karmaşanın sinemaya yansıdığı görülmektedir.

Din-toplum ilişkisi, toplumun bütünleşmesi ya da ayrılmasında dinin rolü, ibadetlerin ortaya konulması gibi konularda Türkiye’nin sosyo-kültürel değişimine paralel olarak di- nin algısının da çeşitli dönüşümler geçirdiği görülmektedir. 1922-1955 arasında; Muhsin Ertuğrul döneminden başlayarak din, dindar olma, din adamlılığı ötekileştirilmiştir. Son yıllarda ise hem sinemada hem TV’de sosyal bir gerçeklik olarak kabul edilmiştir.

Din, muhafazakarlığın bir temsili olarak algılandığından geçmiş ile, değişime karşı olma ile bir tutulmuştur. Buna bağlı olarak sinemanın halka yaygınlaştığı ilk dönemlerden itibaren ilericiliğin, cumhuriyet ruhunun en büyük karşıtları olarak din adamları ya da dindar kişiler gösterilmişlerdir. Bu dönemden Nur Baba (Muhsin Ertuğrul, 1922), Aynaros Kadısı (Muh- sin Ertuğrul, 1938), Bir Kavuk Devrildi (Muhsin Ertuğrul, 1939) gibi filmleri sayabiliriz. Vurun Kahpeye (Lütfi Ö. Akad, 1949) filmi de; kadın öğretmen Aliye’yi taşlatan din ada- mının somut görüntüsünde bu algının mührünü vurmuştur. Bu mühür Devrimci Sinema tarafından örneğin “Umut” (Yılmaz Güney, 1970) filminde cahil ve hırslı bir defineci olan din adamı aracılığı ile pekiştirilmiştir. Ulusal Sinemacı Halit Refiğ de yeniden çevrim yap- tığı “Vurun Kahpeye” filminde her meslek grubunda iyiler-kötüler olabileceği düşüncesin- den hareketle kötünün karşısına mantıklı ve iyi başka bir din adamı olarak Ömer Efendi’yi yerleştirmiştir. Halit Refiğ’in Şehirdeki Yabancı (1962) filminde ise dindar görünerek halkı kandıran Şeref adında bir kötü adam tipi vardır. Sahibi olduğu madende göçük meydana geldikten sonra insanları “Allah’ın takdiri elimizden ne gelir.” diyerek yalandan teselli eder. “Allah taş yağdırır.” gibi cümleler söyler. Çizilen dindar adam imajlarında dinin hep sahtekârlıklara alet edildiği görülmektedir.

Sinemada din ile ilgili konularda genellikle görünürdeki kişi din adamlarıdır ve üfürükçü, dini nikah kıyıcı, yağmur duacı, cenaze namazı kıldırıcı, nazar çıkarıcı olarak farklı konular- da, çoğu zaman din ile ilgisi olmayan, hurafe ve eski inanç pratiklerinden gelen inanışların uygulayıcısı olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu algının günümüzdeki anlatılarda da değişme- diği görülmektedir.

Dinin hem vicdani yönü hem de kültür boyutu kuvvetlidir. Geleneksel ve siyasi yönleri ile toplumun merkezindedir. Bu nedenle filmlerin içerisinde dini ögelere yer verirken iti- na göstermek gerekmektedir. Birçok filmde yozlaşmış Batı’ya karşı İslam dininin yüceliği vurgulanır. Bu bir noktadır. İkinci noktada ise hazretli filmleri görüyoruz. Dini kişiliklerin hayatlarının anlatıldığı bu filmler dini duyguların sömürülmesine örnektir. Hatta abdestsiz izlenmemeleri gerektiği savı öne sürülmüştür. Bu filmlerde mistik pagan-şaman inanışlar da dini ögeler olarak karşımıza çıkar. Bunda toplumda yaşanan dinin yansımasının etkili olduğu görülmektedir. Bir anlamda Anadolu tarzı bir İslam inancının yansımasını filmlerde görmekteyiz. Bu filmlerde mizansen ve kostümler ile kurulan simgesel anlatım önemlidir. 194 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK

Dini film türünü en çok benimseyen Milli Sinemacılar 1990’lardan sonra Beyaz Sinema adına evrilen bir gelişim çizgisi içerisinde politik anlatıdan, metafizik ilişkisine geçen bir içerik ile seyircinin karşısına çıkmışlardır. Milli Sinema, İslam ve yerli kültürün birlikte ol- ması gerektiğini savunmuştur. Maneviyatın, doğruluğun temeli İslamdadır ve dini yaşamak bir uyanıştır. Bu filmlerde kadın/örtünme, toplumun din algısı, ibadet, tarikat, gericilik-ile- ricilik, iyi-kötü algısı, maneviyatın insan hayatını kurtarması, mistisizm gibi temalar çerçe- vesinde birtakım konuların ve sorunların tartışılmaya çalışıldığı görülmektedir. Sinemanın toplumun yansıtıcısı olarak din ve muhafazakârlığın anlatımında, töre ve geleneklerin bir- birine girmesinden ortaya çıkan bazı olumsuz durumları ortaya sermede karşımıza çıktığı gözlemlenmektedir.

Örneğin Adak (Atıf Yılmaz, 1979) filminde oğlunu İbrahim Peygamber gibi Allah’a kurban eden bir adamın gerçek öyküsünden yola çıkılarak cehaletin sonucunun felaket olduğu anlatılır. Din gibi hassas bir konuda, toplumu incitmeden bir şeyler anlatmaya çalışmak zordur. Yine de zaman içerisinde cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren karşımıza çıkan “öcü din adamları” algısının olumlu bir anlatıya geçtiğini söylemek mümkündür.

Üçüncü noktada ise dizilerde ya da sinemada karşımıza daha olumlu bir biçimde çıkan din adamlarının ve dinin güler yüzlü taraflarının altının çizildiğini görüyoruz. Ancak burası ince kırmızı bir hattır. Politik gelişmeler ile dinin çok iç içeliği dini hem olumlayan hem de kötüleyen bir hat oluşturmaktadır. Zaman zaman da din adamları ve imamlık ironi ile res- medilmektedir. Yine de yaşamın önemli bir parçası olması gereken olgu olarak sergilenen dinin iyiliğin, doğruluğun tek şartı olarak öne sürülmesi, dini hayatlarından çıkaranların “yozlaşmış” bir hayat içerisinde olacağının altının çizilmeye çalışılması, toplumdaki kutup- laşmayı, karmaşayı ortaya koymaktadır.

Günümüzde yobaz, klasik anlamda duasını eden ve modern din adamlarının birlikte değer- lendirildiği çoklu bir anlatım sistemi bulunmaktadır. “Cami hocası” olan bu karakterlerin birçok film içerisinde ya da dizide karşımıza çıktığını görüyoruz. Popülerleşen kent dindar- lığı anlatıların içinde önem kazanmıştır: modern hayatın içinden kopmadan dini yaşama, ana karakter olarak hikâyenin merkezinde olma, caminin ya da sosyal çevrenin mentoru, akıl danışanı olarak vizyonu olan meslek grupları içerisinde yer alma gibi. Korku sinema- sında da temel korku kaynaklarından birisi dindir. Burada da din metafizik, büyü, ölüm gibi kavramlar çerçevesinde karşımıza çıkar. Sırların çözümünde Kur’an ayetleri, dualar, hurafe- ler kullanılır.

İslam’ı özgürce yaşamak isteği olarak değerlendirebileceğimiz duygular ile dini sinemada bu algıya yönelik bir anlatımın oluşturulmaya çalışıldığı görülmektedir. Açık ya da sem- bolik olarak İslam’a atıfta bulunulmaktadır. Doğu-Batı arasında kalan ve aidiyet sıkıntıları yaşayan topluma Mili Sinema ile birlikte İslam dini bir yol olarak sunulmuştur. Ahlâki yoz- laşmanın, modern hayatın çıkmazlarının çözümü İslam’dadır. Sosyal bir gerçeklik olarak filmlere farklı biçimlerde yansıması kaçınılmazdır.

Politik İslam’ın yükselişi ile birlikte Cumhuriyet döneminden itibaren müslümanların ezi- yet çektikleri savı daha çok söylenmeye başlanmıştır. İslamcı söylemin ağır basması başör- tüsü, Türkçe ezan, dindarların yaşadıkları sıkıntılar olarak sinemada işlenmiştir. Son yıllar- da hem sinemada hem dizilerde, Yeşilçam dönemindeki hazretli filmler, klişe din adamları MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 195 ya da İslam’ı doğru yaşamak için yapılması gerekenler gibi anlatıların tekrar edildiği gö- rülmektedir. Hatta bu iki nokta Yeşilçam döneminden daha keskin hatlarla birbirlerinden ayrılmaktadır. Eşitsizlik, kadın-erkek ilişkilerindeki çarpıklıklar, evlilik öncesi ilişkiler, aile ve iş hayatındaki dengesizlikler gibi anlatımların karşıtı olarak dini medya karşımıza çıkar. Ancak Allah-kul ilişkisi, kötülük-iyilik, iman, dinin toplumsal konulardaki çözüm önerileri, dini hayat gibi konular görünür şekilde irdelenmemektedir.

Din, düşünsel ve uygulama boyutu ile önemlidir. Popüler sinema örneklerinde ve dizilerde daha çok uygulama yönleriyle karşımıza çıkar. Yeşilçam geleneğinde popüler anlatı içeri- sinde kırsal alanlardaki dini inanç ve pratikler önemlidir. Cami, ölüm, hurafeler, nazar çıkar- ma gibi geleneksel halk dindarlığı köy filmlerinde daha çok karşımıza çıkar. Modern hayatın yaşandığı kent yaşamında dinin yeri köyler kadar keskin değildir. Cami, mezarlık, türbe gibi mekânlar ile dinin kuvvetli yaşandığı iletisi verilir. Dinin somut görüntüsü imam yani ho- calardır. Kentte sosyal hareketlilik ve kültürel çoğulculuk, dini kimliklerin ve dine bağlılığın zayıflamasını kolaylaştırmıştır. Bu nedenle de kırsalın dini inançlarının-pratiklerinin altının çizilmesi kolaylaşmaktadır.

Yine kente gelenlerin ilk kaybettikleri değerlerden biri de dini inançlarıdır. Hatta göç te- malı filmlerde bu değerlerden uzaklaşmanın yozlaşmayı arttırdığının altı çizilmektedir. Bu ikilemin yani köy-kent ya da dini inanç-yozlaşma zıtlıklarının bugün de iletilerde karşımıza çıktığını görüyoruz. Bu anlamda din de tüketilen bir kavram olmaktadır. Din özellikle dini içerikli kanallarda bir tüketim nesnesi haline gelmiştir. Gezi programlarında gidilen ülke- lerde sadece camileri gezmek, umre promosyonları düzenlemek ve oraya götürülen insan- larla kutsal yerlerin ziyaretlerini ağlayarak yaparak, dualar etmek, seyirciden gelen soruları yanıtlayacak mentorlar ile program yapmak gibi. Bunlar dini ve manevi hayatı basite indir- gemekte ve sınırlı bir bakış açısıyla ortaya koymaktadır.

Son dönem sinemasında ise dine daha çok yer verildiği görülür. Dine yaklaşım da değiş- miştir. Farklı din adamı tipleri, şiddet-terör ve din ilişkisi, modernleşen dindarlar, dinin estetiği filmlerde ve dizilerde daha çok karşımıza çıkar. Ancak yine de doğru noktalardan tartışıldığı söylenemez. Dini filmlerde bir asık suratlılık bulunmakta, genel izleyiciye hitap edecek anlatılar kurulamamaktadır. Bazı dizilerde modern ile dindar olan karşılaştırmaları yapılmaya çalışılmakta, ancak tepkiler alınabilmektedir. Örneğin “Diğer Yarım” dizisinde anne-babaları küçükken ayrılan ikiz kız kardeşlerin yıllar sonra birbirlerini bulmaları anla- tılır. Kızlardan biri kapalı, biri açıktır. Birinin çevresi daha muhafazakâr, dini geleneklerine bağlı ve bu yüzden de daha samimi ilişkilerin yaşandığı bir çevredir. Diğeri ise zengin, gö- rece daha yozlaşmış bir ailenin içinde, dinden ve gelenekten izole bir hayat yaşamaktadır. Dizinin ilerleyen bölümlerinde kızlar yer değiştirir. Kapalı olan, modern tarafa geçtiğinde, başını açmaz, aynı kıyafetleri ile kalır ve yeni ailesine başını kapatmaya karar verdiğini söy- ler. Diğer kız ise, başını açmaya karar verdiğini belirtir. Bu çapraz yer değiştirmede iki tarafın çevresi de kızlardaki bu sahte ani değişimi kabullenirler.

“Kertenkele” dizisinde ise imam kılığına giren bir hırsızın öyküsü anlatılır. Gelen tepkiler üzerine sahte imam Ziya’nın cami sahneleri azaltılmıştır. Karakter sadece imam kıyafetleri ile gezer. İlk bölümdeki dini söylem ilgi çekicidir. Sahte imam, “cennet-cehennemi insanları kandırmak için söyleyip duruyorlar” der. Yine bu dizide de din hayatlarında gerekli durum- larda olan modern ve zengin bir aile vardır ve kuran okunduğunu duyduklarında akıllarına 196 MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK sadece ölüm gelir. Sahte imamın yıllar önce kaybettiği kardeşi de başı kapalı, dindar bir doktor olarak dizi içinde karşımıza çıkar. “Diğer Yarım” dizisinde olduğu gibi birlikte yaşadı- ğı ailenin diğer kızının başı açıktır.

Dışlanmış din adamları, popüler anlatı içerisinde temel karakterlerden olarak, eski asık suratlı hallerinde olmasa da; dini bilgisi, eğitim seviyesi gibi konularda belirsiz olan kari- katürize tipler olarak çizilirler. “Beş Kardeş” dizisinde balıkçı, gazeteci, galerici, koruma ve imam olan beş kardeşin öyküsü anlatılır. İmam olan kardeş, duvarlarında dini ögeler içeren sembollerin asılı olduğu, tespih, seccade, takke gibi dini çağrıştıran eşyaların bulunduğu odasında halvete girer. Bir şarkıcıya aşık olur, aynı şarkıcı tarafından manevi konularda akıl danıştığı “yaşam koçu” olarak nitelendirilir. Modern bir imam olarak çizilmektedir. “Yedi Güzel Adam” dizisinde de başını kapatmayı başta reddeden Naciye, daha sonra ritüel ile başını kapatır ve bu da bir aydınlanma olarak sunulur.

Maneviyatın altının çizildiği, takdirin Allah’ın olduğunun söylendiği filmler yanında, örne- ğin Zeki Demirkubuz sinemasında inançsızlık, nihilizm, felsefi kadercilik gibi konular ele alınırken; maneviyat yoksunluğu dikkati çekmektedir. Dini içerikleri filmlerin birçoğunda öykü, sinemasal tekniklerin kullanımı, müzik ve seslendirme konularında seyirciyi yaka- layacak kalitenin tutturulamadığı görülmektedir. Bunun yanında bazı filmlerin içinde ma- nevi gerçeklik ve tasavvuf düşüncesi de işlenmiştir. “Dizilerde ya da sinemada, TV program- larında karşımıza nasıl bir din sunulmaktadır?” sorusunun tartışılması önemlidir. Din algısında ilk önemli değişim din adamlarında görülmektedir. Eski tip imam kılık-kıyafeti, uzun-kirli sakalları, yobazlığı ile iticidir. Bu yönü ile de hem melodramlarda hem de komedi filmlerin- de karikatürize edilen, tip düzeyinde kalmış yan karakterler olarak karşımıza çıkarlar. Kur’an kursları, rahleler ürkütücüdür.

Son yıllarda ise dizi ve sinema filmlerinde mentor, güler yüzlü, temiz suratlı, sosyal ha- yatın içinde olan din adamı olarak çizilmektedir. Din dendiğinde akla gelen konulardan biri olarak başörtüsü, örtünme konusunda da algıda değişim olduğu görülmektedir. Ahlâki yönden çöküş hidayete erme ile sonuçlanır. İffet ve namus örtünme ile eşlenir. Maneviyat, ibadet, batılılaşma eleştirisi, hurafeler, yerel kültür, sofu-din adamları gibi temalar çer- çevesinde din ile öykülerin yolu kesişmiştir. Eski anlatılarda karakterler tip düzeyindedir. Klişelerden kurtulunamamıştır. İyi-kötü karşıtlığı, ilahi adalete göre kötülerin cezalarını çekmeleri (cezalandırıcı otorite olarak Allah’ı görürüz) melodrama göre anlatılır, erdem ve ahlâk yüceltilir. 2000 sonrasında ise abartıdan uzak, melodramatik anlatımın bir parçası olarak değil, yaşamın içinde olan dinin altının çizilmeye çalışıldığını görüyoruz. Maneviyat, iman, tasavvuf önem kazanmıştır. Popüler anlatılarda cami, namaz, imam, ölüm, örtünme, abdest, ezan, ramazan, zikir gibi temalar çerçevesinde ağırlığını arttırmıştır.

Sonuç olarak toplum düzeninde önemli yeri olan dinin insanların hayatlarının merkezinde yer alırken pozitif taraflarının altının çizilmesi önem kazanmaktadır. Kitle iletişim araçları yöneticilerinin dini içerikli moral yayınların akışlarını oluştururlarken rating düzeninin dı- şında sosyal sorumluluklarını düşünmeleri önem taşımaktadır. İslam’ın şiddet ile yan yana konulması, filmlerde, dizilerde, programlarda dinin doğru sunumu ile aşılacaktır. Dinde aşı- rılığın zararlarının altı çizilmelidir. Ahlâk, erdem, doğru insan olma, iman gibi kavramlar vurgulanmalıdır. İslam’ın modern hayatın içinde olabileceğinin altı çizilmelidir. MEDYA-DİN VE GÖRSELLİK 197

KAYNAK

- KARPAT, Kemal, İslam’ın Siyasallaşması, İstanbul Bilgi Üniversitesi, 2009.

MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 200 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR

DİLSİZ DİN, DENEYİMSİZ MEDYA: EŞ-ZAMANLILIK VE DİL ÜZERİNE BİR DENEME

Doç. Dr. Zeynep GEMUHLUOĞLU

“Gazeteler, modern insan için sabah dualarının yerini tutar” (Hegel)

Hem din hem de medya’nın varlık koşullarından en önemlisi “eşzamanlılık ve dil” ilişki- sidir. Ancak bu ilişki, medya’da ve din’de öylesine farklı kurulur ki adeta “medya’da din’in konuşulmasını” da “dinde medya’nın ne’liğinin tartışılmasını” da imkansız kılar. Bu im- kansızlığın ardındaki en önemli sebeplerden biri, -teoloji olarak- din dilinin eşzamanlılığı “deneyim” ve dolayısıyla bir şekilde otorite üzerinden kurmasına mukabil medya’nın eşza- manlılığının bizzat deneyimin ve otoritenin yıkımına bağlı olmasıdır.

Meseleyi batı düşüncesindeki seyri açısından ele aldığımızda öncelikle modernlik öncesi dil pratiklerinin, -şiir, drama, hitabet, bilim, felsefe..- büyük ölçüde kilise yoluyla içkinleşti- rilen Aristoteles mantığı tarafından sıkı bir denetim altına alındığını söyleyebiliriz. Öyle ki denetimin dışında gibi görünen örnekler, mesela karnaval ve festivallerin en önemli dilsel etkinliği olan komediler bile “comedia sacra” yani kutsal komedi olarak belli dönemlerde izin verilmiş tabiri caizse “düzenlenmiş” grotesk yapılardır. Bir süreliğine izin verilen kaos, böylece yıkıcı ve yenileyici bir kaos değildir, daha çok katharsis sonuçludur.

Bu minvalde felsefenin “zamansız” hatta mekansız “analitik” dilinin avamın ki filozoflar dı- şındaki herkes bir şekilde avamdır- anlayabileceği şekilde duyusallaştırılması yani zaman, mekan ve tekillikler olarak form kazanması, aslında oldukça da Platonik bir görüşle –zira Platon, filozofların aynı zamanda anayasa ressamı (zografos politeion ) olmaları gerekti- ğini düşünmektedir- birleşerek din dilinin genel mahiyetini oluşturur. Üstelik bu açıkla- ma, Fârâbî ve İbn Sînâ gibi Müslüman filozofların da nübüvvet teorilerini oluştururken en önemli dayanaklarından biri olacaktır.

Yine de klasik metafizik içinde teolojik veya onto-teolojik- din dilinin tikel ve duyumsana- bilir karakteri modern anlamda bir eş-zamanlılık değildir elbette. Daha çok ezeli, ebedi, değişmeyen akli içeriklerin zaman ve mekâna göre yeniden yorumlanması, hayâlî ya da algılanabilir benzerlikler ve taklitler üzerinden anlatılmasıdır. Zira akli içeriklere, ideaların ve hakikatin bilgisine doğrudan ulaşamayacakların da kemali ve mutlak saadeti için bu elzemdir. Aristoteles ve ona dayalı erdem öğretileri, bu nedenle iyiliğin zamanla öğrenilip geliştirilebileceği bir dizi toplumsal alışkanlıkları, bunların aktarımı ve artık nasıl icra edi- leceğinin bile düşünülmeyeceği bir deneyimi öngörür. Böylece, deneyim alanı içinde sanat ve zanaat, ahlak ve siyaseti de içerecek şekilde kurulur.

Bu noktada kilise yapılanmasının yorum için gerekli “otorite”yi “dil” üzerinden sağladığını da unutmamak gerek. Zira örneğin İslam söz konusu olduğunda bu türden bir otoritenin olmayışı, yorum meselesinin filozoflar ve kelamcılarda olduğu gibi bir yöntemler savaşı ile olduğu kadar aynı zamanda tasavvufta gördüğümüz gibi tecrübeyi de içeren bir “bil- me-olma” birliği ile sonuçlanır. İşte tam da bu noktada “deneyim” meselesinin seyrine ve konumuzla ilgisine açıklık getirmeliyiz. MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 201

Deneyimin “problem” haline gelmesi modern zamanlarla başlar. Öyle ki deneyim aynı anda bilginin hem tek hem de en güvenilmez kaynağıdır artık. Zira bu sonucun kökeninde, mo- dern döneme kadar deneyim ve bilginin kendilerine ait, birbirlerinden farklı yerleri ve özne- lerinin olması bulunur. Deneyimin öznesi, her bireyde bulunan sağduyu –hiss-i müşterek- iken bilginin öznesi –modern ego’dan farklı olarak her türlü algı ve deneyimden tamamen sıyrılmış, ayrık –mufârık- ve ilâhî olan, Müslüman filozofların “Vâhibü’s-süver”- Suretleri Veren- olarak adlandıracağı ve vahiy meleği Cebrail ile özdeşleştirecekleri “Faal Akıl”dır.

Faal Akıl, bir nefs psyche- yetisi değildir. İnsandaki akıl, sadece “maddî/heyûlânî” olarak yani potansiyel olarak mevcuttur ve Faal Akıl onunla ilişkiye girerek onu aktifleştirmedikçe herhangi bir “bilgi”ye ulaşması ya da bilginin öznesi olması söz konusu değildir. Her ne kadar Yeni-Platoncu düşünce Aristotelesçi bu ayrımı kısmen aşarak ilâhî ve beşerî olanı, mufârık akılların zaman dışı “gök”leriyle oluş ve bozuluşun “yer”ini sudûr emanation- ve temsille –representation- birbirine bağlasa da Descartes’e kadar bir “deneyim problemi- neden söz edilemez.

Modern zamanlarda düşünmeye alışık olduğumuz gibi deneyimin kesinlik ile bağdaşması mümkün değildir bu yüzden. Hatta hesaplanabilen ve kesin hale gelen bir deneyim de der- hal otoritesini yitirir. Bilimsel bir yasanın hüküm sürdüğü bir yerde, ne bir özdeyiş ortaya atılabilir ne de bir öykü anlatılabilir. Ancak Descartes’le birlikte kesinlik arayışındaki bilgi, deneyim ve akıl arasındaki farklılığı ortadan kaldırarak deneyimi bilginin yöntemi haline getirir. Bunu yapmak için de deneyim ve bilgiyi aynı öznede yani Kartezyen “ego cogito”ta birleştirecektir, “res cogitans” yani “düşünen şey”, şüphe eden, anlayan, olumlayan, iste- yen, yadsıyan, aynı zamanda hayal eden ve hisseden şey’i birleştirir1.

İşte bu özne, Kant’a kadar gelecek olan düşüncenin ortak temelidir. Bu temeldeki dene- yim de artık sadece maruz kalınarak yaşanabilecek ama asla sahip olunamayacak bir şeye dönüşür: bilginin asla sona ermeyecek sonsuz süreci. “Deney”in yeni anlamı deneyimin ölümünden başka bir şey değildir ve bu ölüm hemen hemen aynı dönemlerde Heidegger ve Benjamin tarafından dile getirilecektir. Heidegger, Varlık ve Zaman’da gündelik olanın bayağılığından bahsederken dile getirdiği bayağılık, gündelik olanın verdiği “sıkıntı” ile ala- kalıdır ve Benjamin de deneyimin modern zamanlarla birlikte yok olmaya yüz tuttuğuna dikkat çekmektedir:

“İnsanlar, savaş alanlarından dilsizleşmiş bir halde dönüyorlardı, başkalarına iletebile- cekleri tecrübeler açısından daha yoksuldular şimdi, daha zengin değil... Bir on yıl sonra ortalığı dolduran savaş kitaplarında anlatılan şeyin ağızdan ağıza aktarılan deneyimle ilgisi yoktu. Ve bu durum şaşırtıcı da değildi. Zira taktik muharebenin stratejik deneyimi bu kadar erişilmez kıldığı, enflasyonun ekonomik deneyimle bu kadar çeliştiği, bedensel deneyimin mekanik savaşa bu kadar kurban edildiği, despotizmin ahlaki deneyimle bu kadar ters düş- tüğü bir durumla daha önce hiç karşılaşılmamıştı.”2

Günümüzde Agamben de Çocukluk ve Tarih’de Benjamin’in dikkat çektiği problemi derinleş- tirir: “Artık deneyimin yıkımı için bir felaketin gerekli olmadığını biliyoruz; büyük bir kentte rutin bir gündelik varoluş buna yeter de artar bile. Çünkü çağdaş insanın ortalama bir günü 1 Giorgio Agamben, Çocukluk ve Tarih, Deneyimin Yıkımı Üzerine Bir Deneme, çev. Betül Parlak, Kanat Yay. İstanbul, 2010 2 W. Benjamin, “Hikâye Anlatıcısı”, Son Bakışta Aşk içinde (hz. Nurdan Gürbilek), Metis Yayınları, İstanbul, 1995. 202 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR deneyime çevrilebilecek neredeyse hiçbir şey içermemektedir artık: ne erişemeyeceği bir mesafeden ona ulaştırılan haberlerle dolu bir gazeteyi okumak, ne de trafik tıkandığında otomobilin direksiyonunda geçirdiği dakikalar; ne büyük kentlerde toplu taşıma araçların- da yaptığı tatsız yolculuk, ne de aniden ana caddeleri tutan gösteriler. Ne şehir merkezin- deki binalar arasından havaya süzülen göz yaşartıcı bomba dumanı ne de nereden geldiği meçhul silah sesleri, ne gişe önünde kuyrukta beklemek ya da süpermarketin masalsı bol- luk ülkesine yapılan ziyaret ne de otobüs ya da asansörde tanımadığı insanlarla yaşadığı dilsiz yakınlığın geçmek bilmeyen dakikaları. Modern insan, akşam evine -eğlenceli ya da sıkıcı, sıra dışı ya da sıradan, korkunç ya da keyifli- bir sürü olay yaşamış ve tükenmiş olarak döner ama bu olayları hiçbiri deneyime dönüşmemiştir.”

Agamben, bugün gündelik yaşamı -geçmişte hiç olmadığı kadar- dayanılmaz kılan şeyin, onun deneyime çevrilemezliği olduğunu tespit eder. Sebep, çağdaş yaşamın geçmiştekine oranla anlamsız ya da yetersiz olması değildir, hatta belki de gündelik varoluş asla bugün- kü kadar anlamlı olaylarla dolu olmamıştır. Ayrıca Heidegger’de de gördüğümüz gündelik olanın dayanılmazlığı, daha bir yüz yıl önce bile hiçbir anlam ifade etmeyecektir, çünkü her neslin kendinden sonrakine aktardığı deneyimin hammaddesi, tam da bu gündelik olan- dan yapılmıştır, sıra dışı olandan değil. Böylece ne kadar bildik ve önemsiz olursa olsun hatta tam da böyle olduğu için- her olay, tıpkı bir incinin oluşumu gibi, çevresinde deneyi- min kendi otoritesini biriktirdiği küçücük bir toz zerresi haline geliyordu. Çünkü deneyim kendine gereken bağlantıyı bilgide değil, otoritede, yani söz ve öyküde bulur.

Söz ve öyküdeki zamansallığın “şimdi”sini din dilinin ve ritüeller yoluyla tecrübenin “şim- di”si ile birlikte düşünmek bu şekilde anlamlı hale gelmektedir. Deneyim kendisi için ge- rekli otoriteyi hikayelerde, atasözlerinde ve usta-çırak ilişkisi şeklinde işleyen sanat/zanaat birlikteliğinde buluyordu. Bu otoritenin dinle ortak alanı paylaştığına dikkat etmemiz ge- rek. Ancak medya söz konusu olduğunda -ki modern anlamda medyayı “gazete” ile başlata- biliriz- bambaşka bir “şimdiki zaman” devreye girer. O kadar ki bir gazeteyi mümkün kılan, tam da örneğim Mozambikteki bir iç savaşla, İstanbul’daki bir tiyatro gösterisi gibi birbiri ile ontolojik hiçbir bağı olmayan iki olayı bir-arada düşünmemizi mümkün kılan unsurla aynıdır:

“şimdi/bu günlerde vs.” gerçekleşmiş olmaları. Bu zaman anlayışı nedenselliği de nesnelli- ği de yeniden kurar böylece.

Medyanın ortaya çıkışını ve günümüzde aldığı formların gelişimini en başta matbaanın icadı, reform hareketleri ve ilk kapitalist üretim metasının kitap olması kadar gazeteyle birlikte ulusal dillerin de eş zamanlı olarak gelişmesi ile de birlikte düşünmemiz gerekir3. Medya tam da bu yüzden deneyimin yıkımını esas alır. Modern kent hayatına bağlı yeni bir dile de öncülük eder böylece, daha bir gün önce –hatta internetle birlikte birkaç saat önce- olup biten şeyleri bile hemen “tarih” haline getiren “ezeli, ebedi bir şimdi” olarak. Sürekli tüketilen haberler ve imgeler sıradanlaşıp “tecrübe”yi oluşturacak otoriteyi temin edemez- ler böylece. Tek bir otorite ve “din dili” olabilir artık: sürekli olarak otoritenin, geleneğin ve hafızanın yıkımı olarak medya. Din, medyanın ancak kendi “şimdi”sine hizmet edebileceği alanlar için diğer malzemelerden biri olabilir sadece.

3 Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz. Benedict Anderson, Hayali Cemaatler, çev. İskender Savaşır, Metis Yay., İstanbul, 2007. MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 203

Son söz olarak, medya yoluyla bütünüyle inkar edilemez görünen “deneyimin yıkımı” ve hatta medyanın dinin otoritesinin yerine geçmesi için ağıt yakmak yerine, bu harâbattaki hazinelerin peşine düşmeliyiz belki de. Hem de gerçek “iman”ın da hakikatin tecrübesinin de bir çeşit hayret/harabat, otoritelerin yıkımı tecrübesi olduğunu söyleyen bu toprakların bilgelerine kulak vererek: “Sözi Yûnus’dan işit kibir kılma dut öğüt / İmâret olmayasın tâ harâb olmayınca. 204 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR

DİNSELLİĞİN SANAL DÖNÜŞÜMÜ: İSLÂMÎ EVLİLİK SİTELERİ

Doç.Dr. Ali BÜYÜKASLAN

Bu bildiriyi sunarken nereden çıktı bu konu diye gelecektir mutlaka akınıza. Ben de ya bu nedir diye merak ettim çünkü googleda gezerken her yerde bir evlilik sitesi reklamıyla karşı- laşıyordum. Bir dakika bunlar neymiş dedim ve kendimi bildiri için kurban ederek bir İslâmî evlilik sitesine üye oldum. Ama tabi bu kurban olmamın arkasında yeni medyanın bir son- raki slaytta göstereceğim tanımları arasına giren gizlilik, kimlik farklılığı, yalan, mahremin olmaması vs. gibi durumlardan yararlanarak, kendimi 26 yaşında yeni mezun olmuş bir öğ- retmen olarak sundum. En son slaytta da göstereceğim, taliplerim gelmeye başladı. Ama hanımın haberi de var, bunu da belirteyim, hanımdan izinsiz de yapmıyorum bunu.

Burada geleneksel medya ve yeni medya tanımlarını düşündüğümüzde aslında geleneksel evlenme formlarıyla yeni evlenme formlarını da düşünebiliriz anlamı çıkıyor kendiliğinden. Çünkü her yeni şey kendi formlarıyla hayatımıza giriyor. Bize kendini sadece yeni bir form olarak sunmuyor içeriğini de bu yeni forma göre oluşturduğu bir sunuşla, bir gösterimle sunuyor. Tabi burada önemli olan bu formların içeriğinin nasıl şekillendiği, nasıl doldurul- duğu sorusunun cevabı. Yeni form aslında yeni şekil, yeni içerik olarak yansıyor. İncelediği- miz evlilik siteleri de bunu çok iyi kullanıyorlar. Çok iyi kullandıkları başka şeyler de var onu slaytlarla ilerleyerek göstermeye, anlatmaya gayret edeceğim.

Bazı sorular sordum.

Birincisi; İslami evlilik iddiası ile ortaya çıkan siteler, İslâmiliği nasıl temsil ediyorlar?. Gerçekten bir İs- lâmî evlilik söz konusu mu? İslâmî evlilikten neyi anlıyorlar?

İkincisi; Hangi kritere dayandırıyorlar bu İslâmîliği? Yani İslâmîlik derken kimin İslâmı, hangi cemaat İslâmîliği, hangi anlayışın İslâmîliği? Çünkü o kadar çok İslâm anlayışı ve din yorumu var ki! Bu yetkiyi kendi İslâmîlik anlayışı adı altında temsil etme yetkisini nereden alıyor, kimden alıyor ya da bunun bir sınırı var mı? diye sordum.

Arkasından;

Acaba İslâmî evlilik siteleri diye ortaya çıkan bu sitelerin/kişilerin temsil yeteneğini kontrol etmek gerekli mi? Yani kontrol edilmeli mi, yoksa İslâmîyiz demenin bir şartı var mı? En azından ben İlahiyat mezunu- yum, interneti iyi biliyorum, haydi bir İslâmî evlilik sitesi kurayım mı demeli. Nedir bunun sınırları diye sorular sorduk.

Bu sorulara cevap ararken yeni medyanın özelliklerini bahsedeyim, sonra bu sorulara onlar siteden nasıl cevap veriyorlar buradan devam edeyim.

Yeni medyanın genelde özelliklerinden şöyle bahsediyoruz. Genel başlıklar olarak, “Sosyal medyanın özellikleri olan merkezi olmayış, … akışkanlık, süreklilik, değişirlik, çeşitlilik, tek bir otori- teye bağlı olmama, interaktiflik, kitle kültürü ve popüler kültüre yaslanma,yalana yatkınlık, gerçek MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 205 ile gerçek olmayanın karışması, sanallık, gerçek dışılık ve belirsizlik”1 gibi tanımlamalar bu dünyaya transfer edilen kelime ve kavramları da kendi formlarına, kendi biçimlerine dö- nüştürmektedir. Alıntıda vurgulu şekilde belirttiğim şeyleri evlilik sitelerinde tamamıyla gerçekleşen şeylerdir.

Evlilik siteleri yeni medyanın bu özelliklerini gayet güzel bir şekilde kullanarak kendileri- ne bir pazar elde etmişler bundan faydalanıyorlar. Burada vitrinde ya da pazarda bağıran tezgahtar ya da vitrine koyduğunuz ince zarif manken İslâmîlik kavramı oluyor. Cezbeden kavram dini ya da İslâmîlik kavramı oluyor, bunu da birlikte kullanıyorlar.

Şimdi bu sanal âlemde evliliğe ilişkin süreçte öne çıkan tüm hususlara baktığınızda bizim gerçek dünyada kullandığımız birtakım kavramların aynıyla yer aldığını görürsünüz. Gerçek dünyadan şunu kastediyoruz. Klasik anlamdaki evlilikleri düşündüğünüzde eş, dost, flört, tanışma, işte kız evi, nişan, talip olma, isteme vs. benzer şeyler var burada da ritüeller de var. Hepsinin ifadesi şu, Allah rızası için mutlu bir yuva kuram, ortak inanç değerleri, vs. vs... Ama sanal âlem bunlara bir şey daha ekliyor. En çok tıklanmak isteyen kişi olmak istiyorsan ai- datı yüksek tutacaksın. Çok tıklanmak çok beğenilmeyi gerektiriyor.

Bir şey değişiyor gerçek âleme nazaran, dünür gelme ya da flört etmeyi sanal ortamda ekran gerisinde gerçekleştiriyorsunuz. Burada da tabi şimdilerde çok kalmadı, belki Ana- dolu’da hâlâ vardır ama falanın dostu, filan arkadaşına oğlunu ya da kızını tavsiye eder. Burada herkes kendi işini yapıyor. Kendi işimi kendim yapar diyorsun, tıklıyorsun bir hesap açıyorsun, üye oluyorsun. Bu üyeliğin çeşitleri var, standart üye, gold üye, altın üye... Neyse ona göre bir yer alıyorsun, bir üyelik alıyorsun ve nasibini bekliyorsun ya da nasibini bek- leyenlere ben seni kendime uygun gördüm deyip devam ediyorsun.

Hediyeler gönderiyorsun. Sanal çiçekler gönderiyorsun, muhabbeti artırmak için, dostluğu tanışmayı ilerletmek için ilginç bir şey daha var niyetinizin ciddi olduğunu belirtmek için de “vallahi, billahi” anlamında Allah’a yemin eder gibi, “verdiğim bilgiler doğru” demek zorunda- sınız... Ben söylemiyorum, siteler söylüyor.

Şunu da tartışacağız aslında belki de bu da bir yöntemdir. Ben tamamen eleştirel bir gözle bakmak, olumsuz bir yaklaşım da sergilemek istemiyorum. İslâmîlik noktasında ciddi sıkın- tı var. Böyle İslâmîlik lafını kullanarak niye oyuncak ediyorsunuz ki!

Profesyonel bir evlilik sitesi kurun, geçin gidin, ne yapıyorsunuz diyesi geliyor insanın. Ama şu var gerçekten bir ihtiyaç olarak da profesyonelce pembepanjur.com (ismi de ilginç) bir site var. Bu işi gayet güzel yapıyor ve sitenin hiçbir yerinde de İslâm, din, Allah rızası diye kelime geçmiyor. Oldukça fazla da üyesi var. 2.500.000 civarında üyesi var. İhtiyaçtır belki de...

Şimdi Google Alexa‘da ben bu on beş siteyi inceledim. Alexa‘da bu sitelerin reytinglerine baktım, izlenebilirliklerine baktım, ancak burada sunumdaki süreyi dikkatli kullanmak adı- na bir iki örnek üzerinden konuyu anlatacağım.

1 Çakır Mukadder; “Sosyal Medya ve Gösteri”, Sosyal Medya Araştırmaları I, Çizgi Kitabevi Yay., Konya 2014, s.21 206 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR

Şimdi burada şöyle sorularımızdan yine devam ediyorum. Evlilik vaadi ile dinsellik kamu- sal alana mı çekiliyor? Ya da evlilik üzerinden çöpçatanlık, arkadaşlık, mektup arkadaşlığı gibi eylemleri kamusal alana ulaştırma ya da sanal aleme taşımada dinselliğin cazibesin- den mi yararlanılıyor. Bir sitenin İslâmîlik iddiası ile dini dayanak iddiasına yönelik uygu- lamalarına karşı hukuk çerçeve konulabilir mi, konulmalı mı?. Bunlar sorularımızdır. Biz on beş site inceledik birçoğunun adında İslâmîlik var. İlginç olan bu İslâmîliği siteye daha ilk girişte tesettürlü bayanları koyarak ve bir âyet veya bir besmeleyle, yani hadis ya da evliliğe ilişkin huzur verici sözlerle destekleyerek arz ediyorlar.

Şimdi benim üye olduğum sitede, tabi nasıl olduğunu bilmek için kendimizi burada kur- ban ettik, girdik. Bakın işaretlediğim yerler, hangi kitap türlerini okudun, böyle demokrafik sorulardan sonra, yaş, cinsiyet vs. falan, Risale-i Nur Fıkıh, Hadis-i Şerif vb. bunları okuyor musunuz? Şimdi düşünsenize evinize dünür geliyor kızınız var, ‘senin oğlan hangi kitap- ları okudu? Tefsir, Risale-i Nur, Lemaları okudu mu?’ Ama bakın sanal âlemin söylediğim deminki yeni medyanın özellikleri burada başka türlü giriyor işin içine. Ee tabi bu belki de siteyi kuran kişinin cemaat anlayışına göre şekillenecek sorular oluşturuluyor mutlaka. Sonunda söyleyeceğim “bu bir pazar, birileri de bu pazarı kullanıyor, bu kadar basit.”

Şimdi siteden örnek vermeye devam edelim. Evlenmek istediğiniz adaylarda aranan şartlar nelerdir? Eşinizin nasıl olmasını tercih edersiniz? Soruları arasında bakınız neler var?

Soru : İslâmî ve ahlâki olarak hangisi önemlidir?. Cevap : Allah’tan korksun, İslâmi bilgisi olsun, namaz kılsın, doğrudan ayrılmasın, yalan söylemesin.

Aslında Allah’tan korksun dediğinde hepsi var içerisinde.

Soru : ‘’Namazlarını kılıyor musun?’’. (Niye namazlarını soruyorsun milletin. Kılıyorum dese nasıl bileceksin? İslâmîliği teyit edecek sanırım.)

Soru : Farz oruçlar tutuyor musun? vs..

Cevap : Sağlık sorunları ile tutamıyorum. (gerçek hayatta da verilen cevaplar)

Soru : Kuran-ı Kerim okumayı biliyor musun?.

Cevap: Bilmiyorum ama öğrenmek istiyorum. (yalan olma ihtimali doğru olma ihtimali düşünülmelidir elbette. Eğer beğenilen kişiye bir şekilde yaklaşma arzusu var ise)

Neden bunu söylüyorum biliyor musunuz? Arkasından şu geliyor;

Kampanya başladı 1 yıllık üyelik 146 liradan 100 küsür liraya düştü..

Bana gelen mesaja şimdi kimmiş talibim kısmetim diye bakmak istediğimde, tıkladığımda önce ‘Gold üye olmalısın’ uyarısıyla karşılaşıyorum. Gold üyeliğin bedeli de belli… Yani bir miktar cüzdana dokunmalısın. Yine soru, MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 207

- Mezhebiniz nedir?.

Şimdi evlilik çağına gelmiş oğlunuza/kızınıza dünür olmaya, kız istemeye gidiyorsunuz. Bir evlilik ritüelini gerçekleştireceksiniz ve “Allah’ın emri peygamberin kavli”nden sonra araya bunları da sıkıştırıyorsunuz.

“Sizin oğlanın mezhebi ne ya da hangi cemaatten sizin oğlan, sizin kız?.”

- Cemaatlere bağlılığınız var mı?’. Burada cemaat türlerini ya da isimlerini zikretmemiş ama cemaatlere bağlılığını soruyor. İlginç tabi..

Soru : Taviz vermeyecekleriniz nelerdir?.

Cevap : Namaz, oruç, dürüstlük vs...

Sonra işte bir örnek site.

Bu site bir genç tarafından kurulmuş ve sanırım Malezya’dan idare ediliyormuş.

İlginçtir bu kırmızıyla vurguladığım yere dikkatinizi çekmek isterim. Site “İslâmî Evlilik Site- si” olarak kendini lanse etmesine rağmen, dininizi belirtmeniz istenen seçenekler arasında Hristiyan, Yahudi, Musevi şeklinde diğer dinlerin de yer aldığını görüyorsunuz. Tabi burada akla şu soru geliyor: Her dine hitap eden “İslâmî Evlilik Sitesi” mi denmek isteniyor acaba? Yoksa sistem böyle çalışınca mı daha verimli oluyor sitenin reytingi açısından?

Kendisini böyle temsil ediyor, İslâmî evlilik sitesi diyor. Tıkladığınızda hangi dindensiniz, dininiz nedir diye, bakın orada dinler var bir de “serbest düşünür” diye bir ifade var. Doğru- su ben bunu anlayamadım. Bu ne demek bunu sizlerin takdirine bırakıyorum. Acaba “Ateist mi” kastedilmek isteniyor diye aklıma gelmedi değil. Fakat ateistin karşılığı ateisttir. Ser- best düşünür benim ilk defa duyduğum bir ifade bunu çözemedim doğrusu.

Bağımlı düşünür, serbest düşünür... Ben çıkamadım işin içinden. Dikkatimi çektiği için onu özellikle yazdım. Yani ateist mi dedim şimdi ama, ateistin karşılığı ateisttir. Dün güzel bir örnek vermişlerdi burada bir oturumda. Ateistlik üzerine şunu söylediler: “Tamam ateistsin ama hangi dinin ateistisin?”

Ayet-i Kerime var işte görüldüğü gibi sayfada. Türkçesi yazılmış. Kuran-ı Kerim 30. Sure 21. ayet. Tesettürlü bir bayan ve bir erkek. İnternetten bir resim bulup koyuyorlar. O yüzden de internette yer alan her fotoğraf, her görsel bu tip siteler için güzel bir görsel kaynak oluştu- ruyor. Bu müşterisi çok olan sitelerden bir tanesi.

Şimdi incelediğim siteler arasından en ilginç, belki de ilginçten de öte tuhaf olan şurada yer alan ifade. İşte bakın burada;

‘Allah’a yemin ediyorum’.

Şimdi bu yeminin kişinin vicdanı dışında herhangi bir yaptırımı olmadığı açıktır. Hal böyle 208 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR olunca benim gibi biri eğer siteye inceleme amaçlı girerse bu yemini yapmadan bir adım ileri geçemiyor. Ben de artık ayağımı kaldırarak bu butonu tıkladım, yani sanırım sanal bir yemin etmiş oldum. Atık bunun caizliği hususu ayrı bir fetvayı gerektirir sanırım.

Tabi buraya üye olmadan gelemiyorsunuz normal şartlarda, ancak üye olunca gelebiliyor- sunuz ve bundan sonraki aşamaları göryorsunuz.

İlginç bir şey bir başka site, ‘islamiarkadaslik.com’. Üyelik sözleşmesini okudum anlıyorum diyor ve işaretliyorsunuz. Ama ifadeye dikkatinizi çekmek istiyorum:

İslami arkadaşlık.

Evlilik yolunu açmak, sitede tanıştırarak evliliğe giden yolu açmak, bu sitelerin temel kuru- luş, işleyiş ve elbetteki profesyonelce düşünüldüğünde bir kazanç kapısı. Bunu bir dereceye kadar anlayabiliyorum. Başına ne kadar İslâmî ifadesini koysa da yine de anlamaya çalışı- yorum. Yalnız kendisini İslâmî olarak tanıtıp da site içeriğinde;

Aradığınız şey nedir sorusuna cevap olarak

- Ben islami arkadaş arıyorum, seçeneği çıkarsa bunun adı çöpçatanlık olur diye düşünü- yorum.

Diğer seçenekler de örneğin şunlardır:

- İslami e-posta arkadaşlığı istiyorum,

- İslâmî tanıma ve tanışmak istiyorum.

Yani bunlar ilginç tabi. İslâmî evlilik sitesi altında İslâmî arkadaş planlanması. Burada bu sunum çerçevesinde incelediğim on beş evlilik sitesinde çok ortak şeyler var. Hepsinde bu ahlâkî, Allah rızası evlilik, mutluluk, İslâmî değerler, “hüküm Allah’ındır” diye birçok dinsel değer ifadeleriyle siteler kendilerini sunuyorlar.

Ama genel olarak ve kuşatıcı bir bakışla baktığınızda, ticaret kavramından dolandırıcılık eylemlerine, Allah’ın rızasını gözetmeye, bilimsel karakter analizlerinden çiftlerin mutlulu- ğuna, evlilikle ilgili terminolojinin dinsel kavramlarla ifade edilmesine, dini görünüm arz etmeye çalışmakla birlikte arkadaş arayan üniversite gençlerine bu imkânın sunulmasına, farklı üyelik modelleriyle ödenen ücretlere göre sunulan imkânların artmasına kadar her şeyi sunuyorlar. Ödeme şekilleri şu şekilde gerçekleşiyor:

Kredi kartıyla mobil ödeme yapılabiliyor. Nitekim pazarlamanın kimi unsurları bu sitelerde de gerektiği şekilde kullanılıyor. Örneğin bu sitelerden biri bir kampanya başlatmış. …. tarihe kadar üye yıllık üye olanlara şu kadar indirim yapıyoruz, diyor.

Ve bu çalışmayı işin kuralına uygun yapabilmek için üye olduğum sitede, işte benim kısme- tim burada, en sonda. MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 209

Cesur Yürek-2. 26 yaşında Ankara’da. Ben 26 yaşındayım dedim ama yalan söyledim, kar- şımdakinin yaşıyla ilgili ne kadar gerçeği söylediğini henüz bilmiyoruz tabi. Sonuçta sanal bir âlemin, bir simülasyon gerçekliğinin bireyleriyiz ekran üzerinde.

Ben diğer arkadaşların süre haklarına karşı saygısızlık etmeden sunumumu burada sonlan- dırmak istiyorum. Ve şöylece toparlamak istiyorum.

Evlilik sitelerinde birçok kelime ve kavram yeni medyanın kendi formlarıyla ifade edilmek- te, bu ifade edilme biçimi sadece şeklen değil içerik olarak sosyal olguya dönüştürülmekte- dir. İslâmî evlilik siteleri metalaştırdıkları değerlerin içini boşaltarak, sahip olduklarını id- dia ettikleri değerlerden uzak bir sunumla ‘pazarlamacı / müşteri’ ilişkisi içerisinde hareket etmektedirler. İslâmî evlilik sitesi adıyla kendilerini sunan siteler İslâmîliği bir pazarlama aracı olarak sunmakla kalmıyor, kimi zaman da dolandırıcılık hikâyelerinin de konusunu oluşturuyorlar. (Antalya’da bu sitelere üye olarak evlilik vaadiyle yakınlaştığı kadınlardan altı tanesini dolandırın bir emekli kişiyi yakalamışlar.)

Kullandıkları görsellerle sitelerde duygunun gösteriye dönüşmesine ve cazibe merkezi hali- ne gelmesine de zemin oluşturmaktadırlar. Profesyonel olarak bu işi yapan siteler de dinin, dinselliğin çekim alanı etkisini, cazibesini kullanmakta; sitelere üye olanların da kendileri- ni ifade ederken her türlü dinsel tanımlamaları öne çıkardıkları görülmektedir.

Gerçeklikle sanallığın böylesine iç içe girdiği bir durumda kendi kendime “Acaba ben bir evlilik sitesi kurmak istesem ne isim verirdim?” diye düşündüm. Aklıma allahinemripey- gamberinkavli.com ismi geldi. Baktım böyle bir site yok ama bu alan ismi alınmış ve satılıktır diye bir ifade gördüm.

İzninizle konuşmamı Goethe’ye atfedilen şu sözle bitirmek istiyorum:

“Dünyanın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir.” 210 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR

MEDYA VE YENİ DİNSEL KİMLİKLER

Prof. Dr. Mustafa ARSLAN

Postmodern Dönem ve Gelişen Yeni Dinsel Kimlikler

Günümüz sosyologlar tarafından geç-modern veya post-modern çağ olarak adlandırılmak- tadır. Bu çağın dünyasında “yeni kimlikler”in ön plana çıktığı görülmektedir. Postmodern dönemde ortaya çıkan bu yeni kimlikler “popüler kültür”de temsil edilmektedir. Dolayısıyla popüler kültür yeni kimliklerin temsil edildiği, dönüştüğü bir alan, zemin olmaktadır. En- formasyon toplumunun koşulları içinde yeni postmodern kimliklerin oluşumu ve gelişimi söz konusu olmaktadır. Postmodern dönemde yeni kimliklerin oluşumunu anlamak için Weber’den ilhamla “Dünyanın yeniden büyülendirilmesi” ve “mitin keşfi” kavramlarını / sü- reçlerini anlamak gerektiğini düşünüyoruz. Bu yeni kimlik toplumun ve insanların anlam dünyalarını yeniden “büyülendirmeye” ve hayatın içine “mit”i yeniden sokmaya çalışmakta- dır. Popüler kültür ve özellikle sinema bu yeni kimliğin dünyanın yeniden büyülendirilmesi işlevini yerine getirmektedir. Fantezi, korku, bilim kurgu, çizgi film gibi ürünlerle TV ve sine- ma bunu yapmaktadır. Bu ve benzeri tarzlarla TV ve sinema modern öncesi toplumlardaki mitlere benzer büyülü-dinsel bir fonksiyon görmektedir. Bu süreçte sinema ile sadece bu süreç değil aynı zamanda “yeni kutsallıkların oluşumu” ve bunun kısmen de aktarımı söz konusu olmaktadır.

Öncelikle belirtmek gerekir ki, içinde bulunduğumuz çağ modern dönemler açısından bir- çok “yeni”lik ve “fark”lıkları içerisinde barındırmaktadır. Sosyologlar yukarıda belirtildiği gibi bu dönemi, çağı farklı şekilde adlandırmaktadırlar. Ancak çok açık olan şey A. Gid- dens’ın deyişiyle “modernliği aşan durum”larla karşı karşıya olduğumuz gerçeğidir. Mo- dernliği aşan ve zorlayan durumlar din alanında da görülmektedir. Bu dönemin temel be- lirleyici parametrelerinin ne olacağı ve dolayısıyla da nasıl isimlendirileceği konusunda sosyal bilimciler arasında belli bir görüş birliği yoktur. Weber’in modernliği tanımlarken kullandığı “büyü bozumu” günümüzde yavaşlamış veya tersine bir sürece girmiş görünüyor. Günümüzde dinsel ve büyüsel eğilimlere ilgide artış gözlenmektedir. Nitekim sosyal bilim alanındaki çalışmalar modern toplumlarda kutsala ilgide artış olduğundan yaygın biçimde bahsetmektedir. Günümüz gelişmiş toplumlarında dinsel ve ruhsal temalar, doğulu dinler, geleneksel dini öğretiler, mistik inançlar, büyüsel eğilimler ve yeni pagan dini akımlarda bir artış söz konusudur. Ünlü din sosyologu Daniel Bell, yetmişli yıllarda yazdığı “Kutsalın dö- nüşü” adlı ünlü makalesinde aşırı rasyonelleşme, bireyselleşme, sonsuz özgürlük hissi gibi modern gelişmelerden sonra, “kutsalın dönüşü denen bir şey yaşayacak mıyız? Yeni dinsel tarzlar ortaya çıkacak mı?” diye sorar ve akabinde bu soruyu “evet” diye cevap verir. Din sosyologları, dini ve ruhsal yönelimin görüldüğü özellikle altmışlı yıllardan sonraki döne- mi “büyük uyanış”, “oryantal dini uyanış”, “yeni dinsel bilinçlilik”, “dinin yeniden kuruluşu” “büyük çağdaş dinsel kriz” olarak adlandırmaktadırlar. Bu değerlendirmelere göre, altmışlı yıllardan bu yana gelişmiş toplumlarda dini ve ruhsal temalar doğulu dinler, geleneksel dini öğretiler, mistik ve paranormal inançlar, yeni pagan dini akımlar tarzında çok boyutlu biçimde görünmeye başlamıştır (Arslan, 2011).

Günümüzde din alanında ortaya çıkan bu (post)modern yeni durum, hem genel anlamda dini ve kutsal olana ilgide bir artış olarak, hem de mistik, ezoterik kültlere, Yeni Çağ akımı MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 211 gibi yeni dinselliklere ve kitlesel paranormal eğilimlere yönelişte ortaya çıkmaktadır. Başka bir deyişle ileri seküler toplumlarda kutsala dönüşte çok şaşırtıcı bir dönüşümle karşıya karşıyayız. Bu değişim ve dönüşümün iki koldan vuku bulduğunu görmekteyiz. Birincisi İslam, Hıristiyanlık, Budizm gibi geleneksel kurumsal dinlere; ikinci olarak ise kurumsal olmayan, mistik ve esoterik dinsel ya da yarı-dinsel eğilimlere ilgide çok büyük bir artışın olduğu sosyolojik olarak çok açıktır.

Geleneksel, kurumsal dinler bilindiği için çokça konuşulmakla birlikte geç-modern top- lumlarda görülen bu ikinci gelişim pek dikkat çekmemektedir. Halbuki bu olgu sadece günümüzdeki din-maneviyat olgusunu anlamada değil ayrıca ve özellikle medyadaki din- sel-manevi eğilimleri anşamada çok önemlidir. Bu ikinci olgu, Batıdaki derin kriz ve anlam arayışına paralel olarak gelişen “mistik ve esoterik dinsel ya da yarı-dinsel nitelikteki” yeni dinsel eğilimlerdir. Başka bir deyişle günümüz modern toplumlarında kutsala dönüş sade- ce İslam, Hıristiyanlık, Budizm gibi büyük dinlere değil aynı zamanda büyüsel eğilimlere, mistik ve ruhsal öğretilere, yeni dinsel tarzlara ilgide de bir artış şeklinde de olmuştur. Bu yönelim, mistik, ezoterik kültlere, Yeni Çağ akımı gibi yeni dinselliklere ve kitlesel para- normal eğilimlere yönelişte ortaya çıkmaktadır. Örneğin bu gün Amerika’da binlerce yeni ruhsal ve dinsel eğilimlerin olduğunu, bu nedenle Amerika’ya “yeni dinler süpermarketi” isminin verildiğini bilmekteyiz. Hatta bu yönelişlerin başta marjinal gibi görünse de küre- selleşme faktörü ve hızla gelişen ve yaygınlaşan iletişim araçları vasıtası ile yaygınlaşmaya başladığı görülecektir. Dinin bu tarz yeniden kuruluşu olabildiğince bağdaşımcı, senkretik ve esnektir. Bazen ana dinin içinde bir fraksiyon olarak, bazen de bağımsız bir yapı hatta geniş bir hareket olarak ortaya çıkabilmektedirler. Geleneksel dinlerin öğeleri yanında mo- dern öncesi pagan kültürlerden, doğulu mistik dinlerden, metafizik ya da Hermetik felsefe- lerden, büyük dinlerin mistik ya da büyüsel eğilimlerinden (sufilik ya da Kabalizm)ve hatta modern bilimden bünyesine unsurlar katabilmektedirler.

Modern bilim ve geleneksel dinler tarafından şüphe ile karşılanmasına rağmen mistik ve büyüsel eğilimler, günümüzde basın ve kitle iletişim araçlarında ve gündelik yaşantıda git- tikçe artan bir ilgiye sahip görünmektedir. Günümüzde hemen her gazete ve dergide artık, bir burç, fal ve astroloji sayfası ile karşılaşmaktayız. Parapsişik ve kehanetsel konular dergi kapaklarında ve gazetelerin üst sütunlarında, haber ve tartışma programlarınınsa başat konuları arasında yerlerini almaktadır. Önceleri bu tip konular, şarlatanlık olarak gazetelerin iç sayfalarında ve haber programlarında polisiye olay olarak verilirken, günümüzde man- şetlerde ve çok genişçe işlenmektedir. Kehanetsel konular, kutsal kitabın şifreleri, bir takım türedi dini/ruhçu gruplar, kıyamet senaryoları benzeri konular önemli medya programla- rında saatlerce yer alabilmekte; eskiden hurafe olarak küçümsenen bu inanç ve pratikler, çok ciddi memleket meselesi gibi tartışılmakta, bunların küçümsenmeyecek bir izlenme oranına da sahip oldukları anlaşılmaktadır. Ayrıca, edebiyat (örneğin Harry Potter vb.), sa- nat, sağlık (bitkisel ve alternatif tıbba ilgi), TV ve sinema ürünleri (örneğin The Exorcist, Matrix gibi ünlü filmler; Sırlar dünyası, Kalp gözü, Sır kapısı, Sihirli annem, Gizli dosyalar gibi televizyon dizi ve programları) arasında mistik ve büyüsel temaların sıkça kullanılma- ya çalışıldığına, hatta bunların bazı dinsel temalarla birleştirilerek verildiğine, yine sihir- bazlık gösterilerinin büyük şovlar halinde sunulduğuna şahit olmaktayız. Popüler kültürle gelen ve hemen her şeyi iletişim araçlarıyla tüketime yönelten enformatik mantık, bu tarz inanışları insanların ilgi alanına sokabilmektedir. Buna paralel olarak doğu mistizmini ve reenkarnasyon temasını işleyen ruhçu derneklerin ve yayınevlerinin sayısında bir artış göz- 212 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR lendiği gibi, terapi amaçlı yoga ve meditasyon merkezleri de yaygınlaşmaktadır. Ancak en önemlisi postmodernizmin modernizmi eleştirirken kullandığı, onun insanı maddenin esiri yaptığı ve bunun ruhçu eğilimleri artırdığı savıdır. Daha çok akılcı paradigmayı ve kuralcılığı eleştiren postmodern epistemoloji, özellikle küresel ilişkiler ağı ile birlikte paranormal ve parapsişik eğilimleri tırmandırmaktadır. Buna postmodernizmin ezoterik eski geleneklere yeniden ilgi duymasını da eklemek gerekir. Ayrıca sanayi sonrası yeni toplum kuramlarının varlığı, “kaygı” ve “risk” endişelerinin, belirsizliklerin artması yeni arayışlara olan eğilimi artırmaktadır.

Gelinen noktada artık eskisinden daha fazla mistik ve esoterik eğilimlerle karşılaşacağı- mız anlaşılıyor. Nitekim bunu her geçen gün daha da fazla hissedebiliyoruz. Türkiye’de de yukarıda verilen örneklerin yanında Yeniçağcı ruhsal dernek ve grupların çoğaldığını gör- mekteyiz. Mistik ve mesiyanik eğilimler, “modernliğin akılcı paradigmasının aldığı yara- dan”, “geleneksel dinlerin de modernliğin yıkıcı eleştirileri nedeniyle henüz eski güçlerine kavuşamadıklarından” ötürü ortada rahatça cirit atabilmekte, küresel kitle iletişim araçları ile de yaygınlıklarını artırmaktalar. İleriki dönemde yeni neslin bu tarz örneklerle çokça karşılaşacağını söylemek kehanet sayılmaz. Burada “ilginç ama önemli” olan nokta şudur: Günümüzde artık Batıdan materyalist ideolojiler, pozitivist içerikli bilimsel eğilimler değil, tersine aşırı mistik, irrasyonel, paranormal temaları içeren eğilimlerin ithal edileceği ya da ediliyor olduğuna dikkat etmek gereklidir. Batıda modernliğin epistemik temelinin za- yıflaması ile sert ideolojilerin ve sosyal hareketlerin yerini yumuşak, bireyin özgürlüğüne, paranormal içeriklere ve kimlik sorunlarına dönük eğilimlerin (Feminizm, Greenpeace, Ye- niçağcılık) aldığı görülmektedir.

Görüldüğü gibi günümüz (post)modern toplumlarındaki bu kutsala dönüş olgusunun çok kompleks ve çok yönlü olduğunu belirtmek gerekir. Yeniçağcı dinsellikler bir taraftan ruh- çu bir niteliğe sahipken; diğer taraftan İslam, Hıristiyanlık gibi geleneksel büyük dinlere mesafeli, bireysel zafiyetlere olabildiğince açık, zaman zaman bilimsel ve teknolojik dili kullanan, ürünlerinin yaygın biçimde sergilendiği bir pazara ve pazar mantığına sahip olan, medyayı oldukça iyi kullanan bir hareket olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu nedenle bu eği- limlerde “kutsalla seküler olanı içerisinde barındıran” nitelikleri görmekteyiz. Özellikle ka- pitalizmin temel dayanağı olan tüketim kültürü ile bu ruhsal eğilimlerin çok kolay iç içe girdiklerini, çağımızın Küresel iletişim ve tüketim araçlarına çok iyi adapte olduklarını ra- hatlıkla söyleyebiliriz. Bu hareketler, ruhsal tatmin yanında yeni bir tüketim mantığı, kutsalı metalaştıran bir mekanizma ile karşımıza çıkmaktadırlar.

Günümüzde dini-manevi eğilimlerin artışına değindikten sonra medya konusuna geçme- den bu konunun anlaşılmasına katkı sağlayacak bir konuya daha işaret etmek gerekecektir. O da “modern toplumlarda geçirilen bireyselleşme, (dini) çoğulculuk gibi süreçlerin geliş- miş ülkelerde din alanında bir takım değişikliklere neden olduğudur. Modern kültürle ge- len bireycilik modern kapitalist toplumlarda “dini çoğulculuk” denilen bir olguyu karşımıza çıkarmaktadır. Burada geleneksel toplumun dinsel tekelleri artık mevcut değildir. Bu süreç- te din, eskisi gibi tekelci konumda değildir ve bireyin önünde dinsel çeşitlilik arzı endam etmekte ve birey, oldukça “farklı” dinsel görüşlerle karşı karşıya kalabilmektedir. Çoğulculuk ile de, Modern birey için artık din, bir zamanlar “geleneksel dinsel kurumlar” tarafından kendisine sunulduğu gibi şüphe götürmez nesnel bir gerçeklik değil, barındırdığı çeşitlilik içerisinden “seçim yapılabilen” bir olgu haline dönüşmüştür. Farklı dinsel organizasyonlar, MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 213 taraftar toplamak için rekabet etmek zorundadırlar ve bu rekabet, üyelerin eskisi gibi bir “sadakat tarzına” sahip olmadığı anlamına da gelmektedir. Bu süreçte, dinsel görüşlerin pi- yasaya sunulması ve potansiyel alıcılara iletilmesi önemlidir. Dinsellikte rekabetin ve pazar mantığının işlemesi, sunulan mesajın orijinal ya da kitabi oluşundan ziyade, bireyin mesajı kabul edip etmeyeceğini yani “tüketiciyi / bireyi” “ön plana” çıkarmaktadır. Bireyselleşme ve çoğulculuk “medya ile daha ileri noktalara” taşınmaktadır. Teknoloji ve enformasyon toplumu gereği oluşan gelişmeler, “popüler kültür ve medya olgusunu” dinsel tezahürler açısından daha radikal noktalara götürmektedir. İşte bu noktada “bireysel dinselliğin geliş- mesi” ve “popüler kültür alanının genişlemesi” durumları ortaya çıkmaktadır.

Din, modern toplumun geçirdiği toplumsal süreçler vasıtasıyla oluştuğu yeni ve farklı du- rum yanında “(post)modern durumun en etkin mekânı” olarak “medyadaki görünümleri” açısından da değerlendirilmelidir. Çünkü günümüzde iletişim-medya alanında “kutsal”ın “yeniden üretilir ve de tüketilir hale geldiğini” görüyoruz. Dinin ve kutsalın yeniden yay- gınlaşmasına paralel olarak geç-modern toplumda “yeni kutsallık tarzları”nın da özellikle medya vasıtasıyla- önü açılmaktadır.

