GÖÇEBELER - II

Can Çekisme.

ROMAN

İLYAS ESENBERLİN

GÖÇEBELER - II

Can Çekisme.

ROMAN

Çeviren: Abdulvahap Kara – İsmail Doğan – Murat Aydınlı

Yayına Hazırlayan ve Editör: Abdulvahap Kara Yayın Yönetmeni İbrahim Palalı

GÖÇEBELER - II

Mizanpaj & Kapak Tasarımı

Emre Yatar Can Çekisme.

Çeviren Abdulvahap Kara– İsmail Doğan Murat Aydınlı

Yayına Hazırlayan & Editör Abdulvahap Kara

Kapak Resmi Buvrabay’daki Abılay Han’ın İLYAS ESENBERLİN Heykeli

Baskı & Cilt Hünkar Organizasyon Ltd. Şti. Kemalpaşa Mah. Şehzadebaşı Cd. Gündeş İş Merkezi No:3 Büro:116 Fatih/İstanbul Tel: 0212 520 72 69 [email protected] www.atiyayinlari.com.tr (Sertifika No: 17815)

ISBN 978-605-4673-69-8 İlyas Esenberlin © 2015 Kitabın hukuki sorumluluğu yazarına aittir, kitapta yer alan fikir ve önermeler yayınevine yasal bir sorumluluk doğurmaz. Kaynak gösterilmeden kitaptan alıntı yapılamaz. Yayınevinin yazılı izni olmadan radyo ve televizyona uyarlanamaz. Oyun, CD ya da manyetik bant haline getirilemez, fotokopi ya da herhangi bir yöntemle çoğaltılamaz.

1.Baskı İstanbul, 2015

İlyas ESENBERLİN

İÇİNDEKİLER

Önsöz ...... 3 Prolog ...... 7 Birinci Bölüm ...... 11 İkinci Bölüm ...... 125 Üçüncü Bölüm ...... 261 Epilog ...... 415

1 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

2 İlyas ESENBERLİN

ÖNSÖZ

Tarihimizde halkını geçmişiyle yüzleştiren, geleceğiyle buluşturan aydınlar vardır. Bu aydınlar zamana ve toplumsal konjonktüre bağlı kalmadan, milli değerlere dayanarak kültürel ve sanatsal gelişmeye doğru adım attılar. Neticede milli ruhun heykelini dikerek ebedileştirme ve ölümsüzleştirme uğruna ne pahasına olursa olsun mücadele verdiler. İşte böyle aydınlardan biri, ünlü Kazak yazarı İlyas Esenberlin. İlyas Esenberlin, “Göçebeler” adlı üç ciltli romanını en zor yıllarda kaleme aldı; özellikle milli değerlere ait şeylerin konuşulması ve yazılması yasak olduğu dönemde. O dönemde değil böyle bir kitap yazmak, Kazak halkı için mücadele vererek topraklarını savunan batırlar ile hanların, manevi zenginliklerini sonraki nesillere intikal ettiren ozanlar ile şairlerin isimlerini telaffuz etmek bile yasaktı. Ona rağmen yazar, Kazak halkının geçmiş tarihini yazarak birkaç kitap yayınlamıştı. İşte bundan dolayı, Cengiz Aytmatov: “Her şeyden önce, “Göçebeler” romanı, hem yazıldığı geçmiş günlerde hem de günümüzün şartlarında kendine ait bağımsız değeri olan ve edebiyat alanındaki kendine has hayatı olan bir eserdir,” diyerek değerlendirme yapar. “Göçebeler” romanı Kazak halk tarihinin dünden değil, daha erken devirlerden başladığını ayan beyan göstermektedir. Roman arşiv dokümanları, halk efsaneleri ve etnografik bilgileri içermektedir. Yazar, milli tarihin unutulmaya yüz tuttuğunu hatırlatarak o dönemin devlet düzeyine adeta başkaldırırcasına sanatsal dili tercih eder ve roman

3 GÖÇEBELER II – Can Çekişme kahramanlarını geçmiş dönemde yaşayan şahsiyetlerden seçer. Cengiz Han’dan Kenesarı Han’a kadar süren tarihi bir dönemi ele alır ve o dönemin içinde yaşayan, aynı zamanda halk tarafından bilinen Töle Bi, Kazıbek Bi, Ayteke Bi, Bukar, Asan Kaygı, Nısanbay gibi mümtaz şahsiyetlerinin isimlerini kaydeder. “Göçebeler” romanının birinci kitabı “Gazap” adıyla 1969 yılında çıktı. Kazak topraklarında en çok okunan eserdi. Sovyet baskı ve sansürünün zirveye ulaştığı yıllardı. Milli dirilişin geleceğinden herkes ümidini kesmiş bulunmaktaydı. İşte böyle bir anda bu eser, milli ruhu uyandırmaya, milli vatanseverlik duygusunu yeniden ihya etmeye etkiledi. O dönemin gençlerini zihinsel rehabilitasyona tabi tutarak günümüzün bağımsızlık devletinin oluşması adına adeta motive etti. Devletin tarihini yazarak devletçiliğin, milletin geçmişini kaydederek milletçiliğin şeceresini ebedileştirdi. Bu sene kuruluşunun 550. yıldönümünü kutladığımız Kazak Hanlığı’nın tarihini kaleme alan değerli yazarımız İlyas Esenberlin, tarihte isimleri geçen ve devletin kuruluşunda önemli yere sahip olan Kerey ile Janibek, Ebu’l Hayr ile Burındık, Kasım ile Abılay gibi han ile sultanların izlediği iç ve dış politikalarını, kalkınma sürecinde iradi ve gayr-ı iradi bir şekilde başvurdukları savaşları, yaşayışlarıyla yaşadıklarını usta bir üslupla, sanatsal bir dille anlatır. Özellikle, Abılay Han’ın hüküm sürdürdüğü zor yılları resim yapar gibi tasvir eder. Dış düşmanlarıyla çepe çevre sarılan Kazak halkının bir olmasına, diri kalmasına ve iri yaşamasına güç sarf eden Abılay Han’ın aldığı hayati kararlarını, kendinden büyük ve gayet güçlü olan komşularıyla ustaca yürüttüğü siyasetini doğal ve fıtri unsurlarıyla okuruna hazmettirir. Han’ın aynı zamanda

4 İlyas ESENBERLİN danışmanı hem sözcüsü olan Bukar Jırav’a da geniş yer verir. Hak ve adaleti hanına zaman zaman hatırlatan, yer yer doğruluğu ve hakkın hatırını yeğlemeye yönlendiren Bukar Jırav, her dönemde olduğu gibi geçmiş dönemin saygın bir aydınıydı. Hatta aydın kişilerin prototipiydi. Evet, Rus yazarı Maksim Gorki: “İnsanlığın gerçek tarihini tarihçiler değil, söz sanatıyla resmeden usta kalem sahipleri yazarlar,” der. İlyas Esenberlin “Göçebeler” adlı enfes eseriyle asırları saran tarihi olaylarla birlikte halkın yaşam geleneğini, kültür ve adetini de hatırlatır. Dolayısıyla bu roman, kronolojik olayları ihtiva eden ve Kazak milletinin varlık ve mevcudiyetini derleyen bir tarihi eserdir. Sadece Kazak tarihiyle sınırlı olmayan, mutlak manada insanlık tarihinin bir parçası olarak insanlığın ortak değerlerini içeren çok değerli bir çalışmadır aynı zamanda. Günümüzün insanı ve hususiyle Türk dünyasının her bir vatan evladı, bu büyük eserle dünyaya kendisini “Kazak” olarak tanımlayan, hür yaşamayı ve hür kalmayı arzulayan, fakat geçmişte nice zorluk ve sıkıntılara maruz kalan milletin hayatıyla tanışacaktır. Tarihte kimseye saldırmayan, zulmetmeyen bir halkın kaderini okuyacaktır. Bu kitabın Türk diline çevrilmesi gerçekten tarihi olay olarak değerlendirmek mümkündür. Bağımsızlığın sayesinde Kazak halkı öz kardeşlerine kavuşarak sevincini paylaşmaktadır ki, çoğalsın; dertlerini dile getirmektedir ki, azalsın. Kazakistan Cumhurbaşkanı Sayın Nursultan Nazarba- yev’in “Ulu Bozkır Eli” olarak nitelendirdiği Kazak Eli ve Kazakistan Devleti’nin dünya medeniyetinin gelişmesine katkıda bulunacağından ve kendisini dünya muvazenesindeki bir devlet olduğunu layıkıyla kabul göreceğinden eminiz.

5 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Zevkle ve ibret alarak okuyacağınızı düşündüğümüz İlyas Esenberlin’in Kazak Hanlığı’nı anlatan bu üç romanını Kazak Türkçesinden Türkiye Türkçesine kazandıran Prof. Dr. İsmail Doğan, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Yasin Kaya, Aida Ünal ve Murat Aydınlı’yı tebrik ediyorum. Tüm çevirileri gözden geçiren ve senkronizasyonunu sağlayan romanların editörü Prof. Dr. Abdulvahap Kara’ya ve Nemat Kelimbetov Vakfı’nın bu eserlerin çevrilmesi için yapmış olduğu teşvik ve desteklere, eserin yayına hazırlanmasının özenle gerçekleştiren Titiz Akademi Yayınevi’ne en içten duygularımla teşekkür ederim. Eserin, uluslararası sorunların çözümünde sağduyudan ve diplomasiden uzaklaşıldığı, dünya barışının tehlikeye atıldığı bu asırda birlik ve beraberliğimize katkı sağlamasını dilerim.

Prof. Dr. Canseyit TÜYMEBAYEV Kazakistan Cumhuriyeti Ankara Büyükelçisi

6 İlyas ESENBERLİN

CAN ÇEKİŞME

PROLOG Kazakların büyük bozkırları güney ve doğu tarafından başlayan ve binlerce kilometre uzanan dünyanın en yüksek dağları kaplar. Bu bembeyaz olan zirveler ve büyük uçurumlar sadece Kazak ülkesinin üzerinde esen sert rüzgâr ve fırtanalara engel olmakla kalmaz, aynı zamanda bu dağlar göç etmeye de, düşmanın kalabalık ordularına da geçit vermeyen tabii birer kaledir. Bu dağları geçmek de zordur. Ancak bu dağların bazı bölümlerinde çöküntüler olmuş, buralar da adeta dağların düzlüklerin koynuna girip uyuduğu yerler gibidir. Bu topraklardan Asya ve Avrupa’nın birleşmiş olan vadisine doğru olan yerlerde tabiatın fırtınaları arasında yüzyıllar boyunca Atilla ve Cengiz gibi görkemli ulu hanların karınca gibi çok sayıda askerleri de yaşamıştı. Bu kanlı savaşlar, önce bu yerlerde eski zamanlardan beri çiftçilik yapan, hayvan besleyen ve şehirler kurmuş ülkeleri yok etti. Daha sonra Kazak göçebelerinin büyük geniş topraklarını al kanlara boyayarak kalabalıklar halinde batıya doğru yöneldiler. Onların işgal ettikleri yerlerden geriye ancak ağlayan insanlar, tahrip olmuş bozkırlar ve yıkılmış şehirler kalmıştı. Bu savaş da onlardan biriydi. Cungar kapısı eteklerinde Soykan vadisinde Çin ve Kazak askerlerinin savaşından ancak bir hafta geçmişti. Vahşi atlar gibi kontrolsüz bir biçimde iki taraf aynı anda birbirlerine saldırdıklarında birçok ağzı kanlı kurtlar dişlerini birbirlerine geçirmişlerdi. Yürekli cesur delikanlılar eğri kılıçların altında

7 GÖÇEBELER II – Can Çekişme hayatlarını kaybettiler. Birçok genç yiğitler solmuş gül gibiydi. Buna rağmen insanlar topuğuna kadar gelen kanlar içinden geçerek yaşasa da, acımasız komutanlar savaşı ısrarla devam ettiriyorlardı. Sekizinci günü savaş alanına kırk kölesinin taşıdığı yeşil ipek çadırıyla Çin İmparatoru Kangşi gelmişti. Ordu komutanlarını çağırarak: -Savaşın gidişatı nasıl? - diye sordu. Kadın tipli, derisi kemiklerine yapışmış gibi sıska, köse, esmer komutanı iki büklüm eğilerek cevap verdi. -Efendim, gün doğumundan beri vuruşuyoruz. İki taraf da aynı hırsla çarpışıyor. Ancak bizim kaybımız daha çok, - diyerek acı gerçeği söyledi. Han herkesin önünde komutanı aşağılayarak: - Ahmak, - dedi, Tang hanedanlığının üç yüzyıl boyunca mücadele ederek yenemediği bu milleti, sen yeneceğini mi sandın? - Efendimiz, savaşın diye siz emretmiştiniz. - Ben böyle mi savaşın dedim? Sen onları böyle güç göstererek yenemezsin. Kendini kenara çek, her gün sana saldıran Oyrat taifesini yanına al. Sonra bu iki taraf birbiriyle düşman olup savaşsın. Her iki taraf birbiriyle didişmekten zayıf düşünce, sen her ikisinin üzerine baskın yap. Sonra iki taifeyi de kolayca kendine boyun eğdir ve sahipsiz kalan yerlerini ele geçir. - Efendim, - dedi komutan, başını daha da eğerek, - güçsüz Oyrat taifesini almak zor olmaz, ama Kazak ülkesini kolay

8 İlyas ESENBERLİN işgal edebilir miyiz? Kazakların komşusu Lusya∗ bizden daha kuvvetlidir, o bize Kazak ülkesini kolay kolay vermez. - Lusya için merak etme. Kazak ülkesi çok büyük, hepimi- ze yeter. Biz İrtiş nehrinin yukarı tarafından Yedisu, Türkistan vilayeti, Doğu Türkistan ülkelerinin hepsini alırız. Kısacası, Gökçe Deniz’inin güney kıyısına kadar bizim, kuzey kıyısı ise Lusya’nın olmalı. - O zaman Kazak halkı nerede yaşayacak? - Gökçe Deniz’in dibinde! Cungarları nasıl yok edeceksen, aynı şekilde Kazakları da yok edeceksin! - Anlaşıldı, efendim!

∗ Yazar Çinlilerin “r” sesini söyleyemediklerini dikkate alarak, Rusya yerine Lusya yazıyor olmalı. Ç.N.

9 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

10 İlyas ESENBERLİN

BİRİNCİ BÖLÜM

I Kazaklar şimdi gökbörü oyunu için kesilmek üzere olan bir keçi gibiydi. Her tarafından saldıran düşmanların hangisinin elinde kalacaktı? Yoksa kendi aralarında savaşan hanlar ve sultanlar biri ayağını, biri kolunu, bir diğeri vücudunun bir başka parçasını koparıp alıp gidecek miydi, kim bilir? Yaklaşmakta olan bu tehlikeli ve zor dönemi doğru anlayacak, derin analiz edecek ve gelecek tarihi ile kaderine dört tarafından aynı anda vurulacak darbelerden halkı kurtaracak kim var? Bunun gibi umutsuzluklarda halk genellikle kendi tecrübe- sine, düşüncesine ve sabrına güvenecekti. Çünkü Kazak ülkesine saldırmakta olan düşman belli idi. Cengiz Han’ın kurmuş olduğu Moğol İmparatorluğu iki yüz yıl bile sürmedi. Bir zamanlar büyük konargöçerler ülkesi olan Karakurum Ordası, Kubilay Han zamanında Pekin’e taşındıktan sonra Moğol Hanlığı diye adlandırılmaya başladı. Kubilay’dan sonraki Çin hanları kendilerini Cengiz Han’ın nesilleri olarak saydılar ve sadece Moğolların ana vatanlarını değil, tüm dünyayı titreten kızıl sakallı hanın hükmettiği bütün coğrafyanın hâkimi olmak istediler. Bunlar bir zamanlar Cengiz Han’ın Çin İmparatorluğu’nu işgal ettiği sırada kendilerinin de birkaç şehrini yok ettiğini, hatta ekin ettikleri tarlalarını hayvanlarına otlak yapmak istediklerini unuttular. Ama Moğol topraklarındaki Karakurum Hanlığı da parçalanmaya başladı. Bir yandan kendi aralarındaki mücadele,

11 GÖÇEBELER II – Can Çekişme diğer yandan güney tarafındaki Mançuların uzun yıllar devam eden savaşları bunların birlikte huzur içinde yaşamalarına fırsat vermedi. Üstelik temel geçim kaynakları hayvan beslemek olan ve her obası ayrı ayrı yerlere yerleşen Moğol idarecilerine kışın kışlak ve yazın otlak yetmeyişi de büyük bir sorun olmuştu. Özellikle, batı Moğol kabileleri Oyrat, Çoras, Torgavut, Töleütler Çinlilerin saldırılarına dayanamayıp ata topraklarını bırakarak yeni boş mekan arayışına girmişlerdi. Bir kısmı Sibirya’ya yönelmiş, kalanları ise İrtiş nehri boyuna, Tarbagatay dağına doğru gitmişlerdi. Kalmukların bir kısmı da yeni toprakalar aramışlardı. Hatta İdil nehrini geçerek Astrahan etrafında göçmenler olarak yerleşmişlerdi. Batıya doğru gidenler de vardı. Çin imparatorları Sibirya ile Kazak topraklarını ve Orta Asya’yı kendi yönetimlerinin temel alanları olarak saymaktaydı. Ama bu zalim siyasetlerini kabul etmek istemeyen ve ona karşı gelen Moğol beylerini obasıyla, çoluk çocuklarıyla birlikte yok ediliyorlardı. Bu sebeple Çin işgalinden korkan halk artık Tarbağatay dağı, İli nehrinin kıyısı ve Zaysan gölü havalisine yerleşmişlerdi. Bu arada onların işgale maruz kalmamış kabile ve boyları birleşerek konargöçer bir devlet olan Cungar Hanlığı’nı kurmuştu. Bin altı yüz otuz dört yılında bu imparatorluğun başı olarak Hara Hula baturun oğlu Batur seçildi. Bu beyin etrafında İrtiş, Yenisey nehrinin kıyısını mekan tutan Moğolların küçük uruğları toplanmaya başladı. Böylece Cungar Hanlığı güçlü bir devlet olma yoluna girdi. O kendi merkezini Zaysan nehrinin kıyısına taşımıştı. Hemen yanıbaşlarında ortaya çıkan konargöçer savaşçı devlet Çinli yöneticileri endişelendirdi. Batur Han, ölene kadar Rus çarlarıyla dost kalarak Cungar

12 İlyas ESENBERLİN

Hanlığı’nı güçlendirmeyi hedefliyordu. Batur Han’ın siyasetinin temelini Çin’in de tavsiyeleri doğrultusunda Güney Sibirya ve Kazak topraklarını işgal etmek oluşturuyordu. Bunun için önce Tevekkel Han, sonra Esim Han ile birçok kez savaşmasına rağmen amacına ulaşamadı. Batur Han öldükten sonra yerine büyük oğlu Senge, ondan sonra küçük oğlu Kalden geçti. Çin imparatorunun talimatıyla hareket eden Kalden bu sırada isyan eden akrabaları olan Doğu Moğolistan’ın uruğlarını acımadan katletti. Bu topraklar daha sonra ıssız kaldı. Buna rağmen Cungarların gün geçtikçe çoğalan hayvanlarına otlaklar yetmedi. Bu sebeple, Kalden Cungar Hanlığı’nı, Kalka ülkesini de ele geçirip kendi topraklarına katarak daha da genişletmek istedi. Bu amaçla büyük ordusunu İli nehrinin kıyısına, Tuva’daki Kemçik nehrinin boyuna, sonra Kobda nehrinin aşağı kıyısına yerleştirdi. Bu arada Cungar Hanlığı’na Tibet, Yenisey nehrinin etrafındaki Kırgız uruğları ve Altay dağının bütün çevresi dahil oldu. Tüm bu topraklara sahip olan Cungar hanı, Kalka ülkesini de almak üzere sefere çıktı. Ama Çin’in Mançur (Qing) Hanlığı’na yenildi ve Kalka ülkesini Çinliler aldı. Bu savaştan sonra hanlığı zayıflayan Kalden kendisini öldürdü. Kalden, iktidarının doruklarındayken, kendisine rakip olmasın diye kardeşlerine ve diğer akrabalarına hiç acımadı. Kendisine boyun eğmeyenleri öldürdü. Öldürmek istediği akrabalarından biri, amca oğlu Sıban Raptan Turfan’a kaçtı. Kalden, Kalka ülkesine savaşa gittiğinde Sıban Raptan ülkesine geri dönerek Buratal nehrinin kıyısına yerleşti. Zamanla o bütün Cungarları kendi yönetimine aldı. Kalden kendisini öldürdükten sonra, bin altı yüz doksan yedi yılında tüm Cungar ülkesinin başı Sıban Raptan oldu. Sıban Raptan, Çin’e babasının kardeşi Kalden’den daha az düşmanlık etmedi. Çin imparatoruyla dış

13 GÖÇEBELER II – Can Çekişme ilişkileri iyi olsa da, komşu şehirlerine saldırısını durdurmadı. Sıban Raptan oğlu Kalden Seren ile birlikte Halş bölgesine saldırarak Çin’e karşı savaş açtığından Çin’in yeni Qing hanedanının imparatoru Kangşi o sene tüm Cungar topraklarını kendi prenslerine paylaştırdı ve Sıban Raptan’a İrtiş nehri boyundan az bir yer kalsın diye ferman çıkardı. Bu fermana göre, Sıban Raptan Çinli temsilcilerin katılımıyla Cungarların kurultayını toplamakla görevliydi. Kurultaydan sonra ise Çin’e saldırı yapan Cungar ordusu artık Kazak ülkesine yönelecekti. Böylece Çin imparatoru kendisiyle boy ölçüşen Kazak halkını da zor duruma düşürmek istiyordu. Bunu yapılmadığı takdirde, Çin ordusunun Sıban Raptan’a karşı saldırıya geçeceği ve Cungar ülkesini yerle bir edeceğini söyleyip tehdit ediyordu. Çin ile Cungar Hanlığı’nın arasında korkunç bir savaş çıkacağı ihtimali belirmişti, ama Çin sınırındaki Cungar boyları Kangşi’nin gazabından korkarak İli nehrinin aşağısına göç edip, çoğu Altınemel tarafına gelip yerleşmişti. Han Sıban Raptan ise İli nehrinin güneyine, Sarın şehrinin güneydoğu tarafına karargahını kurdu. Ama Çin sınırından göçüp gelen kalabalık Cungar halkı İli nehri boyuna sığar mı, tabii ki sığmaz! Bir şekilde topraklarını genişletmesi lazım... Bu arada Kangşi öldü. Ama Kangşi ölse de, onun ardında güçlü bir ordu kalmıştı. Cungar’ın Çin’e gücü yetmese de, daha önce birkaç kez savaştığı Kazaklara ise yeterdi. Cungarların yüz bin süvari askerine karşı koyacak güç Kazaklarda yoktu. Ayrıca bu dönemdeki Cungar ordusu, Kalden zamanındaki gibi gürz ve kılıç tutan vahşi askerler değildi. Askeri birliklerini Avrupa düzeniyle kuran ve savaş taktiğini Avrupalılar gibi yürütmek için top ve tüfek ile teçhiz etmişti. Buna Cungar askerlerinin yüzyıllar boyu elde edilen savaş tecrübesi, sabrı ve fedakarlığını da katarsanız, nasıl bir güce dönüştüğünü hayal

14 İlyas ESENBERLİN edebilirsiniz. Cungar askerini bu kadar güçlü duruma getiren Sıban Raptan ile onun savaşçı oğlu Kalden Seren ile ücretli Çinli askeri uzmanlar idi. Buna İsveçli subayı Johan Gustaf Renat da az katkıda bulumamıştı. O, Cungar askerlerinin Buchholz Keşif seferini imha ettikleri savaşta Öskemen kalesinin yanında esir edilen düşük rütbeli bir subay idi. Bu astsubay, Sıban Raptan’ın ordusunu Avrupa düzenine göre tanzim etti ve savaşı Avrupa taktikleriyle yürütmeyi öğretti. Oyrat demircilerine top döktürdü. Cungar halkının bilmediği tekniklerle tanıştırdı. Hatta matbaa da kurdurdu. Bunun gibi bir çok marifetleri bulunan Renat ile Çinli askeri uzmanlar Cungarlara savaşın yeni teknik ve metotlarını öğretti. Artık onlar Orta Asya ve Kazak askerlerine yabancı ve karşı durulmaz büyük bir kuvvete döndü. Bu dönemde “Büyük Orda” hanı olarak Janibek Han’ın küçük oğlu Jadek torunlarından, Tavke Han’ın birinci hanımından doğan Bolat seçilmişti. Fakat, bu dirayetsiz han halk arasında birlik tesis edip düşmana karşı koymak yerine Orta Cüz’ün güçlü kabilelerinin iç çekişmelerinin dışına çıkamadı. Kendisi çoktandır hastaydı ve birçok işini kardeşinin torunu Sameke yapardı. Kişi Cüz Hanı Abdullah Sultan’ın oğlu Ebu’l Hayr Han ile Ulu Cüz hanı Yolbars baba bir, anne ayrı kardeşler idi. Bu da çok itibarlı birisi değildi. Orta Cüz’de yer alan Naymanlar Cungar Hanlığı’na sınır bölgelerde yaşayan sayıca kalabalık bir kabile idi. Bunların yöneticileri Sibirya hanlarının nesilleri sayılan Bökey Han’ın torunlarından kudretli Tursun’un oğulları Barak ve Küşük sultanlar idi. Bunlardan önce Türkistan’ı başkent yapan, Büyük Cüz hanı olarak tahta Esim Han’ın torunu Jangir’den doğmuş olan

15 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Tavke çıkmıştı. Tavke! O güçlenmekte olan Cungar Hanlığı’nın Kazak halkı için çok tehlikeli olduğunu farketmişti. O yüzden de Tavke Han Rusya ile ilişkileri geliştirmek ve bu dostluktan güç almak için birkaç kez teşebbüste bulundu. Bin yedi yüz iki yılında Öskemen kalesine Kazak elçilerini gönderdi. Ama elçileri yarı yolda Oyrat kabileleri öldürdü. Üç yıl sonra Tavke Rusya ile ilişkileri geliştirmek üzere Çarlık Rusya’nın hakimiyetindeki Ufa şehrine Taykımurın Bey’in başkanlığında elçiler gönderdi. Ama Ufa’dan haber gelinceye kadar, çoktandır hasta olan Tavke Han bin yedi yüz on beşinci yılın sonunda vefat etmişti. Tavke’nin başından çok savaş geçti. Türkistan, Sayram şehirlerini işgal etmeye gelen Buhara, Hokand ve Hive hanlığının ordularını geri püskürttü. Özellikle, Tavke Cungar noyanlarıyla çok savaştı. Bu savaşlarında o hep Kırgız halkıyla beraber oldu. Kırgız manaplarından Tiyes daima Cungar’a karşı Tavke ile birlikte savaştı. Kırgızlar ve Kazaklar Tavke Han ve Tiyes Manap’ı birbirinden ayırmadan iki halkın kardeşliğinin simgesi olarak Tavke - Tiyes olarak birlikte isimlerini söylediler. Tavke Han zamanında Kırgızların birçok obaları Kazaklar arasında yaşadı, Andican civarı, Şu ve Şarın nehirlerinin boylarını mekan tuttular. O devirdeki Kazakların önde gelen bilge beyleri Karakesek boyundan yaşı daha yeni otuzlara gelmiş kaz sesli Kazıbek Bey, Üysin ve Töle beyler Tavke’nin ordasına sık sık gelerek hanın ülke yönetimi konusundaki ünlü yasası “Jeti Jargı”nın (Yedi Yasa) yazılmasına yardım ettiler. Meşhur Bayanavul’u yurt tutan kalabalık Karcas boyunun bir kolu Altıntorı uruğundan ünlü ozan Kalkamanulı Temirgali Bukar

16 İlyas ESENBERLİN yirmi beş yaşında Han Tavke’nin ordasına geldi ve saray şairi ünvanını aldı. Tavke Han altmış yaşında öldüğünde bütün Kazak halkı yasa büründü ve naaşını Hoca Ahmet Yesevi hazretlerinin mezarının yanına defnettiler. Büyük çekişmelerden sonra Kazakların önemli beylerinin destekleriyle Orta Cüz tahtına Esim Han’ın ikinci oğlu, Jangir’in küçük kardeşi, Sırdak’ın torunu Kerey Sultan’dan doğmuş olan Gaip oturdu. Tavke Han’ın okumaya ömrünün yetmediği Rus genel valilerinin mektuplarını Gaip Han okudu. Aynı gün “İşbu mektuplarınızı aldık ve memnun olduk” diyerek cevap da yazdı. Gaip halefi Tavke Han’ın yönetim tarzını aynen benimsedi. O sene yaz sonunda Tobıl şehrindeki Sibirya Valisi Gagarin’e Ekeşoğlu Bekbolat Bey ile Börüoğlu Baydevlet Aksakalın başkanlığında bir elçi heyeti gönderdi. Valinin Rus çarına iletmesi maksadıyla bir mektup da yazıldı. Bu mektupta Rus devleti sonsuza dek bizimle barış ve dostluk içinde olması ve iki ülkenin birlikte Cungar saldırılarına karşı koyması temenni edildi. Bunun için gerekirse yirmi otuz bin atlı asker çıkarılabileceği ifade edilmişti. Bu şekilde, Kazak halkının bağımsızlığı yolunda önemli isteklerle birlikte, Kazak tüccarlarının Tobıl şehrine gidip ticaret yapmaları için izin de istendi. Bekbolat ve Baydevlet Aksakal genel valiye: “Kazak yiğitleri Rus şehirlerine saldırmaz. Eğer bir zarar verirlerse, onları ölümle cezalandırırız; gerekirse, bunları yakalayıp Tobıl şehrine teslim etmeye hazırız” diyerek, hanın sözlü mesajını da ilettiler. Buna benzer mektuplar Kazan ve Ufa’ya da yollanmıştı. Gagarin, Gaip Han’ın mesajını Petersburg’a gönderdi. Rus Senatosu Kazak hanı ve halkının isteklerini sıcak ve olumlu

17 GÖÇEBELER II – Can Çekişme karşıladı. Çar I. Petro da aynı görüşteydi. O sadece birlikte Cungar Hanlığı’na karşı savaşma konusundaki Gaip Han’ın isteğini kabul etmedi. “Kazaklar bizimle dostluk ilişkiler içerisindeki ülkelerle savaş yapmadan barış içinde yaşamalıdır”, - dedi. Gaip Han Kazak halkının bağımsızlığını ve yerini korumak için doğu ve güney tarafından saldırı yapacak düşmanlarına karşı durabilmenin bir yolunun daima - Rusya’nın yardımını almaktan geçer düşüncesini aklından çıkarmadı. Onun böyle düşünmesine özellikle, bin yedi yüz on yedi yılındaki Ayagöz nehrinin yanında geçen savaş sebep olmuştu. Bu savaşa Ebu’l Hayr ve Gaip birlikte çıkmışlardı. Savaşa iki taraftan otuz bin civarında asker katılmıştı. Kazak askeri Sıban Raptan’ın sınırlı sayıda askerine neredeyse yeniliyordu. Bu savaş Sıban Raptan için Kazak askeri gücünün ne olduğunu anlamak için yaptığı bir sınırlı saldırıdan ibaretti. Kazakların gerçek durumunun nasıl olduğunu anlamak için Çar I. Petro’nun emriyle Sibirya Valisi Gagarin, Kazak ülkesine Boris Bryantsev’in yönetiminde elçi heyeti gönderdi. Bu elçiler grubu 5 Nisan 1728’de Yayık nehri kıyısındaki Kişi Cüz Hanı Ebu’l Hayr ve yazın ilk aylarının yirmi beşinde Türkistan’daki Orta Cüz Hanı Gaip ile görüştü. Kazak ülkesine gelen elçiler öncelikle bu bölge ile ticareti geliştirmenin birçok yolunun olduğunu gördüler. Kazak bozkırları üzerinden Asya’nın büyük devletlerine, özellikle Hindistan’a kadar uzanabileceklerini anladılar. Çar I. Petro’nun da aradığı bu idi. O Asya’nın büyük ülkelerine ulaşmanın, Rusya’nın dünyadaki en kuvvetli imparatorlukları arasına girmesi demek olduğunu düşünüyordu. İyice güçlenen Rusya bu sırada İngiltere ve Fransa ile zayıf ülkeleri sömürgeleştirme yarışına girmiş bulunuyordu. Fakat, Kazak bozkırları ve Orta

18 İlyas ESENBERLİN

Asya’ya Rusya’nın gelmesi sömürgecilik politikalarının birçok kötülüklerine rağmen, buralardaki küçük devletler için Çin hakimiyetine göre oldukça hafif kalan bir sömürülmeydi. Bu toplumsal hareket tarihte önemli bir yer aldı. “Gerçekten de Çarlık Rusya Doğu ülkelerinde ilericilik hizmetinde bulunmaktadır... Rusya’nın bu hakimiyeti Kara Deniz ile Hazar denizi boyunda, Orta Asya’ya kültür getirdi” - diye yazıyordu daha sonra Engels. Rus elçilerinin fark ettiği bir şey daha vardı, o da Kazak hanlarının o sırada Cungar hanına karşı durabilecek kuvvetlerinin olmadığı idi. Bu hususta Bryantsev Keşif Heyeti Kazak Hanlığı’na yardım etme siyasetini destekledi. Bunun üzerine Çar I. Petro Cungar hanına elçi göndermeye karar verdi. Ancak, gönderdiği elçi Unkovskiy geri dönüp Çar I. Petro gerekli kararları alana kadar, Cungarlar ile Kazaklar arasında şiddetli çarpışmalar başlamıştı bile. Böyle bir durumda, elbette, Kazakların Sıban Raptan gibi bıçak gibi bıçkın ve yetmiş bin askeri olan düşmana karşı durması beklenebilir miydi? Ve düşmanları sadece Cungar Hanlığı mı idi? Böyle güçlü bir düşman karşısında sadece han ordasının etrafındaki akraba boylar ve Tölengitler gibi küçük güçlere dayanan hanların ellerinden ne gelirdi ki? Her cüzde hanlık ve sultanlık iddialarında bulunan Bolat, Ebu’l Hayr, Sameke, Barak ve Küşüklerin kendi ordalarının içinde kavga, düşmanlık ve çekişme var idi. Çarlık Hükümeti ise kanlı çarpışmaların sona ermesinden sonra iki tarafla da anlaşmaya gideceğini hesaplayarak Orta Asya ilişkilerinde oldukça ihtiyatlı davrandı. Gaip Han öldükten sonra: “Ne olacak?” diye bekleme siyaseti güttü.

19 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Bunların hepsi sonuçta Kazak halkının başına felaket getirecek gibiydi. Cungar hanı savaş öncesi danışma meclisini topladı. Bu mecliste Kazak ülkesine saldırı yapmaya karar verildi. Renat’ın tavsiyesiyle, kadim doğu geleneklerine göre düşmanına tek bir yönden saldırı yapmak yerine, aynı anda iki ayrı noktaya saldırı planlandı. Cungar ordusuna başkomutan olarak Sıban Raptan’ın kardeşi Şuna Dabo tayin edildi. Ordunun bir kolu Karadağ üzerinden Şu ve Talas nehrinin boyunca saldırsa, diğer kolu Şırşık vadisine girecekti. Bunun için Şuna Dabo askerini yedi gruba böldü. Her grup dağ yamaçlarına, ya da düşman tarafına akacak nehir başlarına kendilerinin sancaklarını dikti ve askerini savaşa hazırladı. Birinci grup Yedisu Aladağ’ın etrafına Balkaş gölüne akacak dört nehrin başına toplandı. Bu gruba Sıban Raptan’ın oğlu Kalden Seren komutan olarak atandı. İkinci grup Altınemel dağlarına yakın İli nehrinin ters tarafındaki Köktal ve Kökterek’in ortasına sancak dikti. Buna kolbaşı olarak Sıban Raptan’ın kardeşi Koren Batur tayin edildi. Üçüncü grup nehrinin kuzey kıyısına, Narın nehrinin güneydoğu tarafında yer alan Ketpen dağının etrafına toplandı. Buna komutan olarak Kalden Seren’in on yedi yaşındaki oğlu Amursana seçildi. Dördüncü grup Çelek nehrinin başına sancak dikti. Buna komutan olarak on sekiz yaşında olan cesur Sıban Dorjı (Kalden Seren’in ortanca oğlu) seçildi. Beşinci grup Tüp nehrinin boyuna, Issık gölün kıyılarına sancağını dikti. Bu gruba komutan olarak Kalden Seren’in birinci oğlu Lama Dorjı seçildi. Altıncı grup Şu nehrine dökülen Ülken Keben nehrinin etrafına topladı. Buna komutan olarak Merkit asilzadelerinden batur Seren Dorjı seçildi. Yedinci grup olarak Sıban Raptan kendi sancağını (Cungar ordusunun sancağı) günümüz Kulca şehrine

20 İlyas ESENBERLİN yakın Talkı geçidinin güneybatı tarafına dikti. Böylece Aladağ yamaçlarında yaşamakta olan kalabalık halkı kuşatma altına alan Sıban Raptan ve ordusu beklemeye başladı. İş sadece Cungar hanının “Hücum!” emrine kalmıştı. Sıban Raptan bahar gelince saldırı yapacaktı. Bu, çok sayıda atı olan Kazakların yeni doğmuş tayları ve kuzuları göç edemeyecekleri ve savaş etmeye uygun olmadıkları bir zamandı. Bugün bütün Türkistan vilayeti ve Yedisu’nun kuzey doğusunu tamamıyla muhasara altına almış kalabalık düşman askerinin kini vurmuş gibi etrafta tuhaf puslu bir hava hakimdi. Tam bir zelzele öncesindeki gibi sessizlikti bu. Böyle felaket öncesi anları insan dışında bütün canlı mahlukat önceden hissedermiş. Yılanlar ininden çıkar, tavşan ise nehir kıyısından uzaklara gitmeye çalışır derler... Tam bunun gibi ağır ve kasvetli bir atmosfer bugün insanların omuzlarına basıyor ve tüm dünyayı boğuyordu sanki. Cungar geçidinden esen serin rüzgâr, her zamanki gibi yeşil otların mis kokusunu değil, insanların dökülmüş kanlarının pis kokusunu getiriyor gibiydi. Tam o gece Türkistan’da beklenmedik başka bir olay oldu. Harezm ve Hive ülkelerini Sayban’ın oğlu Temir Sultan’dan doğan Jadiger, Hacim, Akatay gibi hanları yönetmişti. 1696- 1697 yıllarında Hive tahtına bu hanların son nesillerinin biri olan Veli han olmuştu. Ama kötü, akılsız ve vefasız olması sebebiyle halkını yönetemedi ve kaçarak Kazak ülkesine sığındı. Bu sırada Orta Cüz’ün hanı olan Tavke onu Yesi’ye daruga olarak göndermişti. Veli Türkistan’a yönetici olduktan üç ay sonra ölmüştü. Tavke töre gereği, akrabası Veli’nin dul kalan karısı Nurbike ile evlenmişti. Yedi aydan sonra ondan Abılay adında bir çocuk dünyaya gelmişti... Bu çocuk, daha

21 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

çok küçük yaşlarında annesiyle birlikte dayıları olan Altın Han ülkesine gitmişti. Baba ocağına gelen Nurbike aniden hastalanıp Altın Han ülkesinde ölmüştü. Tek kızından ayrılan kaynatası, damadı Tavke Han’a: “Biricik kızımızdan ayrıldık, akan suyumuz kurudu, ışığımız söndü. Kendisi ölse de, yavrusunu gözümüz gibi bakar, bağrımıza basarız. Senin başka evlatların var. Abılay’ı bize ver. Büyüdüğünde kendisi ülkesini bulur”, - diyerek bir elçi döndermişti. Tavke yaşlı kaynatası ve kaynanasının kırmadı, iki yaşında olan Abılay’ın onların yanında kalmasına müsaade etti. Abılay on yedi yaşına geldiğinde, Tavke Hanın ölmesine yakın bir zamanda, Altın Han ülkesinden ayrılıp babasına gelmişti. Tavke Han şatafatlı bir düğün yaptı ve “Erkek çocuk on beş yaşında ocak sahibi olur” geleneğiyle Abılay’ı dostu ve silah arkadaşı Kırgızların önde gelen manaplarından Tiyes’in küçük kızı, on dört yaşındaki Zeren ile evlendirmişti. Ona çok sayıda hayvan verdi, ak otağ dikti ve kendi başına bir oba olmasını sağladı. Bir yıl geçince Zeren ikiz oğlan doğurmuştu. Birinin ismini Veli, ikincisini Balkı koymuştu. Tavke Han iki ülkenin genç delikanlılarını ve kızlarını, yiğitlerini ve pehlivanlarını, önde gelen beylerini çagırmış ve büyük bir toy yapmıştı. İkiz torunlarının olduğuna çocuk gibi sevinmiş ve çok mutlu olmuştu. Ama Tavke, Abılay’ı ilk gördüğünde şaşırmıştı. Esmer koyu tenli, at çeneli, büyük kahve gözleri vardı. Suratı çok sertti. İnsanın yüzüne baktığında iki gözü dik bakıyor, kirpikleri kıpırdamıyor, insanı ürkütüyordu. Üstelik, Gülmez Han gibi gülmeyi de bilmiyordu. Tavke’nin kendisine de, atası Esim Han’a da benzememişti. Yoksa, büyük ceddim Şagay Han’a mı benzemiş, - diye düşünüyordu Tavke, - onun yüzünün çok soğuk olduğunu söylerdi yaşlılar. Çok geçmeden

22 İlyas ESENBERLİN

Tavke Abılay’ın korkutucu bir huyunu daha farketti. O diğer çocukları gibi değil, hayvan boğazlamayı seviyordu. Tavke bunu ilk başta Cengiz nesillerinden gelen gaddarlığı diye düşündü, ama zamanla onun kana düşkünlüğünün haddinden fazla olduğunu anladı. Gencin kan gördüğünde, garip bir rahatlama hissi duyduğu görüldü. Halk bu yüzden ona “Kaniçici” diye isim verdi. Tavke şimdi Abılay’dan korkmaya başladı. “Bu nasıl? - dedi içinden, - yoksa Altın Han ülkesi benim oğlumun yerine kan içen başka birini mi gönderdi? Yoksa benim başkalarına bilmeden yapmış olduğum kötülükler için Allah bana ceza olarak böyle bir evlat mı verdi?” - Tavke çok şaşkındı. Ama Tavke bir adamı unutmuştu: Bu kanlı göz Veli Sultan’ın oğluydu. Tavke Abılay’ı her gördüğünde diğer çocuklarına zarar verecek diye endişeleniyordu. Aniden hanın aklına guguk kuşunun hilesi geldi. Dünyada gukukların yüz yirmi altı türü var. Onların seksen ikisi yumurtalarını başka bir yuvaya bırakırlar. Bunun için yumurtasını koyacağı kuşları takip ederler; onlar yem aramaya gittiğinde, yuvasına gelip onun bir yumurtasını alırlar ve yerine kendi yumurtasını bırakırlar. Yuvasına dönen kuş kendi yumurtalarından birinin gukuk yumurtasıyla değiştirildiğini fark etmez ve yumurtalardan çıkan yavruların hepsini ağızlarını açtıklarında beslerler. Bu şekilde gukuk yavrusu da büyümeye başlar. Ama gukuk yavrusu, diğer yavrulara göre çok gaddar ve acımasızdır. Yaradılıştan açgözlü, obur olan gukuk yumurtasından çıktığı andan itibaren diğer “kardeşlerinden” kurtulmaya bakar. Üstelik gukuk yumurtasından diğerlerine göre erken kırarak dışarı çıkar ve çıktığı andan itibaren diğer yumurtaları birer

23 GÖÇEBELER II – Can Çekişme birer yuvanın kenarına götürüp aşağı iter. Böylece yeme ortak olacak olan başka yavrulardan daha yumurta iken kurtulmuş olur. Tavke Abılay’ı ölene kadar gukuk yavrusu gibi kendisine yad saydı. Fakat, baba ancak bir şeyi tahmin edemedi. Kaniçici Abılay’ın oğlu Veli’den Ebu’l Mansur adında bir çocuk doğacağını ve onun on sekiz yaşında “Abılay!” diye nara atarak düşmanlarına saldırı yaparak kaniçici atasının adını bütün dünyaya meşhur edeceğini bilemedi. Kazakların böylece “Abılay” diye isimlendirdiği ünlü hanı bu Ebu’l Mansur idi. Ona ünlü Abılay denilmesine daha çok zaman var. Şimdilik atası “kaniçici” Abılay ise kana düşkünlüğü ile Türkistan etrafında korku salmaktaydı. Tavke öldükten sonra Abılay’ın zülmünden korkan kardeşlerinden biri Sayram’a, diğeri Taşkent’e kaçtı. Ancak Türkistan’da çok sayıdaki askerinin korumasında şehrin valisi Kudayberdi Bahadır kaldı. Abılay adamlarıyla birlikte bir gece yarısı Kudayberdi’nin sarayına baskın yaptı. Fakat Kudayberdi sadık adamlarının önceden haber vermeleri sayesinde Sayram’a kaçarak kurtuldu. Kudayberdi Bahadır’ın kaçamayan henüz anne sütünü emen çocuğu ve karısı Ayımbike’yi bir ganimet olarak gören Abılay onu karanlık bir odaya kapattı ve kimseye bir şey demeden sabaha doğru evine gelip yattı. Uyandıktan sonra kahvaltısını etti ve sonra dünkü adamlarıyla Kudayberdi’nin sarayına gelerek yerleşti. Valinin odasında bulunan kırmızı halının üzerine bağdaş kurarak oturduktan sonra: - Bugünden itibaren ben Türkistan’ın hakimiyim, - dedi.

24 İlyas ESENBERLİN

Kapıya yakın duran adamları hep bir ağızdan yüksek sesle: - Evet efendim, bundan sonra siz hakimsiz bu yerlere, - dediler - Sizler benim adamlarımsınız, - dedi yeni vali. - Evet efendim, biz sizin adamlarınızız! - Ben kalk dersem, kalkacaksınız, öl dersem, öleceksiniz. - Kalk derseniz, kalkacağız, öl derseniz, öleceğiz. Bu serseri, haydut ve acımasız adamların kendilerine göre içtikleri ant idi. Abılay: -Her birinize ganimetten birer pay hazırladım. Onu akşam duyacaksınız. Bugün benim Türkistan’a sahip olmam onuruna toy şölen yapılsın! - dedi - Evet efendim, toy yapılsın. - Toy, Kudayberdi Bahadırı destekleyen adamları boğazlamakla başlasın! Ama bu kanlı toy başlamadı. Aniden odanın kapısı sonuna kadar açıldı ve eli mızraklı, üzerinde zırhı olan iri yarı bir genç içeri girdi. Bu Nayman baturu Karakerey Kabanbay idi. - Düşman geliyor, Sultan Abılay! - Hangi düşman? Kaç kişi? - Cungar Hanı Sıban Raptan! Yetmiş beş bin askeri var! Abılay hiç telaşlanmadı. - Bayağı çokmuş! - kapısının önünde duran adamlarına baktı. - Benim askerlerim sadece 75 kılıç! - Diğerleri nerede? Han ordası taşınsa da, halk var ya! Burada en azından on bin asker vardı. - Eskiden onun on bin askeri vardı, şimdi on askeri bile yok. Hepsi kaçıp gitmiş...

25 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Kabanbay Batur aniden elindeki mızrak ile onu oturduğu yerde vurup öldürmek istedi. Ama halkın bu zor gününde han neslinden sayılan birini öldürerek kargaşaya sebep verecekti… Çok öfkelenmiş olsa da, kendisini güçlükle tutarak: - Bütün askerinizden ayrılırsanız şehri nasıl koruyacaksınız? - diye sordu. - Şehri koruyacağımı kim söyledi? Yetmiş beş adamla yetmiş bin askere nasıl karşı duracağım? - O zaman ne yapacaksınız? Kan dökücü insan kendisine bir tehlike belirdiğinde, ödlek tavşan gibi korkudan ne yapacağını şaşırır. Esmer yüzünden kanının çekilip solgunlaşmasından, onun korkmakta olduğunu Kabanbay Batur anlamıştı... “Halkı yöneten han nesillerinin hepsi böyleyse, vay halimize! Hayır, bunlara güvenmek olmaz! Düşmana karşı halkı çıkarmak için davul çalmak gerek. Bolat, Ebu’l Hayr, Sameke etrafındaki uruğlara hemen adam gönderip haber vermeliyim” - diye düşündü Kabanbay. O sırada Abılay birden yerinden kalkıp gitmeye hazırlandı. - Şehrinizi kime bırakacaksınız? - Veli’ye! Sonra... Sizlere! Abılay çıkıp gitti. Adamları da peşinden. Kabanbay atına binip şehir halkının toplanacağı, idamlar için darağacı ve halka duyuru yapan tellaları olan Hoca Ahmet Yesevi Türbesi’nin önündeki meydana doğru atını dört nala sürdü. Halk bu soğuk haberi ondan önceden haber almıştı ve alan çok kalabalıktı. Yaşlı genç, çoluk çocuk herkes gelmişti. Silah tutabilen bütün erkekler atlarına binmiş, ellerinde çoktandır sandıkta yatan kılıçları, iki yüzlü ay baltaları vardı... Bazıları yaya idi. Bu toplanan erkekler savaşmayı bilen savaşçılar

26 İlyas ESENBERLİN değildi, bu şehirde yaşayan adamlardı, çoktandır eline silah almayan usta, çiftçi, mürit, şakirt, hoca, mollalar idi. Şehirlerine düşman geldiği haberini işitince asırlardır kanlarına sinen alışkanlıklarıyla hepsi ellerine silaharını alıp şehirlerini korumak niyetiyle alana toplanmışlardı. Elbette içlerinde tir tir titreyen korkanlar da vardı. Türbe etrafı kalabalıktı ve gürültü sesler çıkıyordu. - Şehir Valisi Kudayberdi Bahadır nerede? - Dün gece kaçıp gitmiş. - Düşmandan mı korkmuş? - Hayır, kardeşi Abılay’dan korkmuş, - O kardeşi nerede? - Az önce gitmek üzere ev halkıyla atına binmekteydi. - O zaman bizi kim yönetecek? - Hansız elimize kılıç tutamayız mı? Kendimizi kendimiz idare ederiz! - Hayır, büyük oğlu Veli’yi yerine bırakacak. - Onun da korkak olduğu söyleniyor. - Niçin endişe ediyorsunuz? Gelenlerin Çinliler olduğu sanılıyor. Bildiğimiz eski düşman, onlardan mı korkacağız, hadlerini bildiririz. - Bu sefer hadlerini bildirsek iyi olurdu, çünkü sayıları çokmuş. - Çinliler değil, Cungarlarmış. - Cungarlar olursa daha iyi. Geçen seferde bizim obanın atlarını alıp götürmüşlerdi. Kendileri düşüyor elimize. Kalabalığın arasından geçerek meydanın ortasındaki kuleye gitmekte olan Kabanbay Batur az önce Abılay hakkında söyleyen sözlerin halk arasında nasıl da çabucak yayıldığına şaşırmıştı. Ama öte yandan halkın hemen alana toplandığına da çok sevinmişti. “Bu halkı değil Cungar, Çinli bile alamaz.

27 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Sadece halkı idare eden cesur bir kişi olsun!” Atından atlayarak yere inen Kabanbay hemen kuleye çıktı. - Ey halkım! Ben Karakerey Kabanbay Batur’um! - dedi davudî sesiyle bağırarak. - Halkımızın başında kara bulutlar dolaşıyor. Doğu ve güneydoğudan kalabalık Cungar askerleri geliyor. Şehrin hakimi kaniçiciler kaçmaya hazırlanıyorlar. Sizleri bir araya toplayıp savaş düzenine sokacak yiğitlerden kimler var?! - Ben, ben varım! - dedi gök gürültüsü gibi kalın bir ses. - Çık, buraya kuleye! Kalabalığı yararak kaplan gibi iri vücutlu yirmi beş yaş civarında sarışın bir yiğit öne çıktı. Bu Şırşık nehri tarafından Türkistan’daki dayılarına gelen Sirgeli boyundan “Çocuk Pehlivan” adıyla meşhur Elçibek adında bir yiğit idi. O kuleye çıkınca Kabanbay: - Ey halkım! Gelecek düşman tekin değil, - dedi. Ülkemizi ve topraklarımızı korumak için cesaretimiz var, ama birlik lazım! Türkistan’ı düşmana verirseniz Kazak halkının ocağı sönecektir. Henüz daha genç bir delikanlı demeden hepiniz Elçibek’e itaat edin! Halkını yönetmek isteyen baturda her zaman cesaret bulunur! - Elçibek’e itaat edeceğiz. - Önümüze düşsün, varalım düşmana. Bu arada kule taraftan bir gürültü koptu. - Hey, yol verin! Yol verin! - Bu Veli Sultan’ın kendisi! Halk ona yol verdi. Kuleye bıyıklı, saçları neredeyse beyazlaşmış, başında kunduz derisinden börkü olan yaşı otuz civarında olan biri çıktı. - Ey halkım! - dedi o kalabalığa hitap ederek. - Babam on

28 İlyas ESENBERLİN dört yaşındaki oğlum Ebu’l Mansur ile birlikte beni Türkistan’a sahip çıkın diye bıraktı. Kabanbay Batur’un sözlerini başından sonuna duydum. Elçibek Pehlivan yaşı benden küçük de olsa, sefere çıkmış ve savaş görmüş bir kişidir. Bugüne kadar elime mızrak almamış biriyim... Eğer ben Elçibek’e yardımcı olabilirsem, o zaman kendimi size faydalı olmuş sayacağım! Veli’nin bu sözü hoşuna gitmeyen biri: - Ya, şu sultana bak! Hem sultan olacaksın, hem de halktan sıradan birine yol vereceksin, olur mu öyle şey, - dedi. - Ne yapsın adam, savaş görmediğini söylüyor işte! - şeklinde kalabalık içinde konuşmalar başladı. - Ülkeye büyük bir tehlike yaklaşırken sultan ve halk diye bir ayrım olamaz. Kim düşmana karşı öncülük yaparsa, biz onu takip ederiz! - Doğru söylüyorsun, evladım, - dedi sarıklı bir ihtiyar. - Dileğin gerçekleşsin! Amin! - Amin, - dedi kalabalık ellerini açıp yüzlerine sürerek. - Düşmana karşı silah kullanabilecek erkekler burda kalsın, diğerleri dağılsın! - dedi yüksek sesle Elçibek. Halk dağıldı ve elinde silahı olanlar sıraya durdu. Kabanbay ise Elçibek ve Veli ile vedalaştı. - Bundan sonra ne yapılacağını siz bilirsiniz, - dedi onlara, - etrafınızdaki obalara adam gönderin. Ebu’l Hayr Han’a hemen haber gönderin. Arka’daki obalara ben gidiyorum. Gelmekte olan düşman çok tehlikeli. Tüm Kazakların harekete geçmesi gerekiyor! - Doğru, Kabanbay Batur! Yolun açık olsun! - dedi Elçibek ve Veli birlikte. İri cüsseli Kabanbay atına doğru yürüdü. Tam bu arada alanda tek duran bir ağaca bağlanmış Kabanbay’ın meşhur atı “Gökdavul” isimli doru atı çekerek gelen Karadağ’ın samur derisinden yapılmış börklü, uzun boylu, iri gözlü, beyaz tenli

29 GÖÇEBELER II – Can Çekişme genç bir kız karşısına çıktı. - Batur’un bahtı açık olur mu, acaba kendi elimle uğurlasam, - dedi mercan gibi bembeyaz dişlerini gösterek gülümseyen kız, sonra ayağını üzengisine basan baturu koltuğundan destekleyerek atına bindirdi. Kabanbay atına bindikten sonra kızın yüzüne dikkatlice baktı. Kızın da iki gözü adeta nurlanıp daha da güzelleşti ve o da Kabanbay’a hayranlıkla baktı. - Sağolasın, güzelim, - dedi Kabanbay. Kalbi aniden hızlı atmaya başlamıştı. - Masmavi gölün bembeyaz kuğusu beni uğurladıysa, elbette yolum açık olur! Kız buğulu gözünü ondan ayırmamıştı. - Yolunuz açık olsun, baturum! - Hoşça kal, karındaşım!... Kabanbay atını birden durdurdu - Bir daha görüşemeyeceksem, hiç olmazsa adını öğreneyim, adın ne? - diye sordu. - Adım Cevher... Basentin Malaysarı Batur’un kızkardeşiyim, - Kız bu sefer incecik narin ellerini uzattı. - Allah sağ salim kavuşmayı nasip etsin! - Amin, karındaşım! Hoşça kal! - Hoşça kalın! Kabanbay Gökdavul atını sürüp “Cevher... Cevher...” diyerek kuzeye doğru yöneldi. Biraz uzaklaştıktan sonra ardına baktı. Kız hala yerinden kımıldamamıştı. Beyaz mendilini eline alıp Kabanbay’a “Sağ salim kavuşalım” diye salladı. - Cevher dediğin de Cevher imiş! - dedi Kabanbay, sonra atını kamçılayarak yoluna devam etti. Türkistan tarafına çıktığında uzaktan simsiyah gözüken Karadağ yamaçlarına doğru giden ve belli belirsiz görünen bir grup atlı adamları gördü. “Kaniçici Abılay’mış, kaçıyor” - dedi ve sonra Kabanbay Kökdavıl atının dizginini boş bırakıp

30 İlyas ESENBERLİN elindeki kılıcını beline koyup şehirden uzaklaşmaya başladı. Sıban Raptan komutasındaki Cungarların kalabalık askerlerinin gelmekte olduğunu iki üç gün geçmeden bütün Arka, İdil, Ak Yayık, İrtis, Esil boyundaki obalar da tamamen duymuştu. Ama halkın bir araya gelip ülkesini düşmandan korumak için hazırlık yapmaya vakti olmadı. Dağdan sel afeti gibi kopup gelen Sıban Raptan komutasındaki yedi gruplu yetmiş beş bin asker Yedisu’nun güneyini ve güneydoğu tarafını bir ay içerisinde işgal etti. Bu bela Kazaklara gökten düşen yıldırım gibi ani ve yıkıcı olmuştu. Cesur baturları Aksu, Turfan gibi şehirlerini korumaya çalıştıysa da, yine de başaramadılar. Son otuz yılda toprak için, su için birbiriyle kavga edip didişip dövüşe alışkın Kazak yiğitleri hemen biraraya gelmiş olsalar bile düzenli askeri birliklere dönüşemediler. Bazı yerlerde direnenler olduysa da, Cungarlar erkeklerini boğazladılar, kadınlarını ise esir edip alıp gittiler. Dağları mekan tutan Kırgızlarla komşu olan Kazaklar ise düşman ayağı değmeyecek yerlere kaçarak kurtuldu. Kazak ülkesi mağdur zavallı insanların gözyaşlarıyla rutubetli bir hal aldı. Yağmalanmış mal mülk, yanmış şehirler... On beşinci yüzyılın otuzuncu yıllarında Kazak halkıyla savaş başlatan ve iki asırdır savaşını sürdüren Oyrat hanları ancak şimdi amaçlarına ulaşmışlardı. Güzel kızları, kadınları saçlarından bağlayarak cariye ettiler, kılıç tutmaya yarayan erkekleri koyun boğazlar gibi öldürdüler ve ihtiyarlar ile hastaları sahipsiz ve kimsesiz bıraktılar. Küçük çocukları ise “büyüyünce bunlar da bize düşman olur” - diye kılıçlarının uçlarına geçirerek anne ve babalarının gözleri önünde acımadan, kahkahalar atarak, öldürdüler. Genç kızlarını gözleri önünde tecavüz eden Cungarların bu zulmünü gören anneler babalar kahırlarından saçlarını yoldular, yüzlerini

31 GÖÇEBELER II – Can Çekişme tırmalayarak ağladılar, çoğu bu acıya dayanamadı. Etraf ızdırap dolu seslerle doldu. Nice insanlar buna dayanamayarak delirdiler. “ - Mamır” destanında geçen Şıngıstav civarında yapılan bir savaş şöyle anlatılmıştır: “O zaman toprak için Kazak, Kalmuk kavga ettiler Ok attılar, obalara saldırdılar ve atları aldılar Kalmukları bir savaşta Kazak yenerek, Hepsi de Tobıktı’nın düğününe varacaktı... Düğün yaptı Orta Cüz’de han Sameke Toplanmıştı birçok insan bu düğüne Zenginler, bayanlar, büyükler oraya gitmiş, Gen delikanlılar, kızlar gelinler evde kalmıştı… Anet dede Argunların önde gelen büyüğü, Kendisi hem bey, hem molla, hem bilge. Adalette Orta Cüz’e örnek olmuştu, O zaman doksan beşe gelmiş yaşı” - diyerek Kalkaman’a adaletle iktidar eden Anet Baba’yı hatırlatarak, şair, olayın sonucunu da şöyle anlatmış: “Bin yedi yüz yirmi üçüncü yıl, Savaşan Kazak ile Kalmuk, bunu da bil, Kalmukların lideri Sıban Raptan, Batur, ama savaşta çok kurnaz bir adam... Cepheye çıktı, savaştı Kazak, Kalmuk Korkaklara kolay değil savaşa gitmek Babanın beş evladı şehit olmuş, Bu savaşta Kazaklara ağır geldi. Kazakları bu savaşta Kalmuk yendi, Beş kişiden üçünü kırdı geçti. Yenildikten sonra duramadan Sır boyunda Arka’ya Kazak göçüp gitti

32 İlyas ESENBERLİN

O zamanda Kalkaman’ı arayan olmadı, Aramak istemedi değil, imkan bulamadı. Onu bırakın, Anet dede de göç edemedi, Sağ kaldı kır başında ölmeden” - diyerek ata yolunu bozan Kalkaman - Mamır’a hüküm kesen Argun beyi Anet Dede’nin bu katliamda sağ olduğu halde bir tepede göçmeden kaldığını söylemektedir. “Kalkaman - Mamır” destanında söylendiği gibi Kazakların beşte üçü kırıldı. Dış düşmanlarından Kazak halkı hiçbir zaman böyle bir zulüm görmemişti. Ünlü Cuci Han’ın Arka topraklarını ve Sır boyunu işgal ettiği savaşlarda Kazak ülkesinde kırılan halk üçte birinden fazla değildi. Cuci Han’a Kazak topraklarına han olmak için halk gerekiyorsa, Sıban Raptan’a da Kazakların toprakları ve hayvanları lazım idi. Bazı tarihçilerin hesabına göre, Cungar atlı askerlerinin ayakları bastığı yerlere kadar olan coğrafyada o zamanlar Kazak halkının sayısı iki milyon civarında idi. Cungar savaşçıları onların beşte üçünü öldürmüş, yani iki milyon nüfusun bir milyon iki yüz bininin yok etmişlerdi. Tüyler ürpertici bir vahşet! Halk yurdundan, mülkünden ayrıldı. Anne baba evlatlarından ayrıldı. Geniş Kazak ülkesinde ta doğu ve güneyinden Sır boyuna kadar kitleler halinde yaya yürüyen halk bırakın Cungarları ite ve kurda da yem oldu. Sadece Anet Dede değil, Kazakların birçok yaşlıları da göç edemedi ve tepe başlarında kaldı. Nice güzel kadınlar ve genç gelinler göğüslerinde çocuklarına emzirecek sütleri kalmadığından düşmana teslim olmak zorunda kalmışlardı. Eskiden bir eli balda, bir eli yağda olan halk şimdi yerlerden yaban yumrusu, sığır kuyruğu, kuzu kulağı ve kuzu kuyruğu gibi besi değeri olan yabani otlarla karın doyuruyorlardı. Kayın ağacın

33 GÖÇEBELER II – Can Çekişme kabuğunu açıp üzerindekini süngerimsi tabakayı yediler, bunu “kayın sağan” diye adlandırdılar. Böylece Kazak tarihinde “Aktaban şubırındı, Alkaköl sulama” (Ayak tabanları şişti, Alkagöl sulama) denen büyük bir afet başladı. Bu afetten dolayı perişan olan halkın kanlı gözyaşından doğan ve kederine dünyadaki hiçbir şarkının eş gelemeyeceği meşhur “Elim - ay” (Vatanım - ah) şarkısı ortaya çıktı. “Karadağ’ın başından göç geliyor, Her göçtüğünde bir deve boş geliyor, Elinden yurdundan ayrılmak kötü imiş. İki gözden bir dolu yaş geliyor. Bu zaman hangi zaman - belalı zaman, Başımızdan baht kuşu uçtuğu zaman, Göçümüzün izlerinden kar yağıyor, Ocakta yağan kardan daha beter, Bu zaman hangi zaman - vahşi zaman, Eskisi gibi olur mu bizim zaman. Kardeş ile kara orman kaldığı için, Gözyaşımı göl gibi akıtıyorum. Kaburgama kara toprak battı, Hüda, Bu ağır felakete duçar ettin, niye Tanrım! Yaya yürürsem - ayaklarım ağrıyor, Hiç değilse verseydin atımı, Tanrım! Bu zaman hangi zaman - hangi zaman, Evladın ayrıldığı atadan, vah vah zaman, Karındaştan ayrılmak acı imiş! Olacak mıdır sağ salim kavuşacağımız zaman? Karşılık vermeye takati olmayan Kazak halkı Cungarlara esir olmak yerine, olabildiğince uzaklara giderek ölmeyi yeğleyerek kitlesel göçüne devam etti. Küçük Cüz halkının çoğunluğu Savran şehrinin çevresinden kaçarak Hive, Ürgenç

34 İlyas ESENBERLİN ve Buhara’ya doğru yöneldi. Semarkant ve Hokant’a doğru giden Büyük Cüz ve Orta Cüz mensupları Sirderya kıyısından altı kilometre mesafedeki Betbahtdala’ya doğru giden Ülken kanalın iki kola ayrıldığı yerdeki Alkagöl’e gelip yığılıyorlardı. İşte bundan dolayı “Aktaban Şubırındı” ifadesine “Alkagöl sulama” sözü de ekleniyordu. Ancak Arka’daki Argun boyu yerinden kımıldamadı, bu boy ile birlikte oturan Kıpçak, Nayman ve Kereylerin bir kısmı kuzeye doğru gitmişti. Yedisu’da Kazak köyleri de yerinde kaldı. Cungar hanı sadece Kazaklara değil, Kırgızlara da zulmetmişti. Ama güney Aladağ’ı yurt tutan Kırgızıların bazı zenginleri Sıban Raptan ile huzur içinde yaşamak istedi. Sıban Raptan bunun gibi insanları Kazaklara karşı kullandı. Ama uzun yıllar birlikte olan Kırgız ile Kazak halkı onların tutumları sebebiyle kendi aralarında çekişmediler. Sır boyunun soğuk rüzgârları başlamadan önce Cungar askeri Türkistan’i kuşattı ama Elçibek liderliğinde halk elinden geldiğince şehri korumaya çalıştı. Sıban Raptan’ın heybetli atlı askerleri şehrin kapılarına kadar gelmişti, ancak yağmur gibi yağan oklar sebebiyle bir kaç kez geri çekilmek zorunda kaldı. Nerdeyse hiç uyuyamayan Elçibek, atından yere inecek zamanı olmamıştı. Eğer Kazak halkı oklara karşı göğsünü siper ederse, Cungarlar onları asla işgal edemeceklerdi. Bunu anlamışlardı. Buna rağmen Şuna Dabo ordusuna yeni askerler eklemişti. Şehir kalesinin etrafında neredeyse dağ gibi yığılmış ölülerini bırakarak geri çekildi. Savaşın şiddetlendiği bir sırada aniden insana göz açtırmayan kum fırtınası başladı. Bu kuvvetli fırtına ile şehir üzeri kumla örtülmüştü. Bu fırtına yedi gün sürdü. Bütün kuyuları kum bastı. Halk ve asker asker susuz kalmıştı. İçecek

35 GÖÇEBELER II – Can Çekişme suları kalmamıştı. Ancak o zaman Elçibek mecburen teslim olarak şehri düşmana verdi.

36 İlyas ESENBERLİN

II

“Kazak halkı bu duruma nasıl düştü? Bundan iki asır önceki gücü nerede?” - Bu soru bu ağır şartlarda, büyük küçük herkesin yüreğine oturmuş acı bir zehirden farksızdı. Kim bu soruya cevap verebilirdi? İşte, bütün Kazak topraklarında bilinen, bugünlerde yaşı kırklara gelmiş olan top sakallı, alnı geniş ozan Bukar Jırav da böyle bir düşünce içinde idi. O kapıya yakın oturan bir delikanlıya şüpheyle baktı. İnsana gözünü almadan bakan büyük kahve gözlü, at çeneli, beyaz tenli gencin, bir grup at içinde ahal teke, yürük atları gibi uzun boyuyla fark edilen bu gence ilk bakışta on dört - on beş yaşında olduğunu söylemek mümkün değildi. Bu yaşlarda olduğunu ancak yüzüne ustura değmediğinden anlaşılabilir. Yürümesi, oturması ve hareketlerinde bir kibir ve gurur fark ediliyordu. Ozanın dikkatli gözleri aldatmasa gerekti... Toy delikanlının şimdi yaşadıkları bu mütevazi evde, yani fakir bir köylünün evinde doğmadığı aşikar. Evde onlardan başka daha iki kişi vardı. Birisi yukarıda oturan kara tenli, bıyıklı, yaşı otuzlarda olan Kişi Cüz hanı Ebu’l Hayr, ikincisi - eşikte deriden yapılmış bir minderin üzerinde oturan sakallı ve esmer yağız yüzünden güneş ve rüzgâr karşısında çok durduğu anlaşılan biriydi. Bu, Oraz adında bir kul idi. Türkistan şehrini koruma esnasında Sultan Veli’nin on üç yaşında olan oğlu Ebu’l Mansur düşman eline düşmüştü. Ona zincir vurarak Hive pazarına götürüp köle olarak satmaya

37 GÖÇEBELER II – Can Çekişme giderlerken yolda Oraz onu görmüş ve kurtarmıştı. Şimdi Oraz ile Ebu’l Mansur Ulu Cüz Töle Bey’in devesine bakıyordu. İkisi de gerçek adlarını kimseye söylemeden sır olarak saklamayı yeğlemişlerdi. Ebu’l Mansur kendisinin bu halini gururuna dokunduğu için han neslinden bir sultan olduğunu gizliyordu ve köle hocasının dediğinden çıkmıyordu. Etrafı tanımak için gezmeye çıkan Ebu’l Hayr ile ozan Bukar o gün arkdaşlarından ayrı kalmış ve bir tepede tek başına oturan devecilerin çardağına gelip durdu. Bukar Jırav ve kul Oraz dışarıda kazanda yemek yapmaya yardım ettiler. Şimdi deve sütünden bir nevi ayran olan şubat ve kısrak sütünden kımız içip, sohbet ediyorlardı. Sohbet sırasında Ebu’l Mansur Töle Bey’in deve bakıcısı olduğunun dışında hiçbir şey söylemedi. Ama dikkatli ozan Bukar bu gencin yaradılışında bir başkalık olduğunu, basit bir deve bakıcısı olmadığını ilk bakışta hissetmişti. Delikanlı ise hiç renk vermiyor, sanki sırrını derin bir yerlere gizlemiş gibiydi. Birden sanki Bukar Jırav’ın içinden geçenleri okumuş gibi Oraz kulu göstererek: - Bu kişi benim için hem baba, hem de ana olmuştur, - dedi ve devam etti. - Birçok beladan beni kurtaran meleğim, Cebrailim... Bukar gaflette bulunup ağzından gereksiz sözün nasıl çıktığını farketmedi. -Onun himayeci vasfı bana bellidir. -Nasıl? Ebu’l Mansur büyük kahve renkli gözleriyle Bukar Jırav’ın yüzüne delercesine baktı. Ozan Bukar, adeta tüm vücudunun titrediğini zannetti. “Bu adamın gözleri ne kadar keskin... Sokacak yılanın gözü gibi hiç kıpırdamıyor...”

