Quick viewing(Text Mode)

John.Lennon.Son.Röportaj

John.Lennon.Son.Röportaj

anchor.fm/saltyazisiz

JOHN – SON RÖPORTAJ

23 Aralık 2010, Dergisi https://www.rollingstone.com/feature/john-lennon-the-last-interview-179443/

” beş yıldır yaptığın ilk kayıt ve şarkından alıntı yaparak söylersek, “John & Yoko’nun Balladı”. İkinizin de geri dönmesi çok güzel.

Ama toplumdan koptuğum ilüzyonu bir şaka. Sadece sizlerden biri gibiydim; dokuzdan beşe çalışıyordum- ekmek yapıyordum ve bebek bezi değişip bebekle ilgileniyordum. İnsanlar sorup duruyor: “Neden yeraltına kaçtın, neden saklandın? Ama hayır saklanmıyordum. Singapur’a, Güney Afrika’ya, Hong Kong’a, Bermuda’ya gittim. Kanlı evrende her yere gittim. Ve sıradan şeyler yaptım, sinemaya gittim.

Ama o yıllar boyunca pek de şarkı yazmıyordun?

Lanet olası bir tek şey yazmadım… Biliyorsun, bizim için bebek sahibi olmak çok büyük olaydı, insanlar bunun için ne kadar çok uğraştığımızı, kaç kere düşük yaptığımızı ve Yoko için ölüme yakın tablolar yaşadığımızı unutabilirler …. Sonunda bir ölüdoğana sahip olduğumuzu ve uyuşturucuyla ilgili problemlerimiz, bizim kendimizden kaynaklı ve de arkadaşlarımız sayesinde kişisel ve toplumsal pek çok problemimiz olduğunu… Ama her neyse… Kendimizi stresli durumların içine soktuk fakat 10 yıldır sahip olmak için çabaladığımız çocuğu yapmayı başardık ve Tanrım, bunu mahvetmeyecektik. 1 yıl hiçbir yere kıpırdamadık. Ve televizyondaki gri saçlı bayanla yoga yaptım.

Gerçekten kazanamazsın. İnsanlar seni yazmadığın ve kayıt yapmadığın için eleştirdi ama bazen, bundan önceki 3 albümünün – “Some Time in New York City”, “” ve “Rock ‘N’ Roll”un, evrensel olarak övgü toplamadığını bazen unutuyorlar… Özellikle de “Attica State,” “Sunday Bloody Sunday” ve “Woman Is the Nigger of the World” gibi şarkıları içeren propaganda albümün Some Time in New York City’i…

Evet, o herkesi gerçekten üzen albümdü. Yoko, ona “Bertolt Brecht” diyor, ama beni 4 yıl önce Richard Foreman prodüksiyonu olan “Üç Kuruşluk Opera”ya götürene kadar onun kim olduğunu, her zamanki gibi, bilmiyordum ve sonra albümü o çerçevede gördüm. Albümdeki sesin koşturması her zaman beni rahatsız etmişti ama bunu bilinçli olarak yapıyordum, bir gazete gibi; basım hatalarının olduğu, zamanın ve gerçeklerin tam olarak doğru verilmediği ve Cuma gününe yetişmesi gereken bir gazete yaklaşımıyla.

Pek çok ama pek çok kez eleştiriye uğradım… ve en başından beri: “From Me to You” “Beatles standardının altında” bulundu, bunu unutmayın. Bu, New Musical Express’deki (NME) yorumdu. Belki “Please Please Me” kadar iyi değildi ama bilmiyorum, “altında” demek? Bunu hiç unutmayacağım. Ve biliyorsun Plastic Ono albümlerimiz için olan yorumlar da ne kadar kötüydü. Bizi lime lime ettiler! “Hoşgörülü, basite indirgenmiş nağme” - ana fikir buydu. Çünkü görüyorsunuz, o albümler bizim hakkımızdaydı, Ziggy Stardust veya Tommy hakkında değildi… Ve “Mind Games”, nefret ettiler.

