10 • MİLLİYET DİZİ YAZILAR Yeşilçam Değişirken -J TARIK DURSUN K.

BAŞLARKEN ğu kendi insanımız açısından olumlu bir yerdir. Yola çıkma, gidiş ve varış süreci boyunca türlü I NCELİKLE şunu belirtmeli, bu yazı dizi- yanlışlara, kusurlara ve olumsuzluklara rastlan- s/, bir Türk sinema tarihi değildir, ama maktadır. Bunlar, olağandır. Çünkü gerek sine­ I ne var, sinemamızın son yıllardaki olum­ macılarımız, gerek seyircimiz yılların birikimi lum ve umut verici gelişmelerini değerlendirebil­ olan koşullandırmalardan, alışkanlıklardan bir mek, bu yeni değişimi yerli yerine oturtmak için anda kurtulamıyorlar. Zamanla bu da aşılacak­ İster istemez geçmişi de sergilemek gerekiyor­ tır. du. Başlardaki tarihe dönüklük, aslında, bu ne­ Sinema ve sinemacılar, "değişim"e girdiler, denden kaynaklanıyor. sürdürüyorlar. Onları desteklemek, onlara arka Türk sineması, diğer adıyla Yeşilçam sine­ çıkmak, şiirimizin, resmimizin, roman, hikâye ve ması bir süredir, özellikle genç sinemacıların tiyatromuzun var olduğu kadar sinemamızın da birbiri ardına yaptıkları atılımlarla bir yerden bir var olduğunun dünyaya kanıtlanmasında, ödev, yere doğru götürülüyor. Bu, hem sinemamız, şimdi seyircimizindir. YenI ve genç sinemacı­ hem de sinemamızın anlatmakla yükümlü oldu­ larımızın filmleri, onların yakın ilgisini bekliyor. T.D.K. Bir film in "filnrhikâyesi \ Doğduğu yörenin acılı, soğan­ lı, sarımsaklı yemeklerine tut­ kun ünlü arabeskçiyle rol icabı öpüşm ek sırası gelen ar­ tistler tir tir titriyordu

İLMDE çalışanların sayısı, çevrelerine sokak boyunca toplanmış olanların sayısın­ dan en az elli kat altında. İş­ li, işsiz, çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı, tanıdık ta­ nımadık herkes “Film çekiliyor, koşun!” çağ­ rısına uymuş, toplanmışlar. Bu nedenle ola­ M tf/creAr; "...(Denetleme Kurulu) bir er­ cak, başta rejisör, film ekibinin hepsi birer si­ kekler kurulu öncelikle ve filmlerimize öy­ nir küpü. Önlerine gelene çatıyor, bağırıyor­ le bakıyorlar. Ayrıca sanıyorlar ki, sanat, si­ lar. Set işçileri kalabalığı İkide bir geriletiyor­ nema bir ‘durum saptaması'dır, ‘hafin gös- lar ama, çok kısa bir süre sonrasında bu kez terilmesi'dir. Oysa sanat bizim düşlerimiz, ya­ daha da saflarını sıklaştırmış olarak, aynı ka­ rınlarımız, ilerimiz... Bunu anlamıyorlar. labalık, dört bir yanı kuşatıyor; suskun, me­ raklı ama alabildiğine mutlu, gözlerini dikmiş’- ses çekicisinin omuz başında durmuş rejisö­ ler, seyrediyorlar. rün sesi yükseldi: Bir filmin çekimine tanık olmak, kuşku­ “Burada kızla oğlan kavga edip ayrılacak­ suz, ilginç bir olaydır. Her şey, beyazperde­ lar, ona göre, tamam mı?” ye aktarılmadan çok önce, üstelik gizlisi sak­ Sahne başından sonundan birbirine ek­ lısı olmaoan gözlerinizin önünde “cereyan” lenmiş, geçmeye başladı. Kızla oğlan, bir kapı eder. Filmde, kulaklarınızı tırmalayan bir gü­ önüne geliyorlar, duruyorlar, ağızlarını açıp rültü çıkararak şaklayan tokatlar, insana de- kapatıyorlardı yalnızca. Sonra oğlan, çekip gi­ mlrdenmlş duygusunu uyandıran çene kıran, diyordu. Kız, arkasından süzgün bakışlar ba­ dişler döken yumruklar, size baygınlıklar ge­ kıyor, içini çekiyor, başlıyordu sessizce ağ­ çirten filmin kahramanlarının döktükleri göz­ lamaya. yaşları, “tahrikkâr” sarılıp öpüşmeler ne denli “Alıyoruz, dikkat!” dedi ses çekicinin sesi yapay, ne denli bıkkınlık verici olgularmış gö­ iç hoparlörden. rür, öğrenirsiniz. Birdenbire sinemanın o bü­ Film, baştan döndü: Kızla oğlan geldiler, yüleyici, o etkili ve şaşırtıcı yanı, gözünüzde kapı önünde durdular. değer yitirir; şaşırır, İnanmak istemezsiniz.. “Aramızda her şeyin bittiğini söylemeli­ Çok ünlü bir türkücü-arabeskçimizden he­ yim” dedi iri kıyım, göbekli ve bıyıklı dublaj­ men hemen bütün kadın oyuncular yana ya­ cı önündeki mikrofona. Sesi, kalıbıyla taban kıla şikâyet ediyorlardı. Konu, yeri geldiğin­ tabana zıttı. Yumuşacıktı, etkileyiciydi ve şa­ de dudak dudağa öpüşme idi. Arabeskçi, do­ şırtıcı bir biçimde oğlan’ı oynayan oyuncuy­ ğup büyüdüğü kentin yerel yemeklerine aşı­ la özdeşleşiyordu. rı tutkundu; bunlar, acılı, bir o kadar da so­ Kız, gözlerini iri iri açarak, alt dudağını ğanlı, sarmısaklı yemeklerdi. Kadın oyuncu­ çaktırmadan dilinin ucuyla hafifçe ıslatıp oğ­ lar, iş öpüşme sahnelerine geldiğinde tir tir lana baktı. Yaşı epeyi geçkin, saçları tel tel, titriyorlardı. kilolu mu kilolu kadın dublajcı mikrofona ön­ ce inleyen bir ses çıkardı dişleri arasından. “Yani,” dedi sonra. “Yani... Ama... Ben... "ÇABUK, KIZA GÖZYAŞI" Bunu bana yapamazsın...” Her ikisi de durdular, tonlama ile eşleş­ ADIN oyuncu, senaryo gereği sevdi­ me uymuş mu diye soran gözlerle ses oda­ ği erkekçe terk edilecekti. Sahne, sına doğru dönüp baktılar. Ses çekicisi: K “ kız” ın evinin önüydü. İki oyuncu kar- "Yapamazsın’ı ağzında yedin abla!” de­ şı karşıya durdular. Rejisör yardımcısı, elin­ di iç hoparlörü açıp. “Baştan!” deki senaryodan diyaloglarım geçti, durum­ Bunu dedi, ses bandını geri sarmaya baş­ larını anlattı. Anlattı, çünkü genelde senar­ ladı: “Nıszamapay anab unub... neb... ama... yo yazarı, yapımcı, rejisör ve yardımcısının dı­ inay... inay...” şında kimse neyin filmini çektiğinden haberli Gıcırtılı, insanı güldüren bir sesti. değildi. O günkü sahnenin ne başını, ne de sonraki sahnelerde ne geleceğini oyuncular YARIN: bilmiyorlardı. Bir süre prova yapıldı, sonra beklemeye ŞEYTAN İŞİ BİR ŞEY geçildi. Güneş, bir buluta girmişti. Çok geç­ meden çıktı ve üzerleri çikolata kâğıtlarıyla bezenmiş tahta reflektörleri set çalışanları omuzları üstüne aldılar, oyunculara tutup ay­ dınlanmalarını sağlamaya giriştiler. Rejisör, “Alıyoruz, aman dikkat!” diye bağırdı. Set amiri kalın sesiyle kalabalığı sessizliğe çağır­ dı: “Susun! Film çekiliyor, maymun oynamı­ yor burda, susun!” “Jön” diyeceklerini dedi, burnu havada, çerçeveden çıktı. Çekim de durdu. “Çabuk, kıza gözyaşı!” “Kız” başını geriye attı, bir çay bardağı­ na batırılmış pamuktan gözlerine su damla­ tıldı. Başı geride durdu, sonra “ Hazır!” diye seslendi. “Pekâlâ, çekiyoruz, motor! Kameraya bak, iyice bak ama, ağla! Evet, çok güzel, sana ya­ vaş yavaş zoom yapıyoruz. Daha ağla, daha ağla! Hıçkır!” Çok değil, iki ay sonrasında karanlık si­ nema salonlarının koltuklarına oturmuş mil­ yonlarca yufka yürekli insan, “kız” ın bu ya­ lancı gözyaşlarına sahici gözyaşlarıyla katı­ lacak, duyduğu ıstıraptan kendine özel pay çıkaracaktı.

KIZLA OĞLANIN KAVGASI

ALON, nohut oda bakla sofaydı. İçeri­ S si hem karanlıktı, hem de hamam gi------biydi adeta. Duvarda küçük bir perde, epeyi gerilerinde dar, yüksek bir kürsü, kür­ süde mikrofon, bir de önlerindeki diyalog lis­ tesini aydınlatan mini minnacık bir lamba var­ dı. İç hoparlörden ses aygıtlarının başındaki 10 « MİLLİYET Æ l i c / 7 -İ: £ ------:——------_ __ DİZİ YAZBLAK , ... Vesikam Değişirken m TARIK DURSUN K. Şeytan işi bir şey ¡nema # Ekmek fabrikası ve garajdan bozma stüdyolardan sonra ilk gerçek stüdyo Mecidiyeköy1- deki "Atlas" stüdyosuydu.

