ISSN: 2146-7676

UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ UFUK UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES

UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Journal of Ufuk University Institute of Social Sciences

Yıl / Year: 2 Sayı / No: 4 Yıl / Year: 2013

www.ufuk.edu.tr UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Sahibi Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Adına: ISSN: 2146-7676 Rektör: Prof. Dr. Aral EGE Sorumlu Yazı İşleri Müdürü Prof. Dr. Mehmet TOMANBAY Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü Yardımcı Editörler Editör Öğr.Gör.Dr. Güner KOÇ AYTEKİN Doç. Dr. Türkmen DERDİYOK Arş. Gör. Hazel BAŞKÖY

Arş. Gör. Ayşe Gözde GÖZÜM

Arş. Gör. Çağlar DOĞRU

Arş. Gör. Mehmet Gökhan UZUNER

Arş. Gör. Ozan MUTLU

Danışma Kurulu Hakem Kurulu Prof. Dr. Oya AKGÖNENÇ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Örsan AKBULUT (TODAİE) Prof. Dr. Emine AKYÜZ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Emine AKYÜZ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Orhan AYDIN (Ufuk Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Aslıhan ALHAN(Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Semih BÜKER (Ufuk Üniversitesi) Doç.Dr. Emel ERDOĞAN BAKAR (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Halil CİN (Ufuk Üniversitesi) Doç.Dr. Murat BASKICI ( Üniversitesi) Prof. Dr. Cenap ERDEMİR (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Mine GENCEL BEK (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Cengiz ERTEM (Ufuk Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Gülden BİLAL (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Şanal GÖRGÜN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Yasin CEYLAN (ODTÜ) Prof. Dr. Sadi GÜNDOĞDU (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. Coşkun İKİZLER (Ufuk Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Nezahat DEMİRAY (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Tuğrul İNAL (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Çiler DURSUN (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Ali Naim İNAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Şefika Şule ERÇETİN(Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet KOCAMAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Azize ERGENELİ (Hacettepe Üniversitesi) Prof. Dr. Erdoğan ÖNER (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Çağrı ERHAN (Ankara Üniversitesi) Doç. Dr. Enver ÖZCAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Hamiyet Sezer FEYZİOĞLU (Ankara Üniversitesi) Prof. Dr. Osman Metin ÖZTÜRK (Ufuk Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Turgut GÜMÜŞ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Gülsev PAKKAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Nazife GÜNGÖR (Arel Üniversitesi) Prof. Dr. Refia PALABIYIKOĞLU (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Gülden GÜVENÇ (Işık Üniversitesi) Prof. Dr. Sevim SÖNMEZ (Ufuk Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr.Eda KARACAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Erdinç TOKGÖZ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Ahmet KOCAMAN (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Şeref ÜNAL (Ufuk Üniversitesi) Yrd. Doç. Dr. Elif G. KÜÇÜKALİOĞLU (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Özkan ÜNVER (Ufuk Üniversitesi) Prof.Dr. Müslüme NARİN (Gazi Üniversitesi) Prof. Dr. İrfan Baki YAŞAR (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Cemal OĞUZ (Gazi Üniversitesi) Doç. Dr. Mehmet OKYAYUZ (ODTÜ) Prof.Dr. M.Tuba ONGUN (Gazi Üniversitesi) Doç. Dr. Cemal ÖZTAŞ (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Osman Metin ÖZTÜRK (Ufuk Üniversitesi) Yerel Süreli Yayın Prof. Dr. Gülsev PAKKAN (Hacettepe Üniversitesi) Basım Yeri: Başkent Klişe Matbaacılık Prof. Dr. Mehmet SEYİTDANLIOĞLU (Hacettepe Üniversitesi) Bayındır Sokak 30/E Kızılay/Ankara Yrd. Doç. Dr.Meltem ANAFARTA ŞENDAĞ(Ufuk Üniversitesi) Basım Tarihi: 25.12.2013 Prof. Dr. Deniz BÜYÜKKILIÇ ŞEREN (Gazi Üniversitesi) Doç.Dr. Burak TANGÖR (TODAİE) Prof. Dr. İlhan TOMANBAY (Hacettepe Üniversitesi) Prof.Dr. Emel ÜLTANIR (Ufuk Üniversitesi) Prof.Dr. Gürcan ÜLTANIR (Ufuk Üniversitesi) Prof. Dr. Özkan ÜNVER (Ufuk Üniversitesi) Dergimizin temel amacı; bilimsel normlara ve bilim etiğine uygun, sosyal bilimler alanında tercih edilen nitelikli ve özgün çalışmaları yayımlayarak akademik alana katkıda bulunmaktır. Dergiye gönderilen yazılar, derginin yazım kurallarına uygun olarak hazırlanarak değerlendirme sürecine girmek üzere [email protected] elektronik posta adresine gönderilmelidir.

Copyright@Aralık2013 Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi

Tüm hakları mahfuzdur. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi yılda en az bir kez yayımlanan hakemli bir dergidir. Dergide yayımlanan makalelerin dil ve bilim sorumluluğu yazara aittir. Dergide yer alan makaleler kaynak gösterilmeden kullanılamaz. Elektronik ve mekanik (fotokopi dâhil) herhangi bir şekilde izinsiz kullanılamaz ve çoğaltılamaz. Yönetim yeri: Tel: 0312 2862376 Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü, Faks: 0312 2862395 Dr. Sadık Ahmet Caddesi E-Posta:[email protected] veya [email protected] No:35 Balgat Ankara İnternet Adresi: http://www.ufuk.edu.tr

2

UFUK ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ DERGİSİ Yıl : 2 No: 4 Yıl: 2013

İÇİNDEKİLER

Sunuş...... …………………...5 -6 Türkmen DERDİYOK

Bir Türk Beldesinde Kalkınma ve Çağdaşlaşma: Çayırhan ………….……….……….…….……...7-11 William A. MITCHELL Çeviren: Çağlar DOĞRU

1950-2011 Yılları Arasında Yapılan Genel Seçimlere Yönelik Seçmen Davranışları Üzerine Bir Araştırma……………………………………………………………………...... 13 -34 Kemal YILDIRIM

Kentsel Dönüşümde Finansal Alternatifler……………………………………………….....…….35 -42 Niyazi ERDOĞAN

Çalışma Hayatında Güncel Bir Sorun Olan Tükenmişlik Sendromunun Çalışanların Mesleğe ve Çalıştıkları Kuruma İlişkin Görüşleri Perspektifinden Değerlendirilmesi……………...………...43 - 58 Elvan OKUTAN

Güvenceli Esneklik: Karşılıklı Önkoşullar…………...... 59 -81 Nihan KALKANDELER

İlköğretim Okullarında Bilgisayar Dersine Yönelik Yöneticilerin ve Öğretmenlerin Görüşleri (Antalya İli Örneği) ...... 83 - 98 İlhan GÜNBAYI, Gülay TÜRKMEN

Türkiye’de Psikolojik Danışma ve Rehberlik (PDR) Uzmanlarının İstihdam Olanaklarının İnsan Kaynakları Uzmanlığı Açısından Değerlendirilmesi……………..…………………...……...... 99 - 118 Selim ÖZÇAY

İnsan Haklarının Korunması Amacıyla Devlet İktidarının Sınırlandırılması ve Siyasal Katılmanın Buna Etkisi……………………………………………………………………………...... 119 - 144 Deniz ACARAY

Ekonomi Biliminde Avusturya İktisat Okulu ve Hayekçi Düşünce Üzerine…………….………………………………………………………………………..….145 - 164 Güner KOÇ AYTEKİN

Yayım Alanı, Yazım Kuralları ve Yazıların Değerlendirme Süreci………………………...... 165 - 167

3

JOURNAL OF UFUK UNIVERSITY INSTITUTE OF SOCIAL SCIENCES Year: 2 No: 4 Year: 2013

CONTENTS

Presentation……………………………………….………………………………………...... 5-6 Türkmen DERDİYOK

Çayırhan: Development and Modernization In A Turkish Village ..….……….…………….……...7-11 William A. MITCHELL Translator: Çağlar DOĞRU

An Investigation On Voter Behaviors At The General Elections Held Between 1950-2011 ...... 13-34 Kemal YILDIRIM

Financial Alternatives In Urban Renewal.……………………………………………………...... 35-42 Niyazi ERDOĞAN

Evaluating The Burnout Syndrome Which Is A Current Problem Of Working Life From The Perspective Of Opinions Of The Employees On Their Profession And Where They Work ...……43-58 Elvan OKUTAN

Flexicurity: Mutual Prerequisities...... 59-81 Nihan KALKANDELER

Teachers’ And Principals’ Views On Computer Technology Classes In Compulsory Schools (A Sample of Antalya Province) ……………………………………………………………………... 83-98 İlhan GÜNBAYI, Gülay TÜRKMEN

Psychological Counseling And Guidance In Terms Of Employment Opportunities Human Resources Specialization Of Experts In …………...... 99-118 Selim ÖZÇAY

Restriction Of State Power In Order To Protect Human Rights And The Effect Of Political Participation To This ………………………………………...... 119-144 Deniz ACARAY

On The Austrian School Of Economics And Hayekian Thought.…………………….………...145-164 Güner KOÇ AYTEKİN

Guidelines for Contributors …………………………………………………….………………165-167

4

SUNUŞ

Dergimizin bu sayısı 2013 yılında çıkarılan ikinci sayıdır. Dergimize olan ilgiye teşekkür ederiz.

Bu sayımızda üç makale hakemsiz yayına sunulmuştur. Bunlardan ilki bir çeviridir. William A. Mitchell tarafından yapılan bir çalışmada; Türkiye’nin kalkınma ve çağdaşlaşmasının kırsal alanlarda da görülüp görülmediği, 1960 - 1970 yılları arasında küçük bir kırsal yerleşim yeri olan Çayırhan’da yaşanan değişimler ve bu değişimlerin sonuçları analiz edilerek ortaya konmuştur. Bu çalışmanın çevirisi Çağlar DOĞRU tarafından yapılmıştır.

İkincisi; Kemal YILDIRIM tarafından yapılan bir çalışma olup, bu çalışmada; 1946-2011 yılları arasında yapılan toplam 17 genel seçim sonuçları seçmen davranışları bakımından analitik olarak incelenmiş; okuyucuya “seçmen profilindeki değişimlerle” ilgili ilginç sonuçlar sunulmuştur.

Üçüncü olarak Niyazi ERDOĞAN tarafından ele alınan “Kentsel Dönüşümde Finansal Alternatifler” adlı çalışmaya yer verilmiştir.

Bu sayımızdaki hakemli çalışmalar, farklı disiplinlerde olmak üzere altı makaleden oluşmaktadır.

Çalışma Hayatında Güncel Bir Sorun Olan Tükenmişlik Sendromunun Çalışanların Mesleğe ve Çalıştıkları Kuruma İlişkin Görüşleri Perspektifinden Değerlendirilmesi Elvan OKUTAN tarafından kaleme alınmıştır.

Nihan KALKANDELER tarafından ele alınan çalışmada, günümüzde giderek artan tartışma ve uygulama alanı bulan “Güvenceli Esneklik” sistemi tartışmaya açılmıştır.

İlhan GÜNBAYI ve Gülay TÜRKMEN çalışmalarında, “Antalya’daki İlköğretim Okullarında Bilgisayar Dersine Yönelik Yöneticilerin ve Öğretmenlerin Görüşleri” incelenmiş, elde edilen bulgular tartışılmıştır.

Selim ÖZÇAY makalesinde, Türkiye’de psikolojik danışma ve rehberlik mesleğinin okul psikolojik danışmanlığı istihdamının dışında, bir diğer istihdam alanı olan insan kaynakları uzmanlığı açısından değerlendirilmesini yapmıştır.

İnsan haklarının korunması amacıyla devlet iktidarının sınırlandırılması ve siyasal katılmanın buna etkisi Deniz ACARAY tarafından ele alınan makalede incelenmiştir.

5

Güner KOÇ AYTEKİN tarafından ele alınan “Ekonomi Biliminde Avusturya İktisat Okulu ve Hayekçi Düşünce Üzerine”adlı makalede, günümüzde de önemini koruyan Hayek’in iktisat teorisi ile ilgili görüşleri üzerinde durulmuş; Avusturya Okulu ve metodolojisi, Hayekçi paradigmanın temel özellikleri, piyasa düzeni ve rekabet konuları irdelenmiştir.

Derginin okuyuculara faydalı olması dileğiyle…

Saygılarımla, Doç. Dr. Türkmen DERDİYOK Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Editörü

6

BİR TÜRK BELDESİNDE KALKINMA VE ÇAĞDAŞLAŞMA: ÇAYIRHAN *

William A. MITCHELL**

Çeviren: Çağlar DOĞRU***

Diğer toplumlarda olduğu gibi, Türkiye’de de, geleneksel yaşam kalıplarından çağdaş yaşam kalıplarına hızlı bir şekilde geçiş yaşanmaktadır. Yaşanan yeniliklerin psikolojik, sosyal, ekonomik, kültürel ya da politik boyutları ayırt edilmeksizin, çağdaşlaşma yayılımı öncelikle kendisini kentlerde göstermektedir. Bu noktada akıllara şu soru gelebilir: ‘’Türkiye’nin kalkınma ve çağdaşlaşması kırsal alanlarda da görülmekte midir?’’ Bu soruyu cevaplandırmak amacıyla, bu yazıda öncelikle, 1960- 1970 yılları arasında küçük bir kırsal yerleşim yeri olan Çayırhan’da yaşanan değişimler ortaya konulacak ve ardından bu değişimlerin sonuçları analiz edilecektir.

Çayırhan, İç Anadolu Bölgesi’nde, Ankara’nın yaklaşık 120 km. kuzeybatısında yer alan tarım ve balıkçılık ile uğraşılan bir beldedir. Denizden yüksekliği yaklaşık 700 metre olan bu belde, kıvrımlı ve kırıklı dağlar tarafından çevrelenmiştir. Beldeye yaklaşık 2 km. uzaklıkta bulunan Sarıyer Barajı’nın yapımından dolayı büyük bir baraj gölü oluşmuştur. Civarındaki topraklar esas olarak, Pliyosen Çağı’nda oluşmuş alüvyon birikintileridir. Beldenin etrafındaki arazi tamamen ağaçsız olup, yerleşim yeri dışında, boşluk ve yalnızlık hissi duyulmaktadır.

Ankara’dan Çayırhan’a seyahat ederken, etrafta ardı ardına traktörler ve biçerdöver makineleri görülmektedir. Yolculuk esnasında, tahta sabanlar ve arabaları nadiren göze çarpmakta iken çelik sabanları her yerde görmek mümkün olmaktadır. 1960 yılında, elverişsiz yollarda otomobil ile en az 3 saat süren ulaşım, 1968’de yapımına başlanan yeni asfalt yol ile birlikte 1.5 saat süren keyifli bir hal almıştır. Yeni yapılan yol ile birlikte Çayırhan, Ankara- İstanbul arasında yer alan otobanda çok yakında önemli bir konuma sahip olacaktır.

Çayırhan’ın girişinde, yeni kurulmuş olan (1970) ‘’Belde Turist Komitesi’’ tarafından hazırlanmış ‘’Hoşgeldiniz Levhası’’ yer almaktadır. Yakın yerleşim yerlerindeki insanlar, beldede bulunan göldeki sosyal tesisleri keşfetmesiyle, buraya yüzmek ve piknik yapmak için

*Bu makale, The Professional Geographer Dergisi Cilt 23, Sayı 3, Temmuz 1971’de yayınlanan ‘Çayırhan: Development and Modernization In a Turkish Village’ başlıklı makalenin izin alınarak yazılan İngilizce aslından çevirisidir.

**USAF Academy, Colorado

***Arş.Gör., Ufuk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, İşletme Bölümü, [email protected]

7 gelmeye başlamışlardır. Göl üzerinde bulunan bir bina, tadilat ve tamirat yapılarak gecelik konaklama imkanı da olan bir kafeye dönüştürülmüştür. Yaz ayları boyunca, ziyaretçiler, her haftasonu yaklaşık 120 km. uzaklıkta bulunan Ankara’dan buradaki sosyal tesisleri kullanmak için gelmektedirler.

Çayırhan’daki değişimin en açık gözlemlenebilen boyutlarından birisi nüfustur. 1960 yılında yaklaşık 600 olan nüfus, neredeyse iki katına çıkarak 1.300 olmuştur. Böylece, Çayırhan artık resmi olarak kaza ya da nahiye olarak adlandırılabilmektedir. Göreceli büyüklüğü ve konumu sayesinde, Çayırhan, Ankara’dan Nallıhan ile Adapazarı istikametinde yolcuların tercih ettiği bir dinlenme noktası haline gelmiştir. Öyle ki, beldede yolculara hizmet sunan yeni bir çay salonu açılmıştır. Ayrıca, Çayırhan’da bulunan tek otomobil olan Köy Kooperatifi’ne ait araç ile Nallihan ve Beypazarı’na önceden planlanmaksızın gidilebilme imkanı da doğmuştur.

Çayırhan’a yaklaşık 2 km uzaklıktan, kömür çıkarılmaktadır. Beldede çıkarılan kömürü tartan bir istasyon ve bir işyeri binası inşa edilmiştir. Beldeye göç eden maden işçilerinin ve diğer insanların evler inşa etmesiyle birlikte, evlerin sayısı 95’ten 202’ye kadar artmıştır.

Değişimin daha ileri bir göstergesi olarak, beldede bir muayenehanenin tamamlanması ve 1970 yılının Sonbaharının başından itibaren Nallıhan’dan gelecek olan bir doktorun haftada bir gün Çayırhan’da çalışması gösterilebilir. Beldede bulunan yapılara bir de sinema salonu ilave edilmiştir. Bununla birlikte, yakın zamanda yeni bir fırının açılmasıyla, artık Beypazarı’ndan ekmek satın alma zorunluluğu kalmayacaktır.

İç Anadolu Bölgesi’nin genelinde tarımda makineleşme görülmektedir. Çayırhan da bu gelişmeye ayak uydurmuş olup, 1960 yılında 2 olan traktör sayısı 1970 yılında 14’e kadar yükselmiştir. Bununla birlikte, bir kooperatif biçerdöver makinesi de kullanılmaktadır. Yeni çeşit Meksika buğdayının da kullanılması ile birlikte hasat artmaya devam etmektedir. Sulanan sebze bahçelerinin öneminin artmasıyla, gölden bu alanlara su çekmek için gaz motorlu pompalar kullanılmaya başlanmıştır. Bir zamanlar yakıt kaynağı olarak kullanılan hayvan gübresi, artık tarlalarda gübre olarak kullanılmaktadır.

8

Şekil 1: 1960 Yılında Çayırhan

Şekil 1 ve Şekil 2 incelendiğinde, 1960 ile 1970 yılları arasında Çayırhan’da önemli ekonomik değişimler yaşandığı açıkça görülmektedir.

Şekil 2: 1970 Yılında Çayırhan

9

Ancak, Çayırhan tatlı su gölüne olan yakınlığı ve büyük pazarlara ulaşımını sağlayan asfalt yolu ile tipik bir kırsal yerleşim yeri değildir. Bunun nedenleri ise şunlardır: Çayırhan’ın yakınında bulunan göl, buradaki balıkçılara ekonomik fırsatlar sunmuş ve yabancıları beldeye çeken bir cazibe merkezi olmuştur. Ayrıca, yeni yapılan asfalt yol, belde içinden geçişte ve belde sakinlerinin kullanımıyla birlikte trafiğin artmasında açık bir etki yaratmıştır. Bu yol, yolculara sadece mal ve hizmet sunma değil fakat aynı zamanda, özellikle Ankara ve Beypazarı gibi kentsel ve kırsal yerleşim yerleri ile yoğun bir bağlantı ve iletişim kaynağı olmuştur.

Ekonomik modellerde değişimi açıklamada önemli bir unsur olarak, yakında bulunan kömür madeninin sağlamış olduğu istihdam fırsatları yer almaktadır. İç Anadolu genelinde tarımda makineleşmenin artması ve geleneksel ekinlerin çeşitlendirilmesi ile daha fazla hasat elde edilmesi de oldukça katkıda bulunmuştur. Ancak bu yönleri ile, Çayırhan çağdaşlaşma için yapılacak diğer yeniliklerin, yakın gelecekteki gelişmeleri daha kolay kabul etmeye zemin oluşturmasının dışında, diğer beldelerden büyük olasılıkla farklı değildir.

Roos ve Frey’in yaptığı bir çalışmaya göre, yenilik yapma arzusu, bölge ya da coğrafya farklılıkları gözetmeksizin, tüm ülke genelinde tekdüze olma eğilimindedir. (Roos, Frey, 9-10,1967) Eğer bu doğru ise, Türk köyleri arasında gözlemlenen farklı kalkınma düzeyleri, bireylerin ruhsal özelliklerinin dışındaki unsurlar tarafından açıklanmalıdır. Böylece, kaynakların coğrafi olarak eşit olmayan bir biçimde dağılması ile yenilikçilik güdüsünün açıklanmasında, asfalt yollar, özel ekonomik fırsatlar ( tatlı su gölü, kömür madeni gibi) ve çağdaş iletişim kanallarının coğrafi etkileri önemli birer açıklayıcı unsur haline gelmektedir. Hükümet teşviklerinin esasen etkin olduğu hususu da sosyal planlamacılar için muhtemelen göz önüne alınmalıdır. Dolayısıyla, kömür madenlerine yapılan yatırımları, kaynakları ve yeni ürün çeşitlerini kontrol altında tutmak, köylülerin yenilikçilik eğilimleri üzerinde işlem yapmaktan daha kolay olduğu kanısına varılabilir.

Sezgisel açıdan bu çalışma, kırsal çağdaşlaşmayı, örneğin otoban yollar gibi ulaşıma duyarlı ve büyük kent merkezleri odaklı bir yayılım sürecinin ufak bir uzantısı olarak ele almaktadır. (Craig, 1970) Tarımsal yenilikçilik yayılımı, kentsel alanlarla kurulan bilgi ve iletişim bağlantılarına yüksek oranda bağlı olsa da, kentsel pazarlara ulaşım gibi daha geleneksel coğrafi unsurlara da bağlıdır.(Wolpert, 537-558, 1964). Bu çalışmanın bulguları, sadece mekansal kuramın uygulamaları için değil fakat aynı zamanda, onların kalkınma sorunları üzerine uygulamaları için de ilgi çekicidir. Mekansal olarak karşılıklı bağımlılığın ve onun Türkiye’de yer alan çeşitli bölge ve sektörlerdeki tamamlayıcılarını vurgulayan kuramsal yaklaşımların altı çizilmektedir.

Başlangıç sorusuna dönülecek olursa, kalkınma süreçlerinin ön planında kentsel alanlar bulunmaktadır. Ancak, kentsel ve kırsal alanların arasındaki karşılıklı bağımlılık ve bağlantılar, çağdaşlaşmanın yayılmasına zemin hazırlamaktadır. Etkileşimlerin en yoğun olduğu kırsal alanlar en hızlı çağdaşlaşmayı yaşamaktadır.

Yollar, diğer iletişim kanalları ve kömür maden ve rezervleri, gelişen toplumlarda daha büyük mekansal ya da coğrafi etkinlik yaratacak olan ve kendi bölgesel kaynaklarıyla yapılmış olan yatırımları temsil etmektedir.

10

KAYNAKÇA

Craig, W. W., ‘’Systematic Power Relations and Social Change in Rural Peru: A Non- Marxian View’’, Rocky Mountain Social Science Association Yıllık Toplantısında Yapılan Sunum, 1 Mayıs 1970

Roos, L, Frey W. F., The Propensity to Innovate Among Turkish Peasants, Rural Development Research Project Rapor No.7, Massachusetts Institute of Technology, Cambridge, 19 Ekim 1967, s.9-10

Soja, E, The Geography of Modernization in Kenya, Syracuse Geographical Series No.2, Syracuse University Press, 1968

Wolpert, J, ‘’The Decision Process in Spatial Context’’, Annals of the Association of American Geographers, Cilt 54, Aralık 1964, s.537-558

11

12

1950 - 2011 YILLARI ARASINDA YAPILAN GENEL SEÇİMLERE YÖNELİK SEÇMEN DAVRANIŞLARI ÜZERİNE BİR ARAŞTIRMA

٭Kemal YILDIRIM

ÖZET

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin çok partili döneme geçmesiyle birlikte 1946-2011 yılları arasında toplam 17 genel seçim yapılmıştır. Türkiye'nin bu çok partili döneminde, ilki 27 Mayıs 1960'da (askeri darbe) olmak üzere; 12 Mart 1971'de (muhtıra), 12 Eylül 1980'de (askeri darbe), 28 Şubat 1997'de (post modern darbe) ve 27 Nisan 2007'de (e-muhtıra) yapılan askeri müdahalelerle halk iradesine dayanan demokratik düzen kesintiye uğratılmıştır. Bu çalışmada, çok çalkantılı geçen bu sürece ilişkin halkın partilere olan yaklaşımları ile oy verme davranışları genel hatlarıyla incelenecektir. Bu amaçla, 1950 yılı dâhil olmak üzere yapılan 16 genel seçime katılan partiler ve aldıkları oy oranları ayrıntılarıyla ele alınmış olup, bu süreçte ortaya çıkan kitle partilerine yönelik seçmen davranışları ideolojik temelde gruplandırmalar yapılarak irdelenmiştir.

Anahtar Kelimeler: Genel Seçim, Seçmen Davranışları, Seçim Sonuçları, Siyasi Partiler.

AN INVESTIGATION ON VOTER BEHAVIORS AT THE GENERAL ELECTIONS HELD BETWEEN 1950 AND 2011

ABSTRACT

After a multi-party period of about 25 years, 17 general elections were held in Turkey between 1946 and 2011. Within this period, the democratic system based on the public’s will was interrupted by memorandums and military coups of which the first one was on 27th of May, 1960 (military coup), second on 12th of March, 1971 (memorandum), third on 12th of September, 1980 (military coup), fourth on 28th of February, 1997 (post-modern coup), and the last one on 27th of April, 2007 (e-memorandum). In this study, outlines of peoples approaches to the political parties and their voting behaviors will be examined. For this purpose, parties which attended the 16 general elections since 1950, and their vote percentages were investigated. Voting behaviors intended for the mass parties have been grouped and analyzed on the ideological basis.

Keywords: General Election, Voter Behaviors, Election Results, Political Parties.

.Prof.Dr., Gazi Üniversitesi Teknoloji Fakültesi Öğretim Üyesi, [email protected] ٭ 13

1. GİRİŞ

Türkiye Cumhuriyeti Devletinin çok partili döneme geçmesiyle birlikte ilki 1946'da, sonuncusu 2011'de olmak üzere bugüne kadar toplam 17 genel seçim yapılmıştır. Bu çalışmada, 1950 yılı dâhil olmak üzere yapılan 16 genel seçime katılan siyasi partiler ve aldıkları oy oranları ayrıntılarıyla ele alınmış olup, bu süreçte ortaya çıkan kitle partilerine yönelik seçmen davranışları ideolojik temelde gruplandırılmaya çalışılmıştır.

Bu çalışmada, Türkiye'nin çok partili döneme geçişi bakımından büyük önem arz eden 1945- 1950 yıllarına ait gelişmeler daha detaylı, 1951-2011 yıllarına ait gelişmeler ise daha yüzeysel olarak ele alınmış olup, daha çok seçmen davranışlarını kapsayan seçim sonuçlarına odaklanılmıştır.

2. GENEL DEĞERLENDİRME

4 Haziran 1945'de Çiftçiyi Topraklandırma Kanunu'nun Mecliste kabul edilmesinin ve eski başbakanlardan Celal Bayar ve arkadaşları , ve Fuat Köprülü'nün verdiği demokratikleşme yolunda bazı isteklerin yer aldığı "Dörtlü Takrir" olarak anılan önergenin reddedilmesinin ardından, Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) ile bağlarını tamamen koparan bu muhalif kanat, 7 Ocak 1946'da Celal Bayar'ın genel başkanlığında Demokrat Partiyi (DP) kurmuştur. DP kuruluşunun hemen ardından kamuoyuna açıkladığı programında, demokratikleşmeyi öne çıkararak, ekonomik ve siyasal alanlarda liberal politikaları savunacağını beyan etmiştir. Bunun üzerine CHP, DP'nin kuruluşunu olumlu karşıladığını, bu yeni partinin hükümeti ve yönetimi denetleyecek önemli bir araç olacağına inandıklarını bildirmiştir. Bu olumlu koşulları iyi değerlendiren DP, CHP tabanından da önemli katılımlarla birlikte kısa zamanda geniş bir alanda örgütlenmesini tamamlamıştır (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 100).

İlk çok partili genel seçim, dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün isteğiyle 5 Haziran 1946'da çıkarılan 4918 sayılı Kanun ile birlikte 21 Temmuz 1946'da adli denetim dışında, açık oy, gizli sayım ve çoğunluk sistemi esasına göre tek dereceli olarak yapılmıştır. Demokratik koşullarda serbest seçimlerin yapılmasına olanak sağlayan ilk Milletvekili Seçimi Kanunu ise 16 Şubat 1950'de çıkarılmıştır (Tuncer, 2003 ve 2006, s.168). 1946 seçimine altı parti (Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti, Milli Kalkınma Partisi, Liberal Demokrat Parti, Türkiye İşçi ve Çiftçi Partisi ve Yalnız Vatan İçin Partisi) katıldı (Çufalı, 2012, Cilt 1, s.1). Bu seçimde İsmet İnönü'nün genel başkanlığını yaptığı CHP 395, "yeter söz milletindir" yazan afişleriyle halkın karşısına çıkan Celal Bayar’ın genel başkanlığını yaptığı DP 66, bağımsızlar ise 4 milletvekilliği kazanmıştır.

Özellikle 1946'dan itibaren Türkiye'de, ekonomik ve siyasi alanlarda önemli değişimler yaşanmaya başlamıştır. Bunlardan ilki, 7 Ocak 1947'de yapılan DP'nin 1. Büyük Kongresinde Genel Başkan Celal Bayar'ın tek parti yönetiminin sakıncalarını vurgulayarak, kişi hak ve özgürlüklerini kısıtlayan anayasaya aykırı antidemokratik yasaların değişmesini, cumhurbaşkanlığı ile parti başkanlığının birbirinden ayrılması gereğini partisinin acil istekleri arasında sıraladığı konuşmasıdır. 18 Aralık 1946 tarihinde bütçe görüşmelerinde Başbakan Peker, Menderes’in konuşmasını eleştirirken ağır ifadeler kullandı ve Celal Bayar’ı halkı isyana teşvik etmekle suçladı (Çufalı, 2012, Cilt 1, s. 7). Bunun üzerine bunalımı sona erdirmek için Cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Başbakan Recep Peker ve DP Genel Başkanı Celal Bayar ile görüşmelerinin ardından, 12 Temmuz Beyannamesi olarak anılan bildiriyi

14 kamuoyuyla paylaşmıştır. Aşağıda bir kısmı verilen bildiriyle, çok partili demokratik düzenin geri dönülemez bir sürece girdiği vurgulanmıştır (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 118).

"İhtilalcı bir teşekkül değil, bir kanuni siyasi partinin metotlarıyla çalışan muhalif partinin, iktidar partisi şartları içinde çalışmasını temin etmek lazımdır. Bu zeminde ben, devlet reisi olarak, kendimi iki partiye karşı müsavi derecede vazifeli görürüm. Muhalefet teminat içinde yaşayacak ve iktidarın kendisini ezmek niyetinde olmadığından müsterih olacaktır. İktidar, muhalefetin kanuni haklarından başka bir şey düşünmediğinden müsterih bulunacaktır. Büyük vatandaş kitleleri ise iktidarın bu partinin veya öteki partinin elinde bulunması ihtimalini vicdan rahatlığı ile düşünebilecektir."

Türkiye, 11 Mart 1947'de Uluslararası Para Fonu'na ve Dünya Bankası'na üye oldu, 1947 Nisan'ında da Avrupa İktisadi İşbirliği Teşkilatı anlaşmasına katıldı. Bu dönemde Türkiye, ABD'nin Avrupa'nın yeniden yapılandırılması için vereceği destek programından faydalanmak istedi, fakat ABD başlangıçta Türkiye'ye kredi vermekte çekingen davranarak hazırlanan devletçi kalkınma stratejisi planını desteklemek istemedi. Ancak, 12 Mart 1947'de ABD Başkanı Harry S. Truman'ın ABD Kongresi'nde yaptığı konuşmasında "Sovyetler Birliğinin Avrupa'ya doğru genişlemesinin ve burada nüfuz kazanmasının önlenmesinde" Türkiye ve Yunanistan'ın kilit durumda olduğunu vurgulaması ve bu kapsamda bu iki ülkenin sivil ve askeri personeline ABD'de eğitim verilmesini ve her iki ülkeye toplam 400 milyon dolarlık yardım yapılmasını istemesi ve bu amaçla Kongre'den yetki alması koşulları değiştirmiştir. Bu karardan bir yıl sonra yürürlüğe konulan Marshall yardım planıyla, ulusal bütünlüğünden ve tam bağımsızlığından biraz daha uzaklaştırılan Türkiye'yi NATO üyeliğine götüren süreç de başlamış oldu. Türkiye Marshall Planı kapsamında, 1948-1952 yılları arasında ABD'den 354 milyon ABD Doları yardım ve kredi aldı (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 130-131).

17 Kasım 1947'de yapılan CHP'nin 7. Kurultayı'nın ardından 10 Şubat 1948'de Meclis Grubu devlet denetiminde din eğitimi verilmesini kabul etti, ayrıca din bilginleri yetiştirmek üzere İlahiyat Fakültesi kurulması da benimsendi. 4 Haziran 1948'de çıkarılan yasayla ilkokullarda din derslerinin seçmeli olarak verilmesine başlandı ve 15 Ocak 1949'da da yurt genelinde imam-hatip kursları açıldı.

20 Temmuz 1948'de parti üyelerinin çoğunluğunu Fevzi Çakmak, Osman Bölükbaşı, Enis Akaygen, Yusuf , Kenan Öner ve Sadık Aldoğan gibi DP'den ayrılanların oluşturduğu seçkin bir grup Millet Partisi (MP) adıyla yeni bir parti kurdular (Çufalı, 2012, Cilt 1, s.12). 16 Şubat 1950’de CHP Hükümetinin muhalefetin isteklerini de dikkate alarak hazırladığı yeni seçim yasası, TBMM’de kabul edildi. Yasayla, siyasi partilerin sandık kurullarında temsilci bulundurmasının önü açıldı ve seçimlerin gizli oy ve açık tasnif sistemiyle tek dereceli, genel ve eşit oyla yapılması kararlaştırıldı. Ayrıca, muhalefetin ısrarına karşın bu yasada nispi temsil yerine çoğunluk sistemi benimsendi (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 132, 164).

14 Mayıs 1950'de yapılan TBMM 9. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 1'de verilmiştir. Bu seçimde, Celal Bayar’ın başkanlığındaki DP %52,67 oyla 415 milletvekili, İsmet İnönü’nün başkanlığındaki CHP %39,45 oyla 69 milletvekili, Yusuf Hikmet Bayur'un başkanlığındaki MP %3,11 oyla 1 milletvekili çıkarmış, 2 kişi de bağımsız olarak toplam 587 milletvekili seçilmiştir.

15

Tablo 1. 1950 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Ekonomik Liberalizm Türk Milliyetçiliği Sosyal Demokrasi Muhafazakârlık Muhafazakârlık CHP DP MP 3,176,561/39,45 4,241,393/52,67 250,414/3,11 3,176,561 / 39,45 4,491,807 / 55,78 Toplam Seçmen Sayısı: 8,905,743 Toplam Kullanılan Oy : - Bağımsızlar 383,282 (%4,76) oy alarak 2 vekil çıkarmıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış Toplam Geçerli Oy : 8,051,650 ve sandığa gitmemiş 855.093 (%9,6) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 90,40 Kaynak: 1950 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 1'de verilen sonuçlara göre, 1950 genel seçiminde Cumhuriyet tarihinde ilk kez liberal ve milliyetçi sağ partilerin %55,78 oy aldığı görülmektedir. Yeni seçim yasasında yer alan çoğunluk sistemi, 1950 genel seçiminde iktidar partisini hüsrana uğratarak, DP’nin %52,67 oyla milletvekillerinin %70,6’sını almasını sağlamıştır. 1950 seçimiyle birlikte devletin yönetim kademelerinde ve yönetme biçiminde önemli değişimler yaşanmaya başlanmıştır.

DP’nin 1950 seçimini kazanmasıyla İsmet İnönü cumhurbaşkanlığından ayrılmış ve yerine 22 Mayıs 1950’de Celal Bayar gelmiştir. Adnan Menderes Başbakan, DP’nin kurucularından Fuat Köprülü Dışişleri Bakanı, Refik Koraltan ise Meclis Başkanı olmuşlardır. 1950-1953 yılları, Türkiye’nin dış ticaret açığının 5 katına çıkması sonucu ilk kez dış borçlanmaya gitmek zorunda kaldığı, Kore Savaşı'nda 721 şehit verilmesinin üzerine NATO üyeliğine kabul edildiği bir dönemdir (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 165, 168).

2 Mayıs 1954'de yapılan TBMM 10. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 2'de verilmiştir. Bu seçimde, Adnan Menderes’in başkanlığındaki DP %57,61 oyla 502 milletvekili, İsmet İnönü’nün başkanlığındaki CHP %35,35 oyla 31 milletvekili, Osman Bölükbaşı’nın başkanlığındaki Cumhuriyetçi Millet Partisi (CMP) %4,85 oyla 5 milletvekili çıkarırken, 3 kişi de bağımsız olarak toplam 541 milletvekili seçilmiştir. DP'den 4 aday, iki seçim çevresinden seçilmiş, o tarihte uygulanan seçim yasası gereği, bu çevrelerden birinin milletvekilliğini tercih etmiştir. 9 milletvekili de DP listesinden bağımsız olarak seçilmiştir. Ayrıca, Türkiye Köylü Partisi (TKP) ise %0,63 oy almıştır.

Tablo 2. 1954 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Ekonomik Liberalizm Milliyetçilik Sosyal Demokrasi Muhafazakârlık CHP DP CMP 3,161,696/35,35 5,151,550/57,61 434,085/4,85 - - TKP - - 57,011/0,63 3,161,696/35,35 5,151,550/57,61 491,096/5,48 3,161,696 / 35,35 5,642,646 / 63,09 Toplam Seçmen Sayısı: 10,262,063 Toplam Kullanılan Oy : 9,095,617 Bağımsızlar 137,318 (%1,53) oy alarak üç vekil çıkarmıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış Toplam Geçerli Oy : 8,941,660 ve sandığa gitmemiş 1.320.403 (%12,87) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 88,63 Kaynak: 1954 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 2'den, 1954 genel seçiminde daha önce merkez sol partiye (%4,1) ve bağımsızlara (%3,23) oy veren seçmenlerin önemli bir kısmının, bu seçimde merkez sağ ve milliyetçi partilere yönlendiği anlaşılmaktadır. Bu seçimde, bir önceki seçime göre CHP'nin oy oranı %35,35'e düşmüş, DP'nin ise %57,61'e yükselmiştir.

16

1954 seçiminin ardından kurulan DP Hükümeti döneminde; adalet mekanizmasının bağımsızlığını ve üniversite özerkliğini büyük ölçüde zedeleyen 60 yaşını ya da 25 hizmet yılını dolduran yargıç ve profesörlerin çıkarılan yasayla emekliye sevk edilmesi, adaylık başvurusu reddedilen kişilerin o seçim döneminde başka bir partiden aday olamaması ve siyasi partilerin karma listeyle yapacağı ittifakların yasaklanması gibi bir dizi anti demokratik uygulamayı içeren seçim yasası yürürlüğe girmiştir (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 248-249).

15 Ekim 1955’de DP içinden 19 kişilik bir milletvekili grubu basın yayın organlarına yönelik ağır baskıların uygulandığını belirtmişlerdir. DP Haysiyet Divanı tarafından bu vekillerden dokuzunun partiden ihracına karar verilmesi üzerine, diğer on milletvekili de partiden istifa ederek, 20 Aralık 1955’de Turan Güneş, , İbrahim Öktem, Fethi Çelikbaş gibi muhalif milletvekilleri Hürriyet Partisini (HP) kurmuşlardır (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 272- 273).

Daha sonra DP’den önemli milletvekili katılımlarıyla ana muhalefet partisi konumuna yükselen HP, 1957 seçimi öncesinde CHP ve CMP ile güç birliği yapmasını engelleyen anti demokratik seçim yasası nedeniyle tek başına girdiği seçimlerde istediği başarıyı yakalayamamış (%3,83) ve 24 Kasım 1958’de kendini feshederek, partinin tüm mal varlığını CHP’ye devretmiştir.

27 Ekim 1957'de yapılan TBMM 11. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 3'de verilmiştir. Bu seçimde, Adnan Menderes’in başkanlığındaki DP %47,87 oyla 424 milletvekili, İsmet İnönü’nün başkanlığındaki CHP %41,09 oyla 178 milletvekili, Osman Bölükbaşı’nın başkanlığındaki CMP %7,13 oyla 4 milletvekili ve Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu’nun başkanlığındaki HP ise %3,83 oyla 4 milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 3. 1957 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Ekonomik Liberalizm Milliyetçilik Sosyal Demokrasi Muhafazakârlık CHP DP CMP 3,753,136/41,09 4,372,621/47,87 652,064/7,13 - HP - - 350,597/3,83 - 3,753,136 / 41,09 4,723,218/51,7 652,064/7,13 3,753,136 / 41,09 5,375,282 / 58,83 Toplam Seçmen Sayısı: 12,078,623 Bağımsızlar 4,994 (% 0,05) oy almıştır. DP aldığı % 47,87'lik oyla milletvekillerinin % Toplam Kullanılan Oy : 9,250,949 69,51’ini almıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış ve sandığa gitmemiş 2.945.211 (% 24,38) Toplam Geçerli Oy : 9,133,412 seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 76,58 Kaynak: 1957 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 3'den, 1954 genel seçiminde bağımsızlara ve merkez sağ partilere oy veren seçmenlerin bir kısmının (%5,74) bu seçimde merkez sol partiye, ayrıca daha önce merkez sağ partilere oy veren seçmenlerin %3,83'ünün kendini merkezde tanımlayan HP'ye ve %1,65'inin ise milliyetçi partilere yönlendiği anlaşılmaktadır. Bu seçimde, İnönü'nün "kendi kendimize yetelim, borçlanmayalım" söylemini iyi anlatması, tutarlı ve kararlı politikaları sonucunda seçmenlerin %5,74'ünün yeniden CHP'ye döndüğü görülmektedir. Ayrıca, bu süreçte yaşanan ekonomik buhran, yolsuzluk iddiaları ve milletvekili istifalarıyla sarsılan DP'nin politikaları nedeniyle seçmenlerin bir kısmının sandığa gitmediği anlaşılmaktadır.

1957 seçiminde muhalefet partileri, iktidar partisinden daha fazla oy almasına karşın çok az milletvekili çıkarabilmişti. Bu durum muhalefeti oluşturan CHP, HP, CMP ve TKP'nin güç

17 birliği yapma arayışına yol açtı. Ancak güç birliğine giderken ortaya çıkan görüş ayrılıkları dört muhalefet partisini iki gruba böldü, HP, CHP çatısı altında birleşmeyi savunurken, CMP ve TKP ise CHP dışında bir üçlü birleşmeyi savununca sonuç alınamadı. Bunun üzerine çoğunluk sisteminin oy oranı düşük partilere şans tanımadığını gören CMP ve TKP 16 Ekim 1958'de Cumhuriyetçi Köylü ve Millet Partisi (CKMP) altında birleşti (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 333).

Bu dönem Türkiye ekonomisindeki canlanmanın sona erdiği, hammadde talebinde ciddi düşüşlerin yaşanmasıyla ihracatın olumsuz yönde etkilendiği, buna karşın ülke içinde izlenen popülist politikaların yarattığı iç talep genişlemesine dayalı büyümenin devam ettiği bir süreçtir. Buna bağlı olarak ithalatın arttığı, ödemeler dengesinin bozulduğu ve dış borcun ciddi şekilde artmasıyla geri ödemelerde gecikmelerin yaşandığı ve Türkiye'nin dış borç ve yardım bulmada zorlandığı bir dönemdir. Bu zor dönemde Türkiye 31 Temmuz 1959'da Avrupa Ekonomik Topluluğu'na üyelik başvurusunda bulunmuş (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 338, 363), fakat günümüze kadar geçen onca yıla rağmen aday ülke statüsünden öteye gidilememiştir.

1959 ve 1960, iktidar ve muhalefet partileri arasındaki ilişkilerin iyice bozulduğu, ülkenin bir çok yerinde gösterilerin yapıldığı, çok gergin yıllardır. 27 Mayıs 1960 sabahı 38 subayla birlikte Cemal Gürsel'in Türkiye siyasal yaşamına ve demokrasisine derin izler bırakan askeri müdahalesi yaşandı. 6 Ocak 1961'de Kurucu Meclisin ilk toplantısının ardından Milli Birlik Komitesi ilk genel seçime katılacak siyasi partilerin 13 Şubat'a kadar kuruluş işlemlerini tamamlamaları gerektiğini duyuruldu. Bu süreçte, birçok siyasi parti kuruluş çalışmalarına başladı ve kapatılan DP'nin programını benimseyen Adalet Partisi (AP) ve daha önce Bayar- Menderes yönetimine muhalif kişilerden oluşan Yeni Türkiye Partisi (YTP) kuruldu. Kurucu Meclisin 27 Mayıs'ta kabul ettiği yeni anayasa, 9 Temmuz'da yapılan halkoylamasından sonra yürürlüğe girdi. Daha sonra Kurucu Meclis, seçimin 15 Ekim'de yapılmasını kararlaştırdı (Ersel vd., 2003, Cilt 2, s. 354, 380).

15 Ekim 1961'de yapılan TBMM 12. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 4'de verilmiştir. Bu seçimde, İsmet İnönü’nün başkanlığındaki CHP %36,72 oyla 173 milletvekili, Ragıp Gümüşpala’nın başkanlığındaki AP %34,78 oyla 158 milletvekili, Osman Bölükbaşı’nın başkanlığındaki CKMP %13,95 oyla 54 milletvekili ve Ekrem Alican’ın başkanlığındaki YTP ise %13,72 oyla 65 milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 4. 1961 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Ekonomik Liberalizm Milliyetçilik Sosyal Demokrasi Muhafazakârlık Türkçülük CHP AP CKMP 3,724,752/36,72 3,527,435/34,78 1,415,390/13,95 - YTP - - 1,391,934/13,72 - 3,724,752/36,72 4,919,369/48,50 1,415,390/13,95 3,724,752 / 36,72 6,334,759 / 62,45 Toplam Seçmen Sayısı: 12,925,395 Toplam Kullanılan Oy : 10,522,716 Bağımsızlar 81,732 (%0,8) oy almıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış ve sandığa gitmemiş Toplam Geçerli Oy : 10,138,035 2.787.360 (%21,56) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 81,41 Kaynak: 1961 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 4'den, 1957 genel seçiminde merkez sol partiye oy veren seçmenlerin oylarının bir kısmının (%4,37) bağımsızlara ve milliyetçi partilere, ayrıca bir önceki seçimde oy

18 kullanmayıp bu seçimde oy kullanan seçmenlerin (%2,82) önemli bir kısmının da milliyetçi partilere yönlendiği anlaşılmaktadır. Bu seçimde CHP'nin de, 29 Eylül'de kapatılan DP'nin içinden çıkan AP ve YTP'nin de oylarının düştüğü, buna karşın DP'nin milliyetçi kesiminin desteğini alan CKMP'nin oylarının ise %6,82 oranında arttığı görülmektedir.

15 Ekim 1961'de, askeri cunta döneminde 11 ay süren Yassıada yargılamalarında Adnan Menderes, Fatin Rüştü Zorlu ve Hasan Polatkan'a idam cezası verilmesi, sonraki yıllarda çok tartışılan kararlar oldu. İnönü hükümetleri döneminde üst yargı organlarını ve geniş halk kitlelerini kucaklayan birçok demokratik yasa hayata geçirildi. 1961 Anayasası'yla modern hukuk devletinin temel taşlarından biri olarak öngörülen Anayasa Mahkemesi ve Yüksek Hâkimler Kurulu'nun kurulmasına ilişkin kanunlar 22 Nisan 1962'de, sendika kurma, toplu iş sözleşmesi, grev ve lokavt hakkına ilişkin esasları düzenleyen 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu 15 Temmuz 1963'de kabul edildi.

Kıbrıs Rum çetelerinin, Türklere karşı şiddet eylemlerini arttırması sonucu 8-9 Ağustos 1964'de Türk Hava Kuvvetleri Erenköy ve Masura'yı bombalayarak sınırlı müdahalede bulundu. 27-29 Kasım 1964'de AP'nin 2. Büyük Kongresinde Ragıp Gümüşpala'nın ölümü ile boşalan genel başkanlığa Süleyman Demirel seçildi. 13 Şubat 1965'de bütçe görüşmelerinin tıkanması nedeniyle İnönü Hükümeti istifa etti, yerine Senato çoğunluğunu sağlayan Suat Hayri Ürgüplü hükümeti kuruldu. 11 Kasım 1965'de Ürgüplü'nün istifasının ardından Demirel hükümeti TBMM'den güven oyu aldı. Bu kısa süreçte; Özel Öğretim Kurumları Kanunu, Devlet Personeli Kanunu, Kat Mülkiyeti Kanunu çıkarıldı ve nüfus planlaması çalışmalarına başlandı (Ersel vd., 2003, Cilt 3, s. 18, 53, 72, 92, 96, 116, 117, 119, 126, 127).

10 Ekim 1965'de yapılan TBMM 13. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 5'de verilmiştir. Bu seçimde, Süleyman Demirel’in başkanlığındaki AP %52,87 oyla 240 milletvekili, İsmet İnönü’nün başkanlığındaki CHP %28,74 oyla 134 milletvekili, Osman Bölükbaşı’nın başkanlığındaki MP %6,26 oyla 31 milletvekili, Ekrem Alican’ın başkanlığındaki YTP %3,72 oyla 19 milletvekili, ’ın başkanlığındaki Türkiye İşçi Partisi (TİP) %2,96 oyla 14 milletvekili ve Alparslan Türkeş’in başkanlığındaki CMKP %2,24 oyla 11 milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 5. 1965 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Türk Milliyetçiliği Atatürkçülük Ekonomik Liberalizm Sosyalizm Ülkücülük Sosyal Demokrasi Muhafazakârlık Muhafazakârlık CHP TİP AP MP 2,675,785/28,74 276,101/2,96 4,921,235/52,87 582,704/6,26 - - YTP CKMP - - 346,514/3,72 208,696/2,24 2,675,785/28,74 276,101/2,96 5,267,749/56,59 791,400/8,50 2,951,886 / 31,70 6,059,149 / 65,09 Toplam Seçmen Sayısı: 13,679,753 Toplam Kullanılan Oy : 9,748,678 Bağımsızlar 296,523 (%3,18) oy alarak bir vekil çıkarmıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış Toplam Geçerli Oy : 9,307,563 ve sandığa gitmemiş 4.372.190 (%31,96) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 71,26 Kaynak: 1965 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 5'den, 1965 genel seçiminde daha önce merkez sol partiye oy veren seçmenlerin bir kısmının sosyalist partiye, bağımsızlara ve merkez sağ partilere, ayrıca milliyetçi partinin oylarının önemli bir kısmının da (%5,45) merkez sağ partilere yönlendiği anlaşılmaktadır. Bu seçimde CHP'nin oylarının bir hayli düştüğü, buna karşın Demirel'in getirdiği rüzgârın etkisiyle AP'nin bir önceki seçimde YTP'ye ve CKMP'ye yönelen oylarını da geri alarak

19 yeniden yükselişe geçtiği, Bölükbaşı'nın CKMP'den ayrılarak kurduğu MP'nin oylarının %6,26'ya çıktığı görülmektedir.

18-21 Ekim 1966'da, CHP'nin 18. Kurultayı'nda partinin genel sekreterliğine seçilen Bülent Ecevit'in oluşturduğu "ortanın solu" hareketi parti içinde bazı düşünsel ayrılıklara neden oldu. Bunun üzerine Turhan Feyzioğlu ve arkadaşları 30 Nisan'da partiden istifa ettiler. Feyzioğlu, partiden kopan 48 milletvekili ve senatörle 12 Mayıs 1967'de Güven Partisini (GP) kurdu. 1 Mart 1968'de AP, Meclis çoğunluğuyla daha önce milli bakiye yönteminin uygulandığı seçim sistemini değiştirdi, yerine barajlı nispi temsil yöntemini getirdi. CHP Genel Sekreteri Bülent Ecevit, 11 Ağustos 1969'da düzenlediği basın toplantısında dile getirdiği "toprak işleyenin, su kullananın" sözü geniş kitlelerde büyük heyecan yarattı. CHP'nin 1969 seçim bildirgesinde toprak ve su ağalığına karşı Türk köylüsünün sömürülmekten ve yoksulluktan kurtarılacağı beyan edildi (Ersel vd., 2003, Cilt 3, s. 145, 164, 213).

12 Ekim 1969'da yapılan TBMM 14. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 6'da verilmiştir. Bu seçimde, Süleyman Demirel’in başkanlığındaki AP %46,53 oyla 256 milletvekili, İsmet İnönü’nün başkanlığındaki CHP %27,36 oyla 143 milletvekili, Turhan Feyzioğlu’nun başkanlığındaki GP %6,57 oyla 15 milletvekili, Osman Bölükbaşı’nın başkanlığındaki MP %3,22 oyla 6 milletvekili, Alparslan Türkeş’in başkanlığındaki Milliyetçi Hareket Partisi (MHP) %3,02 oyla 1 milletvekili, Hüseyin Balan’ın başkanlığındaki Birlik Partisi (BP) %2,80 oyla 8 milletvekili, Mehmet Ali Aybar’ın başkanlığındaki TİP %2,68 oyla 2 milletvekili ve Ekrem Alican’ın başkanlığındaki YTP %2,17 oyla 6 milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 6'dan, 1969 genel seçiminde GP'ye (%6,57) ve bağımsızlara (%2,44) gelen oyların bir kısmının bir önceki seçimde oy kullanmayan ve daha önce merkez sol partiye oy veren seçmenlerden oluştuğu anlaşılmaktadır. Bir önceki seçime göre CHP, AP ve YTP'nin oyları düşmüştür. Buna karşın, CHP'de 11, 12 ve 13 dönem milletvekilliği yapmış Feyzioğlu'nun kurduğu merkezde yer alan GP %6,57 oy oranıyla, merkez sol ve sağa yönelen demokrat oyların bir bölümünü de alarak, 15 milletvekili ile meclise girmeyi başarmıştır.

Tablo 6. 1969 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Türk Milliyetçiliği Atatürkçülük Ekonomik Liberalizm Sosyalizm Ülkücülük Sosyal Demokrasi Muhafazakârlık Muhafazakârlık CHP TİP AP MP 2,487,006/27,36 243,631/2,68 4,229,712/46,53 292,961/3,22 BP - YTP MHP 254,695/2,80 - 197,929/2,17 275,091/3,02 - - GP - - - 597,818/6,57 - 2,741,701/30,16 243,631/2,68 5,025,459/55,27 568,052/6,24 2,985,332 / 32,84 5,593,511 / 61,51 Toplam Seçmen Sayısı: 14,788,552 Toplam Kullanılan Oy : 9,516,035 Bağımsızlar 511,023 (%5,62) oy alarak on üç vekil çıkarmıştır. Bu seçimde, geçersiz oy Toplam Geçerli Oy : 9,086,296 kullanmış ve sandığa gitmemiş 5.702.256 (%38,56) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 64,34 Kaynak: 1969 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

İnönü'nün yaşına bağlı olarak yorgunluğunun hissedildiği bu seçimde, CHP'nin yanında demokrasi vurgusunu öne çıkaran GP'nin, sol ve sosyalist söylemi öne çıkaran TİP'in ve BP'nin de meclise girdiği görülmektedir. 10 Şubat 1970'de Demirel Hükümetinin Meclise sunduğu "1970 Mali Yılı Bütçesi"ne muhalefet partili milletvekillerinin yanında 41 AP'li milletvekilinin de ret oyu vermesiyle hükümet düşmüş ve ardından 2. Demirel hükümeti

20 kurulmuştur. Daha sonra 12 Mart Muhtırasıyla Nihat Erim'in ara rejim hükümeti, Ferit Melen ve Naim Talu Hükümetleri kuruldu. 14 Mayıs 1972'de yapılan CHP'nin 5. Olağanüstü Kurultay'ında Ecevit'in genel başkanlığa seçilmesi üzerine İnönü CHP'den istifa etti (Ersel vd., 2003, Cilt 3, s. 238, 265, 290).

14 Ekim 1973'de yapılan TBMM 15. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 7'de verilmiştir. Bu seçimde, Bülent Ecevit’in başkanlığındaki CHP %33,29 oyla 185 milletvekili, Süleyman Demirel’in başkanlığındaki AP %29,82 oyla 149 milletvekili, Ferruh Bozbeyli’nin başkanlığındaki Demokratik Parti (DP) %11,89 oyla 45 milletvekili, ’ın başkanlığındaki Milli Selamet Partisi (MSP) %11,8 oyla 48 milletvekili, Turhan Feyzioğlu’nun başkanlığındaki Cumhuriyetçi Güven Partisi (CGP) %5,26 oyla 13 milletvekili, Alparslan Türkeş’in başkanlığındaki MHP %3,37 oyla 3 milletvekili ve ’nin başkanlığındaki Türkiye Birlik Partisi (TBP) %1,13 oyla 1 milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 7. 1973 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Milli Görüş Türk Milliyetçiliği Atatürkçülük Ekon. Liberalizm İslamcılık Ülkücülük Sosyal Demokrasi Muhafazakârlık Muhafazakârlık Muhafazakârlık CHP AP MSP MHP 3,570,583/33,29 3,197,897/29,82 1,265,771/11,8 362,208/3,37 TBP DP - MP 121,759/1,13 1,275,502/11,89 - 62,377/0,58 - CGP - - - 564,343/5,26 - - 3,692,342 / 34,42- 5,037,742/46,97 1,265,771/11,8 424,545/3,95 3,692,342 / 34,42 6,728,058 / 62,72 Toplam Seçmen Sayısı: 16,798,164 Toplam Kullanılan Oy : 11,223,843 Bağımsızlar 303,218 (%2,82) oy alarak altı vekil çıkarmıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış Toplam Geçerli Oy : 10,723,658 ve sandığa gitmemiş 6.074.506 (%36,16) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 66,81 Kaynak: 1973 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 7'den, 1969 genel seçiminde GP ve bağımsızlara oy veren seçmenlerin oylarının bir kısmının bu seçimde merkez sol partilere yönlendiği anlaşılmaktadır. Bu seçimde, Ecevit'in halkçı yaklaşımı yanında getirdiği gençlik ve dinamizmin de etkisiyle CHP'nin oyları yaklaşık 6 puan yükselmiştir. Diğer taraftan, bu dönemde AP'nin içinden ayrılarak kurulan yeni partilere rastlanmaktadır. Buna göre, liberal kesimi temsil eden Demirel'in AP'sinin %29,82, eski DP'nin devamı söylemiyle AP içinden kopan muhafazakâr kesimin kurduğu DP'nin %11,89 ve yine AP'nin içinden kopan İslamcı kesimin kurduğu MSP'nin %11,80 oranında oy aldığı görülmektedir.

26 Ocak 1974'de Bülent Ecevit'in başbakanlığında CHP-MSP koalisyon hükümeti kuruldu. 1974'de Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Kıbrıs Barış Harekâtının ardından 13 Şubat 1975'de Kıbrıs Türk Federe Devleti kuruldu. Daha sonra Ecevit hükümetinin istifasının ardından, Demirel "Milliyetçi Cephe Hükümeti" diye anılan AP-MSP-CGP-MHP koalisyon hükümetini kurdu (Ersel vd., 2003, Cilt 3, s. 342, 364).

5 Haziran 1977'de yapılan TBMM 16. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 8'de verilmiştir. Bu seçimde, Bülent Ecevit’in başkanlığındaki CHP %41,38 oyla 213 milletvekili, Süleyman Demirel’in başkanlığındaki AP %36,87 oyla 189 milletvekili, Necmettin Erbakan’ın başkanlığındaki MSP %8,56 oyla 24 milletvekili, Alparslan Türkeş’in başkanlığındaki MHP %6,41 oyla 16 milletvekili, Turhan Feyzioğlu’nun başkanlığındaki

21

CGP %1,87 oyla 3 milletvekili ve Ferruh Bozbeyli’nin başkanlığındaki DP %1,85 oyla 1 milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 8. 1977 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Milli Görüş Türk Milliyetçiliği Atatürkçülük Ekon. Liberalizm Sosyalizm İslamcılık Ülkücülük Sosyal Demokrasi Muhafazakârlık Muhafazakârlık Muhafazakârlık CHP TİP AP MSP MHP 6,136,171/41,38 20,655/0,13 5,468,202/36,87 1,269,918/8,56 951,544/6,41 TBP - CGP - - 58,540/0,39 - 277,713/1,87 - - - - DP - - - - 274,484/1,85 - - 6,194,711/41,77 20,655/0,13 6,020,399/40,59 1,269,918/8,56 951,544/6,41 6,215,366 / 41,9 8,241,861 / 55,56 Toplam Seçmen Sayısı: 21,207,303 Toplam Kullanılan Oy : 15,358,210 Bağımsızlar 370,035 (%2,49) oy alarak dört vekil çıkarmıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış Toplam Geçerli Oy : 14,827,262 ve sandığa gitmemiş 6.380.041 (%30,01) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 72,41 Kaynak: 1977 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 8'den, 1973 genel seçiminde CGP'ye (%3,39), bağımsızlara (%3,96) ve merkez sağ partilere oy veren seçmenlerin bir kısmının bu seçimde merkez sol partilere yönlendiği anlaşılmaktadır. Bu seçimde, "ne ezen ne ezilen, hakça bir düzen" diyen Ecevit, halktan karşılık görerek partisinin oyunu 8 puan birden artırmış ve CHP'nin yeniden %40'ların üzerine çıkmasını sağlamıştır. Diğer taraftan, AP'den daha önce istifa edip DP'yi kuran Sadettin Bilgiç, Mutlu Menderes, Nilüfer Gürsoy öncülüğündeki milletvekillerinin 1975 yılında AP'ye dönmesiyle, muhafazakâr seçmenin DP ve MSP'ye giden oylarının %7'sinin geri döndüğü anlaşılmaktadır. Bu seçimle birlikte, MSP (%8,56) ve MHP'de (%6,41) kalmaya kararlı bir oy tabanının tutunmaya başladığı görülmektedir.

1977 genel seçiminde %41,38 oy alan Ecevit'in kurduğu hükümet, Meclis'ten güvenoyu alamayınca, yerine 21 Temmuz 1977'de Demirel'in başbakanlığında AP-MSP-MHP koalisyon hükümeti kuruldu. Demirel'in koalisyon hükümetinin ardından, Ecevit'in başbakanlığında CHP-CGP-DP ve AP'den ayrılan 11 milletvekili ve bağımsızların da desteklediği hükümet kuruldu. 5 Ocak'ta göreve başlayan Ecevit'in koalisyon hükümeti, ağır ekonomik krizin aşılabilmesi amacıyla kredi bulmak ve vadesi gelen dış borçların ertelenebilmesi için olağanüstü çaba sarf etti. IMF, Türkiye'ye 450 milyon dolar kredi vermeyi kabul etti. Ardından 25 Kasım 1979'da Demirel'in başbakanlığında AP-MSP-MHP azınlık hükümeti kuruldu (Ersel vd., 2003, Cilt 3, s. 418-420).

Bu süreçte, ordunun yönetime el koyması gibi pek çok anti demokratik olay yaşandı. Milli Güvenlik Konseyi faaliyetlerini durdurduğu partileri 16 Ekim'de çıkardığı bir yasayla temelli kapattığını bildirdi. MGK 1 Mayıs Bahar ve 27 Mayıs Hürriyet ve Anayasa Bayramlarını kaldırdı. Üniversitelere sıkı bir düzen getirmek için 4 Kasım'da YÖK kuruldu. Çok tartışılan 1982 Anayasası 7 Kasım'da halkoylamasıyla kabul edildi. MGK yeni kurulan partilerin kurucu üye listelerini incelemeye aldı ve bunlardan bir bölümünü veto etti. En çok vetoyu Sosyal Demokrat Parti (SODEP) ve Doğruyol Partisi (DYP) kurucu listeleri gördü; SODEP'in Genel Başkanı Erdal İnönü dahil 21 kurucu üyesi, DYP’nin de birçok kurucu üyesi 23 Haziran’da MGK tarafından veto edildi. Bu yüzden iki parti de MGK’nın 99 sayılı kararı uyarınca onaylanmış 30 kurucu üyeyi tamamlayamadıkları için seçimlere katılamadı. Refah Partisi (RP) ile Muhafazakâr Parti de MGK'nın kurucularını sürekli veto etmesi ve kurucu sayılarının 30'u aşamaması nedeniyle seçimlere katılamadı. 1983 seçimine MGK’nın onayını

22 alan Halkçı Parti (HP), Anavatan Partisi (ANAP) ve Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP) katıldı (Ersel vd., 2003, Cilt 4, s. 10, 66-67).

12 Eylül askeri darbesinin ardından 6 Kasım 1983'de yapılan TBMM 17. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 9'da verilmiştir. Bu seçimde, ’ın başkanlığındaki ANAP %45,14 oyla 211 milletvekili (ANAP Bingöl'de üç milletvekilliğini de kazanmasına rağmen bir adayı veto edildiği için milletvekili sayısı 212'den 211'e düştü), 'in başkanlığındaki HP %30,46 oyla 117 milletvekili ve Turgut Sunalp’in başkanlığındaki MDP %23,26 oyla 71 milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 9. 1983 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Ekonomik Liberalizm Milliyetçilik Sosyal Demokrasi Muhafazakârlık HP ANAP MDP 5,285,804/30,46 7,833,148/45,14 4,036,970/23,26 5,285,804 / 30,46 11,870,118 / 68,4 Toplam Seçmen Sayısı: 19,767,366 Toplam Kullanılan Oy : 18,238,362 Bağımsızlar 195,588 (%1,12) oy almıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış ve sandığa Toplam Geçerli Oy : 17,351,510 gitmemiş 2.415.856 (%12,22) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 92.26 Kaynak: 1983 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 9'dan, 1983 genel seçiminde merkez sol partinin bir önceki seçime göre oyunun %11,31 oranında azaldığı, buna karşın liberal ve milliyetçi sağ partilerin oylarının ise %14,35 oranında arttığı görülmektedir. Oy oranlarındaki bu farklılıklar, 1977 genel seçiminde kayıtlı seçmen sayısının 21,207,303 kişiden, 1983 genel seçiminde 19,767,366 kişiye düşmüş olmasından kaynaklanmış olabilir. Halbuki 1983 genel seçiminde seçmen sayısının 24 milyon civarında olması gerekirdi (Bakınız Tablo 18). Bu seçimde seçmen kütüğünde olup da sandık seçmen listesinden düştüğü anlaşılan 5 milyona yakın seçmenin, 17,351,510 geçerli oyun olduğu bir durumda seçimlere etkisi kaçınılmazdır.

Bu olağanüstü koşullarda yapılan 1983 genel seçiminde, dört eğilimi kucaklayacağını iddia eden ANAP'ın ve milliyetçi söylemi öne çıkaran MDP'nin kapatılan AP, MSP ve MHP'li seçmen tabanının seçeneksizlik nedeniyle ağırlıklı olarak oylarını aldığı görülmektedir. Diğer taraftan, bir önceki seçimde kapatılan CHP'ye oy veren seçmenlerin Halkçı Partiye (%30,46) yöneldiği ve diğer kısmının da önemli bir bölümünün kütükten düşerek seçim dışı kalmış olabileceği düşünülmektedir. Daha sonra 26 Eylül 1985’de HP ve SODEP’in birleşmesiyle oluşan Sosyal Demokrat Halkçı Partinin (SHP) genel başkanlığına kurultay delegelerinin tamamına yakınının oyunu alan Erdal İnönü seçilmiştir. Hemen ardından Bülent Ecevit'in genel başkanlığında 14 Kasım 1985’de Demokratik Sol Parti (DSP) kuruldu. Seçimlerde istediği başarıyı yakalayamayan MDP 4 Mayıs 1986’da kendini feshetti. Kapatılan AP'nin yerine 23 Haziran 1983'de Doğru Yol Partisi (DYP) kuruldu (Ersel vd., 2003, Cilt 4, s. 68, 134-136).

29 Kasım 1987'de yapılan TBMM 18. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 10'da verilmiştir. Bu seçimde, Turgut Özal’ın başkanlığındaki ANAP %36,31 oyla 292 milletvekili, Erdal İnönü'nün başkanlığındaki SHP %24,74 oyla 99 milletvekili ve Süleyman Demirel’in başkanlığındaki DYP %19,13 oyla 59 milletvekili çıkarmıştır.

23

Tablo 10. 1987 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Milli Görüş Türk Milliyetçiliği Ekonomik Liberalizm Sosyal Demokrasi İslamcılık Ülkücülük Muhafazakârlık Laiklik Muhafazakârlık Muhafazakârlık SHP ANAP RP MÇP 5,931,000/24,74 8,704,335/36,31 1,717,425/7,16 701,538/2,92 DSP DYP - IDP (MP) 2,044,576/8,52 4,587,062/19,13 - 196,272/0,81 7,975,576/33,26 13,291,397/55,44 1,717,425/7,16 897,810/3,73 7,975,576 / 33,26 15,906,632 / 66,33 Toplam Seçmen Sayısı: 26,424,868 Toplam Kullanılan Oy : 24,651,483 Bağımsızlar 89,421 (%0,37) oy almıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış ve sandığa gitmemiş Toplam Geçerli Oy : 23,971,629 2.453.239 (%9,28) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 93,28 Kaynak: 1987 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 10'dan, 12 Eylül'de kurulan MDP'nin 1983 genel seçiminde aldığı oyun merkez sağ partilere ve İslamcı partiye yönlendiği anlaşılmaktadır. Ayrıca 1983 genel seçiminde listelerden düştüğü belirlenen yaklaşık 5 milyona yakın seçmenin önemli bir kısmının 1987 genel seçiminde sandık seçmen listelerine eklendiği görülmektedir.

Partilerin aldığı oy oranları incelendiğinde, listelere eklenen bu seçmenlerin (%2,8) önemli bir kısmının merkez sol partilere oy veren seçmenlerden oluştuğu anlaşılmaktadır. Bu seçimde, ANAP ve DYP'nin oluşturduğu merkez sağ partilerin %55,44 oy oranıyla iyi bir çıkış yaptığı, diğer muhafazakar sağ partilerden RP'nin %7,16 oy aldığı, Milliyetçi Çalışma Partisi (MÇP) ve Islahatçı Demokrasi Partisinin (IDP) ise oylarının bir miktar düştüğü, buna karşın SHP (%24.74) ve DSP'nin (%8,52) oluşturduğu merkez sol partilerin oy toplamlarının ise 12 Eylül askeri darbesinin ardından yapılan 1983 genel seçimine göre yaklaşık 3 puan arttığı görülmektedir.

25 Eylül 1988’de yapılan halkoylamasında Turgut Özal’ın yerel seçimlerin bir yıl öne alınması isteği red edildi. Bunun üzerine muhalefet partileri hükümetin güvenoyu bunalımı yaşadığını ileri sürdü. 26 Mart 1989’da yapılan yerel seçimde DSP %9,03 oy aldı, SHP ise %28,7 oy alarak birinci parti oldu. 06 Ekim 1990’da SHP Parti Meclisi Üyesi, eski senatör ve milletvekili Doç. Dr. Bahriye Üçok öldürüldü. 15 Haziran 1991’de Mesut Yılmaz ANAP genel başkanlığına seçildi (Ersel vd., 2003, Cilt 4, s. 232, 274).

20 Ekim 1991'de yapılan TBMM 19. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 11'de verilmiştir. Bu seçimde, Süleyman Demirel’in başkanlığındaki DYP %27,03 oyla 178 milletvekili, Mesut Yılmaz’ın başkanlığındaki ANAP %24,01 oyla 115 milletvekili, Erdal İnönü'nün başkanlığındaki SHP'nin listesinden seçime giren SHP - Demokrasi Partisi (DEP) ittifakı %20,75 oyla 88 milletvekili, Necmettin Erbakan'ın başkanlığındaki RP'nin listesinden seçime giren RP - MÇP - IDP ittifakı %16,87 oyla 62 milletvekili ve Bülent Ecevit'in başkanlığındaki DSP %10,74 oyla 7 milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 11'den, 1991 genel seçiminde daha önce merkez sol partilere oy veren seçmenlerin bir kısmının Sosyalist Parti'ye (SP) yönlendiği anlaşılmaktadır. Bu seçimde, RP ve ittifak yaptığı partilerin önceki seçim dönemleri oy ortalamalarına bakıldığında RP'nin %9,17 ve MÇP, MP ve IDP'nin ise %6,5 oy potansiyeline sahip olduğu görülmektedir.

24

Tablo 11. 1991 Genel Seçimi Sonuçları SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Milli Görüş, İslamcılık Ekonomik Liberalizm Sosyal Demokrasi Sosyalizm Türk Milliyetçiliği Muhafazakârlık Laiklik Muhafazakârlık SHP - DEP SP DYP RP - MÇP - IDP 5,066,571/20,75 108,369/0,44 6,600,726/27,03 4,121,355/16,87 DSP - ANAP - 2,624,301/10,74 - 5,862,623/24,01 - 7,690872/31,49 108,369/0,44 12,463,349/51,04 4,121,355/16,87 7,779,241/31,93 16,584,704 / 67,91 Toplam Seçmen Sayısı: 30,025,531 Toplam Kullanılan Oy : 25,203,497 Bağımsızlar 32,721 (%0,24) oy almıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış ve sandığa gitmemiş Toplam Geçerli Oy : 24,416,666 5.608.865 (%18,61) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 83,94 Kaynak: 1991 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

12 Eylül 1980’de kapatılan CHP, 9 Eylül 1992’de yapılan 25. Kurultayı'nda yeniden aktif siyaset yaşamına dönme kararı aldı ve CHP genel başkanlığına getirildi. 31 Mart 1992’de Halkın Emek Partisi (HEP) kökenli 14 milletvekili SHP’den istifa etti. 11 Eylül 1993’de SHP’nin genel başkanlığına yeniden aday olmayan Erdal İnönü’nün yerine Murat Karayalçın genel başkan seçildi. 27 Mart 1994 yerel seçiminde RP %19,1 oy aldı, Ankara ve İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlıklarını kazandı. 05 Nisan 1994’de Çiller hükümeti döneminde alınan bir dizi ekonomik kararla Türkiye'de yakın tarihinin en büyük mali krizi yaşandı. 18 Şubat 1995’de CHP ile SHP birleşti ve genel başkanlığına Deniz Baykal getirildi (Ersel vd., 2003, Cilt 4, s. 356, 426, 437).

24 Aralık 1995'de yapılan TBMM 20. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 12'de verilmiştir. Bu seçimde, Necmettin Erbakan'ın başkanlığındaki RP %21,38 oyla 158 milletvekili, Mesut Yılmaz’ın başkanlığındaki ANAP'ın listesinden seçime giren ANAP - Büyük Birlik Partisi (BBP) ittifakı %19,65 oyla 132 milletvekili, Tansu Çiller’in başkanlığındaki DYP %19,18 oyla 135 milletvekili, Bülent Ecevit'in başkanlığındaki DSP %14,64 oyla 76 milletvekili ve Deniz Baykal'ın başkanlığındaki CHP %10,71 oyla 49 milletvekili çıkarmıştır. Ayrıca bu seçimde, Halkın Demokrasi Partisi (HADEP) listesinden seçime giren HADEP - Türkiye Komünist Partisi (TKP) - Birleşik Sosyalist Parti (BSP) ittifakı %4,17, Yeni Demokrasi Hareketi (YDH) %0,48, Yeniden Doğuş Partisi (YDH) %0,34 ve Yeni Parti ise %0,13 oy almışlardır.

Tablo 12. 1995 Genel Seçimi Sonuçları SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Milli Görüş Türk Milliyetçiliği Atatürkçülük Atatürkçülük Ekon. Liberalizm Kürt Milliyetçiliği İslamcılık Ülkücülük Sosyal Demokrasi Sosyalizm Muhafazakârlık Muhafazakârlık Muhafazakârlık DSP İP HADEP-SİP-BSP ANAP - BBP RP MHP 4,118,025/14,64 61,428/0,22 1,171,623/4,17 5,527,288/19,65 6,012,450/21,38 2,301,343/8,18 CHP - - DYP - MP 3,011,076/10,71 - - 5,396,000/19,18 - 127,630/0,45 - - YDH - - - - - 133,889/0,48 - - - - - YDP - - - - - 95,484/0,34 - - YP 36,853/0,13 7,129,101/25,35 61,428/0,22 1,171,623/4,17 11,189,514/39,78 6,012,450/21,38 2,428,973/8,63 8,362,152 / 29,74 19,630,937 / 69,79 Toplam Seçmen Sayısı: 34,243,595 Toplam Kullanılan Oy : 29,189,146 Bağımsızlar 133,895 (%0,47) oy almıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış ve sandığa Toplam Geçerli Oy : 28,126,993 gitmemiş 6.116.602 (%17,86) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 85,23 Kaynak: 1995 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

25

Tablo 12'den, 1995 genel seçiminde daha önce merkez sol partilere oy veren seçmenlerin bir kısmının sosyalist partiye ve etnik milliyetçi sol partinin içinde yer aldığı ittifaka yönlendiği anlaşılmaktadır. Bu seçimde de, daha önce 1950-1977 genel seçimlerinde merkez sol partilere oy veren ortalama %36,68 oranındaki seçmenlerin oylarının merkez sol partilere yansımadığı görülmektedir. Bir önceki seçime göre, merkez sağ partilerin %11,26'lık, merkez sol partilerin ise %6,14'lük oy kaybına uğradığı, RP'nin ise büyük bir atakla %9,17'lik oy ortalamasını 21,38'e çıkardığı görülmektedir. Bu sonuç, sağ partilerin içindeki İslamcı kesimin bu seçimlerde, daha önce çıkan ekonomik krizler, yolsuzluk iddiaları gibi çeşitli kaygılarla "adil düzen" diyen milli görüşe yönlendiğini göstermektedir.

