T.C. SÜLEYMAN DEMİREL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ BATI DİLLERİ ve EDEBİYATI ANABİLİM DALI

İNGİLİZ KADIN SEYYAHLAR HARVEY VE GARNETT’E GÖRE OSMANLI’DA GÜNDELİK HAYAT

Didem ÇAKMAK 1130224005

YÜKSEK LİSANS TEZİ

DANIŞMAN Yrd. Doç. Dr. Mehmet UYSAL

ISPARTA-2015

i

(ÇAKMAK, Didem, İngiliz Kadın Seyyahlar Harvey ve Garnett’e Göre Osmanlı’da Gündelik Hayat, Yüksek Lisans Tezi, Isparta, 2015)

ÖZET

Bu çalışmanın amacı; İngiliz kadın seyyahlardan Annie Jane Tennant Harvey’in 1871 yılında kaleme aldığı Türk Haremleri ve Çerkez Evleri adlı eseri ile Lucy Mary Jane Garnett’in 1909’da yayımlanan Türkiye’de Aile Hayatı adlı seyahatnamesinde, Osmanlı toplumunun nasıl tasvir ve tahlil edildiğini ortaya koymaktır. Türkçe tercümesi olmayan bu iki seyahatnamenin Türk kültür camiasına tanıtılması hedeflenmektedir. 19. yüzyıl Batı seyahatnameleri açısından oldukça verimli bir dönem olmuştur. Batılı kadın gezginlerin bu dönemdeki katkıları, o zamana dek süregelen olumsuz “Türk” imajının değişmesini ve daha tarafsız bir hal almasını sağlamıştır.

Çalışma dört bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde Batılı kadın gezginlerin gözüyle yeniden şekillenen Türk imgelerine yer verilmiştir. İkinci bölüm; Osmanlı toplumundaki kadın, erkek ve çocukların sosyal yaşantılarını kapsar. Üçüncü bölümde, devletin toplumsal kurumları ve bu kurumların yapısı incelenmiş, son bölümde de Osmanlı gelenekleri hakkında bilgi verilmiştir. Bu değerlendirme yapılırken gezi edebiyatının vazgeçilmez unsuru olan imgebilimsel yöntemden yararlanılmıştır. Gizli Oryantalist söylemlerin kurgusu, söylem analizi yoluyla ifşa edilmiştir. Elde edilen bulgular diğer kadın seyyahların söylemleri ile desteklenmiştir.

Sonuç olarak; Harvey ve Garnett’in yorumuyla şekillenen Osmanlı toplumundaki gündelik hayat, birçok açıdan Batı’ya örnek teşkil edebilecek bir yapıya sahiptir. Osmanlıdaki toplumsal hayata tam olarak dahil olabilen bu İngiliz kadın seyyahların tasvir ettiği Osmanlı toplumu ana hatlarıyla; kadına, çocuğa ve yaşlıya değer veren, insanların refahını sağlayan, toplumsal birlik ile yardımlaşmanın olduğu ve eğitimin desteklendiği geleneksel bir temel üzerine kurulmuştur.

Anahtar Kelimeler: Seyahatname, kadın seyyahlar, Oryantalist, imgebilim, söylem analizi

iii

(ÇAKMAK, Didem, Daily Life in the According to English Women Travellers Harvey and Garnett, Master Thesis, Isparta, 2015)

ABSTRACT

The aim of the present study is to reveal how Ottoman women were described and analysed in Turkish Harems and Circassian Homes penned by an English woman traveller Annie Jane Tennant Harvey in 1871, and Home Life in Turkey by Lucy Mary Jane Garnett, another travel book published in 1909. Our aim is to introduce these two travel books that have not been translated into Turkish yet to Turkish cultural community. The 19th century has been known as a highly productive period in terms of Western travel books. The contributions of Western women travellers in this period pave the way for a change in the well-established unfavourable “Turk” image in a more unbiased way.

The study consists of four chapters. The first chapter focuses on the Turk image reshaped through the lens of Western women travellers. The second chapter deals with the social lives of women, men, and children in the Ottoman society. The third chapter examines social institutions and their structures, and the last one is devoted to the Ottoman tradition. Throughout the process, imagological method, an indispensable element of travel literature is utilized. The fiction of implicit Orientalist discourse is uncovered by means of discourse analysis. The findings obtained are supported by the discourse of the other women travellers.

In conclusion, the daily life in the Ottoman society revived by Harvey and Garnett’s perceptions has a structure that could be a model for the West in many respects. The Ottoman society described by these two English women travellers who could succeed in integrating themselves into the social life is generally based on a traditional structure, in which women, children, and the elderly are valued. It also preserves individuals’ welfare, appreciates social union and charity, and promotes education.

Key Words: Travel book, women travellers, Orientalist, imagology, discourse analysis

iv

İÇİNDEKİLER

TEZ SAVUNMA SINAV TUTANAĞI………………………………………………...i YEMİN METNİ SAYFASI……………………………………………………………..ii ÖZET…………………………………………………………………………….……...iii ABSTRACT……………………………………………………………………….....…iv İÇİNDEKİLER…………………………………………………………………………..v KISALTMALAR…………………………………..…………………………………...vi ÖN SÖZ……………………………………….……………………………………….vii GİRİŞ……………………………………………………...……………………………..1 BİRİNCİ BÖLÜM (YENİ TÜRK İMGELERİ)

1. YENİ TÜRK İMGELERİ…………………………………………………….....……..10 1.1. Doğa Tutkusu…………………………………………………………….…...... 12 1.2. Büyüğe ve Kadına Saygı…………………………………………………..…...... 18 1.3. Cömertlik……………………………………………………………….……...... 21 1.4. Temizlik…………………………………………………………………...... …....23 1.5. Kadercilik……………………………………………………………………...... 26

İKİNCİ BÖLÜM (TÜRK İNSANI)

2. TÜRK İNSANI………………………………………………………………...... ….....31 2.1. Kadınlar………………………………………………………………….……...... 34 2.2. Erkekler…………………………………………………………………...... ….….47 2.3. Çocuklar…………………………………………………………………...... ….…53

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM (TOPLUMSAL KURUMLAR ve YAPILARI)

3. TOPLUMSAL KURUMLAR ve YAPILARI……………………………………...... 57 3.1. Siyaset………………………………………………………………………...... 57 3.2. Din………………………………………………………………………...... ….….61 3.3. Aile………………………………………………………………………...... 70 3.4. Eğitim…………………………………………………………………………...... 72

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM (OSMANLI GELENEKLERİ)

4. OSMANLI GELENEKLERİ…………………………………………………...... …..82 4.1. Hamam……………………………………………………………………...... …. 83 4.2. Doğum………………………………………………………………………...... 91 4.3. Düğün………………………………………………………………………...... 97

SONUÇ……………………………………………………………………………....106 CONCLUSION……………………………………………………………………....109 KAYNAKÇA………………………………………………………………………...112 ÖZ GEÇMİŞ ………………………………………………………………….…...... 116

v

KISALTMALAR a. g. e. Adı geçen eser a. g. m. Adı geçen makale

Bkz. Bakınız

Çev. Çeviren

Ed. Editör s. Sayfa ss. Sayfalar

S. Sayı

C. Cilt

S.D.Ü. Süleyman Demirel Üniversitesi

vi

ÖN SÖZ

Seyahat etmek bütün kültürlerde geçmişten günümüze süregelen kadim bir faaliyettir. Yapılan seyahatlerin yazıya dökülmesi İlkçağ hac yolculuklarına kadar uzanır. Çeşitli nedenlerle Anadolu’yu ziyarete gelen Batılı gezginler; kendi kültürlerinde mevcut olmayanı görmek istemiş, göremediği noktaları imgelem gücü ile kurgulamış, anlatmış ya da resmetmişlerdir. Seyyahların kendi toplumlarına aktardığı bilgilerin doğruluğu çoğunlukla kabul edilmiş ve tanımlanan toplumla ilgili belli imajlar ortaya çıkmıştır. Batı’nın tanımladığı Türk imajı, gerek Osmanlı toplumunun genellikle savaşlar ile anılmasından gerekse kültür ve inanç farklılıklardan ötürü olumsuzdur. Böylece; Batı’nın Doğu’yu “öteki” olarak ifade ettiği ve Avrupa merkezli (eurocentric) bir bakış açısıyla “dışladığı” Oryantalist dünya görüşü, 16. yüzyılda ortaya çıkmıştır.

19. yüzyılda gelişen sanayi ve kitle turizminin etkisiyle Doğu’ya seyahat eden gezginlerin sayısı artmış, nitelikleri çeşitlenmiştir. Önceleri görevlerinden ötürü genellikle erkek devlet memurlarından oluşan seyahatname yazarlarına; turistler, halkbilim araştırmacıları ve kadınlar da dâhil olmuştur. Özellikle kadın seyyahların eserleri, Doğu hakkında yazılan seyahatnamelere yeni bir kimlik kazandırmıştır. Osmanlı toplumunun korunaklı dünyasını tanımak, ancak kadın seyyahlar için mümkün olabilmiştir. Bu farkındalık, Osmanlı toplumuna dışarıdan daha nesnel bir şekilde bakabilmek için kadın seyyahların söylemlerinden yararlanma gereğini ortaya koymuştur. Araştırmada esas itibariyle İngiliz kadın seyyahlar Harvey ve Garnett’in gezi notlarında betimlenen Osmanlı gündelik hayatı incelenmiş ve yorumlanmıştır. Harvey’in edebi üslubu ile halkbilimci Garnett’in bilimsel değerlendirmesinin karşılaştırmalı olarak yorumlanması hedeflenmiştir. Daha önce çalışılan kadın seyyahların gezi notları referans gösterilmiş; başta Harvey ve Garnett olmak üzere kadınların gezi notlarıyla farklılaşan genel Türk ve Müslüman imgeleri tespit edilmeye çalışılmıştır.

Yürütücülüğünü üstlendiği BAP 3893-YL1-14 nolu “İngiliz Kadın Seyyahlar Harvey ve Garnett’e Göre Osmanlı’da Gündelik Hayat” konulu proje boyunca ilmi ve tecrübesinden faydalandığım, engin hoşgörü ve sabrıyla motive olduğum, kendisiyle çalışmaktan onur duyduğum, saygıdeğer hocam, tez danışmanım Sn. Yrd. Doç. Dr. Mehmet UYSAL’a şükranlarımı sunmayı bir borç bilirim.

Göstermiş olduğu ilgi ve destek ile bugünlere gelmemde büyük payı olan değerli hocam Sn. Doç. Dr. Batoura (Beture) MAMEDOVA’ya teşekkürlerimi sunarım.

Gezi edebiyatı hakkında yaptığı çalışmaların yanı sıra yapıcı eleştirileriyle bana yol gösteren Sn. Yrd. Doç. Dr. Orkun KOCABIYIK’a teşekkür ederim.

Koşulsuz sevgi ve destekleriyle her zaman yanımda olan anneme, babama ve kardeşlerime sonsuz teşekkürlerimi sunar, sürecin başından sonuna kadar alaka ve yardımını esirgemeyen sevgili eşime ayrıca teşekkür ederim.

Didem ÇAKMAK Ocak 2015

vii

GİRİŞ

“Seyahat etmek” eylemi; TDK Güncel Türkçe Sözlük’ünde “uzak yerleri gezerek görmek, yolculuk etmek” şeklinde tanımlanmaktadır. Bu tanımdan da anlaşılacağı üzere insanlar kendilerine uzak ya da başka bir ifadeyle kendilerine yabancı olana merak duyarlar. Bu meraklarını eyleme dönüştürdüklerinde ise seyahat ederler. “Yolculuk” kelimesi, birçok edebi esere ilham vermiştir. Âdem ile Havva’nın dünyaya yolcuğu ile insanlık tarihinin başladığı düşünülürse, seyahatin tarihi insanlığın tarihi kadar eskidir denebilir.

Seyyahların işi; uzun yolculuklara çıkmak, gezip gördükleri hakkında sayfalar dolusu yazmak, bilinmeyeni anlatma arzusuyla haritalar ve resimler çizmektir. “[…] seyahatnamelerin yazarları askerler, denizciler, devlet memurları, doktorlar hatta imamlar gibi bir yanlarından devlet kapısına ilişmiş olan kimselerdir. Bunlardan bir bölüğünün hiç bir iddiası yoktur, yalnızca gördüklerini, meraklı bulduklarını anlatmakla yetinmişlerdir” (Gökyay 1973: 461). Modern dünyanın etkisiyle ulaşım imkânı kolaylaşmış, seyyahlar gibi gezi notları yazan sefir sayısında da artış görülmüştür. Sefirlerin tek amacı seyahat etmek değildir. Çoğunluğu elçi olarak çalışan sefirler, görev maksadıyla yabancı ülkelerde bulunmuşlardır. Türkiye’deki gezi edebiyatı araştırmalarında çığır açan I. Uluslararası Seyahatnamelerde Türk ve Batı İmajı Sempozyumu Belgeleri’nde seyahatname yazarlarının çoğunun asil soylu oldukları belirtilir. “[…] ama, bu dönemin hiçbir yazarı Türkler hakkındaki incelemelerinde Türklerin asilliğinden, doğu ve batı Avrupa arasındaki gelişmişlik farklılığını simgeleyen ‘Burjuvazinin Türklerdeki azlığından’ söz etmiyordu” (Graz 1987: 112). Seyahatin amacı ne olursa olsun, bu eserler sayesinde gezginler kendi ülkelerine yeni fikirler götürebilmişlerdir. Bu durum tasvir edilen toplumun taraflı ya da tarafsız bu fikirlerle anılmasıyla sonuçlanmıştır. “Gezi notlarının en önemli özelliklerinden birisi edebiyatın eğlendirme (unterhaltend) görevinden daha çok eğitme ve bilgi verme (erziehend und informierend) misyonuna hizmet etmesidir” (Uysal 2003: 95).

Her zaman bir sorunsal olarak karşımıza çıkan altı yüz yirmi üç yıllık Osmanlı dünyasını algılama meselesi, sosyal bilimler açısından vazgeçilmez belgeler haline gelen gezi notlarının yorumu ile daha anlaşılır bir noktaya ulaşabilir. Buna rağmen

1 analizi oldukça çetrefilli bir iş olan gezi notlarının araştırılıp incelenmesi, bir dereceye kadar ihmal edilmiştir. Bu bağlamda yeterince çalışılmadığını düşündüğümüz Harvey ve Garnett seyahatnameleri, Osmanlı toplumunun 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyıl başlarındaki gündelik hayatını anlayabilmek açısından büyük önemi haizdir. Annie Jane Tennant Harvey’in Turkish Harems and Circassian Homes (Türk Haremleri ve Çerkez Evleri) adlı seyahatnamesi 1871 yılında yazılmıştır. Hakkında çok fazla bilgiye ulaşılamayan Harvey’in uzun yıllar Türkiye’de kaldığı bilinmektedir. Yazdığı gezi notları, günlük ve mektup türünde, birinci ağızdan samimi anekdotları içerir. Lucy Mary Jane Garnett’in 1909’da yayımlanan Home Life in Turkey (Türkiye’de Aile Hayatı) isimli çalışması; seyahatname olmasının yanı sıra toplumsal bir inceleme niteliği de taşır. Garnett; halkbilimci bir gezgin olması münasebetiyle mesleki bir inceleme yapmış, sayısal veri bile içerebilen nesnel bilgiler sunmuştur.

Çalışmanın Konusu

Bu çalışmanın konusunu, esas itibariyle İngiliz kadın seyyahlar Harvey ve Garnett’in betimlediği Osmanlı toplumundaki gündelik hayatın tespiti oluşturmaktadır. Batılı kadın seyyahların Osmanlı toplumu hakkındaki önyargıları görece aşabildiğinden hareketle, Harvey ve Garnett seyahatnameleri başta olmak üzere diğer kadın seyyahların çalışmalarından da yararlanılmıştır. Böylece düşsel Türk imajı yerine gözleme dayalı olarak ortaya çıkan Türk imajları yorumlanmıştır. 19. yüzyılda Osmanlı sosyal hayatının Batılı gözlerden nasıl algılandığı ve incelenen seyahatnamelerdeki söylem farkları çözümlenmeye çalışılmıştır.

Çalışmanın Amacı

Altı yüz yirmi üç yılık uzun bir geçmişe sahip olan Osmanlı Devleti’ni anlama meselesi bugün dahi bir sorunsal olarak karşımıza çıkmaktadır. Toplumun sosyal hayat pratikleri incelenmek istendiğinde, yerli menşeli kaynaklardan çok yabancı menşeli kaynaklarla karşılaşılır ve bunların çoğu Oryantalist bakış açısıyla yazılmış ürünlerdir. Batının verdiği ürünler yine Batı tarafından çözümlenmiş; böylece Türk toplumu hakkında kurgulananlar bilimsel temellere dayandırılmaya çalışılmıştır. Ancak 19.

2 yüzyılı kapsayan süreçte çoğunluğu kadın olan seyyahların katkılarıyla Osmanlı toplumu hakkında önyargılardan arınmış ve daha nesnel olabilen çalışmalara rastlanır.

Bu çalışmanın amacı; çoğunluğu açık ya da gizli Oryantalist yaklaşım ile yazılmış eserlerin yine aynı yaklaşımla çözümlenmesinin önüne geçerek, 19. yüzyıl Osmanlı sosyal tarihi hakkında en doğru bilgilere ulaşmaktır. Garbın gözünden Osmanlıdaki gündelik hayat incelenmiş ve bu yolla devletin sosyal ve kültürel yapısı ile aile hayatı hakkında bilgi vermek hedeflenmiştir. Bunu yaparken mevcut literatürden faydalanılarak, yeni literatür oluşturmak amaçlanmış ve bu sebeple Harvey’in Turkish Harem’s and Circassian Homes adlı seyahatnamesi ile Garnett’in daha çok mesleki bir araştırma niteliği taşıyan Home Life in Turkey adlı gezi notları araştırılmıştır. Ayrıca Harvey seyahatnamesinin edebiyat, Garnett seyahatnamesinin ise tarih çalışmalarına kaynaklık edebilecek önemli eserler olduğu gösterilmeye çalışılmıştır.

Çalışmanın Önemi

Seyahat edebiyatı çalışmaları ülkemizde gelişmeye devam etmekte olan bir araştırma türüdür. Başlangıçta yalnızca seyyahların gözlem gücüne ve öznel değerlendirmelerine bağlı olduğu varsayılan gezi yazılarının; sosyoloji, etnoloji, arkeoloji, coğrafya, edebiyat ve tarih gibi alanlarda yapılan araştırmalara önemli kaynak teşkil edebileceği daha sonra anlaşılmıştır. Disiplinlerarası yaklaşımla ele alınan seyahatnamelerin incelenmesi günümüzde yoğunluk kazanmaya başlamasına rağmen, çalışılması gereken gezi notlarının sayısı oldukça fazladır.

Kadın seyyahları konu edinen araştırmalar incelendiğinde; Harvey ve Garnett’in detaylı analizi yapılmamış, açık oryantalist söylem içermeyen gezi notlarının daha fazla incelenmesi gerektiği ortaya çıkmıştır. Bu gezi notlarının çözümlenmesinin; literatürü genişleteceği, tespit edilen yeni bilgiler ile önceki çalışmalara katkıda bulunulacağı ve yeni araştırmalara kaynak oluşturabileceği öngörülmektedir. Türkçe çevirisi olmayan bu iki seyahatnamenin temel alındığı çalışmada Osmanlı toplumundaki aile hayatı, siyasi yapılanma, inanç şekilleri, kültürel etkinlikler vb. konularda yeni bilgiler sunulmuştur. Böylece yabancı dili olmayan okuyucuların bu konulardaki perspektifleri genişleyebilecektir. Bu araştırma, özellikle 19. yüzyıla kadar bilinçli ya da bilinçsiz

3 olarak ötekileştirilen Osmanlı-Türk toplumunun doğru bir şekilde yorumlanması açısından önemlidir.

Çalışmanın İçeriği

Bu çalışmada, 19. yüzyılı kapsayan süreçteki Osmanlı gündelik hayatının Batı kökenli kaynaklarda nasıl tasvir edildiği incelenmiştir. Kapsamı geniş olan bu konunun daha iyi anlaşılabilmesi için çalışma dört ana bölüme ve on beş alt bölüme ayrılmıştır.

İlk bölümde, kadın seyyahların seyahatname yazıcılığına getirdiği bakış açısıyla eski olumsuz sıfatlardan sıyrılan yeni “Türk İmgeleri”ne ver verilmiştir. Çalışmanın sınırları dâhilinde olan Harvey ve Garnett seyahatnamelerindeki tespitler; Lady Montagu, Julia Pardoe ve Sophia Lane Poole gibi ünlü kadın seyyahların gezi notlarındaki alıntılarla desteklenmiştir. Seyyahların eğitim durumu ve kültür derecelerinin, yazdıkları eserler üzerinde ne denli etkili olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. Halkbilimci Garnett ile mesleki bir inceleme amacı gütmeden ve daha çok edebi yönüyle öne çıkan Harvey’in gezi notlarındaki ifade şekilleri karşılaştırılmıştır.

İkinci bölümde, ilk bölümde tanımlanan imgelerin vücut bulduğu “Türk İnsanı” tasvir edilir. Kadınlar, erkekler ve çocukların anlatıldığı bu bölümde en uzun alt başlık kadınlara aittir. Yabancı seyyahların en çok merak ettiği konu, Osmanlı kadınının korunaklı dünyasıdır. Hareme girme ihtimali asla mümkün olmayan erkek seyyahların Osmanlı kadınını tasvir ettiği bölümler, gerçeği yansıtmayan kurgulardan oluşur. Kadın seyyahlarla birlikte yeniden betimlenen Osmanlı kadını daha objektif bir şekilde tanımlanmıştır. Batılı kadın seyyahların söylemleri, diğer araştırmalarla genişletilerek objektif bir yargıya varmak hedeflenmiştir.

Üçüncü bölümde, ikinci bölümde tasvir edilen bireylerin oluşturduğu “Toplumsal Kurumlar ve Yapıları” incelenmiştir. Folklorist Garnett; “siyaset, din, aile ve eğitim” hakkında araştırmaya dayalı sistematik bilgi verirken, Harvey bu konularla ilgili anılarına yer vermiştir. “Siyaset” ve “din” başta olmak üzere bu bölümde ele alınan alt başlıklar; seyyahların bilinçaltını etkilemesi muhtemel olan, bu sebeple fikir

4 ayrılıklarına düşülen konulardan oluşmuştur. Seyyahlardaki örtük (implicit) Oryantalist etki, söylem çözümlemesi yoluyla ifşa edilmeye çalışılmıştır.

Son bölümde ise toplumsal yaşam pratiklerinin yazılı olmayan kuralları niteliğindeki “Osmanlı Gelenekleri” Batılı kadın seyyahların gözünden anlatılmıştır. Batı kaynaklı seyahatnamelerde tanımlanan Osmanlı geleneklerinin birçoğu geçerliliğini yitirmiştir. Çalışmada yer verilen gelenekler (hamam, doğum, düğün) değişmiş olmakla birlikte bugün de var olan uygulamalardan seçilmiştir. Gelenekler yüzyıllar öncesinde şekillendiğinden, Harvey ve Garnett’in gezi notları daha eski araştırmalarla desteklenmiştir.

Çalışmanın Yöntemi

Betimsel bir araştırma özelliği taşıyan bu çalışma, esas itibariyle çoğulcu (pluralist) araştırma ve inceleme yöntemine dayanmaktadır. Araştırmanın sınırları dahilindeki seyahatnameler yeni tarihselcilik (new historicism) kuramı ile incelenmiştir. Genellikle bütün Batı seyahatnamelerinde görülen açık (explicit) veya örtük (implicit) Oryantalist bakış açısı, söylem analizi ve imgebilimsel yöntem ile açıklanmıştır.

Çalışmanın Durumu

En eski ikincil edebiyat türlerinden olan seyahatnamelerin incelemesi, ülkemizde henüz gelişmekte olan bir araştırma türüdür. Temelde seyyahların gözlem gücüne ve öznel yargılarına bağlı olduğu varsayılan gezi notlarının tarihsel süreci aydınlatan veriler içerdiği algısı çok geç oluşmuştur. Bunun yanı sıra, konusunu “yaşam”dan alan seyahatnamelerin coğrafya, edebiyat, filoloji, arkeoloji, antropoloji ve halkbilimi gibi birçok çalışma alanı ile de iç içe olması; bu eserlerin incelenmesi için ciddi bir ön hazırlığı zorunlu kılmıştır. Ataerkil görüşün hâkim olduğu sistemde, kadın seyyahlar ancak 18. yüzyılda seyahatname türünde eserler vermeye başlayabilmiştir.

Türkiye hakkında yazdığı mektuplarla ünlenen ve Osmanlı’yı olumlu imgelerle tanımlayan ilk seyyah Lady Mary Wortley Montagu’dur. İngiliz sefiri eşiyle birlikte iki

5 yıl boyunca Türkiye’de kalan seyyah, kadın olmasının avantajı ile erkek seyyahların hayali tasvirlerinden öğrendiği mekânların (hamam, harem, evin içi) gerçeklerini görme fırsatı yakalamıştır. Lady Montagu, Türkiye’de ilk kez 1894 yılında yine bir kadın tarafından fark edilmiştir. İlk Türk kadın romancı olan Fatma Aliye Topuz (1862-1936), Kadınlara Mahsus Gazete’de “Madam Montague” başlıklı bir makaleye sahiptir (Bkz. Aydüz 2005: XXX, 274). Lady Montagu gibi seçkin bir ailenin kızı olan Fatma Aliye Hanım, Avrupa kökenli kaynaklardan çeviriler yapmıştır. Bu eserlerin Türklerle ilgili yanlış bilgilerle dolu olduğunu fark eden Fatma Aliye Hanım, Batılıların sahip olduğu önyargının nedenleri araştırmış ve gerçek Türkleri anlatmak için çok sayıda eser vermiştir. 1895 yılında kaleme aldığı Osmanlı’da Kadın: Cariyelik, Çokeşlilik, Moda adlı kitabı, Türk edebiyat tarihi açısından iftihar niteliğindedir. Montagu’nun mektupları daha sonra Aysel Kurutluoğlu tarafından, Tercüman 1001 Temel Eser serisi kapsamında Türkiye Mektupları ismiyle Türkçeye çevrilmiştir.

Barbara Hodgson’un 2005 yılında yayımlanan Dreaming of East: Western Women and the Exotic Allure of the Orient (Şark Rüyası: Batılı Kadınlar ve Şarkın Egzotik Büyüsü) adlı kitabında yalnızca Türk topraklarına seyahat eden kadın seyyahlar değil, genel itibariyle doğuya seyahat eden kadın seyyahlar incelenmiştir. Bu eserde Osmanlı topraklarını ziyaret eden Lady Montagu, Julia Pardoe, Lady Elizabeth Craven ve Isabel Bird gibi birçok kadın seyyahın da kısa biyografileri ile gezi notlarından alıntılara yer verilmiştir. Feminizmin seyahatname yazıcılığına yansıyan etkisi vurgulanır. Bu kitapta da Türkiye seyahati ile öne çıkan isim Lady Montagu’dur. Türk ve Osmanlı dünyası hakkında yazdıklarıyla çığır açan ve çeşitli suçlamalara maruz kalan Montagu, bu eserde “Bir Harem Avukatı” (A Harem Advocate) diye tanımlanmıştır (Bkz. Hodgson 2006: 136).

Tales from the Expat Harem, Anastasia M. Ashman ve Jennifer Eaton Gökmen’in düzenlemesiyle oluşmuş bir antolojidir. 2006 yılında basılan eser, kapak sayfasında da belirtildiği gibi modern Türkiye’deki yabancı kadınların (Foreign Women in Modern Turkey) anılarından oluşmuştur. Farklı kültürlerden ve çeşitli meslek guruplarından otuz iki yabancı kadının gezi notlarını içerir. Deniz Çifci Valente tarafından Türkçe Sevmek ismiyle tercümesi yapılmıştır. Yabancıların gözünden Türk kültürünü anlamlandırabilmek konusunda önemli bir yere sahip olan eser, Osmanlıdan

6 modern Türkiye’ye miras kalan çeşitli gelenekler hakkında da bilgi sunar. 19. yüzyıldaki “Şark modası”nın yeniden doğuşu olarak algılanabilir.

Aslı Sancar tarafından kaleme alınan Ottoman Women: Myth and Reality (Osmanlı Kadını: Efsane ve Gerçek), Batılı erkek seyyahların sanrılarıyla oluşan olumsuz imgelerin asılsız olduğunun kanıtı olan oldukça önemli bir araştırmadır. Eserin ilk baskısı İngilizce yapılmış 2008 yılında “yılın en iyi tarih kitabı” ödülünü almıştır. Sancar; Batılı kadın seyyahların aktardığı, çoğunluğu edebi üslupla yazılmış gezi notlarını tarih belgeleri ile temellendirmiştir. Bilinen kadın seyyahlara ek olarak Lady W. M. Ramsey, Lucy Mary Jane Garnett, Elizabeth Cooper ve Catherine Elwood gibi birçoğu 19. yüzyıl seyyahlarından olan kadınların gezi notlarından faydalanmıştır. Çalışmanın sınırları dâhilinde detaylı analizi yapılan Garnett seyahatnamesi (Home Life in Turkey), ilk kez Sancar’ın eseri ile tanınmıştır. Eser, yalnızca Osmanlı kadını hakkındaki tespitlerden oluşmuştur. Kadınların hemen her alanda aktif olduğu Osmanlıdaki gündelik hayatın incelendiği bu araştırma için Sancar’ın çalışması bir yol haritası niteliğindedir. Bu tarzdaki araştırmalar sınırlı sayıda olmasına rağmen araştırma alanı olabilecek çok fazla konu olduğu düşünülmektedir.

Filiz Barın Akman’ın Batılı Kadın Seyyahların Gözüyle Osmanlı Kadını adlı eseri, Sancar’ın kitabı ile benzerlik gösterir. Akman, kitabının birinci bölümünde doğuya yapılan seyahatlerin kökeni hakkında bilgi vererek “Doğunun ötekileştirilmesi” sürecini tespit eder. Erkek seyyahların Osmanlı kadınını betimlerken kullandığı imajlar, Osmanlı kadınını gerçekten tanıyan Batılı kadın seyyahların gezi notları ile yeniden şekillenmiştir. Akman’ın yaptığı birçok alıntı içinde, Annie Jane Tennant Harvey’e ait seyahatnamedeki edebi üslup fark edilmiştir. Böylece bu çalışmada çözümlenen diğer seyahatname Turkish Harems and Circassian Homes olarak belirlenmiştir.

Batılı seyyahların gözünden 19. yüzyıldaki Osmanlı Devleti’nin toplumsal hayatını tanımlayabilmek için bu yüzyılın öncesini anlatan kaynaklara da başvurmak gerekmiştir. İmparatorluğun 16. ve 17. yüzyıllarını anlatan gezi notları, Gülgün Üçel Aybet’in Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699) adlı eserinde genel hatlarıyla incelenmiştir. Osmanlı İmparatorluğunun ilk yıllarındaki

7 toplumsal yapı ile sosyal yaşam şekillerinin genel itibariyle 19. yüzyılda da devam ettiği görülmüştür.

Edebiyat profesörü Tülay Reyhanlı’nın İngiliz Gezginlerine Göre XVI. yüzyılda 'da Hayat (1582-1599) adlı çalışmasını İngiliz seyyahlarla sınırlandırması, bu araştırmada ele alınan İngiliz seyyahların (Harvey ve Garnett) sahip olduğu muhtemel önbilginin tespitine katkı sağlamıştır.

Suraiya Faroqhi’nin Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam: Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla adlı eseri, Osmanlı gündelik hayatını detaylı bir şekilde ele alan ve geniş bir kaynakça sunan temel başvuru kaynağıdır. Bu yönüyle çalışmaya ışık tutmuştur.

Seyahatin Kültür Tarihi adlı kitabında geçmişten günümüze seyahat eylemini ele alan Winfried Löschburg’un tespitleri, seyyahları ve yaptıkları işi anlayabilmek açısından faydalı olmuştur. Eserde ayrıca “seyahat” olgusunun kültür tarihi içerisinde geçirdiği bütün evreler sistematik bir şekilde ele alınmıştır.

Reina Lewis tarafından kaleme alınan Rethinking Orientalism: Women, Travel and the Ottoman Harem (Oryantalizmi Yeniden Düşünmek: Kadınlar, Seyahat ve Osmanlı Haremi) adlı çalışma; Oryantalizmin yalnızca erkeklerin kontrolünde olmadığını vurgulamış, kadınlar tarafından ele alınan Oryantalizmi incelemiştir. Oryantalizme yeni bir bakış getirmiş olan eserde Osmanlı kaynakları tanıtılmış, Halide Edip gibi önemli Türk kadınlarına değinilmiştir. Kadın söylemlerine yer vermesi ile bu çalışmaya kaynaklık etmiştir.

Türk Dili Aylık Dil ve Edebiyat Dergisi, seyahatnamelere dikkat çeken Gezi Özel Sayısı’nı yayımlayarak çok sayıda önemli araştırmacının makalelerini derlemiştir. Orhan Şaik Gökyay’ın yazdığı “Türkçede Gezi Kitapları” adlı makale, Türkiye’de gezi edebiyatının nasıl başladığının anlaşılması açısından önemlidir.

Kültür Dergisi Seyyahlar ve Seyahatnameler Özel Sayısı, kültürleri tanıtmada seyahatnamelerin önemli başvuru kaynakları olacağını vurgulamıştır. Geniş bir araştırma alanına sahip bu sayıda; Doğu ve Batı seyahatnamelerinin analizi yapılmış, birbirleri üzerindeki etkileri tespit edilmiştir.

8

Türk Yurdu Dergisi, Yabancı Seyahatnamelerde Türkiye konulu sayısında Osmanlı topraklarını ziyarete gelen Batılı gezginlerin gezi notlarını inceleyen araştırmalara yer vermiştir. Rusya, Polonya, İngiltere, Almanya, İtalya, İspanya, Fransa gibi ülkelerden gelen birçok Batılı seyyah ile sefiri ele alan makaleler; Batının Doğuyu algılama sürecini anlayabilmek açısından önem arz etmektedir.

Osmanlı toplumunu hemen her yönüyle ele alan kadın seyyahların gezi notları, şimdiye dek en çok ötekileştirmeye maruz kalan “Osmanlı Kadınını” tasvir etmek için kullanılmıştır ancak bu gezi notlarının daha birçok gerçeğe kaynaklık edebileceği düşünülmektedir. Çalışma bu sebeple Osmanlıda gündelik hayat üzerine kurulmuştur.

Çalışmanın Sınırlılıkları

19. yüzyılda Osmanlı topraklarını birçok kadın ve erkek İngiliz seyyah ziyaret ederek buralardaki izlenimlerini yayımlamışlardır. Bu gezi notları, genellikle Osmanlı toplumundaki “gündelik hayat” hakkında etraflı malumatlar vermektedir. Bütün gezi notlarını incelemek bu çalışmanın hacmini aşacağı için bu araştırma Harvey ve Garnett adlı İngiliz kadın seyyahların eserleri ile sınırlandırılmıştır. Ancak diğer bazı seyahatnameler de yeri geldiğinde araştırma dokusuna yerleştirilmiştir.

9

BİRİNCİ BÖLÜM YENİ TÜRK İMGELERİ

Farklı bilim dallarında birçok özel tanıma sahip olan imgenin Türk Dil Kurumu Güncel Türkçe Sözlük’ünde tanımlanan anlamlarından biri; “genel görünüş, izlenim, imaj”dır. Edebi açıdan ele alacağımız imge; “yazarın kendi duygu ve düşüncelerini ifade etmek için kullandığı çağrışımlar”ı belirtmek maksadıyla kullandığı bir terimdir. “Edebi metinlerde, imgeler yazar ile bilinçaltı, yazar ile toplum ve son olarak yazar ile okur arasındaki ilişkiyi ortaya koyan elemanlardır” (Bkz. Ulağlı 2006: 3-4). Edebi metin türleri içinde en çok seyahatnameler bu elemanlardan etkilenir. Tam anlamıyla nesnel olmayı başarabilen, yazarın bilinçaltı etkisinden uzak, kendi toplumu ile tanık olduğu toplumu kıyaslamayan, okura gördüklerini aktarma amacı gütmeyen bir gezi yazısı düşünülemez. Bu durum Amerikalı tarihçi Darret B. Rutman tarafından “kültür bavulu” (cultural baggage) terimiyle açıklanmıştır. Kişinin kültürü, doğal olarak yaptığı yer eylemde kendini gösterir. Düşüncesine, konuşmasına ve davranışlarına nüfuz eden kültürünü taşıdığı bavul nereye giderse gitsin yanındadır ve bu durum farkında olmadan kendinden farklı bir kültüre sahip olan başka bir bireyi tam olarak tanımasını engeller. Kişi, farklı kültürden bireyleri anlamlandırırken farkından olmadan önce kendi kültürüne başvurur. Öyleyse seyyahların başka toplumlar hakkındaki imajları, kendilerinde var olan imajlardır da denilebilir. Anti-oryantalist söylemleri ile öne çıkan Edward Said’in Orientalism (Şarkiyatçılık) adlı eseri, Batının Doğuyu tasvir ederken aslında kendini ve Doğu üzerindeki emellerini anlattığını savunur. Batı’daki kötü Türk imgesi yalnızca birkaç yazarın düşüncesiyle değil, Batı toplumunca genel kabul görmüş tarihsel sürecin etkisiyle ortaya çıkmıştır. Hâlihazırda olumsuz bakış açısının, yine aynı bilinçaltıyla yazılmış bilgileri hemen benimsemesi kaçınılmaz olmuştur.

Ulaşım ve sanayileşmede yaşanan gelişmeler sayesinde 19. yüzyılda Türkiye’yi ziyarete gelen seyyahlar arasında kadınların sayısı artış göstermiştir. Cinsiyetlerinin sağladığı ayrıcalıkla Osmanlı toplumunu yakından tanıma fırsatı bulan kadınlar, dönemin insanlarınca en özel ve korunaklı mekân olarak tanımlanan harem dairesine kadar girebilmişlerdir. 18. yüzyılda İngiliz sefiri eşiyle İstanbul’a gelen Lady Mary Wortley Montagu ile başlayan Türkleri gerçek imajlar ile tanıtma işi, 19. yüzyılda

10

Osmanlı topraklarını ziyarete gelen pek çok yabancı kadın seyyahın katkılarıyla devam etmiştir. “Kadın seyyahların sayısındaki artış, o zamana kadar erkeklerin egemen olduğu seyahatname yazıcılığına ve Batının Doğuya bakışına yeni bir soluk getirmiştir” (Akman 2011: 29).

Erkek seyyahların görme imkânı bulamadığı, tüm dünyada büyük yankı uyandıran Binbir Gece Masalları’nın etkisiyle betimlediği harem konusunda objektif olmalarını beklemek zordur. Ancak birçoğu sefir olması dolayısıyla devletin kurumlarını tanımış ve sosyal hayata dâhil olmuş erkek seyyahların Türkiye’deki dostane eylemleri ile kendi ülkelerine verdiği raporların uyuşmadığı görülmüştür. Sadrazam Sarayında bulunan ilk diplomatlardan olan Edward Burton’ın iki padişah ile sefere katıldığı bilinmektedir. Bunun yanı sıra Oxford Üniversitesi Türkoloji profesörü Geoffrey Lewis’in BBC Sesli Belgesel Programının 3. Bölümündeki ses kayıtlarından öğrendiğimize göre, Türk dostu Burton’ın savaşlara katılarak Hıristiyanları öldürdüğüne dair belgeler de vardır. Büyükelçi Edward Burton’a ait Londra’daki resmi arşivlerden çıkan rapor ise şöyledir:

Türk devlet adamları hiçbir hususta samimi değil. Şahsi menfaatleri yolunda efendilerinin namus ve haysiyetlerini düşünmüyorlar. Politikaları rüşvetin miktarına göre anında değişiyor. Tabiidir, çünkü bayağı bir soydan gelip sahte bir dinde terbiye görüyor, ahlaksız ve adi bir muhitte yetiştiriliyorlar (Doğan 1999: 3. Bölüm Seyyahların Gözüyle Osmanlı).

Tarih uzmanlarının büyük katkı sağladığı belgeselde bu durumun sebebi, Burton’ın görevi ile ilişkilendirilir. Burton “ […] kendisini yollayan İngiliz tahtına beklediği mesajları vermek, sadakatini kanıtlamak” için böyle bir yol izlemiştir.

Çalışmada detaylı analizi yapılan Harvey ve Garnett’in seyahatnamelerinde sık sık “Korkarım doğruluğundan şüphe edeceksiniz fakat…”, “Batıda düşünülenin aksine…”, “Biliyorum çok şaşıracaksınız ama…” gibi cümlelerle başlayan ifadeler göze çarpar. Bu durum Batı dünyasının olumlu sıfatlarla tanımlanan yeni bir Osmanlı, Türk ve hatta Müslüman imajını hoş karşılamayacağının belirtisi olarak düşünülebilir. Kadınların Doğuya seyahatlerinin nedeni ne olursa olsun misyoner ve ajan olanlar dışında çoğunluğunun dinin ve siyasetin dışında olduğu bilinmektedir. 19. yüzyıla kadar yaşam alanı sınırlanan kadın seyyahlar, “seyahat tutkusu ve meraktan kaynaklanan

11 olağanüstü gözlem yetenekleriyle”1 eserlerini oluşturmaya başlamışlardır. Kadın seyyahların cinsiyetleri, seyahatname yazıcılığı için geç de olsa kendilerine ve tanımladıkları topluma avantaj sağlamıştır denebilir. Yalnızca araştırma alanının temel kaynakları olarak belirlenen Harvey ve Garnett seyahatnamelerinde değil; Pardoe, Poole, Craven ve Bird gibi birçok kadın gezginin seyahatnamelerinde de Osmanlı toplumu tarafsız bir şekilde tanıtılmaya çalışılmıştır. Bu sayede Türk imajını tanımlayan “barbar, kaba, despot, bağnaz, tembel” gibi negatif anlamdaki sıfatlar yerini “sevecen, hayvan ve doğa dostu, nazik, cömert, neşeli, kadına değer veren” gibi pozitif anlamdaki sıfatlara bırakmıştır. Böylece Osmanlı toplumu hakkında yazılanlar Batılının zihnindeki imajlar dizgesi olmaktan çıkmış, Türkler ile paylaşılan yaşantı sonucu edinilen deneyimler olarak kendini göstermiştir.

1.1. DOĞA TUTKUSU

Harvey, seyahatnamesinin ilk sayfasında “güneşli bir sabahtan, Marmara Denizinin asi dalgalarından ve Haliç”ten bahseder. “Güneşin Şehri” (The City of the Sun) diye betimlediği İstanbul’u kuşatan farklı uyruktan insanların sebep olduğu curcunaya, diller karmaşasına değinir. İkinci sayfada ise bu curcunanın sebebini “insanların önündeki eşsiz manzaranın her birinde hissettirdiği tadın ifadesi” olarak yorumlar. Garnett ise “Osmanlı Türklerinin Kökeni” (The Origin of the Osmanli Turks) konulu uzun bir giriş bölümünden sonra, “Başkentin Türkleri” (The Turks of the Capital) başlıklı bölümle devam eder ve daha ilk cümlede Osmanlı Türklerinde baskın olan içgüdülerden birinin “doğa tutkusu” (a passion for the picturesque in nature) olduğuna değinir. “[…] müthiş yerleşim yerleri, ışıl ışıl denizler, yaprakların gölgesi, serin çeşmeler ve derin ufuklar. Bu doğa tutkusu nereye yerleşirlerse yerleşsinler, Türklerin seçtikleri meskenlerin en etkileyici konumda olmasına, ihtişamda ve güzellikte eşsiz manzaralar sunmasına yol açmıştır” diye devam eder.

1 Löschburg’a göre seyyahı seyyah yapan unsur, seyahat tutkusu ve bilinmeyene duyduğu açlık ile meraktan gelir (Bkz. Winfried Löschburg, Seyahatin Kültür Tarihi, Çev. Jasmin Traub, Dost Kitabevi, Ankara, 1998, s.8). Bütün seyyahlarda var olan bu özellik, kadınlarda çok daha fazladır. 19. yüzyıla kadar kadınların yalnız seyahat etmelerine sıcak bakılmaması, seyahat etme arzularını daha da güçlendirmiştir. Sefirden ziyade seyyah olmaları ise daha objektif eserler vermelerine olanak sağlamıştır.