Ama sadece ben değilim. Mick’e bakın mesela. Mick 20 yıldır iyi iş çıkardı peki ona bir nefes aldıracaklar mı? Hiç “Ona bakın, o bir numara, 37 yaşında ve çok güzel bir şarkısı var “Emotional Rescue”, orada” diyecekler mi? Ben çok beğendim, bir sürü insan da beğendi. anchor.fm/saltyazisiz

Ve Tanrı Bruce Springsteen’e, onun artık Tanrı olmadığına karar verdiklerinde yardım etti. Ben kendisini görmedim, ama hakkında çok iyi şeyler duydum. Şu an hayranları mutlu. Onlara kafasının iyi olmasından ve kadınların ve arabaların ve her şeyin peşinde olduğundan bahsetti ve bu, onların sevdiği bölüm. Ama kendi başarısıyla yüzleşme, yaşlanma ve tekrar tekrar üretme noktasına geldiğinde ona arkalarını dönecekler, umarım bunu kaldırabilir. Tek yapması gereken bana veya Mick’e bakmak. Yani bu böyle, yukarı ve aşağı, yukarı ve aşağı gidip durur, tabii ki öyle olacak, ama BIZ NEYIZ, MAKİNELER Mİ? Çocuktan ne istiyorlar? Sahnede kendisini öldürmesini mi? Yoko ve benim sahnede sevişmemizi veya birbirimizi öldürmemizi mi? Ama “From Me to You” şarkısını Beatles standardı-"altı” olarak eleştirdiklerinde, işte o zaman ilk olarak fark ettim ki, hep yukarıda tutmalısın; çarka bindiğin ve sürekli dönmen gereken bir çeşit sistem var.

Çarkı izlemek. Nedir o çark?

Bütün evren bir çark öyle değil mi? Çark dönüp duruyor. Bu esas olarak benim çarkım ama biliyorsun, kendimi izlemek başka herkesi izlemek gibi. Ve çocuğumla da kendimi izliyorum.

Çocukla ilgili şöyle bir şey var… Halen çok zor. Dünya üzerindeki en mükemmel baba değilim. En iyisini yapmaya çalışıyorum. Ama ben hırçın bir adamım ve stresli oluyorum. Bir iyiyim bir kötüyüm ve bununla da uğraşmak zorunda- ondan almak ve sonra vermek, tekrar almak ve vermek. Bu, onu sonraki hayatında ne kadar etkileyecek bilmiyorum, ama ben orda oldum.

Hepimiz benciliz, ancak sözde sanatçılar tamamen bencil: Kendimden ziyade - ben, benim inişlerim çıkışlarım ve küçük dumanlı problemlerim içinde- Yoko’yu veya Sean’ı ya da kediyi veya bir başkasını aklıma yerleştirmek bir baskı. Tabii ki, bir ödülü ve keyfi var, ama yine de…

O zaman kendi doğal, bencil içgüdülerine karşı savaşıyorsun.

Evet, uyuşturucu almak veya kötü yemek yemek veya egzersiz yapmamakla aynı. Bir çocuğa vermek o kadar zor, doğal değil sonuçta. Belki hepimizin yetiştirilme şekli bu, ama bir başkasını düşünmek, gerçekten düşünmek çok zor, kendi çocuğunu bile.

Ama onun için “Beautiful Boy” gibi bir şarkı düşünüyorsun.

Evet, ama o kolay… Bu bir tablo. Gaugin kahrolası Tahiti’de hapsolmuştu, kızı için büyük bir tablo yapıyordu – eğer izlediğim filmi doğruysa, öyle değil mi? Yani kahrolası Tahiti’de onun için bir tablo yapıyor, kızı Danimarka’da ölüyor, babasını 20 yıl hiç görmüyor, babası hasta ve Tahiti’de aklını yitiriyor – ölüyor ve tablosu yanıp kül oluyor, yani şaheserini kahrolası hayatında hiç kimse asla görmemiş oluyor. Ve ben hep böyle şeyleri düşünürüm. Evet, sonuçta çocuk hakkında bir şarkı yazarım ama bu kahrolası şarkıyı yaparken ayırdığım vakti onunla top oynayarak geçirmek benim için daha iyi olurdu. Benim için en zor şey oyun oynamak… Başka her şeyi yapabilirim.

Oynayamaz mısın?

Oynamak, hayır, yapamam. Dener ve birşeyler icat ederim. Çizim yapabilirim, onunla televizyon izleyebilirim. Bunda mükemmelimdir, yerimden kımıldamadığım sürece her tür zırvayı seyredebilirim, onunla konuşabilir ve ona okuyabilirim, onu kahve içmeye çıkarabilir, onunla dışarı çıkabilirim ve bunun gibi şeyler.

Bu garip, çünkü çizimlerin ve yazdığın birçok şarkı gerçekten eğlenceli. anchor.fm/saltyazisiz

Bu benden çok Paul’dan geldi.

Peki “Good Morning Good Morning”? Bu seninkilerden biri. Harika bir şarkı – işten sonra eve gitmek istemeyen ve söyleyecek bir şeyi olmayan ama bunu sorun etmemiş, amaçsızca şehirde dolanan yaşlıca bir adam.