Mesut Yılmaz’ın başbakanlığında kurulan Anayol Hükümeti 12 Şubat 1996’da güvenoyu aldı, fakat ömrü uzun sürmedi, ardından Necmettin Erbakan’ın başbakanlığında Refahyol hükümeti kuruldu. Daha sonra, 28 Şubat 1997’de Milli Güvenlik Kurulunun (MGK) yaptığı 8,5 saat süren toplantıda laik devlet ilkesine aykırı hareketlerin arttığına vurgu yapılarak, bir dizi önlem önerildi. Ardından Erbakan’ın istifasıyla düşen Refahyol hükümeti yerine, Mesut Yılmaz'ın ANAP, DSP ve Demokrat Türkiye Partisinden (DTP) oluşan ANASOL-D koalisyon hükümeti kuruldu. 06 Temmuz 1997’de Türkeş’in ölümünün ardından MHP genel başkanlığına Devlet Bahçeli getirildi. Anayasa Mahkemesi 16 Ocak 1998'de Refah partisinin kapatılmasına karar verdi. Kapatılan RP'nin yerine Fazilet Partisi (FP) kuruldu. 16 Şubat 1999'da Başbakan Ecevit, PKK terör örgütü başı Abdullah Öcalan'ın yakalanarak, Türkiye'ye getirildiğini açıkladı (Ersel vd., 2003, Cilt 4, s. 498-499, 542, 547, 579, 616).

18 Nisan 1999'da yapılan TBMM 21. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 13'de verilmiştir. Bu seçimde, Bülent Ecevit'in başkanlığındaki DSP %22,18 oyla 136 milletvekili, Devlet Bahçeli'nin başkanlığındaki MHP %17,97 oyla 129 milletvekili, 'ın başkanlığındaki FP %15,40 oyla 111 milletvekili, Mesut Yılmaz’ın başkanlığındaki ANAP %13,22 oyla 86 milletvekili ve Tansu Çiller’in başkanlığındaki DYP %12,01 oyla 85 milletvekili çıkarmıştır. Ayrıca bu seçimde, Halkın Demokrasi Partisi (HDP) % 4,75, BBP %1,45, Özgürlük ve Dayanışma Partisi (ÖDP) %0,79, DTP %0,57, Liberal Demokrat Parti (LDP) %0,40, DP %0,29, Barış Partisi (BP) %0,25, MP %0,25, İşçi Partisi (İP) %0,18, Emeğin Partisi %0,16, YDP %0,14, Değişen Türkiye Partisi (DTP) 0,12, SİP %0,12 ve Demokrasi ve Barış Partisi (DBP) %0,07 oy almışlardır.

Tablo 13. 1999 Genel Seçimi Sonuçları SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Ekonomik Liberalizm Milli Görüş Türk Milliyetçiliği Atatürkçülük Sosyalizm Kürt Milliyetçiliği Muhafazakârlık İslamcılık Ülkücülük Sosyal Demokrasi Komünizm Demokrasi Muhafazakârlık Muhafazakârlık DSP ÖDP HDP ANAP FP MHP 6,919,670/22,18 248,553/0,79 1,482,196/4,75 4,122,929/13,22 4,805,381/15,40 5,606,583/17,97 CHP İP - DYP - BBP 2,716,094/8,70 57,607/0,18 - 3,745,417/12,01 - 456,353/1,45 BP EP - DTP - MP 78,922/0,25 51,756/0,16 - 179,871/0,57 - 79,370/0,25 DEĞİŞEN TP SİP - LDP - - 37,175/0,12 37,680/0,12 - 127,174/0,40 - - - DBP - DP - - - 24,620/0,07 - 92,093/0,29 - - - - - YDP - - - - - 44,787/0.14 - - 9,751,861/31,25 420,216/1,32 1,482,196/4,75 8,311,577/26,63 4,805,381/15,4 6,142,306/19,67 11,654,273 / 37,32 19,259,264 / 61,7 Toplam Seçmen Sayısı: 37,561,314 Toplam Kullanılan Oy : 32,722,167 Bağımsızlar 270,265 (%0,86) oy alarak 3 milletvekili çıkarmışlardır. Bu seçimde, geçersiz oy Toplam Geçerli Oy : 31,184,496 kullanmış ve sandığa gitmemiş 6.376.818 (%16,98) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 87,11 Kaynak: 1999 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

26

Tablo 13'den, 1999 genel seçiminde merkez sol partilere oy veren seçmenlerin oylarının bir kısmının bir önceki seçimde sağ partilere oy veren seçmenlerden oluştuğu ve ayrıca sosyalist partilerin %1,32 ve etnik milliyetçi sol partinin de %4,75 oy aldığı, ayrıca daha önce (1950- 1977) merkez sol partilere oy vermiş seçmenlerin önemli bir kısmının tekrar sol partilere döndüğü anlaşılmaktadır. Bu seçim öncesinde, liberal sağ partilerin ekonomik ve siyasi alanda ve 28 Şubat sürecinin de etkisiyle çok yıpranması ve Çiller'in dışarıdan desteğiyle 11 Ocak 1999'da kurulan Ecevit'in azınlık hükümeti döneminde Öcalan'ın yakalanarak Türkiye'ye getirilmesi gibi olağanüstü gelişmeler yaşandı.

Tüm bu gelişmeler ışığında girilen seçimde rüzgârı ve bazı kitlesel yapıları arkasına alan Ecevit, daha önce merkez sağa yönelen demokrat oylarının da bir kısmını alarak 1999 genel seçiminde birinci parti olmayı başardı. Ayrıca, bu seçimde merkez sağa oy veren seçmenlerin önemli bir kısmının da MHP ve RP'ye yöneldiği görülmektedir.

1999 genel seçiminde, CHP %8,7 oy alarak barajı aşamayıp Meclis dışında kaldı. Anayasa Mahkemesi Başkanı Ahmet Necdet Sezer, TBMM Genel Kurulu'nda 05 Mayıs 2000'de yapılan oylamada Türkiye Cumhuriyetinin 10. Cumhurbaşkanlığına seçildi. 30 Eylül 2000'de yapılan 11. Olağanüstü Kurultay'da CHP'nin genel başkanlığa 1 yıl önce istifa ederek ayrılan Deniz Baykal yeniden getirildi. 14 Ağustos 2001'de kurucuları arasında Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, İdris Naim Şahin, Binali Yıldırım, Bülent Arınç gibi önde gelen isimler yanında, MSP - RP - FP, ANAP (Turgut Özal'a yakın isimler) ve AP - DYP kökenli isimlerinde yer aldığı Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) kuruldu.

02 Kasım 2002'de yapılan TBMM 22. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 14'de verilmiştir. Bu seçimde, Recep Tayyip Erdoğan'ın başkanlığındaki AKP %34,28 oyla 363 milletvekili ve Deniz Baykal'ın başkanlığındaki CHP %19,38 oyla 178 milletvekili çıkarmıştır. Ayrıca bu seçimde, DYP - DTP - Aydınlık Türkiye Partisi (ATP) ittifakı %9,54, Genç Parti (GP) %7,24, Demokratik Halk Partisi (DHP) %6.21, ANAP %5,13, Saadet Partisi (SP) %2,49, DSP %1,21, YTP %1,15, BBP %1,02, YP %0,93, İP %0,50, Bağımsız Türkiye Partisi (BTP) %0,47, ÖDP %0,33, LDP %0,28, MP %0,21, TKP %0,18 oy almışlardır.

Tablo 14. 2002 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Ekon. Liberalizm Milli Görüş Türk Milliyetçiliği Atatürkçülük Sosyalizm Kürt Milliyetçiliği İslami Demokrasi İslamcılık Ülkücülük Sosyal Demokrasi Komünizm Muhafazakârlık Muhafazakârlık Muhafazakârlık CHP İP DHP AKP SP MHP 6,113,352/19,38 159,843/0,50 1,960,660/6,21 10,808,229/34,28 785,489/2,49 2,635,787/8,35 DSP ÖDP - DYP - DTP - ATP - BBP 384,009/1,21 106,023/0,33 - 3,008,942/9,54 - 322,093/1,02 YTP TKP - GP - BTP 363,869/1,15 59,180/0,18 - 2,285,598/7,24 - 150,482/0,47 - - - ANAP - MP - - - 1,618,465/5,13 - 68,271/0,21 - - - YP - - - - - 294,909/0,93 - - - - - LDP - - - - - 89,331/0,28 - - 6,861,230/21,74 325,046/1,01 1,960,660/6,21 18,105,474/57,40 785,489/2,49 3,176,633/10,05 9,146,936 / 28,96 22,067,596 / 69,94 Toplam Seçmen Sayısı: 41,407,027 Toplam Kullanılan Oy : 32,768,161 Bağımsızlar 314,251 (%0,99) oy alarak dört vekil çıkarmıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış Toplam Geçerli Oy : 31,528,783 ve sandığa gitmemiş 9.878.244 (%23,86) seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 79,13 Kaynak: 2002 Genel Seçimi Sonuçları: TBMM resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

27

Tablo 14'den, 1999 genel seçiminde merkez sol partilere oy veren seçmenlerin bir kısmının bu seçimde sosyalist sol partilere, etnik milliyetçi sol partiye ve GP'ye yönlendiği anlaşılmaktadır. Bu seçim öncesinde, yaşlılık ve hastalıkla ciddi form düşüklüğü yaşayan Ecevit'in koalisyon hükümeti; 1999 depremi, 2001 yılı ekonomik krizi, DSP'nin parçalanması gibi çok ciddi sorunlarla karşılaştı.

FP kapatıldıktan sonra içinden çıkan SP ve AKP, işadamı Cem Uzan'ın kurduğu GP, DSP içinden kopan İsmail Cem'in kurduğu YTP, bu puslu havanın üzerine gelmiştir. Bu olağanüstü dönemde, MHP Genel Başkanı Bahçeli'nin erken seçim açıklamasının ardından, merkez sağ ve merkez sol partilerin adeta çöktüğü bir sürece girilmiştir. Milli görüşün içinden gelen AKP, konjonktürün getirdiği olanaklarla ve daha önce merkezde yer almış adaylarla ve söylemlerle %34,28 oy almıştır. Diğer taraftan üç eğilimden %7,24 oy alan GP'nin, DYP (%9,54) ve MHP'nin (%8,35) %10 seçim barajının altında kalmasında önemli oranda etkisinin olduğu ileri sürülmüştür.

2002 Seçiminden sonra, Yüksek Seçim Kurulu Başkanlığının Siirt seçimini iptal etmesinin ardından 9 Mart 2003'de yenilenen ve yalnızca 4 partinin katıldığı yenilenen Siirt seçiminde, AKP 3 milletvekilliğini de kazandı. Böylece Recep Tayyip Erdoğan'da Siirt seçimi vesilesiyle TBMM'ne girmiş oldu.

Bu dönemde, özellikle yaşlılığına ve hastalığına bağlı olarak çok yıpranan efsane lider Ecevit'in oy oranının %1,21'e düşmesi çok konuşuldu. Ayrıca, 27 Nisan 2007 tarihinde gece saat 23.20'de Genel Kurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt'ın kamuoyunda e-muhtıra diye adlandırılan laiklikle ilgili yaptığı açıklamasının, 2007 genel seçim sonucuna etkileri ve seçimde yapıldığı ileri sürülen seçim hilelerinin de çok konuşulduğu olağanüstü bir süreç yaşanmıştır.

22 Temmuz 2007'de yapılan TBMM 23. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 15'de verilmiştir. Bu seçimde, Recep Tayyip Erdoğan'ın başkanlığındaki AKP %46,58 oyla 341 milletvekili, Deniz Baykal'ın başkanlığındaki CHP'nin listesinden seçime giren CHP - DSP ittifakı %20,87 oyla 112 milletvekili, Devlet Bahçeli'nin başkanlığındaki MHP %14,27 oyla 71 milletvekili, Ahmet Türk ve Aysel Tuğluk’un eş başkanlığındaki Demokratik Toplum Partisi (DTP) ise kendilerine katılan 20 bağımsız milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 15. 2007 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Ekon. Liberalizm Milli Görüş Türk Milliyetçiliği Atatürkçülük Sosyalizm Kürt Milliyetçiliği İslami Demokrasi İslamcılık Ülkücülük Sosyal Demokrasi Komünizm Muhafazakârlık Muhafazakârlık Muhafazakârlık CHP İP DTP AKP SP MHP 7,317,808/20,87 128,148/0,36 1,678,032/4,78 16,327,291/46,58 820,289/2,34 5,001,869/14,27 HYP TKP - DP - ATP 179,010/0,51 79,258/0,22 - 1,898,873/5,41 - 100,982/0,28 - ÖDP - GP - BTP - 52,055/0,14 - 1,064,871/3,03 - 182,095/0,51 - EP - LDP - - - 26,292/0,07 - 35,364/0,10 - - 7,496,818/21,38 285,753/0,79 1,678,032/4,78 19,326,399/55,63 820,289/2,34 5,284,946/15,06 9,460,603 /26,95 25,431,634 / 72,52 Toplam Seçmen Sayısı: 42,799,303 Bağımsızlar 1,835,486 (%5,23) oy alarak 26 vekil çıkarmıştır. 22 bağımsız vekil DTP'ye Toplam Kullanılan Oy : 36,056,293 geçmiştir. Mesut Yılmaz, Seyit Eyüboğlu, Muhsin Yazıcıoğlu ve Kamer Genç bağımsız Toplam Geçerli Oy : 35,049,691 seçilmişlerdir (157,454-%0,45). Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış ve sandığa gitmemiş Katılım Oranı: ( % ) 84,24 7.749.612 (%18,11) seçmen bulunmaktadır. Kaynak: 2007 Genel Seçimi Sonuçları: TUİK resmi sitesi, TESAV sitesi, Vikipedi sitesi.

28

Tablo 15'e göre, 2007 genel seçiminde merkez sol parti aldığı oy oranıyla, 1946'dan buyana en düşük seviyeye inmiştir. Daha önce merkez sol partiye oy veren seçmenlerin bir kısmının sosyalist sol partilere, etnik milliyetçi sol partiye ve GP'ye yönlendiği düşünüldüğünde, yaklaşık %6 civarında oyun merkez sol partilere yansımadığı görülmektedir. Bu seçimde, içinde geçersiz oylarında bulunduğu 7.749.612 seçmenin iradesinin sandığa yansımadığı, ayrıca 2009 yerel seçim öncesinde açıklanan seçmen sayılarıyla bu seçimde 6.107.208 seçmenin listelerden düştüğü ortaya çıkmıştır.

Sonuç itibariyle, merkez sol partinin oylarının adeta dip yapmasında, bu 14 milyona yakın seçmenin iradesinin 2007 genel seçiminde sandığa yansımamasının etkisi kaçınılmazdır. Bu koşullarda yapılan seçimde, merkez sol partinin oyu %20,87'ye gerilemiş, merkez sağ partilerin %53,11'e ve milliyetçi sağ partilerin oyları ise %14,55'e yükselmiştir. Liberal İslamcı parti AKP, milli görüşün yanında merkez sağdan da büyük miktarda oy alarak oylarını %46'ya yükseltmiştir. 10 Mayıs 2010 tarihinde

Deniz Baykal'ın istifasıyla boşalan CHP'nin genel başkanlığına, 22 Mayıs 2010 tarihinde yapılan 33. Olağan CHP Kurultayı'na tek aday olarak giren Kemal Kılıçdaroğlu, delegelerin tamamına yakınının oyunu alarak seçilmiştir.

12 Haziran 2011’de yapılan TBMM 24. yasama dönemi milletvekili genel seçimi sonuçları Tablo 16'da verilmiştir. Bu seçimde, Recep Tayyip Erdoğan'ın başkanlığındaki AKP %49,83 oyla 327 milletvekili, Kemal Kılıçdaroğlu'nun başkanlığındaki CHP %25,98 oyla 135 milletvekili, Devlet Bahçeli'nin başkanlığındaki MHP %13,01 oyla 53 milletvekili, Selahattin Demirtaş ve Gültan Kışanak’ın eş başkanlığındaki Barış ve Demokrasi Partisi (BDP) 36 bağımsız milletvekili çıkarmıştır.

Tablo 16. 2011 Genel Seçimi Sonuçları

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Ekon. Liberalizm Milli Görüş Türk Milliyetçiliği Sosyalizm Sosyal Demokrasi Kürt Milliyetçiliği Muhafazakârlık İslamcılık Ülkücülük Komünizm Sosyal Liberalizm İslami Demokrasi Muhafazakârlık Muhafazakârlık CHP TKP BDP AKP SP MHP 11,155,972/25,98 64,006/0,15 2,344,464/5,46 21,399,082/49,83 543,454/1,27 5,585,513/13,01 DSP EP - DP HAS P BBP 108,089/0,25 32,128/0,07 - 279,480/0,65 329,723/0,77 323,251/0,75 - - - DYP - HEPAR - - - 64,607/0,15 - 124,415/0,29 - - - LDP - MMP - - - 15,222/0,04 - 36,188/0,08 11,264,061/26,23 96,134/0,22 2,344,464/5,46 21,758,391/50,67 873,177/2,04 6,069,367/14,13 13,390,197 / 31,91 28,700,935 / 66,84 Toplam Seçmen Sayısı: 50.237.343 Bağımsızlar 2,819,917 (%6,57) oy alarak otuz altı vekil çıkarmıştır. BDP bağımsız adayları Toplam Kullanılan Oy : 43.914.948 yaklaşık 2,344,464 oy almıştır. Bu seçimde, geçersiz oy kullanmış ve sandığa gitmemiş Toplam Geçerli Oy : 42.941.763 7.295.580 seçmen bulunmaktadır. Katılım Oranı: ( % ) 83,16 Kaynak: 2011 Genel Seçimi Sonuçları: YSK resmi sitesi, Resmi Gazete sitesi, TUİK resmi sitesi, Vikipedi sitesi.

Tablo 16'dan, merkez sol partilere gelen oyların bir kısmının sosyalist sol partilerden, GP'den ve merkez sağ partilere oy veren seçmenlerden geldiği ve diğer kısmının ise ağırlıklı olarak bir önceki seçimde listelerden düştüğü için oy kullanmayan ve daha önce merkez sol partiye oy veren seçmenlerden oluştuğu anlaşılmaktadır. Sonuçta, CHP'nin 2011 genel seçiminde, 2007 genel seçimine oranla oylarını 5 puanın üzerinde arttığı görülmektedir.

29

Bu seçimde, içinde geçersiz oylarında bulunduğu 7.295.580 seçmenin iradesinin sandığa yansımadığı, ayrıca yapılan araştırmalarda 2013 sandık seçmen listesinde açıklanan seçmen sayılarıyla bu seçimde 3.991.163 seçmenin listelerden düştüğü ortaya çıkmıştır. Sonuç itibariyle, 11 milyonun üzerinde seçmenin iradesinin 2011 genel seçim sonuçlarına yansımadığı görülmektedir.

SONUÇ

Yukarıda ele alınan 1950-2011 yılları arasında yapılan genel seçim sonuçlarının ideolojilere göre gruplandırılan partilere dağılımı Tablo 17’de verilmiştir.

Tablo 17. 1950-2011 Genel Seçim Sonuçlarına Göre Kitlesel Yapıların Oy Potansiyelleri (%)

SOL PARTİLER SAĞ PARTİLER Atatürkçülük Milli Görüş Milliyetçilik Sos. Demokrasi Sosyalizm Kürt Sol Partiler Eko.Liberalizm Sağ Partiler İslami Demokr. İslamcılık Ülkücülük

Yılları Laiklik Komünizm Milliyetçiliği Sandığa Toplamı Muhafazakârlık Muhafazakâr. Muhafazakâr. Toplamı Bağımsızlar

Genel Seçim Seçim Genel Sos. Liberalizm

Geçersiz Oylar Oylar Geçersiz

Gitmeyenler ve ve Gitmeyenler 1950 39,45 - - 39,45 52,67 - 3,11 55,78 4,76 9,60 1954 35,35 - - 35,35 57,61 - 5,48 63,09 1,53 12,87 1957 41,09 - - 41,09 51,07 - 7,13 58,83 0,05 24,38 1961 36,72 - - 36,72 48,5 - 13,95 62,45 0,80 21,56 1965 28,74 2,96 - 31,7 56,59 - 8,5 65,09 3,18 31,96 1969 30,16 2,68 - 32,84 55,27 - 6,24 61,51 5,62 38,56 1973 34,42 - - 34,42 46,97 11,8 3,95 62,72 2,82 36,16 1977 41,77 0,13 - 41,9 40,59 8,56 6,41 55,56 2,49 30,01 1983 30,46 - - 30,46 45,14 - 23,26 68,4 1,12 12,22 1987 33,26 - - 33,26 55,44 7,16 3,73 66,33 0,37 9,28 1991 31,49 0,44 - 31,93 51,04 16,87 - 67,91 0,24 18,68 1995 25,35 0,22 4,17 29,74 39,78 21,38 8,63 69,79 0,47 17,86 1999 31,25 1,32 4,75 37,32 26,63 15,4 19,67 61,7 0,86 16,98 2002 21,74 1,01 6,21 28,96 57,4 2,49 10,05 69,94 0,99 23,86 2007 21,38 0,79 4,78 26,95 55,63 2,34 15,06 72,52 0,45 18,11 2011 26,23 0,22 5,46 31,91 50,67 2,04 14,13 66,84 1,11 14,52 Ort. 31,75 1,09 5,07 34 49,43 9,78 9,95 64,25 1,68 21,04 Kaynak: 1950-2011 Genel Seçimleri Sonuçları: TBMM, YSK ve TUİK resmi sitelerindeki verilerden üretilmiştir.

Tablo 17'ye göre, merkez sağ partilerin ortalama %49,43, merkez sol partilerin %31,75, girilen seçim yılı ortalamaları itibariyle İslamcı partilerin %9,78, milliyetçi-ülkücü partilerin %9,95, etnik milliyetçi partilerin %5,07 ve sosyalist sol partilerin ise %1,09 oy potansiyeline sahip oldukları görülmektedir. Bu sonuçlara genel olarak bakıldığında, merkez solda yer alan partilerin oylarının 1957 (%41,09) ve 1977 (%41,77) yıllarında %40'ın üzerine çıktığı (Grafik 1), buna karşın merkez sağda yer alan partilerin oylarının 1995 (%39,78) ve 1999 (%26,63) yıllarında %40'ın altına düştüğü görülmektedir (Grafik 2).

30

45

40

41,09

41,77

34,42 33,26

35 39,45

36,72

35,35

31,49

31,25

30,46 30,16

30 28,74

26,23 25,35

25

21,74 21,38 20

Yüzdelik Değerler Yüzdelik 15

10

6,21

5,46

4,78

4,75

4,17 2,96

5 2,68

1,32

1,01

0,79

0,44

0,22 0,22 0,13 0 1950 1954 1957 1961 1965 1969 1973 1977 1983 1987 1991 1995 1999 2002 2007 2011

Atatürkçülük / Sosyal Demokrasi Sosyalizm / Komünizm Kürt Milliyetçiliği

Grafik 1. 1950-2011 Genel Seçim Sonuçlarına Göre Sol Partilerin Aldığı Oylar (%)

60

57,4

55,63

51,04

50,67

55,27

55,44

57,61

56,59 52,67

50 46,97

51,7

48,5

39,78 45,14 40 40,59

30 26,63

23,26

21,38

Yüzdelik Değerler Yüzdelik 19,67

20 16,87

15,4

15,06

14,13

13,95

11,8

10,05

8,63

8,56

8,5 7,16

10 7,13

6,41

6,24

5,48

3,95

3,73

3,11

2,49

2,34 2,04

0 1950 1954 1957 1961 1965 1969 1973 1977 1983 1987 1991 1995 1999 2002 2007 2011

Ekonomik Liberalizm Milli Görüş / İslamcılık Milliyetçilik / Ülkücülük Grafik 2. 1950-2011 Genel Seçim Sonuçlarına Göre Sağ Partilerin Aldığı Oylar (%)

Grafik 1 ve 2'ye göre, merkez sol partilerin oylarının dramatik bir şekilde düşerek 2002 (%21,74) ve 2007 (%21,38) yıllarında %20'ler ve 1995 (%25,35) ve 2011 (%26,23) yıllarında ise %25'ler civarında kalması şaşırtıcıdır. Öte yandan merkez sol partilerin 2002 ve 2007 genel seçimlerinde alacağı oyların bir kısmının ağırlıklı olarak soldan oy aldığı düşünülen etnik milliyetçi partilere, bir kısmının da GP'ye gittiği ileri sürülmektedir. Sonuçta, merkez sağ partilerin %57,61, merkez sol partilerin %41,09, İslamcı partilerin %21,38, milliyetçi- ülkücü partilerin %19,67 ve etnik milliyetçi partilerin ise en fazla %6,21 oranında oy alabildikleri görülmektedir.

Bu sonuçların ışığında, partilerin beklentilerin altında aldığı oy oranları ile 1950'den 2011 yılına kadar yapılan 16 genel seçim öncesinde sandık seçmen listelerine eklenen yeni seçmen artış sayıları arasında bir bağ olup olmadığına bakılmış olup, her seçim öncesinde listelere eklenen yeni seçmen sayıları baz alınarak yıl bazında seçmen artış oranları hesaplanmış ve sonuçlar Tablo 18'de ve karşılaştırılan seçmen sayıları ise Grafik 3'de verilmiştir.

31

Tablo 18. 1950-2011 Genel Seçimi Seçmen Sayılarının Artış Oranları

Genel Seçim Seçmen Sayısı Yeni Seçmen Seçmen Artış Oranı Değerlendirme Yılları Toplamı Sayısı (%) 1950 8,905,743 - - - 1954 10,262,063 1,356,320 15,22 / 4: 3,81 Seçmen sayısı %0,54 artmış. 1957 12,078,623 1,816,560 17,70 / 3: 5,90 Seçmen sayısı %2,63 artmış. 1961 12,925,395 846,772 7,01 / 4: 1,75 Seçmen sayısı %1,52 azalmış. 1965 13,679,753 754,358 5,84 / 4: 1,46 Seçmen sayısı %1,81 azalmış. 1969 14,788,552 1,108,799 8,11 / 4: 2,03 Seçmen sayısı %1,24 azalmış. 1973 16,798,164 2,009,612 13,59 / 4: 3,40 Seçmen sayısı %0,13 artmış. 1977 21,207,303 4,409,139 26,25 / 4: 6,56 Seçmen sayısı %3,29 artmış. 1983 19,767,366 -1,439,937 -6,79 / 6: -1,13 Seçmen sayısı %4,40 azalmış. 1987 26,424,868 6,657,502 33,68 / 4: 8,42 Seçmen sayısı %5,15 artmış. 1991 30,025,531 3,600,663 13,63 / 4: 3,41 Seçmen sayısı %0,14 artmış. 1995 34,243,595 4,218,064 14,05 / 4: 3,51 Seçmen sayısı %0,24 artmış. 1999 37,561,314 3,317,719 9,69 / 4: 2,42 Seçmen sayısı %0,85 azalmış. 2002 41,407,027 3,845,713 10,24 / 3: 3,41 Seçmen sayısı %0,14 artmış. 2007 42,799,303 1,392,276 3,36 / 5: 0,67 Seçmen sayısı %2,60 azalmış. 2011 50,237,343 7,438,040 17,38 / 4: 4,34 Seçmen sayısı %1,07 artmış. Kaynak: 1950-2011 Genel Seçimleri Sonuçları: TBMM, YSK ve TUİK resmi sitelerindeki verilerden üretilmiştir.

Tablo 18'de verilen sonuçlara bakıldığında, seçim yılları bazında sağlıklı bir azalışın / artışın olmadığı açıkça görülmektedir. Özellikle 1961, 1965, 1983 ve 2007 yıllarında seçmen sayılarında büyük oranda azalışların, 1957, 1977 ve 1987 yıllarında ise önemli oranda artışların olduğu göze çarpmaktadır. Bu azalış ve artışların nereden kaynaklandığı bilinmemektedir. Normalden farklı olan bu durum, seçim sonuçlarıyla ilişkilendirildiğinde seçmen sayılarını tartışmalı hale getirmektedir. Tablodaki karşılaştırmalı hesaplamalardan seçim yılları itibariyle artan yeni seçmen sayıları ortalamasının %3,27 civarında olduğu anlaşılmaktadır. Bu ortalama değere 1973, 1991, 1995 ve 2002 yıllarında eklenen yeni seçmen sayısı oranları çok yakın bulunmuştur.

Grafik 3. 1954-2011 genel seçimleri seçmen sayılarının yıllık artış oranları (%)

32

Yukarıdaki sonuçlar özetlenecek olursa, 1950-2011 yılları arasında yapılan 16 genel seçimde Türk seçmeninin ortalama %81,18'inin (merkez sağ: 49,43 + merkez sol: 31,75) merkezde yer alan partilere oy verdiği görülmektedir. Bu merkezde yer alan partilerin genel değerlendirmesi aşağıda özetlenmiştir.

İlk olarak, 1946'dan itibaren Cumhuriyet Halk Partisinden kopan ve büyük çoğunluğunu siyasi ve ekonomik liberalizmi savunan demokratların oluşturduğu, milliyetçi ve İslamcı kesimlerinde içinde bulunduğu sağ partiden, ilk olarak 1948'de milliyetçi kesimin ve 1973'de de İslamcı kesimin ayrılarak sağ bloğu oluşturduğu görülmektedir. Sağ bloğun içindeki muhafazakar kesimi temsil eden milliyetçi ve İslamcı partilerin oylarının 1995 seçiminde %30,03'e, 1999'da ise %35,07'ye yükseldiği, fakat 2007'de %17,4'e, 2011'de ise %16,17'ye düştüğü görülmektedir. Diğer taraftan, 1946'dan 2002 yılına kadar sağ bloğun içinde liberal demokratların egemen olduğu merkez sağ partilerin ortalama %49,43'lük oy oranlarının 1995'de 39,78'e ve 1999'da ise %26,63'e düşmesi, partilerin kapanması, genel başkanlarının siyasetten çekilmesi gibi birçok nedene bağlı olarak zayıflamaları sonucu, 1973'de merkez sağdan kopan İslamcı kesimin 2002'den itibaren yeniden bir kısım liberalle birlikte merkeze yönlendiği ve özellikle 2007'den itibaren konjonktürel durumunda getirdiği avantajla merkez sağa hakim olduğu görülmektedir. Bir başka önemli sonuçta, sağ bloğu oluşturan partilerin 2007 seçiminde oylarını %72,52'ye çıkararak pik yaptığını, 2011 seçiminde ise %66,84'lük oranla inişe geçtiğini göstermektedir.

İkinci olarak, özellikle çok partili sisteme geçtikten sonra 1946'dan itibaren büyük çoğunluğunu sosyal demokratların oluşturduğu, sosyalist ve komünist kesimlerinde içinde bulunduğu merkez soldan, ilk olarak 1965'de sosyalistlerin ve 1995'de de etnik milliyetçi kesimin ayrılarak sol bloğu oluşturduğu görülmektedir. Bu bloğun içinde yer alan ortalama %31,75 oy almış merkez sol partilerin, 1983'den itibaren oylarının 1995'de %25,35, 2002'de %21,74, 2007'de %21,38 ve 2011'de ise %26,23 seviyelerine inmesine karşın, 2007'ye oranla 2011'de oylarını yaklaşık 5 puan artırarak çıkışa geçtiği görülmektedir. Özellikle 2011 seçimi öncesinde merkez solun oy kaybı; sol seçmenlerin sandık seçmen listelerinden düşürülmesi, seçimlere bilinçli olarak katılmamaları, ideolojik kitlelerin nüfus artış oranlarındaki farklılıklar gibi pek çok nedenden kaynaklanmış olabilir. Şekil 3'de görüleceği üzere 1950'den itibaren seçmen sayılarındaki olağanüstü eksilmeler veya artırımlar, seçimler öncesi açıklanan seçmen sayılarını tartışmalı hale getirmektedir.

Örneğin, 1977 genel seçimi seçmen sayısı 21,207,303 kişiyken, aradan altı yıl geçmesine rağmen 1983 genel seçiminde seçmen sayısı 19,767,366 kişiye düşürülmüş ve ardından 1987 genel seçiminde seçmen sayısı 26,424,868 kişiye çıkarılmıştır. Aynı şekilde 2002 genel seçiminde seçmen sayısı 41,407,027 kişiyken, aradan beş yıl geçmesine rağmen 2007 genel seçiminde seçmen sayısı 42,799,303 kişi olarak açıklanmış ve ardından 2011 genel seçiminde ise seçmen sayısı 50,237,343 kişiye çıkarılmıştır.

Sonuç olarak, halkın milli iradesinin tam olarak sandığa yansıyabilmesi için seçmen yaşındaki tüm Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının mutlaka listelere eklenmesi sağlanmalıdır.

KAYNAKÇA

Çufalı, M. (2012), Türk Parlamento Tarihi VIII. Dönem (1946-1950), TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları, No: 146, TBMM Basım Evi, s. 1-613.

33

Ersel, H., Kuyaş, A., Oktay, A. ve Tunçay, M. (2003), Cumhuriyet Ansiklopedisi / 1923-2000 (I. Cilt 1923-1940, II. Cilt 1941-1960, III. Cilt 1961-1980, IV. Cilt 1981-2000), Yapı Kredi Yayınları - 1626 / 4. Basım. Resmi Gazete sitesi - 2011 Yılı Genel Seçiminde Partilerin Aldıkları Oylar ve Oranları, 26 Ekim 2012'de http://www.resmigazete.gov.tr/eskiler/2011/06/20110623-4.pdf adresinden alındı. TBMM resmi sitesi - 1950-1999 Milletvekili Genel Seçimleri Sonuçları, 26 Ekim 2012'de http://www.tbmm.gov.tr/develop/owa/secim_sorgu.genel_secimler adresinden alındı. Temiz Seçim Platformu sitesi - 2007, 2009, 2010, 2011 ve 2013 yıllarına ait sandık seçmen listelerinin karşılaştırılması rapor özeti, 15 Eylül 2013'de http://temizsecim.org/listelerden- dusen-ve-sandiga-gitmeyen-secmenler.html adresinden alındı. TESAV sitesi - 1950-2007 Milletvekili Genel Seçimi Sonuçları, 26 Ekim 2012'de http://www.tesav.org.tr atfedilmiş veriler http://tr.wikipedia.org adresinden alındı. TUİK resmi sitesi - 1950-2011 Milletvekili Genel Seçimi Sonuçları, 26 Ekim 2012'de http://www.tuik.gov.tr/UstMenu.do?metod=temelist adresinden alındı. Tuncer, E. (2003), Osmanlı’dan Günümüze Seçimler (1877‐2002), Ankara: TESAV Yayınları, Genişletilmiş 2. Baskı. Tuncer, E. (2006), “Türkiye'de Seçim Uygulamaları / Sorunları”, Anayasa Yargısı, No: 23, s. 167-182. Vikipedi Özgür Ansiklopedi sitesi - 1946-2011 Türkiye Genel Seçimleri, 26 Ekim 2012'de http://tr.wikipedia.org/wiki/Kategori:T%C3%BCrkiye%27de_genel_se%C3%A7imler adresinden alındı. YSK resmi sitesi - 2011 Yılı Genel Seçiminde Partilerin Aldıkları Oylar ve Oranları, 26 Ekim 2012'de http://www.ysk.gov.tr/ysk/docs/Kararlar/2011Pdf/2011-1070.pdf adresinden alındı.

34

KENTSEL DÖNÜŞÜMDE FİNANSAL ALTERNATİFLER

Niyazi ERDOĞAN*

ÖZ

Gelişmiş Ülkeler güçlü Sermaye Piyasaları sayesinde, tüm diğer uzun vadeli fon ihtiyacı olan kişi ve kuruluşlar gibi, konut sahibi olmak isteyen bireylerle konut üreten kesimin finansman ihtiyacını bu konudaki uzman finansal kurumlar aracılığı ile çözmüşlerdir.

Özelliği itibariyle konut finansmanının uzun vadeli, maliyetleri diğer kredilerden daha düşük ve sürdürülebilir bir kaynak olması gerekir. Bu tür kaynaklar ise etkin sermaye piyasaları aracılığı ile sağlanabilir. Ülkemizin mevcut finansal sistemi ve finans piyasalarındaki etkileşim ve kırılganlıklar nedeniyle gerek Devlet yönetimi ve gerekse konut sektörünün etkin firmaları hane halklarının konut sahibi olmalarını sağlayacak finansman modelleri üzerinde çalışmaktadırlar. Kentsel Dönüşüm ise sadece kentte oturan hane halklarının daha çağdaş ve daha güvenli konutlarda yaşamalarını sağlamak yanında, ülke ekonomik büyümesinde önemli paya sahip inşaat sektörüne iş olanakları sağlamayı da kapsayan Cumhuriyet tarihimizin en büyük projelerinden biridir. Projenin başarısı, konut finansmanını olabildiğince tabana yayılmasını sağlayacak ve yerli-yabancı tasarruf sahiplerinin ilgi duyacağı İkincil Piyasaların kurulması ve etkin çalışmasına bağlıdır.

Anahtar Kelimeler: Kentsel dönüşüm, konut finansmanı, ikincil piyasalar, ipoteğe dayalı krediler ve Devlet destekli krediler.

FINANCIAL ALTERNATIVES IN URBAN RENEWAL

ABSTRACT

Developed countries had solved the financial requirements of the individuals that demand for house and the constructors like all other corporations that require long term funds thanks to the strong Capital Markets.

Mortgage loans must be paid in long run, have less interest and must be sustainable. Those kinds of funds can be provided by effective capital markets. Due to the interaction and fragile environment of our Country’s financial structure both Government and important companies in house construction sector are searching for financial models that will lead for the individuals to own houses. Urban renewal will provide household to live in modern and more secure houses, besides it is one of the biggest projects in Republic history that will enable new job opportunities. The success of the project depends on the establishment and effective operation of Secondary Markets that will enable house finance to spread to the base.

Key words: Urban renewal, house finance, secondary markets, mortgages, Government supported loans.

35

1. GİRİŞ

Mali piyasaların işlevi, fon sahiplerinin birikimlerini mali sistemin aracıları (Bankalar, Sermaye Piyasaları, Aracı kurumlar v.b.) vasıtasıyla fon talebinde bulunan kesime (bireysel, kurumsal, kamu kuruluşları v.b.) hukuki ve idari bir düzen içinde aktarmaktır. Mali piyasaların bu işlevlerini başarıyla sürdürmeleri, global piyasalar yanında ulusal piyasaların kırılgan olmaması, örneğin enflasyon ve faiz oranlarının makul seviyelerde

*Yrd.Doç.Dr. T.C. Ufuk Üniversitesi, İktisadi İdari Bilimler Fakültesi, Dr. Rıdvan Ege Kampüsü, İncek, Ankara, [email protected]

bulunması, yatırımcıların getiri beklentileri için öngörülebilir verilere sahip bulunması ve kendisini güven içinde hissetmesi gerekir.

Küresel finansal piyasalardaki gelişmelere paralel olarak artan kırılganlıklar ve dalgalanmalar fon sahiplerinin uzun vadeli yatırım arzularını olumsuz etkilenmekte, sermaye piyasalarının yeterli derinliği ulaşmasını engellenmektedir.

Ülkemizin de içinde bulunduğu gelişmekte olan ülkelerde, gerek organize piyasaların etkin olmaması gerekse gerek kaynağın vadesi ve maliyeti açısından teşvik unsurları taşıması gerekliliği nedenleriyle konut finansmanı sadece mevduat bankaları tarafından yapılabilmektedir. Bankalar kaynaklarının çok küçük bir kısmını Konut Kredisi olarak Bireysel Bankacılık ürünü olarak kullandırmaktadırlar. Örneğin Avrupa Birliği’nin 25 ülkesi ortalama Konut Kredilerinin GSMH’ına oranı yüzde 45’ler, Konut Kredilerini toplam Kredilere oranı yüzde 35’ler seviyesinde, Estonya, Yunanistan, Çek Cumhuriyeti, İrlanda, Letonya gibi ülkelerde bu oranlar Türkiye ile kıyaslanmayacak kadar yüksek iken, ülkemizde her iki yüzde 10’ların çok altındadır.

Son yıllarda devletimizin “Kentsel Dönüşüm” politikası çerçevesinde gerçekleştirilen büyük konut projeleri ve yeni şehirleşme planları ile gayrimenkul finansmanı için alternatifler yaratılması çalışmaları hız kazanmış olmakla birlikte, uzun vadeli ve düşük faizli/maliyetli fon piyasalarının oluşturulması, bu piyasaların yatırımcılar için cazip hale getirilmesi genel ekonomik konjonktürün stabilitesine bağlı olduğu için o kadar kolay olmayacaktır. Ancak sebat ve cesaretle ikincil sermaye piyasalarının oluşturulması için gerek kamu ve gerekse özel sektör olarak çabalarını sürdürmelidirler.

2. KONUT FİNANSMAN SİSTEMİ VE ÖZELLİKLERİ

Konut sorunu çözümü açısından, potansiyel konut talebinin ödeme gücü yaratılarak efektif talebe dönüştürülmesi önem kazanmaktadır. Hane halklarına konut satın almak amacıyla ihtiyaç duydukları kaynakların temin edilmesi “Konut Finansman Sistemleri” aracılığıyla gerçekleşir. Sistem ile, ülkedeki konut finansman ihtiyacının en etkin şekilde karşılanması amaçlanmaktadır.

Konut finansman sistemi, fon kaynakları, aracı kurumlar ve kaynağı kullananlar olmak üzere üç ana unsurdan oluşur.

Kaynakların en önemlisi bireysel tasarruflar olup, bu tasarrufların sisteme çekilmesini sağlayanlar, başta bankalar olmak üzere konut finansmanlarına uzmanlaşan kuruluşlar, kooperatifler, mukavele esasına göre çalışan kurumlar ve diğer kamu kuruluşlarıdır.

36

Dünya’da uygulanmakta olan konut finansman sistemi Birincil Piyasada kredi verenler ile bu kredilerin mevduat ya da menkul kıymetleştirerek ipoteğe dayalı veya ipotek teminatlı menkul kıymetler yoluyla sermaye piyasalarından fonladığı ikincil piyasaları kapsamaktadır. “İpoteğe dayalı menkul kıymetler” ABD’de gelişmiş ve dünyaya yayılmıştır. İpotek teminatlı menkul kıymetler” ise kıta Avrupasında yaygın olarak kullanılan bir araçtır.

Etkin işleyen bir konut finansman sistemi, kişilerin konut sahibi olmaları için uzun vadeli ve düşük maliyetlerle fon yaratan kurumlar, araçlar ve süreçlerden oluşmaktadır. Böyle bir sistem ancak formel bir yapıya sahip olunmakla gerçekleşebilir. Bu ekonomik ve finansal şartların sağlanmasından sonra, kredi verenler, mevduat yanında ipoteğe dayalı ve ipotek teminatlı menkul kıymetler ile kaynak yapılarını çeşitlendirmekte ve yeni kaynaklara ulaşmaktadırlar. Ülkemizde ise uzun yıllar süren ekonomik istikrarsızlık yüksek enflasyon ve bunun sonucu olan yüksek faizler nedeniyle uzun vadeli borçlanmanın mümkün olamaması nedeniyle sağlıklı bir konut finansmanı gelişememiştir. Son yıllarda istikrar kazanan ekonomik yapı ve gerekse sosyal koşulların gelişmesiyle konut sektöründe arz ve talebin yükselmesi kişilerin konut edinimi için gereken kaynakları finansal sistemden sağlamalarının yolunu açmış ve konut finansmanına ilişkin bir dizi düzenleme yapılmıştır.

Gelişmiş bir “Konut finansman sistemi, bir taraftan konut ihtiyacı bulunan hane halkının bu ihtiyaca kavuşmasını sağlarken, bunun yanında konutların kiralanmasını inşa ve islahını kolaylaştırması ve ekonomik katma değer yaratma işlevi de bulunmaktadır. Bunlar özetle;

- Öncelikle hane halkının tasarruflarının konut finansman sistemine kazandırılması, - Mali tasarrufların teşviki, - Kaynakların konut sektörü ile diğer sektörleri arasındaki uygun dağılımının kontrolü, - Konut yanında sosyal tenis taleplerinin etkin bir şekilde yönlendirilmesi, Toplu konut yatırımlarının planlanması ve inşasında etkin yöntemler geliştirilmesi, - Projelerin mali ve ticari açıdan değerlendirilmesinde yeni yöntemlerin bulunması, - Mali kaynaklarının öncelikle düşük gelirliler olmak üzere tüm kesimlere yayılması - Fonların etkin ve planlı bir şekilde yeniden dağıtılması, - Gerek ülke içi ve gerekse de yabancı kaynakların ekonomik ve sosyal önceliği olan alanlara yönlendirilmesi, işlevleridir.

3. ÜLKEMİZDE KENTSEL DÖNÜŞÜM VE FİNANSMANI Kentsel dönüşüm, bir taraftan Devlet eliyle (Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, TOKİ) gerçekleştirilirken son finansal krizin yarattığı parasal genişleme programları ile gelen yabancı kaynaklar ile özel kesimce de önemli projelerin gerçekleştirilmesine neden olmuştur. Konut finansmanı uzun vadeli kaynaklara dayalı olduğundan mali piyasalardaki finansal enstrümanların çeşitlenmesi, piyasaların etkin çalışması ve her şeyden önce gerek global gerek ulusal ekonominin stabilitesine bağlıdır. Unutulmamalıdır ki 2007 yılında ABD ekonomisinde baş gösteren finansal kriz, bankaların yüksek getiri amacıyla, bankacılık kuralları ve risk koşulları dikkate alınmadan verilen “Subprime” (eşik altı) mortgage kredileri & konut alım kredileri) nin hane halklarının borç taksitlerini ödeyememelerinden kaynaklanmıştır. Kriz sadece çok sayıda ABD bankasının batmasına neden olmakla kalmamış, gerek ABD ekonomisini gerekse Globalleşme’nin getirdiği sirayet etkisiyle tüm ülkelerin ekonomilerini olumsuz etkilemiş, aradan uzun süre geçmesine rağmen krizin etkileri halen devam etmektedir.

37

Özetle, bir taraftan uzun vadeli kaynak ve kullandırım özelliğine sahip konut finansmanı, ekonomik şartlar çerçevesinde oluşan kırılganlık ve dalgalanmalara karşı hassasiyetli, öte yandan krediyi kullanan kesimin gelirlerinin ve harcamalarının etkileyecek ekonomik ve (enflasyon, piyasa, likidite, döviz kuru riski, vb.) diğer riskler (doğal afet vb.) bulunması sistemin etkin çalışmasını zorlaştırmaktadır.

Bir taraftan yatırımcı (fon sahipleri) çok yakın geçmişte yaşadığı ekonomik olumsuzlukların yarattığı güvensizliğin etkisiyle fonlarını “likit” veya likit’e yakın araçlarda tutmayı tercih etmekte diğer yandan başta bankalar olmak üzere aracılara gelen fonların ortalama vadesi de çok kısa olmaktadır.

Bu husus, zaten tasarruf oranı yüzde 12’lere düşmüş ülkemizde bankalarımızın kullandırdığı konut kredileri bilançolarının çok küçük bir kısmını oluşturmaktadır. O nedenle de kentsel dönüşüm için yabancı sermayeye ihtiyacı olduğu açıktır.

Son finansal krizin ABD ve AB ülkelerindeki Gayrimenkul pazarlarında olumsuz etkileri hissedildiği halde Türk Bankacılık Sisteminin güçlü olması, ipotekli konut kredisi sistemi, Dünya Çapında adını duyurmuş güçlü inşaat şirketlerinin varlığı, hükümetin kentsel dönüşüm projeleriyle ilgili finansal çözümler konusundaki düzenlemeler ile ilgili çalışmaları, geçmişe oranla öngörülebilir enflasyon oranları ve tutarlı fiyatlar sonucunda kurumsallaşmış ve küreselleşme yolunda olan, gayrimenkul sektörü, deprem gibi doğal afetlerin getirdiği kalite standartlarının yerleştirilme kararları, bu sektörün diğer alt sektörlerle birlikte istihdam ve büyüme konusunda yüksek değer yaratması, ülkemizde Gayrimenkul Piyasası ve buna dayalı finansal alternatifler konusunda önemli fırsatlar yaratacağına inanıyorum.

4. SERMAYE PİYASASI YASASINDA KONUT FİNANSMANI İLE İLGİLİ MEVZUAT

4.1. Sermaye Piyasası Yasası - Türkiye Büyük Millet Meclisi’nce 06.12.2012 tarihinde kabul edilen 6362 Sayılı Sermaye Piyasası Kanunu’nun “Beşinci Bölümü’nde, Konut ve varlık finansmanı için gerekli finansmanın sağlanmasına yönelik gayrimenkule dayalı piyasalarla ilgili olarak Konut ve Varlık Finansmanı ile İpotek Finansmanı Kuruluşları başlığında; - Konut ve Varlık Finansmanı (Md. 57) - Konut ve Varlık Finansmanı Fonları (Md. 58) - İpotek ve Varlık Teminatlı Menkul Kıymetler (Md. 59) - İpotek Finansman Kuruluşları (Md. 60) - Kira Sertifikası ve Varlık Kiralama Şirketleri (Md. 61) gibi konu ve kurumların mahiyetleri ve çalışmaları hakkında açıklamalar bulunmakta olduğundan burada daha detay verilmemiştir.

4.2. Gayrimenkul Sertifikaları Tebliği 30.12.2012 tarih 28573 sayılı Resmi Gazetede yayımlanarak yürürlüğe giren 6362 sayılı Sermaye Piyasası Kanunu ile getirilen yenilikler, gayrimenkul sertifikalarının hukuki altyapısının günümüz şartlarına uygun hale getirilmesi de piyasaların şeffaf, etkin, güvenilir ve rekabetçi bir ortamda işleyişinin sağlanması amacıyla, gayrimenkul sertifikalarına ve bunların ihracına ilişkin usul ve esasları, Sermaye Piyasası Kurulunun

38

VII-128,2 sayılı “Gayrimenkul Sertifikaları Tebliği” ile yeniden düzenlenmiş, 05.07.2013 tarih ve 28698 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmiştir. Bu Tebliğle özetle;

- Gayrimenkul sertifikalarının halka arz veya halka arz edilmesinin nitelikli yatırımlara satılmak suretiyle ihraç edilebileceği ve her iki durumda da bu sertifikaların Borsa’da işlem görmesinin zorunlu olduğu, - Konut veya ticari alan teslimini tercih etmeyen (tali edimi seçen) yatırımcılara asgari gayrimenkul sertifikalarının ihraç değerinin ödenmesi yükümlülüğü, - İhraççılara arsa sahibi olma şartı, - Gayrimenkul Sertifikaları halka arzda asli ve tali edimlerinin yerine getirilmesi için banka garantisinin şart olması (TOKİ ve İller Bankası A.Ş. ve bağlı ortaklıklarınca, ihraç edilecek olanlar hariç) - Sertifikaların ihracında elde edilen fonların inşaat ilerleme raporunda belirlenen projesi tamamlanma oranına kadar ihraççıya ödeneceği, şartları getirilmiştir.

5. KONUT FİNANSMANINDA SERMAYE PİYASASI ARAÇLARI

5.1. İpotekli Sermaye Piyasası Araçları İpotek Teminatlı Menkul Kıymetler, İpoteğe dayalı Menkul Kıymetler, İpotek Finansmanı kuruluşları tarafından ihraç edilen hisse senedi dışındaki sermaye piyasası araçları ve konut finansmanından kaynaklanan alacaklara dayalı olarak veya bu alacakların teminat altında ihraç edilen diğer sermaye piyasası araçlarıdır. İpotek teminatlı menkul kıymetler, ihracatçıların genel yükümlülüğü niteliğinde olan ve oluşturulan teminat havuzundaki varlıkların karşılık gösterilerek ihraç edilen borçlanma senetleri olup, bankalar ve ipotek finansmanı kuruluşları tarafından ihraç edilebilmektedir.

5.2. Kira Sertifikası “Varlık Kiralama Şirketi “ olarak tanımlanan ve aracı kurumlar, bankalar ve diğer anonim şirketler tarafından, kira sertifikası ihraç etmek üzere kurulmuş bir anonim şirketin, satın almak veya kiralamak suretiyle devraldığı varlıkların finansmanını sağlamak amacıyla düzenlediği ve sahiplerinin bu varlıklardan elde edilen gelirlerden payları oranında hak sahibi olmalarını sağlayan menkul kıymettir. Kira sukuk’u olarak da tanımlanabilir. (SPK, Seri IV, No. 43 Nolu Tebliğ)

5.3. Alternatif Bir Finansman Aracı Olarak Sukuk

- İslami bono ya da kira sertifikası olarak bilinen “sukuk” genellikle gayrimenkul kira gelirleri karşılığında çıkarılır ve vadesinin sonunda da senedin nominal bedeli üzerinden geri alınacağı garanti edilir. - Tahvil belli bir “faizi “ garanti ederken, Sukuk tanımlanmış Gayrimenkul geliri olan “kira” yı garanti eder. Aralarındaki önemli fark Sukuk’la tanımlanmış bir kira geliri olduğu için tahvile göre riski azdır. Çünkü tahvil’de belirli bir varlık karşılığında taahhüt söz konusu değildir.

39

- Faiz almak istemeyen duyarlı bir yatırımcı için Sukuk “ Alternatif “ bir yatırım aracı olarak değerlenmektedir. - Batılı banka ve finans kuruluşlarınca (Citibank, HSBC, Deutsche Bank, Standart Chartered vb) yaklaşık otuz yıldır sukuk ihraç işlemleri yapmaktadırlar.

Ülkemizde de Hazine Müsteşarlığı 18 Eylül 2012 tarihinde Citigroup, HSBC ve Liquity House kuruluşlarına yetki vererek 2018 vadeli 1,5 milyon dolarlık yıllık yüzde 2,8 kira getirili sukuk satışa çıkarmış ve yaklaşık beş kat talep almıştır. Hazine yaklaşık aynı vadeli dolar tahvilini yüzde 6,25’lık bir faizle borçlanmıştır. Tasarruf oranının gittikçe düştüğü ülkemizde, halkın tasarrufunun kentsel dönüşümüne, dolayısıyla da ekonomiye katma değer yaratılması açısından faiz’e duyarlı kesimin fonlarını değerlendirebilecekleri “Sukuk” önemli bir finans alternatifi olarak görülmektedir.

6. ALTERNATİF BİR FİNANSMAN MODELİ OLARAK GAYRİMENKUL SERTİFİKALARI Sermaye Piyasası Kurulu (SPK), 05/07/2013 tarih ve 28698 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren “ Gayrimenkul Sertifikaları Tebliği” (tebliğ) yeniden düzenlenmiştir.

Gayrimenkul Sertifikası, belirli bir gayrimenkul projesini gerçekleştirmeyi üstlenenler tarafından inşa edilecek veya edilmekte olan gayrimenkul projelerinin finansmanında kullanılmak üzere ihraç edilen menkul kıymetlerdir

- Tebliğ’de Gayrimenkul sertifikalarının halka arzedilerek veya halka arzedilmeksizin nitelikli yatırımcılara satılmak suretiyle ihraç edilebilecektir. Her iki durumda da gayrimenkul sertifikalarının borsada işlem görmesi zorunlu hale getirilmiştir. Konut veya ticari alan teslimini tercih etmeyen (tali edimi seçen) yatırımcılara asgari olarak gayrimenkul sertifikalarının ihraç değerinin ödenmesi yükümlülüğü getirilmiştir.

- Gayrimenkul sertifikaları TOKİ ve İller Bankası ve bağlı ortaklarınca ihraç edilecek veya bunlara ait arsalar üzerinde gerçekleştirilecek projelerin finansmanı dışındaki sertifikalar için banka garantisi zorunluluğu getirilmiştir.

- Banka garantisinin kapsamı, itfa bedeli olarak adlandırılan proje bitiş tarihindeki ortalama alan birim satış fiyatının yatırımcılara ödenmesini içermektedir. Ancak bu bedel her durumda gayrimenkul sertifikasının ihraç değerinin altında olmayacaktır.

- Gayrimenkul sertifikaları ihracından elde edilen fonlar inşaat ilerleme raporlarında belirtilen projenin tamamlanma oranına göre ihraççıya aktarılacaktır.

Gayrimenkul piyasasındaki yetkililerin büyük çoğunluğu, Gayrimenkul sertifikalarının, şeffaf, güvenilir ve kurumsal temellere sahip olmaları dolayısıyla, yurtdışı gayrimenkul ve türevlerine yatırım yapan fonların ilgisini çekeceğini ve ülkemize ciddi finansman akışını sağlayacağını belirtmektedirler.

Gerçekten de ülkemizde sadece bankacılık kesimince finanse edilen gayrimenkul projelerinin, menkul kıymetleştirme (seküritizasyon) yoluyla Sermaye Piyasası imkanlarından

40

yararlanması bu piyasanın derinlik kazanmasının konut finansmanı için önemli bir alternatif finansman kaynağı haline gelmesi çok önemlidir.

7. BELEDİYELERE FİNANSMAN ALTERNATİFİ OLARAK DIŞ KAYNAKLI PROJE KREDİLERİ

- Finansman kaynağı yaratılması gereken projenin ölçeği büyüdükçe ülke içindeki alternatiflerin yetersiz kalması halinde Dünya Bankası ve Avrupa Yatırım Bankası (EIB), Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD), Uluslar arası Finans Kurumu(IFC) gibi uluslar üstü kuruluşlara başvurulabilmektedir.

- Dünya Bankası’nın kentsel yenileme ve gelişim projelerini, yoksulluk, sosyal koruma, çevresel yönetim, belediye hizmetleri, afet önleme ve yönetimi başlıkları altında şimdiye kadar desteklediği projeler bulunmaktadır. Örneğin 2009 yılında İstanbul Belediyesi Altyapı Projesi ile imzalanan İstanbul Belediyesi Altyapı projesi anlaşmasında 2010-2014 yılları arasında sağlanmak üzere 336 milyon dolarlık bir kredi sağlanmıştır. Bu proje kentsel dönüşüm programı fizibilite çalışmaları ve microzonation için finansman desteği de bulunmaktadır.

- İzmir Belediyesi ve 2012 yılında Uluslar Arası Finans Kurumu (IFC)’den Kentsel altyapı dönüşümü için 59 milyon dolarlık kredi temin etmiştir.

- Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD) Türkiye’deki faaliyetlerine 2009 yılında başlamış, Enerji’de bağımlılığın ortadan kaldırılması, özel sektörün altyapıya dahil edilmesi ve ekonominin dayanak noktası olan küçük ve orta büyüklükteki işletmelerin finansmana erişimlerini kolaylaştırmasına yardımcı olmak üzere gelmiştir.

- Avrupa Yatırım Bankası (EIB), kentsel gelişim ve yenilemeyi ilgilendiren konularla ilgilenmektedir. Örneğin 2012 Aralık ayında onaylanan 300 milyon Avro’luk krediyi İstanbul’daki depreme dayanıksız binaların yenilenmesi için devletimize verilmiştir.

SONUÇ Ülkemizde konut finansmanının gelişmemesinin tek nedeni bu finansman için gerekli uzun vadeli ve konut sahibi olmak isteyen bireylerin uzun yıllar ödeyebileceği tutar ve maliyetli fonlara ulaşılamaması, bunun için gelişmiş ülkelerin sahip olduğu sermaye piyasalarının gelişmemesidir.

Tasarruf oranı bir hayli düşük olan ülkemizde, faizlerin de hızla düşmesiyle bireysel yatırımcılar tercihini ya tüketimden ya da döviz ve altın gibi ekonomik katma değer yaratmayan varlıklara kullanmaktadırlar. 2007 yılında başlayan Global Finansal Kriz sonrası, ABD ve AB ve Japonya’da uygulanan parasal genişleme programları ve o ülkelerdeki faizlerin sıfır’lara gerilemesi ile fonlar bizim de dahil olduğumuz gelişmekte olan ülkelere kısa vadeli portföy yatırımı şeklinde gelmiş ve konut yapımcıları da bu döviz girişlerinden yaralanarak projeler geliştirmişlerdir.

Özellikle ülkemize konut yatırımı yapma arzusunda bulunan, büyük kısmı Körfez Ülkelerine ait bu yabancı fonların konut finansmanı ile ilgili sistemlerin oluşmasına katkısı sınırlıdır.

“Kentsel Dönüşümün Finansmanı” denince, Devletin riskli yapı sahiplerine ve bu yapılarda oturan kiracılara sunduğu finansal destekler anlaşılmaktadır. Devlet bu uygulamalarda

41

Konut yapım kredisinden yıkım kredisine, riskli yapı kredisinden kira yardımına kadar beş farklı alanda finansal destek sağlamakla kalmayıp, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı Bankalarla yaptığı anlaşmalarla, Kentsel Dönüşüm Kredisi kullanacak vatandaşlara konutta yüzde 4, işyerinde ise yüzde 3 faiz desteği sağlamakta, Konut Kredilerinde 120, İşyeri Kredilerinde ise 84 aya kadar uzun vadeli geri ödeme imkanı sağlamaktadır. Bakanlıkla anlaşma yapan Bankalarımızın Web sayfalarında konu ile detaylı açıklamaları bulunmaktadır. Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızın resmi sitesinde Kentsel Dönüşümle ilgili mevzuat ve kredi kullanım için gereken hususları detaylı olarak verilmektedir. Dahası, Bakanlıkça “Riskli Yapı Tespiti Lisans Belgesi” verilmiş kurumlar da internet sitelerinden konu ile ilgili gerekli bilgiler vermektedirler. Bankaların kredi politikalarının Merkez Bankası para politikalarından plasman açısından olumsuz etkilendiği dönemlerde ise konut yapım firmaları stoklarını eritmek ve likiditelerini arttırmak maksadıyla konut sahibi olmak isteyenlere özellikle faiz, vade ve teslim şartlarıyla ilgili alternatifler sunmakta bir anlamda finansmanı kendileri sağlamaktadırlar. Konut finansmanlarında çözüm, gelişmiş ülkelerde yıllardır denenen ve temelde gayrimenkule dayalı menkul kıymetlerin ikincil piyasalarda çok geniş tabanlı yatırımcı kitlesiyle buluşturan bir Sermaye Piyasalarının oluşmasına bağlıdır.

KAYNAKÇA

Akçay, B,. Altyapı Yatırımlar Finansmanında Kamu Sektörü, Sunum, SPK. 7. Arama Konferansı ,2006 Berberoğlu M.G , Teker S., Konut Finansman ve Türkiye’ye Uygun Model Önerisi, İTÜ İşletme Dergisi Cilt 2, Sayı 1 Aralık 2005 Ertuğrul E., Genç Ö., Netyapı Yatırımlarının Finansmanı, T. Kalkınma Bankası, Ekonomik Araştırmalar Müdürlüğü, 2007 Hepsen A., Garyri Menkul Piyasaları, Literatür Yayınları, 2010 Oy, O. Türkiye’de Mortgage Uygulaması, Konut Finansman Sistemi ve Ana Hatlarıyla Gayrimenkul Mevzuatı, Beta Yayınları, Haziran 2007, İstanbul Topaloğlu M, Önal Y.B., İpotekli Konut Finansmanı ve Hukuku,Mortgage (Tutsat) 2007 www.tmb.org.tr www.csb.gov.tr/gm/altyapi/finansman-destegi.html www.borsaistanbul.com www.resmigazete.gov.tr www.tcmb.gov.tr

42

ÇALIŞMA HAYATINDA GÜNCEL BİR SORUN OLAN TÜKENMİŞİLİK SENDROMUNUN ÇALIŞANLARIN MESLEĞE VE ÇALIŞTIKLARI KURUMA İLİŞKİN GÖRÜŞLERİ PERSPEKTİFİNDEN DEĞERLENDİRİLMESİ

Elvan OKUTAN

Öz

Tükenmişlik sendromu son zamanlarda çalışma hayatında yaşanan önemli bir sorun olarak karşımıza sıklıkla çıkmaktadır. Çalışanların mesleğe ve çalıştıkları kuruma dair düşünceleri onların tükenmişlik sendromu yaşayıp yaşamamaları ile yakında ilgilidir. Bu düşünceden hareketle bu çalışmanın amacını, çalışanların mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin görüşlerine göre tükenmişlik düzeylerinin farklılığının tespit edilmesi oluşturmaktadır. Ayrıca yapılan araştırmada bireylerin mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin görüşlerine ve bireylerin tükenmişlik düzeylerine de yer verilmiştir. Tükenmişlik daha çok insanlarla yoğun bir şekilde çalışanlarda ortaya çıkan bir sendrom olmasından yola çıkarak araştırmanın evreninin katılım bankası çalışanları olmasına karar verilerek bu kapsamda özel bir katılım bankasında görev yapan 714 çalışandan anket yöntemi ile bilgi toplanılmıştır. Araştırmada veri toplama aracı olarak, Maslach Tükenmişlik Envanteri (MTE)’nden yaralanılmış ayrıca katılımcıların mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin görüşlerini tespit etmeye yönelik araştırmacının kendi hazırlamış olduğu kişisel bilgi formunu içeren anket kullanılmıştır. Araştırmada toplanan veriler SPSS programı kullanılarak çeşitli analizler yoluyla ile incelenmiştir. Araştırmanın sonucunda çıkan bulgular ise katılımcıların düşük tükenmişlik düzeyinde olduğunu göstermiştir. Ayrıca bulgular doğrultusunda çalışanların mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin görüşlerinin genel değerlendirmesi yapıldığında, çalışanların mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin olumlu düşünceleri olduğu tespit edilmiştir. Bu bağlamda çalışanların mesleği ve çalıştıkları kurum ile ilgili olarak olumlu düşünceleri tükenmişlik seviyelerinin düşük çıkmasını doğrular niteliktedir.

Anahtar Kelimeler: Tükenmişlik Sendromu, Duygusal Tükenme, Duyarsızlaşma, Kişisel Başarı, Mesleğe ve Çalışılan Kuruma İlişkin Görüş

EVALUATING THE BURNOUT SYNDROME WHICH IS A CURRENT PROBLEM OF WORKING LIFE FROM THE PERSPECTIVE OF OPINIONS OF THE EMPLOYEES ON THEIR PROFESSION AND WHERE THEY WORK

Abstract

Recently, the burnout syndrome frequently appears as an important trouble experienced in working life. The opinions of the employees on their professions and where they work are closely related whether they are experiencing burnout syndrome or not. From this point of view, the objective of this study is to determine the differences of the burnout levels of the employees in accordance with their professions and where they work. Furthermore, the opinions of individuals on their profession and employer and their burnout levels are taken into consideration in the study. Beginning from the approach that burnout is a syndrome which is extensively experienced by the people who are constantly and intensively dealing with other people, it has been decided to choose the employees of a participation bank as the universe of the study and within that scope, information has been collected from 714 employees working in a private participation bank by means of survey management technique. The Maslach Burnout Inventory (MBI) has been used as the data collection tool of the study and a survey including the personal information form prepared by the researcher has been used in order to determine the opinions of the participants on their profession and where they work. The data collected in that research has been examined through various analysis by using SPSS software. The findings acquired at the end of the research have shown that the participants are at low burnout level. On the other hand, when the general assessment of the opinions of employees on their profession and where they work has been performed, it has been determined that the employees have positive opinions and approach on their profession and where they work. In this sense, the positive opinions and approach of the employees on their profession and where they work confirm their low level burnout level.

Key Words: Burnout Syndrome, Emotional Burnout, Depersonalization, Personal Accomplishment, Opinion on the Profession and Job

 Yrd. Doç. Dr. Sakarya Üniversitesi, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü, [email protected] 43

1. GİRİŞ

Çalışama hayatında bireylerde uyum ve dengeyi bozan, zorlanma yapan, fiziksel, çevresel, ruhsal, toplumsal ve psikososyal etkenler vardır. Organizmada bu etkenlere karşı gelişen olumsuz değişiklikleri çeşitli tepkiler vermektedir. Bu tepkilerden biri olan tükenmişlik sendromu 1970’li yıllarda göze çarpmış ve insanlarla birebir ilişki içinde çalışmayı gerektiren meslekleri icra edenlerde sık görülen bir durum olarak (Freudenberger, 1974) ifade edilmiştir. Tükenmişlik üç faktörlü bir yapı olarak ele alınmaktadır. Bunlar; duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarının azalması şeklinde belirtilmektedir. Tükenmişlik; işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen bir tür sendromdur ve erken teşhis edilip, mücadele teknikleri uygulamaya konulmadığı takdirde, kişinin sosyal-psikolojik ve fiziksel hayatına zararlı hatta yıkıcı etkiler yapabilen bir özelliği sahiptir. İşte yaşanan tükenmişlik sadece hizmet veren bireyi değil, hizmet alan bireyi, çalışma arkadaşlarını, çalışılan kurumun işleyişini ve toplumu etkilemektedir. Ancak bireyin mesleğine ve çalıştığı kuruma ilişkin görüşlerine göre tükenmişlik sendromu farklılık göstermektedir. Çünkü mesleğini seven çalıştığı kurum hakkında olumlu düşünceleri olan bireylerin bu tür psikolojik sorunlara karşı daha güçlü olacağı düşünülmektedir. Bu düşünceden hareketle bu araştırmayla, çalışanların mesleğe ve çalıştıkları kurama ilişkin görüşlerinin, çalışma hayatında önemli bir tehdit unsuru olan tükenmişlik sendromuna etkisi incelenmek istenmiş ve araştırmanın amacı, bireylerin tükenmişlik düzeylerini belirlemek, bireylerin mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin görülerini tespit etmek ve çalışanların mesleğe ve çalıştıkları kuruma dair görüşlerine göre tükenmişlik düzeylerinin farklılaşıp farklılaşmadığını belirlemek olmuştur.

2. TÜKENMİŞ SENDROMU İLE İLGİLİ LİTERATÜR İNCELEMESİ

2.1.Tükenmişlik Kavramı

Kişilerin işlerinde yaşadıkları ilişkilerin zorlaşması ve buna bağlı olarak bir şeylerin ters gittiği yolundaki inancının artması ile gelişen süreç, bizi modern çağın önemli bir sosyal problemi ile karşı karşıya bırakmaktadır. Tükenmişlik (Burnout) olarak bilinen bu mesleki tehlike, ilk olarak 1970’li yıllarda Amerika’da özellikle insanlara hizmet verilen alanlarda çalışanlarda görülmeye başlamıştır. Tükenmişlik kavramı, örgütsel stres üzerinde uzun yıllar çalışmış olan klinik psikolog Freudenberger tarafından ilk kez ortaya atılmıştır (Freudenberger, 1974: 159). Freudenberger daha çok insanlarla yüz yüze ilişkide bulunarak çalışan kişilerde gördüğü bu durumu tükenmişlik olarak adlandırmış ve ilk kez gönüllü sağlık çalışanları arasında görülen yorgunluk, hayal kırıklığı ve iş bırakma durumunu açıklamak için kullandığı tükenmişlik kavramını “başarısız olma, yıpranma, enerji ve güç kaybı veya karşılanamayan istekler sonucunda bireyin iç kaynaklarında tükenme durumu” olarak tanımlamıştır. Literatür incelendiğinde tükenmişliğin psikolojik bir olgu olduğu görülmektedir. Tükenmişliğin ne olduğu ve tükenmişliğe nasıl çözüm üretileceği konusunda çok çeşitli görüşler bulunmasına rağmen, tükenmişliğin standart bir tanımı bulunmamakla birlikte günümüzde kabul gören en yaygın tükenmişlik tanımı, konuyla ilgili çalışan araştırmacılar arasında en önemli isim olarak bilinen bununla birlikte kendi adıyla anılan ve araştırmalarda en çok kullanılma özeliği taşıyan Maslach Tükenmişlik Ölçeğini geliştiren Christina Maslach’a aittir. Maslach tarafından, işlerinde insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde bulunan

44 bireyler arasında cereyan eden duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı hissi (Maslach, 1982: 3) şeklinde tanımlanan tükenmişlik bu tanımda; işi gereği sürekli olarak diğer insanlarla yüz yüze çalışan kişilerde sıklıkla ortaya çıkan üç boyutlu (duygusal tükenme, duyarsızlaşma, düşük kişisel başarı) bir sendrom olarak kabul edilmektedir. Tükenmişlik kavramının, alan yazınında çok farklı tanımlamalarına rastlanmaktadır. Bununla birlikte birçok tanımda şu ortak noktalara rastlamak mümkündür. Bunlar: Tükenmişlik insanlara yardım hizmeti sunan mesleklerde ve duygusal taleplerin yoğun olduğu ortamlarda uzun süre çalışan idealist ve insanlara hizmet verme yönünde yoğun isteğe sahip meslek elemanlarında görülür. Tükenmişlik; duygusal, zihinsel ve fiziksel yorgunluk durumlarını ifade eden ve zaman içerisinde, sinsice gelişen bir süreçtir (Çokluk; 223: 111). Tükenme insanların bir anda içinde bulunduğu veya bulunmadığı durumu değil bir süreci ifade eder şeklinde belirtilebilir. Tükenmişlik sendromu ile ilgili olarak sosyal hizmet uzmanlığı ve sağlık çalışanları gibi iş tanımları gereği başkalarına sosyal yardımda bulunmakla yükümlü meslekler üzerinde ilk araştırmalar yapılmakla birlikte daha sonraları yapılan ampirik araştırmalarda öğretmen, polis, subay, gardiyan, kütüphaneci, ofis çalışanları, yönetici gibi işleri diğer kişilerle yoğun etkileşim gerektiren meslek gruplarıyla da çalışılmıştır (Maslach ve diğ., 2001; Maslach ve Schaufeli, 1993). Ancak günümüzde yapılan çalışmalara bakıldığında, tükenmişlik sendromunun hemen hemen tüm sektörlerde ve meslek gruplarında yaşandığı, modern insanın işlerinde daha çok tükendiği görülmektedir. Araştırmalarda tükenmişliğin bireysel boyutta yaşanan bir olgu olduğu, çalışma yaşamında farklı zamanlarda ortaya çıkan, süreklilik gösteren, olumsuz duygusal tepki özelliği taşıyan bir durum olduğu görülmektedir. Bu özellikleri ile tükenmişlik belli bir dinlenme sürecinden sonra kaybolan “ geçici yorgunluk” durumundan farklılığını ortaya koymaktadır. Bireyin enerji kaynaklarının stres yapıcı koşullar altında azalmasını ifade eden tükenmişlik, çalışma yaşamının değişik evrelerinde ortaya çıkabilir (Torun, 1997: 47) Tükenmişlik sürekli bir değişken olduğundan bireyi tükenmiş veya tükenmemiş şeklinde sınıflamaya tutmak doğru değildir. Çünkü tükenme azdan çağa doğru giden doğrusal bir olgudur. Bununla birlikte tükenmişlik süreci, yavaş yavaş gelişen ve genellikle bireyin kendisinin kolayca farkına varamadığı bir süreçtir. Bu sendrom, yoğun iş temposunun oluşturduğu stresten ya da yoğun çalışma temposundan farklıdır. Aynı zamanda tükenmişlik durumunu açıkladığı zannedilen ama yanlış olduğu kanıtlanmış bazı durumlar da vardır. Bunlar (Akça, 2008:113):

 Tükenmişlik tembeller tarafından işten kaçmak için kullanılan yeni bir terim değildir. Yüzyıllardır kullanılmaktadır.  Eğer kişi işini severek yapıyorsa tükenmesi mümkün değildir.  Bireyler tükenmişliklerini kolayca fark edebilirler ve birkaç günlük dinlenme ile kolayca toparlanabilirler.  Ruhsal ve fiziksel bakımdan sağlam kişiler asla tükenmezler.  Tükenmişlik sendromu mesleğe bağlıdır.

Araştırmacıların bazıları tükenmişliğin uzun süreli stresle başa çıkamamanın bir sonucu olarak değerlendirmekte ve stresin tükenmişliğe dönüştüğünü ifade etmektedirler (Köse ve Gülova, 2006: 255).Tükenmişliğin kronik duygusal gerginliğe karşı bir tepki olması ve strese benzer belirti ve etkilere sahip olması bakımından bir tür stres olarak kabul edilebilir. Ancak tükenmişliği stresten farklı kılan; tükenmişliğin sosyal kaynaklı olması ve stresin bir sonraki aşaması olarak karşımıza çıkmasıdır.

45

2.2.Maslach’ın Üç Boyutlu Tükenmişlik Modeli

Tükenmişlik konusunda birçok araştırma yaparak, çalışmalarını bu konuya vakfeden ve büyük katkılarda bulunan Maslach tükenmişlik konusunda daha sonraki tükenmişlik inceleme ve araştırmalarına kaynak teşkil eden birçok eser yayınlamıştır. Yine Maslach, 1986’da Jackson’la birlikte bu üç boyuta ilişkin tükenmişlik düzeyini ölçebilmek için 22 maddeden oluşan Maslach Tükenmişlik Envanterini’ni (Maslach Burnout Inventory) geliştirmiştir. Maslach tükenmişliği; işi gereği insanlarla yoğun bir ilişki içerisinde olanlarda görülen duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve düşük kişisel başarı sendromu şeklinde tanımlar (Maslach, 1982: 3). Bu boyutlar, bir anlamda tükenmişliği yaşayan bireyin hayatında gerçekleşen değişimleri ifade etmektedir. Bu durumda kişide meydana gelen değişimler; gelir; bireyin kronikleşmiş bir yorgunluk yaşaması, işinden uzaklaşma ve kendi içine kapanması ve giderek artan bir şekilde işinde başarısız olduğunu hissetmesi şeklinde kendini göstermektedir (Maslach ve Leiter, 1997: 17).

