Cağaloğlu Semti Öyle Bir Semttir
Total Page:16
File Type:pdf, Size:1020Kb
CAĞALOĞLU Öyle bir semt düşünün ki tarihsel süreçte kimliği sürekli değişsin. Devletin yönetim merkezi, Türk basınının doğuş yeri olsun. İşte Cağaloğlu Semti öyle bir semttir. Bâbıâli’nin teşekkülüyle yönetim merkezi ile özdeşleşen Cağaloğlu ismi, 1850’lerden sonra gazeteciliğin yaygınlaşmasıyla Türk basını ismiyle özdeşleşmiştir. Hükûmet binasına yakın olup, haberlerin hızlı bir şekilde gazete bürolarına ulaştırılması isteği, bunun nedenidir. Nitekim Bâbıâli ismi de zamanla basın ismiyle özdeşleşmiştir. Osmanlı döneminde Cağaloğlu Semti, eskiden Eminönü Semti’nin sınırları içerisinde yer alırken, günümüzde Fatih ilçesi sınırlarında kendine mahsus bir semttir. Cağaloğlu Semti’nin hudutlarını belirtmek zor olmakla birlikte, vilayet binasından başlayarak II. Mahmud Türbesi’nin köşesine kadar uzanan yolun – ki bu yol eskiden Bâbıâli Caddesi, günümüzde Ankara Caddesi adını almıştır- iki tarafını kapsamaktadır. Sirkeci, Çemberlitaş, Mahmutpaşa, Sultanahmet Semtleri ile çevrilidir. İstanbul’un en eski semtlerinden biri olan Cağaloğlu’nun tarihi, Bizans dönemine kadar gitmektedir. Cağaloğlu Semti’nde yerleşimlerin çok eski devirlerde başladığını, 1935 yılında Ankara Caddesi’nden Ayasofya’ya doğru uzanan bölgede yol genişletme amacıyla yapılan kazılar sırasında gün yüzüne çıkan mozaikler kanıtlamaktadır. Bu kanıtlar, günümüzde İstanbul Arkeoloji Müzesinde sergilenmektedir. Cağaloğlu Semti’nin Bâbıâli’nin teşekkülünden önce de ekâbir yerleşim bölgesi olduğunu Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nden öğrenmekteyiz. Evliya Çelebi, mezkûr eserinde “İstanbul içindeki vezir, âlim, ileri gelen sarayları ve çeşitli evlerin bazıları, tarihleri ile anlatılır” başlığı altında bu bölgedeki ekâbir saraylarının varlığından söz etmektedir (akt. Kahraman ve Dağlı: 93.b). Cağaloğlu Semti’nde ekâbir saraylarının bulunmasının nedeni hiç şüphesiz semtin Topkapı Sarayı’na yakınlığından kaynaklanmaktadır. Peki, Cağaloğlu kimdir? bu bölgeye neden Cağaloğlu denmiştir? Cağaloğlu ismi nereden gelmektedir? Bu soruların cevabını 1544’te doğan, 1606’da dâr-ül-bekaya irtihal eden Sadrazam Cigalazâde Yûsuf Sinan Paşa’da aramak gerekmektedir. 1544’te İtalya’nın Messina bölgesinde doğan Cigalazâde Yûsuf Sinan Paşa’nın asıl adı Scipione’dir. Babası Visconte di Cicala, Şarlken’in (Charles Quint) hizmetinde bulunan bir korsandı. Babası ile birlikte Cerbe Savaşı’nda (1560) Osmanlılara esir düşmüşlerdir. Babasıyla esir olarak İstanbul’a getirildiklerinde kendisi saraya alınmış, babası ise Yedikule Zindanı’na hapsedilmiştir. Sarayda, Enderun Mektebi’nde yetişerek İslâmiyet’i kabul etmiş ve Yûsuf Sinan adını almıştır. Cigalazâde Sinan Paşa, Kanuni Sultan Süleyman’ın şehzadeleri arasında yaşanan mücadelede, Selim’in tarafını tuttu; önce silâhtar oldu, daha sonra da kapıcıbaşılığa terfi edildi. Bu sırada da Mihrimah Sultan’ın torunu ile evlendi. Sultanın torunuyla evlenmesi onun ikbalinin başlangıç noktası oldu. Önce 1575-1578 yılları arasında yeniçeri ağalığı yaptı, ağalığı sırasında Eflak’taki isyanı başarıyla bastırdı. Ağalıktan ayrıldıktan sonra şark seferi için İran’a gönderildi. 