0oo sadece bir alıştırmaydı. “Pepper” albümü için şarkı yazacak ancak bir hafta kadar zamanım vardı. “Good Morning Good Morning”, o zaman Kellogg’un mısır gevreği reklamıydı- işte bir şarkı için ne kadar çaresizdim.

“Lennon Remembers”’ı okuduğumda fark ettim ki, sürekli şarkı yazmanın ne kadar zor olduğundan veya bunun benim için ne kadar ıstıraplı olduğundan şikayet ediyordum – yazdığım her şarkının tam anlamıyla bir işkence olduğundan.

Çoğu bir işkence miydi peki?

Kesinlikle. Her zaman orda hiçbir şeyin olmadığını, rezalet olduğunu, iyi olmadığını, birşey çıkmadığını, çıkanın bir çöp olduğunu falan düşünürüm…Hatta bir şey çıksa bile “Bu da ne saçmalık böyle?” diye düşünürüm.

Bu bir bakıma kulağa biraz kabız gibi geliyor.

Sadece aptalca. Bu zordu. Tanrım, o zaman kötü bir haldeydim …

“Tanrıların sana verdiği 10 kadar şarkı dışında ve bu, başka da hiçbir yerden çıkmıyor.” diye düşünürüm.

“Double Fantasy” albümü için yazdığın şarkılar daha mı kolay geldi?

Aslında değil. Bunların çıkması 5 yılımı aldı. 5 yıl boyunca kabızlık ve sonra 3 hafta ishal! Yazmak 3 haftalık bir sürede oldu. Yoko’nun bana bir keresinde anlattığı bir Zen hikayesi vardı, ben de bunu “Lennon Remembers” veya “”da anlatmış olabilirim:

“Kral, bir tablo yapması için elçisini bir ressama gönderir, o da ressama parasını öder ve ressam der ki: "Tamam, geri gel". Böylece bir yıl geçer ve elçi geri gelir ve "Kral tablosunu bekliyor" der. Ressam da, "Ah, bekle" der ve bir çırpıda hemen onun önünde resmi yapar ve "İşte burada” der . Elçi, "Bu nedir? Kral bu pislik için sana 20.000 dolar ödedi ve sen beş dakika içinde mi yaptın?” der. Ressam cevap verir "Evet, ama bunu düşünmek için 10 yılımı harcadım."

İşte, Double Fantasy şarkılarını o 5 yıl olmadan yazmamın hiçbir yolu yoktu.

Aklıma gelen hiçbir rock’n roll yıldızı karısıyla veya bir başkasıyla albüm yapmadı ve albüm kaydının yüzde 50’sini ona ayırmadı, bu ilginç geliyor.

anchor.fm/saltyazisiz Bu şekilde ilk kez yapıyoruz. Daha önce, bir tarafında benim, diğer tarafında Yoko’nun olduğu “Canlı, 1969 Toronto’da Barış” gibi birlikte albüm kayıtları yaptık. Ancak “Double Fantasy” bir diyalog ve bir anlamda, John & Yoko olarak kendimizi yeniden canlandırdık; eski-Beatle John olarak veya Yoko olarak değil. Sadece ikimiziz ve şöyle düşünüyorduk, albüm satmasaydı bu, insanların John & Yoko’yu tanımamak istemesi olacaktı veya Yoko’lu John’u istememesi ya da belki sadece Yoko’yu istemesi, herneyse. Ama eğer ikimizi birlikte istemeselerdi, bunu umursamayacaktık. Kariyerim boyunca, uzun süreli olarak sadece iki insanla çalışmayı seçtim: Paul McCartney ve - David Bowie veya Elton John da olabilirdi mesela ama bunlar tek gecelik ilişki olurdu. Paul’i orjinal gruba, ’e ben getirdim, o da George’u getirdi ve George da Ringo’yu. Ve bir sanatçı ve çalışabileceğim biri olarak ilgimi çeken ikinci insan da Yoko Ono’ydu. Bu kötü bir seçim değildi.

Şu anda toplum tek kriterimiz: Küçük bir topluluk, orta büyüklükte bir toplululuk amaçlayabilirsiniz, ama benim için daha büyük, ben büyük topluluk seviyorum. Sanat okulunda kararımı vermiştim, her ne şekilde tarif edilirse edilsin bir sanatçı olacaksam, maksimum etkiyi istiyordum; sadece “çatı- katında-küçük-tablolarını-boya-ve-kimseye-gösterme” olmayacaktı bu. Sanat okuluna başladığımda, bir sürü entel dantel kız ve erkek öğrenci vardı ama daha çok erkek, jeanlerinde boyalarla dolaşan ve sanatçı gibi gözüken. Ve hep konuşacak çok fazla şeyleri vardı, lanet fırçaboyası hakkında her şeyi biliyorlardı ve estetik hakkında konuşuyorlardı, ancak her seferinde sanat öğretmeni veya Pazar ressamları olmakla bitiriyorlardı konuşmalarını. Sanat okulundan hiçbir şey almadım, birçok kadın, çok fazla içki ve üniversitede olma özgürlüğü ve eğlenmek dışında. Deli gibi eğlendim ama sanata gelince, hiçbir lanet olası şey öğrenmedim.