12

Harvey’in kendi duygu ve deneyimlerini ifade etme maksadıyla kaleme aldığı günlük türündeki gezi notlarının aksine Garnett’in gezi notları oldukça profesyonel, asıl amacı bilgi verme olan, zorunlu hissetmedikçe kendi düşüncelerine yer vermemeye özen gösteren bir çalışmadır. Garnett, 1453’e kadar Türklerin başkenti olan Bursa’dan başlayarak tarihsel bir süreç içerinde bilgi sunarken, Harvey hala kendisini de saran İstanbul’un büyüsünden kurtulamamış, edebi sanatlarla dolu İstanbul tasvirlerine devam etmiştir. Bu tasvirlerden biri aşağıda şu şekilde belirtilmiştir:

Constantinople (İstanbul) o kadar çok yazıldı ki onun o hoş suretini detaylı bir şekilde tanımlamak boşunadır. Bahçelerden ve servi koruluklarından perilere özgü bir zarafetle yükselen minareleri ve kuleleri olduğunu herkes bilir. […] Şafak söktükten hemen sonra, erken saatlerin körpe alacakaranlığında, gün ışığı utanarak peçeli doğudan aşağı doğru süzüldüğünde, iş ve büyük şehrin gürültüsü başlamadan önce, Constantinople (İstanbul); ormanda uyuyan bir güzel gibidir. Büyük bir sessizlik her şeyin üzerindedir. Ancak güneş; ışığın alevine, akan denize, dünyaya, hayatın ve rengin şanıyla şehre yükseldiğinde bu sessizlik bozulur2 (Harvey 1871: 3).

Constantinople has been so often written about that it is useless to describe its lovely aspect in detail. Every one knows that there are minarets and towers rising up, in fairy-like grace, from amid gardens and cypress groves; […] Soon after dawn, in the tender duskiness of the early hours, when the light steals down shyly from the veiled east, and before the business and noise of a great city begin, Constantinople is like the sleeping beauty in the wood. A great hush is over everything, broken only when the sun comes up in a blaze of light, flooding sea, earth, and city with a “glory” of life and colour (Harvey 1871: 3).

Harvey’in İstanbul’u hala “Constantinople” diye telaffuz etmesi ve “peçeli doğu” ifadesini kullanması örtük (implicit) Oryantalizmin yansımaları olmasının yanı sıra, yazarın kendi imajının da ifadesi olarak düşünülebilir. Yazar İstanbul’a özlem duyarken peçeli olduğunu varsaydığı Türk kadınlarını büyük ihtimalle henüz tanımamıştır.

Türklerdeki doğa sevgisini fark eden kadın seyyahlardan biri de Julia Pardoe’dur. Boğaziçi Güzellikleri adını verdiği seyahatnamesinde Türkleri “gönülden doğa sevdalısı” (sincere lovers of nature) diye tanımlar. “Sürekli evdeki bir duvar

2 Seyahatnamelerden alıntılanan bütün bölümlerin çevirisi tarafımdan yapılmıştır.

13 bölmesini çıkardıklarından ya da evin bir kanadını daralttıklarından, bu sayede iyi bir manzarayı yahut hoş bir bakışı garantileyebildiklerinden” bahseder. Gördüğü manzaradan oldukça etkilenen seyyaha göre “hiçbir şey Boğaziçi’ndeki bu inşa modelinden daha çarpık ve sonucunda daha etkileyici olamaz” (Pardoe 1838: 42)

Türklerdeki doğa sevgisi topluma farklı şekillerde yansımıştır. Renkli sahnelerin yaşandığı özellikle kadınların vazgeçemediği mesire gezileri, hayvanlara merhamet edilmesi, en yeşil ve manzarası en güzel alanların mezarlık olarak kullanılması ve içinde bin bir çeşit çiçeği barındıran meşhur harem bahçeleri bunlardan bazılarıdır.

Harvey çoğunlukla kadınların kullanımına verilen, kırmızı koşum takımları ve püsküllerle ışıl ışıl süslenmiş alınları parlak pembe ya da maviye boyanan iki beyaz öküzün çektiği arabaları (arabas) detaylıca tanımlar. Mesire yerlerine bu arabalarla gidilir ve katılım oldukça fazladır. Kadınların bu eğlencesi sabahın erken saatlerinde başlayıp karanlık çökünceye kadar devam eder. Manzarayı gören Harvey, Doğulu kadınların Batılı kardeşlerinden daha özgür olduğu konusundaki sık sık kulağına gelen yargının doğruluğunu kesinlikle kabul ettiğini ifade eder. Sorgusuz sualsiz dışarı çıkabilirler, istedikleri yeri ziyaret edebilirler ve ziyaretçi kabul edebilirler. Ancak Harvey’e göre bunlar Doğulu kadının göğüs germek zorunda olduğu zihnin köleliğini telafi etmez. “Fikir hapsi, beden hapsinden bile daha kötüdür, […]” (1871: 91).

“Önbilgi aşamasında, yazar imgesini oluşturacağı toplum hakkında bir bilgi birikimine sahiptir” (Ulağlı 2006: 19). Olumlu bir tespitin ardından genellikle olumsuz bir tespitte bulunan Harvey; Doğulu kadınların Batılı kadınlardan daha özgür olduğunu sık sık duymuştur. Kadınların mesire yerlerindeki gezintilerine ve eğlencelerine imrenir ancak Doğulu kadının eğitimsiz, cahil olduğunu da duymuştur. “Bilgi aşamasında yazar bu bilgileri daha da güçlendirmek için bir çalışmanın içine girer. […] ön bilgi aşamasında bir toplumu olumsuz olarak görüyorsa, bilgi aşamasında da o toplumun kötü olduğunu ispatlayacak veriler arar” (19). Harvey, özgür olduğunu kabul ettiği “Doğulu kadının fikri kültürünün elinden alınarak adeta bir çocuk durumuna getirildiğini, gençliğinde çok etkileyici olan ve doğal yeteneği kocasının kalbini çalmak olan bu kadının yaşlandığında acınacak bir hale düştüğünü, kocasının ise vaktini daha genç bir kadınla geçirdiği”ni ifade eden cümlelerde devam eder (1871: 91). Genelde

14

şahıs ismi vererek örnekleme anlatımını benimseyen Harvey, bu türden bir kadın örneği paylaşmadığından, muhtemelen kendi fikrini belirtir. Ulağlı’nın belirttiği gibi ön bilgi aşamasında olumsuz bir yargıya sahip olan Harvey, bilgi aşamasında bu yargıyı destekleyecek veriler arar ya da oluşturur.

Halkbilimci Garnett’in seyahatnamesi daha sistematik ilerler. Türklerdeki doğa sevgisinin ardından Türklerin karakterinde öne çıkan bir özelliğin de hayvan sevgisi olduğunu ifade eder. “Kirli olduğu gerekçesiyle Müslüman evlerine alınmayan köpeklerin tüm mahalle (mahalla) tarafından korunduğu”nu belirtir (Garnett 1909: 2). Garnett’in tespit ettiği bir diğer doğa sevgisi örneği de Hıdrellez Bayramı’dır. Halkbilimci seyyah, şarki teamülün yılı yaz ve kış diye iki mevsime böldüğü bilgisini verir. Birincisinin yani yaz mevsiminin büyük doğa bayramı olan Hıdrellez (Khidr-Elie) ile resmen başladığını ifade ederken, ikincisinin Kasım (Kassım) denen sonbahar sonunda olduğunu belirtir (Bkz. 1909: 22-23).

Müslümanlar için ölüm bir son olmadığından mezarlıklar da kasvetli yerler olmamıştır. Mezarlıklara dikilen çiçek ve ağaç kültürü dini yapının sembolüdür. Yerin altından gökyüzüne yükselen ağaçların Göktürklerden bu yana ebediyeti simgelediği bilinmektedir. Türbe kültürü nedeniyle de insanlar mezarlıklara değer vermişler, sık sık ölüleri ziyarete gitmişlerdir. Kadınlar dualardan sonra uzun servi ağaçlarının altında oturup, sohbetler ederken çocuklar ağaçların altında koşuşturmuştur. Kahvehaneye gidecek parası olmayan erkekler, sigaralarını tüttürmek için yine mezarlıkları tercih etmiştir. Arkadaşlarıyla birlikte uzun servi ağaçlarının altındaki sarığı düşmüş mezar taşının başında oturan meteliksiz Türk, “kaçınılmaz, sonsuz, evrensel sigara”3 (the inevitable, the eternal, the universal cigarette) ile tatlandırılmış sohbetin tadını çıkarabilir (Garnett 1909: 80). Batı zihni; Türklerin havadar, yemyeşil, en güzel

3 “Osmanlı toplumunda 17. yüzyılda kahveyle beraber tütün de çok içilirdi. Bunun için mutlaka çubuk kullanılırdı. Tütün çubukları bir el uzunluğundaydı ve dört parçadan oluşuyordu. Görgü tanıklarına göre rengârenk boyanmış parlak cilalı çubuklar üzerinde Türkçe yazılar yazılıydı. Çubuğun başı veya lülesi tahta, pişmiş kil veya su mermerindendi. Çubukların deri kaplama olanlarını çoğunlukla tiryakiler kullanırdı. […] At üzerindeyken dahi tütün içmek bir alışkanlık haline gelmişti. Tütün İngiliz tacirler vasıtasıyla getirilmiş olmasına rağmen İngilizler tütüne pek ilgi duymadıklarından İngiltere’de alıcı bulamaz ve satılmazdı. Bundan dolayı onlar en iyi tütünleri İstanbul’a getirirlerdi” Gülgün Üçel Aybet, Avrupalı Seyyahların Gözünden Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-169), İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 152-153. Aybet’in Batılılar gözüyle yazdığı detaylı tütün tasviri ile Harvey’in sigara için kullandığı imgeler, “Türkler çok sigara içerler” stereotipinin bir yansımasıdır. Son yıllarda ülkemizde sigaraya getirilen bazı yasak ve kısıtlamaların Batı ülkelerinde bu denli bir şaşkınlık yaratmasının sebebi, bu ve benzeri önyargı ve stereotipilerde aranabilir.

15 mekânların ölülere ayrılmış olmasını ilginç bulur. Harvey bu konudaki şaşkınlığı aşağıdaki gibi dile getirmiştir:

Ne acayip bir zıtlık […] Mezarlığın yanındaki servi4 ağaçlarının altında oturan Türk kadınları, rengârenk feraceleriyle tabloyu şenlendirirken bir tarafta güneş ışıl ışıl parlıyor, hemen yanı başındaysa çalılıklardaki kuşlar cıvıldıyordu (1871: 294).

But what a curious contrast […] On this side the sun was shining brightly, the birds were singing in the bushes close by, whilst several groups of Turkish women, seated under the cypress trees near the cemetery, made the scene gay with their many-coloured ferighies (1871: 294).

“Bahçe kültürü; tarihsel süreç içerisinde genel hatlarıyla batıda seyretmek, doğu toplumlarında ise içinde yaşamak fikri ile gelişmiştir” (Çınar ve Kırca 210: 59). Batıdaki yapay bahçelere alışık olan yabancı seyyahlar, yaban otlarıyla dolu bahçelerden oldukça etkilenmişlerdir. Osmanlı bahçelerinde kendiliğinden ortaya çıkan ve zararsız olan herhangi bir bitki ya da hayvan, ahengi bozduğu gerekçesiyle asla yok edilmez. Ahenk doğanın ta kendisi olarak düşünülür. “İslam inancının yerleşmesiyle birlikte insan-doğa arasındaki ilişki daha farklı bir boyut kazanmış, doğanın tüm bileşenleri Tanrı’nın yansıması olarak kabul edilmiş ve saygı görmüştür” (210: 60). Osmanlı toplumunun dillere destan harem bahçeleri her seyyahın gezmek istediği bir mekândır ancak bu şans yalnızca kadın seyyahlara tanınmıştır. Evi incelemesinin ardından bahçe ziyaretine geçmek üzere olan Harvey, daha önce edindiği önbilgiye istinaden “Şuanda bir şark bahçesinde olduğu kadar güllerle dolu olmalı (1871: 66)” çıkarımında bulunur ancak gerçekte gördüğü manzaranın kendisini şaşırttığını şu sözlerle dile getirir:

Saray bahçelerini; kapalı keyif mekânları olarak isimlendirmek, Avrupai bahçe anlayışına göre yanlış bir adlandırmadır. Çünkü güç bela bir adet çiçek görülebilir. Karışık çalılıklardaki bülbüllerin şarkı söylediği güzel yaban serileri vardır. Orada her bir çiçek patikada yatar, her biri ağaçların arasından yükselir. Bunlar, ya açık mavi Boğaziçi’nin ya uzaktaki dağların

4 Bugün de mezarlıkları süsleyen ağaç türü servilerdir. Bu durum Osmanlı toplumundaki dini ve sosyal inanışın günümüze yansıyan şeklidir. Kış şartlarından etkilenmeyen servi ağaçları sonsuzluğun sembolü olarak algılanır. Rüzgârın etkisiyle çıkardığı ‘Hu’ sesinde Allah’ı zikrettiği düşünülür. Uzun gövdesi ile ebediyeti simgelemesinin yanı sıra Kur’an dili olan Arapça’nın ilk harfi ‘elif’e benzetilir (Bkz. Yavuz Bahadıroğlu, “Mezarlıklara neden servi ağacı dikilir?”, http://www.yeniakit.com.tr/yazarlar/yavuz-bahadiroglu/mezarliklara-neden-servi-agaci-dikilir-7230.html, (09.03.2014)

16

sisli grisinin ya da şehrin kendinin verdiği görüntünün büyüleyici manzarasını gösterir. Sayısız kubbe ve minare, servi kümelerinin karanlığı üzerinde göz kamaştıran bir beyazlıkla yükselir. Servilerin yaldızlı hilalleri parlak güneş ışığında ışıl ışıl yanar. Ağaçların arasındaki esintinin yumuşak hışırtısı, servilerin ve çiçekli ağaççıkların tatlı kokusu, bütün hepsi bizi bir molaya davet etti ve kendimizi eski bir duvar parçasının üzerine attık. Boğaziçi üzerinde kayan sandalları aylak aylak izledik (1871: 37-38).

To call the pleasure-grounds that surround the Seraglio gardens, is a misnomer according to the European idea of what a garden should be, for there is scarcely a flower to be seen. They are a series of beautiful wildernesses, where the nightingales sing from the tangled thickets, and where each turn in the pathway, each opening amongst the trees, discloses some enchanting view, either of the bright blue Bosphorus, or of the misty grey of the distant mountains, or gives a peep of the city itself, whose innumerable domes and minarets rise dazzlingly white above the dark masses of cypress, their gilded crescents flashing brightly in the brilliant sunshine. The soft rustling of the breeze amongst the trees, the sweet scent of the cypresses and flowering shrubs, all invited to a halt, and we seated ourselves on a piece of old wall, and idly watched the caiques as they glided across the Bosphorus (1871: 37-38).

Harvey, ilerleyen bölümlerde Türklerin çok zevkli insanlar olduğundan ve çiçekleri çok sevdiklerinden bahseder. Harvey’e göre “bahçelerin güzelce düzenlenip iyi bir şekilde korunması da bu yüzdendir” ancak Harvey’in daha önce de belirttiği gibi salt çiçekten oluşan yapay bir bahçe kültürü yoktur (1871: 47). Osmanlı kültüründe; çiçek için üzerinde bülbüllerin öttüğü çalılar kesilmez, çiçekler ağaçların arasından, patikalardan yükselir. Topluma düşen zaten yaratılmış olan bu güzelliği muhafaza etmektir. Bu aslında İslam dininin de gereğidir. Bu düşünceden hareketle, doğadaki her şey birbirini tamamladığından ve hepsi Yaratan’ın yansısı olduğundan kıymetlidir denebilir.

Garnett mesleki bir inceleme yaptığından, Harvey gibi uzun betimlere ve öznel değerlendirmelere yer vermez. Türklerin doğaya olan tutkusu, hayvanları koruma güdüsünü de beraberinde getirmiş olabilir ancak Garnett herhangi bir çıkarımda bulunmaz. Türklerdeki bu özellikleri ayrı ayrı belirterek gördüğü imgeleri okuyucuya sunar. “Türklerin tarih boyunca manzarası en güzel şehirleri başkent olarak seçmesi, yerleştikleri tüm şehirlerin etkileyici güzellikte olması, evlerinin yanına anne köpek ve

17 yavruları için derme çatma bir barınak yaparak tüm mahallelinin bu hayvanları koruması” Garnett’in bu konuda yazdıklarının bazılarıdır (1909: 1-2). Garnett; en fakir Türk evinde bile, kapalı bir avlu (iç bahçe) ile çoğunlukla dut ağacı, akasya, servi ve çınar ağacının gölgelediği bir bahçe olduğu tespitinde bulunur (1909: 258).

1.2. BÜYÜĞE ve KADINA SAYGI

Geniş ailelerin bir arada yaşadığı kalabalık hanelerden meydana gelen Osmanlı toplumunda büyüğe ve kadına duyulan saygının paydaşı anneye duyulan saygıdır. Garnett, dul annelerin çoğunlukla oğullarının evlerinde yaşadıklarını ve “birinci kadın” (the first lady) olduklarını aşağıdaki gibi ifade eder:

[…] gelinin tüm konularda kayın validesine saygı göstermesi gerekir. El öpme saygıyı ifade eden bir selamlama şeklidir. Kayın validesinin elini öpen gelin; ailevi etkinliklerde, yıldönümlerinde, dini bayramlarda kocasının da elini öper. Kayın valide sofrada yerini almadan gelin oturamaz. Yemeğe ilk başlayan yine kayın validedir. Kayın validesi izin vermedikçe gelin bu “birinci kadın”ın huzurunda sigara içemez. Böylesine yakın mevkii paylaşan iki kadın arasında birçok sürtüşmenin yaşanması kaçınılmazdır ancak yine de teamül haline gelmiş görgü kurallarına uyulur. Muhtemelen genç hanım bu riayetinin ilerde kendi faydasına olacağı düşüncesiyle kendini avutur (1909: 267).

[…] she is required to defer to her mother-in-law in all things. Hand- kissing being the usual mode of respectful greeting, the wife kisses the hand of her Kain Valide, as also that of her husband, on the occasion of any family event, or any anniversary, and also on special Moslem holidays, such as the opening of the Bairam festival. The wife may not seat herself at table before her husband’s mother has taken her place, nor be the first to help herself to the dishes, nor may she smoke a cigarette in the presence of “the first lady” until invited by her to do so. It no doubt often happens that a good deal of friction exists between two women occupying these relative positions. But the prescribed etiquette is none the less observed and the young hanum probably consoles herself with the reflection that at some future date their observance will be to her own advantage (1909: 267).

Garnett Türk toplumunda tüm görgü kurallarının yaşça büyüklüğe bağlı olduğu tespitinde bulunur. Eğer evli bir Türk erkeğinin hareminde kendi kız kardeşi ikamet ediyorsa, büyük olan kardeş önceliğin keyfini sürer. Benzer bir şekilde eğer adam en büyüğü ve en küçüğü erkek, ikincisi ise kız olan üç çocuğa sahipse, muhtemelen

18

şımarık olan en küçük oğlan, ikisinin de ilgisini çeken her şeyde ablasına boyun eğmek zorundadır. Kız da abisine saygı göstermek zorundadır. Ailenin genç üyeleri büyüklerinin karşısında bağdaş kurmaya yeltenmez. Selamlıkta da aynı kurallar erkekler için geçerlidir. Oğlanlar ancak kendilerine özellikle seslenildiği vakit misafirlerin huzurunda konuşur (Bkz. 1909: 268).

Garnett’in gözlemleri sonucu ilettiklerini, Harvey’in samimice paylaştığı aşağıdaki anı doğrular. Muhtemelen kayın validesi ile birlikte yaşamadığı için ya da kayın validesi hayatta olmadığı için birinci kadın olan Hanım’ı (hanoum) ziyarete giden Harvey, yaşlılara gösterilen saygı karşısında büyülenmiştir:

Katılımcılar arasında öylesine kurumuş, öylesine solmuş iki yaşlı kadın vardı ki pek kadın gibi görünmüyorlardı. Kör olan, Hanım’a bakıcılık yapmıştı. Bu zavallı yaşlı mahlûklara kibarlık ve şefkatle davrandıklarını görmek oldukça büyüleyiciydi. Kör bakıcı pencere kenarındaki rahat köşeye dikkatlice yerleştirildi. H- Bey sürekli onun yanına gitti. Zaman zaman kolunu kadının boynuna şefkatle doluyordu ve ona ziyaretçileri tarif ediyor gibiydi. Yalnızca bu yaşlı kadınlar Hanım’ın huzurunda oturabilme iznine sahipti. Diğer tüm kişiler saygılı bir vaziyette dikiliyordu. Kollarını kavuşturmuşlardı ve genellikle o kadar hareketsizlerdi ki gözlerindeki kıpır kıpır hareket olmasa heykel olabilirlerdi (1871: 63-64).

Amongst the attendants were two very old women, so dried up and so withered that they scarcely looked like women. One of them, who was blind, had been nurse to the hanoum. It was quite charming to see the kindness and tenderness with which these poor old creatures were treated. The blind nurse was carefully placed in a comfortable corner near the windows. H- Bey constantly went to her, and from time to time, affectionately putting his arm round her neck, seemed to be describing the visitors to her. These old women were the only persons who were allowed to sit in the hanoum's presence; all the others remained standing in a respectful attitude, their arms crossed, and generally so motionless that they might have been statues but for the restless movement of their eyes (1871: 63-64).

Osmanlı toplumunda kadının saygı görmesinin nedenlerinden biri de dindir. Garnett eserinde “Cennet anaların ayağı altındadır” (Paradise is under the feet of the mother) hadisine yer vermiş, kadınların toplumda büyük saygı gördüğünü belirtmiştir (1909: 266). Kadınlar her zaman korunmalıdır. Evde zaten güvende olan kadın, sokaklarda da güvende olmalıdır. Batılı seyyahlar sokakların dar, pis, kötü kaldırımlı,

19 hamallar ve köpeklerle dolu olduğu konusunda hemfikirken, oldukça güvenli olduğu konusunda da uzlaşmışlardır.

Toplumda köleler daha çok kadınların kullanımına verilir. Özellikle üst sınıfa mensup olan her kadının köleleri vardır. Harvey’e göre hizmetçileri, arabaları ve evleri olan bu kadınların sürdüğü hayat oldukça lükstür. Gezgin, çoğu hanede kadının kocasının akşam yemeğini denetlemesinin yanı sıra bütün aile meselelerinde de “tam yetki”ye (the entire control) sahip olduğunu ifade eder (1871: 11). Avrupalı kadınlar Batıda sanılanın aksine fikirleri önemli olan bir şark kadını ile karşılaşırlar. Sophia Lane Poole da bu konudaki şaşkınlığını samimiyetle dile getiren gezginlerdendir:

Biz İngiltere’de Doğudaki kocanın tam anlamıyla hükümdar olduğunu düşlüyoruz ve bazı durumlarda bu böyledir. Ancak karısı ya da karılarının içerde misafirleri olduğunu simgeleyen bir çift terliği kapının dışına bırakmasıyla kocalarını günlerce adamın kendi hareminden uzakta tutulabildiğine inanamayacaksınız (1845: 23-24).

We imagine in England that the husband in these regions is really lord and master, and he is in some cases; but you will scarcely believe that the master of a house may be excluded for many days from his own hareem, by his wife’s or wives’ causing a pair of slippers to be placed outside the door, which signifies that there are visitors within (1845: 23-24).

Poole’un kullandığı “biz” öznesi Avrupalı kimliğin temsilcisidir ve kimlik beraberinde yabancı kimliği doğurur. Ortaya çıkan diğer (the other) kimliğin hayal gücüne bağlı olduğu, Poole’un kullandığı “imagine” (hayal etmek, düşlemek) eyleminden de anlaşılır. Yazarın daha doğrusu temsil ettiği toplumun kimliği “öteki” olarak görülen yabancının kimliği ile zıtlık oluşturur (Bkz. Ulağlı 2006: 21). Edebi eleştiri kuramlarından yapısalcılığın konusu olan “binary oppositions”5 (ikili zıtlıklar) kavramı da bu yargıyı destekler niteliktedir. Avrupa’da kadınların saygın olabilmesi, Anadolu’da kadınlara değer verilmemesine bağlıdır.

5 Derida, Batı felsefesinin dünyayı ikili zıtlıklar (binary oppositions) üzerinden çözümlediğini ifade eder. Ruha karşı beden (mind vs. body), iyiye karşı kötü (good vs. evil), erkeğe karşı kadın (man vs. woman), varlığa karşı yokluk (presence vs. absence) bunlara örnektir. Bu eşleşmede ilk terimin ikinci terimden daha iyi olduğunu gösteren bir sıralama vardır (Bkz. Rivkin ve Ryan 2004: 343). Batı-Doğu sıralamasında üstün olan Batı’dır. Biz, siz ya da onlardan daha değerlidir. İlk kavramı yüceltmek, ikinci kavramın varlığıyla mümkündür. Medeni Batının varlığından söz edebilmek için Despot Doğu imgesine ihtiyaç duyulur.

20

Lady Elizabeth Craven, Lady Montague gibi İstanbul’u ziyaret eden ilk kadın seyyahlar arasında yer aldığından gezi notları daha önce incelenmiştir. “Türk kadınının gördüğü muamelenin, tüm uluslara örnek teşkil etmesi gerektiğini” (Alıntılayan Sancar 2011: 35) ifade eden Craven, aynı şekilde “Türk erkeklerinin eşlerine olan tutumlarının tüm uluslar tarafından örnek alınması gerektiğini” (2011: 59) de vurgular.

1925 yılına kadar geçerliliğini sürdüren İngiliz kanununa göre, kadın ve erkek evlendikten sonra tek bir kişi sayıldığından kadının tüm mal varlığı kocasına devrolurdu. Dini olarak da ataerkil düzen hüküm sürdüğünden evlenecek kadın kocasına her zaman itaat edeceğine dair ant içerdi. Boşanan kadının ise hiçbir şey talep etme hakkı yoktu. Bu durum Viktorya döneminde yazılan birçok romanın da konusu olmuştur. Osmanlı toplumunda ise bu durumun aksine her zaman kadının menfaati düşünülmüştü. Ticaretle uğraşan, kadıya gidip şikâyetini dile getiren, ev ile ilgili tüm işlerde tam yetkiye sahip olan, maiyetinin ve binek arabalarının yanı sıra kendine ait bir düzene sahip olan Osmanlı kadını imajı; 19. yüzyıl feminist akımın destekçilerinden olan Virginia Woolf’un deyimiyle “kendine ait bir oda”ya (A Room of One’s Own) hasret olan Batılı kadınları hayrete düşürmüştür.

1.3. CÖMERTLİK

Osmanlı Devleti’nin cömertliği, özellikle yardımseverlik ve misafirperverlik yansımalarıyla tüm milletler tarafından kabul görmüştür. Her şeyin zıttı ile anlam kazandığı düşüncesinden hareketle, şarki cömertliğin dünyaya bu denli nam salmasında garbi tekelliğin büyük etkisinin olduğu savunulabilir. Doğudaki verme güdüsü kimi zaman Batılıyı güldürmüştür. Günlük türünde yazdığı gezi notlarında düşündüklerini olduğu gibi aktaran Harvey, doğudaki güzellikleri övmekten korktuklarını çünkü ne zaman bir şeyi övseler Doğuluların onu kendilerine (Batılılara) vermek için ısrar ettiğini ifade eder (Bkz. 1871: 67). Türklere özgü bu kültürel normların anlam kazanmasında Batı zihninin algısı etkili olmuştur. Kişinin sosyal hayat faaliyetleri, kullandığı dil, kılık kıyafeti, yemek kültürü, inanış şekli ve aile yaşantısı gibi etmenler kendisine yabancı olmadığından, ancak farklı bir göz bu konular hakkında değerlendirme yapabilir.

21

Osmanlı-Türk kültürü hakkında yabancı literatürün yerli literatürden daha fazla olma sebebi bundan ileri gelir.

Sosyal hayatın gereği olan yardım imajı temel anlamıyla her bilinçte pozitif bir algı yaratır. Batı bilincine göre doğudaki yardım imajı kimi zaman “gereksiz, aşırı, gülünç ya da rahatsız edici” olabilir ancak bu durum yalnızca bir “farklı” lıktır. Böyle bir kavram için bilinçaltında var olan evveliyat “öteki” olmaya müsaade etmez. Doğu bilinci ise kendine farklı gelmeyen bu sıradanlığı anlatma ya da yazma gereği duymamıştır.

Din, sosyal hayatı etkileyen önemli bir faktör olarak Müslümanların yaşam pratiklerini belirlemiştir. Batılı seyyahların yorumları da bu yargıyı destekler niteliktedir. Garnett’e göre misafirperverlik bir tür sadaka olması sebebiyle İslam’ın şartlarından biridir. Konu ile ilgili bir Arap atasözü paylaşan Garnett, durumun ciddiyetini vurgular. “Her kim diriyi ziyarete gider ve onun evinde hiçbir şey yemezse, ölünün mezarını ziyaret etmiş gibidir” (1909: 121). “Whose visits a living person and eats nothing at his house, might as well visit the tomb of a dead man.” Bu eli açıklıktan seyyahlar da nasibini almıştır. “Seyyah, doğudaki Derviş Tekkeleri’nde (Dervish Tekkehs) yiyecek ve barınak bulacağından emindir” (1909: 122). Garnett; özel hayır kurumları tarafından kurulan yoksul evlerinin, imparatorluğun çok eski enstitülerinden olduğuna değinir. Garnett’in “imarets” diye ifade ettiği imaretler ya da imarethaneler, şehir dışından gelen ziyaretçilere ve düşkünlere hizmet vermek amacıyla kurulmuş sosyal yardımlaşma dernekleridir. İlki 1336 yılında Orhan Bey tarafından kurulmuş olan imarethaneler, birçok dernek ve vakfın yanı sıra günümüz misafirhanelerinin de temelini oluşturur.

Türklerin evlerine konuk olan Harvey’in ayrıca bir yatak odası görememesi üzerine kaleme aldıkları, Garnett’in incelemeleri sonucu aktardığı bilgileri doğrular:

Sonra geniş ve etkileyici evi görmeye davet edildik. Yabancılar her zaman önceliklidir fakat hiç yatak odası bulamamak biraz şaşırtır. Ama aslına bakılırsa ihtiyaca ya da mevsime göre her oda yatak odasıdır. Misafirperverlik Türkler arasında adeta dini bir görevdir. Her oda misafir gelme ihtimaline hazırlıklı olunması için içinde çok sayıda döşek ve yastık olan yüklüklerle çevrilidir.

22

Döşekler kalın ve rahattır. Genellikle uçuk renkli saten ya da ipekle kaplanır. Yataklar zemin üzerine yapılır. Döşekler ile yastıklara ilaveten pamuklu kumaştan ya da ince ketenden çarşaflar ile ipek bir yorgan bulunur (1871: 64).

We were then invited to see the house, which was large and very handsome. Strangers are always at first, however, somewhat bewildered by finding there are no bedrooms; but, in fact, every room is a bedroom, according to necessity or the season. Hospitality is almost a religious duty amongst the Turks, and every room is surrounded by cupboards, in which are stowed away vast numbers of mattresses and pillows ready for any chance guest who may arrive. The mattresses are thick and comfortable, and are generally covered with some pale-coloured satin or silk. The beds are made upon the floor, and, besides the mattresses and pillows, have cambric or fine linen sheets and a silk coverlet (1871: 64).

Harvey için ayrılık vakti gelmiştir ancak arkadaşlarının (Türk Kadınları) misafirperverliği henüz yorgun düşmemiştir. Hanım, hem Harvey’in hem de kız kardeşinin elinden tutarak onları hafif yemeklerin bulunduğu küçük bir salona götürür ve onlara kendi6 banyosunu, kendi kayıklarını ve kendi arabalarını sunar. Cömertliği ile Avrupalı arkadaşlarını şaşırtan Hanım, onlara bir de Türkçe öğretmeyi teklif eder (Bkz. 1871: 69).

1.4. TEMİZLİK

Osmanlı toplumunun temizlik anlayışı, Harvey ve Garnett’in aynı fikirde olmadığı konulardan biridir. Garnett’e göre Şeriat hukuku (Sheriat) ya da dini hukuk, “temizlik şüphesiz imandan gelir” (Personel cleanliness among Moslem certainly comes “next to godliness”) inancıyla Müslümanların kişisel temizliğinin kaynağıdır. Düzenli ve özenli abdest, “hukuki temizlik” (legal purity) koşulunun devamı için zorunludur. Belli dini eylemler ancak hukuki temizlik sağlandığında icra edilebilir. Garnett’e göre Türklerin Hıristiyan ve Yahudi komşularına sıkıntı veren birçok hastalıktan uzak olmaları şüphesiz içki içmeme alışkanlıklarından ileri gelir. İngiliz halkbilimci gezgin,

6 Harvey ve Garnett tarafından sıkça kullanılan “kendi” kelimesi alenen olmayan bir Doğu-Batı kıyaslamasının belirtisidir. 19. yüzyılda kendine ait neredeyse hiçbir şeyi olmayan Batılı Kadının kendine has kocaman bir dünyaya sahip olan Doğulu Kadınla buluşması, haremi ve Türk kadınlarının içinde bulunduğu bu durumu onların nazarında elbette tuhaf kılacaktır.

23 her büyük şehirde hamam (hammams) diye adlandırılan çok sayıdaki Türk banyosu ile Bursa ve İstanbul’daki mineral banyolardan bahseder. Bu yapılar mimari açıdan da Garnett’in ilgisini çekecek güzelliktedir. Hepsinin ücreti fazlasıyla makul olduğundan her tabakadan insan buralara gidebilir. Fakirlerin kullanımı için camilere bağlı birçok küçük banyo ve insanların ücret ödemeden abdest alabileceği diğer hayratlar vardır (Bkz. 1909: 13).

Birçok Batılı seyyahın belirttiği gibi, temizliğin caddelere yansıması pek mümkün olmamıştır ancak Garnett’e göre; Türk caddelerindeki tabii drenajdan, avlu ve bahçelerde atıklara ayrılan daha geniş alanlardan ve leş yiyen yabani köpeklerden ötürü Türklerin caddeleri Hıristiyan ve Yahudi mahallelerindeki (mahallas) caddelerden daha temizdir (Bkz. 1909: 2).

Garnett mesleği gereği nesnel değerlendirme yapma çabasındayken, Harvey diğer birçok seyyah gibi öznel değerlendirmelerde bulunmuştur. Bir konu hakkında genel bir kanıya varması için, bu konu hakkında tek bir örnek görmesi yeterlidir. Harvey’in söylemi nesnel tabanda değildir ve çok sayıda edebi sanat içerir. Tasvirdeki edebi zenginliği bozmamak adına, Harvey’in Türk evleri hakkında yazdıklarını doğrudan alıntılamanın daha uygun olacağı düşünülmüştür:

Hem içeriden hem de dışarıdan zarif bir şekilde temiz görünür. Gerçekten de içeride tek bir toz tanesi görülmez. Zemin güzel bir hasırla kaplıdır ve duvarlar genellikle hafif krem rengine boyanmıştır. Ama heyhat! Bir Türk evi beyaza boyanmış bir kabirden başka bir şey değildir. Bu saf zeminin altında haşaratlar hüküm sürer ve gece öyle bir çoğalırlar ki yüzlercesi ortaya çıkar. Bu korkunç bir vebadır ancak sürekli badana ve bol terebentin kullanımıyla çoğu yabancı bu işkence evlerinden zamanında kurtulmayı başarır (1871: 48).

Both inside and out they look exquisitely clean; indeed, inside not a speck of dust is to be seen, the floors are covered with beautiful matting, and the walls are usually painted a delicate cream colour. But, alas! a Turkish house is but a whited sepulchre, for beneath this pure surface vermin prevail to such an extent that at night they come out by hundreds. It is a horrible plague, but by constantly painting and the free use of turpentine, most foreigners succeed in time in ridding their houses of these torments (48).

24

Harvey tek bir toz tanesi göremediği beyaz Türk evlerini “beyaza boyanmış bir kabir”e benzetir. “İşkence evleri” diye adlandırdığı bu evlerdeki haşaratlardan yakınır. Gezi notlarına bir Ermeni tüccarın evine misafir olmalarının anısıyla devam eder. Kendi ifadesiyle “klasik doğu usulü konforlu üç yer yatağı” yapılır. Harvey uzun uzun yatağın güzelliğinden bahseder. Işıklar söndükten sonra küçük ayakların patırtısı ve telaşı ile irkilirler. Türlü türlü gıcırtılar, sıçanlar muhitini habercisidir. “Fakat seyyahlar böyle önemsiz şeylerle gecenin kalanının mahvolmasına izin vermez” (However, travellers do not allow their night’s rest to be disturbed for trifles) (1871: 50). Kafalarına yorganlarını örterler ve duymamaya çalışırlar ancak işe yaramaz. Mumları yakınca anlarlar ki sebep muhtemelen kerpiç olan bu evin tavanından dökülen topraktır. Bu gerçeğe rağmen rahatlamayan Harvey, toprağı “sıçanlardan daha kötü istilacı korkular ordusu” (an invading army of horrors worse than rats) diye tanımlar. Divanlar ve sedirler düşman tarafından çoktan ele geçirilmiştir. Temiz, beyaz, mermerden yapılmış banyo, güvenli bir sığınak sunacak gibi görünür ve bir anda kendilerini oraya atarlar. “Menfur düşmanlarımız” (our hateful enemies) diye ifade ettikleri topraktan kaçmaya öylesine isteklilerdir ki her türlü riski göze alırlar. İçinde bulundukları durumun komikliği kendilerini neşelendirir. Özellikle de “arkadaşlarımız” (our friends) dedikleri Şark kadınlarının kendilerini böyle gördüğünde onlara ne cevap vereceklerini düşündüklerinde kahkahalara boğulmaktan kendilerini alamazlar. “Korku odası” (a chamber of horrors) dedikleri yerde bir gece daha geçirmemek için tüm nazik baskılara direnerek İstanbul’da işleri olduğu bahanesiyle oradan hemen ayrılırlar (Bkz. 1871: 49- 52).

Garnett ve Harvey’in birbirinden oldukça farklı söylemi “Alter; yazarın kendi kültürel değerleri doğrultusunda imgeyi oluşturan ‘sübjektif imge’ ” ve “Alius imgeyi oluşturan sanatçının kendi kültürel değerleri dışında gelişen imgeler” örnekleri olarak açıklanabilir (Ulağlı 2006: 33). Anlamca birbiriyle karışan Latince kelimelerden alter iki nesne arasından “öteki” olanı nitelerken alius en az üç nesne arasından “farklı” olanı ifade eder (Gosset 1819: 48). Garnett halkbilimci bir seyyah olması nedeniyle alius’u yani Batıdan farklı olan Doğu kültürünü yansıtırken, Harvey çoğu zaman alter’i yani öznel imgeyi başka bir ifadeyle iki şeyden “öteki”ni yansıtır.

25

1.5. KADERCİLİK

Batının Doğuyu algılamakta en çok zorlandığı konu kadercilik anlayışı olmuştur. Seyyahların anlamlandırmakta güçlük çektiği kader algısı, geleneksel Türk misafirperverliği gibi yüzyıllardır Osmanlı toplumunu tanımlayan imajlar arasındadır. Garnett, kadercilik konusunu seyahatnamesinin “Dini İnançlar ve Kuruluşlar” (Religious Beliefs and Institutions) başlıklı bölümünde inceler. Yazgı doktrini tarafından telkin edilen kısmet (kismet) görüşünün; Türklerin düşüncesini, eylemini ya da eylemsizliğini etkilediğini belirtir. İnsanoğlunu etkileyen tüm olayların Allah tarafından bütün yönleriyle önceden belirlendiğine ve Allah’ın “korunan kitabeler”e (the preserved Tablets) yazdıklarını “Kader Gecesi”nde (Night of Destiny) meleklere ulaştırdığına inanılır. Türklerin özellikle sağlık konusundaki rahatlığı Garnett’i şaşırtır. Öznel yorumlardan kaçınarak Osmanlı toplumunu kendi değer yargıları çerçevesinde tanımlamaya çalışan seyyahın, sağlık konusundaki aşırı kaderciliği eleştirdiği aşağıdaki ifadesinden net bir şekilde anlaşılır:

Türklerin yanı sıra diğer birçok insan da kadercidir ancak bu insanlar hastalandıklarında doktora gidip bu felakete karşı önlem alır. Eski kafalı Müslümanlara göre bütün bu önlemler boşunadır. Eğer kısmet bu musibetin onları ele geçirmesiyle zaten böyle olacaktır. O zaman bunun önüne geçme çabasıyla kendini sıkıntıya sokmanın neresi iyidir? (1909: 119).

Many people besides Turks are fatalists, but they consult a doctor when they are ill, and take other ordinary precautions against disaster. In the opinion of old-fashioned Moslems, however, all such precautions are vain; if it is their kismet that calamity shall overtake them, overtake them it will, and what, then, is the good of troubling oneself with efforts to avert it? (1909: 119)

Garnett’e göre “kendine yardım edene talih de yardım eder” (fortune helps those who help themselves) doktrini, Asyalılar için akıl almaz bir doktrindir. İnsan ne kadar enerji sarf ederse etsin, kısmet onun çabalarına üstün gelir veya haksız olduğu kadar beklenmedik de olan bir zenginlikle kişinin gamsızlığını taçlandırır. Garnett konu ile ilgili halk masallarına da yer verir (Bkz. 1909: 120).

26

Garnett; sağlıkla ilgili tüm önlemlerin ihmalinin hatta bunlara karşı düşmanlığın, kısmetin (kismet) önemli sonuçlarından biri olduğunu belirtir. Türkiye’nin coğrafi konumu nedeniyle salgın hastalıklara maruz kaldığını belirten Garnett, bu durumun korkunç zarara sebep olduğunu aşağıdaki gibi vurgular:

Karantina düzenlemeleri şuanda İstanbul’da ve diğer büyük liman kentlerinde resmi olarak icra edilir ancak iç kesimdeki şehirlerde, Müslüman nüfus bu gibi sağlıksal düzenlemelere büyük antipati duyar. Bu durumu Allah’ın isteğine saygısız bir müdahale olarak görürler ve uygulamadan kaçınmak için ellerinden gelenin en iyisini yaparlar (1909: 120).

Quarantine regulations are certainly now officially observed at Constantinople and the other large seaports. But in the towns of the interior the Moslem population manifest the greatest dislike to such sanitary regulations, which they regard as profane interference with the will of Allah, and do their best to avoid carrying out (1909: 120).

Halkbilimci Garnett, daha önce Kader Gecesi olarak telaffuz ettiği kavramı yeniden ele alır. Bu bölümde halkın inancından ziyade araştırmalar sonucu edinilen bilgiler vardır. Garnett bu geceden artık Kuvvet ya da Hüküm Gecesi (Night of Power) diye bahseder ve şunları ekler:

Ramazan’ın yirmi yedinci gününde, “Kuvvet/Hüküm Gecesi” ya da “En Üstün Gece” diye adlandırılan gecenin yıldönümü kutlanır. Bu gecede Kuran’ın Allah tarafından cennetin “üst katından alt katına” indirildiği söylenir ve buradan Cebrail Kuran’ı cüzler halinde Peygambere gösterir. “Kader Gecesi” de denen bu gecenin belli saatlerinde deniz sularının tatlandığına, bütün hayvan ve bitki âleminin naçizane kullar olarak Allah’ın huzurunda secde ettiğine inanılır. Ertesi yıl için insanların kaderi Yazıcı Meleklere vahiyle bildirilir (1909: 146).

On the twenty-seventh day of Ramazan is celebrated the anniversary of the “Night of Power,” or, as it is also termed, the “Excellent Night,” in which the Koran is said to have been sent down by Allah from the “Upper” to the “Lower Heaven,” whence it was revealed in portions to the Prophet by the Angel Gabriel. During certain hours of this night, which is also called the “Night of Destiny,” it is popularly believed that the waters of the sea become sweet; that the whole animal and vegetable creations prostrate themselves in humble adoration before Allah; and that the destinies of men for the coming year are revealed to the Recording Angels (1909: 146).