38 İlyas ESENBERLİN

Oraz yemek yapmaya yardım eden bu adamın Kazak halkınca baş tacı edilen meşhur Bukar olduğunu anlayınca Ebu’l Mansur’un soyunu tamamen söylemese de kendilerinin Hive’den kaçıp çıktıklarından bahsetti. Ozanın “Oraz kulun himayeci vasfı bana belli” demesi bundandı. Bu genç delikanlının bakışından korkan Bukar, heyecanlanmaya da başladı. “Ağızdan çıkan söz - atılmış ok demek, biçareye bir zararım dokunmasa iyi. Cengiz nesilleri kendilerini leke getirecek, bütün sırlarını bilen adamlara acımazdı, buna da bir ziyanı gelmese bari”, - diye düşündü. Ozan, Ebu’l Mansur’a cevap vermek üzereyken, onların sohbetini Ebu’l Hayr Han kesti. - İşte bu duruma nasıl düştük, Bukar ağabey? - diye sordu daha önce başlamış olan konuyu devam ettirerek. - Kasım Han’dan sonra halkın birlik ve beraberliğini sağlayarak bir çatı altında toplayan bir oğul doğmamış mı?... Ozan Bukar düşünerek cevap verdi. - Niçin doğmasın, nice oğullar gelmiştir dünyaya... Ama halkın bir araya toplamak kolay mı? Kasım Han zamanında Ak Orda’ya Nogaylar ve Yedisu civarı tamamen dahil olmamıştı. Sirderya boyundaki şehirler bazen Muhammed Şeybani Ordası’na, bazen Kazaklara geçmiş, halkın birbirleriyle didişmeleri, yağma ve kavgaları hiç bitmiş midir?... Ne çare, asil erler amaçlarına ulaşamadan bu dünyadan göçüp gittiler. - Halk birliği için canını kurban edecek kim çıktı? - Halkın kendisi. - Halk her zaman burada. Hanlardan kim vardı? -Haknazar, Tevekkel... -Haknazar hakkında herkes değişik şeyler söylüyor. İşin gerçeğini sizden duymak isterdim, - dedi Ebu’l Hayr. - O

39 GÖÇEBELER II – Can Çekişme atalarımız hakkında bilgi verseniz... -“Oraz kulun hatasını nasıl kapatırım” diye düşünen ozan Bukar hemen kabul etti. -O zaman dinle beni... Haknazar Han’ı mahvına sebep olan her zamanki gibi iç çekişmeler ve Şeybani Han neslinden Abdullah idi... Bukar Jırav’ın anlattıkları orada oturanları gözünün önünden bir film şeridi gibi geçmeye başladı. - Bu dünyada pişmanlıktan daha kötü şey var mı? Gücünün yetmez ve düşmanına yenilirsen - bu en kötü ölüm olur. Gücün yettiği halde düşmanını serbest bırakırsan, bu cömertliktir. Ama ardından bu düşmanından bir kötülük görürsen, bu pişmanlıktır. Ölümden de beter pişmanlık! - diyerek ozan sohbetine başladı... Haknazar Han, ak keçelerden yapılmış on iki kanat büyük çadırda bulunan kız ve delikanlıların gürültülerini, kahkahaları duymuyordu. Sağ dizinin dibinde oturan ay gibi güzel küçük baldızı Akbala’nın söylediği şakaları da kulağına gelmiyordu. Sadece eşikte duran bir insan boyu büyüklüğündeki toprak çömleğe bakıyordu. Orada yazılanları dikkatlice okumaya başladı. “Bu çömleğe altın konulabilir, Bu çömleğe gümüş konulabilir, Bu çömleğe şarap doldurulabilir, Bu çömlek gözyaşlarıyla dolar...” - Han enişte, - diyerek Akbala Haknazar Hanın ayağını çimdikledi. - Hiç ağızınızı açmıyorsunuz, konuşmuyorsunuz, gülmüyorsunuz. Siz tam bir Gülmez Han oldunuz.

40 İlyas ESENBERLİN

Ayağı ağrısa da kızın söylediklerini yine duyamadı. Baldızın bundan daha kötü nazlı hareketler yapmağa hakkı vardır... Haknazar Han sol eliyle bu genç güzelin belinden gıdıklayarak biraz kendine çekti, ama aklı az önce gelen ulağın getirdiği haberdeydi. Akbala daha yüksek sesle güldü. - Düşmana saldırdığınızda kaplan gibi cesur deniliyordu. Yoksa Sarayşık’ın kızlarından korkuyor musunuz? Korkmayınız, adam yeme alışkanlığımız yok... Kızın sözünü şimdi kopuk kopuk işitmişti. O anda kendisinin nerede oturduğunu hatırladı. İşgal edilen Altın Orda’nın yerine şimdi Kazan, Kırım ve Astrahan hanlıkları kurulmuştu. Bir zamanlarda Batu Hanlığı’nın merkezi sayılan birçok devletin ticaret yollarının kesiştiği, taş kapılarından doğu ve batıya hanların fermanlarının çıkmış olduğu olan İdil nehri kıyısındaki Saray şehri tamamen yok olmuş ve yerine Sarayşık şehri inşa edilmişti. Bir zamanlar bu da Hazar denizini geçerek gelen batı ve doğudaki bütün tüccarların buluştuğu büyük bir bir ticaret merkezine dönüşmüştü. Ama şimdi o Yayık sahilindeki Üyşik’ten yirmi kilometre mesafede olan küçük ve sıradan şehirdir. Altın Orda yıkılana kadar aslında Mangıt boylarından oluşan Nogay halkı Sarayşık şehrini başkent yapmıştı. Şimdiki durumunda Nogay Hanlığı’nın bir kısmı Astrahan’a, biri Kazan’a, biri Özbek Ordası’na, kalanları Ak Orda’ya katılarak dağılmaya yüz tuttuğu zamanlardı. Sadece Nogay denilen genel halk ismi ile hala da ticaret gelişkin Sarayşık şehri kalmıştı. Bu Sarayşık şehrine bir hafta önce çok sayıda askeriyle

41 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Ak Orda Hanı Haknazar gelmişti. Ak Ordu Hanı çok sayıda askeriyle ta uzaklardan buraya gelmeye mecbur kalmıştı. Babası Kasım, Ebu’l Hayr ve Aksak Temir nesillerinden beri, sadece Seyhun nehrinin aşağı tarafını ve Karatal, Sayram, Talas, Şu nehirlerinin boyunu almakla kalmadı, o Kazak Hanlığı’na Yedisu, İdil, Ak Yayık boyunu da katmak istiyordu. Bu siyaset doğrultusunda Kasım Han, kendisine ve Astrahan Hanlığı’na da meyleden Nogay halkının çoğunluğunu kendi hakimiyetinde tutmak amacıyla 1523 yılında Sarayşık şehrine gelmiş ve oradaki bir çarpışmada vefat etmişti. Ondan sonra Buhara Hanı Abdullah ve Moğolistan Hanı Abdurraşit’in güçlerini birleştirmesiyle Kazak toprakları talan ve yağmaya maruz kaldı. Bazı boylar da Arka yerine doğru göç etti. İşte bu sırada Haknazar, Ak Orda’ya han olmuştu. Hanlığın topraklarının çoğunu Buhara ve Moğol hanlarının işgal etmesi yetmiyormuş gibi, bundan kısa bir süre önce Janibek’in küçük oğlu Jadik’ten torunu olan Şagay Sultan Abdullah ile anlaşarak Türkistan vilayetinin doğu kısmını saldırıp ele geçirmiş ve Buhara Hanlığı’na tabi olmuştu. Haknazar Ak Orda’ya han olmasının üzerinden 15 yıl geçmişti. Ama bu on beş sene Haknazar Han için kolay olmamıştı. Bölünmüş ve perişan olmuş Kazak Hanlığı’nı babası Kasım Han gibi tekrar toparlamak istemişti. Bunda başarılı olması da büyük bir ihtimaldi. Çünkü, Kazak devletinin baş düşmanı Çin ülkesinin hanları kendi aralarında taht kavgasına düşmüşler ve Kazak topraklarına saldırmaya vakitleri yoktu. Bu fırsatı kaçırmak istemeyen Haknazar Han, kardeş Kırgız ve Karakalpakları da kendi bayrağı altına toplamaya başladı.

42 İlyas ESENBERLİN

Halkın başından nice kanlı çarpışmalar, çekişmeler ve katliamlar geçti... Özellikle, Seyhun nehri boyundaki Kazak şehirlerini geri almak çok ağır kayıplara sebep olmuştu. Bundan önce güçsüz kalan Şeybani Ordası bu nesillerden çıkan Abdullah Sultan Buhara emiri olduktan sonra tekrar şanı artmış ve kuvvetlenmeye başlamıştı. Ama Şeybani Ordası’nın daha da kuvvetlenmesine iç çekişmeler engel olmuştu. Çekişmenin sebebi Taşkent hanı Babasultan ile Abdullah arasındaki mücadeleden çıkmıştı. Bu mücadeleye Kazak hanları da tüm güçleriyle karışmış- tı. Abdullah Han’ın yanında Şagay, Babasultan Han’ın yanında ise Haknazar Han vardı. Abdullah ile Babasultan’ın çekişmesi, bir yandan Haknazar’ın Kazak hanlığını daha kuvvetlendirme- sine imkan verse, diğer yandan Şagay Sultan’ın kendisine düşman olmasına ve bütün Kazak halkının birleşmesine de zarar vermesine yol açmıştı. Üstelik Haknazar kendi hanlığına kattığı Kırgız ve Karakalpak halklarının arasındaki çekişmeler de Ak Orda’nın güçlenmesine önemli ölçüde engel olmuştu. Sağ Kırgızlardan olan Sarbağış, Soltı, Buğı, Sayak, Çerin boyları yaşadıkları bölgelerden dolayı Kazak Hanlığı’na tabi olurlarken, Sol Kırgızlar sayılan Adigene, Jadiğer, Bazıs, Bağış, Tünğatar, Sarı gibi boyların bir kısmı Doğu Türkistan Hanı Abdurraşit’e, bir kısmı da Aksak Timur nesilleri tarafını tutarak birleşip güçlenmeye mani olmuşlardı. Böyle bir durumda Haknazar Han’a güvenilir müttefikler gerekliydi. Bu müttefikler Sirderya ile Karatal boyundan Uludağ, Arğınatı ülkesinden, Gökçe Denize, Esil, İrtis, Tobıl, Nura kıyılarından bulunmuştu. Ama yeniden kuvvetlenen Muhammed Şeybani Ordusuna karşı durmaya bu güç de

43 GÖÇEBELER II – Can Çekişme yetersiz kalacaktı. Şeybani Ordası’na belki karşı durabilirdi, fakat Altay yönünden Oyrat askeri gelmekteydi. Güneyden, Çinlilerin atlarının nal sesleri gelmektedir. Ak İdil’in öte tarafında, bugün olmasa da, yarın yükselişe geçecek olan bir Rusya vardı. Hayır, böyle dağılarak başkalarının baskısı altında dağılmamanın tek yolu, millet olarak birleşmek ve Ak Orda’nın etrafında toplanmaktı. Arka ile Yedisu yerindeki boylar bunu anlamışlardı. Şimdi sıra, babası Kasım’ın da ikna edemediği İdil ve Yayık nehirlerinin iki tarafındaki kalabalık halkı Ak Orda’ya dahil etmekteydi. Ancak o zaman bu halk dışarıdan gelen düşmanlarına karşı durabilirdi. Böyle bir vaziyette olan Ak Orda’nın Hanı Haknazar, Abdullah ile Babasultan arasındaki çekişmelerden bir fırsat bularak Nogay ülkesinin başkenti - Sarayşık şehrine gelmişti. Haknazar Nogay ülkesine yaptığı ziyaretin sebebini Sarayşık şehrindeki babası Kasım’ın mezarına gelip Kur’an okuma ve kubbeli yeni bir mezar inşaatı olarak gösterdi. Ama gerçekte ne düşündüğünü Allah bilirdi? Bunun için orduyla gelinmeyeceğini İdil, Yayık boyundaki Mangıt, Alşın, Bayulı, Alimulı, Jağalbaylı boyları hemen anlamıştı. Bu ülkelerin şimdi savaşabilecek adamlarının biri - ünlü ozan Şalkiyiz Jırav, kalabalık askeriyle Haknazar Han’ın gelmekte olduğu işitilince, kılıç kuşanıp karşı durmak isteyenleri durdurarak, onun yerine hanı hürmetle karşılamayı önermişti. Yaşlı ozanın bu tavsiyesini diğer aksakallar da desteklemişti. Sonuçta Haknazar Han’ı tüm halk hürmetle karşıladı. Ertesi gün iki taraf ta görüşmelere başladı. Ozan Şalkiyiz yaşlandığı için Nogayların önemli beylerinden biri olan Koysarı Bey’in konuşmaya başladı.

44 İlyas ESENBERLİN

-Düşünürsen, fikir de çok, gam da çok. Oynarsan, fikir de yok, gam da yok! - diyerek Alşın boyundan çıkmış ünlü ozan sözüne başladı. - Bir yaylada birlikte, bir kervanda yaşayan halk idik, iki kol askerini alıp Haknazar Han’ın Nogaylı’ya gelişinde bir sebep olmalı. Neyse sözüme bu soru ile başlayayım. Baban Kasım’ın mezarına gelip fatiha okuyup mezarını yaptırmaya gelmişe benzersin... Kasım Han senin baban ise, Nogayların da hanı idi, mezarın üstündeki altın ayına hiçbir toz ve leke düşürmeden hürmet ettiğimizi dün kendin de görmüştün, - diye Koysarı Bey hanın askerle gelmesinin başka sebeplerinin olabileceğini böyle ima ettikten sonra, - evet, Kasım han yiğit sultanı idi, ancak zamansız vefat etti ve kara toprak onu da aldı, - dedi. Biraz nefeslendikten sonra sözlerini manzum bir şekilde devam ettirdi: Kara toprak sadece Kasım Han’ı mı aldı? Ölmemişlerse nerededir o eski yaşlılar. Yer yüzünü yutsa da doymaz toprağın altı, Ölüm dediğin, uzun yolların en uzunu. Koysarı Bey biraz durduktan sonra tekrar devam etti: - Evet, geçmişin acıklı hatıralarını anlatarak üzülmekle birlikte, Allah aldığını geri vermez, bütün umut, gelecek zamandadır... Gelecekte olacakları tahmin ederek, yola çıkmış gibi bir haliniz var, yolunuz açık olsun, kardeşlerim! Sözü Haknazar Ordası’nın baş danışmanı Aksofu Bey aldı: - Büyük çam ağacı devrilirse, yerine arkasında kalan fidanı, yaprak açar, budaklanıp dallanır, gökte uçan şahin konmadan geçer demeyiniz. Büyük engin göl kurusa, pınar olup taşar, deniz olup coşar, beyaz kuğu kazlar üstünde

45 GÖÇEBELER II – Can Çekişme eğleşmeden geçmez demeyiniz. Küheylan ölürse tayı var, babası ölürse oğlu var. Kasım Han hayatta olmasa da, ardında kalan Haknazar, altın kaideye konmuş olan sungur gibi, baba tahtına oturdu. Ak Orda’nın temeli sarsılıp, duvarlarını rüzgârlarla sallanıp halk sıkıntıya düştüğü dönemde, Ak Orda’nın çatısını yere düşürmemek için Haknazar yiğidin kılıç kuşanıp ata binmesinden bu yana işte on beş sene! Bu on beş sene içerisinde nerdeyse yıkılmaya yüz tutan Ak Orda’nın temellerini tekrar sağlamlaştırdı, düşmeye yüz tutan çatısını tekrar destekle kaldırdı... Fakat arslan tek… Kurt ise çoktur. Ak Orda’yı param parça edip savaşlara sokmaya çalışan düşman az mı? Diğerleri bir yana, bu son beş altı sene içerisinde Muhammed Şeybani Ordası’ndan göz diken Abdullah Bahadır’ın kendisi de kıyasıya saldırıyor. Sadece Ebu’l Hayr soyu değil, Aksak Temir nesilleri de onun tarafında. Onların dışında senin aynı soy, aynı kandan akraban Şagay Sultan da düşmanlarının safındadır. Abdullah tekin bir düşman değil… Ona karşı durmak için bütün Kazakları bir araya getirmek gerekir. Otuz yıldır dışarılarda yaylalarda olan Nogay yiğitleri sizlerin de artık kendi yakın akrabalarınızla beraber olma vaktiniz geldi. Ancak böyle yaparak biz huzur içinde yaşayan, istediği yerlere göçebilen bir millet olma vasfımızı koruruz. Buhara ile Hive’ye kul olmaktan kurtuluruz. Başımız da, ordugahımız da bir olsun, ülkemiz ile halkımızı birlikte koruyalım, bize katılın. Sırrımız da, sıfatımız da bu. Askerle geldiysek sizleri korkutmak değildir amacımız, ancak düşmanlara karşı duracak gücümüzün olduğunu görüp sizleri sevindirmeye geldik. Ormanbet’in İdil, Yayık nehirleri boyunda kalan evlatları işte şimdi söz sizlerde, - diyerek Aksofu Bey sözünü tamamladı. Bu, hani bir zamanların Akyol beyin karısı Momın’dan

46 İlyas ESENBERLİN doğmuş olan Aksofu, Karasofu, Sarısofu, Arıksofu, Nadirsofu adlarındaki beş oğlunun en büyüğü; Argunların ünlü Kancıgalı, Tobıktı boylarının önde gelenlerindendir. Yaşı seksenlerde olsa da atından inmeden cepheden cepheye koşan kuvvetli bir ihtiyardı. Onun anlamlı sözlerini ve hakkaniyetleri hükümlerini iki taraf da aynı şekilde büyük ilgiyle dinledi. Koysarı ve Aksofu Beyler yine konuştu. Farklı farklı fikirler, önemli görüşler ortaya atıldı. Onlardan sonra Töle Bey ve diğer etkili ve bilgili beylere konuşma sırası geldi. Onlar da hitabet sanatının en güzel örnekleriyle halkın birliğini esas alarak görüşlerini dile getirdiler. Bir ara Haknazar Han Ak Orda’nın başına gelecek bir çok tehlikelerden bahsederek, Nogayların Ak Orda’ya tamamen katılmasını istedi. Böylece üç gün süren hatiplerin fikir tartışmalarından sonra Ak Orda ile Nogayların birbirlerinden ayrılmamaları konusunda anlaşmaya vardılar. Nogaylar Haknazar Hana bağlı kalmak, Abdullah Han’ı geri çevirmek, Sirderya nehri boyundaki bütün Kazak şehirlerini Ak Orda’da da kalmasını temin etmek için bu yaz on bin atlı askeri vermeye de karar kıldılar. Böyle durumlarda urugların birliğinin, halkın birliğinin sadece lafla bitmeyeceği eski zamanlardan gelenektir. Kazak örf adetlerine göre, halk birliğini “nesil birliği” ile pekiştirmek amacıyla, Nogay halkı Haknazar Han’a kız vermeye karar verdi. Eskiden beri Jağalbaylı boyundan olan kızlar uzun boylu, gerdanı uzun, mühür gözlü ve alımlı olurlardı. Özellikle, Karasay isimli zenginin ikiz kızları olan Aktorgın ile Akbala bütün Nogay halkı arasında meşhur güzel kızlardı. Beylerin Kur’an’a el basarak anlaşmaya vardıkları Nogayların beyzadeleri Haknazar Han’ı kendilerinden hoşnut etmek için en güzel kızlardan biri olan Aktorgın’ı hana eş

47 GÖÇEBELER II – Can Çekişme alarak uygun gördüler. Haknazar Han ile Aktorgın’ın düğünü bu sabah başlamıştı. Doğu tarafı kalabalık askerlerle çevrilip korkuya kapılan Sarayşık şehri bir gecede şenleniverdi. Genç kızlarla delikanlılar yağan yağmurdan sonrası renkleri canlanan laleler gibiydi. Kervan saraylar, şehirlerde bağ ve bahçelerde şarkı türküler söyleniyor, oyun ve eğlenceler düzenleniyordu. İki tarafın askerleri barış içindeydi ve her yerde yarışmalar, güreşler, gökbörü, jambı vurma oyunları oynanmaya başlamıştı. Kırklarına yaklaşmış Haknazar Han tül örtüler altında beyaz entariler giymiş, üzerinde kenarları işlemeli yelek ve başında puhu tüyü ile değerli taşlarla süslenmiş takkesiyle eşini gördüğünde, yüreği hızlı hızlı çarpmaya başlamıştı. Aktorgın ismi gibi Aktorgın∗ idi. İki yanakları sanki yeni yağmış olan beyaz kar gibiydi, uzun kirpiklerini kaldırmadan aşağı doğru bakmaydı. Damat han yoldaşları ile odasına girdiğinde, Han’ın haşmetinden gelinin yüzünü kapatacak peçeyi çekmeyi unutmuş olan gelinin yengelerinden birisi hemen koşarak geldi ve peçeyi çekti. - Sevgili damat, yüz görümlüğü vermeden benim bembeyaz kuğumu görmek için neden o kadar acele ediyorsunuz? - diyerek yengesi şakayla güldü. Tam bu sırada beklenmedik bir olay oldu. Eve telaşlı bir şekilde, üstü başı kir pas içinde, giyim tarzından Sirderya boyundan olduğunu hemen anlaşılan top sakallı birisi girdi. Yüzünden uzun yoldan yorgun argın gelmekte olduğu belli oluyordu. - Han hazretleri! - dedi o kapıdan girip diz üstü çökerek -

∗ Aktorgın, Kazakça’da beyaz ince ipek kumaş demektir.

48 İlyas ESENBERLİN

Yalnız size söylenecek acil bir haberim var. Han haberciyi hemen tanıdı. - Hey, sen Kıyak Batur değil misin? - Evet, han hazretleri! Haknazar hemen yerinden kalkarak dışarıya çıktı. Ta Karatal’da kalan Ak Orda’dan Kıyak Batur nasıl bir haber getirdi? Onu bu merakını handan başka kimse hissetmedi. Çok gecikmeden han eve tekrar girdi. Kıyak çok terlemiş olan atını değiştirdi ve doğuya yöneldi. Eve giren han arkadaşlarının endişeli yüzlerine bakarak cevap verdi: - İyi haber! Eğlenmenize devam edin! Sohbetin tam burasında Oraz kul dışarıya kazana bakmak için çıktı. Ozan Bukar Jırav ocaktaki odun közlerini eşeleyerek odanın içinin aydınlanmasını sağladı ve “Ne düşünüyormuş?” diye Ebu’l Mansur’a baktı. Genç deveci hiç sır vermedi. Bir düşünceye dalmış bir yere bakakalmıştı. Birazdan: - Haknazar Han haberciye askeri talimatlardan başka bir şey söyledi mi? - dedi o. Ozan Bukar biraz kımıldayarak: - Söyleşmişse ne olacak? - Efendisinin sırrını bilen köle - koynuna soktuğun yılanla denktir, bir gün olmazsa bir başka gün sokabilir. Bukar Jırav’un tüm vücudu titrer gibi oldu. “Bak hele, bir musibeti ima ediyor. Demek ki, Oraz’a başında bir tehlike geliyormuş...” Ebu’l Hayr da deveciye hayretle baktı. Bu arada elinde ibrik ve leğeniyle Oraz girdi. Odadakiler ellerini yıkamaya başladı. “Yaşım küçük ve hizmetkarım” diyerek Ebu’l Hayr Han ile ozana havlu vermek için istifini bozmadı, onlarla makam mevkisini aynıymışçasına ellerini ibriğe doğru uzattı.

49 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Öbürü yaşım senden büyük demeden saygılya suyu döktü. Ebu’l Mansur’un basit bir deveci olmadığına artık ozan Bukar kanaat getirmişti. Sonra: “Bu zavallı hayatının tehlikede olduğunu hissetmiyor mu?” diye düşünerek ona dikkatle baktı. Onun yüzündeki endişeyi gördü ve acıdı. Yemekten sonra ozan Bukar Jırav kaldığı yerden yeniden konuşmaya başladı. Ama aklından “bu adam gerçekten de kulunu öldürmese iyi olurdu” şeklindeki şüphe de hiç gitmedi. Kıyak gelip gittikten itibaren Han’ın çatık kaşları hiç açılmadı. Az önce Aktorğın’ı gördüğü anda başlayan yürek kıpırtısı birden sönmüş gibi oldu. Kendi düğününde olduğunun bile farkında değildi; aklı başka yerlerdeydi. Hanın bu keyifsiz halini fark eden baldızı Akbala yanına yaklaşarak dizine dirseklerine koyarak oturmasına da aldırış etmedi. Şaka mahiyetinde söylediği sözlere de öylesine kaçamak cevaplar verdi. Sadece arkadaşları, hanın endişeli olduğunu bilmelerine rağmen, kimseye sır vermemek için evdeki şen şakrak genç kız ve delikanlılarla kahkaha atıp eğleniyorlardı. Şagay bundan çok seneler önce bir savaştan dönerken Sayram’da bir zamanlarda Ebu’l Hayr’ın namlı savaşçısı Konurat Urşı Batur torunlarının obasnı varmıştı. Ama oba halkı sade giyimli kişinin Şagay Sultan olduğunu bilmiyordu. Yolcular obanın aksakalı ve Urşı Batur’un torunlarından Ebulkasım’ın evinde gecelemişlerdi. Gece yarısı Şagay Ebulkasım’ın kızı Künsana’yı uyandırır. Kırk yaşına gelse de güç kuvveti yerinde olan Şagay’a kız kendini teslim eder. Kızın koklanmamış gonca, el değmemiş nadide bir çiçek olarak çıkmasından Şagay memnun olmuştu. Bundan dolayı Künsana’yı başlık parasını ödeyerek nikahlısı olarak almaya söz vermişti. Sultan sözünde durmuş ve obasına geldikten sonra

50 İlyas ESENBERLİN

Ebulkasım’ın kızını istemek üzere adamlarını göndermişti. Ebulkasım’ın obası Haknazar Han’a tabiydi ve bu yüzden de Şagay’ın Muhammed Şeybani Ordası tarafına geçerek, akrabalarına ihanet etmesini hoş karşılamamıştı. Şagay’ın isteğini kabul etmek şöyle dursun, sultanın adamları gittikten sonra Künsana’nın daha önceden nişanlandığı Sozak şehrindeki Dayır Koca’ya adam gönderip: “Bizim bahçenin meyvesi olgunlaştı. Göz dikenler çok. Karga kuzgunlara kaptırmadan, gelip alsın” - şeklinde selam göndermişti. Dünür tarafının da beklediği buydu. Bir hafta içinde gelinlerini alıp görmüşlerdi. Şagay’ın ise elleri boş kalmıştı. Ebulkasım’ın obasına saldırı yapmaktan Haknazar Han’ın gazabına uğramaktan korktuğu için vazgeçmişti ve ayrıca Sozak içlerindeki “peygamber soyu” sayılan Kocalarla da anlaşmazlığa düşmeyi de uygun görmemişti. Fakat, o aylı gecede genç güzel kızla geçirdiği gecenin hazzını unutamadı. Böylece doyasına içemediği aşk şerbeti yüreğinde onmaz bir yara açtı ve dermansız bir derde dönüştü. Bunun üzerinden seneler geçti. Şagay Künsana’nın gittiği yerde dokuz aya varmadan Tevekkel adında bir oğlan doğurduğunu işitti. Hesap yaptı ve o çocuğun kendisinden olduğuna kanaat getirdi. Aradan yine beş altı sene daha geçti. Künsana gözden gittikten sonra, gönülden de gitmeye başlamıştı. Tam bu sıralarda bir gün Şagay Sozak’tan gelen tüccarlardan Dayır Koca’nın oğlunun tifo hastalığından hayatını kaybettiğini ve dul kalan Künsana’nın “ağabey ölürse yenge miras, kardeş ölürse gelin miras” şeklindeki Kazak geleneklerine boyunca Koca’nın büyük oğlu ile evlendirileceğini öğrendi. Kalbinde sönmeye başlayan aşk ateşi yeniden alevlenmişti. Künsana’yı

51 GÖÇEBELER II – Can Çekişme bir zamanlarda nişanlısına kıymıştı, ama şimdi onu geleneklere göre kocasının kardeşiyle evlendirilmesine göz yummayacaktı. Han neslinden olmasına rağmen, yanına güvendiği on adamını alarak sıradan insanların kıyafetlerini giyerek yola çıktı. Gece yarısı her şeyden habersiz uykuda yatan Dayır Koca’nın obasına geldi. Hiç kimseye farkettirmeden herkes uykudayken odasında yatan Künsana ve oğlu Tevekkel’i aldılar ve obalarına doğru yöneldiler. El ve ayakları bağlı Dayır Hoca gün ağarınca, gece olan olayı Sozak valisine şikayet etti. Vali onların peşinden adam göndermek üzereyken, Sozak’tan kadın kaçıran bir eşkiyanın Otrar’dan dönmekte olan Haknazar Han’ın askerlerinin eline düştüğü haberi duyuldu. Ordu komutanı esir düşenin Şagay olduğunu öğrenince, onu yanındakilerle beraber Sığnak’taki Haknazar Han’ın ordasına getirdi. Amca oğulları fırsat buldukça birbirlerinden intikam almaya kalkarsa, diğer insanlar ne demez? Hanlar birbirlerine kan dökerek düşmanlık yaparsa, ikiye bölünen kalabalık halkı kim dizginleyebilir? Hayır, bu halkın memnuniyet duyacağı bir şey değildir. Yiğitlerin dostluğu, halkın da dostluğudur... İşte bu düşüncelerle Haknazar Han: - Sağ salim geldiniz mi, Şagay Sultan? - dedi ve sonra hizmetkarlarına dönerek: - Şagay Sultan’ın ellerini çözün, - diye emretti. Hizmetkarlar Şagay Sultan’ın kıl urganlarla bağlanan ellerindeki ipi çözdüler. Şagay uyuşmuş olan ellerini açmak için hareket etmek isteyince, kapı tarafında duran iki nöbetçilerin hemen koşarak gelerek uzun kılıçlarını çarprazlamasına tutarak önünde durdular. Zaten endişeli olan esir daha da korkarak geri adım attı. Şagay’ın bu hareketine kaşlarını hafifçe çatarak tepki veren kadını Haknazar o zaman

52 İlyas ESENBERLİN farketti. Bu Künsana idi. Üzerinde sadece ince ipek kumaştan çift etekli bir elbise vardı. Örülmüş olan saçları dağılmış ve yerlere kadar uzanıyordu. Eteklerine sarılmış olan iri gözlü küçük bir çocuğu vardı. Annesinde de, çocuğun da halinde endişe ve korkudan eser yoktu. Meydana gelenlere olaylara sadece şaşkındılar. Şagay’ın ne sebepten esir düştüğünü anlayan Haknazar hizmetkarlarına dönerek: - Bu kişiyi çocuğuyla birlikte obasına götürün, - dedi Künsana’yı göstererek. Ama kadın yerinden kımıldamadı. - Han efendim! Ben bir daha eski yurduma gidemem, - dedi Künsana Haknazar Han’a bakarak. - Beni Şagay Sultan’dan ayırmayın. Bu çocuk onundur, ben artık sonsuza dek onunla beraber yaşamak istiyorum, - dedi. Haknazar Han böylece bir sırrı da öğrenmiş oldu. - Şagay Sultan ile birlikte sonsuza kadar mı olacağım diyorsunuz? - dedi o kaşlarını çatarak. - Şagay Sultan’ı halkımızın birliğini bozduğu için öldürürsem, sen de ölmeye hazır mısın? - dedi. - Evet ölmeye de hazırım! - Bu çocuğunuzu ne yapacaksınız? - Alın yazısı böyleyse ne yapabilirim? Haknazar biraz düşündü. Bu çok güzel kadın, ya eski kocasından çok zulüm görmüş ve Şagay’a gerçekten aşık olmuş olmalı... - Sultan, - dedi Han kaşalarını çatarak. - Ya öleceksin, ya da bizimle olacaksın! Ak Orda ile beraber olacaksan, şimdi sizi

53 GÖÇEBELER II – Can Çekişme serbest bırakacağım. Ortası yok, ikisinden birisini seç... - Ne dersen kabul ediyorum, Haknazar Han. Tek canımı bağışla, - dedi sevincinden gözlerinden yaşlarını akıtarak. - Sana karşı hatamı kanımla ödeyeceğim.. Ölene kadar seninleyim! Görmediğim Abdullah olsun! Söz veriyorum! İşte Kur’an! Bu kararı beklemeyen han da heyecanlandı. Şagay hakkında daha önce de duymuştu: “Korkak kurt gibi karnını bir kere doyurmak için nasıl bir leş olursa olsun vazgeçmez: onun derdi, halkın selameti değil, sadece kendi şahsi menfaatleridir.” Fakat, bu kadar korkak olabileceğini hiç tahmin etmemiştim. Yoksa, kendi akraba obalarından ayrı düşmüş olması canına tak mı etmişti? Haknazar Han yüzünü Şagay’ın adamlarına çevirdi; hepsi birer acımasız kan dökücü, utancın ne olduğunu bilmeyen vahşi ve vefasız iri kıyım savaşçılar da efendilerinin bu durumundan duydukları utançtan yere bakakalmışlardı. Haknazar sonra Künsana’ya baktı. Onun zayıf ve çökmüş yüzünden bir şey anlamak mümkün değildi, ancak Şagay’dan yüzünü hafifçe başka tarafa çevirmiş halde taş kesilmişti. Sadece gözlerinde bir şeyden iğreniyormuşçasına bir sıkıntı vardı... Tam sırada Haknazar, Şagay’ın değersiz bir düşman olduğunu anlamıştı. - Bu seferlik Jadik Sultan’ın ruhu için serbest bıraktım, - dedi Haknazar. - Eğer dedemiz Janibek Han’ın ordasına bir daha ihanet edersen, halkına kırılma! Şagay Sultan kendi ordasına vardığı gün Haknazar’dan korkarak yalan yere yemin ettiğine şahit olan adamlarına başka adamlarına boğarak öldürttü. Daha yeni koynundan çıkmış olan Künsana’nın da öldürülmesi için emir verdi. Sultan’ın düşüncesini hisseden

54 İlyas ESENBERLİN

Künsana cellatler kendisini götürürken han kapısının önünden geçtikleri sırada: - Han efendim, benim hiçbir suçum yok, evladım Tevekkel için beni bu cellatlara verme! - diye yalvardı. Ama Şagay Künsana’nın sözünü sanki duymamış gibi ters döndü ve yattı. Bu kanlı acımasız olayı başka odada uyumakta olan çocuk Tevekkel hiç bilmedi. Ertesi gün anasını arayarak çok ağladı. Sultan onu büyüyünce bakması için bir beyzadesinin evine gönderdi. Kendisi Abdullah’dan acil asker istedi ve kendisine tabi halkı kendi iradelerinin dışında yanına alarak Taşkent vilayetine göç etti. Bu gelişmeyi habercisi Haknazar Han’a bugün tam da düğün esnasında getirmişti. Haknazar sadece: - Abdullah Han’ın yurduna ne kadar aile göçtü? - diye sordu. - On beş bin civarında... - Altmış bin adam eder, - dedi içini çekerek. - Böylelikle Kazakları param parça ediyorlar beyzadeler... O zaman da, tam bugün gibi pişmanlık duygusu tüm benliğini sarmıştı. On beş bin aileyi Abdullah Han’ın zor kullanarak göçürdüğüne, çocuk Tevekkel yetim kalmasın diye has düşmanına merhamet ettiğine bin pişman olmuştu. Gözünün önünden “Anne” diye ağlayan bu çocuğun hali bir türlü gitmiyordu. Ondan sonra çok zaman geçti. İnsana merhamet eden nazik duyguları şimdi kurumuş ağaç kütüğü gibi lime lime olmuştu. Kanlı savaşlar yas tutan ruhunda derin yaralar açarak ona taşyürekli olmayı öğretmişti. O dönem, Ak Orda’nın da, Haknazar Han’ın da tüm Deşti Kıpçak, Maveraünnehr ve Yedisu bölgesinde iyice şan ve şöhretinin arttığı bir dönemdi.

55 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Ona rağmen haberci Kıyak’ın getirdiği haber kendisine ağır gelmişti. Bu olaydan az önce Abdullah Han’ın himayesindeki Babasultan Taşkent şehrine kalabalık askerle sefere çıkan Haknazar Han’dan korkmuştu ve bundan sonra Kazak Hanlığı ile birlik olmaya söz vermişti. Haknazar ondan kan dökmeden ve savaş etmedenTaşkent vilayetine bağlı Yesi ve Savran şehirlerini istemişti. Bu sırada Kazaklara karşı duracak gücü olmayan Babasultan bir bahane uydurmak amacıyla: “Biraz sabredin, düşüneyim” - dedi. Abdullah Han’a Düstem Beyi gönderdi: “Ulu han hazretlerine verdiğimiz sözümüzde durmaktayız, hatamızı bağışlasın. Deşti Kıpçak hanı hakimiyetimiz altındaki vilayetten toprak istiyor. Karşı duracak bizim gücümüz yok. Ne yapmalıyız?” - diye sordu. Kendisinin Abdullah tarafında olduğunu kıymete bindirmek istercesine Andican emiri yapmasını istedi. Bu sırada Çarcov civarında Seyhunderya’nın kıyısında avda bulunan Abdullah Babasultan’ın bu sözlerini işittiğinde çok öfkelendi. Babasultan’a Andican’ı vermeyeceğini bildirdi. Babasultan’dan gelen elçi Düstem Bey’i yanında alıkoydu, babası Böltirik Beyi Taşkent’in durumunu öğrenmeye gönderdi. Böltirik Bey gelip Abdullah’ın: “Kazaklara sakın hiç toprak verme!” emrini ulaştırana kadar, kalabalık Kazak askerlerinden korkan Babasultan Haknazar’a Yesi ve Savran şehirleri ve etrafındaki toprakları savaşmadan vermiş ve üstelik Abdullah’a karşı savaşmayı da taahhüt etmişti. Haknazar Han kaynatası Jalım Sultan ve onun evlatları ile birlikte kendisinin on beş on altı yaşlarındaki iki oğlunu Taşkent’e gönderdi. Buradaki düşüncesi - Haknazar Han’ın

56 İlyas ESENBERLİN

Babasultan ile samimi bir birlik kurduklarını göstermekti. Kayınatası Jalım Sultan’a da Babasultan’ın tekrar Abdullah Han tarafına geçmesine yol vermemesi talimatını verdi. Ramazan ayında Abdullah Han’ın sefere çıkmayacağını ve onunla savaşmaya gücünün yetmeyeceğini bilen Haknazar İdil ve Yayık nehirleri boyundaki kalabalık Kazaklardan asker toplamak için Sarayşık şehrine yola çıkmıştı. Bu şekilde Nogaylar ile anlaşmaya varıp, Aktorğın ile birlikte on bin asker alacağı için sevinçli olduğu bir sırada, haberci Kıyak tatsız haberi getirmişti. - Habercinin anlattığına göre, Haknazar Sarayşık’a hareket ettiğinde, durum birden değişmişti, - dedi. Abdullah Han ramazan ayı geçmeden Buhara’ya dönerken Babasultan’ın yaptıklarını duymuştu. Tam bu sırada Belh’de dayılarına gelen Babasultan’ın on beş yaşındaki kızını Abdullah’ın adamları yakalayıp hana götürdüler. Genç kız Abdullah Han’ın ne kadar çok hoşuna gitse de, kendisine hakim olur. Babasultan’ın kızını Konurat Koskulak Bey ile beraber sağ salim Taşkent’e geri gönderdi ve babasına şu mesajı iletmesini istedi: “Eğer Babasultan bizimle dost kalmak isterse, yanına toplanan Semerkant sultanlarını kovsun ve Kazaklarla ilişkisini kessin. Eğer bunu yapmazsa, kendi vebali kendine!” İyice köşeye sıkışan Babasultan Taşkent’e kardeşi Tahir sultan’ı göz kulak olsun diye bıraktıktan sonra kendisi Türkistan’a doğru yola çıktı. Maksadı Haknazar Han’ın askeriyle birlikte Abdullah Han’a karşı savaşmaktı... Babasultan gittikten sonra, Koskulak Bey Taşkent’te kalan Tahir Sultanı yoldan çıkarttı: “Bütün bela Şeyh Said Sultan’da,

57 GÖÇEBELER II – Can Çekişme o Semerkant sultanları ile ilişkide, eğer sen onu tutuklayıp Abdullah Han’a yollayacak olursan, han senin bütün suçunu affeder.” Bu sözlere kanan Tahir Sultan ağabeyi Babasultan için uzun yıllardır çalışan ve Buhara hanı ile birlikte aynı mücadele meydanında yürüyen Şeyh Said Sultan’ı yakaladı ve elini ayağını bağladıktan sonra Koskulak Bey ile gönderdi. Abdullah Han düşmanlarının en önemlisini yakaladığına çok sevindi ve hemen başını keser kesmez Türkistan’a Babasultan’a yolladı. Kıyak’ın anlattıklarını dinlemekte olan Haknazar belli belirsiz bir korku sardı. Babasultan hakkında aniden şüpheye kapılan han: - Şimdi düşman askeri nerede? - diye sordu. Kıyak hiç duraksamadan cevap verdi. -Abdullahn’nın esas güçleri Taşkent’tedir. Bir grup askeri de Yesi, Sayram ve Otırar’a doğru gelmektedir. - Jalım Sultan ve ailesi Babasultan sarayından dönmüş müydü? - Hayır, sizin iki oğlunuz, Hasan ile Hüseyin de Babasultan askeri ile birliktedir... Jalım Sultan’ın kızı Aygerim’den doğan bu ikiz çocuklarını han çok severdi. İkisi de on beş yaşına bu sene çıkmıştı ve hanın diğer çocuklarının gibi değildiler, sakin ve acımasız karakterleri yoktu... Bu iki evladının başına bir iş geleceğini Haknazar hissediyor gibiydi. Ama renk vermeden Kıyak’a başka şeyler de sordu. - Abdullah Han nerede şimdi? - Cizak’ta.

58 İlyas ESENBERLİN

- Onun askerinin başında kim var? - Şagay Sultan’ın oğlu Tevekkel Bahadır. Yine Tevekkel! Eğer bir gün böyle kendi ülkesine askerle geleceğini bilseydi, Haknazar onu Şagay’ın hayatını bağışlayıp serbest bıraktığı gün, onu başka şehre göndermezdi. Ne yapar, ne eder onu yanında alıkoyardı.... Tevekkel’in böyle yapacağını tahmin edebilmiş olsaydı Haknazar o gecede ona acır mıydı? Düşmanına acıyan, kendisi acıklı duruma düşer dedikleri buymuş... İşte kendisinin hayatlarını bağışladığı iki kişinin yüzünden ne kadar çok Kazakların kanı dökülecek! Sadece sıradan Kazakların kanı mı, kendi iki oğlunun da hayatı da tehlikede değil mi? Onun kulağına yine baldızı Akbala’nın kahkahası geldi. - Gülmez Han eniştem! - dedi o şaka yaparak. Ne oldu size? - yoksa ablam Aktorğın’ın yüzünü gördükten sonra diliniz mi bağlandı? Kızın şakasına yine de pek aldırış etmedi. Babasultan’ın yanındaki iki oğlu sanki silahın ağzında duruyormuş gibi yüreği pır pır ediyor ve endişesinden ne yapacağını bilmez bir haldeydi. Güçlenen Orda’dan çekinen Babasultan’ın Yesi ve Otırar topraklarını kendi iradesiyle vermiş olması Haknazar Han’ın gücünün bir göstergesiydi. Şimdi onun hakimiyeti altına babası Kasım Han zamanındaki gibi Sozak, Sayram, Savran şehirleri tamamıyla girmişti. Yesi şehrini başkent yaptığından beri Haknazar Han’ın otoritesi daha yükselmişti. Evet, öyle. Yesi etrafındaki Kazak topraklarının dini merkezi olan Karnak ve Sunak şehirlerinin elinde olması

59 GÖÇEBELER II – Can Çekişme muslümanlara çok tesir etmişti. Bu yüzden de Astrahan hanlarının yönetimine girmekte olan Sarayşık’taki Nogay halkı da Kutlık Temir aşiretinin saldırısından korkmadan Haknazar tarafına geçmişlerdi ya? Halk birliği, sıkılan bir yumruktur. O yumruk gerçekten de hiç açılmaz gibi sağlam duruyor mu? Hayır. Gerçi, Kazaklar ve Kırgızlar birleşerek Şeybani Ordası’nın saldırısına karşı güç biriktirmeye çalışmaktadır. Ancak, Şagay gibi yanlış davranışlar içine girip Abdullah Han’ın tarafına gidenler az mı? Eski düşman asla dost olamaz, Şagay çürümüş bir yumurtadır... Ama onun ardında aslan gibi güçlü beş oğlu var, özellikle yirmi yaşına giren Tevekkel. Ondan çok şey beklenilir. Hayat ne kadar ilginç, bazılarının önüne yeşil ipek halılar döşer, bazılarının ise yollarına ısırgan otları ile dikenler kaplar... Misal için uzaklara gitmeye gerek yok, Dayır Hoca’nın evinde Künsana’dan Tevekkel doğduğu gün, Haknazar Han’ın kapısında hizmet eden Aykara kul ve Koysana’dan deminki haberci Kıyak dünyaya gelmişti. Bakınız şimdi, aynı günde dünyaya gelmiş olan bu iki çocuğun hayatı ne kadar çelişkili? Tevekkel sultan ve Abdullah Han’ın komutanlarından birisidir. Kıyak ise aklı da, cesareti de ondan aşağı olmasa bile, basit bir habercidir. Buna kim suçlu? Onu hatası basit bir hizmetkarın evinde doğmuş olması mı? Bukar Jırav sohbetinin burasına geldiğinde biraz durdu. - Efendisinin sırrını bilen kul koynundaki yılanla birdir diye boşuna söylemedim, - dedi Ebu’l Mansur. - Kıyak Tevekkel’in kimden olduğunu bilse, eninde sonunda sultanı yılan gibi sokacaktır... Ozan Bukar’ın yüreği tekrar buz gibi oldu. “Vefasız, Kul Oraz için kanlı bıçağını iyice bileylemişsin, anlaşılan onu

60 İlyas ESENBERLİN yaşatmayacaksın” - diye düşündü, yine de: - Boşuna öyle tahmin ediyorsun, - dedi deveciye, - Kıyak Tevekkel’in en sonunda halkına geri dönmesine vesile olacaktır. Genç devecinin gözü karanlıkta birden parladı. - Kul aklıyla akrabalarını bulan sultanın ömrü uzun olmaz… Bukar Jırav başını kaldırdı. - Neden öyle diyorsun? Han ancak halkı ile güçlüdür. Bütün gün boyunca sakin oturan Ebu’l Hayr gülmeye başladı. - Başsız vücut nereye gidecek? - dedi ve sohbeti bozmak istemedi ve - ozan hikayene devam et! - diye buyurdu. Bukar Jırav sözüne başlamadan önce yan gözle Oraz kula baktı. Yüzü sapsarı olmuş, oturmuş yere bakıyordu. “Zavallı, o da ne olacağını hissetmiş, bir çaresini bulur kaçıp gider buradan” diye içinden sevindi. Sohbete yeniden devam edildi. Kazak halkının müthiş tarihi evdekilerin gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçiyordu sanki. - Orda etrafındaki komutanların, baturların seviyesine erişmek için seni destekleyen uruğun, halkın olması gerekiyor. Ama Kıyak’ın kimi var ki? Sadece hala hizmekçilik yapan yaşlı annesi, Koysana. Tevekkel ile Kıyak’ın hayatlarının birbirlerinin birinin zıddı olmasını, kader daha önceden kararlaştırmış gibi birinin annesinin adı Künsana, diğerinin ise Koysana∗ olmasına bakın! Sanki bunda da kaderin garip bir

∗ Kazakçada “Künsana” gün veya güneş say, “Koysana” koyun say anlamlarına gelmektedir. Ç.N.

61 GÖÇEBELER II – Can Çekişme cilvesi var gibi. Fakat kader dediğin nedir? Kıyak gibi binlerce insanın hayatı bugünlerde hanların iki dudağının arasında değil mi? Elbette, öyle. Kıyak gibi cesur delikanlıyı Haknazar Han silah arkadaşı olarak desteklese, kime ne zararı olur? Hayır, öyle olmaz. Kuldan doğan yiğidin başına talih kuşu kondurmak için tüm sultan, bey ve manapları rahatsız etmeye ne gerek var? - Ertesi gün Haknazar Han yaşlılarla uzun uzadıya konuştu. Sonunda şöyle bir karar verdi. Kargaşa savaş zamanında Haknazar’ın burada uzun süre kalmasın doğru değildir. O yarın sabah kendisi askerleri ve Sarayşık etrafındaki Nogay halkının bin civarındaki süvari askerini alıp kendi ülkesine dönmeli. Nogayların kalan askerleri bir hafta sonra Aktorgı’nı yanlarına aldıkları haled Yesi’ye yola çıkmalı. At nalının değmediği mekan yok, bu günden itibaren bu iki halkın arasındaki ilişkiler daha da gelişecektir. Şimdilik bu şekilde Sarayşık’a tabi halk Haknazar Han’a bağlılığını kararlı bir şekilde devam ettirecektir. Yaşlıların sohbeti bittiğinde zaman öğle namazı vakti de girmiş bulunuyordu. Herkes abdest almak için dışarıya çıktı. Bir grup maiyetiyle han sarayının önünde duran Haknazar Han şehre doğru gelen atlı haberciyi herkesten önce farketmişti. Ata binişinden ve hanlık habercisinin işareti beyaz başörtü gibi beyaz sancağını mızrağının ucuna asmış olmasından bu gelen habercinin Kıyak’ın kardeşi Tuyak olduğunu han hemen tanımıştı. Habercinin atını koşturuş şeklinden han hayırlı bir haberle gelmediğini sezmiş ve endişelenmişti, yanındakileri arkada bırakarak yolun kenarına doğru çıkmıştı. Atıyla dörtnala yaklaşan Tuyak yalnız duran hanı farkedip biraz uzakta atından aceleyle indi. Atının dizginlerini bırakır

62 İlyas ESENBERLİN bırakmaz Haknazar Han’a doğru yürüdü. Bet benzi atmış han: - Yabancı diyarda herkesin dikkatini çekecek hareket yapma! Anlat, nele oluyor evladım? - dedi. Tuyak sol dizine çökerek: - Yaslı haber, han hazretleri! - dedi dudakları titreyerek. - Söyle! - Hasan ile Hüseyin... - Tuyak söylemeye cesaret edemedi. Haknazar daha da sararmış bir halde: - Kimin elinden öldü? - Babasultan’ın. - Nasıl? Genç adam yerinden kalkarak bütün olayı anlattı. Şeyh Said’in kellesini kendisine gönderen Abdullah’ın gazabından Babasultan çok endişelenmişti. Tekrar Buhara tarafına çıkmayı düşündü. Abdullah benim baş lafıma inanmaz diyerek Haknazar’ın kaynatası Jalim ve iki oğlunu öldürmek istedi. Kendisine karşı kurulan tuzağın farkında olmayan Jalim, Babasultan ile birleşerek Abdullah’ya karşı çıkmak için Şaraphana nehrinin kıyısında atına bindi. Daha yeni Allah’a kurbanlar keserek, yeminler ederek düşmana karşı birlikte savaşmaya karar veren Babasultan bir grup atlı askeri ile hiçbir şeyden kuşkulanmayan Jalim Sultan’ın yanına gelerek atının dizginlerinden yakaladı. Bir kötülüğün olduğunu sezen Jalim kılıcına el atana kadar, eceli arka taraftan gelmişti. Jankula Bey kılıcıyla başını bir vuruşta yere düşürdü. Bu arada diğer adamlar orada tehlikeden habersiz duran dört genci süngüleyerek öldürdüler. Daha önceden hazırlanmış olan Babasultan askerleri bir safta düşmana karşı sefere çıkmaya gelen diğer Kazak yiğitlerini de bir anda sardılar, mücadele

63 GÖÇEBELER II – Can Çekişme etmeye fırsat vermeden, hepsini koyun gibi kırdılar. Bu beklenmedik saldıradan ancak bir iki adam kaçıp kurtulabildi. “Şerafname-i Şahi” isimli eserde de belirtildiği gibi, geniş bozkırlar kızıl gelincikler bezenmiş gibi kızıl kanlara boyandı... Göz bebeği gibi gördüğü oğulları - Hasan ile Hüseyn’in nasıl vefat ettiğini işiten Haknazar, ne kadar canı yansa da belli etmedi. Bir müddet sonra : - Abdullah Han Taşkent’e saldırdı mı? - diye sordu. - Hayır, - dedi birden kendini toparlayan Tuyak. Şeyh Said Sultan’ı Tahir Sultan yakalayıp kendisine teslim ettikten sonra Abdullah Han onu kendi tarafına geçmiş diye düşünerek mektup yazıp yollamıştı. Mektubunda: “Size güvenim büyüktür. Başınızı eğerek huzuruma gelin, yoksa bu şehri terk edin!” demişti. Şeyh Said’in oğlunu teslim etmiş olmasına pişman olan Tahir Sultan bu isteği reddetti. Hemen tedbir alıp Taşkent şehrinin çevresine surlar inşa etmeye başladı. Tam bu sıralarda ona Babasultan’ın Kazak sultanlarını öldürdüğü haberi gelmişti. Haknazar Tuyak’ın sözünü kesti: - Babasultan Kazak sultanlarını öldürürken Buzahur Sultan neredeydi? - Onu Babasultan çok sayıda askerle sizin yolunuzu beklemeye göndermiş diyorlar... Sizi gaflette yakalayıp öldürme ve askerinizi yok etme emri vermiş. - Peki, sonra Kazakların öldürüldüğünü işittikten sonra Abdullah Han ne yapmış? - dedi Haknazar. - Babasultan’a adam gönderip “Kazak sultanları senin de, benim de ortak düşmanımız idi, iyi yapmışsın. İşte bizimle

64 İlyas ESENBERLİN birleşerek Taşkent vilayetini kendi yönetimine almak istiyorsan, ikinci düşmanımız Buzahur Sultanı yakalayıp bana gönder veya kendin öldür! Eğer bunu yapmazsan, bizim tarafımızdan affedilmeyeceksin, elimize düştüğün anda, kelleni alırız”, - demiş. Az önce taş heykel gibi sakin duran Haknazar biraz öne doğruldu. Gözünde öfkelenmenin işaretleri vardı. - Babasultan ne cevap vermiş? - Akrabalığını ve kardeşliğini unutmuş, korkusundan Abdullah Han’a Buzahur Sultan’ı yakalayacağım diye söz vermiş. Hatta onu yakalamaya bir grup askerle Düstem Beyi göndermiş. - Peki, bu sırada Buzahur neredeydi? - Bundan iki hafta önce Talas boyundaki sizin atlarınızın bir kısmını alıp götürmüş. Babasultan’ın Abdullah tarafına geçtiğini duyduktan sonra Yedisuya kaçmış diyorlar... - Kan kokusunun çıktığı yerde duramazdı, korkak kurt Şagay Sultan nerede? - Baba ile Bavzahur’un ilişkilerinin nasıl olacağını bekleyerek epey bir kalabalık orduyla Talas civarında bekliyor şeklinde haberler var... - Evet, ben de öyle düşünmüştüm. Ne kadar zalimdi Abdullah! Kendisine hasım sultanları bir birine karşı koyarak kolayca üste çıkmak istiyor? Evet, bu onun temel hilesi... Böylelikle o Semerkant sultanlarını yok edecek... Ha sahi, Tevekkel Bahadır neredeymiş? - Şagay Sultan’ın askeriyle berabermiş. Haknazar biraz sessiz kaldı ve Tuyak’a şöyle emretti: - Bana getirdiğin bu haberleri kimse duymasın! Şimdi öte taraftaki askerlerimizin yanına git. Yola hazırlıklarına

65 GÖÇEBELER II – Can Çekişme başlasınlar! Güneş batarken hareket edeceğiz. - Emrederseniz, Han hazretleri! İkiz çocuklarının ölümünü işittiğinde tek kelime ağzından çıkmayan Haknazar hakkında: “Taşta damar yok, handa ciğer yok” dedikleri demek buymuş diye düşündü Tuyak. Haknazar’ın sabrını taş kalplilik olarak yorumlayan Tuyak iki hafta sonra Han’ın göz gözü görmediği zifiri karanlık bir gecede ikiz çocuklarının mezarına gelip kabirlerini kucaklayarak hüngür hüngür ağlayacağını nereden bilsin ki! Haknazar, Tuyak’ın ne düşündüğünü tahmin etmiş gibi: - Kimin düşman kimin kardeş olduğunu sonradan anlarsın, ama şimdi askerlere git, emrimi yerine getir, - dedi. Düşüncesini anlamışki konuşmasından şaşkınlık geçiren Tuyak: - Emredersiniz han efendim! - diyerek atını nehrin karşı tarafına doğru sürdü. Bu gece Haknazar Han Nogay halkının acilen topladığı askerlerle nişanlısı Aktorgın’ı alıp Türkistan’a doğru yola çıktı. Onlar savaş düzeni içerisinde hiç bir yerde durmadan ve dinlenmeden on üç gün içerisinde Yesi’ye ulaştılar. Yoldayken Haknazar, kardeş iki sultanın görüştüklerini duymuştu. İki tarafta da çok asker şehit olmuş ve Buzahur’u daha yakalamamış olan Abdullah’a “Buzahur’un başını getireceğim” diye Babasultan’ın söz vermiş oluduğunu işitmişti. Babasultan’ın kindarlığını unutmayan Abdullah Taşkent hanının bu güçsüz zamanını fırsat bildi ve Şagay Sultan’a onu öldürmesine izin verdi. İki ordu Talas boyunda karşılaştılar. Kan su gibi akmıştı. Ömür için değil, ölüm için savaşan Babasultan yaralı olan

66 İlyas ESENBERLİN kaplan gibi bütün kızgınlığıyla hareket ederek Şagay’ın ordusunu yenmişti. Ondan sonra Buzahur’u yakalamaya yardım etse bile, Abdullah ile barışamayacağını anlamış bulunuyordu. Daha sonra Sayram’a doğru sefere çıktı. Amacı Semerkant ordusuyla birleşerek Abdullah’a bir daha karşı çıkmaktı. Baba, Buzahur ve Şagay arasındaki bu çetin savaşlar, kısa bir süreliğine de olsa, Abdullah’a Haknazar Han’ı unutturmuştu. Haknazar ise ordusuyla Yesi’ye sapa sağ salim varmıştı Yesi’ye geldikten sonra Haknazar daha da derin düşünmeye başlamıştı. Baba ve Buzahur sultanlar ile kendisine düşman Aksak Timur nesilleri Semerkant emirlerini tamamen yenmeden, Buhara Emiri Abdullah Kazak Hanlığı’na karşı şimdilik savaş açmayacaktı. Peki, diğer düşmanlar? Onlar, Babasultan ile Buzahur tarafındakiler. Ama onlar da şimdi Abdullah Han ile savaşmakta olduklarından Kazaklara saldırı yapacak durumda değildi. Eğer onlar saldırı yapacak halde değillerse, o zaman Haknazar saldıracak. Yani altın başı kara toprağa girmeden, Şaraphana kıyısında sebepsiz dökülen kanları ve hiç bir günahı olmadan öldürülen ikiz yavrularının intikamını Babasultan’dan almadan rahat etmeyecekti. Aziz insanların öcü mutlaka alınacaktı. Doğuda Kaşgar Hanı Abdurraşit’in babası Aksu Han’ı Sultan Said öldürüldükten sonra han tahtına onun iki oğlundan büyüğü Abdüllatif’i çıkardı. Kazak hanları ile Abdurraşit arasındaki Yedisu bölgesi için mücadele artık oğlu Abdüllatif’e geçti.

67 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Babasultan ve Abdüllatif, Abdullah ile Kazak hanlarına karşı yürüttükleri siyasette her zaman birlikte hareket ettiler. Babasultan’ın yenilmesi - Abdüllatif’in yenilmesiydi. Abdüllatif’in yok olması ise Babasultan’ın yok olmasıydı. Üstelik bu arada Kazaklarla beraber olan Kırgızlar da Yeşilgöl civarındaki topraklar için mücadeleye hazır bekliyorlardı. Haknazar bu karma karışık mücadelelerden istifade etmek için Kırgızlarla birleşerek Aksu topraklarına saldırmak istedi. Haknazar’ın yanan yüreği artı biraz sakinleşmişti. Ama o bu kararının kendisinin hayatına mal olacağını bilmedi. İntikam ateşiyle yanan Haknazar gece yarısında ikiz çocuklarının mezarına gitti. Uzun süre orada kaldı. Tüm benliğini dert sarmış, ruhu yaralı, bağrı yanık Haknazar gelecekteki mücadelelerin ağır yükünü sırtlanarak düğünü için sarayına geldi. Bu sırada düğüne çok kalabalık toplanmıştı. Bundan daha birkaç gün önce Şaraphana nehrinin boyunda vefat eden sevgili ikiz çocuklarını defnederek yürekleri kan ağlayarak matem tutan halk bu kısa gün içerisinde acılarını henüz unutamamıştı. Ancak, han düğünü olduğu için mecrubiyetten gelmişler gibiydiler... Kadınların gülmeleri boğuk bir şekilde çıkıyor, genç mdelikanlıların şakaları ise mırıldanarak yapılıyordu. Buna rağmen yaslı hanı neşelendirmek için Haknazar ordaya girdiğinde topluluk birden hareketlendi ve eğlence biraz canlanır gibi oldu. Haknazar Aktorğın’ı tekrar gördü. Yüreği yine de ilk gördüğü an gibi hızlı atmaya başladı. Bu haline han kendisi de çok şaşırdı. Az önce ikiz çocuklarının ölümüne ağlayıp mezarına gidip kucakladığında bu hayatın hiçbir anlamı kalmadı demişti. Ama şimdi... Yeniden gün doğmuş gibi dünya

68 İlyas ESENBERLİN yeniden güzelleşiverdi. Bu nasıl bir kudret ya Rabbim? Şimdi, zevk-ü safa sürecek zaman mı? O gece ikisinin de son gecesi oldu... Abdüllatif, Haknazar Han ile birçok kez karşılaşmıştı ve Kazak askerlerini birçok kez de yenmişti. Ama bu seferki Altın Emel civarındaki karşılaşma farklı bir şekilde oldu. Haknazar’ün yönetimindeki birleşik kalabalık Kazak ve Kırgız ordusu ordasında uyumakta olan Abdüllatif’i gece yarısı bastı. Yatağında karısıyla uyumakta olan hanı kalkmasına fırsat vermeden balta darbesi ile öldürmüştü. Aksu’nun bütün malını mülkünü yağmalayan Kazak - Kırgız ordusu Yeşilgöl’e doğru ilerledi. Bu olayı işiten Abdüllatif’in ağabeyi Kaşgar Han’ı Abdurraşit üzüntüden ateş başında kederlenip uzun süre oturmuştu. Artık başka çare bulamayan han maiyetindeki halkın tüm eli silah tutan erkeklerini toplayarak Yeşilgöl’ün Artuş denilen bir mevkinde savunmada bekleyen Kazak - Kırgız birleşik ordusuna bir saldırı gerçekleştirdi. Karşı tarafın savunmasını bozdu ve savaşçılar yüz yüze, göğüs göğüse çarpıştı. İki taraftan da kan su gibi aktı. Savaş iki hafta devam etti. Neticede Abdurraşit tarafı galip geldi. Bu savaşta Kazakların önde gelen baturları ile Haknazar Han hayatını kaybetti. Ama ölmeden önce Ak Orda hanı, başında bekleyen Tuyak Batur’a Tevekkel Sultan’ın bilinmeyen tarihini ifşa etti. - Ebu’l Hayr Han hazretleri, - dedi Bukar Jırav sözünü tamamlarken, - siz bu duruma nasıl düştük sanıyorsunuz?.. Halkın birliği olmadığı yerde, bundan da kötü durumlara duçar olunursa hiç şaşmayın. Kazakların bir araya getirip birlik sağlamak haşmetli Haknazar’ın da elinden gelmedi, - ozan bir iç çekti. - Birlik yapabilirseniz halk dediğiniz taştan daha

69 GÖÇEBELER II – Can Çekişme sağlamdır. Ama bunu yapabilecek olan şimdi kim var? Sıradan bir kişiye ait bu evde ateş erkenden sönmüştü. Bukar Jırav’ın bu konuşması da artık bitmişti. Artık uyuyakalmış olan insanların horultuları ile dışarıdaki develerin iniliyeyiş sesleri geliyordu. Yalnızca Bukar Jırav uyanık yatıyordu. Keçe çadırın “şanırak” denilen kubbe gibi tepesinin ortasındaki delikten gökteki yıldızlar gözüküyordu. Ozan ağır düşünceler içinde: “Kazak halkının başından bir çok sıkıntılı dönemler gelip geçmişti, fakat, en korkunç tehlikelere bundan sonra duçar olmasak bari! Doğu Türkistan’ı işgal eder etmez bize doğru Çin ejderhası hareketleniyor. Çin baskısından kaçarak Altay dağlarına sığınan Cungar kavmi ise işte bunlar. Rusya da eskisi gibi parçalanmış bir Rusya değil. Bütün dünyayı gezmeye çıkan iki başlı anka kuşu gibi iyice kuvvetlenmiş bir durumda. Kanadı o kadar güçlü ki, kıyısında balıkçılar balık avlayan okuyanuslara kadar ulaşmış bulunuyor. Öyleyse.... Kazak halkının durumu ne? Halkı bir araya getirip birleştirecek, düşmana karşı çıkabilecek kimi var? Bolat, Sameke, Baraklar mı halkı destek olacaklar? ... Hayır, onlarla karşılaştırıldığında, bu Ebu’l Hayr’da bir umut var mı, nasıl? Ah, bilmiyorum. Halkının peşinden sürükleyebilmek için bilgenin aklı gerek insana! Yoksa, kendi şahsi menfaatlerini düşünerek bu da başka şeyler mi meşgul olacak, kim bilebilir? Ozanın bu derin düşünceleri halkının makus kaderini eline alıp değiştirecek yeni şahsiyeti arama çabalarındandı. Nedendir bilinmez, ama onun aklı ikide bir yanıbaşında sırtı üstü yatmış, herşeyden habersiz uyumakta olan Ebu’l Mansur’a takılmaktaydı. - Fıtratı farklıymış, oğlun olacaksa böyle olsun...- dedi o sessizce mırıldanarak. -Han olmaya niçin layık olmasın? Asil

70 İlyas ESENBERLİN taştan, akıl yaştan demişler. Fakat, Sameke, Barak ve Ebu’l Hayrlar ona yol verir mi? Kim bilir, zekilik ve yiğitliğin bazen kendi kendine yol açtığı zamanlarda olurdu. Ozan bu düşünceler içinde ancak seher vakti uykuya dalmıştı. Güneşin ışıklarıyla birlikte uyanan Bukar Jırav dışarıda ayak sesleri gelenlerin Ebu’l Hayr’ın hizmetkarları olduğunu anladı. Yanındaki Ebu’l Mansur hala uykudaydı. Sadece Oraz kulu göremedi. Giderken ata binmesine yardımcı olan Ebu’l Mansur’dan: - Büyük deveciyi göremiyorum, o nerede? - diye sordu. - Nerede olduğunu ne ben söyleyim, ne de siz sorun. Ozan Bukar ağır bir iç çekti. “Evet, vefasız ve acımasız bu devirde zavallı kulların kaderi, işte budur!” - O senin düşmanın değildi. - Halkın hepsi şimdi benim düşmanımdır. - O zaman senin devrin uzun sürmeyecektir. -Bukar Jırav genç deveciye öfkeyle baktı. - Bizim şimdi iki düşmanımız vardır. Birisi, dış düşmanlar. İkincisi ise halk arasında fitne fesat çıkarıp parçalayan ve bu şekilde yönetmek isteyen beyler ve sultanlar. Halkını korumak isteyen bunları bilmeli. Eğer gayretin ve gücün taşıyorsa, halkın öz evlatlarının kanına ortak olacağına, eline silah alıp niçin düşmana saldırmıyorsun? - Zamanı geldiğinde onu da yaparız. Ama kul Oraz’ı benim öldürdüğümü nereden bildiniz? - Gözlerin söylüyor. - O zaman kimseye bundan bahsetmeyiniz. - Niçin? Ebu’l Mansur ozandan gözünü kaçırmadan dik dik baktı. - En nihayetinde üç cüzün hanı ben olacağım, Bukar ağa.

71 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Siz ise halkın birlik olmasını, mutlu olmasını istiyorsunuz. Bukar gitmek için davrandı. - Bugünden itibaren ben Ebu’l Mansur değilim! - dedi genç deveci. Bukar Jırav şaşkın bir biçimde ona bir bakış fırlattı. - Kimsin sen o zaman? - Abılayım! - Abılay?.... Kaniçiçi Abılay senin dedendi. Kazak halkı bu isimden çok korkardı… - Benden de korksun. Türkistan’ı düşmana verilmesi gururlu Elçibek’e Kazak Ordası’nın temelinden sökülerek yıkılması gibi gözüktü. Tırnaklarını kemire kemire bu ağır duruma da alıştı. Gözünde yaşı, yüreğinde acısı ile bu kadar fırtınalı gecede çaresizlikten şehri bırakarak kendisinin güvendiği bahadırları alarak Kazakların eski başkenti olan Savran’a doğru yöneldi. Türkistan’da düşmandan alamadığı intikamını Savran’da alacaktı. Bu şehri son nefesini verinceye kadar koruyacaktı. Elçibek’in peşinden gelmeyen adamların bir kısmı Savran’ı dolaşarak Taşkent’e doğru yol aldı. Bir kısmı da Türkistan’dan uzaklaşmadan Sirderya’nın kıyısındaki sık ormanlıklara sığındı. Ertesi günü fırtına da dinmişti, boş kalan şehre güneşin doğuşuyla birlikte Şuna Dabo’nun askerleri de girdi Türkistan’da, Han Sıban Raptan meclisini topladı. Kendisinin güvenilir bahadırları ile noyanlarının tavsiyesiyle, onlar şimdi Sirderya ile Amuderya’yı geçerek Yayık, İdil nehirlerine kadar gitmek ve oradan Astrahan yakınlarındaki Kalmuklarla birleşmek istiyorlardı. Bu kararı Renat da destekledi. Arka topraklarında Betbahtdala ve Karakum’dan

72 İlyas ESENBERLİN geçmenin çok tehlikeli olacağını hesap ederek, oralara gelecek yaz İrtiş boyundaki Töleit (Ak Kırgız), Teles, Mundaş, Yenisey Kırgızları, Kuman, Çelkan gibi Oyrat soylu Batı Sibirya’da yaşayan kabileleri dahil ederek Kazak ülkesine Esil, Tobıl nehirleri tarafından saldırmayı düşünmüştü. Böylece ta uzaktaki Çin hudutundan kuzeydeki Tobıl, Esil nehirlerine kadar, güneybatıda ise İdil nehrinden, güneydoğuda İrtiş nehrinin diğer tarafına kadar yolan yerleri yurt tutan Kazakları tamamıyla işgal ederek Sıban Raptan, dedesi Batur’un yapamadığı büyük Cungar devletini kurmak istiyordu. Sadece bu değil, Kazaklardan alacağı topraklar yetmiyormuş gibi, bir de Çarlık Rusya’ya ait Tümen, şimdiki Krasnoyarsk, Kuznetsk şehirlerini de, Çar I. Petro verirse güzellikle, vermezse zorla alırız diyorlardı. On beş kulaç uzunluğundaki anakonda yılanı kendisinden üç kat daha büyük boğayı yutarbilirmiş. Çok geniş toprakları ele geçiren Kazaklardan halkı üç misli az Sıban Raptan, kendisinden yüz misli fazla nüfusu olan Çin ülkesini işgal edeceğim diyen Sıban Rabtan, gerçekten de bu anakonda yılanı gibiydi. Kazak halkını tam bu zamanda, yani kırk parça perişan bir vaziyette olduğu dönemde yutması şaşılacak bir şey değil. Fakat bu “öküzü” hangi tarafından yutması lazım? Anakonda’yı yakalamaya çıkanlar öküzün önlerine çıkmasına fırsat vermezler, yandan kaçmasına sebep olurlar. Kaçıp giden boğayı anakonda arka tarafından yutar. Onun büyük gövdesini yutmakla birlikte, onun iki büyük boynuzu boğazından geçmez. Boğayı bir türlü ne kusamayan, ne yutamayan obur anakondayı ejderha avcıların ağzından çıkan boğanın iki boynuzundan tutarak yakalayıp demir kafese tıkarlar. Sıban Raptan da Kazak ülkesi denilen büyük “öküzü” hangi tarafından yuttuğunu fark edemedi. Ulu bozkırın iki büyük

73 GÖÇEBELER II – Can Çekişme boynuzu gibi olan Rusya ile sınırdaş İdil ve Yayığa kadar ulaştığında onu daha fazla yutamayacağını hesap etmedi. Çünkü onun bu büyük çift boynuza doğru gelmesini bilinçli olarak bekleyen Rusya isimli muazzam bir güç vardı. Eğer Sıban Raptan bu kadar kalabalık askerini Yayık’a doğru değil, Ürgenç’e doğru yöneldiğinde, kim bilir onun kanlı kılıç konar göçer hanlığı kendi aç gözlülüğünün içinde boğulmaz mıydı, ne olurdu? Fakat, Allah insanı kötü yola düşürmeden önce aklını başından alırmış. Sonbaharın son ayında Sıban Raptan’ın oğlu Kalden Seren’in askeri Türkistan’dan çıkıp Yenikorgan’a yöneldi. Bu sefer onun kırk bin askeri vardı. Diğer askerlerini aldığı yerlere sahip çıksın diye bırakmıştı. Ama Yenikorgan’a vardığında askerlerin hepsi hemen durmak zorunda kalmıştı. Bir gün önce önden gönderdiği kızı Hoça yönetimindeki bu keşif grubundan: “Önümüzde çok kalabalık Kazak askerleri geliyor” diye haber gelmişti. Sıban Raptan çok şaşırdı. Hangi asker? Kim yönetiyormuş? Ta Kulca’dan sefere çıkalı beri geçen altı aylık sürede karşısına çıkacak güç görmediği için iyice şişinmiş olan Sıban Raptan kızına adam gönderdi... “Ne askeri? Kazakların halkı yok olmuştu bu kadar çok ordu kuramazlar. Senin gördüğün belki çok olan hayvanlarıdır. Dikkatlice bak, eğer gördüğün hayvanları ise, onları alıp gitmek için ne kadar adam lazım, hemen haberini ver”, - dedi. Kendisi askerine daha da ileri gitmeyi emretti. Ama Hoça’dan yine haber geldi. “Önümüzde bize karşı gelen asker Kazakların Küçük Cüz’ünün askerleriymiş. Başlarında Ebu’l Hayr Han... En az otuz bin askeri var...Bu kadar çok asker sağ tarafımızdan Orta Cüz’den de bugün veya yarın gelmek üzereymiş. Onu Bolat Han’ın kardeşi Sameke yönetecekmiş dedi esir düşenlerden birisi… İki tarafın askeri Şiyeli’de buluşacak.