Her zaman kendine özgü, eğlenceli bir çizme stilin oldu – “In His Own Write” isimli kitabını veya “Walls and Bridges”albümünün kapağını ve iç manşonunu düşün mesela…ya da hemen ayırt edilebilir “Lennonesque” karikatürlerini.

“Walls and Bridges” çizimlerini 10 ya da 11 yaşımdayken yaptım. Ama sanat okulunda bunu benden söküp almaya çalıştılar. Beni doğal çizimimden alıkoymaya çalıştılar ki, buna izin veremezdim. Ne var ki, bunu karikatürden ileriye hiç götürmedim. Birisi bir keresinde, karikatüristlerin ressam olarak başarısız olacaklarından korkan, bunun için mizahi çizen, özel bir yaratıcılık bahşedilmiş insanlar olduğunu söylemişti. Bana göre, benim karikatürlerim Japon fırça tabloları gibi –eğer tek bir çizgide bulamazsanız, yırtıp atın. Yoko karşılaştığımızda beni o nosyona getirdi ve çizdiğimi görünce dedi ki, “Bu Japonya’da yaptıkları gibi, değişiklik yapmak zorunda değilsin…. Budur!” Yoko ve ben değişik kültürlerden geliyoruz ancak, temelde, her ikimiz de bu tür bir iletişime ihtiyaç duyuyoruz. Beni takip eden veya el pençe divan duran küçük, elit gruplarla ilgili değilim. İletişim kurmakla ilgileniyorum, söylemek veya üretmek istediğim her ne ise bunu maksimum şekilde yapmak istiyorum ve rock & roll da öyle. Bu, pencereden geçen bir zürafayı izlemenin imajı gibi. İnsanlar her zaman birazını görüyor ama ben bütünü görmeye çalışır ve görürüm, sadece kendi yaşamımda değil; tüm evrende, bütün oyunda. Her şey bununla alakalı değil mi zaten? O yüzden Paul’le ya da Yoko’yla çalışıyor olmam, hepsi aynı yere çıkıyor: O da kendini ifade etme, iletişim kurma ya da sadece çiçek açıp solan bir ağaç gibi olma.

Yoko’nun “Hard Times Are Over,” şarkısında arkasında gospel söyleyen bir grup duyuluyor.

(The Benny Cummings Singers and the Kings Temple Korosu) Bir gospel grubu söylüyor evet. Çok iyilerdi. Çekimden hemen önce birden birbirlerinin elini tuttular ve Yoko gerçekten ağlıyordu. Ben de duygusaldım çünkü bizim için biçilmiş kaftandı - ister İsa ister Buda olsun, bizim için sorun değil, biri olur, herhangi biri bizim için tamamdır. Ve işte oradaydılar, çekimden önce el ele tutuştular ve “Teşekkür ederim, İsa, teşekkürler Tanrım” diye şarkı söylüyorlardı ve ben de “Kaseti koy! Bunu alıyor anchor.fm/saltyazisiz musun? " diye konuşur haldeydim. Ve tam olarak duyduğunuz da bu, aynen olduğu gibi - "Teşekkür ederim, İsa, teşekkürler, Tanrım" - ve sonra şarkıyı söylemeye başlarlar.

Bölümün sonunda Tanrıya teşekkür ettiler, ortak prodüktörümüz Jack Douglas’a teşekkür ettiler, bize teşekkür ettiler onları bu işe dahil ettiğimiz için ve biz de onlara. Ve bir kilise gospel grubuna ilk kez bu kadar yakındım. Phil Spector bana bundan bahsetmişti ve hep tecrübe etmek istemiştim. Ama gitmeye çok korkardım. Ve olmuştu, ilk kez çok yakındım ve ne diyebilirim, çok güzeldi. Stüdyoya gir-çık döngüsünün baskısıyla beraber mükemmel bir çalışma günüydü ve çoçuk doluydu, küçük çocuklar, yemekler ve kurabiyeler ve şarkı söylüyorlardı “Tanrıya şükret”. Muhteşemdi. O şarkıya bir gospel korosu koymak o bölümün öne çıkan yeriydi.