27

Arapça “kadr” kelimesi “hüküm, takdir, yücelik, güç” gibi anlamlara gelmektedir. Harvey’in kullandığı “Night of Power” (Kuvvet/Hüküm Gecesi) ifadesi, “power” kelimesinin sözlük anlamı olan “insanları ve nesneleri kontrol yeteneği” (the ability to control people or things) açıklamasıyla daha anlaşılır hale gelebilir (Wehmeimer 2000: 910). Allah’ın insanlara son mesajı olan Kuran-ı Kerim’in bu gecede inmesi, gecenin Müslümanlar açısından önemini kanıtlar niteliktedir. Kadercilik anlayışı burada Allah’ın takdirine boyun eğme olarak düşünülebilir. İnsanların gece boyu dua edip bağışlanma dilemesi o gece yeniden tayin edilen kaderlerini iyileştirme adına olabilir. Harvey, bu gecenin “Kader Gecesi” diye anıldığını da belirtmiştir. Etimolojik olarak değerlendirildiğinde bu gece kaderden ziyade Allah’ın gücünü ve mesajını ifşa ettiği gecedir. Allah’ın kelamıyla insanlara öğütler verilerek, iyi işler yapmaları konusunda telkin edilirler. Kulların yaşantılarına göre de Yaratan hükümlerini tayin eder. Bu açıdan bakıldığında kader ile ilişkilendirilebilir ancak karantina uygulamasını kabul etmeyen Müslümanlardaki gibi salt kadercilik anlayışı yoktur. Duhan Suresi, Garnett’in Kadir Gecesi hakkında söyledikleri ile örtüşür niteliktedir:

Hâ Mîm.7﴾1﴿ Apaçık olan Kitab'a andolsun ki, biz onu mübârek bir gecede indirdik. Şüphesiz biz insanları uyarmaktayız. ﴾2-3﴿Katımızdan bir emirle her hikmetli iş o gecede ayırt edilir. Eğer kesin olarak inanıyorsanız, Rabbinden; göklerin, yerin ve bu ikisi arasındakilerin Rabbinden bir rahmet olarak biz peygamberler göndermekteyiz. O hakkıyla işitendir, .hakkıyla bilendir. ﴾4-7﴿ Ondan başka hiçbir ilâh yoktur. Yaşatır, öldürür O, sizin de Rabbiniz, önceki atalarınızın da Rabbidir (8) (Kuran 44/1-8).

Harvey, bir insanın dört duvarı farklı açıya dayanan bir evde yaşaması için kaderci olması gerektiğini belirterek, insanların içinde bulundukları tehlikeye aldırış etmemesine şaşırır (1871: 4). Zaman kavramının önemsizliği de Harvey’i oldukça şaşırtan noktalardan biridir. İngiliz gezgin, misafir oldukları evde kendilerine eşlik eden Hanım’ın oğlu H- Bey’e sorduğu sorular neticesinde anlarki H-Bey kaç yaşında olduğunu bilmiyordur. Bunun üzerine genelde yaptığı gibi yine tümevarımsal bir yaklaşımla bütün Türklerin kaç yaşında olduklarıyla ilgilenmediklerini aşağıdaki gibi ifade eder:

7 “Dikkat dikkat!” anlamında olduğu sanılan ünlem ifadesidir.

28

H- Bey konuşmayı çok istedi ama ne yazık ki bildiğimiz Türkçe kelimeler oldukça azdı. Tercüman aracılığıyla sohbet bir süre sonra cansızlaşır ve sıkıcı bir hal alır. Ona yaşını sordum ama bilmiyordu. Hiçbir Türk böyle önemsiz bir meseleyle kafasını yormaz. Var oldukları için hoşnutturlar ve kaç yıldır dünyada olduklarını düşünmek oldukça ehemmiyetsizdir (1871: 63).

H- Bey wanted very much to talk. But alas! our Turkish words were sadly few, and conversation through an interpreter soon languishes and becomes irksome. We asked him his age, but he did not know. No Turk ever troubles himself or herself about so trivial a matter. They are satisfied to exist, and think it quite immaterial how many years they may have been in the world (1871: 63).

Doğu imajına yeni bir soluk getiren kadın seyyahlardan Pardoe, ilkini 1837 yılında yayımladığı The City of the Sultan, and Domestic Manners of the Turks in 1836 (Sultanlar Şehri İstanbul) isimli üç ciltlik kitabının ikinci cildinde Kız Kulesi’nin Veba Hastanesi (Plague Hospital) olarak kullanıldığını belirtir. Önce Kız Kulesi’nin bilinen hikâyesini anlatan Pardoe, Sultan’ın biricik kızını korumak ve falcıların kızı için öngördüğü kaderi alt etmek için her türlü önlemi aldığından bahseder. Denizin ortasında, tüm tehlikelerden uzak olması beklenen bu mekana rağmen kızın makus talihi gerçekleşir ve ölümden kurtulamaz. Pardoe; kız kulesinin o zamanlarda, yani 19. yüzyılda Türklerin veba hastanesi olduğunu belirtir. Böyle bir hastanede tedavi gören hastalar hakkında yaptığı aşağıdaki yorumdan anlaşıldığı kadarıyla Pardoe da kadere inanmıştır:

[…] Ortasında hastanenin olduğu ışıl ışıl, güzel manzaraya bakabilen kalbi hakikaten körelmiş olmalı ki vebanın ne derece olduğunu hissetmiyor. Muhtemel kaderleriyle çevrelerindeki zıtlık kabini iyiye götürüyor olmalı ama ne yazık ki hasta kurbanın uzun bakışları çoğunlukla onun sonu olur. (1838: II, 137).

[…] his heart must be atrophised indeed who can look around on the bright and beautiful scene amid which it stands, and not feel how much the bitter pang of the plague-smitten must be enhanced by the contrast of all around them with their own probable fate--for, alas! the long gaze of the sickening victim is too frequently his last! (1838: II, 137).

Türkiye yolculuğu Harvey ve Garnett’ten daha eski olan Pardoe, gezi notlarının ikinci cildinde karantina ile ilgili çok ciddi uygulamaların kendisinde yarattığı rahatsızlığı “[…] bazen karantinanın dışında olmak içinde olmaktan daha zahmetlidir” (

29

[…] it is sometimes more troublesome to be out of quarantaine than to be in it) cümlesiyle ifade eder (1837:II, 482). Türkiye hakkında yazdığı seyahatnamelerle Montagu’dan sonra gelen isim olan Pardoe, İngiliz kraliyet ordusunda görevli babası ile İstanbul’a gelir. Muhtemelen ülkenin iç kesimlerini ziyaret etmemiştir. Halkbilimci Garnett’in bilimsel araştırmalara dayanan seyahatnamesinde ifade ettiği gibi, büyük şehirlerde aktif karantina uygulaması sürmekteyken daha iç kesimlerde bulunan küçük şehirlerde halk bu durumu tepkiyle karşılamıştır. Osmanlı gündelik hayatını anlatırken yalnızca üst sınıfına mensup olanların sürdüğü hayatı değerlendirmek yanlış olacaktır.

30

İKİNCİ BÖLÜM TÜRK İNSANI

Osmanlı İmparatorluğun yapısı, yalnızca Türk-Osmanlı toplumunu değil bu toplumun içinde yaşayan diğer milletleri de kapsar. Sosyal, kültürel ve ekonomik yönden birbirinden oldukça farklı olmasına rağmen, aynı toplumsal yapı içerisinde konuşlanmaya çalışan farklı ulustan insanların nasıl yönetileceği konusu, devlet nezdinde onları etnik olarak birbirinden ayırmamak olmuştur. Bu geniş yapının insanları etnik kökenleri yerine, kendi kişisel özelliklerine göre bir sınıfa mensup olmuştur.

Osmanlı sosyal tarihi hakkında doğrudan bilgi alabileceğimiz kaynakların başında gezi yazılarının geldiği tarihçiler tarafından da kabul görmüş bir gerçektir. Osmanlı toplumunun sosyal yapısı hakkında yazılan seyahatnamelerin sahibi ise genellikle Avrupalı seyyahlar olmuştur. Batılı insanlar kendilerinden farklı olan Doğulu insanları bazen resimle, bazen yazıyla, bazen de şarkıyla anlatmıştır. Avrupalı ressamlar, özellikle görme fırsatı bulamadıkları “Türk Kadını”nı, görme olasılıkları imkânsız olan harem ve hamam gibi mekânlarda resmetmişlerdir. Batı dünyasının yabancı olduğu “hamamlar” resimlerin konusu olmuş, farklı şekillerde betimlenmiştir.

Doğası gereği öznel değerlendirme içeren seyahatnamelerin mümkün olduğunca önyargılardan uzak ve gözleme dayalı olanlarını seçmek Türk-Osmanlı toplumu hakkında daha doğru bilgi vermek açısından yararlı olacaktır. Toplumun kadına duyduğu saygı düşünüldüğünde; bu gözlem fırsatının erkek gezginlere değil, kadın gezginlere verildiği anlaşılır. Avrupalı kadın seyyahlar her ortama rahatça girebilmiş, paşanın huzurunda sohbete kabul görmüş, hanımlarla da bolca vakit geçirmişlerdir.

Folklorist Garnett, Osmanlıların sosyal örgütlenmesinin aristokrasi prensiplerine ve soydan gelen rütbeye belirgin bir şekilde karşı olduğunu belirtir. Belli eyaletler Türk tımarcıları tarafından yönetilirken; Arnavutluk ve Kürdistan8 eyaletlerindeki kabile reislerinin sadakati, kendi tebaalarıyla ilgili tam bağımsızlığa müsaade edilerek çok basit bir şekilde sağlamlaştırılıyordu. Soydan geçen “Bey” unvanını kullanan bu eyalet

8 Tanzimat döneminde Kürdistan Eyaleti kurulmuş, bu eyaletin varlığı yaklaşık yirmi yıl sürmüştür. Diyarbekir Eyaleti daha önce kurulmuş olan bir eyalettir. (Bkz. Musa Çadırcı, Tanzimat Döneminde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapısı, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 1997, s. 195).

31 aileleri dışında Osmanlılar bu şekilde sözde bir aristokrasiye hiç sahip olmamıştır. Sultan’ın Müslüman olan bütün vatandaşları, ister özgür doğmuş kişiler ister özgürlüğüne kavuşmuş köleler olsun fiilen onun altında bir seviyededir. Türkiye’nin sosyal sisteminde en fakir Osmanlıyı en yüksek mevkii olan sadrazamlığa erişmekten alıkoyacak hiçbir şey yoktur. Diğer yandan görevden alınan bir bakan sosyal sınıfını kaybetmeden, hiçbir vatandaşlık hakkından mahrum bırakılmadan aşağı derecede bir vazifeye çekilebilir. Feleğin çemberi yeniden onun lehine de dönebilir (Bkz. Garnett 1909: 5). Bu bilgiler ışığında Osmanlı sosyal hayatında sert bir hiyerarşinin olmaması, kişinin sosyal statüsünün değişmesine olanak sağlamıştır denilebilir. Garnett’in Şark zihninin Yusuf9’un kölelik statüsünden Mısır Kralının sadrazamlığına yükselmesinde hiçbir sıra dışılık görmediğini belirtmesi, Batı zihninin bu durumu olağan görmediğini de yansıtır.

Türkçe soyadlarının kullanılmaması Garnett’in dikkatini çeken diğer bir husustur. Garnett bu durumun sınıf farkını ortadan kaldırdığını dile getirir. Türkçede “soy”, İngilizce ve diğer Batı dillerinde “aile” kelimesiyle birleşen soy-adı kelimesi etimolojik bir incelemeye tabii tutulduğunda Garnett haklı görülebilir. Garnett erkek isimleri olarak İncil’de geçen (Biblical) muhtemelen “dini” demek istediği isimler ile tarihsel isimlerin kullanıldığını belirtir. Bir Ali’yi başka bir Ali’den ya da bir Mehmet’i başka bir Mehmet’ten ayırt etmek için ise kişinin fiziksel ya da ahlaki özelliklerine göre bir lakap takılır. Garnett’in paylaştığı lakaplardan bazıları aşağıdaki gibidir:

“Bajuksis (Short-legged) Ali Pasha” (Bacaksız Ali Paşa) “Buyuk (Big) Mehmet Agha” (Büyük Mehmet Ağa) “Kuchuk (Little) Selim Effendi” (Küçük Selim Efendi) “Chapgun (Scamp) Ali Bey” (Çapkın Ali Bey) (1909: 6)

Folklorist Garnett, unvanları karşılaştırmalı olarak incelerken belirli bir rütbe ve üstünlük taşıyan tek Türkçe unvanın, Sultan’ın kişisel olarak onurlandırdığı kişiler için kullanılan “Paşa” (Pasha) unvanı olduğunu belirtir. “Bey” ve “Efendi” (Effendi) sadece alışılagelmiş bir adlandırmadır çünkü belirsizliği ifade eder. Garnett bu kelimeyi “bizim ‘Esquire’de olduğu gibi” diye belirttiği “bay” anlamına gelen kelime ile karşılaştırır.

9 Küçük yaşta annesini kaybeden Hz. Yusuf, kendisini kıskanan kardeşleri tarafından bir kuyuya atıldıktan sonra Mısır hükümdarına köle olarak satılır. Daha sonra hükümdarın eşi Züleyha’nın iftirasına uğrar ve uzun yıllar zindanda kalır. Zindandayken peygamber olan Hz. Yusuf, Mısır hükümdarı tarafından çağırtılır ve hükümdar tüm yetkilerini masum olduğunu bildiği Hz. Yusuf’a devreder.

32

“Bey” genellikle yüksek devlet memurları, albaylar, yabancılar ve onların oğullarını da kapsayan seçkin kişiler için kullanılır. “Efendi” ise Fransızca “Monsieur” kelimesi ile aynı manaya sahip olup; ayrım gözetmeksizin kraliyet prenslerini, mollaları (Mollahs), şeyhleri (Sheikhs), kadınları ve hatta yerli Hıristiyanları tanımlamak için kullanılır. Bir erkeğe hitap etmek için kullanılan “Bey Effendi” (beyefendi) ya da “Pasha Effendi” (paşa efendi) ile bir kadına hitap etmek için kullanılan “Hanum Effendi” (hanımefendi) kelimelerinde olduğu gibi başka bir unvanla birleştirilerek de kullanılır. “Agha” (ağa) küçük memurları ve hatırı sayılır yaşlı Türkleri tanımlamak için, “Tchelebi” (çelebi/gentleman) ise Hıristiyan ya da Müslüman ayrımı yapmadan genelde daha iyi sınıftan olan zevatları tanımlamak için kullanılır (Bkz. 1909: 6).

Garnett, Türklerin soydan gelen rütbe ve sınıf ayrımından yoksun olmalarını emin olmadığını da ekleyerek her Osmanlı’nın doğuştan ya da gelenekten ötürü aristokrat olmasına yorar. Derme çatma bir köylü kulübesinde, paşa konağındakiyle aynı asalet ve nezaket ile karşılaşılabileceğini ifade eder. Dönemin şartları düşünüldüğünde Garnett’in böyle bir yorumda bulunması oldukça şaşırtıcıdır. Mesleki sorumluluğu, halkbilimci seyyahı alımlama10 ve aktarımlarında nesnel olmaya itmiştir. Bu sayede Garnett’in seyahatnamesi mümkün olduğunca önyargılardan uzak, açık olarak siyasi bir amaç gütmeyen bilimsel bir çalışma olma özelliğine sahiptir. Harvey de toplumsal yaşamdaki sosyal statülere değinirken özellikle karşılaştığı köleler ile ilgili yazdığı bölümlerde şaşkınlığını dile getirmiş ancak Garnett gibi iddialı bir genelleme yapmamıştır. Harvey’in Osmanlı toplumu hakkındaki gezi notları Türkiye seyahatinin bir sonucuyken; Garnett, Türkiye hakkında gezi notları oluşturabilmek adına Türkiye’ye seyahat etmiştir.

10 Alımlama Estetiği, bir edebiyat kuramı olup metni yorumlama konusunda okuyucu merkezli görüşü savunur (Bkz. Gürsel Aytaç, Genel Edebiyat Bilimi, Say Yayınları, İstanbul, 2003, s. 324). Metin, yorumlanmaya çalışılan toplum; okuyucu da o toplumu yorumlamaya çalışan seyyah olarak düşünüldüğünde, bir toplumu yorumlama konusunda seyyahın sahip olduğu önbilgi ve karakterin önemi ortaya çıkar. Alımlama konusunda tam bir objektifliğin söz konusu olması beklenmez.

33

2.1. KADINLAR

Toplumun önemli bir kesimini oluşturan “Osmanlı Kadınları”, yabancı seyyahların en fazla ele aldığı ve çoğu zaman yanlış betimlediği bireyler olmuştur. Batı toplumunun zihnindeki harem algısı, dönemin Batılı erkek seyyahlarının sanrıları nedeniyle uzunca bir süre gerçekte olduğundan oldukça farklı yansıtılmıştır. Batılı bir erkek, bunca kadının bir arada yaşadığı haremi görme imkânına asla sahip olamasa da cinsel heves ve arzuları çerçevesinde bir hayal dünyası tasavvur etmiştir. “Erkek seyyahlar dış görünüşe bakarak bir izlenim edinirlerken, kadınlar paşaların, beylerin haremine kadar girerek bu meraklarına içeriden bir cevap ararlar” (Ayaşlı 2013: 249). İngiliz kadın seyyahların çoğunun utana sıkıla, belki de tamamının büyük bir heyecanla harem ziyaretlerini gerçekleştirmeleri ve bunları yansız bir şekilde okuyucularla paylaşmaları sonucu; haremin erkeğin bütün kadın akrabalarının (anne, eş, kız kardeş, teyze, hala ve kız çocuklar gibi) bir arada yaşadığı bir aile düzenini ifade ettiği kavramışlardır.

“Haremin asıl adı ‘Darü s’ade’ yani saadet evidir” (Alıntılayan Özkaya: 182). Arapça haram kelimesinden türeyen bu sözcük “yasadışı”, “korunan” ya da “yasaklanmış” anlamlarına gelmektedir (Croutier 2009: 19). Haremlik, koca dâhil olmak üzere bütün izinsiz girişlerden uzak olan harim (sanctum sanctorum) (Garnett 1909: 266) yani “girilmesi yabancıya yasak olan, kutsal tutulan, korunulan yer” (TDK Güncel Türkçe Sözlük) anlamına gelmektedir. Kadınların saadet içinde yaşadığı bu mekân toplum tarafından korunup gözetilir. Dini normlar gereği kadına duyulan saygı, hareme duyulan saygıyı da beraberinde getirmiştir.

Osmanlı toplumunda ev ahalisinin özel yaşam alanı olan ve yabancı erkeklerin asla giremediği hatta özel durumlarda hane reisinin girişine dahi izin verilmeyen haremin idarecisi erkek değil kadındır. Harvey’den edindiğimiz bilgiye göre harem duvarlarında hanımın babasının adı ve unvanları yazılıdır (1871: 56). Kadın otoritesini vurgulayan Harvey, hanedan mensubu bir kadın ile evlenen erkeğin çoğu zaman tahayyül edilebilecek en büyük köle olduğunu ifade eder. Kadın, evlendikten sonra da önceden sahip olduğu mevkiinin tüm ayrıcalıklarını sürdürmek konusunda ısrar eder ve koca, Hanım Sultan tarafından davet olunmadıkça asla hareme giremez. Muhtemelen o

34 dönemdeki Doğu ve Batı dünyasındaki farklılığın şaşkınlığını bizzat yaşayan Viktoryen Kadını11 Harvey; öznel değerlendirmelerden sıklıkla yararlanarak, böyle eşe sahip olan erkeklerin görkemli ve amirane karılarının emirlerini alırken sık sık ayakta durmaya mecbur edildiğini de ifade eder (Bkz. 1871: 16). Kendilerine geniş ve korunaklı bir yaşam alanı sağlanan kadınlar, sistematik yapı içerisinde Daye Hatun (Sultan’ın sütannesi hanım), Kethüda Hatun (harem kâhyası hanım), Haznedar Usta, Çeşnigir Usta, Çamaşırcı Usta, Berber Usta (tıraş teçhizatlarından sorumlu hanım), Kahveci Usta, Kilerci Usta, Kutucu Usta (saç süsü ve başörtüsünden sorumlu hanım), Külhane Usta (banyodan sorumlu hanım), Kâtibe Usta, Hastalar Ustası, Ebe ve Dadı gibi belli başlı görevlere sahiptir (Bkz. Sancar 2011:133-134).

Anneliğin Osmanlı kültürel hayatında kıymetli sayılması siyasi hayata da yansımıştır. Kadınlar, anne olma durumunu bir statü göstergesi olarak kullanmışlardır. Harvey, en büyük oğlanın annesinin baş kadın (chief kadun) olduğundan ve bu durumun kendisine birçok avantaj sağladığından bahseder. Yine de bu kadınlar sultan olarak adlandırılmaz çünkü yalnızca hanedan ailesinden olan hanım sultanlar bu unvana nail olur. “Saltanattaki hükümdarın annesi Valide Sultan (Sultan-Valide), haremdeki en kıdemli ve dolayısıyla en saygıdeğer hanımdır” (1871: 15). Türklerde kadına özgü onursal bir unvanın olmadığını belirten Garnett, sultanların kızlarının da “sultan” unvanına sahip olduğunu ifade eder. “Türk toplumsal sisteminin ulus içinde soydan gelen aristokratik sınıf oluşumuna karşı olduğu gibi, İmparatorluk Haremi de bu tarzdaki bir oluşuma karşıdır” (1909: 53).

Garnett’in ifadesi ile halkın geri kalanından ayrı bir toplum oluşturan yüzlerce kadın kendi hayatlarını yaşar. Bu kadınlar kendi geleneksel kanunlarına, kendi tarzlarına, kendi örflerine ve kendi görgü kurallarına sahiptir. Garnet’in duyduğuna göre Saraylıların (Serailis) telaffuzda ve dış dünyayı ifadede farklılık gösteren kendilerine

11 1837-1901 yılları arasındaki Viktorya Çağı, İngiltere’de bağnazlığın hüküm sürdüğü karanlık bir dönemdir. “Viktorya Çağı insanları, saygıdeğer görünebilmek için ikiyüzlü davranırlardı. Ülkenin toplumsal düzeninden ve kendi kişiliklerinden aptalcasına hoşnuttular. Piyanoların ayakları, kadın bacaklarını çağrıştırdığı için bu ayaklara pahalı kumaşlardan yapılmış süslü kılıflar geçirecek kadar dar kafalıydılar. Bir yandan yüce ülkeleriyle övünüp böbürlenirken, bir yandan da paraya öyle düşkündüler ki, ne denli yetenekli olurlarsa olsunlar, parasızların hiçbir saygınlığı yoktu onların gözünde. Yüce ruhlu geçinirlerdi, ama sanata da, her türlü güzelliğe de düşmandılar” (MinaUrgan, İngiliz Edebiyatı Tarihi, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2008, s. 947). Bu dönemde çocuklarıyla birlikte fotoğraf çektiren kadınların üzerine kalın bir kumaş atılırdı. Böylece yüzlerinin görünmesi engellenirdi.

35 has bir diyalekti12 bile vardır (1909: 54). Bu durumun yalnızca bir duyum olduğunu ifade eden Garnett, Saraylılar kelimesini “bu tuhaf mekânın (haremin) vatandaşları” (denizen of this strange abode) ifadesiyle tanımlar. Mesleği gereği farklı toplumları anlamlandırma yeteneği gelişmiş ve bu yönüyle belki de en doğru gezi notlarını sunmuş olan Garnett, Batı toplumsal yapısında olmayan Şarka ait harem kültürünü objektif bir şekilde anlatmaya çalışsa da ifadesinde sıkça kullandığı “kendi” ve “tuhaf” kelimeleri aleni olmayan bir Doğu-Batı kıyaslamasının belirtisidir.13 19. yüzyılda kendine ait neredeyse hiçbir şeyi olmayan Batılı Kadının kendine has kocaman bir dünyaya sahip olan Doğulu Kadınla karşılaşması sonucu, haremi ve Türk kadınlarının içinde bulunduğu bu durumu kabullenmesi elbette bir hayli güç olmuştur.

Garnett, tek bir çatı altında toplanan bunca kadından kaynaklı bütün bir düzen ve tam bir disiplinin, kargaşaya mahal vermemesinin yanı sıra her birine tayin edilmiş mevkii ve görev olduğunu ifade ederek Harvey ve Sancar’ı doğrular. Sarayın kendi geleneksel kanunlarından oluşan, yazılı olmayan bir tür anayasaya dahi sahip olduğunu belirtir. Pratikte sarayın ileri gelenleri, meyancıları ve alt sınıfa mensup olanları arasında sert bir yürütme olmadı tespitinde bulunur. Garnett, “kadın sarayı” (feminine Court) olarak nitelendirdiği bu toplumsal yapının başkanının yönetimdeki Sultan’ın annesi olan Valide Sultan olduğunu belirtir. En büyük oğlun annesi Haseki Sultan (Khaseki Sultan) ve ondan sonra sayıları artabilen Kadın Efendiler (ikinci, üçüncü…) Valide Sultan’dan sonra gelir. Bu hanımların her birine bir daire (daira) ya da maddi gelir, odalar ve kadın köleler ile harem ağalarını içeren bir teşkilat tahsis edilir. Garnett, “Kraliçe Anne” (Queen Mother) diye tanımladığı Valide Sultan’ın sarayında çalışan on iki şef kadın memurdan ki bunlara kalfa da denir, kalfaların emrinde çalışan sayıları en az altı olan vesayet altındaki çocuklara kadar bilgi verir (1909: 54).

12 Harem kadınlarının kullandığı bu dil, bugünkü standart dil olan İstanbul Türkçesinin çekirdeğini oluşturmuştur. 13 “ […] yazarı yazmaya iten, açığa vuramayıp bastırmak zorunda kaldığı isteklerdir, o halde bunlar bir yolunu bulup kılık değiştirerek kendilerini eserde belli edeceklerdir; tıpkı hepimizin rüyalarında kendilerini gösterdikleri gibi. Bundan ötürü bir sanat eserine, yazarın bilinçaltında kalmış isteklerinin, korkularının v.b. sembollerini taşıyan bir belge gibi bakabiliriz” (Berna Moran, Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 152). Halkbilimci Garnett’in eseri çalışma boyunca incelenen seyahatnameler içinde en objektif olanıdır. Yansız değerlendirme yapmaya özen gösteren folklorist gezginin seyahatnamesini kullanarak herhangi bir fikri aşılamak istediği düşünülmez ancak birçok Batılı kadın gibi kendisini de sınırlayan ataerkil sistemi eleştiren söylemleri olduğu tespit edilmiştir. Doğulu kadının kendine has dünyasına duyduğu hayretle birlikte bu dünyaya imrendiği de fark edilmiştir.

36

Saltanattaki görev değişimi en kesif bir şekilde haremde görülür. Bir kadının oğlunun saltanatı ile kendi saltanatı paraleldir. Yeni bir Sultan tahta çıktığında hanımlarından en alt mertebedeki hizmetçilerine kadar tüm ev halkından annesine itaat edeceklerine dair yemin etmelerini ister. Bundan böyle “Örtülü Başların Tacı” (The Crown of Veiled Heads) diye anılan anne huzura çağırmadıkça kimse karşısına çıkmaya cesaret edemez ya da davet edilmedikçe huzurunda oturamaz. Herkes bu anne önünde şarki saygı duruşuna geçer. Göğüs üzerinde çapraz duran kollar ile eğik başa her yanıtta mütevazı bir hürmet ve “Hanımımız” (Our Lady) kelimesi eşlik eder (Bkz. 1909: 55).

Anneliğin toplumsal yaşamda bir yer edinmenin ve dini boyutunun ötesinde müthiş bir hissiyat olması, Batılı kadın seyyahları bu konuda yazmaya itmiştir. Yazdıklarında kendi fikirlerine de sıkça yer veren Harvey’e göre Osmanlı kadınlarının annelik hassasiyetleri benzersizdir ancak on-on iki yaşlarına kadar çocukların hoşlandığı her şeyi yapmalarına izin verilmesi onların aşırı derecede şımartılmasına sebep olur (1871: 12). Poole’a göre, annelerin en şefkatlisi genellikle Müslüman hissiyatla yetiştirilmiş kadınlardır. Annelik hassasiyetleri özellikle kem göz korkularıyla ortaya çıkar. Poole, Müslüman kadınlarla ilişkisi sırasında bu batıl inancın kendisini çocuklar hakkında yorum yaparken son derece dikkatli olmaya ittiğini belirtir (1845: 76). Doğuda renkli gözün kem göz olduğu inancı, mavi/yeşil göz renginden ötürü birçok yabancı seyyahı güç durumda bırakmıştır.

Kadınların ayrı bir düzen içerisinde yer alması Batılı kadın seyyahlara kimi açılardan oldukça cazip gelse de kendi kültürel yaşamlarından hayli farklı olan bu durum bir tür inziva (seclusion) olarak algılanmıştır. Bu sistemi eleştirenlerin başında gelen Harvey, bu durumu aniden eğitim ile bağdaştırır. Harvey’e göre Türk kadınlarının hak ettikleri eğitim ve zihinlerinin gelişmesi yolundaki en büyük engel, yaşadıkları çevredeki tecrittir. Harvey’e göre; karşı cins ile bir arada bulunmayan kimseler, şu sorunları yaşarlar:

Erkeklerin ve kadınların sosyal açıdan ayrı yaşaması amaçlanmaz çünkü ikisi de bu ayrım yüzünden kötüye gider. Yalnızca erkeklerle yaşayan erkek kaba, bencil ve bayağı olurken sohbetini sadece hemcinsi ile sınırlayan kadın da tembel, dar görüşlü ve dedikodu sevdalısı olarak

37

yetişir. Çakmak taşı ve çelikte olduğu gibi ancak gerekli sürtünme sağlandığında göz alıcı kıvılcım ortaya çıkar (1871: 12-13).

Men and women are evidently not intended to live socially apart, for each deteriorates by the separation. Men who live only with other men become rough, selfish, and coarse; whilst women, when entirely limited to the conversation of their own sex, grow indolent, narrow-minded, and scandal-loving.Like flint and steel, the brilliant spark only comes forth when the necessary amount of friction has been applied (1871: 12-13).

Garnett’in hareme bakış açısı; Harvey gibi bazen imrenme bazen iğrenme şeklinde değil, zaman içinde yerleşen Oryantalist söylemler ile gerçekte gördüğü manzaranın karşılaştırması şeklinde olmuştur. Mesleki kimliği sebebiyle daha dikkatli yorumlarda bulunan Garnett ile edebi üslubu benimseyerek sübjektif ifade gücünü kullanan Harvey’in gezi notlarında başından sonuna kadar çarpıcı söylem farkları vardır. Forty Days in the East (Doğuda Kırk Gün) adlı eserinde H. Mitchell’in harem için kullandığı “iğrenç hapishane” (detestable prison) ve “itibarsızlaşma yeri” (place of degradation) gibi imgelemleri eleştiren Garnett, Mitchell ve arkadaşlarının Doğu’daki kısa ikametleri boyunca haremi ziyaret etme arzusunda olduklarını fakat Mitchell’in bireysel olarak böylesine bir “itibarsızlaşma yerine” girmeyi reddettiğini ifade eder. Mitchell’in bu ziyareti zavallı kız kardeşlerini kölelikten kurtarmaya yetseydi bunu yapabilirdi. Ancak gidip onların bu iğrenç hapishaneye tıkıldığını görmek anlamsız olacaktı. Garnett, Mitchell’in ardından bir diğer Oryantalist bilgin diye tanımladığı M. Servan de Sugny’den bahseder. Sugny; Osmanlıların kadınları zincirleme ve onları zindanlarda tutma alışkanlığı olduğunu belirtir. Garnett, Batının harem hayatı hakkındaki bu yaygın yanlış fikrini şaşırtıcı bulmaz. Çünkü sözüm ona ciddi yayınlarda bile harem hayatı ile ilgili hayali tasvirlere yer verilmiştir. Garnett bu iddiasını, Harmsworth’un History of the World (Dünya Tarihi) adlı eserinin yirmi dördüncü bölümündeki resimli sayfa ile açıklığa kavuşturur. Garnett’in ifadesiyle; eserin kapak sayfasında bulunan sözde “Türk Kadını”, hiçbir saygın Osmanlı kadınının aklından geçirmeyeceği kadınsı gelenekle çelişkili olan fotoğrafçının huzurunda nargile (narghileh) içerken resmedilir (Bkz. 1909: 265-266).

Harvey’e göre Türk kadınlarının en büyük cazibesi, tavırlarındaki muhteşem sadelik ve yapmacıklıktan tamamen uzak olmalarıdır. Erkek seyyahlar Türk kadınını

38 yeterince tanıma fırsatı bulamamalarına rağmen bu konuda aynı fikirlere sahiptirler. Harvey onları daha iyi tanıdıkça konuşmalarındaki çocuksu içtenliğin hem komik hem de hoş olduğunu, buna rağmen birçoğunun sanki eğitim almış gibi en yetenekli Avrupalı kız kardeşleri ile kurnazlık ve zekâ alanında yarışabileceğini ifade eder (1871: 11-12). Harvey, Türk kadınının sesini tatlı ve melodik bulur. Türk kadınının Batılı kadınların söylediği şarkılardaki İtalya ve Napoli havalarını hızla kapan kulaklarına şahit olmak Harvey ile arkadaşlarını oldukça şaşırtır. Garnett gibi toplumsal bir inceleme yapma amacı gütmeyen Harvey, edindiği tecrübeler neticesinde Türk kadının çabucak yaşlandığı ve gençliğinden birkaç yıl sonra çocuklarının bakımında, yemede, hamam dedikodusunda ve Tatlısu Vadisi’ne yapılan haftalık araba gezintisinde esas mutluluğu bulduğu genellemesini yapar. Soylu Türk kadının ise özellikle ortadan kaybolan erkek çocuklarından ötürü acı çektiğini belirtir. Harvey, Türk kadınları ile yaşantısı neticesinde içten güvendiği dostlar edindiğini sık sık dile getirir. Garnett’in söylemi Harvey’i doğrular nitelikte değildir. Haremdeki gündelik hayatın şüphesiz biraz monoton olduğunu belirten Garnett, iyi sınıftan bir Osmanlı kadınının mavi sakallı (Bluebeard)14 kocanın kölesi gibi belli hizmetlerde bulunması, günlerini divana yaslanarak, “tatlı yiyip mücevherleriyle oynayarak” geçirmesi sanrısının oldukça yanlış

14 Harvey de seyahatnamesinde C-Paşa (C-Pasha) diye belirttiği bir kişiyi mavi sakal olarak tanımlar. Eğer Harvey’e anlatılan hikâye doğruysa, C-Paşa odalıklarından birini kendi elleriyle öldürmüştür (A. J. Tennant Harvey, Turkish Harems and Circassian Homes, Hurst & Blackett, London, 1871, s. 96). 1697 yılında yayımlanan Mavi Sakal masalı, Fransız yazar Charles Perrault tarafından kaleme alınmıştır. Masalın başkahramanı mavi sakalıyla insanları ürküten zengin bir soyludur. Üç evlilik yapan Mavi Sakal’ın karılarına ne olduğunu kimse bilmez. Üç kız kardeşten en küçüğü ile evlenen Mavi Sakal, bir gün seyahate çıkar ve karısına şatodaki bütün odaların anahtarını verir. Bu anahtarların içinde karısı dâhil kimsenin girmemesi gereken bir odanın anahtarı da vardır. Mavi Sakal eşini bu konuda uyarmasına rağmen kadın diğer iki kız kardeşini de çağırarak kapıyı açar. Seyahat dönüşü anahtara bulaşan kandan kapının açıldığını anlayan Mavi Sakal eşini öldürmek üzereyken kızın erkek kardeşleri kızı kurtarır (Bkz. D. L. Ashliman, “Bluebeard by Charles Perrault”, içinde: Folklore and Mythology Electronic Texts Perrault) http://www.pitt.edu/~dash/type0312.html#perrault, (20.10.2014) Bu masal iki yönden Orta Çağ Arap edebiyatının önemli eserlerinden biri olan Binbir Gece Masalları’na benzerlik gösterir. Fars Kralı Şehriyar, karısının ihanetini öğrendikten sonra evlendiği kadınları düğün gecesinin ertesi günü öldürür. Vezir kızı Şehrazat aynı makûs talihe kurban gitmemek için kocasına ardı arkası kesilmeyen heyecan dolu masallar anlatır. Gündoğuma yakın masalına ara veren Şehrazat bu şekilde hayatta kalmayı başarmasının yanı sıra krala üç de erkek çocuk vermiştir. Binbir Gece Masalları ile Mavi Sakal, kocasını mağlup eden bir kadının zaferi ile bitmesi açısından benzerdir. Binbir Gece Masalları’nın on beşinci gecesinde anlatılan Üçüncü Kalender’in hikâyesindeki gizli oda ve anahtar sembolleri de ortaktır (Bkz. Çev. Alim Şerif Onaran, Binbir Gece Masalları, AFA Yayıncılık, İstanbul, 1992, s. 167-176). Batı edebiyatının motif düzeyinde Şark edebiyatından etkilendiği birçok araştırmacı tarafından iddia edilmektedir. Bu tür iddiaların ispatlanması ya da çürütülmesi, çok ciddi ve kapsamlı araştırmaların yapılmasını gerekli kılmaktadır. Başka bir ifadeyle Şark ve Garp edebiyatları arasındaki konu ve motif düzeyindeki etkileşim mutlaka etraflıca araştırılmalı ve incelenmelidir.

39 olduğunu da ilave eder. Evin dışında çok az aktivitesi olan hanım (hanum) evine çok bağlıdır ve evlilik çağına gelmiş bir genç kızın el sanatları becerisinden başka hiçbir yeteneği bu kadar takdir edilmez. Özellikle dikiş nakış işine büyük saygı gösterildiğinden kız çocuğu evlenmeden önce çarşafları, havluları, yorganları, mendilleri ve ilerde çeyizi ile yatak odasına koyacağı diğer eşyaları yıllarca süsleyerek boş zamanlarını değerlendirir (1909: 269). Garnett, tüm Doğulular gibi Osmanlı kadınının da erken kalktığını belirtir. Hanım, bir fincan kahve ile bir adet sigara içtikten sonra kocasına şu şekilde hizmet eder:

Hatun kocasının terliklerini sedirin yakınına koyar ve kürklü paltosunu hazırda tutar. Eşinin sabah giyinmesinden ve ilk namazdan –sabah namazı- (daha önce bahsedilen günlük beş dua) sonra rahatça divana oturmasıyla, hanım bir kölenin getirdiği küçük ibrikten kocasının kahvesini doldurur, gümüş zarfın15 içine fincanı yerleştirir ve eşinin eline verir. Eğer koca daha revaçta bir tür sigara olan çubuğu (tchibouk) tercih ederse, hanımı tarafından hazırlanır. Hanım, kehribar ağızlığı kocasına verdikten sonra hoş kokulu güzelce parçalanmış Lazkiye16’yi küçük bir maşayla aldığı kor haline gelmiş odun kömüründen bir közü kâseye yerleştirerek tutuşturur. Köleler yatakları toplayıp duvardaki yüklüklere (wall-cupboards) yerleştirirken hanım kocasının ayakucundaki minderde oturarak kendisine refakat eder (1909: 269-270).

She places his slippers by the side of his couch, and holds his pelisse ready, and as soon as he is comfortably seated on the divan, after making his morning toilet and performing the first of the namaz or five daily prayers previously mentioned, she pours out his coffee from the little ibrik in which it has been brought in by a slave, places the cup in the silver zarf, and hands it to him. The hanum also fills his tchibouk, should he prefer one to the more fashionable cigarette, hands him the amber mouthpiece, and then proceeds to light the fragrant finely shredded Latakia by placing on the bowl with a tiny pair of tongs and ember of glowing charcoal. She remains in attendance, seated on a cushion at his feet, while the slaves roll up the bedding and stow it away in the wall-cupboards (1909: 269-270).

Garnett’e göre hanımın kendi zamanı ile kendi mal varlığının sahibesi olması muhteşemdir. Hanım genellikle Ermeni olan ayvaz17 (ayvas) tarafından içeri getirilen yiyecek içeceği zenci kadın aşçısıyla kontrol eder. Garnett’ten edindiğimiz bilgiye göre

15 “İçine fincan veya bardak oturtulan metal kap” (TDK Güncel Türkçe Sözlük). Burada kastedilen fincan altlığı ya da tabağıdır. 16 “Çok keskin aromaya sahip Suriye tütün tipi” (Tütün Piyasası Daire Başkanlığı, İngilizce Türkçe Tütün Terimleri Sözlüğü). 17 “Büyük konaklarda mutfak ve yemek hizmetlerinde çalıştırılan uşak” (TDK Güncel Türkçe Sözlük)

40 haremlik ve selamlık arasındaki tüm sözlü iletişim ile yiyecek içecek geçişi bir dönme dolapla18 (dulap) sağlanır. Daha geniş bir alana sahip olan haremlik mutfağındaki yemekler hazır olduğunda dönme dolap vasıtasıyla selamlığa iletilir. Bu sebeple selamlıkta çalışan ikinci bir aşçı yoktur. Haremlikten selamlığa yiyecek geçişi sağlanması amacıyla inşa edilen bu dönme dolapların gençler arasında mektuplaşma yoluyla çeşitli aşklara da aracı olduğuna inanılır. “Evin içinde ne dolaplar dönüyor” deyiminin bu kültür ile ortaya çıktığı düşünülebilir ancak seyahatnamesinde mümkün olduğunca söylentilere yer vermeyen Garnett, bu dolabın iletişim amacı ile kullanıldığı belirtmekten öte gitmez. Kızlarıyla birlikte çamaşır yıkama ve ütüleme gibi işlerde kölelerle birlikte az çok aktif rol alan hanımın mutfaktaki fonksiyonu kontrol ve yardımdan ibarettir. Ancak başkentte bu tür ev işleri daha genç ve moda tutkunu kadınlar ile kızları tarafından giderek terk edilmektedir. Bu kadınlar şuanda daha çok iletişim kurdukları yabancı kadınların meşgalelerine özeniyorlar ve yabancı dil öğrenip yabancı uğraşlar edinerek vakit geçirmeyi tercih ediyorlar (Bkz. 1909: 271-272).

Garnett; Osmanlı kadınlarının başlıca dışarı eğlencelerini ziyaretler, misafir kabulleri, düğünlere (dughuns) katılım, gezinme, araba gezileri, alışveriş ve umuma açık banyo diye tanımladığı hamama gitme olarak sıralamıştır. Harvey’in zaman kaybı olarak nitelendirdiği uzun misafirlikler, günlerce süren ihtişamlı düğünler, büyük bir beğeniyle uzun uzun tasvir ettiği mesire gezileri ve hamam betimlemeleri, Garnett’in verdiği bilgiyi doğrular. Hanım bu aktiviteleri düzenlemeden önce kocasından izin almak zorundadır. “Eğer efendisi (effendi) kıskanç ve otoriter olmaya meyilli ise ailesinin dışarıda olmasına karşı çıkarak izin vermeyi bazen reddedebilir ancak ev halkının büyük çoğunluğu için bu durum nazik bir formaliteden ibaret olup talep edilir edilmez izin verilir” (Garnett 1909: 272).

Gözlemlerini mümkün olduğunca geniş çapta tutan Garnett, yalnızca Osmanlı kadınlarının değil tüm Doğulu kadınların kozmetiğe fazlaca düşkün olduğunu belirtir. “Beyazlaştırılan yüzlere allık sürülür, kirpikler sürme (surmeh) ile canlandırılır ve pek

18 Türkiye’de birçok konakta olduğu gibi 19. yüzyılda inşa edilen Beypazarı’ndaki Abbaszade konağında da benzer bir yapı olduğu fark edilmiştir ancak kullanımı farklıdır. “Alan el veren eli görmez” felsefesi ile oluşturulmuş yapı; ihtiyaç sahibi kimselerin dönme dolaplara boş kap bırakıp, ev sahiplerinin kabı doldurmalarının ardından dolabı geri çevirmeleri şeklinde yorumlanıyor (Bkz. Beypazarı Belediyesi, Dünya Kültür Köprüsü Türkiye Tanıtım Projesi-Yaşayan Müze, “Abbazzade Konağı”). http://www.beypazari.bel.tr/rehber-11-yasayan-muze.html, (05.09.2014).

41

çok küçük işveye başvurulur. Tüm bunlar bakanı tatlı bir heyecana sürüklemesi muhtemel olan yarı transparan yaşmak (yashmak) ile yumuşatılır” (1909: 273). Garnett, peçeyi giyen genç kızın kadınlığının başladığını ifade eder. Gezi notlarını yazarken bilimsel inceleme yapma amacı gütmeyen Harvey ise oldukça etkileyici bulduğu peçeyi bir anısıyla somutlaştırır. Ona göre peçeyi hak ettiğince övmek mümkün değildir. Misafir oldukları evin kızı Nadiye’nin (Nadeje) yardımıyla peçe takan hanımların hayranlığının katlanarak arttığını aşağıdaki alıntıyla temellendirir:

“Yaşmak” ya da peçenin nasıl bağlandığını öğrenme arzumuzu ifade etmemiz üzerine Nadiye nasıl katlanması ve iğnelenmesi gerektiğini göstermek için hemen bir tane taktı. Bu zamana kadar harika arkadaş olduğumuzdan, yaşmak ve “ferace”nin etkilerini denememiz gerektiği iyi niyetle önerildi. En güzel elbiseler getirildi ve giyinmemiz beklendi. Yaşmağı daha fazla bilmek, ona karşı hayranlığımızı artırır. Tülbendin zarımsı inceliği yaşmağa bir buğu görüntüsü verir ve dokusundaki enfes yumuşaklık en zarif kıvrımların oluşmasına sağlar (1871: 65).

