Indire Sindire Öpüp Koklayan Orhan Soluk Soluğa Karşılık Verdi: — Her Şey Senin Istediğin Gibi Olacak, Horofira
Total Page:16
File Type:pdf, Size:1020Kb
ALİ KEMAL MERAM Padişah Anaları ve 600 yıl bizi yöneten devşirmeler 1. Baskı: 1979-2000 Adet Öz Yayınları 2. Baskı: 1980-2000 Adet Öz Yayınları 3. Baskı: Aralık 1996-1500 Adet T.D. Yayınları 4. Baskı: Şubat 1997 1600 Adet ISBN 975-7244-33-3 Yayın Yönetmeni: Hayri Bildik Sanat Danışmanı: Mehmet Akıncı Kapak Tasannu : Yazıevi Dizgi: 2B/Bilgi-Birikim Düzelti : Devrim Öztürk Repredüksiyon : Göksu Grafik Yayıncının Notu A. Kemal Meram gerek bir yazıneri kimliği ile gerekse bir tarihçi olarak pek çok yapıta imza atmış, bu yapıtlar kendi alanları içinde yankı bulmuşlardır. A. Kema! Meram'in Padişah Anaları adlı bu tarih çalışmasını onaltı yıl sonra yeniden yayınlarken gördük ki kimi görüşlere, sözgelimi Şeyh Bed-reddin hakkındaki saptamalara katılmak olanaksız. Ancak Osmanlı İmparatorluğu döneminde Türkçe üzerinde sürdürülen baskıcı, yasakçı mantığın M. Kemal ile sona erdiği. Türklerin "Türkmen" denilerek aşağılandığı ve kıyıma uğratıldığı da bir gerçektir. Gündemin yapa} kimlik tartışmalarıyla bulanıklaşlınldığı; ümmet toplumunun. Tanrı-Devlcıi'nin ülkemiz sorunlarının çözümüne bir siyasi seçenek olabilirmiş gibi yeniden sunulduğu günümüzde okur. kendisini ister Kemalist ya da Sosyalist, ister Müslüman ya da Tanrıtanımaz olarak tanımlasın toplumun bütün katmanlarının varlığına yeniden tanık olduğu devlet içindeki yozlaşmanın bugün olduğu kadar Osmanlı İmparalorlu-ğu'nda da resmi ideolojiden kaynaklanan yapısal bir hastalık okluğunu görecektir. Padişah Anaları bu bakımdan, tartışılması gerekli bulguları barındırdığı için önemle okunması gereken yapıttır. Toplumsal Dönüşüm Yayınları Başlarken... BU KİTAP, ŞlMDÎYE KADAR HİÇ BİR BAKIMDAN AÇIKLANMAMIŞ BİR TARİHİ GÖZLER ÖNÜNE SEREN BİR BELGESELDİR Bu kitabın birinci ve ikinci baskılarının yayınlandığı 1977-1980 yıllan içinde aldığım yüzlerce mektubun içeriği, birbirinden çok farklı olmakla beraber, bir çoğu ortak bir görüşü yansıtıyordu: «Biz, şimdiye kadar okuduğumuz hiç bir tarih kitabında sizin açıklamalarınıza benzer bir şeyler görmedik. Siz, bu bilgileri nereden elde ettiniz?» diyorlardı. Üstünde birleşilen bir başka ortak soru da şöyle idi: «İnanılması çok güç, ama çok ilginç olan bir takım gerçeklere yer veren kitabınızı bir «tarih» olarak değil de, niçin «roman» türünde yazdınız?» Şunu öncelikle vurgulamalıyım ki, eğer kitabımın içeriği, şimdiye kadar, İlkokul'dan Üniversite'ye değin okutulan tarih kitaplannda ve Okuldışı tarihsel yazılarda ele alınmış olsaydı, böyle bir kitabı yazma gereğini, hiç kuşkusuz duymazdım. Ama, yoktu. Ne Osmanoğulları'nın «kan ve soylarını, ne de aile kökenlerini» bütünü ile açıklığa kavuşturan bir kitap yazılmamıştı. Üstelik, 620 yıl boyunca devleti, ülkeyi ve ulusu kimlerin, hangi ırk ve soydan gelenlerin yönettiğini içeren bir belgesel de yoktu, özellikle de, Osmanoğullan'ndan çok önce Anado- I lu'yu yurt tutmuş, güçlü deniz ve kara devletleri kurmuş Türk devletleri'nin, Osmanoğulları tarafından neden ve niçin yıkılmış oldukları, başsız ve devletsiz kalan Türk toplumlarının «Osmanlı tutsağı» olarak yüzlerce yıl barışta ve savaşta nasıl ezilip yokedildikleri, hep