Double Fantasy albümünde, “Watching the Wheels” ve Yoko’nun etkileyici, 30’ları çağrıştıran “Yes, I’m Your Angel” şarkıları arasında gizemli ve sihirli küçük bir ses kolajı fark ettim. Biri seyyar satıcı sesi gibi, sonra at arabası sesi ve bir de çarpan bir kapı ve de restoranda piyano ve viyolinle çalınan bazı müzikal ifadeler.

Ne olduğunu söyleyeyim. Seslerden biri bana ait, giderken şu sözleri mırıldanıyorum “Tanrı seni kutsasın adamım, teşekkür ederim, avucuma gümüş bahşet, şanslı bir yüzün var”. Bunu İngiliz erkekleri bahşiş isterken ya da dilenirken söylerler. Ve sonra benim ve Yoko’nun, “Çilekler ve Viyolin Odası” dediğimiz “Plaza Otelindeki Palm Court” seslerini yeniden yarattık. Orada zaman zaman oturmayı ve eski viyolin dinleyerek biraz çilekle beraber çay içmeyi çok seviyoruz. Çok romantik. Yani resim şu: Bir tür sokak kahini bir adam var, Hyde-Park köşesi tipi bir adam, sadece etrafta dönen çarkı izliyor. Ve insanlar şapkasına para atıyor. Bunu stüdyoda biz yarattık. Arkadaşlarımız bir şapkaya para atarak, yukarı aşağı yürüdü. Ve adam “Teşekkür ederim, teşekkür ederim” diyor ve sonra at arabasına binip New York’ta dolandıktan sonra otele gidiyorsunuz. Viyolinler çalıyor ve sonra bu kadın geliyor ve melek olmakla ilgili şarkı söylüyor.

“Yes, I’m Your Angel,” şarkısında Yoko “Ben senin cebindeyim/ Sen benim madalyonumdasın / Ve biz her yönden çok şanslıyız” diyor. Ve sonra, daha çok bir ortaçağ hanımefendisine yazılmış ozan şiirini andıran o harika şarkın “Woman” takip ediyor.

“Woman” ortaya çıktı, çünkü güneşli bir Bermuda öğleden sonrasında, birden kadınların bizim için neler yaptığını düşündüm. Kendi kişisel koşullarımda düşünsem de, sadece benim Yoko’mun benim için yaptıkları değil… Her doğru evrenseldir. Kafama dank eden şey, cepte saydığım her şeydi. Kadınlar gerçekten gökyüzünün yarısıdır, şarkının başında fısıldadığım gibi. Bu bir “biz” veya hiçbir şey değil. Ne kadar yapmaya çalışmamış olsam da, bu şarkı bana bir Beatles şarkısını hatırlatıyor. Yıllar önce “Girl” şarkısını yaptığım gibi yaptım – beni bir sel gibi aldı ve öylece ortaya çıktı. “Woman” aslında “Girl”ün büyümüş versiyonu oldu.

“Woman”da aynı zamanda şöyle söylüyorsun “İçsel duygularımı ve minnettarlığımı ifade etmeye çalışacağım Kadın / Bana başarının anlamını gösterdiğin için

Ünlü bir sanatçı ve yıldız olarak başarı güzel değil demiyorum ve harika bir şey değil de demiyorum. “” şarkısıyla ilgili şu var: Kimsenin doğru algılayamadığı şey, bunun alaycı bir şarkı olarak alınması gerektiğiydi – sosyalizmle ilgili hiçbir şeyi yoktu, “O yolculuğa çıkmak istiyorsan, olduğum yere geleceksin ve bu, olacağın şeydir” le ilgiliydi. Çünkü ben bir sanatçı olarak başarılı oldum ve mutlu oldum ve de mutsuz. veya Hamburg’da tanınmıyordum ve yine mutlu ve de mutsuz oldum. Ama Yoko’nun bana öğrettiği şey gerçek başarının ne olduğuydu – kişiliğimin başarısı, onunla ve çocuğumla olan, dünyayla olan ilişkimin başarısı… ve uyandığımda mutlu olmak. Bunun çarkı döndürmekle veya döndürmemekle hiç ilgisi yok. anchor.fm/saltyazisiz

Ne olmam gerekiyor, zengin olmaması gereken bir tür şehit mi?

Pisliğin teki Esquire dergisinde benim hakkımda daha yeni bir kapak hikayesi yaptı.