Günümüz toplumu aynı zamanda bir Bilgi ya da enformasyon toplumudur. Enformasyon, günümüz toplumlarını belirleyen temel özelliklerden en önemlisidir. Sanayi toplumundan Enformasyon toplumuna geçiş, iktisadi faktörlerin yerine “enformasyonun” kullanıldığı, fabrika yerine yüksek teknolojilerin uygulanmasına bağlı bir geçiştir. Bu aynı zamanda ke- lime merkezli dünyadan imaj merkezli dünyaya (TV, reklamlar, filmler, internet) bir geçişi de ifade eder. Bu toplumdaki insan tipi ise, “bilgi ve enformasyon bombardımanı altında kalan, çevresindeki sonsuz uyaranlara maruz kalan” insan tipidir. Buna “manipülatif insan tipi” de diyebiliriz. Bu durum, dini kültür alanında da söz konusu olmaktadır.

İnsan hayatında çok önemli olan toplumsallaşma sürecinin en önemli iki gücü olan “din ve kitle iletişim araçları” topluma şekil vermek, değer yaratmak ve benimsetmek, düzen kurmak ve kontrol etmek gibi işlevlere sahiptir. Sanayi toplumu öncesi iletişim araç ve tekniklerinin gelişmediği dönemlerde dinin toplumsallaştırıcı gücü çok başat idi. Ancak önce matbaa daha sonra kitle iletişim araçlarındaki gelişmeler “dini kurumlar”ın elinde- ki toplumsallaştırma işlevini almış ve/ya paylaşmış görünmektedir. Dini bilgi ve düşünce kanallarındaki akışta değişim olmuştur. Yeni dönemde bilginin akışı, eskiden olduğu gibi dini kurumlar aracılığı ile değil, medya aracılığı ile ve yeni sembolik, kültürel merkez ve şebekelerden sağlanmaya başlamıştır. Televizyondaki çeşitli tartışma programları, belge- seller, filmler, diziler ve hatta reklamlarda dinsel sembollere göndermeler yapılmakta, yeni semboller geliştirmekte, doğaüstü varlıklar ve güçleri ile ilgili betimlemeler yapılmakta, duygulara hitap eden dramatik bir ortam yaratılmakta ve din her seferinde yeni bir içerik ile malzeme yapılmaktadır. Devrin kuralsız ve başıboş olarak hizmet eden televizyon yayın- larındaki programlar da sinagog, camii ve kilise gibi “dini bilgi kaynağı” olarak algılanabil- mektedir. Burada asıl tehlike medyanın uhrevi alemi kutsallık adına okuyup kitlenin hiz- metine sunmasıyla başlamaktadır. Dinin artık popülerleştirildiği ve “piyasa” konusu haline geldiği düşünülmektedir.

Seküler Bir Alan Olarak Medya ve Yeni Dinsellikler

Kitle iletişi araçları veya başka bir deyişle medya seküler bir karaktere sahiptir. bu nedenle 214 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR olsa gerek dini çevrelerin kitle iletişim araçlarına yönelik yaklaşımı, “dini açıdan kullanma, kitle iletişim araçlarının potansiyel zararlarından çekinme ve açık eleştirel dil kullanma” şeklinde üçlü bir ayrıma tabi tutularak değerlendirilebilir. Her ne kadar kitaplar, süreli ya- yınlar, televizyon ve internet dini kesimlerce dini yaymak için kullanılsa da bunların po- tansiyel zararlarından hala korkulmaktadır. “İletişimdeki gelişmeler toplumun algılarını, inanç ve değerlerini değiştirmede dini merkezden teknolojik merkeze doğru bir rol ve işlev değişikliği olduğunu göstermektedir” ki bu dini kurumlar açısından iyi bir durum değildir. Bu gün dini kesimlerin yaptıkları en büyük eleştiri, medyanın dinin toplumdaki yerine zorla ele geçirmesidir. Medya bugün, “kültürdeki değerler sistemini ve kültürel varlığın anlamını, ruhunu şekillendirmektedir”. Bu düşüncedekilere göre medya teknolojisi, din için en az üç tehdit arz etmektedir: i) medya dinin istediği ilgi, motivasyon ve enerjinin büyük bir bölümünü yoldan çıkarır. Dindar kişiler, geleneksel dinsel değer ve inançlar için bir tehdit oluşturduğu düşüncesiyle medyadan korkmuşlardır. Bu düşünceye göre ilginin azalması- nı anlamak için boşalan ibadet yerlerine bakmak yeterlidir. ii) Dinsel dil yeniden tahsis edilmektedir. Yeni semboller, görüntüler ve törenler yaratılmaktadır. Kitle iletişim araçları, özellikle de televizyon, bizlere dünyayı tanımlama ve yerimizi gösterme işlevi olan mitsel güç hâkimiyetini ele geçirmiştir. iii) Kurumsal, geleneksel dinlerle ile ilgisi olmayan “yeni dinsel temalar” gelişmektedir. Bunlar medyada yeni gruplar tarafından geliştirilmekte ve onaylanmaktadır. İletişim araçlarının sosyal gerçekliklerden ziyade ekran dünyasını önem- seyen bir araç (media) olması, toplumun doğrudan ihtiyaçları yerine “pazar mantığı” üze- rine kurulu olması, reyting kaygısı ve reklam mantığı üzerine işlemesi ondan şüphelenme nedenlerini artırıcı etken olmaktadır. Dolayısıyla din ve dinle ilintili konuların televizyona bir çeşit malzeme yapılması ve aracı pazarlamanın bir aleti gibi görülmesi araç açısından son derece doğal bir sonuçtur.

Bunun yanında medyanın şüphesiz din açısından birtakım “fayda”ları da bulunmaktadır. Toplumda kitle eğitimi ve iletişiminin yaygınlaşmasıyla insanlar hem din hem de toplum- ları hakkındaki bilgilere daha rahat ulaşmakta hem de insanların düşünceleri üzerindeki çeşitli kontrol odaklarının etkileri görece zayıflamaktadır. Toplumda daha önce kendisini ifade etme imkanı bulamayan söylemler için yeni imkanlar doğmakta, alternatif farklı din- sel söylemler kitleselleşmesi ve yayılması söz konusu olmaktadır. Bu anlamda bu çevreler için bir “söz hakkına kavuşma” imkanı söz konusu olmaktadır. Yanı sıra dini çevreler için medya, hem (medya aracılığı ile veya başka sebeplerle vuku bulan) dini yozlaşmanın önü- ne geçme hem de dini konularda toplumu aydınlatan, Müslüman bir topluluğun standart- larını ortaya koyan bir yayıncılık izleme çabasının aracı olacaktır. Bu anlamda dini çevreler örneğin, Kuran eğitimi, Arapça eğitimi, İslami davranış ve ilkeleri anlatan programlar, İsla- mi haber programcılığı, Kuran mealine ve tefsirine dayalı programlar, peygamberi anlatan programlar, İslam ve diğer dinleri mukayeseli olarak anlatan belgeseller ve İslam coğrafyası ile ilgili programlar medyada yayınlanmaya çalışılacaktır.

Görüldüğü gibi medyanın din açısından hem olumlu hem de olumsuz değerlendirilecek yönleri söz konusu olabilmektedir. Ancak bu nitel değerlendirmelerden daha önemlisi medyanın din açısından daha önemli “durum”ları ortaya çıkarmasıdır. Şöyle ya da böyle toplum bir enformasyon ve bilgi çağında yaşamaktadır. Medyanın bu etkinliği ise “popüler kültür”ü öne çıkarmaktadır. Günümüzde din ve popüler kültürel formları arasında yakın ilişki çok açıkça görülmektedir. Popüler kültür aslında, bilginin ve kültürün farklı formları arasında bir “karşılaşmalar” alanı olmaktadır. Popüler kültür ve medya ile “dini kültürün MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 215 farklı formları arasında” ve “seküler ve dinsel formlar” arasında karşılaşmalar, iç içe geçişler olmaktadır. Enformasyon toplumunda “Din nerede bitiyor, Sekülarizm nerede başlıyor ba- zen şaşırırız. Din mi sekülerleşiyor yoksa sekülarizm mi dinselleşiyor? Buna cevap bulmak bazen zorlaşabilir. Zaman zaman ayrışmaların ayrışma yok. Hasım değiller. Bazen bir araya da gelebiliyorlar. Bu anlamda son dönemlerde din sosyolojisinde bu iç içe geçişi anlatmak için “seküler kutsallıklar” kavramı kullanılmaktadır.

Geleneksel toplum ve sanayi toplumundan enformasyon toplumuna doğru bir değişim ya- şadığımızı söylemiştik. Değişim toplumun bütün kültür alanlarında olduğu gibi dini kültür alanında da olmakta, dini bilgi kanalları ve otorite şekillerinde de değişimler olmaktadır. Dini otorite şekli değişince “dini işlev biçimi” de değişmektedir. Bu batıda kilisenin, ku- rumsal dinin zayıflaması olarak, ülkemizde ulema ve medresenin etkinliğinin zayıflaması ile olmuştur. Bireyselleşmenin artması, dini çoğulculuğun yaygınlaşması ve dini kurum- sallaşmanın zayıflaması Yeni Dini Hareketleri daha etkin ve aktif kılmaktadır. Bu hareketler edebiyat, TV, film, sanat gibi seküler formlarda daha işlevsel olmaktadır. Din ve kutsalın etkinliği popüler kültür formları ile daha da etkinleşmektedir

“Mitsizleştirmenin Mitsizleşmesi” veya “Büyübozumunun Bozumu” olarak Medya

Enformasyon toplumunda en etkin aygıt olarak medya olay, fikir ve inançları “popüler bir söylem” içine yerleştirir. Yazılı olmaktan çok sözlü kültüre benzer, mitik biçimleme önemli- dir. Günümüz “medya çağı” Ong’un belirttiği gibi aynı zamanda “ikinci sözlü kültür çağı” ve “mitin keşif çağı”dır. Ong (1995), iletişim araçlarını birer “sözlü kültür” formu biçiminde dü- şünebileceğimizi, enformasyon teknolojilerindeki yaygınlaşmanın bizi “ikincil sözlü kültür çağı”na sokmuş bulunduğunu vurgulamaktadır ve bu görüşünde yalnız da değildir. Sözlü kültüre dönüş demek, Sözen’e göre (1997) “vasıtalar değişmiş olsa da aslında insana eğil- mek ve kaybedenler açısından kutsalı aramak” demektir. Dolayısıyla yazılı kültür sonrasın- daki bu “ikinci sözlü kültür çağı”, modern toplumun kaybettiği modern öncesi kaynaklarının yeniden keşfini ve kutsala ve dolayısıyla “mit”e dönüşün bir ifadesi olmaktadır.

Medya dilinde mitin yaşamaya devam ettiği öğeler ve deneyim şekilleri çokça mevcut- tur. Popüler kültür çalışmaları mitin eski dönemlere ait olduğu inancını yıkmıştır. Özellikle Nietzsche ve Roland Barthes başta olmak üzere Heidegger, Levi-Strauss, Levy-Bruhl’un çalışmaları, mite bakışı değiştirme yanında kitle iletişim araçları çevresinde geliş(tiril) en kültürün “mitoloji bağlamında ele alınması” yönünde katkı sunmuştur. (Burada mitin geç-modern dünyada alması gereken yeri vurgulayanlar yanında evrimci bakış açısı ile ko- nuya yaklaşanlar ve miti logos öncesi bir evreye yerleştiren ya da öyle bir evre içinde “ilksel biçim olarak gören” anlayış da mevcuttur.

Modern gelişmiş toplumlarda mite dönüş ve kurulan temas, bilimsel-rasyonalist Aydın- lanmacı yaklaşımın doğurduğu çatışma ve tahribattan “kurtuluş” anlamına da gelmektedir ve Nietzsche, Heidegger gibi düşünürlere ilgi de bu nedenle yaygınlaşmıştır. Kitle iletişim sosyolojisinde de “mitolojik analiz” önemli bir konumdadır. Mit evrensel bir anlatı tarzı veya sistemidir. Mit, zaman zaman gerçekliğin zıddı bir anlamda kullanılsa da özellikle yukarıda değinilen düşünürler miti bu anlamda değil, “(sözlü kültür alanına ait) bir anlatı” ve “insani hakikatlerin taşıyıcısı” olarak ele alırlar. Mit, insanın geldiği yazılı ve saf seküler kültür formlarından önceki bir döneme aittir ve “kutsalla yakın ilişkili bir anlatı tarzıdır”. 216 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR

Enformasyon çağı öncesi gelişen modern “mit teorisi” “mitsizleştirme”ye, “mitlerden arın- ma”ya vurgu yapmaktadır. Bu aydınlanmacı, rasyonalist ve pozitivist geleneğin de bakış açısıdır. Hâlbuki enformasyon çağı sonrası gelişen post ya da geç-modern dönemde Nietz- sche ve Heidegger’in belirttiği gibi “mitsizleştirmenin mitsizleşmesi” gerçeği ile karşı kar- şıyayız. Mit ve mitik yaklaşım günümüzde popüler kültür aracılığı ile yaygınlaşmakta, mitik imgelere medyada çokça yer verilmektedir. Sözlü kültüre hatta ilkel insan ait algı kalıpları son dönem filmlere adapte edilmektedir. Özellikle sinema ve TV filmlerinde mit çokça kul- lanılmaktadır. Mit de TV ve sinema filmleri de insani hakikatlerin taşıyıcısıdır. Bu ortaklık sadece mesajı taşımada değil “mesajı çok çeşitli kültürlere kolaylıkla ve bir defasında taşı- ma kabiliyeti”nde gizlidir.

Kutsalı Üreten ve Tüketen Bir Alan Olarak Medya

Her ne kadar mitler köken olarak kutsallık orijinine bağlı olsa da medyadaki kullanımla- rında “ikili bir durum” olduğu dikkat çekmektedir. “Dinsel niteliğinden soyutlanıp seküler forma büründürülen mitler” ile bu “kutsallık durumunu devam ettiren mitler” şeklinde iki farklı mitsel ele alış ile karşı karşıya olduğumuzu söylemek yanlış olmaz. Bu da medyanın “ikili/düalist karakterini” göstermesi açısından önemlidir. Bu ikinci özelliği ile medyada özel- likle “mite dönüşle kutsala bir dönüş” yaşandığı söylenebilir. Birinci özelliği ile medyada “seküler kutsallık” örneklerine de rastlamaktayız. Mitin, büyünün ve paranormalin keşfi ile karşı karşıyayız adeta. Bu da medya dünyasında daha net biçimde görülmektedir. Medya da mit, büyü ve paranormalin yaşamaya devam ettiği unsurları ve deneyim şekillerini çok açık biçimde görmekteyiz. Medya olayları, fikirleri popüler bir söylem içine yerleştirmekte, mitsel ve büyüsel biçimleme ile farklı bir kutsallığı bizlere “temaşa” ettirmektedir.

Medya popüler kültür alanı olarak temelde seküler bir alandır. Ancak sözlü kültür ve sim- gesellik özelliği, mitik dile sahip oluşu medyanı yeni kutsallıklar üretmesine ve bunu (post) modern bir bağlamda yapmasına imkan vermektedir. Medya bu anlamda yeni “seküler kut- sallıkların” merkezi olmaktadır. Dünyada etkin bir film endüstrisi olarak Hollywood dizi ve film sektöründe mitsel ve dinsel imgelerin çokça yer aldığını biliyoruz.Harry Potter, The Ex- orcist, İşaretler, Matrix, Paranormal activity vb. daha sayısız birçok ünlü filmde mitsel ve büyüsel imgeler çokça işlenmektedir.

Medyanın kutsal üretimine örnek olarak günümüzde çok etkin olan ve başta değindiğimiz yeni dinsel kimliklerden New Age (Yeni Çağ) akımını verebiliriz. Yeni Çağ’ı C. Bochinger (1994) bir ilizyon, bir medya icadı olarak görmektedir. Toplumsal tabanı ve gerçekliği pek olmasa da medyada üretilen ve gerçekliği oluşturulan bir olgu olarak karşımıza çıkmakta- dır. Yeni Çağ’ı, farklı ruhsal fikir ve pratiklerin bağlantısız eklektik bir koalisyonu; derme-çat- ma din, kendi dinini kendin yap, ruhsal süpermarket olarak tanımlayabiliriz. Yeni Çağ, ku- rumsal dinlerde zayıflık, dinsel pazar, çoğulculuk gibi modern dinsel yönelimlerin sonucu ortaya çıkıyor. Daha bireysel zevk ve tercihlere dayalı bir anlam paketi var. Bireyin arzu ve talepleri ön planda olan bir ruhsallık tarzı özelliği gösteriyor. S. Bruce, “modern çağın dini durumuna bakmak için Yeni Çağ’a bakmak gerekir. Sosyal gerçekliğe tekabül etmeyen, bi- reysel temelli ve medyada gelişen bir ruhsallık” demektedir.

Medyada kutsal üretimine diğer bir örnek, paranormal inanç ve uygulamalardır. Günümüz- de popüler kültürde Paranormal, mistik inanış ve uygulamalara, ruhçu eğilimlere, fal ve MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 217 astrolojiye, hayaletlere bir ilgi söz konusudur. Araştırma sonuçları bu eğilimlerin daha çok medya tarafından belirlendiği şeklindedir. Eğlence ve turizm sektöründe de ayrıca görül- mektedir. Paranormal olgular, kurgusal olsa da sırf eğlence olarak nitelenemez. İnsanların ilgi ve eğilimleri de söz konusu edilmelidir. İnsanların ilgi ve eğilimleri ile medyanın etkisi birleşerek “seküler kutsal” ürünler ortaya çıkmaktadır. Bir taraftan kurgusal ve bireysel ilgi ve hazlara dönük, diğer taraftan ise seküler akli olanla mücadele, dini ve varoluşsal tema- lara ilgi çerçevesinde ortaya çıkmaktalar. Burada “Medyatik dil ile dinsel temalar” kurgu- sal olarak iç içedirler. Örnek: The Exorcist filmi. Başına olağanüstü şeyler gelen Küçük kızın annesi ateisttir. Onu tedavi eden hem bilim adamı hem de rahip olan kişi sayesinde anne sonunda inanç gerçeği ile karşı karşıya gelir. The Exorcist of Emily Rose da da durum aynıdır: Rahip ve küçük kızı savunan ateist bayan avukat. Avukat da sonunda inanç gerçeği ile yüz- leşir. Küçük kız Hristiyanlara örnek bir kilşi olarak sunulur. Bilim-din çelişkisi paranormal bir olay örgüsü etrafında çözülmeye çalışılır. Omen filminde de durum aynıdır yani pa- ranormal olay örgüsü etrafında dinsel mesajlar verme durumu söz konusudur. “Matrix”de ise paranormal-mistik temaların dini ve felsefi içeriklerle iç içe işlendiğini görürüz.Harry Potter’da dinsel ve büyüsel temalar eğlence ile birlikte verilmektedir. The Lord of the Rings’de olağandışı birçok olay büyüsel ve fantastik bir kurgu içinde anlatılır. Signs, Alien, Ghost, The Sixth sense, Dragonfly, X Files, vb. birçok dizi ve film için de durum aynıdır.

Batıda işlenen bu tarz film ve dizilerden örnekle ülkemizde de özellikle iki binli yıllardan sonra benzer temalı yerli filmlere rastlamaktayız.Büyü, Dabbe, Araf, Semum, Gen, Musallat, Siccin, Şeytan-ı racim, Küçük kıyamet, 3 harfliler, Azazil, İfrit, Zifir, Ammar, Azem, Gulyabani vb. yerli filmlerde mistik ve büyüsel temalar çokça işlenmekte ve bu tarz filmlerin sayısı eskiye oran- la hızla artmaktadır. Yanı sıra Sırlar dünyası, Kalp gözü, Sır kapısı, Sırların efendisi, Sihirli annem, Tatlı cadı, Selena vb.” yerli dizilerde mitik, dinsel ve büyüsel konuların işlendiğini, bu tarz dizilere çok önem verildiğini görmekteyiz. Bu dizilerin yaygınlığı, bunların çok izlenmesiyle doğru orantılı olmalıdır. Dini teması ya da büyüsel teması yoğun olanlar olduğu gibi eğ- lence yönü ağır basanlar da söz konusudur. Türkiye’de yapılan bir araştırmada sürekli takip edilen dini programlar sorulmuş: Sıralama, “1. Sırlar Dünyası (STV) (mistik, sembolik); 2. Büyük Buluşma (STV) (Ahiret, ahlak temalı); 3. Kalp Gözü (Kanal7) (mistik, sembolik)” şek- linde; az izlenenler ise “Huzura doğru, İslam ve insan, Diyanet Saati şeklinde olmuştur. Yine bizim Malatya merkezinde lise öğrencisi ve öğretmenleri üzerinde yaptığımız uygulamalı çalışmada çıkan sonuca göre, öğrencilerin Din derslerinde öğretmenlerine en fazla izle- dikleri filmlerdeki mistik ve büyüsel konuları sordukları ve bu sorularda giderek bir artışın olduğu şeklindedir. Bazı deneklerde öğrencilerin filmlerde gördükleri uygulamaları gruplar halinde denedikleri, bunu eğlence ile karışık mistik, dini bir hava içinde yaptıkları sonucuna ulaşılmıştır.

Sonuç

Sonuç olarak bizler enformasyon toplumunda yaşamaktayız. Bu toplum tipinde popüler kültürün etki alanı giderek genişlemektedir. Aksine dini kurumların kurumsal etki alanı da eskisine oranla görece daralmaktadır. Günümüzde kutsala dönüşle birlikte kutsal, popüler kültür/medya içinde de görünür olmaya başlamıştır. Ancak bu süreçte kutsal zaman za- man seküler formlara da bürünebilmektedir. Modern süreçte gelişen bireyselleşme ve dini çoğulculuğun bir sonucu olarak kutsal, postmodern medya alanında karşıdakinin bireysel haz ve isteklerini de hesaba katan eğlence, tüketim yönüne de sahip biçimlerde tezahür 218 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR edebilmektedir. Bu anlamda medyada dinsel, büyüsel ve paranormal ürünlerde artış göz- lenmekte ve bu ürünler kutsal olanın eğlence mantığıyla tüketime sunulduğu bir süreçte karşımıza çıkmaktadır. Mit, büyü, paranormalizm gibi kutsallıkların postmodern tezahürü- nün göründüğü ve üretildiği mekân medya olmaktadır.

İster kabul edelim ister etmeyelim şurası bir gerçek ki, sekülarizmin dine karşı sert tutu- munu –özellikle 19. ve 20. yüzyıllara nazaran- değiştirdiği görülmektedir. Sekülerleşmenin özellikle medyada dine karşı bu sert tutumunu değiştirdiğini görebiliriz. Medyada “Seküler ama kutsal” yönü olan örneklere çokça rastlıyoruz. Kutsalın seküler-modern üretimine dair örnekler söz konusu olmaktadır. Din ve modernlik birbirini etkileyerek popüler kültürün içinde yeniden oluşmaktadır. Burada birbiri içine giren, birbirini etkileyen bir üretim süreci ile karşı karşıyayız. Bu durum, postmodern mantığın “her şey gider” anlayışı ile uyumlu görünmektedir. Burada kapitalist tüketim kültürü ile bu ruhsal eğilimlerin iç içe girdikle- rini, çağımızın küresel iletişim ve tüketim araçlarına çok iyi adapte olduklarını görüyoruz. Yine, burada ruhsal tatmin yanında yeni bir tüketim mantığı, “kutsalı metalaştıran bir me- kanizma” söz konusudur. Kutsal karşıtı katı seküler anlayışın bırakılarak yeni bir yaklaşımın mevcut olduğunu anlaşılmaktadır. Bu, yeni bir paradigmadır ve “kutsalın modern seküler süreçlere adaptasyonu” şeklinde de anlaşılabilir.

Farklı dini-manevi temsiller, medya vasıtasıyla etkin olabilmektedir. İletişim kanallarını gücü kullanılarak dini kurumların etkinliğine yakın hatta zaman zaman onu geçecek kadar güçlü de olabilmektedirler. Medyanın seküler karakterlerinden en önemlisi “eğlence aracı, pazar mantığı vb.” olduğu için manevi ve dini olan da bu eğlence ve pazar mantığı içinde ele alınmaktadır. Dolayısıyla hem manevi ve dini temalar dini çoğulculuk gereği bireyin istek ve beğenilerine göre ele alınmakta; hem de katı seküler yaklaşımların tersine dini ve hatta mistik konular en uç örneklerine kadar işlenmektedir. Batı sinemasından ülkemizdeki film ve dizilere kadar medyada ele alınan dini, manevi ve hatta büyüsel imgeler (popüler dini temalar, medyum, cinci, şifre çözücü kişiler vb.) göz önüne alındığında dinin özellikle gençler arasında nasıl algılandığının araştırılması ve bununla ilgili tedbirlerin alınması da zorunlu görünmektedir. Ayrıca dini-manevi konuların medyada ele alınması olumlu gö- rülürken, bu değerlerin tıpkı öğütülen diğer değerler gibi popüler kültürün bir malzemesi olarak tüket(tiri)lmesinin, pazarlanan bir meta konumuna düşürülmesinin önüne geçecek tedbirlerin alınması da önem arz etmektedir.

KAYNAKÇA

- Arslan, M. (2011) Paranormalizm ve Din, Bilsam Yayınları Malatya - Arslan, M. (2004) Türk Popüler Dindarlığı, Dem Yay. İstanbul,. - Arslan, M. (2006) “Değişim Sürecinde Yeni Dindarlık Formları: Yeni Çağ İnanışları Örneği”. Değerler Eğitimi Dergisi. 4 (11). 7-24. - Aziz, A. (1975) Televizyonun Yetişkin Eğitimindeki Yeri ve Önemi, TODAİE Yy. Ankara. - Aziz, A. (1982) Toplumsallaşma ve Kitle İletişimi, A.Ü.B.Y.Y.O. Yy. Ankara. - Batmaz, V. ve Aksoy, A. 1995. Türkiye’de TV ve Aile (Elektronikhane), Ankara. - Bell, D. (2006) “Kutsalın dönüşü”. Laik ama Kutsal. (Çev. A. Köse). Etkileşim Yayınları. İstanbul. - Bochinger, C. (1994) NA und Moderne Religion. - Bruce, Steve. (2002) God is Dead: Secularization in the West, Blackwell. MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 219

- Davies, P. (1995) Tanrı ve Yeni Fizik. (Çev. M. Temelli). İm Yayınları. İstanbul. - Din İşleri Yüksek Kurul Kararı, (1998) “Medyada Tartışması Yapılan Bazı Dini Konular Hak- kında Din İşleri Yüksek Kurul kararları”, Diyanet Aylık dergi, S. 87, Ankara. - Esslin, M. (1991) Televizyon: Beyaz Camın Arkası, Pınar Yayınları, İstanbul. - Fiske, J. (1999) Popüler Kültürü Anlamak, İstanbul. - Gelici, Z. (2007) Sırlara Vurgu Yapan Mistik Televizyon Programlarının Din Eğitimi Açısın- dan Tahlili, SÜ SBE YL Tezi, Sakarya. - Glock, C. Y. ve Bellah. R. (1976) The New Religious Consciousness. Berkeley: University of California Press. - Gülerarslan, Aşina. (2010) Uhreviye Karşı Seküler; Din ve Televizyon. Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya. - Hoover, S. (1997) Religion in a Media Age, Media and Theology Project, Public Lectures - Kongar, E. (1986) Kültür ve İletişim, Say Yay., İstanbul. - Ong, W. (1995) Sözlü ve Yazılı Kültür, Metis Yayınları, İstanbul. - Robbins, T. ve Anthony, D. (1979) “The Sociology of Contemporary Religious Movements”. Annual Review of Sociology. 5: 75-89. - Sözen, Edibe, (1997) Medyatik Hafıza, Timaş Yay., İstanbul. - Valle, C. A. (1992) Religion and Media, WACC Media Development, London. - Weber, Max, (1976) The Protestant Ethic and the Spirit of Capitalism,New York: Charles Scribner’s Son. - Weber, M. (1996) Sosyoloji Yazıları. (Ed. H.H. Gerth ve C.W. Mills; Çev. T. Parla). İletişim Yayınları. İstanbul. - Williams, R. (2003) TV, Teknoloji ve Kültürel Biçim, Çev: A. U. Türkbağ, Dost Kitabevi, An- kara. - Yenen, İ. (2005) Televizyonlarda Yayınlanan Dini Programların İzlerkitlenin Dini Tutum ve Davranışları Üzerine Etkileri Konya Örneği, EÜ SBE YL Tezi, Kayseri. - Yengin, Hülya (1996) Medyanın Dili, Der Yay., İstanbul. 220 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR

KERTENKELE DİZİSİNDE DİN, DİNDARLIK VE DİN ADAMI TEMSİLİ

Prof. Dr. Hamza ÇAKIR

Arş. Gör. Metin EKEN

Giriş

Hareketli görüntü, özellikle de sinema ve günümüzde televizyon, güçlü teknik özellikleri ve yüksek etki gücüyle geçtiğimiz yüzyıla damgasını vurmuş, bireysel ve toplumsal yaşamdan beslenmekle birlikte onu etkileme gücüne sahip güçlü bir araç olarak kullanılagelmiştir. Din olgusu da, din sosyolojisindeki işlevsel tanımları bağlamında, sembol sistemleri ara- cılığıyla işleyen ve bu yönüyle de sosyo-kültürel yapıyı önemli ölçüde belirleyen bir anla- ma ve anlamlandırma etkinliği olarak tanımlanmıştır. Bu bağlamda, sinema ve dinin farklı şekillerde de olsa bir takım sembol sistemleri kullanarak bireysel ve toplumsal yaşama etkide bulunmak bakımından ortak biçimsel etkilere sahip olduğu iddia edilebilir. Bu doğ- rultuda, Türkiye özelinde bakıldığında, sosyo-kültürel yapı üzerinde önemli etkiye sahip olan din olgusunun, dönemin siyasal atmosferinin doğrudan etkisiyle sinema dilinde ele alınan yeni ‘din’, ‘dindarlık’ ve ‘din adamı’ algısı ile ikame edildiği söylenebilir. Bu algı, “İlk Dönem Türk Sineması’nda” rasyonel olmayan, mistik öğelerle yüklü bir din (hurafe), bu öğelerden hayatını kazanan bir din adamı (büyücü, muskacı) ve bunlara kayıtsız şartsız inanan bir dindar portresi ortaya çıkartmıştır. İlerleyen yıllarda, bu çalışmada “Gelenek- sel Türk Sineması” olarak adlandırılan dönemde ise, değişik akımların etkisi görülse de, sinemanın din, dindarlık ve din adamı algısında ciddi bir değişiklik görülmemiştir. “Yeni Türkiye Sinemasında” ise, devamlılık arz eden birtakım durumlarla birlikte bu algının belli ölçülerde farklılaştığını gözlemlemek mümkündür. Bu farklılıkların etkisi günümüz dizile- rinde de kendini hissettirmiştir. Ancak günümüz Türk dizilerinden bazıları senaryolarıyla bahsi geçen dönemlerin karakteristikleri ile net bir biçimde özdeşleştirilemeyecek birtakım özellikler barındırmakta ve bu yönüyle farklılaşmaktadır. Bu çalışma, belirtilen dönemler- le benzeşen ve farklılaşan özellikleri barındırdığı düşünülen ve ilk bölümü 25 Ekim 2014 tarihinde yayınlanan “Kertenkele” dizisini inceleme amacı taşımaktadır. Hırsız karakterinin hapishaneden kaçmak için imam kılığına girmesiyle başlayan olay örgüsü, benzer senaryo- lara sahip olan Marmoulak (2004) ve We’re (1989) filmleri bağlamında, tarihsel ve toplumsal perspektifte analiz edilecektir.

Sinemanın Toplumsal Konumu ve Etki Gücü

İnsanlar tarih boyunca hareketli görüntüyü saptamak ve belli yüzeylere aktarmak için çe- şitli çabalar içerisine girmiştir. Ancak sinemayla birlikte insanların yaşadığı deneyim, daha önce bildikleri yüzey üzerine resmetmeden ve sahne gösterilerinden çok daha farklı bir durum arz etmiştir. Lumière kardeşlerin ilk filminde, karanlık bir odada kendilerine doğru gelen trenden kaçan izleyicilerin durumu yalnızca yeni bir teknik buluşun etkisiyle değil, bir yanılsama olarak yüzey üzerinde ortaya çıkan hareketli görüntünün ortaya koyduğu anlatım gücünün etkisiyle açıklanabilir. Bir trenin gara girişini gösteren bu elli saniyelik hareketli görüntü parçası, yaşamın içinden alınan sıradan bir olayı, o güne kadar hiç yapılmamış bir biçimde, yüzey üzerine yapılan sanatlarda ve sahne sanatlarında ifade edilmesi mümkün MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 221 olmayan bir şekilde yüzey üzerinde ortaya çıkarmıştır (Kılıç, 2012, s.259). Sinemanın gücü işte tam bu noktada ortaya çıkar. Sinema, yaşamı diğer sanat dalları gibi ama onlardan çok daha farklı bir biçimde yansıtan bir ayna görevi görür (Güçhan, 1992, s.56). Diğer bir ifadey- le sinema, bir sanat içinde sanatın tümünü gerçekleştiren bir sanattır (Abadan, 1956, s.49). Bu yönüyle sinema ortaya çıktığı ilk zamanlardan itibaren gündelik yaşamın önemli bir parçası haline gelmiş ve çeşitli amaçlar için kullanılan etkili bir kitlesel araç olma özelliği kazanmıştır. Çünkü sinema, toplumsal yaşamdan aldığı verileri yansıtan bir olgu olmakla beraber, kültür ve yaşam tarzını biçimlendiren ve ona yeni şekiller veren bir etki unsurudur. Sinemanın etkisine yönelik çalışmalara bakıldığında, sinemayı insanların psikolojik ih- tiyaçlarını karşılayan bir araç olarak inceleyen araştırmaların çoğunlukta olduğu görül- mektedir. İnsanların sinemaya gitmekle ne kazandığı şeklindeki sorulara verilen en yaygın yanıtlardan biri de, kişinin gördüğü kişiler ve kurumlarla kendisini özdeşleştirdiği fikridir. Ancak bu, sinemanın işlevlerinden yalnızca bir tanesidir (Güçhan, 1992, s.64-65). Çünkü sinema hem bireysel ve hem de toplumsal boyutu olan çok yönlü bir olgudur ve her bi- rey filmi kendi deneyimlerine göre yaşasa da, bu deneyimlerin oluşmasında toplumsallık büyük önem arz eder. Ayrıca, Toplumsallaşmanın, bireyin “toplumun kültürünü öğrenme ve içselleştirme süreci” (Bozkurt, 2011, s.111) şeklindeki tanımından hareketle, sinemanın günümüz toplumlarında bireylerin toplumsallaşması sürecinin de önemli bir aracısı oldu- ğu söylenebilir.

Türk sinemasının tarihsel gelişme süreci incelendiğinde ise, toplumsal yaşamdaki değiş- melerin ve bunların getirdiği somutlukların yansımaları olan bir gelişme çizgisi ile karşı- laşılır. Bu süreç içinde sinemada önemli dönüşümlerin yaşandığı yaklaşık on yıllık zaman dilimleri, Türkiye’nin toplumsal/siyasal yaşamında da önemli değişimlerin ortaya çıktığı dönemlerdir (Güçhan, 1992, s.71). Bu bağlamda, Türk sinemasında din, din adamı ve din- darlık olgularının temsil edilme biçiminin izlerini süremeye yönelik bir çalışma bu dönem- sel farklılıkları göz önünde bulundurmak durumundadır. Bu doğrultuda, genel bir panora- ma sunması bakımından Türk Sineması üç ana dönemde incelenebilir1.

İlk Dönem Türk Sinemasında Din Adamı Temsili (1922-1960)

1920’li yıllar, I. Dünya Savaşı’nın toplumsal, ekonomik ve siyasal etkilerinin devam ettiği bir dönem olması bakımından konulu filmlerin önemli ölçüde az olduğu bir dönemdir ve çe- kilen filmlerin pek çoğu devlet eliyle hazırlanan ve belge niteliği taşıyan filmlerdir (Gürsoy, 2005, s.32). 1923 yılından itibaren ise, çekilen az sayıda filmin bir kısmının Kurtuluş Savaşı temasıyla çıktığı görülür. Bunlar; Muhsin Ertuğrul’un yönetmenliğini yaptığı Ateşten Gömlek (1923), Ankara Postası (1928) ve Bir Millet Uyanıyor (1932) filmleridir. Bu dönemde filmlerin dine ve din adamına bakış açısında ise, Cumhuriyet ideolojisinin önemli etkileri hissedilir.

1922-1939 yılları arasında çekilen filmlerin en önemli özelliği, pek çoğunun Muhsin Er- tuğrul yönetmenliğinde çekilmesidir. Sinema için yaptığı uyarlamalarla cumhuriyetin mo- 1 Türk Sineması ile ilgili çalışmaların pek çoğunda Türk Sinema Tarihi, genelde Nijat Özön’ün (2010) dönem- lendirmesi bağlamında ele alınmaktadır. Özön’ün tasnifi; İlk Dönem (1910-1922), Tiyatrocular Dönemi (1922- 1939) Geçiş Dönemi (1939-1950), Sinemacılar Dönemi (1950-1970), Genç/Yeni Sinemacılar Dönemi (1970 ve sonrası) şeklindedir. Önemli bir diğer Türk Sinema tarihçisi Âlim Şerif Onaran’a (1999) göre ise, Türk Sineması; Tiyatrocular Dönemi (1923-1939), Geçiş Dönemi (1939-1952), Sinemacılar Dönemi (1952-1963) ve Yeni Türk Sin- eması şeklinde tasnif edilmiştir. Ancak bu çalışmada, çalışmanın bağlamıyla uyumluluk arz etmesi bakımından İbrahim Yenen’in (2011), “Toplumsal Tezahürleri Bağlamında Türk Sinemasında Din, Dindarlık ve Din Adamı Olgusu” adlı doktora tezinde kullandığı dönemlendirme takip edilecektir. 222 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR dernleşme projesini benimseyen ve bu doğrultuda filmler üreten Ertuğrul’un 1922–1939 yılları arasında çekmiş olduğu 13 filmden 5 tanesi, içerik ve etki itibariyle din ve din adamı öğesi barındırmaktadır. Bunlar; Nur Baba (Boğaziçi Esrarı–1922), Ateşten Gömlek (1923), An- kara Postası (1928), Bir Millet Uyanıyor (1932), Ayranoz Kadısı (1938) ve Bir Kavuk Devrildi (1939) filmleridir. Bu filmlerin dine bakışına gelindiğinde ise, din olgusunun din adamı karakteri aracılığıyla temsil edildiği görülür (Yenen, 2011, s.33). Bu din adamı karakterleri ise, genel- de vatan haini, irticacı ve şehvet düşkünü kişiler olarak temsil edilmiştir. Nur Baba filmin- de din adamı karakteri şehvet düşkünü bir şeyh olarak çıkar karşımıza, Ateşten Gömlek, Ankara Postası ve Bir Millet Uyanıyor’da, Kuva-yi milliye karşıtı bir vatan hainidir. Ayranoz Kadısı’nda rüşvete ve yine şehvetine düşkün bir sahtekârdır.

1940’lı yılların sonrasına gelindiğinde ise, savaş sonrası çok partili döneme geçişin sembol filmlerinden olan ve bir iftira sonrası yobaz hocaların önderliğinde halk tarafından linç edi- len Aliye öğretmenin hikâyesini anlatan Vurun Kahpeye (1949)2, ilk dönem Türk Sineması’nın dine ve din adamına bakışının somutlaştığı filmlerin başında gelir (Maraşlı, 2011, s.157). Aliye öğretmenin temsil ettiği yenilikçi eğitim sistemine ve Kuva-i Milliye birliklerine karşı düşman olarak konumlandırılan Hacı Fettah tiplemesi bu bakışın tipik bir örneğidir. Ali- ye Öğretmen’in öğrencilerini marş söyleterek yürüttüğü bir sahnede, orada bulunan Hacı Fettah şunları söyler: “Görüyorsunuz, yüzü gözü açık namahremler, erkeklerin kalbini fesa- da vermek için şarkı söyleyerek dolaşıyorlar. Bunlar melundur. Bunların eline çocuklarınızı teslim etmeyiniz.” Filmin diğer bir sahnesinde ise, düşman kuvvetleriyle işbirliği yapacak kadar onursuz bir kişilik olarak çizilen Hacı Fettah’ın ağzından şu kelimeler dökülür: “Ku- va-i Milliye denen o başıbozuk alayına katılmayınız. Onlar hem padişahın basını yiyecekler hem de düşmanı gazaba getirip ırzımızı payimal, malımızı yağma ettireceklerdir… Düşman gelirse gelsin malımıza, canımıza dokunmadıktan sonra ne zararı var” (Lüleci, 2007, s.44).

Geleneksel Türk Sinemasında Din Adamı Temsili (1960-1996)3

1950 ve 1960 yılları arası Türk sinemasında önemli bir geçiş dönemini temsil etmektedir. Özön’ün (2010, s.194) ifadeleriyle, Türkiye’deki ilk film yapımı İlk Dünya Savaşı’nın başına kadar uzanıyordu ama o tarihten yirminci yüzyılın ilk yarısının sona erdiği tarihe kadar geçen süre içinde tam anlamıyla bir sinemanın var olduğu bile söylenemezdi. Çünkü an- cak 1950’den sonraki süreçte tiyatro mantığından sıyrılarak sinema diline yaklaşan ürünler ortaya çıkmaya başlamıştı. Yine Scognamillo’nun (2003:159) ifadeleriyle bu dönemde bir süre için Türk sinemasına yeni bir soluk, yeni bir umut gelmiş, daha önce tabu sayılan ko- nular ve sorunlar ilk kez büyük bir coşkuyla ele alınmıştı.

1960 ve 1996 yılları arasındaki döneme gelindiğinde ise, çok geniş bir zamana yayılması ve pek çok akımın etkisiyle çekilen filmleri barındırması bakımından dönemin din, dindarlık ve din adamı algısının; toplumsal gerçekçi, ulusal, devrimci, dinsel (hazretli) ve milli sine- ma akımları olmak üzere beş sinema anlayışı çerçevesinde değerlendirilmesi mümkündür4. 2 Halide Edip’in 1923 yılında yayınlanmış ikinci Romanı olan “Vurun Kahpeye”, 1949, 1964 ve 1973 yıllarında olmak üzere üç kez sinemaya uyarlanmıştır. Milli Mücadele günleri formunda geçen filmin ilk versiyonu, 1949’da Ö. Lütfi Akad tarafından, Türk Sineması’nın geçiş döneminde çekilmiştir (Maraşlı, 2011, s.157). 3 Bu tarih aralığı, Yenen’in (2011) tez çalışmasında kurguladığı görece bir döneme tekabül etmektedir. Ve bu dönem; toplumsal gerçekçi, ulusal, devrimci, dinsel (hazretli) ve milli sinema akımları olmak üzere beş sinema anlayışının şekillendirdiği filmleri kapsamaktadır. 4 Bu kurgu İbrahim Yenen’in “Geleneksel Türk Sineması” şeklinde somutlaştırdığı dönemin kapsamına giren akımları içermektedir. MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 223

Bu bağlamda, Yenen’in (2011, s.199) ifadeleriyle Din, toplumsal gerçekçi sinemada (Yılan- ların Öcü, 1962) sosyal bir gerçekçilik, dinsel sinemada (Hz. Ömer, 1964) ticari kazanç aracı, ulusal sinemada (Bir Türk’e Gönül Verdim, 1969) kültürel bir gerçeklik, devrimci sinemada (Umut, 1970) sınıflı toplumda ezilenlerin umudu ve milli sinemada Minyeli( Abdullah, 1990) kültürel bir tez olarak karşımıza çıkmaktadır.

Bu dönemlerdeki din adamı, toplumsal gerçekçi ve devrimci sinema akımlarından etkile- nen filmlerde İlk Dönem Türk sinemasından izler taşımakla birlikte belli ölçülerde kabulle- nilmiştir. Ancak olumlu bir din adamı temsili sunulmamıştır. Din adamı toplumsal gerçek- liğin bir parçasıdır ancak aynı zamanda halkın uyumasına sebep olan bir gericidir. Dinsel sinema ya da hazretli filmler akımına gelindiğinde ise din adamı karakterinin, ticari kay- gılara yaslanan ve herhangi bir teknik ve sanatsal niteliği olmayan kurgulara feda edildiği görülür. Mistik unsurlarla yüklü ve gündelik gerçekliğe yaklaşamayan bir din adamı portresi çizilir. Ulusal ve milli sinema akımlarının hâkim olduğu filmlerde de din adamı tiplemesi indirgemeci bir yaklaşımla ele alınmış, kültürel ve geleneksel bir unsur olarak sunulmuştur.

Yeni Türk Sinemasında Din Adamı Temsili (1996-2010)

Türk sineması, 1990’lara gelindiğinde tarihinin zor zamanlarından birini geçiriyordu. Hayat şartlarının ağırlaşması, etkinliğini kaybetmeye başlayan videonun yerine sayısı hızla art- maya başlayan özel televizyonların yayına geçmesi ile sinema seyircisi salonlardan uzak- laşmaya başlamıştır. Böylesine olumsuz bir durumu önceden fark edemeyen sinemacılar bu gelişimlerle bir bocalama sürecine girmiş; senaryo problemi, konu alanındaki sıkışıklık- lar sonucu oluşan ve “sanat sineması” adı verilen, çoğu yurt dışı festivallere yönelik filmler, zaman zaman eleştirmenlerden olumlu eleştiriler almasına rağmen izleyiciler nezdinde fazla kabul görmemiştir. 2000’li yıllara gelindiğinde ise, Türkiye’de Hollywood filmlerinin egemenliğinde bir sinema anlayışının hâkim olduğu bir yapı ortaya çıkmıştır. (Ormanlı, 2006, s. 16).

Bu dönemde din, dindarlık ve din adamı karakterine bakıldığında, geleneksel Türk sinema- sında ele alınan dini konu ve karakterlerin belirli kalıplar içerisinde değerlendirilme tutu- munun bu dönemden itibaren nicelik, çeşitlilik ve yaklaşım itibariyle değişmeye başladığı görülmektedir. Özellikle 2000‘li yıllardan sonra sayıları artan dini temalı filmlerde; farklı din adamı karakterleri, şiddet-terör-din ilişkisi, modernleşen dindar karakterler, estetik-din ilişkisi gibi konular dikkat çekmektedir (Yenen, 2011, s.114). Bu dönemde din adamı ka- rakteri gündelik hayatın ve sosyal gerçekliğin bir parçası olarak sunulmuş, bununla birlikte bazen yine bir din istismarcısı ve şehvet düşkünü, bazen modern değerlere bağlı bir aydın, bazen de sıra dışı bir genç olarak yansıtılmıştır. Bu dönemin dikkat çeken özelliklerinden bir diğeriyse, İlk Dönem Türk Sineması’nda sunulan gerici, hurafeci din adamı tiplemesinin tam da karşısında konumlandırabileceğimiz modern, vizyoner, olumlu ve ılımlı din adamı tiplemesinin görüldüğü filmlerin ortaya çıkmasıdır. Ancak böyle bir din adamı tiplemesini ortaya çıkartan motivasyon merak konusudur. Çünkü bu tipleme, kendinden menkul bir din adamı karakterinden ziyade İlk Dönem Türk Sineması’ndaki kötü din adamı tiplemesine cevap mahiyetinde refleksif bir çabanın ürünü olduğu izlenimi vermektedir.

Yukarıda ele alınan üç dönemde ifade edilmeye çalışılan Türk Sineması’nın din, dindarlık ve din adamı olgusu özetle; İlk dönem Türk sinemasında (1922–1960), dışlanmış (excluded) 224 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR bir yaklaşımla değerlendirilirken Geleneksel Türk Sinemasında (1960–1996) daraltılmış (consricted) bakış açısıyla ele alınmıştır. Dışlanmış ve daraltılmış olarak ifade edilen bu iki dönemde de din, dindarlık ve din adamı olguları indirgemeci (reductive) bir zihniyetle kullanılmış obje olarak değerlendirilme eğilimi göstermiştir. 1996 yılından günümüze Yeni Türk Sineması olarak adlandırılan dönemde ise din, dindarlık ve din adamı olguları, gün- delik hayat içerisinde kendisini tezahür ettirdiği sosyal bir gerçeklik olarak kabullenilmiş (adopted) bir yaklaşımla değerlendirilmiştir. Buna göre din ve dini unsurlar, kullanılmış obje konumundan farklılaşarak toplumsalın bir parçasına dönüşmüştür (Yenen, 2011, s. 4). Günümüz Türk dizilerine gelindiğinde ise, din adam karakteri yine farklı tiplemeler şeklinde karşımıza çıkar. Ancak son dönem Türk dizilerinde din adamı karakteri kabullenilmiş bir ka- rakter olarak belirir. Bu bağlamda bu çalışmada, Kertenkele dizisindeki din adamı karakte- ri, dizinin doğrudan esinlendiği ve senaryosunda birebir benzerlikler bulunan Marmoulak (2004) adlı İran yapımı bir film ve bu filme esin kaynağı olan 1989 yapımı We’re No Angels filmleri bağlamında değerlendirilecektir.

Dizinin Konusu ve Dizi Etrafında Dönen Tartışmalar

“Kertenkele” Metin Balekoğlu yönetmenliğinde ilk bölümü 25 Ekim 2014 tarihinde özel bir kanalda yayınlanan bir televizyon dizisidir. Zeki, sıra dışı ve ele avuca sığmaz hırsız karakterinin mahkûm olarak getirildiği hastaneden din adamı kılığına girerek kaçmasıyla başlayan ve bir anda bir mahallenin imamı olmasıyla gelişen olayların şekillendirdiği dizi- yi diğer televizyon dizilerinden belli ölçülerde farklı kılan unsur ise, dizinin yayınlanan ilk bölümünden itibaren pek çok tepki ile karşılaşmasıdır. Diyanet İşleri Başkanlığı Basın ve Halkla İlişkiler Müşavirliği’nden5 yapılan basın açıklamasında, “Filmde karakterize edilen “sahte imam” tiplemesi toplumsal saygınlığı olan din görevlilerimizi derinden yaralamıştır. Geçmiş dönemlerde kaldığını düşündüğümüz bu tarz senaryoların cübbeyle, sarıkla ve bu kıyafetlerin taşıdığı değerleri küçük düşürücü tiplemelerle bir dizide karakterize edilmesini tasvip etmek asla mümkün değildir. İmamın sosyal dünyasındaki yeri ve rolü hakkında gerçekliği tahrif ederek ortaya konan bu tipleme karşısında başta kanal yöneticileri olmak üzere ilgili makamların gerekli duyarlılığı göstereceğinden kuşkumuz yoktur. Geçmişte yaşanan acı hatıralar hala hafızalardayken, dini değerlere saygıda bir seviye kazanan yayın hayatımızın tekrar bu seviyenin altına inmesini en hafif ifadeyle dikkatsizlik ve özensizlik olarak değerlendirmek istiyo- ruz.”ifadeleri kullanılmıştır. Bu açıklamaların hemen ardından özel bir televizyon progra- mında kendisine yöneltilen soruları cevaplayan Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez; dizinin karakterize ettiği ‘sahte imam’ tiplemesinin toplumsal saygınlığı olan din görevlilerine uygun düşmediğini, ayrıca cami cemaatinin de küçük düşürücü bir konumda gösterildiğini ve bu durumda kurum olarak bir açıklama yapma gereği hissettiklerini ifa- de etmiştir6. Diziye sosyal medyadan ve farklı çevrelerden gelen tepkiler üzerine program yapımcısı Yalçın Şen; “Kertenkele” karakterinin bir imam yahut dini bir kişilik olmadığını, aksine İstanbul Emniyeti’nin yıllardır yakalamaya çalıştığı bir suçlu olduğunu ifade etmiş ve projenin, imam rolünü oynamak zorunda kalmasıyla mecburen dini öğrenen, öğrendik- çe farklılaşan ve bu süreçte kötü alışkanlıklarını terk eden bir hırsızın dönüşüm hikâyesi olduğunu savunmuştur7. Bu hikâye genel hatlarıyla şu şekilde gelişmektedir; dizinin ana 5 Belirtilen açıklama Diyanet İşleri Başkanlığı resmi internet adresinden 01.11.2014 tarihinde “Dizi Film Basın Açıklaması” başlığı ile yayınlanmıştır. Detaylı bilgi için Bkz: http://www.diyanet.gov.tr/tr/icerik/dizi-film-ba- sin-aciklamasi/22325?getEnglish=. 6 Bahsi geçen ifadeler, 02.11.2014 tarihinde CNN Türk Televizyonunda yayınlanan “Başka Şeyler” adlı programda sunucunun sorusuna cevaben kullanılmıştır. 7 Sabah Gazetesi’nde yayınlanan ilgili röportaj için:http://www.sabah.com.tr/medya/2014/10/29/yapimcisi-ele- stirilere-cevap-verdi. MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 225 karakteri olan Kertenkele, küçük yaşlarda anne babasını yitirmesinin hemen ardından ai- lesinden geriye kalan tek mirası olan kız kardeşiyle yetiştirme yurduna yerleştirilir. Bir süre sonra kız kardeşinin evlatlık olarak başka bir aileye verilmesiyle ailesinden geriye kalan en değerli varlığını da yitirir. Buraya kadarki hikâye dizinin çeşitli bölümlerinde, Kertenkele’nin zihninde canlanan hikâyeler biçiminde, karakterin geçmişine yönelik bilgi kırıntıları olarak karşımıza çıkar. Dizinin ilk bölümünde ise, Kertenkele artık maharetli bir hırsız olarak be- lirir ve arkadaşının düğünü için bir araba çalmasıyla birlikte olay örgüsü gelişmeye başlar. Ancak Kertenkele zekâsı sayesinde polislerin elinden sürekli kurtulmayı başarmıştır. Ne var ki küçük bir çocuğu yangından kurtarmak için girdiği eve polislerin de gelmesiyle yakalanır. Ancak hapishanede kalmak ona göre değildir ve kaçmanın planlarını yapmaya başlar. Giz- lice ilaç yutması sonucunda hastaneye kaldırılır. Hastanede tanıştığı ve aynı odada kaldığı imamın kıyafetlerini giyerek gizlice hastaneden kaçmayı başarır. Hızlıca hastaneden uzak- laşırken geçtiği bir mahallenin cami cemaati tarafından camilerine gelmesi beklenen imam zannedilir. Cami cemaatine kendisini Ziya hoca olarak tanıtan Kertenkele, varlıklı biri olan Ekrem Bey’in villasının bahçesinde yer alan misafirhanede kalmaya başlar. Amacı polisler- den bir süre saklanmaktır. Ancak bir süre sonra Ekrem Bey’in torununa âşık olur. Dedesi kendisi hayatta iken torunu Zehra’yı evli olarak görmek ister. Dedesinin yoğun baskılarında dayanamayan Zehra sahte bir evlilik oyunu oynamaya karar verir. Kertenkele bunun için en uygun damat adayıdır.

“Mormoulak”8 ve “We’re No Angels”9 Filmleri Bağlamında Kertenkele Dizisinin Karşılaştırmalı Analizi

Dizinin konu ve muhtevasını daha iyi anlamak için dizi yapımcılarının Esinlendiği İran ya- pımı “Marmoulak (Kertenkele)” (2004) adlı filme daha yakından bakılabilir. Filmin başrol oyuncusu Rıza, hırsızlık suçundan hapse girer. Bir yolunu bularak molla kıyafeti içerisinde hapisten kaçmayı başarır ve sınırdan kaçmak üzere geldiği bir köyde imam zannedilerek kendisine büyük saygı gösterilir. Bu durumdan yararlanan ve sahte bir din adamı olarak yaşayan Rıza’nın hareketli kişiliği, esprileri ve dinin katı kurallarıyla dalga geçmesi halkın ona olan ilgisini arttırır. Molla rejimi eleştirisi olarak okunabilecek film, Molla rejiminin çizdiği katı İslam portresinin karşısında konumlanan alternatif bir dönüşüm projesidir. Bu fikir filmin başlangıcında ve bitişinde karşımıza çıkan“İnsanların sayısı kadar Allah’a ulaşmanın yolları vardır, Allah’a giden yol her zaman açıktır” sözleriyle somutlaşır. Bununla birlikte Rıza’nın “İnsanları zorla cennetlik yapamazsın sevgili kardeşim. Öyle sert itiyorsun ki, öte taraftan cehenneme düşecekler neredeyse” sözleri mevcut din algısını eleştirme amacı gütmektedir.

8 Kemal Tebrizi tarafından 2004 yılında çekilen, Perviz Paraştui’nin başrolde oynadığı film hakkında detaylı bilgi için bkz: http://www.imdb.com/title/tt0416960/?ref_=nv_sr_1. 9 1989 yılında Neil Jordan tarafından beyaz perdeye aktarılan film hakkında detaylı bilgi için bkz: http://www. imdb.com/title/tt0098625/?ref_=nv_sr_5. 226 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR

Bununla birlikte Kertenkele (Marmoulek) filminin de, ilk defa 1955 yılında Michael Curtis tarafından çekilen ve 1989 yılında Neil Jordan tarafından yeniden beyaz perdeye aktarılan We’re No Angels (1989)10 adlı filmden esinlendiği ve yerel uyarlamalarla farklı bir biçimde sunulduğu ifade edilebilir. Başrollerini SeanPenn ve Robert De Niro’nun paylaştığı film, hapishaneden kaçan iki kişinin Amerika-Kanada sınırındaki ufak bir kasabada, uzaktan gel- mesi beklenen çok önemli iki rahip zannedilmesi ve böylelikle gelişen olayları konu edinir. Bu filmde de, bazı hurafeler ve kör taklit anlayışının yerilmesiyle birlikte, Hristiyanlığın özündeki katışıksız iyiliğe vurgu yapılır.

10 Filmin Hindistan’da Boban Samual tarafından 2013 yılında beyaz perdeye aktarılan “Romans” adında benzer bir uyarlaması için Bkz: http://www.imdb.com/title/tt2640444/?ref_=fn_al_nm_1a. MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 227

Kertenkele adlı diziye gelindiğinde ise, senaryo bakımından büyük ölçüde Marmoulek adlı filmden esinlendiği ifade edilebilir. İmam karakterlerinin hırsız olması, duvara tırmana- bilme yetenekleri, hapisten kaçmaları ve hatta kollarındaki kertenkele dövmeleri önemli benzerliklerden yalnızca bir kaçıdır. Ancak dizi senaryosuna, her biri neredeyse iki saate yaklaşan dizi bölümlerini içeriklendirebilmek amacıyla diğer Türk dizilerinden aşina oldu- ğumuz pek çok unsur eklenmiştir. Ayrıca, dizinin ilk bölümünden itibaren imam kılığına gi- ren hırsızın imam karakteriyle doğrudan çelişen davranışlar içerisine girdiği görülür. Her ne kadar söz konusu olan sahtekâr bir hırsızın bir imam kılığına girmesi dahi olsa, bu durum dizinin kamuoyunda en çok eleştirildiği hususların başında gelmiştir. Bunlardan bazıları aşağıdaki örneklerle somutlaştırılabilir;

Kertenkele imam kılığına girerek has- taneden kaçmasının hemen ardından metroya binerek bölgeden uzaklaşır. Bu sırada metroda uygunsuz hareket- lerle yakınlaşan iki gencin hemen kar- şılarına oturan imam görünümündeki Kertenkele’den çekindikleri görülür. Bunun üzerine Kertenkele;“Rahat olun gençler sıkıntı yok keyfinize bakın yani” der.

Gençlerin kalkmasının hemen ardın- dan Kertenkele’nin hemen karşısına iki bayan oturur. Kertenkele’nin ka- dınlardan birinin bacaklarına bakması üzerine diğeri rahatsız olur ve kinayeli bir biçimde; “Ört kızım ört Hocayı’da günaha sokacaksın”der. Bunun üzerine Kertenkele;“Hanım efendicim lütfen ama bizi böyle şeyler günaha sokmaz efendim.”der.

Yine Kertenkele’nin imam kılığında girdiği kumarhanede kumar oynaması imam karakteriyle bu tür hususların benzeştirilmesi gibi sebeplerle önemli ölçüde eleştirilmiştir.

Lojman yapılana kadar mahallenin var- lıklı aile babası Ekrem Bey’in villasının müştemilatında kalacak olan Kertenke- le, villanın eski güvenlik görevlisinden kalan ve Mücteba adlı dizi karakterinin indirmeye yeltendiği müstehcen fotoğ- rafların indirilmesine izin vermez ve ol- sun diyerek geçiştirir. 228 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR

Dizinin bir diğer sahnesinde ise Ker- tenkele, Ekrem Bey’in torununu Zeh- ra’nın evlilik oyununun bir parçası olarak bir partiye katılır. Partide çifte balayında nereye gidecekleri alaylı bir dille “deve üstünde çöl balayısı mıydı yoksa” ifadeleriyle sorulur. Kertenkele de Venedik’te geçirilecek gayet mo- dern bir balayı portresi çizer. Bu sah- nede, imam karakterinin doğrudan çöl, deve imgeleriyle özdeşleştirilmesi ve modern bir yaşamın tam karşısında konumlandırılması dikkat çeker. Sahte imamın cevabı ise gayet moderndir.

Dizideki bu ve buna benzer sahneler imam karakterinin olumsuz konumlandırılmasına işa- ret ettiği için çeşitli çevreler tarafından getirilen eleştirilerin odağına yerleşmiştir.

Sonuç ve Değerlendirme

Türk sinema tarihinin din, dindarlık ve din adamı algısı genel hatlarıyla değerlendirildi- ğinde özellikle Geleneksel Türk Sineması’nın son devirleri ile Yeni Türk Sineması olarak adlandırılabileceğimiz dönemde din olgusunu kabullenildiği, dindarlığın ötelenmediği ve din adamı karakterinin de sosyal bir gerçeklik olarak benimsendiği görülür. Son dönem Türk dizilerinde de bu kabulün izlerine rastlamak mümkündür. Bu bağlamda, Kertenkele dizisinde de din, dindarlık ve din adamı olgularının kabullenildiği netlikle ifade edilebilir. Dizide din adamı karakterinin toplumun her kesimince benimsendiği, mafyadan kumarha- ne çalışanlarına kadar saygı gördüğü sahneler bu kabulün örnekleri olarak ifade edilebilir. Bununla birlikte, dizide halk dindarlığı önemli ölçüde eleştirilmekte, imamda din adamı karakterine uymayan tavır ve davranışların görülmesi halinde bile bu tavır ve davranışların olumlu mantığa bürüme yoluyla halk tarafından kabullenildiği izlenimi verilmektedir. An- cak bu noktada dile getirilmesi gereken husus bu eleştirinin ne tür bir amaçla gerçekleşti- rildiği ya da böyle bir amacı olup olmadığıdır. İran yapımı Kertenkele filminde bu eleştiri molla rejimi kontrolündeki din algısına gönderme yaparken We’re No Angels filminde de, Hristiyanlık inancındaki dogmatik unsurların eleştirisi şeklinde karşımıza çıkar. Ancak Tür- kiye’de uyarlanan Kertenkele dizisinin bu arka plandan yoksun olduğu ve Türkiye’deki din anlayışı bağlamında içerden bir eleştiri fikrine yaslanmadığı söylenebilir. Çünkü film senar- yolarını içinde bulunduğu toplumsal kodlar şekillendirmiştir. Dizide ise, halk dindarlığına yönelik birtakım eleştiriler olmakla birlikte, arka planda işleyen bir felsefeden bahsetmek pek de mümkün değildir. Bu yönüyle, filmin Türkiye’de doğrudan dizi olarak uyarlanma- sında ticari kaygıların ön plana çıktığı ve dizinin bu doğrultuda diğer Türk dizileri arasında reyting yarışına giren bir popüler kültür ürününe dönüştüğünü ifade etmek mümkündür.

Kaynakça

- Abadan, N. (1956). Halk Efkârı Mefhumu ve Tesir Sahaları. Ankara: Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayınları. - Bozkurt, V. (2011). Sosyoloji: Temeller, Kavramlar, Kurumlar (7. Baskı). Bursa: Ekin Basım Yayın Dağıtım. MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 229

- Güçhan, G. (1992). Toplumsal Değişme ve Türk Sineması. Ankara: İmge Kitabevi Yayınları. - Gürsoy, Ö. (2005). Türk Sinemasının Tarihe Bakışı ve Türk Tarihinin Temsili. Yüksek Lisans Tezi. Yeditepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Danışman, Yrd. Doç. Dr. Ayla Kambur. İstanbul. - Kılıç, L. (2012). Fotoğraf ve Sinemanın Toplumsal Tarihi. Ankara: Dost Kitabevi Yayınları. - Lüleci, Y. (2007). Sinema ve Din: Türk Sineması Örneği. Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Din Psikolojisi Bilim Dalı), Danışman: Prof. Dr. Ali Köse, İstanbul, - Maraşlı, G.N. (2011). Günahıyla Sevabıyla Yeşilçam. İstanbul: Ufuk Yayınları. - Onaran, Â.Ş. (1999). Türk Sineması (I.Cilt), Ankara: Kitle Yayınları. - Ormanlı, O. (2006). Türk Sinemasında Geçiş Dönemi ve Toplumsal Altyapısı (1939-1950). Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Danışman: Prof. Dr. Şükran Esen. İstanbul. - Özön, N. (2010). Türk Sineması Tarihi (1986-1960). İstanbul: Doruk Yayımcılık. - Scognamillo, G. (2003). Türk Sinema Tarihi. İstanbul: Kabalcı Yayınevi. - Yenen, H. İ. (2011). Toplumsal Tezahürleri Bağlamında Türk Sinemasında Din, Dindarlık ve Din Adamı Olgusu. Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Danış- man. Prof. Dr. Niyazi AKYÜZ. Ankara.

İnternet Kaynakları

-http://tv.cnnturk.com/video/2014/11/03/programlar/baska-seyler/2-kasim-2014-pazar-prof- dr-mehmet-gormez/2014-11-01T2300/index.html - http://www.sabah.com.tr/medya/2014/10/29/yapimcisi-elestirilere-cevap-verdi. - http://www.diyanet.gov.tr/tr/icerik/dizi-film-basin-aciklamasi/22325?getEnglish=. - http://www.imdb.com/title/tt2640444/?ref_=fn_al_nm_1a - http://www.imdb.com/title/tt0098625/?ref_=nv_sr_5 - http://www.imdb.com/title/tt0416960/?ref_=nv_sr_1 230 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR

SOSYAL MEDYADA DİN

Prof. Dr. İlhami GÜLER

Din, sağlık ve beslenme gibi son derece “hayati” ve bir o kadar da istismara açık bir alandır. Temel ihtiyaçlar, -özel veya kurumsal olarak- uzmanlar eli ile ve ciddiyetle karşılanmadık- ları sürece, ihtiyaç sahiplerine gözü açık kurnazlar tarafından onulmaz yaralar açılmaktadır. Halkımızın dile getirdiği “Yarım doktor candan, yarım molla dinden eder” sözü, bu gerçeği ifade etmektedir. İhtiyacın zaruriliği ve acilliği oranında kitleler iğfale, kandırılmaya ve istismara açıktır. Din ilişkisinde istismarcılar rahipler, kahinler, şamanlar ve dinadamlarıdır. Bu din esnafları, kitleleri kandırma peşinde iken; Spinoza’nın dediği gibi kitleler de Tanrıyı kandır- ma peşindedir. Kitleler, mahir hırsız gibi daima “yükte hafif, pahada ağır” şeyleri “din” veya “dindarlık” olarak kendince kodlar.