AZİRAN’IN yirmisinden sonra, Karacabey’in şi­ malinde (kuzeyinde), Im- ralı’nın cenubunda (gü­ neyinde) Boğaz denilen semtteki Kepekçi çiftli­ ğinde, yöruk çadırları arasında film çevirdik. Muhsin Ertuğrul’un rejisörlük ettiği bu filmin İsmi ‘‘Karakoyun-Kızılırmak’’. Konusu, halk türküleri ve masallarından derlenmiş. Derle­ yen, Ercüment takma adıyla Nazım Hikmet... S iu rls In B k le r Fotoğrafta Bedia Muvah- Bundan evvel nasıl en eski model film araç­ h it’le görülen Vasfi Rıza Zobu, 1945’lerde Na­ larıyla başladıksa bu işe; sanki bütün maki­ zım Hikmet’in “Ercüment" takma adıyla der­ neleri o yıllardan bu yana saklamış ve bu fil­ lediği filmin çekilişini anlatırken, “Gelin kur­ me de onlarla başlamışız gibi... Bir Allah’ın banı gibi beşli sivrisineklerle boğuşmaktan belası yer zaten bu çiftlik. Biraz ilerde alabil­ oyun oynamaya takat kalmıyor” demekte. diğine bataklıklar varmış. Gelin kurbanı gibi beşli sivrisineklerle boğuşmaktan, oyun oy­ namaya takat kalmıyor. Cahit Sonku İle adı­ ortalık karardı. Ağabeyimin elini sımsıkı kav­ nı unuttuğum bir erkek aktör, “ sivrisinekze- radım. O vakitler ’da elektrik yoktu, de" olarak, vücutları şişmiş bir halde İstan­ Abdülhamlt’in vehmi elektriğin memlekete bul’a taburcu edildiler, onların çekilmiş par­ girmesine engel olmuştu. Sinematograf ma­ çalarını başkalarıyla tekrarladılar. kinesini işletmek ve şeridi aydınlatmak için Yanılmıyorsam bu film, bizde, köylüler kullanılan petrol lambalarından intişar eden arasında geçen ilk eser, içinde şehirlisi bu­ gaz kokusu da seyircileri ayrıca taciz etmek­ lunamayan ve konusu saf yerli olan bir milli te idi.” masal. Bu film şirketi, geçen yıl Halk Film adıy­ Weinberg’in gösterilerini daha sonra la kurulan ve “ Yayla Kartalı” nı çeviren; bu se­ Fransız Cambon’un gösterileri izledi. 1900 yı­ ne de Doğan Film adını alan yeni bir şirket. lına doğru şimdiki Halep Çarşısı’ndaki Ode­ Tahta kutu, kapakları lastik bağlarla tutturul­ on Tiyatrosu bir çeşit sinemaya dönüştürül­ muş, eski Oturaklı kahve değirmenlerine ben­ dü. Weinberg de boş durmadı, 1908'lerde Te- zeyen bir “alış makinesi" ile çalışan bu ku­ pebaşı'ndaki eski Komedi Tiyatrosu'nun ye­ ruluşun, stüdyosu olacak değil ya! rinde Pethâ Sineması’nı yaptırarak ülkedeki Mecidiyeköyü’nde, ilk defa bir film stüd­ ilk sürekli film gösteren sinema salonunu aç­ yosu yapıldı, ilk diyorum, çünkü bugüne ka­ tı. dar yapılanlar ekmek fabrikası yahut garajdan 1912 yılında, İzmir’in Kordonboyu’nda açı­ bozma idi. Stüdyo olarak yapılan binanın adı lan ikinci sinemadan ardından 1914’te ve yi­ "A tlas” tı. Burada bizim filmi seslendirdik.” ne İstanbul’da (Beyoğlu’nda) Palas Sinema­ Vasfi Rıza Zobu anlatıyordu bunları; hem sı, Taksim’de Majlk Sineması onları izledi. Bu tiyatromuzun, hem sinemamızın “ ilk” lerin- arada, film ler de, bir gösterim süresini dol­ dendi o da. Yıl, 1945’lerdi ve “Karakoyun- duracak oranda uzunluğa varmışlardı., Belge­ Kızılırmak”, ilk Türk filmi değildi; filmciliği­ sel-güncel olmaktan çıkmışlar; belli bir konu­ mizin gerçek serüveni bundan aşağı yukarı yu işliyor, bir hikâye anlatıyor ve kişileri, per­ otuz bir yıl öncesinde, 1914’te başlıyordu. dede meslekten oyuncular canlandırıyorlar­ dı. Sinema, artık para getirir olmuştu. Türkler bu alana geç el attılar. Başlangıç ABDÜLHAMİT TÜRKİYE’SİNDE da salt amatörce idi. Sonradan sinemamızın öncüsü sayılacak İstanbul Sultanisi Dahiliye Müdürü Fuat (Uzkınay) Bey, okul müdürü İNEMANIN sinema olma serüveni ise, Ebulmuhsin Kemal Bey, öğretmen Şakir(Se- 28 Aralık 1895 günü Fransız Lumière den) Bey, sinemayı okula getiren ve yaygın­ — Kardeşler'in Paris'teki Grand Café’de laşmasında ilk gerekli adımı atanlardır. halka yaptıkları ilk genel gösteriyle başlamış, 1896 yılı boyunca cinémagraphe bütün dün­ yayı çılgınbir moda gibi sarıvermişti. Yanı sı­ İLK TÜRK FİLMİ ra, Lumière Kardeşler e yedi iklim dört bucak­ tan mektuplar yağıyor; yeni buluş üzerine bil­ gi ve gösteri aygıtının satılması isteniyordu. ÜNLERDEN bir cumartesiydi; 14 Ka­ Bunlar arasında o dönem İstanbul’unun ün­ sım 1914 günü, Fatih Camii’nde ve ka- lü fotoğrafçılarından Vafiadis de vardı. Sine­ ------Ilabalık bir halk yığını önünde “clhad-ı ekber” ilan edildi. Olaydan üç gün öncesin­ manın babaları, öncelikle ellerindeki aygıtın çoğaltılması yoluna gittiler. Mühendis Jules de de İmparatorluk yönetimini elinde tutan üçlü (Enver, Talat ve Cemal paşalar), Alman Carpentier’in çabaları sonucu aygıt çoğaltıl­ ması bir yandan sürdürülürken, beri yandan Genelkurmayı ile kararlaştırdığı plan gereğin­ ce (yapıcıları arasında ünlü Liman von San­ da repertuar zenginliği kaygısıyla Lumière ders de vardı) Karadeniz’e açılan gemiler, Rus Kardeşler’in kameracıları dış ülkelere dağıl­ dılar; bir dakikadan on beş dakikaya kadar sü­ gemilerini ve kıyılarını şiddetle topa tutmuş­ ren uzunlukta çeşitli film ler çektiler. Sinema tu. Bu beklenmedik çıkıştan ne Meclis’in, ne salonlarının ilk müşterileri de yine bu Padişah’ın ve ne öbür hükümet üyelerinin ha­ belgesel-güncel filmlerde görünenler oldular. berleri yoktu. Olay, birden patlak vermiş ve Çünkü kameramanlar gittikleri her ülkenin en Osmanlı imparatorluğu yine birden kendini Birinci Dünya Savaşı’nın ortalık yerinde bul­ büyük kentinde kameralarını geniş alanlara muştu. ya da büyük caddelere kuruyor, geleni geçe­ ni peliküle aktarıyorlardı. Bunlardan biri de “C!had-ı ekber” ilanı kısa sürede etkisini kameraman Alexandere Promio’ydu. gösterdi ve başkentin uzak bir köşesinde, Ayastefanos (Yeşilköy)’ta bir başka kalaba­ O günlerde Türkiye, daha doğru bir deyiş­ lık “Ayastefanos Abidesi” diye ünlü bir ya­ le imparatorluk topraklarında Fransız kame­ pıya yıkmak amacıyla saldırıya geçti. Anıt, bir ramanları çeşitli kısalı uzunlu filmler çekmiş­ Rus anıtıydı; “ 93 HarbF’nde uğranılan yenil­ lerdi ama bunların herhangi birinin gösteri­ gi nedeniyle, Ruslar, buraya bir zafer anıtı dik­ me girdiği kuşkuluydu; Abdülhamlt yönetimi mek istemişler, karşı durulmalarla sonradan buna kesinlikle izin vermiyordu çünkü. bunu bir “hayır kurumu olarak” oluşturulma­ sında uzlaşmaya varılmıştı. Yapının ilk katı, savaşta ölen Rus askerlerinin kemiklerini ba­ rındıran özel odalarla papazlara ve muhafız­ BİRAHANEDE SEYİR lara ayrılmış dairelerden oluşuyordu. Üst bö­ lümü, birkaç katlı yüksek bir kuleydi. Kalabalık, anıtın tahta bölümlerini ateşe UGÜN, Galatasaray Postanesi’nin sı­ verip, yaktı, taş bölümlerinin yıkılması işini rasında Sponel diye bir birahane yok­ de istihkâm subayları üstlendiler. tur; fakat yüzyılımızın başlarında adı Anıtın yıkılması, gerçi önemli bir olaydı, geçen birahanede, asıl uğraşı gramofon ya­ ama ondan daha önemlisi; bu yıkma olgusu­ pımcılığı olan Romanya uyruklu, Polonya Ya- nu kamerasını çalıştırarak filme alan Fuat hudisi Sigmund Weinberg, halka İlk sinema Bey'in sağladığı sonuçtu; “Ayastefanos Abi- gösterisini yapmıştı. Yazar Ercüment Ekrem desi’nin Yıkılışı”, böylece ilk Türk filmi olma Taiu o ilk gösteride hazır bulunmuş, talihli ilk onuruna kavuşuyordu. Bundan sonrasında, seyircilerimizdendi: sinema, orduya girecek, 1915 yılında “Mer­ kez Ordu Sinema Dairesi” kurulacak, Fuat ”... Çocuktum, tam yılını bilemeyeceğim, Bey’le eski sinema kurdu Weinberg bu kuru­ galiba 1896-97 sıraiarındaydı. Bir cumartesi mun başında, durmadan film üreteceklerdi. günü rahmetli ağabeyimle birlikte Sponel Bi­ Ne var ki, filmlerin tümü de güncel-belgesel rahanesine gittik. Karşımızda bir, birbuçuk filmlerdi. metrekarelik bir beyaz perde duruyordu. Biz de buna bir mana veremeden bakıyorduk. Du­ varlardaki ilanlardan da bir şey anlamıyorduk. YARIN: Canlı fotoğraf. Asrın harikası. Andlozya’da SİNEMA YAPMAYAN SİNEMACI boğa güreşi. Şimendöferle seyahat. Derken î Uy fipl HİpjfîliİîiI': ' Hİ :î»î:ül!!9îâfl 8 • MİLLİYET DİZİ YAZILAR

Ertuğrul Muhsin, arkadaşlarıyli birlikte yayınladığı “Perde ve Sahne" dergisinin ilk sayısını inceliyor

İstanbul'da bir facia-yı aşk

ı Şişli güzeli Mediha Hanım'ın yordu; yanı, sıra, film, zaman zaman dostu Hamdi Bey tarafından stüdyonun zorlama ve yapay havası yerine öldürülüşü ilk gerçekçi Türk dışa açılarak kentten kesitler veriyordu, ilginç olmayan, olumsuz yanı da, daha çok uzun yıl­ filminin konusu oldu lar sürdürülerek gelenekleşecek sinemanın, sinemacılıktan çıkıp birtürtiyatro-sinemaya ERKEZ Ordu Sinema Daire dönüşmesine de “ ilk’Mik etmesiydi. si” nden başka, bir yeni kurulu: Ertuğrul Muhsin Bey’in elinde, Türk sine­ daha sinema çalışmalarına yo ması yıllar yılı Darülbedayl oyuncularıyla Da- neldi; “Müdafaa-i Milliye Cemi rülbedayi anlayışıyla ürünler verecek, başka yeti”ydi bu ve yarı askeri bi ülke sinemaları büyük aşamalar yaparken, Er idernekti. Kurumun genç üyeleı tuğrul Muhsin Bey ve arkadaşları durup din­ arasında yer alan Sedat Bey (Simavi) karne lenmeden eskimiş, yoz, geçmiş zaman ramanıJ Yorgo ile Servet-i Fünun yazarların konularını, modası geçmiş ülke sinemaların­ dan Mehmet Rauf’un dört perdelik oyunt dan ya kopya edecek ya da eğreti bir biçim­ “Pençe”yi filme aldı. de uyarlama yoluna gideceklerdir.

ŞİŞLİ GÜZELİ ERTUĞRUL MUHSİN'İN SONU

EMAL Film, “Ateşten Gömlek”, “Leb­ rV V lN Ü “Şişil Güzeii”ne çıkmış, kentin lebici Horhor”, “Kızkulesinde Bir I I kaymak tabakasının sayılı güzel kadın- Facia” ve “Sözde Kızlar” filmlerinin i— —J larından Mediha Hanım (efendi), gün­ ardından stüdyolarını Deftarlık’taki fabrika lerden bir gün, kıskançlık nedeniyle ve ken­ müdürünün zoru ile kırk sekiz saat içinde bo­ disine deliler gibi âşık, dostu Hamdi Bey şaltıp her şeyi ile yağmur altında sokaklara tarafından “hunharca” öldürülünce, olay bü­ atılınca, yapımcılığı bırakarak 1951 yılına ka­ yük heyecan yarattı, gazeteler günler günü dar yerli film ciliğe ara verdi. Olgu, Ertuğrul bunun sözünü etti; üstüne yakıştırma tefrika­ Muhsin’in de sonunu hazırladı; eski tiyatro­ lar düzenlendi, yığınların İlgisi, sürekli ayak­ su Darülbedayi’ye dönmek yerine Avrupa'da ta tutuldu. yolculuğa çıktı. Sovyetler Birliği’ne geçti ve 1892 yılında İstanbul’da doğmuş, Ertuğ- iki film yaptı: “ Spartaküs" ve “Tamilla”. Yıl, ruloğulları ailesinden Hariciye veznedarı Hü­ 1925't i. seyin Hüsnü Bey’in oğlu (Askeri Rüştiye ile Yurda döndükten bir süre sonra Muhsin Mercan Idadisi’nde okuduktan sonra Paris, Bey’in yaptığı filmler arasında iki film; “Bir Berlin, Viyana, Moskova ve Stockholm tiyat­ Millet Uyanıyor” (eser Nizamettin Nazif’indi; rolarına giderek oralarda görgü ve bilgisini ar­ senaryoyu Muhsin yazmış, yönetmiş ve baş­ tıran) Ertuğrul Muhsin Bey, iki yıl Berlin, iki rollerinde Ferdi Tayfur, Atıf Kaptan, Ercü- yıl da Moskova’da film şirketleriyle stüdyo­ mehd Behzad, Hadi Hûn, Emel Rıza vb. larında rejisörlük yaparak yurda dönmüş ve oynamıştı; kameraman, Cezmi Ar’dı) ile “Ay­ film çevirmek için konu ararken "Şişli Güze- sel, Bataklı Damın Kızı” (eser Hasan Cemil, li”nin serüveniyle karşılaşmıştı. O sıralarda senaryo ve reji Muhsin; kamerada yine Cez­ tıpkı Lumière Kardeşler gibi İstanbul’da da mi Ar, oyuncuları da Cahide Sonku, Ertuğrul iki kardeş (Kemal ve Şakir Seden kardeşler) Muhsin, Talat Artemel, Sait Köknar, Feriha ilk özel film yapımevini kuruyor ve Ertuğrul Tevfik, ¡.Galip Arcan, vb.) idi. Gerçi arada “İs­ Muhsin Bey’in bu “projesi”ni kabul ediyor­ tanbul Sokaklarında”, “Kaçakçılar”, “Cici lardı. Berber”, “ Karım Beni Aldatırsa”, “Kanlı Ni- Senaryosunu yazıp rejisörlüğünü de yine gâr”, “Fena yol”, “Naşit Dolandırıcı”, “Söz Ertuğrul Muhsin Bey’in yaptığı film, “İstan­ Bir Allah Bir” gibi filmleri de çekmişti; ama, bul’da Bir Facia-ı Aşk veyahut Şişli Güzeli Me­ bunlar herhangi bir özellik taşımayan, ilkel diha Hanım’ın Facia-ı Katli” (1922) adını konulu ve ilkel anlatımlı filmler olmaktan öte­ taşıyordu. Kameramanı, Fuat Bey’in yetiştir­ ye gidemeyenlerdendi. mesi Ahmet Cezmi (Ar), oyuncuları da Roza Zamanla modasını yitiren Sovyet sinema­ Felekyan, Onnik Binemsciyan, Vahram Pa- sını inatla örnek alan Muhsin, “Bir Millet pazyan, Anna Mariyevic (İstanbul'a Devrim’ Uyanıyor” ve “Bataklı Damın Kızı AyseT’i yap­ le kaçan Beyaz Ruslardandır), Behzat Butak, tı. Özellikle bu İkincisinde açık seçik gözle­ Emin Beliğ ve Vasfi Rıza Zobu’ydu. nen Sovyet sineması gerçekçiliği, her ne Film, Türk sinema tarihinde birçok “ilk” kadar Türk köy gerçeğiyle bağdaşmıyorsa da leri ve özellikleriyle başköşeyi alacaktır; "İs­ yer yer, yaklaşım olumluydu. tanbul’da Bir Facia-ı Aşk”, öncelikle ilk özel (ve özerk) bir yapımevince yaptırılmıştı. İlk kez, geniş yığınların da ilgisini çeken gerçek bir olayı kendine konu ediniyordu ve yine ilk kez kahramanları düşsel kişiler yerine yaşa­ yan, gerçek kişiler olarak seyirciye sunulu-i

YEŞİLÇAM’DA FİLM MALİYETLERİ

Yıl Film Maliyet 1958 "Düşman Yolları Kesti” 160.000 TL. 1979 “Bereketli Topraklar Üzerinde' 7.500.000 TL 1986 "Kuyucaklı Yusuf" 50.000.000 TL 1986/TV "Kuruluş/ Osmancık” 1.500.000.000 TL. OYUNCU ÜCRETLERİ 1958 7.500 — 1959 Eşref Kolçak 20.000.- 1965 Ahmet Mekin 20.000.- 1966/87 Ayhan Işık 60.000.- 30.000.000.- Kadir inanır 1 Tarık Akan 15.000.000 - İbrahim Tatlıses 25.000. 000 - (Reji dahil) Müjde Ar 15.000. 000.— 10 • MİLLİYET DİZİ YAZILAR

£J

TARIK DURSUN K.