2.1.1.Duygusal Tükenme Tükenmişliğin bu boyutunda kişiler ruhsal ve fiziksel yönden tüm kuvvetlerini, harcadıklarını, enerjisiz kaldıklarını, tükendiklerini ve yorulduklarını hisseder. Kendisini güçsüz, kullanılmış hisseden birey, rahatlamak, yorgunluğunu gidermek ve kendine gelmek konusunda da başarısızdır. Sabah kalktığı zaman en az akşam yattığı kadar yorgun hisseden bu bireylerin yeni bir iş ya da diğer insanlarla karşılaşamayacak kadar enerjileri azalmıştır. Burada tükenmişlik iş taleplerinin ya da büyük değişikliklerin oluşturduğu strese verilen ilk tepkidir (Maslach ve Leiter, 1997: 17; Maslach, 1982: 3).

2.1.2.Duyarsızlaşma Tükenmişliğin kişiler arası boyutunu temsil eden duyarsızlaşma boyutunda birey işlerine ve işlerindeki insanlara karşı uzak ve mesafeli bir tutum sergiler ve işinden soğuduğunu hissettirir, işindeki ilişkilerini azaltır (Maslach ve Leither, 1997: 18). Tükenmişlik yaşayan kişi diğer kişilere karşı adeta bir nesne gibi davranır ve kişilere karşı duyarsızlığını tavırları ile belli eder.

2.1.3.Kişisel Başarı Kişisel başarı; kişinin yaptığı işte başarılı olması ve kişinin kendini yeterli bulması durumunu gösterirken, kişisel başarısızlık ise, kişinin kendini olumsuz değerlendirmesi ve kişisel başarı eksikliğidir. Tükenmişliğin bu boyutunda bireyler, kişisel olarak başarısızlık hissi yaşamaktadırlar. Kişisel başarıda azalma, bireyin kendisini olumsuz değerlendirme eğilimine girmesi (Cordes ve Dougherty, 1993: 623), bireyin işinde başarılı olduğu düşüncesinin azalması olarak tanımlanmaktadır. Kişiler başarsızlık hissi yaşadıklarında, yetersiz olduğunu hisseder ve hiçbir işi başaramayacağını düşünür. Kişi yaptığı işleri küçümser, önemsiz olarak değerlendirir ve kendi yeteneklerine güven duymaz. Kabiliyetlerine ve muvaffakiyetine inancını yitirmesi sonucunda, etrafındaki insanların da kendisine inancı kalmamaktadır (Maslach ve Leiter, 1997: 18). Tükenmişliğin üç boyutlu yapısı pek çok araştırmacı ile desteklenmekte ancak tükenmişliğin özünde “duygusal tükenme” boyutunun bulunduğu, duyarsızlaşma ve kişisel başarının düşmesinin buna eşlik eden değişkenler olduğu ileri sürülmektedir (Çokluk, 2003:

46

113; Ergin, 1993: 144). Tükenmişliğin üç alt boyutu birbirinden bağımsız gelişen süreçler olmayıp aksine birbiriyle ilişkili süreçlerdir. Tükenmişliğin üç boyutunun sonuçlarına genel olarak bakıldığında, kişi kronikleşmiş bir yorgunluk yaşar, işinden soğur, kendi kabuğuna çekilir, giderek artan bir şekilde kendini işinde yetersiz hisseder. Enerji yerini duygusal tükenmeye, birlik duygusu yerini duyarsızlaşmaya, yeterlilik ise yerini yetersizliğe bırakır (Maslach ve Leiter, 1997: 24). Tükenmişlik düzeyinin yüksek olması; duygusal tükenmişlik ve duyarsızlaşma değerlerinin yüksek ve kişisel başarı puanının düşük olmasını gerektirir. Tükenmişlik seviyesinin düşük olması; duygusal tükenmişlik ve duyarsızlaşma değerlerinin düşük ve kişisel başarı puanının yüksek olmasını gerektirir (Izgar, 2001: 91; Kaçmaz, 2005: 29).

3. ARAŞTIRMANIN YÖNTEMİ

Çalışmanın bu kısmında araştırmanın evrenine, araştırmada kullanılan veri toplama aracının ne olduğuna, araştırma sorularına ve araştırmanın ön kabul ve sınırlılıklarının neler olduğuna değinilecektir.

3.1.Araştırmanın Evreni

Araştırma da evren olarak tükenmişlik temelini insan merkezli çalışılan mesleklerinden almakta olduğu gerekçesinden yola çıkarak bir katılım bankası çalışanları oluşturmuştur. Çünkü banka çalışılanları daha fazla ilgi ve yüz yüze ilişki gerektiren bir meslek olarak etkileşime girilen ve hizmet verilen bireylerin birer canlı olması nedeniyle hizmet verenlerde ayrıca bir sorumluluk uyandırmakta ve yıpranma daha fazla yaşanmaktadır. Ayrıca bankacılığın insanlarla yüz yüze çalışılan bir meslek grubu olması yanında yoğun çalışma temposu, uzun ve düzensiz mesai saatleri gibi olumsuz çalışma koşullarına sahip olması nedenleriyle çalışanlarının tükenmişlik yaşaması açısından bir risk oluşturma gerçeği bu araştırmanın evrenini oluşturma gerekçesidir.

3.2.Veri Toplama Aracı

Araştırmada veri toplama aracı olarak, geçerlilikleri ve güvenirlikleri kanıtlanmış Maslach Tükenmişlik Envanteri (MTE)’nden yaralanılmış ayrıca katılımcıların mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin görüşlerini tespit etmeye yönelik araştırmacının kendi hazırlamış olduğu kişisel bilgi formunu içeren anket kullanılmıştır.

3.3.Araştırmanın Soruları

Bu çalışmada cevap aranacak sorular aşağıdaki gibi ifade edilebilir: 1. Çalışanların Tükenmişlik Düzeyleri (Duygusal Tükenme, Duyarsızlaşma, Kişisel Başarı alt boyutlarında ) nedir? 2. Çalışanların Mesleğe ve Çalıştıkları Kuruma İlişkin Görüşleri nasıldır? 3. Çalışanların Tükenmişlik Düzeyleri (Duygusal Tükenme, Duyarsızlaşma, Kişisel Başarı alt boyutlarında) Çalışanların Mesleğe ve Çalıştıkları Kuruma İlişkin Görüşlerine bağlı olarak farklılaşmakta mıdır?

47

3.4.Araştırmanın Ön Kabulleri ve Sınırlılıkları

Bu araştırmanın ön kabulleri ve sınırlılıkları ise çalışmanın katılım bankasında görev yapan 714 çalışan ile sınırlı olması ve araştırmada kullanılan Maslach Tükenmişlik ile araştırmacı tarafından hazırlanan çalışanların mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin görüşlerini tespit etmeye yönelik sorular Kişisel Bilgi Formu ile toplanan verilerle sınırlı kalmasıdır.

4.BULGULAR VE TARTIŞMA

Bu bölümde, analiz sonuçları ve bulguların değerlendirilmeleri yer almaktadır. Bu bağlamda, katılımcıların tükenmişlik düzeyleri yanı sıra, meslek ve çalıştıkları kurum ile ilgili görüşlerini ortaya koyan dağılımların verilmesi, mesleğe ilişkin görüşlerin bulunduğu ifadelerin içerik analizi ile değerlendirilmesi, gruplar arası farklılıkların testin de t-testi ve one-way ANOVA analizleri yer almaktadır.

4.1. Katılımcıların Tükenmişlik Düzeylerinin Değerlendirilmesi

Araştırmanın bu kısmında katılımcıların tükenmişlik düzeyleri Izgar (2001)’de verilen referans değerlere göre değerlendirilmektedir.

Tablo 1: Maslach Tükenmişlik Envanteri Referans Puanları

Tükenmişlik Alt Boyutları Yüksek Normal Düşük Duygusal Tükenme 27 ve üzeri 17-26 0-16 Duyarsızlaşma 13 ve üzeri 7-12 0-6 Kişisel Başarı 0-31 32-38 39 ve üzeri Kaynak: Izgar (2001)

Tablo 2: Katılımcıların Tükenmişlik Düzeyleri

Tükenmişliğin Alt Boyutları Sayı Ortalama Standart Sapma Duygusal Tükenme 714 12,03 6,121 Duyarsızlaşma 714 4,29 3,276 Kişisel Başarı 714 8,11 4,037

Katılımcıların duygusal tükenme alt boyutunda aldıkları ortalama puan 12,03’ dir. Bu puan duygusal tükenmişlik boyutunda düşük düzeyde yer almaktadır. Yani katılımcıların duygusal tükenme düzeyi düşüktür. Katılımcılar duyarsızlaşma alt boyutundan 4,29 ortalama puan almışlardır. Bu durum katılımcıların duyarsızlaşma boyutunda düşük düzeyde yer aldıklarını göstermektedir. Bu bağlamda, katılımcıların duyarsızlaşma düzeylerinin düşük olduğu söylemek mümkündür. Kişisel başarı alt boyutunda aldıkları ortalama puan ise 8,11’dir. Bu durum katılımcıların kişisel başarılarının yüksek düzeyde olduğunu göstermektedir. Duygusal tükenme ve duyarsızlaşma alt boyutlarından alınan düşük puan ile kişisel başarı boyutundan alınan yüksek puan, katılımcıların tükenmişlik düzeylerinin düşük olduğunu göstermektedir.

48

4.2. Katılımcıların Mesleğe ve Çalıştıkları Kuruma İlişkin Görüşlerinin Değerlendirilmesi

Araştırmanın bu kısmında katılımcıların mesleği ve çalıştıkları kurum için düşüncelerinin yer aldığı bulgular verilmektedir. Tablo 3 ve Tablo 4 katılımcıların mesleğe ilişkin görüşlerini, Tablo 5, Tablo 6 ve Tablo 7 katılımcıların kuruma ilişkin görüşlerini vermektedir. Tablo 3: Katılımcıların Kendilerini Ekonomik Olarak Değerlendirme Düzeyleri

f % Üst 20 2,8 Orta 543 76,6 Düşük 146 20,6 Toplam 709 100

Katılımcıların çoğu (76,6’sı) kendilerini ekonomik olarak orta düzeyde algıladıklarını belirtmektedirler. Bu durum bankacılık sektörü çalışanların toplumdaki ekonomik yeri itibari ortalama bir gelir düzeyinde olduğu düşüncesiyle mantıklı bir sonuç olabileceği söylenebilir. Tablo 4: Mesleği İsteyerek Seçme Durumu

f % Evet 536 75,6 Hayır 173 24,4 Toplam 709 100

Katılımcıların çoğu (%75,6) mesleklerini isteyerek seçtiklerini ifade etmektedir. Tablo 2’de de görüldüğü üzere katılımcıların tükenmişlik düzeylerinin de düşük düzeyde çıkması bu durum ile bir paralellik göstermektedir. Mesleğini isteyerek yapan kişiler tükenmeye karşı daha dirençli davranabilmektedirler.

Tablo 5: Amirlerden Takdir Görme Durumu

f % Her zaman 213 31,0 Ara sıra 391 57,0 Hiç 82 12,0 Toplam 686 100

Amirlerden takdir görme durumuna göre katılımcıların verdikleri cevaplar değerlendirildiğinde %57’si amirlerinden ara sıra takdir gördüklerini, %31’i amirlerinden her zaman takdir gördüklerini ifade ederken, %12’lık bir azınlık amirlerinden hiçbir zaman takdir görmediklerini ifade etmektedir. Genel bir değerlendirme yapıldığında araştırma yapılan katılım bankası çalışanlarının amirlerinden takdir gördükleri belirtilebilir. Bu ise çalışanların tükenmişlik yaşamamalarında oldukça önemli bir faktördür.

49

Tablo 6: Çalışma Arkadaşlarıyla İletişim

f % İyi 602 87,2 Orta 84 12,2 Zayıf 4 ,6 Toplam 690 100

Katılımcıların %87,2’lık oranının çalışma arkadaşları ile iletişimlerinin iyi olduğu görülmektedir. Çalışanların tükenmişlik düzeylerinin düşük olmasında (Bknz Tablo 2) çalışma arkadaşları ile iletişimin iyi olması oldukça önemli bir faktördür. Katılımcıların hem tükenmişlik düzeylerinin düşük çıkması hem de çalışma arkadaşları ile iletişimlerinin iyi olması bu durumu doğrular bir niteliktedir.

Tablo 7: İş Yaşamından Memnun Olma Durumu

f % Memnunum 428 61,1 Kısmen memnunum 254 36,3 Memnun değilim 18 2,6 Toplam 700 100

Çalışanların %61,1’i iş yaşamından memnun olduklarını, %36,3’ü ise kısmen memnun olduklarını belirtmektedirler %2,6’lı bir azınlık ise iş yaşamından memnun olmadığını belirtmiştir. Bu durumda katılımcıların çoğunun iş yaşamından memnun oldukları söylenebilmektedir. Çalışanların iş yaşamından memnun olmaları ise tükenmişlik düzeylerinin düşük çıkması (Bknz Tablo 2) ile doğru orantılı olduğu düşünülmektedir. Mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin tutumlarla ilgili sorulan soruların genel bir değerlendirilmesi yapıldığında katılımcıların genel olarak olumlu bir tablo çizdikleri belirtilebilir. Katılımcıların çoğu kendilerini ekonomik olarak orta düzeyde görmekte, mesleğini isteyerek seçmiş, amirlerinden takdir gören, çalışma arkadaşları ile iletişimi iyi ve iş yaşamından memnun kişilerdir. Katılımcıların tükenmişlik düzeylerinin düşük çıkmasında bu sayılan faktörlerin yeri oldukça önemlidir.

4.3. Katılımcıların Mesleğe İlişkin Görüşlerinin İçerik Analizi ile Değerlendirilmesi

Bu kısımda katılımcıların mesleğe ilişkin görüşlerinin yer aldığı açık uçlu soruların değerlendirilmesi yapılmaktadır. Sorulan açık uçlu soruların değerlendirilmesi müdürlere ve müdürlerin altındaki pozisyonda çalışanlara göre olmak üzere iki ayrı kategoride içerik analizi yapılarak elde edilmiştir. Bulgular aşağıdaki tablolarda yer almaktadır.

4.3.1. Müdür Pozisyonunda Çalışanlar Açısından Mesleğe ve Kuruma İlişkin Görüşlerin Değerlendirilmesi Müdür pozisyonunda çalışanlar açısından mesleğe ilişkin görüşler Tablo 8 ve Tablo 9’da, kuruma ilişkin görüşler ise Tablo 10, Tablo 11 ve Tablo 12’de verilmektedir.

50

Tablo 8: Müdürlere Göre Mesleğin En Tatmin Edici Yönleri

f % İnsanlara Faydalı Olabilmek 23 30,7 İnsan İlişkileri ve Etkin İletişim 22 29,4 Başarı Duygusu 13 17,4 Yoğun Tempolu Çalışmak 10 13,3 Kariyer Hedefi 5 6,6 Meslek İtibar 2 2,6 Toplam 75 100

Müdür pozisyonunda çalışanlara göre mesleğin en tatmin edici yönleri %30,7’lık oranla insanlara faydalı olabilmek düşüncesidir. Bunu %29,4’lük bir oranla insan ilişkileri ve etkin iletişim takip etmektedir. Daha sonrasında ise başarı duygusu (%17,4), yoğun tempolu çalışmak (%13,3), kariyer hedefi (%6,6) ve mesleki itibar (%2,6) gelmektedir. Tablo 9: Müdürlere Göre Mesleğin En Yıpratıcı Yönleri

f % İnsanlarla Uğraşmak 23 31,6 Genel Müdür ve Yardımcılarının İlgisizliği 18 24,7 Stres 17 23,8 Yoğun Tempolu Çalışmak 10 13,6 Hedef Baskıları 5 6,8 Toplam 73 100

Tablo 9’dan da anlaşılacağı üzere müdürler mesleğin en yıpratıcı yönünün insanlarla uğraşmak (%31,6) olduğu görüşünü bildirmişlerdir. Bu görüşü %24,7’lık bir oranla genel müdür ve yardımcılarının ilgisizce tavırları takip etmektedir. Daha sonrasında ise mesleğin en yıpratıcı yönü olarak stres (%23,8), yoğun tempolu çalışmak (%13,6) ve hedef baskıları (%6,8) gelmektedir.

Tablo 10: Müdürlere Göre İş Yaşamından Memnun Olmama Nedenleri

f % İş Yaşamından Memnunum 35 46 Yoğun Çalışma Temposu 15 19,8 İnsan İlişkileri 14 18,5 Genel Müdürlüğün Keyfi Uygulamaları 12 15,7 Toplam 76 100

Müdürlerin %46’lık bir çoğunlukla iş yaşamından memnun oldukları görülmektedir. Bu çoğunluğun dışındaki kalanların %19,8’i yoğun çalışma temposundan, %18,5’i insan ilişkilerinden ve %15,7’si ise genel müdürlüğün keyfi uygulamalarından dolayı iş yaşamından memnun olmadıklarını ifade etmişlerdir.

Tablo 11: Müdürlere Göre Meslekteki Çalışmalarını Olumsuz Etkileyen Faktörler

f % Kurumsal Yapının Tam Oturmaması 24 31,6 Stres Altında Çalışma 24 31,6 Adaletsizlik 12 15,8 Prosedür Yoğunluğu 11 14,5 Takdir Görmemek 5 6,5 Toplam 76 100

51

Müdürlere göre meslekteki çalışmalarını olumsuz etkileyen faktörler incelendiğinde, müdürlerin % 31,6’sı kurumsal yapının tam oturmamasını, diğer %31,6’sı da stres altında çalışmayı mesleki çalışmalarını olumsuz etkileyen faktörler olarak görmektedirler. Mesleki çalışmalarını olumsuz etkileyen diğer faktörler ise adaletsizlik (%15,8), prosedür yoğunluğu (%14,5) ve takdir görmemek (%6,5) olarak ifade edilmektedir.

Tablo 12: Müdürlerin İşlerinden Beklentileri

f % Başarılı Olmak 33 43,5 İyi Bir Kariyer 27 35,5 Kurumsal Bir Ortam 9 11,8 Huzurlu Çalışma Ortamı 7 9,2 Toplam 76 100

Müdürlerin çoğu (%43,5) işlerinden beklentilerinin başarılı olmak ve kişisel gelişim sağlamak olduğunu ifade etmişlerdir. Buna benzer şekilde %35,5’i de iyi bir kariyer beklentileri olduğunu belirtmiştir. Kurumsal bir ortam (%11,8) ve huzurlu bir çalışma ortamı (%9,2) müdürlerin diğer beklentileridir.

4.3.2. Müdürün Altındaki Pozisyonda Çalışanlar Açısından Mesleğe İlişkin Görüşlerin Değerlendirilmesi Müdür altındaki pozisyonda çalışanların mesleğe ilişkin görüşleri Tablo 13 ve Tablo 14’de, kuruma ilişkin görüşleri Tablo 15, Tablo 16 ve Tablo 17’de verilmektedir.

Tablo 13: Mesleğin En Tatmin Edici Yönleri

f % İnsanlarla İlişkiler 119 20,2 Kariyer Hedefi 90 15,3 İnsanlara Faydalı Olabilmek 61 10,3 Maddi Kazanç 53 9,0 Sosyal Haklar 53 9,0 Saygın Meslek Oluşu 52 8,8 Çalışma Ortamı 45 7,7 Başarma Duygusu 34 5,8 Çalışma Koşulları 33 5,7 Aktif Çalışmak 27 4,6 Dini İbadetlerin Rahatça Yapılabilmesi 12 2,0 Hafta Sonu Tatilleri 9 1,6 Toplam 588 100

Katılımcılara mesleklerinde neyi en tatmin edici bulduklarını belirleyebilmek amacı ile sorulan açık uçlu soru içerik analizi ile değerlendirilmiş çıkan sonuçlar Tablo13’de verilmiştir. Katılımcıların %20,2’si insanlarla ilişkide bulunmayı en tatmin edici yön olarak bulurken, %15,3’ü kariyer hedefinin olabilmesini tatmin edici faktör olarak görmektedirler. Bunu insanlara faydalı olabilmek (%10,3), maddi kazanç (%9,0), sosyal haklar (%9,0) ve saygın meslek oluşu (%8,8) izlemektedir.

52

Tablo 14: Mesleğin En Yıpratıcı Yönleri

f % İnsan İlişkileri 178 30,2 Yoğun Çalışma Temposu 134 22,7 Stres 98 16,6 Amirlerin Baskıları 62 10,5 Hedef Baskıları 42 7,1 Maaşların Az Olması 21 3,6 Adaletsizlik 19 3,3 Hoşgörüsüzlük 12 2,1 Çalışma Ortamı ve Çalışma Şartları 12 2,1 Hata Yapma Olasılığı 10 1,8 Toplam 588 100

Bulgulara göre; insan ilişkilerini katılımcıların %30,2’lık bir oranı yıpratıcı bir faktör olarak görmekte, %22,7’si ise yoğun çalışma temposunu mesleğin en yıpratıcı yönü olarak değerlendirmektedir. Mesleğin diğer yıpratıcı yönleri ise stres (%16,6), amirlerin baskıları (%10,5) ve hedef baskıları (%7,1) olarak sıralanmıştır.

Tablo 15: İş Yaşamından Memnun Olmama Nedenleri

f % İnsan İlişkileri 75 13,7 Stres 74 13,5 Maaşların Az Olması 66 12 Yönetici ve Personel İlişkileri 63 11,5 Adaletsizlik 62 11,3 Çalışma Şartları ve Terfi Sorunu 60 10,9 Çalışma Ortamı 41 7,4 Yoğun İş Temposu 38 6,9 Hedef Baskıları 37 6,7 Kariyer Açısından Bulunulan Konum 34 6,1 Toplam 550 100

Katılımcıların %13,7’si insan ilişkilerini iş yaşamında memnun olmadıkları bir durum olarak nitelendirirken %13,5’i ise stresin olumsuz bir faktör olduğunu ifade etmişlerdir. Katılımcıların memnun olmadıkları diğer durumlar ise maaşların az olması (%12), yönetici ve personel ilişkileri (%11,5), adaletsizlik (11,3) ile çalışma şartları ve terfi sorunu (%10,9) olarak sıralanmaktadır.

Tablo 16: Meslekteki Çalışmaları Olumsuz Etkileyen Faktörler

f % İnsan İlişkileri 115 20,2 Yönetici ve Personel İlişkileri 101 17,8 Yoğun Çalışma Temposu 84 14,8 Stres 80 14,0 Adaletsizlik 74 12,9 Çalışma Ortamı 49 8,6 Maaşların Düşük Olması 35 6,2 Terfi Edilememek ve Takdir Görmemek 21 3,6 Çalışma Şartları 11 1,9 Toplam 570 100

53

Katılımcıların %20,1’i insan ilişkilerini çalışmalarını olumsuz etkileyen faktör olarak görmektedir. %17,7’si ise yönetici ve personel ilişkilerini mesleki çalışmalarını olumsuz etkileyen faktör olarak nitelendirmektedir. Mesleki çalışmaları olumsuz etkileyen diğer faktörler ise yoğun çalışma temposu (% 14,7), stres (%14,0) ve adaletsizlik (%12,9) olarak bulunmuştur. Tablo 17: İşten Beklentiler

f % Maddi ve Manevi Tatmin 120 18,9 Kariyer Sahibi Olmak Yükselmek 110 17,3 Takdir Görmek ve Terfi Edebilmek 60 9,5 Eğitim Alarak Kişisel Gelişimi Sağlamak 58 9,2 İnsanlarla İyi İletişim Kurmak ve Topluma Faydalı Olmak 56 8,9 Başarılı Olmak 55 8,6 Çevre Edinme ve İş Arkadaşları İle İyi İletişim 54 8,4 İşim Beklentilerimi Karşılıyor 43 6,7 Adalet 41 6,4 Anlayışlı Çalışma Arkadaşları ve Yöneticiler 39 6,1 Toplam 639 100 Tabloya göre katılımcıların %6,7’si işlerinin beklentilerini karşıladığını ve işten bunun dışında her hangi başka bir beklentisi olmadığını ifade etmişlerdir. Bunun dışında katılımcıların %18,9’u maddi ve manevi tatmin sağlamayı 17,3’ü kariyer sahibi olma ve yükselmeyi, %9,5’i takdir görme ve terfi edebilmeyi (%9,5), %9,2’si eğitim alarak kişisel gelişim sağlamayı beklemektedir.

4.4. Mesleğe İlişkin Görüşlere Göre Tükenmişlik Düzeyi Farklılıklarının Belirlenmesi

Bu kısımda katılımcıların mesleğe ilişkin görüşlerine göre tükenmişlik boyutlarının farklılıkları istatistiksel olarak test edilmiş ve bulgular değerlendirilmiştir. Katılımcıların kendilerini ekonomik olarak hangi düzeyde algıladıklarına göre Tükenmişlik Envanterinin “Duygusal Tükenme”, “Duyarsızlaşma” ve “Kişisel Başarı” boyutları arasında fark olup olmadığını belirlemek amacıyla Tek Yönlü Anova (varyans) analizi uygulanmıştır. Sonuçlar Tablo 18’de verilmiştir.

Tablo 18: Ekonomik Olarak Kendilerini Değerlendirmelerine GöreTükenmişlik Düzeyi Farklılıkları

Tükenmişlik Alt Eko. Algı Ort. Std F Sig. Farklı Sig Boyutları Düzeyi Sap. Grup Duygusal 1-Üst 11,20 4,262 3-2 ,010 Tükenme 2-Orta 11,72 5,909 4,464 ,012 3- Düşük 13,38 6,935 Duyarsızlaşma 1-Üst 2,70 2,408 3-1 ,040 2-Orta 4,25 3,199 3,040 ,048 3-Düşük 4,60 3,606 Kişisel Başarı 1-Üst 6,35 2,641 2-Orta 8,10 4,047 2,337 ,097 3-Düşük 8,42 4,095 Tabloda koyu olarak verilen değerler istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

54

Tablo incelendiğinde katılımcıların kendilerini ekonomik olarak değerlendirdikleri gruplara göre tükenmişlik ölçeğinin “Duygusal Tükenme” ve “Duyarsızlaşma” boyutları açısından aralarındaki farklar p<0.05 önem düzeyinde anlamlı bulunmuştur. Anlamlı bulunan farkların hangi ekonomik algı düzeyi gruplarındaki çalışanlar arasında olduğunu belirlemek amacıyla Tukey HSD testi uygulanmıştır. Farklılık kaynağının duygusal tükenme alt boyutunda düşük düzeyde olan grup ile orta düzeyde olan grup arasında olduğu tespit edilmiştir. Grup ortalamalarına bakıldığında duygusal tükenme alt boyutunda kendilerini düşük ekonomik düzeyde algılayanların ortalamaları, orta düzeyde algılayanlara göre yüksektir. Yani kendilerini düşük ekonomik düzeyde algılayan çalışanlar daha fazla duygusal tükenme yaşamaktadırlar. Duyarsızlaşma alt boyutunda ise düşük düzeyde olan grup ile üst düzeyde olan grup arasında olduğu tespit edilmiştir. Kendilerini düşük ekonomik düzede algılayanların ortalamaları üst düzeyde algılayanlara göre daha yüksektir. Bu bağlamda ekonomik olarak düşük düzeyde algılama hissinin duyarsızlaşmayı artıran bir durum olduğu söylenebilmektedir. Genel bir değerlendirme ile düşük ekonomik düzeyde olma hissi çalışanların tükenmişlik düzeyini artıran bir durum olarak karşımıza çıkmaktadır. Katılımcıların mesleği isteyerek seçme durumuna göre Tükenmişlik Envanterinin “Duygusal Tükenme”, “Duyarsızlaşma” ve “Kişisel Başarı” boyutları arasında fark olup olmadığını belirlemek amacıyla t-testi uygulanmıştır. Bulgular Tablo 19’da yer almaktadır.

Tablo 19: Mesleği İsteyerek Seçme Durumuna Göre Tükenmişlik Düzeyi Farklılıkları

Tükenmişlik Boyutları İstek Ortalamalar t sig Duygusal Tükenme Evet 10,93 -8,891 ,000 Hayır 15,45 Duyarsızlaşma Evet 3,99 -4,516 ,000 Hayır 5,27 Kişisel Başarı Evet 7,70 -4,788 ,000 Hayır 9,36

Tabloda koyu olarak verilen değerler istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

Tablo incelendiğinde, her üç tükenmişlik boyutu açısından mesleğini isteyerek seçenler ve seçmeyenler arasında istatistiksel olarak anlamlı fark bulunmuştur. Mesleği isteyerek seçmediğini ifade edenlerin duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarı boyutunda daha yüksek ortalamalar aldığı yönündedir. Bu durum mesleğini isteyerek seçmeyenlerin daha fazla tükenmişlik yaşadıklarını göstermektedir. Katılımcıların amirlerden takdir görme durumuna göre Tükenmişlik boyutları arasındaki farklılıklar Tablo 20’de verilmiştir.

55

Tablo 20: Amirlerden Takdir Görme Durumuna Göre Tükenmişlik Düzeyi Farklılıkları

Tükenmişlik Alt İçerik Ort. Std F Sig. Farklı Sig Boyutları Durumu Sap. Grup Duygusal 1-Her Zaman 9,78 5,161 2-1 ,000 Tükenme 2-Ara sıra 12,50 5,982 36,970 ,000 3-1 ,000 3-Hiç 16,05 6,423 3-2 ,000 Duyarsızlaşma 1-Her Zaman 3,57 2,935 2-1 ,004 2-Ara sıra 4,45 3,269 11,161 ,000 3-1 ,000 3-Hiç 5,45 3,598 3-2 ,028 Kişisel Başarı 1-Her Zaman 6,82 3,674 2-1 ,000 2-Ara sıra 8,53 3,775 20,829 ,000 3-1 ,000 3-Hiç 9,65 4,528 3-2 ,044 Tabloda koyu olarak verilen değerler istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

Tablo 20 incelendiğinde katılımcıların amirlerden takdir durumlarına göre tükenmişlik ölçeğinin “Duygusal Tükenme”, “Duyarsızlaşma” ve “Kişisel Başarı” boyutları açısından aralarındaki farklar p<0.05 önem düzeyinde anlamlı bulunmuştur. Anlamlı bulunan farkların, hangi sıklıkla takdir görme gruplarındaki çalışanlar arasında olduğunu belirlemek amacıyla Tukey HSD testi uygulanmıştır. Farklılık kaynağının duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarı alt boyutlarında ara sıra takdir gören grup ile her zaman gören, hiç görmeyen grup ile her zaman ve ara sıra gören gruplar arasında olduğu tespit edilmiştir. Grup ortalamalarına bakıldığında amirlerden takdir görme durumu artıkça duygusal tükenme hisselerinin azaldığı, duyarsızlaşma durumlarının düştüğü ve kişisel başarı hislerinin artığı yönünde sonuçlara varılmaktadır. Bu bağlamda, amirlerden takdir görme derecesi azaldıkça çalışanlar daha fazla duygusal tükenme yaşamakta, duyarsızlaşmaları artmakta ve de kişisel başarı hisleri de düşmektedir. Katılımcıların Tükenmişlik düzeylerinin çalışma arkadaşlarıyla iletişim durumuna göre farklılıkları incelendiğinde Tablo 21’deki bulgulara ulaşılmıştır.

Tablo 21: Çalışma Arkadaşları İle İletişim Durumuna Göre Tükenmişlik Düzeyi Farklılıkları

Tükenmişlik Alt İletişim Ort. Std F Sig. Farklı Sig Boyutları Durumu Sap. Grup Duygusal 1-İyi 11,52 6,009 2-1 ,000 Tükenme 2-Orta 15,69 5,406 20,016 ,000 3-Zayıf 17,75 5,377 Duyarsızlaşma 1-İyi 4,07 3,204 2-1 ,000 2-Orta 5,87 3,303 11,471 ,000 3-Zayıf 4,50 4,655 Kişisel Başarı 1-İyi 7,64 3,736 2-1 ,000 2-Orta 10,79 3,784 40,615 ,000 3-1 ,000 3-Zayıf 18,25 6,131 3-2 ,000 Tabloda koyu olarak verilen değerler istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

Bulgulara göre, katılımcıların çalışma arkadaşlarıyla iletişim seviyeleri açısından tükenmişlik ölçeğinin “Duygusal Tükenme”, “Duyarsızlaşma” ve “Kişisel Başarı” boyutlarına ilişkin gruplar arasında anlamlı farklar bulunmuştur. Tukey HSD sonucuna göre, farklılık kaynağının duygusal tükenme ve duyarsızlaşma alt boyutları için orta düzeyde olan grup ile iyi düzeyde olan grup arasında olduğu tespit edilmiştir. Kişisel başarı alt boyutunda ise orta düzeyde olan grup ile iyi olan grup, zayıf

56 düzeyde olan grup ile iyi düzeyde olan grup ve orta düzeyde olan grup arasında olduğu tespit edilmiştir. Grup ortalamalarına bakıldığında çalışma arkadaşları ile iletişimi iyi olanlar duygusal olarak daha az tükenmekte ve daha az duyarsızlaşma yaşamaktadırlar. Bu duruma uygun olarak da arkadaşlarla iletişim derecesi iyiye doğru gittikçe kişisel başarı hisseleri de yükselmektedir. Katılımcıların iş yaşamından memnun olma durumuna göre Tükenmişlik Envanterinin “Duygusal Tükenme”, “Duyarsızlaşma” ve “Kişisel Başarı” boyutları arasında fark olup olmadığını belirlemek amacıyla Tek Yönlü Anova (varyans) analizi uygulanmıştır. Sonuçlar Tablo 22’de verilmiştir.

Tablo 22: İş Yaşamından Memnunluk Durumuna Göre Tükenmişlik Düzeyi Farklılıkları

Tükenmişlik Alt Memnunluk Ort. Std Sap. F Sig. Farklı Sig Boyutları Grup Duygusal Tükenme 1Memnunum 9,52 4,753 2-1 ,000 2-Kısmen 3-1 ,000 15,49 5,252 179,33 ,000 Memnunum 3-2 ,000 3-Memnun Değilim 25,06 5,116 Duyarsızlaşma 1Memnunum 3,56 2,813 2-1 ,000 2-Kısmen 3-1 ,000 5,26 3,414 42,730 ,000 Memnunum 3-2 ,000

3-Memnun Değilim 8,67 4,298 Kişisel Başarı 1Memnunum 7,25 3,820 2-1 ,000 2-Kısmen 3-1 ,000 9,29 3,820 33,897 ,000 Memnunum 3-2 ,002

3-Memnun Değilim 12,50 5,316 Tabloda koyu olarak verilen değerler istatistiksel olarak anlamlı bulunmuştur.

Tablo 22 incelendiğinde katılımcıların iş yaşamından memnun olma durumlarına göre tükenmişlik ölçeğinin “Duygusal Tükenme”, “Duyarsızlaşma” ve “Kişisel Başarı” boyutları açısından aralarındaki farklar p<0.05 önem düzeyinde anlamlı bulunmuştur. Tukey HSD testi bulgularına göre, farklılık kaynağının duygusal tükenme, duyarsızlaşma ve kişisel başarı alt boyutlarında kısmen memnun olan grup ile memnun olan grup ve memnun olmayan grup ile memnun olan grup ve kısmen memnun olan grup arasında olduğu tespit edilmiştir. Aralarında farklılık çıkan grup ortalamalarına bakıldığında iş yaşamından memnun olmamanın derecesi artıkça duygusal tükenmeleri yükselmekte, duyarsızlaşmaları da artmaktadır, buna paralel olarak da kişisel başarı hislerinin düşmekte olduğu anlaşılmaktadır.

5.SONUÇ VE ÖNERİ

Araştırmaya katılanların tükenmişlik düzeyleri değerlendirildiğinde duygusal tükenme ve duyarsızlaşma düzeylerinin düşük, kişisel başarılarının yüksek olduğu görülmektedir. Duygusal tükenme ve duyarsızlaşma alt ölçeklerinden alınan düşük puan ile kişisel başarı boyutundan alınan yüksek puan, düşük tükenmişlik düzeyini ifade etmektedir. Buna göre katılımcıların düşük tükenmişlik düzeyinde olduğu söylenebilir. Çalışanların mesleğe ve çalıştıkları kuruma ilişkin görüşlerinin genel değerlendirmesi yapıldığında katılımcıların çoğunun mesleğini isteyerek seçmiş, iş yaşamından memnun, amirlerinden takdir gören ve çalışma arkadaşlarıyla iletişimleri iyi olan kişiler olduğu görülmektedir. Bu bağlamda çalışanların mesleği ve çalıştıkları kurum ile ilgili olarak olumlu düşünceleri tükenmişlik seviyelerinin düşük çıkmasını doğrular niteliktedir. Araştırma bulguları mesleğini isteyerek seçenlerin daha az tükenmişlik yaşadıklarını ve

57 iş yaşamından memnun olanların tükenmişlik seviyesinin düşük olduğunu göstermektedir. Katılımcıların çoğunun mesleğini isteyerek seçtiğini ifade etmesi ve katılımcıların çoğunun iş yaşamından memnun olduğunu ifade etmesi ile katılımcıların tükenmişlik düzeylerinin düşük çıkması bir biri ile örtüşen bulgulardır. Bu bağlamda bu kişilerin tükenmişliğe karşı daha dirençli olması beklenen bir bulgudur. Sonuçlar amirlerden takdir görme derecesi artıkça tükenmişlik seviyesinin düştüğünü göstermektedir. Bu bulguya benzer şekilde çalışma arkadaşları ile iletişimleri iyi olanların da tükenmişliklerinin düşük olduğu yönündedir. Genel bir değerlendirme ile çalışanların çoğunun mesleki ve çalıştıkları kurum ile ilgili olarak olumlu görüş bildirmeleri ve katılımcıların tükenmişliklerinin düşük olması birbirlerini destekleyen bulgulardır. Bu bağlamda katılımcıların tükenmişliğinin düşük çıkmasını, katılımcıların bu olumlu düşüncelerinin onları tükenmişliğe karşı daha dirençli olmaları sağlaması ile ilişkili olabileceği düşünülmektedir. Banka çalışanlarının rolü çok çeşitli bireylerle çalışabilme yetisine sahip olmaktır. Dahası, banka çalışanlarının sosyal, atik, yaşam dolu olması bu rolüne olumlu katkılarda bulunacaktır. İşini seven, işine karşı heyecan duyan, enerjik ve güler yüzlü çalışan bireylerin tükenmişlik yaşama olasılıkları daha düşüktür. Bu nedenle, tüm bunların üzerine şu sonuca varılabilir: işlerine değer veren, başkalarıyla iş birliği yapmaktan mutluluk duyan ve davranışlarında pozitif olan çalışanların tükenmişliğe düşme ihtimalleri çok daha düşük olacaktır. Tükenmişlikle başa çıkabilmek için önce bu kavramın, örgütsel ve bireysel düzeyde ne denli önemli olduğunun bilinmesi, neyi ifade ettiğinin anlaşılması, bu kavrama nelerin sebep olduğu ve sonuçlarının neler olabileceği, örgütsel ve bireysel anlamda hangi önlemlerin alınabileceği, nasıl bir strateji izleneceği ciddiyetle ele alınmalıdır. Örgütlerin varlıklarını sürdürebilmeleri, ayakta kalabilmeleri için insana verilmesi gereken önemin farkında olmaları, insanın yönetim için olmazsa olmaz en önemli kaynağı olduğunun bilinmesi gerekmektedir. Tükenmişliğin bireyleri, örgütleri ve toplumları tehdit eden ciddi bir tehlike olması ve bireylerin örgütlerde yaşamış oldukları tükenmişlik sendromunun birincil olarak bireyi, sonrasında örgütü ve dolayısıyla toplumları olumsuz olarak etkilediği kaçınılmaz bir gerçektir. Dolayısıyla çalışanların bu psiko-sosyal tehlikeden korunmaları gerekliliği, bireysel, örgütsel ve toplumsal refah için önerilmektedir. Bu durum yapılan araştırma sonucu ile beraber değerlendirildiğinde, çalışanların mesleğe ve kuruma ilişkin düşüncelerinin olumlu olması ve tükenmişlik yaşamamaları arasında bağlantı olabileceği düşüncesinden hareketle çalışanların mesleklerini severek yapabileceği, işinden ve çalıştığı kurumundan memnun bireyler olarak çalışmaları tükenmişlik sendromuna yakalanma olasılığını azaltan bir durum olarak değerlendirilmekte, tükenmişlik sendromundan korunmak için kurum içerisinde olumlu bir çalışma ortamının oluşturulması önerilmektedir. Ayrıca buna benzer çalışmaların diğer meslek grupları ve farklı kurumlarda gerçekleştirerek yapılması önerilmektedir.

KAYNAKÇA Akça, F. (2008), “Örgütlerde Tükenmişlik ve Stres”, Editörler: Mahmut Özdevecioğlu ve Hikmet Karadal, Örgütsel Davranıştan Seçme Konular, İlke Yayınevi, s. 107-123. Cordes, C. L. & Dougherty, T. W. (1993), “A Review and an Integration of Research on Job Burnout”, Academy of Management Rewiev, Vol. 18, No. 4, s. 621-656. Çokluk, Ö. (2003), “Örgütlerde Tükenmişlik”, Editörler: Cevat Elma ve Kamile Demir, Yönetimde Çağdaş Yaklaşımlar, Ankara: Anı Yayıncılık, s.109-133. Ergin, C. (1993), “Doktor ve Hemşirelerde Tükenmişlik ve Maslach Tükenmişlik Ölçeğinin Uyarlanması”, VII. Ulusal Psikoloji Kongresi Bilimsel Çalışmaları, Ankara: Türk Psikologlar Derneği Yayınları. Freudenberger, H. J. (1974), “Staff Burn-out”, Journal of Social Issues, Vol. 30, No. 1, s.159-165. Izgar, H. (2001), Okul Yöneticilerinde Tükenmişlik, Ankara: Nobel Yayın Dağıtım. Kaçmaz, N. (2005), “Tükenmişlik (Burnout) Sendromu”, İstanbul Tıp Fakültesi Dergisi, Vol. 68, No. 1, s.29-32. Köse, S. & Gülova, A. A. (2006), “Tükenmişlik (Burnout): Türkiye’deki Genel Cerrahlara Yönelik Bir Araştırma”, 14. Yönetim ve Organizasyon Kongresi, Erzurum, s.255-261. Maslach, C. (1982), Burnout, The Cost of Caring, Engelewood Cliffs, Prentice Hall. N.J.. Maslach, C. & Schaufeli, W. B. (1993), “Historical and Conceptual Development of Burnout”, Editörler: Wilmar B. Schaufeli, C. Maslach & T. Marek, Professional Burnout Recent Development in Theory and Research, Washington: Taylor & Francis, s.1-16. Maslach, C. & Leither, M. P. (1997), The Truth About Burnout, San Francisco: Jossy-Bass. Maslach, C., Schaufeli, W. B. & Leither, M. P. (2001), “Job Burnout”, Annual Review of Psychology, Vol. 52, s.397-422. Torun, A. (1997), “Stres ve Tükenmişlik”, Editör: Suna Tevruz, Endüstri ve Örgüt Psikolojisi, Türk Psikologları Derneği ve Kalder Derneği Ortak Yayını, s.43-53.

58

GÜVENCELİ ESNEKLİK: KARŞILIKLI ÖN KOŞULLAR

Nihan KALKANDELER

ÖZ

Mutlak Esneklik tek taraflı menfi değerleri yüceltirken; Güvenceli Esneklik, mağdur olanı da koruma altına alıp onun menfaatlerini gözetebilen bir düzen yaratmaktadır. "Esneklik" ve "Güvence" kavramlarının bir araya getirilmesiyle oluşturulan güvenceli esneklik, işten çıkarmalar söz konusuyken bile işsiz kalanlara yüksek düzeyde güvence sağlanan bir sistem olarak özetlenmektedir. Güvenceli esneklik kavramı, şiddetlenen küresel rekabet ortamında işverenlerin tercihini yansıtan "esnek çalışma" (çalışma saatlerinin değişkenliği, belirli süreli sözleşme, parça başı ücret, çağrı üzerine çalışma, tele çalışma vb.) sistemi ile işçilerin tercih ettiği ve savunduğu, kanunla korunan güvenceli çalışma arasında bir ara noktayı temsil etmektedir.

Çalışma yaşamında esneklik, kuralların sadece katı özelliğini ortadan kaldırıp diğer yandan onların koruyucu niteliğini yok etmemeli, işçinin aleyhine olan katı uygulamaları değişime uğratmalıdır. Aksi halde, mutlak esnekliğe odaklanıp bunu bir dayatma olarak kabul etmek ve ettirmek işçi açısından hiçbir fırsat yaratmayacağı gibi işçiyi koruma ilkesinin terk edilmiş olması işçiyi tehditkâr bir ortamda örgütsüz ve güvencesiz bırakmak demektir. Bu bağlamda esneklik ve güvence kavramları arasında olması beklenen paralelliği ele almak ve Türkiye’nin bu yöndeki yaklaşımını değerlendirmeye çalışmak güvenceli esnekliğin oluşturduğu gündemin nabzını tutmak ve sağduyulu olmak açısından bir işaret olacaktır.

Anahtar Kelimeler: Güvence, Esneklik, Güvenceli Esneklik, Esnek Çalışma.

FLEXICURITY: MUTUAL PREREQUISITIES

ABSTRACT

While Absolute Flexibility is exalting one-sided negative values; Flexicurity, safeguards the interests of the victim and oversees his benefits and creates a system. Flexicurity was created by bringing together the concepts of "Flexibility" and "Assurance". Even if there are unemployed workers from layoffs, it can provide a high level of assurance for them. In an intensified global competition, the concept of flexicurity symbolizes a middle point behind the employers preference for “flexible working” (the variability of hours of work, fixed-term contract, piece-rate, on-call work, tele-work, etc.) and the choice of workers that is protected by the law.

Work life flexibility, not only eliminates the hard feature of the rules but also save their protective nature and also change the hard applications of rules which are against the benefits of workers. Otherwise, focus on absolute flexibility and accept it as an enforcement or an imposition can’t create an opportunity for workers and also leaving the principle of production of workers means leaving them unorganized and under precarious position. In this context, handle the expected parallelism between the concepts of flexibility and security and work with assessment of Turkey's approach in this direction can be a sign of taking a pulse of the current points of flexibility and a sign of common sense.

Key Words: Security, Flexibility, Flexicurity, Flexible Working.

1. GİRİŞ

Yeni Dünya düzenine uyum çerçevesinde, sanayileşmiş ülkeler ilk sırada olmak üzere, modern işletmelerdeki tipik çalışma düzeni; yani belirli bir yerde, belirli günlerde ve belirli saatlerde çalışma, yerini birçok ülkede esnek çalışma düzenine bırakmaya başlamıştır. Teknolojik gelişmeler, uluslararası rekabet ve yaygın işsizlik, standart çalışma sürelerini ve çalışma biçimlerini kısmen geçersiz hale getirmiştir. Bu yetersizlik karşısında yeni kavramlar

 Doktora Öğrencisi, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Sosyoloji Bölümü, [email protected]

59 ortaya çıkmış ve gruplandırılmıştır. Esnek çalışma sürelerinin uygulanmasıyla ortaya çıkan esnek çalışma türleri ise a tipik istihdam biçimi olarak adlandırılmıştır. Geleneksel çalışma şekillerinden pek çok yönüyle ayrılan yeni çalışma şekilleri hızla yayılmaktadır. Bir yandan bu yeni çalışma şekillerinin yasal çerçeveye kavuşturulması, uygulanmaya başlanan esnek çalışmaların hukuki temele dayandırılması ve diğer yandan da işçinin korunması ihtiyacı duyulmaktadır. Ancak esnek çalışma türleri ve işçinin korunması arasındaki paralelliğin sağlanabilmesi, ülkemizin içinde bulunduğu kayıt dışı ekonomi şartlarında güç görünmektedir ve işçi için bir tehdit niteliği taşımaktadır. Çalışma yaşamında esneklik, kuralların sadece katı özelliğini ortadan kaldırıp diğer yandan onların koruyucu niteliğini yok etmemelidir. Başka bir deyişle, koruyucu nitelikteki iş hukuku normunun sadece katı özelliği, değişime uğramalıdır. Aksi halde, mutlak esnekliğe odaklanıp bunu bir dayatma olarak kabul etmek ve ettirmek işçi açısından hiçbir fırsat yaratmayacağı gibi işçiyi koruma ilkesinin terk edilmiş olması işçiyi tehditkar bir ortamda örgütsüz ve güvencesiz bırakmak demektir. Bu araştırmada esnek çalışma ve esneklik uygulamalarının etkilerine yer verildikten sonra esneklik ve güvence kavramları arasında olması beklenen paralellik ele alınacak ve Türkiye’nin bu yöndeki yaklaşımı değerlendirilecektir. Bireysel çabaların toplumsal bilince dönüşmesi yönünde Türkiye yapıcı adımlar atabilmekte midir yoksa geleneksel katı yapısıyla esnekliği menfi değerlere mi büründürmektedir?

1.1.Problem

Bu araştırmada ele alınacak problem; sürekli değişimin ve rekabet edebilirliğin gereklerini karşılama ve uygulama sürecinde işçi ve işverenin karşılıklı çıkarlarının ne ölçüde birbirine hizmet ettiği üzerine şekillenmektedir. Çalışma hayatında esneklik, işverene değişen piyasa koşullarına uyum sağlama ve rekabet etme imkanı verirken, işçiye de çalışmak istediği şartlarda çalışma imkanı vermektedir. İlk tahlilde herhangi bir olumsuzluk ya da mağduriyet dikkat çekmese de esnek çalışmanın her iki tarafın da sürekli lehine yönelik olmadığı durumlar yaşanmaktadır.

Evren (2007)'e göre; işçi ve işveren tarafı arasındaki çalışma ilişkilerinin daha az kurala bağlı olarak gerçekleşmesi bir nevi kuralsızlık ortamının doğmasına ortam hazırlamaktadır. Söz konusu kuralsızlığın işçi aleyhinde güvensizliğe dönüşmesi ise işçinin geleceği adına bir kaygı ve mağduriyet halini almaktadır. Çalışma saatlerinin değişkenliği, geçici nitelikli sözleşmeler, parça başı ücret vb. uygulamalar ile işverenin tercihi haline gelen esneklik, işçinin de kendi hak ve menfaatleri adına güvence talebini karşılar nitelikte olmalıdır. Aksi halde tarafların karşılıklı korunan çıkarlarından bahsedilmesi mümkün değildir.

Koray (2005)'a göre; çalışma yaşamında esneklik, işçi ve işveren arasındaki ilişkileri farklılaştırarak bölünmüş bir işgücü yapısı ortaya çıkarmaktadır. Bu farklılaşmış düzenin yasal çerçeveye kavuşturulması ve esnekliğin güvenceli halde sürdürülmesi ile işçi adına iyileştirilmiş bir süreç oluşturabilmektedir. Zengingönül (2003:157-171)'e göre; işçinin işini koruma garantisinin ilerisinde, işe yönelik becerilerinin geliştirilmesi, yeni iş olanaklarının sağlanması, gelir, istihdam ve yaşam güvencelerinin temin edilmesi adına güvenceli esnekliğin yasal nitelikte işçiyi de gözetmesi beklenmektedir. Bu bağlamda incelendiğinde ülkemiz göz önünde bulundurularak bir değerlendirme yapılmaya çalışılacaktır.

60

1.2.Amaç & Önem

Güvenceli esnekliğe ilişkin yapılan bu çalışmada ele alınacak problemin daha iyi anlaşılması adına birtakım sorular üzerinden gidilecek ve konu açıklığa kavuşturulmaya çalışılacaktır. Şöyle ki; çalışma hayatına ilişkin arayışların neler olduğu, esnek çalışmanın işçi ve işveren adına eş nitelikli fayda sağlayıp sağlamadığı ve tarafların ne yönde etkilendiği, olası olumsuz etkilere karşılık güvenceli esnekliğin nasıl bir uygulama getireceği ve ne ölçüde iyileştirici olduğu üzerinde durularak Türkiye'deki İş Hukuku bakımından konu irdelenecektir.

Toplumsal yapıda bir yer edinmek ve hayata tutunabilmek adına çalışmanın gerekliliği ve önemi aşikar olduğundan, hayatını insani şartlarda sürdürebilmek, sorumluluklarını yerine getirebilmek ve geleceğini kaygısız şekilde kontrol altında tutabilmek için işçinin haklarının gözetilmesi ve çalışabilirliğinin güvence altında olması gerekmektedir. Düzen içinde değişimin vazgeçilmezliği nasıl uyumu beraberinde getiriyorsa; işçinin emeği de güvenceyi gerekli kılmaktadır. Bu gereklilikler üzerinden gidildiğinde değişim algısıyla birlikte gelen esnek çalışmanın, çalışanlar adına kaygı yaratmaması ve güvence temelinde uygulanmasının önemi üzerinde durulması gerekmektedir.

1.3.Yöntem

Bu çalışma nitel araştırma ve çeşitli dokümanların analizi ile nitel veri toplama yöntemiyle oluşturulmuştur. Çalışmada odaklanılan güvenceli esnekliğe ilişkin parçadan bütüne gidilerek ayrı ayrı esneklik ve güvence algıları üzerinde durulmuştur. Gerçekçi ve bütüncül bir biçimde konu değerlendirmesi yapılarak çalışma hayatı içinde aktif rol sahibi olan işçi ve işverenin karşılıklı çıkar ve beklentilerine esneklik ve güvence kavramları üzerinden gidilerek yaklaşılmıştır. Bu sayede çalışma olgusunu, parçası oldukları düzenin gerekliliklerini, nasıl algıladıkları yorumlanmaya çalışılmıştır. Neden ve nasıl sorularına yanıt aramaya odaklanarak güvenceli esnekliğin değerlendirilmesi yapılmıştır.

2.Kavramsal Çerçeve

Esneklik kavramı, geniş bir tanım alanına sahip olmakla birlikte temel olarak değişebilirliğin bir ifadesi olarak anlaşılmaktadır. Bu araştırma kapsamında çalışma hayatında esneklik ele alınacağından esneklik dendiğinde Rodgers (2007)'a göre; değişikliklere cevap verebilme ve uyum sağlama yeteneğinden bahsedilmektedir. Bu değişim ile ekonomik, sosyal ve teknolojik alanda yaşanan değişim ve ilerlemeler kastedilmektedir.

Çalışma hayatında esneklik; çalışma süreleri, çalışma biçimleri, ücret, istihdam edilen işçi sayısı, istihdam edilen işçilerin işlevleri, işletmedeki ürünlerin veya hizmetlerin üretileceği yer ve üretici kişiler gibi konuların belirli sabit kalıplara oturtulmadan, çalışma hayatının taraflarına özellikle işçi ve işverene rahat hareket edebilme serbestisi tanınması olarak da tanımlanabilir (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu:1999). Çalışma ortamındaki işçi ve işveren ilişkilerine odaklanılarak değerlendirildiğinde esnek çalışma, çalışma hayatına devletin daha az müdahalede bulunması ve bu alandaki düzenleyici

61 kuralların azaltılarak işçi ve işveren kesimine daha fazla hareket alanı bırakılması olarak görülmektedir (Süral:2007).

Yönetimde, iş tanımında, çalışma biçimlerinde karşımıza çıkan esneklik Zengingönül (2003:157-171)'ün değerlendirmesine göre; çalışma hayatında istihdamı arttıran, sosyal refahı genişleten bir araç olarak görülebileceği gibi, küresel kapitalizmin bir unsuru olarak işgücü piyasalarına, örgütlenmeye ve içinde kuralsızlaştırmayı barındırdığından emeğin hak ve menfaatlerine zarar veren bir uygulama olarak da değerlendirilmektedir.

Çelebi (2007:61-65)'ye göre güvence ise; işçinin emeğini ve geleceğini koruma garantisini anlatmaktadır. Bunun yanı sıra güvence, işçileri, çalışma hayatları boyunca ilerlemelerini sağlayacak becerilerle donatmak ve yeni iş olanakları bulmalarını sağlamakla da ilgili bir kavramdır. Aynı zamanda, işgücü piyasasındaki geçişleri kolaylaştırmak üzere uygun işsizlik yardımlarının sağlanmasını, vasıfsız ya da yaşlı çalışanlar başta olmak üzere tüm çalışanlara eğitim fırsatı sağlanmasını da içermektedir. İstihdam edilebilirlik ile doğrudan ilişkilendirilen güvence; gelir güvencesini, süreklilik arz eden istihdam güvencesini, yaşam güvencesini, bilgi ve becerilerin devamlılığını sağlama güvencesini kapsamaktadır. Güvence kavramı, özellikle geçici işlerde belirli süreli iş akitleriyle istihdam edilen işçiler için sosyal güvencenin sağlanması açısından önem taşımaktadır.

Kuzgun (2012)'a göre; esneklik ve güvence kavramları, son dönemde bilhassa Avrupa Birliği tarafından hem işletmelerin rekabet gücünü artıran, hem de işsizliği engelleyen bir yöntem olarak görülmektedir. Burada adı geçen güvence kavramı “iş güvencesi” kavramından farklıdır. İşçinin yapmakta olduğu işin devamı, hem bireysel hem de toplumsal açıdan iş barışı için zorunludur. Ancak gelişen iş koşullarıyla beraber, isletmenin verimliliğini sürdürmesi de ayrı bir zorunluluk olduğundan iş güvencesi hükümlerinin yumuşatılması gereği ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin katı kurallar barındıran yapısıyla birlikte, olması beklenen bakış açısını değerlendirmek de ayrıca gerekmektedir. Türkiye için işgücü piyasasında esnekliğin, küreselleşmenin getirdiği bir sistem olarak ortaya çıktığı ifade edilmektedir.

Rodgers (2007)'a göre; güvenceli esneklik kavramının işçi ve işveren açısından farklı anlamlar taşıması, bu kavramın işgücü piyasasının esnekleştirilmesinde ve çalışma ilişkilerindeki önemini arttırmaktadır. İş sözleşmesinin iki tarafa da hak ve borçlar yükleyen sözleşme olması nedeniyle, güvenceli esneklik kavramının işçi ve işveren açısından bir bütün olarak ele alınıp, yorumlanması gerekmektedir. İşveren açısından işletme düzeyinde ele aldığımızda, güvenceli esneklik kavramı işverenin üretimin organizasyonunda ve işgücü talebinde esneklik ihtiyacının karşılanmasının amaçlanmasına karşılık; işçinin güvence ihtiyacının karşılanmasında denge sağlanması olarak tanımlanmaktadır.

3. Çalışma Hayatına Yönelik Arayışlar

Tatlıoğlu (2012)'na göre; çalışma hayatında esneklik ihtiyacı, küreselleşmenin piyasalara getirdiği rekabet ortamında doğmuştur. Kozlu (2008)'ya göre; gerek küreselleşmenin, gerek çalışma hayatında esneklik arayışlarının, esas itibariyle sermayenin dayatmasından doğduğu paylaşılan bir görüştür. Bu durumda esnekliği bir ihtiyaç olarak

62 gören ve yoğun şekilde talep eden, işveren kesimi olmuştur. Tabii ki esneklik kavramının teorideki görünüşü, işçilerin de umutla baktığı ve çok şey beklediği bir düzen olarak algılanmıştır. Ancak uygulamadaki esneklik, umutları ortadan kaldırmış ve hayal kırıklığı denebilecek bir tablo yaratmıştır çünkü işçinin korunması ilkesi ikinci plana atılmış ve mutlak bir esneklik kavramına yoğunlaşılmıştır.

Küreselleşme ve izlenen neo-liberal politikalar sonucunda esneklik, varlığını sadece bir kavram olarak göstermemiş aksine geleneksel anlamda var olan her şeye yeni bir şekil verme boyutuna ulaşmıştır. Şöyle ki; geleneksel istihdam şekilleri, çalışma süreleri, yasal süreçler ve yasal anlamdaki uygulamalar esneklik kavramıyla birbiri ardına değişime uğramıştır.

Ansal (1986:57)'a göre; işverence, esnekliğin uygulanması kar patlamalarına zemin hazırlayacaktır çünkü işyerinde sendika ve toplu sözleşme olmayacaktır. Büyük ihtimalle herkes asgari ücretle çalışacaktır. İşletme vergi, prim, sosyal ve yan yardımlardan kurtulabileceği gibi, fazla mesai ücreti ve ücretli tüm izinler ortadan kalkacak, hatta yemek ve servis uygulamalarına bile gerek duyulmayabilecektir. Bunun faturası ise, sosyal devlet ilkelerinin ortadan kaldırılması, örgütsüzleşme, düşük ücret, çalışanların dayanışması yerine çatışması, yüksek işsizlik, kayıt dışı ekonomi, toplumda yüksek güvensizlik duygusu ve bunların sonucu olarak kaos içinde olan bir toplumdur. Böyle bir ortamda da, yasalardan, kurallardan, demokrasi ve toplumsal barıştan söz etmek mümkün olmamaktadır. Belki de esnekliğin neden olacağı en önemli tehlike buradadır.

Kısaca esneklik demek, ülkemiz koşullarında kuvvetli bir biçimde sendikasız, toplu sözleşmesiz bir çalışma yaşamı anlamına gelmektedir. Bu gerçek işverence arzu edilen bir durum olsa da işçi açısından fayda sağlamaktan uzak adeta bir tehdit niteliğindedir.

Ansal (1999)'ın başka bir değerlendirmesine göre; “Teknolojik gelişme ve yüksek rekabet nedeniyle gündeme gelen esneklik anlayışı ve esnek çalışma süreleri gereksizdir.” demek de oldukça yanlış olur. Uluslararası rekabet piyasası içinde olduğumuz gerçeği göz ardı edilemez, ancak olması gereken sadece rekabete ayak uydurmak ve mutlak esneklik anlayışını gözetmek olmamalıdır. Özellikle teknolojik ve bilimsel gelişmelerin sonuçları tüm insanlığa hizmet eder nitelikteyse, tabii ki gelişmeye ve yeniliğe karşı geri bir tutum içerisinde olmak ve geleneksel yapıyı yanlış ve eksikleriyle sürdürmek doğru olmaz. Ama olması gerekenlerin isabetli şekilde gerçekleşebilmesi için;

o İşçiyi koruma ilkesi ön planda tutulmalı o İş güvencesi ihmal edilmemeli o İşyerinin devamlılığına özen gösterilmeli o Hak ve menfaatler hiçe sayılmamalıdır. Bu sayılan önceliklerle esneklik arasında bir denge oluşturulması gerekmektedir. Aksi halde İş Kanunumuzun esnekleştirilmesine kadar yayılan ve etkisini bırakan esneklik anlayışı tam bir ihlal halini alacaktır. (Ansal:1999)

Çelik (2003)'e göre; 1475 sayılı İş Kanunumuzun katı olduğu düşünülen hükümleri 4857 sayılı İş Kanunumuz ile yeniden ele alınmış ve eski katı hükümler yerini esnek

63 hükümlere bırakmıştır. Kısmi süreli çalışma, kayan iş süreleri, çağrı üzerine çalışma, vardiyalı çalışma, telafi çalışması, yoğunlaştırılmış iş haftası gibi esnek çalışma şekillerine cevap veremeyen 1475 sayılı İş Kanunu, bu çalışmalara cevap verir niteliğe kavuşturulmuş ve ilk başta işçi açısından da olumlu bir görünüş sergilemiştir. Ancak bu olumlu görünüş süreç içinde sadece teoride kalmış ve uygulamada işçinin korunması ve iş güvencesi ikinci plana atılıp ihmal edildiği için esneklik ve çalışma sürelerinin esnekleştirilmesi sadece işverenin çıkarına hizmet eder bir hale gelmiştir.

4. Esneklik & Esnek Çalışma Sürelerinin Ortaya Çıkışı

Pennings ve Süral (2005) bir çalışmasında, esnekliğin, çok geniş bir kavram olduğu ve bu konudaki tartışmalara aşina olmayanlar için farklı anlaşılmaların söz konusu olabileceğini vurgulamışlardır. Şöyle ki, esnekliğin, işverenlerin işçileri diledikleri gibi çalıştırabilecekleri bir özgürlük ortamı anlamına geldiği korkusu söz konusu olabilmektedir. Kavramın bu şekilde yorumlanması şüphesiz ki verimli değildir ve esneklik hiçbir AB üyesi devlette böyle yorumlanmamaktadır. Esnekleştirme, çalışma kural ve düzenlemelerini inceleyerek bunların aşırı kısıtlayıcı olup olmadığını ve bunları yürürlükten kaldırmanın işgücü arz ve talebinin daha iyi bir şekilde ayarlanmasına yol açıp açmayacağını ortaya çıkarmayı içeren bir süreci ifade etmektedir. İşverenler sadece tam zamanlı sürekli işçi çalıştırabiliyorsa, talepte yaşanacak aşırı artış ve düşüşlerle başa çıkmak için gerekli esnekliğe sahip olmayabilirler. Ancak, işverenler ayrıca kalıcı olarak fazla personel alımı riskine girmek konusunda da isteksiz olabilir. Süreç içinde işgücünün, işgücü piyasasının taleplerine uyarlanabilme yetisini arttırma çabaları çerçevesinde esnek çalışma biçimleri Avrupa Birliği üyesi devletlerde giderek yaygınlaşmıştır. Bu, istihdamı arttırma ve bu yolla rekabetçiliği iyileştirerek yoksulluğu ve sosyal dışlanmayı azaltma güdüsüyle yapılmaktadır.

Kutal (2008)'ın bir değerlendirmesinde belirttiği şekilde esnek çalışmaya aynı zamanda a tipik çalışma da denmektedir. Küreselleşmenin piyasalara getirdiği rekabet ortamında çalışma hayatı için esneklik, bir ihtiyaç halini almıştır. Çalışma hayatında esneklik ihtiyacı, “ödünç iş ilişkisi”, “çağrı üzerine çalışma”, “tele çalışma” gibi yeni çalışma biçimlerini gündeme getirmiştir. Bu yeni çalışma biçimleri yanında, birçok ülkenin yasal düzenlemelerinde yer alan, fakat yoğun şekilde uygulanmayan “belirli süreli sözleşme”, “kısmi süreli sözleşme” ve “evde çalışma” gibi çalışma biçimleri de yaygınlaşmıştır. Ayrıca, “geçici işçi” statüsünde istihdam da günümüzde sık rastlanan bir çalışma biçimi haline gelmiştir. Buna karşılık, küreselleşme öncesinde olağan çalışma biçimi olan “belirsiz süreli” sözleşmelerle tam gün çalışanların sayısında bir azalma yaşanmaktadır.

Yavuz (1995)'a göre; belirsiz süreli sözleşmelerle, tam gün istihdam edilen işçilere “çekirdek işçi”, esnek çalışma biçimleri ile istihdam edilenlere “çevre işçileri” denilmektedir. Çevre işçilerinin çalışma koşulları giderek kötüleşme eğilimi göstermektedir. İşçilik maliyetlerini düşürme çabalarının getirdiği esneklik arayışları, 20. yüzyılın son çeyreğinde çalışanlar açısından “örgütlenme hakkı”, “toplu pazarlık hakkı” ve “iş güvencesi” gibi bazı sosyal hakların, “çevre işçileri” açısından kullanılmasını olanaksız kılmıştır.

64

Türkiye’de esneklik arayışlarının nedenleri arasında 1475 sayılı İş Kanununun esnekliğe olanak tanımayan katı hükümleri ve yaşanmakta olan ekonomik krizin etkileri de vardır (Kutal:2008). Ayrıca Süral ve Pennings (2005)'e göre; esnekliğe yönelik güçlü talepler, piyasayı sarmış olan ve uyum sağlanması gereken rekabet koşullarına karşı rekabet kabiliyetini korumakta güçlük çektiklerinden yakınan işveren kesiminden gelmiştir. İşverenlerin yasaları, toplu iş sözleşmelerini esneterek gerçekleştirdikleri esneklik uygulamaları ve esnekliğe yönelik talepleri giderek artmıştır. İşverenler esneklik taleplerini, “işyeri yoksa işçi de yoktur, yüksek maliyetler ancak esneklikle aşılabilir, esnek davranılmadığı takdirde kriz ve darboğazlar aşılamayacaktır bu durumda esneklik tek çözüm olacaktır.” gibi gerekçelere dayandırmaktadır.

Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO)(2007)'nün değerlendirmesine göre; esneklik arayışının günlük hayatta kendine olumlu bir yer edineceği kanısı mevcuttur. Buna göre; işgücü piyasasının esnekleştirilmesi, işletmelerin daha fazla kişi istihdam etmesine ve daha etkin, daha verimli olarak çalışmasına imkân yaratacaktır. Ayrıca kişilerin kendilerine en uygun işleri bulmasına ve sorumluluk alarak çalışmalarına neden olacaktır. İçinde yaşadığımız dünya düzeninde bu olumlu yeri edinebilmek çok kolay olmamıştır.

Karakoyunlu (1995:35)'ya göre; göz ardı edilemeyen bir gerçek vardır ki; “Dünya hızla değişmekte ve küreselleşmektedir. Dünya’da geçerli ekonomik sistem “pazar ekonomisi” olmuştur. Pazar ekonomisinin en önemli kurumu da “rekabettir.” Ülkemiz de “piyasa (pazar) ekonomisi”ni benimsemiştir. Buna göre;

 Rekabet edebilmek = Başarı  Rekabet edememek = Piyasadan silinmek demektir. Bu değerlendirme karşısında diyebiliriz ki; piyasa (pazar) ekonomisi rekabeti, rekabet de “esneklik” konusunu gündeme getirmiştir. Çünkü, “madem rekabetçi piyasa modelini seçtik, o zaman her şekilde rekabetçi piyasanın kurallarına uygun hale gelmeliyiz.” anlayışı baskın çıkmıştır.

TİSK (1999)'in bir değerlendirmesine göre diyebiliriz ki; esneklik arayışının temelinde, İş Hukukunda çalışma ilişkisinin düzenlenmesine ve işçinin korunmasına ilişkin hükümlerin, teknolojik gelişme ve rekabetin gerektirdiği esnekliğe imkân tanımaması yatmaktadır. Atasayar (1994:315)'a göre; çalışma ilişkilerinde gelişim sürecini:

1. Klasik Liberal görüşün hâkim olduğu, akit serbestisinin, serbest teşebbüs hakkının sınırsız kabul edildiği birinci dönem. 2. Müdahale dönemi olarak adlandırılan, işçiyi koruma amacı taşıyan İş Hukuku normlarının konulduğu ikinci dönem. 3. İş Hukukunda esneklik arayışlarının geliştiği üçüncü dönem olmak üzere üç ana başlık altında toplamak mümkündür.

Esneklik arayışıyla birlikte esnekliğe yönelik yapılan yorumlara bakılacak olursa ortaya çıkan sonuç şu ifadelerle ortaya konabilir. Karakoyunlu (1995)'ya göre; “İstihdamın teşvik edilmesi ve işsizliğin azaltılması için esneklik, Türk çalışma mevzuatına kazandırılmalıdır. Küreselleşen rekabet ortamında katı mevzuatlar bırakılmalı, yeni üretim ve yönetim teknikleri uygulanmalıdır. Değişen teknoloji ve üretim yöntemlerine uyum

65 sağlayabilmesi için insan gücü esnek kullanılabilmelidir. Değişken bir istihdam modeline uyum sağlayabilecek esnek bir İş Hukuku oluşturulmalıdır.” MESS (1996:43)'in değerlendirmesine göre; “İş Hukukunun ortaya çıkan köklü değişikliklere uyum sağlamak amacıyla mevcut kurum ve kurallarını yenileyerek daha esnek bir düzene kapı açması zorunludur. Gerekli yasal düzenlemeleri gerçekleştirerek ve çalışma hayatındaki çağdışı yaklaşımları terk ederek bir uzlaşma içinde esnek yaklaşımların önü tıkanmamalıdır.” Güzel (1995:194)'e göre; “Rekabet koşulları işçi lehine oluşturulmuş İş Hukuku kurallarını etkisiz kılmaktadır. Bir anlamda İş Hukuku, Rekabet Hukukuna uyum sağlamak durumundadır.”

5.Esnek Çalışma Sürelerinin İşçiler & İşverenler Açısından Etkileri

Kullanımı giderek yaygınlaşan esnekliğin ve esnek çalışma düzeninin etki alanında yer alan işçi ve işverenin bakış açılarının ve beklentilerinin çatışması ve bir taraftan değişim sürecine uyum sağlanırken, diğer yandan gözetilmesi gereken işçi haklarının ikincil planda kalması yaman bir çelişkiyi ortaya koymaktadır.

Özveri (1999)'ye göre; işçinin yıllık iznini kendi istediği zaman kullanabilmesi, çalışma ortamında bilgi ve becerisini arttıracak bir eğitimden geçirilmesi, işletmenin yönetimine çeşitli biçimlerde katılması, çalışma saatlerinin düzenlenmesinde görüşünün alınması gibi düzenlemeler işletme çatısı altında işçi lehine esneklik getirecek uygulamalar olarak anlaşılmaktadır. Diğer yandan işverenin istediği ise, işçiyi istediği zaman işten çıkarabilmek, pozisyonunu dilediği gibi değiştirmek, hatta pozisyon harici çalıştırabilmek, fazla mesailerde işçinin rızasını alma şartını ortadan kaldırmak, mevzuat ve toplu iş sözleşmesi gereği işçi lehine olan düzenlemeleri devre dışı bırakmaktır.

İşçi ve işveren açısından baktığımızda karşımıza çıkan gerçek; işverenlerin gereksinimlerine göre tasarlanmış esnekliğin acımasız bir şekilde dayatılacağıdır. Bu durum, işverenin gereksinimine göre, sadece gerek duyduğu zamanda ve isteğine bağlı olarak hatta en yetersiz sayılabilecek sözleşmeyle ortaya bir çalışma düzeni çıkarılacağını ve bu keyfi düzene göre iş sağlanacağı anlamına gelmektedir.

Tuncay (1995)'a göre; esnek çalışma süreleri daha çok işverenlerin talep ettiği ve bu talep sırasında işçilere de çok fazla imkânın vaat edildiği bir özelliğe sahiptir. Esnek çalışma ile işçilerin bir süre sonra sömürülmesi gerçeği her ne kadar yapılması kolay bir yorum bile olsa getirdiği faydalar da ele alınmalıdır. Ama bu faydalar esneklikle işçileri bir arada düşündüğümüzde ve sonuçları geçen zamana yaydığımızda sadece kısa süreli parlak bir tablo olarak kalmıştır. Bu parlak tabloda ele alınan esnek çalışmanın işçi ve işveren açısından olumlu etkilerini şu şekilde maddelendirebiliriz.

5.1. İşçiler Açısından Etkileri:

ILO (2000)'nun değerlendirmesine göre; esnek çalışma ile işçi, çalışma ortamına hakim olabildiği sürece kendi çalışma hayatının kalitesi de artmaktadır. İşçi, zamanını kullanmak adına iş hayatı ve özel hayatı arasında denge kurabildiğinden yaşam kalitesi de

66 aynı şekilde artmaktadır. İşçi verimli olduğu zamana göre iş saatlerini şekillendirebilmektedir. Bu gibi olumlu etkilerinin yanı sıra birtakım olumsuz etkilerin de varlığı söz konusudur. Şöyle ki; işçi esnek çalışma sürelerine tabi olduğundan, kısa süreli ücretli izinlerden, sosyal sigorta sistemlerinden, sosyal yardımlardan ve birtakım yan ödemelerden faydalanamamaktadır. Çalışma sürelerinin esnekliği, düzensizlik ve belirsizlik yaratabildiğinden işçiler için düzen arayışı gündeme gelmektedir. Küçük (2004:89-102) ise esnek çalışma sürelerinin işçiler üzerindeki olumlu etkilerine ağırlık vererek bazı başlıklar altında ele almaktadır.

i.Biyolojik zaman: Çalışma sürelerinin ve işe başlama zamanın belirlenmesinde işletmeye uygunluk değil, işçinin verimli olduğu zaman yani biyolojik zaman esas alınmaktadır.

ii.Zamana hakim olma: Çalışma sürelerinin ve şeklinin esnekleşmesiyle işçiler kendi ihtiyaçları ve özel durumlarına göre çalışma programlarını belirleyebileceklerdir. Böylece işçiler zamana hâkim olacak ve serbest zaman kazanacaklardır.

iii.İşe gidiş dönüş zamanı: İşe gidiş ve dönüşte yolda geçen sürenin azaltılması da esnek çalışmanın diğer bir önemli faydasıdır.

vi.Çalışanların özel ve aile hayatı: Kişiler esnek çalışma ile programlarını özel ve aile hayatına göre ayarlayabilmektedirler.

v.İşe geç gelme: Esnek çalışma ile işe geç gelme en aza indirilecek hatta ortadan kaldırılacaktır. Çünkü işçinin işyerine geldiği vakit işe başlama zamanı kabul edilecektir.

vi.Özel vasıflı uzman işçiler ve fazla çalışma: Esnek çalışmanın uygulanması ile fazla mesai ücretinin ödenmesi sağlanabilecektir. İşveren vekilleri ve özel vasıflı işçiler mesai sonrası veya diğer zamanlardaki çalışmaları karşısında fazla çalışma ücreti alabileceklerdir.

vii.Sosyal faaliyetler ve özel işler: İşçiler esnek çalışma sayesinde sosyal ilişkilere ve özel işlerine daha rahat zaman ayırabilmektedirler.