Sahici bir dindarlık ilişkisi düşünce, duygu ve davranıştan oluşan bir süreçtir. Bu da bi- reylerden bir emek-çaba sarf etmeyi, bazen meşakkate katlanmayı, merak etmeyi ve önem atfetmeyi gerektirir. Kur’an’da: “Hakkında kesin bilgi sahibi olmadığın şeyin ardına düşme; çünkü kulak, göz ve kalp, bunların hepsi ondan sorumludurlar”(17/36) “Bilmiyorsanız, alimlere sorun.”(16/43, 21/7). “Her topluluktan bir gurup insanın dinde tafakkuh etmesi gerekmezmi?”(9/122) ayetleri, bu gerçeği ortaya koyar. Doğru itikad edinmenin her zaman ve zeminde geçerli evrensel yolu budur. İslam tarihinde bu otorite önce“İslam ilimleri/ulema” ve daha sonraları halk nez- dinde“Tasavvuf/evliya-şeyh” aracılığı ile oluşmuştur. Bu yol, hazırcevap, dogma, taklit ve hurafeye dayanan ilkel dinler ve dindarlıklardan tamamen farklıdır. Dinin “iman” alanı(me- tafizik), insanın beş duyusu, yani algı alanına girmeyip “Ğayp/kayıp” olduğu için, zann ve vehim buradan doğmaktadır. İlahi vahiy dini, bu alandan “teşbih” ile söz ederek(Allah-Ahi- ret) sistematize etmeye çalışmıştır(Esmau’l hüsna, cennet-cehennem).

Bu ikinci tarz dindarlığın psikolojik sebebi, insanın arzu ve heveslerini(heva) din edinme- sidir. “Hevasını ilah edineni gördünmü?...”(25/43) ifadesi, bu gerçeği dile getirir. İkinci sebep, insanın dini inancını oluştururken zanna uyması ve cehaletine prim vermesidir. “Allah hak- kında cahiliyye zannı ile zannda bulunma”(3/154) ifadesi, bu gerçeği dile getirir. Üçüncü sebep, Kutsal metinlerin üzerinden uzun zaman geçtikten sonra onların doğru yorumu, Arkeoloji- de olduğu gibi- ciddi bir ahlaki-bilimsel sorumluluk gerektirdiği halde, bazen alimlerin ba- zen de halkının bu gerçeği görmeden kutsal metinleri haddini aşarak, sorumsuzluk ve keyfi olarak aşırı yorumlamalarıdır. Kur’an’da Allah’ın Yahudi alimlerine: “ Tevrat’ın (yorumu ve vaaz edilmesi)sorumluluğu kendilerine yüklenen, sonra da bu yüklenen sorumluluğu yerine getirmeyen(alim) ler, kitap yüklü eşekler gibidir.”(62/5) şeklinde itham etmesi, din alimlerinin sorumluluklarının ihmalini ifade eder. Tevratın ve İncilin tahrif edilmesi ise, kitlelerin aşırı yorumunu yansıtır.

Dinin doğuş anından uzaklaştıkça da kendiliğinden iman ve ahlak alanlarında bir gevşeme ve yozlaşma olmaktadır. Kur’an bu gerçeği şöyle ifade eder: “İman edenlerin Allah’ı anmaktan ve kendilerine inen haktan dolayı halâ kalplerinin saygı ile ürpermesinin zamanı gelmedi mi? Müminler/ Müslümanlar, daha önce kendilerine kitap verilip de üzerinden uzun zaman geçince kalpleri katılaşan- lar(Yahudiler ve Hırıstıyanlar) gibi olmasınlar. Onlardan bir çoğu fasık kımselerdie.”(57/16) İslam’ın üzerinden de bin dört yüz sene geçti.Müslümanların da Yahudi ve Hırıstıyanlar gibi çoğu- nun yoldan çıkması, fasık olması normal bir hadisedir. Çünkü ayetteki “dindarlık” uyarısı, sahabilere yapılmaktadır. MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR 231

Çoğunluğu Tasavvuf yolu ile Müslümanlığı tercih etmiş Anadolu halkının dinini öğrenme tarzı geleneksel olarak medresede kitabını okuyarak veya alimine sorarak değil; daha ziyade tekke ve zaviyelerden “şifahi” olarak veya “kulaktan dolma” tarzında çevresindeki şeyhden, hocadan, hacıdan, babadan, dededen, büyüklerden “sohbet” yolu ile edinmiştir. İlmihaller, halk için yazıldığı halde, Anadoluda hocaların ve imamların vaaz kitabı olmuştur. Araplar ve İranlılar “Teolojik(Kelami)” düşünme aşamasına geçtikleri halde(daha sonraki aşama- lar “felsefi” düşünme ve “bilimsel” düşünme aşamalarıdır), Osmanlı-Türkiye toplumu-halkı “mitolojik” düşünme aşamasında kalmıştır. Osmanlı medreseleri, daha ziyade devletin bü- rokratik(ilmiye-kalemiye) ihtiyaçlara cevap vermiştir. Anadolu halkı, evliya-menkibe-kera- met ve yatırlar etrafında yarı şaman bir din kültürü edinmiştir.

Cumhuriyet döneminde Diyanet, vaaz ve irşad faaliyetleri ile halkın dini bilgisini temin et- meye çalışmış; 1950 lerden itibaren ise “İlahiyat Fakültesi, Cumhuriyetin ideolojik genetiği ile uygun “aydın din adamı” yetiştirmeyi amaçlamıştır. Devletin din yorumuna güvenmeyen muhafazakâr kitle daha sonraları açılan İmam hatip liseleri, İslam Eastitüleri ve okullara konulan Din dersleri ile halkımızın dini bilgi ihtiyacı karşılanmaya çalışılmıştır.

Yetmişli yıllarda Fetullah Gülen, Tahir Büyük Körükçü, Timur Taş, C. Kaplan ve Şevki yılmaz gibi “Kürsü vaizleri ortaya çıkmış ve kasetleri elden ele dolaşmıştır. Televizyonun kurul- ması ile devletin resmi din yorumu TRT Televizyonunda İlkdefa Asaf Demirbaş-Prof. Dr. Agâh Çubukçu tarafından dile getirilmiştir. Seksenlerden itibaren televizyon kanallarının çoğalması ile “medya vaizliğİ” gelişmiş ve bir çok insan dini bilgisini bu yol ile edinmiştir. Doksanlı yıllarda TGRT de Prof. DR. Orhan Karmış’ın başlattığı “Tefsir” derslerine karşılık daha sonraları merkez medyanın keşfettiği Yaşar Nuri Öztürk ve Zekeriya Beyaz’ın popü- ler-magazinel vaazları ile devam etti. Abdulaziz Bayındır’ın radikal “Kur’ancılığı”, cemaat ve tarikat tv’lerinin hurafeci vaazları ile savaşıyordu. İkibinli yıllarda “Cübbeli Ahmet” tek başına “medya vizliği’nde bir fenomendi. Cemal Nur Sargut ise, çağdaş “Rabiatuladeviyye” olarak halkımıza sevgi ve merhamet dağıtıyordu.

Bu furyanın olumlu yanları olduğu gibi, olumsuz yanları da vardı. Olumlu yanı, çok sayıda insanın din hakkında bilgi sahibi olması idi. Olumsuz yanı ise, aynı kalıptan gelen “mafya”- nın dahi bir raconu olduğu halde, medyanın hiçbir kural-kaide tanımaması, ehliyet-liyaket ve ciddiyet yerine dini cinsellik gibi “reyting” aracı olarak görmesidir. Ömer Çelakıl’ın “eb- ced-cifir” kaynaklı “Matematiksel Kur’an yorumları, değme müfessirden(E.Yazır) daha fazla ilgi görüyor. Bu arada cinsellik ile dinselliği kendinde mezc eden H:Baş, Evrenesoğlu ve A:Oktar öncülüğündeki Tarikat-Cemaat-TV. Yapılarını da anmak gerekir.

İnternetin gelişmesi ile de “Google” hazretleri ortaya çıkmış ve herkes kendi kafasına/keyfine göre/uygun dini bilgiye ulaşma imkanına kavuşmuştur. Dini alanda geleneksel “doğru bilgi” elde etmenin yolu, alanında ilmi derinliği ve ameli bütünlüğü ile temayüz etmiş “alim”le- re sorarak(fetva) bilgi edinmekti. Ulemanın “otoritesi”nin Cumhuriyetle birlikte lağvedil- mesinden sonra, dini bilgi elde etmenin yollarını az önce belirtmiştik. İnternet, twetter ve facebook…dan oluşan “sosyal medya”da ise herkes kendinin alimi olmuştur. Bu durum, postmodern bir süreç olarak(ne olursa gider) halkımızın din konusundaki cehaletinin ve arzusuna/keyfine göre meşakkati-zorluğu, külfeti olmayan bir dindarlık oluşturmak isteme- sinin ürünüdür. Din, sosyal medyada yaşanmayan, sadece “sözde” bir fenomene dönüşmüş; etkisi, okunduğunda biten kısa süreli duygulanımlar yaratan süslü, ağdalı, “vay be!” dedir- 232 MEDYA-DİN VE POPÜLER KÜLTÜR ten özdeyiş paylaşımına, veya duvarına böyle sözleri asmaya indirgenmiştir. İslam dininin en önemli umde ve unsurlarından biri olan “en sevdiğimiz şeylerin paylaşılması”(3/92), sosyal medyada bir “tık” ile mesaj paylaşımına indirgenmiş ve ne kadar çok tweet atılır veya ayet (haşa)” sallanırsa” o kadar sevap kazanılacağına inanılmaktadır.

Sosyal medya, doğru dini bilgiye ulaşmanın olduğu kadar, ehliyeti liyakati şüpheli kişilerin haddini-hududunu bilmeden, “cahil, cesur olur” fehvasınca “yorum” ürettikleri ve paylaştıkları bir alan halindedir. Bir yönüyle başlangıçta bahsettiğimiz dinin “hayatî”liğinin, öneminin, ciddiyetinin kaybedilerek “oyun ve eğlenceye çevrilmesi”(5/57-58, 6/70, 7/51)dir. Dinlerini oyun ve eğlenceye, festivale çevirmek, sadece Yahudi ve Hırıstıyanların yaptığı bir şey değildir. Bugün Müslümanlar da sosyal medyada ve bir çokları da gerçek dünyada aynı şeyi yapıyor. Sosyal medyanın bilgileri virüslü, kirli ve yalan içerir.

Cumhuriyet döneminde 1925 de yapılan ideolojik devrimle Diyanet’in kuruluş amacı ve İlahiyat Fakültesinin 25 yıl sonra kuruluş amacı, dini otoriteyi devletten alarak ehliyetsiz toplum kesimlerine verdi.Klasik dönemde medrese, ulema ve kitap, dini otoriteyi oluş- turuyordu. Cemaatler, Tarikatler ve Siyasi partiler, otorite mercileri oldu. Şu anda otorite F.Gülen, Cübbeli Ahmet ve T.Erdoğanda bulunuyor. Diğer taraftan, Tv.ler, internet ve sosyal medya, geleneksel otoriteyi yerle bir etti. “Tüfek icad oldu; mertlik bozuldu. Diyanet, kana- lında ilmi tartışmalar tertip ederek İlahiyatlarda üretilen ilmi bilgiyi kitleye yayabilir. Medrese kalıntısı M.Emin Er, Sadrettin Yüksel ve Emin Saraç gibi “alim”lerin mirası İlahiyat Fakültelerinde H.Karaman, S.Ateş, H.Atay, B. Topaloğlu, S.Uludağ… gibi “Prof”larca sürdü- rüldü. Medyada ise başlıca beş çeşit dini söylem tarzı üretildi.

1-Mistik-Aşk/duygu/coşku vaizleri(“Ver gazı” ekibi): Nevzat Tarhan, İskender Pala, Nihat Ha- tipoğlu, Ahmet Özhan, Ahmet Turgut, Sinan Yağmur, C. Nur Sargut, Tuğrul İnançer, Emin Işık, Mahmut Erol Kılıç, Fatih Çıtlak.

2-Sünni Katı muhafazakârlık:(Sünni silahsız İŞİD): Fetullah Gülen, Cübbeli Ahmet, Ebube- kir Sifil, İhsan Şenocak, Nurettin Yıldız, Faruk Beşer.

3-Kaynak olarak sadece Kur’anı görenler( Only Kur’an’cılar):Y. Nuri Öztürk, Edip Yüksel, Abdulaziz Bayındır, Bayraktar Bayraklı.

4-Kur’an Merkezli Sünnilik(Uydurulan değil; İndirilen dinciler) M.İslamoğlu, M. Öztürk, Mehmet Okuyan, H. Kırbaşoğlu, Engin Noyan.

5- Sol Kur’ancılar (Kur’an’ı soldan okuyanlar): İhsan Eliaçık, Eren Erdem. MEDYA-DİN VE EĞİTİM 234 MEDYA-DİN VE EĞİTİM

MEDYA VE DİN

Prof. Dr. M. Sait YAZICIOĞLU

Dinin daha çok öne çıktığı günümüzde, dini görüş ve yorumların pek çok siyasi ve toplum- sal tartışmaların odağında yer aldığı görülmektedir. Din-devlet tartışmaları zaten toplum hayatının başladığı dönemlerden beri sürekli yerini korumakta olup, bundan sonra da top- lumları meşgul etmeye devam edecektir. Çünkü konu çözülüp de bir kenara konacak özellik arz etmiyor.

Bu tartışmaların nedenleri ayrı bir bahistir. Ancak görünen odur ki çevremizde ve dünyada olup bitenler, önümüzdeki dönemlerde çok daha fazla kamuoylarını meşgul edecek gibi bir özelliğe sahip. Bu durumda toplumu aydınlatma araçlarının en önemlilerinden birisi olan medyanın kitleleri objektif ve doğru bilgi ile aydınlatma görevi her zamankinden daha çok önem kazanmaktadır. Medyanın bu misyonu göz önüne alındığında medya ve din ilişkisi daha bir hassasiyet arz etmekte, önemi daha çok artmaktadır.

Çevremizde olup biten dramatik, anlamsız, çoğu zaman vahşete dönüşen eylemler makul ve haklı bir üslup içinde tarif edilemediği için, zaten karışık olan zihinler iyice çözümsüzlük girdabına batmakta, ümitsizlik ve çaresizlik sınırları zorlamaktadır. Esas kaygı verici husus, olup biten bu olumsuzluklarla ilgili, yeni bir kısım dini yorumların ortaya çıkmakta oluşu ve hızla taraftar kazanma yönünde mesafe almalarıdır.

Bu karmaşık ortam belki dini anlamda öteden beri devam edegelmekte olan yanlış algıları çözme noktasında bir şans olarak algılanabileceği gibi, içinden çıkılmaz yanlış anlayışların gelişmesine ve belki de yeni ve aşırı bazı yorumların güçlenmesine yol açma riskini de taşımaktadır.

İşte bu noktada, ibreyi pozitif ve olması gereken yöne çevirme konusu önem kazanmakta, herkesin ve kesimin sorumluluğu artmaktadır. Bu durumda toplumu doğru bilgilendirme açısından bakıldığında, medyanın önemi ve rolü açık ve net bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Medyanın toplumları şekillendiren ve yön veren pek çok alanla ilgisi, aynı zamanda gücünü ve sorumluluğunu da ortaya koymaktadır. Medyanın hayatın aşağı yukarı her alanı ile ilgi- sini kurmak bakımından aşağıdaki başlıklar bir fikir verecektir:

*Günümüzde kitleleri daha çok etkilemeye başladığına şahit olduğumuz sinema ve özel- likle diziler,

*Moda sektöründeki gelişmelere ve hayat standartlarındaki iyileşmelere paralel olarak or- taya çıkan tablonun etkileri,

*Tarikat ve cemaatlerin de medyayı yaygın olarak kullanmaya başlamaları,

*Bir kısım tarafgir yayınlar, özellikle karikatür ve bazı ülkelerde buna bağlı olarak gelişen nefret söylemi ve Batı dünyasında oluşturulmaya çalışılan İslamofobi, MEDYA-DİN VE EĞİTİM 235

*Müzik, görsel sanatlar ve reklamlarda dini sembollerin yerli yersiz kullanımı,

*Mezhep farklılıklarının medyada tezahür biçimleri.

Bu konular üzerinde düşündüğümüzde olayın boyutlarının ne denli kapsayıcı ve önemli olduğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

Temel meselelerden biri olarak “medyanın din bilgisi” sürekli vurgulanan konuların başında gelir. Bu çok anlaşılabilir bir durumdur; çünkü yukarıda bahsedilen her alan, doğru ve sahih bir dini bilgi ile yorumlandığında anlam kazanır ve kitleler doğru yönde bilgilendirilmiş olur.

Bilgisizlikten ve araştırmamaktan kaynaklanan çok basit dini haber hataları bazen komik durumlara sebebiyet vermekte, inandırıcılık ve itibar büyük yaralar almaktadır. Bilgisizlik günümüz imkânları dikkate alındığında hiçbir şekilde mazeret olarak öne sürülemez. Daha vahimi yanlış kanaatlerin oluşmasına yol açmanın vebali düşünüldüğünde, sorumluluğun büyüklüğü ortaya çıkmış olur.

Her Ramazan ayında benzer basit yanlışlıkların yapılması, inat değilse bir ısrarın sonucu- dur. Aynı yanlışlar aradan yıllar geçse bile tekrarlanıp duruyorsa bunun iyi niyetle bir izahı yapılamaz. Toplumun değerlerini, inanç ve kültürel dokusunu dikkate almadan yapılan ya- yın ve yorumlar, bir amaca yönelik olarak değerlendirilmek durumundadır.

Moda ekseninde kadın bedeninin bir gösteri objesi olarak sunulması, onları çılgın bir tü- ketim ortamına sürüklemesi pek çok açıdan olumsuzlukları da beraberinde getirmektedir. Kitle iletişim araçları ile tüketim objesi haline getirilen kadının bu şekilde yönlendirilmesi aile bütünlüğünü de zedelemektedir.

Ülkemizdeki laiklik anlayışının kendine özgü bir tezahürü olan, devletin yapısı içinde yer alan din kurumu olarak Diyanet İşleri Başkanlığının yorumları dışında, farklı yorum ve an- layışları şekillendiren tarikat ve cemaatlerin varlığı bir vakıadır. Teknolojinin akıl almaz sü- ratteki gelişmelerine paralel olarak, iletişim teknolojilerinin önemi ve etkisi de artmıştır. Tarikat ve cemaatler bu teknolojilerin farkına varmış, etki alanlarını genişletmek amacı ile bunları kullanmaya önem vermişlerdir. Çevreye ve kırsal kesime ulaşmanın en önemli ve pratik yolunun buradan geçtiği gerçeği, medyanın bu alanını daha da önemli kılmıştır. Bu yollarla farklı bir eğitim modeli oluşmaya, yeni bağlar kurulmaya başlanmıştır.

Karikatür günümüzün basit ama etkileyici, sayfalarca yazı yerine birkaç çizgi ile pek çok mesaj veren, hiciv ve eleştiri boyutu yüksek bir medya alanıdır. Dindar tipi genelde takke veya sarıklı, şalvarlı, sakallı, iri tespihli, kazma dişli tiplemelerle ortaya konur. Burada belki dinin kutsallığına dokunmamış gibi yapılarak dindarlar küçük düşürülmüş olur. Bulunulan mekânlar daha çok cami, bakkal, kasap vs. gibi yerlerdir. Böylece, günümüzde hiç de öyle değilse de, sanki ait oldukları mekânlar oralarıymış gibi bir algı oluşturulmaya çalışılır. Günümüzde artık çirkin sakallı, eli arkasında ve tespihli, modern giyimli zengin Müslüman karikatürleri boy göstermeye başlamıştır. Böylece direkt dini değil, dindarlık şeklinin eleş- tirildiği ifade edilmek istenir. Ancak ne şekilde çizilirse çizilsin dindarlar sevimsiz, çirkin ve olumsuz bir imaja mahkûm edilmeye devam edilmektedir. Eleştiri elbette bir haktır; ancak 236 MEDYA-DİN VE EĞİTİM haddi aşmayıp kitleleri rencide edici durumlara sebebiyet verilmemesi de dikkate alınması gereken önemli bir husustur. Bu noktada her kesimin olduğu gibi dindarların da özeleştiri yapmaları gereğine vurgu yapmakla yetiniyorum.

İnternet yolu ile sanal âlemdeki bir kısım tartışmaların olumsuz tezahürleri de görülmekte- dir. Nefret söyleminin yaygınlaşmasında internetin rolü küçümsenemez. Değişik sitelerden yapılan karşılıklı hakaretler ve nefret söylemleri, toplumsal dokuyu tahribe yönelik olum- suz örnekler olarak ortaya çıkmaktadır.

Mezhep farklılıkları önemli bir unsur olarak gündemdeki yerini hep korur. Mezhep savaşla- rının tarih boyunca yol açtığı felaketler düşünülürse, konunun önemi ve hassasiyeti daha iyi kavranacaktır. Günümüzde medyanın etkinliği göz önüne alınarak değerlendirmelerin ona göre yapılması gerekecektir. Çevremizdeki kanlı mezhep savaşları ABD, Rusya ve İran gibi ülkelerce kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirilmeye ve kontrol altında tutulmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde farklı mezhepler hep olmuştur. Zaman zaman bazı huzursuz- luklar yaşanmış olsa da çatışmadan yaşayagelmişlerdir. Ancak, özellikle son yıllarda Alevi vatandaşlarımızın beklenti ve hassasiyetleri iyice ortaya çıkmıştır. Devlet de bu ve benzeri konularda çözümler üretme çabası içerisine girmiştir. Bütün bu konular medyada sıklıkla işlenmekte olduğundan, olayın medyatik boyutu ve önemi bir defa daha ortaya çıkmış ol- maktadır.

Bütün bunlara bir de günümüzde sıkça yapılan televizyonlardaki dini içerikli tartışmaları da ilave edersek, çerçeveyi bir ölçüde belirlemiş oluruz. Dini tartışmalar zaman zaman katı- lımcılar arasındaki görüş ayrılıklarını ortaya çıkarmakta, izleyenlerin kafalarındaki sorulara cevap vermek yerine, daha karmaşık ve içinden çıkılmaz durumlara da yol açabilmektedir. Tabloyu bu şekilde özetledikten sonra birkaç öneri yaparak konuşmamı tamamlayacağım. Dinin ne kadar hassas, nazik, toplumları etkileyici yönünün ne denli güçlü olduğu orta- dadır. Medyanın, özellikle teknolojik gelişmelerin ışığında toplumun her kesimi üzerinde büyük bir etkileme ve yönlendirme gücüne sahip olduğu da bilinmektedir. O halde bu iki etkili güç alanı, toplumları daha doğru, olumlu ve pozitif etkileyecek bir ortama dönüştü- rülmelidir.

Öncelikle doğru ve sağlıklı bilginin önemi ortaya çıkıyor. Bilgi yanlış ise oradan çıkan so- nuç hep olumsuz olacaktır. Özellikle son yıllarda medyada bir ihtisaslaşmanın öne çıktığı ve başarılı bir şekilde uygulandığı görülmektedir. Ekonomi, eğitim, spor, siyaset, finans ve magazin gibi alanlarda yetişmiş elemanlar istihdam edilmektedir. Dini konular sürekli gün- demde ve tartışmaların odağında olduğuna göre, medyanın neden bu alanda uzmanlaşmış eleman istihdamında çekingen davrandığını anlamak gerçekten zordur. Üstelik çözüm hiç de zor değildir. İlahiyat mezunlarının iletişim alanında lisansüstü eğitim (yük. Lisans ve Doktora) yapmalarında veya İletişim mezunlarının İlahiyat alanında aynı formasyona sa- hip olmalarında sıkıntı mı bulunmaktadır? Günümüzde disiplinler arası çalışmalar önem kazanmış olmasına rağmen bu alanların ihmal edilmesi gerçekten kolay anlaşılabilir bir durum değildir.

Artık hiç kimse İlahiyat eğitimi alanlar kendi alanlarında çalışsın, başka alanlara bulaşma- sın düşüncesinde olamaz. Elbette o kadar eğitim aldıktan sonra kendi alanlarında hizmet vermeleri asıldır, öyle de olmaktadır. Ancak ihtiyaç duyulan diğer bazı alanlarda, konumuz MEDYA-DİN VE EĞİTİM 237 itibarı ile medyada istihdam edilmeleri, emin olun devletin temellerini sarsıcı bir durum yaratmaz. Eskiden kalan bu yersiz ve mesnetsiz önyargı veya korkular artık kimseye inandı- rıcı gelmiyor. Gerekli ilave eğitimler alındıktan sonra medyada din konusunda uzmanların istihdamı pek çok yanlış algıyı düzelteceği gibi, daha seviyeli, kaliteli, doğru bilgiye dayalı bir hizmet anlayışı ortaya çıkmış olacaktır.

Diğer önemli gördüğüm bir husus da, hangi düşüncede ve ideolojik yapıda olunursa olun- sun, iyi niyetli, objektif ve ahlaklı olmanın asıl olduğudur. Bu hem daha kolay hem de yara- tılışa uygun üsluptur. Asıl olan pozitif ve yapıcı olmaktır. Ancak medyada başarılı olmanın şartlarından birisi de ses getirici, çarpıcı, şok edici haberler üretmek sanki vaz geçilmez bir kural gibi algılanmaktadır. Elbette kitlelerin ilgisini çekmek önemli bir faktördür. Tartışma programlarında ne kadar sertlik ve kavgacı bir ortam olursa reyting de ona göre belirlen- mektedir. Bir kısım kırıcı ve sert tartışmaların internet sayfalarına yüklenerek günlerce do- laşımda kaldığı bilinen bir husustur.

“Olumlu ve pozitif bir şey zaten olması gerektiği gibi olmuştur, dolayısı ile onun haber değeri yoktur. Asıl olan iyi gitmeyen bir şeyi gürültülü bir şekilde haberleştirip kamuoyunda ses getirmektir” düşüncesi belki medyaya cazip gelebilir. Ancak olumlu ve güzel iş yapanların da cesaretlendirilmesi ve kamuoyunda daha çok tanınır hale getirilmesine vesile olmak, onların örnek şahsiyetler olarak, iyi modeller şeklinde sunulması da önemsenmelidir. Bu bir hakkı teslim etmek, başarıyı ödüllendirmek ve arkadan gelenleri de cesaretlendirmek anlamlarına geleceği için önem verilmesi gereken bir husus olarak kabul edilmelidir. Elbette olumsuzluklara vurgu yapılarak onların düzeltilmesi yönündeki yayınlar da çok önemlidir. Ancak bunun abartıla- rak, mecrasından saptırılarak, dramatize edilerek sunulması yerine orta bir yol bulunmalı, kamu adına takibi mutlaka yapılmalıdır.

Yaptığım görevler bakımından basınla çok muhatap olmuş birisiyim. İki tipik örnek vererek konuşmamı sonlandıracağım.

9 Aralık 1989 tarihli Milliyet Gazetesinde Fikret Bila ile yapılan uzun bir mülakatın değiş- mez konularından birisi de laiklik idi. Bir kısım teorik ve Türkiye ile ilgili değerlendirmeler- den sonra bir mukayese yapmak için “Türkiye Batılı anlamda laik değil” cümlesi, logonun üze- rinden manşet olarak, Diyanet İşleri Başkanı: ‘Türkiye laik değil’ sözü öne çıkartılarak manşet yapılınca adeta yer yerinden oynamıştı. Siyasiler demeçler veriyor, köşe yazarları kıyasıya eleştirilerde bulunuyordu. Bir kısım dostlar açıklama yapmamı istedilerse de söylemek is- tediğim, söyleşinin tamamı okununca anlaşılıyor diyerek ilave bir şeyler söyleme ihtiyacı- nın hissetmedim.

Gürültü çıkarmak, tartışma ortamı oluşturmak bakımından gazetecilikte bu tür başlık oy- namaları olabiliyor. Tartışmalar olumlu bir katkı sağlarsa bu bir kazanım olarak değerlen- dirilebilir. Ancak kişi olarak siz değişik çevrelerde olduğunuzun dışında farklı bir şekilde algılanabiliyorsunuz. Sonuçta insan ne ise öyle bilinmek ister. Şunu da söylemek gerekir ki, sıklıkla basında yer alan kişilerin imajı, istikrarlı ve omurgalı bir duruş sergileniyorsa, doğruya yakın bir şekilde kamuoyunca algılanıyor.

İkinci örnek çok daha vahim. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesinde Dekan olarak görev yaparken bir program düzenlemesi sonucu, Kur’anı Kerim dersinin sömestri veya sınıfında 238 MEDYA-DİN VE EĞİTİM bir kaydırma yapılmıştı. Birkaç gün sonra oldukça muhafazakâr kimliği ile bilinen bir gazete “İlahiyatta Kur’an dersi kaldırıldı” manşeti ile çıkınca hem şaşırmış hem de üzülmüştüm. Gaze- te ilgililerini arayarak sitemlerimi kendi üslubumca ileterek işin doğrusunu anlattım. Ertesi günkü manşet: “İkazımız üzerine Kur’an dersi yeniden kondu” şeklinde idi.

Şimdi burada hiçbir ilke olmadığı gibi ahlak kuralı da bulamazsınız. Böyle bir üslup ne ile izah edilebilir? Fazla bir şey söylemek istemiyorum. İzahı zor bir durum. Ancak bu tür ör- neklere sıklıkla rastlandığı bilinen bir husustur.

Onun için biraz önce iyi niyetli, objektif ve ahlaklı ifadelerini kullandım. Bu hasletlerin hiçbirini bu son örnekte bulma imkânı yoktur. Bu başka bir şeydir. Yorumunu sizlerin takdir ve değerlendirmenize bırakıyorum. Başka alanlarda olduğu gibi medyada da bu tür aşırı ve akla ziyan değerlendirme ve tavır almalar görülebiliyor.

Sonuç olarak:

Din ve medya vazgeçilmez ikilidir.

İki alanın da kendine has hassasiyetleri ve zorlukları vardır.

Yanlış anlama ve yorumlamaya çok müsait alanlardır. Bu hassas alanlardaki ilişkilerin düz- gün ve çok iyi yürütülmesi gerekir. Yoksa toplumsal karmaşa ve düşmanlıklar eksik olmaz.

O halde ne yapmalı?

İfade ettiğim gibi İlahiyat eğitimi alıp İletişim alanında uzmanlaşmış insanların -veya tersi- basında istihdamı sağlanmalıdır. Böylece kamuoyunun bu hassas alanda doğru ve sağlıklı bir şekilde aydınlatılması yolunda önemli bir adım atılmış olur.

Polemik ortamı siyasette çok olur; o alana da kısmen yakışır. Ancak din bu alana çekildiğin- de hem medya hem toplum hem de din olumsuz etkilenir. Daha dikkatli, objektif ve ahlaki ilkelere bağlı bir anlayış ve karşılıklı güven ortamı oluşturulmalı ki yanlış algılar oluşmasın. Basının sansasyonel haber merakı bir ölçüye kadar anlayışla karşılanabilir. Ancak kişileri veya kurumları rencide etmeyecek ortak bir payda bulunabilmesi için karşılıklı anlayış ve fedakârlıklarda bulunulabilmelidir.

Her alanda olduğu gibi medyada da bir rekabet elbette söz konusudur. Ancak bunun da mutlaka bir ölçüsü olmalı, toplum için önemli ahlaki değerler örselenmemelidir.

Bu ve benzeri toplantıların önemli bazı tespitlerin yapılması ve uygulamaya geçirilmesi istikametinde katkılar sağlanması ümit ve temennisi ile düzenleyicilere ve siz değerli katı- lımcılara teşekkür ediyorum MEDYA-DİN VE EĞİTİM 239

İSLAM’IN BÜTÜNLÜĞÜNDEN PARÇACIL DİN ANLAYIŞINA YAPILAN SEYİR

Dr. Mehmet SÜRMELİ

Kur’an-ı Kerim’in vücuh kavramlarından birisi de dindir. Değişik kullanımlarıyla beraber Kur’an’da doksan üç defa geçmektedir. Bunlardan altmış üç tanesi marifedir. Din kavramı- nın çok kullanılması, değişik kavramlarla ilintilendirildiği zaman onu bazen anahtar keli- me, zaman zaman da odak kavram haline getirir. Kur’an-ı Kerim’in anahtar kelimelerinden olan din sözlükte; ödünç almak, borçlanmak, borçlu olmak, itaat etmek, boyun eğmek ve eğdirmek, yargılamak1 anlamlarına gelir. Kelime ile kavramsal anlam arasında bir ilgi kuracak olursak şunu rahatlıkla söyleyebiliriz ki bir dine iman eden kimse o dinin tanrısına boyun eğer ve dinin bir takım tekliflerini yerine getirme hususunda da borçlu olur; bunları yerine getir- mekle yükümlüdür. Bu ifadeleri İslam Dini bağlamında düşündüğümüz zaman, Müslüman olduğunu söyleyen kişi yalnızca Allah’a (c.) boyun eğer; ona itaat eder ve O’nun, kullarına göndermiş olduğu şer’i teklifleri ihlasla yerine getirir. Bu teklifleri yerine getirmek insanın üzerinde bir borçtur.

Kur’an-ı Kerim’in temel kavramlarından olan din; Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde değişik anlamlarda kullanılmıştır. Bu anlamlar ne kadar iyi bilinirse din o denli iyi anlaşılır. Bu bilinç insan hayatına Peygamberin modelliğinde ameli olarak yansıtılabilirse gerçek an- lamda dindarlık ortaya çıkar. Hz. Peygamber (s.)’de şu hadislerinde dinde bilinçli olmayı ve derinleşmeyi tavsiye etmiştir: “Sizin iman ettiğiniz bu din çok sağlamdır. Siz, dininizde rıfk ile derinleşmeye bakınız.”2 Bu derinliği gerçekleştirebilmek için din kavramını Kur’an ve sünnetten ilmi anlamda anlamak zorundayız.

Kur’an ve Hadislerde Din Kavramı ve Anlamları 1. Kıyamet3. 2. Ceza günü; amellerin karşılığının verileceği gün4. 3. İtaat ve hakimiyet5. 4.İtikadî kurallar6. 5. Davranışlar, helal ve haramla ilgili kaideler7. 6. İbadetlerin tamamı; hac, zekat, cihad vd8. 7. Hıristiyanlık ve Yahudiliğin prensipleri9. 8. Dinin şeairi, sembolleri10. 9. Ceza hukuku11. 10. Namaz12. 1 Razi, Muhammed b. Ebibekr, Muhtasaru’s-Sıhah, trsz., s. 115 2 Ahmed, Müsned, c. III, s. 199 3 Saffat 37/20; Sa’d 38/78; Zariyat 51/12; Naziat 79/6 4 Fatiha ¼; Hicr 15/35; Şuara 26/82; Vakıa 56/56; Mearic 70/26 5 Bakara 2/194; A’raf 7/29; Enfal 8/39; Yunus 10/22; Ankebut 29/65; Lokman 31/32; Gafir 40/65; Beyyine 98/5 6 Şûrâ 42/21; Kafirun109/6 7 Şûrâ 42/21 8 Hac 22/78; Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, c. VII, s. 107. 9 Âl-i İmran 3/73; Nisa 4/171; Maide 5/77. 10 Maide 5/57. 11 Nur 24/2. 12 Bakara 2/143; Hud 11/87. 240 MEDYA-DİN VE EĞİTİM

11. Hayatın genişlik alanındaki uyulması gereken tüm kurallar13. 12. Yürürlükteki kanun ve yönetmelikler14. 13. Tercih edilen ve yaşanılan hayat tarzı15. 14. Mutlak din; İslam16.

Kur’an-ı Kerim’de ve hadislerde yukarıdaki şekillerde kullanılan din kelimesinin kavramsal anlamı ise şöyledir: Akıl sahiplerini kendi özgür iradeleri ile peygamberlerin getirmiş olduğu emir ve yasakları kabule çağıran ilahi kanunlardır17. Daha açık bir tanımlama ile Cenab-ı Allah’ın kullarını hayır ve faziletlere sevk etmek amacıyla peygamberleri vasıtasıyla tebliğ ettiği itikadi, ameli ve ahlaki kanunların tamamıdır18. Şeriat ve millet kavramları da zaman zaman din yerine kullanılır19. Din kavramının Kur’an-ı Kerim’deki kullanılış biçimlerine ba- kılınca görülür ki din; hem inanca hem de hayatın bütün alalarındaki amellere taalluk eder. Bu çerçevedeki tanımlardan da yola çıkarak mutlak din İslam ile ilgili şu tespitleri yapmak mümkündür:

1. Kaynağı Allah’tır. Peygamberler dahil hiç kimse din kurucusu değildir20. 2. İnsan eli değmemiştir; tahrif olmamıştır. 3. Akıl sahiplerine hitap eder. Deliler, hayvanlar ve eşya dinin muhatabı değildir. 4. Din özgür bir seçimdir. Kimse iman etmeye zorlanamaz. İman ettiğini söyledikten sonra ise imanının gereği olan amelleri yapmak mecburiyetindedir. Daru’l-İslam’da imanının ge- reğini yapmayanlara yaptırım uygulanır. Tarihte bunun örnekleri vardır. 5. Dinin tebliğini ve tebyinini (kapalılıkların izah edilmesini) peygamber yapar. Peygamber ve onun sünneti bilinmeden din doğru olarak anlaşılıp yaşanamaz. 6. Din, müntesiplerini dünyada ve ahrette hayırlara ve güzelliklere sevk eder; mutluluklarını temin etmeye çalışır. 7. Din, insanın hem zihnine hem gönlüne hem de davranışlarına hitap eder. Hayatın hiçbir alanında boşluk bırakmaz. En basit eylemlerinden en üst eylemlerine kadar kurallar kor. 8. İnsanın ahirette kurtuluşa erebilmesi, Kur’an’a ve Hz. Muhammed’e(s.) imanla mukay- yettir. Tanımlardan hareketle ortaya koyduğumuz bu prensiplerden ayrı olarak Kur’an-ı Kerim, mü’minleri din konusunda uyarmış ve ehl-i kitap gibi, dinin özüne müdahale ederek; ek- lemeler ve çıkarmalar yaparak dinde aşırı gitmeyi yasaklamıştır21. Mü’minlerin inançlarını etkileyerek bir din değişimine uğrarlar endişesiyle, din aleyhtarı gündemler oluşturan mec- lislerde oturmayı ise şu ayette olduğu gibi menetmiştir: “(Allah) kitapta size (şu hükmü) göndermiştir. (Kafirlerle oturduğunuz bir mecliste) Allah’ın ayetlerinin inkar edilip alaya alındığını duyarsanız, onlar (bu sözleri bırakıp) başka bir konuya geçinceye kadar onlarla birlikte oturmamalısınız. Yoksa siz de onlar gibi olursunuz. (Bu dünyada onlarla birlikte olan, ahrette de onlarla beraber olacaktır.) Nitekim Allah, bütün münafıkları ve kafirleri cehennemde bir araya toplayacaktır.”22 Bu tip meclislerde oturmak mü’minlerin imanların-

13 En’am 7/159. 14 Yusuf 12/76. 15 Âl-i İmran 3/85; Tevbe 9/33; Gafir 40/26; Fetih 48/28; Saf 61/9 16 Âl-i İmran 3/19, 85; Maide 5/3. 17 Cürcanî, Tarifât, s. 105. 18 Aksekili, Ahmet Hamdi, Müslüman’a Büyük İlmihal, İstanbul, 1971, s. 11. 19 Cürcanî, a.g.e, s. 105; Aksekili, a.g.e. s. 14. 20 Yunus 11/15 21 Bak: Nisa 4/171; Maide 5/77 22 Nisa 4/140 MEDYA-DİN VE EĞİTİM 241 daki samimiyete halel getirir; halbuki dinde ihlas esastır23. Din aleyhtarı meclisler grubuna, gece gündüz İslam’a hakaret eden ve dini değerleri kötüleyen medya türleri de girmektedir. Bu nedenle Müslümanların ne okuduklarına ve kimi okuduklarına da dikkat etmeleri gere- kir.

Kur’an-ı Kerim, İslam Dininin kolaylık prensibi üzerine dayandığını ve mükelleflere güç- lerinin üzerinde bir teklif yüklemediğini vurgular24. Bunun anlamı, din tarihsel bir kurum olmayıp evrenseldir. Her zaman ve her yer için geçerlidir. Zaman ve mekân değişse de din hayata müdahale etmek zorundadır. Dinin kelime anlamında “galip gelmek” anlamı vardır ki bu onun tüm hayatı sevk ve idaredeki iddiasını ifade eder. Bu meyanda şunu daha rahat söyleyebiliriz: Hiçbir peygamber ve getirdiği hak din, mâhkum olmak amacıyla gönderilme- miştir. Konuyla alakalı şu ayeti iyi anlamaya çalışmak gerekir: “(Allah), Resulünü (doğru- nun ve eğrinin ölçüsünü ortaya koyan) hidayet ve (hayata hükmedecek dosdoğru bir inanç sistemi olan) hak din ile gönderdi ki onu bütün (batıl) dinlere (ve aslen ilahi vahye dayansa bile, zamanla bozulmuş ve özünden saptırılmış olan bütün inanç sistemlerine) egemen kıl- sın. (Allah’tan başka varlıkların hükmüne boyun eğen) müşriklerin hoşuna gitmese de!”25 Allah (c.), bu dini kâfir yönetimlerin gölgesi altında ve onların izin verdiği ölçüde varlığını sürdürsün diye değil, hayatın her alanında hükmetsin diye göndermiştir26. Kısacası; dinin hedefi hayata hâkim olmaktadır. İktidar mücadelesi vermeyen hiçbir peygamber yoktur. Di- nin özünde var olan ve ayetlerde vurgulanan böyle bir mücadeleyi olumsuz görenler ya rahipler veya ruhban ahlaklı kimselerdir. Hz. Peygamber’in çalışmalarıyla İslâm, Medine döneminde iktidar olmuştur. Tüm insanlığa model olacak prensip ve ilkeler bu dönemde uygulanma imkânı bulmuştur.

Kur’an-ı Kerim, Müslümanların kitap ehli Yahudi ve Hıristiyanları veli edinmelerini yasak- lamış ve bunu şöyle ifade etmiştir: “Ey iman edenler! Yahudi ve Hıristiyanları (yani batıl ideolojilerin mimarlarını, samimi ve güvenilecek bir yönetici, himayesine sığınılacak bir ko- ruyucu, kısaca) veli edinmeyin. (Unutmayın ki) onlar ancak birbirlerinin velileridir. İçiniz- den her kim onları veli edinecek olursa, o da onlardandır. Çünkü Allah, kafirlerle böyle sıkı fıkı ilişkiler içerisinde olan) zalimleri doğru yola iletmez.”27 Bu tür bir velayetin karşılığının ne olacağını yüce Allah bir başka ayet-i kerimede şöyle cevaplamıştır: “Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olan (ama buna rağmen son peygambere iman etme- yen Yahudi ve Hıristiyan)lardan herhangi bir guruba itaat edecek olursanız, sizi inancınız- dan çevirip yeniden inkara döndürürler.”28 Allah (c.) katında en büyük suçlardan biri olan irtidat suçunu işlememek için bu uyarılar yapılmıştır. Hz. Peygamber (s.); “Öldürülseniz de ateşlere de atılsanız Allah’a sakın şirk koşmayın/İslam’da sebat edin”29 buyurmuştur.

Kur’an-ı Kerim ve sünnet din konusunda bir sınıflama yapmıştır. Naslarda kullanılan tahrif, tebdil, guluvv (aşırılık), ketm (hükümleri saklamak), irtidat, nifak, dini değerlerle alay, ayet- lerin bir kısmına inanıp bir kısmını inkar, ayetleri satmak gibi ifadeler, yapılacak din tasni- fiyle ilgili anahtar ifade ve kelimelerdir. Durum böyleyken Kur’an ve sünnet bütünlüğü, Hz. Muhammed (s.)’in son peygamber olması, İslam’ın nâsihliği göz önünde bulundurulmadan 23 Bak: Yunus 10/22; Lokman 31/32; Beyyine 98/5 24 Bak: Maide 5/5; Bakara 2/286; Hac 22/78; Tegabun 64/16; Heysemî, Mecmau’z-Zevaid, c. III, s. 309. 25 Tevbe 9/33 26 Kısa, Mahmut, Kısa Açıklamalı Kur’an-ı Kerim Meali, 3. Baskı, Konya, 2009, s. 328-329. 27 Maide 5/51 28 Âl-i İmran 3/100 29 Ahmed, Müsned, c. V, s. 237. 242 MEDYA-DİN VE EĞİTİM kompleksli ya da misyoner etkili tasnifler de yapılmıştır. Hatta bu şekildeki bir sınıflama bugün revaçtadır ve ülkenin resmi programıdır. Bu programlarda, Kur’an ve sünnete göre batıl olan dinler hak din; vahye dayalı din şeklinde gösterilmiştir. Bu anlayışla İslam batıl dinler seviyesine indirgenerek Türk çocuklarına Hıristiyanlığın kapıları açılmıştır. Kur’an ve sünnetten kopuk, cahilane, kötü niyetli ve misyoner etkili din tasnifi şöyledir:

Şekil 1

Bu tablodaki en büyük yanlış; Kur’an-ı Kerim’in ‘tahrif olmuştur’ diye vurguladığı ve ‘Allah’a oğul isnat ederek şirke düştüklerini’ ifade ettiği Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi dinleri hak ve semavi din olarak göstermektir. Bu tasnif, tek bir insanın bile zihninde Yahudilik ve Hı- ristiyanlığın hak din olduğuna dair bir çağrışım oluşturuyorsa, sözde ulemaya vebal olarak yeter. Bu sınıflamada İslam’ın söz konusu muharref dinler seviyesine indirgenmesi de yine en büyük hatalardan biridir. Bu hatanın doğurmuş olduğu itikadi sonuçları tartışmak ayrı bir çalışmanın konusu olmakla beraber şunu erkenden söyleyebiliriz ki hakkı batıl göster- mek nasıl bir suç ise batılı hak göstermek de aynı şekilde dini bir suçtur. Muharref dinleri ilahi din biçiminde gösterenler İslam’a göre itikadi bir suç işlemektedirler.

Yukarıdaki kötü tasnifin yerine din kavramının anlamlarını da düşünerek Kur’an-sünnet bütünlüğünde şöyle bir sınıflamayı yapabiliriz: MEDYA-DİN VE EĞİTİM 243

Dinler:

Şekil 2

Şekil 2 deki tabloya baktığımızda da görürüz ki bütün dinler bir hayat tarzıdır. İslam Dini de bir hayat tarzıdır. Uygulanması ve yaşanması gerekir. Hz. Peygamber (s.)’in “Din; Allah, kitap, peygamber, Müslümanların idarecileri ve tüm mü’minler için nasihattir.”30 Buyruğu, hem dine bağlılıktaki samimiyete hem de “Allah’ın emirlerinin, Kur’an ve sünnetin muhteviyatının gereği gibi yaşanmasının önemine vurgu yapar. Esasında İslam’ı din olarak seçmek ve ge- reği üzere amel etmek Allah Teala’nın mü’minlere bir lütfudur. Bu gerçeğe Hz. Peygamber (s.) şu buyruğu ile işaret etmiştir: “Allah Teala tabiatlarınızı/karakterlerinizi ve rızıklarınızı belirlemiştir. O, dünyayı sevdiğine de sevmediğine de verir. Fakat dini (ve dindar olmayı) sadece sevdiklerine nasip eder. Allah (c.), kime dinini verip (dindar olmayı lütfettiyse) bilsin

30 Nesaî, Bey’at, no: 31, c. VII, s. 157. 244 MEDYA-DİN VE EĞİTİM ki O, kulunu seviyor.”31

Kur’an-ı Kerim’den öğrendiğimize göre din seçiminde selim aklın yeri tartışılmaz. Çünkü akıl, dini tekliflerin kabı ve mahallidir. Mahal olmayınca teklif boşta kalır. Çok önemli fonk- siyonları olan akıl, dinin sahibi olan Allah’ı bilip bulsa da dini emirleri, ibadetleri ve bunla- rın hayata aktarılmasını bilemez. Bu nedenle de dini tebliğ edecek peygamber göndermek Allah’ın, kullarına olan bir ikramıdır. Şu ayet konuyu yeterince açıklığa kavuşturmaktadır: “Gerçekten Allah, inananlara büyük bir lütufta bulundu. Çünkü onlara kendi içlerinden öyle bir peygamber gönderdi ki onlara Allah’ın ayetlerini okuyor, onları (günah ve şirk kir- lerinden) arındırıyor ve onlara kitabı ve (kitaptaki hükümleri pratik hayata uygulama anla- mına gelen) hikmeti öğretiyor. Oysa onlar bundan önce apaçık bir sapkınlık içindeydiler.”32 Allah’ın peygamber gönderme lütfu, Hz. Adem’le başlamış ve Hz. Muhammed (s.)’le de sona ermiştir. Hz. Adem’den Hz. Muhammed (s.)’e kadar gelen tüm dinlerin ortak adı da İslam’dır33. Yahudilik ve Hıristiyanlık, Hz. Musa (a.) ve Hz. İsa (a.)’a gelen dinlerin aslı bozulduktan sonra ortaya çıkan muharref yapının adıdır. Allah’ın (c.) gönderdiği hak dinin orijinal adları değildir. Allah(c.), Yahudilik ve Hristiyanlık adında bir din göndermemiştir. Bunlar,“Tevhidin içerisine zulmün/şirkin karışmasıyla”34 oluşmuş bidat dinlerdir. Hz. Mu- sa’ya gelen İslam unutulduktan sonra İsrailoğulları arasında Yahudilik dininin oluşması beş yüz yıllık bir süreçte gerçekleşmiştir. Hz. İsa’ya gelen İslam’ın değiştirilerek Hıristiyan- lık dininin oluşturulması ise iki yüz yıldan fazla bir zamanda olmuştur.

Hz. Muhammed (s.)’den sonra peygamber gelmeyecektir. Bu nedenle de İslam Dini, mün- tesiplerinin çokluğu, Kur’an-ı Kerim ve sünnet temelli ‘yaşayan İslam’ın’ oluşması, ana kay- naklarının yazılması ve ezberlenmesi, hükümlerinin her an hayata aktarılması gibi etkenler ve başta da ilahi korumayla Allah’ın (c.) muhafazası altındadır. “Kur’an’ı biz indirdik, onu koruyacak olan da biziz.”35 ayeti bu gerçeğe delalet eder. Hz. Peygamber’e nüzulünden beri Kur’an’ın bir harfi bile değişmemiş ve değiştirilemeyecektir. Kıyamete kadar bakidir.

Kur’an-ı Kerim ve sünnetle sabittir ki “beşer,” ancak Allah’ın (c.) göndermiş olduğu gerçek dine iman ve hayatına katma sayesinde insanlığa terakki edebilir. Müslüman olmayan bir kimse beşeriyetten insanlığa geçiş yapamamıştır. Hatta, özgürlüğünü bilerek yanlış yerde kullandığı için otonom varlıklarından hayvanların bile aşağısına düşmüştür. Çünkü onların hayatında bile, tab’an da olsa sünnetullah hakimdir. İradeli olarak sünnetullahı hayattan uzak tutmak İslam’ın nazarında en büyük düşüştür. Konunun açıklığa kavuşması bağlamın- da yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Doğrusu biz, cinler ve insanlar arasından kalpleri (ve akılları) olup da onlarla (gerçeği) kavrayamayan; gözleri olup da onlarla (doğruları) görme- yen; kulakları olup da onlarla (hakikati) işitmeyen nicelerini, (bu inatçı, önyargılı, kibirli tavırlarından dolayı) cehennemlik yapmışızdır. İşte onlar, (inanç, ahlak ve erdemlilikten yok- sun olmaları yönüyle) tıpkı hayvanlar gibidirler; hatta daha da aşağı…”36

İnsanlığı beşeriyetten kamil insan olma makamına yükseltmek için gönderilen son din İs- lam’ın bir takım temel özellikleri vardır. Bu özellikler ne kadar iyi bilinirse, mü’min bir kim-

31 Hakim, Müstedrek, no: 3671, c: II, s. 485; Heysemî, a.g.e. c. I, s. 53. 32 Âl-i İmran 3/164. 33 Bak: Bakara 2/130, 131, 133, 136; Âl-i İmran 3/52, 67; Yunus 10/71-72 34 Bak: Bakara 2/130, 131, 133, 136; Âl-i İmran 3/52, 67; Yunus 10/71-72 35 Hicr 15/9 36 A’raf 7/179 MEDYA-DİN VE EĞİTİM 245 senin yakinî artar ve bu sayede hayatında bir boşluk olmayacağı için politeist (müşrik) bir anlayıştan da uzak kalır. İslam toplumunun gençleri, hayatın anlamlandırılmasında ideo- lojilere sarılıyorlarsa bunun gerekçelerinden birisi de, din kavramını batılı bir tanımlamay- la “religion” olarak bilmekten ve bu tanımın siyasal-kültürel açıdan dayatılmasından kay- naklanmaktadır. Batılı anlayışta “religion/din”, bir vicdan meselesidir. Dileyen inanır veya inanmaz. Batılı anlamda bir din anlayışının hayatın genişlik ve uzunluk alanı ile ilgili hiçbir önerisi yoktur. Vicdanlara hapsedilen bir mahkumdur. Hayata dair bir önerisi olmadığı için modernitenin ve ideolijilerin de alternatifi değildir; zulümle hesaplaşamaz. İnsanlığa yap- mış olduğu siyasi, hukuki, iktisadi teklifleri olmadığından dolayı emperyal sistemler böyle bir din anlayışını her zaman tolere etmiştir. Bu anlamdaki din, zulmün yolunu açabilir. Esefle belirtelim ki modern devlet ve toplum anlayışına geçen Müslümanlar da batılıla- rın dünyasındaki “religion/din” tanımını aynen alınca hayata bir Hıristiyan gibi bakmaya başladılar; bunun sonunda da Kur’an’ın rehberliğini ve Hz. Muhammed (s.)’in önderliğini bir tarafa bıraktılar.Tevhidin renginden çıkıp seküler bir renge boyandılar. Bu yanlış din anlayışından vazgeçme çerçevesinde, İslam Dini’nin temel niteliklerini iyi kavramak ve bu kavrayışı salih amellerle besleyerek dini, hayata katmak gerekir.

Her Müslümanın bilmesi ve bu çerçevede kendisini geliştirip değiştirmesi gereken İslam Dini’nin temel özellikleri şunlardır:

1. Tevhidilik: İslam Dini, hayatı anlamlandırırken hayatın merkezine sadece Allah Teala’yı kor. Bu anlayışa göre İslam “teocentrik”tir. Hayatı hiçbir zaman parçalamaz. İman, ibadet, ahlak, muamelat, eğitim, hukuk, siyaset, aile, evlenme, boşanma, ticaret, iktisat, savaş ve barış vb. olaylar Allah’ın (c.) emirlerinden referans alır. Vahiyden referans almayan hiçbir şeyin İslam açısından bir değeri yoktur. Tevhidilik prensibine göre İslam Dini; insanın yü- rüyüşüne37 ve konuşurken ki ses tonuna38 kadar kurallar koymuştur. Tevhidilik; “De ki na- mazım, bütün ibadetlerim, hayatım ve ölümüm, yalnızca alemlerin rabbi Allah içindir”39 ayeti çerçevesinde hayatı Allah’a (c.) adamaktır. Daha açık bir söylemle; yaratma ile emir alanının arasını açmamaktır. Çünkü kadim kafirler, yaratmayı Allah’a tanıyıp emir alanını başka varlıkların ukdesine verdikleri için müşriklikte ısrar etmişlerdir. Şirkin yaşayan biçimi emir alanında Allah’ı kabul etmemek veya O’nun mutlak emir alanına sınırlama getirmektir. Allah’ı uzak ilah sayıp yakın ilah olarak addettiği kurumlara hayatın sevk ve idaresini ver- mek gerçek şirktir. Allah Teala, daha Mekke döneminin başında böyle dualist ve politeist bir kaymaya karşı uyarısını şöyle yapmıştır: “…Kendinize gelin! Yaratmak da emretmek de sadece ve sadece Allah’a aittir…”40

2. İslam Dini’nin Kaynakları Kur’an-ı Kerim ve Sünnettir. Kur’an ve sünnet İslam dininin iki asıl kaynağıdır. Yüce Allah, Kur’an-ı Kerim ve Hz. Muhammed (s.) vasıtasıyla kullarıyla iletişim kurmuş ve onlara mutlak doğruyu göstermiştir. Klasik tanımlamadan ayrı bir ta- nımlama yaparsak Kur’an; Allahu Teala’nın vahiy meleği aracılığı ile Hz. Muhammed (s.)’e 23 seneyi bulan peygamberlik müddeti içerisinde ayet ayet, sure sure indirmiş olduğu ve içerisinde iman, ibadet, ahlak ve hayatın siyasi, sosyal, iktisadi, hukuki, askeri, eğitim ve öğretim dahil tüm cephelerini kuşatan emirler ve yasakların toplamı olan vahiyler man-

37 Bak: Furkan 25/63 38 Bak: Lokman 31/19 39 En’am 6/162 40 A”raf 7/54 246 MEDYA-DİN VE EĞİTİM zumesidir. Kur’an’ın esas ilgi merkezi insan ve insanın ıslahıdır41. Allah (c.), göndermiş olduğu bu kitapta, insanı felaha ve helaka götüren hayat tarzlarını anlatmıştır42. Felahın da ancak, hidayet/mutlak doğruyu bulmak, İslami bir kişiliği elde etmek ve Kur’an’ın hayata katıldığı bir toplum modeli oluşturmak ile mümkün olacağını vurgulamıştır43.

Kur’an-ı Kerim kendisinden önceki kitaplar gibi yalnız inanç kitabı değil; hem inanç hem de hayata müdahale eden bir kitaptır. Onun bu özelliği onu diğer ilahi kitaplardan ayıran niteliklerin en önemlisidir. Mutlak doğrunun ölçüsü, öncekilerin ve sonrakilerin haberlerini içeren; alimlerin okumakla doyamayacağı ve yaşandıkça sevap elde edilen bu kitabı44 oku- ma/tilavet, öğretme, onunla zihinleri ve gönülleri tezkiye etme, hayata katıp vahiyle olaylara anlam verme görevi Hz. Peygamber (s.)’e verilmiştir45. Ayrıca Hz. Peygamber (s.)’in tebliğ, davet, tebyin, teşri, hakimlik, kadılık, soru mercii olma, devlet başkanlığı ve davet/cihad gibi asıl görevleri de vardır.

Hz. Peygamber (s.)’in saymış olduğumuz bu görevleri, sünnetin önem ve değerini orta- ya çıkarır. Sünnetin-hadisin delil olması ile ilgili Kur’an-ı Kerim’de onlarca ayet vardır46. Allah (c.), indirdiği vahye ve resulünün sünnetine uymayı insanlara farz kılmıştır47. Sün- net, Kur’an’a tabidir ve hiçbir zaman Kur’an’a muhalif olamaz48. Kur’an’da, sünnet de iman edenleri bağlayıcı hükümler içerir. Her iki kaynakla sabit olan hükümler karşısında “mü’min erkek ve kadınlar için seçme hakkı yoktur.”49

Hz. Peygamber (s.)in söz, fiil ve takrirleri diye sünnet tanımı yapılsa da sünnet, Yusuf el-Kardavî’nin belirttiği gibi; Kur’an-ı Kerim’in yaşanmış bir tefsiri; İslam’ın hayata tatbi- kidir. Daha geniş bir tanımlamayla sünnet; “Hz. Peygamber (s.)’in kendi döneminde İslam toplumunu akide, ibadet, tebliğ, siyaset, ekonomi, eğitim, ahlak, hukuk gibi çeşitli alanlar- da; kısacası bireysel, toplumsal ve evrensel olmak üzere hayatın her alanında, yönlendirip yönetmede, Kur’an başta olmak üzere esas aldığı ilke ve prensipler bütününün oluşturdu- ğu bir zihniyet ya da dünya görüşüdür.”50 Amacı: Beşeriyete karşı yerine getirmekle yüküm- lü olduğu evrensel misyonu gerçekleştirmesi için, beşeri hayatın her alanında sünnetin koyduğu ilkeleri esas alan yeni bir İslam toplum ve medeniyeti modeli oluşturmaktır51. Bu çerçevede sünnet; ilahi denetim altında Hz. Peygamber’in Kur’an zaviyesinden hayata bakış tarzıdır.

Sünnet ve hadise karşı çıkan ve sadece Kur’an’la yetinileceğini söyleyen kimseler, Resu- lullah (s.)’a veremedikleri tebliğ, teybin ve teşri görevlerini kendi ukdelerine almak isteyen yalancılardır. Daha da ağır bir ifadeyle fonksiyonel anlamda sahte peygamberlik iddiasında bulunan kimselerdir. Çünkü sünnet-hadis reddedildiği zaman;

41 Fazlurrahman, İslam, trc: Mehmet DAĞ – Mehmet AYDIN, Ankara, 1999, s. 83. 42 Mevdudî, Tefhimu’l-Kur’an, trc: Komisyon, İstanbul, 1986, c. I, s. 16. 43 Salah, Abdu’l-Fettah el-Halidi, Kur’an’ı Anlamaya ve Yaşamaya Doğru, trc: Yusuf Işılak, Ankara, 1998, s. 75-80. 44 Abdu’r-Rezzak b. Abdu’r-Rahman, Fıkhu’l-Ed’iye, s. 62-63 45 Bak: Bakara 2/129, 151; Âl-i İmran 3/164; Cuma 62/2. 46 Bak: Nisa 4/59, 65, 69, 105, 136 171; A”raf 7/157, 158; Enfal 8/20; Tevbe 9/29; Ahzab 33/36; Şura 42/52; Nur 24/62. 47 Şafî,Muhammed b.İdris, er-Risale,D.K.İ,Beyrut,trsz. s. 76. 48 Şafî, a.g.e. , s. 146. 49 Ahzab 33/36. 50 Kırbaşaoğlu, Hayri, İslam Düşüncesinde Sünnet, Fecr yay., Ankara, s. 90. 51 Kırbaşaoğlu, a.g.e., s. 94. MEDYA-DİN VE EĞİTİM 247

1. Toplumda işlevsiz bir peygamber inancı ortaya çıkar ve Müslümanların vahdeti bozulur. Çünkü mü’minler sünnet sayesinde tüm dünyada ortak hareketler yaparlar. Hayatımızın ayrıntılarında bizleri birbirimize benzeten en büyük değer sünnettir. Bayramlarımız, örfleri- miz, selamlaşmamız, ibadetlerimizdeki ortak hareketler dayanaklarını sünnetten alır.

2. Sünnet reddedilince insanlar dine yabancılaşır ve dünyadaki etkin/popüler kültüre en- tegre olurlar. İyi veya kötü Müslüman (!) olmanın biricik ölçüsü kaybolur. Bu anlamda sün- net mi’yardır. Sünneti reddedenler bu ölçüyü Müslümanların elinden alarak kaos yaratmak isteyen; iyi ile kötüyü birbirine karıştırmayı amaçlayan art niyetli ve bilinçsiz kişilerdir.

3. İbadetlerde anarşi doğar. İnsanlar ibadetler konusunda keyfi davranırlar veya kelimelerle oynayarak ibadetlerin formlarını inkar ederler veya tamamen kaldırırlar. Ülkemizdeki sün- net inkarcısı bazı gençler böyle bir furyayı bir dönem başlattılar ve ilk kaldırdıkları ibadette namaz oldu. Çünkü onlar namazı sözlük anlamına göre aldılar ve dua manasını mutlaklaş- tırarak böyle bir sapıklığa düştüler.

4. Sünneti reddetmek; İslam’ın/Kur’an’ın her dönemde yaşanılabilirliğine halel getirir. Vah- yi 610 da başlayıp 632 de biten bir tarih içerisine hapsetme yanlışlığına götürür. Zira sün- net İslam’ın evrensel boyutunu gösteren hikmetlerle doludur. Ayrıca günümüzün siyasi, ik- tisadi, sosyal, hukuki ve ahlaki problemlerine çözüm üretecek olan projelerinin kaynakları sünnette mündemiçtir.

5. Sünneti reddetmek; hayatın genişlik alanında ideolojilerin dinleşmesine zemin hazırlar. Genel hükümler ifade eden Kur’an vahyinin açılımı sünnettedir. Sünnetin sayısal miktarı ve ayet merkezli açılımı hayatın genişlik alanıyla ilgili projeler hazırlamaya daha müsait- tir. Sünnet olmadan iktisadi, sosyal, hukuki, siyasi ve ahlaki alternatif çalışmalar yapmak mümkün değildir. İslam’ın dünya görüşünün sünnette olması, ideolojileri din haline geti- renlerin sünnetle ilgili daha çok olumsuz beyanlarda bulunmalarını hızlandırmıştır.

İslam’ın iki temel kaynağı Kur’an ve sünneti anlama, kavrama, yaşama ve hayata hakim kılma hususunda her Müslümanın gayretli olması gerekir. Konumuz olmamakla beraber şunu hemen vurgulamakta fayda görüyoruz: Kur’an ve sünneti iyi anlamak için; Arap dilinin sarf, nahiv ve belağatına, Peygamber dönemi Arapçasına tam anlamıyla hakim olmak, ayet ve hadislerin nuzül ve vürud sebeplerini bilmek, naslara bütüncül olarak bakmak, şeriatın gönderiliş maksadını iyi kavramak, nasların coğrafyasını ve kültürünü tanımak, insanı ve insanlık tarihini bilmek, değişken vasıta ile sabit hedefleri belirlemek, nasih-mensuhu kav- ramak ve nasların delaletine vakıf olmak önemlidir. Bu saymış olduğumuz alanlarda yetersiz olanlar Kur’an’ı da, sünneti de iyi anlayamazlar.

3. İslam Dini Islahatçıdır. Daha doğrusu, İslam önce devrimcidir. Kelime-i Tevhidin ba- şındaki ( ) bunun kanıtıdır. Allah’ın dışındaki tüm ilahları reddetmesi ve vahiyle çatışan tüm hayat tarzlarına karşı egemenlik mücadelesi vermesi onun devrimci özelliği ile ilgilidir. İslam, fıtrata yabancı olan her şeye savaş açar. Kur’an ve sünnetten öğrendiğimize göre İslam; İslam öncesi Araplardan Kabe’yi tavaf etmeyi almış ama bir düzene koymuş; ıslah et- miştir52. Çıplak tavafı yasaklamıştır53. Fakirlik problemine çözüm getirmiş, evlilikte eş sayısı-

52 Bak: Enfal 8/35. 53 Vahidî, Esbab-ı Nüzul, s. 172. 248 MEDYA-DİN VE EĞİTİM nı dörtle sınırlamış54, ticarette faizi yasaklamıştır55. Nerede bir bozulma varsa din, ıslahatçı müdahalesini kullanmıştır. Değişen zamanlarda, dinin ıslahatçı özelliği müctehitlerin işini kolaylaştırmış ve alınması gereken birçok kuruma İslami bir kimlik kazandırmıştır. İslam olayları değerlendirirken tevhidilik prensibini merkeze almıştır. Eğer bu prensiple çatışmaz ise Müslümanlar, kurumları ıslah edip içselleştirmekte bir sakınca görmemişlerdir.