74 İlyas ESENBERLİN

Ebu’l Hayr askeri şimdi bu Şiyeli sınırına yerleşmektedir. Tahminimiz Sameke’nin askerini bekleyecekler... Hepsi bir araya gelene kadar beklemekte fayda var. Daha sonra düşman askerlerine aniden saldırırsak zaferin bizim olacağına şüphe yoktur” demiş kızı. Sıban Raptan önünde düşman olduğunu o zaman anladı. Ama kızının verdiği tavsiyelere kahkahalarla güldü. “Otuz bin askere katılacak olan diğer otuz bin askeri bekle diyor. Ondan sonra aniden saldır diyor. Aklına kurban olayım! Kadının saçı uzun, aklı kısa dedikleri buymuş. Eğer Ebu’l Hayr’ın otuz bin askeri varsa, benim de kırk bin savaşçım var. Ve nasıl savaşçılar! Hepsi birer arslan. Böyle kırk bin askerle her zaman otuz bin askeri yenebiliriz. Ebu’l Hayr’ın otuz bin askerine niçin Sameke’nin otuz bin askerinin katılmasını beklemeliyiz? Aksine, onlar birbirlerine katılmadan, askeri gelmeden Ebu’l Hayr’ın askerini neden yok etmeyeyim ki? Tamam, sonra gelsin Sameke’nin askeri, onu da yok edeceğim. Onunla da savaşmaya da gücüm yeter.” Bu fikrini oğlu Kalden Seren’e ve Renat’a da söyledi. Renat: - Eğer biz varıncaya kadar, diğer tarafından Sameke’nin askeri gelirse ne yapacağız? - Ne yapıp edip Ebu’l Hayr’ın askerine Sameke’den önce yetişmemiz lazım. Bütün iş burada. - Biz savaşırken Sameke’nin askeri gelirse ne yapacağız? - Sameke askeri gelmeden önce Ebu’l Hayr askerini yenmemiz gerek. - Bu ancak bizim düşüncemizdir. Eğer Sameke askeri bizden önce, ya da biz savaşırken gelirse ne yapalım? - O zaman biz kaybederiz.

75 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Bu defa lafa Kalden Seren karıştı. -Eğer böyle bir tehklike mevcutsa, biz biraz ağırdan alıp bu arada bekleyerek arkamızdan daha yirmi bin asker daha niçin çağırmıyoruz? Altmış bine altmış bin, o zaman zafer her şartta bizim olur. - Öyle veya böyle biz yeniliriz. - Nasıl? Sıban Raptan yine kahkaha attı. - Ne kadar yer, ne kadar şehir işgal ettiğimizi biliyor musun sen? O zaman aldığın yerleri nasıl elinde tutacaksın? Bütün askeri buraya getirirsek, korktuğundan dolayı bize bağlı kalan halk sessiz kalır mı? Hayır, Kalden Batur, karşındaki on beş savaşçıdan, arkanda kalıp da aniden ok atan bir adam daha tehlikelidir! Arkamızda bıraktığımız yirmi bin asker, aldığımız yerlere sahip çıkmak için lazımdır. İşte oradaki askerimiz ancak yirmi bin kadar... Altı ay içerisinde on bin Kalmuk savaşta öldü. Beş bini Kırgız ve Kazaklarla savaşta hayatını kaybetti. Onların yerini ancak kışın doldururuz. Ama şimdi tevekkül! Otuza - kırk! Biz yenmemiz lazım. Renat hafifçe gülümsedi. - Doğru söylüyorsunuz. Bize kalan tek yol. Sameke’den önce yetişerek düşmanı yenmek. O içinden Sıban Raptan’ın komutanlık kabiletine şaşırmıştı. Doğudan çıkan büyük askeri komutanlar - Atilla, Cengiz han, Batu, Aksak Temir - hepsi de eğitimi olmayan, kendilerinden önceki halkların savaş taktikleri veya ordu kurma meselelerini bilmeyen insanlardı. Hepsi de kendi yollarını kendileri çizmişti. Onlar her zaman düşmanlarını nasıl yeneceklerini bildiler. Bütün dünyaca meşhur Cengiz Han’ın dünya fatihi olmak üzere yola çıktığında ancak iki yüz bin

76 İlyas ESENBERLİN askeri vardı. Bununla ne kadar çok ülke ve ne kadar çok toprağı ele geçirmişti! Onunla kıyas edildiğinde, Sıban Raptan’ın işi çocuk oyunu gibi. Cungar Hanlığı en fazla yüz bin asker çıkarabilir. Bu kadar askerle, tabii ki Sıban Raptan Kazak yerini işgal edebilir. Şimdi düşündüğü de, bu konudaki güveninden kaynaklanıyor. Ancak bu fikri desteklemek gerek! - Hadi, atlarımıza binelim,- dedi Sıban Raptan artık fazla konuşmak istemeyerek, - geceye kadar düşman cephesinde olmamız lazım. Hızlı tempoyla kırk bin asker öğleden ikindiye kadar yol aldı. Akşam olurken Sıban Raptan’ın öncü askerleri Şiyeli nehrine yirmi kilometre mesafede ağaçlı bir göl kenarında durdu. Burada kızı Hoça’nın yönetimindeki askeri keşif koluna rastladı. Cungar savaşçıları gizlendiği kamışlar arasından çıkarak at üzerindeki komutana eğilerek selam verdi. Hoça babasının atından inmesine yardım ederek kendi çadırına götürdü. Biraz sonra Kalden Seren ile Renat de geldiler ve kapı tarafındaki bir yere oturdular. Kız konuşmadan sessiz kapı yanında duran tulumdaki kımızı çalkaladıktan sonra, kaselere doldurdu ve önce babasına daha sonra ağabeyi Kalden Seren ve Renat’a verdi. Sıban Raptan sussuzluğunu giderene kadar kımız içtikten sonra dışarıya çıktı ve kapıda duran keşif askerlerine seslenerek: - Şangerek Noyan nerede? - diye sordu. Hoça babasının boşalan kasesine bir daha da ağzına kadar kımız doldurduktan sonra verdi ve: - Şangerek Noyan öldü, cesedi dışarda yerde yatıyor, - dedi. Sıban Raptan kımızından bir yudum aldı.

77 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Kim öldürdü? - Ben öldürdüm. Sıban Raptan kızına “Neden öldürdün?” diye sormadı. Kımızını içtikten sonra dışarıya çıktı. - Nerede? - dedi kızına. Hoça sessizce elli adım yürüyerek babasına yerde yatan cesedi gösterdi. - İşte burada. Nayan iri vücutlu, yirmi beş yaşlarındaymış. Üzerindeki giysileri ve kılıcına göre bu yiğidin Cungarlardan olduğu belliydi. Onun tam yürek hizasından saplanan ok saplandığı gibi kalmış. Çıkarmamışlar. - Eee? - dedi Sıban Raptan kaşları çatarak baktığı kızına. - Suçu vardı, o yüzden ölüm cezası verdim, - dedi Hoça hiç istifini bozmadan. - Şangerek Noyan’ın ölüm cezasını hak etmek için büyük bir suç işlemiş olması lazımdı. Ne yaptı o? Şangerek Noyan Sıban Raptan’ın silah arkadaşı, Cungar Hanlığı’nın en zengin adamlarından Merkit boyundan bahadır Doda Jorji’nin tek oğluydu. Geçen sene babası Sıban Raptan’dan kızını oğluna istemişti. Sıban Raptan da kızını Şangerek’e vermeyi kabul etmişti. İkisinin düğünü kışın olacaktı. Ama nedense Hoça Şangerekle evlenmek istemediğini babasına söylemişti. Kızının kahramanlığı ve cesareti için seven Sıban Raptan buna hiç önem vermemişti. Onun evlenmeye çok istekli görünmemek için söylediğini zannetmişti. Gerçekten de Şangerek soy sop açısından da, zenginlik ve savaşçılık açısından da Hoça’dan eksik değildi. Hoça onu beğenmemesine hiçbir sebep yoktu. Aslında kızdan Şangerek Noyan pek hoşlanmıyordu. Onun hayalindeki yari

78 İlyas ESENBERLİN böyle değildi. Ama bütün Cungar halkının hürmet ettiği Sıban Raptan’nın gazabından çekindiği için Hoça ile evlenemem diyemedi. Tabii ki bu durumu Hoça fark etmiş ve kendisini aşağılanmış hissetmişti. Babasına o beni beğenmiyor demeyi gururuna yediremeyerek, onunla evlenmek istemiyorum demişti. Babası ilk başta onun bu sözüne hiç önem vermemişse de, sonrada “bunların arasında bir şey mi var?” - diye şüphelendi. İkisi birlikte yürüsün, beraber düşmana karşı dursun, birbirini daha yakından tanıyıp anlaşsın diye Hoça’yı da savaşa göndermişti. Ancak bu düşüncesinde yanıldığını anlayan Sıban Raptan öfkeli bir biçimde: - Evet?! - dedi kızına bakarak, - ne suçu vardı? - Suçu şu delikanlıdan başladı, - dedi Hoça ve hızlı adımlarla giderek Şangerek’in öte yanındaki kümelenmiş kamışların arasını açtı ve Sıban Raptan, Kalden Seren ve Renat’ın üçü de yerde yatan üstü başı kanlar içinde ölü bir Kazak yiğidini gösterdi. - Evet? - dedi Sıban Raptan. - Dün sabah bu gölün boyundan Ebu’l Hayr askerine doğru giden bir atlı Kazak kızını görmüştük. Atı çok hızlıymış, benim “Kumay Tös”üm zor yetişti. Yaklaşınca kızın boynuna urganımı atarak güçlükle yakaladım. Kızın silahı yokmuş... Ama kendisi çok güzelmiş. Onu ilk görüşte Şangerek Noyan’ın aklı başından gitti. - Hoça çok sinirden konuşamakta güçlük çekmeye başladı. - Sonra? - dedi babası kaşlarını çatarak. - Bu kızın Ebu’l Hayr’a bizim onunla savaşmaya gideceğimizi haber vereceği belliydi. Böyle cesaret ancak Kazak kızlarında bulunur. Ben ondan cevap almak için bir kaç soru sordum. Kız aynı şeyleri tekrarlamaktan kaçınmadı. “Ben

79 GÖÇEBELER II – Can Çekişme sizlere hiç ber şeyden bahsedemem, öldürürseniz öldürün.” Cesareti için çok sinirlendim ve öldürülmesini emrettim. Ama Şangerek karşı çıktı. “Şimdilik öldürmeyelim, bugün konuşmasa da, yarın konuşabilir, şimdi kızdığından konuşmuyor” - diye bana yalvardı. Ben, bu kızın Şangerek’in hoşuna gittiğini anladım. Aslında, biraz Şangerek’in canını yakmak istedim: “Şimdi burada bu kızı öldürün!” - dedim yiğitlere. Şangerek ise “Öldürmeyin!” - diye emretti. Ben tekrar “Öldürün!”diye emrettim. Savaşçı yiğitlerin çoğu Merkit boyundan olduğu için mi, yoksa kıza mı acıdılar hepsi bana yalvarmaya başladı. “Elinde silahı bile olmayan kızın kanını niye dökeriz, onun yerine komutana hediye edelim” - dedi. Bu isteklerini yapmazsam kızgınlıklarından bana zararları dokunur diye kabul ettim. Bir yandan kızı Kalden Seren’e vererek Şangerek’in yüreğini yakayım dedim. Çünkü kız benim ganimetimdi, kime vermek istersem veririrm, değil mi? - Ee daha sonra? - Kız gerçekten de çok güzeldi. Onu öldürmek, güzelliğe saygısızlık, bir hıyanet olurdu doğrusu. Ama Şangerek’i kıskandım. Nedenini bilmiyorum ama kızı öldürmek istemedim; hatta onun elini ayağını bile bağlamadım. Bu kızın başında bir nöbet tutması için başka birini görevlendirdim ve Şangerek’e de kızın atına göz kulak olmasını emrettim... - Sonra? - Sonra... Gölün diğer tarafındaki adamlarım Kazakların başka bir gencini yakalayarak bana getirdiler... O da sorularıma cevap vermedi. Sonra ben bu delikanlının apış arasına urganla bağlatarak çektirmeye başladım. Esir kızın güzelliğini kıskandım galiba “Sen bayağı güzelmişsin, kardeşine işkence yapıp danalar gibi böğürteyim, o zaman senin güzel yüzen nasıl

80 İlyas ESENBERLİN bir şekil alacakmış göreyim” dedim ve urganı kızın gözleri önünde çekip sıkıştırdığında yiğidin acı feryadı ortalığı çınlattı. Kızın yüzüne baktığımda, onun bet benzinin kaçarak mos mor olduğu halde dudaklarını ısırmakta olduğunu gördüm. “İşte böyle gününü görürsün” dedim içimden. Bir de kızın gözlerinden akan yaşları görmek istedim. Adamlarıma daha da çekin dedim. Bu sırada esir genç dayanamadı. - Ne sorarsanız, hepsine cevap vereceğim, - diye yalvarmaya başladı. Kızın yüzüne baktım, onun delikanlıya nefret ve düşmanlıkla baktığını gördüm. Ben genci sorgulamaya başladım. - Kimsin? - Ebu’l Hayr Han’ın savaşçısıyım, - dedi o. - Ebu’l Hayr ordusu nerede? - Şiyeli civarında..? - Ne kadar askeri var? - Otuz bin civarında... - Bize ne zaman saldıracakmış? - Orta Cüz askerini beklemektedir. - Sameke ne kadar askerle gelecekmiş? - Otuz bin civarında... - Ne zaman gelecekmiş? Delikanlının cevap vermeye fırsatı olmadı, çünkü yanımda duran Kazak kızı birden yerinden fırladı ve ben onun ancak yukarı kaldırdığı elindeki bıçağı görebildim. Koşarak varana kadar kız yiğide bıçağını fırlattı. Gence urganla işkence eden adamlarım da ne olduğunu anlayamadı. Esir birden yere düştü. Kız bıçağı esirin tam kalbine isabet ettirmişti.

81 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Daha sonra? - Sonra ne olsun ki... Sameke askerinin buralara ne zaman geleceğini öğrenemedik. Ben sonra bu kızı öldürmek istemedim. Halkının güvenliği için böyle zorluklara dayanan kızın ileride halkının kanının ne kadar döküleceğini kendi gözleriyle görsün istedim. Sizler buraya gelinceye kadar onun elini ayağını bağlayıp adamlarıma da göz kulak olmalarını emrettim. -Sonra? - dedi bu sefer Sıban Raptan’ın sesi demir kafes içindeki öfkeli aslanın kükremesi gibi sert çıktı. -Sonra... Sonra Şangerek Noyan ben düşmanımızı takip etmeye gittiğimde, Merkit soylu adamlarına el ve ayaklarını çözdürüp kızı serbest bıraktırmış. Kız da ona: “Eğer bir daha karşılaşırsak, bu iyiliğin ödeyeceğim” diyerek teşekkür etmiş ve atına binip Ebu’l Hayr ordusuna doğru gitmiş. - O zaman Ebu’l Hayr’ın bizim geleceğimizden haberi vardır? - Elbette. - Eyvahlar olsun, sonra? - Sonra... Ben Şangerek Noyan’a kızı neden serbest bıraktığını sordum. “Kızı ben serbest bırakmazsam sen öldürecektin onu” - dedi o. Ben: “Öldürürsem ne olacaktı?” - dedim. O da “Onun yerine kendimin ölmesini yeğlerim” dedi. Ben ise “Kızı öldürmeden kardeşlerimden birine verecektim”, - dedim. O da “O zaman seni de, kendimi de öldürürdüm” dedi. Ancak o zaman ben onun bu kıza aşık olduğunu anladım. Bundan sonra kendimi tutamadım ve onun öldürülmesini emrettim… - Boşuna öyle yapmışsın... Han babanın kararını beklemeliydin... Deminden beri katı bir şekilde konuşmakta olan Hoça bu

82 İlyas ESENBERLİN sefer: - Baba bende de yürek, duygu ve gurur var, değil mi? diyerek hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Taş kalpli Sıban Raptan kızının Şangerek Noyan’ı ne kadar çok sevdiğini o zaman anladı. - Sen kendin demiştin onunla evlenmeyeceğini, - dedi Sıban Raptan biraz gevşeyerek, - Ağlama yeter, onun gibi adam senin bir damla gözyaşına bile layık değil. Bütün Cungar halkının menfaatlerini bir kızın güzelliğine değişen bir evlat yetiştiren Doda Jorji’nin kendisine de yazıklar olsun. Han geriye döndü ve ayaklarını bir birine vurarak atına doğru yürüdü. Atına bindikten sonra oğlu Kalden Seren’e: - Hoça Kazak kızını öldürmeye emrettiğinde itaat etmeyen Merkit boyundan olan tüm askerleri hemen burada öldürülsün!, - dedi. - Başüstüne! - Cungar hanı yaşı altmışı geçmiş olsa da uzun kuyruklu dorı atının üzengisine ayağına atar atmas hemen üstüne çıktı ve batıya dört nala koşturdu. Hoça ile Renat onu takip etti. Bugüne kadar Cungar halkının birliği ve zaferi için savaşan bu yetmiş savaşçısını ancak bir kız için yaptıklarına öldürülsün diye emreden Sıban Raptan’ın bu kadar zülmüne ne kadar içi yansa da Renat şöyle düşündü: “Başkalarını yönetmek isteyen birinin herhalde böyle taş kalpli olması gerekir. Böyle olmasaydı Cengiz Han dünyanın yarısına hükümdarlık edemezdi.” Hoça grubuna tesadüf eden ve bu Şangerek’in ölmüne sebep olan savaşçılığı ile halkın dikkatini Basentin Malaysarı’nın kız kardeşi Cevher idi. Argun boyunun bir kolu olan Basentin o zamanlar Uludağ civarında yaşıyordu.

83 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Etrafında ticaret yapacak büyük şehirler olmadığından dolayı Uludağ, Argunatı civarındaki Kazak obaları Türkistan, Taşkent şehirlerine gelip keçelerini, hayvan derilerini, hatta atlarını ve koyunlarını getirerek pazarlarda satıyor ve sonra pazarlardan şeker, çay ve giysi gibi ihtiyaçlarını satıp alıp geri dönüyorlardı. Sonraki yıllarda yola çıkan kervanlar Buhara ve Hiveye kadar giderdi. Bu sene Malaysarı’nın obası Türkistan’a kervan yöneltmişti. Gelecek sene kızı Cevher’i Esil nehrinin boyundaki zenginlerden birinin oğluyla evlendirecekti. Bu yüzden de kızın anne ve babası düğünden önce arkadaşlarıyla eğlensin ve hoşuna giden çeyiz eşyasını kendisi alsın diye bir kervana bir grup kızla birlikte katmıştı. Kervan Türkistan’a geldikten sonra ikiye ayrılmıştı. Kervanın bir bölümü hayvanlarını daha yüksek fiyata satmak isteyen zenginlerle Taşkent’e doğru yönelmişti. Diğerleri ise onları beklemek için Türkistan’da kalmıştı. İşte bu kalan grupta Cevher de vardı. Türkistan civarındaki bütün Kazaklar şehri korumak isterken, Basentin batan gemiden kaçan fareler gibi memleketlerine dönmenin uygun olmayacağını düşündüler ve Türkistan’daki muhafızlara katıldılar. Cevher de onlarla birlikte kaldı. Çaresiz Elçibek şehri düşmanlara teslim ettikten sonra Arka yiğitleriyle birlikte Cevher de Sirderya’nın kalın kamışları arasına gizlenmişti. Tam bu arada bunlara Ebu’l Hayr’ın askerlerinin yaklaştığı ve üstelik onlara Sameke’nin askerlerinin de katılacağı haberi gelmişti. Ayrıca dedikodular, Sıban Raptan’ın Ebu’l Hayr’a karşı kırk bin askeriyle yola çıktığından bahsediyordu. Üstelik “Ebu’l Hayr askeri Sıban Raptan’ın yola çıktığını bilmiyormuş, onlar Şiyeli boyunda Sameke askerinin gelmesini beklemekteyken Cungar komutanı aniden saldıracakmış” şeklinde iç acıcı olmayan söylentiler birbiri ardına geliyordu. Hiçbir şeyden habersiz yatan Kazak

84 İlyas ESENBERLİN askerinin düşmanın saldırısına dayanamayacağını bilen ince ruhlu, er yürekli Cevher yerinde duramadı. Ebu’l Hayr’ın askerine haber vermek amacıyla atına bindi. “Biz de beraber gelelim” diyen yoldaşlarını yanına almadı. Garip bir kimse gibi giyinen tek atlıyı kimse fark etmez demişti. Arka yiğitlerinin en güçlü ve hızlı atlarından birine binip yola çıktı. Sirderya’yı gece boyunca atıyla geçen Cevher çok yorulmuştu. Sabahleyin Hoça’nın ordusunun yerleştiği kamışlı gölün yanından geçerken yakalandı. Erkek diye yakaladığının kız olduğunu görünce Hoça çok şaşırdı. Kız dediğin de, hem de nasıl bir kızdı! Bu kadar savaş gören ta Çin sınırındaki Halka’dan Türkistan’a kadar insanın her çeşit güzeline rastlayan Kalmuk savaşçıları Cevher’i gördüğünde berrak nehir dibinde parlayarak yatan bir cevher görmüş gibi akılları başlarından gitti. Şangerek Noyan’ın Cevher’in hemen öldürülmesini önlemeye çalışması da bundan idi. Cevher oradan sapasağlam çıkınca hemen Ebu’l Hayr’ın askerlerine yetişmişti. Han’a Sıban Raptan’ın kırk bin askeri ile gelmekte olduğunu söylemişti. Ebu’l Hayr da alarm verip askerini savaş düzenine soktu. Han Meclisini topladı. Esir genç, Hoçalara Ebu’l Hayr’ın otuz bin askeri var diye bilmediğinden söylemişti. Ebu’l Hayr’ın bütün askeri on beş bin bile değildi. Bu kadar az askerle Sıban Raptan’ın kırk bin ordusuna nasıl karşı çıkabilirdi? Bunların tek güvendikleri kalabalık Kazak boylarının yaşadığı Arka ordusuydu. Ona güvenerek savaşa çıkmış ve onun gelmesini beklemek üzere Şiyeli havalisine yerleşmişti. İşte düşmanın yaklaştığını ve ona karşı duramayacağını bilen Ebu’l Hayr bu sebeple geri çekilmeyi de düşünmüştü. Ama buna Aday ve Tama boyundan çıkan baturlar razı olmadı. Onlar Alşın boyunun altın uçlu mızrağını Cungar kanına batırmadan geri dönmeyeceklerini

85 GÖÇEBELER II – Can Çekişme söylediler. Ebu’l Hayr çaresizlikten asker sayısı az olsa da, Sıban Raptan’a karşı çıkmaya karar verdi. Ama sayılarının az olduğunu söyleyerek, bir an evvel gelmeleri için yoldaki Sameke’nin askerine yine adam gönderdi. Kabanbay Batur, Bolat Han’ın ordusuna ulaştığında han, yazın yaylası olan Nura boyunda idi. Ama han çok hastaymış. Savaş hakkındaki bu tatsız haberler bunlara da az önce gelmişti. Han, Sameke’ye Cungarlara karşı çıkacağını söyledi. O bütün Arka etrafındaki Orta Cüz’e mensup kabilelere adam gönderdi. “Kazak topraklarına düşman saldırdı, atlara” dediğini işiten halk heyecanlandı. İdil ile İrtiş, Aladağ ile Esil, Tobıl’ın arasını yurt tutan Kazaklara kadim zamandan beri savaş kelimesi yabancı değildi. Yüzyıllardır Kazakların savaşsız geçen bir yılı yoktu. Son iki yüz senesini Sirderya boyundaki şehirler için Özbek Ebu’l Hayr ve Muhammed Şeybani ordularıyla, Semerkant, Buhara hanlarıyla savaşmakla geçirmişti. Bunlarların dışında on beşinci yüzyılların başından itibaren bugüne kadar Cungar ve Çin devletleriyle mücadele etmekteydi. Daha ne kadar kanlı felaket var! Bütün bunlara alışık halk bu defa da “düşman geliyor” sözünü işittiğinde hemen teyakkuz durumuna geçti. Ama mesafelerin uzaklığından dolayı toplanamadı. Yayladaki atlarının güçlü ve hızlısını aldırtmak, eşikte dayalı duran gürz ve kılıçlarını yağlayıp, bileyleyip ata binmeleri biraz zaman almıştı. Sadece bir ay içerisinde otuz bin civarında adam toplandı. Bu adamların içinde bütün Kazak halkınca bilinen ve halkı Cungar saldırısından kurtaran ünlü baturlar da vardı. Bunlar: Argunların bir kolu Kancıgalı boyundan çıkan Bögenbay, Basentin boyundan çıkan Sırımbet, Malaysarı; Taraktı boyundan çıkan Baygozı; Şakşak boyundan çıkan Janibek, Uludağ havalisindaki Naymanların bir kolu Baganalı boyundan

86 İlyas ESENBERLİN

çıkan Orazımbet İmantay da vardı. Kendileri her ne kadar genç olsalar da, bazılarının yanlarındaki bir grup adama liderlik etme kabiliyetleri vardı. Üstelik Bayanavul ve Gökçedağ bölgesindeki Abakan nehrini yurt tutan Vak boyundan çıkan yiğitlerini alarak, daha önce de İli nehri boyunda Cungarlarla savaşan, Arka bölgesinin ünlü batur Bayan’ın kendisi de bugün yarın gelmesi bekleniyordu. Bunların gelmeye başlamalarından sonra, ta İrtiş boyundaki Karakerey’den kendisine destek olacak gözü pek yiğitleri toplamak için Kabanbay Batur obasına döndü. Her biri değişik dağları mekan tutan cesur Kazak askerleri toplanıncaya kadar yaz da gelmişti. Arka yerine yağmur daha önceki yıllardan daha çok yağmaya başladı. Sameke askerinin tamamıyla toplanmasını beklemedi ve Batur Bayan ile üç bin atlı askerden kurulan orduyla Sirderya boyuna yöneldi. Bu sefere çıkmadan önce Sameke’ye selam verip Küçük Cüz’ün hanı Ebu’l Hayr’a adam göndermişti. İki hanın anlaşmasına göre, Kazak askerleri Kasım ayında Şiyeli ile Janakorgan’ın arasındaki Sirderya boyunda buluşacaktı. Burada birleşerek Cungarlara karşı çıkacaklardı. Arka’nın bahadırlarını bugün yarın toplanamayacağını anlayan Batur Bayan Ebu’l Hayr’la buluşacağı zamanın yaklaştığından, “Arkanın askerleri gelmeye başladı” diyerek Küçük Cüz’ün moralini yükseltmek için özellikle erken gelmişti. Bu Gökçe Deniz’ini geçip Karadağ etrafına ulaştığında, Sameke de yirmi beş bin askerle Nura’dan hareket etmişti. Aklı ve cesaretiyle değil, zenginliği ile halk içindeki çekişme ve kavgalarda kendisini destekleyen acımasız dövüşçü adamlarıyla tanınan bu Sameke, Bolat Han hastalandığından beri çok fazla öne çıkar olmuştu. Geçen sene en küçük oğlu

87 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Kudaymendi’yi Bökey Sultan’ın kızıyla evlendirmişti ve bunun için yaptığı, üç cüzün hepsinden de davetlilerin olduğu büyük bir düğünün şatafatlı etkisi henüz geçmemiş mağrur Sameke’nin kalabalık ordusunun ağır hareketlerle savaşa katılmasına kadar bozkırların yağmurlu, fırtınalı ve kemik iliklerine kadar işleyen ayaz ve soğuğu başlamıştı bile. Gökçe Deniz’ine gelip onun batı ve Sirderya boyuna doğru yöneldiğinde, bütün Kazak ülkesinin karakum, sarıkum ve kızılkumlarının hepsini sanki tam bu sırada getirip dökmek ister gibi göz açtırmaz sert fırtınalar esti. Gökyüzüne yükselen kum, toprak, küçük taşlar, köklerinden kopan otlar, cıngıl ve çalı çırpıdan etraf görünmez oldu. Gruplar halindeki bazı atlar bu kadar rüzgâra dayanamayarak dağılmaya yüz tutttu. Ancak, çocukluklarından itibaren at yetiştirerek büyüyen Arka yiğitlerinin usalıkları sayesinde atları muhafaza ettiler. Bu kuvvetli fırtına ancak iki gün sonra durdu. Ordunun et ihtiyacı için getirilen sürü sürü koyunlar tamamıyla yok oldu. Sadece develere yüklenen buğday, darı, kurut, yağ kurtulmuştu. Ordu tekrar hareket etti. Daha önce sert toprak olan bozkırlar artık atların dizlerine kadar battıkları kumluklara dönüşmüştü, otlak zemine alışkın küheylanlar yorgun ve bitap bir şekilde ancak sekizinci günde Sirderya’nın kuzey tarafına Akmescit’e bir günlük mesafe kala mola verdi. Sameke bu arada eyerlerin sürtünmesinden sırtları yara olan atlara merhemler sürülmesi ve iyice yorulmuş olan adamlarının dinlenmesi için kısa süreliğine durmuştu. Bu sırada Sıban Raptan’ın ordusu Ebu’l Hayr askeriyle Janakorgan civarında karşılaştığını, çok şiddetli çarpışmaların yaşandığını ve Ebu’l Hayr askerinin yenilerek geri çekildiğini duydu. Zaten bu sefere gönülsüz çıkan Sameke hemen dönüş kararı aldı. “Kış gelmek üzere ve Cungarlar da kışın savaşı

88 İlyas ESENBERLİN durduracaktır. Arka topraklarına her hâlükârda gelmeyecektir. Kendimizin savaş açması aptallık olur. Ebu’l Hayr’ın askerini yenen Sıban Raptan’ın bizim yorgun ve bitkin bir biçimde buraya gelmiş olan ordumuzu kolaylıkla bozguna uğratacağı aşikar. Boşuna kırılacağız. Onun yerine “aklın başındayken memleketini bul” demişler, boş yere ölmektense, obalarımıza dönelim. Allah’ın izniyle Cungarlarla seneye karşılaşırız. O zamana kadar daha çok asker toplayıp kuvvetlenelim”, - dedi Sameke. Ordu içindeki tüm urug beyleri onun bu sözlerini destekledi. Gerçekten de Sameke ordusu bu haliyle Sıban Raptan askerine karşı çıkacak olursa, çok zayiat vereceği belliydi. Bir taraftan Ebu’l Hayr askerinin geri çekilmesi Arka yiğitlerine manevi açıdan sarsmış olsa, diğer yandan uzak mesafeden çok yorulmuş olarak gelen halsiz Kazakların tepeden tırnağa çok iyi silahlanmış ve kendilerinden iki misli fazla Sıban Raptan askerine karşı duramayacağı şüphesizdi. Savaşmaya kuvvetin yeterli değilse, sade cesaret gösterisinden ne fayda vardı? Böylece Arka savaşçıları Sıban Raptan askeriyle karşılaşmadan geri döndü. Sıban Raptan’ın kırk bin askeriyle geleceğini Cevher’den duyduktan sonra Ebu’l Hayr bütün askerlerini topladı ve “tevekkül” diyerek Sıban Raptan’a karşı yürümüştü. Bu sefer Sıban Raptan değil, Ebu’l Hayr ona beklenmedik bir şekilde aniden saldırdı. Askerleri dağınık bir şekilde ilerlemekte olan Cungar hanı beklenmeyen bu saldırıdan geri çekilmek istedi, ama Kazak askerinin az olduğunu görünce, kendini hemen toparladı. Cungar askerinin son grubu da geldiğinde, Küçük Cüz yiğitleri ne kadar kahramanca çarpışsa da, sayıca üstün Cungarlar onları geri püskürttü. Tam Kazakları yenmek üzereyken sık kamışlar arasından “Kabanbay”, “Kabanbay!” naralarıyla Kabanbay Batur komutasındaki Naymanların çok

89 GÖÇEBELER II – Can Çekişme sayıdaki askerleri Cungarlara yan tarafından hücum etti. Önce Arka’nın kalabalık askeri gelmiş diye telaşlanan Sıban Raptan, bu gelen düşmanın korktuğu kadar çok kalabalık olmadığını anlayınca, hemen toparlandı. Cungar askeri tekrar saldırdı. Çarpışmalar şiddetlendi. Zaman öğleden sonra idi. Kazakların bundan başka askerinin olmadığını gören Sıban Raptan kendi askerine: “Kazak askerlerinden tek kişi bile kurtulmasın, hepsini çepe çevre kuşatın!”, - diye emretti. Cungar askerleri bu emri yerine getirdi. Savaşa kendini kaptırmış olan Ebu’l Hayr askerinin kuşatma içine alındığını, ancak gün batarken farketti. Nasıl bir tuzağa düştüklerini anlayan Küçük Cüz yiğitleri artık buradan kurtulamayacaklarını anlayıp ölümüne savaşmaya karar verdiler. Kazak askerinin cesareti ve savaşçılığı eskisinden on kat, yüz kat daha da arttı. Düşmanını öyle kolay yenemeyeceğini anlayan Cungar savaşçıları bütün gücünü ortaya koydu. İki taraftan da cesur hareketler, kan dökücü darbeler görülmeye başlandı. Ama Ebu’l Hayr’ın askerinin çevresindeki demir kuşatma gittikçe daralarak Kazak askerlerinin buradan kurtulamayacağı açıkça belli olmaya başladı. Buna rağmen ünlü Aday, Tama, Nayman boyunun yiğitlerinin çevresine savunma kalkanı oluşturarak yanına kimseyi yaklaştırmadıkları Ebu’l Hayr “yenildim” diyerek teslim olmadı. Buna öfkelenen Sıban Raptan askerlerine “Kazaklardan kimse sağ çıkmasın buradan!” diye tekrar emretti. Kanı gören kurt gibi Kazakları kırmaya iyice şartlanan Cungar hanının bu emri gerçekleşir miydi, gerçekleşmez miydi, bilinmez, ama aniden kuzey taraftan “Ervah!”, “Ervah!”, “Akyol!” şeklinde diye nara sesleri çıktı. Bu arada güneş de batıyordu. Beklenmedik bir şekilde bu naraları işiten Sıban Raptan çok şaşırdı. Sameke’nin askerleri geldi

90 İlyas ESENBERLİN zannetmişti. Ama bu gelen ancak üç bin askeri olan Batur Bayan’dı. O İle boyunda birçok defa Kalmuklarla savaşmış, onları yenmiş ve Cungarlar tarafından da tanınan ünlü bir bahadırdı. Ak boz atıyla askerin en önünde dört nala gelmekte olan bahadırı görünce Cungarlar “Batur Bayan” diye gürültü kopardılar. Düşman cephesinin bir tarafı geri çekilmeye başladı. Tam burada Ebu’l Hayr askeri kuşatmayı yardı. Bu sırada karanlık çöküyordu ve akabinde hava da kararmıştı. Artık iki taraf da savaşı durdurdu ve geri çekildi. Böylece bir katliamdan Batur Bayan’ın sayesinde sağ kurtulan Ebu’l Hayr askeri savaş meydanında ordunun yarısının naaşlarını bırakarak geri çekildi. Batur Bayan’ın askerlerini de kattığınızda, savaşçı sayısı on bini aşmıyordu. Bu kadar askerle kendinden üç kat daha fazla Cungar ordusuna ne yapabilirsin ki? Sameke’nin daha uzaklarda olduğunu bilmeyen Sıban Raptan Ebu’l Hayr’ın ordusunun peşine düşmedi. Ardından gelecek Sameke’nin darbe vurmasından korkmuştu. Sonra iki ordu iki tarafa geri çekildi. Çok gecikmeden yağmuru ve karı olmayan, ancak şiddetli kuru ayazı insanın ciğerlerine işlemesi tüm Sirderya boyundaki insanlara malum kara soğuklar başlayacaktı. Savran şehri Otırar, Sığanak ile birlikte inşa edilen Kazak halkının eski kalesi idi. Bu kale etrafı tamamıyla kazılmış ve uzunluğu yirmi beş, derinliği ise on beş kat hendeklerle çevriliydi. Bu çukurun dibinden kalenin en yüksek yerine kadar elli kulaç idi. Üstelik her han, her dönemde bu şehrin surlarını kendilerine göre tahkim etmişti. Bundan dolayı kalenin asırlardır yıkılmayan duvarlarını Cengiz Han’ın ordusunun mancınıkların attığı taşlar da yıkamamış derler. Rivayete göre, Savran şehrine Cengiz Han’ın ordusu girememiş. Ancak, şehri

91 GÖÇEBELER II – Can Çekişme koruyan askerlerin hepsi açlıktan öldükten sonra Moğol savaşçıları şehre girebilmişti. Türkistan’ı terk edip giden Elçibek Batur geceleri kamışlar arasına gizlenerek, gündüz yürüyerek üç günde arkadaşlarıyla Savran kalesine varmıştı. Şehir Valisi Tursınbek Cungarlardan korktuğu için Andican’a kaçıp gitmiş ve şehir sakinleri endişe içindeydiler. Bu civarlara ünlü Elçibek Batur’un gelmiş olmasına sevinmişlerdi. Hepsi oy birliği ile şehrin savunmasını Elçibek’e bıraktılar. Batur hemen düşmanı geri püstürktmek için hazırlıklara girişti. Tüm dünyayı adaletsizliklerin sardığı eski dönemlerden beri tarihte zulüm ve katliamlara zaman zaman rastlanır. İşte bu çamur balçıkla sıvanmış kale surları da böyle zulümlere her yüz elli senede bir devamlı şahit olmaktaydı. Bu zulmü Cengiz Han zamanında da, Aksak Timur, Ebu’l Hayr, Abdullah Han dönemlerindeki saldırılarda da tanık olmuştu. İşte bugün de Cungar savaşçıları bu zulmü tekrarlamaktaydırlar. Ama şehir halkı son sakinleri ölünceye kadar hep şehirlerini korumuşlardı. Bugün de öyle yapacaklar. Bir zamanlarda bu kalede taş heykel gibi nöbette Orak Batur durmuştu. Ondan sonra yüz elli yıl sonra, bir köle ile cariyeden doğan gözü pek cesur baturlar Kıyak ve Tuyak’a sıra gelmişti. Şimdi ise surların üzerinde bu iki baturun ahfadı iri cüsseli ve çelik gibi sağlam Navan usta durmaktadır. Navan ustanın geçimini körüğü ve çekici ile sağlamakta idi. Tek arzusu dedeleri Orak, Kıyak ve Tuyak gibi adalet ve yiğitlik yolunda yaşamaktı. Halkı için ölüme giden kahramanlar hakkındaki efsaneler daha çocukluğundan

92 İlyas ESENBERLİN yüreğine işlemiş, kanına sinmişti. Efsane? Hayır, Kıyak ve Tuyak’ın kahramanlıkları efsane değil, gerçekti! Onları nesilden nesile halk aktarmaktadır, o baturların kanlarının döküldüğü topraklar anlatmaktadır. Başlarına koydukları mezar taşları ve yiğitliklerine şahit olan bu sağlam surlar destan olarak söylemektedirler. Nöbette duran Navan’ın yanına Elçibek Batur ve ozan Bukar Jırav geldi. Arapça harflerle okuma yazması olan Ozan Bukar Kazakların geçmiş tarihiyle ilgili eski kitapları çok okumuş adeta canlı bir tarih idi. Onun amacı da halkının kahramanlıklarını büyük bir destana dönüştürüp anlatmaktı. O sadece Kazakların geçmişte yaşadıklarını değil, aynı zamanda bugünkü mücadelesi ve yiğitliklerini de şiir diliyle ortaya koymak istiyordu. Üç aydır Savran şehrinin düşmanlara teslim olmadığını işitmiş ve gece karanlığından istifade ederek düşmanlara görünmeden gelmişti. O andan itibaren şehrini düşmanından koruyan, açlığa da, ölüme de dayanan halkını görünce hüzünlü gönlü biraz olsun mutlu olmuştu. Dizeler ve dörtlükler birbiri ardına doğarak zihninde destan da oluşmaya başlamıştı. - Nasılsınız, Bukar dede? - dedi Navan usta ellerini göğsüne koyarak. Bukar’ın savaş meydanına geldiğini duyan halk hemen çevresinde toplanmıştı. - Var mısınız yiğitlerim! - diyerek toplanan kalabalığı bir süzdükten sonra Navan ustaya döndü. - Senin cetlerin olan Kıyak ile Tuyak’ın kahramanlıklarını iyi biliyordum. Şimdi senin kahramanlıklarını kendi gözlerimle görmek için canımı

93 GÖÇEBELER II – Can Çekişme tehlikeye atma pahasına seni arayarak buraya geldim, yiğidim… - Halkın durumunun çok kritik olduğu bir dönemde gelmiş olmanız, bize on bin askerlik bir ordunun desteğinden az olmayacak! - dedi Navan usta. - Bahtımız açık olur inşallah. - İnşallah! - dedi Bukar Jırav aniden etrafına bakarak. - Bir zamanlar bu Savran şehrini senin beşinci ataların Kıyak ve Tuyak korumuştu, şimdi Navan usta Cungarların karşısında kendin çıkmış bulunuyorsun. Saldıran düşmanın şiddetine göre biz çoktan yok olmuş olmalıydık, ancak hala bir millet olarak ayaktayız, Allah’a bunun için şükretmeliyiz. - Ya, Ozan! - dedi Navan usta bir adım öne gelerek. - Az önce kendiniz söylediniz benim atalarımın bu Savran’ı koruduğunu. Bugün düşman tarafı sakindir, bize de moral destek olsun, atalarımızın kahramanlıklarını bize anlatsanız, ne kadar iyi olurdu. Oradakiler hep bir ağızdan konuşmaya başladılar. - Evet, doğru. - Atalarımızın kahramanlıklarından örnek alalım! - Neşesiz gönüllerimize ferahlık versin! Halkının kahramanlığını anlatacak zaman, bu zaman diye düşünen ozan, çok bekletmeden konuşmasına başladı: - Kazakların başından ne kötü günler geçmedi ki? - dedi düşünceli düşünceli, - işte onlardan biri de bundan yüz elli sene önce Tevekkel Han’ın zamanında yaşanmıştı. Buhara Emiri Abdullah kendi ordasında oturmakta. Aniden gözlerinin içi gülüp bıyıkları dikleşti. Beklenmedik bir şeye sevinmiş gibiydi! Ama emirinin öfkelendiğinde birden gözlerinin içinin güldüğünü, yüzüne kan geldiğini bilen vezir Hasan Hoca yine bir suçsuz kimsenin kanının döküleceğini

94 İlyas ESENBERLİN hissetti. Vezir emirinin bu huyuna alışamamıştı. Yılanın önündeki bir tavşan yavrusunu yemeden önce, salyasının gözünden yaş olarak aktığını söylerler. Emirinki de buna benzer bir davranış... Öyleyse bu defa o kimi yutacak? Şimdi han sarayında Hasan Hoca’dan başka kimse yoktu. O zaman.... bunun ne gibi bir suçu vardı? Bütün suçu, Babasultan’dan Talas boyundaki savaşta Şagay’ın yenildiğini söylemiş olmasıydı mı? Abdullah aniden yerinden kalktı ve pencereye doğru yürüdü. Kule yüksekliğinden han sarayının eteklerindeki, çok sayıda bağ ve bahçelerle dolu Buhara şehrinin en uzak kısımlarına baktı. Her tarafta dışı çeşitli renklerdeki işlemeler ve motiflerle süslenmiş, kenarlarında ayetler yazılmış kubbeli camiler, Kalon, Çar, Minare gibi kuleleri ve Uluğ Bey’in inşa ettirmiş olduğu medreseler gözüküyordu. Han sarayının avlusu kayısı, üzüm, elma, armut ve incir ağaçlarıyla dolu yem yeşil bir bahçeydi... Ağaçların arasında gümüş renkli şırıl şırıl akan pınarlar... Bu, Özbek halkının Semerkant’tan sonraki büyük şehriydi. Bir zamanlar bu şehri Semerkant’la birlikte Abdullah’ın babası Muhammed Şeybani Aksak Timur evlatlarından ele geçirmişti. Muhammed Şeybani vefat ettikten sonra Buhara tekrar Aksak Timur oğullarının eline geçmişti. 1557’de, yani hicri takvime göre 964’de yirmi dört yaşındaki Abdullah ikinci defa şehri aldı. Ondan sonra Buhara’yı kendisine başkent yapmıştı. Böylece Buhara Hanlığı ortaya çıkmıştı. - Buhara Emiri Abdullah Özbek halkının kanını nasıl emmişse, Sirderya’nın boyundaki Kazakların da kanını da öyle emmek istiyordu. Dedeleri Ebu’l Hayr ve Muhammed Şeybani’nin Kazak topraklarından çıktığını bahane ederek

95 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Sirderya boyundaki bütün şehirleri elde etmek için birçok kez sefer düzenledi, - dedi ozan. Abdullah pencereden geri yerine döndü ve etrafına bakarak düşünceye daldı. Ama onun kirpiklerini kıpırdatmadan dikkatli bakan çakır gözüne, geniş han sarayının zemininde serili kırmızı sarı farisi halılarını da, motiflerle süslü deri minderleri de, duvara asılmış çelik silahları ve altın kılıç, bıçakları da, köşedeki yuvarlak ardıç masanın üstündeki porselen kaseler de, eğri boyunlu gümüş ibrikler de, hiçbiri görünmüyordu. Onun çakır gözleri han sarayının mermer duvarlarını delip herhangi bir yerlerdeki ufuklara kilitlenmiş gibiydi. - Hoca, sana bir şeyler danışmak istiyorum, - dedi yine gözlerinin içi gülerek. - Dost olmak için ant içip yemin eden düşmanım başka düşmanlarıma dostluk gösterirse, benim ne yapmam gerekir? - Öyle sahtekar dostların başını kesmek lazım, han hazretleri! - Böyle diyorsun... Bizim tarafımıza geçen Şagay ve onun oğlu Tevekkel benim düşmanım Babasultan ve Buzahur’un başını getirmek istemedi. İşte bunların başını benim Kazak şehirlerini aldıktan sonra kesmem lazım... Babasultan’ın vefasızlığını bahane eden Abdullah bin beş yüz seksen iki yılında Ağustos ayının sekizinde Savran kalesinin yanındaki sık ormanın arasına gelip yerleşti ve çadırını kurdu. Sabah vaktiydi. Bir zamanlar ünlü bahadır Ebu’l Hayr dedesinin ordusu gibi hepsi demir zırhlar giyinmiş ve yeleleri dökümlü, kuyrukları kulaç büyüklüğünde yürük atlara binmiş elli bin asker gruplar halinde kalenin etrafını çevirerek saf

96 İlyas ESENBERLİN tutmuştu. Şehrin sol tarafında ak boz ve koyu renkli hızla atlara binmiş, başlarında çelik miğferleri yeni doğmakta olan güneşin ışıklarıyla parlayan Ubeydullah Sultan’ın askerleri bulunuyordu. Kuzey tarafında ise üzerinde güneş sembolü olan kara sancağını tutan Abdullah’ın oğlu Abdülmümin Sultan’ın ordusu. Yüzleri sert, öfkeleri şiddetli. Güney tarafında ise Ubeydullah’ın oğlu İsfendiyar Sultan’ın aslan resmi işlenmiş koyu kırmızı sancağının altına Abdullah’a tabi Keldeş Bey, Candevlet Bey, Tursun Bey, Bike Bey gibi önde gelen emirlerin askerleri toplanmıştı. Çoğunluğu Kazak boylarından gelen emirler olduklarından bunların askerlerinin dış görünüşleri Deşti Kıpçak askerlerine benzemekteydi. Mızraklarının ucuna tuğ olarak bir tutam at kılı bağlamışlardı. At üzerindeki eyerlerinin altında buzağı başlı topuzları bulunuyordu. Savran şehrinin kıble tarafındaki ormanlık alanda Abdullah Emir’in al kızıl ipek çadırı görünüyordu. Bu tarafta da asker çoktu. Bu askerler diğerlerine göre daha gösterişliydi. Üstlerindeki zırhlar da özel olarak süslerle işlenmişti. Bellerinde tamamen çelikten yapılmış Buhara’nın uzun eğri kılıçları vardı. Omuzlarında uzun boyunlu fitilli Buhara tüfekleri. Askerlerin görünüşü muhteşem ve heybetliydi. Şehir kalesinin üzerindeki kulelerdeki şehir savunucuları Şehir Valisi Abdülsettar, Kıyak ve Tuyak baturlar... Aniden tüm dünyayı ayağa kaldırırcasına kuvvetli bir borazan sesi çıktı. Ona tiz sesli bir zurnanın sesi eklendi. Yüzlerce davulun sesi aynı anda çıktı ve bir anda gürültülü sesler her tarafı kapladı. ... Sonra Buhara emirinin koyu kızıl ipek çadırının diğer

97 GÖÇEBELER II – Can Çekişme tarafındaki ormanlıktan bir grup süvari gözüktü. Üzerindeki çelik zırhları güneşle parıldayıp gözleri kamaştırıyordu. Kınından çıkarılmış kılıçlarını başlarının üzerinde tutuyorlardı. Horasan çeliğinden imal edilmiş bu kılıçların yüzünde güneş ışıkları değil, sanki ecelin soğuk ayazı oynuyor gibiydi. En önde tüm vücudu gümüş küçük halklardan örülmüş zırhla kaplı ve büyük bir ak boz ahal teke yürük ata binmiş, yaşı kırklarda olan, güzel bıyıklı, heybetli bir adam geliyordu. Diğerlerden farkı sadece onun heybetli oluşu veya atına kibirli bir biçimde oturuşu ve değerli mücevherler bezenmiş silahlarında değil, başka da özellikleri vardı. Bindiği ak boz küheylanının alnındaki bir tutam kâkülünün üstüne eski geleneklere göre “talih kuşu” niyetine süt gibi bembeyaz bir bozdağan oturtmuştu. Eğer bozdağan düşmanı görünce korkup uçup gitmezse, baturun talihi yaver gidecek demekti. Ama kuş düşmanın silüeti uzaktan görünür görünmez uçup giderse, o zaman savaş batur için çetin geçecek demektir. Kahin ve falcıların yaygın olduğu devirlerde, böyle durumlarda baturlar bunu hayra yormayıp geri de dönüyorlardı. Süvariler kenar kısımdaki diğer askerlerin yanına geldiğinde tekrar davullar vuruldu, borazan ve zurnalar var güçleriyle öttürülerek tüm dünyayı gürültüye boğdular. Kale başındaki halk, bu grubun Buhara Emiri Abdullah’ın grubu ve hepsinin önünde ak boz ahal tekesini oynatarak gelen kudretli bahadırın kendisi olduğunu görüp tanıyınca korkmaya başladılar. Emirin grubu, kılıçlarını kaldırmış vaziyette Abdullah’ın peşinden bir kement atımlık mesafeden toplu düzenlerini bozmadan takip ederek kaleyi kuşatan kalabalık askerlerin önünden durmadan geçerek ilerliyorlar. Sağa sola hiç

98 İlyas ESENBERLİN bakmıyorlar. Sadece Emir Abdullah grupların önünde duran bey, sultan ve baturları görünce onlara doğru bakıyordu. Sultan ve beyler: “Çok yaşayınız yüce bahadır!” diyerek başlarını eğerek selamlıyorlardı. Emir atını aynı şekilde sürerek askerlerin önünden geçmeye devam etti. Peşinden kendisini takip eden grubun üstünde altın ay simgesi olan Muhammed Peygamber’in yeşil sancağı sanki bütün gökyüzünü kaplayacakmış gibi rüzgârla dalgalanıyordu. Ak boz atının perçemindeki “talih kuşu” sanki sıkıca bağlayıp koymuşçasına yerinden hiç kımıldamıyordu. - Biz yenileceğiz, o yenecekmiş, halkım! - dedi kuşun uçmadığını gören birisi. Artık Abdullah’ın grubu Abdülsettar’ın durduğu surların yanından geçiyordu. İki grubun mesafesi bir atımlık ok mesafesindeydi. - O bizi yeneceğine... Şehir valisinin yakınında duran Kıyak Batur sözünü bitirmeden kayından yapılmış olan yayına zırh delecek okunu koyup Abdullah tarafına doğru yönelterek yayı germeye başladı. - Atma, - diye bağırdı biri. Kıyak Batur “Ah, ah!” diyerek yayını yere doğrulttu. - Öyleyse! - dedi ve ağabeyinin sol tarafında duran Tuyak Batur yayını kaldırdığı gibi okunu fırlattı. Fırlatılan ok ıslık çalarak hedefine uçtu. Göz açıp kapayıncaya kadar Buhara Emiri’nin altındaki ak boz küheylanın kâkülünde oturmakta olan bozdoğan pat diye yere düştü. - Keskin nişancıymış! - dedi Abdullah yüzünde hiç telaş ve

99 GÖÇEBELER II – Can Çekişme endişe belirtisi göstermeden. - Bozdoğan kendisi uçup gitmedi. Bu dikkate alınmaz. Başka bir tane getirin, - dedi. Hizmetkarı hemen dört nala gitti ve çok geçmeden geri döndü. Emirin atının yanına geldi ve ak boz yürüğün perçemine başka bir bozdoğan oturttu. Abdullah ertesi gün yine cepheye çıktı. Daha sabah zamanı. Kale üzerinde yine aynı adamlar... Yine demir zırhlara bürünmüş çok sayıda asker... Andiden davullar çalınıp zurna ve borazanlar öterek etrafı tekrar velveleye verdiler. Yine dünkü gibi heybet göstererek kılıçlarını başlarının üstlerine kaldırmış askerleri peşine takıp yeşil sancağını dalgalandırarak, kale surlarının yanında ahal teke atını oynatarak süren Abdullah Han görüldü... Ama bu defa dünkünden biraz daha uzak mesafeden gidiyordu. Sanki nişancı Tuyak’ın okundan korkmuş gibiydi. Abdullah’ın ak boz atının kâkülündeki beyaz bozdoğan uzaktan bir ses duymuş gibi kanatlarını açtı ve birden havalandı. Kaşla göz arasında o kaleye yakın uçtu ve sonra birden tekrar geriye doğru uçtu. Belki tekrar atın kâkülüne konmak istemişti. Ama o oynamak istiyor gibi gidip bir dalın üzerine kondu. -Yakalayın, - diye emretti Abdullah. Bir savaşçısı hemen dört nala koşturdu, yerden tenge alır gibi daldaki bozdoğanı yakaladı ve derhal geriye doğru yöneldi. - Savaşçıya değil, kuşa yazık olacak, - diyen bir acımaklı bir ses çıktı. O ses daha lafını bitirmeden Tuyak elindeki yayı nişan almadan çekti. Abdullah’a yüz adım kala savaşçısı kuşla

100 İlyas ESENBERLİN birlikte yıkıldı yere düştü. Abdullah kaleden tarafa şaşkınlıkla baktı ve atının başını geriye çevirip çadırına doğru dört nala sürdü. - Düşmanın talih kuşununun ölüsü bizim topraklarımızda kaldı, bu hayra alamet olsa gerek! - dedi deminden beri yaşanan bu olayları baştan sona sessizce izleyen Abdülsettar. - Sahi bu kuş neden bizim tarafa doğru uçtu? - diye Tuyak’a şüphelenerek baktı. Tuyak biraz gülümsedi ve eline ağzına götürdü de tam çocukluğundaki gibi kuşu çağırma alışkanlığı aklına gelmiş gibi hafifçe bir ıslık çaldı. Vali güldü. - Senin bu sırrını hiç kimse bilmesin, - dedi ve devam etti, - kuşun ölüsü bizim topraklarda kaldı. Halk da buna inansın. - Düşman ne türlü hileler yapsa da, bu kaleyi elde edemedi, - dedi ozan Bukar Jırav. - Savaşçıları gece yarısında gizlenerek geldiler ve duvara merdiven dayadıklarında şehrin muhafızları üzerlerine yağlı ateş döktü. Kalenin altından lağım kazmak istediler, ama Savran kalesinin surları toprak zeminden on beş metre aşağıya kadar inşa edildiği için onlar bir işe yaramadı. Derin arıklar açarak nehir sularını şehre yönlendirip şehir sakinlerini suda boğmak istediler. Ama kale topraktan yüksekte kurulduğundan dolayı suyu yukarı çıkartmak mümkün olmadı. Aksine, Abdullah’ın askerleri neredeyse su altında kalacaktı. Böylece üç ay süren muhasarada Sayram’dan gelecek olan her türlü yiyecek kesilmişti. Abdullah’ın askerlerinin gasp ve yağma yaptığı halk Sayram yakınlarına toplandı ve şehir civarında kargaşa çoğaldı. Zaten yiyeceği azalmış olan Buhara askerlerinin durumu gittikçe kötüleşti. Yiyeceği tükenen

101 GÖÇEBELER II – Can Çekişme askerler arasında “Bu savaş kime gerek?” gibi şikayet edici konuşmalar da başlamıştı. Çok gecikmeden tüm yiyecek stokları bitti. Ordu içinde açlık baş gösterdi. Artık askerler kura çekmeye, kim kayberse, onun atını kesip yeme oyunu oynamaya başlamışlardı. Savran’ı muhasaraya alan Abdullah bu kaleyi almanın başka yollarını aradı. Önce bir gece Buhara bölgesinin hanı Kemaleddin Hüseyin’e adam yolladı. Savran’a acil yiyecekler ve Ruhadi ustanın yaptığı “Kara Buğra” isimli taş fırlatan mancınıkın tez getirilmesini emretti. Mesafe uzaktı ve bu yardımı hemen gelmedi. Abdullah’ın askerinin durumu daha da kötüleşmeye başladı. Ordu içinde isyanların çıkması da yakındı. Bu savaşın gereksiz olduğunu anlayan bazı bahadırlar Kazak bozkırlarına kaçtı. Ta Buhara ve Kazak topraklarının birleştiği yerlerde, Sirderya ve Amuderya’nın kamışlı kıyılarında Özbek, Kazak, Türkmen, Kırgız gençlerinden oluşan birçok silahlı gruplar ortaya çıkmıştı. Onlar sadece zenginlerle beylerin hayvanlarını, mülkünü gasp etmekle kalmadı. Aynı zamanda Savran’ı çevirmiş olan Abdullah askerine yiyecekler taşıyan kervanlara da saldırdı. Ordunun durumu gün geçtikçe korkunç bir hal almaya başladı. Bir gün Emir Abdullah üzerine eski giysiler giyip tebdili kıyafetle askerlerin içinde dolaştı. Bir grup askerin yanından geçerken, onların konuşmalarını duymak için biraz eğlendi. - Ne zaman bitecekmiş bu savaş? - dedi genç birisi. - Savran’ı ele geçir, savaş da biter, - dedi yaşlı birisi. - Savran’ı alırsan, sonra da Sayram’ı al derler. Bundan benim kazancım ne? Savaştan ganimet olarak alacağımız biraz

102 İlyas ESENBERLİN kumaş ve az para ile eve döneceğiz, sonra onları “savaşa lazım” diye vergi memuru alıp gidecek. - Verme! - Sıkıysa, verme de gör! - Her şey Allah’tan ve kendindendir... - Kendinden? Bir grup köpeği aslan yönetirse, bir süre sonra o köpekler aslana dönüşür. Tam tersi aslanları köpek yönetirse, bütün aslanlar köpek olurlar. Sahi, Murat pehlivan kendi yolunu bulmuş... Çete kurmuş diyorlar. Yakınlarda han kervanını soymuş. Şimdi ise hanın kendisi karşıma bir çıksa, diyormuş... - Niçin? - Ona sakladığım bir ok var demiş.. - Yavaş... Abdullah yoluna devam etti. Bir kişiyi cezalandırmaktan ne çıkar? Birinin kellesini alsan, on tanesi isyana kalkışır. On tanesinin başını kessen, yüz tanesi isyan eder. Şimdi ordunun içi kurumuş ot gibi, küçücük bir kıvılcım düşşe, hemen tutuşacak. Bu zor durumdan emiri Buhara’dan gelen yardım kurtardı. İkinci ayın onuncu günü birkaç tane “Kara Buğra” mancınık ile doksan deveye yüklenmiş yiyecekler geldi. Abdullah’ın emri boyunca, dört mancınık Savran’ın dışında dört yere yerleştirildi. Çok öfkeli Abdullah savaşçılarına “Kara Buğra” mancınıklarının hazırlıkları biter bitmez “atın!” diye emir verdi. Davullar çalınıp, zurna ve borazanlar ötmeye başladı. “Kara Buğra” mancınıkları altından çıkan buhar ve ateşten gürleyerek fırlattığı koyun büyüklüğündeki taşlar asırlardır sapa sağlam yerinde duran kalenin duvarlarına güm güm vurmaya başladı. Birden kıyamet kopmuş gibi her taraf alt üst oldu. Mancınıktan kale içine atılan taşlar düştüğü yerde

103 GÖÇEBELER II – Can Çekişme yangınlar çıkarmaya başladı. Buna rağmen şehrin muhafızları “teslim oluyoruz” demediler. Kıyak ile Tuyak’ın yönetimindeki iki yüz nişancı kaleye yakın bir yerde konuşlanmış olan mancınıkların yanındaki savaşçılara yağmur gibi ok yağdırıyordu. Dünya böyle karma karışık olduğu bir sırada Savran’a Yesi’den bir haber güvercini geldi. Güvercinin boynuna bağlanmış olan mektuptan Savran sakinleri kendilerini kurtarmaya Nogay halkı arasından toplanan çok sayıda askeri ile Babasultan ve Buzahur’un gelmekte olduğunu sevinçle okudular. Bu haber şehrin muhafızlarına ruh verdi güç verdi. Şimdi onlar “Kardeşlerlerimiz, sizler gelinceye kadar şehri kimseye vermeyeceğiz”, - diyerek yaşlılar da, gençler de kale üzerine çıktı. Bunların şanısna, son günlerde “Kara Buğra”ların da sesi az çıkar olmuştu. Çünkü mancınıkın taş fırlatma işini gören kazanını yakacak Buhara’dan getirdikleri yağları tükenmeye başlamıştı. - Esasen Yesi’den gelen haber yalan idi, - dedi ozan Bukar. - Olay şöyle gelişmişti: Babasultan ile Buzahur Sultan Abdullah’dan kaçtıktan sonra Muğacar dağının yamaçlarından geçerek Sarayşık’a varmıştı. Fakat, bundan az önce Nogay halkının bağlı olduğu Astrahan Hanlığı yıkılmıştı ve bu sırada Astrahan şehri Çarlık Rusya’nın eline geçmişti. Astrahan Hanlığı’nın beyleri böylece Rusya’nın yönetimine girmişti. Rusya’ya tabi olmak istemeyen bazıları ise Kırım’a, Giray Han’ın ülkesine kaçmıştı ve diğerleri ise Nogay ülkesini yurt tutmuştu. Buhara hanlığına karşı savaşmak için Türkistan sultanlarına asker vermeye karşı çıkan bu Astrahan beyleri idi. Onları Mangıt boyunun itibarlı yaşlıları ve zenginleri de

104 İlyas ESENBERLİN desteklemişti. - Nogay halkının bahadırları Çarlık Rusya’dan Astrahan’ı geri almak için gerekli, - dedi Astrahan beyleri. - Nogay halkının menfaatleri burada, kuvvetli Kırım hanına giden bu yoldadır. Biz Kırım hanıyla beraber Nogay elini korumalıyız. Ta uzaklardaki Abdullah ile savaşmak bize ne gerek? Sonunda Nogay halkından çok asker alacağım diyen Babasultan az sayıda asker ve ailesini yanına alıp kendi canını ölümden zor kurtararak Türkistan’a doğru yönelmişti. Savran koruyucularına gelen “Babasultan geliyor” denilen haber buydu. Ama durum birisinin yanlış aktarmasıyla böyle değişerek gelmişti. Düşmanlık mı, dostluk mu, kim bilebilir ki?... Babasultan’ın gelmekte olduğunu Abdullah da duymuştu, - dedi Bukar Jırav kendisini merakla dinleyen kalabalığa bakarak, - hemen Tevekkel’ü o tarafa sevk etti. O, on gün sonra Babasultan’ı öldürdü ve esir ettiği oğlu Latif’i yanına alarak Savran’a geldi. İpek çadırının önünde han tahtında oturan han Abdullah’ın ayaklarının altına Babasultan ve Jalmuhammed’in başlarını bırakıp diz çökerek selam verdi.. Emir Abdullah yerinden kalktı ve ayağının altındaki düşmanlarının başlarına bir süre baktı ve üzerlerinden atlayarak diz çökmüş oturan Tevekkel’in yanına geldi. - En güçlü düşmanını öldüren adam yakın akrabandan daha değerlidir! - dedi yüzü kızarmış bir vaziyette. - Tevekkel Sultan, sen artık bana kardeşlerim Ubeydullah ve Düstem Sultan’dan daha az kıymetli değilsin. Bu hizmetin için sana kendi doğduğum memleketim olan Afrikent’i hediye veriyorum, - dedi.

105 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Çok teşekkür ediyorum, emir hazretleri! - diyerek Tevekkel yerinden kalktı. Abdullah kokuşmaya başlamış olan keller bozulmasın diye bal dolu küpün içine koydurdu. Bu andan itibaren Abdullah’ın baş düşmanlarından kurtulmanın şerefine büyük bir şölen toy başlattı. Savran koruyucuları gece boyu düşmanının gürültülerini ve neşe içinde bağıra çağıra söyledikleri şarkı türkülerini dinlediler. Şarapla iyice sarhoş olmuş asker kale dibine gelip: “Bu gece sizin son geceniz, yarın kimse sağ kalmayacak!” diye bağırdı. Kale surları üstünde duran birisi ona kızarak elindeki oku fırlattı. Sarhoş savaşçının üstüne düşen yağlı ateşli ok onu yaktı ve kelebek gibi kendi etrafında yanarak döndü. Dünkü kanlı savaştan haberdar olmayan güneş eskisi gibi yine dünyaya altın ışıklarını saçtı. Yeryüzüne tekrar mutlu ve şen bir hava hakim oldu… İpek çadırdan Abdullah Emir de çıktı ve hizmetkarlarına emir verdi. Çok geçmeden kaleye doğru üstünde kara bir küp olan ata arabası yol almaya başladı. Arabayla birlikte el ve ayakları zincirlenmiş Latif Sultan’ı da birine sürükleterek kale surlarının dibine Kulbaba kökiltaş da geldi. Surların üzerinde Abdüllatif ve Savran Valisi Janbolat bey bulunuyordu. Yanlarında Savran aksakalları ile Kıyak ve Tuyak… El ayakları zincirli olarak sürüklenerek gelen kardeşini görünce, Abdüllatif bir an iki eliyle yüzünü kapatıp öylece kala kaldı. - Ey, akrabalarım! Yüce dağ, senin bir kusurun var, aşmaya yol vermezsin. Taşkın su, senin bir kusurun var, geçmeye geçit vermezsin. Savran şehrinin ileri gelenleri, sizlerde bir kusur var, yenildiğini anlamazsın! - diye başladı

106 İlyas ESENBERLİN konuşmaya Kulbaba kökiltaş, - yenilgi bu değil midir, Nogaylardan asker getirecek diye güvendiğiniz Babasultan ise, işte burada.. - Babasultan nerede? - Vücudu nerede mi diyorsunuz? Hepimizin gideceği kara toprakta… Ancak altın başını soruyorsanız, şu bal konan siyah küpte. Abdülsettar kardeşine bakarak: - Şu bunağın söyledikleri doğru mu, Latif Sultan, - dedi tir tir titreyerek. - Doğru.. - Duydunuz mu, akrabalar? - dedi yüksek sesle Kulbaba kökiltaş. - Artık güvenecek kiminiz kaldı? Bu sebeple kaderinize razı olun, kendi iradenizle teslim olun! Ancak o zaman yüce Abdullah Emir efendimiz hatalarınızı bağışlayacaktır. - Peki, teslim olmazsak ne yapacaksınız? - dedi Janbolat bey haykırarak. - İlk önce gözlerinin önünde şu kardeşin Latif Sultan’ı boğazlayacağım, Abdülsettar bey! Sonra zindanda börtü böceğe yem olmakta olan Tahir Sultan’ın kellesini koparacağız. Abdüllatif heykel gibi hareketsiz halini bozmadan: - Sonra? - Sonra… Bu kaleyi kuşatma altına alıp, son kişi ölene kadar toy şölen yapıp dans edeceğiz. Birden Latif Sultan zincirlerini sürükleyerek öne çıkmaya çalıştı ve tüm gücüyle bağırdı:

107 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Bizim için Savran’ı vermeyin! Abdullah Savran’ı aldıktan sonra sizleri de öldürecek. Hepimizin kanını içmeden rahat etmeyeceğine dair yemin etti. - Geri götürün, şu kaplanı! İki genç Latif sultanı yerinden kımıldatamadılar. İri kıyım asker onu diz kapağına sopayla vurarak düşürdü ve hepsi üzerine çullandılar, daha sonra onu sürüklemeye başladılar. O sürüklenip giderken hala bağırıyordu: - Bağışlarım dediğine inanmayın! Dayanın! Vermeyin! Çok geçmeden size Yesi, Sayram, Otrar, Akruk... Bütün Kazak bozkırları yardıma gelecek. Ozan Bukar Jırav buraları anlatırken dinleyenler heyecanlanmaya başladı: - Ervahlarından Allah razı olsun atalarımın! - Ölüyorlar, ama şehirlerini düşmana vermiyorlar. - Biz de onlar gibi olmalıyız! Ozan anlatmaya devam etti. Sabah güneşin doğmasıyla birlikte davullar çalarak, zurna ve borazanlar öterek, her zamanki gibi, ortalığı inlettiler. Abdullah çadırından çıktı ve eliyle bir işaret verdi. O anda en büyük “Kara Buğra” mancınığı güm diye atıldı. Bu sefer mancnıktan iri taşlar yerine, deri bir torba fırlatıldı. Onun içinde Babasultan, Tahir, Latif sultanlar ve Jalmuhammed atalığın başları vardı. Torbanın yarılıp dağılmasın diye dışı keçe ile kaplanmıştı. İçinde ayrıca Abdullah’ın kendi eliyle yazılmış “büyük küçük demeden hepinizin başlarını böyle keseceğim” diye bir mektup da konmuştu. Savran sakinleri bunları beyaz bir keçeye koyarak Abdülsettar ve Kıyak ile

108 İlyas ESENBERLİN

Tuyak baturların önüne getirdi. Bedeni olmayan bu dört başı şehir halkı saygıyla, islami kurallara göre defnetti. Babasultan hikayesi böyle bitti. Ölüleri gömdükten sonra, Nogay elinden yardım kuvvetleri gelmeyeceğini anlayan Abdülsettar akşama doğru Kıyak ile Tuyak'ı çağırdı. - Yiğitler! - dedi o, - Savran’ı çok olsa eki hafta daha savunmaya gücümüz yeter. Açlık boy göstermeye başladı… Ama düşmanın durumu da bizden iyi değil. Güzün kara soğuğu ve yağışları başlamak üzere. Onun ötesinda kış da yakın... Abdullah’ın askerlerinin çoğu sıcak yerlerden, buranın soğuğuna dayanamaz. Üstelik güzün bataklık yolda yiyecek içecek de ulaştırmak onlara kolay olmayacaktır. Güze kadar dayanırsak, Abdullah muhasarayı kaldıracaktır.. - Muhasarayı kaldırmasa ne yapacağız? - dedi Tuyak. - O zaman hepimiz öleceğiz. Üçü de bir an sessiz kaldı. Kıyak düşünceye dalıp yerden gözünü kaldırmadan bir müddet öyle durduktan sonra kaldırdı. Benim bir fikrim var. - Söyle, batur. - Direği alırsan, çadır çöker... - Öyleyse.. Sen... - O zaman uygun bir fırsat çıkmıştı... - Nasıl ? - Benim okum başkalarına göre iki misli uzağa gider. Sadece birinin “atma” demesiyle durdum. Onu, boşuna dinlemişim. Bunun için çok pişmanım... Ama şimdi Abdullah bize gökyüzündeki yıldızlardan bile daha uzak. Ona ulaşmamız

109 GÖÇEBELER II – Can Çekişme mümkün değil. Onun çadırını gözbebekleri gibi koruyorlar. Cepheye de herzaman kalkanla çıkıyor... Benim fikrim Abdullah değil, başka biri hakkında. O da Buhara ordusunun bir direği... - Kimi söyleyip duruyorsun, batur? - Tevekkel Sultan’ı... Haknazar Han’ı Yeşilgöl kıyısına kendi elimle defnettim. Han ölmeden önce bana Tevekkel hakkında bir sırrı ifşa etmişti... - Öyleyse... Sen bilirsin, batur... Genç olmasına rağmen Tevekkel’in Abdullah’ın sağ kolu olduğu bir gerçek. Üstelik Tevekkel’in soyundan gelen Kazaklar da az değil. Kıştan dolayı Abdullah’ın diğer askerleri dayanamadılar, sadece bunlar dayanaklı çıktı. Ben Tevekkel’in askerlerinden bundan dolayı çekinirim. - İzin verin, sultanım, o zaman yola çıkalım. - İzin veriyorum, iyi yolculuklar ! Aynı gece Abdullah'ın öz ağabeyi Ubeydullah'ı, onun çocuğu İsfendiyar’ı, Abdullah'ın tek oğlu Abdülmümin’i, danışmanı Hasan Hoca’yı, eğer birlikte çalışmayı kabul etmezse Tevekkel Sultan’ı da gizlice yaklaşıp öldürmeye, Savran’dan tebdil-i kıyafet giyinmiş beş gözüpek yiğit yola çıktı. Bunların gitmesiyle, daha bir süt pişirimi vakit geçmeden düşman tarafına mesaj taşıyan bir güvercin Abdülsettar’ın hanımı Aynar Sultan Bike’nin evinin penceresinden havalandı. Güvercinin boynuna bağlanan kağıttan Aynar Sultan Bike’nin babası Ubeydullah kendilerine gönderilen beş yiğidin haberini aldı. Abdülmümin, İsfendiyar ve Hasan Hoca’yı öldürmeye gelen üç kişi hemen yakalandı. O anda başları kesildi. Ancak Ubeydullah'ı öldürmeye gelen Tuyak tehlikeyi zamanında fark

110 İlyas ESENBERLİN etmiş ve kendisini yakalamaya gelenlerle çatışarak zar zor kurtulmuştu. Birçok zorluklardan sonra güç bela sabaha doğru Savran’a vardı. Hiç kimseye yakalanmadan Tevekkel’i öldürmek üzere Yesi tarafına sadece Kıyak geçti. Ama bu da önceden kendisini bekleyen askerden kurtulamadı. Tevekkel bu sıralarda Şagay Sultan’ın kontrolündeki Yesi kalesine saldırı hazırlığı yapmakla meşguldu. Eli ayağı bağlı halde Kıyak’ı Tevekkel’in önüne getirdiler. Yeni imal ettirdiği kılıcını denemek için bir kucak dalı kesmekteydi. O kılıcını elinden bırakmadan esirin yanına geldi. Gencin ne suçu olduğundan önceden haberi vardı. Şimdi esirin güçlü ve ahenkli bedenine, keskin gözlerine dikkatlice baktı. “Abdülsettar Sultan benim başımı almaya kimi göndereceğini iyi biliyormuş. Nefretle bakan tipi de korkunçmuş. Buna ben ne yaptım? Esasen, bunun sebebini bilmek lazım... Sebepsiz yere beni öldürmeye gelmemiş olmalı... Ve kendisinin yaşı da benimle aynı mı, nasıl?” Tevekkel Sultan kendisine öfkeyle bakan Kıyak’tan gözlerini kaçırmadan biraz bakıp durdu: - Adın ne? - dedi. Kıyak’tan gözünü ayırmadan: - Adım Kıyak, babam Javbasar batur!- dedi. Tevekkel gülümseyerek: - “Kötü itin adını börübasar koyarlar”, ama Javbasar∗ isimli baturu daha önce duyduysam kulaklarım bir daha işitmez olsun. Hangi boydansın? - Argunların batur kolu Altay'ım.

