• A P R 1 L • A P R 1 L

Yayın No: 187

1. Baskı: Eylül 2018

ISBN: 978-605-68426-8-9

Yayın Yönetmeni K. Egemen İPEK

Editör Yayın K. Egemen İPEK A.P.R.l.L Yayıncılık Nazlı Berivan AK Tarık Zafer Tunaya Sokak Ayça AKIN 21/3 Gümüşsuyu-Beyoğlu- Tel: Son Okuma [00 901 212 252 94 38 Faks: (00 901 212 252 94 39 Nimet KIRŞAN www.aprilyayincilik.com bilgircıaprilyayincilik.com Kapak Tasarım Hakan KARATAŞ Bu kitabın yayın hakları April Yayıncılık"a aittir.

İç Tasarım Çelebi ŞENEL Bu kitabın baskısından 5846 ve 2936 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası Hükümleri gereğince

Baskı alıntı yapılamaz, fotokopi yöntemiyle çoğaltılamaz, Ayrıntı Basımevi resim, şekil. şema, grafik vb yayınevinin izni Sertifika No: 13987 olmadan kopya edilemez .

Çok daha iyisine layık olan Azize'ye ...

Elinizdeki kitap Ti tanik kadarge rçektir. Suya bırakırsanız batar.

Bitmese, bitmese bu aşk oyunu Gelmese, gelmese hayatın sonu [EMEL SAYIN şarkısı, 1971, Söz: Ülkü Aker]

Hayat bir gemidir. Alabora olacağı kesin bir gemi. [NIETZSCHE, 1844-1900)

Cem-i cümlemiz Titanik yolcusuyuz. [JACK FOSTER]

İÇİNDEKİLER

Turistik meydan savaşı ••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 17 Ölüye sempati duysan da, cesetle empati kuramazsın •••••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 21

Hepinize yetecek kadar mermi varı •••••••••••••••••••••••••• 23

Geminin içindeki şeytan üçgeni ...... 25

[MARCO MONTES]

Kainata dışarıdan bakmak ...... 29

Dünyanın en lüks felaketinde başroldesin•••••••••••••••• 35

Hediye paketindeki Gordion düğümü •••••••••••••••••••••••• 38

Bizim hayatımız değil bu •••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 42

Terazi lastik balistik ••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 45

Michelangelo'nun yonttuğu elma ••••••••••••••••••••••••••••••• 50

5 duyuya birden hitap eden dilber ••••••••••••••••••••••••••••• 52

Kemale ermek için yapılan hileler...... 55

Seni 50 yıl daha seveceğim ••••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 56

Yüzmeyi, günah batakhğında öğrenmek ••••••••••••••••••• 58

Avusturya'daki kanguru •••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 63

Pinokyo ile Frankenstein'ın ortak akrabası ...... 69

Her an yeni bir kıyamet kopabilir •••••••••••••••••••••••••••••• 74

Kötüler yaşar, iyiler rüya görür •••••••••••••••••••••••••••••••••• 79

Körleşmeyi başlatan, göz temasıdmr•••••••••••••••••••••••••• 81

Gaipten meçhule yuvarlanmak •••••••••••••••••••••••••••••••••• 83 içimden bir ses

"Kendini dinlemekten vazgeç" diyor ••••••••••••••••••••••••• 86

Çok isterdim ama hiç istemiyorum ••••••••••••••••••••••••••• 90

13 Tekrarlanmaya değer hatalar...•.•.•...... •.•...... •.•...... 95

Saniyenin kısa tarihi ...••.•••...... •••...... •...... •.•.•.•..... 97

Sinbad tesadüfü ...... •...... •...... •••••...... 101

Timsah gıdıklamak •.••..•...... •...... •.•...... ••••...... •. 11 O

Ömrümün geri kalanını etkileyecek bir aptallık •••• 115

Zombiler doktora gitmez •••••••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 117 Kadın gözyaşı:

Tarihin akışım değiştiren biyolojik silah ••••••••••••••••• 120

Yuh! Pehl Tüh! .•.••...•••••••••••••...•.•.•••.•.....•.•••...... •••••••.. 125

Ding dong! King Kong'la ping pongl •••••••••••••••••••••••• 128

Okyanusta orman kanunu ...... ••...... •.•.•••.•...•...•••••••.•. 131

Uçaktan paraşütsüz atılan kukla •••••••••••••••••••••••••••• 137

Kabus gören hortlak ...... 140 Öyle çok yağmur yağdı ki

Nuh aleyhisselamla em pati kurdum •••••••••••••••••••••••• 142

Sahibinden mutlu köle •••.•.•.•....•....••..••.•...... •••••.•...... 146

Batan geminin romancısı ..•.•••••••••....•..•.•••••...... •.•••••.. 154

Sensiz yaşamak, seninle yaşamanın tek yolu•••••••• 156

[REFiK RiSK]

Besili embesil •••.•.•••..•.•.•.•.•••••.•.•.•....•.•.••••...... •.••••..•• 165

Ben evrende bir noktayım sevgilim ••••••••••••••••••••••••• 169

Yolu, bekleyerek yartlamak ...... 176 ikide bir sıfırdan başlamak •••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 181

Nostalji patinajı ••.•.•...... •.•.•.•...... •.••••••••...... ••••••• 186

Antika Titanik ••.•..•.•••••••...... •.•.•••••.••...... •.••• 190

Canlı kum torbası .....•••.••••••...... •...•...••..••.••.•....•...... 193

Occam'an Usturası, Hegel'in Testeresi •••••••••••••••••••• 194

Kaosa mütevazı bir katkı ...... 198

Çıplaklar kampından, maskeli baloya ışınlanmak•••• 200

Gencebay'ın ordusunda savaştlm ...... 202 imkansızı isteye isteye bugünlere geldik •••••••••••••• 206

Hipotez ile tevil arasında bocalamak••••••••••••••••••••• 208

Rastlantılar tesadüfi değildir ••••••••••••••••••••••••••••••••••• 210

14 Hayatımıza mana katan şey,

yaşam kalitemizi düşürüyor ...... 214

Çekirdek reklamındaki çekirdek aile ...... 216

Ölürsem yaşayamam .•...•••.••.•.....•.•.•.•••••••••••.•••.•..•.•••• 218

"Ninem, diğer ninemi öldürdü".•...... •.•.•.•••••••••••••••••.. 221 Suikastçı gibi düşünüp

dansöz gibi davranamazsın •••..••••••••••.••••••.....•.....•.•• 224

Şimdinin bittiği an .•.•.••••..•.•.•.•.•••...•.•.•.•...... •..••••••••••. 228

[ŞiFA ŞAVK] Aşk savaştan farksız

ve ben aşkın vicdani retçisiyim ••••••••••••••••••••••••••••••• 237

Haysiyetini kaybet ki şeref kazanasın ••••••••••••••••••• 242

işaret diliyle seks ...... 244

Düğündeki doberman ...•.•.•.•.•...... •.•.•.•.•••••.....•...... •• 248

Onay tohumu .....•.•.•...... •.••••....•...... ••..•••...... ••.•.. 249

Yapay gölde yüzen plastik ördek ••••••••••••••••••••••••••••• 252

Sualtında geçen bir fabl •.•...•.•...... ••.••••...... •.•••. 256

Bazı saniyeler, yllları yutar •••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 258

Utanmadığım için utanıyorum•••••••••••••••••••••••••••••••••• 261

Libidosunun dikine giden ulema ve şürekası ••••••••• 263

Fransızca konuşan Afrika papağanı •••••••••••••••••••••••• 266

Pırlanta çekirdekli zeytinler ••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 268

Parazite kucak açmak ...... 272

Kafasızın alınyazısı ...... 274

Baştan başlayan bahar ...... •.••...... •.•.•.... 278

Diken çelengi ...... •.•.•....•...... ••.•.•.....•.•.•.•.... 283

Kanın kaldırma kuvveti ...... 289

Bu Bir Popo Değildir ...... •...•••...... •...... ••••...... •.•.•.. 291

Terminator'ün temin ettiği Titanik bileti ••••••••••••••• 294

"Kimseyle konuşma. Ruhlarla bile." ••••••••••••••••••••••••298

Bir b.k anlamadım ama çok etkilendim ••••••••••••••••••303

Öpücükten mahrum kalan kurbağa ••••••••••••••••••••••••• 305

Paranormal melodram...... 308

15 [REFiK RiSK]

Kahire ruleti ...... 315

Cehennemde taksi tutup cennete gidemezsin••••••• 317

Doğduktan sonra, tekme atmayı bıraktım •••••••••••••• 319

Sıfırıncı Dünya Savaşı .•.••.•...... •...... 322

Eceline kişneyen ltalyan Aygırı ...... 327

Şeytan, ondaki cevheri görmüş ••••••••••••••••••••••••••••••• 329

Okyanusun ortasındaki finiş çizgisi •••••••••••••••••••••••• 331

Tabut kıymığı ...... 338

Köpekbahkları "Hoştl"tan anlamaz •••••••••••••••••••••••• 340

.Jilet fabrikasmdan çıkma tetikçiler ••••••••••••••••••••••• 343

General Miyav ...... 345

Sakallı Lütfü'nün emaneti...... 348

Yanhşhkla düzeltilen hata ••••••••••••••••••••••••••••••••••••••• 353

Havaalanına inen sinek ...... 358

16 Turistik meydan savaşı

Uyanma vakti geldi. Gözlerini aç ve intikamını al! [Titanik'teki mumyanın muskasındaki yazı]

Titanik'in dört bacasından da kan püskürüyor!

Güvertelerde koşuşturan 2 bin 222 yolcu; kılıçlar, balta­ lar, kamalar, oraklarla birbirini delik deşik ediyor! Gemide yaş ortalaması 70! Takma dişli buruşuklar, pe­ ruklu moruklar, bastonlu kartalozlar, fıyangolu kokonalar komple çıldırmışlar! Halüsinasyon gören Haçlı ordularının huşu yüklü cinne­ tiyle atılıyorlar. Yaydan fırlayanyamyam motivasyonuyla hücum ediyorlar. Kıpkızıl, zehirli bir zamkın içinde çırpınarak birbirlerini gırtlaklıyorlar! Tarihteki, hikayelerdeki tüm destansı çatışmaların haşin özü, konsantresi, usaresi bir şırıngaya çekilip Titanik'e zerkedilmiş! Korkuyla kavrulmuş suratlara, telaşla haşlanmış gövdelere kızıl zikzaklar çiziliyor! Harlı köpüklü kaygan zeminde bir hayat memat koşusu, mahşer olimpiyatı. Atlas Okyanusu cinai haykırışlar, cinnet çığlıkları ve can­ hıraş feryatlarla çınlıyor!

17 Astronomik bir sabotaj! Oşinografık bir hüsran! Felaket, skandal ve deliliğin ağulu terkibi! Dalgalar yeni bilenmiş bıçaklar gibi bordaya, karinaya zınk zınk saplanıyor! Şatafatın, debdebenin, ihtişamın dekorundaki kristaller, cinayet sahnelerini gökkuşaklarıyla çerçeveleyip çoğaltıyor. Yüzen sarayda kıyametin nihai alametleri belirmişti. Gemi düdüğü müydü çalan, sur mu üflenmişti? Oysa daha demin okyanusun demli karanlığında yaka­ mozlu eteklerini kraliçe özgüveniyle sürüyerek süzülüyordu?! Müzayede vitrininde siyah kadifeye dizilmiş, mücevher­ lerle bezeli Bizans hançer koleksiyonu gibi göz kamaştırıyordu. Fakat şimdi. .. birdenbire mutantan bir mutam izdihamı yaşanan, kaotik bir katliam platformuna dönüştü! [Derinlerden, Bear McCreary'nin Battlestar Galactica için bestelediği Boomer Ta kes Hera duyuluyor.] Kraliyet düğünü pastası gibi görkemli transatlantiğe, ce­ hennemin zıkkım sosları dökülmüş, lüks döşemelere yayılmış. Gaz maskeli komandolar, Kalaşnikov'larıyla [AK 107] keş­ mekeş çorbasını karıştırıyor. Buz dumanı içinde titreyen gövdeler, soğuk namlularla dürtülünce bir anda korlaşıyor! Vahşetin haşyeti anbean artıyor. Herkes, kuduza yakalanmış zombi çevikliğiyle saldırıyor. Viagra reklamı gibi. Kambur pompuruğun sırtından çekilen bıçak, titrek ca­ dalozun suratına saplanıyor!

18 İhtiyar bir kadın sendeleyerek, uzun ak sakallarından kav­ radığı bir kelleyi sürüklüyor! Vı nk! Gaipten bir ok! Teyzeci­ ğin çürük karpuz kafasınıyarıyor! Afrikalı büyükelçi, İngiliz rockstar'ın göğsüne baltayı in­ diriyor! Japon işadamı, 1965 Ve nezuela güzellik kraliçesinin şah- damarını hırsla ısırıp koparıyor! Şeyh, kılıçla, mösyönün boynunu vuruyor! Nobelli akademisyen, Hollywood jönünü sopalıyor! Kont, leydinin ince belini orakla biçiyor! Fraklar, döpiyesler, kravatlar, straplez elbiseler, smokin­ ler, fırfırlar... yırtılıp yanarak, lime lime paçavraya, küle dö­ nüp uçuşuyor!

72 milletin temsil edildiği cihan harbi modeli. Köpekbalığı sırıtışlı hortlakların imha savaşı.

Uzunluğu 7 bin metreyi bulan koridorlara gürül gürül dolan kan, ter, salya, kusmuk, sümük, yağ, idrar. .. kokteyli hızla yükseliyor! Hercümerç içindeki "son nefes" korosunun dehşetengiz vo­ kali, hercai geceye mentollü bir duman gibi yayılıyor. Pili zayıflamış Barbie bebek misali ayaklarını sürüyen Jojo Jaguar, köprü üstünde ağlayarak aranıyor: "Marcooooooo!" Elindeki şarap kadehi, solgun bir fe neri andırıyor: "Marcoo- 00000 !" Savrulan kılıçlar, fı rlayan oklar, inip kalkan baltalar arasında ... Sırılsıklam, mecalsiz bir sarhoşluğun içinden sesle­ niyor: "Marcooooooo!" GÜMMM! Karamel saçların çevrele­ diği kalp şeklinde sütlü dondurmaya benzeyen yüzü, bir bal­ yoz darbesiyle ezilip dağılıyor!

19 İç organlarımın naylon gibi büzüştüğünü hissediyorum. Kal­ bimin kırmızı kablosu kesiliyor, beynimden bir conta fırlıyor! Titanik, granüllü bir adrenalin medcezirinde su yatağı mi­ sali savruluyor, korku girdabında bir ölüm döşeği gibi fı rıl fı­ rıl dönüyor! Yerden göğe yağıyor kan. Tüm fıskiyeler sonuna kadar açılmış. Lazer şovunu andıran; titrek, dalgalı, kızılötesi kan. Festival konfetisi, havai fişek, buz tozları, ham petrol gibi fış­ kıran, saçılan, desenleşen, yanardöner kan. Yağlı parıltılarla fokurdayıp köpüren, yalazlanacak devriye gezen, lanetli bir hazine gibi ışıl ışıl kan. Titanik'in kendi kanı; art arda patla­ yan borularından püsküren, pervanelerini döndüren, benzin gibi tutuşup alev alan kan. Kamaralara şırıl şırıl sızıyor, lom­ bozlarda yalpalanıyor, hipnoz helezonları gibi vızıldayıp hal­ kalanıyor! Sel basmış zindan bodrumunun kırmızı alarmı! .. Ben delirdi çok olmuştu. Şimdi ise divaneliğin ötesinde, adı konmamış bir evredeyim. Cinnetin artçı şokları, ruhumu meşum bir ayazla yakıyordu. Can çekişirken, şeytan tarafın­ dan gıdıklanmak mı desem? Kuyumcu terazisinde tartılmış bir paradoks? Zor sorulardan ibaret bir alınyazısı? .. • Televizyonu açık bırakıp kendimi balkona attım. Bir si­ gara yaktım. Geceleyin gökyüzü deli kızın çeyizi gibi karma­ karışıktı. İstanbul'un üzerine ışık kırıntıları saçılmıştı. Gökte yüzen ince dumanın içinde UFO'lar, yarasaları ürkütmüştü. Kimileri tehlikeyi sever; ben onlardan değilim. Fakat bu, peşimdeki profesyoneller için bir anlam taşımıyordu. Alnım­ daki soru işareti çengelinin altına noktayı koyacaklardı. Cayır cayır yanan okyanus şöminesi Titanik'e atılan son odun ben olacaktım. Kıçımı kurtaranlar, kellemi koparacaktı ...

20 Ölüye sempati duysan da, cesetle empati kuramazsın

Te levizyon, cinayeti evlere getirdi; ait olduğu yere. [ALFRED HITCHCOCK, 1899 - 1980]

Gece çalışan insanların uykusuzluktan ötürü yaptıkları ha­ talar heryıl 500 milyardo larlık hasara sebep oluyor. Dünyada her saniye 2 kişi ölür. Köpekbalığı saldırısına uğrayan kadın sayısı, erkek sayısı­ nın 1 O katıdır. CNN'in en meşhur moderatörü Delilah Dale, Titanik'ten bildiriyor. 2019'un 10 Nisan'ında Southampton'dan demir alan ge­ miden, aralıksız canlı yayın yapılıyordu. Dale, sadece 25 yıl öncesine kadar, 'Akıllıve Seksi Kadın­ lar Tarikatı'nın doğal lideriydi. Müthiş cazibesiyle, erkekleri çıkmaza sürüklerdi. Prenses ağzında pırlantalı bir tebessüm, kadife sesiyle kazık sorular sorardı. Politikacılar, işadamları, bürokratlar. .. onun karşısında aptal veya suçlu durumuna düşmekten kurtulamazdı. Şeytanın ve meleklerin avukatıydı. Lakabı: Tavşan Kaynatan [Bunny Boiler]. Yı llar geçtikçe kilo aldı, yıprandı; ışıltısı azaldı, sönmeye yüz tuttu. Yaşlandı yani. Heyhat, yalnızca güzel kadınlar yaşlanır. "Sayın ... seyirciler ..." Delilah Dale'in sesi, ilk kez titriyordu. Sağ şakağına uzun namlulu bir Smith Wesson 44 Mag­ num [Model 629] dayalıydı. Elindeki mikrofon, tabancayla dik açı oluşturmuştu. "Titanik ... Baskına uğradı. .. Dejenere Ej derler adlı örgüt tarafından ele geçirildi. .."

21 DUF! Kafası boncuk bohçası gibi patlayıp dağılan Dale yere yığıldı. Sağlam kafalı, sağlam vücutlu abidenin, çıtkırıldım kukla akıbeti. Televizyon izleyen erkeklerin nostaljik, platonik aşkı, canlı yayında öldürülmüştü. Milyonlarca kalp aynı anda kırıldı. Delilah Dale, artık yaşlanmayacaktı.

22 Hepinize yetecek kadar mermi var!

İlkel silahlardan oluşan piramitler düşünün. Baltalar, kılıçlar, testereler, gürzler, nançakular, oraklar, mızraklar, beysbol so­ paları ... üst üste yığılmışlar. Ana güvertedeki piramidin beri­ sinde, bir özel tim komutanı, arızalı robot sesiyle talimat ve­ riyor. Söyledikleri, dünyadaki tüm hoparlörlerden duyuluyor. Titanik'in dehşet macununa bulanmış nanemolla yolcuları ve mahmur mürettebatı güvertelere kümelenmişler. Maskeli ko­ mandolar adım attıkça, makinalı tüfeklerin kırmızı lazer ışın­ ları ölüm eskizleri çiziyor. Komutan, emirleri sıralıyor: "Bir yolcu öldüreceksiniz. Silahınızı seçin ve yolculardan birinin icabına bakın. Mıhladığınız kişinin cesedini veya ba­ şını getirirseniz, bağışlanacaksınız. 7 dakikanız var. 7 dakika sonra, askerlerim 'temizliğe' koyulacak. Birini indirmezseniz, zımbalanacaksınız. Bu kadar basit!" Yolcular ve mürettebat 4 saniye kadar kıpırtısız duruyor. Komutan haykırıyor: "Benim için hava hoş. Hepinize ye­ tecek kadar mermi var!" Herkes silahlara doğru atılıyor. Dünyanın en meşhur ge­ misinde, tarihin en hızlı meydan muharebesi start alıyor. Üç gündür beraberce eğlenen, şakalaşan, gülüşen insanlar, şimdi kameralar önünde birbirlerini gebertiyorlar. En büyük suç ile en büyük ceza arasında sıkışmak hepsini bir anda delirti­ yor! Saniyeler içinde kan davaları başlıyor, intikamlar alını­ yor! Her bakış, her nefes, her hamle kaosun dehşetini arttırı­ yor. Hiç kimse, birini kibarca öldürüp, cesedi sükunetle teslim ederek, canını paşa paşa kurtaramıyor. Ailesini, sevdiklerini koruma telaşı ile can derdi birbirine karışıyor. "Yaşamak için öldür" formülü bir tuzak! Cinayet fren tutmuyor; akla, den­ geye ve uzlaşmaya mahal bırakmıyor. İntikam ref lekse dönü­ şüyor. Emrihak vakasının domino efekti! Ölümün soğukluğu,

23 ecelin hararetiyle harmanlanıyor. Okyanus, engizisyon kazanı gibi kaynıyor. Cehennem hamamında gazap banyosu! Ahali, ilkel silahların hep bir ağızdan konuştuğu kanlı tartışmanın köpüğünde hapsoluyor! Tarih, 10 saniyede tekerrür ediyor: Emre, tehdide, zora boyun eğilerek yapılan yanlış; kalabalığa uyarak işlenen kusur, bir kez daha pahalıya patlıyor. Nezaket kumkumalarının çiçeklenmiş dili tümden unutuluyor. Mede­ niyet abidesi transatlantikte vahşi, beter bir lisan konuşuluyor: Vı nk! Zbam! Güm! Dong! Sızzzzzt! Garç! Şlop! Çat! Katırt! Forç! .. Inh! Hı_! Aaaaaaaaaaaaa! ..

24 Geminin içindeki şeytan üçgeni

107 yıl evvelki trajediden daha muazzam bir hadiseydi bu. Savaş, terör ve facianın;kimyasal, büyülü, kaynar karışımı. Geminin içindeki şeytan üçgeni. Titanik, New York'a selametle varamazsa l'e 1000 vereceğini açıklayan bahis şirketlerinin hepsi iflas bayrağını çekecekti. Tran ­ satlantiğin batacağını uman budala kumarbazlar [dünyanın en talihli bahtsızları], parsayı toplamalarını sağlayan kraliyet kolpa­ sının şokunu atlatabilecek miydi? Onların hislerini anlıyordum, çünkü vaktiyle kazandığım bir iddia üzerine, kayınpederim, New York'ta geylerin Onur Yürüyüşü'ne katılıp tanga giymişti. Titanik'te insanlığın müşterek hayalleri ile korkuları çatı­ şıyordu. Lüks, neşe, mutluluk, romantizm, sağlık, şöhret, zen­ ginlik, nezaket, şıklık, emniyet, bolluk, erotizm, konfor, popü­ lerlik, ziyafet, ihtişam, haz, dostluk, imtiyaz, cazibe ... Terör, ölüm, katliam, kriz, nefret, kahır, cinayet, panik, delilik, zu­ lüm, dehşet, pasak, tehdit, umutsuzluk, sefalet, çirkinlik, ze­ val, rezalet, ıstırap, düşmanlık, tiksinti... karşısında param­ parça, darmadağın, tuzla buz oluyordu! Ecel, bir kez daha fanileringündemi ndeydi. Titanik, akıbeti sayesinde ölümsüzleşiyordu. Hepimiz aynı tabuttaydık. Kıyametten daha medyatik ne olabilir? Popülerliğin zirve- sine ancak taze bir cesetken ulaşabilirsin. Hayatın anlamı, her nefeste belirip yitiyor muydu? Acizliğimiz, evladiyelik bir arıza mıydı? İnsanlığın kaderi kara, ufkusilme karanlık mıydı? Nihayetinde, hiçliğin harmanında savrulup gidecek miydik? .. Titanik'ten kaçarken, kainat başıma çökmüştü ... Sorudan cevabı çıkarınca, so ru gene olduğu gibi kalıyordu.

25

[MARCO MONTES]

"% 90 ihtimalle ..." diyor. Fakat onun doğruyu söyleme ihtimali% 10!

Herkes biliyor ki zarlar hileli [ ...] Herkes biliyor ki gemi batıyor Herkes biliyor, kaptan yalan söylüyor [LEONARD COHEN, Everybody knows]

Kainata dışarıdan bakmak

Akli dengemiz; unutmanın kahrolası imkansızlığı ile hatırlamanın lanet zorluğu arasında korunur. [UBEYDULLAH BABAYDA, 1897-1939, Robotun Parfümü]

Yıldırım çarpan insanların % 82 'si erkektir. Aynı oran, yıl­ dırım aşkı için de geçerlidir.

Tanışmanın ilk 1 O dakikasında ortalama 7 yalan söylenir. Dünyada, her 10 saniyede 45 bebek doğuyor. [2 017 yılı or­ talaması.}

Her 1 O çocuktan biri, biyoloj ik babası olmayan [fakatbu du ­ rumdan habersiz] bir adam tarafından büyütülür.

Yapış yapış bir örümcek ağının içinde uyandım. Tüm kemik­ lerim zonkluyor. Kafam, içi boşken tam güçte çalışan bir fı­ rın sanki. Süpürgelerine binip uçarak kuleleri delip geçen cadılar, bi­ lardo oynarken puro içen yılanlar, uzaya fırlatılanmin areler ve daha bir yığın Freudyen ıvır zıvırla dolu bir kabus görmüştüm. Kamaranın penceresinden okyanusa, soğuk 'balık çorba­ sı'na baktım. Vay canına? .. Bir gemiye bindiğimi hatırlamı­ yordum ... Tümüyle sivildim. Ya ni çırılçıplak. Sağ elimin yüzük par­ mağındaki platin halkayı saymazsanız tabii.

29 Ayaklarımı sürüyerek banyoya yürüdüm. Aynada gördü­ ğüm yüzü tanımıyordum ... "Selam yabancı" diye sayıkladım. Aynadaki yakışıklı "Merhaba" deyip sırıttı. Nasıl yani? Hafızam tümüyle silinmiş miydi? Yo ... zihnimde milyonlarca sayı dönüp duruyordu:

Bir insan, ömrü boyunca 120 litre gözyaşı döker ...

2 milyarda 1 kişi, 115 yaşını geçer... 1955'te Juan Potomochi adlı bir adam, Buenos Aires'te bir özel tiyatroya, mirasından 25 bin Euro bırakmıştı. Po­ tomochi'nin tek şartı vardı: Hamlet piyesinde kendi kafatası­ nın kullanılması! .. Bu sayıların bir anlamı var mıydı? Emin değildim. Sa­ dece ... Gözyaşlarımın 120 litreyi geçeceğini, 115. yaş günü­ mün kutlanmayacağını ve kellemin yakında kurukafaya dö­ nüşüp, elden ele dolaştırılacağını seziyordum . • Duştan sonra tarandım, giyindim ve çıktım. Ceketimin yakasına iliştirilmiş kartta "Marco Montes" yazılı. Ya Bay Montes'im, ya da giysilerini çalacak kadar ona yakın biri. Koridorda in cin golf oynuyor. Uzaktan, Arapça bir şarkı duyuluyordu. Yalpalayarak, melodilere doğru ilerliyordum. Ja­ cqueline'in Alemny al-Hub 'u [�I �] ... Bu şahane şarkıyı, çalar saatimin alarmı olarak ayarlayıp, her güne onunla baş­ lamalıyım: "Bana aşkı öğret sevgilim ..." Bu mısra, alınyazı­ mın nakaratı olacak. Antredeki yağlıboya tablolar arasında bir poster asılıydı. Bir kadının siyah beyaz portresi. Posterin sağ alt köşesinde kü­ çük puntoyla "Shifa Shawq" yazılı.

30 ŞifaŞavk ... Kim bu kadın, ruhumun derinliklerine baktı? Çok acayip. İlk defa duyduğum bir ses beni kendine çeker­ ken, ilk kez bir posterde gördüğüm yüz beni çarpmıştı. Sevda sinyali ile aşk ışınları farklıyönlerden geliyordu. Gözlerime de, kulaklarıma da inanamıyordum. Hissikablelvuku, dejavu ve jetlag karışımı bir duyguya kapılmıştım! Gelmiş geçmiş tüm kelebeklerin toplam etkisine maruz kalmıştım. Şarkı biterken kapıyı sessizce açıp, içeri yavaşça adım at­ tım. Salondaki masalar boştu. Sahnede, konser provası yapı­ lıyordu. Tek seyirci bendim. Şarkıcı kadının parfümü, koz­ metik bir tokat gibiydi. Posterdeki yüz. Oydu işte. Ses ile ışık dengelenmişti. Romantik bir ekinoks. Bir adamı, erkek oldu­ ğuna şükrettirecek türden bir kadındı. Sesi öyle harikaydı ki, cehennemde konser verse, dinlemeye seve seve giderdim! Göz­ leri, kuyudan yeni çekilmiş zemzem kadar manalı ve berrak. O gözlere bakmak, kainatın penceresinden paralel evrenin bah­ çesini seyretmek gibi. İçimde melekler çiçekleri suluyor, ütü yap ıyordu sanki. Saçları, köpürtülmüş zambak demeti. Böy­ lesine güzel olabilmek için, tabiat kanunlarındaki boşluklar­ dan faydalanmış besbelli. Yuvarlak hatları, evrimin altın hal­ kalarından müteşekkil. Asırlar boyunca, atalarının nesilden nesle geçen seksiliği, onda son şeklini bulmuştu. Eteği, tutuş­ muş sancak gibi dalgalanarak anbean kısalıyordu sanki. Cid­ den ateşliydi. Ayaklarını soksa, Atlas Okyanusu'nu kaplıcaya çevirir. Meyve aromalı dudakları aralandı: "Buyurun, ne is­ temiştiniz?" Sözleri, şarkının devamı gibiydi. "Dünyanın en fotojenik insanısınız Şifa Şavk. Üstelik, eminim, tüm fotoğraflarınızdandaha güzelsiniz" deyiverdim. Orkestra üyeleri, oturdukları tabureler kadar kıpırtısızdı. ŞifaŞavk sordu: "Buraya, bunu söylemeye mi geldiniz?"

31 '" Buraya' derken, 'dünyaya' mı demek istiyorsunuz?" Sahne 20 adım ötemdeydi. ŞifaŞav k'la aramdaki tüm kilometreleri, metreleri, santimleri, milimleri aşmak istiyordum. Ayaklarım kendiliğinden beni ona götürüyordu. Bir bakışma valsi yapı­ yorduk adeta. "Peki. .. siz neden buradasınız leydim? Cenne­ tin kapılarını açık mı unuttular?" Yüzünde pırlanta ışıltıları kımıldıyordu: "İltifadarınıziçin teşekkür ederim. Fakat görüyorsunuz ya, prova yapıyoruz. Bize izin verir misiniz lütfen." Kelimeler serin ve tadı, dondurm.a gibi kayarak çıkıyor ağzından. "Elbette ..." Sahneye iyice yaklaşmıştım. "Fakat siz de bu­ rada oturup izlememe müsaade edin, benden bu bahtiyarlığı esirgemeyin, rica ederim." "Her ne yapmaya çalışıyorsanız, yeri ve zamanı değil ba­ yım. Sizden, gitmenizi istemek mecburiyetindeyim." Sözleri, bestelenmiş şükür duası gibi kulağımı okşuyordu. "Size saçma geliyor, farkındayım. Fakat hayatım boyunca bu an'ı bekledim. Şansımı zorlamak belki bahtımı karartmak­ tan başka işe yaramayacak ..." Sabrı, kaynayan süt gibi taşıverdi: "Hala ne duruyorsunuz?" "Senin zarafetineşapka çıkarmak, seksiliğine pantolon çı­ karmak için. Yo ! Yani. .. Kalbini bir kutu gibi açıp içine kal­ bimi koymak için Şifa. İki damla misali birleşip tek damla ola­ lım seninle. Birbirimizin gözlerini ayna olarak kullanalım ..." "Of Allahım ... Bu yaptığınız hiç de centilmence değil. Cüretkarlığınızla beni rencide ediyorsunuz." "Sizi görünce içimde bir yanardağ faaliyetegeçti, ne tavsiye edersiniz, okyanusa mı adayayım?" ŞifaŞavk'a bir 'siz' bir 'sen' diye hitap ediyordum. Üç dakika öncesine kadar bu kızın sesini duymamış, yüzünü görmemişim. Adını bilmiyordum, varlığın­ dan bile haberim yoktu. Bismillah demeden daha, benliğimi

32 ilelebet fethetmişti. Bizi birbirimize bağlayan ezeli bir yemin deşifre olmuştu sanki: "'Centilmence değil' mi? Sizin cazibe­ niz de hiç adil değil hanımefendi. Çölü geçtikten sonra içilen soğuk suyun ilk yudumu gibisiniz, ne yapabilirim? Eğer ilk görüşte aşk suçsa, şu anda FBI'ın en çok arananlar listesinin başında benim adım yazılı olmalı. .." Dilini dudaklarında gezdirdi. "İsminiz ne, nereye yazılı bilemem ..." "Marcooo!" Hep birlikte dönüp, eşikte beliren sarışına baktık. Şaşkınlığı iyi yansıtan iri mavi gözlere. "Marco, sevgi­ lim, nerelerdesin, her yerde seni arıyordum! Telefonun da ka­ palı? Ah, birtanem ..." diyerek yanıma geldi ve boynuma sa­ rıldı. Sersemlemiştim. Şakrak sarışının ortaya çıkışı muğlak bir sürprizdi benim için. ŞifaŞavk ve orkestrası da hayrete ka­ pılmıştı. Kınayıcı bakışları üstümüzdeydi. ''Aaaaa, merhaba?" diyerek metazori gülümsedim. Kıpır­ dayamıyordum. "Haydi, nişanlına sıcak bir öpücük ver" deyip ördek ga­ gası şeklindeki dudaklarını ağzıma yapıştırdı. Nişanlım mı?! Öylesine afallamıştım ki utanamıyordum. Yutkundum. Ensemi okşayarak, bir flört gülücüğü eşliğinde fısıldadı: "Hey, benim, Jojo!" Alev alev yanan bir hapishanede bile, daha güvende his­ sederdim: "Hımmm?" Jojo ellerini boynumdan omuzlarıma indirdi, kollarımda gezdirdi ve nihayet bir adım geri çekilirken ellerimi sımsıkı tutup sarstı: "Sevgilim, sana harika bir müjdem var!" derken, tebessümü yüzünden taşıyordu. Sevinçten nefes nefeseydi. Or­ kestra ve solist pür dikkat bizi izliyordu. Sahnede olan biz­ mişiz gibi.

33 "Müjde mi? Neden bahsediyorsun?" "Hamileyim!" "Ne?!" "Hamileyim, Marco! Bir bebeğimiz olacak! Sonsuza dek mutlu yaşayacağız aşkım! İnanabiliyor musun?!" İnanamıyordum. Dönüp, ŞifaŞavk'a baktım. Şifave orkestra, bizi, bir geri sayıma tempo tutar gibi ağır ağır alkışlamaya başladı. Bu, aynı anda hem suların, hem elektriklerin kesilmesi; gökten taş yağması ve güneşin bir daha hiç doğmaması, kü­ süp küllenec ek dağılması anlamına geliyordu. Ben, Titanik'ten önce batıyordum ...

34 Dünyanın en lüks felaketinde başroldesin

Omuzlarımın üstündeki baş, sanki başkasına ait. [HARUKI MURAKAMI]

Cinayetlerin % 40i cinsel sebeplerle işlenir. 1923 'te, Frank Hayes adlı jokey, Be/montpark New York 'taki yarışta, atının üstünde kalp krizi geçirdi. Ve at, taşıdığı ölü jo­ keyle, finişçizg isini, birinci olarak geçti! 1895'te, Ohio eyaletinde yalnızca 2 otomobil vardı. Gene de çarpışmayı başardılar. Ömrün 5 yılı rüyada geçer. Bebeklerin yalnızca % 4' ü beklenen günde doğar.

Parmağını tetikten çek. Namluyu ağzından çıkar. Azrail'in işini, Azrail'e bırak. Derin bir nefes al. Gözlerime bak. Ku­ laklarını dört aç. Ve beni iyi dinle. Titanik'tesin. Yıl, 2019 ... Orijinal Titanik, 14 Nisan 1912'de Atlas Okyanusu'ndaki bir buzdağına çarparak batmıştı. 1500 bilmem kaç yolcu Ce­ nab-ı Allah'ın rahmetine kavuştu. Yani, gulu gulu bay bay. Bana hayreti mucip görünen şu ki, buzdağı, Kuzey Buz De­ nizi'nden çarpışma noktasına kadarki 8 bin km. yolu tam 3 bin 300 yılda kat ediyor. Gemi ise Southampton' dan 4 günde geliyor. Grönland' den her yıl 15 bin ila 30 bin buz kütlesi ko­ par. Bunlardan sadece o/o l'i Atlantik'e erimeden ulaşır. Fa­ cia gecesi suyun ısısı -2 derece. İnsan için ölümcül olduğu gibi, buzdağını da eritecek düzeyde. Nitekim, Titanik battık­ tan sonraki bir yıl zarfında, buzdağı tümüyle eriyip yok oldu! Aysberg, transatlantiğin mezarına karıştı!

35 Bizimki, Igor Jaguar adlı Rus asıllı işadamının yaptırdığı replika. Igor Jaguar: Besin zincirinin tepesindeki yaratık. Şey­ tanın jimnastik antrenörü. İmtiyazlı parazit. Müstakbel kayın­ pederin. O hergelenin roynağında "Çin malı" yazılı. Duydu­ ğuma göre, gemi ona 500 milyon papele patlamış. Böylesine zengin olmak, kendinden ne kadar nefretetmeyi gerektirir, bir fikrin var mı? Ona benzeyen bir jüri toplansa, oy birliğiyle, idamına karar verirdi! Kendi beynini uçuracaksın demek? Buyur. Durma. Devam et. Fakat önce bir düşün. O beyin, gerçekten senin mi? İnti­ har için yanlış yere nişan alıyorsun ahbap. Çünkü. . . Çünkü sen çoktan öldün, Marco Montes... Kafan gövdenden ayrıl­ mıştı, gördüm. Kellen, bir futbol topu gibi mavi sularda yü­ züyordu. Hatta sana el salladım. Şimdi, buradasın. Issız adadaki kör kuyuya düşüyorsun. Yamyamların favori lokantasındaki menüde adın yazılı. Ce­ hennemin kral dairesindesin dostum. Dünyanın en lüks fe la­ ketinde başroldesin. Seni intihara yönelten sebebi bilmiyorsun bile Marco. Ha­ fızan sayılarla dolu. Başını gövdene montajlayanlar, beynini sünger misali sıkıp kurutmuşlar. Ömrüne hayati bir mana katacak hatıralardan mahrumsun. Kaderin reserlenmiş. Ne­ denini tümüyle unuttuğun bir ıstırabın tesiri altındasın. Ma­ zideki sırların seni delirrmişti belki? Şimdi, sırlardan kurtul­ duğun halde, hala delisin? Yavaşça frene bas, kontağı kapat, kapıları kilitle. Bir maktul için fazla acelecisin. Jojo, yani nişanlın, Igor Jaguar'ın kızı. Dünyanın en zen­ gin ailelerinden birine mensup. Sense sadece bir krupiyesin. Şansın oyuncağı olmuş bir kader kurbanısın. Kodamandan alıp, milyardere veren mekanizmanın çarklarında bir dişli.

36 Jojo'nun karnındaki bebek, elinde baltasıyla "Babaaaaaaa!" diye haykırarak doludizgin yaklaşıyor, ha? Hayatını altüst eden müjde. Doğduğunda onu benim yerime öp, tamam mı? ŞifaŞavk'ın kalbine giden yolda trafikkazası geçirdin. Pa­ radoks havuzunda boğulurken çelişkilere tutunuyor, birbirini nakzeden çığlıklar atıyorsun. Gerçekler seni özgürleştirir... Ama önce aptallaştırır. Anlıyor musun? Suratıma öyle putu s. kilmiş Mecusi gibi bakma. Biricik kızını azıcık üzersen, Igor Jaguar, ayak tırnaklarını söküp sana yedirir. Testislerini koparıp küpe diye kulaklarına takar. O küçük beynine büyük bir delik açar. Derini yüzüp kafanageçirir. Titanik'i sana anıtmezar yapar. Cesedini lüks içinde yüzdürür! Şimdi. .. l] Senin katilini enseleyeceğiz. 2] Seni dirilteni bulacağız. 3] Sen kimsin Marco, onu anlayacağız. Haydi, kumarhaneye geri dön. Gıdasını sahtelikten alan züppelerin kibir tanklarını fullemen gerekiyor. Ha, önce parfüm sür. Zührevi hastalıklar koğuşundaki pi­ suar gibi kokuyorsun.

37 Hediye paketindeki Gordion düğümü

Romantizm, ihtiyaç duyduğumuz şey ile arzuladığımız şeyi birbirine karıştırmaktır. [FERNANDO PESSOA, 1888 -1935) Hamilelerin kan miktarı % 50 artar. Ceninin parmak izleri, ilk 3 ayda oluşur. Dünyanın en uzun hamileliği 375 gün sürmüştür.

Fırfırlı köpekbalığının [chlam. ydoselachus anguineus} hami- lelik süresi 3,5 yıldır. 2 bin bebekten J 'i dişli doğar.

Jojo, paparazzi paraziti gibi yapıştı. Kurtulamıyorum. Şifa ise çitanın kovaladığı çita kadar hızlı kaçıyor. Yaka­ layamıyorum. Titanik'te trafiktersten akıyor. Jojo çok neşeli, soğan doğrarken bile gülüyor. Şıkır şıkır, fıkırfıkır , kıkır kıkır bir kız. Ecstasy almış Disney prensesine benziyor. Yaldızlı, cilalı, simli bir biblo. "Marco, haydi dans edelim" diyor. "Sarıl bana Marco, öp beni Marco, sonsuza dek seninim Marco ..." Elimde, kolumda, dudaklarımda dolaşıp duran bir hamster sanki. Tüm vücudu­ nuzu Japon yapıştırıcısıyla sıvayıp, üstüne dalgıç kıyafeti giy­ diğinizi düşünün. Jojo'ya onu hatırlamadığımı, beynime mürekkep dökül­ düğünü, hafızamın tümden karardığını söylemedim. Çünkü kendi sütüyle dolu bir havuzda boğulan inek kadar şaşkındım. Benim çocuğumu taşıyan kadına "Başkasını seviyorum" de­ mek centilmenliğe sığmazdı. Karnındaki bebek, onun bodygu­ ard 'ıydı. Doğmamış çocuk, beni doğduğuma pişman etmişti.

38 Jojo'nun yanında, amatör bir işkencecinin eline düşmüş gibi hissediyordum. Onun, renkli sabun köpüğü ablukasından kaçamıyordum. Ruhumu tehlikeye atarak, kendimi eğlenceye kaptırdım. Jojo'yla balo salonunda kurtlarımızı yerlere saçtık. Foie gras, armut turşusu yiyip 1959 Chateau Lafite Rothsc­ hild içtik. Va rdavela başında Kate Winslet ve Leonardo Di­ Caprio pozu verdik. .. Fakat özgürlüğün eşlik etmediği ka­ rarlar ve eylemler manasızdır. Bir robot kadar mutluydum ancak. Jojo'nun içtenliği, şakraklığı ve tutkusu bana sirayet etmiyordu. Kör atın şaşı nalbandıydım. Derdim başım Şifa Şavk'tı. Her yerde ondan bir iz, bir ışık, belirti, ipucu, sinyal arıyordum. Nafile. Karanlığı bozmadan geceye karışan bir gölge gibi kaybolmuştu. Kokteyl partide çatalıyla kadehine çın çın vurarak dikkat talep eden Kaptan Noah, Casablanca' da bir gece kalacağımızı duyurdu. Titanik'in asıl seferi henüz başlamamıştı. Çin' de inşa edilen gemi, Şubat'ta suya indirilmiş. Ümit Burnu'ndan dolanarak İngiltere'ye doğru giderken bazı limanlara uğrayıp yolcu alıyordu. Ben, gözümü açtığımda Afrika'nın batısından kuzeye, saatte 22 knot hızla [40 km.] ilerliyorduk. 107 sene önceki seyahatin başlangıç yeri olan Southampton'a varılacak, yolcuların büyük kısmı oradan alınacaktı. Ve 10 Nisan günü gemi şamata ve nümayişle New Yo rk'a uğurlanacaktı. Plan, rota, niyet, program, cihet, maksat, vaat, beklenti buydu. Fa­ kat kader, tabancasına sessizce kurşun dolduruyordu. Jojo beni geminin içinde bir o yana, bir bu yana sürüklü­ yordu. Sarhoştuk. Kamarada esrar tüttürdükten sonra palmiye bahçesine yollandık. Geceyarısı, ayılmak için duble espresso içiyorduk. 60'lı yaşlarda bir adam, gezinti yolunda durmuş, camın ardından bize, daha doğrusu bana bakıyordu. Yüz ifa­ desi; katı prensipler, sıkı disiplin ve pür kibrin emareleriyle doluydu. Bu ağır sıklet psikopat beni hipnotize edebileceğini sanıyorsa yanılıyor. Benim hafızam silindi, kişiliğim değil.

39 Gaddar kimseler, yanılgılarından imal ettikleri sahte dürüst­ lükten güç alırlar. Bana sökmez. Zalimlik, cimrilik ve büyük­ lenme; aptallığı örtmede kullanılan aptallıklardır. Son tahlilde gülünçtür yani. Moruğa "Şu hayatta neleri ıskaladığını öğren­ mekten ödün kopuyor, değil mi?" der gibi sırıtıyordum. Jojo, adamı farkedince "Baba!" diye seslendi. Igor Jaguar, kızına döndü ve alevler içindeki bir ev gibi güldü. Yanımıza gelip, yapmacık bir babacanlıkla "Sevgili kızım!" dedi "Seni uyku­ dan alıkoyan şey umarım sevinçtir." Ardından hafifçe başını sallayarak beni selamladı: "Marco?" "Merhaba efendim" diye karşılık verdiğim anda, camın öte tarafında, az önce Igor Jaguar'ın dikildiği yerde duran Şifa Şavk'ı gördüm. Göğsümün kafesinde bir gökdelen jeneratörü faaliyete geçti. Müstakbel kayınpederim, müstakbel karım ve müstakbel çocuğum tarafından kıstırılmıştım. Uçurumdan düşen kilidi tabuttaydım. Gene de içimde kelebekler, uçurt­ malar, kuşlar, jetler, UFO'lar uçuşuyordu. Şifa'nın erotik bir şiirin aruzlu beyitlerini andıran, şuh meltemler estiren geyşa yelpazesi kirpikleri, parlak oklar mi­ sali yıldızları gösteriyor. Ona baktıkça, kalbim cehennemdeki bir ağacın meyvesi gibi yanarak büyüyor. Yüzü nasıl bu ka­ dar aydınlık? İçinde tapınak meşalesi, mabet şöminesi harla­ nıyor sanki. Orada karşımda bir anlık duruşu, big bang' den bugüne geçen 14 milyar yılın özeti gibiydi. Sonsuzluğa dair keskin bir ipucu. Evrenin paydos zili çaldı çalacak! Mehtabın saltanatında, sulardaki cızırtılı yakamozlar, sisteki yırtıklar­ dan süzülen huzmeler arasında Şifa Şavk'ın silueti, içine toz­ şeker doldurulmuş şeffafgüle benziyor. İnsan koklasın mı, ya­ lasın mı şaşırır. Bir bozayının beden diline sahip olan Igor Jaguar "Eh, va­ kit epey geç oldu. Partiyi noktalayıp istirahat etmenizi salık ve­ ririm. Enerjinizi Casablanca'ya saklayın" diyerek voltasını aldı.

40 Bu arada Şifa Şavk sessizce kaybolmuştu. Jojo'yla kol kola kamaraya dönerken, iki dirhem bir çe­ kirdek bir kalantora rastladık. Uydu telefonuyla konuşuyor. O zımbırtıdan bende de bir tane olmalı. Jojo "Telefonun ka­ palı" demişti. Makineyi bulabilirsem, kendimle ilgili birta­ kım verilere ulaşabilirim. Kim bilir hangi olaylar dizisi beni bu çıkmaz sokağa sü­ rükleyip attı? Tamam, Jojo bir Van Gogh tablosunda şırılda­ yan nehir kadar sarıydı. Eli yüzü düzgündü. Bir dergideki ruj reklamında onun fotoğrafına rastlasanız durup bakardı­ nız. Onunla evlenecek adamın şanslı olduğunu düşünürdü­ nüz. Bence şanslı olan sizsiniz kıymetli okur. Yani Jojo'yla bir düğünde dans edebilirim, lakin evlenmek de neyin nesi? Evet, kız hamile. Maalesef. Bu işten yakayı sıyırmam, paçayı kur­ tarmam imkansız görünüyor. Baykuşun pençesinde gözlerini kırpıştırarak uçan kös tebek misali, mucize ile felaketi aynı anda idrak ediyordum. Ayvayı yemiş, hapı yutmuştum. İşim bitikti. Gordion düğümünün üstüne gemici düğümü atılmış bir de hediye fi yongu yapılmıştı. Elbet bir yolunu bulacağım. Kolay pes etmeyeceğim ... Acaba gerçekte nasıl biriyim? Yani cesur ve dayanıklı mıyım, yoksa pısırığın teki mi? Kendime dair, Titanik adlı rock gru­ bunun Schizmatic Mind şarkısının güftesinden başka söyleye­ cek pek sözüm yok. Kim olduğumu hatırlamasam da, kimi sevdiğimi biliyorum. Mazinin mukaveleleri, poliçeleri, bilet­ leri. .. umurumda değil. Şifa'ylakarşılaştığım, beni ben yapan o an'a sadık kalacağım. Hafızamınfı çısı tekrar dolsa bile, kal­ bimdeki hüküm değişmeyecek. Her şeyi ama her şeyi bırakıp ona koşacağım. Aşk uğruna Titanik'i ortasından delip kolye yapacak ve ŞifaŞavk'ın boynuna takacağım!

41 Bizim hayatımız değil bu

Hayatımızın en önemli olayları, biz doğmadan önce veya öldükten sonra gerçekleşir! [SERGIO SERRANO, Gardiyamn Yadigarı, 1901-1979) Dünyada her gün 1,5 milyarfincan kahve içilir. Her gün 50 fincan kahve höpürdeten Balzac, 50 yaşında öldü [1 850}.

Gecenin ikisi. Jojo, yanımda mışıl mışıl uyuyor. Benim aklım fikrim Şifa' da. "Bırak şu kızın peşini" de­ meyin bana. Nirvana grubu kokaini bıraktı mı? Usulca doğruldum. Sessizce giyindim ve ayakuçlarıma ba­ sarak tüydüm. Baş'tan kıç'a 269 metre uzunluğundaki Tita­ nik'in metal çeperli sokaklarında turluyorum. B güvertesin­ deki restorana uğradım. Tenhaydı. Sarmaşıklı çiti geçip Cafe Parisienne'e girdim. İçeride 13-15 kişi var. Yaşlı bir çift, dik­ katimi çekti. El ele tutuşmuşlar. Çok mutlu görünüyorlar. Ne­ den acaba? Adam, işaretparmağını kaldırıp gülümseyerek beni çağırdı. Gittim. "Buyurun beyefendi?" "Bize bir latte, bir de americano lütfen." Beni garson sanmışlardı. Sorun değil. "Hemen efendim" deyip mutfağayollandım. Kahveleri getirip masaya bıraktım: "Afiıyet o l sun. " "Teşekkür ederiz" dedi teyze. Yüzünde üst üste çizilmiş tebessüm eskizleri. Gözlerinin içi gülüyordu. "Bağışlayın lütfen" dedim "fakat gecenin bu saatinde, sizi bu kadar neşelendiren nedir?" Amca kıvançlı bir ifadeylekıkırdadı: "Ooooo, uzun hikaye!" Geri adım attım: "Özür dilerim, sanırım haddimi aştım, izninizle."

42 Teyze şefkatle araya girdi: "Estağfurullahgenç adam, bize katılırsanız memnun oluruz." Adam elini uzattı "Bendeniz, Ali Galiba." To kalaştık. Ka- dının elini öptüm. "İsmim, Galibe" dedi. Ali Bey sordu: ''Adınız Monces mi?" Yakamı tutup kaldırdım: "Evet, Marco Montes." Birbirlerinin cümlelerini tamamlayarak konuşuyorlardı: ''AliBey ve ben, bundan tam 45 sene önce birbirimize sırılsık­ lam aşıktık ..." "İstanbul' da yaşıyorduk. Galibe Hanım henüz üniversite son sınıftaydı, bendeniz yeni mezun olmuştum ..." "Yoksulduk, ne kadar istesek de, yuva kurmamız imkansızdı. .." "O zamanlar ülkede siyasi kargaşa var. Beni bir bahaneyle tu- tuklayıp kodese tıktılar ..." ''Ailem de bir müze müdürüyle ev- lenmem için ısrar ediyor ..." "Galibe Hanım'a mektup yazdım. 'Umut yok, beni bekleme sakın, kader utansın' diye ..." "İki sene sonra müze müdürüyle baş göz edildim ..." "Nice dostum işkencede can verdi, bense sağ kaldım. Hapisten çıktığımda, Galibe'nin evlendiğini duydum ..." "Haber geldi 'Ali tahliye edilmiş' dediler, bağrıma taş bastım ..." "6 ay daha bekleseymi­ şiz, kavuşmamız işten değilmiş meğer ..." "Borges'in bir hika­ yesinde 'Sonsuza dek birbirinden kaçacak kadarçok sevenler. .. ' diye bir söz geçer... " "Biz de öyle yaptık. Hatıralarla avun­ duk ..." "Benim bir kızım oldu ..." "Benim de iki oğlum . . . " "1999 senesinin 24 Nisan günü rastlaştık ..." ''Ayaküstü, se­ vinç gözyaşları dökerek söyleştik ..." "Sonra yine kendi yolu­ muza gittik ..." "İkimiz de biliyorduk, bu, bizirri hayatımız değildi. .." "Çocuklarımız büyüdü, iş güç sahibi oldu ..." "Kah­ rolası parayı da balya balya kazandık, fakat heyhat, ömür geç­ mişti artık. .." "Derken bu Titanik havadisi duyuldu ..." "Ben gemi mühendisiyim, sırra muttali olunca, tüm servetimi ve­ rip iki bilet aldım, Galibe'ye nasıl ulaşırım, hem benimle gel­ meye aklı yatar mı, hiç bilmeden ..." ''Ali izimi buldu, Üskü­ dar Musiki Cemiyeti'nde keman çalıyordum, çat kapı peyda

43 oldu ..." "Torunum sayesinde. İnternetten herkese ulaşıyor ke- rata ..." "Ali bu gemiye dair malum mevzuyu anlatınca, fırsatı ganimet bildim ..." "İkimiz de eşlerimizden boşandık ..." "Ve şimdi burada kahvemizi içip sıramızı bekliyoruz." "Ne sırası?" İkisi de şakrak kahkahalar koyuverdiler. ''A lemsiniz kü­ çük bey" dedi teyze. Yetişkinlerin % 77'si, unutamadığı bir aşkın hatıralarıylayaşar. Galibe ve Ali çiftindesempatiklik ve enteresanlık bir ara­ daydı: "Seneler sonra kavuşmanız harika, sizi kutluyorum. Fa­ kat lütfen anlamama yardım edin, 'Sıramızı bekliyoruz' der­ ken neyi kastettiniz?" Tebessümlerinin voltajı yükseldi. Ali Bey "Tabii ki. .." diye söze girdiği anda, ortama dalan Dr. Akula "Merhaba, Bay Montes!" dedi ve ekledi: "Umarım her şey yolundadır." Geçkin kumrular, doktoru görünce heyecanlanmışlardı. Ali Galiba "Ah doktorcuğum, size tesadüf etmek ne büyük talih" diye cıvıldadı. Dr. Akula yanımdaki sandalyeye oturmuştu. Dar kesim pantolonunun ütü çizgisi öyle keskindi ki, onunla rahatça do­ mates doğrayabilirdi. "Müsaadenizle. Güzel sohbet için çok teşekkür ederim" deyip kalktım. Dr. Akula göz ucuyla beni izliyordu. Kanlı gözleri, kaza yapmış bir buz kamyonunun çatlak farları. Ona döndüm: "Hoşça kalın Doktor." Kafeteryadan çıkarken, Dr. Ak ula yanımda belirdi: "152 numaralı kamara, D güvertesi." "Ne?" Ağzından kül püskürtür gibi "Dediğimi duydunuz" dedi.

44 Terazi lastik balistik

Bir insanı anc?k umutsuzca seven tanır. [WALTER BENJAMIN]

Kamaranın kapısındaki 152 sayısına bakıyordum. "152" denince aklıma saçma sapan veriler üşüşüyor: Neil Armstrong, Ay' da 152 saat geçirdi. Ko lan balığının [a cipenser sturio] 1 porsiyonu [1 13 gr.} 152 kilokalori içerir. Büyük Hun İmparatorluğu'nun kurucusu Teoman Bey'in ba­ bası Ha run Bey 152 yılında doğmuştur. İpca mbazı Nik Wa llenda, 2014 Ka sıminda, Chicago 'da gök­ delenler arasına 152 metreyük seklikte gerilen iplerde gözü bağlı yürüyerek rekor kırdı. Th omasPa rr [1 483-1635], tam 152 sene yaşadı. İngiltere' deki ShrewsburyMüzesi 'nde bir portresi asılıdır... Kapı aralandı. Kamaranın karanlığında görünmez bir ağız sordu: "Burada ne arıyorsunuz?" "Seninle konuşmalıyız Şifa... " "Gidin." Kapıyı suratıma kapattı: TRAK! Ses, Titanik denen bu çaresizlik vadisinde yankılandı. Te­ pemde yarımay, giyotin parıltılarıyla yükseliyor. Rüyalarımın kadınının hayalindeki erkek değildim. Yut­ kundum. "Tamam ..." diye seslendim, "Her çiçeğin açma sü­ resi farklıdır." Yağmurda gazeller söyleyerek yürüyen kardana­ dam gibi ağır ağır uzaklaşıyordum. "Marco!"

45 Dönüp baktım. Şifa sordu: "Az önce şey dediniz ..." İpeğe sarılı, ışıktan yontulmuş bir ödül heykelciği gibi parıldıyordu. "Ha?" Hızla yanına koştum. ''Her çiçeğin açma süresi farklıdır. Bu sözü nereden biliyor­ sunuz?" Kelimeler, bal çemberi ağzından pırıltılı damlalar ha­ linde dökülüyordu. Sesi, konuşması beni öyle etkiliyordu ki, soruyu anlayamamıştım. Duygu ve düşüncelerimi açığa vuran sayısal bir tirada baş­ ladım: "Şifa... Flört niteliğinde bir konuşmanın o/o 60'ı laga­ lugadır. % 20'si zırva, % 12'si yalan. Yalnızca % 8'i doğru­ dur. Gene de bana inanmalısın... Bu dünya 5 oktilyon 974 septilyon 420 seksilyon gramdır. Benim kalbim ise sadece 350 gram. Fakat aşk metreyle, kiloyla ölçülmez, haksız mıyım?.. Tüm gezegende her yıl ortalama 400 milyar fincankahve içilir Şifa. İki fincan da biz içelim baş başa ... il. Dünya Savaşı'nın 'uçuk' komutanlarından Alman Mareşal 'Çöl Tilkisi' Erwin Rommel Libya cephesindeyken, düşmanı Sir Archibald Wa­ vell 'ın Generaller ve Generallik Sanatı adlı kitabını okuyordu. Şifa ikimiz eğer sevişmeyip savaşacaksak, hiç değilse birbiri­ mizi anlamaya bakalım ..." "Aman Allahım?! Ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu?! Siz küstahlık ile cazibeyi, fütursuzluk ile dürüstlüğü, temenni ile hakikati karıştırıyorsunuz! Yakında baba olacak­ sınız. Eşinizin alakasıyla yetinmelisiniz. Aslında umurumda bile değil. Beni rahat bırakın kafi. Yoksa sizi Apo Calypso'ya şikayet etmek mecburiyetinde kalacağım." Utanmış numarası yaptım. Dudaklarımı ağzımın içine kat­ layıp alnımı kırıştırarak başımı öne eğdim: "Peki ya sen Şifa? Senin bir sevgilin var mı?" "Size açıklama yapmak zorunda değilim!" "Vay canına! Bu harika! Erkek arkadaşın yok!"

46 "Tabii ki var!" "Fakat seni asla benim kadar sevemeyecek." "Haddinizi ziyadesiyle aşıyorsunuz." "Farkındayım. Bağışla lütfen Şifa. Ben sadece... Şeytan kulağıma ne fısıldıyorsa onu söylüyorum. Seni rahatsız et­ mek istemezdim." "Peki. Özrünüz kabul edildi. İyi geceler." O esnada, ikimizi de duraksatan bir patırtı duyuldu. De­ mirlere tutunarak sendeleyen esmer, orta yaşlı bir sarhoş yak­ laşıyordu. Şifa'nın orkestrasında cümbüş çalan çirozdu bu. Kemirilmiş bir kemiğe benziyordu. Kravatı gevşek, ceketi omuzlarından sarkmış, pantolonunun fe rmuarı açıktı. Arapça cümleler geveliyordu. Şifa koşup adamın kolunu tuttu. Ben de yetişip diğer kolu kavradım. Adam, Şifa'yı ve beni, hoş­ nut sarhoş aksanıyla selamladı. Kokusu, gözlerimi yakıyordu. Küfelik babunu Şifa'nın kamarasına doğru taşırken "Bu, o mu?" diye sordum. Şifa bana cevap olarak bir bakış hançeri fırlattı. "Merak ediyorum, evrendeki en şanslı herif bu mu yani?" Hiçbir deodorantın evcilleştiremeyeceği gübre çuvalı, sırıtarak sayıklarken salyasını boynuma akıtıyordu. "Evet." Siz de duydunuz değil mi? Bu tek kelime beni canevim­ den vurmuştu. Efsanevi bir deniz canavarı sudan çıkmış, Ti­ tanik'i kağıt gibi avucunda buruşturup bir karadeliğe basket atmıştı sanki. ''Adıne bu hıyarağasının?" "Ne dedin?!" "Yani kıymetli aşığınızın ismi ne acaba?"

47 Deşifre edemediğim bir ifadeyle "Refik Risk" dedi. "Sana ne?!" demesini bekliyordum. Romantik bir pusuya düşmüştüm. Şu halime bakın, sev­ diğim kadının belalısını sırtımda taşıyorum! Kamaranın eşi­ ğine vardığımızda herifçioğlu nara atıp yekindi. Elimizden kurtuldu, dengesini kaybetti ve Bam! Küpeşteye tosladı. Şlop! Fok sümüğü gibi yere yapıştı. Alnındaki odun yarığına ben­ zer yara kanıyordu. Sırtüstü uzanmış, debelenip böğürerek su­ ratını ovuşturuyor, kanı üstüne başına bulaştırıyordu. Koca­ man burun deliklerine bakınca, çürük cevizi andıran beyni görünüyor. Bu zırtapoz moruk şuracıkta cartayı çekse, sizce de hoş olmaz mı? Fakat nerde bende o şans. Öylece dikilmiş iz­ lerken "Keşke gemiyi komple Refik'inkanıyla boyayabilsem" diye düşünüyor ve gayriihtiyari sırıtıyordum. RefikRisk'i kucaklayıp kaldırmaya çalışan ŞifaŞavk, "Dok­ tor! Ya rdım edin!" diye haykırdı. Sağlık görevlileri 30 saniye içinde çıkageldiler ve gebere­ sice yaralıyı sedyeye atıp apar topar götürdüler. Şifa �a onlarla birlikte gitti. Kapısı açık kamaranın önünde kalakaldım. Bir anlık tereddütten sonra içeri giriverdim. Apliklerden yayılan sarı ışıktan ötürü, Rembrandt'in fı rçası değmiş gibi, odaya bedii bir loşluk hakimdi. Masif masadaki porselen vazodan taze zambaklar taşmıştı. Sage marka kahve makinesi, minya­ tür denizaltıya benziyor. Gardırobu açtım. Şifa'nın kostüm­ lerini incelerken, tüm bu elbiselerdeki fermuarları indirme vazifesini tek başına üstlenmeyi diledim. Yatağın kenarında sayfaları açık bir kitap ters duruyordu: Theodore Zeldin, in­ sanlığın Mahrem Ta rihi [An lntimate History of Humanity]. Komodinin üstündeki kül tablasında ruj izleriyle bezeli ince izmaritler birikmişti. Söylemesi ayıp, her şeyi tazı gibi koklu­ yordum. Çekmeceleri kurcalarken gıcır gıcır bir tabanca bul­ dum. Browning Hi-Power: Kalibre, 9 mm. Na mlu uzunluğu

48 118 mm. Ağırlık 900 gram. Şarjör kapasitesi, 13 mermi. Etkili menzili, 50 metre. Üzerinde desenler, kabzasının sağ tarafında çift başlı kartal işlemesi bulunan silah, büyük ihtimalle RefikRisk' e aitti. Öz­ güveni paçavraya dönmüş bu taşralı megalomanın, ateşli ak­ sesuara ihtiyaç duyması anlaşılır bir durum. Herhalde, kolay saklayabilmek için Şifa'ya emanet etmişti. Sahi, ayyaş moron kazara kızı vurabilirdi. Zira cinayet kurbanlarının % 85 'i, ta­ nıdığı biri tarafından öldürülür. En iyisi makineyi almak. Peki ya Şifa'ya aitse? Çeyizinin bir parçası mı yani? Cık, hiç san­ mıyorum. Sevgilimin başı belada mı yoksa? Ya da ... ne bile­ yim, cinai hobileri filan varsa? O bir profesyonel katilse? .. İlk görüşte aşk, zamandan tasarruf sağlıyor, fakat birtakım sürp­ rizlere de yol açabiliyor. Silah mesuliyet yükler, tehlike doğu­ rur, ölüme sebep olur ... Tüm bunlardan Şifa'yı uzak tutmak niyetiyle Browning'i alıp belime taktım. Çekmeceyi kapatırken, kınnapla bağlı bir kağıt rulosu araya sıkıştı. Düğümü çözüp sayfalaragöz gezdirdim. Bunlar, kağıda basılmış e-mail'lerdi. Takriben 40 sayfa. Hepsi de Re­ fik Risk'ten ŞifaŞavk'a gönderilmişti. En büyük rakibimden, sevdiğim yegane kadına. İngilizce yazılmış bu mektuplar, Re­ fik 'i tanımaya, daha önemlisi Şifa'yı anlamaya yarayabilirdi. Sayfaları ceketimin iç cebine sokuşturup kamaradan sıvıştım. Soluğu, Cafe Parisienne'de aldım. Galibe Hanım ve Ali Bey gitmişlerdi. Onların masasına oturup mektupları yanım­ daki sandalyeye koydum. Kırmızı şarap söyledim ve rastgele bir sayfa çektim. Şifa'nın Arap olduğu aşikar. Herifse İstan­ bul' da yaşıyor besbelli. Bu durumda, kıtıpiyos çiroz Türk olsa gerek. Peki neden Arapça konuşuyor? Muhtemelen Şifa, ona geveleyebileceği kadar Arapça öğretmiştir. Demek, epeydir bir­ likteler ... Aaaaaaaghhh! .. Mektupları detaylı okumaya başlı­ yorum. Bakalım bizim martavalcı hötöröf neler zırvalamış?

49 Michelangelo'nun yonttuğu elma

Prenseslerin doğal lideri Şifa Sultan, sen Kahire'de gülümsediğinde, lstanbul aydınlanıyor.

Sırrın nedir ey dilber-i şahane? Yüzün nasıl böyle Michelangelo'nun soyup yonttuğu bir elma gibi? Dişlerin, Arsen Lupen'in hayalindeki mücevher koleksiyonu. Konuşurken sana melekler back-vocal mi yapıyor? Kahvaltıda, cennetteki tavukların yumurtalarını haşlayıp içindeki sarıyı mı yiyorsun? Ellerin minyatür kanatlara benziyor.

Üzerinde sen varsın diye, bu dünyada bir çakıl taşının bile yerini değiş- tirmekten çekiniyorum. Çin'de bir kelebek kanat çırpsa, ürperir, hapşırırsın diye endişe ediyorum. Halbuki ne var bunda? Hapşırsan tozşeker saçarsın, gökkuşağı çıkar Şifa. Bir gülüşle Klimanjaro'nun karlarını eritirsin. Yıldızların voltajı yükselir bir bakışınla. Zombileri normale döndürürsün, tekrar takım elbise giyip işe giderler. Beynim, bilinçaltım, kalbim sürekli bana senin reklamını yapıyor. Kendimi meşhur Sevmek Zamanı filminin komedi versiyonunda gibi his­ sediyorum. Saatlerce fotoğrafına bakıyorum Şifa. Fotoğrafın, güzel sanatlar müzesinin lobisinde sergilenmeli. Senin tebessümünü Mona Lisa görse, suratı asılır Şifa.

Michel Foucault, "Şu masa, bu çanta pekala sanatsal bir değer arz eder­ ken, bir insanın hayatı neden sanat eseri olamasın?" diye sormuş. Hayati ve ölümcül hakikate bilgi ve ahlak vasıtasıyla yaklaşabilirsin, lakin ancak güzellikle varabilirsin Şifa. Güzellik, yani sen. Benim için gerçek de, anlam da, hayat da sensin. Foucault'dan daha akıllı değilim, fakat daha şanslıyım Şifa.

50 Evet, Refik Risk benim gerçek adım. Sen yazınca, söyleyince bir anlama kavuştu.

Birbirimizin kalbine kuşlar gibi yuva kuralım Şifa. Senin zarafetine, letafetine, nezahetine meftunum Şifa. Söyle bana, dudakların nasıl böyle yakut hareleriyle birbirini aydınlatıyor? Vücudunun ganimetleri yeni bir cihan harbi başlatır. Mevlana Rumi "Aklın kafesi kırıldı mı, kuşların her biri başka bir yöne uçar" mı demiş? Sen, Mevlana'yı benden daha doğru anlamışsın Şifa. Ben de ikinizi daha doğru anlamaya bakacağım. Aşkından keçileri kaçıracağım; tımarhaneye adımı verecekler; bahçeye heykelim dikilecek; bir dokunsan canlanıp dile gelir, şarkılar söyleyerek mayın tarlalarına koşarım Şifa...

Ah, avuçların öyle parlak ki, eminim onları ayna olarak kullanıyorsun. Öpüyorum avuçlarını Şifa.

Vay canına! Tımarhane ambulansından düşmüş bu Refik Risk denen spastik ibliste ne numaralar varmış! O gudubet şaklabanın bir şair ruhu taşıdığı kimin aklına gelirdi? Belki de bu mektuptaki sözleri bir romandan araklamıştır? Diğer mektuplar nasıl acaba? Okuyup göreceğiz.

51 5 duyuya birden hitap eden dilber

Şifa, cimcimelerin en sofistikesi, en kıdemli, en yüksek makamlısı ...

Sen gidince lstanbul esir kampına döndü. Feleğim şaştı Şifa, nazarımda kainat bir karantina kasabası. Sen yokken ben kaybolmuş, devasız bir divaneyim.

Araplar biraz daha çalışıp, senin gülüşünden enerji elde ederek Mağrib'i komple aydınlatabilirler Şifa: Doğal, çevre dostu, temiz enerji. Te knoloji ilerlesin, tebessümünü depolayıp tankerlerle Çin'e ihraç edecekler. Bir kahkahanla uzaya roket fırlatacaklar.

Parmakların flüt seti gibi Şifa. Bahse girerim, ellerini ağzına götürüp, Ba- ch'ın flüt sonatlarını çalabilirsin. Çizgi filmlerdeki göller kadar berrak gözlerinde renkli balıklar düğün yapıyor. Burnun, anaokulu bahçesindeki minyatür kaydırak. Dudakların, reçele batırılmış cam bilyeler sanki. Masallardaki saray şömineleri gibi sıcaksın Şifa. Halife kılıcı, kasideler kadar sıcaksın.

Eminim, sen parkta yürürken kuğular sana doğru yüzüyor, sincaplar sana koşuyorlardır.

Ta mam, gece gündüz seni düşünmeyeceğim. [Yalan.] ikide bir mail yazıp zamanını almayacağım. [Yalaaaannn!] Kuyruğumu toplayıp uslu uslu oturacağım. [Kuyruklu yalan.]

Sana daha yakın olsam ... Ve sen daha az giyinik olsan ...

Seni, tsunaminin çöle savurduğu levreğin şok susuzluğuyla özlüyorum. Kış günleri ağzından çıkan kalp şeklindeki buharı ... Yazları, saçlarında dalgalanan gün ışığını özlüyorum.

52 Kalbim uydu anteni gibi sana çevrili. Sendensin yal gelince her şey netleşiyor Burnumu Kahire'ye çevirip kokunu içime çekiyorum. Kuzeye doğru üfleyerek bir öpücük gönder Şifa, sevaptır. Her yere senin aşkını taşıyorum. Bir çelenk, muska, hançer, kokain gibi taşıyorum Şifa.

Sen Müslüman kızsın, söyle bana lütfen, seni karşıma çıkardığı için hangi meleğe teşekkür etmeliyim? İslam'da Eros'un muadili bir aşk meleği var mı, yoksa her işi Cebrail tek başına mı yapıyor? Bizimle de o mu ilgileniyor? Aşık olunca bir tören, ayin düzenleniyor mu?

Nefes almak seni çok güzelleştiriyor Şifa.

Beş duyuya birden hitap ediyorsun Şifa: Seninleyken kuzey kutbunda gün­ batımına karşı, çelengin ortasındaki çiçeği koklayıp, Sviatoslav Richter'den [1915-1997] piyano resitali dinlerken, 1947 Chateau Cheval Blanc yudumluyo­ rum ve periler bana masaj yapıyor sanki. Tam anlatamadım. Seni tarif eder­ ken bu çer çöp kelimeler işime yaramıyor; hiçbir misal denk gelmiyor, teşbih yaraşmıyor, mübalağa kar etmiyor Şifa.

Seni özlemek, Sicilyalı Gorgias'ın [M.Ö. 483 - 374] üçlü argümanına ben­ ziyor: 1] Hiçbir şey yoktur. 2] Bir şey varsa bile bilinemez. 3] Bilinse bile baş­ kasına bildirilemez. Her şeyi yok ediyor sensizlik Şifa. Aklı durduruyor, hafızayı siliyor, zekayı çökertiyor. Kavranamıyor, taşınamıyor, aktarılamıyor.

Zen bilgesi "Nehri itekleme, o kendi akar" demiş. Tamam, nehri iteklemiş olabilirim. Ne yapayım, bazen insan güneşi bile iteklemek istiyor Şifa.

53 Öpüyorum bileğinin iç kısmındaki çizgiyi. Öpüyorum, müzik kutusu gibi aralanmış ağzını.

Kafedenbir şişe şarap alıp kamarama yollandım. Bu bahtı açık bedevinin sevdiğim kadına yazdığı sözler beni nefretyüklü bir melankoliye sürüklemişti. Herifin pancar suratını turşuya dönüştürmek istiyordum. Nerden baksan 50 yaşındaydı. Yani romantizmin, yerini romatizmaya bıraktığı evrede. Fakat işte Viagra deposunu yağmalamış King Kong kadar formdaydı. Mürekkep yalayıp şiir püskürtüyordu. Şifa'nın "Müzik kutusu gibi aralanmış ağzını" öpecekmiş! Ben de senin ciğerini söke­ ceğim ve benzine bulayıp yakacağım Refikpiçi! Hık! Henüz sarhoş değilim. Tabur taşıyan zombi adım­ larıyla yürüyorum. Bulutsuz gökyüzüne birkaç milyon yıldız saçılmıştı. Gene de kainat kapanmış ve ben dışarıda kalmı­ şım gibi hissediyordum. Tropikal rüzgar serinlemişti. Önüm­ den fingirdeşerek geçen çift, ön sevişmenin arifesindeydi. Bir elimi Şifa'nın beline sarsam, bir elimle de Titanik'i ters çevi­ rip herkesi denize döksem ... Kamaranın kapısını açtım. Kimse yok. Jojo nerede acaba? Belki de beni aramaya çıktı? Titanik'ten ayrılmadığı müd­ detçe kaybolmuş sayılmaz. Ne de olsa gemi, babasının malı. Browning'i komodine bıraktım. Yatağa uzandım. Şarabı kafaya diktim. Ve fostikmübareğin belagat hoşafını okumaya devam ettim ...

54 Kemale ermek için yapllan hileler

Arap kızı,

Kalplerimizi değiş tokuş etmişiz gibi... Bana her saniye seni düşündüren bir çarpıntıyla yaşıyorum.

Yakında geliyorsun, buluşacağız, az kaldı, geri sayım bitmek üzere. Sanki dünyaya elmastan bir devasa meteor yaklaşıyor Şifa. Gezegenimize çarptığında hepimiz zengin olacağız!

Senden uzak kalmak, çölü tekerlekli sandalyeyle geçmekten fa rksız. içimde bir matbaa makinası çalışıyor adeta. Hasret gazetesi sürekli yeniden basılıyor.

Dışarıda yapraklar, senin fotoğrafların gibi uçuşuyor. İstanbul'u senin parfümünle mi yıkamışlar? Ellerimde, ellerinin gölgesi var, eldiven gibi. Senin kalbin, Şifa, şimdiye dek saklandığım en iyi adres. Kirpiklerin kopkoyu, nakışlı, derin çerçeveler. O kirpikler her kırpıştığında gönlümün tozunu talaşını süpürüyor. Gözlerin, baktığım en berrak aynalar. Kendimi bulmak için, gözlerini arıyorum hep.

Louis Aragon şiirinde "Mutlu aşk yoktur" der ya, Felsefeci Andre Com­ te-Sponville "Aşksız da mutluluk yoktur" diyor. Bence sensiz ne şiirin bir tesiri olur, ne felsefede zerre kadar vitamin ka­ lır Şifa.

Bana sorsalar, aşkı, "Kemale ermek için başvurulan bir hile" diye tanımlardım. Fakat şimdi, kalbim, Plüton'un yörüngesindeki çaydanlık gibi, senin çev­ rende fokurdayarak fırıl fırıl dönüyor. Senden bir haber, bir sinyal gelince; vücudumda serotonin, dopamin, ad­ renalin, endorfin şelaleleri çağıldıyor.

insanların dudak izleri de parmak izleri gibi birbirinden farklıdır. İkimizin de dudak izleri birbirinin aynı oluncaya dek öpüyorum seni Şifa.

55 Seni 50 yll daha seveceğim

Doğum günün kutlu olsun prenses.

Sana ikide bir "prenses" dediğime bakma. Prensesler senin eline su dökemez Şifa. Kraliçeler sana kahve pişirir, pedikür yaparlar ancak.

Annene ve babana hassaten şükranlarımı sunuyorum. 1990'1arın ortala­ rında bir gece, son derece başarılı bir çalışma yürüttüler. Dünyamıza çok şey kattılar. Onlara plaket vermek isterim.

Şifa, senin sağlık ve mutluluğuna katkıda bulunan herkese ayrı ayrı te- şekkür ediyorum. Umarım, ben de onlardan biri olabilirim. iyi ki doğdun, sevgilim. Evrene, galaksimize, güneş sistemimize, yeryüzüne, kalplerimize ... tekrar hoş geldin, hoşnutluk getirdin. Seni layıkıyla ağırlayamamış olabiliriz. Sen gelmeden önce, gezegeni dip köşe süpürüp silmemiz, dezenfekte etmemiz icap ederdi. Tüm ülkelerde barışçı, özgürlükçü ve çoğulcu bir yaşama düzeninin, de­ mokrasinin kökleşmesi gerekirdi. Fırsat eşitliğinin, sosyal güvencelerin, gelir dağılımında adaletin çoktan sağlanması lazımdı. Beceremedik. Sen medeni dünyadan çok daha hızlı ilerliyorsun, sana yetişemedik Şifa.

Doğum günün, tüm günlerin, her dakikan, her nefesin kutlu olsun.

50 yıl sonra, yani 2068'de, tanışmamızın 50. yıldönümünde, sana şunu söylemek istiyorum: "Seni 50 yıl daha seveceğim Şifa."