4. İslam Dini Kuşatıcıdır. İslam’ın kuşatıcılığı ile ilgili en önemli kanıt Kur’an-ı Kerim’in konularıdır. Kur’an-ı Kerim’e baktığımız zaman hayatın her alanı ile ilgili tümel, tikel ve bazen de tekil kurallar koyduğunu görürüz. Kur’an hem zihne ve gönle, hem de davranışlara hitap eder. İslam Dininin kuşatıcı olmaması demek; dualist veya politeist bir inanç yapısını özünde barındırması demektir. Bu ise her şeyden evvel tevhit inancıyla çatışır. Kur’an-ı Kerim’deki “Ey iman edenler! (Hayatınızın her alanında dinin hükümlerini etkin kılarak) her şeyinizle İslam’a giriniz.”56 Emri, İslam’ın kuşatıcılığı ile ilgili çok açık bir hükümdür. Bu ayete göre hayatın merkezinde Allah Teala vardır. İnsanların yemeleri içmeleri, evlenmele- ri, boşanmaları; ahlaki, siyasi, iktisadi, hukuki ve sosyal faliyetleri; yolda yürüme biçimle- rinden devleti yönetmenin ilkelerine kadar Din hükümler koymuştur. Hayat boşluk kabul etmeyeceği için boşluk bırakmamıştır. İslam Dininin kuşatıcı olması, hayatın bölünmesine onay vermediği için seküler bir dünya görüşünün Müslüman toplumlarda gelişmemesine neden olmuştur. Böyle bir dünya görüşü bu gün Müslümanlar arasında varsa bile dayatma ile varlık bulmuştur. Eğer gönüllü olarak varlığını kabul ettirdiyse, böyle bir durumu kabul- lenen kimselere Müslüman da denilmez.

5. İslam Dini Evrenseldir. Hz. Peygamber (s.)’den önceki bütün peygamberler kendi ka- vimlerine gönderilmiştir. Hz. Muhammed (s.) ise bütün insanlığa peygamber olarak gönde- rilmiştir. Şu ayet konuyu en açık bir şekilde ortaya koymaktadır: “Deki: Ey İnsanlar! Gerçek- ten ben Allah’ın tüm insanlığa göndermiş olduğu Resulüyüm. O Allah ki göklerin ve yerin egemenliği yalnızca O’na aittir…”57 İslam’ın evrenselliği çerçevesinde şu ayette de yeterli izah yapılmıştır: “(Ey Muhammed!) biz seni sadece, (belli bir çağa ve belli bir topluma, belli bir bölgeye değil, kıyamete kadar gelecek) bütün insanlığa (rahmetimizle) müjdelemen ve (azabımızla) uyarman için bir peygamber olarak gönderdik. Ne var ki insanların çoğu bunu bilmez ki.”58 İslam’ın birinci kaynağı Kur’an-ı Kerim’deki; “Ey insanlar!” ve “Ey iman eden- ler!” hitapları da dinin evrenselliği ile ilgili çok önemli kayıtlardır.

Akla mantığa aykırı söylemleri yineleyen, kitapları tahrif olmuş ve vahiy kavramını izah- tan yoksun Hıristiyanların kendi metinlerini aklileştirmek amacıyla tarihselliğe tutun- maları ve bütün dini metinlere böyle yaklaşmayı tavsiye etmeleri çok kötü bir anlayıştır. Asıl kötü olan ise Hıristiyan teologların ortaya koyduğu bu düşünceyi İslam’a taşımak ve Kur’an-Sünnet metinlerini de o gözle okumaktır. Sonuçta İslam, tarihin belirli bir sürecine hapsedilecek ve hayatın yönetilip yönlendirilmesi İbrani-Hıristiyan kültürünün etkisinde kurulan moderniteye bırakılacaktır.

İslam dininin evrenselliğini kabul etmek diğer dinlerin mülga olduğuna onay vermek oldu- ğu için günümüz yaşayan dinleri buna ya direkt karşı çıkmışlar veya İslam’ın evrensel emir-

54 Nisa 4/3. 55 Bakara 2/275-279. 56 Bakara 2/208. 57 A’raf 7/158 58 Sebe 34/28 MEDYA-DİN VE EĞİTİM 249 lerine karşılık değerler üretmek suretiyle dini hükümsüz kılmayı amaçlamışlardır. İslam’ın evrenselliği bağlamında Resulullah’tan bir çok rivayet gelmiştir. Bu bağlamda Hz. Peygam- ber (s.)’in şu hadisini iyi düşünmek gerekir: “Canımı elinde tutan Allah’a yemin ederim ki bu (davet) ümmetinden ister Yahudi ister Nasrani olsun kim ki benim peygamberliğimi duyar da benimle gönderilen şeyleri kabul etmezse, o mutlaka cehenneme girecektir.”59

6. İslam Dini Çözümcüldür. Hayatta meydana gelen sorunları din çözüme kavuşturur. Hayatın hiçbir alanında boşluk bırakmaz. Kur’an Mekke’de Mekki çözüm, Medine’de de Medeni çözümdür. Her halde çözümdür. Bu husus İslam’ın ictihada vermiş olduğu önem ve değerle alakalıdır. Eğer din, meydana gelen problemlere çözüm üretmezse ütopik bir kuruma dönüşür ve inandırıcılığı kalmaz. Böyle bir durumda insanlar başka dünya görüşü ve düşüncelere yönelirler. Hz. Peygamber (s.)’in bizzat kendisi de sorunları çözdüğü gibi ashabını da ictihada/sorunları çözmeye sevk etmiştir. Ehliyetli insanların çözüme teşebbüs etmelerinin manevi karşılığının verileceğini müjdeleyen Resulullah (s.), ictihadı teşvik bağ- lamında şöyle buyurmuştur: “Hakim hükmettiğinde ictihadda bulunur; ictihadda doğruyu bulabilirse iki sevap, bulamaz ise tek sevap alır.”60

Müslümanlar, Hz. Peygamber (s.)’den itibaren olayların çözümüne katkı sağlayan büyük hukukçulara ve bu hukukçuların oluşturduğu zengin bir külliyata sahiptir. Olaylara çö- züm bulmada, Hz. Ömer(ö:23/644), Hz. Ali(ö:40/660), Hz. Abdullah b. Mesud(ö:34/654), Hz. Aişe(ö:58/677), Hz. Zeyd b. Sabit(ö:45/665), Hz. Abdullah b. Abbas ve Hz. Abdullah b. Ömer’in(ö:73/692) ayrı bir yeri vardır. En çok ictihad yapan sahabilerden Abdullah b. Ab- bas’ın (ö. 68/687) “Devemin zincirini kaybetsem onu Kur’an’da ararım.”61 Sözü tüm olaylara Kur’an-ı Kerim’den çözüm bulmayla alakalı önemli bir bakıştır.

Kur’an ve sünnette çözümü birebir olmayan hususlara ictihadla çözüm bulacağını söyleyen Muaz b. Cebeli (ö. 17/638) Hz. Peygamber (s.) tebrik etmiştir62. Bu davranışıyla Peygam- ber(s.), alimlere içtihad yolunu açmıştır. İslam bugün ve yarın için hala umutsa, onun bu umut oluşunda çözümcül olma özelliğinin kesin etkisi vardır. Bugün bu özelliğini göz ardı ederek çözümcül bir İslam’ı savunmamak; her şeyin geçmişte yapılıp bittiğine inanmak hayatın siyasi, iktisadi, sosyal, hukuki ve eğitim alanlarında vahiy merkezli projeler üretme- mek, gelecekte tarihin öznesi olmayı reddetmek; hayatın sevk ve idaresini kafirlere bırak- mak, Müslümanların çocuklarının inançlarını ideolojilere teslim etmektir. İslam dünyasın- da ideolojilerin gelişmesindeki etkenlerden birisi de günümüzde Müslümanların İslam’ın çözüm dilinden uzak kalmalarıdır.

7. İslam Kolaylık Dinidir: Allah Teala hiçbir mükellefe kaldıramayacağı bir yük teklif et- memiştir. Bu durum Kur’an’da şu ayetle ilan edilmiştir: “Allah, hiç kimseye gücünün üze- rinde sorumluluk yüklememiştir.”63 Hz. Peygamber (s.)’in kolaylaştırma prensibini sürekli canlı tutması, iki şey arasında kaldığı zaman kolay olanı tercih etmesi, ruhsatlarla çokça amel etmesi ve ümmetine olan merhameti nedeniyle insanların yaş ve sağlık durumlarını gözetmesi İslam’ın kolaylık anlayışıyla ilgili örneklerdir. Hz. Peygamber (s.), mü’minlere kolaylaştırıcı davrananlara şu müjdeyi vermiştir: “Kim ki mü’minlerin işlerini hafifletir, yu-

59 Müslim, I, İman, 70, had. No: 240, c. I, s. 134. 60 Buhari, 96, İ’tisam, 21, c. VIII, s. 21; Müslim, 30, Akdiyye, 15, no: 1716. 61 Kettanî, Abdul-Hayy, et-Teratibu’l-İdariye, trc: Ahmet ÖZEL, İz yay, İstanbul, 1990, c. III, s. 3. 62 Ahmed, Müsned, c. V, s. 236; İbn Sa”d Tabakat, c. II, s. 347; Tirmizi, Ahkam, 3, no: 1327, c. III, s. 616. 63 Bakara 2/286. 250 MEDYA-DİN VE EĞİTİM muşak ve kibar davranırsa Allah (c.) o kimseye ateşi haram kılar.”64 Hatta O, ümmetine farz kılınır endişesiyle bazı amelleri sürekli yapmamıştır. Bu anlayış Resulullah (s.)’ın bir pren- sibi olmuştur65. Allah Resulü’nün sünnetine aykırı davranıp dini zorlaştırmak, dinde bidat/ hurafe ihdas etmektir. Hz. Peygamber (s.) bu insanlar için “Kim benim sünnetimden yüz çevirirse kesinlikle benden değildir.”66 buyurmuştur. Zamanımızın bazı tasavvufi kurumları ve din öğretimini kaynaklardan almayan kimseler dinde aşırılığa yönelerek dine ekleme- ler yapmaktadırlar. Bunun neticesinde din zorlaşmakta ve hayattaki yerini alamamaktadır. Özünden; hükümlerinden ödün vermeden dinin kolaylık prensibinin öne çıkarılması gele- cekte İslam’ın tabana yayılması bakımından da çok önemlidir.

8. İslam Dininde Ahlaki Prensipler Çok Önemlidir. Kur’an-ı Kerim’de imanla ilgili konu- lardan sonra en çok emir tekrarının yapıldığı ayetler ahlakla ilgilidir. Şöyle de söylenebilir; iman ve ahlakla ilgili ayetler eş zamanlıdır. Özellikle Mekkî ayetlerde iman ve ahlak Kur’an-ı Kerim’in en öncelikli iki konusudur. Bunun anlamı; gelecekte bir İslam toplumu veya da- ru’l-İslam da kuracak olsanız iktidarınızın emanete liyakatı ve devamı tevhidilik ve ahlakilik prensibine bağlıdır. Konunun önemini Resulullah (s.) şöyle ifade etmiştir: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim.”67

Güzel ahlakı tamamlama çerçevesinde Yüce Allah hicret öncesi, tamamen itikadi ve ahlaki emirleri içeren En’am Suresi’ni göndermiştir. İsra Suresi’nin ilk 40 ayeti ise kurulacak olan İslam devleti arefesinde deklare edilen bir manifesto niteliğindedir. Tamamen ahlaki uya- rıları muhtevidir. Mekkî olan Furkan Suresi’nin 63-77 ayetleri arası ahlaki uyarılarla dolu olmakla beraber, Müslümanların Medenî sureler olan Nur, Ahzab, ve Hucurat Surelerini de iyi bilmeleri gerekir. İnsan, iman yönünden ve ahlaken kemale erdiği oranda cennete hak kazanır. Bu durumu Hz. Peygamber (s.) de şu hadisinde yinelemiştir: “Kötü huylu insanlar cennete giremezler.”68

İslam’da ahlaki hükümlerin önemiyle alakalı müfessir Vahidi’nin şu tespiti çok önemlidir. Hz. Peygamber (s.)’e Mekke’de gelen en son sure Mü’minun suresi, Medine’de gelen ilk sure de Mutaffifin suresidir69. Yani Mekkî dönem “Hz. Peygamberin ahlakı” diye nitelenen Mü’minun Suresi’nin ilk on ayetiyle bitmiş ve ticaretteki ahlaki emirleri muhtevi Tatfif Su- resi ile de Medine dönemi başlamıştır. Esasında İslam, imanla ahlak arasında hep bir ilgi ve orantı kurmuştur. Yüksek ahlak, derin tevhidi bilincin sonucudur. Resulullah (s.) bu ilgiyi çok güzel açıklamıştır. “Mü’minlerin iman yönünden en kamili, ahlakı güzel olan ve aile fertlerine çok nezaketli davrananıdır.”70 Hatta, Hz. Peygamber (s.) daha ilerisine işaret etmiş ve şu ilginç, aynı zamanda müjde dolu uyarısını yapmıştır: “Mü’min güzel ahlakı sayesinde geceleri (nafile) namaz kılan, gündüzleri de (nafile) oruç tutan insanın derecesine ulaşır.”71 Yeter ki “Cinselliğini haramdan, ağzını kötü söz ve gıybetten korusun.”72 Farz ve nafile oruç- ların kendisini ahlaken değiştirmediği kimseler hakkında ise Hz. Peygamber (s.) buyurmuş- tur: “ Kişi yalan sözü ve kötü davranışları terk etmiyorsa, Allah’ın, onun yemesini ve içmesini 64 Hakim, Müstedrek, no: 435, c. I, s. 215; Suyuti, a.g.e., c. II, s. 540. 65 Erdoğan, Mehmet, Akıl-Vahiy Dengesi Açısından Sünnet, s. 99-109 66 Müslim, 16, Nikah, 1, no: 1401, c. II, s. 1020. 67 Hakim, Müstedrek, no: 4221, c: II, s. 670. 68 Tirmizi, 29, Birr ve Sıla, no: 1946, c. IV, s. 334. 69 Vahidi, esbabu’n-Nuzul, s. 18. 70 Tirmizi, 6, İman, no: 22612, c. V, s. 9; Hakim, Müstedrek, no: 173, c. I, s. 119. 71 Ahmed, Müsned, c. VI, s. 64. 72 İbni Mace, Zühd, 29, no: 4246, c. II, s. 1418. MEDYA-DİN VE EĞİTİM 251 terk etmesine (orucuna) iltifat etmesi söz konusu değildir.”73

Kur’an-ı Kerim, ahlaken çökmüş ve günahlara batmış toplumların tarih sahnesinden sili- nişlerini haber vermiştir. Bunun anlamı; ‘siz de ahlaki değerlerinizi kaybeder ve ahlaksız- laşırsanız tarihteki yerinizi kaybedersiniz’, demektir. Tarihten silinmek illa da helak olmak anlamına gelmez. Helak bir yok olma ve silinme şeklidir. Ama asıl kötüsü, varken yok olmak- tır. Varsınız ama tarihte bir yer tutmuyorsunuz; fonksiyonunuzu kaybetmişsiniz. Hayatın her alanında mahkum vaziyettesiniz. Yönetiminize kadar her şeyinizi kafirler belirliyor. Hayatı- nızın her alanında kafir sultası var ve siz bu sultanın meşruiyetini (!) kanıksamışsanız; siya- seti bile onların müsaade ettiği kadar yapabiliyorsanız bu durumda artık helak olmuşsunuz demektir. Varlık sahnesine yeniden çıkmak ise Kur’an ve sünnet ahlakıyla bezenip Allah’ın (c.) emanetine yeniden liyakat kazanmakla mümkün olacaktır. Müslümanlar üstün ahlak sayesinde farkında bile olmadan hakimiyet konumuna yükseleceklerdir.

9.İslam Dini bir bütündür. Klasik kelam alimleri; “iman edilecek hususların bir kısmına iman edip bir kısmına iman etmeyen kimsenin imanı sahih değildir.”74 Demek suretiyle iti- kadî esaslardaki bütünlük sorununa vurgu yapmışlardır. Bu ifadenin bir başka açılımı ise “Zarurat-ı diniyyeden birini inkar eden dinin tamamını inkar etmiş sayılır.” hükmüdür. Bu ifadeler gösteriyor ki iman bir bütündür ve kesinlikle parçalanma ve bölünme kabul etmez. Parçalı bir iman “yok” hükmündedir ve sahibine hiçbir fayda sağlamaz. Her yatsı namazın- dan sonra okunması nebevî bir tavsiye olan Bakara suresinin son iki ayetinin içeriği imanı tecdid etme ve dinin bütünlüğüne inanmanın bir ikrarıdır. “Resuller arasında iman noktayı nazarında hiçbir ayrım yapmayız.”75 Ayetlerini her gece okuyan mü’min, iman konusundaki bütünlüğü tasdik ettiğini yineler.

Allah’ın (c.) koyduğu emir ve yasakları kabul etmek suretiyle davranışların vahiy merkezli anlamlandırılması aynı zamanda bir kimlik kabulüdür. Tevhid denilen bu kimlik, hayatın her alanında; “Allah (c.) ne dedi; ne der; ne yapmak lazım ki onun rızasını kazanabilelim?” endişe ve isteğiyle yaşamaktır. Bir anlamda “Allah’ın (c.) boyasıyla”76 boyanmaktır. Yani, Allah Teala’nın yarattığı fıtratı muhafaza edip tüm peygamberleri aracılığıyla göndermiş ol- duğu mutlak din İslam’la hayatı anlamlandırmaktır77. Öyle bir anlamlandırma ki bu kimliğin bütünlüğünü bozacak herhangi bir söylem ve davranışı İslam’a tercih etmenin insanı küfre götüreceği bilinci zihinde daima canlı tutulmalıdır (Zikri daim).

İmanın bütünlüğü hususunda bu bilinci sürekli hale getiremeyen insanlar, hiç beklenme- dik bir zamanda İslam’dan kopma veya imanı parçalama gafletinde bulunabilirler. Veya imanla küfrü tek gönülde bulundurma sapıklığını yaşayabilirler. Halbuki Resulullah (s.), bunun imkansızlığını şu hadisiyle açıklığa kavuşturmuştur: “İman ve küfür (aynı anda) bir kimsenin gönlünde bir araya gelemezler.”78 Kur’an-ı Kerim bu duruma “imanla şirki birbiri- ne karıştırma/telbis” adını vermektedir79. Şirkle imanı aynı kalbe koymak gibi bir sapkınlığı yaşamayanlar Kur’an-ı Kerim’de şöyle övülmüştür: “Onlar iman ettiler ve imanlarına hiçbir şekilde şirk(ideolojik düşünce ve pratiğini) bulaştırmadılar. (Dünya ve ahrette) güven içe- 73 Abdurrezzak, Musannef, no: 7455, c. IV, s. 194. 74 Ebu’l-Munteha, Fıkh-ı Ekber Şerhi, trsz., Hacı Hüseyin Efendi Matbaası, İstanbul.s.23 75 Bakara, 2/285. 76 Bkz.: Bakara, 2/138. 77 Taberî, Camiu’l-Beyan, c. I, s. 622-3. 78 Ahmed, Müsned, (Tah.: Muhammed Şakir), c. XVI, s. 244, had. no: 8576. 79 Bkz.: Yusuf, 12/106. 252 MEDYA-DİN VE EĞİTİM risinde olanlar ve (mutlak) doğruyu bulanlar bunlardır.”80 Bu ayetteki “zulüm” kavramını “şirk” olarak tefsir eden Hz. Peygamber (s.)’dir81. Bu tefsire göre mü’minlere, şirkten uzak bir iman idealize edilmiş ve övülmüştür. Zira böyle bir imanın sahibi, hayatın her alanında ve önemli olayların çözümünde Allah Teala’dan başkasına müracaat etmez82.

Medine’ye hicretten sonra bazı Müslümanlar Kur’an-ı Kerim’le beraber başka milletlerin muharref kitaplarını okuyup öğrenmeyi ve onların içeriğini de hayatlarına katmayı arzu et- mişlerdir. Muharref Tevrat’la beraber Kur’an öğrenimini eş zamanda yapmak isteyen Hz. Ömer(r.), öğrendiklerini ve bu konudaki amacını Hz. Peygamber’e arzetmek isteyince Re- sulullah’ın (s.) rengi değişmiş ve sonra da “Aranızda Musa olsaydı, siz de bana değil de ona tabi olsaydınız yine de dalalette olurdunuz. Çünkü ümmetlerden siz benim payıma; peygamberlerden de ben sizin payınıza düştüm.”83 buyurarak böyle bir davranışa onay vermemiştir. Hz. Peygamber onay verecek olsaydı bu bir sünnet olacak ve bunun arkasına sığınarak insanlar gerekli alt yapıyı oluşturmadan zihinlerini yanlış fikirlere ve batıl dinlere açacaklardı. Böylece toplumsal bir sapma yaşayacaklardı. Yahudilikten ihtida eden bir grup müslüman Resulullah’a, geceleri Tevrat’ı okuyup ikame etme arzularını bildirdiklerinde bu isteğe Yüce Allah (c.) hemen mü- dahale etmiş ve “… her şeyinizle müslüman olunuz.”84 buyurmak suretiyle bölünmüş, yüz- delenmiş, tevhidilikten uzak ve Kur’an-ı Kerim’den onay almayan bir yaşayış şeklini kabul etmemiştir85. Hayatın derinlik, uzunluk ve genişlik alanlarında kamil anlamda Müslüman olmayı emreden Yüce Allah, vahyin dışında kurallarla insanların sevk ve idare edilmesini yasaklamıştır. Gerçek anlamda Müslüman olmanın hayatı Allah(c.) merkezli anlamlandır- makla mümkün olabildiğini açıkça beyan etmiştir.

İman konusunda hiçbir parçalanmayı ve imana yüzdeleme getirmeyi kabul etmeyen Allah Teala, mü’minlere şu uyarıyı yapmıştır: “Ey iman edenler! Allah’a, Resulüne ve peygambe- rine indirdiği kitabına iman edin. Kim Allah’ı, meleklerini, kitaplarını, resullerini ve ahiret gününü inkar ederse muhakkak ki o derin bir sapıklığa düşmüştür.”86 Ayet-i kerimeden an- laşılıyor ki iman edilecek hususlardan birisini inkar etmek, bütün Kur’an-ı Kerim’i inkar etmek gibidir. Abdullah b. Mes’ud (r.) konuyla ilgili görüşünü çok net olarak ifade etmiş ve şöyle buyurmuştur: “Kim Kur’an-ı Kerim’in bir harfini inkar edecek olsa bütün Kur’an’ı inkar etmiş olur87. Çünkü Kur’an Allah’ın kelamıdır ve O’ndan bir şey reddeden Allah’ı (n emirlerini ve yasaklarını) reddeder.”88 Nitekim Hz. Peygamber (s.)’in irtihalinden sonra bazı Arap kabileleri: “Biz İslam’ın tüm emirlerini yerine getiririz fakat zekat vermeyiz” dedikle- rinde Hz. Ebubekir (r.), bu yaklaşımın imana bir yüzdeleme getirmek olduğunu bildirmiş ve zarurat-ı diniyyeden bir tek hükmü inkar etmenin tüm İslam’ı inkar anlamına geleceği- ni söylemiştir. İmana ve İslam’a böyle yüzdeli bir yaklaşımın insanı küfre götüreceğini ve sahiplerini dinden çıkaracağını bildirerek; “Zekat malın hakkıdır. Allah’a yemin olsun ki Resulullah’a vermiş olduğunuz bir oğlağı bile zekat olarak vermeyecek olursanız; onu verme-

80 En’am, 6/82 81 İbni Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azim, c. II, s. 145. 82 Sülemî, Hakaiku’t-Tefsir, c. I, s. 206. 83 Abdurrezzak, Musannef, c. X, s. 314; Ahmed, Müsned, c. III, s. 470; İbni Hamza, Esbabu Vuridi’l-Hadis, c. II, s. 1402. 84 Bakara, 2/208. 85 Taberi, Camiu’l-Beyan, c. II, s. 337. 86 Nisa, 4/136. 87 Musannef, c. VIII, s. 422. 88 Abdullah b. Ahmed b. Hanbel, Sünnet, s. 27. MEDYA-DİN VE EĞİTİM 253 yenlere savaş açarım.”89 demiştir. Söylediğini de yapmış ve tüm İslamî emirleri kabul edip zekatın meşruiyetini kabul etmeyenler mürted sayılmış ve onlara karşı savaş ilan edilmiştir. Böyle bir davranış ne zaman ve hangi mekanda yapılırsa yapılsın dini ve bu dinin kaynağı olan Kur’an-ı Kerim’i parçalamaktır. Bilerek veya bilmeyerek ilah sayısını artırıp politeist bir hayat tarzını tercih etmektir. Allah Teala bu durumun yanlışlığına geçmiş milletlerin uy- gulamalarından örnekler vererek şu açıklamayı yapmıştır: “Biz, (bir kısmına inanıp bir kıs- mına inanmamak veya yürürlükten kaldırmak için kitaplarını) bölük bölük yapan (Yahudi ve Hıristiyan)lara uyarıcı azap indirdiğimiz gibi (yine indiririz). Onlar Kur’an’ı (kendilerine uydurmak için, kabul edilecek ve edilmeyecek olanlar diye) bölük bölük ettiler.”90 Bütün bu ayetlerden ve Resulullah’ın (s.) hadislerinden yola çıkan İslam uleması şu hükmü ortaya koymuştur: “Her kim ki şeriatın hükümlerinden herhangi bir şeyi inkar ederse, La ilahe illallah/Allah’tan başka ilah yoktur hükmünü iptal etmiş olur.”91

Kur’an-ı Kerim’e ve İslam’ın, sübutu ve delaleti kesin hükümlerinden birine inkarcı yakla- şım, dinin halkalarından birisini koparmaktır. Bu konuyla ilgili örnekleri çoğaltmak müm- kün olmakla beraber en net örneklerden birisi Yüce Allahın şu buyruğudur: “Allah’ı ve peygamberini inkar edenler, (Allah’a inanıp peygambere inanmamakla) Allah ile peygam- berlerinin arasını ayırmak isterler ve ‘Biz (peygamberlerin) bazısına inanır, bazısını da inkar ederiz.’ diyerek imanla inkar arasında bir yol tutmak isterler. İşte bu kimseler gerçek kafir- lerdir. Biz, kafirlere rezil ve perişan edici bir azap hazırladık.”92 Ayetten anlaşılan; Allah’a ve Resulü’ne iman, imanın rükünlerindendir. Allah’ın(c.) gönderdiği peygamberler arasında iman bakımından ayrım yapan küfre girer. Herhangi bir kimse Allah’a (c.) nasıl inanıyorsa, daha önceki peygamberlere ve kendi zamanına ve toplumuna gönderilen peygambere de iman etmek zorundadır. Eğer iman etmiyorsa imanın rükünlerinden birini inkar ettiği için hidayetle olan tüm bağlarını koparmış olur. Bu nazik durumu Hz. Peygamber şu hadisin- de açıklığa kavuşturmuştur: “Allah’a yemin ederim ki bu (davet) ümmetinden ister Yahudi ister Hıristiyan olsun; kim benim peygamberliğimi duyar da benim kendisiyle gönderilmiş olduğum şeye (dinî emir ve yasaklara bütüncül olarak) iman etmezse kesinlikle cehennemlik olur.”93 Hadis-i şerifteki “ ” ism-i mevsulü Hz. Peygamberin getirdiği dinî emirlerin tamamını kapsar. Bu nedenle, değil peygamberi, getirdiği dinî hükümlerden birisini in- karın dinin tamamını inkar olacağına vurgu yapar. Bu hadis ve yukarıdaki ayet; ‘ Allah’a iman ettikten sonra Hz. Muhammed’e inanılmasa da insan ahirette kurtulacaktır’ diyenlere çok önemli ve kesin bir cevaptır. Konuyla ilgili Kur’an ve sünnette onlarca örnek de vardır. Çünkü bu batıl söylemin arkasındaki klise ve misyonerlerin asıl amacı; İslam’ı muharref ve batıl dinlerin seviyesine indirmek ya da bu batıl dinleri İslam’ın seviyesine çıkarmak sure- tiyle dinleri eşitlemektir. Hakikatin mutlak değil de izafi olduğuna vurgu yaparak muharref dinlerin de doğru olduklarını dillendirmektir. Bütün bunları organize eden papalığın gaye- si, her insanı potansiyel Hristiyan kabul ederek dünyayı Hristiyanlaştırma; özelde de Türk çocuklarını gavurlaştırma faaliyetidir. Bilerek bu çalışmalara iştirak etmek itikadi ve siyasi bir sapkınlıktır. Sözde cehalet ise böyle ciddi bir konuda mazeret değildir. Varlığını dini ile devam ettiren bir milletin çocuklarına Hristiyanlık dahil bütün batıl dinlerin propoganda- sını yapmak veya toplumu sekülerleştirmeye çalışmak vatanın ve milletin bakasına karşı işlaenmiş en ağır suçtur. Bu çalışmaları yapanların, işledikleri ağır suç nedeniyle vatana

89 Buhari, 24, Zekat, 2, c. II, s. 110. 90 Hicr, 15/90-91. 91 es-Serahsi, Ebubekir Muhammed b. Ahmed, Usulu’s-Serahsi, c. I, s. 73, Beyrut, 1993. 92 Nisa, 4/150-151 93 Müslim, 1, İman, 70, Had. no: 153, c. I, s. 134. 254 MEDYA-DİN VE EĞİTİM ihanet suçundan yargılanmaları gerekir. Konu içerisinde ele alınan gerek ayetler ve gerek- se hadis-i şerifler İslam’ın bütünlüğünü ele almakta ve zarurat-ı diniyyeden birini bile in- karın insanın İslam’la olan bağlantısını tamamen keseceğine işaret etmektedir. Fakat tüm bunlara rağmen insanlık, dünya sisteminin kuşatması altındadır. Dünya sistemine karşı alternatif bir hayat tarzını gerek dinî metinlerinde gerekse kültüründe barındırmayan Yahu- di ve Hıristiyan milletinin sistemle itikadi ve ameli bir sorunu yoktur. Hatta sistem, kendi ürünleridir. Bu sistem, baskın dünya siyasetinin etkisi ile müslümanlara dayatılmaktadır. Birçok uluslararası toplantılarda kendi amentülerini deklare eden dünya sistemi, bu amen- tüye uymayan İslam milletini hizaya getirmek için elinden gelen her şeyi yapmaktadır. Bu çerçevede; daha demokrat, seküler ve liberal bir hayat tarzına zorlanan müslümanlar; in- sanı aşan tüm aşkın değerlere karşı da pozitivist bir yaklaşım ve inanca zorlanmaktadırlar. Neticede, hayatın gerek genişlik gerekse uzunluk alanlarında batılı gibi düşünmeye ve ya- şamaya başlayan müslümanlar (!) iman alanlarını yüzdelemektedirler. Bu yüzdelemenin oranı hayatlarını vahiy dışı kurallarla anlamlandırma alanlarıyla doğru orantılıdır. Daha açık bir ifadeyle, modernitenin etkisinde kalıp hayatlarına onunla anlam verenler politeist bir inanç biçimini tercih etmektedirler.Kur’an-ı Kerim bu konuya şu ayetle açıklık getirmiş- tir: “İnsanların çoğu Allah’a, müşrik oldukları halde inanıyorlar.”94 Fakat halkın yaşadığı iti- kadi sapmaların nerelerde olduğunu ve buralardan çıkmak için itikadi tecdidin nasıl olma- sını hiçbir sivil alim(!) ve akademisyen ağzına bile almıyor.Kur’an’ın İslam itikadına temel teşkil eden ayetlerini ve hükümlerini gündeme bile getirmiyor. “Isındıralım, soğutmayalım” yaklaşımıyla hakikat gizlenmekte ve politeist hayat tarzı onay almaktadır. Dinin kurucusu Allah olduğuna göre, O’nun adına söz söylemekten kaçınılmalı; fakat hakikatler de gizlen- memelidir. Yapılan radyo, televizyon ve diğer iletişim araçlarındaki dini içerikli programlara baktığımızda gördüğümüz şey; İslam itikadının ehliyetli insanlar tarafından yeterince, ilmi bir uslupla, cesaretli biçimde, toplumun tüm kesimlerini kuşatacak halde ve cazibeli bir dille ele alınmadığıdır. Bütün bu bilgilendirme eksikliğinin sonunda birçok kimse, Allah’ın (c.) varlığını kabul etse bile birlik alanında O’nu hayatlarına karıştırmamaktadırlar. Doğru bilgiyi elde edmemenin neticesinde yanlış tercihlerde bulunan bu şahıslar siyasi, sosyal, hukuki, iktisadi, eğitim ve değerler alanlarında Allah’a rağmen başka bir hayatı tercih et- mektedirler. Kur’an-ı Kerim’i ilahi kitap, Hz. Peygamberi elçi olarak kabul etiklerini söylese- ler bile Kitab’ın ve Peygamber’in yol göstericiliğini pratikte kabul etmemektedirler. Kur’ana ve sünnete yaklaşımları tarihsellik ve nostalji içermektedir. Bu yanlış algılamanın nedeni; dinin bir hayat tarzı, Kur’an’ın da yaşanan bu hayata Allah Teala’nın müdahalesi olduğunu kavrayamamalarıdır. Böyle bir algı bozukluğunda batılılaşmanın dayatılıp kabul etmeyenle- ri çeşitli biçimlerde cezalandırmasınında etkisi elbette çoktur. Sonuçta; bilgilenme eksikliği ve algı yanılgısına uğrayan kimseler hayatın genişlik alanına hitabeden ve hayatın hiçbir alanını boş bırakmayan ilahi hükümleri zamanın ve mekanın dışına atmaktadırlar. Zaman- la bu anlayış militan bir boyut kazanıp dine karşı bir savaşa bile dönüşmektedir. Aslında bu yaklaşımlar ve uygulamaları da dinde aşırılıktır. Dinde aşırılık; dinin özüne yapılan ya ekleme veya çıkarmadır. Din, hayatın dışına sürüldüğü; hayattan çıkarıldığı için bu uygu- lama dinde aşırılıktır. Halbuki Hz. Peygamber (s.) bir hutbesinde tüm insanlara, özelde de mü’minlere şu uyarıyı yapmıştır: “Ey insanlar! Sizleri dinde aşırılıktan sakındırırım. Çünkü sizden önceki ümmetler dinlerindeki aşırılıklar (dinin özüne yaptıkları müdahaleler; dini emirleri hayatın dışına itmeleri) nedeniyle helak oldular.”95

Müslümanların böyle sıkıntılı bir durumdan kurtulmaları ve tevhidin rengine boyanabil- 94 Yusuf12/106 95 İbni Mace, Menasik, 63, Had. no: 3029, c. II, s. 1008; Ayrıca bak: Nisa4/171; Maide5/77 MEDYA-DİN VE EĞİTİM 255 meleri için iyi bir Kur’an ve sünnet eğitiminden geçmeleri zorunludur. Vahiy eksenli zihin- sel ve ruhi terbiyeyi yeterince almaları gerekir. Böyle bir eğitim kişileri sıradan olmaktan kurtarır ve Hz. İbrahim gibi bireysel ümmet96 olma konumuna çıkarır. Mahkum değil, hakim bir duruma getirir. Bunun sonucunda ise, dünyanın fikrî çalkantıları ve dayatmaları onları hiçbir zaman edilgen bir hale düşürmez. Hak’ta sebat ederler. Her zaman tercihlerini Allah (c.) ve Resulü’nden yana yaparlar. Herkes kafir olsa bile bu kimseler mü’min olarak kalırlar. Ne kınayıcıların kınamasından ne de işkencecilerin işkencesinden korkarlar. Her halde ve zamanda azimet fıkhıyla amel ederler. Allah’ın ideal insanlar olarak gösterdiği peygamber- ler, sıdıklar, şehidler ve salih insanlar onların değişmez önderleri olurlar97. Dünya sistemine dayatıp imanlarını yüzdelemeyecek olan bu gerçek mü’minler, aynı zamanda tüm dünyanın umududurlar. Bu insanlar nefes alıp verdikçe hala insanlığın kurtulma umudu vardır. Dünya sistemi kendi alternatifini yok etmek ve böylece bu insanları kendine benzetmek amacıyla kesintisiz çalışmalar yapmaktadır. Çalışmalarını özellikle Onların azmini kırmak için kafir jargonuyla mü’minleri kliklere ayırıp isimlendirilmektedir. Bu çalışmalara ve müslümanları zayıf düşürme ameliyesine hem savunmacı hem de taarruz kabilinden cevaplar üretmek gerekir. Bütün bu çalışmaları yaparken de itikadi açıdan taviz vermeden ve kafirlere benze- meden bir yol bulmak; istikametten ayrılmamak; imanı yüzdelememek esastır.

10.İslam her türlü aşırılıktan uzaktır. Allah Teâlâ doğru dinin tanımını bizlere Kur’an-ı Kerim’de şöyle yapmıştır: “Oysa onlar, dini yalnızca O’na hâlis kılan hanifler (Allah’ı birle- yenler) olarak sadece Allah’a kulluk etmek, namazı dosdoğru kılmak ve zekatı vermekten başkasıyla emrolunmadılar. İşte en doğru (dimdik ve sapasağlam olan) din budur.”98 Al- lah’ın Resulü ile gönderip Kendi katından kanun yaptığı, razı olduğu, müstakim/dosdoğru ve mutedil din İslam’dır99. Müslüman olduğunu ikrar eden her insanın bu dosdoğru çizgide hayatını devam ettirmesi gerekir. Aksi halde, iddia ettiği inancıyla çelişkiye düşer.

İslam’ı din olarak kabul eden kişiler, dinde istikamet üzere olmak zorundadırlar. Nitekim bu zorunluluk; en doğru çizgiyi takip eden Hz. Peygamberin şahsında bizler kastedilerek şu şekilde dile getirilmiştir: “Seninle birlikte tevbe edenlerle beraber emrolunduğun gibi dos- doğru davran. Aşırı gitmeyin. Çünkü 0, yapmakta olduklarınızı görendir.”100 Allah’ın tayin ettiği sınırlardan çıkmayarak, dosdoğru yolda devam etmemiz bizlerden istenmektedir101. İstikamet üzere yaşanan istikrarlı hayat; dinde adalettir. Adalet, istikametle eşdeş bir kav- ramdır. Adalet kavramını, terimsel anlamda tarif edersek şu manaya gelir: Dinin tehlikeli saydığı şeylerden kaçınmak suretiyle, dosdoğru yolda sebat etmektir102. Allah’ın dininde aşırılıktan kaçınmak için; dinde istikamet ve adaletin ne olduğunu bilmek zorundayız. Ko- nuyla ilgili bilgi eksikliği, dine karşı bizleri ya kayıtsızlığa veya özüne yeni eklemelere götü- rebilir. Bu tehlikeli durum dinin özgünlüğünü yok eder.

Din konusunda bu söylenen biçimde bir aşırılığa meydan vermemek için Yüce Allah, bizlere dinini tamamladığını şu ayetle ifade buyurmuştur: “... Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslam’ı seçip-beğendim.”103 Din, ke-

96 Bkz.: Nahl, 16/120 97 Bkz:Nisa4/69 98 Beyyine 98/5. 99 Taberî, Camiu’l-Beyan, c. XII, s. 567 100 Hud 11/112. 101 Zemahşerî, Keşşaf, c. II, s. 416. 102 Cürcânî, Tarifat, s. 147. 103 Maide, 5/77. 256 MEDYA-DİN VE EĞİTİM mal biçimini aldığına göre ona karşı gerek inanç gerekse amel bağlamında, her türlü ifrat ve tefrit dediğimiz aşırılığın her iki ucundan da kaçınmak gerekir. Dinin tamamlanmış ol- ması bize Allah’ın (c.) en büyük lutfudur. Çünkü biz, tamamlanmış bu din sayesinde başka dinlere ihtiyaç duymadığımız gibi Allah’ın koyduğu helâlin dışında helâle, O’nun koyduğu haramın dışında da harama ihtiyaç duymuyoruz. Dinin inanç boyutu da herhangi bir ar- tırmaya veya noksanlaştırmaya ihtiyaç duyulmaksızın Rabbimiz tarafından tamamlanmış- tır104. Bu durumda mü’minlere düşen görev; Allah’ın isteğine uygun bir şekilde, Resulü model alarak, İslam’ı ihsan halinde yaşamaktır. Kuralsız ve modelsiz olarak dinin itikadı ve ameli boyutunu zorlamak;eklemede ve çıkarmada bulunmak dinde aşırılıktır.

Dinde aşırılık tarihte insanların zaman zaman içine düştükleri fiili bir durumdur. Bunlar- dan birisi de Ehli Kitap dediğimiz Yahudi ve Hristiyanlardır. Hristiyanlar, Hz. İsa’yı risalet makamından uluhiyyet makamına, annesini de sıddıkiyyet konumundan başka bir duruma uydurma bir şekilde yücelttiklerinde105, uyarı mahiyetinde şu ayet-i kerime inmiştir: “De ki: “Ey kitap ehli, haksız yere dininiz konusunda aşırı gitmeyin ve daha önce sapmış, birçoğunu saptırmış ve dümdüz yoldan kaymış bir topluluğun hevâ (istek ve tutkularına uymayın.”106 Din’de aşırılık ifadesini bir vasıf olarak düşünürsek “Hak’tan batıla meyletmektir.”107 Bu meyanda şunu rahat olarak söyleyebiliriz ki; dinde aşırı gitmek, sadece ehli kitaba ait bir özellik değildir. Müslüman olduğunu söyleyen birisi de; Allah’ın koyduğu sınırları çiğne- mek, dinin emirlerine kayıtsız kalmak ve Allah’ın ulûhiyetini gasp etme arzusuyla; mutlak anlamda emretme konumuna yükselme isteyerek dinde aşırı gidebilir. Bu durumu bilen Hz. Peygamber (s.), şu ilginç uyarıyı ümmetine yapmak zorunda kalmıştır: “Dinde aşırılıktan sakınım Sizden öncekiler, dindeki aşırılıkları sebebiyle helak oldular”108

Yaşadığımız toplum içinde, fıkıh yapmak suretiyle dinde aşırı gitmenin temel iki versi- yonundan bahsedebiliriz. Bunlardan birisi; Yahudi ve Hıristiyanların ortak temayülüdür. Kendilerini seçilmiş insanlar, “Allah’ın ahbapları” olarak görmek suretiyle dinin emirlerine kayıtsız kalan bir anlayıştır109. Böyle bir anlayışta kişiler kendilerini mutlak kutsala nispet etmek suretiyle adeta; üzerlerinden dinî sorumlulukların kalktığına inanmaktadırlar. On- lar kendilerini seçilmiş dinin, seçilmiş milletin, çok seçkin üyeleri olarak görmektedirler. Bu durumda olmayan insanlar için, özgür iradelerin hayırla bağlantılı girişimlerinin hiçbir değeri yoktur. Dünyevî ve uhrevî kurtuluşun yolu iman ve salih amelden değil de bu iki ekolden olmaktan geçer (!)

Dinde aşırılığın bir diğer temayülü de; dinin özüne eklemelerde bulunmak suretiyle ya- pılanıdır. Kur’an bizlere bu konuda Hristiyanları örnek olarak verir. Ortaya attıkları “teslis” inancı ve icad ettikleri kurumlar, Kur’an’da sık sık vurgulanır ki mü’minler de aynı hatala- ra düşmesinler. Birçok ayet içinden şu ayeti incelersek, onların bu eklemeci zihniyetlerini daha iyi tanımış oluruz: “Sonra onların izleri üzerinde peygamberlerimizi birbiri ardınca gönderdik. Meryem oğlu İsa’yı da arkalarından gönderdik, O’na İncil’i verdik ve O’nu izle- yenlerin kalplerinde bir şefkat ve merhamet kıldık. (Bir bid’at olarak) türettikleri ruhbanlığı ise, biz onlara (uyulması gerekli bir yaşama biçimi) yazmadık. Ancak Allah’ın rızasını ara-

104 İbni Kesir, Tefsiru’l-Kur’ani’l-Azîm c. II, s. 13. 105 Âlusî, Ruhu’l-Meânî, c. III, s. 268 106 Maide 5/77. 107 Taberi, a.g.e., c. IV, s. 655. 108 Nesâi, Menasiki Hac, c. V, s. 268 109 Bak: Maide 5/18. MEDYA-DİN VE EĞİTİM 257 mak için (türettiler) ama buna da gerektiği gibi uymadılar.”110 Ayetten anlaşılan; Allah (c.), onlara ruhbanlığı farz kılmadığı halde onların böyle bir kurumu icad etmeleridir111.

Dinde aşırılık olan ruhbanlık, korku dolayısıyla dünyaya sırt çevirmek nefsin zaaflarından dolayı dağlara çekilme ameliyesidir. Nitekim Rasulullah, “İslam’da ruhbanlık yoktur.” (Müs- ned-i Ahmed) buyurmak suretiyle, bu ümmetin ruhanî gelişiminin dünyayı terk etmekle olmayacağını, bilakis; Allah (c.) yolunda cihadla olacağını söylemiştir. Dolayısıyla, İslam ümmetinin fertleri, fitnelerden korkmak, ormanlara ve dağlara çekilmek yerine, fitne ve fe- sadı ortadan kaldırmak durumundadır112. İnsanlar yollarını kaybederek ifrat ve tefrit nokta- larda aşırılığa düşerler diye Allah (c.), ilahi kitaplarını “mutlak doğruyu bulma yolu/hidayet” olarak adlandırmıştır113.

Peygamber Efendimiz de, Allah Teâlâ’nın yolundan saparak aşırılığa düşmeyelim diye müs- takim çizginin, hayatı hurafesiz olarak anlamlandırmanın adresi olarak bizlere Kur’an ve Sünnet yolunu şu hadislerinde haber vermiştir: “Sizlere, kendilerine sarıldığınızda kesin- likle sapıtmayacağınız iki şey bıraktım. Onlar; Allah’ın Kitabı ve Resulü’nün Sünneti’dir.”114 Allah’ın dininde, belki de iyi niyetle bazı eklemelerde bulunarak bir tür ruhbanlık icad et- mek isteyenlere Peygamberimiz; “Ben sizin aranızda Allah’tan en çok huşu duyanınız ve en takvalınız/sorumluluk bilincini en çok taşıyanınızın! Ama oruç da tutar iftar da ederim. (Ge- celeri) namaz da kılarım, uyurum da. Hanımlarla da evlenirim. Kim, benim sünnetimden yüz çevirirse o, benden değildir.”115 Allah Resulü’nün hedefi, ilahi iradeye uygun olarak; her türlü aşırılıktan arınmış olan “vasat ümmeti” yeryüzünde oluşturmaktır. Cenâb-ı Allah bizlerin “Vasat ümmet” olmasını şu ayette istemiştir: “Böylece biz sizi, insanlara şahid (ve örnek) olmanız için vasat bir ümmet kıldık; Peygamber de üzerinizde bir şahid olsun...”116 ifrattan ve tefritten, yani her türlü aşırılıktan korunmuş bir ümmet olmak ideal olandır117.

Ayetteki “Vasat ümmet” hiçbir dilde hiçbir kelimenin tam karşılığını veremeyeceği kadar zengin anlamlar içerir. O, belirli sınırları aşmayan ve orta yolu izleyen demektir118. Dinde- ki aşırılıktan korunmak için “Vasat ümmet” olabilmenin şuuruna ermek gerekir. Bu şuura erilmediği için Müslüman toplumlardaki insanlara baktığımızda da görürüz ki; yukarıda anlatıldığı gibi, iki tür aşırılık da devam etmektedir. Birçok kişi daha takva (!) bir hayat yaşa- mak için dinin içerisinde onda olmayan anlayış ve ritüelleri sokmaya çalışmaktadır. Bu dö- nemde Müslüman olduğunu söyleyen birçok kişi anti sosyal bir hayat yaşayarak, duvarları başkalarına kapalı; toplum dışı gettolar oluşturmaktadırlar. Yaşadığımız dünyanın; sosyal iktisadi ve siyasi dengesizlikleri, onların umurunda bile değil. Diğer kesim ise; müslüman olduklarını söylemelerine rağmen, İslam’ın özgünlü¬ğünden tamamen kopuk bir söylem ve eylemin sahibidirler. İslam’ı ideolojik bakış açılarıyla sentez etmekteler ve Kitab’ı par- çalayarak, çıkardıkları boşluklara üretilen türedi dinleri/dünya görüşlerini monte etmekten hiç de sıkıntı duymamaktadırlar. Her ikisi de aşırılıktır;en büyük bidattır. Bize düşen, şu ilahi mesajı en yüksek sesle tekrar tekrar duyurmaktır: “Dininiz de aşırı gitmeyin...” Çünkü 110 Hadid 57/27. 111 Zemahşerî, a.g.e, c. IV, s. 268. 112 Mevdudi, Tefhim, c. VI, s. 130. 113 Bak: Bakara 2/2; Maide 5/44-47. 114 et-Tac, Mansur Ali, c. I, s. 47. 115 a.g.e., 5, 48. 116 Bakara 2/143. 117 el-İsfahanî, Müfredat, s. 869; Bilmen, Ö. N, Tefsir, c. I, s. 137. 118 Tefhim, c. I, s. 107. 258 MEDYA-DİN VE EĞİTİM aşın gidenler bir şekilde helak oldular.

Herkes bilmelidir ki İslam Dini, Allah’ın (c.) gönderdiği en son dindir. Kitabı Kur’an-ı Kerim ve elçisi de Hz. Muhammed (s.)’dir. Miladi 7. Asrın başında nasıl geldi ise aynı orjinalliğini korumaktadır. Kaynakları olan Kur’an ve sünnet bütün güncelliğini ve ihtişamını muhafaza etmektedir. Kıyamete kadar bakidir ve evrenseldir. İnsan olmak, kul olmak, rızayı ilahiyi kazanmak ve cenneti hak edebilmek ancak bu dine ve peygamberine iman etmekle müm- kündür. Bu din; hem iman hem amel, hem ahlak hem kulluk, hem siyaset hem hukuk, hem iktisat hem eğitim, hem dünya hem de ahirettir. Hayatı hiçbir zaman parçalamaz. Yalnızca Allah’ın (c.) emirlerine hasreder. Tahrif olmuş hiçbir din onun seviyesine çıkarılamaz; İs- lam’da hiçbir muharref dinin seviyesine indirilemez. Onun dışındaki tüm dinler, başta Ya- hudilik, Hıristiyanlık ve ideolojik dinler olmak üzere hepsi batıldır. Bu nedenle Resulullah (s.) bizlere örnek olmuş ve gönlümüzün yalnızca İslam’da sebatı için şu duayı öğretmiştir: “Ey kalpleri evirip çeviren Allah’ım! Kalbimi dinin üzerinde sabit kıl…”119 Bu duanın tecel- lisi için mü’minlerin azami gayreti göstermesi gerekir. İslam’la, ideolojilerin; İslam’la diğer dünya görüşlerinin aynı gönülde bir araya gelemeyeceğini kavramaları mü’minlerin iman- larının selameti gereğidir. Resulullah (s.)’ın şu hadisi bunun en büyük kanıtıdır: “İmanla küfür bir gönülde bir araya gelemezler.”120 Biri varsa diğeri yoktur. Çözüm; Allah’ın boyasına boyanmak; yüzdesiz mü’min olabilmektir. Çünkü iman, yüzde kabul etmeyecek kadar ciddi bir sözleşmedir.

İslam Dini ile ilgili bu yazdıklarımız ana kaynaklardan aldığımız bilgilere dayanmaktadır. Bu bilgileri paylaşırken indirgemeci ve yükselen değerlere göre din değerlendirmesi yapmak- tan uzak durduk. Yukarıdaki yazdıklarımız da uzak duruşumuzun göstergesidir. Ülkemizde başta İslam olmak üzere dinler konusunda çeşitli araştırmalar yapılmakta ve elde edilen sonuçlar yazılmaktadır. Bu araştırmalar başta medya olmak üzere farklı vasıtalarla insanlar- la paylaşılmaktadır. Yazılan ve yapılan araştırmalar dine açılan kredilerin çokluğundan do- layı zaman zaman kolay kabul görmektedir. Mali sistemde kazancın kaynağı ‘nereden bul- dun’ diye nasıl sorgulanıyorsa, din adına söz söyleyenlerde çok yönlü sorgulanmalıdırlar. Bu sorgulama yapılmaz ve iyi ile kötü birbirine karıştırılacak olursa bireylerin din anlayışı ve yaşayışında pozitif bir gelişme olmaz. Böyle bir sorgulamaya medar olması bağlamında medyadaki din anlatısı ile ilgili şu hususları iyi bilmek gerekir.

Öncelikle bilinmesi gereken husus, medyayı dini anlatma vasıtası olarak kimler kullan- maktadır. Gazete, dergi, televizyon ve internet ortamına baktığımız zaman karşımıza bir çok insan çıkmaktadır. Bunların içerisinde, İslami ilimlerde uzmanlaşan ehliyetli kimseler olduğu gibi; ilimden nasibi olmayan kişilerin de varlığıdır. İlmi yeterliliği olmayan fakat kendilerini manevi yeterlilikle söz söylemeye layık gören zevat, İslam’ı hayattan koparmaya ve ona büyüsel bir yön tayin etmeye çalışmaktadır. Konuşulan ve yazılanların kaynakçaları olmadığı gibi bunları sorgulayacak üst akıl da yoktur. Hatta olayları rasyonel değerlendiren insanlar bunlar sayesinde dine yabancılaşmaktalar ve din düşmanı bile olabilmektedirler. Bu insanların kurduğu veya adlarına kurdurdukları sitelere baktığımızda görürüz ki bun- ların içerisinde vahiy aldıklarını iddia edenler bile vardır. Hiçbir ayeti doğru okuyamayan, kaynaklara inemeyen, dini ilimlerin hiç birinde uzmanlaşmayan bu kimselerle ilgili sadra şifa bir değerlendirme yapılıp cehaletleri konusunda icma oluşturulmadığı gibi itikadi sap- maları da topluma deklare edilmemiştir. Bu görev yapılmayınca batıl hak gibi algılanmaya 119 Ahmed, Müsned, c. III, s. 257. 120 Ahmed, Müsned, (tah..Muhammed Şakir) c. III, c. XVI, s. 244. MEDYA-DİN VE EĞİTİM 259 başlamıştır. Bu algı yanılmasında sözde ulemanın asli görevini unutmasının da büyük rolü vardır121. Sözünü ettiğimiz bu kimselerin bir kısmı ülkemizde olsa da büyük bir çoğunluğu da yabancı ülkelerden yayınlar yapmaktadırlar. Müslümanların inançlarını bozmaları için maddi ve manevi destek görmektedirler. Onların İslam dışı batıl düşüncelerini eleştiren- lere haksız tenkitler getirmek, yanlışın yaygın hale gelmesine ve kurumlaşmasına zemin hazırlamaktadır.

İlimden, irfandan nasibi olmayan cahillerden ayrı çalışan ve alanlarında uzmanlaşan şa- hıslar da medyayı değişik türleriyle kullanmaktadırlar. Burada özellikle akademik çalışma yapanlarla ilgili bir değerlendirme yapmamız gerekirse şu tespitlerimizi paylaşmak iste- riz. Malum olduğu üzere akademik çalışmalar insanlara ormanı değil de yaprağı öğretirler. Yaprak üzerinde ihtisas yapanların sadece yaprakla ilgili söz söylemeleri akademik terbiye ve görgünün zorunlu sonucudur. Durum böyle iken Hadis uzmanının, fıkıh ilminin ayrıntıla- rına girmesi; felsefe hocasının tefsir ve hadis alanlarında ahkam kesmesi; tasavvuf âliminin hayatın her alanında pervasız fetvalar vermesi yanlıştır. Çünkü bu ilimlerin her birisinin kendine has metodolojisi vardır. Bu metot bilinmeden doğru şeyler ifade etmek mümkün değildir. Az sayıdaki bu kimseler hakikatin ortaya çıkması için mi, para veya şöhret için mi ilme karşı böyle metotsuz bir yol takip ediyorlar? Bunları o şahısların kendilerine sormak gerekir. Benzeri durumları gazete sütunlarında da gözlemlemek mümkündür. Belirli sayıda- ki bu kişilerle ve yazdıkları alanlarla alakalı yeni araştırmalar yapılmalıdır. Tefsir alanında akademik çalışma yapan hocalarımız iktisadi konularla ilgili fetva niteliğinde o kadar çok yazıyorlar ki sonuçta sizi banka faizlerinin her türlüsünün helal olduğuna inandırmak isti- yorlar.

Burada şu hususları açığa kavuşturmak da yarar görüyoruz. İstisnaları bir tarafa bırakacak olursak, medyadaki din anlatısının veya araştırmalarının çoğu bilimsel olmaktan uzaktır. Kaynakçaları; bilgilerin nereden alındığı ayrıntılı ve akademik bir uslupla verilmemektedir. Müslümanların aldıkları bilgilerin kaynaklarını vericilere sormaları dinlerinin selameti için zorunludur. Bu sorgulama kollektif bir kültüre dönüştürülebilirse din alanındaki ehliyetli kimseler, ehliyetsiz kimselerden kolayca ayrılacaktır. Sahabe döneminde başlayan kaynak sorma ve sorgulama sürecinin bu çağda ihmal edilmesi dine bidat ve hurafelerin karışma- sına zemin hazırlar.

Dinle alakalı bilgilerin medya boyutundaki kirliliğinde, Müslümanların arasında akademik anlamda bir davet kürsüsünün olmayışının büyük etkisi vardır. Eğer böyle bir çalışma ül- kemizde inşa edilebilseydi, dini doğru anlatan kurumların varlığı diğer insanlar üzerinde kontrol oluştururdu. Onların denetlenmesi ve yanlışlarının düzeltilmesi din alanındaki bil- gi kirliliğini elbette azaltırdı. En azından Diyanet’in bilgi kirliliğini önlemek amacıyla alaka- lı birim oluşturup etkin hale getirmesi bile faydadan hali değildir. Davetle ilgili kürsünün olmayışı bilgi kirliliğini artırdığı gibi, seküler devlet yapısı da dini sahipsiz bırakmıştır. Hz. Adem’den beri İslam’ın gönderiliş amaçlarından birisi de dini korumaktır. Bu koruma işin- de siyasetin devreye girmesi gerekir. İnsanların din emniyetleri bir şekilde ihlal ediliyorsa devlet üzerine düşeni yapmalıdır. Referanslarını İslam’dan alan siyasalarda din adına kirli bilgi sunanlar sorgulanmışlardır. Modern ve seküler siyaset böyle bir işlevsellikten uzak kalınca meydan ehliyetsiz ve art niyetli şahıslara kalmıştır.

121 Bak: Maide5/63 260 MEDYA-DİN VE EĞİTİM

Medyada kimlerin dinle ilgili konularda söz söyledikleri kadar ne söyledikleri de önemlidir. Yazımızın başlarında İslam’ı tanıtırken onun kuşatıcılığından da bahsettik. İslam Dininin üç boyutlu oluşuna dikkat çektik. Hayatın uzunluk boyutuyla ilgili İslam hükümler koymuş- tur122. Doğumdan ölüme kadarki süreç boş bırakılmamıştır.Ayrıca din, hayatın genişlik kıs- mını ihmal etmemiş123, derinlik boyutu dediğimiz samimiyet alanıyla alakalı tavsiyelerde bulunmuştur124. İslam’ın kuşatıcılığı ile ilgili yapılan bu tespitlerle, dinin insan hayatında boşluklar bırakmadığına vurgular yaptık. Çünkü din, Allah Teala’nın insan hayatına mü- dahalesidir. Allah(c.); hayatın iman, ibadet, ahlak, sosyal ilişkiler, iktisadi, hukuki, siyasi, eğitim askeri ve diğer alanlarını boş bırakmaksızın emirlerini bildirmiştir. Hayatın her hangi bir alanın da boşluk bırakmak tevhide aykırıdır. “Yaratmak da, emretmek de Allah’a aittir.”125 buyuran Rabbimiz, bu buyruğu ile hayatın politeist veya dualist olarak anlamlandırılmasını reddetmiştir. Bu anlayışı eksene alarak medyadaki anlatılan dinin konularına baktığımızda gördüğümüz ilk şey, dinin kuşatıcılıktan kopuk bir tarzda ele alınmasıdır. Diğer alanlara geçmeden şunu açıklamayı bir vazife olarak görüyoruz. Kur’an’ın ana konularının birincisi ve en önemlisi Allah Teala’dır. Allah’ın yaratma, emretme, isimler, sıfatlar ve fiiller konu- sunda tek ve eşsiz olduğunu tanıtmaktır. Kur’an ateist bir topluma nazil olmadığı için tev- hidin emretme; hayatın genişlik alanlarını vahye göre düzenleme kısmı ilahi kelamda daha ağırlıklı işlenmiştir. Mekkeliler daha ziyade Allah Teala’nın tekil ve tikel olaylara müdahale ederek hayatın ayrıntılarında kendilerine müdahale edilmesini kabul etmemişlerdir. Şirk- lerinin temelini emir alanındaki inkarları oluşturmaktadır. Durum böyle iken, din adına açıklamalarda bulunan kimseler tevhidin emir alanı ile alakalı hiçbir açıklamada bulunma- maktadırlar. Emir alanındaki suskunluk veya çeşitli endişelerle konuyu gündem dışına itme sekülerizmin kökleşmesine ve dinin parçalanarak boşlukların ideolojilerle doldurulmasına zemin hazırlamıştır. Oysa Yüce Allah, dinin parçalanmasını ve hayata vahiy dışı şeylerle yaklaşılmasını kınamıştır.126 Medyada ki yazılan ve konuşulanlarla istatistik yapılacak olsa en az yapılan programın tevhidin emir alanının olduğu görülecektir. Daha ziyade “medya vaizleri” topluma teklif yüklemeyen konuları ele almaktadırlar. Teklif yüklemeyen bu alana; fıkıhsız kıssa anlatımları, sıhhatinde şüphe olan dualar, tarihte meydana gelen dramatik olayların abartılı bir şekilde canlandırılması, aile içi geçimsizliklerin şikayet boyutlu arzının rehberlik uzmanı edasıyla çözüm tavsiyeleri, çoğu kaynaklara dayanmayan ve vahye aykırı olan evliya kerametleri ve basit ilmihal sorularının cevapları girmektedir.

Medyadaki tasavvuf çalışmaları da yürekler acısıdır. İlmi derinlik ve temelden uzak bir ta- savvuf anlayışı topluma hurafeler ekmekte ve inanç alanında bir çok arızaların meydana gelmesine sebep olmaktadır. Dinin ahlaki ve zihinsel tezkiyesi ile alakalı konularına yer verilmemektedir. Tasavvuf ilminin metodolojisi ile yakından uzaktan bağlantısı olmayan şahıslar kendilerini merkeze almak suretiyle hayattan kopuk bir sufiliği yerleştirmeye çalış- maktadırlar. Plansızlık ve hedefsizliğin hakim olduğu bu kurumlar, ülkemizin ahlaki konu- larına çözüm üretecek ahlaki bir projeyi henüz sunamadılar. Diğer İslami ilimlerde olduğu gibi yapılan sadece eskiyi tüketmekten ibarettir.

Medyada ne söylendiği kadar ne söylenmediği de çok önemlidir. Tevhidin emir alanıyla alakalı bir şey söylenmediğine biraz önce değindik. İhmal edilen bu hayati alanla beraber;

122 Bak:Hicr 15/99 123 Bak:Bakara 2/208 124 Bak:Enam 6/159 125 A’raf7/54 126 Bak: Hicr15/90-92 MEDYA-DİN VE EĞİTİM 261

İslam’ın siyasi talepleri, emir tekrarının en yoğun alanı cihad ve farziyetinin ayrıntıları, te- settür ve uygulamadaki detaylar, faiz ve faizli alış verişlerle alakalı hükümler, İslam hukuku- nun suçları sıfırlamadaki gözettiği suç ve ceza arasındaki doğru orantı, fakirlik problemine karşı dinin çözüm önerileri, zekata tabi yeni mallar ve fabrika gelirleri, lüks otomobiller, or- talamayı aşan konutlardaki nisap miktarları, işçilerin emeklerini korumada dinin talepleri, uluslar arası emperyalizm ve dinin oluşturduğu direnç alanları, çocuk eğitimi ve sünnetteki uygulamaları, sağlıklı bir yuvanın kurulması için din eksenli rehberlik çalışmaları ve daha bir çok önemli konu medyanın gündemindeki yerini alamamıştır.

Çalışmamızın son kısımları zihinlerde şöyle bir çağrışım oluşturabilir: Sürekli olumsuz- luklar gündeme getirilmiş ve olumlu şeylerden hiç bahsedilmemiş. Biz, yapılan hayırlı ve iyi çalışmaları görüp takdir etmekle beraber, onların azlığından ve yetersizliğinden dolayı ayrıca üzerinde durmak yerine çoğunluğu oluşturan olumsuzluklara değinmeyi tercih ettik. Kaldı ki tespit ettiğimiz olumsuzlukların bir kısmı genel hatalardır.

Buraya kadar söylediklerimizi özetleyecek olursak medyanın dinle alakalı söylemlerindeki eksikleri şu başlıklar altında toplayabiliriz:

1- Din ana kaynaklarından alınarak ve kaynakça gösterilerek anlatılmamaktadır. 2- Din konusunda yazanlar ve konuşanlar sadece alanlarında çalışma yapmayıp alan dışın- da da fikirler beyan etmektedirler. 3- Yapılan çalışmalarda Müslümanların ihtiyaç alanları gözetilmemektedir. 4- Medyadaki dini söylemin çoğunda metodolojik eksiklikler olduğu gibi; bu çalışmaları yapanlarda da İslami ilimlerin metodolojisinde yetersizlik vardır. 5- Dinin genişlik alanına göre kapsayıcı çalışmalar yetersizdir. 6- İman alanıyla ilgili konular canlı ve cazibeli bir uslup ile anlatılmamakta ve özellikle em- retmede Allah Teala’nın eşsizliği işlenmemektedir. 7- Kaynaklardan onay almayan kirli bilgiler yoğunluk oluşturduğu için güven vermemek- tedir. 8- Hayatın genişlik alanındaki yetersiz çalışmalar sekülerizmin ve modernitenin kökleşme- sine zemin hazırlamaktadır. 9- Denetim yetersizliği ve eksikliği yanlış bilgilerin tabana yayılmasına neden olmaktadır. 10- İdeolojik yaklaşımlar dini tartışma alanına taşımakta ve saygınlığına zarar vermektedir. 11- Dünya sisteminin daraldığı hususlarda dinin pragmatik anlayışla devreye girdirilmesi İslam karşıtı sözlerin çoğalmasına sebep olmaktadır. 12- Medya genelinde dini alanla ilgili din dili kullanılmak yerine seküler bir dil kullanıl- maktadır. 13- Dini konularda çelişkili bilgiler verilmektedir. Bu durum dini bilgilere ve bu bilgileri verenlere kurumsal güvensizlik doğurmaktadır. 14- Yapılan çalışmaların çoğunda maddi değerlerin gözetilmesi sektörel bir zeminin doğ- masına zemin hazırlamaktadır.