∗ Javbasar, Kazakçada düşman basan demektir. Ç.N.

111 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Altay’ın hangi beyinin çocuğuyum dedin? - Javbasar diye bir kulun çocuğuyum. - Peki, kaç yaşındasın? - Babam Şagay Sultan’ın üvey çocuğu Tevekkel’in doğduğu gün sen de doğdun demişti... “Üvey çocuğu” sözünü işittiğinde, birisi kalbine bıçak saklamışcasına Tevekkel bir acaip oldu. Böyle canına batan tatsız sözü o çocukluğunda da bir kere duymuşluğu vardı. Ama, o zamandan beri çok yıllar geçmişti... Anne tarafından dedesi Ebulkasım’ın evinden babası Şagay’ın ordasına geldiğinden beri böylesine canına batan bir söz kulağına gelmiş değildi... Ancak bu kulun söylediği saçmalık ne idi? O kılıcı ile Kıyak’ın bağlanmış olan iplerini kesti. - Otur! - dedi emir vererek. - Konuş ne biliyorsun! - Şu yabancı gözler gitsin... - Peki, öyleyse çadıra gir, - dedi, Tevekkel, Kıyak’a, sonra nöbetçi askerlere dönerek, - siz dışarıda kalın… Sultanın emrine uyan nöbetçiler dışarıda kaldı. Sadece tıknaz ve çatık kaşlı biri kılıcını kınından çıkararak kapının önünde durdu. İçerdeki sesler dışarıdan iyi işitilmemesine rağmen, az da olsa bazı öfkeli sözler dışardaki nöbetçilere duyulabiliyordu. Tevekkel çadıra Kıyak’ı alıp girdikten sonra, hemen söze başladı. - Peki, söyle bakalım, beni öldürmeye teşebbüs edecek kadar senin hangi kardeşini öldürdüm veya hangi yavuklunun namusuna halel getirdim? - Kazak evladı denilen kardeşimi öldürdün, Kazak kızı

112 İlyas ESENBERLİN denilen yavuklumun namusunu kirlettin! Emir Abdullah’a tabi olup kendi soydaşlarının kanını döktün. Onun için ben seni öldürmeye niyet ettim. - Soydaşlarımın kanıyla benim elim kana boyanmış değil. Babasultan’ı öldürdüysem, o da senin düşmanın! Şaraphane olayını unuttunuz mu? -Evet o öyle… Ama Babasultan, Kazak ülkesine Türkistan vilayetini savaşmadan verdi ya, Abdullah onu savaş ile almak istiyordu. O mu senin canını yakan? Hoca ve mollalar başında ağrısı olan insanı “kanı taşmış” diyerek damarlarından kan akıtarak tedavi ederler. Kazakların kanı taştığı için mi kendi halkının kanını su gibi akıttın? Elim kanlı değil diyorsun, bir çok obayı yerle bir edip, onların geçimlerini sağladığı hayvanlarını Abdullah’ın askerlerine getirip teslim ettiğinde elin kanlı olmadı mı? Babasultan’ın maiyetindeki Türkistan vilayetinin Kazak askerlerini Yılancık nehrinin boyunda kanlı bir şekilde kırdığında, iki elin birden kendi kardeşlerinin kanı ile kanlanmadı mı? Yesi’ye saldırmak istiyorsun, bununla ne elde edeceksin? Her zaman dertli olan Kazaklar değil mi? Bunun hepsini Javbasar kulun çocuğu Kıyak anladığı halde, Şagay Sultan’ın üvey evladı, Tevekkel, sen neden anlamıyorsun? Kıyak Batur’un insanı yerin dibine geçiren bu sözleri adete kamçı darbeleri gibi Tevekkel’in ruhunu incitiyordu. Tevekkel, “Şagay Sultan’ın üvey oğlu” sözünü tekrar işittiğinde yüreği yine kararmıştı. Belindeki hançerine elinin nasıl ulaştığını fark etmedi. Yine de kendini tuttu: - Tamam, eğer benim elim vatanımın kanı ile bulanmış olsa, düşmanın kanı ile yıkayıp temizlemeye hazırım, - dedi sesi boğuk bir şekilde çıkarak, - bunu sonra konuşalım. Ama

113 GÖÇEBELER II – Can Çekişme sen bir değil, iki kere benim yüzüme “Şagay Sultan’ın üvey çocuğu” dedin. Bu nasıl bir söz? Eğer yalan söyleyip iftira atıyorsan… Tevekkel cümlesini bitiremeden durdu. - Peki, sen sordun ben söyleyeyim. Bu sözüm yalansa, halkın Haknazar diye andığı Aknazar Han’ın ervahı beni çarpsın. Bu sözü o hanının kendi ağzından işittim. Benim annem adı hizmetçilere layık Koysana ise, senin ananın adı hanım sultanlara layık Künsana’ymış, - diyerek başlayan Kıyak kendisinin Tevekkel hakkında bildiklerinin hepsini anlattı. Anası Künsana’yı üvey babası Şagay’ın nasıl öldürdüğünü işittiğinde, Tevekkel hançerini sıyırıp, birden bağırdı: - Yeter, dur! - dedi. Tevekkel eşiğin önündeki nöbetçileri daha yeni farketmişti. - Eğer şimdi bir söz daha söylecek olursan… Kıyak birden durdu. Tevekkel de kılıfından çıkardığı hançerini yerine soktu. - Bu kadar sırrı bildiğin için sağ kalmamalıydın… Yine de bir seferlik bağışladım. Ama sen söylediğin bu sırrı başkalarının ağzından işitecek olursam, bana darılma! Tevekkel çabucak dışarı çıkıp “Sadık” diye seslendi. İçeriye nöbetçilerin başı uzun boylu, beyaz yüzlü bir asker girdi. - Sadık, - dedi Tevekkel - bu gence yemek ve altına da bir at ver. Gideceği yere kadar götür. Bunu senden başka hiç kimse bilmesin. - Başüstüne! Tevekkel’in gözü birden kapı önündeki nöbetçinin uzakta durduğunu fark etti. Şimdi o fısıldayarak konuşuyordu:

114 İlyas ESENBERLİN

- Bu Jarkın isimli nöbetçiyi… Bu gece yok et! - Başüstüne! Sultanın fısıltıyla konuşmasının kendisi hakkında olduğunu nöbetçi de hissetti. İçi buz kesti adeta. Buna rağmen, sır vermedi. Gece olunca, Sadık düşman esiri çıkarıp serbest bırakmaya gittiğinde, o da başka bir yoldan Savran’a tarafa at koşturdu. Sadık’ın tekrar gelip, kendisini öldürmesini beklemedi. O atını bazen dinlendirip, gece boyu dört nala sürerek Savran’daki Şagay Sultan’a vardı. Duyduklarının hepsini anlattı. Sultan dikkatlice dinledi. Kaçak asker bütün bildiklerini anlattı ve anlattıklarından dolayı teşekkür bekleyerek başını eğdiği anda tam yürek hizasından göğsüne bir hançer saplandı. Kaçak bir anda yere yıkıldı. Gövdesi yığıla kalmıştı, gözleri yerinden çıkacak gibi olmuştu. Şagay, yerinden kalkıp Jarkın’ın gövdesine saplanan hançeri aldı, yanına yaklaşan hizmetkarına: - Şunun cesedini atın buradan, - dedi. - “Birine çukur kazma, o çukura kendin düşersin” dedikleri budur. Öğleye doğru Şagay Abdullah’ın çadırına girdi. Hana yaşlı sultanın ne söylediği belli değil. Ancak, öfkeden küplere binen Abdullah’ın Tevekkel’e askerlerini gönderip yakalayıp getirmelerini emretti. Ancak, askerler onu çadırında bulamadı. Han üç gün sonra Tevekkel’in Deşti Kıpçak topraklarına kaçtığını öğrendi. Böylece güzün kara soğuğu da gelmişti. Savran’ı almaya gücünün yetmeyeceğini artık anlayan Abdullah, babası İskender’in ağır hasta olduğunu bahane ederek Buhara’ya döndü. - Halkın kararlılığı demek, işte budur! - dedi ozan Bukar

115 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Jırav. - Buhara hanının demir zırhlarla bürünmüş ünlü ordusu da çok az bir sakini olan şehre bir şey yapamamıştı. Kararlı olursan Cungarlar bile geri çekilecektir. Herkes aynı anda konuşmaya başladı: - Kararlı olacağız! - Tek kişi kalana kadar şehri teslim etmeyeceğiz! - Düşmana esir düşmektense ölmek daha iyi! Gürültülü konuşmalar bittikten sonra bir genç delikanlı: - Sonra ne oldu! - diye sordu. - Kıyak ve Tuyak baturlar tekrar Abdullah’a karşı savaşa katıldı mı? Babasultan nesilleri ne yaptı? Düşmanlarından babalarının intikamını alabildi mi? - Babasultan nesilleri değil, halk kendi öcünü Abdullah’tan bir çok kez aldı, - dedi ozan Bukar. - Babasultan hikayesi böylece bitmiş oldu. Kumkent’e yakın, Üçbaş ve Karabaş nehirlerinin kesiştiği koyda bu olaydan yirmibeş yıl geçtikten sonra sultanın küçük oğlu İshak “Babamın öldüğü mekan” diyerek camisi ile medresesi olan “Baba” isminde küçük şehir inşa ettirdi. Kendi şahsi menfaatleri için halkını kanlı katilamlara maruz bırakan Babasultan’ın adını günümüzde hiçkimse bilmiyor. Ancak Kıyak ile Tuyak’ın ismi ise halkının yüreğinde hala muhafaza ediliyor. Onların yiğitlikleri, özellikle daha sonra han olan Tevekkel zamanında dikkatleri çekmiştir… - diye anlatırken Bukar Jırav birden durdu. Çünkü, tam bu sırada kale üstünde gürültüyle patlayan top ateşleri uçuşmaya başlamıştı. - Çabuk siper alın, - demeye ancak Elçibek'in dermanı yetmişti. Halk rast gele koşuşturarak siperlerin top ateşlerinin ulaşamayacağı oyuklarına yöneldi. Elçibek de bunlardan birine girdi. - Zaten, epeydir sessiz kalmışlardı, bizleri gafil halde

116 İlyas ESENBERLİN yakalayıp vurmak istiyorlarmış! Evet, tarihin adaletsizliği tekrarlanıyordu. Bir zamanlar Savran kalesine Cengiz Han’ın taş fırlatan silahları, Abdullah Han’ın Ruhadi adlı ustasının imal ettiği “Kara Buğra” buharlı mancınıkları koyun büyüklüğünde taşlar fırlatsa, bugün Cungar ordusunun İsveçli astsubayı Renat ile Çinli ustaları tarafından dökülen çelik toplarının kurşun gülleleri yağmur gibi yağmakta. Eski zamanlarda bu kaleye tokmak yeleli bodur atlar binmiş Cuci’nin askerleri tozları havaya kaldırarak saldırmışsalar, bugün o atların yürük nesline binmiş Cungar düşmanları saldırıya geçti. Hepsinin de amacı aynıydı: şehrin altını üstünü getirip sakinlerini kırmak, oğlunu kul, kızını cariye etmek! Peki, bu kadar hınçla hücum etmeleri için, onlara Türkistan’da kendi kendine sessiz sakin yaşamakta olan bu çalışkan halk ne yapmıştı ki? Tek suçu ekinini ekip, bahçesini sulayıp, kendi başlarını yaşamak istemeleri mi? Evet öyle… Bu güçlülerin kuralı; insanı insanın kırması gerek; insanı insanın köle etmesi gerek. Güçlü güçsüzün yerini, malını gasp etmenin, güçsüzün namusunu ayaklar altına almanın peşinden koşar. Onun için Sıban Raptan, sefere çıktı, onun için vahşi kurdun ardına düşen aç yavruları da güçleri yettiğinde Kazakları bir koyun gibi kırıp, sıcak kanını kana kana içmeye sabırsızlanıyorlar. Top gülleleri kale üstüne gelerek durmadan patlamakta. Dışarı çıkılacak gibi değil. Elçibek sur deliklerinden şehir dışındaki bozkırlara baktı. Naralar atarak gelmekte olan düşman süvarilerini gördü. Bazı askerler uzun uzun merdivenleri taşıyarak yan yana gelmekteydi. Elçibek düşmanın düşüncesini birden anladı. Oklardan başlarını kaldıramayan şehir muhafızları siperlerinde

117 GÖÇEBELER II – Can Çekişme sıkışık vaziyette beklerken, Cungar askerleri merdivenlerini sur duvarlarına dayayarak kaleye çıkmaktı. Top ateşini kalkan olarak kullanarak saldırıya geçmeyi Cungarlara Renat öğretmişti. Bu bir Avrupa taktiğiydi. - Dikkat edin! - dedi. Elçibek bağırarak. - Top ateşi durduğunda düşman surlara tırmanacak! Acımayın! Bir tane bile düşman kale duvarının üzerine çıkmasın! Top ateşi birden kesildi. Kale duvarlarına merdivenlerini dayayan Cungarlar şimdi karınca sürüsü gibi yukarıya doğru çıkmaya çalışıyorlardı. Tarih sadece kötülüklerini değil, iyiliklerini de tekrarlamalıdır. Cengiz Han, Muhammed Şeybani, Abdullah dönemindeki gibi Savran askerleri bir daha büyük kahramanlıklar gösterdi. Düşmana karşı fitilli tüfek, gürz, mızrak, kılıç ve ok gibi silahlarla beraber taş, kazan, tencere gibi ele geçen her türlü eşya kullanıldı. Hiçbirini kale üstüne çıkarmadı. Koruyucuların kahramanlığına dayanamayan Cungarlar kale dibine çok sayıda ölü bırakarak geri çekildiler. Ancak o zaman ozan Bukar kendisine yakın mesafede sur üstünde, karnına düşman mızrağı saplanmış Navan ustayı gördü. Koşarak yanına gitti. Mırzağı çıkarmak istedi, ancak mos mor olan usta onun elini itti. - Dokunma, - dedi sesi zor çıkarak, - nasılsa öleceğim. Pişman değilim… Cungarların en az yirmisini ortadan kaldırdım, biliyorum. Ah zalim dünya, sohpetinizin tamamamını dinleyemeden gidiyorum... - Elçibek’e baktı. - O geride bıraktığım tek evladıma söyle: baban atalarının yolundan ayrılmadı, de … - Bunları söyledikten sonra Navan usta birden son nefesini verdi.

118 İlyas ESENBERLİN

Cungarlar o günde, gelecek günlerde de bu taktikle bir çok kere saldırılarda bulundu. Ama kaleyi teslim alamadı. En sonunda kara soğuk başladığı zaman Savran’ı bırakıp Yesi’ye dönmeye mecbur kaldılar. Bukar Jırav da bu olaya hasrettiği “Taş Kale” isimli destanını dünyaya getirerek obasına döndü. Ah, ne yazık ki, asil miraslarını muhafaza etmeyi alışkanlık haline getirmemiş konargöçer halk bu değerli eseri de bize ulaştıramadı. Gelecek yazı bekleyen Batur Bayan’ın yiğitleri de bu sefer memleketlerine dönemeden Ebu’l Hayr Orda’sında kışladı. Kabanbay Batur ile Cevher, Küçük Cüz topraklarında evlendiler. Bunlar düğün masraflarını fırtınalı gecede düşman malını elde ederek karşıladılar. Kazakların eski ata yurdu Yedisu ve Sirderya boyundaki nice şehrini, nice bozkır topraklarını Cungarlar işgal etmiş, kendi halindeki Kazaklar topraklarını kitleler halinde terk edip göç etmeye mecbur kalmışlardı. Bu, tarihteki meşhur “Aktaban Şubrındı, Alkaköl Sulama” (Ayak Tabanları Şişti, Alkagöl Sulama) isimli olay idi. Bunun ardı sıra şiddetli fırtına, soğuk ayaz ve ilikleri donduran bir kış başlamıştı. Sanki tüm yeryüzünün ejderhaları Sirderya boylarına toplanmış, ağzından karlar fışkırtıp ıslık çalıyormuş gibi fırtına bir gün olsun dinmedi. Düşene yumruk dedikleri gibi, yedi akrabalı kıtlık da geldi. Haramdan toplanan aş olmaz derler. Halkı ağlatarak toplanan Kazakların hayvanlarına ot yetmediği için binlercesi kırılmaya başladı. Cungarlar tüm ganimetlerini kaybettiler. Kazaklaran bu sene başından geçirdiklerini kağıda dökmek, ifade etmek mümkün değil. Tüm bunlara rağmen çok savaşlar görmüş batur halk bu felaketten de tamamen yok olmadan zar zor da olsa sağ salim çıktı.

119 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Cungar katliamından Kazaklar ancak iki yıl geçtikten sonra kendine gelip saldırgan düşmana karşı durabilecek seviyeye geldi. İlk zaferi Kişi Cüz’ün Taylak Batur’u ve onun yeğeni Büyük Cüz’den Oşaktı uruğundan Sanırak Batur getirdi. Bunlar Bulantı ile Bölenti nehrinin ortasındaki “Kara İnek” adlı yerde Cungarların kalabalık ordusunu göğüs göğüse çarpışmalarda ağır bir yenilgiye uğrattılar. Çok sayıda Cungar burada öldü. Cungarlar ile Kalmukları bir gören Kazak “Kara İnek” yerine şimdi “Kalmuk Kırılan” diye adlandırmaya başladı. Bu zafer Kazak halkının ruhunu yükseltti, intikam almaya cesaretlendirdi. Bir sene geçtikten sonra, büyük bir savaşta halkın “Sabalak” diye isim koydukları on sekiz yaşındaki deveci “Abılay!”, “Abılay!” diyerek naralar atarak düşmanları kaçırdığı için tüm halk arasında “Abılay” isimiyle meşhur oldu. Ancak o zaman Ebu’l Hayr Han bu Abılay’ın bir zamanlar Bukar Jırav ikisi keşif gezisindeyken karşılaştıkları Töle Bey’in devecisi Ebu’l Mansur olduğunu fark etmişti. Bu dönemden itibaren Kazaklar güç birliği ederek birleşip Cungarlara karşı mücadeleye başladılar. Üç cüzün ordusu düşman ile ilk olarak Balkaş gölünün güneyinde Alagöl’ün civarında Han dağı denilen yerde karşılaştı. Büyük Cüz Hanı Bolat ve tüm Kazak askerlerinin komutanı Küçük Cüz’ün Hanı Ebu’l Hayr büyük bir zafer kazandı. Şuno Dabo komutasındaki kalabalık Cungar yenilerek İli nehri boyunca doğuya doğru kaçtı. Bu zaferi Kazaklar daha sonra, Cungarlar “anırağan”, yani ağlayan, inleyen manasında “Anırakay” zaferi olarak isimlendirdiler. Alagöl kıyısında çarpışmaların olduğu bölgedeki tepe, vadi ve

120 İlyas ESENBERLİN geçitlere “Ebu’l Hayr”, “Sumkayttı”∗, bu daha sonra “Sunkayttı” olarak değişen adlar verildi. Ama Kazaklar bu zaferi büyütemedi. Bu çarpışmadan sonra Bolat Han vefat etti ve Büyük Cüz’de han seçilmesi durumu ortaya çıktı. Türk ve Moğol gelenekleri göre, “Büyük Orda” hanı olmaya sadece hanın büyük hanımdan doğan çocukların hakkı vardı. Kazak halkı bu geleneği tam uygulamaktaydı. Ebu’l Hayr ise Janibek Han’ın diğer hanımlarından doğan nesilllerindendi. Bu sebeple halk Büyük Orda hanı olarak Bolat’ın oğlu Ebu’l Mambet’i seçti. Bunu gurur meselesi yapan Ebu’l Hayr öfkelenerek tüm askeri ile savaştan çekildi. Kendisinin ordasını artık o Kazalı şehrinden Torgay boyundaki Argun Kıpçakların baş baturu olan eniştesi Şakşak’tan çıkan Koşkar oğlu Janibek’in yaşadığı bölgeye komşu Irgız nehrinin boyuna taşıdı. Bolat öldükten sonra kendisini Orta Cüz’ün hanı gören yetmiş beş bin ata sahip Sameke de kalabalık askerleri ile Arka bölgesine gitti. Sapsarı bozkırlar bir ceset gibi ürkütücü, mezarın içi gibi kuru soğuk. Kızgın yel bozkırların kumlu toprakları getirip yüze çarpıyor. Ucu bucağına gözün erişemediği sarımtırak çölün kıyısındaki düzlükte rüzgârın savurup getirmiş olduğu insan kafatasları yatmakta. Çok eski devirlerde ölenlerin başları, çene ve burun kemikleri parça parça olmuştu. Bunlar belki de, Cengiz Han noyanları, ya da Ebu’l Hayr baturlarının öldürdüğü askerlerin kemikleriydi. Bu bölgede konar göçer hayat süren Kazak obalarını talan eden Kalmuk cellatlarının esir ettiği kimselerin başlarının da olması ihtimaldir. Kimin

∗ Sumkayttı, Kazakçada zalim döndü, kötü döndü manalarına gelir. Ç.N.

121 GÖÇEBELER II – Can Çekişme olursa olsun, sonuçta eski dönem mezalimlerinin kalıntılarıydı. Bu başların yanında başka yabancı başlar da görünüyordu. Bunlar henüz güneşte yanmış ve yağmurla yıkanmamıştı. Hiç şüphe yok ki, Cungarların katlettiği insanlarındı. En kötü ihtimalle, önceki sene vuku bulan kanlı olayların tanıklarıydı. Üvey anne gibi kararmış gökyüzüne, ozan Bukar Jırav endişeyle baktı. O bugün yolculuğuna yalnız çıkmıştı. Bazen böyle yalnız yolculuk etmek ozanın alışkanlığı haline gelmişti. Kendi kendisiyle sohbet ettiği yalnız anlar sağa sola istediği gibi bakmaya da uygun, gelecekte olacakları tahmin etmeye de elverişli. Sarı bozkırlar ise, üstündeki toprakları rüzgârın uçurduğu insan kemiklerini önüne sererek, rüzgârla birlikte halkın uzak geçmişine ağıt yakarak ozanın yüreğinin sakinleşmesine imkan vermiyordu. Karanlık çökmeye başladı. Ozan Bukar ay doğana kadar kısa bir şekerleme yapmak amacıyla atını bağladı, eyerini yastık, minderini yatak gibi döşedi ve saksaulun dibine uykuya yattı. Ancak uğultu çıkararak esen rüzgâr uyku vermedi. Ozan şimdi yüz üstü döndü, tam üstündeki kara kazan gibi kapaklanmış kap kara gökyüzüne bakarak yatıp halkı hakkında tatsız düşüncelere daldı. Eski zamanda yaşamış eski cetlerinin yazma ve çizme işaretleri çoktan unutulmuştu. Sadece halkın hafızasında onların üzüntülü arzuları kalmıştı. Kim bilir, belki halk bunu da unutur muydu, bilinmez. Ama bunları çenesi düşük ozanlar unutturmamıştı. Böylece milletin tarihi nesilden nesile aktarıla gelmişti. Halkın ozanları baş tacı edip hürmet göstermesinin bir sebebi de, belki de, bundandı. Ozan Bukar da bunlardan biri. Savran şehir savunması hakkında yazdığı “Taş Kale” destanı daha sonra bir çok nesillere ulaştı. Bu destandan nesillerin

122 İlyas ESENBERLİN

öğrendiği bir şey: Cungar saldırıları başlamadan önce Rus tüccarlarının getirip sattığı silah, barut ve mermiler Savran kalesini düşmana teslim edilmemesine sebep olmuştu. Eğer o silah, barut ve mermiler Kazaklara zamanında daha fazla satılmış olsaydı, Cungar topları kendi halinde yaşayan halkı perişan edemezdi. Ah ne yazık ki, hayırlı işlerin çoğu, zamanı geçtikten sonra ele alınır. Cungar saldırılarına cevap verebilmek için öncelikle halkı birleştimek gerek. Onun için bu halkı bölüp parçalayıp kendi menfaatleri doğrultusunda yönetmek isteyen, tüm arzusu han tahtına çıkmak olan çok sayıdaki sultan, bey, acımasız ve gözü pek güçlüleri tamamen kısıtlamak gereklidir. Bunu yapacak olağanüstü kabiliyet hangi yiğitte bulunur? Bukar Jırav birden başını kaldırdı. Onun gözü önüne Töle Bey’in genç devecisi, yırtık çuha elbisesiyle Ebu’l Mansur geldi. Hayır, şimdi o Ebu’l Mansur değil, Abılay. Ve şimdi bu, deveci değil, bütün Kazak bozkırlarında namlı bir genç sultan. Evet, onun ilk davranışları da Cengiz Han nesillerine uygundu. Kendisini kulluktan kurtaran Oraz kulu boğazını kesip öldürdü. Sonra büyük işler yapacağını anlatmak ister gibi, annelerin çocuklarını susturduğu kaniçici dedesinin lakabını aldı. Ozan Bukar tekrar bir iç çekti. Böyle acımasız dönemlerde bu Abılay gibi gaddar bir insanın halkın yöneticisi olması, belki de, doğru da olabilir?.. Kuşun bile uçarak geçemeyeceği sonsuz genişlikteki sarı bozkırlarda halkın kanı engin bir deniz gibi tekrar akacak görünüyor! Kazak halkının önünde sadece tek bir yol var. O da kanlı cephede eski zamandaki cetleri gibi korkmadan çarpışması. Bu çarpışmada ya can verecekler, ya da halk olarak

123 GÖÇEBELER II – Can Çekişme yaşayacaklar ve millet vasıflarını koruyacaklar. Başka yol yok. Geçenlerde Ebu’l Hayr Han’ın ricası ile ozan Bukar, Haknazar dönemindeki Ak Orda tarihini anlatmıştı. O zaman fark etti ki, Küçük Cüz hanı kanlı savaş cephesindeki halkın var olma, yok olma mücadelesinden ziyade, han tahtının çevresindeki çekişmelere daha fazla önem vermiş. Dün ise jırav Navan ustanın arzusu ile, Savran kalesinin geçmiş zamanda nasıl korunduğunu anlattığında, topluluk halktan çıkan Kıyak ile Tuyak baturların mücadelelerini büyük bir ilgiyle dinlemişti. Ozan Bukar’ın anladığına göre, han, sultan ve beylerin ilgisini çeken tarih var, bir de halkın ilgisini çeken tarih varmış. O halkın kendi tarihi, kendi içinden çıkan, milleti ve vatanı için mücadele eden kahramanların yiğitlikleri.

124 İlyas ESENBERLİN

İKİNCİ BÖLÜM

I Kazak ülkesinin batı tarafında tam şimdi gözle görülür, elle tutulur herhangi korkunç olaylar olmamakla birlikte, kuzey tarafta kaderine önemli etkileri olabilecek olaylarla doluydu. Ucu bucağı olmayan Sibirya topraklarını eskiden beri hayvancılık ile uğraşan, balıkçılık ve avcılığı kendilerine meslek edinen Türk ve Moğol asıllı göçebe halklar yurt edinmişti. Fakat bunlar hepimizin bildiği Göktürk Kağanlığı’ndan sonra herhangi bir devlet kuramamışlardı. Bu yüzden, o tarafa sadece uruğlar içindeki savaşlar sebebiyle çıkan yenilgiye uğrayıp kaçan Kazaklar değil, kendi ülkelerinde zulüm gören Kazan, Astrahan hanlıklarının, eski İdil boyu ile Başkurt, Tatar beylerinin her türlü adamları da kaçıp gelmişti. Oraya sığınak olarak gören kul Tölengitler, hangi milletten olduklarını bilmeye imkan olmayan çeşit çeşit göçmen mahkumlar, Rus zenginleri ve prenslerinin baskılarına dayanamayan Rus gençleri Sibirya topraklarına gelip yerleşmişti. Bunlar yetmiyormuş gibi, Rus çarının zulmüne tahammül edemeyen bazı Rus köylüleri çoluk çocuklarıyla Ural dağlarını aşarak, insan ayağının daha önce hiç basmadığı Sibirya’nın tenha bölgelerine kitleler halinde göçmeyi alışkanlık haline getirmişlerdi. Son zamanlarda çarların adaletsiz kanunlarıyla haksız yere cezaya çaptırılanlar, jandarmalarının sopalarının acısı etinden geçip kemiğini sızlatan mazlumlar da buraya kaçar olmuştu. Bunlar çeşitli

125 GÖÇEBELER II – Can Çekişme milletlerdendi, ama çabuk kaynaşmışlardı. Hepsi birleşip kendilerine Kazak∗ diye isim koyup geçimlerini sağlamaya başlamışlardı. Bunlar eski Kazak halkının adını alıp kendilerinin de o savaşçı göçebe halk gibi hiç kimseye boyun eğmeden hür bir şekilde hayat süreceklerini ima etmek istiyorlardı. Onların askeri düzeni de Kazakların eski dönemdeki sadece kendi baturlarına baş eğen adetlerine benziyordu. Böyle, herbirinin kendi atamanları olan onlarca, yüzlerce askeri birlikler göçebe halkların beyleri gibi komşularının malını talan edip zengin tüccarların kervanlarını soyuyorlardı. Bazen de, birbirleriyle çarpışarak uçsuz bucaksız bu topraklarda akıllarına eseni yapıyorlardı. Ancak, bunlar eski göçebe halklar ile ilişkiler tesis ederek zamanla yerleşik hayata geçmeye başladı. Böylece Sibirya çok erken dönemden itibaren büyük Rusya’nın bir parçasına dönüştü. Daha sonra Rus çarı bunlardan faydalanmanın yollarını keşfetti. Ucu bucağı olmayan Sibirya topraklarını askeri güçle yönetmenin zor olduğunu anlayan çar bu korkusuz, kan dökücü Kazaçi silahlı birliklerini kendi siyasetinde kullanmak istedi. Bunlar sayesinde bütün Sibirya’yı kendi egemenliğine katmak amacındaydı. Şimdi onları sınır güvenliği için de kullanmaya başladı. Bu sırada bütün Sibirya bölgesinde Strogan diye kişinin namı yaygındı. Bu Sibirya topraklarını çara sömürmesi için veren tüccar Stroganov’un adıydı. O bütün Sibirya sınırlarında ticaret şehirlerini ve depolarını inşa etmeye girişti. Bu depoları ve her tarafa gönderdiği ticaret kervanlarını korumaya

∗ Bunlara Kazaçi, Kozak (Cossack) da denmektedir. Ç.N.

126 İlyas ESENBERLİN

Stroganov sadece Kazaçi birliklerinden faydalanmadı, komşu Kazak obalarından çok sayıda genci ücretle kiraladı. Bu Kazak gençleri Sibirya tüccarlarına Kazak ülkesinin at, koyun, yün ve derilerinin ilk satıcıları oldu. Elbette Rusya sınırındaki ticaretle uğraşanlar Kazak ülkesinin ürünlerini çok ucuz fiyata aldılar. Ancak bu ticaret bozkır halkına sadece Buhara, Hive ve Ürgençlere değil, kendisi ile sınırdaş olan Rusya ülkesine de kendisinin ihtiyaç fazlası malını satmasına imkan verdi. Bu ticaret ile Kazak halkının Rusya ile ilişkileri de başlamış oldu. Cungar ordusunun Kazak ülkesine girmesi yalnız Kazak halkına değil, onunla komşu ülkeler için de kötü olmuştu. Sibirya şehirlerinde soğuk rüzgârların etkisi hissedildi. Kırgızlar dağ aralarına kaçmaya mecbur kaldı. Karakalpaklar sıkışıp Kazakların kaçan obalarına yerleşim yeri verdi. Cungarlar artık Taşkent’ten bu tarafa da gelir diye endişe eden Özbeklerin de huzuru çoktan kaçmıştı. Özellikle bu durum İdil boyundaki Kalmuklara kötü oldu. İdil ile Yayık boyundaki Kazakların otlaklarını almayı hayal eden Kalmuklar, Cungar saldırılarının başlangıcında Kazakların Oyratlardan yenilmesini istiyorlardı. Ama bu istekleri gerçekleşmedi. Cungarlardan geri çekilen Kazaklar hayvanlarına otlak arayarak şimdi İdil ile Yayık nehrinin boylarına doğru yönelmişlerdi. Öte yandan Rusya siyasetçileri güneydoğu tarafındaki Kazakların engin bozkırlarında meydana gelmekte olan olayları dışardan izlemekle yetiniyorlardı. Rusya’nın bu dönemdeki tavrı diğer dönemlere göre çok farklı oldu. Onun her bir hareketinde sabır, bekle ve gör politikası yatmaktaydı. Elbette, Kazak ülkesinin başında kara bulutların dolaştığı zor ve sıkıntılı dönemde, doğudan Cungar ordusu, batıdan İdil

127 GÖÇEBELER II – Can Çekişme boyundaki Kalmuk noyanları, kuzeyinden Başkurt beyzadeleri, güneyinden Orta Asya hanları Kazak bozkırlarını param parça ederek bölseler de, Rusya gibi büyük bir devlet kendisinin aslan payını diğerlerinin elinden her zaman gasp edip alma gücüne sahipti. Şimdi bunun sırası geliyordu. Şüple yok ki, I. Petro’dan önceki Rusya çarlarından hangisi olsa da, aynısını yapardı. Ancak I. Petro’dan başlayarak Doğu işlerindeki Rusya siyaseti farklı bir biçimde geliştirilmeye başlandı. Bu derin ve uzak bir siyasetti. Onun bir çok kararları dört okyanusun kıyılarının hepsine egemenliklerini ulaştırmış olan diğer büyük devletlerin politikaları ile kesişmeye başlıyordu. Bu sebepten Rusya Asya’nın kalbi Orta Asya’daki hareketlerini şimdilik dostluk ilişkileri ile ticareti geliştirmeye hasrederek ileride vuku bulacak olayların doğal sonuçlarını beklemekte idi. Ama bu siyaset Kazak topraklarını işgal etmek isteyen Cungar saldırılarını sona erdirmiş değildi. Kazaklar batıdan da, doğudan da doğrudan yardım alamadı. Sadece kendi gücüne güvenmek zorundaydı. Bögenbay Batur çok düşünceliydi. O oba dışına çıkarak çok yürüdü. Şimdi, işte bir tepelikte oturuyor. Onun aklından çok şeyler geçiyor, gözünün önünden Cungar saldırıları başladıktan sonraki sayısız çarpışmaların biri gelip, biri gidiyordu, özelikle Şuno Dabo Noyan ile kendi arasındaki çarpışma zihninden hiç çıkmıyordu. … Bir tepenin üstünde çıkmış ulu çınar gibi sarsılmaz Bögenbay atının başını geri çevirdi. Altındaki göğsü kapı gibi geniş kahverengi iri aygır hızla döndü ve ayağının altındaki kumda geniş çukurlar açarak tekrar dört nala koşturdu. Deve gibi büyük ak, boz teke yamut atına binmiş Şuno

128 İlyas ESENBERLİN

Dabo Noyan da atının başını çevirmişti. O da atıyla dört nala koşturmaktadır... Bögenbay ile Şuno Dabo’nun atları üzengileri hizasında yaklaştığında, ellerindeki buzağı baş kara topuzlarını birbirlerine tekrar salladılar. Bu sefer topuzların demir başları birbirlerine tam isabet etti. Acımasızca tüm güçleriyle vuran iki baturun şiddetli vuruşlarından ötürü topuzları başlarından koparak yere düştüler. Atlarının başını tekrar çevirip, iki batur birbirine karşı yine yöneldiğinde, bunların ellerinde bu sefer güneşin ışıklarıyla bir parlayıp, bir sönen uzun çelik kılıçları vardı. Üzengi üzengiye gelip kılıçlarını aynı anda kaldırıp vurdular. Fakat keskin saf çelik kılıç her ne kadar kana susamış olsa da, iki baturun vücuduna değmedi. Kılışlar birbirlerine çarparak geçip gittiler. Baturlar atlarının başını döndürerek tekrar koşturdular. Bu sefer onlar ak köpükler saçan, sırıl sıklam ter olan yürük atlarının oldukları yerde çepe çevre döndürerek uzun bir süre kılıçlarıyla vuruştular… En sonunda kılıçlarının yüzleri eğrilerek ikisi de dövüşten vaz geçtiler. İki batur daha ilk karşılaşmalarında ok atmışlar, mızrak atmışlardı. Oklarının temrenleri zincir halkalı zırhlarını delemedi. Attıkları mızraklarının ise çelik kalkanlarına değen uçları eğrilerek yere düşmüştü. Böylece birbirlerini üstünlük sağlamayan inatçı dövüşler iki süt sağımı kadar devam etti. Kendileri de iyice bitkin düşmüş ve su gibi terlemişlerdi, atları da artık yorulmaya başlamıştı. Şimdi bunlar atlarından indiler ve birbirlerine hançerleriyle ayakta mücadele etmeye karşı karşıya geldiler. Eşit güç bu seferde de birbirbinine üstünlük kuramalarına izin

129 GÖÇEBELER II – Can Çekişme vermedi. Kollarındaki acı kuvvetle birbirlerinin bileklerinden kavrayıp şiddetle sıktıklarından dolayı avuçlarından hançerler de kayıp düştü. Bunun üzerine kucak kucağa silahsız dövüşmeye başladılar. Ayak topuklarına kadar gelen yumuşak kumların üzerinde birbirlerini çelme de taktılar, kaldırıp yere de vurdular, bunlardan da bir şey çıkmadı. Dişe diş gelen büyük güçler birbirine üstünlük kuramadı. Güneş doğarken teke tek çarpışmaya başlayan iki savaşçı kurt öğleye doğru ancak iyice yoruldukları için birberlerinden ayrılarak kumların üzerine sere serpe halsiz yattılar.Birbirlerini yenemeyeceklerini anlayan iki batur tekrar er meydanına çıkmadılar. Yerlerinden sallanarak kalkıp, az ileride duran atlarına doğru giderken, anlaşmış gibi, ikisi de aynı anda durup arkalarına baktılar. - Bögenbay Batur, - dedi Şuno Dabo, - teke tekte dövüşmeyi denedik, ikimizin de niyetimiz temiz. Bundan sonra, kim bir fırsatını bulursa, o diğerini öldürür. Dikkatli ol, gaflete düşme! - Tamam, sen de hayata daha doymadan gittim, deme! Bundan sonra ikisi de atlarına binip biri gün doğusuna, diğeri kuzeye doğru gittiler. Bu ikisi arasındaki düşmanlık genç Şuno Dabo’nın Kazak iline ilk saldırıya çıktığı dönemde başlamıştı. O zamandan beri bunlar bir çok savaşta yüz yüze geldi. Ama birbirini yenemediler. Doğuştan sahip oldukları muazzam güçleri ve öfkeli intikam duygusu sonunda bunları teke tekte karşı karşıya getirdi. Ama bu da rekabeti neticelendirmede bir sonuç vermedi. Bununla birlikte, bu iki düşman batur beş yıldan sonra tekrar karşılaştılar. Arıs ile Badam nehrinin arasındaki bu

130 İlyas ESENBERLİN engebeli çalılıklı geniş bozkırlar üç cüzün atlı süvarileri ile dolmuştu. Badam nehrinden beş kilometre mesafedeki “Orda Başı” diye adlandırılan tepenin üstünde Kazak askerlerinin komutanı ak boz atlı Ebu’l Hayr duruyordu. Önü de, arkası da gözün görebildiği yere kadar avucun içi gibi rahatça görünüyordu. Güney tarafında kara bulutlar gibi toplanmış Cungar askerleri. Hepsinin önünde Şuno Dabo Noyan’ın kendisi. Dağ eteğinde de deve gibi büyük cüsseli kara boz bir küheylana binmiş Bögenbay. İki gözü askerinin önünde yürüyen Şuno Dabo’da. Öğleye doğru davullar vuruldu. İki taraf aynı anda hücuma kalktı. Bu sefer savaşa otuz bin kadar düşman katıldı. Savaş beş gün kadar sürdü. İnsan kanı tekrar su gibi aktı. Yine çok sayıda ana evlatsız, çok sayıda çocuk babasız kaldı. Bu Anırakay’dan sonraki en büyük savaştı. Kazaklar bu sefer de Cungar askerlerini bozguna uğrattı. Gün doğumuna karşı Cungar askeri Badam nehrinin diğer tarafına kaçtı. İşte bu arada Bögenbay ile Şuno Dabo yine karşılaştı. Bunların bu seferki karşılaşması uzun sürmedi. Rakibinin zayıf yönünü keşfeden Bögenbay Cungar noyanının tam koltuğunun altınan mızrağını saplayıverdi. Çünkü, onun zırhının koltuğunun altının zırhı inceydi. Ucu çok sivri olan çelik mızrak Şuno Dabo’nın göğsünden çıktı. Noyan atının üstüne devrildi. Yere düşecek gibi olduysa da, sahibinin dizginlerini bırakmasından kötü bir durum olduğunu hisseden kara aygır bol sulu ve köpüklü Badam nehrine girdi. Koltuğundan çıkan al kanı atın yelelerini boyayan Şuno Dabo birden kendine geldi. Nehrin diğer kıyısına yaklaşmıştı. Onun gelmesini beklemekte olan kardeşi Kalden Seren’i gördü. Elinde demir bir gürz. Şuno Dabo can havliyle atının başını

131 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

çevirmek istedi. Ama o anda şuurunu tekrar kaybetti. Altındaki aygır iki ayağını güçlükle toprak parçasına atarak kıyıya çıktı. O anda Kalden Seren de demir gürzü ile Şuno Dabo’nun tam alnının ortasına iki eliyle var gücüyle vurdu. Kafası param parça olup beyni etrafa saçılan noyanın bedeni at üstünden kayarak gümüş dalgalar üzerine düştü. Köpükler saçarak akan azgın sular sağken ele geçiremediği Kazak topraklarına şimdi noyanın ölüsünü getiriyordu. - Git! Git! - dedi Kalden Seren berrak suyu kızıl kanlara boyayarak akıp giden cesedin arkasından gürzünüz sallayarak, - şimdi altın tahta göz dik bakalım! Sonra da gün doğumuna doğru atını dört nala sürdü. Nehirin kıyısından biraz uzaklaşmıştı ki, karşısına başka bir noyan çıktı. - Şuno Dabo bahadırı görmediniz mi dedi? - diye sordu o. - Onun atı ordunun peşinden dört nala gitmekteymiş… Düşmanlar öldürmüş olmasın. - Ölmüş olsa duyulurdu, - dedi Kalden Seren. - Atı boş gidiyorsa, o zaman kendisi Kazakların arasında kalmış olabilir… Kalden Seren arkasına dönüp bakmadan atını sürüp gitti. “Şuno Dabo Kazak ülkesinde kalmış” şeklindeki efsane işte böyle doğmuştu. Bögenbay Batur halkının kanını su gibi döken düşmanından, Kalden Seren ise Cungar tahtına rakip akrabasından böylece kurtulmuştu. Tepe başında oturan Bögenbay’ın aklına şimdi ozan Bukar Jırav’ın anlattığı bir hikaye geldi. “Bu bizim Bukar gerçekten bir evliya, yahu!” diye düşündü içinden. O daha “Ayak

132 İlyas ESENBERLİN

Tabanları Şişti” döneminde bile “Biz Cungarları en sonunda yeneceğiz” demişti. İşte söylediği çıktı. Şuno Dabo’nun öldüğü çarpışma gerçekten de Cungar saldırılarılarının Kazak ordusundan etkili bir geri püskürtme almasının başlangıcı olmuştu. Tavke hanı kendi gözleriyle görmüş olan ozan Bukar bir gün seferden dönerken hana: - Aklında olsun, yerle bir edeceğim diye masum bir halka hücum eden düşman, her zaman orada ecelini bulur. Halkının desteğini almayan adaletsiz savaş nihayetinde Cungar hanının mahvı ile bitmelidir. - Sıban Raptan’ın bu saldırısını kendi halkı desteklemiyor mu? - Destekleseydi, savaştan ganimet almak üzere çoluk çoğunu peşine takıp bütün Cungar bu tarafa göçmez miydi?.. Kazak topraklarına hanların emriyle sadece askerleri geldi… Ama işgalci asker ne kadar heybetli olursa olsun, yabancı bir diyarda uzun zaman kalamaz. Halkın taraf olmadığı savaş her zaman saldırganların mahviyeti ile bitmiştir. Bu, tarih kuralıdır. Ah ne yazık ki, halka önderlik edenler o tarihi dersi unuturlar. Başkalarını bir tarafa bırakalım, Kazak hanlarının bazıları başkasının topraklarını ele geçireceğim derken, kendisi o topraklarda ölmüştür. - Siz kimden bahsediyorsunuz? Bu eski çok devirlerde olmamışsa, kendimi bildim bileli Kazak askeri yabancı bir halka saldırdı diye duymuş değilim. - Duymamışsan, ben söyleyeyim de, dinle. Bögenbay torbasını dirseklerinin altına yerleştirerek, yanlamasına yattı. Bu hikaye Cungar ordusuna karşı çıkılan

133 GÖÇEBELER II – Can Çekişme büyük bir sefer ile alakalı. Jırav Haknazar Han öldükten sonraki dönemde olanları anlatmaya başladı. - Yiğit yoldan çıkmadan, halk yoldan çıkarsa engin gölün kurumasıdır. Halk yoldan çıkmadan, yiğit yoldan çıkarsa, ulu çınarın devrilmesidir. - diye söze başladı Bukar Jırav Kazakların büyük tarihinin bir bölümünü anlatmak için. - Eğer ulu çınar devrilirse, ağaç yerine ağaç yetişir. Büyük engin gölün kurumuşsa, neyle doldurursun içini? Yiğit bozulsa da, halk bozulmasın. Bozulanı düzeltir. Düzelmeyeni yerle bir eder. - Tevekkel Sultan Abdullah Han’dan kaçtıktan sonra, - dedi o sözünü devam ettirerek, - doğru Talas nehrinin boyundaki Duvlatlara varmış. Burada Esim Sultan’ın annesi, Şagay’ın kendisiyle gitmeyen ilk hanımı Balgayım Bike’nin obası vardı. Daha sonra oradan Tevekkel karısının akrabaları Karaspan’daki Kıpçaklara gitti. Oradan Sarayşık’a yol aldı. Burada Kazakların leviratus geleneğine göre, Haknazar’dan ayrılmakla beraber hala güzelliğini kaybetmemiş olan Aktorgın’ı eş olarak aldı. Nihayette Balgayım Bike’nin nüfuzu altındaki Yedisu’nun kuzeyindeki Büyük Cüz uruğları ile Nogay, Kıpçak, Konurat beylerinin destekleri sayesinde üç yıl sonra Büyük Cüz tahtına han olarak oturdu. - Kazak halkı Tevekkel’in geçmiş hatalarını bağışladı ve Büyük Cüz etrafında toplanmaya başladı, - dedi Ozan Bukar. - Çünkü ona hepsini bir araya toplayacak bir önder lazımdı. Vadiyi sel bastığında veya ormanda yanğın çıktığında kurt ile koyun, geyik ile aslan afetten kurtulmak için birlikte kaçarlar. Kazaklar o zamanda işte bu haldeydi. Etrafını saran düşmanlardan kurtulmanın, yine tek yolu birlik olmaktaydı. Bir yakadan baş, bir yenden kol çıkarıp bir önderin peşinden

134 İlyas ESENBERLİN gitmek gerekliydi. Öyle bir kişi Abdullah’ın tarafındaki babası Şagay’dan ayrılan ve mala mülke hırsı olmayan gözü pek Tevekkel idi. Beyzadeler de halkı böyle inandırmıştı. Onun böyle olduğuna tüm akrabaları ve kardeşleri de methederek anlatıyorlardı. Bir tehlike Şagay ise, o da yakınlarda ölmüştü. Bu sırada elbette Buhara Hanı Abdullah da boş durmuyordu. Buhara’ya karşı isyan eden zavallı halkı kan dökerek bastırdı. Hanlığının kuzeyindeki Bedahşan’ı, batısındaki Horasan, Gilyan ve Harezm’i tamamen kendi egemenliği altına aldı. Doğu Türkistan’a sefere çıkıp Kaşgar ile Yarkent’e acımasızca saldırıp çok mal mülk ve ganimet ele geçirdi. Şimdi önünde Sirderya’nın orta ve alt bölgelerindeki şehirleri kendi egemenliğine alma işi kalmıştı. Bu arada Abdullah Han ile oğlu Abdülmümin arasında hanlığının ikiye bölünmesi hususunda bir anlaşmazlık çıktı. Abdullah han olduğundan beri Abdülmümin Belh’i yönetmekteydi. Ona artık bu az geliyor ve tüm hanlığı yönetmek istiyordu. Böylece Buhara Hanlığı’nın gücü ikiye bölündü. Bu durum şimdi Kazak Hanlığı’nın güçlenmesine ve Türkistan siyasetine doğrudan müdahil olmasına zemin hazırladı. Bununla birlikte Kazak bozkırlarının durumu kötüleşmeye başlamıştı. Çin imparatorlarının kışkırttığı Cungarlar Kazak obalarına saldırılarını arttırmıştı. Çok çeşitli zulüm yöntemlerini kullanan Çinli siyasetçiler göçebe halkların arasına fitne fesat sokarak birbirlerine düşürüp, onların verimli topraklarını birer birer işgal etmekteydi. Kendi aralarındaki

135 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

çekişmelerden bitap düşen bu halklar Çinlilerin düzenli askeri gücüne uzun zaman direnemediler. Çin ejderhası sürüne sürüne Kazak topraklarına girmeye başladı. Ancak kıble tarafından ve kuzeyden boy göstermekte olan tehlikeyi zamanında Tevekkel Han göremedi. Nihayette Çinliler ve Cungarlar ile çarpışmak durumu hasıl olursa, o zaman öbür taraftaki kudretli komşusu Rusya’dan yardım alırım diye düşündü. Hatta Abdullah ile savaştıkları sırada da Rusya’nın sessiz kalması gerekliydi. Bu durumları dikkate alan o Tümen’e amca oğlu Orazmuhammed Batur’u elçi olarak gönderdi. Fakat, Orazmuhammed Tümen şehrine vardıktan sonra bu şehirde Moskova’ya karşı çalışmalar yapmakta olan Nogay heyetiyle ilişkide olduğu için tutuklandı. Rus çarı tutukluları Moskova’ya getirtti ve Nogay beylerine ölüm cezası verdi. “Cami’üt Tevarih” isimli kitap yazmış olan Kadir Ali Celayirî adlı bir bey ile Orazmuhammed’i sağ bıraktı. Orazmuhammed’in babası Boris Godunov’un maiyetinde bir müddet bulunup çara hizmet etmişti. O yüzden onun oğluna merhamet etmişti. Tevekkel Han da amca oğlu Orazmuhammed’i kurtarmak için çok didindi. Moskova yönetimi ile görüşmeler yürüttü. Elçi de gönderdi. Ama çar Orazmuhammed’i bırakmadı da, öldürmedi de. En sonunda Rusya’ya kaçarak sığınan ve orada hizmetleriyle göze giren Toktamış Han’ın torunu Kasım Sultan’ın adı verilmiş olan Kasımovka şehrine Orazmuhammed’i emir tayin etti. Bundan sonra Tevekkel Han uyumakta olan aslanın kuyuruğuna basmaktan sakınarak Moskova’nın yöneticisi Boris Godunov ile anlaşmaya çalıştı. Buna Orazmuhammed’in de oldukça yardımı oldu. Bu taraftaki işlerini düzene koyan Tevekkel baba ile oğul arasındaki düşmanlıktan yararlanıp Abdullah’a karşı savaş açmaya karar verdi. Elbette savaş açmak için hanlara

136 İlyas ESENBERLİN her zaman bir sebep bulunur. Tevekkel, Sirderya boyundaki Kazak şehirlerine tehditin her zaman bu handan geleceğine inanmıştı. Ondan sonra Kazak topraklarına göz diken Çin ve Oyrat hanlıkları ile mücadele edecekti. Yesi şehri bu sırada Türkistan olarak adlandırılmıştı. Tevekkel Han’ın başkenti de bu Türkistan. Han sarayı Hoca Ahmet Yesevi türbesinin doğu yanında, sık bağ bahçeler arasına inşa edilmişti. Pişirilmiş seramikler üzerine çeşitli renkli boyalarla süslü bir şekilde yazılmış olan ayetler, sırlanmış göz alıcı motifler. Güneyin sıcak rüzgârları hiçbir şekilde etki edemeyeceği kalın duvarlı geniş odalar. Türkistan sarayı Semerkant ve Buhara’daki han sarayları gibi altın kubbeli olmasa da, yine de görkemliydi. Ancak şimdi her tarafın yem yeşil olduğu Mayıs ayının güzelliğine rağmen, savaşa hazırlanan şehir her zamankinden farklı olarak soğuk ve ürkütücüydü. Askerler yalnızca Türkistan içinde değil, Karnak ve Sukent’ten başlayarak Türkistan civarındaki köy ve kışlakların hepsine de doluşmuştu. Ak Yayık, Esil, Nura’dan gelmiş yüksek konçlu baturlar, Yarkent, Aksu’dan da gelmiş Çinli kılıç kuşanmış savaşçılar. Dün Han Meclisi toplanmıştı. Bu mecliste Tevekkel’in komutasındaki ordu üç gruba bölünerek Abdullah’a güç toplamasına imkan vermeden, önce Taşkent’e, daha sonra Semerkant’a saldırılsın diye karar alınmıştı. Bu şehirleri aldıktan sonra Buhara hanı ile anlaşma yapmak üzere görüşmeler yapılacaktı. Türkistan’dan çıkan orduların komutanları elbette hanın neslinden olacak: sağ cenahı Tevekkel’in kardeşi batur Kudjek, sol cenahı henüz yirmisine gelen ve halkın “Enseli Esim” diye

137 GÖÇEBELER II – Can Çekişme adlandırmaya başladıkları Esim Sultan yönetecekti. Ordunun ortasındaki merkez grubunun sancağını da Tevekkel Han kendi ordasına dikecekti. Böyle üç dişli keskin çatal gibi kalabalık ordu ile Taşkent’i kuşatacaktı. Böyle bir durumda ne kadar büyük şehir olursa, olsun sadece kendi gücü ile karşı koyacaktı. Onlara dışarıdan yardım gelemezdi. Ancak Abdullah askerinin çoğu ücretliydi. Farklı milletlerden kan dökücü eşkiyalarından kurulmuştu. Bu gibi paralı askerlerin kendisinden güçlü düşmana canları pahasına karşılık vermesi beklenemezdi. Üstelik şehir sakinleri Buhara Hanlığı’nın ağır vergilerinden bıkmış bir haldeydi. Buna dayanamayan çiftçiler kadın ve çoluk çocuklarını alarak Kazak ülkesine doğru kaçmaya başlamışlardı. Abdullah’a bir zamanlar hizmet etmiş olmasından dolayı Buhara halkının nasıl zor durumda olduğunu iyi bilen Tevekkel Taşkent ve Semerkant’ın yoksul sakinlerine: eğer şehirler eline geçecek olursa, herkesi vergilerden muaf tutacağını vaat etti. Bu da şehir sakinlerinin birleşmesini önledi. Zaferin kendi tarafından olacağına emin olan Tevekkel odasına çekildi ve Aktorgın’ın döşeğinde dinlenmiş bir şekilde uyandı. Fakat sabah kahvaltısından önce ona kötü bir haber daha geldi. O kendine sadık adamlarından hiçbirini çağırmayarak, han sarayına ozan Jiyembet’i getirtti. Sabah namazını okuyup kahvaltısını yaptıktan sonra han sarayına geldiğinde ozan Jiyembet kapı önündeki avluda bekliyordu. Tevekkel vezirine: - Ozan girsin, - dedi.

138 İlyas ESENBERLİN

Bu eski hareketli ve neşeli Jiyembet değildi. Benzi solmuş, otuzunu henüz geçmiş olmasına rağmen kara sakalına ak düşmeye başlamıştı. Başındaki şapkası da gençliğindeki gibi kıp kırmızı kır tilkisinin derisinden değil, boz tüylü Karadağ karsağının derisinden yapılmıştı. Üstündeki ceketin yakası ile yenleri yıpranmıştı. Sadece puhu kuşu asılı dombırası yeni idi. Herhalde, han ordasına Kazıkurt’tan yola çıkarken özellikle yenilemiş olmalıydı. Jiyembet saray ozanı olmak istememişti. O İndir civarından Karadağ havalisine göçüp gelmesine rağmen, Han ordasına ara sıra gelirdi. Her geldiğinde Tevekkel ona at ve kaftan hediye ederdi. “Gelinin yüzünü ilk kim açarsa o sıcak görünür” derler. Tevekkel’in kaçak olup dolaştığı sıralarda genç Jiyembet onun yanında olmuştu. Nogay ülkesinde Tevekkel’i ilk meth eden de bu Jiyembet idi. Ozanın ondan başka da Tevekkel için önemli yeri vardı. Ozan Jiyembet ilginç adam. O Tevekkel han olduğunun ertesinde ortalıktan kaybolmuştu. Peşinden aramaya çıkan hanın adamları ozanı her yerde aramışlar, ama bulamadan dönmüşlerdi. O Jiyembet’i iki yıl geçtikten sonra, elini kolunu kıl urganlarla bağlayarak Tevekkel’in önünde alıp gelmişlerdi. Araştırdıkları zaman olayın şöyle olduğu ortaya çıktı. Yurduna geri dönen Jiyembet Bayulu kabilesinin tanınmış bir zenginin on yedi yaşındaki Esenbike adlı kızına gönlünü kaptırmıştı. Altındaki tek atı, elindeki iki telli dombırasından başka başlık için verecek mal mülkü olmayan Jiyembet kızı İndir dağına kaçırmıştı. Her ne kadar “ateş ağızlı, orak dişli” halka meşhur bir ozan olsa da, ozanı kendi kızına layık görmeyen zengin adamlarını gönderip kızı ve Jiyembet’i yakalayıp getirtti. Ama ozanın

139 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Tevekkel Han’a yakınlığını duyan kız babası Kazakların atalardan gelen törelerini bozan şairin cezasını kendi versin diye elini kolunu bağlayıp hanın huzuruna alıp gelmişti. - Evet, anlat ozan, - dedi Tevekkel bir iç çekerek Jiyembeti görür görmez. - Eli kolu bağlı ozan nasıl anlatır? - dedi Jiyembet hana bakarak. Tevekkel adamlarına “çözün” diye emir verdi. Bağlarından kurtulan Jiyembet duvara dayalı duran dombrasını eline aldı ve çalıp söylemeye başladı: “Üç ay doksan gün Tam da bahar vaktinde Koç ile buğra sarhoş, Aygır ile boğa sarhoş. Yaşı, zamanı geldiğinde, Kızlar ile gençler sarhoş, Bu sarhoşluk yüzünden Huzuruna çıkan ben bir genç Kesecekseniz hanım işte başım!” O zaman Tevekkel gülümseyerek: - Kız ile gencin ikisi de suçluymuş, ikisi de gençlik sarhoşluğundaymış, - dedi ve kızın babasına bakarak, - iki genci birden falakaya yatırarak iyi nam alamazsınız. Olan olmuş, biten iş bitmiş, bunları ayırmakla kırılmış vazo tekrar eski haline gelmez. Bu seferlik bağışlayınız. Cezadan kurtulmasına rağmen, zengin intikam almasından

140 İlyas ESENBERLİN korkan Jiyembet sevdiği yari Esenbike ile İndir tarafına gitmeyerek Kazıkurt civarında yerleşmişti. O toy ve şölenlerde yalnızca yoksulların dertlerini dile getirerek halkın sevdiği ozanı oldu. Dün Han Meclisi sırasında Üstürt tarafından Tevekkel’e yardıma gelen Küçük Cüz’ün az sayıdaki askerinin içinde Jiyembet ozanın da olduğunu işitmişti. Halk arasında dolaşan şair ve ozanlardan maiyetindeki halkın kendi hakkındaki olumlu ve olumsuz düşüncelerini sorup öğrenmek her zaman hanların adetidir. Bundan dolayı, “halkın gözü, kulağı” olarak görülen ozanı davet etmiş ve sefer öncesinde halkın durumunu bilmek istemişti. Selamlaşıp oturduktan sonra Tevekkel: - Söyle ozan bizim seferimiz hakkında halk neler diyor? - dedi. - Mutlu bir halk görmedim… - Devam et, ozan. - Bize yabancıların toprakları lazım değil diye konuşuyor halk. Buhara’yı, Semerkant’ı alacağız diye halkın kanını dökmek zulümdür. Han ile sultanların bu adaletsiz seferini desteklemeyelim. Eğer, illa ki, Taşkent ve Semerkant’taki han sarayları gerekliyse, sultanların kendisi gidip savaşsın, diyor halkın. Gerçekten de Tevekkel Han sen iyi bir işe başlamış değilsin. Peşinden halk geldiyse, kendisini ve topraklarını korumak için geldi. Ancak sen… Bu savaşın sonunun ne olacağını biliyor musun? Bundan sonra sadece Özbek şehirleri yanmakla kalmayacak, Kazak toprakları da yanacak. Han kıp kırmızı oldu, ama sır vermemeye çalıştı. - Söyleyeceğin başka şey varsa, onu da söyle. - Kış uzun sürerse mal kırılır han efendim. Bozkırlardaki

141 GÖÇEBELER II – Can Çekişme uzun ve sık otları toplamak yerine, erkekler savaşa hazırlık yapıyorlar. Bundan halka ne fayda var? - Söyle söyle ozan! Jiyembet durdu. - Hayır, söyleyeceklerim bu kadar, - dedi. - Sen emretsen de, bunları konuşanların isimlerini vermeyeceğim. - Gereği de yok, - dedi Tevekkel gülümseyerek, şimdi onları kendi gözünle göreceksin… Sözlerini kendin kendi kulağın ile işiteceksin… - Sonra? - Onların şüphelenmeleri doğru mu, hükmü kendin verirsin. Tevekkel kapı önündeki muhafıza işaret etti. Tam o sırada kapının diğer tarafından zincirlerin şakırtıları duyuldu. Az sonra on kadar nöbetçinin etrafını sarmış olduğu iki batur içeri girdi. Elleri ayakları zincirli. Jiyembet ozanın yüreği yerinden fırlayacak gibi oldu. Bunlar ünlü ikiz batur Kıyak ve Tuyak’tı. Daha yakınlarda han ikisini binbaşılığa terfi ettirmişti. Tevekkel Ak Orda’nın kalıntılarını toparlayıp Kazak Hanlığı’nı tekrar kurana kadar ikisi de ona canla başla hizmet etmişlerdi. Tevekkel, Kıyak Batur’a ömür boyu borçluydu. Şimdi bu iki batur han önünde suçlu olarak durmaktaydı. - Sefer öncesinde halk arasında güvensizlik doğurup o sözleri söyleyen yiğitlerin işte bunlar, - dedi Tevekkel. - “Kum toplanarak taş olmaz, kul toplanarak baş olmaz” dedikleri işte bu! Savaş meydanında kan dökülürse, sadece kulların mı kanı dökülür? Savaşta ecel kul, sultan seçmez. Kan dökülmeden hanlık kurulabilir diye kim söylemiş?!

142 İlyas ESENBERLİN

Ozan Jiyembet, şimdi herşeyi anlamıştı. İri kıyım nöbetçilerin arasında uzun boylarıyla belli olan iki batur hiç kıpırdamadan duruyorlardı. Elleri ayakları zincirli olsa da, başlarını önlerine eğmiyorlardı. Büyük bir seferden önce Kıyak ile Tuyak gibi halkın sevgilisi baturları öldürmeye Tevekkel’in gönlü razı değildi. Han işaret etti. Nöbetçiler dışarı çıktılar. Ancak o zaman Tevekkel: - Eğer sizleri eskiden beri tanımasam, bu sözlerden Abdullah’tan altın aldı diye şüphelenirdim, - dedi han iki batura dargın bakarak. - Bizim bu akılsız başlarımızı birden kesip yok et- mediğinize teşekkürler, han hazretleri, - dedi Kıyak batur. Onun sesinden alay ettiği anlaşılıyordu. - Başımız kesilmeyecek diye endişe etmeyin! - dedi Tevekkel, alaycı sözlere alay ederek cevap vererek. - Ha sahi, Abdullah’a niçin bu kadar acımaya başladınız, Kıyak, söyler misin? - Biz Kazağız, han efendim. - Eee.. - Kazak, ama sıradan Kazak. Bize başkasının topraklarının kesinlikle gereği yok. - Peki Abdullah? - Gelip görsün. Bizim şehirlerimizi alacağım diye iki kere gelmedi mi? Geldi de ne oldu? Onu kendin de biliyorsun. Bize de başkalarının şehirlerinin gereği yok. Bunu sadece biz değil, bütün halk söylüyor. - Deşti Kıpçak elinin saldırılarını unuttun mu Kıyak Batur?

