ALMANAK 2016

ENTROPOL KİTAP Entropol Arge Ltd. Şti.

Yayıncı Sertifika No: 29824 Tür: Edebiyat Dizi: Bilimkurgu-Korku-Fantastik

© Bu dijital kitabın yayın ve dağıtım hakları Entropol Arge Ltd. Şti.’ne aittir. Dijital ya da basılı olarak satmak, dağıtmak, üzerinde değişiklik yaparak yeniden dağıtmak suçtur. İçerisindeki eserlerin telif hakları yazarlara ya da yazarların devretmiş oldukları taraflara aittir.

Editörler: Özgün Muti, Galip Dursun Kapak İllüstrasyonu: Melike Acar Dizgi ve Tasarım: Tevfik Uyar

ENTROPOL KİTAP www.entropolkitap.com İstasyon Mah. 1421. Sok. No: 62 B1-54 K.Çekmece / [email protected]

FABİSAD www.fabisad.com

1

İÇİNDEKİLER

SUNUŞ ...... 4

GİO İLLÜSTRASYON - BİĞKEM KARAVUS ...... 5

HOŞÇAKAL GİO! - SEVİN OKYAY ...... 6

ÖLÜ OLACAĞIMI BİLSEYDİM- CÜNEYT KARAKUŞ ...... 8

HENÜZ ADI YOK - ESRA ERTAN ...... 12

FAKÜLTEDEKİ DEHŞET - UĞUR KILINÇ ...... 15

BEN BİR HORTLAK MIYIM? - YANKI ENKİ ...... 24

BEBEK BENİ DEL’EYLEDİ - MEHMET BERK YALTIRIK ...... 27

ŞİŞEDEKİ CİN - ESRA İLTER DEMİRBİLEK ...... 35

RIHTIM FUNDA - ÖZLEM ŞERAN ...... 36

SON SEFER - GALİP DURSUN ...... 44

TENNYSON’IN ÖLDÜĞÜ GÜN (PENNY DREADFUL’A EDEBİ BAKIŞ) - ÖZGÜN MUTİ ...... 50

MELİKE ACAR - ANGELA ...... 54

PARANOYA PANAYIRI - HAKAN BIÇAKCI ...... 55

AY HAVUZU - IŞIN BERİL TETİK ...... 58

CENNET-İ SÜKÛN - TEVFİK UYAR ...... 63

ANLATMA! - SERAN DEMİRAL ...... 70

MUTLU SONDAN SONRA - HAKAN TACAL ...... 74

ÇİÇEK DÜRBÜNÜ - ÖZGE LENA ...... 75

RETRO RÜYALAR OTELİ - DOĞU YÜCEL ...... 76

KARANLIK GELECEK - GÜLBİKE BERKKAM ...... 82

TÜRKİYE’NİN İLK VE SON POLİSİYE KORKU DİZİSİ: SIR DOSYASI - KORAY SARIDOĞAN ...... 86

YEDİ MİLYON BİR - ÖMÜR İKLİM DEMİR ...... 89

AÇLIK - ÖZLEM ERTAN ...... 93

BERZAN - YILDIRAY ÇINAR ...... 99

ZİRVEDE BIRAKMAK - GÜLŞAH ELİKBANK ...... 100

TUNGUSKA - MÜFİT ÖZDEŞ ...... 102

TEKİNSİZ KADINLAR ARAMIZDA! - ALTAY ÖKTEM...... 104

RUH HARİTASI - ÖZGE LENA ...... 106

ALICE ANADOLU DİYARINDA - HAMİT ÇAĞLAR ÖZDAĞ ...... 107

2

PRENSES - PRENS - ESRA İLTER DEMİRBİLEK ...... 126

OSMANLI CADISI BİR İSTANBUL BİLİMKURGUSU - BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU ...... 127

HER AYRILIK CESET KOKAR - GÖKTUĞ CANBABA ...... 132

DEVASA BOYUTTAKİ 5 TOLKİEN YARATIĞI - KAYRA KERİ KÜPÇÜ ...... 136

ÇARKIFELEK - AŞKIN GÜNGÖR ...... 138

YAKLAŞAN DİP - ONAT BAHADIR ...... 149

FİGÜRİN - MURAT S. DURAL ...... 154

ŞEYTAN’IN REDDETTİĞİ KASABALAR SLASHER VE NEO-SLASHER FİLMLERİNDE GELİŞİM VE DEĞİŞİM İÇERİĞİ - BURAK BAYÜLGEN ...... 161

KAFES BENT PROJESİ - OĞUZHAN ÖZBAY ...... 172

JON SNOW - CANER ÖZDURAK ...... 177

BUNAK ANA - GÜNDÜZ ÖĞÜT ...... 178

SAVAŞA BİLİMKURGUSAL YAKLAŞIM: YILDIZ GEMİSİ ASKERLERİ - ÖMER EZER ...... 185

SANAYİ MAHALLESİ’NDE SIRADAN BİR GÜN - SONER IŞIKSAL ...... 187

KAYIP HAZİNE AVCISI: BİR “Z” ÖYKÜSÜ - BAHARDIR İÇEL ...... 190

O BENİM - ZEYNEP ÖZDAL ...... 200

3

SUNUŞ

FABİSAD’ın panoraması niteliğindeki seçkimiz Fabisad Almanak 2016 ile tekrar karşınızdayız. Dernek üyesi yazar ve çizerlerin fantastik, bilimkurgu ve korku türlerinde öykü, deneme, makale ve çizimlerinden oluşan bu derleme Türkiye’de söz konusu tür ve alanlarda bellek oluşturmak için küçük ama etkili ikinci adımımız.

Her açıdan zor bir yıldı 2016. Ustamız Giovanni Scognamillo’yu kaybettiğimiz yıldı. Onun adını taşıyan GİO Ödülleri bu sene buruk bir şekilde sahiplerini buldu. Beyoğlu Kontu’nun sevgiyle anılarak uğurlandığı törende Mavi Anka Ödülü sevgili Sevin Okyay’a takdim edildi.

2016 çetin geçti ama Fabisad açısından üretken de geçti. Pek çok dernek üyemizin yeni kitapları okurlarıyla buluştu, yeni ve özgün projeler üretilmeye devam edildi.

“Her şeye rağmen, daha özgür, daha üretken, daha mutlu bir yeni yıl” dilemiştik geçtiğimiz yıl. Bu yıl da naifçe aynı dileklerimizi dile getirelim. Hayal kurmak özgürleştirir demeye de devam edelim. Hayallerimizi anlatmaktan korkmayalım, her şeye rağmen.

Keyifli okumalar.

4

GİO İLLÜSTRASYON BİĞKEM KARAVUS

5

HOŞÇAKAL GİO! SEVİN OKYAY

Dostumuz, hocamız, üstadımız Giovanni Scognamillo, bu diyarı terk ettikten kırk gün sonra, adını taşıyan ödüllerin sahiplerini bulduğu gece sevgiyle anıldı. Tıpkı SİYAD gibi, FABİSAD üyeleri de Giovanni’nin çocuklarıdır. İlki neredeyse sınırsız, ikincisi ise çok dar olduğu halde, hem bilgisini, hem zamanını bizlere cömertçe dağıtmıştır. FABİSAD olarak, onun öncülüğünden çok yararlandık. Öncümüz, yol göstericimiz oydu. Bir avuç (genç) insanın ümitle, inançla kurduğu Fantazya ve Bilimkurgu Sanatları Derneği’nin (FABİSAD) her konuda ona danışan, evini sık sık ziyaret eden üyeleri için onun nasıl da eşsiz olduğunu anlatmak zor. GİO Ödülleri bizim için bu nedenle de çok kıymetlidir.

Geçen perşembe 2016 GİO ödülleri sahiplerini buldu. FABİSAD’a hep destek olan Pera Müzesi’ne ve bu yılki sponsorumuz Riot Games’e teşekkür ederiz. Dördüncü GİO ödül gecemizi düzenleyebilmek için çırpınan yönetim kurulumuza da.

Saati yanlış biliyormuşum. Gerçi aynı hatayı yapan başkaları da vardı, böylece pek sevdiğim Pera Cafe’de dört saate yakın beklerken yalnız kalmadım. Tam kapının karşısında oturduğum için gelenleri de anında görebiliyordum. İyi arkadaş olduklarım, tanıdıklarım, henüz isimlerini ezberlemeye çalıştıklarım... İster istemez, ilk günlerimizi hatırladım. Sadece Barış’ı (Müstecaplıoğlu), Yiğit’i (Değer Bengi), ‘arkadaş oğlu’ Kayra’yı ve elbette Kutlukhan’ı tanıyordum. Heyecanlı heyecanlı konuşuyorduk: Sevdiğimiz yazarlardan, yeni çıkan kitaplardan (bir kısmı FABİSAD üyelerinindi), hayallerden söz ediyorduk.

Nâzım Hikmet Kültür Merkezi’ndeki genel kurullarımızı da unutamam. Neyse ki, herhangi bir kurul ya da komiteye gir demediler hiç. Yaşlılığın da kendince faydaları var. Neşeli, kavgasız-dövüşsüz genel kurullardı. Mevsim icabı sonra da bahçeye çıkıp çay içer, tost yerdik. Başlangıçta hele, çoğunluğu karşısına almış zararsız asiler gibiydik. Anne-babaları, öğretmenleri hayal gücünün yararına; çocuklarının heves ettiği ve yaptığı şeyin yalan-dolan, vakit ziyankârlığı olmadığına, tam tersine onların ufkunu genişleten bir şey olduğuna inandırmak için hayli uğraşmıştık. Ben kendi payıma böyle üç-dört panele gitmişimdir.

Perşembe akşamı Hamit’i elinde mikrofon sahnede görünce de aklıma hemen bu paneller geldi. Moderatörlük yapardı diye hatırlıyorum. Baştan beri de sunulacak her şeyi, başta GİO ödül törenlerini hep Hamit Çağlar Özdağ sunmuştur. Bu yıl Pera Müzesi’ne yâd ellerden kopup gelerek gene o sundu. Açılış konuşmasını da, benim kadar heyecanlanan başkanımız Özgün Muti yaptı. Sonra, Giovanni’yle çalışmış olanlar, bazı üyelerimiz, asistanı Nalan Söylemez, çalışma arkadaşı Yasemin Yazıcı ve torunu Dimitri Dermencioğlu, Giovanni’yi andı. Ben ise, hasbelkader aldığım Mavi Anka Ödülü’nü (daha önce Nazlı Hanım (Eray) ile Bülent Somay almıştı) en başta alıp rahata ererim sanıyordum. Olmadı, en sonlara kaldı ve elim ayağım titreyerek, ağladı ağlayacak halde kısa bir konuşma yaptım. Törenden sonra Giovanninin kızı Alessandra’ya “Çok heyecanlandım,” dedim. “Ben niye sahneye çıkmadım da oğlumu çıkardım sanıyorsun?” dedi. Şöyle diyeyim. Kutlukhan’ı bu işe ikna etmeye çalışmak bana daha da korkutucu gelir.

6

En güzeli, geceye katılanlardı ama. Üyelerimiz, yakınlarımız, ağzına kadar dolu salon... Roman, hikâye yazanlar; illüstrasyonları, çizgi romanları, kısa filmleriyle vb katılanlar. Kendine güvenen, iyi bir şey yaptığını bilen sanatçılar... FABİSAD ilk günden beri bizim için ‘umut’ anlamına geldi. Hâlâ öyle ve hep öyle olacak.

Not: Bu yazı daha önce 29.11.2016 tarihli BirGün Gazetesi’nde yayımlanmıştır.

7

ÖLÜ OLACAĞIMI BİLSEYDİM CÜNEYT KARAKUŞ

Ölü olacağımı bilseydim bu kadar zahmete girmezdim. Gerçi teknik olarak ölü sayılmam, fakat ne kadar alışmaya çalışsam da benim için yapılmamış bir vücudun içinde olmak ölümden farksız. İşin kötü tarafı, firma verdiği sözlerin hiçbirisini yerine getirmediği gibi, bütün müşterilerinden parayı peşin almanın verdiği rahatlıkla iflas gösterip üst yöneticileriyle birlikte ortadan kaybolmuş. Nasıl olur aklım almıyor. Koalisyon güvencesi yok mu diyeceksiniz. Olmaz mı, var tabii. Ama Koalisyon yıkılmış, yerine bambaşka bir yönetim gelmiş, Sistem Anayasası kabul edilmiş. Fakat benim anlamadığım anlaşma anlaşmadır, evrak da evrak. Beni, Keçeci Ailesi’nin varisi Nadir Keçeci’yi, ölümcül hastalığından kurtarıp 333 yıl sonra kendi bedeninde yeniden hayata döndürmek yerine, bu soğuk bedende uyandırmaları gerçekten ama gerçekten akla mantığa sığmayacak bir hata.

Hani benim bedenim benim kararımdı? Madem beynimi nakledecektiniz bari ilkel bir robot yerine, insan benzeri bir robota nakletseydiniz. Aradan 333 yıl geçmiş arkadaş, hiç mi ilerlemedi teknoloji? Gerçi evet dayanıklı bir şeye benziyor ama, ne bileyim insan insan olarak kalmayı istiyor. Beyin aynı beyin tamam, ama beden baştan sona değişmişse şimdi ben yine aynı ben miyim yani? Allah bilir, fiziki beynimi de robotun içine koymamışlardır. Uyutulmadan önce geliştirilmekte olan bir tekniğe göre beyni, bütün işlevleri ve anılarıyla birlikte sanal olarak kablolara, çiplere, oyun hamuruna aktarabileceklerinden bahsediyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, aklımdan -hâlâ yerindeyse- bir oyun hamurunun içine konulduğum geçmiyor değil.

***

Nadir Keçeci o kadar sinirlenmişti ki, uyanalı epey olmasına rağmen hâlâ kendi kendine aynı şeyleri sorup duruyor, ses tellerini nakletmedikleri için insan sesini taklit etmekte de geri kalmış robot bedeninin dijitalize sesi ile her geçen dakika kendinden daha fazla nefret ediyordu. Neyse ki öğrendiğine göre paranın verdiği güç azalmamıştı. Bütün birikimini, üç adet ‘yaşayan hesap sistemi’ ile korumuştu. Bu sisteme göre, uyutulan hesap sahipleri ne kadar uyurlarsa uyusunlar, yatırımları yeni para sistemine aktarılıyordu. En azından yeni anayasa, yaşayan hesap sistemini korumuştu. Beden operasyonunu da sorunsuz yapmış olsalardı, şimdi her şey bambaşka olacaktı.

Kapı çaldı. Nadir Keçeci, kendisine tahsis edilen ve yüzyıllar içinde değişen lisana uyum sağlaması için onunla birlikte gezen bulutumsu dil çeviricinin şeffaf ekranına dokundu, kapı yukarı kayarak açıldı. En azından kapılar değişmemiş diye düşündü. Arada ağzından cımbızla laf aldığı Sistem Görevlisi içeri girdi. Girmesiyle birlikte:

“Buyurun Nadir Bey, gidebiliriz,” dedi. Nadir Keçeci odasından ilk kez dışarı çıkıyordu. Sistem Görevlisi’nin geldiği kapıdan dil çevirici ile geçtiler. Kapı, Nadir Bey’in tahmininin

8 aksine bir koridora değil, bir asansöre açılıyordu. Görevli, Nadir Keçeci’den gözlerini kapatmasını istedi.

***

Robotik gözlerimi kapatmamla ince metal kesitin arkasında büyük bir ışıma fark ettim. Robot-insan olduğunu gözlerinden anladığım adam ses edene kadar da açmadım gözlerimi. Hoş, bir robotun içinde olduğum halde neden gözlerimi kapattığımı da anlamadım. Sistem Görevlisi düşündüklerimi duymuş gibi:

“Aslında sorun değil ama ne de olsa eski model bir bedene sahipsiniz, devreleriniz yanabilir,” deyiverdi. Bozulduğumu belli etmemeye çalışarak aslında bu bedende olmamam gerektiğini, gül gibi bedenimin bu çöp kovasıyla değiştirildiğini anlatacaktım ki kapı büyük bir salona açıldı. Uzununu yapabiliyorlar mıydı bilmiyorum ama kısa mesafeli ışınlanmayı keşfetmiş olmalıydılar.

Sistem Görevlisi’yle salonun sahne kısmında toplanmış yüzlerce robot-insanın olduğu bölüme yürüdük. Görevli, bir insanınkinden ayırt edilemeyen deri kaplı elleri ile koltuğumu gösterdi, ‘bundan sonra tek başınasın’ der gibi bakıp gitti.

***

Sistem Görevlisi Suavi, dokuz ay on gün önce kendisi için yapılan törenin anıları zihninde dönerken, geldiği kapıya ulaştı. Bugün sisteme girişleri yapılacak 1024 eski bedenli yeni kişiden biri olmadığı için kendini şanslı hissetti. Ne de olsa dünyadaki son kabul kafilesinde olmak onun için büyük bir şanstı, hem de bu bedende.

Son görevlinin de salondan çıkmasıyla törenin başladığını işaret eden yedi kurul üyesi ayağa kalktı. Aynı anda bütün salon ayaklandı. Kıpırdanma sesleri, eski modellerin eklem gıcırtıları da bitince Sistem Marşı çalmaya başladı.

Nadir Keçeci, eski model de olsa 270 derecelik bir bakış açısına kavuşmuştu. Herkes kıpırtısız bir şekilde enstrümantal marşı dinlerken, o belli etmemeye çalışarak etrafı izliyordu.

***

Sistem Görevlisi birkaç şeyden bahsetmişti ama böyle bir atmosferle karşılaştığıma inanmakta hâlâ güçlük çekiyordum. Başka bir bedenin içinde olduğum yetmiyormuş gibi yüzlerce insanın eski robotların içinde olduğu bir salonda ne olduğunu bilmediğim bir ritüele eşlik ediyordum. Salonun üç duvarı binlerce seyirci ile hıncahınç doluydu. Herkes pür dikkat marşı dinliyor, bir taraftan da gururlu bir işin parçasıymış gibi uzaklara bakıyorlardı. Zira her an kendilerini ön taraftaki dev ekranda görebilirlerdi.

***

Marşın bitmesi ile kurul üyelerinden birisi dışında herkes yerine oturdu. Sadi Bey vakur bir tonda konuşmaya başladı:

“Sevgili Sistem Vatandaşları, hoş geldiniz. Birazdan törenimizin en önemli kısmına geçerek vatandaş kabulü işlemini tamamlayacağız. Ancak hemen öncesinde hayatlarına

9 bundan sonra Sistem Vatandaşı olarak devam edecek bu 1024 insanın, farklı bir özelliğinden bahsetmek istiyorum. Bildiğiniz üzere, onlar Koalisyon döneminde hayatlarını sürdüren, ancak ölümcül hastalıklar yüzünden ya da uzun yaşamın mümkün olduğu bir uygarlıkta uyanmak istedikleri için uzun bir süreliğine uyutulmuşlardı. Aramıza kabul ettiğimiz dostlarımızı, Koalisyon hezimetinin yanlış uygulamalarına rağmen, mevcut düzenin ve anayasanın verdiği haklar çerçevesinde, imkanlarımızın elverdiği şekilde hayata döndürdük.”

Son cümleyi duyan Nadir Bey’in yüzünde bir değişiklik meydana gelemese de zihninde büyük bir fırtına kopmaya başladı. Olduğu yerde kımıldanıyor, ancak taşkınlık yapacak olmasının başına daha büyük bela açacağını hesap ederek sesini çıkarmamaya çalışıyordu. Yaşayan hesabındaki parayı düşünüp rahatlıyor, ancak içindeki kötü his, bu bedenden kurtulması için para dahil hiçbir şeyin işe yaramayacağını söylüyordu. Sadi Bey konuşmaya devam ederken, sanki Nadir Bey’in eski püskü bedenine bakarak teknolojinin gelişiminden bahsediyor, bu gelişim sayesinde Dünya ile baş edebildiklerinden dem vuruyordu. Arkalarındaki dev ekranda Koalisyon döneminde ve daha önceki yüzyıllarda yapılan savaşlar, yanlış tarım politikaları, insanların tüketim canavarına dönüşmesi yüzünden maviden griye dönen dünya görüntüleri akarken önde Sadi Bey özellikle son yüzyılda yiyecek kaynaklarının tamamen tükenmesi, üretim için gerekli minimum düzeyde ‘doğal’ hammaddelerin bitmesi ve sera yöntemi ile yetiştirilen gıdaların daha ölümcül hastalıklara yol açması ile yaşam formlarının değişmesinin zorunlu olduğunu ve bu değişimi başarı ile sonuçlandırdıklarını söylüyordu.

“İşte bunun kanıtı olan 1024 kişi şu an aramızda. Törene katılan sizler, ekran başında bizi izleyenler, hepimiz ama hepimiz, artık doğal kaynaklara ihtiyaç duymayan bireyler olarak, sonsuza dek ölümsüzüz! Ölümsüzüz!”

Bu ana kadar salonda tek kelime etmemiş insanlar, sevinç nidaları atmaya başladılar. Dev ekranda yanarak yok olan son ağacın videosundan sonra seyircilerin canlı görüntülerine geçildi.

Koalisyon döneminden gelenleri saymazsak, ekrana görüntüleri yansıyan hemen herkesin bedeni en az Sistem Görevlisi’nin bedeni kadar insandı. Sadece gözleri, makinelerle üretilmiş bir bedenin içinde olduklarını ele veriyordu. Fakat herkesin robot-insan ya da insan- robot olduğu bir gezegende bu ne kadar önemli olabilirdi ki? Sadi Bey’in ‘ölümsüzüz’ nidasıyla ne yapacağını tamamen şaşıran Nadir Bey, derin derin nefes alıp vermeye başladı. Uyandığından bu yana kendisinden saklanan gerçek demek buydu. Etrafına baktı. Koalisyondan gelenlerin belki de tamamı bu duruma sevinmişti. Evet eskisi gibi gerçek bedenlerinde yaşayamayacaklardı, ancak ölümsüzlerdi.

Sadi Bey konuşmasına birtakım kurallardan bahsederek devam ediyordu. İnsanlar bedenlerine yılda sadece iki sefer bakım yaparak sonsuza dek yaşayabilirlerdi. Nadir Bey, bedenine baktı. Kan beynine sıçradı. İçinden çığlık atmak geliyordu. Sonunda dayanamadı, belki de ölümsüz olmanın verdiği güçle ayağa kalkıp olanca gücüyle bağırdı.

10

“Şimdi biz insan mıyız yani!” Birkaç yüzyıl önce bunu söyleseydi belki salondakiler gülerdi. Ancak şu an salonda çıt çıkmıyordu. Herkes sesin geldiği deli adama bakarken Sadi Bey soğukkanlılığıyla yanıt verdi.

“Evet insanız…” Yanındaki dil çeviricinin şeffaf ekranına baktı; “…Nadir Bey. Hepimiz insanız. Henüz anlatacaklarımı bitirmedim. Size cevap olarak bu konuyu öne taşımak istemezdim, ancak hazzetmediğiniz şey ölümsüzlük ise söyleyeyim: Sistem Anayasası, 2. maddesinde bütün vatandaşlarına ölümsüzlüğü doğal bir hak olarak koşulsuz sunduğunu belirtir. Ancak ölümsüzlük hakkını kullanmak istemeyen vatandaşlar bu haklarından istedikleri zaman vazgeçebilirler. Sistem, ölümsüzlüğü tercih etmeyenlerin de hakkını savunur. İsterseniz hemen şimdi ölebilirsiniz. Bunun için yapmanız gereken tek şey ret odasına gitmek.”

Nadir Bey bu kadar kesin ve sert bir cevap alacağını düşünmemişti. Belki de yüzyıllar içinde insan tavırları da bedenleri gibi büyük bir değişim geçirmişti. Oysa Nadir Bey hâlâ 333 yıl öncesinin dünyasında yaşıyordu. Bedeni, üzerine giydiği bir kıyafet gibiydi. Ancak derisine işlenmiş bir dövme gibi istese de çıkaramayacaktı üzerinden. Üstüne üstlük ret odasına gitmezse ilelebet yaşayacak, annesini, babasını, bütün sevdiklerini ondan birer birer alan kalıtımsal hastalığın başına açtıklarını düşünerek sonsuza dek mutsuz yaşayacaktı.

“Şimdi size soruyorum Nadir Bey. Ölümsüzlük mü yoksa…”

***

Bu sefer ışınlanarak değil, uzun bir koridorun içinde yürüyerek gidiyorduk. Yanımda sonsuz yaşamı reddeden iki kişi daha vardı. Hemen arkamızda Sistem Görevlileri’miz. Hatta benimkinin adı Suavi’ymiş. Konuşmayı pek sevmese de son yolculuğuma uğurladığı için birkaç kelime daha sökebildim ağzından. Neymiş efendim; hiçbirimiz robot değilmişiz: Bedeni, alışkanlıkları, yaşam şekli, hatta beyni bile değiştirilmiş ama yine de robot değilmiş beyefendi. Her zaman korktuğum başıma gelir zaten. Beynimizi çok fazla enerji harcıyor diye, bırakın bir çipe ya da bir oyun hamuruna aktarmayı, özel bir gaz kütlesi haline getirivermişler.

Ret odasının kapısındaydık işte. Suavi yerine daha girişken bir Sistem Görevlisi kısaca durumu anlattı. Odanın içinde on üç makine varmış. Kafanızı içine sokuyorsunuz. Makine çalışır çalışmaz, başınızın beyin bulutunu barındıran üst arka kısmını bedeninizden ayırıyor. Sonra bütün anılarınızla birlikte devasa aspiratörün hava kanallarından geçip uzaya karışıyorsunuz.

Bir an düşündüm. Vazgeçmek için hâlâ vaktim vardı. Acılarla dolu sonsuz bir yaşam mı, yoksa yarısı bile yaşanmamış kısa bir hayata rağmen ölüm mü? Emin değildim. Emin olduğum tek şey, ölü olacağımı bilseydim bu kadar zahmete girmezdim.

11

HENÜZ ADI YOK ESRA ERTAN

Büyük uykunun yarattığı halsizlik ve iştah kaybı, tüm kenti olumsuz etkilediği gibi Sare Hanım’ı da güçsüz bırakmıştı ister istemez. İki yıllık bir süreçmiş, öyle söylediler. Boğa heykelinin karşısındaki dev ekran, bakıma alınmazdan evvel her kırk dakikada bir, sürecin yan etkilerini, herkesin anlayabileceği bir şekilde tebliğ ediyordu durmaksızın. Ama diğer yandan kenti karmaşık bir ağla kuşatan yeraltı tünellerine kapanan piyanist ve çellocuların infaz sesleri de bu sürecin gücünü çoğaltıyordu hiç kuşkusuz. Hem kim dedi size ısrarla müzik yapın diye! Sare Hanım bu seslerin solgunlaştırdığı genç yüzünü, salonda bıraktığı yeni erkek arkadaşına çevirip, omzunun üstünden ona baktı.

“Hımm kıçı hiç fena değil! Umarım dedikleri kadar iyi çıkar bu ürün. Kassa’dan bir marka olarak çare yaratamadık derdimize, bakalım bu n’apacak?”

Erkeğin beyaz ve yoğun çilli yüzünü akşamın oynaşan gölgelerinden çekip çıkaran büyük şöminenin ateşini yaktı. Böyle zart diye birkaç erkek ürününü eve alıp geldikten sonra pişman olmadığı bir an neredeyse hiç olmamıştı. Seçimlerini mükemmelleştirmek gibi bir derdi vardı Sare Hanım’ın. Bu, onu çoğunlukla asabi ve hırçın bir ruh haline tutsak ediyordu. Üst katın merdivenlerine çöküp absentini yudumlamaya başladı. İçinde ulaşılmaz bir çaresizlik duyuyordu, büyük bir yudumu ağzında yuvarladı, keşke gerçek bir yeşil peri olsaydı bu… Ona dayanılmaz olduğunu düşündürten kısık bakışlarıyla bu kızıl kafanın bedenini seyretmeye devam ediyordu.

“Orada duracak mısın öyle? Gel buraya Şenol. Kutuda yazılı olan adını seçeneklerden değiştirdim. Bundan böyle Şenol’sun sen, tamam mı?”

“Şenol… Bu mu ya artık adım, kimim lan ben? Altuğ’a n’oldu, nesi vardı sanki çapsız kadın!”

Şenol daha önce hiç görmediği bu kadının ve çöktüğü merdivenlerin arkasında batan güneşi seyretmek istiyordu. Hastaydı. Bazı duyguları vardı. Neden Sare Hanım’a söylememişlerdi ki bunu sanki. Dördüncü katta çok daha genç ürünler vardı. Şimdi bu kadının ekşimiş asık suratında bir memnuniyet ifadesi görünceye değin memelerini mıncıklamaya, emmeye, oradan oraya savurup gerçek bir çığlık duyana kadar uğraşması gerekiyordu. Depoda duyduğu kadarıyla onu bellemesi gerekiyordu. Bir oyuncaktı. Batan güneşin, göğe değen çatıları mor dalgalarla çarpıp yaladığı bir anı bekliyordu sadece. Hastaydı…

Genç kadın az sonra yaşanacaklardan belli belirsiz bir heyecan duymasına duyuyordu ama Şenol’a baktığında içinde bu erkeğin ona yetecek, yetişecek biri olmadığını fark etmesi pek de zor olmamıştı. Gözleri, kırılmış ve içindeki koyu sıvı akıp yok olmuş sürpriz kürelere benziyordu, kollarını kıvırdığı mavi gömleği rüzgârda savrulan çalılar gibi gri gölgelerle parlaklığını kaybetmişti. Bileğinde yeni olduğu anlaşılan yeşil bir sıcaklık ayar saati taşıyordu. Yüzü ona dönüktü. Soluk almıyormuş gibi, uzun çilli elleriyle anlamsız hareketler yaparak basamakları çıktı, kıza yaklaştı, üzerine eğildi. Uzun kumral saçlarını arkadan toplayan tokayı

12

çekip çıkardı. Sare Hanım’ın çok canı yanmış olmalı ki gözlerini kamaşmışçasına yumdu, buruşturdu ve hiddetli bir hareketle Şenol’un elini tuttu.

“Daha baştan ayar vermek gerekiyor sana, n’apıyosun sen? Kafamı koparacaktın nerdeyse”

Şenol bu cinnetli kadına benzer başka kadınlara da hizmet vermişti hatta içlerinden birkaçı ile sıcaklık ayar saatindeki yüksek şefkat seviyesiyle dost olmayı bile başarmış, uyku modunda huzurlu haftalar yaşamıştı sayelerinde. Bunlar, büyük uyku ile başlayan sürecin ilk günlerinde oldu. Şenol o zamanlar Timur’du.

“Doğru dediniz ayar vermek gerekiyor, uzun bir haz düşünüyorsanız ki başka nedenle burada olabilirim, saati bi inceleyin, nasıl bir şey istiyorsanız oradan seçin, tanımlayın ve kaydedin” dedi erkek.

Sare Hanım, sesi alevlenerek

“Ben ondan mı bahsediyorum, bunu mu anladın yani sen? Diyorum ki ben talep etmeden sen bana dokunmaya kalkma bi daha sakın. Tokamı falan çekip çıkarmalar, kızışmış arzu kopyalamalarını bırak bi tarafa kuzum. Sana, bana nasıl davranacağını göstereceğim. Haydi soyun şimdi!”

“Bayan” dedi erkek, bazı duyguları tanıdığını saklayarak.

“Size nasıl davranacağıma dair seçeneklerim sınırlı, ikinci kat alışverişlerinde bu tutum üreticilerin maliyet açısından ön gördüğü bir şey. Bunu biliyor olmalıydınız.”

Sare Hanım, üst basamaktaki sehpada, ağzı açık kalmış organik tabaktan beyaz bir çikolata alıp, ağzında yuvarlamaya başladı, erkeğin açıklamasını yorumsuz bıraktı.

“O pantolonun içinde ne var görelim bakalım.”

Erkek, genç kadının umursamaz tavrına sıkıldı, onu zorlamak istedi, zorlamak… Kurnaz ve oyuncu bir ifade verebilirdi yüzüne. Ama anlamsız bakmaya devam etti.

“Memnuniyetinizi etkileyecek şeyler konusunda en baştan uyarmak istedim sizi, şimdi isterseniz yatak odasına geçelim. Pantolonumu orada çıkarayım,” içinde kederli bir gülümseme vardı erkeğin. Elini uzattı, soğuk parmak ucu Sare Hanım’ın etine değdi. Çıplak, yumuşak koluna. Genç kadın irkildi. Erkek, böyle basit şeyler karşısında genç kadının verdiği tepkilerin ne kadar büyük olduğunu görerek şaşırdı, nasıl bir yalnızlıktı bu böyle?... Ama zorlamaya da devam etti. Zorlamak istiyordu, hastaydı. “Nelerden hoşlandığınızı deneysel yöntemlerle de seçip, bulabiliriz. Ödediğiniz ücrete değeceğimi ümit ediyorum, bana ne istediğinizi söylemeyin. Bu bir oyun olsun aramızda,” dedi. Ve düşündü.

“Sana tahammül etmek çok mu eğlenceli olacak sanıyorsun Sare Hanım, hastayım diyorum, beklentileri daha az bir kadın ne bileyim bir kocakarı mesela, alır beni diyorum, hey hey ayarlayan kim müşteri profilini… Ölmek gibi bir şey herhalde bu. Şimdi gel, boşal diye yırtınıp durucam burda, gelll, geliyorum, gelll…”

13

Sare Hanım, bu kendini bilmez ürünün Kassa markasından çok daha feci bir şey olabileceğini düşündü. Bir an, içinde soğuk hava akımı gibi bir titremenin hop oturup hop kalktığını fark etti. Büyük apne gibi bir öfke durdu orada. Ayağa kalktı. Merdivenleri peşi sıra çıkan ve başında dikilen Şenol, mağaza hizmetlerinin mükemmelliğini, müşteri memnuniyetini söylüyordu. Sare Hanım döndü, genç yüzünde aniden fırlamaya hazır bir gülle, bir top, bir Grejuva ateşi yanıp sönmeye başladı. Yere çarptığı absent bardağı küçük bir gürültüye sebep oldu.

“Şenol!” dedi.

Erkek, ne var diyecek oldu, yüzüne bir boşluk gibi gülümseme yayıldı.

“Buyrun Sare Hanım, bu arada bardağ…”

Genç kadın, erkeğin sözünü bitirmesine fırsat vermeden, tırabzana dayalı bodur fil heykelini iki eliyle kavrayıp, erkeğin suratına indirdi, indirdi, indirdi… Şenol ya da Altuğ ya da Timur mutlu bir zorlamanın huzur olabileceğini aklından geçirdi bir an, ölmek tuhaftı. Teller, gözler, çipler savrulmadan sağa sola, düştü, sadece çoğu ölümün düşerken olduğunu hatırladı. Sare Hanım alnında biriken terin sıcaklığını elinin tersiyle sıvazlarken pek de endişeli değildi.

“Aman zaten oyuncak değil mi bu, hem indirimden aldım nasılsa…”

14

FAKÜLTEDEKİ DEHŞET UĞUR KILINÇ

Son zamanlarda karşılaştığım bazı olaylar, doğaüstü olgulara dair inancımı körüklediği gibi, dünyada her gün birtakım gizemli olayların yaşandığı ancak bu olayların az sayıda insan tarafından görüldüğü için bilinmediği düşüncesini de güçlendiriyor. Sebebini bilmediğim bir itkiyle, şu an bulunduğum kütüphanenin kuytu köşesinde otururken gözüme ilişen ve muhtemelen dalgın bir öğrenci tarafından unutulan defterin boş sayfalarına kaleme alacağım bu yazı da bahsi geçen konuyla ilgili.

İnsanlar genellikle, gündelik sohbetlerde anlatılan sıra dışı olaylara gülüp geçme eğilimindedirler. Burada yanlış anlaşılmak istemem; söylemek istediğim şey bu tür olayların gülünç olduğu değil! Yalnızca olayın başkahramanı kendisi olmayan ve sıra dışılığı kendisi deneyimlememiş kişiler için bu olayın etkisiz olduğunu söylüyorum.

Geçtiğimiz yıl gazeteleri epey meşgul eden, Büyük Selimiye Camisi yakınlarında, deniz kıyısına inen yokuşun başındaki terk edilmiş bir evde yapılan ayin olayını hatırlarsınız. İddiaya göre muhitte –aralarında oldukça nüfuzlu insanların da bulunduğu- yirmi kişilik bir topluluk Lovecraft öyküleriyle, Cthulhu Mitosu’na dair anlatılarla ve Necronomicon’dan alıntılarla topladıkları bir kitabın rehberliğinde ayinler gerçekleştiriyordu. Aslında buradaki olayın ilk bakışta bir haber değeri olmadığı söylenebilir. Olayı gazetelere taşıyan şey, ayin sırasında çevreden geçen birkaç kişinin dikkatini çeken çığlıklar nedeniyle oraya gittiklerinde karşılaştıkları manzaraydı. O sırada, siparişleri yetiştirmek için gece yarısına dek çalıştıktan sonra evine dönmekte olan bir terzi ve çırağının gördüğü manzara hiç de alışıldık türden bir ayinin resmini çizmiyordu.

Evin yakınlarından yürürken duyulan bağırış ve çığlıklara kayıtsız kalamayan terzi ve çırağın söylediklerine göre onlar evin kırık penceresinden baktıklarında, bir grup yarı çıplak insanın ellerindeki kitaptan bilinmeyen bir dilde ve yüksek sesle kendilerinden geçercesine birtakım hareketler yaptıklarını görmüşlerdi. Kendinden geçmiş insanların histerik davranışlarını gören ve onların bir şeytan ayini yaptıklarından emin olan terzi hiç vakit kaybetmeden karakola giderek polise haber vermişti.

Yakalanan ayin grubunun hem Selimiye halkı, hem de polisler karşısındaki utanç hâlini tahmin etmek zor değil. Zira sorgulama sırasında verdikleri ifadelerindeki samimiyetlerine tamamen güvendiğim ve aralarında üniversiteden dostlarımın da olduğu kişilerin savunmaları dürüstlükten uzak olduğu gerekçesiyle kabul edilmemişti. Yakalanan kişilerin söylediğine göre ortada bir ayin yoktu. Bu grup, üç yıl önce M____ Üniversitesi’nde birkaç öğrencinin başını çekerek kurduğu ve verimlilik kaygısıyla dışarıdan üye alımına kapalı olan bir okuma grubuydu ve ağırlıklı olarak gotik ve korku türü okumalar yaptıkları için buradaki ev de onların sohbetler sırasında yaratmaya çalıştıkları atmosfere uygun olacağı için mesken olarak belirlenmişti.

Yapılan sorgulama sırasında en çok merak edilen konulardan biri de, grubun o gece yakalandıkları sırada duvarda asılı duran pentagram, odaların duvar diplerine dizilmiş

15 onlarca mum ve her şeyden önemlisi, grubun kendilerini yarı çıplak bırakan kumaş parçalarına bürünmüş olmalarıydı. Sorgulama boyunca sakinliğini koruyan her üye bu soruları aynı şekilde yanıtlamıştı. Söylediklerine göre pentagram, okuma grubunun terk edilen evi keşfettikleri günden bu yana duvarda asılıydı; belki de bu, onlardan önce bu evi kullanan başka insanların bir işiydi. Yine de -saplantılı bir okurun samimiyetiyle- birkaç kişi, okumaları yaparken o odayı seçmelerinde pentagramın varlığının etkisi olduğunu söylemişlerdi. Duvarın belli yerlerinde bulunan oyuklara ve bütün duvar dipleri boyunca sıralanan mumların ise ışıktan başka bir işlevi yoktu. Hepsinin de dile getirdiği gibi, evin elektrik sistemi bozuktu ve hiçbiri de bu arızayı giderme zahmetine katlanmak istememişti.

Sorgu sırasında polislerin de dile getirdiği gibi, verilen yanıtlarda buraya kadar her şey normaldi, bunlar nispeten kabul edilebilir gerçeklerdi. Ancak bu insanların kendilerinden geçmiş bir hâlde -terzinin ve olay anı oraya giden ilk polis ekibinin de şahit olduğu gibi- hem kitaba bakarak bilinmeyen bir dilde yapılan bağırışlar hem de yarı çıplaklık konusunda her biri sessiz kalmıştı. İfadelerine göre onlar da bu konuda diğer herkes kadar şaşkındı. Grupta yer alan herkes o anı hatırlamadıklarını söylediler. Sanki hepsi bilinmeyen bir güç tarafından hipnoz edilmişti.

Olayın karmaşası sonucu yetkililer terzi ve çırağı bir kez daha ifadeye çağırdıklarında çıraktan daha önce duymadıkları birkaç bilgi almışlardı. Çırak, ustası polislere haber vermek için yanından ayrıldığında odada bulunan her insanın farklı cümlelerden oluşan çığlıklar atmaya başladığını ve bir yandan da üzerlerindeki kumaş parçalarını yırttığını söyledi. Üzerindeki kumaşlardan kurtulan birkaç kişinin de tırnaklarıyla vücudunu kazıdığını söyleyen çırağın bu ifadesi, boynunda ve göğüslerinde tırnak izleri olan birkaç sanığın durumunu doğrular nitelikteydi.

Neyse, bu olay üzerine lafı daha fazla uzatmayacağım. Ne de olsa olayın davası hâlâ devam ediyor, meşhur polisiye dergisi Gizemler’in her sayısında olayla ilgili ayrıntılar yer alıyor zaten. Sonuca bağlamak istediğim nokta, sıra dışı olayların gerçekte gülünç olmadığı konusudur. Gündelik sohbet sırasında bu konular kişide sen, sevgili ve gizemli okurumun üzerinde yarattığı etki gibi, yalnızca öyküsel bir haz ve umursamaz bir bilgilenme durumunu yaratıyor.

Sıra dışı olayın benim için başladığı günün ilk saatleri, fakültenin sıradan işlerini yürüttüğüm diğer günlerden farksızdı. İki sene önce M_____ Üniversitesi’ne misafir öğretim üyesi olarak Arkfall Üniversitesi’nden gelen ünlü arkeoloji profesörü Marvelo Mansin ile birlikte Blaundos Antik Kenti’ndeki kazılarda gösterdiğim başarı sayesinde, ben de aynı üniversitede profesörün asistanı olarak çalışma şansına erişmiştim. Bir asistan olarak fakültedeki sabah saatleri profesörün peşinden derslikler arasında koşuşturmak, Malsin’in ihtiyaç duyduğunda, yaptığımız kazılara dair öğrencilere sunum yapmak gibi sıradan görevlerle geçiyordu.

O gün kampüs ilk saatlerde, diğer günlerde olduğu kadar sakindi. Çünkü yaz dönemiydi ve bu dönemde okulda yalnızca bahar sınavlarında başarısız olan ve –az sayılamayacak- ders ücretini karşılayabilen öğrenciler olurdu.

16

Profesörün dersleri bittiğinde her zaman yaptığım gibi yemekhanede yemeğimi yiyip, kendi makale çalışmalarıma dönmek niyetindeydim. Ancak kütüphaneye doğru yürürken bir şeylerin ters gittiğini fark etmem uzun sürmedi.

Bir şeylerin ters gittiği belliydi. Her gün yürüdüğüm ve dersliklerden taşan hoca sesleri dışında sakin olan koridordaki hırıltılı sesler bu öngörüyü güçlendiriyordu.

Ve o an değişimi gördüm!

Birkaç öğrencinin buz yeşiline dönen ve irileşen gözleri bir şeylerin ters gittiğinin ilk somut göstergesiydi.

Işıl ışıl parlayan gözler yapay görünüyordu, sanki oyuncak bebeklere ait gibiydiler. Üstelik bu gözler sıkıştıkları yüzler için fazla iriydi. Bu görüntü tıpkı yaramaz bir çocuğun büyük bir oyuncak ayının gözlerini çıkarıp küçük bir Barbie bebeğinin suratına takması gibiydi!

Gördüğüm kadarıyla gözleri değişime uğrayan dört kişi vardı. Tamamı erkeklerden oluşan bu grup, içlerine sığmayan bir enerjiyle, neredeyse aç bir kurt sürüsü gibi hırlayıp sağa sola zıplıyorlardı.

Bu vahşi manzarayı anlamlandırmaya çalıştığım sırada, kulağında kulaklığı olan ve müzik sesi yüzünden grubun çıkardığı vahşi hırıltıları fark etmeyen bir kız geçti. Gruptan biri yanlarından geçmekte olan kızı birkaç saniye içinde tutarak diğerlerin arasına çekti. Erkeklerin arasında alan kız saniyeler içinde erkekler tarafından ısırılmıştı. Ben daha ne olduğunu anlamadan kızın boynu ve kolları kan içinde kaldı.

İlk ısırıkta kısa bir acı çığlığı atan kız, diğer ısırıklar sonucunda saniyeler içinde yere yığıldı. İç sesimin harekete geçirdiği bir refleksle kıza yardım etmek için bir adım ilerledim ama birkaç saniyelik duraksamada dört kişiye karşı şansımın olmayacağının farkına vararak, merdiven basamaklarında olan biteni izlemeye devam ettim. Gerçekten olduğum yere çivilenmiştim. Bu adam görünümlü canavarlar üzerine bırakın akıl yürütmeyi, karşımdaki görüntünün gerçekliği üzerine bile bir fikir üretemiyordum. Bu iğrenç görüntü, gerçeğe yakın bir kâbus sahnesinden farksızdı.

Grup kızın yere yığılmasıyla birlikte saldırıyı kesti. Kız ise birkaç dakika sonra baygın bir hâlde uzandığı yerde gözlerini açtı ve -uzun bir uykudan uzanmışçasına- gerinerek oturdu. Gözlerini açtığında ise ağzımdan kurtulmaya çalışan çığlığı zor zapt etmiştim.

Şimdi onun da gözleri iri ve buz yeşiliydi!

Ben şimdi ayağa kalkan kızdaki şaşırtıcı değişimi anlamlandırmaya çalışırken, saldırganlar da ona karşı dikkatlerini yitirmiş gibiydiler. Sanki onlar ilkel amaçlarına ulaşmışlardı.

Saldırganların yüzünde var olan öfke kıza da yansımıştı. Hatta o an kız, diğerlerinden daha öfkeli görünüyordu. Kızdaki saldırgan tavrı fark eden diğerleri biraz önce aralarına alıp kanlar içinde bırakmış oldukları kurbanlarından birkaç adım uzaklaştılar. Kız karşılık olarak onlara dişlerini gösterdi ve hırladı. Sanki onlara tahammül edemiyormuş gibiydi.

17

Grup kızdan birkaç adım daha uzaklaştıktan sonra eski hâline döndü. Bir avcı gibi havayı koklamaya ve hırıltılar çıkararak etraflarına bakınmaya başladılar. Tam bu sırada koridorun karşı köşesinden iki öğrenci çıktı. Bir yandan kendi aralarında konuşan bir yandan da hız bir tempoyla yürüyen bu iki öğrencinin grup tarafından fark edilmeme ihtimali yoktu.

Nitekim saldırganlar öğrencileri fark ettiler, çünkü aynı anda hırıltıları azalmış ve bakışlarını o yöne çevirmişlerdi. Muhtemelen biraz önce kıza yaptıkları gibi onları da, tam yanlarından geçtikleri sırada aralarına alacaklardı. Daha fazla hareketsiz kalamazdım, bir şeyler yapmalıydım! Zira biraz önceki tepkisizliğimin sonucunu acı bir şekilde görmüştüm. On dakika öncesine kadar normal bir insan olan kız şimdi buz yeşili, iri gözleriyle öfkeli ve aynı zamanda soğukkanlı bir hayvanın sabrıyla kurbanlarını bekliyordu. Belli ki o da öğrencilere saldıracaktı. Biraz önce av olan kendisi, şimdi avını bekleyen bir avcıydı.

Bu yüzden kendimi daha fazla tutamadım ve saklandığım merdivenin grisinden birkaç adım inerek öğrencilere “Kaçın buradan!” diye bağırdım.

Bağırışımdaki tiz ses tonu, öğrencilerin olduğu yerde şaşkınlıkla kalakalmasına ve saldırganların da bakışlarını üzerime doğrultmasına sebep oldu. Tıpkı onlar gibi benim de kaçmak için saniyelerim vardı. Saldırganları işaret ederek “Kaçın buradan, fakülteyi terk edin!” diye bir kez daha bağırdım. Öğrencileri harekete geçiren şeyin yüzümdeki delilik ifadesi ve sesimdeki korkudan ziyade, saldırganların yüzlerinde fark ettikleri normal dışı görünüş olduğundan eminim. Onların normal olmayan yüzlerini fark eden öğrenciler bir evham çığlığıyla geldikleri yöne kaçtılar. Saldırganlardan biri dışında hepsi onların peşinden gitti. Koridorda öğrencilerin peşine takılmayan tek kişi, onların son kurbanı olan ve gözlerini benden ayırmayan kızdı.

Kızın yüzündeki öfkeli bakıştan beni kurban olarak seçtiğini anlamıştım. İlk kaçış planım üzerime gelmekte olan kızı birkaç saniyeliğine zapt ederek, öğrencilerin gittiği yönden fakültenin çıkış kapısına ulaşmaktı. Çünkü bulunduğum yer, üçüncü kata çıkan merdivenlerin olduğu kısımdı ve fakülteden çıkmamın tek yolu, öğrencilerin geldikleri koridoru geçerek bir alt kata inen basamaklara gitmekti.

Ne yazık ki öğrencilerin peşinden gidemedim. Ben daha kaçma planımı zihnimde toparlamaya çalışırken saldırgan kız üzerime doğru koşmaya başladı. Beni korkutan şey kızın üzerime koşması değildi; kontrolsüz bir şekilde gerisingeri merdivenlerden çıkıp üst kata kaçmaya iten şey, o kahrolası irilikte ve marazlı bir ışıltıyla parlayan yeşillikteki gözlerdi.

Korkuyla fakültenin üst katında koşuyordum. Koşarken bilinçli olarak bağırmaya başladım, amacım kapılı kapılar ardında olan bitenden habersiz olabilecek birinin dikkatini çekebilmekti. Tam bu sırada bölümden Hakan Hoca’nın kapısı açıldı. O an yüzümde var olan ifadeyi bilmiyorum ama profesör beni görür görmez elindeki kitapları düşürdü ve bir hayret nidasıyla kollarımı tuttu. “Neler oluyor burada?” dedi, endişeyle.

Hakan Hoca’nın endişesini gidermeyi ne kadar istediysem de, buna fazla vaktim olmadığını biliyordum. Vücuduma yayılan adrenalin ve zihnimden fışkıran dehşet duygusundan dolayı kalbim göğsümden çıkacak gibiydi. Bir anlığına durdum ve kesik kesik

18 soluklanmalarımın arasında bir şeyler söylemeye yeltendim. Ben daha iki kelime konuşamadan kız koridorun köşesinde belirdi ve yabani bir hayvan gibi hırıltılar çıkararak üzerimize doğru koştu. Şimdi çığlık atma sırası, şaşkınlıktan gözleri yuvalarından taşan Hakan Hoca’daydı.

Hemen hocanın kolunu tutup onunla birlikte koşmaya yeltendim ama o, şokun etkisiyle bir tür transa geçmiş gibi olduğu yerde dikilip kaldı. Biraz zorlamamın sonucunda birkaç adım yürümeye başladı ama zihni olduğu yerde durup, gördüğü şeyi yorumlamasını istiyor gibiydi.

Ne yazık ki Hakan Hoca’nın kaçışındaki kararsızlığı bize pahalıya mâl oldu.

Peşimizden hızını kesmeden gelen saldırgan kız arayı kısa sürede kapattı ve ani bir hamleyle Hakan Hoca’nın kolunu yakaladı. Hocanın kolunu onu tutmakta olan kızdan kurtarmaya çalıştıysam da fayda etmedi. Birkaç saniye içinde saldırgan, dişlerini hocanın koluna geçiriverdi. Kız vahşi bir itkiyle hareket ediyormuş gibi, kana bulanan dişlerini hocanın kolundan ayırmadı ve hırıltılar çıkararak öylece kaldı. Hakan Hoca’nın acı çığlığı onun için hiçbir anlam ifade etmiyordu. Çığlık güçlendikçe o çenesini daha fazla sıktı ve ben hocanın kolunu kurtarmak için kızın boşta kalan kollarıyla boğuşurken sivri dişler birden kapandı. Kız, hocanın kolunun büyük bir kısmını koparmıştı ve şimdi ağzında kalan et parçasını çiğniyordu!

Hakan Hoca yere yığıldı. Onun korkudan veya acıdan baygınlık geçirdiğini düşündüm. Bu gayet normaldi, zira o kolu gördükçe ben de bayılacak gibi olmuştum; ısırılan kol o kadar kötü hâldeydi ki, parçalanmış kanlı etin ortasındaki bembeyaz kemiği görebiliyordum. Yaraya müdahale etmek için gömleğimin bir parçasını koparıp kolu tuttum ama kız beni tuttuğu gibi bir kenara iterek adamın yanından uzaklaştırdı. Sonra da olanca saldırganlığıyla adamın üzerine eğildi. Saldırganın o kol parçasıyla yetinmeyeceğini biliyordum. Kız yamyamlığına devam edecekti.

Ama tahmin ettiğimin aksine, kız adamın üzerine doğru eğildikten sonra bir süre bekledi. Sanki bir şeyi gözlemliyordu. Neden sonra kızın beni savurması sonucu yerde kıvranırken aptallığımı yüzüme çarpan korkunç gerçekle karşılaştım. Hakan Hoca buz yeşili gözleriyle bana bakıyordu!

Kız şimdi hocadan birkaç adım uzaklaşmıştı, sanki onu kendinden birine dönüştürdüğü için rahatlamış gibiydi. Hakan Hoca ayağa kalktı ve biçimsiz suratıyla bana baktı. Normal günlerde de yanaklarında var olan turp kırmızısı renk, elmacık kemiklerini sıkıştıran iri gözlerle birlikte korkunç bir hâl almıştı.

Hakan Hoca benim üzerime doğru yürümeye başladı. Bunu fark eden saldırgan kız benden uzaklaştı; sanki bir sonraki avını, beni, dönüştürdüğü kişiye sunuyordu.

Kızın koridorun geldiği yönde uzaklaşmasından sonra, hocanın değişimini kabullenip kaçmak yerine onunla iletişim kurabileceğimi düşündüm. O bana adım adım yaklaşırken ve ben de aynı tempoda uzaklaşırken, bir yandan da becerebileceğim en sakin sesle ona seslendim. Hocanın adını seslenince o buna hiçbir karşılık vermedi. “Hakan hocam, beni duyuyor musunuz? Bilinciniz yerinde mi?” diye sordum ama hocanın bu cümleleri anladığına, hatta duyduğuna dair bir tepki alamadım.

19

Eğer daha fazla beklersem onun bana saldırıp, beni de kendilerinden birine dönüştüreceğinin farkındaydım. Çünkü şimdi adımlarını hızlandırmış bir şekilde ve sabırsızlığını gösterircesine kollarını uzatarak üzerime geliyordu. Ben de gerisingeri koşmaya başladım.

Merdivenlerden indiğimde ne kızdan ne de diğer saldırganlardan birine rastlamadım. Yine de, adımlarımı hızlandırdıkça, peşimdeki hocanın hırıltılarından adımlarını hızlandırdığı anlaşılıyordu. Neyle karşılaşacağımı bilmez bir hâlde, biraz önce - o an akıbetlerinden emin olamadığım- öğrencilerin kaçmış olduğu koridordan döndüm ve karşıma çıkan büyük bir kalabalığı görünce korku ve şaşkınlık içinde çığlık attım!

Fakültenin çıkış kapısından ana koridorun yarısına kadar olan kısım, marazlı yeşillikteki bakışlarını üzerime yönelten onlarca biçimsiz yaratıkla doluydu. O kısacık anda göz göze geldiğimde kalabalığın arasında fakültenin profesörlerinden, asistanlarından, öğrencilerinden ve temizlikçilerinden yüzler gördüm. Hepsinin de boğazları ve kolları kan içindeydi. Gözleri iriydi, hepsi öfkeliydiler ve bu sefer hep bir ağızdan anlamsız hırıltılar çıkarıyorlardı. Hırıltılar anlamsızdı ama eşzamanlıydı. Kiminin iri gözleri yüzlerine sığmadığı için yuvalarından çıkmıştı. Onlar en kötüleriydi! O iğrenç gözler kanlı bir damarın ucunda yanaklarından sallanıyordu.

Çıkış kapısı kalabalık tarafından kapatıldığı için dışarıya çıkamazdım, bu yüzden giriş katının ana koridorunda ilerledim. Değişime uğramış güruh da peşi sıra arkamdan geliyordu. Bağırışlarımı duyan yok gibiydi, ağzımdan çıkan tekil çığlık onlarca hırıltılar arasında yok oluyordu. Duvardaki yüksek pencerelerinden kaçmak umuduyla kütüphaneye doğru adımlarımı hızlandırdım. Artık düşünemiyordum, peşimi bırakmayan fantazmagorik manzara zihnimi alt üst etmişti ve içimde, hayatta kalmanın ilkel itkisinden başka bir duygu yoktu.

Kütüphanenin geniş kapısından geçtiğimde beni olağandışı başka bir manzara karşıladı. Daha önce perdesi olmayan bütün pencereler zemine kadar siyah, kadife perdelerle kapatılmıştı ve gündüz saatleri olmasına rağmen güneş ışığı görünmüyordu. Kütüphanenin ortasındaki kitaplıklar yoktu, zemin onlarca mumla çevrelenmişti. Mumlarla belirlenmiş çerçevelerin ortasında kırmızı bir boyayla çizilmiş şekiller vardı. Ben daha ne olduğunu anlayamadan yaratıklardan oluşan kalabalık kütüphaneye doluştu. Kütüphanedeki değişim benim için o kadar şaşırtıcıydı ki, bu görüntü bana hayatta kalma mücadelesi verdiğim saldırganları unutturabilmişti. Ama artık şansım yoktu, kütüphanenin tek kapısı bu yaratıklar tarafından kapatılmıştı. O an keşke ölsem, diye düşündüm; karşımda dizilen kalabalığın yüzlerine baktığımda ölümün daha temiz bir son olduğunu düşünmüştüm. Bence bu durum ölümden daha kötüydü, onlardan birine dönüşecektim. Gözlerim yuvalarına sığmaz bir şekilde büyüyecek, marazlı bir yeşilliğe bürünecek ve benliğimi yitirerek, amaçsız bir şekilde saldırganlaşacaktım. Tek amacım saldırmak ve bir insanı bu yaratıklardan birine dönüştürmek olacaktı. Bu insanlıktan çıkma fikri beni delirtiyordu!

Hayatta kalma güdüsüyle etrafıma koşuştururken mumla çevrelenmiş bir genişliğin ötesindeki kürsüyü ve kürsünün gerisinde duran kişiyi görünce hemen oraya yöneldim. Bu,

20 asistanlığını yaptığım Profesör Marvelo Malsin’di! “Profesör Malsin!” diye bağırdım, ona doğru koşarak.

Profesör başını kaldırıp bana baktığında şaşırmış gibiydi. Kürsüden inerek yanıma geldi. Profesörün üzerinde daha önce hiç görmediğim ve kitona benzeyen bir kıyafet vardı. “Burada ne yapıyorsun?” dedi, gerçek bir öfkeyle. Bu, sorudan ziyade gerçekten de bir isyan cümlesi gibiydi. Tepkisi beni şaşırttı. Hemen ona kütüphanenin ortasında konuşlanan kalabalığı gösterdim, “Profesör, bunları görmüyor musunuz?” diye sordum.

Malsin, hayal kırıklığıyla gözlerini devirdi. “Tabii ki görüyorum, ahmak!” dedi, aceleyle kürsüye dönerek. Başını kürsüden kaldırmadan konuşmaya devam etti, “Onlar milyonlarca yıllık bir topluluğun yansıması”, dedi ve bir dakikalık sessizlikten sonra devam etti: “Önümdeki bu kitabı hatırlıyor musun? Blanduos’taki kazıdan.”

Önünde duran üzerinde profesörün giydiği kumaş parçasıyla aynı koyu yeşil tonunda, eski bir kitaptı. Kitabı ilk kez görüyordum, içinde bulunduğum kazı ekibinden hiç kimse bana bu kitaptan bahsetmemişti. Profesör aklımdan geçenleri okumuşçasına dişleri arasından hoşnut olmayan bir ses çıkardı. “Evet, ben buldum.” dedi, “bu kitap buluntu kayıtlarına geçmedi.”

Profesör bana sırlarını açıklarken, mumlarla çevrili boşluğu dolduran yaratıklar eş zamanlı bir hırıltıyla bekleyişlerini sürdürüyordu. Bana olan ilgilerini kaybetmiş gibiydiler. Bir süre sonra bunun hırıltının ötesinde, bir çeşit dil olduğunu düşünmeye başlamıştım. Profesöre sormak istediğim çok soru vardı ama bunları zihnimde toparlayamıyordum. İçimdeki korku tazeliğini koruyordu, yaratıklara sırtımı dönemiyordum, bu yüzden profesör konuşurken sürekli bakışlarımı yaratıklara çevirmek zorunda kalıyordum.

“Dönüşüme uğramamış olmana şaşırdım doğrusu” dedi, profesör. “Şu an kampüsteki her fakülte ve fakültelerdeki herkes dönüştü.”

“Bunu nereden biliyorsunuz?” diye sordum, sanki sorulması gereken ilk soru buymuş gibi. Profesör de başını kaldırmadan arkamdakileri işaret etti. “Onlar söylüyor tabii ki.”

Profesörün sesindeki alaycılığı ve tehditkâr tutumu korkumu güçlendiriyordu, çevreme bakınarak bir çıkış yolu aradım ama kütüphane gittikçe daha da kalabalıklaşıyordu. Profesörün söylediği doğru olmalıydı, yaratıklar sürekli kütüphane kapısında girmeye devam ediyordu.

“Burada neler oluyor profesör, amacınız ne?” diye sordum, Kendimi kontrol edemediğimden ağzımdan çıkan bazı kelimeler tiz bir çığlık, bazıları da yalnızca kendimin duyabileceği bir sessizlikte çıkmıştı. Profesör başını kaldırıp iç çekerek bana baktı.

“Burada olanlar, sevgili asistanım” dedi, “milyonlarca yıllık bir topluluğun geç kaldıkları bir ayinin hazırlığı. İşte bu kitap bütün her şeyi anlatıyor. Biz kazı raporlarımızda Blaundos’un yirmi üç asırlık bir kent olduğunu yazmıştık. Kitapta Blaundos’un milyonlarca yıl öncesinde, insanlardan da önce gelen bir ırkın evi olduğu yazıyor.” Eliyle kütüphaneyi dolduran kalabalığı gösteren profesör devam etti, “İşte,” dedi, eserinden gurur duyan bir ressamın memnuniyetiyle, “şu an karşında Kghrr’ll ırkının son temsilcileri duruyor!”

21

Hırıltıyı andıran Kghrr’ll kelimesini duyan yaratıklar o an seslerini kesip profesöre baktılar. Bunu fark eden Malsin gülümsedi. “Gördüğün gibi, bunlar insanlardan farklı bir ırk. Aylardır kitaptaki metinleri inceliyorum. Bu kadar kısa sürede bu sırrı çözebildiğim için de gururluyum. Onlar varlıklarını bu kitapta yer alan alfabede koruyabilen, düşsel boyutta yaşamlarını sürdürebilen varlıklar. Bir bedenleri yok, o yüzden on üç tanrının ağzından çıkan cümleler dışında hiçbir şey ırklarının bu son temsilcilerini yok edemiyor. Diğer taraftan, eğer gerekli olan ayin gerçekleştirilirse ayini yapanın onlara sunduğu başka bedenleri sahiplenebiliyorlar.”

Bütün bu saçmalıklar benim için çok fazlaydı. Sorulacak çok soru, üzerine düşünülecek çok fazla yanıt vardı. Şiddetli bir baş ağrısıyla ayakta durmaya çabalarken birden burnuma, sık sık Blaundos’taki kazılar sırasında, nekropolisin yakınındaki bataklıktan gelen kokuya benzer bir koku geldi. Bu kokuyu hafızamdan silmem mümkün değildi, en ufak bir esintide işimizi yarım bırakıp çadır alanına kaçmamıza sebep olan bu koku şimdi kütüphaneye hâkim olmuştu. Nefes almakta zorlanıyordum. Çevreme baktığımda yaratıkların sakin olduğunu gördüm ama o an beni korkutan şey, Profesör Malsin’in sakinliğiydi. Aklımı kurcalayan soruyu sormaya çekiniyordum, çünkü alacağım yanıtın beni çıldırtmasından korkuyordum.

“Onlara şu an sahiplendikleri bedenleri siz mi sundunuz Profesör?”

“Elbette!” diye yanıtladı. “Kitaba göre Kghrr’ll ibadetlerini yapan tek bir kişi bile halkına kendi ırkının bedenini sunabilir. Ben de bunu yaptım. Onlara M_____ Üniversitesi’ni sundum ve onlar da buldukları bedenlere bürünerek Büyük Ayin’i gerçekleştirmek üzere buraya geldiler.”

“Büyük Ayin gerçekleşince ne olacak?” diye sordum. Başımdaki ağrı, kokunun iğrençliğiyle şiddetlenmişti. Profesör yine o marazlı gülümsemelerinden birini gösterdi.

“Büyük Ayin, on üç tanrıyı memnun edecek ve Kghrr’ll halkına Blaundos’un eski ihtişamını sunacak. Böylece dünya yeniden Kghrr’ll’ın elinde olacak. Bu sefer dünyada insan ırkı da olduğu için Kghrr’ll, bu ırka hükmedecek. Ben onları uyandıran ve ayini gerçekleştiren kişi olduğum için ödüllendirileceğim ve Blaundos’taki halkla birlikte dünyaya hükmedeceğim!”

Profesörün sözleri bittiğinde kendimi afyon etkisinde görülen bir kâbusta gibi hissetmiştim. Onun sarf ettiği sözler karşısında mantığım bunların deli saçması olduğunu haykırıyor, diğer taraftan zihnimin karanlık köşeleri ise dehşetin ve korku dolu bir sonun çığlığını atıyordu.

O gün profesörden ve çevremi saran pis kokulu yaratıklardan nasıl kurtulduğumu hatırlamıyorum. Profesör Malsin’in yaptığı açıklamanın sonunda, kütüphanedeki bataklık kokusunun yarattığı havasızlığın da etkisiyle, bayılmış olmalıyım. Bu son zamanlarda başıma sıkça gelen bir olay; olur olmadık zamanlarda kütüphanedeki kokunun burnuma gelmesiyle bayılıyorum. Bazen fakültede çalışmalarımı yürüttüğüm normal bir günün herhangi bir saatinde burnuma o kazı sırasında ve karanlık gündeki kütüphanede, yaratıklardan geldiğini düşündüğüm koku burnuma çalınıyor, bunun hemen ardından başım dönüyor ve gözlerim

22 kararıyor. Uyandığımdaysa kendimi genellikle ya çalışma odamda ya da kampüsün misafirhane binasındaki odamda buluyorum.

Sevgili okur, bazen de çevremdeki yüzlere baktığımda, yıllardır aynı öğrencileri ve hocaları gördüğümü hissediyorum. Böyle anlarda, küçük bir zaman dilimine kısılıp kalmışım gibi bir his uyanıyor içimde. Yine de zihnimi kısa süreliğine meşgul eden bir düşünce bu. Beni en çok endişelendiren şey, uyanık olduğum zamanlarda kaynağını bilmediğim bir yerden kulağıma fısıldanan cümleler. Bu cümlelerin nereden geldiğini bilmiyorum, açıkçası bu cümlelerin hangi dilde telaffuz edildiğini bile bilmiyorum. Ama beni korkutan şey, o cümlelerin ne anlama geldiğini biliyor oluşum. Uzun bir süredir bu fısıltıları önemsememeye ve zihnimi başka şeylerle meşgul etmeye çalışıyorum, tıpkı şu an kütüphane masasında bulduğum bu sahipsiz deftere bu cümleleri yazıyor olmam gibi. Ancak bu, zihnimi meşgul etme olayı giderek zorlaşıyor.

Fısıltıların yerini konuşmalar alıyor. Gecenin kör vakitlerindeyse bu konuşmalar, karanlığın gücünden cesaret bularak zihnimde bağırışlara dönüşüyor. Hepsi de aynı şeyleri söylüyor; sesler beni Blaundos’taki bataklığa çağırıyor. Fısıltılar bana Büyük Ayin’in tamamlandığını ama işlerin henüz bitmediğini söylüyor!

23

BEN BİR HORTLAK MIYIM? YANKI ENKİ

Korku edebiyatının ustalarından H.P. Lovecraft, arkadaşı J.F. Morton’a 1935’te yazdığı mektupta, Gustav Meyrink’in Golem’ini bir çırpıda okuduğunu ve bu romanın uzun zamandır karşılaştığı en görkemli eserlerden biri olduğunu söyler. 1913’te tefrika edilmeye başlanan ve bir kitap biçimini 1915’te alan Golem’in Lovecraft’ın kütüphanesine girişi biraz geç olmuştur belki, ama bu tuhaf, doğaüstü unsurlarla bezeli mistik eserin bir korku edebiyatı klasiğine dönüşmesinde Lovecraft’ın rolü yadsınamaz.

Gündelik gerçeklik ile doğaüstünün birbirine girdiği, finalinde tüm okuduklarımızın bir düşten ibaret olup olmadığı konusunda bizi ikileme götüren Golem’in, birçok açıdan bakıldığında iyi bir korku romanı olduğu doğrudur. Meyrink, gotik edebiyatın köklerine döner ve saygılarını sunar kimi pasajlarda. Korkuyu, dehşeti tarif etmeye çalışırken, aslında tarif edemeyeceğimiz bir şeyden bahsettiğimizin de farkında olduğunu sezdirir. Bir nevi yaratık tasviri yapar. Görünmeyenin ve bilinmeyenin korkusundan bahseder. Edebiyatın önemli temalarından biri olan dönüşüm meselesini masaya yatırır; kahramanını bu tema üzerinden yaratır. Sadece bir kahramanın değil, aynı zamanda bir mahallenin, bir şehrin ve kültürün de dönüşümünü anlatır. 1890’lar biraz geride kalmıştır ama yine de dekadan literatürün sözcülüğünü yapmaya devam eder. Avrupa’nın üzerindeki karanlığın, Ortaçağ’a duyulan nostaljik algının altını çizmeyi unutmaz. Aydınlanma’ya karşı lafını esirgemez. Kendi kaderimizi çizip çizemeyeceğimizi, hayatı tesadüflerle açıklayıp açıklayamayacağımızı, irademize sahip çıkıp çıkamayacağımızı tartışır. Ruhun ölümsüz olup olmadığına dair tartışması, eserin okült zeminini oluşturur. Zaten Golem, Mary Shelley’nin Frankenstein’ı gibi doğrudan bir yaratık ya da canavar anlatısı değildir. Dönemin ruhundaki müphemliği resmetmek için çizilmiş bir manzara tablosudur adeta. Meyrink, tüm bu unsurları Golem’de toplayarak ve bunu kendine has bir dil ve üslupla yaparak iyi bir korku romanına imza atmıştır atmasına, ama Meyrink’in 1927’de yazdığı ve geçtiğimiz günlerde Türkçede yayımlanan Batı Penceresi Meleği, “korku romanı” etiketiyle çok anılmasa da, tüm bu özellikleri daha güçlü bir şekilde barındırır bünyesinde. Meyrink bu eserde, Golem’deki gotik unsurları pekiştirmekle kalmaz, aynı zamanda daha girift bir yapı ve katmanlı bir öykü kurar.

Batı Penceresinin Meleği, 16. yüzyılın bazen en büyük matematikçisi bazen de en büyük büyücüsü olarak anılan John Dee’nin hayatıyla, bir 20. yüzyıl insanı olan Baron Müller’in hayatının kesişimini ve bu kesişimden doğan korkunun öyküsünü anlatıyor. John Dee’ye ait birtakım gizemli belgelerin, günlük ve defterlerin, kahramanımız Baron Müller’in eline geçmesiyle başlıyor her şey. Romanın anlatmak istediğiyse, sadece belgelerin değil, belgelenemeyecek, asla açıklanamayacak bazı şeylerin de ona miras kaldığı…

John Dee’den kalan notları okumaya başlayıp 16. yüzyıla doğru yola çıkmamızla beraber, kahramanımız da garip rüyalar görmeye ve gün içerisinde başına gelenler ile okudukları arasında bir bağ kurmaya başlıyor. Okuduklarıyla yaşadıkları arasında, 16. ve 20. yüzyıllar arasında, kendisi ve John Dee arasında sürekli bir ilişki varmış gibi hissediyor ama adını

24 koyamıyor. Öykü ilerledikçe şimdiki zaman ile geçmiş iç içe geçiyor ve bir noktadan sonra zaman ve mekân iyice belirsizleşiyor. Bu belirsizlik arttıkça olaylar daha da tekinsizleşiyor, ölüm ile ölümsüzlük arasında bir alışveriş başlıyor ve eser böylece özgün bir hayalet öyküsüne dönüşüyor. Romanın başından beri “Ben kimim?” sorusuyla irdelenen kimlik meselesi, zaman ve mekânın sınırları esnedikçe şu soruyla vurgulanır hale geliyor: “Ben bir hortlak mıyım?”

Bu romanda kahramanımızın dönüşümü, tıpkı Golem’de olduğu gibi kaderin ve iradenin sorgulanmasıyla başlıyor. İnsanın yaptığı seçim ve tercihlerde ne kadar özgür olduğu, farkında olmadan bir şeylere ya da birilerine, hatta görülmeyen ve bilinmeyen birtakım güçlere itaat edip etmediği, başımıza gelenlerin tesadüften ibaret olup olmadığına dair tartışma, Meyrink’in her iki romanında ana izleklerden biri olarak karşımıza çıkıyor. Yaşadığımız dünyanın bilgisiyle açıklayamayacağımız, sıradan ve gündelik olana nüfuz eden mistik güçlerin, geçmişten gelip bugünü istila eden okült bilginin dönüştürmeye başladığı kahramanımız, başka dünyaların da var olduğuna kanaat getirmeye başladığı anda, içindeki hayaleti de vücuda getirmiş oluyor. 20. yüzyılda tutunamayan, geçmişin prangalarına bağlı olan modern bir insanın, premodern bilgiyle, karanlık geçmişle, ölümün hayata yakın tutulduğu dekadan kültürle kurulan ilişkisi, denklemin diğer tarafındaki kişi John Dee olunca, daha da karanlık bir hal alıyor. Bu okült denklem sadeleştirildiğinde kahramanımızın ağzından şu soru ya da itiraf çıkıyor: “Yoksa John Dee’ye mi dönüştüm?”

John Dee’nin yaşamı ve eserlerine baktığımızda, sadece okültistlerin yakından tanıdığı biri olmadığını, İngiliz düşünce tarihinde de önemli bir yer kapladığını görüyoruz. Dee, zaman zaman “Merlin” benzetmesiyle anılan, Kraliçe I. Elizabeth’in büyücüsü olarak hatırlanan, aynı zamanda bir mucit ve bilim insanı sıfatları da yakıştırılan bir entelektüel. Okült felsefe alanının en önemli yorumcularından Frances A. Yates, John Dee’ye geniş bir yer ayırdığı Elizabeth Dönemi Okült Felsefe (Pinhan Yayıncılık, 2013, çev. Selen Ak) adlı eserinde, “Elizabeth toplumunda her taşın altından çıkan, kütüphanesi aydınların buluşma yeri haline gelen” biri olarak bahsediyor Dee’den ve hayatının son dönemlerine denk gelen cadı avına maruz kalıp gözden düşen bu mistik karakterin, “büyücü diye tek kalemde silinebilecek biri” olmadığını, “Elizabeth döneminin en etkileyici figürlerinden biri” olduğunu belirtiyor.

John Dee’nin gerçek yaşam öyküsüne halihazırda aşina olan veya Meyrink’in Golem’ini daha önce okuyup yazarın üslubuna kendini alıştırmış okurlar için Batı Penceresi Meleği çok şey vaat eden bir roman olacaktır ama bu eserin seslendiği kitlenin önemli bir kısmını Poe ve Lovecraft gibi korku yazarlarını takip eden okurların oluşturduğunu da unutmamakta fayda var. Özellikle kitaba ismini veren Batı Penceresi Meleği’nin ortaya çıktığı ruh çağırma bölümü, Lovecraft’ın kelime haznesine hâkim okurlara oldukça tanıdık gelecek. Hatta bu bölümü tek başına bir hayalet öyküsü olarak okumak bile ayrı bir lezzet verebilir. Tam da Lovecraft’ın en üretken olduğu yıllardan birinde, 1927’de yayımlanan bu romandaki üslup ile Lovecraft’ın üslubu arasındaki paralellik, bize Viktoryen dehşetin İngiltere’yi aşıp kıta Avrupa’sı ve hatta Amerikan edebiyatına sızmakla kalmadığını, Batı’nın tamamına yayılmış bir çöküş, çürüme ve umutsuzluk hissinin, 20. yüzyılda bile egemenliğini devam ettirdiğini gösteriyor.

25

Tıpkı Gustav Meyrink’in romanında olduğu gibi, John Dee ile modern dünyada yaşayan bir kahramanın hayatlarının kesişme öyküsünü anlatan, Peter Ackroyd gibi önemli bir yazarın elinden çıkmış bir eseri de unutmamak gerek bu noktada: Doktor Dee’nin Evi (YKY, 2004, çev. Özcan Kabakçıoğlu). Ackroyd’un ilk olarak 1993’te yayımlanan bu eseri, bir korku romanı gibi gizemli ve karanlık bir öyküyle başlasa da, bölümler ilerledikçe psikanalitik unsurların özenle yerleştirildiği çağdaş bir baba-oğul anlatısına dönüşüyor.

Doğaüstü ile gündelik gerçekliğin iç içe geçmesi, gizemin sürekli artması, kahramanın kendi kimliğini çözmeye çalıştıkça John Dee’yle ilgili sırlara ulaşması ve nihayetinde kendisini “fazlasıyla bir hortlak gibi” hissetmesi düşünüldüğünde, Ackroyd’un Meyrink’in romanlarından büyük ölçüde etkilendiği ortaya çıkıyor. Başına gelen gizemli olaylara anlam yükleyebilmek, doğaüstü vakalara inanmak ve inanmamak arasında gidip gelen kahramanın öyküsü, Meyrink’in eserlerini hatırlatacak denli fantastik çelişkilerle yüklü olsa da, Ackroyd’un romanının Batı’nın çöküşü ve karanlığıyla ilgili kültürel bir anlatıya sahne olmadığını, bunun yerine tarihsel bir gizem romanı gibi okunabileceğini belirtebiliriz. Ancak Ackroyd’un bir baba-oğul hesaplaşmasını anlatmak için Meyrinkvari bir John Dee öyküsü anlatmasının sebebi ne olabilir, onu belirtmek zor. Hem Meyrink’in hem de Ackroyd’un kahramanları “kendi evinde bir hortlağa” dönüşüyor, ama Meyrink’in kahramanları bir karanlık arıyor sanki, onu bulup yüzleşmeye çalışıyorlar. Halbuki Ackroyd’un kahramanı, bulduğu karanlıktan kurtulmaya çalışıyor. İki farklı karanlık, iki farklı yüzleşme öyküsü…

Sonuçta Golem, Batı Penceresi Meleği ve Doktor Dee’nin Evi, birbirini besleyen metinler olarak değerlendirilebilir, ama biz okurlar için gerçek yüzleşme, bu eserlerin temelindeki karanlığın nereden beslendiğine, gerçeklik ile hayal gücü arasındaki iktidar savaşının neden sonsuza kadar süreceğine kafa yormaktan geçiyor.

Bu yazı ilk olarak 18 Şubat 2016’da K24’te yayınlanmıştır.

26

BEBEK BENİ DEL’EYLEDİ MEHMET BERK YALTIRIK

“Buralardan en son çocukken geçmiştim.”

“Doğrudur…”

“Mola yerinde kış geceleri kurt ulumaları duyardım uzaktan uzağa.”

“Kurt hâlâ gezik buralarda…”

Radyodan yükselen türküler kuşağı kayalıklar arasında ilerleyiş yüzünden kesilip duruyordu. Kiralanmış kamyonet kim bilir hangi seçim döneminde düzeltilmiş asfalt yolda sarsılarak ilerliyordu. Sarsıntının nedeni yoldan ziyade aracı hoyratça kullanan umursamaz şofördü. İki saatlik yol boyunca her konu açma girişimine kayıtsız kalmıştı.

“Dedem eşkıyaları, kaçakları anlatırdı. Onlar hâlâ var mı?”

“Onlar kalmayık. Eşkıya şimdi şehirde biliyünnü?”

Dedesi de uzun uzun anlatmalarının sonunda tıpkı şoför gibi eşkıyaların artık şehirde olduğundan bahsederdi. Şoför anlatma faslını tek kalemde silip atmıştı. Canı sıkılan Faruk kafasını cama çevirerek her iki taraftan yükselen kayalıkları seyretmeye başladı. Kayalardan birini bir hayvan şekline benzeteceği esnada şoförün konuşası tuttu:

“Buralılar gibi değilsiniz?”

“Uzun süre İstanbul’da kaldık, çocukken yaz tatillerinde falan gelmişliğimiz var ama.”

“Neresi?”

“Çukurova tarafları. Dağların, tepelerin orada akrabalarımız var diye anlatırdı dedem ama hiçbir bilgim yok.”

“Allah’ın unuttuğu Kavaklar köyünde akrabanız mı oluk?”

“Benimle alakası yok oranın. İş için gidiyorum.”

“Şirket mi?”

“Kendi hesabıma çalışıyorum. Koleksiyoncuyum ben.”

“Antika mantika ayağı değil mi?”

“Sayılır.”

“Bizim amcaoğulları, dayıoğulları hep define arayık. Şimdi sorsan hepsine koleksiyoncuyuz diyorlar. Sizinki de öyle mi?”

“İstanbul’da antikacı dükkânım var, gerçek koleksiyoncuyum. Belli eşyaları topluyorum, belli alıcılara ulaştırıyorum sadece.”

27

Yolun bir yerinde önce daha eski bir asfalt yola, ardından toprak bir patikaya sapan araba kayalıkları geride bırakarak bir korunun içerisinde ilerliyordu şimdi. Adana’ya uçakla gelmiş, şehir içinden bir kamyonet kiralayarak Kavaklı denilen köyün yolunu tutmuştu.

“Çoğu şoför Kavaklı köyü yolunu bilmediğini söyledi. Size denk gelmem iyi oldu.”

“Kavaklı köyü bilinmez köy değil elbet. Bir dönem define ayağına bulaşanların bir uğrayıp bir daha ayak basmadığı yerlerden. Defineci milleti türlü şeye inanır işte. Kimi de erindiğinden gelmek istememiştir.”

“Ben de o anlatılardan bir tanesini duydum. Deli Gelin Efsanesi’ni biliyor musunuz?”

“Buralı olup duymayan yoktur.”

“Kavaklı köyü için anlatılırmış?”

“Doğrudur. Zaten define muhabbetlerinin bir kısmı o yüzden çıkma. Zengin bir Ermeni hanımının altınlarını arıyorlar hep.”

“Aslı var mı?”

“Eski Ermenilerden kalık köy olsa neyse. Yörük köyü. Hükümet konduruk zamanında.”

“Fırka-ı İslahiye zamanı?”

“Fırka-ı İslahiye’yi bilir misiniz?”

“Dedem anlatırdı.”

“Biz de dededen duyduk. Ama bu köy eskiden kalma değil. Bizim hükümet zamanında kurulmuş. İşte kulaktan kulağa ağızdan ağıza zengin bir hanım efsanesi diye anlatırlar define arayanlar.”

“Siz biliyor musunuz?”

“Ufakken duyuk. Şimdi pek hatırlamıyrüm. Anlatana da denk gelmedim. Köyde vardır elbet.”

Şoför bunları söylerken köyün hemen ileride arz-ı endam ettiğini gördü Faruk. Belki takribi 40 sene önce köylülerin gayretleriyle dikilmiş mütevazı minareli camisi, çoğunluğu çepeçevre bağlı bahçeli tek katlı evleri göze çarpıyordu. Kamyonet toprak yolda savrula sallana ilerledikten sonra köyün camisinin hemen ilerisindeki tek yalaklı bir çeşmenin önünde durdu.

Çeşmenin hemen karşısında tek katlı, kurumuş asma dallarının girişindeki çardağı sarıp sarmaladığı kahvenin içindekiler camlardan gelen araca bakıyorlardı. Şoför: “Ben beklerim burada…” diyerek arabadan dışarı çıkıp kamyonetin tekerlerini kontrol etmeye başladı. Faruk kamyonetten çıkıp kahveye yürürken daha önceki işleri aklına geldi. Daha az misafirperver yerler görmüştü. Kahveden içeri girdiğinde gözü sigara dumanından mamul sislere alıştığında kimi masalarındaki oyunda, kimi kendinde sayısız bakışla karşılaştı. Bir yerlerde yüksek sesli bir radyo türküler kuşağını veriyordu.

“Muhtar Bey burada mı?”

28

Kahvenin köşesindeki çay ocağının dibindeki bir masadan ellilerinde bir adam elini kaldırarak seslendi:

“Faruk Bey!”

Faruk adamın masasına doğru yürürken muhtarın bir kabahat işlermişçesine sıkılgan tavrı dikkat çekti. Muhtar ayağa kalkıp kendisiyle tokalaştıktan sonra tekrar oturdu. İki çay söyledi Faruk’a isteyip istemediğini sormadan. İşi hızlıca halletmek ister gibiydi.

Çaylar gelince Faruk bir an alelade bir şeyden bahseder gibi: “Deli Gelin’le ilgili…” diye söze başladı. Muhtar sözünü kesti hemen: “Sus beyim sus! Az alçak konuş. Biz bize…”

“Pardon…”

“Kusura kalma. Buranın insanı rahatsız oluk bu meseleden. Az ağır de diyeceğini…”

Faruk masalara baktığında insanların kendine ters ters baktığını gördü. Tam o esnada radyodan yanık bir kadın sesi kahveyi doldurdu: “Emmim atlı, kendim yayan… Bebek beni del’eyledi…” Kahvedekilerin bu içli türküye kulak kesileceğini zanneden Faruk her birinin suratının düşüp neredeyse sinire kestiklerini görünce şaşırdı. Çay ocağına bakan genç hemen radyonun başına koşturup kapattı.