Bütün bu söylenenlerden sonra yapılması gereken en önemli şey; dinin bir emanet oldu- ğunu bilip bu bilinçle dini konulara yaklaşmaktır. İlmi yetersizliği tescillenmiş, kaynaklara inemeyen, İslami ilimlerin dilini ve metodolojisini kavrayamayan, insanlığın sorunlarına dinden çözümler üretemeyen; projeler sunamayan, cazibeli bir dil kullanamayan, İslam’ı anlatmak yerine kendi düşüncelerini ve algılarını din haline getiren, İslam’ı dünya siste- 262 MEDYA-DİN VE EĞİTİM minin alternatifi olarak insanlığa sunamayan ve insanı bulunduğu yerden bir adım daha terakki ettiremeyecek olanların medyadaki dini anlatı ve çalışmalardan uzak durmaları in- sanımızın yararına olacaktır. MEDYA-DİN VE EĞİTİM 263

MEDYANIN DİN ÖĞRETİMİ VE AİLE ÜZERİNE ETKİLERİ

Prof. Dr. Ayşen GÜRCAN

Giriş

Bu araştırma 2006 ve 2011 Aile Yapısı Araştırması verilerine dayalı olarak Türk Ailesinin dini bilgi edinme kaynaklarına göre aile yapısının fakörlerindeki değişmeyi ortaya çıkart- mayı hedeflemiştir. Aile yapısı araştırmaları; Türkiye’deki aile yapısını, bireylerin aile or- tamındaki yaşam biçimlerini ve aile hayatına ilişkin değer yargılarını tespit etmek üzere 5 yılda bir gerçekleştirilen büyük çaplı sosyal araştırmalardır. Bugüne kadar süreli olarak iki kere gerçekleştirilmiştir. 2006 araştırması 12280 hane üzerinden 18 yaş üzeri 24647 kişi ile görüşülerek gerçekleştirilmiştir. 2011 ise 12056 hane üzerinden yine 18 yaş üzeri 23179 kişi üzerinden gerçekleştirilmiştir. Bu büyüklükteki örneklemde araştırma verisi oldukça geniş kapsamlı olması hasabiyle sonuçları itibariyle de çok daha manidar olacağı kesindir.

Bu çalışmanın esas konusu olan ailenin dini bilgi edinme kaynaklarına göre yapısal deği- şiklikleri üzerine bir ilişkisel analiz sonuçları aşağıda paylaşılmıştır. Her iki araştırmada da kullanılmış dini bilgi edinme kaynaklarını en çok nereden edindiniz sorusu ile sorulmuş, toplam 8 seçenek üzerinden tanımlanması istenmiştir. Seçeneklerden; aile/akraba, okul, din görevlisi, radyo/tv, arkadaş çevresi, gazete, dini kitap, Kur’an kursları şeklinde oluştu- rulmuştur. Her iki araştırma sonucunda bu soruya verilen cevapların üzerinden elde edilen yüzdelik sonuçlar aşağıda grafik olarak gösterilmiştir. 264 MEDYA-DİN VE EĞİTİM

Her iki araştırmada da en yüksek bilgi edinme kaynağı %55’den yukarı olmak üzere aile/ak- raba seçeneği olduğu görülmektedir. Toplum dinini birincil evinden-ailesinden kazanması çok normal bir sonuçtur. Toplumsal davranışların ilk kazanım yeri olan ailenin özellikle inanç ve ahlak dünyasının yapılandırılmasında önemli işlevi olduğu bilinmektedir. Ancak bu sonuçlardan hareketle biz aile dışında bilgilenmiş bireylerin aile farklılıklarını dikkate almak için yukarıdaki sonuçları kendi içinde yeniden sınıflandırılma yoluna gidilmiştir. Se- kiz seçenek 5 seçenek üzerinden yeniden gruplandırılmıştır. Arkadaş çevresi ile aile akraba birleştirilmiş, radyo-televizyon ve gazete medya olarak birleştirilmiş, sayısal çoğunluk çok olmadığı için dini kitap ve kurs seçeneği birleştirilmiştir. Diğer ve dini bilgim yok seçenek- leri işaretleyenler analiz dışında bırakılmıştır. Dolayısıyla temel beş bilgi edinme kaynağı üzerinden analizlere baktığımızda aşağıdaki sonuçları görmekteyiz.

Din Dini yayin ve Aile, ark, akraba Okul Medya Gorevlisi Kuran kursu Dogu Karadeniz 41,07 32,61 19,2 6,45 0,67 Bati Karadeniz 51,56 25,32 12,54 9,95 0,63 Ege 54,05 20,14 14,01 10,95 0,84 Akdeniz 57,37 19,32 12,8 9,8 0,71 Dogu Marmara 55,11 18,73 15,96 7,18 3,03 Orta Anadolu 58,07 18,57 11,65 10,22 1,5 Kuzeydogu Anadolu 70,9 15,97 7,28 4,97 0,89 Bati Anadolu 56,21 15,46 15,12 10,28 2,93 Bati Marmara 62,15 12,28 13,29 11,07 1,21 Istanbul 65,64 10,63 12,21 10,67 0,85 Ortadogu Anadolu 73,16 7,79 10,16 7,2 1,69 Guneydogu Anadolu 82,18 6,5 4,77 5,9 0,65

Bölgelere göre dini bilgi edinme oranlarının birbirine göre kıyaslamaları yapıldığında or- taya aile/akraba/arkadaş seçeneğinden tüm bölgeler en yüksek oranda görülmekte. Ancak sütun kıyaslaması yapıldığında en yüksek oran Güneydoğu Anadolu bölgesi iken, en düşük MEDYA-DİN VE EĞİTİM 265 oran ise Doğu Karadeniz bölgesi olduğu ortaya çıkmıştır. Her bir seçenek için durum aynı değildir. Tablo incelendiğinde; din görevlisi ve dini yayın açısından yine bu iki bölge en çok ve en az oranında ama uçları temsil ettiği görülmektedir. Aileden bilgi alma konusunda güneydoğu Anadolu en çok iken din görevlisi ve dini yayın konusunda ise Doğu Karadeniz en yüksek oranda bu seçeneği kullandığı ortaya çıkmıştır. Okul bilgi kaynağından dini bilgi edinenlerin en yüksek olduğu bölge Batı Marmara iken en düşük böle Kuzeydoğu Anadolu olduğu görülmektedir.

Esas konumuz olan Medya’dan dini bilgi edinme oranları en fazla %3,03 oranında Doğu Marmara bölgesini görmekteyiz. Genel TR dağılımı olarak medya çok aktif görülmüyor, di- ğer bilgi edinme kaynakları açısından en zayıf en az kullanılan bilgi kaynağı konumda oldu- ğu söylenebilir. Bu açıdan bölgesel karşılaştırmada da en az kullanan bölge %0,63 oranında Batı Karadeniz olduğu görülmektedir. Dini yayin Aile, Din ve kuran Okul Medya ark,akraba Görevlisi kursu Okur-Yazar Değil 76,84 17,36 3,43 1,17 1,2 Okur-Yazar-Hiç 66,22 20,27 9,64 2,15 1,72 Okula Gitmeyen İlkokul Mezunu 58,29 20,72 13,81 5,93 1,25 İlköğretim+ortaokul 55,56 14,16 16,21 12,7 1,37 mezunu lise/lise dengi 55,13 9,69 14,18 19,78 1,21 mezunu Üniversite ve lisans 50,03 7,23 17,33 23,66 1,75 üstü

Araştırmaya katılan bireylerin eğitim düzeylerine göre dini bilgi edinme kaynaklarındaki dağılıma baktığımızda bu değişkende de aile/akraba kaynağı en önemli kaynak olarak kar- şımıza çıkıyor. Ancak bu değişkenin özellikle eğitim düzeyi yükseldikçe dini yayın; okul ve medya’dan bilgi edinme oranlarının yükselmesi hatta en yüksek eğitim düzeyinde en yük- sek oran olması oldukça manidar görülmektedir. Birbaşka deyişle; eğitim düzeyi yüksel- dikçe, en dini bilgi edinme kaynakları aile ve din görevlisinden ziyade, dini yayın, okul ve medya kanalı ağır basmaktadır. Din görevlisinden bilgi edinmede en çok ilkokul mezunları (%20;72 oranında) olduğu da söylenebilir.

Aynı araştırmada sorulan bir başka soru ise dini inancın bireyin hayatında ne kadar belir- leyici olduğunu yedi değişken üzerinden (eş seçimi, arkadaş seçimi, kılık-kıyafet seçimi, oy verme, komşuluk ilişkileri, yiyecek-içecek seçimi, iş seçimi) tanımlanmıştır. Bu tanımlama- ya göre iç güvenirlik ve geçerlik neticesinden sonra her bireyin en az 7, en fazla 21 puan içinden puanlandırılmıştır. Bu puanlamaya göre dini bilgi edinme kaynaklarının ortalama- sına bakıldığında aşağıdaki grafik elde edilmiştir. 266 MEDYA-DİN VE EĞİTİM

Sonuç

Türkiye’de dini bilgi edinme kaynağı çok yaygın ve diğer tüm değişkenlere göre de aktif olarak aile/akraba kanalı olduğu görülmüştür. Buna rağmen, medya ve okul seçenekleri özellikle batı bölgelerine gidildikçe ve eğitim düzeyi yükseldikçe daha fazla yer alması ise bu çalışmanın en önemli bulgusudur denilebilir. Medyanın din bilgisi verme olarak kayna- ğının zenginleştirilmesi, daha güvenilir ve toplum yapısına uygun hale getirilmesi gelecek açısından da bilgi verme kaynakları arasında sağlam bir yer edineceği beklenmelidir.

Kaynakça

- Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü. (2014). Türkiye Aile Yapısı Araştırması 2006 (TAYA 2006). Ankara: Araştırma ve Sosyal Politika Serisi 01 İkinci Basım. - Aile ve Toplum Hizmetleri Genel Müdürlüğü. (2014). Türkiye Aile Yapısı Araştırması: Tes- pitler, Öneriler Ankara: Araştırma ve Sosyal Politika Serisi 07 Birinci Basım, - DPT. (1992). Türkiye Aile Yapısı Araştırması. Ankara: Devlet Planlama Teşkilatı MEDYA-DİN VE EĞİTİM 267

GÖRSEL MEDYADA DİN TEMALI PROGRAMLARIN BİLGİ, ETİK VE ESTETİK DÜZEYİ

Hac Bu Sene Kurban’a Denk Geldi. (Milliyet, 2013)

Prof. Dr. Mustafa ÖZTÜRK

Son yılların Türkiye’si özellikle devlet ve siyaset açısından gözle görülür düzeyde bir nor- malleşme sürecine sahne oldu. Çok sancılar doğuran ve hâlen de doğurmakta olan bu sü- recin en belirgin sonuçlarından biri ülke sathında dindar kitlelerin daha rahat nefes alarak yaşaması şeklinde dışa vurdu. Bu süreçte ulusal ve yerel ölçekli sayısız televizyon kana- lında dinî içerikli programlar adeta sökün etmeye başladı ve bu programlarda birçok İla- hiyatçı-akademisyen de sahne aldı. Din temalı televizyon programları toplumun özellikle muhafazakâr kesimlerinde memnuniyetle karşılandı, bu yüzden de mahiyet açısından pek sorgulanmadı.

Sorgulanmak şöyle dursun, çok yakın geçmişte Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından hazırla- nıp geçtiğimiz günlerde kamuoyuyla paylaşılan “Türkiye’de Dinî Hayat Araştırması” raporu toplumdaki bireylerin yaklaşık %50 oranında dinî muhtevalı televizyon ve radyo program- larını bilgi edinme kaynağı olarak kullandıkları sonucunu ortaya koydu. Fakat aynı rapor te- levizyonlardaki Ramazan programlarını her yüz kişiden sekseninin hiç izlemediği yönünde başka bir sonuç daha ortaya koydu.

İlk bakışta birbiriyle çelişik görünen ve alt metin itibariyle gözden geçirilip iyi kritik edil- mesi gereken bu sonuçlar bir tarafa, dinî muhtevalı televizyon programlarının günümüz Türkiye’sinin görsel medyasında hatırı sayılır bir yer işgal etmesi, medya ve din konulu bir sempozyumda bu programların bilgi, etik ve estetik açıdan etraflıca kritik edilip değerlen- dirilmesi ihtiyacını doğurdu.

Konuya girerken öncelikle toplumun hemen hiçbir katmanında medyaya dair pek iyi şeyler konuşulmadığını, medya âlemine hüsn-i nazarla bakılmadığını, ama medyasız da yapıla- madığını, bu durumun “Hem ağlarım hem giderim” sözünde ifadesini bulan tipik Türk geli- ni psikolojisini anımsattığını belirtmek gerekiyor.

Baudrillard, medyanın sanal bir dünya olarak toplumdan, aile yapısından, toplumsal değer ve normlardan uzak biçimde oluşturulmuş, egemen güçlerin hizmetine amade kılınmış bir araç olduğundan söz ediyor1. Ama bütün bu olumsuzluklarına, hatta bilerek ve isteyerek gerçeğe aykırı bilgi aktarma ve fâsıklık, yalancı tanıklık, paraya pula kulluk (abdü’d-dînâr ve’d-dirhem) gibi majör günahlarına rağmen medya, özellikle de görsel medya araçları bü- tün toplumu angaje etmeyi başarıyor.

Görsel medya derken özellikle ve öncelikle “televizyon”u kastettiğimizi belirtmemiz gerekir. Zira televizyon her kadar “aptal kutusu”, “kültürel çöplük”, “halkın afyonu” gibi eleştirel tanımlamalara konu olsa da hâlen görsel medyanın en yaygın ve en etkili araçlarından biri 1 Jean Baudrillad, Şeytana Satılan Ruh ya da Kötülüğün Egemenliği, çev. Oğuz Adanır, Ankara 2005, s. 8. 268 MEDYA-DİN VE EĞİTİM olma özelliğini muhafaza etmektedir. Diğer bütün teknolojik aygıtlar gibi televizyonun da modern Batı bilim ve teknolojisinin ürettiği bir aygıt olarak dünyamıza girdiği müsellemdir. Bu basit ve harc-ı âlem ifade, malumun ilamı kabilinden görülebilir; ancak ifadenin zım- nında anlatılmak istenen husus, televizyonun pratik hayatımız ve kültürel dünyamıza salt teknolojik ürün, basit bir nesne olarak girmediği, bilakis en başından fıtratına kodlanmış işlev ve içeriklerini de beraberinde getirdiğidir.

Televizyon aygıtının bilgi-haber aktarma, kamuoyu oluşturma ve toplumsallaştırma gibi faydalı veya faydaya tahvil edilebilecek işlevlerinden kuşkusuz söz edilebilir; fakat Türkiye toplumu söz konusu olduğunda, bütün bunlardan çok “eğlendirme” işlevinden söz etmek gerektiği müsellemdir. Zira çocukluk çağları yetmişli ve seksenli yıllara rastlayan herkes televizyonun bu ülke insanının dünyasına daha ilk günden itibaren düşük maliyetli olarak eğlence ihtiyacını giderme işleviyle girdiğini ve neredeyse bütün toplumun kolektif şuu- runda bu işleviyle yer ettiğini bilir. Ayrıca Türk toplumunun boş zaman algısı ve boş zamanı doldurma alışkanlıkları dikkate alındığında, televizyondan genel istifade biçimi ve pratikte- ki işlevi daha iyi kavranabilir.

Televizyon aygıtının iletişim, reklam gibi ticari alanla ilgili işlevleri de kuşkusuz önemlidir; ancak meselenin bu yönü en azından şimdilik bahs-i diğerdir. Kanımca, din temalı televiz- yon programlarına ilişkin genel algı da eğlence formatıyla ilgilidir. Çıplak gözlemlerim ve tecrübelerime istinaden diyebilirim ki bu tür programlar ne kadar ciddi, özenli ve yoğun içerikli biçimde hazırlanırsa hazırlansın, sonuçta televizyon-eğlence ilişkisine bağlı top- lumsal alışkanlığa kurban gitmektedir.

Medya ve din ilişkisindeki mevcut durum, konuştuklarına ve yazdıklarına itibar edilen ka- lem ve fikir erbabının cumhuru nazarında tecviz edilmemekte, dahası, bu ilişkinin oldukça kirli, pespaye, paçoz denebilecek bir minvalde sürdüğü yaygın kabul görmektedir. Bu du- rum, televizyon ekranlarında dinî içerikli program yapan bir İlahiyatçı akademisyen olarak kendimi kötü yola düşmüş biri gibi algılamaya sevk etmektedir.

Televizyon merkezli medya, gerçekten de ve dinî değerleri öğütüyor, metalaştırarak tüke- tiyor. Öğütülen değerlerden kimi zaman siyaset, kimi zaman hukuk, kimi zaman aile, kimi zaman toplumun sıradan ve standartlaştırılan insanları, kimi zaman da toplumsal yaşamın en mahrem konuları da nasibini alıyor2. Öte yandan medya din konusunda, “Kurban bu sene de hacca denk geldi” (Milliyet, 2013) skandalında olduğu gibi, çok kere ibretlik cehalet örnekleri sergiliyor; ama nedense cahilliğini telafi cihetine gitmiyor, dinî bilgi eksikliğini giderme hususundaki isteksizliğini her zaman belli ediyor.

Bu durum, medyanın dini ciddiye almadığına ve fakat halkın dinî programlara yoğun alaka göstermesinden dolayı belki de tiksinerek dinî konularla ilgileniyormuş gibi davrandığına işaret ediyor. Bu yüzden de medya din içeriğini çoğunlukla folklorik dindarlıkla örtüşen biçimde kıssa, menkıbe ve masal anlatımına formatlıyor. Bunun yanında kimi zaman in- sanların ahlaki yaşantılarında hemen hiçbir karşılığı olmayan, “Zülkarneyn uzaylı mıydı?” türünden fantezileri sözüm ona dinî bir meseleymiş gibi sunuyor; kimi zaman da o meşhur reyting için sansasyon arzusuyla bilginin deforme edilerek sunumunu talep ediyor ve bu talebini karşılayacak alaylı ya da mektepli “İlahiyatçı Hoca” figürlerinden çok kısa zamanda

2 Ferhat Zengin, “Dizilerde Dinin Temsili”, [Medya ve Din içinde], editör: Mete Çamdereli, İstanbul 2014, s. 75. MEDYA-DİN VE EĞİTİM 269 ve kolayca medya profesyonelleri devşirebiliyor. Hâlbuki dinin kendisi kuru bilgiden değil ilimden, epistemolojiden değil ontolojiden, söz ve retorik konusu olandan değil hayatın içinde tabii hâl olarak yaşanan bir dinden bahsediyor.

Dini hafife alıp basite indirgemesi, dinî değerleri öğütmesi, tüketim metaı hâline getirme- si ve temelde vahiy kaynaklı dinî bilgiyi kirletmesi gibi medyanın çok boyutlu yozlaştırıcı etkisi büyük ölçüde insan unsuruyla alakalıdır. Çünkü olumsuz medya etkilerinin önemli bir kısmı içindeki insan kaynaklıdır. Yapımcısından senaristine, yazarından çizerine, hatta seyircisine kadar tüm toplum medyanın bir parçasıdır. Bu yönüyle medya toplumun ayna- sıdır3.

Din bağlamında tespit ve tecrübe edilen bütün bu ciddi problemlere rağmen, medya hiçbir şeyi umursamaz hâlde ve çok etkili bir mecra hüviyetinde kendi bildiğini okumaya devam ediyor. “Tavşan dağa küsmüş, dağın haberi olmamış” sözünü akla getiren bu durum kar- şısında, medya-din ilişkisi bağlamında problemleri sayıp dökmek, kanımca pek anlamlı ve faydalı bir iş olarak görünmüyor. Bahsi geçen problemler sebebiyle veya ilim adamına yakışan ağırlığı muhafaza saikiyle medyadan uzak durmak kuşkusuz anlaşılabilir bir tutum ve tercihtir; ancak bu da sorun çözmüyor.

Bu noktada, dağdaki ermiş ile şehirdeki ermiş menkıbesini aktarmak faydalı olabilir. Vakti zamanında memleketin birinde iki ermiş kişi yaşarmış; bunlardan biri dağ başında çoban- lık yaparken, diğeri şehrin ortasında ayakkabı tamircisi olarak çalışırmış. Günün birinde, dağdaki ermiş şehirdeki ermişi ziyarete karar vermiş; ardından hediye olarak bir miktar kar alıp çıkınına koymuş ve yola koyulmuş. Dağdan ovaya inmiş, fakat hava çok sıcak olduğu hâlde keramet mucibince kar hiç erimiyormuş. Vaktaki şehirli ermişin dükkânına adımını at- mış, bu sırada ayakkabısını tamir için gelen bir kadının bacağına gözü ilişince çıkındaki kar eriyip akmaya başlamış. Bunun üzerine şehirli ermiş, “Kardeşim, dağda veli olmak kolaydır, marifet şehirde veli olmaktır.” demiş.

Evet, medya-din konusunda dağ ermişi olmak kolay; çünkü bu tür ermişlik problemleri tespit ve tadat etmekten fazla bir uğraş gerektirmiyor. Medya mecrası bizim ne düşündüğü- müzden bağımsız olarak alıp başını gittiğine göre şehir ermişi olmaya çalışmayı denemek gerekiyor. Kuşkusuz bireysel çabalarla medyaya nizam vermek, mevcut formatını değiştir- mek teklif-i mâlâ yutâk gibi bir şeydir; ama en azından medya âlemine girip az çok iyi bir örnek sunabilmek de imkân dâhilinde görünüyor. Ama böyle bir çaba dahi kimi zaman çok yıpratıcı, usandırıcı, özellikle de farklı dinî hareketler, cemaatler ve çevrelerin çok ağır eleş- tirilerine ve ithamlarına maruz kalmak gibi ağır maliyetler ödemeyi peşinen göze almayı gerektiriyor. Zira bu satırların sahibi, ulusal bir televizyon kanalındaki dinî program saye- sinde daha fazla görünür ve tanınır olmanın ağır maliyetini tecrübeyle sabit olarak çok iyi biliyor; ama yine de “şehirli ermiş” olmaya çalışmanın gereğinde ısrar ediyor.

Görsel medyada ve/veya televizyon ekranlarında topluma sunulan dinî programların bilgi düzeyi meselesine gelince, bu meseleyle ilgili olarak güzel şeyler söylemek maalesef pek mümkün görünmüyor. Bu bağlamda ilkin şu tespiti yapmak gerekiyor: Hâl-i hazırın Tür- kiye’sinde televizyon ekranlarına yansıyan dinî programlardaki bilgi seviyesi, Cumhuriyet öncesi dönemde bilerek ve isteyerek Batı ile temasta bulunan ve zamanın ruhu uyarınca

3 Hümeyra Şahin, “Medya ve Din”, Akşam Gazetesi, (04 Nisan 2014). 270 MEDYA-DİN VE EĞİTİM dinden huzursuzluk duymayı münevverlik sayan elitler sınıfı ile cumhuriyetin kurucu kad- rosunun kerhen tecviz ettiği seviye ve bilgi içeriğinden pek farklılık arz etmiyor.

Hemen tamamıyla kıssa, menkıbe, hikâye, hurafe ve vaaz edebiyatından müteşekkil bu içe- rik Osmanlı’dan devralınan ve toplumsal tabanda çok geniş ölçekli karşılık bulan halk din- darlığını besliyor. Vehbi Başer’in tespitiyle, görenekçi halk dindarlığının bir versiyonu cuma ve vakit namazları, kandil geceleri, ramazan, mevlit dindarlığına, günümüz şartlarında az çok restore edilmiş diğer versiyonu ise cemaat ve tarikat dindarlıklarına tekabül ediyor. Ramazan ayında televizyonlar, İslam öncesi Arap toplumunun Ukaz, Mecenne, Zülmecaz panayırlarındaki coşku ve heyecan gibi bir coşkuyla görenekçi halk dindarlığını mest ede- rek uçuruyor. Sonuçta bu programlar, her Ramazan’da yeniden sorulan, “Sakız orucu bozar mı?” sorusuna cevap vermekten öte geçmiyor. Ancak ne ilginçtir ki halk da her sene aynı soruyu sormaktan vazgeçmiyor. Kimbilir belki de televizyondaki hocaya böyle sorular sora- rak eğlence ihtiyacını gideriyor.

İşte tam bu noktada Hümeyra Şahin’in şu tespitleri yaraya tuz basıyor: Televizyonlar özel- likle sahur ve iftar programlarında adeta reyting savaşı veriyor. Ünlü hocaların transfer ya- rışı, musiki gruplarının hangi kanalla anlaştığı haberleri henüz hilali beklediğimiz günlerde Ramazan gündemine magazinel bir boyut bile katabiliyor… Televizyon programları şöyle bir mecrada seyrediyor: Daha çok gündelik ibadetlere dair fıkhî soru ve cevaplarla şekille- nen bir din dili, diğeri duygu merkezli tasavvufi söylem. Bir başka dikkat çekici husus ise melankolik din anlatımı ve ağır bir tarih/kültür romantizmi... Tarih sevicilikle başlayıp ecdat edebiyatıyla devam eden ve aynı zamanda aklı felç eden bir duygu seli içinde, dini popüler kültür endüstrisinin malzemesi hâline getiren bir dil ve üslup… Aslında İslam’dan çok, iletişimcilerin tanımlamasıyla “medya dini”ne hizmet eden ritüeller bütünü... 21. yüzyıl insanının din algısı merkezli düşünce sorunlarına nasıl bir cevap ürettiği meçhul bu dil, ilginç biçimde arz-talep denklemiyle izah ediliyor. Oysa İslam dünyasının acil güncel so- runlarının çözümüne zemin teşkil edecek dilin melankolik değil, dinamik, dipdiri, içinde canlı bir hayatiyet barındıran bir din dili olması gerekiyor. Din ile gelenek ve göreneğin birbirine karıştığı, dinin gençlerin anlamadığı bir ilmihal dili ile kalıplara hapsedildiği, din istismarının her alanda zirveye ulaştığı böylesi bir çağda, düşünceyi kötürüm hâle getiren bu popülist üslubun müslümanların geleceği adına bir şey vaat etmediği kesindir4.

Bazı televizyon kanallarında zaman zaman daha güncel sorunlara değinen, modern çağın sorun ve ihtiyaçlarını gözeten ve temelde görenekçi-gelenekçi din anlayışını kritik eden programlara da rastlanıyor ama bu tarz programlar gerek görenekçi halk dindarlığına tepki, gerek yeni bir şey söyleme hevesi gibi sebeplerle Protestanlığı anımsatan bir dile evrilebi- liyor, kimi zaman da “imsak vakti” meselesinde şahit olunduğu gibi, son derece provakatif ve sansasyonel bir üslupla sulandırılabiliyor. Bütün bunların yanında herhangi bir dinî me- selenin kimi zaman hakaret düzeyindeki ifadelerin rahatlıkla telaffuz edildiği bir kahvehane üslubuyla tartışılması, üstelik bu tartışmanın akademik unvan sahibi İlahiyatçı akademis- yenler tarafından yapılması hem dinin, hem İlahiyat müessesinin, hem de İlahiyatçı kimli- ğin yara almasına sebep teşkil ediyor.

Aslında bu tablo, görsel medya mecrasındaki dinî programların etik düzeyi hakkında da az çok fikir veriyor. Burada etik derken, ahlakın ve ahlaklılığın felsefesi, kavramsal içeriği

4 Hümeyra Şahin, “Medyada Melankolik Din Dili ve Kültür Romantizmi”, Akşam Gazetesi, (08 Temmuz 2014). MEDYA-DİN VE EĞİTİM 271 ya da teorik veçhesinden ziyade, ahlakın kendisi ya da pratiğini kastettiğimizi özellikle be- lirtmemiz gerekiyor. Hiç kuşkusuz, “her doğru her yerde uluorta söylenmez” sözünün de işaret ettiği gibi, her dinî meselenin ayarsız ve pervasız bir üslupla doğrudan milyonlarca insana ulaşan televizyon ekranlarında tartışmak, ilim edebi ve mahremiyetiyle pek bağdaş- mamasından dolayı ciddi bir ahlaki sorun içermektedir. Ayrıca, kişinin ne söylediği kadar, nasıl söylediği de önemlidir. Hele de söylenen şey, insanların doğrudan doğruya mebde’ ve meadını ilgilendiren, dünyaya ve eşyaya bakış açısını yönlendiren büyük dinî meselelerle ilgiliyse, neyin nasıl söylendiği iki kere önemlidir. Bunun içindir ki eskiler, “usul esasa mu- kaddemdir” sözüyle, metodun maksattan önce geldiğine dikkat çekmişlerdir.

Burada dile getirdiğimiz hususun ahvâl ve şerâite göre konuşmak, içinde bulunulan duru- ma göre hakikati saklamak veya çarpıtmak, idare-i maslahatçılık veya çifte standartçılığa yaslanmak gibi ilkesiz tavır ve tutumlarla hiçbir ilgisi yoktur. Maksat ve meramımız gayet açıktır: Televizyon ekranlarında her dinî meseleyi halkın huzurunda konuşmak ve perva- sızca tartışmak ne gerekli ne de isabetlidir. Bunun aksini savunmak ise ahlak açısından kesinlikle problemlidir. Kaldı ki söz konusu tartışmaların toplum katında dinî-ahlakî fayda sağlamaktan ziyade, din ve dinî meselelerin harc-ı âlem denebilecek tarzda herkes tarafın- dan rahatlıkla tartışılabilir türden meseleler gibi algılanmasına sebebiyet verdiği ve bunun neticesinde yediden yetmişe bütün herkesin kendini din alanında konuşmaya yetkili ve salahiyetli gördüğü gayet iyi bilinmektedir.

Estetik düzey meselesine gelince, bu bağlamda ilkin küresel ölçekte bütün bir İslam dünya- sının estetik konusunda çok fukara olduğunu teslim etmek gerekir. Estetik fukaralık sorunu en genel çerçevede çok boyutlu ve derin medeniyet krizimizle ilgilidir; fakat bu sorun aynı zamanda din tasavvurumuzla da ilintilidir. Bu bağlamda söyleyeceklerimiz ilk nazarda basit ve yüzeysel teşhisler olarak görülebilir; fakat bazı gerçekler alabildiğine yalın ve basittir. Öncelikle bu topraklardaki ana akım İslam yorumunun müteşerri tasavvufla memzuc Sün- nî-fıkhî İslam’la özdeş olduğunu kaydetmek gerekir. Gazâlî’nin İhyâu Ulûmi-Dîn adlı eseri bu İslam’ın yorumunun en temel referans metnidir ki bu metnin Sünnî İslam dünyasındaki etkisini ifade maksadıyla, “İhyâ neredeyse Kur’an gibidir” gibi özdeyişlerden bile söz edilir. Sünnî gelenekteki müteşerri tasavvuf ile fıkhî-kitâbî İslam anlayışında özellikle resim (tas- vir), musiki ve şiir gibi estetik alanların yasaklı veya en azından lehviyatla iştigal olarak de- ğerlendirildiği hemen herkesin bildiği bir şeydir. Gerçi bu noktada Gazâlî’nin, “Muhabbet, Şevk, Üns ve Rızâ” başlığı altında güzellik/estetik konusuna geniş bir bahis açtığı ve sevgiyi güzellik üstüne kurduğu söylenebilir. Ancak onun ele aldığı güzellik temelde Allah’la ilgili olup “mutlak güzel” diye nitelenmesi gereken varlık sadece Allah’tır; bütün güzellikler O’n- dan sadır olmaktadır. Oysa bizim burada bahsettiğimiz estetik ve güzellik, mutlak güzel olduğunda kuşku bulunmayan Allah’ın bütün mevcudatın her biriminde kendini gösteren muhteşem sanatkârlığından ibret almak ve yapıp ettiklerimizi estetik tarzda ortaya koyma- ya çalışmakla ilgilidir.

Şehirlerimizdeki sözde mimariden kılık kıyafetimize kadar hemen hiçbir şeyimiz estetikten nasiplenmiş değildir. Yemek yemenin gayesini salt açlık gidermeye, giyinmenin gayesini salt setr-i avrete indirgemenin kaçınılmaz kıldığı sonuç, estetik fukaralıktan başka bir şey olmasa gerektir. Bunun içindir ki televizyon programlarında arz-ı endam eden ve din adına söz söyleyen figürlerin profilinden bu programların konseptine, hatta jenerik müziğinden sahne düzenlemesine kadar söz konusu fukaralığın sayısız tezahürüne tanık olunabilir. 272 MEDYA-DİN VE EĞİTİM

Keza din dilimiz, vaaz retoriğimiz, ilahilerimiz, illüstrasyonlarımız, grafik tasarımlarımız, hatta kutlu doğum programlarımız gibi daha birçok mecrada da estetik fukaralığın çeşitli versiyonlarına rastlanabilir.

Bütün bunları söylerken oldukça karamsar ve iç karartıcı bir tablo çizdiğimin farkındayım; ama tablonun başka şekilde çizimi pek mümkün görünmüyor. Üstelik bu tablo, Türkiye’deki laikçi Kemalist zihniyetin Yeşilçam filmlerinden romanlar ve mizah dergilerindeki karikatür tiplemelerine kadar yıllar yılı alay edip aşağıladıkları her türlü estetikten yoksun, kaba, köylü, pespaye ve aynı zamanda fırıldak din adamı ve dindar tiplemesine az çok malzeme üretiyor.

Medya ve din bağlamında buraya kadar anlatmaya çalıştığımız bütün bu sorunlar, Tek Parti siyasetinin veya 28 Şubat darbesinin hüküm sürdüğü bir Türkiye’de değil, bilakis yakın geçmişte halk dindarlığına çaput bağlayıcılığı nazarıyla bakan, İslam’ın özellikle toplumsal düzeyde çok büyük hedefler ve ideallerinin bulunduğunu savunan İslamcılık düşüncesin- den beslenmiş bir siyasi kadronun on küsur yıldır kesintisiz olarak hükümet ettiği bir Tür- kiye vasatında yaşanıyor. Belli ki siyasi alanda İslamcılık gerek Refahyol iktidarıyla yaşadığı öğrenme süreci, gerekse “Kemalist laik hegemonya”nın ürettiği yoğun baskı ve direnç sebe- biyle, rejimin kem gözünden sakınmak için kendi eliyle kendini ehlileştirmeyi, geçmişte ya- şanan sıkıntılar ve kısıtlamalardan kurtulmak için de hem Kemalist ve laik ideolojinin zinde güçleriyle uzlaşarak konuşmaya, hem de dindar tabandaki kitlelere İslam’dan vazgeçmediği mesajını aktarmaya yarayan bir formül olarak muhafazakârlık, gelenekçilik ve görenekçiliği yeniden keşfetmiş ve kıymete bindirmiş görünmektedir.

Oysa geçmişteki İslamcılığın ayırt edici vasıflarından birigeleneği toptan redde varacak ölçüde eleştirmekti. Hatta denebilir ki İslamcılığın en mümeyyiz vasfı geleneği reddedi- şiydi. Vaktiyle, İslamcılığın elinde cömert bir gelecek vardı ve gelenek bu geleceğe varışta bir ayak bağından başka bir şey değildi. Evet, İslamcılar otantisite devşirmek için, henüz gelmemiş bir geleceğin kesafetine yaslandılar. Ne hayaller kurdular: İslami devlet, İslami ekonomi, İslami sanat, İslami bilim. Lakin “külli âtin karîb” (Her gelecek yakındır veya gelecek olan her şey pek yakında çıkar gelir) sırrınca uzaktaki gelecek geldi ve şimdi oldu. Artık muhayyel ve müphem bir gelecek tasavvuruyla başka kimseye benzemezlik (özgün- lük) iddiasında bulunamayan veya kendi kendisini o zehab ile kandıramayan İslamcılık bu sefer geleneği keşfetti. Geçmişte Osmanlı’ya burun kıvırıp sözde Türk İslam’ına hiç sıcak bakmayan İslamcılık bugün elindeki gelecek madeni tükenip hep içinde yüzdüğü şimdinin ve sıradanlığın denizine düşünce, bu sefer köklerine, hem de en yakındaki millî köklere sarılmaya başladı5.

Belki de ideolojik bagajını boşaltma sayesinde iktidara kavuşmanın ve bu sayede iktidar- da kalmanın neticesi olarak İslamcılık bugün artık sessiz ve suskundur. Kimi zaman bir strateji olarak başvurulan, kimi zaman da gönüllü olarak benimsenen bu yeni durumda, İslami referanslar siyasal bir dil kaybına maruz kalmıştır. İslamcı aktörlerin yaşantısında birtakım İslami motifler görünmekle birlikte, siyasal ve entelektüel dilde mümkün mertebe İslami referansların kullanılmaması6 ve bu dilin gittikçe sessizleşmesi istikametinde seyre- den iktidar pratiğinin İslamcılar ve İslamcılığı hayli mecalsiz bıraktığı açıktır. Bize göre bu

5 Mücahit Bilici, “İslamcılığın Hayal Dükkânında”, http://www.risalehaber.com. 6 B. Bezci-N. Miş, “İslamcılığın Dönüşümünü Tartışmak” Bilgi Dergisi, cilt: 24 (2012), s. 5. MEDYA-DİN VE EĞİTİM 273 mecalsizlik iktidarın din politikasına, “Hiç değilse geniş kitlerinin gönlünü alalım” düşün- cesiyle gelenekçi-görenekçi dindarlığın hem cami hem de cemaat ve tarikat versiyonlarını açıktan veya zımnen teşvik biçiminde yansımaktadır. Artık “Paralel Yapı”, “Fetö” gibi pejo- ratif sıfatlarla malum cemaat ve hareketle mücadele ise bu cemaatin devlete tasallut etme teşebbüsü sebebiyle arızî bir durumdur. Son zamanlarda “Ehl-i Sünnet âlimleri” adı altında birtakım alaylı hocalar ve vaizlerin Osmanlı dönemindeki Kadızâdeli üslubuyla yağıp gürle- mesi ve son derece sekter bir dille kendilerini bütün âleme nizam vermeye yetkili görmesi oldukça manidardır.

Sonuç olarak, günümüz Türkiye’sinde Nihat Hatipoğlu ve benzeri figürler tarafından sunu- lan ana akım televizyon kanallarındaki dinî içerikli programların bilgi seviyesi ve derinliği, 1980 darbesinden çok kısa süre sonra TRT televizyonunda Asaf Demirbaş tarafından sunu- lan, “İslam’ın orman sevgisine verdiği önemi anlatır mısınız, Hocam!” tarzında sorularla toplumsal hafızaya kazınan “İnanç Dünyası” adlı programdan pek farklı bir mahiyet arz et- miyor. Hâl böyleyken, Türkiye’nin günbegün dindarlaşma yönünde hızla yol aldığı söylen- tisi ortalıkta kol geziyor.

2002’de AK Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte bütün dindarlar ve dindarlıklara rahat bir nefes alma imkânı doğduğu söylenebilir. Ancak bu büyük imkânın en önemli sonuçların- dan biri, Vehbi Başer’in noktasına virgülüne kadar katıldığımız tespitiyle, çeşitli dinî ha- reketlerin dünyevî hedeflere odaklanmasına, kamu alanında, siyaset, bürokrasi, iş hayatı, üniversite ve sivil toplum alanlarında fütuhatçı bir ruhla at koşturmalarına yol açması ol- muştur. Bugünkü Türkiye’de din hâlâ ilgi konusu olmaya devam etse de, bu daha ziyade kimlik ve son derece sığ bir hayat tarzı dindarlığının gölgesinde cereyan eden bir tartışma konusudur. Dindarlar hızla dünyevileşip küreselleşirken gayret-i diniyyenin yerini, dünyevî başarılar almaya başlamıştır. Hâl-i hazırda dindarlığın sığ bir mevzi tartışması dışında cid- di bir ilmî muhasebesine tahammülü olmayan bir kimlik fragmanına dönüşmesi, dünyevî başarılara kışkırtılmış yeni bir yükselen sınıfın kendini adreslerken kullandığı bir etiketler dizisine indirgenmesiyle karşı karşıyayız.

İşbu sebeple dindarlık, maruz kaldığı dönüşümleri sorgulamadan yoluna devam ediyor. Dindarlar, öznesi kendileri olduğu müddetçe, dönüşümün dinî, kültürel ve siyasî bedelleri- ni umursamıyor. Bilakis gündelik yaşamda, tüketimde, tatilde modernliğin bütün imkânla- rını adeta massederken, dindarlıktan da zerre kadar ödün vermediğinden dem vurabiliyor. Ne var ki bu durum dini ve dindarlığı, son derece sığ eklemlenmelerle, görgüsüz ve küstah bir yeni yükselen sınıfın sonradan görmeliklerine açıp melezleştiriyor.

MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 276 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

DİJİTAL OYUNLARDA MÜSLÜMAN TEMSİLİ VE DİN EĞİTİMİNE YANSIMALARI

Yrd. Doç. Dr. Bilal YORULMAZ

Dijital oyunlarda Müslüman temsili üreticilerin siyasi ve kültürel konumlarına göre şekil- lenmektedir. Ayrıca ana akım medyadaki Müslüman temsili de dijital oyunlardaki Müs- lüman temsilini yönlendirmektedir. Batılı üreticilerin oyunlarında terörist, barbar, vahşi ve teknolojiden yoksun bir imaj çizilirken, Müslümanlar tarafından üretilen oyunlarda yü- celtici bir yaklaşım sergilenmektedir. Bu nedenle dijital oyunlardaki Müslüman temsilini Batılı ve Müslüman bakış açısını temele alan iki farklı başlıkta incelemek daha isabetli görünmektedir.

Batılı Üreticilerin Oyunlarında Müslümanların Temsili

Vit Sisler (2008)’e göre temsil kavramı, semboller ve imajlar vasıtasıyla anlam inşa etmeyi ifade etmektedir. Dijital oyunlar, modern dünyada çeşitli temsiller aracılığıyla bizim anla- yışımızı ve dünya görüşümüzü etkileyen ana akım medya olarak kendilerini konumlandır- mışlardır. Dijital oyunlardaki Müslüman temsili genel olarak medyadaki Müslüman tem- sili ile bağlama oturtulmalıdır. Son dönem araştırmalar Avrupa ve Amerika’da Müslüman imajının genel stereotiplere ve klişelere indirgendiğini, biz ve onlar şeklinde ayrım yapı- larak Müslümanların ötekileştirildiğini göstermektedir. Bu araştırmalara göre; birçok kişi Müslümanları tehdit olarak algılamaktadır (Poole, 2006). Batılılara göre İslam muhtemelen terörizmle ilişkilidir (Karim, 2006) ve ortalama bir Müslüman imajı medyada marjinalize edilmiştir (Richardson, 2004). Jack Shaheen (2001)’in Amerikan film ve dizilerinde yer alan 900 Müslüman karakter üzerinden yaptığı bir araştırmaya göre ise bu karakterlerden sade- ce 12’si olumlu, 50’si olumlu-olumsuz temsile sahipken geri kalan karakterler terörist, bar- bar, vahşi erkekler ya da aşktan sevgiden mahrum, bastırılmış kadınlar olarak sunulmuştur. Dijital oyunlar da yukarıda ifade edilen medyanın genel tavrına sahiptir. Fakat oyunlar “neglected media” (ihmal edilmiş medya) oldukları, yani genellikle genel kültürel söylemin dışında düşünüldüğü, akademik çalışmalarda ihmal edildiği ve medya alanında eleştirilere daha az muhatap olduğu için klişeler ve stereotiplere daha açıktan ve cüretkar biçimde yer verebilmektedirler (Reichmuth & Werning, 2006).

İlk dönem video oyunlarında Ortadoğu; başörtü, türban, deve gibi motifler; halife, bedevi, cin, göbek dansçısı gibi karakterler; çöl, minare, çarşı harem gibi mekanlarla resmedilmiş- tir. Edward Said (1978)’e göre Ortadoğu’yu naif bir şekilde gösteren güzel sanatlar ve fo- toğrafçılık aslında Ortadoğu’yu modern hayatın dışında göstermeye, böylece gerçek politi- kanın sömürgecilik ve üstünlük söylemini desteklemeye hizmet etmiştir. Dijital oyunlarda bu naif temsile oyunun hikayesi eklendiğinde ise ortaya barbar karakterler çıkmaktadır. Bu oyunlarda hikaye genellikle bir kadının (kız kardeş, prenses) kötü karakter (vezir, halife, şeytan) tarafından kaçırılmasıyla başlar. Kahramanın amacı ise kızı kurtarmak ve intikam almaktır. Prince of Persia, Arabian Nights (Krisalis, 1993) ve The Magic of Scheherazade (Cultural Brain, 1989) oyununda ise kahraman adaletsizce Halifenin zindanına atılmıştır ve amacı buradan kaçıp boynunun vurulmasını engellemektir. Bu oyunlarda Ortadoğu’yla ilgili görsel semboller ortak olarak kullanılmakla birlikte barbarlık ve zalimlik klişeleri de pekiştirilmektedir. Özellikle son dönem “first person shooter” (silahla ateş etme) oyunla- MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 277 rında ise Müslümanlar öteki olarak tanımlanmış ve öldürülmesi gereken düşmanlar olarak gösterilmişlerdir. Ateş etme oyunlarında amaç düşmanı bulup yok etmeye dayalıdır ve bu oyunlarda genellikle yok edilmesi gereken düşmanlar Müslümanlardır. Ortadoğu ise diji- tal oyunlar için favori savaş alanlarıdır. Kill Shot (Hothead Games, 2014), FL Commando (Glu, 2013), War in the Gulf (Empire 1993), Delta Force (Nova Logic, 1998), Conflict: Desert Storm (SCi Games, 2002), Full Spectrum Warrior (THQ, 2004), Kuma/War (Kuma Reality Ga- mes, 2004), Conflict: Global Terror (SCI Games, 2005) gibi bir çok oyun Ortadoğu’yu savaş mekanı olarak seçmiştir. (Sisler, 2008)

Kill Shot (solda) ve FL Commander (sağda) Oyunlarının Savaş Alanlarından Birer Görüntü1

Sisler (2008)’e göre bu oyunlarda oyuncu genellikle Amerikan askerlerini kontrol etmekte, düşman kuvvetleri ise bilgisayar tarafından kontrol edilmektedir. Çoğunlukla düşmanı oy- namak mümkün değildir. Düşman Arap ya da Müslümanları betimleyen takke, bol elbiseler, koyu ten rengi gibi şemalara sahip bulunmakta ve oyun içi anlatımlarda genelde İslami radikallik ya da uluslararası terörle ilişkili kurulmaktadır. Örneğin Delta Force: Land Warrior oyunu farklı ülkelerden bir araya gelip ABD’nin faaliyetlerini baltalamaya çalışan Müslü- man terörist bir grupla ilgili bir hikaye içermektedir. Full Spektrum Warrior ise “teröristler için bir cennet” olarak tanımlanan Tacikistan’da geçmektedir (Leonard, 2004). ABD ve koa- lisyon askerleri, takma adları, özel yetenekleri ile insancıl bir sıcaklıkta sunulurken düşman tipleştirilmekte ve sözel olarak da “çeşitli terörist gruplar”, “marjinal gruplar” gibi tanım- lamalarla insani olmaktan çıkarılmaktadır. Aynı zamanda oyun içi anlatımlarda oyuncu ta- rafından kontrol edilen ABD askerlerinin cesareti, profesyonelliği, ahlaki görevleri sözel olarak vurgulanmakta ve düşman askerlerinin gerçek askerler olmadığı ifade edilmektedir (Machin & Suleiman, 2006). Bilgisayar tarafından kontrol edilen düşman askerleri disiplin- siz davranışlar sergilemekte, bağırıp çağırmakta, silahları başının üzerine kaldırmakta ve birini öldürdükleri zaman alay ederek gülmektedirler. Böylece düşmanın kanunsuz savaş- çılar olduğu vurgulanmaktadır. Akıllı telefonlar ve tabletler için üretilmiş olan Trigger Fist (Lake Effect, 2012) oyununda bir adım daha ileri gidilerek Haçlı seferleri vurgusu yapılmak- tadır. Oyuna yeni başlayan oyuncular eğitimlerini haç vurgusu yapılan bir üste almakta, savaşlar ise İslam ülkelerinde geçmektedir.

1 Fotoğraflar oyunları bizzat tecrübe eden araştırmacının oyunlardan aldığı ekran görüntüleridir. 278 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

Trigger Fist Oyununda Eğitim (solda) ve Savaş (sağda) Alanları2

ABD askerlerinin dışında seçim yapma şansı tanıyan nadir oyunlarda ise bu tercih oyunu kazanmayı zorlaştırmaktadır. Örneğin Command and Conquer: Generals oyununda ABD, Çin ve Arap “Küresel Özgürlük Ordusu”ndan birini seçmek mümkündür. Fakat oyunda ABD ordusu iyi eğitimli, üstün silahlarla donanmış, kendi kendini tamir eden araçlara sahip, istihbarat ve yetkinliği sayesinde haritada istediği yere anında saldırabilecek güce sahip bir ordudur. Arap “Küresel Özgürlük Ordusu” ise teröristler, intihar bombacıları, patlayıcı yüklü araçları, kızgın Arap çeteleri ile tasvir edilmekte ve diğerlerinden ayrılmaktadır (Chi- ck, 2003). Oyunda ABD ordusunu seçmek oyunu kazanmayı kolaylaştırırken Arap ordusu ile oyunu kazanmak çok zordur (Sisler, 2008).

Küçük şirketler, radikal gruplar ya da bireysel oyun üreticilerinin oyunları ise çok daha provakatif olabilmektedir. Örneğin Muslim Massacre (Müslüman Katliamı) adlı ücretsiz in- dirilebilen bilgisayar oyununda, oyuncu ABD’li bir kahraman olarak Ortadoğu’ya paraşütle inmektedir. Amacı elindeki silahlarla ekrana çıkan ve bir kısmı intihar yeleği giyen terörist, bir kısmı da sivil olan bütün Müslümanları öldürmektir. Oyunun ilerleyen aşamalarında oyuncu sırasıyla Üsame bin Ladin, Hz. Muhammed (sav) ve Allah (cc) ile savaşmaktadır. Oyunu gören birçok kişi oyunun gereksizce Müslümanları öldürmeyi öğütlediğini ve İslam düşmanlığını körüklediğini söyleyerek tepki göstermiştir. Oyunun üreticisi Eric Vaughn ise oyunu ürettiği için mutlu olduğunu ve bu oyunun eğlenceli bir oyun olduğunu ifade etmiştir (Reporter, 2008). Benzer şekilde akıllı telefon ve tabletler için üretilen Whack the Hamas (Hamas’ı Vur), Gaza Assault: Code Red (Gazze Taarruzu: Kırımızı Kod), Bomb Gaza (Gaz- ze’yi Bombala) gibi oyunlar da İsrail-Filistin çatışmasında Müslümanların öldürülmesine odaklanan çalışmalardır (Hallett, 2014).

Dijital oyunlar “neglected media” oldukları için genellikle Müslümanlar hakkında olum- suz klişeleri cüretkâr bir biçimde açıktan verseler de bazı oyunlarda olumsuz mesajların bilinçaltı mesajlar şeklinde verildiği de görülmektedir. Bu oyunlarda İslam’la ilgili sembol, ayet, hadis ve kutsal mekanlar olumsuz çağrışımlara yol açacak şekilde ve kolayca fark edi- lemeyecek bir üslupla yer almaktadırlar. Örneğin Call of Duty oyununda yer alan evlerden birinin tuvaletinde klozetin hemen üzerinde bir ağaç resmi bulunmaktadır. Resmin çerçe-

2 Fotoğraflar oyunları bizzat tecrübe eden araştırmacının oyundan aldığı ekran görüntüleridir. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 279 vesine keskin nişancının dürbünü ile bakıldığında ise Arapça olarak “Allah güzeldir, güzel- liği sever.”3 hadisinin yazılı olduğu görülebilmektedir. Aynı evin diğer odalarında bulunan tabloların çerçeveleri ise boştur (Saotal7aq, 2012).

Call of Duty Oyununda Tablo Çerçevesinde Yazılı Hadis-i Şerif (Saotal7aq, 2012)

Bir diğer örnek olan Resident Evil 4 (Capcom, 2005) oyununda başkahraman Leon’a başka- nın kızını Los Illuminados adlı gizemli bir dini örgütün elinden kurtarma görevi verilir. Kur- tarma operasyonu sırasında iki örgüte ait bir kaleye girerler. Bu şeytani örgüte ait kalenin kapısı Mescid-i Nebevi’nin kapısı ile çok büyük bir benzerliğe sahiptir. Aradaki tek fark Los Illuminados örgütünün sembolünün kapının ortasına yerleştirilmiş olmasıdır (Eyesopner, 2012).

Resident Evil 4 oyununda Yer Alan Mescid-i Nebevi’nin Kapısı (Eyesopner, 2012)

3 Müslim, 91 280 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

Benzer şekilde Kâbe’nin kapı örtüsü de Devil May Cry 3 (Capcom, 2005) oyununda kul- lanılmıştır. Oyunda Temen-Ni-Gru denilen bir kule vardır. Oyuna göre insanlar âlemi ile şeytanlar âlemi arasında geçiş yeri olan bu kule şeytanın müritleri tarafından inşa edilmiş- tir. Şeytanın etkisi altında olan insanlar bu kuleye tırmanıp orada karanlıkların güçlerine tapınabilirler. Bu şeytan tapınağının ana kapısı ise Kâbe’nin kapı örtüsü ile bire bir aynıdır (Eyesopner, 2012). Dolayısıyla oyun Müslümanların şeytana taptıklarını, Kâbe’nin ise şey- tanlar âlemine açılan bir kapı olduğunu ima etmektedir.

Devil May Cry 3 Oyununda Yer Alan Kabe Kapısı (Eyesopner, 2012)

Verilebilecek bir çok örnek içerisinde ele alacağımız son örnek ise The Legend of Zelda: Ocarina of Time (Nintendo, 1998)’dır. Bu oyunda oyuncu Ateş tapınağına girdiği zaman tapınak içerisinde ilahiye benzer sesler duyulmaktadır. Dikkatli bir şekilde dinlenildiğinde ise “İnşaallah”, “La ilahe illallah” ve “Allahu Ekber” denildiği fark edilmektedir (Theorists, 2014). Dolayısıyla bu oyun da ateşperestlik ile İslam’ı özdeşleştirmektedir.

Batı dünyasında az da olsa Müslümanların öteki olarak sunulmadığı oyunlar da bulun- maktadır. Örneğin Sid Meiers’in Civilizations 3: Conquest oyununda, oyuncular istedikleri bir uygarlığı kontrol edebilmektedirler ve bu uygarlıklardan biri de İslam Medeniyetidir. Oyuncu Ortadoğu merkezli bu medeniyeti doğuşundan itibaren alıp geliştirebilmekte, di- ğer medeniyetlerle bir yarışa sokabilmektedir. Oyunda medeniyetler arasında herhangi bir üstünlük bulunmamakta ve medeniyetler hakkında ansiklopedik bilgiler verilmektedir (Sis- ler, 2008).

Buna benzer diğer bir oyun da Age of Empires 2 (Ensemble, 1999) oyunudur. Bu oyunda da oyuncu isterse Selahaddin Eyyübi’nin ordusunu kontrol edebilmekte ve rakip devlet- lerle mücadele edebilmektedir. Ayrıca oyunun anlatım bölümlerinde Selahaddin Eyyübi ve İslam Medeniyetine karşı olumlu bakış açısı dikkat çekmektedir. Oyun, bir haçlı aske- rinin gözünden şu ifadelere yer vermektedir: “Kutsal topraklara gireli bir ay oldu. Çölde MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 281 neredeyse ölüyordum. Müslüman askerler beni buldu. Fransa’dan getirilirken bize Müslü- manların düşman olduğu öğretilmişti. Bana su verdiler ve beni atlarıyla liderlerine götür- düler. İşte Selahaddin ile böyle tanıştım. Avrupa’daki tasvirler Selahaddin’i barbar ve zalim gösteriyordu ama o tanıştığım birçok şövalyeden daha mert bir kişi. Biz ele geçirdiğimiz bütün Müslüman askerleri öldürdüğümüz için Müslümanların bana misafirperverlik göste- receklerini beklemiyordum. Ama o beni bu kampı gezmem için serbest bıraktı.” Bir başka anlatımda Haçlı askeri İslam Medeniyeti ile ilgili gözlemlerini aktarmaktadır: “Selahaddin ile akşam yemeği yedik. Burada Müslümanlarla matematik ve astronomi hakkında konuş- tuk. Müslümanların bu kadar hikmet sahibi olduklarını bilmezdim. Aslında Müslümanların başkenti Bağdat dünyadaki en medeni yer. Hastaneleri, hamamları, posta servisleri ve ban- kalarıyla ileri bir medeniyete sahipler.” (Sisler, 2014)

Olumsuz temsiller barındıran oyunların Müslüman olan ve olmayan oyuncular üzerindeki etkisi, temsil, bedene bürünme ve öz algı/iç gözlem açısından incelenmeye değerdir (He- idbrink, Knoll, & Wysocki, 2014). Acaba Müslüman oyuncular bu oyunları oynadıkların- da kendileri ve dindaşları hakkında ne hissetmektedirler? Bir Müslümanı öldürüp puan kazanmaktan dolayı pişmanlık mı duymaktadırlar yoksa bunu sadece bir oyun olarak mı görmektedirler. Yıkık binalar, bomba yüklü araçlar, gayr-i insani tavırlarla betimlenen bir coğrafyanın insanı olmaktan dolayı pişmanlık duymakta mıdırlar? Batıyı ve Batılı değerleri yüceltmekte midirler? Aşağılık kompleksine girmekte midirler? Diğer taraftan bu oyunları oynayan gayr-i müslim oyuncuların Müslümanlara karşı ön yargısı perçinlenmekte midir? Oynadıkları oyunlar bu kişilere İslam’ın tebliğinde bir engel teşkil etmekte midir? Her ne kadar olumsuz temsillere sahip oyunların din eğitimi önünde bir engel teşkil ettiği peşinen söylenebilirse de akademik araştırmalarla yukarıdaki sorular çerçevesinde konunun aydın- latılması gerekmektedir.

Müslüman Üreticilerin Oyunlarında Müslüman Temsili

Ortadoğulu oyun üreticileri oyunlarda Müslümanların yanlış temsil edildiğine ve Batı- lı şirketler tarafından Müslüman imajının bozulduğuna inanmaktadırlar. Suriye menşe- li Afkar Media şirketi yöneticisi Radwan Kasmiya piyasadaki çoğu oyunun Müslüman ve Arap karşıtı olduğunu ifade etmektedir. Kasmiya’ya göre Arap oyuncular kendi inançlarına, kültürlerine ve yaşam tarzlarına saldıran oyunlar oynamakta ve yabancı oyunlar oynayan gençler suçluluk hissetmektedirler. Benzer endişeler Central Internet Bureau of Hezbollah (Hizbullah Merkezî İnternet Bürosu) tarafından da ifade edilmektedir. Merkeze göre oyun- ların çoğu yabancı –özellikle Amerikan- şirketler tarafından üretilmekte, Müslümanlarla ilgili birçok yanlış bilgi içermekte, gençleri şiddet ve nefrete yöneltmektedir. Oyunlarda savaşlar Müslüman ülkelerde gerçekleşmekte ve Amerikalı kahramanlar (!) Müslümanları öldürmektedirler (Sisler, 2008).

Bu düşüncelerle yola çıkan Ortadoğulu oyun üreticileri Arap/Müslüman karakterleri oyu- nun merkezine yerleştiren ve kahramanlaştıran, düşmanı da İsrailli ya da Amerikalı ola- rak belirleyen oyunlar üretmişlerdir. Bu şekilde üretilen ilk oyun muhtemelen Filistin’deki ikinci intifadayı konu edinen The Stone Throwers (2001) oyunudur (Halter, 2006). İkinci örnek ise Suriye menşeli birinci intifadayı işleyen Tahte’r-Ramad (Küller Altında, Dar’ul- Fikr, 2002) oyunudur. Oyunun kahramanı Ahmed bir protesto gösterisine katılmakta ve İs- rail askerlerinin kurşunlarına maruz kalmaktadır. Ahmed’in ilk görevi buradan sağ çıkmak, 282 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME direnişe katılmak ve İsrail askerleriyle mücadele etmektir (Sisler, 2008).

İlk 3 boyutlu ateş etme oyunu ise Lübnan’daki Hizbullah tarafından üretilen ve Hizbul- lah’ın İsrail’in Güney Lübnan’dan çekilişindeki rolünü konu edinen El Quvvet’ul-Khassa (Özel Kuvvetler, Solution, 2003) oyunudur. Bir propaganda malzemesi olan ve Hizbullah’ın İsrail’in Lübnan’dan geri çekilmesindeki rolünü öven oyunda iki tür Müslüman kahraman vardır. Bu kahramanlardan ilki oyuncu tarafından oynanan ve Siyonist askerleri yok eden Müslüman askerdir. İkincisi ise şehit olan Müslümanlardır. Oyun boyunca bu şehitlere öv- güler dizilmekte ve çeşitli yerlerde resimleri görülmektedir. (Sisler, 2008) Hizbullah’ın ço- cuklara yönelik, düşük bütçeli ve düşük kaliteli oyunları da bulunmaktadır. Bunlardan biri olan Feta ul-Kudus (Kudüs’ün Çocukları) oyun serisinin açılış sekansında çocuklar İsrail bayrağını çiğneyerek “Kudüs bizimdir” diye haykırmaktadırlar. Oyunlarda ise oyuncu Davud Yıldızı veya Ariel Şaron yüzlü örümcekler tarafından saldırıya uğramakta, İsrail helikopter- lerini düşürmeye çalışmakta, Filistinli Esra’yı İsrail hapishanesinden kurtarmaktadır (Feta ul-Kudus, 2015).

Dijital oyunların genelde siyasi propaganda malzemesi olarak kullanıldığı görülmekle bir- likte Ortadoğu’da en iddialı oyunlar herhangi bir siyasi bağı bulunmayan Suriye menşeli Afkar Media tarafından üretilmiştir. Bu şirket tarafından üretilen Tahte’l-Hisar (Kuşatma Altında, Afkar Media, 2005) oyunu ikinci intifadayı ele almakta ve o dönemde Filistinli ai- lelerin yaşadığı gerçek olaylara dayanmaktadır (Halter, 2006). Oyun, 1994 yılında El Halil şehrindeki İbrahim mescidinde radikal Yahudi Baruch Goldstein’in Cuma namazı sırasında 29 Müslümanı öldürdüğü olay ile açılmaktadır. Oyuncu, kahraman Ahmed’i kontrol ederek önce bu katliamdan kurtulup katili etkisiz hale getirmekle görevlidir. Sonrasında İsrailli asker ve polislerle mücadele edecektir. Oyundaki bütün ana karakterler duygusal hikâyeleri ile insanileştirilmekte ve sinematik sekanslar sunulmaktadır. Radwan Kasmiya “Amacımız politikanın ardında Filistin’de insanların yaşadığı problemleri ve acıları göstermekti.” de- mektedir. Oyunu birçok Batılı oyundan ayıran özelliği ise İsrailli ve Filistinli sivillerin oyun- da var olması ve sivil öldürme durumunda oyunun derhal kaybedilmesidir. (Sisler, 2008). Ülkemizde ise İstanbul Kıyamet Vakti adlı oyunun Türk-İslam motiflerine sahip olduğu gö- rülmektedir. Oyun, 2007 yılında İstanbul’da geçmektedir. Fakat bu İstanbul, 1956 yılında gerçekleşen meteor felaketinden arta kalan harabe İstanbul’dur. Oyun bu kaotik ortamda yapılan mücadeleleri konu edinmektedir. Oyuncu Müslüman-Türk kimliği ile doğar. İlk ko- nuştuğu kişi ak sakallı Agah Efendi’dir. Daha sonra Jandarma Ali, Demirci Rüstem, Sahaf Necmi, Aktar Şevket gibi karakterler ortaya çıkar. Karakterlerin yanı sıra oyun mekaniği ve görselleri de yerli motifler içermektedir. Örneğin 23 Nisan, 19 Mayıs gibi bayramlarda oyu- na Türk bayrakları eklenmektedir. Ayrıca iletişim kutusuna “s.a.” (selamun aleyküm) ya da “a.s.” (aleyküm selam) yazıldığında karakter elini göğsüne götürüp başını eğerek geleneksel biçimde selam vermektedir (Telci, 2013).

İslam dünyasındaki birçok ülkede dijital oyun çalışmaları kişisel çabalarla yürütülürken İran’da bu tür çalışmalara devlet desteği de sunulmaktadır. Dijital oyun çalışmalarını des- teklemek üzere Kültür ve İrşad Bakanlığı bünyesinde Milli Bilgisayar Oyunları Vakfı (Na- tional Foundation of Computer Games) kurulmuştur. Video oyun pazarını genişletme ve İran-İslam değerlerine uygun oyunların üretimini teşvik etme amacına sahip olan vakıf birçok yerli şirketin kurulmasına vesile olmuştur. Bu şirketler İran oyun pazarının nicelik ve nitelik bakımından gelişimini desteklemektedirler. İran’da üretilen ilk yerli oyunlardan biri MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 283

İran Öğrenci Birliği tarafından üretilen Ameliyat-e Vizbe (Özel Operasyon, 2007) oyunudur. Oyun, İran’a gidip nükleer programı yok eden ABD’li askerleri konu edinen Assault on Iran (İran’a Taarruz, Kuma LLC, 2005) oyununa tepki olarak üretilmiştir. Oyunda Irak’taki İmam Hüseyin türbesini ziyaret eden bir İranlı nükleer enerji bilim adamı ABD’liler tarafından kaçırılmakta ve oyuncu özel kuvvetler komutanı olarak bilim adamını kurtarmakla görev- lendirilmektedir. Bunun yanında İran tarihi boyunca kazanılan zaferleri ele alan Nabarde- haye Manadekar (Unutulmaz Savaşlar), 1941 Sovyet istilasında Bandar-e Pehlevi limanının savunulmasını konu edinen Nejat-e Bandar (Limanın Kurtuluşu), Bir Hizbullah komando- sunun kurgusal olarak İsrail’de gizli bir silahı yok etmesini işleyen Mukavemet (Direniş) ve İslami değerleri ve aile değerlerini öğretmeyi amaçlayan Islamic Sims oyunları da dikkat çeken diğer yerli oyunlardır (Sisler, 2013).

İran’da dijital oyunlar alanında yapılan önemli çalışmalardan biri de oyunların derece- lendirilmesi olmuştur. 2007 yılında İran Milli Bilgisayar Oyunları Vakfı tarafından bir oyun derecelendirme kurumu olan ESRA (Entertainment Software Rating Association) kurul- muştur. ESRA oyunları fiziksel, bilişsel, duygusal ve sosyal açıdan değerlendirmekte ve 6 yaş grubuna (+3, +7, +12, +15, +18, +25) göre derecelendirmektedir. Öte yandan ESRA, ebeveynleri oyunların konuları konusunda da uyarmaktadır. Uyarı işareti yer alan konular cinsellik, şiddet, korku, alkol ve tütün, toplumsal normların ihlali, ümitsizliğe düşürme ve dini değerleri ihlaldir. Dini değerleri ihlalde iki hususa dikkat edilmektedir. Bunlar dini ilke ve inançlara aykırılık ve dini mekânlara saygısızlıktır (ESRA, 2015).

İslam dünyasında siyasi mesajlara sahip oyunların yanında sadece olumlu bir Müslüman temsili sunmaya çalışan ya da doğrudan din eğitimine odaklanan oyunlar da bulunmak- tadır. Afkar Medya yöneticisi Radwan Kasmiya gibi birçok Arap oyun üreticisi, Arap genç- lerinin artık okumadıklarını bu nedenle oyunların İslam medeniyet tarihini ve dini bilgileri öğretmek için kullanılması gerektiğini ifade etmektedirler (Sisler, 2006). Bu durum sadece Araplar için değil modern dünyadaki birçok toplum için geçerlidir. Bazı araştırmacılara göre oyun çağı çocukları artık klasik öğretim yöntemlerine cevap vermemektedir. Bu nedenle oyunların eğitsel bir araç olarak kullanımı kaçınılmazdır (Prensky, 2001). Oyunların eğitim gücüne dikkat çeken araştırmacılardan biri olan Bogost, oyunları procedural rhetoric (sü- reçsel ikna) olarak adlandırmaktadır. Oyunlar konuşma, yazma, resim ve video yerine kural temelli temsiller, süreçler ve etkileşimlerle ikna etme sanatıdır. Ona göre dijital oyunlar eşsiz bir ikna kabiliyetine sahiptirler ve bu ikna kabiliyetleri sayesinde kişilerin temel tavır ve tutumlarını değiştirebilirler. (Bogost, 2007).