İlk vantp Türk sinemasının ilk vampı 1919’larda beyaz­ perdede görülen Madam Kalitea idi. Madam Kalitea o dönem seyircilerin Yeniler gözdesiydi. Yeşilçam'da

â k Seyircinin ayağını yerden ke­ yi gerilerdeydi. Özelliği, tiyatroculardan uzak sen, pembe düşler gördüren durmaya çalışması ve başrolü hiç ünlenme­ filmler, giderek yerlerini daha miş bir mimara (Kadri Eroğan) vermesiydi Türk sineması, bu dörtlünün elinde, ara­ insancıl, daha dürüst, daha se­ da içlerine Seyfi Havaeri, Ferdi Tayfur, Talat yirciden yana, daha gerçekçi Artemel, Kânl Kıpçak, Vedat Ürfi Bengü ve filmlere bırakıyordu Samı Ayanoğlu gibi “dışarlıklı”lara da pek ses çıkarmayarak bir türlü istenilen kıvama gelemeden türlü filmler üretmesini sürdürdü. AŞLAYAN İl. Dünya Savaşı yü­ zünden genelde bunalımlı gün­ ler yaşanıyordu. Her şeye rağ­ DIŞARDAN GELENLER men, sinema, insanlara umut B vermeye, savaş ve şiddet karşı­ ERKEN sinemaya sessiz soluksuz ve sında dirençle karşı durmaya “dışardan” bir takım “yeniler” de gel­ çağırıyordu. Seyircinin ayağını yerden kesen, meye başladı. Adapazarlı iki kardeşin pembe düşler gördüren filmler, giderek yer­ kurdukları yeni yapımevi Erman Kardeşler’ lerini daha dürüst, daha insancıl, daha seyir­ den Seyfi Havaeri “Damga”yı çekimi sırasın­ ciden yana, daha toplumsal gerçekçi olanla­ da bir anlaşmazlık yüzünden ayrıldı, başrol­ rına bırakıyordu. Bir değişim başlamıştı, Tür­ lerinde Sezer Sezln’le Memduh Ün’ün oyna­ kiye’de (o günlerde olabildiğince içe dönük dıkları bu filmi bütünlemek görevi, yapıme- bir tutum içinde olsa da) sinemanın bundan vinln muhasebe yönetmeni Lütfi Akad’a düş­ geri durması, etkilenmemesi mümkün değil­ tü. Akad bu yarım ve ilk film denemesinin di. Nitekim, yepyeni, hiç hesapta olmayan bir • üzerinden bir yıl geçtikten sonra, bu kez savlı sinemacı kuşağı tam o sıralarda biraz ürkek, filmi, Halide Edip Adıvar’dan “Vurun Kahpe- biraz çekingen fakat kararlı bir tavırla sine­ ye” yi (Sezer Sezin, Temel Karamahmut, Ke­ maya geldi ve tiyatrocularla Muhsin Ertuğrul mal Tanrıöver, Settar Körmükçü ve Vedat Ürfi sinemasına son verdi. Bengü) çekecek ve uzun yıllar sinemamızı et­ “Şehvet Kurbanı", oyuncusu genç Suavi kileyecek ve ona yeni bir biçim verecek uğ­ Tedü ile sinemamızda bir “jön prömiye” ti­ raşına böylece başlayacaktır. pinin doğmasına yol açmıştı. Yenilerden Fa­ Akad’dan sonra gelenler, Aydın Arakon, ruk Kenç, “Yılmaz Ali”de Tedü’yü gözüpek bir Mümtaz Ener, Kadri Ogelman, Fikri Rutkay, “hafiye”de kullandı. Arkasından yaptığı Cahit Irgat, Mehmet Mutar, Semih Evin ve Çe­ "Dertli Pınar"daTedü, bu kez bir köy “jön”ü tin Karamanbey’dlr. Bu kalabalık listede ilgiyi oldu, ama her haliyle kentliliği üstünden akı üzerine çekecek olanlar Arakon, Evin ve Çe­ yordu. Bunlar kusurdu, olacaktı. Üstelik, tin Karamanbey olacaktır. Evin, “Allah Kerim” yeniler henüz tiyatroculardan pek vazgeçmiş le dışardan oyuncu Sezer Sezin’ln yanı sıra de değillerdi. Sözgelişi, Şadan Kâmil duygu­ denenmemiş iki kişiye, Kenan Artun İle şair lu, hamasilik dozu o kadar abartılmamış fil­ Orhon Murat Arıburnu’na büyük bir gözüpek- mi “Onüç Kahraman”-da değişik bir yüz ola­ likle başrolleri verir. rak şair-oyuncu Cahit Irgat’a da rol vermişti, Halk Film’e yaptığı “Yalan”, ağdalı bir me­ gerisi tiyatroculardı. Kameramanın arkasın­ lodramdır, fakat Karamanbey, bu filmle sine­ dan rejisörlüğe geçen Baha Gelenbevl, “ De­ mayı denemektedir. Daha sonra ikinci filmi niz KızT’yia garip, yadırgatıcı bir filmle seyirci “Çete”de beklenmedik çıkışını yapacak, Re­ karşısına çıkıyordu, dönemin Hollyvvood’lu fik Halid’in romanından sinemaya aktardığı Dorothy Lamour’unu taklit ederek başkadın bu filmdeki kalabalık kadrosuna dışardan oyuncusu Nezihe Becerikli’ye sarong sardı­ oyuncular alacaktır (Neriman Köksa1, Ihsan rıyor, filmi atmosfer olur diye Tahiti’leştiriyor- Evrim, Orhan M. Arıbumu ve Hulusi Kentmen du da. Filmde “jön”ü Orhan Esen oynayacak, gibi). “Deniz Kızı” ndan sonra ortalıktan yitip gide­ Türk sineması yeni bir evrimin eşiğine cektir. gelm iştir artık. Muhsin Ertuğrul, kıyıdan1 köşeden yine film yapmaktadır, fakat yenilerde birbiri adı­ na filmler çevirmektedir. Kenç, “Günâhsızlar” COŞKU VE TEPKİ da iki “sıradan” insanı (gerçi onların da hiç değilse Halkevi sahne deneyimleri vardır), ÜTFİ Akad’ın “Vurun Kahpeye”yi çe­ Oya Sensev ile Sadri Alışık’ı, “Karanlık Yol­ virdiği yıl, 1949 yılıdır ve adları rejisö­ larda Haşim Evcl’yi, Şadan Kâmil “Toros Ço­ re çıkmış, hemen herkes, bir ya da iki­ cuğumda Nevin Aypar’ı ve Orhan Elmas’ı şer filmle seyirci önündedir. Vedat Ürfi Ben­ “lanse” ederler. gü birbirinden kötü anlatımlı “Ayşe’nin Arada yeril film üreten çeşitli yapımevle- Duası” ile “Beyaz Baykuş”u, Fikri Rutkay ri (Halk Film, Ha-Ka Film, Ses Film, İstanbul “Akıncılar”la, “Şehitler Kalesi”ni, Seyfi Ha­ Fiim, Doğan Film, Ankara Film, And Film vb.) vaeri “Fedakâr Ana” ile “Gönülden Yaralılar” de kurulmuş, üretimlerini sürdürmektedir. ı, Mümtaz Ener “Kanatlardan Türbe’ ile “Ka­ radeniz Postası”ni, Kenç “Üvey Baba”yı, Ge- ÖNE ÇIKANLAR lenbevi "Kanlı Döşek” !, Aydın Arakon “Çığlık” ile “Efsuncu Baba”yı, Kâmil de “Sonsuz lstırap”ı çekmişlerdir. İçlerinden yal­ ~1 EÇİŞ dönemi olarak anılan bu evrede nızca bir tek film, Akad’un “Vurun Kahpeye” G Kenç, Kâmil, Gelenbevl ve Turgut De- ’sİ aradan sıyrılır ve gişe gelirinin ötesinde, ------'mirağ ön plana çıkmış rejisörlerden­ olağanüstü bir ilgiyle de karşılanır. dir. Bunlardan Kenç, başlangıcından sinema­ “Vurun Kahpeye” nin ulusal duyguları ok­ yı bıraktığı son filmine kadar eskinin pek de şamanın dışında yeni oyunculara yer vererek, parlak olmayan bir sürdürücüsü görevini üst­ sade fakat akıcı (o evre için, kuşkusuz) bir si­ lenmişti. Kâmil, sinemaya görüntü yönetmeni nema dilini kullanıyor olması, onu ilginç kı­ olarak girmiş, kısa bir süre sonunda da reji­ lan etkenlerin başında geliyordu. sörlüğe geçmişti. Filmografisinde yer alan Film, coşkuyla, bir o kadar da tepkiyle kar­ “Toros Çocuğu”, Reşat Nuri Güntekin’den şılandı. Akad, tiplerini gerçeğe en yakın bir “Dudaktan Kalbe” ve sıradan üç güldürü bir temel üzerine oturtmasını bilmişti. Ne Sezin’ yana, asıl çıkışını “iki Süngü Arasında” ile ya­ in| ne Settar Körmükçü ve ne Karamahmut’ pacaktı. Film, konusunu o günlerin iyi roman­ la Bengi’nin oynadıkları tipler, o güne dek hiç­ cılarından Aka Gündüz’ün aynı adlı romanın­ bir Türk filminde böylesi bir başarıyla canlan- dan alıyordu. Başarılı bir fotoğraf düzenleme­ dırılmamıştı. Filmin havasında, romanın ya­ si, ışıklandırma ve iyi oyun alışverişi ile “iki pısından gelme çarpıcı bir yan da vardı; bu, Süngü Arasında” gerçekten o yılların beğe­ idealist Türk öğretmenin yanında çıkarı uğ­ nilen Türk filmleri arasında yer edinecektir. runa yurdunu düşmana satmaya kadar gide­ Kâmil, çağdaş yazar Haldun Taner’in bir bilecek bir Hacı Fettah’ın yakışıksız durumuy­ hikâyesiyle senaryosundan yola çıktığı “Bir du. Ankara’da, filmi gören Harp Okulu öğren­ Aşk Hlkâyesi”nde İse, yumuşatılmış bir ger­ cileri Akad’ı coşkuyla kutlarken aşırı sağ da çekçiliğe gelip dayanacaktır. (C. Rifat Atılhan: Sebilürreşat dergisinde ver­ Dörtlünün içinde en ilginç olanı, Demi- yansın ediyordu: “Vurun Kahpeye - Müslü­ rağ’dır. Califomia Üniversitesinde sinemacı­ man Türk din ehli ağır ve yalan iftiralara uğ­ lık eğitimi gören Demirağ, yurda dönünce bir ruyor, sinemalarda rezil ediliyor. Müslüman yapımevi kurmuş ve Güntekin’in “Çalıkuşu” Türk şeref ve haysiyetini koruyacak bir ada­ nu tersyüz ederek “Bir Dağ Masali’nı çevir­ let yok mudur?”) mişti. Film, tam bir başarıya yaramıyordu, ilk olmanın kusurları alabildiğine çoktu. Demi­ YARIN! rağ, gerçi sinemanın vatanında eğitim gör­ müştü ama sinema dilini kullanmaktan epe­ AĞLA GÖZÜM AĞLA 8 • MİLLİYET DİZİ YAZILAR Yeşilçam Değişirken ^ TARIK DURSUN K.