5.2. İşverenler Açısından Etkileri:

ILO (2000)'nun aynı konuda işverenler açısından yaptığı değerlendirmeye göre; işçilerin çalışma vakitlerini, verimli olduğu zamanları dikkate alarak ayarlayabilmeleri, iş sürecini ve üretimi olumlu etkileyeceğinden bu durum işverenin kazancına olumlu etki etmektedir, zaman ve maliyet kaybı ortadan kalkmaktadır. Esnek çalışma, üretime ara vermeden faaliyetlerin kesintisiz sürmesini sağladığından, işveren, telafisi zor zararlardan kurtulmaktadır. Fakat işveren açısından olumsuz etkiler de yok sayılmamalıdır. Şöyle ki; normal çalışma düzeninden esnek çalışmaya geçişte söz konusu olan adaptasyon süreci birtakım maliyetleri beraberinde getirmektedir. İşçilerin işe geliş ve işten çıkış saatleri sabit olmadığından bu durum ek bir planlama, yönetim ve denetim zorluğu yaratabilmektedir.

67

Küçük (2004:89-102)'e göre; esnek çalışmanın işverenler açısından olumlu etkileri aslında yine işçilerin davranış ve çalışma şekilleriyle oluşan dolaylı etkilerdir ve bu dolaylı etkiler şu başlıklar altında ele alınmaktadır.

i.Biyolojik zaman: İşçilerin verimli olduklarında çalışma zamanlarını seçmiş olmaları dolayısıyla işletmede verimlilik olacaktır.

ii.Gecikme ve işe gelmeme:İşçiler kendileri zamanlarını belirleyeceği için devamsızlık yapmaları da azalacaktır.

iii.İşe başlamadan önceki ve sonraki konuşmaların azalması: İşçiler işe değişik zamanlarda geldiklerinden işe başlamada ve iş aralarında konuşmalardan dolayı verimlilik azalmayacaktır, duraklama olmayacaktır.

vi.Fazla çalışmanın azalması: Esnek çalışmanın yapılan araştırmalarda fazla mesaiyi azalttığı tespit edilmiştir. Örneğin Almanya’da binden fazla işçi çalıştıran kimya fabrikası da fazla mesaisinde %70’lik bir azalma olduğu tespit edilmiştir. Esnek çalışma ile fazla mesainin azalması çalışanlar için bir gelir kaybı olurken işveren için bir avantaj olmaktadır.

v.Ekonomik açıdan üretim araçlarının tam kapasite ile kullanılması ve ana maliyetlerin azalması: Esnek çalışma ile işletmelerden faydalanma ve işçilerin çalışma süreleri arttırılmaktadır. Böylece üretim araçlarının tam kapasite ile çalışmaları sağlanmakta duran varlıkların ana maliyetleri azalmakta ve rekabet gücü artmaktadır.

vi.Teknik Zorunluluk Olarak Ara Verilmemesi: Bazı işlerde (örneğin demir çelik mikro işlem ve süt endüstrisi gibi) üretime ara vermek olanaksızdır. Esnek çalışma ile bu sağlanmakta ve zararlar azaltılmaktadır.

vii.İşçi Temininin Kolaylaşması ve İşgücü Devrinin Azalması: Esnek çalışmanın uygulanması ile işin insancıllaşması ve çalışma şartlarının iyileşmesi sağlandığından, bu gibi işyerleri tercih edilmektedir. Esnek işletmeler personel temininde zorluk çekmemektedirler. Ayrıca esnek çalışma işletmelerdeki işgücü devrinin azalmasına neden olmaktadır.

vii.İşin tamamlanması: Birçok işletmede mesai bitiminde işlerin yarım kalması önemli bir sorun oluşturmaktadır. Esnek olmayan bir işletmede paydostan sonra işler yarım kalabilmektedir oysa esnek işletmede, işler tamamlandıktan sonra işten ayrılınmakta ve dolayısıyla tatminsizlik olmamaktadır.

Ronnen (1981)'e göre; esnekliğin olumlu etkileri işçiye etki ettiği gibi işverene de etki etmektedir. İşçi kendine yansıyan olumluluklardan sadece kendisine fayda sağlamaya çalışırken; işveren yine işçisinden beslenebilmekte ve işçinin sağladığı fayda işverenin faydası halini alabilmektedir. Oysa işverenin, esnekliği daha fazla verimlilik ve kâr elde etme olarak görmesiyle işçinin çalışma sürelerinde meydana gelen artış, onun bir süre sonra emeğini haddinden fazla sarf etmesi anlamına gelmektedir.

Esnek çalışma süreleri gerçekte kim için olumlu ya da başka bir deyişle esnek çalışma süreleri kime yarıyor diye sorulduğunda, Uslu (2008)'ya göre; esnek çalışma sürelerinden

68 olumlu yönde fayda elde etmenin oranını işçi ve işverenin adil bir şekilde paylaşmadığı görülmektedir. İşveren her şeyden önce verimliliğe ve kâra ulaşmada, bununla beraber uluslararası rekabette yer edinmede, ilk yapılması gereken şey olarak maliyetleri düşürmeyi hedef almış ancak işgücü maliyetlerinin bir anda düşürülmesi mümkün olmadığı için farklı aşamalarla hedefine ulaşmayı seçmiştir. Bunun için yapılması gereken şey de işçinin yıllar boyu uğruna mücadele ettiği temel haklarının değişmesi hatta ortadan kaldırılması olmuştur.

Özelleştirmeler, özelleştirmenin beraberinde getirdiği işsizlik, taşeronlaşma, sendikasızlaştırma, sosyal güvenlik kurumlarının tasfiyesi şeklinde oluşan ve devam eden zincirin halkalarının arasına yasaların ve üretimin esnekleştirilmesi de girmiş ve gündeme oturmuştur. (Uslu:2008)

Özetle söylenebilir ki, esnek çalışmanın getirdiği olumlu fayda işveren için bir anlam ifade etmektedir, çünkü işveren en başından üretimi ve çalışma yaşamını kendi yararına düzenlemek istediği için ne yapacağını bilerek hareket etmiş ve hedeflediği faydayı ele geçirmiştir. Oysa olması gereken ve beklenen, işverenin faydası kadar işçinin de faydalanmasının sağlanması ve güvenceli esneklik kavramının da olası hal alabilmesidir.

6. Yeni Bilinç: Güvenceli Esneklik

Centel (1994:251-252)'e göre; çalışma ilişkilerinin esnekleştirilmesi; işçilere tanınmış bulunan güvencelerdeki katılığı ortadan kaldıracak ve bir anlamda tanınmış güvenceleri esnekleştirecektir. Bu durumda katılığa karşı esnekliği savunmak, insanlara bir noktaya kadar cazip görünebilmektedir. Bu cazibe ile standart ya da tipik çalışmanın katılıkları karşısında kişisel yaşamlarında da katılıklarla karşılaşan çalışanlar için çalışma yaşamının esnekleştirilmesi karşı çıkılması zor bir durum halini almaktadır.

İşçi, kendi zamanının efendisi olabileceği düşüncesiyle olumlu beklentiler içine girmektedir. Oysa çalışma saatleri ve biçimleri esnekleştirilirken, kazanılmış hakların da iyice esnekleşerek kayıp gitmesi tehlikesi esnek çalışmanın yararları ve cazibesini bir anda silip götürmektedir. Artık bir kaygıya dönüşme meylini taşıyan esnek çalışma bu haliyle esnek çalışma saatlerini de içeren “tipik olmayan istihdam” hatta “a tipik istihdam” şeklindeki diğer bir ifadeyle desteklenerek daha isabetli bir hal almaktadır.

7. Güvenceli Esneklik & Tipik Olmayan İstihdam Biçimleri

Zengingönül (2004)'e göre; işletmelerin küreselleşen ekonominin getirdiği yeni koşullara, özellikle de yeni çalışma biçimlerine uyum sağlamasındaki yasal zorlukların giderilmesi gerekmektedir. Sosyal güvenlik sistemimizin de düzenleme boşluklarını gidererek esnek çalışmaları kapsaması ve teşvik edici nitelikte olması, esnek çalışmaların kayıt dışına kaçmasını önleyerek Sosyal Sigortalar Kurumunun gelir kaybını da azaltacaktır. Süral (2004:15-22)'a göre; var olan düzenlemeler, esnekliğin teşvikine değil, tipik çalışmanın Sosyal Güvenlik Kurumuna esnek (a tipik) çalışma biçimi olarak bildirilmesinin, bir diğer deyişle, suiistimallerin önlenmesine yöneliktir. Süral’ın çalışmasında ele alındığı üzere, söz konusu a tipik çalışma şekillerinin başlıcaları ise şunlardır;

69

7.1.Kısmi Çalışma

Tipik olmayan istihdam biçimlerinden ilki kısmi çalışmadır. Kısmi çalışanlar; çalışma süreleri, benzer işi yapan tam zamanlı işçilerin çalışma süresinden daha az olanlardır. Kısmi çalışanlar çoğu kez, belirledikleri sürenin üstünde çalışırlar. Bazı kısmi çalışanlar ise “çağrı üzerine” veya “sıfır saatle” çalışma üzere anlaşma yaptıklarından dolayı çalışma sürelerini, dolayısıyla ücretlerini önceden bilmezler. Bu durum da, zamanla çalışanın haklarına yönelik bir güvencesizliği su yüzüne çıkaracak bir durumdur (Süral:2004).

7.2. Eve İş Verme

Süral (2004)'a göre; evde çalışanların çoğunluğu düşük ücretli, düzensiz çalışan geleneksel yapıya sahip çalışanlardır. Bu çalışanlar içinde kadınlar ağırlıklıdır. Sermaye yoğun işler işletme çatısı altında yapılırken emek yoğun işlerin taşeron sistemi ile eve iş verme şekline dönüşmesi gibi bir uygulama söz konusudur. Bilgisayar ve yeni iletişim teknolojilerinin gelişmesi ile işyerinde değil de, kendi isteğiyle evde çalışan ve çoğunluğu erkek olan tele-işçiler ise evde çalışanlar arasında küçük bir grup teşkil eder.

Erdoğdu (1994:326)'ya göre; ev işinde çalışanlar, tipik olmayan çalışanlar arasında özellikle korunmaya muhtaç kesimi oluşturmaktadır. Bunun nedeni çalıştıkları ortamın izole edilmiş olması ve statülerinin belirsizliğidir. Ayrıca bu şekilde çalışanlar asgari ücretin altında ücret almaktadırlar, çalışma saatlerinin uzunluğu ve iş güvencelerinin olmayışı da onlar adına başka bir dezavantajdır. Özellikle iş sağlığı ve iş güvenliği açısından oldukça olumsuz koşullara sahip bu çalışma grubu için yasa belirli sınırlar çizmelidir. Şöyle ki; Erdoğdu (1994:328)'ya göre; evde çalışan işçi ile işverenin yazılı bir sözleşme yapması zorunlu kılınmalı, taşeron ve aracıların sorumlulukları belirlenmelidir. Ev işinde de eşit işe eşit ücret politikası uygulanmalıdır. Aynı zamanda ev işlerinde tehlikeli ve kimyasal madde kullanımı düzenlenmeli, gerekirse iş sağlığı iş güvenliği üzerine eğitim verilmelidir. Yıllık ücretli izin hakkına kavuşturulması gereken ev işçilerinin sosyal güvenlik kapsamında olması ve hatta sendikalara üye olabilmesi de mümkün kılınmalıdır.

7.3.Geçici İşler

Süral (2004)'a göre; bu tür istihdama belirli süreli sözleşmeye dayalı çalışma da denir. Bu tür çalışma da belirli bir işin veya sürenin tamamlanması esası vardır. Bu kategoride istihdam edilenler işten çıkarma hallerinde ilk hedeftir ve kıdem tazminatı alamazlar. İşverenler de bu tür istihdamı işten çıkarmada sağladığı kolaylık için tercih etmektedir. Ayrıca bu tür istihdam ile işverenlerin mevsimlik açıkları kapatmaları mümkün olacağından deneme ve seçme süresini de uzun tutarak yedek kadronun azaltılmasında kendi lehlerine geçici işleri ve bu işlerde istihdamı kullanmaktadırlar. Geçici işçilik daha çok düşük vasıflı ve düşük ücretli çalışma türü olduğundan güvencesizlik had safhadadır.

7.4. Kendi Hesabına Çalışma

Süral (2004)'a göre; kendi hesabına çalışmanın temelinde yatan düşünceye baktığımızda özellikle genç çalışanlar, kısa vadede sağlık, uzun vadede ise emeklilik gibi hakların kaybını önemsemeyip sadece bugün için elde edecekleri parasal avantajın cazibesine kapılmaktadırlar. Günü kurtarmak olarak tabir edilebilecek bu istihdam türünde kişiler,

70 resmen bağımsız olmakla birlikte birer işçidir ve bütün işçiler gibi sosyal anlamda korunmaları gerekir.

7.5. Taşeron İşçiliği

Erdoğdu (1994:328)'ya göre; taşeronlaşma dünyada ve ülkemizde, işçileri çalışma mevzuatının, koruyucu mevzuatın ve toplu iş sözleşmelerinin kapsamı dışında bırakmak için kullanılmaktadır. Az sayıda işçi çalıştıran taşeron işyerlerinde sendikalaşma ve toplu sözleşme aracılığıyla hak almak çok zordur. Tipik olmayan şekillerde emeğini arz eden taşeron işçiler arasında kaçak işçilik yaygın olarak görülen bir durumdur. Ülkemiz açısından da mevzuat dışı tutulabilmeleri işveren cephesinde avantaj olarak görünen taşeron işçiler esnek çalışma biçimine sahip olsalar da güvenceden uzaktırlar.

Süral (2005)'a göre; tipik olmayan istihdamda toplu sözleşme güvencesi açısından karşımıza çıkan durum dahilinde, sendikalaşma oranı düşüktür. Koruyucu mevzuat da değerlendirmeye dahil edilirse; tipik olmayan istihdam altında çalışanlar feshe karşı korunma, kıdem tazminatı, yazılı sözleşme hakkı, analık sigortası ve analık halinde işe dönme hakkı, mazeret izni, iş sağlığı ve iş güvenliği gibi haklardan yoksundurlar ve üstüne üstlük işçi konumunda olduklarını kanıtlama konusunda ispat yükümlülüğü kendilerine ait olup bu ispat oldukça zor gerçekleşir. Görünen bu tabloyu sonuca bağlamak gerekirse, bu haliyle tipik olmayan istihdam teşvik edilmemelidir, işçilere farklı istihdam biçimleri arasında özgür seçim hakkı sağlanmalıdır, tipik olmayan istihdam esnekleştirilmemeli; koruyucu mevzuatın kapsamı dahilinde ele alınmalı ve işçi lehine düzenlenmelidir, yeni bir anlayış ve çalışma düzenine göre, çalışma zamanı da yeniden yapılanma sürecine alınmalıdır.

8. Güvence & Esneklik Dengesi

Esnekliğin ve esnek çalışma biçimlerinin ortaya çıkması kaçınılmaz bir gerçektir ve bu anlamda olması gereken, mutlak esneklik anlayışından uzaklaşmak ve esneklik ile güvencenin dengesini sağlayabilmektir. Çakır (2009)'a göre; bu dengeyi anlayabilmek adına hem esnekliğin hem de güvencenin boyutlarına değinmek gerekirse esnekliğin boyutları şu şekilde sıralanmaktadır;

 Dışsal sayısal esneklik: İşe alma ve işten çıkarılmaların kolaylaştırılması.  İçsel sayısal esneklik: İş sürelerinin kolaylıkla değiştirilebilmesi (yarı-zamanlı ya da fazla çalışmanın kullanılabilmesi)  Fonksiyonel esneklik: Çalışanların iş organizasyonu içerisindeki görevlerinin değiştirilebilmesi ve birden çok işte görevlendirilebilme.  Ücret esnekliği: Ücretlerin ekonomik koşullara ya da bireysel performansa göre belirlenebilmesi olarak sıralanabilir. Çakır (2009)'a göre; güvencenin boyutları ise şu şekilde sıralanmaktadır;  İş güvencesi: Aynı işte kalabilme güvencesi.

71

 İstihdam güvencesi: İstihdam edilebilme güvencesi (aynı işverenle olması gerekmez)  Gelir güvencesi: İşsizlik, hastalık, kaza vb. durumlarda gelirin korunması.  Kombinasyon güvencesi: Çalışanın özel ve sosyal aktiviteleriyle işin bütünleştirilmesi olarak sıralanabilir. Gündoğan (2007)'a göre; hem esneklik hem güvencenin boyutları dahilinde işçi ve işveren cephesinde her iki tarafın da çıkarlarını besleyebilecek bir dengeden bahsedebilmek için tarafların karşılıklı olarak bu süreçten olumlu etkilendiklerini söyleyebilmek gerekir. İşçilerin esneklikten yana çıkarları, daha çok iş imkânı yaratma, ek gelir için kısmi süreli ve geçici çalışma imkânı, iş-yaşam dengesini sağlama olarak değerlendirilirse, aynı anda işverenin çıkarları ise hızlı işgücü değişimlerine uyum sağlanması, hızlı değişen taleplere cevap vererek pazar pozisyonun gelişmesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Gündoğan (2007)'a göre; esneklik adına işçi ve işverenin çıkar dengesinden bahsettikten sonra güvence üzerine de her iki tarafın çıkarından bahsetmek gerekmektedir. İşçinin güvence ihtiyacı göz ardı edilmemesi gereken bir ihtiyaç olup çıkarları arasında, iş güvencesinin sağlanması, istihdam edilebilirliğin korunması ve geliştirilmesi, kazanılmış hakların sürekliliğinin sağlanması gelmektedir. İşveren de aynı şekilde güvenceden pay sahibi olmaktadır. Sürdürülebilir büyüme ve istihdam artışı için rekabet gücünün artırılması, vasıflı işgücüne erişim, çalışanların sadakat duygusunun geliştirilmesi de işverenin gözettiği çıkarların başında yer almaktadır. Çakır (2009)'a göre; esneklik ve güvence dengesinin etki alanında iki yönlü kazançlı çıkmanın varlığı aranmaktadır. Şöyle ki, esneklik güvence dengesi çalışanların işgücüne katılımlarını ve onların kariyerlerini geliştirerek sosyal dışlanmayı önleyecek olan iş, istihdam, gelir ve kombinasyon güvencesini sağlarken, aynı zamanda firmaların değişen koşullara uyum sağlama, verimlilik ve rekabet edebilme yeteneklerini güçlendiren sayısal, fonksiyonel ve ücret esnekliğine sahip olma dereceleri anlamına gelmektedir. İçli (2006)'ye göre; söz konusu denge adına önemli bir örnek Danimarka Modelinde dikkat çekmektedir. Danimarka’da başarılı bir dengenin önemli göstergeleri; çok düşük düzeydeki genç işsizliği; düşük düzeydeki uzun dönemli işsizlik; düşük düzeydeki yapısal ve genel işsizlik olarak sıralanmaktadır. Bredgard, Larsen ve Madsen (2005)'e göre; Danimarka’da oldukça yüksek iş devir oranları olmasına rağmen çalışanlar kendilerini güvende hissetmektedir çünkü, işsizlik oranı düşüktür ve bunun yanı sıra yeni bir iş bulmak kolaydır. Ayrıca, her yıl mevcut işlerin %10’u ortadan kalkarken bundan daha fazlası yaratılmaktadır. Göreli olarak uzun süreli ve cömert bir işsizlik ödeneği vardır. Aynı zamanda aktif işgücü piyasası politikaları da büyük öneme sahiptir. Gündoğan (2007)'a göre; Danimarka 1995 yılında içinde bulunduğu sorunların üstesinden gelebilmiş ve gelişme gösterebilmiş bir ülkedir. Danimarka’da genç işsizliğinin yüksek oluşu ve birçok niteliksiz genç işçi bulunması, işsizlik ödeneğinin kamu fonundan ödenen eğitim yardımından daha yüksek olması ve eğitime geçiş konusundaki teşviklerin yetersizliği sorun olarak kalmamış ve 25 yaşın altındaki tüm niteliksiz genç işçilere ödenen işsizlik ödeneği %50’ye kadar azalmış ve eğitime geçiş yardımı sağlanmıştır. Bu gelişmenin sonucu olarak da, işsizlikte düşüş, istihdam ve eğitimde artış sağlanmıştır.

72

9.Türkiye Gerçeğiyle Güvenceli Esneklik

Güvenceli esneklik adına iyi bir nitelik taşıyan Danimarka Modelinin ardından ülkemiz Türkiye’nin birtakım gerçeklerine değinmek gerekmektedir.

Alpagut (2008)'a göre; 18.-19. yüzyılın yatılı misafiri Sanayi Devrimi ve kökeni, 1960’larda ortaya çıkan dönüşüm ve hızlı değişimlere dayanan, aynı zamanda politik sonuçları beraberinde getiren, ağırlıklı olarak, ekonomik bir süreç olarak adlandırılan Küreselleşme, insanlık tarihini derinden etkileyen iki gelişmedir. Bu iki gelişmenin ardından kabulü ve uygulaması zor olan Güvenceli Esneklik, 1990’lı yıllarla birlikte küreselleşmenin zorunlu sonucu olarak yerini almıştır.

Yüksel (2003)'e göre; güvenceli esneklik, katı kuralları içinde barındıran çalışma hayatının bu katılıklardan arındırılması, hukuki yapının esnek bir biçime sahip olması ve bunlara ek olarak da çalışanlar için insani; yani güvenli koşulların sağlanması ve güvencenin oluşturulmasını ifade eden bir stratejidir. Alpagut (2008)'a göre; güvenceli esneklik aynı zamanda Avrupa Birliği İstihdam Politikasının temel unsurlarından birini oluşturmakta, hatta yönünü belirlemektedir. Avrupa Birliği’ne üye ülkelerde yasal düzenlemelere yansıyabilen güvenceli esneklikle hedef, iş güvencesine ilişkin yasal düzenlemelerin yumuşatılması olmuştur.

Eskiye dönünce karşımıza çıkan tam zamanlı çalışmanın ardından, bugün yüz yüze olduğumuz yarı zamanlı çalışma, geçici iş ilişkisi, kısmi süreli çalışma, çağrı üzerine çalışma, belirli süreli sözleşme, esneklik kapsamında ele alınmakta ve iş sürelerinde esneklik, güvenceli esnekliği gerekli kılmaktadır. Peki Türkiye’de çoğu mantığa aykırı olan bu kavram, Avrupa Birliği üyeliğine talip olan mantığın içinde ne kadar süre aykırılığını koruyabilir?

Alpagut (2008)'a göre; esneklik kadar işçiler için yeterli güvence sağlanması gereğini vurgulayan Avrupa Birliği İstihdam Raporunda, istihdam ve büyümenin gerçekleştirilmesi için üye devletlerce alınması gereken önlemler şu şekilde belirtilmektedir:

-- Belirsiz süreli ve tam gün çalışmaya dayalı standart iş sözleşmeleri çerçevesinde sözleşme koşullarını; iş süreleri, ücret oluşturma mekanizmaları ve işçilerin mobiliteleri gibi hususlarda esneklik yönünde denetlemek ve gerektiğinde işçi ve işverenler bakımından tercih edilebilir kılmak için bu yönde uyarlamak,

-- Diğer sözleşme türlerini gözden geçirerek işçi ve işverenlerin gereksinimlerini dikkate alacak farklı seçenekler sunmak,

-- Ödünç işçi temin eden büroların kurulması ve yayılması için engelleri kaldırarak bunları iş pazarında etkin ve cazip kılmak,

-- İş sürelerinin esnekleştirilmesi,

-- Kısmi süreli çalışmanın teşviki,

-- İş pazarında mobiliteyi artırmak için sosyal güvenlik sistemini uyarlamak.

73

Alpagut (2008)'un değerlendirmesiyle öne çıkan bu tedbirler, işçiler arası bir bölünmeyi gündeme getirmemelidir. Şöyle ki; her türlü korumadan yararlanan işçiler ve bunların dışında kötü çalışma koşulları içinde daha az korumadan yararlanabilen işçiler olarak bir ayrım yapmaksızın çalışma yaşamının barındırdığı katı düzenlemeleri bertaraf etmek anlamında esneklik ve güvencenin bir arada bulunduğu bir yapıyı öngören güvenceli esneklik ön planda yerini almaktadır.

Avrupa Birliği İstihdam Politikası ufkumuzu genişletirken başımızı iki elimizin arasına alıp düşünmemizi gerektiren Türk Hukuk yapısı ise ikiye bölünmüşlüğün resmini çizmektedir. Öyle ki, esneklik ve kuralsızlık birbirine karışmaması gerekirken iç içe geçmiştir. Kuralsızlık var oldukça hayat bulan kayıt dışı istihdam da hesaba katılırsa yeterli esneklikten yoksun hukuki yapımız dikkat çekmektedir. Bu tablo karşısında; tam istihdam, çalışma kalitesi ile verimliliğin arttırılması ve sosyal birlikteliğin teşviki hedefini taşıyan Avrupa Birliği istihdam Politikasının çekirdeğinde yer alan güvenceli esneklik ve Avrupa Birliği’ni model alarak Türk zihinlerini birleştirmek mümkün olabilir mi? sorusu akıllara takılmaktadır.

Munck (2003:33)'a göre; kaçınılmaz olan ezeli rekabet, ulusal iş piyasası anlayışlarının Avrupa’nın ötesine geçip uluslar üstü piyasaya dönüşmesi, sermayenin ucuz işgücü arayışıyla hareket etmesi ve bu yönde fayda sağlayacağı ülkelere kayması, yaşlanan nüfusla birlikte artmakta olan yüksek yapısal işsizlik oranları, sadece istihdam politikasına yönelik değil aynı zamanda çalışma ilişkileri ve iş hukuku düzenlemelerine yönelik değişimini de beraberinde getirmiştir. Kimine göre değişim, kimine göre çağın büyük dönüşümü olma adayı ve kimine göre yeni dünya düzenine karşı mücadele sonuç vermeyecek bir süreçtir. Bu durumda olması gereken durağanlık değildir. Sermaye ve emeğin, biri gerçek zamanlı bir akışkanlıkta, öteki ise can sıkıcı bir durgulukta birbirinden ayrışmış iki farklı şekilde var olduğundan kaçınılmazlık ve mecburiyetçiliği de hesaba katarak uyum sağlamak esas alınmalıdır.

Wilthagen (2004:165-181)'e göre; küreselleşme ve teknolojik gelişmelerin, hem işletmeler hem de işçiler açısından ortaya çıkardığı yeni koşullarda, işletmeler piyasaya tutunabilmek için yaptıkları üretimi ve sunduğu hizmeti hızlı biçimde uyarlama ve geliştirme baskısı altındadır. Bu durumda üretim teknikleri yanında işgücü uyumu da gerekmektedir. Böylece bir yandan işletmeler diğer yandan da çalışanlar, değişime hazır ve yeterli olmak zorundadır. Durum böyle olunca yeniden yapılanma günlük yaşamın bir parçası haline gelmiştir.

Bu gerçeklikler ve aynı yola çıkan farklı yorumlar karşısında Türkiye, güvenceli esneklik gerçeğini göz ardı etmemelidir. Günümüzün değişken piyasa koşullarında, katılık ve hareketsizlik, sonun başlangıcını; esneklik ise, rekabet edebilirliğin ve istihdam edilebilirliğin olmazsa olmaz koşulunu oluşturmaktadır. Artık Türk sanayisi esnek çalışmayı yasalara rağmen değil, yasalar çerçevesinde uygulayabilmelidir.

74

10. Türk İş Hukuku Bakımından Güvencenin Sorgulanması

Konuya Türk İş Hukuku bakımından yaklaştığımızda yeni bir anlayış karşımıza çıkmaktadır. Adı geçen yeni anlayış, iş güvencesinden istihdam edilebilirlik güvencesine geçiştir. Bu durumda işin daha az korunması ve esas korumanın çalışana yönelik olması ortaya çıkmaktadır.

Dur (2009)'a göre; çalışanın yaşam boyu aynı işyerinde istihdam edilmesine dayalı iş güvencesi sisteminin yerine, işgücü değişimine dayalı, işten çıkarmadaki kolaylıkları ortadan kaldıran ya da azaltan ve istihdama iş değiştirme olanağı sağlayan yeni bir sistemin benimsenmesi güvenceli esneklik adı altında değerlendirilmektedir. Bu yeni anlayış, iş güvencesinin göreceli olarak ikinci planda olduğu ama sosyal güvence ve iş bulma kolaylığının gelişmiş olduğu bir düzeni öngörmektedir. Burada adı geçen iş bulma kolaylığı; yaşam boyu öğrenim, sürdürülebilir eğitim, niteliklerin ihtiyaçlar ve gereklilikler dahilinde güncellenmesi ve bu şekilde değişime uyum sağlayabilme, bunlara ek olarak da iş arayan ve işverenlerin desteklenmesi yönünde hükümet tedbirlerinin sağlanmasını mümkün kılmaktadır. Bu çerçevede feshe karşı koruma sistemlerini de ele alan Dur (2009)'a göre; daha yumuşak bir vasıta bulunamadığı takdirde fesih yoluna başvurulması yani feshin sadece alternatifsizlikten dolayı son çare olması gereği ortaya konmaktadır. Bu gereklilik dahilinde işveren fesihten önce başka alternatif tedbirlerin bulunup bulunmadığını araştırmak zorundadır. İşçinin işyerinde başka bir işte çalıştırılmasına olanak verilmesi, eğitime tabi tutulması, iş koşullarında değişiklik yoluna gidilmesi, ücret ve ikramiyenin azaltılması, ücretsiz izin veya kısa çalışma, fesih karşısında başvurulabilecek tedbirler niteliğindedir. Kıdem tazminatı ve esneklik bağlantısına da değinmek gerekirse, Alpagut (2008)'a göre; işçinin rızası olmaksızın işin kaybı ve işçinin işyerine bağlılığının karşılığı olarak değerlendirilen kıdem tazminatı, 1936 tarihli İş Kanunundan bu yana çeşitli değişimlere uğramış ve zaman içersindeki gelişim, işsizlik sigortası ve iş güvencesi kurumlarının işlevinin kıdem tazminatına atfedilmesi yönünde olmuştur. Alpagut (2008)'un bu konudaki diğer bir değerlendirmesine göre; kıdem tazminatının işveren açısından ciddi bir maliyet olarak değerlendirildiği şüphesizdir. Buna ek olarak, bir devlet memurunun ikramiyesi nasıl bir işleve sahipse kıdem tazminatı da aynı şekilde ciddi bir işleve sahiptir. Bu sebeple de fonda biriken para hem işveren hem de işçi cephesinde olumlu etkiler yaratmaktadır. İşverenin ödeme aczine düşmesi ya da iflas etmesi gibi bir durumda fon devreye girdiğinde kıdem tazminatının elde edilememesi gibi bir ihtimal de ortadan kalmaktadır. Olur da iş sözleşmesi sona ererse, uyuşmazlıkları önleyerek işçinin istifası halinde kıdem tazminatı alamaması gibi bir durumdan doğacak adaletsizlikleri de gidermesi mümkün görünmektedir. Limoncuoğlu (2010)'na göre; güvenceli esneklik konusunda Türk Hukuku değerlendirildiğinde; Türkiye bakımından sorulması gereken ilk soru; esneklik gereksiniminden söz edilip edilemeyeceğidir. Bu noktada ülkemizde istihdam açısından bir bölünmüşlük karşımıza çıkmaktadır. Bölünmüşlüğün ilk alanını kayıt dışı istihdam, diğer alanını da kayıtlı istihdam teşkil etmektedir. Kayıt dışı istihdamın varlığı söz konusu

75 olduğunda esneklik ve kuralsızlaştırmanın iç içe geçtiği anlaşılmaktadır. Durum böyle olunca da esneklik ve güvencenin bir arada gerçekleşmesi söz konusu olamamaktadır. Limoncuoğlu (2010)'na göre; Türkiye’de ciddi denebilecek bir istihdam politikasının, eğitim ve istihdamı arttırmaya yönelik sosyal güvenlik politikasının var olup olmadığı da sorulması gereken diğer bir sorudur. Türkiye için güvenceli esneklikten bahsetmenin zor olmasının yanı sıra istihdamı arttırmaya yönelik sürdürülebilir istihdam politikasının varlığından söz etmek de ihtimal dahilinde görünmemektedir. Alpagut (2008)'a göre; aktif işgücü piyasasına yönelik tedbirler içerisinde yer alan ve kayıt dışı çalışmanın önüne geçilmesi açısından Avrupa Birliği tarafından da önerilen “istihdam yüklerinin (vergi ve sigorta maliyetlerinin) belirli seviyelere çekilmesi, mali teşviklerin uygulanması” güvenceli esnekliğin gerçekleştirilmesinde önemli unsurlardır. Fakat Türk Hukukunda bu konuya ilişkin etkin bir politikanın varlığından da söz etmek mümkün olmamaktadır. Güvenceli esneklik ve Türkiye adına çeşitli yaklaşımları da ele alacak olursak karşımıza bir imkânsızlıklar tablosu daha çıkmaktadır. Ansal ve Necef (1999); istihdam yükü açısından batılı gözlemcilerin değerlendirmelerini ele almıştır. Bu değerlendirmelere göre; işçilerin iş istasyonları arasında adeta koşar gibi gidip gelmeleri ve işi tamamlamaya çalışmaları hayret veren bir ortam oluşturduğu gibi, esnek çalışmanın oluşturduğu iş yoğunluğundan dolayı “işçiler açısından bir cennet olamayacağı açıktır” kanısına varılmıştır. Karşılaşılan bir sonuç da; esnek çalışmanın getirdiği iş yoğunluğu ortamında ölüm vakalarının giderek artmasıdır. Bu ve benzeri gerçekleri ele alan tabloları yansıtmak sadece var olan sorunu ve eksiklikleri gözler önüne sermek olur ancak bu gerçekler Türkiye’nin esneklik ve güvenceyi aynı anda kendi bünyesine uyarlamakta oldukça zorluk çekeceğinin göstergesidir. Esnek çalışma sürelerinin sağlayacağı avantaj ve dezavantajlar üzerine Prof. Dr. Ahmet Selamoğlu; “Esneklik mal ve hizmet piyasalarının içinde bulunduğu durumda var olan derin ve sürekli belirsizliğe karşı bir ilaçtır. Bu durum işveren açısından büyük önem taşır.” şeklinde düşüncesini dile getirmiştir. Bu düşüncesine ek olarak Selamoğlu, “Ancak taşeronlaşma ve kayıt dışı istihdam göz ardı edilmemesi gereken bir konudur ki bu gibi durumlarda esneklikten değil “kuralsızlaştırmadan” bahsetmek mümkün olur.” diyerek düşüncelerini aktarmaya devam etmiştir. Esnek çalışma sürelerine yönelik olarak düşüncelerini aldığım Selamoğlu, esnekliğin olumsuz olarak nitelendirilebilecek yönlerine de değinmiş ve “Esneklikle birlikte örgütlülük haline birlikte bakılacak olursa, bu durumda esneklik cephesinden örgütlülük haline karşı bir olumsuzluk olduğu karşımıza çıkar. Esneklik sosyal hakları güvence altına alan bir düzen getirmez, hatta sosyal haklara aykırı demek yerinde olur. Böylece esnekliğin kişilere sunacağı varsayılan serbest zaman imkânı ifadesi oldukça isabetsiz ve desteksizdir. Hatta, esnek çalışmanın işçi açısından bir tehdit olduğunu söylemek mümkündür.” demiştir.

Doç. Dr. Sayım Yorgun esneklik ve güvenceyi aynı karede şu şekilde ele almıştır; Yorgun, bazı düşünürler ve akademisyenlerin esnekliği “mutlak bir esneklik” olarak

 T.C. Kocaeli Üniversitesi İİBF, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi  T.C. Kocaeli Üniversitesi İİBF, Çalışma Ekonomisi ve Endüstri İlişkileri Bölümü Öğretim Üyesi 76 değerlendirmesinin eleştirel gözle bakılması gereken bir konu olduğunu ve mutlak esnekliğin yanlış bir yaklaşım olduğunu dile getirmiştir. Yorgun’a göre; “Mutlak esneklik demek işçinin korunmaması, işçinin korunmasız bırakılması demektir. Deregülasyon altında da bu vardır.” düşüncesi geçerlidir. Şöyle ki, deregülasyonda işçiyi koruyucu yasal mevzuatın ortadan kaldırılması söz konusudur.” Yorgun, “Ben esnekliği ihtiyaç olarak görüyorum ama bu esneklik ihtiyacıyla işçinin de yarınından emin olma, iş güvencesine sahip olma kavramının da birlikte değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyorum” demiştir.

Yorgun başka bir gerçeği gözler önüne sererek; “Türkiye’deki yapı özellikle kayıt dışılık olarak karşımıza çıkar. Bu yüzden, Türkiye’de esneklik arayışı hep işçinin aleyhine bir düzenleme olmuştur. Bunun giderilmesi için de önce kayıt dışı ekonominin engellenmesi gerekir. Bu gerekliliğe rağmen Türkiye’de işverenler yasaların çok katı olduğunu söyler ancak bir ülkede ekonominin yarısı kayıt dışıysa o ülkede bırakın esnekliği, koruyucu hiçbir hükmün varlığından söz edilemez.” demiştir.

Yorgun, iş sağlığı ve iş güvenliği açısından bir değerlendirme yapmasını talep ettiğimde; “Türkiye’de iş güvenliği açısından baktığımızda esnek istihdam, özellikle işyeri ile işçi arasındaki bağın çok güçlü olmadığı bir ilişkiyi gözler önüne serer. Esnek çalışma süreleri iş sağlığı ve iş güvenliği açısından bir tehdittir. Esnekliğin olduğu yerde, iş güvenliğine yönelik tedbirlerin daha elastik olduğunu, işçinin işyerine adapte olamadığını, o işyerinin kurallarını öğrenmede, sahiplenmede güçlük çektiğini ve sorumlulukların yeterince yerine getirilmediğini düşünüyorum, bu açıdan bakılınca da olumsuz bir ilişki olduğunu söyleyebilirim.” demiştir.

Bu yorumlara ek olarak Türkiye’nin istihdam durumunu anlatan senaryolar; istihdam oranının düşüş kaydettiğini, kayıt dışı istihdamın ciddi bir şekilde artış gösterdiğini, genç işsizliğin yükseldiğini, işgücüne katılma oranının düştüğünü, yaşlıların ikinci planda kaldığını ve pasifize edildiğini gösteriyorsa, ya da senaryoyu milli gelir üzerinden değerlendirdiğimizde asgari ücretteki artışın insani olmamakla beraber sadece bir nebze artabildiğini, sosyal güvenlikten yoksun olanların oranında bir düşme olduğunu görebiliyorsak, Türkiye’nin güvenceli esneklik resmini çizmek ve sadece bir ütopya olarak kalmaya yüz tuttuğunu görmek kaçınılmaz bir gerçek olacaktır. Bu olumsuz senaryolar, Türkiye’de esneklik ve güvence dengesini ortaya koyan bir modelin varlığını ortaya koymaktan oldukça uzak gözükmektedir.

Genel olarak içinde bulunduğumuz durum ve yapılması gerekene değinmek gerekirse; 4857 sayılı iş kanunu ile işveren ve işçi arasında varılan anlaşma neticesinde özellikle esnek iş düzenlemelerinin uygulanması ve iş güvencesi kurallarından oluşan yasal bir yapının olması Türkiye adına önemli bir adımdır. Yapılmasına ihtiyaç duyulan ise, iş güvencesi ile işgücü piyasası esnekliği arasında denge sağlanmasıdır.

SONUÇ

Teknolojik alanda meydana gelen gelişmelerin, hem işletmeyi hem de işçileri etkileyip değiştirici etki yaptığı gerçektir. Bu gerçekler rekabete ayak uydurmayı zorunlu hale

77 getirmişken esneklik anlayışını ve esnek çalışma sürelerini de kaçınılmaz hale getirmiştir ancak her ne kadar amaç, şartlara ayak uydurabilmek ve uyum sağlayabilmek olsa da, işçinin varlığı ve ihtiyaçları da yok sayılmaması gereken niteliktedir.

Esnekleşme ihtiyacının amacını aşması ve kuralsızlaştırma olarak algılanması çalışanların insana yaraşır yaşama hakkını da tehdit etmektedir. Kayıt dışı ekonominin göz ardı edilemeyecek boyutlara ulaşması, kontrollerin yetersiz olması işçileri sağlıksız ortamlarda çalışmaya muhtaç bırakmaktadır.

Günümüz dünyasında tüm kazanılmış haklar hedef alınarak yapılan tüm saldırılara ve esneklik adı altında işçinin korunması ilkesine yönelik ihlallere karşı durulmalı ve insani hedefler dahilinde güvence hedefi yükseltilmelidir.

Esnek çalışma süreleri ile verimlilikte artışların olacağı, maliyetlerin azalacağı, çalışanların motivasyonunun artacağı ve iş tatmininde yükselişlerin gözlemleneceği ve çalışanların kendi zamanlarını kendilerinin kontrol edebileceğine yönelik adeta bir cennet vaat eden görüşler beklentileri boşa çıkarmış olsa da, işçilerin haklarının savunulması ve insanca çalışma şartlarının oluşturulması için esneklik ve güvence aynı karede gerçekleştirilebilmeli ve Türkiye adına imkânsız görülen güvenceli esneklik mümkün kılınmalıdır.

Esneklik gerçeğinin ve uygulanmasının kaçınılmaz oluşu yanında güvenliğin; insana yakışır ücret, yaşam boyu öğrenime erişim, çalışma koşullarında iyileşme, adil olmayan işten çıkarmalara ve ayrımcılığa karşı koruma, işini kaybetme halinde destek ve iş değiştirirken kazanılmış sosyal hakların aktarılması hakkı olduğu bilinçlere kazındığında, Türkiye adına bir güvenceli esneklik modeli oluşturmak mümkün olabilecektir. Zira, güvence ve esneklik madalyonun iki yüzü ve karşılıklı ön koşullar olarak görülmelidir.

KAYNAKÇA

Alpagut, G. (2008), AB’nde Güvenceli Esneklik ve Türkiye’deki Yasal Düzenlemeler, TİSK Akademi, C.3/1.

Ansal, H. (1986), Esnek Üretimde İşçiler ve Sendikalar, İstanbul: Birleşik Metal İş Sendikası Yayınları, s. 57.

Ansal, H. (1999), “Post-Fordizm’de Üretim Esnekleşirken İşçiye Neler Oluyor?”, İstanbul: Birleşik Metal İş Yayınları.

Ansal, H. ve Necef, Ş. (1999), “Japon Post-Fordizmi ve Türkiye’de Uygulanması”.

Atasayar, K. (1994), Çalışma Hayatında Esneklik, İzmir: Yaşar Eğitim Vakfı Yayını.

Bredgard, T., Larsen, F. & Madsen, P. K. (2005), “The Flexible Danish Labour Market - A Review”, Carma Research Papers, Aalborg University, April.

78

Centel, T. (1994), “Türkiye’de Yeni İstihdam Türleri ile İş İlişkilerinin Esnekleştirilmesi”, s. 251-252.

Çakır, Ö. (2009), “Avrupa Birliğinde Güvenceli Esneklik ve Eğilimler, Sosyo-Ekonomi, Temmuz/Aralık, C. 2.

Çelik, A. (2003), “Yeni İş Yasasının Anlamı”, Türkiye Barolar Birliği Dergisi, Sayı: 48, Eylül/Ekim.

Çelebi, S. (2007), Bir Sosyal Politika Konusu ve Çalışma Hakkının Karşılığı Olarak İstihdam, Mercek, s. 61-65.

Dur, V. (2009), “Esnek Güvence Kavramı ve Türk Sosyal Güvenlik Mevzuatındaki Yeri”. http://www.yoikk.gov.tr/upload/Esnek/Guvence.pdf

Erdoğdu, S. (1994), “Türk İşçileri Açısından İş Hukukunda Esneklik”, İzmir: Yaşar Eğitim ve Kültür Vakfı.

Evren, G. (2007), Esnek Çalışma ve İstihdama Etkileri, Ankara: Seçkin Yayıncılık

Gündoğan, N. (2007), İşgücü Piyasasında Esneklik-Güvence Dengesi: Danimarka Modeli, Çimento İşveren, C. 21, s. 22-37.

Güzel, A. (1995), Esnekliğin Ortaya Çıkışı ve Gerekliliği, Çalışma Hayatında 21. Yüzyılın Yeni Ufukları MESS Yayınları, No: 222, s. 194.

İçli, E. (2006), “Güvenceli Esneklik Alanında Ülke Uygulamaları, MESS Yayınları, Haziran.

Kozlu, Ç. (2008), “Esnek Çalışma ve Güvencesizlik”, Marksist Tutum Dergisi, Haziran.

Kutal, G. (2008), “Türkiye’de Çalışma Hayatında Esneklik Uygulamaları”.

Kuzgun, K. İ. (2012), “Güvenceli Esneklik Kavramı Ve Türkiye’de Güvenceli Esnekliğin Belirleyici Değişkenleri, Sosyal Güvenlik Dergisi, C. 2.

Küçük, F. (2004), “Esneklik ve İnsan Kaynakları”, Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, C. 3.

ILO, (2000), Flexicurity: The Response to Globalisation and Demographics by Combining Flexibility and Security, Employment and Social Affairs, European Employment Strategy.

ILO, (2007), “Flexicurity-Equality at Work”, The Magazine of World of Work, No: 59.

Karakoyunlu, E. (1995), Türk Çalışma Hayatının Sorunları ve Çözüm Önerileri Toplantısı, İstanbul: TİSK Yayınları.

Koray, M. (2005), Sosyal Politika, (3. Baskı), Ankara: İmge Kitabevi Yayınları.

79

Limoncuoğlu, A. (2010), Türk İş Hukuku ve Sosyal Güvenlik Hukukunda Güvenceli Esneklik, İzmir.

Özveri, M. (1999), Esneklik, Ankara: TÜRK-İŞ Eğitim Yayınları, No:34.

MESS Yayınları (1996), Endüstri İlişkilerinde Son Durum.

Munck, R. (2003), Emeğin Yeni Dünyası – Küresel Mücadele, Küresel Dayanışma, İstanbul: Kitap Yayınevi.

Rodgers, G. (2007), Labour Market Flexibility and Decent Work, New York: DESA Working Paper, No. 47.

Ronnen, S. (1981), Flexible Working Hours, New York: Mc Graw-Hill.

Süral, N. (2004), “Esnek Çalışma Süreleri ve Modelleri”, İİBF/ODTÜ.

Süral, N. (2007), “4857 Sayılı İş Kanunumuzda Esneklik Açılımları”, TİSK İşveren Dergisi, Özel Ek, Ankara: TİSK Yayınları.

Süral, N. ve Pennings, F. (2005), “Türk İşgücü Piyasasının Esnekleştirilmesi ve Modernleştirilmesi”

Tatlıoğlu, E. (2012), “Güvenceli Esneklik Çerçevesinde Esnek Çalışmanın Uygulanabilirliği”, Electronic Journal of Vocational Colleges.

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu - TİSK. (1999), Çalışma Hayatında Esneklik, Ankara: TİSK Yayınları, Yayın No: 190.

Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu - TİSK. (1999), Çalışma Hayatında Esneklik Gereksinimi, Kamuoyunda Esneklik. der. MESS. İstanbul: MESS Yayınları.

Tuncay, A. C. (1995), Çalışma Süreleri ve İstihdam Türlerinde Esnekleştirme, Çalışma Hayatında Yeni Gelişmeler-Esneklik, Ankara: Çimento Müstahsilleri İşverenleri Sendikası Yayını.

Uslu, H. F. (2008), Flexicurity: A Deliberate Ambiguity?. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Orta Doğu Teknik Üniversitesi.

Wilthagen, T. & Tros, F. (2004), The Concept of ‘Flexicurity’: A New Approach to Regulating Employment and Labor Markets, Vol. 10, No: 2, s. 165-181.

Yavuz, A. (1995), Esnek Çalışma ve Endüstri İlişkilerine Etkisi, İstanbul: Filiz Kitabevi.

Yüksel, N. (2003), Çalışma Hayatında Esnekleşme İhtiyacı, İşveren Dergisi, Cilt: 40, Sayı: 5, s. 9-11. Ankara: TİSK Yayınları.

80

Zengingönül, O. (2003), “Sosyal Politika-Esnek Çalışma Biçimleri Paradoksunda Avrupa Birliği Örneği”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 5, Sayı: 4, s. 157-171.

Zengingönül, O. (2004), “İş Güvencesine İstihdam Açısından Bir Yaklaşım”, Dokuz Eylül Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt: 6, Sayı: 1.

81

82

İLKÖĞRETİM OKULLARINDA BİLGİSAYAR DERSİNE YÖNELİK YÖNETİCİLERİN VE ÖĞRETMENLERİN GÖRÜŞLERİ (ANTALYA İLİ ÖRNEĞİ) 

İlhanGünbayı Gülay Türkmen

ÖZ

Bu makalede Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilköğretim okullarında bilgisayar dersine yönelik yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri belirlenmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla araştırmacılar tarafından 5'li Likert tipi 15 maddelik ve dört faktörlü bir ölçek geliştirilmiştir. Ölçeğin yapı ve ölçüm geçerliliği için açımlayıcı ve doğrulayıcı faktör analizi yapılmıştır. Araştırmanın evrenini 2009-2010 yılında Antalya ili 5 merkez ilçesinde görev yapan Milli Eğitim Bakanlığına bağlı 178 ilköğretim okulunda çalışan 4935 yönetici ve öğretmen oluşturmuştur. Anket, Antalya ilinin 5 merkez ilçesinde yer alan Milli Eğitim Bakanlığına bağlı 44 ilköğretim okullarında görev yapmakta olan 119 okul yöneticisi ve 1059 öğretmen olmak üzere 1178 katılımcıya uygulanmıştır. Elde edilen verilerin sonuçlarına göre, yöneticilerin ve öğretmenlerin yaşı ve hizmet yılı arttıkça bilgisayar dersinin önemine dair olumlu görüş düzeyinin azaldığı, yine yaş değişkeninde bilgisayar sınıfının yeterliliği boyutunda düşük yaş grubundaki öğretmen ve yöneticilerin görüşlerinin, yüksek yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden daha olumlu olduğu bulunmuştur. Araştırmada yöneticilerin ve öğretmenlerin bilgisayar dersine yönelik görüşlerinde en yüksek oran bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, en düşük oran ise bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması boyutlarında saptanmıştır.

Anahtar Kelımeler: Bilgisayar teknolojisi, İlköğretim Okulları, Öğretmenler, Okul Müdürleri

TEACHERS’ AND PRINCIPALS’ VIEWS ON COMPUTER TECHNOLOGY CLASSES IN COMPULSORY SCHOOLS (A SAMPLE OF ANTALYA PROVINCE)

ABSTRACT

The aim of this study was to analyze the views of teachers and administrators on computer technology classes in compulsory education. In order to analyze the views of teachers and administrators on computer technology classes in compulsory education, a likert typed 5 scaled questionnaire consisting 15 items was developed by the researchers. The exploratory factor analysis and confirmatory factor analyses were done to test structural and measurement validity of the scale. The study population consisted of 4935 teachers and school directors serving 178 public elementary schools within the city of Antalya and its districts during the 2009-2010 academic year. Questionnaires filled out by 1178 participants 1059 of whom were teachers and 119 administrators serving at 44 public compulsory schools were evaluated. According to the findings of the study, the older the teachers and administrators got and the longer they served, the less they thought of the importance of the computer technology classes, hence younger and teachers and administrators with less seniority had more positive thoughts on the course than those older ones and the ones with more seniority. In the study, teachers and administrators perceived self development as the highest and meeting the requirements as the lowest in terms of their views on computer technology classes.

Key Words: Computer technology, Compulsory education schools, teachers, principals

1. GİRİŞ “Büyük ve yoğun insan toplulukları, aşırı hareket, dinamizm, hızlı değişme, bilimsellik ve ileri teknoloji çağımızı karakterize eden başlıca niteliklerdir Bilim ve

 Bu çalışma Akdeniz Üniversitesi Bilimsel Araştırma Projeleri Koordinasyon Birimi tarafından desteklenmiştir ve bu makale 2011’de savunulan “İlköğretim Okullarında Bilgisayar Dersine Yönelik Yöneticilerin ve Öğretmenlerin Görüşlerinin Belirlenmesi (Antalya İli Örneği)” başlıklı yüksek lisans tezinden üretilmiştir.  Doç. Dr. Akdeniz Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Eğitim Bilimleri Bölümü, Eğitim Yönetimi Teftişi, Planlaması ve Ekonomisi Anabilim Dalı  Akdeniz Üniveritesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı, Eğitim Yönetimi ve Denetimi Programı. 83 teknolojinin etkisiyle siyasi düzeyde teknokrasi, sosyal yaşamda toplumlararası bütünleşme, ekonomik alanda uluslararası örgütlenme ve rekabet yönünde büyük gelişmeler” günümüzde çok yoğun bir şekilde yaşanmaktadır (Alkan, 2005, s. 9). Günümüzde toplumsal, siyasal, ekonomik, endüstriyel, teknoloji gibi her alanda hızlı bir değişim yaşanırken insanoğlu da bu değişim sürecinde kendine bir yer edinebilmek amacıyla, yeni kaynaklar yaratarak, teknolojiye sahip olabilme çabası içerisine girmiştir. Bunun için de insanoğlu kendisini gelişen ve değişen toplum düzeni içerisinde bilgiye değer veren, bilgiyi kullanmasını bilen ve bilgi üretebilen bir birey olarak yetiştirme eğilimindedir. Bu bağlamda bilgiyi arayan, bilgiye ulaşmanın yollarını bilen, ulaştığı bilgiyi sadece kullanmakla kalmayıp, bu bilgilerden yeni bilgiler üreten insan toplulukları bilgi toplumunu meydana getirmektedir (Numanoğlu, 1999a, 1999b, s. 341-350). Bilgi toplumuyla, temeli bilgi ve bilgi teknolojilerine dayanan, hizmet sektörü öncülüğünde, nitelikli insan faktörünü öne çıkaran, yaşam boyu öğrenmeyi gerekli kılan, bilginin ve bilgi teknolojilerinin toplumun her alanında kullanılabilmesine olanak tanıyan, bilgi ve iletişim teknolojileri ile toplumu ekonomik, siyasi, kültürel ve sosyal açıdan sanayi toplumu yapısından farklı kılan toplumsal bir yapı anlaşılmaktadır (Daştan, 2008, s. 9). Bilgi toplumu; bilginin temel olduğu, insan gücünün büyük oranının bilişim teknolojisi alanında çalıştığı, sosyo-ekonomik ve kültürel yapılarında buna göre şekillendiği bir toplumsal süreç olarak da tanımlamaktadır (Aytaç, 2006, s.11). Değişmeyen tek şeyin değişim olduğu günümüzde, çevre sürekli gelişmektedir. Buna paralel bir şekilde değişen bir çevrede yer alan örgütlerdeki bilgiler de sürekli değişmektedir. Her değişen bilginin elde edilmesi, kullanılması, paylaşılması, depolanması ve yenilenmesi gerekmektedir. Diğer yandan da Bilişim Teknolojisi (BT) de çok hızlı bir şekilde değişim göstermektedir. Her yenilenen teknolojiden ise, bilginin elde edilmesi, kullanılması, paylaşılması, depolanması ve yenilenmesi aşamalarında yararlanılması, değişen çevre koşullarına daha hızlı adapte olunmasını sağlayacaktır. Bu anlamda bilgi yönetiminde BT’den faydalanılması, örgütlere hız ve kolaylık sağlayacaktır (Türkoğlu, 2007, s. 22). Bilgisayar teknolojisi dünyada 1970’lerden itibaren hizmet sektöründe verimliliği artırmak amacıyla etkin bir biçimde kullanılmakta ve bilgisayar teknolojisinin kazanım ve kullanıma gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde büyük kaynaklar ayrılmaktadır (Duby, 1994, s. 10-12; Malouf, 2001, s.10-12). Günümüzde bilgiye ulaşmak eskiden olduğu gibi uzun ve maliyeti yüksek uğraşları gerektirmemektedir. Bilgisayar ve internet sayesinde her türlü bilgiye anında ulaşılabilmekte ve bu durum da yönetim için gerekli bilgiyi elde etmenin ve kullanmanın maliyetini düşürmektedir (Aydoğan, 2002, s. 61). Bilgisayarların eğitim kurumlarına girmesi ve kullanılması pek çok kolaylık sağlayacaktır. Bu konuda, “öncelikle eğitim kurumlarında bulunan yöneticilerinin teknoloji becerileri ve entegrasyonu konusunda bilgi ve yeterlikleri etkili öğretimsel liderlik rolleri bakımından son derece önemlidir” (Macaulay, 2008, s. 2952-2957). “Bilgi çağının gereklerine göre, eğitim sisteminde meydana gelen bu değişimlerin okullardaki uygulayıcısı olacak, eğitim çalışanlarının bu değişim sürecine uyum sağlamaları için gerekli yönlendirmeyi yapacak ve yeni eğitim anlayışına göre ihtiyaç duyulan öğrenme ortamlarını hazırlayacak olan okul yöneticilerinin konuyla ilgili yeterlikleri, okulun bilgi üretme merkezi olması” bakımından da son derece önemli olduğu söylenebilir (Ergişi, 2005, s. 4). Bilgisayarlar öğretim ortamlarının, farklı etkinliklerle zenginleştirilmesi ve örgencinin başarıya ulaşmasında önemli bir etken olarak kabul edilebilir. Öğretme ve öğrenme etkinliklerinde görsel öğeler kullanılarak yapılan anlatımın sadece kelimeler kullanılarak yapılan bir anlatıma göre üç kat kadar daha fazla etkili olabilmektedir (Aytaç, 2006, s. 160). Bilgisayar teknolojisi hem görsel hem de işitsel unsurları bir arada sunarak, öğrencinin daha yüksek düzeyde öğrenmesinde etkili bir araçtır (Mercan, Filiz, Göçer, ve Özsoy, 2009, s. 369-372). Bilgisayar

84 teknolojisi sayesinde dersleri grafik, tablo, animasyon, ses, hareket ve görüntü ile besleyerek, daha fazla öğrenci kitlesine ulaşıp daha etkili çalışmalar yapılabilir (Şimşek, 2002, s. 57-58). Keser (1988) bir eğitim aracı olarak bilgisayarların eğitim açısından üstün yönlerini sekiz maddede özetlemiştir: “(1)Etkileşimli bir araçtır, öğrenci bilgisayar karsısında denetim yetkisini kullanmayı öğrenir, (2) Büyük bir esnekliğe sahiptir, etkin bir pekiştiricidir, sabrı sonsuzdur, (3) Yazı tahtası, ders kitabı kadar geneldir. Yazı, çizim, grafik, sayı, renk, ses, vb. çok çeşitli bildirim simgesini durgun ya da hareketli olarak kullanabilir ve çeşitli kaynaklardan yararlanabilir, (4) Uygun biçimde hazırlanmış her çeşit programı kullanabilir, (5) Ders yazılımlarında çok değişik sürprizlere yer verilerek eğitimi zevkli ve ilgi çekici hale getirebilir, (6) Bireysel öğretimde ve grup öğretiminde kullanılabilir, (7) Programlı öğretimin dayandığı ilkelerin uygulanmasına hizmet edilebilir, (8) Öğrencinin sorulara verdiği cevapları kaydeden, istenildiği an sonuçları bildirebilen essiz bir sınav aracıdır ve soru da üretebilmektedir” (Keser, 1988, s.73). Eğitimde bilgisayardan çeşitli alanlarda faydalanılmaktadır. Bu alanlar beş temel grupta toplanabilir: “(1) Eğitim araştırmaları, (2) Eğitim hizmetlerinin yönetimi (yürütülmesi), (3) Ölçme değerlendirme ve rehberlik- danışmanlık hizmetleri, (4) Bilgisayar eğitiminde ve öğrenme- öğretme süreçleri” (Hızal, 1989, s. 27). Ülkemizde ve yurt dışında okullarda görevli yönetici, öğretmen ve öğrencilerin bilgisayar teknolojisine ve bilgisayar teknolojisi derlerine karşı tutumları inceleyen birçok araştırma yapılmıştır. Yurt içi ve yurt dışı kaynaklar incelendiğinde araştırmalarda daha çok; çeşitli öğretim kademelerindeki öğrencilerin, öğretmen ve yöneticilerin bilgisayar kaygısı, bilgisayara yönelik tutumları, bilgisayar okur-yazarlığı ve bilgisayar kullanma becerisini etkileyen çeşitli faktörlerin ele alındığı, göze çarpmaktadır. Bilgisayar dersine yönelik araştırmalarda ise; bilgisayar öğretmenlerinin meslekleri ile ilgili görüşleri, bilgisayar derslerinde öğrenme-öğretme süreçleri, bilgisayarın öğrenciler üzerindeki sosyal etkileri gibi konuların yanı sıra öğretmen adaylarına verilen bilgisayar dersleri, bilgisayar derslerinde bilgisayar destekli öğretimin uygulanışı, bireysel ve grupla öğretim yöntemleri, geleneksel ve on-line yürütülen derslerin karsılaştırılması, internet öğretimi gibi konuların ele alındığı görülmektedir ( Salahia, 1991; Rozen ve Weil 1995; Durndell ve Haag 2002; Erkan 2003; Çelik ve Bindak 2005; Link ve Marz 2006, Bektaş 2006; Toprakçı, 2007; Li 2007; Kural, 2007; Uslu 2008; Şen 2009; Berkant ve Efendioğlu, 2010; Tekindal, Ertekin, ve Tekindal, 2010; Ursavaş, 2010; Günbayı ve Cantürk, 2011). Bu çalışmada ise Antalya ili merkez ilçe örnekleminde, bilgisayarların eğitime katkısı irdelenerek ilköğretim okullarında yürütülen bilgisayar dersine yönelik öğretmen ve yönetici görüşlerinin belirlenerek alt boyutlar ve kişisel değişkenler açısından değerlendirilmeye çalışılmıştır. Bu kapsamda araştırmanın “Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilköğretim okullarında bilgisayar derslerine yönelik yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri nelerdir?” olarak ifade edilen problem cümlesine aşağıdaki alt problemler çerçevesinde yanıt aranmıştır: 1. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilköğretim okullarında görev yapan müdür, müdür yardımcıları ve öğretmenlerin bilgisayar derslerine ilişkin görüşleri nedir? 2. Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilköğretim okullarında görev yapan müdür, müdür yardımcıları ve öğretmenlerin bilgisayar derslerine ilişkin görüşleri  Cinsiyet  Yaş  Hizmet süresi değişkenlerine göre anlamlı farklılık göstermekte midir? Bu araştırmada günümüzde uygulanmakta olan ilköğretim bilgisayar dersine yönelik öğretmen ve yönetici görüşlerini belirlemeyi amaçlamaktadır. Son yıllarda eğitimde

85 bilgisayarın kullanılmasıyla ilgili araştırmalar ivme kazanmıştır. Ancak henüz Türkiye’de bilgisayar öğretimi ile ilgili araştırma sayısı oldukça azdır ve bu nedenle yapılan her araştırma ayrı bir önem taşımaktadır. Bu araştırmanın bilgisayar öğretiminde karşılaşılan sıkıntıların giderilmesi ve gereken gelişmenin sağlanabilmesi için yapılan araştırmaları destekleyeceği ve alana katkı getireceğine inanılmaktadır. Bu doğrultuda öncelikle bilgisayar derslerine yönelik öğretmen ve yöneticilerin görüşlerini belirlemeyi amaçlayan kullanışlı ve güvenilir bir ölçek geliştirilmesi amaçmış ardından da bu ölçeğin uygulanması yapılmıştır. 2.YÖNTEM Araştırma, örneklem grubundaki yönetici ve öğretmenlerden toplanacak görüşlere dayalı betimsel bir araştırmadır. Araştırmanın evrenini, 2009–2010 Eğitim Öğretim yılında Antalya ili 5 merkez ilçesinde bulunan 178 devlet ilköğretim okulunda görev yapmakta olan 4935 ilköğretim okulu yöneticileri ve öğretmenleri oluşturmaktadır. Bu evren içindeki tüm ilköğretim okullarına anket uygulanması planlanmış, ancak maliyetin yüksekliği ve zaman darlığı nedeniyle evrenin tamamına ulaşmak mümkün olmadığından örnekleme yoluna gidilmiştir. Örneklem grubunun oluşturulmasında tabakalı örnekleme yönteminden yararlanılmıştır. Bu nedenle Antalya İl Milli Eğitim Müdürlüğü tarafından oluşturulan 11 eğitim bölgesi evrenin tabakaları olarak tanımlanmıştır. Resmi ilköğretim okullarında görev yapan öğretmen sayısının en az 30 olması kararlaştırılmıştır. Bu nedenle her bir tabakadan basit tesadüfî örnekleme yöntemiyle öğretmen sayısı 30’un üzerinde olan 4 okulun örnekleme girmesi kararlaştırılmıştır. Her eğitim bölgesinden farklı okulların ele alınması, örneklemdeki okulların heterojen bir yapı göstereceği öngörüsünden kaynaklanmıştır. Sonuç olarak, 2009– 2010 Eğitim öğretim yılında Antalya ili merkez ilçe sınırları içinde bulunan 11 farklı eğitim bölgesinden seçilen 44 devlet ilköğretim okulunda görev yapmakta olan 36 okul müdürü, 83 müdür yardımcısı 517 sınıf öğretmeni ve 542 branş öğretmeninden oluşan 1178 kişi araştırmanın örneklemini oluşturmuştur. İlköğretim okullarında bilgisayar dersine yönelik yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinin belirlenmesine ilişkin literatür taraması yapılarak 51 maddelik taslak bir ölçek oluşturulmuştur. Maddelerin geliştirilmesi sürecinde Bektaş (2006) ’ın bilgisayar dersine yönelik öğretmen görüşlerini ölçmek için geliştirdiği Likert tipi ölçekten 34 madde, Çakallı (2009)’nın ilköğretim okulu yöneticilerinin bilgisayar tutumları ve eğitimde bilgisayar kullanımına yönelik karşılaştıkları sorunları (Samsun ili örneği) ölçmek için geliştirdiği ölçekten 3 madde, Peşkersoy (2004)’un ilköğretim okulu yönetici ve öğretmenlerinin resim-iş dersi ve öğretmenine karşı tutumlarını ölçmek için geliştirdiği likert tipi ölçekten esinlenerek 2 madde, araştırmacılar tarafından da 11 madde eklenerek oluşturulmuştur. Madde havuzunda yer alan maddeler uzman görüşüne sunulmuştur. Uzman görüşü ile envanterin kapsam geçerliğinin sağlanması amaçlanmıştır. Alan yazın ve uzmanlardan elde edilen bilgiler ışığında uygun olmayan maddeler elenerek, bilgisayar dersine yönelik ilköğretimde yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerini belirlemeye yönelik 40 maddelik taslak bir anket oluşturulmuştur. Maddeler, ayrıca iki Türk Dili Uzmanı tarafından anlaşılırlık, okunabilirlik ve cümle uzunluğu bakımından incelenmiştir. Hazırlanan ankete, ölçeğin uygulanacağı çalışma grubunun özelliğine ilişkin yönerge ve cevaplama seçenekleri eklenmiş ve ölçme aracının son şekli verilmiştir (Balcı, 2001, s. 142). Geçerlilik ve güvenilirlik hesaplamalarında maddelerin kendi aralarındaki korelâsyon değerleri hesaplamaları sonucunda her bir maddeye ait madde puanı ile ölçek puanı arasındaki korelasyon katsayıları -,103 (m6) ile ,473 (m30) arasında değişmekte olduğu bulunmuştur. Bu doğrultuda maddelerin korelasyon değerlerine bakılarak 0,20’nin altında kalan 22 madde ölçekten çıkartılmıştır. Geriye kalan 18 maddenin Cronbach Alpha İç Tutarlılık Katsayısı

86

0,833 olarak hesaplandığı için; bu aşamada ölçekte yer alan 18 maddenin gerekli iç tutarlılığı sağladığı kabul edilmiştir.

Tablo 1: Maddelerin Faktör Yük Değerleri, Toplam Varyansı Açıklama Oranları ve Cronbach Alpha İç Tutarlılık Katsayı Değerleri ile İlgili Veriler Madde No Boyutlar ve İfadeler α Açıklanan Faktör Varyans Yükü 1.Boyut: Bilgisayar Sınıfının Yeterliliği ,724 30,087 17 Bilgisayar laboratuarının temizliği yapılırken ,704 mutlaka bilgisayar öğretmeni gözetiminde yapılmalıdır. 16 Bilgisayar laboratuarı öğrencilere ders dışında da ,690 kullandırılmalıdır. 18 Laboratuardaki bilgisayarlar yerleşim planı ,632 açısından eğitim öğretime en uygun şekilde dizayn edilmiş olmalıdır. 20 Bilgisayar laboratuarındaki tüm öğrenci ,630 bilgisayarlarında mutlaka internet olması gerekir. 23 Bilgisayar dersinin sınavları uygulamalı ,494 yapılmalıdır. 2.Boyut: Bilgisayar Öğretmeninin Kendini Geliştirmesi ,756 10,226 2 Bilgisayar öğretmenleri sertifika programları ve ,799 seminerlerle kendilerini geliştirmelidir. 5 İyi bir bilgisayar öğretmeni olmak için mesleğin ,774 gerektirdiği uzmanlık bilgisine sahip olmak gerekir. 7 Bilgisayar öğretmeni yeni teknolojik gelişmeleri ,732 sürekli olarak takip etmelidir. 3.Boyut: Bilgisayar Dersinin Önemi ,686 7,593 51 Bilgisayar dersi öğrenciyi bir nebzede olsa ,716 rahatlatır. 44 Bilgisayar dersi öğrencilerin problem çözme, ,711 beklenmeyen durumlarda ortama hâkim olabilme grup içerisinde çalışabilme gibi yeteneklerini geliştirdiğini düşünüyorum. 41 Günümüz bilgisayar çağıdır bu nedenle bilgisayar ,677 dersi günümüz gereksinimlerini karşılamak açısından önem teşkil etmektedir. 47 Bilgisayarlarla çalışmayı bilmek, iş bulma ,586 olasılığını arttıracaktır. 4.Boyut: Bilgisayar Dersinin Gereksinimleri Karşılaması ,519 6,847 21 Bilgisayar dersinin eğitim programı çağın ,760 gereksinimlerine uygundur. 42 Bilgisayar dersi içerik açısından öğrencilerin ,743 ihtiyaçlarına cevap vermektedir. 30 Okul müdürü bilgisayar laboratuarının tüm ,589 branşlarda kullanılması için branş öğretmenlerini yönlendirmektedir. Toplam Varyansı Açıklama Oranı %54,752 Elde edilen verilerle ölçeğin faktör yük yapısının belirlenmesi için açımlayıcı faktör analizi yapılmıştır. Faktör analizinin açımlayıcı faktör analizi ve doğrulayıcı faktör analizi olmak üzere iki temel yöntemi vardır (Büyüköztürk, 2010). Bu çalışmada, bilgisayar dersine yönelik öğretmen ve yönetici görüşlerini belirleme envanterine ilişkin faktör analizi iki şekilde de gerçekleştirilmiştir. Açımlayıcı faktör analizi ile veri toplama aracını oluşturan

87 değişkenler arasındaki ilişkilerden yola çıkılarak faktör yapısını belirlemek ve maddelerin güvenirliği hakkında bilgi sahibi olmak amaçlanmaktadır (Büyüköztürk, 2006; Şencan, 2005). Açımlayıcı faktör analizi ile elde edilen değişken gruplarının hangi faktör ile yüksek düzeyde ilişkili olduğunu test etmede, belirlenen “k” sayıda faktöre katkıda bulunan değişken gruplarının, bu faktörlerce yeterince temsil edilip edilmediğinin belirlenmesinde doğrulayıcı faktör analizinden yararlanılır (Özdamar, 2004, s. 236-266). Maruyama (1997)’ya göre doğrulayıcı faktör analizi(DFA), daha önceden tanımlanmış ve sınırlandırılmış bir yapının, bir model olarak doğrulanıp doğrulanmadığının test edildiği bir analizdir. Çalışma grubunda 1178 veri bulunduğu için, maddelerin faktör yük değerlerinin 0.30’un üzerinde olan değerler açımlayıcı faktör analizine tabi tutulmuştur (Hair, Anderson, Tahtam ve Black, 1998, s.112). Varimax analiz metodu uygulanarak yapılan açımlayıcı faktör analizi sonucunda, dört boyuttan (bilgisayar sınıfının yeterliliği, bilgisayar dersinin önemi, bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması ve bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi) ve 15 maddeden oluşan bir ölçek elde edilmiştir. hesaplanan KMO uyum ölçüsü değeri 0,878’dir. Bu değer kritik değer olarak kabul edilen 0,70’in oldukça üzerindedir. Aynı veriler için hesaplanan Bartlett Küresellik Testi ise X2= 4121,541 p=0,000 olup 0,001 düzeyinde manidardır. Bütün bu değerler ölçme aracının geçerliliği açısından kabul edilebilir düzeydedir. Yapılan açımlayıcı faktör analizi sonucunda toplam varyansı açıklama oranı yüzde 54,752 olarak hesaplanmıştır. Tablo 1 incelendiğinde, ölçekte yer alan 15 maddenin dört boyut altında toplandığı görülmektedir. Birinci boyut içinde yer alan ifadeler bilgisayar sınıfının yeterliliği ile ilişkilidir. Bu boyut, beş maddeden oluşmakta ve maddelerin faktör yük değerleri 0,494 ile 0,704 arasında değişmektedir. Bu boyutun açıkladığı varyans oranı yüzde 30,087’dir. İkinci boyut içinde yer alan ifadeler bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi ile ilişkilidir. Bu boyut, üç maddeden oluşmakta ve maddelerin faktör yük değerleri 0,732 ile 0,799 arasında değişmektedir. Bu boyutun açıkladığı varyans oranı yüzde 10,226’dır. Üçüncü boyut içinde yer alan ifadeler bilgisayar dersinin önemi ile ilişkilidir. Bu boyut, dört maddeden oluşmakta ve maddelerin faktör yük değerleri 0,677 ile 0,716 arasında değişmektedir. Bu boyutun açıkladığı varyans oranı yüzde 7,593’dür. Dördüncü boyut içinde yer alan ifadeler bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması ile ilişkilidir. Bu boyut, üç maddeden oluşmakta ve maddelerin faktör yük değerleri 0,589 ile 0,760 arasında değişmektedir. Bu boyutun açıkladığı varyans oranı yüzde 6,847’dır. Bilgisayar dersine yönelik ilköğretim yöneticilerinin ve öğretmenlerinin görüşlerini belirlemek için geliştirilen ölçeğinin, açımlayıcı faktör analizi gerçekleştirildikten sonra, açımlayıcı faktör analizi ile belirlenen faktörleşme yapısının doğrulanması amacıyla doğrulayıcı faktör analizi (DFA) uygulanmıştır. Tablo 2 ve Şekil 1’deki ölçeğin DFA sonuclarını incelediğimizde, uyum indeksleri [χ2=230.92, sd=84, P<0,001], (χ2/sd)= 2.75, RMSEA=0,039, RMR=0,044, GFI=0,97 ve AGFI=0,96 olarak bulunmuştur. Uyum indeksleri incelendiğinde, χ2/sd değerinin kabul edilebilir bir değere sahip olduğu ve RMSEA, RMR, GFI ve AGFI değerlerinin ise iyi uyum gösterdikleri gözlenmiştir. Sonuç olarak ölçeğin dört faktörlü yapısı, doğrulayıcı faktör analizi ile de desteklenmiştir. Tablo 2: Modelin Uyum İndeksleri ve Benimsenen Ölçüt Değerler Değerler χ2/Sd RMSEA RMR GFI AGFI Model 2.75 0,039 0,044 0,97 0,96 Ölçüt 2-3* ≤ 0,05** ≤ 0,05** 0,95 – 0,95-1,00** 1,00** * Kabul edilebilir uyum ** İyi uyum (Schermelleh, Moosbrugger ve Müler, 2003:52).

88

Şekil 1: Bilgisayar Dersine Yönelik İlköğretim Okul Yöneticilerinin ve Öğretmenlerinin Görüşlerini Belirleme Anketinin Doğrulayıcı Faktör Analizi Modeli

Veri toplama aracında “Tamamen Katılıyorum” ( 5 ), “Katılıyorum” ( 4 ), “Kısmen Katılıyorum” ( 3 ), “Katılmıyorum” ( 2 ), “Hiç Katılmıyorum” ( 1 ) şeklinde sıralanan belirli bir ifade ya da probleme katılma derecesine dayanan Likert tipi beşli derecelendirme ölçeği kullanılmıştır . Anlamlılık testlerinde α =0,05 düzeyi aranmıştır. Ancak α = 0,01 ve α = 0,001 düzeyinde ortaya çıkan anlamlı farklılıklar da gösterilmiştir. Verilerin analizinde SPSS 10.0 istatistik paket programından yararlanılmıştır. Frekans, yüzde dağılımı, aritmetik ortalama, standart sapma değerlerine yer verilmiştir. Parametrik testlerden bağımsız ve iki değişkenli örneklemler için t-testi, bağımsız ve iki değişkenden fazla örneklemler için tek yönlü varyans analizi (One Way ANOVA) (Büyüköztürk, Çokluk ve Köklü, 2010; Büyüköztürk, 2010) kullanılmıştır. Araştırmanın güvenirlik analizinde, Cronbach Alpha iç tutarlılık katsayısından; yapı geçerliği için de açımlayıcı faktör analizinden ve iç geçerliliği için birleşik güvenirliğinden faydalanılmıştır. Araştırmada doğrulayıcı faktör analizi, birleşik güvenirliği (yapı güvenirliği ve açıklanan varyans değeri) ve yapısal eşitlik modellemesi için LİSREL 8.54 istatistik paket programı kullanılmıştır. Demografik özelliklere (cinsiyet, görev, hizmet süresi, yaş ) ve veri toplama araçlarında yer alan maddelere ilişkin betimsel analizler, frekans ve yüzde dağılımları incelenmiştir. Frekans ve yüzde dağılımları, istatistiğin ham verilerinin özetlenmesi ve takdiminde en yaygın metottur. Frekans tablolarına göre tasnif edilmiş veriler; a) İlgili değişkenin dağılışı hakkında fikir verir. b) Verilerin bilhassa hangi değerler etrafında veya gruplarda toplandığı daha kolayca görülebilir (Yıldız ve Bircan, 1994, s. 10 ; Büyüköztürk, Çokluk ve Köklü, 2010, s. 15-16).