[Gazeteci Laurence Shames Kasım 1980’de bir makalesinde şöyle yazmıştır: “Her zaman avaz avaz bağıran, hiç çabalamasına gerek kalmadan herkesi gücendiren Lennon’u arıyordum. Benim Lennon’um acı bir palyaçoydu, fahiş hatalar ve muazzam dirençler adamı, koca bir bebek, acılı, sersem, ciddi ve paranoyak yüzü, amblemi olan ve dönemin bilincini taşıyan, çoğu zaman acınası bir gerçek arayıcısı…Bulduğum Lennon ise çok fazla televizyon izleyen, 150 milyon doları olan, üzerine titrediği bir oğlu ve telefonlarını engelleyen bir karısı olan 40 yaşında bir işadamı… Doğru mu John? Gerçekten teslim oldun mu?]

Karşında gördüğün adam, 20 ayını toprağa ve ineklere bakarak geçirdi. ben albüm yapıyorum ve bu pislik, ineklerden bahsediyor. Tanrı aşkına, ne diyorlar? Ne almalıydım – Köleler? Fahişeler mi? Zihinleri lağım gibi, dergi satmak için, insanların temin edemeyeceği, ihtiyaçları olmayan ve her 3 ayda bir ikame edecekleri ürünleri satmak için… Ve beni ne için suçluyorlar? O adam sana aşık olan adam türüydü – bilirsin o insanlardan biri- ve şimdi senden nefret ediyor, reddedilen bir aşık. Pisliği tanımıyorum bile, benimle igili yarattığı bir ilüzyonu aramak için tüm vaktini harcadı ve sonra, onu bulamadığı için üzüldü.

Yarattıkları ilüzyonlarla beraber sanatçılar hakkındaki bu eleştiriler, idol ibadeti gibi. Bizi sadece Liverpool’dayken seven o küçük çocuklar gibi, sonra pek çoğu Manchester’da daha da büyüdük diye bizi bıraktı, doğru değil mi? Onları sattığımızı düşündüler. Sonra İngilizler üzüldü çünkü başka bir yerde daha da büyük olduk… Bu da neyin nesi böyle? İnsanları sadece yukarıya çıktıklarında, oradayken seviyorlar. Pislik atmaktan başka yapacak birşeyleri yok. Tekrar yukarıda olamam. İstedikleri ölü kahramanlar, Sid Vicious ve James Dean gibi. Ben kahrolası bir ölü kahraman olmakla ilgilenmiyorum… O yüzden unut, onları unut gitsin.

Eugene O’Neill’in eleştiri hakkında ne dediğini biliyor musun? “Kafalarındaki her bir kemiği seviyorum”. Görüyorsun, eleştirilerle uğraşmanın tek yolu, doğrudan halkın üzerinden gitmek. Bizim yatak-içi ve de Two Virgins ile Plastic Ono albümleriyle yaptığımız buydu ve şimdi de bunu yapıyoruz. Ve her tür insandan duyuyoruz. Yorkshire’dan bir çocuk, kendini John & Yoko’yla özdeşleştirerek hem doğulu hem de İngiliz olmakla ilgili bu dokunaklı mektubu yazdı. Sınıftaki tuhaf çocuk. Bizi bir çift olarak özdeşleştiren, çift ırklı, aşkı, barışı, feminizmi ve dünyadaki pozitif şeyleri savunan bir çift olarak özdeşleştiren bir sürü çocuk var. Ama basın hep pencerenin önünden geçerken zürafanın boynuna bakıyor – oyun böyle. O yüzden ayak uydurabilmelerinin bir yolu asla yok.

Önemsiz bu kinlerin çoğunun kaynağı, 60’lı yılların bira göbeklerinin büyüdüğü yaşlara ulaşmış rock eleştirmenleri ve oraya çıkıp gerekeni yapmak için Jon Landau gibi birinin cesaretine sahip değiller. [müzik eleştirmeni, Bruce Springsteen’in prodüktör ve menajeri]. Bir eleştirmen olduğu gibi müzisyen de olan Lester Bang’s a hayranım ve eminim, bana pislik attığı çok zaman var ve yine eminim, zamanında beni hem övmüş hem de benden nefret etmiş olmalı. Ama en azından bazıları bunu yapıyor. Ve “Lennon Remembers,” da ve de sanat okulunda söylediğim gibi ben bir “fail”im, röntgenci değil… Ve saklayacak hiçbir şeyim yok. Şarkıdaki gibi hatırladın mı?

anchor.fm/saltyazisiz Yaptığın çalışmalarda, insanlara kendileri olmaları ve bazı şeyleri değiştirmek için biraraya gelmelerine ilham verecek, inanılmaz güçlü bir düşünce var. Burda açıkçası “Give Peace A Chance”, “Power to the People” ve “ (War is Over)”gibi şarkıları düşünüyorum.