Dünya dijital oyun pazarında bir tür olarak kendilerini kabul ettiren dijital dini oyunlara İslam dünyasından da örnekler vermek mümkündür. Bunlardan biri olan Suriye menşeli Quraish (Afkar Media, 2007) oyunu, oyuncuların ilk dönem İslam tarihini öğrenmeleri için üretilmiş bir oyundur. Bu oyunda oyuncu müşrik bir bedevi kabilesinin reisi olarak oyuna başlamaktadır. Oyunun “El-Cahiliyye” adlı ilk bölümünde cahiliye dönemine ait bedeviler arası savaşlar, Mekke’nin sosyo-kültürel, sosyo-ekonomik ve dini yapısına şahit olunmak- tadır. Oyuncu ilk bölümde bedeviler arası bazı savaşları oynadıktan sonra Mekke’li müşrik- lerle birlikte Hendek savaşında Müslümanlara karşı savaşmak için Medine’ye gelmektedir. Oyun burada Hendek savaşı hakkında bilgiler vererek bu savaşın Müslümanlar tarafından kazanıldığını ifade etmektedir. Bu noktada oyuncuya iki seçenek sunulmaktadır. Oyuncu ya Müslüman olup Medine’de kalmakta ve oyunun diğer bölümlerini oynayabilmekte ya da 284 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME oyun bitmektedir. Oyuncunun Müslümanlara katılması ile oyunun diğer bölümleri açılmak- ta ve oyuncu ilk dönem İslam tarihine şahitlik etmekte, Bizans ve İran ile yapılan savaşları oynamaktadır (Sisler, 2014).

Bir diğer örnek olan ABD-Ürdün ortak yapımı Arabian Lord (2007) oyununda oyuncu 7-13. yüzyıllar arasında İslam’ın yükselişine tanıklık etmektedir. Oyuncu Arap bir tüccar rolüne girmekte, binalar inşa etmekte, diplomasi yapmakta, belediyecilik işleri ile ilgilenmekte ve oyun sürecinde İslam medeniyetinin farklı unsurlarına şahitlik etmektedir. Oyunun çeşitli kuralları dini yönlendirmelerde bulunmaktadır. Örneğin oyuncu camiye bağışta bulundu- ğunda vezir çıkarabilmekte, vezir de işçilerin hızlarını artırma gibi faydalar sağlamaktadır. Buna rağmen İslami kuralların oyunun kuralları ya da süreçleri üzerindeki etkisi sınırlıdır. Oyuncu İslam ahlakı ile ilgili bir ikilemde kalıp tercihte bulunmamaktadır (Sisler, 2014). Maze of Destiny, Ummah Defense, The Adventures of Ahmed ve Faaris oyunları da olumlu Müslüman temsillerinin yanında din eğitimi vermeyi de hedefleyen oyunlar arasındadır. Maze of Destiny oyununa göre Darlak adındaki şeytani büyücü Kur’an-ı Kerim’i saklamış ve bütün İslam âlimlerini hapsetmiştir. Oyuncu araştırma için Darlak’ın zindanına gidip kayıp Kur’an’ı bulmakta, âlimleri kurtarmakta ve İslam’ı tekrar dünyaya hâkim kılmaktadır. Bu mücadele sırasında oyun aslında oyuncuya İslami bilgileri öğretmektedir. Ummah Defense oyunu İslam’ın bütün dünyaya hâkim olduğu 2114 yılında geçmektedir. Oyuncu “Galaksiler Arası Müslüman Konseyi”nin bir üyesi olarak, yeryüzünde kalan son kâfir olan Ebu Leheb XVIII’in yönettiği uçan şeytani robot Armada ile savaşmaktadır. The Advertures of Ahmed oyununda, oyuncu bir yandan şeytani bir krala karşı savaşan Müslüman bir savaşçıyı oy- narken bir yandan da hadis öğrenmektedir. Faaris oyununda ise oyuncu 15 yaşında bir Müslüman atlıdır. Dedesi ve ninesi karanlıklar kralı Yabulon tarafından kaçırılmıştır. Oyun- cu onları kurtarmak için yola çıkar. Yol boyunca karşılaştığı kişilerden savaşmayı, namaz kılmayı, abdest almayı, Kur’an ve hadis bilgilerini öğrenir ve Yabulon ile mücadelesine hazırlanır (Campbell, 2010).

Suudi Arabistan menşeli Hajj (2008) oyunu ise haccın yapılışını öğretme amacı güden bir dijital oyundur. Oyunda, oyuncular ilk yardım görevlisi, güvenlik görevlisi gibi hizmet gö- revlerinden birini üstlenmekte ve haccın yapılışında insanlara yardım ederek haccın yapılış aşamalarını öğrenmektedirler. Bazen de popüler oyunlara ya da sanal dünyalara İslami içeriklerin eklendiği görülmektedir. Örneğin en popüler sanal dünya olan Second Life’a 2007 yılında Yusuf El-Karadavi’ye yakınlığıyla bilinen “İslam Online” sponsorluğunda bir hac eklentisi yapılmıştır. Bu hac eklentisinin amacı Müslümanlara haccı öğretmek, hac tecrübesi yaşatmak; yabancılara ise haccın önemini göstermek ve onları bilgilendirmektir (Sisler, 2009).

Sanal dünyalardaki İslami alanlarla ilgili araştırmalar yapan Krystina Derrickson sanal hac tecrübesini şu ifadelerle aktarmaktadır: “Bir öğleden sonra Mekke’ye vardım. Sürpriz bir şekilde her taraf çöllerle kaplıydı. Karşılama merkezinde bana bir çanta verdiler. Çantanın içinde hac için ihtiyaç duyacağım her şey vardı. Başörtümü ve ihramımı giydim. Kâbe’ye doğru yol aldım. Geceyi orada geçirdim. Sabah olunca Arafat dağını seyrederek uyandım. Haccımı tamamladıktan sonra Fransız bir kadınla karşılaştım. Onunla Paris’te hava durumu ve hac hakkında konuştuk. Sonra oradan ayrıldım. Bütün bunlar yarım saat içinde ve odam- dan ayrılmadan gerçekleşmişti. Tabii ki Second Life’ta.” (Derrickson, 2008) MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 285

Second Life’ta Yer Alan Kabe (Derrickson, 2008)

Second Life (SL) 12 milyon kullanıcısı olan sanal bir dünyadır. Burada alışveriş, eğitim, eğ- lence, gezi vs.nin yanında dini aktiviteler de sanal olarak yapılabilmektedir. Second Life’ta bir çok cami, kilise, havra ve diğer dinlere ait mabetler bulunmaktadır. Bunların çoğu gerçek dünyadaki ibadethanelerin birer kopyasıdır. Örneğin Kabe dışında Sultanahmet, El Hamra ve II. Hasan gibi meşhur camilerin de benzerleri Second Life’ta bulunmaktadır. Öte yan- dan bu mekanlar dini eğitim vermek amacıyla da kullanılmaktadır. Bu camilere ziyaretçiler gerçek camilerde olduğu gibi başörtülü ve ayakkabılar çıkarılarak kabul edilmekte, sohbet halkaları oluşturularak irşad faaliyetleri yapılmakta, gayr-i Müslimlerin İslam hakkındaki soruları cevaplanmakta, namaz, hac gibi ibadetleri tecrübe etmelerine imkan tanınmak- tadır (Derrickson, 2008). Dolayısıyla sanal dünyalardaki camiler birer yaygın din eğitimi kurumu olarak dünyanın her yerinden kullanıcılara hizmet vermektedirler.

Second Life’ta Yer Alan Sanal Sohbet Halkalarından Bir Görüntü (Derrickson, 2008) 286 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

Yukarıda ifade edilen oyunların yanında edutainment4 kategorisine giren, düşük bütçeli ve düşük kaliteli oyunlar da üretilmektedir. Bu oyunlar çoğunlukla okul öncesi ve ilkokul çağındaki çocukların ilgisini çekmektedir. Bu tür oyunlara odaklanan bir şirket olan İngilte- re menşeli Abu Isa şirketi amacını “Müslüman olan ve olmayan kişilere eğitim ve eğlence temelli oyunlarla İslam kültürünü, medeniyetini ve bilimini öğretmek” olarak açıklamakta- dır. Şirketin ürettiği Abu Isa’s A New Dawn oyunu Allah’ın (cc) 99 ismini, Abu Isa’s Arabic Adventures basit Arapçayı öğretmeyi amaçlarken Abu Isa’s Quest for Knowledge oyununda oyuncu bir labirent boyunca ilerlemekte, karşısına bir alim çıkıp İslam fıkhı ile ilgili sorular sormakta, oyunu kazanmak bu soruları bilmeye bağlı olmaktadır. Yine İngiltere menşeli olan ve amacını “çocukların dini bilgilerini geliştirmek için eğlenceli video oyunları üret- mek” olarak açıklayan Innovative Minds şirketi de çeşitli oyun CD’leri üretmektedir. Şirketin Fun Learn adlı oyun seti oyuncuları Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamberin (sav) hayatına aşina kılmayı amaçlamaktadır. Şirketin ürettiği bir diğer oyun CD’si Islamic Fun içerisinde yer alan Building Blocks oyununda oyuncu tuğlalar kullanarak kendi camisini inşa etmektedir (Campbell, 2010).

Sonuç

Müslümanların dijital oyunlarda temsili söz konusu olduğunda Batılı ve Müslüman üreti- cilerin birbirine zıt tavırlara sahip oldukları görülmektedir. Batılı üreticilerin oyunlarındaki Müslüman temsili medyanın genel tavrına paralel bir şekilde terörizmle özdeşleştirilerek sunulmaktadır. Fakat oyunlar “neglected media” (ihmal edilmiş medya) oldukları –önemsiz görülüp ihmal edildiği ve akademik araştırmalara, tartışmalara yeterince konu olmadığı- için daha cüretkar bir biçimde İslam karşıtı söylemler ve temsiller kullanabilmektedirler. Özellikle FPS (First Person Shooter: Nişan alma/Ateş Etme) oyunlarında mekan olarak Ortadoğu seçilmekte ve düşman açıkça Müslümanlar olarak belirlenmektedir. Oyunu ka- zanmak ise öldürülen Müslüman sayısına bağlı olmaktadır. Bu oyunlarda genellikle oyun- cu ABD askerlerini oynamakta, ABD askerleriyle özdeşleşmekte ve birkaç istisna dışında Müslüman bir savaşçıyı oynamak mümkün olmamaktadır. Müslüman askerleri seçme şansı tanıyan oyunların birçoğunda ise Müslümanların ordusunu yönetmek oyunu kazanmayı zorlaştırmaktadır. Çoğunluğu olumsuz Müslüman temsilleri içeren Batılı dijital oyunlar içerisinde nadiren de olsa olumlu Müslüman temsillere yer veren oyunların bulunduğunu da belirtmek gerekmektedir.

Müslümanları terörist, barbar ve öldürülmesi gereken düşmanlar olarak gösteren ve bunu tecrübe etme imkanı sunan oyunların Müslüman ve gayr-i Müslim oyuncular üzerindeki etkisi araştırılması gereken önemli konulardan biridir. ABD’li bir askerle özdeşleşip Müs- lümanları öldüren bir Müslüman oyuncu neler hissetmektedir? Yaptığı işten dolayı piş- manlık mı duymaktadır yoksa bunu sadece bir oyun olarak mı görmektedir? Kontrol ettiği ABD’li askeri ve Batıyı yüceltmekte midir? Aşağılık kompleksine girmekte midir? Yoksa Ba- tıya duyduğu öfke artmakta mıdır? Öte yandan bu oyunları oynayan bir gayr-i Müslim’in Müslümanlara bakışı değişmekte midir? Medyadaki terörist Müslüman algısı pekişmekte midir yoksa oyuncular bu tecrübeyi sadece bir oyun olarak mı algılamaktadır? Batı menşeli oyunlara İslam dünyasından cevap gecikmemiş ve çeşitli tepkisel oyunlar üretilmiştir. Bu oyunlarda Müslüman askerler oyunun kahramanı iken öldürülmesi gereken düşmanlar ABD ya da İsrailli askerler olarak belirlenmiştir. Çoğunluğu İsrail-Filistin çatış- 4 Education (Eğitim) ve Entertainment (Eğlence) kelimelerinin birleştirilmesiyle üretilmiş bir sözcüktür. Türkç- eye “Eğitlence” olarak çevrilmektedir. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 287 masına odaklanan bu oyunlarda siyasi mesajların yoğunluğu göze çarpmaktadır. Siyaset- ten bağımsız şirketler ise sadece olumlu Müslüman temsiline odaklanan ya da dini eğitim vermeyi hedefleyen oyunlara yönelmişlerdir. Bu oyunlardan bir kısmı kaliteli dijital oyunlar iken büyük kısmı düşük bütçeli ve basit edutainment yazılımlarıdır.

Edutainment yazılımları basit kuralları ve yapıları ile sadece okul öncesi ve ilkokul çağı çocuklarını cezbetmektedirler. Bu bakımdan basit dini bilgilerin öğretiminde faydalı eği- tim materyalleri olarak kullanılabilmektedirler. Büyük bütçeli dijital dini oyunlar ise çok daha büyük imkanlara sahiptirler. Bu oyunlar genele hitap edebilecekleri için hem olumlu Müslüman temsillerinin sunumunda hem de İslam kültür-medeniyetinin ve dini bilgilerin Müslüman ve gayr-i Müslimlere öğretilmesinde büyük bir potansiyel taşımaktadırlar.

Kaynakça

- (2015, Ocak 21). Feta ul-Kudus: http://www.fata-alquds.com/ adresinden alındı Bogost, I. (2007). Persuasive Games: The Expressive Power of Videogames. Cambridge: The MIT Press. - Campbell, H. (2010). Islamogaming: Digital Dignity via Alternative Storytellers. C. Detwe- iler içinde, Halos and Avatars (s. 63-74). Lousville: Westminster John Knox Press. - Chick, T. (2003). Command & Conquer Generals (PC). 11 16, 2014 tarihinde http://pc.ga- mespy.com/pc/command-conquer-generals/5617p1.html adresinden alındı - Derrickson, K. (2008). Second Life and The Sacred: Islamic Space in a Virtual World. Digi- tal Islam: http://www.digitalislam.eu/article.do?articleId=1877 adresinden alındı - ESRA (Entertainment Software Rating Association). (2015, Ocak 21). http://www.ircg.ir/sn/ pages/id/23/pt/full/lang/en adresinden alındı - Eyesopner. (2012, 4 5). Why Islam Humiliated in Video Games? Youtube: http://www.you- tube.com/watch?v=QzW19AUIS1I adresinden alındı - Hallett, N. (2014, Ağustos 5). ‘WHACK THE HAMAS’: GAZA BOMBING GAMES BRAN- DED ‘DISGUSTING’. Breitbart: http://www.breitbart.com/london/2014/08/05/whack-the-ha- mas-gaza-bombing-games-branded-disgusting/ adresinden alındı - Halter, E. (2006). Islamogaming: The State of Gaming in the Muslim World. PC Magazine, 136-137. - Heidbrink, S., Knoll, T., & Wysocki, J. (2014). Theorizing Religion in Digital Games. Online Heidelberg Journal for Religions, 5-50. - Karim, H. (2006). American Media’s Coverage of Muslims: The Historical Roots of Con- temporary Portrayals. E. Poole, & J. Richardson içinde, Muslims and the New Media (s. 116-127). London: I.B. Tauris. - Leonard, D. (2004). Unsettling the Military Entertainment Complex- Video Games and a Pedagogy of Peace. 11 13, 2014 tarihinde Studies in Media and Information Literacy Educa- tion: http://utpjournals.metapress.com/content/4lu7213r34740854/ adresinden alındı - Machin, D., & Suleiman, U. (2006). Arab and American Computer War Games: The Influen- ce of a Global Technology on Discourse. Critical Discourse Studies, 1-22. - Poole, E. (2006). The Effects of September 2011 and the War in Irak on British Newspa- per Coverage. E. Poole, & J. Richardson içinde, Muslims and the New in Media (s. 89-102). London: I.B. Tauris. - Prensky, M. (2001). Digital Game-Based Learning. New York: McGraw Hill. - Reichmuth, P., & Werning, S. (2006). Pixel Pashas Digital Djinns. ISIM Reviews, 46-70. 288 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

- Reporter, D. M. (2008, Eylül 11). Outrage over ‘Muslim Massacre’ computer game. Daily Mail: http://www.dailymail.co.uk/news/article-1054380/Outrage-Muslim-Massacre-game. html adresinden alındı - Richardson, J. E. (2004). (Mis)representing Islam: The Racism and Rhetoric of British Bro- adsheet Newspapers. Amsterdam: J. Benjamins. - Said, E. (1978). Orientalism . New York: Pantheon Books. - Saotal7aq. (2012, 8 28). Game Call Of Duty Insulted Islam and Muslims. Youtube: http:// www.youtube.com/watch?v=umApoVO9nYI adresinden alındı - Shaheen, J. (2001). Reel Bad Arabs: How Hollywood Vilifies a People. New York: Olive Branch Press. - Sisler, V. (2006). In Videogames You Shoot Arabs or Aliens - Interview with Radwan Kas- miya. Umelec/International, 77-81. - Sisler, V. (2008). Digital Arabs : Representation in video games. European Journal of Cul- tural Studies, 203-220. - Sisler, V. (2009). Video Games, Video Clips, and Islam: New Media and the Communicati- on of Values. J. Pink içinde, Muslim Societies in the Age of Mass Consumption (s. 231-258). - Newcastle: Cambridge Scholars Publishing. 11 26, 2014 tarihinde http://www.digitalislam. eu: http://www.digitalislam.eu/article.do?articleId=2550 adresinden alındı - Sisler, V. (2013). Digital Heroes: Identity Construction in Iranian Video Games. A. Sreber- ny, & M. Torfeh içinde, Cultural Revolution in Iran: Contemporary Popular Culture in the Islamic Republic (s. 171-192). London: I.B. Tauris. - Sisler, V. (2014). From Kuma\War to Quraish: Representation of Islam in Arab and Ame- rican Video Games. H. A. Campbell, & G. Grieve içinde, Playing with Religion in Digital Games (s. 109-133). Bloomington: Indiana University Press. - Telci, A. Ş. (2013). Siber Uzamda Sosyal ve Kültürel Kodların Oyun Aracılığıyla İnşası: “İs- tanbul Kıyamet Vakti”. Akademik Bilişim Konferansları, (s. http://ab.org.tr/ab13/bildiri/237. pdf). Antalya. - Theorists, T. G. (2014, 1 25). Game Exchange - Why Ocarina of Time Offended Muslims. Youtube: http://www.youtube.com/watch?v=59LHQ1bKS-M adresinden alındı MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 289

SANALLAŞ(TIRIL)MA SÜRECİNDE DİNÎ BİLGİNİN HAKİKAT PROBLEMİ

Fatma EKİNCİ

Özet

Günlük hayatın bir parçası haline gelen dijital teknoloji, hayatı kolaylaştıran pek çok im- kânı barındırmakla beraber bireysel ve toplumsal açıdan bir takım dönüşümlere yol açmış durumda. Mesafe ve alışık olduğumuz anlamdaki mekân mefhumları ortadan kalkarken, sanal kimlikler üzerinden interaktif bir ilişki tarzının gelişmesiyle kendine has dili, kültürü ve ahlakı oluşmaya başlayan siber âlem, “gerçeklik algısı”nın yanı sıra bireyin dinle kurdu- ğu ilişki ve dinî bilgi edinme yöntemlerini de değiştirmekte. Böylelikle İslam medeniye- tinde bilginin ulaştırılmasında merkezi konumda olan insan (âlim/ârif) unsuru devreden çıkarak kaynak belirsizleşmekte, sanal ortama taşınan dinî bilgi enformasyona (malumata) evrilmektedir. Bu çalışmada dijital ortamda yapılan yayınların; bilginin mahiyeti, meşrui- yeti ve aktarılması hususlarına nasıl bir etki yarattığı, sahih bilgi ile sahih olmayanın aynı şartlarda sunumunun buna nasıl tesir ettiği gibi problematikler esas alınarak, dinî bilginin sanal iletişim araçları üzerinden dolaşıma girmesi sonucunda nasıl bir dönüşüme uğradığı tartışılacaktır.

A. Yeni Teknolojiler ve Toplumsal Değişme

Toplumların yapısında yaşanan radikal değişimleri teknoloji evreninde meydana gelen bü- yük değişikliklerle ilişkilendiren anlayışa göre insanlık tarihinde yaşanan büyük yapısal dönüşümler, yeni teknolojilerin ortaya çıkmasıyla yakından ilgilidir1. Bu bağlamda sanayi toplumundan bilgi toplumuna geçiş sürecinde üretimden aile yapısına, iktidar ilişkilerin- den günlük hayata pek çok alanda (Toffler’ın 3. Dalga olarak tanımladığı) büyük değişimle- rin yaşandığına şahit oluyoruz. Bu büyük değişim gerek toplum gerekse fert üzerinde şok etkisi yaratmakta, insanlığın geçmişten hızla kopmasına yol açarak, “insanın yaşam hızını, zaman algısını ve dünyayı algılayış yöntemini” kökten farklılaştırmaktadır2.

Peter Drucker’ın ‘bilgi toplumu’, Yoneji Masuda’nın ‘enformasyon toplumu’, Manuel Cas- tells’in ‘ağ toplumu’ olarak tanımladığı bu yeni toplumun ortaya çıkışında en önemli rolün iletişim teknolojilerinde yaşanan akıl almaz değişimle ilişkisinin kurulması, pek çok düşü- nürün dikkatini bu konuya çekmiştir.

Harvey, günümüzde teknolojik gelişmelerin etkisiyle zaman kısalırken mekânın da küçül- düğünü ve bir tür “zaman ve mekan sıkışması” yaşandığını söylerken3; McLuhan mekan- lar arasındaki sınırların elektronik iletişim teknolojileri sonrasında ortadan kalkacağı ve dünyanın küresel bir köye dönüşeceğini öngörmüştü. Hauben ise coğrafi ayrılıkların sanal

1 Deniz Çalık-Özge Pelin Çınar; “Geçmişten Günümüze Bilgi Yaklaşımları Bilgi Toplumu ve İnternet”, XIV. Türki- ye’de İnternet Konferansı Bildirileri, Bilgi Üniversitesi, İstanbul 2009, s. 82. 2 Gözde Canlıoğlu; Değişen Toplum Yapılarında Bilginin Değişen Konumu, Yüksek Lisans Tezi, Danışman: Doç. Dr. A. Oğuz İçimsoy, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü Anabilim Dalı, İstanbul 2008, s. 67. 3 Gönül Eda Özgül; “Bir Görme Biçimi Olarak Yeni Medya: Kamusal Bir Alan İmkanının Araştırılması”, Journal of Yasar University, 2012 26(7), s. 4536. 290 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME uzamın varlığıyla ortadan kalktığını ileri sürerek, aktif-katılımcı yuttaşın siber uzamdaki yansıması anlamında “netizen” (net citizen) kavramını geliştirmişti4. a. Bilgi Toplumuna Dönüşüm

Bilginin zaman ve mekan sınırı tanımaksızın artan dolaşımı, sanayi toplumunu dönüştüre- rek yeni boyutlar, yeni derinlikler kazandırmakta, bilgi ekseninde şekillenen yeni toplumsal yapıları gündeme getirmektedir. “Sanayi toplumunun ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel ve felsefi yapısını oluşturan ‘ulus-devlet’, ‘merkezi yönetim’, ‘temsili demokrasi’, ‘hiyerarşik yapılanma’, ‘fordist üretim’, ‘modernite’, ‘akıl’ ve ‘pozitivist bilim’ gibi yerleşik analiz, araç ve kavramlar, yeni toplumsal yapıyı açıklamada yetersiz kalmakta ve önemini yitirmekte- dir.”5 Radikal düzeyde gerçekleşen bu değişimler, “paradigma değişimi” olarak değerlen- dirilmektedir.

Uzayda uydular, yeryüzünde fiberoptikler aracılığı ile dolaşan “bilgi”nin hacmi ve akışındaki büyüme, bilgiye ulaşma ve yararlanmada merkeziyetçilikten kurtulma ve özgürleşme, inte- raktivitenin artışı gibi hususlar, bilgi anlayışında da köklü değişimlere yol açmış durumda. Öncesinde bilginin varlığı ve kaynağı ile ilgili olan tartışmalar, gelişen teknolojiyle beraber yerini daha çok bilgiye ulaşma ve kullanımına ilişkin arayışlara bırakmış görünüyor6. b. Bilgi mi Enformasyon mu?

Bu bölümde yaşadığımız çağa ad olan “bilgi” kavramı ve yeni teknolojiyle beraber bilginin nasıl bir dönüşüme uğradığı üzerinde durulacaktır.

“Eski filozoflar sanı (doksa) ve bilgi (episteme) gibi kavramları birbirinden ayırt ederken ontolojik değeri olan bir bilgiden söz etmişlerdir. Episteme yerine doğa yasası kavramını yerleştiren modern filozoflar için durum pek de farklı değildir. Öyle ki bilgi, insanın dışında, oralarda bir yerlerde, Platoncu bir deyişle hatırlanmayı, modern deyişle ise keşfedilmeyi beklemektedir. Bilgi, büyük ölçüde insandan bağımsız olan veya varlıklarda ya da ontolojik bir akılda bulunan değişmez bir biçimdi. İnsan merkezli (humanistic) değerlerin giderek daha fazla ağırlık kazandığı çağımız bilgi anlayışındaysa insan ve toplumdan bağımsız, ontolojik gerçekliği bulunan bir bilgi düşüncesinin taraftarları giderek azalmaktadır. Bu durumsa hangi ifadelerin bilgi niteliği taşıdığı, hangilerinin taşımadığı konusunda bir gün- celleme yapmayı gerektirmektedir.”7

Çağımızı bilgi çağı olarak nitelendirenler, bunu kitle iletişim araçlarının gelişmesi ve yay- gınlaşması sonucu gittikçe daha çok sayıda insanın daha çok şeyden haberdar olmasına bağlıyorlar. Oysa bir şeylerden haberdar olmakla, bilmek aynı şey değildir. Bu durumda öncelikle bilginin tanımını yapmak gerekecektir. Bilgiyi tanımlarken de ilişkili olduğu veri ve enformasyon (malumat) kavramlarına açıklık getirmek, aralarındaki farkları ortaya koy- mak önem taşır.

4 Özgül, A.g.m., s. 4539. 5 Canlıoğlu, A.g.e., s. 69. 6 Canlıoğlu, A.g.e., s.70. 7 Sadık Türker; “Malumat – Bilgi Ayrımı ve Bilginin Teşhisi”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl: 9 - Sayı: 36, Nisan – Mayıs – Haziran 2013, s. 4. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 291

Veri; olaylar hakkındaki birbirinden ayrı, nesnel gerçekleri ifade eder. Genellikle ham bilgi, analiz edilmesi gereken bir ön malzeme olarak değerlendirilir. Enformasyon (malumat) ise verilerin anlam taşıyacak biçimde işlem görmüş olan şeklidir, veri toplamından ibarettir, bilgiden önce gelir8. Bilgi ise veri ve enformasyonun akıl süzgecinden geçirilip kişisel de- neyimler, algılar, sezgiler, duygular, değerler yoluyla; karar verme, planlama, karşılaştırma, değerlendirme, analiz etme, üretme vb. süreçlerde yeri geldiğinde kullanılan şeklidir9. Kı- sacası bilgi, daha bireysel ve içselleştirilmiş olandır.

Enformasyon (malumat) ve bilgi arasındaki fark, sadece biçimsel değil, aynı zamanda nite- likseldir. Malumat sahibi, özellikle de pek çok konuda ayrıntılı ansiklopedik verilere sahip olan kişi bir bakıma haklı olarak hakkında konuştukları üzerine bilgi sahibi olduğunu dü- şünür, bildiğini sanır. Bu nedenle malumat eksikliğinde cehl-i basit, bilgi eksikliğinde ise cehl-i mürekkebden bahsedilir.

Bilgiyi malumattan ayıran bir diğer önemli özellikle de bağlam ilkesidir. Bağlamından ko- puk ifade bilgi olarak nitelendirilemez10. “Bilgilenmek, -Bell’e göre-, bir bağlama (context) oturtup yorumlamak, şerh etmek, ilişkilendirmek ve kavramlaştırmak demektir.”11

Klasik ve modern bilgi anlayışları arasındaki en önemli farklardan birisi, modern bilgi an- layışının bilgiyi tanımlarken bütün yerine toplam, parça yerine birim kavramlarını koyma- sıdır. “Zan ile bilgi arasındaki en temel farklılık da bütün-parça yahut toplam-birim iliş- kisinde yatar. Eğer bütüne ilişkin fikirler kesin değil şüpheliyse, bütüne ilişkin yargı da şüpheli olacaktır. İşte bu zandır. Malumat bütünle/toplamla bir sebep vasıtasıyla bağıntılı olmaksızın parça/birim hakkındaki yargıdır. Malumat ya doğru ya da yanlıştır; bilgiyse ya doğru-geçerli ya da yanlış-geçersizdir.”12

Bilgisayarların yaygınlık kazanması ve bilginin ortaklaşa kullanılan bir metaya dönüşmesi, bilgi toplumunda bilgiyi önemli bir sermaye, kümülatif olarak yenilelenen bir kaynak hali- ne getirmiştir. Bilgi bu şekilde satılmak için üretilen ve değerlendirilmek üzere satılan bir mübadele aracı olmakla gerçek değerini de kaybetmektedir.

Parçalı ve her tür bilgiye aynı anda farklı pencerelerle ulaşma imkanı sağlayan yapısı ile insanı adeta hipnotize eden internette görüntüye indirgenen bilgi değersizleşmekte, kulla- nıcıyı eyleme geçmekten alıkoyarak şimdiyi mutlaklaştırmaktadır. “Şimdinin mutlaklaştırı- lıması tarih bilincinin ve gelecek tasavvurunun ortadan kalkmasına sebep olmakta, bireyler zamansız ve mekansız bir dünyaya hapsolmaktadırlar.”13

Günümüzde internetin, beğeni ve tercihlerde tek tipleşen, güvenilirlik boyutu azalan, ticari olmanın yanısıra giderek bir denetim ve gözetim aracına dönüşen ve merkezileşen yapısı, anaakım niteliğindeki medya mecraı olarak sorgulanmasını da beraberinde getirmektedir. Bilginin metalaştığı, bilgiye ulaşma ve akışındaki hızın inanılmaz boyutlara ulaştığı ve me- safelerin ortadan kalktığı günümüz enformasyon toplumunda bu yeni medyanın, görme

8 Canlıoğlu, A.g.e., s.5. 9 Canlıoğlu, A.g.e., s.6. 10 Türker; A.g.m., s.9. 11 Nabi Avcı, Kitle Kültürü Enformatik Cehalet, Rehber Yayıncılık, 3. B., Ankara, tarihsiz , s. 133. 12 Türker; A.g.m., s.7. 13 Özgül, A.g.m., s. 4545. 292 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME biçimini de etkilediği, zaman-mekân ve gerçeklik algılarına dönüştürücü etkisi olduğu dile getirilmektedir.

Buna göre yeni medya, ürettiği görme biçimiyle “geçmiş ve geleceğin şimdinin içinde yer alması”na, ânın (şimdinin) mutlaklaştırılmasına; bu bağlamda herkesin ve herşeyin meta haline gelmesine, gerçekliğin görünür olmakla eş değer olmasına yol açarak “gerçekliğe verilen referansın ortadan kalkmakta olduğu bir tür simülasyon dünyası yaratmakta”dır14.

B. Dinî Bilginin Sanal İletişim Araçları Üzerinden Dolaşıma Girmesi a. Dinî Bilgi Nedir? Dinî Bilgiyi Üretme Süreçleri

Bilgi-enformasyon (malumat) ayırımından daha önce söz etmiştik. Burada “dinî bilgi”nin mahiyeti ve inançla ilişkisi üzerinde durmayı hedefliyoruz.

Dinî bilgi ile daha çok din referans alınarak elde edilen bilgi, vahyi anlamaya dayalı olarak insanın ürettiği bilgiyi kastediyoruz. Bu bağlamda dinî bilgi, “bilginin elde edilme sürecin- de dinî metinleri (kaynak olarak vahyi ve sünneti) temel alarak insan tarafından üretilen bilgi olarak” tanımlanabilir15.

İslam açısından bilgi, insanı imana götüren bir araç olarak değerlendirildiği için bilgiye dayalı olmayan imanın da inanan kişiye faydası bulunmadığı kabul edilir. Bilginin etkileme gücünün yüksek oluşu nedeniyle bilgiyi üretme ve yaymanın ahlakiliği; özellikle dinî bilgi söz konusu olduğunda daha dikkatli ve sorumlu davranılması gerektiği üzerinde durulur16.

Bilgi üretimi hususu, bilgiye nasıl yaklaşıldığı ve bilgiden ne beklenildiği ile yakından ala- kalıdır. Elde edilen bilginin sağlam ve güvenilir olmasının yanı sıra genel geçer ilkeleri işa- ret etmesi beklenir. Aynı zamanda bilginin işlenmesi ve her bir insan durumu için yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Doğruluğu ve uygulanabilirliği eleştirel bir bakıştan uzaklaşıl- dığı oranda bilgi, malumat seviyesine iner ve “böylece yeni durumlara uygun yeni bilgiler üretmede yetersiz ve verimsiz”17 bir faaliyete dönüşür.

Dinî bilgi, insana bir dünya görüşü sunar, hayatın içinde, hayata dair bir bilgidir. İnanç, bilgi üzerine inşa edilmiştir. M. Hamdi Yazır’a göre bilgi ile iman arasında öyle bir ilişki vardır ki bu iki unsur birbirlerinden uzaklaştıklarında toplum için çöküş ve gerileme söz konusudur. Diğer bir ifade ile bu ilişkinin zayıflaması; toplumun seviyesinin düşmesi, insanın insanlı- ğının irtifa kaybetmesidir18.

Kişinin kendi yaşantılarına özgü donanımının katkılarıyla zenginleşen bilginin düzeyi, iç- selleştirildiği, diğer bilgilerle bütünleştirildiği, varsa tutarsızlıklarının, eksikliklerinin far- kına varıldığı, üzerinde yorumların, eleştirilerin yapılabildiği oranda yükselir. “Tedebbür, tefekkür, teakkul” kavramları da bu dilgi düzeyine ulaştıracak işlevler üstlenirler. Bilginin 14 Özgül, A.g.m., s. 4542. 15 Remziye Ege; Dini Rehberlik- Bilginin Kaynağı ve Bilgi Üretme Süreçleri, Şule Yayınları, 2015, s. 79. 16 A.g.e., s. 42. 17 A.g.e., s. 81. 18 Yakup Yıldırım; Elmalılı M. Hamdi Yazır’a Göre Bilgi-Îman İlişkisi, Danışman: Doç. Dr. Bayram Dalkılıç, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Felsefesi Bilim Dalı, Konya- 2010, s.52. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 293 hakikate ulaştırması; içselleştirilmesi, onunla amel edilmesi, hayata geçirilmesi ile müm- kün olur. Varoluş biçimimiz üzerinde dönüştürücü etkiye sahip olmayan bilgi, bir malumat yığını olarak kalmaya mahkumdur.

Yeni bilgi teknolojileri yeni bir epistemolojinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu yeni du- rum karşısında “bilgiyi imandan ve ahlaktan farklı bir düzlemde görmesi mümkün olmayan Müslümanların, bilgiyi ve değeri kitlesel onaya bağlayan bu yeni epistemolojik hegemon- yalar konusunda idrak ve şuur halinde olması gerektiği”19 açıktır.

Bu çerçeveden bakıldığında sanal ortamda dolaşıma giren dinî bilginin doğruluğu ve gü- venilirliği noktasında haklı bir endişe söz konusudur. Çünkü internet, yedi gün, yirmi dört saat, dakika dakika yayın yapan hızlı bir araçtır ve Mann’in ifadesiyle hız ve dolaysızlık ya da doğrudanlık; doğruluğun, tarafsızlığın, eksiksizliğin ve dengenin sağlanabileceği anlamına gelmemektedir. Bu bağlamda internetteki “ilk önce onu online olarak koyarız ve yanlış olduğu ortaya çıktığında da çıkarırız” şeklindeki anlayış, verilen haberlerin, paylaşılan bil- gilerin sıhhatini tartışmalı kılmaya başlamış, internet etiği meselesini de gündeme getir- miştir20.

Sanal ortamdaki bilgiyle ilgili önemli etik sorunlardan bir diğeri, güvenilirlik derecesini be- lirleme noktasında ortaya çıkmaktadır. Herkesin kendi adıyla ya da takma adla görüşlerini yayımlayabilmesi kısmen ya da tamamen uydurulmuş ya da doğrulanmamış söylentilerin yayılmasına neden olmaktadır21.

İnternette bilginin dolaşımının hızlı, kolay ve ucuz olması, hemen her konuda büyük bir bilgi yığınının ortaya çıkmasına ve internet kullanıcısının yanlış, eksik, gereksiz çok sayıda bilgiye maruz kalmasına yol açmaktadır. “Naisbitt, bu durumu, enformasyon içinde yüzer- ken bilgi için açlıktan ölmek şeklinde ifade etmekte, kontrol edilmeyen, organize edilme- yen enformasyon kirlenmesi karmaşasının, bilgi işçisinin düşmanı haline geldiğini iddia etmektedir.”22

İnternetin sağladığı alt yapının cazibesi, İslam hakkında bilgisi olsun olmasın pek çok ki- şinin internet üzerinden bilgi paylaşımında bulunması imkanını da artırmaktadır. Bunun sonucunda sahih bilgiyi sunanın da tahrif edenin de aynı ortamda bulunması, sahih olanla olmayanın ayırdedilmesini zorlaştırmaktadır.

Oysa dinî bilgi de diğer bilimlerde olduğu gibi uzmanlık ister. Bilginin; elde edilmesinde, imkânında, bilginin kaynağı ve bu kaynağın doğruluğu, önemli bir yer tutar. Bilginin doğru- luğu ve değeri, kaynağının doğruluğu ve değeri ile doğru orantılıdır23. “Kim Kur’an hakkında bilgisizce konuşursa cehennemdeki yerine hazırlansın.”24 gibi hadisler, “hakkında bigi sahi- bi olunmadan yorum yapmanın ve fikir ileri sürmenin faydasız ve hatta tehlikeli sonuçlara 19 Nazife Şişman, http://www.zaman.com.tr/yorum_yorum-nazife-sisman-ustadi-internet-olanin-ilmi-malumat- olur_1077604.html. 20 İlker Erdoğan; “Yeni Medya Gazeteciliğinde Etik Bir Paradigma Belirlemenin Kapsamı ve Sınırlar”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Sayı:36 / Bahar 2013, s.261. 21 Erdoğan, A.g.m., s.264. 22 Hüseyin Aydın; “İnternetin Getirdiği Avantajlar ve Riskler (İtikad ve Ahlak Açısından)”, Küreselleşme ve Din Eğitimi Sempozyum Bildiri Kitabı, 2013, s.93. 23 Yıldırım, A.g.e., s.5. 24 Tirmizi, Tefsiru’l-Kur’an, 1. 294 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME ulaştıracağı” konusunda inananları uyarır. Kur’an’ın anlaşılması ve ondan yararlanılması konusunda bilgiye ve bilenlere ihtiyaç olduğunu gösterir25.

Dinî bilginin en güçlü kaynağı olan Kur’an ise, değer bağlamında bilgileri üç kategoride ele alır: Bunlar da “Bilgi, Zan ve Kuruntu”dur. İslam düşüncesinde vahye dayanan bilgi değerli olduğu halde diğer iki çeşit bilgi; zan ve kuruntu değer taşımamaktadır. Bilginin kesinlik ifade etmesi, değerli olduğunu gösterir. İlim (Bilgi), zannî (kesin delillere dayanmayan) is- tidlallerden oluşmamalıdır. Zanna dayanan bilgiler rölatiftir, indîdir. Bu tür bilgiler göreceli olduğu için bunların genel-geçer kabul edilmesi söz konusu olamaz. Bir bilginin ilmî bir değere sahip olabilmesi için, o bilginin kesinlik ifade etmesi, sağlam delillere dayanması, delillerinin kabul edilebilir olması gerekir26.

Bu durumda internette dolaşan ve dinî bilgi olarak nitelendirilen malumatın, bilgi değeri taşımadığı, sanal dünyanın doğasının getirdiği güvensiz ve kontrolsüz bir ortamda ciddiye- tini kaybederek metalaştığı, kurgusal ve manipülatif bir görüntüye dönüştüğünü söylemek çok ileri bir iddia olmasa gerektir. Çünkü, sanal gerçeklik (virtual reality) denilen ve inter- net teknolojisinin ürettiği evren, farazi bir dünya, gerçeği taklit eden bir ortam oluşturarak uzak, dokunulmaz ve kurgusal bir yer olarak adeta “elektronik bir coğrafya” oluşturmakta; kullanıcıyı o dünyanın içine çekerek manipüle etmektedir. Arama motorlarında popülerlik derecesine göre sitelerin sıralanması, arama yapan kişinin internet kullanma alışkanlıkla- rına göre kişiye özel alternatifler sunulması vb. hususlar da internetin manipülatif ve dene- tim aracı olarak da kullanıldığının işaretleri olarak örneklendirilmektedir.

Elektronik çağda bütün dünyayı kuşatan ağ yapısının, kullanıcıların veri tabanlarında de- vamlı surette bıraktıkları elektronik izler üzerinden tercihleri, kullanım alışkanlıkları ve çe- şitli mecralardaki paylaşımlarının takip edilmesini kolaylaştırdığı ileri sürülmektedir27.

Yine bu araç doğası gereği ihtilafları artırma potansiyelini de beraberinde taşır. Zira daha önceleri etki alanı oldukça sınırlı kalan şaz görüşlerin herhangibir kontrol mekanizmasına takılmadan bilgi piyasasında yer bulmasına imkan vermektedir. Sanal dünyada bir şeyin paylaşım ve tıklanma oranının haklılık ve doğruluk ölçütü olarak kabulü, bir çok kişi ve kurumu dinî bilgi olarak kendi anlayışını/görüşünü refere etmeye teşvik etmekte, araçsal- laştırıcı bir işlev görmektedir. Bunun sonucu olarak “İslam dininin istikrar çerçevesi olan muhkemleri kenara alan bu anlayışların dinin doğru anlaşılmasına bazen engel oldukları, zaman zaman dini terminolojide anlam kaymalarına yol açtıkları görülmektedir.”

Yeni medya teknolojilerinin interaktif olması, kullanıcının bilginin üretimine katılmasını sağlamakla beraber, kaynak gösteriminin olmadığı ve yazarın kimliğinin meçhul olduğu pek çok popüler bilgi paylaşımını kolaylaştırması da bu tahrifatı yaygınlaştırma işlevi gör- mektedir28.

Öte yandan bu tehdit, çağın ruhunu en iyi yansıtan araçlardan biri olan dijital teknoloji ve internet ortamının bir imkan olduğu gerçeğini değiştirmez. Söz gelimi internet kütüphane- leri, aralarında İslam klasikleri de dahil olmak üzere her alandaki eserlere kolayca ulaşılma- 25 Ege, A.g.e., s.53. 26 Yıldırım, A.g.e., s.27. 27 Aydın, A.g.m., s. 94. 28 Aydın, A.g.m., s.96. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 295 yı sağlamakla daha önce hayalini dahi kuramadığımız büyük bir imkana kapı açmaktadır. b. Dinî Bilginin Hakikati Meselesi

Postmodernizm, modernliğin merkezi, mütehakkim, tek ve kapsayıcı doğruluk tasarımına karşı çıkarken, hakikati çok biçimli, içe dönük ve öznel bir şey olarak değerlendirmektedir. Bugünün küreselleşmeyle karakterize edilen kültürel durumunun en belirgin özelliğinin “kültürel formların, dinsel inançların, günlük yaşam örüntülerinin, en yüksek düzeyde ço- ğulcu bir toplumsal pota içerisinde aşağı yukarı eşitlenmiş olması, aralarından birinin üs- tünlüğüne hüküm verecek bir üst ilkenin varlığıyla ilgili olanakları tüketmiş olması” olduğu göz önünde bulundurulduğunda, dinin en azından teoride, bundan büyük oranda etkilene- ceği”29 söylenmektedir.

Konuyla ilgili literatüre bakıldığında “çoğulcu ve seküler toplumlarda dinin bazı yapısal değişikliklerle beraber sosyal hayatta daha etkin bir rol alacağı, dinî sembol ve iddiaların medyada sıklıkla tartışılacağı, buna paralel olarak dinî otoritenin niteliğinde de bazı deği- şikliklerin yaşanacağı”na ilişkin tesbitlerin yanısıra “medya teknolojilerinin popüler kültür ve dinî gelenekleri eklektik bir yapıda ele almasının kaçınılmaz olarak dinin doğasını da değiştireceği vurgusu”nun önümüzdeki dönemde teolojinin ana meselelerinden biri haline geleceği ileri sürülmektedir30.

Küreselleşmenin dini, “küresel bütüne çekerek geçmişte oluşturduğu ve ilişki içinde oldu- ğu gelenekten” uzaklaştırdığı, sahiciliğini kaybettirdiği de bu iddialar arasındadır.

Turner’a göre, dinî sembol, kavram ve pratiklerin mevcut tüketim düzeninde birer meta haline gelmiş olması, popüler beğeni ve reyting kaygısı, dinî bilginin doğasına yönelik dö- nüştürücü etki yapmakta ve otorite kaymasına,31 bir başka ifade ile, bilim ve teknoljide yaşanan gelişmeler, “geleneksel otoritelerin ve toplumsal meşruiyet kaynaklarının ortadan kalkmasına”32 yol açmaktadır.

Belirli bir “zaman ve mekân formu içinde yaşanan dinin sanallaşması, pratik alandan çıka- rak teorik bir hüviyete dönüşmesi; medya programları arasında dinin herhangi bir program düzeyine indirilmesinin”33 sonucu, dinin kutsallık boyutu ve hakikat iddiasının yüzeyselleş- tirilmesidir. “Postman’ın deyişiyle din tarihsel, derinlikli ve kutsal bir insani etkinlik duru- mundan uzaklaşmış, bu özellikler silinmiştir. Burada ne ritüel, ne gelenek, ne teoloji ne de bir ruhsal aşkınlık duygusu söz konusudur. Dinin en önemli boyutlarından birinin kutsal ile olan iletişimi sağlama ve güçlendirme olduğu düşünüldüğünde medyanın bunu başarma oranı düşüktür.”34

Batılı düşünürlerin kendi toplumları için dile getirdikleri bu tesbitlerin İslam ve müslü- manlar söz konusu olduğunda geçerliliğini koruyup korumadıklarını tartışmak gerekmekle 29 Ulvi Murat Kılavuz; “Küreselleşen Dünyada Din”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 11, Sayı:2, 2002, s. 204. 30 Cemil Oruç; “Çocuk Medyalarında Dinin Sunuluşu”, Türkiye 1. Çocuk ve Medya Kongresi Bildiriler Kitabı, cilt: 1, İstanbul, 2013, s. 258. 31 Kılavuz, A.g.m., s.206, 57 nolu dipnota bkz. 32 Avcı, A.g.e., s. 59. 33 Oruç, A.g.m., s. 258-259. 34 A.g.m., s. 260. 296 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME beraber, bilişim teknolojilerinin birey ve toplum üzerindeki dönüştürücü etkilerini ve tüm dünyada yaygın bir şekilde kullanıldıklarını göz önünde bulundurduğumuzda benzer tehli- kelerin varlığından söz etmek mümkündür.

Nabi Avcı’nın deyimiyle “Bugün bütün beşeriyetin binlerce yıllık bilim, kültür ve sanat mi- rası, tek bir uygarlığın yapay diline tercüme edilmeye çalışılıyor.”35 Yeni enformasyon tek- nolojilerini yönlendirenlerin söylemek istediği şey; “Eğer bir şey dijital kodlamaya elveriş- liyse, bilgisayarların belleğine yerleştirilebilir nitelikte bir şeyse, o bilgidir. Yok, eğer dijital kodlamaya gelmiyorsa, bilgisayar belleğine sokulamıyorsa, o zaten bilgi değildir.”36

Teknoloji ile toplumsal hayat arasında mekanik ve belirleyici bir ilişki kurulması anlamında teknolojik determinizme düşmeden teknoloji ile toplumsal yapı arasındaki bağı göz ardı etmemek gerekir.

Enformasyon teknolojisi, Şerif Mardin’in kullandığı manada ‘yumuşak’ bir teknoloji. “Bu yeni teknoloji, içine girdiği toplumsal dokuyu, o dokuyu oluşturan veya pekiştiren ilişkileri, düşünme biçimlerini de yumuşak bir üslupla dönüştürüyor. Bundan evvelki teknolojiler, maddeyi değiştiriyordu. Dolayısıyle, bundan evvelki teknolojilerin insan ilişkileri üzerindeki etkisi, ancak madde dolayımından geçtikten sonra hissedilebilen bir etkiydi. Enformasyon teknolojileri ise doğrudan doğruya insanı, en insani taraflarıyla insanı hedef alıyor. Bundan evvelki teknoloji, önce malların dolaşımını tanzim etmeyi amaçlıyordu; bu yeni teknoloji ise en başta, doğrudan doğruya sembollerin dolaşımını tanzim etmek iddiasında..”37

Nabi Avcı bir söyleşide teknokratların sembollerin neler olacağını tayin etmek iddiasında olduklarını ve kullandıkları tek kıstasın da dijital kodlama olduğunu savunuyor. “Eğer bu mücadeleyi onlar kazanırsa, dijital kodlamaya elverişli olan semboller veya iletiler (mesaj- lar) kalacak; diğerleri tarihin çöp sepetini boylayacak.”38

Kitle iletişim araçlarının içeriğinin toplamı göz önünde bulundurulduğunda iletişim araç- larının içeriği de algılarımızın ve tepkilerimizin biçimlenmesinde çok önemli bir pay sahibi olabilirler.

Bu bağlamda son olarak günümüzün en önemli sanal mecralarından biri olan sosyal med- yanın gerçek algısını nasıl değiştirdiğinden bahsetmek gerekir. Sosyal medyada gerçek ka- bul edilen bir ileti rıza üreticileri ve algı yöneticileri tarafından hemen yorum yağmuruna tutulmakta, gönderilen bilgiler gerçeklikten uzaklaştırılmakta ve orijinal mesaj bambaşka mecralarda tartışılan itibarsızlaştırılmış bir gündem konusuna dönüşmektedir. Kısacası “Gerçek olan her şey sosyal medyada buharlaşmaktadır.”39

35 Avcı, A.g.e., s. 125. 36 Avcı, A.g.e., s. 228. 37 Avcı, A.g.e., s. 227. 38 Avcı, A.g.e., s. 227. 39 Mehmet Sezai Türk; “Sosyal Medya ve Gerçeklik”, Kamu’da Sosyal Politika Dergisi, Memur-Sen, Nisan - Mayıs - Haziran 2014, s.67. http://www.memursen.org.tr/yayinlar/ksp27.pdf. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 297

Sonuç:

Her gün, küçük, sıkıştırılmış elektronik aletlerin bir yenisinin daha hayatımıza girmesiyle toplumsal yaşantıda radikal bir takım değişikliklere de şahit olmaktayız. İnternetin bütün dünyayı saran ağ yapısı, zaman ve mekân algısını değiştiren, elektronik bir coğrafyada, sanal gerçeklik evreninde kurgusal kimlikler inşa eden bir işlevle çoğunun henüz farkın- da bile olmadığımız bireysel ve toplumsal değişikliklere yol açmaktadır. İnternet kullanım alışkanlıklarının bireyin düşünme tarzı ve zihinsel performansı üzerindeki etkilerine dair çalışmalar, bu son teknolojinin uzun vadede düşünce ve hafıza fonksiyonları üzerinde de ciddi etkileri olacağının işaretlerini veriyor.

“İnternetin zenginliklerinden yararlanma karşılığında Krap’ın ifadesiyle ‘eski doğrusal dü- şünce sürecimizi’ feda ettik. Sakin, odaklanmış, dikkati dağılmayan, doğrusal akıl; kısa, ke- sintili, çoğu zaman kesişen patlamalarla parça parça bilgi almak isteyen ve buna ihtiyacı olan yeni bir akıl türü tarafından bir kenara itildi.”40

“Hız”ın “iyi” olanı belirlemede bir kriter haline geldiği bu yeni bilişim teknolojileri, adeta kendine has bir dil, kültür ve ahlak anlayışı oluşturarak, “gerçeklik algısı”nın yanısıra bireyin dinle kurduğu ilişki ve dinî bilgi edinme yöntemlerini de değiştiriyor. İslam medeniyetin- de bilginin ulaştırılmasında merkezi konumda olan insan (âlim/ârif) unsurunun devreden çıkmasıyla bilgi kaynağı belirsizleşmekte, sanal ortama taşınan dinî bilgi enformasyona (malumata) evrilmektedir.

İnternetin sunduğu kolaylıklar nedeniyle İslamın daha iyi anlaşılması ve müslümanların çeşitlenerek artan sorunlarına dair çözüm arayışlarında bu mecranın çeşitli kişi veya ku- rumlar tarafından sıklıkla kullanıldığını görüyoruz. “Hayatın durmadan değiştiği, insanlık birikimlerinin çeşitlenerek arttığı ve buna bağlı olarak ihtiyaçların, soru ve sorunların da arttığı düşünüldüğünde”41 bunun bir ihtiyaç olduğu açıktır. Ancak yapılan yayın ve pay- laşımların çoğunda internetin dönüştürücü rolü görmezden gelindiğinden/ya da farkına varılmadığından dinî bilgi görünümünde bir malumat yığınına yol açılmakta, malumata evrilen dinî bilginin ciddiyetini kaybederek sığlaşması tehlikesine yol açılmaktadır. İslamda bilgi-iman ilişkisi, bilgiyi içselleştirmeyi ve bilinenle amel edilmesini gerektirirken bugün bütünlükten uzak, parçalı ve eksik malumat üzerinden bir din anlayışı ve dinî yaşantı oluş- makta, sanallaşma sürecinde dinî bilginin hakikatle ilişkisi zayıflamaktadır.

Söz gelimi “ilim, amel ve takva” sahibi olan ehil kimseler tarafından, kişiye ve duruma özel verilmesi gereken fetvaların, internet üzerinden yayınlanması, bu kurumun zihinler- deki ağırlığını ve bağlayıcılığını zayıflatıyor; hatta zaman zaman magazin konusu haline getirebiliyor. İletimin çok kısa sürede kitlelere ulaşmasını temin eden internet gibi sanal bir ortamda verilen cevapların sadece konu hakkında fikir verebileceğini, kendi özel duru- muna uygulanabilirliği konusunda yetersiz kalabileceğini bilmeyen muhatapların sayısının hiç de azımsanmayacak düzeyde olduğunu hesaba kattığımızda durumun ciddiyeti daha iyi anlaşılacaktır.

Günümüzde internetin, beğeni ve tercihlerde tek tipleşen, güvenilirlik boyutu azalan, ticari 40 Nicholas Carr; Yüzeysellik: İnternet Bizi Aptal mı Yapıyor?, Çev: İbrahim Kapaklıkaya, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2012, s. 23. 41 Ege; A.g.e., s. 81. 298 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME olmanın yanısıra giderek bir denetim ve gözetim aracına dönüşen ve merkezileşen yapısı, bu mecra üzerinden yapılan dinî içerikli yayınların da bu durumdan etkilenmesi neticesini doğuruyor. Dinin kutsallık boyutu ve hakikat iddiasının yüzeyselleşmesi ve yeni bilgi tek- nolojileri ile ortaya çıkan yeni epistemoloji karşısında “bilgiyi imandan ve ahlaktan farklı bir düzlemde görmesi mümkün olmayan Müslümanların, bilgiyi ve değeri kitlesel onaya bağlayan bu yeni epistemolojik hegemonyalar konusunda”42 öncelikli olarak bir farkındalık geliştirmesi gerekiyor .

Modernite, nasıl kendisini meydana getiren coğrafyadaki insanların geleneğini, dünya ta- savvurunu, inanma ve yaşama biçimini, kültürünü, kökten ve niteliksel bir değişime uğ- ratmışsa İslam dünyasında da benzer dönüşümlere yol açarak dinî ve geleneksel yapıları kırılmaya uğratmış, normları zedelemiş, statüleri belirsizleşmişti43. Bugün de dinî inanç ve pratiklerin imtiyazını elinden alan küreselleşme olgusu karşısında İslam’ın, müntesipleri nezdinde biçimsel olmasa da tasavvur düzeyinde gerilediği tehlikesiyle karşı karşıya olun- duğunu söyleyebiliriz. Üstelik, dinî, ahlaki ve geleneksel değerlerin aktarımında, gelenek- sel otoritelerin sembolik gücünü ciddi bir biçimde zayıflatan, bütün iletişim biçimlerinin elektronik olarak bütünleşmesi etrafında örgütlenen bu yeni dijital sistem, kullanıcılarına aynı zamanda yeni bir dil ve düşünme biçimini de dayatıyor.

Anlaşılan o ki, hayatın tüm alanlarını kuşatan, değer yargılarımızı belirleyen dinin, interne- tin sanal ve parçalı dünyasında bütünlüğünü ve derinliğini kaybetmeden sunulması daha özel bir bilinç durumunu gerektiriyor.

KAYNAKÇA

- AVCI, Nabi; Kitle Kültürü Enformatik Cehalet, Rehber Yayıncılık, 3. B., Ankara, tarihsiz. - AYDIN, Hüseyin; “İnternetin Getirdiği Avantajlar ve Riskler (İtikad ve Ahlak Açısından)”, Küreselleşme ve Din Eğitimi Sempozyum Bildiri Kitabı, 2013. http://www.bilgelerzirvesi.org/bildiri/kuresellesme-surecinde-din-egitimi-sempozyumu. pdf. - BAUMAN, Zygmunt -David Lyon; Akışkan Gözetim, Çev: Elçin Yılmaz, Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2013. - CANLIOĞLU, Gözde; Değişen Toplum Yapılarında Bilginin Değişen Konumu, Yüksek Li- sans Tezi, Danışman: Doç. Dr. A. Oğuz İçimsoy, Marmara Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Bilgi ve Belge Yönetimi Bölümü Anabilim Dalı, İstanbul 2008. - CARR, Nicholas; Yüzeysellik: İnternet Bizi Aptal mı Yapıyor?, Çev: İbrahim Kapaklıkaya, Ufuk Yayınları, İstanbul, 2012. - ÇAKIR, Süreyya; “Medya ve Şiddet”, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Sayı: 43 Şiddet, Ankara, 2008. - ÇALIK, Deniz- Özge Pelin Çınar; “Geçmişten Günümüze Bilgi Yaklaşımları Bilgi Toplumu ve İnternet”, XIV. Türkiye’de İnternet Konferansı Bildirileri, Bilgi Üniversitesi, İstanbul 2009. EGE, Remziye; Dini Rehberlik-Bilginin Kaynağı ve Bilgi Üretme Süreçleri, Şule Yayınları, 2015. - ERDOĞAN, İlker; “Yeni Medya Gazeteciliğinde Etik Bir Paradigma Belirlemenin Kapsamı ve Sınırlar”, İletişim Kuram ve Araştırma Dergisi, Sayı:36 / Bahar 2013. 42 Şişman; http://www.zaman.com.tr/yorum_yorum-nazife-sisman-ustadi-internet-olanin-ilmi-malumat- olur_1077604.html. 43 Nazife Şişman, Küreselleşmenin Pençesi, İslamın Peçesi, Küre Yayınları, 2005, s. 49-59. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 299

- KARAHİSAR, Tuba; “Dijital Nesil, Dijital İletişim ve Dijitalleşen (!) Türkçe” AJITe: Online Academic Journal of Information Technology, 2013 Summer/Yaz – Cilt/Vol: 4 Sayı/Num: 12, DOI: 10.5824/13091581.2013.3.006.x http://www.ajite.org/?menu=pages&p=details_of_article&id=96 - KILAVUZ, Ulvi Murat; “Küreselleşen Dünyada Din”, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, C: 11, S:2, 2002. - MELLOR, Philip A.; “Bilgi Çağında Din, Kültür ve Toplum”, Çeviren: İhsan Çapcıoğlu, AÜİFD XLIX (2008), Sayı I. - ORUÇ, Cemil; “Çocuk Medyalarında Dinin Sunuluşu”, Türkiye 1. Çocuk ve Medya Kongresi Bildiriler Kitabı, cilt: 1, İstanbul, 2013. - ÖZGÜL, Gönül Eda; Bir Görme Biçimi Olarak Yeni Medya: Kamusal Bir Alan İmkanının Araştırılması, Journal of Yasar University, 2012 26(7). - ÖZTÜRK, Mesude Canan (Editor); Dijital İletişim ve Yeni Medya, Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayını, Eskişehir, 2013. - ŞİŞMAN, Nazife; “Üstadı İnternet Olanın İlmi Malumat Olur” http://www.zaman.com.tr/yorum_yorum-nazife-sisman-ustadi-internet-olanin-ilmi-malu- mat-olur_1077604.html. ------Küreselleşmenin Pençesi, İslamın Peçesi, Küre Yayınları, 2005. - TOPLU, Mehmet; “Kil Tabletlerden Elektronik Yayıncılığa Kütüphanecilik Felsefesinin Ge- lişimi ve Dönüşümü”, Türk Kütüphaneciliği 24, 4 (2010). - TURNER, Bryan S.; “Post-Seküler Toplumda Din”, Çev: Özcan Güngör, Dinbilimleri Akade- mik Araştirma Dergisi, Cilt: 12 Say: 3. - TÜRK, Mehmet Sezai; “Sosyal Medya ve Gerçeklik”, Kamu’da Sosyal Politika Dergisi, Me- mur-Sen, Nisan - Mayıs - Haziran 2014. http://www.memursen.org.tr/yayinlar/ksp27.pdf. - TÜRKER, Sadık; “Malumat – Bilgi Ayrımı ve Bilginin Teşhisi”, Muhafazakâr Düşünce, Yıl: 9 - Sayı: 36 , Nisan – Mayıs – Haziran 2013. - VARDI, Recep; “İnternette Yer Alan Dinî İçerikli Bilginin Güvenilirliği”, Bozok Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi. 3,3 (2013/3). - YILDIRIM, Yakup; Elmalılı M. Hamdi Yazır’a Göre Bilgi-Îman İlişkisi Danışman: Doç. Dr. Bayram Dalkılıç, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Din Felsefesi Bilim Dalı, Konya- 2010. 300 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

BİR İMKAN VE MEYDAN OKUMA OLARAK MEDYA VE İLETİŞİM: TÜRKİYE’DE DİN HİZMETLERİ VE DİNİ BİLGİ ALANI ÖZELİNDE BİR DEĞERLENDİRME1

Yrd. Doç. Dr. Hediyetullah AYDENİZ

Giriş

Medya, aslında insanoğlunun üç temel iletişim aracı olan yazı (alfabe, metin), görüntü (resim, fotoğraf, video) ve sesin (insan sesi ve diğer sesler) enformasyon teknolojileriy- le buluşmasıyla oluşturulan kurumsal yapıyla muhataplarına (hedef kitle) hitap eden bir iletişim organizasyonudur. Çok boyutlu, çok mecralı, birbirine bağlı birden fazla sektörü bünyesinde barındıran karmaşık yapısıyla medya, gelinen aşamada basılı (gazete, dergi), işitsel (radyo), görsel (tv), yeni medya (internet, bilgisayar ağları) ve taşınabilir bilgi ile- tişim teknolojileri şeklinde beşli tasnife tabi tutulabilir. Bu beş tasnifte de medyanın üç hizmet alanı ve üç temel içerik üretimi bulunmaktadır: bilgilendirici (haber, bilgi), eğlen- dirici (müzik, film, dizi, oyun vs.) ve reklam-tanıtım-pazarlama. Bir imkan olarak medyanın kullanımı ile bir meydan okuma olarak medyanın ortaya çıkardığı muhtemel problemler de medyanın bu üç hizmet alanı ve içerik türüyle ilgilidir.

Bu çalışmada hem bir imkan hem de bir meydan okuma olarak medyanın din hizmetle- rinde kullanımı bir “mesele”, bir “problematik” olarak ele alınacaktır. Bu imkan ve meydan okumanın da iki boyutu olduğu düşünülmektedir. Bu çerçevede medyanın din hizmetlerin- de kullanımı tebliğimizde üzerinde durulacak birinci “mesele” olacaktır. Buna medyanın da dini bilgi, aktör ve mekanlarını da eklemek mümkündür. Tebliğin ikinci meselesi ise med- yanın din hizmetlerinde kullanımına paralel olarak iki bilgi alanı olarak medya ve iletişim çalışmaları ile İslami ilimler veya ilahiyat alanındaki bilgi birikiminin etkileşimidir. Aslında ikinci boyutu teorik düzeyde medya ve iletişim çalışmaları alanında üretilmiş bilgi üretimi- nin ilahiyat ve İslami İlimler alalına taşınmasıyla oluşan etkileşim olarak da ifade edebili- riz. Medyanın içerik üretiminde dine duyduğu ilgi ve din hizmetlerinde medyanın kullanımı ile dinin medyatikleşmesi üzerinde durulurken; medya ve iletişim çalışmaları ile “medya- tik” bilginin İslami ilimler (ilahiyat fakülteleri özelinde) alanına taşınmasıyla medyanın ve iletişim çalışmalarının dini bilgi alanına girişi üzerinde durulacaktır. Her iki durumda da imkan ve meydan okuma boyutuyla konu irdelenmiştir. Bu irdeleme, saha ve detaylandırıl- mış, tahkike dayalı bir araştırmanın sonuçlarını ortaya koymaktan çok, söz konusu meydan okuma ve imkanın problematize edilmesini merkeze almıştır. Özellikle ilahiyat fakültelerin- de hazırlanan tez ve yapılan çalışmalarda son yıllarda giderek artan bir şekilde göze çarpan bir gelişme olarak iletişim ile ilgili çalışmalar görmezden gelinemeyecek düzeye eriştiği gözlemlenmektedir. “Dini İletişim” kavramı, bir kavramdan öte giderek bir alana tekabül edecek şekilde anlam kazanmaya başlamıştır. Dinin medyayı bir içerik unsuru olarak kul- lanması kadar dini kurum ve aktörlerinde medyayı amaçları doğrultusunda kullanmaları hep varolagelmiştir. Medyanın ve medya-iletişim ile ilgili bilgi birikiminin dini kurum ve aktörler ile ilahiyat fakültelerinde gördüğü ilgi bu çalışmanın ortaya çıkmasında belirle-

1 Tebliğ olarak Medya ve Din Sempozyumu’nda sunumu yapılan bu metin, Mete Çamdereli, Betül Önay Doğan ve Nihal Kocabay Şener editörlüğünde hazırlanan Dijitalleşen Din (Medya ve Din 2) (Köprü Kitapları, 2015) adlı edisyon kitapta “Din Hizmetlerinin Yürütülmesinde Bir İmkan ve Meydan Okuma Olarak Medya” başlıklı makale olarak yayımlanmıştır. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 301 yici motivasyon kaynağı olmuştur. Konunun çalışmasında kişisel deneyimler, gözlemler, literatür ve sorulardan hareket edilmiştir. Teorik ve kavramsal düzeyde tarihsel sosyolojik yaklaşımının unsurlarını barındıran bir bakış açısıyla medyanın modern toplumdaki konu- mu, Osmanlı modernleşme tecrübesini de dikkate alarak medyanın Türkiye’deki konumu ve medyaya bakış, medya-din ilişkisi, dini aktörler-medya ilişkisi, dini kurumlar-medya ilişkisi ve iki bilgi alanı olarak İslami bilimler ile medya ve iletişim çalışmalarında üretilen bilgi ve kullanılan metodolojilerin karşılaşması/tanışması/etkileşimi çerçevesinde çalışma yü- rütülmüştür. Çalışma sonucunda bir meydan okuma olarak din görevlilerinin daha doğrusu ulemanın medyatikleşmesi, dini bilginin ticarileşmesi, mevcut hukuk düzeninde özgürlük- ler çatışması ve geriliminde din ve dini alan ile ilgili düzenlemeler ve bağımlılık (ekran bağımlılığı, oyun bağımlılığı, internet bağımlılığı, teknoloji bağımlılığı vb.) birer meydan okuma olarak karşımıza çıkarken din hizmetlerinin kullanımında bir imkan olarak da medya okuryazarlığının üzerinde durulmuştur.