143 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Milletimizin yiğitliği eski destanların hepsinde anlatılıyor. Ecdadımızın adını işittiklerinde ta İstanbul, Rum titremiş. - O hanların destanı, han hazretleri. - Peki namı? - O hanların namı, han efendim. - Hepsini bize verdin, sana ne kaldı? - Ata topraklarım kaldı. Ayrıca, evimin etrafında yayılıp dolaşan elli koyunum ile dört devem, düşmana karşı binecek atım kaldı. Onlar bana yeter. Eğer kıtlık olursa, o zaman geçim kaynaklarımdan ayrılırsam, benim ailemi, hiçbir hanın namı açlıktan kurtaramaz. Hatta, çift boynuzlu İskender Zül- karneyn’in namı da! - Peki, Tuyak Batur sen ne diyorsun? - Bizim hepimizin dileği birdir. Özbeklerin de, Kazakların da, Kırgızların da. Taşkent’te akrabası olmayan Türkistan sakinlerinden bir kişi bulamazsın. Kendi geçimini kendisi temin eden Buhara ustasını tek atı olan Tuyak gidip yağmaladığında ne elde edecek? - Sadece Buhara ustasını mı yağmalayacaksın? Avuç içlerini kaşındıran han sarayını da yağmalayacaksın. - Ondan bana ne kalır ki? Han sarayın mülkü hanların, hanların ganimeti o. Han öfkesinden kuduracak gibi olduğunu Jiyembet ozan görüyordu. Hanın yüzünden kanları çekilmiş, gözleri çakmak çakmaktı. - Savaş olacak mı, olmayacak mı, ona sizler değil, han karar verir, - dedi. - Siz sadece şuna cevap verin. Taşkent’te de akrabalarımız var dediniz ya, az önce. Peki o Taşkent’ten

144 İlyas ESENBERLİN

Kazak topraklarına yüzlerce insan neden kaçıyor? - O tarafta bir fakirin derisini iki kere yüzmekteler, peki burda.. - Durma söyle sonuna kadar. - Burada ise, bir buçuk kere sadece! - dedi. Kıyak Batur hanın yüzüne doğrudan bakarak. -Unutmam bu sözünü batur, - dedi Tevekkel kızgınlıktan boğularak. - Tamam bunun hakkında daha sonra da konuşuruz. Sadece sizler bana şunu söyleyin… Taşkent seferine gitmeyin. O zaman Buhara yönetiminin boyunduruğundan kurtuluyoruz diye bizi bekleyen akrabalarımızın umutlarını satmış olmuyor musunuz, bu nasıl olacak?.. Böyle bir soruyu beklemeyen iki batur cevap bulamadan sıkıntıya düştüler. - Elbette biz onlara yardım vermek zorundayız, - dedi Kıyak. - Tabii ki, öyle. Taşkent’i alırsak Abdullah Han’ın şehirlerimize saldıracak kendi şehri olmayacak. Anladınız mı şimdi bu seferin neden gerekli olduğunu? Yeter, baturlar.. Gidin… Tez Taşkent seferine hazırlanın. Tevekkel nöbetçileri çağırıp, iki baturun el ve ayakların- daki zincirlerin çözülmesini emretti. Kıyak ile Tuyak hiç konuşmadan, hana baş eğerek selam verip çıkıp gittiler. - “Çeşit çeşit zaman olur” dedikleri işte bu, - dedi Tevekkel Jiyembet Jırav’a dönerek. - Eskisi gibi değil han kendi adamlarına: “Sefere birlikte çıkalım” diye yalvaracak duruma düştü… - Yine de, ikisini de serbest bırakmanız iyi oldu, han

145 GÖÇEBELER II – Can Çekişme efendim. - Taşkent seferlerine onlar katılacaktır, - birden onun yüzü kıp kırmızı oldu. - Bundan sonra yoluma engel olsunlar da görsünler! Abdullah’ın bana yaptığı kötülükleri ömür boyu unutmam. Semerkant’ını da, Buhara’sını da alacağım. Belh ve Hive’ye de gideceğim. Abdullah’ı çoluk çocuğuyla ayaklarmın altına alacağım. Boynuna ip bağlayıp Buhara’nın o başından öbür başına sürüklettireceğim. Aksak Timur’un bayrağının dalgalandığı Semerkant ve Buhara’da Ak Orda’nın da ak bayrağını dalglandıracağım. Bütün dünyaya şan şöhretimi yayacağım. İki omzunu gererek yerinden kalkıp nasıl gittiğini Tevekkel’in kendisi de farkına varmadı. Gözü biraz kapanıp gitti. Ne konuşup ne söylediğini kendisi de bilmiyordu. Ağzı köpüklenmiş, bir elini yukarı kaldırmış boğulurcasına konuşuyordu. Bir müddet sonra kendisine tiksintiyle bakan ozanın gözlerine gözü gelince birden durdu. Ak Orda hanı ağır adımlarla giderek yerine oturdu. - Önemli planlarımın ağzımdan çıkması seni korkutmadı mı, ozan? Jiyembet başını salladı. - Hayır. Sadece, bu hastalık sana böyle çok erken gelecek diye düşünmemiştim. -Nasıl bir hastalık? -Han hastalığı… Çok erken geldi. Biraz geç gelseydi dökülen kanlar da az olurdu, han hazretleri. İki taraf Taşkent şehrinin gün batımı tarafında karşılaştı. Abdullah Han altmış yaşını geçmiş olmasına aldırış etmeden

146 İlyas ESENBERLİN boz atını oynatarak er meydanına kendisi çıktı. Bu savaşa Abdülmümin katılmamıştı. O kendi askerini Belh şehrinin sınırında tuttu. Kazak askerlerinden iki katı az olan Abdullah güçleri savaş boyunca kahramanlık gösterdi. Bu sırada onların en güvenilir silahları Taşkent şehrinin en yüksek tepesine yerleştirdikleri “Kara Buğra” dedikleri mancınık Kazak askerlerine ecel taşlarını yağdırmaya başladı. Kazak askeri dayanamayarak geri çekildi. Tam bu sırada Taşkent şehrindeki eski Babasultan taraftarı şehir sakinleri şehrin öte yanındaki demir kapıyı açtılar. Bu kapıdan Kıyak ile Tuyak’ın iki bin askeri içeri girerek, iç şehirdeki askerleri bertaraf ederek eski kalenin üstündeki “Kara Buğra” mancınıklarını tahrip etti. Çekilmek üzere olan Tevekkel’in askerleri yeniden saldırıya geçti. Esim ile Kudjek sultanların iki tarafından yanlamasına saldıran savaşçılarının kuşatması altına düşme endişesiyle Abdullah Han askerlerine geri çekilme emrini verdi. O anda “düşman kaçıyor” diye ellerinde kılıç ve topuzlarıyla kalabalık Kazaklar topyekün saldırıya geçti. Bundan sonra yanlarına kimseyi yaklaştırmayan, Horasan zırhı bürünmüş Buhara’nın ünlü askerleri, bütün Orta Asya’ya nam salmış olan Ubeydullah, İsfendiyar, Abdüllatif, Hoca Kuli Kuşbeyi, Hüdaverdi, Kulbaba kökiltaş gibi komutanlarını kaybederek, dağınık vaziyette çekilmeye başladılar. Hala askerin geri çekilmesini durdururum diye boşuna çabalayıp askerlerinin ortasında hareket eden Abdullah Han’a ansızın biri zırh delici okunu fırlattı. Aslında mesafe bir ulaşabileceği bir mesafe değildi. Uzaktı. Yine de ıslık çalarak gelen ok iki kat zırhı delerek Abdullah Han’ın böğrüne saplandı. At üstünden düşmek üzere olan hanı muhafız askerler tuttu ve düşman eline bırakmadan alıp gittiler. Artık Abdullah ordusunun hala düşamana karşı koymaya çalışan grupları

147 GÖÇEBELER II – Can Çekişme savaşmayı bırakıp atlarının başını Buhara’ya doğru çevirdiler. - Bana ok atan o genç. Bir tek onun oku benim benim zırhımı delip geçebilir, - dedi kanlar içindeki Abdullah. Evet, Abdullah için çelik zırh delici oku, Sayram savaşından beri saklamakta olan Kıyak baturdu. O da uzun zamandır beklediği amacına ulaşmış oldu. Kazak askerleri bu hızla, taşan bir nehir gibi, yollarına çıkan engellerin hepsini aşarak Aksak Timur’un ordası Semerkant’ı aldı. Bundan iki yüz yıl önce bütün dünyayı titreten Aksak Timur, Altın Orda’nın başkenti Saray’a nasıl heybetli girmişse, şimdi o Altın Orda hanlarının neslinden Tevekkel Han da sarı altın kakmalarla süslü eyeri olan yağız kara küheylanını oynatarak öyle heybetli Semerkant’a girdi. Hoca Ahmet Yesevi ve Hoca Bahaüddin Nakşibendi türbelerini yaptıran cihan emiri Aksak Timur güllerle donatılmış Saray şehrini, bir zamanlar Batu ve Berke’nin içinde yaşadığı Gülistan saraylarını yerle bir ederek yakıp yıkmış olsa da, konar göçerlerin ordusunu yöneten Tevekkel Han Semerkant şehrinin tek bir tuğlasına, taşına zarar verilmesin diye emretti. Bunu Tevekkel Han gelecek nesillerin lanetine uğramaktan korktuğu için yapmadı. Buhara Hanlığı’na karşı olsalar da Kazaklar Semerkant, Buhara, Hive ve Harezm şehirlerine özel bir önem verirlerdi. Onların görkemli saraylarını gördüklerinde hayretler içinde kalarak çocuk gibi sevinirlerdi. Tevekkel Han peşinden gelen halkın manevi değerlerine ters düşüp onları kendine düşman etmek istemiyordu. O yüzden Semerkant’ın altın kubbeli sarayları hiçbir zarar görmedi. Dünyayı titreten Aksak Timur’un türbesi “Gor Emir”in yanında, kendisiyle birlikte taşıdığı süslü han tahtında Kazak bozkırlarının Emiri Tevekkel oturuyordu. Doğu tarafındaki

148 İlyas ESENBERLİN

Uluğ Bey minaresinin üstünde at kuyruğunun iki tutam kılı bağlanmış Ak Orda’nın ak bayrağı dalgalanıyordu. Hanın yanına Esim, Kudjek ve bunun gibi sultan, batur ve aksakallar birbiri ardına gelerek saygıda bulunuyorlardı. Hanın gözleri birilerini arıyordu, en sonunda kalabalık arasında kenarda durmakta olan Kıyak ile Tuyak’ı bulmuştu. - Düşmanı dize getirmede kilit rol oynayan işte bu iki bozkurt, - diye Tevekkel Han, Kıyak ile Tuyak’ı işaret etti. - Düşmana bunlar aç birer kartal gibi pike yaptı, kurt gibi saldırdı! Buhara ceylanının göğsünü hançer gibi keskin pençleriyle yaran gözü kanlı kaplan gibi düşmanın cephesini param parça etti! Hanın bir işaretiyle bu ikisine vezirleri ganimet olarak ele geçen hazineden Buhara işi iki değerli hançeri getirip verdiler. Bu hançerlerin sapları saf altındandı, üzerine cevher taşlar yerleştirilmişti. - Ak Orda sizlerden bundan daha fazla kahramanlıklar bekliyor! - dedi Tevekkel. -Var mı benden bir dileğiniz? Söyleyin, ne isterseniz vereyim! Konuşmasına daha iyi bilen Kıyak Batur biraz öne çıkıp diz çöktü. - Bizim emirimizdeki iki bin gencin çoğu ekin ekiyor, hayvan besliyor… İçlerinde demir ve ağaç ustaları da var. Onlara memleketlerine gidip kendi işlerine yapmalarına izin veriniz han efendimiz. Sıradan bir halk çocuğu olsa da Kıyak Batur’un sesi güçlü çıktı, sinek uçsa duyulacak sessizlikte orada bulunanlar sinirlenen hanın dişinin gıcırtısı apaçık bir şekilde duydu. Buhara Hanı Abdullah bu günlerde okla yaralanmış aslana

149 GÖÇEBELER II – Can Çekişme benziyordu. Han Buhara, Hive, Belh ve Horasan gibi bütün kendine bağlı yerlerin hepsinden asker toplanmasını emretmişti. Bir ay geçmeden de bu kalabalık askerlerini Semerkant ile Buhara’nın ortasındaki Zerafşan tarafına yürütüp oraya çadırlarını dikti. Bir gün henüz yarası iyileşmemiş bulunan Abdullah’ın yanına kendisine isyan eden oğlu Abdülmümin geldi. Çadıra girip diz çöküp oturdu. - Senin yüreğini yaralayan benim cahilliğimi affet baba, - dedi. - Bugünden başlayarak en güvenilir oğlun olacağım. İşte ekmek, işte Kur’an, bundan böyle senin bir dediğini iki etmeyeceğim! Abdullah Han, gerçekten yaşlanmış olmalı ki, gözleri yaşardı. - Yaşlılığımda tek oğlumu gösterip affetmeme imkan verdin yüce Rabbim, buna da şükür, - dedi samimi bir kalple. - Varisim tek evladım yanımda, dileğim yerine geldi, artık ölsem de gam yemem! Buhara gibi kutsal bir hanlığı yönetmede hangi yollar, hangi sırlar varsa, hepsini gün görmüş yaşlı han uzun uzadıya anlattı. Bunlar arasında gizli sırları da az değildi. Ondan sonra yorulan han oğlundan az ötede duran testiden üzüm suyunu bir kaseye doldurup vermesini istedi. Oğlu babasının isteğini yerine getirdi. Biraz dönerek üzüm suyunu kaseye doldurup getirdi. Allah-ü Teala onun daha demin “şimdi ölsem gam yemem” dediği dileğini yerine getirmiş olsa gerek, oğlunun verdiği üzüm suyunu içer içmez Abdullah Han boğazından hırıltılar çıkararak sırt üstü devrildi. Abdülmümin babasının yüzüne dikkatle baktıktan sonra uzun ince parmaklarıyla gözlerini kapattı. Ondan sonra kasenin dibinde kalan üzüm suyunu çadırın bir köşesine giderek döktü ve kaseyi yerine

150 İlyas ESENBERLİN koydu. Dışarıya çıktıktan sonra, “uykuya kalan hanı uyandırmayın” diye emir verip askerlerine doğru ilerledi. Ancak akşam olurken nöbetçilerin komutanı han çadırına girdi. Yastık üstünde sırt üstü yatan Abdullah’ın yüzüne gözünün takılmasıyla tüm vücudu titredi. Bütün aleme meşhur hafifçe dudaklarını gererek gülümseyişi yüzündeydi. Abdullah Han yine birine daha ölüm cezası verir gibiydi. Faniden bakiye geçen babasının yanına ilk önce Abdülmümin geldi. Sakalından göz yaşlarını akıtarak uzun parmakları ile babasının yüzündeki gülümsemesini avuçlarıyla oğuşturarak yok etti. Emirin neden öldüğünü öğrenmek için çağırdığı Buhara’nın hekimleri “Hanlar hanı Abdullah kalbinin ani durması vefat etmiş” şeklinde teşhis koydular. Buna rağmen halk arasında “Oğlunun yaralı babasına verdiği üzüm suyu” hakkında dedikodular da yayılmaktaydı. Sekiz kara atın çektiği araba Abdullah’ın naaşını Buhara’ya götürdü. Kutsal dinin gereğince Buhara’nın yüzlerce camisinin minarelerinden yüzlerce müezzin Allah-ü Teala’dan Abdullah’ın günahlarını affetmesini dileyerek, şehri sela sesleriyle doldurdu. İki gün sonra Abdullah’ın naaşı Hoca Nakşibendi’nin ünlü türbesinin mahzenine yerleştirildi. Bu, miladi takvime göre 1598 senesi, hicri takvime göre 1006 senesi idi. Ertesi günü Buhara Hanlığı’nın tahtına İslam dininin yeni koruyucusu, yüce Abdülmümin Emir gelip çıktı… Semerkan’ı ele geçiren Tevekkel yaslı Buhara’yı yağma ve talan etmekten Allah’tan korktuğu için vaz geçmedi. Böyle bir gerekçeyi, o dönemdeki tarihçiler uydurmuştu. Hanın Buhara’ya girmeyişine sebep olan Kıyak ve Tuyak baturlar ile onların peşindeki kalabalık halkın tavrıydı. Semerkant şehrini alma şenlikleri bittikten sonra iki batur yiğitleriyle beraber

151 GÖÇEBELER II – Can Çekişme obalarına dönmüştü. Diğer baturların yönemindeki Kazak askerlerinin çoğu da böyle yapmıştı. Askerler yabancı diyarda talan yapmaktansa, obalarına dönüp geçimleri için çalışmayı uygun bulmuşlardı. İsteğine boyun eğmeyen insanlara ceza vermeye Tevekkel cesaret edemedi. Çünkü geri gidenler oldukça fazlaydı. Çoğunluğa karşı gelmek mümkün mü, sonunda Semerkant’tan çekilmeye mecbur oldu. Taşkent’te de Kazak atlı askerleri çok fazla kalamadı. Bunların çoğunluğu göçebe uruğlardan ve kışın kışlağa, yazın yaylaya çıkmak gerek olduğundan, obalarına dönmek için acele ettiler. Tevekkel Han’a şehrin kapısını açan Taşkent sakinleri arasında da homurtular artmaya başladı. Hanın sözünde durmayarak, yenilen şehre koyduğu vergi halka ağır geldi. Ancak vergiler olmaksızın savaşları yürütemeyeceğini bilen Tevekkel, böyle yapmaya mecburdu. Tevekkel’in bu hareketine karşı grubu sevk etme işine Abdullah’ın yakın akrabası Müftü Hazretsultan girişti. Abdülmümin de Taşkent halkına vergilerden hepinizi muaf edeceğim diye yalan vaat vererek, daha yeni yeni başlayan halkın isyanını alevlendirmişti. Tevekkel ince eleyip sık dokuyup iyice düşündükten sonra Türkistan’a dönmeyi doğru buldu. Kendi ordasına geldikten sonra Taşkent vilayetinde ne olup bittiğini sadece uzaktan kontrol etmekle yetindi. Önemli olaylar olmadığı sürece Taşkent işlerine çok fazla müdahale etmedi. Altı ay geçmeden yatağında uyumakta olan Abdülmümin’i Buharalılar balta ile parçalayarak öldürdü. Abdülmümin Şeybani neslinden çıkan en sonuncu Buhara hanıydı. Bununla Buhara’daki Şeybani hanlığı da son buldu. Şimdi Buhara Hanlığı’nın altın tahtına Astrahan’dan kaçan hanların birinin torunu olan Yarmuhammed oturdu.

152 İlyas ESENBERLİN

Evet, babasını öldüren hanları kader afffetmiş değildir. Janibek’i öldüren Berdibek ile Batu neslinin Altın Orda’daki hanlık devri sona ermişti. Uluğ Bey’i öldüren Latif ve Aksak Timur neslinin Semerkant’taki hanlığı da son buldu. İşte böyle bir durum Buhara’daki Şeybani neslinin de başına gelmişti… Tevekkel Han’ın da beklediği bu dönemdi. Ona Jiyembet Jırav, “han hastalığına” yakalanmışsın diye doğru söylemişti. Ancak, Tevekkel böyle bir savaşta halka güvenmenin yersiz olacağını biliyordu. Halk kendini korumaya gelince kararlıydı da, güçlüydü de. Fakat, başka bir halkın topraklarını almak için savaşmaya gör, en gözü pek dediğin baturlar bile isteksiz davranıp gevşiyordu. Onun yerine düşman on misli daha fazla güçlenmeye başlıyordu. Bu durum Semerkant’ta bulunmuş eski bir kitapta da yazılmıştı. Kendi vatanı, askeri gücün kaynağıydı. Bunu bilse de Tevekkel Han tekrar sefere çıkmaya hazırlandı. Onun ordusuna Kırgızların zengin manaplarının birlikleri ile güney Kaşgar’ın hanı Abdurraşit’in savaşçıları katıldı. Toplamda yüz bin asker Semerkant ve Buhara’ya doğru yola cıktı. Ama artık bunlara kimse şehrin kapısını açmadı. Bölge sakinleri gelmekte olan askerler tüm yiyecek ve içecekleriyle beraber atlara verilecek otlarını sakladı. Bunları zor kullanarak almak durumunda kaldı. Bu şartlar askerin disiplini bozup onu zayıflattı. Tüm bunlara rağmen karınca sürüsü gibi çok kalabalık ordu Semerkant ve Taşkent’i aldı. Şimdi ise Buhara’yı kuşatıyordu. Yüz yüze açık meydan savaşında gücünün yetmeyeceğini bilen Yarmuhammed Han Buhara şehrinin eski kalesine girip karşı koymaya çalıştı. Böyle birbirini beklemekle geçen savaş yirmi gün sürdü.

153 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Bu arada yaz aylarının sıcak günleri de gelip çattı. O sene yaz Maveraünnehir’de çok sıcak geçti. Tepeden vuran yakıcı güneş ile güneyden esen kavurucu sıcak rüzgâr zaten pek yeşilliği bulunmayan Buhara topraklarını çöle çevirdi. Sıcaklardan toprak da çatlamaya başladı. Kazak bozkırlarının bol otlarına alışmış atlar zayıflayıp kaburga kemikleri belli olmaya ve halsiz düşmeye başladılar. Sonunda iki yüz senedir yabancı topraklarda savaşarak başka halkların kalelerini ele geçirmeye alışmamış Kazak, Kırgız ve Uygur askerleri bu savaşın kendilerine lüzumlu olmadığını anlamış ve homurdanmaya başlamışlardı. Onun üstüne askerlerin arasında hastalıklar ortaya çıkmaya başladı. Şimdi Kazak askerleri Buhara’yı almaktan çok kendi obalarının bulunduğu kuzeye bakmayı alışkanlık yapmışlardı. Bir zamanlar Kıyak’ın söylediği durumdu bu. Tevekkel Han Buhara civarındaki halkı her gün talan ederek bu kadar çok askeri besleyemeyeceğini anladığından çaresiz askere çekilin emrini verdi. Kazak askeri Semerkant’a gelip yerleşti. Bu sırada Hive’den kalabalık bir asker ile Yarmuhammed Han’ın kardeşi Bakimuhammed Sultan gelerek Buhara ordusuna katıldı. Bazen Buharalılar, bazen Türkistanlılar yenerek Semarkant’taki savaş bir ay kadar uzadı. Güneşin kavurduğu Maveraünnehir topraklarında yaz boyunca savaşan ve hepten yorulan Kazak askeri çaresiz Semarkant’ı terk edip Taşkent’e gelerek yerleşti. Bu arada çarpışlar da durmaksızın devam ediyordu. Tevekkel Han’ın durumu gittikçe kötüleşti. Kocasının ağır yaralı olduğunu öğrenen Aktorgın bir grup hizmetkarlarıyla hanın yanına geldi. Güçlü döneminde yanında olan müttefikleri şimdi onu yalnız bırakıp gitmişlerdi. “Sahte dost gölge gibi güneşli günde

154 İlyas ESENBERLİN yanından ayrılmaz, bulutlu günde ise yanında bulunmaz” şeklindeki sözün ne anlama geldiğini Tevekkel şimdi anladı. İşte o zaman kendisinden ayrılan Kazak baturları aklına geldi. Onlara söylediklerine de pişman oldu. Bu sırada Buhara askeri Taşkent’i tamamen kuşatma altına almıştı. Türkistan’a giden en son yol da kesilmişti. Artık Tevekkel Han’ın yanında sadece en güvenilir dostları ile Aktorgın kalmıştı. - Bu ne gürültü? - dedi o telaşla. - Düşman askeri bizim bulunduğumuz yere saldırıyor. Buhara’nın kalabalık askerleri şehri ele geçirmiş, Tevekkel Han ve arkadaşlarının savunduğu kaleye saldırmaya başlamışlardı. Kalenin yüksek olmayan surlarına merdivenler koyarak üstüne çıkmaya çalışıyorlardı. Düşman bazı surları yıkmaya da başlamıştı. At üstündeki savaşa alışmış Kazakların askerleri şimdi yaya savaşmak zorundaydı. Elbette bu onlar için kolay olmadı. Zafer çığlıkları atan düşman askeri hanın sarayına yakınlaşmaya başladı. - Ne oldu? Ne oldu? - dedi şuuru bir gelip bir giden Tevekkel Han. Tam bu sırada kapı pat diye ardına kadar açıldı, iri kıyım bir batur içeri girdi. Üstü başı tozla karışık kan içindeydi. - Biz seni almaya geldik, - dedi içeriye giren kişi. Bunu söyledi ve yere düştü. Yattığı yerden sürüklenerek kalkan Tevekkel yiğidin yüzündeki ağı açtı. Kıyak Batur imiş. - Seni almaya geldik, - dedi morarmış dudaklarını zorlukla kımıldatarak. - Bu yabancı diyardan hemen gitmeliyiz… - Başka halka dokunma, kendi başını kendin yersin

155 GÖÇEBELER II – Can Çekişme demiştin Kıyak Batur, sen haklı çıktın, - dedi Tevekkel. Sonra o da Kıyak Batur’un üstüne devrildi. Tam bu sırada Kıyak Batur da son nefesini verip o dünyaya doğru yolculuğa çıktı. Böylece aynı gün, aynı anda doğan iki batur aynı gün ve aynı anda öldü. Han soyundan Tevekkel arkasında altı eş ve sekiz evlat bıraktı. İran, Türk ve Rus tarihî kaynaklarında Tevekkel Han diye heybetli bir isim bıraktı. Ancak han ile birlikte yaşayan kul soyundan Kıyak Batur vatanı ve milleti için seferlere katıldı, yaşıyı elliden geçene kadar bu dünyanın rahatını göremeden vefat etti. Böyle binlerce meçhul baturların sayesinde Kazak halkı bir çok savaşlardan zaferle çıkarak asırlar boyunca vatanlarını başarıyla korudular… Kazak topraklarından Tuyak Batur ve Küçük Cüz’den Jolımbet Batur’un komutasında gelen kalabalık ordunun gelmesiyle Buhara askeri biraz geri çekildi. Şimdi çarpışmalar daha da şiddetlenmişti. Esim Sultan güney, Kudjek Sultan kuzey tarafa saldırdı. Kıble tarafındaki Kanglı, Şanışkılı gibi uruğların askerini Tursunmuhammed Emir yönetti. Savunmanın en tehlikeli bölgesi doğuda idi. Bu bölgede Jolımbet Batur bulunuyordu. Haberci şimdi bu baturun da yaralandığı haberini getirdi. Bu sebepten şehrin doğu kısmına Tuyak Batur’un saldırması gerekti. Han ordası doğu taraftaki cephede idi. Kim bu cepheyi yönetirse, genelde, onun baş komutan sayılması gerekirdi. Kazakların büyük uruğlarından çıkan baturlar ile Cengiz Han soyundan sultanlar Tevekkel Han’ın Kıyak ile Tuyak’ı binbaşı tayin etmesine içlerinden hoşnut olmamışlardı. Elbette şimdi bunların Tuyak’ın emirlerine itaat etmemeleri de mümkündü. Bunu anlayan Aktorgın kocasının zırhını giymeye

156 İlyas ESENBERLİN başladı. Atına binmek üzere olan Tuyak evden bir genç baturun hızla çıkıp Tevekkel’in Tenbilgök isimli atına acele binmesine hayret etti. - Tuyak Batur ben de sizinle birlikte geleceğim - dedi genç bir batur. “Bu kim? Nereden çıktı bu batur?” diye soru soracak vakit olmadığı için birlikte dört nala atlarını sürdüler. Ancak o zaman Tuyak kendisi ile birlikte gelenin Tevekkel Han’ın küçük eşi Aktorgın olduğunu anladı. Tuyak ona “dön geri” diyemedi. Kazakların kahraman kızlarının düşmana karşı savaşmaları yeni bir şey değildir. Aktorgın’ın yanında olması Tuyak’a hanın adına, “sen artık askerlerin baş komutanısın” şeklinde bir mesaj idi. Bunlar doğu kapısına ulaştıklarında ilk olarak gördükleri: kaleyi güçlendirmeye çalışan ancak ne istediğini bilemeden şaşırıp kalmış Kazakların kalabalık askeri ile kalenin öte tarafından toplanmış kara bulutlar gibi dağılmadan birlikte gelen düşman askerleri oldu. Tevekkel hanın öldüğü haberi iki tarafa birden ulaştı. Kudretli komutanını kaybeden Kazak askerleri nasıl endişelenmişse, düşman tarafı da öyle sevince gark olmuştu. Doğu tarafa komuta edecek baturun olmadığını anlayan Yarmuhammed ile Bakimmuhammed sultanlar askerlerinin çoğunu ve güçlülerini o bölgeye gönderdi. İşte onlar kara bulutlar gibi geliyor… Yeni güçlerin eklenmesine rağmen Kazakların moralleri düşmüştü. Her taraftan “safları bozmayın”, “kaçmaya kalkışmayın” diye bağıran binbaşıların emirlerini hiç kimse dinlemiyordu. Savaş sırasında hanın ölmesi kötü bir gelişmeydi. Belki de bundan,

157 GÖÇEBELER II – Can Çekişme dünkü heybetli Kazak yiğitleri şimdi üstüne kurt derisi atmış koyun gibi olmuş korkudan büzüşmüşlerdi. Kale ile düşman arası bir kilometre kadardı. Düşman şimdi hücuma kalkacaktı. O zaman da hepsi bitecekti. Kaçana kadın da batur, Kazak askerlerini gelen bu kalabalık ordu köşe bucak kovalayarak kıracaktı. Şehir içi savaşlarını bilmeyen Kazak yiğitleri hiç değilse kendi canlarını da koruyamadılar. Düşmanla her hâlükârda bozkırlarda vuruşmak gerekliydi. Birden bire kale kapısından düşmana doğru bir atlı koşturdu. Altında Tevekkel’in Tenbilgök atı, üstünde de Tevekkel’in zırhı, başında miğferi…. Endişeli askerler donup kaldı. “Bu kim? Bugün kendisini kara toprağa verdikleri Tevekkel, yoksa, dirilip geldi mi? Aa, han ile birlikte yan yana koşturan Kıyak baturun kendisi mi? Onu da bügün han ile birlikte toprağa vermedik mi?” Tam bu sırada bunların kulaklarında Aktorgın ve Tuyak Batur’un: - Ervah! Ervah! - diye bağıran narası yankılandı. Bu anda, daha biraz evvel büzüşüp oturan Kazak yiğitleri atlarını kamçılayarak öne doğru nasıl çabucak fırladıklarını kendileri de anlamamışlardı. - Akyol! Akyol! - Üysün! Duvlat! Şakabay! - Karakoca! Kabanbay! - Beket! Kanglı! Börübay! Her zaman ilk saldıran düşman tehlikelidir. Komutanlarından ayrılmış askerlerden böyle bir hareket beklemeyen Buhara askerlerinin bazıları şaşırdılar, bazıları da

158 İlyas ESENBERLİN atlarının geri çevirdiler. Tevekkel Han’ın kendilerince bilinen Tenbilgök ve altın kaplama miğferini gören Buhara askerleri han ölmemiş diye düşündü. Kendilerine doğru gelmekte olan öfkeli düşmana karşı koyamadılar. Dirilip gelen Tevekkel ile Kıyak’ın haşmeti mi yendi? Bilinmez, ama geri kaçan bir çok düşman görüldü. Ancak bir kısmı mızraklarını ellerine alarak karşı durdular. Çoğunluktan ziyade yiğitliğin üstün geldiği anlardı, Kazak askerlerinin o öfkeli halleriyle uzaktan bütün gücüyle kıyıyı döven azgın dalgalar gibi düzenlerini bozmadan Buhara askerlerinin cephesinin tam ortasına daldılar. O kadar hızlıydılar ki, durgun suyu ortadan yaran uçu sivri kayık gibi düşman saflarını ortadan bölerek geçip gittiler. Çok geçmeden demir mızraklar çarpıştı, çeliş kılıçlar sallandı, göğüş göğüse çarpışmalar başladı. Göz açıp kapayıncaya kadar bir çok küheylan sahipsiz kalarak başı boş koşturmaya başladı. Bir çok yiğit kara toprağa devrildi. Tuyak kendisinin eski silah arkadaşlarından altı yiğitle kalabalık düşman içinde Aktorgın’ı korumaya çalışıyordu. Savaş kızışmıştı. Düşmanlarının az olduğunu fark eden Buhara askerleri Kazak askerlerini sıkıştırmaya başladı. Bu sırada “Esim! Esim Batur yetişti” diye bağırışmalar duyuldu. O anda altındaki Aktanker isimli atını dört nala koşturarak gelen uzun boylu Esim göründü. Onun aapeşinden koşturan sayısız kalabalık asker. Bunlar kalenin güney tarafında Buhara askerlerini yenip şimdi doğu tarafındaki cepheye gelen Esim ve askerleriydi. Kazak askerine taze güç eklendiğini gören Buhara askerleri artık geri çekilmeye başladı. Sohbetini tamamlayan ozan Bukar Bögenbay’a baktı: - İşte gördün mü? Yönetimi altındaki halkın görüşlerini dikkate almayan Tevekkel ne buldu? Ne kadar çok halkın

159 GÖÇEBELER II – Can Çekişme kanını döktü. En sonunda kendisi de düşman elinde öldü. Tarihin adaleti böyledir… - Evet han hanlığına çekmeden durur mu? Halkının derdini ve tasasını hangisi düşünüyor, dersin? - dedi Bögenbay. - Beni yıpratan Cungarlar değil, Ebu’l Mambet ile Ebu’l Hayr’ın birbirleriyle çekişip didişmeleri. - Sen bu Ebu’l Mambet ile hala anlaşamıyor musun? - Belki, anlaşamadan bu dünyadan göçüp gideceğiz. Cungar askeri Türkistan’ı aldıktan sonra Orta Cüz Hanı Ebu’l Mambet ordası üç cüzün kesiştiği bölge olan Teligöl’ün civarına taşınmıştı. Bayanavul tarafından gelen Bögenbay ile ozan Bukar, Arka’nın bazı yiğitleriyle burada, han ordasının yanında bulunuyordu. Bu sefer Cungarlar ile büyük bir savaşa girmeden, küçük saldırılar ile yenişemeden, iki taraf silahlardan ziyade, dilleri konuşturma yoluna gitmişti. Türlü türlü sözler, doğru yanlış laflar edilmekteydi. Tam bu sırada Ebu’l Mambet’in ordasına aniden kötü bir haber gelmişti. Kalden Seren’in kan dökücü kardeşi Lolo Dorji, Kalden Seren’in izni olmadan kendisinin beş bin kuvveti ile Sirderya kıyılarındaki Ebu’l Hayr Han’a tabi Karakalpak ile Tama Tabın uruğlarının obalarına saldırmıştı. Savaşın ilk zamanlarındaki gibi, bu obaları yakıp yıkıp tüm hayvanlarını alıp gitmişti. Bir çok insanı kırıp işe yarayan kızları kadınları ve güçlü kuvvetli gençleri esir alıp Hive’deki köle ve cariye pazarına satmaya götürmekte olduğu ifade ediliyordu. Ebu’l Mambet’in gönderdiği adamlar da bu haberin doğruluğunu teyit ederek döndüler. Yine aynı adamlar “Cungar askerleri ikiye bölünmüş. Üç bininin çok sayıda hayvanla kendi ordalarının bulunduğu İli’ye dönmüşler. Lolo Dorji’nin kendisi ise iki bin askeri ile sayısı bilinmeyen esirle Hive’ye doğru

160 İlyas ESENBERLİN yönelmiş. Esirlerin içinde Tama eline seyahata gelen Ebu’l Hayr’ın kız kardeşi Sahipcemal de varmış” şeklinde haberi de getirdiler. Orda etrafındaki baturlar ve savaşçılar öfkelendiler. Palalarını keskinleştirip, mızraklarını sivrileştirip Hive pazarına satmaya götürülen Karakalpak, Kazak kardeşlerini kurtarmak üzere Kalmuklara karşı savaşa hazırlanmaya başlamışlardı. Onlardan biri Arka’dan beş yüz askerle gelen Bögenbay Batur’du. Ama Ebu’l Hayr’ın Büyük Orda’dan ayrılıp gitmesinden rahatsız Ebu’l Mambet Küçük Cüz hanının kız kardeşi Sahipcemal’in de satılmaya götürülmekte olduğunu işitince içinden “oh, oh” çekerek, “Gasp edilen oba Ebu’l Hayr’ındır. Güçlüyse adamlarını kendisi kurtarsın” demişti. Telaşlanan savaşçılar birden duruldular. Sadece Ebu’l Hayr’ın bu sırada ta Yayık boylarında seferde olduğunu bilen Bögenbay öfkeli halini devam ettirerek “Ebu’l Hayr Han yetişemez, Hive yoluna biz yakınız!” diyerek hana sefere çıkmayı teklif etti. Fakat, Ebu’l Hayr’a kırgın han ikna olmadı. Sinirlenen Bögenbay beş yüz askerine at binmelerini emretti. Böylece Bögenbay emrindeki az sayıda asker ile bir tepenin yamacında kendisinden çok fazla olan düşmanın yolunu gözlemeye başladı. Çok geçmeden uzaktan baygın bir acıklı ses duyuldu. Dinlemeye başladılar. Bir çok kişinin hep bir ağızdan söylediği acıklı bir türküydü: “Kara dağın başından göç geliyor, Göç geldikçe bir at boş geliyor” Türkü bir ağıta benziyordu. Dertli gönüllerden çıkan acı bir zehirdi sanki. Bütün halkın üzüntü ve kederi ağlayarak

161 GÖÇEBELER II – Can Çekişme söylenmekte olan bu ağıta sığmışçasına insanın yüreğini parçalıyordu. Bu ağıtı gözünden yaşları akan, obasından, yerinden, yurdundan ayrılmış çok sayıda kadın hep birlikte terennüm ettiğinde can dayanmıyordu. Kuytuda düşman gözlemekte olan yiğitlerin üstüne ağır bir hüzün çökmüş, aydınlık dünya kararmış gibi oldu. Yiğitler dişlerini gıcırdatıp silahlarının saplarını tutan parmaklarını daha da sıktılar. Bunlar bulundukları yer derin, up uzun dağ arasında bir yerdi. Kıvrım kıvrım göç yolu bu dağ arasından geçip önündeki geniş düzlüğe çıkıyordu. Ondan sonra kumlu ve çorak topraklar başlıyordu. Çok geçmeden uzaktan bir bir atlı göründü, daha sonra çoğalmaya başladılar. Şimdi vadinin içini kalabalık insanlar ile homurtulu sesleri doldurmuştu. Kan kokan bir çok savaşları başından geçiren Bögenbay da bu gördükleri karşısında tüyleri diken diken olup parmaklarını ısırdı. Topluluğun önünde gümüş eyeri olan, deve gibi büyük bir aygır binmiş, başında koca kara miğferi, üzerinde çelikten zırhı olan ve siyah, uzun bıyıklarını kulağına kadar çekip sarmış Lolo Dorji’nin kendisi gelmekteydi. Dış görünüşünden bile bu noyanın ne kadar gaddar ve acımasız olduğu belli oluyordu. Onun peşinden yolun iki yakasında hepsi demir mızraklı, döküm gürzlü olan ve atları üstünde taş heykel gibi oturan Cungar askerleri. Ortada ise uzun bir sıra halinde esirler. Uzun saçları yolunmuş kızlar, yalın ayak, başı açık kadınlar, bunların bazıları küçük bebeklerini sırtına almış, kimileri daha yeni yürümeye başlamış çocuklarını ellerinden tutmuş güçlükle yürümekteler.. Bunların tam ortasında uzun kıl urganlarla birbirine bağlanmaş dünkü güler yüzlü, yakışıklı gençler. Elbiseleri yırtılmış, vücutları yara bere içinde, üst başlaları kan

162 İlyas ESENBERLİN kan. Çıkmış gözler, koparılmış kulaklar… Bu korkunç manzaraya ilaveten ekmek isteyerek ağlayan bir küçük çocuğun acı feryadı, “sus, sus” diyerek yalvaran anasının fısıltılı sesi, yürümekte zorlanan hasta ve yaralı insanların inlemeleri, onlara küfreden, bağırıp çağıran Cungar noyanlarının öfkeli bağırmaları duman gibi birleşerek dağ geçidini ürkütücü seslere doldurmuştu. …Kardeşten ayrılmak kötü imiş, Kara gözden dertli yaşlar gelir. Ağlama sızlamalar arasından, gökyüzüne güçlüklü kanat çırparak yükselen yaralı bir kuş gibi, pişmanlık ve üzüntü dolu acıklı türkü zar zor işitilmekteydi. - Dertli halkım, ah! - diyerek genç bir savaşçı hıçkırarak ağlamaya başladı. - Sabırlı ol, yiğidim! - dedi Bögenbay başını çevirmeden dişlerini sıkarak. Şimdi onların defterini düreceğiz. Bu dağ arasını Bögenbay kendi seçmişti. Cungar askeri bu alana girmeye başladığında saldıracaktı. Kalabalık grup geçerken, genç bir kadın yolun kenarına çıkarak emzirmekte olduğunu çocuğunu kundaklamaya başladı. Bunu gören dev yapılı kara bir noyan, uçurumun kenarına konmak üzere gelen kara yırtıcı bir kuş gibi kadına yaklaşıyordu. Aniden demir mızrağının ucunu yerde yatmakta olan çocuğa saplayarak yolun kenarına doğru fırlattı. Kadının can havliyle bağırdığı feryadı duyuldu. Çocuk, fırlatılan bir börk gibi, gökyüzüne yükselip sık bir çalılığın arasına düştü. Noyan yaptığı işten keyif almışçasına kahkaha ile güldü. Bazı noyanlar onun çocuğu o kadar çok uzağa fırlatmasını alkışlayarak desteklerken, diğerleri de gülmeye başladılar. Dağ

163 GÖÇEBELER II – Can Çekişme arası sanki boş bir küpün gümbürdemesi veya aç kalmış bir dağ gelinciğinin ciyaklaması gibi tiksindirici gülüşlerle yankılandı. Çocuğundan sonsuza kadar ayrıldığını yeni anlayan kadın, bir yaralı aslan gibi var gücüyle, o noyana saldırdı. Bunu gören diğer esirler de dayanamayıp Cungarlara karşı harekete geçtiler. Fakat, birbirlerine urganlarla bağlı esirler ne yapabilirdi, şimdi eli silahlı Cungarlar onları kamçıyla dövmeye başlamışlardı. Güneş ışıklarıyla parlayan Cungarların eğri kılıçları, tüm güçleriyle salladıkları demir döküm gürzleri. Bir çok sabi çocuklar mızrakların ucuna takılıp gökyüzüne uçtu, iki elle kaldırılıp vurulan ağır gürz darbeleriyle bir çok bıyığı yeni terlemiş gençlerin başları gövdelerinden ayrılıp yere düşüyordu. Dağ arası birden kan gölüne döndü. Dövülen, vurulan, kesilen insanların arasından uzun saçları yerlere değen, üstündeki siyah yeleğinin ön tarafı lime lime olmuş genç bir kız birden koşarak Lolo Dorji’nin yanına gitti. “Bu katliamı durdur” der gibi noyana bir şeyler söylüyordu. Noyan bir süre cevap vermeden durduktan sonra, ansızın üzengisine yapışan kıza baktı ve biraz eğilip kızın saçını tutatarak dizlerinin altına aldı. Ondan sonra kızın bağırıp çağırmasına aldırış etmeden kanlı kırgını seyrederek taş gibi hareketsiz kaldı. Tam bu sırada: - Ağabey, bunları görmektense, ölmek daha iyiydi! - dedi Bögenbay’ın yanında öfkeden deliye dönen genç bir ses. Bögenbay hemen ona doğru döndü. Karşısında bıyıkları yeni terlemeye başlamış genç bir delikanlı duruyordu. Onun gözlerindeki yaşları gördü ve: - Atlara! - diye haykırdı!

164 İlyas ESENBERLİN

Bu genç delikanlı Navan ustanın tek çocuğu, daha son- raları kahramanlığı ile bütün Kazaklar arasında meşhur olan Kerey’di. O kendi birliğine doğru koşarak gitti. Biraz sonra: - Atlara! - diye bağıran Bögenbayın güçlü sesi tekrar duyuldu. Dağ arasında naralar, uranlar yankılandı. - Akyol! Akyol! - Bögenbay ! Bögenbay! Kertöbel isimli atıyla hızla öne fırlayan Bögenbay atının hızını kesmeden yaklaşarak ağır topuzuyla iki eliyle birden kaldırdığı gibi Lolo Dorji’ye vurdu. O neler olup bittiğini anlamadan atının yelesine sarılarak kaçmaya başladı. Cungarlar akıllarını başlarına toplayana kadar Kazak yiğitleri bir kısmını cansız yere sermişti. Cungarların acımasızlığından saçları diken diken olup iyice öfkelenmiş olan yiğitlerin her biri neredeyse on kişinin gayretini gösterdi. Komutanları yaralı ve ansızın uğradıkları saldırıdan ne yapacaklarını şaşıran Cungarlar kaçmaya başladı. Ancak, dağ arasındaki dar geçitten kaçıp kurtulamadıklarından bir çoğu darbelere maruz kaldı. Sadece iki yüze yakın kişi kaçıp kurtuldu. Üçüncü “Kalmuk Kırgını” savaşı böyle sona erdi. Az önce Lolo Dorji’ye gidip katliamı durdurmasını isteyen kız Ebu’l Hayr’ın kızkardeşi Sahipcemal Bike idi. Savaş bittikten sonra Bögenbay ve askerleri Küçük Cüz obalarına ziyarete gitmişti. Bögenbay’ın yiğitliğinden hoşnut olan Ebu’l Hayr böyle bir baturu kendine akraba da yapmak

165 GÖÇEBELER II – Can Çekişme amacıyla Sahipcemal’i Bögenbay ile evlendirdi. Bögenbay burada bir süre kaldı. Orada, Büyük Cüz ve Küçük Cüz’ün oturdukları toprakların kesiştiği bir bölgeye yerleşerek beş yıl kadar yaşadı. Ebu’l Mambet’e dargın Bögenbay daha da fazla bu bölge de kalır mıydı, kalmaz mıydı? Bilinmez, ancak yakın zamanda Abılay Sultan’dan bir adam gelmişti. “Kazakların önünde daha çok aşılacak engeller var? Batur kendi obasına geri dönse iyi olurdu” diye haber salmıştı Abılay. Ona ozan Bukar Jırav da destek veriyordu. Bu bölgede de Bögenbay itibarsız değildi. Çok sayıda savaşa katılmış, halkının sevgisini kazanmıştı. Yine de, doğup büyüdüğü toprakları özlemekteydi. Çok düşündükten sonra, sonunda memleketine geri dönmeye karar verdi. Böylece göç etme kararı aldığı sıralarda, bir gece Ebu’l Hayr Han’dan gelen bir haberci “Orda’ya gelsin!” şeklinde bir haber gelmişti. Bögenbay’ın bugünkü heyecanlanması bundan idi. “Han niçin çağırmıştı ki? Benim yurduma dönmek istediğimi birisi söylemiş olmalı. Artık açıkça söylemek gerek…. O her hâlükârda han ordasına gidip gelemeye karar vermişti.

166 İlyas ESENBERLİN

II

Orta Cüz Hanı Semeke Sarıarka’nın en kenar bölgesi Nura nehrinin diğer tarafına doğru sıkıştığında, Küçük Cüz Hanı Ebu’l Hayr ordasını Irgız nehrinin yakasına getirip kurmuştu. Bu sıralarda Kazaklar Cungarlar ile mücadelede denk duruma gelmiş, bazen üstün de geliyordu. Bu üstünlüklerden birisi Ebu’l Hayr Han ve Tayman Batur’un komutasında Sarısu’ya dökülen Bulantı nehrinin boyunda, diğeri ise yine Ebu’l Hayr Han ve Bögenbay Batur’un komutasında Koşkarata ve Boralı nehirlerinin yukarı tarafında olmuştu. O çarpışmalar- dan sonra Ebu’l Hayr doğrudan Cungar ordusu ile savaşmayı bırakmıştı. Onun aklı şimdi de başka mücadelerde idi. Ebu’l Hayr’ın göçüp gitmesi ile Kazakların Cungar saldırılarına karşı direnmesi durmadı. Mücadele günden güne şiddetlendi. Özellikle İli ve Karatal nehirlerinin boyunca Kabanbay ve Bayan baturların öncülüğünde halkın silahlı birlikleri Cungarları bir kaç kez yenmesine rağmen, bunların hepsi temeli sağlam Cungar ordusunu zayıflatacak çarpışmalar değildi. Sadece saldırganları geri püskürtüldüğünü gösteren, halkın moral gücünü yükseltecek hareketlerden öteye gidemedi. Cungarları tamamen yenseler bile, onun ötesinde daha güçlü ve kendi topraklarına göz dikmiş Çinli imparatorlarının varlığını dikkate almayan halk bu şekilde bugünü kurtarma gayreti içindeydiler. Yine de, ülkenin büyük bir tehlike içinde olduğunu, Kazak

167 GÖÇEBELER II – Can Çekişme yurdunu ele geçirmeyi planlayan komşularının bulunduğunu bilen kimseler de vardı. Bunlardan biri Küçük Cüz Hanı Ebu’l Hayr idi. O şimdi batı tarafına umutla bakmaktaydı. Fakat hanın Irgız nehri civarına göçüp geldikten sonra Kazak ve Karakalpak halklarını “himayenize alınız” diye yazmış olduğu mektubu Petersburg’a ulaştığında, Rus yöneticileri buna şaşırmadılar. Çünkü, Cungarlar ile mücadele etmekte olan Kazakların kendilerinden eninde sonunda bu şekilde bir koruma isteyeceklerini ta başından beri bekliyorlardı. Bu sebeple, hiç acele etmeden, Kazak ülkesinin gerçek durumunu öğrenmek için Çarlık Rusya özel bir elçi göndermeyi uygun gördü. Rusya yöneticileri komşularına kendi tabiyetindeki kültürü, gelenekleri ve dili yakın kişilerden elçi göndermeyi prensip edinmişti. Bu sefer de aynı prensiple hareket ederek elçi olarak Tatar mollası Maksut Yunus’u görevlendirdiler. Küçük Cüz hanı bu hoca ile bin yedi yüz yirmi altı yılında Karakalpak topraklarında görüştü. Bu görüşmeden sonra Ebu’l Hayr: “İdil Kalmukları gibi bizi de maiyetinize alınız” diyerek çara mektup yazdı ve Koybagar Köbekoğlu’nun başkanlığında yine elçiler gönderdi. Bu elçilere “Ne yapın edin, Çar hazretlerinden Başkurt toprakları ve Yayık nehrinin orta kısmı arasında göç ederek hayvanlarımızı otlatmaya ve Rusya şehirlerine giderek ticaret yapmaya izin almaya çalışın” diye talimat vermişti. Fakat, doğu tarafında hala kendi hakimiyetini sağlam tesis edememiş olan Çarlık Rusya Kazakları kendi maiyetine aldığı takdirde, Cungar hanı ile ilişkilerinin bozululabileceğini dikkate alarak kesin bir cevap vermeyi çeşitli bahanelerle geciktiriyordu. Çarlık Rusya’nın himayesine giren İdil Kalmukları ile Başkurt ülkesinin savaşsız, huzur içinde yaşadıklarını gören Ebu’l Hayr, Rusya’ya “himayenize alınız” diyerek zaman zaman mektuplar yazıp elçiler

168 İlyas ESENBERLİN göndermeyi sürdürdü. En sonunda Kazak ülkesinin kendisine vassalığından sadece fayda göreceğini anlayan I. Petro’dan sonra tahta geçen Çariçe Anna İvanovna, Ebu’l Hayr Han’ın bin yedi yüz otuz birinci yılı Mart ayının sekizinci günü “himaye” isteyen mektubuna cevap olarak Kazakları himayesine aldığını belirten bin yediyüz otuz birinci yılı Ekim ayının beşinci günü bir kararname yayınladı. Bu kararnameyi bin yediyüz otuz ikinci yılı Şubat ayının on dokuzuncu günü Irgız’daki Ebu’l Hayr’ın ordasına Dışişleri İlişkileri Bakanlığının çevirmeni Mirza Tevkelev getirip verdi. Çarlık Rusya Küçük Cüz’ü himayesi altına aldığını duyan Büyük Cüz’ün adına Kodar Bey, Töle Bey, Satay Batur ve Bulak Batur’un imzaladığı “Bizi de himayesinize alınız” diyerek Anna İvanovna’ya yazılmış dilekçeyi Petersburg’a Hangeldi Batur getirmişti. Böylece Kazak ülkesiyle Çarlık Rusya arasında yeni bir dönem başlamış oldu. Bununla birlikte, Ebu’l Hayr’a verilen bu kararnameden sonra da Kazak ülkesiyle Çarlık Rusya’nın ilişkileri hemen düzelmedi. Başkurt ve İdil Kalmuklarının saldırıları da durmadı. Han’ın Rusya’ya arkasını dayamak istemesine karşı Kazakların diğer sultanları, özellikle Ebu’l Hayr’ın rakip düşmanları onun bu siyasetini başarısızlığa uğratmak için çaba sarfettiler. Bunlardan biri de Barak Sultan’dı. Yukarıdaki gibi bir durum ortaya çıktığı bir sırada Çariçe kendisi “milyonlarca rubleye mal olsa da, Kazak ülkesini Rusya’ya meşru bir şekilde vassal etmenin bir yolunu bul” diye emir verdiği Tevkelev yeniden Ebu’l Hayr’ın ordasına tekrar yola çıktı. Bu haberi casuslar Küçük Cüz hanının ordasına hemen yetiştirdi. Hemen o gün Ebu’l Hayr, Tevkelev’i karşılama hazırlıklarına başladı. İlk önce silah arkadaşları

169 GÖÇEBELER II – Can Çekişme baturlar ile kendisine karşı çıkan tarafın düşüncelerini öğrenmek için Barak, Bögenbay ve Tayman gibi bey ve baturlara haberci gönderdi. Bögenbay’dan başkaları haber aldıktan sonra çok geçikmeden han ordasına geldiler. Bögenbay ile Tayman her zamanki gibi arkadaşlarıyla gelirken, Barak Sultan ise hatırı sayılır bir silahlı güçle han ordasına geldi. Yine neden olduğu belirsiz, kendisinin eski düşmanı, kanlı cephelerde bir çok kez vuruştuğu Kalden Seren’in elçisi Seren Dorji de gelmişti. Bu, bin yedi yüz otuz dördüncü yıldı. Ebu’l Hayr ordası o sırada Irgız nehrinin kıyılarındaydı. Şimdi han ordasında birkaç adam oturuyor: Kanjıgalı Bögenbay, onun karşısında Şekti uruğunun ünlü baturu Tayman. Bunlardan yukarısında Ebu’l Hayr’ın sağ tarafında Naymanların Sultanı Barak… Halk onun kahramanlıkları ve cesaretinden dolayı Bozyeleli Barak diye adlandırmıştı. Hanın sol tarafında ve Bögenbay’dan yukarı Cungar Hanı Kalden Seren’in elçisi siyah gece gibi kap kara olmuş vaziyette Seren Dorji... Bögenbay’ın gözü Tayman’a takıldığında, birden geçmişte yaşanan bir olay aklına geldi. O zaman bu ikisi de kanları kaynayan genç delikanlılardı. O yıllarda Kanjıgalı uruğu Karaötkel ve Kerekuv’un kesiştiği Ereymendağı, Korjungöl, Akgöl, Koyandı Koytaş ve Şakşa isimli bölgelerde yerleşmiş bulunuyorlardı. Şekti uruğu ise Ak Yayık’a dökülen Cem nehrinin boyunda konar göçer hayat sürmekteydi. Yazın kavurucu sıcak olup da, kışın çok soğuk geçeceği tahmin edilen senede iki toplum aynı anda Sirderya’nın kamışlık tarafına doğru göçerlerdi. Böylelikle Kanjıgalı ve Şekti boyları Sirderya kıyısında bir araya geldikleri o sene büyük toy ve eğlenceler yapılmıştı. Konurat

170 İlyas ESENBERLİN kabilesinden çıkmış ünlü zengin tüccar Kıysan tek oğlunun sünnet düğününü yapmıştı. Bu düğünde Arka’dan gelen Bögenbay ile Şekti’nin genç arslanı Tayman şiddetli bir şekilde tartışmışlardı. O zamandan beri iki gözü pek baturun bu ilk karşılaşması idi. Ülkenin üzerinde kara bulutlar dolaşırken aralarındaki kavga hatırlarından çıkmıştı. Günün yakıcı sıcağına rağmen, ak boz han ordasının kapılarının hepsi kapalıydı. Sair zamanlarda han çadırının hava girmesi için kaldırılan etekleri de kaldırılmamıştı. On iki kanat ak boz çadırda bu beşinden başka kapıların önünde kınsız kılıçlarını elleriyle göğüs hizasında kavramış bir şekilde nöbet tutan dev yapılı iki asker ile kenarları sırlanmış süslü büyük tenceredeki kımızı karıştırırak oturan hanın on sekiz yaşındaki tek oğlu Eralı’dan başka hiç kimse yoktu. Han oğlunun yanındaki muhafızlara güvendiğinden misafirlerle rahat rahat sohbet ediyordu. - Evet Ebu’l Hayr Han! - diyerek cüsseli Barak Sultan ucu kulağına kadar uzanan bilek kalınğındaki siyah bıyıklarını parmaklarıyla sıvazladı. - Uzaklara atlar koşturup bizi niye davet ettiğini hissediyorum. Çariçe, eğer bizim topraklara tekrar Tepipgel’i göndermişse, bundan üç yıl önceki “maiyetine girdim” şeklindeki sözün yetersiz kalmış olmalı… O Ebu’l Hayr’a alaylı bir gözle yan yan baktı. Kazakların Tevkelev’i “Tepipgel” diye adlandırdıkları için onun kimden bahsettiğini hepsi anladı. - Tahminin doğru gibi… Beyefendiyi tekrar göndermesine bakılırsa, sadece benim taahhütlerim Çariçe hazretlerine kifayet etmemiş olduğu muhakkak. Fakat, Ebu’l Hayr sol tarafında oturan Seren Dorji’ye yan gözüyle baktı ve sustu.

171 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

-Evet, konuşmaya devam et, “fakat” ne? Ebu’l Hayr yüzünü somurtarak sessiz kaldı. - Söylemek istediği sözüne ve yapacağı işine hiç tereddüt etmeyen Ebu’l Hayr niçn sessiz kaldın? Yoksa, aramızda bir yabancı olmasından mı çekiniyorsun? Konuşmaya devam et, Seren Dorji, Kalden Serenin elçisi olmakla birlikte, benim yakınımdır. Ebu’l Hayr gülümsedi. - Kalden Seren’in elçisinin yakının olmasına bakılırsa, Cungar hanın kendisinin de dostun olmadığını kim garanti edebilir? - Laf çaptırma, Ebu’l Hayr! Seren Dorji sadece yakınım değil, aynı zamanda güvenilir dostum… Han onun sözünü onaylarcasına başını salladı. Evet, Cungar Han’ın ordasında da çekişme olduğunu o da biliyordu. Bunlar, birbirlerine acımasızca davranabilen eski cetleri Cengiz Han’ın hakiki torunlarıydı. Cungar tahtının müstakbel hanı, öz babasından olan kardeşi Şuno Dabo’yı, Kalden Seren’in nasıl öldürdüğü halk arasında yaygın bir şekilde konuşuluyordu. Ateş olmayan yerden dumanın çıkmayacağı bellidir. Özellikle bu evde oturan Bögenbay Batur’a Şuno Dabo’nun ölümünün Kalden Seren’den olduğu gün gibi açıktı. Dünyada gizli kalan hiç bir şey yoktur. Hepsi de duyulur. Özellikle düşman ordasında olup bitenler, düşmanına tez ulaşır. Çünkü, han tahtının da bir kulağı vardır derler. O kulak, altındır. Cungar ordasının güçlülerinin ikiye bölündüklerini Ebu’l

172 İlyas ESENBERLİN

Hayr da işitmişti. Önceden olacakları tahmin edebilen tecrübeli Sıban Raptan ve onun oğlu Kalden Seren askerlerini yedi gruba ayırarak ilk olarak Kazak ülkesinin işgal edilmesini uygun görmüşlerse, Cungar noyanlarının bir grubu ise askerlerin yüzünü İrtiş’in aşağı tarafına çevirip Sibirya’yı ele geçirmeye karar vermişti. Bu grup, Cungar Hanlığı’nın temelini atan Çoras boyundan çıkmış Dayan Han’ın neslinden genç noyanlardı. Onların içinde deminden beri hiç konuşmadan sessiz oturan Sıban Raptan’ın ortanca oğlu Seren Dorji de vardı. Bunların gece gündüz akılarında Sibirya’da kalmış ecdalarının mezarları vardı. O mezarda yatanların ruhları “senin ata yurdun burası, bizim yattığımız yer” diyerek onları sanki kendilerine çağırıyor gibiydi. Sibirya’yı almak gerektiğini genç noyanların aklına kimlerin koyduğunu Ebu’l Hayr da, Kalden Seren’den bilmiyor değildi. Bu sırada Rus ordusunun öncü birlikleri Mançurya’nın sınırına ulaşmıştı. Ayrıca, ta ötelerdeki Pasifik Okyanusu’nda Rus gemileri yüzmeye başlamıştı. İşte bundan dolayı Çin yöneticileri Cungar askerlerinin yönünü Sibirya’ya doğru çevimek istiyorlardı. Çin ejderhası kendisinin çelik gibi keskin dişleriyle Pasifik Okyanusu’na uzanan Çariçe’nin kolunun atar damarlarını kesmeyi amaçlıyordu. “Çin yeryüzünün merkezi ise, o zaman dünyanın kenar kısımları da Çin’e tabi olmalıydı!” diye düşünen Çinli yöneticiler Sibirya bölgesini de ele geçirip şehirler inşa etmek istediler. “Şimdilik buraları Cungar kaplanı mekan edinsin, zamanı geldiğinde onu ötelere, batıya kovar, tüm taygayı kendimiz alırız” diye düşünmekteydiler. Kalden Seren ise gırtlağı ne kadar geniş olursa olsun, Rus

173 GÖÇEBELER II – Can Çekişme topraklarını boğazından geçiremeyeceğini biliyordu. Sibirya’yı yutarım derken, boğazına takılıp boğulmaktansa, bir araya gelemeyen Kazakların geniş bozkırlarını tedricen hakimiyeti altına alarak Büyük Cungar Hanlığı’nı kurmanın daha elverişli olacağını düşünüyordu. Öyle bir devlet kurabilmek için Kazakların tam yarısını kırmak, diğer yarısını da başka toprakları ele geçirmek için kullanmak amacımdaydı. “Bütün dünyayı titreten” kızıl sakallı büyük babası da işte böyle yapmıştı… Fakat, Kalden Seren’in bu düşüncesini Çoras uruğundan çıkan genç noyanlara kabul etmek istemedi. Onlar şimdi kendilerine bir müttefik aramaya başlamıştı. Bu meyanda bir iki müttefik Kazak sultanlarının arasından çıkmaya başladı. Onlardan biri Barak’tı. O yakınlarda kendisinin küçük kızını bu Seren Dorji’ye vermişti. Bunu Ebu’l Hayr da biliyordu. Yine o isyancı Seren Dorji’yi Kazak ülkesine sürgün etmiş gibi, Kalder Seren’in kasıtlı gönderdiğinden de haberdar idi. Kazak bozkırlarında uzun süre kalmasından istifade eden Seren Dorji Orta Cüz’ün bazı sultanlarıyla müttefik olmayı da başarmıştı. Cungar noyanlarına katılarak Kazak sultanlarının Sibirya şehirlerine sefere çıkmasının Kazak ülkesi için hayati tehlikesi olduğunu anlayan Ebu’l Hayr şimdilik ikisiyle de herşeyi açık konuşmaya karar verdi. Çünkü Barak ile Seren Dorji’nin müttefikliği Kazakların Rusya’nın vassalığına girmesine karşı kurulan tehlikeli bir birlikti. - İyi, - dedi uzun bıyıklarının uçlarını burarak Ebu’l Hayr, - bir Kazak ata sözü “Sırrını söyleme dostuna, dostunun da dostu vardır” der. Her hâlükârda benim söylediğim sırları Barak Sultan yakın dostu Seren Dorji’ye de söyleyecektir, açık konuşalım.

174 İlyas ESENBERLİN

Barak Sultan gülümsedi. Birden o “ne zamandan beri beni kendisine dost saymaya başlamış?” diye Ebu’l Hayr’dan soracak gibi oldu, ama kendini tuttu. - Tamam, - dedi sonra çatık kaşlarını hafifçe kaldırarak. - Tepipgel’in gelmekte olduğunu işittik. O niçin geliyor? Hangimizi tepip gidecek? Beni mi, Abılay Sultan mı, Ebu’l Mambet Han’ı mı, hangimizi? Yoksa, Or şehrini inşa etmeye mi, geliyor?.. - Mümkündür…. - Kim bilir, belki senin inşa ettirmek istediğin Or şehri hepimiz için kazılmış bir hendektir… Ebu’l Hayr Han’ın Çarlık Rusya’nın egemenliği altına girmekle, Çar Hükümeti’nin önüne koyduğu iki önemli mesele vardı.. Biri, Küçük Cüz boylarına İdil ve Yayık nehirlerinin arasındaki bölgelerden otlaklar almaktı. İkincisi, Or nehrinin Yayık’a döküldüğü yerde Or şehrini inşa ettirmekti. Ebu’l Hayr bununla, eli altındaki Rus kalesi sayesinde kendi hakimiyetini güçlendirmek, kaledeki askerleri kendisine rakip sultanlara karşı kullanıp gücünü pekiştirmek ve bütün Kazak ülkesini avucunun içinde tutmak amacındaydı. Ama bu iki isteğinin ikisi de şimdilik gerçekleşmiyordu. Tüm gerçekleşen iki tarafın bu konuda birbirlerine yazdıkları mektuplardı sadece. Ancak, bin yediyüz otuz dördüncü yılı Kazak topraklarının batı tarafını yöneten Orenburg yönetimi kurulduğundan beri Or nehrinin aşağı tarafında şehir kurulma meselesi yeniden gündeme gelmişti. Barak Sultan’ın “Yoksa, Or şehrini inşaya mı geliyor?” demesi bundandı. Han’ın cevabından rahatsızlık duyan sultan laf çaptırmasını devam ettirdi. - Tabii ki, Tepipgel’i geçmiş yıllarda olduğu gibi borazan

175 GÖÇEBELER II – Can Çekişme ve zurnalar çaldırarak törenle karşılayacaksın, değil mi? - Elbette, sadece Rusya gibi bir dost ülkenin elçisini değil, düşman bir ülkenin de elçisine hürmet gösterip baş köşemize oturtuyoruz… - diyerek han Seren Dorji’ye baktı. - Fakat, sana gelmekte olan misafir ecdadının dinini unutarak Hristiyan olmuş, değil mi? - Senin de misafirinin ondan aşağı kalır bir yanı yok, - dedi Ebu’l Hayr, Seren Dorji’nin Budist olduğunu hatırlatarak, - daha sonra yeğenini sünnet ettirdiğinde bizi de düğüne çağırırsın, Barak Sultan? Barak sap sarı kesildi. O içindeki kızgınlığını hemen dışarı vurdu. - Çariçe, Tepipgel ile sana göndermiş olduğu hediye de, senin de Tepipgel’e göstermiş olduğun şatafatlı hürmetin de muhteşem olmuştu. Ama ondan ne çıktı? Kazak topraklarının üzerine çöken o kara bulut, hala kara bulut… Dört yönden esen korkunç kötülükler, hala devam ediyor… Çarlık Rusya’ya tabi olduğun için İdil kıyılarını işgal eden Kalmuk noyanları hayvanlarına otlak verdi mi? Aksine, eskisinden beter düşman oldu. Onlara dur diyen çariçe yok. Or kalesi ise sana sadece bizim ile mücadele etmen için gerekli. - Elbette, onun için gerek! Barak ne diyeceğini bilmeden kaldı. Hanın söylediklerinin hepsi gerçekti. Kazak ülkesinin Çarlık Rusya’ya tabi kılmak için canla başla çalışan Tevkelev, bundan bir yıl önce yine Dışişlerine Kuruluna yolladığı mektubunda: “Kırgız - Kazaklar gibi Kalmuk ve Başkurtların da milli duygu ve şuurları zayıftır. Hepsi de vahşi ve geniş düşünemeyen halklardır... Eğer bunlardan her hangi biri

176 İlyas ESENBERLİN

Rusya’ya karşı isyan edecek olursa, kalan diğer ikisini ona karşı kullanmalıdır. Hem bu gibi durumlarda biz suçlu da sayılmayız. Bizim elimiz her zaman temiz kalır” demişti. Çarlık Rusya devleti bu ülkelere karşı sömürge siyasetinin bütün yöntemlerini kullanmasını bildi. Bunlar arasında çok eski devirlerden beri kullanıla gelen “bir halkı, diğer bir halka karşı kışkırtarak bölmek ve yönetmek” taktiğini sıkça uyguladı. Demek ki sömürü politikasının bu şekildeki acımasız yöntemlerine bakılmaksızın, bu ülkelerin geleceği sadece Rusya’ya katılmaktan geçiyordu. Diğer yolların tamamı, özellikle Cungar Hanlığı ile birleşme gibi beyhude çabalar Kazak ülkesini hepten yok oluşa götürür... - Kendimizi yönetme hakkı elimizden alındıktan sonra bizi Rusya mı yönetir, Cungar mı yönetir? Bir şey fark eder mi? - dedi Barak Sultan tekrar sararmış bir halde. - Cungar hanı işgal ettiği yerlerdeki insanların hepsini öldürüp sadece ölüleri yönetmek istiyor. - Ya Ruslar? - Bugüne kadar Ruslar bizim topraklarımıza sadece kervanlarıyla gelmişlerdir. Bundan sonra askelerinin de gelmesi halinde ne olacak? - Onu zamanı geldiğinde görürüz. - Ebu’l Hayr yine Seren Dorji’ye baktı. - “Korkak kurt yerine aslana yem olmak yeğdir” diye bir atasözü var. - O halde o aslanın bizi neden korumuyor? - Ona yaptığımız düşmanlık az mı? - Hangi düşmanlığımızı söylüyorsun? - Kazak topraklarından geçerek Taşkent, Hive ve

177 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Buhara’ya doğru giden Rusların hangi kervanını yağlamadan sağ salim geçmesine imkan verdik? Böyle bir durumda Rus çarına nasıl bizi koru diyebiliriz?.. Ebu’l Hayr Han’ın bu dediği gerçekti. Bin yediyüz otuz iki senesinde Albay Garber’in yönetiminde yüze yakın muhafızıyla Rusların Hive ile Buhara’ya giden ticaret kervanı Astrahan civarında yağmalanmıştı. Buradan, sadece Garber’in kendisi ile birkaç asker sağ kurtulabilmişti. Geçen yıl Binbaşı Miller yönetiminde Orenburg’dan Taşkent’e gitmekte olan benzeri bir Rus kervanı da saldırıya uğramıştı. Buna benzer durumlar İrtis, Esil boylarında da sık sık tekrarlandı. Ebu’l Hayr bunları Barak’ın yüzüne karşı kasdi olarak söylüyordu. - Rus kervanlarını geçirirsen topraklarımıza barış ve huzur gelir mi demek istiyorsun Ebu’l Hayr Han. - Barak sözleri şimdi kekeliyerek çıktı. - Bunlar boş şeyler. Aslında söyleyecek çok sözüm var, ama orda senin... - Konuş! Konuş! - dedi Ebu’l Hayr alaycı bir ifadeyle. - Zaten konuşup duruyorsun, farklı bir yer mi, benim ordam, senin için bir şey fark eder mi? - O zaman dinle! - dedi yüzü kızaran Barak. - Ebu’l Hayr Han sen halkımıza huzur değil, kargaşa getirmek üzeresin? - Ben daha kargaşa getirmeden önce de, Kazak toprakları Cungar askerlerinin kırdığı halkın kemikleriyle dolu değil miydi? Barakın birden dudakları morarıp, gözlerinden adeta kıvılcımlar fırladı. - Ebu’l Hayr Han, sen kendinin değil, halkının menfaat- lerini düşünüyormuşsun! - Barak, Ebu’l Hayr’ın gırtlağından

178 İlyas ESENBERLİN sıkmak ister gibi birden yere diz çöküp oturdu. Seren Dorji de çizmesinin konçundaki duran bıçağına elini attı. - Hadi söyle, söyle bakalım gerçeği?! Barak Sultan’ın bu ani hareketi sebebiyle Ebu’l Hayr Han’ın yüz ifadesi hiç değişmedi. O heykel gibi hareketsiz duruşunu devam ettirdi. Sadece kapı önünde put gibi kımıldamadan duran iki nöbetçiye yan gözle bakınca, ikisi birden ellerindeki yayların oklarını Barak ile Seren Dorji’ye doğrulttular. - Hayır, Ebu’l Hayr Han, - dedi Barak Sultan, sinirden kızarmış yüzünün sertliği bozulmadan. - Sen, Or kalesini Rus devletine hepimizi bağımlı hale sokmak, sadece kendi itibarını yükseltmek için inşa ettiriyorsun! - Benim yerimde sen olsaydın, ne yapardın Barak Sultan? Yılan ile kedinin karşı karşıya gelip birbirini hipnotize etmeye çalışması gibi Ak Orda’nın içinde buz gibi bir hava hakim oldu. Öfkeli Barak tekrar konuşmak üzereyken, bir süredir hiç konuşmadan oturan Bögenbay Batur, dik uçurumun tepesinde oturduğu bir sırada uçmak için birden harekete geçen kartal gibi aniden gür sesiyle konuşmaya başladı. - Hey Ebu’l Hayr Han! Hey Barak Sultan! - dedi elini yukarı kaldırarak - Han ve sultan olarak birbirinizle çekişip duruyorsunuz. O zaman bizi niye çağırdınız? Söyler misiniz? - Evet, onu da dinleyelim, - dedi Tayman Batur da sinirlenerek. - Evet, evet konuş! Konuş! - dedi Ebu’l Hayr kendi hatasını kabul etmişçesine ve Bögenbay’ın halk arasında çok itibarlı bir kişi olduğunu hatırlamış ve baturun söyleyeceklerine önem vereceğini göstermek istercesine.