Midem cadı kazanı gibi fokurduyordu. Kustum. Hay aksi! Acem halısının üzerinde, İran haritası şeklinde bir leke oluştu. Yatakta oturdum. Kalkmayı denedim fakatbaşım dönüyordu.

56 Kafayı bulmuştum. Birkaç kez daha öğürdüm. İçimde ne var ne yok çıkarıp tümüyle ferahlamak için, sağ elimin işaret ve orta parmağını boğazıma daldırdım. İşe yaramadı. Taban­ caya uzandım. Karnımdaki fokurtu dinmek bilmiyordu. Bu defa,namluyu ağzıma sokup, arpacıkla bademciklerimi gıdık­ ladım. O esnada içeri biri girdi. 25-30 yaşlarında, ince yapılı, gür saçlı, çakır gözlü bir adam. Esrarengiz yabancı, kapının önünde dikilerek, konuşmaya başladı: "Parmağını tetikten çek. Namluyu ağzından çıkar. Azra­ il'in işini, Azrail'e bırak. Derin bir nefes al. Gözlerime bak.

Kulaklarını dört aç. Ve beni iyi dinle ..." Zuhur edişi gibi aniden kayıplara karışan anonim ziyaretçi­ nin içime serptiği şüphe tohumları hızla neşe fidanına, istihza ağacına ve muziplik ormanına dönüştü. Keçileri kaçıran, so­ luğu yanımda alıyor! Kelleme el sallamışmış?! Tatavacı gavgav! Mektupları katlayıp çekmeceye koydum. Silahı, kemerime taktım. Banyoda üstüme başıma çekidüzen verdim. Bulantım hafiflemişti. Etajerdeki Ralph Lauren Notorious'la göğsümü suladım ve kumarhanenin yolunu tuttum.

57 Yüzmeyi, günah batakhğında öğrenmek

Adamda pokerci suratı, kadında pokerci vücudu vardı. [OLLE ONETTI, Dünyanm Kıç Deliği]

Uğ ursuz kabul edilen 13 sayısından korkmaya 'triskaideka­ fobi'de nir. Uzakdoğu'da 4 ve 9 sayıları musibet alameti addedilir. 4, ecel· 9 ise felaket demektir. Afga nlara göre 39 sayısı tam bir baş belasıdır. Hindistan'da milyonlarca insan 8 sayısının meşum oldu­ ğuna inanır. İtalyanlar 17 sayısından korkar.

Derin bir nefes alın. Şimdi verin. Kumarhanemiz ferahtır. İnsanı zindeleştirir. Çünkü ha­ vaya habire oksijen pompalanır. Duvarda asla saat göremezsiniz. Burada zaman, medenice inkar edilir. Bir talih balonunun, mucize kabarcığının, ihtimal fanu­ sunun içindesiniz. Kumarhane, Titanik'in kalbi. Burada zarlar atılıncaya, kartlar açılıncaya, rulet durun­ caya kadar herkes kendini başrolde sanır. Bense bu yakamozlu bataklığın evcil robot figüranıyım. Masada 9 kişi var: 4 oyuncu, 5 seyirci. Kartları birer bi­ rer dağıtıyorum.

58 Şimdi kupa, maça, karo ve sinek papazları, İznik Konsili'ni yeniden toplayıp hakkınızda hüküm verecekler. Kareyi buldu­ nuz ya, zevkten dört köşesiniz. Beşinci kart as mı? Tamam. Sakin olun. Pokerci suratınızın üstüne pokerci maskesi takın. Potun yükselmesini bekleyin ... Ve rest çekin. Diğer oyuncu­ lar, sizi şeytanın kayınçosu olarak görecekler. Siz ise kutsan­ dığınızdan eminsiniz. "Aşkta kaybettim." Bunu, Dr. Akula söylüyor. Viskisin­ den bir yudum alıyor. Sizden nefret etmekiçin haklı neden­ leri varmış gibi bakan Dr. Akula. Poker masasından her de­ fasında kazançlı kalkan adam. Nasıl olup da en iyi kağıtları hep ona verdiğimi merak ettiğim kumarbaz. Adına bakılırsa, Romanya'nın Transilvanya yöresinden. Sıska kontumuz, si­ yah smokinin içinde azap filtreleyip gazap sentezliyor adeta. Her hareketine kontrollü bir tiksinti hakim. Gri gözlerinde feryok. Cerrahtan ziyade kadavrayı andırıyor. Morg bekçisi uyurken, bizimki çekmeceden tüymüş. Suratı, cenaze marşı çalan külüstür bir radyo. Şanslı bir pokerci için fazla mey­ menetsiz. Sevgilisi Ferrari Bravo' daki canlılıktan zerre na­ siplenmemiş. Ferrari Bravo'nun sedef gözkapakları, arz-ı mevuda nazır bir pencerenin jaluzileri misali açılıp kapanıyor. İksir gibi ka­ dın. İşve şivesiyle 40 bin kelimelik beden dili konuşuyor. Po­ kerde sık sık "Pas" diyor. Halbuki, göğüsleri "Kazan - kazan" formülünün vücut bulmuş hali. Makyajsız tartıldığında iki kilo eksik gelir, o ayrı. Dr. Akula'nın solgun ve çökük yanak­ larına bir şans öpücüğü, bir tebrik busesi konduruyor. İnanır mısınız, Mr. Akula istifini hiç bozmuyor. "Bir kart çekeyim.'' Dedektif Apo Calypso'nun dişleri ağ­ zına zar zor sığdırılmış. Gözleri sinek yeşili. Lenduha ile ze­ bella arası bir boyda. Suratı, beysbol topu gibi dikişli; sanırsın

59 ki Vahşi Batı'nın "Aranıyor" afişlerinden kesilmiş. Bir nebze medenileşmesi için onu Eiffel Kulesi'ne 9 yıllığına zincirlemek gerekir. Konuşurken hırıltılar çıkarıyor. Bir fiskeyle feleğinizi şaşırtır. Yüz ifadesi nedensizöfke ve genetik aptallığın karışı­ mından oluşuyor. Herif her an tetikte. En ufak biryanlış ya­ parsanız, dalağınızı söküp çekiçle ezer. Titanik'te suç işlenirse, hepimiz bu mahşer pezevenginin kerpeten ağzına bakacağız. Hırslı. Kumarda kazanacağına bile iddiaya girer! Ferrari Bra­ vo'nun sigarasını yakıyor: "Kötü bir alışkanlık." Leydi Bravo gamzeleriyle sinyal veriyor: "Ohooo, bende daha neler var." Bu erotik ima üzerine, elindeki kartları inceleyen Kurush Ku­ mar'ın bir kaşı kalkıyor. Kurush Kumar, gemiyi Sri Lanka'nın Colombo Lima­ nı'nda teşrif etmiş. Lakabı, Orissa Dinozoru. Çok iri ve güç­ lüymüş. Daha doğrusu, şişko bir milyoner. Öyle şişmanmış ki, Google Maps'te bile görünüyormuş. Boynundaki yağlar, ku­ laklarını tıkadığı için ağır işitiyormuş. Mukaddes diyet kitabı Ayurveda'ya veya vejetaryen menüsüne el basarak yemin edi­ yormuş ... Halbuki karşımda oturan adam gayet zayıf ve sağ­ lıklı görünüyor. Demek dinozor, kertenkelebeğe dönüşmüş? Hareketlerindeki, konuşmasındaki yavaşlıktan, bir zamanlar fazla kilolu olduğunu çıkarsayabilirsiniz. İkide bir, uydu tele­ fonuylagezegenin dört köşesine nasihat yüklü talimatlar veri­ yor. [Telefonla uluslararası aramaların % 87'sinde İngilizce ko­ nuşulur.] Poker masasına, dağ gibi servetinden zerreler, tozlar bırakıyor, hepsi bu. Yani oyundan aldığı zevkin bedelini öde­ meye yanaşmıyor. "Selam! Herkes kazanıyor mu?" Dan Galaxy 70'lerinde bir profesör. Einstein'la aynı kabileden olduğu ilk bakışta an­ laşılıyor. Saçları, alev almış cin gübresi yığını gibi kabarık. Matruş yüzü, naylondan sanki. Kemik beyazı takım elbisesi­ nin yaka kenarlarındaki şeritler, ışık vurdukça parlıyor. Uzun

60 boylu. Gözlüklü bir leyleğe benziyor. [Onu gerçekten leylek­ ler getirmiş olmalı.] Boncuk gözleriyle, telepatik bir mesaj ile­ tir gibi bakıyor. Hal ve hareketlerinde insanları trigonomet­ riye, üslü sayılara, incegrale çağıran bir hava var. Sentetik bir sevecenlikle konuşurken, akademik azametiyle çelişecek şe­ kilde sempatikleşiyor. Burada paradan öte bir şey kazanıyorsunuz. Manevi mü­ kafat veyaceza evrakının mühürlü zarfı açılıyor. Muğlaklığın sularından kesinliğin adasına doğru kulaç atıyorsunuz. Ben­ liğinizin değeri tasdikleniyor. Size müstesna bir makam bah­ şediliyor. İskambil kartları birer oncolojik makbuzdur. Varoluşun maraton parkuruna geçiş bileti. Özgüven dopingi, şahsiyet şi­ kesi, menzile ışınlanma! Gıcır gıcır aleladelik tribününde, ezeli sürprizin ilan panoları. Kumar, sırların mahkeme salonunda yapılan ameliyattır. Gaipten gelen düşük frekanslı talimatlara kulak kabartma me­ todu. Meçhulün tetkiki, sondajı, kurcalanması. Benliğimizin kökünü kurutan suallere cevap niteliğinde bir beste. Azabın dozu artsın, ziyanı yok. İnce bir ihtimal tülünün arkasında sü­ zülen müjdenin gölgesi bile iptilaya sürükler insanı. Pokerde pot ile el arasında bir bağ yoktur. Flush royale gel­ dikten sonra; keşfedildikten, seçildikten, kutsandıktan sonra paranın ne önemi var? Hayat oyundur. Kumar ise ayin. Oyunda kendinden ka­ çarsın. Ayin ise seni kendine getirir. Şanslıyım, o halde varım. Kaybediyorum, demek ki yok olmadım. Kendimin civarındayım. Mevcudiyetin kaypak yö­ rüngesinde.

61 İnsanı yaşatan yalanlar ile öldüren gerçekler arasında me­ kik dokursun. Ruhunun en yağlı müşterisi olan şeytanla pa­ zarlık bitmez. Hilesiz bir sahteliğe, anlaşma sağlayan yalana, teselli getiren dalavereye müptelasındır. Halüsinasyon diyarında blöf yapmadan adım atamazsın. Yüzmeyi bu günah bataklığında öğreneceksin. Vesvesenin buharında pişeceksin. Tek bir kural var aslında: Ne kadar kazanırsan kazan, so­ nunda herkes gibi kaybedeceksin.

62 Avusturya'daki kanguru

"Onun yerinde olsaydım böyle yapmazdım" demek, "Ben 2 sayısının yerinde olsaydım, 3 ile toplandığımda 5 etmezdim" demek gibidir. [İHSAN OKTAY ANAR]

Tü m dünyada katiller, kurbanlanndan ortalama 7,5yaş gençtir. 153J'de, Rochester Başpiskoposu'nun aşçısı, ev halkını zehir­ leyerek öldürmek suçundan idama mahkum edildi. Şehir meyda­ nındaya kılan bir ateşin üstündeki, su dolu bir kazana konulan aşçının, kaynar suda haşlanarak ölmesi 2 saat sürdü. ABD Başkanlarındanfimmy Ca rterin 1979'da kuru temiz­ lemeciye gönderilen ceketinin cebinde unuttuğu kağıtta, nükleer füzeleri ateşleme şifreleriya zılıydı.

il Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Loridra Hayvanat Bah­ çesi görevlileri, mekan bombalanırsa kaçarlar diye tüm zehirli yılanları öldürdüler.

Masadan kalktım. Ye rime, yakasındaOtto Ott yazılı meslekta­ şım geçti. Alman. Bir rahibenin donu kadar ciddi görünüyor. Kovboy şapkalı kızların dolaştırdığı tepsilerden birinden, hindili sandviç aşırırken, seksi pilice "Harika şapka. Aynısın­ dan bende de var" deyip gülümsedim. Bir kadına "Şapkan ya­ kışmamış" demek, belden aşağı vurmaktır. Ve sancak tarafına çıktım. Gökte "D" şeklinde bir ay. Uzakta, Casablanca'nın flu ışıkları kırpışıyordu. Nam nam nam ... Nevaleyi kemirerekten turlarken, iflah olmaz kumarbaz, Sandwich 4. Kontu John Montagu [1718-1792] düştü aklıma. Oyuna ara vermemek için, masaya ekmek arası et getirtip yi­ yordu. İnsanoğlu, tarih boyunca ekmeğin arasına katık koyup lüpletmişti. Fakat "sandviç" adı, Kont Montagu' den neşet etti.

63 Fırıldakçı İngilizlerin 18. asırdaki beslenme alışkanlıkla­ rıyla ilgili bu detayı nereden bildiği�e dair hiçbir fikrim yok. Benimki hafıza değil, envanter. Hey! Bakın! Bir albatros! Ku luçka süresi, 80 gün. Ortalama ömrü, 80 yıl. Ka nat uzunluğu, 3-4 metre. Ka nat çırpmadan 6 gün süzülebilir. Uçarken uy uyabilir. Çiftleşmek için eş ararken 10 yıl uçabilir. Sandviçin son lokmasını çiğnerken, kafamın içinde ren­ garenk bumeranglar, frizbiler, balonlar ve elbette albatroslar uçuşuyordu. :>" "sıgara.· Dönüp baktım: Refik Risk! Albatros çığlığı bastı: "lııiyyyyyyyyyh!" Refik'in uzattığı Lucky Strike paketinden bir sigara al­ dım. Yaktı. Düşmanın bu beklenmedik jestiyle zihnimdeki her şey alev almıştı. Şimdi kafamdayalnızca küller savruluyordu. Sigaradan derin bir nefes çektim. Kaşlarımı çattım, göz­ lerimi kıstım, alnımı kırıştırdım ve dumanı üflerken sordum: "Kadınları etkilemekte ustasın demek?" "Evet." Bir kulağından öbürüne uzanan, imalı akbaba kı­ kırdayışıyla altın köpekdişi pırıldadı. Sarhoşluk, sersemlik, sar­ saklıktan sıyrılmıştı. "Tahminimce ... Şifave sen, gemideki en çok eğlenen in­ sanlarsınız, ha?" "Evet." Alnının sol tarafındaki bandajı, işaretparmağıyla hafifçe kaşıdı.

64 "Bakıyorum da keyfin gıcır Bay Risk?" "Evet." Bir kahkaha patlattı. Nemli suratı, yağlı gözleri, mor dişetleri ışıl ışıldı. Sigarayı son kez emip, izmariti bir fiskeyle okyanusa attım ve sağ elimle ceketimi araladım. Cebimdeki ruloyu uzatıp "Bir şişe bul, mektupları içine koy, sonra da şişeyi g.tüne sok!" di­ yecektim ki son anda vazgeçtim. Sol elimin işaretparmağıyla Browning'i gösterdim. Sırıtma sırası bendeydi. Onu sadece korkutmak istemiştim. Büyük kararlar vere­ cek durumda değildim. Avusturya' daki bir kanguru gibi yanlış yerde bulunduğum duygusundaydım. Kafam karışıktı. Gene de filmlerdeki gangsterlerin o tehditkar neşesiyle konuştum: "Doğum gününde ölme ihtimalin, diğer günlere oranla % 14 fazladır ahbap. Bunu biliyor muy_" BAMMM!!! Çeneme öyle sert bir kroşe çaktı ki, dişlerimden biri ku­ lağımdan fırladı! Başımı çevirdiğimde, Browning [Hop!] Refik'inelindeydi! Namussuzun kara yumruğu, silahın kabzasını o kadar sıkı kav­ ramıştı ki, çiftbaşlı kartal, çığlık düeti yapıyordu. Refik Risk, Arapça birşeyler mırıldanmaya başladı. Sa­ nırım, bir cinayet duasıydı. Namlu, burnumun ucunda titri­ yordu. Birkaç saniye içinde, o delikten bir mermi fırlayacak ve beynimin ortasına saplanacaktı. Bu an'ı daha önce yaşadığım hissine kapıldım. Dejavuyla, kaypak bir sezginin muğlak nostaljisiyle zaman kaybedemez­ dim. Lanet olsun! O tabancayı hangi akla hizmet almıştım ki? Bu yerin dibine batasıca gemide ne arıyordum? Jojo'yla niye nişanlanmıştım? Şifa Şavk'a rastlamasam olmaz mıydı? Dün­ yanın en yararsız işi olan krupiyeliğe nereden bulaşmıştım?!

65 Ölmeme birkaç nefes kalmıştı ... RefikBey Hazretleri ise, tetiği çekecek ve Şifa'yla aşkın kulvarında bir ömür el ele ko­ şarak saadet rekortmeni, sürur şampiyonu olacaktı! Saniyelerin arasındaki boşluklara ne denir bilmiyorum. Bazen çok uzun sürüyor. Hayatım, gözlerimin önünden bir filmşeridi gibi geçemezdi, zira hafızanana y, hatıra mafiş. Şifa Şavk'ın posteri, belleğimin ışıklı panosunda sönüp yanıyor, o kadar. Bence bu tek kare, hayatıma yeterince anlam katıyordu. Refik'in eli tetikteydi. Denize atlar gibi herife daldım. Tabancayı yakalamıştım. Gülünç fakatölümcül bir güreşe tutuştuk. Refik'ten daha güçlüydüm. Kemiklerimdeki sancıyı saymazsak, üstünlük bendeydi. DUF! Tek şahidimiz Ay De­ de'ye bir kurşun. Refikde ben de gözlerimizi kısıp dişlerimizi sıkarak ıkınıyor, kasılıyoruz. Bu adamı gerçekte hiç tanımıyo­ rum. 20 saniye önce beni öldürmesine ramak kalmıştı. 10 sa­ niye sonra onu vuracağım. Aptallığın modası geçsin diye bo­ şuna beklemeyin. 10, 9, 8 ... Hınnnnnnnghhh! 3, 2, 1, DUF! Tabancayı, Refik Risk'in göğsüne dayayıp ateşlemiştim. Tuhaf, ağır çekimde düşerken, gömleğindeki kan lekesi hızla büyüyordu. Şoktayım. Acaba bu benim ilk cinayetim mi? Nabzım şa­ kaklarımda atıyor. Ya birileri görürse? Zor nefes alıyorum. Şimdi ne yapacağım? Beynim zonkluyor. Kahretsin! Cinayet manzarası iflahımı kesiyor. Bu iş bir mumu üflemek kadar kolay olmuştu. Püf! Yo , yaptığımla övünmüyorum. Şifa Şavk'ın sevdiği adamı öldürdüm! Herifin mortlama­ sından elbette memnunum. Fakat cinayet işlemek. . . insanın ruhuna mal olan bir aşırılıktı. Browning'i kemerime taktım. Cesedi saklayacak zama­ nım yok. Okyanusa atamam, alt katlardan birine düşer. Ayrıca

66 zemine yayılan kanı ne yapacağım? Silah sesini Çin' deki kös­ tebekler bile duymuştur. Birazdan sökün ederler. Köstebekler değil, Apo Calypso ve zaptiyeler. Yerde yatan çalgıcıya baktım. Şaşılaşmış. Öldüğüne ina­ namıyormuş gibi bir hali var. Tabanları yağladım. Kapalı ge­ zinti yolundan koşarak geçtim. Etraf ıssız. Merdiveni çıkarken, aşağıdan ayak sesleri duydum. Duraksamadan devam ettim. Birinci mevki kamaralarının sıralandığı kata çıktım. İç mer­ divenin başında bir çift cilveleşmekteydi. Öp üşürken erkekle­ rin % 35 'i, kadınların ise % 97'si gözlerini kapatır. Umarım bu ikisi münasip yüzde dilimindedir. Refik'in kanı ellerime, pantolonumun ağına, ceketimin eteğine bulaşmıştı. Kamaraya paldır küldür daldım. Jojo ka­ yıp. Banyoya girip alelacele soyundum. Mektuplara da kan bulaştı. Musluğu açtım ve likit sabunla temizliğe koyuldum. Kıyafetlerimi çitilerken, bende şafak attı. Bu cinayet yanıma kir kalmayacaktı. Titanik'teki yolcular ile mürettebatın top­ lam sayısı henüz 400 civarındaydı. Refik'in cesedi nasılsa bulu­ nacaktı. Takibat, tetkikat ve tahkikat neticesinde beni ensele­ meleri işten değildi. Şifa,aleyhimde şahitlik edecekti. Jojo'nun karnındaki çocuğum, ben onu terk edemeden yetim kalacak! Nişanlıma "Doğduğunda, çocuğu benim yerime öp" diyece­ ğim. O da, çocuk namına yüzüme tükürecek! Bir türlü temizlenmeyen giysileri ve çaldığım mektupları yakmayı denedim. Fakat ıslaktılar. Hepsini bir banyo havlu­ suna sarıp duş kabinine bıraktım. Sakarlıkla panik arasında bocalıyordum. Bir hamster çarkında mahsur kalmıştım sanki. Düşüncelerimi toparlayamıyorum. Kafamın içinde bir may­ mun sürüsü çık çıt çekirdek yiyor. Üzerimde don, elimde tabanca, gardırobun önünde diki­ lirken kapı açıldı ve Jojo içeri girdi! Öyle sarhoştu ki, karnın­ daki bebek bile hıçkırıyordu.

. 67 "Selam balım, beni özledin mi?" diye sordu ve birkaç adım atıp karyolaya yüzüstü devrildi. Onu kucaklayıp yatağa yer­ leştirdim. Üzerini örttüm. Ayrılmak istediğim, hamilelik ko­ zuyla beni felce uğratarak mağlup edip zincirleyen kadına şef­ kat duyuyordum. Darağacından sökülüp tabuta çakılan çivi kadar talihsiz hissediyordum. Acaba giyinsem mi, kendimi mi öldürsem diye düşünürken kara göründü! il. Hasan Camisi'nin devasa mi­ naresi önümden yavaşça geçiyordu. Casablanca Limanı'na ya­ naşıyorduk. Browning'i bir fanilayla sarmalayıp buzdolabına koydum. Sabah ezanı; kumar, alkol, ihanet ve cinayetle ağı­ lanmış ruhumu felaha davet ediyordu.

68 Pinokyo ile Frankenstein'ın ortak akrabası

Otuzaltı seçenekten en iyisi kaçmaktır. [ÇİN ATASÖZÜ]

Benim masum okuyucum, siz elinizi kana hiç bulamadığınız için, beni anlamanız biraz müşkül. Lunaparktaki korku tünelinin ortasındayken 9 şiddetinde deprem olduğunu düşünün. Jojo'nun uyanacağı yoktu. Çarçabuk giyindim. Etrafıkur ­ caladım. Uydu telefonum kayıp. Deri bir el çantasının içinde pasaportumu buldum: Unione Europea Repubblica ltaliana. Pasaporttaki fotoğrafım, mücrim bir gudubetin meymenetsiz siması. A-ha? 25 Şubat 1994'te doğmuşum! Browning'i naylon poşete sarıp tuvaletin rezervuarına sakladım. Jojo'nun cüzda­ nında 1400 dolar vardı. Bu kadar parayı hayatımda ilk kez bir arada görüyordum. Hepsini aşırdım ve tüydüm. Pinokyo ile Frankenstein'ın ortak akrabasıydım. Yalancı kukla ile yamalı kadavra familyasından. Tutarlılık ve şuur­ dan nasibim yoktu. Titanik'ten kaçmak isabetli bir fikir mi? Cinayetten tu­ tuklanmayıp ne yapacağım? Fas'ta argan yağı üretip kozme­ tik firmalarına mı satacağım? Hiçbir soruya doğru cevap verebilecek durumda değilim. Kanımda piranalar yüzüyor. Çişini tutan, sabırsız bir idam mangasının karşısındaki, korkudan altına işemek üzere olan dilsiz bir mahkum kadar çaresizim. Yolcular, çıkış kapısının önünde, torbacıyı son yolculuğuna uğurlayan, afyonu patlamamış bir keş kafilesi kadar melül ve meyus yalpalıyor. Refik Risk'in matemini mi tutuyorlar? ..

69 Bir cıva buharının içindeyiz. Ağırkanlı kalabalıktaki bula­ nık yüzlere bakıyorum. Solumda yürüyen Hintli kadının al­ nındaki kırmızı nokta, kayıt yapan bir kameranın ışığı gibi parlıyor. Ayaklarını sürüyen siyahi ihtiyar ile kucağındaki pug [mops] cinsi köpek birbirine fazlabenziyor; aralarında biyolo­ jik bir bağ var sanki. Gözlerini bana dikmiş gotik kızın kafası piercing halkalarıyla dolu; el bombası pimleri gibi. Her adımda ''Acaba kimin lehine hata yapıyorum?" diye düşünüyorum. Eğer, Apo Calypso tepeme binmezse, liman po­ lisi kalbime bir "hoş geldin" kurşunu sıkacaktır. Burada kart­ ları ben dağıtmıyorum. Hala tek parçayım fakat tehlike çem­ berini kıramıyorum. Adrenalin dalgaları hışımla taş kalbime çarpıyor. Ruhumun selameti, pamuk ipliğine bağlı. Niyetim muğlak, vaziyetim muallak, akıbetim meçhul. Bekleyip göre­ ceğiz. Külotunu pantolondan önce çıkaramazsın. Pasaport kontrol memurunun bulunduğu kabine sağ sa­ lim ulaştım. Polis, bir fotoğrafıma, bir yüzüme baktı. İçimde bir 'bungee jumping' kordonu koptu. Yüreğim ağzımdaydı. Sayfayı mühürledi. Uçurumun kenarındaki hamile bir kaçak kadar gergindim. Pasaportu gülümseyerek uzattı. Aldım. Bir tahliye, bir firaradım ıyla çıkışa doğru yürüyordum. Birkaç saniye içinde alarma geçilecek, kamufleolmuş keskin nişancı­ lar ateşe başlayacak, cesedim Sahra Çölü'ne atılacak, yırtıcılar etimi yiyecek, rüzgar iskeletimi toza çevirip kumlarla harman­ layacaktı. Şipşak, besin zincirinden kopacaktım. Gübre, çepel ve dumana dönüşecektim. Paçayı kurtarsam bile, Şifa' dan ayrı düşeceğim. Kaçış rotamı, kavuşmaya ayarlamam muhal. Re­ fik Risk'i indirdiğim taht'a oturmam imkansız. Sabahın köründe, kalabalık bir grup, Titanik yolcularını karşılamak üzere limana toplanmıştı. Faslıların çehresinde, na­ sıl desem, porno yıldızlarının jinekoloğu gibi görmüş geçirmiş bir ifade vardı. Tüm sırlarımı biliyorlar sanki: Aşkımın dere­ cesini, korkumun miktarını, suçumun mahiyetini. .. Her şeyi.

70 "Üç, iki, bir!" Loutar, rebab ve bendirden oluşan küçük bir orkestra "Nearer, My God to thee" ilahisinin hareketli, ara­ besk bir versiyonunu icraya koyuldu. Orijinal Titanik 1912' de batarken çalınan eser, şimdi karşılama merasimine; mahva de­ ğil, neşeye eşlik ediyordu. Casablanca'ya şıkıdım şıkıdım oy­ nayarak girdik. Rıhtımda bir süre sersem sepelek dolandım. Karanlığın son deminde, fare gibi kokan yarasalar final turu atıyordu. Tabiat ana, mücrim paranoyasını böyle fiştekler. Kalabalık­ tan kopmuştum. il. Hasan Camisi'ne doğru tek başına hızla yürümeye başladım. Devasa mabet Einstein'ın umumi izafi­ yet nazariyesi veya kadim bir tılsımla beni çekiyordu. Üç ta­ rafı sularla çevrili cami, şehirden ziyade, okyanusa aitti sanki. Dikdörtgen prizma minare [210 metre], Titanik'in [269 metre] semavi versiyonu. Uçsuz bucaksız avluyu aştım. Kemerlerin bulunduğu bölümden geçtim. Sağdaki kapıdan içeri girdim. Mabedin ihtişamı, turistik değil, kozmolojik bir deneyim su­ nuyordu. Oymacı, kakmacı ve nakkaşlar ezeli hünerlerini, Mimar Michel Pinseau'nün [1926-1999] direktifleri doğrul­ tusunda sergilemişlerdi. Bir tezhip, tezyin ve nakış havuzun­ daydım. Fakat cezbe, vecd ve huşuyla yüzecek halim yoktu. Tanrı'nın evinde bir yabancı, davetsiz misafirdim. Önceki gün kamarama dalıp bana nutuk çeken çakır gözlü adam, mihraba yakın bir yerde diz çökmüş dua ediyordu. Di­ vane dedektif Müslümanmış demek? Onun hezeyanlarını din­ lemek istemiyordum. Kim bilir, Allah'a ne anlatıyor? Derhal sıvıştım. Son cemaat yerinde soluklandım. Tapınağın duvar­ larına turistlerin parfümü sinmişti. Suratı kaplumbağa deri­ siyle kaplı bir adam, ağır adımlarla yanımdan geçerken "Es­ selamü aleyküm" dedi. Başımı sallarken, epey efor sarfederek gülümsedim.

71 Burada oyalanamazdım. Şifa, şu anda sevgilisinin cesedini kucaklamış ağlıyordu muhtemelen. Kan ve gözyaşı, onunla aramıza aşılmaz bir sınır çizmekteydi. .. Kaçmalıydım. Fakat nasıl? Zihnimde abuk sabuk sayısal verilerden başka şey yoktu: Bir filgünde 23 kilo dışkı üretir. Uranüs'te yazlar ve kışlar 21 yıl sürer. Ka mboçya alfabesinde 72 harfvardır.

l Dünya Savaşı'na 16 milyon hayvan katılmıştır... Ve ... Wa rwick Ün iversitesi'ndeki [İngiltere} matematikçi Pe­ ter Backusin yaptığı araştırmaya göre bir kimsenin 'doğru in­ sanı' bulma şamı 285 binde 1 ... İşte bu! Gerçi, Şifa'nın benim için doğru kişi olduğu so­ nucuna matematiksel yöntemlerle varmamıştım. Benim kara­ rımı 'doğruluk' ve 'iyilik' değil, 'güzellik' belirlemişti. Geçici güzellik. Kör edici, ayartıcı, delirtici cazibe. Düşünsel sığlık, duygusal derinliğin artmasına mı yarıyor? Varoluşun muci­ zevi esansı, aptallara mı vakfedilmiş? Ben, hakikate muhtaç, mana talep eden bilgelerin erişemeyeceği mertebede, yüceler yücesi bir şapşalım belki? İlmin değil, hazzın sırrına ereceğim. Rıhtım caddesinin berisinden gerisingeri döndüm. Tita­ nik yolcularından müteşekkil kafile, camiye yürüyordu: Mu­ hacir pozu veren turistler. Ben de onlara yöneldim. Olur ya, Şifa'yı son bir kez görürüm. Gırtlağıma sarılır. Ruhumu tes­ lim ederken, onun soluğunu duyarım ... Şifa dokunduğu için, Refik Risk'in cesedini bile kıskanıyordum. Bundan sonra her gece ağlayarak uyuyacak, sabah ağlayarak uyanacaktım. Ühü ühü ühü ... Ta-daaa! Apo Calypso peyda oldu. Bu herif,ağzında Rambo bıçağıyla doğmuş. Emin adımlarla üstüme yürüyordu. İşim bi­ tikti. Ölmekten korkmuyordum, fakatApo Calypso' dan fena halde tırsıyordum. Penisimi rendeleyip, kulaklarımadoldura caktı.

72 Basınçlı hışım, taşkın dehşet ve patlayıcı gazapla yüzleşmek üzereydim. Felce uğramış, hipnotize olmuştum. Saliseleri ve mikroorganizmaları ayrımsayacak kadar hassaslaşmıştım. Hıç­ kırık ile inilti karışımı bir ses çıkardım. Gayriihtiyari. Fran­ sız restoranının mutfağındangelen kurbağa vıraklaması kadar umutsuz bir figan. Apo Calypso, Jet Li'nin rahle-i tedrisinden geçmiş bir gorildi. Sizi en çok ürküten şeyi lO'la çarpın. Silah fuarınıanımsatan kas yığını, metal yumruğunu omzuma in­ dirdi ve "Sinyor Montes! Dr. Akula sizi arıyor!" deyip sırıttı. "Ha?!"

İnsan azmanı, duraksamadan il. Hasan Camisi istikame­ tinde devam etti! Beni tutuklamak, tartaklamak veya tahtalıköye yollamak niyetinde değildi. Dostça bir maço selamı çakıp voltasını al­ mıştı. Arkasından bakakaldım. Şoktaydım. İyi anlamda. Dr. Akula beni neden arasındı ki? Otostop yaparken re­ hin alınmış bir kaçak gibi hissediyordum. Kaderin, freni pat­ lamış arabası nereye götürürse, oraya gidecektim.

73 Her an yeni bir kıyamet kopabilir

"Dün gece neredeydin?" "Çok zaman geçti, hatırlamıyorum." " buluşacak mıyız?" "O kadar uzak bir istikbale dair plan yapmam." [CASABLANCA filminden ·1942)

Casablanca caddelerinde dolaşırken kilisedeki fahişe_yo, ge­ nelevdeki din adamı gibi terliyordum. İnce bıyıklı zaptiyeler, üstünde "Vatani Emniyet" yazılı beyaz Peugeot'larıyla kuy­ ruğuma takılmışlardı. Gözleri kunzit yeşili, dudakları yakut kırmızısı, saçları oniks karası güleç kızların bile sivil polis ol­ duğundan kuşkulanıyordum. Seyyar satıcıların nidaları, ihbar anonsuydu. Göğü makaslayan kırlangıçların ötüşlerinde vahşi bir alaycılık seziyordum. Tehlike çanları ile paranoya davul­ ları aynı anda çalıyordu. Labirent inşaatında çalıştırılan kobay kadar şaşkın, ürkek ve bitkinim. Kalp atışlarım, ayak seslerimi bastırıyor. Her an yeni bir kıyamet kopabilir! Refik Risk'in göğsüne sıktığım kurşun, mucizeye taş koy­ muştu. Yanlışlıkla, kainatın kontrol panelindeki bir düğmeye basmıştım sanki. Şanslı günümde değildim. Veya uğurlu as­ rımda. Kaybettiği pelerinini bulmak için oradan oraya uçu­ şan Superman telaşıyla dört dönüyordum. Bir müddet sonra yavaşladım. Dikkat çekmemeliydim. Duvar diplerinden, izbe­ lerden, kuytulardan kirpi stili usul usul ilerledim. Rengarenk kumaşlardan mamul ıvır zıvır, öteberi satılan bir mağazadan cart kıyafetler aldım. Çivit mavi sarık; çiçekli çaputlarla ya­ malanmış, el örgüsü, haki hırka ve aynalı, pembe güneş göz­ lüğü. Göz alıcı kamuflaj. Marvel evrenine sızmış bir dervişe dönüşmüştüm. Az gittim, uz gittim ve Sidi Maruf adlı mu­ hitte derme çatma bir mekana kapağı attım: Menzil Pansi­ yon. Üç katlı, ahşap bir bina. İçerisi tenha. Mozaiklerle kaplı

74 duvarlarda, kral bozuntularının posterleri asılı. Kamera yok. Arkada, açık bir rafa kondurulmuş lambalı radyoda, direkt kalbe ateş eden bir şarkı çalıyor. Resepsiyondaki hoşnor ka­ dın, tırnaklarını boyamaktaydı. Beni görünce, süslenmeye ara verip otomatik bir tebessümle selamladı: "Sabah-el hayr, ehlen ve sehlen ya wasim" [Günaydın, hoş geldin yakışıklı!] Bu, tahminimce, arabesk bir flörtüngirizgahıy dı. "Merhaba. Boş bir oda arıyorum" dedim. Gece hayatı aksanlı şen bir İngilizceye geçti: "Türk mü­ sünüz?"

"Yıo, ı· ta 1yan 'ım. � " "Konuşma şekliniz ... pardon, hangi şehirden?" "Vatikan. Papanın masörüyüm." Duraksadı. Şaka mı yapıyorum, ciddi miyim tarttı ve ga­ liba bir sonuca varamadı. Tavırlarına tropikal bir işve, işmar hakimdi. Önündeki bez ciltli defterin sayfalarını çevirdi: "Üçüncü katta 9 numaralı odamız müsait. Pasaport lütfen." Kimlik vermeye niyetim yoktu. Zaman kazanmak için, küskün bakışlı radyoyu işaret ettim: "Bu şarkıyı söyleyen kim?" "Neşet Ertaş'ın bir türküsü. Kaan Boşnak söylüyor." İç geçirdi. "Ne diyor?" Konsantre oldu. Gözlerini yumdu ve şiiri mistik bir ahenkle tercümeye koyuldu:

"Senin kalbin benim kalbim Sana malumdur her halim Ka çma benden nazlı gülüm Sen benimsin ben seninim.

75 Ka lpten kalbe bir yol vardır Gözle görülemez sırdır İkimizin kalbi birdir Sen benimsin ben seninim."

Tüylerim ürpermişti. Bunları Şifa'ya aynıyla diyebilsey­ dim keşke. Şarkı, içimdeki hasret fitilini ateşleyip aşk cepha­ nesini patlatmıştı. Yutkundum. Yanaklarımı yakan gözyaşla­ rını avucumla sildim. Kadın kaşlarını kaldırarak başını uzattı: "Her şey yolunda mı bayım?" "Evet, elbette ... Odanın gecelik fiyatı nedir?" "300 dirhem ya da 30 dolar." Bankonun üzerine bir IOO'lük koyup ittirdim. "Pasaport. � "

"I mmm, pasaportum ça1 ınd ı." "Polise gittiniz mi?" ,, "H ayır. "Emniyetten belgealıp İtalyankonsol osluğuna başvurmalısınız." Kafasalladım: "Peki." Banknotu bankoda bırakıp döndüm. Sarsak adımlarla yürüdüm ve boş salondaki koltuklardan bi­ rine çöktüm. Bankonun arkasında, tekerlekli sandalyeye otur­ muş sıska ihtiyarı o an fark ettim. Stephen Hawking'in fizik­ ten hiç anlamayan ikizi. Kadın gelip karşıma oturdu. Başörtüsünden taşan saçını düzeltti: "Size yardımcı olabilmek isterdim." Bedbaht ve kederli bir havaya büründüm. Titanik, gece limanda kalacaktı. Bu pansiyonda saklanabilirsem, gemi yola çıktıktan sonra birşeyler düşünebilirdim. Fas'ta, fasarya bir

76 ömür geçiririm. Hapiste çürümekten iyidir. "Çok naziksiniz, bayan ..." dedim. "Farida, adım Farida. Herkes, Titanik'i görmeye gitti. Or­ talık o nedenle tenha. Anlatın lütfen, sizi dinliyorum." "Ben de Fortunato" diyerek yalan silsilesini başlattım. [6-14 Mayıs 2017'de Fez'de Mukaddes Musiki Festivali düzenlendi.] "Fez' deki kutsal müzik şenliğine katılacaktım." "Festivale daha 1 aydan fazlavar?" "Doğru, bu sürede memleketinizi dolaşır, başka kutsal ne­ ler var bakarım diye düşünmüştüm." Dudak büktü: "Vatikan' da yaşayan ve sufikültürüne me­ raklı biri?" [İtalya'da 149 komün vardır.] "Şakaydı, papa'ya masaj yap­ mıyorum. Palermoluyum, Sicilya'nın kuzeybatısından." "Pekala, problem ne?" "İtalyan erkeklerinin çoğu, biraz maçodur. Ben de öyle­ yim. Hiç kimse, bar kavgasını benim kadar sevemez. Babamı saymazsak. Sabaha karşı rıhtıma yakın bir pub'a uğramıştık. Masif mobilyalı, hoş bir yerdi. Biri saksafon çalıyordu." "Boş Şişe Meyhanesi?" "Tam isabet. Birlikte seyahat ettiğimiz arkadaşım ... Don lsidro Desidero, saksafoncuya laf attı. Ya ni, bilirsin işte, espri yapmaya çalışıyordu. Dedi ki. .." Farida, araya girdi: "Bu kısmı atla istersen, sonra ne oldu?" "Adam, hassas bir dönemindeydi sanırım, saksafonu De­ sidero'nun kafasına fırlattı. O da havada yakalayıp gerisin­ geri yolladı." "Uuuvvv."

77 "Sorma. Durduk yerde çıngar çıktı. Herkes birbirine girdi. Şişeler, küllükler, sandalyeler uçuşmaya başladı. Yabancılar ara­ sında, şiddet yüklü bir samimiyet doğmuştu. Rastgele birini yakasından tutup yumrukluyorsun. Eh, arada bir iki darbe de alıyorsun tabii" derken RefikRisk'in vurup morarttığı sol yanağımı işaret ettim. "Hengame sürerken polis sirenleri du­ yuldu. Güçbela kaçtım. O curcunada pasaportum gitmiş. Ça­ lınmadıysa bile düşmüş yani. Yolun karşısında bir duvarın ar­ kasına saklanıp meyhaneyi izlemeye koyuldum. Ne yazık ki polisler Desidero'yu gözaltına aldı. Arkadaşımın serbest bıra­ kılmasını, mevzunun tatlıya bağlanmasını bekliyorum. Pasa­ portum belki zaten polisin elindedir. Bir gece kalmama izin verirseniz, yarın karakola gideceğim. Söz." "Fortunato, sizi hiç tanımıyorum." Kendimi ben de tanımıyorum? Pes etme numarasını de­ nedim: "Haklısınız. Başımın çaresine bakmalıyım. Zamanı­ nızı aldım." Ellerimi dizlerime vurup ayağa kalktım. "Tanrı sizi korusun" deyip kapıya yöneldim. Arkamdan seslendi: "Fortunato!" Durdum. "A nnem hep der ki. .." deyip bekledi. Omzumun üstünden ona baktım. "Dünyadaki merhamet stoku, iyilik ihtiyacını karşılamıyor." İşte bu! Duygu sömürüsü işe yaramıştı. Belki de, Farida'nın vicdanını tahrik eden şey, kıymığın dandiği bir oda için ateş­ lediğim 100 dolardı. Gülümsedim: "Anneniz buralarda popü­ ler bir bilge olmalı?" Bankoya seğirtti: "Öyle sayılır. Bir de, ne derdi biliyor musunuz?" "Ne?" lOO'lüğü alıp koynuna soktu: "Küçük günahlar stresi azal­ tarak seni büyük sevaplar işlemeye hazırlar." Anahtarı attı. Kaptım. Koşar adım yukarı çıkarken, Stephen Hawking'e göz kırptım.

78 Kötüler yaşar, iyiler rüya görür

Vincent Willem van Gogh [1 853-1890},Ar les'teki Yatak Odası adlı tabloy u 1888'in Ekim'inde yapmıştır. 1889'un Kasım'ında, resmin iki versiyonunu daha yaptı. 8 ay sonra, 27 Temmuz 1890'da kendini bir altıpatlarla göğsünden vurdu. 3 güncan çekiştikten sonra öldü.

Menzil Pansiyon'un 9 numaralı odası, Van Gogh'un yatak odası resimlerinden ilkine benziyor. Loş ve dar. Kirli pen­ cere, mecalsiz bir hastanın kataraktlı gözü. Tek kişilik yatak, iki sandalye, ufarak bir masa. Büyük resmi görmek istiyorsa­ nız, Van Gogh'a bakın. Sürahiyi bardağa denkleştirdim. Birkaç yudum su içtim. Sigara yakıp cam kenarındaki sandalyeye oturdum. Pencere, arkadaki binanın bahçesine bakıyordu. Bücür iki palmiye ve solgun çalılardan başka şey yok. Issız peyzajın çürük, rutu­ betli, küflüdokusu, bana güven veriyordu. Beynimin, kafata­ sımın içinde fırıl fı rıl dönmesinden yorulmuştum. Gevşemeye teşneydim. Sigarayı pervazda söndürüp dışarı attım. Ayakka­ bılarımı çıkardım. Yatağa uzandım. Meşakkatli bir gece ge­ çirmiş, bitap düşmüştüm. Yastık ısındı. Serin tarafını çevir­ dim ve uykuya teslim oldum. Kötüler hayatın tadını çıkarır. İyiler ise güzel rüyalar gör­ mekle yetinir. Bendeniz, haliyle, acemi bir caninin bilinçal­ tından neşet eden kabuslara dalmıştım. Düşümde, caddede yuvarlanan dev bir Aspirin' den kaçıyordum. Kişisel Matrix'i­ min yenir yutulur cinsten olmayan hapı. 1969 model siyah bir Mustang'in [Boss 429] direksiyonundayım. Rampadan inerken dümen kırıp kıl payı kurtuldum. Dev tablet, çocuk parkın­ daki salıncağa çarpıp patladı. Sallanmakta olan 3-4 yaşındaki

79 oğlan uçuşa geçti ve "Babaaaaaaaaaaa!!!" diye haykırarak, her yeri kaplayan kesif Aspirin bulutunun içinde kayboldu. Araba­ dan atladım. Göz gözü görmüyor. Belki bir el feneri bulurum düşüncesiyle bagajı açıyorum. A-ha! Bagajda üç ceset! Gümüş kurşunla vurulmuş kurt-adam, kalbine kazık çakılmış vampir ve beyni patlatılmış zombi! DAN! Kapağı indirdim. Gökyü­ zünde, bufalo büyüklüğünde bir kızıl geyik peyda olmuştu. Sırtında ise metal gelinlik giymiş, kasklı bir fıstık. İnişe ge­ çen binitinden atladı ve kaskı çıkarıp eyere taktı: Şifa Şavk! Uygun adım yaklaşıyordu. Göğsünde şerif rozeti, elinde telsiz vardı. Parmak sallayarak haykırdı: "Yakalandın Marco! Tabi­ atın lastiğini gevşetmek suçtur!" "Ha?" "Istırabını hafifletebilmekiçin eğlence ile deliliğin birleş­ tiği sınırı mesken tuttun." "Öyle miymiş?" Kızıl geyik, gofrettenya pılmış tahtereval­ liyi afiyetle yiyordu. Şifabir sarma sigara uzattı: "Halbuki ... hazzınhazmı zordur." Sigarayı aldım. Kendiliğinden yandı. "Nedir bu?" diye sor- dum. Bir nefes çektim ve öksürmeye başladım. "Ot ile Refik Risk'in külleri." Krize tutulmuştum. Öksürdükçe, ağzımdan kan saçılıyordu. Şifa,telsizi ağzına götürdü: "Cennetin kapısına bir ambu- lans gönderin, hemen!" Öksürükten boğulurken, siren seslerini duyuyordum ... Sıçrayarak uyandım. Ve 'Vatani Emniyet' mensubu bir zap­ tiyenin tabancasına tosladım! Fas polis teşkilatı tekmil odama toplanmıştı. Van Gogh tablosuna kurşun delikleri mi açacaklar? İnce bıyıklı, teneşir horozu komiser, kaypak bir buyurgan­ lıkla öttü: "Uyan! Hakkında ihbar var, bre senyör!"

80 Körleşmeyi başlatan, göz temasıd1r

Polis refakatinde merdivenleri indim. Menzil Pansiyon'un lo­ bisinden geçerken, aynasızlarla konuşan Farida'nın sözleri ku­ lağıma çalındı: "Rıhtımda 'Boş Şişe Meyhanesi' diye bir me­ kan yok. Yalan söylüyordu ..." Enselendim işte. Polis, cellat, Azrail ve zebani beni elden ele tamuya savuracak. Her adımda giyotine yaklaşıyorum. Yoksa darağacı, elektrikli sandalye veya zehirli iğneye mi? Galiba en iyisi kurşuna dizilmek. Benim için ağlama Arjantin! Öyle tırsıyordum ki şakulürnkay mıştı. Kollarım uyuşmuş, dilim şiş, kulaklarım çınlıyor. Devriye arabasında kavruk po­ lislerin kokarca sırıtışları yüreğime su serpti. Söylediklerini an­ lamıyorum fakat tipirnle, kılığırnla, halimle alay ettikleri ke­ sin. Bu iyiye işaret. Karakolda pasaportumu gösterdim. Titanik'in yolcuların­ dan olduğumu söyledim. "Fortunato benim lakabım. Alkollüy­ düm, oteldeki kızla ne konuştuğumuzu pek hatırlamıyorum. Nişanlımla tartışmıştık. Moralim bozuktu. Viskiye fazlaaban­ dım sanırım. Bu arada, nişanlım Igor Jaguar'ın kızı ..." dedim. Amir merak ve kuşkuyla "Dernek milyonerin güveyisi­ niz?" dedi. Rüşvet rayicini bilmediğimden, cüzdanımdan 1000 dolar çıkarıp, sumenin kenarına kibarca sıkıştırdım. Para, insanlığın altıncı hissidir. Ve bazı dalavereler, hayatta kalmamızı sağlar. "Evet" dedim "ve gemiye geç kalırsam huysuzlanır." Kaplıcadaki suaygırı gibi keyiflendi: "Senin t.şağını tazeler yelpazelesin!" Dövizi cukkaladı. Bana kahve ısmarladı. Zabıt tut­ madı, ifadealmadı, kağıt imzalatmadı. Kahveyi höpürdetirken bi­ raz çene çaldık. Ve amir kapıya kadar eşlik ederek beni uğurladı. Parayla halledilebiliyorsa, mesele değildir. Bu da benim Ko­ münist Manifesto'rn. Kari Marx görse "Çak bi beşlik!" derdi.

81 Nişanlımdan çalıp zaptiyeye veriyorum. Robin Hood duysa, okla alnımdan vururdu. Dışarıya adım atınca gerindim. O bir lahza rehavette bile, hissediyordum, Şifa'nınaşkı şuracığımda çini mürekkebiyle ya­ zılı Pi Sayısı gibi sabitlenmişti. Lakin sevda sarayı ile cinayet mahalli benim için aynı mekandı. Titanik ile beni topladığı­ nızda özgürlük ve mutluluk elde edemezsiniz. Kanundan ka­ çarken, beni ben yapacak ihtimalleri sıfırlıyordum. Mahpus­ luktan paçayı sıyırınca, manasızlığa yakayı kaptırıyorum ... Dar sokaklarda, avarece dolanıyorum. Hipster Bedevi kı­ lığım, civardaki kızları gülümsetiyor. Fas Hükümdarı Muley İsmail bin Şerif'in [1 634-1727} 888 çocuğu vardı: 548 'i erkek, 340i kız. Haşmetmeabın rekorunu kıramasam da, tutumunu sürdürebilirim. Güneş gözlüğümün berisinden piliçlere klark çekiyorum. Ayran gönüllü, şıpsevdi veyahut sapı silik biri in­ tibaı bırakmak istemem. Gelgelelim, kaçımız poker yüzlü ev­ liyalarız ki? Kimsenin çalamayacağı türde bir zenginlik, kaç kula nasip olur? Ontolojik biçarelik, insanı şanstan medet um­ maya ve aşırılığa meyyal kılıyor. Bendeniz, bunlara ilaveten şaklabanlığa teşneyim. Allah biz erkeklere testosteronu bol kepçe koymuş. Aşıksan dopamin şelalesi çağlarken, serotonin gölü kuruyor. Körleşmeyi başlatan, göz temasıdır. Bizi birbi­ rimize zaaflar yaklaştırır. Kimse kimseyi hakkıyla tanımaz. Sadece, kendi gibi sanır ve de yargılar. Hafızasını, sevgilisini ve yolunu kaybetmiş bir krupiye için saksıyı fazla çalıştırıyorum galiba. Düşünmek, evden çı­ karken televizyon kumandasını yanına almaktan farksız. Bir ıskalama refleksi. Aylaklık ile şımarıklığın arasına depresyon koyarak hazırladığın leziz bir psikolojik sandviçle beslenirsin. Beyin jimnastiği, paradoksal olarak, entelektüel obeziteye yol açar. Yo , zırvalıyorum. İyi ki akademisyen filandeğilim. Yoksa yeniyetme aptalları tehlikeli hale getirirdim.

82 Gaipten meçhule yuvarlanmak

Portakalın doğusu batısı yoktur. [ŞULE GÜRBÜZ, Kambur)

İnsanların % 68,3'ünün IQ'su 85-115 civarındadır. 197J 'de San Francisco Hayvanat Bahçesi'nde doğan, may­ munların süper starı Goril Ko ko'nun IQ'su 95'tir.

49 'un Temmuzunda Il Albert, deniz seviyesinin 134 km yukarısına çıkıp, Ka rman Hattı 'n ı geçerek uzaya giden ilk may­ mun oldu. Empresyonist Şempanze Congo [1 954-1964] 400 resim yaptı. Tabloları 25 bin dolardan fazla ediyor. Sürrealist ressam joan Miro, 2 tablosunu vererek, 1 Congo resmi almıştır. Picasso 'n un stüdyosunun duvarında, 1 Congo ta blosu asılıydı. Şempanze Ma caco Tiao 1988'de, Rio de ja nerio belediye baş­ kanlık seçimine katıldı. Ve oyların % 9, 5'ini aldı . Dişi Goril Binti jua, 1996'da, 3 yaşındaki bir çocuğun ha­ yatını kurtardı. Şempanze J FredMuggs , 1950 '/erde, NB C'de haber sunu­ cusuydu. İş aret diliyle 1000 kelime konuşabilen ve söylenen 2 bin ke­ limeyi anlaya bilen Ko ko, 2015'te verdiği demeçte '1nsanlarısevi­ yorum. Fa kat insanlarap tal, ap tal! Dünyayı mahvetmekten vaz­ geçin. Ta biat sizi görüyor. Teşekkür ederim" dedi. Ve... Nisan 2016'da, Çinli işadamı, amatör fotoğrafç ı We ng Ma o, doğa turuna çıktığı Yu ntai Dağı'nda bir maymun tarafin­ dan kayalıklardanatılarak öldürüldü . Çin polisi, suçlunun kim­ liğini saptayamadı. Ka tilin, cinayeti, We ng Ma o'nun yanındaki yiyecekleri alabilmek için işlediği belirtildi.

83 Firar, serserilikle bağdaşmaz. Kuyruğu çuvaldan sarkmış may­ mun kadar emniyetteyim. Altıncı hissime güvenemem. Çünkü yok. Hayatı anlamasam da, hayatta kalma içgüdüm devre­ deydi. Saklanmak ile kaybolmak arasındayım. Pantomimciyi vururken susturucu kullanan dilsiz katil kadar sessiz olmalı­ yım. Polis tarafından derdest edilip serbest bırakılmak beni bir nebze rahatlatmıştı. Mayın tarlasında yürüyorsanız, kafa­ nıza bomba atılmasından korkmazsınız. Sabahleyin ıslak bir topa benzeyen güneş, ikindiüstü ku­ rumuştu. Mukavva caddede ihtiyar bileyici bıçaklardan kı­ vılcım saçıyor. Birileri geleneksel zanaatları yaşatmalı. Şeh­ rin hicranlı perspektifinde fakirçocuklar cıvıldıyordu. Bakır taslardaki deterjanlı suyu, süpürge çöpü halkasından üfüre­ rek köpük uçuruyorlar. Ateş kırıntıları, renkli baloncukların içinden geçiyor. Tezatlı ahenk. Köhne bir apartman duvarını boydan boya kaplayan, Simo Mouhim'in yaptığı resimdeki cefakar teyze, varoşu komple sırtlamış. Atlas'ın dünyayı taşı­ masından daha dramatik. Kaldırıma kümelenmiş üç beş genç müzisyen 'Habibi Funk' tarzı bir şarkı tutturmuşlar. Müte­ vekkil garibanlık, masum neşe ve modern sanat mayhoş bir terkibe dönüşmüş buralarda. Bu manzara, bu dekor, bu mizansen ... Hepsi FBl'ın işiy­ miş gibi geliyor bana. Hem kaçak, hem de kayıptım. Nereye gitsem, nerede dursam nafile. Asla yerimi bulamayacağım. Gaipten meçhule yuvarlanıyorum. Hiçlikten yokluğa seyre­ diyorum. Sıfırınortasındaki boşlukta mahsur kaldım. Varsın öyle olsun. Mızmızlığın lüzumu yok. Görebildiğim kadarıyla, dünya, neden burada olduğunu merak eden aptallarla dolup taşıyor. Ben de onlardan biriyim işte. Heh heh he ... Sanırım ... Fas'ta şansımı deneyebilirim ... Farida'ya içerle­ miştim. Cilvesi nazı yalanmış meğer. Ülkesini iyi temsil ede­ medi. Casablanca' da ihbarcı sürtüklerin kalleşliğini, rüşvetçi polislerin laubaliliğinden istifade savabiliyorsunuz. Hem başka

84 insanlar da var. Bana öyle geliyor ki, mezardan çıkan bir fil bile bu şehirde kabul görebilir. Fil dedim de, aslında iyimserliğim, hafızamın boş oluşun­ dan kaynaklanıyor. Noksanlığınısaye sinde an'ın tadını çıkara­ biliyorum. Aklım başıma geldiğinde dehşete düşecek, fıttıracak, altüst olacağım. En büyük tehlikenin zihnimde ve bedenimde yuvalandığını anlayacağım. Kaçışın imkansız, kurtuluşun mu­ hal olduğunu idrak edeceğim. Kıçını peruğuyla silen bir bu­ naktan farkımyok. Şimdilik. Bu halimi özleyeceğim. ''Ah... " diyeceğim, "kaçak bir katilken hayat ne güzeldi!" Zira bende şafak atınca, kıyametin son alameti belirecek. Hatırlamaya başladığımda, tüm insanlığın mesuliyeti omuzlarıma binecek. Tarihin en büyük devlet sırrını ezkaza öğrendiğinizi farzedin. Yaaa ... Dolayısıyla, yüzümde gördüğünüz tebessüm, gafletten doğan avantajın trajikomik hasılasıdır. Demem o ki, şükredecek bir şey bulamıyorsanız, ben ol­ madığınız için şükredebilirsiniz. Karanlıkta, ne dediğini bilmeden öten ördek gibiyim. Kar­ nım da zil çalıyor. Muskası ağır çeken pehlivan Apo Calypso beni avlamadan evvel otlanayım bari. Buralarda bildiğiniz bir lokanta var mı?

85 içimden bir ses "Kendini dinlemekten vazgeç" diyor

Kainat büyük bir yer. Muhtemelen, en büyük yer. [KURT VONNEGUT]

Mers Sultan Yolu'nda Don Camillo Restoran'ın önünde dur­ dum. Açlık korkuyu ve diğer her şeyi er geç bastırır. İçeri sü­ züldüm. Burası, Fransız şarkıları çalınan, İngilizce konuşan Arap garsonların servis yaptığı bir İtalyan lokantasıydı. Dip­ teki masalardan birine oturdum. Çaprazımda sarışın bir 'çe­ kirdek aile' konuşlanmıştı. 6-7 yaşındaki çocuk "Patlıcan ye­ mem!" diye haykırıp sümüğünü yaladı. "Ne arzu edersiniz efendim?" Galiba porsiyonlar büyük görünsün diye cüce garson çalıştırıyorlar. Protein pezevengine, mantar soslu biftekisted iğimi söyledim. Bir inekten 400 porsiyon köfte çıkar. Sanayileşmiş ülkelerde insanlar her gün 600-700 gr. katkı maddesi yer. Stalin öldüğünde ağzındayaln ızca 3 diş vardı! Ta rantulalar, hiçbir şey yemeden 2 yıl yaşayabilir. Bir bardak suda, canlı 20 bin organizma bulunur. Ortalama bir insanın ömrü boyunca yediği yumurta sayısı 13 bin 345'tir. Üst kata çıkan merdivenin yanındaki duvara asılı, sesi kı­ sık televizyonda Medrano Sirki coşuyordu. Filmlerde, suçlular televizyona bakınca kendisiyle ilgili haberi görür. Bense pal­ yaço görüyorum. Yemekten önce ellerimi yıkasam iyi olacak. Katiller hijyenden muaf değildir. Dahası sağlıklı yaşam, sağ­ lıklı ölüm için şarttır.

86 İçeride, yani tuvalet kabininde tefekküre daldım. Ne ka­ dar uğraşsam da zihnimdeki düşünce halkalarından bir zincir yapamıyordum. ''Acaba... " "Belki de ..." "Yoksa ..." diye başla­ yan, tahminler, temenniler, tasalarla haşır neşirdim. Ezeli bir semavi buyruk, meleğin emaneti, Allah'ın emri gibi sevdaya tu­ tulmuştum. Domino taşlarının hepsi üzerime devriliyor; gök­ taşları, mezar taşları, evrendeki tüm taşlar başıma düşüyordu. Örtbas edilemeyen, yegane hakiki duyguya, ıstıraba gark ol­ muştum. Bu işin sonu nereye varacak? İçimden bir ses "Ken­ dini dinlemekten vazgeç" diyordu. Uyurgezer bir kör gibi kay­ bolmuştum. Ölürsem, cesedimi yakıp küllerimi Disneyland'e savurun. Amatör bir nihilistin nihai arzusunu hiçe saymayın. Refik Risk'i zımbalarken ihtimamlı davranmamıştım. Varoş tarzı, karadüzen, zevksiz bir cinayet. Pingpong maçına beysbol sopasıyla çıkmıştım. Polise söylediklerim de başıma iş açabilirdi. Sadist kalantorun fedaileri aynasızlara müracaat ederse, beni anında paketleyebilirlerdi. Sonuçta onların sa­ hasındaydık; cinai maçtan sağ çıkamazdım. "Hatalıyım" de­ sem ... Hata, beyaz üzerine krem rengi giymektir, Titanik'te adam vurmak değil. Şimdi, küçük bir yangında can çekişen büyük bir köpekten farkımyok. . Aynaya baktım. Suratım bayat bir kabuklu yemişi andırı­ yor. Kendi muğlaklığımda kavrulmuştum. Igor Jaguar izimi er geç bulacak ve beni mıhlayacak. Zira büyücü, büyücüye dava açmaz, büyü yapar. Çocuğumun dedesi hakikaten katil mi? Esrarengiz hafiye öyle diyor. Bilemiyorum... Bulgu ek­ sikliği, eksikliğe dair bir bulgu değildir. Belki şansım yaver gider? Kılçıksız balık yakalarım? Öyle bile olsa, Şifa'sıztadı çıkmaz, heyhat. Gene de mızmızlanmayı bırakmalıyım. Hayat bu. Kim, hassas ellerini koruyacak bir çift eldivenle doğmuştur ki? Dönüp yerime oturdum. 6-7 metre ötede, karşımda tek başına yemek yiyen adama gözüm takıldı. Önündeki 'aşırı

87 dozda baharatlı' bulamaca odaklanmıştı. Uykusunda kendi o.uruğundan zehirlenip kuyruğu titretcceği gün yakındır. Elle­ riyle yiyor, parmaklarını yalıyor, ağzını şapırdanyordu. Sürekli "Immmh, ommmh, hımmmh ..." sesleri çıkararak gastrono­ mik bir orgazm melodisi tutturmuştu. Hiç de ölüye benzemi­ yordu. Halbuki onu birkaç saat önce zımbalamıştım!? Kafa­ sındaki bandaj da kaybolmuş. Üstünde yeni bir takım elbise. Kurşunlanmak ona yaramıştı. Litrelerce kan kaybetmek işta­ hını açmış, can vermek ise keyfini yerine getirmişti. Tıkınır­ ken sırıtıyordu. Sol elmacık kemiğinde, elma çekirdeği kadar bir et beni varmış; o an fark ettim. Vay canına! Herifçioğlu, başarılı bir baş belasıydı! Şifa, bu hödüğü bir öpücükle diril­ tivermişti anlaşılan. Onu tekrar öldürmek istedim. Gözlüğümü ve sarığımı çıkardım. Başını kaldırdı. Beni gördü. Sol elinin orta parmağındaki sosu emerken sağ elini sal­ layarak selam verdi ve önüne dönüp zıkkımlanmaya devam etti. Sağanak altında okyanusa işemek gibi kafa karıştırıcı bir haldi bu. Refik Risk her nasılsa gebermemişti. Eskisinden sağ­ lıklı, zinde ve şıktı. Üstelik bana, katiline karşı gayet sevecendi. B.kun içindeki mikrop için büyük bir adım! .. Tam bir saçmalık! Yemeğini bitirdi. Kaşığın sapıyla kulağını karıştırmaya baş­ ladı. Sertifikalı hanzo, Titanik'ten tabuta değil, kraliyet fili­ kasına geçmişti. Yakasına iliştirilmiş el bezini alıp önce bur­ nunu sonra ağzını sildi. Cırtlak sesiyle bağırarak hesabı istedi. Kalkarken de garsonun başını okşayıp geğirdi. Yanımdan geçerken bana "Afiyet olsun" demedi bile. Re­ fık'teki, küstahlığa varan bu ulvi kayıtsızlıktan etkilenmiştim. Cümbüş gıcırdatan ibiş, rock star cakası sarıyordu. Masaya bir yüzlük bıraktım ve prezantabl zombinin peşine takıldım. Refık'i, 30 metre geriden takip ediyordum. Bir martı ile bir lağım faresi,cadd enin kenarında kavgaya tutuşmuştu. Adım­ larımı sıklaştırdım. Martı görmeye dayanamıyorum. Umarım, atletik fare, paçoz martının gagasını dağıtır.

88 "Refik!" 1-ıh, duymuyor. Sağır mı ne? İşaretparmağımla başparmağımı birleştirip ağzıma götürerek ıslık öttürdüm. Ses, umduğumdan yüksek çıkmıştı. Martı ile farekaçıştılar. Refik, dönüp baktı. Suratına çift cilalı bir sırıtış yerleşti. Beni bek­ lerken, bir sigara çıkarıp yaktı. Yanına varınca, paketi uzattı. Bana sigara tutmak, onun kötü alışkanlığı. Kanser çubukları­ mızı tüttürerek limana doğru yürümeye koyulduk. Yolda, bir tablacıdan Rockets sigarası ve çakmak alıp cebe attım. " "G ece, aramızd a geçen tatsız o1 ay ... Arap Tarzan aksanıyla "Ben çok sarhoştu, hiçbir şey ha­ tırlamamak" deyip mahcubiyetle eğildi: "Çok özür diler ben, gerçek üzgünüm." Maktul, katilden özür diliyor?! Bu, insanlık tarihinde muh­ temelen bir ilkti. Afallamıştım.Ve hoşuma gitmişti. "Boş ver ahbap" dedim, "en iyi dostluklar, kavgayla başlar." Ben, kim olduğumu hatırlamıyorum. O, öldürüldüğünü unutmuş. İkimiz aynı geminin, yüzme bilmeyen yolcularıy­ dık. Küvette birbirini yıkayan iki cüzamlı. Prostat ile hemo­ roit gibi yakın bir ikiliydik.

89 Çok isterdim ama hiç istemiyorum

Dünyaya geri dönmek, hayatımın en üzücü olayıydı. [ASTRONOT EDWARD WHITE]

Üç polisiye romanı bir arada okuyor gibi aklım karışmıştı. Zira, RefikRisk "Benim adım Taha Tahir" demişti, "Re­ fikdeğil ben. Şifa Hanım bizim bacımızdır." Anladığım ka­ darıyla, hakiki Risk hazretleri, Titanik'e binmemiş bile! Eğer [çakır gözlü divane dedektifin iddia ettiği gibi] biri benim kafamı kesip denize attıysa ... Nasıl oldu da hayata döndüm? Şifa'nın bana Refikdiye tanıttığı Taha Tahir'in gövdesin­ deki mermi nereye kayboldu? Şifa'ya o mektupları yazan Refik Risk kimin nesi ve ne­ den ortalarda yok?.. • 1752 yılından 11 gün kayıptır, çünkü Jülyen takviminden Grego ryen takvimine geçilmiştir. Astronot Edward Wh itein 1965'teki uzayyol culuğu sırasında kaybettiği eldiven, saatte 28 bin km. hızla hdld uzayda yol alı­ yor! Bu eldiven, "tarihin en tehlikeli giysisi" ilan edildi. Şu anda dünyada 300 milyon kişi sevişiyor! Lanetli gemiden atılan meşum zokayı yutmuştum. En büyük arzum ile en korkunç kabusum aynı anda gerçekleşi­ yordu. Aşkın anaforu ile ölümün girdabı arasında savruluyor gibiyim. Gibisi fazla gibi. Ben ve Taha Tahir'den daha iyi geçinen bir katil - mak­ tul çifti var mıdır? Sanmam. Gene de yanında benzine bula­ nıp yakılsam bile ona ısınamam. Loğusa bir keçi gibi bakıyor.

90 İşte, beraberce Titanik'e, fitneci yamyamların kontrolüne geç­ miş metal ada'ya doğru yürüyoruz. 3,5 milyon Casablancalı­ nın da yaklaşık 500 bini bize refakat ediyor. Limana yaklaş­ tıkça, kalabalık, izdiham harareti yayıyor. Uğultu, hengameye evriliyor. Cep telefonu kameraları, entrika abidesi fotojenik transatlantiğe çevrilmiş. Yı rtık bulutların altında kas, yağ ve kemiklere sürtünerek ilerlerken, arka cebimdeki cüzdanı tu­ tuyorum. Kan yerine ter dökülen bir savaşın içine düşmüş­ tük. Delilerin işlettiği lunaparkın tuvaletinde mahsur kalmış­ tım sanki. Kainatta tadilat yapılacaksa, buradan başlanmalı. Birkaç adım önümdeki Refik yaniTa ha, kendini akıntıya bı­ rakmış, memnuniyetle sürükleniyor. Gözümü ondan ayırma­ maya çalışıyorum, fakat nafile. Okyanusa akan insan selinde şeker gibi eriyip kayboluyor. Haydaaa ... N'oldu şimdi? Bir baş belasından mı kurtul­ dum, yegane yoldaşımı mı kaybettim? Belirsizlikler, mecburiyetler ve tesadüfler bir araya gelince, teşevvüşün dehşetengiz terkibi oluşur: Kendim dahil, kimseyi tanımıyorum. ŞifaŞavk'a aşığım. Gıllıgışlı dalavereler beni ca­ nilikten masumiyete taşıyor. Doğal ortam, normal koşullar ve mutedil hareketi tuttu­ ramıyordum. Alınyazım, bir taslağın eskizinin müsveddesin­ den ibaret. Fas'ta saniyeyle, dakikayla ölçülmeyen, jölemsi bir şeydi zaman: Deniz, toprak ve güneşin cilveleşmesine yüklenen an­ lamdan doğan bir fikir. Derin bir reçine göledinde çırpınan robot gibiydim. Ve Titanik denen devasa mıknatıs tarafın­ dan çekiliyordum. Kalabalığın pörsük uterus kanalında güçbela ilerliyorum. Nefesim kesilmişti. Vımp! Bir el, kolumu kavradı: "Hı?!"

91 Kendini kehanet komiseri sanan yakışıklı meczubun başı, ahalinin uzuvları arasında preslenmişti: "Merhaba, başka an­ neden kardeşim!" Tersledim: "N'apıyorsun, benimle flört etmeye mi çalışı- ,, yorsun., Diş macunu reklamı sırıtışıyla "Evet. Sen ve ben sevgili­ yiz zaten. Hatta ikimiz eşcinsel Nazi pornosunda oynamış­ tık!" dedi. "Oha!?" Bir elini, ceketinin yaka cebinden sarkan küçük not def­ teri ve kaleme bastırıyordu: "Romanda esprileri başkarakter yapacak diye bir kural mı var Sinyor Marco?" Kolumu kurtarmayı denedim. "Gemiye yetişmeliyim." Bırakmadı: ''Aceleye lüzum yok. Titanik sensiz hiçbir yere gitmez." "Ne demek bu?" Bir kaşı kalktı: "Konuşmalıyız." Hıncahınç kalabalıkta yürümeye çabalarken, giysilerim yırtılacakmışçasına geriliyordu. "Çok isterdim ... ama hiç istemiyorum" dedim. İnsanın şuurunu bulandıran itiş kakıştan sonra nihayet iskeleye vardık. Evrak kontrolünün ardından gemiye, prenses Şifa'nın şe­ refine saray hüviyeti kesp eden Titanik'e geçtik. Terden sırılsıklam saçımı parmaklarımla taradım. Güdümlü parazit ensemdeydi. Ondan kurtulmak ve Şifa'yı bulmak umu­ duyla koşar adım dolanıyordum. C güvertesinden, 2 bin 500 metre ötedeki avını görebilen kaya kartalı [aquila chrysaetos]

92 misali rıhtıma baktım. Gemiye henüz binmediyse, Şifa'yı gö­ rebilirim diye düşünüyordum. Yüzbinlerce Berberi el salla­ yarak bir veda rüzgarı estiriyordu. Paçoz dedektif paçamdan düşmemişti: "Sinyor, bir dakika beni dinler misiniz lütfen?" Döndüm: "Tanrı aşkına kimsin sen?" "Owen Wow. Bu da benim kartvizitim" deyip ağzıma ok­ kalı bir sağ kroşe patlattı! Ve birden karanlık çöktü . • "Ne söylesemgö nül dinlemez!D eli gibiseven yine ben oldum!" Gözümü açtığımda, Owen Wow karşımda ranzanın alt yatağına oturmuş bağlama çalarak türkü söylüyordu. İmkan­ sız aşktan dem vuran bu şahane parçaya aşinaydım. 72 millet­ ten insanın buluştuğu gemide her dilden şarkılar dinlemiştim muhtemelen? Owen Wow'ın dokunaklı sesi beni etkilemişti. Çenemi yumruklamış olmasını umursamıyordum. Başıma ge­ len en kötü şey değildi zira. "Nedir bu? .. " ''Her şey Hak'tan amma zulmetmek kulda n / Gönül bir za­ limi sevdi ne yapsın!" Etrafagöz attım. İkinci mevki kamaralarından birindey­ dik. Yavaşça doğruldum: "Hey... sana söylüyorum ..." Owen Wow, huşu dolu bir ciddiyetle şarkıyı sonuna dek söyledikten sonra bir süre yüzüme baktı: "Orhan Gencebay." "O da ne?" Ayağa kalktı ve bağlamayı askıya astı: "Bak dostum ... he­ men her derdin dermanı vardır. Dermansız dertler için, Gen­ cebay vardır." Hiçbir şey anlamamıştım.

93 "Dermansız dert mi? Ne demek istiyorsun?" "Senden bahsediyorum Marco. Arz-ı mevuttasın ama ba­ şındaki bela arş-ı alaya eriyor." Gülme taklidi yaptım: "Ha ha ha ha ... Sen aklını kaçır­ mışsın ahbap." Birden ciddileşti: "Hayır bayım, delilik, kendi menfaatini büsbütün unutmaktır." "Yani?" "Deli olan sensin."

94 Tekrarlanmaya değer hatalar

"Bir tasavvuf deyimi: 'Hor görme garibi, kalbinde Rahman vardır.' Bunu daha önce duymuş muydun?" "Tasavvuf mu?"

"Ohooo! . .'' "Senin hikayen ne Owen Wow?" "Bu yolculuk o kadar uzun değil.'' Fiyakalı[?] Mr. Wow'ın mütevazı kamarasında konuşuyo­ ruz. Koltuk yok, sehpada oturuyorum: "Gemide görevli Apo Calypso adında bir dedektif tanıyor musun?" "Ya sen, Tarantino soyadlı, sinema seven birini tanıyor mu­ sun?" "Hayır?" ''Ah adamım, Gencebay şarkısı çalınan bir Tarantino fil­ mindesin haberin yok." Sağ elimle ensemi ovarken esneyip sol elimin tersiyle ağ­ zımı kapattım: "İyisi mi gideyim ben. Yumruk, şarkı ve ge­ vezelik için teşekkürler." Duymazdan geldi: "ŞifaŞavk'a hususi alaka gösteriyorsun ...'' Teatral bir mübalağayla "Neden acaba?!" dedim, "Normal bir erkekten beklenmeyecek bir tavır! Tüh! Kalbim cennete, penisim cehenneme gidecek!?" İstifini bozmadı: "Boş konuşma. Sadece bir soru soraca- ğım: Taha Tahir'i neden vurdun?" Alnımı kaşıdım: "Onu başkası sanıyordum." Gözleri parladı: "Kim?" "Refik Risk.'' "Refik Risk mi?" Teyakkuza geçti.

95 "Evet. Bak, biliyorsun değil mi, Taha Tahir ölmedi, üste­ lik eskisinden de sağlıklı ..." "Refik Risk de kim?" "Şifa'ya aşk mektupları yazan bir serseri. Onu hiç görme­ dim. Herif ortalarda yok ..." "Sana Taha Tahir'in RefikRisk olduğunu düşündüren ne?" "Şifa söylemişti. Galiba beni başından savmak için. Re­ fik adlı bir sevgilisi var, o kesin. Fakat ... Offfsıkıldım artık!" Sağ eliyle bir teskin jesti yaptı: "Heyecanlanma, sana yar­ dım etmeye çalışıyorum." Bıkkın bir ifadeyle "Mektuplardan anladığıma göre po­ limci paçoz İstanbul' da yaşıyormuş" dedim. Dudaklannabir sigarakondurup çakmağınıçıkardı: "Hımmm? Çok ilginç." Yeryüzünde ilk ateşi yakan mağara insanına rah­ met okutacak uzun uğraşlardan sonra sigarayı yakmayı başardı. "Yani?" "Enteresan, acayip, tuhaf, garip, eksantrik ..." Gözlerini kısarak, dumanı yüzüme üfledi. Ve kriz geçirircesine öksür­ meye başladı. Ona özendim mi nedir, cebimden paketi alıp açtım, siga­ ramı bir çakışta yaktım. Öksürükle birlikte ağzından heceler tek tek döküldü: "Si­ ga-ra tir-ya-ki-si-sin?!" • Amatör hafiye Wow'ın ılımlı küstahlığını tınlamıyorum. Sempatik bir şarlatan. O kadar aptal ki, şeytan bile ona va­ kit ayırmıyordur. Tuvalete gitmesini fı rsat bilip savuştum. Şifa'yla şansımı bir kez daha deneyecektim. Ne dediniz? "Bu bir hata" mı? Öyle olsa bile, bence tekrarlanmaya değer.

96 Saniyenin kısa tarihi

Kriptonitten yapılmış bir haçım olsun isterim. Böylece hem Drakula'yı hem Superman'i kendimden uzaklaştırabilirim! [JACK HANDEY]

Dr. Akula, Jojo'nun fincanına çay dolduruyordu. Yapma çi­ çekleri sulayan robot kadar romantik. Onları görmezden gelerek, kafeteryanın önünden süratle geçtim. Fakat gene de Jojo'nun seks radarına yakalandım. Ar­ dımdan bir koşu yetişip, domestik pençesini omzuma geçirdi: "Hey, çıtır çerez, nereye böyle?" Gülüşünden yayılan ışık, göz­ lerimi acıtıyordu. ''Aaa?! Jojo! Ben de seni arıyordum!" diye salladım. Koluma girdi: "Ooo, canım sevgilim, dün gece sızdığım için küsmedin değil mi?" Beni kafeteryaya sürüklüyordu.

"Hayır, ne münasebet? .. " Kulağıma uzanıp nemli bir fısıltıyla "Bu gece iki kere se­ vişiriz" diyerek kıkırdadı. Ateşli sarışının yaktığı yeşil ışık, yatağın önündeki bariyeri kaldırırken, beni, porno sektöründeki gedikli bir muhasebeci gibi analitik düşünmeye yöneltmişti: Bana tutkuyla bağlı, gü­ zel, zengin ve hamile nişanlımla yatamam; çünkü beni görmeye katlanamayan, her defasındakovan ve de başka bir adamı se­ ven bir kadına aşığım! Masaya kurulduk. Küçük, yuvarlak; samimiyeti teşvik eden, rastlantısal dokunuşlara mahal veren; fiskosa, flörte, öpücük­ lere uygun tasarlanmış masada, elektrikli sandalyeye oturtul­ muş gibi gergindim. Dr. Akula'nın soğuk ve boğuk sesi, morg çekmecesinden geliyor adeta: "Merhaba Bay Montes."