Upon our expressing a wish to know how the “yashmak,” or veil, was arranged, Nadeje immediately had one put on, to show how it ought to be folded and pinned; and as by this time we had become great friends, it was good-naturedly proposed that we should try the effects of yashmak and “feredje,” and the most beautiful dresses were brought, in which we were to be arrayed. Further acquaintance with the yashmak increases our admiration for it. The filmy delicacy of the muslin makes it like a vapour, and the exquisite softness of its texture causes it to fall into the most graceful folds (1871: 65).

Peçeden övgüyle bahseden Harvey, Türk kadınlarının peçe dışındaki dışarı kıyafetlerinin tamamen berbat olduğunu söyleyerek Frenk hanımefendilerin biraz teselli bulmasını ister. Harvey’in tabiriyle “ferace” denen büyük bol pelerin, içeri elbisesinin üzerine atılır ve bu o kadar uzundur ki giyen kişi yürürken önünü toplamak zorunda kalır. Bu durum kadınlara çanta ya da bohça taşıyormuş gibi bir görünüm verir. “Biçimsiz ve kocaman sarı çizmeler de çok hantal bir eşkâl çizer. Ancak modaya uyan birkaç hanım bu çirkin tulumu bir köşeye atıyor ve topuksuz Fransız çizmesini benimsiyor” (1871: 33).

Harvey’in bahsettiği sarı çizmelerin başta çarık olduğu düşünülse de bunlar ayakkabıyı andıran çarıklardan tamamen farklıdır. Bot görünümündeki çizmeleri nahoş

42 bulan Harvey; kendi imgesel algısıyla durumu estetik açıdan değerlendirirken, bu çizmeler aslında sosyal hayatın önemli bir simgesi olarak kullanılır. Geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı Devleti sahip olduğu kozmopolit yapısı nedeniyle birçok milleti bünyesinde barındırmış, huzuru sağlamak adına felsefe edindiği hoşgörü anlayışı sayesinde aynı yapı içerisinde varlığını sürdüren farklı kültürlerin korunmasına olanak sağlamıştır. Bir arada yaşayan Ermeni, Rum, Yahudi ve Türk halkı, geçmişlerinden gelen imajlarla sosyal hayatlarını sürdürmüş, farklı karakterinin yanı sıra farklı görünümleriyle de birbirlerinden ayrıldıklarını istemli ya da istemsiz olarak simgelemişlerdir. Bu dönemde “Ermeniler kırmızı, Rumlar siyah, Yahudiler mavi, Türkler ise sarı çizmeleriyle” dini mensubiyetlerini belli etmiştir. Sarı çizme ile Türkler öylesine bütünleşmiştir ki; “Sarı Çizmeli Mehmet Ağa” sahip olduğunu “ağa” unvanından da anlaşılacağı gibi “orta gelirli memur olan hatırı sayılır Türk”ü (Garnett 1909: 6) ifade eden bir imge haline gelmiştir (Bkz. Yeniaras 2012: 69-70). Daha sonra bu tabir Barış Manço’nun aynı adlı şarkısına konu olmuştur. Başta peçe dışında kayda değer kıyafet olmadığını belirten Harvey, ilerleyen bölümlerde feracelerin ve örtülerin bazılarının muhteşem esvaplar olduğunu ifade eder. Mor satenden çiçek işlemeli olanı, ağır sırmalı kumaşı nedeniyle sade olanı ve mavi satenden inci taneleriyle işlenmiş olanı betimler. Ceketler, entariler (enterrees) ve daha birçokları sinilere yığılmış olarak getirilir ve sayılarının haddi hesabı yoktur. Harvey’e göre; “bir Parislinin kıyafet dolabı, önlerine serilen tuvaletlerin çokluğu ve ihtişamıyla kıyaslandığında sıfır kalacaktır” (1871: 66). Cinsiyet rolleri gereği yabancı kadın seyyahların en çok dikkatini çeken konulardan olan “Osmanlı kadınının kıyafeti” bütün kadın seyyahların gezi notlarında mevcuttur. Akman, iki yıl süren Kırım Savaşı sırasında İngiliz subay eşiyle birlikte İstanbul’da ikamet eden Lady Hornby’nin Küçüksu Vadisi’nde gördüğü hanımların kıyafetlerini aşağıdaki gibi detaylıca tasvir ettiğini alıntılamıştır:

[…] tamamen beyaz yaşmakları ve akla gelebilecek her renkten müteakip, maviden gül rengiyle kenarı geçilmişine, kenarı gümüş renginden işlenmiş vişneçürüğüne, yumuşak elma yeşilinden en pastel saman rengine kadar, her çeşit parlak ve zarif renkten yapılmış ferace giyinmiş kadınlar dizilmişti. Hizmetçilerin ve fakir kadınların giydikleri koyu kahverengi ve koyu yeşil feraceler de insanın gözünün renk cümbüşüyle yorulmasını engelliyor bir nevi. […] (2011: 74).

43

Harvey de Garnett gibi Türk kadınlarının kozmetik tutkusuna dikkat çeker ancak kendi fikrini de belirtir. Harvey bu tutkuyu şaşırtıcı bulur çünkü ona göre kadınların çoğunun ten rengi son derece iyidir. “Ciltleri genellikle yumuşak tondaki kaymak beyazıdır ancak beyaz ve pembenin en ürkütücü zıtlığından başka hiçbir şey onları memnun etmez. Oldukça genç kızların kendilerini böyle çirkinleştirdiğini görmek acınasıdır” (1871: 74). Misafir olduğu evin hanımını fiziksel olarak değerlendiren Harvey, Türk kadınının yaptığı makyajı beğenmez ve özellikle ağız sağlığı konusunda dikkatli olunmadığını şöyle ifade eder:

Hanım’ın başlığının elbisesi kadar zevksiz olduğunu düşündük. Saçı yüzünün iki yanına düz taranmıştı ve kısa kesilmişti. Kafasının çevresine bağlanmış renkli bir tülbendi vardı. Kaşlar; bir parmak kalınlığında olacak şekilde, burundan saç köklerine kadar antimonla boyanmıştı. Gözler ise tüm gözkapağı çevresini saracak şekilde siyahlaştırılmıştı. Eğer çehre; iri, siyah ve biçimli gözlere göre o kadar büyük bir hacme sahip olmasaydı etkileyici olabilirdi. Güzel açık tenliydi ancak burun aşırı büyüktü, ağız olmayan ön dişlerden dolayı mahvolmuştu. Yine de en yumuşak başlı, nazik ve neşeli bir varlık gibi görünüyordu. Sanki yabancı misafirlerini gördüğüne gerçekten çok memnun olmuş gibi binlerce karşılama iltifatı ederken başıyla bizi selamladı ve gülümsedi (1871: 58-59).

We thought the hanoum's head-dress as unbecoming as her gown. Her hair was combed down straight on each side of her face, and then cut off short; and she had a coloured gauze handkerchief tied round her head. The eyebrows were painted with antimony, about the width of a finger, from the nose to the roots of the hair, and the eyes were blackened all round the lids. Had the face, however, not been such an enormous size, it would have been handsome, for the eyes were large, black, and well shaped, and the complexion was fair and good; but the nose was too large, and the mouth was spoiled from there being no front teeth. However, she seemed a most good-tempered, kind, merry creature, and she nodded her head and smiled upon us, while uttering a thousand welcoming compliments, as if she were really glad to see her stranger guests (1871: 58-59).

Burada Türk misafirperverliğinin temelinde “Tanrı misafiri” düşüncesinin hâkim olduğunu bilmeyen seyyah, bu denli sıcak ve samimi karşılamayı inandırıcı bulmuyor. Daha sonra hanımın on üç on dört yaşlarındaki kızından bahseden Harvey, kızın vücut yapısının narin ve zarif olduğunu ancak çok geçmeden annesi gibi erkenden şişmanlayıp solacağını ifade ediyor. Diğer kadın ve erkek seyyahların da yazdığı gibi Türk kadınındaki en etkileyici unsur gözler olmuştur. Harvey, uzun siyah kirpiklerin

44 altındaki iri ve parlak gözleri lambaya benzetirken “hayret verici biçimde güzel” oldukları yorumunu yapar. Kötü dişler yüzünden mahvolmuş ağız kızın tek kusurudur. Değerlendirmelerinde tümevarımsal yaklaşımı tercih eden Harvey, bireysel değerlendirmesinin ardından Türk kadınlarının dişlerini genellikle erken yaşta kaybettiğini ifade eder. Harvey’e göre bunun sebebi nadiren diş fırçası kullanmaları ve sabahtan akşama kadar yedikleri tatlılara aşırı düşkünlükleridir.

Osmanlı toplumunda kılık kıyafetin sosyal semboller olarak kullanılması çok sık rastlanan bir durumdur. Kıyafetler birçok mesajı vermeyi sağlayan bir tür sözsüz iletişim aracıdır. Bütün katılımcıların kısa ceket ve geniş beyaz pantolon giyindiği bir toplulukta küçükhanım ve annesinin “entari” (enterree) ya da kuyruklu elbise giyinmesi bir saygınlık simgesiydi. “Anne kız kasıtlı olarak sade giyinmişti çünkü Türk kadınları evde ev elbisesi giyerler. Sadece misafirliğe gittiklerinde çok şatafatlı bir şekilde giyinip kuşanırlar” (Harvey 1871: 60). Harvey’in ilgisini çeken bir başka husus da evin hanımının kendilerinin yanına girerken çorapsız olmasıdır. Yalnızca terliklerini giyen ev sahibesinin bu davranışının nedeni misafirlerini dengi ve arkadaşı görmesindendir. “Ev sahibesinin çoraplarını giymiş olarak içeri girmesi ise ziyaretçilerinin alt sınıftan olduğunu düşündüğüne dair bir işarettir” (1871: 58). Kıyafetlerin pratik hayattan ziyade sosyal hayata bu denli yansıması ilginçtir. Sultan dair üst sınıfa mensup olanlar oldukça sade giyinirken, özellikle kölelerin oldukça şık ve pahalı kıyafetler giyinmesi Frenk hanımefendileri oldukça şaşırtır. Harvey’e göre; Hıristiyan aileler, Türklerdeki kölelik uygulamasını örnek almalıdır.

Gözlemlerine ve dostluklarına rağmen önceki yaşantısından ötürü söyleminde gizli Oryantalizm sezilen Harvey; doğuda kullanılan sayısız parfüm olduğunu belirtirken, bunların Batı sinirleri için neredeyse bayıltıcı güçte olduğunu ifade eder. Yalnızca her çiçeğin değil her meyvenin parfümcünün hizmetine sokulması Harvey’i bir hayli şaşırtır. Yazar bu konuya ilişkin şu tezatta bulunur:

Hoş aromalı portakal ve tarçın çiçekleri parfümü meşhurdur. Daha hafif kokulu menekşe de bütün körpe albenisiyle muhafaza edilir ancak Türk parfümlerinin bir kutusu güzel kokusundaki aşırılıktan ötürü neredeyse bayıltıcıdır. Menekşeler parfümleri dışında, şişelerin açılmamış olmasını tercih ettik (1871: 74).

45

The fine aromatic perfume of the orange and cinnamon flowers is well known, and the more delicate fragrance of the violet is preserved with all its fresh charm. Still, a box of Turkish perfumes is almost overpowering from its excess of sweetness; and, with the exception of the violets, we preferred the bottles unopened (1871: 74).

Harvey, Türk kadınları ile yaşantısı neticesinde içten güvendiği dostlar edindiğini sık sık dile getirir. Kurduğu samimi dostluklardan olsa gerek hafızası Türk kadınına dair daha çok detay barındırmaktadır. Kadınlara ait mücevherlerin sergilenmesi üzerine Türk mücevhercilerinin genellikle çok ağır taşları birleştirdiğini belirten Harvey, kesme işleminin Amsterdam’dakinden daha kalitesiz olduğunu ifade eder. Hanımın (hanoum) saç sorgucunu son derece güzel bulan Harvey, mücevherlerin tasarımından oldukça etkilenir. Seyyah çok beğendiği mücevherleri aşağıdaki gibi etraflıca betimler:

Elmaslar, her bir çiçeğin kendi dalında titreyerek yükseldiği bir demet kartopu çiçeği oluşturacak şekilde birleştirilmişti. Zambaklardan ve kelebeklerden oluşturulan taca da fazlasıyla hayran kaldık. Kelebeklerin anteni en nefis suyun parıltısında son buluyordu. Bel için de büyüleyici bir aksesuar vardı. Elmas gül dallarından yapılmış geniş tokası, inci ve zümrüt yaprak çelengi ile çevrelenmişti ve her noktadan armut şeklinde büyük bir inci sallanıyordu (1871: 66).

The diamonds were mounted as a bunch of guelderrroses, each rose trembling on its stem. We also much admired a circlet of lilies and butter- flies, the antennae of the butterflies ending in a brilliant of the finest water. There was also a charming ornament for the waist, an immense clasp, made of branches of roses in diamonds, surrounded with wreaths of leaves in pearls and emeralds, a large pear-shaped pearl hanging from each point (1871: 66).

Seyahatname olmasının yanı sıra bilimsel bir araştırma niteliği de taşıyan Garnett’in eseri; eşdeğer, hatta daha genel ve mesleki bilgileri içermesi açısından en az Montagu’nun sahip olduğu ünü hak eder. Harvey’in Türk kadını ve bu kadına ait dünya hakkındaki gözlemi görece dostane bir söylemle paralellik gösterse de zaman zaman ifade ettiği öznel fikirlerinde açık olmayan örtük (implicit) Oryantalist düşüncenin izlerine rastlanır. Tüm bu incelemeler neticesinde şu tespitleri yapmak mümkündür:

Osmanlı İmparatorluğu’nda kadınların nüfuzu, hareme ayrılan alanın genişliğiyle doğru orantılıdır. Garnett’in de belirttiği gibi çoğunluğu erkek olan

46

“yüzeysel seyyahlar”ın (superficial travellers) Osmanlı kadını ile ilgili söyledikleri, yazdıkları, kimi zaman seyahatnamelerinin başına koydukları resimli ve süslü sayfalar; kendi toplumsal değerleri ve bilinçaltlarındaki bilgi birikimiyle yabancı bir toplumu anlamlandırmaktan ileri gelir.19

2.2. ERKEKLER

Osmanlı Devleti’nde toplumsal yapının daha çok görünen yüzünü oluşturan kişiler erkekler olmuştur. Haremliğe oranla daha dar bir alana kurulmuş olan erkeklere özgü mekâna selamlık denir. Aynı evin parçaları olan haremlik ve selamlık, geniş aile yapısına sahip Osmanlı toplumunun hemcinsleri ile sosyalleştiği alanlardır. Arapça selam kelimesinden türeyen selamlık; selamlama yeri anlamına gelmekte olup, erkeklerin misafirlerini kabul ettiği mekânlar anlamına gelmektedir. Osmanlı mimarisinin önemli bir parçası olan selamlık, diplomatik görüşmelerin yapıldığı, devlet erkânının ve yabancı misafirlerin kabul ile uğurlamasının gerçekleştirildiği protokol alanları olarak da uzun yıllar işlevini sürdürmüştür. Harim denen en kutsal yerde korunan hanımların yabancıların selamının kabul edildiği bu alana girmesi elbette mümkün değildir.

Harvey Türk erkeklerini anlatırken yalnızca gördüklerini değil, duyduklarını da okuyucuyla paylaşır. Sultan’ın neden resmi bir evlilik yapmadığı konusunu da bu yolla açıklığa kavuşturur. Harvey’in duyumlarına göre Sultanlık mertebesi diğer tüm fanilerden uzak öyle yüce bir mertebedir ki dünya üzerinde hiçbir kadın onunla evlenebilecek kadar kendisine denk değildir. Bu yüzden resmi bir eşi yoktur (1871: 15). Şarki ve Garbi kültürü sık sık karşılaştırarak şaşkınlığı ifade eden Harvey’in ilginç bulduğu bir diğer konu; annelerin evlatları ile sınandığı acımasız hükümet politikasıdır. Harvey bu durumu aşağıdaki gibi ifade eder:

Eskiden tahta çıkan Sultanın ilk işi, hapis yahut ölüm yoluyla tüm erkek kardeşlerinden kurtulmaktı. Hem kendi çocuklarının hükümdarlığını

19 “[…] Şark’a özgü şeylerin imgesel düzlemde incelenmesi, neredeyse sadece egemen Batı bilincine dayanıyordu; bu bilincin karşı konulmaz merkeziliğinden, önce Şarklının kim ya da ne olduğuna dair genel düşüncelere göre, ardında da salt ampirik gerçeklikçe değil, bir arzu, baskı, yatırım, yansıtma öbeğince de yönlendirilen ayrıntılı bir mantığa göre, Şark dünyası doğdu.” (Edward W. Said, Şarkiyatçılık, Çev. Berna Ülner, Metis Yayınları, İstanbul, 1999, s. 17).

47

korumak hem de kendi makamına göz diken yetişkin mirasçının payına düşeni alma ihtimalini önlemek için bunu yapardı (1871: 14).

In olden times, therefore, the first act of a Sultan on ascending the throne was to get rid of all his brothers by imprisonment or death, not only for the purpose of securing the crown for his own children, but to prevent the risk that might accrue to himself by there being a grown-up successor ready to usurp his place (1871: 14).

Harvey’in kullandığı “eskiden” sözcüğü durumun geçmişte kaldığını gösterir ancak bu durum seyyah tarafından sıklıkla gündeme getirilir. Kendi çocuklarının haklarını korumak için kardeşlerinden kurtulma planı yapan hükümdar, bir başka paragrafta korkuları uğruna kendi evlatlarını feda etmekten çekinmeyen bir baba kimliğiyle anlatılır. Sultan Abdülmecit, o dönemdeki Sultan olan erkek kardeşinin (Abdülaziz, 1871) yaşamasına izin verdiği için liberallik harikasının timsali olarak gösterilir fakat Abdülmecit’in kalbi erken yaşta tecrübe ettiği bir acıyla zayıflar. Bu acının sebebi aşağıda belirtilmiştir:

Tahta çıkmadan kısa bir süre önce odalık sıfatında çok bağlı olduğu bir gözdesi vardı. O dönemlerde asil şehzadelerden hiçbirinin baba olmasına izin verilmezdi. Zavallı kız, yaşayan bir çocuğun annesi olmasını kendisine yasaklayan hükümet politikasının kurbanı oldu. Odalık bir haftalık ölü iken Sultan Mahmut (Abdülmecit’in babası) öldü ve oğlu tahta geçti. Eğer odalık yaşasaydı ve çocuğu doğursaydı, saltanat süren padişahın birinci ‘Kadın’ı olma mertebesinin keyfini sürecekti (1871: 15).

Shortly before he came to the throne he had a favourite odalisk, to whom he was much attached. In those days none of the royal princes were permitted to become fathers, and the poor girl fell a sacrifice to the State policy which forbade her becoming the mother of a living child. Within a week of her death Sultan Mahmoud died, and his son ascended the throne. Had the odalisk lived and had a son, she would have enjoyed the rank of first " Kadun " to the reigning monarch (1871: 15).

Garnett’in gezi notları daha çok gözleme dayalı olduğundan duyumlara mümkün olduğunca yer verilmemiştir. Garnett, Osmanlı erkeğini tasvir ederken de doğru olduğu sanılan yanlışları açıklığa kavuşturma yolunu seçmiştir. Batının en çok tartıştığı konulardan biri de Osmanlı erkeklerinin çok eşli olmalarıdır. Garnett’in ifadesiyle bu algı tamamen yanlıştır. Erkekler daha çok tek eşliliği tercih eder çünkü kanunlar kadınlardan yanadır. Eşlerine eşit imkânlar sunmak zorunda olan Türk erkeğinin birden fazla evliğinin olması oldukça zordur. Harvey’in ifadesine göre Osmanlı kadınlarının

48 sürdüğü hayat oldukça lükstür. Tek bir eşe sahip olmak bile orta gelirli bir Türk erkeğini oldukça zorlayabilir. Bu sebeple “birçok erkek kölelikten yetişmiş kadınlarla evlenmeyi tercih eder çünkü özgür bir kadınla evlenmek genç bir damat ve ailesi için hediyelere yapılan müsrif harcamalar ve zorunlu eğlencelerden ötürü oldukça pahalı olacaktır” (Garnett 1909: 216). Soylu hanımların haremlerinde eğitilen bu genç kızların gereksiz kaprislerinin ve işlere olumsuz yönde müdahale edecek akrabalarının olmaması da tercih sebepleri arasındadır. Ayrıca küçük yaştan itibaren harem eğitimi almış olan bu kadınlar görgülü ve bilgili olmaları sebebiyle evlenilebilecek en doğru kadınlar olarak düşünülür.

“Kahve ve tütün Batı zihninde daimi olarak geleneksel Türkler ile ilişkilendirilir”. Sofu ahlakçıların bu zevklere yüzyıllar önce ateş püskürmesine rağmen kahve ve tütün Türk mukimleri için yalnızca nezaket ve misafirperverliğin tamamlayıcısı olmamış, adeta yaşam gereksinimlerinden biri olmuştur. “Kahve ve sigara hakikaten her işin, her sosyal ve resmi görüşmenin ayrılmaz bir parçası olmuş gibi görünmektedir” (Bkz. 1909: 11). Garnett’in üslubundan anlaşılacağı üzere kahve ve sigaranın sosyal, kültürel ve resmi hayata bu denli yansıması; sosyal farklılıkları olağan karşılayan seyyahı bile bir hayli şaşırtmıştır. Türk erkekleri bir ellerinde fincan, diğer ellerinde nargile ya da çubuk (tchibouk) ile saatlerce kahvehanelerde (kahfenes) oturur. Birçok seyyahın zaman kaybı olarak değerlendirdiği kahvehane ve hamamlar; Garnett’in ifadesiyle kulüp ya da enstitülerin yokluğunda şekillenen, orta ile alt sınıf için sendika ve iletişim merkezleri niteliğindedir. Okuyabilen kişiler, günün haberlerini okuması olmayan komşularına açıklar. Kahvehanelerde basın sansürüyle gizlenen ya da çarpıtılan siyasal ve sosyal meseleler de tartışılır20 (Bkz. 1909: 12).

Sosyal ve ticari hayatın vazgeçilmez unsuru olan pazarlar, Harvey’e göre çok güzeldir. Başta biraz düş kırıklığına uğrayan seyyah, bir süre sonra, küçük dükkânların uzun, loş, dar geçitlerinin bulunduğu resmedilesi güzelliği ve renk cümbüşünü daha iyi anlar (Bkz. 1871: 6). Herhangi bir satın alma işleminden önce gerekli olan yoğun pazarlık, Harvey’e başta çok zevkli gelir. Ancak seyyaha göre bu durum birkaç hafta

20 “Farklı fizyolojik etkilerine karşın kimi kadılar kahveyi şarapla kıyaslamışlardı. […] Kahvehanelerin hızla bir sohbet merkezi haline gelmesi ve bu sohbetlerin Osmanlı devlet memurlarınca pek kontrol edilememesi bir diğer yasaklama gerekçesi olarak göze çarpar.” (Suraiya Faroqhi, Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam-Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, Tarih Vakfı, İstanbul, 2005, s. 237)

49 sonra, İtalya’da yılların tecrübesini edinmiş insanlar için bile yorucu olacaktır. Harvey, Hıristiyanların ve Türklerin pazarda satış yaparken biraz yalan söylediğini, vicdana ağırlık vermeleri gerektiğini ifade eder ancak bunun sorumlusu olarak yalnızca Türkleri gösterir. “Türkiye’de Türklerin yaptığını yap” (do in Turkey as the Turks do) sözü ile tezini destekleyen gezgin, herkesin bu durumu kabul etmiş gibi göründüğünü belirtir. “Dolayısıyla hiç kimse Konstantinopolis (İstanbul) pazarında gerçeği konuşmanın hayalini kurmaz” (1871: 7). Bu oryantalist söylem, Hıristiyanların pazarlarda gerçekleri söyleyememesinin sorumlusu olarak Müslümanları göstermiştir. Toplumun her kesiminden insanın kolaylıkla temin ettiği kahvenin dinlendirici ve uyarıcı etkisi pazarlık sırasında da kurtarıcı olmuştur:

Cebelleşme doruğa çıktığında, tüm ilgililerin gücünü bariz bir şekilde iyileştiren kahve getirilir. Mesele çok önemli olmalı. Dostane bir tütün çubuğu yakılır ve sonra herkes yeniden işine, yeminine, itirazına ve inkârına koyulur. Satıcı herkese zarar edeceğini bildirir ancak yabancıya ve Frenk’e öyle bir sevgi besler ki eşyayı onlara böyle, böylesine bir fiyata (muhtemelen almaya niyetlendiği tutarın dört katı kadar fazla) satacak. Nihayet yorucu bir ikindi sonrası yabancı, gıpta ile bakılan şallarını ve halılarını beraberinde götürerek muhtemelen ederlerinin iki katından daha fazla ödemeden müsabakadan çekilir (1871: 8).

When the struggle is at its height, coffee is brought, which materially recruits the strength of all concerned, and should the affair be very impor- tant, a friendly pipe is smoked; then everyone sets to work again, vowing, protesting, denying. The seller asserts by all that is holy that he will lose money, but that such is the love he feels for the stranger and the Frank, that he will sell the article to him for such and such a price (probably four times as much as the sum he means to take), and at length, after an exhausting afternoon, the foreigner retires triumphant, bearing away with him the coveted shawls or carpets, and not having paid perhaps more than double the money they are worth (1871: 8).

Garnett’in Türkleri eleştirdiği konuların başında dakiklik gelir. Bu durumu çeşitli örneklerle açıklamaya çalışan seyyah, Türkiye’de çok az insanın tren ya da vapur yakalama gereksiniminde olduğunu belirtir. Kalkış ve varış saatlerini gösteren çizelgeler de çoğunlukla dikkate alınmaz. Türk tren yollarının çoğunluğunda aynı hat üzerinde sadece bir tren vardır. Yolcular hazır olduklarında istasyona varır, valizlerinin üzerine oturur ve sabırla sıradaki treni beklerler. “İnşallah (Inshallah), Allah izin verirse (Allah permitting), yolcu eninde sonunda gideceği yere varacaktır” (1909: 23). Kişisel

50 yorumlamalardan mümkün olduğunca kaçınan Garnett’in söylemi detaylıca incelendiğinde, Şark kültürüne mensup erkeklerin zamansal anlamdaki rahatlığını hayret verici bulduğu söylenebilir. Dakiklikten yoksunluk maaşların ödemelerinde de kendini gösterir ancak Garnett bu durumun yalnızca Türklere değil tüm Doğululara özgü olduğunu ifade eder. Yeme ve giyinme gibi ihtiyaçları işveren tarafından karşılanan evdeki hizmetçilerin maaşlarını yıllıktır ancak maaşlar düzenli bir periyotta ödenmez. Kural gereği maaşlarının efendilerinde birikmesine izin verilir ve ancak ayrılmaları durumunda paralarını alırlar. “O dönemde Türkiye’de bankalar henüz yaygın olmadığından, işveren dürüst olduğu sürece bu uygulama şüphesiz faydalıdır” (1909: 29-30). Doğuluların bahşiş (bakshish) teklifini ve kabulünü rüşvet olarak görmediklerini belirten Garnett, durumun yetersiz ve düzensiz ödenen maaşlardan kaynaklandığını belirtmiştir. Sonuç olarak “en dürüst memur bile eskiden kalmış, kabul görmüş bu yöntemle; kendisinin ve ailesinin masraflarını karşılamak adına yetersiz maaşına ekleme yapmaya mecbur edilir” (1909: 29). Anlaşılacağı üzere, Garnett’e göre toplumsal farklılıklar tanımlanan diğer toplumun öteki olarak algılanması demek değildir. Folklorist seyyah; incelenen toplumu ötekileştirmeden dönemin şartlarını ve sosyal farklılıkları gözeterek, bu konu üzerine araştırmalar yaparak değerlendirmiştir.

Garnett’e göre Türkler insan canlısı, hümanist bir doğaya sahiptir. Batının tecrit eden bir oluşum olarak alımladığı haremlik ve selamlık yapısı toplumu ayrıştıran değil bir sistem değil; alt, orta ve işçi sınıfını kaynaştıran bir tür kulüptür ve şehir hayatı için gereklidir (Bkz. 1909: 12). Doğa ve hayvan aşığı Türk erkeklerinin bu sevgisi spor faaliyetlerine de yansımıştır. Garnett’in de belirttiği gibi daha eski yıllarda Sultandan alt sınıfa mensup bir vatandaşa kadar tüm Osmanlıların; tenis, halka atma oyunu, atlama, güreş ve cirit (djereed) atma gibi çeşitli sporlarda olağanüstü başarılar gösterdiği bilinmektedir. “Şimdilerde (19. yy.) ise sadece son ikisi (güreş ve cirit) çalışılıyor. Türk, Kürt, Yunan, Ermeni, Bulgar ve Roman tüm ulustan ve inançtan insanlar bu etkinliğe katılıyor” (1909: 99). Güreş ve cirit sporlarının nasıl yapıldığını hakkında araştırma yapan Garnett, at üstünde oynanan ciridi daha heyecan verici bulur. “Cirit, Osmanlı atlılarının kendileriyle övündüğü bütün binicilik hünerlerinin sergilenmesi için fırsat sunar. [...] Oyun kuralları katı bir biçimde gözlemlenir, haksızlık ya da lüzumsuz sertliğe izin verilmez” (1909: 100). Yarış, avcılık ve futbol maçları ise Türk erkeğinin

51

Osmanlı topraklarında yaşayan yabancı milletlerden dostlarıyla katıldığı diğer sosyal faaliyetlerdir.

Diğer birçok Batılı seyyah gibi Harvey’in de en ilginç bulduğu erkek çalışma alanı, hamallık hizmeti olmuştur. Seyyah, caddelerde rastladığı hamalları dehşet ve korku dolu sözcüklerle tasvir etmiştir. Bunun sebebi Batı kültüründe Doğu dünyasındaki işleviyle mevcut bir hamallık anlayışı olmamasıdır. “Porter” ya da “carrier” diye isimlendirdikleri Türkçede “taşıyıcı” anlamına gelen bu sözcük, özellikle havaalanları ve tren istasyonlarında yolcuların bavullarını taşıyan kişileri tanımlayan meslek adıdır. Aynı meslek erbabının Frenk dünyasındaki yükü, Şark dünyasındaki yükünün belki de çeyreğinden bile daha azdır. Tüm bunlara tanık olan Harvey, gördüğü manzara karşısında korkar ve bu durumun bir İngiliz emekçiyi bir haftada öldüreceğini çıkarımında bulunur (1871: 28). Harvey yazdığı seyahatnamede hamalları ilk kez tanımlayacağı sırada bir kez “porter” kelimesini kullanmıştır ve yinelememiştir. Hamallardan söz ederken ya “hamals” ya da “human beasts of burden” (beşeri yük hayvanı) ifadelerini kullanarak kendi ülkesindeki taşıyıcılar ile İstanbul’da gördüğü hamalları bir nevi ayrı tutmuştur. Harvey, böylesine bir yükün insan onuruna yakışmayacağını ifade edercesine “beşeri yük hayvanı” diye tanımladığı emekçiler ile dar caddelerin duvarları arasına sıkışıp dümdüz olmaktan korkar. Bu kadar çalışmalarına rağmen böylesine mutlu ve güçlü olan hamalların sırrının ise “en sert kahve” (the strongest coffee) diye tanımladığı Türk kahvesinde olduğunu keşfeder. Gün boyu çalışan hamalların tüm yorgunlukları aslında karın tokluğunadır ve Harvey’e göre bu iş oldukça onur kırıcıdır. Oysa hamallar bir gurmeyi kıskandıracak neşe ve memnuniyet içerisinde yemeklerini yerler. Gün bitiminde içtikleri ardı arkası kesilmeyen sert kahveleri ve sakinleştirici tütünlerinden aldıkları keyif, tüm günün yorgunluğunu fazlasıyla alır (Bkz. 1871: 28). Mesleği gereği toplumsal farklılıkları olağan karşılamayı başarabilen halkbilimci Garnett’in hamallık ile ilgili tek yorumu, bu işin yetenekten ziyade kas gücü gerektirdiğidir.

52

2.3. ÇOCUKLAR

Garnett’in araştırmaları gösterir ki Osmanlı Devleti’nin kozmopolit nüfusunun çoğunluğunu kadınlar ve çocuklar oluşturmuştur. Durumun böyle olmasında erkek nüfusunun büyük bir kısmının orduda görev alması, Müslüman köle edinmenin yasak olması sebebiyle sahip olunan yabancı uyruklu kölelerin daha çok kadın ve çocuk olarak tercih edilmesi etkilidir. Selamlıktan çok daha geniş bir yüzölçümüne sahip olan Haremlik alanı, kadın ve çocuk nüfusunun fazla olmasının mimari yapıya yansıyan bir özelliğidir.

Toplumda erkeklerden çok kadınların kullanımına verilen köleler aslında korunmaya muhtaç çocuklardır. Çok küçük yaşlarda evlat edinilen kölelerin en güzel ve en pahalı giysileri giymesi yabancı seyyahları şaşırtmıştır. Oldukça hafif işlerden mesul olan köleler evlendikten sonra bile korunup gözetilir. “Çocuk sahibi olamayan çiftler ile dulların yetiştirdikleri çocuk köleleri mirasçıları olarak belirlemeleri, çok yaygın olan bir uygulamadır” (Garnett 1909: 224). Aynı şekilde haremde oluşan anne kız sevgisi için kan bağının şart olmadığı aşağıdaki alıntıyla somutlaşabilir:

Kalfa ve halayık denen köleler birbirleriyle dayanışma içindedirler ve aralarındaki duygusal bağ, insan kalbinin ilgi ve sevgiye duyduğu ihtiyacın hazin ispatıdır. Köle kız (halayık) evlenip başka bir yere taşındığında bile, eski öğrencisinin çıkarları yönünde saraydaki mevkiinden istifade edecek olan manevi annesi (kalfa) ile aynı yakın ilişkilerini sürdürür, […] (1909: 57).

Slaves both, the kalfa and alaik look to each other for mutual support, and the affection that arises between them is a touching proof of the need of the human heart for sympathy and love; and even when removed by marriage to another sphere, a girl of slave origin maintains the same intimate relations with her adopted mother, […] (1909: 57)

Kadınlara bir hayli değer veren Osmanlı toplumu, çocuklar konusunda da oldukça hassastır. Öyle ki kadının değeri çocuk sahibi olmasının ardından daha da artar. Harvey, kölelerin ailenin bir parçasıymış gibi göründüklerinden, çocuk sahibi olmalarının ardından ise gerçekten aile üyesi olduklarından bahseder. “Çocuk sahibi olan kadın özgür olmaya hak kazanır. Efendisi bu kadına belli haklar vermeye zorunludur. Çocuk sahibi olan köle kadın eş olma mertebesine erişemese de bu

53 ayrıcalıklar ona hizmetçilik statüsünden daha yüksek bir statü verir” (1871: 10). Osmanlı kadını hakkında bazı olumlu tespitlerin öncüsü İngiliz gezgin Montagu, soylu kadınlara refakat ya da önemli beylere hizmet eden iyi kölelerin hepsinin sekiz ya da dokuz yaşlarında alınarak şarkı söyleyebilmeleri, dans edebilmeleri ve nakış işleyebilmeleri gibi konularda büyük bir özenle eğitildiğini ifade eder. Kölelerin Avrupa’dakinin aksine rahat bir yaşam sürdüğüne tanık olan Montagu, bunu samimiyetle şu şekilde dile getirir:

Köleler genelde Çerkez’dir ve birtakım çok büyük hatalarının cezası olması dışında sahipleri onları asla satmazlar. Sahipler nadiren kölelerini yorgun düşürdüğünde, onlara ya bir arkadaş sunar ya da özgürlük tanır. Pazarlarda satışa maruz kalanlar mütemadiyen ya suç işlemişlerdir ya da tamamen değersiz, hiç işe yaramayanlardır. Korkarım bizim İngiltere’deki genel düşüncemizden çok farklı olduğunu kabul ettiğim bu beyanın doğruluğundan şüphe edeceksiniz fakat bütün hepsi noksansız doğrudur (1859: II, 96).

They are commonly Circassians, and their patron never sells them, except it is as a punishment for some very great fault. If ever they grow weary of them, they either present them to a friend, or give them their freedom. Those that are exposed to sale at the markets are always either guilty of some crime, or so entirely worthless that they are of no use at all. I am afraid you will doubt the ruth of this account, which I own is very different from our common notions in England; but it is no less truth for all that (1859: II, 96) .

Montagu’nun seçtiği kelimelerden ve üslubundan, Batı’daki olumsuz Türk imgesinin ne denli kalıplaşmış olduğu anlaşabilir. Sahip olduğu önbilginin gördüğü gerçeklik ile çeliştiğini kabul eden Montague, Garbın sahip olduğu Şarkiyatçı önyargıları aşmanın zor olacağının farkındadır.

Seyyahların söylemlerinden de anlaşılacağı üzere Türk Osmanlı geleneğine göre çocuk sahibi olmak, ister yabancı bir köle kadın ister Müslüman bir Türk kadını olsun sosyal statüyü iyileştirici etkiye sahiptir. Bu durum çocuğa verilen değerin toplumsal ve siyasi hayata yansısı olarak algılanabilir. Çocuk sahibi olmanın siyasi boyutunun Harvey’in duyumlarına göre negatif etkisi de vardır. Gezgin, Osmanlı toplumunda görülen bebek ölümleri hakkındaki aşağıdaki söylentiye yer verir:

54

Sultan’ın sözüne karşı gelinemediğinden bu sözü açıkça çiğnemek mümkün değildi ancak anne kendisine tanınan ayrıcalığın yarattığı kıskançlığın farkındaydı ve biliyordu ki çocuğunun hayatı sürekli tehlikedeydi. Zehirleme ve boğma gibi teşebbüslerin olduğu ancak bu zalim planların yanından ayırmadığı evladını asla mağdur etmeyen annenin dikkati sayesinde boşa çıktığı söylenir (1871: 18).

The Sultan's word being inviolable, it was not possible to break it openly, but the mother was aware of the jealousy that was created by the privilege accorded to her, and knew that the child's life was in constant peril. It is said that attempts were made both to poison and to drown him, but these cruel designs were frustrated by the vigilance of his mother, who never suffered the child to be absent from her (1871: 18).

Osmanlı toplumunun çocukları, yabancı seyyahlar tarafından annelik sevgileri eşsiz olarak tanımlanan annelere sahip olduğundan belli bir yaşa kadar disiplinsizdir. Harvey’e göre toplumda hüküm süren bu kontrolsüz çocuk sevgisi çocuğun şımartılmasına sebep olmaktadır (1871: 12). Bu sevginin etkisi anneye de tesir eder. Çocuklarını dünyanın en güzel varlığı olarak gören Türk kadınları, onları nazardan korumak için çeşitli yöntemlere başvururlar. Aşırı sevgi ile yoğun bir psikolojiye sahip olan anne, çocuğunu renkli gözlü kimselerin bakışından sakınır. Çocuğuyla ilgilenmiyormuş gibi davranmanın yanı sıra tükürme ve kötü sözler kullanma gibi eylemlerde de bulunabilir. Aynı mantıkla başkalarının çocukları hakkında söylediği güzel sözleri de sinir bozucu bulurlar (Poole 1845: 76, Garnett 1909: 230, Harvey 1871: 291). Batıdaki gelenekle taban tabana zıt olan bu durum, birçok yabancı seyyahı zor durumda bırakmıştır.

Sık sık mesire yerlerine giden kadınlar, çocuklarını asla yanlarından ayırmaz. Harvey’in hayran kaldığı vadi gezilerinde kulağa çok hoş gelen müziğin kaynağını, “kadınların neşeli ve melodik sesleri ile çocukların çınlayan kahkahaları” oluşturur (1871: 84). Çocukların evdeki hallerini betimleyen Garnett, çocukların fiziksel görünümünü özensiz bulur. Taranmamış ve yıkanmamış çocuklar geniş pantolon ve renkli pamuklu kumaştan kapitone ceket giyerler21. Pederlerinin elini öpen çocuklar

21 “Haklarında bilgilerin daha çok mahkeme kayıtlarından ve terbiye kitaplarından temin edilen çocuklar, yabancı ressamların çizdiği resimlerde bile küçük adam gibiydiler. Çocukların geçmişini inceleyen pek çok tarihçiye göre bu da Osmanlı’da çocuklara yüklenen misyonun bir fotoğrafıydı. Zira, çocuklar, 7 yaşlarına girdiklerinde yetişkin olarak görülüyordu o dönemde. 13 Mayıs 1696 tarihinde Afyon Mahkemesi’nde Ümmühan adındaki köylü bir kızın, ‘Ben on beş yaşındayım, baliğa ve akile olmam hasebiyle kendi adıma karar alabilecek hakka sahibim.’ diye haykırması ve üzerine ‘Çocukluğumda

55 hem anneleri hem de babaları tarafından sevilir ancak onları bekleyen bir çocuk kahvaltısı yoktur. Sabah öğünlerini elde etmek için haykırmaya başlarlar. On, yirmi para22 dağıtılan çocuklar; yakınlarında simitçi (simitdji) bulacaklarından emin oldukları avlu kapısına doğru koştururlar. Görünürde simitçi yoksa ekmeklerine çeşni olarak susam çekirdeği ve baldan yapılan helva (halva), peynir ya da meyve seçeneklerine sahip oldukları en yakın bakkalın yolunu tutarlar. Bu düzensiz öğünün ardından sekiz yaşın üzerindeki kız ve erkek tüm çocuklara çekidüzen verilir. Selamlıktan gelen erkek bir hizmetli eşliğinde, zengin ile fakirlerin çocuklarının ortak noktada birleştiği mahalle mekteplerine götürülür. Bu arada bebekler dadı (dadi) denen bakıcının gözetiminde haremlik çevresinde özgürce dolaşırlar (Bkz. 1909: 270-271).

nişanlandırıldığım Yazıcızade Mustafa ile evlenmek istemiyorum. Ben kendimi Allah’ın emri ve Peygamber’in şeriat mutahharası üzerine ... Ahmed’e evlendiriyorum.’ demesi toplumun belli bir yaştan sonra çocuklara yetişkin gözüyle baktığını ortaya koyuyor. Üstelik bu örnekte, karara mahkemenin karşı çıkmaması Osmanlı toplumunda çocuk haklarının üstünlüğünü de ortaya koyuyor. Aileler küçük yaşta çocuklarını istedikleri kişi ile nişanlayabiliyordu. Ancak bu nişan 7 yaşından sonra, bizzat çocuk tarafından bozulabiliyordu. Şunu belirtmek gerekir ki Osmanlı’da buluğ çağı yetişkinliğe geçiş olarak kabul ediliyordu” (Sevim Şentürk, “Osmanlı’da Çocuk Sesleri”, Yenibahar Dergisi, 2013, S. 180). http://yenibahardergisi.com/yenibahar/newsDetail_getNewsById.action?newsId=271963, (04.07.2014). 22 “Kuruşun kırkta biri” (Lucy M. J. Garnett, Home Life in Turkey, The Macmillan Company, New York, 1909, 294).

56

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM TOPLUMSAL KURUMLAR ve YAPILARI

Toplumsal kurumlar; ait oldukları toplumların ihtiyaçları neticesinde ortaya çıkmıştır. Bireylerin, dolayısıyla toplumun ihtiyaçlarına bu kurumlar aracılığı ile cevap verilir. Bazı ülkelerde bu kurumlar benzerlik gösterse de yapıları genellikle birbirlerinden oldukça farklıdır. Başka bir deyişle, dünya üzerindeki kültür çeşitliliğinin doğurduğu sonuçlarından biri de her milletin kendine has toplumsal kurumlar oluşturmasıdır. Bir toplumu doğru bir şekilde tanımlayabilmek için bu kurumları ve yapılarını bilmek önemlidir.