MUSUT Y a s Edebiyat-sinema ilişkilerine öteki kuşak rejisörlerinden daha çok önem veren Metin Erksan’ın "Susuz Yaz" filmi, Berlin Şenliği'nde birincilik ödülünü kazandı. "Kanun Namına" filmiyle "namusunu kurşunla temizleme" ve gözyaşı dönemi açıldı Agkı gözüm ağla! £ ilk gerçekçi köy filmi, Âşık kordan kaçıyor, sokağa çıkıyor; bir dönemin İstanbul’u köprüleriyle, manavlarıyla, kam­ Veysel’in hayatını anlatan "Ka­ yonları, tramvayları ve yaşayan kanlı canlı in­ ranlık Dünya" sansürün hış - sanlarıyla perdeye aktarılıyordu. Burada ko­ mıyla film olmaktan çıktı nu benzerliği hiç mi hiç önemli değildi; Akad, sinemaya yeni, değişik, çarpıcı, gerçekçi ve URUN Kahpeye”, hiç kuşku tümüyle yaşamı yansıtan bir üslup getirmek­ yok, Türk sineması için olduğu teydi. kadar Akad için de bir geçiş fil­ miydi. Akad, ikinci olarak da Rey Kardeşler’in ünlü müzikli NAMUS TEMİZLEME oyunu “Lüküs Hayat”ı filme al­ dı. Yine aynı oyuncu kadrosu (Sezer Sezin, Körmükçü, Pişkin, Özsoy ve Hepgüler) aynıAMUSUNU kurşunla temizleme yolu­ görüntüV yönetmeni (Lazar Yazıctoğlu) ve ay­ nu seçen “ bedbaht” ile “feci akibeti” ni ana tema olarak işleyen konular, nı yapımevi (Erman Kardeşler) ile filmini ko­ tarıyordu. “Lüküs Hayat”, Akad’ın ilk dene­ “Kanun Namına” dan sonra da sinemamızın mesi gibi başarılı görünmedi. Sevimli, çapı gözde ve en geçer akçe konularından oldu. belirsiz, tiyatro değil ama sinema da değil; Akad-Seden İkilisi bu temayı bıktırmamaya pek önemi olmayan bir tür “soap opera”ydı dikkat ederek “Katil” ve “Öldüren Şehir”de adeta. Geldi ve sessiz soluksuz geçti gitti. Za­ de işlediler. Kısa bir ara film i sayılan “İpsala ten o yıl, bir tek filmiyle, “Söyleyin Anama Ağ- Cinayeti” de aynı ortak temanın ürünüydü. lamasın’’la Temel Karamahmut ortalığı (ve se­ Akad, yeniden çıkış filmi “Beyaz Mendll”e kadar uzun bir süre bekledi ve sonunda yeni yirciyi de tabii) kırıp geçiriyordu. Ufacık yeni parlamaya başlamış romancı Yaşar Ke­ tefecik.yüzü şark çıbanlı, süzgün bakışlı; mal’in bir hikâyesinden yola çıkarak. Erksan Hollyvvood’un “şark filmlerl”nden sanki Ur- fa’nın daracık sokaklarına atlayıvermiş, har- kadar olmasa bile, yine de değişken bir ger­ maniyeli rugan çizmeli, başı türbanlı ve beli çekçi yaklaşımla bir köy filmi yaptı. İkili, bir­ hançerli Hüseyin Peyda, o filmi ve onu izle­ birlerinden kopmuşlardı. Akad kendi sinema yapısına uygun bir yapımevi bulurken eski se­ yecek diğer filmleriyle bütün “jön'Teri geri­ sinde bırakacaktı. naryocu ve yapımcı Seden de kamera gerisi­ ne çekilerek rejisörlüğe başladı. HEDEF: GÖZYAŞI YILDIZI PARLAYANLAR W ) İAŞARISIZLIK, salt Akad’a vergi değil­ im di- Umutlar bağlanılan öbür rejisörler IRADA neler olur, neler olmuştur? Yıl­ I de o sıralar, adeta sinema dışı, daha dızı parlayanların başında Erksan ge- çok gözyaşı bezlerini mıncıklamayı hedef al­ ------'lir. ikinci filmi, “Cingöz Recai” bir se­ mış filmler çevirmişlerdi: Arakon "İstanbul’­ rüven filmidir. Erksan’a hiçbir şey katmaz, si­ un Fethi”ni Demirağ "Fato” yu, Gelenbevi nema dilini geliştirmesi dışında tabii. Adıvar’- “Barbaros Hayrettin Paşa”yı, Ayanoğlu “Al­ dan yola çıktığı “Yolpalas CinayetP’nde de lahaısmarladık”!, Havaeri “Kore Gazileri”ni, tam bir başarıya erişemezse de Erksan'da gi­ Bengi “Lale DevrTnl, Karamanbey “Seni derek bir olgunlaşma gözlenir. Yarım bırak­ Unutmadım”!, en yenilerden de Arıburnu tığı melodram yüklü “Ölmüş Bir Kadının “Yüzbaşı Tahsin”l seyirciye sunuyorlardı. Evrak-ı Metrukesi”ni gerçekten ustalaştığının Bunlardan yalnızca bu sonuncusunda, Arıbur- simgesi olan “Dokuz Dağın Efesi” izler. nu’nda şaşırtıcı bir sinema dilinin kullanılışı Yer yer Batılı bir filmden (Pietro Germi’- gözleniyordu. Aynı Arıburnu, daha sonra Ay­ nin “ La Vitta sİ Difende”sinden) etkiler taşı­ han Işık’la yapacağı “Kanlı Para” da bu sine­ dığı ileri sürülen “Gecelerin Ötesl”nde, Erk­ ma dilini kullanmadaki ustalığının doruğuna san, “Her mahalleden bir milyoner erişecekti. yetiştirme” felsefesinin neden olduğu büyük Karamanbey’den epeyi bir sonra sinema­ ekonomik ve toplumsal sarsıntı içinde, suç­ ya geçen sinema eleştirmeni Metin Erksan, lu gençlik sorununu ele almaktadır. Burada ilk fiTmi “ Karanlık Dünya” da Âşık Veysel'in Akad’ın başlattığı kent gerçeğine, Akad’dan yaşam hikâyesini anlatıyordu. Erksan bu fil­ daha keskin, daha yalın ve daha acımasız ola­ miyle sinemamızda ilk gerçekçi köy filmi de­ rak yaklaşan Erksan o güne dek sinemada nemesine girdi ama sansürün de hışmına uğ­ ikinci ya da üçüncü sınıf rollerin adamları ola­ radı ve film o kadar çok makas yedi kİ, film rak bilinen Suphi Kaner’i, Metin Ersoy'u, Zi­ olmaktan çıktı. Ne var ki, sinemamız da ge­ ya Metin’i ve Kadir Savun’u başrollere geti­ lecekte parlak ve uluslararası yine ilk büyük rir ve olumlu sonuçlar da alır. Aynı Erksan “Yı­ başarısını sağlayacak yeni ve güvenli bir re­ lanların Öcü”nde, “Karanlık Dünya”da sergi- jisör kazandı böylece. leyemediği kırsal kesim insanının katı ger­ Sinemanın değişmesinde en büyük öncü­ çeklerini, Fakir Baykurt’un romanından des­ lük, hayli varlıklı ve geniş yapım olanakları­ tek alarak sergiler. F^lm, yine sansürle çatı­ na sahip Kemal Film ve yapımcı görevindeki şır, basının ve Devlet Başkanı Gürsel’in ara­ senaryo yazarı Osman F. Seden'den geldi. Se­ cılığıyla kurtulur ve seyirci karşısına çıkar. den, yıllar sonra yapımevini getirticilikten yer­ Film, daha sonra Kartaca Şenliği'nde bir onur li yapımcılığa döndürmüş ve Kani Kıpçak’la madalyası alacak ve Erksan, ilk uluslararası İşgal İstanbul'unu kasap kavuran bir azınlık ödülüne kavuşacaktır. kabadayısının serüvenlerini anlatan “İstanbul Edebiyat-sinema ilişkisine .diğer kuşak re­ Kan Ağlarken”! kendi yazdığı senaryosundan jisörlerinden daha çok önem ve değer veren filme aktartmıştı. Film, yılın eni konu “sükse” Erksan, Cumalı’dan aktardığı “Susuz Yaz” la yapan film i oldu ve Seden, bu kez Kıpçak ye­ bu kez de Berlin Film Festivali’nin Birinci rine Akad’la işbirliğine gitti. Bu işbirliğinin Ödülü’ne değer bulunur. Ardından gelen yıl­ ürünü “Kanun Namıma” ydı, Gülistan Güzey larda, Erksan, bir duraklama evresine girer. İle Talat Artemel sayılmazsa, tüm oyuncula­ Aradaki bir türlü seyirci ve eleştirmecilerce rı sinema dışındandı. (Ayhan Işık, Muzaffer anlaşılmayan (ve bunda direnilen) iki filmi Tema, Pola Morelll, Nubar Terzlyan ve Kara­ “Sevmek Zamanı” ile “Kuyu” sayılmazsa, mahmut gibi) Akad’ın bu filmi, ikinci Dünya Erksan şarkılı-türkülü filmlerle, irkiltici melod­ Savaşı’nı izleyen yıllarda ve İstanbul’da ger­ ramlarla bir süre oyalanır ve “Sensiz Yaşaya- çekten yaşanmış bir olaya dayanıyordu. Ko­ mam” la filmografisindekl en iyi filmlerden bi­ nunun bir kusuru vardı; Fransız Marcel Car- rini daha yapar. ne’nin 1939’daçevirdiği filmi “ Le jour se Le- ve”e çok mu çok benziyordu; üstelik, film ül­ YARIN" kemizde de gösterilmişti. “ Namusunu kur­ YENİLER, YENİ YOL şunla temizleyen bir bedbahtın feci akıbeti” ni hikâye eden “Kanun Namına”da Akad, de- ARIYOR 8 • MİLLİYET DİZİ YAZILAR Yeşilçam Değişirken a TARIK DURSUN K. Yeniler yeni yo l a rıy o r 4| "Batı bunları istemiyor" deni­ Ertfen len filmlere, aynı "Batfnın Kıral ödüller yağdırması ne demek Genç oluyordu ki dersiniz?.. yönetmen Erden Kıral, R kuşak rejisörlerinden sayı­ "Ayna" lan Feyzi Tuna, Süreyya Duru, film ini Ümit Efekan, Bilge Olgaç, Erdo­ yaptığında, ğan Tokatlı (hatta) Ertem Eğil­ hem mez, Ihsan Yüce ve Türkiye'yi, â hem Batı kendi başlarına, kendilerince yeğ tuttukları bir sinemanın sürdürücülükle- dünyasını rini yapmaktadırlar. Tuna, yankılar uyandıran ayağa filmi “Kızgın Toprak”tan sonra TRT televiz­ kaldırdı. yonuna dizi film olarak Kuntay'dan “Üç Istan- Filme, bul”u çekmiş; durmuş, bir-iki önemsiz çaba­ dışarıdan nın ardından Cumhuriyet sonrası Türk ede- ödüller biyatındatoplumcu gerçekçiliğin anlışanlı ör­ yağdı. neği, Sabahattin A li’nin “Kuyucaklı Yusuf” romanını uyarlamıştır. Tuna, o filme dek ka­ surlarını da yok saydırdı. Film Strasbourg Av­ zandığı az ya da çok orandaki başarılarına rupa Festivali Büyük Ödülü’nü, Nantes Film “Kuyucaklı Yusuf’la umulmadık bir sekte vu­ Festivali Jüri Özel Ödülü’nü, yine aynı festi­ rur. Bir tür Bondarcuk esprisinde, romana ge­ valin Sanat ve Deneme Filmleri (EFCAE) Bü­ reksiz bir bağlılık gösterirken bu kez de ya­ yük Ödülü’nü kazandı. pılmakta olanın sinema olduğunu gözardı et­ ”... Türk sineması Batılı’nın gözünde ar­ miş, filmi tepkilere uğramıştır. tık bir ölçüde tanınan, ama anonim bir sine­ En az Seden’in yapımcılık dönemindeki ma olarak var. Hep aynı resimleri gösteren, kadar içten, dürüst bir yapımcılık serüvenini aynı temaları işleyen, belgesel görüntüleri geride bırakarak rejisörlüğe başlayan Sürey­ bolca kullanan bir sinema; ve bunun genel ya Duru, birkaç güldürü, tarihi ve “Şoför markası da Yılmaz Güney’di. Ama Batılı ar­ Nebahaf ’ filmlerinden sonra senaryocu Ve­ tık bu resimleri istemiyor bizden... Türk sine­ dat Türkali ile işbirliğine gitmiş ve önceki yap­ masının kendi kendini yinelediğini ileri sürü­ tıklarına hiç benzemeyen, son derece aklı ba­ yor. Artık sinemamızdan “ auteu” ve “ auteur şında, düzeyi çok iyi tutturulmuş, gerçekçi sineması” bekliyor. Yani kişisel üslubu olan, filmler yapmaya başlamıştır. “Bedrana” ile özgün filmler bekliyor. Bize de gerçekçi si­ başlayan filmografisinin içinde “Kara Çarşaflı nema yıllar yılı gördüğünü çekme biçiminde Gelin”, “Güneşli Bataklık” ve (Cumalı’dan gelmişti. Aslında bizim geleneğimizde fantas­ uyarlama) “Derya Gülü” onu birden “iyi tik bir dünya var. Lu varolan fantastiğe ger­ rejisörler” arasına katmıştır. çekçi bir tavırla yaklaştınız mı, yeni anlatım yolları bulmak olanaksız değil”. TOPLUMCU GERÇEKÇİLİK ASIL bir yoldu bu ve bu yolu ilk kez (acaba?) Kıral mı bulacaktı? Kıral; si­ nemaya geçmeden çok önceleri, ben­ U yukarıda adları anılan filmlerin he­ zer bir deneme “Seyit Han” la Yılmaz Güney men hepsinde, Duru, toplumcu bir tarafından yapılmıştı. Ayrıca, “Batı bunları ------gerçekçiliğin yansıtıcısıdır. Burada se­ istemiyor” demesine karşılık, aynı Batı, Gü- naryocusu Türkali’nin katkısı kuşkusuz var­ ney’in "Y of’una Cannes’da En Büyük Ödülü dır, ama Duru dasenaryodaki öze, içeriğe tü­ veriyor, ayrıca aynı “resimleri gösteren”, aşa­ müyle bağlı kalmasını bilmiş filmleri dış ül­ ğı yukarı “aynı tema”yı işleyen” ve “belge­ kelerde başarı kazanmıştır. sel görüntülerin bolca kullanıldığı” bir sine­ Ertem Eğilmez, öncelikle yapımcıdır, son­ manın egemen olduğu “Ayna”ya ve onun ön­ ra rejisör. Eleştirmecilere göre; “ Çoğunluk­ cesindeki “Hakkâri’de Bir Mevsim”e ödüller la Capra’nın güldürü tutumundan yola çıkan, yağıyordu. (Berlin Festivali Gümüş Ayı - Jüri aynı yapıyı sürdürmeye çalışan” Eğilmez, Büyük Ödülü, FIBRESCI- Uluslararası Film “ sık sık ondaki kolaylığa, saptırıcı tuzaklara Eleştirmecileri ve Protestan Kiliseleri - OT- düşmüş" ve “ sonunda sulu güldürülerde ka­ TO DIBEUIUS - ödülleri gibi) rar kılmış” tır. Eğilmez’in en iyi film i, duygu­ “ Ayna” , tartışmasız başarılı bir filmdi; de­ sallığa alabildiğine yüklendiği, fakat bu ara­ ğişik oluşu, gerçekçilikle düşselliği çok us­ da kameraman Erdoğan Engin’in sık sık taca bağdaştırmış olması, insan ruhunun gör­ belgesel-güncel çalışmalarıyla süslediği; bi­ kemle perdeye yansıtılması ve sevgi, tutku, raz Orhan Kemal ve biraz da Istrati gerçekçi­ kıskançlık, sahiplenme, kin ve nefreti bir ara­ liğinin hayli uzunlatılıp yumuşatılarak pes­ da toplayarak vermesi; ülkenin bir yöresinden pembeye dönüştürüldüğü “Canım Kardeşim” olanca tutucu ve çağdaşlıkla çatışan gelenek­ dir. “Oh Olsun”, ilkine kötü bir öykünme olan lerine dört elle sahip çıkması, insan denilen “ Sev Kardeşim” , vıcık vıcık bir melodram öğenin sinemaya aktarılırken sinema olgusu­ “ Sürtük” , hemen hemen hepsi Rıfat İlgaz’ın nun da kesinlikle gözardı edilmemesi... Fil­ olmaktan çıkıp Eğilmez ekibinin birer öz malı mi, sinemamızda erişilmesi çok zor bir üst dü­ niteliğindeki Hababam Sınıfı” dizileri Eğil- zeye çıkarıyordu. “Ayna”, “geri kalmışlık için­ mez’e hiçbir olumluluk getirmezler. de yaşanan” gerçek bir “çağdaş dram”dı. Eğilmez’in yanında yetişerek sonradan Bir tartışmada bir Türk öğrenci, ‘İstan­ kendi başına buyruk olan eskinin “jön”ü Kar­ bul’da gökdelenler var, niçin onlan göstermi­ tal Tibet ise, bu Eğilmez Okulu’nun ilkeleri­ yorsunuz?’ diye bir soru sordu. Ülkemizdeki ne bağlı kalarak güldürü filmleri çevirmiştir. bazı kişilerin bakış açısına benziyor bu. Ama Bunların büyük çoğunluğunda, başoyuncu­ ben gökdelenlerin Batılı’yı pek ilgilendirece­ su yine aynı okuldan yetişme Kemal Su­ ğini de, gökdelenlerin insan hikâyesi, insan nardır. Tibet, bir aralar Aziz Nesin’den uyar­ gerçeği anlatabileceğini de sanmıyorum.” ladığı “ Zübük” le bir çıkış yapmak istemişse Burada bir noktayı işaret etmeden geçme­ de ilgiyi pek üzerine çekememiştir. Tibet’in meli; Kıral, daha önce Yılmaz Güney ve ben­ en başarılı olduğu, sinema dilinin yapımcılı­ zerlerinin sinemaya aktardıkları gerçeklere ğıyla odaklaştığı'tek filmi TRT televizyonu karşı çıkıyor, yeriyor ve bunların geçersizli­ adına yaptığı, bir Afet İlgaz uyarlaması “An­ ğini ileri sürüyordu. nem Annem”dir. Yazar (hikâyeci ve senaryocu) Osman Şa- hin’in “Beyaz Öküz” hikâyesi ilk yayınlandı­ SIRADAN YAŞAM ğında da, kitap biçimine geldiğinde de pek bir yankı uyandırmadı. Fakat, günlerden bir 1"^ EĞİŞİK olma, başkalarına benzeme­ gün Erden Kıral o hikâyeyi alıp senaryolaştı­ me, hiç yapılmamışı (özellikla bizim rıp “Ayna” adıyla sinemaya uyarlayınca, or­ ------sinemamızda) yapma çabası, yine bir taya çıkan film; hem Türkiye’yi, hem Batı si­ ilk filmle, Nesli Çölgeçen’den geldi. Çölge- nema dünyasını ayağa kaldırdı. Burada “aya­ çen ya sinema acemiliğinden ya da ille de ğa kaldırdı” sözünde herhangi bir abartma D benzersiz olma kaygısıyla plan bağlamaların­ yoktur, çünkü “Ayna”, Akdeniz Kültürleri dan bile yoksun bir sinematografik dilde bir Film Festivali Film Eleştirmenleri Ödülü’nün tiyatro oyuncusunun evlere şenlik yaşantısın­ yanı sıra, geçen yıl Luxemburg Film Şenliği dan kesitleri “Kardeşim Benim” de veriyor­ Büyük Ödülü’nü de aldı. du. Sinemasal ilkelliği, Çölgeçen şöyle açık­ lamaktadır: ÇUKUROVA GERÇEĞİ "... Filmin yapısını birbirini izleyen bir olaylar zinciri üzerine değil, günlük yaşamın niteliği üzerine kuralım İstedik. Anlatmak is­ IRAL, ikinci filmi “Bereketli Toprak­ tediğimiz şey şuydu: insan hayatı rutindir, lar Üzerlnde”yi bir Orhan Kemal ger­ belli şeylerin yinelenmesinden oluşmaktadır çekçiliği üstüne kurdu. Yaşar Kemal’ ve büyük kitleler öyle filmlerde seyrettiğimiz den sonra (bütün etkilenmelerine ve ben­ gibi çok büyük gerilimler, çok büyük heye­ zeşmelere bakarak, “Kanardan sonra) yeni­ canlar yaşamamaktadır, insan hayatı sıradan den Çukurova gerçeğine dönüştü bu. Bu film­ bir yaşamdır. Bizim görüşümüz buydu.” de benzeşim, koşutluk ya da çağrıştırım gi­ Gerçekten de “Kardeşim Benim”, iki bi çekinmeler de yoktu. Konu ve tipler yaza­ oyuncusunun (Özcan Özgür ve Sevinç Pekin) rının romanlan arasında (“Murtaza”sını say­ olağanüstü oyunlarıyla (genelde ikisi de ger­ mazsanız) en sağlam, kişilerinin ayakları en çek hayattaki rollerine benzemeleri nedeniyle çok yere basan, sıcak, toplumsal gerçekçili­ dört elle sahip çıkmışlardı) rejisörünün iste­ ği çok belirgin ve dokusu güçlü bir romandan diği düzeydeydi. geliyordu. Bu, o kadar açık seçik, o kadar ar­ ka çıkıcı bir olguydu ki, Kıral’ın henüz ergin­ YARIN: liğe varmamış sinema anlatımının bütün ku- MASUN, FAKAT 10 • MİLLİYET DİZİ YAZILAR Yeşilçam Değişirken u TARIK DURSUN K. Hülya Koçyiğit, değişik köy kadını tipini çeşitli filmlerinde bir süre tekrarladı "Masum fakat dişi" 0 Yenilerin en ilginçlerinden biri olan Yılmaz Güney, arka­ sı kesilmeyen başarılı filmle­ riyle sinemada bir "Yılmaz Gü­ ney Dönemi"ni başlattı ETİN Erksan’ın uluslararası Berlin Film Festlvall’nde bi­ rinci büyük ödülü de kazanan “Susuz Yaz”, rejisörüyle ara­ larında çıkan anlaşmazlıklar­ la yapımcının yıldızını söndü­ rürken başkadın rolündeki Hülya Koçylğit’in de sinemamızda birinci plana çıkmasını sağ­ lıyordu. Oyun gücü bakımından “Sultan” Şo- ray’la kıyaslanmayacak bir yetenekteki Koç­ yiğit, ilk filmindeki masum fakat dişi köy ka­ dınını epeyi bir süre başka filmlerinde de tek­ rarladı. Giderek Muhterem Nur’dan boşalan yeri alacak görünüyordu; bu ise, Koçyiğlt’in kısır bir döngüye kapılması demekti. Koçyiğit, çeşitli tiplerin rollerini denedi; varlıklı aile kızı oldu, Şoray’dan arta kalan tip­ lemelere girdi. Bunları üstlenirken gerek rol seçiminde, gerek senaryo, gerek rejisör se­ Yılmaz Güney ve Pervin Par “Yaralı KartaP’da çiminde birçok yanlışlıklara da düşmemiş de­ ğildir. Tam inişe geçtiğinde de yapımcı olur ve “Türk kadınının gerçek yüzünü perdeye bir yere gelebilmek için hiçbir ayırım yapma­ getirme” çabasına girişir. Koçyiğit, durakla­ dan çevirdiği nice filmlerden sonra Güney, ma evresi öncesinde Akad’la bir bütün oluş­ kameranın gerisine geçti. Daha çok bir halk turan üçlüsü “Gelin”, “Düğün” ve “Diyet”i masalı temeline dayandırdığı “Seyit Han”, çevirmiştir. geçmişi konu edinerek günümüze gönderme­ Koçyiğit, Akad’ın aracılığında, bu henüz lerle yüklüdür. Güney, sinemamıza bu filmle emek karşısında bilinçlenmemiş, sınıfsallığı- başlayan, içinde yer yer de dramatik öğeler nın bilincinde olmayan, ama bunu hisseden, sıkıştırarak bir destansı havayı getirir. Yaşam el yordamıyla da olsa bulup öğrenmeye ha­ gerçeklerine o güne dek sinemamızda hafif zır, son ekonomik ve toplumsal çalkantıların teğetler geçerek varmaya çalışılan sözde değiştirip öne çıkardığı bir başka, yeni bir tip gerçeklerden çok daha değişik bir biçimde kadını canlandırıyordu. Bu tipte filmden fil­ yaklaşmaktadır. Kendi yaşam hikâyesini an­ me uğraş değiştirdi; avukat oldu, ebe oldu, latan “Umut”, aslında kara bir film dir ve ne çalışan kadın oldu. Hepsinde de üretime ka­ hikâye, ne de sinema olarak herhangi bir tılan fakat ne çevresinden ve ne de genelde ödün vermeye yanaşmaz. gerekli hakkını teslim alamamış kadın rolün- Güney, arkası kesilmeyen başarılı film le­ deydi. riyle (aynı yıl üç filmi; “Ağıt”, “Acı” ve Arada sinema yorgunu düşen Koçyiğit, “Ûmutsuzlar” Adana Altın Koza Şenliği'nde şarkıcılığa girişmiş ve assolistliğe kadar da en iyi film seçilmişlerdi) giderek sinemamız­ yükselmiştir, fakat burada harcadığı ya da da bir “Yılmaz Güney dönemi”ni başlatır. kullandığı; sesinin güzelliğinden çok, sine­ Ama ne ar, eylemci politikaya olan tutkusu mada kazandığı prestiji idi. onu özgürlüğünden ederek sinemadan uzun­ lu kısalı aralıklarla uzaklaştıracaktır. YENİ DALGALAR Güney’in en usta işi filmi kabul edilen “Arkadaş”, ikinci hapisliğinden sonraki ilk fil­ midir. “ Düşman” ve “Sürü” ise Güney’in ha­ ÜRK sinemasını değişikliğe uğratacak pisliği döneminde Zeki Ökten’in yazım ve çe­ (bir ağacın köklerini değil de ancak kim senaryolarına dayanarak onun adına si­ ------dallarını budayarak), bir tür kan taze­ nemaya aktardığı iki filmidir. Üçüncü film, Şe­ lemesi yapacak yeniler, iki dalga halinde gel­ rif Gören’in aynı yöntemle çektiği“ Yol” dur. diler. ilk dalga, kısa bir süre içinde palazlan­ Bu üç filmi iki ayrı kişilik ve kimlikteki reji­ mış seyirciyi etkileyerek yönlendirmeye baş­ sörler çekmişlerdir, fakat anlatım özellikleri layan eleştirmecilerdi. Bunlar yazdıkları - çiz­ ve sinemasal dil, tümüyle Yılmaz Güney’e ait­ dikleriyle benzer bir etkiyi yapımcılarla reji­ tir. Çizgilerinde herhangi bir yabancılık sörlere de aktardılar. Seden, fllmografisinde- yoktur. ki başarılı birkaç filminden biri olan “Düşman Yolları KestM'yi; Ün, “Üç Arkadaş”ı; Akad, Güney’in yeni kuşak rejisörleriyle zorun­ “Yalnızlar Rıhtımı”nı; Pesen, “Ahtapotun Kol- lu da olsa yakın ilişkide bulunması, bu yeni ları”nı ve Göreç de “Rıfat Diye Blrl” ni bu aşa­ kuşak rejisörlerinin oluşmalarında ve ortaya mada çevirdiler. çıkmalarında büyük bir katkı yerine geçer. Ye­ Eleştirmecilerin bir bölümü yazarlıklarını şilçam, bu yeni ve genç kuşak elinde hızla de­ sürdürürken,bir bölümü de “fiili sinemacılık”ı ğişmeye doğru ilerler. Başlangıç yıllarında seçtiler; gazete sütunlarından, dergi sayfala­ Türkiye hem ekonomik, hem toplumsal ve rından kamera gerisine geçtiler. Güzel, mut­ hem de siyasal bir çalkantının içindedir. Ya­ lu, olumlu sonuçlar alınabileceği sanılıp bek­ şama bakışları, bu genç kuşak rejisörlerinde lenen bir olguydu bu. Fakat genelde birer ya eski ve orta kuşak rejisörlerine göre çok da­ da ikişer filmde kaldılar, umutlar birer kibrit ha gerçekçi bir bakıştır. Filmlerine konu edin­ alevi gibi çarçabuk söndü gitti. İçlerinden Ha- dikleri hikâyeler, ülkenin küçük insanını ele lit Refiğ bir süre başarılı bir grafik izledi, son­ almakta, yaklaşımlarında siyasallıkla birlikte ra duraklama evresine girdi, televizyona yap­ insancıllığı da gözden uzak tutmamaktadırlar. tığı “Aşk-ı Memnu” ile yeniden bir çıkış yap­ Başkişileri, bir bakıma Yılmaz Güney’in ya tı ve arkasını getirmedi. Uzunca bir suskun­ da seyrek olarak Atıf Yılmaz’ın filmlerine seç­ luğun ardından gelen dönüş filmleri, sıradan tiği kişileri çok ardılmaktadır. Farklılık, bu ku­ filmler oldu. şak sinemacılarının başkişileri, özellikle ya­ Eleştirmenlerin oluşturmaya çalıştıkları şayan kişilerdendir; yapay sinema kişileri de­ yeni ve taze havaya ağır aksak da olsa ayak ğillerdir. Arada büyük kusurları da olmamış uydurmaya çalışan yalnızca Atıf Yılmaz oldu. denilemez. Zaman zaman abartmalı kişilere Filmografisine bakıldığında şaşkınlık uyan­ de yer vermekte, kendilerini tutamayıp film dıran filmler arasında kent ve köy gerçeğine içinde söylev ve sloganlar atmakta, yaşanı­ gözüpek yaklaşımları, sulu güldürüler, tarihi lan gerçeği nerdeyse düş gerçeğine çevir­ konuları işleyenler, şarkıcı - türkücü filmle­ mektedirler. Ama bunlar, bu kusurlar onların ri, ağır melodramlar, roman, hikâye ve tiyat­ yaşları ve coşkularıyla yakından ilgilidir. Son­ ro uyarlamaları, polisiyeler, çocuk filmleri, sa­ ra sonra, giderek durgunlaşacaklar, olgunluk vaş filmleri yer alıyordu. Geride bıraktığı otuz dönemini yaşayacaklar ve kusurlarından (tü­ beş yıllık sinema yaşamında, Yılmaz, hemen müyle olmasa bile) arınmaya yöneleceklerdir. hemen her tür film yapmış, her tür konuyu (seçip seçmediği tartışılabilir) perdeye aktar­ Kuşağın önde gelenleri, Zeki Ökten, Şe­ mıştı. Türlerde olduğu kadar yapım politika­ rif Gören, Erden Kıral, Yavuz Özkan, Sinan Çe­ sında da, sinemasında da ilginç bir durum or­ tin, Yusuf Kurçenli, Ali Özgentürk, Nesli Çöl- taya çıkıyordu; Yılmaz, çağdaş Türk edebiya­ geçen, ve Ömer Kavur’dur. tının ustalarından (Kemal Bilbaşar, Yaşar Ke­ mal, Cahit Atay, Necati Cumalı gibi) başka Rejisörler, filmlerine oyuncu seçiminde de uluslararası ünlü Sovyet yazarı Aytmatov’dan titizienmekte; ya değişime ayak uydurabile­ da uyarlamalar yapmıştı. cek güçte olan eski oyuncuları (Tarık Akan, ve Kadir İnanır aibi) va da ken­ di kuşaklarından olanları (Halil Ergün, Meral YILMAZ GÜNEY DÖNEMİ Orhonsay, Zühal Olcay, Derya Arbaş, Mahmut Cevher, Nur Sürer, Müjde Ar vb. gibi) film le­ rine almaktadır. ENİLERİN en ilginç olanı, hiç kuşku­ suz oyuncu - yazar - rejisör Yılmaz Gü------ney’dir. Sayılarını kendisinin de unut­ YARIN: YARIŞMA YILDIZLARI tuğu birbirinden kötü, aslında oyuncu olarak 1.0 • MİLLİYET