89

3. BULGULAR VE YORUMLAR Bu bölümde, araştırmadaki alt problemlere ilişkin bulguların istatistiksel çözümlemesi ve bunun sonucunda elde edilen bulgular ve bu bulgulara ilişkin yorumlar yer almaktadır.

3.1.Görev Alanı Değişkenine Göre İlköğretim Okullarında Bilgisayar Dersine Yönelik Yöneticilerin ve Öğretmenlerin Görüşlerine İlişkin Bulgular ve Yorumlar Tablo 3’de ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin bilgisayar dersine yönelik bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması, bilgisayar dersinin önemi ve bilgisayar sınıfının yeterliliği boyutlarına ilişkin görüşleri ile yöneticilerin ve öğretmenlerin görev alanları arasında anlamlı bir farklılığın olup olmadığını saptamak amacıyla yapılan tek yönlü varyans analizi sonuçları yer almaktadır.

Tablo 3: Görev Alanı Değişkenine Göre İlköğretim Okullarında Bilgisayar Dersine Yönelik Yöneticilerin ve Öğretmenlerin Görüşlerine İlişkin Tek Yönlü Varyans Analizi ve Tukey Testi Sonuçları Boyutlar Görev N X SS SH F p Anlamlı Fark Bilgisayar A - Sınıf Öğretmeni 517 4,0395 ,80960 ,03561 ,757 ,518 - Öğretmeninin B - Branş öğretmeni 542 4,0142 ,82204 ,03531 Kendini C - Okul müdürü 36 4,0926 ,84932 ,14155 Geliştirmesi D-Müdür yardımcısı 83 4,1536 ,84738 ,09301 Bilgisayar A - Sınıf Öğretmeni 517 2,8547 ,76112 ,03347 1,638 ,179 - Dersinin B - Branş Öğretmeni 542 2,8477 ,77044 ,03309 Gereksinimleri C - Okul Müdürü 36 2,9984 ,73755 ,12292 Karşılaması D-Müdür Yardımcısı 83 3,0233 ,86202 ,09462 Bilgisayar A - Sınıf Öğretmeni 517 3,5440 ,76198 ,03351 1,639 ,179 - Sınıfının B - Branş Öğretmeni 542 3,6068 ,75590 ,03247 Yeterliliği C - Okul Müdürü 36 3,7778 ,89924 ,14987 D-Müdür Yardımcısı 83 3,6629 ,91575 ,10052 Bilgisayar A - Sınıf Öğretmeni 517 3,3275 ,76171 ,03350 1,289 ,277 - Dersinin B - Branş Öğretmeni 542 3,3859 ,76112 ,03269 Önemi C - Okul Müdürü 36 3,4861 ,90424 ,15071 D-Müdür Yardımcısı 83 3,4639 ,80123 ,08795 p<0.05 Tablo 3 incelendiğinde, ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin bilgisayar dersine yönelik görüşlerine ilişkin, görev alanı değişkenine göre bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi [F(3-1142) = ,757, p>0,05], bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması [F(3-1142) = 1,638, p>0,05], bilgisayar sınıfının yeterliliği [F(3-1142) =1, 639, p>0,05] ve bilgisayar dersinin önemi[F(3-1142) =1,289, p>0,05] boyutlarında anlamlı bir farklılık olmadığı görülmektedir. Bu sonuca göre, ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin görev alanları bilgisayar dersine yönelik görüşlerini, davranışlarını ve bakış açılarını etkilemediği söylenebilir. Ayrıca ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin görev alanı değişkenine göre bilgisayar dersine ilişkin görüşleri en yüksek bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, en düşük bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması boyutlarında saptanmıştır.

90

3.2.Cinsiyet Değişkenine Göre İlköğretim Okullarında Bilgisayar Dersine Yönelik Yöneticilerin ve Öğretmenlerin Görüşlerine İlişkin Bulgular ve Yorumlar Tablo 4’de ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin bilgisayar dersine yönelik bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması, bilgisayar dersinin önemi ve bilgisayar sınıfının yeterliliği boyutlarına ilişkin görüşleri ile yöneticilerin ve öğretmenlerin cinsiyetleri arasında anlamlı bir farklılığın olup olmadığını saptamak amacıyla yapılan t-testi sonuçları yer almaktadır.

Tablo 4: Cinsiyet Değişkenine Göre İlköğretim Okul Yöneticilerinin ve Öğretmenlerinin Bilgisayar Dersine Yönelik Görüşlerine İlişkin t-Testi Sonuçları Boyutlar Cinsiyet N X SS SH t SD p Anlamlı Fark Bilgisayar Öğretmeninin Kadın 683 4,03 ,81018 ,03100 -.259 1176 .796 - Kendini Geliştirmesi Erkek 495 4.04 ,83174 ,03738 Bilgisayar Dersinin Kadın 683 2.86 ,74745 ,02860 -.396 1176 .692 - Gereksinimleri Karşılaması Erkek 495 2.87 ,80714 ,03628 Bilgisayar Sınıfının Kadın 683 3.37 ,75235 ,02849 - 485 1176 .628 - Yeterliliği Erkek 495 3.35 ,79237 ,03677 BilgisayarDersinin Önemi Kadın 683 3.58 ,74457 ,02879 -.026 1176 .979 - Erkek 495 3.59 ,81812 ,79237 p<0.05 Cinsiyet değişkenine göre, okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi[(t(1176) =-0,259 , p>0,05)], bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması [(t(1176) = -0,396, p>0,05)], bilgisayar dersinin önemi [(t(1176) = 0,485, p>0,05)], ve bilgisayar sınıfının yeterliliğim[(t(1176) = -0,026, p>0,05)] boyutlarına ilişkin olarak yapılan t- testi analizlerinde, ilköğretim yöneticilerinin ve öğretmenlerinin boyutlara ilişkin görüşleri ile cinsiyetleri arasında anlamlı bir ilişki bulunamamıştır. Bu sonuca göre ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin bilgisayar dersine yönelik görüşlerinde cinsiyet önemli bir değişken olmadığı söylenebilir. 3.3.Yaş Değişkenine Göre İlköğretim Okullarında Bilgisayar Dersine Yönelik Yöneticilerin ve Öğretmenlerin Görüşlerine İlişkin Bulgular ve Yorumlar Tablo 5’de ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin bilgisayar dersine yönelik bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması, bilgisayar dersinin önemi ve bilgisayar sınıfının yeterliliği boyutlarına ilişkin görüşleri ile yöneticilerin ve öğretmenlerin yaşları arasında anlamlı bir farklılığın olup olmadığını saptamak amacıyla yapılan tek yönlü varyans analizi sonuçları yer almaktadır. Tablo 5 incelendiğinde, ilköğretim okulu yöneticilerinin ve öğretmenlerinin bilgisayar derslerine ilişkin görüşlerinde yaş değişkenine göre bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi [F(3-1142) = 4,982, p>=0,05] ve bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması [F(3- 1142) = 2,593, p>=0,05] boyutlarında anlamlı bir fark görülmezken, bilgisayar sınıfının yeterliliği [F(3-1142) = 3,849, p<0,05] ve bilgisayar dersinin önemi [F(3-1142) = 0,128, p<0,05] boyutlarında anlamlı şekilde farklılaştığını göstermektedir. Diğer bir ifade ile ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin bilgisayar dersine yönelik görüşlerinde bilgisayar sınıfının yeterliliği ve bilgisayar dersinin önemi boyutlarında, yöneticilerin ve öğretmenlerin yaşlarına bağlı olarak anlamlı bir şekilde farklılaşmaktadır. Bilgisayar öğretmenlerinin kendini geliştirmesi boyutunda tüm yaş grupları “çok katılıyorum” şeklinde görüş bildirirken, bilgisayar dersinin önemi boyutunda tüm yaş grupları “katılıyorum” şeklinde görüş bildirmiştir.

91

Tablo 5: Yaş Değişkenine Göre İlköğretim Okul Yöneticilerinin ve Öğretmenlerinin Bilgisayar Dersine Yönelik Görüşlerine İlişkin Tek Yönlü Varyans Analizi ve Tukey Testi Sonuçları

Boyutlar Kıdem N X SS SH F p Anlamlı Fark Bilgisayar A-21-30 arası 144 4,2135 ,76489 ,06374 2,593 ,051 - Öğretmeninin B-31-40 arası 466 4,0014 ,82721 ,03832 Kendini C-41-50 arası 438 4,0221 ,82743 ,03954 Geliştirmesi D-50 üzeri 130 4,0238 ,80316 ,07044 Bilgisayar Dersinin A-21-30 arası 144 2,8400 ,78297 ,06525 ,128 ,944 - Gereksinimleri B-31-40 arası 466 2,8817 ,76927 ,03564 Karşılaması C-41-50 arası 438 2,8604 ,76884 ,03674 D-50 üzeri 130 2,8734 ,79514 ,06974 Bilgisayar A-21-30 arası 144 3,6946 ,69915 ,05826 3,849 ,009 B-C Sınıfının B-31-40 arası 466 3,6502 ,78150 ,03620 Yeterliliği C-41-50 arası 438 3,5046 ,78241 ,03738

D-50 üzeri 130 3,5313 ,78959 ,06925 Bilgisayar A-21-30 arası 144 3,5947 ,78800 ,06567 4,982 ,002 A-B Dersinin B-31-40 arası 466 3,3388 ,76509 ,03544 A-C Önemi C-41-50 arası 438 3,3503 ,77247 ,03691 A-D

D-50 üzeri 130 3,2887 ,71435 ,06265 p<0.05 Bilgisayar sınıfının yeterliliği boyutunda anlamlı farkların hangi gruplar arasında olduğunu belirlemek üzere yapılan Tukey testi sonuçları; 31 – 40 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri ile 41 – 50 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri arasında anlamlı farklılıklar olduğunu göstermektedir. Sonuçlar 31-40 yaş grubundaki yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinin ( =3,6502), 41- 50 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,5046) daha olumlu olduğunu göstermektedir. Bilgisayar dersinin önemi boyutunda anlamlı farkların hangi gruplar arasında olduğunu belirlemek üzere yapılan Tukey testi sonuçları; 21 - 30 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri ile 31-40 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri, 21 - 30 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri ile 41-50 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri, 21 - 30 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri ile 51 ve üstü yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri arasında anlamlı farklılıklar olduğunu göstermektedir. Sonuçlar, 21 – 30 yaş grubunda bulunan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinin ( = 3,5947), 31-40 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,3388), 41-50 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,3503), 51 ve üstü yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,2887) daha olumlu olduğunu göstermiştir. Yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinde yaşı arttıkça bilgisayar dersinin önemine dair düzeyinin azaldığı görülmektedir.

92

3.4.Hizmet Süresi Değişkenine Göre İlköğretim Okullarında Bilgisayar Dersine Yönelik Yöneticilerin ve Öğretmenlerin Görüşlerine İlişkin Bulgular ve Yorumlar

Tablo 6’da ilköğretim okulu yöneticilerin ve öğretmenlerin bilgisayar dersine ilişkin görüşleri bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması, bilgisayar dersinin önemi ve bilgisayar sınıfının yeterliliği boyutlarına ilişkin yöneticilerin ve öğretmenlerin hizmet süreleri arasında anlamlı bir farklılığın olup olmadığını saptamak amacıyla yapılan tek yönlü varyans analizi sonuçları yer almaktadır.

Tablo 6: Hizmet süresi Değişkenine Göre İlköğretim Okul Yöneticilerinin Ve Öğretmenlerinin Bilgisayar Dersine Yönelik Görüşlerine İlişkin Tek Yönlü Varyans Analizi ve Tukey Testi Sonuçları Boyutlar Yaş Aralığı N X SS SH F p Anlamlı Fark Bilgisayar A - 1-5 yıl 101 4,2352 ,77803 ,07742 2,136 ,074 - Öğretmeninin B - 6-10 yıl 168 3,9410 ,78335 ,06044 Kendini C -11-15 yıl 309 4,0531 ,82336 ,04684 Geliştirmesi D -16-20 yıl 206 4,0219 ,85325 ,05945

E - 20 yıl üzeri 394 4,0240 ,81756 ,04119 Bilgisayar Dersinin A - 1-5 yıl 101 2,8617 ,82030 ,08162 ,603 ,661 - Gereksinimleri B - 6-10 yıl 168 2,8096 ,74913 ,05780 Karşılaması C -11-15 yıl 309 2,8892 ,74379 ,04231 D -16-20 yıl 206 2,8266 ,80710 ,05623 E - 20 yıl üzeri 394 2,8988 ,77584 ,03909 Bilgisayar Sınıfının A - 1-5 yıl 101 3,7468 ,76937 ,07655 2,647 ,032 A – B Yeterliliği B - 6-10 yıl 168 3,5960 ,70315 ,05425 A – C C -11-15 yıl 309 3,6521 ,80777 ,04595 A – D D -16-20 yıl 206 3,5560 ,78700 ,05483 A – E E - 20 yıl üzeri 394 3,5115 ,76949 ,03877 Bilgisayar A - 1-5 yıl 101 3,5993 ,75041 ,07467 2,506 ,041 A – B Dersinin B - 6-10 yıl 168 3,3348 ,80271 ,06193 A – C Önemi C -11-15 yıl 309 3,3505 ,76597 ,04357 A – D A – E D -16-20 yıl 206 3,3487 ,78478 ,05468

E - 20 yıl üzeri 394 3,3491 ,74744 ,03766 p<0.05 Tablo 6’da yer alan veriler incelendiğinde, hizmet süresi değişkenine göre ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin bilgisayar dersine ilişkin görüşlerinin bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi [F(4-1141) = 2,136, p>=0,05] ve bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması [F(4-1141) = ,603, p>=0,05] boyutlarında anlamlı bir fark görülmezken, bilgisayar sınıfının yeterliliği [F(4-1141) = 2,647, p<0,05] ve bilgisayar dersinin önemi [F(4-1141) = 2,506, p<0,05] boyutunda ise anlamlı şekilde farklılaştığını göstermektedir. Diğer bir ifade ile okul yöneticilerinin ve öğretmenlerin bilgisayar dersine yönelik bilgisayar dersinin yeterliliği ve önemi boyutlarına ilişkin görüşleri, yöneticilerin ve öğretmenlerin hizmet yıllarına bağlı olarak anlamlı bir şekilde farklılaşmaktadır. Bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, bilgisayar sınıfının yeterliliği ve bilgisayar dersinin önemi boyutlarında tüm hizmet süresi grupları “çok katılıyorum” şeklinde görüş bildirirken, bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması boyutunda “katılıyorum” şeklinde görüş bildirmektedirler. Bilgisayar dersinin yeterliliği boyutunda anlamlı farkların hangi gruplar arasında olduğunu belirlemek üzere yapılan Tukey testi sonuçları; 1 – 5 hizmet süresi grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri ile 6 – 10, 11 – 15, 16 – 20 ve 20 yıl üzeri hizmet

93 yılları grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri arasında anlamlı farklılıklar olduğunu göstermektedir. Sonuçlar, 1 – 5 hizmet süresi grubunda bulunan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinin ( X = 3,7468), 6 - 10 hizmet süresi grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,35960), 11 – 15 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,6521), 16 – 20 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden( =3,5560) ve 20 yıl üzeri hizmet süresi grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,5115) daha olumlu olduğunu göstermiştir. Bu sonuçlara bakarak yöneticilerin ve öğretmenlerin hizmet süresi arttıkça bilgisayar dersinin önemine dair düzeyinin azaldığı söylenebilir. Bilgisayar dersinin önemi boyutunda da anlamlı farkların hangi gruplar arasında olduğunu belirlemek üzere yapılan Tukey testi sonuçları; 1 – 5 hizmet süresi grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri ile 6 – 10, 11 – 15, 16 – 20 ve 20 yıl üzeri hizmet yılları grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşleri arasında anlamlı farklılıklar olduğunu göstermektedir. Sonuçlar, 1 – 5 hizmet süresi grubunda bulunan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinin ( = 3,5993), 6 - 10 hizmet süresi grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,3348), 11 – 15 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,3505), 16 – 20 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden( =3,3487) ve 20 yıl üzeri hizmet süresi grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden ( =3,3491) daha olumlu olduğunu göstermiştir. Bu sonuçlara bakarak yöneticilerin ve öğretmenlerin hizmet süresi arttıkça bilgisayar dersinin önemine dair düzeyinin azaldığı söylenebilir.

4.SONUÇ, TARTIŞMA VE ÖNERİLER Bu çalışmada Milli eğitim bakanlığına bağlı ilköğretim okullarında bilgisayar dersine yönelik yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinin belirlenmesine çalışılmıştır. Bu doğrultuda ilköğretim okullarında yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerini belirlemeyi amaçlayan bir ölçek geliştirilmesi amaçlanmıştır. Bu amaçla bir madde havuzu oluşturulmuştur. Daha sonra uzman görüşlerine dayalı olarak bu maddelerde gerekli düzenlemeler yapılmıştır. Ölçeğin faktör yapısının belirlenmesi (açımlayıcı faktör analizi), yapı geçerliliğinin test edilmesi (doğrulayıcı faktör analizi) ve güvenilirlik çalışmalarının yapılması işlemleri gerçekleştirilmiştir. Açımlayıcı faktör analizi sonucunda ölçeğin dört faktörden oluştuğu görülmüştür. Bu faktörlere; (1) bilgisayar sınıfının yeterliliği, (2) bilgisayar dersinin önemi, (3) bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması ve(4) bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi adı verilmiştir. Ölçeğin 15 maddeden oluşan dört faktörlü yapısının geçerliliği için DFA uygulanmıştır. Ölçeğin toplam puanı ile faktör puanları arasında, her dört faktör arasında yeterli düzeyde anlamlı ilişkiler saptanmış ve ölçeğin dört faktörlü yapısı doğrulayıcı faktör analizi ile desteklenmiştir. Ölçek Milli Eğitim Bakanlığına bağlı ilköğretim okullarda uygulanmasının ardından veri sonuçları SPSS 10.0 programında analizlere tabi tutulmuştur. Analiz sonuçlarına göre; çalışmada bilgisayar dersine yönelik ilköğretim okul yöneticilerinin ve öğretmenlerinin görüşleri belirlenmeye çalışılmıştır. Araştırmada yöneticilerin ve öğretmenlerin bilgisayar dersine yönelik görüşlerinde en yüksek bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, en düşük bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması boyutlarında saptanmıştır. Araştırmada bilgisayar dersine yönelik bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması, bilgisayar sınıfının yeterliliği ve bilgisayar dersinin önemi boyutlarına ilişkin sınıf öğretmenleri, branş öğretmenleri, okul müdürleri ve müdür yardımcılarının görüşleri arasında anlamlı bir farklılık bulunmamıştır. Ayrıca

94 ilköğretim okulu yöneticileri ve öğretmenleri bilgisayar dersine yönelik görüşlerinde, cinsiyetleri arasında da anlamlı bir ilişki bulunmamıştır. Yapılan araştırmalar incelendiğinde cinsiyet değişkenine göre bilgisayara yönelik okul çalışanlarının görüşlerini ortaya koymayı amaçlayan birçok çalışma bulunmaktadır. Bu çalışmaların sonuçlarının bir kısmı yapılan araştırmanın sonuçlarını desteklerken, bir kısmı da araştırma sonuçlarıyla örtüşmemektedir. Gerçek, Yılmaz, Köseoğlu ve Soran (2006)’nın öğretmen adaylarının bilgisayarla ilgili tutumlarını belirlemeyi ve çeşitli değişkenler açısından incelemeyi amaçlayan araştırması araştırma bulgularıyla tutarlılık göstermektedir. Gerçek, Köseoğlu, Yılmaz, Soran(2006)’ın çalışmasında öğretmen adaylarının bilgisayar kullanımına yönelik tutumlarının orta düzeyde olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca cinsiyet değişkenine göre anlamlı bir farklılığa rastlanmamıştır. Araştırma sonucunda, yöneticilerin ve öğretmenlerin yaşı arttıkça bilgisayar dersinin önemine dair olumlu görüş düzeyinin azaldığı, yine yaş değişkeninde bilgisayar sınıfının yeterliliği boyutunda 31-40 yaş grubundaki öğretmen ve yöneticilerin görüşlerinin, 41- 50 yaş grubunda olan yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinden daha olumlu olduğu bulunmuştur. Yaş değişkenine dair bulgular, Uslu’nun (2008) ilköğretimde çalışan öğretmenlerin bilgisayara karşı tutumlarını ve bilgisayar kaygı düzeylerini belirlemeyi amaçlayan çalışmasıyla ve Erkan’ın (2003) anaokulu öğretmenlerinin bilgisayara yönelik tutumlarının incelenmesi çalışmasıyla paralellik göstermektedir. Uslu(2008), çalışmasında öğretmenlerin bilgisayara yönelik tutumlarının yaşlarına göre, istatistiksel açıdan anlamlı olarak değiştiğini saptamıştır. Çalışmaya göre öğretmenlerin yaşları arttıkça bilgisayara yönelik pozitif tutumları azalmaktadır. 20 -25 yaş arası grubun bilgisayara yönelik pozitif tutumlarının en yüksek seviyede, 41 yaş ve üzeri grubun bilgisayara yönelik pozitif tutumlarının en düşük seviyede olduğu gözlenmiştir. Erkan(2003)’ın çalışmasında öğretmenlerin bilgisayara yönelik tutumlarının olumlu olduğunu, özellikle 18-34 yaş arası genç öğretmenlerin 36-40 yaş arası daha yaşlı olan öğretmenlere göre bilgisayara yönelik daha olumlu tutumlara sahip oldukları bulunmuştur. Okul yöneticilerinin ve öğretmenlerin bilgisayar dersine yönelik görüşleri hizmet süresi değişkenine göre bilgisayar dersinin yeterliliği ve önemi boyutlarına ilişkin görüşlerinde anlamlı bir farklılık bulunmuştur. Bilgisayar öğretmeninin kendini geliştirmesi, bilgisayar sınıfının yeterliliği ve bilgisayar dersinin önemi boyutlarında tüm hizmet süresi grupları “çok katılıyorum” şeklinde görüş bildirirken, bilgisayar dersinin gereksinimleri karşılaması boyutunda “katılıyorum” şeklinde görüş bildirmişlerdir. Yöneticilerin ve öğretmenlerin görüşlerinde hizmet süresi arttıkça bilgisayar dersinin önemine dair düzeyin azaldığı görülmektedir. Araştırmadaki bulgular alınyazındaki bazı araştırmalarla farklı sonuçlar göstermiştir. Bindak ve Çelik(2005)’in “İlköğretim Okullarında Görev Yapan Öğretmenlerin Bilgisayara Yönelik Tutumlarının Çeşitli Değişkenlere Göre İncelenmesi” isimli araştırmasındaki sınıf ve branş öğretmenlerinin bilgisayara yönelik tutumları arasında anlamlı fark bulunamamıştır. Başer, Yeşildere ve Ev (2003)’ün “Müfredat Laboratuar Okullarında Görev Yapan Öğretmenlerin Bilgisayar Destekli Eğitime Bakış Açıları” isimli çalışmasında da, mesleki deneyim değişkeni açısından öğretmelerin bilgisayar kullanımıyla ilgili anlamlı bir fark bulunamamıştır. Araştırmanın sonuçlarına göre elde edilen bulgular ışığında aşağıdaki öneriler geliştirilmiştir: Bilgisayar öğretmenlerinin gelişen teknolojileri yakından takip edebilmelerine ve kendilerini bu yönde geliştirebilmelerine yönelik sertifikasyon kursları düzenlenerek hizmet içi eğitim gerçekleştirilmelidir. Bilgisayar teknolojileri hakkındaki süreli yayınlara okul tarafından abone olunmalıdır.

95

Okullarda bilgisayar teknolojileriyle ilgili olarak yardımcı teknik eleman kadrosu oluşturulmalı ve öğretmenler eğitim öğretim faaliyetlerinden çok teknik islerle uğraşmak zorunda bırakılmamalıdır. Bilgisayar dersi öğretim programı çağın gereksinimlerine göre her 3 yılda gözden geçirilerek düzenlenmelidir.

KAYNAKÇA

Alkan, C., (2005), Eğitim Teknolojisi, 7. Baskı, Ankara: Anı Yayıncılık. Aydoğan, İ., (2002), “Etkili Yönetim”, Erciyes Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 13, 61-75. Aytaç, T., (2006), Eğitimde Bilişim Teknolojileri. 1. Baskı, Ankara: Asil Yayıncılık, 2006. Balcı, A. (2001). Sosyal Bilimlerde Araştırma Yöntem, Teknik ve İlkeler. Ankara: Pegem A yayınevi. Başer, N., Yeşildere, S. ve Ev, E., (2003), “Müfredat Laboratuar Okullarında Görev Yapan Öğretmenlerin Bilgisayar Destekli Eğitime Bakış Açıları”, Çağdaş Eğitim, 303, 30-36. Bektaş, C., (2006), “İlköğretim Okullarında Bilgisayar Derslerine İlişkin Öğretmen Görüşleri Elazığ İli Örneği”, Yayımlanmamış, Yüksek Lisans Tezi, Fırat Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Elazığ. Büyüköztürk, Ş., (2006), Sosyal Bilimler İçin Veri Analizi El Kitabı, İstatistik, Araştırma Deseni SPSS Uygulamaları ve Yorum, Ankara: PegemA Yayıncılık. Büyüköztürk, Ş., Çokluk, Ö. & Köklü, N., (2010), Sosyal Bilimler İçin İstatistik. 6.Baskı, Ankara: PegemA Yayıncılık. Berkant, H. G. ve Efendioğlu, A., (2010), “Sınıf Öğretmenliği Bölümü Öğrencilerinin Bilgisayarla İlgili Öz-Yeterlik Algıları ve Bilgisayar Destekli Eğitim Yapmaya İlişkin Tutumları”, 9. Ulusal Sınıf Öğretmenliği Eğitimi Sempozyumu, 20 -22 Mayıs, Elazığ, 951-955. Büyüköztürk, Ş., (2010), Sosyal Bilimler İçin Veri Analizi El Kitabı, 11.Baskı, Pegem A Yayıncılık. Çakallı, A. (2008), “İlköğretim Okulu Yöneticilerinin Bilgisayar Tutumları ve Eğitimde Bilgisayar Kullanımına Yönelik Karşılaştıkları Sorunlar(Samsun İli Örneği)”. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Yeditepe Üniversitesi, Sosyal Bilimleri Enstitüsü, İstanbul. Çelik, H. C. ve Bindak, R., (2005), “İlköğretim Okullarında Görev Yapan Öğretmenlerin Bilgisayara Yönelik Tutumlarının Çeşitli Değişkenlere Göre İncelenmesi”, İnönü Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı:10, (2005), 27-38. Daştan, A., (2008), Bilgi ve Eğitim Teknolojilerinde Yaşanan Gelişmelerin Muhasebe Eğitimine Etkisi: Türkiye Değerlendirmesi. Ankara: Sermaye Piyasası Kurulu Yayınları. Duby, J.J., (1994), Industry Productivity Improvement Tecniques For Education: A Reverse Technology Transfer. In Blandow, D. and Dyrenfurth M. J. (Eds.), Technology education in school and industry: emerging didactics for human resource development, (pp. 10-12), Springer-Vertag Berlin Heidelberg. Durndell, A. & Haag, Z., (2002), “Computer Self Efficacy, Computer Anxiety, Attitudes Towards The Internet And Reported Experience With The Internet, By Gender In An East European Sample”, Computers in Human Behavior, 18, ss. 521–535. Ergişi, K., (2005), “Bilgi Teknolojilerinin Okulda Etkin Kullanımı İle İlgili Okul Yöneticilerinin Teknolojik Yeterliklerinin Belirlenmesi”, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Kırıkkale Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eğitim, Kırıkkale.

96

Erkan, S., (2003), “Öğretmenlerin Bilgisayara Yönelik Tutumları Üzerine Bir İnceleme”, Manas Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 12, 141-145. Gerçek, C., Köseoglu, P., Yılmaz, M., ve Soran, H., (2006), “Öğretmen Adaylarının Bilgisayar Kullanımına Yönelik Tutumlarının Çeşitli Değişkenler Açısından İncelenmesi”, Hacettepe Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Dergisi, 30 , ss.139 -132. Günbayi İ ve Cantürk G., (2011), “Bilgisayar Teknolojisinin Okul Yönetiminde Kullanımında Okul Yöneticilerinin Bilgisayar Teknolojisine Karşı Tutumları”, Ordu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, 2, 3, ss. 47-70. Hair, J.F., Anderson, R.E., Tahtam R.L. and Black W.C., (1998), Multivariate Data Analysis. Fifth Edition, New Jersey: Pearson Education Upper Saddle River. Hızal, A., (1989), Bilgisayar Eğitimi ve Bilgisayar Destekli Öğretime İlişkin Öğretmen Görüşlerinin Değerlendirilmesi, Eskişehir: Anadolu Üniversitesi Yayınları. Keser, H., (1988), Bilgisayar Destekli Eğitim İçin Bir Model Önerisi, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. Kural, E. F., (2007), İlkögretim Bilgisayar Dersi Programına İliksin Öğretmen Görüş ve Beklentileri: Bir Durum Çalışması. Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Çanakkale. Li, Q., (2007), Student And Teacher Views About Technology: A Tale Of Two Cities?, Journal of Research on Technology in Educatıon, 39(4), 377-397. Link, T. M. Marz, R., (2006), Computer Literacy And Attitudes Towards E-Learning Among First Year Medical Students, BMC Medical Education, 6, 34, ss.1-8. Macaulay, L., (2008), “Elementary Principals as Technology Instructional Leaders”, In Proceedings of World Conference on E-Learning in Corporate, Government, Healthcare, and Higher Education 2008 (pp. 2952-2957). Chesapeake, VA: AACE. Malouf, D. B., (2001), Special education technology and the field of dreams. In Woodward, C. & Cuban, L. (Eds.), Technology, curriculum and professional development: adapting schools to meet the needs of students with disabilities, (ss.1-3), Corwin Press, Inc. A Sage Publications Company, California; USA. Maruyama, G.M., (1998), Basics of structural Equation Modeling, First Edition, CA:Sage Publication Inc. Mercan, M. F., Göçer A., Özsoy İ. N., (2009), Bilgisayar Destekli Eğitim ve Bilgisayar Destekli Öğretimin Dünyada ve Türkiyede Uygulamalar, Akademik Bilişim’09 - XI. Akademik Bilişim Konferansı Bildirileri, ss. 369-372, Harran Üniversitesi, Şanlıurfa. Numanoğlu, G., (1999a), Bilgi Toplumu ve Yeni Kimlikler (I), Ankara. Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 32, 1-2, ss. 239-253. Numanoğlu, G., (1999b), Bilgi Toplumu ve Yeni Kimlikler (II). Ankara. Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi Dergisi, 32, 1-2, ss. 331-339. Özdamar, K., (2004), Paket Programlar ile İstatistiksel Veri Analizi, Eskişehir: Kaan Kitapevi. Peşkersoy, E., (2004), İlköğretim Okulu Yönetici ve Öğretmenlerinin Resim-İş Dersi Ve Öğretmenine Karşı Tutumlarına Yönelik Bir İnceleme, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Gazi Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, Ankara. Rozen, L. & Weil, M., (1995), Computer Availability, Computer Experience And Technophobia Among Public School Teachers, Computers in Human Behavior, 11, No. 1, ss. 95-133. Salehnia, A. R., (1991), Computer Teachers' Perceptions of Hardware and Software Trends, South Dakota State University. Journal of Computing Sciences in Colleges, 6 , 5, ss. 35-46.

97

Schermelleh-Engel, K.; Moosbrugger, H. and Müller, H., (2003), Evaluating the Fit of Structural Equation Models: Tests of Significance and Descriptive Goodness-of-Fit Measures. Methods of Psychological Research Online, 8 (2), ss. 23-74, Şencan, H., (2005), Sosyal ve Davranışsal Ölçümlerde Güvenilirlik Ve Geçerlilik, Ankara: Seçkin Yayıncılık. Şimşek, N., (2002), Derste Eğitim Teknolojisi Kullanımı, Ankara: Nobel Yayınları. Tekindal, B. Ertekin, A. R. ve Tekindal, M. A., (2010), Meslek Liselerinde Egitim Ögretim Gören Ögrencilerin Bilgisayara Yönelik Tutumlarının Değerlendirilmesi (Yozgat İli Yerköy İlçesi Örneği). Bilişim Teknolojileri Dergisi, 3, 1, ss. 23-30. Toprakçı E. (2005). Türkiye’deki Okul Yöneticisi ve Öğretmenlerin Evlerindeki Bilgisayarı Mesleki Amaçlı Kullanım Profilleri, The Turkish Online Journal of Educational Technology, 4, 2 , 8, ss. 1-12. Türkoğlu, R., (2007), Bilişim Teknolojilerinden Bilgi Yönetiminde Yararlanma Düzeyi, 28/07/2007 tarihinde http://www.bilgiyonetimi.org/cm/pages/mkl_gos.php?nt=615adresinden alınmıştır. Ursavaş, Ö. F., (2010), İlk ve Ortaöğretim Öğretmenlerinin Teknoloji Korku Düzeylerinin Belirlenmesi. Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Trabzon. Uslu, Ö. (2008), İlköğretimde Çalışan Öğretmenlerin Bilgisayara Karşı Tutumları ve Bilgisayar Kaygı Düzeyleri, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Dokuz Eylül Üniversitesi, Eğitim Bilimleri Enstitüsü, İzmir. Yıldız, N. & Bircan, H., (1994), Uygulamalı İstatistik, Erzurum: Atatürk Üniversitesi Yayınları.

98

TÜRKİYE’DE PSİKOLOJİK DANIŞMA VE REHBERLİK (PDR) UZMANLARININ İSTİHDAM OLANAKLARININ İNSAN KAYNAKLARI UZMANLIĞI AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ Selim ÖZÇAY*

ÖZET

Günümüzde psikolojik danışma ve rehberlik mesleğine olan ilgi artarak devam etmektedir. Son yıllarda ülkemizde psikolojik danışmanlık mesleği çeşitli açılardan, farklı kesimlerce tartışılmaktadır. Bu tartışmalar, psikolojik danışmanların sahip olmaları beklenen özellikler ve beceriler ile diğer çalışma alanlarına yönelik istihdamları üzerine odaklanmaktadır. Özellikle psikolojik danışma ve rehberlik (PDR) programının, eğitim bilimleri fakültesi programlarının içerisinde diğer programlara nazaran istihdam olanakları açısından en cazip program haline dönüştüğü ayrı bir tartışma konusu olmaktadır. Ülkemizde PDR lisans programlarından mezun olanların, ülke ihtiyaçları nedeniyle ağırlıklı olarak özel ve/veya kamu eğitim kurumlarında istihdam edilmeleri nedeniyle, daha çok okul psikolojik danışmanı elemanı olarak yetiştirildikleri söylenebilir. Psikolojik Danışmanlık hizmetleri, özel psikolojik danışmanlık merkezlerinde ve kamu kuruluşlarında sürdürülmektedir. Buna ilave olarak, son yıllarda sağlık ve endüstri kuruluşlarında PDR mezunlarının çalıştıkları gözlenmektedir.

Ülkemizde PDR hizmetleri sunulan hizmetler ve örgütlenme gücü bakımından hızlı bir gelişim göstermektedir. PDR programlarından mezun olan bireylerin büyük bir çoğunluğu kamu sektöründe çalışırken, özel psikolojik danışma merkezlerinin ve rehberlik araştırma merkezlerinin sayısının artmasına bağlı olarak bu alanlarda çalışan mezun bireylerin sayısının da arttığı söylenebilir. Bu noktada PDR lisans/lisansüstü programlardan mezun olan bireylerin çalışma alanlarının belirlenmesi önem kazanmaktadır. Halen PDR alanında lisans ve lisansüstü eğitim veren üniversitelerin PDR programlarına ilişkin istihdam olanaklarını kısıtlı olarak aktarıyor oldukları dikkat çekicidir. PDR alanında hala Türkiye’ye özgü bir modelin geliştirilememesi, PDR hizmetleri için gereken fiziki koşulların uygun olmaması, standardize edilmiş ölçme araçlarının yetersiz olması mesleki gelişimi de sınırlayan önemli noktalardır. Bu çalışma, PDR lisans/lisansüstü programlardan mezun olacak ve mezun olan bireylere eğitimlerini tamamlayacakları/tamamladıkları alan ile ilgili çalışma hayatına atılmadan önce bir diğer çalışma alanları olan İnsan Kaynakları Uzmanlığı konusunda bilgi vermeyi ve PDR ve İnsan Kaynakları Uzmanlık alanının ortak çalışma alanı olduğu ile ilgili bilgi vermeyi amaçlamaktadır.

Anahtar Kelimeler:Türkiye’de PDR, Psikolojik Danışma ve Rehberlik Uzmanlığı, PDR İstihdam Olanakları, İnsan Kaynakları Uzmanlığı PSYCHOLOGICAL COUNSELING AND GUIDANCE IN TERMS OF EMPLOYMENT OPPORTUNITIES HUMAN RESOURCES SPECIALIZATION OF EXPERTS IN TURKEY

ABSTRACT

Nowadays the interest for psychology consulting and counseling services has been increasing. In recent years, psychology consulting has been discussed bu different classes of our country in terms of different points of view. These discussions focus on what qualities and skills psychology counselors must have and their employments on other working areas. Especially it has been under discussion the fact that psychology consulting and counseling services have turned into the most attractive programme compared to other programmes of Institue of Education Sciences. Inourcountry, the graduate people from Psychological Counselling and Guidance undergraduate programmes are trained as school psychology counselors due to the fact that they are mainly employed in public or private institutions regard to the requirements of the country. Services of psychology consulting have been carrying on in private consulting centers and public institutions. Moreover it has been lately observed that Psychological Counselling and Guidance graduates work in health and industrial institutions. In our country Psychological Counselling and Guidance services have been swiftly developing in terms of services and the power of organisation. Whilemost of the Psychological Counselling and Guidance graduates work in public institutions, the people working in private psychology consulting services and also counseling services can be said to increase as the number of these private institues have been going up. At this point, it becomes important to define the working areas of the people graduating from Psychological Counselling and Guidance undergraduate/ postgraduate programmes. It is stil remarkable that some universities giving education of Psychological Counselling and Guidance undergraduate/ postgraduate programmes state that these working areas of these programmes are limited. That a model on Psychological Counselling and Guidance area cannot be improved specific to Turkey, some physical situations are not suitable for Psychological Counselling and Guidanceservices, standardized assessment instruments are not adequate are some important points limiting career opportunities. This piece of work has aimed at informing the people that will graduate from Psychological Counselling and Guidance undergraduate/postgraduate programmes or the people who have already graduated about the education that will be completed or has been already completed and about another field of job, human resources speciality and finally inform those that Psychological Counselling and Guidance and human resources have a lot in common.

Keywords:Psychological Counselling and Guidance Specialist,Psychological Counselling and Guidance Employment Opportunities, HumanResources Specialist.

* Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İnsan Kaynakları Yönetimi Bilim Dalı Yüksek Lisans Öğrencisi, [email protected]

99

GİRİŞ 1. YÖNETİM Yönetim evrensel bir kavramdır. Önceden ne yapılacağının kestirilmesi oldukça zor olan insanla uğraşır. İnsanın toplumsal yaşama gereği olan diğer kişilerle ilişkilerini, onların çeşitli etmenler altındaki davranışlarını inceler. Bu anlamda hepimiz birer yönetici sayılırız. Ustalığımız, zamanımızı ve faaliyetimizi planlayıp, örgütler, onları yönlendirir ve kontrol ederiz. Böylece kendimizi yönetiriz. Ana-baba işlerini, ev faaliyetlerini ve çocuklarını yönetirler. Öğrenciler okulda çeşitli konu ve derslerde başarılı olmak için zamanını kullanmayı yönetmek ve denetlemek zorundadır. Daha üst düzeyde ele alınırsa başhekim hastaneyi, müsteşar bakanlığını, ziraatçı çiftliğini, genel müdür şirketini, dekan fakültesini yönetmek zorundadır. Bu çeşitli uğraşlar farklı alanlara aitmiş gibi görünse de hepsinin ortak yönü, farklı amaçlara yönelik örgütsel çabanın yönetilmesidir (Can, 2001). Yönetim; insan ve diğer kaynakları mümkün olan en iyi şekilde birleştirerek, örgütsel amaçlara etkin ve verimli ulaşma sürecidir. Diğer bir ifade ile yönetim; iş gücü, sermaye, teknik donanım vb. gibi örgütsel kaynakların, örgütsel amaçları gerçekleştirmek üzere etkin bir şekilde koordine edilmesidir. Yönetim kısaca, örgütsel kaynakların, örgütsel amaçları başarmak için kullanılmasıdır (Rachman D., 1993). Yönetim biliminin gelişimine tarihsel açıdan bakıldığında; (a) Yapıya ağırlık veren geleneksel (klasik) yaklaşımlar. (1887 – 1927). (b) İnsana ağırlık veren davranışçı (neo klasik) yaklaşımlar (1909 – 1945) ve (c) Örgütü bir sistem olarak ele alan sistem yaklaşımları (1946’dan günümüze kadar) görülür (Düren, 2000, Erdoğan, 2000) 1.1.Yapıya Ağırlık Veren Geleneksel (Klasik) Yaklaşımlar Klasik Teori organizasyonlarda insan unsuru dışındaki faktörler üzerinde durmuştur. İnsan unsuru daima ikinci planda ele alınmıştır. Maddi faktörler düzenlendikten sonra, insanın öngörülen doğrultuda ve şekilde davranacağı – davranması gerektiği – var sayılmıştur. Bu yönü klasik teori “mekanik organizasyon yapıları” olarak adlandırılan yapıları önermiştir. Rasyonellik ve mekanik süreçler Klasik Teorinin hareket noktaları olmuştur. Makine – insan ilişkilerinde rasyonellik, işlerin dizayn ve birleştirilmesinde rasyonellik, ilkelerin amaçladığı rasyonellik ana hareket noktalarıdır. Mekanik rasyonelliği bozacak insan unsuruna ilişkin faktörler modele dahil edilerek ayrıntılı olarak incelenmemiştir. Ekonomik rasyonellik anlayışının organizasyona uygulanmasını ifade eden bu yaklaşım insanı kendine söyleneni yapan, rasyonel olduğuna inanılan sisteme uyan, pasif bir unsur olarak varsaymıştır. Klasik teori esas itibariyle kapalı sistem anlayışı ile organizasyonları ele almıştır. Bunun sonucu olarak da, bütün yaklaşımlar organizasyon içi dahili (internal) etkinliğin nasıl sağlanabileceği üzerinde durmuş, bunu sağlamak için uyulması gereken ilkeleri üniversal kabul etmiş, fakat dış çevre şartları ve organizasyonların değişen şartlara nasıl uyabilecekleri üzerinde durmamıştır (Koçel, 2010a, s.204-205).

1.2.İnsana Ağırlık Veren Davranışçı (Neo Klasik) Yaklaşımlar Davranışsal teori adı altında toplanan ve insan davranışlarının çeşitli yönlerini inceleyen bu yeni akımın en önemli özelliği Klasik Yönetim ve Organizasyon Teorisi’nin eksik bıraktığı yönü, insan unsurunu inceleme konusu yapmasıdır. Bu konuda ileri sürülen görüşler de yine “ilkelere uygulama”, “en iyi organizasyon yapısı oluşturma”, “verimlilik” gibi klasik teorinin temel anlayışını esas aldığı için, bu yeni akım Klasik Teori’nin adeta tamamlayıcısı olarak görülmüştür. Dolayısıyla bu yeni akımın öne sürdüğü yeni kavramlar ve tekniklerin hemen

100 hepsi, birey olarak veya grup halinde, insanların nasıl davrandığı ve neden o şekilde davrandığı, davranışlarının yönlendirilmesi, insanların birbirleri ile ilişkilerinde yaşanan sorunlar vs. gibi konularla ilgili olduğu için, bu akımın Klasik Yaklaşımın tamamlayıcısı olduğu kabul edilmiştir. “İnsan” ile ilgili konuların değişik bilimsel disiplinlerin çalışma alanına girmesi nedeniyle, Davranışsal Teori çerçevesinde görüş ileri süren yazar, düşünür ve akademiyenlerin de sosyal bilimlerin değişik dallarına mensup oldukları görülmektedir. Bu disiplinlerin başında Psikoloji, Sosyoloji, Antropoloji gelmektedir. Böylece ayrı bir bilimsel disiplin olarak Yönetim ve Organizasyon alanının eklektik niteliği (yani değişik bilim dallarından alınan kavramların kullanılması) ortaya çıkmaya başlamıştır. Davranışsal yaklaşım ayrıca, organizasyonları, bir insan topluluğu, küçük bir toplum, sosyete (society), çeşitli ihtiyaçlara sahip fakat her yönü ile birbirinden farklı olan insanların bir araya gelmesi ile oluşan “sosyal varlıklar” olarak ele almış ve yönetim uygulaması yapanların yani ‘yöneticilerin’, aynı zamanda beşeri ve sosyal bir organizasyon kurmak zorunda olduklarını göstermiştir (Koçel, 2010b, s.233-234).

1.3.Örgütü Bir Sistem Olarak Ele Alan Sistem Yaklaşımları

İkinci Dünya Savaşı yıllarından itibaren yönetim konularının ele alınışında yeni bir bakış açısı hakim olmaya başlamıştır. “Sistemler Yaklaşımı” (Systems Approach) olarak bilinen bu yeni düşünce tarzı biyolog von Bertalanffy’nin 1920’lerde başlattığı “Genel Sistemler Teorisi”nden kaynaklanmaktadır. von Bertalanffy’nin 1972 tarihindeki ölümüne kadar işletmeyi sürdürdüğü Genel Sistemler Teorisi, her türlü sisteme uygulanabilecek genel ilke ve prensipleri bulmayı ve geliştirmeyi amaçlayan disiplinlerararası matematiksel bir çalışma alanıdır. Başka bir deyişle, Biyoloji, Matematik, Fizik, Kimya, Ekonomi gibi bilim dallarının birleşiminden oluşan ve özellikle büyüme ve gelişme gibi konulara uygulanabilecek ilke, prensip ve teoriler geliştirmek, Genel Sistemler Teorisinin ilk amacı olmuştur. Sistemler Yaklaşımı ve Sistemler Teorisi tek başına yeni bir bilimsel disiplin olmaktan çok, belirli olayların, durumların ve gelişmelerin incelenmesinde kullanılan bir düşünce tarzı, bir bakış açısı, bir metod, bir yaklaşımdır. “Sistem”i esas alan bir bakış açısında, ağırlık o sistemin amaçları, sistemin içerdiği alt sistemler, alt sistemler arasındaki ilişkiler ve alt sistemlerin ana sisteme yaptığı katkı üzerinde toplanmaktadır. Sistem yaklaşımı, yönetim olaylarını tek tek incelemek kadar, bu olaylar arasındaki ilişkilerin ve karşılıklı etkileşiminin incelenmesinin önemini vurgulamıştır (Koçel, 2010c, s.247-250). 2. YÖNETİM BİLİMLERİ İLE PSİKOLOJİ BİLİMİNİN BELLİ BAŞLI İLİŞKİLERİ

Örgütlerin başta gelen yönetsel sorunlarından biri, işe uygun nitelikte personel tedarikidir. Bu faaliyet örgütsel amaçlara tam isabetle ulaşabilmenin temel noktasıdır. Çünkü yapılacak işin özelliklerine uygun yetenek ve nitelikte personel tedariki sayesinde örgütsel etkinlik artabilir. Bugün bir bireyin yetenek ve bilgileri ancak bir veya nadiren azami birkaç işi görebilecek ölçüde sınırlıdır. Bir insan her işi ya hiç göremez ya da istenen standartlardan çok uzak biçimde yapar. Bu nedenle, çağdaş işletmeciliğin temeli mesleksel ve işlevsel (fonksiyonel) uzmanlaşmaya dayanır (Eren, 2010a, s.4-5). Örgüt yönetimini en çok rahatsız ve meşgul eden hususlardan biri de, işyeri koşullarındaki düzensizlikler ve insanın bedensel ve zihinsel yapısına uygunsuzluklardır. Bu arzu edilmeyen hususlar, bireyler üzerinde bedensel yorgunlukların yanısıra monotonluk adını verdiğimiz psikolojik yorgunluklar meydana getirmekte, iş güvenliği azalmakta ve iş kazaları artmaktadır. İnsan özelliklerini, davranış ve tutkularını çok iyi bilen endüstri psikologları “Human Engineering” adı verilen ve “insan mühendisliği” olarak çevirebileceğimiz bir

101

çalışma alanı oluşturmuşlardır. Bu sayede insanın bedensel ve düşünsel yapısına uygun işyeri düzenlemeleri (bina, araç, gereç düzeni, aydınlatma, klima koşulları, gürültü ile sabaş v.b.g.) ve yeniden iş ile ilgili daha etkili görev, yetki ve sorumluluklar dağılımı (işi benimsetme, karara katılma sorumluluğu verme, işi tamamlama ve eser yaratma doyumsuzluğunu azaltma v.b.g.) gerçekleşmiş, örgütsel etkinliğe uygun bir reorganizasyona gidilmiş olacaktır (Eren, 2010b, s.5). Bugün özellikle ekonomik kuruluşların yani işletmelerin temel sorunlarından biri, üretilen malı satabilmek ya da satabilecek bir mal üretebilmektir. Üretilecek bir malı müşteriye satabilmek, onun alım güdülerini, kısaca müşteri istek ve özelliklerini, bilmeyi gerektirir. Bundan başka müşteriyi firmaya, markaya ve mala bağlamak, gönlünü fethetmek gerekir. Bunu başarabilmek kuşkusuz çok zordur. Reklamcılık adı verilen ve psikolojik yönü her şeyin üstünde olan pazarlama teknikleri sayesinde bu şartlandırma yada marka ve firmaya bağlama ekonomik biçimde sağlanabilmektedir (Eren, 2010c, s.5-6). Yine örgütlerin en önemli sorunlarından biri ast-üst ilişkilerini iyileştirmek ve etkin bir emir kumanda sistemi geliştirmek için emrin veriliş biçimi, astın psiko-sosyal durumu, üstün davranışları ve yetke (otorite) kurma biçimine bağlı bir çok bireysel özellikleri ilgilendiren hususları bilme zorunluluğu vardır. Bu konu hemen tamamen psikoloji ile sosyal psikolojinin inceleme alanına girmektedir (Eren, 2010d, s.6). Bugün insan ihtiyaçlarının bilinmesi ve insanı iş görmeye özendirici araçların bulunması davranış bilimcilerin ve özellikle psikologların çalışmaları sayesinde olmuştur. Güdüleme (motivasyon) adını verdiğimiz bu teknik, tamamen bireysel davranışın nedenlerini araştırma, bireysel ihtiyaçların temeline inme ve bu sayede amaca uygun arzulanan davranışı gerçekleştirecek özendirme araçlarını belirleme ile ilgilidir (Eren, 2010d, s.6). Personelin işe, işletmeye ve yöneticiye karşı tutumlarının ölçülmesi ve olumsuz tutumlarını bertaraf edilerek uygun bir birey ve grup moralinin sağlanması da yönetimin başlıca araçlarından birini oluşturur ve büyük ölçüde psikoloji ve sosyal psikoloji konusunda bilgi ve tecrübeleri gerekli kılar (Eren, 2010d, s.6). Nihayet yöneticiler için önemli olan hususlardan biri astları üzerinde etkili bir yönetsel yetkenin (otoritenin) kurulması sorunudur. Bu ise, otorite denen bireysel ve sosyal nitelikteki yönetsel aracı analiz etmekle onun özelliklerini çok iyi bilmekle başarılabilir. Yönetici ancak, yönetime karşı kurulan yetkenin (otoritenin) gücünün zayıflatılması ve gayri resmi kliklerin kurulması liderlerinin etkisiz hale getirilmesi sayesinde kendi yetkesini (otoritesini) kurar ve yürütür. Bütün bu süreçler, kaba kuvvetle değil, otorite özelliklerini bilme ve o özelliklere sahip olma ile ilgili çabalar göstermekle başarılır. Kuşkusuz yöneticinin bu tür davranışlarının temelin de psikoloji ve sosyal psikolojinin bilimsel teknikleri mevcuttur (Eren, 2010d, s.6).

3. İNSAN KAYNAKLARI YÖNETİMİ İnsan kaynakları deyimi günümüzde organizasyonların –mamul ve hizmet üretimi olarak tanımlanan- hedeflerine varmak amacıyla kullanmak zorunda oldukları kaynaklardan biri olan insanı ifade eder. İnsan, üretim sürecinin hem olmazsa olmaz nitelikteki bir parçasıdır hem de üretimin aynı zamanda hedefidir. İnsan kaynakları terimi bir organizasyonda, en üst yöneticiden en alt kademede ki niteliksiz iş görenlere kadar tüm çalışanları kapsar. Bu terim organizasyon bünyesinde bulunan işgücünü kapsadığı gibi organizasyon dışında bulunan ve potansiyel olarak yararlanılabilecek işgücünü de ifade etmektedir (Sadullah, 2010, s.2).

102

İnsan kaynağının yönetimi yaklaşımı, personel yönetimine çağdaş bir bakış açısıdır. İnsan kaynağının yönetimi anlayışı “insan” öğesini örgütün merkezinde gören, onu ön plana çıkaran bir yaklaşımdır. İnsan kaynağının yönetimi, personel yönetiminin insan kaynağı boyutunda algılanmasıdır (Canman, 1995, s.5). İnsan kaynakları yönetimi, bir örgütte insanların yönetimi ile alakalı felsefe, politika, prosedür ve uygulamaları genel olarak ifade etmek için kullanılmaktadır (Wendell, 1998, s.4). Diğer bir tanımda İnsan Kaynakları Yönetimi; “İşletmelerin hedeflerine ulaşabilmeleri için gerekli olan işlevleri gerçekleştirecek yeterli sayıda kalifiye elemanın işe alınması, eğitilmesi, geliştirilmesi, motive edilmesi ve değerlendirilmesi işlemi olarak ifade edilmektedir (Fulmer, 1993, s.8). Genel anlamda İnsan Kaynakları Yönetimi’nin, insana odaklanmış, çalışanların ilişkilerini yönetsel bir yapı içinde ele alan, kurum kültürüne uygun çalışan politikalarını geliştiren ve bu yönüyle kurum yönetiminde kilit işlev görevi gören bir fonksiyona sahip bulunduğu söylenebilir (Fındıkçı, 2000, s.14). 3.1.Tarihsel Bir Bakış Uzun yıllar işletmenin temel işlevleri arasında yer alan personel yönetimi işlevi 1980’li yıllardan sonra yerini insan kaynakları yönetimine bırakmış, bir bakıma kabuk değiştirmiştir. Aslında insan kaynakları yönetimi, personel yönetiminin bir uzantısı olarak kabul edilebilir. Ancak insan kaynaklarının kazandığı boyut bugün personel yönetimini aşmıştır. İki kavram arasında en önemli farklılık, personel yönetiminin daha çok işletme çıkarlarını gözetmiş olması ya da işgücü verimliliğini temel amaç olarak seçmesine karşılık insan kaynakları yönetiminin işgücü verimliliği yanında bir iç müşteri olarak tanımlanan çalışan insanın memnuniyetini de amaçlamış olmasında görülebilir. İnsan kaynakları yönetimi günümüzde yükselen bir yıldız konumundadır ve çağdaş işletmecilik platformunda ilgi odağı durumuna gelmiştir. Bunun önde gelen nedeni insan faktörünün artık çoğu işletmeler tarafından anlaşılmış olmasıdır. Bir başka anlatımla, insanın tatmini ile çalışma verimliliği arasındaki ilişkinin daha iyi anlaşıldığı söylenebilir. Ancak, bazı işletmelerin insan kaynakları konusunda yeterli birikime ve fonksiyonel olgunluğa sahip olmaksızın firmada personel yöneticiliği tabelasını indirerek yerine insan kaynakları yöneticiliği tabelası koyduğu görülmektedir. Oysa bu geçiş için yeterli alt yapı oluşmadan moda bir akıma uyarak böyle bir tabela değişimi firmaya çok fazla bir şey kandırmaz. Önemli olan insan kaynakları konusunda yeterli hazırlıklar yapılarak eğitimli, deneyimli kadroların yönetiminde yeni tekniklerin devreye sokulmasıdır (Sabuncuoğlu 2011a, s.7-8). 1990’ların başlarına kadar bütün işletme kitaplarında “Personel Fonksiyonu” adı altında yer alan “İşletme İçi Personel Yönetiminin” bu tarihten itibaren yerini “İnsan Kaynakları Yönetimi” kavramına bıraktığını görüyoruz. Bu kavram değişikliğinin yalnızca işletme kitaplarıyla sınırlı kalmadığını Türkçe deki tüm “Personel Yönetimi” kitaplarının zaman içinde “İnsan Kaynakları Yönetimi” başlığı altında yayımlandığını ve işletmelerin de personel departmanlarının adını “İnsan Kaynakları Departmanları” haline dönüştürdükleri gözlenmeye başlanmıştır. Özellikle işletmecilik ve personel yönetimi kitaplarında bu kavram değişikliğinin bir ihtiyaçtan kaynaklandığını ve “Personel Yönetimi” kavramının kapsam itibariyle eksik kaldığı ve sonuçta yerini içerik yönünden daha kapsamlı olan “İnsan Kaynakları Yönetimi” kavramına bıraktığı söylenebilir (Şimşek, 2006, s.341).

103

Personel yönetimi anlayışından insan kaynakları yönetimi anlayışına geçişte etken olan faktörler arasında; ülkenin ekonomik ve sosyal yönden gelişmeleri, nitelikli insan gücünde gözlenen artış, sendikacılığın gelişimi, çalışma koşullarını düzenleyen yasaların yürürlüğe sokulması, iş görenlerin eğitim ve kültür düzeylerinin yükselmesi sonucu demokratik ve insanca işlem görme taleplerinin artması, bilgi toplumları haline gelen gelişmiş endüstriyel ülkelerde bireyin yaratıcılığın ve bilgi üretmenin odağı haline gelmesi, istek ve beklentilerde değişiklikler olması ve nihayet kadınların iş hayatına girmesi gibi hususlar sayılabilir (Şimşek, 2006, s.341). 3.2.İnsan Kaynakları Bölümün Danışmanlık Rolü İnsan kaynakları bölümü örgüt içinde yönetsel, hukuksal ve psikososyal sorunlar üzerinde uzmanlaşmış ve yönetime danışmanlık eden bir organdır. Bu bölüm, işletmede insancıl ve sosyal sorunların en iyi biçimde çözüm yollarını araştırır ve en etkili biçimde uygulanmasına yardımcı olur. Bu işlevini insan kaynakları politikası içinde tanımlanan ilkeler doğrultusunda gerçekleştirir. Öte yandan, insan kaynakları bölümü, tüm bölümlerin insan kaynakları politika ve uygulamalarında eşgüdümü sağlamakla yükümlüdür. İnsan kaynakları bölümü diğer bölümlerde çalışanların verimliliğini arttırma, eğitim ve gelişimini sağlama ve özellikle motivasyonlarını yükseltme yönünde ilgili yöneticilere bilgi vermek, danışmanlık yapmak, gibi stratejik sorumluluklar üstlenir. Bu sorumluluğu yüklenirken matriks organizasyon modeli içinde belirli bölümler üzerinde geçici yetki kullanma hakkı da elde eder. Bunun en tipik örneği eğitsel program uygulamasında görülür. Eğitim uygulanan bölümde kişilerin katılımı, devamı ve değerlenmesi konusunda insan kaynakları bölümü yetkili kılınır (Sabuncuoğlu, 2011b, s.15-16). 3.3.İnsan Kaynakları Bölümüne Yardımcı Organlar İnsan kaynakları bölümünde görev yapan part-time veya full-time yardımcı organlar yer alabilir. Bu organların işlevleri kısaca şöyle özetlenebilir:

3.3.1.İşyeri Hekimi İş görenlerin sağlık sorunlarıyla yakından ilgilenmekle sorumlu bir organdır. Görevleri arasında, işe alma sırasında sağlık kontrolünden geçirme, yıllık düzenli sağlık denetimi, hastalık sonrası bakım, ilk yardım, koruma, işyerlerinin sağlık koşullarına uygunluğu, dinlenme, çalışma süresi, fiziksel ortam ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi gibi çalışmalar vardır. Daha çağdaş işletmelerde işyeri hekimi, “Ergonomi” konusunda ilgili yöneticilerin çalışmalarına katılır ve görüşlerini iletir. 11.01.1994 gün ve 14765 sayılı Resmi Gazetede yayınlanarak yürürlüğe giren İşçi Sağlığı ve İş Güvenliği Tüzüğü’nün 91. Maddesi ile iş yerinde hekim çalıştırılmasına ilişkin düzenleme yapılmıştır. Bu maddeye göre “sürekli olarak en az 50 kişi çalıştıran işyerlerinde Sosyal Sigortalar Kurumunca sağlanan tedavi hizmetleri dışında kalan, işçilerin sağlık durumlarının denetlenmesi, ilk yardım, acil tedavi ve diğer koruyucu sağlık hizmetlerini düzenlemek üzere işyeri hekimi bulundurmak zorunludur. Sağlıklı-güvenli bir iş-çalışma ortamı sağlamak üzere tahsis edilen kaynaklar bir maliyet unsuru değil “yatırım” sayılmaktadır. Bu harcamaların maliyet, yararlılık açısından en verimli yatırımlardan biri olduğu genel kabul görmektedir (Sabuncuoğlu, 2011c, s.16-17). 3.3.2.Sosyal Asistan ve Danışman Sosyal asistan ve danışman olarak yararlanılan organın işlevi, genelde personelin işe uyumunu sağlamaktadır. Bununla birlikte sosyal asistan ve danışman organ arasında belirli bir fark olduğu söylenebilir. Sosyal asistan daha çok personelin sosyal sorunlarına yardımcı

104 olmak amacıyla görevlendirilir. Örneğin, yeni işe alınan işgörenin karşılanması, personel bölümü ve çalışacağı atölye yetkilileriyle ilişkilerin kurulması gibi işlerle ilgilenir. Bunun dışında özellikle genç ve bayan işgörenler ile yaşlı yada özürlü elemanlara yardımcı olmak, ailesel sorunlarla ilgilenmek, yardım sandıkları kurmak ve işletmek gibi görevleri de sosyal asistanlar yüklenir (Sabuncuoğlu, 2011d, s.17). 3.3.3.Psikoteknisyen Daha çok işe alma, iş değiştirme, yönlendirme ve işe uyarlama gibi konularda psikoteknik uygulamalardan sorumlu olan organdır. Psikoteknisyen tarafından komuta organlarına verilen önerilerin uygulanma zorunluluğu yoktur. Bu organ kendi çalışmalarında objektif rolünü koruyabilmek için bağımsızdır, ancak yönetsel açıdan insan kaynakları bölümüne bağlıdır. çoğu kez psikoteknisyen işyeri hekimi ile işbirliği yaparak çalışır (Sabuncuoğlu, 2011e, s.18).

3.3.4.Stres Danışmanı Stres içinde olan kişi, kişisel başa çıkma teknikleriyle çözemediği sorunları danışacak, onları anlatıp yardım isteyecek profesyonel bir yardımcıya gerek duyabilir. Stresle ilgili konularda uzman bir psikoloğun kişilere yol göstermesi son derece başarılı sonuçlar yaratmaktadır (Artan, 1986, s.129).

3.3.5.Profesyonel Danışmanlık Kuruluşları İnsan kaynakları bölümü işletme dışında danışmanlık, eğitim amaçlı ya da eleman bulmada yararlanabileceği çeşitli özel ve kamu kuruluşlarından profesyonel destek alabilir (Sabuncuoğlu, 2011e, s.18). 3.4.İnsan Kaynakları Yönetiminde Psikolojik Danışmanlık ve Rehberlik Uygulamaları Yönetim ve Organizasyon yazınında rehberlik ile ilgili çok şey yazılmıştır. Buna karşın sanayi sektöründe faaliyette bulunan bir çok işletme, rehber kavramının ne olduğu ve rehberlik sürecinin nasıl işlediğini gerçek anlamda bilmemektedir (At-Twaijri vd., 1996, s.23) Brown, insan kaynakları geliştirmenin bir çok alanından birisi olarak rehberliği, “bir meslekte deneyimli bir bireyin, mesleğe yeni başlayan birinin istenen düzeye gelmesine yardımcı veya rehber olduğu bir süreç” olarak tanımlamıştır (Appelbaum, 1994, s.5). İşe alınan personelin bedensel rahatsızlıklarda olduğu gibi, bir takım psikolojik rahatsızlıklarının ya da yatkınlıklarının olup olmadığını tespit etmek veya çalışanlarda ortaya çıkan rahatsızlıkların nasıl tedavi edileceğine ilişkin kaygılar, iş yerinde bireysel psikopatolojinin belirlenmesi ve tedavisine yönelik çalışmaları teşvik etmektedir. Belirgin bir psikopatolojik örüntünün gözlendiği durumlarda, yönetici, sorunlu çalışanın ne kadar süre ile işten ayrı kalacağı, iş programının nasıl yapılması gerektiği ya da stres düzeyi daha az olan bir ortamda çalıştırılmasının gerekip gerekmeyeceği gibi konularda bilgi sahibi olmak istemektedir. Öte yandan, rahatsızlığı olan çalışanlar da, etkili ve hızlı bir biçimde tedavi ve destek arayışı içindedir (Thompson, 2005). Bireylerin iş yaşamında maruz kaldıkları stres, psikolojik taciz (mobbing) gibi yaşamış oldukları psikolojik rahatsızlıklarla ilgili bir psikolojik danışma ve/veya psikiyatri merkezine başvurma sayısında azlık söz konusudur. Özellikle üniversite hastanelerinin psikiyatri klinikleriyle görüşülmüş ve iş yaşamına ait psikolojik rahatsızlıklarla ilgili başvuruların diğer psikolojik rahatsızlıklara ilişkin başvuruların gerisinde kaldığı bilgisi alınmıştır.

105

Organizasyonlar içinde ki grup, grup dinamikleri be davranışlarının, birey üzerinde normatif, bireysel tutum değişimi ve bireyin verimine etkileri bulunmaktadır. Bu anlamda birey organizasyon içerisinde o kurumun belirli kültür ve tutumlarına uyma davranışı göstermeye başlamaktadır. Dolayısıyla birey bu yeni uyma davranışından bir süre sonra, iş çevresi ile çeşitli sorunlar yaşamaya başladığında iş yerine dayalı çeşitli temel psikolojik sorunları yaşamaya başlayacaktır. Özellikle bu sorunların başında psikolojik taciz (mobbing) ve tükenmişlik (burnout) sendromu gelmektedir. İşte bu yüzden özellikle yirmi birinci yüzyıl organizasyon yapılarına bakıldığında, örgütlerde artık psikolojik taciz’e (mobbing) karşı departmanların oluşturulduğu görülmektedir. Klinik psikoloji bilgi ve verilerinin iş ortamındaki kullanımı, psikolojik değerlendirme ve sorun davranışı yani psikopatolojiyi ortadan kaldırmaya yönelik olarak psikolojik müdahale tekniklerinin uygulanmasını içermektedir. Bu kullanım alanları 6 alt başlıkta özetlenebilir (Gül, 2007a, s.163):

3.4.1.Personel Seçiminde Psikolojik Değerlendirme İşyerinde klinik psikoloji uygulamaları kapsamında, personel seçiminde gerçekleştirilen psikolojik değerlendirme, işe uygun kişilik özelliklerini tespit etmekten ziyade normalden sapmaları değerlendirmeyi amaçlamaktadır. Psikolojik değerlendirme, işe göre eleman seçmeye de katkı sağlamaktadır. Örneğin, sosyal etkileşime açıklık ve girişkenlik gerektiren bir görev için, içe dönüklük-dışa dönüklük kişilik özelliğindeki normalden sapmanın derecesi ya da silahlı bir görev için seçilen elemanın dürtü kontrolü ile ilgili sapmaları öncelikli önem kazanabilir. 3.4.2.Psikoterapi Uygulamaları Psikoterapi yaklaşımları çerçevesinde, psikolojik müdahale teknikleri kullanılarak sorun davranışın ortadan kaldırılması hedeflenir. Örneğin, Bilişsel-Davranışçı Terapi tekniklerini kullanarak, bireysel psikoterapi veya grup eğitimleri ile sorun davranışın ortadan kaldırılması amaçlanmaktadır. 3.4.3.Krize Müdahale Kurumların bir psikolojik sağlık programı olmamasına karşın, iş ortamında çeşitli şekillerle gerçekleşebilen krizlere müdahale kaçınılmazdır. Krize müdahale, özellikle, çalışanın kendisine ve çevresine zarar verdiği ya da kişisel bakımını sağlayamadığı gibi durumlardaki müdahaleyi ifade eder ve iş arkadaşları ve yöneticilerin desteği ile en kısa süre de gözlem ve tedavi altına alınmasını sağlayacak şekilde ikna ve takibini içerir.

3.4.4.Eğitim Örgütlerin, iş koşullarının olumsuz yönlerinin yarattığı etkiyi azaltmaya ve çalışanlarının sorunlarla baş etme becerilerini artırmaya yönelik eğitim programları düzenlenlemeleri yararlı olacaktır. Çalışanların ve yöneticilerin psikolojik sağlıklılığına katkıda bulunmaki kişisel gelişimlerini ve farkındalıklarını artırmak amacı ile çeşitli eğitim programları düzenlenebilir. Stres Yönetimi, Atılganlık, İletişim Becerileri, Öfkeyle Başa Çıkma, Çatışma Yönetimi ve Depresyonla Başa Çıkma gibi eğitimler bunlardan bazılarıdır. 3.4.5.Araştırma İş yerinde klinik psikoloji uygulamalarının bir diğer görev alanını çalışanlar üzerinde düzenli araştırmaların yürütülmesi oluşturmaktadır. Bu araştırmalar, iş ortamının fiziksel-psikolojik

106 koşulları ile çalışan psikolojik sağlığı arasındaki ilişkilerin, iş ortamının bireysel psikopatolojik örüntüleri etkileyip etkilemediğinin ya da davranış bozukluğu olan çalışan ve yöneticilerin diğer çalışan ve yöneticilere ya da bir bütün olarak örgüte olan olumsuz etkilerinin değerlendirildiği çalışmalardır. 3.4.6.İş Yeri Danışmanlığı Psikopatolojinin gözlendiği iş ortamında, sorunun gerektirdiği tedavi türü, süresi ve işten ayrı kalacağı zaman miktarı, iş arkadaşları ve yöneticilerin yaklaşım biçimlerinin belirlenmesi, stres koşullarında çalışıp çalışamayacağına ilişkin bilgilendirme, nasıl bir iş programına alınacağına dair yönetici ve iş arkadaşlarının bilgilendirilmesi ve yönlendirilmesini kapsar. 3.5.İnsan Kaynakları Yönetiminde Psikometrik Yöntemler, Ölçme, Ölçekler ve Değerlendirme Psikolojik testlerin işlevi, “bireyler arasındaki farkları” ya da “aynı kişinin farklı zaman ve durumlardaki tepki farklarını” ölçmektir. Psikolojik testlerin en genel işlevi çok çeşitli durumlarda ortaya çıkan bireylere ve gruplara ilişkin karar verme süreci için gerekli bilgileri toplamaya olanak sağlamasıdır (Özgüven, 2007a, s.5) Cronbach (1970) testlerin kullanım amaçlarını ve işlevini dört grupta toplamıştır. Bunlar (1) kişilerin seçimi, (2) bireylerin sınıflanması, (3) uygulanan yöntemlerin değerlendirilmesi ve (4) araştırmalarda bilimsel denencelerin kontrol edilmesidir (Özgüven, 2007a, s.5). Seçme işlevi; çeşitli işyerlerini, devlet kurumlarını, fabrikaları, personel seçme, okullara öğrenci seçme yönüyle yakından ilgilendirir, başvuranlar arasından en uygun olanları seçebilmek için testler kullanılır (Özgüven, 2007a, s.5). Sınıflama, belirli seçeneklerden hangisinin kişi için en uygun olduğuna karar vermektir. Ruh hastasına teşhis koymak, histerik ya da şizofreni olduğuna karar vermek bireyi, iki sınıftan birine koymak bir çeşit sınıflamadır. Bir işyerine başvuran kişilerin test sonuçlarına göre o kurumda belirli düzeylerdeki işlere yerleştirilmesi de bir tür sınıflamadır. Yerleştirme bir grupta ki bireylerin farklı zorluklarda ki işlere kişisel niteliklerine göre atanmasıdır (Özgüven, 2007b, s.5-6). Psikolojik testlerin işlevlerinden bir diğeri uygulanan yöntemlerin etkisini araştırmaktır. Psikolojik testler, araştırmada bireyler ve durumlar hakkında bilgi toplama amacı ile kullanılır. Kliniklerde uygulanan psikoterapi ve ilaçla tedavi gibi yöntemlerden hangisinin daha etkili olduğu, bir fabrikada uygulanan eğitim programından işçilerin ne kadar yararlandığı, bir grubun ırk ayrımına karşı tutumunun konferanslar yoluyla ne kadar değiştiği, izlenen üç eğitim yönteminden hangisinin daha etkili olduğu psikolojik testler kullanarak değerlendirilebilir (Özgüven, 2007c, s.6). Bir kişinin, kişilerin, kurumların ve yöntemlerin değerlendirilmesi yanında psikolojik testler bilimsel kavramların ve varsayımların denenmesinde hipotezlerin kontrol edilmesinde de kullanılır. Bir hipotez veya denencenin ne kadar geçerli olduğu, varılacak yargının hata payı, gerçek veriler, olgular ve uygun deney eserleri ile saptanması gerekir. Bilimsel araştırmalarda psikolojik testler değişkenler hakkında bilgi toplamak amacı ile kullanılır (Özgüven, 2007c, s.6). Psikolojik testler kliniklerde çoğunlukla teşhis ve yordam için kullanılır. Teşhis ve yordama önce de değinildiği gibi bir çeşit sınıflamaya dayanır. Klinikte, işyerinde, devlet kurumunda,

107 okulda olsun, her test yordamalar yapılmasını sağlar. Zaten karar almak demek, önceden bazı olayları sezebilmek demektir (Özgüven, 2007c, s.6). Psikometrik yaklaşımı savunanların temel amacı, değerlendirmeyi objektif yapabilmektir. Bu görüşe göre, bireyin tepkilerinin en objektif biçimde ölçülmesi ve değerlendiren kişinin de objektif kalabilmesi gerektiği vurgulanmaktadır. Bu nedenle, psikometrik yaklaşım faktör analizi, madde analizi ve test analizi gibi istatistiksel yöntemlerle geliştirilmiş, bilimsel yöntemlerle denenmiş, geçerliliği ve güvenirliliği saptanmış ölçeklere önem vermektedir. Objektif olduğu savunulan bu ölçekler çoğunlukla çoktan seçmeli sorulardan oluşur, kişi bu seçeneklerden birini işaretler, değerlendiren kişi kendi bireysel görüşünü sorunun yanıtlarına yansıtmaz. Değerlendiren kişi de, denek hangi seçeneği işaretlediyse, onu kabul etmek zorundadır. Bu şekilde psikoloğun kişisel ve subjektif yorum yapması engellenmiştir. Uzman kişinin görevi standart koşullar altında verilen yanıtları yazmak ve puanlamaktır. Dostluk ve yakınlık kurmak gibi ilişkiler standart koşulları değiştirebileceğinden arzu edilmez, yansız kalması gerekir. Değerlendirenle değerlendirilen arasındaki ilişki kısıtlanmıştır. Değerlendiren için yanıtlar birer veridir (Özgüven, 2007d, s.7). Türkiye de insan kaynakları personel seçim çalışmalarında ki psikometrik test uygulamaları iki şekilde yapılmaktadır: tek tek bireylere yapılan bireysel test uygulamaları ve bir çok bireye topluca yapılan toplu test uygulamaları. Bu iki uygulama yolunun da dayandığı bir temel sistematik vardır. Bu temel sistematik, seçim yapılacak pozisyon için uygun test paketinin oluşturulması, bilgi testleri için sınır puan, yetenek testleri için pozisyon normu ve profil eşleme analizi yöntemlerine dayanmaktadır. Bu sistematik, yapılacak personel seçim çalışmasının, iş başvurusu yapmış kişilerin bilgi, yetenek ve kişilik özellikleri açısından standart ve istatistik analizi temel alan yöntemlerle ve kurumun gerçekleri ve kültürü çerçevesinde değerlendirilerek gerçekleşmesini sağlar. İşletmelerde psikometrik uygulamaları temel amacı daha doğru ve rasyonel kararları vermektir. Psikometrik teknikler uygulanmadığı zaman insanlar nesnellikten uzaklaşabilirler, yanlı ve psikolojik faktörlerin etkisi altında karar verebilirler. Genel uygulama amacını aşağıda ki gibi sıralayabiliriz;

 Kişi-iş uyumunu sağlamak,  Verimliliği ve etkililiği temin etmek,  Uygun personeli seçmek,  Sorunları doğru teşhis etmek ve doğru müdahalede bulunmak,  Önlemleri zamanında almak,  İnsanları doğru yöneltmek,  İşletme kaynaklarını (mali kaynaklar, insan kaynakları, teknolojik kaynaklar) verimli kullanmak. Ölçme ve değerlendirme terimleri çok zaman birbirinin yerinde kullanılır. Bu kavramları birbirinden kensin ayrıntıları ile ayırt etmek kolay olmamakla birlikte, bazı ayırıcı nitelikler ortaya koymak mümkündür. Değerlendirme kapsam açısından daha geniş bir kavramdır. Ölçme, değerlendirme için gerekli sayısal değerlerle ilgilidir ve değerlendirme kavramının gözlem ve veri toplama kısmını içine alır. Ölçme genellikle iyice tanımlanmış bir niteliğin mümkün olduğu kadar objektif olarak saptanması şeklinde yapılır. Sonuçların ifadesinde kelimelerlerden çok rakamlar yer alır. Ölçmede ölçünün hassasiyeti, ölçme işi tekrarlandığı zaman ölçme sonucunun değişmemesi, ölçme aracının ölçmek üzere hazırlandığı amacını ölçme derecesi çok önemlidir. Değerlendirmede ise sürecin ayrılmaz bir öğesi olan “ölçüt” kişisel ve değişken bir nitelik taşımaktadır (Özgüven, 2007e, s.48).