Yabancı seyyahlar; geniş bir coğrafyaya yayılan Osmanlı İmparatorluğunu tanıyabilmek için, bu devlete özgü toplumsal kurumların yapıları ve işleyişini öğrenmeye çalışmışlardır. Birçoğu sefir olan gezginlerin Osmanlı topraklarına gelme amacı ile resmi görevleri zaten budur ancak birtakım siyasi baskılar nedeniyle her zaman doğru bilgileri aktarmamışlardır. Birçok diplomat Osmanlı Devleti hakkındaki gerçek düşüncelerini raporlamaktan çekinmiştir. Kadın seyyahların gezi notları bu alanda da belirleyici olmuştur. Etnik ve dini kökenleri birbirinden farklı milyonlarca insanın yüzyıllar boyu birlikte yaşamasını sağlayan Osmanlı kurumları; esas itibariyle siyaset, din, aile ve eğitim alanlarında yapılanmıştır.

3.1. SİYASET

Mutlak monarşi ile yönetilen Osmanlı Devleti’ndeki hâkim güç Sultan’dır. Bu sebeple tüm toplumsal kurumların işleyişinde söz sahibidir. Devlet yönetiminde kendisine yardım eden hocalar, yöneticiler, danışmanlar ve askerler olsa da son karar Sultan’a aittir ve kararları kanun niteliğindedir.

Garnett, Türkiye’deki Sultanların otokrat bir yönetici olduğunu ancak Osman’ın torunları tarafından kullanılan gücün, kendi kişiliklerindeki enerji ile yaşadıkları dönemin sosyal ve siyasal koşullarına göre çeşitlilik gösterdiğini ifade eder (1909: 49). Bu durum her bir Sultan’ın yeni bir devri ve hükümeti yönetirken takındığı tavır ile

57 anılmasına sebep olmuştur. Garnett dönemin hükümdarını (II. Abdulhamid) “zevki hor gören, zahmetli günler geçiren” (scorns delights, and spends laborious days) diye tanımlamıştır. Kızı Ayşe Sultan’ın anılarından derlediği Babam Sultan Abdülhamid adlı eserden de anlaşılacağı üzere Sultan Abdülhamid günde düzenli olarak on beş-on altı saat çalışmaktadır. Garnett bu durumu aşağıdaki gibi betimler:

Sultan, tipik gayretli bir çalışan olmasına karşın nadiren rahatlama saatlerine sahiptir. En sevdiği eğlenceleri; karakalem, yağlı boya, ahşap oyma ve kimyasal deneylerdir. İşinin ehli bir nişancı olarak sabit atış talimine, cam topları ve diğer hareketli objeleri ateşlemeye eli yatkındır (Garnett 50).

Strenuous worker though he habitually is, the Sultan has, however, his occasional hours of relaxation, his favourite diversions being drawing, painting, wood-carving, and chemical experiments. An expert marksman, he keeps his hand in by regular target practice and firing at glass balls and other moving objects (Garnett 50).

Hükümdar tarifsiz bir yetkiye sahip olmasına rağmen ailesi aristokrat sınıfına mensup değildir. Doğu görüşü Hükümdar ve halk arasında bir mevkii olan soylu bir sınıf oluşumuna karşıdır (Bkz. Garnett 1909: 52-53). Garnett, imparatorluk ailesinin erkek üyelerinin yani Hükümdar’ın oğullarının Türk veraset kanunu uygulamasından dolayı bir istisna olduğunu ifade eder. Harvey’in üslubu Garnett’in bilimsel çalışmasından farklı olarak sübjektif yorumlamalara dayanır. Daha önce Türk erkeklerinin çoğunluğunun tek eşli olduğunu, tek eşe sahip olan erkeklerin bile karılarının maddi giderlerini karşılamakta güçlük çektiğini belirten Harvey, objektif olmaya çalışsa da gizli oryantalist söylemlere sıklıkla yer verir. Önceki ifadeleriyle çelişen bir fikir sunan Harvey’in kullandığı zorunluluk bildiren kip, yumuşatmaya çalıştığı oryantalist söylemi daha da sertleştirmiştir:

Her ne kadar yakınlık kurulsa da yabancıların Türk yaşantısı ve davranışlarının yüzeysel görünüşünden daha çok bilgi edinmeleri nadirdir. Bu yüzden yabancılar daha ihtiyatlı konuşmalıdır ancak sıradan bir gözlemci bile; çokeşlilik ve verasete ilişkin bireysel kanunların, Türklerin içindeki sayısız şeytanın üretimi olduğunu algılamak zorundadır (1871: 13).

Whatever degree of intimacy may be attained, it is rare that foreigners obtain a knowledge of more than the surface of Turkish life and manners.

58

Strangers, therefore, should speak with much caution and reserve; but still, even a casual observer must perceive that polygamy and the singular laws regarding succession are productive of innumerable evils amongst the Turks (1871: 13).

Harvey’in seyahatnamesi Garnett’in seyahatnamesinden daha önceki bir tarihi ele aldığından bazı konular ortak değildir. 1826 yılına kadar Osmanlı Devleti’nde etkin rol oynayan Yeniçeri askerlerinin idam edildiği yer olan Ak Meydan’dan geçen Harvey, bu piyade sınıfının zamanında Türkiye’nin en büyük siyasi sorunlarından biri olduğunu ifade eder. 14. yüzyılda kurulduğu varsayılan bu askeri birlik büyük başarılar elde etse de özellikle 16. yüzyıldan sonra siyasete etkin olarak katılmaları ve yeteneksiz kişilerin ocağa kabulüyle yozlaşmış, halka büyük zararlar vermiştir.

Ayasofya’dan ayrıldıktan sonra Ak Meydan ya da “et meydanı23” denen İstanbul’daki en geniş meydandan geçtik. Yeniçeriler burada Sultan Mahmut’un (II.) emri ile idam edildi. Bu toplu katliam olduğu kadar korkunç, göründüğü kadar zalimdi ama Türkiye’yi en büyük belalarından biri olan bu meşhur birliklerin açgözlülüğünden, gaddarlığından ve zorba küstahlığından kurtardı. Kimsenin hayatı ya da mal varlığı bir saatliğine güvende değildi. Bütün ülke şimdiye dek bilinenden daha zorba bir yönetim yüzünden inim inim inledi (1871: 25-26).

After leaving Santa Sophia we passed through the largest square in Constantinople, called Ak’ Meidan, or the “place of meat” Here it was that the Janissaries were put to death by the orders of Sultan Mahmoud. This wholesale massacre, fearful as it was, and cruel as it seemed, nevertheless delivered Turkey from one of its greatest scourges, for such was the rapacity, the cruelty, and the overbearing insolence of these famous troops, that no man's life or property was safe for an hour, and the whole country groaned under a tyranny more oppressive than any it had ever known (1871: 25-26).

23 “Osmanlılar zamanında İstanbul’un Aksaray semtinde Yeni Odalar adıyla anılan yeniçeri kışlalarının ortasındaki meydana verilen isim. Meydân-ı Lahm veya Lahim Meydanı olarak da bilinen bu yer, Yeni Odalar’da oturan yeniçerilerin yedikleri etin burada dağıtılması sebebiyle bu adı almıştır. [...] Kanûnî devrinin başlarında, Fâtih Sultan Mehmed tarafından yaptırılan Yeni Odalar’ı Vezîriâzam İbrâhim Paşa yeniden tanzim ettirirken salhânelerden getirilen etleri ayrı bir kapıdan içeriye aldırarak meydanlık yerde dağıttırmış, daha sonra bu kapıya Et Kapısı denildiği gibi meydana da Etmeydanı adı verilmiş, sonraları kapı da Etmeydanı Kapısı adıyla anılmaya başlanmıştır (Alıntılayan Özcan 1992: 497). Ayrıca kasap ve aşçıların namaz kılmaları için burada bir de mescid yaptırılmıştır. Sadece sabah ve akşam namazlarının kılındığı Etmeydanı Mescidi’nde yılda bir defa yeniçerilere çuha dağıtıldığı gün öğle namazı da kılınırdı. XVII. yüzyıl ortalarında yanan ve devrin Yeniçeri Ocağı kethüdâsı tarafından tamir ettirilen bu mescid 1724 Cibali yangınından sonra yeniden yaptırılmıştır” (Abdülkadir Özcan, “Etmeydanı”,TDV İslam Ansiklopedisi”, İstanbul, 1992, c.11, s. 497).

59

Asıl görevi halkının refahını sağlamak olan Sultan, devletinin bekası için her şeyi yapar. Halkını içerideki ve dışarıdaki karışıklıklardan korumaya çalışırken halkı ile yakın ilişkilerini sürdürür. Böyle bir otoriteye ulaşmak için Cuma günleri cami çıkışında beklemek yeterli olur (Garnett 1909: 45, Harvey1871: 37). Harvey tanık olduğu bu durumu aşağıdaki gibi tasvir eder:

Bu topluluğun tüm ihtişamı ortasında yalnızca Sultan sade giyinir. Üzerinde çok az nakış olan siyah bir cüppesi vardır ancak fesinin önünde ve kılıç kabzasının üzerinde İmparatorluk hazinesinin gururu olan devasa elmaslar parıl parıl parıldar. Arap atının barınağı bezendiği inci ve değerli taşlardan ötürü neredeyse gizlenmiştir. Saraya varılınca Sultan tahtına geçer ve orada bütün büyük devlet yetkililerini kabul eder. Büyükelçiler ve yabancı bakanlar başka zamanlarda kabul edilir. Sultan resmi olarak her Cuma camiye gider ve caddeden geçerken halk ona talebini sunmak için yaklaşabilir. Sıradan bir selam olan ‘temennah’ çok zarif bir jesttir. El, sanki ala kişinin elbisesinin kenarı kısaltılacakmış gibi yere doğru eğilir; sonra tevazuu ve şefkati ifade etmek için kalbe, alna ve dudaklara bastırılır (Harvey 1871: 36-37).

Amidst all the magnificence of this group the Sultan alone is dressed with simplicity. He wears a dark frock coat with but little embroidery about it; but on the front of his fez and on the hilt of his sword blaze the enormous diamonds that are the pride of the Imperial treasury, while the housings of his Arab are almost hidden by the pearls and precious stones by which they are adorned. On arriving at the Seraglio the Sultan proceeds to the throne-room, and there receives all his great officers of state. Ambassadors and foreign ministers are received at other times. The Sultan goes in state to the mosque every Friday, and when he is then passing through the streets his people may approach him to present petitions. The "temennah," as the ordinary mode of salutation is termed, is a very graceful gesticulation. The hand is bent towards the ground, as if to take up the hem of the superior's garment, and then pressed on the heart, forehead, and lips, to signify both humility and affection (Harvey 1871: 36-37).

Selamlıkta erkeklerin kontrolünde olan siyasi hayat, Haremlikte kadınların kontrolüyle devam eder. Garnett’in de ifade ettiği gibi, “Türk tarihinde Saray Kadınları (Sultan Safiye, I. Mustafa’nın annesi, Valide Mahpeyker) tarafından üstlenilen rol hiçbir surette önemsiz değildir” (Bkz. 1909: 60-61).

60

3.2. DİN

Toplumların yaşam biçimlerini büyük oranda belirleyen din kavramı, toplum araştırmalarında büyük öneme sahiptir. Çeşitli amaçlarla kendi ülkelerine uzak diyarları ziyarete giden seyyahların hemen hepsi ibadet yerlerini ziyaret ederler çünkü toplumlardaki uygulamaların arkasında büyük oranda dini inancın etkileri görülür. İbadethaneler, toplumların inançlarının ve yaşayış şekillerinin özetini sunan mekânlardır.

Gerekli izin belgeleri sağlandıktan sonra24 Müslümanlara ait ibadet yerlerini ziyaret eden Harvey ve Garnett, bu yapıların orijinallerinin Hıristiyan kiliseleri olduğunu ifade eder (Harvey 1871: 22-23, Garnett 1909: 103). “Bizans kiliselerinin haçları, her yerde Osmanlı fetihlerinin sembolü olan Hilal ile değiştirilmiştir. Azizleri, melekleri ve manevi Hıristiyan hiyerarşisinin diğer üyelerini simgeleyen duvar resimleri ile mozaikler kalın bir badana katıyla gizlenmiştir” (Garnett 1909: 103). Yabancı seyyahlar Müslümanların ibadethanelerini, özellikle de iç yapıyı oldukça sade bulur. Garnett’in ifadesiyle Bizans mimarisine eklenen başlıca dış yapı; bir, iki, dört ve hatta I. Sultan Ahmed’in inşasını kendi eliyle yaptığı söylenen büyük Sultan Ahmed Camii’nde olduğu gibi altı tane olabilen minarelerdir. Folklorist gezgin; orijinali 4. yüzyılda Constantine tarafından kurulan, 6. yüzyılda Justinian tarafından yeniden inşa edilerek “Kutsal Bilgelik”e (Holy Wisdom) ithaf edilen büyük Katedral Kilisesi’nin, şimdilerde (18. yy.) İstanbul’un temel camii olan Ayasofya Camisi (Ayia Sofia Djamisi) olarak Türk tahsisinde olduğunu belirtir (Bkz. 1909: 104). Halkbilimci Garnett’in seyahatnamesi boyunca söylem tarzının nadiren değiştiği konulardan biri de ibadethanelerdir. Hıristiyan mimarisinin değiştirilmesi ve tüm kiliselerdeki haç sembollerinin hilal şekline çevrilmesinden üzüntü duyduğu her ne kadar üslubuna dikkat etse de kullandığı kelimelerden anlaşılabilir. Harvey’in değerlendirmesi her konuda olduğu gibi din konusunda da aşağıda belirtildiği şekilde öznel ve daha duygusaldır:

24 “Osmanlı döneminde şehrin bu güzelliklerini görmek isteyenler bazı özel şartları da yerine getirmek sorundaydılar. Bu şartların başında da padişahtan alınacak izin geliyordu. […] İstanbul’un belli yerlerini gezmeleri padişah fermanına bağlıydı ve izinler de bugün olduğu gibi ekonomik amaçlar için değil, devletin gücünü sergilemeye vesile olacak şekilde veriliyordu” (Uğur Demir, “Osmanlı İstanbul’u Fermansız Gezilemezdi”, Kültür Seyyahlar ve Seyahatnameler Özel Sayısı, 2008/2009, S. 13, s. 55)

61

Başka hiçbir şey bu kadar basit olamazdı. En alt sıradaki küçük Protestan kilisesinde bulunacak kadar az dekorasyon vardı. Az sayıda devekuşu yumurtası ve tepeden sarkan birkaç geniş şamdan duruyordu ancak bütün Hıristiyan tabloları ve süslemeleri yok edilmiş ya da bozulmuştu. Figürler ve İncil’de yer alan altı kanatlı meşhur melekler hala kubbenin üzerinde çizilmiş bir şekilde sönükçe görülebiliyor ama meleklerin yüzü altınla kaplanmış. Çünkü Türkler putperestliğe karşı buyruğu, kelimesi kelimesine yorumlarlar (1871: 22-23).

Nothing could be more simple. There was as little decoration as would be found in a low-church Protestant chapel. A few ostrich eggs and some large candelabra hung from the roof, but all the Christian paintings and ornaments have been destroyed or defaced. The figures and the six wings of the famous cherubim can still be seen faintly traced on the dome, but the faces of the angels have been covered with golden plates, as the Turks interpret very literally the commandment against idolatry (1871: 22-23).

Osmanlı mimarisinin genel cami planına göre, caminin ön tarafında içinde ağaçları olan muhteşem bir avlu, arka tarafında ise geniş bir bahçe vardır. Mektep (ilkokul), Medrese (din okulu), İmaret (fakirler için aşevi), Kütüphane, Banyo (hamam), Hastane ve Han (içinde yabancılar ile seyyahların kaldığı misafirhane) gibi cami ile bağlantılı çeşitli kurumlar büyük bir duvar ile çevrelenir (Bkz. Garnett 1909: 104-105). Garnett’in bahsettiği bu mimari yapı, Osmanlı mimarisinde camiden ziyade külliye adıyla anılır. Cami bahçelerinde dikkati çeken diğer bir yapı da türbeler olmuştur. Huzur dolu, canlı ve servi ağaçlarının gölgeleriyle dolu olan bahçelerde genellikle kurucusu ve ailesinin mezarları bulunur. Garnett Süleymaniye Külliyesi’nde bulunan önemli türbelere değinir. Külliye kurucusu Sultan Süleyman ile eşi Hürrem (Khurrem) Sultan’ın mezarları buradadır. Sultan Abdulaziz’in meşhur reformcu sadrazamı Ali Paşa da Süleymaniye’ye defnedilmiştir. Türbeleri detaylıca betimleyen Garnett, Süleyman ve eşine ait türbelerin (Turbehs) zengin bir şekilde dekore edildiği ve içlerinde güzelce yazılmış seçkin çini örnekleri bulunabileceğini ifade eder (Bkz. 1909: 107). Camilere yapılan bağışlar sayesinde yardıma muhtaç kimselerin en temel ihtiyaçlarından eğitim ihtiyaçlarına varıncaya kadar tüm gereksinimleri giderilir. Cami bekçilerinin maaşları da bu gelirler ile ödenir. Osmanlı toplumunda zengin ile fakir arasındaki farkı azaltmaya çalışarak yoksulları gözeten bir diğer kurum da vakıflardır. Vakıfların farklı şekilleri olmakla birlikte sık görüleni kira getiren bir arazinin bağışlanması şeklindedir. Kiradan elde edilen gelirlerle, din ve hayır kurumlarının desteklenmesinin yanı sıra kemerli

62 suyolları ile soksak çeşmelerinin (sebil) devamlılığı sağlanır. Garnett bu vakıf (vakouf) arazilerinin sayısına dair resmi bir rapor olmadığını ancak bütün ülkenin üçte ikisi kadar geniş bir alanı kaplayacak kadar çok olduklarının tahmin edildiğini belirtir (Bkz. 1909: 108). Garnett bu cömerliğin sebebini şöyle ifade eder:

Fetihte yalnızca camiiler ve içindeki bağlı kurumlar için değil harp meydanındaki muzaffer ordulara katılan Dervişlerin münzevi kurumları için de çok sayıda geniş arazi tahsisleri, bağış (vakıf) olarak düzenlenirdi. Bu orijinal bağışlara has cömertliği, gösterişin yanı sıra dindarlık da durmaksızın bol bol artırır. Müslümanlar arasında, hem Allah’ı çok memnun eden dini bir görev hem de akranlarının ve gelecek neslin övgüsünü kazanmanın en kesin yöntemi olarak din ve hayır kurumlarının inşası ile bu kurumlara bağışta bulunmaya daima teşvik vardır. Böyle cömert eylemler, son zamanlarda daha çok İmparatorluk ailesinin üyeleri ve imparatorluğun asilzadeleri tarafından uygulansa da önceden çok sık olarak özel şahıslar tarafından icra edilirdi (1909: 108-109).

For at the Conquest numerous grants of large tracts of land were made as endowments not only mosques and their dependencies, but also of the monastic establishments of the Dervishes who accompanied the victorious armies into the battlefield. To these original endowments private munificence has also constantly and richly added; for the piety, as well as the vanity, of Moslems has ever incited to the erection and endowment of religious and beneficent institutions, both as a religious duty well pleasing to Allah, and also as the surest method of obtaining the praise of their contemporaries and of posterity. Such acts of munificence were formerly very frequent on the part of private individuals, though in more recent times they have been practiced chiefly by members of the Imperial family and by grandees of the Empire (1909: 108-109).

Halkbilimci gezgin Garnett, seyahatnamesindeki “Tasavvuf ve Serbest Düşünce” (Mysticism and Freethought) adlı bölümde dervişler hakkındaki gözlemlerini ve yaptığı araştırma sonuçlarını detaylı bir şekilde yazmıştır. Ayrıca yalnızca bu konu üzerine yazdığı Mysticism and Magic in Turkey25, Türkçe çevirisiyle Osmanlı Toplumunda Dervişler ve Abdallar adlı kitabı da bulunmaktadır. Osmanlı toplumunda önemli görevler edinmiş Dervişler; şair, filozof ve din bilgini olmalarının yanı sıra ihtiyaç durumunda kılıç kuşanıp savaşlara da katılıyorlardı. Dervişler, dergâhları ziyaret

25 Garnett’in kapak sayfasında belirttiği gibi bu eser; “dini doktrinlerin, münzevi yapılanmanın ve derviş buyruklarının coşturucu gücünün bir değerlendirmesidir” (an account of the religious doctrines, monastic organization, and ecstatic powers of the dervish orders). Bu araştırmada ele aldığımız seyahatnamede olduğu gibi, Batının eksik ve yanlış değerlendirmelerinin tespiti yapan folklorist gezgin, Osmanlıdaki tasavvuf üzerine gözleme dayanan bilimsel bir araştırma yapmıştır.

63 ederek dervişlere özgü ritüellere katılan Harvey tarafından da anlatılmıştır. Harvey’in anlatımı Garnett’inki gibi farklı bir kültürü anlamlandırmaya çalışmak ya da teknik bilgiler sunmak şeklinde olmamıştır. Garnett; Sünnilik, Şiilik, Sofizm, Bektaşiler, müftüler ve şeyhler gibi konularda bilgi verirken (Bkz. 1909: 184-210), Harvey daha çok gördüklerinin kendisinde uyandırdığı duyguları ve kendi düşüncelerini şu şekilde ifade etmiştir:

Özellikle alt tabaka arasında en yaygın mezheplerden biri, Dans Eden Dervişlerdir. İnsanoğlunun kendisini Yaratana bağlanmak adına ne kadar sıra dışı yollar aradığını gördüğümüz bu manzara biraz küçük düşürücü olsa da ilginçtir. Dervişler her Salı ve Cuma günü toplanırlar, bu iki günde de merasim aynıdır. Tekke’ye ya da ibadet yerine varmamız üzerine üst katta geniş bir odaya alındık. Bir balkon, bu dairenin üç yanına bağlanıyordu ve bu kısımlar Sultan ile Türk kadınlarının kullanımı içindi. Odanın merkezinde geniş dairesel bir alan parmaklıkla çevrilir ve Dervişlere ayrılır. Az sayıda kadın ve çocuk ile birkaç Türk memur ve asker de balkonda yanımıza oturdu. Bizden başka yabancı yoktu. Yirmi kadar Derviş hızlıca geldi, uzun beyaz sakalı ile saygıdeğer bir ihtiyar olan Mollaları ya da Şeyhleri, Mekke’yi gösteren mevkiin önüne oturdu. Dervişler de yarım daire şeklinde, ayakkabısız, kollarını göğüslerinin üzerine çaprazlamış ve gözlerini tevazu ile yere dikmiş bir şekilde Mollalarının önüne oturdular. İstisnasız hepsi solgun ve bitkindi. Görünüşe bakılırsa oldukça alt sınıflara mensuplardı. Biri on üç on dört yaşlarında saf bir çocuk, öteki kör, üçüncüsü de zenciydi (1871: 41-42).

One of the most popular sects, especially amongst the lower classes, is that of the Dancing Dervishes, and it is a curious though a somewhat humiliating spectacle, to see by what extraordinary means men seek to do homage to their Creator. The Dervishes assemble every Tuesday and Friday, the ceremonial being the same on both days. On arriving at the Tekke, or place of worship, we were taken to a large room on the upper storey. A gallery ran round three sides of this apartment, portions of it being partitioned off for the use of the Sultan and of Turkish ladies. A large circular space is railed off in the centre of the room and reserved for the Dervishes. A few women and children, some Turkish officers and soldiers, were also seated in the gallery near us. No other foreigners were present besides ourselves. About twenty Dervishes speedily arrived, and their Mollah or Sheik, a venerable old man, with a long white beard, seated himself before the niche that indicated the direction of Mecca. The Dervishes stood before him in a semicircle, without shoes, their arms crossed upon their breasts,

64

and their eyes humbly cast upon the ground. They were all without exception pallid and haggard, and apparently belonged to quite the lower classes. One was a mere boy of about thirteen or fourteen, another was blind, a third was a negro (1871: 41-42).

Harvey şahit olduğu bu manzarayı detaylıca tanımlamaya devam eder. Bu etkinlik sırasında Kuran’dan cümleler okunur, Dervişler Mollaları önderliğinde yavaşça dönen adımlar atarken adımlarını tamtam ve bir tür flüttün çıkardığı müziğe (ki adı böyleyse) uydururlar, Molla yüksek sesle dua eder, kollarını kafalarının üzerine doğru açan Dervişler gözleri kapalı bir şekilde döner, mest olmuş bir zevkin içindedirler, Molla dua etmeyi bitirir ancak daire çizerek fırıl fırıl dönen figürler gitgide hızlanır. Harvey bunun harika bir görüntü olduğunu düşünür. Böylesine hızlı hareket eden bir sürü adamın görünürde kendilerinden geçmiş olması ancak hiçbirinin bir diğerine değmemesi Harvey’i bir hayli şaşırtır (Bkz. 1871: 42-43). Gösterinin sonunda Avrupalı kadınlar yorgun düşerler.

Böylesine yorucu bir inanca yardım etmekten ötürü biz de oldukça sersemlemiştik. Bereket molla başıyla selamladı ve her bir adam birden durdu, sanki hiçbir şey olmamış gibi onlar da sessizce başlarıyla selam verdi (1871: 43).

We were also becoming quite giddy from assisting at such a fatiguing religion, when, happily for us, the mollah bowed his head; in an instant each man stopped short, and bowed as quietly as if nothing had happened (1871: 43).

Harvey, Dans Eden Dervişlerden başka tesadüfen tanık olduğu diğer dervişleri “İnleyen Dervişler” (Howling Dervishes) diye tanımlar. “Masum ve mazlum bir hayat süren hayırsever Dans Eden Dervişlerin aksine İnleyen Dervişler mekruh hunharlıklarla kendilerine acı verir. Seremonileri kanunen yasaklansa da hala kendilerini iğrenç iniltilere ve çılgın eylemlere teslim ederler. Yaptıkları ibadeti hiçbir kadının doğru dürüst katkı sağlayamayacağı bir sahneye çevirirler” (1871: 44-45). Harvey’in bu konudaki anısı aşağıdaki gibidir:

Bir gün İnleyen Dervişlerin ibadetlerini icra ettiği bir Tekke’nin yakınlarından kayıkla geçerken hayal gücünün resmedebileceği en büyük ve en vahşi çığlık tarafından alıkonduk. Öyle iğrenç ve uzatmalı bir inlemeydi ki bir insan boğazından ziyade vahşi hayvanlar koleksiyonundan geliyor olmalıydı.

65

Bu zavallı fanatikler kollarını birbirlerinin omuzları üzerine koyarak ibadete başlar. Sonra bir adım geri giderler ve aniden ilerlerler. Her bir adam büyük ve vahşi bir çığlıkla ara vermeden bin kez tekrar etmesi gereken “Allah-Allah-Allahuuu!” sözüyle inler. Çehreleri mosmor olur, dudaklarından köpükler saçılır, birçoğu güçlü bir çırpınmayla yere düşer, yerden sadece zalim ve korkunç işkencelerle perişan vücutlarına acı vermek için kalkarlar (1871: 45-46).

Passing one day in a caique by a Tekke where the service of Howling Dervishes was going on, we were arrested by the most tremendous and savage yell that imagination can picture. So hideous and prolonged was the howl, that it seemed as if it must have come from a menagerie of wild beasts rather than from the throats of human beings. These miserable fanatics begin their worship by placing their arms on each other's shoulders, they then draw back a step, and advancing suddenly, each man with a tremendous and savage yell howls forth, " Allah-Allah-Allah-hoo!" which must be repeated a thousand times uninterruptedly. Their countenances become livid, the foam flies from their lips, many of them fall on the floor in strong convulsions, from which they only rise to inflict cruel and horrid tortures upon their own wretched bodies (1871: 45-46).

Yabancı seyyahların İslamiyeti değerlendirmeleri çoğunlukla İslamiyet ve Hıristiyanlığın karşılaştırması şeklinde olmuştur. İslam dininde ibadet için Hıristiyanlıkta olduğu gibi özel bir yer ya da tanrı ile insan arasında bir elçi olması zorunluluğu yoktur. Harvey’e göre “ibadetin en etkileyici olanı samimi bir müminin evde ya da yol kenarında kıldığı namazdır ancak buna rağmen herkes ibadetini camilerde icra edebilir” (22). Cami ziyaretlerinde ilk bakışta kadın figürüne rastlamayan seyyahlar dikkatli incelemelerinin ardından kadınlara ayrılan özel bölmelerde birkaç kadına rastladıklarını ifade eder ancak bu sayı erkeklere oranla oldukça azdır. Garnett, namaz rekâtlarından rükû ile secdede söylenen cümlelerin manalarını içeren detaylara kadar yer verir (Bkz. 117-118). Tüm Arapça sözcükleri İngilizceye çevirerek anlamlandırmaya çalışan Frenk kadınlar, sorgulama amacı gütmeden belli öğretileri tekrarlayan Şark kadınını eleştirirler.

İslam dini hakkında bilinen en büyük yanlışlardan biri “din ve kadın” konusudur. Batılı seyyahların önyargıları nedeniyle, Müslümanların yıllarca kadını yok sayan bir dini benimsedikleri düşünülmüştür. Oysa bu düşünce Batının önyargısı kadar Hıristiyan düşüncenin yansısından da ileri gelir. İslamiyet, Hıristiyanlık ve Yahudilikte

66 olduğu gibi kadını erkekten ayıran, ötekileştiren, eksik ya da günahkâr addeden bir anlayışa sahip değildir. Dolayısıyla her iki cins de salih ameli sağlayacak olan aynı ibadet şekillerinden sorumludur. Garnett’in de ifade ettiği gibi “tüm Müslüman kadınlar ve erkekler beş vakit namaz, oruç, hac ve hayır işleriyle mükelleftir” (1909: 129). Kuran’da salih amel işleyen müminlerin kadın ya da erkek olsun cinsiyet ayrımı gözetmeksizin mükâfatlandırılacağı ve bu durumun örnekleri vurgulanırken, Kitabı Mukaddes Havva’dan ötürü kadını insanlığın işlediği günahın kaynağı ve laneti olarak görür. Bu dine mensup erkeklerin sabah ritüelleri kadın olarak yaratılmadıklarına dair şükürleridir (Bkz. Muhammed 2002). Cennete kabulün cinsiyet değil inanç ile bağlantılı olduğunun İslam dini peygamberi Muhammed’in hadislerinden de anlaşılacağını ifade eden Garnett, Hz. Muhammed’in ölen eşi ve aynı zamanda ilk mühtedi olan Hatice’nin (Khadija) dünyada iken cennetle müjdelenen ilk insan olmasını bu duruma örnek gösterir. Bir kadın, cennette kendisi için yapılmış inciden bir sarayla mükâfatlandırılacağını ölmeden önce öğrenir. İslam âleminin kadını yok sayan ve köleleştiren bir anlayışa sahip olduğu yönündeki tüm yanlış fikirleri ortaya çıkarmak için daha fazla kanıt sunmaya niyetlenen Garnett’in hakkında bilgi verdiği ikinci kadın Ayşe’dir (A’isha). Ayşe’nin Hz. Muhammed ile evlendiğinde dokuz yaşında olduğunu belirten Garnett, Hz. Muhammed’in Ayşe’nin eğitimi için büyük zahmetlere katlandığını da ifade eder. Arap kadınları arasında en parlak ve en bilgili olan Ayşe, eşinin ölümünden sonra gerçekten inananlar tarafından “Kadın Peygamber” (Prophetess) ve “Müminlerin Anası” (Mother of the Faithful) olarak onurlandırılmıştır. “Muhammed’in ölümünden sonra din ve hukuk ile ilgili tüm sorunlarda Ayşe’ye danışılırdı” (1909: 128).

Harvey’in gezi notları tecrübelerini ve duyumları içerirken, Garnett buna ek olarak araştırmalarını sürdürmüştür. İslam dinini geçmişten yaşadığı dönem olan 19. yüzyıla kadar ele alan Garnett’in bu konuda yazdıkları ve kullandığı referanslar İslam âleminde bilinenle tutarlıklık gösterir. Garnett’e göre Müslüman ülkelerin dini kanunları, fakir kimselerin acılarını azaltarak insanlar arasında belli bir oranda eşitlik sağlamayı amaçlar. “Hıristiyanlar ‘Dünyada barış, insanlık için iyilik’ (Peace on earth and good-will among men) adına yalnızca dua ederken; bunun pratikteki öncüsü olan Muhammed, sadece ihtiyaç fazlasını fakirlere vermek konusunda değil, sahip oldukları dünyevi malın büyük bir oranını da fakirlerle paylaşmak konusunda izindeki müminleri

67 sorumlu kılmıştır” (1909: 120-121). Garnett, birçok Avrupalı yazarın İslam dinini kadını yok sayan bir din olarak ileri sürdüğünü ifade eder. Kadının ruhu olmadığından cennete kabulü de söz konusu olamaz. Ne İslami kitapların ne de dini tasavvurun bunu savunduğunu belirten Garnett, Kuran’da ve birçok metinde cinsiyet ayrımı yapılmaksızın tüm “gerçek Müslümanlar”ın (true Moslems) cennetle müjdelendiğinin açık olduğunu ifade eder (1909: 126). Bu durumun kanıtı olarak aynı sayfada 9. bölüm 72. ayet diye belirttiği Tevbe suresinin 72. ayetine yer verir. “Allah mümin erkeklere ve mümin kadınlara, ebedi olarak kalacakları, içinden ırmaklar akan cennetler ve Adn cennetlerinde çok güzel köşkler vaat etti. …” (Kuran 9/72). Garnett’in kanıt olarak gösterdiği surelerden biri de aşağıda belirtilen Ahzab Suresi’dir:

Şüphesiz Müslüman erkeklerle Müslüman kadınlar, mümin erkeklerle mümin kadınlar, itaatkâr erkeklerle itaatkâr kadınlar, doğru erkeklerle doğru kadınlar, sabreden erkeklerle sabreden kadınlar, Allah'a derinden saygı duyan erkekler, Allah'a derinden saygı duyan kadınlar, sadaka veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç tutan kadınlar, namuslarını koruyan erkeklerle namuslarını koruyan kadınlar, Allah'ı çokça anan erkeklerle çokça anan kadınlar var ya, işte onlar için Allah .﴿bağışlanma ve büyük bir mükâfat hazırlamıştır (Kuran 33/35

Verily men resigned and women resigned, and believing men and believing women, and devout men and devout women, and truthful men and truthful women, and patient men and patient women, and humble men and humble women, and almsgiving men and almsgiving women, and fasting men and fasting women, … and men who remember God much and women who remember Him-God has prepared for them forgiveness and mighty reward (Garnett 1909: 127)26.

“Türkiye’de yedi yaşına basan kız ve erkek çocuklara ibadet şekilleri öğretilir. Kuran’ın tamamını ezberlemiş olan her Müslüman’a saygın bir unvan olan hafızlık (Hafiz) unvanı verilir” (Garnett 1909: 129). Bilimsel araştırma niteliğindeki gezi notlarında sayısal verilerden yararlanan Garnett; 17. yüzyıl seyyahı olmasının yanı sıra aynı zamanda bir yazar olan Evliya Çelebi’nin (Evliya Effendi), Ankara’da kız ve erkek çocuklardan oluşan en az iki bin hafız olduğunu kayda geçirdiğini belirtir. Öznel

26 Garnett, Kur’an-ı Kerim’i detaylı bir şekilde inceleyip anlamlandırmaya çalışan bir bilim insanıdır. Surelerin İngilizcelerini okuyucu ile paylaşan folklorist gezginin tercümeleri, aslı ile tutarlıdır. (Bkz. Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Portalı, “Tevbe Suresi”). http://kuran.diyanet.gov.tr/Kuran.aspx#33:35, (03.11.2014)

68 değerlendirmelerden mümkün olduğunca kaçınan halkbilimci Garnett’e göre Evliya Çelebi’nin tuttuğu kayıt doğru ise bu durum alışılmamış bir başarı olmaktan uzaktır.

Bütün yabancı seyyahlar gibi Harvey ve Garnett’i de en çok etkilen ibadet şekli namaz olmuştur. Harvey’e göre “ibadetin en etkileyici olanı samimi bir müminin evde ya da yol kenarında kıldığı namazdır ancak buna rağmen herkes ibadetini camilerde icra edebilir” (1871: 22). Ezan; “müezzin tarafından yüksek ama müzikal bir sesle, monoton bir şekilde söylenir. Müezzin minarenin çevresinde yavaşça yürüyerek bu işi gerçekleştirir. Böylece mübarek ibadet için dünyanın her kesiminden kendisine katılma konusunda sadık olanları bir emirle çağırır” (1871: 21). Namaza çağrı yani ezan da en az namaz kadar etkileyici bulunur:

Muhammed dininin birçok uygulaması hem oldukça görkemli hem de şiirseldir. Bir yabancıyı, şehrin her minaresinden günün belli saatlerinde yankılanan sık ibadet çağrılarından daha fazla etkileyen çok az şey vardır. Kullanılan formül basit ama heyecan vericidir: “Tanrı uludur! Tanrı uludur! […]” (Harvey 1871: 21).

There is much that is both grand and poetical in many of the practices of the Mohammedan religion; and few things strike the stranger more than the frequent calls to prayer that resound at certain hours of the day from every minaret of the city. The formula used is simple, but heart-stirring: “Allah akbar! Allah akbar! Great God! [...]” (Harvey 1871: 21).

“Gündoğumunda, gün ortasında, saat üçte ve tekrar dokuzda kutsal haykırış şehrin üzerinde yeniden yankılanır. Her gerçek inanan bu ses kulaklarına ulaştığında yüzünü Mekke’ye dönerek secde eder. ‘Yüce Allah’tan başka güç, kudret yoktur’ diye haykırır” (Harvey 1871: 22). Camideki bir ibadete katılan Harvey gördüğü muhteşem sadeliği oldukça etkileyici bulur. Öğlen vakti bildirildiğinde, İmam Mekke’nin göstergesi olan Mihrap denen küçük bir hücrenin önünde yerini alır ve yüksek bir sesle “Allahu ekber! Allahu ekber” diye beyan eder. Cemaat doğrulur ve aynı kelimelerde karşılık verir. Haykırış, geniş bir açıklık boyunca bir o yana bir bu yana vuran güçlü bir dalgaya benzer. Sonra herkes gözlerini âcizane yere çevirir çünkü İmam (Imaun) Fatiha’yı ya da İsa’nın Öğrettiği Dua27 yı (Lord’s Prayer) ezberden okur. (Bkz. 1871:

27 İngilizcede Lord’s Prayer diye bilinen dua, Türkçeye “İsa’nın Öğrettiği Dua” ya da “Rabbin Duası” olarak çevrilebilir. Bu dua Hıristiyanlığın temel duası olarak kabul edildiğinden, Kuran’ın ilk suresi olan

69

23-24). Harvey bu bölümde Fatiha suresini İngilizceye çevirmiştir. İbadetin devamı seyyah tarafından aşağıdaki gibi tasvir edilir:

Sonra cemaat Allah’ın gücü ve kudreti karşısında defalarca secde eder. Kuran’dan bir bölüm okunur ve ardından ibadet edenlerin katıldığı başka bir dua ile daha fazla secde edilir. İmam yüksek bir sesle herkesi kendi özel dualarını etmeye çağırır. Bunun sonucu olarak ortaya çıkan dinsel sessizlik ve muhteşem sükûn en etkileyici olandır (1871: 24).

The congregation then prostrate themselves repeatedly in acknowledgment of the Almighty's power and might. A chapter of the Koran is read, followed by more prostrations, with another prayer in which the worshippers join. Then the Imaun calls out in a loud voice that each man is to make his private prayer, and the solemn silence and perfect quiet that ensues is most impressive (1871: 24).

Eskiden Müslümanların mağlup ettikleri milletleri kendi dinlerine zorlama konusunda zalim ve bağnaz olduğunu belirten Harvey, bugünün Türkleri diye adlandırdığı 19. yüzyıl Türklerin fazlasıyla hoşgörülü olduğunu ifade eder. Türkler; tüm Hıristiyanlık mezheplerinden iğrenen Suriye ve Anadolu Müslümanlarından farklı olarak, İstanbul çevresinde Protestan, Katolik ve Yunan tapınaklarının inşa edilmesine zorluk çıkarmadan izin verirler (Bkz. 1871: 40).

3.3. AİLE

Osmanlı İmparatorluğunda sıklıkla görülen geniş aile yapısının temelinde büyüklere ve anneye duyulan saygı vardır. Yaşlılar yalnız bir hayata terk edilmemenin yanı sıra her zaman baş tacı edilir. Ailenin bir parçası olan köleler, evdeki nüfus yoğunluğunun en önemli sebeplerindendir. Hanelerde yıllarca bilinenin aksine çoğunlukla tek bir hanım vardır ancak korunaklı aile yaşantısının içine giremeyip dışarıdan yorumlayan birçok Batılı erkek seyyah, evden çıkan kalabalığı çokeşlilik

Fatiha ile aynı fonksiyona sahip olduğu düşünülebilir. İngiliz gezgin Harvey’in söyleminden bu duaları eşdeğer gördüğü anlaşılmaktadır. “İsa’nın Öğrettiği Dua”, Luka İncili’nin 11. Bölümünde yer alır: “İsa bir yerde dua ediyordu. Duasını bitirince öğrencilerinden biri O'na, «Rab» dedi, «Yahya'nın kendi öğrencilerine öğrettiği gibi sen de bize dua etmesini öğret.» İsa onlara dedi ki, «Dua ettiğiniz zaman şöyle deyin: ‘Baba, adın kutsal kılınsın. Egemenliğin gelsin. Her gün bize gündelik ekmeğimizi ver. Günahlarımızı bağışla. Çünkü biz de bize karşı suç işleyen herkesi bağışlıyoruz. Ayartılmamıza izin verme.'»” (Bkz. Kutsal Kitap, Yeni Antlaşma, Luka, 11/25). http://www.kutsal-kitap.net/bible/tr/index.php?id=1535&mc=2&sc=1531#top, (04.08.2013).

70 olarak yorumlamıştır. Hanımlarının yanından ayrılmayan köle çocukların dahi erkeğin eşleri olduğu kurgulanmıştır. Bu sanrıların yanlışlığı, diğer birçok kadın seyyah gibi Harvey ve Garnett tarafından da fark edilmiştir. Harvey’in ifadesine göre, zevceler pahalı ve lüks eşyalara sahiptir. Her bir kadının maiyetinin ve binek arabalarının yanında ayrı bir düzeninin olması kuraldır (1871: 70). Bu şartlarda birden çok eşin ihtiyaçlarını karşılamak, evlenirken dahi masrafları karşılamakta zorluk çeken erkek için çoğunlukla imkânsızdır.

“Türkiye’de evlilik dini bir tören değildir. Her iki tarafın da çok önemsiz meselelerden ötürü feshedebileceği salt medeni bir anlaşmadır ancak halk böyle ayrılıkları utanç verici ilan eder ve kişiler ciddi nedenler olmadıkça bu yola nadiren başvurur” (Harvey 1871: 70). Garnett, evlilik akdinin gerçekleşmesi için en az iki şahidin olmasını gerektiğini belirtir. Düğün töreni gelinin baba evindeki selamlıkta gerçekleşir ve boşanma durumunda geline ödenecek olan tutar, nikâh (nekyah) bedeli olarak görüşülerek resmi bir karara bağlanır. Sözleşme hazırlanır ve damadın söz konusu kız ile evlenmek istediğini üç kez beyan etmesiyle onaylanır. İmam (Imam) hukuki ehliyeti sayesinde kızın babasıyla birlikte kadınlar dairesinin iletişim kapısına doğru ilerler. Gelin ve arkadaşları kapının arkasında toplanmıştır. Önerilen nikâh bedeli açıklandıktan sonra İmam kıza evliliğe rızası olup olmadığını sorar. Üç kez sorulan soruya üç kez olumlu cevap verildikten sonra İmam selamlığa döner ve sözleşme resmi olarak imzalanıp onaylanır. Artık taraflar kanunen karı kocadır (Bkz. Garnett 1909: 240). Aileye hayatında tam yetki mekanizması olduğunu bildiğimiz kadınlar28 evliliği dini değil medeni bir sözleşme olarak gören İslam hukukunca korunup gözetilir. Osmanlı adalet sistemi, İngiliz kanunları gibi evlenen kadını yok saymaz. Eşinden bağımsız bir birey olarak görülen kadınlar, evlenmeden önce (nikâh bedeli ya da mihr) ve evlendikten sonra (kendi mal varlıklarının kontrolü) maddi zorluk çekmelerinin önüne geçmek için çeşitli uygulamalarla koruma altına alınır.