Ayhan Işık, Turan Seyfioğlu, Muzaffer Tema, Muhterem Nur , Türkân Şoray, Ajda Pekkan, Hülya Koçyiğit ’’artist yarışması' yla sinemaya girdiler Yanşma yıldızları 0 Destek amacıyla yapılan vergi Listede yer alanların hemen hepsi, var- güçleriyle beyazperdede seyircinin özdeşleş­ indirimi, Türk filmciliğini ge­ tiği ya da özdeşleşmek istediği tipleri canlan­ cekondu ve yarı kapkaççı bir dırıyorlardı. temele oturttu. Hindistan' dan sonra en çok film çeki­ FİGÜRANLIKTAN YILDIZLIĞA len ülke Türkiye oldu AŞLANGIÇ dönemi Türk sine­ ER filmde bir punduna getirilerek dü­ masında “ baş kadın’Mar da, H zenlenmiş gece kulübü, bir davet ya “ baş erkek” ler de pek öyle se­ ------da bir toplantı sahnesine tanık olursu­ yircinin tutkunu olduğu bir kim­ nuz. Filmin asıl oyuncularının dışında bu sah­ liğe hemen ulaşamadılar. O sı­ nelerde birtakım kadınlı erkekli, boyunları bü­ B yük, zorlama gülümsemeli insanlar da görür­ ralar, kitle iletişim araçları bu denli bir yaygınlık kazanmamışlardı; dünya­ sünüz. Bunlar, figüranlardır. Kimi bu işi mız hâlâ bilinmezliklerle doluydu, gezilmedik, “ meslek” edinmiştir; çağrılır, gelir ve o sah­ görülmedik yerlerin sayısı sayılmayacak bir nede “ kalabalık” eder. Kimi de bunu bir at­ çokluktaydı ve Batı kültürü (özellikle büyük lama tahtası olarak görür. Rejisörün, yardım­ kentlerimizde) egemenliğini, daha etkin ola- cısının, kameramanın; onlar olmazsa, yapım­ lak Hollywood sineması aracıl.jında sürdü­ cının ya da yardımcısının gözüne çarpıp bir rüyordu. “ IdoP’ler; gerek erkek ye gerek ka­ “ diyaloglu rol” alma düşlerindedir. dında hep Hollywood "metaı” idiler. Sessiz 60’lı yılların sonuna kadar Türk sinema­ sinema çağında dokuz numara miyop gözle­ sında gelmiş bütün kadın oyuncuları solla­ riyle süzgünce bakan Rudolph Valentino, La­ yan, gelecek olanların da yollarına durmuş bir tin yakışıklılığının “ timsali” Ramon Novarro, Muhterem Nur, perdeye işte bu figüranlıktan “güzel adam” Robert Taylor, “mahçup geçer. Yugoslavya (Manastır) doğumludur, delikanlı” Gary Cooper, “ centilmen” Cary asıl adı Aysel Muhterem Kısa’dır. Göçmen Grant, silik ama çekici Henry Fonda ile Ja­ olarak İstanbul’a gelmiş, ilkokulu bitirmeden mes Stewart’la birlikte ayrıca Teda Bara’lar- ayrılarak bir fabrikaya işçi girmiştir. Arada bir dan başlayarak Hedy Lamarr*lar, Dorothy La- “ kaçamak” olarak figürasyona çıktığı filmle­ mour’lar, Betty Crable’lar, Betty Davis’ler; rin birinde dikkati çekmiş ve “ Yıldızlar Revü- Katherine Hepburn, Joan Crawford ve Clau­ sü” nde bir rol almıştır. Seyircinin ilgi odağı dette Colbert'lerden Marilyn Monroe’ya uzu- oluşundaki başlangıç filmi, ağdalı bir melo­ nan erkekli kadınlı kalabalık bir yabancılar lis­ dram olan “ Sabahsız Geceler” dir. tesi oluşturuyorlardı. Nur, değişik bir yüz yapısına sahiptir, pro­ fili çekicidir, fakat bunların hepsinin üstün­ İkinci Dünya Savaşı’nın başlaması, bütün de oynatana da, seyredene de şaşkınlık ve­ dengelerle değer yargılarını önce sarstı; sa­ ren bir oyun yeteneği vardır. Türk sinemasın­ vaşın bitimiyle de hepsini toptan değiştiriver­ da yavaş yavaş prototipleşen; ezilen, mutsuz di. Artık seyirci “ güzel adam” lar yerine Bo- bir yaşam süren ama namusunu olanca gü­ gart, Douglas ve Belmondo’yu “ tercih” edi­ cüyle koruyan, düşlerinde sürekli gördüğü o yordu; gerçi kadınlar könusunda “ güzellik” “ beyaz atlı dünyalar zengini prens” in bir gün, yine önceliğe sahip bir nicelikti, ama salt gü­ gerçekten gelip kendisini gecekondu mahal­ zel olmak, giderek seyircideki üstünlüğünü lesindeki düşkün yaşantısından çekip kurta­ yitirmişti. racağı saatleri bekleyen genç kadını canlan­ Sanayiin yarattığı “ star sistemi” de yeni dırır. Zaman gelir, iki gözü birden kapanmış gidişe, değişime uyuyor, kendini yeniliyordu bir kör kızdır; zaman gelir, ihanetlere uğrar, art,k. zaman gelir kötü adamlarca atın terkisine atıl­ dığı gibi mutlu yuvasından kaçırırlar. Erkek­ ler onu bir türlü aralarında paylaşamazlar. STAR SİSTEMİ Sevdiği insana da bir türlü kavuşamaz. İçin­ den pazarlıklı babanın ya da haslığıyla üvey- liği farksız bir annenin elinde, çekmediği çi­ ÜRK sinemasında da taklitle başla­ le kalmaz. Her şeye karşılık, biraz dinsellik­ yan, sonraları gitgide bir temele otu- le aşırı kadercilik kokan bir serüvenler dizisi ------'ran “ star sistemi” doğmuştu. Önce sonunda sevdiğiyle birleşir ve mutlu sona dergilerde, ardından günlük basında kendi­ ulaşır. lerine gelecekte birinci sayfalara bile geçe­ Bu; toplumda itilip kakılan, her türlü öz­ cek ilk güç denemelerine girildi. Yerli film­ gürlükten yoksun, kadın oluşunu (bırakın çev­ ciliğe destek olur amacıyla yapılan vergi in­ reyi ve toplumu) kendince bile farkına varıp dirimi, filmciliği sanayileşmeye yöneltecek hissetmemiş, gerçeğe epeyi yaklaşmış kenar yerde işi gecekondu ve yarı kapkaççı bir te­ mahalle kadın tipinde öylesine başarılı olur mele oturttu. Sinemalar açıldı, koltuk sayısı ki, Nur, tek başına sinemada kraliçelik tahtı­ arttı ve ülkede yerli film üretimi, dünya film na oturur, orada yıllar yılı yine tek başına ka­ üretiminde Hindistan'dan sonra ikinci sırayı lır. alıverdi. Fakat dünya değişecektir; Türkiye’de top­ lumlar da, arada seyirci de değişecek, sine­ Taklit de olsa, oyunun kuralları belliydi, maya gelecek olan yeniler beraberlerinde ona göre oynanması gerekiyordu; öyle de ol­ “ yeni kadın tipi” ni de getirecekler, Nur; yaş­ du. Yeniler, tiyatrocuların sinemadaki ege­ lanmanın da zorlamasıyla bu değişmenin kar­ menliklerine son verdikten hemen sonra şısında duramayacak ve kenara çekilecektir. “ star” larını da yaratmaya koyuldular. Holly- Denemeye kalkıştığı karakter rollerinde de woodvari sokaklardan “ yıldız” devşirmeler, başarılı olamayacak ve eski ününden yarar­ dergiler ya da gazeteler aracılığında “ yıldız” lanarak önce şarkıcılığa, sonra da dansözlü­ adayı yarışmaları birbirini izledi ve Ayhan Işık, ğe başlayacaktır. Bu, onun kesin düşüşüdür. Turan Seyfioğlu, Muzaffer Tema, Muhterem Nur, Belgin Doruk, Türkân Şoray, Ajda Pek­ kan ve Hülya Koçyiğit bu yoldan sinemamı­ YARIN: za girdiler. ŞORAY KANUNU