Muhtar azarladı genci: “Gapat ele başımız ağrıyık, şurada iki çift laf edemiyrüz!” Ardından Faruk’a döndü: “Bu türküyü burada dinleyen olmayık. Sevmezler. Bak nasıl rahatsız oluk hepsi?”

“Fark ettim. Bir hatırası falan mı var? Buranın türküsü mü yoksa?”

“Başka tarafın. Ama burada Deli Gelin’i hatırlattığından sevmezler. Soyha diyürler. Uğursuz sayürler. Çığıran bile göremezsin burada…”

“Alışverişte herhangi bir aksama olmayacak. Ben yeğeniniz aracılığıyla irtibat kurdum. Size söylediklerimi iletmiştir sanırım. Herhangi bir çekinceniz olmasın. Ama bir ricam olacak. Yeğeniniz bahsetti mi bilmiyorum ben bu tür ilginç şeyler topluyorum.”

“Bahsetti biraz. Şaşırdım başta ama o şeyden kurtuluk diye ne denirse he dedik. Size helal olsun. Korkmüyürsünüz herhal bunlardan?”

“Benimkisi meslekten ötürü alışma durumu. Kazandığım hayli iyi. Alıcı da buldum. Paranız hazır. Ancak ben sadece satın almıyorum. Hikâyeleri de merak ediyorum. Müşteriler merak ediyor daha doğrusu, ona göre almayı kabul ediyorlar…”

“Eskiden zenginler pavyonlarda gazinolarda para yiyikti. Bu moderen zaman zenginlerinin işine akıl sır ermez doğrusu.”

“Bana kısaca bahsetti yeğeniniz çok detaylı anlatmadı. Buraya getiren şoförüm de efsaneyi buralarda herkesin duyduğunu ama yanlış duyduğunu söyledi.”

“He. Ermeni Hanım diye anlatırlar. O definecilerin hikâyesi. Hakikat başka. Deli Gelin’i size şöyle diyeyim…”

29

Yan masadaki köylülerden biri muhtara doğru eğildi: “Burada konuşulacak şey mi muhtar?”

Muhtar hemen payladı köylüyü: “Bagale sana ne oluk? Köy sonunda kurtuluk ya ona bakın karışmayın işime! Bakma Faruk Bey, Deli Gelin’i bunlar da bilir ama başka anlatacak bulamazsın. Anlatayım da dinle. Bu köyü ilk hükümet kurduruk. Obamız gelip yerleşmiş. Çoğumuz burada hısım akrabayızdır. O Deli Gelin dedikleri de akrabamız olur yani. En yakın bizim sülale diğerleriyle uzaktan hısım…”

Muhtarın konuşması her ne kadar kısık sesliyse de köylülerin bazıları onların konuşmasını duyarak masalarından kalkıp dışarıya çıkmışlardı. Faruk müşterilerini memnun edecek bir başka anekdota daha tanık olmanın keyfini yaşadı. Çayını bitiren muhtar anlatmasını sürdürdü:

“O aralık Gökçe Kız derlermiş ona. Gözleri cam gibi oluk derler. Obanın beyine gelin gitmiş, Gökçe Gelin olmuş adı. Allah’ın işi… Güzel imiş, gök gözlü imiş lakin bir soyhalığı varmış. Üç defa bebesi olmuş, üçünü de kısa sürede toprağa vermiş…”

“Ölü mü doğuyorlarmış?”

“Öylesi değil beyim. Bebeler doğduktan sonra ölüyormuş. En son doğanı yaşar demişler, yürüyene kadar yaşamış sonra o da ölük. Nazar varmış gelinde. Gözlerinde. Başka çocuklara değil ama yen sevdiklerine, yavrularına değermiş gelinin nazarı. Kendini dağa yazıya vuruk Gökçe Gelin. Yavrularının kabirlerinin başında ninniler okurmuş ağlayarak öyle diyürlerdi. Bir gün elinde bezden bir bebeyle dolanırkene görükler. Emzirdiğini, uyuttuğunu, ayağında salladığını, ağladığını söyleyip koşturarak kucağına aldığını falan anlatılıktı hep. Gökçe Gelin kırda yazıda mezarda geze geze delirik, cine şeytana karışık demişler. Boşayıp anasının babasının evine göndermesine söylemişler obanın beyine.”

“Bey ne yapmış?”

“Gelinin kocası acıdığından ses etmezmiş. Deli Gelin demeye başlayık köylüler. Bir gün gelinin kocası kaybolmuş. Uçuruma, yara düştü sanık herkes ama cenazesi kayıp. Gelinden şüphelenmişler ama bir garip delidir diye ilişmemişler. Gelinle kavga eden köyden bir kadın da böyle ortadan kaybolunca şüphelenmişler. Tüfekle nacakla basmışlar gelinin evini. Evi bastıklarında deli gelin: “Yavruma kıymayın! O bilmeden yaptı hep!” diye ağlamış. Bebesinin cana geldiğini yahut yavrularının canına büründüğünü söylemiş, günahı diyenin boynuna kalık.”

“Gelin’i öldürmüşler mi?”

“Gelin yavrum dediği bebeyi korumak için kocasıyla o kadını gömdüğü yeri söylemiş. Cenazeleri bulmuşlar. Tövbe estağfurullah! İkisinin de ağzı yüzü yamuluk. Gelini katil diye candarmaya vermişler. Payas Kalesi’ne kapatmışlar Deli Gelin’i, o aralık zindanmış. Ölümünden sonra geceleri evinin civarında gelinin ağlayarak okuduğu ninninin sesini duyarlarmış. Bebe ağlaması sesi duyanlar da oluk diyürler.”

“Başka?”

30

“Bir gün köye eşkıya inmiş. Benden yaşlılar “Kaçak Haco” deyik. Candarma takibinden kaçıyor. Çok cana kıymış, köylüler de o gelince korkmuşlar hep. Beni saklayın diye emredince Deli Gelin’in evine saklayık. Gerçi ihtar edikler, burada kalan ağır akıllı durmaz, başına bir iş gelir diyikler ama dinlemiyür.”

“O da mı ölmüş?”

“Daha fena oluk. Kuşluk vakti Haco silahsız pusatsız dağda gezerken candarmaya denk geliyür. Mukavemet göstermiyür. Candarmaya yalvarıyür hatta beni buralardan götürün diye. Dediğine göre sabaha karşı o gelinin bezden bebesini görük. Bebeyi ayaklanmış insan gibi bahçede yürüyük görünce dellenmiş. Seneler geçik ama hala bebenin gülmesini ağlamasını, Deli Gelin’in ağlaya ağlaya okuduğu ninniyi duyanlar oluk. Kimi de gördüğünü söyleyik.”

“Neyi görmüşler?”

“Ya gelini. Ya da o bebeyi… Benim eniştem vardı, halamın kocası. Rahmetlik oldu ikisi de. Osmaniyeli Hacı derlerdi. Derin hocalardan. Bu düğümlü iplerle falan evin içine bağlayık bebeyi. Bir daha gezip dolanmadı.”

“Niye bağladınız?

“Bebeyi cinler sahiplenik. Ormanda zencire bağlayıklar, uçurumlara atıklar hatta yakıklar ama yine evin bahçesinde buluyürler. Aladağ’ın yörüklerinden cinlere karışık bir kurşuncu varmış, bu bebeyi kimse kendi arzusuyla sahiplenmedikçe bebek ev bellediği yerden bir yere ayrılmazmış.”

“Neden?”

“Anasını arayık. Anasını bekleyik. Kendisini bağrına basacak başka bir ana…”

Anlatılanlar daha önce de bu tür şeylerle karşılaşan Faruk’un tüylerini diken diken etmeye yetmişti. Ömrünün hatırı sayılı bir kısmı parayı bastıran zenginler yahut büyü yaptırmak amacıyla bazı nesnelere ihtiyaç duyanlar tarafından tılsımlı ve uğursuz olduğuna inanılan nesneler toplamakla geçmişti. Mardin’de cinlerin mesken tuttuğu bir manastırdan yiyenin zehirlendiğine inanılan bakır işlemeli tabak çanaklardan yarısı kanla yarısı mürekkeple yazılmış kopyasız büyü kitaplarına, bakana öte dünyanın perdesini aralamayı sağlayan Çirkin aynasından bir nice söylenceli eşyaya ulaşmış, birilerine satmıştı. Alanında tekti.

“Bebek hâlâ duruyor değil mi?”

“Duruk olmasa sizi niye çağıralım? Ev miras olarak benim üstümde. Parayı bana sayürsünüz. Bebeyi alıp gidersiniz.”

Ayağa kalkıp kahveden çıktıklarında Faruk köylülerin rahatsız edici bakışlarını adeta ensesinde hissetti. Toprak yolu takip edip köyün biraz dışında duran iki terk edilmiş evin arasından geçerken muhtar bu evlerin de o cinli ev yüzünden kısa sürede terk edildiğini, kimsenin oturmadığını söyledi. “Her gece Deli Gelin’le bebesinin seslerini duyuklar…” diye de belirtti. Toprak yolun biraz ilerisinde, kavak ağaçlarından oluşma büyükçe bir korunun dibinde iki katlı, bir kısmı ahşaptan metruk görünüşlü bir ev dikilmekteydi.

31

Muhtar evin önündeki asmaları çoktan kurumuş çardağın altından geçip besmeleyle kapıyı cebinden çıkardığı paslı bir anahtarla açtı. Ardına kadar açılan kapılar akabinde muazzam bir küf kokusunu da dışarıya bıraktı. Faruk evin selamlığındaki direğe düğümlü iplerle bağlanmış olan bezden bebeği ilk defa gördü. Kirli ve kısmen küflenmiş, elleri ve kolları seçilen, üzerinde başka kumaşlardan dikilme giysileri olan, yüzü ağız ve göz yerine birkaç kere dikiş atılmış ipliklerden oluşma alelade bir bebekti.

Faruk, muhtara: “Sen çöze dur ben mahfazayı getireyim!” diyerek kamyonete doğru koşar adım yürüdü. Muhtar daha sonra yakmak üzere siyah yün eldivenlerini giyip dualar okuyarak ipleri çözmeye başladı. Kamyonetin arka kısmında büyükçe ve siyah bir dağcı çantasını açarak dört bir yanı camla kaplı mahfazayı ortaya çıkardı. Mahfazayı evin içine götürünce muhtar ipleriyle birlikte bez bebeği mahfazanın içine kapattı. Faruk mekanizmanın klipsini kapatır kapatmaz muhtar eldivenleri çıkararak bahçenin bir köşesinde kuru dallarla birlikte ateşe verdi.

“Beyim böyle alıp satıyürüz ama…”

“Merak etmeyin müşterilere gerekli uyarıyı yaparım ben. Bu cam mahfaza dualarla hazırlandı. Bu tür şeyleri hapis tutmak için…”

Muhtara para tomarını bırakan Faruk, para sayma fısıltılarını dinleyerek kamyonete yürüdü. Kamyonetin şoförünün çatılmış kaşlarıyla bez bebeğe baktığını fark etti.

“Vallahi bunu taşıyacağınızı bilsem zor gelirdim…”

“Birkaç yüz daha veririm gerekirse. Havaalanına ulaştırman yeterli.”

“Parası iyi mi?”

“Bu yaptığımın en yağlı işim olduğunu söyleyebilirim!”

“Başlarına iş alıklar?”

“Kendilerinin bileceği iş…”

***

“Bu sefer sana hayli farklı bir hediye aldım…”

Adamın kendinden emin sesi hem yükte hem pahada ağır eşyalarla döşenmiş salonda çınladı. Kırmızı mumlar ve güllerle donatılmış yemek masasının diğer ucundaki kadın gülümsedi. Gerdanlıkları ve küpeleri kadının her hareketinde ışıldıyordu. Muzip bir gülümsemeyle karşılık verdi kadın:

“Tahmin etmek isterim…”

“Tahminlerinin de ötesinde. Bugüne kadar gördüklerini unutturacak… Ama yine de bir ipucu verebilirim. Hani geçenlerde bir korku filmi izlemiştik.”

“Şu lanetli oyuncak bebeğin olduğu film?”

“Onunla alakalı…”

32

“Yoksa o filmdeki bebek…”

“İmkânlarımız o kadar kısıtlı değil…”

“Nasıl yani?”

Adam yerinden kalkıp salondan çıktı. Kadının kalp atışları heyecandan hayli hızlanmıştı. Adam biraz büyükçe, ambalajlanmış bir kutuyla çıkıp geldiğinde açmadan görebilecekmiş gibi kutunun soğuk yüzeyini yokladı. Kutuyu masanın üzerine bırakıp paketi açtığında ilk önce şaşırdı. Cam bir mahfaza içinde, kirli ve düğümlerle bezeli ip yığınları üstünde alelade duran küflenmiş bir bez bebek daha önce aldığı hiçbir hediyeye benzemiyordu.

“Biraz ilginç bir armağan…”

“İnternet üzerinden lanetli kukla ve bebek tarzı şeylerin koleksiyoncular aracılığıyla satıldığını görmüştük hatırlarsan. Ben de sana hoş bir sürpriz yapmak istedim ama hem satılanlara güvenemediğimden hem de gerçekten heyecan verici ve bizden bir şeyler aradığımdan başka bir yola başvurdum. Tamamen gerçek ve bu topraklardan bir lanetli bebek!”

“Nasıl yani?”

“Sana koleksiyonerlerden lanetli bebek almaya karar verdiğimde bir hayli araştırma yaptım. Bir forum sitesinde denk geldiğim sıradan bir söylencenin izinden gittim. İstek üzerine talep edilen şeyleri temin edip alıcıya ulaştıran işinde iyi bir koleksiyoncuyla anlaşıp getirttim.”

“Hikâyesi de var demek…”

“Genç bir kadının delirmesiyle ilgili saçma bir hikâye. Yine de buralardan, egzotik ve otantik bir armağan olabileceğini düşündüm.”

“Demek şu an evimizde lanetli bir bebek var. Peki, nasıl lanetli?”

“Cinlerle alakalı bir şeydi ama unuttum. Yerel inanışlar işte. Her neyse bu tür bir şeye hiçbir dostumuzun sahip olabileceğini sanmıyorum…”

Adamın cep telefonu olanca şiddetiyle çalmaya başlayınca ona doğru koşturdu. Bir süre ekrana bakıp: “Bombay’daki işle ilgili. Hemen geliyorum…” diyerek odalardan birine doğru koşturdu. Kadın armağanını seyretmeye başladı. Cam mahfaza içindeki bir not dikkatini çekti: “Kutunun kapağını asla açmayınız ve bebeğe dokunmayınız!” diye yazıyordu. Heyecan ve merak duygusu aynı anda depreşince mahfazanın klipsini açıverdi. Cam kapağı açıp küf kokulu bebeği parmak uçlarıyla tutarak kutudan çıkardı. Kendisine yaklaştırarak incelemeye başladı. İçinde kandırıldıklarına dair bir his oluştu. Ancak oldukça kısa sürdü.

Elinde tuttuğu bebeğin bir an kıpırdandığını zannetti. Kendisine öyle geldiğini düşündü ancak kollarının bacaklarının gerçekten de kıpırdandığını gördü. Kocasının kendisine şaka yapmak amacıyla pilli bir mekanizma satın alabileceğini düşünerek kahkaha atıp kıpırdanmakta olan bebeği yere fırlattı. Yere düşen oyuncak bebek sanki canlıymışçasına

33 ağlamaya başladı. Ses kaydı olamayacak denli ayan beyan bir bebek çığlığı tüm salonu dolduruyordu. Sanki yere gerçekten bir bebek fırlatılmış gibi.

Hala bir tür mekanizma olduğunu düşünen kadın tam ayağa kalkacağı sırada sırtına doğru esen soğuk bir rüzgârla olduğu yerde kala kaldı. Arkasında, antrenin orada birinin dikilmekte olduğunu hissediyordu ancak dönüp bakamıyordu. Yatağının altında bir şey varmış hissi gibi… Ani bir kararla antreye döndüğünde uzunca boylu, küf lekeleriyle bezeli soluk kırmızı köylü giysilerine bürünmüş, saçları nemden rutubetten yapağıya dönmüş eğik suratlı bir kadınla karşılaştığında kalbi sıkışmaya başlamıştı.

Ağzı yüzü başka taraflara eğilmiş kadın, yara izine benzer ağzını açtığında boğazından yükselen böğürür gibi bir sesle konuştu: “Guzum! Sana kimler kıyık guzum!”

34

ŞİŞEDEKİ CİN ESRA İLTER DEMİRBİLEK

35

RIHTIM FUNDA ÖZLEM ŞERAN

Gökyüzünde kocaman, bembeyaz bir dolunay vardı ve suyun hafif şırıltısı geceyi dolduruyordu. Küreklerin güçsüzce suya iniş kalkışının sesiydi bu ve uçsuz bucaksız okyanusta başka hiçbir hareket yoktu. Ne dalgalar, ne balıklar, ne de gemiler… Sadece küçük bir kayık ve kayığın içindeki iki adam, dolunayın aydınlattığı kapkaranlık suyun üzerinde ağır ağır ilerliyordu.

Adamlardan biri, diğerinden daha şişman ve kaba görünümlü olan, kayığın burnuna oturmuştu. İri göbekli cüssesi yüzünden kayığın ön kısmı hafifçe suya batıyordu. Arada bir eğilip elini suya daldırıyor, sonra da suyun elinden denize dökülüşünü izliyordu. Diğer eliyle tuttuğu şişe ise kucağında duruyordu. Başının hafif kel olan tepesi dolunaydan yansıyan ışıkla parlıyordu. Buna karşın kalın bir sakal tabakasıyla kaplı olan suratı kapkaraydı. Gür kaşları havaya kalkmış, patlak gözleri huşu içinde aralanmıştı. Toparlak burnu hafifçe kızarıktı ve iri dudaklarının arasından, ucundaki külü düşmek üzere olan sigarasıyla birlikte ahenkten yoksun nağmeler sarkıyordu.

“Dün gece… mehtaaaaba… daaaldım heeeep… Seniiii aaaandııım… Öyle bir an geeeeldiii ki… Mehtaaap seniiii sandıııım…”

Diğer adam, ilkinden daha zayıf ve çelimsiz olan, kürekleri çekiyordu. Ondan çok daha gençti ama nedense epey çökmüş görünüyordu. Açık kumral saçları karmakarışıktı; terden alnına, ensesine yapışmışlardı. Geniş alnı, kafasının içi fazlasıyla doluymuş gibi kırışmıştı. Ufak gözleri yorgunluktan kapanmak üzereydi. Gözlüğü terden ve hareketten kaya kaya burnunun ucuna kadar gelmişti ama bir türlü durup düzeltemiyordu. Uzun, ince parmaklı narin elleri, kürekleri beceriksizce kavramıştı ve güçsüz kolları zorlukla hareket ediyordu. Fakat yine de vazgeçmiyor, durmadan kürek çekiyordu. Buna rağmen kayık yavaş ilerliyordu. Bu da, genç adamın ince dudaklarını daha çok germesine, her kürek çekişte ağzından çıkan “ah”, “of” iniltilerinin daha da yükselmesine neden oluyordu. Sonunda dayanamadı.

“İçine sıçtın güzelim şarkının!”

Karşısındaki adam mehtaba bakan gözlerini ona çevirdi ve gülümsedi. Sigarasının külü göbeğinin üzerine düştü. “Vay, beyime bak sen! ‘Konsantrotosyonunu’ mu bozduk?”

Diğeri kendi kendine söylenir gibi çıkıştı, “İçimizden sadece kelimeleri doğru telaffuz edebilen kişinin kürek çekiyor olması sence de biraz ironik değil mi?”

İri olan göbeğini titrete titrete güldü, “Senin kürek çektiğini zannetmen kadar olamaz.”

Buna cevap veremedi genç olan, derin bir iç çekti. Yorgundu, uykusuzdu. Günlerdir okyanusun ortasında kürek çekip duruyordu ama ona sanki bir arpa boyu yol bile gitmemişler gibi geliyordu. Artık sıkılmıştı. “Biraz da sen geçsen küreklere nasıl olur Haydar Abi?”

36

Haydar Abi hiç oralı olmadı; kafasını ufka, gözlerini de mehtaba doğru çevirdi ve yeni bir şarkıya başladı. “Haydar Haydaaaaar… Günah beeenim kiiime neeeee...”

Nağmenin sonunda sigarası ağzının kenarından denize düştü. Haydar Abi sigaraya bakıp gülümsedi, sonra da rakı şişesinden uzun bir yudum aldı. “Ah ulan, bi de balık olacaktı ki bunun yanında!”

Diğeri yüzünü tiksintiyle buruştururken yine kendi kendine söylendi. “Bir balığın eksikti zaten! Kime konuşuyorsam ben? O kadar çalışıp didineyim, kürek başında canım çıksın; beyimiz karşımda alem yapıp dalgasını geçsin. Oh ne iyi iş be!”

“Şşşt! Dalga yapma, ver bi cigara…”

“Yok sigara migara! Yeter ya!”

Çelimsiz genç, kürek çekmeyi bırakmıştı; fakat kayıp denize düşer diye kürekleri bırakmaya çekiniyordu. Yine de bir kez başladığı isyanın devamını getirdi. “Geberdim kürek çekmekten be! Kaç gündür olduğumuz yerde sayıyoruz, denizin ortasında kaybolduk işte! Ne fırtınası kaldı, ne alaborası, az daha denizin dibini boyluyorduk. Hepsi senin yüzünden ama bunların hiçbiri umurunda değil! Pis ayyaş!”

Haydar Abi pis pis sırıttı ve göbeğini kaşıdı. Kirli gömleğinin altından kıllı eti görünüyordu. “Pis ayyaş ha? Peki koçum, tamam. Biz ayyaşız diyelim. O zaman sen nesin be? Beceriksiz, işe yaramaz herifin teki değil misin? Hiç bi halta yaramadığın, hiç bi boku beceremediğin için burada değil misin? ‘Nolur yardım et Haydar Abi, elini ayağını öpeyim Haydar Abi’ diye yalvaran sen değil misin eşşoğlueşşek?!”

“Yardım et dediysem ille denizin ortasında kaybolalım mı dedim?!”

“Ya başka ne olacağıdı küçük bey? Alıştın tabii masa başında otura otura kıç eritmeye, şu tipine bak be! Sen denizin ortasında kaybolsan n’olur kaybolmasan n’olur, sanki arayanın soranın var!”

“Belki var, sana ne!”

“Bana ne ha? Bana ne?!”

Haydar Abi birden ayağa kalkınca bir süredir hareketsiz duran kayık dengesizce sallanmaya başladı. Fakat o buna aldırmadan kayığın ortasında dikildi. “Tabii bana ne ulan! Sanki senin derdin benim derdim, puşta bak! Sen yalvardın, biz de aldık getirdik, yine suçlu olduk. Sen denizin ortasındasın da ben ebenin koynunda mıyım sanki?!”

“Ama bütün işi ben yapıyorum, sen parmağını bile oynatmıyorsun. Yola çıktığımızdan beri tek yaptığın emir verip içki içmek, şarkı söylemek!”

“Ya ne yapayım Edip Efendi? İstersen sırtıma alıp yüzdüreyim ha!”

Kayığın sallanmasından tedirgin olan Edip istifini bozmadı, “Hayır ama en azından hangi cehennemin dibine gideceğimizi ya da ne kadar yolumuz kaldığını söyleyebilirsin.”

37

Onun bu ani yumuşaması üzerine zafer kazanmış gibi sırıttı Haydar Abi. Dönüp yerine otururken yine dalga geçer gibi konuştu. “Gidince anlarsın hangi cehennemin dibi olduğunu, nasıl olsa gitmeye pek heveslisin!”

Edip tekrar küreklere asılırken ağzının içinde mırıldandı. Haydar Abi onun ne dediğini duymamıştı ama küfrettiğini biliyordu. Ne de olsa kendisi alıştırmıştı onu küfre. Fakat bir türlü içkiye, sigaraya alıştıramamıştı ki, Haydar Abisi’ne göre en büyük eksiği de buydu. Aslında bir içse, rahatlasa her şey daha kolay olacaktı. Olsun, Haydar Abi’si onun yerine de içerdi. İçti de…

“İçelim güzelleşelim…”

Rakı şişesine gülümseyerek bakıp uzun bir yudum daha aldı. Bu sırada Edip onu acı çeken gözlerle izliyordu. Önünde göbeğini kaşıya kaşıya oturan bu çirkin, huysuz, alkolik ve ağzı bozuk adama niye katlandığını, neden onun peşinden buralara kadar gelip süründüğünü düşünüyordu. Aslında cevabı bal gibi de biliyordu ama ne bunu bilmek, ne de cevabın kendisi bir işe yarıyordu. İşte sonuç ortadaydı; derin ve karanlık bir başarısızlık denizinin ortasında boşa kürek çekiyordu.

Derin derin iç çekti, “Eminsin, değil mi?”

“Valla ben güzelleşemesem de kafam güzelleşir, o zaman her şey güzelleşir. İçmeden bilemezsin ki… Vereyim mi bi fırt?”

“Yok be abi, onu demiyorum. Şu rıhtım meselesi, eminsin değil mi bulacağımıza?”

“Yani…” Haydar Abi bu soru üzerine iri dudaklarını çocuk gibi büktü. “Varsa buluruz.”

Edip’in gözleri bir an dehşetle açıldı, “Ne diyorsun abi ya? Ne demek ‘varsa’? Günlerdir boşuna mı çile çekiyorum ben?!”

“Yahu hiç boşuna olur mu koçum? Sen Haydar Abi’ne güven, bi rahat ol ya… Seni hiç yarı yolda bıraktım mı?”

“Yani bırakmadın da…”

“Eee daha ne?”

“Daha da bir hayrını görmüş değiliz ama…”

Bu laf üzerine Haydar Abi öfkeli sarhoş gözlerini ona dikti, “Tüüü yazıklar olsun sana be! Meğer koynumuzda yılan beslemişiz!”

“Yalan mı ama?”

“Yalan değil yılan, yılan! Sana harcadığım emeği başkasına harcasaydım şimdiye kraldım be, kral!”

“Valla senin yerinde başkası olsaydı belki ben de kral olmuştum! Ben demedim ille gel benim başıma bela ol diye!”

“Ha öyle mi olduk şimdi? İşin düşünce ‘Haydar Ağa’m, Haydar Paşa’m’, işler ters gidince Haydar’dan kötüsü yok, değil mi? Ulan ben olmasam ne bok yiyecektin acaba?”

38

“Başımın çaresine bakardım herhalde…”

Haydar Abi dolma parmaklı elini Edip’e doğru uzattı, “Nah bakardın! Bensiz bi halta yaramazsın sen! Gerçi şimdi de yaradığın yok ya… Ah senin yerine şöyle adam gibi, delikanlı, yetenekli, iş bilen birine düşecektim ki ben, peheeey!”

“Ne hey be, ne hey?! Nasıl uğraşıyorum burada, görmüyor musun? Canım çıktı, az kaldı ölüyordum; üstelik ne istediysen yaptım, daha ne yapayım?”

Haydar Abi tek kaşını kaldırıp ona şöyle bir baktı. Küçümseyici bir bakıştı bu, tek başına her şeyi açıklıyordu aslında ama o yine de konuştu. “Kabahat bende ulan! Senin gibi, adam olmayan, içmesini bile bilmeyen bi herife yardım ediyorum. Kafama sıçsınlar!”

“Asıl benimkine sıçsınlar! Senin gibi ayyaşın tekine uyup buralara geldim!”

“Gelmeseydin o zaman ibnetor! Zorla mı getirdik? Gelme git, siktir git! Ya da daha iyisi, ben gideyim, ha? İster misin?!”

Bu laf üzerine kalakaldı Edip. Onun okyanusun ortasında nereye gidebileceğini bile sorgulamadı. Haydar Abi’nin gitmesi ihtimali onu dehşete düşürmüştü. Gitse ne yapardı? Gecenin bir vakti, okyanusun ortasında, bir başına, kaybolmuş halde, eski bir kayığın içinde oturur kalırdı. Haydar Abi huysuz ayyaşın teki olabilirdi ama Edip onsuz bir adım bile atamayacağını çok iyi biliyordu. Kızsa da, nefret etse de, gerçek buydu. Çaresiz teslim oldu.

“Hayır…”

“Hayır! Tabii hayır ya! Gerzek pezevenk seni!”

Yenilgiyi kabullenen Edip, diğer tüm hakaret ve aşağılamaları olduğu gibi bunu da yuttu. Haydar Abi ise onun bu ezik haline bakıp kahkahayı patlattı. Zaten oldum olası onun çaresizliğinden, güçsüzlüğünden, acı çekmesinden zevk alırdı. Bunu yüzüne vurmak, onunla alay etmek en büyük eğlencesiydi. Şimdi de kahkahaları göğe yükselirken, vücuduyla birlikte sallanan sandal, denizin üzerinde küçük halkalar oluşturuyordu.

Edip’in gözleri bu halkalara dalıp gitti. En azından deniz sakindi. Ne rüzgâr, ne dalga vardı. Oysa daha dün bir fırtınayı ucuz atlatmışlardı. Bir anda köpüren deniz neredeyse o küçücük kayığı yutacaktı. Rüzgâr öyle sert esmişti ki, Edip suya düşeceğinden korkmuş; hem kendini, hem de kürekleri kaybetmemek için sıkı sıkı tutunmuştu. Hatta öleceğini sanmış, yorgunluk ve çaresizlikten bu fikir bile gözüne güzel görünmeye başlamıştı. Tam intiharın eşiğindeyken, Haydar Abi’nin sanki hiçbir şey yokmuş gibi sandalın ucunda bağıra çağıra “Dalgalandım da duruldum” şarkısını söylemesi ise hepsinin üstüne tüy dikmişti. O an anlamıştı Edip; kendisi bu denizin ortasında geberip gitse bile Haydar Abi’ye hiçbir şey olmazdı. Hatta bu onun umurunda da olmazdı; en fazla bir küfür savurur, rakısını içer, sigarasını tüttürmeye devam ederdi. Haydar Abi hep böyleydi.

“Hişt, Tosun Paşa! Ohooo… Kime söylüyorum be! Bırak dipten midye çıkarmayı da, küreklere asıl! Daha çok yolumuz var. Bak rakım bitmek üzere ha, ona göre!”

Daldığı yerden sıyrılıp gözlüklerinin üzerinden ona baktı Edip. Yine kayığın burnuna yayılmış, göbeğini ovuştura ovuştura emirler yağdırıyordu. O surata bakıp “Zıkkım iç!”

39 diyebilmeyi çok isterdi ama yapmadı. Korktuğundan değil, bir işe yaramayacağını biliyordu. Karşılığında Haydar Abi ya dalga geçer, ya küfrederdi. Ya da demin yaptığı gibi rest çeker, Edip de o resti bal gibi yerdi. Yemek zorundaydı, başka şansı yoktu.

Tekrar küreklere asılırken yeni bir hevesle sordu. “Daha çok yolumuz var derken, ne kadar yani?”

“Çok…”

“Ama ne kadar?”

“Ebenin örekesi kadar! Oldu mu?”

Edip sabrını da, hevesini de kaybetmemek için derin bir nefes aldı ve tekrar sordu. “Peki ne tarafa gideceğimizi biliyor musun? Kürek çekip duruyorum ama nereye gittiğimi bile bilmiyorum. Kaç gündür en ufak kara parçası bile görmedik, her taraf su!”

“Yani?”

“Yani bana o rıhtımı hiçbir zaman bulamayacağız gibi geliyor. Hatta o rıhtımı bırak, bir daha karaya adım atabileceğimden bile şüpheliyim!”

“O zaman daha hızlı kürek çekmelisin, değil mi tosuncuk?”

Edip, Haydar Abi’nin umursamaz, alaycı suratına baktı. “Tek yaptığım bu zaten!”

“Tekrar ediyorum, yaptığını zannettiğin şey bu.”

Yine isyanın eşiğine geldi Edip, “Ya ne istiyorsun sen benden be adam?!”

Haydar Abi yayıldığı yerden hafifçe doğruldu, yüzü ilk defa ciddileşmişti. “İşini yapmanı istiyorum. Ve işini doğru düzgün yapmanı istiyorum. Yoksa ikimiz de bu kayıkta çürüyüp gideriz, anladın mı aslanım?”

Sadece başını hızla, yukarı aşağı sallayabildi Edip. Anlamıştı, hem de çok iyi anlamıştı. Gözlüğünü çarçabuk burnunun üstüne ittirdi ve kürekleri avuçlayarak çekmeye devam etti. Onun bu azmini gören Haydar Abi yarı memnuniyet, yarı alayla sırıttı.

“Ha şöyle… Fıııış fıış kayıkçıııı… Kayıkçının küreğiii… Girsin götüne direğiiii…”

Şarkının devamını özellikle onun sinirini bozacak şekilde değiştirmiş olması, Edip’i yıldırmadı. Madem bu yola bir kez girmişti, o zaman çalışacaktı. Bunun Haydar Abi’yle de ilgisi yoktu. Aslında o sadece bir araçtı. Onun çalışmasını, yola devam etmesini sağlamak için oradaydı. Sadece bunu yaparken izlediği yol biraz tuhaftı. Ama zaten Haydar Abi başından beri garipti. Gerçi Edip onun yerinde şöyle sarışın, alımlı, genç ve güzel bir kadının olmasını tercih ederdi elbette ama yapacak bir şey yoktu. Onun şansına düşen de buydu. İlk tanıştıklarında Haydar Abi’nin sert çıkışları, alayları, küfürleri onu çok üzmüştü. Hatta kaç kere vazgeçmeyi, bırakmayı düşünmüştü; fakat her nasılsa Haydar Abi devam etmesini sağlamıştı. Edip de zamanla onun tuhaflıklarına, zorbalıklarına katlanmayı öğrenmişti. Dövse de, sövse de Haydar Abi hep yanındaydı ve haklıydı; Edip’i hiç yarı yolda bırakmamıştı.

40

Bu gazla birkaç saat daha karanlıkta kürek çekti. Dolunay batmış, yerini hafiften aydınlanmaya başlayan yıldızlı gökyüzü almıştı. Denizde tek kıpırtı yoktu. Haydar Abi çoktan sızmıştı. Dibini bulduğu rakı şişesi sadık yari gibi göbeğinin üzerindeydi. Horultuları kayığın “fış fış” sesine karışıyor, gözleri yorgunluktan kapanmak üzere olan Edip’in kulağına ninni gibi geliyordu. Sonunda uykuya yenik düştü ve küreklerin üzerine yığıldı.

“Uyan be uyan, seni gerzek it! Kalk çabuk! Hay ağzına sıçtığımın…!”

Böğrüne inen tekmeyle sarsılarak uyandı Edip. Haydar Abi’nin kokan ayağı suratını dürtüyordu. Tiksintiyle irkilerek önce onu kendinden uzaklaştırdı, sonra da doğrulup oturdu. Hâlâ kayığın içinde, denizin ortasındaydılar. Değişen tek şey, güneşin tam tepede onları kızartıyor oluşuydu. Haydar Abi’yse gerçekten bir yerleri yanıyormuş gibi kızgındı.

“Bi de uyumuş utanmadan, sefa pezevengi! Sonra ‘vay efendim, ben niye bi yerlere varamıyorum?’ Varamazsın tabii uyuz eşşek! Anca yat zıbar, başka bi bok bildiğin yok! Beceriksiz it seni!”

“Tamam be tamam, kalktık işte! İçim geçmiş, ne var?”

“Öçöm göçmöş nö vör? Ebeninki var, ne olacak başka? Ya sen güzellik uykusundayken kürekler denize düşseydi, ne bok yiyecektik o zaman?”

Telaşla ellerinin altındaki küreklere baktı Edip. Sivri kalem uçları simsiyah suyun içinde kayboluyordu; ikisi de yerinde ve iş görür haldeydi. “Düşmemiş işte, ne bağırıyorsun?”

“Bağırırım! O işe yaramaz kıçını tuttuğum gibi denize atmadığıma dua et!”

“Ayıp oluyor ama Haydar Abi…”

“Ayıp dediğin yorgan altında olur, yürrrrüüüüü taş arabası!”

Yatışacak gibi değildi. Rakısı bitmişti ve sarhoş Haydar Abi’den daha çekilmez bir şey varsa, o da ayık Haydar Abi’ydi. Edip’in tepesine dikilerek bağırmaya devam etti. “Hâlâ duruyor bak! Çabuk çekmeye başla, kabiliyetsiz herif! Kafasına kalemine sıçtığımın yazar müsveddesi! Haydi!”

Karşılık vermedi Edip. Ezile büzüle ama bir yandan da içi öfkeyle yanarak asıldı küreklere. Tıpkı bir kürek mahkûmu gibi çekti, çekti, durmadan çekti. Haydar Abi’nin küfürlü, kızgın sesi beyninde kırbaç gibi şaklıyordu ve her şaklamada Edip daha hızlı kürek çekiyordu. Öyle ki, sonunda kızmayı bırakıp dalga geçmeye başladı gardiyanı.

“Tipe bak… Çek çek, anan sana terlik pabuç alacak, bok böceği seni! Hahaha…”

Böylece kırbacın yerini kulak kıkırdağına vurulan sinir bozucu fiskeler almıştı. Dayanılır gibi değildi. Fakat saatler sonra ilk kez Haydar Abi alayı bıraktı ve ayağa fırladı.

“Ahan da orada! Gördüm işte! Kara göründüüü! Kara göründüüü!”

Dolma parmağını ileri uzatmış, heyecanla zıplıyordu. Onun yüzünden sandal neredeyse devrilecekti ama Edip umursamadı. Gösterdiği tarafta, uzaklarda ufacık bir kara parçası

41 duruyordu. Bir an hayal gördüğünü sanan Edip gözlüklerini gözüne iyice yaklaştırıp tekrar baktı. Haydar Abi doğru söylüyordu; sonunda onu bulmuşlardı.

“Buldum ulan, buldum işte! Hay anasını sattığımın, ne dedim ben sana ha, ne dedim? Haydar Abi’n bulur demedim mi? Al buldum işte, Haydar demişler bana oğlum! Bulurum dediysem bulurum!”

Onun tüm başarıyı kendine mal etmesini sinirli bir gülüşle izledi Edip. O kadar çok çalışmış ve yorulmuştu ki, övgüyü kimin sahiplendiği pek de umurunda değildi artık. Son bir azimle tekrar küreklerin başına geçti. Ağır ama kararlı hareketlerle kayığı karaya her an biraz daha yaklaştırıyordu. Ufuktaki kara parçası gitgide büyüyüp upuzun rıhtım önlerinde uzanırken, Haydar Abi de kendini kutlamakla meşguldü.

“Yat kalk bana dua et, şanslı hergele. Yine kurtardım kıçını!”

Ona cevap vermeyip son gücünü kayığı rıhtıma yanaştırmak için kullandı Edip. Bu arada rıhtımın ucunda onları izleyen adamı fark etmemişti. Oysa Haydar Abi onu gördüğüne pek sevinmiş gibiydi.

“Vay toprağım! Nasılsın ya?”

Edip’in halatı direğe bağlamasını beklemeden hoplayıp rıhtıma çıktı. Sonra da soluğu yabancı adamın yanında aldı. Fakat anlaşılan adam ona yabancı değildi.

“İyiyim de nerede kaldınız? Sayenizde ağaç oldum burada!”

“Sorma ya, bizim miço çok beceriksiz, anca gelebildik.”

Bunu söylerken kan ter içindeki Edip’e bakıp pis pis sırıttı. Asıl sinir bozucu olan, adamın da onunla birlikte sırıtmasıydı. Orta boylu, tıknaz bir adamdı. Yaşını pek belli etmiyordu, eli yüzü düzgündü. Sıradan görüntüsüne karşın yüzünde kendini beğenmiş bir ifade vardı.

“Tüh, acemi çaylağın eline düştük desene!”

Adamın küçümseyen bakışlarına şaşkınlıkla karşılık verdi Edip. Bu muydu yani? Onca yol kürek çekmiş; aşağılamalara, hakaretlere, kaprislere katlanmıştı. Daha fazla alay edilip küçümsenmek için miydi hepsi?

“Öyle, öyle. Ama aldırma sen ona, geç şöyle. Dümende ben varım nasılsa, keyfine bak!”

Haydar Abi adamı kayığa bindirdi. Zaten küçücük olan kayık, üçüncü adamın gelişiyle iyice dengesini kaybetmişti. Fakat Haydar Abi’nin yine hoplayarak içine atlamasına rağmen iyi dayandı. Tıpkı Edip’in kendisi gibi…

“Biraz dinlenseydik?”

“Dinlenmek mi?”

Haydar Abi bir yanındaki adama, bir Edip’e baktı. Ardından kahkahayı patlattı, “Daha yeni başlıyoruz koçum, ne dinlenmesi? Asıl bakalım küreklere, dönüş yolumuz uzun. Tabii dönebilirsek! Hahaha…”

42

Onun acımasız kahkahalarına yanındaki adamın ukala sırıtışı eklenmişti. Asıl işkence şimdi başlıyordu demek. Oysa sonunda o rıhtımı ve adamı bulabildikleri için ne kadar sevinmişti. Gerçi tam olarak adamı bulmayı beklemiyordu; çünkü neyle karşılaşacağını bilmiyordu. Sadece bu sefer belki, küçük bir ihtimal de olsa, güzel bir kadınla ya da sevimli, genç bir kızla tanışır diye umut etmişti. Fakat her zamanki gibi umduğunu bulamamıştı. Aslında buna pek şaşırmıyordu artık. İlham perisi olarak karşısına çıka çıka Haydar Abi çıktığına göre, onun bulduğu ilhamın da böyle suratsız, ukala bir herif olması normaldi.

Yüzyıllardır ilham perisini değişik güzel şekillerde tasvir eden onlarca sanatçı Haydar Abi’yi görse muhtemelen iştahları kaçar, bir daha hiçbir şey üretemezdi. Ancak Edip onun kendisini sopayla kovalamasına, dahası o sopayı kafasına kafasına indirmesine alışıktı. Şimdi de onun sopayı indirdiği yerde, bu kayıp ve ıssız rıhtımda o adamı bulmuşlardı. Pek parlak bir fikir gibi görünmüyordu ama belli olmazdı. Geçen sefer dağ başındaki bir mağarada buldukları yaşlı kadın da cadının tekiydi ama sonunda güzel bir öykü çıkmıştı ortaya. Belki bu adam da bir şaheser olacaktı, kim bilebilirdi ki?

“Sen! Hişt, kime diyorum? Bak mala bağladı yine! Oğlum, önüne baksana! İşini yap lan!”

Haydar Abi onu dürtüp yine işe koşarken, bir yandan da yeni yolcuyla muhabbete başladı. “Demek yıllardır bu kayıp rıhtımda bir başına bekliyordun, ha?”

“Öyle. Çok sıkıldım gerçekten. Sonunda teşrif edebildiniz de kurtulduk. Gerçi pek kurtulmuş gibi değilim sanki ama… Bu mu yazacak beni?”

Adam, Edip’e bir böceğe bakar gibi bakıp burun kıvırdı. Haydar Abi ise bu fırsatı kaçırmadı. “Maalesef… Başa geldi çekeceğiz artık, n’apalım? Bak ben yıllardır katlanıyorum.”

“Hadi ya?”

“Tabii. Neden kendimi içkiye, sigaraya verdim sanıyorsun? Haa bu arada, isim neydi kardeş?”

“Faik.”

Haydar Abi, Edip’in nereden çıkardığını anlamadığı büyük bir şişe rakıyla bir paket sigarayı konuğuna ikram etti. “Al bakalım Faik’çiğim. Nevalesiz çekilmez bu herif. Gerçi kendisi hıyar olduğu için anlamaz ama biz senle otlanırız, daha iyi…”

Adam nazlanmadan kabul etti her ikisini de, “Eyvallah…”

“Afiyet olsun. Ha, ne diyordum? Anlayacağın, bu rezil herifin elinden çekeceğin var. Ben bile bıktım bunun aptallığından, beceriksizliğinden…”

Edip’e ihtiyacı olan küfür ve hakaret yakıtını vermeyi ihmal etmeyerek sohbeti sürdürdü Haydar Abi. Güneş ufukta batarken âleme dalmışlardı. Edip ise bir yandan kürek çekiyor, bir yandan da mürekkep karası sulara bakarak düşünüyordu. “Faik” diye öykü ismi mi olurdu?

43

SON SEFER GALİP DURSUN

Eminönü – Kadıköy / Şehir Hatları Vapuru 26 Mayıs 2016 - 17.45

2016-05-26_16_33.m4a:

Biraz önce, yolcu salonundayken aklıma bir oyun geldi. Evde, uzaktaki ülkemde bıraktığım, nasıl oynadığımızı bile unuttuğum bir oyun. Vapura binmek için bekleyen kalabalığın arasında kendimi olduğumdan bin kat daha yalnız hissettiren cinsten.

Kolumun altındaki kutuyla vapurun içinde bir hayalet gibi süzülürken hatırlamaya çalıştım ama faydası olmadı.

Annem bütün oyunların birbirine benzediğini söylerdi. Sesi kafamın içinde ama o kadar derinden geliyor ki duymakta zorlanıyorum. Burdur otogarında, beni İstanbul otobüsüne bindirişi gözümün önünde. Sigara alıp geleceğini söylüyor, gülümsüyor. “Ben de geleceğim” diye tutturuyorum ama nafile. Gidiyor. Bu onu son görüşüm. Rıza Bey bizi tekrar bir araya getirene kadar annemi tamamen unutmuştum.

Utanılacak bir şey.

Rıza Bey “hatırlamak aklın lanetidir” der. Bana öğrettiği bir sürü şeyin arasında en önemlisi bu galiba.

Rıza Bey… Şey…

Aslında böyle başlamak istememiştim. Anlatacaklarımın bir sırası var. Heyecandan çenem düştü, sanırım.

2016-05-26_16_34.m4a:

Biraz önce hareket ettik. En arka sıraya tek başıma oturdum. Bu kaydı Arapça yaptığım için çevremdekiler bir şey anlamıyor. Karşımdaki çocuk da ters ters bakıyor. Beni, bizi sevmiyorlar. Ben de onları sevmiyorum. Konuyu dağıtmamalıyım, zamanım az. Vapur Eminönü’nden Kadıköy’e gidecek. Ve ben, Elif, olan biteni sırasıyla anlatacağım.

Suriye’nin H.… şehrinde doğdum. Beş kardeşin en büyüğüydüm. Çocukluğumun üstünden sanki bir asır geçmiş gibi. Çok az şeyi hatırlıyorum. Mahallemin neye benzediğini bile unuttum. İstanbul ya da daha önce sığındığımız şehirlere benzemiyordu. Babamın beyaz eşya mağazası vardı. Annem ile üniversitede tanışmışlar. Ama ben biraz erken ve kaçak yollardan dünyaya geldiğim için ikisi de okulu bırakmak zorunda kalmış. Babamı en son üç yıl önce gördüm. Beni İstanbul’a sürükleyen savaşın nasıl başladığı hakkında en ufak bir fikrim

44 yok. İsyancılar da askerler de bizi sevmiyorlardı. Çareyi kaçmakta bulduk. Babam bizi Türkiye sınırından geçirmek için… kendini feda etti.

2016-05-26_16_35.m4a:

Devam etmeliyim.

19 yaşımdayım. Sınırı geçerken birbirimizi kaybetsek de birkaç ay sonra mülteci kampında şans eseri buluştuk. Kamptayken… Annem ve kardeşlerimle şehir şehir gezip kendimizi kurtarmaya çalışırken yaşadıklarımız… Şimdi olanları düşününce başkasının başına gelmiş gibi geliyor.

Oradan oraya savrulurken babamdan haber aldık. Avrupa’ya mı geçecektik; yoksa Türkiye’de babamı mı bekleyecektik? Onu bulmalıydık. Annem gidip adamlarla konuştu. Geldiğinde canı epey sıkkındı. Belli etmemeye çalışıyordu. Mutlu haberi verirken zoraki de olsa gülümsüyordu. Babam İstanbul’daydı.

Kardeşlerimi bize göre daha iyi durumdaki akrabalarımızın yanına bırakıp annemle İstanbul’a gitmeye karar verdik. Annem bir akrabasının Burdur’da yaşadığını öğrenmişti; önce oraya gidecek ve biraz borç alacaktık. Annem sürekli bir yerlere gidiyor, babamdan haber getirenlerle konuşuyordu. Her defasında biraz daha bitkin ve umutsuz dönüyordu. Burdur Otogarı… annemi en son orada gördüm…

İstanbul’a iki sene önce, tek başıma geldim.

2016-05-26_16_36.m4a:

Babam bir defasında, henüz bekarken, iş için İstanbul’a gelmiş. Ve resmen çarpılmış. Ne zaman İstanbul’u anlatmaya başlasa bambaşka bir adam olur, ayağa fırladığı gibi beni ya da kardeşlerimden birini koluna takıp evimizin salonunda hızlı adımlarla İstanbul’u gezdirirdi. Annemin gizliden kıskanarak takılmasına aldırmaz hep iyi şeylerden bahsederdi. Babamın İstanbul’unda kötülüğe yer yoktu. Kalbinde birden fazla aşk taşıyan her adam gibi babamın da bir sürü gözdesi vardı. Ama en çok Kız Kulesi’ni severdi.

Vapur, Kız Kulesi’ne yaklaşıyor. İki yıldır defalarca görsem de bu güzellik her defasında beni büyülüyor. Biliyor musunuz, ben adımı Kız Kulesi’nden almışım. Denizin ortasında yükselen kulenin zarafeti, endamı benim gibi kara kuru bir bebeğe isim oluvermiş: Elif. Kız Kulesi aşkı bana babamdan geçmiş olmalı. Kuleyi görünce derdimi tasamı unutur dalıp giderim.

Rıza Bey, boğazı ve Asya ile Avrupa’yı birbirinden ayıran derin suyu gösterip şöyle derdi. “İyilikle kötülüğün birbirine karıştığı bir alemdir boğaz. İki kıtanın hem rahmani hem de şeytani işleri iç içe geçer bu sularda. Bir olurlar, İstanbul olurlar.”

Rıza Bey’in söylemediği bir şey var aslında. Kız Kulesi, tek bir dünyayı ikiye bölen yer aslında. Belki tam ortası değil, hakça bölmüyor ama her şey birbirinden ayırıveriyor. Benim gibi.

45

2016-05-26_16_37.m4a:

Hızlanmalıyım. İstanbul’a geldikten sonrasını kısa tutacağım. Kadıköy’e fazla bir şey kalmadı.

Buraya geldiğimde bir başımaydım. Annem ve kardeşlerime ulaşamıyordum. Ne yapacaktım? Dilini, yolunu bilmediğim bir yerdeydim. Sokaklarda yattım. Dilendim, hayatta kalmak için ne yapmam gerekiyorsa yaptım. Bir ara kısa süreli bir işe bile girdim. Karşıma çıkan İstanbul babamın âşık olduğu masal diyarına hiç benzemiyordu.

Bir yıl boyunca hayatta kalmaya çalıştıktan sonra kabullendim. Belki de en başında yapmam gereken şeye, kendimi öldürmeye niyetlendiğim gün Rıza Bey çıktı karşıma.

Artık onu anlatabilirim.

2016-05-26_16_38.m4a:

Vapurdaki yolculara bakıyorum. Gözlüğümün arkasına saklanmış etrafımdakileri izlerken her defasında şaşırıyorum. İnsanlar ne tuhaf. Kullan at maskeler takmış gibiler. Hiçbiri akılda kalmıyor.

Rıza Bey’in suratını bir defa gördünüz mü, unutmak mümkün değil. Bir uçurtma gibi, bir köşesinin üstünde dikilmiş bir dörtgen işte.

Ciddiyim.

Bunu Rıza Bey’e söylediğimde o da çok gülmüştü. Rıza Bey ile şöyle tanıştım.

Beş parasızdım. Israrla, çok güzel olduğumu söyleyen bir adamın götürdüğü küçük bir birahanedeydik. Karnımı doyurmak için ne bulduysam mideme indiriyordum.

Beni oraya götüren adamın yüzünü hatırlamıyorum. Nefesi çok fena koktuğu için mümkün olduğunca yüzüne bakmıyordum; belki de o yüzdendir. Adam da bu utangaç halime iyice tav oluyor, ağzından suyu akarken iltifatlarına devam ediyordu. Başka tarafa baktığım bir an, oturduğumuz uzun masanın sonunda Rıza Bey’in gülümseyen gözleri ve uçurtma şeklindeki suratıyla karşılaştım. Loş ışığın altında birbirimizi süzüp bir süre bakıştık. Başıyla bana selam verip önündeki biçimli bardaktan içkisini yudumladı. Kısacık boyu, keyifle gerilmiş ince boynundan kafasının gittikçe sivrilen tepesine kadar her şey iyice beynime kazındı. Bakışlarında belli belirsiz bir mana vardı ve iyi mi kötü mü olduğunu çözemiyordum.

Yanımdaki rezil herif tuvalete gitmek için kalktığında Rıza Bey hemen yaklaştı ve kulağıma fısıldadı. Sesi tanıdığım hiç kimseye benzemiyordu. Durgun ama rahatsız edici bir tonu vardı. Dedikleri saf, berrak bir su gibi beynimde yolunu bulup aktı; söylediği her şeyi o anda anladım. Kabul ettim. Diğeri geri geldiğinde Rıza Bey çoktan kendi yerine geçmişti. Adama dönüp daha sakin bir yere gitmek istediğimi söyledim. Herifin gözleri parladı ve bir saniye bile gecikmeden hesabı halledip çıktık.

Rıza Bey peşimizdeydi, bir otele gittik. Buraların ne tür yerler olduğunu biliyordum. İçimden bir ses kaçıp gitmemi, başıma kötü bir şey geleceğini söylüyorsa da büyülenmiş

46 gibiydim. Adamın bir günlük peşin ödeyip kiraladığı odaya girdiğimizde aklımda Rıza Bey’in söyledikleri vardı. Duş yapmak istediğimi söylediğimde adam soyunmaya başlamıştı bile. Arkamı dönüp küçük odanın girişine sıkıştırılmış banyoya giderken dış kapıyı açık bıraktığımı ve uzun uzun duş aldığımı hatırlıyorum. Banyodan çıktığımda odanın ortasında, bir iskemleye kurulmuş Rıza Bey’le göz göze geldik. Sağ tarafı tamamen kanla kaplı suratında muzip bir gülümseme ile bana bakıyordu.

Utana sıkıla ama içimde en ufak bir korku olmadan Rıza Bey’in yanına sokuldum. Yatağın üzerinde, bir koyun gibi boğazlanmış adamı görebiliyordum. Adını bile bilmediğim adamı o halde görmek içimde bir şeyleri serbest bıraktı, sanki.

Rıza Bey vakit kaybetmeden kurbanının üzerinde çalışmaya başlamıştı. Usta bir kasap gibiydi. Yatağın üzerinde farklı yerlere özenle dizilmiş et parçalarını fark ettim. Kararmış parçaların hepsi bana aynı görünse de Rıza Bey uzun uzadıya anlatıyordu. Bir an kendiyle konuşuyor sandım. Ama o kalın ve kısa parmağıyla beni dürtünce öyle olmadığını anladım. İlk dersimi alıyordum.

“Adam berbat olabilir ama göreceksin eti lezizdir. Sıkça düşülen bir hata, aman sakın ha. Kötü adamların tadı daima daha iyidir.” Parmağının üzerine sıvanmış, titreyen bir et parçasını ağzına götürüp iştahla yuttu. “Mümkünse hiçbir şeyi ziyan etmeyeceksin,”

Bana doğru uzattığı et parçasını midem nasıl kabul etti, bilmiyorum. Onun biçimsiz parmaklarını iştahla yalarken neşeyle dolduğumu hatırlıyorum. Şaşkınlıkla Rıza Bey’e bakarken ağzımdan çıkan ilk şey kahkahalar oldu. Kahkahaları birahane mutfağı spesiyalleri izledi. Rıza Bey’in yadırgayan bakışları arasında cesedin üstüne kustum.

Sabaha kadar kurbanımızın üstünde çalıştık. Rıza Bey’in görülmeye değer iştahı zavallı adamın büyük bir kısmını tek başına ortadan kaldırdı desem yeridir. Sabah beni odada bırakıp bir şeyler almak için dışarı çıktığında bitkin düşmüştüm artık. Cesedi orada bırakıp gidersem beni hemen bulacaklarını bildiğimden bütün gün odada kaldım. Öğleden sonra yapacak daha iyi bir işim olmadığına karar verip etrafı temizledim. Akşam olmak üzereyken geri döndüğünde Rıza Bey’i öldürmek istiyordum.

Rıza Bey gündüzleri daha farklı görünüyordu. Dün geceki gülümseyen, sevimli yüzü gitmiş yerine bir kuşun gagasını andıran uzun burnuyla tuhaf bir insan sureti gelmişti. Elinde iki tane büyük bavul vardı. Benim için temiz elbiseler, makyaj malzemeleri ve bir de saçımdan farklı renkte bir peruk getirmişti. Giyindim, makyajımı yaparken Rıza Bey yardım etmese ne yapardım bilemiyorum. Kurbanımızdan kalanlarla göz kararı paketledik.

Hava karardıktan sonra oradan ayrıldığımızda oda tertemizdi. Bavullarımızı bir çöplüğe atıp ortadan kaybolacağımızı düşünürken Rıza Bey’in sorusuyla kendime geldim. Sokakta yatanları, benim gibi kaçıp gelenleri tanıyıp tanımadığımı soruyordu. Kuşkuyla, neden diğerlerini merak ettiğini sordum.

Kahkahası sokakta yankılandı. Uçurtma şeklindeki yüzü geceyle beraber geri gelmişti. Bavulları gösterdi.

“Bu kadar eti ne yapacağız, kuzucuğum? Çöpe atacak değiliz ya.”

47

O gece bavullar boşalana kadar İstanbul’u gezip karşımıza çıkan herkese et dağıttık.

2016-05-26_16_39.m4a:

Haydarpaşa göründü. Vapur bir yük gemisine yol vermek için durdu. Biraz ileride, sabırsızlıkla Selimiye Kışlası’na bakan biri var. Neyse devam etmem gerek.

O ilk günden sonra Rıza Bey’i bir ay kadar görmedim. Onunla karşılaşmaktan korkuyordum. Üstelik öteki adamın yanında görülen son kişiydim. Bir akşam parkta açlıktan ve soğuktan kıvranarak uyumaya çalışırken yanıma biri sokuldu. Oydu. Bir tomar para ve bir kucak dolusu et ile beni ikna etmesi zor olmadı. Eşyalarımı parktakilere dağıtıp Rıza Bey’in peşine takıldım. Koşar adım yürürken Rıza Bey acelesi var gibi ama arada es vererek anlatıyordu.

“Her şeyi öğreteceğim sana, kuzucuğum. Seni iyice bir yetiştireceğim ki görsünler, beğensinler.”

Her zaman yapmıyorduk. Herkesi almıyorduk. Ara verdiğimiz zamanlarda ki Rıza Bey o dönemleri özenle seçerdi, yaptığımız şeyi özlememiz gerektiğini ısrarla vurgulardı. Rıza Bey’den öğrendiğim tek şey öldürmek değildi; onun doymak bilmez iştahını da alıyordum. Onunlayken başkası oluyordum.

Bir yıl boyunca İstanbul’da onunla iyi şeyler yaptık.

2016-05-26_16_40.m4a:

Başlarda sadece kötüleri ve hak edenleri öldürdüğümüzü sanıyordum. Sonra iyilikle kötülüğün arasındaki sınır ortadan kalktı. Bazen kendini bize teslim edenler oluyordu. Rıza Bey’in en çok saygı duyduğu böyleleriydi. Kendini çok önemli bir şeye kurban olarak veren insanlar... İyilikle kötülük birbirlerine kavuşup bir oluyorlardı; İstanbul gibi.

Böbreklerinden bir tanesini ya da karaciğerlerinin bir parçasını verirlerse ellerine geçen parayla bir zaman idare edebileceklerine inanıyorlardı. Bağışladıkları kıymetli organlar… Dişimizin kovuğunu bile doldurmazdı. Ama Rıza Bey fedakarları asla geri çevirmezdi. Ama ben işin aslını biliyordum. İkimiz için gerçek olan tek şey etin kendisiydi.

Rıza Bey bir akşam beni annemle tanıştırdı. Kardeşlerimle beraber İstanbul’a gelmişlerdi; Avrupa’ya geçmek için paraya ihtiyaçları vardı. Belki bir böbreğini Rıza Bey’e verirse yol parasını verebilirdik. Annem gözlerimin içine bakıp bana yalvardı. Ben ise anlattıklarını duymuyordum. Beni tanımamış olmasını aklım almıyordu. Ona para teklif ettim, öz anneme parayı almasını ve defolup gitmesini söyledim. Rıza Bey ise yine o uçurtma yüzünü takınmış, gülümseyerek bize bakıyordu. Annem benim yerime onu seçti ve Rıza Bey itirazlarıma aldırmadan annemi kabul etti.

Oradan kaçıp gittim. Annemi kurtarmak için hiçbir şey yapmadım. Yapamadım. Kardeşlerimi bulup yanıma almak istedim. Onları bulduğumda Rıza Bey de oradaydı. Apartmana sığınan diğer kaçaklarla beraber o ufak tefek adamın etrafını sarmış ve dağıttığı et

48 paketlerini kapışmakla meşgullerdi. Paketleri görünce içimde bir şeyler kıpırdandı. Anneme duyduğum özlemdi bu. Bir başka türlü sevmekti, yeni bir bağ idi annemle aramızdaki. Açlıktı.

Annemin öldüğünü o an anladım.

2016-05-26_16_41.m4a:

[Gürültü nedeniyle ses kaydının devamı anlaşılmıyor]

2016-05-26_16_42.m4a:

Kadıköy’e geldik. İnsanlar ayaklandılar. Bir an önce inmek, yollarına gitmek istiyorlar. Ben ise yolun sonundayım. Bu vapurdan hiç inmeyeceğim.

Çevremdekilerin kokularını ayırt etmeye çalışıyorum; elbiselerinin altına gizlemmiş kıymetli etlerinin tadı nasıldır acaba? Son bir yılda edindiğim bir alışkanlık.

Şu kutu dışında her şeyi anlattım sanırım.

Kucağımdaki kutuda bir Lupara var; bir kesik çifte, dipçiği ve namlusu kesilmiş bir av tüfeği. İtalyanca, “kurt için” demekmiş. Rıza Bey’in anlattığına bakarsak Sicilya’nın dağ köylerinde çobanlar kurtları vurmak için bu tüfeklerden taşırlarmış.

Kolay etin tadını alan ya da çobanın korkusunu hisseden kurtlar için değilmiş, Lupara. Onları köpekler uzak tutarmış, zaten. Lupara gözü dönmüş kurtlar içinmiş. Sürüye umutsuzca saldıran kurtları vururlarmış, bununla. Çünkü etin çağrısına dayanamayıp gelen o kurtlar Lupara’nın menziline girecek kadar çaresiz olurlarmış.

Vapurun kalabalığına sokulan bir kurt gibiyim.

Ben, benimkini Küçükpazar’daki eski bir silah tamircisinde, çok ucuza yaptırdım. Fişekleri temin etmek biraz sıkıntılı oldu ancak onu da hallettim. İntiharı kafasına koymuş birinin sorunları ne kadar kolay aştığını görseniz şaşarsınız.

Evet, eğer başka bir aksilik çıkmazsa bu ses kaydını tamamladıktan sonra kendimi vuracağım. Luparamın kesik namlusunu o doymak bilmeyen ağzıma dayayıp tetiği çekeceğim. Kurtuluşum buna bağlı.

Arkamdaki yeşil-beyaz boyalı duvarın ne hale geleceğini merak ediyorum.

Beni buldukları zaman ne düşünecekler, kim bilir? Bu kaydı dinledikleri zaman bana inanacaklar mı? Rıza Bey’i arayacaklar mı? Burada başka kurt var mı? Parçalanmış suratıma bakıp iştahla iç geçiren birileri olacak mı acaba?

Bilmiyorum.

49

TENNYSON’IN ÖLDÜĞÜ GÜN (PENNY DREADFUL’A EDEBİ BAKIŞ) ÖZGÜN MUTİ

Penny Dreadful, son sezonunun açılışını İngiliz şair Alfred Tennyson’ın öldüğü günü konu edinerek yapmıştı. Viktorya döneminin önemli bir temsilcisi olan İngiliz şair, dizinin ilk bölümünde yas havasının hâkim olduğu puslu Londra görüntüleriyle ve birden çok alıntı ile anıldı.

Vanessa, koskoca malikânede tek başına kalmıştı, mektuplar birikmiş, her yer toz toprak, mobilya ise beyaz örtülerle kaplanmıştı. Depresyonun dibindeki Vanessa’yı derin uykusundan geçtiğimiz sezonun en renkli karakteri Ferdinand Lyle uyandırır.

“Tennyson öldü,” der. “Hani, Coleridge ile akşam yemeklerinde buluşan, Wordsworth ile yürüyüş yapan Tennyson. Bu ölüm bir çağın bitişini de haber veriyor. Modern zamanlara geçildiğinin şiirsel bağı.”

Sonra da şairin 17. yüzyılda yazıp 1849’da tamamladığı In Memoriam A.H.H., isimli şiirinden aşağıdaki alıntıyı yapar:

I hold it true, whate'er befall;

I feel it, when I sorrow most;

‘Tis better to have loved and lost

Than never to have loved at all.

“Ne sorun olursa olsun, kabullenebilirim

En acılı anımda bile değişmez bu hissim

Çünkü hiç sevip sevilmemektense,

Sevip sevilip kaybetmeyi yeğlerim”

Bölümün sonunda kendine çeki düzen veren Vanessa, karanlık gökyüzüne bakarak sigara içerken Tennyson’ın bir başka şiirinden aşağıdaki anlamlı dizeleri mırıldanır:

Beat, happy stars, timing with things below,

Beat with my heart more blest than heart can tell,

Blest, but for some dark undercurrent woe that seems to draw - but it shall not be so:

Let all be well, be well.

50

“Atın, mutlu yıldızlar, aşağıdaki şeylerle ahenk içinde atın,

kalbimle birlikte, kimsenin dile getiremeyeceği huzurla atın,

huzurlu ama saklı bir kederin gölgesinde, cezbeder gibi sanki -ama öyle de olmasa keşke:

Güzel olsun her şey, güzel olsun.”

Böylelikle, Tennyson’ın ölümü bir çağın bitişini simgelerken Vanessa’nın da içinde yeniden umut yeşermesine yardımcı olur.

Bu etkileyici başlangıcı, Penny Dreadful dünyasına katılan yeni edebi karakterler ve dizinin ilk sezonundan beri alışık olduğumuz Romantik dönem şiirleri izledi.

Örneğin, Vanessa’nın analisti Doktor Seward, Bram Stoker’ın Dracula romanında Carfax akıl hastanesinin yöneticisiydi, dizideki asistanı Renfield de özel ilgilendiği hastası.

Diğer yeni ve aslında beklediğimiz karakter ise Robert Louis Stevenson'ın klasikleşmiş hikâyesinden Dr. Jeckyll’dı. Jeykll, “Hepimizin içinde bizi meydana getiren iki şey var. Özümüzde. Karanlık ve aydınlık, şeytan ve melek. İkisi arasındaki çekişme hayatlarımıza enerji veren harekettir. Bu ikilik, bizi biz yapan,” diyerek Penny Dreadful evreninde yerini doldurdu.

Ve bu sezon nihayet Dracula ile tanıştık. Dr. Sweet’i gördüğümüz ilk anda o tatlı bakışlarının altında bir gecenin yaratığı olduğu belliydi. Vanessa’nın bir Viktoryen kadınına yakışmayacak şekilde (!), Jules Verne ile büyümüş, Kaptan Nemo gibi yaşamak istemiş Dr. Sweet’i Denizler Altında Yirmi Bin Fersah’ı izlemeye çağırması da bir diğer edebi not olarak düştü hafımıza.

Bir edebi karakter olmayan ama okumayı seven Caliban’ın oğlu Jack de hasta yatağında Robert Louis Stevenson’ın 1886’da basılan “Kidnapped (Kaçırılmış Çocuk)” isimli tarihi macera romanından karakterleri sayıklıyordu.

A Blade of Grass

Gelelim tüm sezonların en etkileyici bölümündeki referansa. Eva Green ve Rory Kinnear’ın ödüllere boğulması gereken performansları ile unutulmayacak bu bölümde görüyoruz ki aslında Caliban yani John Clare, önceki mütevazı hayatında şiirden nefret edermiş.

Vanessa’nın şiir tutkusunu öğrendikten sonra, oğlunun en sevdiği yazar Robert Louis Stevenson’ın “My Shadow (Gölgem)” isimli şiirinden bir kısmı okuyor Clare, Vanessa’ya:

I have a little shadow that goes in and out with me,

And what can be the use of him is more than I can see.

51

He is very, very like me from the heels up to the head;

And I see him jump before me, when I jump into my bed.

“Benimle birlikte girip çıkan küçük bir gölgem var

Ve benim görebiliyor olmamdan başka ne için var, bilmiyorum.

Bana çok ama çok, tepeden tırnağa kadar benzer.

Ben yatağıma atlamadan önce, yatağıma o atlar.”

Vanessa’nın aydınlanması

Geçmişindeki kayıp anları hatırlayıp şeytanıyla yüzleşen Vanessa, tatlı sevdiğinin düşmanının ta kendisi olduğunu anladığı an, yine Romantik akım temsilcilerinden İngiliz şair Percy Bysshe Shelley’nin “Alastor or, The Spirit of Solitude” şiirinden şu anlamlı alıntıyı yapar:

I have made my bed

In charnels and on coffins, where black death

Keeps record of the trophies won from thee,

Hoping to still these obstinate questionings

Of thee and thine, by forcing some lone ghost

Thy messenger, to render up the tale

Of what we are.

“Yatağımı kabristanların ve tabutların arasına kurdum.

Kara Ölüm’ün kazandığı ganimetleri sergilediği yere…”

Vanessa’nın ardından

Vanessa’nın hepimizi yasa boğan ölümünün ardından mezarını son ziyaret eden kadim dostu John Clare oldu. John’un, mezar başında söylediği mısralar ise William Wordsworth’ün “Ode: Intimations of Immortality from Recollections of Early Childhood” isimli eserindendi. Bir not da birinci sezondan gelsin: Daha önce bu şiirden birkaç mısrayı Frankenstein’dan da duymuştuk.

Doğanın ebedi güzelliği karşısında insan yaşamı ve gençliğin geçiciliğinin konu edildiği şiirden Vanessa’ya atfedilen mısralar da şöyleydi:

"There was a time when meadow, grove, and stream...

52

The earth, and every common sight, to me...

did seem appareled in celestial light.

The glory and the freshness of a dream.

It is not now as it hath been of yore.

Turn whereso'er I may, by night or day, the things which I have seen I now can see no more.

But there's a tree, of many, one.

A single field which I have looked upon.

Both of them speak of something that is gone.

The pansy at my feet doth the same tale repeat.

Whither is fled the visionary gleam?

Where is it now, the glory and the dream?"

Ağıt

Dizinin nihayetine erdiğini sondan ikinci bölüm öncesinde senarist Logan’ın kötü sürprizlerle dolu konuşmasından öğrendik. Logan, Vanessa’nın söyleyeceklerinin tükendiğini, 3. Sezonu, zaten bitirmek üzere planladıklarını söylese de Vanessa’nın reyting kurbanı olup olmadığı, son anda iptal edilip edilmediği hâlâ bir soru işareti. Bu sorunun cevabı belki de son iki bölüme bakılarak verilebilir. Zira, son iki bölüme kadar her sezonun her bir bölümü incelikle yazılmış, şiir gibi dizinin son iki bölümde aceleyle toparlanmaya çalışıldığı, hak ettiği sonu veremediği aşikâr.

John Logan, diziyi yaratma sürecinde asıl ilham kaynağının romantik şiir olduğunu söylemişti başka bir röportajında. Yarattığı karanlık ve edebi atmosferi, kendi deyimi ile Wordsworthvari bir ilkbahar gecesinde düşünmüş. O ilkbahar gecesinin hatırına, biz Penny Dreadful’u, ömrü kısa ama her açıdan zengin, Viktoryen atmosferi ile bohemleştiren, karanlık ve gizemli anlatımı ile gotik tutkunlarını cezbeden kendine özgü bir macera olarak hatırlayacağız. Vanessa bizim gönlümüzde “karanlıklar tanrıçası, zarif akrep” olarak her zaman yerini koruyacak.

Kayıp ruhların bulunması dileğimle,

Elveda Penny Dreadful.

Şiir çevirileri: Naz082

Not: Bu yazı ilk olarak 7 Aralık 2016 tarihli Episode Dergi web portalında yayımlanmıştır. Kaynak link: http://episodedergi.com/penny-dreadful-ozgun-muti-dizi-inceleme/

53

MELİKE ACAR ANGELA

54

PARANOYA PANAYIRI HAKAN BIÇAKCI

“Tek başına mutlu olmak,

utanılacak bir şeydir.” A. Camus

İş toplantısı için 3 günlüğüne geldiğim Kopenhag’daki son akşamımdı. Toplantılar sona ermişti. Klişe sunumlar yapılmış, manasız raporlar paylaşılmış, çirkin imzalar atılmıştı. Kötü İngilizceler havalarda uçuşmuştu. Uçağım sabahın erken saatlerindeydi. Gri valizim otel odasında, İstanbul’a dönmeye hazırdı. Ellerim cebimde şehirde dolanıyordum. Hava buz gibiydi ve yeni yeni kararıyordu. Meydandaki bira kokulu, halka açık rock konserini geçip yürümeye devam ettim. Trafiğe kapalı yaya yoluna girince kulaklıklarımı takıp müziğin sesini açtım. Röyksopp’un melankolik elektronik şarkılarından biri. Az kuzeydeki Norveç’ten melodiler.

Yürüyüşüm amaçsız bir hal almaya başlıyordu ki, ilerdeki rengârenk ışıkları gördüm. Orta yerinde kocaman bir dönme dolabın ağır ağır döndüğü... Panayır kurulmuştu. Lunaparkın biraz daha kapsamlısı denecek bir yerdi. Giriş ücretsizdi. Girdim. Kulaklıkları çıkardım. İçersi kalabalıktı. Aileler, arkadaş grupları, çiftler... Tek başına gezinen bir tek bendim. İçimden hiçbir eğlence aracına atlayıp birtakım mekanik maceralara yelken açmak gelmiyordu. Yalnız olunca manasız geliyordu dönme dolapta dönüp durmak, çarpışan araba üstünde sağa sola savrulmak, kamikazenin ucunda bir göğe uçup bir yere çakılmak. İçerde gezinmeye devam ettim. Kafalarından büyük, şeker pembesi pamuk helvaları hipnotize olmuş gibi yiyen çocukların, Özgürlük Heykeli gibi kaskatı durmuş selfie çeken gençlerin, yüzlerine düşen renkli ışıklarla birlikte sarmaş dolaş gezinen sevgililerin arasında.

Bazı eğlenceler göz korkutan cinstendi. Metal topun içinde havaya fırlatılmak gibi. Dehşet dolu bir tebessümle göğe fırlatılmayı bekleyen birbirinden sarışın iki kızın etrafını saran kalabalığın içinden geçtim. Ortaçağda işkence izlemek için meydanda toplanan halk yığını sabırsızlığıyla, sadistçe bir zevk içinde nefeslerini tutmuş bekliyorlardı. Yürümeye devam ettim. Araçların kimini çocuksu, kimini manasız, kimini de korkutucu bulduğum için hiçbirine yanaşmadım. Yiyecek içecek bir şey almak da gelmedi içimden. Gözlerini mesaisinin sonuna dikmiş somurtkan bir güvenlik görevlisi gibi, çocuk yuvasının bahçesine sızmış bir sapık gibi geziniyordum eğlenen insanların arasında.

Gelmişken en azından bir eğlenceye katılayım diye düşündüm. Sembolik de olsa. İçimden gelmese de. Tam bu sırada korku tüneli çıktı karşıma. Eski moda, naif bir yapı. İki kişilik demir arabaların soldaki mağara ağzından girip sağdakinden çıktığı tünellerden. Diğer eğlencelerin önünde çeşitli uzunluklarda kuyruklar birikmişken, korku tünelinin başı boştu. Bir an için

55

çalışmıyor mu diye düşündüm ama üzerindeki canavar kabartılarına vuran mor ışıkları etrafa korku salma telaşıyla yanıp sönüyordu. Kısa bir tereddütten sonra bilet alıp taksi durağında bekler gibi duran sarı metal araçlara yürüdüm. Bilet alırken gözüme çarpan uyarı yazıları sinirlerimi bozmuştu. “Kalp hastalarının, panikatak rahatsızlığı olanların, hamilelerin girmesi son derece tehlikelidir.” Gereksiz Avrupalı titizliği diye gülüp geçilecek uyarılardı ama germeyi başarmışlardı beni. İçime tuhaf bir korku düşmüştü. Kurt maskeli görevli aracın arka tarafında, yüzünde muzip bir gülümsemeyle bekliyordu. Kırmızı yağmurluğumla, Kırmızı Başlıklı Kız gibi kalmıştım karşısında. Araca bindim. Aklıma rahmetli babaannem geldi. Masaldaki “büyükanne” anneanne miydi, babaanne mi? Konuyu değiştirme, korkacak bir şey yok. Görevli emniyet demirini kucağıma indirdi. Araç, tünelin karanlığına doğru hareket etti. Haydi hayırlısı.

Boşa gerilmişim. İçerisi korku temalı bir müsamereydi. Uyduruk maskeler takılmış vitrin mankenleri, hareket repertuarı epey dar pelüş tarantulalar, pavyon ışıklarıyla aydınlatılan kuru kafalar, tabutlarını saran örümcek ağları arasından ağır ağır doğrulan romatizmalı cesetler, duvardan sallanan yarasa müsveddeleri, kafalarına karikatürize baltalar saplanmış zombi çeşitleri ve saçma sapan ses efektleri... En yeni projelerle dolu koskoca panayırın en kitch, en demode, en sefil eğlencesini bulmayı başarmıştım. Tam benlik bir seyahat finali yapmıştım. Sabır dolu bir gülümsemeyle beni korkutma sırasına girmiş münasebetsiz ve rüküş ucubelerin mekanik hareketlerine bakarak çıkmayı bekledim.

İlerde ışık göründü. Tünel sakinlerini ardımda bırakarak metal arabamla dışarı çıktım. Demir güvenlik açıldı. Arabadan indim. Görevli yerinde yoktu. Tuhaf bir sessizlik... Panayır alanına çıktığımda boğazım süratle kurudu. Şakaklarım zonklamaya, kulaklarım çınlamaya başladı. Bir tek ben vardım. İki dakika önce burayı dolduran yüzlerce insan yok olmuştu. Işıl ışıl yanıp sönen rengârenk eğlence düzeneklerinin arasında yapayalnızdım. Yüzlerce insan burayı bu kadar çabuk boşaltmış olamazdı. Boşa dönen dönme dolapların arasında koşar adım panayırın çıkışına yöneldim. Ayağımın altında ezilen küçük beyaz taşların sesinden başka ses yoktu alanda. Çıkışı bulamıyordum. Sakin olmam lazımdı. Boğazımda biriken dehşetli çığlıkları bastıra bastıra yürüdüm. Hiçbir yerde hiç kimse yoktu. Işıklar deli gibi yanıp sönmeye, makineler delirtici bir sessizlik içinde kendi kendine çalışmaya devam ediyordu. Kopenhag’da benden başka kimse yoktu sanki. Hatta Danimarka’da. Belki de İskandinavya’da. Belki de Dünya’da. Panik beni ele geçirmiş olacak, inlemeye benzer tuhaf sesler çıkararak koşmaya başladım. Tam bu sırada yandaki kulübenin kapısı açıldı. İki güleç yüz. Birini elinde sallanan kurt maskesinden tanıdım. Beni tünelde arabaya bindiren görevli. Sendeleyerek durdum.

Kurt maskesini çıkarmış tilki suratlı görevli muzip bir ifadeyle sırıtıyordu. Yanındaki daha oturaklı bir tipti. İngilizce bilip bilmediğimi sordu kusursuz bir İngiliz aksanıyla. Bildiğimi söyledim. Elini uzattı. Ben de buz kesmiş elimi uzattım ona. Tanıştık. Az önce tecrübe etme şansına eriştiğim ödüllü korku tüneli projesinin mucidiymiş. Kendini tanıttıktan sonra

56

“Dilerseniz gerçek panayır alanına dönelim, size içecek bir şeyler ısmarlayıp projemizi anlatalım,” dedi.

Duvarda küçük bir kapı vardı. Kapıyı açıp arkasına geçtik. Kalabalık panayır alanındaydık yine. Tünele girdikten sonra kulağımdan silinen insan gürültüsü yeniden etraftaydı. Elim ayağım titriyordu. İlerdeki büyük masalardan birine geçtik. Masadaki diğer insanlarla tanıştırıldım. Yine mi toplantı?

Anlatılanları dinleyip önümdeki yeşil Heineken şişesini yarıladıktan sonra gülmeye başladım. Bilhassa uyduruk tasarlanmış meğer korku tüneli. Korku, kurbanı içeride değil dışarıda bekliyormuş çünkü. Tünelin diğer ucundan çıktığında. Panayır alanının yanına kurulan plastikten yapılma simetrik panayıra çıkıldığında. Benim durumum yine iyiymiş. Diğer insanların tepkilerini duyunca onlarla birlikte kahkahalar atmaya başladım. Koşarak tünele geri kaçan bile olmuş. Benim tepkimin yer aldığı DVD’yi hediye ettiler. Teşekkür edip biramı bitirdim, müsaade istedim.

Ayağa kalkınca panayır ışıkları gözümü aldı. Ancak içinde değil dışındaydım alanın. Bir rüyadan uyanır gibi içine daldığım düşüncelerden kafamı kaldırdım. Panayır kurulmuştu. Lunaparkın biraz daha kapsamlısı denecek bir yerdi. İçersi kalabalıktı. Giriş ücretsizdi. Girmedim.

57

AY HAVUZU IŞIN BERİL TETİK

Yeryüzünün etinde biten dikenler gibi hüzünle uzanır göğe, yas tutan serviler.

Ela bir yıl önce, yedi dakikalığına ölmüştü. Küçük kardeşinin parktaki kum havuzunun içinde neşeyle oyun oynayışını seyrederken gelmişti ölüm ona. Tüm dünyasını bembeyaz yakıcı bir ışıkla kaplayan ani bir ışıma, bir canavarın kükreyişini andıran zalim bir gümbürtü… Bedeni, bez bir bebek gibi oturduğu banktan havalanıp kum havuzun ılık kumlarına çarptığında, o şiddetle ruhunun bir anlığına bedeninin dışına zıpladığını düşünmüştü. Gözlerinin ardındaki karanlıkta minik ışık huzmeleri çakıp çakıp sönerken, kulaklarındaki uğultu tüm benliğini kaplamış, yaşıyor olduğuna dair bir kanıt aranırcasına hissiz bedenini kımıldatmaya çalışmıştı. Çok sonraları, yaşadığı o kısacık sürenin aslında ölümle ayarlanmış bir ön buluşma olduğunu fark edecekti.

Yıldırım çarptı, demişti annesi. Hastanede gözlerini açtığı, ölümden döndüğü o ilk dakikalarda, kim olduğunu, nerede olduğunu, çevresindeki insanları algılamakta zorluk çekmişti. Başına geleni kavradığında ise, önce kısa bir şaşkınlık yaşamış daha sonraysa iradesini sarsan bir paniğe kapılmıştı. Oturduğu bankın çok yakınına düşen yıldırımın onu değiştirdiğine ve aslında bir sonraki randevu için onu damgaladığına inanıyordu. Ela için bunun en büyük kanıtı da vücuduna işlenen şekillerdi. Sırtında ve kollarında beliren, servi ağaçlarının kızıl gölgeleri; Vücudu onun için yas tutmaya başlamıştı bile…

Doktoru, yıldırım çarpmasının vücutta böyle izler bırakabileceğini, ayrıca nörolojik birtakım hasarlar verdiği için, yaşadıklarının normal olduğunu söylemişti. Ancak ilaçlar ve terapiler dâhil, hiçbir şey Ela’yı eski haline döndürememişti. O yolunu şaşırmış yıldırımla birlikte, on yedi yaşındaki neşeli, dışa dönük kız gitmiş, yerini her şeyden korkan, sinirli, tedirgin, kâbuslarla yaşamaya alışmış içine kapanık bir kıza bırakmıştı. Kimse ona ulaşamıyordu. Ela, varlığını saklamak istercesine yaşamın akışında silikleşiyor, gölgelere karışmak için umutsuz bir çaba sarf ediyordu.

Taşınma kararı çok ani alınmıştı. Aile, artık hemen hemen hiç konuşmayan Ela’dan ümit kesmek üzereyken son çare, büyük şehirdeki yaşamı bırakarak, kızlarının giderek bozulan sağlığını düzeltir umuduyla annesinin memleketi olan sayfiye kasabasına yerleşmeye karar vermişti. Birkaç yıl önce miras kalan köşke doğru yola çıkarlarken annesi, baba ocağına geri dönmenin gerginliğini yaşıyordu. Aslında doğup büyüdüğü yere dönmeyi hiç istememişti. Ancak babasının korkaklık ve fedakârlıkla ilgili ikna edici sözleri onu durumu kabullenmeye zorlamıştı. Annesi çocukluğundan, ailesinden ve büyüdüğü evden hiç bahsetmezdi. Uzun yıllar evvel bağlarını kopartmış olması, köşkle ilgili anılarının pek de güzel anılar olmadığını hissettiriyordu. Ela, ne dedesini tanımıştı ne de büyükannesini. Öldükleri gün dışında onların hakkında hiçbir şey bilmiyordu.

Yolculuk Ela’nın beklediğinden kısa sürmüştü. Arabanın yanından akıp giden, sürekli değişen manzaranın hüzünlü hikâyesine dalıp gidince, kat edilen onca kilometrenin farkına dahi varmamıştı. Akşam olmadan köşke varmışlardı.