97 "Selam, doktor." Çaylar içilirken, söyleyecek makul bir söz bulamıyordum. Gemiye serpiştirilmiş fabrikasyon centilmenler ve portatif leydiler, müzikal bir çizgi filmdentransf er edilmişlerdi sanki. Davranışlar ve sözler; kalburdan, süzgeçten, filtreden ge­ çirilmiş bir nezaketle pudralanmıştı. Dr. Akula, suratında bir gülücük etiketiyle "Düğün ko- kusu alıyorum" dedi. Jojo, ''Ah evet! New Yo rk'a varınca o işi halledeceğiz!" Amerika'da heryıl alyansya pımında 17 ton altın kullanılır. Ne w York'tq.ki taksi şoforlerinin % 90i, ABD dışında doğ- muştur. Richard ve Ca rol Roble 1969'dan itibaren birbirleriyle 56 kez evlenmiştir. Jojo'yu coşturan müjde, benim karanlıkta yediğim bir yumruktu. Onun iyimserliği, beni karamsarlığa sevk ediyordu. Demek, Titanik, yolculuğu kazasız belasız tamamlasa bile ben tek başına buzdağına çarpıp tuzla buz olacağım? Jojo'nun, gelin arabası farlarını andıran gözlerine, tavşan misali yakalanmıştım. Dr. Akula, otomobil mezarlığındaki, hurda cenaze ara­ cında unutulmuş ceset kadar ürkünç. Igor Jaguar'ın, Titanik'ten büyük gölgesinden kurtulmak imkansız. Apo Calypso'nun ayak sesleri her yerden duyuluyor. ŞifaŞavk, gece gündüz gördüğüm şuh bir serap. Katiyen ele geçmiyor.

98 Zihnimin mutfağında omlet bile pişiremiyordum ama bazı acı gerçeklerin pekala farkındayım: Dünya, sırf sen üze­ rinde yürüyorsun diye değişmez. Ve olayları beklentilerine uy­ duramazsın. 30'lu yaşlarda, az önce canlanmış şampiyon heykeli gibi ha­ linden memnun görünen fiyakalı bir adam, yanımızdaki ma­ saya kurulurken, Dr. Akula'ya selam verdi: "Merhaba doktor." Dr. Akula, kılını bile kıpırdatmadan, yarım ağız "Selam" dedi. Jojo atıldı: "Nasılsınız, Bay Stallone?" Başparmağını kaldırdı: ''İlk Kanfilmindeki Rambo gibiyim." Jojo alnını kırıştırdı: "Fakat, Rambo, post travmatik stres bozukluğundan mustaripti?" Adam, çocuksu bir tebessümle "Yaşlılık da benim Viet­ nam'ımdı" dedi. Tüm bu burjuva teranesi. . . parfümlü imalar, cıvıltılı me­ taforlar, jöleli kinayeler. . . beni illet ediyordu. Derken, şiirsel bir tehlike belirdi: Şifa Şavk. Sürpriz bir lü­ tuf! Fırsat reyonunda dans eden balerin kadar cazibeli. Güm­ rah siyah saçları, petrol gibi parlıyor. Heyecandan kalbim tepetaklak oldu; beynimin kıvrımlarında pembe bir ışık do­ laşmaya, kanım ters yönde akmaya başladı! Gözümü ondan alamıyordum. Bileklerinin zarafeti iflahımı kesiyor. Tanrım, sörf tahtası büyüklüğünde bir adada bu kadınla tüm ömrümü geçirebilirim! Ona bakarken, her saniye, tarihsel bir anlama kavuşuyor. Melekler, altın suyuna batırılmış divitle alınyazı­ mın üstünden geçiyorlar sanki... İşte, sol çaprazdaki boş ma­ saya tek başına oturdu. Gagasız leyleğe benzeyen garson, tö­ ' rensel bir yeknesaklıkla servis yapıyor. Bir masal sisinin içinde, minik bir fincandan kahve yudumlayan Şifa'yı temaşa eder­ ken, yılan ısırığı gibi sorular içimi kemiriyor: "Biz hep bu

99 metal labirentte 'tabancalı saklambaç' mı oynayacağız? Yolla­ rımızı kıskaçlı rastlantılar mı kesiştirecek? Kader çizgilerimiz . ,, teget- mı geçece k�.. .. "Neyin var hayatım?" Jojo, yanağımı erotik bir şefkatle okşuyor. "Ha? Hiiiç? Her şey yolunda" deyip sırıtarak gerçek dün­ yaya dönüyorum. Başımı çevirince Dr. Akula'nın mostralık suratına tosluyo­ rum. Gözlerinde, saklı bir ustura. "Senin tüm kanını bir fıçıya boşaltıp cesedini içine tıkacağım" der gibi bakıyor. Bu heri­ finbenimle alıp veremediği ne acaba? Tipimi mi beğenmiyor? Düşmanca bir söz söylemiyor; ne bileyim, çenemi yumrukla­ madı mesela. Fakat yüz ifadesi, tımarhane çıkışlı bir zombi­ ninki kadar ürkünç. Mr. Stallone, kalkıp Şifa'nın masasına seğirtti. Kızın elini tuttu ve "Bu akşam, o eşsiz şarkılarınızı dinleme bahtiyarlı­ ğına erebilecek miyiz Şifa Hanım?" diyerek, çarpık dudakla­ rına götürdü! Şifa, mahcup bir tebessümle "Elbette, memnuniyetle" diye karşılık verdi. Ye rimden fırlayıp Stallone denen aygırı yumruklamamak için masaya tutundum. Karşılıksız aşkta, kıskançlık kaçınılmaz. Jojo, beni sakinleştirmek istercesine ensemi, sırtımı sı­ vazlıyordu: "Sevgilim, biz de konsere gidelim mi bu akşam?" Sahi, madem Şifakonser verecek, biz de pekala gidip din­ leyebilirdik?! Bastıramadığım bir sevinçle "Tabii, neden olma­ sın?" dedim.

100 Sinbad tesadüfü

Hayatın zenginliği, unuttuğumuz anılardadır. [CESARE PAVESE, 1908-1950)

Birine hayranlık duyuyorsanız, tam anlamıyla özgür olamazsınız. Papyonlu T- Rex'ler ve abiye elbiseler giymiş flamingolarla dolu balo salonunda, gözüm, sahnede şakıyan Şifa'dan başka­ sını görmüyordu: "Şimdi sizlere, benim nezdimde çok kıymetli birinden işittiğim bir şarkı söyleyeceğim. Evvela, bu Türkçe şarkının sözlerini, dilim döndüğünce tercüme edeyim: Gün doğarken yıldızlar söner de belli olmaz: Güneş, karanlığı yok ederken, yıldızlar da usulca silinir." Jojo dirseğiyle beni hafifçe dürtüyor ve biraz sokularak "Babam Türklerden hiç hazzetmez" diyor. ''Hayal içinde dünya döner de belli olmaz: Nasıl ki dünya­ nın dönüşünü hissetmiyorsak, hayatı deveran ettiren şeyin ha­ yallerimiz olduğunu da fark etmeyiz." Jojo'ya bakmadan soruyorum: "Babanın Türklerle ne prob­ lemi var?" Jojo, sözlü sınav veren talebe edasıyla, hızlı hızlı anlatı­ yor: "500 senedir bizi uğraştırıyorlar. Karlofça, Prut, Belgrad, Küçük Kaynarca, Yaş, Bükreş, Edirne, Hünkar İskelesi, Pa­ ris, Ayastefanos... bir yığın antlaşma imzaladık. 192l'de Ba­ tum'u aldık. Türkler, bize askeri üs verip Boğazlar' da haki­ miyet kurmamıza müsaade edeceklerine, ABD'nin gölgesine sığındılar. .." Onu dinlemiyorum. Türk - Rus ilişkileri umu­ rumda değil. Şu sıra İtalyan - Arap münasebetleriyle meşgu­ lüm. Tarihi gerçeklerle değil, aktüel hayallerle alakadarım. "Mevsimler gece gündüz, gelir geçer ömrümüz / Sevda ile gönlümüz yanar da belli olmaz: Zaman hızla akar, ölüm yak­ laşırken ... Kalbimiz hep gizliden aşk acısı, hasret çeker fakat

101 bu hiçbir şeyi etkilemez, değiştirmez. Aşkımızı ömür boyu saklar ve sonunda bu dünyadan hüzünle göçeriz. Hazin olan ölüm değil, aşksız yani manasız bir hayata rıza göstermektir." "İşte şimdi konuşmaya başladın güzelim." Bunu, gayriih­ tiyari sesli söylemiştim. Ona hitap ettiğimi sanan Jojo "Bu yaz Türkiye'ye gide­ biliriz istersen? Antalya çok güzelmiş. Zinaida Teyzem övüp dururdu." Afrodit heykeline taş çıkartan güzelliğiyle Şifatercümeye devam ediyor: "Bahtımıza yağar kar, silinir hatıralar: Yaşam, mevsimlere benzer. Kışın, karların toprağı örtmesi gibi, unu­ tuş battaniyesi de, yalnızca anılardan ibaret olan aşkı büsbü­ tün örter. Bizi hem üzen hem avutan hatıraları da yitiririz." Anıların silinmesi? Tam beni anlatıyor. "Zoho vidi bombi naja modingo, cippe huru folleyu jangi. .." Jojo'nun sözlerini böyle anlamsız sesler olarak algılıyordum. "Gün olur bizi de yar anar da belli olmaz: Gene de belli mi olur, uzaktaki sevgili, bir gün bizi hatırlar. Bunu asla bileme­ sek de ... İmkansız aşkın, muallak tesellisi. .." Ve Şifa Şavk, alkışlar eşliğinde şarkıya başladı. Mozart'ıntüm bestelerini dinlemek 202 saat sürer. Arpta 47 tel, piyanoda 88 tuş vardır. İngilizlerin % 76 'sı, arabada çalınan şarkıya eşlik eder. Satılan Orhan Gencebay albümü sayısı, Tü rkiye nüfusuna eşittir: 79 milyon. Gözümü kırpmadan Şifa'ya bakarak pür dikkat şarkıyı din­ lerken martini bianco yudumluyorum. Şarkının sonuna doğru [''Bahtımızayağa r kar silinir hatıralar'1 zihnimde cızırtılı, bu­ lanık, yarım yamalak bir sahne belirdi. Küllenmiş hafızamda

102 uçuşan bir dejavu kıvılcımı: Şifa, elinde martini kadehiyle gü­ lüyordu. Kahkahasının yankıları sürerken soruyor: "Sinbad te­ sadüfü nedir biliyor musun?" Şoke olmuştum. Şifa'yı önceden tanıyor muydum yani?! Yo ksa hiç yaşanmamış olayları mı hatırlıyorum? Bütün bunla­ rın anlamı ne?! Umut ve panik karışımı bir hisse kapılmıştım. Şarkı bitince kopan alkış tufanıyla kendime geldim. Jojo'nun keyfi gıcırdı. Coşkuyla alkışlarken "Yelloz karı döktürüyor be!" diye ünledi. "Evet, fe na değil" diye mırıldandım. Ben konuşurken du­ daklarıma baktığı için, gürültüye rağmen, söylediğimi anlamıştı. O esnada önümüzden parfüm şişesine benzeyen bir kadın geçti: Melody Morendo. Caz solisti. Hatlarında ıslak parıltılar. Ne zaman görüş alanıma girse, parmaklarını birleştirip öper ve elini birden açarak öpücüğü üstüme saçardı. Gene yaptı. Şa­ kacı kız. Neyse ki Jojo fark etmedi. Ben de görmezden geldim. Şifa'nın ılık sesi, salondaki milyonerlerin kötü esprilerini ve sahte gülüşlerini bastıramıyordu. Çaprazımızdaki yükseltide, salona hakim devasa masanın baş köşesine yerleşmiş Igor Jaguar'ın borazan sedası kulağımı zımparalıyor: "Brad Pitt'e ikizi kadar benzeyen bir uşağım vardı. Ona iyi davranamıyordum. Elimde değildi! .. " Profesör Dan Galaxy, Ferrari Bravo, Kurush Kumar ve tanımadığım birkaç apiko ciks, etrafına renkli mumlar misali sıralanmışlar. Dan Galaxy araya giriyor: "Gençlik, cazibeden daha kıy­ metlidir dostlarım. Zira zamanın bastonu, tüm kılıçlardan daha kanlıdır." Kurush Kumar, tabut örtüsüne benzer, mat yeşil bir ce­ ket giymiş. Tabağındaki köpüklü, boncuk boncuk sebzeyi

103 didikliyor. Ferrari Bravo '900'lü har' aksanıyla soruyor: "Tadı nasıl?" Kumar: "Nahoş ile berbat arası." Sinyora Bravo: "O halde sağlıklı bir şey olmalı." Müstakbel kayınbabama gözüm takılıyor. Purosu, heybeti, gri sakalıyla Orson Welles'i andırıyor. Bay Jaguar'ın farkı, göm­ lek yakasının üstünden sarkan yağ rulosu. "Vejetaryen halam da bunlardan yerdi, sonunda bitkisel hayata girdi!" diyor ve kahkahayı basıyor. Dan Galaxy, Ferrari Bravo'ya soruyor: "Dr. Akula nerede?" Kadın, baygın bir ifadeyle cevaplıyor: "Biriyle doktorcu­ luk oynuyordur ..." Kurush Kumar: "Hipokrat Yemini 2 bin 500 sene boyunca birçok değişikliğe uğramış?" "Yemin ederim ki hayatta yeminden daha sağlam güven­ celer var! Hi ho haha ni ho haha zu ho haha pu ho haha!!!" Baba Jaguar'ı duymamak için sağ elimle sağ kulağımı kapa­ tıyorum ... İyi insan lafının üstüne gelir ya da iti an çomağı hazırla. Dr. Akula, yarasa süzülüşüyle ortama daldı. Igor Jaguar ve şü­ rekasını alelusul selamlayıp Ferrari Bravo'ya öpücük verdikten sonra masamıza yanaştı ve Jojo'ya doğru eğildi: "Merhaba. Bu dansı bana lütfeder misiniz?" Nişanlım bana dönüp elimi tuttu: "Eğer yakışıklı pren- . . . . ,, sım ızın verırse ... "Rica ederim" dedim "buyurun." "Oh, biraz nefes alabileceğim" diye düşünürken, kırmızı elbisesiyle, yeni yıkanmış Ferrari misali parıldayan Sinyora Bravo peyda oldu: "Dans edelim mi?" "Ben içimden dans ediyorum" dedim.

104 Kolumdan tutup sertçe çekti: "Gel buraya seni yaramaz!" Dans esnasında, Ferrari Bravo, Dr. Akula ile Jojo'yu dikiz­ lerken, ben Şifa'yı izliyordum. Birbirimizin bedenlerinin ar­ dında siper almıştık. Çenesiyle Dr. Akula ve Jojo'yu hafifçe işaret ederek, diş­ lerinin arasından "Nişanlına sulanmasını pek umursamıyor­ sun?" diye sordu. "Dr. Akula'nın Jojo' dan hoşlandığını siz de fark ettiniz demek?" "Bana 'siz' deyip durma. Sinirime dokunuyor." "Öyle mi?" "Neyin var Marco? İki gündür tuhaf davranıyorsun? Be­ karetimi sana verdiğime pişman etme beni ..." Ne?! Ferrari Bravo'yla ilişkim mi var?! Dahası, seks rekorr­ menleri almanağının kapağında fotoğrafını görsem şaşırmaya­ cağım bu kadın ... bakire miymiş?! .. Devam etti: "N'oldu, dilini mi yuttun? Bak, seni iyi tanı­ yorum. Buz tutmuş bir mağarada vahşi hayvanlar tarafından kıstırılsan bile seks düşünürsün ..." "Ne demek istiyorsun?" Dengem bozuldu. Ferrari Bra­ vo'nun ifşaatları, dansımızı sabote etmişti. Bir telefon kulü­ besinde Mike Ty son'la baş başa kalmış gibi hissediyordum. Hafif bir tebessümle mırıldanıyordu: "Suç ortağını yargı­ layamazsın. Ve fa ile sadakat farklı şeyler. Güçlüler vefalı, aciz­ ler sadıktır ... Ah Marco, bönlük, senin cazibenin mütemmim cüzü ... Tüm şeytanlar arasında meleğe en çok benzeyen sen­ sin ... Haydi, anlaşalım: Şavalak nişanlını Dr. Akula' dan uzak tut ki, senin testosteron seviyenin Titanik'teki en büyük iç teh­ dit olduğunu Igor Jaguar'a çıdatmayayım, ne dersin?"

105 Pornofilm lerin ancak % 1 l'sinde prezervatifkull anılır. Siyam kralı Mongkut'un [1 804-1868} 9 bin kadını vardı. Bu kadınlar, Na ng Harm adlı, yüksek du varlarla çevrili 'ha­ rem-kent'te yaşardı. Mongkut, eşlerinden yalnızca 700 'ünü sev­ diğini söylemişti. Sosyete hobisi dansımız, cinai kinayelerle örülü soğuk sa­ vaş diplomasisine dönüşmüştü: "Beni tehdit mi ediyorsun?" ' Sokulup, dilini kulağımın etrafında gezdirdi: "Dr. Akula, ameliyathanede hünerli bir cerrah, gelgelelim yatak odasında kadavradan farksız. Sense, Marco, bir orgazm Ninja'sısın. Ah hah ha ... Seni, Jojo'yla ve bir dilberler ordusuyla paylaşmaya itirazım yok. Fakat ... Dr. Akula'nın manikürlü pençelerinin tıbbi dokunuşlarından vazgeçemem ..." "Ne yapmamı istiyorsun?" "Jojo'nun patilerini, benim av sahamdan uzak tut." Tam o esnada, Jojo önümüzden koşarak geçip sahneye çıktı. Ça­ kırkeyifti. Ferrari Bravo'yla çözülüp ayrıldık. Nişanlım, Şifa'dan, mikrofonurica etti ve şakrak bir edayla "Hey millet! .. İzninizle, ben de bir şarkı patlatmak istiyo­ rum! .. Bana aşkların en güzelini yaşatan ... Kalbimin tek sa­ hibi ... Marco, bu şarkı sana geliyor!" dedi. Salondakilerden kuvvetli bir tasdik alkışı geldi. Ve Jojo My Heart Goes Boom'u söylemeye başladı!

[ ... ] 7 denizi gezmeme yok lüzum Bir şaheser yazmama veyahut. ja njanlı bir filmde rol almak Zengin ve mutsuz ölmek istemiyorum!

106 Çü nkü ben seninleyken tatlım, Tü m dünyam çiçek açar. Burada seninle kalmak, Her da im yegane arzum. Çü nkü seninley ken minnoşum Şaşkınlığım son bulur Ve kalbim çarpar: BUM BUM BUUUM! [ ... ]

Jojo'nun coşkulu performansı, beni romantik bir töhmet altında bırakmıştı. Hoplaya zıplaya sahneden indi ve boynuma sarılıp dudaklarını dudaklarıma yapıştırdı. Öpüşürken, bir gö­ züm sahnedeydi. Şifa Şavk nur yumağı eliyle bizi işaret ede­ rek "İşte, müzik bunun için var" dedi. Yanılıyorsun güzelim. Müzik, senin sesinle taçlanmak için var. Müzik, o nota sicimi, melodi kemendi, armoni kelepçesi, beni sana bağlamak için var. Müzik, evlilik için değil, aşk için var: "Canım karıcığım" diye bir şarkı duydun mu hiç? .. Kucağındaki cümbüşü gıdıklayan Taha Tahir, bana doğru bakıyordu. Yüzünde hiçbir tehlikeden etkilenmeyen, dokuz canlı sırıtış. Jojo'yla masaya geçtik. Yemekler geldi. Bende iştah nanay. Carpaccio di manzo'yu didikledim durdum. Programı biten Şifa gitti. Ortalığa bir kabristan karanlığı çöktü, Ardından gelen oda orkestrası da cenaze müziği çal­ maya koyuldu. Şifa'yıetki lemek, Everest'e içeriden tırmanmak kadar zor. Gene de şansımı deneyeceğim. Ağzımı sildim. Kalkarken, Jo­ jo'ya "Tuvalete gitmeliyim" dedim. İşveyle "Seninle gelmemi ister misin?" diye sordu.

107 Anlamazlığa vurdum: "Yo, tek başına halledebilirim sanırım." Salon kapısından çıkarken biri arkamdan seslendi: "Sin­ yor!" Döndüm. Offf, gene Owen Wow denen ahmak. "Ne­ reye böyle?" "Tuvalete" dedim. Gözleri irileşti: "Roman kahramanları tuvalete gitmez ki?" "S.çtırtma şimdi romanına" diye geveleyip sesimi yükselt- tim: "Hem sen kamaranda gittin ya?" "Ben de size katılayım." Elimi göğsüne dayayarak onu durdurdum: "Bak dostum, peşimi bırak, tamam mı?" Başını salladı, birkaç adım geriledi: "Pekala, sorun yok, ne zaman ihtiyacın olursa buralardayım ... " Dışarıya fı rladım. Şifa'nın kamarasına yollandım. 152 nu­ mara. Tak tak. Şifa'nın sesi derinlerden geliyordu: "Kim o?" "Benim, Marco." Bu defa yakından seslendi: "Buraya gelmemelisiniz." "Sadece konuşmak istiyorum" dedim. "Konuşacak bir şey yok. Gidin." "Sinbad tesadüfü... " dedim, "Sinbad tesadüfünün ne ol­ duğunu biliyor musunuz?" Sessizlik. Milyonlarca yıl bekledim. Buzullar eridi, kıtalar sular altında kaldı, insanoğlu başka gezegenlere taşındı, yer­ yüzünde tek başına kalakaldım. KLİK. Ve sonunda kapı açıldı. Şifa, gizemli bir uysallıkla "Biliyorum" dedi.

108 Afallamıştım: "Ne? Neyi biliyorsun." "Sinbad tesadüfünü." "Haaa? Neymiş peki?" "Gel" dedi. İçimde bir şükran bulutu yükseldi. Parolayı tutturmuştum ve hazinenin bulunduğu mahzenin kilidi açıl­ mıştı. Sinbad tesadüfü filan umurumda değildi. Şifa'yla, saç­ larım uzayana dek sevişmek istiyordum. Onun nazarında tes­ cilli zamparayım. Arsız bir çapkın, yılışık bir hovarda. Ziyanı yok. Zira umutsuzluğun, insanı özgürleştirmeye başladığı ev­ redeydim. Kamaranın eşiğini geçtim. Şifa'ya bir adım yaklaşırken, dünyanın geri kalanından bin ışık yılı uzaklaşıyordum.

109 Timsah gıdıklamak

Aşk gemisin saldım mihnet bahrına Dayandım feleğin her bir kahrına Yar bir ateş attı gönül şehrine Yanıp kül olmaktan başka çare yok [AŞIK MELULİ]

"Yo, aslında, seri karii gibi, müspet bir ilk intiba bırakıyorsu­ nuz" dedi Şifa. Ve sordu: "Espresso sever misiniz?" Bir defada 50 fincan duble espresso içerseniz, aşırı dozda ka­ feinden ölürsünüz. Kahve buğusu ile sigara dumanı, aramızda tül misali dal­ galanıyor. Şifa'ya sigara ikram ettim, almadı. Bir mucizenin odağındaydım. Manasını ve mahiyetini bil­ mediğim hayatın tadını çıkarıyordum. Şifa gözlerini kısıp başını hafifçe yana eğdi: "Sizde çöze­ mediğim bir yön var ..." "A h, bir de bana sor" dedim. "Daha önce, 'Her çiçeğin açma süresi farklıdır'demiştiniz. Şimdi de Sinbad resadüfünden bahsediyorsunuz ..." Şifa'nın güzelliğine öyle dalmıştım ki, o an kıyamet bo­ rusu çalsa duymazdım: "Hııı-hı." Sesinin tatlılığından, söyle­ diklerini algılayamıyordum. "Bay Monres? Beni duyuyor musunuz?"

"Şifa. .. 17. yüzyılda evli kadınlar ortalama 17 kez doğum yapıyordu" diye sayıkladım. "Yani?.. "

110 "Demek istediğim ... Bir adam tek başına 15 gün içinde, dünyadaki tüm kadınları hamile bırakacak miktarda sperm üretebilir." "Anlamadım?!" "Şey... 'Ana Kraliçe' Elizabeth Bowes Lyon ile Prens Al­ bert 26 Nisan 1923'te evlendiler ... Düğün pastası tam 500 kiloydu ..." "Nereye varmaya çalışıyorsunuz?" Zırvalıyordum: "Köri yedirilen koyunun os.ruğundaki me­ tan o/o 40 azalır." Sinirli ve müstehzi bir ifadeyle "Hımmm? Bunu aklımda tutmaya çalışırım" dedi. Sağ elimle yüzümü sıvazladım: "Evlen benimle Şifa." Ağzındaki kahveyi püskürtmemek için öksürüğünü fren­ ledi. Kupayı masaya bıraktı: "Ne?!" Ayağa kalktı. Kaşlarını çatıp ellerini açtı: ''Aman Ya rabbi! .. Zaten ... Dünyadaki ak­ siliklerin çoğu, erkeğin kendini tutamamasından veya çok fazla tutmasından kaynaklanır!.." Derin bir nefes aldı: "Siz ... Siz ... müptezel, sefih bir serserisiniz, biliyorsunuz, değil mi?" Ben de fincanı bırakıp ayağa kalktım: "Şifa... " Ona ha­ kikati söylemeyi denedim: "Bak, gözlerimi açtığımda Titanik denen bu takadaydım. Öncesine dair hiçbir şey hatırlamıyo­ rum. Hafızam bomboş. Sonra seni gördüm ve ..." Dudaklarını ısırdı: "Ve ne? Oturun lütfen!" Eğitimli polis köpeği gibi emre uydum. O hala ayaktaydı. Dolanıp duruyor, adeta kendi kendine konuşuyordu: "Sinbad tesadüfü, iki gemi­ nin okyanusun ortasında rastlaşmasıdır. Yani abartılı tesadüf. Sinbad, Binbir Gece Masalları'nda anlatılan bir maceranın kah­ ramanı. 8. yüzyıl Arap edebiyatına ait. Bu deyimi ben uydur­ muştum ... Refik Risk'le bir araya gelişimizin acayipliğinden

111 ötürü ..." Zınk diye durdu: "Senin bunu bilmene imkan yok, anlıyor musun? Şimdi söyle bana, ne dümenler çeviriyorsun?!" Refik'ten söz etmesi canımı sıkmıştı. İstemeden, ona Re­ fik'i hatırlattığım için de kendime kızıyordum: "Unut gitsin, lütfen. Dedim ya, hiçbir şey anımsamıyorum. Tek bildiğim ... sana ilk görüşte vuruldum Şifa. Keşke bunu senin için eğlen­ celi hale getirebilsem ..." ''Anlamangereken şey şu: Ben, Refik'i seviyorum. Ta mam mı? Ve o harika adamdan dünyada yalnızca bir tane var!" "İki tane olsaydı, birbirlerini düzerlerdi!" diye şuursuzca diklendim. "Bu konuşma bir hataydı. .. Beni tanımıyorsunuz." Başını eğip iki ya na sallarken, gözlerini yüzüme sabitledi: "Hakkımda hiçbir şey bilmiyorsunuz." Haklıydı. Kendimi savunmam, durumu açıklamam, onu etkilemem muhaldi. Avcı, kasap ve kebapçıyla aynı kompar­ tımanda seyahat eden vejetaryen kadar stresliydim. Cevabını bildiğim bir soru sordum: "Bana bir şans veremez misin?" Bey­ hude bir yakarı iniltisi. Çekmeceyi açtı. Boş. İrkildi. Diğer çekmecelere baktı: "Mektuplarım?!" Hışımla bana döndü: "Onları sen çaldın?! Ta bii ya! Sinbad tesadüfünü, Refik'in sözlerini mektuplardan okudun değil mi?! Git buradan!" Yerimden fırlayıp kapıya yö­ neldim. "Defol! Mektupları derhal getir, anladın mı?!" Sesini alçalttı: "Tabancamı da!" "Tamam, özür dile_" Suratıma [ŞIRRRRRAKKK!] okkalı bir şamar patlattı. Dikkatini dağıtmak için "Bugün bana tokat atan üçüncü kadınsın" diye salladım. "S.ktir!"

112 Kendimi dışarı attım. Kapı ardımdan "BAM!" sertçe ka­ pandı. Setten kovulmuş porno aktörü kadar hüzünlüydüm. Benliği­ min tüm ipleri eprimiş, düğümleri gevşemişti. Gezinti yolunda sendelerken, karanlık okyanustan dev bir b.k dalgası yükselip beni yutsa, diye düşündüm, gayet münasip bir finalolurdu. Barın yolunu tuttum. Hafızamı kaybetmiştim. Fakat şu iki günde olup biteni de tümden unutmak istiyordum. 'Sıfır­ dan başlamayı' dilerdim. Lakin kafamın içinde 'sayılar' uçu­ şuyordu. İşin ironisi, destansı bir hal almıştı. Bar tenhaydı. 70 cl'lik Coruba'yı diktim. Lık lık lık. Kaşla göz arasında şişenin dibini kuruttum. Rom fena çarptı. Başım dönüyordu. Una bulanmış mezgit etrafı nasılgörürse, ben de öyle görüyordum: Bulanık. Neden sonra, Apo Calypso tepemde belirdi. Bozuk plak sesiyle "Seninle şöyle bir turlayalım ahbap" dedi. "Ho?" "Haydi." Kolumu tuttu ve beni kaldırıp sürükledi. Çok güçlüydü. "Bırak beni!" diye bağırdım. Tınmadı. Hangi akla hizmet bilmiyorum, şöyle bir gerilip Apo Calypso'nun şakağına bir kroşe çaktım! Çiçekbozuğu suratı kanayınca, nar kabuğuna benzedi. Göz ucuyla bakıp bıyık altından güldü. Ürktüm. Par­ maklarını etime bastırdı. Canım yandı. Sarstı. Hatamı anla­ dım. Hortumun içindeki fı rıldak kadar hızlı döndüm: "Par­ don, bende tik var. Yanlışlıkla oldu. Küsmedin ya?" "Yürü." Elinin tersiyle yanağını sildi. Koridorları geçtik, merdivenlerden indik ve laboratuvar ile ameliyathane karışımı bir yere girdik. İçeride bone ve maske takmış bir cerrahtan başka kimse yoktu. Bize döndü. Elinde

113 bir enjektör. "Hoş geldiniz Bay Ne B.ksa" derken emin adım­ larla yaklaşıyordu. Kaçmaya yeltendim. 1-ıh. Timsah gıdıkla­ mak kadar faydasız ve tehlikeli. Apo Calypso beni kıskıvrak yakalamıştı. "Durun!" diye ciyakladım. Cızzz! Cerrah iğneyi boğazıma sapladı. Ve [Vızzzzzzzp!] en­ jektördeki zıkkımı zerk etti. Cinai bir hazla parıldayan kanlı gri gözlerin sahibini tanıyordum: Dr. Akula. Nişanlıma göz koyan bu basur memesi beyinli, koroydo vampirin bir kalleş­ lik yapacağını tahmin etmeliydim. Şeytanın tükürüğünü yut­ muştum. Damarlarım cehennem külüyle dolarken, son bir gay­ retle inledim: "Ben ... ben Şifa'yı seviyorum, b.k böcekleri!" Fışşş! Cadı süpürgesiyle hiçliğe süpürüldüm.

114 Ömrümün geri kalanını etkileyecek bir aptalhk

Şu bahsettikleri 'çıplak gerçek' çoğunlukla ne çıplaktır ne de gerçek. [DANllL KHARMS, 1905-1942, Bugün Hiçbir Şey Yazmadım] Bir akbaba, 300 bin Hint-domuzunu öldü nneye yetecek mik­ tarda botulinum toksininden hiç etkilenmez. Profesyonel hokeycilerin % 68 'i en az bir dişini kaybetmiştir. Örümcekler, kendi türünü yer. Bir odaya 10 bin örümcek bı­ rakırsanız, sonunda muazzam bir tek örümcek kalır! Dünyada her yıl yaralanma veya ölümle sonuçlanan 33 bin seks kazası kayda geçer.

Şimdi size gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatacağım ... Uyandım. Jojo üstümde. Sırtüstü yatıyorum. O da at binme pozisyonunda, kasıklarını kasıklarıma sürterek, cinsel bir kal­ kışmayı kışkırtıyor. Acaba en son ne zaman seviştim? Nişan­ lım niyeti bozmuştu. Er otik pr ovokasyonu işe yaradı. Te nasül uzvum, Reykjavik'teki fallusmüzesinde gururla sergilenebile­ cek boyurlara ulaştı. Jojo gülüp fingirdeyerek, ayıp cümlelerle, içimdeki hayvanı gıdıklıyordu. Gözü kararmıştı. Çiftleşme, onun doğal hakkıydı. İcabında söke söke alacaktı. Bir haz ka­ panına kısılmıştım. Ok yaydan çıkmıştı. Seks çanları bizim için çalıyor du. Jojo fermuarımı açtı. Bluzunu sıyırdı. Çıplak bir kadına güven olmaz. Dur durak bilmiyor du. Te ni pürüz­ süz ve parlaktı. Bedeni dipdiri. Hadan yusyuvarlak. Alnımı, burnumu, dudaklarımı öpüyor, yalıyor, emiyor. Şanslı mıyım, zavallı mı? Kontrolü kaybetmiştim. kavradı. • tut­ mak buzları er itir. Öyle de oldu. Eteğinin altında, ••• - hazır ola geçmiş çavuşu, . Boğazım ' kurumuştu. Vücudumdaki kan tümüyle •••••••• hücum etmişti. Zor nefes alıyordum. Penisim ile kalbim

115 arasında bir ölüm kalım savaşıydı bu. Jojo kasıklarını iyice bastırmıştı. Ortopedik yatak, derinden gıcırdamaya başladı. Fik fiksalıncağında mahsur kalmıştım. Hızdan başım dönü­ yordu. Emniyet kemeri ve kask takmamakla hata etmiştim. Orgazm horozu, yumurtanın içinde ötüyordu . •••••• için, merkebe ters binmiş aksakallı bir dedeyi düşünüyordum. Faydasız. Patlamaya 10 saniye ... Dişlerimi sıkarak kasıldım. Gırnav tsunamisi yaklaşıyor! VIMP! Jojo'yu üstümden attım. Kız uçtu ve ... ZBAM! Karşıdaki boy aynasına çarptı! Sperm­ ler fışkırıp tavana yapıştı! ŞLOP! Doğruldum. Kırık aynada suratım bin parçaya bölün­ müştü. Jojo, yerde kan revan içinde yatıyor! Ölmüş mü?! Ya­ taktan fırladım. Nabzını kontrol ettim. Oh, yaşıyor. Ya bebek?! Ta nrım, ben ne yaptım?! Bu, ömrümün geri kalanını etkile­ yecek bir aptallıktı. Pantolonumu topladım. Kapıyı açıp hay­ kırdım: "İmdaaat!" Paçam tutuşmuştu. Düşmekte olan bir asansördeydim sanki. Jojo'yu kucaklayıp koridorda koşmaya başladım: "İm­ daaaaat! Biri yardım etsiiin!" Sıhhiye tayfası çıkageldi.Jojo'yu sedyeye yatırıp vınladılar. Ben de peşlerinden. Lavabo beyazı bir tünelden geçip kliniğe daldık. Dr. Akula ve şürekası Jo­ jo'yu devralıp süratle operasyona girişti. Melankolik vampir, ağzını ve burnunu kapatan maskenin üzerinden giyotin kes­ kinliğinde bir bakış fırlattı. "Bebek! .. Bebek iyi mi?" diye inledim. Dr. Akula, hiçbir şey demeden stetoskobunu kulağına ta­ karken dönüp paravanın arkasına geçti. Görevliler beni kargatulumba dışarı çıkarıp kapıyı yüzüme kapattılar: BAM! Kapıların böyle ikide bir suratıma çarpılması da lalettayin bir komplonun basmakalıp efekti mi ne?

116 Zombiler doktora gitmez

isimsiz canavarlar ihtiva etmeyen deniz, rüyasız bir uykuya benzer. [JOHN STEINBECK, 1902·1968)

Titanik'te her dakika "Daha kötü ne olabilir ki?" sorusuna verilen bir cevaptı. Ameliyathanenin önünde dikiliyorum. Korkunun karan­ lık suları, içimde zehirli bir delta oluşturmuştu. Etraf, hastane önlüğü giymiş güleç ihtiyarlarla dolu. Nuh Nebi'nin gemisin­ den aktarma yapmışlar. Huzurevi otoparkındaki Alzheimer'lı külüstür otomobiller gibi bakıyorlar. Aralarında bir de cüce var: Gözleri felfecir okuyor. Kıçlara fısıldayan adam. Ağır işiten iki moruk yüksek sesle konuşuyor: "Seviştik­ ten sonra dedim ki 'Hoşuna gitti mi?' 'Hatırlamıyorum' dedi. Üsteledim: 'Nasıldı?' 'Sen de kimsin?' diye sordu!" "A h hah hih hooo! .. " Hoparlörlerden sürekli çağrı anonsları duyuluyordu: "Dok­ tor Jivago, 25 numaralı ameliyathaneye lütfen ... Dr. lna şu­ raya, Dr. Jeykll buraya, Dr. Caligari bekleniyorsunuz, Dr. No haydi ama ... Dr. Moreau, Dr. Lecter, Dr. Zimbardo ..." Jojo'ya ve bebeğe bir zarar gelmemesi için dua ederek uzun koridorda volta atıyorum. Yan yana dizili onlarca ameliyathane vardı. Yuvarlak pen­ cereli kapıların ardında, tıbbi Haçlı Seferi'ne çıkmış cerrahlar neşter sallıyor. Lateks eldivenlerde kan çizgileri. Paranoyak olmak için gerekli zeka, özgüven, motivasyon ve enerji bende yoktu. Gene de huylandım. Neler oluyor bu­ rada? Son nefesini vermesi an meselesi moruklar neden bek­ leşiyorlar? Zombiler doktora gitmez ki? Titanik denen kalan­ tor kalyonunda niye tam teşekküllü bir hastane var? Tıkır tıkır işleyen Fordist cerrahi mekanizması karşısında zihnim

117 bulanmıştı. Kör randevudaki kör gibiyim. Gene de, olanca haşmetiyle yaklaşan Igor Jaguar'ı görebiliyorum! Ya nında koru­ malar. Ajan Smith'in Rus malı klonları. Barut aromalı mafya parfümü sürmüş, prezantabl caniler. Owen Wow'ın sözlerini hatırladım: "B iricik kızını azıcık üzersen, !gor jaguar, ay ak tı rnaklarını sijküp sana yedirir. Tes­ tislerini koparıp küpe diye kulaklarına takar. O küçük beynine büyük bir delik açar. Derini yüzüp kafanage çirir. Ti ta nik 'i sana anıtmezar yapar. Cesedini lüks içinde yüzdürür!.. " Limona limon sıkılmaz ve Igor Jaguar'ın dahil olduğu bir hikaye mutlu sonla bitmez. Bunu anlamıştım. Birazdan ... ilahi gazap gibi, insanı hem kahreden hem de hakikatle yüz­ leştiren bir dayak yiyecektim. Eh, azıcık heyecanlıyım tabii. İçimde bir vana sonuna kadar açılmış, adrenalin fıskiyesi faa­ liyete geçmişti. Koridoru balıkgözü lensin berisinden seyredi­ yorum sanki. Zemin, duvarlar, tavan eğilip bükülüyor. Şansıma, civarda doktor kaynıyordu. Belki onların Hipok­ rat yemini, Jaguar'ın intikam yeminine galebe çalar? İhtiyar step kurdu, çelik mavisi gözlerini bana dikmiş, üs­ tüme yürürken kollarını kaldırdı. Vın! Jojo yanımdan koşarak geçip babasıyla kucaklaştı! "Ooo! Sevgili babişkom benim!" "Kızımmm! Bir şeyciğin yok ya?" Ye min ederim bundan sonra hiçbir şeye şaşırmayacağım. 15 dakika önce feci şekilde yaralı olan Jojo, fı kır fıkır,yerinde duramıyor. Bana döndü. İki adımda sokulup elimi tuttu ve "Sevgilim, neyin var?" diye sordu. Igor Jaguar'ın bir kaşı kalktı. Sersemlemiştim: "lıııı, iyiyim tatlım ... Ya sen?" Jojo koluma girip başını omzuma dayadı: "Ah, Marco, ta­ bii ki gayet mesudum ..." dedi ve şuh bir fısıltıyla ekledi: "Se­ ninle mahrem rekorlarımızı egale edeceğiz ..." Kafasını sü­ rekli meşgul eden cinsel fanteziler, konuşmalarına sızıyordu.

118 Koridorda yürürken, bir ameliyathaneden gencecik, güzel yüzlü, zarif bir kadın çıktı. Bana gülümsedi ve başını hafifçe eğerek selam verdi: "İyi günler, Marco." Bu kadını gözüm bir yerden ısırıyordu ama nerden? Birkaç adım gittikten sonra du­ rup arkasından baktım. Jojo, satirik bir sesle klasik soruyu sordu: "Kim o kadın?" "Kumarhane müdavimlerinden" diye yalan uydurdum. Igor Jaguar pek inanmış görünmüyordu. Dudak büktü: "Pekala gençler, halletmem gereken işler var. Atalarımız ne de­ miş? 'Aylak aylak dolaşan, dayak yer.'" Titanik evreninin ha­ kimi, adamlarıyla birlikte toz oldu. Jojo'yla ikimiz kamaranın yolunu tuttuk. Hiç bahsetmedi­ ğine göre, bebek emniyetteydi. Hayırlısıyla kazasız belasız doğ­ sun, 18 yaşına sağ salim varsın, onu pataklayıp hırsımı alacağım. Okyanusun ufkunda güneş, FBl'ın gözetleme uydusu gibi yavaşça yükseliyordu. Aklınızdan geçeni biliyorum. Olup biten üzerine yete­ rince kafa yormadığımı düşünüyorsunuz. "Muğlak tehlikeye karşı, tahminlere dayalı abes taktiklerle mücadele edemezsin Marco" dediğinizi duyar gibiyim. Okey. Elimden geleni ya­ pacağım. Esaslı bir dedektif olmadığımın farkındayım. Da­ hası biraz bitkin hissediyorum. Sanırım, Dr. Akula'nın zorla yaptığı iğneden ötürü. Alçak herif... O radikal medikal kal­ pazanın kanını kazanda kaynatacağım. Sonra da buharını içime çekeceğim!

119 Kadın gözyaşı: Tarihin akışını değiştiren biyolojik silah

Kediler kendilerini insanlardan üstün görürler. Köpekler insanları kendilerinden üstün görürler. Domuzlar insanları kendilerine eşit görürler. [RUŞEN ALİ BEY] Üz erinden 72 saat geçen cinayetin çözülme ihtimali % 15'e düşer. julius Ca esarin [M.Ö. 100 - M. Ö. 44} cesedinde 23 bıçak yarası vardı. Bir ölü yakıldıktan sonra geriye yaklaşık 3 kilo kül kalır.

Refik Risk'ten nefret ediyor, Şifa Şavk'a tapıyor, Dr. Akula'yı haklamak için sabırsızlanıyordum. Kedi yutmuş gibiyim, ye­ rimde duramıyorum. Fanatizm, sersemlere enerji verir. Kamaraya vardığımızda banyoya girdim. Rezervuara sak­ ladığım Browning'i alıp belime taktım: Birilerinin kalbine veya beynine hitap etmem gerekebilir. Yo, 'emaneti' Şifa'ya iade etmeyeceğim. Jojo'ya her zamanki gibi yalan söyledim. "Biraz hava ala­ cağım." Kapıya yöneldim. "Dur!" diye seslendi. Başına gelecek felaketleri sezen fakat kaderden kaçamayan tragedya kahramanlarını andırıyordu: "Bana gerçeği söyle. Nereye gidiyorsun?" Tavandaki sperm lekesi dikkatimi dağıtıyor: "Dedim ya, dolaşacağım ... Sonra kumarhaneye uğrarım ... İşten kaytar­ dığımı düşünmesinler... " "Hayır, Marco. Artık beni sevmiyorsun. Sürekli kaçıyor­ sun. Yakında bebeğimiz olacak fakat sen... Seni tanıyamı­ yorum artık. Bir yabancı gibi davranıyorsun. Sevişirken beni

120 üstünden fırlatıp attın Marco! Bir af bile dilemedin ..." Ağla­ maya başladı. Kadın gözyaşı. .. tarihin akışını değiştiren bi­ yolojik silah. Gerisingeri döndüm. Yatağın kenarına iliştim: "Haklısın, Jojo. Bağışla beni." Kuru bir özür beyanı, çoğu zaman işe yarar. Jojo'nun yüzü ütülenmişçesine birden düzeldi ve umutla ay­ dınlandı: "Bana anlatabilirsin Marco. Derdin her neyse, hallet­ mene yardım edebilirim." Ellerimi tuttu: "Daima yanındayım." Derin bir nefes aldım. Ona gerçekleri söylemek istiyor­ dum. ''Hafızam silindi. Şifayı seviyorum. Adamın biri, benim Ma rco olmadığımı söylüyor. Seninle evlenemem. Çocuğa tek ba­ şına bakmalısın. Dr. Akula'nın bana ga rezi var. Babandan kor­ kuyorum . .." dememek için kendimi zor tuttum. İri duru göz­ lerinde masmavi kıvılcımlar uçuşuyordu. Dolgun dudakları kızıl kuvarstan. Saydam teni kendi ışığıyla alazlanıyor. Buk­ leli saçları bal şelalesi gibi köpürmüş ... Peki neden ona aşık değilim? Kalbini bana vakfeden bu dilberle aramda psikolo­ jik bir Çin Seddi var, niçin? "Baksana, tatlım" dedim "nasıl tanıştığımızı hatırlıyor musun?" "Tabii ki. Fakat şimdi nereden icap etti?" Jojo'nun ağzından, mazime ve nasıl biri olduğuma dair birkaç laf almak ümidiyle sordum: "O gün ne hissetmiştin?" Yüzünde bir nostalji kandili yandı. "Herkes yukarı bakar­ ken, sen gözlerini benden ayırmıyordun. 'Siz fresklerden daha güzelsiniz' demiştin ..." Ne freski? ''Ah, evet ..." diye geveledim "hoşuna gitmiş . mıyd' ı.� " "Sistine Şapeli'nin tavanı yerine beni seyretmeyi tercih et­ men mi? Elbette, çok etkilenmiştim. Bunun, turist kızları tav­ lamak için söylenen klişe bir iltifat olduğunu öğrendiğimde biraz bozulmadım değil. .."

121 "Sonra ne oldu?" "Biliyorsun. Neden soruyorsun? Sadece 8 ay önceydi." "Senden duymak hoşuma gidiyor." "A h, Marco ... Roma' da peygamberin azat ettiği güvercinler gibi uçuşuyorduk. La Pergola' daki yemekler, Connemara' daki içkiler enfesti. En çok da senin çalıştığın kumarhanede eğlen­ miştik.. Neydi adı? .. " Umarım hatırlar! "Hah, Rouge et Noir! .. Blackjack'te kazandığım 350 do­ ları sokak müzisyenlerine vermiştim. Keman, çello ve kontr­ basla Rolling in the Deep'i çalmışlardı. Sarhoştuk. Kahkaha­ lar atarak dans ettik. .." Namevcut hatıramı yad ettim: "Yaaa, harikaydı." "St. Regis'in kral dairesinde sevişirken, benim sürtük ol­ duğumu sanacaksın diye korkuyordum. Gene de senin uçarı bir serseri olduğunu düşünüyordum." "A aa, demek öyle?" Dudaklarını büzdü: "Şömineyi kibrit kullanmadan, izci usulü yakacağım diye tutturmasaydın, o acı olay yaşanmazdı." Otelde yangın mı çıkardım yoksa? "O an iyi bir fi kir gibi görünmüştü." ''Ağustosun 20'siydi Marco!" Tahmin yürüttüm: "Uçmuştum ..." "Halı ve sehpa ne biçim yandı. Otelin güvenlik görevli­ leri kapıyı kırmak zorunda kaldı. Ya ngını güçbela söndürdü­ ler. Senin yüzünden az kalsın boğulup yanacaktık. İkimiz de çok şapşal görünüyorduk. Milletin içinde öyle çırılçıplak. Ba­ bam gelmeseydi iyiydi. Hele sana Rusça sövmesi... Biliyor­ sun, küfür ederken Rusça konuşur. Bu, onun nezaket anlayışı."

122 "Tam olarak ne demişti?" "Çek o b.klu toynaklarını kızımın üzerinden! Yo ksa senin derinden davul yapıp onun düğününde çalarım!" "Sahi. .." "Senin kürekkemiğindeki Davud Kalkanı dövmesini gö­ rünce büsbütün öfkelenmişti. Ya hudilerden gıcık kapıyor, ma­ lum. Sana ateş ecciği zaman çok korkmuştum. Şükür ki ıska­ ladı. Kurşun, kulplu beyaz vazoya isabet etmişti. O zebella

Zenci araya girmeseydi, işin bitikti. .." Bir dakika! Benim dövmem filan yok ki?! "Sonuçta her şey cadıya bağlandı fakat... " dedim. Aksi takdirde nişanla­ namazdık. "Muhteşem günlerdi Marco. Şimdi düşününce, fantastik bir destan gibi geliyor ..." "İlk görüşte aşk, gün sektirmeden seks, lüks bir yangın ve mermiler ... Evet, epey hızlı başlamışız_ yani başlamıştık eh heh." Başıyla bir yay çizdi: "Ben ... aşk masalımızın ömür boyu sürmesini istiyorum sadece." Ben de balıkların külot giymesini, kardanadamların ip at­ lamasını ve cumaların zurna çalmasını istiyorum! "Umarım ..." Mucluluk, sahteliğe, gırclağına kadar borçludur. Jojo'nun gözleri Aclancik'ten iki ton açık maviydi. Sesi tit­ riyordu: "İlk gün anlamıştım ... Sen de o meşkuk, muğlak, gaipten gelen incinmeyle maluldün. Tedirgin ruhlu bir varo­ luş gazisiydin Marco." Ha? Jojo'ya da bakın hele? "Öyle miydim?" "Kesinlikle."

123 Belki de nişanlıma alıcı gözüyle bakmalıyım? Muhteme­ len, göründüğünden daha yüksek makamda bir kız. Ya nıma iyice sokuldu. Kirpikleriyle burnumun tozunu alı­ yordu. Histerikçe fısıldadı: "Aksi takdirde Don lsidro Deside­ ro'yu kalbinden bıçaklamazdın!" Ne?! Don lsidro Desidero da kim? Bu ismi, Casablan­ ca' daki pansiyonda, Farida'ya palavra sıkarken uydurmuştum? Demek, hafızamın derinliklerinde çalan köpek düdüğü beni çağırıyor? Ayrıca, Desidero'yu neden bıçaklayayım? Manyak mıyım?! "Neler söylüyorsun?!" To parlandı: ''Tamam canım, pardon, bu konuyu açmaya­ caktım. Affedersin." Nasıl ki ŞifaŞavk için Refik Risk'i, yo, Taha Tahir'i kur­ şunladıysam, bir zamanlar Jojo Jaguar uğruna da Don lsidro Desidero'yu mu bıçakladım?! Ben aşkını can alarak ifadeeden, şıpsevdi bir seri katil miyim?! Başka maşuklar ve başka ceset­ ler de var besbelli? [Belki, Desidero da hortlamıştır, bugün yarın arz-ı endam eder?] Nihayetinde kendi vahşetimin kur­ banı oluyorum, öyle mi? Hay lanet! Bu kedi-fare oyununda birden fazla kedi var! "Şu ... Desidero ... iyi biri miydi?" "Ih hah hih!" Bir an durdu. "Herhalde." "Söylesene, tadım, onu sever miydin?" "Nereden bileyim Marco, tanışalı 2 gün olmuştu. Sana sormak lazım." "Bana mı?" "E, senin en yakın arkadaşındı?!"

124 Yuh! Peh! Tüh!

Nuh amatördü. Titanik'i yapanlar ise profesyonel. [JAMES PRENTICE]

Silahlı ve tehlikeliydim. Halbuki beklentileri karşılamak için pes etmem gerekiyordu. Vaziyete bakılırsa, hayatım şikeli maç şablonuna uygun şekilde cereyan etmişti. Şeytanla deplasmanda karşılaşan kimse, ne halt edebilir? Mağlubiyete rıza göster­ mezsem hiçbir şey kazanamayacaktım. Bu ölümcül kabustan kendimi uyandırmak için elimdeki tek araç, çalıntı bir taban­ caydı. Yuh! Peh! Tüh! Yabancı bir gezegende ava çıkmıştım. Büsbütün kaybolmuş birinin emin adımlarıyla yürüyordum. Dünya küçük. Titanik daha küçük. Bu gemi tam bir tesa­ düf kumkuması. Hepimiz, aynı sepete konmuş çürük elmala­ rız. Şifa hariç. O, taze bir elma şekeri. Dan Galaxy elektrikli kaykayın üzerinde vijjjt yanımdan geçti. Ardından seslenip ko­ şarak yetiştim: "Profesör!" Yavaşladı. Kurmay akademisyenlere mahsus anıtsal kasıntılıkla, gözlerini belertip, her heceyi vur­ gulayarak "Buyurunuz, Bay Momes?" dedi. Genizden gelen tiz sesi, çizgi filmlerdeki teyzeleri andırıyor. Acaba bu manyağı rehin mi alsam? Onun kayma hızına ayak uydurdum ve ne diyeceğimi bilmeksizin konuştum: "Efen­ dim, gemide tuhaf şeyler oluyor ..." "Normal. Yani tuhaflık daima ihtimal dahilindedir, sev­ gili dostum." Bilgin bilgiçliğiyle sırıttı. "Belki siz anlamama yardım edersiniz?" Robotsu bir kırıtışla cevapladı: "Hımmm?! Şöyle söyleyeyim: Mutluluk unutulur. İyilik iz bırakmaz. Doğruluk tesirsizdir. Samimiyet hissedilmez. Merhamet ters teper. Güzellik beyhu­ dedir. Cömertlik alelade bir ödeve dönüşür. Fakat gençlik ..." "N'olmuş gençliğe?"

125 "Aaaaaaa!? Gençlik, kıymetini ancak onu yitirdiğimizde idrak ettiğimiz hazine." Birkaç adım attıktan sonra, Dan Galaxy'le hizalanmak için sekiyordum: "Beni doğru anlayın lütfen, fakatsizin gibi bir bi­ lim insanının böyle harcıalem sözler söylemesi münasip mi?" ''.Aaaaaaa!? Klişeler dahiyanedir bayım. Tek kusurları, ye­ nilik vasfını yitirmiş olmalarıdır." Durdum ve sol elimle moruğun beyaz önlüğünü arkadan tuttum. Ye rinde sayan elektrikli kaykay vızıldıyordu. Sertçe sordum: "Tüm bu olanların anlamını öğrenmek istiyorum. Hemen. Şimdi!" Şaşkınlık ve acıma karışımı bir ifadeyle başını geriye atıp gözlerini kıstı: "Neyiniz var sizin kuzum?" Browning'i çekip namluyu karnına dayadım: "Cevap ver, yoksa iç organlarını köpekbalıklarına atarım!" Benden hem uzundu hem de yüksekteydi. Hafifçe öne eğildi: "Carcharias taurus'u bilir misin?" Karşılık beklemeden devam etti: "Kum kaplan köpekbalığı. Genellikle tek yavrusu olur. Çünkü ana rahminde, en büyük olanı, kardeşlerini yer!" Çatlak profesörü, önlüğünün altında gizlediğim silahla dürttüm: "Bunun konumuzla ne ilgisi var?!" Nasihat ile tavsiye arası bir frekanstakonuştu: "Size hatır­ latmak isterim ki, şu anda bir carcharias taurus'un karnında değiliz." O esnada bize doğru yürüyen genç bir adam "Günaydın profesör!" diye seslendi. Fıttırık pompuruk da eliyle yukarı doğru spiral çizerek temenna çaktı. Bizimkini okyanusa çevirip küpeşteye dayadım: "Niyetim size zarar vermek değil" derken namluyu biraz daha bastır­ dım. "Sadece, gerçeği bilmeliyim."

126 "Benim de merak ettiğim hususlar var. Mesela, Titanik'e silah sokmayı nasıl başardınız? Dahası, böyle bir tedarike ne­ den ihtiyaç duydunuz?" Malum, tabanca Şifa'nın. Şimdi ben de merak etmiştim. "Mevzuyu saptırmayın. Burada neler dönüyor?" Kendimi, si­ hirbaza soru soran küçük çocuk gibi hissediyordum. Hastane Elvis'inin kemik rengi kostümündeki yanardöner çizgiler kon­ santrasyonumu bozuyor. "Bay Montes, gemide kovboyculuk oynamanızdaki anor­ malliğin eminim farkındasınız. Heh heh heh ... Yooo, sizi ayıplamıyorum." Gülümseyerek sol elinin işaretparmağını kal­ dırırken çenesini uzattı. "Bir işi kendi bildiğimiz gibi yaptığı­ mızda mantıklı, başkası kendi bildiği gibi yaptığında ise ço­ cukça görünür. Eski bir dostumun da dediği gibi, 'Hayat bu' ha?" deyip voltasını aldı. Vijjjjjjjjjjjjjttt. .. Kaykayın üstünde, alıştırma yapan mak­ yajsız palyaçoya benziyordu. Saksağan yumurtası gibi kala­ kaldım. Dan Galaxy'nin, tehdidime kulak asmayışı takdire şayandı. Cesurca kaçıvermişti. Yüce Allah, ruhumuzu kaçık profesyonellerin şerrinden korusun! Browning'i kemerime kıstırdım. Gemi su alırken, denize işeyen fiter gibiyim. Mezardan yeni çıkmış, acemi zombi. Şa­ mandıraya tutunan köstebek. Elimdekinden çok daha fazla­ sını riske atıyorum.

127 Ding dong! King Kong'la ping pong!

Geminin mutfağında ölmeyi bekleyen ıstakozlar için, Titanik'in batması bir mucizeydi. [GUIDO GEMIGANI, Delicesine Dangalakça]

Apo Calypso fil kulağı büyüklüğünde bir sandviç yiyordu. Ek­ meğe geçirdiği dişlerinin üzerinden beni izliyor. [1927. .. At­ las Okyanusu'nu aşan ilk pilot Charles Lindbergh (1902-1974) , yanına 4 sandviç almıştı.1 Mezbahada parçalanmış ederiyle karikatürü çizilmiş boğa gibi bakıyor. Gözkapağı yok. Psikopatlar normalden az göz kırpar. [Bir insan gözlerini dakikada 12-15, ömründe yaklaşık 400 milyon kez kırpar.] İşin içinde Apo Calypso varsa, rastlaşmalar ölümcül ola­ bilir. Kıç güvertesine çıkan merdivene kıçını yaymış. Fransa Kralı XIX. Louis gibi oturuyor. [1830'da çıktığı tahtta 20 da­ kika kalmıştı.1 Ya da Mısır Kralı il. Pepi gibi? [M Ö. 2278'de, 4 yaşında taht'açıkmış ve ölünceye dek tam 94 sene hüküm sür­ müştü.1 Polis ve ben, düello nazarıyla birbirimizi süzüyoruz. O ben­ den tiksiniyor, ben ondan. Tek fark, o sebebini biliyor. Dahası, hakkımda, benden daha çok bilgiye sahip. Şeffaf bir barikatın ardındayım. Nabız hızlanırken zaman yavaşlıyor. Kayıntıyı avu­ cuyla ağzına tıkıyor. Üstüne, kraker niyetine beni mi yiyecek? O esnada sıska, dazlak, takım elbiseli bir albino çıkageli­ yor ve elindeki kutuyu törensel bir edayla Apo Calypso'ya tak­ dim ediyor. Tahtakoz, kutuyu açıp bakıyor. Ben de ayakları­ mın üstünde yükselip öne uzanarak göz atıyorum. O da ne? Bir insan kalbi! Dup-dup dup-dup atıyor! Apo Calypso di­ kenli gözleriyle yüzümü keserken "Teşekkürler, Desidero" di­ yor. Ho? Albinonun adı Desidero mu? Bıçakladığım arkada­ şım?! O da mı hortlamış? Ulak, başıyla selam verip yaylanıyor.

128 Aynasız, kutunun kapağını [KUP!] kapatıyor. Bu kalp kimin �·.iiğsünden söküldü? Niçin elden ele gezmekte? Neden polise ınlim ediliyor? Ne meşum bir saçmalık?! Apo Calypso ayağa kalkıyor. Hayretten kıpırdayamıyorum. Ne yapmam gerek­ ı iği hakkında en ufak bir fikrim yok. Silaha mı davr�nsam? Birden, burnumun ucunda bir mikrofon belirdi. Karşımda lıantal bir kamera. "Marco Montes'le tanışın! Jojo Jaguar'ın giinlünü çalmayı nasıl başardığı herkesçe merak edilen laço lıalyan! Kimileri, onun Titanik'e konmak için romantik da­ Lıvereler çevirdiğini söylüyor. Sansasyonel aşk'ın taşralı ma­ \llffi jönü mü, jet sosyeteye cinsel yollardan sızan bir servet .ıvcısı mı?.. " Çaçaron teyzecik, normalin dört karı hızla ko­ nuşuyordu. Dünyaya, söyleyeceği tüm replikleri ezberleyip de �dmiş adeta! [Bu arada, 'kalp hırsızı" Apo Calypso, pruva is­ ' ikametinde yürüyerek buharlaştı.] 'CNN' logolu mikrofo­ nun ardındaki lakırdı pervanesi, sual püskürtmeye başladı: "Üç kuruşluk mahremiyetini, sansasyon müptelası 7, 5 milyJr insandan esirgeyecek birine benzemiyorsunuz bayım; haydi, nazlanmayın, söyleyin, pilici tavladınız, gemiye haybeden bin­ diniz, sırada ne var? Niye hala poker masalarında kart dağıtı­ yorsunuz? Igor Jaguar'ın sempatisini kazanma planınız işlemi­ yor mu? Kurbağa prens masalında öpücükten sonraki kısma ne zaman geçeceksiniz? Tüm bu şamatadan nasibiniz kıt rn ı ne? Düğün gününü kararlaştırdınız mı? İskambil kam yerine davetiye dağıtmanız gerekmez miydi?.. " Bana ketenpereci ırz düşmanı muamelesi çeken kadın_

örümcek yeşili gözlerini kırpıştırıyor. Kurutma makinesine t ı - kılmış penguen pozisyonundayım. Sesim titriyor: "Siz de kim·· siniz?" Kameraman kıkırdıyor. "Delilah Dale adını hiç duymadınız mı?" "Hayır. � " "Peki, il. Dünya Savaşı'nın bittiğinden haberiniz var mı?"

12') "Var" diyorum safça "9 Ağustos 1945'te ABD uçakları Hi­ roşima ve Nagazaki'yi bombaladıktan sonra, Japonların, teslimi­ yeti bilakaydüşart kabul etmesiyle 2 Eylül' de harp nihayete erdi." Grotesk kahkahalar eşliğinde, kamera ve mikrofonu indi­ riyorlar. Gülerken "Kestik" diyen kameramanın turuncu bı­ yıklarını görüyorum. Herif bilardo istekasına benziyor. Ağzı­ nın içinde de diş yerine şeytanın ayak tırnakları var. Delilah Dale elini alnına götürüyor, boynunu eğip başını iki yana sallıyor. Derken munis bir ifadeye bürünüyor: "Çok şakacısınız Mr. Momes. Southampton'a varıncaya kadar bu magazin zırvalarıyla zaman geçiriyoruz işte. Mesleki hücum­ larını sizi bocalattı sanırım. Affedin lütfen. İkinci şansımı iyi değerlendireceğim. Tavşan kaynatmaya tövbe edip, ilahiler söy­ leyen masal tavşanı kadar masum olacağım. Hah hah hay!" Bu kadının espri anlayışında itimada şayan bir yön var. Profesyonellik hudutları içinde üstünlük kuruyor. King Kong'la ping pong oynuyorum sanki. [1933 'te çekilen King Ko ng fil­ minde kullanılan goril maketinin boyu 45 santimdi.] "Anlıyorum ..." dedim "Ne yazık ki bir randevuya yetiş- mem gerek ... Müsaadenizle ..."

"Elbette ..." "Belki tekrar görüşürüz" deyip arkamı döndüm. Haşhaş tarlasındaki yangında kafayı bulmuş kaplumbağa adımlarıyla uzaklaşıyordum. Arkamdan seslendi: "Belki bir gün 15 dakikalığına ken­ dimiz oluruz?"

130 Okyanusta orman kanunu

Doğru açıdan bakarsan, evrendeki tüm kötülüklerin senden kaynaklandığını görürsün. [HARRY HERRERA, Muntazam Uzam)

İnce buzla kaplı sınırlarda dolaşıyordum. Savunma meka­ nizmalarım gıcırdıyor. Münasebetsiz, ihtiyatsız ve fütursuz kimseler, büyük maceraların kadrolu figüranlarıdır. Ben, işte onlardan biriyim. Kumarhanede, etkisiz elemanın beyhude jestleri, nafile refleksleriyle kağıt dağıtıyorum. Blackjack ma­ sasında üst üste iki kez 21 yakalayan kibar bir bey, dudağını yalayarak "Sizi pek az tanıyorum, Mr. Montes?" diyor. Sanı­ rım bana kur yapmaya çalışıyor. Kumar masasında şansını de­ nediği için onu yargılayamam. "Ben de kendimi pek az tanı­ yorum efendim" diyorum gözlerimi kaçırarak. Önüme bahşiş niyetine birkaç çip atıp yaylanıyor. Sitem, kapris veya hakaret­ ten müteessir olacak halim yok. Kıçım dev bir kırkayak tara­ fı ndan tekmelenmekteyken yani. Başım önde, yeni bir deste karıyorum. Flörtöz geyin kol­ tuğuna bir başkası geçiyor. Kartları dağıtacakken bir de ba­ kıyorum masada kimse yok. Igor Jaguar hariç! Yedek lastiğe benzeyen göbeğini masaya dayamış, taze et aşeren hamile bir yamyam gibi bakıyor. "Pederrrim, nehrrri geçerrrken kürrreği kumarrra yatırr­ rma, derrrdi." Sibirya kurdu aksanıyla R'leri öylesine vurgu­ luyor ki, onunla konuşurken kask ve kalkan kullanmak ge­ rektiğini düşünüyorum. "Ehe heh, münasip bir ikaz ..." Çipleri kutucuğa bırakıp, işaretparmağıyla masaya vuru­ yor. Bir kart ona: 3 ... Bir kart bana: Vale. Ayın 13'üne denk gelen Cuma gecesi dolunay ışığında dişçiye giderken önünden kara kedi geçen bir köylü kadar gerginim.

131 Bir kart ona: 2 ... Bir kart bana: As! Lanet olsun! Müstakbel kayınpederimi blackjack'te yen­ dim! İlk fı rsatta beni zımbalayıp cesedimi domuzlara yedire­ cek; onlar da hazmedip dışkılayacak ve tekrar yiyecekler! Bu, b.ktan bile daha b.ktan! Yo, bir dakika ... "Ben kazandım" deyip sırıtıyor. O esnada Kurush Kumar masaya yanaşıyor. Şarküteri buzdolabı gibi kokan Igor Jaguar'a, titrek sesimle kekeleyerek soruyorum: "E-efendim?" "Gemi benim, kasa benim, burada cebimden çıkan her kuruş, diğer cebime giriyor." Kurush Kumar "Doğru!" diye tasdikliyor "Bay Jaguar'ın oyunu kaybetmesinde bir beis yok. Kama Sutra' daki çeviri ha­ tası gibi, ana fikri değiştirmiyor!" Igor Jaguar kahkahayı patlatıyor. Ona katılan Hint zen­ gini, arada yorum yapıyor: "Böyle şeytanca gülmek çok zevkli!" Benden başka herkesin 'evindeymişçesine rahat' hissettiği bu seyyar tımarhaneden ne zaman kurtulacağım? Casablanca - Southampton arası denizyoluyla 2 bin 880 km. Titanik, saatte 30 knot [5 5,5 km} hızla gitse ... 52 saatten fazla yolumuz var demektir. Belki Portekiz, İspanya veya Fransa' da bir limana uğrarız. İlk molada mutlaka kirişi kıracağım. "Evlat" diye söze giren Igor Jaguar, 'evlat' kelimesi kötü kokuyormuşçasına yüzünü buruşturdu. Kurush Kumar "Siz hususi bir teatide bulunacaksınız ga­ liba" diyerek uzaklaştı. Altıpatlar topu gibi dönen ruletler, poker halkalarındaki taşlaşmış katil suratları, mekanı serinleterek morg havası esti­ ren klimalar, kaybedenlerin zikzaklı sırıtışı, kazananların jübile

132 şakraklığı. .. başımı döndürüyor. Kumarhanenin yarı saydam zamkına batmış bir çekirgeden ne beklenir? Müstakbel kaynatam, dilini ağzında dolandırdıktan sonra "Sevdiğim şeylerin bile nefret ettiğim bir yönü vardır" dedi. Bu, entipüftenbir itiraf mı, gözdağının görünen kısmı mı çözemedim: ''Anlıyorum, efendim." "Çıplaklar kampında cankurtaranlık yapacak son kişiyim ben." Manyağa bak. Ne demek ki bu? Sesimi yumuşatarak "Ona ne şüphe" dedim. Kalın parmaklarıyla, avucundaki çipleri çeviriyor: ''Ayrıca, sürprizleri sevmeye mecbur değilim." "Elbette ..." "Marco'nun yaptıklarından da, maruz kaldıklarından da hoşlanmadım ..." E, Marco benim? Neden başkasından bahseder gibi konuşu­ yor? Rusça mı düşünüyor? Bu lakırdı, Sibirya kibarlığı icabı mı? Boğazım kupkuru. "Cehennem külü yutmaktan" diye dü­ şünüyorum. Aklımdan geçeni işitiyor: "Lakin cehennemde şikayet ku­ tusu bulamazsın." Garson kızlardan biri, reverans yaparak, Igor Jaguar'a votka sunuyor. Bizimki, serçe parmağındaki yüzüğü kadehe vuruyor. Gerginlik alameti. Ben de stresliyim. Stres ne kelime, DNA'la­ rım bile üç buçuk atıyor! "Haklısınız ..." sadece, nazik bir kurban olmaya çalışıyorum. Herifçioğlunun illüzyonist jestleri ve köpekbalığı mimikleri beni fenageriyor: "Nathan Leopold adını duymuş muydun?" Na than F Leopold ]r. [19 Kasım 1904 - 29 Ağustos 1971}: 4 aylıkken konuşmaya başladı; fQpuanı 210; 15 lisan biliyordu. Arkadaşı, 17 yaşında Michiga n Ün iversitesi'ni bitirerek ''En genç

133 mezun" unvanı alan Richard Albert Loeb 'le [1 1 Haziran 1905 - 28 Ocak 1936} işbirliği yaparak, 21 May ıs 1924'te 14 yaşın­ daki Bobby Franks 'i kaprdı. Na than ve Richard, Alman filo­ zof Nietzsche'nin [1 844-1900} 'üstinsan' [Übermenschen} kav­ ramından etkilenmişlerdi. Na than, 'Olağanüstü kişiler, sıradan insanları bağlayan kanunlarda n muaftır' düşüncesindey di. 'Ku ­ sursuz cinayet' işleyecek ve asla yakalanmayacaklardı. 7 ay plan yaptılar. Otomobille kaçırdıkları Bobby'nin kafasına keskiyle vurdular. Ardından, can çekişmekte olan çocuğu boğdular. Ce­ sedi, Chicago 'nun 40 km güneyindeki Wo lfLake e götürdüler. Kasıklarına asit döktüler. Cinayetten sonra, Franks Ailesi'nden fidye istediler... "Sanırım. Şu, üstün zekalı katil, değil mi?" "Ta kendisi. O enigma dragon demiş ki 'Hayat, berbat kli­ şelerle dolu bir polisiyedir.' Sen de aynı kanaatte misin?" Bunu söylerken, bir yandan da ceketini çıkarıyordu. Gayriihtiyari sordum: "Enigma dragon mu?" "Dahi mücrim yani. Haklı mı dersin?" Ceketi, masanın kenarına bıraktı. Rutubetten nem kapan cellatla aramdaki hassas ateşkesi bozmaktan çekiniyorum: "Olabilir... " Şimdi de gömleğinin düğmelerini çözmeye koyuldu: "Ne­ yin var senin? Eldivenlerini kaybetmiş balık gibi bakıyorsun?" Boğazım karıncalandı: "Hiç ... İyiyim, Sayın Jaguar.'' Gömleği sıyırıp sağ omzunu kaplayan apolet şeklindeki dövmeyi gösterdi. Apoletin ortasında, yıldız yerine kurukafa vardı. "Bu ne biliyor musun? Bu, 'Ben mareşal rütbesinde bir gangsterim' demek." "Harika görünüyor. .. İnce işlenmiş... iğne oyası gibi. .." Sesim tizleşmişti.

134 Gömleğini toparladı: "Hah! Sendeki Davud Kalkanı'na denk değil tabii! Bizde teolojik avanta, semavi kıyak, Ya hudi ikramiyesi yok!"

"Estağfurullah... " Ceketi sırtına geçirirken, gözleri yüzümdeydi: "Bu dün­ yada uğruna yaşanacak ve ölünecek şeyler olduğu söylenir. Esasında hiçbir şey için yaşamaya da ölmeye de değmez. Asıl kural, dikkat çekmeden geçip girmektir. Onu da pek becere­ miyorum. Organiztsya'ya kazık atmaya yeltenenleri nalladık­ tan sonra, Kızıl Meydan' daki Georgy Zhukov heykelinin atına bindirirdik. Zhukov da mareşaldi; anlarsın ya. Bir sürü herge­ lenin etlerini kemiklerinden sıyırdım. Kimilerini öyle tartak­ layıp yamulttum ki cehenneme tekerlekli sandalyeyle gittiler. Hayat böyledir, ya insanlardan özür beklersin ya da onları vu­ rursun ... Başka çare yok." Dramatik bir tebessümle "Anılar. .." diye devam etti, ''Anılar, yaşamı delik deşik eder!" "İsabet buyurdunuz" diye mırıldanarak sıramı savdım . . "Sözüme kulak ver... Cürüm, bazen, anlamlı bir iş yapma­ nın tek yoludur. Özgürleşme yolunda üstlenilen bir risk ... Ada­ letin gevşeyen vidalarını suç tornavidasıyla sıkarsın ... Nachan Leopold, paçalarından zeka akmasına rağmen, diyalektik düşü­ nemiyordu. Halbuki hiçbir suç tümüyle bir tek kişiye atfedile­ mez. Fakat kimin umurunda? Hegel, evreni, maddeleşmiş idea olar�k görüyordu. Marx'a göre ise her harekete çelişki eşlik edi­ yor. Kainatın yasalarını değiştiremediğin takdirde, kurban ro­ lünden kurtulamazsın ve masumiyetini korumakla avunursun. Anlamak, tutarsızlığı ve giderek zıtlığı saptamaktan başka halta yaramıyor. Manasızlığı keşfetmenin nesi tatminkar? Bu yüzden felsefe, zavallılığın işleme konmasından ibaret. Bilim de saçma­ lığın ablukasını kıramıyor. Ebediyete şöyle bir göz attın diye­ lim. Sonra? Sıfıra eşit bir denklemdeki yerinden memnun mu­ sun? Uygarlığı mümkün kılan aptallık, insanın hiçlikten yokluğa uçuveren bir hayaletten fazlası olabileceği varsayımıdır. Suçmuş!

135 Ne suçu?!" Votkasından bir yudum alıyor. İç geçiriyor ve konfe­ ransına devam ediyor: "Filozofun arayışı ve bilim insanının bu­ luşunda yuvalanan gurur ile kıyaslanınca serserinin manasızlığa kayıtsız kalma, hiçliğe boş verme tutumu ehven değil midir? İn­ sana bahşedilen ömür, hayat için kafi bir süre mi? Zaman çal­ mak, evet, geçici bir çözüm. Fakat ölümün yaydığı kahredici cid­ diyetsizliği inkar etmekle nereye varılabilir? Bir parazit kolonisi mesabesindeki beşeriyet, muhayyel hakikate tutunma hevesiyle mi ihya olacak? Abesle iştigalin verdiği yorgunluk, hiçbir şey ka­ nıtlamaz. Bir de din var tabii: 'İsa seni seviyor,' 'İnanç ruhu yü­ celtir,' Tanrı'nın sonsuz rahmetine sığın,' Maşallah Hallelujah! Merhametmi arıyorsun? Sözlüğe bak; 'maraz' ile 'mermi' arasında bir yerdedir! Akıllı taklidi yapan deliler, medeni numarası çeken vahşiler ve namuslu ayağına yatan düzenbazlarız biz. Hepimiz!

Eh ... Dünya da er geç bir buzdağına çarpıp batmayacak mı? .. " Doğruldu. Ağır ağır yürürken, Apo Calypso lamba cini misali aniden gelip koluna girdi. Mafya mareşalinin sofistike martavallar yumurtlaması, içimi ferahlatmıştı. Galiba beni çarmıha germekten daha mühim meşgaleleri vardı. Besbelli, okyanusta da orman kanunu geçiyordu. Hem sonra, kim orman kanununun ayrıntılarını biliyor ki?

136 Uçaktan paraşütsüz atılan kukla

Gemi seyir halindeyken pus duman çöktüğünde kara menzildeyse demir atıp beklene. Gemi engindeyse davul çalına. [KATIP ÇELEBİ, 1609-1657, Tu hfetü'I Kibar fiEsrari'I Bahr, Korsanlara Nasihatler]

Gırtlağınıza bıçak dayandı mı hiç? Mesela boyu 75, eni 7 santim; oluklu, sivri uçlu, iki tarafı keskin kamayı ele alalım. Sapı da muştalı olsun. Çam yarmasının teki, granit yumru­ ğuyla kavradığı ilkel silahı şahdamarınıza bastırıyor. Yakanıza yapışmış sol eliyle sizi havaya kaldırıp duvara yaslamış. Kaş­ ları çatık, kesik kesik hırlarken diş gıcırdatıyor. Tepesinden dumanlar yükselmekte. Yağmur çiseliyor; işiniz yaş. Çeliğin tadını alıyorsunuz. Pek de iyi vakit geçirdiğiniz söylenemez. Kendinize acımaya hak kazandınız. Kalbiniz patlamak üzere. Ah, Allah esirgesin. Şakası bile kötü. Burada ecel teri döken bendenizim. N'aparsınız, talihim kör ... Altına s.çmış bir kör. Apo Calypso, kamayı bastırırken "Bu hergele, kodeste uğ­ radığı tecavüzlerin hıncını benden alacak!" diye düşünüyorum. Fakat o anda, herifinpolis olduğunu hatırlıyorum. Façası bo­ zuk hırt aynasız, tuhaf bir soru soruyor: "Jaguar biliyor mu?" İnliyorum: "Neyi?" "Mevzuyu çaktı mı?" Hırıltısında metalik bir eko var. "Yo, sanmıyorum." Ciğerlerim helyum dolu sanki. "Kimseye söyleyemezsin, anladın mı?" Bıçağın kıyısından, Calypso'nun nabzı duyuluyor. "Bak, düşüncelerini okuyamam fakat beynini dağıtabilirim!"

137 Deliye, aptal numarası yapıyorum: "Tamam." Tehdidinin işe yaradığını dü�ünıncsini sağlarsam, belki canımı bağışlar? "Kahretsin! .. Ya şaman gerek!" Kuduz goril, öfkesini top­ lum yararına mı kullanmak istiyor? Tanrı aşkına?! Fıttıracağım! Zor nefes alıyorum: "Olur, denerim ..." "Sen, Marco Montes'sin. Lamı cimi yok! Bunu o taş ka­ fana sok!" "Peki." Etimin sıcaklığını emen bıçak iyiden iyiye ısındı. Apo Calypso'nun, boğazımı kesmemek için efor harcadı­ ğını farkediy orum. Hiddet ve yakarı karışımı garip bir ifadeyle "Jetonu düşerse ... Jaguar hepimizi taşa gömer!" diyor. Gıcırtılı nefesi, dişlerimde yankılanıyor. Ağzından yayılan alkol buharı, beynimi uyuşturuyor. Suratındaki kraterleri, koyakları inceliyo­ rum. Derisinin altında bir infialdalgası kabarıyor. Kafasıkıyak psikopat, beni kıskacında unuttu da kriz mi geçiriyor? "Boynumu biçecek!" Bu düşünce tilt topu gibi kafa­ mın çeperlerine çarpıp duruyor! Enkazdaki kırık radyo cı­ zırtısıyla "Dur!" diyorum ve KITIRT! Kama, gazel dama­ rımı kesiyor! FIŞŞŞŞŞŞŞŞŞ!!! Kanım, Apo Calypso'nun çehresine püskü­ rüyor! Gözlerine, ağzına dolan kandan kurtulmak için, beni bırakıp silkinip tükürerek geri çekiliyor. Uçaktan paraşütsüz atılan bir kukla gibi yere çakılıyorum. Pantolonum kızıla boyanıp bacaklarıma yapışırken ... Kan köpüğüyle kaplanan ayaklarım bir çift meşaleyi andırıyor. Gece, Tolstoy romanı kadar kalın. General Kış'ın don­ durarak öldürdüğü neferler ve esirlerle aynı sayfadayım. So­ ğuk yağmur iliklerime işlerken pıhtılaşıyor. Azrail'in serptiği

138 radyoaktif konfetinintesi riyle lif lif dağılıp çözünüyorum. Şa­ şılacak şey, yalnızca boğazımdan değil, ağzımdan, burnum­ dan, gözlerimden, kulaklarımdan da kan boşanıyor. Uyuşuk bir hayret içindeyim. Ecelin nüfuzuyla kamaşan gövdem ya­ vaşça yana devriliyor ve ekran kararıyor. Endişelenmeyin, ben ölmüşüm ne çıkar; hayat devam edi­ yor; sayfayı çevirince hepsi bitecek.