Teorik düzeyde medya ve iletişim çalışmalarının ilahiyat ve İslami ilimler alanlarındaki çalışmaları yürütün aktörlerin eğilimleri ile Cumhuriyet Türkiye’sinin bir kurumsal yapısı olarak Diyanet’in uygulamaya dönük çalışmalarını anlamada ve medyanın din hizmetlerin- de kullanımı problemini analiz etmede, Osmanlı’dan günümüze modernleşme tecrübesi çerçevesinde Türkiye’de medya algısına kısaca bakmak, çalışmamız açısından önemlidir.

Modern Toplum, Medya ve Türkiye

Modern toplumdaki konumuyla medyanın yerinin tespiti, medya ve ilişkili konuları tartış- mada yol açıcı olacağı ve bu çalışmada da kolaylaştırıcı bir işlev göreceği için üzerinde du- rulmuştur. Medyanın modern toplumdaki konumunu ortaya koyan ve tartışılabilir bir zemin sunduğu için toplumların örgütlenme yapısı ile haberleşme sistemi arasındaki ilişkiye-ya- pılanmaya müracaat edilecektir.

Toplumların örgütlenme yapısına bağlı olarak ortaya çıkan ve kurumsallaşan haberleş- me sistemini Hayati Tüfekçioğlu, kuşaklar arası ve alan haberleşmesi olarak iki katego- ride tasnif etmektedir. Birincisi, coğrafya ve mekân üzerinde yatay düzlemde bilginin ve enformasyonun dolaşımını temin eden gündelik haberleşmeyi kapsayan “alan üzerindeki” haberleşmedir. Bu alan daha çok medya ve iletişim çalışmaları ile iletişim sosyolojisinin kapsamında araştırılmakta ve tartışılmaktadır. Haberleşme sisteminin ikinci kategorisi ise bilgilerin ve değerlerin nesilden nesile belli bir sistem içerisinde aktarılmasını sağlayan, haberleşmenin anla ve alanla sınırlı olmayan bir boyutu olarak “kuşaklararası haberleş- me”dir. Bu alan da daha çok bilgi sosyolojisi kapsamında değerlendirilmekte ve çalışma- lara konu edilmektedir. Kuşaklararası haberleşmeye bakıldığında toplumların bu açıdan geliştirdiği sanattan dine kadar birçok alana hitap eden birçok kurum sayılabilir. Bunların içinde en önemli ve sistemli olanı okuldur. Okul, sistemin örgütlü biçimi olarak “toplumun değerlerini, bilgilerini, bilincini sistem dahilinde örgütlü bir şekilde nesilden nesille ak- tarır.” (Tüfekçioğlu, 2001; Ayrıca bk. Tükfeçioğlu, 1992 ve 1997). Modern toplumun haber- leşme sisteminin iki ana unsuru olan kuşaklar arası haberleşmede okul-üniversite ve alan haberleşmesinde medya, 19. yüzyılda eş zamanlı olarak ulus-devlet ve modern modern toplum yapılanması çerçevesinde kurumsallaşmasını tamamlayan kurumlardır. Medya ile girilen ilişki, aslında modern tekniğin ve teknolojiye yaklaşımı ve onunla ilişkiyi de göster- mektedir. 302 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

Haberleşme sistemi kavramı çerçevesinde birlikte değerlendirilen okul ve medya, Osmanlı modernleşmesi ve dolayısıyla Türkiye’de modernleşme çabaları çerçevesinde de hem ku- rumsal hem araçsal olarak birlikte yani “maarif-eğitim” meseli olarak ele alınmıştır. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın (1942, s. 27) ifadesiyle Avrupalılaşmanın resmî bir program olarak ilan edildiği Tanzimat döneminin politikaları çerçevesinde değerlendirilebilecek bir araç olarak gazete, Osmanlı’daki yeniden yapılanma ve yeni resmî programın bir parçası olarak de- ğerlendirilmiştir. Okul/mektep, üniversite/Darülfünun ve matbuat, gazete, mecmua, maarif çabaları çerçevesinde birarada ve birbirinden ayrı görülmeden modernleşme sürecimizin bir parçası olarak hem özne hem de nesne olarak fonksiyon görmüşlerdir. Haberleşme sistemlerinin toplumların örgütlenme yapıları arasındaki bağlantı dikkate alındığında Os- manlı’daki bu yeniden yapılanmanın bir parçası olarak gazetenin ortaya çıkması önemli- dir. Bu siyasal-toplumsal yeniden yapılanma ve resmî program olarak Avrupalılaşmanın (daha sonraki kavramsallaştırma ile Batılılaşma ve modernleşmenin) Osmanlı’da hayata geçirilmesinin izlerini; medyaya biçilen rol üzerinden görmek mümkündür. Bu rol biçme ve değer atfetmenin yansımaları, din hizmetlerinde medyanın kullanımında da rahatlıkla görülebilmektedir.

İstanbul’da Padişahın emriyle çıkarılan ilk gazete olan Takvim-i Vekayi’nin ilk sayısı dikkate alındığında gazetenin meşrulaştırılmasında atıfların İslam tarihine yapıldığı görülecektir. “Fenn-i celil” olarak nitelendirilen tarih yazımının yeni dönemdeki aracı olarak gazetecilik, bir tür vakanüvislik olarak görülmüştür. İslam kaynaklarına referansla “ilm-i şerif” olarak görülen tarihçiliğin gazete üzerinden faydaları, dünyada meydana gelen olayları kayıt al- tına alma ve beyan etme ile geçmişten geleceğe ders çıkaracak bir aktarım olarak görül- müştür. Temel problem doğru, güvenilir, hızlı, güncel bir bilginin sadece devletin karar alma mekanizmalarında bulunanlara değil halka da ulaştırılması gerekliliği hedeflenmiştir. Modern bir tutum olarak görülebilecek bu anlayışın dayanağı ise modern kavram ve anla- yışlara atıf yapmadan belirtilmektedir. Temelde hızlı ve güvenilir bir bilgilendirme ile olup bitenin doğru anlaşılması ve anlamlandırılması üzerinden gazeteye bir anlam yüklenmek- tedir (Yazıcı, 1991, s. 276). Ceride-i Havadis’le gazetecilikte vurgulanan en önemli husus, “maarif-eğitim” ve cahillik dikotomisidir. Batı’nın sahip olduğu üstünlüğe ulaşmak için eği- tim gereklidir ve gazete de bir eğitim aracıdır. Ceride-i Havadis Avrupa’da şahit olunan refah, düzen, sanayi ve ticaretin gelişimini; bilimlerin, eğitimin ve becerilerin çoğalması ile herkesin enformasyona ihtiyaç duymasına, gerektiği kadar bilimlerin eğitimine çabalaması ve sahip olmasına bağlar. Osmanlı Devleti’nde de aynı şekilde akıl sahiplerinin ve istidadı olanların gayretleri sayesinde maarif ile kısa sürede medeni milletlerden daha iyi bir refah ve gelişmişlik düzeyi ve gücüne erişebileceklerini vurgulanmaktadır (Yazıcı, 1984, s. 77). Bu- rada vurgulanması gereken en önemli husus, medeni milletlerden olan Avrupa’nın sahip olduğu refah ve gelişmişlik düzeyi ile bilgi ve eğitim arasındaki ilişki ve bu medeniliğin kısa sürede Osmanlı’da yakalanabileceği düşüncesidir. Bu çabanın da en önemli araçlarından birisi olarak gazete görülür. Okuma yazma, eğitim, bilgi sahibi olma ile gelişmişlik arasında doğrudan bağlantı hep metinlerde işlenegelen konuların başında gelmektedir. 1860’larda yayımlanmaya başlanan ilk özel Türkçe gazete olan Tercüman-ı Ahval ve ardından çıkan Tasvir-i Efkar gazetelerinin ilk sayılarındaki mukaddimelerde de ortak konu maarif yani eği- timdir. İki gazetenin ilk sayılarının baş yazısını/mukaddimesinin altında imzası olan Şinasi, eğitim kuvvetiyle zihinleri açılmış medeni milletler [“maarif kuvveti ile zihni açılmış olan milel-i mütemeddinen” (Şinasi, 1277/1860)] ve gazeteler sayesinde oluşan fikir tartışmaları ile kamuoyu kavramının anlam dünyasına denk gelebilecek gelişmelerden bahsetmektedir MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 303

(Şinasi, 1278/1862). Aynı doğrultuda yine ilk gazetelerimizden Ali Suavi’nin çıkardığı Muh- bir’in birinci sayısının Mukaddime’sinde de eğitim, medeniyet, hikmet, sanat, ilim ve amel kavramlarının merkezde olduğu bir duruşu görebilmekteyiz ( bk.Akbulut, 2013, s. 44-45).

Bu atıfların ve yaklaşımların işaret ettiğini, gazetenin Osmanlı ve Türkiye modernleşme sü- recinde sadece bir araç olarak görülmediğine yönelik gazetenin konumuna dair Tanpınar’ın şu ifadeleri bu resmi daha net ortaya koymaktadır:

“Hiçbir yerde gazete bizdeki role benzer bir rol oynamamıştır. Başka yerlerde o, dü- şüncenin daha geniş surette topluma yayılması için seçtiği hareket sahalarından biridir. Arasında bütün cemiyet müesseseleri ve devam halinde olan, hayatla daima münasebetdar bir düşünce dünyası vardır. Bizde ise bütün işaretler oradan gelir. Kalabalık onun etrafında kurulur. Okumayı o yayar. Mekteplerin uzak bir gelecek için hazırladığı ocağı o tutuşturur...... Zaten Şinasi ve Münif Paşa’dan itibaren gazete bu devrede tefrikalarla kitabı da içine almış gibidir. Birkaç büyük politika adamının – ve belki de bazı müderrislerin- dışında bu devrede şöhret kazananların hemen hepsi gazetecidir” (Tanpınar, 2012, s. 251).

Gazete ve dolayısıyla medya, gazete ve medyadan öte bir anlama sahip kılınmıştır. Ceride-i Havadis’te ifadesini bulan bilgili, eğitimli, sanayisi ve ticaretiyle düzen ve refaha erişmiş Avrupa ve medeni milletler gibi olma arayışını, Avrupalılığın resmî program olarak ilanı olan Tanzimat’tan sonra siyasal ve toplumsal tüm düzlemlerde görmek mümkündür. Bu arayışın Devlet-i Aliyye’yi çöküşten kurtaracağına ilişkin Osmanlı vatandaşlarının Batı’da yazmış olduğu savunma niteliğindeki çalışmalarına rastlamak mümkündür2. Ahmet Emin Yalman gazeteyi, Osmanlı toplumunda cami ve dergah gibi dini mekanları da kapsayan daha geniş bir toplumsal iletişim ve etkileşim ortamlarının rolünü ve işlevini üstlenme- siyle mukayese etmektedir (Bkz. Yalman, 1914, s. 17). Medya tarihimizin ilk yayınlarının metinlerinden ve bu alandaki bu ilk akademik çalışmada medyaya modernleşme sürecimiz içinde biçilen rol ve bu alandaki profesyonellerin kendisini nerede gördüğüne ilişkin bu anlayışın izlerini, yeni bir toplumsal örgütlenme ve ulus devlet olarak Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin tüm kurumlarında da görmek mümkündür. Modernleşme tecrübemizin bir parçası ve unsuru olan ulemanın ve Cumhuriyetin bir kurumu olarak da Diyanet’in bu tarih- sel tecrübenin getirdiği anlayıştan uzak kaldığını söylemek mümkün değildir.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında sosyal bilimlerin hakim paradigması haline gelen modern- leşme kuramının amaçlarına ve Osmanlı modernleşmesinin yukarıda ifade ettiğimiz serü- venine de uygun bir çerçevede uygulama merkezli ve özellikle eğitimi odağa alan çabaları akademik zeminde de devam etmiştir. Medyanın Batı dışı toplumlarda dönüşümü sağlayıcı en önemli araçlardan birisi olarak görüldüğü ve bu çerçevedeki çabaları ifade eden moder- nleşme kuramının hedefleri istikametinde üniversitelerde medya ve iletişim çalışmaları yürütülmüştür. Medyaya bakışı ve ona atfedilen bu rolü temsil eden arayışları yüksek öğre- tim kurumlarının oluşturulmasında da görmek mümkündür. Bunun bir örneği Televizyonla Öğretim ve Eğitim Fakültesinin Eskişehir İktisadi ve Ticari İlimler Akademisi bünyesinde kurulmasıdır (bk. Aksun, 1979). Anadolu Üniversitesi İletişim Bilimleri Fakültesinin de 2 Medya ve iletişim çalışmaları açısından önemli bir tarihî değere sahip olan ve Batı tarihi dâhil medya ile ilgili ilk doktora tezlerinden birisi olan Ahmet Emin Yalman’ın çalışması bu çabanın önemli bir örneğidir. Gelişme (development) kavramının merkeze alındığı Ahmet Emin Yalman’nın tezi, Amerika’da Colombia Üniversitesinde hazırlanmış ve 1914 tarihinde yayımlanmıştır: “The Development of Modern Turkey Measured by Its Press” 304 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME temelini oluşturan bu girişim (Akşun, 1989, s. 1-12), modernleşme sürecinde Türkiye’de medyaya biçilen rol ve beklentilerin somut örneğidir. Tüm bu çabaların merkezinde ise “development” kavramıyla ifadesini bulan bilgi ve eğitimle kalkınma, gelişme ve medeni milletlerin seviyesine ve hatta muasır medeniyetlerin üstüne çıkma hedefi olmuştur. Mo- dernleşme tecrübemizin de yapısal karakterini yansıtan bu anlayış doğal olarak öncelikle medyanın varlık bulması ve büyümesinde de en önemli saik olarak belirleyici olurken med- ya ve iletişim çalışmalarının da merkezinde yer almıştır. Bu yapısal karakter dikkate alındı- ğında din hizmetlerini yürüten kurumların ve ulemanın da bu sürecin izlerinden korunaklı bir alan bulmakta zorlandığını ifade etmek gerekir.

Diyanet İşleri Bakanlığı’nın selef kurumu olan Şeyhülislamlık, modern bir kitle iletişim ara- cı olarak ilk dergisini 914 yılında çıkarmıştır. Osmanlı Devletinin dini ve idari bir kurum- larından biri olan Bâb-ı Meşihat tarafından, 1914-1922 yılları arasında “Meşîhat-ı Celîle-i İslâmiyye’nin Cerîde-i İlmiyye-i Resmiyyesi’ ibaresi ile neşredilen Cerîde-i İlmiyye, dinî meselelerle ilgili fetva, hüküm ve kararlarının, medrese, tekke ve diğer dinî kuruluşlara ait talimat, nizamname ve haberlerin duyurulması maksadıyla yayımlanmıştır (Yazıcı, 1993, s. 407-408; Cebeci, 2005, s. 745-753). Medya ile yukarıda ifade edilen içerik üretiminde ve verdiği hizmetlerde bilgilendirme amacının merkezde olduğu bir medyatik yayıncılık faali- yetini, Meşihat Makamı tercih etmiştir.

Cumhuriyet Türkiye’sinin bir kurumu olmakla birlikte tarihsel kökeni itibarıyla Şeyhülis- lâmlığa dayanan ve onun geleneksel misyonunu sürdürmek üzere kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın görevi, kuruluş kanunu olan 3 Mart 1924 tarihli ve 429 sayılı Kanun’da ‘İslam dininin itikat ve ibadet alanıyla ilgili işleri yürütmek ve dini kurumları idare etmek’ şeklinde ifade edilmişken günümüzde ise “toplumu din konusunda aydınlatma” görevi kurumun va- roluşsal zemini olmuştur. Kurumsal tanıtım metninde belirtildiği üzere radyo ve televizyon kurmak dahil Diyanet, “toplumu din konusunda aydınlatma noktasında her türlü imkândan yararlanmaya memur edilmiştir.” (DİB Kuruluş ve Tarihi Gelişim , 2015).

Medyanın günümüzde eriştiği imkan ve kurumsal genişleme itibariyle hiçbir kurumun ve bilgi alanının gözardı edemeyeceği bir boyuta ulaştığı açıktır. İnternetin işlerlik kazanma- sıyla ortaya çıkan yeni medya kullanıcılarının dünya ölçeğindeki hacmi dünya nüfusunun yarısına ulaşmış durumdadır. Son istatistiklere göre (3 Haziran 2014) 7 milyar 2 yüz mil- yonuna yaklaşan dünya nüfusunun 3 milyar 36 milyona yakınını internet kullanmaktadır. Bunun kullanıcıların yüzdelik oranına göre dağılımı % 45,7’si Asya’da, %19,2’si Avrupa’da, %10,2’si Kuzey Amerika’da, %9.8’i Afrika’da, %3,7’si Ortadoğu’da ve % 0,9’u Pasifik Ada- ları ve Avusturalya’da bulunmaktadır (http://www.internetworldstats.com/stats.htm, 2014). TÜİK verilerine göre Türkiye’de haberleşme araçlarının kullanım durumu 2014’ün ilk altı ayı verilerine göre cep telefonu abonesi 71 milyona yaklaşırken internet aboneliği 26 milyona yaklaşmış durumdadır (TÜİK, Haberleşme İstatistikleri, 2014). Bilgisayar ve internet kulla- nım oranları, 2013 yılında %49,9 ve %48,9 iken 2014’un ilk altı ayında 16-74 yaş grubundaki bireylerde bilgisayar kullanım oranı %53,5 ve internet kullanım oranı %53,8 olmuş durum- da. Yani nüfusunu yarısından fazlası Türkiye’de internet erişim imkanına ve kullanımına sahiptir. Bilgisayar ve İnternet kullanım oranlarının en yüksek olduğu yaş grubu 16-24’tür. Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması sonuçlarına göre 2013 yılının Nisan ayında internete erişim imkanına sahip hanelerin oranı %49,1 iken 2014 yılı Nisan ayında erişim imkanına sahip hanelerin oranı %60,2’ya çıkmıştır. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 305

Medya tasnifleri içerisinde değerlendirilen taşınabilir bilgi iletişim teknolojilerinin insan- ların yeni medyayı kullanmasındaki işlevini yine TÜİK verilerinden hareketle görmek müm- kündür. İnterneti 2014 yılının ilk üç ayında kullanan bireylerin %58’i ev ve işyeri dışında internete kablosuz olarak bağlanmak için cep telefonu veya akıllı telefon kullanmıştır; bu oran 2013 yılının aynı dönemin %41,1 olduğu dikkate alındığı kullanımın ve yaygınlığın hızı daha net görülebilir. Buna yanında taşınabilir bilgisayar (dizüstü, netbook, tablet vb.) ile internet kullananların oranı da 2013 yılında %17,1 iken 2014 yılının aynı döneminde %28,5’e oranına çıkmıştır. Türkiye’de bilgisayar kullanma yaşının 8, internet kullanım ya- şının 9 ve cep telefonu kullanma yaşının da 10 olduğunu belirtmek gerekir (TÜİK, 2013).

Yeni medyaya sahiplik ve internete erişimin giderek arttığı bir dönemde bu imkana sa- hip olan insanların kullanım alışkanlıkları hakkında ise durumu veriler üzerinden görmek mümkündür. İnternet kullanım amaçları dikkate alındığında, 2014 yılının ilk üç ayında Tür- kiye’de internet kullanan bireylerin %78,8’i sosyal paylaşım sitelerine katılım sağlarken, bunu %74,2 ile online haber, gazete ya da dergi okuma, %67,2 ile mal ve hizmetler hakkında bilgi arama, %58,7 ile oyun, müzik, film, görüntü indirme veya oynatma, %53,9 ile e-posta gönderme-alma takip etmiştir (TÜİK, 2014). Okur-yazar olma veya yeni medyayı kullanmak için belli eğitim, bilgi ve beceriye gerek kalmadan herkesin erişebildiği televizyon izlemede ise Türkiye dünyada ilk sıralarda gelmektedir.

Medyanın sahip olduğu ve kullanmak isteyenlere sunduğu imkanlar dikkate alındığında medya-toplum, medya-teknoloji ilişkisi daha çok yeni nesiller için özellikle üzerinde du- rulmayı hakketmektedir. Yeni neslin internetle ilişkisi ve etkileşimi meselesinde, okuma yazmayı da henüz öğrenememiş beş yaşındaki bir çocuğun, sitedeki fotoğrafları paylaşma ve beğenme ile oyun oynamak için facebook sayfasını kullanmaya başladığı ve bunu da “insan olma”nın doğal bir durumu ve hakkı olarak gören yeni bir nesille karşı karşıyayız (bk. Aydeniz, 2015). Dini alanlarda faaliyet yürütün bilgi üretim kurumları ve din hizmeti alanında hizmet veren bir kamu kurumu olarak Diyanet’in de görmezden gelemediği ve ge- lemeyeceği yeni bir durum karşısında, kesin hükümler vermek yerine öncelikle bu durumun görülmesi ve bir “mesele” olarak gündem edilmesi başlı başına önem kazanmaktadır.

İki Ayrı Bilgi Alanı Olarak Medya-İletişim Çalışmaları ve İlahiyatın Etkileşimi

Din görevlilerinin ve din hizmetleri alanında görev alan aktörlerin medya ile ilişkisinin de- ğerlendirileceği teorik/kuramsal boyut, bilgi üretimi ve iki bilgi alanının etkileşimiyle ala- kalıdır. Medyanın din hizmetleri alanında kullanımında analiz edilecek teorik boyut, gide- rek tüm bilgi alanlarına da sirayet eden medya ve iletişim çalışmaları çerçevesinde ortaya konulan kuramsal çabalar, üretilen kavramlar, iletişim süreçlerinin izahı için ortaya konulan açıklamalar, tanımlar ve bu çerçevede üretilen bilgi birikiminin dini bilgi ve İslami ilimler alanına transferidir. İlahiyat fakülteleri başta olmak üzere akademide hazırlanan yüksek lisans ve doktora tezleri ile başka alanlarda yapılan ilmi çalışmaların, medya ve iletişim çalışmalarındaki kuram ve modellerden hareketle İslami ilimler alanlarındaki problemle- rin incelenmesinde kullanılmasıdır. Bu durum, giderek artan bir eğilim ve dikkate değer çabadır. Medya ve iletişim çalışmalarında ortaya konulan kuram ve modellerden istifade ederek iletişimle bağlantılandırılacak çalışmaların İslami ilimler ve din hizmetleri alanla- rında yapıldığı görülmektedir (bk. Yüksel, 2009; Ay, 2013). Hadisler ışığında iletişim ahlakı gibi bir konu incelendiğinde, medya kuramları çerçevesinde ortaya konulan yaklaşımların 306 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME ve tartışmaların bağlamından koparılarak araya dahil edilmesi gibi çalışmalar buna ilişkin örneklerden biridir. Bunun yanında “dini iletişim” kavramı ile ifade edilen ve giderek sayıla- rı artan tez, kitap ve makale çalışmalarının yapılıyor olması da alan etkileşiminin bir başka boyutuna işaret etmektedir (bk. Köylü, 2003a, s. 111-138; Güney, 2011, Cebeci, 2003, Köylü, 2003b).

Medyanın etkin bir kurum olarak kurumsallaşmasını tamamladıktan sonra iletişim süreçle- rini izah eden modeller, bu modellerin üzerine inşâ edildiği iletişim kuramları, İkinci Dünya Savaşı sürecinde siyasî ve askerî teknik iletişimi sağlamak için yapılan çalışmaların savaş sonrası süreçte sosyal bilimler alanına aktarılmasıyla başlamıştır. Akademik bir çalışma alanı ve kurumsal bir yapı kazanan medya ve iletişim çalışmaları, temelde kitle iletişimi üzerinden yapılandırılmıştır. İletişim türlerinden birisi olarak kitle iletişimi, tek yönlü, ik- naya ve davranış değişikliğine odaklanmış medyatik iletişimi ifade etmektedir. Bu iletişim sürecinin izahında ve kitle iletişiminde konuyu anlaşılır kılan ve vazgeçilmez olarak sürekli başvurulan modellerdeki temel kavramlar olan kitle, mesaj, kaynak, kanal ve hedef kitle gibi temel kavramlar, vaiz, vaaz, tebliğ, sohbet, cemaat gibi kavramların yerini almaya başladığı, yazılan ve ilmi nitelik taşıdığı iddia edilen metinlerde görülmektedir. Din görevlisi ve ca- minin mütemmim cüzlerinden vaaz yerine dinî iletişim, cemaat yerine hedef kitle kavram- larının ikamesinin, akademik bir zemin olan ilahiyat camiasında tedavüle girdiğini dikkate alarak bu iki bilgi alanının ilişkisi, özel olarak çalışmaya ve incelenmeye değer görülmelidir. Bu kavramsal dönüşüm, daha doğrusu kavramsal ikame ile ilgili yirminci yüzyılın başında “kitle” kavramı ile ilgili yapılan çeviriler üzerinden günümüzü karşılaştırmak, yaşanan deği- şim üzerinde durmanın önemini gösterecektir. Kitle Psikolojisi adıyla günümüzde yaygınla- şan Fransız sosyal psikolog Gustave Le Bon’un1895 yılında yayımlanan Kitleler Psikolojisi adlı kitabı, ilk olarak Ruhü’l-cemaat adıyla Mehmet Fuat (Köprülü) ve Sadrettin Bey (Celal) tarafından Türkçeye tercüme edilerek 1909 yılında basılmıştır (bk. Le Bon, 1327/1909). Aynı eseri 1924 yılında Abdullah Cevdet, İlm-i Ruh-i İçtimai (bk. Le Bon, 1924). adıyla tercüme etmeyi tercih ederken kitabın kitle kavramıyla çevirisi ise 1969 yılında yapılmıştır (bk. Le Bon, 1969). Kavramın ortaya çıkışından bu yana kitleler (The Masses), biri olumlu diğeri de olumsuz olmak üzere iki ana düşünce akımı üzerinden varlığını sürdürmüştür. Batı’da muhafazakâr düşüncede büyük ölçüde bir aşağılanma ve sosyalist düşünce geleneğinde ise olumlu bir anlama sahip olan kitle ile ilgili, bu iki düşünce geleneğiyle özdeşleşen biri olumlu ve diğeri de olumsuz iki yaklaşımdan söz edilebilir. Olumlu yaklaşımın kelimeye yüklediği anlamlar alt, cahil, dengesiz şeklinde iken olumlu yaklaşımın yüklediği anlam ise “ortak bir toplumsal amaç için bir araya gelmiş olan insanlar”dır (Williams, 2011, s. 236). Kitle kelimesinin olumsuz boyutuyla daha öncesine dayanan kelime karşılığı olarak on altı ve on yedinci yüzyıl için Raymond Williams, “vulgar, The rable (ayak takımı), Base mul- titude (bayağı yığın) ve Giddy multitude (uçarı yığın) anlamlarını taşıyan anahtar sözcük olarak multitude [yığın] olduğunu belirtmektedir.” (Williams, 2011, s. 232). Kelime anlamı itibariyle biçimsiz ve ayırt edilemeyen şey ile yoğun bir kütle şeklinde iki önemli ama bir- birine alternatif anlamın geliştiği söylenebilir. Bu durumda modern toplumsal anlamıyla masses ve mass’in iki farklı türden anlamı şekillenmiştir. Kitle iletişim teorisi bağlamında kavramı açıklamaya çalışan McQuail ise siyasi göndermelerinin yanında, “kitle” kelimesi- nin bir grup insanı işaret etmekle birlikte onaylanmayan saklı anlamı olarak bireyselliği olmayan biçimsiz/şekilsiz bireyler toplamını akla getirdiğini belirtmektedir. Kavram olarak kitle (mass) büyük toplamlar, farklılaşmamış, esasen negatif imaj/resim, eksik düzen ve kitle toplumunu yansıması unsurlarını içermektedir (McQuil, 1994, s. 36). Batıda yaşanan MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 307 tartışmalar bağlamında özelilkle de Le Bone’un kitabının yazıldığı evrede olumsuz anlam- ların yüklendiği kitle kelimesinin Türkçe karşılığı olarak cemaat kavramı tercih edilmiştir. 1924 yılında Abdullah Cevdet İlm-i Ruhi İctimai yani sosyal psikoloji olarak ifade edilebi- lecek bir anlamda Türkçeye söz konusu kitabı çevirmiştir. Kitle kavramının sahip olduğu bu tarihsel arkaplan dikkate alınmadan kitle iletişim kuramları ve modellerindeki tartışmaları bir alana uyarlamak veya uygulamak olguyu ve konuyu anlamayı sorunlu hale getirecektir. Yirminci yüzyılın başında Fuat Köprülü ve Saddettin Cemal’in cemaat kavramı ile Türkçe- leştirdiği kitle kavramı, yirminci yüzyılın sonunda ilahiyat alanındaki akademisyenler ta- rafından (cami) cemaat kavramının yerine ikame edilmiştir. “Dini iletişimde hedef kitle sorunu”3 başlığıyla yukarıda değinilen makale, camide vaiz-vaaz ve cemaat üçlemesinde yaşanan iletişim sorunlarını tartışmaya çalışmaktadır. İki alan etkileşiminin muhtemel so- runları, hem kavramların Batı modernliği içindeki anlam yüklerini hem de bu kavramların Osmanlı modernleşmesinden bu yana Türkçeye taşındığında yapılan tercihler ve yürütülen tartışmalar dikkate alınarak değerlendirmek gerekir. Özellikle de kitle iletişim kuramlarının ve modellerinin ve bu alandaki ortaya çıkmış kavramların ilahiyat alanına taşınmasında söz konusu tarihsel arkaplan ve kavramların sahip oldukları anlamlar ile etraflarında yürütülen tartışmalar gözardı edilmeden ilahiyat ve din hizmetleri alanında kullanılmasının önemli olduğu düşünülmektedir.

Bilgi üretimi bağlamında belirtilecek bir başka boyut ise aynı iletişim çalışmalarının, ku- ram ve modellerin “iletişim”e ilişkin bir bilgi olarak eğitim materyaline dönüştürülerek din hizmetini yürüten görevlilerin eğitiminde kullanılmasıdır. Bu hizmet-içi eğitim faaliyetle- rinde iletişim, iktisat veya işletme fakültelerindeki öğretim üyelerinden istifade edilerek verilen iletişim eksenli dersler de sözü edilen kitle iletişim teorileri ve paradigması üze- rinden işlenmektedir. Din görevlisi bir muhabir, bir programcı, bir sunucu, bir reklamcı gibi kodlanırken, dini bilgi de hedef kitleye her ne olursa olsun ulaştırılacak profesyonelce kodlanmış bir mesaj olarak takdim edilmektedir.

Ana akım kitle iletişim modelleri ve kuramları, ikna etme, davranış değişikliğini sağlama ve tek yönlü iletişimin sürdürülmesini sağlamayı esas alır. Siyasal eğilimler ve tüketici davranışları gibi iki temel alanda yürütülen medya ve iletişim araştırmaları olarak siyasal iletişim kampanyaları ile reklam ve pazarlama ajanslarının pratiğinde de bu görülebilir. Temel soru, siyasal iletişim ve reklam-pazarlama alanlarını da kapsayan stratejik iletişim çerçevesindeki bilgi birikiminin dini bilginin topluma aktarılmasında da kullanılıp kullanıl- mayacağıdır. Buna üzerinde durulmayı gerektiren “bir mesele” olarak işaret etmiş olalım. Burada ortaya çıkan ve üzerine düşünülmesi gereken iki temel unsur bulunmaktadır. Bi- rincisi yeni bir bilgi alanı olarak medya ve iletişim çalışmalarındaki kuram ve modellerde ortaya konulan kavramların İslâm ilim geleneğinin klasik kavramlarının yerine ikame edil- mesidir. İkinci unsur ise siyasal iletişim ve reklam-pazarlama alanlarındaki amaca matuf olarak “mesajın” emtia-ticari mal muamelesi görüp görmeyeceğidir. Bir başka ifade ile bu, iyiliği, hayrı, dolayısıyla vahyi ve hikmeti hatırlatmak için muhatabına ulaştırılması gereken “mesaj” ile modern medya ve iletişim stratejilerinde mutlak anlamda ikna etme ve davranış değişikliğini hedef alan propaganda-reklam-kamu diplomasisi çabalarının birbirine karıştı- rılması meselesidir. Medyanın sunduğu bilgilendirici, eğlendirici ve reklam-tanıtım-pazar- lama hizmetlerinden ve içeriklerinden hangisi hangi düzeyde bir imkan olarak din hizmet- lerinde kullanılabilir? Bu üç temel içerikle ilgili ortaya konulmuş kuramsal çabalar ve bilgi

3 Bkz.Mustafa Köylü, a.g.m. 308 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME birikiminin İslami ilimler ve klasik bilgi birikimi ile etkileşimi bizi nereye götürecektir? Bu ve benzeri sorularla hem bir imkan hem de bir meydan okuma olarak medya ve iletişim çalışmalarındaki bilgi birikimi ile İslami ilimlerdeki teorik çabaların özenle ve önemle de- ğerlendirilmesi ve mukayesesi gerekmektedir.

Medyanın Din Hizmetlerinde Kullanımı

Yarım asrı aşkın süredir devam eden akademik zemindeki medya ve iletişim ile ilgili bilim- sel çabaların ilahiyat ve İslami ilimler alanlarıyla buluşmasının getirdiği bazı sonuçlara değinmiş olduk. Din görevlilerinin ve din hizmetleri alanında görev alan aktörlerin medya ile ilişkisindeki ikinci boyut, kurumsal (Diyanet) ve bireysel olarak medyanın kullanımını kapsayan pratik çabalardır. Pratik çabalar bağlamında medya kullanımı ile ilgili kurumsal ve bireysel olmak üzere iki alana işaret edilebilir. Uygulama alanında bir kamu kurumu da olan Diyanet İşleri Başkanlığı’nın kurumsal olarak medyayı kullanımı yarım asrı aşkın bir tecrübeye işaret etmektedir. Meşihat Makamının çıkardığı dergi olan Ceride-i İlmiyye dikkate alındığında bir asırlık bir tecrübeden söz edilebilir. Bilgi verme ve duyuruda bulun- ma (ilan) gibi iki temel vazifesi ön plana çıkan Ceride-i İlmiyye (“... dinî meselelerle ilgili fetva, hüküm ve kararlarının, … talimat, nizamname ve haberlerin duyurulması maksadıyla yayımlanmıştır.” (Cebeci, 2005, s.745) ile başlayan din hizmeti veren kurumun Türkiye’de medyayı kullanı- mında, 20. yüzyılın ikinci yarısında bir ara gazete yayını da denenmesine rağmen, dergi yayıncılığı esas alınmıştır. Dergi yayıncılığının yanına radyo ve tv yayıncılığı ile dini bilginin toplumsallaşması ve yaygınlaştırılması çabalarının sürdürüldüğü görülmektedir. Bununla birlikte hem kurumsal iletişim ve halkla ilişkiler çalışmaları çerçevesinde hem de dini bil- ginin yaygınlaştırılması noktasında yeni medyayı da (internet siteleri, bloglar) kullanan Di- yanet, gelinen aşamada sosyal medya ve mobil cihazlarda da hizmet vermeye başlamıştır. Makalenin girişinde belirttiğimiz tür olarak beşli medya tasnifinin tümünün öncelikle dini bilginin toplumsallaşması ve yaygınlaştırılması çerçevesinde Diyanet tarafından kullanıl- dığı görülmektedir. Bu, aynı zamanda beş türüyle (basılı, işitsel, görsel, yeni medya, taşına- bilir bilgi ve iletişim teknolojileri) medya kullanımında üç temel içerik olan bilgilendirici, eğlendirici ve reklam-tanıtım-pazarlama alanlarındaki imkanlar değerlendirilirken meydan okumalarla da karşı karşı olunduğunu dikkate almayı gerektirmektedir.

Bir kamu kurumu olarak Diyanet’in basın-yayın ve halkla ilişler faaliyetlerini sürdürmesi, kurumsal itibarını korumaya dönük çabalar içinde olması meşrudur, önemlidir ve halkla ilişikler alanının bilgi birikiminden istifade edilmesi beklenir. Ancak bunun yanında dini bilgi ve “değerler”in aktarılması ve yaygınlaştırılmasında medyanın kullanımı ile oluşabile- cek sorunların da bir inceleme ve çalışma alanı olarak öncelenmesi gerekir. Medyanın din hizmetlerinde kullanımının kurumsal boyutunun ötesinde artık her bir ferdin birer medya içerik üreticisi olduğu bir dünyada dikkat dilecek ve üzerinde düşünülmesi gereken bir kaç hususa başlıklar halinde özce değinmek gerekirse şunlar söylenebilir:

• Din Görevlileri ve Ulemanın Medyatikleşmesi

Din görevlilerinin ve İslami ilimler alanında çalışma yürüten ilim adamlarının medyatik- leşmesinden rahatlıkla söz edilebilir. Bir bilgi ve meşrûiyet kaynağı olarak din görevlisi ve onun bilgi kaynaklarının medyatikleşmesi, bilginin yapısında bir değişime yol açtığı gibi yeni bir medyatik aktöre dönüşmesi de söz konusudur. Bir medya içeriği olarak dinî bilgi MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 309 alanında nitelikli insan ihtiyacı giderek bir istihdam alanına dönüşmüş durumdadır. Dini bilginin aktarılmasından öte kurmacaya yakınlaşan bir drama tekniğinin musiki ile birleşti- rilmesi ile dini bilgi ve din görevlilerinin gösteri dünyasının bir figürüne dönüşme tehlikesi bulunmaktadır. Aynı durum İslami ilimler alanlarında çalışmalarını sürdüren akademis- yenler için de geçerlidir.

Din görevlilerinin birer medya aktörüne dönüşmesini getiren, sürekli içerik üreticisi olarak medyayı kullanması, mecra sayısı ve hacmi açısından Türkiye için yeni bir duruma işaret etmektedir. Din görevlilerinin medyatik aktöre dönüşümünü gösteren bu gelişme, aynı za- manda dinî bilginin ve ona sahip olanların da ticarileşmesi demektir. Ticarileşmenin öte- sinde yeni bir kitle iletişim aracı olarak medyanın kendine has iletişim biçimiyle ve aracın doğasında bulunan özelliklerle bu mecralarda varolmanın dinî bilginin niteliğine ilişkin bir dönüşüm tartışmasını da beraberinde getirmesidir.

Geleneksel medyayla birlikte yeni medyanın toplumu genelde etkilediği oranda din gö- revlilerinin de etkilendiğini, zaman ve mekan sınırlaması olmaksızın internetin tüm plat- formlarında, özellikle de sosyal medyada içerik üreticisi olarak yaygınlaşan bir eğilimin olduğuna da işaret etmek gerekir.

• Dini bilginin ticarileşmesi

Bir medya içeriği olarak dinî bilgiye duyulan ihtiyacın artması, bu alanda üretilen bilginin ticari boyutunun daha çok ön plana çıkmasına yol açmıştır. Her medya kuruluşu, ihtiyaç duyduğu ve muhataplarının talep ettiği dini bilgiyi bir medya içeriğine dönüştürecek bir uzmana ihtiyaç duymaktadır. Bildiğini anlatmakla mükellef olan bir dinin mensuplarının ve özellikle de din görevlilerinin bir medya profesyoneline dönüşmesi durumuyla karşı kar- şıya kalındığından söz edilebilir. Kurumsallaşmış medya kuruluşlarında dini bilginin ticari bir ürün olarak pazarlanmasının yanında herkesin birer içerik üreticisine dönüştüğü yeni medya ile de internetin sağladığı imkanlarla reklam alabilen ve para kazandıran meka- nizmaları da ifade etmek gerekir. Sadece Ramazan ayında geçici içerik üreticisi değil, bir medya profesyoneli olarak danışman, program yapımcısı ve sunucusu, daimi konuk olarak neredeyse sürekli çalışan düzeyinde medyada görünür olan din görevlileri ve bu alanda- ki akademisyenler var artık. Din görevlilerinin ve dinî bilginin medyatikleşmesi, bilginin medyatik mekanizmalarla toplumsallaşma çabaları; aynı zamanda bilginin ticarileşmesi bağlamında hem hukuki hem de ahlaki boyutlarıyla üzerinde durulmaya ve takip edilmeye değer bir “mesele”dir.

• İki Özgürlüğün Çekişmesi: İletişim ve İbadet Özgürlüğü

Medyanın ulaştığı yeni evrede, özellikle de taşınabilir bilgi iletişim teknolojileri ve yeni medya, zaman ve mekandan bağımsızlaşan bir internet kullanımıyla sonuçlandığına deği- nildi. Bu durumun mevcut hukuki düzen içerisinde çok boyutlu olarak tartışmalara ve yeni arayışlara yol açtığı görülmektedir. Bu çerçevede değerlendirilebilecek elektronik ortam- daki tüm verilerin silinmesini getiren “unutulma hakkı”, yeni yeni kabul edilmekle birlikte giderek kurumsallaşmaktadır. İletişim özgürlüğü, ifade ve düşünce özgürlüğü, medyanın sahip olduğu özgürlük alanlarının sınırları vb. tartışmalar, mahremiyet ve özel hayatın ko- runması noktasında canlı bir tartışma olarak küre ölçeğinde gündemdeki yerini korumakta- 310 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME dır. Bu özgürlük ve haklar temelinde camilerde iletişim teknolojilerinin kullanımının nasıl olacağı konusunda pek tartışılmayan bir konuya değinmek yerinde olacaktır. “İbadet yer- lerinin huzur ve sükunetini sağlamaya yönelik olarak cep telefonlarına ait zil seslerinden kaynaklanan şikayetleri önlemek maksadıyla cami ve mescitlerde GSM karıştırıcı cihaz kul- lanılması”na yönelik Diyanet’in hayata geçirdiği uygulama, GSM operatörlerinin şikayeti ve yargı sürecini işletmesi sonucu mahkeme kararı beklemeksizin iptal edildiği bilinmektedir. Bu tartışmada veya tartışılmayan bu meselede, sadece cep telefonu kullanma ve namaz sırasında çalan telefonların zil sesinin ibadet eden insanların huzurunun bozulması tartı- şıldığında konu bütünlüğü gözden kaçırılmış olacaktır. Yukarıda anlatıldığı gibi bir medya türü olarak taşınabilir bilgi iletişim teknolojileri dikkate alındığında, camide telefon kul- lanımı, aynı zamanda internetin sağladığı tüm içeriğe erişim anlamına gelmektedir. GSM operatörlerinin sağladığı alt yapıyla internete erişim, bir iletişim özgürlüğü meselesi ola- rak ticari kuruluşların üzerinde durduğu bir hak ile ibadet edenler açısından da camide huzurla ibadet etme hakkının çatışması ve gerilimi olarak tartışılması gerektiği düşünül- mektedir. Çok boyutlu olarak tartışılması gereken bu durumla ilgili yaşananları aktararak bir “mesele” olarak konuyu kayda geçirmekle yetinmiş olacağız.

Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2007 Genelgesi’nde GSM karıştırıcı cihaz kullanımının gerek- çesi ve uygulaması şu şekilde belirlenmiş :

“MADDE 28- (1) Başkanlığımızca camilerde GSM karıştırıcı cihaz kullanılması konusunun dinî ve hukukî açıdan değerlendirilmesi yapılmıştır. Buna göre; Diyanet İşleri Başkanlı- ğı Görev ve Çalışma Yönergesi’nin 90’ıncı maddesinin, (ı) bendindeki, “Cami ve mescitlerin ibadete açılış beratlarını vermek ve hakikî veya hükmî şahısların mülkiyetinde bulunan bütün cami ve mescitleri yönetmek ve denetlemek” ve (t) bendindeki, “Cami ziyaretlerinin İslâm adabına ve camiinin emniyetine uygun bir şekilde yapılmasını sağlamak, camilerin avlu ve müştemilatında İslâmî kurallara uymayan, ibadetin huzurunu ihlal eden her türlü davranışı, satıcılık, dilencilik gibi cemaati rahatsız eden faaliyetleri ve görüntü, ses ve çevre kirliliğini önlemek için gerekli tedbirleri almak” görevleri müftülükle- re ait bulunmaktadır. Bu hükümlere göre, ibadet yerlerinin huzur ve sükunetini sağlamaya yönelik olarak cep telefonlarına ait zil seslerinden kaynaklanan şikayetleri önlemek maksa- dıyla cami ve mescitlerde GSM karıştırıcı cihaz kullanılması uygun görülmektedir. Müftü- lüklerce belirlenecek camilere, dernek/vakıf işbirliği ile mahallî imkânlar kullanılarak GSM karıştırıcı cihazı takılmasına ait masraflar mahallince karşılanacaktır (DİB Genelge, 2007).

Diyanet’in bu genelgesine istinaden ibadet sırasında bugüne kadar İstanbul’un bazı cami- lerinde cep telefonu sinyallerini bozan frekans karıştırıcı cihazlar kullanıldı. GSM opera- törleri ve bazı vatandaşlar, camilerdeki sinyal karıştıran cihazlarıyla telefon görüşmelerini engellediği gerekçesiyle İstanbul Müftülüğü’nü mahkemeye verdiği gazetelere yansıdığı görülmektedir. Bunun üzerine müftülük, şikâyet konusu olan camilerden cihazları sökerken Telekomünikasyon Kurumu da anayasanın 22’nci maddesinde yer alan haberleşme hürriye- tini kısıtladığı için cihazların bir an önce camilerden sökülmesini istediği (Aydemir, 2007) şeklinde arşivlerde kısa haberler okunabilmektedir. Teşkilat kanunun çıkarılmasıyla mevzu- atını yenileyen Diyanet, camilerde cep telefonları ve daha genel anlamıyla taşınabilir bil- gi iletişim teknolojileriyle ilgili herhangi bir düzenleme yoluna gitmediği anlaşılmaktadır. Ancak konunun hem “ibadet yerlerinin huzur ve sükunetini sağlamaya yönelik” boyutuyla hem de iletişim özgürlüğü tarafıyla tartışılarak bir sonuca ulaştırılması gerekmektedir. Bu tartışmaya, canlı yayın, fotoğraf, kamera vb. görsel kayıtlarla cemaatin isteği dışında en MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 311 mahrem anlardan birisi olan ibadet halinin alenileştirilmesi ve bu görüntülerin dolaşıma sokulmasına dahil etmek gerekir.

• Bağımlılık, Medya ve Sosyal Medya

Medya türlerinden birisi olarak yeni medya imkanları dikkate alındığında her bir din gö- revlisi artık birer medya ve medya profesyoneli olarak işlev görebilmektedir. Şahıslara ait internet siteleri, bloglar buna verilebilecek örneklerdir. Sosyal medya ise sohbetin yani aynı zamanda ve mekânda gerçekleşen insanın merkezde olduğu iletişiminin yerini alan, teknik-dolaylı-sanal bir iletişim olarak hayatımızdaki yeri giderek bağımlılık düzeyine ulaş- maktadır. Bir imkân olarak medyanın kullanılması söz konusu olurken, bu etkileşimin veya bu çarkın birer unsuru haline gelmenin sonuçlarının ne olacağı da çok boyutlu olarak “me- sele” edilmelidir. Sosyal medya ile girilen ilişki, mahremiyeti de yok eden bir sonucu getir- mektedir. Camide, namazda, Cuma namazında, iftarda, umrede, hacda vb. ibadet sırasında ve mekanlarında olmanın ve bu ibadeti yerine getirmenin bile anlık olarak sosyal medya hesaplarından duyurulması, görselleriyle birlikte paylaşılması ciddi bir soruna işaret et- mektedir. Psikiyatrik bir hastalık olarak da kabul edilen ve SGK tarafından sosyal güvence kapsamında tedavi etme imkanı da tanınan internet-ekran-medya bağımlılığı sorunuyla bütün toplum karşı karşıyadır. Yukarıda aktarılan bilişim teknolojileri verileri dikkate alın- dığında gözardı edilmeyecek bir alan olarak yeni medya, bilgilendirme mecrası ve aracı olarak kullanılırken muhtemel sorunların da reaksiyoner bir tutum takınmadan düzenli ta- kibi gerekmektedir.

• Bir İmkan Olarak Medya Okuryazarlığı

Medyanın imkanlarından azami düzeyde istifade etme ve muhtemel zararlarından korun- ma ile zarar oluştuğunda bunun telafisini sağlayan bir bilgi ve beceri alanı olarak medya okuryazarlığı giderek gelişmektedir. Yukarıda belirttiğimiz üç medya içeriğine erişebilme, bu içeriği anlama, eleştirel bir şekilde içerikleri değerlendirme ve buradan hareketle çeşitli bağlam ve mecralarda iletişim kurabilme olarak ifade edilebilecek olan medya okuryazarlı- ğının 8 aşamasından söz edilebilir: 1.Tanıma, 2.Erişim, 3.Anlama, 4.Değerlendirme-Yararlı Kılma, 5.Analiz-kavrama, 6.Anlamlandırma, 7.İletme, 8.Etkileşim.

Medya karşısında aktif birey olmayı hedefleyen bir bilgi ve beceri alanı olarak medya okur- yazarlığının kurumsal çabalarla birlikte en önemli hedefi tüm bireylerin öncelikle med- yayı fayda temelli azami düzeyde kullanılmasını sağlamaktır. Medyadan istifade etmeyi merkeze alan bir çaba gösterimi öncesi ve sürecinde oluşabilecek zararları en aza indirme ve zarar oluştuktan sonra da bunu telafi etme çabası olarak medya okuryazarlığı ile ilgili ülkemizde yeterli alt yapının oluştuğu söylenebilir. Sosyal Politikalar ve Aile Bakanlığı’nın, RTÜK ve MEB’nin çabaları ve çalışmaları hem örgün eğitim hem de yetişkin eğitimi düze- yinde devam etmektedir. Diyanet’in de hem kendi personeli hem de hizmet verdiği insanla- rın istifadesine sunabilecek bir bilgi-beceri alanı olarak medya okuryazarlığı çalışmalarına hız vermesi önemli ve elzem olduğu düşünülmektedir. 312 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

Sonuç

Çalışmanın birinci amacı olan medyanın din hizmetlerinde kullanımı, medya ve iletişim çalışmaları ile ilahiyat ve İslami ilimler alanının etkileşiminin öncelikle problematize edil- mesi yani bir “mesele” olarak akademik ve entelektüel gündeme alınmasının önemi ve aci- liyeti açıktır. Bu çalışma bu boyutuyla, bir mesele olarak ele konuyu almanın gerekliliğine vurgu yapmanın ötesinde meselin teori ve pratik boyutlarına dikkati çekerek bir çerçeve sunma arayışı olarak değerlendirilebilir. Bu konuda fazla cüretkar ve hevesli olan ilahiyat fakültelerindeki çalışmalar, medya ve iletişim çalışmaların tarihsel tecrübesi ve çok bo- yutlu olarak metodolojik ve kuramsal tartışmaları dikkate alarak yürütülmesine vurguyu gerektirir kanaatindeyim. Buna mukabil, Osmanlı modernleşmesi dahil Türkiye’nin moder- nleş tecrübesinin bilgi birikimi tarihsel süreklilik gözardı edilmeden medya ve iletişim ça- lışmalarına hızlıca dahil edilmelidir. Din hizmeti ve dini bilgi alanları da dahil Türkiye’nin toplumsal meselelerinin, bilgi üretimi ve dağıtımı ile onun araçları konusu bütünsel olarak iletişim fakültelerinin gündemine alınması sorumluluğu da ayrıca belirtilmelidir.

Medyanın din hizmetlerinde kullanımının kurumsal boyutunun ötesinde artık her bir ferdin birer medya içerik üreticisi olduğu bir dünyada dikkat dilecek ve üzerinde düşünülmesi ge- reken hususları ise din görevlileri ve ulemanın medyatikleşmesi, dini bilginin ticarileşme- si, hukuki düzen içerisinde özgürlüklerin çekişmesi (özellikle iletişim ve ibadet özgürlüğü, vb.), bağımlılık, medya ve sosyal medya, bir imkan olarak medya okuryazarlığı olarak be- lirtilebilir. Yapılacak detaylı araştırmalar sonucunda belirlenecek başka unsurlarla medya, din hizmetleri alanında hem kurumsal hem de bireysel olarak imkan ve meydan okumalar boyutlarıyla değerlendirilmelidir. Kuramsal boyutuyla ise iki bilgi alanı olarak medya ve ile- tişim çalışmaları ile ilahiyat, İslami ilimler alanının karşılaşması hem bir gerilime hem de bir imkana işaret etmektedir. Bu gerilim ve imkandan öte zorluklarla dolu olsa da verimli bir akademik ve entelektüel zemin sunduğu da görülmelidir.

Kaynakça

- Aydemir, B. (2007). Camide Sinyal Bozucu Özgürlüğü Kısıtlar mı?. Sabah Gazetesi, 13 Temmuz 2007. http://www.sabah.com.tr/2007/07/13//haber,5668755E12D34743949C5EEF- 3BAFF59A.html. - Aydeniz, H. (2012). Medyayı Tanıma, Ankara: Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Yayınları. - Aydeniz, H. (2015) “Kamusallığın Tahakkümünden Kaçarken Kamusallaşmak:Yeni Medya, Gençlik ve Mahremiyet”, Gençlik ve Sosyal Medya kitabının içinde, (Ed.Mehmet Emin Ba- bacan, Ömer Miraç Yaman) (yayım aşamasında). - Aydeniz, H. (2013). Din ile Dini mekan ve Aktörlerin Medyatikleşmesi, Din ve Hayat Der- gisi. Sayı: 20, s.120-124. - Ay, M.E. (2013). Din Eğitimi ve Din Hizmetlerinde Rehberlik, Eskişehir: Anadolu Üniversi- tesi Açıköğretim Fakültesi Yayınları . - Cebeci, S. (2003). Öğrenme ve öğretme süreçlerinde dini iletişim. İstanbul: İz Yayıncılık. - Cebeci, İ. (2005). Meşihat Makamının Dergisi: Ceride-i İlmiyye. Türkiye Araştırmaları Lite- ratür Dergisi, cilt:3, Sayı:5, 745-753. - Diyanet İşleri Başkanlığı, “Kuruluş ve Tarihi Gelişim”, http://www.diyanet.gov.tr/tr/icerik/ kurulus-ve-tarihce/8, 05.01.2015. - DİB 2007 Genelge, 06.08.2007, http://www2.diyanet.gov.tr/HukukMusavirligi/Sayfalar/ge- MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 313 nelgeler.aspx - Güney, Y. (2011). Peygamber Ölçülerinde İletişim Ahlakı Hadisler ışığında Medyayı Anla- mak. İstanbul: Işık Yayınları. - Le Bon, G. (1327/1909). Ruhü’l-cemaat (çev. M. F. K.prülü). Sadrettin Celal Antel - Dersa.det-İstanbul: Uhuvvet Matbaası. - Le Bon, G. (1924). İlm-i ruh-ı ictimai (çev. A. Cevdet). İstanbul: Amedi Matbaası - Le Bon, G. (1969). Kitleler psikolojisi (çev. S. Demirkan). İstanbul: Bedir Yayınevi - Köylü, M. (2003a). Dini İletişimde Hedef Kitle Sorunu. Değerler Eğitimi Dergisi, 1 (1), 111-138. - Köylü, M. (2003b). Psiko-sosyal açıdan dini iletişim, Ankara: Ankara Okulu Yayınları. - Haber (2014). TDK Büyük Türkçe Sözlük, www.tdk.gov.tr. - Hanehalkı Bilişim Teknolojileri Kullanım Araştırması, 2014, TÜİK Haber Bülteni,Sayı: 16198, 22 Ağustos 2014. - Internet Usage Statistics. http://www.internetworldstats.com/stats.htm, 08.12.2014. - McQuil, D. (1994). Mass Communication Theory: An Introduction. SAGE Publications Ltd. - Social Media Day. http://explore.tandfonline.com/page/ah/social-media-day, 01.12.2014. - TÜİK, Haberleşme Araçları Kullanım, - “06-15 Yaş Grubu Çocuklarda Bilişim Teknolojileri Kullanımı ve Medya, 2013”, TÜİK Haber Bülteni, Sayı: 15866, 22 Ağustos 2013. - TDK Online Sözlük (2014). Haber ve Örgüt, http://tdk.gov.tr - Tüfekçioğlu, H. (2001). İletişim Sistemini Teknik Değil, Toplumlarin Örgütlenme Biçimi Belirler”, İstanbul Üniresitesi İletişim Fakültesi Online Dergisi 4.Boyut’ta yayımlanan söy- leşiye çevirim içi olarak şu adresten erişilebilir: http://bianet.org/bianet/siyaset/6342-ileti- sim-soylessi, - Tüfekçioğlu, H. (1997). İletişim Sosyolojisine Başlangıç. İstanbul:Der. - Tüfekçioğlu, H. (1992). Sosyolojik açıdan gazete ve Osmanlı gazeteciliğinin temellendi- rilmesi (yayımlanmamış doktora tezi). İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İs- tanbul. - Yavuz, Y.Ş. (1996). “Haber”, Diyanet İslam Ansiklopedisi. , Cilt: 14, 349-352. - Yazıcı, N. (1991). Vakayi-i Mısriyye üzerine birkaç söz. Ankara Üniversitesi Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi (OTAM), 2, 276-278. - Yazıcı, Y. (1984). Takvim-i Vekayi ve Ceride-i Havadis’in mukaddimelerinin tahlil ve karşı- laştırılması. Gazi Üniversitesi Basın Yayın Yüksekokulu Dergisi, 6, 77. - Yazıcı, Y.(1993). Ceridei İlmiyye. Diyanet İslam Ansiklopedisi, cilt: 7, 407-408. - Yüksel, A.H. (2009). Din Hizmetlerinde İletişim ve Halkla İlişkiler: İletişim, Dini Danışma ve Rehberlik, Halkla İlişkiler. Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Açıköğretim Fakültesi Yayın- ları - Williams, R. (2011). Anahtar Sözcükler. İstanbul: İletişim Yayınlar. 314 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

TEKNO-GÜNDELİK HAYATTA DİN VE İBADETLER ve FETVA SORULARI ÖRNEKLİĞİ

Nevin MERİÇ

Günümüzün modern insanı teknoloji araçlarıyla kuşatılmış bir gündelik hayatı yaşamakta- dır. Hayatın her alanı teknolojinin imkanlarıyla içkindir. Modern teknoloji üretiminin sosyal yaşam üzerindeki etkisi tarihin hiçbir döneminde günümüzdeki kadar fazla olmamıştır. Bu üretim biçiminden türetilen temalar/araçlar da, sosyal yaşama dair realitelerin biçimlendi- rilmesinde başat rol oynamaktadırlar.

Teknolojik üretim ile ilgili temalar aynı zamanda bireyin zihin ve duygu dünyasını etkile- mekte ve belirlemektedir. Rasyonellik, realitenin çoğulcu yapısı, yapabilirlik/güç ilişkisi… vs gibi argümanlara sahip olan teknolojik üretim, modern zihni ve algı kalıplarını hem fark- lılaştırmakta hem de değiştirmektedir. İnsanın kendi yarattığı tele/teknolojik ortamın, gi- derek insan davranışlarını belirleme, hatta insanı belirleme -icat etme- rolünü üstlenmesi sürecinde, hakikatin bilinen temellerinin de sarsıldığı görülmektedir. Teknolojik ürünlerin yaşamın her noktasını kuşatması sonucunda hakikat, bir imgeler bulutuna dönüşmekte ve hızla gözden kaybolmaktadır. Günümüzde gerçeklikle hiçbir ilişkisi olmayan bir imge aşa- masına geçildiği için artık yaşam ve ölüm bile hakikatle bağını yitirme noktasına gelmiştir diyebiliriz1. Bu durumdan modern dindar birey de azami ölçüde etkilenmekte ve iman-iba- det ilişkisinde ciddi anlamda olumsuzluklar yaşanmaktadır diyebiliriz.

İşte biz de bu makalede içinde yaşadığımız teknolojiyle donatılmış şehri, tekno-kent olarak tanımlayarak, dinin temel konuları olan iman, ibadet ve ahlâk’ın, tekno-kent bağlamın- da nasıllığına açıklık getirmeye çalışacağız. Bu konuda örneklem kaynağımız fetva soruları olacaktır. Çünkü fetva soruları bir yönüyle dini bilgi talebi olurken, diğer yönüyle zamanı/ konjüktürü an be an yansıtan bir potansiyele sahiptir. Dini düşünme ve davranmanın na- sıllığını yansıtmanın yanında, zamanla kurulan dolaysız ilişkisiyle de, bilgi kaynağı olarak önemli bir değer taşımaktadır.

Dini Açıdan İnsan

Tevhid dinleri ve son temsilcisi olan İslam Dini insanı Allah’ın halifesi olarak kabul eder. Ahsen-i takvim üzere yaratılan insanın dünyada ki görevi bu yapı/sını kendi istek ve iradesi doğrultusunda devam ettirmek ve süreci diğer alemle tamamlamaktır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de geçen; Ben insan ve cinleri bana ibadet etsinler diye yarattım (Zariat suresi 51/56) ayeti, insana dini anlamda dünya sürecini doğru bir biçimde geçirmenin imkanını sunmaktadır. Dolayısıyla insan hayatta hem ritüeller hem de hal/durum ve davranışlarıyla ibadet üzere olmayı gerçekleştirmek için mücadele etmektedir. Bu mücadelenin son mertebesi insan-ı kamil olarak tanımlanmıştır. Ünlü mutasavvıf Nesefî İnsan-ı Kamil adlı eserinde bu merte- bedeki insanın dört özelliği olduğunu savunur. İyi söz, iyi hareket, iyi ahlak ve iyi bilgi2. Her ne kadar ideal anlamıyla insan-ı kamil’e ulaşmak zor bir hedef olarak görünse de, hedefin kendisi dahi cesaret, umut ve gelişme kaynağı olarak insanı teşvik edici mahiyet arzettiği

1 ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar, Temmuz/July 2012, 5(2), 95-96 2 Azizüddin Nesefi, Tasavvufta İnsan Meselesi-İnsan-ı Kamil, çev. Mehmet Kanar, İstanbul: Dergah Yay, 1990, s. 14. MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 315 gerçektir3.

İnsanı inşa eden mekanizmalar, yaşadığı zaman, toplum ve evrendir. İbn-i Haldun’un da işaret ettiği gibi kainat ve toplumsal düzen benzer kodlarla varlıklarını devam ettirmekte- dir. Dolayısıyla insanın kendi ile ilişkisi, aynı zamanda hem kendisi hem toplum hem de çevreyle ilgilidir ve kodları da benzerdir. Bu konuda biri diğerine tercih edilemez bir yapı gerçekleştirilmelidir ki insan, hem fiilî ibadeti gerçekleştirsin, hem de toplumsal işleyiş ve fiziki çevre ile aynı anlam etrafında birleşsin, bütünleşsin. NitekimElimi yıkayabildiğim mekanlarda kağıt peçete kullanmıyorum diyen Ayşe Hümeyra Ökten4 söylediğimiz bütünlüğü gerçekleştiren önemli bir örnektir. Burada mesele gösteri boyutundan çıkartılıp gündelik hayat pratiğine dönüştürülerek, tam zamanlı hak-hakikat ilişkisi kurulmaktadır. Ayrıca hem zihinsel hem fiziksel/irade hem de manevi/sosyal boyut üzerinden insanı kuşatan dünya- dan haber vermektedir. Bu yapı üzerine inşa edilen insanın tasavvur algısı, gündelik hayatı- nı şekillendirirken, din ve dini davranma biçimleri de sürece dahil olmaktadır.

Günümüzde ise gündelik hayat, modernliğin bir ürünü olarak kabul edilmekte ve yaşanı- lan modern kodlar hayatın tek hakikatiymiş gibi öğretilmektedir. Muhalif durumlarda ise benimsetmek için dayatma yoluna dahi gitmekten çekinilmemektedir5. Buradan günümüz şehir hayatını biçimlendiren tekno-gündelik hayat ve pratiklerinin, din ile ilişkisine geçe- biliriz.

Tekno-Gündelik Hayatta Birey

Modern toplum bireyi, sosyal deneyimlerin ve anlamların sürekli değişen yapısıyla ile kar- şılamakta, bir yandan kararlar vermeye planlar yapmaya mecbur tutarken, diğer taraftan da yansıma olayına zorlamaktadır. Bu nedenledir ki modern bilinç, haberdar, gergin, ve rasyonelleştirici bir özelliğe sahiptir6. Özgürlük ve güç yetirebilirlilik üzerine inşa edilen egolar, gündelik hayatta karşılaşılan sorunlarla baş etme yöntem ve usulleri konusunda zorlanmakta ve genellikle başarısız olmaktadırlar. İstenilen, arzu edilen hedefe ulaşmak için gerekli olan güç, takat, zaman ve sabrı gösterme anlamında eğitilmeyen modern birey, karşılaştığı sorunun çözüm yollarını öğrendiğinde ciddi gerginlikler yaşamakta, anlamsız tepkiler verebilmektedir. Bu yapının dini davranma biçimlerinde yaşadığı problemli duruş- lar fetva sorularından da takip edilebilir. Bir ayet hakkında danışan kişiye, mealin yeterli olamayacağı tefsire bakmak, hadislerle de takviye etmek gerekir dediğimizde sinirlenerek neden okuyunca anlamıyorum. Hani Kur’an apaçık bir kitaptı7 diye serzenişte bulunabilmek- tedir. Örnekten de anlaşılacağı üzere modern zihin incelediği, öğrenmek istediği mekaniz- manın oturduğu zemini öğrenmekten çok, kendi güç yetirebilirliğini merkeze almakta, buna muhalif durumları dini alanda da olsa pervasızca olumsuzlamaktadır diyebiliriz.