Muhterem Nur Yeşil çam’a gelen “ ye­ niler", beraberlerinde "yeni kadın tip i"n i de getirdiler. Bir zamanlar dorukta olan Muhte­ rem Nur, bu değişmenin karşısında durama­ dı ve kenara çekildi. Önce şarkıcılığa, sonra dansözlüğe başladı. Bu, onun düşüşüdür. .10 • MİLLİYET D9Z1 YAZILAR

Siz birini yüceltir, 'kral' ya da ’sultan' Yeşilçam Değişirken u yaparsınız, 'teba1 bulursunuz, ama onlar TARIK DURSUN K. * m A kendilerini gerçekten kral ya da sultan saymaya şoroy başladıkları an, durum tersine dönmüş demektir Kanunu 180 li yılların başına gelindiğin­ ması ve kendi sevgisini yeniden değerlendir­ de Şoray, kendi yasasının kur­ me noktasına gelmesi açısından ‘ideaiize edilmiş’ denebilir mi, bilmiyorum.” banı olacak, bir zamanların yapay pompalan olan rejisör­ Peki, bir kadın bağımsızlığının simgesi lüğü, şairliği, romancılığı da miydi Fahriye? “Hayır, değil, feminist açıdan değil. Ben, Yeşilçam'daki mesleki düşüş­ kadın ve erkek özgürlüğünün birlikte olduğu­ ten onu kurtaramayacaktır na inanıyorum.” Turgul, “Fahriye Abla” sında sinemamız ÜRKÂN Şoray ile Belgin Doruk için öyle büyük ve görkemli bir atılım yapmış, ayrı tiplerin yaratıcılarıdır. Do­ bunu yaparken de etkileyici bir değişkenlik ruk, Şoray’dan önce, bir dergi­ getirmiş değildi. Orhan Kemal’in edebiyatı­ nin açtığı yarışmayla sinemaya mızda dirençle yürüttüğü kenar mahalle ger­ girer. O da Nur gibi değişik bir çeğini, biraz erotizme, biraz da yumuşatılmış fizik yapısına sahiptir. Bu ne­ bir melodram havasına büründürerek “ Fah­ denle, daha çok üst sınıfların şımarık, huy­ riye Abla” iaştırmıştı. Turgul (ve bir diğer suz, hırçın; dediği dedik, erkekleri bir işare­ “yeni” Yaşar Seriner) fiili sinemacılığa (yani, tiyle ardından sürükleyen varlıklı genç' kadı­ kamera gerisine) reklam filmciliğinden geli­ nı oynamıştır. “Küçük Hanımefendi” dizile­ yordu. “Fahriye Abla”nın sinemasal (ve Se- rinde olsun, Batı sinemasından eğretice ya­ rinür’in filmi “Çocuklar Çiçektiri’de) sinema­ pılmış uyarlamalarda olsun, Doruk, hep bu ti­ sal anlatımda bu öğe çok belliydi; çok kısa pi çizmiş, 70’ler sonrasında birden ve tipinin sürede çok şey söyleme zorunluğu ve bunun iflasıyla inişe geçerek sinemayı bırakmıştır. verdiği alışkanlık, filme olumlu katkılarının yanı sıra olumsuzlukları da getiriyordu. Her Şoray, bir dönem Türk sinemasının en şeyi bir anda ve olanca çabukluğu ile söyle­ önemli “ vakıa” sıdır. Yapımcıları kendi kur­ mek çabası, filme gerekli olan ritmi zaman za­ dukları tuzağa düşüren, iyi yönetilen, aklını man gereksizce hızlandırıyor, zaman zaman iyi kullandıran bir oyuncudur. “Star sistemi”, ve yine gereksizce yavaşlatıyordu. dünyanın her yerinde, bir noktadan sonra dü­ zenleyenlerin aleyhine işlemeye başlayan bir çarktır kuşkusuz. Önü bir türlü alınmaz, diş­ lilerinden kurtulmak imkânsız gibi bir şeydir. DEĞİŞİKLİK PEŞİNDE Siz bir Ayhan Işık’ı yüceltirsiniz, “Kra!” yapar­ sınız; (Şoray da yüceltilmiş ve “Sultan” ya­ pılmıştır) “teba” bulursunuz, ama sözde kral T” la bir Metin Erksan ya da bir Yıl­ (ve sözde sultan) kendini gerçekten kral say­ A maz Güney kadar başarı sağlamasa bi­ maya başladığı an, durum, size karşı dönmüş ıu,nııle, Ali IHabib IUUIU ÖzgentürkViycıllUlhUC de “değişik UCylŞIK Ulbir demektir. film” peşindedir, özgentürk,“TürkânŞoray lı film i “ HazaT’da da bunu yapmak istemiş­ Yaratılan bu sözde kral ile sultanı yenmek tir; ama konu, özellikle Kırarın karşı çıktığı ya da hizaya getirmek için çaresizlik içinde bir ikinci yeni kral ya da sultan daha üretir, türün bir örneği olmaktan pek öteye gidemez, pazara sürersiniz. Üstelik İkincisi, birincisi­ Özgentürk, yazar Orhan Kemal’in en us­ Tiırkûn Sultan Önceleri “ oğlanın sevgilisi" rollerlndeyken, sonraları başkaldırmış ne bakarak daha akıllıdır, bütün kusurlarını ta işi romanı “Murtaza”yı sinemaya aktarır. bilir, psikolojik etkenleri hesaba katar ve ken­ kendi aklına buyruk olmuş ve İşletmecilerin diretmelerini destek aldıktan sonra özel rol Rejisörüne göre, film “kapkara bir film, tra­ yazdırmaya yönelmiştir. O artık Yeşilçam ’ın "Sultanı" Türkan Şoray’dır. dini “Çirkin Kral" ilan eder. Böylece yeni kral, jedi yoğunluğunda” ve “Oyuncusundan ren­ “teba”sının her türlü karşı çıkışını, kusurla­ gine kadar ayn bir film” olacakken, sonradan rının yüzüne vurulmasını, eski krala kıyasla­ “kitaptan yola çıkılarak kitaba İhanet edilmiş” mada küçük düşürülecek, yaya bırakılacak (çünkü Özgentürk’e göre, kitaptan yola çıkan bin türlü silahı elinizden çekip almış, siz söy­ bir film, ihanet etmezse film olmayacaktır) ve V. Diyorlar ki. lemeden sizin dediklerinizi söyleyip kabullen­ film olarak inşa edilmiştir. “Biz, 50’lerde Âda- miştir. na'da geçen hikâyeyi bugüne ve herhangi bir “ ...resme oranla fotoğraf ne ise, tiyatro­ şehre taşıdık. Yerellik, lokal motifler beni hiç y oldur. Böyle olunca her içeriğin kendine ilgilendirmedi. New York’ta da çekebilirdim ya oranla sinema da odur ve ondan öteye uygun düşen bir biçimi olmalıdır.’’ OĞLANIN SEVGİLİSİ Murtaza'yı, Tokyo’da da.” hiçbir surette geçemeyecektir. Ancak, kâ­ Âlim Şerif Onaran inatta bir gün herkes sağır olursa, o za­ “Murtaza”nın en büyük özelliği, sinema­ (Sinema profesörü) man sinema ciddiye alınabilecektir.’’ ]ORAY için,bu denli bir tehlike yoktur, mıza “ komik” olarak tiyatrodan gelip yerleş­ “ Kim i rejisörler vardır; Welles, Rosselini miş ve “ komik" kalmış bir Müjdat Gezen'in i ' Çûr|kû, o, bütün güçsüzlüğüne karşı- Muhsin Ertuğrul ve Goard gibi, mevsimi gelmeden çiçek “sahiden oyuncu” olduğunu kanıtlamasıydı. (Tiyatrocu, oyuncu, rejisör) L -s -1 iık, seyircinin istediği alaturka nitelik­ açar ve en önemli filmlerini henüz sinema lere sahipti ve ilkel yerli film seyircisinin di- şisel açlığına büyük bir doyurganlıkla yaşamlarının başında iken verirler. Arala­ “ ce- “ Bir bakıma içerik sanatçının anlatmak is­ vap” veriyordu. rında Ford, Renoir ve Antonioni’nin de UMUT PIRILTILARI tediği şey, biçim de anlatım aracıdır. Si­ bulunduğu diğer bir çoğunluk ise, yol ve Önceleri “oğlanın sevgilisi” rolierindey- nemada seyirci içeriğin yüceliğine, güzelliği­ ken, sonraları başkaldırmış, kendi aklına buy­ anlatım biçimlerini genellikle zamanın için­ ne, doğruluğuna ancak sanatçının kullan­ ruk olmuş ve işletmecilerin diretmelerini des­ UÇUK, başarı oranlan tartışılabilir çı­ den geçerek bulurlar.” tek aldıktan sonra üzerlerine özel rol yazdır­ kışlı filmlerin rejisörleri bir yana (Ya- dığı biçimdeki ustalığı aracılığıyla ulaşıla­ Aldo Tassone maya yönelmiştir. O, artık bir Türkân Şoray’ ------vuz Özkan, Korhan Yurtsever vb. gibi) bilir, Biçim, sanatçıyı seyircisine bağlayan dır. Konu, onun üstüne kurulmalı, bütün yü­ Yeşilçam’ı değiştirme amacını güdenlerin ba­ (Sinema yazan) kü o taşımalı, çevresinde ancak ona omuz ve­ şındaK Zeki Ökten de vardır. Yılmaz Güney’in recek, ona basamak olacak oyuncular bulun­ izdüşümü filmlerin dışında kalanları arasın­ Kralı” nda da beklenen atılımı yapmaz ve bu malıdır. Bunların hepsi de "gölge oyuncu” lar kiler, kıstırılmışlar, eski-yeni değerlerin b da “Bir Demet Menekşe” olsun, “Askerin umut pırıltılarını sürdürür. Asıl önemsenecek arada yaşanmasından kaynaklanan çatışmı olacaktır üstelik. Filmin her karesinde Tür­ Dönüşü” olsun gelecek için umut pırıltıları film i (türlü senaryo hatalarına, alabildiğine lar üzerinde kurulu”dur. Kusurları ise, “geri kân Şoray vardır ve onun dışında, başkaları­ taşıyan filmlerdir. Fakat Ökten onları izleyen belgesellik taşıyan yersiz ve zorlama uzatma­ ğinden fazla uzatılmış ve filmin bütünlüğüm nın buna ne izni, ne de hakkı olacaktır. “Pisi Pisi”, “Kapıcılar Kralı” ve “Çöpçüler larına karşılık) “ Pehlivan” dır. Hikâye, “ çeliş­ le pek ilişki kurulamayan piknik ya da niyeti Bir başına egemenlik! Evet, kelimenin ateşli sahneler”le “ ‘Pehlivan’ın çalışmasır tam anlamıyla egemenliktir bu. Şoray bu ege­ daki yöntemle Rocky’ninki arasındaki sin« menliğini uzun yıllar sinemamızda sürdürdü. YEŞİLÇAM’DA FİLM GELİRLERİ masal anlatımı da bir esinleme olarak değeı Bir aralar gemi azıya alıp bir “Türkân Şoray lendirmek mümkün”dür. Kanunu” düzenleyip yapımcılara açıkladı; Şo­ Okten, “Ağrı Dağı’nın Gazabı”yla başla ray, şunu şunu yapacak, bunu bunu kesinlikle YIL FİLM GELİR yapmayacak. Şu kadar para alacak, şu kadar dığı sinema serüveninde, İlginçliğinin doru gün çalışacak.. 1975 “ Hababam Sınıfı Sınıfta Kaldı” 1.519.635 ğuna son filmi “Ses”le ulaşır. Sinema, birden bire eski devrimcilere, onların buruk serüven 80’Ii yılların başına gelindiğinde, Şoray "Hababam Sınıfı” 1.242.365 lerine dönme gereğini duymuştur. Gören kendi yasasının kurbanı olacak, bir zamanla­ “Sen Türkülerini Söyle”yi kotarırken Ökter “ Kaynanalar” 829.790 rın yapay pompalamaları olan rejisörtüğü, şa­ de benzer bir insanın, türlü acılardan sonrE irliği, romancılığı da düşüşten onu kurtara­ 1979 “ Yuvasız Kuşlar” 4.928.785 toplum yaşamına yeniden dönüşü ve bu ara mayacaktır. da eksiklikleriyle uyumsuzluğunu ya da uyurr "Aşkı Ben mi Yarattım?” 4.500.018 sağlama çabalarını konu edinir “Ses”te. Heı iki film için de şu sorular sorulur; Asıl ilet 1982 "Leyla ile Mecnun” 17.236.519 FAHRİYE ABLA mek istediği nedir? Gençliğinin en güzel yıl 1985/86 "Mavi Mavi" 20.233.290 larını yitirm iş “12 Eylül eylemci tipi”nin aile çevresiyle ve dış dünyayla uzlaşması m ı' "Acıların Çocuğu” 19.881.050 Geçmişle hesaplaşması mı? Yoksa, ansızın t Tİ ZUN süre Eğilmez’in yanında senaryo- 1986/87 "Ah. Belinda” “yaşamlarından gelip geçmiş ve onlan çeşitli U culuk yapan Yavuz 'Turgul, ilk filmi 40.258.310 sorularla başbaşa bıraktığı” köşebaşlarını tut ------“Fahriye Abla”da Çölgeçen’in hatası­ “ Öksüzler” 16.739.860 muş, mevki sahibi olmuş arkadaşlarına bazı na düşmedi; çok ünlü bir şiirin adına ve geti­ şeyleri -anımsatmak için mi? Bunlar ve daha receği anili çağrışımlara güvenerek yola çı­ “ Yılanların Öcü” 16.594.550 benzeri eleştirilerle birlikte gerek “Ses”, ge­ karken “star” Müjde Ar’ı da başkf.dın oyun­ rek “Sen Türkülerini Söyle” iyi niyetli, değiş­ cusu olarak yanına kattı. Turgul, “Fahriye Ab- BİLET FİYATLARI kenlik örneği fakat yarım başarılı, bütünlük­ la” sını şöyle değerlendirmekteydi: ten yoksunca filmlerdir. 1977 12.75 - 15.25 TL. “ ...Fahriye, bizim Türk sinemasında gali­ 1979 ba kötü talihini yenip pavyona düşmekten 35.00 TL. YARIN’ kurtulan ilk kadın. Özellikle kenar mahalleden 1986/87 çıkıp özgürlüğünün ve emeğinin farkına var- 400 - 600 TL. MÜJDE ARI BEKLEYEN 10 • MİLLİYET DİZİ YAZILARI

Yeşilçam Değişirken a • Müjde Ar ı giderek "star’ laşması nedeniyle bekleyen tek tehlike: TARIK DURŞUN K. "Aynı kadın" olmak