139 Kabus gören hortlak

Beni ecelin pençesinden hangi mucizenin kurtardığını bilmek imkansız. [... ] Ve zannımca kaderimin ışınları bir noktaya teksif olmaktaydı. [... ] Alışılmamış ile anlaşılmazı birbirine karıştırmak gibi vahim ama sık görülen bir hataya düştüler. [EDGAR ALLAN POE, 1809 - 1849, Şişedeki Pusula]

Taarruz sırasında vurulup, atından yuvarlanan şövalye gibi­ yim. Safkan aygırlar, üzerimde dıgıdık dıgıdık doludizgin ko­ şuyor. Zangırdayan zırhımın içinde, vücudum tepeden tırnağa zonklarken binbir güçlükle doğruluyorum. Kulaklarımda bir XIX. asır çınlaması. Kabustan kalan çamur kırıntılarını çıkarmak için göz­ lerimi ovuşturdum. Ekranda siyah-beyaz bir klip: Kasabian, Days are Fo rgotten şarkısını söylüyor. ["Günler, unutulan gün­ ler / Vay be, her şey pırdiye uçup gitti! Ne iştir yahu?'1 Komo­ dindeki kumandaya uzanıp televizyonu kapattım. KLİK. Ka­ maraya lahit loşluğu çöktü. Gemi, gotik şato sanki. Hayalet istilasına uğramış; vampir yarasa kuşatması altında. İfritlerin fıskosuyla yüklü, meşum, granüllü bir ayazın ce­ reyanıyla çarpılıyorum. Genzimi yakan, bir hayaletin esansı mı? Karakoncolos, umacı, gulyabani üfürüğü?Ya ngın çıkmış bir krematoryumun dumanı mı? 2 Ey lül 1666 Pazar günü başlayıp 5 Ey lül'e dek süren Bü­ yük Londra Ya ngını'nda, 13 bin 200 ev, 87 kilise, St. Pa ul Ka ­ tedrali ve birçok kamu binası kül oldu. Fa kat yalnızca 6 cesedin kimliği açıklandı. Yo ksulların ölüm kaydı tutulmuyordu. Zaten onlardan geriye hiçbir iz kalmamıştı. Gardıroptan el yordamıyla bir şort ve tişört alıp giydim. Ayakuçlarıma basarak banyoya yürüdüm. Biraz tan­ gırtı çıkarsam ve ışığı açsam iyi olacak. Zira sessiz karanlık,

140 hortlakların tapulu meskenidir. Banyonun elektrik düğme­ sine basınca ampul patladı! "POF!" Çarkımın kayışı oynadı! Bir müddet öylece kalakaldım. Discovery Channel' da ne kadar haşerat varsa hepsi kemiklerime dadanmış. Azra­ il 'in, parmaklarıyla tırnak işareti yaparak adınızı tekrarladı­ ğını düşünün. Neden sonra, telaşla sağı solu yoklayarak ceketimi bul­ dum. Ye rdeydi. Ceketi sandalyenin arkalığına astım. Cep­ ten çakmağı çıkarıp yaktım. Alev damlası ışığında gidip ay­ naya baktım. Suratım, kötü haber almış bir pancar kadar solgun görünüyordu. Nasıl desem, bir ölünün derisini giy­ miştim sanki. .. Aman Allahım! Hortlak benim! Şimdi hatırladım! Apo Calypso boğazımı kesmişti! Karabasan filan değil, gerçek! Çenemi kaldırıp gırtlağımı inceliyorum. En ufak bir çi­ zik yok. Elimi yakan çakmak lavaboya düştü. Aldım. Yooo, bu mezbaha rutinine boyun eğemem. O etçil polise gününü göstereceğim! Odaya seğirtip ışığı açtım. Buzdolabının sebzeliğindeki Browning'i kaptım. Apo Calypso'nun göreceği son şey bu ta­ banca olacak! .. TA K TAK! O da ne? Kapı çalıyor.

141 Öyle çok yağmur yağdı ki Nuh aleyhisselamla empati kurdum

Bir oyun oynuyorlar: Oynamıyormuş gibi yapma oyunu. Oyunu gördüğümü belli edersem, kuralı bozmuş olurum ve beni mahvederler. Oyun oynamaktan başka çarem yok: Oyunu gördüğümü göstermeme oyunu. [R.D. LAING]

Silahı arkama gizleyerek kapıyı açtım. Owen Wow. Sırılsık­ lamdı. Sendeleyerek eşiği geçti. Dışarıda tufan kopmuştu. Kehkeşan' da keşmekeş. Mikail, eteğindeki taşları döküyor. Kasırganın şiddetinden paçalı donum düğümlendi! Kapıyı zor kapadım. Browning'i çaktırmadan belime takıp tişör­ tümle örttüm. "Canına yandığımın ... Öyle çok yağmur yağdı ki, Nuh aleyhisselamla empati kurdum!" Owen Wow derin derin soluyor. Banyodan bir havlu kapıp getirdim. Başını kuruladıktan sonra, havluyu ikili koltuğa serip üstüne oturdu. Bu adama hep hoyrat davranmıştım. Çünkü nevi şahsına münhasır bir dangalağa benziyordu. Aynı anda elektrikli sü­ pürge, çim biçme makinesi, darbeli matkap ve pilli diş fırçası çalışıyormuş gibi zırıldıyordu. Gene de onun münasebetsizli­ ğinin istifadeye açık bir mahiyeti vardı muhtemelen: "Ziya­ retinizi neye borçluyum Mr. Wow?" "Nazik olmaya çalışarak netliğini kaybetme dostum." Ale­ nen kaşınıyor. Kendimi tuttum: "Nezaket, münasebetlere sıhhat katar sanıyordum?" "Bir merhaleye kadar, evet. Lakin lüzumundan fazla me­ deni, resmi, hassas, özenli, müeddep, kibar, dikkatli, ayarlı,

142 ölçülü, saygılı, mesafeli... olmak hepimizi hem yoruyor, hem de güdükleştiriyor." '"Lüzumundan fazla' dediniz. Demek ki bir miktar ne­ zaketin lüzumunu siz de kabul ediyorsunuz. Hem nezaket ... insanın, ruhunu temiz tutmasını sağlıyor bence." Sandalyeye oturdum. "Doğru. Gelgelelim nezaketin nispetinde, aptallar seni za­ yıf, zekiler ise ikiyüzlü sanır." "Ne yaparsak yapalım, kim olursak olalım, birilerinin hak­ kımızda yanlış hüküm vermesi kaçınılmaz değil mi?" "Vay. .. Haklısın kardeşim." Eliyle pencereyi gösteriyor: "Şu yağmur gibi, yerden göğe haklısın." "Bir dakika. Sözlerime katılıyor musunuz yani? Henüz tar­ tışma sürerken fikirdeğiştirmeniz ... Bravo doğrusu." Gözlerini kısarak gülümsedi: "Fikir değiştirmiyorsan, ye­ terince düşünmüyorsun demektir." Bir müddet sustuk. Sohbetlerde, ortalama dakikada7 bir sessizlik olur. Başa döndüm: "Sebeb-i ziyaretiniz ... Mr. Wow.. .'' Araya girdi: "Bana 'Wow' deme, ismim Vav." "Aynı şey?" Kaşlarını kaldırdı: "Değil, biri İngiliz dilinde hayret ni­ dası, diğeri ise Arap alfabesindebir harf." Şaşaladım: "Öyle mi? Arap'sınız yani?" "Hayır, Türk'üm. Asıl adım Avni Vav." "Türk mü?!"

143 "Evet. Senin esrarengiz rakibin Refik Risk'le aynı millet­ tenim ..." Sağ elini göğsüne pıt pıt vurarak ekledi: "Ve tam 99 yaşındayım!" Herbaiist ve dövüş sanatları ustası Li Ching-Yuen [1 677 - 1933] tam 256 yıl yaşadı! 1748 'de, 71 yaşındayken, dövüş öğ­ retmeni ve taktik da nışmanı olarak Çin ordusuna katılmıştı. Saçmalıyordu, fakat ciddiydi. Halbuki 99'luk biri, onun dedesinin babası olabilirdi ancak. Domuz yaşıyla 1, bileme­ din 2'sinde görünüyor! Oturduğum sandalyenin arkalığına asılı ceketin cebinden sigara alıp misafire ikram ettim; bir tane de ben yaktım. "Ca­ sablanca'da, camiyi gezerken uzaktan sizi gördüm, dua ediyor­ dunuz ... Aslen Türk olduğunuzu bilseydim, ibadet etmenize şaşırmazdım. Din değiştirdiğinizi sanmıştım." "Değiştirdim zaten. Hem de dört kere. Dördünde de Müs­ lüman oldum." Owen Wow mıdır, Avni Vav mıdır nedir, bu adamın il­ ginçliklerinden gıcık kapıyordum: "Enteresan? Değişerek aynı kalmayı nasıl başardınız?" Parmaklarını, ıslak saçlarında gezdirdi: "Bağnaza mı ben­ ziyorum? Görüşünü de, konuyu da değiştiremeyen birine?" "Yo, öyle bir imada bulunmadım." Ayağa kalkıp buzdola­ bına yöneldim: "Bira?" Başını "Evet" anlamında salladı. Şişeleri açtım. Birini ona verip "Buyurun" diyerek yerime oturdum. Biradan iri bir yudum aldı. Sigaradan hızlı bir nefes çekti: "Size göre avanağın tekiyim, değil mi Bay Momes?" Dudaklarımı katlayıp ağzımın içinde gömdüm. Durumu­ nun bilincinde bir salozun ruhunu incitmek istemiyordum.

144 "Hayatın en ilginç yönlerinden biri, bazen doğruyu bir aptalın söylemesidir." Sıcakkanlı bir sırıtışla şişeyi kaldırdı. "Hıh ... ayrıca siz kendinize bakın bayım ... Fıstık gibi nişan­ lınız dururken, gönlünüzü ŞifaŞavk'a kaptırdınız. Heh heh ... Size hak vermediğimi sanmayın. 6 yaşından beri tüm güzel­ lik yarışmalarını izliyorum; onun kadar güzelini görmedim. Gene de ... aşk üçgeni 'seveni sevmeme' ilkesiyle hareket eden üç salağın oluşturduğu geometrik os.ruktur!" "Bu değerli bilgi için teşekkür ederim" dedim tebessümle. Ve ekledim: "Aklımda tutmaya çalışırım." "Artık ciddileşsek mi?" "Fena fikirdeğil." Espriden anlamayanlar ile şaka kaldırmayanlar birbirlerin­ den hiç hoşlanmazlar. Bu matrak adamda beni iten şeyi bu­ lamıyordum.

145 Sahibinden mutlu köle

Hile yoksa, oyun da yoktur. [RICHARD FEYNMAN]

Avni Vav anlatmaya devam etti: "Gençliğimde edebiyatla meş­ gul oldum. Dikiş tutturamadım. Mütercimlik ve hayalet ya­ zarlık yaptım. Takma adlarla bir yığın kalpa polisiye yazdım ... Alkole bulaşmıştım. Ara sıra 'Yuva Yıkanlar' adında bir pav­ yona takılıyordum. Meyhane paspasına dönmüştüm. Her şe­ yimi kaybettim. İşimi, ailemi, umutlarımı. .. 60 yaşından sonra tövbe ettim. Ağzıma içki sürmedim." Şişeyi bir kez daha dikti. Suratımı buruşturdum. Karşımda içmekteydi işte? İstih­ zayla "A nlıyorum" dedim. "O mevzuyu da anlatacağım ..." diyerek devam etti: "Ca­ miye müdavim oldum ... İlk başta her şey yolundaydı. Halim­ den memnundum. En yakın dostum Ruhi Mücerret: Türk İstiklal Harbi'nin yaşayan son gazisi. Onun maceralarını an­ latan bir roman yazdım. Fakat kitabın kapağına adımı koy­ durmadım ... Ölü gibi kokan bir moruktum artık. Ruhi Bey popülerdi, dolayısıyla, romanın epey alaka uyandıracağı ke­ sindi. Röportajlarla, imza günleri, konferanslarla uğraşamaz­ dım. Acemi bir yazara kitabı zimmetledim. Safderun züppe, önce biraz mızmızlandı. . . Sonra mutabık kaldık." Elimi kaldırdım: "Bir dakika, şaka mı bu?" "Hayır. Ayniyle vaki. .. Igor Jaguar, İstanbul'a gelmişti. Ruhi Mücerret'le tanışmak istiyordu. Zira, Ruhi Bey tam 100 yaşındaydı. .. " "Hımmm?" 100 yaşını aşanların % 83 'ü kadındır. "Ve yarım düzine komando tarafından makineli tüfeklerle tarandığı halde hayatta kalmıştı!" "Igor Jaguar fazlayaşlı erkeklere özel bir ilgi mi duyuyordu?"

146 Biranın kalanını çekerek, dibini kuruttuğu şişeyi sehpaya bıraktı. "Sanmam ... Onun derdi, ihtiyarlık denen hastalığa son vermekti." Bıyıklarını, elinin tersiyle sildi. "Eeeee?.. " Sigarayı emip, dibinde iki parmak bira kalmış şişenin içine atarak söndürdüm. "Jaguar geldiğinde, Ruhi Bey Hakk'a yürümüştü." "Ne?" "Ölmüştü yani, vefatetmişti, cartayı çekmiş, kuyruğu tit­ retmiş, nalları dikiniş, derisi tuzlanmış, bileti kesilmiş, kün­ yesi silinmiş, papazı bulmuş, imamın kayığına binmiş, adres değiştirmiş, tahtalı köyü boylamıştı." "Şimdi anladım" dedim. Boşboğazlığı bir ikna tekniği, pe­ dagojik bir metot, irşat formülü niteliğindeydi. "Turritopsis nutricula nedir bilir misin?" "Kafadanatmam gerekirse ... Sahibinden daha mutlu olan köle? Bir kimsenin şimşek ışığında bir anlığına belirip kaybo­ lan gölgesi? Kleptoman Noel Baba?" Dudaklarını takdirle bükerek kaşlarını kaldırdı: "1-ıh ... Bir tür denizanası. Ye tişkinlik döneminde, hücreleri yenile­ nir ve tekrar yavru haline döner. Yani asla yaşlanmaz ve do­ ğal nedenlerle ölmez." "Demek bu denizanası sizin büyük büyük büyükanneniz? O sayede 99'unuzda, 25 yaşında görünüyorsunuz?" Öne doğru eğildi ve fısıldamaya başladı: "Dikkatli dinle ahbap. Igor Jaguar bir alay bilim insanının patronu. Genetik, nöroloji, mikrocerrahi gibi alanlarda bir sürü uzman, onun araştırma merkezlerinde, laboratuvarlarında, hastanelerinde 40 yıldır harıl harıl çalışıyorlar. Şimdi sıkı dur: Yaşlanmayı durdurmayı ve tersine çevirmeyi başardılar. Bir moruğu alıp,

147 bir dizi işlemden geçirerek, turritopsis nutricula misali genç­ leştiriyorlar." Jetonum düşmüştü: "Titanik'te de gençleştirme operas­ yonları yapıyorlar ... Siz, bu sayede 70 yaş küçük görünüyorsu­ nuz ... Galibe Galiba'ya rastladığımda onu tanımadım, çünkü teyzecik, tazecik olmuştu ..." "Ne sandın ya? ONA agleti diye bilinen telomerlerin ya­ nan dinamit fitili gibi kısalmasını önleyen telomeraz enzimini mikroskobik yatağında akıtıyorlar. Böylece, Hayflick Limi­ ci'ni ilelebet aşabilirsin. Nobel ödüllü profesörler iş başında. En uzun ömürlü kemirgen tüysüz köstebek, 200 yaşını devi­ ren kutup balinaları; küp şeker ağırlığındaki, 40 sene yaşa­ yan Brandt yarasası, boyutlarına oranla en güçlü canlı mantis karidesi, 70 milyon yıl önce nesli tükendi sanılırken, sürpriz yaparak Hint Okyanusu'nda ortaya çıkıveren koelekant [lati­ meria] ... ve haliyle turritopsis nutricula, bu profesörlerin do­ ğal müttefikleri." "Mareşal gangster Igor Jaguar'ın, insanı ölümsüzleştirme projesine liderlik etmesi enteresan doğrusu?" Kıkırdadı: "Jaguar pozu kesen o çakal hurdası mı? İlgisi yok. Herifçioğlunun derdi insanlık değil. Hobi olarak, nesli tükenen hayvanları avlıyor! Son birkaç kakapoyu vurmak için Ye ni Zelanda'yı dört döndü." "Ka k apo mu.� " "Tombul bir papağan ... Jaguar'a kalsa, Ruhi Mücerret'i de kobay olarak kullanacaktı. Yegane dostumu moleküllerine ayırıp, evrim haritasının dışına mı çıkmış, nasıl uzun yaşıyor çakozlamak için kurcalayacaklardı ..." Biraz duraladı. Parmak­ larını birleştirdiği sol elini hafifçe sallayarak "19. asrın başların­ dan itibaren 100 yıl boyunca birçok filozof, bilim insanı, ente­ lektüel, gezegendeki nüfus artışından endişe duyuyordu" dedi.

148 Dünya nüfusu 1802'de 1 milyar, 1927'de 2 milyar, 196J 'de 3 milyar, 1971 'de 4 milyar, 1987'de 5 milyar, 1999 'da 6 mil­ yar, 20JJ 'de 7 milyar, 2018'de 7 milyar 700 milyona ulaştı. "Haksız sayılmazlar" diyerek araya girdim. "Günümüzde bu meseleye kafiderecede kafayorul muyor. Her 7 kişiden birinin açlığın pençesinde can çekişmesi pek umursanmıyor. Gizli kölelik, sürdürülebilir sefalethakim; in­ sanlar birer istatistik zerresi." Efkarlanmıştım. Bir sigara yaktım: "Kavanoz dipli dünya ... " "Senin anlayacağın ilaç, kozmetik, sigorta şirketlerini if­ lasa sürükleyecek buluşların tanıtılması mümkün değiL Ömür, canlılık ve ölüm birer iktisadi bileşen. Yapay zeka, insanı lü­ zumsuz kılıyor. Yaşam süresinin uzaması yüzünden pompu­ ruk sayısı fazlasıyla arttı. .." Ta rih boyunca 65 yaşını geçenlerin % 70 'i şu anda yaşıyor! "Ne sakıncası var?" "Kumar masasını hatırla: Öteki kaybetmeden, beriki ka­ zanamaz. Ensendeki saçı yoldurup tepene ektirebilirsin, lipo­ sakşın yaptırarak göbeğinden kurtulabilirsin, burnunu törpüle­ tebilir, memelerini silikonla doldurabilirsin fakat ölümsüzlüğe paran yetmez. Piyasa buna hazır değil. Dünya sisteminin lord­ ları için, bizim sağ kalmamız daha çok kar getirecek olursa, modern bilim hepimizi kurtarır. Aksi takdirde, normal ölüm yoluyla, kapitalizmin şehitleri listesine gireceğiz." Avni Vav'ın anlattıkları, beynimin fosforunu sıfırlamıştı. Söyleyecek söz bulamadım. Uzayan sessizlik sadece gebe de­ ğildi, adeta üçüz doğurmak üzereydi. "Hyalüronik asidi, kanseri önlemek yerine cilt bakımında kullanıyorlar; diyabet ilacı etken maddesi metformin'inyan et­ kileri hakkında destanlar yazılıyor; DNA'larıonaran ERCCI ve ERCC4 genlerinden haber alınamıyor. .. Oysa burada, 2

149 bin 200 kişi iliklerine kadar yenileniyor. Ferrari Bravo gemiye bindiğinde bastonlu, kambur ve dişsizdi!" "Neee?!" "Buruşuk derisi yağ topaklarıyla doluydu. Kocakarı, ta­ nımlanamayan bir gök cismine benziyordu. Düşüp yuvarlan­ masın diye hastabakıcılar koluna girmişti. Ameliyathaneye doğru sürüne titreye giderken ikide bir durup soluklanıyordu. Ben Cafe Parisienne' de latte içerken, önümde mola verdi. Ba­ şını tosbağa gibi dikti ve bıyıklarını oynatarak 'Doğduğumda beni üç leylek getirmiş!' deyip dişederini gösterdi. Ödüm pat­ ladı! .. İhtiyarlığa diyeceğim yok. Ben de pir-i fa niydim. Fakat, Ferrari Bravo Ablamız, melunlar kabristanından çıkma hilkat garibesiydi. .. ve ayağının tozuyla gemiye adamıştı." Ve ben de bu sabık ucubeyle mercimeği fırına vermiştim?! "Nasıl olur?!" Avni Vav sağ elini başının üzerinde gezdirdi: "Kafaya spreyle kimyasal bir sıvı püskürtüyorlar ve 10 saniye içinde 'Vijjjjjt!' saç­ ların uzuyor; üstelik kalın telli, sapasağlam ve gür! Tepende bir keratin kasırgası, melanin fı rtınası kopuyor! Lesitinden başka şeyler de ihtiva eden bir krem sürerek vücut yağlarını şipşak eritiyorlar! Lazerle, kemikleri hem yeniliyor hem de şekillen­ diriyorlar. Uzun kemik mi istiyorsun, birkaç dakikada hazır! İskeleti, kası, deriyi, oyun hamuru gibi yoğurup biçimlendi­ riyorlar ... Bademciklerim ve testislerim alınmıştı; onları bile yerine koydular! O beğenmediğin Dr. Ak ula, Game of Thro­ nes' daki cüce Lannister'ı Brad Pitt'e çevirir!" "Titanik'in replikasını yapmak nereden icap etti? Ameli­ yatlar gizli saklı gerçekleştirilemez miydi?" "Hakiki Titanik, 1912' de batmıştı." "Yani?"

150 "Tarihin en ünlü taşıtı. .. Gemilerin süper starı ... Tüm in- sanlığın hafızasına kazınmış bir felaketin sembolü ..." [İyi de, bir çırpıda, Titanik'cekilerden daha fazla insanın öldüğü 10 deniz faciası sayabilirim:] M. Ô. 256. .. Roma İmparatorluğu ile Ka rtaca arasındaki Pön Savaşları sırasındaAfr ika'da n dönen Roma filosu, Akde­ niz'de firtınaya yakalanarak yok oldu. Fa ciada tahminen 90 bin Roma askeri öldü.

1588 ... İspanya Kralı il Philip'in İngiltereyi işgal için gönder­ diği donanma, firtınada battı. 20 bin denizci 43 0 senedir kayıp. 30 Ocak 1945... Gotenhafen Limanı'ndan yola çıkan, 2 bin yolcu kapasiteli Alman gemisi Wilhelm Gustloff 'a, il Dünya Savaşı sonunda Doğu Prusya'da n kaçan 10 bin civarında in­ san doluşmuştu. Sovyetler'eait S-13 denizaltısından firlatılan 3 torpidonun isabet ettiği gemi, 50 dakikada Baltık Denizi'ne gö­ müldü. Yolcuların 900'ü kurtuldu, 9 bini öldü. 16 Nisan 1945 ... Alman yük gemisi MV Goya'yı da, Bal­ tık Denizi 'nde Sovyet denizaltısı vurdu. 7 dakikada batan ge­ miden 183 yolcu sağ çıktı. 7 binden fazlası yanarak, boğularak veya donarak can verdi. 20 Arauk 1987... 4 bin 500 yolcuyla LeyteAd ası'da n Ma ­ nila'yagide n Dona Paz feribotu, Ta blas Boğazı yakınlarında, 8 bin 800 varil taşıyan petrol tankeri MT Vector'la çarpışınca yangın çıktı. Alev dalga ları, gemileri sardı. Feribottaki/erden sa­ dece 24' ü kurtuldu. Resmi açıklamada, ölü sayısının 4 bin 475 olduğu belirtildi. 4 Aralık 1948 ... Binlerce yolcu taşıyan buharlı vapur Kian­ gya, Şanghay'ı n 80 kilometre güneyindeki Huanghu Nehri'nin ağzında havaya uçtu! Vapurun, 11. Dünya Savaşı'ndaJa pon­ larcayerleştirilen bir mayına çarparak infilak ettiği sanılıyor. 4 bin kişi canından oldu.

151 17 Ka sım 1940... Britanya hükümetinin, Fransa'daki va­ tandaşlarının tahliyesi için gönderdiği gemi, Lancastria, Alman savaş uçaklarınrn Jfı!dmsına uğradı. St. Nazaire kenti açıkla­ rında, batmilsı 20 dakika süren Lancastria'da 4 binden fazla kişi yaşamını yitirdi. Gemiden sızan 1400 ton yakıt yüzünden yangın çıktı. Ca n havliyle suya atlayanlar yanarak öldü. 6 Aralık 1917... Fra nsız askeri yük gemisi Mo nt-Blanc, Ka ­ nada'nın Ha lifax Limanı yakınlarında Norveç bandıralı Imo ile çarpıştığındaağ zına kadar mühimmat doluydu. Ya nmaya başla­ yan Mont-Blancin40 kişilik mürettebatı, suya atlayarak kurtul­ mayı başardı. Ancak Halifax kentini harabeye çeviren patlama­ larda 2 bindenfazla kişi yaşamını yitirdi, 9 bin kişi deyar alandı! 22 Ekim 1707. .. İngiliz donanmasına ait dörtge mi Sicilya'nın batısındakikay alıklara çarparakbattı. 2 bin denizci kazadacan verdi.

26 Ey lül 2002 . . . Senegal'eait Le ]oolaferibotu, Gambia açıklarında alabora oldu. 600 yolcu kapasiteli feribota 2 bin kişi tıkıştırılmıştı. Fırtınaya tutulan gemiyi, deniz 5 dakikada yuttu. 1863 kişi öldü. Ku rtulan64 kişiden yalnızca 1 'i kadındı. "Hala çözemedim?" "Igor Jaguar'ın gemicilik şirketinin adı Udachi. Rusça "Bol şans," Svahili dilinde ise "Şeytan" demek. Yeryüzün�eki herkes, Titanik'in bu sefer batmayacağına inanıyor. Çünkü, bilirsin işte, aynı yere iki kez yıldırım düşmez. Geminin reklam sloganı da 'Manhattan'a doğru Titanik'i göreceksin, sakın şaşırma!' Nasıl?" "Sağlam." "Ben buldum bu sloganı. Daha doğrusu, Orhan Veli adlı Türk şairin mısraından uyarladım." "Taka, New Yo rk'a varacak yani?" "Herkes öyle düşünüyor. Çünkü artık 1912'de değil 21. asır­ dayız. Dijital takip sistemleriyle, limanlardaki ve denizlerdeki

152 tüm gemiler uydudan anbean izleniyor. Koordinatlar, rota açıları, gecikmeler, sapmalar, varışlar her şey tıkır tıkır sapta­ nıp paylaşılıyor. Zaten içeriden canlı yayın yapılıyor. Delilah Dale sunuyor programı. Yaşayan en meşhur spiker. Asıl seya­ hat Sourhampon' da başlayacak, malum. Sen o zaman gör cur­ cunayı. Pop starlar, şampiyonlar, milyarderler gemiye doluşa­ cak. Titanik; Oscar töreninden, dünya kupasından, 11 Eylül 2001 terör saldırısından daha çok seyirci çekecek. 2 bin 200 yolcu, 2 milyar seyirci! Ve bahis şirketleri, Titanik batacak olursa, l'e 100, hatta 1000 veriyor! Zira bu gemi limana ula­ şamazsa, modern medeniyet namusunu kaybeder!"

153 Batan geminin romancısı

Badem gözlüm beni unut Bu gemi bir kara tabut Bu deniz bir ölü deniz İnsanlar ey, nerdesiniz? [NAZIM HİKMET, Japon Balıkçısı] Zihnim bulanmış, düşüncelerim karışmış, dikkatim dağıl­ mıştı. Muhtemelen, Titanik'teki, tanrıyı oynayan manyak­ larca ameliyat edilerek Marco Monces'e dönüştürülmüştüm. Yolcu listesinde adım yazılıdır herhalde? Yo ksa mürettebattan biri miyim? Kurban olarak mı seçildim? Apo Calypso "Ja­ guar biliyor mu?" diye sormuştu. Patrondan gizli mi kesilip biçildim? Igor Jaguar "Marco'nun yaptıklarından da, maruz kaldıklarından da hoşlanmadım" demişti. Ya ni besbelli, olan bitenden haberdar... Boğazım kesilip, kendi kanımla yıkandı­ ğım halde, odamda uyandım. Kontrolsüz katiller ile sınır ta­ nımayan cerrahların birbirlerine fırlattıkları bir frizbi miyim? Deha ile terör arasında sıkışıp kalmıştım ... "Ne olacak peki?" diye sabukladım. Avni Vav kalktı ve eğitimli bir fokgibi dolanmaya başladı: "Hikaye zıngırtılı, farkındayım. Ben de sırasıyla anlatamıyorum. İstanbul' da, Igor Jaguar, hayaletyaza rlık yaptığımı duyunca, Ti­ tanik hakkında roman yazmamı teklif etti. Kitap mukabilinde bilet. Telif ücreti yerine gençliğimi alacaktım. Evvela reddettim. Bir akşam fiyakalı bir dergahta kafaları çektiydik. Yıllardır ka­ dehe, şişeye kör bakmıştım. Gelgelelim o günlerde matemliydim. Boş bulundum, şeytana uydum. Zilzurna sarhoşken kafasını ka­ zıtıp, avret mahalline dövme yaptıran ve eşcinsel nikahı kıydıran tipler gibi 'Okey birader!' deyivermiştim. Bir de, Jaguar'ın, ko­ münizmi hasretle anması hoşuma gitmişti. Ma nifesto'daki 'Bur­ juvazi, muteber addedilen mesleklerin tüm saygınlığını çekip al­ mış; hekimi de, avukatı da, rahibi de, şairi de, bilim adamını da

154 ücretli köle derekesine düşürmüştür' sözünü aktardıydı. Dedim 'Sen de burjuvasın Jaguar?' Dedi 'Yedi ceddim proleterdi benim.' Eh, ben de eski tüfeklerden sayılırım. Velhasıl batan geminin ro­ mancısı sıfatıyla mevzuya dahil oldum." "Merakımı bağışlayın, kitabın adını ne koyacaksınız?" "A ntika Titanik.'' "A ntika mı?" "A rgoda 'acayip, şaşırtıcı, sıradışı' manasındadır." "Vay canına ... Gemiye binmeyi kabul ettiniz, çünkü ..." "Sanırım benim de sadık yarim kara topraktı ama bir yan- dan da yaşamak istiyordum gençliğimi yeni baştan. Alper Ca­ nıgüz' ün Ka n ve Gül' ündeki Aziz misali, kaderimde, kaderi değiştirmeye çalışmak vardı. [O kitabı tuvalette okurken gül­ mekten altıma işeyecektim. Neyse ki doğru yerdeydim.] Ya­ zacağım romanın hakkını verebilmek için, ortalıkta dolaşıp küçük defterime notlar alıyordum. Ali ve Galibe çiftinin hi­ kayesine odaklandım. James Cameron'ın filmindeki Jack ve Rose'u düşün. Titanik denen kek kalıbında ancak melodram pastası pişer. Lakin etrafı kolaçan ederken, bir gece seni gör­ düm Marco Montes. Karanlık bir adam, yangın baltasıyla se­ nin boynunu vurdu! Kellen uçarak okyanusa düştü! Emektar bir polisiye müellifi olarak bu cinai enstantaneye bigane ka­ lamazdım. Artık biliyorsun, neden senin peşinden koştu_" BAM! Kapı açıldı! İkimiz de irkilerek döndük. Şifave Jojo! Küfelik Jojo kolunu Şifa'nın omuzuna atmış. Şifa da eline ya­ pıştığı nişanlımı ayakta tutmaya çabalıyor. Jojo, Şifa' dan koptu, sendeleyerek bir iki adım attı ve [ZBAM!] yere kapaklandı. Şifa'ya bakınca beynimin sağ lobuyla sol lobu arasındaki asma köprü yıkıldı. "Selam beyler" dedi. Ve sesini duyunca kalbim yarış arabasını takip eden po­ lis otosu gibi hızlandı.

155 Sensiz yaşamak, seninle yaşamanın tek yolu

Nedir ki buse? Bir sırrın, ağza söylenmesi, kulak yerine. [EDMOND ROSTAND, Cyrano de Bergerac]

Zarafetin insafsız büyüsünün tesiri altındayım. Şifa Şavk'la baş başayız. Restoranda. Bu kez işi batırmayacağını. En azın­ dan, onu sevdiğimi söylerken ciddi olduğumu anlamasını sağ­ lamalıyım. "Şifa," demeliyim "bu sevda alınyazımda bir virgül değil, yazgımın anafikri... Seninleyken, düşen uçakta, kağıt uçak uçuran çocuk gibiyim; evcil hayvan dükkanındaki Tarzan; fal baktıran zombi. .. Gemi kazasından kurtulan adam, ulaştığı ada'yı nasıl severse, ben de seni öyle seviyorum ..." O da bana belki "Tanıdığım en uygar insansın Marco; en güzel yalanları sen söylüyorsun" diyerek umut verir? Titanik, yağmurdan geçip gıcır gıcır olmuştu. Gecenin so­ nuydu. Ayazın sınırında bir serinlik. Yıldızlar usul usul sönü­ yor. Şifanın üstünde işlemeli, merserize bir hırka. Gözleri ... bir erkeğin kayıp içine düşeceği ve asla çıkış yolunu bulama­ yacağı derin zemzem kuyuları. Parfüm, dantel ve bukle. Gö­ nül telimi tınlatan romantik teslis. Dişleri, Hollywood aktris­ lerinin ağzına layık. Işık çoğalsa da, azalsa da Şifa'nıncazibesi artıyordu. Çok acayip. Kızlar gelince, Avni Vav "Sonra konuşuruz" deyip tüymüştü. Şifa, Jojo'yu yatırmama yardım etti. Nişanlım elbette bir saksı bitkisi değildi, fakat Şifa'nın yanında öyle görünüyordu. Konuşmak istediğimi söylediğimde Şifa on cümle sonrasına adayarak "Seks; anatomi ve magazinden ziyade ceza hukuku­ nun konusudur" dedi. Onun bu dişi robocop tavırları beni heyecana gark ediyor. "Yapma lütfen" dedim "giyotindeki mahkumun kafasına silah dayayamazsın." Jojo'yu işaret etti:

156 "Her Tarzan'a 1 Jane kampanyasında hakkını kullanmış oldu­ ğunu üçümüz de biliyoruz!" Mahcup, mülayim ve muzip gö­ rünmeye çalışarak ''Ağzı sıkı biri sayılmam, fakat çenesi dü­ şük hiç değilim" dedim. Nihayet, 15 dakikalığına restoranda buluşmaya karar verdik. Ne de olsa hepimizin damarlarında maymun kanı dolaşıyor. Ben ona tabancasını iade edecektim [mektuplardan bahsetmedi, herhalde e-postaları duruyor], o da benim gevezeliğime katlanacaktı. Ve işte buradayız. Önümüzde iki fincan iyimserlik, yani kahve. Restoran tenha. Uzaktaki garson, gemiye kaçak bin­ miş bir gece kelebeğini izliyor. Duş almış, saçlarımı taramış, takım elbise kuşanmıştım. Browning belimde. Gene de Şifa'nınkarşısında kendimi dolu bir havuzun kenarındaki boş şişe gibi hissediyorum. "Sanı­ rım ikimiz de çiftkişilik liyiz ve birinci kişiliklerimiz hiç an­ laşamazken ikinci kişiliklerimiz birbirine tapıyor" diyecektim ki dilimi tuttum. İddialı konuşamazdım. Ben böyle ne diye­ ceğimi düşünürken, haklı olarak sıkılan Şifa "Beni, elektrikli sandalyedeki bir adamın bile kucağına oturacak kadar şuur­ suz yellozlardan sandığını biliyorum" dedi. "Yooo?! Rica ederim. Ne münasebet?!" ''Arkadaşımın düğününde gelin buketini ağzımla yakala­ mıştım. Evliliğin; dinliyor görünme, orgazm taklidi ve uyuma numarası yapma gibi rezil klişelerden oluştuğunu bilecek yaş­ tayım ..." Bir dakika! Şifada estetik operasyon mahsulü müydü? Ger­ çekte kaç yaşındaydı? 69? Seksapelin şahikasına neşter, kanca, makas gibi ameliyathane zımbırtılarlna tutunarak mı tırman­ mıştı? Bu gemideki gizemle 3 sezon X Files çekilir! İltifat ile suali harmanladım: "19 yaşında olduğun hesaba katılırsa, zi­ yadesiyle bilgece konuşuyorsun."

157 Gülümseyerek "24 yaşındayım" dedi "Daha doğrusu, 11 Mayıs'ta 24 olacağım." "Şifa... " dilimi ağzımın içinde evirip çeviriyordum. Saatini okşadı: "Evet?" Sürem dolmak üzereydi. Derin bir nefes aldım: "Bu hikaye bensiz yazılacak, biliyorum. Şu gezegende, senin mülküne ka­ çak girmiş gibi hissetmekten başka çarem yok. Dilim, dama­ ğıma zımbalanmalı Şifa. Senin hudutlarını, çitlerini, burçla­ rını aşmaya asla yeltenmemeliydim. Sönmüş yıldızın ışığından, kulak çınlamasından, şu kahvenin telvesinden ibret almalıy­ dım. İkide bir gönül sarayının ziline basıp kaçtım. Kalpler çalındı mı? Gönüller alındı mı? Destansı sevdanın teorisi ta­ mam mı? Hiç de bile. Emniyeti inzivada bulabilirim belki. Delilerin yazdığı şiirlerden intihalle konuşuyorum. Tüm di­ vanelerin sözleri, birbirinin devamı değil mi zaten? Makarayı, zembereği, ipin ucunu çoktan saldım, kantarın topuzunu ka­ çırdım. Ismaptaki rehavet nüvesiyle yetinmeliyim Şifa. Dilsiz bir adamın gömülü heykeli kadar sessiz olmalıyım. Şu an, yal­ nızca mağlubiyetten kuvvet alıyorum. Paradoksal olarak, sen­ siz yaşamak, seninle yaşamanın tek yolu sanırım. Şifa... Sü­ kut kadar güzel bir söz bulabileceğimi ummakla hata ettim. Hakikat, dile karşı dirençliymiş meğer. Zaten senin adından daha güzel bir kelime bilmiyorum. İsmin bir büyü cümlesi­ nin kısaltması sanki, bir duanın özeti, meleklerin kendi ara­ larında kullandığı parola. Ah, neler saçmalıyorum. Hiçbir şar­ kıda ikimizden bahsedilmediği aşikar. Gene de sonsuza dek ancak sen sevilirsin Şifa. Hülasa ... bir bostan korkuluğunun, lüks vitrin mankenine kavuşma umudundan fazlasınaheves­ lenmeyeceğim. Söz." ŞifaŞavk donup kalmıştı. Yüzünde yaprak kımıldamıyor. Söylediklerimden hoşlanmadı mı? Samimiyetime inandı mı? Onun yakasından düşeceğim için memnun mu? ..

158 Titanik'te, eşekarısının musallat olduğu ip cambazı gibiy­ dim. Romantik big bang'e mahal yoktu. Ayrıca, kartopundan civciv çıkmaz. Kafamın içinde, çalıntı arabalarla dolu trafik tıkanmış ve tüm şoförler komaya yükleniyordu. Masaya 40 dolar bıraktım. Ve tabancayı çıkarıp Şifa'nın çantasının yanına koydum. "Teşekkür ederim" dedi kısık sesle. Makineyi şöyle bir yok­ layıp çantaya attı. Kalktık. Şifa'yı takip ediyorum. Saniyeler birkaç dakika sürüyordu. Jüpiter'in uydusu Ganymede' deki okyanusun dibindeymiş gibi ağır ağır ilerliyorum. Kulaklarımda bir ihtilal uğultusu. Veda­ laşanlar zıt yönlere giderler; bense Şifa'nın izinde yürüyorum. Ne umuyorum ki? Veda busesinde dilimi mi kullanacağım? Olan olmuştu. Hayatım, kaderimin yörüngesinden çıkmıştı. Ebediyetten bana fayda yoktu. Onu unutmaya yetecek kadar uzun yaşayacağımı sanmıyorum zaten. Deve, piramidin tepe­ sine tırmanamaz. ŞifaŞavk, içinde meleklerin yüzdüğü bir gen havuzundan geliyor. Bense, Frankenstein çetesinin fabrikasyon kuklasıyım. Şifa'nın kalçalarını kumanda etme hevesine nereden kapıldım?.. D güvertesi 152 numaraya vardık bile. Bundan sonra her gece cenin pozisyonunda yatıp, yatağımı ıslatacağım. Gözyaş­ larımla. Tamam, sorun yok, dirayetli olacağım. Ne demişler "İblisi şımartırsın, sakın ağlama / Dobermanı gül dalına bağ­ lama." Tanyeri ağarıyor. Şafaksöküyor. Marco Momes'in ber­ bat yaşamının nöbetini tutalım bakalım. "İki kurşun eksik" dedi Şifa. Elinde, kamaranın anahta­ rını tutuyordu. "Efendim?" Dönüp kapıyı açtı: "Tabancamla iki el ateş etmişsin."

159 "Senin dedikodunu yapan iki herifi zımbaladım. Kafaya tek kurşun" derken, göz kırpıp, işaretparmağımla tetik çekme hareketi yaptım. Eşiğin öte tarafında dikiliyordu. Yüzüme, kadim bir kita­ beyi okuyan filolog dikkatiyle bakıyor. Türbülans gerginliği ile jetlag mahmurluğu arasında sav­ ruluyorum. Ca rolyn Davidson, 1971 yılında tasarladığı Nike logosuna mukabil sadece 35 dolaralmıştı . Ortalamabir insan, ömrü boyunca 7 bin 163 kez banyo yapar. Bir tatlı kaşığını doldurmak için 4 bin tozşeker tanesi gerekir. Berfin Duvarı 42 kilometreydi. Ha iku 17 hecedir... Şifaöne eğilerek bana yavaşça sarıldı! Kolları, şöminedeki meşeler kadar sıcak. Bu anın ilelebet sürmesini diledim. Elle­ rimizi, birbirimizin kürekkemiklerine koymuştuk. İkimiz de, aşağılara inmenin ileri gitmek olduğunu biliyorduk. [Ben ka­ nunları çiğneyerek ona abayı yakmıştım; o da beni haksız yere affetmişti. Aykırılık bile hassas dengeler üzerine kurulu.] Bur­ numun bir deliğinden parfümünü, diğerinden tenini koklu­ yorum. Bu şehvet ve hicran terkibi, ruhumda kalıcı ve de şi­ irsel bir hasar bırakacak. İnsanın düşünme hızı dakikada 1200 kelimeye denk gelir. Benimse beynim istop etmişti. Gül yap­ raklarının arasını dolduran kadifemsi hiçlikte salınıyorum. Şu anda bıçak atıp enseme saplasanız kıpırdamam, gücenmem, dönüp bakmam bile sevgili okur. "Duyguların, gerçekte kim olduğun hakkında bir ipucu taşımaz" mı dediniz? Zalimane dürüstlüğün ne lüzumu var? İnsaf edin lütfen. Bu vedalaşma, elimdeki, kavuşmaya benzeyen tek şey. Öyle ki, tükürüğümü laboratuvara götürüp test yapsanız, DNA'larımın gülen surat şekline girdiğini görürdünüz.

160 Usulca çözüldük. Kafam, Kolorado kokteyliyle tütsülen­ miş gibi ağır. Narkotik bir huşu, kriminal bir vecd, erotik bir cezbeyle sarmalanmış vaziyetteyim. Şifa'nın manyetik ala­ nında. Konuşmak şöyle dursun, nefes bile almıyorum. Sev­ diğim kadının ağzına bakıyorum. Cennete yağan yağmurun parıltısından yoğrulmuş dudaklarına. Ve o dudaklar, buzda­ ğına yaklaşan bir çift Titanik misali yüzüme uzanıyor! Ağ­ zımı es geçerse tarih kitaplarına giremeyiz. Başımı hizalayıp azıcık eğiliyorum. Tam isabet! Onu öpünce, bir müddet ağzı­ mın kubbesinde melodiler yankılandı. .. Ve ... ZADANNNK! Unuttuğum her şey, saniyede 100 yottabayt hızla hafızamado­ luştu! Şokla sarsıldım. Düşen bir uçakla öpüşmüştüm sanki! Şifa Şavk kaşlarını çatmış, gözlerini kısmış, dudaklarını büzmüştü. Denizden kafamı henüz çıkarmış gibi derin de­ rin soluyordum. "Haydi, bunu 350 kez daha yapalım!" demeliydim. Fakat onun yerine, biricik aşkımın omuzlarını kavradım, "Ben ..." diye sayıkladım şaşkınlık, hayret ve dehşet içinde

"Ben ..." "Sen ne?" Şifa Şavk tedirgindi. Haykırdım: "Ben ... Refik Risk' im!"

161

[REFİK RİSK]

Galiba düşünüyorum, herhalde varım. [AMBROSE BIERCE, 1842 - 1914)

Kuklanın maskesini çıkaramazsın. [G.K. CHESTERTON, 1874 - 1936)

Başıma geleni, ruhum duymasın. [ÖMER HAYYAM, 1048 - 1131]

Besili embesil

Hayat öyle kısa ki, paniğe kapılmamak imkansız. [ROVER BRAVO, Labirenttei zdiham)

Melekler aptallardan kaçar. Ben melek değilim. Üstelik ... ka­ çacak yerim de yok. Besili bir embesilin elinde can vermek üzereyim. Moritanya açıklarında, Atlas Okyanusu'nun üzerinde yal­ palayan bir helikopterdeyiz. Pervane takılmış paslı bir varilin içinde. Pilotun başı yana düşmüş, kaskındaki delikten kan sı­ zıyor. Ben yapmadım. İsrail ordusundan mezun dişi bir devin işi. Varda Rowa'nın. Ruhu şad olsun. Karşımda bir arena komandosu. Herif iki metre. Zeba­ ninin feriştahı. Yanındaki Alaskan Malamute [husky] bana konsantre olmuş, hırlıyor. Köpeğin buz mavisi gözleri, keskin dişleri ve kalın pençeleri; ölüm tehdidi savuran bir cümlenin öğeleri gibi. Köpek, sahibinden daha zeki görünüyor. Havla­ yan bir insana benziyor. Bahse girerim, ikisi gezinirken, di­ reklere beraber işiyorlardır. Helikopterin içindeki şeytan üçgeninde mahsur kalmış vaziyetteyim. Konserve kutusu kafalıızbandut üstüme yürürken, boğuk sesiyle "Suratının derisini dişlerimle yüzüp sana cüzdan yapa­ cağım!" diye tısladı. Hamağına uzanmış kestiren bir tarancula kadar hoşnut görünüyor.

165 "Vays, parlak saçlarının altında, parlak fikirler kaynıyor, ha?" desem de, onun karşısında kendimi bir erkeğin olabile­ ceği en kötü yerde hissediyordum. Dünyanın en mutlu sırtlanı gibi gülüyor: "Şu anda tek problemim, seni öldürsem mi, sakat mı bıraksam?" Alnıma ve gırtlağıma birer yumruk patlatıyor. İstese de beni sakatla­ yamayacağını, elinin ayarını tutturamayıp öldüreceğini düşü­ nüyorum. Çelik tencere tabanı kadar sert karnına bir aparkat geçirdim. Elektrik çarpmış çizgi film figüranıgibi sarsılıp tit­ reyerek yere düştüm. Hormonlu hıyarağası üst üste darbeler indirdikçe tendon­ lar, kemik parçaları, saçlar havada uçuşuyordu. Her vuruşta ''Ah, uh, ıh" diye heceliyordum. Pencerelerden birinin yanına monte edilmiş kısa baltaya çarpan kafamdan kan fışkırmaya başladı. Dışarıda sarhoş sırıtışıyla yaz güneşi, tıpkı romanlardaki gibi parlıyordu. "Taşaklarını kıçına sokacağım!" deyip ağzıma müthiş bir tekme atarak ön dişlerimi mideme yolladı! Bu ikinci sınıf sadiste vereceğim tepkiyi düşünürken, kö­ pek sağ ayak bileğime yapıştı. Fare kapanındaki sazan gibi çırpınıyordum. Helikopterin zemini, kanımla kaplanmıştı: Cehenneme giden yolun kırmızı halısı. Sırılsıklam bir enkaza dönüşmüştüm. Köpeğin mentollü nefesini boynumda hissediyordum. Hani gökdelenden düşerken, asfaltayapışınca ya dek ge­ çen zamanı iyi değerlendirmeniz gerektiğini düşünürsünüz

166 ya. .. İki darbe arasındaki saniyelerde, oyalanacak birşeyler bulmaya çalışıyordum. Kas yığını rakibim, adeta benden salça yapıyordu. Arada ben de ona ve ruh ikizine bir iki sille yapıştırıyordum. Bir arı­ nın balinaya verebileceği zarar neyse, o kadar etkili oluyordu. Leyla ile Mecnun gibi birbirine yakışan ikilinin ellerinde, kurt­ çuklar tarafından yenmiş, delik deşik, şaşı bir kukla gibi sal­ lanıyordum. Halbuki, onlara "Lütfen" bile demiştim. Terli terli somurtunca, daha yaşlı gösteriyorum. Oysa he­ nüz 49 yaşındayım. Cücenin bir büyüğüne ne deniyordu? Her neyse. Boyum 1,60 metre. Saçlarımın yüzde 80'i beni terk etti. Ve ... aşağı yukarı 110 kiloyum. Şimdi, neden dayağı yiyen ta­ raf olduğumu anladınız mı? BAM! ''Aaah!" Bacağımdan bir parça kopardıktan sonra tepeme zıplaya­ rak omzumu çiğnemeye koyulan ite kafa attım. Kancık hay­ van sersemledi ve bir ciyaklama tutturdu. Köpeğine sadık çam yarması, penaltı atışı yapan Zinedine Zidane misali gerildi, şut ve gol! Helikopterin kapısından dışarı fırladım! Son anda, metal yusufçuğun iniş takımlarına tutundum. Köpek, tepemde küfür eder gibi hırlıyordu. Ten rengine bo­ yanmış Hulk, 47 numara ayaklarıyla ellerime vurmaya başladı. Bir elimi bırakıyor, demire diğeriyle tutunuyordum. Kuduz fino, suç ortağına kendi dilinde tezahürat yapıyordu: "Vurw! Vurw! Vurw!" Etrafta süzülen albatroslara imrenerek baktım. Derken, oyundan sıkılan can düşmanım hırsla içeri daldı ve bir saniye sonra baltasıyla döndü! İşte o an, gerçekten kork­ tum. Göz açıp kapayıncaya kadar da, korktuğum başıma geldi: Balta hınçla yukarı kalktı ve ellerimin üstüne indi! Parmaklarımın yedisi havada uçuşurken boğumlarından kan püskürüyor ve sırtüstü okyanusa düşüyordum!

167 Katillerimin suratından şeytani bir dangalaklık ile sapıkça bir memnuniyet okunuyordu. Köpekbalıklarının ağızlarını açmış beni beklediklerini dü­ şündüm. Demek. . . tarih bensiz yazılacaktı. Ve BUUUMMM! Helikopter patladı! Hızla kabaran bir ateş köpüğüne dönüştü! Kuşlar, kamçı gibi savrulan korlardan çığlık çığlığa kaçıyor, üzerine kıvılcım sıçrayan küçük, beyaz bulutlar cosluyordu. Bir patlama daha: BUM!

168 Ben evrende bir noktayım sevgilim

İzninizle, ceset birkaç şey daha söyleyecek. [MURRY MOORE, Stratejik Kaçamak]

Düşerken çığlık atmak adettendir. Bense şimdiden, soğumakta olan bir cesedin sessizliğine bürünmüştüm. Hayatım, gözle­ rimin önünden hızla ileriye sarılan bir film gibi geçiyordu: Cüce bir striptizciyle seviyeli bir ilişkimiz vardı. Doğum günü pastamdan çıkmıştı. İlk görüşte aramızda bir elektrik­ lenme oldu. Evet, hayatımın kadını bir hayat kadınıydı. Onun kullandığı bir otomobilden işediğim için tutuklanınca izini kaybettim. Aile münasebetlerim daima kaotikti. İkinci karım Serap'la tek ortak yönümüz, aynı gün evlenmiş olmamızdı. Asansörde tanıştığımızdan belki, ilişkimiz hep inişli çıkışlıydı. Onun beni terk ettiğini, ulusal yayın yapan bir tv kanalının ana haber bülteninden öğrenmiştim. Yengeniz spikerdi. "Hem kocasın­ dan ayrılıyor, hem de işinden olacak" diye düşündüm. Fakat haber videosu bütün kanallar tarafından alıntılandı. İnternette yayıldı. Yılın televizyonculuk olayı haline geldi. Medeni cesa­ ret sembolüne dönüşen karıma iş teklifleri yağdı. Resmen boşandıktan sonra, eski baldızımla çıktık bir süre: Mehtap. Serap'ın ikiziydi. Bir hatayı kusursuzca tekrar etmek mümkün müdür? Mucizevi skandal? Ben yaptım. Duyan her­ kes, delirmiş bir aptal olduğuma kanaat getirdi. Kadın; bir an­ nenin şefkati, sevgilinin kıskançlığı ve bir canavarın düşünme tarzıyla hakimiyet kurar. Nükleer bombaya rest çekemezsin, AIDS'i ikna edemezsin ve nikahlı olduğun kişiyle mantıklı bir tartışma yapamazsın. Mehtap bir keresinde tost makine­ sinin kordonuyla beni boğmaya kalktı. Kabloyu şakacıktan boynuma dolamıştı fakat sıktıkça aldığı hazza kendini kap­ tırdı. Ucuz atlattım. Bir gün ona akademik bir toplamı için

169 Londra'ya gideceğim yalanını üfürdüm. İki gün sonra, Lond­ ra'daki bir arkadaşımdan, Mehtap'ı arayıp öldüğümü ve cese­ dimin yakıldığını söylemesini rica ettim. Mehtap da numara­ dan ağlayarak "En büyük arzusu, küllerinden domuz heykeli yapılmasıydı" demiş. Haklı. Yo , yani, kızmakta haklı. Her ne kadar yalana canımı kurtarmak için başvursam da, onu haya­ tımı mahvetmekten aldığı zevkten böyle birdenbire mahrum bırakmak hoş değildi. Bu arada, üniversiteden atılmıştım. Dahası, meslekten men edildim. Rektörün torunuyla basılmıştım. Piliç öyle işveli ki, Aşık Veysel 'in bile gözlerini açabilir. Ben, genç fı stıklardan hoşlanan sapıklardanım, tamam mı. Kız aynı zamanda öğ­ rencimdi. Ve maalesef kızımın da klasik müzik orkestrasın­ dan arkadaşı. Boğaziçi Üniversitesi Felsefe Bölümü'nde öğretim üyesiydim. Şantiye generali rektör, felsefeyi bütün saçmalık­ ların toplamı sayıyordu. Nefretini kusmak için tetikte bekli­ yordu zaten. To runuyla oynaşarak, onu haklılığın soğuk zir­ vesine ışınlamıştım. Üniversitenin namusunu lekelerniştim. Ah, her neyse ... Beni kınamayın. Seks, hayat çizgisinin başlangıç nokta­ sıdır. Cinselliğe tolerans göstermezseniz, ölümü övme hasta­ lığına tutulursunuz. Tamam, ben biraz kabahatli olabilirim. Bir keresinde, benimle flört eden bir geyin kızkardeşiyle yat­ mıştım. Ilımlı bir kalleşlik. Her şey çok hızlı olup bitmişti. Sabah, ağzımda bir külotla uyanmıştım. Sonra farkettim ki külot benim değil! Bana imrenmeyin: Birkaç eski karımdan başka kimsem yok. Hani ıssız bir adaya sahiden düştüğünüzde, yanınıza di­ lediğiniz üç şeyi almanız imkansızdır. .. Ayakkabınızın teki kaybolmuştur, Bismillah demeden denizkestanesine bastığınız çıplak ayağınız kesilip kanamaya başlar ve o anda bir kaplanın

170 ayak izlerine rastlarsınız ya ... Benim hayatım işte böyle irili ufaklıhalkaları olan bir felaket zinciri. Babamın iki karısı vardı. Annem onlardan biri değildi. Akademik hayatım sona erince ticarete atıldım. Kadın iç ça­ maşırı satılan bir dükkan açtım. Annem, moda danışmanım oldu. Biliyorum, manyakça. Zaten geçinemedik. Annemi iş­ ten kovdum. [İtiraf etmeliyim ki, patron olmasam, kendimi de işten atardım.] Bana bir beddua e-mail'i yolladı. Dükka­ nıma kleptomanlar dadandı. Çeçen mafyası musallat oldu. Ardından icra memurları çıkageldi. Hızla iflasa sürüklendim. Üvey babam intihar etmişti. Kiraladığı bir limuzinde ken­ dini vurdu. Onyedi yaşındaydım. Kendisiyle yakından tanışma, sohbeti koyultma fırsatı bulamadım. İlk karım Rüya, dedesinin dedesi yaşında bir holding patro­ nuyla evli. Kızım İmge, daha 19 yaşında. Mimarlık öğrencisi. Fakülteye, özel şoförününkul landığı makam aracıyla gidiyor. Ben mi? Ben ... ayyaş, derbeder, züğürt, avare bir bahtı karayım. Bir zamanlar, insanların ufkunu aydınlatacak, müthiş ki­ taplar yazacağımı sanırdım. Afallatıcı fikirlerim, bilgeliğin doruklarında sözlerim ve büyüleyici tarzımla bir devrim baş­ latacaktım. Heyhat. Ömür çabuk geçti. Hatalarım ve günah­ larım bana ne tecrübe, ne dirayet, ne ihtiyat, ne de gamsız­ lık kazandırdı. 20 sene önce, Felsefi Bir Eşantiyon: Özgür İrade başlıklı bir risale yazmıştım. İnsana atfedilen iradenin dandik bir fa­ raziyeden ibaret olduğunu, buna rağmen ahlaki mesuliyeti­ mizi reddedemeyeceğimizi savlıyordum. Makale, Oxford' da çıkarılan No us adlı felsefe dergisinde yayınlanmış ve epey ilgi çekmişti. Ardından İspatı İmkansız Ha kikatler adlı bir derle­ meye dahil edildi. Şimdiyse, kıçımda "Komançi Uçurumu"

171 yazılı bir dövmeyle dolaşıyorum. Sarhoşken yaptırmışım. Her zaman, her yerde tuhaf, muzır, aşırı, yasadışı ve tahripkar bir performanssergileyebiliyorum. Benim yeteneğim de bu. Ney­ sen o olmaya mecbursun. Pantolonu kazak gibi başından çı­ karamazsın. Kahire'de düzenlenecek bir sempozyuma davet edildim. Ha­ yatım kaymıştı, fakat İngilizler hala fikirlerime ilgi duyuyordu. Mısır'a yaptığım uçak yolculuğu ay tutulmasına ve Cu­ ma'ya denk geldi. Kahire trafiği, fotoğraf gibi kıpırtısızdı. Yolda akan tek şey, The Devil's Anvil'in Shisheler şarkısıydı. Taksiden inip yürümeye koyuldum. Turisdere yıldırıcı nezaketle dil döken milyonlarca Arap'tan birinin çağrısına uyarak bir kahveha­ neye kapağı attım. Güneşin, bariz bir kıvançla aydınlattığı kadınları seyrederken, kahve niyetine servis edilen akü asi­ dini içiyordum. Derken, El-Ezher Camii'nin cemaati sökün etti. Müminlerin dünyevi yüzeyselliği, aleladelikle bağdaşan telaşı, mesnetsiz güleçliği. .. beni duraksattı. İçimden bir ses: "Oğlum Refik" diye lafa girdi. "Tam bin sene önce Aziz Pe­ ter Damien, Tanrı'nın geçmişi bile değiştirebileceğini söylü­ yordu. Blaise Pascal [1623-1662] ise Tanrı'ya inanmayı rasyonel bir tercih sayıyordu ... Tapınağa bir uğramalısın. Belki orada, heykellerin bile kalbini yumuşatan bir tütsü vardır? Yanılgı­ lardan medet umacak değilsin, sahteliğin avuntusu sana ya­ ramaz, fakat belki de hayatın tuhaflıklarını müteakiben ölü­ mün sürprizleri başlıyordur?" Kalktım. Masaya 5 pound bırakıp karşıya geçtim, cami­ nin komple yansıdığı parlak zeminli avlu boyunca gergin yü­ rüdüm. Sanki kalbimin tünelinde bir elektrik kablosu kopmuş, savrularak kıvılcımlar püskürtüyordu. Camiye girdim. Ayak­ kabılarımı çıkardım. Seccade desenleriyle dolu halı, ince işçi­ likli sütunlar, kubbelerdeki nakışlar ... yatıştırıcı ve hipnotize

172 ediciydi. Kehribar renkli yumuşak ışık, konsantrasyonumu arttırıyor, inançsız benliğime huşu enjekte ediyordu. Huylan­ dım. Benden başka yalnızca ihtiyar bir adam vardı. Sütunlar­ dan birine dayanmış, öylece duruyor. Baktım. Hiç kıpırdamı­ yor. Yaklaşıp kontrol ettim. Nefes almıyor. Ölmüştü. Nabzı durmuş, kalbi atmıyor, sesi kesilmiş, istop etmiş; hurdahaş bir Vo svos kesinliğine ulaşmış. Dahası, altını ıslatmıştı. Ne yap­ malıyım? Ambulans mı çağırayım, sokaktan adam mı topla­ yayım, Allah'ın evinde beni karşılayan, dilini bile bilmediğim cesede nasıl yardım edebilirim? Hiç. İroninin hası, sansasyoneldir. Hayatımda ilk kez gördüğüm adamı fazlakurcalamadım, bırakıp, mihraba doğru yürüdüm. O anda, kafamadank etti: Abdest almamıştım. Ön tarafta, mihrabın hizasına oturdum. Suç ve Ceza' da, ateist Raskolnikov, annesine "Benim için dua et" der. Benim valide, beddua modunda. İş başa düşüyor yani. Ben de Rodion Romanoviç Raskolnikov gibi, birçok şeyi anla­ mıyor, bilmiyorum işte. Ellerimi kavuşturdum, Allah'a, resmi bir fısıltıyla hitap ettim: "Müminlerden memnun musunuz? Ben. .. tamam, var­ lığınıza inanmıyorum, daha doğrusu inanamıyorum, fakat müminlerinizin de size gerçekten inandığından kuşkuluyum. Pascalvari bir teolojik avantacılık ile fanilikten nafileliği dış­ lamaya dayalı William James �arzı bir tatil anlayışını birleştir­ mişler. Ahlakı aritmetik, ibadeti geometri sanıyorlar. Sizi rab bellemekten ziyade, mülk edinmiş gibiler. Ortak dostumuz Ender Kalender'i tenzih ederim. Huzurunuza çıkışım, onun referansıyladır. Bir keresinde bana 'Allah'ı putlaştırmamak gerek' demişti. Sizden pek az bahseder. Tam da bu nedenle, hakkınızda çok mühim bir bilgiye sahip olduğunu düşünüyo­ rum. Belki asıl onunla konuşmalıyım. Ender Kalender'in size

173 hakikaten inandığı aşikar. Bu beni şaşırtıyor. Sizin terk etti­ ğiniz bir kainata pekala uyum sağlayabilir, icabında kılıf uy­ durabilirdi. Normalde, benim durumumda birinin ağzından dökülecek tek dua nedir: 'Tanrım, eğer varsan; ruhumu kur­ tar, eğer varsa .. .' Din konusuna hiç girmiyorum. Bence, din, Ta nrı'ya uygun bir yaşam alanı değil. Bilgiyi hiçe saydığı, me­ rakı dışladığı gibi, inanç da içermiyor. To toloji ve oksimoronla örülü, yüzeysel dizgeler. Sizi yaşlı ve huysuz, maço bir baba konumuna hapsediyorlar. Lacan'ın "Büyük Öteki"si çuvala sı­ ğar mı? Antropomorfik bir Tanrı tasavvuru, bana pek yaratıcı gelmiyor. Ben ... Ayaklarımda bir çift buz pateniyle çölün or­ tasında uyanmış gibiyim. Son yirmi yılım, kara deliğe kapı­ lıp yiten bir gölge gibi geçti. Sevdiğim kadınlarla; sevgimizin mazeretini iptal, etkisini ifsat etmede mükemmel bir işbirliği yaptık. Bildiğiniz üzere, hayatın ana fikri, dünyanın konula­ rıyla çelişiyor. Ufkumdaki tabelalar yalnızca dehşetengiz ih­ timalleri gösteriyor: Katışıksız hiçlik ya da cehennem azabı. Üslubunuzu ve yöntemlerinizi sorgulamak bana düşmez ama gerçekten insanları cayır cayır yakıyor musunuz? Sizi, ölüm­ den sonra dirilişi, melekleri, peygamberlerin mucizelerini. .. kı­ sacası insanı mümin katına yükselten önermeleri, bir hipote­ zin parçaları olarak düşündüğümde, tablodaki yegane somut veri kıyamet. Sanırım, zihnimin çarklarına, umutsuzluğun yağı bulaşmış. İnsanların size iman etmesi, cidden önemli mi? İtaat ve teslimiyet talebiniz, ilahi azametinizle çelişmiyor mu? Katliamlar, tabii fe laketler, işgaller, hastalıklar, kazalar, terör ve daha bin türlü kaynaktan qoğan acılar sizin katınızda ka­ firleri cehenneme hazırlayan egzersizlerden mi ibaret? Çağlar boyunca bizim iliklerimizi kavuran gerçeklik, sizin zaman dışı bölgede tasarladığınız bir imge serisi mi? Malum, ben özgür irade diye bir şey olmadığı düşüncesindeyim. Gelgelelim, ka­ dere inanma avantajına da sahip değilim. Beşeri akla ve ah­ laka da hiç itimadım yok. Yani kendimi gerçekleştirecek malze­ meyi bulsam bile. :. yeteneksizim. lmmanuel Kant [1724-1804],

174 pürüzsüz ahlaki tutumu, akli kusursuzlukla ilişkili sayıyordu. Emir-yasak listelerinin yerine prensipleri koyan bu saplantılı şahıs, bize insanın biricikliğini törpüleyen leziz ve ıtırlı bir bu­ dalalığı yutturdu. Tüm insanlığı alakadar eden, hayatları ta­ mamiyle kapsayan entipüften formüllerin tutarlılığına fit ol­ duk. Beşeri döngü orta vadede iyi - kötü, ödül - ceza, zulüm - adalet her şeyi eşitliyor halbuki. Her türlü ayrımın mana­ sını çürüten bir geçiciliğin kurbanlarıyız. Deli ile akil, suçlu ile masum, zengin ile fakirarasında kalıcı bir fark yok. Gide­ rek fakir vemasum bir deli ile akil ve zengin bir suçlu arasın­ daki ayrıma hakkıyla mukayyet olmak imkansız. Rüya'ya [ilk karım] 'Ben evrende bir noktayım sevgilim' demiştim. İstik­ rarsız, fani, dehşet yüklü ve tekinsiz bir evrende ... Sıfırın ast­ ronomik versiyonu. .. Kıyamet de her şeyin sıfırla çarpılması anlamına geldiği için ... Varlık olanca görkemiyle sırıtkan bir kıyamet alameti niteliği taşıdığından ... Sonsuzluktan hiçliğe can çekişerek ilerleyen tarumar göçmen kafilesinin derbeder, pejmürde, sakat üyeleriyiz ... kaosun tozları. Ender Kalender'e inancın kimyasını bahşettiniz. Gönlünün fe rahlığı adamın yüzünde aksediyor. Bense avucumu yalıyorum. Kızımın başı üstüne yemin ederim, sizden bana ulaşacak en ufak bir sin­ yal kabulümdür. Sinyal demişken, şuradaki cesede dair düşü­ neceğim. Zavallılığa bile itirazım yok, anlam kıtlığında bo­ ğulurken, kulluktan kaçınır mıyım? Haşa. Sizden daimi bir alaka ve ihtimam beklemiyorum. İlk hareketi lütfedin ki, be­ nim dünyam da dönmeye başlasın artık ..."

175 Yolu, bekleyerek yarılamak

Ben, bir baltaya sap olamamışlar kralıyım. Sonuçta kral olduğumdan adım gibi eminim. [ARTHUR CRAVAN, 1887-1918]

Korkmuyorsan, cesarete ihtiyaç duymazsın. Kumral bir kadını takip ediyordum. Kahire'nin çıngıraklı çarşılarında, bir dilberin yumuşak ayak izlerine basarak yürü­ yorum. Labirente bırakılınca burnunu dikip dosdoğru hedefe yönelen kokainman bir faregibiyim. Allah'tan bir ipucu iste­ miştim. Camiden çıkınca, esrarengiz bir dedikodu gibi yayı­ lan Lolita Lempicka parfümününsahibini aramaya koyuldum. Ender Kalender, "Şeytanın hakkını yememek lazım" der. Bas­ kın yapmada iblisin üstüne yoktur. O uzman bir psikologdur. Şimdi, deliliğimizi ya da aptallığımızı kafayatakmay alım. Ve dikkatimizi güzelliğiyle halkına itibar kazandıran şu afete yöneltelim. Elmas ile kömür, onun gözlerinde bayram ilan et­ mişler. Omuzlarının parlaklığı, uzaydan görülebilir. Dudak­ ları, ruj reklamından kesilip ağzına yapıştırılmış. Faraza, bu kadınla evlensem, nikahtan bir ay sonra ölse, 60 sene yasını tutarım. Göğüs dekoltesine canlı canlı gömülmek istiyorum. Ceplerimi onun iç çamaşırlarıyla doldurmak. Ben var meleksi duyguları hayvani güdülerle karıştırmak. Siz var beni kınamak. Ağzıma biber sürmek. Ben elinizdeki romanda yapayalnız olmak. Siz tam karşımda yalnız olmak. Bizi yalnızlık değil, acılarımızın kontrolden çıkması delirtmek. Hep beklemek.

176 İnşallah biri gelip içimizdeki düğümleri çözmek. Ben yolu böyle bekleyerek yarılamak. • Ölümlülükten muaf kılmayan bütün stratejiler, bayat ba­ hanelerdir. Sizi bilmem ama bendeniz, sürprizler karşısında langırt kalecisi kadar savunmasızım. Kumral hedefiminarabesk seksapeli yüzünden kalabalığa kramp giriyor. Bir saliseliğine göz göze geliyoruz. Nil yeşili gözleri, içim­ deki küflüpiramitl eri infilaketti riyor. Va ktiyle bir kitapta oku­ duğum şu cümle, beynimin iki yakasına gerilmiş mahya gibi yanıyor: "İlk görüşte aşk, biz erkeklere Hz. Adem'in mirasıdır." Tabutunda uyku tutmamış Drakula kadar stresliyim. O yürüdükçe bulutlara marmelat dökülüyor sanki. Çiçek­ ler bile dönüp arkasından bakıyorlar. Platon'un hayaleti mik­ rofonu alıyor, platonik bir anons yapıyor: "Güzelliğin peşine düşmek, Ta nrı'ya yönelmektir." "Hovardalıktan evliyalığa terfi edilebilir" demek istiyor belki? Levrek peşindeki Nil timsahı gibi ilerliyorum. Yaşlı ve kör bir dilenci, önünden hızla geçen kızın parfümüyle canlanıyor. Erimiş gözlerini fal taşı gibi açıp ağzındaki tek dişle gülümsüyor. Dilenciye bir avuç bozukluk veriyorum. Arkamdan şükran dolu sözler söylüyor. Sanki, halka açık bir sidik yarışını önde götürüyorum. Ya şlı, kel, şişko, çulsuz bir profesör bozuntusunun, zara­ fet timsali genç bir kadını izlemesi görgüsüzlük mü? Aynen öyle. Fakat medeni olmak, barbarlıktan tümüyle kurtulmak değildir. Her medeni birey barbarlık yapabilir. Ben de fırtı­ nalı testosteron denizinde karaya ulaşmaya çalışanlardan biri­ yim nihayetinde. Foktan keçi sütü sağamazsın. İçimdeki hay­ vanın gönlünü almalı, ona bir şans tanımalıyım. Bazen benim

177 de cehaler zırhı, hoyratlık cephanesi ve aptallık silahıyla sefere çıkmam gl'rl'kiyor. İnsanlar ikiye ayrılır: Zevki arayanlar, acı­ dan kaçanlar. Mesele şu ki, aradığını bulana, kaçtığına yaka­ lanana dek neyin ne olduğunu tarri bilemezsin. Cennetre kullanılan kimyasallara bandırılmış dilber, tam da Lokman Hekim'in "Ye" dediği türden bir fıstıktı. Eğer iş­ ler planladığım gibi gerçekleşirse, en güzel 'eski eşim' olacak. Kalabalığın içinde, melek hızıyla hareket ediyor. Yo rul­ maya başlıyorum. Koşu bandındaki hamam böceği gibiyim. Yağmura yakalanmış robocop. Sokaklarda ıslak çoraplarıyla dolaşan bir ahtapot. Ve ... müstakbel eski karım ortadan kayboldu. Modern kentler, kaçakların mekanıdır. İnsan böyle yerlerde otoma­ tikman kamufle olur, pratik bir şekilde buharlaşır. Kaybolma stratejisi, mesafe prensibi ve yabancılık standardı geçerlidir. Çarşının çöle bitiştiği sınıra ulaşmıştım. Şantiye ile ha­ rabe arası bir binanın önünde dikilmiş etrafı tarıyordum. Sa­ manlıktaki iğneyi bir bulsam, görün o zaman ne derin ku­ yular kazacağım! KLİK. Enseme serin bir namlu dayandı. Ellerimi kaldırdım. Tetikteki parmağın sahibi şiirsel bir Arapçayla "Kimsin sen?" diye başlayan bir dizi soru yöneltri. Yavaşça döndüm. İzini kaybettiğim sultan, nakışlı bir Brow­ ning'in diğer ucundaydı. Kar'a dökülen kaynar su misali bir sevinç yayıldı içime. Şükürler olsun ki hayatım planladığım gibi gitmedi ve şu anda buradayım! İçtenlikle gülümsedim: "Yanlış hedefi 12'den vurmak üzeresiniz." "Hiç sanmıyorum." "Hey, ben ölürsem roman biter!" "Ne?"

178 "Bakın, ben İstanbullu bir profesörüm. Buraya, bir fe lsefe sempozyumuna katılmak için geldim." "Beni neden takip ediyorsun?" "Sizi görünce ... özgür olmadan da mutlu olabileceğimi anladım." "Yani? Ne yapacaksın, hayatıma anlam mı katacaksın?" Tabancayı burnumdan alnıma doğru kaldırdı. Şimdi şura­ cıkta beni vursa, ölsem, farzımuhal cennete gitsem, karşıma huri sıfatıyla gene bu kız çıkar! "İsterseniz önce şu silahı indirin. Bir fe lsefeciyi ölümle tehdit etmek. .. porno stara seks kasetiyle şantaj yapmaya benzer. İna­ nın bana." Blöf, az da olsa beceri gerektirir. İnşallah çuvallamam. "Ne istiyorsun benden?" "Bakın, güzelliğinizle sihirbaz asistanı gibi dikkat dağıtıyor­ sunuz. Karşınızda, Habermas gibi düşünüp, Derrida gibi his­ sediyorum. Peşinize takıldım, çünkü sizi gördüğüm o saniye, ömrümün en güzel saniyesiydi. .. Aşk da savaş gibi kumardır. İkisinde de genellikle kaybederim. Gururumu ortaya koydum. Fakat canımı alacağınızı tahmin edemezdim. Demek is_" "Yeter! O yamuk ağzından bir kelime daha çıkarsa, çirkin suratına kurşunu yersin!" ''Aşkolsun. Ben gerçekten o kadar çirkin miyim yani?" Kirpikleri titreşti, dudaklarında bir tebessüm kesiti be­ lirdi: ''Adın ne?" "RefikRisk." Sürmeli gözlerinde bir havai fişek yansıması belirdi. Brow­ ning'i, kat kat elbisesinin içine soktu. Elini uzattı: "ŞifaŞavk." Bu adı Keops Piramidi'nin tepesine kazıyacağım. To kalaştık. İpek şalını saçlarından sıyırıp omuzlarına kaydırırken başıyla "Gel benimle" anlamında bir işaret yaptı. Yan yana yürümeye

179 başladık. Prensesin kalçasındaki papatya dövmesine konmuş arı gibi, aklım karışmıştı. Anlıyorum ki ben tam da 21. yüzyılın adamıyım. Belir­ sizlikte kendini gösteren kusursuzluğa fitim. Kafamın içini yokluyorum, bir B planım var mı diye. B planım, A planımı zorlamak. Hiç konuşmadan yürüyoruz. Eee, her şey mükem­ mel olduğunda susmak gerekir. İki kişilik bir paranteze alın­ mış gibiyiz ... [Parantezleri fazlaciddiye alırsanız, içinden çıkamazsınız.]