gizlenmişti. Bu yokediliş ve kesintisiz «Soykırım» tutarsız yakıştırmalarla üstelik «başarı» niteliğinde savunulup durmuştu. Çağın bilim ve kültüründen, uygarlığından, ülkenin ve devletin nimetlerinden yararlanmayı ve devlet yönetiminde yer almayı «Öztürk ırkına» yasaklayan Osmanoğulları'mn, yabancı soylu «dönme ve devşirmelere» bu yetki ve nimetleri nasıl peşkeş çektikleri, «tarih»| diye okutulmakta olan kitapların hiç birinde yer almamış, açıklanmamıştı. Yazılmış tarih kitaplan, tüm bu gerçekleri ters-yüz eden, baştan son'a uydurma, yakıştırma yalanlarla süslenmiş olaylardı. Uydurulmuş, «aile, soy ve kök şecereleri» ile doldurulmuştu. Bunlara «tarih» diyorlardı. «Kıl çadır»dan, Çul giysiden «Osmanoğullanm çıkarıp mermer saraylara, altın tahtlara, samur ve mücevherlerin en değerlilerine kavuşturan büyük güç, harcanan kan ve can Öztürkler in olduğu halde, tüm bu gelişmelerin, görkemli saltanatın, bir aşiret yaşamından bir İmparatorluk egemenliğine kavuşmuş olmanın basanları, Osmanoğullan'mn kişisel dehâ ve yüceliklerinin sonucu olarak nitelenmiş ve öyle gösterilmişti. Her bir Osmanoğlu, «bilim»de, sanatta, edebiyat'-ta, kültür düzeyinde askerlikte, politika'da, yüksek kişilik ve değerde»', erişilmez yücelikte kişiler oldukları için bütün bunları ve tüm «fetih»leri elde etmiş oldukları yüzyıllar öncesinden günümüze değin savunulup durulmuştu. 8 «Atatürk sonrası Türkiye» de ise, her alanda yeniden «Osmanlı'ya dönük» bir yaşam özentisi, giderek yayınlara ve hemen tüm öğretim kurumlarına, politikaya dek yaygınlaşmıştı. YENİÇERİLER Savaşlarda, Öztürkler in kan döküp can vererek elde etikleri yabancı ülke kentlerini «yağma ve talan» etme yetkisinden başka, o yabancı ülkelerden «kız ve oğlan çocuklarını» tutsak alıp, daha sonra tutsak pazarlarında satma yetkisine de sahiptiler. Sözde «Padişah güvenliğini korumak»la görevli olan Yeniçeriler, sorumsuz yasalarından aldıkları güçle, her fırsatta başkaldırıyor, dilediklerinin başlarını kesip, dilediklerini iktidar koltuğuna da oturtabiliyorlardı. Ama, güvenliklerini Türk soyunun evlâtlarına emanet edemeyen Osmanoğullan için, o kara ocak, yine de gözde ve sorumsuzdu. Cehalet, sefalet ve zulüm üçgeninde ilkel taşdevrinin çilesini çekmek zorun- luğu ise, sadece Öztürkler indi. Değişik dönemlerde «Başkent» olmuş: Bursa, Edirne, İstanbul Saraylarında ve o sarayların dışında uygar düzeyde, varlık ve saltanat içinde görkemli yaşam sürme hak ve imtiyazları ise-, Rum, Sırp, Bulgar, Arnavut, Pomak, Romen, Yahudi, Ermeni ve daha başka yabancı soy kökenli dönme ve devşirmelere özgü idi. Ve devlet işte bunlann, bu kan ve soy melezlerinin ellerinde çekiştirilip duruyordu. Şimdi, sormak gerekmez mi? Hangi tarih kitabında bu gerçekler dile getirilmiş, sergilenmiş, açıklanmış ve yazılmıştı? Hepsini birden yanıtlayabiliriz: Hiç birinde! Ama bu ülkede, o dönemleri yaşayanlar arasında korkusuz ve de namuslu «kalem erbabı» kimseler de yaşamıştı. O, olumsuz tarihsel gelişimleri ve olayları, saray beslemesi, ya da devşirmelerin elüstünde yaşa- tıldığı Osmanlı düzen tutkunu tarih yazarlarının, gerçekleri ters yüz edip yalan ürünü kitaplar düzmelerine karşın, öylesine yozlaşmamış, o, namuslu kalem sahipleri, üstüne basa basa kayıt düşüp bıraktıkları basma ve yazma kitapçıklarında