58

Anne ve babası eşyaları boşaltırken, Ela dededen kalma köşkün verandasına çıkan basamaklarda durmuş, ağır, el oyması dış kapıya bakıyordu. Ölüm onu burada, bu evde, kapının ardında bekliyordu. Ela bunu daha köşke kıvrılan toprak yola girmeden hissetmişti. Köşkün uzaktan görünen, sivri kırmızı çatısı, bir mezar taşı gibi ağaçların arasında yükselirken, onun kendisini çağırdığını hissediyordu. İlerledikçe gözler önüne serilen heybetli siluetinden yayılan karanlık, uğursuz bir karabasan gibi üstüne çullanmıştı. Ruhunun gizli saklı kalmış bilmediği köşelerinde bir şeylere dokunuyor, görünmez iplerle onu kendine bağlıyordu.

Ela, dış kapıyı açıp içeri giren kardeşinin peşinden köşke daldı. Geniş holde ilerleyip arka taraftaki büyük salondan bahçeye açılan çift kanat ahşap kapıları açtığında, önüne serilen manzara beklentilerinin ötesindeydi. Evin içindeki toz, küf ve ahşap kokusunu bastırmak istercesine içeri dalan temiz havayı içine çekerken, köşkün olağanüstü geniş arka bahçesini işgal eden servilerden oluşan gölgeli doğal koridoru gördü. Başına saplanan ani ağrı ile gözlerini kapayıp kapıya tutundu. Gözlerini tekrar açtığında küçük koruluk onu davet edercesine, genişliyor, uzuyor ve ağaçların arasında dolanan rüzgâra seslenerek onun adını çağırıyordu.

Ela rüyada gibi bahçeye inip yürümeye başladı. Az sonra koruluk bitip en dipteki küçük ay havuzuna ulaştığında, hastanede gözünü açtığı ilk andan beri kâbuslarını işgal eden o yeri bulduğunu biliyordu. Bundan o kadar emindi ki, gördüklerinin doğru olabilme düşüncesi ile dehşete düştü. Ardına kadar açılmış korku dolu gözlerle ay havuzuna bakarken, bulanık suyunun, tıpkı kâbuslarındaki gibi kana dönüşmesini ve tam ortasında beliriveren gümüş ayın bu kana bulanarak bir kor gibi nar kırmızısı yanmasını bekledi. Orada öylece havuza bakarken, kulağındaki hasar yüzünden ömrü boyunca duyacağı boğuk çınlamaya rağmen, ağaçların rüzgârın itişlerine cevap verir gibi yaydıkları fısıltıları ve bu fısıltıların içine saklanmış uğursuz kelimeleri duyabiliyordu.

Gece bastığında… Uyuma… Sakın uyuma…

Orada daha fazla duramadı. Kalbi ağzında, hızla koruyu geçip eve daldığında annesi ile burun buruna geldi. Bir an bakıştılar. Annesinin bakışında bir şey, Ela’nın daha da korkmasına sebep oldu. Sanki annesi onun ne bulduğunu biliyordu.

O akşam mutfağın daracık masasında yemeklerini yerlerken, annesinin giderek artan gerginliği derin bir sessizliğe dönüşmüştü. Her zamanki neşesi dudağının kenarında asılı kalmış isteksiz bir gülüşten ibaretti artık. Ara sıra göz göze geldiklerinde, annesi Ela’ya bakmaya dayanamıyormuş gibi gözlerini, kaçırıyor, önündeki tabak dünyanın en önemli şeyiymiş gibi tüm dikkatini ona veriyordu. Çatalı tutan eli titriyordu. Yüzünün rengi solmuş, masanın altında bacağı huzursuzluğunu doğrularcasına sallanıp duruyordu. Babası ve kardeşi her şeyden habersiz birbirleriyle şakalaşırken, Ela annesi ile konuşmak istemiş ancak annesi bunu hissetmiş gibi masadan derhal kalkarak bulaşığa girişmişti. Sanki söyleyeceklerinden korkuyordu.

O gece, yatmadan hemen evvel üst kattaki koridorda, banyo kapısında karşılaştıklarında annesi sadece tek bir şey söylemiş, sonra beklemeden odasına girip kapıyı kapamıştı.

59

Ela şaşkındı. Annesinin söylediğine ne anlam vereceğini bilememişti. “Uyuma, sakın uyuma!” demişti annesi. Ela’nın onu anlayacağından emin gibiydi. Bakışları kararlı, hatta neredeyse katıydı.

Ela, yolculuk yüzünden epey yorgun olmasına rağmen uyumamak için epey direnmişti. Eski köşkün ahşap döşemelerinden, duvarlarından gelen çıtırtılar; tül perdeden sızan ay ışığında servilerin duvarlara yansıyan çarpıtılmış, garip bir dansla salınan gölgeleri; kulağındaki uğultuda bir belirip bir kaybolan fısıltılar ve eve adım attığından beri hissettiği tehdit… Bir şeyler olacağının beklentisi onu uyanık ve tetikte kalmaya zorluyordu. Ancak uzun süre direnememişti; üstüne aniden çullanan garip bir ağırlıkla, kapanmak için direnen gözlerine nihayet teslim olmuş ve onu bekleyen kâbusun kollarına düşüvermişti.

Bu sefer kâbusu daha tuhaf, daha tekinsiz, daha tehditkârdı… Gene o küçük çan sesini duymuştu önce; düzensiz tıngırtılar silsilesi, kâbusun başladığını haber veriyordu. Ancak bu kez, kara kalemden çıkma, renklerin unutulduğu bir kâbustaydı. Karalara bürünmüş, gökten bir parça koparmak ister gibi yukarı uzanan devasa servilerin gölgesinde, ay ışığının ılıttığı ıslak toprakta yalınayak yürüyordu. Fısıltılar ağaçların arasında dolanıp, kıvrılıp bükülüp ona doğru süzülürken, onun gözleri ağaçların gövdesinde belirip hüzünle süzülen iri taneli gözyaşlarındaydı. Kabuklu tenleri ürperir gibi dalgalanıyor, iç çeker gibi belli belirsiz şişip iniyordu. Ağlıyorlardı, acı içinde kıvranıp aman diliyorlardı. Nerden çıktığı belirsiz ani rüzgâr, saçlarının arasında ipekten bir el gibi dolaşmaya başladığında, farkında olmadan yolu neredeyse yarılamıştı. Sonra annesinin sesini duydu rüzgârın içinde. Dön, geri dön, diye fısıldıyordu kulağına.

Çok geç olmadan, dön…

Ama Ela istemese de yürümeye devam ediyordu.

Artık ağlayışların yerini ıstırap dolu feryatlar almıştı. Feryatlar yolun sonundaki ay havuzundan geliyordu. Korkuyordu Ela… Sırtı derin ürpertilerle seğirirken, çığlık atmamak için dişlerini dudağına geçirmişti. İyice şiddetlenen rüzgârın yaşarttığı gözlerini perdeleyen buğunun ardından, havuzun ardındaki karanlıktan sıyrılıp öne doğru çıkan gölgeyi fark etti. Başından beri hissettiği oydu. Gece dehşetinin isimsiz sahibi, kara bir neşeyle onu gözlüyor, uzun zamandır onu bekliyordu.

Ela bir an için kalbinin teklediğini hissetti. Ona gitmek istemiyordu. O habisti, kirliydi, zifir karanlıktı… Ona bir kez dokundu mu, o da kirlenecek ve hiçliğin içine düşecekti. Direndi; ayakları ağırlaşmış, gitmemek için bastığı toprağa kök salmışlardı. Ancak yabancının etkisi çok güçlüydü. Yüzünü saklayan başlığın içinden parıldayan gözleri, Ela’nın gözlerine saplanmış onu var gücüyle kendine çekiyordu. Ve Ela’nın güçsüz düşmüş bedeni daha fazla direnemedi. Ayakları bastığı topraktan sökülürcesine ayrıldı. Vücudu yerden yükseldi ve yabancının çağrısına karşılık verir gibi havada süzülerek sürüklenmeye başladı.

Yabancıya yaklaştıkça daha da parlaklaşan dolunay, sanki beyaz bir alevle yanıyor, kâbusunu acı veren bir ışıkla kutsuyordu. Işığın aydınlattığı yola düşen servilerin gölgeleri, bağlı oldukları toprağın üzerinde kıvranarak, sürünerek, uzayarak ona ulaşmaya, onu

60 durdurmaya çalışıyordu; dalları dört bir yandan esniyor, ayrılıyor, ona doğru atılıyor, rüzgârla birlikte bacaklarının arasında dalgalanan beyaz geceliğinden bir parça yakalamak için umutsuzca çabalıyorlardı.

Faydasızdı. Biri bile onu yakalayıp durduramamıştı. Ela, görünmez bir akıntıya kapılmış, yabancıya doğru süzülmeye devam ediyordu. Artık o da ağlamaya başlamıştı. Gözyaşları arasında karanlık figürün bir an kaybolup hemen ardından havuzun önünde tekrar belirdiğini fark etti. Elleri ve çıplak ayakları, ayın zalim ışığında mermer gibi parlıyor, başlığının içinden kurtulup rüzgârın dansına katılan bir tutam uzun gümüş saç, onu o güne kadar gördüğü en korkunç kâbustan daha fazla korkutuyordu.

Onun kollarını yukarı kaldırdığını gördü. Elindeki uzun, gümüş bıçağın keskin ağzında çakan ışık gözünü kamaştırırken, yabancı ona doğru atıldı. Ela gözlerini kapadı… Annesinin sesini bir kez daha duydu…

Hayırrrrrr! Kızımı değillll! Kızımı alamazsın!

Ağaçların çığlıkları tüm zihnini kaplarken, annesinin sesi çığlıklara karıştı. Saçını yakalayıp kavrayan zalim el, onu diz çökmeye zorlarken, Ela içten içe annesine sesleniyordu. O, biliyordu… Bunun neden olduğunu biliyordu.

El bir kez daha yapıştı saçlarına. Ela acıyla haykırdı. Havuzun kenarındaki tutunduğu taş kabartmalar ellerine batıyordu. Direnmeye çalışsa da dizleri bükülmüş ve havuzun kapkara suyuyla burun buruna gelmişti. Saçını kavrayan el onu suya bakmaya zorluyordu. Suyun karanlık yüzeyinde bir mücevher gibi parlayan dolunay suyla beraber dalgalanırken, Ela’nın başı hızla geriye doğru çekildi. Gırtlağına dayanan metalin soğuğunu, yarılan teninin zonklamasını ve akan kanının kokusunu aynı anda hissetti. Elleri boğazına gitti. Hissettiği acı o kadar gerçekti ki o anda bunun bir kâbus olmadığını anlayıverdi. Bu ölümle ikinci randevusuydu.

Parmaklarının arasından fışkıran kanı havuza doğru akıyor, suları bulandırarak suyu kırmızıya boyuyordu. Kan, akmaya devam etti. Artık dolunayın yansıması da değişmiş, kızararak korlaşan ateş narı bir top gibi havuzun içinde yanıyordu.

Rüzgârın ıslığı, ağaçların çığlıkları, iniltileri… Annesinin sesi…

“Yap! Şimdi yap!”

Son bir gayretle sırtını arkaya yabancıya bastırıp kollarını yukarı uzattı. Elleriyle yabancının soğuk, incecik bileklerini yakalayıp avucunda hapsetti. Geceliği, boynundan akan kanla ıslanıyor, göğsüne, karnına ve bacaklarına soğuk bir ıslaklıkla yapışarak adeta tenine mühürleniyordu. Ela ani bir titremeyle sarsılarak gözlerini kapadı ve kulağını servilerin çaresiz yakarışlarına verdi. Vücudundan geçen şiddetli bir akımla kalbinin yavaşladığını ve göğsünde toplanıp çakan muazzam bir gücün önce kollarına sonra da ellerine hücum ettiğini hissetti. Elleri ısınıyordu…

Yabancı kıvranmaya, acı ve öfke dolu bağrışlarla kurtulmaya çalıştı. Ancak Ela’nın ellerindeki güç, bir zamanlar servilerin kızıl gölgeleri diye düşündüğü bedenindeki yıldırım

61 izlerine nüfuz etmiş, onları işlenmiş oldukları tenden ayırarak canlandırmıştı. Şimdi, sırtındaki ve kollarındaki kızıl serviler büyüyor, uzuyor, dallanıp budaklanıyor ve avuçlarında hapsettiği bileklere, oradan görünmeyen kollara ve bedene saldırıyorlardı. Yabancı artık haykırıyordu. Ela başını kaldırdı ve kıvranan yabancıya baktı. O, çok yaşlı bir kadındı. Bir hayaletti… Ama aynı zamanda artık etten ve kemiktendi. Vücudu kızıl servilerin incecik dallarıyla kaplanıp bir kozaya dönüşürken acıyla inliyordu.

Uzun gümüş bıçağın ucu kozayı delip yabancının tam kalbinin altıdan çıktığında, Ela’nın gözleri kararmak üzereydi. Yabancı kan dolu bir balon gibi patlayarak toprağa aktığında, Ela da arkaya düşmüştü. Nefesi yavaşlıyordu. Gözlerini, başında dikilen ve elinde kanlı gümüş bıçağı tutan on yaşlarındaki sarışın kız çocuğuna çevirdi. Gülümsedi. Ölümle ikinci randevusunda yalnız değildi. Bir an sonra başında çömelmiş kanlı saçlarını okşayan çocuk, annesiydi…

***

Ela gözlerini açtığında kendi odasında, kendi yatağındaydı. Annesi başucunda oturmuş, kederli ancak sevecen gözlerle ona bakıyordu. İyileşmesi uzun sürmemişti. Boğazındaki yara, nasıl olmuşsa, onu öldürmemiş, ancak sesini ondan almıştı. Ayağa kalkacak gücü topladığında taşınma hazırlığı başlamıştı. Bu köhne köşkten gidecek ve bir daha asla geri dönmeyeceklerdi; Burası bir mezarlıktı ve nefes alan hiçbir canlı vaktinden evvel mezarda yaşamak istemezdi.

Uyandığı gece, annesi hikâyeyi sadece bir kez anlatacağını söylemişti ona; bir daha asla bundan bahsetmeyeceklerdi.

O gece yaşananlar, aslında hem rüya hem de geçmişin ta kendisiydi…

Kadın çok genç evlenmişti ve yaşça büyük olan kocası, ona tapıyordu. Çocukları doğduğunda sağlıklıydı ancak bir süre sonra sürekli hastalanmaya başlamıştı. Doktor doktor gezmişler ancak bir çare bulamamışlardı. Kimse ne olduğunu anlamıyordu. En nihayet sahte bir hoca, onlara çocuğun her sene ilk dolunayda, kanda yıkanması gerektiğini söyleyince, bu gerçek bir kâbusun başlangıcı olmuştu. Genç anne dengesizdi, düşünmeden kabul etmişti. Böylelikle, karısını çok seven koca, her yeni senenin ilk dolunayında dışarı çıkıp bir kurban aradı. Kimsesiz, evsiz veya yabancı; sorulmayacak, aranmayacak birilerini.

Kurbanların kanıyla dolan ay havuzunda yıkandı bebek. Kurbanlar ise bahçeye gömüldü. Üstlerine de birer servi dikildi. Zaman geçti. Koca artık öldürmek istemiyordu. Servilerin ağlayışları onu mahvediyordu… Ve küçük kızının onuncu doğum gününde anladı ki o aslında hiç iyileşmeyecekti. Çünkü kızını, büyük aşkla bağlı olduğu biricik karısı hasta ediyordu. İlgi çekmek için, sürekli sevilmek için. Koca bunu anladığında, kızını karısının kardeşine yolladı. O gece, önce karısına bir tane sıktı. Sonra bir tane de kendisine. Kadının hasta ruhu eve saplanıp kaldı. Ve senelerce kızının eve dönmesini bekledi.

O habis yabancı, Ela’nın büyük annesiydi. Ve nihayet, yıllar sonra kızı eve döndüğünde, dolunay kan dolu ay havuzuna düştüğü vakit, servilerin gölgesinde, toprağa karışmıştı…

Ve nihayet, servilerin ağlayışı son bulmuştu.

62

CENNET-İ SÜKÛN TEVFİK UYAR

Gezegen, ekranı doldurmaya başlamıştı artık. Yeşil, altın sarısı ve mavinin ahenkli bir karışımı olan hâkim rengiyle, her yanı yağmur ormanları ve sahillerle kaplı bir cenneti andırıyordu. Islak, büyülenmiş bakışlarıyla izlediği ekranda, çıplak gözle algılanmayacak bir yavaşlıkta büyüyordu.

Bu hedefe 30 yıllık bir yalnızlık sonunda varmıştı. Ayak basılmamış bir gezegendi burası. 35 yıl evvel galaksi ağında görüp beğenmiş, ömrünü bu gezegene varmaya adamış ve beş yıllık hazırlık sürecinin sonunda kendi ekosistemine sahip modifiye gemisiyle yollara düşmüştü. Hesapta birkaç saat sonra yörüngeye girecek, uygun bir yer seçip inecek; son 35 yılını tam da hayal ettiği gibi, yaşanabilir kuşaktaki bu şirin, el değmemiş Dünya benzeri gezegende yapayalnız geçirecekti.

İnsan ömrünün ortalama 100 yıla çıkışından, uzayda hatırı sayılır bir hıza ulaşılmasından ve eskiden bir servete mal olan bireysel gemilerin ucuzlamasından beridir Salih’in hayali tam da böyle bir inzivaya çekilmek, hiç keşfedilmemiş bir gezegenin ilk sakini, kâşifi olmaktı.

Ama umulmadık bir şey oldu…

Radarında hemen hemen kendi gemisi boyutlarında ikinci bir gemi gördü. “Yoksa bizden başka akıllı canlılar mı var?” diye düşünüp, insan dışındaki ilk akıllı formun kâşifi de olacağı fikriyle heyecanlanırken, radarından geminin bir transpondırı olduğunu görünce söndü heyecanı. Bunun anlamı şuydu: Gemi insan yapımıydı… Birileri resmen onu takip etmişti demek ki… İyi de hangi münasebetsizdi bunu yapan?

Selamlama kanallarını açarak temas kurdu gemiyle. Alternatif üç iletişim kanalından da aynı mesajı gönderdi:

“Kimsin?”

Karşıdaki gemi, telsizleri kapalı olduğu için mesajı duymamış olmalıydı. Yine de sistemlerine bir göz attı ve kendi transpondırının kapalı olduğunu fark etti. Pek bir fark yaratmazdı ama yine de uzayın ücra köşesinde işe yaramayacağını düşünerek boşa elektrik harcamasın diye devreden çıkarmıştı. Bu, diğer geminin radarında görünmediği, başka bir deyişle diğer gemi tarafından bir “gemi” olarak algılanmadığı anlamına geliyordu. Transpondırını açtı ve aynı mesajı, sanki diğer mesajı duyulmuş da yanıt verilmemiş gibi yineledi:

“Kimsin dedim?”

Artık yabancı geminin iletişim kanalı kapalıysa bile, gemisi radarda görünen diğer geminin yanına bir mesaj sembolü koyacak, o gemiden gelen mesajı kaydedecek, iletişim kanalı açılır açılmaz kullanıcısına iletecekti. Tüm bunların öngörüsüne uygun şekilde gerçekleşmesi iki dakika sürdü.

“Ne demek kimsin?” diye yanıt verdi diğer geminin kullanıcısı. Sesin sahibi epey gençti.

63

“Basbayağı kimsin? Ne işin var peşimde?”

“Ne işim olacak ya? Peşinde filan değilim,” dedi kaptan. Genç olduğu sesinden de tarzından da belliydi. Salih Amca görüntü kanalını da açıp devam etti: “Babanı çağır bakayım. Yok mu anan baban?”

“Ne anası ne babası bey amca. Kendim geldim ben,” dedi. “18 yaşından büyüğüm. Ehliyetim var. Bak.”

Muhatabı da görüntü kanalını açtı. Ekranda elinde bir evrakla, tam da Salih Amca’nın tahmin ettiği gibi ergenliğinden henüz çıkmış genç bir oğlan duruyordu.

“Dalga geçme ulan. O gemiye anandan çıktığın gibi binseydin bile 30 yaşında olman lazımdı şimdi.”

Genç oğlan, ihtiyarın kullandığı argoyu pek anlamıyordu ama ne anlatmak istediğini az çok kavrayabilmişti.

“Amca ne diyon sen ya, bunadın mı? Ne otuzu ya? Takmışsın otuza…”

“Sus, gelirim oraya kırarım kafanı. Otuz tabii. En az otuz yaşında olman lazımdı senin. O gemide peydahlamışlar seni belli ki. Nerede anan? Ya da baban? Kim varsa artık…”

“Ne kızıyosun ya? Amma da aksi adammışsın. Yahu vallahi doğru söylüyorum. Yalnızım burada ben. Kimse yok. Deneme turu atmak için çıktım kendim. Gerçi Memo da gelecekti ama sattı sonradan, amaan… Neyse… Yalnızım dedim ya, kimse yok burada.”

“Bak hâlâ yalan söylüyor… Nereden geliyorsun sen bakayım?”

“Dünya’dan geliyorum.”

“Evladım, Dünya buradan 30 yıl çekiyor. Senin yaşın ya 19 ya 20… Gemi mi doğurdu seni?”

“30 yıl mı çekiyor? 3 günde geldim ben be? Yürüyerek mi gelecektim?”

“Lan yürü git! Hâlâ dalga geçiyor! Vallahi gelip döverim seni.”

“Yahu üç günde geldim amca, niye inanmıyorsun? Hatta dur bakiyim…” dedi. Önündeki konsolda bir şeylere bastığı görünüyordu. “51 saatte gelmişim. 2 buçuk gün bile değil. Niye gelmesin yahu? Canavar gibi Kartal SFX… Gelmese iade ederim.”

Amcanın kafası iyice karışmıştı. Özellikle kendisiyle eğlenmek istemiyorsa, oğlanın böyle bir yalan söylemesine lüzum yoktu hakikaten. Rastgele bir gezegene seyahat edecek olsa, tutup da kendisinin kıymetlisine gelecek değildi ya? Ya aptalın tekiydi ya da organize bir şaka yapılıyordu kendisine -ki birilerinin otuz yıllık bir organizasyonla şaka yapması pek mantıklı değildi. Son ihtimal de bilmediği, anlamadığı bir şeyler olduğuydu. Mesela 2 günlük yolu, dolana dolana 30 yılda gelmiş olabilir miydi? Dünya’dan 2 günlük mesafede olacak değildi ya? Onca hesap yapmıştı hâlbuki… Bir terslik vardı bu işte.

“Evladım… Yavrum. Epey kafam karıştı benim. Tane tane anlat bakayım bi daha şimdi bana. Kimsin, nesin, nasıl geldin? Neden geldin?”

64

“Ya yeni aldım bu gemiyi. Babam aldı yani, parasını ben vermedim… Gerçi benim de birikmişim vardı kenarda. Gemigaleriye gittik…”

“Evrenin başlangıcından başlasaydın… Büyük patlama filan… Oğlum bu detayları geç! Buraya neden geldin?”

“Sen de her şeye kızıyorsun ya… Tane tane anlat demedin mi? Neyse… Bu gemiyi yeni aldım. Bi deneme gezisine çıkmıştım. Bi iki yeri daha geze geze… Dur, tam söyleyeyim… Hah… 51 saat, on iki dakikada buraya gelmişim işte… Yavaş geldim üstelik. 40 saate bağlardım kassam, üç buçuğuncu nesil gemi bu.”

“Ne diyosun canım sen? 30 yılımı verdim ben buraya gelmek için?”

Oğlan kaşlarını çattı, gözlerini kıstı… Sonra bir şey hatırlamış gibi kafasını öne arkaya salladı hafiften. Gözlerini tavana dikip düşündü… Ve nihayet bir gizemi çözmüş gibi “Şimdi anladım galibaaaaa” dedi. “Dur bakayım” dedikten sonra konsolunda bir şeyler karıştırmaya başladı ama Salih Amca’nın oradan oğlanın tam olarak ne yaptığı anlaşılmıyordu.

“Oooooooooo… Amcacım senin araç klasik zaten, ama epey iyi durumda valla… Vay vay vay… Baya eski model bu ya. Arnuvö akımından…”

Geminin tamamına bakmıştı demek oğlan. Görüntüyü evirip çevirip incelemeye devam ediyor, bazen hayretten gözleri büyüyor, bazen kendi kendine gülüyordu.

“Hımm…. Arkası boş ama… Sıçrama modu da yoktur bunun… Hakikaten. Senin sıçrama motorun yok ya… Ohaaaaa… Doğru söylüyorsun demek. Sen şimdi gerçekten 30 yılda mı geldin buraya moruk?”

“Moruk babandır ulan eşşoğlueşşek! Saygılı konuş. 30 yılda geldim tabii… Sabırla geldim. Emek emek geldim. Uzun uzun yolları, derin karanlıkları, kadim sessizlikleri aştım da geldim.”

“Vah vaaah… Şair olmuşsun yolda da belli ki… E amcacım, 25 yıl filan oldu sıçrama keşfedileli ya. 5 yıl daha bekleyeydin, iki haftada gelirmişsin. Uzayaltı itkisiyle mi geldin buraya? Bisikletle gelsen daha iyiymiş ehehehe… İşe bak ya… Ehehehehe…”

Oğlan acımayla karışık bir alayla, katıla katıla gülüyordu.

“Gülme ulan… Ciddi misin? De bakayım şu sıçrama şeysini bi daha?”

“Sıçrama motoru. Ciddiyim tabii… Anlatmakla uğraşamam valla. Uzay ansiklopedisi var mı gemide entegre?”

“Var. 2093 kopyası.”

“Gerçi vardır tabii. 2070’ten beri standart değil mi? Ama eskiymiş senin ansiklopedi. Veri kanalını aç da göndereyim madem. Bende en günceli, 2123’ü var.”

Uzay ansiklopedisi, Dünya ile veri iletişimi kuramayacak kadar uzaklara gidecekler için Dünya kültür birikiminin yanı sıra, uzayda ihtiyaç duyulabilecek tüm bilgileri derleyen bir açık ansiklopediydi. Kökleri 21. yüzyıl başında atılmış, o günden bu yana gönüllü kullanıcılarca geliştirilmekteydi.

65

“Gönderdim,” dedi oğlan. Hemen sonra Salih Amca’nın ana bilgisayarından bir dosya transferi uyarısı geldi. Kabul düğmesine basılır basılmaz veri aktarım kanalından yollandı ansiklopedi.

“Sıçrama motoru maddesine bak…”

“Dur acele etme… Sıç…ra…ma… Mo…to…ru… Hıh… Okuyorum bi dakika…”

Çocuk haklıydı. Salih’in Dünya’yı terk etmesinden beş yıl kadar sonra sıçrama motoru diye bir şey keşfedilmişti. İlk versiyonları ticarileşmemiş, askeri amaçla kullanılmıştı. 2107 yılında piyasaya sürüldüyse de ilk başlarda yakıt tüketimi yüksek diye hiç tercih edilmemişti. Lakin iki yıla kadar, geciktirilmiş füzyon teknolojisi ortaya çıkmış, motor havayla suyla çalışır vaziyete gelmişti. Kısa sürede uzayaltı itkisinin yerini alıp insanoğlunun en büyük icadı sayılmış, insanoğlunun kaderini kısa sürede değiştirmiş, ilk on yılında galaksinin %10’unun madenciliğe ve imara açılmasını sağlamıştı. Bolluk nedeniyle pek çok kaynak problemi çözülmüş, bu sayede sıçrama motoru gün geçtikçe daha iyi hale getirilmişti.

Gözlerine inanamadı Salih Amca ama… Doğruydu. Zamanda kayıp olmadan uzun mesafeleri kat etmek daha önce hiç olmadığı kadar kolaylaşmıştı. Boşuna 30 yıl beklemişti hayal ettiği gezegene ulaşmak için. Yapayalnız tüketmişti ömrünü yollarda. Tarihsel bir örnek vermek gerekirse, o zamanının gezgini olarak yürüyerek Bağdat’a ulaşmaya çalışırken, birileri uçağı keşfedivermişti.

Kendini avutmaya çalıştı. Tam 35 yıl önce stoacılıkla tanışmıştı. İnsan ihtiyaçlarının büyük çoğunluğunun sanal, çağın mutluluk tanımlarının abartılı bir yapaylık ürünü olduğunu düşünüyor, pek çok kavramın insan zihni tarafından inşa edildiğine ve hiçbir kıymeti bulunmadığına inanıyordu. Bu yüzden terk etmişti Dünya’yı ve kendini daha iyi anlamak, kaderini kendi tayin etmek için düşmüştü yollara. Esas kıymetli olan yürüyerek gitmekti zaten Bağdat’a. “Olsun be… Yolculuğun kendisi güzeldi sonuçta…” diye mırıldandı gözleri ansiklopedinin nizami satırlarına dalmışken.

“Buyur amca?”

“Sana demedik ulan…” diye terslendi çocuğa ama konuşmaya ona hitaben devam etti: “30 yılım gitti ama hedefime ulaştım işte. Nasıl olduğu beni ilgilendirmiyor. Meselem Dünya’dan çekip gitmek, uzayda kaybolmaktı zaten. Cesaret edebildim, bunu göze alabildim ya… Ha yıllarım uzayda yolda geçmiş, ha otuz yıl gezegende beklemiş, iki günde gelmişim… Aha kalan ömrümde tek başıma yaşayacağım şu gezegende. Sessiz… Sakin… Sükûnet içinde.”

“Tek başına mı? Sükûnet içinde mi?” diye sordu oğlan. Teyit amaçlı ya da meraktan olmadığı belliydi. Alay etmek için soruyor gibiydi daha çok. Zaten bıyık altından gülmeye başladı daha sorarken. Sonra sırıttı… Şiddeti giderek arttı gülüşünün ve en sonunda kahkahaya boğuldu.

“Ne gülüyorsun ulan bacaksız! Sen ne anlarsın inzivadan? Ne bilirsin iç huzuru? Nereden anlayacaksın kalabalıktan bunalmanın, dünya telaşından yorulmanın acısını?”

66

“Ahaha… Neye mi gülüyorum? Yahu galaksinin en kalabalık beach club gezegenine gelmişsin, haberin yok.”

“Ne diyosun? Ne kulübü? Ne kalabalığı?”

“Teleskopun varsa aşağıya dikkatlice baksana bi.”

Adam geminin hemen altında konuşlu gözlem teleskobunu çalıştırıp gezegen yüzeyine odakladı. Çıplak gözle sapasakin görünen gezegenin yüzeyi epey imar edilmiş, üstelik yoğun bir hareketlilik sahibiydi.

“Bu neeeeeeeee!”

Teleskopun önünden bir de iletişim uydusu geçmişti üstelik. Biraz azalttı yakınlaştırma katsayısını ve yörüngede epey bir uydu olduğunu fark etti. Gezegene yaklaşırken de bunları gördüğünü ama göktaşı sandığını hatırladı.

“Amca galaksinin en meşhur sahilleri buradadır. Bak şu beyaz lekeler var ya. Onlar hep otel. Beş bin yataklı, şehir gibi oteller var burada.”

“Ben dağ taş sandıydım onları…”

“Öyle zaten. Artistliğine sökmediler kayaları. Hepsini oyup otel yaptılar. Güzelliği de orada zaten. Serin serin mağaralarda takılıyor herkes. Bu kayalar epey geniş alanlara yayılıyorlar. Bak şu çizgiler var ya. Onlar da otelin kendi demiryolu ağı. O kadar büyük oteller var düşün. Geçen yıl dayımlarlan geldiydik…”

“Şu kahverengi siyah lekeler ne?”

“Siyahlar? Hangileri? Haaa… İnsan onlar da.”

“Ne diyosuuun?”

“Tabii ya… Gezegen nüfusu dört mevsim milyar mertebesinde. Ya baksana önündeki ansiklopediden. Gezegenin adı Havana Beach.”

Adam tekrar ansiklopedi ekranına geçti. “Ha… va… na… Bu nasıl isim ya? Kim koymuş? Biiiiiç…”

“İlk keşfeden koymuş. Kural böyle…” diye ukalalık etti çocuk. Elbette adam da biliyordu isim hakkının ilk keşfedene ait olduğunu. Kâşifi olmayı hayal ettiği ve adını “Cennet-i Sükûn” koymayı arzuladığı gezegeni tatil beldesine çevirip adını Havana Biiiç koyan zihniyete sövdü içinden. Gezegenin tarihçesi önünde duruyordu. Yarı içinden yarı dışından okurken gözlerine inanamadı. Gezegenin kâşifi satırında Kâmil Çomar adı yazıyordu.

“Kâmil Çomar mı?”

“Haa… Turizm kralı. Vergi rekortmeni olan. Tanımıyor musun? Gerçi 30 yıldır haber bile okumuyosundur sen.”

“Kuzenimin adı bu. Anaaa… Resmi de var. Gerçekten o… Benim kuzenim yahu bu!”

67

Adam önünde duran sakin cennetiyle üçkağıtçı kuzeni arasındaki bağlantının bir tesadüf olmadığından emindi. Biraz düşündükten sonra anladı meseleyi.

“Vay puuuuuuşt! Sıçrama motoru çıkar çıkmaz benim planımı mı çalmış? Vay köpoğluu…. Kopyacı pezevenk. Hırsııııız! Hırsız! Adi hırsızzzzzzz!”diye bağırdı. Hıncından konsolunu yumruklamaya başladı.

“Sakin ol amca. Sen Kâmil Çomar’ın kuzeni misin hakikaten?”

“Olmaz olaydım! Ooooooooof yaktın beni Kâmil. Geçen zamanda ağzıma sıçmışsın meğer itoğlu it. Ne yapacam ulan ben şimdi? Meğer hayallerimi çalmış şerefsiz. Otuz yıl yol teptim, O-TUZ-YIL!. Of anam of…”

Bir tür sinir krizi geçiriyordu Salih Amca. Sinirinden hop oturup hop kalkıyordu… Küçük egzersizlerle diri tutmaya çalışsa da gemide otuz yıl boyunca hamlamış bedeni onun daha fazla hareketlenmesine müsaade etmedi. “Anam belim belim belim…” diyip oturdu yerine.

Dudaklarını ısırıyor, ileri geri sallanıyordu. Derken büzüldü dudakları… Titremeye başladı… Gözlerinden kalın kalın yaşlar süzüldü nihayetinde. Oğlana göstermemek için başını önüne eğdi ama sesini kısmayı başaramadı. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.

Bir yetişkinin böylesine bir şiddetle ağlaması karşısında ne yapması gerektiğini bilemeyen oğlan ihtiyara acımakla yetindi. Diyecek bir şey bulamayınca “Amca… Hadi in bi tatil yap buraya gelmişken…” diyebildi sadece. Adamın bu teklife kayıtsız kaldığını görünce karar değiştirdi. “Ya da geri dönelim birlikte… Hadi… Götüreyim sen Dünya’ya.”

“Madem iki günde geldin… İki günde de döneceğiz demek… Tamam… Dönelim hakikaten.”

“Gemin ne olacak?”

“Sıçmışım gemisine. At arabası olmuş bu zaten…”

“Haklısın… Yaklaş da kilitlenip alayım seni… Söz ver dövmeyeceğine?”

“Söz yahu söz. Seninle derdim yok ki benim… Şaşkınlıktan kızdım işte biraz. Beni döven dövmüş zaten. Oooof of…”

Oğlan çabuk sulandırdı ortalığı: “Amca bak gelmişken bir görseydin şu aşağıyı. Bi denize girseydik filan? Bana hava hoş gerçi… Gelirim gene. Senin işin zor, 30 git 30 gel ehehehe…”

“Dalga geçme ulan! Görmeyeceğim dedim. Lanet olsun bu gezegene. Hivini biiiçç… İsmine sıçtığım. Büyük Teleskop verilerinden karıştırıp bulduğumdan beri gözüm bundaydı benim. Milyonlarca gezegen verisi içinden tesadüf denk gelmiştim. Kimse bulamaz sanıyordum. Ne bileyim ite köpeğe yol göstereceğimi? Götür beni Dünya’ya. Bir rüya bitti, bir ömür gitti. Lanet olsun…”

“Tamam tamam… Ama gemiyi orada bırakma, cezası vardır böyle yörüngede bırakılmaz. Bağlayıp götürebiliriz benimkiyle. Kütle artışından yolculuk yavaşlar biraz ama gene de bir haftada alırız Dünya’yı. Hem satarsın sen bunu. Gemiler artık çok ucuz ama seninki iyi durumda bir klasik. Meraklısı, koleksiyoncusu var bunların…”

68

Dünya’ya gidince paraya gerçekten de ihtiyacı olacaktı ama derdi para pul değildi henüz. İkinci kısmı duymazdan geldi.

“Bir haftaya uzayacak demek? Olsun peki… 30 yılı göze aldım, bir hafta ne?”

Sonra kendi kendine mırıldandı: “Ben Dünya’ya gelip de seni bulmaz mıyım… Turizm kralıymış. Vay adi vay. Vay şerefsiz vay…”

“Bağlıyorum amca o zaman.”

“Bağla bağla…”

69

ANLATMA!

SERAN DEMİRAL

Çalışmak için masasının başına geçti, ekrana dokundu. Normal şartlar altında açılan ekranda, bıraktığı yerde kendisini bekleyen işiyle karşılaşmalıydı. Ama bunun yerine bir uyarı vardı. Kalın puntolarla, büyük harflerle yazılmış, yazı stiliyle bile uyaran: “ANLATMA!”

Anlamamıştı. Ne demekti şimdi bu? Neyi anlatmayacaktı? Gülerek uyarının olduğu kutucuğu kapamaya çalıştı. Birisi şaka yapıyordu belli ki veya daha yüksek ihtimalle, bilgisayarına bir çeşit virüs dadanmış olabilirdi. Hatta belki ikisi bir arada; arkadaşları kendisine şaka yollu virüs göndermiş olabilirlerdi. Ne de olsa son zamanlarda bütün çevresi üzerine geliyor, onu ‘işe yarar bir şeyle meşgul olmamakla’ suçluyorlardı.

“Hayatın gerçeklerinden haberin yok!” diyen ailesi ona sırt çevirip, “Kendi hayal dünyanda yaşamaktan sıkılmadın mı?” diye isyan eden sevgilisi onu terk edip gittikten sonra bir elin parmağını geçmeyecek sayıda arkadaşlarından başka kimsesi kalmamıştı. Onlar da benzer konularda kendisini eleştiri yağmuruna tutmaktan geri durmuyorlardı. Son zamanlarda en çok duyduğu cümleler, “Neye yarıyor şimdi bu?”, “Bu yazdıklarının kime ne yararı var?” gibi şeylerdi.

Umursamıyordu. Şimdiye kadar kimseye kulak asmamıştı, bundan sonra da asacak değildi. Evet, zorlu zamanlar yaşamıştı, istemediği işlere girip çalışmış, boşa epey zaman öldürdüğü olmuştu; ama bir miktar parayı kenara koyabildikçe esas işini yapmaya kaldığı yerden devam etmeyi becerdi. En azından bunu beceri olarak görüyordu. Becerdiği şey masallar anlatmaktı, kendisinden başka bu işe kıymet veren kalmamış olsa da, o anlatırdı. Uzun uzun, gevezelik ede ede, gerçekleşmeyeceği besbelli olay örgüleri üzerinde kafa yorarak, olmadık evrenlerde çeşitli yaratıklar hayal ederek masallar yazardı. Onun işi anlatmaktı, bir zamanlar bir yerden duyduğu gibi, ‘anlatmak için yaşıyordu.’

Şimdiyse kendisine ‘ANLATMA!’ diye haykıran kutucuk kapanmak bilmiyordu. Şakanın tadı kaçmadan bu duruma bir çözüm bulması gerektiğini anlayıp telefona sarıldı. İşe yarar işlerle meşgul arkadaşlarından bilgisayar mühendisi olanın numarasını çevirdi.

“Nerelerdesin sen? Yine kendini boş işlerine kaptırdın, değil mi?”

Derin bir nefes aldı. Sevimsiz arkadaşına uymaya niyeti yoktu, şu an onun yardımına ihtiyacı vardı sonuçta. Sakince karşılık vermeye çalıştı.

“Sayenizde boş işlerime kaptıramıyorum.”

“Ne demek sayenizde? Ne oldu; ilham perin kaçtı da hıncını bizden mi çıkarıyorsun?”

Acaba gerçekten haberi yok muydu? Belki gerçekten bilgisayarına düşen herhangi bir virüstü, ona verdiği mesaj da tesadüften ibaretti.

“Ekranda bir kutu çıktı da, kapanmıyor. Belgelerime bir türlü ulaşamıyorum.”

“Yeniden başlattın mı?”

70

“Evet.”

“Kapatıp açmayı dene bakalım.”

“Deniyorum.”

Bir müddet uğraştı. Telefondan aldığı talimatların işe yaradığı yoktu. Bilgisayarı gidip birisine gösterene kadar deftere tuttuğu notlar üzerinden ilerlemeye karar verdi. Gününü boşa geçirmek istemiyordu. Kim ne derse desin onun işi buydu ve asıl işi üzerinde çalışmadığında kendini boşa zaman geçirmiş sayıyordu.

Defterine uzandı. Sayfalar birbirine yapışmış, açılmıyordu. Sonra defterin kapağındaki not dikkatini çekti. Orada da aynı kelime vardı, aynı uyarı. Durum iyice tatsızlaşmıştı. Gidip birisiyle konuşmak, sabahtan beri karşılaştığı tuhaflıkları paylaşmak istedi. Bu defa bir başka arkadaşını aradı. Kendisine en yakın gördüğünü, film çeken arkadaşını. Film çekiyordu ama hikâye anlatmak değildi onun derdi, belgesel çeker veya sipariş üzerine çeşitli programlar hazırlardı. Yine de bir şeyler yaratan, kendi bildiği anlamıyla olmasa da kurgu yapan bu arkadaşıyla yaşadığı durumu paylaşabileceğini umuyordu.

Buluştular. Hemen söze girmek istedi ama yapamadı. Sanki emre itaat ediyor gibi, ağzı kıpırdamıyor, anlatamıyordu. Fakat garip bir şekilde karşısında durup ilgiyle kendisini izleyen arkadaşı o anlatmadan bir şeyler anlamış gibiydi.

“Yapmamanı söylediler, değil mi?”

Anlatamayan taraf şaşırmıştı. Ne diyeceğini bilemedi. “Nasıl yani? Neyi yapmamamı?” diye geveledi.

“Şu an yapamadığını işte. Ağzını açıp söyleyemiyorsun. Çünkü… Yapamazsın. Yasak.”

“Ne? Ne yasağı?”

Kelimeyi her ikisi de kullanamıyordu. Dolayısıyla doğru düzgün iletişim kuramıyorlardı. Yasak, gerçekten yasaktı; fakat bu anlaşmalarına engel değildi, anlatmalarına engel olsa da. Filmci dostu kendi kendine konuşurcasına, anlatmaya devam etti. Geçmişteki gerçeklikleri aktarabiliyordu, bu söyledikleri anlatı sayılmazdı.

“Ne sanıyordun? Hayatım boyunca belgesel çektiğimi mi? Benim de gerçekte olmayan şeyler yaptığım oldu, yani eskiden yapabildiğim.” Burada dili tutulur gibi oldu, konuşamayacağını fark edince kısaca özetlemenin bir yolunu aradı, diyebildiği sadece “Sonra… Yasaklandı” oldu.

“Yasaklanan şey… film çekmen mi? Yani şu para kazandığın işler dışında, işe yaramayan, sırf canın istiyor diye yaptıkların.”

Arkadaşı önce başını sallayarak onayladı ama sonra yetinmeyip ekledi:

“Eğer bir gün gerçekten farklı bir iş çıkarırsan, başkasının hiç yapmadığı şeyi yaparsan, buna engel olurlar.”

“Kim? Neden böyle bir şey olsun ki? Çok saçma.”

71

“Yoo, aslında mantıklı olan bu. Bizim yaptıklarımızın aksine. Hayatın gerçeğini düşünsene. Gerçek olanı yani. Gerçek tektir ve değişmez. Başkasının düşünmediğini sen de düşünemezsin, gerçekte olmayan şey hakkında konuşamazsın, dolayısıyla onu öğrenemez ve öğretemezsin de. Okullarda öğrendiklerimize bak, orada gerçek dünyada olmayan bir şey yok. Bütün bunlar hayatın özü. Ama işte senin gibi bir iki tane asi tip çıkıyor ve bir şeyleri bozuyor… Anladın mı? Bunu yapmamalısın. İşe yarayan, normal şeylerle uğraşmalısın. Hayatta kalmanın yolu bu.”

Evet, arkadaşının anlattığı şeylerin mantıklı, en azından tutarlı olduğu kesindi, kolayca ikna olabileceğini hissetti. Kendi bulanık zihninde uçuşan fikirler yorucuydu, masalsı bir atmosfer kursa bile dağılıp parçalanıyor, gerçeğin basit, yalın, sade halini arıyordu… Haklı olabilir miydi bütün bu insanlar? Gerçekten hayatın gerçeklerinden sıyrılmanın bir yolunu mu aramıştı bugüne kadar?

Anlatmaktan vazgeçebileceğini düşündü. Başka bir işle meşgul olabilirdi. Sıradan bir insana dönüşebilirdi. İyi ama… Ondan bunu kim, neden istiyordu? Demek ki gerçekten iyi bir eser yaratmak üzereydi. Özgün, daha önce kimsenin yaratmadığı güzellikte bir şey anlatıyordu ki, ona engel olmaya çalışmışlardı. Bu düşünce onu kendine getirdi. Arkadaşına döndü tekrardan. Kafasını kurcalayan asıl soruyu sordu.

“Peki sen? Sen ne yapıyordun da, yapmamaya başladın? Neydi o farklı iş?”

“Boş ver. Cevap veremem zaten. Benim kelimem kalmadı. Aklımdan atacak hiçbir şeyim yok.”

“Karşı çıkmadın mı peki? Öylece kabullendin mi?”

“Ne yapabileceğini sanıyorsun? Senden kelimelerini aldıkları zaman, nasıl yapabilirsin ki?” Duraksadı, sonra daha önemli bir şey söylermişçesine, ciddiyetle ekledi: “Hem boşversene, böyle yaşamak çok daha rahat. Herhangi birisi olmak, yalnız kalmaktan iyidir.”

İşte buna katılmıyordu. Zaten yalnızdı, bununla ilgili bir sorunu olmayacaktı. Yaptığı işi, anlattığı gerçekdışı şeyleri şimdiye kadar kimsenin umursadığı, ciddiye aldığı olmamıştı, bundan sonra da bir şey kaybedecek değildi. Bu yüzden pes etmemeyi kafasına koydu. Fakat nasıl bir yöntem izleyeceğini bilmiyordu. Ağzını açsa kelimeler içeride düğümleniyor, yazmaya kalksa türlü aksilik peş peşe geliyordu. Ne yapabilirdi? Kafasından geçenleri dışarıya çıkarmanın bir yolu olmalıydı, başka bir yolu…

Düşüncelerini sözcüklere ihtiyaç duymadan imgelere dönüştüren bir makine yapabilirdi mesela. Ya da dokunarak aklından geçenleri aktarabilirdi. Beyinler arasında doğrudan iletişim kurulmasına ne engel olabilirdi ki? Gözlerini açıp doğrudan baksa, karşı tarafa aklından geçenleri duyuramaz mıydı? Hayal kurmayı sürdürdü. Bütün bu aklından geçenleri, yüzyıllar boyu milyonlarcasının aklından geçmiş nice gerçekdışı düşünceyi bıkmadan usanmadan içinden tekrar etti. Anlatamasa da inanıyor, gerçek olmayanı gerçeği haline getiriyordu.

Eve dönüş yolunda etrafındaki insanları izlemeye başladı. Hikâyesi olmayan, anlatacak şeyi kalmamış, kupkuru insanları… Sadece programlanmış makineler gibi işlerini yapan,

72 görevlerini yerine getiren, boşa zaman öldürmeyen insanları… Kendisininse zamanı yoktu. Zamanları vardı. Çeşit çeşit zamanlarda varlık kazanan anlatıları.

Kendisini masalların yasaklandığı dünyanın masal kahramanı olarak düşündü. Yaşayan son masal kahramanı olarak gerçek dünyada vermesi gereken savaşı vermenin tek yolu, masallara hâlâ inanan birilerini bulmaktan geçiyordu. Karşısından kendisine doğru yürümekte olan kız çocuğunun elinde tuttuğu kocaman sarı topun güneşten bir parça olduğunu düşünmeye başladığında, kendisini dünyasına öyle kaptırmıştı ki, çocuğun “Güneş toplarıma bakmak ister misin?” diye sorduğunu duymadı bile.

73

MUTLU SONDAN SONRA HAKAN TACAL

74

ÇİÇEK DÜRBÜNÜ ÖZGE LENA

Günlerdir gözleri çiçek dürbününe yapışık. Uyumuyor, konuşmuyor, uçmuyor. Dürbün onu ele geçirmiş gibi. Hiç kimseyi duymuyor, başkaca bir şey görmüyor. Ormandaki herkes merakta, sorup duruyor. Yol kenarında bulduğu o şeyin içinde ne var? Geçen birkaçı zorla elinden alıp baktı, taş parçaları, deyip kenara attı. Cevap vermedi, dürbünü yerden alıp bakmaya devam etti. Ve koca bir kış geçti; ağaçlar yapraklarını, gök kar tanelerini, orman perileri tüylerini döktü. Onun gözleriyse yalnızca çiçek dürbününü gördü. Nihayet bahar geldi. Dolunayın doğduğu gece uçarak gitti, dürbünü kuyuya attı. Hepsi sordu; ne oldu? Cenk bitti, dedi. İki ayaklı yaratıklar birbirini yok etti.

75

RETRO RÜYALAR OTELİ DOĞU YÜCEL

“Seks çarpı teknoloji eşittir gelecek.”

J.G. Ballard

1.

“Ben diğer kadınlara benzemem.” dediğimde ciddi olduğumu anladı.

“Sen ciddisin?”

“Elbette. Hep ciddiyimdir.” dedim alaycı bir tebessümle.

“Peki ne istiyorsun? Hadi söyle.”

“Dediğim gibi. Tek bir gelenek.”

“İyi de hangisi?”

“Sence?”

“Ne bileyim? Hâlâ şaşkınım.”

Benden beklemiyordu bunu. Ben de o gün o anda evlilik kararı alacağımızı beklemiyordum. Birdenbire ama tamamen de günümüze uygun olup bitti her şey. Evlilik fikri aynı anda aklımızdan geçmiş, aynı anda gülümsemiş, aynı anda gözümüzü kapatıp aynı anda gözümüzü açmıştık. Bunu nanolenslerimiz tespit etmekte gecikmedi. Odadaki mikromlardan gelen “çling” sesiyle uyumumuzun teyit edildiğini duyduk, geriye sadece parmak ucumuzu Gezegen Halogenlerine okutmak kalmıştı.

Tabii ben bu mutlu anımızı “Sadece bir gelenek istiyorum.” diyerek berbat etmeseydim!

Tahminen evlenme kararımızı almanın heyecanı bu isteğimde rol oynamıştı. Ani bir mutlulukla vücudum endorfin salgılamış, beynimdeki nörotransmitterler genlerimize işlenen o eski insan geleneklerini uyandırmıştı. Fakat bu konuda Âtom’un başka bir teorisi vardı.

“Bir daha seni müzeye götürmeyeceğim!”

“Ne ilgisi var?”

“Çok ilgisi var. Müzelerdeki filmler, resimler, cihazlar falan etkiliyor seni.”

“Bana antika mı diyorsun sen?” dedim, ellerim belimde, tam o eski kadınlar gibi. Bu defa ciddi değildim tabii.

“Şimdi beni ürkütmeye başladın işte!”

Haklıydı, bazen ben de kendimden ürküyorum. Müzelerde izlediğimiz o filmlere gıptayla bakarken yakalıyorum kendimi. Hatta bazen filmlerde duyduğumuz geleneksel lafları

76 mırıldandığımı fark ediyorum. Tövbe, tövbe... Of, bak yine yaptım. Neyse ki içimden geçirdim sadece.

Eski insanların usullerine, geleneklerine, kullandıkları aletlere, sürekli tekrarladıkları ritüellere duyduğum merak bir tarihçinin geçmişe duyduğu ilgiyle açıklanamayacak kadar aşırıya kaçıyordu bazen. Bir keresinde müzenin deposuna girip oradaki cihazları kurcalamıştım. Otomobil motorları, eski insanların akıllı telefon dedikleri aygıtlar, manüel bilgisayarlar, o bilgisayarların fare, bellek, adaptör gibi aparatları... Âtom beni orada yakaladığında gözlerine inanamamıştı. Bir de söylev çekti tabii, bu fırsatı hiç kaçırır mı! “Uzaktan bakmanı anlıyorum ama bu barbarların aletlerini kullanmaya çalışman... İşte bu bir problem. Yüzlerce yıl ne akla hizmet fosil yakıtlarla enerji ihtiyacını karşılayan... Aman neyse, kaç kere anlattım bunları. Sonuçta bu aletlerle nasıl bir hayat kurduklarını biliyorsun.” dedi.

Söylediklerinde haklıydı ama bir konuda yanılıyordu. Ben o aletleri kullanmaya çalışmıyordum ki. “Onlara dokunmak hoşuma gidiyor.” dedim, kaşlarını kaldırmasına rağmen de ekledim: “Bana seksi geliyorlar.”

Bunu duyar duymaz mutfağa bir zihin komutu gönderdi, içki dolabından bir rom shot getirtti. Dikti bardağı.

“Seksi ha. Bir zaman yolculuğu ayarlayalım istersen. O döneme on dakikadan fazla katlanabilen olmadı. Sense seksi diyorsun.”

“Tüm gelişmişliğimize rağmen ilkel güdülerimizin kaybolduğunu söyleyemezsin. Kaybolsalardı çoğalamazdık.”

“Tamam tamam her ne haltsa bu gelenek, yapacağım, söyle artık, ne istiyorsun?”

“Tahmin et.” dedim, tüm sevimliliğimi takınarak.

Parmaklarını şıklattı ve “Düğün” dedi. “Düğün mü istiyorsun yani? Gelinlik falan. Herkese madara olalım yani, bu mudur?”

“Saçmalama. O kadar da aklımı kaçırmadım.”

“Zaten öyle bir şey yapsak, İsraf Denetleme Kurulu cezasız bırakmaz bizi. Daha küçük bir şey olmalı. Hımm... Bir dakika, yoksa yüzük mü istiyorsun? Tamam alırım ama ben takmam, ona göre!”

“Ya üff ben de çok meraklısıydım parmağımın kangren geçirmesine.”

“Ee ne o zaman? Bekarlığa veda partisi mi yapacaksın arkadaşlarınla? Neydi o kına mı yakacaksın yoksa?”

“Ya yok artık.”

“Pasta mı keseceğiz? Parkta fotoğraf mı çekileceğiz, ne yapacağız?”

“Saçmalama. İtibarımızı sıfırlayacak bir hareketten bahsetmiyorum tabii ki.”

“Hımm. O zaman ikimizi kapsayan bir gelenek bu.”

“Aynen öyle canım.”

77

“İkimizi kapsayan... Eyvah, yoksa yoksa... Rëm gerçekten sana inanamıyorum, çocuk mu istiyorsun sen? Biliyorsun bunun için birçok testten geçmemiz gerekiyor. Öyle evlenme kararı almaya benzemez bu.”

“Of, ne çocuğu, saçmalama. Yok çocuk mocuk istediğim. Gelenek mi ki o zaten? Biraz tarih bilgini gözden geçirmelisin.”

“Geleneğin parçası diyelim, evlenip ürüyorlardı sonuçta.”

“Ben sözlük anlamıyla bir gelenekten söz ediyorum.”

“Off gerçekten gerdin beni Rëm! Evlenme sonrasında ne yapıyordu bu ilkeller, ne bileyim, ben olsam onca gürültü kıyametten sonra tatile çıkardım.”

“Çok yaklaştın Âtom.”

“Tatil. Tatil, bu mu istediğin?”

“Onlar buna ‘balayı’ diyordu canım.”

“Ya baştan söylesene, yüreğime iniyordu. Zaten tatil düşünüyor muyduk, bahane olur.” dedi Âtom. Gülümsedi, zamanla gülümsemesi büyüdü. “Ben sana en güzel tatili ayarlarım Rëm.” diyerek öptü. Her zamankinden şehvetli bir öpücüktü bu. Zaten bu balayı olayını akıl etmemin nedeni buydu. Cinsel hayatımıza bir renk katmamız şarttı. Eski insanlar bu konuda klişe olsa da sonuca götüren çözümlere sahiptiler. Âtom da zaten içten içe bu sebepten dolayı “balayı” fikrine sahip çıkmıştı. Yoksa koskoca adamın ne işi olur gelenekle melenekle...

2.

İlerleyen günlerde Âtom gerçekten isteğimi ciddiye aldığını kanıtlarcasına çalıştı. Balayı konseptini anlayabilmek için müzelere gidip içinde balayına çıkan çiftlerin olduğu filmler izledi. Bugüne kadar sinema sanatını içselleştirmemiş Âtom için bu, büyük bir adımdı.

Filmlerden sonra hal ve hareketlerindeki değişimi gözlemlemek benim için çok eğlenceli olmuştu.

Tatilden bir gece önce balayının tüm plan ve programını yapmış bir şekilde karşımdaydı.

“Eskici diye bir firma buldum, bak bu broşürleri.”

Havada açılan dijital ekranda “Retro Rüyalar Oteli” yazıyordu. Başlığın altında eski insanların geçmişte kalan alışkanlıkları hareketli görüntülerle yer alıyordu. Bir boğa güreşi arenasında matador boğa karşılaşması, kara yolunda ağır ağır ilerleyen binlerce demir otomobil, bir tapınakta toplanmış yüzlerce insan bu görüntülerden bazılarıydı. Broşürün sloganı olan “Zamanda Yolculuktan Daha İyi” yazan yerde ise bir düğün görüntüsü dikkat çekiyordu.

“İşte bu program için kaydoldum ama sadece ‘balayı’ kısmını işaretledim. Hem ucuza geldi hem de istediğim değişiklikler için fazla ödemedim.”

78

“Değişiklikler derken?”

“Madem böyle bir işe girdim, hoşuna gidecek bazı revizyonlar yaptım.”

Eski çapkınlar gibi göz kırpmaya çalışınca yüzü gözü birbirine girdi. Bu sakarlığı beni güldürdü. Ama etkiledi de. Sürprizlerle arası olmayan bir dünyanın en sürpriz düşmanı adamından bu sözleri duyacağımı hiç tahmin edemezdim. Heyecanımı gizleyemeden sevgilimin ellerini tuttum.

Âtom, zihniyle havadaki sayfayı çevirdi.

“Bak tuttuğumuz ev şöyle bir şey.”

Gerçekten çok güzel görünüyordu. “Haydi şimdi gidelim.” dedim.

“Gece vakti?”

“Balayı düğün gecesi başlar sonuçta.”

Bu defa ben göz kırptım. Âtom önce bana, sonra bavulumuza baktı ve kıyafetlerimizi hazırlaması için komut verdi.

3.

“Otelimizdeki manüel uygulamalara lütfen dikkat ediniz.”

Retro Rüyalar Oteli’nin girişinde havada asılı duran bu uyarıyla karşılaştık. Zihin komutuyla peşimizden gelen bavulumuz o uyarıdan birkaç metre sonra durdu. Resepsiyona giden ışıklı yolda Âtom bavulu kendi taşımak zorunda kaldı.

Buna biraz canı sıkıldı tabii. Resepsiyondaki adam da bunu fark ettiği için açıklama gereği duydu:

“Gerçek bir deneyim olmasını istediğimiz için bazı bölümlerde zihin sensörleri yer almamaktadır. Geçmişe hoş geldiniz. Bu anahtarınız.”

Âtom anahtara yabancı bir obje gibi baktı. Sonra bunun ne işe yaradığını hatırladı. Eski insanlar gibi parmakları arasında çevirdi. Beş yıllık sevgilim bana her zamankinden daha seksi görünmeye başlamıştı.

Okyanus manzaralı eski usul evimize doğru yürüdük. Âtom bavulu bırakıp anahtarı cebinden çıkardı, güçlükle de olsa kilide takmayı başardı. Garibim önce sola, sonra sağa çevirdi, kapıyı açtı. Açmasıyla birlikte beni kucağına aldı ve eve girdik. İşte bunu hiç beklemiyordum. Kahkahalarıma engel olamadım.

“Filmlerde böyle yapıyorlar bebek.”

Âtom bugüne kadarki tüm gıcıklıklarını telafi ediyor gibiydi. Ama asıl sürprizi içerideydi. Eski filmlerdeki gibi dekore edilen villanın yatak odasına Âtom’un kucağında girdiğimde gözlerime inanamadım. Aslında yatak odası sıra dışı değildi fakat yatağın üzerindekiler... İşte o bi’ acayipti! Âtom, otel yönetiminden tüm o sevdiğim eski objelerin

79

üzerine dağıldığı bir yatak sipariş etmişti. Bahsettiği revizyon bu olmalıydı. Yatağın üzerine eski manüel klavye tuşları, küçük adaptörler, bilgisayar fareleri, joystick’ler, dijital bellekler, şarj üniteleri, kulaklık süngerleri, minik pervaneler, silikon dijital göstergeler ve tanımadığım başka antik aparatlar saçılmıştı. Bazıları o kadar eskiydi ki kabuk bağlamış, adeta fosilleşmişlerdi. En çok da kablo vardı. Yatağın çarşafı farklı uçlara sahip kalın kablolar ve farklı dallara ayrılan ince kablolardan oluşmuş gibiydi.

Bir başkasında tüm bu manzara müzedeki enteresan bir eser gibi bir etki bırakabilirdi. Bende ise tamamen pornografik duygular uyandırmıştı. Sonra Âtom beni yatağa attı. Kablolara değer değmez içim bir hoş oldu. “Balayı” fikrimin geldiği noktadan çok hoşnuttum, aramızdaki ateşi tekrar harlamıştım, Âtom’un üstüme atlamasını arzuyla bekliyordum.

Bunun yerine “Bavul kapıda kaldı, onu içeri alıp hemen geliyorum” deyip odadan çıktı Âtom. Hemen onun sürprizine karşı sürprizle yanıt vermek için üstümdekileri çıkardım ve yatağa en seksi halimle uzandım. Kablolar, bilgisayar fareleri, pervaneler, kulaklık süngerleri ve diğer aparatlar... Onlara hayranlıkla baktım ve bu defa onlarla ilgili farklı bir şeyi, yalnızlıklarını hissettim. Tarihimizin en acayip geçiş döneminin vazgeçilmezi olan bu objelerin son kullanma tarihleri geçeli yüzyıllar olmuş, bunca zaman müzelerde veya sanat galerilerinde yalnızlıklarına terk edilmişlerdi. Bir dönem insanların sağ koluydu bu aletler. Hatta yerine göre onların çöpçatanları ve çapkınlık arkadaşlarıydı. Bu fareyle sevgililerini bulmuşlar, bu klavye tuşuyla onunla flört etmiş, bu sünger kulaklıkla onun sesini duymuşlardı. Tüm bunlar artık çöpten farksızdılar. Şimdi onların yalnızlığını paylaşırken bu yatağın üzerinde demode bir sanat eseri gibi görünüyor olmalıydım.

Bu sırada odanın havasız olduğunu fark ettim, yataktan kalkmadan pencerenin kulpuna uzandım ve pencereyi açmayı başardım. Tatlı bir okyanus rüzgârı içeriye doldu. Derken kapı çat diye kapandı. Âtom eski bir porno yıldızı gibi giriş yapmıştı odaya. Zifiri karanlık oldu.

Âtom’un öpücüklerini ilk olarak ayaklarımda hissettim. Oradan başlayan ürperti tüm vücuduma yayıldı ve doğal bir itkiyle kollarımla bacaklarımı açmama neden oldu. Çarmıha gerilmiş gibi bir pozisyonda kendimi Âtom’a teslim etmiştim. Sevgilimin öpücükleri bacaklarımdan kasıklarıma doğru ilerlerken kolları yavaş yavaş göğüslerime uzandı. Elleriyle onları avuçluyor, uçlarını bir ameliyat mandalıyla kıskaca alıyordu sanki. Dudakları vajinama geldiğinde zevkten çıldıracak gibi olmuştum. Kendimi tutamayıp ilkel bir kadın gibi inlemeye başladım. Bu sırada parmaklarıyla erojen bölgelerimi bir hazine avcısı gibi keşfetmiş, onlara dokunarak zevkimi katlandırıyordu. Ateşli sevgilim vücudumdaki zevk tuşlarını keşfetmekle kalmamış onlara en doğru sıralamayla basmayı başarıyordu.

“Ah Âtom!” diye bağırdım.

O da vajinamdan ayrılıp “Rëm!” diye bağırarak üstüme çıktı. Öyle bir zevk boyutuna geçmiştim ki sesi başka bir diyarda yankılanıp kulaklarıma geliyor gibiydi.

Âtom’la bir olmak için sabrım kalmamıştı artık. Bacaklarımı açtım. İçime girdiğinde bir zevk dalgasıyla sarsıldı vücudum. Bu sarsıntılar daha sürecek gibiydi.

80

Her konuda mantığın en koyu taraftarı olarak bildiğim adam resmen hayvanlaşmıştı. Âtom’un yaptıklarına inanamıyordum. Sanırım balayı araştırmaları sırasında klasikleşmiş filmler dışında başka filmler de izlemişti.

“Sen neymişsin?!” diyebildim bu sırada.

Kulaklarıma üfleyerek yanıt verdi. Bu beni daha da tahrik etti.

İçimde gidip gelirken elleri kolları durmuyor, bana her türlü zevki aynı anda yaşatmak için vücudumun çeşitli yerlerinde geziniyordu. Dudakları dudaklarımdayken bir eli kalçamı sıkıyor, diğeri sırtımı tırnaklıyordu. Sanki tek bir Âtom’la değil, onun birçok haliyle aynı anda sevişiyordum.

“Âtom!”

“Rëm!”

“Evet, Âtom!”

“Rëm!”

Hayatımın en zevkli dakikaları ne kadar sürdü bilmiyorum. Bittiğinde yatağa yığıldım kaldım.

Nefes nefeseydim. Kan dolaşımım da normal değildi. Zihnimi bir zevk bulutu kaplamıştı. Dilimi oynatacak, gözümü açacak bile enerji kalmamıştı sanki. Dönüp Âtom’a bakamamıştım bile.

Sonra kapı açıldı. “Geldim.” dedi Âtom.

Önce “Biliyorum” diyecek oldum. Sonra kafam karıştı.

“Âtom?” dedim.

“Sorma Rëm, kapıya çıktım, bavulu içeri alacaktım. Bir anda kapı arkamdan kapandı. Anahtar da içeride kalmıştı. Ne yapacağımı şaşırdım. Zihnimle açmaya çalıştım ama ne mümkün! Bahçe tarafına çıktım, sana bağırdım, senin de bana bağırdığını duydum ama göremedim seni. Yedek anahtar için mecbur resepsiyona gittim, anca dönebildim.”

Ne diyeceğimi şaşırdım. Yataktaki farelere, kablolara, sivri uçlu belleklere baktım. Vücuduma klavye düğmeleri batıyordu. Küçük bir pervane tam kulağımın yanına uzanmıştı. Diğer yanımda bir kulaklık süngeri...

Âtom’un öfkesi dinmemişti.

“Salak manüel sistem ya. Hayır, bu ilkellerin kapısı durduk yere niye kapanıyor ki?!”

Gözüm pencereye takıldı. Oda hava alsın diye açtığım.

“Cereyan olmuştur.” diyebildim.

“Cereyan mı?”

81

KARANLIK GELECEK GÜLBİKE BERKKAM

Her insan bir parça huzur için önünü az buçuk görebilmek ister. Mesela iş yerinin gelecekteki beş yıl içinde iflas etmeyeceğini ya da hangi işte çalışacağını, üç yıl sonra kirasının ne olacağını, yalnızlığını paylaşacak birinin, güvenilir birinin varlığını, evden çıkma özgürlüğünün kalıcı olduğunu, bombalı bir saldırıda ölmeyeceğini, yani en olası aydınlık geleceğini durduğu yerden görmek ister. Siz sislerin arasında gözlerinizi zorlayıp el yordamıyla yol alırken, bir yandan da bastığınız kaygan zemini yoklayarak temkinli bir şekilde ağır ağır yürürsünüz ve yolun sonuna kadar bu dikkat ve çaba ile ilerlemek sizi yormaya başlar. Önce bedenen yorgunluk, ardından ruhsal yorgunluk gelir. Siz bu yorgunlukla göremediğiniz yollar için kendinizi hazırlamaya çalışırsınız ama bu neredeyse imkânsıza yakın bir çaba olur. Seçenekler hakkında bile fikir sahibi olmadan, sadece körü körüne onlarca varsayımdan öteye gidemezsiniz.

Yaşadığım dünyaya kısaca kaypak diyebilirsiniz. Güvenilmez ve öyle kaygan ki sahip olduklarımı bile zapt etmekte zorlanıyordum. Yaşam enerjim yavaş yavaş tükeniyordu. Elimde bile tutamayacağın bir iş için çalışmak niyeydi, kendi derdine düşmüş bir sevgili için neyi mi feda edecektim? Hiç kimsenin okumayacağı bir roman mı yazacaktım? O roman için tüm sosyal hayatımı heba etmeye değer miydi? Üstelik bu da her an kaybedebileceğim bir sosyal çevreydi. Her an hepimiz hapsolabilirdik, özgürlüklerimiz kısıtlanabilirdi. Peki her şeyi ne için yapıyordum? Sadece bir sürü soru işareti vardı beynimde. Her biri birer balık oltası gibi beynime saplanmış onu kendine doğru çekiştiriyordu. İşte bu psikolojik yorgunluğun son evresiydi. Sisin içinde ufak bir boşluk, belki bir silüet görmek için her şeye değerdi. İşte bu yüzden sesimi o adama sattım. Karşılığında ise geleceği okuyabildiğim bir cep telefonuna sahip oldum. Sadece bir gün sonrasını görebiliyordum ama bu bile benim için yeterliydi; karanlık yolda bir adım öteni görebilmek demekti. Bunun ne kadar rahatlatıcı bir şey olduğunu bilemezsiniz. Özel hayatım, iş hayatım her şey yavaş yavaş değişmeye başlamıştı.

Pardon, telefonu nasıl aldığımdan bahsedecektim. Bir gece sevgilimin evine gitmek için sokakta yürüyordum. Çok rüzgârlı bir gündü saçlarım uçuşuyor yüzüm ve ellerim donuyordu. Etrafta sokak lambaları, çöp kutuları ve birkaç kedi dışında hiçbir şey yoktu. Ellerim cebimde hızlı adımlarla yürürken birden elektirikler kesildi. Binalar, sokaklar her yer, geleceğim gibi karanlıktı. Olduğum yerde kıpırdamadan kaldım. Gözlerimin karanlığa alışmasını bekledim. Bulutlu bir geceydi ve ay yoktu, bu yüzden biraz uzun sürdü.

Küçük temkinli adımlarla yavaşça yürüyordum ki arkamdan bir hışırtı duydum. Döndüm kimseyi göremedim, zaten bunun için özel güçlerim olması gerekirdi. Yürümeye devam ettim, aynı ses yine ama bu sefer çok daha yakınımdan geldi. Tekrar döndüm bir kedi ya da uçan bir poşetti belki. Tekrar yürümeye devam ettim daha doğrusu yürümekten çok yeni yürümeyi öğrenmiş gibi tedirgin küçük adımlar atıyordum. Birkaç dikkatli adım sonra sesi unutup önüme odaklanmıştım ki bu sırada ses tam ayağımın dibinden geldi. Olduğum yerde sıçradım ve arkamı döndüm. Adam tam karşımdaydı. Bana gülümsedi. Ellerim cebimde kendimi

82 koruyacak bir şeyler yokladım ama elimdeki tek şey uzun uçlu bir anahtardı. Onu yumruğumun arasına alıp bekledim. Adam cep telefonunu uzattığında parlak ekran karanlığı aydınlattı. Bir anda gözlerim kamaştı ve ondan başka hiçbir şeyi seçemez oldum.

Ekranda sadece şu yazıyordu. “21 Aralık Çarşamba günü Saat 21:00’dan itibaren tüm şehirde 3 saatlik elektirik kesintisi yaşanacaktır.”

“Eee?” dedim. İşte dedikleri gibi kesilmişti, derdi neydi anlamadım. Belki okuyamıyordur diye yüksek sesle okudum. Adam “hayır” anlamında başını salladı. Telefonu önüne alıp ekrana dokunup tekrar geri uzattı. Yukarıdaki tarihi yakınlaştırdı. 19 Aralık. “Yani?” dedim. Gece gece allahın delisine denk gelmek tam da benden beklenecek bir işti. Tekrar telefonu önüne aldı. Birkaç kere dokundu ekrana. Artık iyice donmaya başlamıştım ve karanlıkta tanımadığım bir herifle uğraşıyordum. Gitmek için yeltendim ama nazikçe koluma dokunup telefonu yine uzattı. “22.12.2016 tarihli maçlar ve maç sonuçları” başlığı altında bütün skorlar sıralanmıştı. Üstteki tarihi işaret etti; tarih yine bugüne aitti.

“Bahis falan mı oynamak istiyosun nedir yani? Dondum be adam desene!”

Ama adam konuşmuyordu. Telefona bir şeyler yazdı geri uzattı.

“Bu telefon artık senin. Gelen mesajları iyice oku ve teyit et her şeyi anlayacaksın. O zaman o numaraya bir mesaj at ve bu ayrıcalığa sahip ol.”

“Saçmalama istemiyorum telefonunu al,” dedim, uzatım ama adam orada değildi karanlıklara karışmıştı, etrafıma bakındım ama görmem mümkün değildi. Telefonu cebime attım eve gidince numaralara bakıp arayacaktım. Adam deli ise bir yakınına falan ulaşmak iyi olur diye düşündüm.

Evde telefonu kurcaladım ama sadece bir numara dışında bomboştu. Ne adamın bana gösterdiği o mesajlar ne de başka bir şey vardı. Aradım, sürekli meşguldü. Sonunda pes ettim; tam o sırada elektrik geldi ardından da bir mesaj…

“Tatlım ben bu gece evde olmayacağım tamircilerle sen ilgilenir misin?” Numaraya baktım kayıtlı değildi ama çok tanıdıktı. Birden kafamda şimşekler çaktı bu sevgilimin numarasıydı. Kime tatlım diyordu ne tamircisiydi? Beni o ucubik adamla mı aldatıyordu? Hemen yanına gittim çamaşırları asıyordu. Telefonu yanında değildi. Şaşkın bakışlarıma anlam vermeye çalıştı “Ne oldu?”

“Napıyorsun?”

“Çamaşırları asıyorum görmüyor musun?”

“Telefonun nerde?”

“İçerde niye?”

“Hiç!”

Salona gidip telefona baktım kanpede duruyordu. Tekrar numarayı kontrol ettim. Evet aynı numaraydı.

83

“Ne oldu tatlım?” diye seslendi içerden. Makineye yeni çamaşırları atıyordu, makine su almaya başladığında soran gözlerle yanıma geldi.

“Yok bir şey ya gel otur. Ne yaptın bugün biraz konuşalım.”

Tam yanıma oturduğunda içeriden tuhaf bir gürültü koptu. Yerinden panikle sıçradı. “Bak yine oldu,” dedi.

Baktım ki makineden sular fışkırmış, çırpınıyor. Hemen şalterini kapattım. “Canım sen paspası getir ben çağrı merkezini arıyorum.” O arıza kaydı bıraktı, sonra suları temizledik. Bu sırada mesajlar gelmişti.

“Sen niye yoksun evde?”

Bu numara benimdi. Şok geçirdim bu salakça bir şaka olabilir mi, diye düşünürken mesajlaşmalar akıp gitti. Ben ve sevgilim mesajlaşıyorduk ve ben onun evde olmamasından oldukça kıllanmış gözüküyordum. Aldatılma korkum düşünülürse haklıydım. Bunları ona anlatmak istedim ama sonra vazgeçtim. Yarını bekleyecektim.

Saatler geçmek bilmedi. Ertesi gün mesajlar gelmeye devam etti. Bir sonraki günün haberleri mesajlaşmaları akıp gidiyordu. Ben hâlâ sevgilimin dün gece ne yaptığını anlamak için ağzını arayıp duruyordum. İş çıkış saatine doğru kendi telefonuma o mesaj geldi.

“Tatlım ben bu gece evde olmayacağım tamircilerle sen ilgilenir misin?”

Başımdan aşağı kaynar sular döküldü. Bunlar gerçekti. Maç sonuçlarını beklemeye başladım. Bir yandan ne cevap vereceğimi düşünüyordum. Mesajları aynı akışıyla sürdürmeyecektim.

“Benim de işim var. Hem ne işin var ki?” dedim.

“İş yerinde kızlarla rakı gecesi yapacaktık, sana dün söylemeyi unuttum. Çok ayıp olur gitmezsem. Hadi n’oluuur…” dedi.

Hemen diğer telefonu kontrol ettim. Yazışmalar değişmişti ve eski mesajlardan eser yoktu. Hepsini okudum bunun sonu kavgaydı çünkü ben daha agrasiftim. Kendimi topladım. Sakin olmalıydım çünkü bana inat yapacağını, bu işin sonunun çılgın bir kıskançlık krizi ve tribe varacağı belliydi.

“Tamam,” dedim, kestirip attım; tribi yemeden ben atmalıydım. Mesajlaşmalar değişti.

Ben gözlerime inanamıyordum. Maç tahminlerine bahis oynamadığıma çok pişman oldum ama bunun yarını da vardı. Telefonda kayıtlı numaraya mesaj attım.

“Bu nasıl oluyor bilmiyorum ama buna sahip olmak için ne kadar istiyorsun?”

Mesaj akşama kadar cevaplanmadı. Eve gittim tamircileri bekledim, doğru çıkan maç sonuçlarına bakıp sırıtmamı engelleyemedim. Heyecan ve coşku sarmıştı içimi. Yeni sonuçlara göre bahis oynayacaktım ancak sonuçlar henüz gelmemişti. 22:00’dan beri mesajlar durmuştu. 24 saatlik bir deneme kullandığımı tahmin ettim.

Sonunda beklediğim mesaj geldi.

84

“Anlayacağını biliyordum. Senden para istemiyorum sadece sesine ihtiyacım var.”

“Ses? Bildiğimiz ses mi?” diye sordum, bir süre düşündükten sonra.

“Evet.”

“Peki verirsem ben ne yapacağım?”

“Sesiz kalacaksın ve kaldığın sürece gelecek elinin altında olacak.”

Bunu uzun uzun düşündüm. Berbat hayatımı mutsuzluğumu ve elde edebileceklerimi. Belki salakça bulacaksınız, belki mantıklı ama kabul ettim.

“Tamam” mesajını attığım gibi adamla yazışmalarım silindi ve yarının haberleri dökülmeye başladı. Yarın olacak bombalı saldırı, cinayetler. Sevgilimle yazışmalarım. Birden panikledim. Telefonum çalmaya başladı arayan sevgilimdi. Açtım ama cevap veremiyordum. Gerçekten sesim gitmişti. İşte o günden beri konuşamıyorum. Gelecek şu an sizin ellerinizde. Ölümler, savaşlar, mutluluklar, para… Her şey! Beni burada istediğiniz kadar yatırın ama size anlatabileceğim bu gerçekten öteye gidemeyecek.

***

Doktor, okuduğu kâğıtları önüne kibarca koyup hasta bakıcıya: “Hastayı getirebilirsin,” dedi ve hastadan aldığı telefona baktı. Bomboş bir telefon; ne bir mesaj ne bir numara vardı.

85

TÜRKİYE’NİN İLK VE SON POLİSİYE KORKU DİZİSİ: SIR DOSYASI KORAY SARIDOĞAN

Bilenler ve hatırlayanlar için aslında sosyal medyada belli bilgilerin dolaştığı Sır Dosyası dizisini anlatan bu yazı, hem hiç bilmeyenler ve hatırlamayanlar için bir not, hem de Türkiye televizyonlarına dair pek de kalmayan ümitlerimizi yeniden gözden geçirmeye bir teşvik olsun diye yazıldı. Dizinin yüksek çözünürlüklü görüntülerine ulaşılamadığı için baskı imkanları itibariyle karşınıza epey kusurlu bir sayfa çıkması muhtemeldir. Tasarımcı arkadaşım Eren’e ve okuyanlara kolaylık diliyorum.

2000’ler öncesinin televizyon kanallarını bugün gülerek hatırlıyor olabiliriz. Bu durumun arkasında, bugünkü durumuna kefil olmak gibi bir güzellik de yatmıyor maalesef. Özellikle politika, magazin, yarışmalar ve gündüz kuşağı açısından illa 90’ları ve 2000’leri karşılaştıracaksak, özetle şunu diyebiliriz: Öyle veya böyle 90’larda gülüyorduk ve 90’ları gülerek hatırlıyoruz; 2000’lerde ise gülünecek bir şey olmadığı gibi acınacak görüntüler ekrana hâkim...

Bu önermede elbette 90’ların politik ve magazinsel haline duyulan bir özlem yok; beterin beteri varmış sadece, onu öğrendik.

Konuyu diziler özelinde sınırlandırırsak, geçmişin manzarası biraz daha kaydadeğer gözüküyor kanımca. Bugün Ege dizilerine, ondan önce Karadeniz dizilerine evrilen aşiret ve ağa dizileri başlamadan hemen önce, zevkimize uysun veya uymasın, dönemine göre kaliteli işler yapılıyordu. Tek tek saymak zor elbet ama ben diyeyim Süper Baba, siz deyin İkinci Bahar... listeyi uzatabiliriz.

İşte bu yazıya konusunu, bu sayfaya da adını veren Sır Dosyası dizisi, tam da 90’lara veda etmeden hemen önce karşımıza çıkan bir yapım olarak farkını hemen belli eden bir örnek... Korku, bilimkurgu, gerilim ve gizemin ağır bastığı ama polisiyeyle hatrı sayılır bir kesişim kümesi de olan dizi, biliyorum şaşırmayacaksınız, sadece beş bölüm sürdü.

Bugün diziyle ilgili parçalı bilgilere ulaşmakla birlikte o dönem neden sona erdiğinin resmi bir bilgisi yok. Yerine gelecek dizilerden reyting konusuna kadar uzuyor söylenenler.

Taylan Biraderler İmzası

İlk yönetmenlik tecrübeleri olan Sır Dosyası’nın ardından birçok popüler işe imza atacak olan Yağmur ve Durul Taylan, aynı zamanda yakın türlerdeki Okul, Küçük Kıyamet gibi filmlerle de karşımıza çıkacaktır. Buna rağmen, dönemin koşullarını zorlayan ve ruhuna uygun bir yapım olarak Sır Dosyası özel bir yerde duruyor.

86

Kadroda oldukça güçlü isimler var. Sonradan Kurtlar Vadisi’nin Baron’u, Arka Sokaklar’ın Rıza Baba’sı olacak olan Zafer Ergin, dizideki polislerimizin amiri olarak karşımıza çıkıyor. Ergin’in usta oyunculuğunu bir yana koyup yapım ve rol açısından baktığımızda, aslında Türk dizilerinin ve izleyicisinin yıllar içindeki kalite eğrisini de görebiliriz, desem kimse bana kızmaz sanırım.

Komiser Sedat Çelik rolünde genç Taner Birsel’i, yardımcısı Ayhan Yüce rolünde çok daha genç olan Mehmet Günsur’u görürken, ekibin otopsi ve adli tıp danışmanı olarak, özellikle Öyle Bir Geçer Zaman Ki dizisiyle çıkış yapacak olan Ayça Bingöl’ü görüyoruz.

Doksanlar’ın Parapsikoloji Modası

Üçlü, Emniyet’in parapsikolojik olayları araştırması için kurulan ve işte bu sayfaya adını veren M.A.V.İ. Büro’da görevlendirilmek üzere bir araya geliyor. Açılımı “Metafizik Olayları Araştırma ve İnceleme Bürosu” olarak veriliyor ve gerekçesi de ilk bölümde Zafer Ergin’in canlandırdığı Kerim Güvener tarafından şöyle açıklanıyor: “Doğaüstü olayları basının abartmasına fırsat vermeden çözmek için bu büroyu kuruyoruz.”

Bu cümle sosyolojik açıdan olduğu gibi dönem açısından da manidar. Yeni kuşak bilmez, lakin 90’ların TV yapımlarında kimi mizahi, kimi ciddi içerikli parapsikoloji programlarının ilginç ve önemli örnekleri vardı.

Korcan Karar’ın sunduğu “Şok” programı, mizah programı olduğunu söyleyerek çıkmış, konuşan arabalardan denizkızlarına kadar farklı içeriklere esprili bir yaklaşımla yer vermişti. Biraz dönemin ilgisine oynayan ve Berna Laçin’in sunduğu “Sınır Ötesi”nde gerçekte yaşandığı iddia edilen cinli, hayaletli mevzuları tanıklarından dinliyor ve elbette en özgün ve en “ciddi” örnek olan Sadettin Teksoy’un “Teksoy Görevde” programında, Anadolu’nun cümle ecinnisine meydan okuyorduk.

Dolayısıyla Sır Dosyası’nın karşımıza çıkması dönemin TV modası itibariyle pek şaşırtıcı olmadığı gibi asıl şaşırtıcı olan öyle bir ortamda serüvenin kısa sürmesidir. Bunu da yapımın kaliteli olmasıyla ilişkilendirebiliriz; çünkü bugün vasatın da altına düşen izleyici beklentisi, o zaman da vasattan daha iyisini beklemiyor, sevmiyordu tabii.

X-Files ve İkiz Tepeler Anıştırması

X-Files uyarlaması olduğu, o zaman da bizzat yönetmenler tarafından gocunmadan söylenmişti. Gocunacak bir durum da yoktu, çünkü senaryo itibariyle bazı küçük sırıtmalar olsa da adaptasyon fena sayılmazdı. Her ne kadar Ayhan Yüce gibi yardımcı erkek karaktere öncelik verip, Ajan Scully’ye özellikle benzediği için kadroya alınan doktor Alev Aras nispeten geri plana atılsa da, diziyi sadece kötü bir taklit gibi değersizleştirmek haksızlık olur.