180 ikide bir sıf1rdan başlamak

Feylesofun hakikisi, felsefeyle dalga geçer. [BLAISE PASCAL, 1623-1662)

İnsanların çoğu, kişisel çıkarıyla ilgisini kuramadığı bir dü­ şünceyi anlayamaz. Sizin onlardan biri olmadığınızı biliyo­ rum biricik okur. İbn-i Rüşd [1126 - 1198], Ariscoteles [M.Ö. 384 - M.Ö. 322] hakkında "O bir melek" demiş. Bence de siz bir meleksiniz. 1980'lerin sonlarında Ege Üniversitesi'nde felsefe talebe­ siydim. Bornova ... Lizbon, Lukulu ve Lab-lab'ın üstünkörü harmanlanmasından oluşmuş bir kasaba. Yaş 18, iki yıl önce alkole başlamışım, saçım uzun, "İzmir'in Kızları" şarkısını du­ yup gelmişim İstanbul' dan. Felsefe bahane. Öz babam, doğumum sırasında ölmüştü. Klasik hikaye: Hani, kadının 'suyu' gelir, adamı aileden biri arar, o da pal­ yaço makyajını temizlemeye vakit bulamadan sirk kamyone­ tiyle yola çıkar, fizik kurallarını yıkmaya ant içmiş gibi gazı kökler, dehşetengiz bir zamanlamayla hemzemin geçitte trenle çarpışan arabanın parçaları tüm şehre saçılırken, 400 metre ötedeki devlet hastanesinde bir bebek ilk nefesini alır, haklı bir ağlama tutturur ve popoya şaplağı yer ya... Bana acıyasınız diye anlatmıyorum bunları. Ebeveyninin ve çocuklarının kurbanı olmamanın tek yolu öksüz, yetim ve bekar olmaktır. Ye ri gelmişken, o kadar bahtsızdım ki, kaldı­ ğım yetimhane yandı. Şaka şaka. Hem, beni ağlatan şeylere gülmeyecekseniz, neye güleceksiniz? Fakültede, düşünmenin hissetmekten daha zahmetli ol­ duğunu öğrendim. Ve de külfetli. Biyolojik rulette kaybetmi­ şim. Tipsizdim yani. Sırtımda, merhum pederden kalma 25 yıllık ekose ceketle dolanıyordum. Korku tünelinde öpüşen va­ roş gençleri sırasına giremedim. Yetmezmiş gibi, ilk sömestr

181 tatilimk, annem de hasretime dayanamayıp yanıma taşındı. 1,5 yıl l'vli kaldığı kocası intihar etmişti. Herif zengin ve ol­ gun biriydi. Görünürde. Gerçekte ise içi geçmiş bir dolandı­ rıcı. Refika Hanım [annem; onun da bir adı var] zeytinyağı fabrikasının idarehanesinde katipliğe başladı. Taşlar kadar mutsuzdum. Mutsuzluğumu sanata dönüştürecek yetenekten veya çevremdeki insanların acılarını dindirmede kullanacak hünerden de yoksundum. "Her şeyin anlamsız olduğunu söy­ lediğimiz anda manalı bir söz söylemiş oluruz" diyen Albert Camus'nün [1913-1960] birkaç kitabını okudum. O da trafik kazasında ölmüştü. Babamdan 9 yıl önce. Ve cebinde tren bileti vardı. Benim zamanımda, "statü dengeleme" oynardık. Fakülteye Fransız otomobiliyle gelemiyorsanız, koltukaltınıza ödünç bir Fransız romanı sıkıştırırdınız. Bir halta yaramazdı, o ayrı. Her şey psikolojik. Ezeli melankoli, benim ruhumda ebedi depresyonla buluşmuştu. Malum, melankolikler halüsi­ nasyon görür, kabus görür, ebesinin a.ını görür. Profesör Destan Mestan'a aşık oldum. Benden 20 yaş bü­ yük. Porno diyarındaki lezbiyenler kilisesine mensup. Benim de saç tıraşını lezbiyen stilindeydi. Ayvayı sapıyla yemiş, mı­ sırı koçanıyla yutmuştum. Dahası, Destan Hanım sonradan hamile kaldı. İnsan istedi mi neler başarıyor. Ta mam, çekiş­ tirmeyi uzatmayayım; dedikodudan ibret alamayız, fiskosla alim olunmaz. Burada, Entrika Üniversitesi'nin Fitne Fakül­ tesi'nde şeytanın hazırladığı müfredatı işlemiyoruz. İlkçağ Felsefesi dersinde, Destan Mestan "Felsefeyi içinden çıkılmaz bir spekülasyon bataklığı sanmayın" diyordu. "Ha­ yat memat meseleleri hakkındaki zor soruları kendine sormak­ tır fe lsefe. Bu kadar basit. 'Ölümlülüğün avantajları nelerdir? İki insanın birbirini tamamlaması, bir bütün olması müm­ kün mü? Bir şeyin iyi, doğru veya güzel olduğunu nasıl bi­ lebilirim? Hem erdemli hem de mutlu olunabilir mi? Ahlak, kurallara uymak mıdır?. .' gibi mühim suallerin cevaplarını

182 hocadan, öğretmenden, şeften, üstattan, liderden, üfürükçü­ den, babadan, anneden, kocadan, papazdan, komutandan, psikiyatrdan, gazeteciden, politikacıdan, patrondan, bilim in­ sanından hatta bilgeden alamayız. Hiç kimse, bizi biz yapa­ cak verileri sunamaz. Toplumun ellerinde pekala bir 'mamule' dönüşebiliriz fakat bir 'eser' olmak istiyorsak, biricikliğimizi bizzat kendimiz inşa etmeliyiz. Cemiyet sana kimlik belgesi, bilet, makbuz, karne, ehliyet, sertifika, diploma, banknot, ev­ lilik cüzdanı, fatura, poliçe, bordro, reçete, akciğer filmi ve ni­ hayet ölüm belgesi verir; seni öğrenci, asker, eş, memur, işçi, sporcu hatta sanatçı olarak konumlar fakat kişilik sahibi kıl­ maz. Kendiniz olma yolunda tek başınasınız. Bu dezavantajı lehinize çevirebilirseniz, ne ala. insanlaşmak için düşünmek lüzumludur bayanlar baylar." Kışın sokaklarda dalgalanan sisin içinde yürürken, 2 bin 400 yıl önce Aristoteles'in sözünü ettiği 'hayatın gerekleri'ni zihnimde tartıyorum: Özgürlük, bilinç, kişilik, şüphe, muha­ keme ve eleştiri. Bu 6 kavram, birbirine öylesine sıkı bağlı ki, biri eksildi mi, diğerleri azalıyor. Filozof mertebesine ulaşamayabilirim fakat felsefeden isti­ fade kendim olabilirim! Bu iş hoşuma gitmişti. Destan Mestan'ın ahşap yüzünü, budak ağzını, formika gözlerini, talaşlı saçlarını ... amatör marangoz dikkatiyle in­ celiyordum. Hani, Anton Babinski sendromuna yakalanırsı­ nız, beyniniz size oyun oynadığı için, baktığınız şeyleri gördü­ ğünüzü sanır, gerçekte kör olduğunuzu fark etmezsiniz ya ... Ben de, popoya kalp masajı yapma arzusuyla dolmama sebep olan çarpık bir romantizm anlayışına sahiptim. Duygularım karışık, düşüncelerim dolaşıktı. Haz peşinde koşarak kötüleşme bahtiyarlığından men edil­ miştim. Acı çekerek güzelliklerden uzaklaşmayı denedim. Kü­ tüphaneye dadandım. Bir de baktım, Kant "Felsefeyi değil,

183 fe lsefi düşünmeyi öğreniriz" buyurmuş. Hegel [1770-1831] "Felsefe; fikrin, düşünce yoluyla bilince dönüşmesidir" yaz­ mış. Wittgenstein [1889-1951] "Tümden şakasına yazılmış bir metin ciddi ve güzel bir felsefe eseri olabilir" diye kaydetmiş. Horkheimer [1895-1973] "Felsefe, her türlü korkunun, dü­ şünme yetisini köreltmesine karşı durmaktır" demiş. İkide bir sıfırdan başlamayı göze alır, emir alma ve emir verme güdüklüğünden uzak durabilirsem ... Husserl'in [1859-1938] sözünü ettiği "Başka öznelerin zih­ ninde tasdiklenen bilgi"ye ulaşırsam ... Kendim düşünür, seçer, karar verir ve mesuliyet üstlenirsem ... Teslimiyet ile isyan arasındaki ılıman bölgede dengemi bulabilirsem ... Mantığımı ve muhayyilemi uyumlu kılabilirsem ... Kendimi olduğum gibi kabul etmez, daha iyi biri olmaya çalışırsam ... oyuna girebilirim! Felsefe, imkansız aşka benziyordu: Turar lılık var, kesinlik yok; biriciklik var, birliktelik yok; cazibe var, kavuşma yok. 200 bin yılda 120 milyar insanın bulamadığı hakikati arıyor­ sun! Sakin bir gece geçirdin, uykunu aldın, sıcak evindesin, ye­ meğini yedin, rahat battı ve hayatın manasını, evrenin sırrını çözmeye kaldı iş! Hah! Şiirsel bir beyhudelik! Belki de hakikat konvansiyonel değildir? İnsanın havsalasının almayacağı, bün­ yesinin kaldırmayacağı niteliktedir? Bize, teselli mahiyetinde, pembe yalan tonlamasıyla, amorti kabilinden "Seni anlıyorum" diyen kimsenin sunduğu sahte anlamdan fazlasınazaten gücü­ müz yetmiyordur? Şiirsellik işte burada başlıyor sanki? Mual­ laklığa katlanmayı mümkün kılan sarhoşluğu ömre yayabilir­ seniz, sıranızı savıyorsunuz. Virrual realite, narkotik psikoloji, dijital iletişim. Tek kullanımlık yanılgıların anonim müşteri­ leriyiz. Televizyondaki Danimarka dizisini altyazısız izleyen

184 sağır kadar bile şansımız yok. Tümüyle önemsiz bir parçası ol­ duğumuz ebediyeti deşifre etme imtiyazı peşindeyiz. Taksitle mucize satın alan modern garibanlar olarak, bizi kendimize acımaya davet eden muğlak mısralarla avunmayıp ne yapaca­ ğız? Söyleyin, kainatın eksik tahtasını mı vidalayacağız? Al­ lah aşkına, Andromeda'nın gevşek yayını onarıp, kara delik­ lerin contasını mı değiştireceğiz? Hey! Uzaya sinyal gönderiyorum! Beni duyuyorsanız, adre­ sim şu: Refik Risk, Kainat, Samanyolu Galaksisi, Güneş Sis­ temi, Dünya, Asya, Türkiye, İzmir, Bornova, Majestik Ma­ halle, Giovanni Scognamillo Caddesi, Sonlu Sokak, Apaçi Apartmanı, Numara 7! Yerimi bulursanız, bana burada ne haltlar döndüğünü bildirin olur mu? Felsefe imkansızı istemekten doğan bir acemilik; erişil­ meze ulaşma çabasından kaynaklanan bir yenilik ve bitim­ sizle iştigal etmenin getirdiği bir süreklilik içeriyordu. Feyle­ sof, dehasını amatörlüğe hasreden kişiydi. Fasulyeden feylesof olmaya razı değilseniz, çelişkilerinizi mazur gösteremezsiniz. Michel Foucault [1926-1984) insanın kurucu özne vasfıtaşı­ yan bir ilke değil, tarihsel bir kavram olduğunu söylüyordu. Louis Althusser [1918-1990), tarihin öznesiz bir süreç olduğunu yazmıştı. Jacques Lacan [1901-1981) ise psikanalizi psikolojik normlardan koparmak gerektiğini, çünkü insanın tanımlana­ mayacağını öne sürmüştü. Gelgelelim, Foucault hukuki, Alt­ husser politik, Lacari. ise psikiyatrik mücadeleleriyle tanınırlar. Umutsuzluk ile umut iç içedir. Evren'i hizaya getiremez­ sin. Fasulyesin. Gaza gelsen bile uçuşa geçemezsin.

185 Nostalji patinajı

O kadar sıcaktı ki, Şeytan bile yağmur duasına çıkmıştı. So­ run değil. Şifa'nın kendi rüzgarı var. Nefesinden, teninden, saçlarından yayılan rayihalı meltemle serinliyorum. Peşinden yürüyorum. Kafam,T arzan'ı n gardırobu gibi boş. Kalbim, ayna kadar dolu. Hani bir melek size matkap uzatır ve "Kokla" der, o anda bunun bir rüya olduğunu anlamanız gerekir fakatan layamaz­ sınız ya ... İşte öyle bir haletiruhiye içindeydim. Şifa eşarbıyla başını, ağzını, burnunun ucunu örtmüş. So­ ğan kabuklarıyla kaplı mücevher. Bir kahvehanenin önün­ deki ahşap sandalyelere oturuyoruz. Çaylar, saniyesinde geli­ yor. Flört erdemli bir günah, günahlı bir erdemdir. Açıkçası, Arapların bunu bildiğinden emin değilim. Kendimi, düğünde geline kur yapan davetsiz misafi r gibi hissediyorum. "Teşekkür ederim" diye söze giriyorum. "Niye?" "Yani. .. Bana bir şans verdiğinizi düşünüyorum." "Cehennemde sıcak karşılanmanın sizi memnun etmesi ne hoş" deyip, çayından bir yudum alıyor. "Burayı sevdim. Sayenizde." Hafifçe öne uzanıyor: "Benimle tanışmadan önceki prob­ lemlerini özleyeceksin." "Kendinize de, bana da haksızlık ediyorsunuz" diyerek sı­ rıtıyorum. Eşarbından süzülen tatlı bir fı sıltıyla soruyor: "Muhabe­ rat'tan mısın?" "İlgisi yok. Dedim ya, fe lsefeciyim. Üstelik felsefeninJames Bond'undan ziyade Barney Rubble'ı [Barni Moloztaş] sayılırım. Sizinle alakadar olmak için gizli servise mi başvurmalıyım?"

186 "Şimdi anlarız." iPhone'uyla fotoğrafımı çekiyor. "Ben de sizin bir fotoğrafınızı çekebilir miyim?" "O zaman seni vurmak zorunda kalırım." Yu muşak sesi kulağımı okşuyor. "Neden?" Hurma mitra telefonunu kurcalarken, dev bir kadın ma­ samıza yanaştı. Haltere meraklı bir basketbolcuya benziyor. O kadar iri ki, herhalde çocukken Barbie bebek yerine vitrin mankeniyle oynuyordu. Şifa'ya eğilerek alto sesiyle soruyor: "Bir mesele mi var şef?" Beriki, başını iki yana sallayıp telefonun ekranını zirman hanıma gösteriyor: ''.Asayiş berkemal, Varda." Ve katana, ka­ fasını sallayıp uzaklaşıyor. Toynak takırtısı çıkaran, kaya bü­ yüklüğündeki mor kunduralarına gözüm takılıyor. Galiba gene belamı buldum. Hoşlandığım dilber, organize suç şebekesinden. Yüz tanıma uygulamasıyla kimlik tespiti yap­ madan kimseyle konuşmuyor. Belki de teröristtir? Mısır' daki illegal örgütlerde böyle fıstıklar toplandıysa, istihbarattaki ara­ nanlar listesi, manken ajansı kataloğuna benziyordur. "Üniversiteden kovulmuşsun?" "Buna üzülmem için bir neden kalmadı. Akademisyenliğe de­ vam etseydim, muhtemelen elimde siyah bir şemsiyeyle Oxford'da, Theodore Zeldin'in evine doğru koşturuyordum şimdi. Halbuki size ilk görüşte vurulan şapşal sürüsünün yeni üyesiyim artık." "Ya ben, sizinle değil de Zeldin'le buluşmayı istiyorsam?" ''.Adam Phillips'e göre 'Çift, üç kişiden oluşur.' Yani siz, ben ve Zeldin iyi bir çift olabiliriz?" "Her şeyi böyle alaya mı alırsın?" "Espritüel olmaya çalışıyorum.'' "ç··un k"" u.� "

187 "A ptallar şaka yapabilir fakat espri yapamaz." ''Akıl ve mizah ihtiyacımı senden karşılamak isteyeceğim zehabına nereden kapıldın?" diye sordu silahlı huri. Camel paketinden bir sigara çıkarıp yaktım: "Ben tekaüt takımındanım. Nostalji patinajı yapan bir külüstür. Medeni cesaretimi toplayıp flörte kalkıştığımda sapığa benziyorum. Sense baklava yufkasıgibisin." "Baklava yufkası mı? Ne biçim iltifat bu?" Haklıydı. "O halde, şöyle söyleyeyim: Dişlerin çok güzel Şifa... Köle pazarı kurulsa, ilk sen satılırsın." Güldü: "Bu daha da garip!" "Öyle çekicisin ki, hiçbir görgü kuralına uyman gerekmez." "Neler söylüyorsunuz?" ''Aslındatüm yasakları çiğneyebilir, dilediğin suçu işleye­ bilirsin. Aklına karpuz kabuğu düşürmek, yani seni azmettir­ mek istemem ... fakat bana ateş etseydin, bu işin tek kaybe­ deni ben olurdum." Kaşlarını kaldırdı: "Mübalağa ve belagatle birtakım he­ deflerevarılabileceğini kabul ediyorum. Fakat ben onlardan biri değilim Bay Risk." "Konuya bu derece mantıklı yaklaşırsan, seninle tartışa- marn." "Latifeleriniz, iltifatlarınızdan daha iyi sanki?" "Bu ses tonuyla söylediğin hiçbir şeye itiraz edemem ... Sana rastladığımda şey diye düşündüm ..." "Ne?" "Gerçek gibi görünüyor?" Neşelenmişti: "Gene abartıyorsun." Ajan olduğumdan kuşkulanan, beni vurmasına ramak kal­ mış bir yasadışı şebeke mensubuna kur yaptığıma göre, kabul,

188 canını çöpte bulmuş, ebleh bir nihilistim: "Seni gören karda­ nadamlar anında erir Şifa;gerçek adamlar, hatta heykeller de. Bahse girerim, ne zaman bir anahtar deliğinden baksan, orada sana bakan bir göz buluyorsun. Sen yanlışlıkla birine çarpıp her 'Pardon' dediğinde, karşındaki kimse 'Şeref duydum' di­ yordur. Yemeklerden sonra tatlı niyetine tırnaklarını yiyorsun­ dur. Cennette, çocuklara şeker dağıtan melek olarak seni gö­ revlendirecekler Şif_" TIK! Boş çay bardağını masaya koyarken ayağa kalktı: "Bu kadarı kafi. Müsaadenizle." Yürümeye koyuldu. Saçmaladım: "Gidiyor musunuz?" Omzunun üstünden baktı: "Nerede kalıyorsun?" "Şehit Zekeriya Bey Caddesi'ndeki Fairmont Towers'ta." "Okey, ben seni bulurum."

189 Antika Titanik

An'ı yaşa. Titanik'te tatlı tepsisini geri çeviren bütün o kadınları düşün. [ERMA BOMBECK, 1927 - 1996]

Hani yeni tanıştığınız ve hoşlandığınız birinden haber bekli­ yorsunuzdur; zaman geçirmek için hayvanat bahçesine gider, dalgın dalgın gezinirsiniz; telefon çalar; açayım derken, me­ ret elinizden düşüp kafeslerden birine yuvarlanıverir; telefonu goril açar, böğürüp homurdanarak, potansiyel sevgilinize si­ zin hayvanın teki olduğunuz mesajını net bir şekilde verir ve kısmetiniz kapanır ya ... İşte böyle bir felakete uğramamak için otel odamdan dışarı adım atmıyordum. Felsefe sempoz­ yumunu tümüyle unutmuştum. Beni, Şifa'ya bağlayan pamuk ipliğinin kopmaması için dua ediyordum. Duş başlığı bile telefonumdan daha çok ses çıkarıyor. Ka­ pıdan tık yok. Şifabeni bulacak mı? Öyleyse ne zaman? Nab­ zım, kolumdaki saatte atıyor: Tik-tak, tik tak, tik-tak... Şi­ fa'yla çay içerken masamıza yanaşan dişi lenduha kapıyı çatır çutur kırıp içeri dalarak haber getirse, ona da razıyım. Bekleme yarışında herkesi solladım. Ya da bana öyle ge­ liyor. Baltasar Gracian [1601-1658) "Beklemek" demiş "he­ ves ve ihtirastan arınmış, sabırla bezenmiş bir kalbe alamet­ tir." Miadı dolmuş bir tespit. Hız çağındayız artık. Ölülerin beklediği, bekleyenlerin öldüğü devirde. Zaman makinesi icat etmiş bir vampir değilseniz, sabır ile selamet arasındaki mesa­ feyi sağ salim geçemezsiniz. İmernetten, haberlere göz atıyorum: "28 yaşındaki Linda Murphy, sevgilisi William Ryans'a 1 hafta içinde tam 77 bin 639 kere telefon etti! 41 bin 229 SMS, 647 e-mail yazdı! 227 sesli mesaj bıraktı!" Kadın, 1 aydır çıktığı adamın ev, iş ve cep telefonunu aynı anda arayabilmek için üç telefon kullan­ mış. Uykuyu, enerji içeceğiyle baştan savmış. Resmen doping

190 yapmış. Çekirge istilası, pirana akını, haçlı seferi gibi! Askeri orkestra, Linda için hücum marşı çalmalı! Keşke, Şifada beni Linda'nın azim ve kararlılığıyla kuşatsa. Didiklese, gagalasa, başımın etini yese. Zıvanadan çıkmış bir taciz fı rtınasına im­ reneceğim aklıma gelmezdi. "Exxon Mobil'e ait bir petrol tankeri Kanada açıklarında battı. Şirket, ekolojik duyarlığını ifademaksadıyla, kazada ze­ hirlenen iki ayıbalığının tedavisi ve temizliğine 80 bin dolar harcadı. Ay ıbalıkları, yüzlerce vatandaşın karıldığı muhteşem bir törenle denize salındı. 1 dakika sonra, henüz sevinç çığlık­ ları ve alkışlar sürerken, bir katil balina, cümle alemin gözü önünde iki ayıbalığını da hatır hutur yedi!" Videoyu tıklıyo­ rum. Exxon Mobil'in kapitalist iradesini kuşatan evrensel iro­ ninin tecelli kaydını izliyorum. Katil balinalara ısmarlanan 80 bin dolarlık kahvaltı.

Seneca [M.Ö. 4 - M.S. 65) "Kader, vermediğini almaz" demiş. Çıldı ran Herkül' ün yazarı haklı mı? Cem Karaca da "Yandım, yandım kar mı verdi / Ekşi tatlı nar mı verdi / Sarı­ lacak yar mı verdi / Ne 'm alacakfelek benim?" diye haykırdığı şarkıda aynı mevzuya değiniyor sanki. Devrilen, kan kaybeden ve okyanusa gömülen tankerin hislerini anlıyorum. Neşeyle oradan oraya yüzerken birdenbire petrole bulanıp zehirlenen ayıbalıklarının yaşadığı şoku da. Tenha okyanusta kasvetle sürten katil balinaların, pat diye gökten düşen ziyafetle bayram edişini. .. Mutlu bir an'ı ölümsüzleştirmek için cep telefonlarıyla vi­ deo çeken kalabalığın, ölümle yüzleşmesini de ... Şifa'ya rastlamak, onunla konuşmak ve şimdi de ondan sin­ yal beklemek, bana pahalıya parlayan bir paranoyak hassasiyeti kazandırmıştı. 'Hassasiyet' kelimesinin altını titizlikle çiziyorum.

191 Hani karınıza şiddet uyguluyorsunuzdur, o da haklı olarak dava açar, boşanırsınız, bir süre sonra cinsiyet değiştirirsiniz, o da değiştirir, tekrar evlenirsiniz, bu defa o içip içip sizi döver ya ... İşte her şeyle, herkesle öyle yoğun bir empati kurabiliyordum. Bir başka haber: "Kahire Kızılları, Dimyac'ta mescit bom­ baladı. 13 vatandaş, ikindi namazı kılarken şehir düştü. Ya­ ralı sayısı 80'i buluyor. Askeri kaynaklar, rejim aleyhtarı örgüt üyelerinin kısa zamanda yakalanıp idam edileceğini müjde­ ledi. .." Zaferpeşi nde koşmak, suçunun ödüllendirilmesini is­ temektir. Biri bunu Ortadoğu halklarına söylese iyi olacak. Sıradaki manşete baktım: "Titanik, yeniden sefere çıkı­ yor." lgor Jaguar adlı Rus işadamı, Titanik'in aynısını inşa etme hevesine kapılmış. Çin'de yapılan gemi, 1912' de bacan asıl Ticanik'in rotasını izleyerek Souchampton' dan New York'a gidecekmiş. Transatlantiğin, 500 milyon dolara mal olacağı öngörülüyormuş. Açık arttırmayla piyasaya sunulan biletlerin çoğu sarılmış bile. . . Peh! Ticanik, kibrin sembolü sayılır. İn­ sanoğlu "Tanrı'nın bile bacıramayacağı bir gemi" yaptığı iddia­ sıyla haddini aşrı ve buzdağına tosladı. Bana.sorarsanız Titanik dünya hayatını temsil ediyor. 4'ce 3'ü sularla kaplı yerkürede bitmeyen, batmayan hiçbir şey yok. Va rlık, yokluğa teşne. Ti­ tanik; siz, ben, herkes, hepimiz gibi kendi akıbetine doğru iler­ ledi. Rota, hız, hedef... bizi Yahya Kemal'in şiirindeki "Meç­ hule giden bir gemi" konumundan kurtaramaz. Sırra kadem basmaya mahkumuz. Buzdağı peşimizde. ZIRRRRRRR! Komodinin üstündeki telefonçal dı. Açtım: "Sör, ŞifaHa­ nım lobide sizi bekliyor." Yerimden fırladım, odadan çıktım ve hızla artan bir hızla · koştum! Adımlarımda, dört yapraklı yoncayı yemiş tavşanın aya­ ğını ezen atın nal sesi duyuluyordu.

192 Canh kum torbası

Yumruklar konuşmaz, kanlı yumruklar konuşur! [MICHAEL MUHAMMAD KNIGHT, lst1rap Risalesi]

Hayatım, yanan bir ok gibi ilerliyordu. Zenon'un oku. Külüstür cipin arka koltuğuna yığılmıştım. Dirseklerimin üzerinde zar zor doğrulup dikiz aynasında kendime baktım. Ördek vajinasına benzeyen suratım buruşuk ve ıslaktı. Yedi­ ğim dayağın her saniyesini hatırlayacağım. Lobiye indiğimde Şifa ortalıkta yoktu. Resepsiyondaki sıska, kel ve meymenetsiz görevli, girişte bekleyen 1989 mo­ del siyah Jeep Cherokee'yi işaret etti. Ben sekerek yaklaşır­ ken cipin arka kapısı kendiliğinden açıldı. Sevgilime kavuşma hevesiyle atıldığımda bir çift el yakamı sımsıkı kavrayıp beni içeri çekti ve gözümün üstüne bir yumruk indi: GÜM! Araba kalkarken, peşimden biri atlayıp kapıyı kapattı. Gırt­ lak mahreçli, ürkütücü İngilizcesiyle "Seni fe na pataklaya­ cağız! Hem çocukluğunu hatırlarsın!" derken işe koyuldu. Şakaklarıma, burnuma, ağzıma hınçla vuruyorlardı. Canlı kum torbasıydım: "Durun!" PAT! "Kimsiniz?!" KÜT! "Ha­ yır!" BAM! .. Kaktüs labirentindeki kirpi gibi sıkışıp kaldım. Kim bu adamlar? Asker mi, gerilla mı, gangster mi? .. Ne is­ tiyorlar? Nereye gidiyoruz? Beni öylesine hiddetle dövüyorlardı ki beynimdeki karak­ ter, mantık, iletişim ve cinselliği yöneten gri madde buharlaştı. Kanım koltuklara, camlara, şoförün kepçe kulaklarına saçı­ lıyor. Araba normal hızla ilerlerken, ben adeta şarampole yu­ varlanıyorum. Son gördüğüm şey, heriflerden birinin reçineli yumruğuna yapışmış ön dişlerimdi!

193 Occam'ın Usturası, Hegel'in Testeresi

FOŞŞŞŞŞŞŞ!!! Tepemden aşağı, metal bir kovadan buzlu su dökülerek uyandırıldım. "HIGHIAAAAA!" Sırılsıklam, çırılçıplağım ve tir tir tit­ riyorum. Hani astronotsunuzdur, uzay aracından inip Merih'e adım atarsınız ve o anda dişiniz feci şekilde ağrımaya başlar ya ... İşte öyle, çın çın çınlayan bir evrende tek başına kalmıştım. Tamam, bazen de birden mideniz bulanır kaskın içine kusar­ sınız, ne oluyor demeye kalmadan hapşırırsınız, kainata bir kusmuk penceresinden bakmaktasınızdır ve hala diş ağrısı ca­ nınıza okuyordur... Kafamın içinde kum fırtınasıvar sanki. Şiş gözlerimi zor bela aralıyorum. Her şey bulanık. Gölge oyunundaki atletik siluetlerin bozuk plak uğultusu duyulu­ yor. Üç kişiler. Çapaklı görüntü, cızırtılı ses. Ahşap bir san­ dalyeye urganla bağlamışlar beni. İşkence yaralarıyla süslen­ miş cesede benziyorum. Yüksek tavanlı bir hangardayız. Çürük mimari, paslı ih­ tişam, küflü albeni. Bahse girerim, burası birçok insanın ha­ yatında gördüğü son yerdir. Heriflerden ikisi potin, kamuflaj desenli pantolon ve haki tişört giymiş. Saçlar kısa. Asker oldukları aşikar. Siyah takım elbiseli üçüncü ise ötede elektronik sigara içiyor. Ne ki bu? Te rminator'ün s.kini emmek gibi bir şey. Sanırım, askeri darbeden sonra Mısır'a hakim olan politik paranoya yüzünden buradayım. Rastgele avlanan kolluk kuv­ vetlerinin cinai piyangosu bana vurdu. Ağır sıklet savaşçı yüzümü incelerken ayılmam için yana­ ğımı fiskeliyor. Sol elmacıkkemiğinde soğuk mühür benzeri,

194 oval bir yara izi var. Öldüğünüzde bile elinizi tutsun isteme­ yeceğiniz türde biri. SAT Komandoları, onun yanında kurşun asker gibi kalır. "Uyan! Uyan!" diye kükrüyor. Takım elbiseli çiroz dumanlar savurarak bana yaklaşıyor. Gözünde keskin bir sübyancı parıltısı: "Söyleyin bakalım Bay Risk ... Kahire Kızılları'yla ne tür bir bağlantınız var?" "Hı?" "İngilizlerin talimatlarını örgüte ilettiğinizi biliyoruz!" BAM! Diğer asker, bir işe yaramak heyecanıyla sanırım, om­ zuma bir kroşe çakıyor. Sandalyemle birlikte sürükleniyorum. "Yo ..." Az ötedeki kovaya, işkence aletleriyle dolu olduğunu tah­ min ettiğim ensiz yüksek masaya ve tavandaki boruya bağlı zincirin ucundaki kancaya bakıyorum. Bu gerzeklerin beni yok yere öldüreceği kesin. Kelimeler, patlak dudaklarımın arasına sıkışıyor: "Sadec. .. fe lsef... sempoz ..." Damgalı çam yarması, tabanca kılıfının tokasını açıyor. Sig Sauer Scorpion'u çekip alnıma doğrultuyor: "Temizleye­ lim gitsin, komutanım." Asansörde yellenen basketçinin yanındaki cüce kadar ça­ resizim. Hayatı bir ceza şeklinde yaşayanlar, her fırsattasuç işleyerek durumu dengelemeye çalışır. Ve işte onların pençesindeyim. Caninin ateş etme arzusunu tetikleyecek bir şey yapma­ mak için nefesimi tuttum. Sivil komutan Arapça birşeyler söyledi. Acaba ne yumurt­ ladı? Ömrümde hiçbir şeyi bu kadar merak etmemiştim.

195 Manyak, psikopat ile sadistin beyin fı rtınası kısa sürdü. Asker bozuntusu silahını kılıfa koydu. Gidip masadaki alet­ leri kurcaladı. Zulüm zımbırtılarını evirip çeviriyordu: Şan­ ghay kerpeteni, timsah tasması, Judas makası ... Kemik saplı Rus usturasını açtı, kıllı kolunda gezdirdi ve uçarı bir tebes­ sümle bana yöneldi. Bağırıp çırpınarak bir rehine dansına baş­ ladım. Sandalye altımda takırdıyor. "Burada seni akbabalardan başka kimse duyamaz!" dedi cellat. Öbür asker meşe dalı parmaklarıyla kafamıkavrayıp bas­ tırdı. Kıpırdayamıyordum. Or.spu çocuğu, usturayı yüzüme yaklaştırırken Occam'ın Usturası'nı hatırlıyorum: "Emia non sum multiplicanda pra­ eter necessitatem!" Yani "Gerekmedikçe varlıkları çoğaltma." Daha azıyla yapılabilecek işi, çoğuyla yapmak beyhudedir. İki izahtan I teoriden basit olanı münasiptir. Bir de benim 'He­ gel 'in Testeresi' dediğim ilke var: "Dünya olaylarının baskısı altında, evrensel ilkenin hiçbir yararı olmaz." Kaçınılmaz sonun başlangıcındaydım. Occam'ın Usturası ile Hegel'in Testeresi işimi bitirecekti. Basite indirgenecek ve ıskartaya çıkarılacaktım. Profesyonel cellat vücudumu kesip doğramaya koyuldu. VIJJJT! VIIIIIJJJJJT! VIIIIIIIJJJJJJJT! Ustura yüzüme, kol­ larıma, göğsüme kan çizgileri çekiyordu. Çığlık atmak istiyor fakat ancak inleyebiliyordum: "lnn­ nnnggghhhhhhh!" Tepemdeki asker, diğer elini alttan bastırarak çenemi ki­ litledi. Sırada ne var? Yaralarımı, Himalaya tuzuyla mı sıvayacaklar?

196 A-ha! Korkunç tahminim tuttu! Izbandut, usturayı savu­ rurken, öteki, pis bir poşetten aldığı kaya tuzu keseğiyle, kesik­ leri ovmaya koyuldu! Zehirli zımpara, iliklerimi yakıyor! Bey­ nimde kıvılcımlar uçuşuyor! Kezzapla gargara yapıyorum sanki! Kan revan içinde, can çekişme ile ruhunu teslim etme ara­ sındaki eşikte sallanıyordum. Hani ülkede kaçak yaşayan, kimsesiz, su katılmamış bir alkolik; üç kuruş fazla kazanabilmek için, çalıştığı genelevin camlarını sabahın köründe silerken; bir tsunami dalgası bi­ nayı yerle yeksan edince boğulur ve siz yani onun karnındaki cenin de ecelin zifiri ablukası altında kalakalırsınız ya. . . İşte öyle katışıksız bir hüsrana gark oldum!

197 Kaosa mütevazı bir katkı

Uykudan uyanıp da kendisiyle karşılaşmayan insan yoktur. [JORGE LUIS BORGES, 1899-1986)

Uyandığımda ipler benim elimdeydi artık. Arkeoloji müzesi kadar sağırdım. Hiçbir şey hissetmiyordum. Galibiyeti gölge­ leyen muhteşem bir mağlubiyet frekansı yakalamıştım. Dev­ rimci bir gerillanın kıvancıyla doluydum. Altıma işemiştim. Neysem o olmaktan memnundum. Stoacılığın Nirvana'sına ulaşmıştım! İşkencecilerin yavan sorularını, cevaplarımla yıkıp geçi­ yordum. "Bizim kim olduğumuzu biliyor musun?!" "Kesinlikle! .. Birbirinizin telefonlarında 'Yavşak' ımmm 'Mankafa've 'Piç' diye kayıtlısınız?" "Ben kül yutmam ... Beni asla kandıramazsın!" "Bahse girerim, bunu tüm erkeklere söylüyorsundur." "Profesörsün öyle mi?" "Sayılır ... Patlak Kondom Anaokulu, Alcatraz Hapisha­ nesi ve Liverpool Tımarhanesi gibi saygın kurumlarda eği­ rim gördüm." "Neden buradasın aşağılık herif?!" "Kaosa mütevazı bir katkı niteliğinde ... Endonezya' da pi­ rinç hasadı kötü geçerse; Keşan' da, eldivenlerini kaybeden in­ san sayısında dramatik bir artış görülür!" "Şeriatçılara karşı mısın? Söyle!?" "Hiç de bile! .. Onlarla aynı striptiz kulübüne gidiyorum!" "Global bir komplo mu söz konusu?"

198 ''Ah zavallı kerata ... Mühim olan detaylardır ... gerisi te­ fe rruat!" "Neden konuşmuyorsun, gebereceksin?" "Hepimiz ... gebermeyecek miyiz? .. Bence ... hayat ... sır saklamak için ideal kısalıkta!" "Kime çalışıyorsun? Kimsin?!" "Hani bir arkadaş grubuyla gece meyhanede buluşursunuz ..." "Evet?" "Ürkütücü ve şişman bir kadın vardır... " "Evet!" "Ondan köşe bucak kaçarsınız ..." "Evet." "Yer içer sarhoş olur. .. ve sabah yanınızda o şişko kadınla , uyanırsınız ya ?... , "Evet?!" "İşte ben o kadın değilim." "Dalga geçmeyi bırak! Bize bilgi vermezsen ... seni mermi manyağı yaparım! Duş alırken bile çelik yelek giyersin! Bilgi ver!" "Bilgi? .. Entelektüel, başkalarıyla; bilge ise kendisiyle çelişir!" Ne kadar zeki olursanız olun, Doğu' da duygusal şantajla, romantik sondajla, vicdani markajla sizi alt ederler. Komutan "Öyle mi? .. Haberin olsun, senin cenaze törenini müteaki­ ben ŞifaŞavk'ın da icabına bakacağız!" deyince fe leğim şaştı. "Yo! .." Başım öne düştü. İnsanın cesaretinin bu kadar ko­ lay kırılması, cesaret kırıcı. Elektronik sigaranın Darth Vader nefesiyle savrulan "Ce­ hennemdeki en mutlu çift olacaksınız!" tehdidini duydum. Ve bir silah sesi, cümlenin sonuna ünlem işareti koydu: DUF!

199 Çıplaklar kampından, maskeli baloya ışınlanmak

Kral zaten çıplaktı. Çıplaklar kampının kralıydı. [MARIO MORATA, 1901-1988, Palavra Prensibi]

Hangarda, bir aşiret düğünü gürültüsü baş gösterdi. Maskeli bir çete, ortama dalmıştı. Silahlar konuşuyordu. Dört bir yan­ dan mermi yağıyor. Paslı borulardan sekerek yeri göğü delik deşik edip Azrail'in kulaklarını çınlatan mermiler! Ezildim, büzüldüm, yumuldum ve DUF! Bir kurşun, sandalyemin sağ ön ayağını parçaladı! PAT! Yü züstü devrildim. ÇOT! Başım, beton zemine çarptı. O an evrendeki tüm yıldızları saydım. Amorf bir şekle bürünmüştüm. Picasso tablosundan düşmüş gibiyim. Ateş seli ile barut sağanağının ortasında, İngiliz tuzu yut­ muş gibi uğunuyorum. Beynimde ateş karıncaları cihat edi­ yor! Hiçbir şey benim kontrolümde değil. Altını ıslatan bir uyurgezer gibiydim. Platon [M.Ö. 427 - M.Ö. 347] okudum, Th e Matrix'i [1999] izledim, Şifa'yla tanıştım [2017] ve şimdi buradayım! Hani vahşi doğada botanik araştırması yaparken tökezle­ yip azgın bir nehre yuvarlanırsınız; akıntıda sürüklenirken tu­ tunduğunuz bitki, türünün son temsilcisidir, kopup elinizde kalır ve şelaleden aşağı uçarken son söz olarak "Bu hiç de iyi olmadı" dersiniz ya ... O kız, benimle, geri kalan her şeyin arasına girmişti. Kıyamet borusu üflenmeden önce sahne alan şeytan, kulağımın dibinde zurna çalıyor. Spinoza'nın [1632- 1677], insan iradesinin geçersizliğine dair görüşüne ironik bir yorum katarak vardığım yere bakın! Çıplaklar kampından, maskeli baloya ışınlanmıştım! Adrenalin, kayaları kamçılayan dalgalar gibi kalbime çar­ pıyordu. Nerem acıyor, sızlıyor, ağrıyor kestiremiyorum. Acaba

200 vuruldum mu? Benim gibi kalibresi yüksek bir adamı, düşük kalibreli mermiyle haklamamışlardır umarım. Şuurum büsbütün bulanmıştı. Kanlı paçavralar içinde sen­ deleyerek çöp konteynırına toslayan divane misali, papazı bu­ lacağım! Balığa suni teneffüs yapamazsın. Başkasının poposuyla yel­ lenemezsin. Heyhat! Kurt olmasa, keçi hacca giderdi! Silah orkestrası susmuştu. Herkes demir leblebilerden pa­ yını yedi demek ki. Tek tük, "tak tak" ayak sesleri duyuluyor; yerdeki kovanlardan metalik çıtırtılar. Şifa'nınparfümü, kozm etik bir kartvizit gibi, kırık burnuma dokunuyor: "Varda Rowa, sen Refik'i al. Tüyelim buradan." Şifa'nınkokus u, sesi, gölgesi. .. O tarumar halimle bile öyle etkilendim ki, içimden devasa bir kuş havalandı. Sağ gözümün iğne ucu kadar kalmış aralığından gördüğüm 44 numara mor kunduralar, toz toprak savurarak yaklaşıyor. Varda Rowa, beni kapıp omzuna acıyor. Kim der ki bu dişi tepegözün önadı İbranice gül; soyadı ise Arapça aşka çağıran hayaldir? Kim ne derse desin, çelişkiler zihne zin­ delik katar. Taze cesecler, haylaz bir çocuğun dağılmış oyuncakları sanki: Kırık, yırtık ve kanlı. Va rda adımlarını sıklaştırırken, kacliam mahallinden ya­ mula yalpalaya uzaklaşıyorum. Neslinin tükenmesine saniyeler kalmış bir hayvan gibi, üs­ tünkörü merasimle Nuh'un gemisine taşınıyorum.

201 Gencebay'ın ordusunda savaştım

Alıntılardan nefret ederim. [RALPH WALDO EMERSON]

Kıyametin iyi tarafları var muhakkak. Sopa yemiş, işkence­ den geçirilmiş ve vurulmuştum. Fakat işte Şifa başucumda gülümsüyor: İlk bakışta harika, son tahlilde şahane kız. Cen­ netin başkent yerlilerinin soyundan mı geliyor? Nedir bu ka­ dife geometri, abidevi zarafet? Grimm Biraderler onu tanı­ salardı, Pamuk Prenses masalındaki cüce sayısını 7 milyona çıkarırlardı! Ah cananım, feleğin çemberini hulahop diye çe­ virir. Onu gördüğüm ilk andan beri, içimde bir hasret kro­ nometresi çalışıyor. Şifa'nın gözlerinde, kebap olmuş suratımın aksine bakıyo­ rum. Ve onun Mona Lisa tebessümüne, pişmiş kelle sırıtışıyla karşılık veriyorum. Hangardaki şamata sırasında, bir kurşun, sol bacağımın kalf kasını delip geçmiş. Ucuz atlatma olimpiyatı yapılsa, al­ tın madalyayı kapmıştım. Kahire' de kendimi buldum ... mahvedemediklerini sakacla­ yan şehirde. Beni de ağına düşürdü. Tuzaktaki taze leziz yem­ den başka şey görmüyor gözüm. Rengarenk fenerlerle dolu bir depodayız. Yu muşak ışıklar bir menkıbe külliyatı sanki: "Burada her nevi günah sevap­ tır" yollu kanaatler ilham ediyor. Güvercin büyüklüğünde bir mavi kelebek konmuş tavana. Vay be ... Ta mam, Arap komandoların gadrine uğramıştım fakat sahra dilberi de yaralarımı sarmıştı. Benim karmam if­ rat ve tefritcüzlerinden müteşekkil. En ağır ceza ile en yüksek mükafat peş peşe geliyor. Orta yolu bulmadan ortalamayı tut­ turuyorum. Kim demiş "At sırtındayken balık avlanmaz" diye?

202 Doğrulmayı denedim, kıpırdayamadım: "Şifa... Şimdi de ben sana pansuman yapayım, ödeşelim." Kaşlarını kaldırdı: "Sana ketamin verdik ..." Yutkundum: "Yani. .. kıçıma aygır fitili mi soktunuz?" Sol tarafımdaasılı serumu işaret etti: "Hayır, damardan ... Ağrılarını dindirmek için. Katatoniye, halüsinasyona ve taşi­ kardiye sebep olabilir gerçi, fakat nabzın normal. Hareket et­ mekte, bir süre zorlanacaksın. Dinlenmeye bak. Umduğum­ dan daha dayanıklısın." "Ne zamandır buradayım?" "İki gün kadar. 42 saat uyudun." "Utanç verici ..." diyerek dudağımı ısırdım. Şifa'nın elini tutmamış, ağzını öpmemiştim henüz ve o altımı temizlemişti! Neyi kastettiğimi şıp diye anladı: "Sonda takılı." Rezillik benim yaşama biçimim. Tüm hayatlar saçmadır. Bir stiliniz var mı yok mu, mesele bu. Çenemi hafifçe kaldırdım: "Tavanda dev bir kelebek var mı?" Sesini alçalttı: "İlacın yan etkisi... Kelebek sanrısı. .. genel­ likle, yakın geçmişte ölen sevdiğimiz bir kişiyle ilişkilidir... " "Sanmıyorum. Ben de çoğu kimse gibiyim; bir insan, son nefesini verdikten sonra bana sempatik görünmeye başlıyor." "Gerçekten mi?" Toleranslı bir alaycılıkla gülümsedi. ''Aaa, evetama ... yani. .. Kurallar istisnalarla paslaşır, bi­ liyorsun. İlk görüşte aşkın yerini hiçbir şey tutmaz mesela. Bunun bilincindeyim! Kayınçom, aslan gibi adamdı, ani bir kararla vejetaryen oldu, kim ne diyebilir? Felix Hoffmann, 1897'nin Ağustos'unda hem Aspirin'i hem eroini buldu. Ne bileyim, kübist resimlerin hiçbirinde küp yoktur! .." Flört pa­ razitlenmesin diye çabalarken, kurdun tasarladığı labirentteki

203 koyun gibi kayboldum! Tanrı aşkına, benim kayınbiraderim yok ki?! Neler zırvalıyorum?! Zaten çirkinim! Elektronik ke­ lepçemi sonuna kadar şarj ediyorum! Umutsuz insanlara özgü sorumsuzluktan daha tehlikeli ne var? Bir süre çenemi tuttum. Şifabir şey söylemeyince konuyu değiştirdim: "Loğusa domuzun idrarıyla duş almış gibi koku­ yorum değil mi?" "Estağfurullah... " deyip hafifçe dönerek pencerenin al­ tında duran valize baktı. Benim poliüretan bohçam. Otelden alıp getirmişlerdi demek? İllegallitenin likit forsu. "Biliyor musun, evrimsel olarak insanın uygarlaştıkça koku alma yetisinin gerilemesi gerekir. Dört ayak üstünde dolaşan atalarımızın yiyecek bulmak, avlanmak ve tehlikelerden ko­ runmak için iyi koku almaları zorunluydu. Günümüzde ise bu bir ilkellik alametinden başka bir şey değil. Barış, güven, özgürlük ortamında duyarlı bir burun sataşkan, korkak ve çı­ karcı kimselerin silahıdır." Böyle atıp tutarken, üzerimdeki ör­ tünün altında çırılçıplak olduğumu fark ettim. "Enteresan?" dedi Şifa. Ah, kibar insanlar bir fikrekatıl­ madıklarında böyle söylerler. Bittim ben. "Bir de hamilelerin: Gebeliğin dehşet dengesi, hassas bu­ runa ruhsat temin eder" diyerek toparlamaya çalıştım. Görüş alanımın dışında biri bir düğmeye bastı. Ve Orhan Gencebay'ın 24 yaşındayken yazıp besteleyip söylediği [1969] Hor Görme Garibi şarkısı çalmaya başladı. Şifasüzülmüş bir merakla sordu: "Gencebay'ı tanıyor mu­ sun?" "Elbette" dedim, "Onun ordusunda savaştım!" Şifa'nın arkasında Varda Rowa peyda oldu. Bu kadında beni tedirgin eden bir yön var. Cinsiyet değiştirme ameliyatı

204 başarısız geçmiş bir Sovyet ajanına benziyor. Hayatımı kur­ tardı, müzik zevkimiz uyuyor ve birbirimizden pek hazzetmi­ yoruz. Bana Ho w to Get Away with Murder' daki [Cinayetten Nasıl Yırtarsın] Viola Davis gibi bakıyor: İfadesiz. Şifa'yadönüy orum: "Siz hep Türkçe şarkılar mı dinlersiniz?" "Yarın Mecnun Meyhanesi'nde sahne alacağım. Ümmü Gülsüm ve Gencebay'sız hicran ummanına dalamazsın." "Profesyonel şarkıcısın demek?" ''Anesteziteknisyeniyim aslında."

Şaşırmıştım: "O halde neden? .. " Va rda Rowa, başına tabut örtüsü yeşili bir eşarp bağlar­ ken söze karışıyor: "Kahire Kızılları'na hoş geldin yabancı!" Hani bunalımdasınızdır; limuzinde kokain çekip jette se­ vişmek tat vermiyordur artık; kapitalizmin aktive ettiği ego­ nuzun motivasyon salgısı kurumuştur; doğum gününüzün sa­ bahı intihara kalkışır beceremezsiniz; öğlende suikasttan yara almadan kurtulursunuz, akşam "Hayatta belki hala manalı birşeyler bulabilirim" diye ümitlendiğinizde, kontrolden çı­ kan bir halk otobüsünün altında kalıp can verirsiniz ya ... İşte öyle kronik ironi zincirinin son halkası burnuma takılmıştı. "Nerdeyiz biz?" diye sordum. "Han el-Halil Çarşısı'nda" dedi Şifa "Midak Sokağı'nda." "Necib Mahfuz'un romanındaki sokakta mı?" "Evet ... Aşk ile belanın aynı anlama geldiği yerde."

205 imkansızı isteye isteye bugünlere geldik

Hakikati arıyorsan, gerçeğin dışına çık. [KOMACHI RENJO, M.Ö. 4 Bin Yılından Beri Sık Sorulan Sorular]

Romanı yeni açanlar için söylüyorum: Bir felsefe sempozyu­ munda sunum yapmak için geldiğim Kahire' de komünist bir militana aşık oldum: Şifa Şavk. 'Bir taşla iki kuş' klasiği. Şifa, kızım İmge'den birkaç yaş büyük. Yani babası yaşındayım. Hiç ama hiçbir ortak noktamız yok: Fasafısoprofesör ile süperso­ nik gerillanın sessiz sinemaya benzeyen aşk oyunu. Aklımdan ne mi geçiyor? Hiç. Cinsel uzvumun dikine gidiyorum. Bile­ miyorum, Şifa dünyayı kurtarırken ben de yumurtaları haş­ larım herhalde? Dostum Ender Kalender'in papağanı var: Fred. 1970'lerin polisiye dizisi Baretta' daki kakadunun adaşı. İstanbul Boğazı'n­ dan geçen bir gemiden kaçmış, dostumun penceresine konmuştu. Ne şans! Ender, ona ''Allah bir!" demeyi öğretmişti. Kuşcağız iman dolu bir helecanla haykırdığında [''Allah bir!"], soruyorum "Nereden biliyorsun?" Ne dese beğenirsiniz: "Kuşlar söyledi!" Ne anlatıyordum? Hah ... Kısa boylu, kıllı, keltoş, sorum­ suz, hedonist, müflis bir moruksanız otomatikman yavşıyor­ sunuz. Dolunaya karşı uluyan kılkurduna dönüşüyorsunuz. Ben şu pespaye halimle, etrafıyasak aşkın elektrikli tel örgü­ süyle çevrili Şifa'nın kalbine gireceğim öyle mi? 'Şifa'ya layık olmayan kişiler listesi' hazırlansa, ırz düşmanı sadist canilerle birlikte ilk sayfaya kaydedilirdim. Efendim? Ne dediniz? Evet, sonuçta ben de bir insanım, değil mi ya? Hem hangimiz yangın musluğundan su içmiyo­ ruz, dua ederken sessizce os.rmuyoruz, kusmuk kaplı bir ge­ linlikle maraton koşmuyoruz ki? Ayrıca ... insanlık bugünlere imkansızı isteye isteye geldi.

206 Size bir şey söyleyeyim mi? Vicdanın böylesine kolay ra­ hatlaması dehşet verici. İstanbul'a dönüş biletim yandı. Şifa'nın hünerli müşfikel­ lerinde yeni bir hayata başlama eğilimindeydim. Yüzümdeki morluklar, gövdemdeki kesikler, bacağımdaki kurşun deliği. .. hepsi bana uğur getirmişti. Bir plana ve bir de mucizeye ihtiyacım vardı. 9 gün geçti. Uslu durdum. Serum, pelte, püre ve lapayla beslendim. Birkaç kilo verdim. Şifa "Birçok ameliyatta bulundum" demişti "derisi kesi­ lip sıyırılınca tüm insanlar aynı: Kan, kas, yağ ve kemik. Dış güzelliğin bir anlamı yok." Yaşayan en güzel kızdan bunları işitseniz siz de umutlanmaz mısınız? Ha? Benimle aynı fikir­ desiniz demek? Rodeocunun şahidi matador!

207 Hipotez ile tevil arasında bocalamak

Egzistansiyalizmin Fransa' daki ilk temsilcisi Gabriel Marcd [1889-1973], görülen ontolojik lüzum üzerine varoluş imka­ nına müteallik ipuçlarıyla çevrildiğimizi söyler. "Sen, ben'in karşısında oturan bir başka ben' dir," "Sadakat özgürlüktür," "Umut bir sırdır" der. Diyebilirim ki Şifa'nın ben olduğunu düşünmem için hiçbir neden yok. Kendi suyumdan yapılma bir çorba içmek istemem; "ontolojik lüzum" bana lüks; kendimi kainata montajlamak­ tansa, kendimden kurtulup farklı bir ben olmayı tercih ederim. Hem sadakat, özgürlüğe kölelikten bile daha uzak değil mi? Umut erişilmez ise, ondan bize ulaşan ışık, sönmüş bir yıl­ dızınkinden evla mıdır? Marcel, modern zihnin nesneleştirme ve fonksiyonelleş­ tirme temayülleri sebebiyle, varlığın, değerini de kutsallığını da algılayamadığımızı ifade� diyordu. Ortaya konuşuyor fakat laf bana giriyor. O bir Katolik'ti. Yani hipotez ile tevil arasında bocala- mak istemiyordu. Evren'in kullanışsız olmasına itirazı yoktu. Aşkı, ilahi bir delil [ayet] sayıyordu. Varlığı problem olarak ele almaktan değil, onun bir sır ol­ duğunu kabul etmekten yanaydı. Belki de... bazı şeyler ne iseler onun tersidirler? Mesela red­ detmek, imana yaklaşmanın en münasip yoludur? Ciddiyim. Reddedişe varan sürece yayılan analiz, en büyük sevaptır? Pi­ yasaya sürülmüş, artık indirim reyonunda teşhir edilen defolu bir tanrıya yönelmenin nesi kutsal? Ve galiba "İnanıyorum" diyenler, kaçınılmaz olarak yalan söylediklerinden günaha gi­ riyorlar. Dürüst iseler "İmanlı biri olduğuma inanıyorum" de­ meliler. Çünkü hiç kimse hayatı kuşatan ve ömrün her anına

208 değen manayı dinden tedarik edemiyor. Zayıflık, dini inan­ cın yapısal özelliği. Din politik, ekonomik ve sosyal alanlara sızdığında ise siyasi iktidarı, karı, ve her türlü zaferi [ötekini mağlup etmeyi] kutsayan bir patolojik formasyona dönüşüyor. Öte yandan Marcel, meşru sözün yegane zemini olarak fe lsefeyi görüyordu. Haklı. Va az, buyruk ve telkin; budalalık, zillet ve kör şiddetten başka ne getirebilir? Yaradan adına ko­ nuşmak, yaratıcılık gerektirmiyor zaten. Gerçek şu ki, hakikati bulmuş değiliz. Tüm ölümcül so­ rular sorulmadı ve hayati cevaplar verilemedi hala. Hey?! Saçmalık sathında, arızalı teçhizatla, nafile çabala­ yan tek fani ben miyim? Marcel'i anlıyorum aslında. Dünyayı kuşbakışı görme ta­ lihine eren kimse, pekala "Sen, bir başka ben' dir" hükmüne varabilir. Fakat yüzeydeyken, yüzeysellikten kaçınmak zor. Fe­ laket alametine benzese de, umut işaretleri elbette var. Stanis­ law Jerzy Lec'in [1909-1966] de dediği gibi "Umuttan umut kesilmez." Gene de varoluş sırrının, bizim anlamlandırabilece­ ğimiz türde bir ifadesi olduğundan emin değilim. Felsefe bile hakikatin sistematik dedikodusu işte. Kainatı magazin say­ falarına sığdırmak müşkül. Kendini kandırmak, kanımızda var. Amortiyi teselli sayarak avunuyoruz. Yenilgiyi kutlayanlar, yanılgıyı kutsamaya meyyaldir. Belki, galiba, sanırım, acaba, sanki, bence, muhtemelen, adeta yani.

209 Rastlantllar tesadüfi değildir

Kırıldı direğim, batıyor gemim / Hala poyraz gibi es kara bahtım. [CEM KARACA şarkısı]

Şifakamuflaj desenli bir elbise giymişti. Kolayca gözden kay­ boluyor. Ara tara bulamıyorum. Siyah gözlüğümü zırt pırt çıkarıp takıyorum. Neye yara­ yacaksa? Kahire'de 13 milyon kişi saklambaç oynuyoruz adeta. Her­ kes Şifa'yı mı arıyor? Dünyanın ilk günüymüş gibi parlıyor güneş. Sokaklarda ışık çağlayanları akıyor. Nur damlıyor saçaklardan. Burada 'aydınlanma' da gönül işi. Modası geçmiyor. Na­ mütenahi melodram. Arabeski severim. Favori arabeskçim Nietzsche. Din'le işim yok ama şu öğle ezanını duyuyorsunuz değil mi? Hari­ kulade. Ezan da arabesk. Evvel ezelden Şifa'nınizini sürüyormuşum meğer. Galaksi­ nin tüm çekmecelerinde, ansiklopedinin yanlış ciltlerinde, iyi günde, kötü günde, ıssızlıkta ve izdihamda, duyguda ve dü­ şüncede, hastalıkta ve sağlıkta, mikroskopla ve teleskopla, çi­ çekler hızla büyürken ve bombalar yavaşça düşerken ... Ağlayarak sayıklayan bir çift uyurgezer gibi birbirimizin peşindeydik hep. Onu ilk gördüğüm günü hatırladım. "Rastlantılar tesadüfi değildir" diye düşünmüştüm. Salağım çünkü. 19. asırda yaşamış 20. asır filozofu [roman yazması sizi ya­ nıltmasın] Oscar Wilde'ın [1854-1900) hep haklı çıkmasın­ dan gıcık kapıyorum: "Erkek, kadın tarafından enseleninceye

210 dek onuiı peşinden koşar." Şifaarkamda belirip elini omzuma koydu: "Buzlu kahve içelim mi?" Ku r'anharfleriyle "Starbucks" yazılı tabelanın önünde, İs­ lam sancağı yeşili şemsiyenin altındaki rahle genişliğinde ma­ saya oturduk. Frappuccino'ları yudumluyoruz. Ne yapsam acaba? Kelime-i şahadet getirip İslamiyet'e dö­ neyim. Kızın hoşuna gider. Nasıl olsa din, inanç gerektirmiyor? "Gitmelisin artık" diyerek, kahvesinden bir fırt çekti. "Nereye?" "Doğal ortamına." Alman otomobillerinin arasında gamsızca ilerleyen deveye gözüm takılıyor bir an: "O halde sen de benimle gel Şifa." Tebessümle dudak büktü: "Bu ... siyah-beyaz bir teklif." "Öyleyse ben burada kalayım?" "Olmaz." "Sanmıştım ki. .." "Tahmin ile kanıtı ayırt edemeyen birine benzemiyorsun halbuki." Şifa'nınağzı gıcır gıcır bir kırmızı buzdolabına ben­ ziyor. Açınca, dişleri minik lambalar gibi yanıyor. "Hiç mi şansım yok?" "Senin bahtını açmak benim vazifem değil Refik." "Nasıl böyle soğukkanlısın?" "Buzlu kahve yüzünden olabilir? .. Belki bana bir dikizci­ nin nazarı değmiştir? .. Sonuç itibariy.le ben de bir hayvanım." Bir melekten bunu duymak beni afallatıyor. "Hayvan mı?!" "Çok hücrelilik, solunum, eşeyli üreme, içgüdüler, hor­ monlar, salgılar, enzimler, boşaltım sistemi. .."

21 1 "Tabii ya, başka biri var?" "Başka biri daima vardır. Biliyorsun." "İyi ama benim hayatımı kurtarmak için kendini neden tehlikeye attın?" "Vay vay, şuraya bakın, filozofun içinden gazeteci çıktı! Aktüel magazine amma meraklısın?" "Durumu anlamaya çalışıyorum sadece." "Varda Rowa, Muhaberat elemanlarının seni izlediğini fark etmişti. O dangozlar herkesi ajan sanır. Tüm turistlerden şüp­ helenirler. Hem sen tek başına geziyorsun. Akademik bir top­ lantıya katılıyorsun." "Ne var bunda?" "Bilmezden gelme. Diktatörler akademisyenlerin baş düş­ manıdır. Bu ülkenin başında bir asker var. Madalyalı bir öd­ lek. Despotik iktidar nezdinde meşruiyet itaate, itibar ya­ lakalığa, birlik ise yalana bağlıdır. Zorbaların hepsi drama kraliçesidir. Üstelik sen ilk fırsatta Kahire Kızılları'yla temasa geçtin. İşkence görecek ve öldürülecektin. Bizim de bir guru­ rumuz var yani." "Tuhaf... " "Neymiş o?" "Neden direkt size saldırmıyorlar?" Kontrollü bir kahkaha attı: "Çünkü bizim hem Rusya hem de Britanya' dan talimat ve lojistik destek aldığımızı dü­ şünüyorlar. Aslında küçük bir grubuz. Seçmenleri 'iç tehdit' ve 'dış mihrak' martavallarıyla kandırmayı sürdürebilmek için bizi tümden yok etmiyorlar. Uydurdukları teranelere, zamanla kendileri de inandılar. Yani MI6'ten ve KGB' den çekiniyorlar.

212 Ahmak ve açgözlü paranoyakların gaddarlık ile pısırıklık ara­ sında nasıl zikzak çizdiklerini bilsen şaşarsın." "Heee" diye başlayıp birşeyler mırıldandım. Ye di dilde ge­ veleyebiliyorum. "Hepsi bu. Şimdi sen kendi hayatına döneceksin. Ben de doğruyu söylemenin cüretkarlık, küstahlık ve bozgunculuk sa­ yıldığı oyunda kalacağım." Kız, Rousseau'ya atıftabulu nuyor. Dünyanın astarı tersyüz olmuştu. Dilimle damağıma bir­ kaç daire çizdikten sonra ''Aşkta bedel ödenir fakat pazarlık yapılamaz; aşkı satın alamazsın; farkındayım. Keşke ..." dedim. "Zayıflıkgösterip kendimi korumakla yetinemem." ''Acaba seninle bir kez daha ..." "Olmaz." "Yani son bir defa... " "Vedalaştık işte; git haydi." Bu söz mızrak gibi kalbimden girip beynimden çıktı.

213 Hayatımıza mana katan şey, yaşam kalitemizi düşürüyor

Kadın bedenine hapsedilmiş bir erkek gibi hissediyordum. Sonra doğdum. [DOMINGO DOMINGUEZ, Astronomik Porsiyon]

Kahire'yi dört dönüyorum. iPhone kulaklığının sesini sonuna kadar açmışım. Aşık Sümmani'nin kana karışan türküsünü, Müslüm Gürses'in can yakıcı sesinden dinliyorum: ''Ervdh-ı ezelde, levh-i kalemde / Bu benim bahtımı kara yazmışlar" Taş­ larında hala protesto sloganlarının yankılandığı Tahrir Meyda­ nı'ndan ışık hızıyla geçiyorum. Kahire Kulesi'ne tırmanıp ora­ dan Üsküdar'a mı uçayım? Timsah gözyaşlarından mürekkep Nil'in yatağına mı uzanayım? Çılgın bir mimann çiziminde yürüyorum sanki. Oteller, bankalar, benzinciler ardımda dep­ rem çatırtıları, yangın çıtırtılarıyla çöküyor. Bir koşu Keops Piramidi'nin tepesine çıkıp Müslüm Gürses'le birlikte haykır­ sam: "YazanlarLe yla'nın Mecnun' kitabın / RefikRisk' i bir ke­ nara yazmışlar... " Niye böyle? Felsefe şölenine katılsak bile neden rasyonali­ teden tam nasiplenemiyoruz? Batı'nın "karikatür" dediği me­ lodramdan, algılayamadığı arabeskten vazgeçemiyoruz? Ha­ yatımıza mana katan şey, yaşam kalitemizi düşüren efkar mı yani? Ben ki hazzı sevdaya yeğ tutan bir modern bireyim. Gel­ gelelim ıstırabın büyüsünden yakamı kurtaramıyorum. "İlk günah" ile "ezeli yemin" arasındaki farkmı bu? Aşk ateşi ya­ nınca niye her şey küle kesiyor? Delirmemiz şart mı? Hüzün hipotezi, naz nazariyesi ve sitem sistemine bağlıyız işte. Göz­ yaşında yüzmeyen gülüş geçersiz. Teslimiyet, isyanı er geç ku­ şatıyor. Kendi kalbiyle şut çeken divane forvetleriz. Radikal romantikler, kanlı canlı faniler, mutsuzluktan memnun ka­ lenderleriz. Bu diyarda da katı olan her şey buharlaşıyor. Taş yürekler hariç.

214 Ne diyordum? Benzin dolu kondom yutmuş gibiyim. İçim yanıyor. Aşk acısını gazellerdeki tesviyeli sözcüklerle anlata­ mam ben. Bir gözüyle ağlayıp öbürüyle göz kırpan bir ma­ dikçiyim nihayetinde. Hani iki başlı keçiyi kesip, yarı kızarmış yarı çiğ, dizgin­ siz bir iştahla tıkındığınız korkunç rüyadan kan ter içinde uyanırsınız; ıssız bir adadasınızdır ve gerçekten de tıka basa yediğiniz keçinin iki kurukafası size ürkünç sırıtışlarla bakar ya ... İşte öyle hem fazla ağır hem de bomboş hissediyorum. Kafaya takmayayım, değil mi? Sonuçta hepimiz birileri için yanlış kişiyiz, ha? Filozofça söylersek "Dert, ona katlanma ka­ pasitesi yaratır." Konuyu dağıtıyorum ama bilmenizde fayda var: Bir filozofun düşüncelerini kesin delil saymak, sizi fe lse­ feden uzaklaştırır. Zaman akıp geçecektir. Kanun böyle. Her şey unutulacak. Mecburen. Devran dönecek elbet. İşi bu. Gün gelecek, Londra'nın arka sokaklarında Şifa ile el ele koşacağızdır. Peşimizde tabancalı adamlar. Ajan Smithler Kı­ raathanesi'nden fırlamışlar, bizi vurup çaylar soğumadan geri­ singeri dönecekler! Ötede, az önce seks yapmış gibi görünen çıplak bir heykel. DUF! Bir mermi, benim başımı ıskalayıp heykelinkini parçalar! Şifa'nın avucumdaki elini iyice sıkarım . .. O demleri de göreceğiz kıymetli okur. Bu bir hayal değil, ters­ ten dejavu. Bir an'ı yaşayacağını sezmek. Hissikablelvuku. Teh­ like hattı ile tehdit çizgisinin kesiştiği noktaya doğru doludiz­ gin ilerlerken bendeniz de saadetten bir yudum tadacağımdır.

215 Çekirdek reklamındaki çekirdek aile

Belki de kerestelere bakmaktan, ormanı göremiyorum? Ne yaptım, bilin? Havalimanının kapısından döndüm. Şifa Şavk, elektrikli süpürgesiyle beni çekiyor. Onun, en çok benim üzerimde işe yarayan süper güçleri var sanki. Arzula­ nan kimse, geçici olarak ölümsüzleşir. Azrail'in menzilinden çıkmak için de olsa Şifa'dan uzaklaşmak istemiyordum. Mu­ hayyel öpücük, gerçek mermiden etkilidir bazen. Paraya kıyıp Sixt'ten bir Subaru Legacy kiraladım. Kim­ lik sorulmayan, köhne bir motele kapağı attım. Fareler, pire­ ler ve hamamböceklerinin barış içinde yaşadığı bir cumhu­ riyet. Odada klima yok. Hava öyle sıcak ki ağzımın içinde dilim haşlandı, hayaller görmeye başladım. Biraz serinleyebil­ mek için, Jo Nesbo'nun Th e Snowman [Kardanadam] roma­ nını kah okuyorum, kah yelpaze olarak kullanıyorum. Akşamüstükızıma telefon ettim: "İmgetto, bir süre dahabu­ radayım. Araplara fe lsefe öğretiyorum. Geç olsun temiz olsun." Ye rel radyoda şiir okuyan taşralı genç solcuların ekolu se­ siyle "Beni-ni-ni-ni yalnız-nız-nız-nız bırakma-ma-ma-ma ba­ ba-ha-ha-ha" dedi. Ebeveyn mesuliyetimin farkında olduğumu söyleyip ekle­ dim: "Biriciğim, sadece üç-beş gün ..." "Seni-ni-ni-ni çok-çok-çok-çok özledim-dim-dim-dim ..." "Kalbim seninle prenses. Geldiğimde beraber parka gi- deriz, oyuncak alır, çilekli dondurma yeriz ... Anlaştık mı?" "Olur-lur-lur-lur, babacığım-ğım-ğım-ğım ..." "Hoşça kal güzel kızım." "Geç kal-ma-ma-ma baba-ha-ha-ha ..."

216 Telefonu kapatınca hülyalara daldım. Külüstür yatağa uzan­ mış, döküntü tavandan mutluluk resimleri seçiyorum: İmge, ben ve Şifagül gibi geçiniyoruz. Mutfaktaşakalaşıp gülüşerek sofra hazırlıyoruz. Çekirdek reklamındaki çekirdek aile gibi şen şatır ışıldıyoruz. Mumya yalnızlığından sıyrılmış, şipşirin Miki Fare dinamizmi kazanmışız. Kahkahalarla kaykay akro­ basisi yapıyoruz. Yerçekimi kanunu kalkmış; uçarak voley­ bol onuyoruz. Rahibe Teresa bize "Evlatlarım" derken, Gan­ dhi öpücük, Steve Jobs plaket veriyor. Cennetten yeni mahsul üzüm göndermişler altın tepside. Melekler tribünlerde kanat çırparak alkışlıyor bizi. Muhammed Ali Clay, İmge'ye; Jesse Owens, Şifa'ya, Badi Ekrem bana madalya takıy_ TIK! Kapıdan gelen tıkırtıyla irkilip zınk diye doğruldum. Gi­ rişle oda arasındaki kısa antrede TAK TAK ayak sesleri. Ür­ pertiyle ünledim: "Kim o?" Cevap yok. Cinayet öncesi sessizlik mi bu? Mısır'da em­ niyet bana haram. Kapım kilit tutmuyor. İki saniye sonra, bir Arap'ın askerlik anılarında yaşamaya başlayacağım. Ohhh! Varda Rowa?! Bu kadını görünce ferahlayacağım aklıma gelmezdi. O kadar iri ki, odaya girince karanlık çöktü. Şapkasında kurşun deliği bulunan kovboy havasında, ağ­ zının kenarıyla konuştu: "Selam habibi."

217 Ölürsem yaşayamam

Te lefondan Yo utube'u açıp Varda Rowa'ya Va rdar Ovası tür­ küsünü dinlettim: ''Atatürk'ün en sevdiği şarkıdasın." "Erkeklerle aram pek iyi değil. Atatürk yaşasaydı, onunla da şansım olmazdı herhalde?" "Öyle deme lütfen. Eminim silah zevkiniz uyuşurdu. Sen, Kuvayı Milliye' de büyük yararlık gösterirdin. O, Kahire Kı­ zılları'nın öncülüğünde Mısır'ın muasır medeniyet seviyesini aşma idealini benimsemesini sağlardı. Hiyeroglifler ve Arap alfabesinden sonra Latin harflerine geçerdiniz. İkinizin mum ışığında yemek yiyip kırmızı şarap içtiğinizi hayal edebiliyo­ rum. Resmi romantizm ve törensel cilveleşmenin ardından, meydan muharebesi harareti taşıyan tutkulu vuslat ..." "Bu çöpçatanlık işinde epey iyisin" dedi. "Öyle mi?" "Evet ... Gerçekleri hiçe sayıp koşulları umursamadan ve mantığı rafa kaldırarak düşünülebilirmiş gibi hissettiriyorsun. Bir felsefe uzmanı için fazlasıyla tuhaf. Immanuel Kant seni görse, tokadı patlatıp 'Defol hurdan!' derdi." "Sen ne diyorsun?" Kolundaki kartal dövmesini kaşıdı: "Aynı şeyi: Kahire' de işin bitti. Voltanı al. İkile. Yaylan." "ŞifaŞavk'ı etkilemem mümkün değil mi dersin?" "Benim, Atatürk'ü tavlamam ihtimalinden biraz az." "Kavuşmaları ölüm de hayat da engeller, diyorsun?" "Hı-hım." ''Aşk ile irade birbirini öteler yani?" "Hı-hım."

218 "Şifa'yı benden daha iyi tanıdığına göre, sana inanmalıyım?" Kalın parmaklarıyla köşeli çenesini ovdu: "Hı-hım ... Mev­ zuyu iyi toparladın." "Ama ben ..." "Gene ne var?" "Ona rastlayınca, ilk görüşte aşka inandım." "Aynaya bak, geçer. Ben öyle yapıyorum." "Şifa'sız ölürüm." "Eee?" "Ölürsem yaşayamam." "Biliyor musun, bir keresinde bir Hint fakiriniçivi taban­ casıyla haklamıştım." "Yani?" ''Asabımı bozmasan iyi edersin. Yo ga minderi suratlı fri­ jit paranoyak vegan pasif-agresif şımarık ve budala bir yelloza mı benziyorum sence?" "Ha? Yo oo?" "Senin kemiklerini öğütüp, beyazlatıcı diye kahveme ka­ tarım!" ''Ah, ne aptalım, kahve ister misin sahi?" "Dalga mı geçiyorsun?" "Ciddiyim. Sadece bana biraz Şifa'dan bahset Va rda Rowa. Onunla tek ortak tanıdığım sensin." "Beni tanıdığını düşünüyorsun demek?" "Bak, hani zifiri karanlıkta, önünde açık boyama kitabı, elinde renkli kalemlerle oturmaktasındır ya ..."

219 "Lafı nereye getireceksin?" "Sayfadaki kediyi boyayabilmek için yardımına ihtiya- cım var. ,, "Ne yapmamı istiyorsun?" "Işığı açmanı." Bir anlık tereddütten sonra omuzlarını indirdi: "Orasını bilemem ama senin için kediyi boyayabilirim." Mor ayakkabılarını çıkarıp yatağa oturdu. Ben de kalkıp kirli kettle'ın düğmesine bastım.

220 "Ninem, diğer ninemi öldürdü"

Kuku kaki kakak kakak ku kayak kuku kaki kakek kakek ku. ["Bacımın ayak tırnakları dedeminkilere benziyor." ENDONEZYA TEKERLEMESİ]

"Bir kahve daha?" "1-ıh. Ağzımın içi köle götü gibi oldu." "Sigara?" Paketi uzattım. "Beni en zayıf yerimden yakaladın" deyip bir dal aldı. İzimi, Subaru'yu kiraladığım Sixt'in bilgisayar kayıtları ve otomobildeki GPS sayesinde bulmuş. Kaçma işinde acemiyim. Ben bile nerede olduğumu bilmiyorum ama fakabasıp gerilla radarına yakalanarak suikast alarmını çaldırıyorum ... Varda Rowa, anne tarafından Yahudi'ymiş. "Tomsk'ta doğdum." Babası Katolik. "Babamın akrabaları rahipler ve gangsterlerden oluşuyordu." O daha 7 yaşındayken ailece St. Petersburg'a yerleşmişler. "Neden dersen, ninem, diğer ninemi öldürdü." Ya ni babaannesi, anneannesinin icabına bakmış; Ya­ hudileri pek sevmiyormuş. "Babam, Dostoyevski Müzesi'nin bulunduğu caddede kırtasiye dükkanı açtı." Va rda, İsrail or­ dusunda 3 yıl askerlik yapmış. "Komutanlar, kalmam için yal­ vardılar ama tezkeremi aldım." Yüzbaşı Ezra, ona Mısır seya­ hatine çıkmayı teklif etmiş. "4 sene önceydi." Ezra, farenin yakışıklısı bir herifmiş. "Gene de o çelimsiz şopardan hoşla­ nıyordum." Masrafları Ezra çekmiş. "Bu bir ilkti. O zamana dek bir erkek bana rugalach bile ısmarlamamıştı." Gece, sar­ hoş Ezra, Gella'yı sevdiğini, Mısır turuna aslında onunla çık­ mayı planladığını söylemiş. "Gella hemşireydi. Ve Hollywood sarışınlarını andırıyordu." Gella son anda cayınca, Ezra da onu kıskandırmak için Va rda'yı yanına katmış. "Gella beni tatbi­ kat ve operasyonlardaki başarımdan ötürü mü kıskanacak?!"

221 Va rda, Ezra'yı sırtına atıp otele taşımış. "Ezra yol boyunca sü­ rekli kulağımın dibinde 'Gella, Gellacığım, Gella'm benim .. .' diye sayıklıyordu." Hayal kırıklığına uğrayan Va rda, Ezra'yı uyarmış: "Kes artık! Kapa o boklu çeneni! Bir daha 'Gella' deme sakın!" Ezra yatakta doğrulup baygın bir sırıtışla "Gella?" deyince [BAM!!!] Va rda Rowa kılkuyruğun ağzına yumruğu indirmiş! "Gebereceğini bilemezdim." Evet, piç kurusunun son sözü "Gella" olmuş. Va rda, duş kabininde cesedi parça­ lara ayırmış. "Kuşbaşı doğradım. Çöle taşıdım. Ve akbabalara ikram ettim." İsrail 'e dönerse tutuklanır, Rusya' da ispiyonla­ nırmış. "En iyisi, Kahire' de kaybolmaktı." Nasıl? "Sahte kim­ lik ve pasaport bulmak için bakınırken, tesadüf eseri Kahire Kızılları'yla temas kurdum." Asıl adı Varda Rowa değil miy­ miş? "Tabii ki değil. Gerçek adımdan nefret ederdim." Ordu ile örgüt, İsrail ile Mısır arasında çok fark yokmuş. "Fahişe­ lerle dolu bir lokantadan, aşçılarla dolu bir kerhaneye gelmiş gibiyim." Ve galiba ... "İnsan hayatının ucuz olduğu yerlerde rahat ediyorum." "Demek, o sert görünümünün ardında hassas bir kalp ta- şıyorsun.;ı" Sigaradan çektiği son nefesi yüzüme üflerken "Ben işini seven bir katilim sadece" dedi. "Yooo, sende, görünenden fazlasıvar, bunu anladık" diye­ rek iltifatta bulundum. "Bu iyi bir şey mi? Hem, herkeste öyle değil midir?" Konuyu değiştirdim: "Şifa'dan bahsetsene biraz?" Heve­ simi frenlemeye çalıştım fakatsanırım beceremedim. Varda Rowa: "Onu arzuluyorsun?" "Yalla, Tanrı bana malzeme verip kendime bir kadın yap­ mamı buyursaydı. .. Şifa Şavk'a benzemesi için elimden ge­ leni yapardım.''

222 "Komik birisin." "Gülünç mü demek istedin?" ''Amcam,espritüel kişilerin barışçı, vicdanlı ve korkak ol­ duklarını söylerdi." "Ödlekler, başkalarına acırlar fakat cesaretedip onları sa­ vunamazlar, ha? Sizin ailenin fe lsefi spesiyali bu mu?" "Ben bir Rus kadınıyım. Modayı 20 yıl geriden takip ede­ rim. Saçım buz tutsa da şapka takmam. Ve bana 'Tanıştığı­ mıza sevindim' diyen birçok dili kestim." "Dur biraz ... Bu bir tehdit mi?" "Gece 12'ye dek Kahire'den ayrılmazsan senin bağırsakla­ rından annene kolye yaparım! İşte bu bir tehditti." İçimden yükselen acıyı bastırmak için yutkundum. ''Aha? Ne güzel sohbet ediyorduk?" "Bu benim sözüm değil, Kahire Kızılları'nın kurucu şefi ŞifaŞavk'ın mesajı. Ben sadece elçiyim." Afallamıştım. Gönlümün sultanı, hakkımda idam fe rmanı mı vermişti? "Gerçekten, 'Bağırsak, anne, kolye' dedi mi yani?" "Evet. Bir şey daha dedi." "Ne?" "Haşereyi deodorantla öldüremezsin."