179 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Bögenbay eline silah alıp at üstüne çok genç yaşlarda binmiş bir kişi idi. Bundan on beş yıl önce Ürgenç civarında sefere çıktığında, Cungar askerleri obasına saldırmış ve karısıyla çoluk çocuğunu öldürmüştü. O zamandan beri Bögenbay at üstünden inmiş değildi. Ülkesinin düşmanları ile sayısız çarpışmalara girdi ve çoğunlukla da kazandı. Bu günlerde onun namı tüm Kazaklar arasında yayılmıştı. Hatta o kadar yayılmıştı ki, bazı ona ait olmayan kahramanlıklar da onun adıyla anılmaktaydı. Halkının kendisine gösterdiği bu yüksek hürmet ve şahsi yetenekleri sayesinde, o Cungar saldırıları zamanında Kazak halkının düşmanlarına karşı bayrak olarak tuttukları önderlerinden biri olmuştu. Hangi han veya hangi sultan olursa olsun, Bögenbay ile istişare etmeden savaşlara çıkmaz olmuşlardı. - Evet, konuş, Bögenbay Batur! - dedi Barak Sultan da. - Konuş diyorsanız konuşayım, - dedi Bögenbay içine doğan öfke ve sinirini zorlukla bastırarak, - biz han değiliz halkı yöneten. Ancak halkın kanının döküleceği yerde sadece hanlar konuşmamalı. Bana sorarsanız, Rus kaleleri civarının halk için emniyetli olduğu muhakkaktır. O yüzden de Cungar kılıcından korunak arayan bir çok oba Rus sınırları yakınlarına göçmedi mi? Ancak, oralarda halkın öyle rahata ermiş bir durumu da yok. Buna rağmen halk dediğiniz topluluk Seyhun nehrindeki balıklar gibi tehlikesi az derinlikleri tercih etmektedir. Rusya sınırlarına bu sebeple göç etmektedir. - O şimdi Barak’a baktı. - Halk artık senin yakınlarından uzak bir yerlerde ocağını tüttürüp, hayvanlarını besleyip, yemeğini huzur içinde yemek istiyordu. Tam bu sırada Ak Orda’nın kapısı açıldı ve eve bütün Küçük Cüz’de güzelliğiyle meşhur olmuş Ebu’l Hayr’ın küçük

180 İlyas ESENBERLİN hanımı Nurbike girdi. Uzun boylu, buğday tenli, parlak kara gözlerinde insanın yüreğini titreten bir kıvılcım vardı. Başına altın işlemeli ucu sivri börkü, ince belini örten üzerindeki altın motiflerle bezenmiş yeleği gölgede yanan bir köz gibiydi. Alımlı bir şekilde bastığı her adımında balık etli vücudunda bir tılsım varmış gibi evdeki erkeklerin gözlerini birden kendi üzerine çekti. Öfkeli sözlerin soğukluğuyla kararmış gibi olan odanın içi birden güneş ışıkları düşmüşçesine aydınlanıvermişti. - Beyler, konuk odasına geçip bir kaç lokma bir şeyler alınız, - dedi o ceylan bakışlarından ışıklar saçarak ve yumuşak tonlu sesini ahenkli bir şekilde uzatarak. Nurbike’nin masumane gözlerindeki ilginçliklerle dolu gizli bir sır aniden parlayıp Barak’ın yüzüne düştü ve birinin üflediği bir mum gibi hemen söndü. Şimdi o gözünü aşağı kısımda oturan iki batura çevirdi. Bögenbay ile Tayman baturların yüzleri de harlı bir şekilde yanan şömine ateşine karşı duruyormuş gibi kıp kırmızı olmuştu. Güzel Nurbike gece gördüğü tatlı rüyası aklına gelmiş gibi hafifçe gülümsedi. Şimdi o duygulu kömür gibi sim siyah gözlerinden muhabbet dolu güneş ışıkları gibi bir sıcaklık saçarak güzel hanımın içeri girmesine aldırış etmeden oturan Barak’a tekrar döndü. - Sultan kaynım, bir kaç lokma bir şeyler alınız diyorum ya, - dedi nazlanarak. - Kısmetse, alırız bir kaç lokma, - dedi Barak, yaşı otuz beşe gelse de, hala bir genç kız gibi süslenmiş kadının çekiciliğini önemsemiyormuş gibi göz atarak. - Öncelikle han tahtında oturan kocanızın aklına doymamıza izin veriniz. Tüm Kazaklar arasında dillere destan olmuş güzelliğine

181 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Barak’ın aldırış etmez görünmesine Nurbike hanım kırılmıştı: - Akla susamış iseniz, önce içeceklerle iyice susamışlığını gideriniz, - diyerek alaylı bir gülüş attı ve cilveli bir şekilde yürüyerek çıkıp gitti. Nazlı karısının bir dediğini iki etmeyen Ebu’l Hayr: - Sofradan büyük değiliz, - dedi, - kalkın, yemek yiyelim. - Evet, yemek yiyelim, - dedi baturlar da destekleyerek. Ebu’l Hayr yerinden kalktı. Barak Sultan da çaresiz misafir odasına doğru yöneldi. “Han’a her dediğini yaptıran bu kadının nasıl bir gücü varmış? Dikkatle izleyip görmek gerek” - dedi içinden. Nurbike hanımın sadece güzelliği değil, hanın hürmet etmesi gereken başka özellikleri de çoktu. “Ayaktabanları Şişti” felaketinden önce bir düğünde Bögenbay ile Tayman baturların çok şiddetli çekişmesine de Nurbike sebep olmuştu. O, düğün sahibi Koysan isimli zenginin şımarık kızı idi. Düğüne gelen iki batur da on yedi yaşındaki bu güzel kıza görür görmez aşık olmuşlardı. O dönemde birbirleriyle rekabet halinde olan iki batur kızı birbirlerinden kıskanmışlar ve aynı anda kıza duygularını açıklamışlardı. Şımarık zengin kızı bir taraftan şaka ve şımarıklık ile, diğer taraftan yiğitlerin gururlarıyla oynayarak dalga geçmek maksadıyla: - İkizinden de hoşlandım, - dedi ve devam etti. - Ancak kim daha üstün ise o benim tercihimdir… Kızın bu sözünü duyan ve kanları kaynayan iki genç adam arasındaki rekabet daha da kızışmış oldu. Ama güreş, jambı

182 İlyas ESENBERLİN vurma, yerden tenge alma gibi yarışlarda birbirlerini yenemediler. Birbirlerini yenemeyen gençler tekrar kızın yanına geldiler. Nurbike ikisiyle dalga geçerek güldü. - Birbirinize kıyamayan kabahat sizlerin! Artık geç kaldınız, - dedi gülmeyi keserek. Daha sonra kendisini daha dün Küçük Cüz Hanı Ebu’l Hayr’ın istettiğini söyledi. Birbirleriyle mücadele ederken kızı kaptırmış olmalarına üzülen iki baturun canları çok sıkılmıştı. İkisinin arasındaki bu delikanlılık çekişmesi şimdi düşmanlığa dönüşmüştü. Bu sıralarda Cungar saldırıları başladı. Ülkenin başına gelen bu felaket iki batur arasındaki hasımlığı unutturdu. Düşmanlarına karşı bir cephede omuz omuza verip çarpışmamalarına rağmen, ikisi cengaverliklerinden dolayı birbirlerine dıştan saygı duyarlardı. Halkın arasında büyük itibar sahibi olan iki batur daha sonra Ebu’l Hayr Han’ın sağ kolu ile sol kolu oldular. Nurbike ile evlenen Ebu’l Hayr ise dünyadaki bütün dileklerini elde etmiş gibiydi. Ancak, canından çok sevdiği sevgili karısından çocuğu olmadı. Ama han bunu çok dert etmedi. Nazlı kadın cilveli halleriyle hanın gönlünü yapmayı ve kendisine bağlamayı başardı. Ebu’l Hayr diğer hanımlarının odasında gecelediğinde kımız yerine ekşi ayran içmiş gibi Nurbike’yi özlüyordu. Kocalarının bu genç karısından soğumayacağını anlayan diğer hanımlar Nurbike hakkında karalayıcı sözler söyleyip dedikodular da çıkardılar. Ama han yine de küçük karısının kendisine olan aşkından hiç şüphe etmedi. Nurbike hakkındaki dedikoduların çoğaldığı sıralarda Ebu’l Hayr her nasılsa genç karısını alıp Türkistan’daki Hoca

183 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Ahmet Yesevi türbesine gitmişti. Türbenin içini dolaşırken bir kapalı kapının önüne geldiğinde içeriden hoş olmayan sesler duydu. Hoca Ahmet Yesevi türbesinde daha önce bir kaç kere daha bulunmuş olan Ebu’l Hayr bu seslerin türbe duvarlarının yıkık kısımlarındaki kerpiçlerin üzerine yuva yapmış kara kargalardan geldiğini biliyordu. Fakat, Pir-i Türkistan Hazretlerinin türbesinin içinde endişeli bir biçimde dolaşan Nurbike yanındaki kocasından: - Bu neyin sesi? - diye sordu. Birden Ebu’l Hayr’ın aklına bir muziplik geldi. - Bu, cehennem kuşlarının sesi, - dedi o ciddi bir şekilde. - Eğer bu türbeye giren kadın hayatında kocasını kaç kere aldatmışsa, o kadar kuş gelip başı gözünü didiklemeye başlar… - Han eşine dikkatlice baktı. - Girecek misin? Nurbike beti benzi sarardı, fakat kendisini çabuk toparladı. “Eğer gökteki Allahü Teala yerdeki benim işlediğim günahlarımı sayıyorsa, nasıl cezalandırmak dilerse, kendi elindedir. Tevekkül, gireyim” diye geçirdi içinden. Sonra kocasının yüzüne nazlanarak baktı ve: - Benim günahsız olduğumu bilmiyor muydunuz han efendim? O zaman açın kapıyı. Hepsini kendi gözünüzle görüp gönlünüz rahat olsun… Buna mutlu olan Ebu’l Hayr kapıyı açtırmamış. “Günahı olsa girmeye korkardı, bana sadıkmış demek” diye düşündü. Genç karısını çok seven han kendi kendi kandırıp karısının günahsız olduğuna inanmak istemişti. Fakat, bügün Nurbike’nin Barak’a olan bakışından han biraz şüphelenmiş gibiydi. Ancak, bunu hissettirmedi. Genç kızlığından beri kendisine ilgisiz kalan erkeği ilk kez

184 İlyas ESENBERLİN gören Nurbike ak boz evde sinirli bir halde dururken han misafirleriyle birlikte içeri girdi. Nurbike hemen neşeli bir tavır sergiledi. Bunlar tay etinden iyice pişmiş lezzetli yahnileri yiyerek, baldan tatlı sarı kımızdan içerek tazı ve kartalla avcılık hususunda bir süt sağımı sohbet ettiler. Sonra tekrar han sarayına geldiler. Sadece han ordasının kapısı açarken Barak Sultan konuk odasında enfiye kutusunu unuttuğunu fark etti ve geri döndü, çok geçmeden geri geldi. Başkaları bundan hiç bir şekilde şüphelenmezken, Ebu’l Hayr has düşmanı Barak’ın dudaklarındaki hafif gülümsemesinden onun sadece enfiye kutusu için geri dönmediğini anlamıştı. Han yerine oturduktan sonra sakin bir sesle konuşmaya başladı. - Rusya’nın himayesine girelim dediğimden beri benim düşmanlarım çoğalmaktadır, - dedi. - Hangi toplum olursa olsun başka bir halkın yönetiminin altında olması zor bir durumdur. Ama bizim durumumuzda başka bir çıkar yol yok. Cungarları yensen bile, diğer tarafta Çin var. Çin’e tabi olmak demek, dilinden de, dininden de aynı anda ayrılmak demektir. Rusya ise onunla mukayese edildiğinde daha adil ve insaflı bir ülkedir. Topraklarımız da, kaderimiz de ortak. - Birden sesini yükselterek konuşmaya başladı. - Hayır, ne derseniz deyin Rusya’ya katılmak, bizim için tek yol! Gün boyu sessiz oturan Seren Dorji birden tiz sesiyle konuşmaya başladı. İri kıyım gösterişli vücudu ve karanlık yüzünün aksine sesi kancık bir itin sesi gibi ince ve acıymış. Ağzından köpükler saçarak heyecanlı konuşuyordu. - Han hazretleri, Kazak yurdunu Rusya’ya bağlamaktan başka çare yok demeniz boş laf, - dedi o altındaki ipekli yumuşak minder kalçasına batıyormuş gibi kımıldayarak. -

185 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Batur kişilerin hepsini kendi yanımıza alırız. Seni de! Çariçesini at kuyruğuna bağlayıp sürükleyip öldürürüz! Sonra Rus ülkesini de geçip öbür tarafa varırız! Eski ecdadımızın gittiği yere biz de gideriz! Hatta daha da ileri gideriz! Yolumuzdaki tüm şehirlerin hepsini yakıp yıkıp Cungarlar ile Kazakların hayvanlarına otlak yaparız. İnsanların hepsini koyun gibi bağlarız! Sana bundan daha iyi, başka nasıl bir yol gerek? Bögenbay Batur’un Seren Dorji’ye yan gözü ile nefretle baktığını fark eden Ebu’l Hayr: - O zaman Kazak topraklarını ne yapacaksınız saygıdeğer noyan? - dedi. Onun bütün düşüncesini öğrenmek isteyerek, - daha şimdiden topraklarımızın yarısını kaybettik… O toprakları bize kim geri verecek? - Gerçek baturları yanımıza alacağız dedim ya, - dedi Seren Dorji ince sesiyle. - Onlara toprak veririz. Sıradan halkın ise toprak nesine gerek? Ölsün! Kırılsın! - Tamam, senin söylediğin gibi olsun, - dedi Ebu’l Hayr. - Ama sen Rus toplarının nasıl atıldığını gördün mü? - Görmedim, görmek de istemiyorum. - Topraklarını işgal etmek istediğinde, Ruslar senin “görmek istemiyorum” demene bakarlar mı? - Ben ondan korkmuyorum, - dedi Seren Dorji. - Bana Çin imparatoru onun gibi toplardan binlercesini verir. Heyecanlı Cungar noyanı kızgınlıkla bu sözü nasıl söylediğini kendisi de fark etmedi. Seren Dorji’ye artık Barak da öfkeyle baktı. Nayman kabilesi Cungarlar ile komşu olduklarından bu ikisi arasındaki

186 İlyas ESENBERLİN

çatışmalar asırlarca durmaksızın bu zamana kadar gelmişti. Cungarların küçük çaplı saldırılarını Naymanların batur evlatları her zaman geri püskürtmüşlerdi. Yine de, uzun yıllar birlikte göç eden bu iki halk bazen kız alıp, kız da vermişlerdi. Özellikle bu durumlarda Cungarlar Kazakların Cengiz Han neslinden kimselerle akraba olmaya hevesliydiler. Fakat, Naymanlar Kazak topraklarına Cungarlar saldırdığında akrabalığını da, komşuluğunu da unutup eline silahını alıp ortaya çıkarlardı. Naymanların bütün Kazak ülkesince tanınmış yiğitlerinden biri de Karakerey Kabanbay Batur’du. Barak kızını Seren Dorji’ye vermiş olmasına, Kabanbay Batur’un çok öfkelendiğini sultan da duymuştu. Ondan mı, yoksa Çin imparatorlarının sürekli düşmanlığı mı aklına geldi, o Seren Dorji’ye: - Bana Çinlilerin yardımından bahsetme, - dedi kızarak. - Çinlinin toplarına Rus toplarını yeğleriz... - Sonra o Ebu’l Hayr’a döndü. - Öyleyse, ne yapacağız? Topraklarımıza Rusların şehir inşa etmelerine izin verecek miyiz? - Rusya’ya tabi olmak, sadece şehir inşası değildir. Bu büyük bir siyaset, - dedi Ebu’l Hayr. - Yakınlarda bana Aralbay ile Orazkeldi aksakallar gelerek: “Çariçeye istekte bulunup Büyük Cüz’ü de Rusya’nın himayesine girdir” dediler. Yayık ile Or nehirlerinin kesiştiği bölgeye şehir inşasını ben istedim. Bu şehir sadece bana değil, hepimize gerek… Neticede, Kazak ülkesi bir sürü aptalın elinde parçalanacağına, bir akıllının elinde yekpare olarak devam etmesi daha doğru değil mi… Buna kim yanlış diyebilir?.. - Bu gibi himayecilik Büyük Orda Hanı Ebu’l Mambet’in işi değil mi? - dedi Barak kızgın bir şekilde. Ebu’l Hayr cevap vermedi...

187 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Ben üç cüzü birleştirmek istiyorum. Ancak, o zaman başka halklar bizi adam yerine koyarlar, - dedi ve sözünü devam ettirdi. - Az önce Bögenbay Batur’un konuşmasını duydunuz. Halkın çoğunluğu da böyle düşünüyor. Yere bakıp oturan Seren Dorji başını kaldırdı. - “Kirpi sadece inine girene kadar dosttur” şeklinde bizim Cungarlarda bir atasözü vardır, - dedi o, - inine girdikten sonra iğnelerini batırmaya başlar. Sonuçta kendi isteğinle dost olduğun kirpiden kaçsan da, kurtulamayacak duruma düşme! - Cungar kirpisi hakkında konuşmuyor musun Noyan? - dedi Tayman Batur. - Evet, Seren Dorji, Rus çarı bize nasıl bir armağan verecek, henüz meçhul, - dedi Ebu’l Hayr. - Ama Cungarların boyunduruğunu biliyoruz. Çin zulmünü ise sizler de bizden az bilmiyor değilsiniz… - Tamam, Ebu’l Hayr Han, senin bu kararını Cungar hanına hemen yarın ulaştıracağım, - dedi Seren Dorji hanı korkutmak düşüncesiyle, - Cungarın tüm askerleri Irgız havalisine geldiğinde konuşuruz. - Arzun bilir, Kalden Seren’in kanlı askerini yeni gördüğümü mü, sanıyorsun? Gönderirse, karşılamaya hazırım! - O zaman çok geçmeden Kalden Seren’i de görürsün. Cungar noyanı yerinden kalktı. Hana adet gereği biraz başını eğip selam verdi ve acele adımlarla çıkıp gitti. Onun peşinden Barak Sultan da kalkmaya davrandı… - Sen dur, Barak Sultan - dedi, Ebu’l Hayr eliyle ile işaret ederek. Barak sessizce yeniden oturdu. - Tevkelev’in geleceğini söylemiştim. Elbette, boşuna gelmiyor. Bu sefer de

188 İlyas ESENBERLİN

Kazak ülkesinin çara kesinkes bağlanmasını isteyebilir. Ona nasıl bir cevap vereceğiz? - Sen nasıl cevap vermek istiyorsun? - Ben cevabımı bundan beş yıl önce vermiştim. - Ben de cevabımı o zaman vermiştim. İkimizin cevabı aynı olmayacaktır. - O zaman birbirimizle hiç uzlaşmayacak mıyız? Ebu’l Hayr ile Barak arasındaki şahsi düşmanlıklar ayrı bir konuydu. Şimdi bunların çözmesi gereken çok önemli meseleler vardı. Fakat, ne çare, halkın kaderi şahsi düşmanlıkların gölgesinde kalıyordu. Nayman boyunun Cungar Hanlığı ile birlikte olmasından, Barak’ın da Ebu’l Hayr’ın söylediklerini kabul etmesi mümkün değildi. Bundan dolayı o: - Uzlaşmıyorum diyorsan, kendin bilirsin Ebu’l Hayr Han! - dedi ve ordadan çıkıp gitti. Nöbetçiler taş heykel gibi duruyorlardı. Ordanın içini yine sessizlik kapladı. - Han hazretleri, - dedi Tayman sessizliği bozarak. - Halk nerde olursa, han da orada olacaktır diye inanıyoruz. Peşinden geldik, şimdilik beklentilerimizi yerine getiriyorsun. Ancak, bugün anlamadığım bir şey var. - Söyle, Tayman Batur? - Bize Cungarların yapmadığı kaldı mı? Ülkemizi kan gölüne çevirdiler. Yaşlı genç demeden herkese zulüm yaptılar. Kışın kışlağımız, yazın yaylamız olan tüm topraklarımızı aldılar. İşte böyle ata düşmanlarımızdan olan, az önceki Seren Dorji gibi eli kanlı batur kendi ayağıyla elimize düşmüşken, sağ salim gitmesine izin veriyoruz. Üstelik, onun gözleri

189 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

önünde bütün sırlarımızı konuşuyoruz. Bizim bütün düşüncelerimizi o hemen yarın Kalden Seren’e ulaştırmayacak mıdır? Bilmiyorum, niçin böyle yapıyoruz? - Sırımızı konuştuysak, o sırları Seren Dorji’nin hiç kimseye söyleyemeyeceğine emin olduğumuz içindir. - Nasıl? - Seren Dorji yanındaki yiğitleriyle bu gece Kanlı Kaya bölgesinde ecellerini bulacaklar! - Kim yerine getirecek bu emrini? - Tabii ki, Batur Tayman ile onun emrindeki genç kurtları. Tayman şaşıp kaldı. - Hey siz neden bahsediyorsunuz?! Benim yiğitlerim tecrübeli kurt Barak ile boy ölçüşemezler. Ona karşı gelmeye kim cesaret edebilir?.. - Seren Dorji’yi yanında Barak olmadığı zaman öldü- recekler. - “Barak olmadığı zaman” nasıl? Hepsi birlikte çıktılar. - Barak Sultan karanlık basınca bizim obamıza doğru tekrar dönecektir. - Niçin? Ebu’l Hayr hafifçe gülümsedi. - Evet, Barak geri döndükten sonar, sizler Kanlı Kaya civarında bekleyip Seren Dorji’nin grubuna saldıracaksınız. Hiç birini sağ bırakmayın. Bizim ordadan sağ salim çıkıp gittiğini bütün herkes biliyor. Ondan sonra elçisinin kanından Barak Sultan’ın kendisi sorumlu olmadığını ispatlamaya çalışsın.

190 İlyas ESENBERLİN

Konuşmanın bundan sonrası fısıldaşmalarla devam etti. Bu toplantı bittikten bir süt pişirimi vakit geçtikten sonar, yanında elliye yakın adamıyla Tayman Batur han ordasından doğuya doğru çıkıp gitti. Ebu’l Hayr evde yalnız kaldı. Akşam olurken verdiği emrinden hiç kimsenin haberdar olmadığından emin han, şimdi tahtının yanındaki dombrasını eline alıp vahşi bir ezgiyi çalmaya başladı. Bundan az önce öfke, kızgınlık, taktik, kurnazlık gibi çeşitli duygu ve düşünceleri aklından geçiren hanın dombrasının tellerine bu şekilde hırsla vurması, yüreğini yakan tüm acıları unutarak bir an olsun gönülünü ferahlatmak içindi. Barak Sultan ise Ebu’l Hayr’ın söylemiş olduğu gibi han ordasından epeyce uzaklaştıktan sonra karanlık çökünce Seren Dorji grubundan sadık iki adamını yanına alarak geri dönmüştü. Gece karanlığında han ordasının civarındaki derin vadiye geldi, atını adamına teslim edip kendisi beri tarafa çıktı ve gözünü hanın obasına dikerek yüzü koyun yattı. Siyah kaftanına sarılmış Nurbike, ancak tüm oba uykuya daldığı sırada sözleştiği yere geldi. Sabrı iyice taşmış olan Barak Sultan yerinden fırladı. Çocuksuz kadın ne kadar güzel, ne kadar çekici olsa da, o sadece gençliğinde sevdiğine kıymetlidir. Özellikle bu durum, genç kadınlara düşkün Cengiz Han neslinden olan han ve sultanlarda görülmekteydi. Bunu bilen yengeleri “Han kocan senden uzaklaşmasın diyorsan, mutlaka ona bir evlat vermelisin” şeklindeki tavsiyelerini her zaman aklında tutan nazlı genç kadın üstündeki siyah kaftanını otların üzerine nasıl serdiğini kendi de anlayamadı. Süt sağımı vakit geçtikten sonra, yerinden kalkan Nurbike Barak’a kocasının Seren

191 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Dorji’ni öldürme emrini verdiğini söyledi. Barak hemen atına doğru koştu. Çok geçmeden sessiz geceyi doğuya doğru koşturan atının nallarının gürültüsü bozdu. Öfkesinden kendini tutamayan Barak, nal seslerinden oba halkını uyandırarak Nurbike’yi zor durumda bırakacağını düşünmedi bile. Ama bu durumu Ebu’l Hayr biliyordu zaten. Vadi tarafın- daki sık ağaçlıklar arasında deminden beri yapa yalnız dolaşan gölge Ebu’l Hayr idi. Ah, ne yazık ki, Barak’ı o ancak atına bindiği sırada görmüştü. O geceyi uykusuz geçirdi. Sadece sabahleyin orda görevlilerine çok sevdiği genç karısı Nurbike’yi tüm eşyaları ile Sirderya boyundaki babası Koysan’ın obasına götürmelerini emretti. Görevliler de, Nurbike de “niçin” diye sormadılar. Kuşluk vakti, Nurbike’nin göçü uzaklaşarak ufukta bir silüet halini alırken o ordasından çıktı. Ufukta kaybolmakta olan göçün ardından uzunca baktı. Belli bir süre sonra yüreğinin derinliklerinde ince bir sızı hissederek bir iç çekti. “Acele etme, Barak Sultan, zamanı geldiğinde seni kendi ellerimle öldüreceğim” diye mırıldandı dişlerini gıcırdatarak. Bu sırada doğudan dört nala gelmekte olan atlılar göründü. Bunlar Tayman Batur’un adamlarıydı. Çok geçmeden onlar atlarını oba dışında bağlayıp beriye doğru yürüdü. Tayman Batur diğerlerinden ayrılarak Ebu’l Hayr’a doğru geldi ve selam verdi. - İşlerin rast gitti mi baturum? - dedi han. Tayman Batur yere baktı. - Rast gitmedi han hazretleri.

192 İlyas ESENBERLİN

- Nasıl? - Biz Seren Dorji’nin grubuna yetiştiğimizde, Barak Sultan sizin söylediğiniz gibi, onların arasında yokmuş. Atlı düşman ile geçit arasında karşılaşmayı tehlikeli bulduk ve kendimizi gizleyerek Kanlı Kaya’ya kadar takip ettik. Kanlı Kaya’ya vardıktan sonra, onlar atlarından indi. Atlarını otlamaya bıraktılar, kendileri heybelerini başlarına koyup derin uykuya daldıklarını tahmin ettiğimiz anda saldırıya geçtik. Uykudan şaşkınlıkla kalkan adamları yerle bir ettik. Ama Seren Dorji atına doğru koşup binmeyi başardı. Adamın atı, savaşlara iyice alışmış olmalı ki, bizim atlarımızın nal sesleri ve yiğitlerimizin kılıç şakırtılarını duyar duymaz, kişneyerek sahibine doğru koşarak geldi. At üstündeki Seren Dorji ise çetin bir düşman çıktı. Yanına yaklaşan iki üç adamımı baltası ile vurup düşürdü. Gece karanlığında onu tam göremedim. Gördüğüm anda, şimdi elime düştün mü diyerek, beş altı adamım ile kuşatmaya başladığım sırada, Barak’ın “Ervah! Ervah!” diye ürkütücü narası duyuldu. Adamlarım darma dağın bir şekilde kaçmaya başladılar. - Peki, sen? - Ben de çekilmeye mecbur kaldım. Barak’tan korkmadım, ama ne de olsa han soyundandı, ona karşı el kaldırmayı doğru bulmadım. Halk sonra ne der? O daha bize açık bir düşman olmuş değildi. - Doğru yapmışsın. Karın başını kar alır, hanın başını han alır derler. Halktan birinin han neslinden birine kılıç sallaması uygun olmaz. - Ben de öyle düşünmüştüm. Ebu’l Hayr daha fazla olayı deşmedi.

193 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Yaralı insan görmedim. Çarpışmada yaralananlar nerede? - Komşu obaya bıraktık. - Doğru yapmışsın. Orda’nın civarı zaten yeterince karışık. Ebu’l Hayr ters dönüp oba dışındaki tepeye doğru yürümeye başladı. Peşinden hizmetkarları değil, kurt avcısı, han yalnız yürüdüğünde yanına kimseyi yakınlaştırmayan kurt soyundan tay kadar iri köpeği yürüdü. Başka bir kelam etmeden işlemeli kaftanını omzuna atmış bir halde yürümekte olan Ebu’l Hayr’ın arkasından Tayman kaşları çatık bir şekilde bir süre baktıktan sonra yanına gelen arkadaşlarına: - Ölen yiğitlerin ailelerine haber verin, - diye emir verdi ve Bögenbay Batur’a özel olarak kurulmuş çadıra yöneldi. Sıcak kuru rüzgâra alnını öptürerek Ebu’l Hayr Han yapa yalnız yürüyor. Gözü uzaktaki ufukta. İç dünyası alt üst olmuş, esmer yüzü öfkeden daha da kararmıştı. Seren Dorji’yi öldürüp suçunu Barak’a yıkamamış olması onun canını çok sıkmıştı. Eskisi gibi değil, Barak ile ikisinin arasındaki pamuk ipliğine bağlı ilişkiler artık tamamıyla kopmuştu. Kalden Seren de ona olan güvenini artık sonsuza dek yitirecekti. Cungar Hanı, Ebu’l Hayr Han’ı yok etmeden Küçük Cüz topraklarına saldırılarını durdurmayacaktı. Bunun hepsini Ebu’l Hayr ap açık hissediyordu. Özellikle Nurbike’ye öfkeliydi. Dün Baraklar gittikten sonra, istişare toplantısındayken, yan odadan halhal şıkırtısı geliyor gibi olmuştu. İşte şimdi… O yan odadaki Nurbike’ymiş demek. Onun ne söylediğini kendi kulağı ile duymamış olsa da, Barak’ın acele atına binip gitmesinin sebebi belli oldu. Nurbike sadece sultana kucağını açmakla kalmamış, aynı zamanda gizli sırlarını da açmıştı. Ne büyük vefasızlık!

194 İlyas ESENBERLİN

Şimdi tüm benliğini pişmanlık sardı. Gece kızgın anında han namusunu yerle bir eden genç karısını cellatlarına öldürtmek istemişti, ama kan dökmek istememişti. On yıl boyunca hayatına renk katıp, kendisine hoşnut eden nazlı karısını öldürtmeye kıyamamıştı. Sadakatsizliğinden dolayı sonsuza dek talak etmiş ve baba ocağına gönderilmesi için emir vermişti. Bu yufka yürekliliği için dolayı acı çekiyor, “Ah! Ah!” diye dişlerini sıkarak dizlerini dövüyordu. Hayır, Ebu’l Hayr yufka yürekli değildi. Küçük Cüz’ün tahtına oturduğu yirmi yıl içinde dostuna da, düşmanına da, yufka yüreklilik göstermiş değildi. Bunun da damarlarında büyük dedesi Cengiz Han’ın kanı dolaşıyordu. Usnak’tan doğan Bulakay Kuyan’dan oğlu Ayşuvak, Ayşuvak’tan Nırış, Nırış’ın oğlu, kendi babası Aja’ya (Abdullah) kadar, hiç birisine han tahtı nasip olmamıştı. Baht ve yetenek, yedi göbekten sonra tekrar gelir, şeklinde Kazaklarda bir inanç var, belki de bundandır, Janibek’in yedinci göbekten torunu olarak kendisi han tahtına çıktı. Ancak, sadece Küçük Cüz’e. Gerçi, gönülünde Büyük Orda tahtı yatıyordu. Ama ne yazık ki, kıskanç akrabaları amacına ulaşmasına engel oldular. Küçük Cüz’ün ayrı bir hanlık olması ve Ebu’l Hayr’ı kendisine han ilan etmesi de, Büyük Orda Hanlığı’nın eski gücünü kaybetip zayıflmasının bir sonucu! Kazakların başına felaket gelip Cungarların kalabalık ordusu topraklarını karınca sürüsü gibi kapladığında, Kazak halkını birleştirip düşmana karşı hareketini yönettiyse, bu kendisinin yiğitliği ve ileri görüşlülüğünün sayesindeydi. Ebu’l Hayr’ın bu özellikleri onun halk arasındaki şan ve şerefini arttırdı. Hatta bazen kendisini tüm Kazakların önderi olarak görülmesine de yol açtı. Orta Cüz’ün bazı boy beyleri, Janibek gibi baturları onun peşinden geldiler, kızkardeşiyle evlenerek akraba da oldu.

195 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Onların maddi ve manevi destekleriyle, Ebu’l Hayr kendisini bazen bütün Kazakların koruyucusu olarak görmüştü. Elbette, halkın en büyük arzusu huzurdu. Ebu’l Hayr halkın bu arzusundan faydalanmasını iyi bildi. Çarlık Rusya’ya karşı bizi himayenize alınız diye ilk kez o mektup yazmıştı. Diğer hanlardan önce Ebu’l Hayr, Çin ve Cungar yöneticilerinin Kazak ülkesini tamamen yok etmeyi hedeflediklerini anlamıştı. Ebu’l Hayr’ı örnek alan Sameke Han da Rusya’ya tabi olmak için istekte bulunmuştu. Ancak Cungar fırtınasının şiddeti biraz azaldıktan sonra Kazaklar bazı bölgelerde onları geri püskürttü ve yaşlı Semeke’nin yerine Orta Cüz’de Ebu’l Mambet, Abılay, Barak ve Kazıbek gibi devlet adamları da çıkmaya başlamıştı. Bundan sonra ülkeyi yöneten kişiler ikiye bölünme durumuna geldi. Çarlık Rusya’nın himayesini alan Ebu’l Hayr hepimize üstünlük sağlayacak diye endişe edenler ortaya çıktı. Onlar şimdi Ebu’l Hayr’ın siyasetinin yanlış olduğunu iddia ederek, dünkü düşman Cungarlar ile anlaşmaya da hazır olduklarını saklamıyorlardı. Onun biri Barak Sultan, Ebu’l Mambet ve Abılay ise... Ebu’l Hayr rast gele yürümesine devam ediyordu. Sadece kulaklarını ileri geri oynatarak kara tüylü yaşlı köpeği peşinden geliyordu. Gerçekten de Ebu’l Mambet, Abılay, Barak Cungarların yalanlarına inanarak dün dökülen akrabalarının kanlarını unutacak mıydı? Cungarların söylediklerine göre, Kazakların topraklarını hayvanlarını almak için talan etmemişlerdi. Çinliler kendilerine saldırıp mahvetmeye çalıştıkları dönemde, Kazak baturları da devamlı yağma talan yaparak öfkelenmelerine sebep olmuşlardı. Cungarların Kazak ülkesine yaptıkları zulüm, yaşlı genç demeden insanları

196 İlyas ESENBERLİN

öldürmesi ve geniş bozkırları kana boyaması ile meydana gelen “Ayak Tabanları Şişti” olarak anılan kırgın da işte bu öfkeden doğmuşmuş. Suçlu Kazaklara kestikleri ceza imiş. Gerçekten de öyle miydi? Hayır, boş sözlerdi bunlar! O dönemde Çin ile Cungar arası nasılsa, Kazak ile Cungar, Çin ile Kazak arası da öyleydi. Gittikçe sayısı artan hayvanlarına otlak arayan Cungarlar boş durmamışlardı. İrtiş’ten bu tarafa dağdan düşen çığ gibi her tarafı kaplamışlardı. Tüm tarihinde Kazaklar, Cungarların topraklarını işgal etmek üzere İrtiş’ten öteye geçip savaş açmış değildi. Gerçi, kendi topraklarına gelen düşman ile çok kere çarpışmış ve her zaman da yenip geri püskürtmüştür. Bunun hepsini Ebu’l Mambet, Abılay ve Barak bilmiyor mu? Bilmesi gerek. O zaman Cungarlar ile nasıl anlaşmaya varıp bir araya gelebiliyorlar? Yoksa bu bir taktik mi? Benim Çarlık Rusya’nın yönetimine girip güçlenmemden korkarak, biz de Cungar tarafındayız diye bana karşı halkı ayaklandırmak mı istiyorlar? Eğer öyleyse, o zaman kendileri de Çarlık Rusya’nın himayesine girmeye hazırız diye benimle yarışarak niçin bir kaç kez taahhütte bulundular? Bu nasıl bir oyun? Elbette Barak’ın izlediği yol eskiden beri farklıdır. Peki o zaman, Orta Cüz’ün hanı ve diğer sultanlara ne oluyor? Cungarlar ile Rusları, sahte bir şekilde, birini abla, ötekini enişte kabul etmiş gibi görünüp kendilerince destek sağladıktan sonra Kazaklar arasında şahsi ikballerini mi tesis etmek istiyorlar? Elbette ondan sonra halkın Orta Cüz’ün sultanları bizim menfaatlerimizi koruyorlar diyerek onların tarafına geçecekleri muhakkaktır. Barak Sultan gibi diğer sultanlar ise beni Çarlık Rusya’ya ülkesini satan adam gibi göstermeye çalışıyorlar. Sonunda, halkımızın da, gelecek nesillerimizin de gerçekleri göreceği gün gelecek ve benim haklılığım ortaya çıkacaktır; bize kalan tek yol var: o Rusya’nın himayesine girmek. Bugün

197 GÖÇEBELER II – Can Çekişme güçlü görünmekle beraber, tüm gücünü hayvan besleme ve kendisinden zayıf halkları talan ve yağmadan alan Cungarlar da yakın gelecekte ya Çin’e, veya Rusya’ya tabi olacaktır. Yarın bize olanlar, daha sonra onların da başına gelecektir. Çünkü büyük devlette olması gereken güç ve zenginlik kaynakları azdır. Sanatı, bilimi, çıkardığı madenleri, demiri, ekip biçtiği ekini, bağı bahçesi, inşa edilmekte olan şehirleri, kalesi olmayan bir devletin uzun yaşaması mümkün değildir. Şiddetli bir fırtınada tüm hayvanlarını kaybeden, düşman saldırdığında sadece kılıç ve ateşli yüreği ile cepheye koşturan bizim gibi bir halk dört bir yanı düşmanlarla sarılıysa, millet olarak tek başına nasıl ayakta durabilir?! Elbette duramaz. Bunu neden anlamıyor onlar? Hayır, biz her hâlükârda Rusya devletinin himayesine girmeliyiz. Bu, Kazaklar için geleceği olan tek yoldur. Ebu’l Hayr biraz durdu. Onun koyu kahve gözleri hüzünlendi. “Beni Or şehrini inşa etmek istiyorsun” diye suçluyorlar. Or şehrini Kazak ülkesi Rusya’ya tabi olsun diye inşa ettiriyorum. Bunu gizliyor muyum? Eğer sözümü dinlemelerse, güç kullanarak yaptırırım. Güçle hepsini boyun eğdiririm! Kendi halkıma bu şekilde kuvvet kullanman, bilseler, halkın kendi menfaati için değil mi? Bugün bu yaptıklarıma, gelecek nesiller teşekkür edeceklerdir! Bu amacım doğrultusunda yoluma kim çıkarsa ayaklarımın altına alıp ezeceğim! Bunun için bana Kazak topraklarına inşa edilecek Or kalesi gereklidir. O kalede tepeden tırnağa silahlanmış gözü pek çok sayıda asker olmalıdır. Elbette hasımlarım “Bunların hepsini Ebu’l Hayr kendi menfaati için yapıyor, Rus çarının gücüyle hepimizin başına han olmak istiyor!” diyorlar. Sözlerinde gerçek payı da var; evet, Rus çarına dayanarak han olmak istiyorum. Güçlü han olmak

198 İlyas ESENBERLİN istiyorum. Öte yandan cahil halkımın menfaatlerin koruyan bir han da olmak istiyorum. Ey halkım sana sadık olduğumu, dünkü ölüm kalım savaşlarında görmedin mi? Kendi şahsi menfaatimi düşünerek nerede saklandığımı gördün? Önümüzdeki zamanlarda da saklanmayacağım. Buna ar ve vicdanım şahittir! Ebu’l Hayr birden durdu. Çoktan beri aklının bir köşesinde olan ağır bir düşünce aniden yüreğinde sancılandı. “Eğer sonuç ya benim düşündüğüm olmazsa? İnşa edilmesi düşünülen Or şehri, Barak Sultan’ın söylediği gibi, kendimizin düşeceği bir çukura dönüşürse, halkıma ne derim? Hayır, öyle olması mümkün değil. Eğer Rus devleti beni, sadece halkımın münkir nekir melekleri olarak kullanmak niyetindeyse, o zaman… O zaman… Ben de çarpışarak ölürüm! Bunu, sadece kendim yapmakla kalmam, her biri bir toplumu yönetecek kabiliyetteki evlatlarıma da vasiyet ederim! …Ebu’l Hayr Han’ı gerçek manada değerini veremeyen bazı Rus ve Kazak tarihçileri onu kendi menfaatleri için yurdunu satan, rakiblerini ezmek için Kazak ülkesini Rusya’ya tabi etme siyasetini yürüten han olarak olarak gösteriyorlar. O sıkıntılı dönemde, Ebu’l Hayr’ın nihai düşüncesinin böyle olduğunu, bir an için, varsayalım…. Ama gelecek tarih onun tutmuş olduğu yolun doğru olduğunu ortaya çıkardı. Kazak ülkesinin Rusya’ya tabi olmasının gerekliliği, Ebu’l Hayr’ın kendi şahsi menfaatlerinden ziyade, sosyal özelliklerini ön plana çıkardı. Ebu’l Hayr yürüttüğü bu politikalardan dolayı hiç bir zaman mücadelesinden yılmış değildi. Bunun için sadece kendisine değil, öz evlatlarının hiç birine acımadan sırayla Çarlık sarayına rehin olarak da bıraktı. Demek ki, bunların hepsi Rusya’nın himayesine girilmesi gerektiğine

199 GÖÇEBELER II – Can Çekişme onun tüm kalbiyle inandığını göstermektedir. Ebu’l Hayr, ne kadar katı olsa da, evlatlarının Rus şehirlerinde rehin kaldığı sürece ilim ve sanat konularında eğitim almasını desteklemiştir. Öte yandan Rus asilzadelerinin arasında kendine düşman olanların da çok olduğunu biliyordu. Onlar Çariçe’ye onun iki yüzlü olduğunu söyleyerek mektup da yazdılar. Geleceğin büyük amaçları uğruna bunlara da sabır gösterdi. Ebu’l Hayr’ın dördü nikahlı resmi eşi, üçü de nikahsız cariyesinden on beşten fazla çocuğu vardı. Han’ın baş hanımı Bopay’dan Nuralı, Eralı, Adil, Ayşuvak, Koca Ahmet ve Kalmuk eşinden olan Cengiz ve Karatay sultanlar kendisi birlikte savaşlara katılmışlar ve hanlık işlerine yardımcı olmuşlardı. Kale yapma işine girişen bunları Rus kalelerine rehin bırakmak şöyle dursun, onları en tehlikeli seferlere ve çarpışmalara da göndermişti. Han’ın gözü pek ve savaşçı bu yedi oğlu bir çok durumda hana destek ve yardımcı olmuşlardı... Ebu’l Hayr çok yürüdü. O obadan bir hayli uzaklaşmış olduğuna dikkat etmedi. Onun zihni yeni başladığı işinin zorluklarıyla meşguldü. Han’ın Rusya Çariçesi Anna İvanovna’ya yazdığı mektup üzerine, Tevkelev, bin yediyüz otuz birinci yılda Küçük Cüz Ordası’na geldiğinde hangi zorluklarla karşılaşmadı ki? Bir yıl sonra ülkesine zar zor dönmemiş miydi? Ebu’l Hayr’ın Rusya çarına, ileri gelenler ile istişare etmeden, bütün halk adına mektup yazdığını, daha sonra öğrenen Küçük ve Orta Cüz beyleri ne yapmadı! Tevkelev’i memleketine dönmesine engellemek için ne zorluklar çıkardılar! “Bu, Kazak ülkesine casus olarak geldi, bizim gücümüzü öğrenecek ve gelecek yılı

200 İlyas ESENBERLİN bize savaş açacaklar” diyerek onu öldürmek istediler. Tam bu sırada Başkurt baturları Torgay boyundaki Kazak obalarının hayvanlarını talan etmişlerdi. Bu durum, Rusya’ya dahil olmanın önemini henüz kavrayamamış halkın karşıtlığını daha da güçlendirmişti. Elbette, Bugıbay Batur ile onun damadı Eset Batur müdahil olmasaydı, o defa Tevkelev de, onunla gelen adamların hiç biri ülkesine sağ dönemeyecekti. Evet, o zaman Rusya ile yakınlaşma hususunda önemli işler başarıldı. Buhara ve Hive hanlarına temsilciler gönderildi. Karakalpakların Hanı Gaip ile görüşmeler yapıldı ve onun da Rusya’ya tabi olmak istediği ortaya çıktı. Ebu’l Hayr benimle danışmadan Çariçeye mektup yazmış diye darılan Orta Cüz Hanı Semeke de mektup yazarak Tevkelev ile görüşmek istedi. Ama Arka bölgesine doğru bu sırada Cungar ordusunun gelmekte olmasından doğan tehdit sebebiyle bu görüşme gerçekleşmedi. Demek ki, ölümle burun buruna gelmesine rağmen Tevkelev bu sefer de Kazak ülkesiyle Rusya’yı yakınlaştırma yolunda çok işler başarmış oldu. Peki, şimdi ne olacak? Tevkelev nasıl bir tehlike, nasıl bir iyilik, nasıl bir kötülük getirmektedir? O ne istiyor? Onun isteklerini ben yerine getirebilecek miyim? Birden o irkildi. Han ordasına yakın kurulan Tölengit obasından “vah kardeşim!” diye ağıt yakarak beri tarafa atlarıyla gelmekte olan kadın erkek karışık bir grubu gördü. Dağınık bir şekildeki grup hanın bulunduğu tepeye doğru geliyordu. Bunların çarpışmaya giden Tayman Batur’un adamlarının akrabaları olduğunu Ebu’l Hayr şimdi anlamıştı. O sırada “vah kardeşim!” diye ağlayan yaslı grup hanın yanından geçmekteydi. Tepe üstündeki tek başına duran Ebu’l Hayr’ı görerek iki üç kişi o tarafa yöneldi. Öndekisi yaşlı bir kadın idi,

201 GÖÇEBELER II – Can Çekişme altındaki kısrağın dizginlerini boş bırakmış, iki eliyle saçlarını yolup, yüzünü tırnaklayıp, ah vah diye bağıra çağıra geliyordu. Kadın Ebu’l Hayr’a yaklaştığında iki eliyle birlikte kısrağının dizginlerinden tutarak çekti. Kısrak durmamakla beraber yavaşladı. - Tek evladımdan, iki gözümden ayrıldım, - dedi geniş bozkırları çınlatan acıklı tiz sesiyle bağırarak. - Altın güneşim battı, kara yılanın soktu! Tek oğlumu ecele gönderen sensin Ebu’l Hayr Han! Allah seni de ağlatsın! Çoluk çocuklarının hayrını görme! Mezarında inle, mezarında inle taş yürekli han! Öfkelenen han sinirinden tir tir titremekteydi. Oğlu öldüyse, yurdun başına gelen felakette kimin oğlu ölmüyor ki! Bugün bunun evladı ölmüşse, yarın benim on oğlumun kanlı bir çarpışmada ölmeyeceğini kim garanti edebilir! Ebu’l Hayr oğlundan ayrılmış kederli anayı teskin edecek etkili bir çift laf bulamadı. - Sözlerine dikkat et, hey zavallı! - dedi o bağırarak. - Evladın öldüyse, yalnız senin evladın mı öldü!... - Dikkat etmeyeceğim! - dedi kederden kendini kaybetmiş kadın. - Kaniçici, kara yüzlü! Kahr ol! - Sen! Sen öldürdün benim çocuğumu! - Hadi geri ver çocuğumu. Geri ver. Ceddine lanet, kaniçici! Şimdiye kadar böyle bir söz duymamış olan Ebu’l Hayr Han öfkesinden kuduracak gibi olmuştu. O bu sırada tek oğlundan ayrılan bu kederli ananın aklını yitirmiş olduğunu dahi farketmemişti. İki kulağını kurt gibi dikip, kısa kuyruğunu sallayarak sahibinden emir bekleyen kara tüylü dev köpeğine: - Haydi! - demeye ancak gücü yetmişti.

202 İlyas ESENBERLİN

Gözü kanlı iri köpek boğazından ısırmak üzere iki sıçra- yışta kadıncağızın yanına geldi ve hızla üzerine atıldı. Tam o sırada kadının arkasından gelen doru atlı uzun boylu genç bir adam elindeki topuzunu iki eliyle tutarak köpeğe doğru fırlattı. Topuzun kafasına isabet ettiği kaplan gibi iri cüsseli köpek inleme sesi çıkararak bir adam boyu yükselmiş olduğu bir sırada güm diye yere düştü. - Vah zavallı, senin han ile ne işin var? - dedi o kadının atının dizginlerini tutarak, - Senin evladın ölmüş, sen ölmüşsün, han için hiçbir şey fark etmez! Kadının gözleri yuvalarından fırlayacakmış gibi bir halde ağzından köpükler saçarak bağıra çağıra atıyla ölülerin bulunduğu obaya doğru atını hızla sürdü. “Vah kardeşim!” diye ağıt yakan grup uzaklaşıp gittikten sonra Ebu’l Hayr yerde cansız yatan köpeğinin yanına geldi. İki elle vurulan kayın topuzun darbesi köpeğin kafasını parçalamıştı. Kıp kızıl kan ve beyni fışkırıp yerlere saçılmıştı. Böğrü hafifçe inip kalkmakta olan, gözü irileşmiş, bir zamanların tek başına kurtlara saldıran kara tüylü köpeği yavaş yavaş ölmekteydi. Yavruyken alıp büyüttüğü bir çok tehlikeli seferlerde kendisine arkadaş olan köpeğini kıyamadan Ebu'l Hayr bir süre başında bekledi. Son nefesini verip dört ayağı gevşeyip hareketsiz kaldıktan sonra ancak han ters dönüp gitti. Ebu’l Hayr epey yürüdü. Az önceki gibi değil, sinirleri yatışmıştı. Şimdi meydana gelen olayı başından sonuna kadar gözünün önünde canlandırıp hayal etmeye çalıştı. Hayatının son on yılını kanlı savaşların içinde geçirip bu durumlara alıştığından mıdır, kendini çabuk toparladı. Birden çocuğunu kaybetmiş az önceki yaşlı kadının “kaniçici” dediği sözü kulağında tekrar yankılandı. O anda bu kadının ve

203 GÖÇEBELER II – Can Çekişme köpeğini vurup öldüren gencin kim olduğunu hatırladı. Bu kadını bir zamanlar Karakalpak ülkesinden ganimet olarak getirip Tölengit hizmetkarlarından biriyle evlendirdiği aklına geldi. Kocası ölmüş, tek oğlu büyümüş, Tayman’ın birliklerine katılmıştı. Şimdi bugün o da öldü. Evet, kadının Ebu’l Hayr’a “kaniçici” demesinde haklılık payı vardı. Şimdi itini öldüren gencin de suçunu bağışlamıştı. Genç kendisinin silahlı at bakıcısı, o kadının kaynı Hüseyin idi. Ağır hastalıktan yeni iyileşmiş, yataktan kalkalı bir ay olmuştu. Bugün yarın yılkı sürüsüne çıkacaktı. Bu adamların kendileri de, alın yazıları da tanıdık geldiğinden midir, nedir han şimdi bu olayı aklından çıkarmaya çalıştı. Ama onun aklından bir şey bir türlü çıkmadı. Savaşta bir genç öldü diye hiç kimse hanı eleştirmemeliydi. Böyle bir şey halkın geleneğinde de yok. Öyleyse, bugün niçin bu oldu? Hana hakaret etme, sevdiği köpeğini öldürme gibi haddini aşmalar da nereden çıktı? Bunun sebebi nedir? Sadece halk değil, baturlar ve sultanlar da Ebu’l Hayr’a karşı konuşmaları çokça görülür olmuştu. Bunların hepsinin sebebi nedir? Tamam, halk savaştan bıktı diyelim. Canı sıkılıp bunalan halkın dilinin sivrileşmesi mümkündür. Bu doğru olabilir. İkincisi nedir? İkincisi…. Ebu’l Hayr kabul etmek istememesine rağmen, daha sonra kabul etmek mecburiyetinde kaldı. İkincisi, “Ayak Tabanları Şişti” felaketinin ilk yıllarındaki gibi değil, halk arasındaki itibarı azalmaya başlamıştı. …Gece yarısını geçerken han o ağır düşüncelerinden kurtulmuş gibi oldu. Birden tüm vücudu titredi. Tam karşısında daha bugün sökülen ak otağının ezilmiş yeri bulunuyordu. Evet, bu bir zamanlar hanın canından çok sevdiği küçük hanımı Nurbike’nin kıymetli ak çadırının yeriydi…

204 İlyas ESENBERLİN

III

Kazak bozkırlarının Rusya idaresi altına girmesini bir belge veya bir kararname günüyle belirlemek mümkün değildir. Bu, yaklaşık on yıl süren, çelişkileri ve zorlukları çok olan ağır bir süreçti. Ayrıca, Kazak ülkesinin Rusya’ya tabi olmasını bir hanın veya bir kaç şahsiyetin ismiyle de ilişkilendirmek de doğru değildi. Bu, hukuki kararları olan, siyasî, ekonomik ve askeri faktörler gibi bir çok sebepler ile girift hale gelen bir devrin şartlarına göre tarihin kendisinin doğurduğu bir çocuktur. Rusya’ya tabi olmak, uruğlar arasındaki çekişme, o uruğların coğrafi konumlarından dolayı, bir çok düşmanın da, dostunu da yarattı. Bir taraftan ucu bucağı görünmeyen bu geniş bozkırlarda Kazak toplumunun gelişmiş ve istikrarlı bir ekonomisinin yokluğu ve temel geçim kaynağının değişken, konar göçer hayvancılık olması, diğer taraftan Cungar saldırılarının tahripkar etkisi, boy beylerinin Rusya’ya bağlanma politikalarını her zaman değiştirmelerine sebep oldu. Böyle bir durumda Rusya’ya tabi olmanın dünkü destekçilerinin bugün ona karşı çıkmaları, dünkü karşıtlarının ise bugün onu desteklemeleri şaşırtıcı bir hal değildi. Fakat, geleceğe lüzumsuz ve geleceği olmayan herşeyi kendisinden uzaklaştıran tarihin tekerleği ileriye doğru dönmeye devam etti. Böylece Kazak bozkırlarına merhametten yoksun, aşırı gaddar yeni tarihin fırtınalı baharı geldi. Ayrıca, Ebu’l Hayr Han’ın Anna İvanovna’ya 1730’da yazmış olduğu mektubundaki “himayenize almanızı istiyoruz”

205 GÖÇEBELER II – Can Çekişme ifadesi sonradan yazılan resmi evrakta “Rusya tabiyetine almanızı istirham ediyoruz” şeklinde değiştirilmesi hakkındaki bilim insanlarının tartışmalarının da gerekliliği az. Elbette, tarihi belgelerin doğru çevirilmesi takdire şayandır, ancak günümüzde “himeyenize alınız” ve “tabiyetinize alınız” sözlerinin arasında nasıl bir fark var? Tarihi kaynaklara baktığımızda, Rus Çariçesi Anna İvanovna Ebu’l Hayr Han’a verdiği belgede: “… Kendi istekleriniz doğrultusunda yukarıda ifade edilen babların temelinde, Kırgız-Kaysak Hanı Ebu’l Hayr, seni ve tüm Kırgız- Kaysak askerini yönetimimiz altına aldık… Onun için han ile onun yönetimindeki ordusu bizim çarlık makamımıza ve onun mirasçılarına sonsuza dek sadık kalmalıdır” deniliyordu. Bu belgede “adil ve adaletli” çara hizmet etmek, savaş zamanında Rusya komutanlarının emrine silahlı olarak girmek, Yayık Kazaçileri, Başkurt ve Kalmuk gibi Rus egemenliği altındaki halklara saldırmamak, Kazak topraklarından geçen Rus ticaret kervanlarına dokunmamak, bugüne kadar esir düşen Rusların hepsini serbest bırakmak gibi Kazak hanlarının görevleri sayılmıştı. Ancak, o zaman Çarlık Rusya, Kazak ülkesini kendi korumasına alacaktı. Ebu’l Hayr Han da, ondan sonra “Çarlık Rusya egemenliği altına girip sadıkane hizmet etmeye” ant içen Orta Cüz Hanı Ebu’l Mambet ve Abılay Sultan da, o sene Bugıbay ve Eset Batur başkanlığında Küçük Cüz’den üç yüz doksan dokuz “önde gelenleri” de Rusya’ya tabi olma kavramını korumaya almak manasında anlamışlardı. Ne desek de, bu dönemin en önemli sonucu, Kazak ülkesinin, bundan sonra, Rusya’ya dayanarak ve Rusya’nın bakış açısına göre şekillendirerek kendi ekonomisini,

206 İlyas ESENBERLİN politikasını yürütmesidir. Bu, bir tarihi zorunluluk idi. Ayrıca, bu durum bu dönemden itibaren önündeki engellerin hepsini yerle bir ederek gelişmesini devam ettirdi. Elbette, böyle tarihi ağır mücadele ve hareketlerde bağımlı Kazak halkı ile Çarlık Rusya gibi sömürge politikaları yürüten iki toplum arasında çelişkiler ve bir çok zorlukların doğacak olması da muhakkaktı. Fakat, herşeye rağmen artık Cungar saldırıları durmuştu. Cungar Hanlığı sadece işgal ettiği Kazak bozkırlarının güneyine sahip oldu. Bu şekilde “egemenliği altına” giren Kazakları Çarlık Rusya bin sekiz yüz kırklı yıllarda Ürgenç, Hive tarafında beliren İranlı Nadir Şah’ın saldırısından korumuştu. Rusya, Or şehrinden sonra Yayık, Elek ve Yem nehirlerinin boyunca askeri kaleler inşa etmeye başladı. Rus çarları tüm Rusya sınırlarına inşa edilmekte olan kaleler ve askeri karargahları birbirileriyle ilişkilendirerek askerlerle doldurdu. Askerle birlikte Kazak topraklarına Rusya’nın ücra köşelerinden yoksul köylüler de geldi. Bunlar evlerini inşa ettiler, ekin ektiler ve kendilerine verilen toprakları mülkiyetlerine almaya çalıştılar. Böyle bir durumda dışardan gelenler ile yerli halk arasında anlaşmazlıklar ve kavgaların olması da kaçınılmazdı. Halkı bir biriyle çarpıştırarak yönetmek, geleneksel eski yöntemleri olan Rus generalleri de, Kazak idareci ve zenginleri de bu anlaşmazlık ve kavgalara çanak tutarak artmasına yardımcı oldular. Halkları birbirine düşürmede bu iki grup her zaman birlikte hareket ettiler. Halkların dostluk ve kardeşliğinin nelere sebep olabileceğini Pugaçev isyanından sonra bunlar çok iyi anlamışlardı... Kazak halkı Rus yönetimine girdikten sonra feodal uykusundan uyanmış, medeniyete erişmeye başlamıştı. Rusya onu tarihin

207 GÖÇEBELER II – Can Çekişme itiş kakışına kendisiyle birlikte sokmuş, toplumsal ve siyasi açıdan güçlenmesine zemin hazırlamıştı. Yerleşik hayat ile tarım yapmayı, ticaretin yeni şekilleri ile sanayinin üretim türlerini öğretti. Fakat, bu gelişme ve medenileşme kendine has toplumsal şartlarda en baştan itibaren iki yönde gelişti. Bir taraftan bu iki halkın evvela zulüm gören yoksul katmanları birbirleriyle aktif bir şekilde yakınlaştı: Kazak obasının fakirleri ve hayvan besleyicileri kendi ülkesine göçüp gelen yoksul köylülerle anlaştı. Daha sonra Çarlığın tuz üretimi ve maden ocaklarında Kazak ve Rus işçiler birbirleriyle dost oldu. Neticede ticaret kapitalizminin gelişmesi sayesinde kompleks sanayide iki halkın proleterleri birleşti. Bu meyanda devrimci bilinci yüksek Rus proleterlerinin peşine Kazakların gözü açık ve zeki önde gelen gençleri takıldı. Bu kardeşlik derinleşerek daha da gelişti. Kazak halkının ileri gelenlerinin devrimci duygu ve düşüncelerinin uyanmasına sürgünden gelen dekabristler ve onların yolunu takip eden Rus aydınlarının da katkısı büyük oldu. Ayrıca Aralık isyancıları diye bilinen Rus entellektüellerinin de katkıları oldu. Buna Kazak ülkesindeki Rus işçileri de katıldı. Böylece kaderi ve geleceği ortak iki halk günden güne dostlukları pekişerek, kendilerinin gelecekteki mutlu günlerine doğru adım attılar. Diğer yandan maiyetindeki halkı idaredeki feodal yöntemlerinin etkisini azalttığı için her ne kadar nefret etseler de, Kazakların bazı han ve sultanları çarlığın temsilcileri olan genel valilerle işbirliğine gittiler ve onların Kazak bozkırlarındaki maşalarına dönüştüler. Bu, onlara her geçen gün kontrollerinden çıkmakta olan halkı avuçlarında tutmanın bir yolu olarak görüldü. Çarlık Rusya’nın sömürge siyaseti

208 İlyas ESENBERLİN böyle insanların menfaatleriyle örtüştü. Evet, Rus generallerinin içinde adaletli ve akıllı olanları da vardı. Onlar yönettikleri bölgelerdeki Kazakların çocuklarına okullar ve hastaneler açtı. Vergi toplayan tahsildar ve posta hizmetinde çalışanlardan yerli halkın dilini öğrenmelerini talep etti. Bazıları Petersburg’a giderek Kazaklar gibi sömürge halklarına az da olsa eşitlik de verilmesini istediler. Ama bunun gibi genel valiler ve generaller çok azdı. Kazak topraklarına gelen gerçek tarih, yani sömürge tarihi merhameti bilmeyen, kan dökücü ve gaddar bir tarih idi. Çarlık Rusya zaman içinde “halklar hapishanesine” dönüştü. Dekabristleri kendi eliyle idam eden, büyük Rus halkını ayaklarının altında çürütmeyi düşünen Çar II. Nikola’dan Kazak gibi diğer halklar ne gibi iyilik bekleyebilirdi? Bunun gibi iyiliği Çar II. Nikola’dan da, onun generallerinden de beklemek gereksizdi. Eğer Rus ülkesinde zulüm, devlet malını soymak, rüşvet gibi suçlar yaygınken, Kazak bozkırları gibi sömürge siyasetine konu olan bölgelerden ne ümit edersiniz! Böyle kanunsuzluklar burada iki kat, üç kat daha fazlaydı! Eğer Petersburg’da mahkeme adaletsizlik yaparsa, Karatal ya da İli boyunda böyle adaletsizlik demir zincirli ve kanlı felaketlerle sonuçlanmaktaydı. Eğer Petersburg’da adaletsiz mahkeme bir kişiyi idama gönderse, burada “yaşlı kılıç” birlikleri mahkemesiz yüz kişinin canını birden alıyordu. 1737’de Sameke Han vefat etti. Orta Cüz’ün iktidarı şimdi tamamen Büyük Orda Hanı Bolat’ın oğlu Ebu’l Mambet’e geçmişti. Ama o uzaktaki Orenburg Genel Valiliği’ne değil, yanı başındaki Cungar Hanlığı’na yaltaklanıyordu. Eğer Kalden Seren ona ata yurdu olan Türkistan şehrini geri vermeyi

209 GÖÇEBELER II – Can Çekişme kabul etse, Cungar Hanlığı’na tabi olmayı ve bunun için rehin olarak oğlunu vermeyi düşünmüştü. Ancak, Cungarlar ile birlik olmasına halkın karşıtlığı engel olmuştu. Halkın bu düşüncesini, ozan Bukar Jırav han karşısında şöyle dile getiriyordu: Eski dost düşman olmaz, Muhafazada mektubu var Eski düşmandan yurt olmaz Gönlünde kirin pası var. Halk ozanın bu sözünü desteklemişti. Ayrıca Ebu’l Mambet’in bu düşüncesini hisseden Orenburg Genel Valisi Neplyuyev de boş durmamıştı. Orta Cüz Cungarlara yönelir endişesiyle onlarla anlaşma yoluna gitmeyi uygun görmüştü. Bu durum Or’da şehir inşa ettirerek Çarlık Rusya’ya dayanarak bütün Kazak halkını yönetimi altına almayı düşünen Ebu’l Hayr’ı hayakırıklığına uğratmıştı. Şimdi o Ebu’l Mambet, Abılay ve Baraklardan Çarlık Rusya’yı kıskanıyordu. Küçük Cüz hanını rahatsız eden bir sebep daha vardı. Ebu’l Hayr: “Çarlık Rusya’nın yönetimi altına girersem, Yayık ile İdil nehirlerinin ortasındaki yaylalara hayvanlarımızı otlatmaya izin verir” diye ümitlenmişti. Orenburg Genel Valileri ise çarın talimatıyla, bırak otlak vermeyi, Kişi Cüz boylarına Yayık nehrinin öbür tarafına geçmeyi yasaklamıştı. Hatta, bununla yetinmeyerek, Kazakların nehrin öbür tarafına geçmemesi için güzle birlikte Yayık’ın beri tarafında on kilometre yeri yakarak otlardan arındırılmasını emretti. Güzün hayvan besleyeceği bol otlu topraklarından ayrılan Küçük Cüz’ün asi boyları “Rusya’ya tabi olursak, bizi refaha kavuşturacağım diyordun, nerede bu refah” diyerek hanla açıkça alay etmeye başladılar.

210 İlyas ESENBERLİN

Or’dan yetmiş seksen kilometre mesafede yaşayan Torgay nehri boyunu mekan edinen Ebu’l Hayr’ın yönetimindeki Argun ve Kıpçak boyları şimdi Kişi Cüz boyunun maiyetinden ayrılmak istiyorlardı. Çünkü çiftçilik yapmaya elverişli Torgay nehrinin etrafındaki arazilere Rus sömürgecileri göz koymuştu. Özellikle, Orenburg kalesinden iki yüz elli kilometre yukarıda yer alan Torgay nehrinin boyundaki Karakoga, Dogal gibi hayvanların otlamasına uygun ovaları tarıma açıyorlardı. Yine bu arada Yayık ve Miyas nehirlerinin boyunca uzanan kaleler Korgan ve Omsk şehirleriyle sınırdaş olmuş, İrtiş nehrinin boyunca daha da yukarıya çıkmıştı. Oradan daha öteye Biysk şehrinin kuzeyinden geçerek Altay dağlarının yamaçlarından çıkıp Kazak bozkırlarını çevirmeye başlamıştı. Bugün olmasa da, yarın Kazak ülkesinin içlerine de çarın göz dikeceği artık belli olmuştu. Bu sömürge siyasetinin baskısını öncelikle geçimini zar zor temin etmekte olan yoksul halk hissetti. Otlaklarından ayrılmak üzere olan halk artık sadece Rus çarlarına değil, kendilerini bu çarların yönetimine sokan Ebu’l Hayr ve Sameke gibi hanlarına da ürkerek bakıyordu. Üstelik vergiler ağırlaşarak halkın durumu daha da kötüleşmişti. Aslında, maiyetinde oldukları Orta Cüz ile Küçük Cüz’e Anna İvanovna’nın buyruğuna göre, tahakkuk ettirilen vergi çok değildi. Sadece bu iki cüzün yılda ödeyecekleri binden üç bine kadar tilki ve karsak derisi idi. Bu az vergiyi bile, halk ilk on yıl boyunca bazen ödediler, bazen ödemediler. Ama son zamanlarda Kazak topraklarının sınırlarına inşa edilen kalelerle ilgili olarak mahalli Rus valileri bu vergileri çevredeki obalara yiyecek ve hayvan olarak pay etti. Bunun gibi vergilerin ağırlığı Orenburg yönetimine tabi olan Küçük Cüz halkının omuzlarına düştü. Daha önce kimseye vergi vermemiş olan ve

211 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

“mal canın yongasıdır” diye düşünen Kazak halkı vergi olarak vereceği hayvan sayısı az olsa da: “şehirlerini inşa edilmeden yaptıkları buysa, yarın inşa bittiği zaman halimiz ne olacak”, - diye şimdiden çok endişeliydiler. Bunlardan dolayı itibarı azalmaya başlayan Ebu’l Hayr öte yandan Çar Hükümeti’nden de umduğunu bulamamış, ne yapacağını bilemez şaşkın bir vaziyetteydi. Hatta “üç cüzün geleceğini” değil, kendi hanlığının ne olacağını bilmiyordu. Çok endişeliydi.... İki yanağı çökmüş, uzun yüzü daha da uzamış gibiydi, beyaz buğday tenli yüzünden kanı çekilerek hastalıktan yeni kalkmış gibi sararmıştı. Koyu kahve gözleri de eskisi gibi nur saçmıyordu, kanlanıp kızarmıştı. Devir, zamanın akışı, kader ve başa konan talih kuşu sayesinde büyük amaçlara yelken açan bir adamın yine devrin ortaya çıkardığı buhran ve sıkıntılardan dolayı mahvolması doğaldı. O şimdi obanın dışında bir tepede oturuyor. Yanında kısa bir süre önce Aral etrafındaki Kazak ve Karakalpakların hanı olarak seçilen büyük oğlu Nuralı vardı. Boz tepede yere serilmiş keçe kilimin üzerinde ak yastıklara yanyana uzanmış baba oğlun başbaşa sohbet etmelerinin üzerinden bir süt sağımı zaman geçmişti. Kaşları çatık, yüzleri solgundu. Birbirlerine baba oğuldan ziyade hasım gibi süzerek bakıyorlardı. Bu süzüşme “Han evladı öz babasını, ancak kendisi han olmayı aklına koyuncaya kadar, baba sayar” şeklindeki eski bir kuraldan kaynaklansa gerek. - Öyleyse sen, Neplyuyev’ten uzak durma mı diyorsun? - dedi Ebu’l Hayr Nuralı’ya gözlerinin altından bakarak. - Uzak duracak zamanın geçti, baba, elinden geliyorsa, uzlaşmaya çalış... Senin sözün bütün Küçük Cüz’ün sözüdür...

212 İlyas ESENBERLİN

- Ya, o uzlaşmak istemezse? - Uzlaşmak istediği için seni çağırıyor olmalıdır. - Sadece beni mi çağırmış? Neplyuyev, Ebu’l Mambet Han ve Abılay Sultanı da çağırmış, değil mi?.. Anna İvanovna bana verdiği belgede, beni bütün Kırgız - Kaysakların hanı olarak göstermedi mi? Maiyetimdeki halkı da: Orta Cüz ve Küçük Cüz diye adlandırmıştı... Neplyuyev eğer uzlaşmak istiyorsa, niçin benim makamıma, bu açıdan bakmıyor? - Baba, o zamandan bu yana on iki sene geçmedi mi? Senin o zamanki kudretinle şimdiki kudretin aynı değil ki!.. Orta Cüz de Sameke Han’ın dönemindeki gibi değil! Şimdi her türlü düşmanına karşı koyabilecek güce sahip... Çar Hükümeti’nin genel valilerinin onu dikkate almaktan başka çareleri yok. Herhangi bir şekilde Abılay ile Ebu’l Mambet’e, Neplyuyev’i düşman etmek istiyorsan, onun bir yolunu bulmak lazım. - Nasıl bir yolu var? Sanki sen bulmuş gibisin... - Baba, söylesem ne olur, benim dediklerimi nasıl olsa, yapmıyorsun! - Peki, sen benim dediklerimi yapıyor musun? - Dişi çıkmış çocuğa çiğneyerek verilen aş olmaz. - Öyle mi? Baba ve oğlu biraz sessiz kaldı. Bu ikisinin bugünkü görüşmesi Or şehrinde yapılacak toplantıya hazırlıktan doğmuştu. Orenburg Genel Valisi Neplyuyev Kazak ülkesine çarlık egemenliğini tesis etme işinin günden güne zorlaştığını fark ettikten sonra Orta Cüz, Küçük Cüz ve Orenburg Genel Valiliği’nin hepsine merkez sayılan Or şehrindeki toplantıya Ebu’l Mambet Han, Abılay Sultan ve Ebu’l Hayr Han’ı davet etmişti. Kendisi de Or şehrine gelecekti. Genel Vali son beş yıl içerisinde Küçük Cüz ile Orta Cüz’ün arasında meydana gelen

213 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

çekişmeleri iyi biliyordu. Kazak hanlarının Çarlık Rusya yönetimine sadakatle hizmet etmelerini talep etmekle birlikte, iki han arasındaki anlaşmazlıkları da gündeme getirecekti. Ebu’l Hayr, oğlu Nuralı ile arasına soğukluk girdiğini çoktandır biliyordu. Ama Aral civarında yaşayan halka Çarlık Rusya’nın Nuralı’yı han ilan ederek kararname yayınlamadığına ve bu halkın hala kendi maiyetinde olduğuna şükrederek evladıyla açık bir tartışmaya girmemişti. Ebu’l Hayr’ın fark ettiği, Nuralı’ın Rusların tarafında olduğuydu. Sonucun ne olacağı belirsizdi, ama şimdilik kaderini de, geleceğini de Rus çarının sözlerine bağlamıştı. Evladının kendisinden de fazla Rusçu olmasına, onu küçüklüğünden itibaren bu şekilde eğiten Ebu’l Hayr’ın kendisi vesile olmuştu. İşte bu sebeple, şimdi Rusya’ya olan kırgınlığını ve şüphesini Nuralı’ya söylemedi. -Öyle mi... - dedi tekrar Ebu’l Hayr. -Öyle... Ebu’l Hayr birden öfkelendi. Kendisiyle gizli inatlaşan oğlu Nuralı’nı bir halkın hanı olduğunu unutarak, yanında duran han asasıyla ayaklarının altına alarak dövmek de istedi. Bu düşünceyle elinin asasına uzandığını fark etmedi, ancak daha ileriye gitmedi. Çünkü, Nuralı’nın uzun parmaklarının belindeki Hive yapımı hançerinin sapını sıkmakta olduğu gözüne çarpmıştı. - Öyle mi?.. - Öyle… Tam bu arada oba taraftan ilk hanımından doğan kızı Janat gözüktü. Yanında ise Kalmuk hanımından doğan sekiz yaşındaki oğlu Cengiz vardı. İkisi kavga etmiş insanlar gibi somurtup oturan babası ve büyük ağabeylerine nezaketle selam

214 İlyas ESENBERLİN verdiler. Janat uzun boylu ve babasına çekmiş esmer bir kız. Yüzünde güzellikten ziyade, kibir ve cesaret fark ediliyordu. Üzerindeki elbisesi de obanın çift etekli, samur kürkten yapılmış börklü, altın küpe ve gümüş halhallı kızlarınınkine benzemiyordu. Giysileri göçebe halkın at üstünde büyüyen kızlarına uygun tarzdaydı. Belinde gümüş saplı hançer takılmış enli bir kemer, üzerinde ise ince belini saran daracık kısa kollu kadife ceket, paçaları motiflerle süslenmiş pantolon. Ayaklarına yüksek ökçeli deri çizme. Başında kenarları kunduz derisiyle süslenmiş sivri tepelikli samur börkü. Uzun saçlarını engel olmasın diye örgüsünün ipiyle kemerinin arasına sıkıştırmıştı. Yere sert basan ayaklarının ritmine göre ince beli hafif oynamakla birlikte, yazı geçirip güze doğru gelindiğinde yaprakları dökülüp sararmış bir kamış gibi vücut yapısında eklemleri katılaşmış bir kartlık fark ediliyordu. Yanındaki Kalmuk tipli geniş yüzlü, esmer tenli delikanlılık çağındaki çocuğun iri kıyım cüssesi muazzam bir güce sahip olduğunu gösteriyordu. Bunun giydikleri de han evladına yakışan şeyler değildi. Belinde hançerli enli deri kemer. Üzerinde yakası siyah kadifeyle kaplanmış kırmızı basit bir kaftan. Ayaklarında geniş konçlu deriden çizme ve başında da astragan börkü. Çocuklarının selamını alan Ebu’l Hayr: - Hayırdır, bir şey mi var? Janatcan - dedi. - Önemli bi şey değil, ama bu sabah Karakız yengeme “Cengiz şehre gidecek, yola hazırla” demişsiniz. Ne zaman ve ne kadarlığına gidecek? Uzun zaman için mi, yoksa kısa zaman için mi? Bunu sormaya geldim. Janat’ın “Karakız yenge” dediği babasının Kalmuklardan aldığı diğer bir hanımıydı. Kalmuk ismini doğru dürüst söyleyemeyen oba kadınları onun güneşten yanmış yüzüne

215 GÖÇEBELER II – Can Çekişme bakarak Karakız diye adlandırmışlardı. Bu gece Ebu’l Hayr ortanca hanımı Ükilimay’ın evinde kalmıştı. O, Jağalbaylı boyundan önde gelen zengin bir ailenin kızıydı. Bahtsız Nurbike’den sonraki en güzel hanımı. Ebu’l Hayr’ın üzerinde az da olsa etkisi vardı. Gece hanın neşeli bir anında bir taraftan dargınlığını dile getirerek, diğer taraftan nazlanarak: “Hürmetli hünkarım, Koca Ahmet oğlumuzu Rusların kalesinde daha ne kadar tutacaksın, özledim, dönme zamanı gelmedi mi? Onun yerine ikinci hanımın oğlunu göndersen olmaz mı? O da büyüdü, kocaman bir delikanlı oldu artık”, - demişti. Ebu’l Hayr kendisi de ortanca oğlu Koca Ahmet’i çok severdi. Rehin olarak Orenburg’a göndereli yedi yılı geçmişti. Ayrıca, Or nehri boyunu yurt tutan Jağalbaylı kabilesi Or kalesi inşa edildikten sonra diğer kabilelere göre kendilerinin damadı Küçük Cüz hanına oldukça hasmane bir tavır takınmışlardı. Ebu’l Hayr kendisi de bu sene Koca Ahmet’i Orenburg’dan alarak Jağalbaylı kabilesine, yani dayılarına gönderecekti. Yeğenlerini görünce, belki Jağalbaylı yumuşar, akrabalarının düşmanlığı azalır diye düşünmekteydi. Bu düşünceyle han hanımı Karakız’a “Cengiz’i yola hazırla, şehre gidecek” - demişti. Hanımı: “Niçin ve ne kadar zaman kalacak?” diye sormaya cesaret edemedi. Hanın huyu hanımlarına malum, eğer kendisi söylemezse, ondan bir şey sorarak cevap alamazsın. Onun bu karakterini bilen Karakız da sessizce kalmıştı. Ancak evine Janat geldiğinde “Oğlumu nereye götürecek? Ne kadar zaman için? Niye götürecek? Öğrenir misin? - diye yalvarmıştı. Ebu’l Hayr Han ise diğer evlatlarına karşı çok sert olmasına rağmen, Janat’ı bir başka seviyor, onu isteklerine hayır demiyordu. - Cengiz uzun süre orada kalacak. Belki bir sene

216 İlyas ESENBERLİN dönmeyecek, iyi hazırlasın” - dedi. Cengiz biraz sarardı. Çocuğunun sararan yüzünü gören Ebu’l Hayr biraz yumşadı. - Sen delikanlı oldun, büyüdün, senin de yabancı diyarları görmen lazım. İlim, irfan ve sanat öğrenmelisin, - dedi. Hanın yanındaki oğlu Nuralı delikanlıyı rehin için gönderildiğinden şüphe etmedi. - Peki, - dedi Cengiz başını eğerek. Ebu’l Hayr yerinden kalktı. O çoktandır ikide bir endişeli bir biçimde doğuya doğru bakıyordu. Birden o taraftan üç atlı gözüktü. - Kudabaylar, - dedi Ebu’l Hayr, - sizler ordaya dönün. Janat gelmekte olan atlı askerlere gözünü ayırmadan bir süre baktı. Dönmek istemedi ama babası ve büyük abisinden utandığından mıdır, döndü gitti. Nuralı, Cengiz üçü ordaya doğru yöneldi. Gelen atlı üç askerden biri olan Kudabay babasının katibi ve tercümanı idi. Orenburg etrafındaki Kazak obalarındandı. Yakışıklı ve güçlü kuvvetli biriydi. Bu genç adama Janat geçen seneden beri gönlünü kaptırmıştı. Görmezse özlüyordu. Janat babasına “Ona varacağım” diye söylemeye korkuyordu. Çünkü, halktan birisine han soyu kızını vermezdi. Serbest büyüyen han kızı bundan dolayı ailesine belli etmeden bugüne kadar Kudabay ile gizli gizli buluşmaktaydı. Yakın zamanda Kazalı şehrinin civarındaki datka∗ olan dünürleri gelecekti. Damadın geleceği zaman yaklaştıkça Janat Kudabay’a daha çok nazlanıyordu. Han’ın emriyle giden gençten altı gün ayrı kalınca, neredeyse delirecekti... Ebu’l Hayr sır saklayabilen biriydi. Ama yine de, bazen

∗ Datka, hanlık ordusunda general derecesinde unvan. Ç.N.