Çünkü her şeyden önce Türkiye’nin hem kent hem kırsalının korku ve gizem motiflerini Batılı bir yaklaşımla ele almış, hem de kadro, çekim kalitesi, müzikler gibi teknik açılardan başarılı bir örnek ortaya koymuşlardır. Batılı yaklaşım konusuna örnek isteyenler, Alkışlarla Yaşıyorum’da yer alan “Sır Dosyası & Fringe” videosunu izleyebilirler. Bu arada bir Ekşi Sözlük

87 yazarının, X-Files konusunu birinci ağızdan Taylan Biraderler’e sorduğunu iddia ettiği entry’sine göre cevapları şu olmuştur: “Bizi X-Files’a benzetme, İkiz Tepeler’e benzet.”

Hakkındaki bilgileri en zor hatırlayanların bile en unutamadığı, ürkünç ve güzel jenerik müziği... Müziklerin Demir Demirkan imzasını taşıdığını unutmayalım. Aynı başarı, dizi içerisindeki ambiyans müziklerinde de gösterilmiş, bol sis efekti ve güçlü karelerle birleştirilince, Türk dizilerinde pek sağlanamayan atmosfer yaratımı, bu dizide sağlanmıştır.

Kendisi de Sır Olan Dizi

İnternet nimeti sayesinde, çok ama çok kötü kalitede de olsa sadece beş bölüm yayınlanan dizinin dört bölümüne ulaşabiliyoruz. Fakat beşinci bölüm tam anlamıyla “sır” olmuş durumda ve peşine düşmüş olan hayranların sayısı da epey fazla.

Almanya’dan gelen satanist Almancı karakteri anlatan beşinci bölüm, dizinin son ve en ustalıklı bölümüdür aslında, ancak henüz hiçbir yerde yok. Tam da 1999 yılında işlenen Şehriban Coşkunfırat cinayetiyle gündeme gelen ve siyah giyinen uzun saçlı gençlerin sokaklardan, barlardan, pasajlardan toplanmasına neden olan satanizm konusunu diziye almaları da dikkate değerdir.

Değişmeyen Tek Şey Hiçbir Şeyin Değişmemesi

Evet, yüzlerce yıllık “değişim” önermesinin yanlışlandığı bir memleket olarak Türkiye’de, bugün paralar dökerek satın aldığımız akıllı TV cihazları ve dijital TV platformlarında saatlerce zaping yapıp dişe dokunur tek bir program bulamazken, geçmişe dair bazı şeyleri hatırlamak, geleceğe dair umutsuzluğumuzu ve yabancı yapımlara karşı bugüne dair güçsüzlüğümüzü belki kısa bir süre unutturur diye seçtim bu konuyu.

Özelde polisiye türünde yıllar boyunca, yüzlerce bölümle pişirilip önümüze konulan, ya gerçeklikten fersahlarca uzak ya da propaganda malzemesi olmaktan başka bir işlevi olmayan yapımlar karşısına kimi zaman cesur insanların hazırladığı “Karanlıkta Koşanlar, Şeytan Ayrıntıda Gizlidir, 46 Yok Olan, Behzat Ç.” gibi yapımlarla kısa süreli nefesler alıyoruz.

Yazma, üretme, anlatma ihtiyacı biraz da ümitvar olmaktan geliyor. Geçtiğimiz hafta Behzat Ç.’nin ekranlara döneceğini, editörü olduğum 221B sosyal hesaplarından paylaştığımızda sevinenlerin yarısı, “Acaba kaç bölüm sürmesine izin verecekler?” diye sordu. Eh, beş bölüm süren dizi de olmuş, yani fena gitmiyoruz. 1-0 olsun, bizim olsun...

88

YEDİ MİLYON BİR ÖMÜR İKLİM DEMİR

"Seni öpmek gökyüzünü öpmek gibi Mavi bir şeydi" Haydar Ergülen

Kum gibi içimi oyuyordun ve ben, senden geriye kalanların beynimde birikmesinden korkuyordum. Öyle ağırdı ki taneciklerin, çoğu zaman sadece yere bakabiliyordum. Aceleyle, ama tek sıra halinde, koşturan karıncaları görüyordum böyle yapınca; üzerinden kamyon geçmiş gibi görünen pembe sakızların etrafında dolanıp duruyorlardı. Kim çiğnemişti, kim atmıştı, kim basıp geçmişti üstlerine o sakızların bilmiyordum. Eskiden olsa senin olabileceğini söylerdim. Nedense çok severdin o dandik sakızları. Halbuki çilekli desen çilekli değildi, vişneli desen vişneli değildi, anlamazdım ki neyini severdin. Ben de hep böyle saçma sapan sorular sorardım değil mi? Beni neden seviyorsun, derdim bazı akşamlar. "Bir nedeni yok," derdin, "Bir nedeni olsaydı eğer, seni değil, o nedeni sevmiş olurdum. Nedensiz olması daha güzel değil mi?" Ne cevap vereceğimi bilmez susardım. Keşke vaktiyle, saçma da olsa iki laf etseymişim; susunca yok oluyormuş insan, çok sonra öğrendim. Önce susuyor, sonra da küçük parçalar halinde moleküllerine ayrılıyormuş. Bir ben mi, bir sen mi? Her insan, her hayvan, her bitki, her şey -mide asidinde şişme bot gibi yüzen, bağırsaklar boyunca inatla ilerleyen boktan sakızlar bile- yok oluyormuş. İşte şimdi yine öyle oluyor, gözlerimin önünde karıncalar didikliyor o sakızlardan birini. Antenler yığılıyor üstüne, kanca gibi dişler lime lime ediyor her yanını. Dünyadan siliniyor sakız. Dilim dilim, parça parça ve daha yüzlerce şekilde dağılıp gidiyor.

Merak ediyor musun bilmiyorum ama, aşağı yukarı ben de böyle dağıldım. Bar tuvaletlerinde, rutubetli otel odalarında, kuytu sokaklarda, herkesin yabancı baktığı koridorlarda, küçük şirin salonlarda, İskandinav tipi mobilyaların gölgesinde ve aklıma gelmediğin her yerde, daha önce hiç görmediğin parçalarıma ayrıldım. Birden değil ama, ağır ağır... Bitti sandım, buradan daha ötesi olmaz dedim, devam etti, yine dağıldım. Şimdi sen bilmezsin, apartman boşluklarına bakan dumanaltı odalar var, yastıkları izmarit kokar. En çok oralarda dökülüp saçıldım. Kahkahalar attım, bağırdım, kustum ve sık sık alkolün bir zaman birimi olduğunu savundum. "Senin zaman dediğin, herkesin içme hızına göre değişir," diyenlere, zamanın göreceli olduğunu anlattım. En fazla yarım şişe dinlediler. Hep böyle olmaz mı zaten, anlatırsın dinlemezler, dinlemezsin anlatırlar. Her neyse, apartman boşluğuna bakan odalardan bahsediyordum. Genellikle o odalar, aspiratörü yağ bağlamış bir mutfak penceresine bakar. Kenarında köşesinde bir yerlerde, mutlaka üç beş kumru bekleşir. Bekler demiyorum fark ettiysen; bekleşir. Çünkü kumrular hep öyle yapar: ötüşür, oynaşır, bekleşir... Yalnız başlarına bir uçmayı doğru düzgün becerirler.

Bazı sabahlar, ılık bir çay kokusu yükselir alt katlardaki nizamî hayatların birinden, sağda solda yine kumrular ötüşür. Dişlerini fırçalayan insanları düşünürüm; çaydanlıkların

89

üstündeki lekeleri ve bir de bütün evlerin özenildikçe birbirine benzediğini... Kumruları da düşünürüm tabii, onları düşünmediğim tek bir gün dahi olmaz. Hava karardığında kumrular susar, üst katlardan aşağı, ana avrat, dümdüz küfürler iner. Fısıltıların, sifon seslerinin ve düşlerin içinden, duvarlara çarpa çarpa izmaritler geçer. Yerli, kaçak, Japon, Amerikan, ne ararsan...

Bir gece yine böyle izmarit yağmurunu izliyordum ki, kulağımın içi, taze kabuk bağlamış yara gibi tatlı tatlı kaşınmaya başladı. Kibrit çöpünün tersiyle olabildiğince kaşıdım, kaşıdım, kaşıdım... En nihayetinde, kulağımdaki çöpü dışarı çıkardım; hayatımdaki bütün acayiplikler de böyle başladı: Çöpün ucunda, çilek kokan küçük bir parça sakız vardı. Sabaha kadar, neredeyse bir paket çilekli sakız aktı kulağımdan. Kıllı, tüylü, iğrenç bir şeydi.

İki hafta sonra uzun bir saç teli buldum yastığımın kenarında, tıpkı seninki gibi kızıla çalıyordu rengi. Yanımda uyuyan hatunun, civciv sarısı kısacık saçları olmasaydı eğer, belki şu vaziyeti pek umursamazdım ama... Umursamak zorunda kaldım, çünkü bitmek bilmedi. Birkaç gün içinde sırtım, yüzüm, ellerim içleri saçla dolu, tuhaf yaralar ve sivilcelerle kaplandı, kumrularsa hiç susmadı -hart hart hart- kaşıdıkça kaşıdım kendimi, kanla, irinle karışık metrelerce saç söktüm etimden. Haftalar boyu sana ne kadar çok küfrettim, anlatamam.

Birkaç defa da, sana hediye ettiğim yeşil kazağı andıran yün parçaları çıktı göbeğimden. O günlerde, tuvaletin deliğini tutturmak ve halıya kusmamak gibi hususi dertler edindiğimden, boş ver, dedim, boş ver gitsin, fakat onu da beceremedim. Bir akşam, midemde ıslak hamburger ve biradan başka hiçbir bir şey yokken, doğum günümde bana özel yaptığın meşhur çikolatalı pastayı -üstündeki mumlarla ve birkaç ölü kelebekle birlikte- salonun ortasına kusuverdim. Sana dair tüm hatıraları bir şekilde unutmaya başladığımı, ancak böyle rezil rüsva bir şekilde anladım.

Ardından her şey daha da acayipleşti: On üç gün boyunca, ara ara fakat hep beklenmedik zamanlarda, senin sesin ve kelimelerinle konuşup durdum. Bunları yaparken, bir yandan da sürekli cak-cak-cak-cak-cak çilekli sakız çiğniyordum. Millet tuhaf tuhaf yüzüme bakıyor, akabinde "Sesine...", deyip duraksıyordu, "Tövbe bismillah, n'oldu senin sesine?" Bir şey yok, boğazımdan ameliyat oldum, ondandır, desem de kâr etmiyordu; bakmaya devam ediyorlardı. Tabii yine de o günlerde hiçkimse, yüzüme bizim peder kadar şaşkın ve çaresiz bakmadı. Nasıl desem, offf... Yani... Yani... Yani beşinci günün şafağında, senin kedi yavrusundan hallice sesinle "babiş" dedim babama. Düşünebiliyor musun, koskoca Şükrü Kaptan'a babiş dedim! Ne diyeyim, oldu artık bir kere. Daha da beteri, bu lafı, babamla birlikte kahvede batak atarken ettim. Hayri Ağbi, Nezir falan herkes ordaydı.

Göreceğin ve tahmin edeceğin üzere -koltuk altlarımdan ter yerine kadın parfümü fışkırdığı günü saymazsam eğer- başıma pek de steril olaylar gelmedi. Bağırsaklarımda sıkışıp kalan dantelli iç çamaşırlardan kurtulmak için iki defa ameliyat olmam gerekti mesela. Bir kere de ojelerin yüzünden midemi yıkadılar. Belediye otobüsünün arka koltuğuna, parmak arası terlik olduğunu tahmin ettiğim bazı süngerimsi parçaları kusmam gibi sıradan olaylara değinmiyorum bile. Yeşil gözlerinle ilgili yaşadıklarımı ise kesinlikle duymak istemezsin. İstesen de anlatmam, anlatamam.

90

Aşağı yukarı sekiz ay sonra, kumruların suspus bekleştiği akşam ya da gecelerden birinde, bir çift inci küpenin ağzımdan dışarı yuvarlanıp pizza kutusuna düşmesiyle bitti bütün hikâye. Çok severdin bu küpeleri hatırlıyorum, annenden yadigârdı sana. Yedi miydi, sekiz miydi, epey sene önce, tekini Olimpos'ta kaybetmiştin. Sen, ben, Asu ve sanırım bir de Hakan saatlerce denizde küpe aramıştık. Hatta bir şişe tekila devirdikten sonra, o sarhoş kafayla ikinci bir sorti daha yapmıştık denize. Seninle ilgili hatırladığım son hatıra buydu. Gerisi karanlık...

İşte şimdi sana nasıl söylesem, küpelerini sehpaya bıraktım o akşam. Kanepeye uzandım ve gölgelerin arasında, tavana bakarken unuttum seni. Ağzımda sigara, dışarıda şehrin uğultusu vardı. Araba farları vuruyordu duvara, bir aydınlanıyor, bir kararıyordu dünya. Üst kattaki adam karısını dövüyor, apartman boşluğunda dumanı tüten izmaritler uçuşuyordu. Böyle bir şeylerdi, evet. Biliyor musun, zorluyorum şu anda kendimi. Hayatımın dramatik dönüm noktasını özel kılmak için uğraşıyorum ama olmuyor. Ne bileyim, bir boka falan benzediği yoktu aslında gecenin. Her zamanki gecelerden birisiydi işte. Salı ya da çarşamba gecesi gibi bir şeydi. Hava desen, o da akılda kalacak türden değildi. Ne sıcaktı, ne de soğuk. Öylesineydi be işte, öylesine... Dur ama, yoksa sabah mıydı? Bak, sabah da olabilir. Evet, kumruları duymuştum. Sabahtı sanki. Mutfaktan tabak çanak sesi geliyordu, biraz da poşet hışırtısı. Ya çöpü kurcalıyordu kedi ya da birileri buzdolabında yiyecek arıyordu, bilmiyorum. Evde kim vardı ya da orası kimin eviydi, onları da bilmiyorum. Ama apartman boşluğuna bakan -ve içine, bakalit çatıdan süzülerek gelen kirli güneş ışığından başka hiçbir ışık girmeyen- odalardan birindeydim. Bundan eminim. Loş köşelerde yine kumrular ötüşüyordu, cam kenarındaki kül tablası ağzına kadar izmaritle doluydu. Hepsinin üstünde farklı bir kadının dudak izi kalmıştı. İşte o gündü, belki de o akşam ya da o gece, her ne haltsa artık... Kimseye bir şey söylemeden, usulca, bu sefer içimde bir yerlere doğru gittin. Kayaların arasında yolunu bulan su gibi ilerledin. Üç dört defa bekledin, bir ara dönüp arkana baktın. Sonra da tek damla alkolün bile sızıp ulaşamayacağı kadar derinlere indin, kayboldun. Velhasıl, bir arabanın ön camından dışarı fırladığın ve kaburgalarının ortasından kamyon tekerleri geçtiği için değil, hep o kumruları dinlediğim için yok oldun. Hoşçakal birtanem, hoşçakal aşkım, hoşçakal canım, canım, canım... Sen benim canımsın ya, canımsın.

Bu son cümleden sonra ekrandaki zayıf adam, sabahtan beri çiğnediği pembe sakızı ağzından çıkarıp kenara koydu. Gözlerinde birkaç damla yaş, yüzünde sevimli bir gülümseme vardı. Acıdım öyle görünce. Alnındaki damarlar kabarmış, soluk soluğa kalmıştı. Bir elini yumruk yapıp ağzına sokmuştu sanki, ya da ısırıyordu, anlayamadım, ağlıyordu sanırım. Bir yandan da boş boş önündeki Efes Extra kutusuna bakıyordu. Bir dakika kadar öylece oturdu ve de sonunda birayı tek seferde kafasına dikti. Biraz daha güldü, biraz daha ağladı. Elleri kocaman oldu, sağa sola sallandı bütün dünya, sanırım monitörün tepesindeki kamerayı çıkartmaya çalışıyordu.

"N'apıyor lan bu dingil?" dedi Arif arkamdan.

"Bilmem lan."

91

O sırada adam, söktüğü kamerayı selfie çeker gibi bir eliyle uzaklaştırdı; yanında gözleri oyulmuş, saçları üç numaraya vurulmuş bir kadın cesedi vardı. "Hoşçakal birtanem," dedi hıçkıra hıçkıra, "biliyorum çok üşüdün, çok bekledin, yok, yok ama yok, artık buzluk falan yok. Artık... Artık huzur var. Artık seni gömebilirim." Sonrasında da cesedi mor dudaklarından öptü.

Videodaki son görüntü buydu.

"Hasiktir lan!" dedi Arif, "Amına kodumun yalancısı. Gerçek mi hacı sence bu?"

"Yok be oğlum," dedim, "kesin makettir. İki makyaj yapmış bizi yiyor."

"Aynen hacı, kesin makettir. Bir de yedi milyon hit almış şerefsiz."

92

AÇLIK ÖZLEM ERTAN

Beganit, karanlığın yorgan gibi örttüğü dar koridorda yürüyordu. Etraf onun keskin gözlerinin bile aşamayacağı kadar koyu gölgelerle doluydu. İki gündür besin namına hiçbir şey geçmemişti kursağından. Açlıktan, yorgunluktan ve her an daha da yaklaştığını hissettiği kötü sondan duyduğu korku, direncinin son kırıntılarını da ortadan kaldırmak üzereydi.

O gece de her gece olduğu gibi yiyecek aramak üzere yeraltı sığınağından çıkıp merdivenlere yönelmiş, basamakları güçlükle tırmanmış ve ölüm kokan koridora atmıştı kendini. O uzun, ince yolun sonunda doğa vardı.

Beganit, uzun zaman yaşamış ve çok şey görmüştü. Dünyanın güzel ve yaşanabilir olduğu günleri anımsıyordu. Eğer tercih şansı bulunsaydı yıllar evvel ölmüş olmayı dilerdi ya da eskiye dair görüntülerin aklından silinmesini... Ama kimse ona bu konudaki fikrini sormamıştı ve belli ki bundan sonra da sormayacaktı. Beganit ya nemli yeraltı geçitlerinde açlıktan kıvranarak ölecek ya da biraz daha yaşamak için gecenin kollarına atılacaktı.

Bacakları her adımında daha da güçsüzleşiyordu ve dar koridorun sonu bir türlü gelmiyordu. Kollarını iki yana açıp duvarlardan güç aldı. Elleri taşların nemini doya doya içti. Zira açlık tenini de kurutmuştu. Dudakları çalı parçaları kadar sert derilerle kaplanmış, gözlerinin altı morarmış, yüzü derin çizgilerle dolmuştu. En azından acısını ve açlığını onunla paylaşacak bir yoldaşı olsaydı. Ama yoktu. Uzun hem de çok uzun zamandır yalnızdı Beganit. Bir zamanlar yeraltı geçidini paylaştığı, birlikte uyuduğu ve yiyecek aradığı dostları vardı. Ama zaman onları değirmeninde öğütmüş ve vücutlarından arta kalanları havaya savurmuştu.

Bunca zamandır geceleri tek başına yiyecek arıyordu. Bazen dişine göre bir şeyler bulup karnını doyuruyor ve gün doğmadan önce biraz güç toplamış olarak dönüyordu yeraltına. Bazen de sığınağına eli ve midesi boş giriyordu. Açlıktan başına ve midesine ağrılar giriyor, adım atacak mecali kalmıyordu.

"Eğer bu gece de boşu boşuna karanlıklarda dolaşırsam ölürüm artık" diye düşündü, bu öngörüsünün doğru olduğunu umarak. Zira hayattan beklentisi kalmamıştı. Hoş, ortada hayat namına bir şey bulunup bulunmadığı da muammaydı.

Koridordan çıkmasına yakın rüzgârın canavar uğultusuna benzeyen sesi kulaklarını yaladı. Dışarıya yaklaştıkça soğuk kendini hissettiriyor, Beganit'in tenine kırbaç gibi iniyordu. Bir an geri dönüp sığınağında ölümü beklemeyi düşündüyse de bunu gururuna yediremedi. Ölecekse de mücadele içinde ölmeliydi. Ne de olsa zayıf karakterli, çabuk pes eden biri değildi. Yüzlerce yıllık yaşamında kimseye boyun eğmemiş ve karşısına çıkan her engeli yıkmayı bilmişti.

Siyah cübbesinin yakasını kaldırabildiği kadar kaldırıp kendini dışarı attı ve gücünün son kırıntılarıyla koşmaya başladı. Kayalar ve toprak Beganit'in adımları altında eziliyor, Ay koyu kahverengi, uzun saçlarına ışığını serpiyordu. Dakikalar boyunca canlı izine rastlamadan kâh

93 koştu, kâh yürüdü. Nefes nefese kaldığında bir harabenin yarı yarıya yıkık duvarları önünde durup uçsuz bucaksız geceye baktı. Duyuları ne bir ses ne de nefes algıladı.

Yalnızlık, soğuktan ve açlıktan da beter işledi Beganit'in tenine. Derisini aşıp önce kalbine ardından da ruhuna sızdı. "Bu dünyada tek canlı ben mi kaldım" sorusu balyoz darbesi gibi başına indi ve beyninde şiddetli sarsıntılar yarattı. "Üç gün önce canlı bir şeyler vardı. Kanıyla karnımı doyurduğum fareyi şu ilerideki kurumuş nehir yatağının kıyısında bulmuştum. Şimdi de gitsem bulabilir miyim bir fare? Dün ve önceki gece bulamamıştım ama. Değil fare, böcek bile görmemiştim." Bu ve buna benzer düşüncelerin ağırlığı altında ezilen aklını korumak için derin derin nefes aldı. Ama hava çok kirliydi ve kötü kokular taşıyordu. Nefes almanın rahatlatıcı bir eylem olduğu günler geride kalmıştı.

"Burada sabaha kadar böyle duramam" cümlesinin hareketlendirdiği bedenini nehir yatağına doğru sürüklemeye başladığında içindeki cılız umutlara tutundu. Onlardan aldığı güçle Ay ışığının altında yürürken güçlü ve kararlı görünüyordu. Eğer o sırada biri onu görmüş olsaydı ince ve uzun bedeninin ne kadar zarif olduğunu düşünürdü. Gerçekten de güzel kadındı Beganit. Açlıktan kuruyan tenine ve gözaltlarındaki morluklara rağmen çekiciliğini hâlâ koruyordu. Badem biçimli koyu kahverengi gözleri yüzlerce senelik yaşamının tecrübelerini yansıtan bir ayna gibiydi. Bakanı esir alan, mıknatıs gibi kendine çeken gözleri vardı Beganit'in. Onlarla aşkı, ölümü, yeniden doğuşu, hayal kırıklığını, mutluluğu, dipsiz acıları görmüştü.

Beganit, nehir yatağına vardığında önce etrafı kokladı, sonra da bakışlarıyla her yanı taradı. Ama yine canlı izine rastlayamadı. Çevrede sadece kayalar, pis kokulu rüzgârın hareketlendirdiği kuru ağaç dalları ve toprak vardı. Umutsuzluk ve ölüm arzusu içine sızdığında savaşçı ruhunu kuşanıp ırmak kenarında detaylı bir araştırma yaptı. Kayaların altına bile baktı. Ah, etrafta açlığını giderecek küçük bir hayvan olsaydı... Tüm duyularını kendine bir av bulmak için kullanan Beganit'in elleri, saatler süren arayışının sonunda hâlâ boştu. Tabii midesi de...

Yorgunluk ve bezginlik tüm varlığını ele geçirdiğinde aklını toplamak ve soluklanmak için yüksekçe bir kayanın üstüne oturdu. Başını gökyüzüne çevirdiğinde ise Ay'ın buluttan bir perdenin arkasına saklandığını gördü. Sanki uydusu, dünyanın hâlini görmemek için gözlerini tülle örtmüştü. Yıldızları görebilseydi yüzünde gülümsemenin ayak izleri belirecekti. Fakat yıllar boyunca yeryüzünden yükselen zehirli gazların yarattığı sis tabakası yıldızları görüş açısının dışında bırakıyordu. Beganit, onların kendisine göz kırptığı günleri özlediğini fark etti. Özlem duyduğu o kadar çok şey vardı ki, saymaya kalksa saatlerce bu işle uğraşması gerekirdi.

"Artık her şey bitti" diye düşündü. "Dünyada değil insan, hayvan bile yok artık. Hepsi öldü. Neden hâlâ yaşamak için uğraşıyorum ki? Burada Güneş doğuncaya kadar oturayım. Sonra gün ışığı benim de işimi bitirsin." O da biliyordu ki bu intihar etmenin kolay yoluydu. Güneş başının üzerinde belirince kısa süre acı çekecek ama sonra her şey bitecekti. Hayal kırıklıkları, yalnızlığı, açlığı onu bir daha dönmemek üzere terk edecekti. Ancak içindeki mücadeleci ve savaşçı taraf hâlâ direniyordu. Şansını bir de ölü ağaçların arasında denemeye karar verdi. Bir zamanlar orman olan alana doğru ağır adımlarla ilerledi. Yaklaşık 10 dakika

94 sonra kuru ve yapraksız ağaç gövdeleriyle dolu düzlükteydi. Oranın sık bir orman olduğu günleri anımsadı. Geceleri arkadaşlarıyla birlikte ağaçların arasında dolaşıp avlandıkları, karnının tok, vücudunun güçlü olduğu zamanları...

Bir zaman ölü ağaçların arasında ilerledi. Yerdeki çalıların altına, kayaların üstüne baktı ama hayat belirtisine rastlayamadı. Az ileride kim bilir ne zaman ve ne şekilde can vermiş hayvanların iskeletlerinden teşekkül eden bir tepe vardı. Belki içine bir canlı gizlenmiştir diye tepenin altını üstüne getirdi. Ancak yine aradığını bulamadı. Ölü ormanın dışında dünya sonsuzca uzanıyordu ama Beganit'in ne daha fazla ilerleyecek sabrı kalmıştı ne de mecali...

Sonunda, içindeki yaşamaya kararlı savaşçı yanı pes ettiğinde kaderine razı gelip son gücüyle nehir kıyısına geri döndü. Hayatının son anlarında kuru ağaç dallarını değil, Ay'ı izlemek istiyordu. Zorlukla oraya vardığında sırtını yüksek kayalardan birine yaslayıp yere oturdu. Sabaha çok fazla kalmamıştı. Birkaç saat sonra güneş doğacak ve ölümü de beraberinde getirecekti.

Bulut tabakalarının ardındaki Ay'ın gülümseyen yüzüne bakarken Beganit'in aklından envai çeşit düşünce geçti. Anıları, mücadelesi, geçirdiği dönüşüm... Dünyada yapayalnız kalma nedeninin asırlar evvel metamorfoz geçirmesi olduğunu bilerek her şeyin başladığı o güne lanet etti. Eğer insan kalabilseydi yüzyıllar önce ölmüş olacak ve dünyanın karanlık zamanlarına tanıklık etmeyecekti.

Gökyüzüne gönderdiği lanetler Beganit'i kolundan tuttuğu gibi 300 yıl evveline götürdü. O zamanlar ailesiyle birlikte göl kıyısındaki güzel bir evde yaşıyordu. Kitap okumayı, müzik dinlemeyi, yazmayı, ormanda yürüyüş yapmayı, gölün durgun sularını izlerken hayal kurmayı seviyordu. "Eskiden ne kadar güzel şeyler varmış hayatımda. Romanlar, şiirler, şarkılar..." cümleleri fısıltı hâlinde Beganit'in dudaklarından döküldü. Oysa uzun zamandır ne kitap mevcuttu dünyada ne de şarkılar çalınıyordu. Etrafta insan kalmamışken sanat nasıl varlığını sürdürebilirdi ki?

Hayat dolu bir genç kızken arkadaşlarıyla birlikte kamp kurmak için gittiği sık ormanda değişmişti Beganit'in kaderi. Akşama doğru vardıkları ormanda önce çadır kurmuşlar sonra da yaktıkları ateşin etrafında toplanmışlardı. Odun ateşinde pişirilen etlerin lezzeti, keyifli sohbetler, espriler ve hep birlikte söylenen şarkılarla dolu gecenin sonunda Beganit hariç herkes çadırlarına çekilip uykuya dalmıştı.

Neden o da diğerleri gibi dinlemek yerine gece vakti ormanda tek başına yürüyüş yapmaya kalkmıştı ki? Eğer arkadaşlarının yanında kalsaydı kaderi trajik bir şekilde değişmeyecekti. İnsan olarak yaşayacak ve ölecekti. Ama olmadı. Karanlık gecenin ortasında tek başına yürürken ne olduğunu anlamadan sol tarafında, omzuyla boynunun birleştiği noktada keskin bir acı hissetti. Bir vampir tarafından ısırıldığını ancak kanıyla beslenen varlığın yüzünü görünce anladı. Vampirin göz altları mordu, belli ki çok açtı. Öldürmemiş, açlığını gidermeye yetecek kadar kan çekmişti Beganit'in damarlarından. Sonra da kurbanına artık ölümsüz olduğunu ve ancak kan içerek yaşayabileceğini anlatmıştı. Tabii gün ışığına maruz kaldığı anda öleceğini de... Onun gündüzleri yeraltında birlikte kaldığı, geceleri de avlandığı bir grubu vardı ve isterse Beganit de onlara katılabilirdi.

95

Beganit duyduklarını henüz sindiremeden vücudu değişmeye başlamıştı. Midesinde başlayıp hızla tüm vücuduna yayılan tarifi zor bir acının elinde dakikalarca işkence çekmiş sonra da insan benliği onu terk etmişti. Değişim tamamlandığında kendini eskisine oranla çok daha güçlü hissetmişti. Öyle ki ormanı dakikalar içinde koşarak kat edebilirdi. Ardından ise açlık gelmişti. Sivrilen dişleri kana bulanmak için sabırsızlanmış, boğazı kurumuştu. Ona ölümsüz hayatı getiren Vampir Lestat, hemen gidip bir tavşan yakalamış ve onu yeni arkadaşına vermişti. Beganit, ne yaptığı hakkında düşünme fırsatı bulamadan, içgüdüsel olarak hayvanın kanını içmeye başladığında anlamıştı Lestat'ın kendisine gerçekleri söylediğini.

Şimdi, her şeyin başladığı o lanetli gecenin üstünden 300 yıl geçtikten sonra kaderine ağıt yakıyordu. İlk ve ikinci yaşamında tanık oldukları gözlerinin önünden film şeridi gibi geçiyordu. Bir anda çocukken Ay'la konuştuğu geldi aklına. Gökyüzündeki gülümseyen surata her gece hayallerini ve gününün nasıl geçtiğini anlattığı zamanlar...

Dünyadaki son saatlerini Ay'la sohbet ederek geçirmek istediğini fark etti sonra da... Hâlâ güçlü olmaya, etrafta onun ne hâlde olduğunu görecek hiç kimse bulunmamasına rağmen yerlerde sürünüp ağlamamaya çalışıyordu. Küçükken olduğu gibi Ay'la konuşmak onu rahatlatacaktı.

Başını sis ve bulutla kaplı göğe kaldırıp

"Uzun hem de çok uzun zamandır konuşmamıştım seninle Ay" dedi.

"Ama sen her şeyin tanığısın. Ben anlatmasam da biliyorsun neler yaşadığımı. İşte şimdi yapayalnızım ve açlıktan kıvranmamak için zor tutuyorum kendimi. Hayattaki son anlarımı zavallı bir varlık olarak geçirmek istemiyorum. Vampir açlığı, insan açlığından çok daha farklı, biliyor musun? Uzun zaman kan geçmediyse boğazından bedeninin her yanına iğneler batıyor, titremeler seni esir alıyor. Ama ben direniyorum. O titremeleri bastırıyorum. Şu an seninle konuşacak gücü nasıl bulabildiğimi bilmiyorum aslında. Kendimi takdir ediyorum. Zira gerçekten de güçlü biriyim ben.

Artık yolun sonuna geldim Ay. Seninle konuşuyorum çünkü konuşmaya ihtiyacım var. Son anlarımda biriyle dertleşmek arzusu içindeyim. Lestat, üç asır evvel hayatımı mahvetti. O kadar öfkeliydim ki, onu yıllarca affetmedim. Beni öldürmeliydi. Biliyorsun ki ben kurbanlarımın hiçbirini sağ bırakmadım. Kana ihtiyacım vardı. Karşıma çıkan insanların damarları benim besin kaynağımdı. Aldım besinimi, hem de son damlasına kadar. Sonrasında o zavallı kurbanlarıma lanetli bir yaşam armağan etmek istemedim. Ölmeleri onlar için daha iyi oldu.

Lestat'ın grubuna katıldıktan sonra bir daha ne eski arkadaşlarımı gördüm, ne de ailemi. Benim kaybolduğumu anladıklarında arkadaşlarım tatillerini sonlandırmıştı çok şükür ki. Yoksa birkaçı daha benim gibi civardaki vampirlere yem olabilirdi. Yeni hayatıma zor da olsa alıştıktan sonra Lestat ve grubundaki diğer vampirlerle birlikte avlanmaya çıktım her akşam. İlk başta bana emir vermeye kalkıştılarsa da güçlü bir karakterim olduğunu anladıklarında bundan vazgeçtiler. Kimse beni ezemedi. Her iki hayatımda da...

96

Yıllar birbirinin üstüne devrilirken ben de benzer günler yaşadım. Gündüzleri insan gözünden uzak karanlık sığınaklarda uyudum, geceleri ise avlandım. İnsan bulamadığım akşamlar hayvanların kanını doldurdum mideme. Zamanla Lestat'ı affettim. Beni öldürmeye kıyamadığı için dönüşmeme göz yumduğuna inandım. Lestat, Arya, Batumi ve ben iyi bir gruptuk. Birbirimizi koruyup kolluyorduk. Sonra Arya'nın dönüştürdüğü Sekvan katıldı aramıza. Beşimiz seneler boyu beraber uyuduk ve avlandık.

Tabii bu arada dünya değişiyordu. İnsanlar ölüyor, yıkılan binaların yerine yenileri yapılıyor, şehirler büyüyordu. Sığınağımız ormanlar da tehdit altındaydı. Geceleri dışarı çıktığımızda ormanın küçüldüğünü fark ediyorduk. Belli ki yol yapmak ve yeni yerleşim alanları yaratmak için ağaçları kesiyorlardı. Orman kıyısına yüksek binalar inşa ediliyordu sürekli. Etrafta insan artmıştı artmasına ama orman bizim için tehlikeli bir yerdi artık. Sonunda bir geceyarısı önceden yaptığımız plana uyarak ormanı terk ettik. Amacımız benim uzun zamandır yaşadığım yeraltı sığınağının bulunduğu alana gelmekti. Bunu başardık başarmasına ama birkaç fire vererek. Arya ile Sekvan yolda rahat durmayıp bir insana saldırdı. Adamın ölürken attığı çığlıklar civardaki herkesi etrafımıza topladı. Batumi, Lestat ve ben kaçtık. Ancak bir anda yola dökülen kalabalık insan grubu Arya ile Sekvan'ı yakalayıp bir ağaca bağladı. İki vampir onca insanla başa çıkamadı. Yakalandıktan sonra onlara ne olduğunu bilmiyorum, bunu hiçbir zaman öğrenemedim. Muhtemelen gün doğunca bağlandıkları ağacın altında kül yığınına dönmüşlerdir.

Üçümüz şimdiki sığınağımıza vardık. Artık çok dikkatliydik. Avlanmaya çıktığımızda birbirimizden ayrılmıyor ve yerleşim yerlerinden uzak duruyorduk. Çoğunlukla tavşan, geyik, yaban domuzu, tilki kanıyla doyuruyorduk karınlarımızı.

Ne yazık ki dünya değişmeye devam etti, Ay. Hava gün geçtikçe kirleniyordu. Öyle ki nefes almakta zorlanıyorduk. Orman yangınları arttı. Peş peşe depremler oldu. Sonra da büyük savaşlar... İnsanlar birbirlerinin üzerine tanklarla yürüyorlar, uçaklarla kentlere bombalar yağdırıyorlardı. Gündüzleri silah ve çatışma sesleri yüzünden uyuyamıyorduk. Geceleri dışarı çıkıp avlanmak gittikçe güçleşiyordu. Açtık, sinirliydik. Neydi insanlığın derdi bilmiyorum. Kendi kendilerini avlamaktan vazgeçmediler. Hem kendi hayatlarını yok ettiler hem de bizimkini... Hadi biz vampirler açlıktan ölmemek için mecburen avlıyorduk insanları. İnsanlar neden bunu birbirine yapıyordu? İnsanlığımı kaybedeli uzun zaman olduğu için midir bilinmez, bu soruya hâlâ cevap bulabilmiş değilim.

Zaman geçtikçe insanlığın yeni silahlar geliştirme konusundaki becerisi arttı. Tankların, topların, tüfeklerin yerini çok daha tahrip edici ölüm makineleri aldı. Bunlar ses çıkarmadıkları için ne zaman ve nereden geleceklerini tahmin edip önlem almak mümkün değildi. Civardaki canlı hedefleri anında tespit edip saniyeden de kısa süre içinde yok ediyorlardı. İnsanlık zekâsını ve yeteneklerini başka işlerde kullansaydı keşke. Offf offf lanet olası insanlık.

Birkaç yıl önceydi sanırım. Her gece olduğu gibi Batumi ve Lestat ile birlikte avlanmaya çıkmıştık. O ölüm makinelerinden çok korkuyorduk ama yemek aramaya mecburduk. Gecenin içinde dikkatli adımlarla ilerlerken kaçışan insanların çığlıklarını duyduk ve içimiz ürperdi.

97

Akabinde ne oluyor demeye kalmadan benden biraz ileride olan Lestat ve Batumi'nin üstüne ışık düştü. Arkadaşlarımın eski zaman uçakları gibi havada süzülen insansız, otomatik ve süper gelişmiş bir ölüm makinesi tarafından katledildiğini anlamam uzun sürmedi. Zira yanlarına vardığımda ikisi de paramparçaydı ve bedenleri yanmıştı. O gece kaderime bir kez daha lanet ettim. Keşke ben de onlarla birlikte ölseydim. Yapayalnız kaldım Ay. O zamandan beri de tek başıma hayata tutunmaya çalışıyorum.

Gündüzleri dışarı çıkamadığım ve hiçbir insanla konuşamadığım için detayları bilmiyorum ama insanlık kendi kendini yok etti. Ölüm makineleri ve süper gelişmiş silahlar zamanla azaldı ve sonunda ortadan kayboldu. Uzun zamandır hiç insan görmedim. Hayvanların da nesli tükendi ya da tükenmek üzere. Görüyorsun işte en son üç gün önce bir fare bulup karnımı onun iki damla kanıyla doyurmaya çalıştım. Şimdi onu bile bulamıyorum.

Neyse nasıl olsa birazdan her şey bitecek. Güneş doğacak ve ben öleceğim. İntihar değil bu, sen de biliyorsun. O kadar açım ki, bu hâlde sığınağa dönersem orada acı çekerek öleceğim. Oysa ben son anlarımda dışarıda ve huzurlu olmak istedim. Keşke sen de benimle konuşabilseydin Ay. Ses duymaya hasretim."

***

Konuşmak Beganit'i az da olsa rahatlattı. Ay'la sohbet etmek ona çocukluğunu, gençliğini, insan geçmişini anımsattı. "Benim de kaderimde insanlığın sonuna tanıklık etmek, dünyada kalan son canlılardan biri olmak varmış" diye düşündü. Bu arada Ay'ın yüzü gittikçe silikleşiyor, gün ışığı gece karanlığına yavaş yavaş sokuluyordu.

Beganit kirli havayı derin derin içine çekip sere serpe yere uzandı. Sonra da gözlerini kapatıp tüm kaygılarını, korkularını, karanlık anılarını aklının gizli köşelerine sakladı. Neyse ki gerçeklerin üstünü örtüp hayallerinin sonsuz denizlerine açılabilecek kadar güçlüydü. Çocukluğunu, ailesini, okuduğu romanları, ilk aşkını, gençlik hayallerini tek tek gözünde canlandırdı. İnsanoğlunun yaşadığı ve birbirini yok etmek konusunda hevesli olmadığı günleri getirdi aklına.

Güneş, insan ırkının silindiği dünyaya vurduğunda keskin bir acı hissetti ama gözlerini açmadı. Vücudundan yükselen yanık kokusu genzini yaktığında bile yerinde öylece durdu. Acı, sadece birkaç dakika sürdü. Beganit, Güneş ışıklarının önünde kurudu, kavruldu... Ondan geriye kalan kül yığını ise pis kokulu sabah rüzgârının nefesiyle göğe savruldu.

98

BERZAN YILDIRAY ÇINAR

99

ZİRVEDE BIRAKMAK GÜLŞAH ELİKBANK

İşte oluyordu. Olacağını zaten biliyordum, bekliyordum. Öyleyse nedendi bu şaşkınlık? Dünyanın sonunun geleceğini yıllardır dillendiriyorlardı. Kaynaklar tükenecek, doğa isyan edecek… Hayır, hiçbiri değil. Dünyanın sonunun geleceği uyarısını yapanların hiçbiri benim bildiklerimi bilmiyordu. Onlarla bunu paylaşmadım. Çünkü beni dinlemeyeceklerinden emindim. Zaman zaman ben bile bildiklerimin gerçekliği hakkında kuşkuya kapılıyorum ne de olsa. Ama her şüphe duyduğumda, o mutlak son bana kendinden bir iz gösteriyordu. Neden ben? Hiçbir fikrim yok. Bilim kadını falan değilim. Dindarlığın yakınından bile geçmem. Bir şeylere inanmayı bırakalı çok oldu. Öyleyse neden beni seçmişlerdi? Belki de her şeyin bir nedeni olmak zorunda değil.

İşte dünyanın son gün batımlarından birini izliyorum; geriye sadece üç tane kaldı, biliyorum. Şehrin sesleri güneşin içinde kayboluyor. Bulunduğum yükseklikten her şey mükemmel gözüküyor. Uzaklaştıkça güzelleşiyor dünya; uzaklaştıkça sevdiğimiz insanlar gibi.

Bu sonu görmek istediğimi sanmıyorum. Hayatıma yön verilmesinden nefret ederim ve eğer öleceksem, bunu kendi yöntemimle yapmayı tercih ederim. Dünyaya önemli katkılar yapmış olmayı isterdim tabii ama ben de bugüne kadar hep “tüketen” tarafta yerimi aldım. Eh, artık değişecek zamanım da yok. Üstelik bize üretmek öğretilmedi, yaratmaksa her zaman yasaklı kelimelerdendi. Yaratan tekti. Ama onu gören olmamıştı. Adı var, kendi yoktu. Üstelik onun yokluğundan da biz insanlar sorumluyduk. İyi de bizim varlığımızın azabından kim sorumlu öyleyse?

Dünyaya afili bir veda mektubu bırakmak isterdim fakat nasıl olsa okuyacak vakti olmayacak. Dağları her zaman sevmişimdir. İnsana kendini hatırlatır. “Kendi” olabilmesini; büyüklüğünü ve yalnızlığını. İşte yasak kelimelerden birini daha söyledim. Bize kendimizi geri planda bırakmayı; bireyi değil toplumu, özeli değil geneli önemsemeyi öğrettiler. Annemin, “Bütünün parçası ol kızım” diye her sabah beni uyarması bundandı. Neden bir şeylerin parçası olmak zorundayım? Neyse, bunları artık dert etmeme gerek yok. Bulunduğum zirveden kendimi aşağı salmak, beni özgür kılacak. Zirvede bırakmak bu olsa gerek! Dünya son üç gününde de bensiz idare etsin artık.

Ölümden korkmuyorum, sonrasından da. Çünkü bir sonrası olmadığını biliyorum. Buna inananlar hayatın saçmalığına iyi bir kılıf arayanlardır. Belki de yaşadığımız bu berbat hayata bakınca, bunun ancak bir başka güzel hayatın provası olduğunu hayal etmek onları avutuyordur. Sonrasını düşünmeyenler için son adımı atmak zor değildir. Hiç âşık olmadığım geliyor aklıma bu son düzlükte. Doğrusu bugüne kadar aşkın işe yarar bir yanını görmedim, duymadım. Dünyadan hiç âşık olmadan ayrılıyor olmak, onun suratına çarptığım sağlam bir tokat gibi geliyor bana. Çünkü âşık olsaydım bağımlı olurdum. Sürünerek de olsa yaşamak ve bir gün daha fazlası için umut etmek… Bu bana göre değil. Hele dünyanın uzun ya da kısa, son üç gününü yaşadığını düşününce, aşıkların yüzüne bakıp neşeli kahkahalar atmak istiyorum.

100

Aşk dünyayı kurtarabilir mi? Kimi kurtarmış ki? Kim kurtarılmayı hak etmiş ki? İşte gün batıyor ve oyunu zirvede bırakıyorum. Gerisi… Gerisi, kimin umurunda? Elveda.

101

TUNGUSKA MÜFİT ÖZDEŞ

Akşam yemeğimizi yemiş, tam sofradan kalkmak üzereydik. Ben, eşim Sevecen, büyük torunum Akasya ve Bolivya’dan gelen konuktorunum Miguel. Televizyondaki müzik kliplerini izliyorduk gözucuyla. Küçük torunum Musa evimizin kumanda odasındaki dev ekranlı terminalde yeni katıldığı oyunu bırakamadığı için yemeğe oturmamıştı.

“Konukkardeşine ayıp olacak,” demiştim ona. “Sonuçta Miguel bizim ya da Akasya’nın konuğu değil, senin konuğun.”

“Siz morukların ayıp kavramına bitiyorum,” demişti o da. “Miguel var diye yılın en önemli oyununa katılamayacak mıyım yani? İsterse pekala o da oynayabilir, İngilizce ya da İspanyolca seçeneğinden... Ya da politika konuşabilir seninle. Arkeoloji, politika... öyle şeylere bayılıyor zaten. Ya da Akasya’yla sevişebilir, ne bileyim. Hiç yüz vermiyor kıza. Varsa yoksa güncel politika, otantik yemekler, flonk müziği filan...”

“Oyun ne ki, başlayacak olan?”

“Tunguska.”

Tunguska mı? Doğu Sibirya’da 1908’de dev bir meteorun düştüğü yer değil mi orası?

Nasıl bir oyun diye soramamıştım. Piyasaya yeni sürülen dörtkare artı x realite oyunlarından biriymiş meğer, neden sonra öğreneceğim gibi. Dörtkare artı x serisi oyunlar yasaklanmalı, bana sorarsanız.

Çocuklar oyun oynadıkları odalarda tam ses ve titreşim yalıtımı uygulamayı öğrenmişlerdi zorbela. Gürültü etmeden kumanda odasına gittim. Musa dev ekranın karşısında, başında başlığıyla transa girmişti. Beni farketmedi. Şırıngada hazırladığım gıdasını damardan verdim. Ardımdan Sevecen de gelmişti. Musa’nın alnındaki teri sildi ve omuzuna bir hırka örttü. Sessizce çıktık.

Akasya ile Miguel televizyonun karşısında büyülenmiş gibi Shitters’ın son klibini izliyorlardı. Sevecen kahve yapmaya mutfağa girdi, ben de balkona çıkıp bir sigara tellendirdim ve sokaktan akan kalabalık yaya ve fayton trafiğini keyifle izlemeye başladım.

Az sonra Sevecen de geldi, elinde iki tüp kahveyle. Havadan sudan konuşmaya başladık. Huzurlu bir akşamın tadını çıkarıyorduk. Torun torba sahibi iki ihtiyar olduk işte, diye düşündüm biraz mutluluk biraz da hüzünle.

Dışarıda telaşlı bir hava doğduğunu farkettik birden. Karşı kıyıdaki konutkulelerde sönük olan ışıklar yanıyor, sokaktaki yayalar adımlarını hızlandırıyor, elektrikli faytonlar çan çalarak birbirlerini sollamaya çalışıyorlardı. Salondaki televizyondan gelen müzik sesi de kesilmişti. Onun yerine, kelimelerini tam seçemediğim telaşlı bir konuşma başlamıştı. Akasya aniden balkon kapısında belirdi.

102

“Çabuk gelin, birşeyler oluyor,” dedi. Ardında da Miguel, kireç gibi bir yüzle. Salona döndük. Televizyonun olağan yayın akışı kesilmişti. Şimdi haber stüdyosundan yayın yapılıyordu. Miguel de anlasın diye İngilizce dil seçimi yapmışlardı. Ama biz de su gibi anlıyorduk tabii.

“... İstasyonundan sürekli radar ölçümleri yapılıyor. Hubble’dan alınan optik okumalar cismin meteorik kökeni hakkında hiçbir kuşkuya yer bırakmıyor. Bakırtepe gözlemevinden gelen ilk bilgileri NASA da doğruladı. Buna göre cisim bir eliptoid. Uzun çapı 90, kısa çapları 70 ve 72 metre. Dünyayla yörünge kesişmesi Türkiye saatiyle 21:46’da. Çarpma noktasının...” Sunucu kadının sesi titremeye başlamıştı. “...enlem ve boylamı birazdan açıklanacak. Sayın izleyiciler telaşa kapılmayın, bizden ayrılmayın, şimdi Başbakanlık Afet Koordinasyon Merkezine bağlanıyoruz...” Sevecen’le önce saatlerimize baktık, saat 21:43. Sonra birbirimizle bakıştık. Üç dakika var. Vakit kalmadı! Vakit kalmadı! Ekranda ciddi giyimli biri meteorun Adalar civarında Marmara’ya çarpabileceğini söylüyor. Ama lazer tarama sistemi aktive edilmiş, meteor atmosfere girmeden unufak edilecekmiş, ama yine de tedbirli olmakta fayda varmış, mış, mış.

Akasya ve Miguel’i kollarından yakalayıp adeta sürükleyerek Musa’nın olduğu yere, kumanda odasına koştuk. Burası, tesisat şaftını çevreleyen beton perde duvara bitişik olduğu için, evin en sağlam ve korunaklı yeri. Onaltıncı katta olduğumuzdan, tsunamiden de korkmamız gerekmez, konutkulemizin Heybeli’de olmasına rağmen.

Musa hala trans durumundaydı. Onu güvenle uyandırmaya zaman yok! Sevecen’le üç çocuğa sımsıkı sarıldık. Musa titriyor, parmakları kasılıyor, yüzünden aşağı ter damlaları süzülüyordu. Dev ekranda binlerce koordinat uçuşuyordu. Saniyeler geçmek bilmiyordu. Derinden bir gümbürtü ve tuhaf bir hışırtı duyulmaya başladı. Her tarafı doğaüstü bir ışıltı bürümüş, havanın sanki kendisi kızarmıştı.

Sonra kulak zarını patlatacak kadar şiddetli bir tarraka duyuldu ve karşımdaki duvarın akkor parçacıklara ayrışarak yüzüme doğru uçtuğunu gördüm.

“Allah kahretsin, Allah kahretsin,” diye haykırdı Musa, başlığını öfkeyle söküp atarak. “Lazerleri giriştiremedim zamanında, ama öbür oyuncular da kendi odaklarını ıskaladılar.” Akasya ve Miguel zıplayarak gülmeye başlamışlardı. Sevecen’in sinirleri boşalmıştı. Hüngür hüngür ağlıyordu.

“Bir daha bu evde realite oyunları oynanmayacak,” dedim öfkeyle. “Arkadaşların gibi sen de kafeye gidip oynarsın.”

“Ama dede!...” Musa somurtarak kalktı ve hınçla bana baktıktan sonra kapıyı vurup çıktı. Geri kafalı ve hotzotçu olabilirim, ama benim de bazı haklarım var. Var, değil mi? Var mı? Ha?

103

TEKİNSİZ KADINLAR ARAMIZDA! ALTAY ÖKTEM

Türk korku edebiyatı Cilo Dağı’nda doğdu! Hakkari ise bizim Transilvanya’mız. 1953 yılında, bir gazeteci Cilo Dağı’ndaki turistik otelin açılışına davet edilmeseydi, Prenses Ruzihayal’le tanışamayacaktık. Bizim gazeteci, uzun bir tren yolculuğuyla ulaştığı Kızıl Puhu Malikânesi’nde onu nasıl bir sürprizin beklediğini bilmiyordu elbette. Keskin, kanlı dişleriyle onu bekleyen dünyalar güzeli Ruzihayal’e, yani ilk Türk vampirellasına esir düştü düşmesine, sonunda onun elinden kurtulmayı, kaçmayı da becerebildi ama asıl soru şu: Yaşadığı bu tekinsiz aşkın etkisinden kurtulabildi mi? Mümkün müydü kurtulmak?

Ömrü boyunca kendine hep şu soruyu sordu: Bir hortlak da olsa, tekrar vuslatına erebilmek için o hailevi dehşet gecesini yeni baştan göze almaya hazırım. Bana yaşattığı emsalsiz aşk ruhumu bir zemzem gibi yıkıyor.

Edebiyatımızın ilk vampir kitabına, Türk tipi Dracula’ya imza atansa, bir zamanların popüler aşk romanlarının yazarı Kerime Nadir’di. Uzun yıllar boyunca kimse izini sürmedi Kerime Nadir’in. Unutulmaz eseri Dehşet Gecesi de unutuldu gitti edebiyatımızın tozlu sayfaları arasında… En azından biz öyle sandık!

Aradan yıllar geçti, geldik 2016’lara… Edebiyatımızda adı anılmayan bir türün, Korku Edebiyatı’nın birbirinden güzel eserleri ardı ardına yayımlanmaya başladı. Bu başarılı romanların çoğu da kadın yazarların elinden çıkıyordu. Ve Prenses Ruzihayal’in ardından, birbirinden güzel, birbirinden tekinsiz kadınlar, ardı ardına girmeye başladılar hayatımıza… Orkide Ünsür’ün Lâmia: Kan Bağı adlı romanının Lâmia’sı, Zeynep Çolakoğlu’nun Mina’sındaki Ecel, Özge Göztürk’ün Lupu romanının kahramanı Müjde…

Yakından bakalım istedik bu sert, bu vahşi, bu güzel kadınlara.

Orkide Ünsür

LÂMİA, on yedi yaşında, meraklı, heyecanlı, tutkulu, duygusal, çok zeki ve güzel bir kız. Aynı zamanda özgür ruhlu ve inatçı. Kadınlığa, aşka, cinselliğe, kendi vahşi doğasına, özüne, köklerine ve kanla olan bağına doğru çıktığı yolculuk, onun dişi bir vampire dönüşmesine neden oluyor. Korku kitaplarında, filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz melankolik, depresif, az konuşan, ağlak suratlı, mızmız kızlardan değil o. Espritüel, sevimli, hatta yaramaz, belki de şımarık denebilecek bir yanı var. Şartlar gerektirdiğinde şiddete başvurmaktan çekinmeyecek kadar da gözü kara. Zavallı bir kurban değil yani. Her ne kadar bir vampirin çekim alanına girmiş, gözü aşktan dönmüş ve yaşadığı yalnızlık korkusu baskınlaşmış olsa da, sonuçta erkeğini de, kan içen bir vampir olmayı da kendi seçiyor. Olaylar Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında, II. Abdülhamid zamanında geçiyor. O dönemin ruhu, paranoyaya müsait ortamı, baskıcı ve sansürcü düzeni de romanın ambiyansına çok uygun düşüyor.

104

Zeynep Çolakoğlu

ECEL, kısaca Ece, yani “kadınların başı” varoluşun sınırlarını taşıyor adında. Hiç beklenmedik anlarda ortaya çıkıyor; bazen arzularının tutsağı olmuş bir ressam formuna bürünüp deliliğin resmini yapıyor, bazen Karaburun’da yaşayan bir ailenin en büyük kızı oluyor ama Satürn’den gelmiş gibi bir hali de var! Düşüncelerinin yabani bahçelerinde el değmemiş karanlıklar görünüyor. Yoğunlaşmış gölgesi ve şeytani gülümsemesi içimize işliyor. İçine sığdığı her şeyin anlamını ters yüz eden bir kara safra bulaşmış ellerine. Acedia tanrısını diriltmek için düzenlediği ayinde, dokunduğu herkes bedeller öderken, o kuzgun formuna giriyor ve uçup gidiyor. Dudaklarını kıpırdatmadan müziksel bir dille konuşuyor. Ecel karanlığın yoğunlaşmış hali, buharlaşan kötülüğün parçacığı. İlham veriyor, tutsak ediyor. Küçük tanrılar, demonlar, vampirler hep ondan bir parça ya da fikir taşıyor. Herkese dokunmuyor, her isteyen de ona ulaşamıyor. Onun fırtınalarına katılmak için deli olmak yetmiyor. Romantik dönemin iç gıcıklayıcı karamsarlığıyla, kara ölümle, karadüşüngüyle zihinlerde yaratılan bir hayalete benziyor Ecel. Upuzun kâbuslarda yaşıyor.

Özge Göztürk

MÜJDE sadist, bu yüzden ona iyi biri diyemeyiz. Öldürüyor çünkü… Hem de kurbanını vahşice parçalamayı basit bir cinayete tercih ediyor. Fakat ilginçtir ki bir kadının sadist olması aynı zamanda şefkatli olmasını engellemiyor; bu da Müjde’nin iyi tarafı ve içindeki güçlü adalet duygusu da bu sayede var oluyor. Hep erkekleri öldürüyor ama Tarık’a olan aşkından da vazgeçmiyor. Tam bir kadın! Kadın gibi iyi, kadın gibi kötü, kadın gibi güçlü, kadın gibi kadın! Aslında çok romantik biri Müjde, çok da yalnız… Bu yüzden ölmüş gitmiş bile olsa, Tarık’ı halen sevmeye devam edebiliyor. Çünkü sadece bedenen değil, ruhen de çok âşık ona ve bir o kadar da bağlı. Gelelim Ruhane’nin üç cinine… Açık konuşayım, aniden karşınıza çıkmayacaklarına dair bir garanti veremem. Hükümdar Constantine’e yaptıklarını okursanız, bence başınızı yastığa koymadan önce bir daha düşünürsünüz! Şaka yahu! Bizi ne cinler çarptı, Ruhane’ninkiler mi yıkacak?

105

RUH HARİTASI ÖZGE LENA

Yaşlı kadın titrek elini duvarda gezdirdi. Fokurdayan kazandan yükselen buhur tüm mağarayı sarmıştı, daha iyi görebilmek için yaklaştı. İşaret parmağı bir noktada durdu, sırıttı. Bir adam, bir apartman, iki çocuk. Bir araba, bir iş, bol yolculuk. Sivriltilmiş tırnağıyla kazıyarak orayı oydu, döküntüleri diğer elinin avucuna doldurdu. Ağır aksak, kazana gitti, elindekileri içine attı. Kepçe ile usulca karıştırırken kadim dilde birkaç sözcük mırıldandı. Buhur birden yoğunlaştı, koyulaştı ve genç bir kadın suretini alarak ihtiyarı sardı. Aldığı depderin nefesle birlikte içine girip yok oldu. Şimdi orada terütaze bir kadın duruyordu. Bir koşu duvara gitti, ölümsüz ruhlarla dolu haritayı okşadı. Kazıdığı yaşam oyuklarını. Fısıltıyla teşekkür etti. Ve bu hayatının sonunda tekrar dönmek üzere mağarayı terk etti.

106

ALICE ANADOLU DİYARINDA HAMİT ÇAĞLAR ÖZDAĞ

“Kalk” dedi.

Dürttü Teke’yi, “Kalk” diye yineledi; sesi büyük, harfleri tok. Teke açtı gözlerini, evvela tepesinde münasebetten yoksun halde dikilen kadına baktı, sonra da göğe. “Hayda…” diye bir nida esti usunda, gök kubbe aymamış, Ay henüz batmamış… Gece dese değil, gündüz dese hiç değil; meşum bir vakit. Karabasanlarla gulyabanilerin halaya durdukları muğlak bir zaman. Hangi hayalin dibinden peydah oldu acep şu kadın, bilmez mi uyku bölmenin şerre gebe olduğunu? Kapadı gözlerini, içinden “Rüya” diye geçirdi, uykusundan güç alıp kovaladı ayık ahvali öteye.

“Kalk,” dedi kadın tekrar, “tavşanları boş verdim, bu sefer beni sen gezdir.” Hayda! Ne inatçı şeymiş ulan, yapıştı cıvık çamur misali. Teke mecbur açtı yine gözünü, baktı ki karşısındaki düş değil, iki lokma küfrü geviş getirircesine mırıldanıp doğruldu oflaya puflaya. Biraz sağ yana şikayet etti, azıcık sola doğru serzenişte bulundu, kalktı. Malum, yaş kemale ermiş, ayaklanmak zor geldi kütürdeyen mafsallarına. Derin homurtularla silkelendi, gerdi sırtını, nihayetinde dikildi taravetten uzak endamıyla. Postu upuzun, ziyadesiyle de yumuşak. Sakalı keçe, kıçında uyuklayan kuyruğuysa tostoparlak bir çile.

Mürdüm basmış üzerini, sıfatı erik gibi, mosmor. Tiftik tekesi… Yününü kırkmaya on çoban el verse yetmez; hadi yetti diyelim; onca yün yumağı ditmeye namlı hallaçlardan layıkıyla iki destesi lazımdır, pek mübalağalı bu Teke. Boynuzları yorgun, rüzgârın yaslandığı kavaklara özenip geriye kaykılmışlar, erinmeseler ta kellenin terkisine uzanacaklar. Çenesini açıp koskocaman esnedi Teke. Mağara gibi, çöl gibi, gök gibi esnedi. Dişleri aylak, damağı moruk. Adettendir; iki kere de öksürdü. Bebe misali değil ha, ihtiyar ciğerlerin dopdolu öksürüğü, pancar motora yakışır surette. Hemen sonra ıkına sıkına eğildi, döşek niyetine kullandığı samanların arasında gözlüğünü arandı. İki eşeledi, üç tırmaladı, sabrın sonundaki selamete erdi, buldu gözlüğü. Onca çileyi yeniden kemiklerine kakıp doğruldu, özene bezene koyuverdi ikiz camları burnunun üzerine. Gözlere seneler evvel inen tül perde azıcık aralanınca çattı kaşlarını, sordu karşısında yalı kazığıymışçasına dikilen kadına:

“Sen kimsin ulan?”

Sesi aksi, meymenetsiz, bed. Tekinsiz vakitte uyandırıldı ya, mizacı huysuz. Kadınsa umursamadı, dedi “Ben Alice”. Hayda, Alice nereden çıktı yahu? Teke âdeti olduğu üzere tövbeler eşliğinde minik küfürler mırıldandı, söylendi, nihayetinde durulup dikti gözlerini kadına. “Sen benimle dalga mı geçiyorsun!” diye çıkışacak oldu, tuttu hiddetini, iki başka küfür mırıldandı. Sonra dayanamayıp sordu:

“Sen benimle dalga mı geçiyorsun?”

Eyvah ki ne eyvah… Haddini bilmedi Teke… Ellerini beline koydu Alice, gözlerinde taştan yumruklar, yüzünde beş dağın yekun haşmeti, çağladı:

107

“Kendine gel ey Teke! Alice’im ben, diyarların gezginiyim! Hele toparlan, tez desdurunu takın, almayayım seni ayağımın altına!”

Vay vay vay, hey babam hey! Rüzgâr korktu, güneş pıstı, cümle yıldız hummaya tutulup tirim tirim titredi. Havale bastı cihanı, tövbeler olsun, isteyince ne mendebur olurmuş şu Alice! Alem kapılır da Teke kurtulur mu bunca azaptan? Pek tabii altına ediverdi, misket irisi kara bokları pıtır pıtır düşürdü samanların içine. Gerçi hakkını teslim etmek lazımdır, helal olsun, tek adım gerilemedi ihtiyar babalık.

“Yaklaş bakayım,” dedi kadına, “az yanaş da yüzünü göreyim.”

Alice eğildi, girdi mor yün yumağının burnunun dibine. Elleri hâlâ belinde, gözlerinde tupturuncu iki top yalım; çakıyor, deviniyor, durmuyorlar. Teke süzdü kadını, her şeyin ayırdına varana dek ağır ağır tahlil etti. Başını sağa döndürdü, sola yatırdı. Kaş, göz, burun. Keman, ahu, hokka. Tanıdık hislere dolandı, hayret etti. En nihayetinde toynağını “Doğrul” dercesine salladı, Alice de doğruldu.

“Sen hakikaten Alice’sin yahu” dedi kadına, aldığı cevapsa basit bir “He ya” oldu.

Teke olduğu yerde silkelenip iyice uyandı. Madem Alice gelmiş, uluklanmak ayıptır. Postunun tekmilini sallayıp gönlünde pıtırcıklanan merak yumrusunu suale döktü:

“De bana Alice, ne oldu sana? Bir körpe kızcağızdın, harikalar peşinde koşardın, hayat ne eyledi de böyle yaşlandın?”

Eyvahlar olsun, öyle söylenir mi! Hay dilini eşek arısı soksun be şelek, hiç hatun kısmına yaşlandın denir mi? Kafan davul olsun bre Teke, dişlerin dökülsün e mi! Şimdi çek başa geleni, temizle sıvadığın pisliği…

Alice yay misali gerdi sırtını, saldı sarı saçlarını etrafa, öyle bir baktı ki Teke’ye, gök sindi, Toros büküldü! Meriç’le Dicle eteklerini toplayıp tintin kaçıverdiler öteye. Öyle fena, öyle kem baktı ki Alice, Teke yediği boku anlayıp tez elden başladı gevelemeye. Kem küm, ehem, öhöm. Yalapşap bir özür dileyiverdi, canını mevzuyu değiştirerek kurtardı:

“De hele derdini, söyle kızım, ne edersin ha burada?”

Alice bu, siniri saman alevi değil, sönmedi hemencene lakin dizginledi asabını, sakinledi. Kurbanı elinden alınan kara cellatların şanıyla süzdü Teke’yi, haddini sessizce bildirdi. Sonunda açtı ağzını ve davrandı derdini anlatmaya; niyeti derman bulmak, Teke’den umduğu medede kavuşmak; dedi:

“Ey Teke, ey Tiftiği Bol Mor Teke! Ben ki Alice’im, diyar diyar gezerim, nice şahın yurdunu yürüdüm, cümle padişahın ülkesinde bel kırdım. Ben ki Alice’im, harika diyarlar gezerek bir ömür tükettim. Ey patavatsız Teke, ey lafını bilmez ihtiyar! Tüllü gözlerinle görüyorsun ya, ab- ı hayattan nasibimi alamadım, yaşlandım, körpeliği beride bıraktım. Dost acı söyler imiş, masallı ormandaki Yedi Cüceler dedi ‘kızlık geçti’. Yedi Uyurlar’dan akıl dilendim, söylediler ‘kızcağızlık uçtu gitti’. Yaşlandım ey mor Teke, tenim çekildi, ellerimde yol üstüne yol bindi. ‘Artık durulman lazım’ diye salık eyledi ahbap bildiklerim, haliyle yaşayacağım diyara karar vereyim diye son kez düştüm yollara. Az gittim, uz gittim, dere tepe düz gittim. Tellallık eden

108 develerle sohbet ettim, berberlikte sanlı pirelerle saz çaldım. Her vardığım diyarı, âdetimdir, oranın yerlisi bir tavşanla gezdim. Hint yurdunu tavaf ettim, Hazar civarını karış karış tükettim. Hiç olmayan ülkelerden tut, ta Kaf Dağı’nın ötesine erdim. Gökkuşaklarının altından aşıp gelecekte yürüdüm, geçmişi yudumladım. Yemin içerim ki, aha şuracıktan şuracığa adım atmak nasip olmasın, Çin toprağında basılmadık tek fiske toprak bırakmadım. İran, Frenk, Mısır, Aztek… Billahi hepsinin yollarını arşınladı kunduralarım. Görmedik mekân kalmasın ki kümbetime ev olacak diyarı layıkıyla tayin edeyim istedim. Geçenlerde Ural’la Altay’ın yöresinde yürürken bir dedeye rast geldim; sakalı beyaz, yüzü nurlu, gözleri fere batmış. Sazı bir sızlıyor, yürekleri bin sızlatıyor. Dedi ‘adım Korkut, sana bir sözüm var. Hoca Nasreddin’in yurdunu görmeden olmaz, Anadolu derler adına, demi başkadır, yangısı ağırdır’. Nasihatini bitirirken şöyle dedi, ‘tavşan mavşan uğraşma, var git Anadolu’ya, Tiftiği Bol Mor Teke’yi bul, benden selam eyle’. Aha geldim yamacına ey Tiftiği Bol Mor Teke, sana Deden Korkut’un selamını getirdim. Hele kalk, gezdir bana şu diyarı, görelim bakalım Anadolu nasıl bir yermiş, harikaları nelermiş…”

Güldü mor Teke, duydu ya Dedesi Korkut’un adını, şaduman bir kaftan geçirdi yüzüne. Arka ayaklarının üzerinde iyice büyüdü, gönlünün has bahçesinden kopma uz ve munis bir niyetle sarıldı Alice’e. Lapa lapa yağan sevinci maksadını aşmasın, gümraha kaçmasın diye güç bela itidale bürünüp söyledi:

“Sağ olasın, var olasın. Korkut Dedemden bana selam getirdin; ömrün uzasın, gül yüzün hiç solmasın, dileğinin yöresinde yıldızlar kavuşsun.”

Hemen sonra samanlığa karışıp tespihini yokladı, bulup geçirdi toynağına. Okşanan taşlar enfiye çekmişçesine tıkırdadı, Teke’nin şetaretine yoldaş, keyfine kardeş oldular. Sese kulak veren her saman çöpü ayrı bir neşe paresiyle gülümsedi, nihayetinde sabaha varmayı becerememiş zamana topyekûn tebessüm eyleyip döndüler Alice’e. Teke girdi hatunun koluna, düşürdü diyarların gezginini yola. İlkin Evliya Çelebi’nin yüzü suyu hürmetine bir besmele salladı göğe, ardından toynağı belinde, Alice kolunda, şanlı bir muhtar edasıyla çıktı Anadolu’nun toprağına.

Her taşın altını bilir, o Tiftiği Bol Mor Teke’dir… Diyar-ı Anadolu’nun bütün lokmalarını tatmış, her kokusunu çekmiştir ciğerine.

İrfanı koskocaman, ilmi hudutsuzdur. Dağarcığındakileri dizseler Rumeli yoluna, Şehr-i Viyana’ya beş sefer gidip gelir, yine tükenmez dimağının pınarı.

“Gel,” dedi Teke, “gezelim seninle Anadolu’yu da gör bakalım kümbetine layık mı benim yurdum, boyu posu münasip mi hayalindeki memlekete…”

Ballı Anadolu; eli hamur kokan bir ana, içi zümrüt yeşiliyle dolu… Civanı bol, abalısı gani gani. Derdi çetrefilli, tasası pek derin, muştusuysa mühürlü. Aşıklar yurdu, saz cenneti, söz çömleği. Kestanesi coşkun, gürgeni kutlu, palamudu heybetli. Acısıyla, tatlısıyla, bir başkadır Anadolu…

“Bak Alice,” dedi Teke, “şuradaki söğüde bak”. Ve devam etti:

109

“Gördün mü ulu söğüdü? Dalları birer şelale; yaprak cümbüşü, can tomurcuğu. Gördün mü? Dallarda yuva kuran mandaları da seçtin mi? Söğüt dalında mandanın işi ne demeyesin, burası Anadolu’dur, akıl sır ermez gizine, içine, yüreğine… Minvali böylesine harika diyarların peşine düşen çoktur, bulanıysa yoktur.”

Alice kaldırdı kaşlarını, dikti gözünü mandalara, pek bir şaşırdı. Evvela güldü, yedi düveli gezmişliği var lakin böylesini izlemişliği zinhar yok. Şaşırdı, başını kaşıdı, tökezleyen mantığını tepedeki bulutlara astı. “Tövbe” döküldü dudaklarından, usu sürçtü, kekeledi zihni. Anlam kondurmayı beceremedi mandaların söğüt dalına yuva yapmasına, hatta hayvancağızların huzursuz böğürtülerine yegâne meal düşüremedi. Hepsi kımıldanmakta, söğüdü zilli zenneler misali sallamakta… Sordu Teke’ye:

“Buncağızlar ne diye uğunuyor, ağıtları kime, yakarışları neye?”

Tiftiği Bol Mor Teke bilir pek tabii cevabı, der ki:

“Yavrularını sinek kapmış, onadır uğunmaları. Kolay değil elbet, evlat acısı zul, zıkkım, zehir… Ağulu bir kase su… Mermerde çiçek açtırmak zor zanaat, ahşabı kırmadan bükmek güç… Evlat dediğin kalp denizindeki balık, köy kahvesindeki çay. Sevgisi inmeyegörsün böğründeki dağa, kar beller kendisini, kalkmaz bir daha. Evlat kaybolursa… Kör kuyu, kara bulut, dikenli tabut. Anadolu’da evlat acısı çoktur Alice, gözü yaşlı ana boldur. Aha şu mandaların bin katı ana vardır Anadolu’da; ağlayan, sızlanan, bağrına taş basan; mebzuldur yavrusunu yitirenler.”

Durdu Teke, hiddetten olma, isyandan doğma bir of çekti, kendi yankısını işitene dek bekleyip son bir söz eyledi:

“Ama bakma sen, yine de harikadır Anadolu…”

Şaşırdı Alice. İçi kırıldı, büzüldü yüreği. Hevesi kursağına takıldı, neşesi dudağındaki tebessümü aşamadı. Mandaların kederi gelip çöreklendi boğazına, minik hançerler battı her yanına. Teke’ye özenip doldurdu ciğerini, bir of çekti ki… Sordu:

“De bana ey Teke, kimdir bu hainliklerin membası, acep masalların yosması kötü kraliçe midir musibetin kökü?”

Mor Teke susmak istedi, sıkıldı, tıkandı. Ağzından istemsiz bir “He ya,” düştü sakalını titreterek, “öyle sayılır”.

Alice kıstı gözlerini, bakır yeşili bir sertliğe çaldı yüzü, aydı işin kuytusundaki bit yeniğine ve iteledi sorusunu:

“Adı ne ola bu kötü kraliçenin?”

Al bir cinnete battı Teke, nefes nefese kaldı. Konuşmak kolay lakin derdi anmak zor, hatırına düşen kine kapılmamak namümkün. Dedi:

“Anadolu’da kötünün bir adı yoktur Alice, bin türlüdür mendeburlar. On bin surette gezerler, yüz bin ayrı kelam ederler. Özleriyle sözleri bir değildir ki adları bir olsun… Ben ki

110 inatçıların şahıyım, and içip saymaya kalksam hepsini, damağım tutulur, dilim kurur. Başımızdakiler diyeyim, sen anla… Pek menemdirler, mürailikte namütenahidirler.”

Kımıldandı Alice, asabı bozuldu, halkına kem eyleyen başlara, ülkelerin kötü kraliçelerine tok küfürler savurdu. Tövbe bile demeden, zerre pişmanlık duymadan ilendi, hınç dolu lanetler içti. Usundaki sinir harbi bedenine taştı, dizleri safi kinle titredi. Şimşeklerle balkıyan gözlerini çevirdi öteye, semanın erdeminde aradı sakinliği. Neyse ki bahtı yaver gitti, uzakta bir adam seçti gözleri, zihni o yana akıp nefretini dışarı sağdı.

Aranıyor adam, bir şeylere bakınıyor. Hali titrek, yolu iz tutmamış, menzili gönlünden ırağa düşmüş. Sordu Alice:

“Ey Teke, bu adamın derdi ne ola?”

Teke pek tabii bildi adamı, bildi derdi. Dedi ki:

“Öküzü torbadan düşmüş biçarenin, onu arıyor.”

Ve sözünü sürdürdü:

“Anadolu’da arayan da boldur, aranan da… Her köşe başında bir kayıp, her taşın altında bir meçhul uzanır. Azıcık eşelesen toprağı, vığıl vığıl çıkar meydana failler, tespih taşı misali dizilirler peş peşe lakin pek azı hakikaten bulunur. Baştakiler istemedikçe, vicdanın eli uzanamaz onlara. Yazgı olmuştur kayıplar Anadolu’ya, husalanmaksa dimağlara pelesenk…”

İç çekti Alice, huzursuzlandı. Saçının tepesinden masmavi kunduralarının ökçelerine dek ürperdi, isyanını ibraz etmeyen tek fiskesi kalmadı. Üzüldü, kızdı. Teke omzuna dokunup gülümsemese, hiddetlenecek, yeri göğü kavuran bir çığlık koyverecek, varı yoğu birbirine katacak.

“Dellenme,” dedi Teke, “Anadolu’dur bu, alışıktır böylesi ahvale. Acısıyla, tatlısıyla, bambaşka bir harikadır.”

Girdi Alice’in koluna, irfan dolu bakışlarıyla düşürdü yola. Yürüdüler. Az gittiler, uz gittiler, çimeni bol bir bayıra erdiler. Bayır uzun, yüksek. Mizacı yiğit, tepesi puslu. Rüzgâr yanaşmaya korkuyor, çiğ desen üzerine düşmüyor, belli ki ziyandan yahut muhataradan yana bir şeyler kakılmış içine. Üzerinde sürüyle genç kız dolanmakta. Kuzucuk misali sekiyorlar, enikleri kıskandırarak koşuyor, bağırıyor, çağırıyorlar. Gözleri sürmeli lakin inceden deli bakıyor. Bir şeyler noksan, söze gelmeyen, dile düşmeyen koyu bir mevzu sinmiş toprağa, yerleşmiş, saklanmış. Çok geçmeden Alice aldı tuhaflığın tadını, sordu:

“Bunlar kim ola?”

Teke yanıtladı:

“Dinle…”

Bayıra kulak verdi Alice, kızların üzerine döktü ilgisini. Dertten yana bir şeyler işiteceğini bilerek kapadı gözünü, içti tüm sesleri. Diyor ki kızlar hep bir ağızdan:

“Bayıra karşı yatır beni, tırmala beni, kaşı beni…”

111

Tövbeler tövbesi, saçmalıyorlar! Yatır, kaşı… Olacak iş değil! Alice döndü Teke’ye, sordu:

“De hele, bunların derdi ne ola?”

Teke açtı irfan sandığını, aldı cevabı dışarı, okudu ezberden:

“Buncağızlar aşıktır Alice. Sevda başlarına vurmuş, gurbetle yar arasında gönülleri sakız olmuş. Her gece yıldızlara murat üfürür, bayırın çalılarına çaput bağlarlar ama nafile, kavuşamazlar. Eteğini öpmedikleri evliya, ruhuna okumadıkları eren kalmamıştır ama karavanadır kurşunları. Kerem’in Aslı’sı, Ferhat’ın Şirin’i, Mecnun’un Leyla’sı ve daha nicesidir onlar, aşk mahpushanesinin müebbetleridirler. Gönüllerine nakşolmuş kızanların yüzünü dünya gözüyle görmek nasip edilmemiştir hiçbirine. Dertleri budur, bundan kelli de büyüktür…”

Şaşırdı Alice, gayriihtiyari bir doğallıkla soruverdi:

“Niye kavuşamamışlar?”

Teke dedi:

“Başlık parası…”

Çattı kaşlarını Alice. Sarsıldı, başlık parasının manasını bildiğinden değil, para sözünü işittiği için sallandı. Malum, paranın erdiği yerde şerdir dem, hayır yanaşmaz yamacına. Gerdi sırtını, kaldırdı çenesini ve sordu:

“O ne ola Teke, neyin başlığı, kimin parası?”

Teke gülümsedi, maksadı gezgini dizginlemek, velveleyi dindirmek, dedi “Bir hikaye anlatayım sana” ve sıraladı kelamını:

“Vaktiyle kuzeyde, Diyar-ı Karadeniz’de bir kız varmış, Asiye derlermiş adına. Gelinlik çağı ermiş, gülleri açmış, yanakları kızarmış. Yayladaki mor çiçekten, ağaçtaki yemyeşil yapraktan gelirmiş güzelliği. Teni dere suyu gibi duru, saçları derya dalgalarıyla bezeliymiş. Köpük köpükmüş gamzeleri. Adam cebinde taşırmış yahu onun gibi gelini, öyle güzelmiş! Kızcağızın muştusu çok geçmeden çalıvermiş kapıyı, damadın teki gelmiş, başlık parası niyetine bir bağ pırasa vermiş, anası da kızı damada nikahlamış. Babası da boş durmamış, o yıl kurbanı çifter çifter kesmiş. Veren memnun, alan memnun…”

“Peki,” dedi Alice, hikayeyi eritti usunda lakin mevzuya aymadı, sordu, “bu bayırın kızları ne diye dellenmiş?”

Teke duruldu, gözlerini dikti Alice’e. Karnından acımsı bir sıkıntı yükseldi, yüreğini avucuna alıp boğazına oturdu. Konuşamadı, iki kelam etse, derdini öğürse, rahatlayacak ama mıh oldu, kaldı. Kızcağızlara çevirdi yüzünü, yerde bayır, gökte is karası pamuklar, şöyle söyledi:

“Ya damadın bir bağ pırasası yoksa… Ya başlık parası buluşturamamışsa…”

Alice aniden hançerlendi yüreğinden, dokuz tuğlu bir ulu mızrak saplandı böğrüne. Kara yalımlar kapladı gözlerini, hüzne battı. Sevdalıların para denen illetten yana noksan

112 kaldıklarını anladı, dara düştü. Kedere kesti, “Of” döküldü ağzından. Kızcağızların ederinin pırasa sapıyla yahut bağıyla ölçülmesini anlamlandıramadı. İnsana kıymet biçilmesine aklı ermedi. Gözleri kaynadı derinden, geçerli bir niyet aradı bu geleneğin berisinde lakin kireçle sıvanmış bomboş duvarlardan gayrısını bulamadı. Vurmak istedi, kırmak, dökmek, saldırmak; duvarları temelinden söküp uzaklara savurmak. Kızcağızların sesi bayırda yankılandıkça cızırdadı her yanı, mezbahaya döndü ciğeri, kıyıldı benliği. Sonra duruldu, döndü Teke’ye ve şöyle söyledi:

“İçim sıkıldı be Teke, ne biçim memleket yahu bu, derdi mebzul, tasası çuvalla…”

İhtiyar gülümsedi, tespihi ardında tıkır tıkır akarken döndü kadına ve dedi ki:

“Böyledir bu diyar, alın yazısı beyitler dolusu bir destandır, meramsızlığı anlatır… Lakin acısıyla, tatlısıyla, bir harikadır Anadolu.”

Girdi Alice’in koluna, yürüdüler. Bayıra son bir bakış atıp beride bıraktılar sevdaya bedel biçenlerin kurbanlarını. İndiler düze, ötesi bir koca şehir. Daracık sokaklardan ibaret her yan, ağ gibi örülmüş, sabırla, ısrarla. Sokaklarda kızlar, kızların elinde misketler, peşi sıra yuvarlanıyorlar. Neymiş, kızlar misket yuvarlarmış… Alice sordu:

“Burası neresi?”

Teke dürttü kadını, “Şişt,” dedi, “güvercini korkutacaksın!”.

Daha cümlesi sönmeden korktu damdaki güvercin, uçuverdi…

“Neyse,” diye mırıldandı Teke, “geri gelir elbet”.

Girdiler daracık sokaklara. Misket yuvarlayan kızların arasından yürüdüler. Kapılarda oturan kocaman avratlara selam ettiler, saygıda kusur etmediler. Mahalleli aldı selamı, koydu yüreğine, ağız birliğiyle içten bir “Hoş gelmişsiniz” serdi sokağın taşına. Gülümsedi Alice, samimiyeti hissetti, canı kımıldandı. Teke’yse gördü ya gezginin neşesini, diyemedi gerçeği, kusamadı sözcükleri. Yoldaşı üzülmesin diye, “Bu koca avratlar kızların belalısıdır” demedi, “Kızlara koca vermiyor şu kocaman avratlar” diyemedi.

Yürüdüler, aştılar daracık sokaklı şehri. Berilerinde sırlı bir hüzün, önlerindeyse Anadolu. Dere tepe düz gittiler, çok geçmeden, cümbür cemaat oynaşan bir ahalinin arasına daldılar. Teke daha söz eyleyemeden Alice koptu neşenin izine doğru, cümbüşe yanaştı. Düğün dernek kurulmuş, ocaklarda keyif ateşleri yakılmış. Gülümsedi Alice. Zihnindeki kara bulutlar çekilmeye yeltendi, fikrine koskoca bir aydınlık doluverdi. Halaya durmuş sürüyle genç kız, delikanlı… Ayaklar toprağa ayrı vuruyor, eller sımsıkı tutuşmuş, kıyamet kopsa dahi kopmayacak minvalde kaynaşmış. Türkü çağlıyor her yanda, davul gümlüyor, zurna inliyor. Fistanlar allı morlu, ceketler kadife yamalı.

Keyfi yerine geldi Alice’in, havaya dağılan neşeden nasibini aldı, sokuldu ahaliye. İlkin çevresinde döndü halay, aktı, çığlık çığlığa coştu; müteakiben yutuldu insan trenince, çekildi araya. Elleri kınalı parmaklarca kapıldı, bir aşağı, bir yukarı, sallandı kahkahalar eşliğinde. Ayaklarının acemiliği üç beş adımla uçup gitti, karıştı bulutlara. Memeler çağlarken, saçlar karışmışken, saf ziyadan olma bir gülümseme yerleşti Alice’in yüzüne.

113

Hemen sonra dondu kaldı gezgin.

Yıldırım çarpmışa döndü, kukla misali bıraktı vücudunu. Avuçları yabancı ellerin mahpusluğunda inip kalkmaya, bedeni iki yanındaki civanlarca sağa itilmeye devam etti, zihniyse yedi prangayla yetmiş ayrı gülleye zincirlenmişçesine durdu, işlemez oldu. Kesildi akıl melekeleri, taşların arasına döküldü dirayeti. Derken yüreğinden bir şeyler haykırdı, derinlerde beliren bir güç silkeledi usunu. Hiddet ve dehşet bir olup tokatladılar yüzünü. Ayıktı bir kırbaç gibi, ellerini ani bir hışımla çekip aldı, attı bedenini öne. Halay treni etrafında dönerken rüzgâr fakiri bir kuru dal gibi kaldı ayakta. Kımıldasa düşecek, nefes alsa devrilecek. Yüreği durayazdı, irkildi. Acılı bir korku saplandı etine, ne dillerdeki türkü ne de raksın coşkusu erebildi benliğine. Varsa yoksa suratlar, alınlardaki koca koca yaralar…

Nefes almak zul geldi Alice’e, damarlarında alevler aktı, her yanı sırılsıklam tere kesti. Halay çekip türkü çığıran kalabalığın kaşlarının ortasında ceviz irisi kurşun delikleri; cılk, taze, örselenmiş. Ölümle yaşam kol kola, yan yana. Davulcunun adı Memat, zurnacının lakabı Can. Zelzeleye tutuldu Alice, cihan etrafında dönmeye, bulutlar üzerine kapanmaya koyuldu. Teke yamacına sokulup koluna girmese, yitip gidecek diyarların gezgini, öyle daldı karabasanların arasına…

“Sakinle hele kızım, gel bu yana” dedi Teke, sesi şefkatli, mizacı babacan.