223 Suikastçı gibi düşünüp dansöz gibi davranamazsın

Va rda Rowa'yla netameli terapi seansımız sona ermişti. İçini döktü, kafamıkarıştırdı, ödümü kopardı ve voltasını aldı. Bir süre hiç kıpırdamadan durdum. Dalıp girmiştim. Ken­ dime geldiğimde Sordum Sarı Çiçeğe ilahisinin melodisine müstehcen sözler uydurarak mırıldanmaktaydım. Apar topar yola koyuldum. Resepsiyondaki yeniyecme bitirime cebimdeki tüm nakdi ve Subaru'nun anahtarlarını verip, onun 1990 model siyah Mazda MX-5'ini ödünç aldım. Araba, Kara Şimşek'teki KITT'in köy­ lüsüne benziyor. Kontağı çevirdim ve gaza bastım. İstikamet, Han el-Halil. Örgütün, Midak Sokağı'ndaki, dükkan görü­ nümlü hücre evinde Şifa'yı bulmayı umuyorum. Sonra ne ola­ cak? Bilmiyorum. Delilerin fırsat anlayışı farklıdır. Sıradan insanların kalbine aşk oku fırlatan Eros, benim beynime kim­ yasal bomba accı. Şifa'ya Attila İlhan mısraları söylerim, o da benim dişlerime ateş eder? Evvel zaman içinde, asil bir kızla nişanlanmıştım. Önce eldiveni, sonra yüzüğü çıkarıp suratıma fı rlatmıştı. Galiba tokat da accı. Yu mruk muydu yoksa? N'a­ parsınız kıymetli okur, hepimiz belamızı arayıp bulmak zo­ rundayız. İroni [ölümcül olsa bile], ölümlülüğe bir tepkidir. Zürriyeti bağlanmış trafikte milim milim ilerliyorum. Yolda bir grup genç, arabaya bakıp selam verdiler ve şoförkol­ tuğunda beni görünce şaşırdılar. Besbelli resepsiyondaki rafa­ dan yumurtanın kümesindenler. İnsanın bazen kendine "Ben, Barry Seal mıyım?" diye sor­ ması gerekir... "Hangi akla hizmet Pablo Escobar'la viski içi­ yorum, bu otomatik silahları nereme ne yapacağım, FBI'la niye dans ediyorum? .. " Gelgelelim bendeniz büsbütün mala bağ­ lamıştım. Kıçına giren çarmıh filizlendi diye sevinen denyo

224 parya gibiyim. Salya sümük - sulu zırtlak ve kan revan üçge­ ninde bir köşeden diğerine koşturuyorum. Ben ki, boşanma evrakını kanımla imzalamıştım. Kadın­ lardan illallah etmiştim. Sekse tövbeliydim. Ne çare ki Şifa göğsüme bir delik açıp kalbimi Vernel'le doldurdu. Han el-Halil yakınlarında Mazda'yı demirledim. Midak Sokağı'na daldım. Akşam alacasında ılık bir esinti, ışıklı renk kuşakları arasında insanlar bir hasat mahmurluğuyla yalpalı­ yor. Sol kanattaki, yulaflı bisküviden mamul, iki kadı fener dükkanını buldum. Ahşap tabelasındaki resimde, lambadan çıkmış bir cin poz veriyordu. Derin bir nefes aldım ve aralık kapıdan içeri süzüldüm. Boncuk gözlü, sıska bir adam çıktı karşıma. Suratının solunda bir et beni. "Ehlen ve sehlen" deyiverdim. Mitralyöz Arapçasıyla bir pazarlama destanı tutturdu. Fe­ nerleri övüp abartılı jestler yapıyor, kaşını gözünü oynatıyordu. Konuşurken dişlerini mi gıcırdatıyor? Galiba. Yukarıdan birtakım takırtılar duyuldu. Bela aramadığımı açığa vurmak için suratıma manasız bir sırıtış serip yaydım. Lakin vaziyet çapraz. Bizim çarık sizin çorba içinde, sizin ta­ vuk benim torba içinde. Kahire Kızılları bendenizi kızıl kana bulamasa bile elime ne geçecek? En iyi ihtimalle, Şifa Şavk beni kişisel eşyasına dönüştürecekti; doğrusu, kulağa hoş ge­ liyor. Ne derler bilirsiniz, evlilik kaçınılmazsa zevk almaya bak. İyi de karşımdaki bu çizgi filmfigüranı geyik de kim? "Taha Tahir!" Merdivenin tepesinden gelen semavi nida Şifa Şavk'a aitti. Dantelli bej elbisesinin uzun eteği görünü­ yor. Yüzü, kirişin arkasında kalmış. Bu haliyle, belden yuka­ rısı balık olan bir denizkızını andırıyor.

225 Şifa, basamaklardan ağır ağır inerken, Taha Tahir'e tali­ mat babında birşeyler söyleyip araba anahtarı verdi. Tahir de başını sallayıp mırıldayarak, duvara yaslı bir sazı kapıp çıktı. İşte, yine romantik bir Meksika çıkmazındayız. [Meksika çıkmazı: İki kişinin aynı anda birbirine silah doğrultması.] Ona bakarken, sihirbazın elindeki bozuk para teslimiyeti sa­ rıyor benliğimi. Çenesini kaldırarak "Gene ne var?!" diye ünlüyor. Kelime­ ler, ağzından ballanarak dökülüyor adeta. Konuşma' dan önce, şarkı söylemeyi öğrenmiş olmalı. "Hiç!" diyorum. Çok saçma, değil mi?.. Kemiklerimden sonra, gururum da kırılacak. Durumu toparlamak için, işi şa­ kaya vuruyorum: "Şeyi soracaktım, ımmm, ikizin var mı?" Boş bulunup "Yok?" diyor. "Benim de şansım yok." İşe yaramadı. Yılışıklığımdan ürkmüş gibi bakıyor. Suikastçı gibi düşünüp dansöz gibi davranamazsın. Ku- lübe krokisiyle dünyayı gezemezsin. Ütüyle tost yapamazsın ... "Filozof musun sahiden?" "Pek sayılmaz," dedim, "Felsefeyi, planları iptal etme ba­ hanesi olarak kullanıyorum." Öyle tatlı gülümsedi ki, kalp gözüm kamaştı. Bir an durdu: "Seni mimlediler, vuracaklar. Korkmuyor musun?" Cakayla karışık "Paraşütçü, salıncağa binmekten kork­ maz" dedim. Başını iki yana yavaşça sallayarak "Ne yapacağım ben se­ ninle? .." dedi. Bu, bir kadından duyabileceğiniz en samimi ve en vaatkar iltifattır.

226 "Sormam gerek ... Va rda Rowa'ya benim gece 12'ye dek Kahire' den ayrılmamı sağlamasını söyledin mi?" "Evet?" "Peki, 'Aksi takdirde Refık'in bağırsaklarından annesine kolye yaparım!' da dedin mi?" Cennette meleklerin yıkandığı göller kadar berrak gözleri hafifçe bulandı: ''Ah,Va rda ..." Derince bir nefes aldı: "Rica di­ lini, tehdit edebiyatına çevirmiş ... İki şeyi istemiyorum Refik:" "Birincisi?.. " "Senin öldürülmeni, ikincisi ise sana aşık olmayı." ''Açık sözlülüğün beni heyecanlandırıyor Şifa. .. Fakat ... Kel, bücür ve dobi bir moruğum ben?" "Evrimsel güdümlemeye direnecek kadar kültürlüyüm sanı­ rım." Dudaklarını büzüyor. "Felsefe, anatomiden daha cazip." "Senin için bunu söylemek kolay" diyerek onu zikzak ba­ kışlarla tarıyorum. Duvardaki, fenerlerin arasında sıkışmış saate baktı: "Ne tür müzik seversin?" "Her mevsim Vivaldi." "Gencebay dinlediğini söylemiştin?" "Pekala, itiraf ediyorum... Her nevi müziğe kulak veri­ rim. Yeter ki faniliğinhazmını kolaylaştırsın."

227 Şimdinin bittiği an

Mazda'ya atladık, Mecnun Meyhanesi'nin yolunu tuttuk. Ara­ beskin kraliçesini makamına yetiştireceğim. Keyfim gıcırdı. Esprileri art arda patlatıyordum: "Boşandım, işten atıldım ve iflas ettim. Her şeyimi kay- bettim yani. Memesiz Pamela Anderson gibiyim." Şifa, Osmanlı minyatürlerindeki dilberler misali kikirdiyor. "Karımı ilk gördüğümde erkek sanmıştım!" diyorum. Heidi kahkahası. "Bir keresinde, bilge bir adam bana demişti ki 'Seninle aynı gün doğmuş bir kadın bul ve onunla doğum gününüzde ev­ len. Böylece özel günleri unutmazsın.' Dediğini yaptım. Heh he. Bazen kusursuz bir plan bile işe yaramayabiliyor. Evliliğin pratik bilgiler üzerinde yükselemeyeceğini akıl etmeliydim." Gülüşünü zaptetmeye çalışarak sordu: "Doğum günün ne zaman?"

"21 Eylül. .. Leonard Cohen, il. Abdülhamit ve Stephen King'le aynı günde doğmuşum." "Frederic Beigbeder'yi unutma." ''Aha? Bunu nereden biliyorsun?" "Ben de 21 Eylül doğumluyum." "Ha' di canım?! Tesadüfün bu kadarı, mucize kapsamına girer? .. " Kader bana kredi mi açıyor? "Hey, az önce söyledikle­ rimi unut. Yani aynı gün doğmuş olmamız, geçinemeyip bo­ şanacağımız anlamına gelmez." Caddenin ışıkları, yüzünden özel efekt gibi geçiyor: "Hak­ lısın. Çünkü asla evlenmeyeceğiz zaten."

228 Talihimin kumaşı gene sökülüyor: "Sende asrrolojik dona­ nımdan fazlası var Şifa... Titanik'te olsaydın, indirilen ilk fi­ likaya önce sen bindirilirdin." "A bartma lütfen." Hayatım riskli kararlar, budalaca tutkular, yanlış tercih­ ler, falsolu tahminler, namütenahi tereddütler, uçarı hevesler ve fütursuz hamlelerle dolup taşıyordu. Gelgelelim bu defa hislerimden ve düşüncelerimden emindim: "ŞifaŞavk ..." de­ dim "adın bir galaksiye verilmeli; o zaman tüm gezegenlerde hayat başlar... " "Gerçeklerden ışık hızıyla bile uzaklaşsak, mutluluğu ya­ kalayabileceğimizi pek sanmıyorum Refik... " İsmimi onun ağzından duymak içimi ısıttı. Hani cesedi parçalayıp buzdolabına tıkmışsınızdır, polis gelmiştir, aynasız tuvaletten çıkar, soğuk bir meşrubat ister ve siz kemiklerinizi yalayan bir korku eşliğinde, buzdolabını azami dikkatle aralarsınız ya ... İşte ağzımı öyle titizce açtım. "Vaatte değil talepte bulunduğum için böyle söylüyorsun belki? .. Fakat ben de bu sakalı değirmende ağartmadım ley­ dim. Her zaman bir çıkış yolu bulmuşumdur. Parasız kalınca Aptallar İçin YarımAkıl diye bir kitap yazdım mesela." Şifa'nın flaşlı gülüşü gözlerimi kamaştırıyor: "Ciddi ola­ mazsın! Ne anlattın?" ''Aklımane eserse: 'Aptallarıyalnızca salaklar anlar... Aynı anda hem hapşırır, hem hıçkırır hem de yellenirseniz patlarsı­ nız ... Maktulün cenazesine gitmekle, işlediğiniz cinayeti te­ lafi edemezsiniz' gibi bir yığın tatava." Kadınlar, onları güldüren erkeklerden hoşlanır... Mı acaba? Çoğu kadın, sadist bir caninin yanındayken kendini güvende

229 hisseder bence. Gene de, espri anlayışlarınız farklıysa, roman­ tizmin asidi kaçar. "İlginç birisin" dedi. Bu sözün yakınlaşma niyetiyle mi, mesafe koyma kararıyla mı söylendiğini çözemiyorum. "Bana bir şans ver Şifa.Kalbini aç. Karşılıklı hoşgörü, sür­ tüşmeleri bitirmekle kalmaz, yanlış anlamaları da azaltır" dedim. "Şehvete sehven şefkat levhası takıyorsun ..." "Ben, mahremiyeti tek başınalığa denkleştiren ve gizli bir gelenek icabı sürekli birbirlerinin hayaletiyle sevişenlerin ka­ bilesinden değilim. Hedonizmin çileye dönüştüğü evreye er­ mişliğim var. Daha geçen hafta, şeytana tapan bir transsek­ süelle bilardo oynadım." Başıyla yukarıdan aşağıya bir kavis çizdi. İki eliyle elbise­ sinin eteğini yavaşça sıyırıyordu. Şimdi'nin başladığı an. Aya­ ğımı gaz pedalından çektim. Sol gözümle yola, sağ gözümle Şifa'nın meyve aromalı bacaklarına bakıyordum. Kusursuz di­ şiliğin ambalajı açılıyor. Bu jestin benim için anlamı büyük. "Görüyor musun?" Sol baldırına bağlı deri kılıftaki Brow­ ning'i işaret ediyor. İyi de bu tabancayı daha önce suratıma doğrultmuştu? Teh­ dit uzaya tekrarlana flörte dönüştü resmen: "Bende mürüvvet yok, kıyarım cana, diyorsun?" "Tekrar ediyorum: Tekrar etmekten hoşlanmıyorum." Ete­ ğini düzeltti. "Ben de cümlenin sonuna ünlem işareti koymaya bayılı­ yorum!" diye sesimi yükselttim. Yola baktı: "Buradan sola."

230 Ya ngın merdivenleri, çöp konteynırları ve kırmızı tuğla­ larıyla, Bir Brooklyn banliyösünden koparılıp Kahire'ye kon­ durulmuş daracık bir sokağa girdik. Burası, sadakat yeminini bozanların av sahasıydı. Paslı kepenkler arasında Mecnun Meyhanesi'nin ışıklı ta­ belası hicranlı cızırtılarla yanıp sönüyor. Kaçak parfümkokan varoş tanrıçaları; hip-hop klibinden ithal edilmiş züğürtler ve takım elbiseli, şişko harami tayfası civarda bekleşiyordu. Kapıdaki bodyguard'lardan biri, eğilerek Şifa'yı selamladı, diğeri elimi sıktı. Bu eli tanıyor gibiydim. Önceki hayatımda beni yumruklamış olabilirdi. Nuh'un gemisine biner gibi, çifter çifter içeri girdik. Merdivenlerden indik, indik, indik ve nihayet mekana ulaştık. Yüksek tavanlı, kocaman, loş bir mahzen. Masif san­ dalyeler, kadife örtüler, kristal avizeler... Lüks ile rüküşlüğü buluşturan bir yeraltı gazinosu. Kulise geçtik. Orkestra üyeleri, makyöz ve garson, Şifa'nın etrafında elektron gibi dönüyorlar. Şifa'ya bol şans diledim. Sürmeli gözlerini kırptı. Şimdi­ nin bittiği an. Ve çıktım. Salondaki masalardan birine iliştim. Twitter'a göz atmak için cep telefonumu çıkardım. Eh, yerin dibindeyiz, İnternet mafiş. "Alseyid Risk!" Etrafa bakındım. Koca göbekli, kıvırcık saçlı, SO'li yaşlarda bir herif. Kulakmemeleri, meme büyük­ lüğünde. Kollarını açmış, ağzının içine dizili piyano tuşlarını sergileyip, toynak takırdatarak bana yaklaşıyor.

231 Güreşçi atılışıyla beni belimden kavrayıp kaldırdı. Ikın­ dım. Yellenmemek için kalçamı sıktım. "Beenım adim ABASİ11!" diye kükredi. Yağlı suratında dalgalanarak şekilden şekle giren sırıtışı ve ham petrol fokur­ tulu İngilizcesiyle beni ablukaya aldı. Dudaklarımı büzüp kaşlarımı kaldırarak başı�ı salladım ve "Ne hoş" dedim. Ya nımdaki sandalyeye çöktü. Gömlek yakasından ucu gö­ rünen yanık izini o zaman farkettim. "Bu fakirhaneninema­ netçisiyim" diye kişnedi. Garsonlardan biri yanaşıp ayaklarını vurarak asker selamı verdi. Abasi buzlu viski istedi. Ben de. "Orduda albaydım. 2013'teki darbeden önce emekliye ayrıl­ dım" diye izahta bulundu. Tınmadım. Sıcak paranın kayma­ ğını yalaya yalaya şişmiş, salyalı bir hipopotama dönüşmüştü. "ŞifaŞavk'ın arkadaşı olmanız hasebiyle bizim şeref misafiri- . . . ,, mızsınız ... Viskiler geldi. Hem garsona, hem Abasi'ye hitaben "Te­ şekkürler" dedim. Kadeh tokuşturduk. Sağ elinin üstü de yanıktı. Arapça bir beyit okudu. Sonra tercüme etti: "N'olur habbeyi kubbe, pireyi deve yapma / Leziz öpüşmemizi, el aleme anlatma!" "Vay canına" deyip içkiden bir yudum aldım. Abasi habire lakırdıyor. Çenesinin yayı gevşemiş, kayışı kopmuş: "Bir Yukarı Mısırlı ne yapmış biliyor musun? Boğul­ sun istediği bir adamın mayosunu delmiş! Haaaaaaah hah hah ha haaaaa! .." Nükte miralayı hızını almıştı: "Bir seydi'ye araba çarpmış. Ruhu, bedenini terk edip yükseliyormuş; ona da uçak çarpmış! Hiiiiiiih hoh hu haaaaa! .. " Kadim hikayelere geçti: "Hazret-i Nuh 1000 yaşındaymış. Kavmindeki, akranların­ dan oluşan bir gruba hitaben 'Zaman gelecek, insanlar 70-80

232 sene yaşayacaklar' demiş. İçlerinden biri fikir yürütmüş: 'O zaman kimse ev yapmaz ki?!' Ihhhaaaaahhh hah haaaaaaa!" Abasi, art arda saçtığı bayat şakalara, kahkahalarla gülü­ yor. Kendi kendine yeten bir makine gibi. Artık ne söyledi­ ğini dinlemiyor, bir yamyam kabilesinin onu yediğini hayal ediyordum. Bu arada müşteriler damlıyor, masalar doluyordu. Neden sonra, su sayacı büyüklüğündeki saatine baktı ve bir­ den ciddileşerek "Vakit gelmiş!" diyerek ayağa kalktı. Gıdısı­ nın örttüğü papyonu düzeltip sahneye seğirtti. Kalın perdenin önünde dikildi, mikrofona yaklaşıp kı­ vançla haykırdı: "Hanımlar, beyler! .. Beklenen an geldi. .. Veeeee huzurla­ rınızdaaaa, Şifaaaaaaa Şavk!"

233

[ŞİFA ŞAVK]

Son sürat, sessiz bir ambulansta Anlatmayı deniyorsun doktor'a: "Benim kalbim kırık yalnızca!"

Savaş için asker olman gerekmez Lakin iyi olur içinde bir katil olsa Ölmek için şair olman şart değil ıstırap fiskeleri senin işini bitirir elbet

Yarınları unut gitsin ve şarkıya devam et [FIREWATER, E/ectric City]

Aşk savaştan farksız ve ben aşkın vicdani retçisiyim

inanç, üzgün bir güvercin gibi uçuyor kalbimden. [FÜRUG FERRUHZAD]

"Orman kulübesine, avcıların kurtları vurabileceğine dair bir ilan asılmıştı. Ve ilanı kurtçuklar yedi." Hammad Dede­ min [annemin babası] anlattığı bir masaldan aklımda kalan tek cümle bu. Benim hikayem ise hiç de masalsı değil. Öfke dolu çünkü. Suçluluk duygusu ve küskünlükten doğan infia­ lin çoraklığıyla malul. Bahse girerim, pek hoşunuza gitmeye­ cek. Okumak istediğinize emin misiniz? 10 9 8 7 6 5 4 3 2 1... Başlıyorum. Bismillahirrahmanirrahim.

237 ZafirDedem, "Her işin başında besmele çekmelisin" derdi. Teolojik pedagoji. Lüzumundan fazlatckıaılanan sözlcıin ma­ nasını yitiıdiğini çoksonra öğıcncccktiın. Ön cephesi mavi camlarla kaplı Nil Üniversitesi'nin kar­ şısında sigara tüttürüyorum. Caddenin kenarındaki şu gri Peugeot 206 var ya, işte onun şoförkoltuğundayım. Şakira'yı bekliyorum. 3. sınıf öğrencisi. O da babası gibi makine mü­ hendisi olacak. Aha, geliyor. Başını açmış. Gür siyah saçları beline kadar iniyor. Yanında da tombul bir çocuk. Söyleşip gülüşüyorlar. Maşallah. Yeni nesil haram nedir bilmiyor. Sa­ bahtan akşama birbirlerini kokluyorlar. Şaka yapıyorum. Alkol, zina ve cinayete yaşı tutuyor. İn­ sanları yargılamak, düşünmeyi bilmeyenlerin meşgalesidir. Ne­ zaket, başkalarını hoş tutmaktan ziyade, kendimizi kötü du­ ruma düşürmemek için elzemdir. Şampuan reklamı aktrisi Şakira, benim kardeşim. Bazen böyle kaçamak buluşuyoruz. Ona, Marx'ın kitaplarını ve para veriyorum. Sigarayı attım, arabadan indim, Şakira beni gördü, elimi kaldırıp gülümsedim. Oh, vedalaşırken, yanındaki

238 ''Abla, sen nasıl bu kadar zayıf kalabiliyorsun? Dukan di­ yeti mi?" Dondurma külahını çat çut çiğnerken "Cık. Görüyorsun, bilim insanlarının iştahsızlığa çare aradığı laboratuvardaki de­ ney faresi gibi tıkınıyorum" diyorum. Havadan sudan konuşuyoruz. Dersler? İyi. İşler? Yolunda. Harçlık? Va r. Aşk? Yok. O çocuk? Sadece arkadaş ... Beverly Hills magazini ile Gize' deki varoş dedikodularının şablonu aynı. Yüzeysel bir sondajla skandallara, sansasyonlara, fiyas­ kolara da ulaşırsınız ... "Ya sen?" ''Aşk savaştan farksız. Ve ben aşkın vicdani retçisiyim." Yemekten sonra biraz yürüyüp camekanlı bir kıraathaneye oturduk. Etraftaki kimyager bakışlı amelelerin tarassudu al­ tında, kakuleli kahveleri yudumluyoruz. Umursamaz bir tavırla; laf olsun diye, öylesine sorar gibi "Şefik n'apıyor?" diyorum. "Hiiiç, aynı. Yatıyor öyle." Şefik, benim babam. Babamız. Felçli mücahit. Çantamdan Cihat Mühendisleri [Engineers of Jihad] adlı kitabı çıkarıp Şakira'nın önüne koyuyorum. Diego Gambetta ve Steffen Hertog'un birlikte yazdığı ilginç eser. "Bunu oku." İnce kaşlarını kaldırıyor: "Konusu ne?" "Şeriat namına terör estiren üniversite mezunlarının ya­ rıya yakını mühendis. Bununla birlikte, İslamcı radikallerin yaşadığı bölgelerde, mühendislik fakültelerinde okuyanların oranı % 19... Ya ni 'İstatistiğe dayalı bir safsata' deyip geçe­ mezsin. 11 Eylül 2001' deki saldırılarda ve daha birçok terör eyleminde mühendisler başroldeydi. Toplum, sizlerden yüksek

239 sosyal ve ekonomik standartlara sahip olmanızı bekliyor. Bir yoruma göre, çuvallayınca utanç ve öfkeyle doluyorsunuz ..." "Sebep işsizlik mi?" "Sanmıyorum. Bence matematiksel kesinlik ile kesin inanç­ lılık arasında bir bağ var. Estetik gibi etiğin de yaratıcılık ge­ rektirdiğini anlamıyorsunuz." "Beni katma. Diploma almadım daha." Küskün çocuk du­ dakları kabarıyor. "Genellemeler, genellikle yanlıştır" deyip bir yudum su içe­ rek, 4 bin küsur yıllık paradoksu, sessizlikle çerçeveliyorum. Başparmağını kaldırarak beni onaylıyor: "Markalı robot, mahalli zombi veya kıdemli köleye dönüşmemek için, yatma­ dan önce mutlaka yarım saat kitap okuyacağım." İstihzayı ıskalıyorum: " Mesleğini 'kişiliğiyle' etkileşimli kılmak yerine, 'kimliğinin' temeli olarak gören herkes az çok tozutur. Cevaplamadan önce, soruları sorgulaman da gere­ kir Şakira." "Söylediklerini anlıyorum ama ... ben senin gibi değili� abla. Altıncı hissim, yön duygum, müzik kulağım yok." "Saçmalama. Benden çok daha akıllı, bilgili ve yetenekli­ sin. Asla taytını satıp şapka almazsın. Bilmen gereken tek şey, ince kaşlar yaşlı göste_ " Ding! Şakira, lazer tabancasına benzeyen telefonunun ek­ ranına 10 saniye bakıyor: "Pardon, şey ... Dersle ilgili." Yanak­ larında pembe mahcubiyet sinyali. Sevgilisinden sevda emojileri geldiğine bahse girerim. Ba­ zen, küçük kardeşinize bakıp dersiniz ki "Mutluluktan nasi­ bini almaya bak canım; bunda utanılacak bir şey yok; mutlu­ luğu tatmazsan erdemli olamazsın." Bazen de şöyle dersiniz:

240 "Elin herifleriyle fingirdeşmeyi kes, yoksa poponu kesip ka­ fana geçiririm!" "Çalışsan da çalışmasan da yorulacaksın" diyorum nazikçe. "Ve yapmacıklığı, Allah vergisi gibi gösteremezsin." Saçını toplarken, olta iğnesine benzeyen küpeleri sallanıyor. Kızkardeşimin beni hafiftertip makaraya sardığını siz de fark ettiniz, değil mi? Bu iyiye işaret. "Baksana, Şakira ..." "Efendim?" Gülümsüyor; yüzü, bunun için yaratılmış sanki. "Sanırım, Cihat Mühendisleri'ni benim hatırım için oku­ man doğru değil." "Niye ki?" ''Alşunu tatlım." Masaya 50 pound bırakıyorum. "Diwan'a git. Raflara bak. Kitapları incele. Merakını celbeden, ilgini çe­ kenleri seç ve onları oku." "Tavsiyede bulunmayacak mısın?" "Hayır. Beynini köpürte köpürte yıkamaktan vazgeçtim." "Verdiğin kitap listesi?" "Yırt gitsin. Müfredata boş ver." "Fakat ..." . "Özgürleşmek için bağlandığımız ideolojilerden arınma- dıkça özgür olamayız Şakira." "Eh, ne de olsa klişeler birbirini pekiştiriyor." Şu cimcimeye de bakın? "Ne?" "Dedim ki, bu berbat lokantadan kaçalım ve sonsuzluk­ tan payımıza düşen kısmın tadını çıkaralım."

241 Haysiyetini kaybet ki şeref kazanasın

Küresel sömürüye "evrensel kardeşlik" demek, burjuvaya yaraşır ancak. [KARL MARX, Felsefenin Sefaletı]

Arabamın teybinde Neşe Karaböcek'in Köle şarkısı çalıyor. 1970'lerin başında, ünlü şarkıcının sesi henüz büsbütün tiz­ leşmemiş; yorumu tesirli. Yıldırım Gürses'in bestesi harika. Sözleri anlamıyorum. Bir adama ölümüne aşık, kölece sadık kadının yakarısını çözsem, herhalde şarkıdan bu kadar etki­ lenmezdim. Hayat ne ruha( Birkaç ay sonra, gönlümü Refik Risk'e kaptıracak ve tam da bu şarkıyı, sahnede, onun gözle­ rine bakarak söyleyecektim. Manasını artık bildiğim güftenin her kelimesini vurgulayarak hem de. Şakira'yla biraz daha turladık, sonra onu öğrenci yurduna bıraktım. Piramitlerin arasında slalom yaparak Kahire yo­ luna giriyorum. Teybi kapatıp radyoyu açtım: BBC, vıcık haberler salgılı­ yor: "Sayın dinleyenler, Hollywood' daki taciz skandallarının ardı arkası kesilmiyor. Dustin Hoffmann, Ben Affleck, Mic­ hael Douglas'tan sonra şimdi de Sylvester Stallone hakkında iddialarda bulunuldu ..." Boyu devrilesi Rocky, kurşunlara gelesi Rambo! BBC yardırıyor: "Bir cinsel saldırı haberi daha. İhvan-ı Müslimin'in kurucusu Hasan el-Benna'nın torunu, Mısır asıllı İlahiyat Profesörü Tarık Ramazan iki kadına tecavüz suçla­ masıyla gözaltına a:lındı... " Tarık Ramazan'ın İsla m ve Hürriyet kitabını okumuştum. "İki tecavüzaıasıııda ıış, boşduııııaıı tüıııiıısaıılığı felalıa ulaş­ tııacak biı eseıkaleme almış, ha?!" Ben, flörtün zina, ırz düşmanlığı, iffetsizlik ve de namus­ suzluk addedildiği; taciz ve tecavüzün ise gizli tutulduğu bir

242 kültüre mensubum. Patolojik şiddet, insan müsveddeleriyle dolu bu ülke bozuntusunda, mahremiyeti bir görünmezlik pelerini gibi kullanır. Pekala, frene basıyorum. ZINK! Durdum, tamam mı? STOP! İzninizle, derin bir nefes alıyorum. Evet. Şimdi hazı­ rım. Neye karar verdim, biliyor musunuz? Hikayemdeki po­ lonyum miktarını sıfıra indireceğim. Bir gram bile kalmaya­ cak. [Polonyum: 1 gramı, 50 milyon insanı öldürmeye yeten radyoaktif element.] Onun yerine kremşanti filan kullanaca­ ğım, oda spreyi, simli konfeti. Dehşetengiz gerçekleri şakayla karışık örtbas edeceğim. Bu konformist inkar ve asortik riya sayesinde, sadece haysiyetimizi feda ederek şeref [itibar] kaza­ nabileceğiz. Yaşasın! Kitlenin ''Ahlaksızlığımıve cehaletimi yü­ züme vurma ki seni deli veya suçlu ilan etmeyeyim" şeklindeki kontratına imzamı atıyorum. Tabulara çıplak elle dokunma­ yacağım. Samimiyetin içtenliklisi, dürüstlüğün doğrusu, di­ ğerkamlığın fedakarcası nadir bulunur. Hah ha ha. Hiç zorla­ mamak lazım. Erkekler, kadınlardan iki kat fazlayalan söyler. Bu farkı bendeniz tek başına kapatacağım!

243 işaret dlllyle seks

Babanın mezarını derin kaz. [ROMAN ATASÖZÜ]

Ortopedi ve travmatoloji uzmanı Dr. Lokman Lebip [Lukman Labib] o kadar yakışıklıydı ki, onun yüzünden Kahire' deki tüm erkeklerin psikolojisi bozulmuştu. Leonardo DiCaprio ile sizin Kıvanç Taclıcuğ'un ortak kuzeni. Mezun olduktan sonra, Mısır' da nadir rasclanan mavi gözlerini de alıp 2 sene­ liğine Berlin'e gitmişti. Zira annesi Alman bir dansçı: Lorta; 1987' de Müslüman olup evlenerek buraya gelmiş; 25 yıl sonra boşandı, Budizm'e yöneldi ve Köln' de pasta dükkanı açcı. Ba­ bası, Baliğ, petrol mühendisi; babamın arkadaşıydı. Ben, Es-Selam Hastanesi'nde stajyerken, Dr. Lokman'ın yapcığı ameliyaclara kacılma talihine erdim. Anevrizmal ke­ mik kisti, skolyoz, osteoblastoma, kifoz. .. operasyonlarında ben hastayı uyuşturuyordum, o da kesiyordu. Darbe hükümetine de İhvan'a da karşıydı. Sosyalizmi sa­ vunuyordu. Önce devrim, ardından kademeli olarak demok­ rasiye geçiş... Protescocular tarafından dövülerek kemikleri kırılan işkenceci bir subayı ameliyat ectiği için muhaliflerin hakareclerine maruz kalmışcı. Subay, aynı zamanda bir gene­ ralin yeğeniydi. Yani doktorumuz platin, titanyum vidalaya­ rak darbecilerin iskeletini berkitmişti. Dolayısıyla militer ga­ zaptan muaf tutuluyordu. Sosyal medyada hükümete sert bir dille itirazlar yöneltmesine colerans gösteriliyordu. Lokman Lebib tam karşımda. Birazdan, Eshe'nin üvey babasını [Ruşdi] muayene edecek. Yüreğim ağzımda. Çünkü Ruşdi'yi sakat bırakcığım az sonra anlaşılacak. Dr. Lokman'ın raporu, suçumu belgeleyecek. Cinayetin bir milim gerisinde bir cürüm. İciraf edeceğim. Ve zindanı boylayacağım.

244 Eshe benim arkadaşım. Babası 17 sene önce bir sokak ça­ tışmasında vurulmuştu. 25 yaşında dul kalan annesi, 3-4 yıl sonra, 40'larındaki Ruşdi'yle evlenmiş. Ruşdi düzgün, müla­ yim, dindar bir adam. Görünürde. Alüminyum doğrama atöl­ yesi var. Kap kacak imal ediyor. Erken kalkıyor, sıkı çalışıyor, işleri tıkırında. İşte bu örnek vatandaş, Eshe'yi taciz etmeye başlamış. Teferruatı sormayın. Zavallı Eshe daha çocuk; ha­ liyle, korkudan kimseye anlatamamış. Melun herifin tasallutu bir türlü son bulmamış. Eshe mevzuyu bana az buçuk uçlandı. Kurcaladım. Çözüldü. Hüngür hüngür ağladı: "Ölsem de kur­ tulsam ..." Annesi onu "Emperyalistlerle konuşma" diye tem­ bihlemiş ama ... bilirsiniz işte aile başlı başına bir anormallik kolektifidir. Eziklerin örgütü. Ruşdi'yi çivilesek mi? Tüm sapıklar geberse, dünya tenhala­ şırdı. Fena da olmazdı hani. Fakat cesetten nasıl kurtulunacak? 50 miligramlık bir avuç Unisom tabletini ezip toz haline getirdim. Eshe, annesinin ve Ruşdi'nin yemeklerine kattı. İkisi de erkenden yatağa gittiler. Odaya daldık. Mışıl mışıl, ho­ rul horul, fosur fosur uyuyorlardı. Yüzükoyun yatan piç ku­ rusunun koluna iğneyi saplayıp pis kanını enjektöre çektim. 4 dakika bekledim. Kan pıhtılaştı. Orospu çocuğunun kafa­ sını sağa çevirdim. Şahdamarından beyne uzanan Carotis 1 n­ terna'ya pıhtıyı zerk ettim. Pijamasını sıyırdım. Spinal Cord'u bisturiyle kısmen kestim. Sabah uyandığında, beyninin ko­ nuşma merkezi harap, vücudunun sağ yanı komple fe lçliydi. Bir daha asla konuşamayacak. Gece veya gündüz kimseye ili­ şemeyecek. Bundan sonra yatak azabı, kabir azabı ve cehen­ nem azabı bekliyor onu. Anneyi ayarladık. Sesini kesti. Soranlara "Hasta, rahatsız, dinleniyor" denildi. Akrabayı taallukat da bir iki ziyarete ge­ lip, birkaç dua okuyup çekildi.

245 Cleopatra Hastanesi'ne transfer olmuş Dr. Lokman zuhur edene kadar ortalık sütlimandı. Eshe beni aradı. Soluğu yan­ larında aldım. Antenli tabip omurilikteki kesiği görecek ve bu­ nun bir taammüden paketleme olduğunu şıppadak çakozlaya­ caktı. İşkencecinin hayatını kurtaran süper yakışıklı, şimdi de tecavüzcüye yapılan suikastı[!] deşifre edecek! Canını albızlar alası! Kim çağırdı ki onu? Ruşdi'yi dikkatle evirip çevirdi. Vaziyeti anladı. Çatık kaşlarının gölgelediği mavi gözleriyle bizi süzüyor. Dudakla­ rımı ısırıyorum. Bu budama işlemini benim yaptığımı anlı­ yor. Başka kim olabilir? Köşeli çenesini ovuşturuyor: "Ruşdi Bey'in halinde bir tu­ haflık ..." "Yok!" diye atılıyorum. Ruşdi salya akıtarak inliyor: "Aıyghhhhh!" "Demek istediğim, sanki biri. .." Başımı iki yana sallıyorum: "Düştü! Düşmüş yani! Sır­ tüstü. Merdivenin demir korkuluğuna çarpmış." "Öye l mı. ·� " "Kesinlikle!" ZART! Ruşdi, yellenmek suretiyle gergin diyaloğumuza katılıyor. İşler kızıştı. Meramını daha net anlatmak için kaka da yapabilir. Hepimiz yatalak sapığa bakıyoruz. Ikınmaktan, suratı kıp­ kırmızı. Damarları şişmiş. Öfkeli mi, yalvarıyor mu? İkisi bir­ den sanırım. Eshe ve annesi odadan çıkıyorlar. Ruşdi'ye temiz alt bezi getirecekler herhalde.

246 Lokman direkt konuya giriyor: "Bu adamı pert etmişsin?! Büyük suç, farkında mısın?" "O bir tecavüzcü! Kendi kızını zorla beceriyordu! Durma! Yaz raporunu doktor efendi! Hiç ama hiç pişman değilim! Utanmıyorum, üzülmüyorum; korkmuyorum!" Elini uzatıp hafifçe sallayarak sakin bir sesle "Dur dur dur. .." dedi ve sordu: "Ciddi misin sen?" Ruşdi'ye döndü "Ki­ bar, mütedeyyin, mütevazı biriydi?" "Ayrıca ideal kilodaydı!.. Yasaklara, suçlara ve sapıklık­ lara kutsallık kılıfıuy durulduğuna ilk kez mi şahit oluyorsun doktor bey? Sen bu domuzun ahırında bir misafirsin. Eshe ise bir mahkumdu!" Ruşdi titreyen sol kolunu kaldırıp orta parmağını salladı. Lokman şaşkın: "Ne diyor?" "Penisi paralize olduğu için, seninle işaret diliyle seks ya- pıyor.l " Eshe, eşiğin ardında belirdi. Hafiye hekimimiz onun ya­ nına gidip kapıyı üstüme kapattı. Eshe'nin ağladığını duydum. Ruşdi'ye tokat atmayı düşündüm fakat bağırsaklarını boşaltı­ yordu. İğrendiğim için vazgeçtim. Dr. Lokman, raporunda 'Düşme sonucu meydana gelen kalıcı sakatlık' temasını işleyeceğini belirtti. Evden çıkarken de nazikçe telefon numaramı istedi. "Neden?" "Belki birşeyler içer, sohbet ederiz Şifa?" İşte, Dr. Lokman'la aşkımız o an başladı. Yatalak, dilsiz ve altına s.çmış bir tecavüzcünün şahitliğinde.

247 Düğündeki doberman

Hemşireler doktorlarla, sekreterler patronlarla, hostesler ast­ ronotlarla evlenir. Ben de hemşire kulvarından girip Dr. Lokman'la nikah­ landım. Annem ve babam düğünüme gelmedi. [Polonyum içerdiğinden, hikayenin bu kısmını atlıyorum.] Mühim olan damadın teşrif etmesi! Düğün pastamızdan bir çift fındıkfaresi çıktı. Bir yüz­ başı, yanında doberman getirmiş, zırt pırt sesleniyor: "Pavlov! Isırma! Yı rtma! Parçalama!" Köpek, dilimizi bilmiyor. O kadar çok fotoğrafçekildi ki, davetliler bronzlaştı. Erkek tarafından bir dayı kemeriyle düğün fotoğrafçısını dövdü. Şaşı nikah memuru, beni az daha şahitlerden biriyle ev­ lendiriyordu. Aile büyüklerinden kafayı bulmuş biri, unutulmaz bir nu­ tuk çekti: "Hıh ... Gelin çiçeği, cenaze çelenginin kokusunu müjdeler... Evliliğin ilk üç ayı benim için de kutsaldır... Genç çiftimize hatırlatmak isterim: Balayı, evlilikte ilk yalanın söy­ lenmesi için ideal zamandır. .. Ben de evliyim... Fakat kal­ bim boş! . . 35 senedir hep aynı bilgisayar oyununu oynuyo­ rum sanki... Bu bir savaş ve çoğunlukla, erkeğin ölümüyle sona erer. .. Mahkumlar gibi, evliler için de genel af çıkarıl­ malı. .. Ne? Yalan mı?! .. Nikah yüzüğü ve aile cüzdanı hiç­ bir zaman özgürlüğün sembolü olmamıştır! .. Neyse ... Salon­ daki herkese sesleniyorum: Dostlarım! .. Mutlu bir evliliğiniz varsa ... devam edin ... fakat boşanırsanız daha mutlu olaca­ ğınızı bilin!" Eş dost, onu kollarından kibarca tutarak yerine oturturken, tadı dilli fesatçı son bir gayretle haykırdı: "Boşan­ malar birçok cinayeti önlemiştir!"

248 Onay tohumu

Ketçaplı spagetti yerken, kanlı western'ler izleyen normal bir aileydik. Kahire Kızılları aslında sadece bir fikirdi. Lokman'ın yu­ murtladığı bir isim: cairoreds.com... Sitede bildiriler yazı­ yordu. Ben de yazmaya başladım. Yalnızca ikimizdik. Ürete­ rek, bölüşerek yaşamaktan söz ediyorduk. Barışçı, özgürlükçü ve çoğulcu olmaya çağırıyorduk. Dinin bir baskı aracına dö­ nüşmemesi için laikliğin elzem olduğunu söylüyorduk; faşist hükümetin, halkı cehalete mahkum edip ikiyüzlülüğe zorla­ dığını. Adımız biraz ürkütücüydü galiba. Dedikodular yayılıyordu: "İngilizlerin fişteklediği bir yeraltı örgütü ... Hükümet içinde de destekçileri var ... Bir dizi terör eylemi planlıyorlar ... Ülke genelinde kaos yaratacaklar... " Hiçbirini tanımadığımız taraf­ tarlarımızın sayısı artıyordu. Görünmüyorduk fakather yerde iz bırakıyorduk: Graffitiler, duvar resimleri, stencil'ler ... Bir logomuz bile vardı [bileğinde şimşek şeklinde kırmızı şerit bu­ lunan, havaya kalkmış sol yumruk]; kim tasarladı, hala bil­ miyoruz. Twitter, Facebook, lnstagram gibi platformlardabi­ rileri Kahire Kızılları adına hesaplar açmıştı. Takipçi sayıları yüzbinleri bulmuştu. Sokaklarda, "Kahire Kızılları" tişörrleri giyen insanlar dolanıyor. Kimileri örgüt sembolünü dövme yaptırmış! Ca iro Ti mes ve Al-Ahram gazeteleri "Ortadoğu'nun en ilginç örgütü ..." minvalinde haberler yayınladı. İş büsbü­ tün çığırından çıktı. Fight Club ile Kaybedenler Kulübü'nün Arap varyantı. Tümüyle hayal ürünü olan şebekemiz atmos­ ferik bir gerçeklik kazanmıştı. Ortadoğu'nun üzerinde Mark­ sist bir hayalet sıfatıyla uçuyordu. Her an her şey olabilirdi. Faaliyetlerimiz ise Japon balıklarının gergedanları yok etmek için yaptıkları saldırı planları kadar gizliydi.

249 Polis peşimizde. Devlet bize Baader-Meinhof Çetesi [RAF] muamelesi yapıyor. iP adresimizi gizleyen programlar kullan­ dığımız için, kimliğimizi saptayamıyorlar. Şirketlere 'sakıncalı personel' listeleri göndererek, tüm şüphelileri 'örgüt mensubu' diye işten attırıyorlardı. Ben de kovuldum. Karı-koca, Cleo­ patra Hastanesi'nde çalışıyorduk. Lokman, hastane müdürüne "Şifa yoksa ben de yokum" dedi lakin kar etmedi. O da is­ tifayı bastı. Popüler doktorumuzu hiçbir hastane işe almadı. Muayenehane açmayı denedi. Bu defada bakanlık müfettiş­ leri ruhsat vermedi. Birkaç ayda paralar suyunu çekti. Lokman alkole abandı. Birayı hep severdi ama artık gemi azıya almıştı. Öyle çok içi­ yordu ki, onunla konuşurken nefesinden sarhoş oluyordum. Mecnun Meyhanesi'nin müdavimiydi. Bazı geceler gidip onu masadan topluyordum. Mekanın sahibi Abasi, benimle şansını deniyordu. Mücver suratlı, çürük brokoli saçlı herifin yılışıklık ile böbürlenme arasında mekik dokuması fenahalde sinirine dokunuyor: "İn­ san zenginleştikçe beş duyusu zayıflıyor Şifa Hanım. Üste­ lik uğurlu külotumu Dubai' deki rezidansımda unutmuşum ... Eh-eh, şeyyy... Demek istiyorum ki eskiden tanışsaydık bile bendenize alaka göstermeyecektiniz değil mi? Gençken, engel­ lilerden çaldığım tekerlekli sandalye ve protezleri satarak ka­ zandığım üç beş kuruşla sürünüyordum." "Maateessüf size asla ilgi duymayacağım Bay Abasi." ''Ah be yaaa. .. Doğrusunu isterseniz, hiçbir zaman yap­ makta olduğum şey için uygun yaşta olmadım ..." "Ben evli bir kadınım ve kocam da şuracıktaki tuvalette. Gelmesi an meselesi. Utanmanız yok mu sizin?"

250 Sahnede ciyaklayarak devinen Dina Mina nam hatuna dalgın bakarak "Burada kimse beni sevmiyor aslında" diye mızmızlandı. "Bu sayede evinizde gibi hissediyorsunuzdur?" "Güzel sözleriniz bana umut veriyor! Tamam, şakaydı ... Bilseniz, Şifa,ne kadar yalnızım. Kederden sürekli yemek yi­ yorum. Yatak odamın tavanındaki aynaları söktürüp mutfa­ ğın tavanına taktırdım." Abasi benim nazarımda para dolu bir bok çuvalıydı. Faz­ ladan 70 kilosu, burnundaki sivilceyi örtmeye yetmiyordu. İğ­ rentiyle dudak bükerek fısıldadım: "Rezilsiniz." Bana dönüp boynunu uzatarak alnını kırıştırdı: "Ayrıca su­ ratımdaki bön ve kaypak ifade, çirkinliğimi katmerliyor, de­ ğil mi?" Kendi sualine cevaben başını sallıyor. "Doğru söze ne denir?" ''Alnıma silah doğrultan biriyle kolayca empati kurabili­ rim ... Bir Allah'ın kulu bana aşık olmadı Şifa Hanım. Mu­ habbet karaborsasından satın aldığım onay tohumları da hiç yeşermedi. Sizi temin ederim habis ruhlu, sinsi ve kıskanç biri değilim ..." "Öyle mi?" "Kesinlikle. Aksi takdirde gönlümce eğlenip kutlama ya- ,, pamaz d ım.

ısı Yapay gölde yüzen plastik ördek

Gameboy'unu okyanusa düşürmüş uzun yol kaptanı kadar hüzünlüyüm. [JAMAL JALLAVI, 1955-2013, Kanlı Zincirler]

Hayatımın kavşağında, haritayı ters tutuyordum. Balık yakalamak için balinayı yem olarak kullanamazsın. Ve sürekli mutluluk yoktur ama kronik depresyon vardır. Vaziyet kötüleştikçe daha sert yazılar yazıyordum. Ken- dimi kaptırmıştım. "Süpürülmesi gereken yerler" başlığı al­ tında birçok "kirli" mekanı hedef gösterdim. Cleopatra Has­ tanesi ve Mecnun Meyhanesi de listedeydi. Birileri buraları taşlasın, kundaklasın istiyordum. Bir hayalet ordu yönettiği­ min farkında değildim. Aşk, açıklanamaz bir anlayış ve anlayışsızlık terkibi içerir. Bence yani. Lokman'ın kendini bu derece salması, beni ha­ yal kırıklığına sürüklemişti. Onunla konuşmayı deniyorum. Sorularıma bilmeceyle karşılık veriyor. Eşler arasında er geç açılan uçurum, bizi de günden güne birbirimizden uzaklaş­ tırmaktaydı. Düğünümüzde nutuk çeken şom ağızlı moruğu haklı çıkarmıştık. Mecnun Meyhanesi'nde sahne alan sarışın yosma [Dina Mina], kocama kancayı taktı. Charlie'nin Melekleri [1976-1981] dizisindeki Farrah Fawcett'ın üvey ikizi. Sesi berbattı. Gene de şuh telaffuzlu, kabarık sarı saçlı ve derin dekolteli haspa­ nın muskası ağır çekiyordu. Şeytanın tasmalı fahişesi! Bir çu­ val dolusu ateşkarıncası kadar hararetli, Lokman'a sokularak "Doktorcuğum ..." diye inliyordu. Sahnede "Bu şarkımı, kıy­ metli doktorcuğumuza ..." diye anonsluyordu. Aile hayatımız enikonu eziyete döndü: Çivili yatak, iğneli yastık, dikenli yorgan. Cinlerim tepemdeydi. İçimde dinme­ yen bir radyo paraziti. Asidi zaman aktıkça derimi yakıyor,

252 kemiklerimi aşındırıyordu. Gecenin modası çoktan geçmişti. Yalnızlığın panzehirini biz de bulamamıştık. Lokman gene kafayı çekmiş, bulut gibi sarhoşmuş. Gar­ sondan telefon geldi: ''Abla, doktoru taksiye bindirip gönde­ relim mi?" "Ben alırım" dedim. Peugeot'ya atlayıp Mecnun'a vardım. Hesabın bir kısmını ödeyebildim. Abasi "Hiç lafı ol­ maz Şifa Sultan, nasılsa mahsuplaşırız" diyerek damarıma bastı. Lahavle çektim. Lokman'ın koluna girdim. Canavar kamyon tekeri gibi zaptedilmesi zor. Biri bana laf atıyor: "Gemi su alıyor ve kaptan su koyuver­ miş ha?" Göz ucuyla bakıyorum. Arka masada tek başına otu­ ran dev bir yaratık. Uzun bir tereddütten sonra onun kadın olduğuna hükmediyorum. Çünkü beysbol şapkasının önünde turuncu bir çiçek deseni var. Küçümsüyor mu, kendince dertleşiyor mu çözemediğim­ den, cevap veremedim. Tereddüt iyidir; kolayca tarafsızlığa, zamanla da bilgeliğe dönüşür. Ben çekiştirirken, Lokman birden uçuverdi! Dev anası, kaşla göz arasında yanıma gelip kocamı sırtlamıştı. "Bana bı­ rak, taşırım" dedi ciddiyetle. O sırada Dina Mina "Bu son şarkımı da, umutsuz aşkını asilce kalbine gömen sevdalılara adıyorum. Eminim ki onlar­ dan birkaçı şu an aramızdalar" diye kelam salladı. Kan beynime sıçradı. Bir süre konuşamadım. Nefesim tı­ kandı. Ağzımın içi tutkalla doluydu sanki. Hırsımdan dişle­ rimi yiyorum. Kulaklarımdan duman püskürüyor. Derken hışıınla sahneye döndüm: "Seni tımarhanelik kevaşe! Kuy­ ruk sallamayı kes!" Boyalı tebessümü hızla kanat çırparak uzaklaştı. Şaşalamış halde etrafa bakındı. Cüretkar, münasebetsiz, hırçın tavrıma anlam verememiş ayağına yatıyordu. Yapay gölde yüzen plastik

253 ördek! Masumiyet maskesini yüzüne iyice oturttu. Ve gergin bir kibarlıkla sordu: "Pardon ... Ne kuyruğu hanımefendi?" "İçindeki şeytanın kuyruğu! .. " diye haykırdım. "Senin kıç deliğinden fı rlamış!" Salondan kahkahalar yükseldi. Tek tük alkışlar. Dev anası, kocamı indirdi. Kendisi de bir sandalyeye çöktü. Dirseğini masaya, elini yanağına dayayıp, ağız dalaşı­ mızı seyre koyuldu. Kolundaki kartal dövmesi bana bakıyordu; sanki uçarak gelip benim koluma konacaktı. Dina Mina, geriye doğru birkaç küçük adım attı. Yut­ kundu. Ağzını araladı. ''A? E? I?.. " şeklinde kesik kesik hece­ leyerek bocaladıktan sonra teatral bir edayla "Burada sanatımı icra ediyorum. Müsaadenizle!" diye ünledi. Bu arada, düşmemek için boş şişelere tutunan Lokman, İsveç Arapçasıyla geveliyor: "Nelej oluyoğ kujum? .. " İskandi­ nav birasının etkisi. Benim nikahlı jönümün bu hali nedir Ya Rabbim? Ta hnit edilmiş porsuk gibi bakıyor. Ona toz kon­ durmuyordum. Üzgündü, yılmıştı, bunalımdaydı işte. Lakin hepimiz biliyoruz ki narsistlerin depresyonu uzun sürer. Nef­ ret ettiğin kimseyi tümüyle anlayamazsın fakat aşkıyla yanıp tutuştuğun kişiyi de hakkıyla tanıyamazsın. Hırsımı sahnedeki şırfımıdan çıkarıyordum: "Lanet olası çıngıraklı yosma. O bet sesinle ancak cehennemin umumi tu­ valetinde şarkı söylersin sen! Kanalizasyon müzikalinde baş­ rol oynarsın! "Hah!" Mikrofonu uzatarak meydan okudu: "O halde sı­ radaki şarkıyı gel sen söyle de görelim!" Salondan bir uğultu yükseldi ["Ooooooooowwwv!"], or­ kestra üyeleri yay gibi gerildi, Abasi görünmez bir frizbi ya­ kaladı, garsonlar dondu, yanımdaki kazulet kımıldadı, Lok­ man hıçkırdı. Konuyu değiştirdim: "Senin o aydınger derini yüzüp kat­ layarak Uganda origamisi yaparım!"

254 Dina şıllığı keyiflenmişti. Evine mektup gelen postacı ka­ dar rahat "Tırstın değil mi? Seni anlıyorum. Hıh! Haydi, uza şimdi!" dedi. Yanımdaki lenduha, bir kaşını kaldırıp sakince "Ona gü- nünü göster" diyerek sahneyi işaret etti. "Sen de kimsin Allah aşkına?" "Adım, Jadwiga." Elimi sıkıp göz kırptı. Sessizliğin cambaz ipinde emin adımlarla yürüdüm. Di­ na'nın, deli şempanzenin pişmiş kellesi gibi sırıtarak uzattığı mikrofonuya vaşça aldım. İçimden öksürdüm. Ve Ümmü Gül­ süm' ün en ünlü şarkısını söylemeye koyuldum:

Hayatımın şafağı söktü senin nurunla Gözlerini görmeden evvel hiç yaşamadım Bakışların mazimi çarpıverdi sıfırla Ka derimi sevmeye işte şimdi başladım.

Ezelden beri kalbim doluydu hasretinle Aşkınla kör karanlık bile harikulade Mazi ajandasını silipgeçti melekler Ya şanmamış demektir sensiz hiçbir saniye.

Salonda bir alkış tufanıkoptu. Birbirine çarpan açık eller, Dina Mina'nın suratında patlayan yumruklardı. Lokman da sersem sepelek, şap şup alkışlıyordu. Avazı çık­ tığı kadar bağırdı: "Bravo Dina Mina!" Yuh! Tüyler ürper­ tici bir rezillikti bu. Korkuluk olarak kullanılan kadavra ka­ dar çaresizdim. Ve BUUUMMMMM!!! Bir bomba patladı! Mecaz değil, gerçek! Mecnun Meyhanesi'ndeki her şey ve herkes kanlı kon­ fe tiler halinde etrafasaçıldı!

255 Sualtında geçen bir fabl

Allah et gönderir, şeytansa kasap. [THOMAS DELONEY, 1543-1600)

Direksiyondaki sol kolumu bükerek saatime bakıyorum. Vi­ ctorinox. Lokman'ın hediyesi. Bir sabah bileğimde buldum onu. Ben uyurken usulca takıvermiş. Radyoda boks maçı anlatan spiker, her bir yumruğu bal­ landırarak aktarıyordu. Birden yayın kesildi. "Sayın dinleyiciler, mühim bir son dakika haberi için yayınımıza ara veriyoruz: Kasr en-Nil bölgesindeki Mecnun Meyhanesi'nde bu gece 1 sularında meydana gelen bombalı saldırıyı Kahire Kızılları üstlendi. .." Ne?! Kendi şebekemiriağına yakalandım! Kusursuz roman­ tizmimiz, taksirle cinayete tahvil olmuştu. cairoreds.com' da yazdığım talimatı, meçhul gerillalarını yerine getirmişti demek! Salya süm!ik ağlıyorum. Hatıralarım komple çöpe gitti. Üstüm başım kan lekeleri, insan eti kırıntıları ve kemik kıy­ mıklarıyla kaplı. Peugeot'nun ön camından şehir fermente edilmiş gibi görünüyor. Silecekler, gözyaşlarıma kar etmiyor. Jadwiga, beni enkazdan çıkarıp dışarıya taşımıştı. Bu ne­ denle onun zekasından şüphelenip cesaretine hayran kaldım. Saçlarım yanmış. Kulaklarımda bir infilakçınlaması. Titreyen bir kekemeye dönüşmüştüm: "Lo-lo-lolokman! .. Ö-ö-öldü!" Bazen hayatınıza bakıp dersiniz ki "Gayretlerimin seme­ resini toplayacağım elbet." Bazen de şöyle dersiniz: "El eliyle intihara teşebbüs ettim ve de kocamı öldürdüm!" İtfaiye kamyonları, polis arabaları ve ambulanslar etrafı­ mızda egzotik bir kuş sürüsü gibi ötüşüyorlar. Jadwiga, yan koltuğa sığabilmek için dizlerini çekip boynunu eğmiş. Dolunaylı gökyüzü, Japon bayrağı gibi dalgalanıyor.

256 Beynim derin dondurucuda sanki. Dudaklarım uyuşuyor. İçimdeki dikenli ormanda rüzgarlar yırtılıyor. Kanım damar­ larıma ağda gibi yapışmış. Jadwiga birşeyler söylüyor fakatanlamı yorum. Sualtında geçen bir fabldayız. Kusmak, bayılmak ve delirmek üzere­ yim. Araba, Arap sabununa bulanmış balık gibi kayıyor. Dev arkadaşım, pençesiyle elimi kavrayıp dümeni kırsa da nafile. GÜM! Bir palmiyeye tosluyoruz; bitkisel bir havai fişeği an­ dıran ağaç, Peugeot' dan saçılan kıvılcımlarla bezeniyor.

257 Bazı saniyeler, yllları yutar

Matem sezonunun ilk haftalarıboyunca komadaydım. Uyan­ dım. Kabusların ardından sağlıklı bir kahvaltı yaptım. Ja­ dwiga sağ olsun. Kabristana gidip Lokman'ın toprağını gözyaşımla sulaya­ rak bir elem harcı kardım. Ağzımdaki sakızı da taşına yapış­ tırdım. Dina Mina aşüftesiyle kırıştırıp onurumu kırmıştı. İşsizdim. Dul kalmıştım. Tetikte bekleyen ahalinin şer­ rinden beni koruyan kalkan erimişti. Karanlığın mabedindeki gölgeler cemaatinden gelen ve yalnızca adını bildiğim Jadwiga' dan başka kimim kimsem yoktu. İronik bir biçimde, o adı da değiştirmemiz gerekecekti. Jadwiga, İsrail ordusunda askermiş. Dişi Rambo. Ordu­ dan ayrılmış. Bir subay onu arayıp "Kahire' de bir tatile ne der­ sin?" diye teklifte bulunmuş. Burada gezip tozarlarken, bizim kız, herifin aslında başka bir kadını sevdiğini öğrenmiş. Du­ ruma fena içerlemiş. Otel odasında çenesine bir yumruk gö­ münce, lavuk sizlere ömür. Jadwiga Jaguar, aylardır Mısır' da kaçak yaşıyor. Bıçak atma, işkence, bilgisayar korsanlığı, vahşi doğada hayatta kalma, çıplak elle adam öldürme gibi işlerde uzman. Üstüne üstlük Arapça'yı benden iyi konuşuyor. Ye ni hayatım için ideal bir arkadaş. Tek kusuru ... nasıl desem ... benden hoşlanıyor. Subayın icabına baktıktan sonra, erkek­ lere değil, kadınlara ilgi duyduğuna tümden kanaat getirmiş. Sanırım orduda lezbiyenlik periyodu normal karşılanıyormuş. "Biliyorum, kulağa hiç hoş gelmiyor ama ben hayattan zevk almaya çalışan rezil bir heteroseksüelim" dedim. Jadwiga'yı üzmek istemiyordum. Hayatımı kurtardı. Ona cüzi bir cinsel avans verdim. Laf aramızda kendimi satanist ayine katılmış gibi hissettim. Oluru yoktu. Maalesef. "Ne yani?" demişti "Köle gibi boşuna mı soyunduk?" Alternatifler

258 bazen handikaba dönüşür. Açıkçası, erkekler çoğu zaman gö­ züme tifo mikrobunun büyütülmüş hali gibi görünüyor. Gel­ gelelim istisnaların kaideyi kolilediği de bir gerçek. Uzatmayayım, Jadwiga Jaguar'a yeni bir ad buldum: Varda Rowa. Sevdi. Sahte kimlik ve pasaport ayarladık. Daha doğ­ rusu Jadwiga, yani Va rda, Deep Web'den Rus kalpazanlarla temas kurdu ve meseleyi çözdü. Ona, Mısır' dan çıkma imkanı veren evrak, yurtdışından gönderildi. Fakat o, biricik kurtarı­ cım, yanımdan ayrılmayacak ve yegane koruyucum olacaktı. Yörüngemde sadakatle dönen parlak bir platonik uydu. Sa­ kın, Varda Rowa'yı küçümsediğimi sanmayın. Aşkına kar­ şılık ancak dostluk sunabildiğim bu kadının alakası benliği­ min özünü besliyor. Benim için defalarcakurşunların önüne atladı. Onu ıstıraba gark eden kişiyi, beni yaşatabilmek için kanının son damlasına kadar savaştı. Kahire Kızılları defterini kapatmayı denedim. Politik mü­ cadelenin astarı yüzünden pahalıydı. Birkaç aydır siteye hiç­ bir şey yazmamıştım. Komplo teorileri uçuşuyordu: "Lider su­ ikaste uğramışmış ... Hücreler uykuya çekilmişmiş ... Kahire Kızılları, devletin muhalifleri tuzağa düşürmek için kurduğu bir teşkilatmış ve artık görevini tamamlamışmış ..." Doğrusu, bizim direnişimiz fanteziden ibaretti. Gerçek yan etkileri olan bir hayal. Va rda Rowa'ya örgütten bahsettim. "Kahire Kızılları ... Şairane" dedi. "Mecnun Meyhanesi'nin bombalanması ve Lokman'ın ölmesi trajik. Fakat bu yüzden örgütü lağvedemezsin. Kendi kalene gol attın. Şimdi de kendi kalbinin üstünden atlayacaksın." "Hiç sanmıyorum. Saçmalamaktan başka bir yol bulma­ lıyız. Yaşadıklarımızın toplamı ne? Kabataslak bireyin üstün­ körü ideoloji eşliğinde oldubittiye getirilmiş hayatı!"

259 "Kendine biraz zaman tanı ..." "Bazı saniyeler, yılları yutar Varda. Bekleyişten bir bek­ lentim yok benim." ''Ama ..." ''Ama ne?" "Sağlam karakterli kişiler, elde ettikleri galibiyeti de, uğ­ ratıldıkları mağlubiyeti de küçümseyebilirler." "Yanılıyorsun. Boyundan büyük laflar eden ve sonunda da boyunun ölçüsünü alan cüceleriz biz." "Bana bırak Şifa." "Neyı. ·;>" "Kahire Kızılları'nı. İzin ver ben yöneteyim. Üç ay sonra fikir değiştirmezsen, fişi çekeriz." Varda Rowa'nın başlattığı bu sürpriz pazarlık beni durak­ sattı. Şüphe, tereddüt ve korku ... İçimde hepsi birbirine ka­ rışmıştı. "Bende tüccarlık geni yok" dedim. "Farkındayım." Bileğimi tuttu. Belinden bir tabanca çekip avucuma koydu: "Bu senin. Yanında bulunsun. N'olur n'olmaz." Silahın kabzasına çiftbaşlı kartal deseni işlenmişti. Evirip çevirdim: ''Acayipmiş." "Öyle," dedi "Saddam Hüseyin'in koleksiyonundan."

260 Utanmadığım için utanıyorum

Ayazda kalmış bitli dragon modundayız. Beş parasızız yani. Bıçak sırtında pinekliyoruz. Va rda Rowa, [hurda zımbırtı mı desem, külüstür zama­ zingo mu] hantal bir cihaz uzattı: "Abasi, seni arıyor." Makine, Alexander Graham Bell'in cep telefonuna benziyor. Alıp kulağıma dayadım: ''Ah, Şifa Hanım, sizi aramakta geciktim. Affınıza sığınıyorum. B� bir mazeret değil, biliyo­ rum, fakatgövdem üçüncü derece yanıklarla kaplıydı. Tedavi uzun sürdü. Bu süre zarfında Mecnun Meyhanesi'nde tadi­ lat yapıldı. Malum, en popüler şarkıcımız Dina Mina hakkın rahmetine kavuştu. Zavallıcık. .. Suratının astarı tersyüz ol­ muştu. Bağırsakları merdivene dökülmüş. O güzelim sarışının cesedi, erimiş çikolatalı gofret gibi yapış yapıştı. .." Dina Mina'nın akıbetiyle ilgili haberler beni keyiflendirdi. Bundan utanmadığım için utanıyorum. Fakat o şıllığın ölü­ müne üzülmediğim için üzülmüyordum. "Bay Abasi, sadede gelin lütfen." "Yalnızca sizin reddedebileceğiniz bir teklifte bulunaca­ ğım Şifa Hanım." "O halde üstüme düşeni yaparım. Siz teklif edin, ben de_" "Yo yo yooo! Lütfen. Rica ederim biraz düşündükten sonra karar verin." "Ne hususta?" "Mecnun Meyhanesi'nde sahne alma hususunda." O lanet yerde kocam ölmüştü. Abasi hırtının flört fihristine kaydolmak istemiyordum. Hem ben anestezi teknisyeniyim. Herif önce "Leydi Şavk, orda mısınız?" diye sordu; ben "Evet" deyince de aklımdan geçenleri okumuşçasına konuştu:

261 "Kocanızın can verdiği mekanda çalışmak istemezsiniz. Bili­ niz ki bambaşka bir tarzda dekore ettik. Sahnenin yerini bile değiştirdik. Bendenizin aşıkane alakamla zat-ı şahanenizi bu­ naltacağımdan endişe etmeyiniz. Sizi temin ederim uslu dura­ cağım. Sahne tecrübeniz pek yok, doğru, lakin o gece sesinizi duyup da hayatını kaybedenler bahtiyar öldüler. Kurtulanla­ rın da en büyük dileği sizden şarkılar dinlemek. Bu ikinci gruba ben fakir de dahilim. İstikbalde, ilk gruba gireceğim­ den de emin olunuz." Abasi gibi, tereyağına bulanmış salyangozdan bile daha kaypak bir yaldızcının, gönül kumbarama jeton atmasına ne . . . deme l· ı.� "B"lı emıyorum ... tab" ıı... b"ıraz ... yanı. .. bazı. .." d"ıye kem küm ediyorum. "4 bin pound" diyor "size gecede 4 bin pound ödeyebilirim. Bir aylık ücreti de peşin veririm. Ötesine gücüm yetmez. Ma­ lum-u aliniz, iflasın kıyısından, ölümün eşiğinden döndüm." Derhal "Kabul!" diyorum. Eee, n'apalım, para konuşur, nakit şarkı söyler.

262 Libidosunun dikine giden ulema ve şürekası

istop etti feleğin çarkı Mahsulünü topluyor şeytan Geleceğe hazırlan Gelecek bir katliam [LEONARD COHEN, The Future]

Ağlamanın hiçbir işe yaramadığını bilmek gözlerimi yaşartıyor. Azrail'le dansımız son hızıyla sürüyordu. Tak tiki tiki tak tik tak tik tak ... Yani zamanın bereketi yok, çarçabuk tüke­ niyor. 4 sene geçip gitti bile. Mecnun Meyhanesi'nin meşhur assolistiydim artık. Felekten bir gece çalmaya gelen kurnaz turistleri ve küçük burjuvaları, mahdut repertuarımla coştu­ ruyordum: Feyruz'un [Fairouz] Na ssam Alayna al Ha wa'sı Geleneksel bir Tu nus halk türküsü olan Sidi Ma mour [Mu- hammed Haneş'in 1975 tarihli plağından dinlemiştim] Marjan'ın Ka vir-e Def'i İranlı muhaliflerin dilinden düşmeyen Yare Dabestani Ma n Jacqueline'in az bilinen erotik şarkısı Alemny al-Hub...

Taylandlı Chilai Chaiyata & Swanee Patana'nın, Kw uan Ta i Duew Luk Puen [Yumuşak mermilerle pıt pıt ölüver] şar­ kısına Arapça sözler uydurmuştum. Alabama' dan Wo ke Up Th is Mo rning, Firewater' dan Electric City ve Leonard Cohen' den Th e Future gibi jenerik şarkıları da terennüm ediyordum. Mısır sazları ve Arap yo­ rumu, rock'ı arabeskleştiriyor tabii. Orhan Gencebay'a dargındım. Onun, zembereği kırık zongurlarla haşır nesir oluşu canımı sıkıyordu. Dahi beste­ karı sükutla protesto ediyor, kadim bir tasavvuf tabirinden

263 ["Hor görme garibi, kalbinde Rahman vardır"] ilhamla ya­ zıp bestelediği şaheser aşk şarkısını içimden söylüyorum ar­ tık: "Her şey Hak'tan amma zulmetmek kuldan I Gönül bir zalimi sevdi ne yapsın ..." Kahire Kızılları, neo-feminist bir hüviyet kazanmıştı. Ali­ son Jaggar, Judith Buder, Gayatri Chakravorty Spivak gibi yazarları, dert ortağım olarak görüyordum. "Erkek kardeşle­ rimizden tek ricam, ayaklarını boğazımızdan çekmeleridir" diyen Sarah Moore Grimke [1792-1873] ise bana öz ninem­ den daha yakındı. Takipçilerimiz ile aramıza psikolojik bir hendek kazılmıştı. Feminist ajandamızdan kimsenin haberi yoktu yani. Gizli ser­ visin basına sızdırdığı dosyalarda "İngilizlerin maşası" diye anılıyorduk. Halk ise rejim değişikliğine varan yolda bayrak taşıdığımızı sanıyor. Self servis restoranda personele bahşiş ve­ ren enerjik iyimserler... 13 kız çocuğuna tecavüz eden Fathi Touhaf adlı bir sapık, tutuksuz yargılanmak üzere serbest bırakılmıştı. Mali müşavirdi. Ensesi kalındı. Masum kurbanlarının biyolojik ebeveynlerine sus payı dağıtmıştı. Eh, kız çocuklarının, ilk regl gününde 'ol­ gunlaştığına' dair fetvalar çoktan hazırdı. Libidosunun dikine giden ulemamız böyle buyurmuştu. Fathi de salıverildi işte. Biz de reklam balonları üreten bir firmaya, Fathi'nin bir boy fotoğrafını yollayıp, 17 metre uzunluğunda 5 adet 'Fathi balonu' yaptırdık. 4' ünü başka şehirlerdeki [Asvan, Sivah, İs­ kenderiye, Şarm el-Şeyh] elemanlarımıza postaladık. Devirsi günün sabahı, tecavüzcünün helyumla şişirilmiş naylon klon­ ları Mısır göklerinde uçuşuyordu! Tüm dünyayı ıslatan bir yağ­ mur bombası patlatmıştık. Japonya, Güney Afrika, Fransa, Çin, Amerika. . . gezegendeki tüm haber bültenlerinde, hava raporundan önce bizim meteorolojik varyetemizden bahsedildi. Sosyal medyada binlerce Fathi videosu paylaşıldı. Namussuz

264 herif, dünyanın gelmiş geçmiş en meşhur tecavüzcüsüne dö­ nüştü. Fathi'nin görüntüsü, neredeyse tüm halkımızın cep te­ lefonunda kayıtlıydı. Sivah'ta bir köylü, akşamüstü tüfeğiyle naylon Fathi'yi vurup indirdi. Balonları bizim hazırlatıp uçurduğumuzu duyurduk. Mu­ haberat ajanları ise bu tür eylemlerin ancak İngiliz zekasından doğabileceğini düşünüyordu. Yerin dibinde şarkı söyleyerek ge­ çinen, Mısırlı dul bir anestezistin ne haddineydi?.. Fathi Touhaf müebbede mahkum edildi. Hapse girdik­ ten 3 hafta sonra da hücresinde cesedi bulundu. Öldürülmüş müydü? Herhalde. Resmi açıklamada, mahkumun intihar et­ tiği söylendi. Birkaç gün sonra, Mecnun Meyhanesi'ne Eshe damladı. Nişanlısıyla. Kuliste sarılıp az buçuk sohbet ettik. Müşfikbir yoldaş bulan tüm kadınlar gibi halinden memnundu. Üvey babası Ruşdi birkaç ay önce nalları dikmiş. Çifte mutlu son! Ruşdi ve Fathi'nin cehennemde aynı kazana atıldıklarını ha­ yal ettim. İçim ısındı. Onların tabutuna çivi çakmış, kefenini düğümlemiş, mezar taşlarına çentik atmıştım. Bravo ben! Gel beni bir öpeyim!

265 Fransızca konuşan Afrika papağanı

Va rda Rowa'nın yeni adı ve kimliği ilk kez işe yaradı. Han el-Ha­ lil 'deki 'Lamba Cini' adlı bir dükkan, ona miras bırakılmıştı. Lamba Cini'nin sahibi ve tek çalışanı tonton bir ihtiyar­ cıktı: Şahap Va hap. Nurlar içinde yatsın. Öylesine yaşlıydı ki, -dediğine göre- rüyasında aksakallı dedeye o nasihat veriyordu. Dermansız, takatsiz, mecalsiz Şahap Dede pembemsi sakalı­ nın sakladığı titrek tebessümüyle karşılardı bizi. Elde yaptığı renkli fenerleri satıyordu. Küçük, softampuller takılı fenerle­ rin içinde vaktiyle kandil yanarmış. Konuşkandı. Masallar ile yaşanmış acayip olayları har­ manladığı hikayeler anlatırdı. Sürekli. Kıyamet komandosu Varda Rowa da masum sabilere mahsus namütenahi bir ala­ kayla dinlerdi. Saatlerce! Açıkçası ben bir raddeden sonra sı­ kılır, müsaade isteyip tüyerdim. Şahap Va hap yanan balinalar, tuzla buz olan papatyalar, topal­ layan ağaçlardan fılandem vururdu: "Buzdağını eritip içme suyu yapmak için Luanda'ya [Angola] taşıyorlardı. Fakat içinde don­ muş bir mamut olduğunun farkında değillerdi, heh heh ..." Gü­ lerken, gözleri bir çift ışık çizgisine dönüyor. Anlattıkça coşardı: "Afrikapapağan ları, anavatanları Kongo' da Fransızca konuşuyor­ lar. Kayıp OyuncaklarAdası'ndan kurtulmayı başaran prenses, nehir boyundayürür ken Serge Gainsbourg ve Brigitte Bardot'nun Bonnie and Clyde şarkısını papağanlarla birlikte söylemiş:

Ne zaman bir düzen kurmaya çalışsak Huzurlu bir yuva arzulasak Üç güne kalmaz "Ta ta ta ta ta ta ta!" Başlarlar makineli tüfeklerle saydırmaya!

[Maintenant, chaque fois qu'on essaie d'se ranger I De s'installer tranquil­ les dans un meuble I Dans les trois jours, voila le tac tac tac I Des mitraillettes qui reviennent a l'attaque]

266 Buzdağından çıkan mamuta rastlamış. Sırtına binmiş. 1974'ün 30 Kasım günü Kinşasa'ya varmışlar. Böylece, kü­ çük kız, Muhammed Ali'nin George Foreman'ı devirdiği ef­ sane maçı izlemiş ..." Neyse işte. Cici dede Şahap Va hap anlattığı masalları can kulağıyla dinleyen Varda Rowa'yı varis tayin etmişti. Bunda, Varda'nın Lamba Cini'ni derleyip toplamasının, malzemeleri hiç yüksünmeden üst kata taşımasının ve ıskarta radyoyu onar­ masının da payı vardı muhakkak. Cenaze töreninde, Midak Sokağı'nın masalcı ihtiyarını eli­ mizde fe nerlerle uğurladık. Tüfek söküp takmak için eğitilmiş Varda, kısa zamanda yüzlerce fener yaparak dükkanı donattı. Lamba Cini, Kahire Kızılları'na hümanist bir derinlik kazandırdı diyebilirim. Varda Rowa ve bendeniz, defolu pelerin ve yamalı taydarımızla köşe bucak macera arıyorduk. Dükkan ise kimliğimizi saklayan bir paravandı. Gerçekte kimdik biz? İkimiz de ailemizin yüz ka­ rasıydık. Akşam yemeğine 7 sene gecikmiştik. Kaderin kör kuryesi, siparişlerimizi karıştırmıştı. Ve meçhule giden asan­ sörde baş başa kalmıştık.

267 P1rlanta çekirdekli zeytinler

intihar mektubu yazma rekortmeniydi. Bu mektuplar, onu hayata bağladı. [ROLF ROTMO, 1949-2013, Çifte İkiyüzlülük]

Silahlı peri, saçmalamaya en yakın kimseler, itirafa hazırlananlardır. Bu, gururumun selametine aykırı bir mecburiyet: Tabancayı burnuma dayadığında kalbimin 'play' tuşuna bastın. Nereden geldin, masallarda pişirilen pastadan mı çıktın? ilk kez çiçek açan bir ağaç kadar şaşırdım. Tüm 'Şifalı' sular bir anda buharlaşıp 'Şifalı' bir yağmur halinde üstüme döküldü, iliklerime işledi ta. Hz. Süleyman'ın kuyumcusu gibi hissettim. Cennette yaldızlı bir tüneldeki simli sarmaşıklara benzeyen kirpiklerin kır­ pışınca ... Kalbim tarihi Türk hamamının kubbesi misali ısındı Şifa. Sana gönlünü kaptıran 1 milyonuncu kişi miyim? Ondan mı bu kadar şanslı hissediyorum? Yazı icat edilince ilk iş, senin adını yüreğime mi kazımışlar? Öz yurduna, sılasına dönen balerin adımlarıyla girdin gönlüme. Yüce Tanrı, kainatın direksiyonunu tutmama izin vermişti sanki. Dümeni sana kırdım, mecburi istikamet, kamikaze dalışı. Kuyruklu yıldızın, havai fişekler arasından akışını andıran ... gülüşünün yankıları sürüyor Şifa, hiç dinmiyor bu sevdanın artçı şokları.

Sana bakmak, okaliptüs ağaçlarının temizlediği havayı solumak gibi Şifa. Senin hayalin beni zararlı güneş ışınlarından, bakterilerden koruyor. içimde tozlu bir enstrüman varmış meğer. Ve sen onu alıp harika bir ezgi çalmaya başladın. Kalbim, kalp şeklinde bir multivitamin tabletine dönüştü Şifa. İçi mineral­ lerle dolup taştı.

268 Neyi fark ettim, biliyor musun, muzip şakalarında şefkat var senin. Hüznünde analiz var, zeka var. Ben de hasrete bir doz neşe katayım madem. Seni özlemek artıkbenim mesleğim olmuş, alametifarikam, mezhebim olmuş. Gayrı bu nöbeti ömür billah bırakmam. Deve resimli pul da yapıştırsam, piramidi Sibirya'ya postalayamam.

iyiler kendini kınar, kötüler kendine acır. Sevdiğim şairlerden Ergin Günçe'nin dediği gibi, belki "Aklımla ben birbi­ rimizi oynatıyoruz"dur? Yo... Kararım karar. İçimde kor bıçaklar fırıldayarak dönse, hasret iman tahtamı çatırdatsa da, neşeden taviz vermeyeceğim. 1586'da dikilen dev Buda heykeli, Japon İmparatorluğu'ndaki bütün kılıç­ lar toplanıp eritilerek yapılmış. Heykelin yapımında 50 bin kişi çalışmış. Devasa abide zamanla yıkılmış, bugüne tozu bile kalmamış. Kafadan çatlak Buda heykeline benzemenin alemi yok, değil mi? Nasılsa bir daha buluşacağız Şifa. Ormanda asırlarca yan yana yaşamış ulu ağaçlar gibi kucaklaşacağız. Elektrik tellerinde randevulaşan kumrular misali gagalarımızı tokuşturacağız. Teşbihteki hatayı bağışla canım. Elmaşekeri dilimi ağzına [dilim kopsun] "gaga" dedim. Sırası mı, yeri mi, bilemiyorum ... En çok da pırlanta çekirdekli zeytin göz­ lerini özledim.

1913 Nobel Edebiyat Ödülü sahibi Rabindranath Tagore'un (1861-1941] yazdığı Bangladeş Milli Marşı'ndan bir mısra: "Mango ormanlarının harika ra­ yihası, sevinçten delirtiyor beni!" Belki ben de senin için marşlar yazmalıyım. Kendi ulusumuzu kurmalıyız Şifa. Lakin kelimeler lapalaşıp yapışıyor, coşkumun küsuratını anlatabiliyorumanca. Bakma sen bu nakıs edebiyata şaheser dilber. Lütfunla bütünlenir bu çeyrek çember. Senden bana her daim, dirayet sirayet eder.