Modern toplumda kişilik bir plan, proje olarak tanımlanmaktadır. Modern kişilik dışa açık olduğundan, biyolojik anlamda olgunluk çağına girerken bile, henüz gelişmesini tamamla- yamamıştır. Uzun yıllara tekabül eden kurumsal eğitim ve bunun gündelik hayatta mesafeli

3 Kemal Sayar , Geçmişin Bilgeliği Bugünün Psikoterapisiyle Buluşabilir mi?, Defter, Kış 1999, yıl, 12,sy 35, s. 155 4 Dindar Bir Doktor Hanım Ayşe Hümeyra Ökten, hazırlayan , Nevin Meriç, Timaş Yayınları: İstanbul 2011. 5 Henri Lefebvre , Modern dünyada gündelik hayat/1991, trc. Işın Gürbüz, İstanbul : Metis Yayınları, 1998 6 Peter L. Berger, Brigitte Berger, Hansfried Kellner, Modernleşme ve Bilinç, çev. Cevdet Cerit. İstanbul : Pınar Yayınları, 1985, s. 92 7 “Biz sana her şeyi apaçık beyan eden kitabı indirdik.”(Nahl, 16/89) 316 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME yapısı, bireyin hayat-hakikat algısını da etkilemekte ve değiştirmektedir. Doğal akışlara tek- nolojinin imkanlarıyla yapılan müdahaleler normal’in biyolojik takvimsel duruşunu değiş- tirmektedir. Tam zamanlı gençlik üzerinden kurgulanan modern kişilik, beden üzerinden de böyle bir yapıyı gerçekleştirmenin yollarına gitmekte ve biyolojik takvimin baskılanımını estetik müdahalelerle gidermek istemektedir. Ne var ki uygulama süreç içinde farklılaş- makta ve bedenin nasıl olacağına dair kurguyu merkeze taşıyarak, erkek ve kadın bedenleri yeniden düzenlenmekte ve toplumsal alanın bu şekilde oluşturulması sağlamaktadır. Bu- rada beden üzerinden yapılan tasarrufları örnek olarak verebiliriz. Bedenintüm zamanlar için gençlik üzerinden inşası, dini davranma algısı ve biçiminde dönüştürücü etkisi olmaktadır. Medyada beni baştan yarat seanslarıyla ekrana taşınan estetik müdahaleler, sektörel yapının müşterilerini çoğaltmaya yönelik reklamlar olduğu gibi, dini referanslarda da ciddi eroz- yonlara neden olmaktadır. Yukarıdaki spot cümlenin kurgulanışı gibi… Ayrıca bedenim benimdir her türlü tasarruf hakkıda bana aittir algısı da, kürtajdan-dövmeye kadar beden üzerinde insanın yaptığı kalıcı müdahaleleri normalleştirirken, Allah’ın emaneti algısını kamufle edilmekte, iktidar ve güç alanı insana devredilmektedir. Ve yine bu tasarrufların kalıcı makyaj, kalıcı dövme…vs. şeklinde ifadelendirmeleri hem tekno-gündelik hayatın di- lini oluşturmakta hem de bedenin faniliği vurgusu belleklerden silinmektedir. Süreç moda ve estetik sektörünün baskılanımı altında proje bir kişi/lik yolunda hızla ilerlerken fetva sorularında toplumsal alanda yaşanan gerginlikler açığa çıkmaktadır. Kocam askerde bir tatil günü sırtına iki tane korkunç bir ejderha dövmesi yaptırmış. Hem de kalıcı. Şimdi askerliği bitti ama ben o dövmeleri gördüğümde korkuyor ve ciddi sıkıntılar yaşıyoruz. Şimdi yaptığına pişman ama bu so- runumuzu çözmüyor… vs. Bu anlamda beden üzerine kalıcı tasarruflar, insanın zaman içinde yolculuğunda yaşayacağı mekan ve durumlara dair tasarruflarını da tek tipleştirmektedir diyebiliriz.

Son yıllarda fetva sorularında sıklıkla karşılaştığımız dindar kesimlerin dövmeye teveccü- hünde işin moda yönü kamufle edilip, Yavuz Sultan Selim örnekliği öne çıkartılarak normal- leştirilmesi sağlanırken, durumun tam da tekno-gündelik hayata dair baskılanımı açığa çı- kartmaktadır. Ayrıca Çin’de, estetik yaptırdığını gizlediği için hukuka başvurarak karısından boşanan bir iş adımı, tam da tekno-gündelik hayatın proje insanına işaret etmektedir8. Bir başka açıdan ise bu uygulamaların kabulünde modern insanın mevcutla kurduğu problem- li ilişki/ben merkezci dikkatleri çekmektedir. Mevcudun olduğu gibi kabul edilmesi yerine sınırları çizilmiş bir nasıllığın kabulü, tekno-gündelik hayata dair temaların işleyişini nor- malleştirirken, hızlandırmıştır da. Çin örneğine biraz da bu açıdan bakmak gerekmektedir diye düşünmekteyim. Bu anlamda hayat hakikat ilişkisinin teknolojik müdahalenin fevkin- deki yapısıyla karşı karşıya kalındığında, değiştirilen algının neden olduğu olumsuzluklar bireyi kuşatmakta sonuç depresyona kadar varmaktadır diyebiliriz.

Modern kişilik aşırı derecede ferdiyetçidir. Bireysel özgürlük, özerklik ve birey hakları, en önemli, vazgeçilmez moral değerler olarak kabul görür ve kişiliği oluştururlar. Birey hakları, yaşam tarzını mümkün olduğunca özgür, kendi istediği biçimde planlama hakkı olarak ta- nımlanmaktadır. Bu temel hak muhtelif modern ideolojiler tarafından da yasallaştırılmak- tadır. Modern yaşam tarzının bir mit gibi savunduğu birey/selleşme de din ve algı dünyasını

8 Eşim estetikli olduğunu benden sakladı, çocuğum çirkin doğdu’ diyerek boşanılır mı? Çin’de çok güzel old- uğu için evlendiği kadının aslında bir estetik harikası olduğunu, doğan kızının çirkin olmasıyla öğrenen koca Jian Feng, önce boşanma davası açtı, ardından da karısını 120 bin dolar tazminat ödemeye mahkum ettirdi. Zafer Akbaş - Magazin - Sedef Şenkal Demir AHT. Habertürk 30 ekim 2012 http://www.haberturk.com/polemik/ haber/789427-dunya-bu-davayi-konusuyor MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 317 ciddi anlamda etkilemiştir. Burada bilgisi olmadığı halde ayetler üzerine fikir yürütmekten, geleneksel yaşam tarzlarının belirlediği dini davranma biçimlerine kadar çerçeve genişle- tilirken, ciddi zemin kaymalarının yaşandığı da bir gerçektir. Ne var ki bu durum modern bireyi çok da ilgilendirmemekte gibidir. Bence, benim aklıma göre...vs şeklinde uzayan yo- rumları bu konuya örnek olarak verebiliriz. Arkadaşına verdiği cevabı test etmek için fetvaya yapılan bir danışmada da vatandaşa, ilahiyat eğitimi olup olmadığı sorulduğunda; buna gerek yok ki ben Kur’an Kursu’na gittim, hocalarımız da var denilebilmektedir. Bu zihinde fıkıh/bilgi edinme imkan ve yollarına dair ciddi zemin kayması görülmektedir.

Tekno-Gündelik Hayatta İman

Modern dünyanın en önemli ayırıcı özelliği olan teknoloji, günümüzde bir çok açılardan tartışılmaktadır. İlk yıllarda yeni dünyanın büyüsü olarak kabul edilip, hakkında hep olumlu değerlendirmeler yapılırken, zamanla hem üretim sürecinde hem de belirlediği ve etkile- diği sosyal hayat tarzında yaşanan sorunlardan dolayı, bu kanaatler hızla değişmektedir. Bununla birlikte ilk yıllarda sorun teknolojiden çok kullanım tarzındaki yanlışlığa bağlan- makta ve teknik, hedefler açısından tamamen tarafsız, salt bir araç olarak kabul edilmekte- dir. Günümüzde de bazı bilim adamları bu kanaatti devam ettirmektedirler.

Tekniğin salt bir araç mesabesinde kabulü, birbiriyle bağıntılı iki yanılgıya: amaçlarla yön- temin tamamen birbirinden ayrılabileceği ve bileşim yanılgısına dayanmaktadır. Oysa bir toplumun teknolojik sistemini, o toplumun kendi niteliğinden ayırmak, ne ideal ne de fiili anlamda mümkündür. Dolayısıyla günümüzde tekniği kendinden kötü olduğunu düşünen- lerin sayısı giderek çoğalmaktadır9.

Maddi kültürdeki bu muazzam ve gittikçe süratlenen değişmelerin gündelik hayatımızı ne kadar büyük ölçüde değiştirdiği herkesçe yaşanan ve bilinen bir keyfiyettir10. Bir diğer ifa- deyle makineleşme sosyal bir olgu, kendine özgü bir sosyal düzen inşa etmektedir11. Bu- radan teknolojinin nasıl ve hangi aşamalarla insanı etkilediği ve değiştirdiğine geçebiliriz. a)Teknoloji-güç yetirebilme/Kadir-i mutlak: Teknoloji öncelikle güç bağlamında insan-Al- lah ilişkisini değiştirmektedir. İnsan ve beygir gücünün fevkindeki yapısı ile, modern zihin- lerde her şeye kadir olduğuna dair bir bilinç gelişimine ve bunun tartışmasız kabulüne ne- den olmuştur. Burada kadir olmak, her şeye kadir olmak nedir? sorusunu sormak gerekmektedir. Çünkü kadir olmanın ardında topyekun denetim, her nesne ve her koşula egemen olma isteği ya da arzusuna ilişkin bir potansiyel vardır12. Oysa bu ne insan ne de yaratımlarının gerçekleştirebileceği bir durum değildir. Burada insanın gücünden, çok tekniğin hedefledi- ği ve insanı kuşattığı zihinsel ve sosyal alan açığa çıkmaktadır. Bu anlamda tekniğin güce dayanan baskın yapısı, kadir olma yanılsamasını içermektedir. Fakat tekno-gündelik hayat- ta bu durum yanılsamadan çok gerçeğe tahvil edilmiş ve oluşturulan algı, modern insanın din-inanma ilişkisini ciddi anlamda etkilemiş, değiştirmiştir. Oysa dini anlamda kadir/güç sahibi Allah/tır. (Maide 5/120) İnsanın üretimleri/güç ilişkisi, Kadir’in insana verdiği kaza- nımların bir sonucudur. Allah’ın, göklerde ve yerdeki (nice varlık ve imkânları) sizin emri- nize verdiğini, nimetlerini açık ve gizli olarak size bolca ihsan ettiğini görmediniz mi? Yine 9 Cornelius Castoriadis, Dünyaya, İnsan ve Tabiata Dair, İstanbul : İletişim Yayınları, 1993, s. 212 10 Şahin Uçar, Kültür Teknoloji ve Sanat Yazıları, İstanbul: Domino Yayınları 2007, s.12 11 İnsan ve teknoloji, der. ve çev. Taha Kılıç, İstanbul: İnsan Yayınları, 1992, s. 26 12 Cornelius Castoriadis, a.g.e., s 212 318 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME de, insanlar içinde, bilgisi, rehberi ve aydınlatıcı bir kitabı yokken Allah hakkında tartışan kimseler vardır. (Lokman 31/20)

İnsan – güç ilişkisinin en üst düzeyde yaşandığı disiplin genetik teknolojisidir diyebiliriz. Bu teknolojide meydana gelen gelişmeler, bütün teknolojik gelişmelerden daha hızlı ve daha tesirli olmaktadır. Bugün insanoğlu artık neredeyse yaratılış sırlarına müdahale eder hale gelmiştir. Genetik mühendislerinin çok farklı canlı nevilerinin hususiyetlerini birbirine monte edip yeni canlı nevileri oluşturma noktasına geldikleri bilinmektedir13. Tıp alanında gittikçe gelişen teknolojik imkanlar insanın ifadelerinin de değişmesine neden olmakta- dır. Uzun yıllar çocuk sahibi olmayan bir çift/lerin, son denemelerinde, farklı bir yönteme başvurarak elde ettikleri olumlu sonucu; bana çocuğu teknoloji verdi … şeklinde tanımlamaları yaşanan problemli duruşa güzel bir örnektir. Ayrıca ileri yaşlarda çocuk sahibi olma arzu- larında, nikahsız partner üzerinden temin edilen sperm ve yumurtaların kullanılması da, değiştirilen inanma ve dini davranma biçimlerini karşımıza çıkarmaktadır. Bu konuda yurt- dışında yapılan uygulamalar da fetva sorularına yansımaktadır. Burada insanın-yaratıcıyla kurduğu bağ bir biçimde kamufle edilerek, teknoloji araç mesabesinden daha üst düzeye taşınmaktadır diyebiliriz.

Teknolojik üretimin isimlendirilmesinde kullanılan akıl da, insanın en önemli özelliğinin araçsallaştırılması anlamına gelmektedir. Akıllı telefon, akıllı seccade, akıllı kalem … vs. Akıllı araçların değiştirdiği zihin ve algı dünyası da hem gündelik hayatı hem de ibadetleri etkilemiştir. b) Teknolojik üretim aynı zamanda birbirinden bağımsız ve farklı sosyal ilişkilerle içkindir. Teknolojik üretime ait bilgi edinme tarzı, bileşenlere ayrılabilme özelliğine sahiptir. Bu durum bireyin kişiliğine kadar uzanmakta ve ikili/çoklu bir bilinç oluşmaktadır. Birey ken- dini bir çok farklı yoldan değerlendirme olanağı bulmaktadır. Bir başka ifadeyle modern toplumun çoğulcu gündelik yaşam alanları, bireyleri son derece farklı ve sık sık birbirleriyle çelişik anlam ve deneyim dünyaları içine dahil etmektedir. Çünkü modern yaşam ileri de- recede bölümlere ayrılmıştır. Bu bölünmenin sadece gözlenebilir sosyal temaslarda değil, bilinç düzeyinde de önemli etkileri olduğu bilinmektedir. Bu farklılaşma ve algı değişimin- de, kamusal - özel alan ayırımı ve baskılanımının etkisi büyüktür14.

Modern toplumda birey kendi özel yaşamı ile farklı rollerle bağlı bulunduğu kurumlar ara- sında yaşadığı ikilemlerle birlikte gündelik hayatını inşa etmektedir. Her konumun kendi- ne ait farklı rollerini bilmek ve kuşanmak durumunda kalan birey, bu alemlerden birinden diğerine sürekli olarak eyleşmektedir15. Bu durumda ayrışmadan etkilenen bireyin zihin yapısı farkı mekan- farklı roller ilişkisini normalleştirmektedir diyebiliriz. Durumu bir fetva sorusuyla örneklendirmek istersek: hem cumaya gidip hem de zina eden adama hanımı bu nasıl oluyor, bu vaziyette Allah’ın huzuruna nasıl çıkıyorsun dediğinde verdiği o başka bu başka cevabı tam da ayrışan zihinlere ait normalleştirmelere işaret etmektedir. Dinin bütüncül, insanı ve ale- mi kuşatan yapısı bozulmakta, olaylar adeta moleküler bazda ele alınmaya başlanmaktadır. İmanı ayrı, ibadeti, ayrı, ahlâkı ayrı düşünmek gibi… Oysa namaz insanı kötülüklerden alıkoyar (Ankebut:29/45) ayetinde, iman-ibadet-ahlak bütünlüğüne dikkat çekilmektedir.

13 Şahin Uçar, a.g.e.,s.21 14 Peter L. Berger, Brigitte Berger, Hansfried Kellner, a.g.e, s. 46 15 Peter L. Berger, Brigitte Berger, Hansfried Kellner, a.g.e, s. 78 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 319 c) Teknolojik üretimin bir diğer özelliği de maksimum varsayımını içermesidir. Teknolojik ve ekonomik nedenler üretim sürecinin mantığını sonuçların maksimize edilmesine da- yandırmakta ve daha az masrafla daha çok ürün elde etmek amaçlanmaktadır. Daha büyük, daha iyi, daha kuvvetli daha hızlı… vs gibi. Zamanla bu yapı sosyal hayatı da etkileyerek, değer yargılarımız kar dürtüsüyle yer değiştirmektedir. Değerli bir adamın yerini kar yapa- bilen bir adam, mükemmelin yerini konfor ve ilerleme, hakikatin yerine kuvvet, sevginin ye- rine tedbir, imanın yerini de akıl almaya başlamaktadır16. Özellikle şehir hayatında insanın adeta kaybolduğu, kentin doğal kaynaklarının hilafına çok katlı devasa binalar, maksimum faydanın doymaz iştahasında ki tekno-kent insanına dair davranma biçimini göstermek- tedir diyebiliriz. Çevresiyle tabiatla uyumlu insanın sağlıklı bir beden ve ruh halini devam ettirmesini gözeten mimari yapıdan, bugün gelinen nokta tam da bir tekno-gündelik haya- tın maksimum baskılanımında ezilen modern insanı açığa çıkartmaktadır. Ben güzel, bakımlı, üniversite eğitimini tamamlamış, işi ve parası olan, insanlara rehberlik eden bir mesleğe sahip hanımın. Yaşım 29. Yıllardır düzgün bir evlilik yapmak için uğraşıyorum ama bir türlü istediğim sonuca ulaş- madım. Allah istediğim kişileri karşıma çıkarmıyor ve benim evlenmemi engelliyor. Bakalım Allah bana nasıl hesap verecek?... şeklindeki bir fetva sorusunu konuya dair bir örnek olarak verebiliriz. Bu zihinde varlıklar hiyerarşisi, imanın kadir-i mutlaka teslimiyet olduğu unutulmaktadır. Zihindeki bu alt üst oluş kişinin aleme, varlıklara, eşyaya bakışını etkilerken tekno-gündelik hayata ait kodlarla şişirilmiş egoların yaşadığı ızdırap görülmektedir. Ayrıca fetva sorula- rında karşılaştığımız : özellikle ne kadar sevap, ne kadar günah, cehennemde kaç yıl kalınacak… vs gibi soyut ifadelendirmelerden rakamsal değerlere geçişi ifade eden soruları örnek olarak verebiliriz. Meselenin diğer yüzünde ise teknoloji- rasyonelleşme ilişkisi yatmaktadır. d) Teknolojik üretim aynı zamanda çoğulcu bir yapıyı gerektirmektedir. Mekan ve zaman değişmediği halde, aynı anda pek çok şey olup gitmektedir17. Bu durum üretim süreci ve sonrasında çok ilişkili bir yapıyı karşımıza çıkartırken, gündelik hayat pratiğine de yansı- makta ve belirlemektedir. Ürünün merkeze alınıp, insanın ürünün parçası olarak kabul edil- diği mekanizmada ancak vitrinlerde ürünün son haliyle karşılaşılmaktadır. Böylece baş- langıç-son ilişkisiyle bağı zedelenen insan, sürekli faaliyet halinde ama ne yaptığından habersiz bir konumda salınmaktadır diyebiliriz. Bireyselleşme ve yalnızlığın tekno-gündelik hayatla içkin olmasını da bu çerçevede düşünülebiliriz. Bu yapının etkilediği zihinlerin dini anlamda da ciddi sıkıntılar çektikleri fetva sorularında karşımıza çıkmaktadır… ben ateistim. Allah’a inanmıyorum ama Müslüman kalmak istiyor ve kendimi böyle tanıtıyorum sorusu, tam da çoğulcu dünyanın baskılanımıyla şaşıran günümüz insanına dair bir örnektir.

Medya ve sosyal-medya da bu alanda insanı etkileyen ve belirleyen önemli teknolojik üre- timlerdir. Bulunduğu yerden dünyaya açılan insanın zihin dünyası sosyal çevresi, dış me- kandan çok kurduğu sanal/iç dünya olmaktadır. Sanal aleme dair üretim biçimleri de süreç içinde bireyi etkileyip belirleyecektir. Nitekim sanal karakterimi satıp, para kazanabilir miyim şeklindeki fetva sorusu ise, sanal dünyanın dış gerçeklikle kurduğu ilişki yanında değişen dini davranma biçimine de işaret etmektedir. e)Sürekli değişim; modern birey bir taraftan açık uçlu, biteviye değişime yatkın olurken, diğer taraftan kişiliğin subjektif alemi, ayağını sağlamca basacağı, güvenilir bir nokta ara- maktadır. Sürekli olarak değişen şeyin gerçek varlık/realite olarak kabul edilmesi, modern

16 der. ve çev. Taha Kılıç, a.g.e, s. 44. 17 Peter L. Berger, Brigitte Berger, Hansfried Kellner, a.g.e., s. 49 320 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME insanın sık sık kişilik krizinden muzdarip olmasına neden olmaktadır18. Bu karmaşık zihin dünyası modern bireyin din algısı ve ibadetlerine de yansımakta, dinin esas olarak kabul ettiği değişmez kurallar, anlaşılamamakta, hayret ve indirgemeci bir yaklaşımla karşılan- maktadır. Bu anlamda seküler algının yedeğindeki modern zihinlerde dinin rükünleri ciddi sarsıntı geçirmektedir diyebiliriz. Burada; Annem namazında abdestinde bir öğretmendi. Ama eme- kli olunca değişti. Sıkılmayayım diye katıldığı grupta namaz kılmasını eleştirmişler hepsini bıraktı. Çok üzülüyorum nasıl davranmalıyım ne tavsiye edersiniz?...vs şeklindeki fetva sorusu modern şehrin sosyal yaşam alanlarının din ile ilişkisi ve buna dair baskılanıma güzel bir örnektir diyebi- liriz.

Tekno-Gündelik Hayatta İbadet

Mantığı verimlilik olan teknolojik üretim ve bürokrasi aynı zamanda modernliğin de araç- larındandırlar19. Modernizasyon, teknolojik üretim ve bürokrasi sosyal değişimin ilk tem- silcileridir. Bir diğer ifadeyle modernizasyon, teknoloji vasıtasıyla ekonominin değişiminde kök salmış bir müesseseler kümesinin büyümesi anlamına gelmektedir. Devamında çağdaş kent ve sosyo-kültürel çoğulculuk gelmektedir20. Burada modern bilinci belirleyen ve dü- zenleyen taşıyıcıları saymak gerekirse: a)Modern şehir günümüz modern bilincinin bağımsız bir taşıyıcısı olarak kabul edilmekte- dir. Bir anlamda modernleşmeyi sağlayan ve devam ettiren önemli bir imkandır. Yoğun in- san popülasyonu, şehrin farklı sınıf ve etnik kökenden oluşan çoğulcu yapısını oluşturmak- tadır. Şehirde modern bireye hızla bir sınıftan diğer sınıfa geçme olanağının tanınırken,21 algı ve kabuller yanında din ile ilişki de hem farklılaştırmakta hem de değiştirmektedir diyebiliriz.

Herhangi bir toplumda modernlik çok büyük kentlerin oluşmasını amaçlamıştır. Ortaya çıktığı yıllardan bu yana şehir son derece farklı insanların ve insan gruplarının bir diğer ifadeyle birbirinden farklı dünyaların buluşma yeridir. Bu özellik bir yandan şehirde yaşa- yanları daha bir kentli olmaya mecbur tutarken, diğer yandan da realiteye farklı yaklaşım yollarında bir gelişmişliğe zorlamaktadır. Kendi yaşam sitilini, tarzını yaratan şehir, umu- miyetle toplum için de bir standart oluşturmakta, kitle iletişim araçlarıyla ülkenin en ücra köşelerine taşıyarak şehre ait kodların yaygınlaşması ve kabulünü normalleştirmektedir. Bu durum modern yaşam tarzına ait kodlarının küçük bir kasaba hatta köy de gerçekleş- mesi anlamına gelmektedir. Bilincin bu şekilde kentleşmesinde, modern kurumsal eğitim ve kitle iletişim araçlarının rolü tartışılmaz. Sürekli iletişim araçlarıyla bir arada bulunmak, şehirleşen bilinç anlamına da gelmektedir. Bu süreçte çoğulculuk da esastır. Birey nerede olursa olsun, çok yönden gerekli ve gereksiz ayırtına varamadığı bilgi ve haber bombardı- manı altında yaşarken, genişleyen zihin dünyası ile, ev’e/alem dair bütünlük ve akla yatkın- lık iyice zayıflamaktadır22.

Şehrin çok katmanlı ve genelde birbiriyle çelişen farklı sosyal dünyalarla bir arada yaşamak şeklinde dizayn edilen gündelik hayatı, demokrasi ve gelişme gibi değerlerle yasallaştırıla-

18 A.g.e., s. 92 19 A.g.e., s. 54 20 A.g.e., s. 20 21 A.g.e, s. 120 22 A.g.e, s. 80 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 321 rak hem korunmakta hem de tartışmasız kabulü sağlanmaktadır23. Bu yapının dini davran- ma biçimleri açısından insanı kollayan yönü kadar, muhalif durumlarda yaşanan gerginlik de önemlidir. Cuma namazının mesai saatleri içinde olması24 kurumsal yapı ibadet ilişkisi arasın- da kalan günümüz modern insanına dair ciddi baskılanımlardandır. Dini anlamda sıkıntı olmasın diye uzun nişanlılık döneminde yapılan nikahlar/dini evlilikle sonuçlanmadığında da ciddi sorunlar yaşanmaktadır. Nişanlıyken dini nikah yaptırdık günah olmasın diye ama kavga edip ayrıldık. Sonra herkes kendi yolunu çizdi, başkalarıyla evlendi çocuklarımız oldu. Geçen gün tel- evizyondaki hoca dini nikahtan boşanmadan başkasıyla evlenilmez deyince uyandım. Biz ayrıldığımızda boşanma falan olmamıştı. Hoş bizi kim boşayabilirdi ki! Ne yapmam gerekir.?...vs gibi. Bu anlamda modern şehir - gündelik hayat ilişkisinde hukuk tarafından tanımlanmayan durumlar birey- lerde ciddi gerginliklerin yaşanmasına neden olmaktadır diyebiliriz.

Modern şehrin düzenlenişinde -mimari yapıdan kurumsal işleyişe kadar – din ve dini dav- ranma biçimlerinden arındırılmış olması esas alınmaktadır. Bu yapıda din özel alanın ko- nusudur. Bu düzenleniş toplumda bir çok karışıklığa neden olurken, bireyin zihin dünyası ve algısını da etkilenmektedir. Özellikle iş/kurum, mekan ve ortamlarının ibadete uygun olmayan yapısı yanında, gündelik hayatta dış mekanı kullanma biçimlerinde de sıkıntılar yaşanmakta, çoğunlukla da ibadetten feragat edilmektedir. Oysa ibadetler vakit ile sabittir. Ve insanın ibadetini kazanca dönüştürme imkanı da, bütün rükünleriyle yerine getirmesiy- le mümkündür. Hastamız var. Hadi o ameliyat oldu, dikişleri var, ama ben refakatçiyim. Namaz kılacak yer yok. Tam odanın bir yerinde namaza duruyorum, sağlık elemanları giriyor, hemşire kızıyor. Bu nasıl iş hem hastalığımıza hem de yok yere kaçan namazlarımıza üzülüyoruz. Bu konuda ne önerirsiniz.?...vs. Sorudaki mekan örnek olarak verilmiştir dolayısıyla bütün kurumlar için düşünülmelidir.

Şehrin ibadetten uzak ve ibadeti dönüştürücü yapısı meslekî bazda da hissedilmektedir. Ben kuryeyim. Sürekli çantam bileğime bağlı motosikletle dış mekanda dolaşıyorum. Namaz kılabilirim ama çantayı bileğimizden çıkarmamız yasak. Çantayla namaz kılmak da olacak gibi değil. Bu durumda oturarak namaz kılsam olur mu?... Cinsel içerikli mesaj yayınlayan hatlarda çalışıyorum. Ramazan geldi oruç tutsam, günah mı, kabul olur mu?... vs. Bu anlamda bazı mesleklerin ibadete mesafeli ya- pısı, insan- ibadet ilişkisini olumsuz etkilemekte ve ciddi gerginlikler yaşanmasına neden olmaktadır.

Teknolojik üretim ile ilgili temalar bireyin zihin ve duygu dünyasını hem etkilemekte hem de değiştirmektedir. Bu durum modern zihin ve algı kalıplarının oluşması sürecinde bire- yin değişim ve dönüşümünü belirlerken, süreçten etkilenen sosyal ve dini ilişkiler ağı da farklılaşmaktadır. Modern zihinde rasyonellik, kişinin günlük yaşamında anlamlandırıp de- ğerlendirdiği fonksiyonel rasyonelliktir. Böylece rasyonel olmayan alanın gittikçe azalması veya soyut alanın da rasyonel kodlarla değerlendirilmesi sürecini başlatmaktadır. Fetva sorularında, ne kadar günah, sadece tevbe mi, Cehennem de ne kadar, kaç yıl kalınır …vs şeklinde sık sık karşılaştığımız sorular modern zihin- rasyonellik ilişkisinde yaşanan sıkıntıları açığa çı- karmaktadır. Bu algı aynı zamanda kulun Allah’a en yakın olduğu ve onunda iletişime geçti- ği ve başka hiçbir canlının müdahil olamayacağı tövbe/nin gerçek anlamıyla anlaşılmasını da engellemektedir. Nitekim fetva sorularına cevap olarak tövbenin gerektiği söylenildiği durumlarda karşılaştığımız, sadece o kadar mı şeklinde hayret nidalarını örnek olarak verebili- riz. Bu anlamda Allah- kul ilişkisinin karşılıklılık yönünü en iyi anlatan ve kul olma bilincini teyid ettiren kavramlardan biri olan tövbe, tekno-gündelik hayat - rasyonalite ilişkisinde 23 A.g.e, s. 81 24 Son yıllarda yapılan iyileştirilmelerle soruna bir nebze çözüm bulunmuştur. 322 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME yaşanan değişimle, ciddi anlamda etkilenmekte ve inandırıcılığı azalmaktadır diyebiliriz. b)Teknolojik yapıda realite, birbirileri ile nedensellik bağı ile bağlı ve zaman - uzay yapıları ile ilgili, açık seçik şekilde ayrılabilen bileşenlerden oluşmaktadır şeklinde kabul edilmek- tedir. Bu kabul gündelik hayatta insanın ve yaşamının bir parçası olmakta ve sembolik evreni kuşatan tema haline dönüşmektedir25. Dolayısıyla bu yapının dönüştürdüğü zihinsel algıda din ve ibadetlere de etkilenmekte ve gerginlikler yaşanmaktadır. Mesela, ibadetlerin değişmeyen tarzına rağmen niyet üzerinden yapılan sünnet-farz ayrımının anlaşılmasında yaşanan sıkıntı gibi. Sünnet namazlara nasıl niyet edeceğiz? Mesala; Niyet ettim Allah rızası için öğle namazının sünnetini kılmaya şeklinde. Ama onu peygamber koymuş niye Allah rızası diyoruz ki?... vs. Bu algıda ibadet- Allah ilişkisi kadar, sünnet- Peygamber ilişkisi de yanlış kurgulanmakta ve ciddi zemin kayması yaşanmaktadır. Bunun yanında modern aklın, bilgisi olmayan konular- da pervasızca dolaşımı da dikkat çekicidir. c)Teknolojik üretimin çok ilişkili dünyasından, sosyal yaşamın ve bilincin diğer alanları- na çok rahat geçişler yapılarak gündelik hayatla ilişkilendirilmektedir. Bu durum zihnin bütünle ilişkisini zayıflatarak kamufle etmektedir. Dini anlamda kavramsal çerçeve, zemin, illet ayet, hadis…vs gibi referans zeminleri bu çok ilişkili dünyada kaybolmaktadır. Tekno- lojinin imkanlarına ait nimetlere sahip olmanın yanında, bilgi boyutu da vardır. Toplumsal olarak yürütülen bilgisizlik diyebileceğimiz ‘bilgi fakirliği’nin bir kere farkına varıldığında, onun tezahürlerini bir çok yerde görmek mümkündür26. Nitekim; Farz namazlar sünnet nama- zlardan daha önemli değil mi. O zaman neden vakit namazlarında önce sünnetler kılınıyor. Ben bundan sonra farzları önce, sünnetleri sonra kılacağım… Namazda Fatiha’yı okumak vacip değil mi? Evet. Bir arkadaşım namazda fatihayı okumuyormuş ben de onun gibi yapacağım. Olmaz Fâtiha okumayanın namazı yoktur27 diyor Hz. Peygamber. Ama vacip olan yapılmadığında namaz bozulmuyor. O zaman benim namazım olmamış mı oluyor?... vs şeklinde son yıllarda fetvaya gelen soruları bu konuya örnek olarak verebiliriz.

Tekno-gündelik hayat insanın hakikatle ilişkisini ve iletişimini de değiştirmekte ve dönüş- türmektedir. Bir anlamda eylem ile insanın arası açılmakta, eylem-makine ilişkisiyle bü- tünleştirilerek insan safdışı bırakılmaktadır diyebiliriz. Tekno-gündelik hayatın merkezine konan kolaycılık ve mükemmellik bir başka açıdan ibadet yapan/insandan, ibadet eden/maki- naya doğru yönelmeyi sağlamakta ve süreç içinde bunu normalleştirecek konuma gelecek gibi gözükmektedir diyebiliriz. Bu yapının neden olduğu yanılsamada insan, ibadeti yapan konumdan seyreden konuma inerken, teknoloji yapılan eylemi/ibadeti, daha güzel algısıyla dönüştürmektedir. Bu anlamda yanılsama ibadet-insan ilişkisini çok katmanlı olarak de- ğiştirmekte ve dönüştürmektedir.

Teknolojik üretimin isimlendirilmesinde kullanılan akıl aynı zamanda insanın en önemli ve ayırıcı özelliğinin araçsallaştırılması anlamına da gelmektedir. Akıllı kalemlerden akıllı sec- cadelere kadar bir dizi teknolojik üretim insan- ibadet ilişkisini tamamen ters yüz etmek- tedir. Kızım ben yaşlıyım, bildiğim sure sayısı da az. Şimdiye kadar iki duayla namaz kılıyordum ama oğlum akıllı seccade almış, vakit gelince açıyorum onun üstünde namaz kılıyorum olur mu?... Özellikle

25 Peter L. Berger, Brigitte Berger, Hansfried Kellner, a.g.e, s. 129 26 der. ve çev. Taha Kılıç, a.g.e, s.105 27 Rasulullah (sav)’in dediği gibi, Fatihasız namaz olmaz. Ubade bin Samit (R.ah) şöyle dedi: “Nebi (sav): ‘Fatihatu’l-Kitabı okumayan kimsenin namazı yoktur’ buyurdu.” Buhari 765, Müslim 394, Ebu Avane 2/124, Ebu Davud 822, Nesei 909, Tirmizi 247, İbni Mace 837 http://www.hadisler.com/yazdir.asp?id=2634 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 323 yaşlılarda daha iyi okuduğu için tercih edilen akıllı seccade de kılınan namaz, tekno-gün- delik hayatta ibadetin insandan araca tahvilini gösteren en iyi örneklerden biridir. Oysa bütün teknoloji ürünlerinin ibadetlerde kullanımı eğitim amaçlı olmalıdır. Akıllı kalemleri de bu zaviyede değerlendirmek gerekir. Kızım ben Kur’an okumasını bilmiyorum. Geçenlerde bir tanıdık bana kalem getirdi, Kuran satırlarına tuttuğumda okuyor. Çok sevindim. Kalemi satırlara tutarak Kur’anı tamamlasam hatim28 olur mu?...vs. Burada geleneksel toplumda Kur’an okumasını bil- meyenlerin uyguladıkları her satıra ihlas okuyarak yapılan ihlas hatmi, tekno-gündelik ha- yatta akıllı kalemlere devredilmekte gibidir. Bir farkla ki orada ibadeti yapan insan olurken, tekno-gündelik hayatta ibadet araca tahvil edilmektedir. Bu anlamda insanın gönüllü ola- rak ibadet yapmaktan vazgeçmesi, teknolojinin büyülü dünyasının sunduğu yanılsamayla mümkün olabilmektedir. Ayrıca geleneksel algıyla benzerlik üzerinden kurulan süreklilik, mahiyet açısından ise tam bir alt-üst oluş bulunmaktadır. d) Teknolojik yapıda realite, problem çözme yaklaşımı olarak kabul edilmektedir. Böylece mutlak anlamda yapılabilir ve çözüme ulaşılabilir algısı benimsenmektedir. Bir diğer ifa- deyle yaşam sürüp giden bir problem çözme olayı olarak tanımlanmakta ve çözülemeyen durumlar da görünür alanın dışına itilerek gündelik hayatla arasına mesafe konulmakta- dır. Bu konuya kürtaj sorularından örnekler verebiliriz. Dini anlamda Allah’ın takdiri olarak kabul edilen yaşam, tekno- gündelik hayatta insanın talepleri düzeyine indirgenmektedir. Planlamadığımız ve korunduğum halde hamile kaldım. Bu bebek hayatımı birkaç yıl geriletecek. Kürtaj olsam çok mu günah… Bu anlamda hayat ve hakikatin insan planlarının fevkinde yapısı, mo- dern kodlarla inşa edilen bireylerde kamufle edilerek yaşam hakkına müdahale normalleş- mektedir diyebiliriz. Bebeğim dört aylık ama özürlü. Beyim istemiyor, büyük sorumluluk diyor. … da özürlü hayatını nasıl devam ettirecek kürtaj olmalısın diyorlar. Kürtaj olsam çok mu günah…vs. Bu algı- da kürtajın, en erken oluşan canlının yaşam hakkına müdahale olduğu kamufle edilirken, tekno-gündelik hayatın arızalı durumlardan arındırılmış steril düzenlenişine yaptığı katkı da açığa çıkmaktadır. Bu anlamda hem disiplinler hem de hukuk tarafından korunan hayat hakkı, tekno-gündelik hayatta anne karnındaki çocuk için kabul edilmemekte ve müdahale/ kürtaj normalleşmektedir diyebiliriz.

Yaşam ve ölüm bu seküler algı dünyasında artık hakikatle bağını yitirmektedir. Nitekim yakın geçmişte Zincirlikuyu mezarlığının kapısına yazılan Her canlı ölümü tadacaktır (An- kebut: 29/57) ayeti trafikte sıkışan fanileri çok rahatsız ettiğinden gündem oluşturulmuş ve kaldırılması teklif edilmişti29. Bu merkezde değişen algıyla insanın ölüm ve ahiret ilişkisi alt-üst olmakta, ölüm gündelik dilde daimi uyku[suna geçti] şeklinde estetize edilerek ifade edilmektedir. Bu değişimden sünnetin belirlediği geleneksel cenaze teşyi de etkilenmekte adeta belleklerden silinmektedir. Nitekim yaşanan gelişmelerin gittiği noktayı fark eden ve beni tekbirlerle gömün diye vasiyet eden Cem Karaca dönemin medya aktörlerince30 anlaşılama-

28 Hatim, Kur’an’ın başından sonuna kadar Arapça olarak okunarak bitirilmesidir. Hatim yapmış olmak için Kur’an’ın bizzat tilavet edilmesi/okunması gerekir. Ancak kişi mukabeleyi takip esnasında aynı zamanda okursa hem dinlemiş hem de hatim yapmış olur. https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/SoruSor.aspx#.VRatOY6GN9k 29 İstanbul’da Zincirlikuyu Mezarlığı’nın girişinde yazan “Her canlı ölümü tadacaktır” şeklindeki ayet meali, CHP’li Binnaz Toprak’ın “Çok sinir bozucu bir şey” demesiyle yeniden tartışma konusu oldu… 10.5.2011 Sabah Gazetesi, http://www.sabah.com.tr/gundem/2011/05/10/zincirlikuyudaki-ayet-mealini-kim-yazdirdi 30 Cem Karaca’dan İlginç Vasiyet!, Cenk Yılmaz, Bakırköy Acıbadem Hastanesi’nde kalp yetmezliği sonucu hayatını kaybeden Cem Karaca’nın, devlet töreni istemediği, alkışlar yerine tekbir sesleri eşliğinde gömülmek istediği ortaya çıktı. 59 yaşında hayatını kaybeden Karaca’nın cenazesi, Acıbadem Hastanesi’nde bekletiliyor. Sanatçının vasiyetini, ailesinin isteği üzerine Kurtalan Ekspres’in bateristi Bahadır Akkuzun açıkladı. Akkuzun, ‘’Cem Karaca vasiyeti üzerine, babasının gömülü bulunduğu Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilecek. Kendisi 324 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME mış, geçiştirilerek haber yapılmıştır. Ve yine yakın günlerde vefat eden Müzeyyen Senar’a vasiyeti gereği mezarı başında Ehl-i aşkın neşvegahı kuşe-i meyhanedir31 şarkısı dinletilmiş, Ka- yahan’da32 deniz gören bir kabre defnedilmiştir. tir. Bu teşyi örnekleri ölümün, tekno – gündelik hayatta değişen anlam ve algısını göstermektedir diyebiliriz. Oysa dini anlamda insanın ölümüyle ahiret hayatı başlarken, berzah hayatı da ilk duraktır. (Tirmizi, Zühd, 5). Bu hayat bedensel olmaktan çok ruhsaldır. İnsanlar öldükten sonra iman ve amellerine göre kıyamete kadar ruhani olarak ayrı bir hayat yaşamakta ve kabir müminler için cennet bahçelerinden bir bahçe, inkarcılar için cehennem çukurlarından bir çukur olmaktadır33. e) Modern yaşamın esas temalarından biri de çoğulculuktur. Tekno-gündelik hayatta top- lumsal alan çoğulculukla inşa edilirken, ortak sembolik evrenin yaratılması giderek güçleş- mektedir. Farklı realiteler tanımlanıp ve son derece farklı biçimlerde yargılanırken, bunların tamamını sarıp sarmalayacak olan dünya görüşünün inşası gittikçe zorlaşmakta ve inandı- rıcılığı zedelenmektedir34.

Din hem birey hem de toplumda hayati rol oynamaktadır. Toplumun kabul ettiği değerler ve inançlar, bir diğer ifadeyle gündelik hayatın manevi anlamlar dünyası, din ve onun etki- lediği, belirlediği gelenekten beslenmektedir. Sosyolojik ve sosyo-psikolojik açısından da din insanın evrende kendini evinde hissetmesini sağlayan kognitif ve normatif yapı olarak tanımlanmaktadır. Sosyal yaşam dünyalarının çoğulcu yapısı din alanında da son derece etkili olmakta, yüzyıllardır devam ede gelen din – toplum hayatı ilişkisi, günümüzde çoğul- culuk tarafından ciddi bir biçimde tehdit edilmektedir. Bireyselleşmenin de etkilediği bu yaklaşım dini kabullerde hatta ibadetlerde ciddi deformasyona yol açmaktadır diyebiliriz. Nitekim fetvaya gelen bir soru bu konuda örnek olarak verilebilir. Sadece ihlasla namaz kılsam olur mu?, Neden diğer duaları bilmiyor musunuz?. Biliyorum ama ben namazımda sadece Allah’ı anmak istiyorum. Sadece Allah’ın anıldığı surede ihlâs olduğundan her rekatta ihlas okumak istiyorum… vs. Bu- rada modern kentin çoğulcu yapısında sıkışan zihnin, çıkış yolu olarak belirlediği yöntem açığa çıkarken, yapılan çıkarsamanın fıkıh açısında yanlışlığı çok da önemsenmemekte, do- layısıyla dini davranma biçimleri ve ibadetlerde yaşanan deformasyon açığa çıkmaktadır. Hz. peygamberin örnekliğinde görmediğimiz bu durumu, büyük bir duygulanımla istiyor olmak, modern birey-ibadet ilişkisinde ki değişimi göstermesi açısından dikkat çekicidir. İbadetlerde örnekliğimiz Hz. Peygamberdir. Ve Resullullah (sav) “Beni (namaz kıldığımı) gördüğünüz gibi, siz de öylece namaz kılınız.”(Buhârî, Ezân, 18) buyurmaktadır. vasiyetinde devlet töreni istemediğini, alkışlar yerine tekbir sesleriyle son yolculuğuna uğurlanmak istediğini belirtmiş. Biz de buna göre gerekeni yapacağız’’ dedi. http://www.habervitrini.com/magazin/cem-karacadan-ilg- inc-vasiyet-117734 31 Müzeyyen Senar’ın vasiyeti üzerine, sanatçının kızı Feraye Işıl, “Ehl-i aşkın neşvegahı kuşe-i meyhanedir” şarkısını mezarı başında telefonundan dinletti. Bu sırada Bülent Ersoy’dan da şarkıya eşlik etmesini rica eden Feraye Işıl’ı kırmayan Ersoy parçayı söylerken gözyaşlarını tutamadı, mezarlıkta duygusal anlar yaşandı. Müzeyyen Senar’a veda… http://www.milliyet.com.tr/muzeyyen-senar-a-veda--gundem-2011502/ 32 Meleğinden son bakış; Sağlığında “Beni deniz gören bir yere gömün” diye vasiyet eden usta sanatçının isteği gerçekleştirildi. Kayahan, Teşvikiye Camii’ndeki cenaze töreninin ardından Kanlıca Mezarlığı’nda deniz gören bir mezara defnedildi. 5. Nisan 2015 http://www.takvim.com.tr/guncel/2015/04/05/meleginden-son-bakis. 33 Berzah, ölümden sonra başlayan ve mahşerdeki dirilişe kadar devam edecek olan kabir hayatıdır. Buna göre ölen herkes berzah alemine girecektir. Şu ayette “Berzah” ölümden sonra yeniden dirilişe kadar geçecek zaman diliminin oluşturduğu engel anlamındadır: “Onların gerisinde ise, yeniden dirilecekleri güne kadar (süren) bir berzah vardır.” (Mü’minun, 23/100) Kısaca değinmek gerekirse, insanın ölümüyle ahiret hayatı başlamış olur. Berzah hayatı ahiret hayatının ilk durağıdır. Nitekim bir hadiste bu açıkça belirtilmiştir (Tirmizi, Zühd, 5). https:// fetva.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/35773/berzah-hayati-ne-demektir 34 Peter L. Berger, Brigitte Berger, Hansfried Kellner, a.g.e, s. 130 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 325 f) Teknolojik temalardan biri olan gelişmek, terakki bağlamında ele alınan bir faaliyettir ve mutlak anlamda maksimum karı içermelidir. Bu ise birey zihninde her şey daima geliş- tirilebilir, görüşüne bağlı olarak bir kararsızlık temayülünün doğmasına neden olmaktadır. İlerleme saikiyle kurgulanan durum, yapılabilirlik kavramıyla da birleşince dünyanın daha da ileri doğru gitmekte olduğu şeklinde bir algıyı normalleştirmektedir. Bu zamanda, teknolo- jinin hızına rağmen… vs gibi ön koşullarıyla kurulan cümleler, tekno-kentin gündelik hayata dair dili oluşturmaktadır. Modern kentin kirli havası, bir türlü yok olmayan atıklarıyla insan yaşamını tehdit eden yönü ise tekno-şaşaa ile ötelenmektedir. Bu yaşama biçiminin ne- den olduğu tıbbî ve manevi rahatsızlıklar, toprağa daha yakın bir hayat, organik tarım ve manevi-ruhsal terapilerle aşılmaya çalışılmaktadır. Hız ve haz kıskacındaki modern kent insanına psiko-tedavi amaçlı yapılan çağrılar yavaşla35 şeklinde olmaktadır. Yavaşla ve gü- nün bir miktarında kendine zaman ayır, kabulünün dini literatürde karşılığını namaz kıl şek- linde düşünülebiliriz. Bir diğer ifadeyle modern kentin hız ve karmaşasına, Rabbi’ni anma molası vererek, vakit, anma ve hatırlama ilişkisine dahil ol. Hatırlama/zikre dair süreklilik hikayenin güncellenmesi ve insanın kendini evinde hissetmesini de sağlayacaktır. … Bili- niz ki, kalpler ancak Allah’ı anmakla huzur bulur. (Ra’d: 13/28) ayeti de bu duruma işaret etmektedir. Ayrıca yaklaşım modern kentin ibadetten uzak düzenlenişine bir meydan oku- madır. Bu sayede insanın muhalif yönü ibadet/eylem üzerinden devam ederek süreklilik kazanmaktadır.

Tekno- Gündelik Hayatta Ahlâk

Teknolojik gelişmeler süreç içinde modernizasyonu, bir diğer ifadeyle gündelik hayatın tek- nolojiyle yeniden düzenlenmesine neden olmaktadır. Nitekim modernizasyon Batı dünya- sında oluşan teknolojik medeniyet’le beraber gelişen bir olaydır. Bu durum teknolojinin hem kurumsal hem de sosyal hayatı düzenlemesi, olarak da düşünülmelidir. Bir diğer ifadeyle teknolojinin hakimiyeti altında bir yaşam pratiğinin düzenlenmesi anlamına gelmektedir.

Modernizasyonla geleneksel toplumun yapıları tümüyle değiştirilmekte ve tam bir altüst yaşanmaktadır. Geleneksel dünyada kozmik ve manevi dünyasıyla uyum içinde olan insan yalnızlaşarak, tabiat, çevre ve kendisine yabancılaşan bir varlık haline gelmektedir. Bu du- rumda aidiyet kavramı ve insanın ait olma ihtiyacı da deformasyona uğrayarak bir nevi ev- siz, yurtsuz, tek başına kalmaktadır. Bu ortamdan aidiyet-ibadet ilişkisi de etkilenmektedir. Zaman mekan ve cemaat birliğinin olduğu ritüellere, teknolojik araçların müdahalesiyle, ibadet-insan- huşu ilişkisinin zedelendiği görülmektedir. Kabe ve Ravza’dan ibadet anın- da gönderilen resimler veya telefon görüşmeleri, tekno-gündelik hayat-ibadet ilişkisinde- ki deformasyonlara örnek olarak verebiliriz. Metafta tavaf yaparken Rabbinin huzurunda hayatını gözden geçiren, muhasebesini yapan müslümandan, face veya twittera çektiği hacerü’l-esved resimlerini yükleyen veya telefonda konuşan hacılara doğru evrilme, tam da tekno-gündelik hayatın ibadetlere müdahalesi ve değiştirmesine örnektir. Bu anlamda teknolojinin görünürlülük ve ulaşımda sağladığı hızın cazibesi, ibadetin huşu ve anlamını bozarken, yapılanın normalleştirmesi de sağlanmaktadır diyebiliriz.

Toplum hayatında sosyal ilişkiler, sosyal yaşam dünyası sakinlerinin değer yargıları tara- fından inşa olunmaktadır. Bununla birlikte modern şehrin çoğulcu yapısı geleneksel kav- ramların zeminini de etkilemiş ve değiştirmiştir. Geleneksel toplumda önemli ve güçlü bir

35 Kemal Sayar, Yavaşla , illüstrasyon Cem Kızıltuğ, İstanbul : Timaş Yayınları, 2009 326 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME değere sahip olan şeref ve iffet, modern dünya algısında statü kaybına uğramaktadır. Bu kayıpta kanunsal düzenlemelerin etkisi de yadsınamaz. Günlük yaşamın dünya görüşü de, realitenin yasal tanımıyla örtüşen bir duruma doğru evrilmektedir36. Fetva sorularında son yıllarda sayıları hızla artan pornografi-insan ilişkisini buna örnek olarak verebiliriz. ocamK eve gelir gelmez odasına çekiliyor ve bilgisayar başında geceliyor. Geçen gün kontrol ettiğimde hep kötü sitelerde dolaştığını gördüm. Akşam bunun günah olduğunu söyledim ama vazgeçmiyor, hatta daha fazla müdahale edersem bana da izletmekle tehdit etti. Ben de bıraktım artık günah mı?... vs. Ayrıca pornog- rafi şiddet ilişkisinin tekno-gündelik hayatta medya araçları tarafından dolaysız salınımı da günümüzde önemli bir sorunsal olarak karşımızda durmaktadır.

Tekno-gündelik hayatta şeref kavramı da eski anlam ve konumunu kaybederken, yerine itibar kullanılmaktadır. Böylece itibarla hem maddi hem de medyatik fenomen olma dü- zeyine çekilmektedir. Bu kavramların giderek yok olması, ahlâki değerlerin bayağılaşarak normalleşmesine neden olmaktadır. Ayrıca medyanın dönüştürücü ve aklayıcı yönü de bu süreci beslemekte, medyatik olmak başlı başına bir değer gibi kabul edilmektedir. Bu anlamda medyatik olanın yapıp etmeleri de, toplumsal değerlerin hilafına bile olsa doğ- ru kabul edilmektedir. Bu yapıda toplumsal baskılanımdan çok, medyatik baskılanım söz konusudur. Baş tacı edilen veya masumlaştırılarak, sevimli hale getirilen çarpık ilişkiler, mafya, kumar…vs medya programlarından, her an gündelik hayata dahil edilmektedir. Racon, mafya ahlakı…vs şeklinde sunulan resim ile, hem kanunsuz ilişkiler aklanmakta, hem de toplumsal algı değiştirilerek yeniden düzenlenmektedir. Dini davranma biçimleri ve ibadetler de bu yapıdan etkilenmektedir.

Gayri meşru ilişkilerin medya masumiyeti altında normalleştirilmesi de, tekno-gündelik hayatın pratiklerindendir. Fetva sorularında artan sayıda görülen zina sorularını, bu meka- nizmanın bir tezahürü olarak değerlendirebiliriz. Gerek ev içi ilişkiler ağında veya kurum- sal ilişkilerde veya sosyal medya bağlantılarında yaşanan gayrimeşru ilişkiler, son yıllarda giderek artmaktadır. Modern gündelik hayatın haz ve eğlence merkezli inşa edilişinden, dindar bireyler de etkilenmekte, bir anda nefsi hoş tutan mekanizmaların kucağında ken- dilerini bulabilmektedirler. Evli veya dindar olmak da bu konuda yeterli olmazken, kişinin duyduğu pişmanlık yanında, nasıllığını da anlayamadığı bir girdabın içinde durumun te- lafisine dair arayışlara girdiği fetva sorularına yansımaktadır.Ben çalışan evli ve dindar bir bayanım. Formasyonum da bu alanda. Ama hayat işte nasıl oldu anlayamadım çalıştığım yerde bana çok ilgi gösteren, iltifat eden, beni adam yerine koyan birisiyle ilişkiye girdim. Ve o günden beri de yaşamıyorum sanki. Ne yapacağımı bilemiyorum. Yaşananları ne kendim anlıyorum ne de anlamlandırıyorum…vs. medyanın tek anlamlı ilişki paketi olarak lanse ettiği haz merkezli baskılanımı karşısında, medya modelleriyle benzeşme ilişkisine girerken, dini kabuller kamufle edilmekte, adeta arasına mesafe konmaktadır. Bir diğer ifadeyle modern gündelik hayatta dinin olumsuzla- dığı gayri ahlaki ilişkiler, hem çoğulcu yapı hem de medya-sosyal medya ilişkisiyle normal- leşme yolunda hızla ilerlemektedir diyebiliriz.

Sonuç; olarak tekno-gündelik hayatta teknolojinin hakim kıldığı argümanlardan hem dini algı ve kabuller hem de ritüeller etkilenmekte ve değişmektedir. Bu değişimin zaman içinde dini anlamda daha da ciddi sonuçlara neden olacağı bir gerçektir. Belki de yakın zamanda yarattığım karaktere namaz kıldırırsam ben muaf olur muyum sorularını da duyabiliriz. Makalemi yaşadığım bir olayla örneklendirerek bitirmek istiyorum. Seksen ihtilalinin baskılanımın

36 Peter L. Berger, Brigitte Berger, Hansfried Kellner, a.g.e, s. 98 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME 327 yavaş yavaş azaldığı 1983-84 yılında, bir grup arkadaşla İsmet Özel’i imza gününde Marma- ra Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ne davet etmiştik. İsteğimizi geri çevirmedi ve belirlenen gün ve saatte geldi. Ders sonunda boşalan bir sınıfta Sn. Özel’i bir saat kadar dinledik. Ak- lımda kalan bir kaç cümleden biri de araba camiye gitmez olmuştu. Tabi o gün direksiyon- da kim bulunuyor ve nereye gitmek istiyorsa araba da oraya gider mantığı üzerinden yaptı- ğımız itirazlar işe yaramadı ve İsmet Özel tezinde ısrarcı oldu. Yıllar yılları kovaladı derken geçen sene bir fetva danışmasında … birkaç gün önce eşimle otobanda gidiyorduk. Arabayı beyim kullanıyordu. Öğle vakti beyim arabayı kullanmaya devam ederken ben imam olacağım sende cemaat, bana uy da öğleni kılalım dedi. Ben de dediğini yaptım ama içime sinmedi. Böyle namaz olur mu?, kaza mı etmeliyim…vs. sorusuyla karşılaşınca, birden İsmet Özel’in cümlesini hatırladım. Gerçek- ten de araba camiye gitmediği gibi namazı da değiştiriyor, başka bir forma sokuyordu37. Bu anlamda tekno gündelik hayat dini düşünme ve davranma biçimlerimizi değiştirmektedir.

O halde burada neyimizi korumalıyız? sorusu önem arz etmektedir. Kendimizi korumalı ve kullanacağımız argümanlar dini ritüel olarak vaaz edilen kadim anlamlar, eylemler olmalı- dır. Böylece sürekli yenilenirken, köklerimizden de kopmamış oluruz. Burada bize gerekli olan tema edep olacaktır. Bu anlamda edep bizi geçmişe çağırıp, köklerimize bağlarken, … şüphesiz sen büyük bir ahlak üzerindesin (Kalem, 68/4) ayeti yolumuzu aydınlatmakta ve Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim38 diyen Hz. Muhammed (sav)’in eylemi süreklilik kazanmaktadır.

Kaynakça

- ETHOS: Felsefe ve Toplumsal Bilimlerde Diyaloglar Temmuz/July 2012, 5(2), - Azizüddin Nesefi, Tasavvufta İnsan Meselesi-İnsan-ı Kamil, çev. Mehmet Kanar, İstanbul: Dergah Yay, 1990 - Cornelius Castoriadis, Dünyaya, İnsan ve Tabiata Dair, İstanbul : İletişim Yayınları, 1993 - Dindar Bir Doktor Hanım Ayşe Hümeyra Ökten, hazırlayan , Nevin Meriç, İstanbul: Timaş Yayınları, 2011 - Henri Lefebvre , Modern dünyada gündelik hayat/1991, trc. Işın Gürbüz, İstanbul : Metis Yayınları, 1998. - İnsan ve teknoloji. / der. ve çev. Taha Kılıç. -- İstanbul : İnsan Yayınları, 1992. - Kemal Sayar , Geçmişin Bilgeliği Bugünün Psikoterapisiyle Buluşabilir mi?, Defter, Kış 1999, yıl, 12, sy 35 - Kemal Sayar, Yavaşla , illüstrasyon Cem Kızıltuğ, İstanbul : Timaş Yayınları, 2009 - Peter L. Berger, Brigitte Berger, Hansfried Kellner, Modernleşme ve Bilinç, çev. Cevdet Cerit. İstanbul : Pınar Yayınları, 198 - Şahin Uçar, Kültür Teknoloji ve Sanat Yazıları, İstanbul: Domino Yayınları 2007 - http://www.haberturk.com/polemik/haber/789427-dunya-bu-davayi-konusuyor - http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/ben-guzel-ahlaki-tamamlamak-icin-gonderildim-hadi- si-sahih-midir.html - http://www.hadisler.com/yazdir.asp?id=2634 - https://fetva.diyanet.gov.tr/SoruSor/SoruSor.aspx#.VRatOY6GN9k - http://www.sabah.com.tr/gundem/2011/05/10/zincirlikuyudaki-ayet-mealini-kim-yazdirdi 37 Bu durumun dini literatürde karşılığı batıldır. Arabada namaz kılınır ama kullanıcı imam olmaz ve kullanırken namaz kılamaz 38 Muvatta, Hüsnü’l-Hulk, 8; Ahmed b. Hanbel, 2/381, http://www.fetva.net/yazili-fetvalar/ben-guzel-ahla- ki-tamamlamak-icin-gonderildim-hadisi-sahih-midir.html 328 MEDYA-DİN VE DİJİTALLEŞME

- http://www.habervitrini.com/magazin/cem-karacadan-ilginc-vasiyet-117734 - http://www.milliyet.com.tr/muzeyyen-senar-a-veda--gundem-2011502 - https://fetva.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/35773/berzah-hayati-ne-demektir - http://www.takvim.com.tr/guncel/2015/04/05/meleginden-son-bakis MEDYA VE DİN SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ 330 MEDYA VE DİN SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ

Çok katmanlı bir konu olan medya ve din ilişkisini çeşitli yönleriyle tartışmaya açtığımız Medya ve Din Sempozyumu’nda konunun paydaşları olabildiğince bir araya getirilmeye ça- lışıldı. Medya ve din ilişkisinde verimliliği arttırmak, yanlış anlaşılmaların önüne geçmek ve tarafları ortak bir zeminde buluşturmak öncelikli amaçlar olarak belirlendi.

Algıların medya üzerinden şekillendiği ve postmodern dünyada dine olan ihtiyacın yüksel- diği bir dönemde medya ve din ilişkisini tartışmak kaçınılmaz hale gelmiştir. Geleneksel kitle iletişim araçları ve özellikle yeni medya, istemli ya da istemsiz, etkileşim içinde oldu- ğu her bireyin düşüncelerine, inançlarına, davranışlarına kısacası hayatına nüfuz etmekte- dir. Günlük konuşmalardan, akademik araştırmalara kadar etkisini hissettiren medyanın, dinle ilişkisi hakkında söylenebilecekler ise iki alanın sınırsızlığına koşut geniş bir tartışma alanını oluşturmaktadır. Özellikle yeni neslin elde ettiği bilgilerin büyük kısmının medya kaynaklı olduğu düşünüldüğünde, sağlıklı din ve medya ilişkisinin sağlanmasının gereklili- ği daha net görülmektedir. Medya, dini bilgi için sadece bir tehdit oluşturmaz, aynı zaman- da medyanın, dini bilginin yayılması için bir fırsat da sunabileceği aşikardır.

Medya ve din ilişkileri farklı boyutlarıyla İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi ta- rafından düzenlenen Medya ve Din Sempozyumu’nda ele alınmıştır. 2-3 Nisan 2015 tari- hinde İstanbul’da düzenlenen sempozyumun sonunda ortaya çıkan tespitler ve önerilerin kamuoyu ile paylaşılması uygun görülmüştür.

1. Medyada yer alan din temsillerinin ve dine ilişkin bilgilerin doğru verilmesinin sağlana- bilmesi için konu ile ilgili uzmanların istihdam edilmesi gereklidir. İstihdam sağlanamıyor- sa bile kurumsal yapıya sahip dini otoritelerden yararlanma mekanizmaları geliştirilmeli- dir.

2. Din ve medya ilişkisinin sorunlu seyretmesinde kusur yalnızca medyada aranmamalıdır. Dini oluşumların ve kuruluşların mesajlarını daha doğru bir şekilde aktarabilmesinin yol- ları aranmalıdır. Medyanın dini olguları doğru algılayabilmesi için dini oluşum ve organi- zasyonlar iletişim süreçlerini doğru bir şekilde yönetebilmelidir.

3. Akademi, diyanet, medya, yayın ve denetim kuruluşlarıgibi paydaşların sorunların çözü- mü konusunda irade ortaya koyması, ortak akıl yürütebilecek yapıların ortaya çıkarılması önem arz etmektedir.

4. Medya din istismarı yapmamalı, propagandist bir dilden uzak durmalı, kullandığı dil ve üslup ile dini ve dini bilgiyi hafifletmemelidir. Özellikle dini yayıncılıkta alternatif oluştu- ran özel televizyonlar dini içerikli programları bir showa dönüştürmemeli, izlenme oranı önceliğinden ziyade toplumu doğru bilgilendirme çabası içinde olmalıdır. Ancak bu eleşti- riler yapılırken izleyicilerin talep ve beklentileri de göz önünde bulundurulmalıdır.

5. Dini yayın içeriklerinde sadece ön planda olan kişilerin yetkinliğe sahip olmalarının dı- şında işin mutfağında çalışanların da konu hakkında uzmanlaşmış bireylerden oluşması sağlanmalıdır. Böylelikle yanlış bilgilendirmenin önüne azami düzeyde geçilebileceği unu- tulmamalıdır.

6. Medyanın, dinin temsili konusunda daha hassas davranması ve bunun bir centilmenlik MEDYA VE DİN SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ 331 anlaşması ya da deklarasyon ile kamuoyuna duyurulması sağlanmalıdır.

7. Medyada temsil edilen dinin gündelik yaşamdakinden farklı ve abartılarak sunulmasının önüne geçilmelidir.

8. Din temalı yayıncılık ve dini içerikli yayınlarda iyi örnekler arttırılmalı ve teşvik edilme- lidir.

9. Medyada yer alan her türlü içerikte nefret ve ötekileştirme söyleminden uzak durulmalı- dır. Dini inançlara saygı gösterilmeli, hiç kimse inancından dolayı ötekileştirilmeye, hedef gösterilmeye, aşağılanmaya maruz bırakılmamalıdır. Yapılan yayın ve programlarda tek bir din eksen alınmamalı, toplumu oluşturan tüm yurttaşların dini inançları temel değer ola- rak alınmalıdır.

10. Medya, din konularında karşıt görüşleri bir araya getirerek tarafları düzeysiz biçimde tartıştırmaktan vazgeçmelidir. Zira bu tartışmalar sorununun çözümünden ziyade sorunu derinleştirmektedir.

11. İslamın şiddet ile temsil edilmesi filmlerde, dizilerde, programlarda dinin doğru sunu- mu ile aşılacaktır.

12. Dijital iletişim teknolojilerinin sunduğu olanaklar arasında yer alan internet siteleri, mobil uygulamalar gibi unsurların gerçek dini bilgiyi sunup sunmadığının özdenetime ya da özdüzenlemeye tabi tutulması ve magazinleştirilen bilginin önüne geçilmesi gerekmek- tedir.

13. Geleneksel medyanın yanı sıra dijital alanda da doğru dini temsillerin oluşturulması sağlanmalı, özellikle çocukları etkileyen oyunlar başta olmak üzere dijital ortamdaki dinsel referansların doğru yansıtılması sağlanmalıdır. Dijital içeriklerde dini kimliklerin birbirleri- ne karşı ötekileştirici yaklaşımlardan uzak durmaya özen gösterilmelidir.

14. Dini eğitim amacıyla hazırlanan yayın ve yayımların içerikleri kesinlikle konunun uz- manları tarafından oluşturulmalıdır.

15. Medya ve din konusundaki akademik çalışmalar arttırılmalı ve desteklenmelidir.

16. Medya okuryazarlığı ya da medyada temsil gibi derslerde dinin medyada temsili de tartışılan konular arasında yer almalıdır.

17. İletişim fakültelerinde medya ve dine ilişkin seçmeli dersler konulabileceği gibi aynı öneri ilahiyat fakülteleri için de geçerlidir. Bu sayede her iki alanının birbirini tanımasına imkan sağlanmalıdır.

18. Medya ve din konusunda yapılacak olan akademik çalışmalar toplumun ihtiyaçları da göz önünde bulundurularak şekillendirilmeli ve tematik toplantılar düzenlenmelidir.

19. Dini yayın ve programların toplumu ne ölçüde etkilediği araştırma konularında öncelikli 332 MEDYA VE DİN SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ olmalıdır. Zira konu ile ilgili detaylı olarak yapılmış etki araştırmaları bulunmamaktadır. Etkilerin ölçümlenmesi çözüm yollarının doğru belirlenmesini de sağlayacaktır.

20. Medya ve din konusunda akademi çatısı altında araştırma merkezlerinin yanı sıra çeşitli akademik yayınların oluşturulması varolan durumun tespiti ve çözüm önerileri için önemli destek sunacaktır. MEDYA VE DİN SEMPOZYUMU SONUÇ BİLDİRGESİ 333

MEDYA VE DİN SEMPOZYUMU’NA KATKIDA BULUNANLAR

Ahmet Yasir DOĞAN

Ak. Uzm. Hasan Ramazan YILMAZ

Alpaslan ÖNGEL

Arş. Gör. Ferhat ZENGİN

Arş. Gör. Mehmet GÜLNAR

Arş. Gör. Merve YAZICI

Canan ÖZCAN

İhsan EKEN

Mine TAN

Mustafa ÇUHADAR

Vahit ÖZDEMİR

Yasin SÖĞÜT

İstanbul Ticaret Üniversitesi İletişim Fakültesi Öğrencileri