Zuhal Olcay Meral Orhonsay

mektedlr. Yavaş, fakat bir o kadar olumlu bir oyuncusudur; buna hazırlıklıdır, fakat onda- gidişin izleyicisidir artık. Sıradan filmlerin ki değişim, çaba ve istek, Akan’a bakarak da­ Müjde Ar oyunculuğunu bir kenara bıraktığında, aşağı ha ağırdır, İnanır şimdilik “ Jön’Mükle “jön dışı” 0 Tarık Akan nice ”jön”ü perde­ landırmıştır. Zühal Olcay; üçlünün içinde, yukarı her filminde başka, çarpıcı, gerçeğe olmak arasındaki seçijnsizliktedir. Devlet Tlyatrosu’nun sivri yanlarını ister is­ çok yaklaşmış tipleri sergiler. Filmlerinde (bu Akan’la Inanır’dan hemen sonra bir döne­ den silen "güzel adam" rolü­ temez törpülediği ve oyuncu olarak biçimlen­ son türe giren filmlerinde) her ne kadar se­ min ardından daha tutarlı bir yol İzleyen Ha­ nün bıkkınlık vereceğini görür dirdiği bir yapıya sahiptir. İlk denemesi bir naryo ve yönetim aksamalarına rastlanılsa da, kan Balamlr’l görürüz. Balamlr, çok zaman ve yeni sinemacılarla oyna­ televizyon filmi, “Parmak Damgasri’dır. Ardın­ bu, Akan’ın oyunculuğu ile sergilediği tipte­ sıradan filmlerde oynamış, arada bir Akad’ mayı kabullenir. Böylece "ye­ dan bir Halit Refiğ filminde İkinci derecede ki başarısını pek etkilememektedir. Akan, ın, Yılmaz’ın, ün ve Duru’nun filmlerinde (“ Di­ bir rol oynamış, hatta bununla “en başarılı oyuncu olarak üzerine düşeni fazlasıyla yap­ yet", “ Kuma” , “ Ağrı Dağı Efsanesi” , “ Kara niler" de kendilerine güvenli yardımcı kadın oyuncu” ödülünü de almıştır; maktadır. Çarşaflı Gelin” ve “Güneşli Bataklık”) iyi ve tutarlı bir destek bulur ama çıkışlarını birbiri ardına Elçl’nin “Kurşun Akan, sinemaya beylik yoldan girer; bir si­ oyunculuğunu kanıtlayan roller oynamış, bir­ den sinemadan uzaklaşıvermiştlr. Ata Ata Biter”! ile Ömer Kavuriun Kadir Ina- nema dergisinin açtığı yarışmada “Jön” se­ ÜRK sinemasında (ya da genel­ Balamlr yeniden dönüşünde artık seçme­ nır’lı filmi “Amansız Yol” la yapar. Her iki fil­ çilir ve yıllar yılı, dönemin birinci sınıf kadın likle Yeşilçam Sineması diye sini bilen, iyi rolleri üstlenmeye hazır bir du­ minde de Olcay, itilm iş, İçe dönük, savaşım­ oyuncularının karşısında “güzel adam” rol­ anılan sinemamızda) değişme rumdadır. Gerektiğinde parasal güçle filmin dan yorulmuş ve ezik bir tipin kahramanıdır. lerini oynar. Geldiği ve izlediği yol; o günler­ amaçlısı olanlar, yalnızca reji­ yapımcılığını da üstlenebilmektedlr; Çetin’ sörler ve yapımcılar değildir. Bunda başarı da kazanır. Ne var ki, bu iki fil­ de bir İzzet Güney’ln, bir Göksel Arsoy’un, bir in yazar İrfan Yalçın’dan uyarladığı “ 14 mi izleyen filmlerde de Olcay’a hep benzeri 'un, Murat Soydan yada Engin İnal’ Bunlara sayıları az olmakla bir­ Numara” ve Kıral’ın son film i “Dllan” bunlar kadın tipleri önerilecek, o da bunları severek ın izlediği, sonraları bıkkınlık getirerek per­ likte senaryo yazarları ve oyuncular da katıl­ arasındadır. maktadır. fakat başarı grafiğini sürekli düşürerek oyna­ deden silinecekleri yoldur. Bu nedenle Akan yacaktır. da sonunu görür ve akıllı bir tutumla bu tür '— — ENİLER, yalnızca bu yukarda sayılan Senaryo yazarları arasında tiyatrodan si­ oyuncularla çalışmazlar.SÇışağı yukarı nemaya geçen ve rejisörlük de yapan Başar Nur Sürer, ilk kez dikkatleri Kıral’ın “Ay- gölge jön rollerini bırakır. Özkan’ın “ Maden"l, Y Kıral’ın “ Kanal” ı, Ökten-Güney İkilisinin “Sü- ■ yaşıttaşları sayılan oyunculara da; Sabuncu, bir süre Eğilmez'le çalıştıktan son­ na” sında çekmiştir. Bu filmde ‘birinci kadın’ özellikle Aytaç Arman’a, ’a ve Mah­ ra kameranın gerisine geçmiştir. “Kargalar”, dır. Şaşırtıcı değil, genel yapısından bekle­ rû"sü, yine Özkan’ın "Demiryol”u ve Yılmaz’ ın “Adak” ında oynamayı kabullenir. mut Cevher ile Mahmut Heklmoğlu’na da “Şerefiye”, Sezen Aksu İçin bir tür Edith Pi- nen usta bir oyun verir, öyle ki, yanında (ya filmlerinde rol verirler. aff uyarlaması “Kaldınm Serçesi”, “Adak” ve da karşısında) oynayan iki erkek kahramanı, Yeni sinemacılar, taze kan getirmeyi ta­ Aytaç Arman, bunların en eskisi ve en de­ “Talihli Amele”; Sabuncu’nun ilgiye değer ça- geri itip ön plana çıkar. Sürer, değişik, çarpı­ sarladıkları Yeşilçam’da kendilerine, adı neyimlisidir. Gerçekten yeteneklidir, inandı­ lışmalarındandır. cı bir tipin yaratıcısıdır. “stari’a çıkmış, gişe durumu güvenceli Akan rıcı bir oyun gücüne sahiptir, televizyon Sabuncu, bir yerden sonra sinema alıştır­ gibi sağlam bir destek bulurlar böylece. Ba­ dizilerinde de kendini göstermişken neden­ ması diyebileceğimiz Kessel-Bunuel filmi Gelin görün ki, aynı Sürer, Tokatlı’nın bir kent filmi olan “ Fidan” ında umulmadık bir şarılarında bu henüz modası geçmemiş, se­ se sürekli İkinci planda dunmuş ya da durmayı “Gündüz Yosması”na bir “nazire” olan filmi­ yirci üzerindeki prestijini yitirmemiş yeğlemiştir. Duru’nun hemen her filminde nin ardından romancı Pınar K üfün romanı düşüş gösterir, tip çatışmasına uğrar ve “Acaba sürekli köylü kadın tipinin seçmeli- oyuncunun, Akan’ın katkısı son derece bü­ (son filmi “Fatmagül’ün Suçu Ne?” de de) baş “Asılacak Kadın”a yönelir. Sabuncu için va­ yük olur. erkeği sürekli Arman oynar. Ondan önce Yıl­ rılacak yargı, henüz açık seçik değildir. Se­ ğl mİ olacak?” kaygısını uyandırır. Bereket, imdadına Atıf Yılmaz'ın Müjde Ar'lı filmi ye­ Akan, gözüpektirde. İster savlı, ister sav- mazla yaptığı “Adı Vasfiyo” de çok ilginç, tip­ naryo yazarı olarak mı başarılıdır, yoksa lemelere gitmiştir. Yine de Arman, bugün rejisör olarak mı? Sabuncu, şimdilik deneme tişir. Sürer, “Ayna”daki olgusunu tekrarlar ve sız olsun, hiçbir filmde karşısına çıkarılan Müjde Ar’ı, başrolde oynamamasına rağmen; olduğu yerden çok başka bir yerde olması ge­ aşamasındadır ve sinemamızın değişmesine "star” ya da o düzeye varmış oyuncularla oy­ yerli yerine oturmuşluğu, oyun gücü sonu­ namaktan ne kaçınmış, ne de çekinmiştir. rekmektedir; çünkü Arman, buna hazır oldu­ olan senaryo yazarlığının katkısı, rejisör ola­ ğu kadar ortamını da hazırlıklı bir duruma rak katkısını (şimdilik) pek aşmış sayılma­ cunda arka plana çekilmeye zorlar. Sessiz soluksuz, kozasını ören ipekböceği sabrıyla film (ve hikâye) içinde, rolünü en iyi getirmiştir. maktadır. Grafikte derken yeni bir yanlışlık daha ya­ biçimde yansıtmaya çalışmış, bunda başarı­ Aynı kuşku, Yusuf Kurçenli ve Antalya par; Gören’in Fakir Baykurt’tan uyarladığı sızlığa da (hemen hemen hiç) uğramamıştır. Film Şenliği’nde “en İyi rejisör” seçilmesi­ ikinci çevrim “Yılanlann Öcü” nde eskinin uy­ AĞIR ADIMLARLA ne karşılık Sinan Çetin, “Kurşun Ata Ata Bl- gun tipi, köylü kadın'a çıkar ve bu kez Fatma Son film i “Kan” (Şerif Gören) da iyi oyun­ ter”le Ümit Elçi için de geçerlidir. Girlk’le çatışır. Senaryonun ikinci yazımında­ cu Hakan Balamlr’le birlikte bu kez iki rolü ki yetersizlik, 'in olağanüstü ro­ birden (biri yaşlı baba, diğeri oğul) oynar. Her ALA T Bulut, tiyatro kökenlidir. Bir lüne “asılmasri’yla Sürer, yenilgiye uğrar ve iki rol de blrbirleriyle çatışan, değişik ve zıt aralar kaçırması mümkün olmayan YERİNE OTURANLAR gerileme sırası kendine gelir. tiplerin canlandırılmasıdır. Akan, bunun da al­ ------klasik “gölge jön” rollerinden Feyzi tından yüzünün akıyla kalkar. Burada aksi, Tuna’nın film i “Kuyucaklı Yusuf’la kendini İUNA karşılık, oyuncular içinde yerli yaşlı bir aşiret reisinden, iki karısı ve sadık yenileyip aşma evresine girmiştir. Gelecek­ yerine oturmuş olanlar sayıca çoğun- ERKEKLER KALABALIK adamıyla dağa çıkan genç aşiret reisine se­ te tutturacağı düzeyli bir oyunculuk sonucu, ------luktadıriar. “Sıradan”!ıktan çoktan çık­ yircisini yadırgatmadan geçer. Halit Refiğ’ yenilerin oyuncusu olmaya adaydır, Bulut da, mış Müjde Ar, eskinin Türkân Şoray’ını, Hül­ in Tarık Akan'ları, Orhan Elmas’ın Tarık Akan’- Yılmaz Zafer de. ya Koçyiğit'inl ve Fatma Girik'ini hem oyun ----- RKEK oyuncular, kadın oyunculara ları başkadır; Gören’in ve Ökten’in Tarık Bugünkü yeni Türk sinemasının geçmi­ gücü, hem de “ star” lık nitelikleri bakımından bakarak biraz daha kalabalıktır. Yeni Akan'ları başka. şiyle birlikte içinde bulunduğu durumun uzun geride bırakmıştır. Genelde genç, dinamik ve ------sinemacılara eskilerden ayak uydura­ özeti budur. Türk sineması, ya da beylik de­ yenileşme yandaşı rejisörlerle çalışmaktadır. bilen bir tek Ahmet Mekin dışında, kimse yok­ yimiyle tanımladığımız Yeşilçam sineması Ar’ı bekleyen tek tehlike, giderek “ star’Maş- tur. Tank Akan gerçi Mekin’den sonraki beklenilen ve istenilen değişimle varabileceği JÖN MÜ, JÖN DIŞI MI? bir düzeye şimdilik çok ağır adımlarla ilerli­ ması nedeniyle, Türkân Şoray ve diğerlerinin kuşaktandır, fakat GOney’li filmlerin onun yor. Bundan, gerçekte yakınmamalıdır. Sine­ yaptığını yapara* bir “Müjde Ar yasası” nın üzerindeki olumlu katkısı, sözgelişi bir Kadir (yazılmamış da olsa) gereklerine uygunluk Inanır’dan daha fazladır. Akan, sıradan film ­ ADİR İnanır da sinemamızda (özel­ mamız, televizyon ile videonun aman ver­ meyen çekişmesi karşısında yeni yeni topar­ gösteren konulara ve tiplere yönelme kaygı­ lerde de oynar, yenilerin filmlerinde de. Za­ likle değişmeye yönelmiş sinemamız- lanmakta, yeni yeni dış ülkelerde başarılar, sından kaynaklanmaktadır. man, Akan'ı onu ustalığa götürecek bir ol­ ------da) b lr“ olgu” dur kuşkusuz. Ne var ki, ödüller kazanmakta ve yine yeni yeni sinema Ar, bir yerden sonra hep “ aynı kadın” ti­ gunluğa eriştirir. Bilinen "Jön”0n çok ötesi­ Akan'la arasında eni konu bir farklılık göste­ salonlarından kaçan seyircisini kendine çek­ pine yönelmektedir. Buradaki yanlışlık; hep ne varabilmek için gereğinde ödün bile ver- rir. İnanır da bir gelişmenin, bir değişmenin mektedir. Bu arada birtakım kusurları, hata­ o “aynı kadın tipi” ni işleyen hikâyelerde, yi­ ları olmaktadır, olacaktır. Önemli olan, bunları ne hep aynı Müjde Ar’ın oynatılması ve oy­ namasıdır. “Fahriye Abla” dan sonraki (bu da tekrarlamaması, tekrarından kaçınabilme bi­ lincine varmasıdır. Kazandığı imkânlar, henüz diğer Fahriye Abla tiplemelerinin bir uzantı­ Diyorlar ki... buna yeterli değildir. Burada üzerinde durul­ sından başka bir şey değildi) filmlerinde de; ması gereken en ilginç nokta; Turgul’un da Ar, ne tip’inde, ne de tip’in canlandırılmasın­ açık yüreklilikle belirttiği gibi sinemamızın da herhangi bir değişkenlik göstermekte, bir­ “Şimdi adına sinema dedikleri bir uygarlık­ bir insandır; özellikle kamera verimini zayıf buldum, sinema dilini zayıf buldum.” altyapısının geliştirilmesi, rejisörlerimizin birine çok benzeyen, birblrleriyle alabildiğine ta, sinema uygarlığında yaşıyoruz. Bu uy­ oluşacak bu teknik altyapıyla birlikte sinema­ paralellikleri olan tlp’lerinln toplamı b ir“ pro- garlık, bugün, 1 Ekim 2005 tarihinde henüz Fakir Baykurt nın dilini; bir hikâye nasıl anlatabilecekleri­ totlp” ln oyunculuğunu yapmaktadır. (Hikâyeci-romancı) nin bilinciyle bir sinema dilini nasıl kulla­ Yüreklilikleri, dürüst çabaları bir yana bı­ gelişmesinin başlangıcındadır.” George Sadoui nacaklarını öğrenmeleridir. rakılırsa, yeni sinemacılarla sıcak ilişkilerin “Gördüğüm ‘Sürü’, ‘Yol’, ‘Hakkâri’de Bir Sinema, bir anlatım aracıdır. Kameranın (Sinema tarihçisi, yazar) sahipleri Meral Orhonsay, arada bir Necla Na­ Mevsim’ gibi filmleri çok beğeniyorum. Si­ gerisine geçen kişi, bunu nasıl kullanabile­ zır, Hülya Avşar ve Perihan Savaş çoğu kez ceğini bilecektir, bilmek zorundadır. Sinema­ “sıradan”lığa düşmekten kurtulamazlar. zin gibi, kırsal kesimin tüm sorunlarıyla kent “ Her sanat eseri gibi sinemanın da gerçek mızda altyapının oluşturulması, işini bilir usta Geriye kalanlar; Hale Soygazi, Zühal Ol­ uygarlığının yanı sıra var olduğu, bazen iki yargıcı halktır ve kimsenin halktan başka bir senaryo yazarlarının, çok iyi sinema oyuncu­ cay ve Nur Süreridir. Bu sonunculara zaman kesimin, gecekondularda olduğu gibi yan ya­ larının var olmaları iyi film yapmada yeterli denetçi aramasına gerek yoktur. Bilgili ve zaman da olsa solukları tükenmeye yüz tut­ na yaşadığı bir ülke, bizden çok farklı. Biz­ sayılamaz. Nitekim, türlü aksamalar, bütüne muş bir Hülya Koçyiğit, bir Türkân Şoray ve acımasız bir denetçidir halk. İzin vermediği de bu tür arkaik yaşama biçimleri çoktan varamamalar, yarım başarılar hep bu sinema­ bir Fatma Girik de katılır. hiçbir şeyi söyleyemezsiniz.” tografik bir dilden yoksun kalışımız nedeniy­ öldü. Onun için sizin filmleriniz bize, sine­ Theophile Gautier ledir. masal değerlerinin dışında, bu arkaik dün­ Gerçek bir Türk sineması, bu dili kullan­ (Fransız şairi, yazar) ÜÇLÜNÜN YAPTIKLARI yadan ses getirdikleri için de ilginç geliyor. masını artık öğrenmiş sinemacıların elinde Bizim artık yapamayacağımız filmler bun- değil, çoğul olarak dünyaya açılacaktır. ------IALE Soygazi, Yılmaz'ın “Bir Yudum “Ben, ‘Yılanların Öcü’nün ikinci çekilişini lo r ** Sevgl” sinde sinemaya aktarılmak is- beklediğim derecede başarılı bulmadım. Bir Reinhard Hauff ____tenen, konumu tartışmalı; yeni toplu­ sinema dili, ki Şerif Gören bu alanda usta (B.Almanyalı rejisör) mun yeni kadın kahramanını başarıyla can­

Kişisel Arşivlerde İstanbul Belleği