Bu aşk Şifa, gönlün asumanında takla atan jet. .. Sarıl, buharlaşsın hasret ve kalbimi yeniden şarj et.

269 Seninle aynı denklemin içinde bulunmak, şiirsel matematik, saten geo­ metri, çıngıraklı trigonometri bu Şifa ... Öpüyorum dudaklarının iç açılarının toplamını. Yanaklarının yarıçapını, gözlerinin çevresini, saçlarının karekökünü ...

Refik Risk'in yazdığı ilk e-mail'i tekrar okudum. Kim bu adam? Kalbime doğru haldır haldır tünel kazan bir köstebek mi? Fırtınaya körükle giden bir üfürükçü? Yaz­ dıkları, bir püsküllü belanın kuyruklu yalanları mı? Romantizm kralı çıplaktır. Tamam. Sınırı aşmadan ger­ çek kadın veya erkek olamazsın. Doğru. Erkekler Mars'tan, kadınlar Venüs'ten. Ne farkeder, iki gezegende de hayat yok?! "Şakalarındaşefkat, hüznündezeka var" demiş. Umarım öy­ ledir. Kimse beni tanımlasın istemem açıkçası. İltifata, methe karnım tok. Gelgelelim kendimi tanımama yardımcı olacak birini de kovamam. Refik tipsiz. Yaşı benimkinin iki katı. Ve sıradan her er­ kek gibi, varını yoğunu, üç kuruşluk seksapele yatırıyor. Beri taraftan meymenetsiz değil, modern bir adam ve sözleri ru­ humu okşuyor. Kendimi üstün gördüğümü sanmayın. Kibir, yılışıklığı ön­ lese de zekayı köreltir; biliyorum. Sizin çatlak profesörle denk­ lik kurmayı deniyorum burada. Kahire'nin en popüler jönüyle evliydim. Onu bir paket kavrulmuş kıyma halinde toprağa gömdük. İnsanın mezarda, morgda, ameliyathanede ne şekle girdiğini biliyorum. Güzel­ liğin ödünç, cazibenin aldatıcı, etki'nin geçici olduğunun far­ kındayım. Nehrin kıyısında yeterince beklersen, tüm güzel kızların pörsük cesetlerinin yüzdüğünü görürsün.

270 Belki şiir ile felsefeyi, belagat ile düşünceyi, iltifat ile iro­ niyi kaynaştıran bu İstanbullu hercai çelebinin koluna gire­ bilirim? Sevimli biri Refik. Uçuk olduğu kadar ılımlı. Dengesiz görünse de ölçülü. Hem sonra, kim, aradığı nitelikleri bir tek kişide bulabil­ miş ki? Mükemmeliyetçi değilim zaten. Beyaz atlı prense, binitin­ den huy geçmişse ne ala.

271 Parazite kucak açmak

Haset, aptalların rağbet ettiği bir günahtır ve hiç de zevkli de­ ğildir. Gel de bunu Varda Rowa'ya anlat. Galiba, Mossad' dan kaptığı taktiklerle bilgisayarıma girip e-mail'lerimi okuyor. Yü­ zünden düşen bin parça. Acıklı bir alaycılıkla "Refik'i mi seviyorsun 'Risk' almayı mı?" diye sordu. Dalgındım: "Bilmem?" Zembereğinden boşandı: "Tanrı aşkına Şifa, herif şeyta­ nın baytarına benziyor! Şatafaclı klişelerle seni uyuşturmasına izin veremezsin. Merdivenaltı romantizme, laubali nihilizme pabuç mu bırakacaksın? İlkel dürtülerini janjanlı lakırdılarla ambalajlayan parazite kucak açamazsın. Def et gitsin şu hı­ yar tohumunu!" "lmmm, çok çirkin bir adam, değil mi?" Etrafımda dolanıyor, sözlerini abartılı jesclerle destekli­ yordu: "Hem de ne biçim. Madalyalı hilkat garibesi! Körlerin bile göz zevkini bozuyor. Üstelik bodur!" "Sahi, fazla kısa sanki?" "Cüce olmasına bir kromozom kalmış! O kadar kısa boylu ki. . . 'V' yaka kazak giydiğinde göbek deliği görünüyor; yağ­ mur yağdığında en son onun haberi oluyor; saçları ayakkabı cilası, ayakkabıları briyantin kokuyor!" "Bir de babamla yaşıt." "İğrençliğin daniskası!" Varda'nın hırçınlığını sineye çektim. "RefikRisk adlı so­ rumsuz tiryakiden hoşlanıyorum. Onun saat camı gibi pü­ rüzsüz kel kafası... Ölümcül hastalığa yakalanmış bir çocu­ ğun başucundaki mahzun oyuncak ayı bakışları ... Burnunun

272 oturduğu kadife minder bıyığı. . . bana sükunet aşılıyor" de­ medim. "Haklısın sanırım" diyerek geçiştirdim. Lezbiyen gardiyanım hız kesmiyordu: "Kahire'ye niye gel­ miş ki? İstanbul' da lağım mı yok?! Suratı mezbaha yalağına benziyor! Fırsat varken onun gırtlağını sıkıp kafatasındangöz­ lerinin fırlayışını izlemeliydim!" "Yeter, Varda. İlk söylediğinde anlamıştım. Refikpisliğin biri. Tamam." "Hıh ..." Başını iki yana salladı: "Ondan hoşlanabilecek bir kız canlandırmaya çalışıyorum zihnimde. Aklıma bir tek onun etek giymiş hali geliyor!" Güldüm. Komikti çünkü. Va�da Rowa, onu onayladı­ ğımı düşünmüş olmalı ki bir nebze yatıştı. Ve gidip tekli kol­ tuğa çöktü. ''Aslında... " diye söze girdim "Yani gerçeği bilmek ister- ,, sen ... Dikkat kesildi: "Evet?" "Onunla, yavaş bir trenin yataklı vagonunda Çin'e git­ mek istiyorum." Başını kaldırıp alnına bir şaplak attı ve pufladı: ''Aıghhh! İnanamıyorum!" Halbuki, bir yıla kalmadan, sahiden de Çin'e gidecektim. Üstelik, Varda Rowa sayesinde. Refik'le Titanik Britanya'ya yaklaşırken kavuşacak, trene de orada binecektik. Yatak kıs­ mına gelince... Bizi öldürmeye yeminli katiller, derilerimiz­ den abajur yaparsa, yatak odasında buluşabilecektik!

273 Kafasızın allnyazısı

Sevilmekten de, nefret edilmekten de sakın. Hiçbir şeye inanma, kıpırdama ve tek kelime etme. [YAN YU, 1111-1199, Şahlanan Filler]

Yavşağın, kalleşe dönüşmesi an meselesidir. [Nezaketsiz cüm­ lemi bağışlayın. Gerçekler bazen hançer tadı verir.] Mevzu şu: Abasi beni sattı. Gammaz domuz! Gizli Servis'e "Kahire Kızıl­ ları burada!" diye jurnallemiş bizi. Hey Allahım ya Rabbim! İspiyonculuk, cesaret gerektirmeyen fakatson derece tehlikeli bir iştir; bunu bir kenara yazın. Ne oldu? Deri eldivenli bir gölge, Abasi'yi piyano teliyle boğdu! Kafasızın kısa alınyazısı. Haberlere "Trafikkazası" diye geçti. Malum, cinayete kaza süsü vermenin tezyinatla pek ilgisi yoktur. Heveslenmiş, "İlle yatalım" diye tutturmuştu: "Senin naz faslın, benim sabır süremi aşmasın lütfen" diyordu. Mandıra köpeğinin cüretine bakın hele! "Dinle, Abasi, bana iş verdin, müteşekkirim. Garip bir biçimde, sohbetinden de hoşlanıyorum. Kuralları esnetirken oyunu bozma. Varoş fantezilerine kendini kaptırma ki, sana saygım azalıp yitmesin. Burası Ortadoğu. Seks, en iyi ihti­ malle aramıza nifaktohumları saçar. Kıskançlık ve bunalım, saldırganlık ve dırdır, tahakküm ve delilik peşimizi bırakmaz. İçinden çıkamayız. Dostluk iyidir. Bize bir bak: Çarşaflıstrip­ tizci ile çıplak astronot kadar uzak ve uyumsuzuz. Beni beleş sabun dağıtan bir dul olarak görmekten vazgeç." "Sabun mu?" Pür dikkat dinlediği için, ayrıntıları yakala­ yıp şapşallaşmasına bayılıyorum. "Veya öpücük. .. Teveccühün için teşekkür ederim. Cid­ den. Tek ricam, iltifatların tacize dönüşmesin. Anlaştık mı?"

274 Yok arkadaş, dinlemedi. Üç gün, beş gün ara veriyor, "Oh, normalleşti çok şükür" derken gene başlıyordu. Abasi, Varda Rowa'yla konuşmalarımızın kadrolu kulak misafiriydi. Sevgilim var mı, yok mu; onu öğrenecek hesapta. Pantolonuna hem kemer hem askı takan biri tarafından takip ediliyorum. Karikatür dergisinin 'Acemiler' sayfasından kaç­ mış sanki. Koridorda, kuliste, sahnede, sokakta sürekli dibi­ mizde. Can sıkıntısının ilacı meraktır; merakın ilacı yoktur. Va rda'nın askeri ketumluğuna karşılık, ben dut yemiş Bul­ gar g.tü gibi örüyordum. Abasi'nin duyacağı şekilde, Varda'ya acayip konulardan bahsediyordum: "Cep telefonuma haya­ letleri gösteren bir uygulama indirdim. Dairemde, iç savaşta kurşuna dizilmiş İspanyol bir diş hekimi, köpeğinin hayale­ tini arıyor." Patronum, kafadan kontak olduğumu düşünürse, yakamdan düşer sanıyordum. "2065 yılında, Facebook'ta pro­ fili bulunan ölüler, dirileri sayıca geçecek" diyorum. "Önceki sene Rotterdam' da tutuklanan bir mahalle çetesi, kamu hiz­ meti cezasına çarptırıldı. Otoyol kenarına fulya ektiler. Çi­ çekler baharda açtığında 'S.kerim böyle saçmalığı' yazısı or­ taya çıkmıştı!" Bu minvalde konuşuyor, göz ucuyla Abasi'nin şekilden şekle giren komik suratına bakıyordum. Bir gün boş bulunup, web sitesine yazdığım yazıdan bir cümle söyledim: "Marslı bir diktatöre benzeyen başkan, içi dı­ şına çıkmış köleden başka bir şey değil." Çölden gelen casus Abasi, Mecnun Meyhanesi bombalandığından beri, cairoreds. com' daki yazıları sektirmeden okuyordu. Offf1 Niye böyle? La­ net sırlar hep ortaya dökülür de, iğrenç yalanlar mezara kadar gider! Patronum, farklı cümlelerin ögelerini birleştirip, benim Kahire Kızılları'nın elebaşı olduğumu çözdü. Zapt edilmesi zor biri gibi görüneyim derken, kendi ko­ casının feci akıbetinden mesul bir terörist, erişilmez bir man­ yak mevkiine yükselmiştim. Abasi, hem öfkeye hem paniğe

275 kapıldı haliyle. Kontrol noktasında polis köpeği tarafından koklanan kokainman kadar gerginleşti. Ve ortalığı velveleye verdi. Haksız sayılmaz. Gene de benimle konuşabilirdi. Ona, örgütün sebep olduğu vahametin, cıvıklıktan kaynaklandığını açıklardım. Fanteziden maraz doğmuştu. Hayali kıvılcımlarla, cephaneliği havaya uçurmuştum. Abasi'nin nazarında, bizzat kendim içindeyken taammü­ den patlattığım Mecnun Meyhanesi'nde duygu yüklü şarkı­ lar söylüyordum! Ted Kaczynski'nin yeni sürümüydüm. Ar­ tık beni eskisi kadar çekici bulmuyordu. Yanlış anlamalar olmasa, hayatın tadı yarı yarıya azalır. Bazen, uçakta yanınızda oturan yakışıklıya bakıp dersiniz ki "Şanslı günümdeyim!" Bazen de şöyle dersiniz: "Ne?! He­ rif AIDS'li mi? Lanet olsun! Patlayan kusmuk torbasında ne var ne yoksa suratıma saçıldı!" Korkudan fayda gelebilir fakat korkaktan asla. Varda Rowa, Abasi'nin telefonunacasus yazılım yüklemiş. "Ondan kuşkulanıyordum" dedi. Bence, patronla aramda ya­ kınlık doğarsa haberdar olmak istemişti. Evet, muhtemelen benim telefon konuşmalarımı, mesajlarımı da gizlice izliyor. Bilirsiniz, bir ilişkiyi ayakta tutan şeyler şüphe, kıskançlık ve yalandır. Abasi'nin boğulmuş cesedi, duvara çakılı Mercedes'inin şoförkolt uğunda bulundu. ''Askeri istihbarat birimine haber uçurup bizim isimleri­ mizi vermiş" dedi Varda. Abasi sırasını savmış, tırsma nöbeti bana geçmişti. Ben­ zemekten korktuğumuz kişilerle lüzumundan fazla dalga ge­ çiyoruz, değil mi? "Ne olacak şimdi?" Varda Rowa karşımda diz çöktü, ellerimi tuttu; bizi uzak­ tan gören biri, evlilik teklifi provası yaptığını sanırdı: "Gizli

276 Servis, Kahire Kızılları'nın yurtdışından yönetildiğini düşü­ nüyor. Günü geldiğinde İngilizlerle pazarlık yapabilmek için seni rehin alabileceklerini umuyorlar." "İyi de İngilizlere hiçbir bağımız yok ki? Bizimki kontrol­ den çıkmış bir hobi sadece?" "RefikRisk'i İngiliz ajanı sanıyorlar." Güldüm. "Ne?" "Hiç ... Refik'Felsef eciyim. Üstelik felsefenin James Bond'un­ dan ziyade Barni Moloztaş'ı sayılırım' demişti bana. Mısır dev­ letinin istihbarat arşivlerinde ciddi ciddi James Bond olarak kayıtlı olması komik. Adam İngiliz bile değil?" "Delice kuşkular, diktatörlüğün klişesidir... Örgütün de­ şifreolmasını istemedikleri için, Abasi'yi susturdular. Öyle gö­ rünüyor yani. .. Şimdi sen ..." "N'olmuş bana?" "Mısır'ı terk etmelisin." "Niye? N'oldu ki? Hem nereye_" "Çin'e gideceksin Şifa. Ellerimi çektim: "Çin'e mi?!" "Liaoning eyaletindeki Dalian şehrine." Ayağa kalktım: "Ne halt edeceğim Langalunga'nın Dalli­ donna şehrinde? Adlarını bile söyleyemiyorum?!" Arkamdan bakarak kısık sesle '�Titanik'e bineceksin" dedi. Upuzun bir sessizlik oldu. Sanki asırlar sürmüştü. Kıtalar birbirinden ayrıldı. Faaliyet halindeki volkanlar söndü. Ku­ zey kutbundaki buzlar eriyip aşağılara süzüldü. Ayaklarımızı ıslattı. "Hayatta olmaz. Unut bunu Varda. Batmak için Tita­ nik'e ihtiyacım yok" diye sayıkladım.

277 Baştan başlayan bahar

Başını göğsüme yasla ve hala yaşıyormuşum gibi konuş benimle. . . [FRANCO FRANCI, 1822-1877, Kovboy Türbesi]

Romantik, bir duygunun lüksünü, bedel ödemeden deneyim­ lemeye yeltenen kimsedir. Aşırılık, sahiciliği tehlikeye atar. Ve cinsellik içeren her ilişki istikrarsızdır... Refik Risk'i tanıyana kadar böyle düşünüyordum. "Gerçek aşk" diyordum kendi kendime "lüzumsuz sıkıntılara sebep olur." Abasi'nin öldürülmesinden önceydi. .. Refik,yazd ığı e-ma­ il'lerle beni usul usul kendine çekti. Biri tüm dikkatiyle size konsantre olunca, ister istemez siz de ona takılıyorsunuz. On­ dan gelen e-mail'lerin çıkışını alıyor, yazdıklarını tekrar tek­ rar okuyordum. Falcı çadırında mahsur kalmış pozitivisttim. Mum ışığı, tütsü ve aynayla hipnotize olmuş; sihirli sözcük­ ler, gölge dansı ve iksirle kafayı bulmuştum. Refik, ruhunu çağırdığı Shakespeare'in rahle-i tedrisinden geçmiş ve ondan icazet almıştı sanki: "Elmas tozlarının uçuştuğu gözlerinle, kirpiklerinin arasından sızan huz­ melerle beni evcilleştirdin Şifa. Seninleyken içimde bir kilim seriliyor, piknik sofrası kuruluyor, güneş bü­ yüyor, ilkbahar baştan başlıyor.. . " Kesin konuşan iddiasız insanlardan biri belki yalnızca? .. Yo yo, Refik, sürpriz yumurtadan çıkan sürpriz yumurtaydı. Kişisel fikrim, o mektuplar bir cadı heykelinin bile kalbini yumuşatır. Hem ben, mazinin şerrinden korunmak için şim­ dinin silahıyla istikbale at.eş açan biriyim. Zaman makinen yoksa, pişmanlık faydasızdır. Sizce de hayat, bir değişimin farklısafhalarından oluşmuyor mu? Şahsen, itimatla göneni­ rim, hazza güvenmem. Benimle aynı yalanlara inanmış bir müttefikin refakatine kıymet veririm. Refik yakışıklı değil ama sempatik. Hem bu göreceli bir şey ve göreceliliğin an­ lamı kişiden kişiye değişir. N'apalım, aşığın gözü kördür ve

278 körle yatan şaşı kalkar. Küçük şeylerle mutlu olacak kadar ap­ tal değilseniz, şansınıza küsün. Refik, Kahire'yi su yolu yapmıştı. Ayda iki kere geliyordu. [Sair zamanlarda Skype, WhatsApp, Gmail üzerinden yazışı­ yor, konuşuyor, görüşüyorduk.] "Yanlış anlama ama senin yaşıtların uçağa binmekten kor­ karlar?" diye sormuştum. Boşboğazlığı, patavatsızlıkla perçin­ liyorum işte .. "Uçak fobimyok, çünkü derinlerde yatan bir kontrol tut­ kusuyla yanıp tutuşmuyorum" demişti. ''Ayrıca ben yüzme biliyorum." "Yüzmenin uçakla ne ilgisi var?" "Uçakların çoğu denize düşer." Aşağı Mısır' da [Nil, Akdeniz'e aktığı için, ülkenin kuze­ yine 'aşağı' diyoruz] dört dönüyorduk. Nil' de bir tekneden inip ötekine biniyoruz. Mısır Müzesi'nden çıkıp İslami Sanatlar Müzesi'ne giriyoruz. Babil'in antik sokaklarından geçiyoruz. Basamaklı Piramit, Mehmet Ali Paşa Camii, Asma Kilise ... Ta rihe ve tüm inançlara iyi gözle bakanlara mahsus bir turis­ tik tatmin yaşıyorduk. Romantik ahenk de cabası. Le Pacha 1901 adlı restoranın terasında koşeri, şavarma, fulmudammas yiyor; hibiskus şerbeti içiyorduk. "Hiçbir yemekten şikayet etmedin?" "Seni seyrederken her şey tatlanıyor Şifa. Şu çöp kamyo­ nunun hırıltısı bile Mozart'ın senfonileri gibi kulağımı okşu­ yor.· Eminim, taşıdığı çöpler de gayet lezizdir." İnsanların zaten inandığı fakat henüz kimseden duyma­ dığı, biri söylesin diye can attığı yalanlar vardır. Refik benim pembe yalan tedarikçim mi? Onu çekici, giderek vazgeçilmez kılan şey bu mu?

279 Kendinden pek bahsetmiyordu. "Evim, deniz manzaralı bir eve bakıyor" diyordu en fazla. Habire espri yapıyordu: "9 ay 10 gün hapis yattım. Çıktı­ ğımda yeniden doğmuş gibi hissediyordum." Müstehziydi: "Ortak düşmanımız normallik. Bunda hem­ fikiriz. Gene de dindarlık, ruh hastalarının kendi problemle­ rini görmelerini engellememeli ... " Sürekli alaycılık, ciddi bir depresyon belirtisidir. Acaba, Refik de mi, hiç yüzünden maruz kaldığı ıstırapları silmeye çabalıyor? .Onun da mı hikayesi polonyum içeriyor? Çoğu ko­ nuşmasında, ustaca bir oyalama taktiği seziyorum. Parmak iziniz gibi, yalnızca size ait acılar vardır. Bunları kafaya hiç takmazsanız büyük başarılar elde edebilirsiniz. Fakat şahsi­ yet kazanamazsınız. Refik'insırlarını öğrenme hevesinde değilim. Onun gize­ mini tüketmeye niyetim yok. İsterim ki, derdini açmasına lü­ zum kalmadan ona deva sunabileyim. Mazinin zehrini tozut­ madan, yüreğine su serpeyim. Naneli çayı yudumlarken bir sigara yaktı. "Fazla sigara içiyorsun" dedim. Ben arada bir, tek tük tüt­ türüyorum ya, ona akıl verecek makamdayım güya. Kansero­ jen nasihat. Ah, asıl düşüncelerimiz, ağzımızdan kaçanlar mı? "Bunlar gerçek değil" diyerek paketi işaret etti. Ve konuyu değiştirdi: "Ne düşünüyorum, biliyor musun?" "Nerden bileyim?" "Kahire'ye taşınmayı. Çölde bir kulübe yaparım. Her gün seni ziyaret ederiz." "Başkaları da mı var?" "Ben ve devem."

280 "Bana sorarsan, Refik Risk'siz bir Türkiye tanınmaz hale gelir." "Niye? Çıplak elle eşekarılarını öldürebiliyorum diye mi?" Güldüm: "Sen ne biçim felsefe profesörüsün?" "Entelektüellerin üç özelliği gözden kaçıyor: l] Kolay hipno- tize olurlar, 2] sık fikir değiştirirler ve 3] şiddete eğilimlidirler." "Şiddet mi?" "Dikkatini çekerim, 'Şiddet uygularlar' demedim, 'Şiddete eğilimlidirler' dedim." "Ne farkvar?" "Tam bilmiyorum. Öğrenince sana söylerim." Yüzünün yarısıyla gülümsedi. "Buralarda sinema var mı?" "Film izlemek mi istiyorsun?" "Evet. Bir kimseyle sinemaya gitmemişseniz, iyi arkadaş ,, sayı l mazsınız. Taksiye atladık. 6 Ekim Köprüsü'nü geçip, Zawya Sine­ ması'na vardık. Refik, 5 fılmarasından Ma vi Fil'i [The Blue Elephant] seçti. Biletleri o aldı. Restoranda, müzede, takside ... hesapları hep o ödüyordu. Bunu maçolara mahsus bir böbür­ lenme sinyaliyle değil, doğallıkla yapıyordu. "Bu defa ben öde­ yeceğim" deyip cüzdanıma davrandığımda, azıcık sitem, bir nebze rica içeren tadı bir ifadeyle bana mani oluyordu. Film uzun ve sürükleyiciydi. Çıktığımızda karanlık çökmüştü. Si­ nemada pekişen dostluğumuz, gecede ilerliyordu. Boş sokak­ ları arşınlarken, Refik birkaç adım uzaklaştı ve bana bakıp geri geri yürüyerek, kuru, kısık bir sesle şu dörtlüğü söyledi: "Güzelim, afetsin lakin ben sana I Divane olsam da aşık ol­ mazdım I Pek açık söylersem darılma bana I Aşık olsam bile sadık olmazdım."

281 "Bu da ne şimdi?" "Rıza Tevfik'in birşiiri." "Bana sadakatsizlik sözü mü veriyorsun?" Durdu: "Blöf sadece. İstiyorum ki herkes, kimseyi umur­ samadığımı düşünsün. Kayıtsız görünürsem bahtım açılır diye umuyorum. Ve sen ..." Yanıma geldi. Ayaklarımıza bakarak, adımlarımızı sayar gibi, ılımlı bir hassasiyetle yürüyoruz. "Bi­ lemiyorum ... aşk makul bir alışveriş değil. Belki de doğrusu, gönül telini koparmaktır? Kalp damarları anca o zaman açılı­ yordur? Çoğu kimse, sevenlerini hor görür. Sevda karşılığında hangi duyguyu aldığını tam bilemezsin. Reddedişteki netlik, kabulde yok Şifa. Hafifliği hafife almamak lazım sanırım. 'Ha ­ yat, derin bir yalnızlıktır' diyor Ortega y Gasset. 'Buyüzden dile getirilemez bir kavuşma telaşı sürüp gider. ' Haklı olabilir. Duygularından eminsen, yanıldığın aşikardır aslında. Düşün­ celerin kesinleşince sapıklığın eşiğini aşıyorsun. Evren'in her zerresi gerçek mi? Peh! Aşk sadece kimyasal bir mola galiba. Ve onu felsefe küreğiyle ..." Elini tuttum. Durduk. Gözlerime şaşarak baktı. " ...karamı yorsun ..." diye sözünü tamamladı. "Sen delisin" diyerek takdirle gülümsedim. Diğer elimi öpüp, onun dudaklarına dokunarak öpücüğü naklettim. Bir kitabı okumayı bitirip yenisine başlamıştık sanki. Tüm­ den sakinleşti, epey ferahladı. Bu Refik de adaptörü prize ta­ kılı unutulmuş gibi, her duruma adapte oluyor. Gözleri buğulandı. Neden acaba? Ben de bir çift gözya­ şına yol verdim. "Bir insanın gerçek yüzü, orgazm olurken or­ taya çıkar" derler. Katılmıyorum. Gözler nemlenince, çehre­ miz gerçekleşir. Aha? Ben de filozofoldum!

282 Diken çelengi

Uçak, ninelerle doluydu. İnince, İstanbul'un kadın nüfusunu ve yaş ortalamasını yükselttiler. Refik beni havaalanında karşıladı. Ve bana plaket verdi! Üzerinde üç dilde [Arapça, Türkçe, İngilizce] "İstanbul'a şe­ ref verdiniz ŞifaŞavk" yazılıydı. "Bu, ömrümde aldığım ilk plaket ve en ilginç hediye!" di­ yerek boynuna sarıldım. "Beğenmene sevindim. Fakat aslında... Cimriler, kalıcı hediyeler verir" dedi. Refik'in 1999 model siyah Volvo'suna bindik. Ver elini Kadıköy. Günlerden Pazartesi ve mesai saatiydi ama sokaklarda iz­ diham vardı. Bu kalabalıkta tazı kaybolsa, sahibini bulamaz. Kahire de böyle. Nil'in etrafında daimi bir mahşer deltası var­ dır. Ilık bir yağmur başladı. Oh, mis. İnsanlar sağa sola ka­ çıştı, Refik'le ben kol kola, tenhada kalıverdik. "Halkımız yağ­ murda paniğe kapılır, kar yağınca sakinleşir" dedi. Kulübemsi bir sahaf dükkanına uğradık. Saçak altındaki kitap sergisinin ardında kıvırcık saçlı, munis bir genç oturu­ yordu. Islanmamak için biz de içeri geçtik. 1970'lerde basılmış bir Kahire albümüne gözüm takıldı. Algıda seçicilik. Düşün­ celere daldım. "Coğrafya kaderdir" demiş İbn-i Haldun [1332- 1406]. Tüm saygımla söylüyorum, kaderin aygıtları ve kuv­ veti galiba bizim oylarımızla belirleniyor. 12. asırdan bugüne coğrafya az buçuk değişti, malum. İklim ve kültür de. İbn-i Haldun'un 'yazgı'sı kadar, John Locke'un [1662-1704] 'tabula rasa'sını da hesaba katmak lazım galiba. Teslimiyet ile isyan, ret ile kabul benzeşiyor hatta örtüşüyor bazen. Benim naza• rımda bilinç iradeden daha makbul. Güçsüzlük, zayıflık değil yani. Kainatın trafiğinidüzenleyemem . Kendi içimde ferahlığa

283 yeşil ışık yakabilirim fakat. Yiğitlik etmeden de korkusuz ola­ bilirim. Dünyaya ihtiyacım yok ki onu dönüştüreyim. Zaten dönüyor üstelik ... Sevdiğim adamın fikirleri bana sirayet edi­ yor herhalde. Sahi, Refik nereye kayboldu? Kıvırcık gence sordum: "O nerede?" Arkamda bir yeri gösterdi parmağıyla. Döndüm. Refik eski bir apartmandan çıkıyordu. Koşar adım yaklaşırken "Sa­ haf Lütfü'ye uğradım" dedi "bu dükkanın asıl sahibi. Şu bi­ nanın birinci katında daha büyük bir mekanı var." Gençle selamlaşıp yola devam ettik. Yağmur bir seyrelip bir gürleşiyordu. Göğün vanasıyla oynuyor birileri. Refik'in elini tuttum: "Eski kitapları seviyorsun?" "Eh ... Sakallı'ya birkaç sipariş vermiştim. 150 bin kitabın arasından bulamamış." "Sakallı?" "Lütfü'nün lakabı. Görsen, nedenini anlarsın. Müthiş bi­ ridir. İkinizi tanıştırmak istedim ama misafirivar." "Ooo? Fransız tarzı. Güpegündüz aşna fişne?" "Şifa? Hiç görmediğin bir kişinin günahını alman beni şaşırttı." Yağmur damlaları, dudaklarından sekiyordu. "İhsan Oktay Anar'la, vampir mıhlama yöntemlerine dair Osmanlı yazmalarını inceliyorlardı." "Etkileyici ..." Rampadan çıkarken ikimizin de nefesi tı­ kanmıştı. Bir tiyatro binasına sığındık. Dev bir afiştekikral kostümlü adamı, kaşlarımı kaldırarak gösterdim: "Hey, bu aktörü tanı­ yorum, Fo rget About Nick filminde oynuyordu. Neydi adı? .. " "Haluk Bilginer" dedi Refik "Mükemmel bir oyuncu, iyi bir mütercimdir."

284 İçlere, kafeteryanın bahçesine doğru yürürken, Haluk Bil­ giner yanımızdan geçti. Refik'i deselamladı: "Merhaba üstat!" Meşhur tiyatrocudan şipşak Türkçe dersi almış oldum. 'Mer­ haba üstat!' Bunu akılda tutayım. Bahçede bir masaya kurulduk. Yağmur bir ara hızlandı, sonra dindi. Kahveleri höpürdetiyoruz. Etraftagözlükleri bu­ ğulanmış hipster'lar. Çatı ile çardak arasında volta atan tom­ bul kediler. Fonda harika bir şarkı çalıyor. "Bu şarkı ... çok güzelmiş" dedim. "Nihavent bir eser. Güftesi, Hayri Mumcuoğlu'na; bestesi, Münir Nurettin Selçuk'a ait. Ben de çok severim." "Neden bahsediyor?" Refikhayra nlık dolu bir ifadeyleanlatma ya koyuldu: "Di­ yor ki. ..

Gün doğarken yıldızlarsöner de belli olmaz Hayal içinde dünya dönerde belli olmaz. Mevsimler, gece gü.ndüz, gelip geçer ömrümüz Sevda ilegö nlümüz yanar da belli olmaz. Bahtımızayağa r kar, silinir hatıralar Gün olur bizi deyar anar da belli olmaz."

"Harika. Teşekkür ederim, Refik." Hislenmiştim. "Bu şarkıyı sahnede söylesen ya?" diye fikirverdi, "Sana, Youtube linkini yollarım. Ezberlersin. Funk tarzında yorum­ larsın. Müdavimlerin aklı çıkar?!" "Merhaba üstat!" Arkamda beliren bir adam, Refik'e elini uzattı. [Bu duruma Baader-Meinhof Fenomeni denir. Yani yeni öğrendiğiniz, daha önce varlığından bile haberdar olmadığı­ nız bir sözle kısa süre içinde tekrar karşılaşma hali.] Sarıldılar.

285 "Şifa, Ender Kalender işte bu, dünyada en güvendiğim kişi" dedi. Ender, semiz gövdesine, gri bir ceket geçirmişti. Kestane saçları kırlaşıp seyrelmiş. Büst taslağını andıran yüzünde kaya tuzu sakal. Koltuğunun altına bir kitap sıkıştırmış. Süveteri­ nin yakasından, okuma gözlüğü sarkıyor. Tokalaştık: "Mem­ nun oldum, Şifa Hanım." "Ben de. Refik sizi pek methetti." "Sizi bana methettiği kadar değil" deyip otururken kitabı masaya bıraktı. İki dost, aralarında üç-beş satır Türkçe konuştular. Bu arada ben de kitabın kapağına göz attım: Saralı Bakewell'in Va roluşçular Ka hvesi. Hiçbir şey anlamıyorum. Tek elle say­ falarıçeviriyorum. Birçok yeri fosforlu kalemle çizilmiş. Hei­ degger, Sartre, Levinas, Husserl gibi isimler geçiyor. Bay Ka­ lender de fe lsefeci muhtemelen. Kahvelerin üstüne çaylar geldi. Garson, Kafka'dan nezle kapmış gibi görünüyor. Ben bir de profiterol sipariş ettim. Seyahatteyken perhiz yapamıyorum. Aç kalma endişesi, kişi­ sel kıtlık lanetine yakalanma korkusuyla doluyorum. Yiyecek birşeyler bulma derdine düşüyorum. Uzaklar şişmanlatıyor. Ender ile Refik, hasbıhali kesip bana dönüyorlar. Havadan sudan konuşuyoruz. Ender Kalender'in centil­ men olduğuna hükmediyorum. Zira özel sorular sormaktan özenle sakınıyor. Araya girmeden dinliyor. Yunuslar gibi sa­ bit bir tebessümü var. Bazen çenesini ovsa da, genellikle ses­ sizce kafasını sallıyor. İyi dinleyicileri herkes hoşsohbet sayar. Yarım saat kadar sonra, muhabbet koyulaşmıştı ki "İnan­ dığımız yalanlar hayatta kalmamızı sağlarken, söylediğimiz yalanlar yaşam kalitemizi arttırır" dedi Refik. Ve ayağa kal­ kıp izin isteyerek ellerini yıkamaya gitti.

286 Ender Kalender'le baş başa kaldık. Katışıksız yabancılar iyi geçinir. Onda erkeğe yaratık görünümü veren iştahlı, di­ dikleyici, ısırıcı bakışlar yoktu. Mesafeli bir sevecenlik ve so­ yadındaki kalenderlik vardı. Bir süre sustuk. Sonra aynı anda konuştuk:

"İstanbul'u beğen_" / "Siz de felsef_" "Önce siz" dedi mahcup, "lütfen. Ben saçmalayacaktım zaten. " "Rica ederim. Ben de kişisel bir şey soracaktım." "B uyurun, sorunuz." "Şey... Siz de felsefeci misiniz?" "Maalesef hayır." Kitaba dokundu: "Felsefeyle, okuyucu olarak ilgileniyorum." "Fakat bir filozofun en çok takdir ettiği kişisiniz." Azıcık duraksadı: "Evet ... Refik Bey'le her Pazartesi bu­ rada buluşuruz." Sebebini tam çözemiyordum fakat gerilmiştim. Refik'e neden "Bey" diyor? Can ciğer arkadaşlar arasında geçersiz bir kelime? "Diğer günler?" Kapıya baktı. Derin bir nefes aldı. "Şifa Hanım ..." Tansiyonum yükseliyordu. Yutkundum: "Efendim?" Sesi yumuşak ve sinir bozucuydu: "Refik,sizin Kahire' den onu görmek için geldiğinizi söyledi. .." Dişlerimi sıkıyordum: "Doğru. Burada başka tanıdığım yo k zaten. " "A ranızda bir gönül ilişkisi var, öyle mi?" İyi polis tarafın­ dan sorgulanıyor gibi hissediyorum. "İyi" ama gene de "po­ lis." Kibar konuşuyor ama sorgulamakta.

287 "Yetişkinleri bilirsiniz, Ender Bey" dedim itham imasıyla. Hızlı hızlı anlatmaya koyuldu: "Yanlış anlamayın lütfen. Refik bir tür şizofreniden mustarip. Ben onun arkadaşı deği­ lim. Psikiyatrıyım." Şoke oldum: "Ne?!" "Muayenehaneye gelmeyi reddettiği için burada buluşu­ yoruz. Yaklaşık 10 yıldır. Her Pazartesi. Size kızından söz et­ miştir... " "Elbette" dedim. Boğazım kurumuştu. "İmge. Üniversi­ tede okuyor." "Hıh... Refik'in öğretim üyeliğinden atıldığını biliyor muydunuz?" "Neyi fark ettim biliyor musunuz?" "Neyı. ·;:." "Size, dedikodudan hoşlanmadığımı belirtmekte gecikti- .. . ,,, ' gımı. "Fitneci bir boşboğaza mı benziyorum? Vaziyet vahim. İkazda bulunuyorum sadece." Doktor Kalender, ceketinin yaka cebinden bir kartvizit çıkarıp uzattı: "Beni arayın. Size detayları anlatacağım." Kartta 'Üsküdar' diye biten bir adres yazılıydı. Umarım buralara uzak değildir. Ne halt edeceğim ben şimdi? İçimde biriken katranda bir diken çelengi yüzüyor. Refik geldi ve pürneşe "İçeride düşünecek çok zamanım oldu ..." dedi. Tedirginliğimi bastırarak, zoraki gülerken, kartvi­ ziti çantama, plaketin kadife kaplı kutusunun üstüne koydum.

288 Kanın kaldırma kuvveti

Korkak, cesura "sabırsız" der; sabırsız, korkağa "korkak" der. [ARISTOTELES]

Arkandan iyi konuşan herkes dostundur. Bu kadar basit. En­ der Kalender, sevgilim hakkında müspet konuşmamıştı. Tıp bazen acımasız olabiliyor. Riske girdim ve geceyi Refik'in evinde geçirdim. Otelde kalmanın lafını bile etmedim. Cemal Süreya Sokağı'nda bir apartmanın üçüncü katındayız. Pencereler kocaman. Daire ge­ niş. Etraf kitap dolu. Ve -sıkı durun- içerisi hem tertipli hem de tertemiz. Bravo Refik. Tiyatronun tuvaletinde yüzümü yıkayıp düşünmüştüm. Refik Risk... Şizofren ha? Deli yani. Tanıştığımız gün Brow­ ning'i çektiğimde adeta sevinmiş, "Bir felsefeciyi ölümle teh­ dit etmek. . . porno stara seks kasetiyle şantaj yapmaya ben­ zer" demişti. Bir mektubunda "Akıllı kişiler, Şifa, mantığın her zaman işe yara­ madığını bilirler. Zekice davranmak için, zekadan fazlası gerekir" yazmıştı. İki tür delilik vardır: İyilerin kafayı yakması, kötülerin zı­ vanadan çıkması. Refik'e şizofren teşhisi konmasını aklım al­ mıyor. Çünkü cömert mesela. Cömertlik, ruh sağlığının başlıca alametidir. Hem sonra Refikespritüel, hoşgörülü ve nazik. De­ lirenler aptallık etmeye hak kazanır. O, aksine, fazlasıylazeki. Bir dakika ... Yoksa ... Refik Risk'in salaklığı, bana abayı yakmasında mı? Cömertlik gibi görünen savurganlığı, suçlu­ luk duygusuyla mı bağlantılı? Varda Rowa başta olmak üzere, tüm insanlığın kınaması, garipsemesine rağmen, onun gibi bi­ rine gönül verdiğim için, asıl deli ben miyim? .. Kağıt-havlu otomatının düğmesine bastım. Yüzümü ku­ ruladım. Aynadaki yansıma baktım. Kendimi yeterince

289 tanımadığım duygusundaydım. Sürprizler, masumiyeti teh­ likeye atar. İyi de ben masum değilim ki? Doktor Kalender, Refik'e doğru teşhis koymuş bile olsa, benim hakkımda hiçbir şey bilmiyor. Kahire Kızılları'nın lideriyim ben. Mısır hükü­ metinin kabuslarının senaristiyim. Bazı balık türleri, insan ka­ nıyla dolu bir havuzda hayatta kalabilir; ben işte onlardanım. Kanın kaldırma kuvvetini bana sorun siz. Çaresizliği aşmak ve acılarımı dindirmek için tehlikeli birine dönüştüm çoktan. Omurilik kesen, bomba patlatan, Mançurya manikürü [tır­ nak sökme] yapan, Saddam Hüseyin'in koleksiyonundan ça­ lınma bir tabanca taşıyan ve lezbiyen bir komandoyla gül gibi geçinen bir çılgınım! .. Böyle düşününce tedirginliğim geçmekle kalmadı, Refik'e acımaya başladım. Dolayısıyla doktoru aramadım. Üsküdar'a gitmedim. Belki sonra. Bazı anormallikler iyi hissetmemi sağ­ lıyordu. Kocaman kız olmuştum. Ne zaman, nerede, hangi ha­ tayı yapacağımı biliyordum. Bazen, yatağınızdaki adama bakıp "Doğru kişiyle doğru yerdeyim" dersiniz. Bazen de şöyle dersiniz: "Yan çizerse onun beynini tinerle seyreltip köpeğimin kulübesini boya­ yacağım."

290 Bu. Bir Popo Değildir

Gizliliğin ve aleniliğin fazlası yasadışıdır. [BAB el HADiD I KAHİRE İSTASYONU filminden] RefikRisk'in çene kemiğinin altını öpüyorum: "Yatak odanda neden bunca kitap var?" Fısıltıyla soruyor: "Sence?" "Depremde beton kütlelerinin seni ezmesini önlesinler diye?" "Borges 'Etrafımda kitaplar olmadan uyuyamam' demiş." "Sana, Borges'ten huy mu geçti?" "Öyle görünüyor." "Bir kuyruğum olsaydı, şu anda onu sallıyor olurdum." İki­ miz de virgül ve nokta yerine öpücük kullanıyoruz. "Gurur duydum ... Umarım, şu an birbirimizin lehine hata yapıyoruzd ur. " "Tabuları yıkmanın zevkli bir yolunu bulduk, ha?" "Sayende, Şifa." "Ş ansırnızvarsa ..." Sözümü tamamlıyor: " ...şanslıyız dernektir." "Beni safsatalarla tavladığını kimseye söyleme sakın." "Ohooo... Sır tutmayı bilen insanlarla konuşmak istiyor- san mezarlığa git." Mezarlık denince aklıma Lokman geldi. Onun beynime yapışmasını engellemeye çalışırken "Sence şişman mıyım?" diye sordum. Saçımı koklamaya ara verip "Hiç de bile. Zayıflık ile sıs­ kalık arasındaki ince çizgidesin Şifa" dedi. ''Ayrıca, bu iş bit­ tiğinde, kişi başı yaklaşık 360 kalori yakmış olacağız."

291 "Müjde diye buna derim." Birbirimizin gözlerine dalıp çıkıyoruz. Başımı koyunca, yastığın altında sert bir cisim olduğunu fark ediyorum. Bir roman: Şark Ekspresinde Cinayet. "Dame Agatha!" "Evet. Yatakta çok iyidir." Dudaklarını büzerek gülümsüyor. "Biliyor musun, kısa romanlarında katil hep kadın, uzun­ larda ise hep erkek çıkıyor." . Kafasını takdirle sallıyor: "Sence ... biz, ruh ikizi miyiz?" Bir ruh hastası, bir teröriste sorduğunda, bu sual nasıl da de­ rinlik kazanıyor. "Beden ikizi olsaydık tuhaf kaçardı" diyerek kolunu ok­ şuyorum. "Birbirimize rastlamış olmamız ... Amma acayip ... Ya ni Kahire'ye gitmeyi hiç düşünmemiştim ..." "Tam bir Sinbad tesadüfü!" "O da ne?" "Sinbad masallarında iki gemi uçsuz bucaksız ummanda karşılaşır ya... Abartılı rastlantı yani." "Hımmm? Bu bir Arap deyimi mi?" "Hayır, şimdi uydurdum. Bizim durumumuzu anlatan bir söz işte." "Zekice." Saçımı parmağına sarıp kulağımın arkasına do­ luyor: "Birileri bizi filme çekip, videoyu porno sitesine yük­ lese, izleyenlerin kültürü epey artardı." Kahkaha atıyorum: "İyi fikir: Entelektüel porno!" "Bu projeyi milli eğitim bakanlığına sunayım." Doğruluyor, boşlukta bir noktaya bakarak anlatıyor: "A nimasyon olmalı.

292 Başrollerde fılozoflar,edebiyatçı lar, bilim insanları ... Seks fılm­ leri eşliğinde bir kültür devrimi! Ülke nüfusu da genç, talep yoğun olur. 1000 filmyapı ldığını düşün. Hepsini izledin mi, üniversitede ders verecek seviyeye geliyorsun!" "Ne dersi?" "İlkçağ felsefesi, divan edebiyatı, Rönesans resmi. .." "Filmlerden birine isim buldum." ''.Aha? Neymiş?" "Bu Bir Popo Değildir." "Seninle iş tutmak... " elmacık kemiğime bir virgül kondurdu " ...gerçekten büyük zevk Şifa" dudaklarıma noktayı koydu.

293 Terminator'ün temin ettiği Titanik bileti

"Igor Jaguar'ın baş edilmez bir gangster olduğunun bir sürü canlı, pardon, ölü kanıtı var" demişti Varda Rowa. Igor, onun amcasıymış. Haberlerde zaman zaman adı geçiyordu. Yeni bir Titanik inşa eden çılgın milyarder. Garip ama adamı gösteren video kaydı yoktu. Televizyonda da fotoğrafı kullanılıyordu. Hep aynı, eski fotoğraf: Ceketsiz fakat kravatlı, kırklarında bir adamın bel plan görüntüsü. Va rda'nın Igor'la akraba ola­ bileceği aklımın ucundan geçmemişti. Çünkü niyeyse Jadwiga Jaguar adına bir anlam yüklememiştim. Köhne bir dükkanda üç kuruşluk fe nerler yapan Va rda'yı, Titanik'in inşasına 500 milyon dolar yatıran adamla eşleştirememiştim. Igor Jaguar ile öz kardeşi, yani Varda Jadwiga Rowa Jagu­ ar'ın babası küs imişler. Niye, Ya hudi bir kadınla evlenmiş­ miş? Bir cenaze yemeğinde, Varda'nın annesinin annesi domuz yahnisi pişirilmesine karşı çıkmış. Babasının annesi de "Bık­ tım senin yobaz reflekslerinden!" filan demiş. Beriki "Günah­ larla zevklenen kafirlersiniz!" diye haykırmış. Mutfaktaki tar­ tışma kısa sürmüş, zira Babuşka Jaguar, domuz eti doğradığı bıçağı Yahudi büyükannenin gözüne saplamış! Köküne kadar! "Amcama telefonettim" dedi Varda. "Seni, Titanik'e alacak."

"O gemiye binebilmek için insanlar milyon dolarlar ödüyor?" "Evet. Çünkü Titanik gerçekte bir gemi değil." Gözleri, simetromanın elindeki suterazisi kadar hassas bir dengedeydi. "Ho. � N epek" ı.� " "Bilmiyorum ... Igor Amcam ilkin seni istemedi. 'Ricana cevabım iki kelime: Mümkün-atsız' dedi." "E sonra? Israr mı ettin?" "Yalvardım."

294 "Böyle bir şeyi neden yaptın Varda? Sana söyledim. Tica­ nik'e binmeye hevesim de yok niyetim de." "Bana dedi ki 'Annen seni Siyonist bir zombiye dönüş­ türdü. Baban olacak sersem de buna göz yumdu. Sen matruş­ kanın dıştaki bebeği gibi tombul ve sevimliydin. Ne hale gel­ din kim bilir? Tankın tepesine çıkıp vaaz veren mutaassıp bir Terminator kesildin başımıza!' Ve telefonu suratıma kapattı." "Tekrar mı aradın?" "Ertesi günü bekledim. Uykusunda vicdanının sesinden kaçamaz, anlarsın ya." "Beni şaşırtıyorsun, Varda Rowa." "Meğer onun kızı da, Jojo, bir Yahudi'yle nişanlıymış." "'' I', vay canına. "Dertliydi. 'Azgın piç, kızımın aklını aldı' diye yakındı. 'Sen de bir Yahudi'yle evleneceksin. Yaşlı Yahudiler, genç Ya­ hudiler, bebek Yahudiler... Şapkadan çıkan ve her tarafakaka yapan yabani güvercin sürüsü gibisiniz!' dedi." "Lezbiyen olduğumu söyledim. Şaşaladı. Müslüman bir kadına aşık olduğumu duyunca büsbütün afalladı. Aşkımın karşılıksız kalmasına hayıflandı. 'Vah vah' çekti. Kendi ha­ yıflanmasına şaşırdı. Mısırlı ajanların peşine düştüğü sevgi­ limi kurtarmasını istiyordum ... Amcam hiç ama hiç dindar değildir. Gene de dinci şablonlara göre karar alır. Eh, cinsi­ yetçi de. Kafasıkarıştı. En son, senin şarkıcı olduğunu söyle­ dim. O zaman durdu." "Ve?" ''Adını sordu. 'Şifa Şavk' dedim. Yanındaki birine sesle­ nip senin hakkında bilgi istedi. 'Dinle beni Jadwiga ... Şifa Şavk'a gemide yer açsam bile... Onu bir daha asla göremez­ sin. Anladın mı?'"

295 Üzerine sirke püskürtülmüş sümüklüböcek gibi irkildim: . "O nıye.;ı" "Telefonda söyleyemezmiş. Titanik'te kimsenin ölmeyece­ ğini garanti etti. .. 'Arap yolcuların kulağının pasını silecek bir şarkıcı. . .' diye sayıkladı. Sonra da bana 'Senin hatırın için Ja­ dwiguşka .. .' dedi ve ekledi: 'Sen de gel madem.' Teklifinigeri çevirdim. Otantik Arap sazı çalan bir çalgıcı bulup bulamaya­ cağımı sordu. Taha Tahir olabilir diye düşündüm. Orkestranın geri kalanını gemideki müzisyenlerden tamamlayabilirmiş ..." Kafamın içi, aynı anda hem kavga hem yangın çıkmış bir sirk çadırı kadar karışmıştı: "Gitmemi, kaybolmamı ne­ den istiyorsun?" "İki sebebi var. .. I] Seni sevmekten yoruldum. 2] Öldü­ rülmene katlanamam." "Kim, beni niçin öldürsün ki?" ''Askeri İstihbarat." "Ha?" ''Abasi'yi ben boğdum Şifa." "Olamaz?!" İskeletime bir zıpkın sızısı yayıldı. "O kart zamparanın yılışıklığı sabrımı taşırdı ... Bizi yani Kahire Kızılları'nı ne zaman bitirecekleri belli olmaz. Evham­ dan eyleme geçen yasal yetkili paranoyaklarla karşı karşıyayız." "Yurtdışına çıkmama izin vermezler ki? Havaalanında tu­ tuklanırım?" ''Amcam her şeyi ayarlayacak." "Gidemem. Şakira'yı terk edemem. Batasıca memleketim­ den ayrılamam ... Bu meme ucu değil ki koparıp atasın?" Dik­ katinizi çekti mi, hayatımı kurtaran dostum Varda'ya "Seni bırakamam" demedim. Nankörce bir gaflet.

296 İç çekişini frenledi: "Annem 'Günah, borç ve düşman tah­ min ettiğinden fazladır' derdi." Pişmanlık ve mahcubiyet tınılı bir tereddüde sordum: "Yani?" "Tüm yüklerinden kurtulacaksın. Yepyeni bir hayata baş­ layacaksın. Bambaşka biri olacaksın." Bileğimi kavradı. Te­ lefonumu elimden alıp avucuma iki uçak bileti tutuşturdu. "Daha önce bahsetmiştim. Dalian'a vardığında seni alıp Ti­ tanik'e götürecekler." Bir can yeleğine tutunur gibi ona sımsıkı sarıldım.

297 "Kimseyle konuşma. Ruhlarla bile."

Cümbüşçü Taha Tahir'le indiğimiz Dalian Zhoushuizi Ulus­ lararası Havalimanı'nda adlarımızın yazılı olduğu karton par­ çalarını kaldırarak bakınan biriyle karşılaşacağımızı sanıyor­ dum. Arkadan omzuma biri dokundu: "ŞifaŞav k?" İrkildim: "Ha?!" Adamın yüzünü görünce de ürktüm: "Hiii?!" Aldırışsız bir tavırla, bavulumu ve tekerlekli valizimi kapıp yürürken, çıkış kapısına doğru bakarak, tecavüzcü ıslığını an­ dıran sesiyle "Ben, Apo Calypso" dedi. O kadar iri ki, onun yanında boyum 10 santim kısaldı sanki. Suratı, sırtlanların didiklediği bayat av etine benziyordu. Patlamış mısır biçimli, madeni dişleriyle tren çekebilir. Bir delinin rüyasındaki misafir oyuncu gibi hissediyor­ dum. 30 bin sayfalık bir menü verip hiç yemek getirmedik­ leri bir lokantada. 27 saattir yollardaydık. Pekin' den aktarma yapılmıştı. Pes­ tilim çıktı. Öfkeli ve mecalsizdim. Apo Calypso, bizi son sürat kullandığı BAIC marka bir arazi aracıyla Nikko Otel'e apardı. Bana bir bez torba verdi. Ve herhangi bir veda sözcüğü söylemeden gitti. Taha Tahir'le farklıkadarda kalıyorduk. Bezgince selamlaşıp ayrıldık. Sıcak suyla duş aldım. Apo Calypso'nun verdiği torbadan bir uydu telefonu,bir American Express [Platinum] kredi kartı, bir deste Yuan çıktı. Perdeyi aralayıp 17. katın penceresinden bakınca, Sarı Deniz' de aşina bir cisim gördüm: Titanik. Ori­ jinali, yapımı tamamlandıktan sadece 11 ay sonra batmıştı. Bu kadar kısa ömürlü bir geminin böylesine meşhur olması, 100 yılı aşkın bir süre boyunca, milyarlarca insanın zihninde yüzmesi ne acayip.

298 Restorana indim. Köpek haşlama, farekızartması, solucan salatasıyla karnımı tıka basa doyurdum. Üstüne kaktüs suyu ve yılan kanı içtim. Ohhh beee! Rehavet çöktü. Mayıştım. Sızmak üzereyim. Asansörde bir grup doktorun arasında kaldım. Buzdolabın­ daki beyaz yumurtalar gibi sıralanmışlar. Başım dönüyordu. Hafiften bulanık görüyordum. Kulaklarımda jetlag uğultusu. Doktorlardan biri morg fayansı suratlı, böcek ölüsü gözlü, ka­ davra endamlıydı. Bana Cleopatra Hastanesi'ndeki ameliyat masasında ruhunu teslim eden, tüm çabalara rağmen kurta­ rılamayan hastaları hatırlattı. Dr. Akula'ydı bu. Cadılar Bay­ ramı'nda makyajsız gezebilir. İblis ona ürkünçlük aşısı yapmış. Az önce yediğim berbat yemekleri kussam, ifadesi daha fazla rahatsız edici hale gelmezdi. Yani bu çiroz kurusunun, tüm insanlığı peşine takıp yeni bir çağın kapısından içeri gizlice sızmamızı sağlayan bir deha olduğuna ihtimal vermezsiniz. Odaya girdim. Çantamı komodine bıraktım. Soyunurken sendeliyorum. Uykuya batıp çıkıyorum. Bitap düşmüşüm. Varda Rowa, telefonumael koymuştu. "Kimseyi arayamaz­ sın" demişti. [Browning'im de Kahire' de kaldı. İki gün sonra, Apo Calypso bana bir kutu getirecek ve içinden tabancam çı­ kacaktı.] Yatağa uzandım. Uydu telefonunu çantamdan alıp açtım. Ve Va rda Rowa'nın numarasını tuşladım. Ezberim iyi­ dir. 11 yaşındayken Ku r'an'ı hıfzetmiştim. ''Alo?" "Selam Varda. Nasılsın?" Sesi titriyordu: "Beni araman doğru değil." "Sevinmedin mi? "Elbette. Ama ..."

299 "Buralarda ne halt edeceğimi bilmiyorum ..." "Bir yolunu bulacaksın. Eminim." Adımı söylemekten ka­ çınıyordu. "Bana, korkumuz tehlikeden daha büyük gibi geliyor" dedim. "Yanılıyorsun. Tam tersi. Kimseyle temas kurma. Ruh­ larla bile." "Zaten toplam üç kişi_" "Hayır. Refik'e senin öldüğünü söyledim. Sakın!" "Neden?" , ''Anlamaya çalış. Bu telefonu kırıp atacağım. Mecburum. İnan bana." "Refik'e neden_" "Elveda, sevgilim." ÇAT! Kapattı. Tekrar aradım. Ulaşamadım. Varda Rowa bir kara deliğin içine çekilerek kaybolup gitmişti sanki. Refik'i arasa mıydım? Kararsız kaldım. Uyku iyice bastırdı. Henüz uyanıkken başla­ yan kabusun devamında Kadıköy' de RefikRisk' le birlikte kar­ danadam yapıyorduk. "Jo Nesbo'yu sever misin?" diye soruyor.

" T " ı anımıyorum. "Tanı. Depresif dedektif Harry Hole'un yaratıcısı. Sağ­ lam yazardır." "Rüyada bile senden birşeyler öğreniyorum" diyorum neşeyle. Uzakta, hareket eden bir siluet görüyorum. Yaralı bir ka­ dın, karda kan izleri bırakarak bize doğru sürünüyor. Başını kaldırınca, onun Eshe olduğunu anlıyorum. Elini kardana­ dama uzatarak "Çocuğum ..." diye inliyor.

300 O sırada korkunç bir gürültü duyuluyor. Titanik, binalara çarpa çarpa önüne çıkan her şeyi ve herkesi ezerek bize doğru yaklaşıyor. Geminin baş bölümünde Haluk Bilginer kollarını açmış haykırıyor: "Merhaba üstat!" Yanında da Dina Mina, alkışlıyor! Refik'le el ele kaçıyoruz. Cemal Süreya Sokağı'na dalıyo­ ruz. "Şehirdeki tüm kediler buraya toplanmış. Demek ki gü­ vendeyiz" diyorum. Kar dinmiş ve buharlaşmış. Güneş par­ lıyor. Bir köşeye yüzlerce kedi üşüşmüş, iştahla et yiyorlar. Yaklaşıp bakıyorum ki, karnı boydan boya yarılmış Abasi'nin iç organlarını yağmalamaktalar. Bir gözünün yerinde yeller esen Abasi, kafasını oynatarak ötüyor: "Ben senin baban sa­ yılırım!" Browning'i çekip ağzına ateş ediyorum. DUF! Soka­ ğın öbür ucunda Şakira ''Ablaaaaaaa!" diye çığlık atıyor. "Po­ lonyumdan beni de kurtaaaaaaar!" VİJJJUUUUUVVVVV! Titanik, Şakira'yı biçerek yokuş aşağı Marmara Denizi'ne uçu­ yor. Dizlerimin üstüne çöküp ağlıyorum. Serçe boyutundaki Hammad Dedem sağ, Zafir Dedem sol omzuma konmuş cik cik tartışıyorlar. Refikbeni tutup kaldırırken dedelerim "Puf!" yok oluyorlar. Refik'in oturduğu apartmana dalıyoruz. Mer­ divenleri çıkarken ışıklar sönüyor. Birden, elinde Lamba Cini fe neriyle Ender Kalender beliriyor. Refik kayıp. Doktor "Re­ fik Risk'in deliliği sana geçti Şifa Şavk! .." diyerek üstüme yü­ rüyor. Tabancamı arıyorum, bulamıyorum. Son bir gayretle fı rlayarak basamakları çıkarken, yukarıdan babam sesleniyor: "Şifaaa!?" Te laşla Refik'in dairesine girip kapıyı çarpıyorum. Borges, Şahap Vahap ve Varda Rowa bir masa başında el ele tutuşmuş ruh çağırmaktalar. Nefes nefese soruyorum: "Refik nerde?!" Va rda "Refikyok," Fenerci Şahap "Refik öldü," Bor­ ges "Onun ruhunu çağırıyoruz" diyor. Kan ter içinde uyandım. Kalbim gemi pervanesi gibi dö­ nüyor. Zor nefes alıyorum. Yediklerim mi dokundu acaba? Kalkıp bir bardak su doldurdum. Titanik'e bakarak içtim.

301 İkonik transatlantik, Pasifik sularında pek pasif görünü­ yor. Kim der ki bu munis leydi çok yakında tüm insanlığın gözü önünde patlayacak ve parçaları dünyanın dört bir ya­ nına saçılacak? Yatağa uzanıp, çocukken yaptığım gibi Felak ve Nas su­ relerini okudum. Kısacık, samimi, hakiki bir dua için Şan­ ghay'ın kuzeyine kadar gelmeli miydim? İnancın doğallığına varabilmek, dinin binbir kuralından sıyrılmakla mümkündü belki? Allah'a bir cümle söyleyeceksen, "cinlerden ve insanlar­ dan" yakayı kurtarmak şarttı?..

302 Bir b.k anlamadım ama çok etkilendim

Yaşlının yaşlısı bir adam [Nuh'un Gemisi'nde doğmuş, Tita­ nik'te ölecek], Igor Jaguar'a "Yalnız olmadığımızı bilmek için okuruz" diyor. Jaguar kahkaha atıyor: "Biz de, zavallı gibi görünmemek için cinayet işleriz! Hih hih hoh hah haaa! Ayyy... Tanrı bizi bu dünyaya mutlu olalım diye değil, sevelim diye göndermişti değil mi sayın yazar? .. " Otelin lobisinde keemun içiyorlar. "Mutluluk ile sevgi niye çelişsin ki?" "Ben aptalın biriyim. G.tümden sallıyorum işte." "Estağfurullah." "Yooo, doğru söylüyorum. İnsanlar, zenginliğime bakarak akıllı sanıyorlar beni. Esasında hep. . . sizin gibi yazar olmak istemiştim. Sosyopatın tekiyim değil mi? Siz beni anlıyorsu­ nuz. Ve halime acıyorsunuz ..." "Acı, bir cetveldir Bay Jaguar. Onunla kendimizi ve baş­ kalarını ölçeriz. Acıyı ve acımayı dışladığımızda gerçekle bağ kuramayız. Asıl cesaret, kendini merhamette gösterir." "Tanı bir yazar konuşması. Bir b.k anlamadım ama çok et­ kilendim. Siz yazarlar Tanrı'nın meslektaşlarısınız, değil mi?" "Haşa?!" "Öyle, öyle. Onun da kitapları var sizin de. Iıııııı, hep me­ rak etmişimdir, nasıl bir şey? Ya ni yazar olmak?" "Düşüncelerin anlaşılmaz, duyguların karşılıksızdır, söz­ lerin unutulur, yazdıkların okunmaz ve sen ziyan olursun." "Müthiş! Hiçbir şey istememeyi kim istemez? Yoksa sizi yanlış mı anlıyorum? Zira kafama takılan bir husus var ..."

303 . ;>,, "N eymış. "Keder, daima kolay ulaşılabilir bir duygu. Haksız mıyım?" "Çünkü her yerde ve bedava. Sıradan bir çiçeğin açması için bile dünyanın çile çekmesi gerekiyor sanki." "Titanik romanına bu cümleyi de yazın bence" deyip fin­ canı kafaya dikince, Igor Jaguar'ın gözü bana takıldı. İhtiyar­ dan izin alıp yanıma geldi: "Siz, Şifa Hanım'sınız?" "Memnun oldum Bay Jaguar." Hepi topu 2 dakika konuştuk. Yüzümü dikkatle inceledi. Yıllardır görmediği yeğeni Jadwiga' dan bir iz aradı sanki. Belki ben onda bana Varda Rowa'yı hatırlatacak bir yön bulmaya çalıştığımdan, böyle düşündüm. "Sizinle iyi anlaşacağımızı umuyorum" diyor "Fakat baş­ tan söyleyeyim, benim günahlarıma hayranlık duymayan, se­ vaplarıma hiç katlanamaz." Ne demek istedi? Bana sarkıntılık mı ediyor? Sırıtış ile gülüş arasında gidip geliyorum. Buna takılmayacağım. Deli­ lerin ve dahilerin fütursuzluğu, ancak aptalları rahatsız eder.

304 Öpücükten mahrum kalan kurbağa

Okyanusun her damlası ıslatır. [CHING SHIH (MADAM CHING, CHENG 1 SAO) 1775-1844)

Titanik, alkış tufanınıgeride bırakarak yola koyuldu. 22 Mart günüydü. Taha Tahir'le orkestrayı kurduk. Melody Morendo adlı caz şarkıcısı ve ekibi bizi destekledi. Balo salonunda günaşırı çalıp söylüyoruz. Civardakiler ekseriya ihtiyar. 55-60 yaşındakilere genç mu­ amelesi yapılıyor. Yolcular düşe kalka gezinirken, Titanik salına salına Sunda Boğazı'ndan Hint Okyanusu'na geçti. RefikRisk'i arayamadım. Telefonumbozulmuştu. Gemiye bindikten sonra da kayboldu. Varda Rowa, binlerce kilometre öteden hayatıma müdahale ediyordu besbelli. Kahire' den ayrı­ lışımdan önce, telefonumael koymuştu. Refik'in başını daha fazla belaya sokmak istemiyordum. Ona, bir ay sonra, Tita­ nik macerası bitince koşmaya karar verdim. Bu süre zarfında, mektuplarını tekrar okuyarak avunacaktım: ipek Yo lu saçlarında parmaklarım hurma kervanı gibi mola verse, oyalansa ... Güneş halka şekere dönse, şakır şakır göklerden şerbet yağsa ... Melekler evrendeki çatlakları sıvarken biri de sevabına kalbimi yamalasa. D güvertesi, 152 numaralı kamarada kalıyordum. Bir gece, Melody Morendo'yla birlikte kumarhaneye gittik. Onun fik­ riydi. "Yapma, Morendo" dedim "sen hiç kumarda kumarha­ nenin kaybedildiğini duydun mu? Oysa insanlar paraların­ dan, evlerinden, arabalarından olurlar."

305 "Kumarın kuralı: Oyna, kaybet; borç al, kaybet; çal, kay­ bet; alkole vur, kaybet; işten atıl, kaybet; terk edil, kaybet; kav­ gaya bulaş, kaybet; hapsi boyla, kaybet; öl! Ha?" "Evet, konuyu benden iyi biliyorsun. O halde zorun ne?" Kapıdan içeri girdik. Sağa sola bakınarak yürüyorduk. Po­ ker kağıtlarını iki elle tutan titrek pompuruklar, papaza dön­ müşlerdi. ''Aşkta kazanmak için buradayım" dedi Melody Mo­ rendo, "şu İtalyan aygırı var ya ..." parmağıyla uzaktaki bir blackjack masasını gösterdi. Gözlerime inanamadım! Sylvester Stallone!? 21 oynuyor! "Rocky Balboa'yı mı tavlayacaksın?" "Neee?! Haaay111r... O zavzav moruğu kim ne yapsın?" Melody, Rocky serisini seyretmemişti anlaşılan. 'İtalyan Ay­ gırı' tabiriyle... "Bak, şu krupiye var ya, Marco Montes ..." yeni nesil İtalyan'ı kastediyordu. ''Adam, Jojo Jaguar'ın nişanlısı. Hiç şansın yok, iffetsiz Polyanna" dedim. "Şeriat evinde peşrevden dümteke çoktan geçtik bile!" "Ne dedin?!" "O ve ben zaten birlikteyiz, anlasana." "Oha!" "Marco gerçek bir yatak sporu şampiyonu. Son rekorunu kırarken onunla başbaşaydık" deyip kıvançla gerindi. Kahire' de, arkadaşlık, müstehcen fıkrayla başlardı. Ti­ tanik'te ise cinsel entrikaların ifşası bile kar etmiyor. Marco Montes'in kağıt dağıttığı masaya yönelen Melody' den kop­ tum. Birkaç dakika sonra, kendimi Stallone'un yanında bul­ dum. Ağır ağır anlatıyordu: "Kurbağa, ihtiyar adama 'Beni

306 öpersen dünyanın en güzel prensesine dönüşürüm ve ne is­ tersen yaparım' demiş. Bizimki, dikkatle dinledikten sonra, kurbağayı ceketinin cebine koymuş. İhtiyar, arada bir, kös­ tekli saate bakar gibi, kurbağayı çıkarıp dinliyormuş. Her de­ fasında'Anında prenses olacağım ve seninle sevişeceğim' diyen kurbağayı can kulağıyla dinleyip cebe atıyormuş. En sonunda kurbağa 'Salak mısın? Neden beni öpmüyorsun?!' diye çıkış­ mış. İhtiyar şöyle demiş: 'Konuşan bir kurbağa bana ateşli bir prensesten daha ilginç geliyor."'

307 Paranormal melodram

İki sevgilim de beni aldatıyor! [ALFREDO CODONA, Trapezci, 1893-1937)

Bazen kendi kendinize dersiniz ki "Eldivenin tekini kaybet­ tin diye kolunu kesemezsin; biraz sabır." Bazen de şöyle der­ siniz: "Varda Rowa bana bacağı kırılan at muamelesi yaptı; çölde yaktığım sigarayı okyanusta söndürüyorum; psikopat bir gangsterin kayığında ne işim var?!" Balo salonunda, restoranda, kumarhanede rastladığım kişi­ ler günden güne değişiyordu. Girdiği yerde trafiksıkışıklığına yol açan, şişkolar şişkosu Kurush Kumar, taze üzüm çöpü ka­ dar incelmişti. Sylvester Stallone, Rocky IIl'teki formuna ka­ vuşmuştu. Parafın dolu kocaman bir muşamba torba gibi sal­ lana titreye yuvarlanan Ferrari Teyze, yağlarından doğmuş; heyulanın müflis bedeni maksimum erotik değere ulaşmıştı ... Yolcular gençleştikçe, söylediğim şarkıların temposu yük­ seliyordu. Marco Montes ise yenilenen kadınlarla oynaşıyordu. İlgi­ lendiğimden değil, gayriihtiyari görüyordum işte. Jojo kendi alemindeydi. Nişanlısına hayrandı. Mutlu bir çocukluk geçir­ miş; samimi, doğal bir şımarıklıkla davranan, çabuk sarhoş olan bir kızdı. Ve Marco hırtına yürekten bağlıydı. Hovarda İtalyan ise Ferrari Bravo'yla koklaşıyor, Melody Morendo'yla işi pişiriyor, aşna fışne turnuvasına katılmış gibi skor peşinde koşuyordu. Bana hiç ilişmedi. Belki de onun tipi değilim? Tahminimce, Igor Jaguar'a yakalanması yakındır. Beni alakadar etmez, ne halleri varsa görsünler. Günler günleri kovaladı. Bir öğleden önce, orkestrayla prova yapıyoruz. Marco Montes içeri daldı. Arkadaşları­ mın yanında bana ilan-ı aşk etti. Bunu beklemiyordum. Çok

308 şaşırdım. Kendinden emindi. Gitmesini söyledim kibarca. Is­ rarlıydı. Derken, Jojo çıkageldi ve Marco'ya sevinçle "Hami­ leyim!" diyerek müjdeyi verdi. Ta m bir kepazelik. İşin ilginç tarafı, Marco epey değişmişti. Yöremden ayrıl­ mıyor, ikide bir kamarama uğruyordu. Reddediyorum, tersli­ yorum, kovuyorum, keçi kemiğinden yapılma bumerang gibi gerisingeri dönüyor! Daha da acayibi, Marco'nun tavırları farklılaşmıştı. Bana, enteresan bir şekilde Refik Risk'i andırıyordu. Bir bityeniği kokusu alıyordum. Açıkçası, Refik'ten farklıolarak epey yakı­ şıklıydı. Atletik, iri gözlü, gür saçlı. .. Ateşe hazır filinta. Ona meyil veren kadınları anlıyordum. Gelgelelim, bu Casanova tohumunun birdenbire Arap efsanelerindeki divane aşıklar li­ gine yükselmesine anlam veremiyordum. Daha önce Refik'ten işittiğim sözler söylemişti: "Her çiçeğin açma süresi farklıdır" dedi mesela. En çok da "Sinbad tesadüfününne olduğunu bi­ liyor musun?" diye sormasına şaşırdım. Kamarama gizlice gir­ miş, tabancamı ve Refik'in yazdığı mektupları araklamıştı. Sonradan hatırladım. Mektuplarda Sinbad tesadüfünden hiç bahsetmemiştik. Belki, Marco'nun bunu söylemesi, tam da paranormal bir Sinbad tesadüfüydü? Bir gece, Jojo içkiyi fazla kaçırmış, zilzurna sarhoş olmuştu. Hamileliğin mesuliyetinden uzak bir ehlikeyif işte. Onu ka­ marasına taşıdım. Kapıyı Marco açtı. Şu yazar da oradaydı; metamorfoz geçirmiş, · daha doğrusu, gençliğine dönmek su­ retiyle bambaşka biri olmuştu. Marco'ya silahımı getirmesini söyledim. Restoranda bu­ luştuk. Gergindim. Marco, takım elbise giymiş. Niyeyse "Beni, elektrikli sandalyedeki bir adamın bile ku­ cağına oturacak kadar şuursuz yellozlardan sandığını biliyo­ rum" dedim.

309 "Yooo?! Rica ederim. Ne münasebet?!" Titanik'te herkes değişiyor, dönüşüyor, başkalaşıyordu. Cismen, şeklen, fiziksel olarak yani. Marco ise ruhen farklılaşmıştı. "Şifa... " "Evet?" Sempatik, hafif,kulağı okşayan iltifatlardabulu nuyor, der­ ken şaman ilahisi okur gibi kalbimin sürgülerini, mandalla­ rını, kilitlerini kırıp parçalıyordu: "Bu hikaye bensiz yazıla­ cak, biliyorum. Şu gezegende, senin mülküne kaçak girmiş gibi hissetmekten başka çarem yok. Dilim, damağıma zım­ balanmalı Şifa. Senin hudutlarını, çitlerini, burçlarını aşmaya asla yeltenmemeliydim. Sönmüş yıldızın ışığından, kulak çın­ lamasından, şu kahvenin telvesinden ibret almalıydım. İkide bir gönül sarayının ziline basıp kaçtım. [ . . . ] Delilerin yazdığı şiirlerden intihalle konuşuyorum. Tüm divanelerin sözleri, birbirinin devamı değil mi zaten? Makarayı, zembereği, ipin ucunu çoktan saldım, kantarın topuzunu kaçırdım. lstıraptaki rehavet nüvesiyle yetinmeliyim Şifa. Dilsizbir adamın gömülü heykeli kadar sessiz olmalıyım. Şu an, yalnızca mağlubiyet­ ten kuvvet alıyorum. Paradoksal olarak, sensiz yaşamak, se­ ninle yaşamanın tek yolu sanırım. Şifa. .. [ ...] senin adından daha güzel bir kelime bilmiyorum. İsmin bir büyü cümlesi­ nin kısaltması sanki, bir duanın özeti, meleklerin kendi ara­ larında kullandığı parola. Ah, neler saçmalıyorum. Hiçbir şar­ kıda ikimizden bahsedilmediği aşikar. Gene de sonsuza dek ancak sen sevilirsin Şifa. Hülasa ... bir bostan korkuluğunun, lüks vitrin mankenine kavuşma umudundan fazlasına heves­ lenmeyeceğim. Söz." Belinden tabancamı çıkarıp, çantamın yanına koydu. Acziyet kumaşından mucize kostümü dikmişti. Eşekarı­ sıyla dans eden ip cambazı, kartopundan civciv çıkarmıştı. Johnny Depp var ya, şu meşhur aktör, bir röportajında şöyle diyordu: "Eğer iki kişiden hoşlanıyorsanız, ikinciyi seçin.

310 Çünkü sevgiliniz yetseydi, ikinciyi çekici bulmazdınız." Hi­ lekar serseri! Bu sözü, tanıştığı ve ondan etkilenen kızları ko­ layca ayartabilmek için yumurtlamış besbelli. Marco'ya "Teşekkür ederim" deyip silahı kontrol ettim. İki kurşun eksikti. Hatıra olarak mı aldı acaba? Belki de. Emaneti çantaya attım. Kalkıp yürüdüm. Marco peşimden geliyordu. Kristal küresinde, kürenin başında patlayacağını gören falcı gibiyim. Demode prensiplere bağlıyım ben. Aşktan sadakati çıka­ racak kadar modernleşmedim. Sözleri bana Refik'ihatırlattığı için Marco'nun kollarına atılamam. Bu azgın herif,Jojo'yu al­ datıp duruyor. Acaba diğer kadınlara da aynı şekilde dil dö­ küyor mu? Kesinlikle evet. Biz insanlar niye böyleyiz? Tekeş­ lilik istiyorsan, kuğu, denizatı veya penguenle evleneceksin. Birşeyler geveledim. Marco mırıldandı. O büyülü anlar­ dan biriydi. Akvaryum değirmeni kalbim dönmeye başlamıştı. Kamaramın kapısını açtım. İçeri adım attım. Marco dışarıda duruyordu. Güneş doğmak üzereydi. Yüzüne baktım. Kes­ tane gözleri kavrulmuştu. Umarım büyüyü bozacak bir şey yumurtlamaz. Kaderin son durağına gelmiştik. Ona hafifçe sarıldım. İflah olmaz zamparanın şefkatini hissettim. Yavaşça ayrıldık. Günün ilk ışığı ağzının kenarına vuruyordu. Kımıl­ dadı. Öpüşüverdik. Masum değilse bile mazur bir öpücük. Jo­ hnny Depp'in kurduğu tuzakta, Marco Montes'e yakalanmış­ tım. Tamam, peki, haklısınız, fakatinsan bazen kendi içindeki kapana kısılıyor. Belki de tek dostumuz içimizdeki hayvan? .. Şu an'ı yaşayamıyorum. Sansüre çeyrek kala vaziyetinin tadına varamıyorum. Günah tohumları ekebileceğim bir mahremiyet saksısına sahip değilim. Kendini kandırmak, kendini kandır­ dığına dair izleri silmeyi gerektirir. Onu da beceremiyorum. Refik Risk'in yazdığı cümleler zihnimde yanıp sönüyor: "Felekten tazminat alsak, bahtımızdan ganimet. Federal aşk bankasını soyarak,

311 sevdadan payımızı kapıp kaçsak ... Sensizken, depresyon kamyonları, dertkon­ teynırları, delilik tankerleri tüm yükünü yüreğime boşaltıyor... Bilinçli bir dav­ ranış olmaktan çıkıp, tabiat olayı haline gelene dek öpüyorum seni. .. • Ken­ dimi çektim. Marco derin derin soluyor. Arızalanmış çim biçme maki­ nesi gibi titriyor. "Ben ..." diyor "Ben ..." Sordum: "Sen ne?" Ağzından polonyum damlıyor: "Ben ... RefikRisk'im!"

312 [REFİK RİSK]

"Yalan ... Ya lan ... Ya laaaaaaaaaaaaannn! Bu dünyada her şey ama her şey yalan!" [CÜNEYT ARKIN, Rüzgar, 1979)

Kahire ruleti

Bir fırtınatuttu bizi, deryaya kardı Kavuşmalarımız ah yarim, mahşere kaldı [SELANİK TÜRKÜSÜ]

Eveeet, sevgili okur, şimdi ellerinizi görebileceğim bir yere koyun. Saçma şakalarıma kulak asmayın. Hayat cidden berbat. Aksini söyleyen kimse, size bir şey satmaya çalışıyordur. Virüslerin akbaba gibi etrafımda tur attıklarını hissedi­ yorum. Kahire' de deve gribine yakalanıp ölsem, beni Şifa'nın yanına gömseler. .. Bir taksinin güvelenmiş arka koltuğunda, paslı gözlerimden -ütü gibi- buhar püskürtüyorum. Gözümde yaş kalmadı. İki gündür köpek gibi içip, bebek gibi ağlıyo­ rum. Arabanın tavanında dolanan şişko bir sinek bana bakı­ yor. Şoförİngi lizceyi bu sinek kadar anlıyor ve konuşabiliyor anca. Dört kez "Han el-Halil!" diye bağırdım. Sinek kafa sal­ layıp vızıldadı. Şoförde gaza bastı. Şifa'ya ulaşamıyordum. E-mail'lere de cevap vermiyor. Va rda Rowa'yı aradım "Şifaöldü" dedi. Kara haberi verip ka­ ranlığa gömüldü. Onunla da irtibat kurulamıyor. Şifa'nın ölmesi ne demek? Kıyametin cennette kopması. Allah'ın cezası Varda Rowa. İkimiz ıssız bir adaya düşsek ve onu kesip yemem gerekse; öldürmekten aldığım zevk, onu yemenin doyumunu katbekat aşar! Han el-Halil' de taksiden indim. Lamba Cini'ne koştum. Kapı duvar. Parmaklıklı pencereden içeriye baktım. Tüm fe­ nerler sönük. Cinler top sektiriyor. Şifa'nın dairesinde de kimse yoktu.