217 GÖÇEBELER II – Can Çekişme aklına takılan bir şeyleri konuşmak ihtiyacı duyarsa, Janat ile konuşurdu. Çünkü Janat kız da olsa, sert tabiatlı ve ağzı sıkı, sır saklayabilen bir yaradılıştaydı. Ebu’l Hayr, Neplyuyev’ten “Or şehrine gelsin, orada Abılay Sultan ve Ebu’l Mambet Han olacak” şeklinde haberi alınca Orenburg’a yanına on beş askerini katarak Janat’ı göndermişti. Kızı vasıtasıyla Neplyuyev’e: “Ebu’l Mambet Cungar Hanı Kalden Seren ile yakınlaşma arzusundadır. Kalden Seren ona Türkistan şehrini geri verirse, Cungarlarla yeniden barışacak, hatta bu barışın teminatı için bir oğlunu rehine olarak göndermek istemektedir. Eğer Ebu’l Mambet Or şehrine gelecek olursa, ondan Cungar tarafına geçmeyeceği ve çara sadakatle hizmet edeceğine dair ant içtirmek lazımdır. Ayrıca, Ebu’l Mambet sözünü tutması için rehin olarak bir oğlunu da bıraksın. Rehine oğlu gelene kadar kendisini göndermeden, gözaltında tutmak gerekir” demişti. Janat bu mesajı Neplyuyev’e tas tamam iletti. Ama babasının kimseye söyleme dediği bu sırrı, boş bulunarak Kudabay’a söylemiş bulundu. Ebu’l Hayr Kudabay’ı Or şehrine gelmekte olan Ebu’l Mambet’i karşılamaya göndermişti. Yavru gününden beslediği köpeği gibi olan katibine iki üç gün onun yanında bulunması ve bütün sırlarını öğrenmesi talimatını verdi. Ebu’l Hayr dünden beri bu yüzden Kudabay’ı sabırsızlıkla bekliyordu. Tepeden atlılar görününce, sabrı taşan han ileri geri yürümeye başlamıştı. Kudabay atından indi ve hanın yanına yürüyerek geldi. - İyi misiniz, han hazretleri? - Sağ salim geldin mi? Nasıl bir haberle geldin? Han’ın gözü birden Kudabay’ın belinde parlayan gümüş kemere çarptı. Kemerdeki küçük çanta da, hançerin kılıfı da saf

218 İlyas ESENBERLİN gümüşten yapılmıştı. Ah, bu gümüş kemerin neyin ödemesi olarak verildiğini bir bilebilseydi! Han’ın kendisine şüphelenerek baktığını hemen hisseden katip hiç renk vermedi. Hanın şüphesi hemen geçti. Janat’a söylediği sırrının Kudabay’a aşikar olup olmadığı sorusu hiç aklına gelmedi. “Katibime böyle değerli bir kemer hediye etmesi, Ebu’l Mambet Han’ın benimle uzlaşmak istemesinden olsa gerek”, - dedi içinden. - Hadi söyle bakalım ne işittin, ne gördün? - Duyduğum da, gördüğüm de az. Ama anladığım kadarıyla Rus çarıyla düşman olacak Abılay da, Ebu’l Mambet de yok... Cungar hanıyla görüşmeleri de bir taktik gibi... Kudabay görüp işittiklerinin hepsini anlattı. Ebu’l Hayr aniden bir şey aklına gelmiş gibi: - Yanında danışmanı ozan Bukar var mıymış? - Hayır… Görmedim. - O zaman nasıl? Ozan Bukar halkın gözüdür. Onun gelmemiş olmasına bakılırsa, halkı hanlarının fikrini desteklemiyor mu? - Bilmiyorum, belki genel vali ozanı çağırmamıştır... Şimdi onlar ordaya doğru yürüdüler. Üç gün sonra Ebu’l Hayr yanına Küçük Cüz’ün kırktan fazla aksakal, batur ve beylerini alarak Or şehrine doğru hareket etti. ...1742 yılı yirmi Ağustos’ta Neplyuyev Or kalesine yakın Taşgeçit denilen mahalde Kazak hanlarıyla buluşmak için otağ kurdurdu. Bundan üç gün önce gelen Ebu’l Hayr, Orenburg genel valisinin toplantıya sadece Abılay, Ebu’l Mambet ve Barakları çağırmadığını öğrendi. Cungar elçileri Koşka ile

219 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Burun, onların yoldaşları Karakalpak baturları Momor ve Kuşak’ın da genel valinin davetiyle geldiklerini duydu. İki gün sonra Neplyuyev’in emriyle, Ebu’l Hayr’ın iki oğlu Eralı ve Nuralı da kendilerine özel olarak kurulan çadırlara yerleştiler. Davet edilmiş konukların sayısına bakıldığında bu toplantıya Rus valileri çok önem vermekteydi. Bundan, Küçük Cüz hanı çok geçmeden iyice emin oldu. Neplyuyev mis kokulu çicekler ve otlarla kaplı Taşgeçit’in ağaçlık bir yerine elliye yakın ak boz keçe yurtlar kurdurmuştu. Kendisine eşlik eden iki bölük atlı ve bir tabur piyade askerine de özel olarak yirmi kadar çadır kurdurmuştu. Atlılarının eyerleri de, askerlerinin giysileri de yep yeniydi. Hepsi tepeden tırnağa silahlanmış idi. Kılıçlarının bakır sapları ile tüfeklerinin yalın çelik uçları güneş ışıklarıyla parlıyordu. Konuklarına Çarlık Rusya’nın tüm haşmet ve azametini göstermek istese gerek, Neplyuyev çadırın dışına altı top da koydurmuştu. Konukların çoğu toplanmış olmasına rağmen, ayın yirmisinde gelmesi gereken Orta Cüz han ve sultanları Ağustos’un yirmi ikisine kadar gelmemişlerdi. “Bunlar niçin gecikiyorlar?” diye önlerine gönderilen kişi: “Taşgeçit’e yarı günlük mesafedeki Kıyaktı vadisine bundan üç gün önce Ebu’l Mambet Han mola vermiş, ancak, gece toplantı yaptıktan sonra sabah geri dönmüş” şeklinde haber getirdi. “Ne sebeple dönmüş? Kimse bir şey söylemedi mi?” diye soran Neplyuyev’e gönderdiği adamı “Hayır, sebebini söylemedi. Oradaki zengin birisine sorduğumda, o: Orta Cüz’ün hanının önünden Ebu’l Hayr’ın tercümanı çıktığını ve bu tercüman kendi obasına döndüğünün ertesinde Ebu’l Mambet’in de geri döndüğünü söyledi. Belki o tercümandan sizin Cungar elçisini de davet ettiğinizi öğrenmiş olabilir. Ebu’l Mambet Cungar

220 İlyas ESENBERLİN hanıyla anlaşmak için görüşmeler yaptığından sizinle Cungar elçilerinin önünde konuşmak istememiş olabilir” diye yorumda bulundu. Neplyuyev kıvrık bıyıklarını burduktan sonra uzun kaşlarını çatarak biraz düşünceye daldı. “Evet, bu doğru olabilir. Cungar elçisinin geldiğini duymuşsa, Ebu’l Mambet’in geri dönüp gitmiş olmasında şaşılacak bir durum yok. Cungar askeri buna yakın duruyor. Fakat, bunu nasıl duydu? Böyle bir şey olmasın diye Cungar elçilerinin geleceğini ben Ebu’l Hayr’a da bildirmemiştim... Hayır, burda başka bir durum var”. Hemen Kudabay’ı çağırttı. Kişi Cüz Hanı’nın katibi, Neplyuyev’in sert yürüşünden, kıvırcık bıyıklarının dikleşmesinden ve mavi gözlerinin çakmak çakmak dik dik bakmasından valinin çok kızgın olduğunu anlamıştı. - Nasılsınız, saygıdeğer vali bey, - dedi Kudabay dili tutularak. - Siz beni çağırmışssınız... Vali bunun hatır sormasına cevap bile vermedi. - Ebu’l Mambet’i karşılamak için seni Ebu’l Hayr niye gönderdi? - diye sordu kızgınca. Kurnaz tercüman meselenin Orta Cüz hanının toplantıya gelirken yarı yolda karar değiştirip geri dönmesi olduğunu hemen anladı. Ebu’l Mambet bugün, ya da yarın gelirse niçin geri döndüğünü anlatacaktı. O zaman han önünde de, valinin önünde de, onun suçu açığa çıkacaktı. Ebu’l Hayr’dan ziyade, onun gerçek efendisi olan Neplyuyev’in öfkelenmemesi önemliydi. - Ebu’l Hayr Han’ın beni Ebu’l Mambet’i karşılamak üzere gönderdiği gerçektir, - dedi o başını eğerek. - Size anlatmaya uygun zaman olmadı. - Hangi görevle? - Ebu’l Mambet’in Cungar hanıyla görüşmeler yaptığını

221 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Orenburg valisi biliyor. Eğer bu sefer Rusya tarafında olduğunu ispat için oğlunun birini rehin bırakmazsa, o oğlunu Orenburg’a getirene kadar Orta Cüz’ün hanını ülkesine geri göndermeyecek, dedi. Bunu Ebu’l Mambet’e iletmem için göndermişti. Neplyuyev Kudabay’ın sözlerine inandı. Yere tükürdü ve çadırın içinde gezinmeye başladı. “Bana Orta Cüz’ün Rusya tarafında olması için bir çocuğunu rehin alın diye Ebu’l Hayr’ın kendisi tavsiye etmişti. Küçük Cüz hanının bu sırrı Ebu’l Mambet’e iletmesinde nasıl bir amaç olabilir? Yoksa bunu yapması, onun Ebu’l Mambet’ten korkmuş olmasından mı? Hayır, burada başka bir şey var... Ebu’l Mambet ile ikimizin arasına fitne sokuyor. Öte yandan Orta Cüz hanının bana karşı olduğunu göstererek benim de gözüme giriyor. Rusya sadece kendisini desteklesin istiyor, herhalde. Bu bir hile. Ama Orta Cüz ile Rusya’nın arasını bozulması ona ne fayda sağlayacak? Yoksa, Orta Cüzü de kendisi tabi kılmak mı istiyor. Belki öyledir. Bu şekilde, Ebu’l Hayr’ın bir sırrı daha çözüldü... Bu oyunun sonu nereye varacak acaba? Hiç bir şeyden haberim yokmuş gibi davranayım”. -Kudabay bey,- dedi bir süre sonra. - Sizin çara sadıkane hizmet etmek istediğinizi iyi biliyorum. Ama siz hala bizi mutlu edecek herhangi bir iş yapmadınız... -Vali bey, ben duyduklarımın hepsini iletiyorum ya... Neplyuyev kaşlarını biraz çatarak: - Biraz düşünün, belki de söylenmeyen başka şeyler de olabilir. Kudabay derhal cevap verdi. - Bütün bildiklerim bunlar, Kur’an-ı Kerim’e el basarak yemin edebilirim.

222 İlyas ESENBERLİN

- Kur’an-ı Kerim’e el basarak yemin etmenin değerinin ne kadar olduğunu ikimiz de biliyoruz, - dedi alay ederek gülen vali. - Ebu’l Hayr’ın Kalmuklara verecek kız kardeşi hakkında ne duydun? - Anlayamadım, sayın valim! - Küçük Cüz hanı bir kız kardeşini Kalden Seren ile evlendirmek istiyormuş. - İlk kez duyuyorum. Kudabay gerçekten de bilmiyordu. Ebu’l Hayr, Orenburg valisine Yayık’ın öbür tarafından otlak vermediği için darıldığında, Hive’ye gitmekte olan Nuralı’ya: “Hive hanı aracılığıyla Kalden Seren ile çengel atmaya çalış. Ebu’l Mambet’ten ziyade bize ondan bazı fırsatlar çıkabilir belki. Eğer anlaşırsak kardeşim Karasaç’ı vermeye hazırım... Tabi ki Rus çarı izin verirse...” demişti. Nuralı bu isteği yerine getirmedi... Nadir Şah’ın Hive hanlığını yöneten vekiline bu mesajı iletmek yerine, onunla kavga edip dönmüştü. Ama bu konuşmaları Neplyuyev’e yetiştirmeyi ihmal etmemişti. Orenburg valisinin dolambaçlı olarak sorgulamakta olduğu bu durumla ilgili idi. Kudabay’ın bu durumdan habersiz olduğunu anlayan Neplyuyev: - Ebu’l Hayr Cungar hanına kız kardeşi Karasaç’ı verme niyeti var mı, yok mu, onu öğren, - diyerek onu gönderdi. Ebu’l Hayr, Neplyuyev’in çadırında olduğunu öğrendiği Kudabay’ı çağırdı. - Ne sordu? - dedi Ebu’l Hayr. Kudabay hiç bir şey saklamadan her şeyi açıkladı ve: - Cungar hanıyla sizin yakınlaşmak istediğinizi söyledikten sonra Kalden Seren’e kızkardeşiniz Karasaç’ı verip

223 GÖÇEBELER II – Can Çekişme vermeyeceğinizi öğrenmemi istedi benden. Ebu’l Hayr biraz endişelendi. Kudabay’ın Orenburg valisinin casusu olduğunu han biliyordu. Ama o Ebu’l Hayr’a Neplyuyev ne sorarsa her şeyi olduğu gibi söyleceğim diye söz vermişti. Ona ne kadar güvense de, bazı sırlarını söylememeye çalışırdı. Hatta ondan korkuyordu da. Katibini ordasından kovamadı, çünkü onsuz Neplyuyev’in kendisine ne gibi tuzaklar kurmakta olduğunu öğrenemezdi. Ama Neplyuyev Ebu’l Hayr’ın sırrını kimin aracılığıyla öğreniyordu? Bu sırrını sadece oğlu Nuralı’ya söylememiş miydi? O zaman nasıl oluyor? Neplyuyev, elbette, han sırrını Nuralı’dan öğrenmişti. Ya da, Nuralı başka birisine söylemiş ve o da Neplyuyev’e iletmiş olabilir... Keşke böyle olsa! Ebu’l Hayr düşünceye daldı. O bir ara neşesi yerindeyken, birinci hanımı Bopay’dan: “Ben öldükten sonra benim tahtıma oğullarımdan hangisi layıktır?” - diye sormuştu. O zaman Bopay: “Ayşuvak olursa, at üstünde işersin; Eralı olursa, düşmana her gün saldırırsın; Nuralı olursa, kadife kaftan giyersin”, - diye cevap vermişti. Gerçekten de Bopay’ın bu sözleri yerindedir. Ama Nuralı tahtı babasından zorla mı almak istiyor, nasıl? Küçük Cüz’ün hanı olarak tahta oturmak için bugünlerde yiğitlikten ziyade açıkgözlülük, akıllılıktan ziyade hilekârlık gerekli. Bunu Ebu’l Hayr çok iyi biliyordu. Bu yüzden de o Nuralı’yı suçlamak yerine, ona kendi hilekârlığını göstermek istedi. Neplyuyev’e Kalden Seren hakkında düşüncesini kendisi söyleyecekti. Neplyuyev’in bu sırrı Nuralı’dan öğrenmiş olduğunu bildiğini belli etmemek için önce Orenburg valisine önceden de talep etmiş olduğu gibi, ölümünden sonra Küçük Cüz tahtına Nuralı’yi seçmesini söyleyecekti. Bundan

224 İlyas ESENBERLİN sonra Neplyuyev’in kendisi çara kimin sadık, kimin sadık olmadığına karar versin. Böylece Kudabay’a Orenburg valisi, Küçük Cüz ve Orta Cüz arasındaki gizli sırların hepsi malum olmuştu. Üçü de Kudabay’dan kuşkulanmakla beraber, tüm sırlarını ona kendileri söylemişti. “Güvenirse, ihya eder, şüphelenirse, korkar” kendisinin çoktandır göz diktiğini bildiği kızıl renkli ve iyi yetişmiş olan yürük küheylanını Ebu'l Hayr ona hediye etti. - Altındaki atının ayağı yaralanmış, yarından itibaren şu kızıl küheylana binersin, - dedi han. Çok sevinen Kudabay “bu hediye niçin?” diye sormadı bile. “Demin Neplyuyev’in çadırının önünde deriden yapılmış yep yeni bir eyer duruyordu. Ah o eyer benim olsa, bu ata ne güzel yakışırdı!” diye düşündü. Orta Cüz han ve sultanlarının gelmemesine çok içerlese de Neplyuyev bunu hiç belli etmedi ve ertesi gün, yani yirmi üç Ağustosta Küçük Cüz Hanı Ebu’l Hayr’ın onuruna büyük bir yemek verdi. Buna Taşgeçit vadisinde toplanan konukların hepsi davet edildi. Neplyuyev açık havada bozkırların üzerine uzun uzun masalar koydurdu. Rusya’nın zenginliğini göstermek istercesine masaların üstünü Kazakların semiz hayvanların etlerinden yapılmış yemekler ve daha yeni sağılmış kısrakların sütünden fermente edilmiş sarı kımızlar ve Rusların çeşitli yemekleriyle silme doldurdu. Burada domuz eti hariç her şey vardı: kuş eti, balık eti, meyve, tuzlanmış kapuska, domates, hıyar ve kabuğuyla haşlanmış patates. Boyunlar uzun veya kısa olan şişelere doldurulmuş Rus votkaları, Venedik likörleri ve

225 GÖÇEBELER II – Can Çekişme daha başka yabancı ülke içkileri de vardı. Misafirleri sofraya oturmadan önce Neplyuyev bir de gösteri izletti. Bir tabur askerini açık alana çağırdı ve piyade savaşının çeşitli türlerini göstertti. Saldırı, geri çekilme, göğüs göğüse çarpışma, süngüyle düşmana saldırı. Ondan sonra iki atlı birlik konuklara süvari savaşının bir çok türlerini sergiledi. Rus askerinin çok değişik şekillerdeki atı oynatma, hendekten atlama, ağaç kesme, sıçrama gibi savaş oyunlarını daha önce hiç yakından görmemiş olan Kazak aksakalları, beyleri, sultanları ve baturları çok şaşkınlıktan akılları başlarından gitti. “Vay be!”, “Asker de askermiş!”, “Şu at nasıl da sıçradı” şeklinde tezahürat ederek yapılan bağırış ve seslenmeler tüm nehir boyunca yankılandı. Bu gördüklerini bir askeri gösteriden ziyade savaşa benzeterek ve “Orenburg valisi hepimizi buraya niçin topladı?” diyerek Neplyuyev’e kuşkuyla bakan bazı saf zenginler gösteri bitene kadar “Allah’ım sen beni koru!”, “Buraya boşuna gelmişim!”- diyerek içinden kelimeyi şahadet getirip Allah’a dua etti. Bu gösteri bittikten sonra “sizlerin yüreklerinizi ağızlarınıza bir getireyim de görün!” dercesine Neplyuyev misafirleri çadırların dışındaki tepeye yerleştirdiği altı topun yanına götürdü. Topların nasıl atıldığını göstermek için arkasında korkulu gözlerle kendisini izleyen kalabalığa dönüp bir baktıktan sonra, “ateş!” diye emir verdi. Bundan iki sene önce Orıenburg şehrinde “Rusya’nın egemenliğine girmek” için gelen Abılay ve Ebu’l Mambet’e Orıenburg Komisyonu’nun başkanı bir toptan bir dakika içinde on defa gülle attırarak halkı çok şaşırtmıştı. Bu defa Neplyuyev aynı anda altı toptan iki dakika boyu top attırdı. Altı top iki dakika içinde ağzından ateşler saçarak yüz yirmi defa güm güm

226 İlyas ESENBERLİN etti. Gökyüzü alt üst olup yere düşmüş gibi oldu. Tüm sarı bozkırları titreten korkunç bir gürültü kapladı. Sanki kıyamet kopmuş gibiydi, daha önce böyle bir şey duymayan Kazak atları kişneyerek çığlık attılar ve dizginlerini kopararak, eyerlerini yan taraflarında asılı olduğu halde ovaya doğru dört nala kaçıştılar. Böyle bir gürültünün can pazarını daha evvel hiç görmemiş Kazakların “önde gelenlerinin” çoğunluğu “estağfurullah, estağfurullah!” diyerek yakalarını tuttular ve kelimeyi şehadet getirdiler. Top atışları biter bitmez nehre doğru koşanları da oldu... Top sesleriyle Kazakların aklını başından aldığı için keyiflenen Neplyuyev “Kazak askerleri Hive’nin fitilli tüfeğini ateş edip tekrar doldurana kadar, bu top on defa patlayacaktır. Bu topun attığı güllelerle beş dakika içinde bütün bir oba yerle bir olur, bir saat içinde ise on iki obayı düm düz eder” dedi. Topların alev saçarak dünyayı titreten gürültüsünü işiten topluluk bu sözlerin doğruluğundan şüphe etmedi. Bu altı topu Osmanlılarla savaş halinde olan Rusya’nın Kazak topraklarını sömürgeye dönüştürmek için verebildiği tüm silahı olduğunu bilmiyorlardı. Neplyuyev’in de Kazak hanları ve Cungar, Karakalpak vekillerini Or kalesinin içinde değil de, açık havada kabul etmesinin bir sebebi buydu. Ayrıca, silahları pek fazla olmayan Or kalesini misafirlerine göstermek istememişti. Dışı böyleyse, kalenin içi daha müthiş silahlarla donatılmış olmalı şeklinde bir algının oluşmasını istiyordu. Böylece, manen çökerttiği konuklarıyla general şimdi hazırlanan yemek masasına geldi. Neplyuyev’in sağ tarafında Ebu’l Hayr ve onun damadı, Orta Cüz’ün baturu Şakşak boyundan olan Janibek, sol tarafında ise Cungar elçileri ve

227 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Karakalpaklar oturdu. Diğer üç yüz civarındaki Kazakların ileri gelenleri ile Neplyuyev’e refakat eden Rus subayları, az önceki “askeri oyunlara” katılan askerlerin komutanları rütbelerine göre sofraya oturdular. General Neplyuyev burada dostluk ve uzlaşma için toplandıklarını ve Rusya’nın en yüce amacının komşu ülkelerle iyi ilişkiler içinde yaşamak olduğunu söyledikten sonra kadehlere doldurulmuş olan şarapları öncelikle büyük Rusya’nın yüce Çariçesi Elizabet Petrovna’nın şerefi için kaldırmayı teklif etti. - Eğer kim önündeki kadehine doldurulan zemzem suyunu içmezse, - dedi gülerek, - bizim yüce çariçemizin düşmanıdır. Bu sözlere inanan Kazakların bazı saf baturları ve aksakalları “tevekkül!” diyerek önlerindeki küçük cam bardaklara çaresiz ellerini uzattılar. Ancak, bunu içersek kafir oluruz diyerek kaskatı kesilip hareketsiz oturanlar da vardı. Bu sırada Nepleyuyev’in kendisiyle birlikte gelen Orenburg Müslümanlarının Müftüsü Ahund Nasibullah yerinden kalkarak: - Çariçe için bu şarabı içmeyenler günahkar olurlar! - dedi. Sonra halkın gözü önünde içki dolu kadehi eline alıp boğazından aşağı yuvarladı. Bundan sonra kimse “içmeyeceğim” diyemedi. Hepsi kadehleri ellerine aldılar. Bazıları hemen bir yudumda içti, bazılarının ise yudumlar boğazından boğulur gibi olup zar zor geçti. Bazıları da ağzına götürüp içmiş gibi yapıp yere döktü. İçenler birbirleriyle yarışırcasına konuştular, gülüştüler. - Zehir gibiymiş… - Boğazımı yaktı yahu bu it...

228 İlyas ESENBERLİN

- Bırak, benden uzak dursun. - Molla izin verdiği için içtim. - Ölene kadar içtiğim sadece bu olsun! - Kadın çar da, vali de herhalde artık memnundur... Birbiriyle böyle şakalaşarak konuşan zavallılar kendileri ilk olarak içtikleri bu içkileri iki yüz yıl sonra nesillerinin kana kana içip müptelası olacaklarını nereden bileceklerdi? Ah saf biçareler! Şimdi onlar yemeğe başladılar. Buna gelindiğinde Kazaklar çariçenin isminin anılmasını beklemedi. İki kollarını sıvayarak koyunun kaburgasının yağlı etlerini iştahla ağızlarına götürdüklerinde, görenlerin ağızları açık kalırdı. Büyük bir tabağa konularak getirilen tayın parça parça haşlanmış etleri kısa zamanda birer birer yok oluyordu. Yemek dolu küçük ve büyük tabaklar dolu gelip boş gidiyordu. “Şu yuvarlaktan uzatır mısın?”, “Yabani havuç dedikleri herhalde bu olmalı”, “Yemek değil bu mübarek”, “Bu bitki yaprağı da ne kadar acıymış”, “Bu Ruslar da ne bulurlarsa onu yiyorlarmış”, “Bak şuna, balık dediğin de böyle olmalı, her bir kılçığı bir çuvaldız kadar!” şeklinde konuşmalar oluyordu. İçilen kımız, dökülen şarap. Bir ara Neplyuyev yine yerinden kalktı. O kadehini havaya kaldırarak: - Evet, kıymetli konuklar! Bu içkiyi Rusya’nın gerçek dostu Küçük Cüz Hanı, büyük Ebu’l Hayr için içelim, - dedi. Masanın bir tarafında oturan gruptan “Hurra!” diyen gürültülü sesler çıktı. Bunlar Rus askerlerinin olduğu kısımdı. Bu sefer molla nasihat etmedi. Birileri içti, birileri kadehi eline almadı bile. Ancak her yerden belli belirsiz sesler çıkıyordu. - Şerefin daha da artsın Ebu’l Hayr!..

229 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Ebu’l Hayr için şarap içmektense, zehir içsem daha iyi.. - Bahtı açılsın hanımızın! - Ocağı sönsün! - Cehennemin dibine git, Ebu’l Hayr. Senin yüzünden günahkar olduk, kafirin elinden içki içtik... - Dikkatli ol ihtiyar, birisi duyabilir.. - Biri duyacak ne söyledim? Suçum görmediğimi gösterdi demem mi?.. Evladım, iftira atma… Peygamber yaşına geldiğimde bana Ebu'l Hayr’dan başka kim hürmet gösterdi? Şan şerefin devamlı artsın Ebu’l Hayr Han! - Bu hürmetin hepsi Ebu’l Hayr için. - Saygıdeğer hanımızın ne kadar da saygınmış! - Neden saygın olmasın ki, bütün Kazakları bir kuzu kadar kıymet vermeden, ucuza satmışsa... - Lafına dikkat et, neyin doğru, neyin yanlış olduğunu bilmeden konuşma... Her yerden böyle tartışmalar işitilmekteydi. Ama kimin ne konuştuğu belli değildi, gürültülerden... Birisi eline dombırayı eline alıp çariçeyi, valiyi ve Ebu’l Hayrı övmek için çalıp söylemeye başladı. Fakat onun sesini, çakır keyif olmuş Rus subaylarının “Uzun ömürler versin!” diye söyledikleri şarkılar bastırdı. Bu şarkıya sarhoş olmaya başlayan beyler ve zenginler de katıldı. Ara sıra müftünün ince sesi çıkıyordu. Misafirleri böyle kendi kendilerine eğlenirken, Neplyuyev, Ebu’l Hayr’ı sofra başından kaldırıp koltuğuna girerek vadiye doğru yürüdü. Daha önce de böyle masalarda birkaç kez bulunan ve içkinin ne kadar içilmesi gerektiğini bilen han kendindeydi. Neplyuyev ise biraz sarhoş olduğu halde hanla düşündüklerini açık konuşmak ister gibiydi. Fakat, valinin bu davranışının bir taktik olduğunun farkında olan han lüzumsuz bir şey söylememek için temkinli olmaya çalıştı.

230 İlyas ESENBERLİN

- Ebu’l Hayr Han, - dedi Neplyuyev kalabalığın gürültüsünden uzaklaşınca, - yarın toplantımız başlayacak. Sizin için Cungar elçileri ve Karakalpakların önünde isteklerinizi söylemek zor olabilir... - Özellikle isteklerimiz kabul görmezse... - Evet öyle bir durum da olabilir... Bu yüzden sizinle özel konuşmak istedim. - Ben de... - O zaman daha iyi... Ne gibi istekleriniz var, söyleyiniz... - Benim üç dileğim var. Evvela ikisini söyleyeyim. Bu ikisi kabul edilirse üçüncüsü gerekmez. - Tamam, birinci dileğiniz? - Evvela bu isteğimin neden çıktığını anlatmaya müsaade ediniz... Saklayacak değilim, son zamanlarda Kişi Cüz halkı arasında itibarım azalmaktadır. Buna Orta Cüz Hanı Ebu’l Mambet’in tutumu sebep olmaktadır... - Nasıl? - Ebu’l Mambet Han: “Ebu’l Hayr’a Çarlık Rusya’nın hiç yardımı yok” diyor. Böylece beni halkımın önünde itibarsızlaştırıyor. Ama kendisi Barak ile beraber Cungar hanının tarafına geçmek istemektedir. Rehine de verecekmiş. Ancak benden çekindiği için bunu yapamıyor. Öğrenmek isterseniz, Ebu’l Mambet Han, Abılay Sultan ve Barak Rusya’ya karşıdır. - Onlar sizin de düşmanınız, değil mi? - Evet eğer kim Rusya’ya karşı ise, o benim de düşmanımdır. - Öyle diyelim. Fakat, buna inanmak biraz zor. Çünkü Ebu’l Mambet, Barak ve Abılay Sultan üçü de bundan iki sene önce General Urusov’un önünde Kuran-ı Kerimi başlarına koyarak “Rusya’nın egemenliğine girdik” diye yemin

231 GÖÇEBELER II – Can Çekişme etmemişler miydi? Bin yedi yüz kırk iki yılında yirmi sekiz Ağustosta bir çok görüşmelerden sonra Orenburg Komisyonu Başkanı General Vasiliy Alekseyeviç Urusov’un önünde “Rusya’nın egemenliğine girdik” diyerek Orta Cüz Hanı Ebu’l Mambet ve Abılay Sultan Kuran-ı Kerimi başlarına koyarak ant vermişlerdi. Korgeneral o sefer hepsine birer gümüş kınlı kılıç hediye etmişti. Bunun gibi kılıç Küçük Cüz baturları Bugıbay ile Eset’e de armağan edilmişti. O gün “Rusya’nın egemenliğine girdik” diyerek Orta Cüz’ün yirmi sekiz beyi, ertesi gün ise Küçük Cüz’ün altmış beş beyi ellerine Kuran-ı Kerimi tutarak anlaşmaya varmışlardı. Orta Cüz han ve sultanlarının Rusya’ya tabi olması için çok çalışan Vasiliy Urusov o sene başka göreve tayin edilince, yerine Neplyuyev gelmişti. Şimdi Orenburg valisinin söylediği bu durumdu. - Biz göçebeleriz. Ant vermeyi boş bir söz olarak görür Kazakların çoğunluğu. - Siz öyle bakmıyorsunuz, değil mi? - Benim yolum farklı. - Ebu’l Mambet Han da yemini bozmadı. - Ama bundan sonra bozacak. - Bunun için deliliniz var mı? - Delilim.... Ebu’l Mambet Han bu toplantıya neden gelmedi? - Doğru ya, niye gelmedi? - Cungar vekilini davet ettiğinizi öğrendiği için gelmedi. Kendisi Cungar tarafına geçmek istediğinden, o ülkenin elçilerinin yanında sizinle görüşmek istemedi... Bu delil değil

232 İlyas ESENBERLİN mi? - Tamam, Ebu’l Mambet Han Rusya’ya karşı diyelim, - dedi general sakin bir sesle, - o zaman sizin birinci dileğiniz nedir? - Rusya’nın düşmanı benim düşmanım. Ebu’l Mambet gibi düşmanı yok etmek ve Rus çariçesinin ayaklarının altına koymak için, ilk isteğim, bana silahlı üç bin asker veriniz. Onlarınn bini Rus, kalan iki bini Kalmuk ve Başkurt askerlerinden olsun. Neplyuyev buna çok sevindi. Ebu’l Hayr ile Ebu’l Mambet’in arası gerçekten de bozuk olduğuna iyice inanmıştı. Bu, bir ülkeyi diğer ülkeye, bir hanı diğerine düşman ederek kendisine çıkar elde etme hususundaki Rusya’nın geleneksel siyasetine uygun düşüyordu. Rusya hükümdarları bir hanı diğerlerine üstün gelecek şekilde desteklemekten kaçınırlardı. Bunların birbiriyle yenişemeden eşit bir şekilde itişip kakışmaları onlar için daha elverişli idi. Ayrıca, Ebu’l Hayr Han’a üç bin asker verecek Orenburg valisinin durumu da yoktu. Çarlık Rusya’nın kendisi büyük bir savaşın içindeyken, Kazakların hanlık kavgası için üç bin askeri nereden versin! Ama o hemen “vermeyeceğim” demedi. - İkinci dileğiniz nedir? - dedi Neplyuyev, - ne ise ikisini de dinleyelim… - İkinci dileğim: ortanca oğlum Koca Ahmet sizde rehin olalı yedi seneyi aştı. Annesi çok özledim diye beni rahatsız ediyor. Onun yerine küçük oğlum Cengiz’i almanız iyi olurdu. - Cengiz hangi hanımızdandır? - Karakız hanımdan - Hımm... Ebu’l Hayr’ın ortanca hanımdan oğlu Koca Ahmet’i çok sevdiğini ve onu araları iyi olmayan Jağalbaylı boyuna karşı

233 GÖÇEBELER II – Can Çekişme faydalanmak istediğini Nuralı’dan duymuştu. Pek o kadar sevmediği küçük hanımından olan Cengiz’i rehin olarak almaktansa, almamak daha iyi değil miydi? Ebu’l Hayr’ın esas niyetini anlayan Neplyuyev şimdi onun isteklerine konusundaki düşüncelerini açıklamaya başladı. - Ebu’l Hayr Han, - dedi sesine müşfik bir ton vermeye çalışarak. - Sizin Rusya çarına yaptığınız hizmetler büyük. Siz ilk olarak Kazakları Rusya’ya tabi kılmak için çok gayret gösterdiniz. Bu çalışmalarınız için, ne zaman olursa olsun, sizin bu iki dileğinizi de kabul ederdik. Ama şimdi bunu yapacak durumda değiliz. - Nasıl yani? - Şimdi Rusya büyük bir savaşta. Tek bir asker bile kıymetli. Böyle bir durumda Kazakların iki hanının birbirine üstünlük taslaması için Elizabet Petrovna üç bin asker veremez. Tabi ki, Kazak bozkırlarında Rusya’ya bir tehdit unsuru belirecek olursa, o zaman başka. Üç binden bile fazla asker elbet bulunur... Neplyuyev bu son cümleleriyle Ebu’l Hayr’ın ortaya koyduğu gerekçeleri boşa çıkarmış oldu. Bunu anlayan Ebu’l Hayr: - Anlaşıldı, - dedi hafifçe kaşlarını çatarak. - Peki, Koca Ahmet hakkında ne diyeceksiniz? - dedi. - Bu biraz daha düşünmeyi gerektiren bir mesele. Belki de bunun için yüce çariçemiz Elizabet Petrovna’ya mektup yollamak gerekebilir. Rehineyi değiştirmek için çariçe hazretlerinin buyruğu gerek. - Öyle diyorsunuz... - Şimdi üçüncü dileğinizi söyleyin. Ebu’l Hayr her ne kadar belli etmek istemese de,

234 İlyas ESENBERLİN boğazında düğümlenen öfkesini kontrol edemedi. - Üçüncü dileğim. Çoktandır Kalden Seren benim kız kardeşim Karasaç’ı istiyordu, - sesi biraz boğuk çıkarak. - Biz Kalden Seren’in düşmanlığını arttırmasını istemiyoruz... Ardımda güvenebileceğim bir kimsem olmayınca, Cungar hanıyla devamlı savaşmaktan bir fayda yok diye düşünüyorum. Yüce Çariçe Elizabet Petrovna buna karşı olmaz sanırım. “Aha”, - dedi içinden Neplyuyev, - şimdi bize güç göstermeye mi başladın? Bu yaptığın, sizler beni desteklemezseniz, ben de öte tarafa geçerim, diye bir tehdit… Bakalım bundan ne bulacaksın?” - Cungar halkı ile I. Petro zamanından beri dostluk anlaşmamız var. Bizimle dost bir ülke ile iyi ilişkiler içinde olmak yanlış değil, - Ebu’l Hayr Neplyuyev’in alay mı ettiğini, yoksa samimi mi konuştuğunu anlayamadı. Yavaşça onun yüzüne baktığında, taş heykel gibi hareketsiz yüzünde herhangi bir ifade belirtisi yoktu. Neplyuyev konuşmasına devam etti, - Yine de biraz bekleyelim, öbür günü olacak anlaşmadan ne çıkacak, onu bekleyiniz. Kıza nasıl olursa bir koca bulunur... Ebu’l Hayr bu ricasından da bir sonuç alamadığını anladı. Kırgınlığımı dile getireceğim derken bir sırrını ifşa etmiş olduğuna pişman oldu. Ancak, bu niyetini Neplyuyev’in daha önce Nuralı’dan duymuş olduğunu hatırlayarak “önemli değil, en azından benim bunlardan gizlediğim bir şeyim olmadığını anladı, buna da şükür”, - diye kendini teselli etti. Nuralı hakkındaki bahsi Neplyuyev’in kendisi açtı. - Diğer çocuklarınıza göre, şimdiki durumu Nuralı daha iyi anlıyor, - dedi Neplyuyev. - Siz onun hakkında eski düşüncenizi koruyor musunuz? Ebu’l Hayr sinirlendi. Nuralı hakkında babasından önce

235 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Neplyuyev’in konuyu açması onun şüphelerinde haklı olduğunun işaretiydi. Buna rağmen hiç belli etmeden: - Nuralı benim direğim, benim işlerimi devam ettirici, - dedi. - Onun hakkındaki düşüncelerim değişmedi. Neplyuyev de babası hakkında Nuralı’nın kendisine malumat verdiğinden Ebu’l Hayr’ın haberdar olduğunu anladı. Ama onun sözünü kesmedi. Han biraz düşündükten sonra: - Kötüyü söylemeden iyi yok, eğer ben ölecek olursam, çariçeden tek arzum - benim yerime oğlum Nuralı’yı Küçük Cüz hanı olarak onaylasın. - Sanırım bu arzunuzu çariçe yerine getirecektir, - Neplyuyev’in hemen kendisini tasdik etmesine Ebu’l Hayr içinden kırıldı. “Bu itler benim tez ölmemi bekliyorlar mı, nedir?” Neplyuyev de kendisinin cevap vermekte acele ettiğini fark etti ve gülümseyerek: - Siz daha uzun yaşayacaksınız. Nuralı ne kadar iyi olursa olsun, sizin yeriniz başka. Rusya kendisinin sadık dostlarından ayrılmak istemez. Neplyuyev’in bu sözleri siyaset için söylediğini bilse de, hanın morali biraz düzelmişti. Güzel söz kimin hoşuna gitmez ki?! - Evet, Nuralı iyi bir han olabilir... - Nuralı’nın başkı bir özelliği, o Karakalpak halkıyla iyi olmasıdır. Hatta bir defasında siz Karakalpaklara saldırmak istediğinizde, onlara arabuluculuk yapmıştı. Nuralı’yı Karakalpak halkı da hürmet ediyor. Aslında bize onların da Rusya’nın egemenliğine girmesi faydalı. Çünkü Hive’yi Rusya’ya tabi etmek için Karakalpak topraklarından geçmek gerekir. - Şüphesiz ki, Karakalpakları Rusya’ya dahil etmede

236 İlyas ESENBERLİN

Nuralı gibisini bulamayız. Ancak, onun Hive hakkındaki düşünceleri farklı... Nuralı daha yeni Hive’den döndü. Oradaki gerçek durumu kendi gözüyle gördü. Eğer bana asker verirseniz, Hive’yi Nadir Şah’ın tayin ettiği kişiden alırım, dedi. “Ebu'l Hayr kurnazlıkla Rus askerlerinin kendisine verilmesini sağlamak istiyor” diye yorumlayan Neplyuyev: - Hangi askeri söylüyor Nuralı Sultan, - diye sordu. - Kazak askerleri... Hive’ye Rus askerini götürmeye gerek yok. Dindar halk kafir askeri geldi diyerek tüm halkın savaş meydanına çıkması mümkündür. Ama Kazak askerleri onların kendi askerleri gibidir. Hive’yi bizim dedelerimiz de birçok kez ele geçirmişti. Tabii ki, Kızılbaş ülkesinin hükümdarı Nadir Şah’a nazaran Kazak Sultanı Nuralı’yı yerli halk memnuniyetle karşılar. - Bu dikkate alınması gereken bir hususmuş, - dedi. Neplyuyev düşünerek, - ama bu sıralar Nadir Şah’a karşı savaş açmak uygun mu? Rusya yedi senedir Osmanlı ile savaşıyor. Azov civarında yensek de, Oçakovo’yu alsak bile, Osmanlı’ya hala tamamen diz çöktüremedik. Üstelik, bir de İran’a savaş açarsak... - Sizler değil. Hive’deki Nadir Şah’la biz savaşacağız. “Nadir Şah hakkında bu bahsi niye açtı ki, - diye düşündü Neplyuyev, - bizi daha büyük bir savaşa mı götürecek. Böylece bulanık suya olta atarak, aklı sıra bizden faydalanacak…” - “Biz” dediğiniz kim? Küçük Cüz hanlığı mı? Yoksa siz, Ebu’l Hayr Bey, Küçük Cüz’ün Rusya’nın egemenliği altında bir halk olduğunu bilmiyor musunuz? Siz bilmeseniz de bunu Nadir Şah iyi biliyordur. Hive ile Ürgenç’i işgal eden Nadir Şah, Kazak ülkesine girmek üzereyken onu kim durdurdu? Siz mi? Yoksa yüce Rusya çarı mı? Hayır, böyle bu devletle

237 GÖÇEBELER II – Can Çekişme savaşmak şimdilik gerekmez. Ama eğer savaşma zamanı gelirse, buna Petersburg’tan izin almak gereklidir. Başka türlü hareket etmeye bizim yetkimiz yoktur... Ebu’l Hayr yavaşça başını salladı, Rusya’ya girerek Cungar saldırısından sağ kalmak için Ebu’l Hayr kendi iktidarını kurban etmişti. Artık o eskisi gibi, istediği zaman Hive kapılarına dayanamazdı. Onun için Rus çarından izin almak gerek! Evet, bunun gibi bağımlılığa gelecek nesiller nasıl bakacaktı? - Haklısınız, vali bey, - diyerek Ebu'l Hayr renk vermedi, - Petersburg ne diyecek, onu bekleyelim. Nadir Şah’ın ordusu bugün yarın askerini bırakıp dönmez. Daha zaman var... Neplyuyev Ebu’l Hayr’ın moralinin bozulduğunu anladıysa da, onu teselli de etmek istemedi. “Nasıl olsa bize tabi olmuş bir adam. Zaten bugün olmasa bile, yarın bu tavırla konuşmak gerekecek, şimdiden alışmalı” - dedi general içinden. - Bir birimizle anlaşmamız ne kadar iyi oldu, - diyerek Neplyuyev cebindeki altın saatini çıkardı. - Epey bir zaman geçmiş. Kalan işleri yarın yapılacak toplantıda tartışırız. Dönelim. Benim daha Janibek beyle de konuşacaklarım var. Ebu’l Hayr irkildi, ama belli etmedi. Argunların bir kolu olan Şakşak boyundan çıkan Koşkaroğlu Janibek “Ayak Tabanları Şişti” kırgınından sonra Abılay’ın şan şöhreti bütün üç cüze yayılana kadar Orta Cüz’ün en etkili ve ünlü baturlarından biriydi. Ebu’l Hayr’ın kız kardeşiyle evlendikten sonra Küçük Cüz hanının sağ kolu olmuştu ve Küçük Cüz hanına Orta Cüz’ün bazı boylarının tabi olmasına da etki etmişti. Eğer Ebu’l Hayr’dan herhangi bir işaret gelse, askeriyle birlikte han ordasına ilk koşturan bu Janibek’ti. Böyle bir davranış, bin yedi yüz otuz sekizinci yılda

238 İlyas ESENBERLİN olmuştu. “Ayak Tabanları Şişti” felaketinden önce Yayık ile İdil arasındaki topraklar için çekişen İdil Kalmukları, Küçük Cüz’ün Cungar askeri karşısında yenilgiye uğradığı, Rusya’ya henüz dahil olmadığı dönemde, obalarına saldırıp hayvanlarını götürerek rahat vermiyordu. Yayık’ın öbür tarafından hayvan otlatacak arazi ver diyen Ebu’l Hayr’a İdil Kalmuklarının o zamandaki hanı Donduk Omba “sen önce kendi topraklarına sahip çık!” diye cevap vermişti. Ebu’l Hayr, “yılanı üçe bölsen de, bir kertenkelelik gücü yine vardır” Kalden Seren’e gücüm yetmese de sana yeter, Donduk Omba”, diyerek yirmi iki bin askerle iki grup olarak İdil boyundaki Kalmuklara karşı sefere çıktı. Onun bir grubunu, yani on bin savaşçıdan oluşan Orta Cüz ordusunu bu Janibek Batur yönetmişti. Ebu’l Hayr’ın bu iki grup askeri İdil kıyısındaki Kızılyar denilen yerde Kalmuk askeriyle karşılaştı. Kazakların gelmekte olduğundan habersiz Kalmuk askerini Ebu’l Hayr ile Janibek ağır bir yenilgiye uğrattı. Bir çok obasını yerle bir etti, mal mülklerini yağmaladı, iki bin aileyi de kendileriyle birlikte götürdü. Bu zulmün intikamını almak isteyen Donduk Omba derhal asker toplayıp bin yedi yüz kırk yılında yirmi bin askerle Kazak ülkesine saldırıya geçmek üzereyken Baldan Norbi’nin babasına yaptığı vefasızlık yüzünden bu sefer gerçekleşmedi. Ondan sonra Orenburg Keşif Heyetini Başkanı Korgeneral Urusov iki ülke hanlarını çağırdı ve intikam almaktan vazgeçmelerini sağladı. Ancak, egemenlikleri altındaki halkların birlikte huzur içinde yaşamalarını istemeyen çar siyasetini titizlikle uygulayan Orenburg valileri Küçük Cüz ile İdil boyundaki Kalmuk hanlarının sorunlarını köklü olarak çözmelerine fırsat vermedi. Bazen aralarına nifak da sokuyordu. Böyle durumlarda Ebu’l Hayr her zaman Janibek’ten destekten görüyordu. Janibek Batur’un Kazak boylarının Rusya egemenliğine

239 GÖÇEBELER II – Can Çekişme girmesinde de emeği vardı. O diğer han ve sultanlar gibi Rusya ve Cunglar arasında zik zak çizmeden, başından sona kadar Rusya’ya tabi olma tarafında olan adamdı. O yüzden de Orenburg Komisyonu’nun iki başkanı Urusov da, ondan sonra onun yerine gelen Neplyuyev de “Janibek Batur’un itibarı Kazaklar arasında hiçbir handan eksik değildir” diyor ve kendisine saygı gösteriyorlardı. İkisi de Anna İvanovna’dan Janibek Batur için Rusya çarlarının gayri Ruslardan hizmeti geçmiş askeri görevlilere verilen “Tarhan” unvanının verilmesini istemişti. Bunu Ebu’l Hayr Han da desteklemişti. Janibek’in çoktandır beklediği bu unvanı ile ilgili çariçenin kararnamesi dün gelmişti. Bunu şimdilik Neplyuyev’ten başka hiç kimse bilmiyordu. O bu kararnameyi valilik toplantısı bittikten sonra misafirlerini tekrar toplayıp onların önünde okuyacak ve Rusya için sadakatle hizmet edenlere çarın nasıl takdir ve hürmet gösterdiğini gururla söyleyecekti. Janibek’in adı söylendiğinde Ebu’l Hayr’ın bir şeyden şüphelendiğini farkeden Neplyuyev: - Janibek Batur’a ben sadece sizin damadınız olduğu için değil, aynı zamanda silah arkadaşınız olduğu için de hürmet ederim, - dedi. - Ondan şüpheniz olmasın... - Orta Cüz’ün hanı Ebu’l Mambet ile Abılay Sultan gelirken yarı yoldan geri dönmüşlerdi. Ama Orta Cüz’den gelen başka yaşlılar ve beylerin çoktu. Birisi onları yönetmezse, bizim toplantımız Orta Cüz’ün fikri alınmadan geçecektir. Bu toplantıya onlar da katılmalıdır. - Elbette. - Ayrıca, Cungar elçileri Orta Cüz’ün kendi kaderini Ebu’l Mambet ve Abılay’sız da belirleyebileceklerini görsünler.

240 İlyas ESENBERLİN

- Doğru söylüyorsunuz, vali bey, - dedi bu karara çok sevinen Ebu’l Hayr, - benim de size hep söylediğim budur. Orta Cüz’ün kaderini sadece Ebu’l Mambet’e verirsek olmaz. Genç de olsa şimdi iktidar Abılay’ya geçmekteymiş… Bu sefer Neplyuyev ile Ebu’l Hayr’ın fikirleri aynıydı. Orta Cüz içinden Ebu’l Mambet Han ile Abılay’a karşı konulacak tek kişi varsa, o da Şakşak Koşkaroğlu Janibek Batur idi. Ebu’l Hayr ile Neplyuyev yeniden masa başına döndüğünde topluluk şen şakrak oturuyordu. Han ile general yok diye kimse boş durmamış, keyiflerine bakmıştı. İçki içip sarhoş olanlar otlar üzerine sere serpe yatmış, horlayarak uyuyorlardı. Çoğunluğu içki katılmış sarı kımıza boğazına kadar doymuş, yüzleri kıp kırmızı olmuş kendinden geçmiş bir şekilde atıp tutup konuşuyordu. Rus subayları da bunlardan geri kalmamıştı. Rus’um ya da Kazak’ım demeden birbirlerine sarılmışlar, bir şeyler anlatarak kahkahalar atıyorlardı… Davetlilerin bu durumunu gören Nepleyuev onları masa başında daha fazla tutmaya çekindi. Sarhoşlardan birisi kavga çıkarmadan önce bu toplantıyı sonlandırmayı uygun gördü. O içki dolu kadehini eline alarak: - Değerli misafirlerim, ben son kadehimi sizler için içiyorum,- dedi. Sonra büyük bir kadehteki içkiyi bir dikişte içip bitirdi. Arka taraftan Rus subaylarının “Bravo! Bravo!” şeklindeki tezahüratları duyuldu. - Hepinize geldiğiniz için çok teşekkür ediyorum. Bugünkü görüşme bununla sona ersin. Yarın sabah saat onda toplantımız başlayacaktır. - Çok sağolun! - Uzun ömürler dileriz, generalim! - Güzel bir birliktelik oldu... - şeklinde konuşmalarla

241 GÖÇEBELER II – Can Çekişme topluluk kalkıp dağılmaya başladı. Yirmi üç Ağustosta başlanmış olan toplantı yedi eylüle kadar sürdü. Toplantıya Cungar elçileri de katıldığından, en önemli mesele Kazak ülkesinin Rus yönetimi altında olduğunu Cungar Hanlığı’nın kabul etmesi idi. Bu yüzden, toplantının birkaç günü Rusya, Cungarya ve Kazakeli arasında ne gibi ilişkiler ve anlaşmalar olabileceği tespit etmekle geçti. Rusya çarının temsilcileri Cungar elçilerinin Kazak ülkesine niçin geldiklerini ve ne gibi istekleri olduğunu öğrenmek istedi. Bu konuda Koşka ile Burun: - Kazaklar uzun zamandır Çin ile savaşmamızdan faydalanarak bize çok defa saldırılarda bulundular. O yüzden biz de onların bir çok topraklarını ele geçirdik. Kazaklar bize vergi ödemeli ve rehine vermelidir, - şeklinde görüş bildirdiler. Neplyuyev onlara: - Bizim yönetimimiz altında bulunan halkların, yabancı bir ülkeye vergi vermesi veya da rehine vermesi Çarlık Rusya’nın kanunlarına aykırıdır, - diye cevap verdi. - Bizim düşmanlarımız her ne kadar aramızı bozmaya gayret etse de, Kazak halkı eline Kuran-ı Kerim alarak Rusya’ya ettiği yemininde duracaktır, - dedi Orta Cüz ile Küçük Cüz adına konuşan Ebu’l Hayr ile Janibek. - Biz Rusya ile sonsuza dek birlikteyiz. Cungar topraklarına saldırdıysak, o bizim aramızda uzun yıllardır süre gelen çarpışların bir devamıdır. Eğer Cungar halkı bizi rahat bırakırsa, biz de onlara saldırmayacağımıza, yüce valimizin önünde söz veriyoruz. - Kazak hanları dünyaya geldiklerinden bu yana sözlerini tuttukları görülmemiştir, - dedi Cungar elçileri. - Bu bizim çok duyduğumuz bahar şarkısıdır, yeminlerini hemen yarın bozarlar.

242 İlyas ESENBERLİN

- Bu sefer onların sözlerini tutacaklarına biz garanti veriyoruz, - dedi Neplyuyev. - Öyleyse, bizim hanımız Kalden Seren’e elçi gönderin, - dedi Koşka ile Burun,-kalan görüşmeleri orada bitirelim... Böyle anlaştılar, ama Cungar elçileri hemen dönmedi. Onlar üç cüzün aksakal beyleri ve baturlarının ellerine Kuran-ı Kerim alarak: “Rusya egemenliğine girdik” diyerek valinin önünde yemin ettiklerini kendi gözleriyle gördü. “İleri gelenlerine” teşekkür ederek ve bilhassa Ulu Cüz’ün yöneticilerine memnuniyetini bildirerek konuşan Neplyuyev’in sözlerini işittiler. Bu Cungarları için ağır bir darbe oldu. Çünkü Yedisu onlar için Cungar Hanlığı’nın savaşarak hakimiyeti altına aldığı bir bölgeydi. Ulu Cüz bugüne kadar Cungar devletine vergi ödemiş ve rehin vermişti. Rus çariçesinin Kazak topraklarının içlerine doğru egemenliğini yaydığını gören Cungar elçileri, kendileriyle müttefik olan Karakalpak baturlarını yanlarına alarak, hiçbir somut sonuç elde edemeden ülkelerine geri döndüler. Onlar gittikten sonra Neplyuyev başka iki meseleyi de daha ele aldı. Biri Orta Cüz ve Küçük Cüz hanları arasındaki anlaşmazlık ise, ikincisi ise İdil Kalmukları ile Kazaklar arasındaki bitmeyen düşmanlık idi. Kazak hanlarının kendi aralarında çekişmeleri Rusya’ya için ne kadar elverişli olmakla beraber, Ebu’l Hayr’ı tamamen korkutmamak için Neplyuyev ona “Ne kadar zor bir iş olsa da, barış yoluyla çöz” diye tavsiyede bulundu. Ayrıca Ebu’l Hayr’a kendi bölgesindeki yoksul Rus köylüleriyle yan yana yaşaması için Elek ve Berdi nehirleri kıyılarında konup göçmeye de izin verdi. Bu sonradan Kazaklar için büyük bir iyilik olacaktı. Bu arada Küçük Cüz’ün ilk çiftçileri ortaya

243 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

çıktı. Hanın kendisine Rus kalelerinin herbirine girip çıkma izni verdi. Bundan başka Küçük Cüz hanının devlet hazinesinden tahıl ihtiyacının karşılanmasını Rus valiliği üzerine aldı. Neplyuyev bu ufak tefek ihsanların hepsini çariçenin Ebu’l Hayr’a göstermiş olduğu saygının sonucu olarak gösterdi. Bunların hepsi ağlayan çocuğa meme vermekle aynı Orenburg valisinin uğurlama siyaseti olduğunu Ebu’l Hayr anlamış olmasına rağmen, karşı bir şey diyemedi. İdil Kalmukları ile Kazaklar arasındaki anlaşmazlğı da Neplyuyev kolayca halletti. Onları barıştırarak, ilişkilerini düzene koyarak bir uzlaşma anlaşmasını yaptırmak yerine, “İdil Kalmukları, sen Yayık’ın beri tarafına geçme, Kazaklar sen de Yayık nehrinin öbür tarafına geçme” diye hüküm verdi. “Esirlerimizi geri versin!” diyen İdil Kalmuklarının isteğine, Janibek’in “Onları geri vermek mümkün değil, biz o sene Kalmuk esirlerini Hive, Buhar pazarlarında satmıştık” - diye cevap vermesinden sonra, Neplyuyev bu meselenin sonra ele alınacağını bildirdi. Bu şekilde, doğru dürüst bir iş bitiremeyen İdil Kalmuklarının elçileri gayri memnun bir halde ülkelerine döndüler. Bu toplantıdan en karlı çıkan sadece Janibek oldu. Görüşmeler devam ettiği bir sırada, Neplyuyev misafirlerin önde gelenlerini çadırında topladı ve Kazakların, Kalmukların ve Başkurtların sultanları ve baturlarının önünde güzel bir ses tonuyla Çariçe Elizabet Petrovna’nın kararnamesini okudu. Bu kararnamede çara yaptığı sadıkane hizmetleri için Janibek’e Kırgız-Kazak halkının “birinci tarhanı” ünvanı verildiği ifade edildi. (Bu, Rusya’daki mareşal unvanına eşitti). Eğer çara sadakatle hizmet edilirse, bu tarhan unvanı onun

244 İlyas ESENBERLİN

çocuklarına ve torunlarına miras kalacaktır diye yazılmıştı. Kararname okunduktan sonra yeni tarhanın şerefine borazanlar çalınıp top atışları yapıldı. Kutlama dileklerini dile getiren topluluktan uğultu yükseldi. - Ya, Şakşak, hak etmiştin! - Şanın daha da artsın, Janibek! - Tarhan dediğin han demek mi? Sıradan halktan da han çıkıyormuş demek... - Koştur obaya, müjdele! - Ya, Argun ata, yücelttin ruhumuzu! - Şeklindeki sözler her ağızdan çıkıyordu. Tarhan? Bu hangi millete ait bir kelime? Unvanın derecesi nedir? Janibek için bu unvanı istediklerinden bu yana çok zaman geçmişti! Çariçe hazretleri kararnamesini şimdi vereceğim, sonra vereceğim diye Janibek’in önünde onu kızıl tilkinin kuyruğu gibi oynattı da durdu. En sonunda verdi ya... Daha önce kendisinin desteklediği Ebu’l Hayr’ın içi yanıyor. Bu ne? Kıskançlık mı, yoksa haset mi? İki kardeş yarışa atlarını soksalar, ağabeyinin atı birinci gelirse, kıskanç ise, kardeşinin içi yanardı. Bu da onun aynısı... Yoksa Ebu’l Hayr için Janibek’ten daha yakın kim var? Kendi öz evlatları dahi hana onun kadar iyilik yapmamıştı. Janibek’e tarhan unvanı verildiğinde onunla birlikte sevinenler de çoktu, ama kıskançlıktan çatlayanlar da az değildi. Bunun gibiler yüzüne gülüp sahte bir sevinç gösterisinde bulundular. Fakat, gözlerinin içinde soğukluk, dudaklarında alaycı ifadelerin izleri vardı. Neplyuyev’in ise hesabı başkaydı “Çocuk gibi bunların

245 GÖÇEBELER II – Can Çekişme sevinmesi de, darılması da çok kolaymış. Böyle bir halkı yönetmek zor değil. Eğer birisini mahvetmek istersen, onun derecesini diğerlerine göre yükseltmen yeterlidir”. …Bütün bu anlaşmalar bitip misafirler ayrılmadan bir gün önce Neplyuyev, Kudabay’ı yine çağırttı. - Ebu’l Hayr Han çoktandır Sirderya’nın aşağı kısmındaki yıkılmış eski şehir Cankent’i yeniden inşa etmek için çaba sarfettiğini biliyor muydun? - dedi. - Biliyorum… - Nedenini biliyor musun? - Belki Cungarlara yakın yerleşmek ister. Kurnaz tercüman valinin yüzüne gülümseyerek baktı. Vali ile son zamanlarda sık sık görüşen tercüman Neplyeyuv’ın sert yüzüne de, yersiz bağırıp çağırmasına da alışmıştı. Neplyuyev konuşmasına devam etti. - O yıkılmış şehri yeniden inşa etmenin maliyetinin ne olduğunu öğrenmek için oraya bilirkişi göndermemiz gerekiyor. Yakın zaman içerisinde han ordasına bilirkişi olarak asteğmen İlya Muravin gidecek, - Neplyuyev Kudabay’a somurtarak baktı. - Onun görevi sadece eski şehrin yerini incelemek değildir. Bütün haberleri ona ileteceksin... - Emredersiniz, bu konuda bana güvenebilirsiniz. - Ebu’l Hayr, Muravin’i kendisine çar tarafından gönderilmiş danışman olarak biliyor. Kendisiyle öyle anlaşılmıştı, - General gülümser gibi oldu. - Danışman tercüman değildir, hanın aklından neler geçtiğini de bilmelidir. Bu asteğmen gelene kadar, onun görevini sen üstleneceksin. Neplyuyev’in kendisine güvenmeden Muravin’i gönderdiği için rahatsız olan Kudabay:

246 İlyas ESENBERLİN

- Bu vazifeyi ben daha önce de yapmıyor muydum? - dedi yere bakarak. - Ayrıca bu hizmeti kötü yaptığımı da düşünmüyorum. Neplyuyev kendi muhbirini gönlünü kırmak istemedi. - Sen vazifeni iyi yapmıyor değilsin. Bu hizmetin için ödül de alacaksın... Asteğmen’den sana zarar gelmez. Hadi git! -Peki, efendim. Yarım saat sonra Kudabay Ebu’l Hayr’dan çoktandır alamadığı samur börk ve işlemeli kaftanı hediye olarak aldı. Öte taraftan da han ondan yakında kendi ordasına Cankent’i incelemek için asteğmen Muravin’in geleceğini ve gerçek görevinin kendisini takip etmek olduğunu öğrendi. O gece Neplyuyev Petersburg’a, Dışişleri Kurulu’na: “Ebu’l Hayr oğlunu bize rehin verdiği için Rusya’ya açık bir şekilde karşı çıkamaz, ama yine de ona tam olarak güvenemeyiz, çünkü o ikiyüzlü ve kibirli bir kişidir” diye mektup yazdı. ...Bu sırada Ebu’l Hayr’ın Rus çarının önünde sadece kendisinin sadık görünmesini isteyen siyaseti sebebiyle, Rusya valilerine darılmış olan Orta Cüz hanı Ebu’l Mambet, Türkistan şehri ve onun civarındaki Karnak, Sukent, Savran, Sığanak gibi otuz iki şehri geri vereceğim diyen Cungar hanının sözüne inanarak bin yedi yüz kırk ikinci yılı Bokırav’ın başında Kalden Seren’e rehin olarak küçük oğlu Ebu’l Feyz’i gönderdi. Dünkü düşmanına boyun eğdiğini gösteren bu hareketi sanki Cungar hanlığında esir tutulan Abılay’ı kurtarmak için yapmış gibi göründü. Eskiden kendisine karşı çıkan ve her adımını takip ettirdiği Orta Cüz hanının kendi tarafına geçeceğini hisseden Kalden Seren bin yedi yüz kırk beşinci yılda Rus kaleleri ve Kazak topraklarının sınırlarına yirmi bin silahlı askeriyle, yol

247 GÖÇEBELER II – Can Çekişme yapımında kullanmak üzere yedi bin adamını yerleştirdi. Bunların hepsi bugün olmasa da, yarın Kazak ülkesinin tam orta noktasından işgal için hazırlıktı. Bu büyük savaş başlayıncaya kadar kendilerine yakın olan Kazak köylerine zaman zaman saldırılar düzenleyerek rahatsız ediyorlardı. Böyle zor bir durumda Orenburg valilerinin önünde iki farklı vazife vardı. Biri bugüne kadar Kazaklardan zorlukla almış oldukları yerleri ve oralara inşa edilen kaleleri korumak ise, ikincisi Kazak topraklarına Cungar askerlerini sokmamaktı. Bununla birlikte Orenburg valisi “Küçük Cüz halkına Yayık nehrinin öbür tarafında hayvan otlatma yasağı koydu. Yayık ile İdil arasındaki yerlere eskiden beri konup göçen boylar buraları terk etsin ve Yayık nehrinin bu tarafına kovulsun” dedi. Eğer buna Kazak obaları direnecek olurlarsa, o zaman bölgenin Kazaçi silahlı güçlerinin komutanı yarbay Ratişev’e Kalmukların silahlı güçlerini Kazaklara karşı kullanmasına izin verildi. Kalmuklara da Kazaklardan gasp ettikleri mal mülk ile işgal ettikleri bütün toprakların kendilerine kalacağını söyledi. Eğer bu emirlere direnip karşı çıkan Kazak obalarının beylerini, Rus Senatosu bin yedi yüz kırk beşinci yılın beş Mart’taki oturumunda “Yakalanarak Orenburg’daki Rogovik, Sibirya’daki Nerçinskiy’in gümüş madenlerinde çalıştırılmak üzere sürgün edilsin” diye karar kabul etti. Bu tedbiri yeterli görmeyen Dışişleri Kurulu bin yedi yüz kırk yedinci yılı Kazakların Yayık nehrinin sağ tarafına hayvanlarını götürmemesi için bu nehrin sol tarafı Hazar denizine kadar yakılsın diye karar aldı. Ayrıca, Rus kalelerini Kazak isyancılarından korumak amacıyla Kazak ülkesine silahlı asker gönderilmesi de kararlaştırıldı. Bu karara göre, silahlı asker vazifesi Yayık boyundaki Kazaçilere verildi.

248 İlyas ESENBERLİN

Onlara sadece Kazakların atlarını ellerinden alma değil, kendilerini de esir alıp sürgün etme yetkisi de verildi. “Saç al dersen, baş kesen” Kazaçiler artık akıllarına eseni yapmaya yetkili olmuşlardı. Böyle bir uygulama, yalnızca Yayık boyunda değil, Sibirya valiliğine tabi Kazaklara da karşı yapılması emredildi. Bu baskı ve zulümden sadece Kazak yoksullarını değil, henüz göç edip gelmiş yoksul Rus köylülerini de olumsuz etkiledi. Çarların zulümlerine dayanamayan halk arasında Pugaçev’in liderliğindeki isyanın belirtileri ortaya çıktı. Buna Kazak ve Başkurt gibi halkların fakirleri de katıldı. Neplyuyev, Kazak halkı ile Rusya arasındaki soğuk savaşın şiddetini azaltmanın bir yolu olarak uzlaşma görüşmelerini yürütmekle birlikte, Kazak bozkırları üzerinden ticareti geliştirmeyi de düşündü. Hatta o bin yedi yüz kırk yedinci yılı Dışişleri Kuruluna verdiği bir raporunda: “Bu halkı sadece korkutmakla değil, ticaret gibi iyi yollarla da boyun eğdirmenin yollarını düşünmemiz gerek” diye yazmıştı. Eğer Kazaklar buna da ikna olmazlarsa, o zaman onlara güç kullanmak için kendisine ve Oyıl yolundaki ordu komutanı tümgeneral Ştokman’a Yayık Kazaçilerinden iki bin, Orenburg ve Or kalelerindeki ordudan beş bin asker verilmesini istemişti. Sonuçta bu asker de yetmezse, Kalmuk, Başkurt, hristiyanlaşmış Tatar ve Mişer gibi Rusya egemenliği altındaki gayri Rus halklardan on bin kadar silahlı adam daha verilsin demişti. Tabii ki, Neplyuyev’in bu kadar askerleri neden istediği Dışişleri Kurulunca da malum idi. Böyle bir durumda Kazak halkının bağımsızlığını koruyabilmesi çok zordu.