her bir gerçeği dile getirip geleceğe bırakmaktan korkmamışlar, üstelik tüm bunları, o dönemlerin en acımasız zulüm ve işkence olgusuna meydan okuyarak yerine getirmeyi görev sayabilmişlerdi. Ben, yıllarca önce bu kitabı yazmaya başladığımda, 620 yıllık Osmanlı döneminin gerçeklerini, o en eski «yazma ve basma»- kitapçıkların sararmış, küflenmiş sayfalan arasında aradım. Her bir döneme bir parça ışık tutma yürekliliğini gösteren küslerin bıraktıklarını başlıca kaynak olarak ele aldım. O duru, o saydam anlatılardan yararlandım. Buz tutmuş bir toprak parçasını tırnaklarımla kazarcasına yıllar süren bir uğraş vererek kıymık kıymık elde ettiğim gerçekleri birbirine karıp katarak bütünledim. Ve, öyle yazdım. Ama, okuyanlan bezdirmemek için; katı ve kuru bir tarih anlatımı yerine, roman türünde yazmayı daha doğru buldum. Yazdıklarımda tek bir fazla sözcüğe, yer vermedim. Abartmadım. Ne var ki, gerçeklerin ancak binde birini sunabildim. Çünkü tüm gerçekleri vermeğe kalkışsaydım, değil bir kitaba, on cilde bile sığdıra-mazdım. Sağda, Sol'da ve Orta'da örgütlenmiş hiç bir evrensel akım çevresinden olmadığım için öylesine büyük bir yayının gerektireceği büyük yatınmı sağlama olanağı, benim için yoktu, olamazdı. 10 BU KiTAP GEBEKLÎYDl... v ı-V;' '• ,. l Madem ki, Okuliçi ve Okuldışı tarih, sosyal bilimler ve Politika ile ilgili kitaplarda, 620 yıllık Osmanlı dönemi gerçekleri yansıtmıyordu; O karanlık dönemde yokolan Türk kültürü, Türk töresi ve özellikle, Öz-türk soyunun ne tür uygulamalar ve yöntemlerle uğratıldıkları «soy kırımı» gözardı edilip açıklanmıyordu; böyle bir kitap kuşkusuz yazılmalıydı. Daha dün denecek bir yakın geçmişte «adı sanı olmayan» nice devletler, ülkeler ve uluslar günümüz dünyasında birer büyük ve güçlü ve uygar kimliğe kavuşmuş olmalarına karşın, Türk ulusu'nun her alandaki geri kalmışlığın nedenleri açıklığa kavuşturulmalıydı. Böyle bir araştırma sonucunda ise, Selçuklular'ın 200 yıllık dönemleri ile, Osmanlıların 620 yıllık egemenliklerini kapsayan zaman şeridinde Arap ve Acem kültürlerinin, «din, mezhep, tarikat» gibi yabancı töre ve inançlann çıkmazında Türkler'in yüzyıllardır nasıl bocaladıkları ve en ilkel yaşam çizgisinden bir türlü aynlmaksızın Atatürk Çağı'na erişmiş oldukları açıklanmalıydı. Gerçek yüceliği hâlâ yeterince kavranamayan, kavranılmaması için Osmanlı kalıntılarının var güçleriyle gölgeledikleri (Mustafa Kemal Atatürk), bu ayrıntılı belgeselin ışığında tüm yüceliği ile ortaya çıkmalıydı. «Ecdadımız..» Sloganıyle yeniden yaldızlı yalanlarla nitelenen ve yüceltilmeğe kalkışılan Osmanoğul-lan'nın, kuruluştan batışa değin Türk soyu ile ilinti-sizlikleri, tarihsel akış içinde gözler önüne serilmeliydi. Onların, yalnızca «dönmelerle devşirmelerin ecdadı» oldukları gerçeği tüm ulusça kavranmalıydı. 11 (Nakşibendi)ci ve (Nurcu) tekkelerde ve özellikle, yürürlükleri (Eğitim ve öğretim birliği yasasına) karşın sürüp giden (Arapça Kur'an kurslannda) Os-manoğulları'nı yüceltip, en başta Atatürk'e ve Türk soyuna düşman yetiştirenlerin kim ve ne oldukları iyice anlaşılmalıydı. Bu kara ocaklann, Osmanlı dönemi «medreseleri» nin adlan değişmiş, ama gerçekte eşiti olan «çağdaş bilim ve uygarlık» düşmanı, karanlığın yuvalan oldukları, ancak geçmişin bu ayrıntılı anlatımı ile