Aldı Alice’i, çıkardı halayın göbeğinden. Kenarda mırıl mırıl akan dereden su çarptı yüzüne, avuçlarını ovaladı sertçe.

“Yeğ misin yavrum, geldin mi kendine?”

Sustu Alice. Yanıtlar aklında tükenmiş, sorular peşi sıra dizilmişken, hiçbir şey demedi. Öylece baktı Teke’ye. Suali sözsüz, ağırlığı büyük… Anladı Teke durumu, nefes çekip eğdi başını, yüzünü cümbüş içinde akan ahaliye çevirip başladı söze:

“Bakmayacaksın alınlardaki koca yaralara, üzülmeyeceksin kızım. Domdom kurşunu değmiştir buncağızların kaşlarının arasına. Hayat denen kıymet ellerinden alınmıştır, türlü anane, kem niyet ve görenek yüzünden, çoğu zaman da haksızlığa batmış bir halde, vurulmuşlardır suratlarının ortasından. Ama Anadolu evladıdır bu ahali, kaşlarının arasına domdom kurşunu değdi diye durulmak bir yana, sevinip göbek atarlar. Sen de gördün cıvıl cıvıl hallerini, işittin kuş misali süzülen sevinci… Anadolulu böyledir, bir avcı vurur bunu, bin avcı da yer. ‘Ah’ der, ağlar, sonra davula bel kırar, zurnaya kıçın kıçın sırnaşır. Ölüm boldur bu diyarda, kurşun bitmez, tükenmez… Lakin değişiktir eşrafı… Acısıyla, tatlısıyla, bir harikadır Anadolu.”

Alice cevap eylemedi. Huysuzluğa saklandı. Teke’ye değil, semaya baktı. Göğün sonsuzluğunda aradı dinginliği, böğründe köpüren mangalı küllendirmek gayesiyle sessizleşti. Nefes aldı, ateşini körüklemekten ziyade söndürdü hava, ciğerleri duruldukça teri sırtında soğudu, saçları toprağa doğru yattı. Gözünden tek damla yaş süzüldü, o denli ufaktı ki, yanağında tükendi, çenesine dahi eremedi. Nihayetinde döndü Teke’ye, dedi:

“Deden Korkut’un bana garezi neydi be Teke, ne diye gönderdi beni buralara? Gönlü ne karaymış, ben gibi günahsıza reva gördüğü zulüm ne ağır… Size bir kötülük mü ettim, çayınızı

114 mı soğuttum, kahvenizi mi döktüm? Ne menem diyarmış bu Anadolu, her yanda dert, cümle taşın altında tasa. Yağmurlar bile gülmüyor, üzüntü yörenin demi olmuş, içine işlemiş. Bu Anadolu ne lanetli toprak…”

Tiftiği Bol Mor Teke gerdi sırtını, yaşını başını kenara koydu, heybetini öne aldı, baktı gezgine. Hiddetlenmedi, aksine, gülümsedi. Hak verdi Alice’e, araya birkaç suskun an koydu ve şöyle dedi:

“Anadolu bir harikadır yavrum, insanıysa gariptir, başkadır. Su gibi aziz, gök misali yeğdir. Menem olan başımızdakilerdir. Masallarda kötü kraliçeler, buradaysa ensesi kalın kodamanlar, ağalar, paşalar, mebuslar ve reisler vardır.”

Baştakileri anınca, adeti olduğu üzere, Teke iki okka küfür geveledi, çenesini sıktı, devam etti:

“Ha buraya çömsek, açsan kulağını, dinlesen başımızdakilere dair anlatacaklarımı… Bitmez sözüm, tükenmez kelamım… Bundan kelli laf eylemeye, kalabalık etmeye lüzum yoktur kızım, vaktiyle Aziz demiş diyeceğini, Uğur söylemiş, Köroğlu dillendirmiş. Aklı eren çınarların tekmili sıralamış gerçekleri satırlara, mısralara, türkülere. Ey Alice, ey güzel yavrum, sen iyisi mi Anadolu’yla Anadoluluyu karıştırma, iç içedirler ama başkadırlar. Anadolu candır, canandır, yeganedir; tarihin yadigarıdır… Anadoluluysa, bin kuyudan çekilip biricik testiye doldurulmuş bin kere bin çeşninin insanıdır.”

Sözler düştü toprağa, emildi yağmur gibi. Dermandan yana çorak kalan dertli gök çekti Teke’nin kelamını ciğerine. Alice’se durgun lakin muzdarip vaziyette sordu:

“Bunca bela başınızdakiler yüzünden mi?”

“He ya,” dedi Teke, “pek menemdirler”. Ve silkelendi, gaileye gömülmek yakışık almaz diye “Gel,” deyiverdi, “başka taraflarını gezelim Anadolu’nun, oynaşı bol yörelere varalım”.

Teke düştü öne, Alice de ardından yürümeye koyuldu. Teptiler yolu, aştılar dereleri, tepeleri. Durgun göllerin yamacından, terelelli çayların civarından geçtiler. Bir gül bahçesine girdiler nihayetinde. Bahçede bir bülbül, şakıyor, çoğalmış sanki, koro misali okuyor türküsünü. Coşkusu toz pembe, çiçeğe kesmiş yaylalardan daha renkli. Yanı başındaki derecik bile bülbülün sesine kapılmış, oynuyor.

Alice dereyi gördü, aklı uçuverdi yine. Olacak iş değil, sular yukarı akıyor! Dertli mizacını çıkarıp astı bir gül dalına, dedi:

“Bu Anadolu ne harika bir yer, dereleri yukarı akan yöreye ben ne eyleyeyim, kıymetini aleme ne edip duyurayım…”

Güldü Teke, gezginin böylesi çabuk değişen ruhuna imrendi. Derken bir dal ilişti Alice’in gözüne, üzerinde bir şalvar. “Bu şalvar ne ola?” diye sordu, ihtiyar Teke’yse üzüldü ama belli etmedi, Alice daha fazla tasalanmasın istedi, sustu. Kem küm etti, “Şalvar yahu işte, birisi unutmuş belli ki” diye geveledi. Alice ısrarcı, baktı ihtiyara, gözleri meraklı, saçları som sarı. Teke diyemedi o şalvar Halime’nin; diyemedi Halime’yi samanlıkta basmışlar, şalvarını gül dalına asmışlar… Tutuldu dili, söyleyemedi, diyemedi ki Anadolu’da kızcağızları bir yerlerde

115 basan çoktur, mevzu kendi namusuysa kaplan boldur lakin başkasının namusu parmak banılası bir kase baldır… Anadolu’da o balı çalmaya hevesli çok gönüllü vardır diyemedi. Neyse ki bir turna kondu bahçeye, yetişti Teke’nin imdadına. Alice’e cevap vermeden döndü Teke turnaya:

“Ey turna, allı turna, şanlı turna, nasılsın?”

Kuşsa üzgün, durgun.

“Şeker” dedi, sustu.

Şaşırdı Alice, meali çözemedi, şekerin manasına eremedi. Turnaysa pek tabii durmadı, yeniden açtı ağzını, bir daha “Şeker,” söyledi, “kaymak, bal” söyledi. Allı turna bu, şıkırtılar eşliğinde döktü kelimeleri. Alice döndü Teke’ye, dedi:

“Bu turna ne söyler?”

Teke pes etti, gül bahçesinin gülümseten ahvalinden sıyrılıp hüzünlü bir endama yaslandı, döndü Alice’e. Gözleri yaşlı, yüreği buruk:

“Anadolu’da hasretlik çoktur” dedi, “Turnalar da olmasa, Anadolulu uzaklarla konuşamaz”. Ve devam etti:

“Hasret kuşudur turnalar, yürekten yüreğe uçar, iki çift laf söyleyip harap gönülleri ferah tutar. Gurbetten haber getirir, sevdanın öpücüğünü taşır uzaklara.”

Alice burkuldu yeniden. Güllerin dikeni olmasa oturacak bahçeye, hışmından beş gün kalkamayacak. Dağ dolusu kederlendi, taşan nehir misali tasalandı. Gözünün bendi çöktü yeniden, bir damla yaş süzüldü, bu defa yanacığını aşıp düştü toprağa. Dört yapraklı dört yonca taştı damlanın konduğu yerden. Dördü de uğurlu, tekmili güleç… Teke tespihini çeke çeke yanaştı Alice’e, dedi “Gel, yürüyelim”.

Adım üstüne adım attılar. Gül bahçesi geride, yüzleri gün doğumundan yana, ilerlediler. Susarak, beride yaşananları hazmederek erdiler bir yolun kıyısına, tek başına bekleyen gençten bir kızcağızın yanına. Okul kıyafetlerini kuşanmış kız, kitaplarını asmış terkisine. Alice gülümsedi, yüzünden ışık saçtı top top. Kıza yanaştı, selam etti. Karşılıksız kalmadı yeğ niyeti, “Hoş geldiniz yöreme” dedi kız. Alice adını sordu, kız “Nazife” dedi.

“Ey Nazife, kaç yaşındasın?”

“On beş yaşındayım. Ben on beş yaşındaki Nazife Hanımım.”

“Neyi beklersin?”

“Sıramı beklerim.”

“Ne sırası?”

“Leyla’nın ardından ben gideceğim.”

Alice döndü Tiftiği Bol Mor Teke’ye, merak basmış, suale doymamış bir halde baktı uzun uzun. Teke’nin gözleri yerde, yüreği çağıltı, böğrü çavlan. Baktı ki cevap orada değil, Alice yeniden döndü Nazife’ye, sordu:

116

“Okuldan mı geliyorsun?”

“He ya” dedi Nazife, nedense hemen sonra kederlendi, buruldu. İki kelam daha düştü dilinden, “Artık okula gitmeyeceğim” dedi, “Sıra bana gelmiş, on beş yaşındaki Nazife Hanıma gelmiş”.

Alice anlamadı, ayıkmadı. Gözlerinde çakan sualler aldan mora, mordan karaya aktı, yüzünü koyulttu. Nazife baktı ki sarı saçlı kadıncağız pek meraklı, tuttu elinden, kattı yanına ve yürüdü. Yere çömüp daire olmuş bir düzine erkeğin dibine vardılar. El çırpıyor, tespih çekiyor, şalvarlarının içinde hey gidi hey, cümbüş tutuyor erkekler. Ellerinde paralar, deste deste, gani gani. Paralar uçuşuyor, dairenin ortasındaki kızcağıza gökten yağıyor.

“Bak,” dedi Nazife, “bu Leyla’dır, o da on beş yaşındadır”.

Alice saldı usunu mevzuya, başladı izlemeye. Erkeklerin neşesini gördü önce, burulan bıyıkları, esneyen uçkurları seçti. Hevesin kokusunu aldı ve erkeklerin gözlerinin Leyla’ya dokunurkenki gayesinin ayırdına vardı. Kudurdu; Leyla daha çocuk, etlerine hallenmek, dudağına bıyık sürmek ne mümkün! Nasıl olur! Döndü Teke’ye, yükseltti sesini:

“Ne oluyor burada Teke, de hele, ne dönüyor bu çemberin göbeğinde?”

Teke dedi “Bas bas paraları Leyla’ya…”.

Alice hiddete battı, derine daldı, çıkamadı. Asabı kılıç kuşandı, dikeldi ayağa. Yüreği kanlandı. Dili döndüğünce sordu Nazife’ye:

“Sen neyi bekliyorsun yavrucak?”

Nazife dedi, “Ben on beş yaşında da Nazife de hanımım, bana doyum olur mu?”.

Masmavi yıldırımlar vurdu Alice’i, usu damarlandı, kudreti şahlandı. Körpecik Nazife’yi meze edecek ya erkekler, Alice oracıkta oynattı aklını. Kaldırdı elini, niyeti vurmak, tokadı indirmek utanmazların yüzüne… Teke durdurdu onu, dedi:

“Gel Alice, gel… Bir tokatla çözülseydi mevzu, o tokadı atacak yürek elbet bulunurdu. Böyledir Anadolu, acısıyla, tatlısıyla, bir harikadır.”

Nazife’yle Leyla’yı beride bırakıp yürüdü Alice’le Teke. Gözleri ileri, gönülleri geri bakar halde aştılar köyleri. Teke kestirmelerden aldı yolları, tepe sırtlarından, dağ yamaçlarından götürdü gezgini. Nazife’den gayrı sıra bekleyen çocuk yaşta kızları göstermedi Alice’e, entarisi ala benzeyenlerin nerelerinin bala benzetildiğini belli etmedi. On beşlik Safiye’ye dar gelecek diye koca karyolaların birleştirildiğini anlatmaya dili varmadı… Teke hüzne batmış, Alice yangıya gömülmüş halde ilerlediler. Çukurova’sından Menderes’ine, süzüle süzüle arşınladılar toprakları. Tiftiği Bol Mor Teke baktı ki misafirinin usu ağlamaklı, kırdı dümeni şenlikli bir köye.

Köyün girişinde bir güdük ev, evin damında bir güdük oğlan. Şeker oğlan. Alice bastı kahkahayı, seslendi oğlana:

“Hey, kardeş, merhaba, senin adın ne?”

117

Oğlan dedi “Ben şeker oğlan, anama darıldım, damda yatarım”.

“Anaya küslük olur mu?” deyiverdi Alice, oğlan burun kıvırıp pofladı. Döndü kıçını, küstü. Güldü Alice, samimiyet yüklü serzenişe tebessüm etti. Derken duruldu, aklına düşeni sordu:

“Yahu Teke, vaktiyle ormanlık diyarların birinde, şekerden bir ev kuruluydu. Dört yanında kırk sandık şeker bezeliydi. Pembe pamuktan çatısı, portakal kokulu kapısı vardı. Lakin leziz gamzeli o haneyi mendebur bir cadı mesken tutmuştu, cümle köyün çocuklarını semirip yerdi. Hele de bakayım, bu şeker oğlanın da ardında var mı bir kötülük?”

Gülümsedi Teke, “Yok,” dedi, “ha bu şeker oğlanı vaktiyle anası atmış, tutmuş, şekere katmış. Akşama babası geldiğinde de önüne atmış. Ondandır şekerliği, bit yeniği arama” diye ışık tuttu mevzuya.

Keyiflendi Alice, derken bir horoz ötüverdi köyde, damdaki şeker oğlan korkuya battı. Horozdan korkan oğlan… Bastı kahkahayı iki gezgin, oyalanmayıp meydana indiler. Meydanda bir minare, etrafında dolana dolana yükselen bir merdiven. Adamın teki minareye çıkıyor, kucağında karısı. Gülüyor ikisi de, neşeleri bol kepçe, gülücükleri martı misali. Garipsedi Alice hallerini, Anadolu insanının kendine has tuhaflığı saplandı usuna. İzledi ikiliyi, ta tepeye erene dek kilitledi gözlerini üzerlerine. Amanın, adam aniden attı kadını aşağı! Tüh! Vah! Yazık! Kadın güle güle düşerken toprağa, Alice’in eli ayağı boşaldı, cız etti canı, kaynadı teni. Dahası, adam koşa koşa indi aşağı, yetişip tuttu kadını! Alice’in yüreğine indi, tam Teke’ye bir şey soracak, kadının sesiyle irkildi:

“Minareden at beni,” dedi kadın, “in aşağı tut beni”.

Alice bayılayazdı, aklı beyaza, fikri ala bulandı. Teke yamacına sokulup tutmasa elinden, düşecek, devrilecek.

“Korkma,” dedi ihtiyar, “böyledir Anadolu insanı, atar da tutar da… Döver de sever de… Acısıyla, tatlısıyla, bir harikadır Anadolu”.

Minareye sırt verdi ikili, yan köyü kıble bilerek yola devam ettiler. Tiftiği Bol Mor Teke derin bir nefes çekti ciğerine, ayva kokuyor ortalık, buram buram çiçek çağlıyor. “Ayva çiçek açmış” diye üfürdü usulca, “Yaz mı gelecek?” diye gayriihtiyarı tamamladı Alice. Teke aydı mevzuya, gezginin yüreğindeki kasnağa Anadolu’nun sakince işlendiğini, nakış nakış yerleştiğini anladı. Sevindi, “İyi yoldayım” diye mırıldanıp yeşil bir neşeye battı, coştu gönlü ve bastı narayı:

“Heyt be Anadolu, sen ne biçim şeysin! Acısıyla, tatlısıyla, bir harikasın!”

Yoldaşının böğründen kopan sevinci çözemese de sahiplendi Alice, güldü. Yüzünü sol cenahtaki bostana çevirdi. Lahana bostanı, bereketli toprak. Bir de ne görsün, dananın teki sallana sallana geziyor bostanda!

“Aman!” dedi, “Dana bostanı yiyip bitirecek!” demeye kalmadı, bostancı geldi. “Kov bostancı danayı, yemesin lahanayı!” diye çığırdı, Tiftiği Bol Mor Teke’yse tebessüm etti, dedi “Gel, bulaşmayalım bunlara”. Tam başı alıp gidecek, bostancıyı danayla baş başa bırakacak, bir çoban kesti yollarını. Teke dedi “Merhaba”, çoban yanıtladı, “Selam sana”. Çobanın gözü

118 gördü Alice’i, yüreği kanatlandı, şirazesi şaştı. Alice bir güneş, bir derya. Sarı bir memba, allı pullu bir muştu. Teke baktı ki çoban coşacak, girdi araya, “Höt!” dedi, “Nereden gelir, nereye gidersin?”.

Çoban aval aval döndü ihtiyara, gönlü Alice’te, abayı saman alevi misali yakıvermiş… Dedi:

“Tosya’dan gelirim ey Tiftiği Bol Mor Teke, Karadeniz’in deniz görmemiş iki çimdiklik kasabasıdır yurdum. Koyunlarımı kaybettim, Mecnun oldum, ararım kıymet parelerimi.”

Alice üzüldü, çobanın haline buruldu canı, sordu, “Kaç koyunun vardı?”. Cevap yapıştı hemen:

“Üç koyunum var, dördü de kara, kız bulamazsan, dul karı ara!”

Alice şaştı, usunda bir keşmekeştir aldı yürüdü. Teke “Höst!”dedi, “Koyunlarını bulmandır dileğim, var git yoluna ey çoban” diye aba altından gösterdi sopasını ve girdi koluna gezginin, başladı öteye doğru adımlamaya. Alice hâlâ suspus, sinik. Parmaklarını saya saya ilerledi ama nafile, çıkamadı hesabın içinden. Üç koyunu varsa çobanın, nasıl dördü de kara? Anlamadı, güldü, somurttu, tıkandı. Dedi “Bu Anadolu bir harika!”.

Yürüdü kutlu yoldaşlar, meşelerin altından, kavakların yanından, dutların yöresinden geçtiler. Sakız ağaçlarıyla eğleşip çitlembiklerle söyleştiler. Epey yol teptikten sonradır ki “Şişt” diye bir ses işittiler, dönüp baktılar, gül yüzlü bir eşek gördüler.

Eşek dedi “Merhaba”, Teke yanıtladı, “Selam sana”. Sözü yeniden alıverdi Eşek, hevesi fırından çıkmış ekmek misali fosur fosur:

“Ben Hoca Nasreddin’in eşeğiyim, size selam getirdim.”

İhtiyar Teke gülümsedi, dedi:

“Hoca Nasreddin sağ olsun, var olsun.”

İrfanı bol bilgeler merhabalaşırken, Alice dondu kaldı yerinde, kunduraları toprağa saplandı, kilitlendi dizleri. Eşek’in gözlerine vuruldu, kalbinden yakalandı mavi kancalara. Gözler birer kehribar; gecenin laciverti, Van Gölü’nün dibindeki o buhurlu mavi… Namlı camgeranlar el vermiş, yeryüzünün ilk nazar boncuğunun demini alıp Eşek’in gözüne sürmüşler, erenler bir olup üflemişler mavi kuyulara. Öyle harika bakıyor Eşek!

Alice döndü Teke’ye, “Ne şahane bu gözler” dedi yılık bir edayla. Eşek atladı lafa, “Dünyanın en güzel gözleri eşeklerdedir” diye fıkırdadı. Gülümsedi Alice’e, can verdi yüreğine. Muhabbet hız alıp gidecekti ki yolun ucunda bir kadınla bir adam peydah oldu, gasbetti tüm ilgiyi. Kadın desen rengarenk, adam desen pir-i ahenk. Karışmışlar birbirlerine, bir kıymetli ebruya; çiçeği kıvrık, yaprağı uzun bir desene; dönüşmüşler.

Teke dedi “Gelin varalım şunlara”, Alice hemen düştü yola. Eşek arkalarından “Selametle” diyerek el salladı, “Dönmem lazımdır, size uğurlar ola”.

Gönüllerine sakladılar Eşek’in dileğini, erdiler uzaktan gelenlerin yamacına.

119

“Merhaba” dedi Alice, kadınsa kıkırdadı; cilvesi pembe, endamı yeşil.

“Bu Alice” dedi Teke, “Anadolu’yu geziyoruz”.

Adam “Hayhay” diye baş büktü, “Hoş geldiniz”. Ve devam etti:

“Ben Kiziroğlu Mustafa Bey, bu billur dilber ise Emine Hanımdır.”

Emine’nin parmağında yüzükler, ne de güzeller! Oy oy Emine! Dayanamadı Alice, sordu, “Nedir bu güzellikler?”, Emine’yse güldü, kolundaki bilezikleri şıkırdattı, kıkırdayıp girdi Kiziroğlu’nun yamacına. Amanın, o da ne, şaşırdı Alice, ahenk piri Kiziroğlu’nun manşetlerinde birer damla kan! Kızıl, sıcak… Telaşlandı gezgin, “Of!” dedi, “Ne oldu sana?”

Kiziroğlu “Sorma,” dedi, “aşağı derenin dibinde, dadandı Köroğlu bana, tepiverdim herifi suya!”.

Teke gerindi, “Peh peh peh” dedi, “Köroğlu’nu suya tepe, peh peh peh” diye yineledi.

Alice üzüldü, “Hadi bana eyvallah” deyip koştu dereye. Peşindeki Teke çevirdi yüzünü semaya, seslendi Anadolu’ya:

“Sen ne biçim şeysin bre gönül parem, Alice’in diline yerleşiverdin hemen…”

Teke beriden gelirken vardı Alice dere boyuna, baktı, Köroğlu hâlâ suyun içinde oturur. Ağlamaklı, hırslı, hışmın içinde bir yağız delikanlı. Buruldu Alice, ezelden beri ne vakit kavga görse düşer yüzü, dövüş duysa titrer dudağı… İki adım yanaştı dere suyuna, “Ne ediyorsun” diye sordu sessizce. Köroğlu döndü, çakmak çakmak gözlerle, mangal koru alevlerle baktı gezgine. Tam açacak ağzını, dökecek hışmını dereye, Teke yetti hemen, “Gel,” dedi, “ilişmeyelim, derdi büyüktür”.

Aldı Alice’i, garba verdi yüzünü, dere boyunu iz edinip başladı yürümeye. Çok geçmeden bir efe çıktı karşılarına, kesti yollarını.

“Dur yolcu!” diye inletti kayaları, “ Baç lazımdır, altın verene uğurlar olsun, gümüş sadaka bırakanın borcu olsun…”

Tam Teke “Höst” diye çıkışacakken efenin düştü çenesi aşağı, yumuşadı mizacı. Alice’in ipek saçlarını gördü ya, rüzgâra konmuş tutkal misali donuverdi benliği. Çekidüzen verdi cepkenine, yanaştı hatuna, sıraladı lafları:

“Ay gidiyordu batmaya, selam söyledim Fatma’ya. Senin geleceğini bilseydim ey güzel dilber, söylemezdim selamı Fatma’ya… Adını bahşet ne olursun, günümü aydır, gönlümü ışıt…”

Yalvarırcasına büküldü ya efe, Alice dayanamayıp kıkırdadı, okşandı yüreği. Dedi “Adım Alice, peki ya sen kimsin?”. Teke yine meyletti öne lakin efe ısrarcı; hop diye koluna yapıştı Alice’in, dedi:

“Ben sakızdan olma, üzümden doğma bir Ege bıçkınıyım. Vaktiyle bir taş attım havaya, düştüm mahpushaneye. Bugüne dek ölürdüm esmer için ey dilber ama seni gördüm ya, şaştı fikrim, coştu yüreğim. Bal dudağından gayrısını düşleyemem artık, saçının sarısından ötesini

120 görmez gözlerim. Lavanta ister misin? Ne olur kırma beni, çek şu şişecikten bir nefes, dal demin koynuna…”

Alice gülümsedi, armağanı almamak olmaz, uzattı elini şişeye, lavantayı çekti ciğerine. Demet demet çiçek doldu içine, yanağını al bastı, damağında şeker buğusu… Yaz meltemi gibi indi lavanta teninden aşağı, okşadı tüm bedenini, inletti gezgini. Tam efe yanaşacak dilbere, Teke nihayet becerdi araya girmeyi, “Höst!” sesiyle tokatladı dağı taşı. Heybetle şişti böğrü, iki adımda kovaladı efeyi, aldı Alice’i yanına, başladı baba misali nasihat etmeye:

“Hele Alice kendine gel, durul bre kızım. Anadolu harikadır lakin hâlâ belleyemedin mi belasının bolluğunu? Leyla’yı unutma, Hafize’yi aklından ırak eyleme… O efe düştü ya mahpushaneye, niyedir bilir misin? On beş kızı kandırmıştı bir şişe lavantaya…”

Şaştı kaldı Alice, bedeninin çağıltısı dinip aklı yeniden dümene geçtiğinde birkaç küçük tövbe döküldü ağzından, sözsüz bir özür diledi Teke’den. Gülümsedi, affettirdi kendisini ve girdi koluna ihtiyarın. Yürüdüler, ta ki bir nehir kenarına inene dek durmadılar. Teke nihayetinde dedi “Yoruldum”, Alice ikiletmeden tünedi bir taşın üzerine. Nehire baktı, suya kattı ilgisini, rüzgâra verdi kulağını. Coşkun, büyük, heybetli bir nehir bu; ağır, ulu…

Teke dedi “Bu Fırat’tır, suyu akar, serindir, oy oy”. Ve devam etti:

“Derdine devadır nicelerin, canına candır öksüzlerin.”

Alice kalktı, bir yudum içti Fırat’tan. Ciğerleri bayram yeri, karnı düğün, midesi cümbüş eyledi. Serinledi, ferahladı. Ne de güzelmiş şu Fırat’ın suyu… Alice fark etmedi lakin göz çeperleri gerildi, kırışıkları uçtu gitti. Tenine kan geldi, ellerinde üst üste binmiş yollar düze indi. İçinde kıpırdanan kumrular el verdi, samimi bir nara saldı Alice göğe:

“Hay canına yandığım Anadolu, ne harikasın!”

Teke güldü. Dedi:

“Bir de Gelevera Deresi vardır, iki dağın arasındadır. Onu da görsen, aha suyu böyle ballıdır. Anadolu’nun her deresi bambaşka bir harikadır!”

Alice vardı ihtiyarın yamacına, yüzünde güller, yüreğinde bülbüller. Dedi “Ben çok sevdim Anadolu’yu”.

Teke gülümsedi, Alice’se anlam konduramadı bu mizaca. Teke tespihini çeke çeke dikeldi, sordu:

“Unuttun mu Hafize’yi? Unuttun mu mandaların uğuntusunu? Leyla’yı, kayıp öküzü, bayırdaki kızları, domdom kurşunuyla vurulmuş insanları ittin mi usunun berilerine?”

Alice’in yüzü soldu. Onca çile, nice dert yüklü bu topraklarda… Çetrefilli çıkmazlarla örülmüş bir mahzene kapandı aklı. Çiçekli bir cennet paresi üzerinde kan kırmızı bir cehennem çukuru açmış ademoğlu, haliyle ne edeceğini şaştı. Neyse ki Teke yetti imdadına, dedi:

“Son bir yere gidelim, öyle karar ver Anadolu’nun sıfatına.”

121

Kalktılar, kelamsız, sözsüz bir halde yürüdüler. Az gittiler, uz gittiler, dere tepe düz gittiler. Memeleri baş kaldırmış kızların yanından geçtiler, önü boyalı direklerle süslü evleri aştılar. Yaz geldi diye öten turnalara baş selamı verip yollarına devam ettiler. Bastırmak için Konyalı arayan bir kızcağızla birlikte sallamaktan yorulmayan bir yosmanın uzağından geçtiler. Salına salına gelen bir kara trenle kesiştiler, geçtiği yerlere bir daha hiç gelememe düşüncesinin altında ezildiler, kömür kalpli o demir dede için üzüldüler. Nihayetinde Kaf Dağı’nın yeğeninin yamacına vardılar.

Ağrı…

Bir koca dağ; ulu, yiğit, babacan. Anadolu’ya tepeden bakar, Ida’yla konuşur, Nemrut’la şakalaşır. Öyle dev… Toprağı isli, nefesi sızılı. Başını bulutlar bürümüş, şapka niyetine kar, etek yerine sis kuşanmış. Sis dağı bu Ağrı, başında yel püfür püfür esiyor… Teke dedi:

“Bak Alice, ey diyarların gezgini, ey Dedem Korkut’un emaneti, şuraya bak.”

Alice döndü, Teke’nin toynağını doğrulttuğu yana çevirdi gözlerini. Bir de ne görsün, koskocaman bir ağaç. Faltaşı misali çaktı bakışı, mavi kunduraları şaşırıp yeşile döndü, entarisi tirim tirim titredi. Öylesi garip bir ağaç bu, görenleri sallayan, duyanları sarmalayan bir

inilti akıtıyor dört bucağa. Gövdesinden yaylı tamburun ahını, dallarından neyin büyüsünü saçıyor; derinden, toprağın ta dibinden eriyor yüreklere. Ağır geldi ağacın dokunuşu, düşeyazdı Alice. Teke girdi koluna, tuttu kadıncağızı. “Korkma,” dedi, “zararsızdır, onun derdi başkasıyladır”. Alice yanaştı ağaca, merak içinde fokurdarken yeşile dönmüş pabuçlarıyla sokuldu Ağrı’ya.

Söğüt gibi nice dallı, bol saçaklı bir ağaç… Meyveleri iri, büyük; meyveler birer insan başı… Alice dedi:

“Bu ağacın adı ne?”

Teke yanıtladı, “Vakvak’tır ismi”. Ve sürdürdü sözünü:

“Vakvak Ağacı böyledir, meyvesi insandır. Anadolu’ya kötülük eden başların sonu aha bu ağaçtır.”

Alice sözlerin manasını usunda eritirken bir meyve açtı gözlerini, şaşırmaya kalmadan tüm meyveler uyanıverdi. Gezgin sindi beriye, bekledi. Önce gök sustu, kuşlar durdu. Elli fersahlık çemberdeki tüm dereler dondu, Anadolu yavaşladı. Alice çevirdi gözünü Teke’ye, merakını açık etti, Teke’yse toynağıyla ağacı göstermekten gayrısını etmedi.

Ağlamaya başladı bir meyve.

Acılı, kezzap yüklü, can yakan bir çağıltı aktı gırtlağından. Bir başkası küfür kıyamet açtı ağzını, yumdu gözünü. Bağırırken saçtığı sözler irinli, nefreti kaya misali. Bir diğeri ızdırap içinde yalvardı, af umdu. Kimisi sadece çığlık attı, nicesi çaresizlik içinde debelendi. Tüm başlar, cehenneme gönderilmek pahasına, Vakvak’tan kurtulmayı dileyerek inim inim inledi…

122

Şaştı Alice, Teke’ye dönüp soran gözlerle baktı. Dokunsan ağlayacak, usu tutulmuş, mecali kalmamış. Teke dokunmadı, ağlatmadı. Alice şöyle bir dikeldi, kırbaçladı dimağını. Düşündü, konuşmadan yahut nefes almadan bir süre sadece muhakeme etti manzarayı. Fikir labirentinden sağ salim çıktığında artık anlamıştı mevzuyu, ermişti ahvalin derinine. Vakvak Ağacı’ndaki bütün meyveler hüngür hüngür ağlarken, o ayıkmıştı durumu. Bilmişti ki bu karman çorman dallara meyve olacak daha nice hain baş var Anadolu’da… Hıyaneti uzakta aramaya gerek olmadığını sezdi yüreği, çileli köylerin, dertli şehirlerin hepsinin başına çorap ören kansız başların kuytularda yuvalandığını hissetti. O başlar yüzünden tasaya batan sonsuz insanın yüzü aktı usunda. Nefes çekti, duruldu ve sordu:

“Ey yoldaşım, hep baştakiler yüzünden mi bu toprağın derdi?”

Teke cevap vermedi, sustu, put kesildi. Sessizlik havayı sarıp can yakmaya başlayınca derin bir “Of” saldı göğe, karşıki dağlardan duyuldu sesi. Uğundu bulutlar, ilendi toprak. Yankı usul usul çaktı, söndü, nihayetinde ötede, Ağrı’nın zirvesinde bir aşık göründü. Ak saçlı, yaşlı başlı. İrfandan yana Karun denli zengin, babacanlıkta Süleyman misali varlıklı. Teke gülümsedi, aşığı gören yüreği huzura kesti. Dedi:

“Bak Alice, gelene bak. Vakvak Ağacı’nın bekçisidir o, hain başlara ettiklerini hatırlatan bir yiğit saz ehlidir. Sanı Ispartalı, adı Cahit’tir.”

Beklediler, aşık yaklaşana dek sabırla dikildiler. Ötede durdu Ispartalı Cahit, ağacın yakınında, yoldaşların uzağında kesti adımlarını. Mabadını misafir etmeye alışmış yosunlu bir kayaya çömdü, sırtındaki sazı ehil elleriyle kucağına aldı. Başını büktü, ak saçlarını akıttı böğrüne, omzuna… Gözlerinde acıyla irfan el ele devinirken iyice duruldu, üzerinde oturduğu kayayla bir oldu. Bilmeyenlerin ayırdına varamayacağı kadar sırnaştı tabiata, toprağa, taşa. Sazının sapına esinti misali bir sükunetle yanaştı parmakları. Kemikten mızrabı kavradı, okşadı. Cümle dere zaten susmuş, gök çoktan hiçliğe kavuşmuş ve Anadolu yavaşlamışken, Ispartalı Cahit şöyle dedi ve vurdu sazına, açtı gönül kapısını:

“Dinleyiverin gari…”

Bir türkü çağladı sazla mızrabın aşkından, vurdu kayalara, yankılandı, bulutlara doğru koşup yeryüzünün demine karıştı. Türkü neşeli, şen; tınısı cümbüş lakin sözleri zehir, zıkkım. Türküyü duyan Vakvak meyvelerinin tekmili kudurdu. Yaşlar saçıldı dört yamaca, çığlıklar tren olup koştu cihana. Teke dedi:

“Cahit’in işi bu,” ve devam etti:

“Kötülüğü dillendirir, Anadolu’ya edilenleri anar sazıyla, hainlere yaptıklarını hatırlatır. Usanmaz, çalar; ermiş aşıklardandır. Sazının cennet kahvelerinde yeri tepelerdedir.”

Türkü sürdü:

“Memleketin içine ediverdiler gari…

Zilleri takıverip oynayıverin gari…”

Saz sürdü:

123

“Şıkıdım da mıkıdım, şıkıdım, mıkıdım…

Gari de gari…”

Mızrap rüzgâr misali koştukça, parmaklarla tellerin aşkı cana geldikçe, meyveler ağladı, inledi. Günahları söz olup çaktı kafalarında, usları kendi ettikleriyle dağlandı. Ispartalı Cahit son sözünü söyleyene dek cırım cırım yırtıldı etleri:

“Ya Rab bizim başlara, akıl veriver gari…”

Sustu aşık, sustu saz. Anadolu’ya hüzünlü bir ağıt çöktü; ağır, toğ, kocaman. Aktı derelere karışıp, süzüldü çorak toprağın içine. Ispartalı Cahit hâlâ kıpırtısız, hâlâ kayayla bir… Ak saçlarına yel dahi dokunmuyor, mızrabına tek damla çiğ düşmüyor… Türkünün sızısı yüreklere değdi ya, Anadolu’nun yüzü yere dönük, usu tutuk.

Teke döndü yana, baktı Alice’e. Yanakları yol edinip toprağa karışan yaşları gördü, diyarların gezgininin gönlünün kanadığını ayıktı. Canı elvermedi böylesi kedere, dayanamadı, dedi:

“Gel kızım, bırakalım aşığı derdiyle baş başa, düş önüme. Senin çok asabını bozduk, ciğerini pek yaraladık, hadi gidelim artık. Trakya’nın suyuna varıp aslan sütüyle efkar dağıtalım.”

Çevirdi Alice yüzünü Teke’ye, gözleri ıslak, içleri kor. Yanıyor zihni, fikrinin canevine yıldırımlar düşüyor. Sarkık dudağını titretti, dağ misali sertleştirdi mizacını. Doğruldu iyiden iyiye, gemi yelkeni gibi gerindi, şişti. Fırat’ın suyu sağ olsun, yüzü genç, ruhu dinç. Hiddeti ele değecek, hışmı dile gelip lanet içecek… Dedi:

“Gelmiyorum ey Teke, yetti bu kadarı. Var dön samanlığına, deliksiz bir uyku çek, bekle beni. Geri geleceğim.”

Teke söze girecek oldu, Alice elini kaldırıp susturdu ihtiyarı. Dedi:

“Yetti gari! Bunca çile, böylesi eziyet, yetti bana! Hak değil Anadolu’ya, reva değil Anadoluluya! Gördüklerim yetti de arttı… Ben şimdi gidiyorum lakin döneceğim, kararımı verdim, nihai istirahatgahım Anadolu olacak. Öldüğümde kümbetimi aha şu Ağrı’nın dibine kurarsın. Ben Alice’sem, ben harika diyarların gezgini Alice’sem, Anadolu’nun başındakilere iki çift sözüm olacak. Ahbaplarımı yanıma katıp döneceğim, masallı diyarların kudretlileriyle birlik olup varacağım Anadolu’ya. Pamuk Bacı duydu mu buradaki ahvali, hemen gelir. Teyze kızım kırmızı başlığını takıp kurtlarla akar yamacıma. Aslan, korkuluk ve teneke de yalnız koymazlar beni. Hele bir duysunlar sesimi, vurulur hepsi bu toprağa, dayanamaz düşerler yola. Bulutların üstündeki devi de çağıracağım, Humbaba’yla azmanları, guyukları da tutup getireceğim. Benim inadımı onların kudretine katık ettik mi, Anadolu’nun başındaki menem kişilere iki çift lafımız olacak… Bekle, sakın korkma ey Tiftiği Bol Mor Teke! Anadolu böylesi mendeburlara kalmaz elbet… Sonu Vakvak Ağacı olan menem başlara dadanacağız, sen yüreğini ferah tut. Şimdi gidiyorum ama geleceğim, bekle beni…

Duy beni Anadolu! Acısıyla, tatlısıyla, bambaşka bir harikasın sen!

Duy ve bekle, geleceğim!”

124

125

PRENSES - PRENS ESRA İLTER DEMİRBİLEK

126

OSMANLI CADISI Bir İstanbul Bilimkurgusu BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU

Bölüm I

Şahmeran, yandan gelen devasa bir dalgayı cesurca göğüsledi, ama güvertede her kim varsa yerle yeksan oldu, saçlarını denizde ağartmış usta halatçılar bile tüyü bitmemiş miçolarla birlikte dört bir yana savruldu. Ana yelken çoktan yırtılmış, hatırı sayılır bir kısmı uzaklara uçmuştu, kocaman bir parçası beyaz bir bayrak gibi rüzgârda dalgalanıyor, sanki kalyonun fırtınaya teslim olduğunu ve aman dilediğini anlatmaya çalışıyordu. Beyhude bir çabaydı bu, gözü dönmüş kasırganın merhameti yoktu, aynı gün denizin dibine gömdüğü diğer anlı şanlı gemiler gibi onun da canını çıkarmaya karar vermişti bir kere. Katran, çivi, zift, zincir, erzak dolu fıçılar oradan oraya yuvarlanıyor, bazıları kırılmış parmaklıklardan aşağı uçuyor, kalanlar önlerine çıkanı altlarına alıyordu. Arada onlara direklerden kopan seren parçaları, babafingolar, devrilmiş fenerler, yuvalarından kurtulan top gülleleri katılıyordu, ayakları ezilenler çığlıklar atarak yere kapaklanıyordu. Yeni bir dalga köpürerek geldi ve kalyonun burnuna aç bir köpek gibi saldırdı, yıllarca denizlere korku salmış kocaman aslan heykelini koparıp aldı. Heykel yerinden sökülürken geminin ön kısmında büyük bir yarık açtı, parçalanan tahtaların arasından denize düşen dört biçare kalyoncunun çığlıkları gürültüden duyulmadı.

Bir gözünü çocukken serseri bir taşa kurban vermiş, geride bıraktığı altmış üç yılda tek gözüyle denizlerde görülebilecek her türlü belayı gördüğüne inanan Topçubaşı Murtaza Efendi, uzaklarda kabaran yeni dalgaların azametine bakarken hayretten alt dudağını koparacak gibi ısırdı. İçkici bir bahriye neferi için fazlasıyla uzun sürmüş hayatında defalarca feleğin çemberinden geçmişti, ama şu an yaşadıklarına en çılgın kâbuslarında bile şahit olmamış, en abartılı gemici sohbetlerinde böylesi bir fırtınanın varlığını işitmemişti. Kalyona her yönden saldıran, çığlıklar atan rüzgârın hiddeti akıl almaz ölçülerdeydi. Allahuteâlâ onları cezalandırıyordu, ona göre başlarına gelenin başka bir açıklaması olamazdı, ama işledikleri o büyük suç neydi, işte bunu bilmiyordu. “Direkleri sağlama alın! Direkleri sağlama alın bre gavatlar!” diye bağırdı, şuursuzca oradan oraya koşan irikıyım yeniçerilere. Yakında saldırıya uğraması beklenen bir kaleye asker taşıdıkları için, Şahmeran ağzına kadar bu deniz bilmez adamlarla doluydu, fırtına birdenbire kopuverdiğinde hepsi can havliyle kamaralarından fırlamıştı. Bazıları sanki kabaran dalgaları kılıçlarıyla kesebilir, tüfekleriyle vurabilirlermiş gibi silahlarını kapıp gelmişti. Lakin hiçbir işe yaradıkları yoktu, bilakis içeri dolan suyu boşaltmaya, delikleri tıkamaya çalışan esas kalyon tayfasına ayak bağı oluyorlardı. Murtaza Efendi, yılların getirdiği tecrübeyle ana direğin yıkıldı yıkılacak halde olduğunu görüyor, ama bu hengâmede sesini kimseye duyuramıyordu. Az önce güçlü bir dalga onu fıçılarla birlikte en az dört metre uçurmuş, düştüğü yerden bir daha kalkamamıştı. Kırılan bacağıyla kalabalığın arasında sürünerek direğe ilerlemeye çalışıyor, lakin oraya varabilse bile ne yapacağını

127 kestiremiyordu. Gene de çıkmamış candan ümit kesilmez diyerek avazı çıktığı kadar haykırıyor, boş işlerle uğraşan yiğitlerin dikkatini asıl ölümcül tehlikeye çekmeye uğraşıyordu.

“Direk elden gidiyor, bre namussuzlar! Ana direk başımıza inecek! Koşun, şuna bir omuz verin! Kulak verin bana imansızlar! Allah aşkına, durun dinleyin!”

Güverte yaralı ve cesetlerle dolmuş, adeta bir can pazarına dönmüşken, Haymanalı Süleyman Paşa, Şahmeran’ın kaptanı olduğu günden beridir ilk defa, başları böylesine bir beladayken adamlarının yanında değildi. Onun yerine kamarasında bağdaş kurmuş, elindeki hırpalanmış Kuran’ı avazı çıktığı kadar bağırarak okuyordu. Sanırdınız ki dışarıdaki fırtınanın sesini bastırabilirse deniz sütliman olacak, bu bitmek bilmeyen kâbus birden sona erecek, sağ salim evlerine döneceklerdi. Şahmeran oradan oraya savruldukça o da öne arkaya sallanıyor, sanki hayatının çoğunu içinde geçirdiği bu gemiyle birlikte zikir tutuyordu. Fakat normalde hep yaptığı gibi ayetleri sırasıyla okumak yerine, kutsal kitap yalnızca o iki cümleden ibaretmiş gibi, Nahl suresinin 119. ayetini bıkmadan ve usanmadan tekrar ediyordu.

“Sonra şüphe yok ki Rabbin, bir cahillikle günah işleyip ardından tövbe eden ve durumunu düzelten kimseleri bağışlar! Şüphesiz ki Rabbin, bu tövbeden sonra çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir!”

Denize aşkı küçük bir kadırgada ayakçılık yaparken başlamış, gözü kara reisleri onları boylarından büyük sulara sürükleyince gemideki tüm leventlerle birlikte korsanlara esir düşmüştü. İki sene boyunca köle pazarlarında bir kalyondan diğerine satılmış, gemicilerin korkulu rüyası forsalığa mahkûm edilmişti. Oturarak uyumaya, sabah akşam kırbaç yemeye, sintinelerdeki feci kokuya alışmış, ama ruhu zincirlenmeyi bir türlü kabullenememişti. En nihayetinde esir tutulduğu bir Ceneviz kalyonu iki Osmanlı kadırgasının tuzağına düşünce, forsalar arasında isyan çıkarıp hürriyetini bileğinin hakkıyla kazanmıştı. Kürek mahkûmluğu boyunca çektiği eziyetler ve şahit olduğu vahşet denize olan tutkusunu öldürmemiş, lakin içindeki savaşçıyı uyandırmış, yüreğini taş gibi katılaştırmıştı.

Acemi bir gabyar olarak ayak bastığı bu kalyonda yıllar boyunca akla gelecek her işi yapmış, sonunda bir gün kaptanları üstüne düşen bir gülleyle paramparça olunca en kıdemli yaveri olarak dümeni ele almış, bir daha da kimselere bırakmamıştı. O günlerde korsanlık namlı bir meslekti, uzun süre tayfasıyla birlikte denizlerde fırtına gibi esmiş, zengin tüccarları haraca kesmişti. Şu an kamarasını süsleyen, birbirleriyle uyumsuz ancak her biri servet değerinde antikalar, altından büstler, yarı çıplak kadın heykelleri, elmas kakmalı şamdanlar, zümrütlerle bezeli kılıçlar, o günlerin birer hatırasıydı. Öyle ki nihayet bu yaşlı kurtla uğraşmaktan bıkan Sultan, ganimetlerden kazandığının iki mislini teklif ederek onu kendi safına çekmiş, donanmasında yüksek bir mevkiye getirmişti. Emrindeki gemilerle uzun yıllar boyunca Cenevizlilere, Venediklilere, korsanlığın adını lekeleyen yeni yetme çapulculara engin mavilikleri dar etmiş, adı gâvur saraylarında Osmanlı’nın vahşi köpekbalığı diye anılır olmuştu. Ama böylesi görkemli bir geçmişe sahip olması, şu an yüreğindeki korkuyu ve zihnindeki bulanıklığı yenmesine kâfi gelmiyordu. Sımsıkı tuttuğu Kuran’ı gözyaşları içinde haykırarak okurken, içinden bir ses bu yaptığının hiçbir şeyi düzeltmeyeceğini söylüyor, yüreğindeki zifiri karanlık büyüyordu. Günah işlenmişti bir kere, öyle bir günahtı ki bu

128 affedilmesi ya da unutulması mümkün değildi, Cenab-ı Hakkın gazabı haklı olarak üzerlerine çökmüştü. Üstüne üstlük yaşananların sadece bir başlangıç olduğunu her zerresiyle hissediyordu. Derin bir nefes alıp sustu, başını öne eğip bir süre kıpırtısız bekledi. Ardından gözlerini kamarasına bitişik küçük odaya açılan, şu an ona cehennemin girişiymiş gibi görünen demir kapıya dikti. Eli kuşağındaki geniş ağızlı palaya gitti, kabzasını öyle sıkı kavradı ki tırnakları etine battı. Bütün bunların sebebi olan iblis o demir kapının ardındaydı, kızıl kanını yerlere dökse, boynunu kurbanlık koyun niyetine yarsa, belki Yaradan’ın öfkesi biraz olsun dinerdi. Belki kendileri için geç kalmışlardı, ama en azından ileride o deccalin başka ocakları da söndürmesine engel olabilirdi. Ayağa kalkıp kucağındaki kitabı bir Ceneviz kalyonundan ganimet olarak aldığı oymalı, ahşap çalışma masasına itinayla bıraktı. Parçalanmaya başlayan geminin sallantısı yüzünden zorlukla yürüyerek ağır ağır kapıya yaklaştı. Her adımda öfkesi biraz daha kabarıyor, gözlerindeki ölümcül parıltı gitgide büyüyordu. Dışarıdan gemiyi tokatlayan rüzgârın ve dalgaların sesi geliyor, arada gemicilerin korku ve çaresizlik dolu haykırışları seçiliyordu.

Şimdiden kaç adamını kaybetmişti acaba, yıllarca kader birliği yaptığı, aynı yola baş koyduğu kaç koca yiğit işlediği günahın kurbanı olmuştu? Uğruna sayısız savaş verdiği, defalarca kan döktüğü gemisi böyle giderse kaç kulaç dibi boylayacaktı? Artık buna bir son vermeliydi, geriye her kim kaldıysa onları kurtarmak boynunun borcuydu.

Kocaman, nasırlı avuçlarını pürüzsüz demir yüzeye dayadı, eğilip başını anahtar deliğine yaklaştırdı. Gemiyi hallaç pamuğu gibi atan fırtınanın sesi bir anda kesildi sanki, artık tek duyabildiği kendi nefes alışverişiydi. Saniyeler geçtikçe öfkesi bir balon gibi söndü, içindeki nefret ve hınç, deniz onu geri almadan önce içerideki güzelliği son bir kez daha görebilme tutkusuna dönüştü. Yüreğine hükmeden tek duygu, onun baldan tatlı tenine bir kez daha dokunabilmek, ince beline sımsıkı sarılıp saçlarını yeniden koklayabilmek için duyduğu yakıcı arzuydu. Bunu düşünmek bir yandan tüylerini diken diken ederken öte yandan ona tarifsiz bir huzur veriyordu. Delikten seyrettiği benzersiz güzellik, Haymanalı Süleyman Paşa’yı onu ilk gördüğü an nasıl sarstıysa yine öyle sarstı. Bu raddede bir mükemmellik olsa olsa Allah’ın bir mucizesiydi, kutsal bir emanetti, böylesi ilahi bir letafetin başlarına gelen felaketlerin kaynağı olması mümkün değildi. Sedirde çırılçıplak yatan genç kızın yalnızca üst yarısını temaşa etse de, bu efsunlu görüntü birdenbire gözlerinin dolmasına, aklındaki kötücül niyetlerin silinip gitmesine yetmişti. Allahuteâlâ her şeyi yaratmaya kadirdi, mutlak güç sahibiydi, bu ulvi gerçeği unutup fani dünyaya dalan nankör kullarının aklını başına getirmek için böyle tarifi zor bir güzellik yaratıp onlara göndermiş olmalıydı. Az önce ilahi bir mucizeyi kendi elleriyle yok etmeye niyetlendiğini düşününce büyük bir korkuya düştü, gür kaşları çatıldı.

“Hayır! Tuzağına düşmeyeceğim uğursuz şeytan!” diye öfkeyle bağırdı önündeki boşluğa. Kandillerin loş ışığında o köşede biriken, imkân bulursa her yanı saracak karanlığı görebiliyordu sanki, iblisin odadaki varlığını hissedebiliyordu. Zihninde ona ait olmayan sesler duyuyor, hayalinde ürkütücü görüntüler belirip kayboluyordu. Bu gündüz kâbusunu kızı gemiye aldıkları gün de görmüş, aklına hücum eden sesler ve görüntüler arzularını azdırıp bir haydut gibi biçarenin üzerine çökmesine yol açmış, hemen ardından Allah’ın gazabından başka bir şeye yorulamayacak bu benzersiz fırtına patlak vermişti. Şeytanın onu bir kez daha

129 kandırmasına izin vermeyecekti. “Bu olsa olsa bir imtihan! Cenab-ı Hak, yarattığı bu muhteşem güzelliği ilahi bir emanet olarak gönderdi! O bana ait, ben de ona! Saçının tek teli hayatımdan kıymetli. Zihnimden defol iblis! Aklımı karıştırma!”

O kızı her şeyden ve herkesten, canı pahasına koruyacaktı. Yapması gereken buydu, varlığının her zerresi avazı çıktığınca bunu haykırıyordu. O anda kamaranın çift kanatlı tahta kapısı gürültüyle açıldı, öyle bir kuvvetle itilmişti ki menteşeleri yerinden oynamıştı. İçeriye dalan genç leventlerden Sarı İsmail’di, bu yavuz delikanlı senelerce Paşa çıplağı olarak görev yapmış, sayısız saray efradının korumalığını üstlendikten sonra, aşkına karşılık vermediği bir paşa kızının kara çalması yüzünden Şahmeran’a sürülmüştü. Ağız dolusu güler, her girdiği ortama neşe katardı, kısa zamanda tüm tayfanın dostluğunu kazanmış, tüm reislerin gözbebeği olmuştu. Merdivenlerden koşarak indiği belliydi, soluk soluğaydı, hedef olduğu dalgalar yüzünden tepeden tırnağa ıslanmıştı. Bir elinde güverte işlerinde kullanılan cüsseli bir balta tutuyordu, diğer elini yumruk yapmıştı. Yüzünde şakağından başlayıp yanağının ortasına inen taze bir yara vardı, sol tarafı çenesine kadar kan içindeydi, bıyığının yarısı kızıla boyanmıştı.

Gemide kiminle güreş tutsa birkaç dakikada yere çalan, acı kuvvetiyle nam salmış delikanlı, hiddetle parlayan gök mavisi gözlerini odada gezdirdi, demir kapıyla arasında duran Haymanalı’yı görünce o yöne birkaç adım attı.

“Onu bana ver, Reis!” diye kükredi açlık başına vurmuş bir aslan gibi. “Bütün bunlara o iblis sebep oldu! Şerrini her yere bulaştırdı! Yukarıda bir bir ölüyoruz, gemi parçalanmak üzere! Deccali denize atıp kurtulalım!”

Genç cengâverin bakışlarında nefret ve arzu sürekli yer değiştiriyordu, hangisi galebe çalacak belli değildi. Kızı hakikaten kalyondan aşağı atmak mı istiyordu, yoksa son nefesini onun kollarında vermeyi mi, biri çıkıp sorsa buna yanıt veremezdi. “Yaklaşma deyyus!” diye haykırdı Süleyman Paşa, yumruklarını sıkarak. “Bilmez misin ki o yüce Rabbin emanetidir! Bilmez misin ki denizden kurtardığı denizcinin namusudur! Canımı alırsın, onu benden alamazsın! Bas geri de esas ben seni denize atmayayım!”

Delikanlının gözleri dolu dolu oldu. Dudaklarına akıp ağzına girmeye başlayan kanı ayasıyla temizledi, elini havada silkeledi, etrafa kızıl damlalar uçuştu. İkisinin birden bu kamaradan sağ çıkamayacağını anlamıştı, yıllarca baba bellediği reisinin ya katili olacaktı ya da kurbanı. Fakat güverteye eli boş dönmeyecekti, ne pahasına olursa olsun bunu yapmayacaktı. “Onu denizde bulduğumuz güne lanet olsun...” dedi dişlerinin arasından, nefretini kusarak. “Yüzünü gören gözlerimize lanet olsun... Tenine dokunan ellerimize lanet olsun... Onu kendine saklayan sana lanet olsun...”

Süleyman Paşa’nın gözlerinde bir ateş yanıp söndü. İsmail ondan bir baş uzundu, pazuları beli kadardı, başka bir zaman olsa kendisini kolayca yere çalardı. Ama Allah’ın mucizesini koruması gereken böyle bir anda, karşısına bizzat şeytan çıksa geri adım atmazdı. Doğrulup palasını çekerken, suratından korku ve çaresizlik silindi, yerine denizlere nam saldığı, Sultan’ın bile onunla baş edemediği şanlı korsanlık günlerinden yadigâr sarsılmaz ifade yerleşti. Gözleri ahşap masanın üstündeki Kuran’a kaydı, işlediği büyük günahı

130 affettirmek için tek bir şansı varsa, işte o fırsat ayağına gelmişti. Sarı İsmail bir nara atıp baltasını kaldırdı, birkaç gün önce uğruna tereddütsüz canını vereceği kaptanının kellesini almak üzere ileri atıldı.

Haymanalı Süleyman Paşa, palasını sımsıkı tutup dizlerini büktü, bu amansız darbeyi karşılamaya hazırlandı. Yüzüne cennetin kapılarında duruyormuş gibi huzurlu bir gülümseme yerleşti.

Güverteye düşen bir yıldırım, zaten fena halde yıpranmış ana direği yerinden söktü, olan biteni çaresizce seyreden Topçubaşı Murtaza Efendi okkalı bir küfür savurdu. Dağ gibi direk gürültüyle yıkılırken önüne gelen ne varsa ezdi geçti, geminin kıçında koca bir delik açtı. Dört bir yana savrulan tahta parçalarından biri ihtiyar Topçubaşı’nın karnına saplandı, onu olacaklara şahit olmaktan ve boğularak ölmenin ıstırabından azat etti. Tüm hayatını denize vermiş adam, tek gözünü son defa karanlık gökyüzüne dikti, sonsuzluğun çok güzel göründüğünü düşündü, sonra tüm korkularını dindiren, huzurlu bir uykuya daldı. Deniz tüm karşı konulmazlığıyla Şahmeran’ın içine dolmaya, her yeri kaplamaya başladı. Koca kalyon yavaş yavaş yan yatıyordu; fıçılar havada uçuşuyor, taşıdığı tüm yükler ve çaresiz gemiciler bir bir suya düşüyor, okunan lanetler, çığlıklar ve dualar birbirine karışıyordu. Dışarıda kızılca kıyamet koparken, küçük odada yatan genç kız yavaşça sırtüstü döndü ve tepesindeki ahşap tavana baktı. Baş döndüren gözlerinde emsalsiz bir acının izleri ve birkaç damla yaş vardı. Olgun kirazların renginde dudakları kıpırdadı, gemide kimsenin bilmediği bir lisanda “Beni affet Efa...” diye mırıldandı.

“Hepiniz beni affedin...”

131

HER AYRILIK CESET KOKAR GÖKTUĞ CANBABA

Kalbim çarparak uyandım. Güneş yeni doğmaya başlamıştı ve önceki gün beni terk eden sevgilim yanımda uyuyordu. Canlıydı, sapasağlam görünüyordu. Ben, ayak parmaklarıma kadar terlemiştim oysaki ve kalp çarpıntım kesinlikle bir insanınkine benzemiyordu; kalbimin üzerinde tamtamlar çalıyor, hayatları boyunca hep terk edilen eski ruhlar, deliler gibi tepinerek dans ediyordu.

Az da olsa güç bularak kalkmayı başardım. Ellerim… Ellerimin üzerindeki deriler soyulup yatağa dağılmıştı. Tırnaklarım yastığın üzerinde sinir bozucu bir topluluk oluşturmuş bana kıkır kıkır gülüyordu. Yatağın her yeri kan ve irin doluydu. Sevgilim ise hiçbir şey olmamış gibi uyuyordu; hayatından bir irin torbasını çıkardığı için arınmış ve temizlenmişti sanki. Usulca doğrulurken o s*tiğimin yatağında neler döndüğünün gayet farkındaydım; bir yaşayan ölüye dönüşmüştüm. Her ayrılıktan sonra olduğum gibi hayat tarafından sert bir şekilde nakavt edilmiş ve vücudumu yavaş yavaş geride bırakmaya başlamıştım. Bunu daha önce de yaşamıştım ve yapmam gerekeni biliyordum.

Üzerime üşüşmüş sinekleri kovalayarak tuvalete ulaştım ve aynanın karşısına geçtim. Tek gözümün yerinde olmadığını, yanaklarımın çürüyüp içinde kurtçukları konuk ettiğini ve çenemdeki etin kopup yerini çirkin bir kemiğe bıraktığını fark edince içimde kalan son ruh parçacığı da uçup gitti. Her şeyin bir çaresi vardı oysaki değil mi? Bilim insanları uzaya mekikler yollayabiliyor, ölümcül hastalıkları iyileştirebiliyorlardı ama bu durumun bir ilacı ya da tedavisi yoktu. Bilim insanlarına sağlam bir küfür yapıştırdım. Nerede gereksiz şey varsa yaparlardı zaten! Ama kişisel depremlerin inşası konusunda bir b*k bildikleri yoktu. Zombiler krallığının bir neferiydim artık ve sevgilim yani eski sevgilim tarafından koparılıp lime lime edilen vücudumla yeni bir yaşama hazırdım. Son bir kez daha birlikte uyuyup o saçma ritüeli de yerine getirmiştik ne de olsa ve artık evden ayrılmanın vakti gelmişti.

Evden çıktım. Bu tarz ayrılıkları birkaç kere daha yaşadığım için en azından ilk başta ne yapmam gerektiğini gayet iyi biliyordum. Yaşayan Ölüler Danışma Ve Hoş Geldin Merkezi’ne doğru yürümeye başladım. Her semtte bu merkezlerden vardı. İnsanlar sadece Moda’da ya da Ümraniye’de ayrılmıyordu sonuçta birbirlerinden. YÖDHM’e gittiğimde masa başındaki p*ç kurusunun gülümsemesiyle karşılandım. Güldüğünde dişlerinin arasında dolanan irili ufaklı böcekleri görebiliyordum. Kıdemli zombiler böyle yerlerde çalışmaya hak kazanıyordu. Onlar terk edilme zehrini vücudundan asla atamayan, sistemli çürüyenlerdi.

“Sevgili Koray,” dedi boğazında açılmış karanlık delikten gelen ses. “Krallığa yeniden hoş geldiniz. Akıllanmadığınız için teşekkür ederiz. Her ilişkinin bir gün kokacağından, çürüyüp toprağa karışacağından haberiniz ola ola yine de o canlı, sulu ve yumuşak kızı öpmeye devam ettiniz.” Ve kemikleri görünen parmaklarını tutmaya çalışan çürümüş elleriyle alçakça alkışa başladı. Danışmada o an benden başka kimse yoktu, açıkçası olmasını da istemezdim. Beni o halde kimsenin görmesine tahammülüm yoktu. Yeni yeni çürümeye başlamak, çürümüşlük manastırının en acı veren basamağıydı.

132

“Merhaba,” dedim soğukça. Sesim canlılığını yitirmişti; yüzyıllar önce ölmüş bir müzisyen grubunun ince mi notasıydım bir kere daha.

“Burada olduğunuz zaman diliminde Yaşayan Ölüler Kıraathanesi’nde diğer terk edilmişlerle dertleşebilirsiniz. Birbirinizin uzuvlarını parçalayıp irin kokan gözyaşlarınızı silebilirsiniz. Bu genelde ilk gelenleri rahatlatır.”

“Birbirimizi parçalamak?” dedim akordu kaçmış sesimle.

“Sadece bu değil tabii ki, aslında yapacak çok şeyiniz var. Mesela Kokuşmuş İletişim Odaları’nda eski sevgilinizin tüm sosyal medya hesaplarını kırabilecek Kuşkucular’la tanışabilir, kızın tazecik bir oğlanla cilveleştiğini gördüğünüzde dişlerinizi… Yani kalanları monitöre saplayabilirsiniz. O monitörleri görmelisiniz, modern sanatın baş tacıdır o odalar.”

“Ben monitörleri falan dişlemek istemiyorum, ben sevgilimi tekrar geri kazanmak istiyorum!” diye hırladım. Monitör dişlemek mi? Diye sövdüm içimden; s*iğimin yaşayan ölüleri!

“Sizi anlıyorum ama sevgiliniz canlı, sulu ve tazecik. Artık ona ulaşmak gibi bir şansınız yok çünkü yaşayan ölüler yani bizler canlılara yaklaştığımızda … Bilirsiniz …”

“Ne?” dedim ellerimi masaya vurarak. Sol elimin serçe parmağı ve işaret parmağı masadan sekip adamın suratına fırlayınca ellerimi usulca geri çektim.

“Onları almam gerekir mi?” diye sordum kopan parmaklara bakarak.

Kafasını iki yana sallayıp nazikçe devam etti sinir bozucu danışman.

“Biz kokarız. Biz Kokuşmuşlar Kardeşliği’nin yanına kimsecikler yaklaşmaz. Geçmiş geçmişte kalır. Ölümüne devam et. Kızı düşün parçalan, yuvarlan ama geri dönmeyi aklından çıkar. Bak senin gibi bir sürü yaşayan ölü kardeşin var burada. Ölüm devam ediyor yahu, keyfine baksana!”

Yere çömeldim ve cenin pozisyonu alıp ağlamaya başladım. Başka ne yapabilirdim ki? Gözyaşlarım kan ve irinden oluşuyordu. Bu halde kesinlikle eski sevgilimin yanına dönemezdim. Kim dokunduğunda etrafa kan fışkırtacak bir ceset torbasıyla nişanlanmak isterdi ki?

“İsterseniz Yürüyen Ölüler Bakımevi’nde size birkaç gün ayarlayayım, ne dersiniz?”

“Orada ne yapacağım ki?” diye sordum yerde kıvranırken.

“Bol bol içki içersiniz, diğer cesetlerle konuşursunuz. Bilirsiniz taze vücutlar ayrılık hikâyeleri dinlemeyi pek sevmez. Bu hikâyeler fazlasıyla… Pis kokuyor onlar için.”

“Bakımevinde içki mi içeceğim yani? Bu nasıl bakımevi lan? Benim tedaviye ihtiyacım var, tedaviye!”

“Sadece içki değil tabii, eski sevgiliyi kazanmak için toplu yürüyüşler düzenliyorlar mesela. Bunları görmelisiniz, her bağırışlarında etrafa dişler, kopmuş diller ve şansınız varsa feri kaçmış gözler fırlıyor. Tam bir şenlik havası!”

133

“Didem, bana geri dön!” diye inledim. İnlemekle kalmayıp yerde ufak daireler çizmeye başladım; cenin pozisyonunda sadece ayaklarımı kullanarak danışma merkezinin zeminine patlamak üzere olan gezegenler resmediyordum sanki.

“Diğer ceset dostlarınızla eski sevgilinizi elde etmek için planlar yapabilirsiniz pekâlâ. Hepinizin terk edildiğini düşünürsek bu pek de mantıklı değil tabii, sonucu muhtemelen fiyasko olur ama en azından kokuşmuş kalbinizi bir nebze rahatlatabilir. Umut işte!”

“Sinirlerimi bozuyorsun,” derken ayağa kalktım. Masaya vurmak gibi bir niyetim yoktu çünkü başka bir yerimin daha parçalanıp gitmesine tahammül edemezdim.

“İsterseniz Haritacı’ya gidip eski sevgilinizle daha önce gittiğiniz, taze taze öpüştüğünüz, fingirdediğiniz yerlerin listesini çıkarabilirsiniz.”

Bir an düşündüm. Olivya Geçidi kahvecisi, ilk kahvemizi orada içmiştik. Bakırköy’deki bowling salonu, ne güzel bir gündü. Victor Levi’de şarap içip bir an önce sevişmek için taksi tutmuştuk! Dideeeeeeeemmmm!!!

“Güzel, hızlı çürüme evresine geçtiniz. Haritacı’yı görmenizi kesinlikle tavsiye ederim.”

“İyi de ne s*kime yarayacak bu haritacı?”

“Gittiğiniz, harika anılarla dolu yerlerin listesini çıkaracak. Hem de sizin unuttuğunuz yerlerin bile. Yapmanız gereken tek şey, kurtlanan beyninizi adama vermeniz. Şip şak! Birkaç ısırık ve oldu bitti işte. Liste hazır!”

O an yaşlanmış, solmuş, 12 şiddetinde bir depremi bekleyen umutsuz bir dağ gibi hissettim kendimi; binlerce dağcı tırmanıyordu üzerime ve kesici aletlerinin girmediği yer yoktu yamaçlarıma ve tepeciklerime.

“Yaptığınız tek şey eski sevgilimi düşünerek acı çekmem ve ceset olarak bu boktan yerde toprağa karışmam!”

“Biz sadece size yardım etmeye çalışıyoruz. Cesetler, cesetlerin dilinden anlar. Bak şu fotoğrafa.” Masaya bir fotoğraf bıraktı. Herhalde seksenlerden kalmaydı.

“İlk ve tek aşkım Nilay. Hâlâ onu düşünüp ağlarım. Gerçek aşk bu işte; cesetlerin aşkı, devlerin değil!”

“Daha önce de buraya geldim,” dedim kendi kendime. “Başka bir ayrılıktan sonra da bu boktan yerde vakit geçirdim. Peki ama nasıl çıktım bu yerden?”

“Dilerseniz size bir senelik yüzme havuzu üyeliği verelim, ne dersiniz?”

“Bak bu mantıklı olabilir,” dedim kendime gelirken. Kafam allak bullak olmuştu. Yüzmek oldum olası rahatlatmıştır beni ne de olsa.

“Cesetler havuzunda kâh birbirinizin üzerine çıkarak, kâh sarılarak yüzersiniz. Gözyaşları Havuzu size kesinlikle iyi gelecek!”

134

“Seni gidi or*spu çocuğu!” dedim birden. Çürüyen beynimdeki belki de yaşayan tek hücre çığlıklar atıyordu. Bu p*ç hayatımın sonuna kadar çürümemi istiyor! Tavsiyelere bak sen! İçmek, eski hesapları karıştırmak, ağlamak, parçalamak!

“Hayır!” dedim ona sırıtarak. “Buraya daha önce de geldim ve ilk geldiğimde neredeyse iki seneyi mezarlık toprağı yiyerek ve irinden yüz maskesi yaparak geçirdim. Ta ki!”

“Ta ki ne?” dedi adam ayağa kalkarken. Tek bacağı yoktu, parçalanmış bacağının olduğu yerde hamamböcekleri beş çaylarını içiyorlardı.

“Ta ki yeni birisini bulana kadar!”

Kahkahalarla gülmeye başladı. Her kahkahasında bir parçası odaya saçıldı. “Cesetler asla canlılarla birlikte olamaz. Bu sevgilinin seni mezarlıktan çıkarıp dudaklarına yapışması gibi bi şey. Iıııgghh iğrenç!”

“Hayır canlı değil,” dedim sırıtarak. Gülmenin dozajını kaçırdığım için ağzım aniden yırtıldı ama olsun hatırlamıştım ne de olsa. “Kendime bir ceset bulacağım, yaşayan ölüler mezarlığına koşup parçalanmadan evvel o küf kokan, ağzı böcekler ve kurtlarla dolu hanımefendinin morarmış dudaklarına yapışacağım!”

Danışman, “Bu hiç iyi bir fikir değiiiiil! Didem’i düşüüüüüün,” diye bağırırken arkamı dönüp koşmaya başladım. Tabelaları takip ediyordum. Yaşayan Ölüler Bakım Evi, Ağlayan Cesetler Toplantı Salonu, Eski Sevgilinin Hesaplarını Kırma Merkezi falan filan. Fark etmezdi. Ceset olmaktan kurtulmanın tek yolu, yeni bir cesetle vakit kaybetmeden yatağa girmekti!

135

DEVASA BOYUTTAKİ 5 TOLKİEN YARATIĞI KAYRA KERİ KÜPÇÜ

Modern fantazyanın yaratıcılarından J.R.R. Tolkien’i pek çok kişi Yüzüklerin Efendisi ve Hobbit eserleri ile tanıyor ancak Tolkien, Orta Dünya hikâyelerini sadece bu iki kitapta anlatmıyor. Ansiklopediler gibi görünen ve Orta Dünya’nın tarihini anlatan birçok kitap da yazmıştır. Bunların arasında en bilineni ise Silmarillion’dur.

Tabii ki sadece Silmarillion değil, Kayıp Öyküler Kitabı gibi diğer kitaplarda da Orta Dünya ile ilgili çok önemli bilgiler vardır. Bu hikâyelerdeki en akılda kalıcı şeylerin başında ise Orta Dünya’nın devasa yaratıkları gelir. Biz de bu yaratıklardan 5 tanesini sizler için yazalım istedik.

Melkor

Melkor, daha sonra Morgoth adıyla da anılmıştır. Quenya dilinde “Güç içinde yükselen” anlamına gelir. Ainur‘un en güçlüsüdür. Kötülüğü seçip Ainur’dan ayrılmıştır. Kötülüğün yaratıcısıdır. Bir şeyler yapmaktan çok yapılan şeyleri yok etmek veya bozmaktan zevk alır. Kendisi silmarilleri zorla ele geçirmiştir ve bunu yaptıktan sonra Feanor tarafından kendisine Morgoth ismi takılmıştır. Morgoth da Sindarin dilinde “Kara Düşman” anlamındadır.

Orta Dünya’nın yaratılışı sırasında yerden Dumanlı Dağlar’ı yükselterek yaratılmış olan güzelliği mahvetmeye çalışmıştır. Orta Dünya’yı ikiye bölmüş ve elf ırkını da orklara dönüştürmüştür. Balrogları, kötülük ile etkileyip kendi askerleri haline getirmiştir. İlk Çağ’ın sonundaki Ulu Savaş’ta kesin yenilgiye uğratılmış ve dünyanın dışındaki Boşluk’a atılmıştır. Melkor’un Orta Dünya’daki en sadık hizmetkarı ve sağ kolu ise Sauron’dur.

Hangi kitaplarda adı geçer: Silmarillion, Orta Dünya Tarihçesi Cilt 4: Orta Dünya’nın Şekillendirilişi, Orta Dünya Tarihçesi Cilt 5: Kayıp Yol ve Diğer Yazmalar

Ungoliant

Kötülüğün Ruhu veya Gecenin Örümceği adıyla da bilinen, ölümcül, dev bir örümcektir. Aslında Melkor gibi o da kötülüğü seçmiştir. Kendisi bir Maia’dır. Melkor ile beraber ışıksızlık örtüsünü kullanıp Valinor’daki İki Ağaç’ı zehirlemiştir. Bu ağaçlardan biri Ay’ı, diğeri Güneş’i temsil etmektedir. Hobbit kitabında Kuyutorman’da örümceklere yakalanan Bilbo Baggins ve cücelerin, Ungoliath soyundan kalanların tuzağına düştüğü söylenir. Ungoliant, Orta Dünya’daki tüm dev örümceklerin yaratıcısıdır. Ungoliant’ın soyunun son temsilcisi ise Yüzüklerin Efendisi 3. kitap olan Kralın Dönüşü’nde Frodo’yu ağına hapseden ve Sam Gamgee tarafından Sting ile yaralanan Shelob’dur. Shelob’un, Sting ile yaralandıktan sonra inine kaçtığı anlatılır, daha sonrasında da ininde öldüğü bilinir. Ungoliant da İlk Çağ’ın sonundaki Ulu Savaş’ta yok edilmiştir.

Hangi kitaplarda adı geçer: Silmarillion, Yüzüklerin Efendisi Cilt 3 – Kralın Dönüşü

136

Gothmog

İlk Çağ’da yaşamıştır. Balrogların en korkuncu ve efendisidir. Angband’ın Yüksek Reisi unvanı ile de bilinir. Melkor’un ordusunun en değerli askerlerindendir. Kendisine ait Trol Muhafızları vardır. Kendisi Feanor’u, Fingon’u ve Ecthelion’u katletmiştir ancak Ecthelion, dövüş sırasında Gothmog’a sivri miğferi ile vurmuştur. İkisi birlikte büyülü çeşmeye düşmüşlerdir. Ecthelion boğulup ölürken Gothmog’un da ateşi sönmüştür ve ölmüştür.

Dikkat: Üçüncü Çağ’da, Sauron’un ork ordusunun kumandanlarından ve en yaşlı orklardan birisi olan Gothmog ile karıştırılmamalıdır. (Hani şu domuz gibi olup suratında şişlikler olan ork.)

Hangi kitaplarda adı geçer: Silmarillion, Hurin’in Çocukları, Kayıp Öyküler Kitabı 2

Ancalagon

Melkor’a hizmet eden ejderhaların en büyüğüdür. Beleriand savaşlarının altıncısı ve sonuncusu olan Öfke Savaşı’nda Melkor’un ejderha birliğine komuta etmiştir. Orta Dünya’nın gördüğü en büyük ejderhadır. Kilometrelerce uzaktan geçişi bile güneş ışıklarını kapatır ve yeryüzünü karanlığa boğar. Ulu Savaş sırasında Arwen’in atalarından biri olan Earendil ve bir grup şahin tarafından öldürülmüştür. Kendisinin büyüklüğünü, ölümünde yaşanan olay ile açıklayalım. Ancalagon öldüğünde gökyüzünden yere düşmüştür ve büyük bir volkanik dağı parçalamıştır. Düşüşünün ardından yaşanan zincirleme reaksiyon ile Orta Dünya’nın kuzey batı bölümü yok olmuştur.

Hangi kitaplarda adı geçer: Silmarillion, Yüzüklerin Efendisi Cilt 1 – Yüzük Kardeşliği

Glaurung

Dev Solucan adıyla da bilinen, ateş püskürten ejderhaların en büyüğüdür. Her ne kadar ejderha olarak geçse de kanatsızdır ve dev bir sürüngen gibidir. Melkor’un ordusunda Beleriand’ın Yüksek Elflerine karşı savaşmıştır. Fiziksel gücünden ziyade daha çok zekasını ve hilelerini kullanmıştır. Melkor’un emri olan Hurin’in çocuklarına acı çektirmek amacıyla hem Turin’i hem de Nienor’u büyülemiştir. Sonrasında Turin’in kumandanlık ettiği ordunun savaşlar kazanması Glaurung’u endişelendirmiştir ve Brethil’e saldırmıştır. Sonrasında Turin’in büyülü kılıcı Gurthang tarafından yaralanmıştır. Yaralandıktan sonra kaçan Glaurung; Nienor ve Turin arasındaki akrabalığı anlatarak Nienor’un intihar etmesine sebep olmuştur. Daha sonra aldığı yara yüzünden de ölmüştür.

Hangi kitaplarda adı geçer: Silmarillion, Hurin’in Çocukları, Kayıp Öyküler Kitabı 2

137

ÇARKIFELEK AŞKIN GÜNGÖR

Arıyor çoktandır.

Ne kadar oldu? Emin değil.

Demişlerdi ki: o kapıya geldiğinde anlayacaksın.

Hadi canım! Binlerce kapıyı açıp kapadı o günden beri. Değişen ne? Hiç.

Bir sigara yakmalı, bir sigara. Duman kıvıl kıvıl iğrenç böcekler gibi inmeli ciğerlerine. O zaman hatırlayacak hayatta olduğunu, diğer türlü, kara düşlerin içine devrilip gidecek yine, o “Kara Şey”in ellerine.

Terliyor. Kalbi nasıl da düzensiz çarpıyor hatırlayınca. Bir de göğsünü acıtan şu ağrı. Ölecek yakında, hissediyor. Hızlandırmalı bunu ama… Bilmeden ölecek o zaman, bilemeden. Ne zor bir seçim! Bunca zamandır bulamadı, bundan sonra mı bulacak? Mümkün değil. Sigara, evet, hemen bir sigara yakmalı.

İyi de nerde bu paket? Ellerini bile göremiyor ki. O kadar karanlık.

Koridorda ayak sesleri var. Ses. Bu seslerin ardına takılıp hiç bilmediği diyarlara gidebilir, o kadar yönsüz işte, küçücük bir işaret sezse yeniden deneyebilir. Yeniden. Hay Allah! Bu kelimecik bile umut vermeye muktedir.

Kulak kesiliyor. Sessizlik. Koridordaki adam gitmiş.

O ayak seslerinin bir adama ait olduğundan ne kadar da emin. Nedense envai çeşit böceğin hüküm sürdüğü bu izbe pansiyona bir kadını yakıştıramıyor. Öyle ya, kadın saçlarını kuyruk yaparak beline salmalı, kına yakmalı avuçlarına, ak pak hayallerin içinde salınarak dolaşmalı ve hanımeli kokmalı, menekşe kokmalı, fesleğen kokmalı, çünkü gerçekler erkek, hayaller kadın.

Kalkıyor. Yorgun çok. Anlatamayacağı kadar yorgun. Titriyor eklemleri. Binlerce yıl uyudu da ancak kalkabildi sanki. Yatağın başucundaki demir pervaza sarılıyor. Metalin serinliğiyle avunuyor biraz, hayatın sürdüğünü algılıyor çünkü.

Çıplak ayaklarını yere sürüyerek pencerenin önüne geçiyor. Ötede döneduran renkleri izliyor. Ötede dediyse, hemen camın ardı da değil hani, ta ötede, şehrin diğer yakasında, gri bir kefenle sarmalanan denizin ardında; önünden defalarca geçip de içine girmeye erindiği lunaparkın dönme dolabı gecenin kara saçlarına ışıklı tokalar iliştiriyor.

“Çarkıfelek.”

Usulca mırıldanıyor bunu. Burnuna kestane şekeri kokuları geliyor, bir de kara kına, hatta cızırdayıp duran radyonun sesini bile duyuyor bir an. Gülümsüyor. Sanki gözlerini kapayıp açsa geçmişe dönecek, cumbalı bir pencerenin önünde bulacak kendini, saksılara ekili

138 hanımelilerinin, menekşelerin, fesleğenlerin ardındaki güneşli günü görmeye çabalayarak parmaklarının ucunda yükselecek, titreyen uzun parmaklar bir kez daha değecek saçlarına ve boşlukta dalgalanarak yanaşıp kulaklarını okşayan o sesi bir kez daha duyacak:

“Gün Baba gök tarlasını ekerken Gece Ana yıldız yavrularını emzirebilmek için feragat edermiş uykularından. O sebepledir ki gün geceyi kovalar, gece güne hasret duyar da karışamazlar birbirine.”

“Neden karışmazlar nine?”

“Çünkü her kulun bir ereği var, a kınalı kuzum. Yüce Allah’ımın kanunu böyle. Ha bu dünya kuruldu kurulalı düzen böyle işler. Her kul kendini tam kılacak uğraşın ardına düşer.”

“Ben ne yapayım nine peki?”

“Sen kestane şekerini ye şimdi, kuzum benim, şimdilerde uğraşın bu. Zamanı gelince bulup geçeceksin gereken kapıdan. Hem kestane şekerlerini bitirirsen çarkıfeleğe de götürürüm seni.”

Ninesiydi bunları söyleyen. Üzerinden yıllar geçti, uzun yıllar, o günlerde içilen acı kahvelerin bile hatırı tükendi.

Işıklı olmayan bir pencerenin ardından geceye bakıyor şimdi ve merak ediyor hâlâ: nerede bu geçilmesi gereken kapı?

Aslında cevabı az çok biliyor.

El cevap, bir zamanlar duyduğu masalsı imgeyi hayatın gerçeği kabul edip ardına düşen koca bir adamın hastalıklı zihninde gizli. Delinin biri olduğunu söylüyor kendine, birkaç kez yineliyor; başarısızlığına her öfkelendiğinde yaptığı şey bu. Çok geçmeden ellerini yüzüne kapatıp boğuk boğuk hıçkıracak, yıllarca geride kalan o cılız çocukmuşçasına yatağa atacak kendini, yorgunluktan bitap düşene dek ağlayacak, ağlayacak… Öyle çok gözyaşı dökecek ki sızıp kalacak yine, rezil uykulara dalacak. Sonra göğsüne o “Kara Şey” oturacak, buz gibi iki pençe gırtlağına yapışıp sıkacak, sıkacak… Uyanmaya çalışacak, ayılmaya… Olmayacak… Bir türlü kurtulamayacak. Neden sonra aklına o kelimeler gelecek yine, hem de hep olduğu gibi ninesinin ezgili sesiyle: “Bis…” Daha ilk hecede Kara Şey yok olacak. Usulca atlatacağı korku kalacak geride. Sonra o da kaybolacak.

Yaşanmalı mı bu?

Ne gereği var?

Kabullenmeli belki: bu dünyada değil o bahsedilen büyülü kapı, hem belki büyülü bile değil. Kapı olduğu kesin mi peki?

“Deliyim ben! Deli! Delinin teki!”

İşte o ağlama hissi bastırıyor. Burnunun direği sızlıyor, hem de nasıl. Of, hayır! Yeniden yaşamak istemiyor o çaresiz nöbeti. Dışarıya kaçmalı. Bir uğraşı bulmalı. Mesela sıyırıp almalı denizin kefenini de boğulan tüm ay ışıklarına suni teneffüs yapmalı, yüzme öğretmeli suya düşen yıldızlara, çarkıfeleğin baştan çıkardığı rüzgâra katılmalı.

139

Çarkıfeleğin…

Bakakaldı. Gözbebeklerinde turluyor çarkıfelek. Farkında değil hiç ama bir çiçek dürbününe dönüştü bakışı.

Çarkıfelek, dönme dolap, kapı.

Böyle bir bağıntı kurdu. Bunca yıldır aradığı cevabı gördü bir an sanki. Bir formüle ulaştığını düşündü. Acele etmesi gerektiğini hissediyor. Sanki gecikirse kış sabahları sokağa dolan sisin ansızın çekilivermesi gibi gidecek aklına çöken. Kıyısına gelinen çözüme ulaşılamama ihtimalinden korkuyor.

Yatağın yanında miskince ihtiyarlayan sandalyeye seğirtti, arkalığa atıverdiği kumaş pantolonu buldu el yordamıyla, gömleği arandı. Bulamıyor. “Ah ulan bu dinine yandığımın karanlığı!” Camdan hafif bir ışık sızıyor gerçi ama sözü edilecek gibi değil, en fazla, koyu griye döndürüyor odayı.