315 Çöle doğru yürümeye koyuldum. Kalabalıktan tenhaya, oradan ıssızlığa geçtikçe karanlığın kalitesi artıyor. Kendimi, Şifa'yla ilk rastlaştığımız yerde buldum. Bir market poşeti, rüz­ garda teslim bayrağı gibi uçuşuyordu. Sigara yaktım. İki ne­ fe s çektim. Bunun, içtiğim son sigara olduğunu bilseydim ta­ dına varmaya bakardım. KLİK! Enseme bir silah dayandı. Şifa? Kafasına tabanca doğrultulduğunda aşk anıları canlanan bizler acaba kaç kişi­ yiz? Belki de bu işte tek başınayım? Ellerimi kaldırdım. Eski günlerdeki gibi. Dönmeye yeltendim fakat arkamdaki her kimse namluyu bastırarak beni durdurdu. Ağzımı açtım. Gene dürttü. Hislerim beni yanıltmıyorsa, tetiği çekecek. Bir dakika? Yoksa, bana silah çeken kişi siz misiniz sevgili okur?! Bu bölümün girişinde yaptığım soğuk espriden ötürü beni cezalandıracak mısınız?! KLİK! Hırıltılı bir erkek sesi, tehdit ile emir karışımı bir laf savurdu. Arapça. Ensemdeki silah indi. Neler oluyor? Herif aynı sözü öfkeyle birkaç kez tekrarladı. Döneyim mi, durayım mı diye düşünüyordum ki Varda Rowa "Sana söylüyor, bu tarafa bak piç kurusu!" dedi. Bir tanıdığın se­ sini duymak hoş. Döndüm. Kas yığını bir komando, elinde Uzi'yle bizi teslim almıştı. Görünüşe bakılırsa, benim kafamaVa rda silah dayamış, sonra da asker gelip ona aynı şeyi yapmıştı. Kahire ruleti. Sordum: "Bu da ne?" Arap Action Man, dişlerinin arasından çemkirdi. Va rda Rowa, tercüme etti: "Senin cenaze töreninin başlangıcı." Karanlığın eriyiğinden bir karaltı yarım yamalak çıkıp, tepeme sopayı indirdi! PAT! Ve beynimin elektriği kesildi.

316 Cehennemde taksi tutup cennete gidemezsin

Korkak "Temkinliyim" der, cimri "Tutumluyum" zalim ise "Ahlaklıyım." [ESTELA BUSTELO, Bitli Denizkızı]

Tartaklandım, ağladım, yalvardım, kustum, habibim şaştı, ba­ yıldım, altıma işedim ... İşkence maratonu Ü'Ç gün sürdü. Kol­ tukları sökülmüş, camları meşin kaplı bir askeri otobüsteyiz. Engebeli yollarda tangır tungur ilerliyoruz. Kemiklerim bir­ birine çarparak aşınıyor. Koma deliğinden Varda Rowa'yı gö­ rüyorum. Dizleri üstüne çökmüş. Elleri arkadan bağlı. Kısa saçları kanla köpürmüş. Ben de benzer tarzda paketlenmiştim. Bozkır kamuflaj kumaşından paçalar, sıkı bağlanmış si­ yah postallar, diz-altına deri iplerle tutturulmuş kasatura­ lar... Otobüsün içinde birkaç asker dolanıyordu. Yol boyu bizi döve döve haşat ettiler. Şakalaşıyor, tıkınıyor, şarkı söylüyor­ lardı. Gece mi, gündüz mü anlayamıyordum. Seyahatimizin bu kadar uzun sürmesine bakılırsa, az gelişmiş bir ülkeden, geri kalmış bir diğerine geçiyoruz. Komandolardan biri, bö­ cek kıymalı bir bulamacı, bana bıçakla yedirdi. Üstüne, paslı konserve kutusuyla iki yudum su verdi. Bu tekerlekli 'caniler koğuşu'nda rastlayabileceğiniz en düzgün adam. Va rda Rowa'nın suratı şişlik ve morluklarla kaplı. Ter, kan, sümük dereleri, yırtık ağzına şırıl şırıl dökülüyor. Tepesinden lav, çamur, lağım akıyor. Ön dişlerinden ikisi kırılmış. Ve bana acıyarak bakıyor! Kim bilir ben ne haldeyim? Her ya­ nım zonkluyor. Tüm uzuvlarım fazlalıksanki. Yerde, kargalara kargolanan leş bohçası gibi yatarken, Varda kulağıma fısıldadı: "Bizi. .. Yeşil Burun Adaları'na götürüyor­ lar ..." Canımıza okuyan mürettebatın cinai Arapça'yla neler konuştuğunu özetliyor. "Kınnnğh?" diyerek depreştim.

317 Sorumu anladı. "Cabo Verde'ye ..." Kırık dişleri, kuru bo­ ğaz ve şişmiş dili yüzünden, diksiyonu epey bozulmuştu. ''Ada­ cıklardan birinde hapsedecekler... " "lngğh hınh vıjğhnh?" "Yo ... Moritanya' dan uçak veya helikopterle ..." Ağzında biriken kanı yuttu. "Orada, ikimizi. .. İngilizlere satmaya ça- lışacaklar ..." · "Hong "h .� " "Evet ... İngilizler fidyeödemeyecek elbette ... Ve ... bu ha­ ramiler bizi mıhlayacak ... ve ... köpekbalıklarına atacak." Hani, kızgın kumlardan serin sulara akayım, gönlüm şenlensin derken; aslında ne takvim ne de saat kullanan Azrail'in fiskesiyle serin morga, oradan da kızgın krema­ toryuma postalanırsınız ya ... İşte bu kabil bir olayın etki­ siz elemanıydım.

Öyle çok dövülmüş tük ki, 1 O saniye geç kaldığı için beni öldüremeyen Varda Rowa'yla birbirimize benzemiştik. [Ben, onun 3 numara küçük versiyonuydum.] Birkaç öğün sonra, aynı köpekbalığının midesinde haşrolacaktık.

318 Doğduktan sonra, tekme atmayı baraktım

Ömrüm boyunca hayatta kaldım. Deniz Kuvvetleri'nden bile sağ salim kurtuldum. [CHUCK WEPNER]

Varda Rowa ... 1988 - 2019, Ruhu şad olsun. Her ne kadar beni vurmaya kalktıysa da, ona menfi hisler beslemiyorum. Nefret avami, kin cahilce bir duygudur. 1960'lardan kalma bir askeri nakliye helikopterindeyiz [Bell UH-1]. Moritanya'nın güneybatı sahilindeki bir üs'ten bindirildik. 450 kilometre mesafede bir adadaki işkence kam­ pına götürülüyoruz. Gözlerimiz ve ellerimiz bağlı. Tepemizde iki komando. Bir de köpek; Varda'ya ve bana sürtünerek se­ kiz çiziyor. İstanbul' da, Ka ranlıkta Diyalog adlı bir sergiye gitmiştim. Şehri, elde baston, hiçbir şey görmeden geziyorsun. Şimdi ise diyalog yok, baston yok, şehir yok sadece karanlık ve ölüm­ cül efektler var. Pata pata pata pata ilerliyoruz. Eğer sevgilinizin yasını tu­ tuyorsanız, helikopter sesi, garip bir biçimde matemi körük­ lüyor. Köpek de gözyaşlarımı yaladı, tam oldu. Takriben 3-3,5 saat yolumuz var. Sonra rehine pazarlığı. İngiliz kayıtsızlığının ve Arap öfkesinin faturasını canımızla ödeyeceğiz. Bu işten yalnızca etçil balıklar karlı çıkacak. Uyuşmuş kollarıma bir şey dokundu. Helikopterde fare de mi var? Her şey mümkün. "Hişşş." Varda Rowa, ellerimi çözdü. Gözümdeki bezi çekip indirdiğimde şenlik başlamıştı. Dev kadın, komando ikizlere karşı. Varda, algarinalardan bi­ rinin belindeki silahı kaptı. Herifinçenesine doğrulttu. Tetiğe basacağı anda, asker, Varda'nın bileğine vurdu. DUF! Kurşun, pilotun kaskını deldi. Pilot sarsılıp yana düşerken, delikten kan

319 fışkırdı! Tahmin edebileceğiniz üzere, iyi dövüşemem. Son tekmemi, annemin karnındayken atmıştım. Muhammed Ali Clay'in maçlarından birşeyler öğrenmiş miyimdir? Sanmam. Ben onun ayakkabı bağcıklarını bile bağlayamazdım. [Hep kime imrenmişimdir biliyor musunuz? Chuck Wepner'a. Bu adı duymamış olamazsınız.] Varda Rowa, uzun namlulu bir tüfeği sopa olarak kullanıyordu. GÜM! Kafası patlayan ko­ mando önüme düştü. Yaraya yumruğu geçirdim. Elim kana bulandı. Diğer askerin bacağına yapıştım. Cesur değilim, kah­ ramanlık yapan bir korkağım sadece. Yukarıda, Arap-İsrail Savaşı sürüyor. Nişan almadan ateşlenen mermiler vızır vızır uçuşuyordu. Yakıt deposu, şaft, kuyruk pervanesi filan isabet alırsa, hepimiz hapı yutarız. FİYYYUUUVVV! Tüfek, açık kapıdan fırladı. Alaska Kurdu [husky] da bana dadandı. As­ ker, benden kurtulmak için bacağını sallıyor, ben de köpeği uzaklaştırmak için silkeleniyorum. [Chuck Wepner, 1975'te Muhammed Ali'yle ringe çıkmış ve tam 15 raunt dayanmıştı. Rocky filmi, ondan ilham alınarak yazılmıştır.] Ye rdeki yaralı doğruldu. Ben de görev yerimi terk edip onun karşısına dikil­ dim. Elinin tersiyle şakağıma vurup yoluna devam etti. Sav­ rulup köşeye düşmüştüm. Köpek bile Varda'ya odaklanmıştı. Va rda ve rakibi, tabancayı beraber kavramışlar, bir tür silahlı bilek güreşine tutuşmuşlardı. Bu kadın "Kız gibi dövüşmek" tabirine yepyeni bir anlam kazandırıyordu. Atağa geçtim. Boş­ taki çam yarması geri tekmeyi göğsüme yapıştırdı. Uçarak dibi boyladım. Küçük bir öğrenciyken teneffüslerde yediğim da­ yakları hatırladım. Husky, göz ucuyla bana bakıp kendi di­ linde bir küfürsavurdu. Helikopter fırtınaya yakalanmış be­ şik gibi sallanıyordu. Tekrar hücuma geçtim. DUF! Varda Rowa boğazından vuruldu! İki kopuk bir olup kadını öldür­ düler. "Vardaaaaaaa!" diye haykırdım. Ağzından kan boşanan Varda geri geri sendeledi, bir mucizeye tanık oluyor gibi gü­ lümsedi [onun gülümsediğini ilk kez görüyorum], tam aşağı

320 düşecekken, tabancalı celladı yakalayıp çekti ve ikisi birlikte okyanusa uçtular! Hani geceleyin ormanda tırnaklarınızı keserken karşınıza bir ayı çıkar, iki ayağı üzerine dikilip pençelerini savurarak kükrer ve ona tırnak makasının törpüsüyle pedikür yapmak­ tan başka çareniz kalmaz ya ... İşte, ikizinin intikamını almak üzere üstüme yürüyen kazulet, güdümlü füze gibiyaklaşır ken öyle umarsız bir haldeydim . • . . . çam yarması, penaltı atışı yapan Zinedine Zidane mi­ sali gerildi, şut ve gol! Helikopterin kapısından dışarı fırladım! Son anda, metal yusufçuğun iniş takımlarına tutundum. Küfürbaz köpek, tepemde hırlıyordu. Ten rengine boyanmış Hulk, 47 numara ayaklarıyla ellerime vurmaya başladı. Bir elimi bırakıyor, demire diğeriyle tutunuyordum. Kuduz fino, suç ortağına kendi dilinde tezahürat yapıyordu: "Vurw! Vurw! Vurw!" Etrafta süzülen albatroslara imrenerek baktım. Der­ ken, oyundan sıkılan can düşmanım hırsla içeri daldı ve bir saniye sonra baltasıyla döndü! İşte o an, gerçekten korktum. Göz açıp kapayıncaya kadar da, korktuğum başıma geldi: Balta hınçla yukarı kalktı ve ellerimin üstüne indi! Parmaklarımın yedisi havada uçuşurken boğumlarından kan püskürüyor ve sırtüstü okyanusa düşüyordum! Katillerimin suratından şeytani bir dangalaklık ile sapıkça bir memnuniyet okunuyordu. Köpekbalıklarının ağızlarını açmış beni beklediklerini dü­ şündüm. Demek ... tarih bensiz yazılacaktı. Ve BUUUMMM! Helikopter patladı! Hızla kabaran bir ateş köpüğüne dönüştü! Kuşlar, kamçı gibi savrulan korlardan çığlık çığlığa kaçıyor, üzerine kıvılcım sıçrayan küçük, beyaz bulutlar cosluyordu. Bir patlama daha: BUM!

321 Sıfırıncı Dünya Savaşı

Kediyim ben. Dokuz canlıyım. Fakat faşistler kazanırsa kalbim patlayacak. [VASNA VULOVIC, 1950-2016, -1972'de, 10 bin metre yüksekte vurulan yolcu uçağından paraşütsüz atlayıp sağ kalan Sırp hostes-]

Şifa Şavk'ı öpünce ağzımın iklimi değişti. .. Ve ... ZADAN­ NNK! Unuttuğum her şey, saniyede 100 yottabayt hızla ha­ fızama doluştu! Şokla sarsıldım. Düşen bir uçakla öpüşmüş­ tüm sanki! Şifa Şavk kaşlarını çatmış, gözlerini kısmış, dudaklarını büzmüştü. Denizden kafamı henüz çıkarmış gibi derin de­ rin soluyordum. "Haydi, bunu 350 kez daha yapalım!" demeliydim. Fakat onun yerine, biricik aşkımın omuzlarını kavradım, "Ben ..." diye sayıkladım şaşkınlık, hayret ve dehşet içinde "Ben ..." "Sen ne?" Şifa Şavk tedirgindi. Haykırdım: "Ben ... RefikRisk'im!" • ŞifaŞavk içeri girdi ve kapıyı BAM! suratıma çarptı. Bana inanmadı muhtemelen. Açık fikirlifakat ikna edilmesi zor bi­ ridir. Onu bu nedenle seviyorum. Şifa'ya da kendime de biraz mühlet vermeliydim. Hafı­ zamı kazanmak kafamı karıştırmıştı. D güvertesinde gezinmeye başladım. Ben, RefikRisk. Üni­ versiteden şutlanan istinga profesör. Michel Foucault okurken Gülden Karaböcek ["Küstüm sana dünya, barışmam artık"] dinlerim. Espriler hakkında kitap yazan Freud'un neden hiçbir

322 fotoğrafında gülümsemediğini merak ederim. Sardalya kon­ servesi yerken, Wittgenstein'ı anarım ... Marco Montes'in bedeninde ne işim var? .. Jojo "Senin kü­ rekkemiğindeki Davud Kalkanı dövmesi. .." demişti. Hatır­ lasanıza. Igor Jaguar da kendi omzundaki apolet dövmesini gösterdikten sonra "Sendeki Davud Kalkanı'na denk değil ta­ bii!" diye kinayeli konuşmuştu. Siz de her şeyi unutuyorsu­ nuz. Pekala, bu vücut Marco'nun değil mi? Ben buradaysam, o nerede? Davud Kalkanı'nı sildirdi mi? Benim bedenim ne­ reye kayboldu? [Popomdaki "Komançi Uçurumu" yazısı?] Ta­ mam ahım şahım değildi ama gene de içinde yarım asır ge­ çirmiştim ... Ah ... Şifa'nın beni aldatmasına ramak kalmıştı. "Ben, Refik Risk'im" demesem, o öpüşmenin arkası gelecekti. Ta­ mam, evet, sonuçta onu Refik'ten koparıp almak için dişimle tırnağımla çabaladım. Cinsel rekabete son verip Şifa'yla ile­ lebet mutlu yaşayabilmek için Refik'i hakladım bile hatta. Yani, Taha Tahir'i. Ne nobranca bir gözükaralık. Kızı suç­ lamaya hakkım yok. Gerçi, Marco da çapkınlık bayrağını yücelerde dalgalandıran bir hödükmüş, onu öğrendik. Ben de içimdeki kuduruk hayvanı, Şifa'nın içindeki evcil hayva­ nın üstüne saldım ... Merdivenden yukarı çıkıp Cafe Parisienne'e yöneldim. Çok acayip... Hafızam silindiği halde, görür görmez Şi­ fa'ya vurulmuştum. Benliğimin özünde, ona duyduğum aş­ kın ateşi hala yanmaktaydı. Zihnimden kazınsa da, gönlüm­ den silinmemişti. Nitekim, o öpücük. .. Masal ile gerçeğin birleştiği yeri işaretlemişti. Kurbağanın ne kadar ileriye zıpla­ yacağı hiç belli olmuyor.

323 Kıskançlıktan kudurmama sebep olan mektuplar da biz­ zat benim elimden çıkmıştı. Kafeterya tenha. Bir masaya oturdum. Garson yaklaşır­ ken "Her zamankinden" dedim. Siyah bira [Guinness Dra­ ught] getirdi. Marco Montes'in şerefine içiyorum. Şipşak re­ enkarnasyon mu, seri klonlama veya çengelli empatiyle mi, hangi yolla yerine geçtiğimi bilmediğim namussuz budala­ nın sureta sağlığına ... Titanik'e nasıl geldim? En son, Mısır ordusuna ait bir heli­ kopterdeydim?.. Bardağı tutan parmaklarıma baktım. Baltayla koparıldıklarına dair bir iz yoktu ... Bir dakika ... Transatlan­ tikte, Marco olarak uyandığımda Moritanya açıklarındaydık. Helikopterden gemiye mi düşmüştüm? 4 bin metre yüksek­ likten Titanik'e çakılmışsam ... güverteye etiket gibi yapışmı­ şımdır. İç organlarım yırtılıp patlamıştır. Kemiklerim ufalan­ mış, kanlı hamura dönmüşümdür. Gözyaşlarım biraya damlıyor. Sevinçten mi, kederden mi neden ağladığımı ben de bilmiyorum. Şifayaşıyor du. Mühim olan buydu. Rahmetli Varda Rowa kasten mi yalan söylemişti? Şifa'nın Titanik'te işi ne? Dünyanın en pahalı seyahatine gömecek parayı nasıl denkleştirmiş? Avni Vav manyağının anlattıkları doğruydu! Ruhi Mücer­ ret'i gayet iyi hatırlıyorum. Dünyanın en yaşlı askerini kim unutabilir? Ne diyordu? "Kaderini çizerken cetvel kullanamaz­ sın ... Fakat BMW kullanabilirsin." Peki, Titanik'te yağlı müşterilere gençlik satılıyorsa, bu işin sonu nereye varacak? Southampcon' dan gemiye doluşan mo­ ruklar, New York'a gencecik inerlerse? .. Öyle mi olacak? Ti­ tanik, insanlığa sonsuz gençliği mi müjdeleyecek? Avni Vav'a göre Igor Jaguar'ın böyle ulvi idealleri yok. Ne peki?

324 Bir sigara yaktım. İti an, çomağı hazırla. Igor Jaguar purosunu tüttürürken uydu telefonuyla konuşarak volta atı­ yor. Bu saatte? Kulak kabarttım. "Ne? 700 milyon mu? Mr. Cameron, sizi severim, sanatınıza saygım sonsuz ama cidden ağzınızdan çıkanı kulağınız duyuyor mu? Orijinal Titanik 7 milyon dolara inşa edilmişti. Sizin 1997' de çektiğiniz film ise 200 milyon dolara mal oldu. Bu gemi bana 500 milyona patladı. Siz ise 'Filmin bütçesi 700 milyona çıktı' diyorsu­ nuz. Biraz tutumlu olun, Robert Rodriguez'i örnek alın ... Titanik filmleri neden hep gemiden daha pahalı?.. " Jaguar söylenip yakınarak uzaklaştı. James Cameron yeni bir Tita­ nik filmi çekiyor ve Igor Jaguar bu işe 700 milyon dolar ya­ tırıyor? Ama neden? Madem öyle, Cameron ve ekibi nerede­ ler? Niye burada değiller?.. Kokain ile barutu karıp çekmiş gibiyim. Hiç kimseler it­ tifakı ile aramdaki Sıfırıncı Dünya Savaşı'nda kendimi kay­ betmiştim. Beynimde, harpten etkilenmeyen hamamböcekleri birbirlerini keseleyip tef çalıyordu. Dünyada kişi başına düşen haşere sayısı 200 milyondur! Kafamıniçinde hala birtakım sa­ yısal veriler uçuşuyordu: İspermeçet balinasının ağırlığı, 224 bin Mo by Dick roma- nının ağırlığına eşittir. Her gün dü nyada 3 milyon insan ilk aşkıyla tanışıyor! 350 milyon kişi hiç para kullanmada n yaşıyor! Bu işi sevmiştim. Ansiklopedi yutmuş gibiyim. İyi de, bu bilgiler nereden nasıl geldi? Yoksa ben kendim değil miyim? Refik ile Marco'nun bir karışımı? .. Avni Vav, Şifa Şavk, Dan Galaxy, Jojo, Igor Jaguar, Apo Calypso, Kaptan Noah, Ferrari Bravo, Kurush Kumar, Syl­ vester Stallone, Dalilah Dale.. . Herkes benim bildiğimden

325 fazlasına vakıf besbelli. Gelgelelim planın içindeki dalavere­ den habersizler. Beni mevhum [sanrısal] bir hapishaneye tıkan kilit adam Dr. Akula'ydı. Hayatımla kumar oynayan azılı hi­ lebaz. Onunla aramızdaki hesabı kapatmalıyım artık. Marco Montes ile beni iki lego parçası gibi birleştiren iş­ lem, cinayetti. Katil, maktul, şahit. .. hepimiz filhakikaayn ı fılikadaydık.

326 Eceline kişneyen ltalyan Aygırı

Rocky'yi iki kere izlemekle, Rocky ll'yi izlemiş olmazsın.

İşe bakın. Manş Denizi vibratörler, yapay vajinalar, dildolarla kaplanmıştı. Seks oyuncakları taşıyan bir yük gemisi, Fran­ sa'nın kuzey kıyılarında devrilince, muhabirlerin tabiriyle "ortaya renkli görüntüler çıkmış"tı. [Kazara denize düşsem, şişme kadına sarılabilirim!] Bunun anlamı şu: 5 saate Sout­ hampon' dayız. Zaman her zamanki gibi öldüresiye daralıyor. Birayı dikip kalktım. Gün ağarmıştı. Parmaklıklara yas­ lanarak gerindim. İlkin, Avni Vav'ı ziyarete karar verdim. Başından beri bana laf anlatmaya çalışmıştı. Bense ona budala muamelesi yaptım. Başkalarının aptal olduğunu düşünmek, çoğunlukla aptalcadır. Pupadan başa doğru ilerliyordum. Kimle karşılaştım, bi­ lin. Sylvester Stallone. Elinde kırmızı bir gül. Okyanustan ko­ parmış. Koklaya koklaya geliyor. Şifa Şavk'a ilan-ı aşk mı ede­ cek? Kafeteryada kızın elini öpmüştü. "Günaydın, Mr. Stallone!" İcabında, onu nakavt edebilir miyim? Bir zamanlar, pijama yerine, ucuzluktan aldığım ka­ rate kıyafetini giyiyordum. Ey e of the Tiger şarkısı eşliğinde antrenman yapmayan azınlığa mensubum. Belki, Rocky'i uy­ kusunda Rambo bıçağıyla deşerim? Çiçeği burnundan çekerek gülümsedi: "Selam." "Kim bu şanslı kız?" İkimiz de durduk. Görünmez biri onu çekiştirmekteymiş gibi sallanıyor: ''Aaa, yanlış anlama dostum, ama bunu sana söyleyemem." İtalyan Aygırı, eceline kişniyordu. "Bak," dedim, "mahremiyetine saygı duyuyorum, fakat uma­ rım bu ikimizin karıştığı romantik bir trafikkazası değildir?"

327 Başını iki yana salladı: "Elbette hayır! Nişanlın harika bir kız ... Ya ni. .. Jojo ve sen birbirinize aitsiniz ..." ''Adrian ile Rocky gibi ha?" ''Aynen öyle. Haklısın." Gitmeye yeltendi. "Biliyor musun, bence iyi bir senaristsin" diyerek iltifatettim. "Teşekkür ederim. 1982' den beri bunu söyleyen olma- mıştı." Sevindi adam. "Seninle konuştuğumuzu torunlarıma anlatacağım. 'Tita­ nik'te Sylvester Stallone'la dostça lafladık' diyeceğim. Onlar da bana 'Dede gene yalan söylüyorsun' diyecekler." "Hah hah hah haaa ..." Kahkahasının dinmesini beklemeden direkt sordum: "Şifa Şavk mı?" Ve yutkundum: "Bu gül ona mı?" İçimdeki labo­ ratuvarda adrenalin ile testosteron tepkimeye girmişti. Yu m­ ruğumu sıktım. Evet derse, sol şakağına kroşeyi geçireceğim. Bu, Azrail'e sataşmak anlamına gelse bile. "Eaaa ..." diye nazlandı. Magazin tuzağına düşmekten ka­ çınıyordu. "Rocky //I'teki Apollo Creed olduğumu farz et" dedim. Kısa bir kahkaha attı. Haklı. O filmdeki hiç kimseye ben­ zemiyorum. Cüneyt Arkın'ın Battal Gazi' de savurduğu kı­ lıçla şu gülü biçsem, sonra da Stallone'un boynunu vursam ... "Delilah Dale" dedi. Oh! Çekip gittim. Arkamdan seslendi: "Ona hep hayran­ dım. Şansımı denediğim için beni kınayamazsın. Lütfen, ara­ mızda kalsın. Sen de İtalyan'sın. Romantik omerta ... Anlarsın ya?" [Omerta: İtalyan mafyasında sessizlik yemini.] Geri döndüm. Ellerimi ağzımın kenarlarına götürerek hay­ kırdım: "Bol şans Rocky! Kolay gelsin Rambo!" Bu hikayenin başrolü hala bendim.

328 Şeytan, ondaki cevheri görmüş

New York'ta saat gecenin üçüyken, Londra'da hala 1948! [PANKAJ PANT, Aydaki Kurtadam]

DUF! DUF! DUF! Apo Calypso bu. Sağ eliyle ateş eder, sol eliyle bıçaklar, iki eliyle boğar. Yanına bir çiftde makineli zir­ man takmış. Bizi tahtalıköye postalayacak. Ya nan bir pelerin gibi peşimizdeler. Gece. Kurradam vardiyası başlamış. Ya ni dolunay var: Una bulanmış kurukafa misali sırıtıyor. Şifa Şavk ve ben el ele ka­ çıyoruz. Yeni bedenimle test sürüşü yapıyorum sanki. Kon­ disyonum iyi. Koşmaktan değil, korkudan yoruluyorum. Ben değil, Şifavurulur sa diye korkuyorum. Londra' dayız. Şehir merkezinin kuzeyinde bir parkta. Anıt­ sal gürgenlerin arasında gergin koşuyoruz. DUF! DUF! DUF! Mermiler aramızdan ıslık çalarak geçip ağaç gövdelerine sap­ lanıyor. Yanan bir fabrikadakaçışan fareler gibiyiz. Ormanın yamalı karanlığında her şey şekilden şekle giriyor. Çalı mı ça­ kal mı, yaprak mı yarasa mı, ağaç mı adam mı hiçbir şey belli değil. Foşurrular, hışırtılar, çatırtılar dinmiyor. Toprak nemli. Dünya ayağımızın altından kayıyor. Nefes nefeseyiz. Ötedeki gölden kuğu sesleri geliyor. Kamyonet komasından farksız. Şifakolumu çekti. Bir gürgenin arkasına saklandık. Nab­ zımız ağacın gövdesinde atıyor. Apo Calypso 100 metre ötede aranmakta. İki eliyle tuttuğu tabancanın namlusu yukarı ba­ kıyor. Tirendaz tetikçi. Besbelli vaktiyle Şeytan ondaki cev­ heri görmüş. Şifa, Browning'i elime tutuşturup fısıldadı: "Bu şeref sana ait."

329 Apo Calypso açıkta. Vurmak zor olmaz da, bakalım he­ rif ölür mü? Kurşunu yiyince büsbütün coşarsa? Diğer ikisi de bizi mıhlar zaten. Şifa'ya "Yapamam tadım" dedim. "Refik, bu adamlar bizi öldürecek!" "Korkma ben varım." Bunu bir romanda okumuştum. Şifapek etkilenmedi: "Ne? Ve r şu silahı!" Tabancayı elim- den kaptı. Apo Calypso'ya [DUF! DUF!] iki el ateş etti. Tam isabet! Psikopat polisin silueti, gecenin balçığına akıp kay­ boldu. Ötekilerin ayak sesleri duyuldu. Tabanları yağladık. Kuğuların ötüştüğü tarafa yanigöle doğru koştuk. Can hav­ liyle suya daldık. Soğuktu. Kuğu korteji eşliğinde kulaç ata­ rak karşıya geçtik. Giysiler üstümüze yapışmıştı. Londralıların çoğu neden ölünce yakılmayı vasiyet ediyor anlıyorum. Ömür boyu üşü­ yorlar çünkü. Parkın ilerisindeki ıssız yolda titreye titreye yürüyoruz. Ne gelen var, ne giden. Aksırıp tıksırdık. Bir çiftfıskiyenin birbi­ rine düğümlenen suları gibiyiz. Sarılmayı denedik, faydasız. Nihayet, 1 saat kadar sonra bir araba geldi. Yolun orta­ sında kollarımı açıp zıplayarak durdurdum. Şansımıza, tak­ siydi. Biner binmez Şifa kustu. "Özür dilerim" dedim, "Meşakkatli bir geceydi." Şoför"Dert değil. Dünyanın dört bir yanından insanlar tak­ silere kusmak için buraya gelirler" dedi ve sordu: "Ne tarafa?" "Luton Havaalanı."

330 Okyanusun ortasındaki finiş çizgisi

Dört çeşit cinayet vardır: Canice, bağışlanabilir, haklı, takdire şayan. [PUDLO POOTOOGOOK, Eski Eskimo Muskası]

Titanik'te köşe bucak Dr. Akula'yı arıyordum. Cinai entrikayı, fe riştah kumpasını, şeytani dalavereyi çözmüştüm. Yani, he­ men hemen. Sherlock Holmes "İmkansızı elersen, geriye ina­ nılması zor gerçek kalır" diyor ya. Benim davamda imkansız ile gerçek iç içe geçmişti. Maktul ile hafiye aynı kişiydi. Ka­ til ile kurtarıcı da. Kumarhanede yok. Ameliyathaneden çıkmış. Dön dolaş, vampir varisini restoranda buldum. Jojo ile kadeh tokuşturu­ yorlardı. Nişanlım[!] karnındaki bebeği yıllanmış şarap havu­ zunda şımartıyor. Masaya oturdum: "Selam dünyalılar." Jojo sarılıp öptü: "Canım! Biz de senden söz ediyorduk! Nerelerdesin?" "Kaptan Noah'la beraberdim. Ona 'Günün birinde Tita­ nik'e her canlıdan bir çiftalacak olursan bizi unutma' dedim." Dr. Akula'nın suratı sirke satıyor: "Merhaba, Marco." Jojo, Dr. Akula'ya "Size söylemiştim, Benim Marco'm ha­ rikadır." Uzaktan bir düzine otomatik öpücük yolluyor. "Doktor, müsaitseniz, sizinle haşhaşa konuşabilir miyiz?" dedim kibarca. Ve Jojo'ya döndüm: "İzin verir misin hayatım?" İkisi aynı anda "Elbette" dediler. Jojo cıvıldarken, Dr. Akula adeta son nefesini veriyordu. Restorandan çıktık. Gezinti yollarında ilerlerken, siyah ta­ kım elbiseli adamların çengeline takıldık. Doktor, onlarla işa­ retleşerek "Sorun yok" mesajı verdi. Merdivenleri indik. Ambara vardık. Loş. Kimse yok. Etraf koliler, sandıklar, paketlerle dolu.

331 "Kırıntıları takip ettin, noktaları birleştirdin ve şimdi bu­ radayız, ha?" diyerek ellerini iki yana açtı. "Hepsi, senin başının altından çıktı" dedim. Tam kıvamında bir özgüven, işlevsel bir kayıtsızlık ve ve­ zinli bir küçümsemeyle bakıyordu: "Bu bir iltifat mı?" "Jojo'ya aşıksın." Birinin gerçeği nihayet farketmiş olmasından memnundu sanırım. Çekirge suratlı doktorun ne düşündüğünü anlamak zor. "Bu kanıya nasıl vardın?" "Marco'yu sen öldürdün." Yavaşça göz kırptı. "Söyleyene bakın hele." "Dan Galaxy, Braşov' da bir dönem ders verdi." "İnternete girip Google'a mı danıştın?" "Evet. Brest Limanı'ndaki mola sırasında." "Dedektiflerin gururusun." Ölüleridiril ten birinden daha güçlü espriler bekliyor insan. "Sen, Transilvanya Üniversitesi'nde genetik uzmanıydın. Dan Galaxy'yi etkiledin. Bunu nasıl başardığını kestirebili­ yorum. Evsiz, yaşlı bir dilenciyi genç bir kovboya çevirdin? .. " "Dan Galaxy'ye ilk gün bir kadını 'Büyükannem' diye ta­ nıttım ... Birkaç gün sonra, Galaxy, dünya güzeli bir dansçıyla yatıverdi. Telaşlanmıştı. Mesleki itibarının, bu tek gecelik iliş­ kiden ötürü tehlikeye girebileceğini düşünüyordu." "Ve sen de ona ..." "Endişelenmemesini söyleyip 'Yattığın kadın benim bü­ yükannemdi' dedim."

332 "Seni, tıbbın Nikola Tesla'sı olarak görüyordu. Fakat hücre yenileme yöntemiyle insanları gençleştirip ölümsüzleştirmenin küresel bir krize sebep olacağı belliydi." "İyi gidiyorsun." "Dan Galaxy, dangalağın tekiydi senin gözünde." "Herkes kadar." "Titanik'in inşa edildiğine dair haberler yayımlanınca, ak­ lına parlak bir fikir geldi. .." "Hayır. Haberlerde, Igor Jaguar'ın yanındaki Jojo'yu gör­ düm." "Anlıyorum ... Rusya'ya gittin. Jaguar' la yüzyüze konuş­ tun. Jojo'yla tanıştın. Kızı tavlamayı umuyordun." "Doğru söze ne denir." "Kızdan yüz bulamadığın gibi, Jaguar da sana inanmadı ..." "Hı-hım." "Titanik'in yapımı bir türlü tamamlanamıyordu. Evdeki hesap çarşıya uymadı. Jaguar'ın parası bitmişti. .. Kucağında transatlantikle kalakalmıştı." "Maalesef." "Bu defa, araya Dan Galaxy'yi koydun. İnsanlığın, ölüm­ süzlükten haberdar olması gerekmiyordu. Sadece 2 bin 222 kişiye sunulacak bir hizmet ..." "Hayat adil değil." "Galaxy ikna oldu. Jaguar kabul etti. Yalnız merak ettiğim bir husus var: Gemi takip sistemlerini atlatmanız imkansız?" "Doğru." "Dijital ağı çökertmeyi mi planlıyorsunuz?"

333 "O mevzu eski usulle halledilecek." "Rüşvet. Ama kime? .. " Ağzının kenarıyla sırım: "İngiltere kraliçesi ve ABD baş­ kanına." "Onları gençleştireceksiniz! Yakında, ölmüş gibi gösterile­ cek ve yeni bir hayata başlayacaklar." "Bravo." Solgun dudaklarını, hafifbir şaşkınlıkla büktü. "Sonuçta, gemi takip sistemleriyle elde edilen veriler sakla­ nacak, sahte raporlar yazılacak. Delilah Dale, Titanik'ten canlı yayın yapıyor. Her şey, tüm insanlığın gözü önündeydi güya ..." Vurgulayarak tekrarladı: "Güya ..." "Bu arada Jojo gönlünü İtalyan bir serseriye kaptırdı." "Yetmezmiş gibi de hamile kaldı." "Cahil ve aptal bir abazanın Jojo'yu hak etmediği ortadaydı." " "Katı 1 ıyorum. ''.Ameliyatla genç, atletik ve yakışıklı olabilirdin?" "Daha fazlasını da yapabilirim." Şaşırma sırası bendeydi: "Mesela}" "Titanik'e canını kurtarmak için binmiş bir kaçağı Jo- jo'ya çevirebilirim." Şoke olmuştum: "ŞifaŞavk'ı Jojo'ya mı dönüştüreceksin?" "Okyanusun ortasındaki finişçizgisine yaklaşınca." "Beni de öldürüp balıklara atacaksın?" "Zevkle." "Marco'ya yaptığın gibi. .. O salağı neden baltaladın?" "Kendi kaşındı."

334 "Kafası denize kazayla mı düştü?" "Öyle sayılır. Ayrıca, göründüğüm kadar mülayim biri değilim." "Jojo hamile olduğunu bana söylemeden önce sana haber vermişti, değil mi?" "Doğru." "Sevdiğin kadını çalan serseriyi öldürmek bir şeydi, fakat onun çocuğunu yetim bırakmak başka bir şey." "Kesinlikle." "Şapa oturmuştun. Marco'yu geri getiremezdin. Derken ..." "Gökten gemiye bir adam düştü." "Yani ben ... Cesedimi ameliyathaneye sürükleyip hayata döndürdün. Yeni bir Marco yapıp piyasaya sürdün." "Eskisini aratmıyordu." "Hafızamı nasıl sildin?" "O kısmı Dan Galaxy halletti." "Ona bir daha 'dangalak' demeyelim o halde." "Peki." "Kafamın içindeki sayısal veriler nereden geldi?" "Sayılarla Dünya Ansiklopedisi. Zihnini meşgul edecekti. K� hafızan kolayına geri gelmesin." "Popomdaki 'Komançi Uçurumu' yazısı?" "Hiç komik değildi. .." "Hesaba katmadığın bir şey oldu." "Şifa Şavk'ı önceden tanıyordun."

335 "Evet. .. Aslında seni anlıyorum. Yani, Marco'yu öldür­ meni. Ben de Refik Risk zannettiğim Taha Tahir'i vurdum." "Zavallıyı toplama işi bana kaldı." "Biliyor musun, Marco Montes de Don lsidro Desidero adında birini bıçaklamış." "Cinayet çok eski ve yaygın bir gelenek." "Şifa'yla birlikte gideceğim" dedim "sen de orijinal Jojo'yla mutlu olmaya bak:" "Peki, sen ..." dedi "gerçekte kimsin?" Tabii ya! Benim RefikRisk olduğumu bilmiyorlar! İstan- bul' daki hayatıma dönebilirim! "Hiç kimseyim." "Theseus'un Gemisi hikayesini duymuş muydun?" "Tabii ki. Ben fe lsefeciyim." "O halde, Abbas Kiarostami'nin Copie Conforme filmini seyret." "Ne demek istiyorsun?" "Bu gemi, orijinal Titanik değil. Sen, gerçek Marco değil­ sin. Kimse kendisi olmak istemiyor. Jojo'nun kalbini kazan­ mak için onun hafızasını silmem gerekir. Bu mümkün değil. Igor Jaguar'la uğraşamam. Şifa Şavk'ı Jojo'ya çevirmek daha makul. Kimseyle irtibatı bulunmayan meçhul bir kadın. Do­ layısıyla ..." "Beni yeniden öldüreceksin." "Dramatikleştirme. Seni bulduğumda zaten ölüydün." "Apo Calypso boğazımı kestiğinde de ..." "O bir kazaydı. Igor Jaguar'ın Marco'yu mortlattığımı an­ lamasından korkuyordu."

336 "Seninle anlaşmanın yolu yok ha?" "Yok." İki kolinin arasında duran yangın baltasının sapını kavra­ dım. Yukarı kaldırdım. Dr. Akula gözünü bile kırpmıyordu: "N'apıyorsun?" ÇATIRT! Baltayı göğsüne indirdim. Önce dizlerinin üs­ tüne düştü, baltanın sapını tuttu "Aptal!" diye inledi ve yere kapaklandı. • Cinayet yoruyor. Dr. Akula'nın cesedinin tepesinde ne­ fes nefese kalmıştım. Alnımdaki teri sildim. Ambarın de­ rinliklerinde madeni bir parıltı gözüme ilişti. Bıçaklı bir şa­ hit miydi? Kanlı baltayı elimde tartarak seslendim: "Kim var orada?" temkinli adımlarla ilerliyordum. Yaklaşınca, yanıldı­ ğımı anladım. Kimse yoktu. Parlayan, yanyana dizili sanayi tipi, kocaman buzdolaplarından birinin kulpuydu. Derin bir oh çektim. Merak işte, uzanıp dolabı açıverdim. Vakumlan­ mış naylonlar içinde bir sürü ceset, metal raflaraistiflenmişti!

337 Tabut kıymığı

Hani leblebi ve kuşüzümü yerken çerez kasesinden fı ndık çı­ kar, neşeniz yerine gelir, hayatınızdaki tek eksik o fı ndıkmış gibi sevinirsiniz ya... İşte, ŞifaŞavk da öyle saadetle bakıyordu. "Ben Refik Risk'im" dediğimde, ilkin inanmamıştı. Tekrar, kapısına vardım. Açmadı. Ona, daha önce birlikte yaptıklarımızı, ikimizden başkasının bilemeyeceği olayları an­ lattım: "Kadıköy' de Kah Kah Kahvaltı Salonu'nda tavuklu yumurta yemiştik. Sen 'İki nesli birden katledip mideye in­ dirirken havadan sudan konuşmamız biraz tuhaf' demiştin." " " "Mecnun Meyhanesi'nin önünde bir sarhoş kusuyordu. Birkaç güvercin gelip tüm kusmuğu yedi." " " "Sultanahmet'te geziyorduk. Doğurması an meselesi ol­ duğu halde, göbeği açıkta bırakan bir tişört giymiş siyahi bir kadına rastladık. Karnından bebeğin yüzü belli oluyordu. Sen, kadına 'Tıpkı size benziyor' diye şaka yapmıştın. O da deli gibi gülmüştü. Kahkahası bir türlü dinmiyordu. Derken kadının suyu geldi. Ve irikıyım kocası onu kucaklayıp bir taksiye bin­ dirdi. Taksi hastaneye doğru giderken kadın hala gülüyordu."

,, " "Bir komşunuz vardı. Gürültüden şikayetçiydi. Kulakla­ rını tıkaç yerine sarımsakla tıkamıştı." " " "Hugo Rodrigez'in Nicotina'sı veya Alejandro Lozano'nun Matando Ca bos'unu izliyorduk. Filmde bir kadın adama saati sormuştu. O da söyledi. Sen de saate baktın, acaba doğru mu diye. Bunu hep yapıyormuşsun ..."

338 " " "Han el-Halil' de yürüyorduk. Yanımızdan bir cenaze ka­ filesigeçiyordu . Tabut omuzdan omza aktarılırken, ben de is­ temeden işe karışıverdim. Elime tabut kıymığı battı. Ve sen kıymığı çıkarırken 'Ecelin selamı bu' demiştin." " " "İstanbul'a gelmenin şerefine, havaalanında, sana plaket vermiştim." " " "Şifa... umutsuzluğa kapılıyorum artık. Neden hiçbir şey söylemiyorsun?" TRİNK. Kapı açıldı. Şifa'nın yüzünde ılık akvaryum ay­ dınlığı. "Hatıraları yad etmek hoşuma gitti" diyerek kravatımı tuttu ve beni içeri çekti.

339 Köpekbahkları "Hoşt!"tan anlamaz

Gemideysen, hapistesin demektir. [SAMUEL JOHNSON, 1709-1784)

Titanik, Southampton' da muazzam bir coşkuyla karşılandı. Liman hıncahınç doluydu. Onbinlerce insan, yükselip alça­ lan, hareketli bir platformda şakıyan Celine Dion'un şarkı­ sına eşlik ediyordu: "Yanımdasın, korkmuyorum zerrece Eminim ki kalbim daim çarpacak İlelebet bu minvalde yaşayacağız Kalbimde emniyettesin ve

Kalbim hep seninle atacak. .. "

[You're here, rhere's nothing 1 fear / And 1 know that my heart will go on I We 'll stay forever this way I Yo u are safe in my heart / And my heart will go on and on . ..] Konfetiler, flaşlar, havai fişekler... İçi içe geçen yaldızlı he­ lezonlar, göz kamaştırıyordu. Nümayişin Everest zirvesi. Aynı hizada uçarak nizami halkalar çizen martılar bile cast ajan­ sından gelmiş gibiydiler. Sürpriz bir mucize gerçekleşmiş, 100 küsur yıl sonra Ti­ tanik harbiden geri dönmüştü sanki. Herkes huşuyla gülümsüyor, vecdle sallanıyor, cezbeyle alkışlıyordu. Onlara göre bayramdı bugün; bana göreyse sa­ dece Çarşamba ... • Gece, ortalık yatışınca Şifa'yla kirişi kırdık. Kalabalığın içinde ilerlerken, Ferrari Bravo'ya tosladık. Elinde boş bir kok­ teyl bardağı, kolunda kızıl saçlı bir adamla dans ediyordu: "Dr. Akula'yı bulamıyorum; siz ona hiç rastladınız mı?" diye sordu.

340 "Dört saat önce gemideydi" dedim. O vakitte başka bir yerde olması zaten mümkün değildi. Şifa'yla Londra otobüsüne bindik. İkinci kata çıkıp en arka koltuğa oturduk. Tümüyle kurtulduğumuzu düşünüyordum. Peşimizde kimsecikler yoktu. Özgürlüğümüzün üstündeki le­ kelere, umut spreyi püskürtüyordum. Marco Montes'in ortadan kaybolması, Igor Jaguar'ı üz­ mezdi fakatkızdırabilirdi. Beni eline geçirirse, zevk için dilimi keser, kıyma makinesinden geçirip kulaklarıma doldururdu. Dr. Akula, Marco suretine girerek, Jojo'yu avutur, kendi de teselli bulurdu. Evlenirlerdi muhtemelen. Belki ileride ameli­ yatlarla Dr. Akula, James Cameron'ın Avatar'ındaki Jake Sully gibi 4 metre boyunda mavi bir Na'vi yiğidine dönüşür. Jojo da Şirinler' deki Şirine olur? Ah Jojo ... Onun şımarıklığındaki masumiyet, uçarılı­ ğındaki iyimserlik, yüzeyselliğine anlam katan samimiyet ... Dahası gamsızlığını dengeleyen bir tutarlılığı, kimseyi yargı­ lamamaktan doğan bir hakimiyeti, nadiren kullandığında par­ laklığı açığa çıkan bir zekası vardı. Beni hiç cezbetmeyen en seksi kız ... Dilerim hep mutlu olsun ... Titanik'te olan biteni kimseye anlatamazdık. İnanan çık­ maz. Diretirsek de, deli diye tımarhaneye tıkarlar. Ben zaten artık başka biriydim. Refik Risk olduğumu ispat etmem im­ kansız. [Kızıma durumu nasıl açıklayacağım?!] Marco Momes adını da kullanamam. Bir yol bulmam gerekecek. Suriye' deki savaştan kaçıp İstanbul'a giden sığınmacıların arasına karışa­ bilirim belki? Şifa'ya da yeni bir kimlik lazım. İsimlerimizi roman kahramanlarından seçebiliriz: Nuh Tufan fe na değil. ŞifaŞavk da pekala Şebnem Şibumi adını alabilir? Otobüsten indiğin;ıizde geceyarısıydı. Taksiyle kuzeye, Lu­ ton Havaalanı'na yakın bir semte gittik. Satanistlerin mesken

341 tuttuğu, döküntü bir motelde oda kiraladık. Resepsiyondaki atkuyruklu buldog, kokain baronu gömleği giymiş ve demir dikenli tasma takmıştı. Pasaportları gösterdik. Mecburen. Çatı katına çıktık. Uyumak zorundaydık. Şifa'ylabaşbaşay dım. Aşağıdan sarhoş bir orkestranın elekt­ rogitar ve bateri gürültüsü, kafası kıyak bir solistin bağırtılan geliyordu. Şeytanın amatör yancıları hora tepiyor. Bu, cennete gidip, cehennemdeki sesleri duymak gibiydi. Yapacak bir şey yok. Köpekbalıklan "Hoşt!"tan anlamaz. Destursuz bozacı­ lan, girişteki sağır şıracıya şikayet edemem. Tek kişilik yatağa uzandık. Sarılmazsak düşeriz. Gerekeni y�ptık. İkimiz de gergindik. En azından öyle olmalıydık. Zira ben konuşmadığım sürece Marco Montes'in ta kendisiydim. Hayatta en acayip şey, bir zamanlar çok yakın olduğun birine tümüyle yabancılaşmaktır. Cismimin, sevgilimle arama girme­ sine göz yumamazdım. "Bu çok saçma" dedi Şifa. "İyi tarafından bak" dedim "aktör bedeninde felsefeci. Ütopya vatandaşıyım ... Eski halimi ben bile özlemiyorum. Hatırlasana ... Quasimodo ile Esmeralda gibiydik. Herkes bi­ zim sirkte çalıştığımızı sanıyordu." Gülümsedi: "Hiç de bile. Gayet karizmatiktin." Daha önce, yani ben kendimken, hiç kimse görüntüme ilti­ fat etmemişti. 'Kör ölür badem gözlü, kel ölür sırma saçlı olur' diyen kimse haklıymış. "Şişman, kel ve geçkin bir cüceydim ..." "Sevimli, ilginç, olgun ve güvenilirdin." "Ya şimdi?" "Hala öylesin." "Mümkün olsa, seni daha çok severdim Şifa." "Ben de seni." [Dikkatinizi çekerim, adımı söylemedi.]

342 Jilet fabrikasından çıkma tetikçiler

Vicdanın sesi er geç silah seslerine bağlanır. [GIULIANO GALLENGA, 1811-1888, Amatörlüğün Acemisi]

Filozof örümcek hislerim alarma geçmişti. Karanlığın ortasında uyandım. Acemi Heavy Metalcilerin yaygarası tam gaz sürüyor. Menfi duygular, yaklaşan bir kara haber gibiydi. Şifa'nın üstünü örttüm. Kalkıp tuvalete uğradım. Enkaz kokan Amerikan mutfaktaki bozuk musluktan yamuk bir maşrapaya su doldurup içiyordum ki [DUF!] bir silah sesi du­ yuldu. Şifa anında fırladı. Orkestranın çaldığı şarkıyı taban­ calar devralmıştı. Alelacele giyindik. Pencereden dışarı çıktık. Motelin arka bahçesi, hurdalığı andırıyordu. Şifa çatıdan pat diye atladı. Biraz bocaladım. Platon gibi güreşçi değilim zira. Olimpiyat ruhuyla aşılanmadım. Arkamda patlayan silahların ölümcül teşvikiyle kendimi boşluğa bıraktım. HOOOP! PIT! Umdu­ ğumdan çok daha kolay olmuştu. Gençliğinizin kıymetini bi­ lin sevgili okur. Bu sefer ben de öyle yapacağım. Şifa, Browning'i çekiç gibi kullanarak, 70'lerden kalma bir Astan Martin -Lagonda'nın camını kırdı. Kapıyı açtı. Bin­ dik. Düz kontak yaptı. Ve gazladı! Onun başrolde olduğu bir aksiyon filmindeydik sanki. DUF! DUF! Kaportaya iki delik açıldı. Dikiz aynasında, Ajan Smith tayfasından iki herif [ji­ let fabrikasında üretilip piyasaya sürülmüşler]. Derken arala­ rına tanıdık biri katıldı: Apo Calypso. Tabancalı elinin tersiyle ağzını silerken, atmaca gözlerini bize dikmişti. Bu az konu­ şan, hiç düşünmeyen ve hep saldıran vahşi yaratığın salvola­ rını savuşturabilecek miydik? •

343 Browning'i bir çalının dibine gömdük. Buruşuk ceketimin cebinden, naylona sarılı paraları, pasaportları ve kimlikleri çı­ kardım. Şifa "Havalimanı güvenliğinden hiç kimseyle göz te­ ması kurma. Soru sorulmadıkça ağzını açma: Selam verme, şaka yapma, iyi dileklerini sunma, şarkı mırıldanma. Ve ne isterlerse sakince yap, tamam mı?" diyerek beni uyardı. Kontrol noktalarından geçerken uslu uslu sıramı bekledim. Kemerimi ve ayakkabılarımı çıkardım. Geçitlerin bulunduğu bölgeye varana kadar yavaş nefes alıp verdim. Luton, külüstür uçakların inip kalktığı köhne bir havaa­ lanı. Bir spor giyim mağazasından kapüşonlu gri bir hırka al­ dım. Şifada bej bir şal ile kahverengi trençkot seçti. Tebdil-i kıyafetten sonra birer kahveyle dipteki koltuklara yürüyüp sır­ tımızı duvara vererek otµrduk. "Kahve nasıl?" diye sordum. "Havaalanıyla aynı zamanda yapılmış" dedi. Hakikaten de cadı ishali kıvamında ve tadındaydı. Uma­ rım içtiğimiz son sıvı olmaz.

344 General Miyav

Feryatlarını,sırlarımla benzeşir. [AHMET ŞÜKRÜ ESEN, 1893-1944]

İstanbul' da bahar yağmurunun son damlalarına yetiştik. Gün­ batımında şehir, üstüne vişne reçeli dökülmüş gibi kızıla bo­ yanmıştı. Ukrayna' da, Şifa'yaTitanik' e nasıl düştüğümü teferruatıyla anlattım. [İstanbul'a Kiev aktarmalı gelmiştik.] Mısır' da olup bitenleri de. Varda Rowa'nın ölümüne çok üzüldü. Sahaf dostum Lütfü Seymen'e [Sakallı Lütfü] uğradık. Onda, evimin yedek anahtarı vardı. "Refik, Kahire'ye gitti cancağızım. Seni hiç tanımıyorum. Evin anahtarını sana veremem." "Dedim ya, Refik Bey'in yeğeniyim. Size durumu anlat­ mamı söyledi." "Refik böyle bir şey yapmaz." Haklıydı. Serserinin tekiy- dim fakat mahremiyete önem veriyordum. Lütfü Seymen'e "İnanması güç ama ben Refik'im" dedim. "Doğrusun kardeşim, inanması güç" dedi. "En son senden Takiyettin Mengüşoğlu'nun Değişmez De­ ğerler Değişen Davranışlar'ı ile İbrahim Agah Çubukçu'nun Tü rk Düşünce Ta rihinde Felsefe Ha reketleri kitabını almıştım" dedim "Toplam 70 lira ödedim. İkimiz konuşurken, Erol Üye­ pazarcı geldi; kucağında senin kayıp kedin General Miyav'la. Çok sevindin. Yaşlı kediyi okşayıp 'Mart zamparası' diye latife yaptın. Sonra birer orta kahve içtik. Erol Bey, Osmanlı' dan günümüze popüler romanlar konulu ansiklopedik eserini ta­ mamlamak üzere olduğunu müjdeledi ..."

345 Sakallı Lütfü hayrete gark olmuştu. Kadim dostumu, ilk kez böylesine afallamışgörüyor dum. "Peki birader" dedi, "Bir çift sorum olacak." "B uyur şa h ım." "Ben ne koleksiyonu yapıyorum?" "Baykuş" dedim, "Resim, fotoğraf, işleme, biblo, heykel­ cik ... baykuşla ilgili ne varsa topluyorsun. Ha, bir de Kasta­ monu'nun Cide ilçesi hakkında yazılmış her şeyi kitaplığına ,, katıyor sun. "Kolay soruyu bildin, şimdi kazık soru geliyor, hazır mısın?" "Hı-hım." "Refık'le benim müştereken sevdiğimiz bir türkü var. Tam da gençlikle alakalı. .." Şiiri okumaya koyuldum:

"Gene geçmiş günler aklıma düştü Nerde kaldı benim eski gençliğim? Bir şey anlamadım ne çabuk geçti Nerde kaldı benim eski gençliğim?

Adın ne deseler bilmez şaşardım Ya rış yapsak en arkada koşardım Ata binsem ilk adımda düşerdim Ne rde kaldı benim eski gençliğim?

Uzaklaşmaz hep yakında gezerdim Güçlü idim domatesi ezerdim Diz boyu göl bulsam iy i yüzerdim Ne rde kaldı benim eski gençliğim?

346 Bitti Ka ramehmet arzum muradım Ömrüm geldi geçti neye yaradım Geri gelmez o günleri aradım Nerde kaldı benim eski gençliğim?"

Ceyhan'ın Gömürdülü Köyü'nden Aşık Karamehmet'e [Mehmet Silügünlü] ait müstesna türküyü Lütfü Bey'den duymuştum. Mavi gözleri büyüdü: ''Akla seza bir vaziyet!" , "o·· yel ... , "Yahu taş çatlasa 25 gösteriyorsun, nasıl iş bu?" O esnada "Müsaadenizle ben izah edeyim Lütfü Beyci­ ğim!" diye bir ses duyuldu. Dönüp baktık. Avni Vav!

347 Sakalh Lütfü'nün emaneti

Yapışık ikizler bir ağızdan esner. [OSIP OSTROVSKY, 1902-1942, Moskova'da Bir Ada)

Şifa Şavk, Saatleri Ayarla ma Enstitüsü'nün İngilizce tercüme­ sine [The Time Regulation lnstitute] dalmıştı. Bu kıza mik­ roskopla da baksan güzel, teleskopla da baksan güzel. Çay bardağını yanındaki sehpaya bırakırken, kulağına eği­ lip sordum: "Siz de mi partiden sıkıldınız?" Yüzüme, Çince kekeliyormuşum gibi baktı: "Dilinizi öğ­ renmek için biraz zamana ihtiyacım var." Boş bulunup Türkçe sormuştum. "Konuşmalara katılamadığın için bunalmış olabilirsin ..." "Burayı çok sevdim" deyip başıyla bir yay çizerek Sahaf Müteferrika'yı kutsadı. Avni Vav, hararetle Titanik hakkındaki hakikatleri anla­ tırken, Sakallı Lütfü, minyatür bir şövalye kılıcına benzeyen mektup-açacağıyla oynuyordu. Lütfümert adamdır. Mesleğinin piri. Şairane küfürbazlığı meşhur. Kimseye eyvallahı yoktur. Eli kalem tutar; nazımda da nesirde de ehildir. Marksist amma Marx mezarından çı­ kıp gelse, bizimki bir zahmet ayağa kalkar mı emin değilim. Haddizatında müsavatı [eşitlik] mukaddes addeder. Makam, mansıba zerre kıymet vermez. Sofrada maymun ile müdürün arasında yüksünmeden oturur icabında; lokmasını her iki­ siyle de eşit bölüşür. Muhakkak ki maymuna bir derece sıcak bakar. Dervişane bir serkeşliği [başkaldırı] kendine yakıştırır. Adamın hayatı şathiye. Kedileri öz evladı gibi sever. En kal­ lavi kitabı iki gecede okur. Osmanlıcası pekiyi. Nüktedandır. "Kuşlarla yer, fillerle içer" derler; ben sarhoşluğuna hiç denk

348 gelmedim. Sabah erken kalkar; birşeylerin başlangıcına yetiş­ meyi mühimser. Kadıköy Mühürdar'a onun bir heykelini kon­ durmak fe na olmazdı ... İşte bu Sakallı Lütfü, masasının alt çekmecesini açtı, anah­ tarımı vermesini beklerken TAK önüme bir Smith & We sson -Model 29 [44 Magnum] koydu: ''Avni Bey'in anlattıklarına bakılırsa, delikli demire ihtiyacın olacak." Emaneti aldım, evirip çevirdim. Oirty Harry'le 'tabanca kardeşi' olmuştum: "Şahaneymiş ... Kapımı da bununla aça­ rım artık." "Ha. Dur. Hemen" diyerek metal bir puro kutusunun ka­ pağını kaldırdı. Sikkelerin, yüzüklerin, boncukların arasından anahtarımı bulup uzattı: ''Al bakalım Refik Efendi. To pog­ rafyanı yeniledin demek? Uğurlu olsun!" Samimiyetle güldü. Tabancayı belime taktım, anahtarı cebe attım. Hani pejmürde bir dilenci, gökdelenin terasına çıkmış in­ tihara hazırlanıyordur, aşağıda kalabalık toplanmıştır ve her­ kes onun adayıp atlamayacağından ziyade, binaya bu kılıkla nasıl girdiğini merak eder ya ... İşte ben de Avni Vav'ın nasıl olup da bizi burada bulduğuna öyle şaşırmıştım. "Polisiye roman kompetanı Erol Üyepazarcı yakın dos­ tumdur. Malum, haftadabir burada kurulan yaren meclisinin müdavimidir. Bazı bazı ziyaretime gelirdi. Ko rkmayınız Mister Sherlock Ho lmes! adlı polisiye ansiklopedisini yazarken birkaç hususu bendenizle mütalaa etmişti. Bundan takriben 1 sene evvel, bana senden bahsetti. Agatha Christie'yi pek severmiş­ sin. 'Refik Risk, iki felsefe kitabının arasına bir polisiye koya­ rak tost yapar; onun entelektüel diyeti budur' demişti. Sana, benim 65 sene evvel yazdığım sahte Mike Hammer roman­ larından birkaçını hediye etmiş"

349 "O harika romanları sen mi yazmıştın?" "Harikaysa ben yazmamışımdır. Benimkiler çöp." "İki Başlı Ku rbanın Son Sözleri, Ölüler Dört Dönüyor, Ca ­ navarın Ricası, Ki barca Gebert Onu, Milyonerin Beş Para Et­ mez Kellesi? .." "Evet, bunlar benim küçük günahlarımdan birkaçı." "Aşk olsun Avni! Sen bir dahisin!" "Yazarın dahi olduğunu düşünen okur, okuduğu kitapta kendini bulmuştur." "Yok yahu? .. Gerçi, haklı olabilirsin. Sana mahcubum Avni Vav." Sakallı Lütfü atıldı: "Neee? Sen Avni Vav mısın? Yani bi­ zim Avni Dede?!" Hayalet yazar, sahafların şahına döndü: "Hay aksi! Alış­ tıra alıştıra söyleyecektim hesapta" "Yuh!" derken ellerini öne doğru salladı Lütfü: "Pes! .. Kes- kin zeka keramete kıç attırırmış!" Araya girdim: "Sen hepimizden genç ve zindesin Lütfü Bey." "Yeme beni Refik, yatağı bıraktım yastığa s.çıyorum ben." İyi ki Şifadilimizi bilmiyor diye düşünmeye başladım. Avni Vav: "Estağfurullah Lütfücüğüm... " Sakallı "Düğün bittikten sonra, kınayı g.tüme mi yaka­ yım?" diye sitem etti. Arkasını dönüp, yerde yığılı kitapları raflara yerleştirmeye koyuldu. Avni Vav'a sordum: "Burada olduğumuzu nasıl bildin?"

350 "Erol Bey'i aradım. 'Lütfü'ye uğrayıp sorarsan, Refık'in evini gösterir. İkisi yakın ahbaptır' dedi. .." "Haaa?.. " "Erol Ahi' den tüyo almasa da, Avni Amca sizi bulurdu" dedi Lütfü, "Üzüm yiyen köpeği, pekmez s.çtırana kadar ko­ valar. 1970'lerde_" CİYUP! Lütfü Seymen'in meşhur sakalını sıyıran mermi, pencere camını deldi! Başı sargılı Apo Calypso ile iki hampası kapıda dikiliyordu. Susturuculu tabancaları bize doğrultmuşlardı. Ellerimizi kaldırdık. Pencere pervazına dizili saksılardaki kaktüslere benzemiştik. Avni Vav kitap yığınının üstünde duran küçük, bronz Bert­ rand Russell büstüne uzanınca, dokuz canlı polis "Sakın ze­ kice bir şey yapmaya kalkma!" diyerek namluyu ona çevirdi. Şifa'nın önüne geçmiştim. Böylece benden 1 saniye uzun yaşayacaktı.

Hırkamın altındaki Smith & Wesson'u çeksem ... ŞifaŞavk "Hepimiz kendi masallarımızın kurbanıyız!" diye haykırdı. Bunu, az önce Tanpınar'ın kitabında okumuştu bes­ belli. Ona uydum: "Ben size değil, kendime dargınım!" VINK! Lütfü'nün, dağınık masadan kapıp fırlattığı mek­ tup açacağı, Apo Calypso'nun sağ şakağına saplandı! Apo hı­ şımla sahafa döndü. Tabancayı çekerek sol şakağına ateş et­ tim! DUF! Gözlerimi kısıp DUF! DUF! DUF! DUF! DUF! Allah ne verdiyse, davetsiz misafirlere yutturdum. Zaten dağınık olan dükkan, kaşla göz arasında Hiroşi­ ma'ya dönmüştü. Dolaplar kırılmış, cam çerçeve inmiş, öte­ beri dökülmüştü.

351 Şoktaydım. Yoldaşlarım nispeten sakin görünüyor. Açıl­ mış kitaplar, yaralı askerler gibi hafifçe kıpırdayarak yatıyor­ lardı. Tabancayı masaya bıraktım. Lütfü Bey ayağıyla Apo Calypso'nun bacağını ittirirken "Zebanilere domalasıca!" diye söylenerek kapıyı kapattı. Sonra da bize dönüp "Geçmiş olsun ... Siz yaylanın, cenaze işlemle­ rini ben hallederim" dedi sakince. Avni Vav fısıltıyla sordu: "Cesetleri ne yapacaksın?" "Kitapların arasına koyup kurutacağım."

352 Ya nhşhkla düzeltilen hata

Gemi battığında, deniz son sözünü söylemiş demektir. [İRLANDA ATASÖZÜ]

Hayatım, yanlışlıkla düzeltilen bir hataydı. Beni kendime gö­ türen bir kestirme yol yok. Müteferrika' daki Bertrand Rus­ sell büstü dile gelse "Her şeyin boş oluşu, karamsarlığa ma­ hal bırakmaz" derdi. Evimdeki sabit telefondan İmge'yi aradım. Çalıyor: Dıııııııt. Marco Montes'in sesini tanımayacak. Dıııııııt. Ona ne diye­ ceğim? Dıııııııt. ''Alo-lo-lo-lo?.. "

,, " "Ba-ba-ba? Sesin-sin-sin-sin gelmiyor-yor-yo ... Ba-ba-cı-ğım? .." Ahizeyi uzakta tutup kendi sesimi taklit ederek konuş­ tum: "Kızım?" "İ-yi mi-sin-sin-sin ba-ba-ba? .." "Evet yavrum. İyiyim. Hem de çok. Tek arzum seni görmek."

"Ba-ba-ba-ba-ba, gel-gel-gel ar-tık-tık-tı ..." "Yakında kavuşacağız biriciğim." "Çok sı-kıl-dım-dım-dı ..." "Ne yapsan güzel yaparsın İmgetello.''

"Olmuyor ba-ba-ba-ba-ba ..."

"Kalbini bozma biriciğim ... Sesin yankılanıyor İmgejan ..." "Git-mem ge-rek-rek-re ba-ba-ba-ba-ba ..." TRİNK! Telefonu kapattı.

353 Karşımdaki üçlü koltukta oturan Şifa Şavk, yüzüme, tır­ manacağı yüzeyi inceleyen bir dağcı misali, tutunacağı, destek alabileceği bir başlangıç noktası bulmaya çalışarak bakıyordu. "Hat kesildi" dedim Şifa'ya "İmge'nin sesi de hep yankı- " 1 anıyor. • Titanik'teki morukların ilkel silahlarla birbirlerini öldür­ meleri, tüm o hengame, yüksek bütçeli bir aksiyon filminden ibaretti. Igor Jaguar'ın James Cameron'la telefonda konuşur­ ken kastettiği pahalı prodüksiyon, tüm insanlığa 'canlı yayın' diye izletilmişti. Dejenere Ejderler Örgütünün baskını, De­ lilah Dale'in vuruluşu, Jojo'nun yüzünde patlayan balyoz ... Hepsi, önceden kaydedilip kurgulanmıştı. Peki onca insan nereye kayboldu? Gemiyi ne yaptılar? Gençleştirilmiş yolcuları nasıl tahliye ettiler?.. Bana sorarsanız, herkesi denizaltılara aktarmışlardı. Tita­ nik'i patlatıp batırmadan önce, Dr. Akula'yı hakladığını za­ man ambardaki buzdolabında gördüğüm cesetleri denize saldı­ lar. [O kadar ölüyü nereden bulmuşlar? Muhtemelen, insanın kiloyla, hatta tonla satıldığı Ortadoğu' dan.] Böylelikle tırışka Titanik, uydurmasyon akıbetine varacaktı. Dünyanın gözü önünde ölen yolcular da gıcır kimlikleri, taze bedenleriyle yeni bir hayata başlayacaklardı. .. Titanik'in bu sefer New York'a varacağına dair bahse giren­ ler de kaybetmiş, böylece Igor Jaguar kumarda da kazanmıştı. Uzmanlar, denizin dibindeki gerçek Titanik'in 1000 yıl sonra tümüyle çürüyüp eriyeceğini söylüyor. Jaguar'ın gemisi ise kaşla göz arasında atomlarına ayrıldı. Hız limitini aşan bu faciakarşısında, sizi 1 saniye saygı duruşuna davet ediyorum . •

354 Kaslı bulutlar güreşe tutuşmuşlar, güneş, hakem gibi ara­ dan bakıyor. Üniversite hastanesinin açık otoparkında Şifa'yla yan yana yürürken reçeldeki sinek kadar zorlanıyordum. Üzgün görünüyor. Onun kederi, mantıklı düşünmesinden kaynaklanır. Aklından ne geçiyor acaba? Hastanenin döner kapısından içeri girdik. "Neden bura­ dayız Şifa?" Gözyaşları kırk kararlık pırlantalar gibi yüzünü süslüyordu. "Niçin ağlıyorsun sevgilim?" Asansörün her katında iki damla süzülüyor yanaklarından: 1, 2, 3 . .. 7, 8, 9! "Benim pederim ... polonyum tankı gibiydi. .." "Polonyum mu?" Cevap vermeden devam etti: "Eshe adında bir arkadaşım vardı. Şerrinden korunmak için babasını sakatlamak zorunda kalmıştık ..." "Haaa? Anlıyorum ..." "Yani, kimi babalar çocuklarını mahva sürüklerken, sen kızınla hemen her gün telefonda konuşuyorsun." Şifa'nıniltifatı hoşuma gitmişti:''Aslında onunla daha çok vakit geçirmeliyim. Te le-babalık pek övünülecek bir şey değil." Fakat hala ağlıyordu: "Onu ... iyi okullarda okutup mo­ dern bir birey olarak yetişmesini sağlıyorsun." "Eh ..." "Refik... " Nihayet bana adımla hitap etmişti. "Efendim Şifa?" DİNG! Asansörün kapısı açıldı. Koridora adım attık.

355 " "Kızın ı· mge ... Gerildim: "N'olmuş ona?" "Burada" diyerek arkamdaki odayı işaret etti. Damarlarımdaki kan titreşmeye başladı. Dönüp baktım. Kapı aralığından, içerideki yatakta koluna serum, burnuna ince borular takılı İmge'yi gördüm. Hızla odaya daldım. Kı­ zımın nabzı duvara asılı monitörde atıyordu. Dehşetten başım dönüyor. Ne zaman oldu bu? Yavrucuğum o kadar zayıf ki. .. En fazla 35-40 kilo!.. Şoke olmuştum. Birden dermanım ke­ sildi. Dizlerimin üzerine devrildim. Kızıma dokunmadan sa­ rılmaya çabalıyordum. Ter, gözyaşı ve sümük.lesırılsıklam olan suratımı, uyuşmuş kolumla sildim. Ağlamaktan kafamkarın­ calanmış, dövünmekten iki kolum çolak olmuştu. İmge ... Bi­ ricik evladım ... Komada... ŞifaŞavk, Ender Kalender'le telefondakonuşmu ş. Meşum hakikati ondan öğrenmiş: "Refik Risk'in kızı 2008'den beri bitkisel hayatta ..." İmge'yle arabada giderken karşıdan gelen kamyonla çarpışmışız. Ben refleksif olarak direksiyonu sola kırmışım. Böylece kendi lanet hayatımı kurtarmışım. Arka koltukta oturan çocuğum komalık olmuş! .. Titanik davasını çözmüştüm ama kendimle ilgili gerçek­ lere vakıf değildim. En yakın dostum saydığım adam, aslında benim psikiyatrımdı. Bir nevi Don Quixote sendromundan mustariptim. Muhayyer [seçmeli] şizofreni. Doktorumu din­ dar zannetmemin nedeni ise ... onun bana dua etmemi öğüt­ lemesindendi. Yaradan'a sığınmak, Tanrı'yla konuşmak, Al­ lah'a güvenmek. .. beni rızaya sevk edecek, böylece kızımın acıklı halini kabullenecektim. Kimileri din saplantısı yüzün­ den fıttırırken, benim gibiler de ruhlarına ferahlık verecek bir inanca tutunamıyordu. Ender Kalender'in maksadını bilme­ diğimden, onunla düşünce - iman ilişkisi konusunda fe lsefi tartışmalara giriyordum.

356 Cinlerin tekmeleyip İblisin yumrukladığı. .. Öksürüğü, os.ruğu, nefesi düğümlenen... Feleğin çarkında terse dönen ben. .. Hiçbir işte dikiş tutturamamıştım. Kayıp ve boş bir bavul gibiydim. Ayasofya' da dilenip Sultanahmet'te dağıtı­ yordum. Herkesle kapışıyordum. Kaderimde yazılandan fazla belaya bulaşmıştım. Yaralar, gerçekte hiç kapanmıyordu; ger­ çeğin kendisi kapanmayan bir yaraydı. İmge'nin yatağını gözyaşlarımla sulamıştım. Sanki birileri kafamayamuk çiviler çakıyordu. Evlat acısı, içimde, radyoak­ tif serpinti gibi yayılıyor. Zom olmuş zombi gibi güçbela doğruldum. Biri beynimi patlatsa, ruhum huzura kavuşacak. Kısık, titrek bir iniltiyle "Şifa... " dedim "rica etsem, kı- zım için dua eder misin?" "Sen niye etmiyorsun?" "Ben Tanrı' ya pek inanmıyorum." "Benim de dini inancım biraz zayıf" dedi. Daha önce, El-Ezher Camii'nde Allah'la konuşmuştum ... Geniş pencereden görünen bulut kırpıntılarına baktım. Bir ağaç, içeri girmek için izin istercesine camlara vuruyordu. Gökyüzü anaokulu karatahtası gibi karmakarışıktı. Ellerimi güçbela kaldırdım: "Yüce Mevla ... Malum-u aliniz ... bilim­ sel sistemlerde ... teori, metot ve nedensellik ... inanç sistem­ lerinde ise ... anlatı, görenek ve ereksellik esastır ..."

357 Havaalanına inen sinek

Teslimiyet, kolaycılığa; inkar ise kibir yoluyla budalalığa varır. [Tabancalı Kız filminden]

Tanrı'yla nasıl konuşulur? Net bir malumatım yok. Siz biliyor musunuz? Bir süre saçma sapan sözler sayıkladım. Kim dü­ şünme biçimini, hissiyatını değiştirip karakterini yeniden ya­ ratabilir ki? Bir örümcek beni ağına düşürmüş yiyordu sanki. Huzurevi kantinindeki bayat bisküvi misali dağılmıştım. Zih­ nimi toparlayamıyorum. O perişanlıkta abuk sabuk mevzu­ lar geçiyor aklımdan: 1988, Polonya. .. Demiryolunda çalışır­ ken yaralanan fa n Grzebski [1942-2008} 19 yıl komada kaldı. Uyandığında, ülke artık komünist değildi. Dördüncü çocuğu doğ­ muş ve 19 yaşına girmişti. 11 torunu vardı. Ve herkes cep tele­ fonu denen bir cihaz kullanıyordu ... Tavandaki ampule bakarken kafamda bir ampul yandı. Ayağa fırladım. Şifa ellerini uzattı. Sımsıkı tuttum: "Tita­ nik! .. " dedim. "Titanik'e dönmeliyiz!" Gözleri heyecanla irileşti: "Evet... " "Titanik'te İmge'yi iyileştirebilirler!" "Tamam da gemi havaya uçtu?" Yüzümü sıvazladım. Hani dalgıçsınızdır, okyanus dibinde inceleme yaparken telefonunuza 'Çabuk geri dön! Gemi batı­ yor!' diye mesaj gelir ya ... Kısacası zihriimbulanmıştı: ''Aksi gibi ben de Dr. Akula'yı hakladım! .. Fakat bir yolunu bulup onu hayata döndürmüşlerdir. Hem başka doktorlar da vardı gemide?" "Şey... " Şifaişe yarar bir itirafta bulunacağa benziyordu. Nitekim "Bende Dr. Agon'un telefon numarası var" dedi.

358 "Yoksa? .." "Hı-hım. Dr Akula'nın yeni adı." • Dr. Agon yani Dr. Akula İskoçya'ya yerleşmiş. Edinburgh Çocuk Hastanesi'nde çalışıyor. Kı zgın Damdaki Kedi [Cat on a Hot Tin Roof, 1958] filmindeki Paul Newman'ı model ala­ rak, bedenini yeniletmiş. Düzenbaz hırt. Arabada, Şifa'ya sordum: "Dualarımız kabul mü oldu yani?" "Elbette. Biz Allah'ın kulu değil miyiz?" "Öyle miyiz?" "Hammad Dedem derdi ki: Küçük günah yoktur; her şey­ den hesaba çekileceğiz. Büyük günah yoktur; Allah her şeyi affeder." Meleksi paradoksu sevmiştim. Eril merakıma yenildim: "Dr. Akula seni sık arıyor mu?"

"Jojo'yu aklından silmiş. Çünkü ..." "Kendine gençten bir Elizabeth Taylor mı yapmış?" "Yaklaştın ... Brigitte Bardot!" "Aha?!" Tabiat kanunları ve popüler kültür, güçlerini bir­ leştirerek aşkı rotasından saptırıyordu. "Hayvan hakları kongresinde tanıştığı Bardot'yu 21 yaşına, Ve Ta nrı Ka dını Yarattı [Et Dieu ... crea la femme, 1956] fil­ mindeki haline döndürmüş!" "Vay namussuz!" dedim ve gaza bastım . • Yaşamdaki önemli şeyler ya fark edilmez ya anlaşılmaz ya da gizli tutulur.

359 Dr. Akula, hayat kumarındaki en büyük kaybı, yani genç­ liği, sahibine iade ediyordu. 20. asrın başından beri çekilen her fotoğraf, film ve videoyla kayda geçen, dünyanın en büyük tra­ jedisini, yaşlılığı sonlandırıyordu. ['Before- After.' Otomatik skandal.] O, hepimizin kurbanı olduğu felakete direnen bir devrimci. Öyle yetkin bir rakip ki, bana, onu yenmemi sağ­ layacak gücü vermişti! Eh, ben de kedi olalı, bir fareyle sözleşme imzalamıştım. Cennete varan yolu, şeytanla ortak çalışarak açan Dr. Akula, kendisini geberttiğim için bana küsmüş müdür? San­ mam. Hasımlar arasında hıyanete tolerans yüksektir. Özür di­ lerim olur biter. Nazlanırsa "Medeniyet öfkenin yatışma sü­ resi kısaldıkça ilerler" derim. Diretirse, kafasınasilah dayarım. Tuhaf,başıma gelen en iyi şey, Dr. Akula'nın beni diriltip Marco Montes'e dönüştürmesiydi. Şimdi daha da büyük bir iyilik yaparak kızımı tedavi edecekti. Bir düşman için fazla lütufkar. Havalimanına iniş yapan sinek kadar ferahlamıştım. AIDS'li vampirlerin didiklediği bir divane değildim artık. Mağduru olduğum büyüden sıyrılıp, özgür hissettiren il- lüzyona sağ salim geçtim. Akıntıya kürek çekerken rüzgara karşı işemek hayatın ku­ ralıdır. Okyanus haritasında, kağıt gemimi buralara kadar yüz­ dürmeyi başar_ Bu cümlenin nasıl biteceğini anlamışsınızdır.

SON [Dünyanın sonu değil, kitabın sonu.)

360