108

Personel seçim çalışmalarında artık bir çok kariyer portalı, insan kaynakları danışmanlık firmaları, örgütlerin insan kaynakları departmanları çeşitli test ve envanter kullanmaktadır. Ancak önemli olan bu test ve envanterlerin ülke, cinsiyet, yaş gibi demografik özelliklerle ve bunun yanı sıra kurum kültürüne uyumu çok önemlidir. Personel seçim çalışmalarında bir test ve/veya envanter kullanmak artık moda haline dönüşmüş bir çok örgüt işe alım sırasında işe alınacak adaylar ile yüz yüze görüşmeden önce adayları bu test ve/veya envanterlere tabi tutmakta, yapılan değerlendirme sonuçlarına göre adaylarla yüz yüze görüşmeler yapılmaktadır. Ancak burada önemli olan, adaylara uygulanan test ve/veya envanterlerin geçerliği ve güvenirliliğidir. Ölçme – değerlendirmeler ise bu alanda uzman kişi/kişiler ve/veya kuruluşlarca yapılmalıdır. 4. KARİYER DANIŞMANLIĞI Kariyer kavramı, tam anlamıyla 1970’li yıllarda incelemeye alınıp, iş dünyasında kullanılmaya başlanmıştır (Özgen, Öztürk ve Yalçın, 2002, s.185). Ancak yönetim tarihine baktığımız zaman kariyer kavramının, modern kamu hizmeti anlayışının gelişmeye başladığı on altıncı yüzyıldan başlayarak, özellikle devlet memurluğu kavramı ile ortaya çıkıp, gelişme gösterdiği görülmektedir. Kariyer kavramının on altıncı yüzyıldan bu yana keşfedilmiş olmasına rağmen ilk olarak Anne Roe’nun 1956 yılında yazmış olduğu “Meslekler Psikolojisi” kitabı ile görülmektedir. Daha sonra 1950 yılında Donald E. Supper’in yazdığı “Kariyer Psikolojisi”, 1963 yılında Triedeman ve O’Hara’nın “Kariyer Gelişimi Seçimi ve Uyarlanması ile Bireysel Kariyer Gelişim Teorisi” ve bunlara ilave olarak 1966 yılında John Holland’ın yazmış olduğu “Meslek Tercihi Teorisi” kariyer konusunu tartışılır hale getirmiştir (Aytaç, 1997, s.11-12). 1970’li yıllardan bu yana ise, kariyerin ve insan yaşamının nasıl gelişim ve değişim gösterdiği, bilim adamlarının daha yoğun bir biçimde ilgi odağı olmuştur. 1980’lerden sonra ise globalleşmenin bir sonucu olarak ortaya çıkan yeni yönetimsel yaklaşımlar, örgütlerde kariyer konusunu ön plana çıkarmıştır. Kariyer kavramının bu gelişiminde, özellikle insan psikolojisinin ve örgüt içindeki davranışlarının önemli olduğu ifade edilebilir (Çelik, 2007a, s.5). Kariyer konusu ilk zamanlarda mesleki danışmanlık çerçevesinde ele alınmıştır. Bu dönemdeki çalışmalarda mesleklerin gerektirdiği özellikler ve kişilerin sahip olduğu özellikleri en uygun biçimde eşleştirmek konusu üzerinde durulmuştur. Kariyer ile ilgilenen araştırmacılar bireylerin meslek seçiminin etkinliğini artırmaya yönelik “kariyere bireysel yaklaşımlar” olarak sınıflanan bu yaklaşımlarda, bireyin örgütlerden bağımsız olarak yaptığı meslek seçimi incelenmiştir (Erdoğmuş, 1999). Rehberlik kariyer danışmanlığı süreci ile birlikte düşünüldüğünde, kariyer danışmanlığı rolünün hem birey hem de örgüt açısından sağladığı katkıları incelemek, rehberliğin bireyin yaşamındaki ve örgütteki önemini ortaya koyacaktır (Anafarta, 2002, s.118). Rehberlik, bir bireyin kariyer başarısı ve kariyer tatminine pozitif katkıda bulunan değerli yollardan birisidir (Garvey vd., 1996: 11). Pierce rehberliğin bireyleri kariyerlerinde başarıya götüren tek yol olduğunu ileri sürmektedir (Broadbridge, 1999: 337). Araştırmalar, günümüzde rehberliğin bireyler için “sınırsız kariyer (boundaryless career)” çerçevesinde giderek daha fazla önemli hale geldiğine işaret etmektedirler. Özellikle Kram’ın rehberlik konusundaki seminer çalışmasının yayınlanmasından sonra rehberliğin kariyer geliştirme ve ilerlemesi üzerine etkilerinin incelenmesi yaygınlaşmıştır (Higgins, 2000:

109

277).Ragi’nin yaptığı son incelemenin bulguları, bir rehbere sahip olmanın bireyin kariyer gelişiminde, ilerlemesinde (terfi hızlarında ve toplam tazminatlarda) ve kariyer tatmininde artışlara yol açtığını ortaya koymuştur (Pegg, 1999: 138). Kariyer yaklaşımını ilk defa örgütsel düzeyde ele alan kariyer bakışı ise, geleneksel kariyer anlayışı olmuştur. Geleneksel kariyer bakışı, çalışan ve işveren arasında psikolojik sözleşmenin ilişkisel boyutunu ele alan ve genelde uzun dönemli ve yüksek derecede bir bağlılık gerektiren bir anlayış olarak gelişmiştir (Çelik, 2007b, s.6). Kariyer Danışmanlığı Türkiye’de son yıllarda adından sıklıkla söz ettiren bir çalışma alanı olmuştur. Kariyer Danışmanlığı, İnsan Kaynakları Uzmanlığı ve Psikolojik Danışmanlık alanlarının ortak ve birbirlerini tamamlayan bir çalışma alanıdır. Gençlerin doğru mesleği seçmeye yönlendirilmesinde yada bu süreçte desteklenmesinde, psikoloji uzmanlarının yanı sıra, organizasyonları iyi tanıyan, iş dünyasının içinden gelen, meslekleri, farklılıkları ile analiz ederken kişileri de bu mesleklerle buluşturabilecek, örgütü bütünü ile değerlendirebilecek deneyimli İnsan Kaynakları Uzmanlarına ihtiyaç vardır. Ancak ülkemizde Kariyer Danışmanlığı bazı belirsizlik nedeni ile bir uzmanlık alanı olamamıştır. Meslek seçmek ve bireysel kariyer planlaması yapabilmek, kişinin yaşamında önemli adımlardır. Ortaöğretim ve Lise yıllarında öğrenciler bu konuda PDR uzmanları tarafından desteklenirken, üniversitelerde öğrenciler stajlar yaparak, kariyer merkezlerinin hazırladığı programlarla desteklenirler. İşletmelerde ise, İK Uzmanları tarafından uygulanan doğru eleman seçimi, işe yerleştirme, performans ve ücret yönetimi, ardıl planlamalarla birlikte, çalışan için eğitim planlaması ve organizasyonel kariyer yönetimi faaliyetleri, verimliliği olumlu yönde etkileyen faktörlerdir (Köseoğlu, Gürcan, 2013). Kram ve Broger, “sürekli iyileşme kavramını benimseyen çeşitli başarılı sanayi örgütlerinde rehberliğin bireylerin kariyerlerinin her aşamasında önemli bir geliştirme kaynağı olarak görüldüğünü ve diğer yardım programlarına nazaran daha fazla yarar sağladığını saptamıştır (Gay, 1994, s.5; Alker – McHugh, 2000, s.305). Örgütler çalışanlarına çok çeşitli danışmanlık hizmetleri sağlayabilirler. Bu hizmet hangi biçimde olursa olsun, çalışanın mesleki bilgileri, ilerleme çizgileri ve istekleri ile ilgili yüz yüze görüşmelerden oluşur. Kariyer danışmanlığında amaç, çalışanların ilerleme fırsatlarını araştırmasına yardımcı olmaktır. Anderson bu açıdan rehberliği, “az deneyimli bir bireyin iş ve kariyer gelişimine ilişkin bir dizi konuda çok daha deneyimli örgüt üyesinden düzenli olarak öğüt alması süreci” olarak tanımlamaktadır (Macgregor, 2000: 231). Örgütler üst düzey yöneticiler ve geleceğin tepe yöneticileri için rehberlik programları düzenlemelidirler. Bireyler yanlış işte veya birimde çalıştıkları zaman doğabilecek performans düşüşleri işletmelere ilave maliyet yükleyecektir. Bu durum çalışan açısından incelendiğinde ise iş tatminsizliklerinin ve moral bozukluklarının görülmesi olasıdır. İş nitelikleri ve kişisel mesleki bilgiler arasındaki uyumsuzluklar bireyleri iş transferlerine kadar götürebilir. Sonuçta işgücü devri yükselir ki bu durum birçok işletmenin istemediği bir olaydır (Anafarta, 2002, s.118). Bazı örgütler bireylerin kariyer gelişimini desteklememekte, kariyer planlamada daha çok bireysel yaklaşımlara odaklanma gereksinimi duymaktadırlar. Dolayısıyla bireyler de örgüt dışı bireylerden rehberlik desteği sağlamaya yönelmektedirler (Bates - Bloch, 1996: 30). Son araştırmalar ise formel kariyer danışmanı olan bireylerin çoğunlukla örgüt içerisinden olduğunu göstermektedir (Judge - Cowell, 1997: 72, Demirbilek, 2000: 75). Ancak bazı araştırmalar, hem rehberin hem çalışanın aynı örgütten olmasının kariyer danışmanlığı

110 ilişkisinde tarafların karşılıklı güven duyguları geliştirmelerini zorlaştırdığını ortaya koymuştur (English - Sutton, 2000: 212). Kariyer danışmanı olarak rehberler, çalışanların iş dünyasındaki hızlı değişmelere karşı maharetlerini güncelleştirmelerine ve kariyerlerini geliştirmelerine yardımcı olmalıdırlar. Bütün bunları yaparken kendi mesleklerindeki değişimleri de yakından izlemelidirler. Geleneksel olarak faaliyette bulunan ve sürekli öğrenmeyi kendilerine ilke edinmeyen rehberler, geleceği düşünme ve bireylerin gereksinimlerine daha fazla yanıt vermekte zorlanmaktadırlar (McMahon-Patton, 2000: 160). Diğer yandan çalışanların değişimlere bağlı olarak farklılaşan yapıları, sağlanacak kariyer hizmetlerini arttırdığından rehberlerin daha fazla sorumluluk yüklenmesine neden olabilmektedir. Kariyer danışmanlığında kişisel bir yaklaşımının söz konusu olması ve başarı olasılığının artması için bir veya az sayıda kişiye danışmanlık yapılması ve birebir faaliyette bulunulması gerekmektedir (Appelbaum, 1994: 7, Collins,1994: 17). 5. BİR MESLEK OLARAK PSİKOLOJİK DANIŞMA ve REHBERLİK (PDR) UZMANLIĞI Bir bireyin başka bir bireye yaptığı yardım biçiminde sınırlı bir anlayışla ele alınırsa, rehberlik, insanoğlunun dünyada varoluşu ile başlamıştır denebilir (Kuzgun, 2000). Psikolojik danışma ve rehberlik, kişinin gelişme ve problemlerini çözümleyebilme konularında sistematik yardım gayretleri olarak, Amerikan toplumunda doğup gelişmiş bir harekettir. Her toplumsal gelişme ve değişmenin ortaya çıkmasında, o toplumun sosyal ortamı ve şartları önemli rol oynar. Amerikan toplumundaki şartlar ve olaylar Türk okuyucusunu pek ilgilendirmemekle beraber, psikolojik danışma ve rehberlik konusunun boyutlarını daha iyi görebilmek için, bir psiko-sosyal görüntü olarak rehberlik ve psikolojik danışma hareketinin Amerikan toplumunda nasıl doğup geliştiğini incelemeye ihtiyaç vardır (Tan, 2000a, s.22). On dokuzuncu yüzyılın sonlarında ABD’de bir mesleki rehberlik hareketi olarak doğan bu hizmet alanı, başlangıçta fabrika önlerinde iş bulmak amacıyla bekleyen ve çoğunluğu göçmenlerden oluşan işsiz kitlelerini, işletmelerin ihtiyaç duyduğu alanlara yerleştirme fonksiyonu üstlenmiştir. ABD’de bugün bile “okul danışmanlığı” ve “meslek rehberliği” hizmetlerinin babası kabul edilen Frank Parsons aslında o dönemlerde rehberlik hizmetlerini amatör düzeyde yapmaya başlayan bir mühendisti (HarisBowlsbey, Suddart ve Reile (1998). Gibson ve Mitchell (1995)’e göre, Wilhelm Wundt’ın 1879’da Leipzig Üniversitesi’nde Psikoloji Enstitüsünü kurması ile psikoloji ayrı bir uzmanlık, araştırma ve öğretim alanı olan bir disiplin olarak tanınmıştır. Psikolojinin gelişiminde paralel olarak daha sonra ortaya çıkan, psikolojik danışma mesleğindeki gelişim hareketi, 1909’larda fiziksel ve psikolojik problemli çocuklarla çalışmış olan William Healy ve eşinin yerleştirdiği çocuk rehberliği klinikleriyle gelişmiştir. Healy ile başlayan çocuk rehberliği klinikleri [child guidance clinics] yirminci yüzyılın başlarında Amerika’da 100’ün üzerine çıkmıştır (Nugent, 1994). Rehberlik esas itibariyle Amerikan toplumunda doğup şekil kazanmış bir uygulamalı bilim dalı olmuştur. Amerikan toplumuna kaynaklık eden temel ideal ve felsefe, insan olarak kişiye büyük değer vermiştir. Geçen yüzyılın sonlarında, Amerikan toplumunda birçok eğitimci, düşünür ve vatandaşlar, okulların, gençleri, bütün haklarını daha iyi kullanabilecek birer psiko-sosyal varlık olarak ve topluma katkıda bulunacak birer üretici olarak daha iyi yetişmeleri konusuyla yakından ilgilenmeye başlamışlardır. Bunun sonucu olarak, bireysel eğitime, çocukların bio-psiko-sosyal ihtiyaçlarına ve toplumun ihtiyaçlarına dikkat artmıştır. Okul müfredat programlarının kuru bilgilerden kurtularak bu esaslara göre hazırlanmasına

111 yönelik çabalar artmıştır. Böylece Amerikan okullarında rehberlik hareketi doğmuştur. Öğrenciyle birey olarak ilgilenen rehberlik hareketinin bir ürünü olarak da psikolojik danışma doğmuştur. Kişinin gelişmesine ve gelişmesini engelleyen problemlerin önlenmesine yardım işi, kişi ile psiko-sosyal bir atmosfer içinde karşı karşıya gelip onunla etkileşimde bulunmayı gerekli kılmaktadır. Bu suretle doğan psikolojik danışma toplumda bireylerin ruh sağlığı ile ilgilenmeyi de kapsayacak şekilde gelişip şekillenmiştir (Tan, 2000b, s.22-23). Ülkemizde ise 1920-1950 arası dönemde hazırlanan okul müfredat programlarında zaman zaman rehberlik anlayışının izlerini görmek mümkün olsada, PDR hizmetlerinin Türk Milli Eğitim Sistemi’ne bilinçli olarak girmesi 1950’li yıllardan sonra olmuştur. Bu sürecin arka planında Türk-Amerikan yakınlaşmasının izleri vardır. Özellikle 1945-1950 arası yıllarda askeri ve politik alanda gözlenen Türk-Amerikan yakınlaşması, etkisini eğitim alanında da göstermiş, Marshall yardımı çerçevesinde bir yandan Amerikalı uzmanlar Türk Eğitim Sistemini incelemek üzere ülkemize gelirken, diğer yandan genç Türk bilim adamları uzmanlaşmak üzere ABD’ye gönderilmiştir (Tan, 1974).Bu yıllarda PDR hizmetleri temelde öğrencilere rehberlik edici faaliyetler ile başlamış, hazırlanan eğitim programlarında bireysel farklılıkların dikkate alınmasının gerekliliği üzerinde durulmuştur (Kuzgun, 2000; Tan, 2000). Yirmi birinci yüzyılın koşullarında internet, bilgisayar, televizyon ve telefon gibi iletişim sistemlerinin, dünyadaki güncel olayların ve değişen teknolojilerin toplumsal değişime etkileri olmaktadır. Hızla değişen toplumsal koşullarda, bireylerin karşılaştıkları “bireysel, eğitimsel ve mesleksel sorunlarının” çözümü ve bu konularda en uygun kararlar verebilmeleri için profesyonel anlamda yardım sağlama hizmeti, “psikolojik danışman”larla gerçekleşmektedir (Ültanır, 2005a, s.103). Ülkemizde psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri çeşitli sağlık, endüstri, kurum/kuruluşlarında ve sosyal yardım hizmeti veren kuruluşlarda yer alırken en yaygın olarak eğitim kurumlarından okullarda yürütülmektedir. Bu hizmeti yapanlar psikolojik danışman unvanlı bir lisans öğretimini tamamlayan bireylerdir (Ültanır, 2005, s.6). VII., VIII. Ve IX. Milli Eğitim Şuralarında alınan kararlar okullarda psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerinin başlamasında olduğu kadar, bireylerin kişisel problemlerinin çözümünde de yardımcı olmuştur (Ültanır, 2005b, s.102).1970 yılında toplanan VIII. Milli Eğitim Şûrası, okullarımızda PDR çalışmaları bakımından bir dönüm noktası niteliğindedir. Rehberlik konusu bu şûrada daha ayrıntılı bir biçimde ele alınmakla kalmamış, aynı zamanda bu şûranın ana temasını oluşturmuştur. Bu şûrada programların a) yükseköğretime hazırlama, b) mesleğe ve hayata hazırlama, c) hem yükseköğretime, hem mesleğe hazırlama olarak çeşitlendirilmesinin gerektiği, her öğrenci için yatay ve dikey geçiş olanakları sunulması kararı alınmıştır. Bu şûrada ayrıca, ortaöğretim kurumlarında rehberlik teşkilatlarının kurulması, geliştirilmesi ve bu konu için gerekli personelin işbaşında yetiştirilmesi ile ilgili çalışmaların Planlama Araştırma ve Koordinasyon Dairesince yürütülmesi kararlaştırılmıştır (Hesapçıoğlu, 2006). PDR programları, lise mezunları için Eğitim Fakültelerinin programları içinde istihdam olanaklarının zengin olması nedeniyle, en fazla tercih edilen program durumundadır (Ültanır, 2005c s.109).Rehberlik ve psikolojik danışmanlık lisans programını bitirenler resmi ve özel okullarda, özel dershanelerde, rehberlik ve araştırma merkezlerinde görev alabilirler. Ayrıca bu alanda eğitim görenler özel sektörde insan kaynakları uzmanı olarak görev alabilmektedirler. Türkiye’de PDR alanında ilk lisans programı, 1965-1966 öğretim yılında Ankara Üniversitesi Eğitim Fakültesi’nde “Eğitim Psikolojisi ve Rehberlik Bölümü” adıyla kurulmuştur (Kuzgun,

112

1993). 1982 yılında 2547 sayılı Yükseköğretim Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle “Eğitimde Psikolojik Hizmetler Anabilim Dalı” adıyla lisans düzeyinde “Psikolojik Danışma ve Rehberlik” programları başlatılmıştır. Literatüre göre, okullarda her 250 ya da 300 öğrenciye bir psikolojik danışman düşmektedir (Ültanır, 2005d, s.106). Okul psikolojik danışmanları; okul sistemi içerisinde çalışmaktadırlar ve çalışmalarının odak noktası öğrencilerdir. Okul psikolojik danışmanları, öğrencilerinkişisel/sosyal, eğitsel ve mesleki gelişimleri için çaba göstermektedirler (Nystul, 1999; Erford, 2003). Bir diğerdeyişle okullarda psikolojik danışmanlar, öğrencilerinyaşamlarındaki ilerleme ve gelişmenin devamlılığını garanti altına alan stratejilerin plânlanmasına yardım ederek, potansiyellerinin yüksek düzeyde gelişmesiiçin onları cesaretlendirirler. Günümüzde bireyler, eğitsel ve günlük yaşamı olumsuz yönde etkileyen çocuk istismarı, toplumsal şiddet gibi çeşitli etmenlerle mücadele içerisindedirler. Okullarda psikolojik danışma hizmetleri, bireylerin yaşamları boyunca karşılaşabilecekleriproblemlerin önlenebilmesi için gelişimsel konulara odaklanarak duyuşsal, sosyal ve psikolojik sağlığın oluşturulmasınıamaçlamaktadır (Ültanır, 2000). Baker ve Gerler (2004) okul psikolojik danışmanlığının; psikolojik danışma ve eğitim gibi iki büyük uygulamalı mesleğin bir parçası olduğunu belirtmektedirler. Her iki alan da kendi bilgi altyapısını geliştirmişve okul psikolojik danışmanlığınıetkilemiştir. Bunun sonucunda okul psikolojik danışmanlığı, kendi bilgi altyapısını oluşturarakgelişimini devamettirmektedir. Amerika Birleşik Devletleri’nde Psikolojik Danışma ve Rehberlik programlarını akredite eden bir kuruluşolan CACREP (The Council for Accreditation of Counseling and Related Educational Programs) (2000); okul psikolojik danışmanlarının sahip olması gereken kişisel özellikler, mesleki bilgiler ve psikolojik danışma becerilerini söyle sıralamaktadır (akt. Dollerhide ve Saginak, 2003): a) Okul psikolojik danışmanları; öğrencilerin akademik, mesleki, kişisel ve sosyal gelişimlerini artırmak amacıyla psikolojik danışma, gelişimsel programlar hazırlama ve uygulama, bilgi ve beceri eğitimi gibi konularda yeterli olmalıdırlar. b) Kültür, aile, sosyo-ekonomik düzey, cinsel kimlik, dil ve değerler gibi kültürel konularda, çok-kültürlü psikolojik danışma bilgi ve becerilerine sahip olmalıdırlar. c) Öğrencilerin okul başarılarını artırabilmek için gerekli yöntemleri kullanabilmelidirler. d) Öğretmenlerle, yöneticilerle, ailelerle ve toplumsal gruplarla konsültasyon yapma konusunda bilgi ve beceri sahibi olmalıdırlar. e) Öğrencileringelişimine yardımcı olmak için, öğretmen ve aile eğitimi programlarına katılmalıdırlar. f) Okulda etkili bir öğrenme ortamı yaratmak için gerekli olan hizmetleri ve programları geliştirme ve koordine etme becerisine sahip olmalıdırlar. g) Yasal yetkilerini ve sınırlılıklarını bilmelidirler. Kendilerini ve öğrencileri etkileyecek özel durumlarla karşılaştıklarında, bu konulardaki bilgilerini uygulama becerisine sahip olmalıdırlar. Okul psikolojik danışmanlığımesleğinin etik standartlarını bilmelidirler. h) Kapsamlı bir gelişimsel rehberlik programı hazırlayabilmeli ve uygulayabilmelidirler. i) Eğitim sistemi içerisindeki diğer unsurlarla işbirliği halinde çalışabilmelidirler. Ülkemizde okul psikolojik danışmanlığı konusunda çeşitlitartışmalar bulunmaktadır. Bu tartışmaların odak noktasında; psikolojik danışmanların okul temelli mi, yoksa belirli

113 merkezlerde bulunarak kriz odaklı mı çalışmalarıgerektiğineilişkingörüşler bulunmaktadır. PDR alanındaki uygulayıcı ve akademisyenlerin çoğunluğu, psikolojik danışmanların okullarda istihdam edilmesi ve bu kapsamda gelişimsel ve önleyici çalışmalar yapmaları gerektiğini savunmaktadırlar. Buna karsın Milli EğitimBakanlığı (MEB) yetkilileri, ülkemizdeki bütün ilköğretim okulu ve liselere psikolojik danışman atanmasının mümkün olamayacağıdüşüncesinden hareketle psikolojik danışmanların belirli merkezlerde çalışarak okullara hizmet götürmesini öngören merkez modelini savunmaktadırlar. Bu yanılgıya ek olarak MEB, tüm okulların gereksinim duyduğu sayıda psikolojik danışman bulunmamasından dolayı, PDR dışındaki farklı lisans programlarından mezun olan kişileri de okullara rehber öğretmen olarak atamaktadır. Okullardaki psikolojik danışma ve rehberlik hizmetleri konusunda MEB tarafından yapılmak istenenler ve yapılanlar incelendiğinde, ülkemizde bu konuda henüz ortak bir anlayışın geliştirilemediği görülmektedir. PDR hizmetlerinin nasıl ve kimler tarafından yürütülmesi gerektiği konusundaki tartışmaların önümüzdeki yıllarda da süreceğidüşünülmektedir. Buradan hareketle okul psikolojik danışmanlığının gelecekteki yapısı ve işlevi üzerinde durulması gerekmektedir. Ülkemizde PDR lisans programları incelendiğinde daha çok okul psikolojik danışmanı yetiştirmeye dönük olduğu görülmektedir. Mezunların çok büyük bölümünün MEB’na bağlı okulların rehberlik servisleri ile RAM’larda çalıştığı, çok sınırlı bir bölümün ise diğer kurumlarda çalıştıkları dikkate alındığında bu durum normal kabul edilebilir. Ancak PDR alanının gelişmiş olduğu A.B.D.’de psikolojik danışmanların ilköğretim, ortaöğretim, üniversite gibi eğitim kurumlarının yanında çok geniş bir yelpazede çalıştıkları bilinmektedir. Hastaneler, ruh sağlığı kurumları, endüstri kurumları, kariyer ve istihdam merkezleri, özel psikolojik danışma klinikleri gibi bunlar arasında sayılabilir (ASCA, 2005). SONUÇ 40 yılı aşkın süredir eğitim fakültelerinde lisans düzeyinde eğitim veren “psikolojik danışma ve rehberlik” bölümlerinin sadece psikolojik danışman veya rehber öğretmen yetiştirilmemekte aynı zamanda gelişen ekonomi ve yenilenen teknolojik alt yapıların getirdiği yeni iş modelleriyle çeşitli sektörlere profesyonel meslek elemanları yetiştirilmektedir. Ancak, genel kanı daha çok okul psikolojik danışmanlığı ve rehber öğretmen şeklindedir. Alan mezunları meslek alanlarının genişliği hakkında yeterli bilgi sahibi olmamakla birlikte,eğitim kurumları dışında özel sektörde giderek ihtiyaç artmış aynı artış kamu sektöründe de gözlenmektedir. İşletmelerin büyümesiyle birlikte işletmelerin departmanları da büyümüş ve yeni departmanlar eklenmiştir. Böylece bu departmanlarda çalışacak personele ihtiyaç duyulmuştur. Bir işletme için ham madde, ürün, hizmet, para, varlıklar ne kadar önemliyse o işletme için çalışan iş gücü yani insan kaynağı da bir o kadar önemlidir. Gelecekte işletmelerin bilançolarının varlıklarında sahip olduğu insan gücüde hiç kuşkusuz yer almaya başlayacaktır. İşletmelerde başarılı insan kaynakları politikalarının oluşturulması ve uygulanabilmesi için profesyonel insan kaynakları uzmanlarına ihtiyaç vardır. İnsankaynakları uzmanı istihdamı için, iktisadi ve idari bilimler fakültelerinin işletme, iktisat, ekonomi, çalışma ekonomisi ve endüstri ilişkileri, insan kaynakları yönetimi, bölümleri ile eğitim fakültelerinin psikolojik danışma ve rehberlik, edebiyat fakültelerinin psikoloji, sosyoloji ve antropoloji bölümlerinden mezun kişilere ihtiyaç vardır ve bu alanda çalışacaklar için öncelik bu alanlardan mezunlara verilmelidir.

114

İnsan kaynakları yönetimi, her ne kadar yönetim bilimleri ile ilgili gözükse de çalışma alanları açısından psikoloji biliminin en büyük uğraş alanı içerisinde yer almaktadır. Bu açıdan, eğitim fakültelerinin psikolojik danışma ve rehberlik programlarında yetişmiş bireylerin bu alanda istihdamı çok önemlidir ve bu adaylara ihtiyaç giderek artmaktadır. Psikoloji eğitimi alırken uygulamadan ve çalışma alanlarından çok bilimselliğe yönelme söz konusudur. Dolayısıyla hem bu alandan mezun olanların kendileri hem de işverenler böyle bir personelin hangi tür ve düzeyde işe başlayabileceğini bilememektedir. Aynı zamanda yeni gelişmekte olan dallarda çalıştıklarında iyice rol belirsizliğine düşmektedirler. Psikolojik danışma ve rehberlik programlarının ders içeriğine bakıldığında ise, insan kaynakları yönetimi dersi genellikle seçmeli ders olarak okutulmaktadır. Mesleki rehberlik, çalışmalarında ise daha çok bireye odaklanılmakta örgütsel kariyer planlama konularına değinilmemektedir. Ülkemizdeki PDR lisans ve lisansüstü programlarının içeriği daha çok okul psikolojik danışmanlığı programı şeklinde yürütülmekte ve zaman içerisinde bireysel ve grupla psikolojik danışmanlığına da ağırlık verilmeye başlanmıştır. Ancak, psikolojik danışma ve rehberlik programı mezunları ağırlıklı olarak eğitim sektöründe istihdam edilmektedir. Bu anlamda psikolojik danışmanların kişisel ve mesleki özelliklerinin yanı sıra, okul psikolojik danışmanlığının günümüzdeki ve gelecekteki rolü tartışılmaktadır. Mesleğin geleceğine yönelik görüşlerdeki ortak noktalardan birisi, psikolojik danışma ve rehberlik mesleği mezunlarının insan kaynakları departmanlarında istihdam edilmelerini sağlamaktır. Bu açıdan psikolojik danışma ve rehberlik programı öğrencilerine, okul meslek alanının okul psikolojik danışmanlığı dışında istihdam olanakları açıkça belirtilmelidir. Ülkemizdeki psikolojik danışma ve rehberlik hizmetlerinin toplumun tamamına yaygınlaştırılabilmesi ve bu hizmetlerin belirli bir kalitede sunulabilmesi için, psikolojik danışman eğitim standartlarının geliştirilmesi gerekmektedir. Bu nedenle PDR lisans programlarının akreditasyonu ciddi bir şekilde düşünülmelidir (Doğan, 2000).

KAYNAKÇA

Alker, L.,Mcltugh, D.; Human Resource Maintenance?; Journal of Managerial Pyschology; Vol.15, 2000, ss.305. Anafarta, N., Bireysel Kariyer Danışmanı Olarak Rehber; C.Ü. iktisadi ve İdari Bilimler Dergisi; Cilt:3, Sayı:1, 2002, ss.118. Appelbaum, S. H.; Mentoring Revisited: An Organizastional Behavior Constuct; The International Journal of Career Management; Vol.6, 1994, ss.5-7. Artan, İ.; Örgütsel Stres Kaynakları ve Yöneticiler Üzerinde Bir Uygulama; İstanbul: Özgün Matbaacılık, 1986. ASCA.; “Choosing a Career in Counselling.” http://www.cacrep.org/CareerinCounselling.html(2005).

At-Twaijri; M. I.; Wooddworth M. B.; Al-Mudarra S. N.; Al Suba-i I. F.; Evalvating Corporate Mentoring in Development Economies: The Saudi Arabian Experience; Journal of Management Development; Vol.15, 1996, ss. 23

115

Aytaç, S.; Çalışma Yaşamında Kariyer Yönetimi Planlaması Geliştirilmesi Sorunları; İstanbul: Epsilon Yayınları, 1997. Baker, S.B. G.; E.R. School Counseling for the Twenty First Century; New Jersey: Pearson Education, 2004. Bates, T.; Bloch, S.; Keeping Pace with Change: New Contracts and Responsibilities; Industrial and Commercial Training; Vol.28, 1996, ss.30. Broadbridge, A.; Mentoring in Retailing; Personel Review; Vol.28, 1999, ss.337. Can, H.; Yönetim Bilimi ve Tarihçesi: Yönetim ve Organizasyon; Ankara: Nobel Yayınları; 2001. Canman, A. D.; Çağdaş Personel Yönetimi; Ankara: TODAİE Yayını, 1995. Collins, P.; Mentoring Moving on: A Network in Development; Education – Training; Vol.36, 1994, ss.17. Cronbach, L. J.; Essentials of Psychological Testing; New York: Harper Row, 1970. Çelik, A.; Kariyer Yönetimi ve İnsan Kaynakları Yönetimi Uygulamaları; Ankara: Gazi Kitabevi, 2007. Demirbilek, T.; Örgütlerde Kariyer Danışmanlığı Hizmetleri; Dokuz Eylül Üniversitesi İdari Bilimler Dergisi; Vol.11, 2000, ss.75. Doğan, S.; Psikolojik Danışman Eğitiminde Akreditasyonun Gereği ve Bir Model Önerisi;Türk Psikolojik Danışma ve Rehberlik Dergisi; Sayı:2(14), 2000, ss.31-38. Dollerhide, C.T.; Saginak, K.A.; School Counseling In the Secondary School: A Comprehensive Process and Program; Boston: Pearson Education, 2003. Düren, Z.; 2000’li Yıllar ve İşletme Politikası; İstanbul: Timaş Matbaacılık, 2000. English, P.; Sutton, E.; Working with Courage Fear and Failure, Career Development International; Vol.5, 2000, ss.212. Erdoğan, İ.; Okul Yönetimi ve Öğretim Liderliği; İstanbul: Sistem Yayınları, 2000. Erdoğmuş, N.; Kariyer Geliştirmede Uzman Sistemlerin Federasyonu ve Bir Örgütsel Yedekleme Modeli; Doktora Tezi; Sakarya Üniv. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 1998. Erford, B.T.; Transforming the School Counseling Profession; New Jersey: Merrill Prentice Hall, 2003. Erol, E.; Örgütsel Davranış ve Yönetim Psikolojisi; İstanbul: Beta Yayınları, 2010. Fındıkçı, İ.; İnsan Kaynakları Yönetimi; İstanbul: Alfa Yayınevi, 2000. Fulmer, W.E.; Human Resources and Personel Management;New York: The Mac Millan Company, 1993. Garvey, B.; Alred, Geof; Smith, Richard; First-Person Mentoring; Career Development International; Vol.1, 1996, ss.11.

116

Gay, B.; What is Mentoring?; Education – Training; Vol.36, 1994, ss.5. Gül, S.; Endüstriyel Klinik Psikoloji ve İnsan Kaynakları Yönetimi; İstanbul: Beta Yayınevi, 2007. Hesapçıoğlu, M.; Türkiye’de Eğitim Bilimleri: Bir Bilanço Denemesi; Ankara: Nobel Yayınları, 2006. Higgins, M. C.; The More, The Merrier? Multiple Developmental Relationships and Work Satisfaction; Journal of Management Development; Vol.19, 2000, ss.277. Judge, W. Q.; Cowell, Jeffrey; The Brave New World of Executive Coaching, Business Horizons, 1997, ss.72. Koçel, T.; İşletme Yöneticiliği; İstanbul: Beta Yayınları, 2010. Köseoğlu, D.; Gürcan, F.; Meslek Seçimi ve Kariyer Planlama Sürecinde Psikoloji ve İnsan Kaynakları Uzmanlık Alanlarının Ortak Çalışması Olarak Kariyer Danışmanlığı;http://www.kademe.com.tr(2013). Kuzgun, Y.; Türk Eğitim Sisteminde Rehberlik ve Psikolojik Danışma; Eğitim Dergisi; Sayı:6, 1993, ss.3-8. Kuzgun, Y.; Rehberlik ve Psikolojik Danışma; Ankara: ÖSYM Yayınları, 2000.

Macgregor, L.; Mentoring: The Australian Experience Career Development International; Vol.5, 2000, ss.231. McMahan, M., Patton, W., Career Counsellors, Support and Lifelong Learnig: A case for Clinical Supervision; International Journal fort the Advencement of Counselling; Vol. 22, 2000, ss.160. Nugent, F.A.; An Introduction to Professional Counselling; New York: Merrill, 1994. Nystul, M.S.; Introduction to Counseling: An art and Science Perspective; Boston: Allyn and Bacon, 1999. Öcal, G., Hacettepe Üniversitesi Psikolojik Danışma Ve Rehberlik Lisans Programı Mezunlarının Mezun Oldukları Programa İlişkin Görüşleri Yüksek Lisans Tezi, 2010. Özgen, H.; Azim, Ö.; Azmi, Y.; İnsan Kaynakları Yönetimi, Adana: Nobel Yayınları, 2002. Özgüven, İ. E.; Psikolojik Testler; Ankara: PDREM Yayınları, 2007. Pegg, M., The Art of Mentoring, Industrial and Commercial Training; Vol. 31, 1999, ss.138. Rachman, D., M., M.; Business Today New York, 1993. Sabuncuoğlu, Z.; İnsan Kaynakları Yönetimi; İstanbul: Beta Yayınları, 2011. Sadullah, Ö.; İnsan Kaynakları Yönetimine Giriş; İstanbul: Beta Yayınları, 2010. Şimşek, Ş.; İşletme Bilimlerine Giriş; Konya: Yelken Yayınları, 2006. Tan, H.; Ülkemizde Rehberlik ve Psikolojik Danışma Çalışmalarında Gelişmeler ve Sorunlar; Tecrubi Psikoloji Çalışmaları; 11, 1974, ss.33-48.

117

Tan, H.; Psikolojik Danışma ve Rehberlik Teory ve Ugulama; İstanbul: M.E.B. Öğretmen Kitapları Dizisi, 2000. Thompson, P.M.; Personality Disorders; http://www.armchair.com/aware/trnsit10.html(2005). Ültanır, E.; Okul Psikologluğu ve Okul Psikolojik Danışmanlığı Meslekleri: Karşılaştırmalı Bir Çalışma; Milli Eğitim Dergisi;2000, ss.9-16.

Ültanır, E.; Kariyer Rehberliği ve Kariyer Danışmanlığı Açısından Federal Almanya ve Türkiye’de ki Hizmetler; Milli Eğitim Dergisi, 2005, ss.6. Ültanır, E.; Türkiyede Psikolojik Danışma ve Rehberlik (PDR) Mesleği ve Psikolojik Danışman Eğitimi; Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi;2005, ss.102-109.

Wendell, L.F.; Human Resorces and Personel Management; Boston: Houghton Mifflin Company, 1998.

118

İNSAN HAKLARININ KORUNMASI AMACIYLA DEVLET İKTİDARININ SINIRLANDIRILMASI VE SİYASAL KATILMANIN BUNA ETKİSİ

Deniz ACARAY

ÖZ

İnsan haklarının korunması meselesi, devlet iktidarının sınırlandırılması problemini karşımıza çıkartmaktadır. Devlet iktidarının sınırlandırılması ise, hukuk öncesi, hukuki ve hukuk dışı faktörler eliyle olmak üzere üç aşamada gerçekleşmektedir.

Bu çalışmada öncelikle hukuki koruma mekanizmaları ele alınmış ve onların insan haklarının korunması bakımından yetersiz kaldıkları düşüncesiyle, devamında hukuk dışı koruma mekanizmalarına yer verilmiştir. Bunlar da genel olarak siyasal katılma çerçevesinde ele alınmıştır. Siyasal katılma sayesinde toplumsal bilinci yükselen birey, aynı zamanda insan haklarının korunması yolunda kendiliğinden koruma mekanizmasına dâhil olacaktır. Bu sayede, toplumun da insan hakları bilinci yükselecek, insan hakları mücadelesi daha yaygın ve kararlı hale gelecektir.

Anahtar Kelimeler: İnsan haklarının korunması, devlet iktidarının sınırlandırılması, hukuki koruma, hukuk dışı faktörler, siyasal katılma

RESTRICTION OF STATE POWER IN ORDER TO PROTECT HUMAN RIGHTS AND THE EFFECT OF POLITICAL PARTICIPATION TO THİS

ABSTRACT

The question of protection of human rights requires the restriction of state power. And restriction of state power materializes at three stages that are called as pre-law, juristic and extra- law processes.

In this study, the juristic protective mehcanisms, namely the juristic restrictive measures are primarily examined and evaluated, subsequently the extra- legal mechanisms are considered holding the wiev that the previous ones are inadequate for the aim of protection of human rights. The main extra-protective elements are handled within the framework of political participation. Uprising the social senses thanks to political participation, the individual will also fall into the protective mechanism naturally.Thanks to this, sense of human rights of the communitiy will uprise, and struggle of human rights will become decisive and prevalent.

Keywords: protection of human rights, restriction of state power, juristic protection, extra-law elements, political participation.

1. GİRİŞ

İnsan haklarının elde edilebilmesi yüzlerce yıl süren çetin mücadeleler sonucunda mümkün olabilmiş, çok ağır bedeller ödenmesi gerekmiştir. Bugün hala dünyanın pek çok ülkesinde insan hakkı mücadeleleri devam etmektedir. Bu kadar zor ve ağır bedeller ödenerek elde edilen haklar, tekrar kaybedilmeleri tehlikesine karşı korunmaya, güvenceye kavuşturulmaya muhtaçtır. Bu korunma ve güvenceye alınma özellikle insanlığın barış içinde

 Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Genel Kamu Hukuku ABD Doktora Öğrencisi

119 devamı için gereklidir. Genç kuşakların, atalarının elde ettiği hakları kullanabilmeleri ve gerçekleştirebilmeleri için, bu hakları onlardan devralmaları hayati bir önem arz etmektedir. Bu devralma aynı zamanda uygarlık birikiminin korunması ve daha da ileri aşamalara taşınabilmesi açısından değerli, ayrıca da elzemdir. Aksi takdirde her kuşak için hak mücadelesi vermek zaruri bir durum haline gelecektir. Bu da dünyada sürekli bir çatışma hali demek olur.

İnsan haklarının korunması bu minvalde her şeyden önce ahlaki bir yükümlülüktür. (Kapani, 1993, s.263)Nitekim insan hakları doğrudan doğruya insan kişiliğine ve onuruna saygının zorunlu bir sonucudur. (Erdoğan, 2011,s.297) İnsan onuru mutlak bir değer ifadesi olup, insana veya eşyaya göre değişkenlik gösterecek bir değer değildir. Bu doğrultuda diyebiliriz ki; her zaman asli – birincil konumdadır (Tiedeman, 2010, çev:Ünver, s.46-47) ve evrenseldir. (Kuçuradi, 2007, s.75) Bu da demektir ki; insan onurundan vazgeçmek mümkün değildir, mübadele değeri yoktur ve kültürden kültüre de değişmez. Bu türde bir değer değişimi söz konusu olsa idi, insanların onur bakımından eşit olmaları ve eşit muamele görmeleri (Kuçuradi, 2007, s.75) mümkün olamazdı. İnsan onuru, her insan için bireysel kimliği, onun saf varlığı, hareketlerinin karar vericisi olduğunun bilincinde olma durumudur. Bu surette; yalın olarak bir şey değil de, bir kimse olduğunun bilincinde olan kişiler onurun sahibi olurlar ve özgür iradelerine saygı duyulmasını talep ederler. (Tiedeman, 2010, çev:Ünver, s.46-47) O halde diyebiliriz ki; insanlığının bilincine varmış kimselerin, insanlığını koruması, başkalarının da insanlığına saygı göstermesi, hiçbir şekilde onurunu zedelememesi gerekir.

İnsan haklarının korunması, iktidarın sınırlandırılmasını, halkın iktidarı – otoriteyi kontrol edebilmesini, kararlarını etkileyebilmesini gerektirir. İşte; siyasal katılma bu etkiyi sağlamak bakımından olmazsa olmaz bir etkinliktir. İnsan haklarının bütünlüğü ilkesi gereğince de koruma çok önemlidir. Siyasal katılma bu anlamda, insan haklarının bütünlüğünü sağlamaya da hizmet etmektedir. Siyasal katılma, siyasal haklardan ve onların kullanılmasından ibaret olmayıp; diğer hakların da güvencesini oluşturmaktadır. Siyasal katılımı olmayan ya da çok düşük seviyelerde – sınırlı olan toplumlarda insan hakları bir bütün halinde varolamayacağı gibi, tanınan ve kullanılan diğer hakların da bir önemi kalmayacaktır.

Bu çalışmada; devlet iktidarını sınırlandıran hukuki faktörler (yani devlet iktidarını sınırlandıran hukuki düzenlemeler) kısaca ele alınarak, gerçek korumanın hukukun dışında bir oluşumdan beslendiği – beslenmesi gerektiği, bunun da siyasal katılma ile mümkün olabileceği öngörülerek, siyasal katılmanın rolü ve önemi üzerinde durulmaktadır.

2. İNSAN HAKLARININ KORUNMASI

2.1. Genel Olarak Devlet ve Devlet İktidarının Sınırlandırılması ile İnsan Haklarının Korunması Arasındaki İlişki

Kâğıt üzerine yazıvermekle hürriyeti sağlamak mümkün (Kapani, 1993,s.247) olmadığına ve insan haklarının en büyük ihlalcisi de devlet (Erdoğan,2011,s.119) olduğuna göre; insan haklarını korumak için devlet iktidarını sınırlandırmak gerekmektedir. Devlet

120 kudretine bazı sınırlar çizerek, iktidarın bu sınırları aşmasını önlemek ve böylece fertlerin hürriyetlerini korumak mümkün müdür? Peki; devlet iktidarını nasıl sınırlandırmak gerekmektedir? Öyle bir sınırlama olmalıdır ki; yüzyıllarca süren mücadeleler sonucunda elde edilen haklar korunsun, ama aynı zamanda pratik alanda da gerçekleşsin. Bu nedenle diyebiliriz ki; insan haklarını ihlal etmemenin yanı sıra korumak ve gerçekleşmesini sağlamak da devletin en önde gelen yükümlülüğüdür. (Erdoğan,2011,s.119) Devletin insan haklarını koruması dar anlamda, bu hakları kendisinin ihlal etmemesini ve kendi yetki alanı içindeki kişi ve grupların ihlal etmesine de izin vermemesini ifade eder. (İnsan Hakları, 2006, s.30) Bununla birlikte; günümüzde insan haklarının korunması genellikle daha geniş düşünülmekte ve devletin insan haklarına elverişli bir ekonomik, toplumsal ve siyasal ortamı yaratmasının veya desteklemesinin de insan haklarının korunmasının kapsamı içinde olduğu kabul edilmektedir. (İnsan Hakları, 2006, s.30)

Konunun açıklığa kavuşabilmesi ve net olarak anlaşılabilmesi için ilk olarak; neden devletin kendisinin değil de iktidarının sınırlandırılmasını ve bu iktidarın neden sınırlandırılma gereği duyulduğunu açıklamak gerekmektedir. Bu nedenle ilk olarak devletten ve devlet iktidarından bahsetmemiz icap etmektedir. İkinci olarak da; insan hakları ile devlet arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak, insan haklarının korunmasında devlet iktidarının sınırlandırılması gereğinin nasıl doğduğunu ifade edeceğiz.

Genel olarak sosyo - ekonomik bir olgu biçiminde tasvir edilen devleti, özetle şu şekilde tanımlayabiliriz: Belirli bir insan topluluğunun, belirli bir toprak parçası üzerinde egemen olmasıyla oluşan, hukuki kişiliğe sahip, devamlı bir teşkilattır. (Gözler,2011,s.6) Bu tanımın yeterli bir tanım olduğu noktasında ısrarlı değiliz elbette, ayrıca bir siyasi topluluğun, kendini uluslararası alanda da devlet olarak kabul ettirebilmesi için bugün uluslararası hukuk tarafından da tanınması gerekmektedir. Ancak; bu tanıma kurucu (ihdasi) nitelikte değil, izhari yani açıklayıcı (declaratif) niteliktedir. (Pazarcı, 2008,s.126)

Devletin tarihte ne zaman ve nasıl ortaya çıktığı ile ilgili pek çok teori olmakla birlikte çalışmamız kapsamında değinmek istediğimiz husus, devletin devamlılık özelliğine dairdir. Devlete hukuken tanınan kişilik, yani devlet tüzel kişiliği, onun devamlılığının da bir göstergesidir. Devlet adına yetki kullananlar, uygulanan hükümet biçimi ve görevli organlar değişse bile devletin hukuki kişiliği devam eder. (Erdoğan,2001,s.291) Devletin kendisini oluşturan halkından ayrı bir yere konulması, yani devlet - sivil toplum ayrımı bu minvalde düşünülmelidir. Devletin, kendisini oluşturan toplumun örgütü olarak aynı zamanda ondan ayrı bir teşkilat olması, onun devamlılığını sağlamaya imkân veren hukuki kişiliği, yani tüzel kişiliği şeklinde anlaşılmalıdır. O yüzden; devlet – insan hakları bağlamında birey ile devlet karşı karşıya geldiğinde, insan haklarının korunması için devletin sınırlandırılması değil, devlet iktidarının sınırlandırılmasını anlıyoruz. Nitekim tarih boyunca sürdürülen hak mücadeleleri (12. yüzyıldan itibaren Manga Carta’dan beri) hep iktidara karşı verilen mücadelelerdir. Devlet iktidarının sınırlandırılması gereği; bu iktidarı ele geçiren (bugün temsili demokrasilerde de halktan temsil yetkisi alan) kişilerin keyfi davranma potansiyellerinden dolayıdır. Devlet kudretinin sınırlanabilmesi için önce sınırlandırmayı gerektirecek derecede gelişmesi, yani sınırlandırmanın bir ihtiyaç olarak kendisini belli etmesi gerekir. (Zabunoğlu,1963,s.20) Bu ihtiyaç bilindiği gibi tarihte somut olarak ilk defa

121

İngiltere’de mutlak monarşinin burjuva halk üzerindeki egemenliği karşısında hissedildi. (Zabunoğlu,1963,s.21) Bugün çağımızın modern devleti, sosyal devlet ilkesinin de katkısıyla pozitif yükümlülükler yüklenmiş durumdadır. Bu da onun etki alanını genişletmiş, sivil hayatın pek çok alanını düzenleme yetkisi kazandırmıştır. Devletin bu etki alanını daraltmak adına devleti sınırlandırmak kendi içinde bir paradoksa dönüşmektedir. Şöyle ki; sınırlı devlet ilkesi* demokrasi ile birlikte düşünüldüğünde, tam bir çelişki yaratmaktadır. Bu çelişkiye haklı olarak Michel Troper da değinmektedir. Ona göre; demokrasi eğer egemenliğin halka ait olduğu ve iktidarın mutlak ve sınırsız olarak algılandığı bir yönetim biçimi olarak kabul edilirse, demokrasinin anayasal bir yönetim biçimi olduğu söylenebilir mi? Böyle algılandığında, sınırlandırılmış demokratik devlet düşüncesi kendi içinde bir çelişkiyi barındırmaktadır. (Troper,2005,s.12) Yani; demokrasi için kabul ettiğimiz temel düstur, “halk için halk tarafından” olursa, egemenlik halka ait dersek ve halkın bu egemenliğini de mutlak ve sınırsız olarak temellendirirsek, o zaman bu egemenliği sınırlandırmamız demokrasiyle açıklanamayacaktır, bir diğer ifadeyle demokrasiyi daha farklı bir şekilde tanımlamaya ihtiyacımız var. “Demokrasi, halkın sahip olduğu iktidarın temsilcileri aracılığıyla kullanıldığı bir sistem olarak tanımlandığında; egemen halkın iktidarını sınırlamaksızın, temsilcilerin kullandığı iktidar sınırlanabilir.” (Troper,2005,s.12)

Bu doğrultuda; Eroğul’un, devletin üç işlevini anlattığı çalışmasında, devletin kendi çıkarını† akla getirmemiz de isabetli olacaktır. Eroğul’a göre devlet; kendisinden beklenen işlevleri yerine getirebilmesi için toplumun üzerinde ayrı bir konuma gelmelidir. Hiçbir devlet, toplumun üzerine çıkmadan, otoriteye, iktidara ve iktidarın araçlarına sahip olmadan görevlerini yerine getiremez. (Eroğul,2002,s.145) Devlet ile toplum arasındaki ayrılık, devlet doğasının öylesine önemli bir özelliğidir ki, hem mantıken hem de tarihsel olarak, devlet kuruluşunun en önemli olgusu budur. Toplumun ortak gereksinimlerini (ortak iyiyi – ilk işlev) yerine getirmek üzere kurulmuş organlar, önce toplumla bağlarını koparmadan, toplumun üzerine tırmanıp devlet haline gelemezlerdi. Dolayısıyla devletin doğuşunda en yaşamsal rol, toplumdan kopma eylemidir. Bu eylem olmasaydı, devlet toplumdan özerk olmasaydı, var olamazdı. Varlığının sürekliliği için de bu özerkliğini sürdürebilmesi gerekir. Topluma batmış bir devlet kaçınılmaz olarak boğulup gitmiş bir devlettir. (Eroğul,2002,s.121) Ancak Eroğul;

* Liberal siyaset teorisine göre sınırlı devlet; devletin işlevleri dolayısıyla, örgütü ve personeli bakımından küçültülmesidir; bunun, devletin müdahale kapasitesini azaltmak suretiyle bireysel özgürlüğe daha fazla yer bırakacağı düşünülür. ERDOĞAN, 2001, s.9; Bu çerçevede müdahalesizlik anlamında negatif özgürlükten hareket eden devletin üç temel görevi vardır. Birincisi, iç düzeni idame ettirmek, ikincisi özel kişiler arasında yapılan sözleşmelerin uygulanmasını sağlamak, üçüncüsü ise dışarıdan gelecek saldırılara karşı yurttaşları korumak. İktisadi, sosyal, kültürel, ahlaki ve diğer etkinlik alanları sivil toplum içinde yer alır ve bu alanda sorumluluk bireye ve gönüllü gruplara aittir. Minimal devlet anlayışı olarak da ifade edilen bu yaklaşım bugün Yeni Sağ tarafından da savunulan bir görüştür. ERDOĞAN, 2001, s.287; Aynı doğrultuda bilgi için ayrıca bakınız: KAPANİ, 1993, s.50-52; Liberalizm öğretisinin İnsan Hakları ile ilişkisi için de bakınız: Ahmet MUMCU & Elif KÜZECİ, İnsan Hakları ve Kamu Özgürlükleri, Turhan Kitabevi, Ankara, 2007, s.74-78 † Cem Eroğul, Devlet Nedir? İmge Kitabevi, 3. Baskı, 2002, ss.41-64. Eroğul’a göre; devletin üç işlevi vardır: İlki; üretim araçlarının ve üreticilerin korunması ve gelişimi için gerekli koşulların sağlanması. Bunu bir diğer şekilde toplumun ortak çıkarına hizmet işlevi olarak ifade ediyor. İkinci işlev; sınıf ayrımı ortaya çıkmış toplumlarda karşıt sınıflara ait bireyler arasında ayrımı korumak, yani egemen sınıfın çıkarına hizmet. (Zaten, siyasetin ortaya çıkışının toplumsal bölünmeyle olduğunu daha önce belirtmiştik.) Üçüncüsü; devletin kendi çıkarı. Devletin kendisinin sürekliliği için mekanizmasının güçlü olması. Bunun için de devletin, alt yapı ile üst yapı arasında bağımsız olmasının gerekliliği. Aksi takdirde; ilk iki işlevi yerine getiremez. Bu işlevlerinden birini bile yerine getiremez hale gelmesi, devletin sonunu getirir.

122 bu özerkliğin toplumdan bağımsızlaşma anlamına gelmeyeceğinin de altını çiziyor: Toplumdan “toptan kopukluk saçma” olacaktır; zira hiçbir toplumsal kurum, ait olduğu topluma yabancılaşamaz. (Eroğul,2002,s.62) Bir kere; devlet, kendi personelinin eylemi aracılığıyla var olabilir. Bu personel, fazla ürünle beslenmek zorunda olduğu için, dolayısıyla öncelikle egemen sınıfa tabiidir. (Eroğul,2002,s.55) Egemen sınıf ise; toplumdaki bölünmeden oluştuğu için, varlığını sürdürebilmesi toplumsal bölünmüşlüğün devamına bağlıdır. Yani ilk iki işlev birbirine sıkı sıkıya bağlıdır. Bunun dışında; devlet, üzerinde konumlandığı toplum, sınıflara ayrılmış, temel çıkarları bakımından bölünmüş olduğundan, toplum içindeki eşgüdümü baskı olmadan sağlayamaz. Çıkarların çatıştığı bir ortamda, yöneticilerin söz geçirmesi, ancak zorlama ile olanaklı kılınabilir. Zorlama olabilmesi yani topluma buyurabilmesi için de ondan kopması gerekir. Ancak bu da yetmez; yöneticiler her zaman sayıca yönetilenlerden az olacaklarına göre, üstünlüklerini sürdürebilmek için, zorlamanın yanı sıra yönetilenlerin onayına da gereksinimleri vardır. Bunu da sağlayan, yönetim işlevinin doğasından kaynaklanan saygınlıktır. (Eroğul,2010,s.2-3)

Bir ara sonuç olarak diyebiliriz ki; devlet – sivil toplum ayrılığı, devletin kendisinden beklenen işlevleri yerine getirebilmesi için gereklidir, ayrıca bu, topluma buyurabilmesi için de mantıksal bir zorunluluktur. İşte bu nedenle; devletin ayrı bir hukuksal kişiliği – tüzel kişiliği vardır. Ancak; bu ayrılığın dengeli bir biçimde sürdürülebilmesi, devlet iktidarının meşruiyetine bağlıdır. Bu anlamda; her devlet, kendi toplumunun kurduğu siyasal sistem doğrultusunda faaliyet gösterir. Devletin devamlılığı da o toplumun kendi siyasal sisteminin özellikleri ile alakalıdır. (Eroğul,2010,s.3-4)

2.2. Hukuk Öncesi Koruma (Tabii Hukuk)

İnsan haklarının kavramsal olarak gelişimi, modern devletin doğuşu ve gelişimi ile paralel bir seyir izlemektedir. Bundan dolayı diyebiliriz ki; dünya tarihi ölçeğinde ele alındığında yeni bir kavramdır. Ancak; insan haklarının bugünkü anlamına kavuşmasında çok büyük ve önemli bir altyapı sağlayan 17. yüzyıl doğal haklar düşüncesinin tarihi arka planında, tabii hukuk anlayışının etkileri vardır.

Tabii hukuk; tabiattan veya insan tabiatından çıkarılan bir doktrindir. Bu düşünce sistemine göre; hürriyet ve eşitlik, ya da “insanın bağımsız bir değer olması” ispatı gerektirmeyen, kapsamları açık ve belirgin kavramlardır. (Güriz,1996,s.152-154) Tabii hukuka göre, pozitif hukuk hükümran gücün iradesine dayanır. Hükümran gücün iradesi bir kez açıklandıktan sonra değiştirilinceye kadar yürürlükte kalır. Pozitif hukuka uyulmasının temel nedeni ise hukuk kurallarının adalete, ahlaka, başka bir deyişle tabii hukuka uygun olduğuna inanılmasıdır. Bu nedenle; tabii hukuk kuralları pozitif hukukun değerlendirilmesi için geçerli ve yararlı bir kriter hizmetini görürler. (Güriz,1996,s.155)

Tabii hukuk, geçerlilik iddiası gereği devletin üstünde yer alır. Onun hukuk olma vasfı, devlet tarafından tanınmaya ve güvence altına alınmaya bağlı değildir. Kaynağı itibariyle devlet dışıdır, geçerliliğini devleti aşan bir güçten alır. Bu güç dönemden döneme veya akımdan akıma farklılık göstermektedir. (Sancar,2004,s.106)

123

2.3. Hukuki Koruma (Pozitif Hukuk)

Bu başlık altında ele alacağımız konular devlet iktidarına hukuk aracılığıyla‡ getirilen sınırlardır. İnsan haklarının dinamik bir yapıya sahip olması sayesindedir ki; sürekli bir ilerleme ve dönüşüm süreci işlemektedir. Bu dinamik yapı sayesinde işleyen süreç de, hukuk metinlerinin her zaman insan haklarının gerisinde kalmasına sebep olmaktadır. (Tanör,s.14, Algan,2007,s.77, Sancar,2004,s.112-119) Ancak; ne kadar gerisinde kalırsa kalsın, insan hakları hukuksal düzeyde de korunmaya muhtaçtır. Toplumsal ve siyasal savaşlar sonucunda kat edilen her mesafenin, ulaşılan her aşamanın, bu ilerleme ve dönüşüm sürecinin sağlıklı işleyebilmesi için korunmaya ihtiyacı vardır. Gerçekten de; yüzyıllarca süren siyasal - toplumsal mücadelelerin sonucunda insan haklarının hukuk düzeniyle korunması gerektiği evrensel boyutta kabul görmüş, bu istikamette uluslararası bağlayıcılığı bulunan belgelere, düzenlemelere imza atılmıştır.

İnsan haklarını doğadan gelen, doğuştan haklar olarak tanımlayan tabii hukuk doktrini, önemli düşünsel katkılarına rağmen, çok fazla eleştiriye maruz kalmıştır. Örneğin bunlardan en gerçekçi olanı, Sancar’ın da belirttiği gibi, insan haklarının tarihsel ve toplumsal bağlamlarının göz ardı edildiğidir. Gerçekten de insan hakları, tabii hukuk akımlarının iddia ettiği gibi tarih dışı, toplum dışı bir nitelik taşımazlar; aksine insanlığın özgürleşim ve kurtuluş sürecinin tarihsel ürünüdürler ve toplumsal mücadelelerden doğmuşlardır. Özellikle mülkiyet hakkının tabii ve kutsal bir insan hakkı olduğu şeklindeki, mülkiyetin tabiatla temellendirilmesindeki isabetsizlik; insan hakları mücadelesinde üretim araçları üzerindeki özel mülkiyetin tabii hukukun temel düsturlarından olan “bütün insanların özgürlüğü ve eşitliği” ilkesinin gerçekleşmesinin önündeki en büyük engellerden biri olduğu hatırlandığında apaçık ortadadır. (Sancar,2004,s.114) Bu şekilde önemine değindiğimiz toplumsal mücadeleler aslında bir taraftan “hukuk öncesi oluşum” ya da “norm öncesi durumdan norm aşamasına geçiş” olarak da adlandırılırlar. (Sancar,2004,s.115)

2.3.1 İnsan Haklarının Anayasal ve Ulusalüstü Güvenceye Kavuşturulması

Rasyonel tabii hukuk doktrinin de etkisiyle İngiltere ve Fransa’da meydana gelen gelişmeler neticesinde, burjuva devrimleri yaşanmış, ilk yazılı insan hakları belgeleri, anayasal belgeler ortaya çıkmıştır. Özellikle İngiltere’de, 1215 Magna Carta Libertatum ile beraber, devamında 1628 tarihli Petition of Rights, 1679 tarihli Habeas Corpus Act,1689 tarihli Bill of Rights ve 1701 tarihli Act of Settlement ile hürriyetlerin sınırları gittikçe genişletilmiş, hükümdarın iktidarı bu haklarla sınırlanmaya çalışılmıştır. Yalnız, belirtmek gerekir ki; pozitif hukukta yer alan bu ilk belgeler Amerikan ve Fransız Bildirileri gibi gerçek anlamda birer Haklar Bildirisi sayılamazlar. Bunlar, İngiliz aristokrasisinin ve onun etrafında

‡ Burada bilhassa “tarafından” kelimesini kullanmıyoruz, zira hukukun kendisi de egemenin teşkilatlanmış bir iradesinin, hakların korunması doğrultusunda oluşturduğu kurallar bütünüdür. Aksi takdirde, hukukun kendisine bir özne (suje) statüsü kazandırmış oluruz ki bu, kendisini oluşturan egemen iradeyi yok saymak olur. Ancak bu açıklamamızın iradeci hukuki pozitivizmle karıştırılmaması gerektiğini de ayrıca belirtiyoruz.

124 toplanmış olan burjuvazinin, kralın mutlak iktidarını kısmak ve sınırlandırmak yolunda girişmiş oldukları hürriyet mücadelesinin birer aşaması sayılırlar. (Kapani,1993,s.42)

Yirminci yüzyılda yaşanan iki büyük yıkıcı dünya savaşının sonunda, uluslararası toplumda insan hakları anlayışı evrensel bir nitelik kazanmıştır. Daha evvel pek çok ülkenin anayasasında yer alan “Her Türk”, “Her Alman” “Her Fransız” .. vs gibi ifadelerin yerini “her insan” “herkes” ibareleri almıştır. (Karaosmanoğlu,2011,s.81) 1945’te Birleşmiş Milletlerin kuruluşu ve devamında BM Genel Kurulu’nda 10 Aralık 1948’de kabul ve ilan edilen İnsan Hakları Evrensel Bildirisi; insan haklarına uluslararası bir boyut kazandırarak, insan haklarının uluslararası hukuk kapsamına girmesini sağlamıştır. Bu sayede; insan hakları, devletlerin kendi ulusal meseleleri olmaktan çıkmış, devlet iktidarlarına dışarıdan bir sınırlandırma getiren yeni bir boyut kazanmıştır. 1948 Bildirisi, kapsamı ve tarihi önemi bir tarafa bırakılırsa, aslında hukuki bir bağlayıcılığı ve zorunlu uygulanabilirliği olan bir belge değildir. Ancak; bu bildiride yer verilen haklara hukuki bağlayıcılık kazandırmak amacıyla BM bünyesinde yapılan çalışmalar neticesinde 1966 yılında imzalanan iki uluslararası sözleşme ( İkiz Sözleşmeler olarak da adlandırılan Sivil ve Siyasal Haklar Uluslararası Sözleşmesi ile Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklar Uluslararası Sözleşmesi) 1976 yılında yürürlüğe girmiştir. (Erdoğan,2011,s.130)

Anayasa; bir devletin yapısını, yetkilerini, yurttaşların hak ve ödevlerini düzenleyen, onları biçimlendiren temel bir belgedir. (Teziç,1991,s.6) Bir diğer tanımlama, kişilerin hak ve özgürlüklerini güvence altına alma fonksiyonunu da içerecek şekildedir. (Odyakmaz vd.,2011,s.21) Yani bir anayasanın hak ve ödevleri düzenliyor olması, kendiliğinden, onun vatandaşlarının hak ve özgürlüklerini güvenceye kavuşturduğu anlamına gelmez. Bu doğrultuda anayasa, iki ayrı bilim açısından ayrı ayrı tanımlanabilmektedir: Anayasa siyasal bir belgedir; çünkü devleti kuran ve vatandaşların temel hak ve özgürlüklerini koruyan başlıca belgedir, siyasal iktidarın sınırlarını gösterir. Hukuksal bir belgedir; çünkü anayasa, en üst hukuk normudur. Başta kanunlar olmak üzere bütün hukuk kaynakları anayasaya uygun olmak zorundadır. (Odyakmaz vd.,2011,s.21) Anayasa; devlet yapısının ve güçlerinin, yurttaş hak ve görevlerinin temel bir tasarımıdır. Bu anlamıyla kurulu bir yönetime sahip her devletin bir anayasası vardır. Ancak; bir devletin anayasaya sahip olması onun demokratik ya da diktatöryel karakteri hakkında bir fikir vermez. (Caniklioğlu,2010,s.72) Bu doğrultuda anayasalı devlet- anayasal devlet ayrımına değinmek gerekmektedir. Erdoğan’ın da belirttiği gibi; anayasası olan her devlet anayasal devlet değildir. Anayasal devlet; anayasanın, bireylerin dokunulmaz alanlarını korumak üzere, siyasal yönetim üzerinde etkili bir kısıtlayıcı olarak işlev gördüğü devlettir. Anayasanın bu işlevi görmediği yerde, yani anayasanın sadece devletin teşkilat yapısını gösterdiği ama onu sınırlamadığı bir ülkede anayasal devletin varlığından söz edilemez. (Erdoğan,2007,s.31)

Aynı ayrımın önemine Gönenç de dikkat çekmekte; her anayasalı devletin anayasal devlet kabul edilemeyeceğini ifade etmektedir. Anayasayı; uygulandığı toplumdaki hâkim ideolojiyi yansıtan, siyasi iktidara meşruiyet kazandıran ve siyasi iktidarı organize eden üstün kurallar bütünü olarak tanımlayan Gönenç; anayasanın bu anlamıyla üç boyutu - işlevi olduğunu ifade etmektedir: ideolojik manifesto, normatif şelale ve iktidar haritası. (Gönenç,2007,s.155) Bu boyutlardan ilki; “bir toplumu bir arada tutan, bireyleri bir araya

125 getirip onların bir güç, bir iktidar haline gelmesini sağlayan temel değer ve prensipler olarak anayasalarda ifadesini bulur. Özellikle bir anayasanın başlangıç bölümü, o anayasanın ilan edilmesine neden olan olayları, o anayasa ile hedeflenen toplum tasarımını, o anayasanın ilan edildiği toplumu bir arada tutan kolektivite bağının temel unsurlarını açıklar. Kısacası; bir anayasanın başlangıç bölümü ideolojik manifesto olarak geçmişin gururunu, geleceğin umudunu içinde taşır” (Gönenç,2007,s.155) Anayasanın bu yönü, aynı zamanda, anayasal sosyalleşme yoluyla, vatandaşların temel değer ve prensipleri öğrenmesi ve sürdürmesine de katkıda bulunur. (Gönenç,2007,s.151) Normatif şelale olması da; normlar hiyerarşisi mekanizması sayesinde, yasa ve diğer hukuk kurallarının anayasaya uygunluğunun sağlanması ile, siyasi iktidarı kullananların karar ve emirlerini meşrulaştırıcı bir işlev görmesi demektir. (Gönenç,2007,s.152) Anayasanın bu özelliği, anayasanın üstünlüğü prensibinde ifadesini bulur. Ancak böyle bir işlev görebilmesi, yani siyasi iktidarı kullananların meşruiyetlerini sağlaması için, o toplumda hukuki-rasyonel bir otoritenin varlığı gerekmektedir. Bunun için de anayasanın kendisinin meşru bir anayasa olması ve ikinci olarak da o toplumda, başka otorite kaynaklarının devreye girmemesi, hâkim olmaması gerekir. Bir başka deyişle; sosyal şartların değişmesi sonucu yönetilenlerin çoğunluğu karizmatik veya geleneksel otorite kaynaklarına yöneldikleri takdirde, hukuka ve anayasaya uygun davranmak, mevcut iktidarın meşruiyet kazanması ve nihayetinde de yaşaması için yeterli olmayacaktır. (Gönenç,2007,s.153) Bir anayasanın üçüncü boyutu ise; iktidar haritası olmasıdır. Gönenç bunu ayrıca “siyasi iktidarın organizasyon şeması” olarak da adlandırmakta (Gönenç,2007,s.155), bunu da şöyle açıklamaktadır: Siyasi iktidar; dinamik, yani kullanılan ve el değiştirebilen bir güçtür. Dolayısıyla, toplumsal ilişkilerin istikrarlı bir biçimde sürdürebilmesi için bu gücün kullanılmasının ve el değiştirmesinin bir takım kurallara bağlanması gerekir. (Gönenç,2007,s.154) Ancak belirtmek gerekir ki; demokratik olsun veya olmasın, her anayasa siyasi iktidarı organize eder, fakat siyasi iktidarın nasıl organize edildiği rejimden rejime değişir. Özellikle anayasal demokrasilerde anayasalar; siyasi iktidarın sınırlanmasına, bölünmesine ve seçim yoluyla barışçıl bir biçimde el değiştirmesine ilişkin kuralları içerir. (Gönenç,2007,s.155)

O halde; anayasal devletten bahsedebilmemiz için, anayasanın yukarıda saydığımız üç boyutu (öngörülen şartların gerçekleşmesi halinde) bireyleri siyasi iktidara karşı koruyan, kurumsal bir kalkan işlevi görmüş olur. (Gönenç,2007,s.155) Gönenç’in Gordon’dan aktardığı ifadeyle, anayasacılık terimi, bu tedbirlerin teorik ve pratik temelini teşkil eder. Anayasacılık; sınırlanmış ve bölünmüş iktidar demektir. Siyasi iktidarın sınırlanması hukuk ile, bölünmesi ise kuvvetler ayrılığı ile mümkündür. Aşağıda ayrı ayrı detaylarıyla ele alacağımız bu hukuk devleti ve kuvvetler ayrılığı bir madalyonun iki yüzü gibidir. (Gönenç,2007,s.156)

Şimdi bu sınırlamaların insan haklarının korunmasına katkısını daha somut olarak ele alalım. İnsan hakları, anayasalarda temel hak ve özgürlükler ile ödevler şeklinde düzenleme alanı bulduğunda; bu düzenleme, yasama organının işlemlerine karşı bir güvence teşkil eder. Parlamenter sistem özelinde düşünürsek de; yürütmenin parlamento içindeki çoğunluktan çıkması nedeniyle, bu aynı zamanda yürütmeye karşı bir güvencedir. Yasama organının temel işlevi ülke genelinde geçerli olacak genel ve soyut kuralları (kanunları) yapmak olduğuna

126 göre; temel hak ve özgürlüklerin kanunlarla düzenlenerek yasal güvenceye kavuşturulması, onların tekrar başka bir kanunla, hak olmaktan çıkarılması ihtimali ve tehlikesini de içinde barındırır. Yürütme organının yasama üzerindeki etkisini de göz önüne getirdiğimizde yasal güvencelerin ne kadar güvence olduğu ortadadır. Anayasal güvenceye kavuşturulmuş haklar, yasal düzeyde kalan haklara nazaran çok daha güçlü bir korunmaya sahiptirler. Bu hakların bu düzeyde kavuştuğu korunma ancak yine bir anayasal düzenleme ile değiştirilebilir. Bu aşamada da değinmemiz gereken kavram katı anayasadır. Katı anayasa, olağan yasama süreciyle değiştirilemeyen, değiştirilmesi için diğer kanunların yapılmasına göre daha zorlaştırılmış, özel bir takım usullerin öngörülmüş olduğu anayasadır. Bu usullerden en yaygın olanı anayasa değişikliğinin parlamentoda kabulü için nitelikli çoğunluk şartı getirilmesidir. Anayasaların katılığını sağlamanın bir başka yolu da; anayasa değişikliklerinin onaylanması için halk oylamasına gidilmesinin şart koşulmasıdır. Örneğin 1787 ABD Anayasası, 1947 İtalyan Cumhuriyet Anayasası, 1949 Federal Almanya Cumhuriyet Anayasası, 1958 Fransız 5. Cumhuriyet Anayasası, 1961 ve 1982 Türkiye Cumhuriyeti Anayasaları katı anayasalardır. (Erdoğan,2007,s.36) Devletin temel yapısını ve özgürlük düzenini gösteren kuralları değiştirmek, başka her hangi bir yasayı değiştirmekten farklı bir yönteme bağlanmış değil ise; bu da bükülgen (yumuşak) anayasa göstergesidir. (Soysal,1979,s.8) Örneğin; İngiltere’deki Parlamento, özel bir görüşme yolu ya da çoğunluk aramaksızın, İngiliz devletinin temel kuruluşunda, vatandaşların sahip oldukları hak ve özgürlüklerde istediği değişikliği yapabilir. (Soysal,1979,s.8) Ancak; bu durum İngiliz anayasacılığının kendine has gelişme sürecinde ele alınarak değerlendirilmelidir. “İngilizlerin, kral otoritesine karşı giriştikleri sınırlandırma ve bunun sonucu olarak kişisel hürriyetlerini güvenceye bağlama çabasında, daima Parlamento ile birlikte hareket ettiklerini görüyoruz; bunun sonucu olarak, adeta bir bileşik kap örneği ile karşılaşıyoruz. Kralın yetkileri, parlamentoda toplanmakta, kralın yetkileri azaldığı nispette, parlamentonun yetkileri çoğalmaktadır; bu evrimin sonunda İngiltere'de, parlamentonun üstünlüğü ilkesine erişilmiştir. Parlamentonun üstünlüğü ilkesinin ortaya çıkmasından sonra İngiltere'de, parlamentonun iktidarının sınırsızlığından söz açılmışsa da, bu iddia sadece teori alanında kalmış ve uygulamada, parlamentonun iktidarı da belirli sınırlara uymak zorunda bırakılmıştır. Austinian doktrinine göre, parlamentonun üstünlüğü prensibinin mutlak bir anlamı vardır; yani parlamentonun yapamayacağı hiç bir iş, değiştiremeyeceği hiç bir yasama tasarrufu düşünülemez. Parlamento, kanun yapmak bakımından her şeye kadir sayılmaktadır; fakat gerçeklikte, parlamentonun üstünlüğü prensibi, hiç de bu şekilde anlaşılmış değildir: Örneğin, parlamento bugün, Roma Katoliklerini oy hakkından mahrum edecek ya da işçi sendikalarının faaliyetlerini yasaklayacak veya bu kuruluşları tamamen kanun dışı sayacak bir yasa çıkaramaz.” (Zabunoğlu,1963,s.21-22)Ancak; Soysal’ın da haklı olarak belirttiği gibi, esas etkili sınırlama kamuoyunun ve örgütlenmiş güçlerin denetimidir. Aksi takdirde, iktidara getirdiğimiz tüm hukuki sınırlamalar biçimsel bir anlam taşırlar. Anayasalarda özellikle hak ve özgürlüklere ilişkin ilkeler ne kadar çok kimsece benimsenmişse, toplumda bunlara sahip çıkan ve bunlar değiştirildiği zaman tepki gösterebilen kişilerin sayısı ne kadar kabarıksa, rastgele değişiklik yoluna gitmek de o ölçüde değişir. (Soysal,1979,s.8)

Değinmemiz gereken bir başka unsur da; anayasalarda tanınarak güvenceye kavuşturulan bu hakların gerçek anlamda güvencede olduklarını teyit etmek bakımından

127 sınırlandırılma usullerinin de anayasada düzenlenmesi gereğidir. Bugün yerleşik sınırlandırma kuralı; 1789 Fransız Bildirisi ile kabul edilen, sınırlandırmaların kanunla yapılması ilkesidir. Yani; idare ya da yürütme, kanun hükmünde kararname, tüzük ve yönetmeliklerle temel hak ve özgürlükleri sınırlandıramaz.(Kalabalık,2009,s.452),§ Ve son olarak, anayasa yargısının işlevi de unutulmamalıdır. Bu konuyu ise detaylı olarak, hukuk devleti mekanizması içinde, yargı düzenini anlatırken işleyeceğiz.