Hala orada. Eğer plağın üstünde yeni logonun etrafına bakarsan, içerisinde, Brezilya’dan Avustralya’ya ve Polonya’ya kadar dünyanın her yerinden çocukların çoktan yaptığı gibi, tek dünya tek insanlar yazar. O yüzden devam ediyoruz. “Barışa bir şans ver”, barış için insanları vurma. “Tek ihtiyacın olan sevgi”: Evet, kahrolası zor ama ben buna tamamen inanıyorum.

Biz “Ülkelerin Olmadığını Hayal Et” veya “Barışa bir Şans Ver” diyen ilk kişiler değiliz ama bu meşaleyi taşıyoruz, elden ele geçiriyoruz, birbirimize, her bir ülkeye, her bir nesile… Ve bu bizim işimiz. Başka birinin bizim nasıl yaşayacağımıza – zengin, fakir, mutlu, mutsuz, gülerek, gülmeyerek, doğru jeanleri giyerek, doğru jeanleri giymeyerek yaşayacağımıza- dair fikrine göre yaşamamak.

Ben tanrılık iddia etmiyorum. Hiçbir zaman ruhumun saflığını da iddia etmedim. Hiçbir zaman hayata dair cevaplarım olduğunu da. Sadece şarkıları ortaya çıkardım ve soruları, olabildiğim kadar dürüst biçimde, ne fazlası ne eksiği ama olabildiğimce dürüst, cevapladım. Başka insanların beklentilerine göre yaşayamam çünkü onlar aldatıcı. Ben Hamburg ve Liverpool’da bir punk olamam, çünkü artık yaşım ilerliyor. Dünyayı artık daha farklı gözlerle görüyorum. Ancak halen barışa, aşka ve anlayışa inanıyorum. Elvis Costello’nun dediği gibi, barış, aşk ve anlayışla ilgili kahrolası komik olan nedir? İş bitirici olmak ve komşunu haçla kesmek moda olabilir ama biz modayı takip edecek kişiler değiliz.

Şarkın “The Word” gibi . . .

Evet, kelime “aşk”tı.

Neden dünyada burdayız? / Tabii ki acı ve korku içinde yaşamak için değil”- Bu ifadeler “Instant Karma” albümünden. Ve bu senin ve Yoko’nun bütün çalışmalarınızın içinde yer alan bir düşünce… Yoko “Beautiful Boys” isimli yeni şarkısında: “Lütfen ağlamaktan korkma…. Uçmaktan hiçbir zaman korkma… Korkmaktan korkma” diyor. Bu bence çok güzel.

Evet çok güzel. Çoğu zaman korkarım ama korkmaktan korkmam. Yoksa bu baya korkunç olurdu. Ama kendin olmaya çalışmamak daha acı verici. İnsanlar başka biri olmak için bir sürü zamanlarını harcıyorlar ve bence bu berbat hastalıklara sebep oluyor. Belki de kanser ya da başka birşey oluyorsunuz… Hiç fark ettiniz mi birçok sağlam adam kanserden ölüyor? John Wayne, Steve McQueen. Bana göre bu sürekli bir imajın içinde yaşamak veya içinde sıkışıp kalmakla ilgili, kendilerinin bazı taraflarının, feminen tarafın ya da korkak tarafın bastırılması için olabilir, bilmiyorum işin uzmanı değilim .

Bunları çok iyi biliyorum çünkü sahte maço okulundan geliyorum. Hiçbir zaman gerçek bir sokak çocuğu ya da sert bir çocuk olmadım. Oyuncak çocuk gibi giyinip Marlon Brando ve Elvis Presley ile özdeşleşirdim; ama hiç gerçek sokak kavgası ya da sokak çetesinde olmadım. Sadece, rockçıları taklit eden bir banliyö çocuğuydum. Ne var ki, sert gözükmek bir insanın büyük bir parçası. Çocukluğumun tamamını omuzlarım başımın üstünde ve gözlüklerimi çıkarmış olarak geçirdim çünkü gözlükler beni hanımevladı gösteriyordu, tam bir korku içinde yürüyordum ama görebileceğin en sert yüz ifadesiyle. Sadece görüntüm sebebiyle bile başım belaya girebilirdi. Hep o sert James Dean olmak istedim. Bunu yapmayı bırakana kadar baya bir boğuştum, hala da güvensiz ve sinirli olduğumda bu hataya düşerim. O sokak çocuğu duruşuna halen geçebiliyorum ama hiçbir zaman öyle bir sokak çocuğu olmadığımı sürekli hatırlamam lazım.

anchor.fm/saltyazisiz Bana Yoko öğretti. Ben tek başıma yapamazdım – bunu bana öğretecek kişi, bir dişi olmalıydı. Bu kadar işte. Yoko bana sürekli söylüyor: “Tamam, geçti”. Eski resimlerime bakıyorum ve şunu görüyorum: Marlon Brando ile kadife ve feminen Oscar Wilde tarafım olan hassas şair arasında parçalanmışım. Her zaman ikisi arasında kalmıştım, çoğunlukla da maço tarafı seçmiştim çünkü diğer tarafını gösterirsen ölürdün.