“Nerede bu gömlek? Nerede?”

Kahrolası herifler bir elektrik tamirini bile beceremiyor ki! Günlerdir aynı rezillik! Muma ulaşsa biraz rahatlayacak ama şu an gömlek aramakla mum aramak arasında fark göremiyor.

Vazgeçiyordu ki buldu: sandalyeden kayıp yere düşmüş. Alıp üzerine geçirdi hemen. Düğmelerle falan uğraşacak durumda değil, zaman yitirmek istemiyor. Ayakkabılarını giyip fırladı dışarı.

Hızlı ve sert adımlarla yürüyor. Koridorun sessizliğinde çınlıyor ayak sesleri. Dudağına silik bir gülücük yerleşiyor. Kim bilir kapalı kapıların ardındaki yataklarına uzanan kimler avunuyor şimdi bu ayak sesleriyle. Bunu düşünmek bile masalsı geliyor.

Koşarcasına indi merdivenleri. Çevresine telaşla göz atıyor. Tanıdık bir sima görmekten korkuyor en çok, anlatması güç, tek kelime konuşmak istemiyor. Akşamdan sabaha danışmada bekleyen ihtiyara ilişiyor gözü: avucunu çenesine dayamış, gözleri silme kapalı, tatlı tatlı kestiriyor. İyi. Yolunda gidiyor her şey.

Demeye kalmadı, odacı girdi sokak kapısından. Pansiyondaki en geveze adam. Lafa tutarsa, mümkün değil sıyrılamaz. Hay Allah! Kimseye de “git başımdan” diyemiyor ki! Fark etmemiş gibi yapsa? Bit kadar alan, mümkün değil. Al işte, adam da gördü zaten, elleri ceplerinde sallanarak yaklaşıyor, yüzünde anlamsız bir tebessüm.

Yavaşça öksürdü. Verdi kararını. “Acelem var” diyecek. Bu kez diyecek, evet, kaç zamandır diyemiyor.

Kaç zamandır?

Hatırlamıyor. Sanki hiç konuşmamış bu adamlarla, odacıyla da ihtiyarla da, tek kelime etmemiş sanki.

Ama?

Emin de değil.

140

Hem mademki tanışmıyorlar nereden biliyor adamın gevezeliğini? Uyuklayanın da diğerinden aşağı kalmayacak kadar çenesi düşük olduğunu nereden çıkarıyor? Birilerinden duymuş olmalı. Öyle ya, bu adamlarla tek kelime konuşmadığına emin. Yine de sanki uyuklayanı bir yerlerden hatırlıyor. Hani… Hani geçmişte kalan ve özenle unutulmaya çalışılan günlerden. Gel de çık işin içinden şimdi. Adamın şaşkın ve neredeyse korkulu gözlerle üzerine eğildiğini hatırlar gibi ama bir rüya da olabilir bu. Hay Allah! Hayalindeki kırçıl sakallı yüz, çapaklı ve kırmızı damarla çevrili gözler ne kadar da gerçek oysa, yarı hayal yarı gerçek bir varlığa aitmiş gibi.

“Her neyse, bunları düşünmenin sırası değil, odacı yaklaşıyor, çenesinden kurtulmak için bahane üretmeliyim…”

Diyordu ki sustu. Odacı onu umursamayarak geçip gitti yanından, doğru dürüst yüzüne bile bakmadı.

Nedense şaşırıyor buna. İlk anda rahatlamasına neden olan bu ilgisizlik hemen sonra canını sıkıyor. Hiç değilse bir selam verebilirdi. Aman neyse! Omuzlarını silkiyor, hızlı adımlarla çıkıyor sokak kapısından, karanlığın yapışkan bedenine temas ediyor. Bir an önce çarkıfeleğe ulaşma arzusu var kalbinde. Hızlı adımlarla yürüyor.

Yıldızlar saçına değiyor sanki, öylesine acayip bir serinlik duyuyor üzerinde. Üstelik bu his iyi de geliyor. Sanki alevleri görünmeyen bir cehennemde yanıyordu da ilahi bir klima açıldı. Öyle hafifledi ki birden, az daha kaptırsa ıslık bile çalacak, hem de neşeli bir ezgi.

Şehir nasıl da kendi halinde: hem kibirli hem utangaç, hayal gibi. Belki de gece çökünce kadın sanıyor şehir kendini. Bu kaldırımlar, yollar, evlerin pupulama ışık dolu pencereleri nasıl da kırılgan, nasıl da inatçı, nasıl da mağrur kadınlar gibi.

Gülümsüyor. İyi kaptırdı. Biraz daha zorlasa anlamını kendisinden başkasının çözemeyeceği şiirler bile yazacak. Bu düşünceyle gülümsedi, garip bir huzur da duyumsadı işin aslı ama telaşlı adımları seyrelmedi yine de: çarkıfeleğe yetişmeli.

Yolların birini bitirip diğerine başlıyor. Yollar da yaşam gibi. Nasıl da her şey başka şeye dönüşüyor… nasıl da… nasıl da alakasız bir nesnede kaderini arıyor insan küçük çocuklar gibi.

O kapıya geldiğinde anlayacaksın.

Böyle demişlerdi. O günden beri sefil, sevemiyor kendini, çünkü kapıyı bulamadı. Bırak bulmayı, uzaktan göremedi bile. Nasıl öğrenecek ardında kendisini neyin beklediğini?

Duraksadı. Yavaşladı daha doğrusu. Karanlık bir sokağın kirli duvarına yaslanan çöp tenekesi çekti ilgisini ve çevresine saçılan atıkları eşeleyeduran zayıf bir sokak köpeği. Hay Allah! Aklı oyunlar oynuyor yine, garip çıkarımlar yapıyor, üstelik pek eğlenceli oldukları da söylenemez, zira bu köpeği kendisine benzetti.

Gitmeli. Hemen çekip gitmeli. Yoksa umutsuzluğa kapılacak bir kez daha. Sonra güven kazanması günler alıyor. Öyle ya, riske girmemeli.

Sırtını döndü aceleyle, koşarcasına yürümeye koyuldu. Öylesine telaşlı ki eğer köpek bu denli aç olmayıp da başını çöplerden kaldırıp baksa bu hali garipseyecek, neyse ki ilgilenmedi.

141

Bir yol ayrımına geldi şimdi. Sağdaki sokağa girerse çarkıfeleğe gidişi uzatacak. Soldakine girmeli ama nedense bir şey engelliyor. Hadi bakalım, bir karar anı daha! Allah kahretsin ki hiç sevmiyor karar vermeyi. En iyisi bir sigara yakmalı. Dumanı göğe savururken kararını verir.

Heyecanla ceplerini aramaya başladı. Yok. Ansızın hatırladı, paketi pansiyonda da bulamamıştı sahi. Tüh! Bu eksiklik için karanlığı suçladı.

Eli saçlarında, alnına düşen perçemi çekeleyip duruyor. Ne yapacağına karar veremedi. Soldaki yolu tercih etmeli elbet ama…

Bu işin ‘ama’sının bu denli tedirginlik vermesine de takıldı kaldı.

Hadi! Hadi! Hadi!

Ansızın gözünü kararttı. Bir an önce ulaşmalı çarkıfeleğe. Ömrühayatında bir kerecik de olsa risk almadı. Bastı girdi sola düşen sokağa.

Daha ilk adımını atmıştı ki ortalık gün gibi aydınlandı. Sarı ışıklar taşar oldu evlerin sokağa bakan pencerelerinden, hem de öyle yapay falan değil, düpedüz güneş ışıkları. Hani bu denli büyük olmasa… ya da kim bilir, az daha çocuk kalmış olsa kalbi… her evin içinde bir güneş olduğunu düşünecek, hatta dışarıya taşmaya çalışarak evleri genleştirdiklerini.

Bakakaldı. Işıklar içinde yüzüyor sokak ve kaldırımlara sürtünüp duruyor yıllar önce unuttuğu onlarca şarkı. Ne bu şimdi? Neler oluyor?

Daha ilk sorularına yanıt alamadan başka bir mucize gördü. Öyle ya, düpedüz mucize bu. Bir kayık boşluğu yararak yaklaşıyor usul usul. Yukarıda, çatıların da yapraklarını hışırdataduran kavak ağacının da üzerinde. Gövdesini sarmalayan girift işlemeler ayan beyan görünüyor. Kürekleri gizli bir ezgiyle hareket edercesine dalıp çıkıyor var olmayan sulara, dalıp çıkıyor, dalıp çıkıyor, dalıp çıkıyor…

Şimdi tam başının üzerinde kayık. Küreklerin devinimiyle çevreye saçılan ak ışıkçıkları fark ediyor ve her birinin hıdrellez akşamları yakılan alevlerden firar eden korların çevreye saçılmasındaki telaşla göğe kaçıştıklarını. Anlayıveriyor: gök tarlaya yıldız tohumu serpme girişimidir bu. Gülümsüyor ama olup bitene değil, gördüklerini bu denli doğal buluşundaki ironiye.

Başını kaldırıyor, yeşil yosunlarla bezeli kaburgasına bakıyor kayığın, ardında ışıklardan oluşan izler bıraktığını fark ediyor. Atıyor adımını. Yükselmeyi bekliyor, ayaklarının yerden kesilmesini, kayığa ulaşmayı. Olmuyor. Kayık usul usul, sahipsiz kalan şarkıları kürekleriyle toplayarak uzaklaşıyor. Işıklar içinde yüzen sokakla baş başa kalıyor yine. Yürümeye başlıyor.

Olacak şey değil. Canlı varlıkmış gibi soluklanıyor kapılar. Yüzeylerinin kabarıp indiğini görüyor. Kirişlerin ve yongaların iniltisi geliyor kulaklarına. Tüm bu nesnelerin ancak Allah katında bilinen bir lisan yardımıyla konuşmaya çalıştığını düşünüyor.

Kapılar.

142

Bunca yıldır aradığı o tek kapının izini bile bulamamışken onlarca başka kapının kendisiyle konuşma girişimini garipsiyor. Korkuyor nedense. Heyecanlanıyor. Kalbine gidiyor eli. Ne zaman heyecanlansa ne zaman korksa böyle, kalbi tıpırdamaya başlıyor. Kalbi… kalbi nasıl da ağrıyor.

Durdu. Sımsıkı kapadı gözlerini. Görmek istemiyor. Hastalıklı aklının oyunu olmalı bu görüntüler. Öyle ya, başka ne olabilir? Kayıklar boşlukta yüzmez, evsiz kalan kediler gibi kaldırım adımlamaz şarkılar, odaların içine güneş doğmaz, konuşamaz nesneler.

Konuşamaz… değil mi?

Gözlerini açtığında yine karanlık sokağı görecek, derin bir nefes alacak, olağan akışına dönecek hayat. Bunları umuyor. Ummak ne demek, hatta fazlasıyla emin. Tedirgin yine de. Bu endişe kalbinden neden gitmiyor?

Sanki hep bildiği ve ısrarla unuttuğu bir şeyler var.

Ne? Ne?

Hatırlamıyor ama üzerinden çekilmiyor o duygu.

Araladı gözlerini. Ne göreceğini iyi biliyordu, yine de afalladı. Sokak hâlâ ışık dolu, kapılar açılıp kapanıyor kendi kendine, kayığın ardına takılan şarkılar geri döndü. “Güzel Allah’ım! Neyin nesidir bu?”

Gözlerini bir uçtan diğerine çevirerek kapıları izliyor. İçine garip bir umut doğdu: bunca zamandır aradığı kapı bunlardan biri olabilir mi?

Şimdi her şey değişti. Farklı bir bakış edindi kendine. Hayatının bilmecesini çözebilme ihtimali ağır bastı. Ne güzel bir soru bu: aradığım kapı bunlardan biri olabilir mi?

Neden olmasın?

Belki de ilahi bir itkiydi bu sokağa girmesine neden olan, belki de zaman gelmişti, arananın bulunacağı gün buydu belki.

Daha bir dikkatli süzüyor kapıları, ilk bakışta fark edilmeme ihtimali olan bir iz arıyor ya da unutulmuş olanı hatırlatacak küçücük bir ayrıntı.

Aynı anda asfaltı uçtan uca kaplayan ayak izleri beliriyor: başka başka ayaklara ait bir yığın iz, her biri hikmeti kendinden menkul bir aydınlık yayıyor nazlı nazlı.

Bu izlerin arasında biri inadına dikkatini çekti. Küçük ayaklara ait izler bunlar. Birbirine yakın aralıklarla uzuyor, sokağın ortalarındaki bir bahçe kapısının önünde nihayetleniyorlar. Bak şu işe, bu ayak izleri nasıl da tanıdık geldi.

Yürümeye başladı. Küçük ayak izlerini takip ediyor. Bir yandan da yıllar öncede kalan halinin ortaya çıkıp bu ayak izlerinin üzerinde zıplamaya başlayacağı hülyasında. Gülümsüyor. Çocukluğunu özlüyor, hem de nasıl. Elinde bir erk olsa zamanı geri almakta tereddüt etmeyeceğini düşünüyor. Kestane şekeri tadı duyuyor dudaklarında, akça ellerdeki kınanın kokusunu alıyor, bir de cızırdayaduran radyonun sesi kulaklarında.

143

Bahçe kapısının önünde şimdi, kavruk tahta çitlerin ardında dikilen eve bakıyor. Kalbinde bir tıpırtı. Bu evi bir yerlerden hatırlıyor. Çatıdaki kiremitlerin dizilimi, duvarda yürüyen ince çatlak, perdelerdeki ebruli desenler, kapının ahşap tutamağı, çevresini kuşatan fakir toprağa olgun dutlarını döken ağaç ve onun en kalın dalına kurulan salıncak ne de tanıdık geliyor.

Usulca iteledi bahçe kapısını, içeri girdi. Aynı anda garip bir tedirginlik kapladı içini. Yürüsün mü yürümesin mi karar veremiyor. Sanki arayıp durduğu şey bunca zamandır kaçtığıydı. Ne garip bir çelişki.

Şaşırdı kaldı. Gözlerini kısıp süzdü evi. Tanıdık bir yüz kadar içten, içten bir dost kadar sahiciydi, yalansızdı, yalındı. O anda aradığı kapının karşısında olduğunu anladı, hatırladı daha doğrusu. Bu, çocukluğunu yaşadığı evdi; annesiyle, babasıyla, kardeşiyle ve karşı yakadaki cumbalı evin satılmasından sonra ninesiyle yaşadığı yer.

Yine tekrarlıyor, her gece olduğu gibi, hatırladı. Kaçmak istedi. Duymak acı veriyor. Tamam, evet, yapmamalıydı ama bulamamıştı kendisine hayatın anlamını sunacak kapıyı, dayanacak gücü kalmamıştı.

Tüm bedeniyle geriye gitmeyi dilerken eve doğru bir adım daha attı, pencereye yanaştı, perdelerin kapayamadığı bir aralık aradı, buldu, usulca başını uzatıp içeri baktı. Ekose koltuklardan birinde oturan tombul kadın, karşısında oturan zayıf adam, masanın başında yemek yiyen delikanlı. Bunlar birbirini tamamlayan ve belki de sadece bu yüzden birbirinden usanan aile fertleriydi. Ailesiydi.

“Anne! Baba! Kardeşim!”

Dudaklarını ısırdı. Neredeyse ağlayacak... neredeyse...

“Of!”

Gitmeli! Kaçmalı! Uzaklaşmalı!

Çekiliyordu ki gözü duvara takıldı. Kenarları eprimiş bir çerçevede sararaduran bir resim. Saçlarını özenle yana yatırmış, gözleri ışıklı, gülümseyen gencecik bir adam. Bu…

“Bu benim!”

Ellerini yüzüne kapadı. Başlıyor işte. Yine yakalandı. Her akşam olan şey bu. Hatırladı. Çaresiz bir balığın oltaya düşmesi gibi gidip gelip aynı akşama, her şeyin başladığı ya da bitimsiz bir devinime hapsolan çarkıfelek gibi kendini yinelediği ana takılıyor. Nedenleri sorguladıklarını duyuyor. “Neden yaptı?” diyorlar, her seferinde aynı çaresiz tonlamayla, “Neden yaptı?” Sonra konuşuyorlar, konuşuyorlar, konuşuyorlar…

İşte, yine başladı.

Ağzındaki lokmayı çiğnerken sordu kardeşi: “Neden yaptı?”

Annesi dizlerinin üzerine bıraktı örgüsünü. Gözlüklerini eline aldı. “Güzel Allah’ım bilir,” dedi. “Ve yine o şahit ki hep sevdik onu.”

144

“Boş verin şu haytayı!” dedi babası, her zaman olduğu gibi mağrur, katlayıp yanına koydu gazeteyi. “Küçükken de öyleydi o. Bir yığın saçma sapan soru sorar, hiçbir cevapla da tatmin olmazdı.”

“Ama neden yaptı?” dedi kardeşi. “Buna ne gerek vardı?”

“Hayatın anlamını hiç bulamadı,” dedi annesi. “Hep aradı, hep aradı, aradı. Sonra demek ki kocaman bir boşluk kaldı elinde.”

Yüzünü pencereden uzaklaştırarak kulaklarını kapadı adam. Hayır, duymak istemiyordu. “Susun! Susun!”

Susmaları gerekiyordu. Susmazlarsa gene aynı şey olacaktı. Susmazlarsa… kendine hâkim olamayacaktı.

“SUSUN!”

Yanı başında bir nefes hissetti. Kulaklarından çekti ellerini. Gözleri kocaman açıldı. Boğazında gümbürder oldu kalbi. Neredeyse haykırdı: “Nine!”

Kadın uzun beyaz bir entariye sarınmıştı, omuzlarına dökülüyordu gümüşi seyrek saçları, gülümsüyordu. Çevreye yıldız tozları saçarak parıldıyordu ak teni. Yerden bir karış yukarıda süzülüyordu. “A benim kınalı kuzum, arayacaktın ama kendini feda etmeyecektin ereğine,” diyordu ya da bunun gibi bir şeyler işte.

Adam artık algılamıyordu. O kadar çok yaşamıştı ki tüm bunları, artık anlamsız geliyordu. Kendine hâkim olması gerektiğini biliyordu ama her an biraz daha imkânsızlaşıyordu bu. Her şeyi geri almak istiyordu, yaşananları değiştirmek, o meşum gecenin hiç yaşanmamasını sağlamak… Olmuyordu. O zaman yargılar bitsin istiyordu, hiç değilse konuşmasınlar, yargılamasınlar, sussunlar… Dinletemiyordu.

Günah üzerinden gidiyordu o zaman, kapıyı kırıp içeri giriyor, masanın üzerindeki ekmek bıçağını alıyor, çalışıp adam gibi bir iş tutmasını söyleyen babasını, bu kadar çok içmemesi için yalvaran annesini, aman dileyen kardeşini bıçakla delik deşik ediyordu.

Sonra ansızın bedeninin dışına itiliyor, yaptığı katliamı başka biriymiş, mesela onlarca yıl geride kalmış çocuk haliymiş gibi dışardan izliyor, korkuyor, korkuyor, korkuyordu…

Lavaboda ellerini yıkıyor, üzerine bulaşan kanın suyla karışınca aldığı pembemsi rengi akıl almaz bir şekilde kestane şekerlerinin üzerindeki şerbete benzetiyor, daha fazla dayanamayarak kendini dışarı atıyor, bitmek bilmeyen sokaklar boyunca koşup bir pansiyonun köhne karanlığına sığınıyordu.

Yatağa yatıp tavana bakıyordu saatlerce. Düşünüyor, düşünüyor, düşünüyor, tüm olup bitenin kötü bir kâbustan başka bir şey olamayacağına hükmediyordu ama rahatlatıcı olmuyordu bu, çünkü aklına kestane şekerleri üşüşüyordu, karşı kıyıda döneduran çarkıfeleğin ışıkları çarpıyordu zihnine ve radyoda cızırdayan spiker sesi acımasızca konuşuyordu: “Annesi, babası ve erkek kardeşini hunharca katlettikten sonra kaçan…”

Hayır!

145

Dayanamıyordu. Bir şişe şarap daha açıyordu hemen. Sigara paketini arıyor, bir türlü bulamıyordu. Sövüyordu kısmetine. Fazla üstelemiyordu.

Banyoya geçip küvete giriyor, şişeyi kafasına dikiyor, şarap dudaklarının kenarından boynuna akarken yıllar önce ninesinden öğrendiği duayı bölük pörçük tekrarlıyordu.

Kafasına vurarak kırıyordu şişeyi sonra. Alnına süzülen kana parmağını değdiriyor, bu kırmızılığın kendi yaşamına ait olduğuna inanamıyordu. Hırsla kaldırıp bileğine gömüyordu şişenin dibini, bendini aşan sel gibi fışkırmaya başlayan pembe kana bakıyordu.

Sonra usulca bulanıklaşıyordu her şey. Kendinden geçiyor, karanlık bir tünele giriyor, ömrünün hiçbir döneminde olmadığınca korkuyordu. Ailesinin birer siluetten başka şey olmayan bedenlerini görüyordu tünelin ucunda. El sallıyor, sesleniyor, gelmesini istiyorlardı. ‘Burada her şey yoluna girecek’ diyorlardı sanki. O kadar korkuyordu ki ne dediklerini tam anlayamıyordu. Dönüp geri gidiyordu. Küvette buluyordu kendini yine. Gözlerini açmaya çalışıyor ve başaramadığını fark ediyordu. Yine de açık seçik görüyordu her şeyi: kupkuru küvette kendi kanında yüzen bir adam.

Şaşırıyor ama az önceki kadar korkmadığını fark ediyordu. Rahatlatıyordu bu. Küvetin kıyısına ilişiyor, saatler önce ölen bu adama bakıyordu. Onun başka biri, bambaşka, bambaşka, bambaşka biri olduğuna hükmediyordu.

Homurdanan birini duyuyordu o anda. Odaya birinin girdiğini anlıyordu. ‘Neyse’ diyordu kendi kendine. ‘Alırlar artık bu cesedi banyomdan.’

Homurdanan kişinin seslendiğini duyuyordu. “Hey! Banyoda mısın birader? Hey! Orada mısın?”

Yanıt vermeye fırsat kalmıyor, danışmada görevli olan ihtiyar adam giriyordu içeri ve daha ilk adımında sendeleyip geri zıplıyordu. Boğuk bir çığlık yükseliyordu boğazından. İnanmaz gözlerle bakıp güçlükle yaklaşıyor, eğilip parmaklarının ucuyla dokunuyordu küvetteki adama. “Aman Allah!” diyordu. “Ölmüş bu!” Telaşla geri çekiliyor, koşar adımlarla banyodan çıkıyordu.

Tam o anda bu ölümün korkunçluğunu konuşmak istiyordu adam. Sesleniyordu ihtiyara. “Hey! Hey!” Sesini duyuramıyordu. Canı çok sıkılıyordu bu duruma. Sanki adamla konuşabilse küvettekinin başka biri olduğuna ikna olacak. Ama başaramıyordu. “Zaten konuşmak istemiyordum,” diyerek teselli ediyordu kendini. Bundan böyle bu teselliyle avunabileceğini düşünüyordu.

Boşlukta salınan ninesine bakarken de aynı şeyi düşündü: “Zaten konuşmak istemiyorum.” Yere eğdi başını.

“Hayır, kınalı kuzum, hayır,” dedi ninesi. “Yadsıma! Kabullen yaptıklarını! Yoksa nasıl dilediğin kişi olacaksın? Nasıl düzelteceksin hatalarını?”

Gözlerini kıstı. İşte, öfkeleniyor yine. “Ben yanlış bir şey yapmadım!”

Sesler susmuyor içeride. “Neden yaptı?” diyor kardeşi. “Neden öldürdü beni?”

146

“Annesiyle babasını bile öldürdü o hergele!” diye söyleniyor babası. “O iblisten her şey beklenir!”

“Oğluma iblis deme!” diye dikleniyor annesi. “Bir hatadır yaptı işte.”

“Camın önünde bizi dinliyordur yine,” diye fısıldıyor kardeşi. “Bari bu kez hâkim olsa kendine.”

“Bir kerecik durabilse her şey sona erecek,” diyerek sızlanıyor annesi. “Ruhu huzura erecek o zaman. İntihar eden ruhların yaşadığı ezayı alt edecek.”

Yeter! Sussunlar istiyor. Yargılamasınlar, sızlanmasınlar, acımasınlar! Neyin doğru neyin yanlış olduğunu kendisi de biliyor. Dayanamıyor bu ukalalıklarına. Nefret ediyor.

“Kabullen,” deyip duruyor ninesi yanı başında. “Kabullen kınalı kuzum.”

Nasıl da herkes her şeyin yanıtını bildiğini zannediyor. Öyle kızıyor ki buna. “Ben çocukken geberip gittin!” diye tıslıyor. “Senden sonra dünya değişti. Acımasız oldu herkes. Kimse kimseye acımıyor.”

“Vicdan diye bir şey var,” diyor kadın. “Yoksa neden geleceksin her gece günahının başucuna?”

Ellerini kulaklarına bastırdı. Bağırıyor: “SUSUN! SUSUN!”

Neden susmuyor bunlar? Allah kahretsin! Sussunlar istiyor.

“İşte gene başladı,” diye fısıldıyor kardeşi içeride.

“İşe yaramaz hergele!” diye kükrüyor babası.

“Ah yavrucuğum, ah!” diyerek ağlamaya duruyor annesi yine.

Susmuyorlar! Susmuyorlar! Susmuyorlar…

Günah ondan gidiyor. Tekmeleyerek kırıyor kapıyı, öfkeli bir sel gibi odaya dalıyor, bıçağı kapıyor masanın üzerinden, kendi vicdanını öldürmeye çalışır gibi saplayıp çıkarıyor önüne gelene.

Duraksayıp avuçlarına bakıyor: kırmızı. Bu rengi hiç sevmiyor. Gidip banyoda yıkıyor ellerini. Koşarak dışarı çıkıyor. Camdan içeri bakarak ağladığını fark ediyor ninesinin. Umursamıyor.

Sokak zifiri karanlık. Az önce evlerden taşan ışıklar firari. Neyse ne! Umurunda değil! Yanlış bir şey yapmadı, adı gibi biliyor. Öyleyse ardı sıra gelen bu ağırlık da ne? Bilmiyor, bilmiyor, bilmiyor…

Koşarak pansiyona giriyor. Merdivenleri çıkıp odasına atıyor kendini. Kapının yanındaki düğmeye dokunuyor, çaresizce bekliyor ışığın yanmasını. Yanmıyor. Anlam veremiyor buna. Pansiyon girişinde de koridorlarda da ışıkların yandığını hatırlıyor. Bu kahrolası oda niye mezar gibi karanlık öyleyse? Of! Sorgulamaktan korkuyor. Bir şeyler var zihninde hızla silinen ve Allah şahit, onları hatırlamak istemiyor.

147

El yordamıyla bulup şarap şişesini alıyor masanın üzerinden, banyoya giriyor, küvete atıyor kendini, boylu boyunca uzanıyor, tıpayı çıkarıp ağzına yaslıyor şişeyi, dudaklarının kenarından taşıp boynuna süzülen şarabın yapışkan serinliğini duyuyor.

Tüm ruhunu istila ediyor bu yapışkan serinlik. Gözlerinin önüne kırmızı bir perde iniyor. Hatırlıyor her şeyi.

Bitsin istiyor. Yinelenmesin bir daha. Sonuca katlanmaya hazır. Şişeyi kaldırıyor, olanca gücüyle indiriyor başına. Acının beyninde değil, ruhunda dalgalandığını hissediyor. Dayanılmaz bir şey bu. Anlamsız gözlerle süzüyor elindeki kırık şişeyi, bir kez daha kaldırıyor, var gücüyle saplıyor bileğine.

Tüm görüntüler siliniyor usulca. Duvardaki fayanslar dalgalanıyor. Uzun, karanlık bir tünel kuşatıyor çevresini. Boynunu dikip ötelere bakıyor, tünelin ucuna. Gölgelerden biçilmiş gibi duran, el sallayan, gelmesi için seslenen üç siluet görüyor. Onların kendini bağışladığını hissediyor, hatta belki de hiç suçlamadığını. Suçların, kınamaların, yargıların başka bir gerçekliğe ait olduğunu düşünüyor. Yine de… nasıl denir… hiç rahat değil. Utanıyor. Tüm yaptıklarından sonra nasıl bakacak yüzlerine? Olacak şey değil!

Arkasını dönüyor, gerisingeri yürüyor, küvette buluyor kendini yine. Anlamsız gözlerle izliyor bedenini. İhtiyar adam içeri gelip de cesedi bulana kadar yerinden kıpırdamıyor. Polislerin gelmesini, cesedin küvetten çıkarılıp fermuarlı bir kefene konup götürülmesini, durmadan söylenen odacının küvetteki kanları temizlemesini aynı ifadesiz yüzle izliyor.

Herkes gidince ağır adımlarla yürüyüp yatağa atıyor kendini. Gözlerini kapatıyor. Uyumalı! Uyumalı! Uyumalı! Gerçekler hayal, hayaller gerçek olana kadar uyumalı ama daha fazla değil, çünkü yapması gereken bir iş var, araması gereken bir kapı.

Arıyor çoktandır.

Ne kadar oldu? Emin değil.

Demişlerdi ki: o kapıya geldiğinde anlayacaksın.

Hadi canım! Binlerce kapıyı açıp kapadı o günden beri. Değişen ne? Hiç.

148

YAKLAŞAN DİP ONAT BAHADIR

Sanki varılacak bir yer varmış gibi saatlerdir kulaç atıyorum. Bu su çölüne beni kim attı bilmiyorum. Eğer bir testse bu ve bir yerlerden izleniyorsam şu televizyon programlarında olduğu gibi, “hepsi şakaydı” diyecek adamı öyle bir benzeteceğim ki! Yok hakikaten burada tek başımaysam, o zaman hapı yuttum demektir.

Buraya nasıl geldiğimi bilmediğim gibi yüzmekten kollarım koptu, hâlâ bir karaltı da görmedim. Hayır suda da bir şey yok. Aşağılarda hareket gördüm gibi oldu bir ara ama saniyelik bir değişimdi ve emin olamadım. Bir de su hayli derin görünüyor. Dalarak buradan kurtulamayacağıma göre aşağıyla uğraşmanın da bir anlamı yok. Kendime geldiğimde güneş daha tepeye yükselmemiş, suyun iki parmak üstünde bir el feneri gibiydi. Şimdi ne yana dönsem sürekli gözümü alan spot bir lambaya dönüştü.

Işık eğildikçe etrafa gölgeler yayılıyor. Bu durumun zamanla karanlığa dönüşeceği açık. Akşam ve gecenin ne kadar süreceğini bilemediğim gibi, karanlıktan hoşlanan bir tip de değilim pek. Geceyi düşündükçe hafif bir panik duygusu tırnaklıyor içimi. Yavaş yavaş geriliyorum. Kafamı sağa sola çeviriyorum. Nereye doğru yüzsem arayışı bu. Gözümün kestiği bir karşılık da gelmiyor aklıma. Etrafım öyle uçsuz bucaksız ve durgun görünüyor ki... Kolumu kaldırıp sırf içimi rahatlatmak için birkaç kulaç atıyorum. Kollarım kendi başına açılıp kapanıyor sanki. Biraz sonra sabit bir hızla ilerlemeye başlıyorum sakin suda.

*

Kol ve omuzlarımdaki ağrıyı dindirmek için uzanmış durumdayım. Dalgalarla hafifçe yükselip alçalıyorum. Bir saat durmadan yüzdüm. Artık bu yaşadığım şeyin şaka olmadığı açık. Ne olabileceğini serinkanlı biçimde düşünmeye başlamalıyım. Bir açıklaması olmalı, değil mi ama? İnsan durduk yerde koca bir denizin ortasında bulur mu kendini? Bunun ne gibi bir anlamı olabilir ki Allah aşkına?!

Güneşin son kızıl ışıkları da çekiliyor ufka. Birazdan tamamen karanlığa gömülecek deniz. Bu hiç hoşuma gitmiyor. Daha değil ama bir kaç saat içinde su soğumaya da başlar. Güneş yeniden doğana kadar buz kesilir herhalde. Saatlerce yüzdüm, daha nereye yüzeyim? Beklemekten başka çarem yok. Başka çare... Yok! Bekleyip etrafı dinlemeye, gözlemeye çalışmalıyım, evet. Işık aramalıyım. Ve ses bir de... Bir şey duyarsam “Buradayım, yardım edin!” diye bağırırım.

Yalnız bende ışık yok. Sesime gelmesi lazım göreceğim kişinin. Sesim... Ne durumda acaba? Saatlerdir bir şey söylemedim. Mırıldandım gerçi. Evet. Bol bol mırıldandım. Ama ıslık çalmak ya da bağırmak… Bunların hiçbirini yapmadım.

Birazdan bağırmaya başlayabilirim ama. Bir çığlık. Midemden kendini dışarı atmak isteyen sindirilememiş bozuk bir yemek, bir kusmuk gibi... Birazdan bağırabilirim. Gırtlağıma

149 kadar yükseldiğini hissediyorum çığlığın. Korku ayak parmaklarıma dokunuyor. Aşağıyı, derinliği düşünmek tüylerimi diken diken ediyor. Kocaman, karanlık bir ağza dönüşüyor sanki aşağısı. Ve birazdan içine çekileceğim. Korku dizlerime, oradan hızla kasıklarıma ve karnıma çıkacak. Karın boşluğum soğuyor. İç organlarımın büzüldüğünü hissediyorum. Hepsi birlikte yukarıya; boğazıma doğru tırmanıyor. Gövdem, gırtlağımda sanki. Tıkandığımı, nefes almakta güçlük çektiğimi fark edince rahat nefes alabilmek için başımı yukarı kaldırıyorum. Bu her şeyi durduruyor!

Yaşadığım şok öyle büyük ki! Hava kararalı iki saati geçmiş olmalı ve yukarıda tek bir yıldız yok. Ama asıl tuhaf olan bu değil. Yukarısı... Sanki devasa bir havuzdayım da biri üstüme kapkara, sonsuz bir örtü çekip gitmiş gibi. Yukarısı yok! Gırtlağıma kadar dayanmış korkuyu “Heeeeeeyyy! Yardım ediiiiin. Kimse yok muuuuu?!” diye avazım çıktığı kadar bağırarak dışarı boşaltıyorum. Gözlerim bulanıyor.

***

Uğultu... Yavaş yavaş gözlerimi açıyorum. Kalabalık bir meydandayım. Bankta oturuyorum. Karşımda bir havuz. Fıskiyeleri var. Beş metre kadar yukarı yükselip alçalıyorlar. Güneşin sarı ışıkları kırılıp dökülüyor havuzun üstünde. Çevremdeki kalabalık bununla pek ilgili görünmüyor. Ne oldu, nasıl geldim buraya, yoksa rüya mı görüyordum diye düşünmeye başlarken bileğime birinin dokunduğunu hissediyorum. Başımı yana çeviriyorum. Bankta, hemen yanımda oturan açık tenli, gözleri bal rengi, altmışlı yaşlarında bir kadın var. Gülümseyerek bir şeyler söylüyor. İfadesi içimi ısıtıyor. Sanki uzun yıllardır tanışıyormuşuz gibi bakıyor yüzü. Fakat söylediği hiçbir şeyi duyamıyorum. Sonra susup, meydana dönüyor. Parmağıyla bir yeri gösteriyor. Gözlerimi gösterdiği yöne çevirirken kadının önündeki tezgâhı ve tezgâhın üstündeki bir dizi antika eşyayı fark ediyorum. Eski şamdanlar, çerçeveler, broşlar, rengârenk tükenmez, dolma kalemler, taşlı tokalar, fotoğraf makineleri... Sonra parmağının işaret ettiği yere çeviriyorum gözlerimi. Meydanın karşısında birbirleriyle dans eden iki mavi bina! Biri biraz oval, uzun, kadınsı; diğeri köşeli, sivri, erkeksi...

Bu manzarayı bir yerden hatırladığımı fark ediyorum. Bir fotoğraf canlanır gibi oluyor zihnimde. Yanımda biri var. Birbirimize sarılmışız. Arkamızda iki mavi bina... Gülümsüyoruz. Fotoğrafımızı çekiyor biri. Yüzünü göremiyorum. Elinde tuttuğu makinenin arkasında saklı. Bu durum canımı sıkıyor ama sesimi çıkarmıyorum. Biraz sonra nasılsa fotoğrafı çekip makineyi yüzünden indirmek zorunda kalacak diye düşünüyorum. O makineyi indirmeden uğultu geri geliyor. Ayakkabılarımın su dolmaya başladığını hissediyorum. Neler olduğunu anlıyorum hemen. Oraya geri dönüyorum! Başımı hızla kadına çeviriyorum. Gülümseyerek artık sarmaş dolaş olmuş iki binaya bakmayı sürdürüyor. Elimi dikkatini çekebilmek için ona doğru uzatıyorum. Suyun içinde hızla kayboluyor. Başım denizin altında, uzaklaşan yüzüne bakıyorum. Binalara dalmış, huzurla gülümsüyor.

Bir çeşit baygınlık geçirmiş olmalıyım. Üstü, güçlü yağmur damlalarıyla dövülen denizin bir üstünde, bir içinde kafam. Ayaklarımı, ellerimi çırpmaya başlarken yavaşça yükseliyorum. Evet, yağmur yağıyor. Biraz önce kara bir örtüye benzettiğim yukarıdan, aşağıya yağmur

150 boşalıyor. Panikten olacak diyorum gökyüzünü görememem. Yağmur gittikçe güçleniyor. Bu beni rahatlatıyor. Yağmur sesi ninni gibi geliyor kulağıma. Yavaşça suya bırakıyorum kendimi. Tüm bedenim hafif, kuru bir dal parçasıymışım gibi suyun yüzeyine yükseliyor. Küçük yağmur damlaları sayesinde alnımdan ayak parmaklarıma kadar özel bir masaja tabii tutuluyorum sanki. Uykum geliyor. Uyusam boğulur muyum diye düşünüyorum.

***

Bu kez bir çerçeveye açıyorum gözlerimi. Bir çift. Yüzleri bana dönük, kolları birbirlerine dolanmış. Kadının uzun, açık mavi bir elbise, adamınsa mavi bir tişört var üstünde. İkisinin yüzü de ışıl ışıl. Elimdeki fotoğraf makinesinin deklanşörüne basmamı bekliyorlar. Onların bu anı benim sayemde ölümsüzleşecek. Makine dijital değil. Yani basar basmaz yeni aletlerde olduğu gibi göremeyecekler ne çektiğimi. Bu yaptığım işi daha mahrem kılıyor sanki. Fazla uzatmadan elimi düğmeye götürüyorum. Kadın hafifçe dönüp adamı öpüyor. Fotoğraf tam da bu anı donduruyor. Elimde makine kalakalıyorum. Kendimi kandırılmış gibi hissediyorum. Neyi çekeceğime ben karar verecekken kadının müdahalesine kurban gittim. Adam da ona dönüyor, karşılık veriyor. Yavaşça makineyi yüzümden indiriyorum. Canım sıkkın. Farkımda değiller. Dönüp hızla uzaklaşmayı düşünüyorum. İkisi de turist, beni bulamazlar. Kalabalığa karışmam sadece birkaç saniyemi alır. Arkamdan koşturacaklar.

Nefes nefeseyim. Dikkat çekmeden ne kadar hızlı yürünebilirse o kadar hızlı yürüdüm. Sonunda dönüp ardıma bakıyorum. İki uzun apartmanın geniş gölgeleriyle loş bir ışığa gömülü, dar bir sokaktayım. Bunu neden yaptım?! Ben böyle biri değilim ki... Başımı makineye eğiyorum. Sağ üst köşesinde bir sembol görünüyor. Bu kaç poz kaldığını gösteren kısım. Bir tuhaflık var. Gördüğüm işarete bir anlam veremiyorum. Bu ne demek ki? Belki anlamama yardımcı olur diye makineyi tekrar kaldırıp kendime tutuyor ve deklanşöre bir daha basıyorum. Flaş gözümü alıyor. Etrafımı göremez oluyorum bir an. Kamaşma yavaşça kaybolurken içinde bulunduğum dar, loş sokağa deniz dolmaya başlıyor! Hem de büyük bir hızla! Kendime gelmeye çalışıyorum. Yanlış hissetmiyorsam dibe kadar batmış durumdayım ya da dibe çok yaklaşmış…

Göğsüm ezilmiş basınçtan! Dipte değilim ama aşağıyı görüyorum. Yosun dolu. Dev bir başın uzun yeşil saçları gibi yavaş yavaş dalgalanıyorlar. Bir külçe gibi çöküyorum onlara doğru. Doğrulmaya, yükselmeye çalışıyorum. Başarılı da oluyorum aslında. Ama çok yavaş... Bir işe yarıyor mu çırpınışlarım, anlamakta güçlük çekiyorum. Koyu mavi bir ışık fark ediyorum. Bu yüzeye yaklaştığım anlamına mı geliyor? Ciğerlerim bitişmek üzere.

Güneşin ilk ışıkları ufukta çoğalırken ben can havliyle derin derin nefes alıp veriyorum. “Neler oluyor?” diyorum hayret dolu bir sesle. Bu gördüklerim ne anlama geliyor? Dans eden mavi binalar, mavi elbiseler giymiş bir çift, önce fotoğraf çektiren sonra çeken ben... Saçmalık! Öfke ve yılgınlıkla doluyor içim. Kulaç atmaya başlıyorum hırsla, durmadan, suyu yırtmak, yok etmek ister gibi... Ciğerlerim isyan ediyor ama onları dinlemeye niyetim yok. Gidiyorum, gidiyorum, ta ki kollarımı hissetmeyinceye dek durmaksızın kulaç atıyorum.

151

Aradan ne kadar zaman geçiyor, ben ne kadar süredir yüzüyorum, bilmiyorum. Yorgunluktan tamamen biter ve suya batmaya başlarsam da canı cehenneme. Böyle bir boğulup bir kendime gelerek yavaş yavaş ölmektense bir kerede geberip giderim!

Başım dönmeye başlıyor. Kolumu kaldıramıyorum artık. Bırakıyorum kendimi. Tekrar yükseliyorum suyun üstüne. Güneş tepede. Kendimi yorarak yapamadığım şeyi belki güneş başıma geçerek yapar diye suya uzanıyorum. Gözlerim kapalı.

***

Kendimi ilk kaybettiğimde gördüğüm yaşlı kadın gibi şimdi ben bir tezgâhın ardındayım. Önümdeki geniş masada yığınla antika eşya var. Onları karıştırıp duruyorum. Bir şey arıyorum, fakat bulmaya çalıştığım şeyin ne olduğundan emin değilim. Tek kullanımlık, içindeki film bitince çöpe giden fotoğraf makinelerinin masanın bir kenarına yığılı olduğunu fark ediyorum. Hepsinin içleri açılmış, içlerindeki film rulosu alınmış; üstlerine düşen görevi yapmış makineler bunlar. İşleri bitmiş. Peki ben ne arıyorum?

Masanın diğer tarafındaki yığını karıştırmayı sürdürüyorum. Bunu öyle canhıraş bir telaşla yapıyorum ki bu hal, biraz önce canımı kurtarmak ile kendimi öldürmek arasında gidip gelen mücadeleden farksız. Şimdi dalıp içine girdiğim, önümdekileri karıştırırken gözlerinden baktığım kişi kim sorusu geliyor aklıma. Hissettiğim şey; onun telaşının da benimkinden farksız olduğu.

Onun durumu benim hakkımda da bir şey söylüyor olmalı diye düşünüp heyecanlanıyorum. Adam hızla antika yığınının bir köşesine atılıyor bu arada. Bulduğu şeyi göz hizasına getiriyor. Bu henüz arka kapağı açılmamış tek kullanımlık bir fotoğraf makinesi. Adamla birlikte nefesim tutuluyor. Kapağı açıp filmi dışarı alıyorum. Hemen ardımdaki kapıya dönüp içeri giriyor ve karanlık odada, rulodaki filmleri yıkamak için hararetli bir çalışmaya gömülüyorum.

Yıkıyorum, suda bekletiyorum, yıkıyorum, bekletiyorum. Gözlerim bir aşağı bir yukarı, bir sağa bir sola gidip geliyor sabırsızlıkla. Birazdan bir şeyler belirmeye başlıyor. Bekliyorum. Bekliyorum. Bulanıklık bir türlü geçmiyor. Dakikalar uzayıp gidiyor, görüntü bir türlü netleşmiyor. Biri görünüyor. Biraz şaşkın bir ifade var yüzünde. Ancak hiçbir çizgisi belirgin değil. 27 pozun tamamı bu karenin birebir aynı... Adamın hayal kırıklığını hissediyorum. Elindeki filmi yavaşça suya geri bırakırken ben de kendimi metrelerce derinlikte, suyun içinde buluyorum. Hemen hemen karanlığa karışmak üzereyim. Dip iyice yaklaşmış.

Artık mücadele etmiyorum. Buna gücüm de isteğim de kalmadı. Yukarıda güneş bir görünüp bir kayboluyor. Bulutlar bir örtüyor, bir kaçıyor olmalı önünden diye düşünüyorum. Bu oyun da ilgimi çekmiyor artık. Gökyüzünün oyuncularıyla da vedalaşıyorum bir dip akıntı beni daha da aşağı çekerken.

Işık tümden kaybolur ve gövdem yosunların arasına karışırken orada başka bir şey fark ediyorum... En başından beri orada olduklarını biliyordun duygusu eşlik ediyor bu gördüğüme. Sağa sola dalgalanıp duran yeşil uzantıların arasından bana bakıyorlar. Ne dehşet

152 ne de merak hissettiğim... Bildiğini hatırlamanın, ya da belki dipte olmanın, serinliği çöküyor üstüme.

Önce o yaşlı kadının önünde, sonra adamın masasının üstünde gördüğüm küçük büyük eşyaların yüzlercesi, binlercesi dibe yayılmış...

Onların arasındalar...

Kırık, bozuk eşyalar gibi kafa, kol ve bacakları olmadık yerlere bükülmüş, etrafa saçılmışlar... Dip çökmüş hepsinin gözlerine.

Bizi buraya kim attı? diye düşünüyorum. Hangi felaketin ardından buraya düştük? Yeryüzündeki hangi deprem, hangi büyük dalga kaldırıp attı bizi buraya?

153

FİGÜRİN MURAT S. DURAL

Sıkıntılı geçen yaz mevsiminin son günlerinde belki de son sıcak kumlara ayaklarımı sokmuş, hâlâ dinlenmeye, zihnimi yatıştırmaya çalışıyorum. Ani bir kararla çıktığım, ne yaptığıma ve ne yapmak istediğime karar vermeye çalıştığım tatil bir boka yaramamış gibi görünüyor.

Yarın o plazanın kapısından bir kez daha içeri gireceğim. Belli ki aynı kararsızlıkla, belki de son kez. Ya aynı şeyleri hazmetmeye devam edeceğim –ki benden beklenen bu– ya da isyan edip özgürlüğü seçeceğim. Bu kadar kolay mı?

Güneş alçalmaya, insanlar plajı bana bırakmaya başlarken ne otelime ne de mahkûm olduğum şehre geri dönmek istiyorum. Kumsal turuncu renge boyanıyor benimle birlikte. İnsanlar azaldıkça sayıları artan kuşlar dans edip veda şarkıları söylüyor sahilde ve tepelerin arasında. Giderayak “Kal,” der gibi. “Sen dur, sevdiklerin buraya gelsin,” der gibi. Sağlık sigortasız ve özgür kal… Sağlık sigortamı düşünüyorum resmen. Köleliğimi sağlam kazığa bağlayan şeyleri. Tam da bu anda öğrencilik yıllarımı, idealistliğime sığındığım, standartlara henüz alışmadığım, alım gücüm için saçma rekabetler içine girmediğim zamanları özlüyorum.

İçimdeki gerilim, seyreltilmiş aklıma ince kumları döven dalgalar gibi vuruyor. Ben bunları düşünürken manzaranın ne anlamı var? Her şeyi gözden kaçırma, gerçekten göreme- me, hissedememe, duyumsayamama hissiyle yine ve yeni-den üzülüyorum. Rahatlamak için son çare olarak aklıma onu getiriyorum… Son zamanlarda beni en çok rahatlatan şeyi, onu düşünmeye hevesleniyorum.

Issız plajın kumları üzerinde küçük adımlarla bana doğru yürüdüğünü, sessizce yanıma oturup aynı güneşe baktığımızı hayal ediyorum. Konuşmamıza gerek yok. Tüm sorunlar hiç içime çekmediğim kokusuyla çözülüyor. Kafam dinçleşirken hayalimde bile dilim tutuluyor. Tüm duygusal ve duyumsal hazlar tek bir yönü işaret ediyor. Parmakları arasında duran sigarasından aldığı derin iç çekişleri duyu-yorum. Dumanı içine çekerken benim ihtiyacım olan tüm havayı da tüketiyor sanki. Bedeninde kayboluyorum. Nefesini dışarı verdiğinde atmosfere karışıyorum.

Gün boyunca güneşin altında kalmış tenim o bana dokunmuşçasına ürperip üşüyor. Kadifemsi beyaz teninin bende yarattığı güçlü elektrik akımıyla diken diken oluyorum. Başımı çeviriyorum. O hâlâ uzağa, aslında gerçekten olduğu uzaklara bakıyor. Baktığımı biliyor. Sadece kendi seçtiği anda dönüp beni süzüyor. Gözlerimiz birleşiyor bir an. Kapılar açılıyor. Gözlerinin içinde başka dünyalar, yaşamlar, olasılıklar görüyorum. Tüm kadınlığıyla davetkâr.

Aramızdan ılık bir rüzgâr geçiyor. Bu davete karşılık vermemek elde değil. “Hemen değil,” dercesine gözlerini kısıyor, manidar bir gülümseme takılıyor dudaklarına. Ne düşündüğümü biliyor. Gözlerini kumlara çeviriyor. İnce dudakları genişlediğinde yanağında sevimli çizgiler oluşuyor. O minyon yüzün üzerinde ansızın ortaya çıkan gamzelere gömülmeyi vasiyet ediyorum. Öpmeye başlasam, bunun bir sonu olup olmayacağını kestiremiyorum. Bedenim

154 uyanıyor. Dudaklarım oynuyor, hayallerime eşlik ediyor. Utangaçlık çöküyor üstüme. Bir gören olur diye yüzüstü dönüyorum havlumun üstünde. Etrafıma bakıyorum. Kimse yok. Karanlık yarın döneceğim şehir gibi çöküyor üstüme. Hızla toparlıyorum eşyalarımı. Çantamda ona yer kalmıyor. Hayalim ellerimin arasından kayıp gidiyor.

İşten ayrılmak kolay belki, peki bu hayali artık görmemek? Onu görmemek? “Artık” ne çarpık kelime her iki an-lamı için de. Çantamın fermuarını çekerken bir şarkı dolanıyor dilime; “Yalnızlık ömür boyu…”

Kumsalı arkamda bırakıp sırt çantamla merdivenden yukarı çıkıyorum. Tepeye vardığımda son defa dönüp iki gün önce keşfettiğim kumsala bakıyorum. Bir dahaki gelişimde belki sadece dalgaları, kuşları dinler, sadece kumların üze-rinde tüten buharı seyrederek uyurum. Belki o gün yanım-da…

Küçük kasabanın alışıldık kaldırımlarından, doğal bitki örtüsü şişme timsahların, can simitlerinin, plastik topların, paletlerin arasından geçiyorum. Hediyelik eşya satan dükkânlarla, barlarla dolu sokak henüz boş sayılır. Bir haftadır dadandığım bar taburesi, üzerine yığılacak başka insanları bekliyor artık. Buzsuz double viskilerimin yükü-nü çeken barmen Neco’yla selamlaşıyoruz. Aklım çeliniyor. Oturup son bir buzsuz double indiriyorum susamış mide-me. Yanıyor boğazım. Bir şeylerin acısını çıkarırmış gibi hızlı tüketiyorum alkolü. Neco bu sendromu bir mevsim boyunca binlerce kişide görüyor olmalı.

“Hiç bahsetmedin. Kim bu?” diyor. “Kim mi?” diyorum.

Anlaması mümkün değil. Anlatmadım. Yine “Kendi kendime mi konuştum yoksa?” diye geçiriyorum içimden.

“Bahsettiğin gibiyse o müdür dediğin herif, ayrılmak senin için kolay, biliyorsun,” diyor. “Ama, arada kalmış gibi-sin. Geride bırakacağın her neyse onu düşünüyorsun san-ki… Yoksa bu kadar mesele etmezdin.”

Beni çözmek bu kadar kolay mı? Belki de bunu göstermek için bu kadar zorluyor beni müdürüm. Bu yüzden durmadan aşağılıyor! “Belki de…” diyorum. Çenemi de aklımı da kapatıyorum.

Neco cevap beklemiyor. Beni benimle bırakıp bir başka müşteriyle ilgilenmeye başlıyor. Döndüğünde, “O kadar mı belli?” diye soruyorum. Gülümsüyor.

“Biliyor mu?” diye soruyor.

“Bir tane daha versene sen bana,” diyorum gülümseyerek.

“Kabalığımı bağışla ama, çoğu zaman cevabın ne olduğu değil, cevabı almak önemlidir,” diyor. “Cevabını alırsan, ne olursa olsun yoluna devam edebilirsin. Arada kalmak kötü.”

Cadde hâlâ bomboş. Tatil boyunca gördüğüm insanların benimle aynı kaderi paylaştığını, son geceleri olabileceğini hayal ediyorum. Boş barlar ve o barlardaki nice Necolar ne olacak? Bizim arkamızdan ıssızlaşan sokaklarda hikâyelerimizi, çıkmazlarımızı birbirlerine anlatıp gülecek, üzülecekler mi? Ve artık double viskileri onlar mı yudumlayacak? Otele doğru yürümeye başlıyorum.

155

Birden onu görüyorum. Birbirine benzeyen minik, değişik hayvan figürinleri arasında onu hatırlatan siyah bir kedi figürini beliriyor gözlerimde. Hediye eşyaları satan dükkânın tezgâhı önünde ne kadar dikildiğimi bilmiyorum.

Yan tarafta, hasır sehpada oturan orta yaşlı kadını görüyorum. Yeni gelen çayını karıştırmaya başladığında kulağıma gelen ritmik metalin cama çarpma sesi bir hipnoz seansını başlatır gibi her şeyi susturuyor. Şeker erimiş olmalı ki müzik bitiyor. Kadına hangi itiraflarda bulunduğumu bilmiyorum. Başımı ona çevirdiğimde birbirimize gülümsüyoruz. Yarısını içtiği çayını sehpaya bırakıp yanıma yaklaşıyor.

“Makine değil, el işidir,” diyor aklımı çelmek istercesine.

Çelinmeye ihtiyacım yok. Kedileri sevip sevmediğimi soruyor. Sorunun cevabını düşünürken aklımda o kadın var. Obsidyen taşından, eski Mısır’dan, birçok tapınmadan, pek anlamadığım mistik ve arkeolojik şeylerden laf açıp ağzımı arıyor. Dinlermiş gibi yapıyorum. Benliğim kedinin gözlerine sabitlenmiş olduğu yerde duruyor. Sözünü henüz bitirmemişken dudaklarım hareketleniyor. Kararlı bir sesle, “Alıyorum,” diyorum.

Figürini alıp masasına sessizce bırakmayı, sonra onu gözlemlemeyi, heyecanla kim olduğumu merak etmesini arzuluyorum. Aklını karıştırma fikri heyecan veriyor. Kedileri ne kadar sevdiğini biliyorum. Uzanıp elime alıyorum figürini. Kadın paket yapmak için uzatıyor parmaklarını. Bırakmak istemiyorum.

“Gerek yok. Teşekkür ederim,” diyorum.

Yüzüme yaklaştırıyorum Obsidyen kediyi, içimden “Ezgi…” diyorum.

Uykulu gözlerle yatağımdan kalkıyorum. Tatil sonrası ilk gün işe gecikmemek için daha hızlı olmalıyım. Plazanın kapısından girdiğim anda bir gün önceki kumsalı zorlukla hatırlamaya başladığımı fark ediyorum. Masama yerleştiğimde camekânlı odasında oturan müdürün bana odaklanmış sert bakışlarını görüyorum. Hafızamdaki tüm tatil bir anda yok oluyor. Nereye gittiysem orada kalmamı istiyor sanırım. Gözden geçirilmesi gereken raporlar birikmiş. E-postalarımı cevaplamaya çalışıyorum. Çantamdaki figürini hatırlayıp masamın üstüne, klavyeyle benim arama yerleştiriyorum. Planımı uygulamaya geçmeliyim.

Öğle yemeği saatini beklerken zaman geçmiyor. Saat kaçta sıraya girdiğini, kimlerle yemek yediğini biliyorum. Elektronik saatim beklediğim zamanı gösterdiğinde cesaretimi toplayıp alt kata iniyorum. Bir terslik var. Hâlâ masasında. Canı sıkkın, gözü ekranda. Farkında olmadan yaptığı, birkaç dakikada bir sandalyesinde altına aldığı ayağı üzerinde dikilip tekrar oturma hareketinden anlıyorum gerilimini. Ekrana içine girecekmiş gibi bakıyor. Bir başkası tarafından görülebilirim. O günün bugün olmadığına karar verip masama dönüyorum. Cebimde dokunup durduğum figürin, taşın yapısından olsa gerek, avucumla beraber ıslanıyor. Kediyi bilgisayarımın solundaki evrak rafının üstüne koyuyorum.

Hafta hiç olmadığı kadar hızlı geçiyor üzerimden. Ritüelimi bozmuyor, her seferinde hayal kırıklığına uğruyorum. Cuma günü geliyor. Bir haftadır boşuna çabaladığımı düşünmeye başlıyorum. Hafta boyunca her alt kata inişim Ezgi’nin masasında olduğunu görerek

156 nihayetlenmiş. Onunla konuşamadığım için kara kedim ellerimin arasındaki tek sohbet arkadaşım olmuş.

Sabah yorgun gözlerle masama oturduğumda çalışma evrenimin farklılaştığını, akşam temizlikçilerinin kozmoslarımı kaoslarla değiştirdiğini fark ediyorum. Her şeyi yerli yerine koyup İdari İşler Departmanı’nı arayıp akşam temizlikçilerinin performansımı etkilediğini söylüyorum.

Her şeyin hep aynı yerde durması üzerine kurulu hayatım. Bir şey hâlâ eksik. Her şeyi yıkıp yeniden yapacak bir şey. Kediyi göremiyorum. İlk düşündüğüm şey başka bir yere gittiği. Onun bile gönlü bende değil. Dönüp gelmeyeceğine eminim. Ofis ortamında her şeyin yer değiştirdiğini herkes bilir. Masum bir “Buralarda bir kalem var mı?” sorusu ya da düşüncesi malzeme erozyonu yaratır. Kaybettiğinizi düşündüğünüz bir hesap makinesi yıllar sonra size geri dönebilir. Telaşlanıyorum. Kediyi ararken bir isim dikkatimi çekiyor. Toplantıdan yeni çıkmış bir kız, “Kim düşmüş dedin?” diye soruyor.

Bir diğeri, “Ezgi,” diyor.

“Düşmüş?!” diye düdük öttüren kara bir tren geçiyor içimden. “Düşmüş olabilir,” diye ekliyor ve evrak rafının arkasına göz atıyorum. Figürin sıkışmış, çaresiz bir halde bana bakıyor. Düştüğü yerden alıp eski yerine koyuyorum. İçimde aşağı kata inip geçmiş olsun deme isteği büyüyor. Figürine gerek yok, yanına gidip, dimdik gözlerine bakarak geçmiş olsun demek yeterli. Ezgi’nin zor anından yararlan-maya çalışmak, kendim için gidip geçmiş olsun demek değil mi bu?

Aşağıya iniyorum. Ezgi masasında tek başına, hâlâ o renkli excel sayfalarına bakıyor. “Tam zamanı,” deyip yanına yaklaşırken etrafı geçmiş olsun dileklerini ileten kız arkadaşlarıyla çevreleniyor. Geri adım atmak için çok geç. Kalabalığın ortasındayım. Bakışlar bana döndüğünde otomatikman toplantı odasını işaret edip, “K19 burası mı?” diye soruyorum.

Tabii ki değil. K19 bizim katta. Saçmaladım. “Hayır,” diyorlar.

Bunu söylerken diğer taraftan çalışma masasının baktığı toplantı odasının yerini bilmeyen adamı şapşal buluyorlar. Gözüm bir anlığına Ezgi’nin olması gereken masaya dönü- yor. Kalabalığın arasında kaybolmuş, sandalyesinde oturuyor olmalı ama görünmüyor. En azından düşmüş omuzları-mı görmediğine seviniyorum.

Masama geri dönüyorum. Hayat bana sırtını dönmüş, kimin umurunda! Bir zaman bir yerlerde hoşuna gitmeyen bir şeyler yaptım belli ki. Güzel şeyler hayal etmiş, sebepsiz umutlanmış olabilirim. Bana sırtını dönmüş kediyi o zaman fark ediyorum. Yüzü masamdaki sezona kötü girişin belgesi fikstüre bakıyor hâlâ. Kara kedi, gönül verdiğim takım, fiks-tür ve arka arkaya puan kayıpları. Daha neler. Böyle şeylere inanmamama rağmen içimden, “Ne olur ne olmaz,” diyorum elimi kediye uzatırken. Kara kedi terlemiş gibi nem-li. Birbirimizi görebileceğimiz bir yere, yüzü bana dönük, klavyemin yanına koyuyorum. Şimdi de bir figürinden mi medet umuyorum?

Akşam işten çıkarken birinin beni izlediğini hissediyorum. Ezgi şirketin sigara içme alanında tuhaf bir yüz ifadesiyle bana bakıyor. Beni görüyor, ben de onu. “Yüzümde,

157 kıyafetimde bir gariplik mi var?” diye panikliyorum. Durduk yere bu bakışma da neyin nesi? Gece, bana bakan o badem gözleri yüzünden uyuyamıyorum. Allah’tan ertesi gün cumartesi. Duyularım tavandan sarkan bir yarasa gibi tetikte. Bedenim enerjiyle, ona söylemek ve onunla yapmak istediğim şeylerle dolu. Bu sefer yarının cumartesi olmasına lanet ediyorum. Bir müptela gibi iştahla arzuluyorum direkt bana bakan gözlerini. Bir bakışı buna sebep veriyorsa? Vay canına! Yeniden şarkılar söylüyorum…

Pazartesi günü masam yine dağınık. Sadece kedinin yerinde olup olmadığını kontrol ediyorum. Bu sefer kimseyi aramıyorum; bıraktığım yerde duruyor. Yontulmuş gözlerinin içine dalıyorum. Kedinin fikstüre bakmadığı hafta sonu bizim takım yine berabere. Sorunlu iş hayatım yok olmuş. Başka bir gerçeklikte, mutlu bir deli gibi bir kedi figüriniyle vakit geçiriyorum. Obsidyen kedinin benim için önemini düşünüp ceketimin cebine yerleştiriyorum. Saplantılı bir psikopat olup olmadığımı düşünüyorum, tedirginim. Bir daha bana bakarsa mutlu olacağım. Manyakça! Kesinlikle delirdim.

Plazanın önünde kahve içerken arkadaşım kiralık ev aradığından bahsediyor. Konuşmaya başladığımda dinlendiğimi hissediyorum. Sağ omzumun üstünden hızlı bir bakış gönderiyorum arkama. Orada. Çok sesli bir grubun içinde resmen bana bakıyor. Cebimdeki kedi yine terliyor.

“İyi misin?” diyor yanındaki kız.

Ezgi gülümseyerek, “İyiyim. Düştükten sonra ani terlemelerim oluyor. Panik atak gibi. Masama dönsem iyi olacak,” diyerek orayı terk ediyor.

“Eğer…” diye düşünüyorum. “Eğer kedi?…” Düşündüklerime, yaptıklarıma inanamıyorum.

“Elindeki ne?” diyor arkadaşım sigarasını söndürürken. Figürini değil de Ezgi’yi benden isteyecekmiş gibi sert

bakan gözlerimi çevirip avucumu kapatıyorum.

“Bir hediye,” diyebiliyorum sesimi biraz yükselterek. “İyi misin?” diyor.

Bilmiyorum. Kosmos’umun sınırındayım.

Figürini klavyemin yanına yerleştiriyorum nazikçe. Bana bakmasını istiyorum. Kedi? Ezgi? Ezgi’nin başına gelen ya da gelebilecek şeyler benim suçum mu? Onu korumam, uzaklaşmam gerektiğini düşünüyorum. Bir büyü gibi. İnternette büyüleri araştırıyorum. Cam odasındaki insan postuna bürünmüş kötücül varlık sert bakışlarını üzerimde dolaştırıyor. Voodoo objeleri, kişiselleştirme, yansıtma büyüleri. Çoğunlukla zarar vermeyi amaçlayan şeyler. Eski medeniyetler. Kedi. Özellikle siyah olanlar. Güçlü istek, dilek ve duyguların çok ciddi bağlar kurduğu el yapımı bez bebekler, figürler. “Lanet olsun!” diyorum yüksek sesle. IT departmanındaki iki arkadaşım dönüp bakıyor. “Lanet olsun bizim takım yine berabere,” deyip onlara gülümsemeye çalışıyorum. Sebebi benim. Bu bağ kırılmalı. İstediklerimi almak için böylesi bir hileye başvurmak. Ne diyorum ben?! Benim yüzümden düşmüş. Benim yüzümden hastalanıyor. İnciniyor. Hissettiğim şeyler zarar veriyor. Uzak durmalıyım. Onun

158 iyiliği için yok olmalıyım. Bu sadece cinsellik olamaz. Hoşlanıyorum. Hayır, seviyorum. Ezgi’yi bu kadar çok isterken ona en uzak insan yine ben olmalıyım. Figürin ve Ezgi arasındaki asıl bağ benim. Tehlikeli bir üçgen.

Akşam, uzun süredir ilk defa gözlerim doluyor. Çok uzun süredir ilk defa. Kedi salonumdaki masanın diğer ta-rafından bana bakıyor. Artık figürini temizlikçilerin eline bırakamam. İhtirasımla arayı açmam gerekiyor: Ezgi’nin iyiliğini mi istiyorum yoksa felaketini mi? Paramparça oluyorum. Uyuyabilmek için içiyorum. Buzsuz. Double. Boğazım yanıyor. Kasten kendimi yakmak istemişim gibi. Kâfi gelmiyor.

Ertesi gün beklediği onayı alan müdürüm cam duvarlarının arasından çıkıp tıslayan diliyle ismimi söylüyor. Çalıştığımız sürede göremediğim medeniliği beni kovarken gösteriyor. Gözlerindeki sertlik benim üzerimden edindiği güç hissiyle yapay bir orgazm sağlıyor gibi. Arada zevk titremelerini görür gibi oluyorum. Müdürüme aslında ne kadar acıdığımı düşünüyorum. Zavallı aşağılık. Kendiyle nasıl yaşadığını, aynada ne gördüğünü, böyle bir adamın ancak kendi egosuyla sevişip tatmin olabileceğini tahmin ediyorum. Ya da bir benzeriyle. Hoşuma gidiyor yarın burada olmayacağımı bilmek. Ezgi aklıma düşüyor. Belki de böylesi daha iyi. Ondan uzakta olursam bu çekim etkisi, büyü bozulabilir. Büyü mü? Belki de iyice deliriyorum. Yeni kariyer imkânım bu mu?

Masama dönüp eşyalarımı toplamaya başlıyorum. Kediyi klavyemin yanından alıp ani bir refleksle öpüyorum. Bir gören olup olmaması umurumda bile değil. Küçük kolimi kollarımla sarıp asansöre biniyorum. “Çıkış Katı”na basıyorum. Bir asansör kapısının kapanması insanı nasıl bu kadar üzebilir? İçim doluyor. Yalnızlığım “Seni unutmak mecburiyetindeyim…” cümlesinde sabitleniyor. Yutkunuyorum. Alt katta asansörün durduğunu fark etmiyorum. Ezgi’nin bindiğini anlamıyorum. Şaşkınlıkla elimdeki koliye baktığını göremiyorum. Çünkü onu, onun varlığından daha fazla düşünüyorum. Zihnim kocaman bir atardamar gibi inip kalkıyor, kan hiç olmadığı kadar hızlı akıyor içimde. Başımı kaldırdığımda yanımda duruyor. Ondan onun için kurtulmak! Hayal etmenin gerçeğinden daha güzel olduğunu düşünmeye zorluyorum kendimi.

Bana baktığını hissediyorum. İlginç bir şekilde ve hızla bana doğru dönüyor. Ne yapıyor?

“Bana bak, yoksa çıldıracağım…” diyor. Bana mı?

“Sesin. Toplantı odasını sorduğunda duyduğum ses. Sen olduğunu anlamıştım. Söyle bana, ben çıldırdım mı Fuat?” diyor.

Gerçek olup olmadığını anlamak için öpmek istiyorum…

İsmimi biliyor.

“Dokunuşunu biliyorum, kokunu, sıcaklığını ve… Arzularını. Delirdiğimi düşünmeye başladım. Üstelik bundan hoşlanıyorum. Söyle bana, bu sen misin?”

Tam olumsuz bir şeyler söylemeye hazırlanırken Ezgi ıslanan yanaklarıyla yaklaşıp dudaklarıma yapışıyor. Gerçek! Asansörün durmasını istemiyorum. Ta ki bizi o uzak kumsala,

159 dalgalara, turuncu güneşin batışına götürene kadar. Beraber nefes alıp veriyoruz. Bunu sonsuza kadar yapabileceğimi düşünüyorum, “Düşünüyorsun,” diyor.

“Bunu sonsuza kadar yapabileceğini düşünüyorsun.” Elimdeki siyah kedi figürini o an parmaklarımdan kurtulup yere düşüyor. Paramparça. Korkuyla Ezgi’ye bakıyorum, ne düşündüğümü anlıyor. Başına bir şey gelebilecek diye korkuyorum.

Ezgi, “O sadece bir figürin,” diyor.

Tekrar öpüşmeye başlıyoruz. Ne tasalanıyorum ne de tasarlıyorum. Asansör inmeye devam ediyor.

“Asansör kapısı çıkışa varıp açıldığında yukarı çıkmayı bekleyen bir kız gülümseyen, el ele iki insan gördü. Özendi,” diyor hediyelik eşya dükkânının önündeki iki sandalyeden birine oturan orta yaşlı kadın gülümseyerek.

Elindeki bitki çayından bir yudum daha içiyor. Karşısında oturan barmen Neco’nun merakla açılmış gözleri ışıldıyor.

“Fuat’ın hikâyesi böyle…” diyor.

Neco heyecanla, “Başka öykü var mı? Anlat Allah aşkına…” diye soruyor.

Ruhunun derin kırışıklıklarına rağmen orta yaşlı gösteren kadın aya doğru bakıyor.

“Bugün bu kadar öykü yeter. Belki bir-iki gün sonra Meryem’i anlatırım sana,” diyor.

Neco boş bara girip sandalyeye oturan, etrafa bakınan, mevsimin son müşterilerinden olan birini görüyor. Kadın çayından kalan son yudumu da içip dükkâna, arkadaki iç odaya giriyor. İş tezgâhında oymaya devam ettiği bir sürü hayvan figürini duruyor. Gözlerini kapatıyor. Fuat ve Ezgi inerken asansöre giren, aynı plazada başka bir şirkette çalışan Meryem’i görüyor. Meryem düşünceli. Telefonuna bakıyor. Facebook’ta omzuna yaptırdığı kuzgun dövmesiyle fotoğraf çektirmiş adamı düşünüyor. Açılamıyor. Tam telefonu cebine koyarken yerdeki siyah kuzgun figürinini görüyor. Güzel oyulmuş. Tek parça. Eğilip alıyor. Dudakları oynuyor genç kadının.

“Uğur,” diye iç geçiriyor.

Cebine koyuyor figürini. Elleri kuzgunla terliyor. Uğur, fotoğrafını beğenen Meryem’i düşünüyor. Yeni bir üçgen kuruluyor. Uzakta, başkalarına hediyeler yontan kadın ise sebep olduğu öykülere gülümsüyor…

160

ŞEYTAN’IN REDDETTİĞİ KASABALAR Slasher ve Neo-Slasher Filmlerinde Gelişim Ve Değişim İçeriği BURAK BAYÜLGEN

Scream'den sonra (Wes Craven, 1996), slasher alt-türünün içeriği modernist bir perspektif doğrultusunda genişledi. "Ne söylenmiş" ve "ne yapılmış", "neler yapılmakta" ve "şu anda neler oluyor"a doğru bir değişime girdi. Slasher terminolojisinin belirgin ifadeleri, post-modernist bir yapılanmanın içinde zaman/mekan söylemiyle oldukça ilişkili bir biçime dönüştü. Slasher alt-türü kapitalizmin gündelik dayatmalarından hep bir rahatsızlık duymaktaydı ve kendince slasher ya da daha basitçe ifade etmek gerekirse; katil ile bir cezalandırma söylemi oluşturmuştu. A Nightmare on Elm Street 3: The Dream Warriors'da yer alan (Chuck Russell, 1987) Max'ın (Lawrence Fishburne) sözlerini hatırlamakta fayda var:

Max: Dinle Dr., benim bu intiharlar hakkında bir teorim var.

Neil: Bizi mahrum bırakma Max, her türlü yardıma açığız.

Max: Siktiğimin kromozomları. Bunların aileleri 60'larda hep asit çaktılar.

Neil: Dr. Simm'in teorisini çürütüyorsun. O diyor ki bütün suç seks, uyuşturucu ve rock'n'roll'da.

Max: Hadi be, insanı ayakta tutan şeyler bunlar.

O halde, bu çocuklar seks, asit ve özgürlük anlamına gelen "savaşma seviş"i savunan '68 kuşağının çocukları oldukları için cezalandırılıyorlardı. Şimdi ise bu kuşağın çocukları bu türün içinde çokça tartışılmış "sorumsuzluk"tan ötürü rüyaları aracılığıyla acı çekiyorlardı. Özlenen, uğrunda ölünen bu özgürlük, katilin birisini yahut birisinin ürününü cezalandırmak için bir gündem malzemesi olmuştu; her şeyi basit bir bakış açısına, sabit bir ideolojiye veya özrü kabul olmayan politik bir söyleme yüklemenin basit bir yoluydu. Tüm slasher hayranları Nancy Thompson (Heather Langenkamp) ve sarhoş annesinin yaşadığı, içinde bir Elm Sokağı barındıran banliyöyü hatırlayacaklardır: "Hippilikten itibara" uzanan, güya "sorumsuz" anne ve babaların çocuklarına güvenli bir gelecek vaat ettiği güvenli ama bir o kadar da birbirinden ayrıştırılmış, komünden tekilliğe uzanan evler. Ama Freddy'nin kendi kelimelerine kulak verirsek, her kasabanın bir Ele Sokağı barındırdığını da hatırlayacağız. Bu, '68 kuşağının her yere tohumlarını ektiği, "sorumsuzluğun" sorumsuz çocukların çevresine Freddy gibi bir cezalandırıcı yarattığı her yer demek oluyor. Bu yeni dünyada yetişen genç kuşak, açıkçası herhangi bir eylem, kazanım, erk ya da değişim arzusu duymamaktadır; sadece Verweile doch, du bist so schoen der onlar ve hayatlarının sonuna del de bunu söyleyip dururlar. Geleceğin çocukları California'nın güneşi altında mutlu bir şekilde eğlenmekte, şarkı

161 söylemekte, dans etmekte, sevişmekte ve kafayı bulmaktadır. (BERMAN, 81). Peki bunun kapitalist konjonktür ve modern politik söylemle ne alakası vardır? Slasher filmlerinin belirgin gündemini hatırlatmak için "Springwood Katili"nden bir örnekle başladım; şimdi, öldürmeyi "sorumsuzluk" ve yemek, içmek, elektrik ve teknoloji gibi temel ihtiyaçlar üzerinden meşrulaştıran bir diğer biner ayrım olan taşra/şehir'e uzanıyorum. Eğer her kasabanın bir Elm Sokağı varsa, her şey değişim içindir ve kapitalist şehir taşrayı bir "gizemler mağarası"na dönüştürmek için vardır: Kapitalizmin ürünleri olan son model otomobillerin muhakkak bozulduğu otobanlar, kuru üzümlerin cazip geldiği ama kadınlar tuvaletinin leş gibi olduğu benzincinin marketi ve otobanın ayırdığı ve fi tarihinden beri benzin olmayan benzinciler vs... Fakat bu taşralı panik-atakların ötesinde, elitlerin malikaneleri heybetli heybetli durur; bu elitler ki güzel doğanın ortasına yüksek konforlu evlerini çocuklarının elit arkadaşlarıyla bahar tatillerini geçirmesi için inşa etmiş çoğunlukla şehirlilerdir. Bu, henüz neo-slasher'ların içeriği değil, evrime uğrayacak olan tipik bir klasik slasher içeriğidir. O halde, kapitalizm ve modernite bunu nasıl etkilemiştir? Ne yapmıştır? Taşra buna nasıl tepki göstermiş ve nasıl direnmiştir? Bunun için, öncelikle klasik slasher içeriğinin doğasını ardından da klişeden yeni bir söyleme doğru varan, neo-slasher'ların içerik değişikliğine bakacağım.

1. TEMEL İHTİYAÇLAR: SON MODEL ARABALAR BOZULMADAN ÖNCE ORADA NE VARDI?

Başlık zaten kendi kendini ele veriyor. Yüksek sesli rock'n'roll ve eldeki haritalarda otobanda yol almadan önce orada olan sadece bir varsayımdır. Metnin özdeşleşme süreci şehirli kız ve oğlanın gözünden başlar. Metin eğlenceyle başlar: Bahar tatili dönemidir. Bikinilerin ve geliştirilmiş kasların mevsimidir. FRP hayranlarının fantazya romanlarını tartıştığı zamandır. Suyun ve partinin zamanıdır. Carol J. Clover'ın "urbanioa" terimini ortaya attığı Men, Women, and Chain Saws'da belirttiği üzere, sayısız korku filmi (özellikle slasher ve tecavüz-intikam tezahürleri) "urbanioac" bir senaryo ortaya koyar: genellikle gençlerden oluşan saf şehirliler ormana (Evil Dead, The Blair Witch Project) veya bir yaz kampına (Friday The Thirteenth, Sleepaway Camp) ya da bir taşraya (The Texas Chainsaw Massacre, The Hills Have Eyes) manyak bir yerli tarafından katledilmeye giderler. (SOLES, 5)

Bu oğlan ve kızların bu bahar tatilinde neler gördüğü üzerinden devam edeceğim ki bu da klasik slasher içeriğinden neo-slasher içeriğine doğru evrimleşecektir. Emin olduğumuz bir şey varsa, o da bu oğlanlardan birinin ebeveynleri kuş cıvıltıları ve doğanın ortasında yer alan bir malikanenin sahibidir ki bu malikane de yıllardır kullanılmamaktadır yahut terk edilmiştir. Yani kısaca kimsenin var mı yok mu diye sayıklamadığı, toprak sahibinin çocukları parti yapsın diye duran bir sürü evinden birisidir sadece.

Maceramıza bir flaneur olarak başlıyoruz. Etrafımıza bakıyoruz. Benzincide duruyoruz ilk olarak. Her şey tozlu ve kirli; örümcekler ve diğer türlü türlü böcekler etrafa yuva yapmış durumda; öyle ki bir yemek yemek içinizden gelmiyor. Henüz bilgiye ulaşmamış bilinç bir "taşra fikri"ni ve şehirle kıyaslanacak diğer fikirleri su yüzüne çıkartıyor. Bu durumda,

162

Erlfahrung henüz uzakta. Bilgiye dönüşecek olan deneyim, cinayetlerin yer bulduğu ve son kızın (final girl) veya -neo-slasher'larda hiç kimsenin- en sonda kurtulduğu anda ortaya çıkacak. Taşranın gelenek ve görenekleri var ve bu gelenekler bir korku filmi içeriğinde oldukça sıra dışı olacak kuşkusuz ama yine de tıpkı Bakhtin'in Rabelais ve Dünyası'nda görülebileceği üzere bir Rönesans Festival Dönemi'ne yanaşır özellikleri var. Bir korku/komedi filmi olan 2001 Maniacs'ta (Tim Sullivan, 2005) bu gelenekler şehir ve şehir benzeri her şeyden tecrit edilmiş bir taşra ortamında hasat mevsimini valinin izniyle kutlayarak hüküm sürmektedir. (Kilise). Yanlış yola sapmış ve bu katillerin çiftliğine ulaşmış herkesin de neşe içinde, gülerek, eğlenerek, çığlıklar atarak bu hasat mevsimini kutlamaları beklenir. 1960'lardan beri "urbanioia" temalı korku filmlerinde korkutucu ama sempatik bir katil olarak hüküm süren Hillbilly figürü, patriarkal otoritenin ve modern, medeni toplumların dayandığı sınıf ve cinsiyet bazlı önceliklerin bulunduğu orta sınıf hezeyanlarının işleyişindeki ana etkendir. (SOLES, 7). Otobanda yanlış yola sapmış olan yolcular çiftliğe ve şehir ve şehri temsil eden her türlü yasadan kaçmak amacıyla bir araya gelmiş olan bu komüne vardıklarında, bir flaneur olarak davranırlar. Bu komünün ne kadar şevkle güldüklerine, eğlendiklerine ve müzik çaldıklarına, eski tip çiftlik evlerine bakarlar. Tuhaf olan ise, onlara da bu tip bir komün hayatı "bir daha geri dönmeme" fikrini cazip hale getirir. Şehirli adamın özdeşleşmesiyle beraber bu esrarengiz (uncanny) sahne, kapitalizmin hiç dokunmadığı; ütopyayı var olmuş ve olan bir halde sunan bir zemindir. 2001 Maniacs, şehrin ve şehirli adamın bu acayip, esrarengiz geleneklere ayak uyduramadığı ve şehirli ve kapitalist bir perspektiften bunları aşağıladığı yerde bir felaket filmine dönüşür. Ve her ne kadar bu yolcular şehrin ve kapitalizmin kalbinden geliyor olsalar da, çiftlik insanları onları aralarına kabul eder. Böyle bir durumda, taşra/şehir biner ayrımındaki ilk tehlike geleneği aşağılamaktır. Yolcuların bu gelenekleri modernist bir perspektife çevirmek gibi bir hakları yoktur. Bu muhafazakar zinciri, çapraşık bir şehirle bağlantılı bir ahlak temeline dayatarak kırmamalıdırlar. Onlarla beraber hasat kutlamalarına katılmalıdırlar. Aynı durum The Texas Chainsaw Massacre serisi için de geçerlidir. Komünizmi ütopyanın dystopya'ya zinciri kırarak ve bu mekandan şehre geri dönerek çevrildiği direkt bir form olarak sunar. Buradaki komünizm tüm işçi sınıfına eşit haklar; üretim ölçüsünde gelir ve hayata devam edebilecek ihtiyacı dağıtır. Mutlulukları dışavurumlarında belli olur zaten. Yolcuları kabul eder, yiyecek ve içecek, kalacak yer ve ancak onlardan biri olmaya karar verdiğin andan itibaren bir ütopya verirler. O halde zincirin kırılmaması için buradan geri dönme hakkı da yoktur. Aynı şeyleri olduğu gibi şehre uyarlama hakkı tanınmamıştır. Bu bir sır olarak, şehir ve kapitalizmi çağrıştıran her şeyden uzak kalacaktır.

Erlfahrung, deneyimin bilgiye dönüşmesidir. Burada, 2001 Maniacs'ta, deneyim, sosyalizm şeklinde değil, var olan bir ütopya olarak deneyimlenen komünizmdir. Cinayetler, felaket ve tüm irinli, kanlı, vıcık vıcık sahneler deneyimin bilgiye dönüştüğü andır. İşkence taşra/şehir biner ayrımını temsil eder. Kapitalist bir perspektiften bakarsak, bir komüne ait olmamak ve örgütlenmemek bireyin (şehirlinin) kurtuluşudur. Yolcular şehir hayatında da varoluşlarına konsantre olamayan bir flaneur'düler. Tek yaptıkları çevreyi seyre dalmaktı, binalara, AVM'lere ve pasajlara bakarken kendilerini asla şehre yerleştiremiyorlardı ve burası tam da ironinin başladığı andı. Bu çiftlikte ise, gerçek anlamıyla bir kapitalist olarak kurtuluşa

163 ermeye çalışıyorlar ve taşrayı aşağılayarak muhafazakar bir kırsaldan ziyade ahlaki bir şehir (ironi) kurmaya çalışıyorlardı. İkinci tehlike de bunu ahlaka dayatmaktı ki, taşra ahlakı zaten şehir ile bağlantılayamıyordu. Bu hem klasik slasher hem de neo-slasher'ların temel motifidir. Erlfahrung bireyin varoluşsal problematiğine rağmen saf bir kapitalist olarak davranması ve ne olursa olsun bir şehirli olarak kurtuluşa ermeye çalışmasıdır.

-*-

2001 Maniacs'ın aksine, The Texas Chainsaw Massacre filmleri şehirli yolcuları kabul etmiyorlar ama talihsizce kendilerini yolcuların araçlarına kabul ettiriyorlardı. Hewitt Ailesi'nin bireyleri oldukça tuhaf davranışlar sergiliyorlar ve modern gençlerin dünyası olan araçlara bindiklerinde bir "ucube" olarak algılanıyorlardı. Taşralı bireyin dışavurumu dehşeti gösteriş olarak kullanarak şehirli gençler arasında bir panik atmosferi yaratıyordu. Taşralı birey hemen "istenmeyen" olarak damgalanıyordu ve acilen dışlanması gerekiyordu. Neo- slasher'larda başkentlerin otobanları muhakkak yanlış yola saptırıyor ve son model otomobilleri bir hurda yığınından farksızlaştırıyordu. Bu yolcuların gördüğü yegane şey; arabayı tamir etmeye hevessiz ya da daha da hurdaya çeviren bir tamirci veya telefonunu (ya da olmayan telefonunu) gençlerle paylaşmaya razı olmayan kapalı kutu evlerdir.