Evlilik boşanma ile sonuçlanacaksa; erkek, üçüncü bir şahsın huzurunda evliliğinin ‘hükümsüz / boş’ (void) olduğunu bildirerek karısını bırakabilir ama bu durumda karısının sahip olduğu tüm mal varlığından vazgeçmek zorundadır. Kadın ise

28 Konu; çalışmanın birinci bölümünde “Büyüğe ve Kadına Saygı”, ikinci bölümünde ise “Kadınlar” başlığıyla ele alınmıştır.

71 ancak kadı huzuruna çıkıp tüm çeyizinden ve mal varlığından feragat ettiğini beyan ederek özgülüğünü talep eder. Eğer çocuk varsa ve anne de bu yolu seçerse kız çocukları yedi yaşına kadar anne ile kalabilir. Aksi için özel bir düzenleme yapılmadıkça çocuklar yedi yaşından sonra baba evine geri döner (Harvey 1871: 70-71). Osmanlı kadınları hakkında geniş bir araştırma yapan Sancar; erkek çocuklarının yedi yaşına kadar, kız çocuklarının ise evlenene kadar annelerinde kaldığını belirtir. Erkekler, çocuk bakımı için mahkemece belirlenen meblağın ödenmesinden yasal olarak sorumludur (2011: 160).

Çalışmanın ikinci bölümünü oluşturan “Kadınlar” ve “Çocuklar” konularında da işlendiği üzere Osmanlıda aile hayatı tüm bireylerin haklarının gözetildiği bir sistem üzerine kurulmuştur. Geleneklerin ön planda tutulduğu bu sistemde kadınlara ait alanın en yaşlı üyesi olan kayınvalide, gelininden sonsuz saygı görür. Çocuklar arasında da bu kural geçerlidir. Ailenin en büyük çocuğu kız ya da erkek olsun öncelikli söz sahibidir. Tüm aile bireyleri arasında sevgi ve saygı bütünlüğünden oluşan bir yapı göze çarpar.

3.4. EĞİTİM

Osmanlı Devleti’nin eğitim sistemi, Batının ötekileştirerek aktardığı konulardan biridir. “Kadınlar başta olmak üzere bireylerin cahil olmaları, yenilikçi davranmamaları ve İslami geleneğin eğitim önünde büyük bir engel teşkil ettiği”, Frenk algısının oluşturduğu başlıca imgelerdir. Halkbilimci seyyah Garnett’in söyleminden de anlaşılacağı üzere Batı dünyasında Osmanlı eğitim sistemine karşı negatif yönde bir alımlama mevcuttur. Üst sınıfa mensup Osmanlılar ile ilk kez bağlantı kuran yabancılar, böylesine yüksek bir eğitim ve kültür seviyesine erişmiş kadınlar ile erkeklere rastladıklarına sık sık şaşırırlar. Resmi çevrelerde erkeklerin çoğunluğu İngilizce konuşmuyorsa en azından Fransızca konuşur ve birçoğu da okur (Bkz. 1909: 160). Garnett’e göre, her büyük Osmanlı kasabasında, buna tekabül eden bir Batı taşrasında karşılaşılacağından yabancı dili iyi bilen daha çok insan bulunması muhtemeldir. Objektif bir üslupla kaleme alınan gezi yazısı, genel olarak Sultan’ın Müslüman halkı arasında belirli bir oranda yüksek bir eğitim öğretim seviyesinin var olduğunun sanılmaması gerektiğini de içerir. Seyahatnamesini uzun çalışmaların sonunda ortaya

72 koyan Garnett; mevcut yöntemler hakkında yapılan gelişigüzel bir araştırmadan bile açıkça anlaşılacağı üzere, Türk insanının en acil ihtiyaçlarından birinin daha az eski olan bir temel eğitim sisteminin kurulması olduğunu ifade eder. “Türkiye’de diğer alanlarda olduğu gibi eğitim alanında da başa baş giden iki ayrı sistem mevcuttur. Eski sistem fetih zamanı kurulmuştur ve tüm Müslüman ülkelerde müşterektir. Modern sistem ise 19. yüzyılın ilk yarısında başlamıştır ve son kırk yılda fazlasıyla gelişmiştir” (Garnett 1909: 160). Eski sisteme ait eğitim kurumlarından Mahalle mekteplerini (Mahallah Mektebs) papaz okulları, medreseleri (Medressehs) ise cami yüksekokulları (Mosque Colleges) diye açıklayan Garnett, her ikisinin de cami fonları tarafından desteklendiğini ifade eder. Halkbilimci gezginin gözlemiyle şekillenen ilköğretimdeki eğitim durumu aşağıda tasvir edilmiştir:

Şuan çok eskide kalmasına rağmen muhtemelen Avrupa’nın hiçbir ülkesinde ilköğretim Türkiye’deki gibi erken bir tarihte sağlanmaz ve fakir ailelere çocuklarının bundan yararlanmalarına izin vermeleri için o kadar çok teşvik sunulmaz. Mektepler, sekiz yaşın üzerindeki tüm çocuklara temel eğitim verir. Bu eğitim için bazen sembolik olarak yıllık ücret ödenir. Daha iyi gelir bağlanan okulların birkaçında her bir öğrenciye bir yılda iki takım elbise alma hakkı tanınırken, diğerlerinde dini bütün hayır sahiplerinin bağışları fazladan bedava yemek ve cep harçlığı sağlar. Hocalar yani bu mahalle mekteplerinin öğretmenleri aynı zamanda bağlı bulundukları camilerin görevlileridir ve temel okuma yazma dersleri son yıllarda müfredata eklenmesine rağmen verdikleri dersler esas olarak dini mahiyettedir. Hasır zemin üzerine sırayla çömelen öğrenciler yer yer kitaplardan öğrenir ama en çok alçak sırada bağdaş kurarak oturan Hoca; öğrencilere devamlı Arapça kullanılan Kuran’ın öğretilerini yorumlarken, hep bir ağızdan ezbere söyleyerek öğrenirler. Bu durum çocuk zihnine doğal olarak bir hayli zorluk çıkarır. Dikkatsiz öğrenciler ağır bir bedensel ceza alır. Ayak bileklerinden birini bağlayan bir çeşit ayak bağı olan falaka ile daha da rezil edilirler (Garnett 1909: 161).

Though now left so far behind, there is perhaps no country in Europe in which primary education was provided for at so early a date as in Turkey, and so many inducements held out to poor parents to allow their children to participate in its benefits. The Mektebs afford primary instruction to children of both sexes over eight years of age, for which a nominal annual fee is sometimes paid, though at some of the better endowed parish schools each pupil is entitled to receive two suits of clothing a year, while at others the benefactions of pious donors provide in addition free meals and pocket-money. The Hodjas, or masters of these parish schools, are at the same time functionaries of the mosques to which they are attached, and

73

the instruction given by them is chiefly of a religious character, though elementary lessons in reading and writing have of late years been added to the curriculum. Squatting in rows on the matted floor, the children learn partly from their books, but chiefly by rote, reciting the lesson in unison, while the Hodja, who sits cross-legged at a low desk, expounds to them the doctrines of the Koran which, being invariably used in Arabic, naturally present considerable difficulties to the infant mind. Inattentive pupils receive severe corporal punishment, and are further disgraced by having also the felakka, a kind of hobble, attached to one of their ankles (161).

Garnett eski dönemlerde Türkiye’nin Müslüman nüfusunun Ulema yani bilgin sınıf ve okumamış sınıf diye ikiye ayrıldığını belirtir. Ulema sınıfına mensup olan kişiler sadece Medreselerden mezun olanlardır. Bu kişiler dini dogma yorumcuları olmalarının yanı sıra ülke kanunu yönetirler. Garnett bu durumu hukuk sistemi içerisinde laik bir sistem olmaması şeklinde yorumlamıştır. Yasal yönetimdeki değişikler nedeniyle bu dini okullar eski önemini kaybeder ve mevcut mezunlar daha çok Ulema sınıfının kalıcı üyeleri, cami görevlisi, Medrese öğretmeni ya da Şeyhülislam’ın (Sheikh-ul-Islam) başkanlık ettiği Şer’i Mahkemelerde avukat olmayı arzulayanlardan oluşur (Bkz. 1909: 162).

Tüm dünyada Ortaçağ eğitimi büyük ölçüde dine dayalı bir sistem üzerine kurulmuştur. Batı’da Hıristiyanlık’ın, Doğu’da ise İslamiyet’in temel alınarak yapılandırıldığı bir eğitim sistemi mevcuttur. Garnett de Medreseleri bazı açılardan Kıta Avrupa’sı Üniversitelerine benzetir. Ortaçağda meydana gelen Medreseler de varlıklarını önceki yüzyılların Sultan ve asilzadelerine borçludur. Onların bağışları sayesinde eğitim ve hayır kurumları kurulmuş, dersler daha çok camide verilmiştir. Ancak bu dini kurumların çoğunluğunun geliri yönetimdeki değişiklikler sebebiyle büyük oranda azalmıştır. Eskiden öğrencilerin her zaman faydalandıkları bedava konaklama, okul mutfağından yiyecek ve lamba yağı, artık sadece özel günlerde sağlanan bedava kaynaklar haline gelmiştir ve hatta bu tarihi binaların birçoğu harabe olmaktan güç bela kurtarılabilmiştir. Öğrencilerin kaldığı yer, genellikle avluyu çevreleyen dikdörtgen bir yapı şeklinde inşa edilir ve çoğunlukla birkaç genç çalıştıkları, uyudukları ve kendi kanaatkâr yemeklerini yaptıkları tek bir dairede otururlar. Bu genç öğrencilerin birçoğu çok fakirdir ancak neyse ki Türkiye’de hayat hala (19. yy.) ucuzdur (Bkz. Garnett 1909: 162-163).

74

18. yy. sonu ile 20. yy. başını kapsayan süreçteki eğitim sistemi, temelde teoloji ve dil olmak üzere iki ana başlık altında sınıflandırılır. Teoloji; Kuran bilgisi, İslam Hukuku, Yorumlarıyla Hadisler/Gelenekler derslerini içerirken, Dil; gramer, retorik, şiir sanatı ve kaligrafiyi kapsar. Garnett, bahse konu dönemde başkent medreselerinde ikamet eden Sofuların (Softas) sayısının altı bin civarında olduğunu ifade eder. Çoğu oldukça fakirdir. Eski İkonuyum olan Konya (Konieh) gibi büyük dini merkezlerde de çok fazla sofu vardır. Dini kurumların gelirlerinin azalması, medreselerdeki birçok öğrencinin Ramazan ayı boyunca taşralara ve köylere tur düzenlemesine sebep olmuştur. Öğrenciler gittikleri yerlerde vaazlar vererek ya da camilerde özel görevler yaparak bir fon elde ederler. Ücretler ve yardımlardan oluşan bu fonla mütevazı üniversite yaşamlarına geri dönebilirler. Kıt kanaat geçinen öğrenciler eğitim hayatlarını sürdürmek için büyük çaba sarf etmiştir. Gezi notlarını bilimsel araştırmalarla temellendirmeye amaçlayan Garnett, Cami Okulları ve Üniversiteleri diye tanımladığı mahalle mektepleri ile medreselerde verilen eğitimin bahsi geçen zamanda (18.-19. yy.) oldukça sınırlı ve muhafazakâr olduğunu ifade eder. Bu sistem Osmanlı İmparatorluğu’nun ilmen ilerlemesine zar zor katkıda bulunabilir. Medreselerle ilgili kronolojik bir araştırma yapmış olan gezgin, 19. yüzyılda sınırlı bir müfredata sahip olan medreselerin (Medressehs) eskiden önemli öğrenim merkezleri olduğunu belirtir. Önceden sadece teoloji eğitimi değil mevcut tüm alanlardaki eğitimler medreselerde sağlanırdı. Buralardan birçok şair, tarihçi ve filozof çıktığını ifade eden Garnett, Türkiye’nin bu kişilerin edebi ünleriyle haklı olarak övünebildiğini ifade eder. “Çok az Avrupalı Türk halkının iddia edebildiği edebi zenginlikten haberdardır ve yine çok azı Osmanlı egemenliğinin asırlar boyunca hüküm sürdüğü ileri kültür seviyesi hakkında bir fikre sahiptir” (1909: 164). “Osmanlı Hanedanı’nın otuz dört sultanından en az yirmi biri edebiyatçı, kalan on biri de şairdir” (1909: 165). İncelemesinde sayısal verilere başvuran Garnett, bu kayıtın bütün Avrupa hanedanlığının yıllıklarında emsalsiz olduğunu kendinden emin bir şekilde belirtir. Garnett; Cem Şah (Djem Shah), Orhan (Orchan), Mevlana Celaleddin (Jelalu’d Din), Fatih Sultan Mehmet (Mohammed II.), Kanunu Sultan Süleyman (Suleyman “The Magnificent”), Baki, Fazlı, Nedim, Şeyh Galip (Ghalip), vakanüvis Raşit (Rashid) ve dilbilimci Asım gibi birçok önemli ismin ilmi hakkında bilgi verir (Bkz. 1909: 165-175). Türk dilinin zengin ve ahenkli olduğunu

75 söyleyen Harvey, bu dilin şiir sanatına oldukça iyi uyan çeşitli ifadeler açısından yetkin olduğunu belirtir. “Ara sıra duyduğumuz ezberden okunan kıtalardaki ritim, kulağa fazlasıyla hitap ediyordu” (1871: 19). Türk dilinin gelişimi Garnett tarafından aşağıdaki gibi ifade edilmiştir:

Çağdaş medeniyetin ihtiyaçlarını ifade etmek için diğer dillerden binlerce kelime alındı ya da uyarlandı ve böylece dil çok fazla zenginleşti, sadeleşti ve çağdaşlaştı. Şimdilerde (19. yy. sonu) Türkiye’de çok sayıda roman, bilimsel kitap ve süreli yayın basılır ve bunların Batı Avrupa’daki çağdaş ürünler ile bir hayli eşdeğer olduğu söylenebilir (1909: 173).

Thousands of new words have during this period been adopted, or adapted, from other languages to express the wants of modern civilization; and the language has been thereby so much enriched, simplified, and modernized, that many of the numerous novels, scientific books, and periodicals which are now published in Turkish may be said to be quite on a par with similar contemporary productions in Western Europe (1909: 173).

Osmanlı İmparatorluğu’ndaki eğitim sistemi ve insanların kültürel seviyesinden övgüyle bahseden Garnett, Türk yazarlarının uzun ve ışıldayan listesinde kadın isimlerinin de olduğunu ifade eder. İngiliz gezgin; Kınalızade29’nin (Kimali Zade) 16. yüzyılda kaleme aldığı eserinde, en eski Türk kadın şair yetenekli Zeyneb’i mecazi Doğu dilinde şöyle övdüğünü alıntılamıştır:

Bu gelinin öğrenme ve manzum kabiliyeti hicap peçesiyle ya da esrar perdesiyle örtülüp gizlenmez lakin güzelliğindeki pembelik ve alımlılığındaki yumuşak tüy ile ben dünyaca seyredilip hayranlık uyandırır. Bunlar, her kadının ve her erkeğin bakışıyla muhatap olur (Alıntılayan: Garnett 1909: 174).

The learning and poetic talent of this Bride are not covered and concealed by the curtain of secrecy and the veil of bashfulness; but the rosiness of her beauty, and the down and mole of her comeliness are beheld and admired by the world, and are the object of the gaze of every man and woman (174).

29 Garnett’in bahsettiği Kınalızade’nin Kınalızade Hasan Çelebi olması kuvvetle muhtemeldir. Kınalızade Hasan Çelebi, 16.yy.ın önemli tezkire yazarlarından birisidir. 1546-47’de Bursa’da doğmuştur. Önemli memuriyetlerde bulunan ve aydın bir kimse olan Kazasker Ali (Alaeddin) Çelebi’nin oğludur. Büyük dedesi Abdülkadir Hamidî Çelebi sakalına kına yaktığı için bu aile Kınalızâdeler diye meşhur olmuştur (Bkz. Halil Çeltik, “Halep’te Kınalızade Hasan Çelebi’nin Şairler Meclisi”, Gazi Türkiyat, 2007, S. 1, s. 139).

76

Garnett’in incelemelerinden öğrendiğimize göre bir başka tezkire yazarı Latifi de Zeyneb’ten “olağanüstü bir kadın” (an exceptional woman) diye bahsederek eğitimli adamların bu kadının kavrama gücüne hayret ettiklerini belirtir. Diğer Klasik Dönem Osmanlı kadın şairleri mahlas kullanarak kimliklerini gizlemişlerdir.30 Batı edebiyatında da kadın yazarların sıklıkla takma isim kullanarak eser verdikleri düşünülürse, kadınların büyük çoğunluğu dünyanın ataerkil imajından çekinerek bu sürece geç dâhil olmak durumunda kalmıştır. Mihri (Aşk Çiçeği), Sıdkı (Sidqi) (Safvet-i Kalp) ve Fitnet (Huzursuzluk), sırasıyla Hibetullah Sultan (Hibetulla Sultana), Fatih Sultan Mehmet’in kız kardeşi ve Leyla Hanım tarafından kullanılan mahlaslardır. Bu gibi gerçeklikler; “Tarifsiz Türkler” (Unspeakable Turks) söz konusu olduğunda bile, erkeklerin her dönemde kadınların yalnızca yeteneklerini tanıma ve takdir etme değil aynı zamanda yüksek öğrenim için samimi bir arzunun ifşa edildiği herhangi bir zamanda, daha iyi bir eğitim için kadınlara her türlü olanağı “istemeyerek de olsa verme” (concede) gönüllüğünü kanıtlamaya kesinlikle katkı sağlıyor (Garnett 1909: 175). Garnett’in bu ifadesi psikanaliz yöntemle31 söylem analizine tabii tutulduğunda, hiciv sanatını ustaca kullanarak mevcut düzeni eleştirdiği göze çarpar. Diğer seyyahlarla kıyaslandığında Türkler hakkında oldukça olumlu ve tarafsız bir yoruma sahip olan Garnett, olumsuz anlam içeren “Tarifsiz Türkler” tabirini tırnak işareti içinde kullanarak, bu düşüncenin özünde kendisine ait olmadığını vurgulamıştır. Eğitimi talep eden kadınlar aslında kendi çabalarıyla buna ulaşmışlardır. Erkekler bu isteklilik karşısında istemeyerek de olsa kadınların eğitimine rıza göstermişlerdir. Garnett’in bu söylemi dünya üzerindeki ataerkil düzene bir tepki niteliğinde olup, Türkleri ya da başka bir toplumu savunma

30 “[…] Osmanlıların uzun bir edebiyat ve sanat geleneğine dayanan eski bir yüksek kültüre sahip oldukları açıktır. Ama kadınların Osmanlı kültürüne yaptığı katkı iki nedenden ötürü unutulup gitmiştir. Bir kere, Avrupalılarınki dâhil bütün ataerkil kültürler, kadınların başarılarını şu ya da bu biçimde toplumun bilincinden kazıma eğilimindedirler. Öte yandan, örneğin Delacroix gibi 19. yüzyıl ressamlarında da izlenebilen ‘egzotik Doğu’ hayali içinde özgül bir kadın imgesi de yer almaktadır. Bu olumsuz bir imgedir ve kadın düşmanı bir bakış açısının sonucudur, ama özellikle bilimselliği ‘kendinden menkul’ çevrelerde de uzun süre geçerli olmuştur. Buna göre kadın, çevresine erotik duygular yayması dışında hakkında söylenecek pek bir şey olmayan, edilgen bir varlıktır. Erkeğin, ya da isterseniz siz bunu bilim adamının diye alın, röntgenci kafa yapısı bu erotik yönü abartmaktan ve ‘edilgen Doğulu kadın’ı yabancı bir kültürün simgesi gibi görmekten haz duymaktadır. Bu simgeye yüklenen anlama göre dişi olarak kabul edilen Yakındoğu toplumu, dışarıdaki birisi tarafından, tabii ki bu birisi erkektir, belirlenebilecek pasif bir varlık olarak kendini hizmete sunmaktadır. Oysa sanat alanında da kendini gösteren etkin kadınlar bu tabloya uymaz. Tarihçiler, özellikle de kadın tarihçiler bu klişelerin salt hayal ürünü olduğunu yazdıklarıyla birçok kez ortaya koydular” (Faroqhi, a.g.e., s. 136-137). 31 “Yazarın psikolojik yapısını incelemek isteyen bir araştırmacı, öncelikle yazarın ele aldığı konulara, kahramanlara ve yazarın kullandığı sözcük gruplarına dikkat edecektir. […] sözcükler yazarın gizli dünyasına bizi götürecek ilk işaretlerdir. Seçilen her imge ve sözcük grupları yazarın geçmiş deneyimleri ile birebir ilgilidir” (Ulağlı, a.g.e., s. 115). Sigmund Freud’a göre eser, yazarın bilinçaltının bir ürünüdür.

77 niteliğinde değildir. Yazarın bilinçaltının nadiren açığa çıktığı konulardan biri olan bu durumun, hemcinsleri gibi kendisinin de haklarına gereği gibi ulaşamamasından ve sürekli mücadele içinde olmasından kaynaklandığı düşünülmektedir.

Kız çocukları ile erkek çocukları aynı eğitime tabii tutulurken, kadınların eğitimi erkeklerin eğitiminden ayrı tutulur. Garnett’e göre kadın eğitimi bölümünde yakın gelecekte büyük bir ilerleme beklenebilir. Sultan hazretlerinin himayelerinde kuruluş aşamasında olan kızlar için bir imparatorluk lisesinden bahseden Garnett, Sultan’ın tam bir eğitim destekçisi olduğunu ifade eder. Sultan; Kandilli32’ye yalnızca bakanlardan, milletvekillerinden ve ünlü pedagoglardan oluşan İdare Komitesinin tasarrufunda bir saray koymamıştır. Sarayın bütün eşya ve teçhizat giderlerini de cömertçe ödemiştir. “Danışma Konseyi Türk kadınlarından oluşturulacaktır. Sultan, kızı Naile Sultan’ın Konsey Başkanı olarak görevlendirilmesi hususundaki arzusunu ifade etmiştir” (1909: 180).

Garnett, harem sistemindeki doğal yapının on iki yaşın üzerindeki kızların okula devam etmesini engellediğini belirtir. Peçe takma yaşının da bu çağa denk geldiği düşünülürse on iki yaşın üzerindeki kız çocuklarının toplumsal hayatta kadın olarak algılandığı açıktır. Kızlar, annelerinin kanatları altında ya da olgunluk çağındaki bir kadının refakatinde olmadan yurt dışına gidemezler. Birçok seyyah bu durumu İslam dini ile bağdaştırırken, Garnett’e göre sebep gelenektir. Konuları geniş çapta ele almaya çalışan Garnett, kadınların refahı ve entelektüel gelişimi için birçok düzenlemenin de mevcut olduğunu ifade eder. Daha iyi sınıfa mensup hatırı sayılır sayıda Türk kızı, son

32 Kandilli’deki bu saray Adile Sultan Sarayı ismiyle anılmakta olup, bugünkü Kandilli Kız Anadolu Lisesi’nin temelini oluşturmaktadır. Saray, şair Adile Sultan tarafından kız okulu olması istemiyle Meclis-i Kebir-i Maarife yani bugünkü Milli Eğitim Bakanlığına bağışlanmıştır. 1986 yılında yangından zarar görmüş, eğitim için saray yakınlarında başka bir binaya taşınılmıştır. Restore edilen saray, günümüzde Kültür Merkezi olarak varlığını sürdürmektedir. Garnett’in, seyahatnamesinde Adile Sultan yerine Naile Sultan’ın ismi geçer. Garnett’in ifadesinden bahse konu sarayın Naile Sultan’ın babası olan II. Abdülhamid (1842-1918) tarafından yaptırıldığı anlaşılır oysa bugünkü Üsküdar Kandilli Kız Anadolu Lisesi’nin temelini oluşturan saray, Sultan Abdülaziz (1830-1876) tarafından kız kardeşi Adile Sultan için yaptırılmıştır. Adile Sultan gibi eğitimli bir padişah kızı olan Naile Sultan’ın adını taşıyan başka bir koru mevcuttur. Naile Sultan Korusu da eğitim alanında kullanılmak üzere bir süre devlete bırakılsa da şuanda özel mülktür. Avrupa Yakası’nda bulunan koru, konum itibariyle de Kandilli’ye uzaktır. Garnett muhtemelen bu iki farklı (hanım) sultanın isimlerini karıştırmaktadır. (Bkz. TAS İstanbul, “Kandilli Adile Sultan Sarayı ve Ortaköy Fatma Naile Sultan Yalısı”). http://www.tas-istanbul.com/index.php/dersaadet/saraylar/item/5759-kandilli-adile-sultan- saray%C4%B1, (12.06.2013)

78 yarım asırdır yabancı mürebbiyeler tarafından evde eğitilir. Bu kızlar Avrupa dillerini, çeşitli hünerleri ve genel kültürü öğrenir. Tüm şehirlerde ve büyük kasabalarda orta sınıfa mensup kızlar için katılımı yüksek gündüz okulları mevcuttur. İstatistiklere göre, ilkokul düzeyindeki mahalle mekteplerinde erkekler kadar çok sayıda kız da ders alır (Bkz. 1909: 180). İngiltere’deki Mürebbiye Dönemi; oldukça donanımlı İngiliz kadınlara yapacak daha iyi bir iş imkânı sağlanmaması açısından, 19. yüzyılda yazılan birçok feminist romana da konusu olmuştur. Bu durum Batı’daki sistemin Doğu’dakinden pek de farklı olmadığını gösterir. Ataerkil dünya görüşü kadınların eğitimini özgürlükleri oranında sınırlamıştır.

Kadınların eğitim durumu Harvey ve Garnett’in fikir ayrılığına düştüğü başlıca meseledir. Kadınların erkeklerden ayrı bir hayat sürmesine karşı olan Harvey bu durumun her iki cins için de zararlı olacağını daha önce belirtmişti. Böyle bir sistem içinde kadınların eğitimi için tek yol elbette özel ders olacaktır. Mürebbiye temininin çok sınırlı olmasının yanı sıra bu öğretmenlerin yetenekleri de genelde çok vasattır. Harvey, çok üst sınıftan aileler olmadıkça çok az Arapça okuyabilen ancak anlayamayan bu kadınları eleştirir. Kuran, iş yapma, örgü, Fransızcaya ve müziğe hafif bir aşinalık; kız çocukları için fazlasıyla yeterli bilgiler olarak düşünülür (Bkz. 1871: 20). Türk kadınının doğasındaki çekingenlik, sosyal gelişimleri ve eğitimleri önündeki en büyük engellerden biri olarak görülmüştür. Seyyah bu konuyla ilgili olarak şunları söyler:

Türkiye’de gelişmeler uzun adımlarla ilerlemese de yavaşça bir ilerleme kesinlikle sürüyor. Üstelik başka alanlarda da iyi eğitilmiş birçok Türk, şuanda İtalyanca, İngilizce ve Fransızcayı çok akıcı bir şekilde konuşur. Yurt dışında bulunan çok azı dışında çoğu kadın yabancı bir dil konuşmaya cesaret edemeyecek kadar utangaç olsa da bazıları bu dilleri öğrenmeye başlıyor (1871: 19-20).

Though improvements do not march on in Turkey with giant strides, still progress is being made surely, though slowly; and many of the Turks, besides being well educated in other respects, now speak Italian, English, and French with much fluency. Some of the ladies, also, are beginning to learn these languages, although most of them, excepting those very few who have been abroad, are too shy to venture to speak in a foreign tongue (1871: 19-20).

79

Bu olumsuzlukların ardından Sultan’ın annesi Valide Sultan’ın nüfuzuna hayran kaldığını belirten Harvey, bu kadının çok seçkin olduğunu ve eğitimi desteklemek açısından çok iyi işler yaptığını ifade eder. Diğer muhteşem çalışmaların yanında devlet dairelerinin genç adaylarının eğitimi için bir yüksekokul kurmuştur. “Constantinople’de (İstanbul) şuanda iyi katılım sağlanan ve oldukça ilgilenilen tıp, denizcilik ve ziraat okulları vardır” (1781: 20). Harvey’in İstanbul’dan hala Konstantinopolis diye bahsetmesi gizli Oryantalizmin yansısı olmasının yanı sıra, yazarın bilinçaltının da bir ifadesidir. Yıllarca Batı imparatorluklarına başkentlik yapmış olan dünyanın en eski şehirlerinden olan İstanbul’a özlem duyan yazar, buranın bir Doğu kenti olduğunu kabullenmek istemez. Bu durum “siyasal imge”33 örneğidir.

Garnett, Türk eğitim sistemi hakkında başlangıçtan son aşamaya kadar oldukça detaylı bir bilgi verir. Rüştiye, İdadiye, Askeri Okullar, Deniz Yüksekokulu, Sağlık Yüksekokulu, Fransa ve Almanya’daki eğitim kurumlarının model alındığı yüksekokullar ile birçok sivil okulun yapısından bahseder. “Eğitim kadrosunun birkaç nitelikli Alman öğretmeni içerdiği, 1200 öğrenciyi tıbbi mesleğe hazırlayan İstanbul’daki tıp fakülteleri ırk ya da mezhep ayrımı yapmaksızın tüm Osmanlı halkına açıktır” (1909: 178). Üniversiteler genellikle hevesli öğrencilerle dolup taşar. Eğitim altı yıl sürer ve dönem sonunda en parlak öğrenciler Fransa ya da Almanya’ya gönderilir. Bunların yanında saray sistemi altındaki eğitimin tamamen felçli olduğunu belirten Garnett; birçok edebiyatçının sürgüne gönderildiğini, basım ve yayım ofislerinin kapatıldığını, gazete ve süreli yayınların yasaklandığını da ekler ancak Garnett’in ifadesiyle haber kıtlığı besbelli buna duyulan arzuyla dengelenmiştir. Anayasa ilanının sabahında yalnızca yasaklı gazeteler dirilmemiş aynı zamanda birkaç yeni dergi de başkentte ve başka yerlerde çıkmıştır. Nesnel söylem tarzını benimseyen Garnett, Serbesti (Özgürlük) ve Sabah gazetelerini bu dönemin örnekleri olarak belirtir (Bkz. 1909: 179).

33 “Toplumlar birbirlerini algılama ve kimliklendirme aşamasında, siyasal ve tarihsel olguların etkilerinde kalırlar. Bu etki, öteki olarak gördüğü, diğer bir kültürü veya ulusu tanımlarken, bir ötekilik stratejisi ve ideolojisi oluşturur. Ötekileşme süreci milli bilinç ve ideoloji ile şekillenmeye başlar. İdeoloji ve milli bilinç ile oluşan bu imgelere, Siyasal İmgeler adını verebiliriz. Siyasal bir imgenin araştırılmasında, imagologun başvuracağı temel kaynaklar, tarih metinleri, politik metinler, ticaret kaynakları, savaş tutanakları… vb.” (Ulağlı, a.g.e., s. 65).

80

Gözlemlerini neden sonuç bağlamında ele alan Garnett’e göre, matbaanın ancak 1728’de Türkiye’ye gelmesi, Türklerin kaligrafiyi (hüsn-ü hat) Avrupalılardan ve hatta İranlılar hariç diğer bütün Doğululardan daha çok ilerletip, kaligrafiye daha çok kıymet vermeleri ile sonuçlanmıştır. Osmanlı mühürlerinin (tuğra) tercih edilme sebebi ise yazının taklit edilebilme olasılığından kaynaklanmaktadır.

81

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM OSMANLI GELENEKLERİ

Gelenek; ait olduğu toplumda yaptırım gücü olan kültürel kalıntılar, toplumsal alışkanlıklar, davranışlar, bilgi ve adetler bütününü ifade eder. Kaynağını gelenek, görenek ve örften alan kültür daha çok manevi içerikli olup, maneviyatın maddeye dönüştüğü yapılarla somutlaşmıştır. Osmanlı Devleti’nin altı yüz yirmi üç yıllık evveliyatı, zengin manevi kültürün somutlaştırdığı mimari yapılar ve tarihi objelerle doludur. Devletin sosyolojik yapısındaki çeşitlilik ve toplumlararası etkileşim, farklı göreneklerle zenginleşen geniş bir geleneğe ortam hazırlamıştır.

Büyük bir özveriyle nesilden nesle geçen kültür mirasları aynen kabul edilmiş, değişime uğrayarak alınmış ya da tamamen unutulmuş olabilir. Değişen yaşam şartlarıyla toplumsal ihtiyaçlar da değişmiştir. Osmanlı kültürünün vazgeçilmezi olan tüm dünyanın “Türk Hamamı” diye bildiği hamam kültürü değişime uğrayarak varlığını sürdüren bir gelenektir. Eski Türk mimarisinde banyonun ayrı ve büyük bir bina olarak tasarlanması, bu eylemin bir seremoniye dönüşmesine sebep olmuştur. Büyük konakların ve sarayların yerini alan alafranga dairelerin içindeki banyolar, hamam ihtiyacını ortadan kaldırmıştır. Osmanlının kültürel mirası olan tarihi hamamların çoğu da hala kuruluş amaçlarına hizmet etmektedir.

Doğum kültürü gelenekten ziyade görenek olarak benimsenmiş ve o zamanlarda yapılan birçok eylem şimdilerde terk edilmiştir. Atalardan görülerek döneminde uygun ve gerekli olduğu düşünülen yöntemler, tıp biliminin ilerlemesiyle her toplumda olduğu gibi Türk toplumunda da bırakılmış ya da değişime uğramıştır. Göreneklerin mutlak surette uygulanması beklenmez.

Düğün geleneği her zaman Türk kültürünün vazgeçilmesi olmuştur. Üç gün üç gece süren düğün tasviri hikâye ve masallara konu edilmiştir. Düğün ve evlenme şekilleri değişmesine rağmen düğün yapma ritüeli aynı kalmış, toplumun bu eyleme bakışı değişmemiştir. Devletin dini olan İslamiyet’in evliliği mübarek sayması, bu eyleme duyulan saygıyı daha da artırmıştır.

82

Bayramlar sosyolojik olmasının yanı sıra teolojik olmaları sebebiyle de Osmanlı kültüründe önemli bir yere sahiptir. Çoğunluğu dini temelli olan bayram kutlamaları geçmişteki kadar gösterişli olmasa da sürdürülen gelenekler arasındadır.

Misafirperverlik zamanın hiçbir surette değiştiremediği tek Türk geleneğidir. Batı’nın Doğu’yu ilk kez tanımlarken kullandığı cümlelerin içindeki “misafirperver Türkler” ifadesi, yüzyıllar geçse de aynı kalmıştır. Oryantalist, oksidentalist, objektif ya da sübjektif; söylem tarzı ne olursa olsun Türklerin dünya üzerindeki en iyi ev sahipleri olduğu gerçeğini değiştirememiştir.

4.1. HAMAM

Harvey; özel bir evde yapılan Türk banyosunun, Londra ve ’teki başlıca banyo kuruluşlarının herhangi birinde gerçekleştirilebilen basit bir merasim klasiği olduğunu fakat Türk halk banyoları (public Turkish baths) diye tanımladığı hamamların, tamamen ulusal kurumlar olduğunu ifade eder. “Sıklıkla gerçek hayatın pek çok eğlenceli ve ilginç sahnelerini sunan hamamları, hiçbir yabancının ziyaret etmeyi ihmal etmemesi gerekir” (1871: 71).

Hamamların gerçek hayatın eğlenceli yönü hakkında oldukça tanımlayıcı olduğu belirten Harvey’in detaylı betimlemeleri ve hamamlar hakkındaki bilgisi, kendisinin sık sık hamam ziyaretlerinde bulunduğunu gösterir. Harvey; Çarşamba günü genellikle Türk kadınlarına ayrılan hamamların, Cumartesi günü Yunan kadınlara, diğer günlerde de erkeklere tahsis edildiği bilgisini paylaşır. Harvey ve Frenk arkadaşları, ilk hamam ziyaretleri sırasında Türk arkadaşlarının kesinlikle gerekli olduğunu düşündükleri uzun hazırlıklarla oldukça bunaltılmışlardır. Umumi hamam kültüründen ziyade kendi özel banyolarını kullanan ve bu işlemi oldukça kısa sürede tamamlayan Batılı kadınların yıkanmak için yapılan bunca hazırlığın mantığını kavramaları başlangıçta zor olmuştur.

“Kadınlar hamamlara daima hizmetçileri ile giderler. Çamaşır, yıkanma gereçleri, kahve, çubuk dedikleri el sarması sigara ve bir sonraki öğün için gerekli olan tüm malzemeleri yanlarında götürürler” (Harvey 1871: 71). Harvey, bornozlara ilaveten götürülen havlu yığınını aşırı bulur. “Havlular öylesine geniştir ki neredeyse çarşaf

83 denebilir. İçlerinden uzun ve dar olan birkaçı kafa çevresine sarılarak saçları kurulamak içindir” (1871: 71). Harvey, “ovalama işlemi için değişik kalınlıklarda olan sarı eldivenler” (yellow gloves) diye tanımladığı keselerin harika göründüğünü ifade eder ancak sonraki yorumları bunun bir hicivden ibaret olduğunu gösterir. İçinde bulundukları durumu “işkence” ile bağdaştıran Harvey’in yorumu şöyledir:

Sarı eldivenlere (kese) baktıkça dayanmak zorunda olmamız gereken şeyin düşüncesiyle büsbütün irkildik. Bundan başka kızgın zemin boyunca yürümemizi sağlayan uzun ahşap takunyalar ve üzerimize kaynar su dökmek için kullanılacak olan metal kâseler (hamam tasları) vardı. Aşikâr olan işkence için bunlar ve diğer birçok aletin yanı sıra fırçalar, taraklar, yıkama-ovalama ve kokulama için envae çeşit sabunlar, esanslı su şişeleri, kilimler, şilteler ve aynalar vardı. Öğle yemeği için gerekli olan tüm teçhizatla fincanlar ve tabak çanaklara ek olarak parfüm dolu büyük bir kutu vardı (1871: 72).

As we looked at them we quite shuddered at the thought of what we should have to endure. Then there were tall wooden clogs, to enable us to walk across the heated floors; and bowls of metal for pouring boiling water upon us. Besides these and many other implements apparently for torture, there were brushes and combs, various sorts of soap for washing, for rubbing, and for perfuming; bottles of scented waters, rugs, mattresses, looking-glasses; and, in addition to the basket containing cups, plates, and dishes, with all the paraphernalia for luncheon, there was a large box full of perfumes (1871: 72).

Bunca eşyanın yanısıra her bir kadın için bir elbise dolabını dolduracak giysi alınır. Meyve küfeleri, şekerleme kutuları, tam bir kahve kumanyası ve sigara içmek için gerekli olan tüm gereçler vardır. Sanki seyahate çıkılıyormuş gibi bir hava vardır. Konudan bihaber seyyahlara bu durum korkunç gözükse de dillerini tutarlar ve arkadaşlarının kendileri için büyük bir sevgiyle yaptıkları nazik hazırlıklardan istifade ederler. Dar bir geçitten geçen kalabalık, odanın iki tarafını çevreleyen çift balkonlu geniş kubbeli bir odaya girer. Daha alçak olan balkon perde ile kısımlara bölünmüştür. Bu kısımlarda ya banyonun yorgunluğundan sonra hazırlanan ya da dinlenen kadınlar oturur. Sonraki durumda perdeler geri çekilir ve Harvey’in “mahkûm” (the inmate) diye adlandırdığı kadın, saten şiltesinin üzerinde miskin bir sefa içinde uzanırken görülür. Bazen dudaklarına bir fincan kahve, bir şerbet götürür ya da kapanmış gözleriyle aygın baygın bir şekilde kokulu sigarasını içer. Bu sırada hizmetçisi ya hanımının saçlarını tarar ya da güzelleştiren kına ile hanımının parmaklarının hassas uçlarını hafifçe boyar

84

(Bkz. Harvey 1871: 73-74). Hamama giren yabancı kadınların yalnızca gözlem yapması mümkün olmamıştır. Türk kültüründe çok rahatlatan bir durum olarak algılanan hamamda yıkanma hazzı, konuklarla paylaşılmalıdır. Türk misafirperverliğinin gereği olarak konuklar her zaman olduğu gibi en güzel şekilde yıkanır ancak bu kültüre yabancı bir gözle bakmak, sıradan olduğunu düşündüğümüz bir eylemin aslında oldukça özgün olduğunu açığa vurur. Toplumların kendi kültürlerini çok fazla yazıya dökmeyişinin ardında; yaşanılanlarda farklılık görememe, göreneklere duyarsızlaşma vardır. Hamama yabancı gözlerle bakan Harvey’in ilgi çekici hamam tasviri şöyledir:

Uzun beyaz bornoz (peştemal) tamamen giyinilip uzun takunyaların üzerine çıkıldığı zaman, molayı bitirmek biraz cesaret gerektirdi ama perdeyi yana çektik ve huzura çıktık. Kaygan mermer zemin üzerinde yürümeye kalkıştığımızda, ayaklarındaki ceviz kabuğuyla buz üzerinde gezinmeye zorlanan mutsuz bir kedinin yapmak zorunda olduğu şeyi çok iyi anladık. Çok eski iki kadın hamamcı (tellak) hızlıca yardımımıza koştu. Yavaş yavaş haşlanalı o kadar çok yıl olmuş ki kadınlık görünümünden yoksun, büzüşmüş ve kavrulmuşlardı […] fakat ne tuhaf yüzlerinde çok az kırışıklık vardı. Derileri, yüzlerinin ve kafatası kemiklerinin üzerine sıkıca çekilmiş; çenelerinin altı ile boğaz çevrelerindeki büyük kıvrımlarda gevşekçe sallanıyormuş gibi görünüyordu. Sonra bize otuz yıldan fazladır tellak olduklarını anlattılar. Günlerinin çoğunu geçirdikleri ısıtılmış ve kükürtlü atmosfere o kadar çok alışkın yetişmişler ki daha saf ve temiz hava onlara oldukça acı veriyormuş. Endişeli bir haldeyken onların yardımıyla girişe rastladık ve birkaç saniye içinde kendimizi bitişikteki bir tür karmaşanın ortasında bulduk. Bir anda kendimi cüce gibi hissettim, eğer o zerre kadar hissediyorsa ki sıcak suyun içinde hissetmeli— Haşlandım. Arkadaşıma baktım, yüzü kıpkırmızıydı. En iyi Türkçemizle, baygın ve yalvaran aksanımızla hırıltı içinde “Bizi dışarı çıkarın!” diye haykırdık ama her şey boşunaydı. Buraya girenler için sığınak yoktur— “Buraya girenler, terk edin tüm umutlarınızı” (1871: 75-76).

It required a little effort of courage, when fully arrayed in the long white bathing-gown and mounted on the tall pattens, to issue forth from our recess; but we pushed aside the curtains and appeared, feeling very much, as we essayed to walk on the slippery marble floor, as an unhappy cat must do who, with walnut shells on her feet, is forced to perform a promenade on the ice. Two ancient bath-women speedily came to our assistance. They had been slowly boiling so many years that they were shrivelled and parched [..] Strange to say they had but few wrinkles, but their skin seemed tightly drawn over their faces, as over the bones of a skull, and hung loosely in great folds under their chins and around their throats. They told us afterwards that they had been attendants to the bath for upwards of thirty years, and had grown so much accustomed to the

85

heated and sulphureous atmosphere in which they pass the greater portion of their days, that a purer and fresher air is quite painful to them. By their aid, with much trepidation, we stumbled across the hall, and in a few seconds found ourselves in a sort of pandemonium next door. In an instant I felt as a shrimp, if he feels at all, must feel in hot water—I was boiled. I looked at my companion; her face was a gorgeous scarlet. In our best Turkish, and with faint and imploring accents, we gasped out, “Take us away!” All in vain. For those who enter here there is no retreat— “Lasciate ogni speranza voi ch’ entrate”34 (1871: 75-76).