1590’da İstanbul’a dönüşünde Şah I. Abbas’ın torununu esir olarak yanında getirmesi ve padişaha birçok hediyeler sunması, onun padişah nezdinde itibarını artırdı. Kısa bir süre Erzurum beylerbeyi olan Cigalazâde Paşa, 1591’de kapudân-ı deryalığa tayin edildi. Dört yıl kapudân-ı deryalık görevini yerine getiren Cigalazâde Paşa, 1596’daki Haçova Meydan Savaşı’nda etkin bir rol oynamasıyla devlet erkânının teklifiyle 27 Ekim 1596’da Sadaret makamına getirilmiştir. Kaynaklar; Cigalazâde Paşa için kırıcı, geçinilmesi güç ve devlet erkânı ile her an çekişme içinde bulunduğunu söylerler. Avrupalılar, Cigalazâde Paşa için büyük ümitler beslemişlerdir, onun bir gün edindiği servetle Hristiyanlık hizmetine döneceğini beklemişlerdir. Nitekim ölümünden sonra yapılan sayımda 2 milyon tutarında altını ve 600 kölesi olduğu tespit edilmiştir (Şakiroğlu, 1993: 526). Cağaloğlu isminin nereden geldiğini az çok tahmin etmişsinizdir. Evet, sizin de tahmin ettiğiniz gibi Cağaloğlu ismi Cigalazâde Yûsuf Sinan Paşa’dan gelmektedir. Cigalazâde Paşa, sadrazam olduğu halde günümüzde Cağaloğlu olarak anılan bölgeye muazzam ve muhteşem sarayını ve hamamını yaptırmıştır. Mekânların zamanla isimlerini bölgelerine verdikleri su götürmez bir gerçektir. Bu bağlamda Reşat Ekrem Koçu’nun aktardığına göre Cağaloğlu “Çegaaleoğlu”ndan bozma bir telâffuzdur. Cağaloğlu, eski metinlerde “Çağlaoğlu” olarak yazılmıştır (Koçu, 1963: 3336). Dilin tıpkı yaşayan bir varlık gibi zaman içinde değişmesi ve gelişmesiyle “Çağlaoğlu” ismi, “Cağaloğlu” ismine dönüşmüştür. Yukarıda belirttiğimiz gibi bir mekân olan Cigalazâde Paşa’nın sarayı, zamanla o bölgenin şümul adı olmuştur. Daha önce vezîr-i a‘zamın konağı olarak kullanılan Bâbıâli, 1830’lardan sonra nezaretlerin tedricen teşkilatlanmasıyla devletin yönetim merkezi hüviyetini kazanmıştır. Dolayısıyla Cağaloğlu, Osmanlı bürokrasisinin, Müslüman seçkinlerin yaşadığı bir bölge haline gelmiştir. Cağaloğlu Semti’ne özgü bir olgu vardır ki semtin sosyal ve toplumsal yapısını yansıtması bakımından önemlidir. Bu olguya “Cağaloğlu İttifakı” denmektedir. Cağaloğlu İttifakı, Cağaloğlu sakinlerinin semtlerinin temizliğine ve aydınlatılmasına yönelik faaliyetleridir. Bu bağlamda 1864 yılına kadar İstanbul’un sokaklarında aydınlatma bulunmamaktaydı. Güneş batıp, akşam olduğu vakit bütün sokaklar zifiri karanlığa gömülüyordu; ancak havanın açık 1 olduğu zamanlar, ay ışığı sokakları aydınlatıyordu. Akşam ezanından sonra yatsı namazına kadar herkes sokağa içinde mum, zeytinyağı kandili yakılan camlı fenerlerle çıkarlardı. Akşam misafirlikleri yatsı namazına kadar sürerdi. Mescid ve camilerde yatsı kılındıktan sonra herkes evine çekilir veya evine gitme imkânı olmayanlar bulundukları yerlerde yatıya kalırlardı. İnsanların evlerine çekilmesiyle sokaklar, bekçilere (Yeniçerilere daha sonra Asâkir-i Mansûre- i Muhammediyye neferlerine) bırakılırdı. Bir de kellesini koltuğuna alan hırsızlara bırakılırdı. Akşam ezanından sonra sokağa fenersiz çıkmak yasaktı. Gerçi dışarıda işi olmayan insanlar, akşam ezanından sonra sokağı çıkmayı pek istemezlerdi. Türk edebiyatının önemli isimlerinden Ahmet Rasim, geceleri sokağa çıkmayı şöyle anlatıyor: Geceleri elde fener olmadıkça, sokağa çıkılmaz, yasağının hükümran olduğu zamanlara yetiştim. Geceleri üç