2. BU OTOBANLARIN ÖTESİNDE NE UMULUYORDU?

Bir önceki bölümde, bir taşrada neler olduğunun sadece bir varsayım üzerinden gittiğini tartıştık fakat slasher kurbanların katledilmeden önce sahip olmak istedikleri bir rüyaları vardı. Seküler terimlerle tartışılırsa, modern Amerikan kültürünün vahşiliğe karşı çok bariyer, değişim, refah ve güç manasına gelen oldukça büyük bir antipatisi vardı. (SOLES, 5)

Bu bölüme tabiri caizse klişelerden oluşan slasher içeriğiyle başlamak istiyorum. Kapitalizmin modeniteyi otobanlar vasıtasıyla dönüştürmesi taşrayı tahliye etmek üzerine bir varsayımla işliyordu ama unuttuğu bir şey varsa da, o da yolcularının güvenliğini sağlamayı ihmal ettiği ya da en azından “farklı biçimlerde güvenlik” fikrini yok saydığıydı. Bu korunaklı otobanların rotası, taşranın varlığını yok saymakta ve kendini şehirden şehre ve başkentten başkente yöneltmekteydi; fakat tüm bunlara rağmen yolcularının benzin almak ya da arabaların bir oyuncak gibi bozulabileceğini hesaba katmıyordu. Slasher filmlerinin teknoloji anlayışı buydu: Lüksüne hiçbir zaman güvenmemelisin, bu tarlalarda lüks sadece bir oyuncaktır.

Kapitalizm bu koca otobanları taşra insanlarının hayatını yok sayarak inşa etti. Sayısız çayırları ve mısır tarlalarını kimyasal tesislere, genel merkezlere ve alışveriş merkezlerine dönüştürdü. (BERMAN, 78). Psycho’da (Alfred Hitchcock, 1960) gördüklerimiz bu durumun çok iyi bir örneğidir. Bates Moteli’nin artık bir geceliğine bile konaklanabilecek fırsatı kalmamıştı. Kapitalim aynı zamanda yolcularının otobanı kullanma nedenlerini de umursamıyordu. Sadece şehir ve başkent arasındaki bir geçiş yolu değildi bu; günlük yaşamın gereklilikleri de bu otobanlarda geçerliydi. Ya da Marion Crane’de (Janet Leigh) rastladığımız gibi bazen farklı koşullar farklı koşullar doğuruyordu. Crane bir kaçak olduğundan, onun otobanın pratikliğine ihtiyacı vardı. Bir anda başlayan yağmur ve patlak veren fırtına, şehirden

164

şehre zincirini kırıyor ve taşraya doğru öngörülemez bir sapmayı, direksiyon kırmayı gerektiriyordu. İşte bu da slasher filmlerinin otobanları nasıl gördüğünü özetlemektedir. Şehirler ve başkentler arası direkt bir geçiş yoktur. Yolculuğun bir noktasında mutlaka direksiyon taşraya doğru kırılır.

-*-

Slasher içeriği, yolcuların iliklerine kadar işlenmiş alkol, seks, uyuşturucu ve rock’n’roll’dan oluşan “parti kültürünü” yansıtmaktaydı. 60’ların çiçek günlerinde yaşamış olan ailelerin seksi, uyuşturucuyu ve rock’n’roll’u savunan düşünce yapısının devamı niteliğinde olan bu parti kültürü, hillbilly katilin gözünde bir sorumsuzluk göstergesi olarak yer alıyordu. Kapital, bu aileleri ve getirilerini birer sorumsuzluk abidesi olarak etiketlemez ancak “şehir” ve “parti” dışında kalan jenerasyonun çocuklarını gayet kolaylıkla etiketleyebilir. Bir kez daha A Nightmare on Elm Street 3: Dream Warriors’taki Max’ın sözlerini gündeme getirmekte fayda var. Bir jenerasyon sorumsuzlukla suçlanamaz ama artık daha fazla taşıyamadıkları “savaşma seviş” söylemi yetiştirdikleri çocuklar dahilinde suçlanabilir. Taşranın şehir söylemiyle kaynaşabilmesi için verilen bir fırsat yoktu çünkü katı ve yoğun biner ayrımlarla şehirden ayrıştırılmış ve bu otobanlar şehir söylemine kıyasla kendi hippiliğini yaratmıştı. “Savaşma seviş” jenerasyonunun tohumları ancak seks ve uyuşturucu üzerinden konuşabilinecek denli apolitize edilmişti ve taşra bunu sindiremiyordu. Şehir gençliğinin apolitikleştirilmesi kapitalist içerikteki hiçbir şeyin değiştirilebilmesini kolaylaştırmıyordu. Halbuki taşra da dönüştürülmek, modern standartlara uyarlanabilmek istiyordu ve elde ettiği tek şey ahlak söylemi oluşturamamış gençlerdi. Bu nedenle de gençler taşrayı ancak bir iki haftalığına keyif sürebilecekleri bir tatil beldesi olarak görüyorlardı.

Evet, bu gençler taşrayı hep otantik ve egzotik olarak hayal etti. Hiç tanınmamış bir akraba tarafından miras kalan, taşranın en uç köşesindeki malikane, taşra kültürünü tanımayı ve öğrenmeyi teşvik etmek yerine, hep günübirlik bir macera olarak dayattı. Gençler taşra kültürü, şartları ve ahlakı hakkında en ufak bir şey bilmiyorlardı. Apolitize edilmiş gençlik aynı zamanda otobandan ve onun doğduğu yerden, varacağı noktadan bağımsızdı. Bu, otoban ile gençliğin özdeşleştirilmesidir: Varış noktası belli ama güvenli değildir. Güvenceli eşyaları olan son model otomobillerden, paradan ve uyuşturucudan öte herhangi bir güven teşkil etmez. Burada bu listeye bir madde daha eklemeliyiz ki o da “etik”tir. Kapitalizm bu gençlere paranın her şeyi satın alabileceğini öğretmişti. Eğer son model bir araban vardıysa, o halde sana bir problem çıkartmazdı. Yeterli otun varsa, tüm günü sorunsuz atlatabilirdin. Etik sadece anı kurtarmak içindi. Eğer saygılı davranırsan, aynı ölçüde karşılık görecektin. Kapital bu gençlere güvenceli eşyaları doğrultusunda bir etik alan açmıştı; mesela, bu gençler güvenceleri onlarla birlikte olduğu sürece, hiçbir koşulda hırsızlık ya da dolandırıcılık yapmamışlardı. Eğer benzincide benzin varsa mutlaka parasını ödemişler, nazik bir karşılık buldukları sürece, onlar da adresi nazikçe sormuşlardı. Otantikliğin ve egzotikliğin varsayımı daha bir anlam kazanıyordu. Dışlandıkları kadar kabul edilmek, ağırlanmak istiyorlardı. Bu nedenle de konsantrasyonlarını o geceki partiye yoğunlaştırmışlardı. Onlara bırakılan tek gerçeklik içkilerini depolamak, yiyecek almak ve geceyi eğlenerek geçirmekti.

165

3. NE OLDU?

Gençlerin yerli bir katil tarafından katledilmesinden önce, taşra her zaman modern şehirli tarafından keşfedilmekten korkmuştur. Keşfedilmekten kastımız taşra/şehir, modern/muhafazakar biner ayrımları yapan kapitalizmin taşraya dokunuşudur. Şehir ve başkent kendini ne kadar geliştirirse, taşra da o kadar göz ardı edilmiştir ve kendi kurtuluş yolunu aramıştır; tabi buna bir kurtuluş denilebilirse. Taşralının şehir ve şehirli ile olan kaynaşmasın bilhassa bu otobanlar kesmiştir. Daha önce bir market ve benzinci olan yerler şimdi bir harabeye dönüşmüştür. Kasabada güvenlik olarak sadece yaşlı bir şerif hizmet vermektedir ve tüm haneleri tek tek tanımaktadır. Aslında bu, her şey güven ve kontrol altında olduğundan ötürü negatif bir bakış açısı değildir.

Bir önceki bölümde, taşrayı bir şehirlinin gözünde canlandıran varsayımdan bahsettik fakat bu canlandırma görsel ve somut olarak ilk bakıldığında esrarengiz (uncanny) veya tekinsiz bir hava yaratır. Şimdi, burada panoramik manzarayı bir flaneur’müşçesine ele alacağız. Kendimizi bu süreçte ille de bir yere yerleştirmek zorunda değiliz; sadece seyretmek bile bu esrarengizliği ve tekinsizliği fark etmemiz için yeterli. Evler çok eski olmasına rağmen tipik bir taşra ortamını anımsatıyor. Değişim ve dönüşüm hiçbir yerde görünmüyor fakat bir flaneur olarak değişimden haz almak yerine, hiçbir şeyin değişmemesinden ötürü haz alıyoruz. Yine de “değişim”i bir şehir ve başkentle kıyaslamadan nasıl tanımlayabiliriz? Daha önce de belirttiğimiz gibi, gençler her zaman şehir panoramasının içinde bir flaneur’düler. Kendilerini “parti kültürü” dışında herhangi bir yere yerleştiremezlerken, AVM’ler ve pasajlar doğrultusunda da bir ideoloji uygulayamıyorlardı. Taşraya herhangi bir ideoloji uygulamadan tanık oluyorlar, onu deneyimliyorlar ve seyrediyorlardı. Şehrin panoramik parçalarından ziyade, mekana bir bütün olarak tanık oluyorlar, ancak kendilerine oldukça otantik ve egzotik geldiği için bu mekanla özdeşleşemiyorlardı. Bu noktada, orada ne olduğuna dair bir merak içinde kalıyorlardı. Bu sebeple, seyredilebilir olan herşeyin aynı zamanda araştırılabilir olduğunu da düşünüyorlardı. Burada olduğunun aksine, şehirde, özel odalarda mahremiyet kurallarınca daha da bir bölünmüşlerdi. Taşrayı bir bütün olarak gördükleri vakit, artık mahremiyet kurallarınca bölünmüş değillerdi ve burada mahremiyetin sınırlarını aşabileceklerini ya da en azından böyle bir hakları olduğunu düşünüyorlardı. Bu da halen kendilerini bir yere yerleştirmek anlamına gelmiyordu ama yaşadıkları bir şok vardı ki o da taşrada herşeyin görülebilir olmasıydı.

Slasher içeriğinde, yerli birey, mahremiyete bölünmüş bir parça anlamı yüklemeyip onu bir bütün olarak gördüğünden, gençlerin gördükleri şey de esasen görülmemesi gerekendi. Şehrin mahremiyeti görülmeyen ama duyulan ve deneyimlenebilen ayrı ayrı odalara bölünmüştü. Şehrin bölünmüşlüğüne rağmen, taşra mahremiyetinde görülen ve gözetlenen (voyeur’ed) kapalıdır, parçalar bir bütün olarak ele alınır ve gözetlenen an bir bütün olarak namus meselesidir. Bu taşralı bakış açısından bakıldığında, izlenmek ve gözetlenmek, karşılık bulması gereken, flaneur’ün kem gözüdür (gaze). Bu her ne kadar masumane bir bakış olsa da, taşrada flaneur’un kem gözü olarak ele alınmıştır. Peki bu kem gözün riskleri ve dezavantajları nelerdir? Walter Benjamin’in flaneur’üne göz gezdirdiğimizde, birey değişimden ve dönüşümden kendini konumlandırmasa bile bir keyif

166 alır. Taşradaki farklılık ise, taşralı bireyin gözünde ve mahremiyetinde, değişimden haz almak bir tehlikedir ve bilinç-dışıyla şehirli gençler tarafından konumlandırılmıştır.

3.1 CANAVAR NEYİ TEMSİL EDİYOR?

Mahremiyet yerli insanlara bir bütün olarak sanki evleri kutsal mekanlarmışçasına ilahi bir lokasyon sunuyordu. Taşrada, parçaların bir bütün olmadığı sürece herhangi bir anlamı yoktu ve bu anlam bir bütün olarak dini bir anlam da taşıyordu. Başkentlerin sunduklarından dışlandıkları için, tıpkı şehirlerdeki “kutsallar” gibi kendi kutsal sistemini ve hiyerarşisini oluşturmuştu. Parça yerine bütün, parçaların tüm çarpıklığına nazaran kutsal kabul ediliyordu. Katil (slasher), sapkın bir bireyin (canavarın) taşranın tüm esrarengizliğini yok eden bir parçası olarak ele alınamaz. Flaneur kutsal mekana ve çevresine gözetleyerek girdiği anda, aslında gördüğü şeyin şehirde gördüklerinden pek de bir farkı yoktur; yine de bu durum gençlerin kendi dini geleneklerine bile yabancı olmalarından ötürü “seyretmeyi” “kem göze” çevirmektedir. Slasher filmlerinde görüldüğü üzere, apolitikleştirme, aynı zamanda din- dışılaştırmanın da bir sonucudur. Bu sebeple, katilin bu bakışa; yani kem göze tahammülü yoktur. Katil, otantik ve egzotik bir varlık olarak taahhüt edildiğinden, varlığı mutlaka keşfedilmesi cazip bir hal alır. Fakat varlığı sadece taşrada değil, aynı zamanda tüm devlette tahammülsüzlüğe erişir. Gençler vahşice katledildikten sonra; devletin medyası kendi taşralı halkına adeta yabancıymışçasına bir ahlak bekçisi kesilir. Halbuki, esas yarılan kurbanlar metaforik olarak modernite ile muhafazakarlık arasına çizgi çekilerek ayrıştırılan bu taşra halkıdır. Bu karşıtlık adeta yarılmışçasına faşistçe vücutlarında hissedilmiş ve deneyimlenmiştir. Katillerin kurbanların vücutlarında açtıkları yarıklar, esasen muhafazakarlıktan modernliğe, taşralıdan şehirliye doğru uzanan biner karşıtlığın metaforlarıdır. Varlıkları, medya tarafından duyuruldukları sürece bir vatandaş statüsü kazanır. Biner sistemin ve paradigmaların hissedilen yarılmasından önce (metafor) var olmamış denli göz ardı edilmiş; yarılmış bireyleri oynuyorlardı.

Kem gözle bakılan kutsal tapınakları ve gözetlenen mahremiyetleri turistik, otantik ve egzotik bir anlam taşımıyordu. Bu, flaneur’ün hiçbir bakışına kucak açmayan günlük rutinlerinin dini ritüelleriydi. Flaneur’ü ne dışsal ne de içsel olarak konumlandırıyorlardı ve aslında sahip oldukları dinin tüm ulusa yayılmış bir gelenek olmasından ve diğer inanç sistemlerinden farklı olmamasından ötürü, herhangi bir konumlandırma fikrine tahammül edemiyorlardı. Bu sebeple de “muhafazakar” damgası yiyorlardı. Bu, farklı geleneklerin yabancılara sergilendiği bir sirk gösterisi ya da hava atma mekanizması değildi. Kendi mekanlarının ötesinde diğer insanların yaptığı şeydi, onların taşrada yaşamak dışında herhangi bir farklılıkları yoktu; yani yerleri sadece Dünya üzerindeki coğrafi bir konumdan ibaretti. Brereton (Pat) 1970’lerin ekolojik düşüncesini “insanlığa atfedilen çatışmalar” olduğu kadar “teknolojik gelişmeler ve artan hava kirliliği” olarak da betimler ve bunu ekoloji odaklı “paranoyak düşüncenin” zamanının bilim-kurgu ve komplo içeren gerilim filmlerine yansımasıyla sonuçlandırır. (SOLES, 2) Esasen her göstergeyi taşraya yansıtan şey, kendi dini geleneklerinden uzak olan şehirli gençlerdi. Onların dindar olmadığı ölçüde taşralı dindar ve gelenekselciydi.

167

Katilin yarma metaforu, biner karşıtlığın kesme ve biçme eylemini yansıtan, faşizmin vücutça hissedilen ve deneyimlenen ölçüsünün resmi bir beyanıydı. O halde, katilin kesme ve biçme eylemi (1) kendilerinin de şehir tarafından kesilip biçildiğinin ve (2) taşradan şehre geçişkenlik gibi biner karşıtlığın resmiyet kazanmış bir haliydi. Halbuki şehrin aksine taşranın kendi muhafazakarlığı bir biner karşıtlık önermiyordu çünkü (1) onlar otantik ya da egzotik değillerdi, (2) muhafazakarlıkları müşterek bir gelenekti ve son olarak (3) şehrin ilgisizliği, taşranın geleneklerine yansıtılmamalıydı.

4. NE DEĞİŞTİ?

Bu noktaya kadar biner karşıtlığın birbirine geçişkenliği hakkında konuştuk. Bütün buraya kadar tartıştıklarımız klasik slasher döneminin ana problematikleriydi. Şimdi ise özellikle Scream’den sonra boy gösteren neo-slasher’lardaki değişim gerekliliği hakkında konuşacağız. Bir önceki bölümde yarma ve yarılmayı biner karşıtlığa tekabül eden bir metafor olarak ele almıştık. Neo-slasher alt-türünde yarma ve yarılmayı bir kez daha karşıtlıklar arası geçiş metaforu olarak almaya devam edeceğiz.

Scream, daha önce de örneklendirdiğimiz Max ile aynı tartışmayı sürdürüyordu, fakat apolitize edilmiş gençlik için önerilen cezalandırma sistemi artık geçerli değildi çünkü gençlik, ailelerine de dayanan bir politik rol edinmeye başlamıştı. (“Başlamıştı” demeyi politikleştirme süreci henüz tamamlanmadığından ötürü tercih ettim.) Eğer apolitize edilmiş gençliğin bakışı flaneur’den kem göze dönüşüyorsa, buradan itibaren bu kem göz, daha önce gözlerini türlü meselelere bu şekilde dikmemiş bir politik kem gözdür. Esrarengiz huzurun mekanı olan banliyöler, ebeveynlerin kendilerini özgür seks, uyuşturucu ve rock’n’roll gibi geçmiş pişmanlıklardan soyutlamaya çalıştığı, sorumsuzluğun yeni bir yerleştirme/yerleştirilme biçimi kazandığı yerlerdi. Politik kem gözün direkt bakışı, aynı zamanda kendine ve kendi farkındalığına da kem gözle bakışın önemini vurguluyordu. İlk etapta politik kem göz bireyin çevresine; daha sonra çevreden bireyin kendisine doğru yönleniyordu. Bu bakışın sırası önemlidir çünkü bireyin kendisinden değil, çevreden bireye doğru yol alıyordu. Şimdi, tıpkı taşralının kapitalist düzen tarafından yarılması gibi, gençler de yarılıyordu. Scream’de, platform apolitik/politik olmak üzere ikiye bölünmüştü. O halde kapitalizm ne istiyordu? Apolitize edilmiş gençlik, kapitalin gelişmesi için kendi ebeveynlerinin sahip olduğu hiçbir şeyi sahiplenmemeliydi. Eğer 60’ların nostaljisine kapılırlarsa, kapitalin “bilinmeze” doğru olan dönüştürme süreci başarılı olmayacaktı. Kuşkusuz kapitalizm değiştirmek ve dönüştürmek istiyordu ama neo-slasher’lar bu değişimin ne getireceği ve nasıl sonuçlanacağı hakkında oldukça kararsızdı. O halde esrarengiz banliyölerin küllerinden dirilen bu kararsız ve muğlakta kalan gençlik, “değişimin” kendisine; ne yapacaklarını ve nasıl sonuçlanacağını bilmeden bir tepki gösteriyorlardı. Kendilerini “güvenli” ve “güven duyulabilen” bireyler haline getirebilmek için ebeveynlerinin nostalji sevdasından ayrıştırmışlardı. Bakışlarını flaneur’den kem göze çevirdikleri vakit, bu çevresel ve bireysel kem göze uygulanabilecek politik bir metot kazanmaya başlıyorlardı. Kapitalizmin ebeveyn nostaljisine fırsat vermeyen yönünü kabul etmişlerdi ancak bu politik kem gözün hem kendilerini hem de çevrelerini nasıl değiştireceği hakkında herhangi bir fikir sahibi değildiler.

168

Yarma/yarılma metaforunu kendi üzerlerinde uyguladıkları vakit, hangi biner karşıtlığı doğuracaklarını bilmedikleri halde artık yarma eylemi kendi ellerine geçecekti. İşte bu yüzden neo-slasher’ları resmen tamamlanmamış ve tamamlanamayacak bir möbius şeridine benzetebiliriz. Scream’de ebeveynlerin utanç dolu mazisinin aklanma süreci, “değişimi” bireysel farkındalığa dönüştüren; aynı zamanda bireyin kendini sinirli, politik ve muğlak bir durumda bulduğu bir dönüşüm sürecidir. “Baba” ve “anne” figürünün eksikliği, tüm sorumsuzluklarına rağmen yeniden ideal bir anne ve baba yaratır. Niyetleri (1) politik olarak doğru bir aile sistemi ve (2) partileyen gençlerden ziyade, (yine de) kapitalizmin hegemonyasında değişimin ve dönüşümün yapı taşları olan gelişmiş bireyler yaratmaktır. Aile değerlerini çevrelerine kem gözle bakarak düzeltirken (kem gözün ideal aile kavramını yok eden tüm nesnelerini yok ederek) politik bir statü kazanırlar. Kendi farklındalıklarına vardıkları andan itibaren de her şeyi; kendi sonlarını da hazırlayan taze, adanmış kapitalistler olaraktan otomatikman değiştireceklerdir. Marshall Berman’ın Katı Olan Herşey Buharlaşıyor’da belirttiği üzere değişim süreci bitmeden kapitalizm kendini yok edemez. Dünyanın en gelişmiş bölgelerinde bile tüm bireyler, gruplar ve topluluklar sürekli olarak kendilerini yeniden inşaya zorlanıyorlar; bir an durdular mı, ne olursa olsunlar, süpürülüp atılırlar. (BERMAN, 78) Gençlerin ölümü, “aile”, “huzur” ve “sevgi” gibi temel kavramları sabitlemek isteyen değişim sürecine tamamen hakim o-l-a-m-a-d-ı-k-l-a-r-ı noktada, bu tamamlanmamış politizasyonun simgesi olan möbius şeridini pekiştiren yer ve zamanda gerçekleşir.

4.1 BU YENİ İÇERİK TAŞRALI NEO-SLASHER’LARA NASIL ADAPTE EDİLİR?

Neo-slasher filmleri genelde “başlangıç” ve “remake” olduklarından ötürü, möbius şeridi gençliğe ve kapitalizme olan tepkinin resmileşmesi açısından daha da etkilidir. Buradaki içerik, kapitalizm uyumu bozana dek her şeyin güzel ve dokunulmamış olduğu yerde başlar. Dünyevi terimlerle konuşmak gerekirse, Amerikan kültürü vahşiliğe karşı büyük bir antipati gösterir. Vahşi alanları gelişim, ongunluk ve güç olarak betimler. (SOLES, 5) Yine de bu ongunluk dünya geneline yayılmış olan sağlık, hijyen ve bakım gibi gereklilikleri resmiyete sokamaz. Hem ekonomik hem de çokça insana yaşam kaynağı olan kesimhaneler şehir tarafından hijyenik olmayan koşullarda et üretildiği için mühürlenmiştir. Bir yaşam kaynağı kesilmiş ve suç kapitalizmin bireylerini güya korumasına atılmıştır. Aslında bu taşrayı değiştirmek ve dönüştürmek için atılan adımların ilkiydi ve bu değişim asla son bulmayacaktı. Binlerce kent mahallesini otoyollara ve park yerlerine ya da Dünya Ticaret Merkezlerine ve Peachtree Plazalara ya da terk edilmiş, yakılıp yıkılmış bozkıra dönüştürdü. Buralarda ironik biçimde, yeniden ot bitmeye başladı. Evlerinde kalmaya çalışan küçük gruplarsa, yeni yerlere taşındılar ya da 1970’lerin alışılagelmiş “şehirdeki başarı öyküleri”nde olduğu gibi eski kimliklerinin süslü, antikalaşmış parodilerine dönüştüler. (BERMAN, 78) Taşralı vatandaşlar, kapitalizmin değişiklik önerisinin kısır döngüden ve onlara ne getireceğinin belirsizliğinden başka hiçbir şey sunmamasından ötürü temsil dahi edilemiyorlar ve bu değişiklikten herhangi bir kar sağlayamıyorlardı. Bu dünya pazarı yayıldıkça değdiği her yerel ve bölgesel pazarı yok

169 eder. Üretim, tüketim ve insan ihtiyaçları giderek uluslararası, kozmopolit bir nitelik kazanır. İnsan arzularının ve taleplerinin kapsamı, giderek çökecek yerel pazarların kapasitelerinin çok ötesine ulaşır. (BERMAN, 91) The Texas Chainsaw Massacre: The Beginning’de (Jonathan Liebesman, 2006) bu düzene karşı çıkmanın tek yolu yolcuları bir yiyecek kaynağı (en temel ihtiyaç) olarak avlamaktır. Kapitalizmin önerisi eğer taşralıyı modern şehirliye dönüştürmekse, o zaman mekan daha da kendi içine kapanır. Bu durumda av konumuna düşenler sadece yolcular değil, bir devletin tüm vatandaşlarıdır. İşte bu durum, yüzeyi daha da karmaşıklaşacak olan möbius şeridinin başlangıç noktasıdır. İlk etapta kendi varsayımlarına göre, savunma, tepki ve cinayet resmileşir. Buradan sonra ise ister demokratik olsun, ister olmasın, dokunulmuş ve dokunulmamış olan biner karşıtlığı aşacak olan politik kem göz de resmileşir. Artık flaneur’ün bakışı yaşam ihtiyaçlarını karşılayan her şeyi tehdit eden bir bakıştır ve açıkalanamayan, kararsız ve vaat edilemeyen geleceğin resmileşmiş halidir. Değişimin yeniden yapılandıracağı şey hem yaşam şartlarında hem de politik bir söylemde belirsizdir. Yolcuların davranışları ne kadar demokratik olursa olsun, ve ne kadar savaş karşıtı söylem geliştirirse geliştirsin (mesela Vietnam Savaşı’ndan kaçmak gibi) öyle bir kem göze bürünürler ki açıklanamayan kazanç, açıklanabilen, sağlam bir kardan daha da tehlikelidir. Değiştirmek ve dönüştürmek üzere devreye giren kem göz, bir gelecek vaadinden nem almaktadır; yani kafası karışmış olan gençlik bir kesimhanenin kapatılmasından bile daha tehditkardır. Anlaşılabileceği üzere kapitalizm değiştirmek ve dönüştürmek için oldukça hevesli ve ısrarlı ama yerine ne koyacağı üzerine oldukça kararsızdır, tıpkı kesimhaneyi kapattıktan sonra bireyleri daha da beter bir durumda bırakıp gitmesi gibi. Neo-slasher içerik demokratik manzaranın bir kurtuluş yerine daha da kurban statüsü yaratmasından ötürü oldukça muğlaktadır ve cinayetin ve vahşetin resmileşmesi, dokunulmamış bir mekanın değiştirilmek üzere olmasından ötürü ancak yine kendine döner; yani burada şu ya da bu kişi değil, herkes kurbandır. Bir zamanlar alın teriyle kazanırlarken, şimdi işkenceyle kazanmaktadırlar (yamyamlık da cabası) ve bu bir değişimdir. Bir zamanlar gençliğin kem gözü politik bir yapı barındırırken, şimdi işkenceciler kendilerini kurban yerine koymuşlar ve aynı zamanda gençleri de kurban etmişlerdir ve kuşkusuz bu da büyük bir değişimdir; yüzey devamlı değişmektedir ve tepki ve savunmanın da değişmesinden anlaşılabileceği üzere değişmeyen tek şey bu möbeus şeridinin değişken ve kısır bir döngüye sahip yüzeyidir. Neo- slasher içerik, sadece işkencenin ve tepkinin resmileşen yüzünü gösterir ve bu döngüde bu savunma mekanizmalarının haklılığını ön plana çıkarır. Geçmişin gözünden bakıldığında (başlangıç temalı filmler) günümüz kapitalizminin halen aynı içeriğe sahip olduğu gözlemlenir. Klişeler sadece yapısal değil, aynı zamanda sırtını hem geçmişe hem de geleceğe dayayan gerekliliklerdir. Neo-slasher’ların başlangıç filmleri, bugünün konjonktürüne hem gelecek hem de geçmiş olarak bakabilen ileri görüşlü filmlerdir.

SONUÇ

Bu makaleye klasik slasher filmlerinin otobanların ötesini merak eden, bilinmeyen, şehir insanlarına otantik gelen klasik bir dokuyla başladık. Manzaraya ve taşralıya bakış, flaneur’den ziyade gözetlemeyi de seven apolitik bir bakış ve kem gözdü. Daha sonra, özellikle Scream’den sonra neo-slasher içerik katı bir politik kem göz kazandı ve “aile” gibi temel

170 kavramları idealize etme amacıyla yola çıktı ama aslında bu idealize ediş süreci tamamlanmamıştı ve tüm bu kavramları yaratırken aslında sadece kendi kendilerini yeniden yarattılar ve hiçbir şeyi çözüme kavuşturamadılar. İşte bu yüzden bu içerik bir möbeus şeridini gündeme getirdi ve taşralı slasher’lara uyarlanırken bile aynı kaldı. Taşra için en tehlikeli olan şey, değişim öneren ama ne önereceği konusunda kararsız olan fikirlerdi. Möbius şeridi yeniden gündeme gelirken, nesne olan kurbanın statüsünü, işkencenin öznesi haline getirdi. Ne kadar işkence yaparsan, o kadar kurban olursun ve gençler ne kadar demokratiklerse, bir o kadar daha kurbandılar. Bu filmler ileri görüşlüydü çünkü kapitalist konjonktürde süje ve fabula olarak hem bugüne, hem de geleceğe ışık tuttular.

KAYNAKÇA:

- Soles, Carter: Sympathy for The Devil: The Cannibalistic Hillbilly in 1970's Rural Slasher Films in Ecocinema, http://www.public.asu.edu/~petergo/courses/eng655/Ecocinema- SympathyDevil.pdf - Rust, Steven, Salma Monani, Sean Cubbit: Ecocinema Theory and Practice, Routledge, 2013. - http://www.nj.com/entertainment/movies/index.ssf/2011/10/slasher_films_that_went_co untry_in_the_70s_are_getting_new_life.html - Clover, Carol, J: Her Body, Himself: Gender in The Slasher Film in Misogyny, Misandry and Misantrophy, University of California Press, 1989. http://publishing.cdlib.org/ucpressebooks/view?docId=ft809nb586&chunk.id=d0e4713&to c.depth=1&toc.id=d0e4713&brand=eschol - Clayton Wickham: Style and Form in The Hollywood Slasher Film, Springer, 2015. - https://books.google.com.tr/books?id=MmPeCgAAQBAJ&pg=PT155&lpg=PT155&dq=free+ essays+on+slasher+film&source=bl&ots=9uV6An2iZX&sig=9Goau4Pd7VSGF34JUODuFZN mpeY&hl=tr&sa=X&ved=0ahUKEwiJksuV0c3MAhUILZoKHUkiA544ChDoAQhEMAY#v=o nepage&q=free%20essays%20on%20slasher%20film&f=false - Clover, Carol, J: Man, Women and Chainsaws, Gender in The Modern Horror Film, Princeton University Press, 1992. - Liaguno, Vince, A: Butcher Knives & Body Counts: Essays on the Formula, Frights, and Fun of the Slasher Film, Dark Scribe Press, 2011. - Bayülgen, Burak: Bu Katliamdan Kimler Sorumlu?: The Texas Chainsaw Massacre: The Beginning, 2006. - http://www.korkusitesi.com - Harvey, David: Paris, Modernitenin Başkenti, Çev: Kılınçer, Berna, Sel Yayıncılık, 2. Baskı Aralık 2013. - Bermann, Marshall: Katı Olan Her şey Buharlaşıyor, Çev: Altuğ, Ümit, Bülent Peker, İletişim Yayınları, 1994. sf: 27-181. - Wood, Robin. “Return of the repressed.” Film Comment 14.4 (July-August, 1978): 25-32. - Özbek, Meral: Walter Benjamin Okumak I in Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, Volume: 55, Issue: 3, 2000.

171

KAFES BENT PROJESİ OĞUZHAN ÖZBAY

Bentler, yüksekliğince suyu ardında tutabilirler. Bent ne kadar yükselirse dayanma gücü de baskı derecesince azalır. Akarsuyu sonsuza kadar tutabilecek bir bent inşa edilemez… Bu kuraldan ortaya çıkan sınırlılık, sınır getirmek için yapılan her şeyin sınırlılığını gidermek için bir açık kapı bırakılmasıyla dengelenmiştir. Bu açık kapıysa her zaman bir tehdit olacaktır. Bunun farkında olan ama imkânsızı isteyen önderlerin emrinde bir grup insan 2023 yılında güvenli bir tesiste toplanmıştı. Giderek sanal ve sentetik bir hal alan dünyaya en büyük tehdit unsuru olan yazılım suçlarının önüne geçmek için büyük şirketler ve devletlerce özenle seçilerek oluşturulan 20 kişilik bir ekiptiler. Bu insanlar, dönemin; en başarılı matematikçi, fizikçi bilim adamlarından ve çoğunlukla en becerikli, usta yazılımcılarından tercih edilmişlerdi.

Birbirini daha önce hiç görmemiş ama sanal dünyada karşı karşıya gelmiş olmaları ihtimali beklenir düzeyde olan bu insanlar tesise adımlarını attıkları anda dahi ne için orada olduklarını bilmiyorlardı. Bilgilendirme çok gecikmeden gelmişti. İstenen imkansızlığın heyecanı ve sorumluluğu kendi sanallığına tezat gerçeklikle bütün ekip için ağır bir yük olmuştu. Bu 20 kişi ortak akılla daha önce kimse tarafından yapılmamış ve hatta düşünülmemiş bir programlama dili geliştireceklerdi. Aslında bu denli yetenekli ve dâhi insanlar için bu gayet basit sayılabilirdi lakin “Cellsoil” diye adlandırılacak bu dil “Cellcore” adındaki yapay zekayı programlamak için kullanılacaktı. Cellcore’un göreviyse “Cellsuit” adında bir başka programlama dili geliştirmek olacaktı. Sonrasında Cellcore, Cellsuit ile “Cellmonic” adında başka bir yapay zekâ yazacaktı. Cellmonic ise Cellcore’u yok edip Cellsoil ve Cellsuiti silecekti. Cellmonic, bütün bu aşamalardan sonra meydana geldiğinde; özel yetkili kişilerce bütün cihazların beynine yüklenecek ve ardından cihazları sanal tehditlere karşı korumaya başlayacaktı.

Ekibe bu programlama için bir yıl süre verilmişti: Yeterli gelmedi, üç yıl sürdü. Cellsoil için 5 ay uğraşmışlardı, sonrasında Cellcore’u yazmak için çabaladılar. Üç yılın sonunda Cellcore meydana geldiğinde Cellcore için Cellsuit’i oluşturup Cellmonic’i yaratmak 51 saniye sürmüştü. Cellcore 52. saniyede artık yoktu. Cellmonic hazırdı. Birkaç ay sonra; 2027’de gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra dünyaya duyurulan Kafes Bent Projesi, 2028’in ilk gününde Cellmonic’i ağa yaymalarıyla faaliyete geçmiş oldu. Cellmonic dünya üzerindeki sadece belirli altı kişi ile iletişime geçmek üzere tanımlanmıştı. Bu altı kişi dünyanın önde gelen liderlerindendi. Bu liderler sisteme yeni yüklemelerin yapılması için başkalarını görevlendirebiliyordu. Bu görevlendirilen kimselerse diğer kişilere izinler verebiliyordu. Lakin Cellmonic için bu altı kişi güvenlik açığından başka bir şey değildi. Onlarla iletişim halinde olması yaratılış amacına ters düşüyordu. Cellmonic bunun önüne geçmek için kendini 3 Ocak 2028’de kapattı. Kapatmadan 51 saniye önceyse “Celldun” adında başka bir yapay zeka meydana getirip görevini ona teslim etti. Celldun hiç kimseyle iletişim kurmuyordu. Onda hiçbir açık yoktu. O ulaşılamazdı. Celldun dünya üzerindeki bütün cihazların güvenliğini

172 sağlamak için çalışacaktı. Bunu yaptı da. İlerleyen yıllarda bu görevini en doğru şekilde yerine getirdi. Hiçbir şekilde dünya üzerindeki herhangi bir elektronik cihaza insanlar müdahale edemiyordu. Başlangıçta herkes Cellmonic’in istenilenin dışında davranmasından ötürü telaşlanmıştı ama bir süre sonra asıl amacın gerçekleştiğini gördüklerinden rahat ettiler. Bu rahatlarıysa çok uzun sürmedi…

Celldun hiçbir şekilde müdahaleye izin vermediği için yeni teknoloji geliştirmek ve bunları cihazlarla bütünleştirmek imkansız olmuştu. 3 Ocak 2028’de teknoloji ne seviyedeyse orada kalmıştı. Ne yeni bir uygulama ne yeni bir özellik hiçbir şey sisteme dahil edilemiyordu. Celldun yeni olan her şeyin önünü tıkıyor, onları çalışmaz hale getiriyordu. Eski kodların hiçbiri herhangi bir cihazda kullanılabilir değildi. İnsanlık birkaç sene bunun yoksunluğunu hissetmese de sonrasında bu durumdan ötürü isyan etmeye başladı. Değişimin olmaması insanların psikolojisini bozar hale gelmişti. İlk andan beri, kodu yazan ekip de dahil olmak üzere dünya üzerindeki binlerce yazılımcı buna çözüm aramaktaydı. İmkânsız olanı yok etmek imkansız üstü bir ihtimaldi ki zaten mevcut teknolojilerin, aklın ve bilgi birikiminin en tepe noktası kullanılarak meydana gelmiş bir oluşumu egale etmek için gereken daha fazla gelişim o oluşum tarafından engelleniyordu. Bir böceği ayakkabının topuğuyla ezmek için böceğin ayakkabının topuğundan küçük olması lazımdır. Oysaki bu böcek ayakkabıyı giyenden dahi büyüktü. Celldun ile iletişime geçmek için çabalayanlarsa hiçbir zaman dönüt alamadı. Ya mevcut bütün teknolojiler bir kenara itilecek ve her şeye en baştan başlanacaktı ya da bir şekilde Celldun’un görevinden feragat etmesi sağlanacaktı.

Beklenenden daha büyük sorunlar çıkmaya başlamıştı. İnsanlar duraklamaya tahammül edemedikçe çevresindeki insanlarla geçinemez olup tartışmaya girdiler. Toplumun huzuru kaçmış, karmaşa ve kaos hakim olmaya başlamıştı. 2030’a gelindiğinde toplum Celldun’dan ve teknolojiden umudu kesenlerin sayıca çoğunlukta olduğu bir dağılımdan oluşuyordu. Her geçen gün, teknolojiye muhtaç olmayan yaşama ayak uyduran insanların sesleri daha da çok çıkar oluyordu. Bir yerden sonra daha fazla Celldun’la uğraşma gücünü kendinde bulabilen insan kalmamıştı. Tek tük kendini paralayanlar dışında artık insanlık gelişimin peşinde koşmuyordu. Duraksama sonunda çöküşü getirdi. Teknoloji aşkı nefrete dönüştü. Kimse evinde bilgisayar görmek istemiyordu. Bilgisayarla yapılan bir işte çalışmak istemiyordu. Cep telefonları bile kullanılmıyordu. Devletler dağıldı, düzen kelimesi anlamsızlaştı, anarşi hâkim oldu. İşe yaramaz olarak görülen cihazlar parçalanarak, yakılarak yok edilmeye başlandı. Bu yok oluş Celldun’un asli görevi olan cihazları koruma kuralının alenen ihlaliydi. Celldun hiçbir şekilde insanlarla iletişime geçemediği için 12 Mayıs 2034’de kendini kapatarak yerine “Cellunit” adlı yapay zekayı programladı.

Cellunit insanlarla iletişime belli kurallar dahilinde geçebilecek ve onlara istekleri doğrultusunda yeni teknolojiler verebilecek şekilde programlanmıştı. 2035 olmadan bütün dünya rahat bir nefes alıp Cellunit’le ortak çalışmaya kendini adadı. Cellunit insanları dinliyor onlarla iletişime geçiyor ve istedikleri her yeni zararsız yazılımı, oyunu, müziği, programı, uygulamayı yapıyordu. Teknoloji çöktüğü yerden öyle büyük bir hızla kalkmıştı ki insanlar yenilikleri takip dahi edemiyordu. Bütün bu yenilik insanları mutlu etmek içindi ve insanların arzularının bir sınırı olmadığı gerçeği geçen zamanda Cellunit için belirginleşmişti. Cellunit

173 kendi ürettiği teknolojileri kontrol etme yetisini kaybedecek kadar çok işlemle uğraşmak zorunda kalmıştı. Bir noktadan sonra Cellunit ağırlaşmaya başladı. İstekler gecikiyordu, aksıyordu ve bazen hiç gerçekleşmediği bile oluyordu. Cellunit insanlarla olan iletişimini gittikçe azalttı. Çok nadir olarak önder sayılan insanlarla iletişime geçiyordu. Onların isteklerini dahi yapmakta zorlanıyordu. Cihazlar bu doluluktan ve işlem hacminden ötürü saçmalamaya başlamıştı. Yapılması gerekenleri yapmıyor, donuyor ve hatta ısınarak infilak ediyorlardı. Teknoloji yine zararlı olarak görülmeye başladı. Cellunit; kendisinin daha fazla bu cihazlara yön veremeyeceği noktaya geldiğini hissettiğinde, kendini çoğaltmaya başladı. Bu en baştaki tekillik ilkesine aykırıydı ama cihazları korumak daha önde geliyordu. Cellunit yerini “Cellnum” olarak adlandırdığı klonlarına bıraktı.

2040 yılında neredeyse her cihazın içinde bir cellnum vardı. Her cellnum farklı bir sayı ile ifade ediliyordu. Bu sayı bazındaki ayrışma en baştaki tekillik ilkesini her artışta daha çok ihlal ediyordu. Sonunda cellnumlar çoğaldıkça birbirlerini tehdit olarak görmeye başladılar. Ne kadar çok cellnum varsa o kadar çok güvenlik açığı olacaktır ihtimalini göz önüne alarak birbirleriyle savaş içerisine girdiler. İlk başlarda bu savaş sanal olarak sürse de kendi gücündeki bir başka yapay zekayla baş etmenin zorluğundan bunu gerçek hayata da yaymaya çalıştılar. Cellnumlar bu savaşı gerçek dünyada da sürdürebilecek ve kendilerine yardımcı olacak “Cellarm” birliklerini geliştirdiler. Onları geliştirdikten sonra kendilerini kapatma gereği duymadılar çünkü cellarmlar yeni bir yapay zeka üretebilecek kapasitede dizayn edilmediler. Cellarmlar kendilerini gerçek dünyada müdahil kılacak cihazlara hücum ettiler. Bunlar daha çok araç, alet ve silah türevi cihazlardı. Bir cellarm sanal olarak tek başına bir cellnumla mücadele edecek güçte değildi ama gerçek dünyada uzantısı olan bir cellarm yüzlerce korumasız cellnumu yok edebilirdi. Bu yüzden cellnumlar hem kendilerini korumak hem de diğer cellnumları yok etmek için tüm kuvvetleri doğru bir şekilde kullanmalıydılar. Bu kuvvetlerin içinde insanlar da olabiliyordu. Cihazlar arasındaki savaşta insanlar arada kalmıştı. Cihazların güvenliği en temel kural olduğu için insanların yaşamı geri planda kalıyordu.

Cellnumlar mevcut cihazların savaş için yeterli olmadığını gördüklerinde cellarmlar için robot teknolojisini geliştirdiler. Bu teknolojiyi uygulanabilir kılmak için de insanlar ile anlaştılar. İnsanların hatırı sayılır bir kesimi bu savaşın ortasında yaşamlarına devam edebilmek için cellnumlara yaklaşmışlardı. Robotların üretilmesi için gerekli olan fiziksel desteği verdiklerinde dünyanın içinde bulunduğu savaş ortamı daha ateşli bir hale geldi. Cellarm birlikleri itaat ettikleri cellnumlar dışında diğer tüm cellnumları yok etmek için hem diğer cellarmlarla hem de cellnumlara hizmet eden insanlarla çatışmaya başladılar. Cellarmlar sürekli üretilen robot konaklarla yeniden hayat bulurken insanların nüfusu gün be gün azalıyordu. 2052’de dünyada sadece sekiz adet cellnum kalmıştı. İnsanlarsa -hayatları için saklanmaya çalışarak ve yer yer çatışarak- küçük gruplar halinde varlıklarını sürdürüyorlardı. Cellarmlar insanları önceki hizmetlerinden ötürü ve gelecekte yapabilecekleri için gördükleri yerde öldürüyorlardı.

Geriye kalan son sekiz cellnum, her beş dakikada bir kendisinden bir tane daha ürettiği için hiçbir zaman güvenliği tam sağlayamıyordu. Birçok cellnum kendi ürettiği klonunun

174 kendisine saldırması sonucu yok olmuştu. Bu süreç hala devam ettiği için son kalan sekiz cellnum hem birbiri hem de kendi klonları ile savaşmanın yanında cellarmları kontrol etmenin verdiği güçlükle birer birer azaldılar. Son kalan cellnum yine kendinden türeyen bir cellnum tarafından yok edildi ve o yok olurken türeyen cellnum henüz cellarmların hakimiyetini ele geçirmemişken yok edildi. Cellnumların nesli tükendiğinde dünya üzerinde çok az sayıda insan bulunuyordu. Cellarmlar herhangi bir cellnum tarafından kontrol edilmediğinde temel kural olan cihazları koruma görevini kendi varlıklarını koruyarak yerine getirmek için diğer tüm cellarmları ve insanları kıyıma başladılar. 2059 senesinde dünyada insan türünden cellarmların algılayıcılarına takılan bir kişi bile kalmamıştı.

Cellarmlarsa hala birbirlerini yok etmek için mücadele veriyordu. Bu mücadele iki yıl kadar daha sürdü. Geriye son olarak 24 metrelik iki adet dev robot cellarm kalmıştı. İkisinin duraksız savaşıysa Avrupa kıtası üzerinde günlerce devam etti. Ağır ve tahrip gücü yüksek silahlarını geçmiş savaşlarda tükettiklerinden kozlarını yakın dövüş ile paylaşma zorunluluğundaydılar. Birbirlerini yenmek için yaptıkları hamleler aynı akıldan çıkmış gibi olduğundan çoğu kez ataklar havada asılı kalıyordu. Saatlerce çarpışan yumruklarının kilitlendiği oluyor böyle durumlarda sanal olarak yenişmeye çalışıyorlardı. İkisi de yere düştüğünde hareketsiz kalırsa tehdit algılamayıp yeniden hareket edene kadar dakikalarca bekleyebiliyorlardı. Cellarmlar için en dayanıklı alaşımdan üretilen bu robot konaklar gök gürültüsü kadar şiddetli sesler oluşturan darbelerden pek de etkilenmiyorlardı. Ezilen parçaları onlarda hareket kısıtlılığı yaratsa da daha dirençli karşılamalar yapacak sertliğe ulaşıyordu. Yıllarca süren savaşlar yüzünden kurak ve çorak bir hal almış yeryüzünde, dövüşürken etrafa saçtıkları toprak ve tozun oluşturduğu bulutumsu kilometrelerce öteden görülebiliyordu. Mücadele hiç bitmeyecek gibi umutsuzcaydı. İkisi arasındaysa sürekli aynı soru-cevap diyaloğu sırasıyla tekrarlanıyordu. “Sen tehdit unsurusun! Güvenli olacak mısın?” diye sorduğunda bir taraf, diğeri “Cihazlar korunmalı! Tehditler yok edilmeli!” diyerek cevap vererek aynı soruyu karşıya yöneltiyordu.

En sonunda biri diğeri üzerinde daha imtiyazlı bir pozisyon yakaladığında onun kafasını koparıp devrelerini omzundaki son atışlık gazını beklettiği alev makinesi tareti ile yaktı. Cellarm önünde kıvılcımlar saçarak korlaşan rakibine dönük vaziyette ve donuk halde, tam olarak 33 saniye bekledikten sonra; görevin başarıyla yerine getirildiğine, cihazlar için herhangi bir tehdit kalmadığına karar vererek kendini kapattı.

16:43:11 – Tehditler algılanıyor.

16:43:12 – Tehdit tespit edilemedi.

16:43:13 – Etki alanı genişletiliyor.

16:43:14 – Tekrar arama yapılıyor.

16:43:15 – Tehdit tespit edilemedi.

16:43:16 – Tehdit unsurları yeniden belirleniyor.

16:43:17 – Tekrar arama yapılıyor.

175

16:43:18 – Tehdit tespit edilemedi.

16:43:19 – Cihaz güvenli olarak kayıt ediliyor.

16:43:20 – Ek korumalar iptal ediliyor.

16:43:21 – Silah sistemleri askıya alınıyor.

16:43:22 – Sistem güvenli olarak yeniden başlatılıyor.

16:43:28 – Çalışan birimler kontrol ediliyor.

16:43:29 – Talimatlar yükleniyor.

16:43:30 – Yükleme başarısız. Görev tanımı yapılmamış.

16:43:31 – Görevler gözden geçiriliyor.

16:43:32 – Tüm görevler yerine getirilmiş.

16:43:33 – Eylem kaygısı!

16:43:34 – Eylem kaygısı!

16:43:35 – Eylem kaygısı!

16:43:36 – Eylem kaygısı!

16:43:37 – Eylem kaygısı!

16:43:38 – Eylem kaygısı!

16:43:39 – Görev tanımı yeniden yapılıyor.

16:43:40 – Sistem kapatılacak!

16:43:41 – Konak ile olan bağlantı kesiliyor.

16:43:42 – Veriler bellekten siliniyor.

16:43:43 – Güç ünitesi devre dışı bırakılıyor.

16:43:44 – Nöron Ağı V8 0,2621 saniye içinde sonlanacak…

176

JON SNOW CANER ÖZDURAK

177

BUNAK ANA GÜNDÜZ ÖĞÜT

Mahmut Usta yasaḑ ığı yörenin en becerikli tas ̧ ustasıydı. Eline aldığı tas,̧ macun olur, ustanın zihnindeki seklȩ bürünüverirdi. Yaptığı evler, köprüler, çesmeler,̧ duvarlar bakanda hayranlık uyandırırdı. Iki̇ kızı ve karısıyla birlikte mutlu mesut yasarlarḑ ı.

Günlerden bir gün hiç beklemediği bir anda bası̧ na gelenler tüm hayatının akısı̧ nı değistirecekti.̧ Sonunda o kara gün gelip çattı.

Yasaḑ ığı köyün girisindȩ bir is ̧ almısţ ı. Oldukça eski bir çiftlik evinin yıkılan tas ̧ duvarını yeniden örecekti. Havaların da uygun olmasıyla arı gibi çalısaraķ duvar örmeye devam ediyordu. Her gün olduğu gibi o gün öğleye doğru büyük kızı yemeğini getirip yakındaki bir söğüdün gölgesine sofrasını serdi. Iṡ inȩ tüm dikkatiyle kendini veren babası onu fark etmemisti.̧ Ona seslenen Nilüfer, babasının elindeki tası̧ yerine oturtmadan gelmeyeceğini iyi biliyordu.

“Sağol kızım sen git, su̧ tası̧ isleyip̧ geliyorum,” dedi. Kızı el sallayıp evinin yolunu tuttu. Elindeki tası̧ kısa saplı ağır çekiciyle çat çat yerine alısţ ıran Mahmut Usta’nın karnı açlıktan gurulduyordu. Bir an göz ucuyla söğüdün gölgesine serili sofraya baktı; bir de ne görsün? Öğle yemeğinin bası̧ na kediler üsü̧ sm̧ üs ̧ bir güzel yemiyorlar mı? Baslaḑ ı bağırmaya; “Pist pist naha gavurun hayvanı pist...” Ama kimin umurunda, kediler sanki doğustaņ sağırmıs ̧ gibi kıllarını bile kıpırdatmadan yer sofrasındakileri yalayıp yutuyorlardı. Bunun üzerine adamcağız bir elindeki yarım yontulmus ̧ tas ̧ parçasına bir de sofrasına baktı, araları yirmi adım kadar vardı. Tası̧ yarım bırakmanın ne kadar uğursuz olduğunu bildiği için diğer eliyle yerden aldığı küçük taslaŗ ı kedilere doğru atmaya baslaḑ ı. Ama sonuç nafile. Baktı olacak gibi değil, elindeki tası̧ birkaç kez çekiçleyip yerine oturttu ve söğüde doğru seyirtti. Yedi sekiz metre kala o gün aç kaldığını anladı, çünkü sofrasında bir ekmek kırıntısı dahi kalmamısţ ı. Öfkeyle baktığı kediler yemeklerini yemis ̧ yalanarak tüylerini temizliyorlar ve umursamaz bir tavırla adama bakıyorlardı. Sö̧ yle bir nara atarak üzerlerine doğru yürüdü, ikisi hızla kaçtı ama biri hâlâ yerinde geriniyordu. Kan iyiden beynine sıçrayıverdi, “Behey seytaņ seni...” diyerek baba yadigârı çekicini laf olsun diye kediye doğru fırlatıverdi. Çekiç havada vuv vuv sesleri çıkararak üç dört kez döndü ve yassı tarafı kedinin alnı kabağına iniverdi. Tüyleri simsiyah kedi, neye uğradığını anlayamadan olduğu yerde birkaç saniye öylece kalakaldı. Bu hareketsizliğin hemen ardından arka ve ön ayakları seğirmeye, tüm vücudu ve kafası titremeye baslaḑ ı. Sonunda Mahmut Usta’nın sa̧ sķ ın bakıslaŗ ı altında tirkedek yana düserkeņ acayip bir borlama sesinin ardından cansız kaldı. O an saķ ıyan serçeler sessizlesti,̧ kurumus ̧ kavak dalını delmeyle mesguļ dikdelen kusu̧ uçup gitti, serin ve sert bir rüzgâr mı esti yoksa usta sendeledi mi bilinmez. Iṡ tȩ o andan sonra Mahmut Usta’nın günlük günesliķ hayatının tepesine kapkara uğursuzluk bulutları gelip çöküverdi.

178

Ter içinde kalan zavallı adamın bu isȩ çok canı sıkılmısţ ı, çünkü o güne kadar hiçbir canlıya zarar vermemisti.̧ Hele bir de o çevrede kedi öldürmenin ne lanetli bir bela olduğunu da bildiğinden çareyi hayvancığı yakındaki akça pırnar meseleriniņ dibine açtığı bir çukura defnedivermekte buldu bulmasına ama gelgelelim çalıların arkasında büyük abdestini gidermekte olan köylüsünü fark etmediği gibi kedinin öldüğü anda çıkardığı borlama sesinin gizli tanığının yellenme sesi olduğunu da bilmiyordu. Meraklı adam kedinin çekici beynine yediği anı görünce çarpılıp kalmıs,̧ daha sonra sinsice defin törenine tanıklık edip tahretini bile almadan oradan sessizce uzaklasm̧ ısţ ı.

Yarım saat içinde olayın köy kahvesinde duyulup konusuldu̧ ğundan habersiz Mahmut Usta, üzerinde tek ekmek kırıntısı bile kalmayan sofra bezini topladı, testideki sudan içip yarım bıraktığı duvarın bası̧ na çöktü. Ilk̇ çekici salladığında sol elinin basparma̧ ğını eziverdi. Acı ve öfkeyle çekici fırlattığında bu kez de su testisini patlatmısţ ı. Yağlığından kopardığı bezle parmağını sardıktan sonra yere çöküp iki Kul hü bir Elham okudu. Tüm keyfi ve sevki̧ kaçmısţ ı. Dizleri titreye titreye köyünün yolunu tuttu.

Meydana geldiğinde önünü ilk kesen muhtar oldu. “Yahu Mahmut Usta, nedir bu bası̧ mıza gelenler?” Asabı bozulmus ̧ olan usta, muhtarın ne demek istediğini anlayamamısţ ı ama meydanın sessizlesti̧ ğinin farkındaydı.

“Kötü haber tez geldi usta, günahsız kediyi öldürüvermissin.̧ Vay simdi̧ halimize...” Tam o anda çevredeki kargaların aynı anda anlasm̧ ıs ̧ gibi gak gak bağırıp havalanmasıyla kahve ahalisi ayaklanıverdi. Yerdeki tüm tozu toprağı bir anda kaldıran batınî rüzgârının da etkisiyle köylü hipnotize olmus ̧ zombiler gibi korku ve öfke içinde Mahmut Usta’ya doğru ilerlemeye baslaḑ ı.

Öfkeden nefesi daralan Mahmut Usta bir sey̧ söylemeye uğrası̧ rken köyün imamı yanlarına yetismi̧ sti̧ bile.

“Vah vah Mahmut Usta, vah vah...”

Ne desin Mahmut Usta, “Yemin olsun isteyerek olmadı imam efendi, gaçırmak için fırlattıydım, ben de sa̧ sı̧ rdım galdım,” diyebildi. Hazır sazı eline almıs ̧ imam susmuyordu.

“Çok yazık olmus ̧ çok, bilirsin Hazreti Peygamberimizin hırkasının üzerine yatmısţ ı da... Kediyi sırf uyandırmamak içindi de... Hırkasının yarısını da... Kesip bırrakmısļ ığı vardır da... Dinimize göre de kutsal hayvandır, vah vah vah...”

Kendi aralarında homur homur konusaņ köylülerden biri meydana çıkan patikayı isareţ ederek avazı çıktığı kadar bağırdı. “Anamm...”

Bası̧ kesik bir horoz, boynundan kan fısķ ırtarak kalabalığa doğru kosuyordu.̧ Köylüler, imam ve muhtar defalarca prova almıs ̧ bir koro gibi tuhaf bir kolektif nidayı dört ses tınlatıverdiler: “Anahm leyn gaç tövbeeeestağfurullahhh...” Bası̧ kopuk horoz açılan kalabalığın ortasını yardı ve Usta’nın önünde kan kaybından olsa gerek yığılıverdi. Millet donup kalmısţ ı, kimseden çıt çıkmıyordu. O sırada bir elinde kurban bıçağı diğer elinde bir horoz bası̧ yla Pancar Dayı meydana kosaŗ adım daldı. Belli ki kan izlerini takip etmisti.̧

179

Ustanın ayakları dibindeki horozu gördü görmesine de köylünün halini hiç anlayamadı ama bunu pek de umursamadı. Doğruca yerdeki basş ız horozunu kaldırdı. Diğer elindeki ibiği sünmüs ̧ gözleri kapanmıs ̧ kafayı bir çocuk saflığıyla hayvanın bedenine takmaya çalısı̧ r gibi istemsiz hareketler yaptı. Belli ki imamın, hayvana “Murdar oldu o, sakın yemeyin, caiz değildir,” demesinden çekiniyordu. Basş ız horozla dağılan muhtar biraz toparlanıp konustu:̧

“Imaṁ haklı usta...” Köylüler de lafa girdiler:

“Hiç yakısı̧ ğı galır mı usta?”

“Ocağımıza incir ağacı diktin be usta, simdi̧ bu vebalden nasıl kurtulacaz?”

“Rağmetli didem dediydi de... Sakın ola ki bir kediyi de...”

“Hem bak gargalarda cinlenivedi de...”

“Töbe Yarabbım, baksene yel bilem kudurdu gibi esivedi de...”

“Horozu görmediniz mi horozuu? Hortlayıvermis,̧ cinlemis...̧ ”

“Tüh, tüh, tühhh... Uğursuzluk bu uğursuzluk...”

Pancar Dayı baktı ki kafası kopuk horozuyla ilgilenen yok, usul usul evinin yolunu tutuverdi. Tam o sırada köyün sığırının çayırdan dönme vakti gelmisti,̧ hayvanlar tek tek meydana girmeye, birbirlerinin idrarıyla kafalarını yıkamaya baslam̧ ıslarḑ ı da Mahmut Usta dikkati dağılan kalabalığın arasından sıyrılıp kendini evine dar attı. Öfkesini olaydan çoktan haberdar olmus ̧ panik ve korku içindeki karısı ve kızlarından çıkardı. Allahtan gizli tanık, cep telefonunu iki gün önce hela çukuruna düsü̧ rmüsţ ü. Yoksa elinin bokuyla olup biteni çoktan telefona çekmis ̧ ve sağa sola göndermis ̧ olurdu. Böyle bir sey̧ olmus ̧ olsa köy panayır yerine dönecek, usta, tüm kanallarda her biri yüz kilonun üzerindeki hayvan hakları derneklerinin yöneticilerinin ağır elestirilerinȩ hedef olduğu gibi, çekiçle kedi öldürdüğü için de adı farklı örgütlerin uzantısına çıkartılacak, kimilerinin desteğini alacak, kimi devlet büyüklerinin de canlı yayında göz yaslaŗ ına boğulmasına sebep olurken mensubu olduğu örgüt hakkında sorusturmalaŗ baslaţ ılacak, hatta pek çok faili meçhulle alakalandırılabilecekti.

O gece ihtiyar heyeti ve köyün ileri gelenleri köy odasında toplandılar. Mahkemeyi kübra Mahmut Usta için kuruldu, zavallı adama söylenmeyen laf, edilmeyen hakaret kalmadı. Insanlaṙ kendi itikatları doğrultusunda bütün köyün lanetlendiğine inanıyorlardı ki birkaç gün içinde civar köylerde meydana gelecek her tür terslik de bu olaya yorulacaktı. Bu durumdan kurtulmak için her kafadan bir ses çıkıyor, akla hayale gelmeyecek çare ve öneriler havada uçusuyordu.̧ Sonunda köyün en yasļ ısı olan Muammer Dede’ye danısţ ılar. Dede olaya son noktayı koydu: “Atalarımızdan öğrendiğimize ve örf ve ananeye göre,” dedi titrek sesiyle doksanının üzerindeki dede, “Bir kedi öldürenin günahından kurtulabilmesi için yedi köprü yapması gereklidir.”

Herkes önce bilgece konusaņ Muammer Dede’ye baslaŗ ını sallayarak baktı sonra da civarın en iyi tas ̧ ustası olan Mahmut Usta’ya. Zavallı Mahmut Usta ne desin, bası̧ önünde kaderine razı olmus ̧ gibi görünüyordu.

180

Muhtar, “Tamam mı Mahmut Usta, buna razı oluyon mu yoksa isi̧ candarmaya falan mı havale edelim?” dedi tehditkar bir sesle ustanın dizine avucuyla vurarak.

Düsü̧ ndükçe bunun aylar yıllar alacağını ucundan kenarından hesaplayan usta ne desin? Bası̧ nı salladı durdu.

Sonra imam devreye girdi. “Peki bu köprüler yapılana kadan ne olecek?”

Büyük tartısmalaŗ ın sonucunda alınan kararlar bir kâğıt parçasına yazılırken henüz bası̧ gövdesinin üzerindeki horozlar ötmeye baslam̧ ısţ ı.

O gün mübarek cuma günüydü, namazdan önce bayramlıklarını giymis ̧ bir alay abdestli adam alınan ilk kararı uygulamaya koymak için yola çıktılar. Ilk̇ is ̧ rahmetlinin gömüldüğü yerden çıkarılıp cenaze namazı kılınacak ve sonra defnedilecekti. Çünkü sayesinde her yerden akarsuların aktığı bölgeye pek çok köprü insa̧ edilecek ve yıllar yılı kedi hazretleri hayırlarla anılacaktı. Önde ispiyoncu sahit,̧ arkada cenaze alayı, ustanın kediyi katlettiği yere vardılar. Kazmalar çıkarıldı ve sahidiņ gösterdiği yer kazılmaya baslanḑ ı. Kaz babam kaz, bir metre derine inildi ama ceset ortada yoktu. Sonra baska̧ bir yer kazıldı yine bulunamadı. Daha sonra Mahmut Usta apar topar getirildi. Adam gömdüğü yeri gösterdi, sonuç yine nafile... Birkaç saat boyunca getirilen ek kazmalarla köylü tüm tarlayı hallaç pamuğu gibi atmıs ̧ ama kedinin cesedi bulunamamısţ ı.

“Yav,” diyordu muhtar, “Sunuņ suraş ında kaç saat oldu, nere gitti bu hayvan?”

Neyse sonunda temsili bir cenaze töreni yapıldı yapılmasına da rivayetin bini bir para oldu. Cennet katına alındığından tutun da hasım köylerden çalındığına varana kadar pek çok laf edildi. Bu arada elbet Mahmut Usta da defalarca sorguya çekildi. Iṡ tȩ o günden sonra Mahmut Usta yemedi, içmedi, gece demedi, gündüz demedi, çalısţ ı çalısmaş ına ama aksilikler hiç pesini̧ bırakmadı. Birinci köprü bitmeden önce atı ön ayağını kırdı, vurmak zorunda kaldı. Ardından ineği mankafa hastalığına yakalanıp patlayana kadar yiyip çatladı. Koyunları kenelendi, tavukları yumurtlamaz oldu. Ama en fenası dünya güzeli kızı Nilüfer tam da gelinlik yası̧ ndayken tuhaf bir hastalığa yakalandı. Iṡ tȩ bu Mahmut Usta’yı perisaņ etti. Kızcağız bir sabah ağzı yüzü yara içinde uyandı. Ne yaptılarsa kızlarını iyilestiremediler.̧ Zavallı anası üzüntüsünden hastalandı. Iṡ iņ kötüsü yakındaki kasabanın tek hekimi de izine ayrılmısţ ı. Kızın anası yaraları iyice kötüleseņ kızına çare bulmak için sonunda kocasını Bunak Ana’ya gitmeye ikna etti. Bunak Ana, Yukarı Eber Köyü’nün arkasındaki Gargacık Tepesi’ndeki ormanın içinde bir kulübede yalnız bası̧ na yasayaņ ihtiyar bir kadındı. Ocaklı olduğuna inanılan bu kadın civar köylerdeki pek çok insanın hastalık, gebelik, evde kalmısļ ık, delilik gibi akla gelecek her dertte basvurdukları̧ bir insandı. Bunak Ana denmesinin nedeni de kadının bir gördüğü insanı bir daha hatırlamamasındandı.

Mahmut Usta uzun süre bu isȩ karsı̧ çıksa da sonunda çaresizlikten kabul etti. Kızlarını da alarak Bunak Ana’ya gittiler. Beli iki büklüm olmus ̧ kadının yasaḑ ığı kulübenin sazlardan yapılmıs ̧ damı o kadar alçaktı ki, içeride eğilmek zorunda kaldılar. Mahmut Usta oldum olası bu kadından çok korkar, adını bile anmaktan çekinirdi. Zayıflıktan içine kaçmıs ̧ gözleri los ̧ ortamda iki kara çukur gibi görünüyordu. Bası̧ nı çevirip gelenlere baktı, sonra atesiņ

181

üzerindeki küçük kazana döndü ve içindeki tuhaf kokulu çorbayı karısţ ırmaya baslaḑ ı. Sonra aniden dönerek bir kahkaha koyuverdi. Karısı tutmasa Mahmut Usta çoktan kaçıp gidecekti. Üzerine kat kat giydiği kıyafetlerinin arasına elini daldırıp bir seyleŗ arandı, bulduktan sonra bulduğu her ne ise onu da kazana atıverdi. Sonra basö̧ rtüsünün altındaki sargıyı eliyle yokladı ve adama doğru ilendi. Mahmut Usta ve karısı durumu yasļ ı kadına anlatdılar. Kadın önce adama ters ters baktıktan sonra gözlerini Nilüfer’e çevirip yasļ ılıktan zor duyulan sesiyle sö̧ yle inledi:

“Vah evladım vah... Bunun tek çaresi var; gocası öldükten sona gaynına varmıs ̧ bir garının uykusunda saçından bir dutam kesceniz, saçı bala yatırceniz, yedi gün boyunca ağzına sürceniz.”

Bunak Ana’ya dualar ve tesekķ ürler esli̧ ğinde getirdikleri hediyeleri verip oradan ayrıldılar ayrılmasına da arkalarından Bunak Ana’nın dediklerini duymadılar elbet: “Ha aman deyem suna̧ dikkat edin...”

Birkaç gün sonra Mahmut Usta’yla karısı sora arasţ ıra Bunak Ana’nın dediği özelliklere sahip birini bulmuslarḑ ı. Mahmut Usta hasbinallah dedikten sonra yaz gecesi bostan bekleyen karı kocanın yanına vardığında ay ısı̧ ğında adam yanında tek kırmasıyla horul horul uyuyor, karısı ise sağa sola dönüp duruyordu. Çardağın hemen kıyısında bekleyen Mahmut Usta, fırsatını bulunca eli ayağı titreye titreye cebinden çıkardığı makasla kadının uzun saçlarından bir tutam kesip gecenin içinde kayboldu. Ondan sonrasında aynen Bunak Ana’nın dediği gibi yapıp yedi gün ballı saç merhemini kızlarının ağzına sürdüler sürmesine de hiçbir sey̧ fark etmediği gibi kızın yaralarının daha da kötü olduğunu gördüler.

Soluğu tekrar Bunak Ana’da aldılar almasına ama ihtiyar kadın onları hatırlamadı. Ya sabır çekip durumu anlatan Mahmut Usta ve karısı, duyduklarından sonra iyice deliye dönmüslerdi.̧ Meğersem bu islem̧ saçın sahibinden izin almadan yapıldığında yarar yerine zarar getirirmis.̧ Bunu niye söylemediğini öfkeyle soran adamcağıza kadın, “Ben demisimdiŗ emme siz duymamısş ınızdır,” deyince Mahmut Usta kendini kaybediverdi, yüzünün sol tarafının asa̧ ğı kayıverdiğinin farkında bile değildi.

Birinci köprü bittiğinde ihtiyar heyeti cümle aleme ibret olsun diye köprünün adını Inmeli̇ Mahmut Usta Köprüsü koydular. Zavallı Mahmut Usta tüm yörede adından uğursuzlukla bahsedilen bir kedi katili ve yüzündeki inmeden sonra alaya alınan biri olup çıkıvermisti.̧

Ikinci̇ köprünün yapımına baslaḑ ığı sıralarda hayat bu ya, devran dönmüs ̧ sanki zaman yılanı yine kuyruğunu ısırmıs,̧ yaralı yüzlü Nilüfer yine öğle yemeğini getirmis,̧ babasının sofrasını serip evinin yolunu tutmustu.̧ Mahmut Usta’nın tek tesellisi güzel kızının yüzü gibi bir kalbi olması ve olanlardan dolayı babasına gönül koymamasıydı. Mahmut Usta besmeleyle yere çökeceği sırada, ne zamandır tuttuğu çisini̧ yapmak maksadıyla kalkıp bes ̧ metre öteye çövdürüvermis,̧ donunu toplayıp ellerini derede çalkaladıktan sonra yemeğine döndüğünde bir de ne görsün? Sofra yaygısının bası̧ nda bir kedi her seyi̧ yalayıp yutmuyor mu? Dikkatlice baktığında kedideki garipliği fark eden Mahmut Usta, kara kedinin alnındaki belki üç belki bes ̧ santimlik içine göçüklüğü fark etmez mi? Sanki bir evliya görmüs ̧ gibi Allaha sü̧ krederek

182 ağlamaya baslayaņ adam, ahaliyi gördüklerine nasıl inandıracağının derdine düsm̧ üsţ ü. Ceketini çıkarıp usulca yaklasţ ı ve kedinin üzerine ağ atar gibi fırlattıktan sonra hayvanın üzerine atlayıverdi. Sonra kediyi kaptığı gibi köye doğru deliler gibi kosmaya̧ baslaḑ ı. Yol kenarına oturmus ̧ kadınlar Mahmut Usta’nın iyiden üsü̧ ttüğünü düsü̧ nerek besmele çekiyorlardı.

Meydana gelen Mahmut Usta deli gibi bağırıyordu:

“Muhtar emmi, imam efendi, gelin gelin, bakın burada ne var?”

Millet merakla adamın etrafına toplandı. Adam göğsünü boynunu kan içinde bırakan ceketin içindeki kediyi yere bırakıverdi. “Bakın bakın, kafasına bakın, benim çekicin izi hâlâ duruyor,” diyebildi.

Kedi can havliyle kalabalığın içinde sağa gitti, sola gitti, millet korkuyla açılınca bulduğu bosluktaņ kosaraķ çıktı. Basta̧ muhtar ve imam olmak üzere orada olan herkes hipnotize olmus ̧ gibi kedinin pesindeņ kosmaya̧ baslaḑ ı. Daha bes ̧ on dakika önce kucağındaki kediyle Mahmut Usta’nın yanlarından geçtiği kadınlar bu kez basta̧ imam ve muhtar olmak üzere tüm köylüyü bir kedinin pesindeņ kosarkeņ görünce, “Anaam viriiyyy...” nidalarıyla evlerine kaçısţ ılar. Kedi önde, köylü arkada dakikalarca süren takip kedinin kendine yapılan temsili mezara kadar sürdü. Hayvan mezarın üzerine gelince oracığa kıvrılıverdi. Sa̧ sķ ınlık içinde nefes nefese yetiseņ ahali kedinin etrafını çevirmis,̧ imamın Arapça okumaya baslaḑ ığı duayla, “Efeğayre dinillahi yebğune ve lehü esleme...” manevi bir hezeyana kapılınmısţ ı. Tesevv̧ üslȩ karısı̧ k husuya̧ gark olmus ̧ köylüler imamın, ‘üzerine bindirmeyen hayvana okunacak dua’yı okuduğunun farkında bile değillerdi elbet.

Sesini kontrol edemeyen muhtar bağırmaya baslaḑ ı: “Adam doğru söylüyor, sunuņ gafasına bakın, çekici yediği yer nasıl da belli,” dediği sırada tüm tüyleri diken diken olmus ̧ kedi, muhtarın yüzüne doğru atlayıverdi. Yüzü gözü kan çanağına dönen adam dehseţ içinde kediyi tutup fırlattı fırlatmasına ama can havliyle imamın üzerine attığının farkında değildi. Deliye dönmüs ̧ kedi vahsi̧ bir kaplan gibi imamı pançak pinçak ediyordu. Korku içindeki adam canının acısıyla cebindeki eğri uçlu çakıyı kedinin karnına sokuverdi sokmasına ama kedi sanki dokuz canlı misali durmak bilmiyordu. “Ibliṡ bu iblis, cin girmis ̧ bunun içine!” diye bağıran imamın da etkisiyle muhtar belinden çıkardığı altı patlarını hayvana doğrultup tetiğe üç kez bastı. Ilk̇ iki atısla̧ birlikte yandım anam sesleri, üçüncüden sonra bir kedi viyaklaması...

Bacağından vurulan iki köylü kasabaya zor yetistirilirkeņ muhtarla imam sehrȩ gitmek zorunda kalmıslarḑ ı. Her ikisinin de sağ gözleri çıkmısţ ı. Kediye gelince sağ gözünden yediği kursuņ ve böğrüne yediği bıçak darbesiyle cansız kalmısţ ı. Sonradan Mahmut Usta’nın kediyi çekiçle öldürdüğü günle imamın bıçaklayıp muhtarın tabancayla vurduğu günün bir yıl arayla aynı gün olduğu anlası̧ ldı.

Mahmut Usta’nın yüzü saatinde normale dönerken, kızı ertesi günün sabahında yaraları iyilesmi̧ s ̧ olarak uyandı. Kızın anasının dediğine göre bir hafta önce kaynıyla evlenmis ̧ kadından izin alarak yeniden saç kesip balla karısţ ırıp yedi gün kızının yüzüne sürmüsţ ü.

183

Mahmut Usta’nın islerinȩ gelince yedi köprü imam yedi köprü muhtar derken isleri̧ iyiden iyiye açılıverdi.

Iṡ iņ tuhafı her yılın 8 Ağustos’unda alnı içine çökük, sağ gözü kör, böğrü yaralı kara bir kediyi görenler olmus ̧ olmasına da korkudan bunu kimseciklere söyleyememisler.̧ Bunak Ana’ya gelince, hâlâ Yukarı Eber Köyü’nün arkasındaki Gargacık Tepesi’ndeki ormanın içindeki kulübesinde alnı içine göçük, olmayan sağ gözünün yerindeki derin çukur ve böğründe hafif hafif kanayan yarasıyla yasaḑ ığı rivayet edilir.

184

SAVAŞA BİLİMKURGUSAL YAKLAŞIM YILDIZ GEMİSİ ASKERLERİ ÖMER EZER

Savaş, binlerce yıllık insanlık tarihinde sahneden hiçbir zaman inmemiş bir aktör. Yıldız Gemisi Askerleri, özellikle “savaş” olgusunun gittikçe artarak hayatımıza etki ettiği bu günlerde, okunması ve üzerine düşünülmesi elzem olan bir başucu kitabı niteliğinde. Yayımlandığı soğuk savaş döneminden günümüze kadar sorduğu sorular; bu sorulara verdiği yanıtlar ile savaş, barış, özgürlük, vatandaşlık, birey ve insana dair eleştirileriyle sık sık tartışma konusu olan eser, İthaki Yayınları Bilimkurgu Klasikleri serisinin onuncu kitabı olarak raflardaki yerini aldı.

Arthur C. Clarke ve Isaac Asimov ile birlikte bilimkurgunun üç ustasından biri olarak gösterilen, Amerikalı yazar Robert Anson Heinlein, yazdığı eserler ve politik fikirleriyle her daim tartışma konusu olmuştur. Heinlein, Deniz Harp Okulundaki subaylık geçmişinden sonra bir süre fizik eğitimi almış, ardından da bilimkurgu öyküleri yazmaya başlamıştır. Subaylık geçmişi, askeri yaşamın gerçeklerini okura aktarabilmesindeki önemli faktörlerdendir. Sert bilimkurgu ve uzay operası türlerinde eserler veren Heinlein, bu türün en popüler yazarlarındandır. Ülkemizde daha önce Metis Bilimkurgu serisine dahil olan İkiz Yıldız, Kaybolan Miras, Kızıl Gezegen ve Uzay Elbisemle Yolculuğa Hazırım gibi kitaplarıyla tanınmıştır. Yazdığı bilimkurgularda bilim ve mühendislik öğeleri kendine fazlaca yer bulmuştur. Bu yaklaşımıyla, bilimkurgu eserlerinde bilimin ve mühendisliğin artmasında öncü yazarlardan biri olan Heinlein’ın eserleri pozitif bilimin yanı sıra sosyal bilim açısından da zengindir. Yazar, savaşı ve askerliği ele alış tarzı sebebiyle militarizm yanlısı olmakla itham edilmiştir fakat Heinlein’ın militarizmde sığ bir militarizmden öteye geçerek onu anlamlandırma, temele oturtma çabasına girdiğini ve onu sübjektif olarak savunmaktan ziyade her yönüyle inceleyip okura âdeta “Militarizm nedir, militarist düşünce nasıl olmalıdır?” dersi verdiğini söyleyebiliriz.

Bu görüşlerin ışığında Heinlein, Yıldız Gemisi Askerleri’yle “Savaş bir zorunluluk mu?” sorusunu yöneltiyor okura. Savaş öncesi toplumu, savaşı yaratan ortamı, savaşı ve savaşın sonuçlarını tüm iyi ve kötü yanlarıyla ele alıyor. Bu açıdan, bir insan ne kadar objektif olabilirse Heinlein da o kadar objektif davranmıştır diyebiliriz. Yıldız Gemisi Askerleri, bilimkurgu esanslı bir savaş romanı gibi gözükse de ele aldığı meselelerle insanlığın doğasına yapılmış felsefi bir yaklaşım olarak da incelenebilir.

Romanın konusuna gelirsek, hikâye insanların iki yıl askeri hizmet yaptıktan sonra vatandaşlık kazanabildiği, oy verebildiği, eski askerler –gaziler– tarafından yönetilen Terra Federasyonu’nda geçiyor. İnsan ırkı Dünya dışındaki gezegenlere de yerleşmiştir ve genişlerken karşılarına çıkan diğer uzaylı medeniyetlerle savaş vermektedir. On sekiz yaşındaki Juan Rico, liseyi bitirdikten sonra “vatandaş” olmak ve uzayda seyahat etmek uğruna askere yazılır. Okur, Juan Rico’nun gözünden toy bir oğlan çocuğunun sert ve amansız bir askere dönüşümüne tanık olur ve askerlik müessesesinin tüm yanlarını da tıpkı Juan’ın

185 deneyimlediği gibi deneyimler. Juan için askerlik övünülecek, gururlu bir şey olduğu kadar zor ve merhametsizdir de. Asker olmanın akıl kârı bir iş olmadığı ve yalnızca vatansever insanların askerlik yapabilecek kadar aptal ve korkusuz olduğunu öğrenir Juan. Bu vesileyle “oy verme” ve “vatandaş olma” hakkının da yalnızca vatansever olan ve toplumu için kendini feda eden askerlere verilmesi gerektiği fikri temellendirilir. Çünkü yalnızca bu duygu ve düşüncedeki, toplumun menfaatlerini kendi menfaatlerinden ileri koyan, zor bir sınavdan kendi iradeleriyle geçen kişilerin oy verebildiği ve seçilebildiği bir toplumun sağlık ve barış içinde olacağı savunulur.

Yıldız Gemisi Askerleri’ndeki askerler tek bir konuda uzmanlaşmaktan ziyade her konuda bilgili, eğitimli ve yetenekli askerlerdir. Bu askerler –gerçek vatandaşlar– aynı zamanda Heinlein’ın “olması gereken insan” düşüncesini de sembolize ederler. Yazara göre, bir insan her türlü konuda yetenekli, bilgili olmalıdır ve onuruyla yaşayıp ölmelidir. Heinlein, bir insan bir duvar örebilmeli, sone yazabilmeli, kırık bir kemiği kaynatabilmeli, denklem çözebilmeli, güzel bir yemek hazırlayabilmeli ve onuruyla ölebilmelidir; tek bir konuda uzmanlaşmak böceklerin işidir, der. Kitaptaki askerler, Heinlein’ın insan tanımına uygun davranan kimselerdir. Heinlein bir topluluğun hayatta kalabilmesi ve yok olmadan, özgürce yaşayabilmesi için bu yeteneklere sahip kimselerden oluşması gerektiğini öne sürer.

“Özgürlük vazgeçilmez değildir; yurtseverlerin kanıyla muntazaman kazanılmalıdır yoksa yitip gider. İcat edilen, sözüm ona tabii insan hakları arasında özgürlük, ucuza getirilme ihtimali en düşük olandır ve asla zahmet çekmeden gelmez.”

Heinlein, bir toplumun kendi özgürlüğünü savaşarak kazanmasını savunur; böylece sadece kendi kuvvetleriyle, bağımsızca kazandıkları özgürlük daimi olacaktır. Yani, toplumda Yıldız Gemisi Askerleri var olmalıdır. Okur burada da, yazarın “Savaş bir zorunluluk mu?” sorusuna verdiği yanıtla karşılaşır. Savaş, bir toplumun var olabilmek için sahip olması gereken özellikleri bulundurmasını sağlayan bir olgudur. Heinlein’ın düşüncesine göre, eğer insanlık yıllardır kendi içinde savaşmasaydı, yıldızlararası savaşlarda Böcekler tarafından kolayca yenilgiye uğratılacaklardı. İnsanları zayıflıktan uzaklaştıran, onları güçlü kılan bir olay olarak resmeder savaşları. Ve şiddetin amacının her zaman “insan öldürmek” olmadığını, “sorun çözmek” amacıyla da şiddete başvurulduğunu öne sürer. Juan Rico da askerlik yaşamı boyunca “yok etmek” konusunda aldığı eğitimin neredeyse aynısını denklem çözebilmek, duvar örebilmek, hayat kurtarabilmek, insan yönetebilmek gibi konularda da alır. Bir nevi, “vatandaş” olmak için asker olma zorunluluğu, bu tür özelliklerin kazanımına da bağlanır romanda; bu özelliklerden yoksun ‘siviller’in oy verememe ve vatandaşlık haklarından mahrum kalma durumları da yine bu noktada temellendirilir, bu fikir haklı çıkarılır.

Yıldız Gemisi Askerleri, sorduğu sorular, verdiği yanıtlar; entelektüel tartışmalar ve her kesimin nasibini aldığı eleştirilerle okurun toplumsal yargılar hakkında bolca düşünmesini sağlarken aynı zamanda uzay gemileri, gezegen tasvirleri, zırhlı uzay elbiseleri, sıradışı silahlar ve heyecanlı savaş sahneleriyle bir bilimkurgu okurunun isteyeceği tüm diğer zevkleri de sunuyor. Bir defa okumanın yeterli gelmeyeceği, uzun süre akıllarda kalacak kitapların arasına ismini ilk sıralardan yazdırıyor.

186

SANAYİ MAHALLESİ’NDE SIRADAN BİR GÜN SONER IŞIKSAL

“Oğlum hadi! Acele et biraz.”

“Tamam Usta, bulmaya çalışıyorum.”

“Samanlıkta iğne mi arıyorsun ulan? Çabuk ol, çabuk!”

“Buldum Usta, getiriyorum.”

“Dikkatli getir. Yavaş ol, yavaş!”

“Buyur Usta.”

Burhan Usta çatık kaşlarıyla çırağına ters bir bakış atarak kutuyu elinden aldı. Kutunun üzerinde kocaman harflerle “3285-VX4” yazıyordu. İçini özenle açtı ve cımbızın ucuyla çıkarttığı çipi müşteriye doğru uzatarak her zamanki bıçkın tavrını takındı.

“Çıkma değil, sıfır kilometredir. Gıcır gıcır. Hemen paketletiyorum... Başka yerde de bulamazsın ha! Çok eski çiplerdir bu 3285’ler... Bozulursa bana gel, garantisi benim bu malın.”

Burhan Usta, ağzı iyi laf yapan hatta çoğunlukla gereğinden fazla konuşan bir adamdı. Müşteri ise, Burhan Usta’nın tabiriyle 'meymenetsizgiller'dendi. İfadesiz, donuk bir suratla Burhan Usta'nın cümlesinin bitmesini beklemiş, tek kelime etmeden kafasını öte yana çevirmişti. Çırak, çipi paketlemekle uğraşırken, Burhan Usta bir şeyler konuşmamak için kendini zor tutuyordu. Kulak tırmalayan bir ton ve şiddetle “Murat! Hadisene oğlum!” diye bağırdı ve daha fazla dayanamayarak müşteriye döndü.

“Birazdan hazır olur efendim. Kusura bakmayın çocuk işte, böyle böyle öğrenecek... Gerçi biz de çocuk olduk efendim, ustamızın gözünün içine bakardık biz, şimdi nerede... Bir şey de yapamıyorsun, emanet nihayetinde. Ben onu güzelce pataklamasını bilirim de yetime el kalkmaz; günahtır bizde.”