Garnett’in bilimsel üslubundan farklı olarak gündelik ve edebi bir üslubu benimseyen Harvey, hamamı tanımladığı bu bölümde Dante’nin “İlahi Komedya” adlı eserine atıfta bulunur. Dante’nin “cehennem” tasvirinde bulunduğu üçüncü kanto, dokuzuncu satırdaki “İçeri girenler, dışarıda bırakın her umudu” cümlesinden yararlanmıştır. Bunaltıcı sıcaklık ve kaynar suyun etkisinde kalan seyyah konuşmakta zorlanmakta, soluk soluğa kalmaktadır. Harvey’in hamamdaki ilk deneyimi bu mekânı cehennemle bağdaştırmasıyla sonuçlanır. Gizli (implicit) Oryantalist diyebileceğimiz Harvey, öteki olan Doğu toplumunu tanımlarken açık (explicit) Oryantalistler gibi kasıtlı bir kötü niyetle yola çıkmamıştır ancak Doğu ile Batı arasındaki farklılık, gezgini farkında olmadan kendi kültüründen olmayanı hor görme ile sonuçlanmıştır. Kendilerine adeta cehennemden bir sahne yaşatan hamam şokunu bir parça atlatan Frenk kadınlarının gözleri, çevrelerini saran sülfür buğusuna artık daha çok alışmıştır. Tanık oldukları ilginç sahneyi büyük bir ilgiyle seyre koyulurlar:

Hamamda ikişerli ya da üçerli gruplanmış yüzü aşkın kadın, buldukları her ufak sıcak su akıntısının yanına oturur. Her bir kadın, gayretli bir şekilde hanımlarını parfümlü sabun ile ovan ya da hanımlarının üzerine kızgın taslar ile kaynar su döken bir ya da iki köle gelmiştir. Üzerlerinde zerre kıyafet olmayan çok sayıda çocuk; bağırarak, gülerek ve birlerine su atarak koştururken bebekler de zorla yıkanır. Bu kadersizlerin çığlıkları bir hayli sağır edicidir. Konuşan ve gülüşen kadınların sesleri hamamın müthiş yüksekliği sebebiyle yankılanarak en sersemletici gürültüye sebep olur. Seyyahlar, yoğun atmosfer ve yuvarlanan buhar bulutlarından dolayı hamamın büyüklüğünü tespit etmenin imkânsız olduğunu ancak bünyesinde bulundurduğu insan sayısına

34 Dante’nin “Cehennem/Inferno” tasvirinde kullandığı orijinali İtalyanca olan bu cümle, İngilizceye “Abandon all hope, you who enter here” şeklinde çevrilerek vecizeleşmiştir (The Free Dictionary By Farlex) http://idioms.thefreedictionary.com/Abandon+hope,+all+ye+who+enter+here, (24.12. 2014)

86 bakıldığında büyük ihtimalle çok geniş olduğunun anlaşıldığını ifade ederler. Bu büyük salon (hamam) daha sıcak olan küçük odalara açılır. Duruma biraz alışmış olan seyyahlar, bu küçük salonlara girerken hamamın girişinde yaşadıkları kadar büyük bir şaşkınlık yaşamadıklarını söyleseler de yaşadıklarından ürktükleri aşikârdır. “Buradaki sabunlama ve ovalama (keseleme) işlemleri öyle büyük bir gayretle yapıldı ki geriye bizden hiçbir şey kalmamış gibi hissettik” (Harvey 1871: 77). Aşırı temizlenme durumuna maruz kalmalarının ardından rahat bir soyunma odasına alınan Batılı kadınlar hallerinden oldukça memnun bir şekilde kendilerini lüks şiltelere atarlar. Kendilerine sunulan kahve, meyve, hafif yemek vb. ikramlardan son derece memnuniyet duyarlar. Bu hoş tembellik içinde kaç saat geçtiğini söylemek mümkün değildir. Daha önce Doğuluların zaman kavramını önemsememesini eleştiren Harvey, Türk hamamının ardından kimsenin saatle ilgilenmediğinden, kendilerinin de biraz dinçleşmeleri ardından etraflarını saran manzara ve sohbetten son derece hoşnut olduklarından bahseder. Harvey’in belirttiği sonraki faaliyetler kulüp tarzında devam eder:

İkindiye doğru yıkanma işi neredeyse bitti ve kulüp başladı. Bizim aşağımızda kalan geniş alan, şiltelerine uzanarak birbirleriyle çene çalan, sigara ya da kahve içen ve meyve yiyen kadın grupları tarafından işgal edildi. Bu sırada kadınların hizmetçileri, hanımlarının saçları kuruladı, taradı ve boyadı. Biraz kına kullanmayan çok az sayıda kadın vardı. Daha önce tamamen çıplak olan çocuklar artık giyinmiş bir şekilde koşturuyordu ama neyse ki çileli bebekler çoktan uykuya dalmıştı (1871: 78).

Towards the afternoon the bathing was almost over, and the club, as it were, began. The whole of the immense space below us was occupied by groups of ladies, who, reclining on their mattresses, chattered to each other, smoked, drank coffee, and ate fruit, as their maids dried, combed, and dyed their hair, for there were but few who did not use a little henna. The children, who were now clothed, ran about as before, but happily most of the suffering babies had gone to sleep (1871: 78).

İngiliz seyyahın “resmedilesi manzara” (picturesque scene) başlığı altında betimlediği sahneyi dolduran ilk figür, seyyahın yanında oturan iki kadındır. Evlilik hazırlıklarını müzakere eden orta yaşlı kadınlar, Avrupa’dakinin aksine hanımefendinin “serveti” ile beyefendinin “güzelliğini” bolca detaylandırılır. Biraz daha ilerde muhtemelen aynı haremin sakinleri olan iki genç kadın vardır. Bu hoş kadınlar besbelli şiddetli bir şekilde münakaşa etmişlerdir ve yalnızca banyonun yatıştırıcı etkisiyle sakinleşebilirler. Daha ötede odadaki en güzel kadın olan kumral bir Gürcistanlı, minder

87 yığınlarına umursamazca yaslanmıştır. Çok çirkin yaşlı bir kadın; Gürcistanlı kadının kulağına bir şeyler fısıldarken, köleleri (cariye) de onu parfümlere boğar. Garnett’in aksine öznel değerlendirmelerden ve yorumlamalardan yararlanan Harvey’e göre kulağa fısıldanan konu, muhtemelen bir aşk meselesidir. Çünkü kadın muhabbeti kimsenin dinlemediğinden emin olmak istermişçesine şüphe dolu gözlerle etrafa göz gezdirirken kızarmış ve hoşnut bir yüze sahiptir. Bir köşede anaç görünümlü bir grup kadın bebeklerinin kıymetlerini ve sevimliliklerini anlatırken, bir başka köşede genç kızların bir araya toplandığını gösteren neşe dolu kahkaha sesleri yükselir. İngiliz kadın seyyahların resmedilesi ve ilginç bulduğu bu manzara, “Türk kadınının fıtri zarafeti hakkında çok hoş bir izlenim verir” (Bkz. 1871: 79). Harvey’e göre başka hiçbir şey şuan orada bulunan her bir kadının görünüşü ve tavrından daha münasip değildir ancak güzellikten bu derece yoksun kalınması seyyahları hayal kırıklığına uğratmıştır. Harvey’e göre güzel Gürcistanlı dışında hoş görünümlü bir kadın neredeyse yoktur. Daha sonra fikir değiştiren gezgin, en etkileyici kadınların kuşkusuz siyahî Nübyeli köleler olduğunu belirterek bu kadınları detaylıca tasvir eder (Bkz. 1871: 80).

Harvey’in samimi anlatımı genelde olduğu gibi yine bir Oryantalist söylemle son bulur. Seyyah; en davetkâr konfor olan Türk banyosunun, yüksek ısı ve havayla yüklenen sülfür oranından kaynaklı cilt üzerinde onur verici bir etkisi olduğunu belirtir. Birkaç saat hatta birkaç gün bile sürebilen bu etki zarif bir beyazlık, pürüzsüzlük ve yumuşaklık olarak kendini gösterir ancak Harvey, bu durumun gitgide kötüleştirici bir hal aldığı aşağıdaki gibi ifade eder:

[…] yıkanmadaki yersiz şımarıklığın, sonunda kadın güzelliği üzerinde kötüleştiren bir etkisi olur. Kaslar gevşer; cilt, yumuşak ve narin olmasına rağmen esnekliğini kaybeder. Saçlar da hızlı bir şekilde dökülür, kalan saç güçsüz ve zayıftır. Bu sebeple, aşırı sadık hamam taraftarları zihnen ve bedenen çabucak zayıflatılmış olur ve yıllarca hala gençken zamansız bir yaşlılığa düşerler. Ayrıca hamamın yarattığı miskinlik, aşırı şişmanlığa eğilimi fazlaca artırır. Doğulu kadınların orta halli vücut ölçüleri için çok zararlıdır. Orta yaştan sonra kadınların çoğu ya buruşur ya da kurur. Bunlar olmazsa hem yüz hem de vücut olarak şişmiş çok çirkin hacimlere sahip olurlar (1871: 80-81).

[…] an undue indulgence in bathing has in the end a deteriorating effect upon female beauty. The muscles become relaxed, and the skin, although it remains soft and delicate, loses its elasticity; the hair also rapidly falls

88

off, and what is left becomes thin and weak. The too devoted votaries of the bath, therefore, speedily become enervated both in mind and body, and whilst still young in years fade into a premature old age. The indolence also which it creates does much to increase the tendency to undue corpulence, so destructive to the fair proportions of Eastern women. Most of them, after middle life, either become shrivelled and dried up, or else have both features and form swelled to very uncomely dimensions (1871: 80-81).

Harvey’in Oryantalist söyleminin, eser boyunca en çok hamam konusunda olduğu tespit edilmiştir. Hamamın yarattığı sıcak atmosferin kadınları bedenen ve ruhen tembelleştirdiğini belirten Harvey’in bu çıkarımı, iklim teorisi35 ile büyük benzerlik gösterir. Asya’nın sıcak ikliminin bu coğrafyada yaşayanlar üzerindeki negatif etkisi (tembellik, yorgunluk, şekil bozukluğu) ile hamamdaki sıcak atmosferin etkisi aynıdır. Özellikle erkek seyyahlar tarafından bu etki ahlak bozukluğu ve şehvet ile de bağdaştırılmıştır.

Halkbilimci gezgin Garnett’in hamam tasviri ötekileştiren değil, ötekini anlamlandırmaya çalışan bir yaklaşımla ortaya çıkmıştır. Hamamları erkekler ve kadınlar açısından ayrı ayrı ele alan seyyah, aynı mekanın iki farklı amaçla kullanıldığını belirtir. İslam dininin benimsenmesinin bir sonucu olarak temel amaç temizlik ihtiyacı olsa da bu umumi banyolar (public baths); erkekler için enstitü,

35 Fizyolojik antropolojiyi açıklamak için kullanılan iklim teorisi, antik çağdan beri Avrupalı-Asyalı ayırımı için kullanılmıştır. Hipokrat’ın ‘Rüzgar, Su ve Çevre Üzerine’ adlı etkili ve önemli eseri; Asyanın yumuşak, daha az değişken, iklim nedeniyle Asyalının neden daha yumuşak ve karakter bakımından zayıf olduğunu açıklıyor. Çalışkan ve becerikli olmaları için soğuk ve sıcak iklimin değişmesi sırasındaki hava burada yok. Hipokrat’ın bu modeli 19. yy'a kadar geçerliliğini korudu ve Montesquieu’nun ‘Kanunlar Ruhu Üzerine’ (1748) adlı eseri ile iklimin karakteri şekillendirmesi üzerinde durulmaya devam edilmiş ve bu eser Avrupalıları doğululardan ayırmakla kalmamış, onları daha da üstün göstermiştir. Bu eserde ‘Avrupadaki soğuk iklim bedeni ve ahlaki gücü artırır ve bu kişiler bu yüzden maharetli, açık sözlü ve cesaretlidirler.’ denilmektedir. Avrupalıların aksine doğulular ise ruhen ve bedenen tembeldirler. Çünkü Asyanın sıcak iklimi buradaki insanları güçsüzlük ve gevşekliğe sürüklemektedir. Montesquieu’ya göre tembellik ve vurdumduymazlık doğuda dinin, ahlakın ve hayattaki alışkanlıklarla kanunların değişmezliğinin nedenleridir” (Rheinhold Schiffer, “19. yy. Seyahatnamelerinde Türk Kadını ve Türk Erkeği İmajı”, I. Uluslararası Seyahatnamelerde Türk ve Batı İmajı Sempozyumu Belgeleri, Çev. M. Çakır ve K. Oturan, 1987, No. 221, s. 299-300). Garnett de iklim ile doğanın; karakter, zihin, duygu ve inanç üzerinde önemli etkileri olduğuna inanır. Türklerin oturduğu güzel bölgelerdeki masmavi gökyüzü, atmosferi saran hafif güneş, çiçekler ve meyvelerle kaplı araziler, dağ, dere ve denizin ihtişamlı kümelenmesi İslam’ın huzurlu ruhu ile birleşir. Halkbilimci seyyah, bu durumun Türklere milli şiir sanatlarını bahşettiğini ifade eder. Bu karakter, mistik bir şekilde dini ve bitkinlik veren bir şekilde romantiktir (Bkz. Garnett, a.g.e., s. 165). Görüldüğü üzere Garnett’in iklim determinizmini yorumlaması çok daha sevecen bir boyuttadır. Aynı teoriye bağlı iki farklı söylemin olması anlamlandırma konusunda yazarın önemini ortaya koymaktadır.

89 kadınlar için de sosyal etkinlik işlevi görür. Bazı hamamlar gün boyu yalnızca erkeklere hizmet verirken dönüşümlü kullanılan hamamlar akşamları erkeklerin hizmetine sunulur. Okuması olan erkekler o günkü haberleri okuması olmayan arkadaşlarına bildirir, politik ve sosyal konular tartışılır (Bkz. 1909: 12). Kadınlar için hamama gitmek ise büyük bir şölen havasında gerçekleşir. Her bir kadın için çeşit çeşit elbiseler ve banyo teçhizatları alınır. Köleler tarafından taşınan bu eşyalar Garnett’in “ilkel ve evrensel bavul” (the primitive and universal portmanteau) diye tanımladığı bohçaların (boktcha) içindedir. Meyve, hafif yemek ve içecek gibi gıdaları taşıyan başka köleler de vardır. Anlamlandırabildiği bazı eşyaları tanımlayan Garnett (kilimler, peştamallar, pirinç kaplar vs.), bu önemli yıkanma merasimi için çok sayıda gizemli nesne olduğunu ancak bu gizemin kendisinin konudan bihaber olmasından kaynaklandığını samimi bir şekilde vurgular. Kültürel farklılıklara açık olan halkbilimci gezgin, hamamdaki Osmanlı kadınlarını aşağıdaki gibi tasvir eder:

Hamamdaki kadınlar çocukları ve refakatçileri ile birlikte; sıklıkla tekrar edilen sabunlama, durulama ve ovalama işlemleri, saç için öğütülmüş defne çekirdekleri uygulamaları ile tırnaklar (eller) için kına uygulamaları ve tanımlanması imkansız olan diğer yıkanma detayları aralarında; yiyip içme, şarkı söyleme, neşe içinde oynama ve dedikoduyla günün en iyi kısmına devam ederler (1909: 274).

And at the hammam the ladies, with their children and attendants, remain for the best part of the day, eating and drinking, singing, frolicking and gossiping in the intervals of the oft-repeated soapings, rinsings and rubbings, the applications to the nails of henna, and the other toilet details impossible to describe (1909: 274).

Garnett, hamam dışında yıkanma odası (washing-room) denen küçük bir yerin varlığından da bahseder. Mermer zeminli bu odada atık suyun dışarı iletilmesi için bir delik bulunur. Türklerin akan suda temizlenmeyi tercih ettiğini belirten Garnett, Batılı gelenekte bu anlayış olmadığından bu detaya yer verme gereği duymuştur (Bkz. 1909: 262). Harvey, Garnett’in rastladığı küçük yıkanma odalarına muhtemelen rastlamamıştır çünkü yıkanmak için eve bağlı banyo dairelerinden başka hiçbir yerde hiçbir teçhizat göremediklerinden yakınır. Batıya oranla Doğudaki seyrek yıkanma kültürüne şaşıran Harvey, Doğulu kadınların da kendilerinin gün aşırı duş alma ihtiyacına şaşırdığını aşağıdaki gibi ifade eder:

90

[…] bu kadınlar bizim günlük yıkanma gereksinimimize şaşırmış gibi görünüyordu. Bize haftada iki kez banyo yapmanın sağlık için oldukça iyi olduğunu garanti ettiler. Her gün yıkanmayı gereksiz bir iş olarak algılarlar bu yüzden de ellerine ve yüzlerine zaman zaman biraz gülsuyu dökerek kendilerini tatmin ederler (1871: 65).

[…] these ladies seemed surprised that we considered daily ablution necessary. They assured us that the bath twice a week was quite as much as was good for the health. Daily washing they consider a work of supererogation, so they satisfy themselves with pouring a little rose-water from time to time over their hands and faces (1871:65).

Harvey, Oryantalist bir üslupla Türklerin gülsuyu dökünerek kendilerini tatmin ettiği görüşündeyken; kültürel farklılıkları daha objektif değerlendirebilen Garnett, sadece el ve yüz yıkama ihtiyacı durumunda su testisi ve leğen yardımıyla temizliğin sağlandığını belirtir. Folklorist İngiliz seyyah; yeni doğan hamamı, sünnet hamamı ve gelin hamamı gibi ritüelleri de detaylıca betimleyerek şimdilerde unutulmuş olan Osmanlı gelenekleri hakkında birinci ağızdan bilgiler vermiştir.

4.2. DOĞUM

Yabancı gezginler, Osmanlı toplumunun çocuklara çok fazla değer verdiği konusunda uzlaşmışlardır. Gezginlerin çoğu bu durumu aşırı bulmuş, bunun çocukların gelişimi açısından sorunlar doğurabileceğini belirtmiştir. Çocuklar; ailenin ve dolayısıyla toplumun sürekliliğini sağlayacak olan bireyler olmalarının yanı sıra kadınların sosyal statülerinde de iyileşme sağlarlar. Bu yüzden doğum, hem toplum hem de anne açısından kutlanan bir tören halini alır.

Ebe Kadın, doğumun habercisi olduğundan bu kadını konu komşu o gün doğum olacağını anlar. Çocuk doğar doğmaz anne için yalnızca bu gibi özel günlerde kullanılan hoş bir karyola hazırlanır. İnce şile bezinden nakışlı ve püsküllü çarşaflar ile yaldız ve gümüş işlemeli yorganlar kullanılır. Karyolanın baş kısmında, çarşaflarla uyumlu kılıflarla kaplanmış yarım düzine yastık kümelenmiştir. İpek yastıklar uzun ve dardır. Annenin başının çevresine koyu kırmızı bir fular bağlanır ve üzerine nazarlıklar iliştirilir. Nazarlıkların üzerine de aynı tonlarda şeffaf bir tülbent gevşekçe atılır. Tüm bu saç stili Perileri (Peris) yani kötü ruhları uzakta tutmak adına yapılır. Bu hayali

91 varlıklar yeni doğan bebekleri öldürme gücüne sahip değillerdir ancak yinede uğursuz etkilerine karşı titizlikle önlem alınır. Banyo merasimi gerçekleşene kadar anne ve bebeği bir dakikalığına bile yalnız bırakılmamalıdır (Bkz. Garnett 1909: 227-228). Halkbilimci seyyah, fakir çevrelerde bu durumun her zaman mümkün olamadığını ifade eder. Eğer lohusa yalnız kalmak durumundaysa esrarengiz ziyaretçileri uzak tutmak için yatağın başucuna üzerine bir baş sarımsak bağlanmış olan bir süpürge konur.

Milattan önceye dayanan bebek kundaklama geleneği, 17. yüzyıl itibariyle Avrupa’da terk edilmeye başlanmıştır. 19. yüzyılı kapsayan süreçte bu geleneğin Osmanlı topraklarında hala devam ettiğini gören seyyahlar, bu konu hakkında yazma ihtiyacı duymuşlardır. Harvey’e göre Türk bebekler ilk aylarında oldukça zor zamanlar geçirirler. Doğumlarından hemen sonra tuzla ovularak İtalyan usulüyle sıkıca belenirler. Bu sargının sıkılığı o kadar fazladır ki kan dolaşımına engel olur. Bebeklerin ellerinde, ayaklarında ve omurgalarında kesikler ve nedbeleşmeler oluşur. Böylece Türk doktorlar ve hemşireler tarafından “pis kan” (the bad blood) diye tabir edilen şeyin çıkmasına izin verilir. Harvey’in “mutsuz minik yaratık” (the unhappy little creature) diye tanımladığı bebek, nadiren bandajlarından kurtulur ve otuz günlük dini ay süresi (kırkı çıkana kadar) dolana kadar asla etraflıca yıkanmaz (Bkz. 1871: 55). Bebeğin banyoya anne ile birlikte alındığını ifade eden Harvey, muhtemelen hamamda onlara eşlik etmemiştir. Seyyaha göre böylesine sağlıksız bir durum bebek ölüm oranlarının korkunç rakamlara ulaşmasına sebep olur. Garnett bu durumu Doğu Batı kıyaslaması şeklinde ele alırken daha önyargısız ve daha detaylı bir inceleme sunmuştur. Osmanlı bebeği Batı’daki bebek gibi sevimli bir bebek tulumu giymez. Ailesinin serveti ölçüsünde “küçük bir Osmanlı”36 (the little Osmanli) olarak hazırlanır. Harvey’in de ifade ettiği gibi bebek sıkıca belenir. Bu işlem için bazen pamuk bandajlar da kullanılır. Bebeğin kafası, kırmızı ipekten minik bir başlık ile örtülür. Başlıktan inci taneleri, muskalar, mercan boynuzlar, firuzeler ya da mavi cam parçaları sarkar. Tüm bunlar kötü ruhların yanı sıra nazarı (Evil Eye) da defetmek için kullanılır. Birçok ülke hakkında araştırma yapan folklorist gezgin, Türkiye’de nazardan Güney İtalya’daki kadar korkulduğu tespitinde

36 Aybet, “Günlük ve Sosyal Yaşam”ı ele aldığı bölümde erkeklerin ve kadınların giyimi üzerine detaylı bir çalışma yapmıştır ancak çocuk giyimi hakkında herhangi bir şey yazmamıştır (Bkz. Aybet, a.g.e., s. 133-144). Bu durum Osmanlı toplumunda çocuklara özgü bir kıyafetin tasarlanmamasından kaynaklanmaktadır. Kız çocukları “küçük bir Osmanlı kadını”, erkek çocukları ise “küçük bir Osmanlı erkeği” gibi giyinir. Bunlar, Osmanlıda çocukların küçük yaştan itibaren yetişkin olarak görülmelerinin bir sonucudur (Bkz. 2.3. Çocuklar).

92 bulunur37. Giyinme işlemi tamamlanan bebek, ceviz ağacından yapılmış bir beşiğe yatırılır. Üzerinde çok hoş bir yorganın yanı sıra geniş bir alana yayılmış koyu kırmızı bir tülbent de vardır (Bkz. 1909: 228). Hem anne hem de bebeğin üzerinde kırmızı bir nesne bulundurma geleneği bugün de devam etmektedir. Halk arasında al basması olarak bilinen durum, tıbbi olarak annenin enfeksiyon kapması neticesinde yüksek ateş ve halisünasyonlarla belirti gösteren bir hastalık olarak açıklanır. Daha çok psikolojiyi etkileyen bu hastalıktan kurtulmak için kırmızı rengin enerjisinden faydalanılır. Özellikle anneler doğumdan hemen sonra kırmızı saç bantları ya da taçlar takarlar.

Anne ve bebek hazırlandıktan sonra mutlu baba eşini tebrik etmek için içeri girer ve bebeğe ismini verir. Bebek, doğum odasının dışına çıkarılır. Babası, Allah’ın evladını koruması için dualar eder ve bebek için seçilen ismi üç kez kulağına okur. Eğer baba bu uygulamayı bilmiyorsa kendisine yardım etmek üzere bir hoca çağırılır. Ebe38 ve gelenek, anneye birçok sınırlama getirir. Bunlardan biri, annenin saf sudan uzak durması gerektiğidir. Su içme ihtiyacı hisseden anneye şeker ve baharatlardan yapılan şerbet (sherbet), ıhlamur ya da baldırıkara çayı verilir (Bkz. Garnett 1909: 229). Doğum

37 Harvey, nazar konusunda Garnett ile aynı fikri paylaşır. İtalya’nın güneyinde yer alan Kalabriya bölgesini “bu batıl inancın merkezi” (the stronghold of this superstition) diye tanımlaması bunun kanıtıdır (Bkz. Harvey, a.g.e., s. 291). Harvey’in nazar konusundaki söylemi, genelde olduğu gibi yine daha öznel ve dolayısıyla daha ötekileştiren bir üslupla olmuştur. Seyyahın İstanbul’a duyduğu hayranlık resim çizme isteğini tetikler ve Harvey taslak bir çalışma yapmaya başlar. Çizeceği alan hoş bir istisnayla boşaltılmıştır ancak bir süre sonra kapılarda birtakım küçük gruplar belirmeye başlar. Harvey’in hiçbir şey yokmuş gibi resim çizmeye devam etmesi, seyyahın ne yaptığına gelip bakma konusunda onları yüreklendirir. Yaşlı bir kadın cesaretini toplayarak Harvey’in ne yapmaya çalıştığına bakar ve kâğıt üzerinde beliren evleri gördükçe kalabalığın sevinci kontrol edilemez bir boyuta ulaşır. Bu harika ürünü göstermek için ev sahiplerini çağırırlar. Çizdiği resme birkaç figür daha katmak isteyen seyyah, yan tarafta duran bir grup hoş kızı taslak olarak hızlıca çizmeye başlar. Fakat Garnett’in ifadesiyle “bu aşırıya kaçıyordu ve bu onların cesaretini zorlamak için fazlaca büyük bir şeydi.” Nazardan öylesine korkarlar ki hızlıca kaçışırlar. Harvey, yaşadığı bu olayı kem göz ile bağdaştırır ve düşüncesinden emin olduğunu vurgular. Seyyaha göre eğer genç kızlar bir yabancının kendilerini resmetmesine izin verirlerse, başlarına kesinlikle kötü bir şey geleceği düşünerek kaçmışlardır (Bkz. 1871: 290-291). Osmanlı Devleti’nin toplumsal ve dini anlayışına uygun olmamasının yanı sıra Harvey’in birebir tecrübe ettiği bu olaydan sonra da söylemek mümkündür ki; Batılı erkek ressamların Osmanlı Kadınını yalnızca kadınlara özgü çok özel mekânlarda betimlediği tablolar, aslına uygunluk amacı dahi güdülmeden kaleme alınmış salt hayal ürünlerinden ibarettir. 38 Garnett, ebe kadını Türklerin Bayan Gamp’i (the Turkish Mrs. Gamp) diye tanımlar. Bayan Gamp, Charles Dickens tarafından yazılan The Life and Adventures of Martin Chuzzlewit adlı romandaki hemşire karakteridir. Ahlaksız, dikkatsiz ve sarhoş gibi negatif kelimelerle anılan hemşire Sarah Gamp, modern hemşireliğin kurucusu olan ünlü İngiliz hemşire Florence Nightingale’in aksine erken Viktorya döneminin diğer çoğu hemşiresi gibi eğitimsiz ve yeteneksiz olmasıyla kötü nam salmıştır (Bkz. Wikipedia, The Free Encyclopedia, “Martin Chuzzlewit”). http://en.wikipedia.org/wiki/Martin_Chuzzlewit, (01.01.2015). Garnett’in Türk ebe ile Bayan Gamp’i özdeşleştirmesi, ebenin eğitimsiz olduğunu düşünmesinden kaynaklanır. Seyyahın gezi notlarında sık rastlanmayan bu yorumlama, gizli (implicit) Oryantalist söylem örneğidir.

93 yapan anne neredeyse hiç dinlenemez çünkü bebeğin doğduğu duyulur duyulmaz arkadaşları, komşuları ve akrabaları ziyarete gelir. Saatlerce oturan kadınlar; kutlama için hazırlanması gereken tatlı, kahve ve diğer yiyecek içecek hakkında konuşurlar. Garnett gelen misafirlere böyle ikramlarda bulunulmasının gelenek olduğunu vurgular. Seyyah, mesleği gereği öznel değerlendirmelere mümkün olduğunca yer vermese de bu ifadeyi ayrıca kullanıyor olması doğum sonrasında misafirlere sunulan ikramlara şaşırdığını gösterir. Doğum yapan kadın Batıda iyileşmesi gereken bir hasta iken, Doğuda dileğine erişmiş mübarek bir kadın olarak görülür. Bu algının, annenin istirahatine mani olduğu düşünülebilir. Ancak böyle bir kalabalık ile şölen sayesinde anne kendini hasta ve yalnız hissetmez.

Cemiyet (djemiet) ya da resmikabul denen üçüncü gün, anne tarafından düzenlenir. Davetler bir gün önce yapılır. Muskacı (musdadji) ya da haberci olarak bilinen yaşlı kadın, beraberindeki şerbet dolu şişelerle sözel olarak bildirir. Bu günde de her zaman olduğu gibi davetli davetsiz tüm misafirlere kapı açıktır. Herkes konuksever bir şekilde kabul edilir ancak şöyle bir fark Garnett’in dikkatini çeker. Davetsiz misafirler yalnızca hafif meşrubat ve yiyecekle ağırlanırken, davetli misafirler resmi bir öğle yemeğine otururlar. Müzisyenler daha seçkin misafirleri kapıda karşılayıp üst katlara kadar eşlik eder. Bu misafirlerin hizmetçileri, çiçeklerle hoş bir şekilde süslenmiş, ince tüle sarılmış ve kurdelelerle bağlanmış tatlı sepetleri taşırlar. Eğer baba, resmi bir görev icra ediyorsa kendi memur arkadaşları ve astları için tatlı sepetleriyle az çok değerli hediyeler gönderir. Fakat Garnett’ten edindiğimiz bilgiye göre; daha fakir sınıflarda kahve, şeker, kek gibi hediyeler ziyaretçiler tarafından getirilir. Amaç, Türk kültüründeki geleneksel misafirperverliğin aileye düşen masrafını azaltmaktır. Yatak odasına giren orta yaşlı kadınlar anneye dönerek güzel dileklerde bulunurlar. Mutlu anne, iyi dileklerine teşekkür mahiyetinde kadınların ellerini öper. Bebekle ya çok az ilgilenilir ya da hiç ilgilenmez39. Bebeğin yakın akrabaları bebeğe karşı tam bir ilgisizlik olduğu zaman oldukça memnundur çünkü bu sayede bebek kem göz riskinden korunur. Kadınların bebeklere olan ilgisi ve merakı yadsınamaz. Dolayısıyla tören ne kadar gösterişli, yiyecek içecek ne kadar bol olursa olsun, tüm kadınlar Garnett’in sıklıkla

39 Misafirlerin bebek için söyledi güzel sözlerin nazara sebep olacağı düşünüldüğün bebekle pek ilgilenilmezdi. Renkli gözün kem göz olduğu inancı, birçok kadın seyyahın bu konuda daha dikkatli davranmasına sebep olmuştur. (Bkz. 2.1 Kadınlar).

94

“minik yabancı” (little stranger) diye tanımladığı bebeği görme arzusundadırlar. Bu durumda bebeği kem gözden korumanın yolu, ona kötüleyici kelimeler kullanarak bakmaktır. “Seni pis, çirkin küçük şey” (Nasty ugly little thing) gibi sözler aslında iyi niyetin göstergesidir. Garnett, Doğu’da kişiler ya da nesneler için açıkça hayranlık ifade etmenin en önerilmez şey olduğunu belirtir çünkü beğenilen kişi ya da nesnenin ileride başına gelebilecek herhangi bir kaza ya da talihsizliğin, kesinlikle tatlı sözlerin altındaki hasetten kaynaklandığı düşünülecektir (Bkz. 1909: 230-231). Harvey de daha uyaran bir dille aynı tavsiyede bulunur. “Güney ülkelerinde genç insanları çok fazla fark etmekten kesinlikle kaçınılmalıdır. Özellikle de küçük çocukları övmekten sakınmak gerekir. Anneye göre bu en zalim nezakettir (cruel kindness) çünkü çocuğu doğrudan nazara gelecektir” (Bkz. 1871: 291).

Nazarı kovmak için muskalar, tükürükler ve kötü adlandırmaların yanı sıra kuru karanfiller de kullanılır. Bir avuç dolusu karanfil temin edilir ve her biri bir ziyaretçiyi temsil edecek şekilde mangaldaki sıcak közün üzerine teker teker atılır. Karanfilin patlaması olumlu bir durumdur çünkü niyetlenilen kişinin anne, çocuk ya da her ikisi üzerindeki nazarının çıktığını işaret eder. Hızlı bir kötü ruh kovma eylemi olarak bu kişilerin saçları köze atılır ve ardından yükselen dumanla sözde madurlar tütsülenir. Bu eylem tükürme, üfleme, dualar ve çeşitli efsunlu sözlerle devam eder. Tüm bunlar büyünün çıktığını gösteren esneme nöbetine kadar sürdürülür. Daha fazla tütsü için kem gözlü kişinin yanına gizlice gidilerek elbisesinden bir parça kesilir40. Bu işlemin başarıyla sonuçlanmasının ardından anne ve arkadaşlarının içi biraz rahatlar (Bkz. Garnett 1909: 231).

Yeni doğanın tüm ilk eylemlerinde olduğu gibi ilk banyosu da zorunlu olan büyük bir merasimle gerçekleşir. Bebeğin ilk kez yıkanacağı gün, varlıklı ve yoksul

40 “Nazar değdiren kişinin haberi olmadan ocağındaki külünden, evindeki tuzundan, üstüne bastığı topraktan, kapısından veya elbisesinden bir parça alınıp yakılması, dumanıyla hastanın tütsülenmesi ya da abdest alınan sudan üstüne serpilmesi; J. Frazer’in ortaya koyduğu büyünün ‘temas kanunu’yla açıklanabilir. Bir defalığına da olsa bir kere birbirleriyle temas etmiş şeylerin uzakta olsalar dahi yine temas halinde düşünülmesi olayı büyücülükte bu kanunla açıklanabilir (Alıntılayan Nilgün Çıblak, “Halk Kültüründe Nazar, Nazarlık İnancı ve Bunlara Bağlı Uygulamalar”, Türklük Bilimi Araştırmaları (TÜBAR), 2004, S.15, s.122). Bu kanuna uygun olarak nazara uğramış olan kişinin iyileştirilebilmesi için nazarcının herhangi bir eşyasından yararlanılmaktadır” (Çıblak, a.g.m., s. 122). Çıblak, bazı yörelerde nazarın çıkması için saç telinin de kullanıldığını belirtmiştir. Garnett’in de ifade ettiği gibi nazar eden kişinin saç teli gizlice alınıp yakılır ve yayılan koku nazar değen kişinin içine çektirilir.

95 aileler için farklıdır. Yoksul aileler, genellikle doğumdan sonraki dördüncü günde banyo merasimini gerçekleştirirken, varlıklı aileler bu işi çoğunlukla sekizinci güne kadar ertelerler. Bebeğin özel yıkanma merasimi için iki seçenek vardır. Bunlardan ilki genellikle malikânenin haremlik bölümüne bağlı olan özel hamamlar, ikincisi ise umumi hamamlardır. Soğukluk (saouklik) denen serin odada usulen annenin kıyafetleri çıkarılır ve daha sonra anne ipek peştamala sarılır. Ayağına gümüş işlemeli, ceviz ağacından yapılmış yüksek takunyalar giydirilir. Bir yanında Hamamcı Hanım (Hammamdji Hanum) diğer yanında bir akrabasıyla sıcak odaya alınır. Diğer kişiler de da onları takip ederek sıcak odaya girerler. Bu sırada bebek, ebe kadının emanetindedir ve yıkama işlemi ilk olarak bebekle başlar. Ebe, bebeği güzelce ovup temizlendikten sonra dikkatini anneye yöneltir. İşleme başlamadan önce bir deste anahtar anne tarafından mermer leğenin içine atılır. Bu işlemi yapan anne, Garnett’in dini içerikli olduğunu düşündüğü bir şeyler söyler ve suyun içine üç kez üfler. Tüm bunlar, özellikle suda gezen ve yıkanma rutinine eşlik eden kötü ruhları karşı alınan ilk önlemlerdir. Anne, odanın ortasındaki yüksek mermer bir levha (hamam taşı) üzerine yatırılır ve vücudu bal ile çeşitli aroma çeşnilerinden oluşan bir tür merhemle kalınca kaplanır. Bir saat kadar annenin vücudunda kalan merhemin güçlendirici ve iyileştirici etkisi vardır. Bir saate yakın bekleme süresi sıkıcı bir hal aldığında, bu süreç kadınların şarkıları ve sohbetleriyle şenlendirilir. İşaret parmakları ile ağızlarına bir parça baharatlı karışımdan götürürler. Bunu tatmanın şans getireceğine inanılırlar. Kadınların kendilerine ziyafet çekmelerinin ardından kalan merhem yıkanır ve anne, püsküllü kenarları yaldızlı iplikle işlenmiş olan havluya sarılarak yeniden soğukluk denen geniş ve serin odaya götürülür. Hanımlar odayı çevreleyen yüksek ve konforlu bir platform üzerine bağdaş kurarak oturur ancak ev sahibesi öncelikle orada bulunan tüm yaşlı kadınların elini sırayla öper. Bu selam, annenin sağlığı için yapılan güzel dileklerle kabul edilir. Günün çok büyük bir kısmını meşgul eden tüm bu seremoniler sırasında aralıklarla yiyecek içecek ikramı yapılır (Bkz. Garnett 1909: 231-232).

96

4.3. DÜĞÜN

Osmanlı toplumunda aile kurmak hem sosyal hem de dini bir görev olarak görülür. Toplumun devamlılığını sağlayan evliliğe duyulan saygı, İslamiyetin evliliği yüceltmesi sayesinde daha da artmıştır. Toplumu oluşturan en küçük birim olan aile ne kadar düzgün olursa, toplumsal refah da aynı oranda sağlanacaktır. Halkbilimci gezgin Garnett, yaptığı çeşitli araştırmalarla dini açıdan evliliğin önemini vurgular. Bunlardan biri, “Kul evlendiğinde dininin yarısını tamamlamış olur” (When the servant of Allah marries he perfects half of his religion) hadisidir. Osmanlılar arasında erken yaşta evliliğin bir kural olduğunu belirten Garnett, ataerkil geleneklerin bu durumu kolaylaştırdığını ifade eder. Evlenmek isteyen bir genç, kendi evine sahip olmayı beklemek zorunda değildir (Bkz. 1909: 237). Toplumun her açıdan desteklediği evliliğin çok büyük şenliklerle gerçekleştirilmesi kaçınılmaz olmuştur.

Harvey, gezi yazısını günlük türünde kaleme aldığından daha çok başından geçen olayları kendi yorumuyla harmanlayarak okuyucuya aktarmıştır. Bu olaylar arasında Harvey’in katıldığı bir Ermeni düğünü de vardır. Folklorist Garnett ise hakkında araştırma yaptığı Osmanlı toplumunun düğün geleneğini başından sonuna kadar bilimsel araştırma yöntemleriyle ele almıştır. Literatür taraması, röportaj, indeks ve araştırma sözlüğü gibi detaylara yer vermiştir.

Garnett, evlilik kararının aile meclisi tarafından alındığını ifade eder. Ailevi meselelerde tam yetkiye sahip olduğunu bildiğimiz evin hanımı, genelde oğluna daha önceden bir kız seçmiş olur. Eğer böyle bir seçenek yoksa arkadaşlarına ve arabulucu yaşlı kadınlara çevrelerinde evlenilebilecek hoş kızların aileleri hakkında sorular sorar. Garnett bu kadınlara “kılavuz” (koulavous) diye hitap edildiğini belirtir. Uygun olanlar belirlendikten sonra, anne arabasıyla her bir haremi ziyaret eder. Yanında bir ya da daha çok akraba ile kılavuz vardır. Tanışma faslı gereksiz görülür ve geleneksel olarak ziyaretçilerin dışarı kıyafetlerini almaya gelen köleye ziyaret maksadı bildirilir. Konu hakkında bilgilendiren ev sahibesi misafirlerini büyük bir hürmetle kabul eder. Genellikle birden fazla kızı vardır ancak en büyüğü giyinip süslenerek kendini belli eder. “Yunan arkadaşlarında olduğu gibi Türkler arasında da kızlar yaşça büyüklüğe

97 göre evlendirilir”41 (Garnett 1909: 238). Kapı perdesi kaldırılıp da genç kız içeri girene kadar annelerin geleneksel iltifatları (conventional compliments) karşılıklı devam eder. Genç kız; yabancı misafirlerin ellerini öperek onları selamladıktan sonra, köle tarafından içeri getirilen kahveleri ikram eder. Kahveler içilirken genç kız mütevazı bir tavır içinde ayakta bekler ve boş fincanları aldıktan sonra herkesi selamlayarak ortadan kaybolur. Görgü kurallarına göre, kızı gören misafirlerin şahsi fikirlerini paylaşması gerekir. “Maaşallah! Bu ne güzellik! Kızınız Hanımefendi ayın ondördü gibi!” (1909: 238) (Mashallah! What a beauty! Your daughter, Hanum Effendi, is like a full moon!”) ve buna benzer diğer iltifatlar devam ettikten sonra esas görücü (Guerudji, or “Viewer”) müstakbel damadın iyi niteliklerini uzun uzun anlatmaya devam eder. Daha sonra nikâh (nekyah) bedelinden bahsedilir ve damat ile ailesi bu tutara razı olur. Kızın yaşı ve mal varlığına dair sorular sorulur ve geleneksel sözlerle kızın evinden ayrılırlar. Garnett’in geleneksel sözden kastı kısmettir (Kismet). Batının Doğuyu eleştirdiği konuların başında kader kısmet algısı gelmektedir. İmanın şartları arasında olan bu algı, bazı inananlarca yanlış yorumlanmış ve Batının Doğuyu ötekileştirdiği konular arasında yer almıştır (Bkz. 1.5 Kadercilik). Halkbilimci seyyah, bu ziyaretten sonra yarım düzine daha harem ziyareti gerçekleştirildiğini ifade eder. Yorumsuz kalmaya çalışan Garnett’in mübalağa sanatını kullanması, bu duruma şaşırdığının göstergesidir. Daha fazla kız soruşturmanın saygısızlık olarak düşünülmediğini belirten Garnett, daha fazla ziyarete karşı herhangi bir önyargı olmamasının yanı sıra yasal ibarede de izin verildiğini ekler.

Evin hanımı kocasına ve oğluna genç kızları tasvir etmek üzere eve döner ve seçim yapılır. Talihli genç kızın ailesine hazırlıkları kararlaştırmak için aracılar gönderilir. Genç adamın peçe takma yaşına erişmiş olan genç kızı tam olarak görmesi geleneksel açıdan mümkün değildir ancak genç kız için anneler tarafından gelecekteki kocasını görmesi adına fırsat yaratılır. Bu fırsatın genellikle araba gezintileriyle mümkün olduğunu ifade eden Garnett, farklı yöntemlerin de olduğunu belirtir. Anneler ve genç kız, arabayla şehrin dışına gezintiye çıkar. Genç adam ise önceden kararlaştırılmış bir yerde beklemeye başlar. Bu gezinti sırasında müstakbel kocasını

41 Yaşça büyüklüğe göre evlenme, erkek çocuklar için de geçerlidir. Çalışmanın birinci bölümünde Türk imgeleri arasında ele aldığımız “Büyüğe ve Kadına Saygı” konusu bu ve buna benzer geleneklerin temelini oluşturur. Büyüğe duyulan saygı, “Ekber ve Erşed Sistemi” adıyla siyasi hayata da yansımıştır.

98 görecek olan genç kız doğal olarak endişelidir. Garnett; kız-erkek arkadaşlıklarının, ayrı geçirmeleri gereken yıllara rağmen çoğunlukla devam ettiğini, daha sıcak hislerle geliştiğini ve mutlu evliliklerle sonuçlandığını belirtir. Gezgine göre; “Gençlikte romantizm, toplumsal ve dini geleneklere bağlılıktan daha güçlü olduğu için, aşk; harem kısıtlamalarındaki engellerin bile üstesinden gelebilir” (1909: 239). Garnett’in yaptığı bu tespit; yabancı bir kültüre ait durumun, önyargısız bir şekilde anlamlandırılması örneğidir. Batı kendi kültürüne yabancı olan bu durumu algılamakta güçlük çekebilir. Ancak folklorist gezgin; Osmanlı toplumunu kendi sosyal ve kültürel değerleri çerçevesinde yorumlamış, böylece genellikle doğru tespitlerde bulunmuştur.

Karşılıklı yapılan anlaşma her iki tarafı da memnun ettiyse geline çeşitli nişan hediyeleri gönderilir. Bunlar arasında gümüş mücevher kutusu, el aynası ve süslenme için gerekli olan diğer gereçler vardır. Gelin bu hediyelerin karşılığı olarak damada kıymetli taşlarla süslenmiş enfiye (burun otu) kutusu ve kaşmir şal sunar. Daha sonra damadın annesi birkaç metre kırmızı ipek ve bir sepet şekerleme ile gelini ziyarete gider. Kırmızı ipek, divanın önündeki zemine serilir ve kız bu zemin üzerinde durur. Kendisine tatlılar sunan ve hayır duaları eden müstakbel kayınvalidesinin elini öper. Kızın inci gibi dişleriyle ısırdığı şekerlemenin yarısı damada götürülür. Garnett, bu durumu ilk aşk nişanı olarak yorumlar. Birkaç gün sonra damat tarafından kızın babasına ağırlık (aghirlik) denen bir miktar para gönderilir. Bu para düğün masraflarına damadın katkısı niteliğindedir. Nişandan sekiz gün sonra hukuki evlilik sürecine gelinir (Bkz. 1909: 240).