Çalışmalarında, neyin gerçek neyin sanal olduğunu sürekli sorguladığın başka bir boyut var. “Look at Me” şarkında, “Watching the Wheels” isimli yeni şarkında ve tabii ki “Hiçbir şey gerçek değil” dediğin “Strawberry Fields Forever”da.

Aslında, kelime anlatıyor, bir tane şey gerçek değil. Hinduların veya Budistlerin dediği gibi bir ilüzyon. Bu bir Rashomon. Bunu hepimiz görüyoruz ama yaşadığımız şey, üzerinde görüş birliği olan ilüzyon. Ve en zor şey kendinle yüzleşmek. Şöyle düşünürdüm: Dünya bana bunu yapıyordu ve bana birşeyler borçluydu. Muhafazakarlar veya sosyalistler, faşist veya komunistler, Hristiyanlar ya da Yahudiler bana birşey yapıyorlardı. Yeni bir yetmeyken böyle düşünüyorsunuz. Ama şimdi 40 yaşındayım ve artık öyle bakmıyorum. Çünkü gördüm ki bu böyle işlemiyor, kahrolası. Her şekilde olan oluyor ve tek yaptığın şey annenin-babanın yaptıkları hakkında bağırıp çağırmak… Ama buralardan geçilmek zorunda. Bu yollardan geçme külfetine girenler için – çünkü çoğu pislik sadece kabul eder ve bununla gider değil mi?- ne olup bittiğini sorgulayan çok azımız için, kendi açımdan şahsen çözdüm – tüm dünya için değil tabii. Ben, onlar için olduğu kadar, kendimden de sorumluyum. Onların bir parçasıyım. Ayrım yok: Hepimiz biriz, onun için bu açıdan bakıyorum ve diyorum ki: “Oh, kendimle yine o şekilde uğraşmalıyım. Gerçek nedir? Yaşadığım veya yaşamadığım ilüzyon nedir?” Ve bununla her gün uğraşmak zorundayım. Soğanın halkaları gibi.

... İngiltere’de bir astroloğun bir keresinde benim İngiltere’de yaşamayacağımı söylemesi gibi. Bunu bu ülkede kalmak için göç kavgamın tam ortasına kadar hatırlamamıştım. “Ben burada ne halt ediyorum? Ne halt etmeye bunları yaşıyorum” diye düşündüğümdeyse, burada yaşamayı planlamamıştım, oluverdi. Eşyalarımızı toplamamıştık bile – her şeyi İngiltere’deki evimizde bıraktık, kısa bir gezi için geliyorduk sadece… Ama hiç geri dönmedik. Mahkemedeydik ve insanlar, burada olmak için yeterince iyi olmadığımı veya komunist ya da her ne haltsa öyle olduğumu söylüyorlardı. Sonra düşündüm: “Bunu ne için yapıyorum?” Ve İngiltere’deki astroloğun bana söylediğini hatırladım: “Bir gün yurt dışında yaşayacaksın.” Vergi yüzünden değil. Hikaye oydu ki vergi yüzünden gitmişim ama öyle yapmadım. Bir getirim olmadı, hiçbir şey, tamamen batırmıştım, ayrılırken paramı kaybetmiş durumdaydım. O anlamda İngiltere’yi terk etmek için bir sebebim yoktu. Çoğu İngilizin yaptığının aksine, Güneşi arayan bir insan değilim, onlar Güney Fransa veya Malta, İspanya ya da Portekiz’e kaçmayı severler. George her zaman “Hep beraber gidelim ve güneşte yaşayalım” derdi.

“İşte Güneş Doğuyor.”

Evet, o her zaman Güneşi arıyor çünkü halen İngiltere’de yaşıyor… Ve sonra bana dank etti “Aman Tanrım, bu adam İngiltere’den ayrılacağımı bildi!” Bunu bana söylediğinde de buarada, “Şaka mı yapıyor” diye düşünmüştüm içimden. Bazen merak ediyorum, yani gerçekten merak ediyorum. Kendimiz gerçeği yaratıyoruz, bunu biliyorum ve her zaman seçim yapıyoruz ama bu ne kadar yazılmış bize? Yolda her zaman bir çatal mı var ve önceden eşit olarak belirlenmiş iki yol mu? Gidilebilecek yüzlerce yol olabilir, o yöne ya da bu yöne. Bir seçim var ve bazen bu çok garip.