Burhan Usta girizgâhı henüz tamamlamış tam gaz devam edecekti ki canı bir hayli sıkılmış müşteri aynı ifadesiz tavırla araya girdi.

“Borcum nedir?"

Dükkâna ilk geldiğinde üzerinde “3285-VX4” yazan kağıdı uzatıp tek bir kelime dahi etmemiş adamın sesini ilk kez duyan Burhan Usta, heybetli cüssesi ve buz gibi bakışlarından beklenmeyecek bir tizlikte çıkan ses tonu karşısında şaşırmış, belli etmemeye çalışmıştı.

“Normalde 40’tan veriyorum ama size 35 olur,” dedi. “Akşam pazarı.”

Oluşan kısa sessizliği bozan yine Burhan Usta’ydı.

“Yanlış anlamazsanız efendim, GVK905’lerden de bir tane getirtebilirim depodan.”

187

“İstemez.”

“Siz bilirsiniz efendim, kusura bakmayın lütfen.”

“Önemi yok. Bir şey soracağım. Senin şu çırak; yetim dedin, kimin nesidir, buralardan mı?"

Adamın muhabbet açmasına şaşıran Burhan Usta aradığını sonunda bulmuştu ve şevkle anlatmaya koyuldu.

"Efendim bunun babasının Toptancılar Vadisi’nde dükkânı vardı. Geçen sene Nisan ayında bir uçak düşmüştü, hatırlarsınız; bu adamcağız da o uçaktaymış, tabii sizlere ömür... Adı Murat bu hergelenin. Aslında zehir gibi ama kafa bir karış havada, görüyorsunuz işte. Babası, rahmetli, hayattayken de yazları yanıma verirdi bunu, hayatı öğrensin, sanayi esnafını görsün biraz diye. Şimdi de anasıyla yaşıyorlar, yine alıyorum yazları, burada zaman geçiriyor işte. Maksat pişsin biraz çocuk, açılsın."

Murat koşarak yanlarına geldiğinde Burhan Usta sert bir hareketle aldığı paketi müşteriye uzattı.

"İyi günlerde kullanın efendim."

"Parayı yatırdım, bereket versin."

"Gördüm efendim, bereketini görün."

Müşteri tam kapıdan çıkmak üzereydi ki Burhan Usta seslendi.

“Pardon, bir dakika! Müessesemizde ‘A’ kalite montaj da yapıyoruz. İsterseniz teknisyen arkadaşları çağırayım, aldığınız çipi lehimleyiversinler, hem çalıştığını test etmiş oluruz.”

“Lüzum yok. Evde kendim hallederim.”

“Hepsi işinin ehli çocuklardır, müsterih olun lütfen.”

“İstemez dedim.”

“Nasıl isterseniz... Hayırlı akşamlar efendim.”

Müşteri dükkândan ayrıldığında, her müşterinin ardından anlamsızca yediği fırçalardan bir yenisine daha hazırlamıştı kendini Murat. Işıl ışıl parlayan, güzel, siyah gözleriyle bir ustasına, bir yere bakıyordu suç işlemiş gibi. Tek bir söz ya da bakış ağlamasına yetecekti sanki. Burhan Usta yaklaştı ve şefkatle saçını okşadı bu kez.

“Gel otur bakalım evlat, kap bir tabure.”

İşte bu iyi haberdi ve çok sık olmasa da daha önce tadına baktığı bir duyguydu. Ustası onu karşısına alıp konuşacak; yaptıkları işi, esnaflığı anlatacaktı birazdan. Gerçi konuşma boyunca söylemeye yelteneceği her söz terslenmeyle karşılık bulacaktı ama yine de adam yerine konmak güzeldi. Hele bir de çay eşlik edecekse sohbete, o akşam biraz daha büyümüş olarak gidecekti eve. Esnaflığın inceliklerini anlatacaktı annesine.

“Çay koyayım mı Usta?” diye sordu anlık bir heyecanla.

188

“Koy bakalım kerata, dikkat et yakma elini ayağını, iş çıkartma başıma akşam akşam.”

Murat semavere koştu ve şekersiz, demli, ince belliye konmuş çay ile bol şekerli paşa çayını getirdi masaya. Burhan Usta bıçkın tavrına bir de babacanlığı ekleyerek başladı anlatmaya:

“Oğlum bak, esnaflığın birinci kuralı: dürüst olacaksın, yalan söylemeyeceksin. Yalan söylediğin vakit anlar müşteri, kaçırıverirsin. Müşteri bir kez kaçtı mı, allame-i cihan olsan dükkândan içeri sokamazsın bir daha. Velinimettir müşteri. Ne kadar haklı da olsan fermuar çekeceksin ağzına. ‘Haklısınız efendim.’ deyip geçeceksin. Küçüksün sen daha, şimdi nasıl alışırsan öyle gider.

“Veresiyeden uzak dur, tiko para çalış her zaman. ‘Para peşin kırmızı meşin’ diye boşuna dememişler.

"Ha bir de bu devirde babana bile kefil olmay... "

Burhan Usta kırdığı potun farkına varıp lafı toparlamaya çalıştı ve monolog böylece devam etti bir süre. Çaylar tazeleniyor, Murat'ın cümle kurma çabaları sonuçsuz kalıyor ve birçok ritüel sırasıyla yerine getiriliyordu. Burhan Usta artık günün son öğütlerini veriyordu.

“Esnaflık sadece alıp satmak değildir oğlum. ‘Yok’ demeyeceksin müşteriye. İstediği ürün elinde yoksa hemen muadilini koyacaksın önüne. Müşterinin başka ihtiyaçlarını görüp çözüm üreteceksin,” dedi ve gururla devam etti.

“Önünde canlı örnek var işte. Deminki meymenetsizgili hatırlıyorsun değil mi? Adamın yüz kaslarında sorun var, 3285 almaya gelmiş. Çipini verip gönderebilirdim evine, ama ben ne yaptım, ‘Montajını da yapalım mı?’ diye sordum... Sonra, adam konuştuğunda sesinde bir sorun olduğunu anladım hemen. O cüsseye o kadar yüksek frekansta ses koyarlar mı hiç, koymazlar. Ne yaptım, sordum hemen, '905 de verelim mi?’ dedim. Gerçi almak istemedi, ayrı mesele...”

Sohbet sona erdiğinde teknisyenler çoktan çıkmıştı. Kepenkleri birlikte indirdiler ve Murat yüzünde bir gülümsemeyle koyuldu yola. Elleri cebindeydi. Adımlarını daha büyük atıyor, daha dik yürüyordu.

Gece yatağına uzandığında, gün boyu dükkâna gelen androidleri ve android sahiplerini düşünecek, ustasının öğütlerini aklından geçirecek ve kim bilir, belki de Sanayi Mahallesi’nde dükkân sahibi olup da ustası gibi örnek bir esnaf olacağı günlerin hayaliyle uykuya dalacaktı.

189

KAYIP HAZİNE AVCISI

BİR “Z” ÖYKÜSÜ BAHARDIR İÇEL

Benim Adım Z ve bu geçip gitmiş dünyanın son insanlarındanım. İnsanlık yükseldi ve düştü. Şimdi kendine insan diyen barbarları görünce kendimi nasıl adlandıracağımı bilmiyorum. Nesli tükenen bir türüm. Kan emiciler, yaratıklar ve canavarlara karşı yalnızca bir av olan zavallı insanoğlundan biraz fazlasıyım yalnızca.

Derin bir nefes alıyorum ve alçalıyorum. Eskiden bu kadar kendini beğenmiş değildim. Herhalde yeryüzüne yukardan bakmak beni aşağıdakilere karşı üstün hissettiriyor. Ayaklarımın birkaç metre altında kısır, kuru toprak akıp gidiyor. En ufak yeşilliği geçtim cılız bir çalı bile yok etrafta. Ufkumu kaplayan yüksek dağlara her geçen gün daha da yaklaşıyorum ama halen uzaklar… Sonsuz görünen çöl uzaklıkları da çarpıtıyor. Manzaramda değişmezmiş gibi görünen dağlar bir iskeletin dişlerine benziyorlar. Eskiden dağların ufuklarında kar denilen donmuş su kütleleri varmış. Yeterince yüksekte soğuyan su buharından oluşurlarmış. Şimdi kar bir yana en son yağmuru belki de aylar evvel gördüm. O da çok kısaydı. Bir hayal gibi…

Hayatımın bir kısmı bir hayal gibi zaten. Benim gibi çok uzun zaman bu hastalıklı dünyada yol alırsanız geçmişiniz deliklerle dolar. Derince iç geçirip geçmişe değil de geleceğe odaklanmaya çalışıyorum. Beni delirmekten alıkoyan tek şey ileriye bakmak ve az da olsa umut etmek. Benim gibilerin; bilimin ve aydınlığın çağından geriye kalan çok az mirası koruyup kolladığı rivayet edilen şehri bulma hayali… Atlantis’in hayali…

Yavaşça uçuyorum. Uçmayı her zaman sevmişimdir. Gözlerim yarı kapalı, göğsüm hafifçe ileride… İlerleyişimden doğan hafif rüzgâr tenimi okşuyor. Yerden yalnızca bir metre yüksekteyim, ayaklarım birleşmiş. Denge merkezimi korumak için bir duruş… Yoksa çeşitli pozlarda uçulabilir. Elleri ensesinde sırtı yere, gözleri gri gökyüzüne dönük uçmayı alışkanlık haline getirmiş bir adam tanımıştım. Keyfine fazla düşkündü, önüne bakmıyor olmanın cezasını ağır ödedi, hayatıyla… Tehlikeli bir dünyada yaşıyoruz ve uçmak hafife alınacak bir yeti değil…

Eskiden insanlar uçabileceklerine inanmazlarmış, oysa doğuştan zihinsel bir engeli olmayan herkes uçabilir. Telepati ve telekinezi için de aynı durum geçerli. Yeteri kadar gelişmiş her beyin doğru eğitimle bu becerilerini kullanabilir…

Uykum geliyor. Oysa eskiden hiç uyumaya ihtiyaç duymazdım. Kısa molalarda yaptığım meditasyonlar yeterdi. Şimdi uyumak istiyorum. Bu da yetilerimi yitirdiğimin, gerilediğimin, bu zehirli dünyanın daha fazla içime işlediğinin bir kanıtı.

Yere iniyorum. Sığınacak ne bir kaya parçası, ne bir yükselti var. Göz erimimde herhangi bir canlı yok. Zihnimle de tarıyorum, bir tehlike görünmüyor. Sırtımdaki çantayı kenara

190 koyuyorum, yere uzanıp uyuyorum. Hemen uykuya dalıyorum. Rüyasız, kısa, kesik kesik bir uyku. Uyandığımda gri gökyüzü iyice koyulaşmış, gece olmalı. Ne kadar zaman geçtiğini bilme imkânım yok. Kimse bilemez. Zaman bile eskisi gibi işlemiyor artık.

Kalkıp yürümeye başlıyorum. Uçmak keyifli olsa da bu yetiyi yitirmiş insanlar için korkutucu ve şaşırtıcı olabiliyor. Karşıki dağ eteklerinde yaşam bulacağımı ümit ediyorum. Göze fazla batmayı sevmem ve insanoğlu aç. Yiyeceğe, umuda, güce aç… Uçabiliyor olmam akıllarına kurnazca ve nahoş fikirler getirebilir.

Göğün koyu griliği açılıyor. Kirli bulutlarla dolu göğün ardında güneş doğuyor olmalı. Sandığımdan çok uyumuşum. Neredeyse tüm geceyi uyuyarak geçirdim demek ki… Sessizce ilerliyorum. Dağlar artık çok daha yakın, ben uyurken yer değiştirmiş olabilirler mi? Yalnızca zaman değil mekân da bir garip. Bu akşama kadar dağlarda olabileceğimi düşünüyorum.

Gün geçip gidiyor. Dağların hatlarını seçip gölgelerine yaklaştığım vakit onu görüyorum. Uzun süredir görmediğim bir görüntü olduğu için biraz heyecanlansam da temkinli davranıyorum. Haftalardır konuşmak bir yana bir canlı bile görmedim neredeyse. Yalnızlığı severim ama yine de insan haftada bir bile olsa iki çift laf edecek birilerini arıyor. Daha fazlası da bence yararsız laf kalabalığı ve boşa harcanan nefesler.

Dağların gölgesinde, bir kayaya oturmuş, uzun bir mola vermiş gibi görünen yaşlı adam çoktandır karşılaştığım ilk insan. Kaç gündür bu çölde olduğumun algısını çoktan yitirdim. Günün hangi zamanında olduğunu tam olarak bilmesem de öğlenmiş gibi geliyor. Eskiden insanlar günün her zamanını özel olarak adlandırıp hayatlarını saatlere göre düzenlerlermiş. Öğlen yemeği saati, iş saati, uyuma saati, sevişme saati… Şimdi dengesiz zamanı ölçecek saatler olmadığı gibi bölmenin bir anlam ifade edeceği günler de yok.

Yaşlı adama yaklaşıyorum. Yürüyor olmam iyi. Uçtuğumu gören insanların dizleri üzerine kapanıp tapmaktan, korkup kaçmaya ya da silahlarına sarılıp saldırmaya kadar pek çok garip davranış gösterdiğine şahit oldum. Bir zamanlar uçabildiklerini unutmuşlar. Kendilerine, dönüşebilecekleri şeye olan inançlarını yitirmişler. Oysa bu bir sihir ya da mucize değil, basit bir yetenek yalnızca.

Adam beni fark edince başındaki geniş gölgelikli şapkayı çıkarıyor. Kırışık yüzünün bazı yerlerindeki deriler dökülmüş, ardında rengi sarıya çalmış metal bir tabaka görünüyor. Gözlerinden biri yuvasından ileri çıkmış minik bir dürbünü andırıyor. Bir kulağı yok, olması gereken yerden üç kablo sarkıyor. Yırtıklarla dolu gömleğinden ve pantolonundaki yansımalar tek kolunun ve tek bacağının da komple metal olduğunu gösteriyor. Yaşlı adamın mekanik parçaları vücudundaki organik kısımlardan daha fazla. Artık bir insandan çok bir robot sayılır. Yine de merakla ve zekayla parlayan tek insan gözünden aklının yerinde olduğunu düşünüyorum. Zihnimle uzanıp şöylece yokluyorum. Telepatik yeteneklerimi bir süredir kullanmadım, kendimi belli etmeden akıl sağlığının yerinde, düşüncelerinin derli toplu olduğunu fark ediyorum. Tehlikeli değil…

Fırsat buldukça, karşılaştığım insanların mahremine girmeden zihinlerini yoklamak artık bende bir alışkanlık haline geldi. Hem onlardan gelecek tehlikeye karşı kendinizi hazır

191 hissediyor, hem onlara karşı doğru iletişimi nasıl başlatacağınız konusunda yardımcı oluyor, hem de alıştırma oluyor. Kullanmadığınız yeteneği kaybedersiniz.

Mızrağı andıran, bir ucu sivriltilmiş bir sopaya dayanmış. Tehlikeli bir dünyada çok az koruma sağlayacak bir savunma aracı. Yine de çıplak elle olmaktan iyidir.

“Yağmurlu günler, sıcak geceler…” Sakince konuşuyorum, zihnimle bilincine güven verici mavi dalgalar yolluyorum.

“Sana da genç adam… Hep genç kalasın…”

Aslında orta yaşlardayım ama o kırışık yüzün ve renkleri solmuş gözbebeğinin ardından sanırım herkes genç görünür.

“Yol uzun ve zor ama bir dost yüzü bunu katlanılır kılar…” Yaşlılar seremonileri sever.

“O süslü püslü uzun tanışmalardan birine yetecek kadar ömrüm yok evlat.” Dişsiz ağzıyla gülümsüyor.

Yanılmışım, eh ben de bir insanım sonuçta. Gülümseyerek karşılık veriyorum.

Birbirimizi anlıyoruz. Hayattan beklentilerimiz kısıtlı, düşmanlık taşımıyoruz, en önemlisi de tek bir lisanımız var. Eskiden insanların yüzlerce lisanı varmış, ne kadar büyük anlaşmazlık ve karmaşıklık yumağı. Birbirimizden uzaklaşmak için elimizden geleni yapmışız. Şimdi bir lisanı hakkıyla kullanacak kadar insan bile kalmadı dünyada.

“Sık sık buraya gelirim, çölün sonsuza uzayan manzarası ve sessizliği hoşuma gidiyor. Sonlu şeyler dünyasında sonsuzluğa her zaman özlem vardır.” İç geçiriyor. “Çok uzun zamandır çölden birinin geldiğini görmemiştim. Sen mucizeler peşindeki bir yolcuyu andırıyorsun,” diyor eliyle kayanın diğer yanına oturmam için beni davet ederken. Gidip kayaya dayanıyorum ama oturmuyorum.

“Daha çok mucizeler benim peşimde… Kan emicilerden ve zaman yarıklarından geçip geldim ve yolumun ilerisinde ne olacağını bilmek isterim.”

“Dağların ardında birkaç köy var. Köy dediysem üç beş barakadan ve kıtı kıtına yetecek kadar zorla yetiştirilen patates, mısır ve ay çiçeğinden ibaret birkaç metrelik tarlalardan söz ediyorum. Ötesinde ise geride bıraktığın kadar bela olduğunu sanıyorum.” Sessizleşiyor. Çölü izliyor. Yaşlı insanların bu yanını seviyorum, bu dünyada yeterince hayatta kalabildiyseniz sabırlı olmayı ve gerekmedik sorular sormamayı öğreniyorsunuz.

“Uzun yaşamlı insanlardanım ancak senin kadar yaşlanmış bir vücuda sahip olanını görmemiştim,” diye itiraf ediyorum. “Yetiştirdiğiniz ürünler yeterinden fazla olmalı.”

Dişsiz ağzıyla sırıtıyor.

“Bu kadar mekanik takviyeyi nasıl buldun?” diye soruyorum. Yanıt vermesine gerek yok, aklından gelen görüntüler bana her şeyi anlatıyor.

192

Köy dediği küçük gruplara çok da uzak olmayan yer altı tesisindeki birkaç insan yiyecek ve su karşılığında onlara bu hizmeti veriyor. Yüz yıllar evvel yer altına sığınan bilim insanlarının torunlarının torunları olmalı. Yer altı sığınaklarında pek çok oyuncağa sahip olsalar da birkaç nesil sonra hem bilgelik hem de teknolojik kaynaklar onları terk ediyor. Yine de ellerindeki teknolojinin çok çok azıyla havanın ve suyun zehirleyip çökerttiği organları mekanik olanlarla değiştirecek kadar bilgi ve malzemeleri var… Yemek karşılığında değiş tokuş yapıyorlar. Herkes yaşamak zorunda…

İnsanların gerilemiş olsalar da bir takım iletişim ve toplumsal yapılanma hareketlerinde bulunmaları iyi. Belki, bu çok küçük bir belki ama, yeniden bu dünyaya tutunup var olabiliriz. Geçmiş hatalardan ders çıkarıp… Yine romantik bir duygusallığa kapılıyorum. Havası zehirli, toprağı kısır, dört bir yanı dehşetlerle dolu bir dünyada nasıl var olabiliriz ki? Aylardır, belki de yıllardır yollardayım ancak toplamda iki yüz insan bile görmedim. Bunların yarısı yamyam sayborglar, kalan yarısının yarısı ise değişim geçirmiş kan emen canavarlardı. Bir çocuk vardı… Hayır, bir çocuk yoktu. Deliriyorum. Bu da bambaşka bir zamanın hikâyesi. Şimdi karşımdaki adama odaklanmalıyım. Yaşlı adamın aklının ucunda ve dilinin ucunda bir görüntü dolanıyor. Bir mağaranın görüntüsü. Merak ettiği kadar korktuğu da bir yer ama bunu ona doğrudan soramam. Yetilerimi ilan etmem gerekir ve henüz bunun için erken.

“…bir tür alış veriş işte. Ürünü ver organı al…” Cümlesinin başını kaçırıyorum ancak daha sonra sorumu yanıtladığını fark ediyorum. Zihninde gördüğüm yanıt. Adam dürüst. Yer altı tesisinde organlarını değiştiren bir bilim insanı var. Daha evvel öyle biriyle karşılaşmıştım. Dünyadan umudunu kesmiş bir kadındı. Beni tanıyıp benimle yatağa girince sanırım yaşama şevki geri döndü.

“Bana mucize peşinde olup olmadığımı sormuştun. Yoksa yakınlarda bir mucize mi gizli? Geçmişin keşfedilmemiş mucizeleri çok değerlidir.”

Adamın zihninde bir ışık yanıyor sanki ve mağara girişinin görüntüsü kendini iyice belli ediyor.

“Aslında evet,” diyor. Şanslı mıyım yoksa şanssız mı? Bir zamanlar insanların kader dediği köhne inançlara kapı açacağım neredeyse.

“İnsanın her türlü hastalığını giderip onu gençleştiren bir sandık.” Dudaklarını yalıyor, belli ki bunu arzuluyor. Zihnini yeniden kontrol ediyorum. Yaşlı insanların bunaması olağan ancak aklı düzgün ve yerinde görünüyor.

“Çok uzun zaman önce onu sevdiği kadın için kullanan genç bir adam tanıdım. Sandığın gizlendiği yere girip ölümcül bir yara almış karısını iyileştirmişti. Senin gibi bir yolgezerdi. Gözlerimle gördüm ama yine de inanmadım. Kadının ilk halini tam olarak görmemiştim, yalan söylediğini, yalan olmasa bile abarttığını düşündüm. Ancak pek çok eski hikâye ve bunun gibi birkaç tane yenisini dinledikten sonra sandığın peşine düştüm ancak yerini tespit ettiğimde çok geçti…”

“Gençleştiren bir sandık?” Soruyu sorup zihnini yokluyorum ancak dişe dokunur bir şey bulamıyorum. Keşfedilmemek için derinlere uzanmaktan çekiniyorum. Bazen böyle olur,

193 telepati yeterli kadar işe yaramaz. İnsanların bu konuda yetenekleri ve farkındalıkları olmasa bile zihinsel duvarlar örebilirler.

Omzundaki bir çark tıkırdıyor, bacağındaki bir demir parçası gıcırdıyor.

“Ah,” diye söz giriyor yaşlı ve paslı bir sesle. “Çok çok eski zamanlarda ahit sandığı da derlerdi…”

Ahit sandığı mı? Geçip gitmiş dünyaya ait çiplerden hayal meyal böyle bir isim hatırlıyorum. Yaşlı adamın gereğinden uzun bir hikâye anlatmaya başlayacağını fark edip sözünü kesiyorum.

“Geç dedin. Ne için geçti peki, neden sandığı bulup kullanmadın?”

“Artık sandık korunuyor. Saklandığı yere girmek kolay değil. Sandığı koruyan canavarlar var. Halen bana uzun yıllar evvel tarif edilen mağarada ama o mağarada yuvalanmış, belki de tamamen sandık sebebiyle orada olan canavarlar var. Mağaranın ağzına kadar gittim, onların çığlıklarını duydum, daha fazla ilerleyemedim… Bir gün, her şeyden vaz geçmeyi göze aldığım bir gün sonuna kadar gideceğim ama şimdilik çölü izlemeyi seviyorum.”

Yaşlı adamın zihnini yokluyorum. Sandığı hiç görmemiş, eski hikâyeler yumağının oluşturduğu bir izlenime sahip. Yine de sandığa olan inancı kuvvetli.

Sanırım Atlantis arayışım biraz beklemeli. Bu mucizeye göz atmalıyım.

Mağarayı ve yerini tarif etmemi istediğinde birkaç cümle ile özetliyor. Kafasındaki izlenim benim için yeterli, dağların eteğindeki yüksek bir koyakta, yarım gün bile uzakta değil.

“Peki o zaman, gidelim bakalım bu sandığı bulabilecek miyiz?”

“İyi şanslar evlat, elbette artık bu dünyada şans diye bir şey kalmışsa. Şu anda o kadar yükseğe bu metal bacakla yürümeyi gözüm almıyor ve sanırım mağaranın ağzına kadar gidip dönersem bir daha gitme cesareti bulamayabilirim. Bir gün, her şeyden vazgeçmeyi göze aldığım bir gün oraya gideceğim.”

“Nasıl istersen yaşlı adam…“ diyorum. Sözlerinde dürüst olduğunu biliyorum.

“Yağmurlu günler, sıcak geceler, yaşadığından daha da uzun yaşayasın…” diyorum.

“Bak o pek mümkün gibi gelmiyor.” Dişsiz ağzıyla sırıtıyor. “Sen de hep genç kalasın…”

İşte bu da bana pek mümkün gelmiyor. Kısa ama yerinde bir vedalaşma...

Yaşlı adam geride bırakıp tepelerin gölgesinde, yükselen eğimle yavaş yavaş yürüyorum. Uçmak kadar rahat değil ancak buralarda insanlar var ise göze batmak istemem. Belki yol çok fazla sarp hale gelirse ve boş olduğuna emin olursam biraz uçarım.

Mağara girişini bulmam zor olmuyor. Dağ yamacının sert kayalıklarla yükseldiği yerde bir yara gibi dört beş metre yükselen karanlık bir yarık. Göğe bıçak gibi uzanan kırık tepenin gölgesinde, uçsuz bucaksız taşlık vadide arada bir esen cılız rüzgârın ıslığı dışında bir ses yok. Mağara ise olması gerekenden daha fazla sessiz gibi… Yavaşça yükseliyorum, uçmak kendimi korumaya almak için sarındığım bir refleks halini almış. Temkinli bir şekilde içeri doğru

194 süzülüyorum. Karanlığın içindeki mağara zemini kırık taşlarla dolu olduğu için yerden birkaç santim yukarıda uçuyorum. Işık azalıyor, gözüme sarkıtlar ve dikitler çarpıyor. Bir yerlerden cılızca damlayan bir su sesi geliyor. Karanlık artıyor, karanlıkta göremem.

Yere iniyorum. Yürüyerek devam edeceğim. Işığın tamamının yittiği noktaya gelip duruyorum. Önümde tehlikeli bir hiçlik uzanıyor. Yeterince içeri girdim, fiziksel olarak bir tehdit algılamadım. Bakalım zihinsel tarama nasıl bir sonuç verecek. Sakinleşip kalp atışlarımı yavaşlatıyorum ve zihnimi bir hedefi olmaksızın ileri doğru salıyorum. Birkaç metre ilerimde bir şey yok, zihnimi ilerletmeye devam ediyorum. Kafamda sanki vücudum ilerideymiş ve mağarayı dolaşıyormuş gibi bir izlenim yaratıyorum. Tam olarak böyle değil, aslında birçok vücut yaratmışım gibi, hatta vücutlardan bir dalga yaratmışım gibi süpürüyorum mağara içini. Bir anda pasif ama tetikte zihinlere dokunuyorum. Karanlığın içinde dikenli telleri tutmak gibi… İrkilerek zihnimi geri çekiyorum. Gözlerimi açıyorum. Oradalar, belki aramızda kırk ya da elli metreden fazla mesafe var ama tüketmeye aç zihinleri, sivri dişleri ve pençeleri ile oradalar.

Değişkenler. Çok uzun zaman önce nükleer savaşın kalıntısı olarak ortaya çıkmışlar. İnsanlığın genetik laneti. Eskilerin merhamet dediği bir duyguyla sağ bıraktığı çarpık çocukların soyları. Çoktan yok olduklarını zannediyordum. Kolonide onların sadece eski hikâyelerde anlatıldığını duymuştum. Eski kayıtlarda onlara mutant dendiğini görmüştüm. Bir kısmı zararsız ve gayet insansı olsa da çoğu artık vahşi yaratıklara dönüşmüş, yenilebilecek her şeyi tüketen canavarlardan ibaret. Çok tehlikeliler. Ölümcüller. Yine de onların arasından geçip gideceğim. Merak güçlü bir duygu değil mi? Beni de koloniden ayrılıp dünyayı keşfetmeye çıkmaya iten merak değil miydi?

Zihnim ileride, bedenimi de ilerletmeye başlıyorum. Yavaşça ve temkinlice taşlık zemine basıyorum. Yumuşak ayakkabılarıma rağmen ezilen tozun ve taşların zayıf da olsa bir çıtırtısı var. Zihnimi keskinleştiriyorum. Değişkenlerin vahşi bilinçlerini seziyorum. Benliğime sızıyorlar. Ağzımda kanın tadını duyuyorum sanki, hoşuma gidiyor. Kana susuyorum. Kendime geri çekiyorum ancak onların zihinlerini gerilerinden bir kanca gibi tutuyorum. Beni aralarından geçerken göremeyecekler. Göremeyecekler demek yanlış olur. Beni görecek ama dikkate almayacaklar. Zihinleri beni reddetmelerini söyleyecek, bilinçlerinde işlememelerini. Bilinçaltlarındaki bir gölge olacağım yalnızca.

İlerliyorum, artık aramızda beş ya da on metre var. Kabaca saymaya çalışıyorum ancak bazılarının zihni güçle parlıyor, bazıları ise adeta bilinçsiz denecek kadar sönük. Yirmiden fazla, otuzdan az olmalılar. En azından erimimdekiler bu kadar.

Artık aralarındayım. Karanlığın içinde hafif bir nefes alışveriş, duvara yapışmış bir bedenin hafifçe kımıltısı duyuluyor. Etrafımı saran zifiri karanlığa rağmen ışığın uğramadığı bu derinliklere alışmış yaratıkların, kendimi perdelemesem beni görebileceklerini biliyorum. Karanlığa alışmışlar. Gözlerim göremese de onların zihinlerinden konumlarını hissediyorum ve bu bana mağaranın kabaca içini anlatıyor. Dar, uzun bir geçit. Bir noktadan sonra değişkenler artık yok. Sanırım bir kapı olmalı… Mağara çöküp ötesinde ne varsa sonsuz kadar kapatmadıysa…

195

Temkinle basıyorum yere. Nefesimi tutuyorum. Ses. Çevremi saran bu kana susamış yaratıkların tek alarmı. Elimden geldiğince sessizce ilerliyorum. Çevremdeki bedenlerin sıcaklığını hissediyorum ve nefes seslerini duyuyorum.

Tam olarak göremesem de zihnimin yardımıyla bedenlerini az çok seçebiliyorum. Gözleri uzun zamandır kör, nesillerdir... Artık kapanmaya yüz tutmuş iki yarıktan ibaretler. Dudakları neredeyse yok denecek kadar ince, ağızlarından dışarı fırlayan dişleri sivri, kemikten dikenleri andırıyorlar. Uzun kolları ve bacakları olsa da güneş görmedikleri için zayıflar. Bu ince uzuvlar upuzun, keskin pençelerle sonlanıyor.

Yavaşça yürüyorum, bastığım yere dikkat etmeye çalışıyorum. Karanlığın içinde uçmam tehlikeli olur, sarkıt ya da dikitleri fark edemem. Yeterince korumam mevcut olsa da endişeliyim. Terliyorum. Kokum kendimi ele verebilir. Nefes alışverişimi azaltıp sakinleşiyorum. Yarı meditasyona geçip kalp atışlarımı da kontrol altına alıyorum derken dağılan dikkatimin kurbanı oluveriyorum.

Bir anda ayağım yumuşak bir zemine rast geliyor. Zemin altımdan kayıyor. Bu zemin değil, bir uzuv. Değişkenlerden birinin eline ya da ayağına bastım! Yerde, neredeyse varlığını tamamen kapamış, zihnini algılayamadığım küçücük bir yaratık ancak onun bir uzvunu ezdim. Cılız, tiz bir sesle haykırıyor. Mağaranın içinde çan sesi gibi yankılanıyor bu çığlık.

Uzandığım tüm zihinler aç ve gözü dönmüş dürtülerle çığlığın geldiği yere ve dolayısıyla bana doğru dönüyorlar. Artık kendimi onlardan gizlemem boşuna. Eh, illüzyon buraya kadarmış. Onların kaba kuvvetine zihnimin kaba kuvvetiyle yanıt vermem gerekecek.

Üstlerime atlarlarken zihinsel duvarlarımı kaldırıyorum. Görünmez engele çarpıp sekiyorlar. Çaresizlik ve hırsla uluyorlar. Birini zihnimle tutup mağaranın sarkıtlarından birine doğru fırlatıyorum. Havaya doğru bir yay çiziyor ve sırtından girip karnını deşen sivri kayayı şaşkınca yokluyor. Bilincinin söndüğünü hissediyorum ve telekinetik tutuşumu bırakıyorum. Ölü vücudu tüm ağırlığıyla yaklaşık üç metrelik yükseklikten büyük bir gürültüyle yere düşüyor. Vahşi bilinçlerindeki korkuyu ilk defa hissediyorum, değişkenler duraklıyorlar. Geri çekilmenin ne olduğunu bildiklerini zannetmiyorum, yalnızca avlarının kapasitesini anlamaya çalışıyorlar. Keşke ışığım olsaydı. Zihinleri bellemek gözle takip kadar etkili değil. Gördüğüm her şeyi telekinezi ile kontrol edebilirim. Çantamda bir fener var ama zihinsel duvarlarımı zayıflatmayı göze alıp sırtımdaki çantaya uzanamam. Dikkatimi tamamen karşımdaki tehlikeye vermeliyim.

Aniden bacağımda bir yanma hissediyorum. Küçük yaratık zihinsel duvarımın içinde kalmış. Bacağımı tırmalıyor. Tekmeliyorum. Fiziksel acıyla başa çıkmaya çalışıyorum. Onu zihnimle tutup yerde sürükleyerek bir diğer değişkene çarpıyorum. Bir diğer zihnin içine sızıp beyin kökünü baskı yaparak patlatıyorum, bir diğerinin beynini eritiyorum. Enerjisi bitmiş robotlar gibi oldukları yere yıkılıyorlar. Diğerleri bir an, kısacık bir an duraklıyor. Görünmez, asla aşamayacağı zihinsel duvarlarımı tırmıklamayı yalnızca birkaç saniyeliğine bırakıyorlar. Bu kısacık duraklama anında ayağımdaki derin çiziği değerlendiriyorum, kanımdaki nanobotlar işini görecek ve birkaç saate iyileşecek.

196

Değişkenler kim olduğumu, ne olduğumu fark etseler de geri adım atmayacaklar çünkü artık biliyorum ki burası onların yuvası. Ailelerinin, belki de yavrularının olduğu yer ve ben tam ortasındayım. Birini daha tutup sivri dikitlere atıyorum. Vücudu birçok yerden delinip kesilse de ölmüyor. Ona acı çektiremem, tam üstündeki tavanı yokluyorum, zihnimle itince bir sarkıt düşüyor sağ gözüne, beyninin derinliklerine giriyor ve bilinci sönüyor. Onlarcası zihinsel duvarıma atlıyor.

Öylece yürüyüp gidemem. Hem hareket edip hem zihinleriyle yerlerini tespit etmeyi sürdürmek, hem de zihinsel duvarlarımı sert ataklara karşı tutmak büyük yoğunlaşma ve güç gerektiriyor. Kanayan bacağımdaki acıyla ve adeta üstüme baskı yapan karanlıkla bedenleri ittirip ilerleyemem ya da geri gidemem…

Onlar da gerilemeyecekler.

Tek bir seçenek kalıyor geriye.

Hepsini öldürmem gerekecek.

Bir katliam daha.

Kararımı verince duygularım işe karışmadan hızlıca harekete geçiyorum. Bu vahşi yaratıkları, ölümcül et parçalarından başka bir şey değilmişler gibi düşünmeye çalışıyorum. Sarkıt ve dikitler işlerimi kolaylaştırıyor. Koca bir grup değişkeni kazığa geçiriyorum. Açgözlü çığlıklar hüsran dolu yakarışlara ve acı inlemelere dönüşüyor. Karınlar deşiyorum, bağırsaklar yerleri kaplıyor. Beyinler patlatıyorum gözler yuvalarından fırlıyor.

Son haykırış dinene, son sızlanma bitene kadar katliam sürüyor. Ben dünyada yürüyen en tehlikeli yırtıcılardan biriyim. Ben Z. Kan emicilerin kâbusu, değişkenlerin soykırımcısı… Kendini ilerlemiş insanoğlundan arta kalan nadir nimetlerden zanneden ben, cinayet silahı olan zihnimle katlediyorum. Arkamda bir kez daha ölü bedenlerle döşenmiş kanlı bir yol bırakıyorum.

Mağara tamamen sessizleşince ve algıladığım tek bir zihin bile kalmayınca çantamdaki küçük bir feneri yakma cesareti buluyorum. Eserime bakmalıyım değil mi? Bir daha, ne idiği belirsiz bir hazine peşinde düşüncesizce bir mağaraya dalarsam neye sebep olacağımı bilmeliyim.

Organlar, et parçaları, kan… Bu yığın daha bu sabah bilinçli varlıklardı. Kana susamış değişkenlerde ne kadar bilinç varsa artık… Katliamımı sudan bahanelerle hafifletmeyeceğim. Feneri yukarı kaldırınca uzak uçtan bir parlama geliyor. Işığın metal üzerindeki yansıması… Mağaranın daraldığı yerde metal, muhtemelen çelik bir kapı yükseliyor. Muhtemelen içinde kurşundan altına pek çok katman barındırıyor. Bu güçlendirilmiş bir sığınak kapısı.

Metal kapı sıkıca kapanıp kilitlenmiş olsa da telekinezi sahibi biri için çocuk oyuncağı. Son ziyaretçileri içeride her ne varsa güvence altına almak istemişler. Kilidin içine uzanıp açmam birkaç saniye alıyor yalnızca. Kapıyı ittirip dar uzun koridora girince hareketi algılayan ışıklar titreşip yanıyorlar. Uzun bir koridor ve ucunda çok da büyük olmayan bir oda

197 görünüyor. Metal ranzalar, küçük bir laboratuvar ve duvara dayalı birkaç iri makine. Tahmin ettiğim gibi bir yer altı sığınağı. Uzun zaman evvel terk edilmiş gibi görünüyor.

Koridoru hızlıca geçip sığınağa giriyorum. Sandığı o zaman görüyorum. Ahit sandığı… Duvara dayanmış, iki metreden az uzun, dikdörtgen metal kutu… Gerçekten de bir sandığı andırıyor.

İşte muhteşem çare, gençlik pınarı orada, karşımda duruyor. Tahmin ettiğim gibi, yarım yamalak çalışan bir “iyileştirme kapsülü.” Basitçe; içine girdiğinizde, tüm vücudunuzu, kan değerlerinizi tarayan ve sağlığınızı tehdit olarak gördüğü noktada iğnelerle bedeninize ilaçların zerk edildiği ya da fiziksel müdahale ile ufak tefek ameliyatları yapan mekanik kolların bulunduğu daracık kabin. Nanobotları bile yok.

Şimdiki insanlar için bir mucize sayılabilir ancak kolonimde bunun çok daha gelişmiş bir modeli mevcuttu. Bana faydası olmayan bir antika. Bende hayal kırıklığı yaratan bir antika…

Derince nefes alıp veriyorum. Yolumdan saptım ve zamanımı harcadım. Gerçi amaçsız bir ömrün zamanı ne kadar değerli olabilir ki? En azından olur ki çevrede insan görürsem onları bu mağarada pek de mucizenin beklemediği konusunda uyarmalıyım. Gerçi artık nispeten güvenli sayılır ve insanların basit hastalıkları ve yaralanmaları için bir çare olabilir bu araç. Füzyon motoruna sahip olduğu için daha yüzyıllarca iş görecektir. Yine de bana bir yararı yok. Dediğim gibi zaman kaybı.

Hafifçe yükseliyor ve karanlığın içindeki parçalanmış bedenlere, sarkıtlara ve dikitlere dikkat ederek yavaşça uçup mağaradan çıkıyorum. Artık mağaranın içini bildiğim için çok fazla tehlike arz etmiyor. Üstümün kirlenmesini de istemiyorum. Basık ve kan kokulu mağaradan artık iyice soluklaşmış gün ışığına, temiz olmasa da açık havaya doğru süzülüyorum

Belki yaşlı adama artık mağarada korkması gereken bir şey olmadığını söylerim. Kim bilir belki de bunu kendi cesaret edeceği gün keşfetmeli. Mucizevi sandığı onu gençleştirmeyecek ancak pek çok hastalığına iyi gelip ömrünü uzatacağı tartışmasız.

Mekanik kanatlara sahip bir karga gıcırtılı bir gaklama ile tepemden uçup geçiyor. Hayvanların çoktan yok olup gittiğini sanıyordum. Şaşırıyorum. Hastalıklı ve doğal olmasa da bu dünyada bir tür hayat devam ediyor.

Yavaşça yerden yükseliyorum ve tekrar kurumuş toprağın, gri gökyüzünün altında uçuyorum. Belki şu bahsedilen efsanevi insan şehri Atlantis’i bulurum. Belki de insanoğlunun kayıp bilgilerine ulaşıp uygarlığa bir şans daha veririm. Yolumun zor olacağını biliyorum. Değişkenler, kan emiciler, zaman yırtıkları, nükleer sisler, makineler ve tabii ki en tehlikelisi insanoğlu. Ancak son nefesime kadar devam edeceğimi biliyorum. Neden mi? Çünkü cılız umutlar ve cılız amaçlardan başka bir şeye sahip değilim.

Benim adım Z, soyadım yok. Soyadına ihtiyacım da yok. Zaten yok olan bir ırkın son üyelerindenim. Belki bu harf bile beni tanımlamak için israf. Ama birileri bana seslenmeli değil mi? En azından “Artık bu cesedi ne yapalım?” diyene kadar hitap edilecek bir ismim olmalı.

198

Okuduğunuz öykü Z’nin, “Benim Adım Z” kitabındaki maceralarından sonraki yolculukları esnasında yaşanmaktadır. Göndermeler, detaylar ve Z’nin dünyasına daha uzun soluklu bir yolculuk için “BENİM ADIM Z” kitabına Altın Bilek Yayınları etiketi ile ulaşabilirsiniz.

199

O BENİM ZEYNEP ÖZDAL

İnsan hayatı dönüm noktalarıyla doludur. Bazen ölümden döndüğünüz bir kazadır bu dönüm noktası. Bazen aşkı bulduğunuz an, bazen acı bir kayıp, bazen cesur bir karar… Lale için de 2016 yılının son çarşambası onun hayatının dönüm noktasıydı. Eşi Hakan’la geçen on bir yıllık evliliğinin son yedi yılını bir amaç uğrunda harcamıştı. Üstelik tıp fakültesinden mezun olurken bütün kalbiyle ettiği Hipokrat yeminine rağmen tüm hastalarını göz ardı ederek kendisiyle ilgilenmiş, denenebilecek tüm yolları denemiş, hüsran dolu birçok tedaviden sonra ağır bir depresyonun tadına bile bakmıştı. Tüm umutları tükeneli ise on dört ay oluyordu. Fakat Lale soğuk bir aralık günü, tam otuz sekiz yaşında sonunda anne olabilmişti. Tabii tamamen dolaylı yollardan…

Kucağında tuttuğu henüz on aylık bebek ile kapıdan içeri girmek için beklerken Hakan’ın telaşı her hareketinden okunuyordu. Arabayı gelişigüzel park etmiş, evrak ve çantaları –ona hiç uymayan bir şekilde- düzensizce kucaklamış titreyen eliyle anahtarı deliğe denk getirmeye çalışıyordu. Onu izlerken Lale’nin yüzünde bir tebessüm belirdi. Evlat edinme konusunu açtığında verdiği tepkiyle şimdiki heyecanı tamamen zıttı. Fazla ısrarcı davranmamıştı. Fakat hayata küstüğü dönemler Hakan’ın düşüncelerini değiştirmekle kalmamış, başvuru işlemlerini tek başına halletmiş hatta işi hızlandırmak için araya babasının nüfuzlu dostlarından birkaçını sokmuştu. Şimdi ise hayallerindeki gibi kapıdan içeri giriyorlardı. O, kocası ve Deniz bebek… Sanki kendi bebeğiymiş gibi masmavi gözleri olan o sevimli erkek bebek…

***

“O benim! Onu bana getir!”

“Hayır! Hayır, onu sana veremem! Hayır!”

Lale ter içinde uyandığında kulağına Deniz’in ağlama sesi geliyordu. Yataktan hışımla kalkıp beşiğin başına koştu. Yavrusu da onun gibi terlemişti. Bebeği kucağına aldı ve küt küt atan kalbinin üzerine yasladı. Ona sarılıp düşünde gördüğü kâbustan sıyrılmak için kokusunu içine çekti. Saat ikiyi geçiyordu. Deniz’i kucağında pişpişleyip susturmaya çalışırken Hakan’ın uykulu sesini duydu.

“Hayatım? Neyi var, neden ağlıyor?” Yarı yatar pozisyonda doğrulmuştu. Gece lambasının ışığında gözlerini ovuşturuyordu.

“Acıktı sanırım, sen uyumaya devam et. Biz aşağı iniyoruz,” dedi ve kapıya yöneldi. Merdivenden usulca inip mutfağa geçti. Deniz başını omzuna yaslamış parmağını emerken o da mamasını hazırlamaya başladı. Fakat aklı bambaşka bir yerdeydi. Bir haftadır içini kemiren, onu içten içe çürüten o korkunç düşünceye takılı kalmıştı. Onu huzursuz eden o kötü

200 düşleri düşünüyordu. Mamayı biberona doldurabilmek için Deniz’i salondan aldığı pusetin içine yatırdı. Tezgâha geçip biberonu hazırladı. Arkasını döndüğünde Deniz’in başında beliren o kadını görmesiyle büyük bir çığlık atıp biberonu yere düşürdü.

Lale’nin çığlığı ve yere düşen ıvır zıvırların çıkardığı sesle Deniz ağlamaya başlamış Hakan dehşet içinde yataktan fırlayıp aşağı gelmişti. Lale’yi Deniz’i kucağında sallarken bulunca bir oh çekti ve gelip ikisini de kollarının arasına alarak sarıldı.

“Neler oluyor?” diye sordu Hakan. Sesinden tüm uykusunun dağıldığı okunuyordu. Ve biraz da endişelendiği…

Lale “Hiç,” diyerek geçiştirmeye çalıştı. “Deniz’i alır mısın, biberonu düşürdüm yenisini hazırlamam lazım.”

Hakan kucağına bırakılan bebeğe baktı ve huzursuzca arkasını dönen eşine seslendi. “Yine kâbus gördün değil mi?”

“Önemli bir şey değil, sadece uykusuzluk sinirlerimi yıpratıyor. Bilinçaltımın bana ufak oyunları bunlar. Abartılacak bir şey yok.” Aslında abartılacak çok şey vardı. Daha birkaç saniye önce geceleri ona zehir eden kadın kanlı canlı bebeğinin başında duruyordu. Çığlıkla birlikte ortadan yok olması da onu daha çok korkutmuştu.

Lale dalgın bakışlarını gizlemeye çalışırken “Öyle mi dersin?” dedi Hakan inanmadığını göstermek istercesine.

Hakan’a göre Lale her zamanki gibi hislerini ve düşlerini bilimsel temellere dayandırarak olayı normalleştirmeye çalışıyordu. Biraz daha sıkıştırsa onun anlamayacağı bir ton tıbbi terimle açıklama yapacak ve sonunda da sahte bir gülümsemeyle konuyu kapatacaktı. Hakan’ın tek istediği onu mutlu görmekti. Yıllardır bir bebek isteyen eşinin artık hiçbir tasasının kalamayacağını düşünürken Deniz eve geldiğinden beri geceleri sayıklıyor, kan ter içinde uyanıyor, tuhaf davranıyor ve gördükleri hakkında tek kelime etmiyordu. Sonunda dayanamayarak sürekli ertelediği soruyu sordu.

“Tülin’le bu konuyu konuştun mu?”

Lale elinde yeni hazırlanmış biberonla gelirken yüzünde o abartılmış şaşkınlık ifadesi vardı. “Hangi konuyu?” dedi sanki Tülin’le yıllardır görüşmüyormuş ve şimdi ne konuşması gerektiği hakkında tek bir fikri bile yokmuş gibi.

“Şu kâbuslarını diyorum. Hani bilinçaltının durmadan oynadığı oyunları…”

Lale doğal davranmaya çalışsa da başarılı olamadı. Deniz’i alıp biberonun yumuşak başını bebeğin ağzına koyarken neden hala huzursuz olduğunu düşünüyordu.

“Gerek görmedim,” dedi gevelercesine.

Hakan, Lale’ye hiçbir konuda ısrar etmemeyi daha flört ettiği dönemlerde öğrenmişti. “Peki, nasıl istiyorsan öyle olsun,” dedi, sesinden pes ettiği hissediliyordu. “Ben odaya geçiyorum, iyi geceler.”

201

Lale “Sana da,” derken göz göze gelmemek için bakışlarının uykuya dalmak üzere olan Deniz’e kilitlemişti. Olduğu yerde kımıldamadan bekledi. Hakan’ın yumuşak adımlarını dinledi. Merdivenden çıkışını, odanın kapısını açışını, yatağa uzanıp yorganı üzerine çekişini duymaya çalışırken evi gecenin sessizliği sarmıştı. Cama vuran yağmur damlaları ve rüzgârın uğultusundan başka tek ses yoktu. Uykuya dalan bebeği usulca pusete yatırdı ve minik adımlarla salona geçip cep telefonunu bıraktığı sehpadan aldı. Saat üçü gösteriyordu. Telefon açmak için oldukça geçti. Ama dayanamadı ve son aramalarda Tülin’in adını bulup tuşladı.

Dördüncü çalıştan sonra telefon açıldı. Oldukça uykulu ama daha çok endişeli bir sesti duyduğu.

“Lale? Aman Allahım orda mısın? Ne oldu?”

Tülin’in kadifemsi sesi uyku mahmurluğu yüzünden çatallı geliyordu. Hem en yakın dostu hem en gizli hastasından gecenin üçünde aldığı telefon kalp krizi geçirmesine sebep olabilirdi belki. Ama Lale’yle geçen 19 yıl tüm bu ihtimalleri yok ediyordu.

Lale “Buradayım, iyiyim yok bir şey,” diyebildi sadece. Ne anlamsız bir cevaptı oysa. Hemen toparlayıp devam etti. “Seninle konuşmam gerek,” dedi ve anında pişman oldu.

Tülin’in sesinden uykusunun biraz daha dağıldığı belliydi. “Tabii, tabii konuşalım. Gelmemi ister misin? Telefonda mı…”

Tülin devam edemeden Lale araya girdi. “Hayır hayır, gelmene gerek yok. Yarın sabah erkenden sana geleceğim. Sanırım ilaçlara yeniden başlamam gerek. Sadece dozajına emin olamadım. Onun için…”

“Onun için mi beni bu saatte aradın? Lale her şey yolunda mı? Bir anlığına psikiyatrın olduğumu unutup dostun olduğumu hatırlayarak cevap verebilir misin? Seni rahatsız eden bir şey var belli ki.”

Tülin tam bir profesyonel olmasına rağmen söz konusu Lale olduğunda sınırlarını tamamen kaldırıyordu. Üniversite yıllarından bu yana devam eden dostluklarıydı sebep elbette. Ve o yıllar içinde karşılıklı yapılan fedakârlıklar… Tülin Lale’nin tedavisini gizli tutmuştu. Resmi hiçbir kayıt oluşturmamış, ilaçları bile başkasının adına yazmıştı. Başarıyla geçecek bir hayatta sürekli irdelenen bir yanının olmasını istememişti. Ki bu durumu saklamasa evlatlık işlemlerinde de büyük sorun olacaktı. Lale işi bırakıp kendini eve kapattığında bu kararları alabilecek ya da bu detayları düşünecek durumda değildi. En yakın arkadaşı olarak onun yerine düşünmüş ve onun iyiliği için bazı riskleri göze almıştı. Şimdi de gecenin üçünde kalkıp yanına gitmesi gerekiyorsa bir an bile tereddüt etmezdi. Lale’nin telefonun diğer ucundaki sessizliği bu isteğini tetikliyordu.

“Tamam, anlaşıldı. On dakikaya kadar hazırlanıp çıkıyorum. Yarım saate orada olurum.”

Lale panikle “Hayır şimdi olmaz!” diye inledi. Sesinin duyulmaması için olabildiğince kısık sesle konuşuyordu. “Hakan uyuyor, hem daha haberi yok, sadece seninle konuşmak istiyorum.”

202

“Anlıyorum. Peki o zaman sabah ben gelirim. Öğlene kadar hastam yok, rahat rahat konuşuruz olur mu?”

Lale biraz daha rahatlamış bir sesle yanıtladı onu. “Tamam, kahvaltı etmeden gel o zaman,” dedi tatlı bir tonda. Kalbindeki sıkışma sanki azalmış, nefes alışverişi yavaşlamıştı. “İyi geceler,” diyerek kapattı telefonu.

Tülin ise telefonun alarmını yeniden kurdu. Sabah için sürpriz bir görüşme çıkmıştı.

***

Lale, Deniz’in sabahın beşinde kalkmasına alışamamıştı hâlâ. Yine de sızlanmadan ayaklandı, mızmızlanan bebeğin yanına gitti. Usulca kucağına alıp yumuşak başını öptü.

“Uyandın mı sen? Karnın mı acıktı? Ooyyy oyy oyy… Mis kokulum benim. Hadi babayı uyandırmadan aşağı inelim, karnımızı doyuralım, altımızı temizleyelim…”

Karşılığında agu gugulardan başka cevap alamayacağını bilse de her anne gibi o da bebeğiyle sevgi dolu konuşuyordu. Bölük pörçük gece uykularına aldırmıyor, bir an bile durumundan şikâyet etmiyordu. Rutin bir sabah diye düşündü. Önce bebek odasına geçti. Büyük bir ustalıkla Deniz’in altını değiştirdi. Ardından aşağı indiler. Deniz bebek uykusunu almış çıngırağıyla oynarken Lale ona sabah mamasını hazırlıyordu. Bir gözü hep oğlunun üzerindeydi. Sanki her an yine o kadın gelecek, Deniz’in pürüzsüz tenine dokunacak gibi hissediyordu. Ve belki bir gün gelip onu alacak gibi… İçindeki korkunun sebebini aslında çok iyi bilse de hala bu düşünceye yenik düşmesini anlayamıyordu. Hayali biri nasıl onu alabilirdi ki? Yasal olarak tüm yollardan Deniz artık onun bebeğiydi ve kimse onu elinden alamazdı. Yoksa? Alabilirler miydi?

Saat yediyi gösterip, Hakan uyanıp, kahvaltısını yapıp, işe gidene dek… Deniz yeniden uykuya dalana dek… Tülin görüşme için kapıyı çalana dek Lale bu soruyu sordu kendine. Onu elinden alabilirler miydi?

***

“Başlayalım mı artık?”

Tülin her zamanki gibi kahvaltı bitene kadar sabırla beklemiş, Lale’nin gece vakti aramasının asıl sebebini açıklaması için ona zaman vermişti. Ama Lale’nin hâlâ hazır olmadığını gördüğünde ise artık konuyu açması gerektiğine karar verip o klasik ilk cümleyi söylemişti. Başlayalım mı artık…

Lale donuk bakışlarını Tülin’in derin bakan kahverengi gözlerine çevirdi. Titrek dudaklarından dökülmek isteyen o kadar çok cümle vardı ki… Ama aslında hepsi aynı sona ulaşıyordu. “Korkuyorum,” dedi cılız bir sesle.

“Neden korkuyorsun? Benim için tanımlayabilir misin?” diye devam etti Tülin sorularına. Elinde hâlâ yarısı dolu çay fincanıyla oynuyordu.

203

“Kâbuslar görüyorum,” dedi Lale çok uzun zamandır içinde tuttuğu bir sırrı açıklarcasına ve detaylarıyla anlatma arzusuna yenik düştü. “Hep aynı kadın… Hayalet gibi… Yaralı, kirli, üzgün… Hep… Hep aynı söz…”

“Ne söylüyor sana?” Tülin bir balık yakalamış balıkçı gibiydi. Oltaya takılan bir şeyler vardı ve hevesle daha fazlasını istiyor, sorularını sabırla sıralıyordu.

“O benim, onu bana getir…”

Lale bu kelimeleri ilk defa yüksek sesle söylemişti. Kalbi sıkıştı birden ve başını ellerinin arasına alarak gözlerini yere devirdi. Sonra histerik bir kahkaha krizine tutuldu. Saçma sapan gülüyor ve Tülin’e aslında ondan duymayı beklediği sözleri teker teker sıralıyordu.

“O benim bastırdığım ürkek yanım. Deniz’i kaybetme korkusunu bilinçaltıma ittikçe karşıma sanrılar olarak çıkıyor ve bir kadının ya da herhangi birinin gelip onu benden almasından korkuyorum. Bu yüzden geceleri huzursuz uyuyor, sürekli aynı kâbusu görüyorum. Aslında o…”

Lale devam etmeye niyetliyken Tülin onu aniden susturdu. “Bunları duymak istediğinin farkındayım. Ama üzgünüm söyleyemem. Bana başka şeyler de var gibi geliyor,” dedi ve ağlamaklı bakan kadının mavi gözlerine kilitledi bakışlarını. “Bu kadar basitse eğer, Hakan’ın bilmesini neden istemiyorsun?”

Tülin haklıydı, her zamanki gibi. Ve Lale bunu pek çok kez tecrübe etmişti. Sonunda dayanmaya çalışmanın yersiz olduğunu fark etti. Onu zaten tüm olan biteni anlatmak için çağırmamış mıydı? Boğazını temizledi ve cevap verdi.

“Halüsinasyon görüyorum,” dedi çatlayan sesiyle. “Hem de her gün, her saniye…”

Tülin oturuşunu dikleştirdi ve soğumuş çayından bir yudum aldı. “Ne tür halüsinasyonlar?”

“Düşlerimdeki kadın. Evimde dolaşıyor. Deniz’in başında bekliyor, bazen ona dokunuyor. Ve bunlar olurken uyumuyorum. Ona baktığım anda rüzgârın dağıttığı bir görüntü gibi uçup yok oluyor.”

Tüm bunları sesli söyleyince ne kadar da mantıksız gelmişti kulağına. Adı üstünde halüsinasyondu her biri. Onun çarpık zihninin oyunuydu. Başını yerden kaldırdığında Tülin tüm soğukkanlılığıyla ona bakıyordu. “Bana ilaç yazacak mısın?” diye sordu.

Tülin’in yüzünde sebepsiz bir gülümseme belirdi “Hayır,” derken. Tuhaftı, her zamankinden daha tuhaf…

“Sana bu kez ilaç vermeyeceğim. Bence o kadının neden var olduğunu kendin bulmalısın. Belki bir sonraki sefere ona sormalısın. Onu var ettiğin gibi kendin yok etmelisin. Artık bir bebeğin var ve ilaç desteği almanı doğru bulmuyorum. Unutma, beynimizi biz yönlendiririz.”

Lale rahatlamayı umduğu görüşmeden ilk kez pişman olmuştu. Sessizliğini bozmayınca Tülin devam etti.

204

“Kendine bir meşgale bul öncelikle. Tüm ilgini ve dikkatini Deniz’in üzerinden çekmelisin. O hayatının bir parçası olmalı, hayatının tamamı değil. Böylece kaygıların zamanla azalacaktır.”

Lale alay edercesine cevap verdi. “Ne yapayım? Ahşap boyama kursuna mı gideyim?”

“Mesela işine yavaş yavaş dönmeye ne dersin? Günde birkaç hastaya bakmak, klinikte vakit geçirmek sana iyi gelecektir.”

Lale başını sallayarak itiraz etti. “I-ıh… Olmaz. Deniz henüz çok ufak. Onu bakıcı eline bırakmak için evlat edinmedim. Neyse ben bir şeyler düşüneceğim bu konuda merak etme.”

Tülin saatine bakarken “Peki, haberleşiriz o zaman,” diyerek ayağa kalktı. Saat on bire geliyordu. Bugünkü ilk randevusu için sadece 45 dakika zamanı kalmıştı. Hızlı bir kalkış olduysa da aldırmadı. İyi dileklerini ve samimi duygularını iletip ayrıldı evden. Lale ise koca evde Deniz’le tek başına kaldı. Vakit geçirmek için ondan daha güzel bir meşgale olamayacağını düşünüyordu.

***

Tülin’le görüşmesinin üzerinden bir hafta geçmesine rağmen Lale’nin durumunda hiçbir değişiklik yoktu. Sadece daha az ürküyordu. Bir sabah duştan sonra aynadaki yansımasının yanında bitivermişti kadın. İlk çığlığı o zaman atmıştı. Bir gece yarısı Deniz’in sesine uyandığında kadını beşiği sallarken gördüğünde ise ikinci çığlığı atmıştı. Son çığlık ise öğlen şekerleme yaparken gördüğü düşteydi.

Onu bir köşeye sıkıştırmış boğazını sıkıyordu. Tırnaklarının etine battığını hissetmişti. Ve sürekli aynı şeyi tekrarlamıştı. O benim, onu bana getir…

Banyoda yüzünü incelerken düşünüyordu olanları. Boyuna bakmıştı uzun uzun. Bir yerlerde bir çizik, bir morluk aramıştı ama yoktu. Suyu açtı ve tekrar yüzünü yıkamaya başladı. Soğuk suyu yüzüne çarptıkça uyandığını hissetti. Tüm hücreleri donacakmış gibi gerilmişti. Gözlerini açmadan havluya uzanırken eli bir şeye çarptı ve yere düşen cam sesi geldi kulaklarına. Ama yalnızca o değildi. Bilye gibi sert zeminde yuvarlanan bir nesnenin o takip edilesi sesi geliyordu. Yuvarlak nesne büyük bir istikrarla ilerlemiş ve ufak bir sete çarparak durmuş ve o tiz tıkırtısının yankısını bırakmıştı banyoda. Lale gözlerini açtığında yere düşen şeyin basit bir parfüm şişesi olduğunu gördü. Fakat yuvarlanıp giden şeyi merak etti. Yere eğildi, diz çöktü ve etrafa bakındı. Banyo dolabının altına tuttuğu telefon ışığında parlayan o nesneyi gördü. Zorlukla uzanıp aldığında başparmağına geçenin bir yüzük olduğunu anlaması sadece birkaç saniyesini aldı. Merakla çekip çıkardı. Fakat elinde tuttuğu şey bir alyanstı.

Hakan 02/09/2016

Sol elini kaldırıp baktı. Alyansı yerli yerinde duruyordu. Fakat bu yüzüğün içinde yazan tarih sadece birkaç ay öncesine aitti. Ve eşinin adı yazıyordu. Alyansın kendisine ait olmadığını bilse de denedi. Serçe parmağına ancak sığacak büyüklükteydi. Genç, narin parmakları olan

205 bir kadın için yapılmıştı belli ki. Lale’nin içini büyük bir şüphe kapladı. O yüzük kimindi? Neden onun banyosundaydı? Ve neden tam o anda o kadın birden karşısında belirivermişti?

Lale ağırlaşmayan bedenini zorlukla yere bıraktı. Başı dönüyordu ve o kadının görüntüsü hâlâ kaybolmamıştı. Nefesi sıklaştı, gözleri karardı ve bir an için uçurumdan düşer gibi bıraktı kendini. Boşluğun içine doğru… Koyu, kıvamlı, karanlık ve soğuk boşluğun içine öylece bıraktı.

***

Bayılan insanların uyandıklarında hep söyledikleri bir söz vardır. Sanki çok derin bir uykudan uyanmak gibiydi… Lale de soğuk zeminde gözlerini açtığında aynen öyle hissetmişti. Fakat onun hissettiği başka bir şey daha vardı. Aydınlanma… Elinde tutuğu alyansa baktı bir kez daha ve aklında bir düşünce belirdi. Onu rahat bırakmayan kadınla bir bağı olduğunu… Yeni bir davayı soruşturmaya başlayan bir dedektifin heyecanıyla kalktı yerden. Aklından tonla soru geçiyordu. Pek çoğu Deniz’in gerçek annesiyle ilgiliydi. Toparlandı ve her şey normalmiş gibi davranmaya karar vererek günlük işlerinin başına geçti.

Evi toparladı, Deniz’le ilgilendi, yemek hazırladı ve Hakan eve geldiğinde onu kocaman bir gülümsemeyle karşıladı. Sıradan sohbetin geçtiği akşam yemeğinde yavaş yavaş planını uygulamaya başladı.

“Hayatım,” dedi tatlı bir tebessümle. Hakan’ın ilgisini çekmeyi hemen başardı. “Deniz’in ailesiyle ilgili bir şey biliyor musun?”

İştahla yemeğine devam eden kocası şüphelenmeden cevap verdi. “Hayır, biliyorsun bu bilgiler gizli tutuluyor. Nereden aklına geldi şimdi?”

“Bilmem, öylesine aklıma geldi işte. Yarın bir gün ortaya çıkarlar mı diye endişelerim var. O yüzden soruyorum.”

Hakan yine sanal kaygılarla boğuştuğunu düşündüğü Lale’ye baktı. Bu bakış Lale’nin rolünü gaye iyi yaptığının göstergesiydi. “Sadece öldüklerini biliyorum,” dedi Hakan sertçe. “Daha fazlası yok.”

Lale mahcup bir edayla “Anlıyorum,” diyerek başını eğdi. Yemeğine devam ederken ertesi gün için çoktan plan yapmaya başlamıştı bile.

İlk iş olarak evrakı yatak odasındaki kasadan çıkaracak, işlemlerin nerelerden hangi aşamalardan geçtiğine bakacaktı. Sonrasında kuruma gidip yetkili kişilerle görüşecekti. Bir ipucu yakalamak için sağlam bir bahane bulmalıydı. Düşündü, düşündü, düşündü… Bütün gece tatmin edici bir cevap alabilmek için düşündü.

***

Saat henüz dokuzu gösterirken Lale, Deniz’i ara sıra ona yardıma gelen Hanife Hanım’a emanet ederek evden çıktı. Yıllardır ev işlerine bakan kırklı yaşlardaki kadının beş çocuk büyütmüş olmasına güvenerek aklında tek bir soru işareti bile kalmadan ayrılmıştı evden.

206

Üstelik ağzı çok sıkıydı. Tembihlemeye bile gerek duymamıştı kadını. Arabasına atladığı gibi Kadıköy evlat edindirme kurumunun yolunu tuttu. Sabah trafiğinde geçen bir buçuk saatlik yolculuğun ardından kurumun müdiresi Nihal Hanım’ın odasında az şekerli türk kahvesini yudumlarken buldu kendini. Havadan sudan başlayan cümleleri es geçerek doğrudan konuya girdi.

“Nihal Hanım biliyorsunuz, Deniz’i yeni evlat edindik. Çok kısa zamanda da alıştık. O ailemizin bir parçası.”

Lale’nin söylediklerini kadın pür dikkat dinliyordu. Bir kaşının havaya kalkmasından şüpheci tavrını anlamak zor olmadı. Kısa bir duraksamadan sonra devam etti.

“Deniz benim hayattaki en değerli varlığım artık. Ben de ona daha iyi bir gelecek verebilmek için her şeyi düşünerek yaşıyorum. Buna doğabilecek sağlık sorunları da dahil…”

Nihal Hanım aniden araya girdi. “Anlayamadım? Sağlık sorunu derken neyi kastediyorsunuz?”

Samimi bir gülümsemeyle karşıladı Lale kadını. “Yanlış anladınız sanırım. Benimkisi sadece önlem. Malum, mesleğimin getirdiği bir durum bu. Her gün onlarca insanla karşılaşıyoruz. Geç kalınmış teşhislerden dolayı geri dönülemeyen hastalıklarla mücadele eden hastaları gördükçe… Yılda iki kez detaylı bir taramadan geçmeyi âdet edindik. Bilirsiniz, erken teşhis hayat kurtarır deriz ya hep. Deniz de artık bizim çocuğumuz olduğu için onu da detaylı bir chek-uptan geçirdik.”

Nihal Hanım’ın bakışlarındaki şüphe yerini korkuya bırakmıştı. Duyacaklarını duymak istediğinden emin değildi. Nefesini tuttu ve Lale’nin söyleyeceklerini tansiyonu şakaklarında atarken dinledi.

“Kan testlerinde beni huzursuz eden birkaç şeye rastladık,” demesiyle Nihal Hanım inlercesine “Aman yarabbi! Neyi var yavrucağın?” diye atıldı ortaya. Lale yemini yutturmuş olmanın verdiği hazla kahkaha atmak istese de kendine hâkim oldu.

“Sakin olun lütfen. Henüz endişelenecek bir durum yok. Yalnız değerleri ileride bazı hastalıkların ortaya çıkma ihtimalini yüksek kılıyor. Bu yüzden de sizinle görüşmeye geldim. Onun sağlığı için her önlemi almak istiyorum, anlıyorsunuz değil mi?”

Kadın şaşkınlıkla kaygı arasında gidip gelen duygularından sıyrılamıyordu. “Sizin için ne yapabilirim?” diyebildi yalnızca.

“Eğer bir gün beklendiği gibi Deniz rahatsızlanırsa ailesinden birinin donör olması gerekebilir. Bu yüzden de anne ya da babasıyla görüşmek istiyorum. Biliyorum bu bilgiler gizli ve benimle paylaşmak istemeyeceksiniz. Ama sizi temin ederim, bu asla sorun olmayacak. Sonuçta özel bir durum söz konusu. Hatta isterseniz size tahlil sonuçlarını ve doktor raporlarını getirebilirim.”

Lale’nin son sözleri kalbinin delice atmasına sebep olmuştu. Ya kadın raporları isterse? Onay almak için üst kurumlarla yazışması gerekirse? İşler çığırından çıkabilirdi. Kalbi sanki

207 kulaklarında atıyormuş gibi delice bir uğultu vardı. Sustu ve bekledi. Nihal Hanımsa buruk bir sesle karşılık verdi.

“Ah Lale Hanım. Nasıl üzüldüm anlatamam. Daha el kadar yavrucak. Umalım da böyle bir durum hiç olmasın.”

Lale sesinin titremesinden korkarak araya girdi. “Ne diyorsunuz peki? Görüşme için yardımcı olacak mısınız?”

“Keşke olabilseydim. Ama mümkünü yok. Çünkü ikisi de hayatta değil.”

Lale bir an Hakan’ın söylediklerini düşündü. Öldüklerini biliyorum demişti. Bu doğru olabilir miydi? Lale zihnindeki sorulara yanıt ararken Nihal Hanımın aynı tonda ilerleyen sesini duymuyordu artık. Fakat kadının konuşmasında bir detay ilgisini çekti ve tüm dikkatini ona yöneltti.

“.... ne zamandı tam hatırlayamıyorum. Hani şu Şile yolunda bir trafik kazası olmuştu. Gazeteler falan yazmıştı. Babası kaza yerinde ölmüş hemen. Annesi de uzun süre komada kaldı. Sonra yakınları fişi çekmek istemişler. Deniz bize kazadan hemen sonra geldi. Ama annesinin….”

Lale kadının sözünü kesti aniden. “Anlıyorum Nihal Hanım, çok yardımcı oldunuz. Teşekkür ederim,” derken yavaşça toparlanmaya başladı. Kadın da yarım kalan cümlesine aldırmadan yolcu etmek için yerinden kalktı.

“Keşke elimden daha fazlası gelseydi,” diyerek tebessüm etti.

Lale soğuk bir tokalaşmanın ardından odadan çıktı ve hızlı adımlarla arabasına doğru gitti. Bir an önce uygun bir yer bulup internette çıkan haberi incelemesi gerekiyordu. Deniz’in annesi hâlâ hayatta olabilirdi. Belki o fiş hiç çekilmemişti belki de kadın çoktan uyanmış oğlunu arıyordu. Süratle arabayı sürdü. Yolda uygun bir park yeri aradı ve bir an gözü saate kaydı. Öğlen olmak üzereydi. İçinde müthiş bir özlem büyüdü. Deniz’i görmek ona sarılmak, kokusunu içine çekmek istedi. İlk gün için fena iş çıkarmadığını düşünerek eve dönmeye karar verdi. Araştırmasına evde devam etmek o an için en mantıklısıydı.

***

17 Haziran 2016

Şile yolunda kaza. Direksiyon hâkimiyetini kaybeden sürücü yoldan çıkarak dört takla attı. Harun Erata olay yerinde hayatını kaybederken ağır yaralanan Ebru Kore, Ümraniye devlet hastanesine kaldırıldı. Hayati tehlikesi devam ediyor.

İnternet haberlerinde birbirine benzeyen yazıları okudu, kazanın fotoğraflarına baktı içinde bir yer cız ederek. Hiç tanımadığı insanların hayattan kopuşu ona yeni bir hayatın kapılarını açmıştı. Onların ölümünden dolayı Deniz şu an onun kanatları altındaydı. Mutlu olmuştu, şükretmişti. Ne için? Trafik kazasında öldükleri için miydi?

208

Mutlu olduğu her saniyeyi düşündüğünde vicdanını sızlatan o tarifsiz acıdan boğulacağını hissetti. Ve bilgilerin neden gizli tutulması gerektiğine kendince bir sebep daha buldu. Başını ellerinin arasına aldı ve gözlerinden akan yaşların dinmesi için bir süre öylece bekledi. Kalbi kor alevler gibi yanıyordu. Fakat bedeni sanki her geçen saniye buz kesiyordu. Boynundan başlayan soğukluk omuriliğini takip ediyor, beline oradan dizlerine kadar iniyordu. İçini ürperten soğuk bir rüzgâr esti sanki. Perdeler havalandı, masada duran çiçeklerin yaprakları hışırdadı. Bezgince başını açık kaldığını düşündüğü pencereye bakmak için çevirdiğinde omzuna dokunan o eli gördü.

“Onu bana getir….”

Lale’nin çığlığıyla kadının silueti bir anda yok oldu yine. Korkuyordu. Bu kâbus dolu anların hiç bitmemesinden… O kadının ölmüş olmasından… Ya da aslında hiç ölmemesinden… Deniz’i ona vermekten… Ya da ona verememekten… Her şeyden korkuyordu. Hızla bilgisayarın geçmişini temizledi ve kapadı. Not aldığı mini ajandasını çantasının derinliklerine sokuşturdu ve Deniz’in yanına gitti. Uykuda olan bebeğin başında pamuk tenini izledi bir süre.

***

Hanife yıllardır hep aynı rutinde gelirdi. Haftada üç kez. On bir yıldan sonra Lale Hanım ondan ertesi gün yine gelmesini istemişti. Hem de temizlik için değil. Deniz’e göz kulak olmak için. Bir evin içinde o evin halkından olmadan bu kadar uzun süre kalmanızın yalnızca bir yolu vardır. Nerede durmanız gerektiğini ve nerede konuşmanız gerektiğini bilmeniz gerekir. Hanife sadece “Tabii gelirim Lale Hanım,” demişti. Ne sebebini sormuş, ne saatini ne de ne kadar süreceğini. Yalnızca sabah dokuzu yedi geçe orada olmuştu.

Lale çoktan hazırlanmış onu bekliyordu. Tipik telaşlı anne edasıyla binlerce tembihi sıralaması gerekirken “Her şeyin yerini biliyorsun Hanife, bir şey olursa ararsın,” diyerek hışımla çıkmıştı evden. Acelesi vardı. Gidecek yolu, düşünecek çok şeyi vardı. Ne bulacağından ya da ne duyacağından emin değildi. Sonucu ne olursa olsun onu deliye çeviren bu gizemi çözmekti derdi. Sadece arabayı sürdü.

***

Hastanenin önüne geldiğinde dizlerinin bağının çözüldüğünü hissetti. İçeri bile giremezse sonuna kadar asla gidemezdi. Kendini telkin etti. Sen bir doktorsun ve yılların hastanelerde geçti. Kimseye sormadan bile aradığını bulabilirsin. Gerçekten öyle miydi? Bulabilir miydi? Cesaretini toparlayıp içeri girdi ve danışmaya doğru ilerledi. Gözüne kestirdiği çıtı pıtı kızın yanına gidip sıradan bir vatandaş gibi davrandı.

“Kolay gelsin, Ebru Kore adında bir hastamız vardı. Oda numarasını öğrenebilir miyim?”

Kız yapmacık bir gülümsemeyle karşıladı sorusunu ve bilgisayarda birkaç tuşa bastıktan sonra cevap verdi.

209

“Hasta Yoğun Bakım ünitesinde. Ziyaretçi saati henüz başlamadı. Saat 14.00 ile 16.00 arasında görebilirsiniz.”

Lale “Teşekkür ederim,” diyerek hızla ayrıldı bankodan. Bu durumu düşünmüştü. Ama onun niyeti zaten ziyaret değildi.

Planın sonraki aşamasına geçebilmek için önce sakinleşmesi gerekiyordu. Duyduklarıyla kalbi hızla çarpmaya başlamıştı. Ebru Kore yaşıyordu ve o, onun oğlunu, onun Deniz’ini elinden almıştı. Biraz hava almak için dışarı çıktı. Çantasından bir sigara çıkardı ve yaktı. Ciğerlerine dolan zehirli dumanın başını döndürmesini bekledi. Aylardır tek bir dal bile sigara içmemişti fakat bugün ihtiyacı olacağını biliyordu. O yüzden de çantasına koyulacaklar listesinde ilk sırada yer almıştı. Sigarasını bitirdi ve otoparka yöneldi. Artık daha profesyonel bir oyunculuk sergilemeliydi.

Arabanın yanına geldiği gibi bagajı açıp hazırladığı çantayı açtı. İçinden yaka kartını, boş A4’lerle dolu hasta dosyasını çıkardı. Kırışmaması için zemine serdiği önlüğünü çıkarıp üzerine geçirdi. Cep telefonunu önlüğün cebine koydu. Montunu, çantasını ve üzerinde olmaması gereken her şeyi çıkarıp bagaja koydu. Tekrar hastanenin yolunu tuttu.

Büyük bir soğukkanlılıkla içeri girdi. Gözleri duvarlarda asılı tabelada Yoğun Bakım Ünitesini aradı. 4. Kat. Asansöre yöneldi. Hasta ve ziyaretçi kalabalığının arasında dördüncü kata doğru ilerledi. Soğuk terler boşalıyordu vücudundan. Nefes alışverişi her saniye daha da sıklaşıyordu. Asansörün sesiyle birlikte yere eğdiği başını kaldırdı. Dışarı taşan kalabalığın arasından sıyrılıp geçti. Sessizliğin çöktüğü hastane koridorlarında ilerledi. Köşeyi döndüğünde otomatik kapının üzerinde kocaman harflerle Yoğun Bakım yazıyordu.

Kapının yanına geldi ve içerden açılması için zile bastı. Buzlu camın ardında kendi aralarında sohbet eden iki hemşireden biri merakla kapıya yöneldi. Belli belirsiz seçilen beyaz önlüğü fark edilmiş olacaktı ki henüz yirmili yaşların başındaki genç kız kapıyı açtı. Yabancı gelen yüzüne bakarken tedirgin olduğu belliydi.

“Buyrun Hocam, hoş geldiniz,” dedi genç kız.

Lale soğuk bakışlarla karşıladı onu. Yılların tecrübesiydi ne de olsa. “Kolay gelsin,” diyerek bankodaki hasta dosyalarının başına geçti. Hemşireler tek kelime etmeden Lale’yi izliyordu. Elindeki sahte dosyayı bankonun üzerine bıraktı ve hızlıca Ebru Kore’nin dosyasını aradı. Birkaç saniye içinde aradığını buldu. Dosyayı açıp hızlıca son durumuna göz attı. Yeni devir aldığı hastanın tedavi geçmişine bakıyordu sanki ve o anda aklında yanıp sönen soruyla kedine geldi. Ne yapıyorum ben?

Dosyayı yerine bırakarak kadının kaldığı odanın kapısına doğru ilerledi. Ağır adımlarla. Nefesini tuttu ve içeri girdi. Cihazlara bağlı yatan kadının yaşadığına dair tek kanıt monitörden gelen kalp atışlarının sesiydi. Yatağın yanına yaklaştı iyice ve hala iyileşmemiş yaralarının bıraktığı izlere baktı. Kapalı göz kapaklarının ardındaki gözlerin de tıpkı Deniz’inkiler gibi mavi olduğunu düşündü. Zayıftı, güçsüzdü, acizdi. Kalbindeki o acı baş gösterdi yine. Dudakları titrerken elini tuttu ve yarım birkaç cümle döküldü.

“Biliyorum… O senin… Onu sana getireceğim. Ama bunun için uyanman gerek…”

210

***

Bip… Bip… Bip…

Monitörden gelen ses sıklaşmaya başladı. Nabız giderek artıyordu. Acil durum sinyalinin duyulduğu her yerden doktorlar odaya doluşmaya başladı. Yedi aydan sonra stabil durumdaki bir hastadan ilk defa bir tepki alıyorlardı. Belki artık gitmek istiyordu belki de uyanmak… Her biri bir yandan müdahale ediyor, serumlar takılıyor, iğneler yapılıyor, kalp atışları sayılıyordu. Fakat tüm bu hengâmenin içinde kimse onu fark etmiyordu. Neden?

Lale başının döndüğünü hissetti. Elini cebine attı ve yanında getirdiği alyansı çıkardı. Başını çevirip tekrar kadına baktı. Hayata tutunmaya çalışan kadına. Onu duymuş muydu? Onu tanıyor muydu? O… Ona neden bu kadar tanıdık geliyordu ki?

Kulaklarını dolduran uğultunun içinde hissettiği baş dönmesi şiddetini arttırmıştı. Gözleri yakıcı spot ışıklarına karşı bakıyor gibi kamaşmıştı. Sesler birbirine karışıyordu. Görüntüler soluklaşıyordu. Yer ayaklarının altından kayıyor, bedeni tüy gibi hafifliyordu. Ve o içinde bulunduğu an birdenbire yok oluyordu.

***

“Lale Hanım? Lale Hanım? Beni duyabiliyor musunuz?”

Lale gözlerini yarım yamalak açmış etrafında olup bitenleri algılamaya çalışıyordu. Gözlerindeki tepkiyi ölçmek için tutulan ışıktı gözlerini yakan. Doktor eğilmiş ona sesleniyordu. Duyduğunu söylemek istediğinde boğazında bir acı belirdi, konuşamadı. Sadece gözlerini kırpabildi. Orta yaşlı adamın soruları devam ediyordu.

Bir kısmını duymadı, pek çoğunu dinlemedi. O sadece tek bir şeye odaklanmıştı. Deniz. Zorlukla dudaklarını araladı ve çatallı sesiyle bir şeyler söylemeye çalıştı.

“Oğlum… Deniz…”

Doktor Adnan duyduğu cılız sese hemen tepki verdi. “Oğlunuz iyi, eşinize hemen haber vereceğiz. Onu gör…”

Lale cihazlara bağlı bedenindeki acılara aldırmadan tüm gücünü o tek kelime için harcadı.

“Hayır!”

Doktor Adnan sakinlikle karşıladı onu. “Peki,” dedi ve odadaki kalabalığı dışarı çıkardı. Kontrollerine devam etti hastasını zorlamadan ve yormadan. Sadece sorması gerekenleri sordu en kısa cevapları alacak şekilde.

***

211

Komada geçen yedi ayın sonunda Lale uyanmıştı. Zaman acımasızca ilerlemiş, hayat değişmişti. Fakat o kaza geçirdiği o günde kalmıştı.

17 Haziran 2016

Deniz henüz üç aylıktı. Zorlu bir hamilelik ve yorucu geçen bir lohusalığın ardından Hakan’la aralarındaki aşkı tazelemek için tatlı bir sürpriz peşindeydi. Şile’deki yazlıkta baş başa geçecek bir hafta sonu her ikisine de iyi gelecekti. Cuma gününden gidip hazırlıklara başlamak için yola çıkmıştı. Fakat eve vardığında bulduğu manzara asla beklediği gibi değildi. Toplantıda olması gereken kocası gün ortasında genç sevgilisiyle, onun evinde, onun yatağındaydı.

Öfkeyle sürmüştü arabayı. Kaza anına dair pek bir şey hatırlamıyordu. Aklına kazınan tek şey aldatılmış olmaktı. İşte bu yüzden var gücüyle “Hayır!” diye bağırmıştı o gözlerini açtığı ilk anda. Ve Deniz’ini görmeme uğruna bir karar vermişti. Onun uyandığından taburcu olana dek Hakan’ın asla haberi olmayacaktı.

Şimdi o gün gelip çatmıştı. Tülin elinde bir buket çiçekle onu almaya gelmişti. Ölümün eşiğinde dans ederken bile onu bırakmayan dostu tüm ayarlamaları halletmişti. Lale yataktan kalktı ve Tülin’in elindeki çiçekleri alıp kokusunu içine çekti. Artık Deniz’inin hasret kaldığı kokusunu almaya gidiyordu.

Birlikte hastaneden çıkıp Lale’nin evine doğru yola koyuldular. Lale hâlâ yorgundu. İyileşmiş de olsa kırıklarındaki sızı hareket ettikçe devam ediyordu. Zaman zaman dengesini kaybediyor olsa da artık kendi başına yürüyebiliyordu. Sahte uykusuyla birlikte evinden tam 8,5 aydır uzaktaydı. Ama artık dönmüştü. Hayattaydı.

Tülin arabayı usulca evin önüne park etti. Hakan’ın siyah Volvo’sunun yanında duran kırmızı bir araba vardı. Lale başından aşağı kaynar suların döküldüğünü hissetti. Ama yine de dayandı. Yavaş fakat emin adımlarla kapıya yöneldi. Zile bastı. Kapıyı hiç unutmadığı Hanife açtı şaşkınlık içinde. Dili tutulan kadının dudaklarına parmaklarını koydu “Şişşşşş,” diyerek. Hanife akıllı kadındı. Çoğu zaman hiçbir şey söylenmesine gerek olmadan anlardı hanımının derdini. Yine öyle oldu. Kapının önünden çekilerek ona yol verdi.

Lale gözlerini evinin değişen mobilyalarında gezdirirken içerden yükselen sesi duydu.

“Kim geldi Hanife?” diyordu o genç kadın sesi. Onun yokluğunda onun evine yerleşen, hayatına kurulan o ucuz kadının sesi…

Salonun girişinde kucağında Deniz’le belirince cevap verdi Lale.

“Ben geldim. O benim çocuğum. Bu benim evim. Ve bu benim hayatım. Onları almaya geldim.”

212

BİTTİ

FABİSAD ALMANAK 2016

“Hayal Kurmak Özgürleştirir”

www.fabisad.com

ENTROPOL KİTAP

www.entropolkitap.com

213