Harvey ve Garnett, İslam hukukuna göre evliliğin dini değil salt medeni bir anlaşma olduğu konusunda hemfikirlerdir. En az iki şahitle gerçekleşebilen düğün töreni; kız tarafının selamlığında, yani kızın babasının yaşadığı selamlık bölümünde gerçekleşir. Boşanma durumunda kızın mağdur olmaması için nikâh bedeli resmi olarak belirlenir. Hazırlanan sözleşme, damadın gelin ile evlenme niyetini üç kez beyan etmesinin ardından onaylanır. İmam (Imam) ve gelinin babası kadınların bulunduğu haremliğin iletişim kapısına gider. İmam, nikâh bedelini öğrenen gelinin evliliği kabul edip etmeği üç kez sorar. Üç kez olumlu cevap aldıktan sonra yeniden selamlığa dönülür. Evlilik sözleşmesinin resmen imzalanıp onaylanmasının ardından kanunen karı koca olunur ancak genç çift birbirlerini görüp herhangi bir iletişime geçmeden önce, bu

99

Yasal Müeyyide (Legal Sanction) halkın katıldığı çeşitli törenler ve şenliklerden oluşan Sosyal Müeyyide (Social Sanction) ile tamamlanmalıdır. Toplu olarak düğün (dughun) diye adlandırılan bu şenlikler, baba evinden çıkan gelinin yeni evine götürülmesinden önce gerçekleşir. Düğünden önceki hazırlıklar birkaç ayı alabilir. Garnett, sözleşme yapan ailelerin sosyal statüsü ve malvarlığına göre beklenen kutlama için özenle hazırlık yapmanın bir kural niteliğinde olduğunu belirtir. Çeşitli aksesuarlar ile gelinlik, geleneksel olarak damadın tedarik etmesi gereken eşyalar arasındadır. Bu eşyalar; düğün başlangıcı olarak belirlenen tarihten bir hafta önce, büyük bir törenle gelin evine gönderilir. Kızın çeyizinin kalanı (evde kullanılacak çamaşır ve yataklar, bakır mutfak gereçleri, pahalı malzemelerle döşenmiş iki odanın eşyası, pirinç mangal, ceviz ağacından yapılmış sedef, fildişi ya da gümüş işlemeli tepsiler, sehpalar, faraşlar, takunyalar vs.), ailesi tarafından temin edilir. Düğün eğlenceleri bir haftadan fazla vakit alır. Babanın maddi durumu, uzun süren eğlenceler için ne kadar yetersiz olursa olsun gelenek onu bu masrafları karşılamaya zorlar. Garnett’e göre bunca hazırlık bu gibi aktiviteleri kontrol eden Osmanlı kadınlarının tutumundan kaynaklanır. Bir anne için kızının düğününü olabildiğince şanlı bir şekilde kutlamak şeref meselesidir.

Düğün, Pazartesi günü akrabalar ile komşuların gelinin evinde toplanmasıyla başlar. Gelen misafirler, gelinin çeyizini damadın evine götürüp yerleştirirler. Eşyaların transferi arabulucu kadının denetiminde gerçekleşir. Bavulları taşıyan hamallara, hizmetlerinin karşılığı olarak çeyrek42 (chevreh) ya da nakışlı mendil verilir. Kahve ve tatlı ikramından sonra gelinin özel kullanımı için daha önceden belirlenmiş olan daireler dekore edilmeye başlanır. Duvar boyunca ipler asılır ve üzerlerine çeşitli çeyiz eşyaları serilir. Bunların içinde kaşmir şallar, İran seccadeleri, nakışlı çarşaflar, yastık kılıfları, işlemeli havlular ve bohçalar olduğunu belirten Garnett, ortaya çıkan görüntünün artistik bir etki uyandırdığını ifade eder. Odanın bir köşesinde; tülbent, oya ve krep çiçeklerden oluşan bir örtü dikilir. Aşağı tarafta ise mücevherler ile diğer değerli eşyalar, bardak gölgeleri altındaki masanın üzerine sıralanır. Dört duvara da krep çiçeklerden yapılmış çelenkler asılır. İlk daire herkesin beğenisiyle bu şekilde tamamlanınca, dikkatler ikinci daireye çevrilir. İkinci dairede mobilya, yatak takımı, kakmalı ağaç tabureler, kristal kâseleri ve fildişi kaşıklarıyla hoşaf (hoshaf) tepsisi,

42 “Gümüş mecidiyenin dörtte biri değerinde olan beş kuruş” (TDK Güncel Türkçe Sözlük)

100

şamdan ve buna benzer diğer ev gereçleri sergilenir (Bkz. 1909: 242). Garnett’in ifadelerinden anlaşıldığı üzere, Anadolu’nun bazı yerlerinde hala devam eden çeyiz serme geleneği halkbilimci seyyahı oldukça etkilemiştir.

Salı günü gelin büyük bir törenle hamama götürülür. Bu büyük organizasyonun ücretinin tamamı damat tarafından ödenir. Genç kız, içerideki sıcak kısma gitmek için hazır olduğunda üzerinde sadece banyo giysisi (peştamal) vardır. Annesinin rehberlik ettiği gelin hanım, misafirlerin oturduğu merkez platformun çevresinde üç kez döndükten sonra geleneksel olarak gösterilen tebrik ve iyi dilek mesajlarına teşekkür mahiyetinde her bir kadının elini öper. Yıkandıktan sonra giydiği kıyafet, süslü düğün elbisesini giyene kadar üstünde kalır. Geleneksel uygulamaya göre, düğünde giyilecek olan süslü elbise gelinin kendisine ait olmamalıdır. Etkinlik için başka birinden ödünç alınır.43

Çarşamba günü öğlen vakti damadın kadın akrabaları toplu halde gelin evine doğru ilerler. Önden giden aracı kadın, bu gelişi büyük bir merasimle ilan eder. Gelinin annesi ve arkadaşları aşağı merdivenlere doğru koşturarak giriş salonunda çiftli sıra oluştururlar. Birinci çift; damanın annesinin kollarının altına her biri bir taraftan tek elini yerleştirmiş bir şekilde, kayın validenin merdivenlerden çıkmasına yardımcı olur. Kalan çiftler de diğer misafirlere aynı şekilde yardım eder. Garnett bunun eskiden beri süre gelen bir Doğu geleneği olduğunu ifade eder. Seçkin ve üst sınıftan misafirler üst katlarda ağırlanır (Bkz. 1909: 243). Sonradan gelen misafirler ise ayrı bir odaya alınır. Garnett’e göre bu uygulama, farklı gruplardan misafirleri bir araya getiren bugünkü adabımuaşeretin tam tersi yönündedir. Odayı çevreleyen divana yerleşen misafirlere önce acı kahve ve sigara, bir saat sonra da şekerli kahve ikram edilir. Fincanlar toplanır toplanmaz üzerinde hala ödünç alınan kıyafet bulunan gelin hanım, daha önce bir kez evlenmiş olan ana kadın eşliğinde içeri girer. Odada bir tur döndükten sonra Kayın

43 İngiltere’de anonim bir şiirin etkisiyle ortaya çıkan düğün geleneğine göre, gelinin dört eşyaya sahip olması gerekir. Biri eski, biri yeni, biri ödünç alınmış ve biri mavi (something old, something new, something borrowed, something blue) olması gereken eşyaların ne olacağına dair kesin bir ifade yoktur. İnanışa göre bu eşyalar düğünde geline şans getirir ve onu kötü bakışlardan korur. Ödünç alınan eşyanın asıl sahibinin mutlu bir evliliği olması gerekir. Böylece onun evliliğindeki mutluluk, yeni gelinin evliliğine de yansıyacaktır. (Bkz. Weddingbee, “Something old, something new, something borrowed, something blue”). http://wiki.weddingbee.com/Something_old,_something_new,_something_borrowed,_something_blue, (10.01.2015) Osmanlı kültüründe gelinliğin ödünç alınmasının aynı sebepten olduğu düşünülebilir.

101

Validesinden (Kain Valide) başlayarak odada bulunan en genç kız dâhil herkesin elini öper. Daha sonra gelin birkaç dakikalığına sandalyeye oturur. Bu sırada kayın validenin ağzından gelinin ağzına bir parça çubuk şeker verilir. Nişan sırasında gelinin yarısını ısırarak damada gönderdiği şekerleme ile düğünde kayın validenin ağzından gelinin ağzına verilen şekerleme, Garnett’in ifadesiyle düğün törenlerinde görülen eski ve yaygın bir yemek paylaşma geleneğidir. Damadın annesi ve erkek tarafı, müzisyenler ve dansçı kızların (rakkase) gösterileriyle biraz eğlendikten sonra ayrılır. Bu sırada akşamki Kına (Khena) törenine katılmaları için tekrar davet edilirler. Gelin misafirleri merdivenlere doğru yönlendirirken, misafirler merdivende kızın üzerinden küçük bozuk paralar yağdırır. Bu paralar düğün boyunca daima haremlik kapısında bulunan çok sayıdaki dilenciler, çocuklar ve beleşçiler tarafından hemen kapışılır (Bkz. 1909: 244). Garnett, tanık olduğu kına gecesini aşağıdaki gibi betimler:

Akşam vakti insanlar yeniden toplandığında, grubun her bir genç üyesine ince bir mum dağılır. Gelinin öncülük ettiği gençler, müzisyenler ve rakkaseler eşliğinde bahçeye inerler. Uzun ve dar bir hattı dolaşmanın ardından, şimdi mis kokulu çiçek yataklarının arasında, ağaçlar ve çalıların gölgesinde, kadınların gösterişli elbiseleri, ışıltılı mücevherleri, beyaz yüzleri ve dalgalı saçları titreyen mumlarla kesik kesik aydınlatılır. Ayakları, çınlayan kastanyetlerin ritmi ile esmer Çingene kızlarının vahşi melodilerine gider. Bir kimse, onların gece eğlenceleriyle meşgul olan bir peri sürüsü olduğunu düşleyebilir. Eve döndüğünde parlak kıyafetinden mahrum edilen gelin, misafir salonuna girer. Sol kolunu alnına çapraz tutan gelin, dairenin ortasındaki iskemleye oturur. Sonra sağ elinin parmakları, damadın annesinin üzerine altın para koyduğu kına macunuyla kalın bir şekilde kaplanır. Diğer misafirler de aynı şeyi yapar. Sol el benzer şekilde kaplanarak gelinin annesi ve arkadaşları tarafından süslenirken ipekli torba ile kapatılan kınalı el, yüze çapraz tutulur. Genç kızın ayak parmaklarına da aynı işlem uygulandığında, Çingene sanatçıların vahşi pantomim dansı ile tören sona erer. Bu kadınlar dans bitiminde misafirlerden beklendiği kadar ev sahibesinden de beklenen bahşişlerini almak için esas kadınların önünde abartılı tavırlar sergilerler. Daha sonra kınanın yıkandığında gelinin parmaklarına zaruri bal rengi tonunu verdiği düşünülünceye kadar, gelin hanım dinlenmeye bırakılır. Eğer ciltte çok uzun bırakılırsa cilt siyahî bir ton alır ki bu gelinin evlilik hayatı için kötü bir alamet olarak düşünülür (1909: 244-245).

When the company are again assembled in the evening, a taper is handed to each of the younger members of the party, who, led by the bride and escorted by the musicians and dancing girls, descend to the garden. Winding in a long and wavy line, now between the fragrant flower-beds,

102

and now in the shadow of the trees and shrubs, their rich dresses, bright jewels, fair faces, and floating hair fitfully lighted by the flickering tapers, their feet moving to the rhythm of the tinkling castanets and wild strains of the dusky-hued Gypsy girls, one might imagine them a troop of Peris engaged in their nocturnal revels. Returning to the house, the bride, divested of her gay attire, enters the reception-room, holding her left arm across her brow, and seats herself on a stool in the centre of the apartment. The fingers of her right hand are then covered thickly with henna paste, on which the bridegroom's mother sticks a gold coin, the other guests following suit. This hand, covered with a silken bag, is now held across her face, while the left band is similarly plastered and decorated by the bride's mother and friends. When the maiden's toes have also been similarly treated, the ceremony is terminated with a wild pantomimic dance by the Gypsy performers, at the conclusion of which these women fall into exaggerated postures before the principal ladies in order to receive their guerdon, which is looked for as much from the guests as from the hostess. The bride is then left to repose until the henna is considered to have stained her fingers to the requisite amber hue, when it is washed off. If left on too long the skin assumes a blackish hue, which would be considered a bad augury for her wedded life (1909: 244-245).

Gelin genellikle Perşembe günü sabahtan yeni evine götürülür. Yoğun bir kalabalık vardır. Kadınlar at arabasında, erkekler at sırtında önden giden müzikle birlikte geline eşlik ederler. Gelin, baba evinden ayrılmadan önce acıklı bir tören yapılır. Bu törende gelinin babası sadece kızın annesi ile kız kardeşlerinin huzurunda “evlilik kuşağı” (wedding girdle) ile kızını sarar. Bu geleneksel veda âdetini yerine getiren aile reisi, genellikle derinden etkilenir, karısı ve çocuklarıyla birlikte ağlar. Ayrılacak olan gelin, babasının ayaklarına kapanır ve ayakları ile ellerini öper. Baba, kızını kaldırır ve göğsüne basar. Kuşağı kızının beline doladıktan sonra kızı için hayır duasında bulunur. Yeni evine varan gelin, damat tarafından haremliğin girişinde karşılanır. Damat, geline misafirlerin toplandığı üst kata kadar rehberlik ettikten sonra erkek misafirlerin bulunduğu selamlığa geri döner. Artık gelinin duvağı açılır ve gelin ile çeyizi birkaç saat sergilenir. Sadece davetli misafirler değil aynı zamanda çevredeki bütün kadınlar da zavallı kızı izlemek için toplanırlar. Şenlikler evin her iki bölümünde de akşama kadar devam eder. Selamlıktaki geleneksel akşam duasından sonra bu gibi etkinliklerde bulundurulan imam, genç çifte hayır duası eder. Daha sonra damat hızlıca haremliğe açılan kapıya doğru ilerler. Onu takip eden arkadaşlarından bir kısmı

103 damadın sırtına sert darbeler indirirken diğerleri de damada ayakkabı fırlatırlar.44 Sonunda damat ve onu kovalayanlar arasındaki kapı kapanır ve damat yaşlı bir kılavuz (koulavouz) tarafından üst kattaki gelin odasına götürülür. Damat içeri girdiğinde gelin ayağa kalkar ve damadın elini öper. Gelinin koyu kırmızı ipekten yapılmış duvağı yere serilir ve kocası onun üzerinde diz çökerek kısa bir dua eder. Bu sırada gelin duvağın kenarında durur. Daha sonra gelin ve damat divan üzerine yan yana oturtulur ve kılavuz onlara birleşmiş yüzlerinin aynadaki yansısını gösterir. Bu durum aynı zamanda onların o andaki uyumlu birliğinin devamı için bir dilek niteliğindedir. Çifte kahve servisi yapıldıktan sonra, kılavuz akşam yemeği hazırlıkları için ayrılır. Yemek saatini gelinin mizacına bağlıdır. Damat ile konuşarak en azından utangaçlık ya da inatçılık gibi huylarının üstesinden gelmesi gerekir. Doğulu gelinlere deneyimli olan evli hanımlar tarafından, kocalarının kurlarına hemen karşılık vermemeleri konusunda öğüt verilir. Çünkü bu kurlar bazen akşam yemeğine ulaşmak için kullanılan bir taktik olabilir. Kadın lütfedip de bir kelime söyler söylemez kocası bir işaret verir ve yemek servisi yapılır (Bkz. 1909: 245-247).

Cuma sabahı yeni evli çift el ele büyük misafir odasına girer. Damadın bütün akrabaları, çiftin anlaşıp anlaşamadıklarını öğrenecekleri için gergin bir şekilde onları bekler. Kadınlar sonunda onların kişisel onay ifadelerinden bir sorun olmadığını anlarlar. Her ikisi de ailenin ellerini öperek onları selamlar ve karşılığında geleneksel hediyeler alırlar. Öğle vakti yenen yemeğe “koyun paçası ziyafeti” (feast of sheep’s trotters) denir. Özellikle gelin ve damat için yapılan bu yemek haremlik ve selamlıktaki çok sayıdaki misafire de ikram edilir. Sonraki iki gün harem şenliklerine ayrılır. Bu şenlikler boyunca gelin düğün nizamında olduğu gibi oturur ve her iki aileden gelen tebrikleri kabul eder (Bkz. 1909: 247-248).

44 Garnett; damada yapılan bu saldırının, gelin kaçırma (Bride-capture) geleneğinin bir canlandırması olabileceğini belirtir. Halkbilimci gezgin; Anadolu’da yaşayan Tatar, Çerkez ve diğer kavimlerde eskiden bu geleneğin yaygın olduğunu ifade eder (Bkz. Garnett, a.g.e., s. 246). Ailesinin görmediği bir yerde sevdiği kızı kaçıran erkek, bir ay boyunca gözden uzak bir yerde gizlenir. Balayı geleneğinin bu kültürün bir yansısı olduğu düşünülebilir. Yeni evli çift kızın ailesini ziyarete geldiğinde nadiren de olsa damada fiziksel güç uygulandığı olur. Kız kaçırarak evlenme, bugün hala Kırgızistan’da halkın büyük çoğunluğu tarafından olağan karşılanan bir gelenektir. Bu geleneğin kaynağının ünlü Manas Destanı olduğu düşünülmektedir (Vice News, “Bride Kidnapping in Kyrgyzstan”). Detaylı bilgi için uzantıdaki videoya bakınız. http://www.vice.com/video/bride-kidnapping-in-kyrgyzstan-part-1, (28.05.2014)

104

Garnett’ten öğrendiğimize göre dul ya da boşanmış olan kadınlar bütün bu gösterişli formalitelerden muaf tutulur. Çalışmanın ikinci bölümünde de ifade edildiği gibi, köle olan bir kadının düğünü için de böyle detaylı hazırlıklar zorunlu değildir (Bkz. 2.2 Erkekler).

Harvey’in seyahatnamesi bilimsel inceleme kastıyla yazılmadığından Garnett’in ifade ettiği gibi kapsamlı bir bilgiye rastlanmaz. Katıldığı bir Ermeni düğününü tasvir eden Harvey, bu düğünün Türk ve Hıristiyan düğünlerine yakın olduğunu belirtir. Harvey tanık olduğunu düğünü şöyle anlatır:

Gelin; şallara, duvaklara ve dökümlü giysilere öylesine boğulur ki yüzü ve bedeni neredeyse görünmez. Alımlı genç kız görünmez ancak şahane ipek ve dantel yığını ile odanın ortasında parlayan mücevherler onun varlığını işaret eder. Gelinin karşısında duran damada “ Bu kız topal, sağır, biçimsiz ya da kör olsa dahi onu eş olarak kabul edecek misin?” diye sorulur. Damat bu soruya takdire şayan bir cesaret ve rıza ile “ Kabul edeceğim.” diyerek cevap verir. Daha sonra görevli papaz onların ellerini birleştirir ve kafa çevrelerine ipek şerit bağlanır. Birçok dua ve şarkının ardından karı koca ilan edilirler (52-53).

The ceremony is performed at midnight. The bride is so muffled up in shawls, and veils, and flowing garments, that face and figure are alike invisible. The fair damsel is not seen, but the mass of superb silk, lace, and flashing jewels placed in the middle of the room, indicate her presence. The bridegroom is asked, as he stands opposite to her, “Will you take this girl to be your wife, even if she be lame, deaf, deformed, or blind?” to which, with admirable courage and resignation, he replies, “I will take her.” The officiating priest then joins their hands, a silk cord is tied round the head of each, and, after many prayers and much singing, they are pronounced man and wife (52-53).

105

SONUÇ

Bu çalışmada; Batılılar tarafından öteden beri yanlış imgelerle tanımlanan Osmanlı dünyasının doğru tasvirine kavuşmasına bir nebze olsun katkı sağlamak amaçlanmıştır. Batı’nın “Doğu” ya da “Şark” diye “ötekileştirerek” tanımladığı Osmanlı toplumu hakkındaki negatif algısının, tarih ve edebiyat olmak üzere iki temel unsura dayandığını düşünmekteyiz. Geniş bir coğrafyaya yayılmış olan Osmanlı Devleti, tarih boyunca savaşlarla ve diğer devletlere karşı sert tutumuyla ünlenmiş böylece “kan döken, kaba, barbar” gibi imajlarla tanımlanmıştır. Ortaçağ Arap edebiyatına ait Binbir Gece Masalları, 16. yüzyılda Fransızcaya çevrilerek bütün Avrupa’da büyük yankı uyandırmıştır. İngilizce tercümesi Arap Geceleri (The Arabian Nights) olan bu eserle birlikte, Arap toplumu ile aynı dine mensup olan Osmanlı toplumu “şehvet düşkünü, ahlaksız, tuhaf” gibi yine negatif olan yeni imajlara sahip olmuştur. İmgebilim bağlamında açıklamak gerekirse, Osmanlı toplumunu yakından tanıma fırsatı bulamayan Batılıların bu toplum hakkında sahip olduğu önbilgi birçok nedenden ötürü olumsuz olmuştur.

16. yüzyılda Osmanlı topraklarını ziyaret eden Batılı sefir ve seyyahların gezi notlarında kısmen olumlu imgelere yer verilse de, yüzyıllar boyunca Türkleri tanımlayan negatif imajlar hiç değişmemiştir. Türk toplumu hakkında gerçek ve görece önyargısız bilgilere ulaşmak ancak 19. yüzyılda sıklaşan kadın seyyahların ziyareti ile mümkün olmuştur. Kadın seyyahların daha önyargısız ve seyahatnamelerin elverdiği ölçüde objektif olabilmelerinin sebebi, kadın olmalarından ileri gelir. Siyasete daha uzak olan kadınlar, bürokratların yazdığı raporları samimi bulmamışlar ve Osmanlı toplumunu değerlendirirken daha sevecen, daha önyargısız olabilmişlerdir. Kadınları kısıtlayan Viktorya toplumundan uzaklaşmalarının verdiği özgürlük hissi ile çok fazla yazmışlardır. Kadın seyahatnameleri; kadınların sorunları hakkında içerdiği bilgilerin yanı sıra şimdiye dek erkeklerin kontrolünde olan seyahatname yazıcılığının da önüne geçtiğinden, feminizm düşünce akımının ilk örnekleri olarak gösterilebilir.

Çalışmanın birinci bölümünü oluşturan “Türk İmgeleri”, esas itibariyle Harvey ve Garnett seyahatnamelerinin içerdiği söylem ile belirlenmiş, diğer kadın seyyahların çalışmaları ile de desteklenmiştir. Metne bağlı (text-based) inceleme ile ulaşılan sonuca

106 göre, Türkler tam bir “doğa tutkunu”dur. Tarih boyunca harika manzarası olan yerlerde yaşamışlardır. Doğal bitkileri ve hayvanları koruyarak Tanrının yarattığı muhteşem tabiata asla dokunmazlar. Olduğu gibi kabullenişin negatif etkisi “kaderci” olmalarıyla sonuçlanmıştır. Allah’ın yarattığı güzel şeylere müdahale etmedikleri gibi Allah’ın takdirine de müdahale etmezler. Olumsuz bir durumla mücadele edildiğine pek sık rastlanmaz. Aslında karakterlerini oluşturan hemen her şeyin kaynağı İslam dinidir. “Temiz” olmaları en başta imanın gereğidir. Toplumda herkesin refahı sağlanmalıdır. Zekat ve fitre gibi “cömert” uygulamalarla ihtiyaç sahipleri sevindirilir. Kadın, hem dini hem de toplumsal hayat gereği özel bir yere sahiptir, korunup kollanır. Büyüklerin küçükler üzerindeki nüfuzunda cinsiyet ayrımı gözetilmez. Yaşlı ve bilge kişilerin görüşlerine siyasi hayatta değer verilir. “Büyüğe ve kadına saygılı” olan Türkler birçok yabancı seyyah tarafından tüm uluslara örnek gösterilmiştir.

İkinci bölümde; Kadınlar, Erkekler ve Çocuklar alt başlıklarıyla “Türk İnsanı” ele alınmıştır. Seyahatnameler çoğulcu (pluralist) yöntemle yorumlanmış, genel sonuçlara ulaşılmaya çalışılmıştır. Harvey ve Garnett’in yorumu temelde aynı yargıya varsa da Harvey’in açık (explicit) ve gizli (implicit) Oryantalist söylemleri yoğundur. Halkbilimci Garnett her konuda objektif olabilirken Harvey’in Oryantalist yaklaştığı, siyasal imge içeren konular tespit edilmiştir. Seyyah, olumlu bir durum sonrasında hemen olumsuz bir duruma yer verir. Fiziksel olarak özgür olduğu aşikar olan Osmanlı kadınının zihinsel olarak köle olduğu, eşine karşı son derece saygılı olan Osmanlı erkeğinin önceki yüzyıllarda kardeş ve çocuk katili olduğu bu duruma örnektir.

Osmanlı Devleti’ndeki “Toplumsal Kurumlar ve Yapıları”nın incelendiği üçüncü bölümde, genelde önyargısız bir üslup vardır ancak Hıristiyan olan her iki seyyah için de orijinali kilise olan ibadethanelerin camiye dönüştürüldüğünü görmek üzücü olmuştur denebilir. Eski yeni karşılaştırması yapan seyyahlar camilerde bulunan Hıristiyanlığa ait yapıların tahrip edildiğini ifade ederler. Harvey’in gezi notlarında sıklıkla görülen gizli (implicit) Oryantalist söylem, kadınların eğitimi konusuna da yansımıştır. Bu konuda Garnett ile fikir ayrılığına düşerler. Eğitimi desteklemek adına birçok çalışması olan Valide Sultan’ın nüfuzuna hayran kaldığını belirten Harvey’in çelişkili söylemleri tespit edilmiştir.

107

Çalışmanın son bölümünde, toplumun değer yargıları hakkında fikir edinilmesini sağlayan “Osmanlı Gelenekleri” incelenmiştir. Özellikle folklorist seyyah Garnett’in bilimsel araştırma niteliğindeki seyahatnamesinin, Osmanlı kültür tarihi açısından önemli bir kaynak olduğu kanısına varılmıştır. Harvey’in seyahatnamesi, günlük türündeki anıları içerdiğinden bazı konularda sınırlı kalmıştır. Her iki seyahatnamede de; hamam, doğum, düğün, bayramlar, sünnet düğünleri, cenaze törenleri, batıl inançlar vb. birçok gelenekten bahsedilmiştir ancak günümüzdeki uygulaması ile kıyaslayabilmek adına temel olarak “hamam, doğum ve düğün” gelenekleri ele alınmıştır. Günümüzde devam etmekte olan bu gelenekler, gerçek uygulamaları ile kıyaslandığında küçük bir özet olabilir. Modern dünyanın getirdiği vakit darlığının yanı sıra değişen insan ilişkileri, geleneklerin kaybolmasına ya da sembolik olarak uygulanmasına neden olmuştur.

Betimsel bir araştırma niteliği taşıyan bu çalışmada ele alınan iki temel kaynağın; önceki çalışmalarda detaylı analizi yapılmamış, Türkçe tercümesi olmayan seyahatnameler olmasına dikkat edilmiştir. Dolayısıyla mevcut literatüre ve ileride yapılacak olan araştırmalara katkı sağlayabilecek özgün bilgiler içerdiği düşünülmektedir. Edebi üslubu oldukça kuvvetli olan Harvey’in Turkish Harems and Circassian Homes (Türk Haremleri ve Çerkez Evleri) adlı eserinin Türk edebiyatına kazandırılmasının yararlı olacağı öngörülmektedir. Türkiye hakkında yaptığı çalışmalarla bilinen halkbilimci Garnett’in daha sonraki dönemde yazılan birçok eseri dahi Türkçeye çevrilmesine rağmen, daha geniş bir kapsama sahip olan ve bir asır önce yayımlanan Home Life in Turkey (Türkiye’de Aile Hayatı) adlı araştırmasının henüz Türkçe çevirisi yoktur. Aynı zamanda bilimsel bir araştırma olan bu seyahatnamenin Türkçeye kazandırılmasının geç kalınmış ancak oldukça faydalı bir çalışma olacağı kanaatindeyiz.

108

CONCLUSION

In this study, we have aimed to contribute one iota to attain the accurate portrayal of the Ottoman world identified with the wrong image by Westerners all along. The West describes the Ottoman society as “East” or “Orient” in the context of “othering”. We believe that this negative perception is based on two key elements, history and literature. Throughout history, the Ottoman Empire, which spread over a wide geography has been notorious for wars and its tough stance against other states and thus it is defined by the images of “bloodthirsty, rude, barbarous” etc. One Thousand and One Nights of medieval Arabic literature was translated into French in the 16th century and has made a great impact on all Europe. With this work whose English translation is The Arabian Nights, the Ottoman society, belonging to the same religion with the Arab society has new but still negative images such as “lascivious, indecent, strange” etc. To explain it in the context of imagology, the foreknowledge on the Ottoman society of Westerners who could not find an opportunity to know this society well has been negative for many reasons.

Although the travel notes of Western ambassadors and travellers who visited the Ottoman Empire in the 16th century partially included positive images, the negative ones which identified the Turks for centuries have remained unchanged. To achieve real and relatively unbiased information about Turkish society was made only possible by the frequent visits of women travellers in the 19th century. The reason why women travellers could be more unprejudiced and objective within the bounds of travel books stems from being a woman. Women who are relatively less involved in politics did not find the reports written by bureaucrats frank and could become more caring and less biased towards the Ottoman society. They have written a lot thanks to the freedom offered by their distance to the Victorian society restricting women. Because the travel notes of women travellers contain information about the problems of women and also have overtaken travel book writing that was under the control of men until then, they could be marked as the first examples of feminist movement.

“Image of the Turks” which forms the first chapter of the study was essentially determined by the discourses of Harvey and Garnett’s travel notes and supported by the

109 works of other women travellers. According to the result achieved through the text based review, the Turks are completely “nature lovers”. They have lived in places with great views throughout history. They never touch the magnificent nature that God created by preserving native plants and animals. The negative effect of acceptance has resulted in their being “fatalist”. As the Turks do not interfere with beautiful things created by God, they do not interfere with the will of God, either. It is not very common to struggle with a negative situation. In fact, the source of almost everything forming their characters is Islam. Their being “clean” is first and foremost by faith. The welfare of everyone in the community should be ensured. With the “generous” application of Islamic alms or charity such as zekat and fitre, needy people are delighted. Women have a special place both in religious and social life and therefore they are protected. Irrespective of gender, the elderly have the absolute authority over the younger ones. The opinions of older and wiser people are appreciated in political life. The Turks, “respectful to the elderly and women” have been acknowledged as a model to all nations by many foreign travellers.

The second chapter deals with “” under the subtitles of Women, Men and Children. The travel books have been reviewed through pluralistic approach with a view to drawing general conclusions. Although Harvey and Garnett’s comments have basically the same judgment, Harvey’s explicit and implicit Orientalist discourse is intense. While folklorist Garnett can be objective about everything, the issues that Harvey approached with Orientalism and involve political image have been identified. Harvey describes a negative situation immediately after a positive one. For example; according to Harvey, Ottoman women are physically free but mentally enslaved and Ottoman men have utmost respect for their wives but in previous centuries they were fratricide and infanticide.

In the third chapter that focuses on “Social Institutions and Their Structures”, there is generally an unbiased wording, however, it may be unfortunate for both travellers to see that the temples originally build as church were converted into mosques. The travellers comparing the old with the new express that the structures of Christianity found in mosques were destroyed. Implicit Orientalist discourse often seen in Harvey’s travel notes is reflected in the subject of women's education, as well. She

110 falls into disagreement with Garnett on this issue. The contradictory discourses of Harvey, indicating that she admired the influence of Valide Sultan who had many studies in order to promote education, have been identified.

The last chapter examines “Ottoman Traditions” portraying the values of the society. It has been concluded that especially folklorist traveller Garnett’s travel book in the nature of scientific research is an important source for the Ottoman cultural history. Harvey’s travel book is limited in some respects because it contains the memories in the style of diary. In both of the travel books, many traditions such as bath, birth, wedding, festivals, circumcision feasts, funerals, superstitions etc. have been mentioned, however, basically “bath, birth and wedding” traditions are discussed in order to compare them with their current versions. These traditions which continue today may be an encapsulated summary when they are compared with the actual practices. In addition to the limited amount of time brought about by modern world, changing human relationships lead to the loss or symbolic implementation of the traditions.

It has been taken into notice that the two main sources discussed in this study which is in the nature of a descriptive research have not been analysed in detail in previous studies, and these travel books have not been translated into Turkish yet. Therefore, it is thought that this study contains the original information that may contribute to the existing literature and researches to be carried out in the future. Turkish Harems and Circassian Homes by Harvey whose literary wording is quite strong is expected to be beneficial to the . Although even many later works of folklorist Garnett known for her works on Turkey were translated into Turkish, Home Life in Turkey, which has a wider scope and was published a century ago, has not been translated into Turkish yet. We consider that translating this travel book that carries some feature of a scientific research into Turkish will be a delayed but at the same time useful study.

111

KAYNAKÇA

Abbaszade Konağı, Beypazarı Belediyesi, Dünya Kültür Köprüsü Türkiye Tanıtım Projesi-Yaşayan Müze. İnternet.

Akman, Filiz Barın, (2011), Batılı Kadın Seyyahların Gözüyle Osmanlı Kadını, İstanbul: Etkileşim Yayınları. Baskı.

Alighieri, Dante, (2011), İlahi Komedya, (Çev. Rekin Teksoy), İstanbul: Oğlak Yayıncılık. Baskı.

Ashliman, D. L, (1996-2004), “Bluebeard by Charles Perrault”, içinde: Folklore and Mythology Electronic Texts Perrault, University of Pittsburgh. İnternet.

Ashman, Anastasia M., Jennifer Eaton Gökmen, (2006), Tales from the Expat Harem: Foreign Women in Modern Turkey, Berkeley: Seal Press. Baskı.

Ayaşlı, Yahya, (2013), “Osmanlı Kadını, Hizmetçiler ve Köleler Hakkında”, Türk Yurdu Dergisi-Yabancı Seyahatnamelerde Türkiye, Ankara: Boyut Matbaacılık, XXXIII, 310, ss. 249-252. Baskı.

Aybet, Gülgün Üçel, (2003), Osmanlı Dünyası ve İnsanları (1530-1699), İstanbul: İletişim Yayınları. Baskı.

Aydüz, Salim, (2012) “Montagu, Lady Mary Wortley (1689-1762) İngiliz Seyyahı ve Yazar”, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 30, ss. 273-274. Baskı.

Aytaç, Gürsel, (2009), Karşılaştırmalı Edebiyat Bilimi, İstanbul: Say Yayınları. Baskı.

Bahadıroğlu, Yavuz, “Mezarlıklara neden servi ağacı dikilir?”, Yeni Akit E-Gazete, İstanbul. İnternet.

Binbir Gece Masalları, (Çev. Alim Şerif Onaran, 1992), İstanbul: AFA Yayıncılık. Baskı.

Bride Kidnapping in Kyrgyzstan, Vice Media: The Definitive Guide to Enlightening Information, Brooklyn. İnternet.

Craven, Lady Elizabeth, (1789), A Journey Through the Crimea to Constantinople in a Series of Letters Written in the Year 1786, London: G. G. J. and J. Robinson. Baskı.

Croutier, Alev Aksoy, (2009), Harem-Gizemli Dünya, (Çev. Leyla Özcengiz), İstanbul: Remzi Kitabevi. Baskı.

112

Çadırcı, Musa, (1997), Tanzimat Döneminde Anadolu Kentlerinin Sosyal ve Ekonomik Yapısı, Ankara: Türk Tarih Kurumu. Baskı.

Çeltik, Halil, (2007), “Halep’te Kınalızade Hasan Çelebi’nin Şairler Meclisi”, Gazi Türkiyat, Ankara: Gazi Üniversitesi Yayınları, S. 1, ss. 137-147. Baskı.

Çıblak, Nilgün, (2004), “Halk Kültüründe Nazar, Nazarlık İnancı ve Bunlara Bağlı Uygulamalar”, Türklük Bilimi Araştırmaları (TÜBAR), S. 15, ss.103-125. Baskı.

Çınar, Sanem, Simay Kırca, (2010), “Türk Kültüründe Bahçeyi Algılamak”, Journal of the Faculty of Forestry, İstanbul: İstanbul Üniversitesi Yayınları, S. 60, ss. 59-68. Baskı.

Demir, Uğur, (2008/2009), “Osmanlı İstanbul’u Fermansız Gezilemezdi”, Kültür Dergisi. Seyyahlar ve Seyahatnameler Özel Sayısı, S. 13, ss. 53-57. Baskı.

Diyanet İşleri Başkanlığı Kur’an-ı Kerim Portalı. İnternet.

Doğan, Ebru, (1999), İngiliz Gözüyle Osmanlı-3. Bölüm Seyyahların Gözüyle Osmanlı Sesli Belgesel Programı, London: BBC Türkçe, NTV. İnternet.

Dumesnil, M. J. B. Gardin, (1825), Latin Synonyms, With Their Different Significations: And Examples Taken From The Best Latin Authors. (Çev. ve Ed. J. M. Gosset,) London: Richard Taylor and Co. Baskı.

Faroqhi, Suraiya, (2005), Osmanlı Kültürü ve Gündelik Yaşam-Ortaçağdan Yirminci Yüzyıla, (Çev. Elif Kılıç), İstanbul: Türk Tarih Vakfı Yayınları. Baskı.

Garnett, Lucy Mary Jane, (1909), Home Life in Turkey, New York: The Macmillan Company. Baskı.

Garnett, Lucy Mary Jane, (1990), Mysticism and Magic in Turkey, London: The Octagon Press. Baskı.

Gökyay, Orhan Şaik, (1973), “Türkçede Gezi Kitapları”, Türk Dili Aylık Dil ve Edebiyat Dergisi. Gezi Özel Sayısı, Ankara: Ankara Üniversitesi Basımevi, XXVII, S. 258, ss. 457-467. Baskı.

Graz, Harald Heppner, (1987), “Aydınlanma Çağında Batılıların ‘Türk İmajı’ ”, (Çev. Halit Orhun), I. Uluslararası Seyahatnamelerde Türk ve Batı İmajı Sempozyumu Belgeleri, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, No: 221, ss. 107-114. Baskı.

Harvey, Annie Jane Tennant, (1871), Turkish Harems & Circassian Homes, London: Hurst & Blackett. Baskı.

113

Hodgson, Barbara, (1955), Dreaming of East: Western Women and the Exotic Allure of the Orient, British Columbia: Greystone Books. Baskı.

İngilizce Türkçe Tütün Terimleri Sözlüğü, PDF. Tütün Piyasası Daire Başkanlığı. Baskı.

Kandilli Adile Sultan Sarayı ve Ortaköy Fatma Naile Sultan Yalısı, TAS İstanbul. İnternet.

Lewis, Reina, (2004), Rethinking Orientalism: Women, Travel and the Ottoman Harem, New York: I. B. Tauris & Co. Ltd. Baskı.

Luka, 11/25, Kutsal Kitap, Yeni Antlaşma. İnternet.

Montagu, Lady Mary Wortley, (1859), Letters of Lady Mary Wortley Montague, Volume II, New York: Mason Brothers. Baskı.

Moran, Berna, (2008), Edebiyat Kurumları ve Eleştiri, İstanbul: İletişim Yayınları. Baskı.

Muhammed, Şerif, (2002), “İslam ve Diğer Geleneklerde Kadın: Önemli Bir Yanlışı Tahsis”, Yeni Ümit Dergisi, İstanbul, S. 55. İnternet.

Osmanoğlu, Ayşe, (2007), Babam Sultan Abdülhamid, İstanbul: Selis Kitaplar. Baskı.

Özcan, Abdülkadir, (1992), “Etmeydanı”, TDV İslam Ansiklopedisi, c.11, ss. 497-498. Baskı.

Özkaya, Yücel, (2008), “XIX. Yüzyıl Türk Yazarları ve Avrupalı Seyyahlara Göre Türk Kadını”, Erdem Dergisi, Ankara: Atatürk Kültür Merkezi, S. 51, ss. 180-193. Baskı.

Pardoe, Julia, (1837), The City of the Sultan, and Domestic Manners of the Turks in 1836, Volume II. London: Henry Colburn. Baskı.

Pardoe, Julia, (1838), The Beauties of the Bosphorous, London: Virtue and Co., Baskı.

Poole, Sophia Lane, (1845), The English Woman in Egypt, Volume I. London: Charles Knight and Co., Baskı.

Reyhanlı, Tülay, (1983), İngiliz Gezginlerine Göre XVI. Yüzyılda İstanbul’da Hayat (1582-1599), Ankara: Kültür Bakanlığı Yayınları. Baskı.

Rivkin, Julie, Michael Ryhan, (2004), Literary Theory: An Anthology, USA: Blackwell Publishing. Baskı.

114

Said, Edward W, (1995), Şarkiyatçılık, (Çev. Berna Ülner), İstanbul: Metis Yayınları. Baskı.

Sancar, Aslı, (2011), Ottoman Women Myth and Reality, USA: Tughra Books. Baskı.

Schiffer, Rheinhold, (1987), “19. yy. Seyahatnamelerinde Türk Kadını ve Türk Erkeği İmajı”, (Çev. Mustafa Çakır, Kenan Oturan), I. Uluslararası Seyahatnamelerde Türk ve Batı İmajı Sempozyumu Belgeleri, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları, No: 221, ss. 297-309.

Something old, something new, something borrowed, something blue, The Wedddingbee Wiki. İnternet.

Şentürk, Sevim. “Osmanlı’da Çocuk Sesleri”, Yeni Bahar Dergisi, İstanbul, S. 188. İnternet.

TDK Güncel Türkçe Sözlük, Türk Dil Kurumu. İnternet.

Ulağlı, Serhat, (2006), İmgebilim “Öteki”nin Bilimine Giriş, Ankara: Sinemis Yayınları. Baskı.

Urgan, Mina, (2008), İngiliz Edebiyatı Tarihi, İstanbul: Yapı Kredi Yayınları. Baskı.

Uysal, Mehmet, (2003), “Kurmaca Olmayan Bir Edebi Tür: Gezi Notları”, Arayışlar- İnsan Bilimleri Araştırmaları, Isparta, S. 9-10. Baskı.

Wehmeimer, Sally, (2000), Oxford Advanced Learner’s Dictionary of Current English, New York: Oxford University Press. Baskı.

Woolf, Virginia, (1929), A Room of One’s Own, USA: Harcourt, Inc. Baskı.

Yeniaras, Orhan, (2012), Tarihin Sırlar Odası, Ankara: Alter Yayıncılık. Baskı.

115

ÖZ GEÇMİŞ

Kişisel Bilgiler

Adı ve Soyadı : Didem İLYA (ÇAKMAK)

Doğum Yeri ve Yılı : Sivas / 1989

Medeni Hali : Evli

Eğitim Durumu

Lisans Öğrenimi : 2007-2011 / S. D. Ü. İngiliz Dili ve Edebiyatı

Yüksek Lisans Öğrenimi : 2011-2015 / S. D. Ü. İngiliz Dili ve Edebiyatı

Yabancı Dil(ler) ve Düzeyi l. İngilizce – C2

2. Almanca – A2

İş Deneyimi

1. 2012-… / Savunma Sanayii Müsteşarlığı, Memur-Ankara

2. 2011-2012 / Amerikan Kültür Derneği, İngilizce Öğretmeni-Isparta

Bilimsel Yayınlar ve Çalışmalar l. İlya, Didem, Mehmet Uysal, (2015), “İngiliz Kadın Seyyahlar Harvey ve Garnett’in Gözüyle Osmanlı Kadını”, Avrasya Uluslararası Araştırmalar Dergisi (e-Journal), III, S. 6, ss.1-22.

2. İlya, Didem, (2015), İngiliz Kadın Seyyahlar Harvey ve Garnett’e Göre Osmanlı’da Gündelik Hayat (3893-YL1-14 Proje Numaralı Yüksek Lisans Tezi), Proje Yürütücüsü ve Tez Danışmanı: Mehmet Uysal, S.D.Ü. Bilimsel Araştırma Projeleri Birimi.

116