2.3.1.1 Kuvvetler Ayrılığı İlkesi

Kuvvetler ayrılığı; devletin üç ana fonksiyonunu (yasama, yürütme ve yargı) yerine getiren organların, tek bir kişinin elinde toplanmasını engellemek üzere düşünülmüş bir sistemdir. Çünkü bu üç yetkiyi de elinde bulunduran bir iktidar, mutlak bir iktidar olacaktır. Tarihsel sürecin de bize gösterdiği, insan hakları mücadelelerinin mutlak iktidarın sınırlandırılmasına karşı verildiğidir. Nitekim; iktidarın keyfi davranma potansiyeli artık evrensel bir söylem haline gelmiş olan bir gerçektir. İşte bu nedenle; iktidarın yıkıcı olma tehlikesi içeren bu gücünün üç ana kola bölünerek, tehlike oranının en aza indirilmesi hedeflenmiştir. Gönenç de; siyasi iktidarı azgın akan, yıkıcı bir ırmağa benzeterek, bu ırmağın kollara ayrılması onun yıkıcı etkisini nasıl azaltıyorsa, siyasi iktidarın da devlet organları arasında paylaşılması halinde mutlak karakterinin o derecede zayıflayacağını belirtmektedir. (Gönenç,2007,s.155)

Kuvvetler ayrılığı doktrinin en erken teorilerinden birini John Locke’un yazılarında görüyoruz. Locke; yasama, yürütme ve konfederatif güç adını verdiği üç temel gücün varlığından bahsetmiş, özellikle yasama ve yürütme gücünün aynı elde toplanmamasını ve farklı makamlar tarafından kullanılması gerektiğini öne sürmüştür. (Yayla,2004,s.21,Teziç,1991,s.390) Ancak; Locke’un doktrininde; yargının ayrı bir kuvvet olarak tasavvur edildiğini göremiyoruz. Ona göre yargılama, yasamaya bağlı bir faaliyettir. (Teziç,1991,s.390) Bugünkü anlayışa daha uygun düşen kuvvetler ayrılığını Montesquieu’da görüyoruz. Montesquieu’ya göre; birincil kuvvet olan yasama, devletin genel iradesini temsil eder; bu sıfatla kanunları yapar, değiştirir, kaldırır. Genel iradenin yürütülmesi yürütmenin işlevidir; yürütme gücü bu görevi yerine getirmek üzere savaş ve barışa karar verir. Devletin üçüncü temel işlevi ise mahkemeler tarafından yerine getirilen yargıdır. Yargı kuvveti suçluları cezalandırır ve kişiler arasındaki uyuşmazlıkları çözer. (Yayla,2004,s.132)

Bu çizgideki evrim ilk olarak İngiltere’de başlamış ve kanun yapma gücünün tedricen mutlak monarktan parlamentoya geçmesiyle neticelenmiştir. Bu anlamda İngiliz parlamentosu parlamentoların en eskisidir. Kanun yapma yetkisinin kime ait olacağı tartışmalarında vergileme en sıcak konu olmuştur. Bu yönde önemli bir adım; 1689 yılında Haklar Bildirisi ile atılmış ve parlamentonun onayı olmadan kralın vergi koyamayacağı hükme bağlanmıştır. Amerika’da ise; İngiltere örneğinden alınan en büyük ders olan, bağımsızlık savaşının bir parlamentoya karşı yürütülmesinden dolayı, kuvvetler ayrılığı daha güçlü bir şekilde hayata

§ 1982 Anayasasının 121ve 122. maddelerinin; Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu’na olağanüstü hal ya da sıkıyönetimin gerektirdiği hallerde, yasama organının iznine gerek kalmadan kanun hükmünde kararname çıkarma ve temel hak ve özgürlükleri düzenleme yetkisi verdiğinin de ülkemiz istisnaları açısından belirtilmesinde fayda var.

128 aktarılmıştır. (Yayla,2004,s.133) Kuvvetler ayrılığına Fransız Bildirisinde de yer verilmiş, 16. maddesinde “İnsan haklarının korunmadığı ve kuvvetler ayrılığının sağlanmadığı toplumlar asla bir anayasaya sahip değillerdir” şeklindeki ifade ile, anayasanın temel işlevinin devletin anayasallığını sağlamak olduğu açıkça ortaya koyulmuştur. (Caniklioğlu,2010,s.74)

Bugün kuvvetler ayrılığı iki boyutta karşımıza çıkmaktadır. Fonksiyonel (işlevsel) kuvvetler ayrılığı denilen biçiminde; yasama, yürütme ve yargının yetki taksimi çerçevesinde belirli bir fonksiyonu yatay düzeyde üstlenmesidir. Buna yatay kuvvetler ayrılığı da denir. Yatay (ya da fonksiyonel anlamda) kuvvetler ayrılığı sert ya da yumuşak kuvvetler ayrılığı şeklinde gerçekleşmektedir. Ancak; sert kuvvetler ayrılığında dikey boyutta da bir kuvvetler bölünmesi görülmektedir. Bu sistem ABD’de uygulama alanı bulmuş olup, başkanlık sistemi olarak adlandırılmaktadır. Yumuşak kuvvetler ayrılığının uygulanması halinde de parlamenter sistem söz konusudur. Bu sistemde, yürütme organı yasama organının içinden çıkar, onun güvenine tabiidir. (Gönenç,s.9) Kuvvetler ayrılığının hem yatay, hem dikey olarak yani merkezle eyaletler ve/veya yerel yönetimler arasında dağıtıldığı siteme ise adem-i merkeziyet denmektedir. Adem-i merkeziyet ise iki türdür: İdari adem-i merkeziyette; merkezden yönetimin sakıncalarını gidermek ve daha demokratik bir yönetim sağlamak için, yerel yönetim kuruluşlarına devlet tüzel kişiliğinden ayrı bir kamu tüzel kişiliği ve merkezden bağımsız karar alma yetkisi tanınmakta, merkezle yerel yönetimler arasında bütünlük idari vesayet ile sağlanmaktadır. Bu sistemde; siyasi iktidar tek bir merkezde toplanmaktadır. Merkezi idare teşkilatı içinde yer almayan, merkezi idarenin hiyerarşisine dâhil olmayan kamu tüzel kişilerinin idari yetkileri dışında yasama ve yargı yetkileri yoktur. Bu nedenle; bu kamu tüzel kişileri kendi hukuki statülerini belirleme imkânına sahip değillerdir ve yargı yetkisi de kullanamazlar. (Günday,2002,s.61) ** Siyasi adem-i merkeziyet de federalizm olarak adlandırılan devlet yapılanması modelidir. (Erdoğan,2007,s.72) Federalizm; genellikle coğrafi büyüklük, dış tehdidin varlığı, kültürel ve etnik heterojenlik, özerkliği koruma isteği gibi birbirinden farklı pek çok sebebin varlığı halinde ortaya çıkmıştır. (Erdoğan,2007,s.72- 75)) Bu sebeplerden herhangi biri veya birkaçı nedeniyle birkaç siyasi topluluğun, kendi özerk kimliklerini de muhafaza ederek bir araya geldikleri ve bir üst siyasi birlik oluşturdukları devlet modeline federal sistem denir. Bu sistemde; devlet iktidarı, federal devlet ile federe devletler arasında, anayasayla güvence altına alınmış bir şekilde paylaştırılmaktadır. (Gözler,2011,s.150) İki tür devlet tarafından (federe ve federal) oluşturulan bu devlet topluluğuna federasyon denir. (Gözler,2011,s.149)

2.3.1.2.Hukuk Devleti İlkesi

Hukuk devleti en genel tanımıyla, sınırlı iktidarı ifade etmek için kullanılan bir terimdir. Buna göre; siyasi iktidarın keyfi davranma potansiyeli nedeniyle bölünmesi yetmez, aynı zamanda onun kendisini bağlayan kurallara da tabii kılınması gerekir. Bu anlamda hukuk devleti; insanların değil, hukukun hükümetidir (government of law and not of men). (Mumcu,2002,s.209)Türkçede “hukuk devleti” olarak ifade edilen bu ilke, esasında

**Bu ilke; 1982 Anayasasının 123. maddesinde şu şekilde ifade edilmiştir: Madde 123 - İdare, kuruluş ve görevleriyle bir bütündür ve kanunla düzenlenir. İdarenin kuruluş ve görevleri, merkezden yönetim ve yerinden yönetim esaslarına dayanır. Kamu tüzelkişiliği, ancak kanunla veya kanunun açıkça verdiği yetkiye dayanılarak kurulur.

129 anayasacılık ve sınırlı devlet gibi fikirleri somutlaştıran temel bir liberal – demokratik ilkedir (Heywood,2007,s.435) ve değişik ülkelerde farklı kavramlarla ifade edilmektedir. Örneğin; hukuk devleti olarak kullandığımız deyim esas olarak Almanca “der Rechtsstaat” kavramının karşılığıdır. İngiliz Hukukunda kavram “rule of law” deyimi ile ifade edilmektedir. Fransızcada “etat constitutionel” kavramı ile ifade edilse de son zamanlarda “etat de droit” deyimi de tercih edilmeye başlanmıştır. (Mumcu,2002,s.208) ABD’de “due process” doktrininin bu ilkeyi karşıladığı öne sürülmektedir. (Mumcu,2002,s.208, Heywood,2007,s.435)

“Hukuk devleti” ile “hukukun üstünlüğü” kavramları, tarihsel gelişimleri farklılık gösterse de “anayasanın üstünlüğü” kavramında olduğu gibi, teknik anlamda yani anayasa hükümlerinin yasalara üstünlüğü anlamında değil, devletin bütün organları ile hukukun ortak ve genel ilkelerine saygı göstermesi anlamında kullanılan ideali, hedefi gösterir. (Karayalçın,1992,s.203)

Hukuk devleti, bu anlamda 19. yüzyılda polis devleti karşıtı olarak gelişmeye başlamıştır. 17 ve 18. yüzyıllarda, toplumun refahı için her türlü önlemi almak ve vatandaşların bütün işlerine karışmak, haklarını kısıtlamak yetkisine sahip olan mutlak hükümdarlıklar için kullanılan polis devletinin (Soysal,1997,s.164) de bir hukuku vardır. Ama bu hukuk, bütünüyle araçsal bir hukuktur; yönetilenlere yükümlülükler dayamakla birlikte, idare için herhangi bir sınırlama kaynağı olmayan, bütün yönetsel iktidarın ifadesi ve özetidir. Polis devleti Prensin keyfine dayanır: İktidarın eylemi için gerçek bir hukuksal sınır olmadığı gibi, yurttaşların iktidara karşı gerçekten korunması da söz konusu değildir. (Gürcan,2010,s.11)

İlk defa 1798 yılında Johann Wilhelm Placidus tarafından kullanılan rechtsstaat terimi, o zamanlar Britanya kökenli rule of law’a çok yakın bir anlam ifade ediyor, eylem alanı bireylerin doğal haklarıyla sınırlı olan (kişilerin özgürlük ve güvenliklerinin korunduğu ve mülkiyet hakkının savunulduğu) bir devleti ifade ediyordu. Bu dönemde rechtsstaat; en güçlünün yasasına dayanan despotik devlet ile inancın hakimiyetine dayanan teokratik devletin yerini alan, hukuk kültünün (hukuku kutsallaştırmanın) hakim olduğu bir aşama olarak karşımıza çıkıyordu. Daha sonraları 19. yüzyılda, yasallığa bağlı kalınmasını sağlamakla görevli yargıç figürünün baskın olduğu daha biçimci bir hale gelmiştir. (Gürcan,2010,s.9)

19. yüzyılda Alman pozitivisit ekolü tarafından kurulan ve geliştirilen bu yeni biçimci doktrin, Jhering ve Jellinek tarafından “kendi kendini sınırlama” ( Selbstbindung, auto-limitation) adıyla ifade edilmiştir. Bu doktrine göre; devlet, iktidarını kendi yarattığı hukukla kendi serbest iradesiyle sınırlandırır, devletin hukukla bağlı olması mutlaka lazımdır, zira ancak bu suretledir ki, keyfi davranışların yerini kanunun eşitliği, güvenliği ve meşruluğu alabilir. Gerçek hukuk düzeni, devletin kendi koymuş olduğu hukuk kurallarına kendisinin de uymasıyla meydana gelir. (Kapani,s.252)Ancak; devletin kendi kendisini hukukla sınırlandırması - bu oto-limitasyon, iç hukuk alanında devleti belirli kurallara uymaya zorlayacak, ona karşı müeyyide uygulayabilecek kendisinden üstün bir otorite bulunmadığına göre tam anlamıyla yeterli ve etkili bir yol olacak mıdır? Bu doktrin de başta Fransız kamu

130 hukukçusu Duguit olmak üzere pek çok hukukçu tarafından eleştirilmiştir. Duguit’ye göre; devlet, tahdit edilmeden önce ne kadar mutlak bir bünyeye sahip idiyse, tahditten sonra da o derece mutlak bir mahiyet arz etmektedir. Çünkü hukuku istediği gibi vücuda getirebilen ve değiştirebilen devletin, yarattığı bu hukuk kurallarıyla iktidarını sınırlandırabileceği düşünülemez.(Okandan,1952,s.881) Yine Okandan’ın De Villeneuve’den aktardığı eleştiriye göre; devlet iktidarının sınırlarını bizzat devletin tayin ve tespite yetkili olması gerçek bir sınırlama olmaz. Böyle bir düşünce gerçekte devleti sınırsızlığa götürür. (Okandan,1952,s.882) Bu doğrultuda yöneltilen bir diğer eleştiri de Burdeau tarafından getirilmekte, devletin asla kendi kendisini tahdit etmediği, devletin tahdit edilmiş olarak doğduğu ileri sürülmektedir. (Okandan,1952,s.881)

Devlet kudretinin sınırlandırılması konusunda etkin olan tedbirler; yukarıda belirtildiği üzere bir temel kuruluş sorunu, bir anayasa sorunudur. Soysal’a göre de; “devlet içindeki güçlerin bir elde toplanmasını önlemek, yetki kullananları karşılıklı denetleme yollarına bağlı tutmak, belli görevleri belli dönemlere ve belli yetkilere bağlamak, hep, iktidarın sınırlanış kurallarını üstün bir metinle yazılı duruma getirirken başvurulan çarelerdir. Bu bakımdan, hukuk devletini gerçekleştirme çabaları anayasacılık hareketlerinin bir başka yönü sayılabilir.” (Sosyal,1997,s.164)

Hukuk devleti; siyasal iktidarı sınırlandırmak için pozitif hukuk aracılığıyla tasarlanan sistemlerin hayata geçirilmesi meselesidir. Bir devletin hukuk devleti olması demek; o devletin tüm hukuk kurallarının en ileri düzeyde (tahayyül edilebilecek en demokratik şekilde ve özgürlükçü içerikte) bulunması demek değildir. Tam tersine; bir devletin hukuk devleti olup olmadığı, en mükemmel bile olabilecek kuralların, uygulanan kurallar olmasına bağlıdır. Bu da genellikle, kuralların ihlali halinde belirginlik kazanır. Yani mesele; mükemmel hukuk kuralları oluşturup kabul etmek değil, bu kuralların herkes için bağlayıcı olduğu genel ilkesinin, kuralın ihlali halinde ispatlanan bir gerçek olmasıdır. Bunun için de iyi işleyen bir yargı mekanizmasına ihtiyaç vardır.

Gönenç de; bu konuya parmak basarak, devlet organları - yöneticiler de kendilerini bağlayan hukuka aykırı hareket ederlerse ne olur, diye sormakta; bu soruya, anayasal sistem içerisinde söz konusu kurallara uyulup uyulmadığını denetleyecek ve “anayasanın üstünlüğü” ilkesinin hayata geçirilmesine hizmet edecek mekanizmaların kurulması şarttır, şeklinde cevap vermektedir. (Gönenç,s.5-6) Bunu da yasama organı için anayasa yargısı, yürütme organı için de idari yargı mümkün kılar. (Gönenç,s.7) Bu aşamada yargı organın diğer organlar karşısındaki bağımsızlığı hayati bir gerekliliktir. Hukuka uygunluğun gerçek güvencesinin bağımsız mahkemeler tarafından yapılan denetim olduğu her bilimsel çalışmada vurgulanmaktadır. Kuvvetler ayrılığı ile ilgili gelinen bu aşamada, anayasa yargısı konusunda birkaç açıklama yapmakta fayda vardır. Mahkemelerin bağımsızlığı, kuvvetler ayrılığı ilkesi bakımından genel olarak önemli ve gerekli olmakla beraber, anayasa yargısı sahip olduğu siyasal denetim işlevi ile ayrı bir öneme sahiptir.

Devletin temel organlarının yanında, temel hak ve özgürlüklere de geniş olarak yer veren modern anayasaların üstünlüğünü sağlayarak ihlal edilmesini engelleyecek, kamu otoritelerinin bu anayasa ile çizilen görev sınırlarını aşmasını önleyecek, özellikle yürütme

131 organının yasama alanındaki artan gücünü denetleyecek ayrı bir yargısal sisteme ihtiyaç duyulmuştur. İşte anayasa yargısı bu ihtiyaçtan doğmuş, hukuka uygunluğun gerçek güvencesi olma yolunda son yüzyıldır bütün demokratik ülkelerce benimsenmiştir. Feyzioğlu’nun da haklı olarak belirttiği gibi; iyi teşkilatlanmış, disiplinli, mutaassıp bir çoğunluk, hürriyetleri çiğnemek konusunda bazen mutlakiyet rejimlerine bile taş çıkartabilir, bu nedenle; keyfi idareden korunmak, hürriyetleri teminat altına almak için kanun hâkimiyeti prensibini kabul etmek yeterli değildir. Kanunlar da hukuka aykırı bir içeriğe sahip olabilir, bu nedenle kanunların da üzerindeki hukuk kurallarına uygunluğu sağlamak gereklidir. (Feyzioğlu,1951,s.2) Hukuk normlarının belli bir hiyerarşide konumlanışı, hukuk düzeninin sağlıklı bir şekilde işlemesinin temel gereklerinden birisi olması nedeniyle; en üstün normlar kategorisini oluşturan anayasanın, daha alt düzeydeki hukuk kuralları (örneğin kanunlar) tarafından delinerek pratikte etkisiz hale getirilmemesi, kanunların anayasaya uygunluğunu sağlamakla olur. (İba,2008,s.192)

Anayasa yargısı işlevi temelde şu düşünceye dayanır: Halkın iradesi ile temsilcinin iradesi özdeş midir? Yoksa bir iradeler farklılaşması var mıdır? Rousseau’nun ortaya attığı bu sorgulamada; seçmenler- seçilenler ayrışması bir olgu olarak kendini göstermektedir. (Kaboğlu,2007,s.239) Bu doğrultuda denir ki; halk üstün iradesini, temsilcilerin iradesinin anlatımı olan yasada değil, anayasada açıklar. Bu nedenle; temsilcilerin iradesi zorunlu olarak ikincildir ve her halükarda, demokratik olarak geçerli olması için anayasada açıklanan halkın iradesine saygılı olmalıdır. Kaboğlu’nun Cappelletti’den aktardığı gibi; “adli yasama” en azından, toplumun gereksinmelerine ve beklentilerine sadık ve duyarlı daha demokratik olma potansiyeline sahiptir. (Kaboğlu,2007,s.239) Bu ayrımın, Rousseau’nun önerdiği mekân farklılaşması ile de uygun düştüğünü belirten Kaboğlu; her iki mekânın kurumsal ifadesinin bulunduğunu, parlamento ve hükümetin temsilciler mekânı kurumları, anayasa mahkemelerinin ise yurttaş mekânına yakın kurumlar olduğunu belirtmekte, anayasal denetimin meşruiyetinin bu noktada temellendiğini söylemektedir. (Kaboğlu,2007,s.240)

Günümüzde, hukuksal yapısı anayasa temelinde kurulan modern devletin kurumlarının görev ve yetki sınırlarının çizildiği ve temel hak ve özgürlüklerin düzenlendiği bu anayasanın üstünlüğü ilkesi gereğince ortaya çıkan anayasaya uygunluk denetiminde belirtmemiz gereken bir diğer husus da; yargının kendisinin de tamamen temsili özellikten yoksun olmadığıdır. Anayasa Mahkemesi üyeleri seçilmiş ya da siyasal makamlarca atanmış kişilerden oluşurlar. Anayasa yargıçlarının belirlenmesinde siyasal partilerin oranlı payı, demokratik meşruiyet bakımından önem taşımaktadır. (Kaboğlu,2007,s.240) Denetlenen organların, kendi denetleyicilerinin belirlenmesine katılmış olma duygusuna sahip olmaları bu bakımdan ayrı bir inceleme konusudur. Bu durum yargı bağımsızlığı açısından bir paradoks gibi görünse de, çağdaş demokrasilerde anayasa yargısının bu konumu tartışma yaratmaktadır. Bu tartışmanın temelinde; yargının, yasama ve yürütme organlarının siyasi tercihlerine aşırı müdahalede bulunduğu kararlar yatmaktadır. Şöyle ki; anayasaya uygunluk denetimi yapan mahkemeler, yasama organının belli siyasal tercihleri hayata geçirmek için yaptığı yasaları denetlemekte, hatta iptal edip işlevsiz kılabilmektedir. Bu durumda, belli bir siyasi programın hayata geçirilememesinden dolayı yasama organındaki çoğunluk siyaseten sorumlu tutulabilmekte, örneğin bunun bedelini sandıkta ağır biçimde ödemekte, o yasaları iptal eden yargıçlar ise, bu

132 anlamda bir sorumluluk üstlenmemektedir. Bu gibi durumlar “yargıçlar hükümeti” veya “yargısal aktivizm” olarak adlandırılmakta, bu nedenle bazı ülkelerde hükümetlerle anayasa mahkemeleri arasında sert tartışmalar yaşanmaktadır. (Göenç,s.8)Karayalçın da bu konuda; hukuk devleti ve hukukun üstünlüğü ilkelerinin benimsendiği bir devlette yargı organının sorumluluğunun diğerlerine göre daha ağır bastığını belirterek, yargı gücünün kayıtsız şartsız bir mutlak egemenliğinin oluşmaması gerektiğinin altını çizmektedir. Aksi takdirde; yargı gücü itibar kaybederek, kuvvetler arasındaki dengenin bir kuvvet lehine bozulması tehlikesi yaratacaktır. Bu tehlike karşısında tüm hukukçuların aşağılık veya üstünlük kompleksine kapılmadan görevlerini ifa etmeleri gerekmektedir. (Karayalçın,1992,s.203)

Sonuç olarak; “Varlık nedeni siyasal iktidarı denetlemek ve onun kötüye kullanılmasına karşı bizi korumak olan bir yargı organını kurmak, yararlı ve meşrudur” (Kaboğlu,2007,s.244) diyen Cappelletti’nin görüşüne katıldığımızı belirtmeliyiz. Nitekim Ünsal da; bir ülkede temel hukuksal sorunların belli bir dönemde değişen çoğunluğa dayalı siyasal gücün uygulanması yoluyla değil de, yargı organı tarafından çözümlenmesinin hem yönetilenler, hem yönetenler için daha az masraflı olacağını ifade etmektedir. (Ünsal,1980,s.327) Ünsal burada yaptığı yorumda sanırız “masraf” kelimesini yalnızca ekonomik bedel anlamında değil, aynı zamanda sosyal, kültürel, manevi anlamda bir bedel olarak kullanmaktadır. Soysal da; Türkiye’de yargıya bu kadar ağır sorumluluk yüklenmesinin nedenin, Türkiye’nin yalnız özgürlükler sorununu değil, ekonomik ve sosyal alanlardaki köklü sorunlarını da çözümleyemeden yargısal denetim dönemine girmesi olduğunu ifade etmekte, ekonomik ve sosyal konuların hem tartışılmasının hem de çözümlenmesinin kolaylıkla anayasanın özgürlükler sistemini ve organik kuruluşunu ilgilendiren bir sorun olabileceğini söylemektedir. (Sosyal,1969,s.1-2) Bu tür anayasa yargısı hakkında son olarak belirtmek istediğimiz husus; bu sınırlama sistemine getirilen bir eleştiridir. Ünsal’ın Levy’den aktardığı eleştiriye göre; yüksek yargı organlarına aşırı ölçüde bir güven duyulması, halkın geleceği için, siyasal sorumluluk duygusunu giderek “körleştirebileceği” tehlikesi içermektedir. Ancak; Kaboğlu’nun da haklı olarak öne sürdüğü gibi; anayasal sistemin başarısı, bu mahkemelerin görev yaptığı toplumsal, siyasal ve hukuksal bağlamda birbirine bağımlıdır. (Kaboğlu,2007,s.231)

2.3.2. Demokrasi (Biçimsel Demokrasi)

Siyasi iktidar; kullanılan ve el değiştiren bir güçtür; farklı biçimlerde de olsa, bütün siyasi sistemlerde el değiştirir. (Gönenç,2007,s.156) Bu el değiştirme; barışçı veya barışçı olmayan yollarla, düzenli veya düzensiz bir biçimde, uzun veya kısa aralıklarla gerçekleşebilir ama eninde sonunda gerçekleşir. Siyasi iktidarın ilelebet tek bir kişinin veya grubun elinde bulunduğu bir siyasi sistem örneği bulmak mümkün değildir. (Gönenç,2007,s.156) Demek ki; şimdiye kadar siyasi iktidarı bölerek ve etrafına sınırlar örerek sağlamaya çalıştığımız kontrol mekanizmasına ek olarak bir de el değiştirmesi ile ilgili sağlamamız gereken bir mekanizma olmalı. Siyasi iktidarın nasıl el değiştireceğinin düzenlenmediği ya da daha açıkça söylemek gerekirse halkın iradesine dayanan bir şekilde düzenlenmediği bir devlette; siyasi iktidarın, teorik olarak ne kadar bölünmüş ve sınırlanmış olursa olsun, bu sınırları aşacağı ve mutlak bir karaktere bürüneceği kesindir. Yani eğer

133 amacımız hakları korumak ve bunun için de siyasi iktidarı sınırlandırmak ise, bunu sadece kuvvetler ayrılığı ve hukuk devleti mekanizmaları sayesinde gerçekleştiremeyiz. Mükemmel işleyeceğine inanılarak kurulmuş böyle bir siyasi düzenin, halkın dışarıda tutulması halinde, işlemesi ve kendisinden beklenen işlevleri yerine getirebilmesi mümkün değildir. Mikro ölçekte düşünürsek; insan için, onun lehine olacak şekilde düşünülen siyasi iktidarın üçüncü ayağına “insan tarafından” unsurunu eklememiz gerekir. Yani, insanı aktif bir halde, bir özne durumunda düşünmemiz gerekir. Bu haliyle demokrasi en genel tanımıyla “halkın, halk tarafından, halk için yönetilmesi”†† şeklinde anlaşılır. Ancak bu tanım; bize olması gerekeni ifade eden bir tanımdır. Sartori’nin de dediği gibi bir idealdir. Ancak demokrasi ideali, demokrasi gerçeğini, olgusunu tanımlamaz veya tersi, gerçek demokrasi ile ideal demokrasi bir ve aynı şey değildir. Demokrasi, onun idealleri ile gerçeği arasındaki karşılıklı etkileşimden, olan ile olması gerekenin çekişmesinden doğar ve bunlar tarafından şekillendirilir. (Karamustafaoğlu,Turhan,1996,s.9)

Demokrasinin çok fazla çeşidinin ortaya çıktığı günümüzde (klasik, korumacı, liberal, anayasal, çoğulcu, korporatist, katılımcı, gelişmeci, müzakereci, sosyal… vb) temel ayrım doğrudan-temsili demokrasi şeklinde ortaya çıkmaktadır. Aslında; farklı demokrasi teorileri de, bu doğrudan-temsili (dolaylı) demokrasi arasındaki farklı yakınlaşmalar ve alternatif katılma yöntemleri doğrultusunda oluşmaktadır. Bugün doğrudan demokrasi artık sadece İsviçre’nin bazı kantonlarında uygulama alanı bulabilirken, dünyanın pek çok ülkesinde temsili demokrasi ve onun türevleri uygulanmaktadır. Bu ayrım da demokrasinin; “halk tarafından” bir yönetim olduğuna dair çekirdek teorinin, “halk nasıl yönetir” sorusu karşılığında genişlemesiyle ortaya çıkmış bir ayrımdır.

Doğrudan demokrasi; vatandaşların siyasal karar alma süreçlerine doğrudan, aracısız ve devamlı katılımını ifade eder. Doğrudan demokrasi böylelikle; yöneten-yönetilen ile devlet-sivil toplum ayrımlarını ortadan kaldırmaktadır. (Türköne,2009,s.191) Doğrudan demokrasinin uygulanma zorluklarının en başında, milyonlarca insanın halk olarak kendini doğrudan yönetmesinin fiziken imkânsızlığı gelmektedir. Bu zorluğu gidermenin en ideal çözümü de temsil kurumunun işletilmesidir. Temsili demokrasi de böylelikle, düzenli ve aralıklı yapılan seçimlerde halkın oy kullanarak yöneticileri seçmeleri şeklinde ortaya çıkmaktadır. Bu en temel haliyle temsili demokrasi; demokrasinin sınırlı ve dolaylı biçimidir. (Türköne,2009,s.191) Halkın yönetime katılımının her birkaç yılda bir oy vermeyle sınırlandırılmış, seyrek ve kısa olması anlamında sınırlı; kamunun iktidarı kendi eliyle kullanmaması anlamında ise dolaylıdır, kamu sadece kendi adına yönetecek olanları seçmektedir.(Heywood,2007,s.100) Doğrudan demokrasinin olduğu gibi, temsili demokrasinin de uygulanma zorlukları ve ideale ulaşmada bünyesinde barındırdığı problemler bulunmaktadır.

Devlet iktidarını belli bir süreyle elinde bulunduracak temsilcilerin belirlenmesi için yapılan seçimlerin doğal bir sonucu, genel oydan geçen seçimlerle işbaşına gelen bir çoğunluktur. Çoğunluk ister bir partide toplanmış olsun, ister çeşitli partilerin anlaşarak bir araya geldikleri bir koalisyon çoğunluğu olsun, kendisine tanınmış olan alanlarda kamu

†† Abraham Lincoln’un 1864’te Gettysburg Söylevinde yaptığı meşhur demokrasi tanımı.

134 işlerini yürütmek hakkına sahip olacaktır. Gelecek seçimlere kadar bu hak onundur. (Soysal,1997,s.180-181) Parlamenter sistemin yasama ve yürütme organları arasında yarattığı yakınlık dolayısıyla, çoğunluğun hakkını daha belirgin bir şekilde gösterdiğini belirten Soysal’a göre; asıl bölünme yasama ile yürütme arasında değil, çoğunluk ile azınlık, yani iktidar ile muhalefet arasındadır. (Soysal,1997,s.181) Bu aşamada ortaya çıkan tehlike, seçimler yoluyla çoğunluğu elde eden kesimin (iktidar), azınlıkta kalmış kesimlerin haklarını ihlal etmesidir. İşte bu şekilde ortaya çıkan tablo, insan haklarının korunmasının neden çoğunluğa karşı yönelmesini de açıklamaktadır. Dahl da; poliarşi olarak adlandırdığı bugünkü modern demokrasinin en önemli özelliğinin, 19. yüzyıldaki gibi sınırlı oy kullanma hakkı olan temsili demokrasiden farklı olarak, sisteme muhalefet ve katılma faktörlerinin dâhil edilmesi olduğunu belirtmektedir. (siyasi partilerin varlığı, varolan hükümetleri etkilemek ya da ona muhalefet etmek amacıyla politik organizasyonlar, düzenli çıkar grupları kurmak.)‡‡

Temsili demokrasi ile doğrudan demokrasi arasındaki mesafenin yakınlaştırılması, halkın bazı kararların alınmasında asli yetkili olarak devreye girmesi de yarı doğrudan demokrasi mekanizmalarını karşımıza çıkarmaktadır. Bu mekanizmalar, temsili demokrasi araçlarına yani seçimlere ek olarak kullanılır. (Heywood,2007,s.328) Bunlar; halkın yasama vetosu, halkın yasama girişimi ile halk oylamasıdır (referandum).(İba,2008,s.86) Bunlardan yaygın olarak kullanılmaya başlanan referandumlardır. Yasama organından geçen bir konunun halkoyuna sunulması biçiminde gerçekleşen referandumlar, genellikle; (Türkiye’de de sadece anayasa değişiklileri için) anayasa değişikliklerinin kabulü için tercih edilmektedirler. (İba,2008,s.87)

Bir diğer yeni yaklaşım da tekno-demokrasidir. Bu yaklaşım; doğrudan demokrasiyi zorlaştıran maddi imkânsızlıkların üstesinden gelmek üzere teknolojinin (bilgisayarlar ve internet) kullanılmasını savunmaktadır. Bu düşüncenin savunucuları; teknolojinin, vatandaş tercihlerinin daha canlı bir şekilde temsilini sağlayarak ileri bir demokrasiye geçişi sağlayacak bir araç olduğunu öne sürmektedirler.(Türköne,2009,s.193) Teknolojik imkanların, özellikle internet haberleşmesinin tartışma forumlarına katkı sağladığı ve elektronik oylamanın dünya çapında yaygınlık kazanacağı görülmekle birlikte (Türköne,2009,s.193) Sartori; teknolojik bakımdan mümkün olabilse de, bunun sıfır toplamlı (zero-sum) bir karar verme düzeneği olduğunu ve azınlık haklarını tam anlamıyla yok eden bir çoğunluk egemenliği kurduğunu öne sürerek dezavantajlarına dikkat çekmektedir. (Sartori,1996,s.127) Sartori; kamuoyunun oluşumunda haber – bilgi ayrımı yaparak (bir konudan haberdar olmanın o konuda bilgili olunduğu anlamına gelmediği) bilginin önemine değinmekte, bilginin bir anlama yeteneği sorunu olduğunu ve temsili demokraside bu sorundan kaçılabileceğini ama seçmenlerin sorun kararlaştıranlar (issue deciders) olmaları halinde bunun mümkün olmayacağını ifade etmektedir. Bu durumda; seçimli demokrasiden referandumlu (elektronik) §§ demokrasiye geçişin bir nitelik atlaması – nitelik sıçraması (bilme –kavrama üstünlüğü) gerektirdiğini öne

‡‡ Robert A. DAHL, Demokrasi Üzerine, Çev: Betül KADIOĞLU, Phoenix Yayınları, 2. Baskı, 2010, s.104, poliarşi: Yunanca “çok” ve “yönetmek” anlamına gelen kelimelerden oluşturulduğunu söylediği bu kavramı, Dahl; tek kişinin yönetiminden, yani monarşiden ya da bir azınlığın yönetmesinden yani oligarşiden veya aristokrasiden farklı olarak “çok kişinin yönetmesi” anlamında modern temsili demokrasiyi ifade etmek için önermekte.

§§ Plebisiter demokrasi ile karıştırılmaması gerekir.

135 sürerek, bu açıdan ayrıca değerlendirilmesi gerektiğini söylemektedir. (Sartori,1996,s.129) Ancak; Sartori’nin referandumlu demokrasiye açıkça karşı çıktığı sonucuna da varamayız. Nitekim; ona göre, her seçmenin, örneğin haftada bir, sorunları ve önerilen çözümleri gösteren bir video terminali kullanarak, o aygıttaki evet-hayır-çekimser düğmelerine basarak oy verebileceği, bunun da doğrudan demokrasi yanlısı demokratın ve katılımcı-halkçı demokratların başlıca istemlerini yerine getireceği, yani sorunlar üzerinde halkın kendisinin karar vermesini sağlayacağı açıktır. Böylece bugünkü seçmenin yaşadığı etkisizlik duyusu zamanla, sorun kararlaştıran (issue decider) seçmenin yeniden doğmasına yol açacaktır. (Sartori,1996,s.127) Sartori, aynı zamanda, sıradan yurttaşın düşük bilgi düzeyine bakıp, onu görev başında yok saymanın da yanıltıcı olacağının altını çizmekte. Sıradan yurttaşın siyaset hakkında hiç bilgisi olmayabilir ama varlığı ortadadır ve karar verme sürecini etkileyici biçimde koşullandırmaktadır. Sartori’nin bu konudaki tüm olumlu-olumsuz görüşleri bir tarafa bırakılırsa, o, katılımın sayıca çokluğundan ziyade yoğunluğuna önem atfetmektedir. Yoğunluk; özellikle sayıca azlığın olumsuz etkisini gidermektedir. Örneğin; güçlü, kararlı bir “hayır”, güçsüz, kararsız iki “evet”in hakkından gelebilir, yine aynı şekilde güçlü, dirençli bir “evet” de iki zayıf “hayır”ı alt eder. Yani; %51’lik bir çoğunluk, eğer üyelerinin tercihleri yoğun değil ise yenilmez bir çoğunluk değildir. (Sartori,1996,s.244-245)

3. Hukuk Dışı Koruma (Siyasal Katılma)

Pozitifleşmiş insan haklarının hem muhatabı (yükümlüsü) hem de garantörü olarak modern devletin, şiddet tekeliyle birlikte hukuku koyma ve uygulama tekelini de elinde bulundurduğunu belirten Sancar; devlet iktidarının sınırlandırılması yönünde getirilen hukuksal güvencelerin kırılganlığından ve güvenilmezliğinden bahsetmektedir. (Sancar,2004,s.123) Yukarıda ayrıntılı olarak açıklamaya çalıştığımız gibi; devlet iktidarının sınırlandırılmasında rol oynayan hukuki mekanizmalar, insan haklarının korunmasında tam bir güvence teşkil etmemektedirler. Kapani de haklı olarak; “devlet iktidarını sınırlamak, onun hürriyetler alanına taşmasını önlemek için düşünülecek tedbirler, kurulacak müesseseler, yaratılacak hukuki dengeler ve frenler ne olursa olsun, kesin bir garanti teşkil etmezler, eğer daha başka şartlar ve faktörler mevcut değilse, siyasal iktidarın bu barajları her zaman için aşması mümkündür.” demektedir. (Kapani,1993,s.260) Jellinek’in de itiraf ettiği şekilde; problem, mahiyeti itibariyle hukuku aşan “hukuk ötesi” bir sorundur ve hukuk bu alanda yetersiz kalmaktadır. (Kapani,1993,s.260)

Devlet iktidarının hukuk dışı faktörler ile sınırlandırılması meselesi kanımızca siyasal katılma ile alakalıdır. İnsan haklarının korunması konusu ile demokrasi arasındaki bağ düşünüldüğünde; bu, daha açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Halkın siyasete katılımı, yani halkın yönetiminin halk tarafından ve halk adına gerçekleştirilmesi şeklinde ifade edilen demokrasi, insan haklarının korunması bakımından hukuk dışı faktörleri içerisinde barındırmaktadır. Bu nedenle; demokrasiyi yukarıda önce biçimsel olarak ele almayı tercih ettik. Bu başlık altında ele alacağımız konular ise, demokrasinin maddi boyutunu içermektedir. Halkın soyut ve belirsiz bir kavram olduğunu ileri sürenler, insanın daha net bir kavram ve gerçeklik olması karşısında demokrasiyi, insan haklarının gerçekleştiği ve en ileri düzeyde geliştirebildiği bir düzen olarak tanımlamışlardır. (Çeçen,1995,s.65) O halde, insan haklarının korunması konusunda hukukun yetersiz kaldığı alanda veya hukukun

136 dolduramadığı boşluğun doldurulmasında, gözler demokrasiye ve dolayısıyla siyasal katılıma çevrilmektedir. Çünkü demokrasi, halkın siyasete katılımını gerektirmektedir.

Siyasal katılma pek çok yazar, düşünür tarafından farklı şekillerde tanımlanmakla beraber, en yaygın olarak bilinen/ kabul edilen bazı tanımlara yer verirsek; örneğin Daver’e göre, siyasal katılma bireyin (vatandaşın) siyasal sistem karşısındaki durumunu, tutumunu ve davranışlarını gösteren bir kavramdır. (Daver,1969,s.203) Kapani de bu tanımı aynen kullanmaktadır. (Kapani,2008,s.144) Baykal’a göre; siyasal katılma bir siyasal davranıştır. (Baykal,1970,s.29)Kışlalı; siyasal katılmayı, yurttaşların, devletin çeşitli düzeylerdeki karar ve uygulamalarını etkileme eylemleri olarak tanımlarken, aynı zamanda hem amaç hem de araç olduğu yolunda tespitte bulunmaktadır. Siyasal katılma çeşitli toplum kesimlerine temsil olanağı sağlayarak toplumda belirli bir dengenin ve uzlaşmanın oluşumunu kolaylaştırırken, aynı zamanda da sistemin barışçı yollardan zaman içinde değişmesine olanak tanır. (Kışlalı,1993,s.186) Eroğul siyasal katılmayı “devlet yönetimine katılma” olarak ifade etmektedir. Bu tanımın temelinde, siyasetin devlete yönelik bir etkinlik olarak anlaşıldığı bir yaklaşım yatmaktadır. (Eroğul,1991,s.13) Ancak; yazara göre bu eş anlamlılık, devletin ortaya çıkışından sonra oluşmuştur. Siyaset günümüzde devletle bağlantılı olmakla birlikte ondan çok eskidir. (Eroğul,1991,s.38) Sartori; katılmanın yalnızca “taraf olmak” (salt bir olaya karışmak) demek olmadığını, istemeyerek bir şeyin tarafı, ortağı haline getirilmenin katılma olmadığının altını çizerek, katılmada katılımcının “kendine egemen olma, kendini algılama ve kendini yetiştirme” gibi erdemlerin bulunması gerektiğini söylemektedir. Ona göre katılma, kendi kendine harekete geçmektir ve dolayısıyla başkasının iradesiyle harekete geçmenin tam tersidir. Yani, seferber edilmenin (mobilization) karşıtı olan bir şeydir. (Sartori,1996,s.124-125) O halde diyebiliriz ki; siyasal katılma, belli bir bilinç düzeyine erişmiş insanların faaliyette bulunabilmesiyle gerçekleşebilir.

Siyasal katılmanın temel araçları genel olarak, siyasal parti faaliyeti ve oy verme olarak açıklanır. Fakat; bizce de haklı olarak getirildiği düşünülen eleştiri bu noktada başlamaktadır. Bu eleştiriye göre; seçime katılma ne gerçek bir katılmadır, ne de seçim her zaman uygun bir katılma ortamıdır. Bu sistemde vatandaşın bütün etkinliği, belirli aralıklarla siyasal liderleri seçmekle sınırlı kalmaktadır, bunun sonucunda da birey ve toplum devlet yönetiminde çok az bir denetim imkânına sahip olmaktadır. (Erdoğan,2001,s.264) Bu nedenle; liberal demokrasiye getirilen katılımcı eleştiri, oy vermenin ötesinde bir katılmadan bahsetmektedir. Politikanın sürekli bir etkinlik olmasını ve düzenli aralıklarla yapılan seçimlere indirgenmemesini isteyen “katılmacı demokrasi” taraftarları; aynı zamanda, siyasal faaliyetlere katılmanın, bireyin zihni ve ruhi kapasitesini geliştirdiğini, kendine güvenini artırdığını, siyasal katılmada edindikleri tecrübeler ile bireyin içinde bulunduğu topluluğun niteliği hakkında daha iyi bir fikir edindiğini ve böylece toplum içindeki bilincinin arttığını düşünmektedirler. (Erdoğan,2001,s.265)

Siyasal katılma konusunda oldukça kapsamlı çalışmalar sunan katılımcı ve feminist yazar Pateman ise; elitçi demokrasi kuramına öncülük eden yazar Schumpeter’in “klasik demokrasi kuramı”na getirdiği “gerçekçi” revizyona karşı çıkmakta, demokrasiyi dar anlamda ele alarak, liderler arasında cereyan eden bir yarışma, bireylerin halkın oyu için yarışarak mücadele ettikleri ve bu sayede karar alma iktidarını kazandıkları bir kurumsal

137 düzenleme olarak tanımlayan ve demokrasiyi liderler arası bir yarışa (Schumpeter,2003,s.269- 283) indirgeyen anlayışı reddetmektedir. Pateman’a göre; Schumpeter’in teorisinde katılım için tek yol- araç, liderleri seçmek için oy kullanmaktan ibarettir. Aktif olması gerekenler liderlerdir. Schumpeter; seçmenlerin, temsilcilerini mektup bombardımanına tutmalarını da, bunun seçmenlerin temsilcilerini kontrol etme girişimi- çabası olduğu, bu çabanın da liderlik tasavvuruna tümden aykırı olduğu gerekçesiyle demokratik metoda aykırı görmekte (Schumpeter,2003,s.295) ve Pateman tarafından eleştirilmektedir. (Pateman,1999,s.3-5)

Sartori’nin de; seçimli demokrasiden referandumlu demokrasiye (katılımcı demokrasinin farklı bir versiyonu) geçiş için bir nitelik atlaması – nitelik sıçraması (bilme – kavrama üstünlüğü) gerektirdiğine dair görüşleri bulunduğunu belirtmiştik. Bu iki değerlendirmeyi bir arada ele alırsak diyebiliriz ki; elbette, her yurttaşın bilgi – kavrama ve yetenek düzeyinin aynı olamayacağı açıktır ve her yurttaşın da siyasal katılma yoğunluğu birbirinden farklıdır. Katılma; basit bir meraktan, yoğun bir eyleme kadar uzanan geniş bir tutum ve faaliyet alanını kapsar.(Kapani,1970,s.144,Baykal,1970,s.31) Dahl da bu yoğunluk seviyelerini kendi içinde derecelendirmekte; siyasal katılmanın 4 ayrı boyutu olduğunu belirterek, bunları 1- İlgi, 2- Önemseme, 3- Bilgi, 4- Eylem olarak sıralamaktadır. (Dahl,2008,s.144) Katılmanın bu dört boyutu birbirinden kopuk, birbiriyle ilgisi olmayan tutumlar değildir. Aksine; yapılan araştırmalar, bunlar arasında yakın bir bağlantı olduğunu ortaya koymaktadır. Örneğin seçim sonuçlarını önemseyerek izleyenlerin, tartışılan sorunlar hakkında daha fazla bilgi sahibi oldukları, bu kişilerin de seçimlerde oy kullanma oranlarının -ilgisizlere oranla- daha yüksek olduğu görülmektedir. (Kapani,2008,s.144,Baykal,1970,s.32) Ayrıca; başka bir sınıflandırma Baykal tarafından yapılmaktadır. Milbrath’tan esinlenilerek yapılan tasnife göre siyasal katılma üç seviyede gerçekleşmektedir. Belirtmek gerekir ki; yapılan bu sınıflandırma oy vermenin üzerinde bir sınıflandırmadır: 1- Siyasal olayları izleme, 2- Siyasal olaylar hakkında tavır alma, 3- Siyasal olayların içine karışma.(Baykal,1970,s.33) Bu sınıflandırmaya göre; gazete, dergi, radyo gibi medya araçları vasıtasıyla siyasal olayları takip etme, dinleyici sıfatı ile parti mitinglerine katılma izleme faaliyetleri olarak adlandırılmaktadır. Bu faaliyetlere katılan kimse, kendi siyasal tercihini yaymak amacıyla hareket etmez. Onun amacı daha ziyade siyasal olaylardan haberdar olmaktır. Baykal bu tür kişileri, siyasal sahnenin seyircisi olarak nitelendirmektedir. (Baykal,1970,s.33) İkinci kategoride ise; siyasal katılma biraz daha üst düzeyde gerçekleşmektedir. Bu aşamada; kişi, siyasal olayları izlemekle yetinmeyip, onlar hakkında tavır takınarak, bu tavrını açıklama ihtiyacı hissetmektedir. Bunu, kitle haberleşme araçları ile yapabileceği gibi özel temaslar yoluyla da yapabilir. Gazetelerde yazı yazmak, radyo veya mitinglerde konuşmak, siyasal liderlerle görüşerek onları etkilemeye çalışmak, bir adaya para yardımında bulunmak gibi davranışlar bu kategoride değerlendirilmektedir. (Kapani,2008,s.145)Siyasal partilere ya da siyasal derneklere üye olarak girmek, yürüyüş, gösteri ve mitinglere aktif bir biçimde katılmak, yöneticilik görevi yapmak, seçimli kamu görevlerinde bulunmak veya buralara adaylığını koymak ise siyasal katılmanın en ileri kademesi olarak kabul edilmektedir. Bu aşamada kişi artık, dışarıdan izleyerek ya da tavır takınarak değil, bizzat siyasal olayların içinde yer alarak ve aktif rol üstlenerek siyasal hayata katılmaktadır. (Baykal,1970,s.34,Kapani,2008,s.145)

138

Daver ise; siyasal katılmayı dört ayrı kademede ele almaktadır. Buna göre; en altta apatetikler (parokial, hareketsizler – kayıtsızlar) yer alırken (pasif katılma), onun üzerinde artan düzeyde aktif katılma, kendi içinde üç aşamada gerçekleşmektedir. Daver’in bu tablonun oluşumunda dikkat çektiği husus; siyasal katılmanın, temel ihtiyaçların (beslenme, barınma vb.) iyice giderildiği toplumlarda olduğudur. Ona göre; insanlar, ihtiyaçlarını giderdikleri takdirde politika ile meşgul olmaktadırlar. Günlük hayat uğraşına iyice gömülmüş kişiler ve toplumlarda, siyasal katılma oranı azdır. (Daver,1969,s.209-211) Eğitimin, gelir düzeyinin, sosyal statünün siyasal katılmayı etkilediği muhakkaktır. Bu anlamda siyasal katılmanın psikolojik ve sosyolojik etkenleri bulunmaktadır. Kant’ın da; insanda kendi aklını kullanması amacına hizmet eden doğal yetilerin, bir bütün olarak sadece tür içinde gelişmiş olabileceğini, bireyin kendisinde gelişmemiş olduğunu söylediğini (Köse,2012,s.15-16) hatırladığımızda, siyasal katılma açısından sosyalleşmenin önemi de ortaya çıkmaktadır.

Demokrasi ve dolayısıyla siyasal katılma ile ilgili olarak bahsedilmesi gereken bir diğer konu da; katılımcı demokrasinin “gelişmeci” olduğu (Erdoğan,2001,s.265) belirtilen yönü ile paralellik arz eden altyapı meselesidir. Çeçen’in de belirttiği gibi; demokrasilerin güçlü rejimler olabilmeleri için altyapı önemli bir konudur. Kendi altyapısını kurabilen bir demokrasi, her türlü antidemokratik girişime karşı kendini savunabilir ve sonunda başarılı olur. Altyapısını tamamlayamayanlar ise, bu konuda yeterince etkili olamazlar. (Çeçen,1995,s.67) Altyapının bazen toplum içinde kendiliğinden oluşabileceğini ve demokrasinin gelişimi için elverişli ortamı hazırladığını ifade eden Çeçen; bazen de bu altyapının en küçük bir belirtisinin bile olmayabileceğini söylemektedir. Bu durumda; demokrasi, kendi altyapısını en kısa zamanda oluşturmakla görevlidir. (Çeçen,1995,s.67-68)

Demokrasiyi, tepeden tabana ve alt kademeden en üst kademeye kadar toplum içinde örgütlenme ağının kurulduğu bir siyasal sistem olarak niteleyen Çeçen’e göre; demokratik yapılar büyük ölçülerde örgütler ve birliklerden oluşan toplumsal ilişkiler ağına dayanmaktadır. Birlikler, dernekler ve benzeri örgütlenmeler toplumsal yaşamın her alanında ve her aşamasında ortaya çıkabilir, değişik alanlarda çalışmalar yapabilir ve etkinlikleri ile toplumsal yaşamı etkilediği kadar siyasal düzen üzerinde de yararları olabilir. Demokrasiler için örgütsüz ve dağınık bir altyapı düşünülemez. (Çeçen,1995,s.68)

Devlet iktidarını sınırlandıran hukuk dışı faktörlerden bir diğeri; demokrasinin, toplumun çoğulcu yapısının içinden türeyen kamuoyudur. Siyaset biliminin en önemli konularından biri olan kamuoyu; “belli bir zamanda, belli bir sorun karşısında, bu sorunla ilgilenen kişiler grubuna veya gruplarına hâkim olan kanaat” (Kapani,1993,s.266) şeklinde ifade edilmektedir. Kamuoyunun insan hakları ile bağlantısını ise Kapani şu şekilde açıklamaktadır: Kamuoyu ve insan hakları*** birbirini destekleyen ve birbirini karşılıklı olarak etkileyen kavramlardır. Herhangi bir toplumda aydın bir kamuoyunun varlığından söz edebilmek için, o toplumda kamuoyunun oluşmasını ve belirmesini sağlayacak araç ve imkânların bulunması gerekir. Kamuoyunun oluşması için gerekli bu araç ve imkânlar; haberleşme özgürlüğü, düşünce ve kanaat özgürlüğü, ifade hürriyeti, kişi güvenliği, örgütlenme özgürlüğü, düşünceyi yayma özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşü yapma

*** Kapani burada “kamu hürriyetleri” terimini kullanmaktadır.

139

özgürlüğü… vb gibi insan hak ve özgürlüklerinin teminat altına alınmasını gerektirir. Bu hakların olmadığı bir ortamda, halkın olaylar ve sorunlar üzerinde fikir sahibi olması, yorum ve tenkit yapabilmesi ve tartışabilmesi mümkün olmayacaktır. Ancak; bu şekilde oluşacak aydın ve uyanık bir kamuoyu da hürriyetler rejiminin en sağlam ve güvenilir teminatı sayılır. (Kapani,1993,s.267)

Aydın, ya da bir diğer ifadeyle bilinçli bir kamuoyunun oluşabilmesi için gerekli şartları kısaca belirttikten sonra, bu şartların nasıl oluşabileceğine de kısaca değinmekte yarar vardır. Demokrasinin tepeden tabana ve alt kademeden en üst kademeye kadar toplum içinde örgütlenme ağının kurulduğu bir siyasal sistem olarak nitelendirildiğini ve altyapısı olmayan hallerde demokrasinin, kendi altyapısını en kısa zamanda oluşturmakla görevli olduğunu belirttik. İnsan hakları üzerinde baskı ve sınırlayıcı girişimlere karşı direnmenin ancak örgütlü savaşım ile mümkün olduğunu belirten Çeçen de; örgütsel ilişki ağının hem bireyler hem de birlikler için yararlı olduğunu, örgütsel ilişkilere giren bireylerin güven, dayanışma ve yardımlaşma duyguları kazanacağını, kendi başlarına, kendi güçleri ile gerçekleştiremeyecekleri toplumsal veya siyasal savaşımları bu tür dayanışma birlikleri aracılığıyla yapabileceklerini ifade ederek, demokrasinin kökleşmesi için örgütlere ve birliklere önemli görevler düştüğünü belirtmektedir. (Çeçen,1995,s.69-70) Demokrasinin yaşaması ve kökleşmesi için, bireylere bu bilincin aşılanması gerekmektedir. Ancak bu bilinçle örgütlenen bir toplum, yaratacağı kamuoyunun gücüyle, insan haklarının yasalarla kaldırılamayacak ve hiçbir yönetimce değiştirilemeyecek gerçek güvencesi olabilir. Toplumun bireyleri bu bilinçten yoksun bulunurlarsa, bireysel dünyalarına kapılıp toplumsal ve siyasal yaşamdan koparlarsa, insan haklarına sahip çıkamazlar ve anayasal sistemde kurulu olan bütün hukuki kurumlara, dengelere ve frenlere rağmen, baskıcı rejimlerin insan haklarını ihlal eden yönetimlerinden kurtulamazlar.

Şimdi; aydın bir kamuoyunun oluşmasında örgütlenmenin önemini belirttikten sonra, somut olarak bu örgütlenme çeşitlerine değinmeliyiz. Siyasal partilerin bu bakımdan en güçlü görünen örgüt olduğunu görmekteyiz. Devlet iktidarının sınırlanması ve insan haklarının korunabilmesi için bireysel iradeleri bir araya getiren, onlara yön ve ağırlık veren güçlü kuruluşların olması gerektiğine dikkat çeken Soysal da; dağınık bireysel tercihlerin açıklık ve kesinlik kazanmasının siyasal partilerin çalışmaları sayesinde olacağını belirtmektedir. (Soysal,1997,s.187)

Poggi; örgütlü partilerin, oy pusulasına adı konulacak adayları seçtikleri, seçildiklerinde ise onların davranışlarını yönlendirdikleri ve denetledikleri için, ilk bakışta bunun parti üyelerine önemli bir siyasal güç kazandırdığı, böylelikle de siyasal bilinç ve etkiyi topluma yaydığı düşünülebilir, demektedir. Ama; partilerin iç yapılarındaki farklılıklara rağmen, örgütsel dinamiklerin parti tabanının gücünü aşamalı olarak kısıtladığını belirten Poggi; parti önderlerinin gücünün arttığını ifade etmektedir. Partilerin çoğunlukla “özel” kurumlar olmaları nedeniyle, parti liderlerinin topluma karşı sorumlu olmadığını öne sürmektedir. Parti üzerindeki örgütsel denetimlerinin onları parti üyeleri ve seçmenleri karşısında bile giderek daha bağımsız kıldığını düşünmektedir. (Poggi,2002,162-163)

140

Kapani de; demokratik sistemde, partilerin- özellikle muhalefet partilerinin başta gelen fonksiyonunu siyasal iktidarın kullanılışını denetlemek ve insan haklarına yersiz bir müdahale karşısında derhal kamuoyunun dikkatini çekerek onu harekete geçirmek suretiyle bu müdahaleyi önlemek olduğunu belirtmektedir. Herhangi bir ülkede, insan haklarının ne derecede garanti altında bulunduğunu, muhalefet partilerine bu alanda tanınan imkânların genişliği ile ölçmenin mümkün olduğuna dikkat çeken Kapani’ye göre; madalyonun bir de öteki yüzü vardır: Vedel’den aktardığına göre; demokrasi siyasal partiler olmaksızın yaşayamaz, fakat siyasal partiler yüzünden ölebilir de. Partiler, demokratik düzenin yapıcı unsurları oldukları kadar, bazen yıkıcı unsurları haline de gelebilmektedir. Eğer bir ülkede partiler, kamu yararını ve toplum sorunlarının çözümünü ön planda tutacak yerde sadece kendi çıkarları peşinde koşarlar, iktidarın ele geçirilmesini (veya elde tutulmasını) tek gaye, her türlü aracı da bu amaç uğrunda meşru sayarlar ise demagoji oyunları ile halkı aldatmak yoluna giderek, birbirleri ile kıyasıya bir siyasal boğuşma ve didişme çukuruna düşerlerse, o ülkede demokrasinin geleceğine endişe ile bakmak gerekir. (Kapani,s.274-275)

Görüldüğü üzere; devlet iktidarının sınırlandırılmasında belirleyici bir rol oynayan hukuk dışı faktörlerin gelişimi; toplumun sosyal, siyasal, ekonomik ve kültürel yapısı ile ilgilidir. Bu yapıyı geliştirmek, yoksa da oluşturmak her ne kadar demokrasinin görevleri arasında sayılsa da, bunun için de toplumsal bir zeminin hazırlanması ya da oluşması gereklidir. Bu zeminin oluşması için de sivil toplumun her zaman dinamik, canlı olması lazımdır. Tanör; haklı olarak, batılı insan hakları sistemini hukuk ötesi kanalların beslediğini belirtmekte, bunu “sivil toplum canlılığı” şeklinde ifade etmektedir. (Tanör,s.276)Buna göre; özerk bir sivil toplumun varlığı, devletin sürekli hükmetmesini önleyen bir dalgakırandır. “Kamuoyu” ve “baskı grupları demokrasisi”nin; siyasal partiler, sendikalar, dernekler, meslek kuruluşları, dini kuruluşlar gibi örgütlenmeler üzerine kurulu olduğunu ifade eden Tanör’ün de belirttiği gibi; bunlarsız ve sessizliğe mahkûm edilmiş bir toplum insan hakları yönünden sorunsuz gibi görünebilir ama sessizlik, her zaman işlerin iyiye gittiğini göstermez. (Tanör,277-278)

SONUÇ

İnsan haklarının korunması için gerekli olan ve yukarıda etraflıca ele alınan devlet iktidarını sınırlandırıcı yöntemlerin ve ilkelerin kurumsal olarak yerleşmesi gerekir. Bu doğrultuda anayasal ve yasal düzenlemelerin yapılması; söz gelimi genel ve eşit oy hakkının tanınması, siyasal partilerin faaliyetlerinin - parti üyeliğinin ve diğer hakların güvenceye alınması insan haklarının korunması için yeterli değildir. Bir diğer ifadeyle, devlet iktidarının sınırlandırılmasında rol oynayan hukuki mekanizmalar, insan haklarının korunmasında tam bir güvence teşkil etmemektedirler. Hukuki düzenlemelerin yanı sıra, demokrasinin yaşayan bir demokrasi olması gerekmektedir. Bu nedenle; demokrasiyi önce biçimsel olarak ele alıp, akabinde demokrasinin maddi boyutunu açıklamaya çalıştık. İktidarın sınırlandırılmasını, halkın iktidarı – otoriteyi kontrol edebilmesini, kararlarını etkileyebilmesini sağlamak bakımından olmazsa olmaz bir etkinlik olan siyasal katılma da, demokrasinin maddi boyutunu

141 oluşturmaktadır. Bir toplum, demokrasiyi ancak siyasal katılma sayesinde kendi bünyesinde yaşatabilir. Bu sayede siyasal katılma, hem insan haklarının bütünlüğü ilkesini gerçekleştirme, hem de diğer hakların da güvencesini oluşturmaya yarar sağlamaktadır. Siyasal katılma sayesinde toplumsal bilinci yükselen birey, aynı zamanda insan haklarının korunması yolunda kendiliğinden koruma mekanizmasına dâhil olacaktır. Bu sayede, toplumun da insan hakları bilinci yükselecek, insan hakları mücadelesi daha yaygın ve kararlı hale gelecektir. Nitekim yukarıda da belirttiğimiz gibi, yalnız insan hakları bilinci yüksek bir toplum, devlet iktidarının insan haklarına dayalı olması yönünde bir meşruluk baskısı oluşturabilir.

KAYNAKÇA

ALGAN, B., Ekonomik, Sosyal Ve Kültürel Hakların Korunması, Seçkin Yayınları, Ankara 2007

BAYKAL, D., Siyasal Katılma, Bir Davranış İncelemesi, AÜSBF Yayınları, Sevinç Matbaası, 1970

CANİKLİOĞLU, M., Anayasal Devlette Meşruiyet, Yetkin Yayınları, 2010

CHEVALLIER, J., Hukuk Devleti, Çev: Ertuğrul Cenk GÜRCAN, İmaj Yayınevi, 2010

ÇEÇEN, A., İnsan Hakları, Gündoğan Yayınları, 2. Basım, Ankara 1995

DACHEUX, E., Kamusal Alan, Çev: Hüseyin KÖSE, Ayrıntı Yayınları, 2012

DAHL, R., Demokrasi Üzerine, Çev: Betül KADIOĞLU, Phoenix Yayınları, 2. Baskı, 2010

DAVER, B., Siyaset Bilimine Giriş, Doğan yayınevi, 1969

DOEHRİNG, K., Genel Devlet Kuramı, Çev.Ahmet MUMCU, İnkılap Yayınları, 3. Baskı, 2002 ERDOĞAN, M., Anayasa Hukuku, Orion Yayınevi, 4. Baskı, 2007

ERDOĞAN, M., İnsan Hakları Teorisi Ve Hukuku, 2. Baskı, Orion Kitabevi, 2011

EROĞUL, C., Devlet Yönetimine Katılma Hakkı, İmge Kitabevi, 1991

EROĞUL, C., Devlet Nedir? İmge Kitabevi, 3. Baskı, 2002

EROĞUL, C., Anatüzeye Giriş (Anayasa Hukukuna Giriş), İmaj Yayınevi, 11. Baskı, 2010

FEYZİOĞLU, T., Kanunların Anayasaya Uygunluğunun Kazai Murakabesi, Güney Matbaacılık, Ankara 1951

GÖNENÇ, L., “Siyasi İktidar Kavramı Bağlamında Anayasa Çalışmaları İçin Bir Kavramsal Çerçeve Önerisi”, AÜHFD, 2007, C.56, SS 145-168

142

GÖNENÇ, L., “Siyasi İktidarın Denetlenmesi, Dengelenmesi ve Anayasalar” TEPAV Anayasa Çalışma Metinleri

GÖZLER, K.,Devletin Genel Teorisi, Ekin Yayınları, 3. Baskı, 2011

GÜNDAY, M, İdare Hukuku, İmaj Yayınevi, 6. Baskı, 2002

GÜRİZ, A, Hukuk Felsefesi, AÜHF Yayınları, 4.Baskı, 1996

HEYWOOD, A., Siyaset, Adres Yayınları, 2007

İBA, Ş., Anayasa Hukuku Ve Siyasal Kurumlar, Turhan Kitabevi, 2. Baskı, Ankara 2008

İnsan Hakları, Başbakanlık İnsan Hakları Kurulu Başkanlığı, Matus Basımevi, 1. Baskı, Ankara 2006

KABOĞLU, İ. Ö., Anayasa Yargısı, İmge Kitabevi, 4. Baskı, 2007

KALABALIK, H., İnsan Hakları Hukuku, Seçkin Yayınları, 2. Baskı, 2009

KAPANİ, M., Politika Bilimine Giriş, Bilgi Yayınları, 21. Baskı, 2008

KAPANİ, M., Kamu Hürriyetleri, Yetkin Yayınları, 7. Baskı, Ankara 1993

KARAOSMANOĞLU, F., İnsan Hakları, Seçkin Yayınları, 2011

KARAYALÇIN, Yaşar, “Hukukun Üstünlüğü”, AÜSBF Dergisi içinde, Cilt 47, sayı 3-4, Haziran – Aralık 1992

KIŞLALI, A. T., Siyasal Çatışma Ve Uzlaşma, İmge Kitabevi, 2. Baskı, 1993

KUÇURADİ, İ., İnsan Hakları Kavramları Ve Sorunları, Türkiye Felsefe Kurumu Yayınları, Ankara 2007

MUMCU, A. & KÜZECİ, E., İnsan Hakları ve Kamu Özgürlükleri, Turhan Kitabevi, Ankara, 2007

ODYAKMAZ, Z.; KAYMAK, Ü.; ERCAN, İ.; Anayasa Hukuku, İdare Hukuku, İkinci Sayfa Yayınları, 12. Baskı, 2011

OKANDAN, G., Umumi Amma Hukuku Dersleri, Fakülteler Matbaası, İstanbul, 1952

PATEMAN, C., Participation And Democratic Theory, Cambridge University Press, 1999

PAZARCI, H., Uluslararası Hukuk, Turhan Kitabevi, 7. Baskı, 2008, s.126

POGGİ, G., Modern Devletin Gelişimi, 2. Baskı, İstanbul Bilgi Ün. Yayınları, İstanbul 2002

SANCAR, M., Devlet Aklı Kıskacında Hukuk Devleti, İletişim Yayınları, 3. Baskı, 2004

143

SARTORİ, G., Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, Çev: Tunçer

KARAMUSTAFAOĞLU, M.,T. Yetkin Yayınları, 1996

SCHUMPETER, J. A.,Capitalism, Socialism and Democracy, Routledge, George Alien and Unwin, Taylor & Francis e-Library, 2003 London

SOYSAL, M., 100 Soruda Anayasanın Anlamı, Gerçek Yayınevi, 5. Baskı, 1979

SOYSAL, M., Dinamik Anayasa Anlayışı Anayasa Diyalektiği Üzerine Bir Deneme,

AÜSBF Yayınları, Sevinç Matbaası, 1969

TANÖR, B., Türkiye’nin İnsan Hakları Sorunu, 3. Baskı

TEZİÇ, E., Anayasa Hukuku, Beta Yayınları, 2. Baskı, 1991

TİEDEMAN, P., Uluslar arası İnsan Hakları Bakış Açılarına Göre İnsan Onuru ve İnsan Hakları İlişkisi, Güncel Hukuk, Kasım 2010/11-83 , Çev: Prof. Dr. Yener Ünver, s. 46-47.

TROPER, M., “Sınırlı İktidar, Hukuk Devleti ve Demokrasi” başlıklı tebliğ. Demokrasi Ve Yargı, TBB Yayınları, 2005

TÜRKÖNE, M., Siyaset, Opus Yayınları, 2009

ÜNSAL, A., Siyaset Ve Anayasa Mahkemesi, AÜSBF Yayınları, 1980

YAYLA, A., Siyaset Teorisine Giriş, Siyasal Kitabevi, 4. Baskı,2004

ZABUNOĞLU, Yahya, (Bir Hukuk ve Siyasal Bilim Problemi Olarak) Devlet Kudretinin Sınırlandırılması, Ajans-Türk Matbaası, Ankara, 1963

144

EKONOMİ BİLİMİNDE AVUSTURYA İKTİSAT OKULU VE HAYEKÇİ DÜŞÜNCE ÜZERİNE Güner KOÇ AYTEKİN* ÖZ

Keynesyen ekonomik felsefe, 2. Dünya Savaşı sonrasından 1970’li yıllara kadar kapitalist devletler bakımından büyük önem taşımıştır. Ancak, 20. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan küresel birtakım önemli gelişmelerle birlikte, Keynesyen ekonomik politikalar da önemini yitirmeye başlamıştır. Bu gelişmelerden ilki, kapitalist ekonomilerde 1970’lerde yaşanan petrol ve stagflasyon krizleri; ikincisi ise, büyük ölçüde ilkinin bir uzantısı olarak, 1980’lerde başta İngiltere (1979) ve ABD (1980) olmak üzere gelişmiş birçok ülkede muhafazakâr partilerin iktidara gelmeleridir. İktidara gelen bu hükümetler, o zamana dek uygulanan iktisadi politikaları ve kurumsal çerçeveyi değiştirmeyi amaçlayan programlarını uygulamaya koymuşlardır. Bir diğer önemli gelişme de, 1980’lerin sonları ve 1990’ların başlarında, sosyalist dünyadaki “yeniden yapılanma” ve “açıklık” politikaları ve sosyalist sistemin etkisini kaybetmesiyle ortaya çıkan ülkelerin, ”piyasa ekonomisi” ne yönelme süreçleridir. Bu gelişmeler sonucunda iktisatçılar, Keynesyen iktisada alternatif bir yaklaşım içerisinde, 20. yüzyıl ortalarında yükselen sosyalist dalgaya karşı serbest piyasa ekonomisini savunan, Friedrich August von Hayek’in düşüncelerini yeniden gündeme getirme ihtiyacı duymuşlardır. Ayrıca, Hayek’in 1974’te Gunnar Myrdal ile birlikte, Nobel İktisat Ödülü’nü alması, bu yöndeki çalışmalara olan ilgiyi daha da artırmıştır. Dolayısıyla, bu çalışmada, günümüzde de önemini koruyan Hayek’in iktisat teorisi ile ilgili görüşleri üzerinde durulurken, mensubu olduğu Avusturya Okulu ve metodolojisi, Hayekçi paradigmanın temel özellikleri, piyasa düzeni ve rekabet konuları da ele alınmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Avusturya İktisat Okulu, Sübjektivizm, Piyasa düzeni (Katallaksi), Bilgi, Rekabet, Metodoloji, Liberal ekonomi.

ON THE AUSTRIAN SCHOOL OF ECONOMICS AND HAYEKIAN THOUGHT

ABSTRACT

Keynesian economic philosophy, aftermath of the World War II until the 1970s, has been enormously important in terms of the capitalist states. However, along with a number of global important developments in the last quarter of the 20th century, Keynesian economic policies began to lose importance. The first of these developments is the oil crisis and the stagflation of capitalist economies of the 1970s; the second, substantially as an extension of the first, at the 1980s in many developed states including UK (1979) and the USA (1980), conservative parties came to power. The governments that came to power have put programs to work, aiming to change the economic policies and institutional framework implemented until then. Other important developments in the late 1980s and early 1990s are the "restructuring" and "openness" policies in the socialist world and the "market economy" orientation processes of the emerging countries as the outcome of the loss of the effect of socialist system. As a result of these developments, economists, as an alternative approach to Keynesian economics, felt the need to reintroduce the ideas of Friedrich August von Hayek who had defended the market economy against the rising socialist tide in the mid-20th century. Furthermore, as Hayek received the Nobel Prize in Economics with Gunnar Myrdal in 1974, the interest to the studies in this direction has further increased. Therefore, in this study, as emphasizing on the opinions of Hayek’s economic theory which is still on the agenda, the Austrian School and its methodology, key features of the Hayek’s paradigm, organization of the market and competition issues have been discussed. Keywords: Austrian School of Economics, Subjectivism, Market organization (Catallaxy), Information, Competition, Methodology, Liberal economy.

* Öğr. Gör. Dr., Ufuk Üniversitesi, İ.İ.B.F., Uluslararası Ticaret Bölümü. [email protected]

145

1. GİRİŞ

Hayek, tüm dünyayı etkisi altına alan karma ekonomi ve refah devleti felsefesi ile sosyalist felsefeye eleştiriler getirmiştir. Bu eleştirilerini yaparken de liberalizm felsefesini benimsemiştir. Dolayısıyla, liberalizmin entelektüel temellerini ortaya koyduğu kitapları ve de liberalizmi savunan bilim insanlarıyla yaptığı işbirliği ile düşüncelerini savunma, geliştirme ve kitlelere yayma yolunda önemli çalışma ve başarılara imza atmıştır.

Bu bağlamda, Hayek’in yaşamından kısaca söz etmemiz, O’nun fikirlerini anlama yönünden katkı sağlayacaktır.

Hayek, 1899’da dönemin en önemli kültür ve bilim merkezlerinden biri olan Viyana’da üç kuşak bilim insanı yetiştiren aristokrat bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Üniversite yıllarında Fabian sosyalist olan Hayek, özgür bir toplumun ilkelerini araştırıyordu. Viyana Üniversitesi’nde Friedrich von Wieser ve Otmar Spann’dan dersler alan Hayek, 1921 yılında hukuk, 1923 yılında siyaset bilimi dallarında iki doktora derecesi almıştır. 1923-1924 yılları arasında ABD’de bulunan Hayek, Viyana’ya dönüşünde Ludwig von Mises’le karşılaşmış, Mises’in görüşleri, ılımlı bir sosyalist olan genç Hayek’e antipatik gelmiş, ancak bundan sonraki beş yıllık birlikte çalışma döneminde, Hayek’in düşüncelerinde önemli değişiklikler olmuştur (Butler, 1983 aktaran Yay: 1993: 24).

Hayek’in 1992 yılında kaybı ile dünya entelektüel bir virtüözü kaybetmiştir. O’nun entelektüel yaşamı, 60 yıla yayılmış ve bütün insani sosyal etkileşimleri içine almıştır. Hayek’in ilk çalışmalarından olan para ve ticaret teorisi döngüsünden, sosyalist planlama üzerine yaptığı kritiğine kadar ve bu kritiğin yükselttiği pazar sıralamalarının epistemolojik (bilgi kuramı) problemleri üzerine çalışması, bilimsel metot, özgürlükle uyumlu kanun, kültürel kurumlar ve değindiği her konuya yapmış olduğu çok önemli katkılar bulunmaktadır (Vaughin, 1995: 196). Liberalizmin iktisadi, siyasi ve felsefi alanda yükselişinde Hayek’in katkısı şüphesiz çok büyüktür. Hayek’in, bu kapsamda iktisadi düşünce tarihinde, liberal düşüncenin en önde gelen ismi olduğunu ifade edebiliriz. Dolayısıyla çalışmamızda, Hayekçi paradigma ağırlıkta olmak üzere Avusturya İktisat Okulu metodolojisinin incelenmesi de önem taşımaktadır.