dört kapı yukarı-aşağı komşuya bile misafirliğe gidilirken; evvela sokaklarımızda diledikleri yerde yatan köpeklere basmamak için, ikinci olarak komşuluğa gidilecek hanenin kapısı diye zifiri karanlıkta başka kapıyı çalmamak için, üçüncü olarak o zamanın hırsızları, soyguncuları fenerden çekinir, korkar denildiği için, dördüncü olarak da sokaklarımızdaki çukurlara, su ve çirkef birikintilere düşmek, batmak endişesi ile evden çıkmadan fener yakıldığını pek âlâ bilirim (akt. Koçu, 1963: 3342). Dersaâdet bu haldeyken Cağaloğlu sakinleri kendi aralarında ittifak ederek, kendi semtlerinin sokaklarını kendi elleri ile aydınlatmaya karar vermişlerdir. -ki bu kararı alan ilk semt sakinleri Cağaloğlu sakinleridir- Şehir yaşantısı ve hemşehrilik görevleri bakımından bu ittifak, son derece dikkat celp edicidir. Cağaloğlu sakinlerinin bu ittifakı, hicri 21 Şevval 1280 (miladi 30 Mart 1864) tarihli Tercüman-ı Ahval gazetesine haber olmuştur. “Her gün kendi sokaklarını temizlemeye, evlerinden çıkacak süprüntüleri tedarik edecekleri hususi arabalarla yakın iskelelerden birine nakledip oradan denize atmaya, her gece cümle ev kapılarına birer fener koyup, yakmaya yemin etmişler ve bu yeminli ittifak kararını, şehir eminliğine bildirmişlerdir.” (akt. Koçu, 1963: 3342). Öyle ki Cağaloğlu sakinlerinin bu ittifakı, devlet nezdinde de itibar görmüş; hükûmet, bu girişimden sonra “Sokaklar Tenvir (Aydınlatma) Nizamnâmesi” hazırlamıştır. Sadaret mensuplarının, paşaların yaşadığı, bürokrasi Semti Cağaloğlu, 1870’lerden sonra Türk basınının merkezi haline gelmiştir. Cağaloğlu, devlet yönetiminin merkezi Bâbıâli ile özdeşleştiği gibi basın/yayın kelimeleriyle de özdeşleşmiştir. Cumhuriyetin ilânından sonra Cağaloğlu Semti, siyasal nitelik ve ağırlığını kaybederken, Türk basın merkezi olma niteliğini korumuş, hatta öne çıkarmıştır. 2 Türk basınının vücuda geldiği yer Cağaloğlu Semti’nin Bâbıâli Caddesi’dir. Bâbıâli Caddesi, 1865 Hocapaşa Yangını’ndan sonra, yanan evlerin yıkılarak yolun genişletilmesiyle açılmıştır. Yayıncılığın bir sektör haline gelip, Bâbıâli’ye yerleşmesi XIX. yüzyılın ortalarından sonra yani Tanzimat Dönemi’nden sonrasıdır. Devletin idare merkezi Bâbıâli olduğu için haberin kaynağı da orasıydı. Gazeteciler herhangi bir konuda doğru ve ayrıntılı bilgi edinebilmek ve konunun muhatabını bulabilmek için Bâbıâli’ye gidiyorlardı. Ayrıca edinilen bilginin bir an önce gazete bürolarına ulaştırılması elzemdi. Bu sebeple bu cadde üzerinde yerli ve yabancı gazeteler, dergiler, yayınevleri dükkânlarını açmışlardır. 1870’li yıllardan itibaren Beyazıt’ta dükkânı olanlar, buradaki dükkânlarını kapatarak Cağaloğlu Semti’nin Bâbıâli Caddesi’ne taşınmışlardır. Aynı yıldan itibaren Bâbıâli Caddesi’nin iki tarafında yayın ve kitabevlerinin sayısında artış yaşanmıştır. Bu dönemde Bâbıâli Caddesi basını daha çok edebiyat kökenli gazetecilerden oluşmaktaydı. Zamanla yayıncıların ve kitabevlerinin yanı sıra gazete ve dergilerin yönetim merkezleri, matbaalar, kırtasiyeler, mücellitler v.b. gibi işletmeler Bâbıâli Caddesi’nde yerlerini almışlardır. Bâbıâli Caddesi’nin ilk yayın kuruşlarından biri Maarif Kütüphanesidir. Kurucusu ise Bâbıâli’nin ilk Müslüman Türk kitapçısı Hacı Kasım Efendi’dir. 1887’de kurulan