2. HAYEK’İN KÖKENİ: AVUSTURYA İKTİSAT OKULU

İktisadi düşünce tarihinde okul, ekol deyimleri ile herhangi bir alanda ve görüşte düşünsel beraberlik sağlayan ve belirli bir geleneği tarihsel süreç içerisinde birbirine aktaran iktisatçıların yaklaşımları ifade edilir. Bu kapsamda Avusturya İktisat Okulu, ekonomik ilişkilerin sürdürüldüğü dünyamızda, kapitalist sistemi ya da piyasa ekonomisini açıklama noktasındaki en önemli kavramsal çerçeveyi, dinamik rekabet ya da piyasa süreci olgularının oluşturduğunu savunmaktadır.

146

Günümüzde birçok iktisatçı, Avusturya İktisat Okulu’nu savunan iktisatçıların serbest piyasa ekonomisini savunan iktisatçılar olarak da görülebileceği fikrini paylaşmaktadırlar. Bu kapsamda, özellikle Avusturya İktisat Okulu’nun ilk temsilcileri, Marxist düşünceye karşı olmakla birlikte, Okul’un düşünce yapısının politik ve ideolojik temeller üzerinde yapılandırılmaması görüşünü de ifade etmişlerdir.

Avusturya İktisat Okulu’nun başlangıcı olarak, Carl Menger’in (1840-1920) Principles of Economics adlı kitabının yayın tarihi (1871) gösterilir. Ancak Mises’e göre 1870’lerin sonlarına kadar bir Avusturya Okulu değil, sadece Menger vardır. Bu tarihten sonra, Menger’e bağlı ve O’nun düşüncelerini yayan ve geliştiren Friedrich von Wieser (1851-1926) ve Eugen von Böhm-Bawerk (1851-1914) ile birlikte Avusturya Okulu’nun sözü edilir olmuş ve bu üç iktisatçı Okul’un ilk kuşağı olarak kabul edilmiştir (Mises, 1969: 9-10 aktaran Yay, 1993: 34 ).

Avusturya Okulu deyimi, ilk defa Menger’in ikinci kitabı Investigations into the Method of Sociology and Political Economy (1883)’i Almanca olarak yayımlamasıyla, Menger’le Alman Tarihçi Okulu’nun lideri Gustav Schmoller arasında başlayan ünlü metot tartışmaları sırasında Alman Tarihçi Okulu taraftarlarınca kullanılmıştır (Mises, 196: 42 aktaran Yay, 1993: 34). Menger, Alman Tarihçi Okulu’na karşı çıkmış ve bu Okul’un kurucusu Gustav Schmoller ile aralarında ünlü “Metot Kavgası” (Methodenstreit) ortaya çıkmıştır. Schmoller’in otoritesi nedeniyle, önceleri Alman Tarihçi Okulu ağır basmış ve Alman üniversitelerinin kapıları Avusturyalı iktisatçılara kapatılmıştır. Ancak daha sonra “subjectivizm” in ön plana çıkması ile durum değişmiş ve Avusturya Okulu, metot kavgasının galibi olmuştur (Savaş, 1999: 540). Menger, Klasik iktisadın, değeri; üretim faktörleri faaliyetleri sonucu elde edilen karşılık olarak görme anlayışının tersine, değer ve fiyat teorilerine dayanarak, bir malın değerinin tüketici istek ve arzularının karşılanmasında elde edilen tatmin özelliğini de göz önünde bulundurarak açıklamıştır.

Avusturya Okulu’nun ikinci kuşağını Ludwig von Mises (1881-1973) ve Joseph Schumpeter (1883-1950) oluştururken, üçüncü kuşak Friedrich August von Hayek, G. Haberler, F. Machlup, O. Morgenstern, P. Rosenstein-Rodan gibi iktisatçılardan oluşmuştur. Avusturya Okulu’nun bu ikinci ve üçüncü kuşak üyeleri, 1930’larda Avusturya üniversitelerinde Nazi etkilerinin artmasıyla birlikte, toptan ABD’ne göç etmişler ve akademik çalışmalarını burada sürdürmüşlerdir (Yay, 1993: 34). Günümüzde tarihsel olarak Avusturya Okulu geleneğini sürdüren Ludwig Lachmann, Israel Kirzner ve Murray Rothbard adlı iktisatçılar Okul’un dördüncü kuşağı olarak kabul edilmektedir. Kendilerini Neo-Avusturyalılar olarak da adlandıran bu iktisatçılar, çıkış noktası olarak (Menger’in görüşlerini kabul etmekle beraber) özellikle Mises ve Hayek’in görüşlerini almaktadırlar (Blaug, 1980 ve Kirzner, 1981: 111 aktaran Yay, 1993: 34). Geçtiğimiz yıllarda Avusturya Okulu yaklaşımı özellikle (W.Block, J.B. Egger, R.W. Garrison, W.Grinder, G.P. O’Driscol, M.J. Rizzo gibi) genç ABD’li iktisatçılar arasında ilgi uyandırmış ve New York Üniversitesi bu yaklaşımın karargâhı olmuştur (Littlechild, 1980: 15 ve Shand, 1980: 4 aktaran Yay, 1993: 35).

147

Avusturya Okulu iktisatçılarına göre, 1970’lerde iktisat biliminin hâkim yaklaşımının (Walrasgil mikro analiz ve Keynesgil makro analizden oluşan neoklasik sentez) içine düştüğü krizin nedeni, son derece karmaşık teknikler kullanarak gelişmiş bir teorik çerçeveye sahip olsa da bu analizin piyasa kapitalizminin işleyişinin doğru bir analizine sahip olmamasıdır. Bu nedenle neoklasik iktisat restorasyona tabi tutulmalıdır (Kirzner, 1981: 111-112 aktaran Yay: 1993: 35-36). Matematiksel olmayan ve “Psikolojik Okul” diye adlandırılan bu düşünce okuluna mensup iktisatçılar, açıklayıcı amaçlar dışında matematik kullanmamışlardır. Soyut ve dedüktif yöntemleri kullanmakla birlikte “nedensellik” bağı üzerinde doğrudan ve daha açık biçimde durmuşlar ve sübjektivizmi ilgilendiren psikolojik etkenleri daha etraflı biçimde incelemişlerdir. İktisadın insan davranışlarını inceleyen bir bilim olduğunu ve bu nedenle insan psikolojisinin önem taşıdığını belirtmişlerdir. Bu grubun önemli temsilcileri Avusturya Okulu’nun kurucuları olan Menger, Wieser ve Böhm-Bawerk ile Amerikalı J.B. Clark ve F.A. Feber’dir (Savaş, 1999: 518).

Neoklasik iktisat özünde, yalnızca tam bilgi varsayımından hareketle birey ya da firmaların fayda ya da kâr maksimizasyonu ve piyasa dengesi şartlarının tespitine dönüşmüştür. Gerçekte eksik bilgiye dayanan piyasa sürecinin, girişimcinin ve rekabetin önemi kaybolmuştur. Bu nedenle, Avusturya İktisat Okulu taraftarları, yaklaşımlarını, neoklasik analize karşı liberal bir eleştirel yaklaşım olarak kabul etmekte, neoklasik analizin içinde bulunduğu krizden ancak bu analizin gelişim tarihinin yeniden gözden geçirilerek, nerede yanlış yapıldığının tespiti ile çıkabileceğini savunmaktadırlar. Buna göre Avusturya Okulu’nun metodolojik ilkelerinden hareketle neoklasik iktisadi düşünce geliştirilebilir (Yay, 1993: 36). Bu kapsamda, Hayek’in Okul hakkındaki düşüncesini belirtelim:

“Bana öyle görünüyor ki bir kuşak önce -Menger’in etkisinin hissedildiği dönemin sonunda- doruk noktasına ulaşan sübjektivist teoriye olan ilgide bir canlanmanın işaretleri seziliyor. Menger’in görüşleri zamanla farklı bir Avusturya Okulu olma özelliğini yitirdi, dünyanın büyük kısmında öğretilen teorinin genel yapısı içinde eridi. Fakat uzun zamandır farklı bir Avusturya Okulu yoksa da iktisat teorisinin gelecekteki gelişmesine çok büyük katkılarını bekleyeceğimiz farklı bir Avusturya geleneğinin halen var olduğuna inanıyorum” (Hayek, 1973: 14 aktaran Yay, 1993: 36).

Avusturya Okulu’nun ana prensipleri arasında marjinalizm, yani tüm ekonomik kararlarda, değer, maliyet, verimlilik, fayda, gelir gibi olguların, toplama eklenen veya toplamdan çıkarılan son birimin önemiyle belirlenmesi yaklaşımı da önemli bir yer tutmaktadır.

Ancak, Avusturya Okulu iktisatçılarına göre Menger’in görüşlerinin önemi, O’nun marjinalizmin teknik gelişmesine yaptığı katkılardan çok, faydanın sübjektif karakterini ve bireyler arasında sübjektif refah seviyelerinin karşılaştırılamayacağını (ya da toplanamayacağını) vurgulamasına dayanmaktadır. Menger’e göre malların değerini

148 belirleyen şey, malların kendi içlerinde taşıdıkları bir özellik değil, kişilerin sübjektif istekleri ile bu isteklerin tatminini sağlayacak objektif şartların bilgisini göz önünde tutarak mallara atfettiği önem derecesidir (Hayek, 1973: 6 aktaran Yay, 1993: 45).

Dolayısıyla, Menger’de sübjektivizm, daha çok insanların zevklerinin farklı olabileceği yönünde yorumlanmakla birlikte, bilgi ve beklentilere de vurgu yapmaktadır. Bu kapsamda, sübjektivizm kavramı, Avusturya Okulu’nun ve Hayek’in en fazla önem verdiği kavramdır.

Hatta Okul, bu kavramla o kadar özdeşleşmiştir ki, Okul’un yaklaşımı “Sübjektivist İktisat” adıyla anılır olmuştur (Hayek, 1973: 6 aktaran Yay, 1993: 44).

Dolayısıyla, Avusturya Okulu’nun “yaşayan dinamik bir araştırma programı” olmasının bir göstergesi de artık yalnızca neoklasik iktisadın eleştirisine odaklanmanın ötesine geçmesi, kendi araştırma programını geliştirmeye ve Thomas Kuhn’un ifadesi ile “kendi kutularını doldurmaya yönelmesidir” (Yay, 2004: 29).

Bu kapsamda, Avusturya Okulu, rekabetçi piyasa düzeninde bilginin etkinlikle ilişkisini çağdaş neoklasik iktisat taraftarlarıyla (Grosman, Stiglitz) tartıştığı gibi (Esteban F. Thompsen, Prices and Knowledge: An Austrian Perspective, 1992), refah iktisadı bağlamında da bu tartışmasını sürdürmektedir (Roy Cordato, Efficiency and Externalities in an Open-Ended Universe: A Modern Austrian Perspective, 2007). Backhaus’un kitabı ise neredeyse Avusturya Okulu Uygulamalı İktisadı derlemesi gibidir; Finansal İktisat, Kamu Ekonomisi, Sağlık Ekonomisi, Eğitim Ekonomisi, Refah Devleti, Emek Ekonomisi, Endüstriyel Organizasyon, İktisadi Sistemler, Tarım Ekonomisi, Doğal Kaynaklar ve Çevre Ekonomisi gibi çok çeşitli alanlarda Okul’un görüşlerini tartışmaktadır (Jürgen G. Backhaus, Modern Applications of Austrian Economics, 2005) (Yay, 2012: 19).

3. HAYEK’TE METODOLOJİ

Hayek, Avusturya İktisat Okulu’nun önde gelen iktisat düşünürlerinden biri olmakla birlikte önemli bir iktisat metodoloğudur. Hayek, neredeyse bütün kitaplarında iktisadın yöntemine ilişkin konularda düşüncelerini açıklamaktadır.

Hayek’in ilk kitaplarından son kitaplarına kadar, tüm çalışmalarında metodoloji konusu önemli bir yer tutmaktadır. 1930’lu yıllarda yayımlanan para ve konjonktür teorisi ile ilgili ilk kitaplarında bile birinci bölümler metodolojik sorunlara ayrılmıştır (Hayek, 1931: 4-7; 1933: 25-40 aktaran Yay, 1993: 40).

Avusturya Okulu’nda nesnel dünya kabul edilse de kuramsal yapılarında özel bir rol oynamaz. Öznellik ve öznel değerlendirme, kuramın temel parçasıdır. Öznelliğe bağlı olarak birey, ön plana çıkartılmaktadır. Birey, bireysellik, öznel değerlendirme sürecinde, değerleyen, akıl-değerleme nesnesi ilişkisi söz konusudur (Eren, 1991: 256).

149

Bununla birlikte, Mises’te öznellik kavramı kullanılmaz. Onun yerine metodolojik bireycilik tercih edilir. İnsan faaliyetlerinin amaçlı olması, bireysel seçimlerin öznel olduğu sonucuna götürmektedir. Öznellik aynı zamanda belirsizlik nedenidir. Öznellik ve belirsizlik ayrılmaz fikirlerdir. Zaman içinde sübjektivizmin anlamı, zevklerdeki farklılıktan, insanların bilgi, yorum, bekleyiş ve dikkatlerindeki farklılığa doğru bir genişleme göstermiştir.

Hayek, mikro ve makro analizlerin birleştirilmeye çalışılarak modern ekonomik süreçlerin açıklanmaya çalışılması yönündeki çabaların başarısız olacağını düşünmektedir.

Hayek’e göre bunun nedeni iki grup bilim arasındaki farklılıkta aranmalıdır ki bu farklılıkta, grupların ele aldıkları olguların (phenomena) karmaşıklık (complexity) derecesinden kaynaklanmaktadır. Fiziki bilimlerde kavramların nedeni birkaç değişkenle açıklanabilirken, sosyal bilimlerde değişken sayısının çokça olmasıdır (Hayek, 1967: 23-27 aktaran Yay, 1993: 42). Bu kapsamda Hayek, iktisadı da karmaşık olgularla ilgilenen bilimler içinde tutarlı bir teorik yapı oluşturabilmiş bir disiplin olarak görmektedir.

Bu doğrultuda Hayek, doğal bilimlere uygulanan yöntemlerin bilimsel yaklaşım olduğunu, ancak bu yöntemlerin toplumsal olaylar ve sosyal bilimler üzerine uygulanması ve toplumsal olayları anlamaya bir katkısı olmadığını düşünmektedir. Yine, varsayımsal tümdengelim yöntemleri konusunda da genel anlamda konuyla ilgili temel fikirleri benimsemekte, ancak bu yöntemin sosyal bilimler için uygun olmadığını savunmaktadır.

Hayek, çoğu toplumsal nesnelerin nesnel gerçekler olmadığını belirtmektedir. Bütünüyle fiziksel terimlerle tanımlanamayabilirler. İnsan faaliyetinin ilgilendiği şeyler faaliyette bulunan halkın düşündükleridir. Bu açıdan doğal bilimlerde nesnel, toplumsal bilimlerde öznel yaklaşım geçerlidir (Eren, 1992: 260). Bu bağlamda, 1940’larda Economica dergisinde yayımladığı bir dizi makalede, gerek fizik bilimlerin gerekse sosyal bilimlerin yöntemlerini ve aralarındaki ilişkileri ele almıştır. Bu yazılarında iktisatçıların (ya da sosyal bilimlerle uğraşanların), fizik bilimlerinde geliştirilmiş düşünce alışkanlıklarını (yöntemlerini) iktisada (ve diğer sosyal bilimlere) “mekanik ve eleştirisiz” bir şekilde uygulamalarını, bilimcilik (scientism) olarak nitelemiş ve bunun kesinlikle bilimsel olmadığını ileri sürmüştür. Ancak Hayek’in bilimci olarak nitelediği yöntemi tartışma tonunda zaman içinde (büyük ölçüde K. Popper’in etkisiyle) bir yumuşama görülmüştür (Yay, 1993: 40). Hayek, her ne kadar açıkça Popper’e karşı olmadığını belirtse de (Hayek, 1967: 4 aktaran Yay, 1993: 41). Popper’in görüşlerini doğrudan benimsemekten çok eleştirel - Popperci diyebileceğimiz bir çizgide O’nun görüşlerini ele almış ama bu görüşleri fizik ve sosyal bilimlerin farklılıklarını belirtmekte kullanmıştır.

Avusturya Okulu iktisatçıları, toplumda insan faaliyetinin bütünüyle niyet edilmeyen, tasarlanmayan sonuçlara sahip olduğu görüşündedirler. Özellikle birçok önemli kurum

150 tasarlanmadan yaratılmıştır. Para, dil, din ve hatta devletin kendisi bile niyet edilmeyen kurumlardır (Simpson, 1983: 21-22 ve Hayek, 1944: 28-29 aktaran Eren, 1992: 261). Dolayısıyla, bu kurumlar insan faaliyetlerinin tasarlanmayan sonuçları olarak görülmektedir.

Avusturya Okulu iktisatçılarının müdahaleciliğe karşı çıkmalarının önemli bir gerekçesini de “niyet edilmeyen sonuçlar” yaklaşımı oluşturmaktadır. Avusturya Okulu iktisatçıları ve Hayek, özellikle kurumların yaratılması ve evriminde insan faaliyetlerinin tasarlanamayan sonuçlarına büyük önem vermektedirler. Başka bir ifadeyle, metodolojik bireycilik kapsamında sosyal bir sistem olan piyasa ekonomisinin, toplumun en küçük birimi olan bireylerle açıklanması gerekliliği üzerinde durulur.

4. HAYEKÇİ PARADİGMA ÜZERİNE

Bilim felsefecisi/tarihçisi Thomas Kuhn tarafından aslında fizik bilimlerinin gelişim sürecinin açıklanması için öne sürülen paradigma kavramı, “belli bir bilimsel topluluğun üyeleri tarafından paylaşılan inançların, değerlerin, tekniklerin bütününü ifade etmektedir” (Kuhn, 1986: 162 aktaran Yay, 1993: 14). Bir başka deyişle, karşılaştıkları, temel bilmeceler ve bu bilmecelerin çözümü konusunda anlaşmış kişilerden oluşan bir görünmez kolejin sahip olduğu kavramsal çatı, dünya görüşü ya da hipotezler bütünüdür (Blaug, 1975: 83 aktaran Yay, 1993: 14). Hayekçi paradigmanın en temel özelliğini; tüm iktisadi ve politik konulardaki eleştirilerini, belirli bir metodolojik temele dayandırması ve büyük ölçüde bu eleştiriler bütününden oluşan görüşlerinin, metodolojik ilkeleri ile mantıklı bir tutarlılık içinde olması şeklinde ifade edebiliriz.

Hayekçi paradigmanın bu temel özelliği, Hayek’in Nobel İktisat Ödülü tebliğinde, 1970’lerdeki iktisat biliminin içine düştüğü krizin tasviri ile ilişkili olarak kendini açıkça göstermektedir:

“İktisat dalına Nobel Ödülü konması, iktisat bilimine kamuoyunun gözünde fizik bilimlerinin onur ve prestijini sağlarken, diğer yanda iktisatçılar halen önerdikleri ve hükümetlere uygulamaları için ısrar ettikleri politikaların sonucu olan enflasyonun hızlanma tehlikesinden özgür dünyayı kurtarma işi ile uğraşıyorlar. Böyle bir durumda, iktisatçı olarak yaptıklarımızdan övünç duymamız için çok az neden var. İktisatçıların iktisat politikasına yön vermede karşılaştıkları başarısızlıkların nedeni teorilerini dayandırdıkları bilimsel yöntemin yanlışlığıdır” (Hayek, 1987/a: 23-24 aktaran Yay, 1993: 37).

Hayek’e göre muhafazakârlık, liberalizm ve sosyalizm; alışılagelen görüşlerin tersine, birincisi sağda, ikincisi ortada, üçüncüsü solda olmak üzere bir çizgi üzerinde değil, bir üçgenin üç ayrı kutbudur (Hayek, 1960: 398 aktaran Yumer, 1988: 32). Yine Hayek’e göre liberalizm, bir genel ilkeler sistemi yani bir ideolojidir.

Bu bağlamda, Hayekçi düşünce ve Avusturya Okulu’nu, 1980 sonrasında iktisat düşüncesinde önemli yer tutan ve genel olarak “Yeni Sağ” ve “Sağcı İktisat” görüşü

151 olarak da adlandırılan düşünce biçiminin oluşumundaki en önemli unsurlar olarak da ifade edebiliriz.

5. HAYEK’TE BİLGİ, ZAMAN, BELİRSİZLİK, RASYONELLİK VE DENGE ÜZERİNE

Avusturya Okulu’nda bilgi ve zaman sorunu, Menger’de temeli olan, Mises ve Hayek tarafından formüle edilen eksik bilgi, belirsizlik ve tarihsel zaman üzerine inşa edilir. Bu kavramlar, piyasa süreci içinde yerini bulur. Bu doğrultuda, piyasa süreci, rekabet kaynağı olurken, aynı zamanda keşfin, dinamizmin, eksik ve kısmi bilginin, spekülasyonun ve tarihsel zamanın ortaya çıktığı sürecin kendisidir.

Hayek’in bilgi teorisi, bilginin niteliği, insanlar arasında yayılma süreci, Avusturya Okulu’nun Walrasgil mikroekonomik analize (genel denge teorisi) ve sosyalist sistemde fiyatlama ve planlama görüşlerine getirdiği eleştirilerin çekirdeğini oluşturur. İktisadın ve diğer toplumsal bilimlerin verilerini oluşturan bireysel ve toplumsal bilgi stoku, insanlar, fiyatlar ve kurumlar arasında yayılır (Yay, 2004: 14). Hayek, piyasa ekonomisininin açıklanmasında, bilginin önemini vurgulayan bazı çalışmaları ile literatüre ve piyasa süreci analizine yönelik önemli katkılarda bulunmuştur.

Bu bağlamda, son yılların önemli konularından olan, bilgi ekonomisi tartışmalarının taraflarından birinin Avusturya Okulu (konuya ilişkin iktisat literatüründeki ilk önemli makaleleri yazan kişinin de Hayek) olduğunu söyleyebiliriz. Joseph E. Stiglitz ve G. Akerlof’a Nobel İktisat Ödülü’nü (2001) kazandıran, piyasalarda iktisadi karar alıcıların asimetrik bilgiye sahip olmasının yarattığı birtakım davranış motivasyonlarının (ahlâki risk ve ters seçim) piyasada başarısızlıkları yaratacağı ve ekonomiyi etkinlikten uzaklaştıracağı görüşünün en ciddi alternatifi, Hayek’in eksik bilgi, Mises ve Kirzner’ın girişimci ve piyasa süreci kavramlarına dayanan ve bilgi farklılığının, kapitalizmi etkinlik ve dengeye yönelteceğini savunan Avusturyen bilgi teorisidir (Boettke, 2002b; Steckbeck ve Boettke, 2001 aktaran Yay, 2004: 17).

Piyasa kuralları, bireylerin kararları için bilgi sağlar ve böylece belirsizliğin azalmasına katkıda bulunurlar; ama bireyin bu bilgiyi nerede kullanabileceğini belirleyemez ve dolayısıyla belirsizliği tümüyle ortadan kaldıramazlar. Bu bilginin kullanılmasının sonuçları, bireylerin çabalarının ürününün başkalarıyla değişimine bağlı olduğu sürece; söz konusu kurallar her bir bireye bu sonuçların ne olacağını söyleyemez, fakat kullanımına güvenebileceği belirli şeylerin neler olduğunu söylerler (Hayek, 1995: 166- 167).

Dolayısıyla iktisadi kararlar, mevcut bilgi çerçevesinde alınmaktadır. Bu açıdan iktisadi faaliyet zaman içinde yapılır ve gelecek belirsizdir. Geleceğin belirsizliği aynı zamanda sürekli olarak yeni bilginin gerekliliğini gösterir. Girişimsel faaliyetin temeli, yeni bilginin yaratılmasıdır ve girişimci kesinlikle tam bilgiye sahip değildir. Yeni bilgi zorunluluğu, bilginin öznelliği ve piyasa sürecinin keşif mantığını açıklamaktadır

152

(Eren, 1992: 265). Bu bağlamda piyasa düzeni içinde, bilginin tam olmaması (eksik ve dağılmış bilgi) ve elde edilecek sonuçlar ile bireysel beceri ve nitelikler arasında doğrudan ilişki bulunmaması nedeniyle belirsizlik söz konusudur. Teorinin iddiası, bireylerin yaşamlarını devam ettirebilmeleri için rasyonel davranmalarını gerekli kıldığı yönündedir.

Yine, zaman meselesinin ciddi olarak ele alındığı ve piyasayı bir süreç olarak gören bir bakış açısı, insanın öğrenme süreçlerini de analizinin merkezi yapmak zorundadır. Öğrenmenin deneme-yanılma şeklinde tümevarımsal bir biçim alması, bireylerin ekonomik faaliyetlerinin tamamı ile öğrenme süreçleri ile kuşatıldığını görmemizi sağlayacaktır (Oğuz, 2005: 256). Dolayısıyla bireylerin, beklentilerini rasyonel bir şekilde oluşturdukları söylenebilir. Bu kapsamda, bireylerin bilgilerine yenileri eklendikçe, beklentilerindeki doğruluk oranının da artacağı ifade edilmektedir. Hayek ise rasyonelliğin iktisat teorisinin bir öncülü olduğunu kabul etmez. O’na göre teorinin temel iddiası daha çok, rekabetin bireylerin yaşamlarını sürdürebilmek için rasyonel davranmalarını gerekli kıldığıdır.

Bu kapsamda, bireyler eksik bilgi varsayımı altında, verecekleri kararların sonuçlarına yani geleceğe ilişkin belirsizlik yaşarlar. Hayek bu noktada, sınırlı rasyonaliteden söz edilebileceğine vurgu yapmaktadır. Burada bireyler, piyasa düzeni içindeki davranış kurallarını izlemek durumundadırlar. Hayek, eğer rasyonaliteden aklın olabildiğince etkin kullanımı kastediliyorsa, kendisinin de bir rasyonalist olduğunu, ancak aklın her eylemi tayin etmesi anlamındaki rasyonaliteyi ise reddettiğini vurgulamaktadır.

Hayek, Avusturya Okulu ve genelde iktisattaki okullar içinde bilgi sorununu sistematik hale getiren kişidir. Hayek’te dikkati çeken bir görüş, denge analizini reddetmeden onu ilk yaklaşım, ilk adım olarak görmesidir. Bu durum, bir anlamda Hayek’te tam haber almadan eksik bilgiye giden süreci vermektedir; bireyler eksik ve kısmi bilgiye sahiptirler. Mevcut bilgileriyle ileriye ait öngörüde bulunurlar. Bu durum, piyasa anarşisi doğurmaz; çünkü piyasa süreci kısmi bilgilerin eşgüdümünü sağlar; piyasa sürecinde milyonlarca kişinin bilgileri etkinlik sağlayacak biçimde eritilir. Hayek’te değişik bireylerin farklı eksik bilgilerinin var olduğu görüşü, hareket noktasıdır (Eren, 1992: 266-267).

Alchian gibi, Smith (1776) ve Hayek de merkeziyetçi ve planlanmış düşünceden çok, dışa açık ve kendini yöneten hareketin önemini vurgulamışlardır. Onlar, dengenin optimizasyonundan çok, dengenin çok uzağındaki işlemlerin adaptasyonunun önemi üzerinde durmuşlardır. Onların bu söylemleri, evrim ve kaos üzerine uzmanlaşmış ekonomistlere oldukça modern gelmektedir ve Alchian da bunların çağdaş bir savunucusu olmuştur (Vany, 1996: 427). Hayek’e göre piyasa dengesi, piyasayı oluşturan tüm oyuncuların planlarının birbirleriyle tutarlı olmasını gerektirmektedir ki bu doğrultuda, bireylerin diğer piyasadaki oyuncuların kararlarını sürekli doğru olarak

153

öngörebilmesinin de mümkün olamayacağı ifade edilmektedir. Bu düşünceden hareketle, piyasa dengesi süreklilik taşımayan kısa süreli denge hali olarak değerlendirilmektedir.

Bu doğrultuda, varsayılan Ampirik Realizm -Empirical Realism (ER)- ontolojisi, ampirik ve aktüel ortamlar üzerine odaklanan teorilerin geliştirilmesini sağlamakta ve bu da denge durumlarının analizini ortaya koymaktadır. Bu durum da sosyoekonomik hareketleri mümkün kılan yapıların ve mekanizmaların yeniden oluşturulmasını cesaretlendirmektedir. Hayek’in kendiliğinden doğan sosyoekonomik düzen ile ilgili transformasyonel prensibi, piyasa süreci açıklamalarının en iyisidir ve çok açık bir şekilde analitik karışıklığa düşülmeden denge prensibinin nasıl ortadan kaldırılabileceğini gösterir (Fleetwood, 1996: 746).

Hayek’te bireylerin bilgi farklılıklarına dikkat çekilirken yer ve zamana bağlı fiyatlar hakkındaki bilgiye önem verilir. Bu süreçte daha fazla bilgiye sahip olanlar daha kazançlı çıkacaklardır. Daha çok eksik bilgiye sahip olanlar ise daha fazla sürprizle kar şılaşabileceklerdir (Eren, 1992: 266-267). Böylece, bireyler ulaşmayı düşündükleri amaçlarına ulaşmak için ellerinde bulunan araçlardan maksimum şekilde fayda sağlamaya çalışırlar. Bu düşünce, dengeye yönelik olarak varılan sürece ilişkin herhangi bir bilgi içermemekle birlikte, denge durumunda bireylerin aynı bilgiyi paylaşmaları gerekliliğini vurgular. Bu durum, ideal olarak kalsa da var olanlar içinde oluşabilecek denge durumuna en uygun kurumun rekabetçi piyasa düzeni süreci olduğunu ifade eder. Bu doğrultuda Hayek, bu süreci, kritik gördüğü bilginin önemi ve dağılımı üzerine yapılandırılan sistematik bir süreç olarak kabul etmektedir.

6. HAYEK’TE DÜZEN, PİYASA DÜZENİ (KATALLAKSİ ) VE REKABET

6.1. Düzen Kavramı: Kendiliğinden Doğan Düzen (KDD) ve Yapma Düzen (YD) - Organizasyon

Avusturya Okulu metodolojisinde ve Hayekçi düşüncede önemli bir yer tutan KDD kavramı, bu Okul’un geliştirmiş olduğu sosyal kurumların evrim teorisini ifade etmektedir. Bu bağlamda Hayek’e göre, kendiliğinden doğan düzen ya da kurumların evrimi, biyolojik evrim teorisine benzer. Bu düzenin alacağı şekil de belirli bir yönetim ilkeleri sistemi içinde faaliyette bulunan bireylerin ilişkileri sonucunda oluşur.

Hayek, KDD (spontane düzen) ve yapma düzen (organizasyonlar) olmak üzere iki tür düzenin varlığına dikkat çekmektedir. Hayek’e göre, bu iki tür düzenin herhangi bir karmaşıklık derecesindeki toplumlarda düzenli bir şekilde birlikte var olacağı konusu, onları istediğimiz şekilde birleştirebileceğimiz anlamına gelmemektedir.

Hayek, bu düzen türlerinden birincisi için kozmos, ikincisi içinse taxis kavramlarından faydalanmaktadır. Klasik Yunanca olan bu kavramlardan kozmos; bir devlet veya

154 toplumdaki doğru bir düzeni, taxis ise; muhabere düzeni gibi yapma bir düzeni anlatmaktadır (Hayek, 1994: 57). Hayek’te düzen kavramı, bütün karmaşık fenomenlerin irdelenmesi için vazgeçilmez bir kavramdır. Dolayısıyla, düzen teriminin sosyal bilimlerde uzun bir tarihi bulunmaktadır.

KDD, belirli davranış kurallarına uyan unsurlardan oluşurlar. Bunu vurgulamak için bazen kurallardan çok “düzenlilik” ten söz edilir, ancak bu düzenlilik, sadece unsurlar kurallara göre davranır demektir. Burada unsurların davranışındaki her düzenlilik toplu bir düzeni de garanti etmemektedir (Hayek, 1994: 65-66). Ayrıca, üzerinde durulması gereken önemli nokta, bu kurumların yönetim ilkelerinin nasıl ortaya çıktığı, bunların nesiller arası aktarımının nasıl gerçekleştiği ve tarihsel süreç içerisinde nasıl değişime uğradığıdır.

Bu bağlamda, toplumlarda ahlak ve gelenek kurallarının çoğu, kendiliğinden doğan gelişmeler olmakla birlikte, insanların gerçekte gözlediği kuralların yalnızca bazıları tasarım ürünü olacaktır. Yapma kurallara dayanan bir düzenin bile içerik olarak kendiliğinden doğma olabileceği konusu, o düzenin özgül görünümünün her zaman bu kuralların tasarlayıcısının bilmediği ve bilemeyeceği koşullara dayanacağı gerçeği tarafından gösterilir (Hayek, 1994: 69-70). Armen ALCHIAN, ekonomideki düzenin kaynağı için düşünülmüş bir tasarımın üzerine kendi kendine organize olma durumunu vurgulamıştır. Bu problemi ele alırken, Adam Smith (1776) ve Hayek (1944)’in geliştirdiği araştırma programını yeniden canlandırmıştır. Onlar, modern yapısından daha güçlü olan ve fiyat vektörünün hesaplanması için “görünmeyen el” in çalışılmasını istemektedirler. Bu güçlü görünmeyen el teoremi, insanların tasarımı değil de hareketlerinin bir sonucu olan ve insanın doğasında var olan durumlarla ilgili bir ifadedir (Vany, 1996: 427).

Dolayısıyla, sosyal kuralların önemli karakteristiklerinden biri, özel bir durum ile değil de genel hareketlerle ilişkili olduğudur. Burada sosyal kuralların olmamasından daha çok bir takım hareketleri yasaklamasından dolayı sınırlandırıcılığı söz konusudur. Hayek’in benimsediği kurallar, belirli bir malın belirli bir fiyata satılması, belirli bir gelir dağılımının sağlanması veya belirli bir iflasın önlenmesi vb. türden değildir. Bunlar yapısalcıların fikirleridir (Fleetwood, 1996: 744). Burada, KDD’nin dayandığı kurallar kendiliğinden ortaya çıkabileceği gibi sonradan tasarımlı bir şekilde de oluşturulmuş olabilirler.

Bir diğer önemli konu, KDD’nin amaç kavramıyla ilişkisidir. Kendisinin dışındaki bir birim tarafından yaratılmaması yüzünden onun varlığının böyle bir düzen çerçevesinde hareket eden bireylere çok faydalı olabilmesine rağmen, böyle bir düzenin hiçbir amacı yoktur (Hayek, 1994: 60). Düzenlilik, hiç şüphesiz sadece unsurlar kurallara göre davranır, demektir. İnsanlık, uymak zorunda olduğu kanunlar olmaksızın hiçbir zaman varolmamış olmasına rağmen onları ifade etmeye sahip olmuş anlamında kanunları “bilmeksizin” binlerce yıldır var olmuştur. Dolayısıyla, toplumsal anlamda KDD,

155 bireylerin bilinçli ya da bilinçsiz olarak uymakta oldukları kurallardan oluşmaktadır. Nitekim bir toplum, yalnızca, eğer bir seleksiyon süreciyle, bireyleri sosyal yaşamı olanaklı kılan bir tarzda davranmaya sürükleyen kurallar gelişmişse var olabilir. Bu amaçla, seleksiyon, farklı yani kendilerine özgü düzenlerinin özellikleri tarafından yol gösterilen toplum tipleri arasında olduğu gibi işleyecektir. Ancak bu düzeni destekleyen özellikler, bireylerin özellikleri, yani onların bir bütün olarak (üzerine) dayandığı belirli davranış kurallarına uyma eğilimleri olacaktır (Hayek, 1994: 66-67). Bu doğrultuda, piyasa gibi toplumsal kurumlar, insanlık tarihi süreci içerisinde ihtiyaç duyulduğu anlarda kendiliğinden ortaya çıkmış kurumlardır.

Hayek’e göre, gerçekte bütün özgür toplumlarda, insan grupları, belirli amaçlarını elde edebilmek için çeşitli organizasyonlarda bir araya gelirler. Böylece, farklı organizasyonların hepsinin faaliyetlerinin koordinasyonu da bir KDD’yi oluşturan güçler tarafından gerçekleştirilmiş olur. Bu kapsamda iktisadi yönden üzerinde durulması gereken asıl sorun, ortaya çıkmış bu kurum ve düzenlerin toplumun refahına bulundukları katkının incelenmesidir.

6.2. Piyasa Düzeni (Katallaksi) ve Katallaksi Oyunu

Hayek’e göre, piyasa düzeni uzun bir tarihsel süreç içerisinde insan faaliyetlerinin en iyi şekilde etkileşimde olduğu düzen veya sistemlerle uyum sağlama çabaları sonucunda oluşmuştur. Bu kapsamda, Hayekçi düşüncede piyasa düzeni ya da sistemi, sınırlı bilgi içerisinde ve sürekli değişim içinde olan işgücünün çeşitli üretim alanlarında, insan ihtiyaçlarını karşılama noktasında bulunan bir sosyal sistemi ya da süreci ifade etmektedir.

Dolayısıyla bu süreç, planlanmayan ve beklenmeyen değişimleri de içermektedir. Bu doğrultuda, piyasa düzeninde bireyler, diğer bireylerin faaliyetlerini göz önünde bulundurmak ve kendi amaçlarına ulaşmak için eksik bilgi ortamında faaliyetlerini düzenler ve planlarını yaparlar. Böylece, Hayekçi teoride piyasa düzeni ile birlikte bilginin eksikliği de teorik yaklaşım içine girmektedir.

Bütün düzenler gibi piyasa düzeni de bizim amaçlarımıza sadece, eylemlerimizde bize yol göstermek ve farklı bireylerin beklentilerini birbiriyle uyumlu hale getirmek suretiyle değil, herkesin çeşitli mal ve hizmetlere, başka herhangi bir şekilde elde edebileceğinden daha fazla ulaşabilme olasılığını veya şansını artırmak suretiyle de hizmet eder. Bu düzenin özelliğinin doğru anlaşılabilmesi için her şeyden önce onu genellikle bir “ekonomi” olarak tanımlamamızın akla getirdiği yanlış çağrışımlardan kurtarmalıyız. Bir evin, bir çiftliğin veya bir işletmenin birer ekonomi olarak nitelendirilmesindeki anlamda bir ekonomi, bir grup aracın farklı amaçlar arasında bunların oransal önemlerine göre tahsis edilmesine yol açan bir etkinlikler bütününden oluşur. Piyasa düzeni ise böyle tek bir amaçlar düzenine hizmet etmez. Genel olarak sosyal veya ulusal ekonomi diye adlandırılan şey bu anlamda bir ekonomi değil fakat içiçe geçmiş birçok ekonominin oluşturduğu bir şebekedir. Doğru anlamda bir ekonomi,

156 teknik anlamda bir örgüttür, yani tek bir kuruluşun bildiği araçların kullanımının bilinçli olarak tasarlanmasıdır. Oysa piyasanın kozmosu böyle tek bir amaçlar ölçeğiyle ne yönetilir ne de yönetilebilir; aksine ayrı ayrı bütün üyelerinin değişken ve karşılaştırılabilir olmayan çok sayıda amacına hizmet eder (Hayek, 1995: 149).

Bu kapsamda piyasa düzeninde, üretim araçlarının özel mülkiyeti söz konusudur ve tüm iktisadi konularda yönetim ve organizasyon girişimcilerin elindedir. Ancak, piyasa düzeninde mal ve faktör fiyatlarını ve tüm bireylerin gelirlerini de tüketicilerin belirlediği ifade edilmektedir.

Burada, ekonomi kelimesinin kullanımındaki belirsizliğin yaratmış olduğu karışıklık öylesine önemlidir ki; Hayek, piyasanın kendiliğinden doğan düzenini, tek bir amaçlar düzenine hizmet eden ve piyasa düzenini oluşturan birbiriyle yakından ilişkili çok sayıda ekonominin oluşturduğu sistemi, ekonomi yerine, “katallaksi” olarak ifade etmektedir. Katallaksi teriminin, pek çok münferit ekonominin bir piyasa içinde karşılıklı olarak ayarlanmasıyla gerçekleşen düzeni ifade etmek üzere kullanıldığını vurgular. Böylece, bir katallaksi, mülkiyet, haksız fiil ve sözleşme hukukunun kuralları içinde hareket eden insanlar aracılığıyla piyasa tarafından yaratılan özel bir KDD türüdür. Çok önceleri, piyasa düzeni ile ilgilenen bilim için “katallaktiks” adı önerilmiş ve sonra bu öneri yenilenmiş olduğundan, piyasa düzeninin kendisi için buna karşılık gelen bir terim bulunması istenmiştir (Hayek, 1995: 150-151).1

Ekonomi deyimi planlanmış bir sistemi anlatıyor olmasına rağmen, “catallaxy” terimi bir takım yapısal çağrışımları içermemektedir. Bir katallaksi, “pazardaki birçok bireysel ekonomilerin ayarlanması ile getirilen” anlık bir düzendir (Hayek, 1976, aktaran Fleetwood, 1996: 743) ve dört anahtar karakteristiği bulunmaktadır:

Birincisi, katallaksiyi ortaya çıkaran bireyler izole edilmiş olsa da sosyal bireylerdir. Onlar, sosyal kuralların yönetimi altındaki bir ağa tepki verirler ve bu ağa bağımlıdırlar. Hayek, bu atomize olmuş bireylerin davranışları ile ilgili sosyal bir teori ortaya koymuştur.

İkincisi, herkes bilginin değişik bölümleri ile ilgili bir işlem yapar. Bilgilerinin hassaslığı, sahip oldukları bilginin türüne bağlıdır. Örneğin, bir bireyin içinde bulunduğu ortam ile ilgili çok geniş bir bilgisi olmasına rağmen, uzaktaki bir ortam ve gelecekle ilgili hiçbir bilgisi olmayabilir.

Üçüncüsü, bireylerin beklentileri ve bu beklentilere ulaşabilmek için formüle ettikleri bir planları olabilir ama bu durum, hiçbir değişikliğe yol açmaz. Burada önemli olan nokta, bireylerin belirli hareketlerde bulunmalarıdır. Bu bağlamda, belirli amaçlar

1 “Katallaktiks” terimi “mübadele etmek” yanında “topluluğa girmek” (kabul edilmek) ve “düşmandan dosta dönüşmek” anlamına da gelen Grekçe “katallattein” veya “katallassein” fiilinden türetilmiştir. Buradan daha sonra İngilizce “catallaxy” terimi oluşturulmuştur (Hayek, 1995: 150-151).

157 konusunda ikna edebilen ve bu hareket ve amaçların diğerleriyle uyumlu olmasını sağlayacak kontrol edici bir akıl bulunmamaktadır.

İlk bakışta bu durum, kaos için bir davetiye olarak görülebilir. Burada, kontrolü elinde bulunduran koordine edici bir birey olmaksızın; izole edilmiş, dağılmış, eksik bilgi ve kendi amaçları konusunda ikna olmuş bireyler bulunmaktadır. Ancak bu durum, Hayek’e göre dördüncü karakteristiktir ve kaosa girmeyi önleyen yönetim altındaki sosyal kurallar olarak adlandırılan sosyoekonominin oluşturulup elde tutulabilmesi için gereken anahtardır. Sosyal kurallara bağlı kalarak bireylerin sosyal hareket başlatabiliyor olmasından dolayı, bireylerin hareketleri, bireysel olarak anlık bazda motive edilmiş olmakla beraber sosyal olarak onaylanmaktadır (Fleetwood, 1996: 743).

Hayek, “kendiliğinden oluşan sosyoekonomik düzenin transformasyonel prensibi”ni adapte etmeye çalışıyordu. Bilgi kaynağı olarak adlandırılan bir pazar ekonomisindeki sosyoekonomik durum ve yönetim altındaki sosyal kural türü yapılar, her zaman var olan durumlardır ve pazar tabanlı hareketlerde sürekli olarak bir çıktı üretirler. Hayek’in pazar işlemi veya katallaksiye olan özeni bu transformasyonel sosyal ontolojinin sabit bir görünümü ve tam olarak bu transformasyonel işlemdir. Hayekçi düzenin sosyoekonomik teorisinin amacı da bu işlemi açıklamaktır (Fleetwood, 1996: 743-744). Hayek bu süreçte, piyasa oyuncularının potansiyel arz ve talep davranışlarına yönelik olarak, bilgi konusunda daha doğru ve tam bilgiye ulaşma yönünde çaba gösterdikleri üzerinde durmaktadır.

Bu doğrultuda Hayek, piyasa ekonomisinin sosyal bir sistem olarak ortaya çıkışını ve analizini tarihi evrimsel süreçte bir KDD olarak ele almaktadır. Hayek, sosyal bir sistem olan piyasa düzeninin, toplumun en küçük birimi olan bireyden hareketle açıklanması gerektiği üzerinde durur. Bu anlayıştan hareketle, Hayek’e göre bireylerin ekonomik faaliyetlerini, piyasa ekonomisinin çok sayıda ve çok farklı alanlarda faaliyet gösteren ve kâr fırsatlarının da bu oranda yüksek olduğu piyasalar aracılığıyla gerçekleştirecekleri üzerinde durulur.

6.3. Katallaksi Oyunu

Hayek, piyasa sisteminin işleyişinin, bir düzenin yaratılmasını, aynı zamanda insanların kendi çabalarından elde ettiklerinin büyük miktarda artmasını nasıl sağladığını anlamanın en iyi yolunun, onu bir “katallaksi oyunu” olarak düşünmek olduğunu ifade eder. Bu uyun, oyun teorisinde sözü edilen “sıfır toplamlı bir oyun” değil, aksine zenginlik yaratan bir oyundur; yani bütün katılanların ihtiyaçlarını karşılama olasılığını ve mal akışını artıran bir oyun olduğuna işaret edilir.2 Burada her bir birey aynı fırsat eşitliğine sahiptir ve bu oyun zenginlik yaratıcıdır (Hayek, 1995: 158).

2 Oxford English Dictionary’de yer alan oyun tanımı, “kurallara göre oynanan ve sonucu üstün beceri, güç veya şans tarafından belirlenen bir yarışma” şeklindedir (Hayek, 1995: 158 ).

158

Burada, bilginin bireyler arasında dağılmış olduğu vurgulanmakta ve eksik bilgi varsayımı altında belirsizlik söz konusudur. Dolayısıyla, fiyatların taşıdığı bilgi sınırlıdır ve bu kapsamda beklentilerin gerçekleşmeme olasılığı vardır. Bireyler arasında, oyunda ortaya çıkacak sonuç bakımından, oyunu adil veya adaletsiz olarak değerlendirmek de anlamlı olmayacaktır. Çünkü burada oyunun sonucu, kısmen oyuncuların yeteneklerine bağlı olurken kısmen de şansa bağlı olmaktadır.

Hayek’e göre katallaktik olanakların ufku (ki bunu n sayıda mal üreten bir sistem için n sayıda boyutu olan bir yüzeyle gösterebiliriz) günümüzde genellikle “Pareto-optimali” olarak tanımlanan alan, tüketicinin yararındaki artışın, başka birinin durumunu kötüleştirmediği sürece (bu da her zaman, ürünün söz konusu ufkun içindeki bir noktaya karşılık gelmesi halinde mümkündür) üretilebilecek değişik malların bütün kombinasyonlarını gösterir (Hayek, 1995: 162).

Fleetwood’a göre, Hayek’in “Economics and Knowledge” (1936) adlı yayınında belirtilen değişim, artık tamamen oturmuş olmasına rağmen “The Constitution of Liberty” (1960) yayınındaki değişim konusunda hiçbir gelişme gözlenmemiştir. Öyle gözükmektedir ki Hayek ekonomi ile ilgili kritik sorusunu 1936’da ortaya atmış ve ancak buna kabul edilebilir bir yanıtı, 1960’da verebilmiştir. Buradaki soru, birbirleri ile hiçbir bağlantısı olmayan milyonlarca bireyin sosyo-ekonomik hareketleri nasıl koordine edilebilir ve onların bu planlarının koordinasyonu ve buna bağlı oluşacak büyük miktarda dağılmış olan bilginin iletişimi ve depolanması nasıl olabilir? Bu soruların yanıtı, iki aşamada gelmiştir. 1945’deki bir makalesinde Hayek, koordinasyonun telekomünikasyon sisteminin yardımıyla olabileceğini söylemiştir ki bu sistem, Hayek’in fiyat mekanizmasının bir bölümüdür. Bununla beraber, telekom sisteminin kendisi bu altyapıyı sağlayamamıştır. Ancak, bir bölüm bilginin elde edilerek, telekom sisteminden daha farklı mekanizmalarla iletilip depolandığını ve 1960’dan sonraki çalışmalarında bu bilginin sadece telekom sistemi tarafından değil; telekom sisteminin de içinde bulunduğu sosyal kuralların yönetimindeki yoğun bir ağ tarafından elde edildiğini ifade etmiştir (Fleetwood, 1996: 741-742).

Burada vurgulanmak istenen temel nokta, piyasa düzeninde mülkiyet hukuku ve sözleşme kurallarına uygun hareket eden bireyler aracılığıyla yaratılan kendiliğinden özel bir düzen olan “katallaksi” kavramının özünde yatmaktadır. Hayekçi piyasa düzeni, değişen koşullara sürekli bir uyum mekanizması olarak ifade edilir. Buradaki yaklaşımda dikkat çekici bir nokta da piyasanın kısmi bilgileri düzenlemedeki önemidir. Bu kapsamda, piyasa düzeni de diğer tüm KDD’lerin özelliklerine sahip bulunmaktadır ve burada ekonominin doğal işleyişine ya da piyasaya yönelik müdahalelere de güçlü bir şekilde karşı çıkılmaktadır.

Hayek, “müdahale” teriminin, -adil davranış kurallarından farklı olarak- sadece bir kendiliğinden düzenin oluşmasına hizmet etmeyen ve özgül sonuçlara yönelen özel

159 düzenler için kullanılmasının doğru olduğuna dikkat çeker. Klasik iktisatçılar, bu terimi yalnızca bu anlamda kullanmışlardır. Bu bağlamda, müdahalenin amacı, daima mekanizmanın kendi asli ilkelerini izlemesine izin verilmesi halinde ortaya çıkacak olandan farklı bir sonucu gerçekleştirmektir. Müdahale, ayrıca, her zaman genel düzeni bozacak ve KDD’nin dayandığı bütün unsurların karşılıklı uyumunu engelleyecek olan bir eylemdir ve her müdahale eylemi bir ayrıcalık yaratır (Hayek, 1995: 172-173). Bu durum, Hayek’e göre, katallakside düzensizlik oluşmasına neden olur.

Hayek’te müdahale konusu, birilerinin lehine yararlar sağlarken diğerlerinin aleyhine olabilecek durumlar oluşturabileceğinden adaletsiz bir eylemdir. Bu sistemde devletin temel işlevi ise herkes için fırsat eşitliği sağlayarak piyasa düzeninin güvenli bir şekilde işleyebileceği bir ortam yaratmaktır.

6.4. Hayek’te Rekabet Anlayışı Üzerine

Hayek’te, liberalizmin içinden türetildiği, kendiliğinden düzenin işleyişini sağlayan, dolayısıyla yaşama geçirilmesinde zorunlu olan mekanizma, rekabettir. Rekabet, bireylerin amaçlarını gerçekleştirmekte kullanacakları bilgi ve yöntemlerin keşfi sürecidir. Bu sayede öznel olan, sadece bireylerin taşıyıcısı ve uygulayıcısı oldukları bilgi, hedeflenen performansa bağlı olarak sınanır, var olan koşullar içindeki doğruluğu keşfedilir. Böylece bu bilgiyi üreten insanların sayısı çok az da olsa rekabet yoluyla, bilgiden daha fazla insanın faydalanması mümkün olur. İnsanların öznel olarak sınırlı olan bilgileri, toplumsal gerçeklik içinde karşılaşılan öngörülemez olgular karşısında yetersiz kalırken, piyasa mekanizmasının vazgeçilmez unsuru olan rekabet, bilgiyi toplumun hizmetine en etkin biçimde sunmuş olur. Bu sayede, bireylerin amaçlarını belirlemeleri ve bunu eyleme koymaları için en az zorlama ve en çok bilgi içeren bir düzene ulaşılır (Hayek, 1979: 65-70 aktaran Pekel, 1994: 25).

Fiyat mekanizması da insanın farkında olmaksızın tesadüfen bulduktan sonra kullanmayı (tam olmasa da) öğrendiği birçok sistemden biridir. Üreticiler ve tüketiciler arasındaki rekabet, piyasa sürecinin bir diğer asli parçasıdır (www.ekitapyayin.com/id/005/01.htm) ve bu anlamda fiyat mekanizması, Hayekçi düşüncede mükemmel bir olgudur. Hayekçi rekabet anlayışında, sistemin herhangi bir yerinde meydana gelen değişikliklerle ortaya çıkan ihtiyaçları kapsayan bilgilerin ve bu bilgilerin etkin bir şekilde yani başka hiçbir yöntemle sağlanamayacak bir şekilde sistemi oluşturan unsurlara iletilmesi, fiyat mekanizması ve rekabetin esas amacıdır.

Bu bağlamda, piyasadaki herhangi bir durumun göstergesi de piyasadaki fiyatlardır. Böylece, alıcı ve satıcıların karşılıklı etkileşimleriyle piyasada oldukça fazla sayıda değişim oranları oluşur. Bilindiği üzere, bireyler arasındaki servet ve gelir eşitsizliği, piyasa ekonomisinin özellikleri arasındadır. Burada, tüketici tercihleri, bireyleri işbölümü anlayışı içinde bulunmak istedikleri noktaya getirecektir. Piyasalardaki fiyat yapısıyla bireyler, sosyal işbirliğine yönlendirilebileceklerdir.

160

Hayek’te rekabet konusunda amaç, anlamsız ve gerçekleşmesi olanaksız olan tam rekabeti uygulamak değil, rekabetin önlenmesine engel olmaktır. Hayek’te, rekabet konusunda etkinliğin önceki düzeyinden ne kadar yukarıya çıkarılabileceği büyük önem taşımaktadır. Dolayısıyla, burada rekabet, yarışmalarda, sınavlarda olduğu gibi piyasada da en iyiyi kimin yaptığını söylemektedir.

Rekabet, başarının en etkili güdülerinden birini sağlarsa da zorunlu olarak her bir bireyin yapabileceği kadar iyisini yaptığını ortaya koymaz. Bu durum ise en iyiden sonraki daha iyiyi yapmak için motivasyon sağlamaktadır. Dolayısıyla, rekabette çok sayıda birey arasında dağılmış bulunan bilginin etkin bir biçimde, sistemi oluşturan unsurlara iletilmesinin sağlanmasının önemine vurgu yapılır.

Hayek’e göre, bir keşif yöntemi olarak rekabet, üreticilerin bilgilerini kendi amaçları doğrultusunda kullanmalarına izin vermelidir. Tam rekabet koşulları bulunmadığı durumlarda, bazı üreticiler, ürününü daha düşük fiyatlardan satarak yeterli kâr elde edeceği halde marjinal maliyetin üzerindeki fiyatlarla satmayı daha uygun bulabilecektir. Burada, bireysel girişimin başarısı ve uzun vadedeki etkinliği, girişimcinin maliyet tahminlerinde yansıtılan beklentilerin doğruluk derecesine de bağlı olacaktır.

Rekabetin işleyişi, yalnızca para, piyasa ve bilgi kanalları gibi belirli kurumların yeterli örgütlenmesini değil her şeyden çok bu rekabeti koruyup onu en yararlı biçimde işletecek uygun bir hukuksal sistemin varlığına bağlıdır. Yasaların özel mülkiyet ve sözleşme özgürlüğü ilkelerini tanıması yeterli değildir. Uygun bir hukuk sistemi, bundan daha da çok değişik durumlara uygulanmış biçimiyle mülkiyet hakkının eksiksiz bir tanımlamasına da bağlıdır.

Ekonomik determinizm olarak görülebilecek olan bu durum, aslında iktisadi dürtü denen şeyin yanlış anlaşılmasından kaynaklanmaktadır. Nihai olarak ekonomik olan hiçbir amaç yoktur. Piyasa düzeninin icra ettiği hizmetler kadar bireylerin ekonomik çabaları, her zaman ekonomi dışı olan, birbirleriyle rekabet halindeki nihai amaçlar için araçların dağılımından oluşur. Tüm iktisadi faaliyetlerin görevi de sınırlı araçların hangisi için kullanılacağına karar vererek rekabet içindeki amaçları uzlaştırmaktır (Hayek, 1950: 28 aktaran Pekel, 1994: 29).

Rekabet, Hayek’te denge durumunu ifade etmemektedir. Dolayısıyla piyasa süreci, burada rekabet kaynağı olarak karşımıza çıkar. Durağanlık da söz konusu değildir ve her an fırsatları görmek ve değerlendirmek gerekir. Hayek’te rekabet, piyasa sürecinde bir durum değil, süreçtir. Böylece bu durum, zaman içinde dinamik bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır.

161

SONUÇ

Günümüzde, Avusturya İktisat Okulu’nu ve Hayekçi düşünceyi savunmanın serbest piyasa ekonomisini savunmak anlamına geldiği yönünde büyük bir görüş birliği bulunmaktadır. Bu kapsamda, 20. yüzyıl ortalarında yükselen sosyalist dalgaya karşı, serbest piyasa ekonomisini savunmasıyla tanınmış olan F. A. Hayek, yine bu yüzyıldaki “Yeni Sağ” düşüncenin en etkili isimlerinden biri olarak kabul edilmektedir.

Hayekçi iktisadi liberalizm konusunda, devletin ekonomiye müdahalesine karşı çıkılmış, serbest piyasa ekonomisi savunulmuştur. Bu doğrultuda, 20. yüzyıl sonlarında küresel kapitalizmin yükselişi de Hayek’in görüşlerinin iktisatçı ve siyasetçiler üzerinde önemli ölçüde etki yapmasına neden olmuştur. Margaret Thatcher, Ronald Reagan ve George W. Bush bu kapsamda isimleri ilk akla gelen politikacılardandır.

Hayekçi liberalizmde, iktisat ve hukuk arasındaki ilişkiler, oldukça büyük önem taşımaktadır. Bu yönde bir kopukluk olması durumunda, özgürlük, kalkınma ve demokrasi kavramları da olumsuz bir şekilde etkilenmektedir. Dolayısıyla, Hayek’te yasaların egemenliği ilkesi, iktisadi alan başta olmak üzere, hemen her alanda büyük bir etki ve öneme sahiptir.

Hayek, zamanla iktisat ve sosyal bilimlerde, Avusturya Okulu’nun içinde yer alan meslektaşlarının görüşlerinden bazı yönlerden ayrılmıştır. Geleneksel Avusturyacı düşüncede var olan, sosyal olayları tahmin etmenin mümkün olmadığı ve yine bu çerçeve içinde iktisadın da yer aldığı sosyal çalışmalardaki bilimsellik iddiasının aldatıcı olduğu yönündeki fikirlerden farklı düşünmeye başlamıştır.

Avusturya İktisat Okulu terimi, çoğunlukla Carl Menger ve Okul’un ilk temsilcilerinin fikirleriyle anılmakla birlikte, Mises ve özellikle de Hayek’in çalışmalarından küresel anlamda oldukça fazla söz edilmektedir. Bu doğrultuda, 1930’lu yıllardan itibaren Avusturya İktisat Okulu’ndaki gelişmeler, iktisat bilimine yeni kavramlar kazandırmıştır. Bu kapsamda, günümüze gelinceye dek önemli bazı iktisatçıların çalışmaları ile Avusturya İktisat Okulu’nun görüşleri geliştirilmiştir. Dolayısıyla, Avusturya İktisat Okulu’nun teorisi, özellikle son yıllarda yapılan çalışmaların da etkisiyle olgunlaşarak, iktisadın çeşitli alt dallarına ve iktisat bilimine katkıda bulunan, çok yönlü bir düşünce sistemine dönüşmüştür.

Özellikle 1980’li yıllardan itibaren bilgi ve yönetim ekonomisi, yönetim bilimleri, stratejik yönetim, endüstriyel ve işletme organizasyonu, girişimcilik gibi alanlarda çalışanlar ve Avusturya İktisat Okulu savunucuları arasında önemli bir işbirliği ve etkileşim ortaya çıkmıştır. Bu işbirliği ve etkileşimin sonucunda da oldukça etkin ve verimli sonuçlar elde edilmiştir.

162

Günümüzde Hayekçi düşüncede, toplumların gelişmeleri ve bunu sürdürebilmeleri konusunda uygun koşulların oluşturulması önem taşımaktadır. Sosyal düzenlerin de bu anlamda değerlendirildiği zaman, doğada var olan birçok düzene benzediği görülmektedir. Dolayısıyla kanunlar, ancak özgür insanların oluşturduğu topluluklarda ortaya çıkmakta ve düzeni korumaya yönelik olmaktadırlar.

Hayek, çok sayıda kitap, makale vb. çalışmalarda bulunmuş olmasının yanı sıra, yine çok sayıda uluslararası konferanslar yoluyla da yalnızca ekonomi alanında değil, sosyal bilimlerin birçok alanında etkili ve önemli bir isim olmuştur. Hayek’in düşünce ve eserleri günümüzde başta ekonomi olmak üzere hukuk, sosyoloji, siyaset ve felsefe gibi birçok alanda önemini korumaya, tartışılmaya ve birçok çalışmaya da ilham olmaya devam etmektedir.

KAYNAKÇA

AKTAN, C. (1994), Gerçek Liberalizm Nedir? T Yayınları, İzmir.

BARRY, Norman P. (1979), Hayek’s Social and Economic Philosophy, The Mac Millan Press Ltd., London.

BELSEY, A. (1994), “Yeni Sağ, Toplumsal Düzen ve Yurttaşlık Hakları, (Çev. Hüseyin İÇEN), Mürekkep,1: 3-13.

BUTLER, E. (1983), Hayek: His Contribution to the Political and Economic Thought of Our Time, Temple Smith, London

BRITTON, S. (1995), “Hayek’s Spontaneous Social Order”, Capitalism with a human face, Aldershot, UK, Elgar, distrubuted in the USA by Ashgate, Brookfield, pp.113- 123.

EREN, E. (1992), İktisatta Yöntem, Ezgi Kitabevi, 2.Baskı, Bursa.

FLEETWOOD, S. (1996), “Order without equilibrium: a critical realist interpretation of Hayek’s notion of spontaneous order”, Cambridge Journal of Economics, 20: 729-747.

HAYEK, F.A. (1994), Kanun, Yasama Faaliyeti ve Özgürlük (Kurallar ve Düzen), Cilt I, (Çev. Atilla YAYLA), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

HAYEK, F.A. (1995), Kanun, Yasama Faaliyeti (Sosyal Adalet Serabı), Cilt II, (Çev. Mustafa ERDOĞAN), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.

HAYEK, F.A. (1999), Kölelik Yolu, (Çev. Turhan FEYZİOĞLU ve Yıldıray ARSAN), 2.Baskı, Liberte Yayınları, Ankara.

OĞUZ, F. (2005), Bilgi, Regülasyon ve Rekabet: Bir Piyasa Süreci Yaklaşımı, Doğuş Üniversitesi Dergisi, 6 (2): 253-267.

163

PEKEL, V. (1994), “Yeni Liberalizmin Özgür Dünyası”, Mürekkep,1: 21-31.

SAVAŞ, V. F. (1999), İktisatın Tarihi, Siyasal Kitabevi, Ankara.

VANY, A. (1996), Information, Chance, and Evolution: Alchian and the Economics of Self-Organization, Economic Inquiry: 427-443.

VAUGHIN, K. I. (1995), George Mason University, Book Reviews, Journal of Economic Literature, Vol. XXXIII: 192-285.

YAY, T. (1993), F.A. HAYEK’te İktisadi Düşünce, Ezgi Kitabevi, Bursa.

YAY, T. (2004), Avusturya İktisat Okulu’nun Tarihsel Gelişimi ve Metodolojisi, Piyasa, Sayı:11: 1-29.

YAY, T. (2012), Avusturya Okulu Mikroiktisadı: Dinamik Rekabet ve Girişimsel Keşif Süreci Olarak Piyasa, www.liberalekonomi.com/ wp-content/ uploads/201205/AVUSTURYA-OKULU-MİKROİKTİSADI.pdf.

YAYLA, A. (1993), Özgürlük Yolu, Hayek’in Sosyal Teorisi, Turhan Kitabevi, Ankara.

YUMER, R. (1988), “Hayekçi Liberalizmin Temel İlkesi”, Yeni Forum Dergisi, Sayı: 215: 31-41).(www.ekitapyayin.com/id/005/01.htm) (Erişim tarihi: 19.08.2013).

164

YAYIM ALANI, YAZIM KURALLARI ve YAZILARIN DEĞERLENDİRME SÜRECİ

YAYIM ALANI

Dergi, sosyal bilimlerin farklı disiplinlerinde yapılan bilimsel nitelikli çalışmaları yayınlar.

YAZIM KURALLARI

1. Çalışmalar 5000 ile 7000 kelime arasında olmalıdır. 2. Türkçe çalışmalarda İngilizce, İngilizce çalışmalarda Türkçe özet eklenmelidir. Özet, makalenin sonunda kaynaklardan önce ve 800 – 1000 kelime uzunluğunda olmalıdır. 3. Gönderilecek çalışmaların daha önce yurt içi veya yurt dışında herhangi bir yerde yayımlanmamış olması gerekir. Fakat bilimsel toplantılarda (kongre, sempozyum, seminer vb.) sunulan ve tam metni yayımlanmamış bildiriler, sunulduğu yer ve tarih belirtilmek şartıyla kabul edilir. 4. Yazıların manyetik ortamda (CD/DVD) veya elektronik posta ile gönderilmesi gerekmektedir. 5. Yazılar; Microsoft Word'de tek satır aralığı, Times New Roman ve 12 punto; kâğıt ölçüsü A4 olacak şekilde hazırlanmalıdır. Metin içinde yer alacak şekiller ve tabloların bu ölçülere uyması gerekmektedir. 6. Türkçe çalışmalarda, yazının başlığı ve yazar ad(lar)ının altında 150 – 200 kelimelik bir Türkçe öz ve anahtar kelimeler yer almalı; bunu takiben İngilizce başlık, öz ve anahtar kelimeler verilmelidir. İngilizce çalışmalarda, yazının başlığı ve yazar ad(lar)ının altında 150 - 200 kelimelik bir İngilizce öz ve anahtar kelimeler yer almalı; bunu takiben Türkçe başlık, öz ve anahtar kelimeler verilmelidir. Her iki öz de tek satır aralığı ve 8 punto ile yazılmalıdır. Anahtar kelimeler, 4 - 7 kelime arasında olmalıdır. 7. Kaynaklara göndermeler dipnotlarla veya metnin içinde açılacak ayraçlarla yapılabilir. 8. Makalede yer alan ekler, metodolojik ayrıntıları ve ek bilgileri içermelidir. Birden fazla ek olduğu durumda EK A, EK B başlıkları kullanılmalıdır. Eklere kaynaklardan sonra yer verilmelidir. Makalenin tamamı için okuyucuya bilgi verecek mahiyette ve makale başlık sayfasında yer alması uygun görülen 20 – 25 kelimelik kısa anlatım, özet bölümünün ardından yazılmalıdır. 9. Yazarın akademik unvanı, görevi, bağlı bulunduğu kuruluş elektronik posta (elmek) adresi ilk sayfanın altına 8 puntoluk dipnotla yazılmalıdır. 10. Yazının anlaşılmasını kolaylaştıran kısa bilgiler, 20 kelimeyi geçmeyecek şekilde ve her sayfa için en fazla bir tema olmak üzere altı çizilerek belirtilmelidir. 11. Tablo ve şekillere başlık ve sıra numarası verilmeli, başlıklar tablo ve şekillerin altında yer almalı, kaynaklar ise başlık satırının altına yazılmalıdır. 12. Denklemlere sıra numarası verilmelidir. Sıra numarası yay ayraç içinde ve sayfanın sağ tarafında yer almalıdır. 13. Öneri yazıları A-4 veya 8.5"x11" boyutundaki kağıda 1.5 aralıklı olarak yazılmalıdır. Yazılar okunabilecek koyulukta basılmalı ve çoğaltılmalıdır. Sayfa kenar boşlukları üst: 3cm, alt: 3cm; sol: 3,5 cm, sağ: 2,5 cm olmalıdır. Sayfaların altına sağ köşesine sayfa numarası konmalıdır. Font büyüklüğü en az 10 punto olmalıdır. 14. Öneri yazısının ilk sayfasında yazının başlığı, yazarların adları ve kurumları, öz ve anahtar kelimeler (en az 3, en çok 7) bulunmalıdır. Yazı başlığı, öz ve anahtar kelimeler, hem Türkçe hem de İngilizce olarak verilmelidir. Yazışmaların yapılacağı adres dipnot ile belirtilmeli ve yazarın açık posta adresi yanında, varsa faks numarası ve elektronik posta adresi de verilmelidir. İlk sayfada ayrıca, dipnot olarak çalışmayı destekleyen kuruluşlar, vb. de belirtilebilir. 15. Öz, derleme ve araştırma makaleleri için 200 ve editöre mektup için 50 kelimeyi aşmamalıdır. Özde denklem, atıf, standart dışı kısaltmalar, vb. yer almamalıdır. 16. Yazı, Giriş bölümüyle ikinci sayfadan başlamalı ve uygun bölümlere ayrılmalıdır. Bölümler, ardışık olarak numaralandırılmalıdır. Bölüm başlıkları numaralarıyla birlikte büyük harflerle ("1. GİRİŞ" şeklinde) yazılmalıdır. Gerekli durumlarda bölümler alt bölümlere ayrılabilir. Alt bölümler, her bölüm içinde bölüm numarası da kullanılarak "1.1", "1.2" şeklinde numaralandırılmalıdır. Alt bölüm başlıkları

165 numaralarıyla birlikte her kelimenin ilk harfi büyük olacak şekilde sola dayalı olarak yazılmalıdır. Son bölüm, Sonuç(lar)/Tartışma bölümü olmalı ve bu bölümü takiben Kaynakça ile varsa Teşekkür ve Ekler yer almalıdır. Not: İsteğe bağlı olarak şekil listesi ve tablo listesi kaynakçadan hemen önce verilebilir. 17. Öneri yazılar, şekil ve tablolar dahil, 40 sayfayı ve editöre mektuplar 10 sayfayı aşmamalıdır. 18. Notasyon (işaretlerle gösterim) ve kısaltmalar ilgili bilim alanının standart notasyon ve kısaltmaları olmalı veya metin içinde ilk geçtiği yerde tanımlanmalıdır. Gerekli durumlarda, notasyon ve kısaltmalar Giriş bölümünde veya bu bölümü izleyen ayrı bir bölüm içinde verilebilir. 19. Tüm çizimler, haritalar, grafikler, fotoğraflar, vb. şekil olarak değerlendirilmelidir. Her şeklin bir örneği öneri yazısına eklenmelidir. Baskıya hazır özgün şekiller yazı basıma kabul edildikten sonra gönderilmelidir. Şekiller, ardışık olarak numaralandırılmalıdır. Bunlara metin içinde "Şekil 1." şeklinde atıfta bulunulmalıdır. Her bir şekil için uygun bir başlık kullanılmalı ve başlık şeklin altına numarasıyla birlikte yazılmalıdır. 20. Tablolar ardışık olarak numaralandırılmalıdır. Tablolara metin içinde numaralarıyla "Tablo 1." şeklinde atıfta bulunulmalıdır. Her bir tablo için uygun bir başlık kullanılmalı ve bu başlık tablonun üzerine numarasıyla birlikte yazılmalıdır. 21. Başka eserlere yapılan atıflar aşağıdaki iki şekilden biri tercih edilerek gösterilebilir:

A. Metin içinde başka eserlere yapılan atıflar;

 Yazar soyadı, yıl ve sayfa kullanılarak "(Yazar, 2010, s.15)" şeklinde yapılmalıdır.  İki yazarlı eserlerde iki yazarın soyadı "(Yazar ve Yazar, 2009, s.135)" şeklinde kullanılmalıdır.  Daha çok yazarlı eserler, yalnızca ilk yazarın soyadı verilerek "Yazar vd." şeklinde ve yine benzer biçimde yıl ve sayfa numarası yazılarak kullanılmalıdır.  Birebir alımlar “…” İşareti ile ve 10 punto yazılacaktır.

Örnek:

Kontrol ortamı (çevresi); kurumsal (örgütsel) biçemler bütünün örgütteki insanların kontrol bilincine yansıyışını ifade eder.( Erdoğan, 2005, s.92)

B. Yukarıdaki yöntem benimsenmez ise atıflar dipnot yönteminde ve aşağıdaki kurallara göre yapılır:

 Kitap dipnotta ilk kez tanıtılırken, sırasıyla şu bilgileri vermek gerekir:

Yazar adı-soyadı (ilk harf büyük); Kitap başlığı (ilk harfler büyük); Kitabın yayım bilgileri (İlk kez basılmamış ise baskı sayısı, basıldığı şehir, yayınevi, yayın yılı) ve (eğer alıntı yapılmış ise alıntının) ve sayfa numarası (tek sayfadan alıntı ise s.95 şeklinde, birden fazla sayfadan ise ss. 95-98 şeklinde gösterilir).

Örnek:

Kontrol ortamı (çevresi); kurumsal (örgütsel) biçemler bütünün örgütteki insanların kontrol bilincine yansıyışını ifade eder.

 Bir dergideki makale dipnotta ilk kez tanıtırken, sırasıyla şu bilgileri vermek gerekir: Yazar adı- soyadı; Makalenin başlığı; Derginin adı; Dergiye ait bazı yayım bilgileri (Cilt no.su + Sayı no.su + Ay ve yıl + sayfa no.su).  İnternetteki belgelerin gösterimi şu şekilde yapılır:

“Son Yazarın Adı-Soyadı; “Belgenin Başlığı”; Tüm Eserin Başlığı, Belge Tarihi ya da Belgenin Son Güncellenme Tarihi, Adres, Sayfa ve parantez içinde Erişim Tarihi.

 Bütün kaynaklar için geçerli olmak üzere; aynı kaynağa ikinci ve sonraki başvurular yazarın soyadı ve sayfa numarasını göstermek yeterlidir.

166

 Birebir alımlar “…” İşareti ile ve 10 punto yazılacaktır.

22. Açıklama Dipnotu:

Bilgi ve açıklama dipnotu sayfa altında ve (*) işareti ile gösterilir. Açıklama dipnotlarının gereğinden fazla verilmemesi gerekmektedir.

23. Kaynakça yazımında aşağıdaki hususlara dikkat edilecektir:

 “KAYNAKÇA” başlığı sola hizalı, tüm harfleri büyük, kalın yazılmalıdır.  Atıfta bulunulan eserler “Kaynakça” bölümünde ilk yazarın soyadına göre alfabetik liste olarak sıralanmalıdır.  İlk yazarı aynı olan eserlerde sıralamayı belirlemek için sırasıyla ikinci ve daha sonra gelen yazarların soyadları kullanılmalıdır.  Tüm yazarları aynı olan eserler yılına göre eskiden yeniye doğru sıralanmalıdır.  İlk yazarı ve yılı aynı olan üç ve daha fazla yazarlı eserler de aynı şekilde ayrılmalıdır.  Kaynakçada tüm yazarların soyadları ve diğer adlarının ilk harfleri yer almalıdır.

YAZILARIN DEĞERLENDİRME SÜRECİ

1. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi’nde, en az 2 (iki) hakem tarafından incelenip "Yayımlanabilir" oluru alınmış bilimsel makaleler yayımlanır. 2. Hakemler yazıları; özgünlük, bilimsel katkı, ilgili literatürden yararlanma düzeyi, bilimsel makale hazırlama düzenine uygunluk, (varsa) alan araştırmasında kullanılan yöntem ve bulguları, üslup ile önemli buldukları diğer unsurlar açısından değerlendirerek yazılı görüşlerini Yayın Kuruluna iletirler. 3. Hakemler tarafından düzeltme talep edilirse düzeltmelerin Yayın Kurulunun uygun gördüğü sürede tamamlanıp tekrar gönderilmesi beklenir. Düzeltilmiş makaleler yeniden hakemlerin görüşüne sunulabilir. 4. “Yayımlanabilir” kararı verildikten sonra yazı yayım sırasına alınır ve bu durum yazar(lar)a bildirilir. 5. Dergide örnek olay incelemeleri, raporlar, bilimsel etkinlikler hakkında haberler, kitap tanıtım ve eleştirileri, yayım duyuru ve özetleri, önceden yazılmış bir makaleye getirilen ekler, eleştiri ve yorumlar, yanıtlar ve eleştirilere cevaplar da yer alabilir. 6. Bilimsel makalelerden ayrı yayımlanacak bu tür yazıların dergide yayımlanması ile ilgili karar, Hakem raporu aranmaksızın Yayın Kurulu tarafından verilir. 7. Dergiye gönderilen tüm yazılar önce Yayın Kurulu tarafından ön değerlendirmeye alınır. Ufuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi kapsamında yer alması öngörülmüş konular ile doğrudan ilişkili olmayan ya da bilimsel bir yazı biçiminde içerik ve şekil açısından uygun olmayan yazılar, Yayın Kurulu tarafından hakemlik süreci başlatılmadan geri çevrilir ya da ilgili değişiklik önerilerinde bulunulur. 8. Bilimsel çalışmalar, Türkçe veya İngilizce hazırlanabilir. 9. Yayımlanacak makalelerde esasa ilişkin olmayan düzeltmeler yapılabilir. 10. Makalesi yayımlanan yazarlara telif ücreti ödenmez. 11. Makalesi yayımlanan yazara makalesinin yayımlandığı sayıdan üç adet dergi gönderilir. Makalelerin yazarları ve makaleleri değerlendiren hakemlerin isimleri karşılıklı olarak gizli tutulur.

167