249 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Bir taraftan yirmi bin askerle Kalden Seren, diğer taraftan aynı bunun gibi askerlerini Kazak ülkesine sokmakta olan Çarlık Rusya. Bıçak kemiğe dayanmıştı. Han ve sultanlar kendi yollarını çiziyordu: bazısı Rus çarına hizmete girdi; başkası Cungar hanıyla işbirliğine gitmek istedi. Peki, sıradan halk ne yapacaktı? Topraklarından ve bağımsızlığından ayrılmak üzere olduğunu hissederek ölüm kalım mücadelesine girdi. Rus çarlarının sayesinde “cennet yapacağım” diyen Ebu’l Hayr’dan da, Cungar hanının sayesinde huzur getireceğim, ata yurdumuz Türkistan’ı geri alacağım diyen Ebu’l Mambet’ten de halk soğumaya başlamıştı. Kollarını sıvayan halk artık baturlarının peşine takılmıştı. Rus çarlarının inşa ettirdiği kalelere saldırdı, kervanlarını soydu. Rus askerleri bir kişiyi öldürse, onun intikamını iki misli olarak almaya çalışıyordu. Böylelikle Küçük Cüz’ün bir çok kabileleri eline silah alıp ata binerken, Orta Cüz’ün baturları da boş durmadı. Ebu’l Mambet Han’dan ziyade, şimdi onlar kendi aralarından çıkan Bayan, Malaysarı, Bögenbay, Bukarbay, Oljabay, Elçibek gibi baturlarının neferleri olarak çeşitli yönlerden Cungar hanının hakimiyetine karşı çıktılar. Çarlık Rusya’dan ne asker, ne Yayık nehrinin diğer tarafından verimli yerleşim arazisi, ne de rehine olarak verdiği Koca Ahmet’i alan Ebu’l Hayr kendi itibarının gerçekten kaybolmakta olduğunu bir kez daha anlamış oldu. Bu, Ebu’l Hayr’ın değil, Orenburg Valisi Neplyuyev’in hatası idi. Ebu’l Hayr’ın Kazakları Rus egemenliği altına sokmak isteyenlerin en başında geleni ve kararlısı olduğu şüphesiz idi, ancak halk zamanında onun kıymetini bilmeliydi. Peşinden gelen halkının artık kendisinden uzaklaşmakta olduğunu farkeden Ebu’l Hayr çok endişeliydi. Bazen

250 İlyas ESENBERLİN maiyetindeki halka Orta Asya hanlarının topraklarına göçmelerini, bazen de İran Şahı’nın yönetimi altına girmelerini salık veriyordu. Buradaki temel düşüncesi eğer Kazak boyları oralara doğru yönelirse, Rus çariçesi bana gerekli askerleri verir ve Kazakları bir çatı altında toplamamı bir daha ister diye umudu vardı. Ama bundan da bir şey çıkmadı. Kazak halkı başka ülkelerin hanlarına boyun eğmektense, ne kadar zor da olsa kendi topraklarında kalmayı yeğledi. Bu acı bir pişmanlık idi. Nadir şah askeri gelmeden önce, 1744’te Ebu’l Hayr Han Hive’yi işgal etmişti. Sonradan yerli halkın isyanı sayesinde az zaman için buraya Nuralı da han olmuştu. Nadir Şah onu da kovmuştu. Hive Hanlığı’ndan ayrılan Ebu’l Hayr çok üzülmüştü. Halkın kendisine itaat etmeyeceğinden korkan Ebu’l Hayr ne yapacağını şaşırmış ve Çarlık Rusya’ya karşı hareket etmeye başlamıştı. Bunlardan biri 1747’de Ebu’l Hayr’ın talimatıyla, Kazakların çok sayıda iki kol askeri Üyşik’in aşağı tarafında soğuktan donmuş olan Yayık nehrinin üzerinden geçerek Kızılyar denilen yerde Kalmukların obasına ve Rus balıkçılarının köylerine saldırdı. Çok sayıda hayvanlarını ve sürü sürü yılkılarını alıp götürdüler. Altı yüzden fazla Kalmuk ve Rus’u esir aldılar. Bu sene yine Kazaklardan oluşan beş yüz asker Üyşik’i dolaşarak Üstirt üzerinden İdil kıyılarına çıktı. Yine kendi halindeki obalara saldırdı, mal mülklerini yağmaladı. Fakat, dönüş yolunda kendilerini beklemekte olan Kazaçi askerleriyle karşılaştılar, buradan güçlükle kaçıp kurtuldular. Ebu’l Hayr Rus kalelerine başka da saldırılar düzenledi. Ebu’l Hayr’ın bu saldırılarından sonra Küçük Cüz’ün bazı boyları tekrar onun etrafında toplandı. Herşeye rağmen Ebu’l Hayr büyük Rus devletine az sayıda askeriyle bir zarar veremeyeceğini iyi biliyordu. Bu yüzden de,

251 GÖÇEBELER II – Can Çekişme oğlu Koca Ahmet’i kurtarmak düşüncesiyle esir alınan Rusları geri verdirtmeye çalıştı. Ama Rus valileri onun bu çabasını bunu farklı yorumladılar. “Bize karşı yaptıklarından bir sonuç alamayacağını anlayan Ebu’l Hayr eskisine göre daha çok uysallaştı” diyordu Neplyuyev Dışişleri Kuruluna yazdığı raporunda. Bu arada Cungarlarla uzlaşma yolları arayan Ebu’l Mambet de saldırgan ülke ile dost olamayacağını anlamıştı. Kalden Seren’in temel amacının Kazak ülkesini tamamen kendi hakimiyeti altına almak olduğunu Orta Cüz hanı anlamıştı. Çarlık Rusya’nın gözünde Ebu’l Hayr’ın itibarının beş paralık olduğunu gören Ebu’l Mambet şimdi Rus valileriyle uzlaşmaya çalışıyordu. Öte yandan Rus valileri de Ebu’l Mambet’in ve onun destekçisi Abılay gibi sultanların bu niyetlerinden faydalanmak istediler. Orenburg Valisi Neplyuyev kendisinin eski alışkanlığı olan Kazak hanlarını, sultanlarını bir birine karşı kışkırtıp düşman etme yöntemini tekrar devreye soktu. O, Ebu’l Hayr’a karşı Barak Sultan’dan faydalanmak istedi. Bu sırada ikisinin arası çok bozuktu. Bundan yarım sene önce Barak’ın oğlu Hanbabay’ın Sozak şehrinin hakimi babasına Hive’den Sirderya üzerinden gönderdiği yetmiş develi kervanını Ebu’l Hayr’ın adamları soymuştu. Bu kervan soygunu Barak Sultan’a haber Neplyuyev’in kendisiydi. O günlerde Orta Cüz Hanı Ebu’l Mambet Türkistan’ı vereceğim diye kendisini aldatan Kalden Seren ile ilişkileri tamamen kesmiş bulunuyordu. Cungar hanı çağırdığında aksakalların tavsiyesiyle gitmemişti. Buna kızan Kalden Seren elindeki Ebu’l Mambet’in rehin oğlu Ebu’l Feyz’i, Barak’ın oğlu Şagay’ı geri göndermiş ve Kazak ülkesindeki elçilerini,

252 İlyas ESENBERLİN tüccarlarını geri çağırmıştı. Bu, Kalden Seren’in yine savaşacağını işaretiydi. Böyle bir durumda Orta Cüz Hanı Ebu’l Mambet de, baturları Barak, Abılay, Janibek, Bögenbay, Küşik de, Küçük Cüz’ün önde gelenleri Buğıbay, Bökembay, Altay, Tayman ve hatta han evlatları Nuralı, Eralı, Ayşuvak da Rusya tarafına geçerek, ondan istifade etmeye çalışmışlardı. Bunu bazıları halkın çıkarlarını düşünerek, bazıları da korktuklarından desteklemişti. Barak gibileri Rusya’ya bağlı olmayı istemeseler de, başka çareleri olmadığından yapmak zorunda kalmışlardı. Bütün Orta Cüz ve Küçük Cüz liderlerinin bu şekilde Rusya’ya hep birlikte meyletmelerini, sadece Cungarlarla aralarının bozulmasından değildi. Halk bu sırada savaştan, iç çekişmelerden çok yorulmuştu. Şimdi onlar kısa bir zaman için de olsa huzur istiyor, günlük hayatlarını alt üst eden kargaşaya kendileri bir son vermek arzusundaydılar. Bu kargaşanın da ancak Çarlık Rusya sayesinde biteceğine inanıyordu. Çünkü Rusya dünkü Kazak topraklarında kale olarak inşa ettirdiği Or, Eletsk, Troitsk, Üyşik, Yamşenev, Semeypalat ve Tobolskilerde artık ticaret yapılmaktaydı. Kazak halkına lazım olan buydu. Şimdi onlar bu kalelerdeki Rus tüccarlarına hayvanını, derisini ve yününü satmakta ve kendisine gerekli tahıl, kumaş, kap kacak, çekiç ve balta satın almaktaydı. Rus valileri Kazaklara sadece tüfek ve barut gibi tehlikeli teçhizat ve maddeleri satmayı yasaklamıştı. Rusya’da ticaret şehirlerini o kadar çok gelişmişti ki, oralarda açılan fuarlar için Kazak topraklarına Orta Asya hanlarının ticaret kervanları da gelmekteydi. Çok sayıda Kazak Rus köylüleri ile yakından ilişki kurmakta ve ekin ekmeyi, balık avlamayı öğrenmekteydi. Çoğu kendileri gibi emekçilerle

253 GÖÇEBELER II – Can Çekişme arkadaş olmuştu. Rus valileri de boş durmadı. Bazen Ebu’l Mambet’e bazen Abılay, Barak ve Janibeklere adam gönderip daha önce Rus egemenliği altında girmeyi kabul etmiş olduklarını hatırlatıyordu. Bu sırada Küçük Cüz Hanı Ebu’l Hayr’ın durumu eskisinden de kötüleşmişti. İkiyüzlü siyaseti yüzünden o ne Kazak halkının, ne Çarlık Rusya’nın güvenini kazandı. Orenburg Valisi Neplyuyev ise kendi halkının gözünde itibarı olmayan Ebu’l Hayr’dan tamamıyla kurtulmanın yollarını arıyordu. Bu sefer vali onu Senato veya Dışişleri Kuruluyla değil, Küçük Cüz hanının Orta Cüz sultanlarıyla olan anlaşmazlıklarını kullanarak yok etmek istedi. Ebu’l Hayr da Petersburg ile doğrudan görüşme arayışına girdi. O Neplyuyev ile arasının bozuk olduğundan bahsedip yardım isteyerek Tevkelev’e mektup yazdı. Orenburg’a bu mektupla gelen Kudabay’ı ertesi gün Neplyuyev kendi yanına çağırdı. - Orenburg’a niye geldin? - diye sordu hal hatırdan sonra. Kudabay hiç bir saklamadı - Ebu’l Hayr Han’ın General Tevkelev’e yazdığı mektubu getirdim. Buradan Petersburg’a gidecek birisiyle göndereceğim. - Mektup ne hakkında yazılmış? Tabii ki, Rus asilzade terbiyesiyle yetişen Neplyuyev birisinin özel mektubunu açıp okumayı aklına bile getirmezdi. Tercüman ise hanın isteği üzerine kendi eliyle yazdığı mektubun içeriğini noktası virgülüne kadar anlattı. Mektubun ana fikri Küçük Cüz hanını Orenburg Valisi Neplyuyev ile barıştırmak ve Neplyuyev’in daha önce senatoya yazdığı ikisinin arasındaki çelişkiler hakkında idi. Neplyuyev, Ebu’l

254 İlyas ESENBERLİN

Hayr’ın saflığına güldü ve: - Tamam, mektubunu yarın bizim posta ile gönder, - dedi. Sonra gitmekte olan Kudabay’ı durdurarak, - Küçük Cüz hanı ve Orta Cüz sultanlarının arasındaki çekişmeyi, hangimiz Ruslara daha çok sadakat gösterip makam mevki elde edeceğiz demekten doğan düşmanlığı ben de iyi biliyorum. Ama şimdi mesele onda değil... Başka da. Çarlık Rusya bundan sonra Ebu’l Hayr’a güvenerek bir iş yapmaz... Kudabay hafif başını kaldırdı. - Ebu’l Hayr her şeyden vazgeçip Çarlık Rusya’ya dayanmak isterse ne olacak? - Farketmez, - dedi Neplyuyev. - Artık Ebu’l Hayr her şeyden vazgeçer mi, geçmez mi? Hiç önemi yok. Kendinden akıllı bir genç çıkarsa, yaşlının ona yol vermesi tabiat kanunudur. “O genç Ebu’l Hayr’ın oğlu Nuralı” - dedi içinden Kudabay. - Nuralı en başından doğru yol tutturdu. Ancak, Ebu’l Hayr gibi yoluna çıkanı bir pençe darbesiyle yok eden aslan öfkelenirse, Nuralı gibi bir tavşan yavrusundan geriye ne kalır ki?” - O zaman...Bizim hanımızı yerinden mi alacaksınız? - dedi Kudabay kısık bir sesle, - Senato onun hakkındaki bir karar çıkardı mı?.. - Öyle bir karar alır mı?..- Neplyuyev şimdi Kudabay’a sinirlenerek baktı. - Rus Hükümeti’nin bundan sonra Ebu’l Hayr’la işi yok. Kazak sultanlarını kendisine düşman etmiş, öyleyse başının çaresine kendisi baksın... “O zaman Ebu’l Hayr’ı öbür dünyaya sultanlardan hangisi gönderecek? - Kudabay iyice terledi. - Vali böyle konuşarak ne yapmak istiyor? - Bence onun Kazaklardaki has düşmanı Orta Cüz Hanı

255 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Ebu’l Mambet, - dedi Kudabay. - İkisinin arasındaki çekişme... - Hayır, Orta Cüz hanı bu işe yaramaz. Ebu’l Mambet, Ebu’l Hayr’ı öldürüp bütün Küçük Cüz halkını karşısına alacak kadar ahmak değil. Başka kim var? - Barak Sultan... İkisinin arasındaki düşmanlık birbirlerini öldürmeyi düşünecek kadar ileri safhada. Ayrıca, Barak Sultan Rus şehirlerinin Kazak topraklarına inşa edilmesinin baş sorumluşu olarak Ebu’l Hayr’ı görüyor. İntikam almaktan çekinmez o... - Evet, Barak bize dost değil, “Rusya’ya tabi olacağız” diye verdiği sözlerin içi boştu. Bize samimi yaklaşan biri değil. İşte bu Barak Sultan’dan faydalanmak lazım... - O zaman bana ne emredersiniz? - Barak’tan Cungar Han’ı Ebu'l Hayr’ı öldürmesi halinde tazminat istemeyecektir. Aksine teşekkür edecektir. Senin vazifen Barak’a bizim düşüncelerimizi sızdırmaktır… Çarlık Rusya’nın peşine düşmeyeceğine inandırmandır. - Cungar Hanlığı ve Çarlık Rusya Ebu’l Hayr için Barak’ı cezalandırmayacak diyelim. Fakat, normalde ondan nefret etmekle birlikte, öldürülen hanın intikamını alacak Küçük Cüz kabileleri var, değil mi? Barak onlardan çekinmez mi? Ne kadar cesur olursa olsun, onun da canı tatlıdır. - Küçük Cüz kabilelerini Nuralı’ya gönder. Müstakbel hanı kendine tabi halkını ikna etmesini bilir. - Peki ben ne olacağım? - Sen hiç merak etme. Rusya kendisi için sadakatle hizmet eden adamı her zaman korumasını bilmiştir. Ne kadar acımasız olsa da, Kudabay şimdiden gelecekte meydana gelecek kötü olayların soğuk rüzgârlarından üşümüş gibi mos mor olmuştu. Casusunun bu haline ilk defa şahit olan Neplyuyev onu rahatlatmak istedi.

256 İlyas ESENBERLİN

- Orenburg’a çoktandır gelmemiştin, - diyere başka bir konuya geçti. - Valilik muhasebesinde maaşın epey birikti, onu al da git, - dedi. Az önce korkudan mos mor olan Kudabay’ın yüzü birden aydınlandı. - Benim hizmetlerimi unutmadığınız için bin kere teşekkür ederim! - diyerek Kudabay başını eğdi. - Az önceki talimatlarınızı harfiyyen yerine getireceğim, - dedi. Obasına döndükten sonra Kudabay, Hive hanının yönetimi altında yaşayan Barak’ın büyük oğlu Hanbaba Sultan’a Neplyuyev’in düşüncelerini anlattı. Hanbaba da kaftan ve at armağan etti. Ondan sonra da Ebu’l Hayr’a Orenburg valisinin tüm söylediklerini aktardı. Sadece Hanbaba ile görüştüğünü ona söylemedi. Handan da kunduz derisinden yapılmış bir kürk ve bir at hediye aldı. Neplyuyev’in düşüncesi beklenmedik bir biçimde çabuk gerçekleşti. 1748 Temmuz ayının sonunda Ebu’l Hayr ile konuşmak için Petersburg’tan General Tevkelev geldi. Bu haberi duyan Ebu’l Hayr bütün evlatlarını ve Küçük Cüz’ün ileri gelenlerini yanına alıp Or şehrine ulaşmaya acele etti. On günlük mesafeyi at değiştirerek beş günde aldı. İki hafta süren görüşmelerde Ebu’l Hayr, Çarlık Rusya ve özellikle Orenburg valisine olan kırgınlığından bahsetti. “Gelinin yüzünü önce kim açarsa, o sıcaktır” dedikleri gibi, Küçük Cüz hanı “Rusya yönetimine girmesine” vesile olan Tevkelev’den hiç bir sırrını gizlemedi, içinden ne geçiyorsa hepsini anlattı. Kendi döneminin akıllı ve güçlü adamı, Rusya ile Kazak halkının birleşmesine çok emek vermiş Tevkelev bu sefer de Rusya çarının sömürge politikalarının yürütülmesinin sadık temsilcisi olduğunu bir kere daha ispatladı. Bir yolunu bularak Ebu’l

257 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Hayr’ı sakinleştirdi. Ebu’l Hayr, bundan sonra Çarlık Rusya’ya samimi bir şekilde sadakatle hizmet edeceğine söz verdi. Tevkelev ile anlaşarak yedi yıldır geri alamadığı Koca Ahmet’ini geri aldı. Yerine ordasının ileri gelen beylerinin oğulları ile kendisinin ortanca oğlu Ayşuvak’ı bıraktı. Bir yıl geçtikten sonra Ayşuvak’ın yerine en küçük oğlu Abili göndermek üzere anlaştı. Neplyuyev ile Ebu’l Hayr’ın arasını bulmak işini de Tevkelev üzerine aldı. Böylece çara sadakatle hizmet etmek için söz verdikten sonra Ebu’l Hayr dönüş yolculuğuna çıktı. Kudabay’ın söylediği gizli sırlardan korkarak yolda Orenburg’ta Neplyuyev’e uğramadan doğruca Irgız nehrinin boyundaki ordasına yöneldi. Ebu’l Hayr Cungarlar tarafına geçtiniz diye Karakalpaklara ara sıra saldırıyordu. Özellikle Ebu’l Hayr’ın topuzu “Ayak Tabanları Şişti” zamanında Karakalpaklara katılan Ulu Cüz’ün bir boyu Celayir obalarına ağır darbe vurmuştu. Bu halkın kırılıp yok olmasından endişe eden Celayir’in ileri gelenleri iki bin aileyi ve kendileriyle beraber yaşayan iki üç Karakalpak obasını da Küçük Cüz sınırından Torgay civarına göçürmek istiyordu. Bunlar göçerken yolda “Sizler Ebu’l Hayr Han’a bağlı obalarsınız” diyerek daha yeni Orta Cüz’e han olan Köşek Sultan iki yüz askeriyle aniden saldırmıştı. Köşek’in askerlerine Barak’ın da askeri katıldı. Onlar bu silahsız göçebelere saldırdığında, ancak yüz kadar Karakalpak kaçıp kurtulabilmişti. Bunlara yarı yolda Or şehrinden dönen Ebu’l Hayr’a rastladı. Karakalpaklar hatalarını kabul ederek Küçük Cüz ile birleşti. Bundan sonra Ebu’l Hayr Barak’tan o iki bin aileyi geri almayı kararlaştırdı. “Bizim ancak yüz elli askerimiz var,

258 İlyas ESENBERLİN

Barak ile baş edemeyiz” diyen silah arkadaşlarına: “Barak’tan korkan hepiniz, kadınsınız. Yoksa, erkek erkekten korkar mı” diyerek yüz elli askeriyle uzaklaşmakta olan göçün peşinden gitti. Belki Küçük Cüz hanı da askerinin yetersiz olduğunun farkındaydı, ama yine de göz ardı etti. Nurbike ile ilgili olaydan sonra Barak’a karşı çok kinlenen gururlu Ebu’l Hayr bu savaşın tehlikeli olacağını hesap etmedi. Aklında yalnızca Barak’ı kendi elleriyle öldürmek vardı. Bu sefer bu düşmanının kanını içmezse, sanki bir daha eline geçmeyecek gibiydi. Bu yüzden atını sürekli kamçıladı. İki taraf bir günlük mesafedeki Ulkayak nehrinin kıyısında karşılaştı. Maiyetine katılan Celayir grubuyla adamları çoğalan Barak Ebu’l Hayr’ın yüz elli askerine kolaylıkla karşı koydu. Hepsinin etrafını çevirerek hiç birini bırakmadan öldürmeye az kaldı. Ebu’l Hayr’a diş bileyen Karakalpaklar da Barak’ın tarafına geçerek fedakarca çarpıştı. Ancak, doğuştan gözü pek olan Ebu’l Hayr “kaderimde ne varsa göreceğim” diyerek geri çekilmedi. İlk karşısına çıkanı vurarak atından düşürdü. Bu arada kendisi de Barak’ın oğlu Şagay’ın vuruşuyla atından yere düştü. Yerde yatan hanın yanına derhal gelen Barak elindeki Hive yapımı uzun kılıçla onun tam yüreğinin altından vurdu. Ebu’l Hayr zorlukla nefes aldı. Masmavi gökyüzü bir anda kanla boyanmış gibi kıp kırmızı olup kelebek gibi başının üzerinde dönmeye başladı. - İşte şimdi itişme kakışma, ümit arzu... Her şey, her şey bitti, - dedi sessizce mırıldanarak. Birden çarpıcı bir fikir son duygu ve düşüncelerini itip öne çıktı. - Ne kadar bilgeymişsin, zavallı Kazak?! Senden başka hiçbir millet bu geçici dünyayı “yalan” diye isimlendirmemiştir herhalde. Nasıl da bulup koydun! Zalim dünya gerçekten de yalan imişsin... Geçip de

259 GÖÇEBELER II – Can Çekişme gittin... Barak heyecandan küt küt atan yüreğini zor zaptetti ve sonra: - Kendi elimle öldürdüm! Kendi elimle kanını içtim! - dedi ıssız geniş bozkırda haykırarak. - Artık bu dünyada benim başka isteğim yok. Elimle yaptığım işin vebalini üzerime almaya hazırım. Ondan sonra atına bindi ve doğuya doğru dört nala koşturdu. …Bir yıl sonra Küçük Cüz hanı olarak Çariçe Elizabet Petrovna Nuralı’ya beratını verdi. Ebu’l Hayr öldüğünde ardında bir çok evlatları ve torunları kaldı. Onların içinden Çar Hükümeti’nden makam mevki verilen yöneticiler de, halkın eğitimine katkı yapan alimler de çıktı. Ebu’l Hayr’ın ismi de tarihte yerini aldı. Ama o hanlık, yiğitlik ya da savaşçılık işleriyle değil, bir çok zorlukları ve çelişkileri de olsa, Kazakların Çarlık Rusya’nın yönetimine girmesini resmi devlet politikası haline getiren ilk hanı olarak ün yaptı.

260 İlyas ESENBERLİN

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

I Karanfil ve mis kokulu sık yeşillikler bele kadar gelmekteydi. Sırımbet dağının güney tarafında kurulmuş ak boz keçe yurtlar uzaktan beyaz martılar gibi göze çarpıyordu. Bu, Abılay Sultan’ın obası. Oradan biraz uzakta yer alan küçük siyah yurtlar, Tölengit obası. Tölengit obasının da, sultan obasının da etrafında telaş, oraya buraya koşuşturan insanlar. Kesilmekte olan hayvanlar, altına ateş yakılan kazanlar. Mis kokulu yaz mevsiminin başlangıcı. Sabah vakti. Öğleden sonra düğün başlayacak. Şimdi ona hazırlık yapılıyor. Düğün Abılay Sultan ve Kalden Seren’in kızkardeşi Hoça’dan doğan ilk çocuk, yedi yaşına gelmiş Kasım’ın sünneti içindi. Abılay, Cungarlarla olan büyük bir savaşta yakalanmış ve hanın Taşkent’teki sarayında üç yıl esir olarak kalmıştı. Sonunda amcası Ebu’l Mambet Han ve Orenburg Valisi Neplyuyev’in girişimleri sayesinde 1743’te esaretten kurtulmuştu. Kalden Seren onun yerine rehin olarak Ebu’l Mambet Han’ın küçük oğlu Ebu’l Feyz ile Barak Sultan’ın ikinci oğlu Şagay’ı alıkoymuştu. Kalden Seren, Abılay’ı tek başına göndermemişti, bir gün lazım olur diye ona kendisinin sevgili kardeşi batur Hoça’yı eş olarak vermişti. Tabii ki, Cungar hanı bu kararı verirken, ülke yöneticisine gerekli, Abılay’ın cesaretini de, zekiliğini de dikkate almıştı. Abılay’ın şöhreti bu sırada çok yayılmıştı. Kızardeşini veren Cungar hanı hata yapmamıştı. Abılay’ın kendisi han

261 GÖÇEBELER II – Can Çekişme olmasa da, amcası Ebu’l Mambet Han’dan Orta Cüz’de itibarı aşağı değildi. Yöneticilik yeteneklerinin sayesinde onun ünü bütün üç cüze yayılmaya başlamıştı. Kim olursa olsun, işlerini Abılay’a danışmadan yapamaz hale gelmişti. Cungar hanının kızkardeşini almakla birlikte Abılay onun dediğini yapmadı, kendi siyasetini yürüttü. Hangi hal ve şartlarda olursa olsun, Kazak ülkesini Cungarlardan kurtarmak niyetindeydi. Ancak o kadar ünlü olmasına rağmen, Abılay’a tabi olan halk sadece Gökçedağ civarını mekan edinen, kendisine yedi kızını vermiş, yedi otağ kurmuş Atıgay ve Karavul gibi Argunların önde gelen kabileleri idi. Bu, onun daha üç cüze han seçildiği, yüzüne dik bakılamadığı kudretli olduğu dönemden önceydi. Hatta Argunların gururlu, sert karakterli bazı boylarının Abılay’a boyun eğmedikleri yıllardı. Yedi yaşına gelen yaramaz oğlunu sünnet ettirip düğün yapmaktaki sultanın bir amacı şimdilik kendisine yanaşmayan bazı boyları kendisine çekmekti. Halkı yönetmek? Halkı yönetmek o kadar kolay olsaydı, halkı yöneten kişilerin hepsinin şan şöhreti olmaz mıydı? Kazak tarihinde yüzlerce han ve sultanlar oldu. Onlardan halkın aklında kalanları çok azdır. Han tahtına çıkmak bazen kolay olmakla birlikte, orada oturmak zor olabilir. Çünkü ona sadece güç değil, aynı zamanda akıl, hile ve siyaset de gereklidir. Bunun gibi vasıflar sandıkta sakladığın değerli eşyaların gibi gibi kiminde var, kiminde yok. Abılay, yönetimde çoğunlukla Esim Han’ın metodunu uygulardı. Doğrudan onun yolunu tutmasa da, onun yöntemlerine sıklıkla başvururdu. Buna da sebep olan, meşhur ozan Bukar Jırav. O bir gün Abılay’a Esim Han’ın tarihinden

262 İlyas ESENBERLİN bahsetmişti: - Han’ın kaderi, halkın kaderi değil, - demişti ozan Bukar, - bazen düşmanıyla mücadelesi bir olup kanlı savaş meydanlarında birlikte şehit olsa da, mezarları ayrı olur. Ancak tarihteki az veya çok yaptığı işleri halkın desteğiyle yapmışsa, o hanı Kazak halkı unutmaz. Onlardan biri de Esim Han. Hicri takvime göre 1008 yılında, Miladi takvime göre 1600 yılında, - dedi ozan Bukar Abılay’a, - Tevekkel Han’ın yerine Kazak halkı yirmi iki yaşındaki Esim’i han olarak seçti. Esim Han tahta çıkar çıkmaz, ağabeyi Tevekkel ve Kıyak gibi Maveraünnehr yakınlarında savaşta şehit olan ünlü batur ve sultanların naaşını Taşkent’ten Türkistan’daki Hoca Ahmet Yesevi türbesine defnettirdi. Onun bu sıradaki en önemli siyaseti: Doğu Türkistan’da Moğol beyleri ve Çağatay nesillerinin arasındaki çekişmelere müdahil olmaktı. Çünkü bu arada Çin ejderhası Doğu Türkistan’a yavaş yavaş kıvrıla kıvrıla ilerlemekteydi. Bu Kazaklar için büyük bir tehdit arz etmekteydi. O yüzden Çin ve Kazak hanlığı arasındaki ülkelerin nasıl bir durumda olduğunu bilmek gerekiyordu. Yedisu ile Doğu Türkistan’ın bir bölümüne hükmeden Abdurraşit Han vefat ettikten sonra, evlatlarının arasında büyük bir taht mücadelesi başlamıştı. Onlar kendileriyle birlikte yaşayan Kazak hanlarıyla müttefik sayılan Kırgızların topraklarının bir kısmını da hakimiyetleri altına almayı düşünüyorlardı. Buna, Kırgız boylarının kendi aralarındaki çekişmeleri de sebep olmuştu. Esim Han tahta oturduğunda, Abdurraşit’in ikinci oğlu Abdurrahman Şalış ile Turfan’ı yönetimini ele almıştı. Yedisu ile Doğu Türkistan’ın kalan bölgeleri ise Abdurraşit’in diğer

263 GÖÇEBELER II – Can Çekişme evlatlarının yönetimindeydi. Biri Aksu’da, biri Kusan’da, diğeri ise Kuş’a han olup buraları yönetiyorlardı. Kısacası, Abdurraşit ölür ölmez, oğulları taht ve toprak için birbirlerine girerek Magulistan’ı alt üst etmişlerdi. Esim Han’ın topladığı Han Meclisi Abdurrahman’ı destekleme kararı aldı. Abdurrahman’ın annesi Yedisu boyundaki Kazak kabilesi Üysin kızı idi ve Abdurrahman kendisi de bana yardım gelecekse Kazaklardan gelir diyerek Kazaklara yakınlık duymaktaydı. Esim Han’a bu meselede Kırgız zenginleri de katıldı. Çünkü, Kırgızlara Yarkent, Aksu, Kaşgar hanlarından ziyade eskiden ortak hareket ettikleri Kazaklar yakındı. İkinci sebep, Cungar Hanlığı güçlenmekteydi. Onun saldırı ve yağmalarından korunma politikalarında Kırgız ve Kazakların tedbirleri örtüşmekteydi. Birçok kez beraberce Cungarlara karşı durup saldırları püskürtmüşlerdi. Esim, Abdurrahman’a yardım olarak beş bin Kazak askerini göndermeyi kararlaştırdı. Göndereceği bu askere Tuyak’ın komuta etmesini istedi. Ertesi gün han Tuyak’ı çağırdı. Tuyak ve Esim’in ikisi de iri kıyım, cüsseli kişiler idi. Saraya başını eğip selam vererek giren batura, han: - Baş köşeye doğru gel, - diyerek yanında duran yastığı eliyle ileri doğru itmişti. Sıradan halktan bir kişiye hanın kendisinin böyle yastık atması da büyük bir hürmetti. Tuyak köşesine rahat bir şekilde oturduktan sonra Esim Han kendisini niye çağırdığını söyledikten sonra: - Yedisu ve Türkistan civarındaki Ulu Cüz’ün bütün boylarını bizim himayemiz altına almamız gerek, bu yüzden de kalabalık Üysin boyunu maiyetinde bulunduran Abdurrahman

264 İlyas ESENBERLİN

Han’a yardım etmeliyiz, - diyerek sözünü tamamladı. - Han halkın menfaatlerini düşünüyorsa, bundan güzel bir şey olabilir mi?! - dedi Tuyak sakin bir sesle. - Hepimiz de insanız. İnsan olduktan sonra mutlaka arzu ve istekler olacaktır. Emrinizi yerine getirmeden önce, benim de bir dileğim vardı, eğer izin verirseniz, ifade etmek isterim... - Tabii. - Ümit denilen bir kayıktır. Yiğit kişinin bahtı açık olursa, onu bu dünyanın kafesinden de, kederinden de kurtarır, benimkisi de böyle bir ümit. Bunun gerçekleşmesi sizin ellerinizdedir... - Dinleyelim, sonuna kadar söyle... - Tamam, kul evladı demeden, baturum diyerek dinlemek isterseniz söyleyeyim... Evvela şunu bilmek isterim. Hanım ben soylu ailden değilim, halkıma canla başla hizmet etmeye çalışıyorum. Yiğitliğim veya diğer hizmetlerim de memnun olmadığınız bir şey var mı? - Hayır, diğer baturlarım bir tarafa, sen bir tarafa. - Samimi mi, yoksa alay mı ediyor, Tuyak anlayamadı, - Abdurrahman’a göndermem, bu sebeple değil mi?.. - O zaman söyleyeyim. Baş kesmek olsa da, dil kesmek yok. Bana kıyarsanız, Aktorgın yengenizle evlenmek istiyorum. Sanki birisi yüzüne şiddetli tokat atmış gibi Esim Han’ın esmer yüzü birden bozardı. - Hey, sen ne saçmalıyorsun? - Az önce dememiş miydiniz, diğer baturlarım bir tarafa, sen bir tarafa, diye… Han çok öfkelenmişti, boynuna kement atılan vahşi bir at gibi birden başını geri attı. Elbette, Kazak halkında han ile karısı birlikte ölmeli diye bir kanun yok. Ağabeyi Tevekkel’in

265 GÖÇEBELER II – Can Çekişme karısı da ömrünün sonuna kadar dul kalmaz. Biriyle evlenecek. Ama o hanın karısı, hanın yengesi değil mi? Kapısında hizmet eden bir kul ile nasıl evlenebilir? Bu mümkün değil... - Yengen Aktorgın’ın dileği de budur, - dedi Tuyak Batur. - Bu nasıl olur? Tevekkel Han’ın vefatından daha bir sene geçmeden sizler birbirinize gönül mü verdiniz? O zaman ikiniz de suçlusunuz... - Hayır, öyle değil, han hazretleri! - Yeter, sus! Kanına çekmeyenin soyu kurusun dedikleri gibi, Esim Han da kanına çekiyordu. Cengiz Han neslinden yaratılmış hanın dulu ile halktan bir baturun evlenmek istemesinden kendini aşağılanmış hissetti. Bunu görmezden gelmek belki mümkün olabilirdi, eğer ceylan gözlü, kiraz dudaklı genç dul yengesine kendisi göz koymamış olsaydı... Kendisinden on yaş büyük olsa da, o Esim Han’a on yedi yaşındaki bir kız gibi görünüyordu. İnce bel, açık alın, narin yengesinin yanında han sarayındaki diğer güzeller kuğunun yanındaki kaz gibi kalıyordu. “Ağabey ölürse, kardeşi mirasçısı” şeklindeki Kazak örf adetlerine göre, Esim Han ağabeyinin ölüm yıldönümündeki aşından sonra onunla evlenmeyi düşünüyordu. Han ne kadar adaletliyim dese de, nefsinin arzularına gem vuramamıştı. Elindeki gümüş çıngırağı bir birine öfkeyle vurdu. İçeri acele giren nöbetçilere: - Bütün silahlarını alıp bunu zindana atın! - diye emretti ve ters döndü. Han sarayının yanındaki kara meydandaki zindana ünlü binbaşı Tuyak Batur’un hapsedildiği haberi hemen bütün Türkistan’a yayıldı.

266 İlyas ESENBERLİN

“Bütün silahlarını alınarak Tuyak Batur’u kara meydana götürüyorlar” haberini hizmetindeki çocuklar getirdiğinde Aktorgın yerlere kadar değen uzun saçlarını ördürmekle meşguldu. Kalbini tuttu, birden yüzü bembeyaz oldu. -Jolımbet Batur’u çağır, dedi yanındaki kadına. Küçük Cüz’ün seçme askerlerine komuta eden Jolımbet Batur Aktorgın’ın annesinin kardeşiydi. Han’dan bağışlanmasını dilemesinin gereksiz olduğunu biliyordu. Af dilerse de, bu işin sonunun iyi olmayacağı belliydi. Kazak geleneklerine göre, Esim Han’ın akrabasından kalan bir dula her istediğini yapma yetkisine sahipti. Tabii ki, han aklıyla hareket edecek olursa, kendi nefsi için Tuyak gibi halkın sevdiği bir baturu zindana atıp tüm halkı karşısına almazdı. Ayrıca, Aktorgın’ın Küçük Cüz kızı olduğunu da aklından çıkarmaması yerinde olurdu. Bir toplumun gururuyla oynamaktan ne yarar sağlayabilirdi? Kısa süreli zevktenden başka, kendisinden on yaş büyük Aktorgın ona ne verebilirdi? Önce kendisi soğumaz mıydı? Tuyak’ın durumu ise farklı. Kırk yaş bir erkeğin güçlü olduğu bir dönemdir. Tuyak’ın yaşı da Aktorgın’a uygun. O yüzden Aktorgın’ın küçücük kalbini o kendisinin büyük avuçlarının içine alarak şefkat göstermiş gibi görünürdü dul kadına. Evet, Tuyak’ın ona son nefesine kadar sevgi ve saygıyla muamele edeceği muhakkaktı... Aktorgın’da böyle bir duygu bundan yarım sene önce ortaya çıkmıştı. Bir gün Tuyak onu koltuğundan tutarak ata binmesine yardım etmişti. Ağacı kökleriyle koparacak güce sahip sütun gibi kolları o zaman Aktorgın’ın vücudunun göğüs kısmına bir pamuk gibi yumuşak temas etmişti. Nedeni belirsiz, ama tam o anda onun küçücük kalbi yerinden fırlayacak gibi hızlı hızlı atmaya başlamıştı. O zaman Aktorgın bu kocaman kolların kendi göğsünde uzun süre kalmasını arzu

267 GÖÇEBELER II – Can Çekişme etmişti. - Han tahtında oturan kaynımdan hiç bir iyilik beklemiyorum, - dedi Aktorgın bütün olayları dayısına anlatarak, - Ben kendi baba ocağıma dönmeliyim. Senin adamların şehirdeyken derhal kaçmam gerek. Tuyak ile arkadaştınız, han peşimden savaşçılarını gönderirip telaş ederken, sen de onu zindan kurtar, dayı. Suçumuzun cezasını halkın kendisi versin. Gururlu Jolımbet batur yeğeninin bu sözlerini makul gördü. “Aktorgın’ı verdiyse, Ak Orda’ya saygılarından Tevekkel’e veren Küçük Cüz onu Esim Han’a oyuncak etmeyecek. Kadın tarafının ailesiyle istişare etmeden, bu nasıl bir densizlikti! Tuyak Batur’a gelince, yeğeninin bu dileği yerine getirilebilir, - dedi Jolımbet Batur. - Yeğenini kurtarmayı kabul ettikten sonra, onun gönlünü kaptırdığı baturu zindan kaçırmaktan niçin çekinecekti ki?! Tuyak Batur bir toplumun saygın bir ferdi. Dün Buhara’ya sefere çıkalım mı, çıkmayalım mı? şeklinde bir soru ortaya atıldığında, çoğunluk hanın sözünü değil, bu Tuyak ile Kıyak’ı sözünü dinlememiş miydi? Eğer Tuyak’ı kurtaracak olursa, halkın da sevgi ve saygısını kazanacaktı.” Jolımbet Batur böyle düşündü. Tuyak hala karanlık zindanda yatıyor. Bazen kımıldadığında, zincirleri şakırdıyordu. Tavandaki küçücük bir delikten ancak uzaklardaki gökyüzünde zaman zaman uçup giden kuşlar görünüyordu. Yalnızca, geçmiş günlerin hayalleri ona arkadaşlık etmekteydi. Tuyak’ın kalbinde, Aktorgın’a olan aşk ateşi daha ilk karşılaştığı günden yanmıştı. Bu aşk ateşinin etkisiyle olsa gerek, Taşkent yakınlarındaki savaşta o Aktorgın’ı hedef alan

268 İlyas ESENBERLİN bir çok sivri mızraklara kendi göğsünü siper etmişti. Aktorgın’ın üzerine gelen çok sayıda düşmanı gürzü ve kılıcıyla geri püskürtmüştü. Türkistan’a geldikten sonra, Tevekkel’in kırkı verilene kadar, Tuyak Aktorgın’ı görmemişti. Ondan sonra nadir görüşüyorlardı. Onlar da halkın gözü önünde gerçekleşmişti. Bu sırada sadece bir defa Aktorgın’ı kendi elleriyle ata bindirmişti. Ertesi günü hizmetkar bir çocuk gelerek: - Hanım Sultan sizi çağırıyor! - dedi. Tuyak çocuğu takip etti. Onu saray kapısının önünde bekleyen Aktorgın: - Batur, bir gün içinde vahşi atımı ehlileştirebilir misiniz? - diye sordu. - Tabii, - dedi Tuyak havalara uçakmış gibi sevinerek. “Hanım sultanlar sevdikleri yiğitleri önce vahşi atı ehlileştirme ile denerlermiş” diye bir efsaneyi Tuyak gençliğinde işitmişti. Hanım sultanın yüzüne baktı. Parlayan gözlerinde kendisine karşı farklı bir duygunun olduğunu fark etti. Aktorgın ona sanki vahşi atını değil de, kendi vahşi yüreğini denetmek istiyor gibi göründü. Aktorgın’ın ehlileştirmek üzere verdiği vahşi atı, baba ocağı Jağalbaylı halkı tarafından hediye edilmiş ve henüz boynuna kement atılmamış yedi yaşındaki yabani bir attı. Dört gencin urgan bağlayarak güçlükle tutabildikleri atın üstüne Tuyak sıçrayarak bindi. Vahşi at dört nala dağ yamaçlarına doğru hızla koşturmaya başladı. Akşam güneş batarken terden sırılsıklam olmuş ve sakinleşen vahşi atı Tuyak Aktorgın’ın kapısına getirip bağladı. - Bin yaşayınız, baturum! - dedi Aktorgın gözleri bir

269 GÖÇEBELER II – Can Çekişme zamanlar olduğu gibi kıvılcımlar saçarak. O gece herkesin uykuya yatacağı bir sırada Tuyak’ın çadırına hizmetçi kadınlardan biri geldi. Batur kadının peşinden gitti. Saray kapısının önünde Aktorgın’ın kendisi bekliyormuş. Eve girip başbaşa kaldıktan sonra o: - Baturum, vahşi atıma bindim, çok iyi alıştırmışsın, bunun karşılığında ne vereyim? - dedi sesi titreyerek. Dili tutulmuş gibi Tuyak bir şey demeden durdu. Sevinçten kalbi hızla atıyor ve zorlukla nefes alıyordu. - Tamam, o zaman onun karşılığı olarak ben seni öpeyim, - dedi Aktorgın gülümseyerek. Sevinçten aklını başına alamayan baturun yanına geldi. Ayak parmaklarının uçlarına basarak gerildiğinde, dudakları Tuyak’ın ancak göğsüne yetmişti. - Tüh, boyum da yetmiyor, - dedi nazlanarak, - sen kaldırsana beni, - dedi. Tuyak kocaman elleriyle Aktorgın’ı kuş gibi kaldırdı ve küçük bir çocuk gibi kucağına aldı. Dul kadının yumuşaçık tos toparlak elleri boynunu sardı. Dünya bir fırıldak gibi döndü. Sadece kalbinin atar damarları küt küt atarak mutluluktan kendinden geçmiş olan Aktorgın nurlanmış beyaz yüzünü Tuyak’ın taş gibi sert dudaklarına yaklaştırmaya başladı. Seherin alaca karanlığında Tuyak Batur Aktorgın’ın sarayından çıktı. Hanım sultanın ak sazan gibi bembeyaz vücudu hala kucağındaymış gibi iki elini sanki bir bebeği sallıyor gibi yaparak güldü: - Tövbe, tövbe, - dedi sevinçten havalara uçarak, - böyle de güzel geceler olurmuş ya! Aktorgın hamile kalmıştı. Ama Buhara’nın geniş ipek

270 İlyas ESENBERLİN elbiseleri onun büyümekte olan karnını gizliyordu. Buna rağmen, han sarayındaki dikkatli bakan gözlerden sıkılmaya başlamıştı. Bugün olmasa da, yarın bu sırrın açılacağı muhakkaktı... Tuyak Batur o duruma düştükten sonra, kendisine ona kavuşmaktan başka çıkar yol kalmamıştı... Kaçmazsa, sonunda topluma rezil olacaktı. “Tuyak ile mutlaka evlenmem lazım!” dedi dayısına Aktorgın sırrını açık bir şekilde söylemese de, dolambaçlı bir şekilde imada bulundu. Uygunsuz bir durumun olduğunu anlayan Jolımbet artık bütün Küçük Cüz’ün namusunu korumak gerektiğini düşündü. Daha önce kalbinde bazı şüpheler varken, şimdi bu andan itibaren herşeyi göze alarak Aktorgın’ı kurtarmaya karar verdi. O gece Jolımbet Batur önderliğinde bir grup asker şehrin batı tarafındaki kapının yanına geldi. - Nereye gidiyorsunuz? Kim izin verdi? - dedi önlerini çıkan nöbetçilerin başı. - Ben izin verdim, - dedi Jolımbet atının tizginlerini hafifçe çekerek. Küçük Cüz baturunun sinirli ve saldırgan karakterini iyi bilen asker “Ah, siz miydiniz?” diyerek geri çekildi. Bir grup adam kapıdan çıktıktan sonra batıya doğru yöneldi. Bunlar ortasında Tuyak Batur’un terbiye ettiği iri cüsseli ata binmiş, yüzünü gözünü kapatmış biri de gidiyordu. Bu Aktorgın idi. Dul yengesinin kaçıp gittiğini ancak ertesi gün öğrenen Esim Han hemen peşinden adam yolladı. Ama Aktorgın’ı yakalayamadılar, bunun üzerine tüm öfkesini Tuyak Batur’dan çıkarmak istedi. Nöbetçilerin sayısını arttırdı. Jolımbet Batur onu kurtarmaya fırsat bulamadı: Esim Han Tuyak Batur’ı kara

271 GÖÇEBELER II – Can Çekişme meydandaki zindandan aldırıp kendi sarayının yanındaki zindana kapattırdı. Esim, Küçük Cüz ile düşman olmak istemiyordu. İntikamını başka yollardan alcaktı. Tuyak Batur’un yerine Doğu Türkistan’da çıkacak savaşa Jolımbet’i gönderdi. “Ecelini orada bulsun, - dedi içinden han, - sağ gelirse ona gösteririz, han işine karışmanın ne demek olduğunu!” Jolımbet Kaşgar’dan altı ay sonra döndü. Hem de büyük bir zaferle. Bu zaferi Abdurrahman’ın kardeşleriyle savaşmaktan değil, dış düşmanlarla savaşmaktan kazandı. Çin imparatoruna bir şey yapamayan Cungar Kalmukları bu sırada Yedisu boyundaki Kazak ve Kırgız obalarına saldırılarını arttırmıştı. O sırada böyle bir saldırıdan Kalmukların kalabalık bir ordusu dönmekteydi. Önlerin de çok sayıda hayvan ve eşya dolu heybeleri olan develer. Urganla birbirine bağlanmış Kırgız ve Kazakların kadın kızları da vardı. Kanyon, uçurumu olan dağların yamaçlarının birinde bekleyen Jolımbet’in beş bin askeri Cungar askeri geniş ovaya çıktığında, dört bir tarafından saldırıya geçti. Düşman askerinin sayısı fazla olsa da, ansızın saldıran Kazak askerlerine karşı koyamadılar. Hepsi neye uğradığını şaşırarak canlarını koruma derdine düştüler. Jolımbet Kalmukları perişan etti ve beş yüz askerini esir aldı. Saldırıya uğrayan Kazak ve Kırgız obalarından esir alınan insanları serbest bıraktırıp gasp edilen mal mülklerini kendilerine geri verdi. Cungarlardan ele geçen başka zengin ganimetleri “obalarındaki çoluk çocuklarının rızkı” diyerek en küçük eşyaya kadar, altı aydan beri ganimetsiz dolaşan ordusuna dağıttı. Onun içinde “hanın payı” da vardı. Jolımbet

272 İlyas ESENBERLİN daha ordaya dönmeden önce, onun bu davranışını düşmanları (elbette ele geçen ganimeti on misli fazla göstererek) Esim Han’a yetiştirdi. Han’a “ganimetimiz” diyerek sadece beş yüz esir askeri getirmişti. Eskiden de kini olan Esim şimdi daha da öfkelenmişti. Üstelik o gece zindan Tuyak’ın da kaçıp gittiğini duymuştu. Araştırmalar neticesinde, Tuyak’ın kaçıp gitmesine yardım edenlerin Jolımbet’in adamları olduğunu öğrenmişti. İyice sinirleri tepesine çıkan Esim, Jolımbetin yakalanmasını emretti. Muhafızlar Tuyak’ın yerine Jolımbeti zindana attılar. O gece “Jolımbet idam edilsin” şeklinde han hükmü ilan edilmişti. Ertesi gün kara meydanda dar ağacı hazırlandı. Jolımbet gibi nam salmış bir baturu asarken, halkın isyan etmesinden endişe edan han meydanı askerlerle kuşatmıştı. Bu kargaşa dolu günlerden az önce Türkistan’a ozan Jiyembet gelmişti. Meydana gelmekte olan haksızlığı duyarak han sarayına yöneldi. Amcası Tevekkel Han’ın arkadaşı olan ünlü ozanı gördüğünde, Esim çaresizlikten gülümseyerek karşıladı. - Hoş geldiniz, sefalar getirdiniz ozanım! Çok acele gelmişsiniz, halkınız nasıl, iyi mi? Jiyembet cevap yerine şiirine başladı: “Emrin sertti Esim Han, Haksızlık ederek emrettin, Başını ver diye baturun, Kanını içeceksin doya doya, Canını ateşe atacaksın. Atadan tek değildir o, Han efendim, işin iş değil,

273 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Aslan gibi Jolımbet Kurbanlık koyun olmaz. Yol kesip alıp gelmiş, Kalmuk’tan alacağın öcünü, Öfkeni sakinleştirmek için Kalabalık halkın toplandı. Önderlik eden başkası değil, Jiyembet gibi bilge kişindir. Hayvanlarını katıp önüne Her taraftan geldiler, On iki ata Bayulı, Bir Allaha sığındı”. Ozanın bu koçaklamasının öfkeli dolu olduğunu gören Esim Han hemen tavır değiştirdi. - Hürmetli ozanım, önce bir selamlaşalım, hal hatır soralım, bakalım! - dedi Jiyembet diz çöktü. - Bu hata bizden, iyi misiniz han efendim?! - Var mısın ozan Jiyembet Jırav? Sen geldiğinde, yerine getirmeyeceğimiz dileğiniz olur mu? Bu dizelerin için Jolımbet Batur’un hatasını bağışladım. Serbest bırakın baturu! Kapıda duran hizmetçi evden dışarı fırladı. - Bir dileğimi kabul ettin, han! - dedi Jiyembet başını eğerek. - Bizi memnun etmen, tüm halkı memnun etmendir! Esim Han’ın da istediği buydu.

274 İlyas ESENBERLİN

Jolımbet’ten ayrılan Esim şimdi Abdurrahman’a yardım etmek için kalabalık askerinin başında kendisi yola çıktı. O bu bölgede Abdurrahman Hanlığı ve Kırgız halkıyla birleşerek Aksu, Yarkent, Oş gibi şehirlerini Abdurraşit’in diğer çocuklarından almak için bir çok sefere çıktı. Tarbagatay dağlarının yamaçlarında Batur Han komutasındaki Cungar askerleriyle de savaştı. Sonunda kısa bir süreliğine de olsa Cungar saldırılarını durdurdu. Esim Han’ın askerleri karşısında varlık gösteremeyen Cungar ordusu Yedisu’yu işgal etmekten vazgeçti. Esim Han’ın bir diğer başarısı ise Kırgız halkıya dostluk tesis etmesidir. Taşkent savaşında kendisiyle müttefik olan Kırgız beyi Kökemen’in adına Taşkent’te “Kökemen’in Gök Kubbesi” adıyla görkemli bir camii inşa ettirdi. Ayrıca Şalış ile Turfan Hanı Abdurrahman ile dostluk ve evlilik yoluyla tesis edilen akrabalık müttefikliğini pekiştirdi. Bu iyi ilişkiler Abdurrahman ölene kadar korundu. - Esim yetmiş yaşına kadar yaşadı,- dedi ozan - elbette, o da iktidarı süresince sert ve acımasız işlere de destek verdi. Öyle olmasaydı, ozan Jiyembet Jırav onu için boş yere “emrin sertti Esim Han” demezdi. Fakat o gerektiğinde baturlarının da sözünü dinliyordu. Konuşmasının sonunda Ozan: - Sana bir tavsiyem daha var, - dedi Abılay’a. - Devir tilki, insan kartaldır... Yamaçlarda kartalı gören tilki, eteklere inerek onunla açık alanda mücadele etmeye cesaret edemez ve yamaçlardaki kendi gibi kızıl bir kayanın sivri ucunda kuyruğunu dikerek hareketsiz kalır. Kartalın bu şekilde kendini kamufle eden tilkiyi görmesi lazım. Halkı yönetmek için madem tahta çıktın, o zaman ileri görüşlü olmalısın. Akıl ile hileyi aynı anda kullanabilmelisin.

275 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Abılay, ozan Bukar Jırav’ın bu sözlerini aklından hiç çıkarmadı. Tehlikeli durumlarla karşılaştığında kendi şahsından ziyade, halkının menfaatlerini ön planda tuttu. Bu kararlılığı sayesinde büyük maksatların gerçekleşmesi mümkün oldu. Abılay şimdi kırk yaşını geçmekteydi. O uzun boylu, at çeneli, esmer ve sert yüzlü bir kişiydi. Büyük ve düşünceli ela gözleri birine baktığında vücudunu delip geçecekmiş gibi sertti… Güneş yuvasından yeni çıkmaktaydı… Bütün yeryüzü altın güneşin ışıklarıyla dolarak, mücevher gibi parlıyordu. Abılay samur yakalı uzun siyah kaftanını omuzlarına atmış bir vaziyette ordadan dışarı çıktı. Elinde bakır ibrik ve omuzlarına kenarları işlenmiş Hive havlusunu atmış bir delikanlı sultanın kendisine yaklaşmasını bekleyerek, biraz uzakta sessiz duruyordu. Abılay muhteşem tabiatın uyanmakta olan günahsız manzarasına dikkatlice bakarak biraz bekledi, ibrik tutan genç delikanlıya doğru birer adım atıp durdu. Tam bu arada Sırımbet dağının eteklerinden bağırarak gelen iki atlı göründü. Beraber dört nala gelen iki doru at sanki göl üzerinde kanatlarıyla suyu okşayarak uçan yırtıcı kuşlar gibiydi. Obaya yaklaşınca habercinin: - Atlara! Atlara! Düşman geliyor, - diye bağırdıkları duyuldu. Göz açıp kapayıncaya kadar zaman geçmeden, başlarını mendilleriyle bağlamış atlılardan birisi halkın yaşadığı obalara doğru yönelirken, üzerinde deve yününden çulu olan bıyıklısı Abılay’ın yanına gelip durdu.

276 İlyas ESENBERLİN

- Argunların beş Meyram’ının beş bin askeri geliyor, - dedi adam nefes nefese, - Botakan’ın intikamı için Abılay’ın kellesini alacağız, diyorlar. - Başlarındaki kim? - Kaz sesli Kazıbek Bey’in oğlu Bekbolat Bey. - Ulu Bey’in kendisi neredeymiş? - Bahardan beri hastaymış. Argunların deli dolu gençlerini oğlu Bekbolat peşine takmış geliyor. - Neredeler şimdi? - Öğle üzeri burada olurlar. Halleri çok sert ve öfkeli, sanki birisinin kanın içmeden sakinleşecek gibi değiller. Abılay biraz düşündükten sonra derhal kaftanını giydi ve arkasında duran bir hizmetkarına emretti: - Çal davulu! Eli silah tutabilen bütün erkekler toplansın. Emir hemen yerine getirildi. Orda yanındaki kurutulumuş işkembe gerilmiş büyük bir kazan kadar çift davula iki genç oklava gibi uzun ve ucunda topuz olan sopalarla iki elleriyle vurmaya başladı. Böyle savaş zamanlarında düşmana karşı savaşacak erkeklerin atları kapı önlerinde hazır dururdu. Bazıları yakın civarlarda ayakları bağlı olarak otlamaya bırakılırdı. Obanın içine bir anda koşuşturmalar başladı. Kısa bir zamanda obanın erkekleri atlarına binmiş bir halde oba dışında toplanmışlardı. Üstüne zırhını giyen Abılay da ak boz yurttan çıktı. Tölengit hizmetkarlarından biri Abılay’ın meşhur bedevi atı Yalınkuyruğ’u önüne getirdi. Tüm obayı telaşa düşüren bu olayını tarihi şöyle idi. Bundan iki sene önce Argunların bir bölümü olan Karakesek halkında büyük bir aş düzenlenmişti. Üç cüzün evlatlarının hepsinin davet edildiği bu aşa Tölengitleriyle birlikte Abılay da gelmişti.

277 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

At yarışı, güreş, jambı vurma ile başlayan aş en hararetli bir sırasında yarışları izlemeye gelenlerin arasında dolaşan Şanşar kabilesinden kendini bilmez bir grup Abılay’ın bulunduğu kısma geldiler. Abılay yerden “tenge” alma oyununu seyrediyordu. Bu sırada eğlence arayan bu grubun içinden biri: - Sultan’ın başındaki şapkayı vurup düşürürse ne olur, acaba? - dedi. Yanındakiler de onu tahrik ederek: - Abılay Sultan’ın şapkasını düşürürsen, senin de kellen omzundan düşer, - dedi. Bu söz üzerine o serseri sağına soluna bakmadan sultanın grubuna ite kaka yaklaştı ve farkında olmadan yapmış gibi kamçısıyla Abılay’ın başındaki altın işlemeli kalpağını vururak yere düşürdü. Abılay Sultan Şanşar’ın bir serserisinin bu davranışına çok içerlemiş olsa da renk vermedi: “Büyük bir şölen, yiyenler tok, içenler sarhoş dedikleri bu olsa gerek” - diyerek güldü ve atının yönünü değiştirerek yoluna devam etti. Yere düşen kalpağına dönüp de bakmadı. Ertesi, 1752 yılı General Kinderman Kızılyar kalesini inşa ettirdikten sonra, bu kalenin bitmesi sebebiyle Kızılyar’da büyük bir fuar tertipledi. Oraya Karakesek kabilesinden de biraz adamlar gelmişti. Bu fuarda Abılay geçen sene kendisiyle alay eden serserilerin cezası olarak Karakesek’in Janay ve Botakan adında iki ileri gelenini yakalattı. Yoksa, sultana hürmet göstermeyerek hakarette mi bulundular veyahut geçen sene kendisi ile alay eden serserilerin hareketine gülen grubun içinde bunlar mı gözüne çarptı, bilinmez, sonuçta Abılay

278 İlyas ESENBERLİN

Janay’a fazla bir ceza vermedi, fakat Botakan’ı diri diri mezara soktu. - Şanşar yiğitlerinin yaptığı sadece bir şakaydı, - diye kendisini sakinleştirmek isteyenlere Abılay: - Kendisine bağlı halkın bugün şakasını affeden sultan, yarın onun hakaretlerine tahammül etmek zorunda kalır! - diye cevap verdi. Mezara sokulan Botakan içmeden, yemeden yattı. Bir iki gün geçtikten sonra Abılay’ın “artık mezardan çıksın” şeklindeki emrini getirenlere Botakan öfkeli bir biçimde “Mezara giren, oradan sağ çıkmaz” diyerek kendi karnını bıçağıyla deşerek intihar etmişti. Bu haberi duyan Argunların Kuvandık, Süyindik, Bögendik, Şegendik, Karakesek, Baltakoca, Şubırtpalı, Karjas gibi boylarının hepsi atlarına binmişlerdi. Asker sayısı üç bin kadardı. Onlar Abılay’ın ordasına doğru gelirken yol üzerinde Cengiz Han neslinden zulüm görmüş başka boyların fakir grupları da katılmışlardı. Sonuçta sayıları beş bine ulaşan asker Botakan’ın intikamı için önüne kim çıkarsa yok etmeye hazır deli bir güce dönüşmüş idi. Argunların ulı bilgesi Kazıbek bu sırada yetmiş yaşına gelmiş ve hasta döşekte yattığından bu grubu Abılay’ın başka baskı ve zulmünü görüp kendini zor tutmuş olan oğlu Bekbolat yönetmekteydi. Bekbolat’ın kendisine düşman olduğunu bilen Abılay oba dışına çıktıktan sonra, toplanan askerlerini dikkatlice gözden geçirdi. Orada ancak üç yüz kişinin olduğunu gördü. Bu kadar az askerle öfkeden kudurmuş ve yataklarından taşmış azgın bir nehir gibi üzerine gelmekte olan halk kitlesine karşı

279 GÖÇEBELER II – Can Çekişme duramayacağını Abılay hemen anladı. Gerçi, Abılay’ın adamları defalarca savaş görmüş, biri yüz kişiye bedel, güçlü kuvvetli cengaverlerdi. Yine de Abılay boşuna kan dökülmesini istemedi. Aniden haberi getiren gence dönerek: - Onların içinde kimler varmış?- diye sordu. Genç adam onların isimlerini söylemeye dili varmıyor gibi geveledi. - Söyle çekinme, kimler varmış? - Aydabol Oljabay Batur da var... Yanında çocuk ozan Köteş... Abılay başını kaldırdı. “Adaletsever Oljabay’ın kendisi de isyancılara katılmışsa, bu sıradan bir ayaklanma değil”. O devirde ozanın batur olması, baturun ozan olması şaşılacak bir şey değildi. Argunların bir kolu Karjas boyundan çıkan Oljabay hem batur, hem ozan idi. Kırk yaşına gelmiş olsa da, hangi tarafının daha güçlü olduğunu kendisi de bilmiyordu. Yirmi yaşından itibaren baturluğu Orta Cüz’de meşhur olmaya başlamıştı. Oljabay’ın katılmadığı Kazak ile Cungar arasında tek bir büyük savaş olmamıştır deniyordu. O dönemde Kazaklar arasında söylenen hikaye ve destanlardan Oljabay’ın bilmediği bir tane bile yoktu. Herhangi bir şekilde, filanca obada kendisinin bilmediği bir destan veya koçaklama olduğunu duyarsa, ne kadar uzak da olsa, oraya gitmekten üşenmezdi... Duyduğu bir sözü bir daha unutmazdı... Belki o yüzden olsa gerek, Oljabay’ın şiirlerinde Farsça, Arapça hatta Rusça kelimelere de rastlanırdı. Oljabay eline dombırasını alarak kendisi de destan üretmeyi düşünmüştü. Ama hiç fırsatı olmadı. O dombırayı ne zaman eline alsa, o anda “düşman geliyor” şeklinde tellaların bağrışları da duyulurdu. Ozan elindeki dombırasını bir kenara bırakır, bu sefer eline kılıcını,

280 İlyas ESENBERLİN kalkanını alırdı. Böylece o Abılay ile birlikte bir çok savaşa girmişti. Genç Abılay esir düştüğü sırada, Cungarların üç noyanını öldürerek Oljabay’ın kendisi zor kurtulmuştu… Oljabay artık silahı bırakıp, onun yerine dombırasını alıp halk arasında dolaşıp toplumun dert ve dileklerini şiirleriyle dile getirmeyi ne kadar arzu etse de, savaşlar ona fırsat vermedi. Şimdilik elinden gelen, kendisi gibi, şarkı ve ezgiyi seven, ama ona ulaşamayan genç yeteneklere yardım etmekti sadece. Böyle gençleri yalnızca yanında dolaştırmakla kalmıyor, aynı zamanda atı olmayana at, evi olmayanlara ev veriyordu. Bu gençlerden biri de anne ve babasından yetim kalan on yedi yaşındaki Köteş ozan idi. Oljabay onu kendine yoldaş etti. Kendisinin ulaşamadığı sanatın zirvesine onun ulaşmasını istedi. Bu iyi niyetli eski dostu Oljabay şimdi, işte Abılay’a karşı öç almaya gelen grupla birlikte hareket ediyordu. Hayır, bu basit bir öç alma değil, bu halkın sabrının iyice taştığı kanlı bir isyandı. Abılay’ın aniden kimsenin aklına gelmeyen bir kararı almasına işte bu durum sebep olmuştu. - Gelmekte olan Argun savaşçılarının karşısına hemen çıkmayalım, bir müddet gizlenelim, - dedi. - O zaman biz ne yapacağız? - diyerek obada kalacak olan kadınlar ve yaşlıların hepsi birden bağırıştılar. - Bekbolat adamlarını biz nasıl durdururuz? - Argun yiğitlerini düğüne mahus yemeklerle karşılayın! Eğilen başı kimse kesemez, - dedi sultan. Abılay bunları söyledikten sonra adamlarını peşine takıp tepeleri aşıp uzaklara gitti. Yurdu kurulu, yükü toplanmış halde

281 GÖÇEBELER II – Can Çekişme ve kazanı ocakta kaldı. Otlaktaki hayvanlarına dokunmadan mahsus oba civarında bıraktı. Gelmekte olan düşmanları karşılama işiyle hizmetçi gençler ve kadınlar görevlendirildi. Son sürat gelen isyancılar bunları görünce hemen duruldular. Bu, Abılay’ın hatasını anlayıp af dilemesidir, diyerek sakinleşmeye davet edenler de oldu. Zaten çok yorulmuş ve acıkmış olarak gelen kalabalık koyunlar kesip, yemek kazanlarının altına ateş yakmış oba ahalisiyle hemen kaynaştılar. Az sonra kazanlardaki yemekler pişince isyancı adamlar hararetli sohbetlere dalarak sakinleşmişlerdi. Tam bu arada, uzaktan atından inerek yaya gelmekte olan Abılay Sultan göründü. Yanında sadece bir iki hizmetkarı ile bir çok savaşlara kendisiyle birlikte katılan Tursunbey Batur vardı. Botakan’ın ağabeyi nişancı Kapan tüfeğine mermi sürüp Abılay’a vurmak için diz çökünce, Bekbolat Bey bağırdı: - Yanına gelse, babanı öldüreni affet demişler, dur! Nişancı Kapan çaresiz yerinden kalktı. Abılay selam vererek kalabalığın arasına girdi. Tam bu sırada bir delikanlı Abılay’ın önüne geldi ve elindeki dombırasının tellerine vurarak terennüm etmeye başladı: “Abılay, Botakan’ı sen öldürdün, Asil yiğidi suçusuz yere niçin öldürdün, Sultanım, halkın fırtına olup, Üzerine Ak Orda’nın asker getirdin.

Abılay, yandı kurduğun şehrin, Meyram’a ne idi attığın iftiran?

282 İlyas ESENBERLİN

Janay’ı bugün serbest bırakmazsan, Olacak yarın dul yetim karın ve çocuğun!”

Bu genç, Argunların içindeki Süyindik boyundan Köteş idi. Bundan sonra beylerin tartışması başlandı. Abılay hatasını kabul etti ve Botakan’ın ölümü için normalden üç misli diyet, yani her birinde büyük erkek deve olan dokuz büyük baştan yirmi yedi büyük baş ve ayrıca birer at ve kaftan verdi. Kendisini vurmak isteyen nişancı Kapan’a tüfeğin hedeften şaşmasın diye, onu durduran Bekbolat Bey’e ölümden kurtardığı iyiliği için diye kunduz kürkünden yakası olan birer deri içlik giyim ile yürük küheylan hediye etti. Böylece iki taraf anlaşmaya varıp kavganın sonu düğüne dönüşmüştü. Argunların bu isyancı grubundan Abılay Sultan iki şeyi iyi anladı. Biri, maiyetindeki halkın sana karşı çıkarsa, hanlık işleri durur. Kızgın halk yaralı aslan gibidir, san saldırmadan sakinleşmez. Han soyluyum diye kibirlenme, cezalayla korkutacağım deme, elinden geldiği kadarıyla bağrına bas, kızdırma. İkinci anladığı şey ise, dış düşmanın varsa, ona halkınla beraber karşı çıkarsın, ya işgal edersin veya kanını döküp kovarsın... Ama kendi halkının hangi isyancısının başını kesip bitirebilirsin? Böyle halkı idare etmenin yolu başkadır. Aslanı demir kafeste tutarsan ancak tehlikesizdir. Halkını da bunun gibi devamlı kafeste tut! Bırak o sana bağırsın, güç göstersin, herhâlükârda saldıramaz ve öldüremez. Bütün halka demir ağ kurmak mümkün müdür? Hayır, halkın için demir ağ dediğin sadece silahlı askerin değil, onunla birlikte aklın ve

283 GÖÇEBELER II – Can Çekişme hilendir... Abılay ölene kadar bu iki prensibine sıkı sıkı bağlı kalmaya çalıştı. Kasım’ın sünnet düğünü o gün öğleden sonra başlamıştı. Saldırıdan kurtulan sultanın obası gelen misafirlere ayakta hizmet etti. Güreş, cirit, at yarışı, atışma, gökbörü hepsi düzenlendi. Düğüne gelen misafirler ancak ertesi gün döndüler. Sultanın ordasında artık sadece Gökçedağ, Karageçit, Atbasar, Kızılyar civarındaki Orta Cüz’ün önde gelenleri ve Abılay’ın silah arkadaşları Argunların içindeki Basentin boyundan çıkan Sırımbet, Malaysarı; Karcas boyundan Oljabay; Taraktı boyundan Baygozı; Uludağ’daki Baganalı boyundan çıkan Orazımbet; Kerey boyundan çıkan Tursunbay baturlar kalmıştı. Bu meclise uzakta mesafede olduğu için Argunların ünlü baturları Şakşak Janibek, Kanjığalı Bögenbay; Altay boyundan üç kardeş - Januzak, Joldıbay, Sengirbay; Nayman boyundan Karakerey Kabanbay; Küçük Cüz’ün baturları Tayman ile Buğıbay, Abılay Sultan’ın en sevdiği baturlarından biri Vak boyundan Batur Bayan gelmemişti. Han her ne kadar itibarlı olan sultan diğer baturların gelmemesine o kadar önem vermese de, Batur Bayan’ı beklemişti. Elbette Abılay, oğlunun sünnet düğününü bahane ederek güvendiği bütün baturlarını çağırmıştı. Çünkü, Ebu’l Mambet Han ile arası bozulan Cungar hanı Kazak topraklarına bir daha saldırmak üzere asker toplamakta olduğu haberini almıştı. - Ey, dostlarım, - dedi Abılay, misafirleri oturduktan sonra sakin bir ses tonuyla, - benim kayınbiraderim Kalden Seren

284 İlyas ESENBERLİN

Kazak halkına yine saldırmak için İrtiş’in öbür tarafına yirmi beş bin asker hazırlıyormuş... Evdekiler hemen dikkat kesildi. Bu meclise davet edilenlerin yaşları da, unvanları da farklıydı. Buz gibi soğuk bir yılan hepsinin başlarından aşağı doğru sürünerek geçmiş gibi tüyler ürpertici bir duygu benliklerini kapladı. “Ayak Tabanları Şişti” kanlı felaketini hala hiçbiri unutmamıştı. Ama o zaman eğer Cungar askeri sadece Kazak ülkesinin güney tarafına saldırmışsa, bu sefer Orta Cüz’ün temel yerleşim bölgesi Sarıarka sınırında duruyordu. Kangşi öldükten sonra hanlık tahtına geçmesinin üzerinden on sekiz sene geçmiş olan Çin İmparatoru Qian Long Cungarlara karşı Çin geleneksel siyasetini değiştirmemişti. Kuzeyden batıya doğru ilerleyip verimli toprakları ele geçirmeye devam ediyordu. Karşı gelen Oyrat askerlerini, üstün gücüyle, bir tekini bile sağ bırakmadan kırmaktaydı. O zamandaki Çin ordusu göçebe halk Cungar Hanlığı’nın askerinden savaş teknikleri açısından epey üstündü. Rusya’nın yönetimine giren Orta Cüz’ün topraklarına Kalden Seren’in saldırmayı düşünmesiyle birlikte Cungar’ın kan dökücü noyanlarına Qian Long elinden geleni yardımı esirgemedi. Silah da, yiyecek ve içecek de vermişti. Tabii ki, böyle bir durumda imparator altınlarını da cömertçe harcadı. Cungarların acımasız tümenlerini istediği tarafa sevk edebilen noyanların bir çoğunu altınlarıyla satın almıştı. Bu yüzden de Cungar ordusu Rus kalelerinin yakınlarındaki Orta Cüz topraklarına doğru yönelmişti. Cungar hanının bu şekilde hazırlandığını İrtiş’in bu tarafını mekan tutan Vak ve Kerey boylarından baturlar da söylüyordu.

285 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Kalden Seren’in uygun bir zamanı beklediği artık belliydi. Elbette, Kalden Seren, Orta Cüz’de Ebu’l Mambet’ten ziyade Abılay’ın etkisinin daha fazla olduğunu biliyordu. Eğer başlangıçta Kazak ordusunun perişan olduğunu görürse Abılay çaresizlikten benim tarafıma geçer diye düşündü. Abılay’ın Cungar tarafına geçmesi onun için bir zafer sayılırdı. Eğer Orta Cüz, Cungar tarafına geçerse Rus şehirlerinin yolu açılacaktı. Çin siyasetçilerinin hedefledikleri buydu. Abılay bu meclise kardeşini de, düşmanını da davet etmişti. Özellikle Cungarlarla komşu boyların ileri gelenlerinin hepsine haber vermişti. Ne yazık ki, Batur Bayan gelmedi. Sultan’ı biraz üzen buydu. Abılay az önce başladığı konuşmasına devam edecekken, dışarıdan gürültülü sesler geldi: - Bukar Jırav geldi. - Büyük ozan atından iniyor! - Arka’nın değerli büyüğünü karşılayalım. - Hoş geldiniz Argunların yaşlı bilgesi! Ardından bir grup adamla ozanın kendisi de içeri girdi. Uzun boylu, iri vücutlu, at çeneli, top sakallı, koç burunlu ve gözü pek bir kişiydi. Bayanavul topraklarını yurt tutan Altıntorı Karjas boyundan idi. Babası Kalkaman batur ve iyi bir hatip olmuştu. Altmış yaşına gelmesine rağmen Kazak halkının bağımsızlığı için savaşan Bögenbay ve Kabanbay gibi baturların kahramanlıklarını çok anlatan ünlü bir ozan idi. O devirde halk onu “gırtlak evliya” diye adlandırmıştı. Mecliste önemli konular ele alınacağı için Abılay, ozanı özellikle çağırmıştı. Ozan içeri girdiğinde Abılay yerinden kalkarak sağ

286 İlyas ESENBERLİN tarafından yer gösterdi. Ozan etrafına bakınıp çoktandır bir araya gelemeyen insanların toplandığını görünce çok sevindi. - İyi misiniz dostlarım? - Var mısın Argunların bilgesi! - Varım, yiğitlerim... Abılay, senin oğluna düğün yapacağını duyduktan sonra, düşüncelerimi paylaşmak için geldim. Eskiden Bayan ile Gökçe’nin arası yakındı. - Şimdi uzaklaşmış mı, ozan? - Hayır, yakın. Ama yakın olsa da uzaktır. Ortasına inşa edilen Rus kalelerinin çevresini dolaşacağım diye biraz geç geldim. Kusurum budur. Bunun için şiirimi mi, yoksa derdi mi alacaksın? Abılay biraz gülümsedi. Ozan’ın “Rus kalelerini dolaşarak geldim” demesinden şüphelendi ve konuyu değiştirmek istedi. - “Şiirinizi” ve “derdinizi” dinledikten sonra biz hatalı çıkarak size borçlu çıkmayalım - diyerek güldü. - O borcumu ödemeden önce, sizden başka bir ricam var. - Hanın halktan birinden ricası olmaz, pişmanlığı olur. Elimden geldiğince sizi pişman etmem, yüce hanım, buyrun söyleyin. - Gece rüya gördüm. Tabutta yatıyormuşum. Baş tarafıma asılmış üç cüzün bayrağını üç grup halk kapıp götürmek üzereymiş. Tabutumun bir tarafında bir aslan, diğer tarafında ise bir ejderha oturmuş. Ayak tarafımda bir grup oğullarım, torunlarım. Veli’den olan evlatlarımdan biri bana Kur’an okuyormuş. Kasım’dan olan neslimden bir batur elinde hançeriyle beni korumaya çalışıyormuş. Ben ölmek üzere olsam da, iki tarafımda oturan aslan ile ejderhaya sırayla bakarak bunlardan nasıl kurtulurum diye telaş ediyorum. Bu rüyamı yorumlayabilir misin, Bukar ağa? Bukar Jırav biraz somurtarak sessiz kaldı. Orda içi

287 GÖÇEBELER II – Can Çekişme sessizleşti. Biraz sonra ozan: - Rüya tabir etmek tilki avlamak gibidir. Bazen izine tam düşersin, bazen de uzaklaşırsın. Yine de, yorumlamaya çalışayım… - Söyleyiniz, gırtlak evliya... - Kırk yaşına gelmeden tabutta yatıyor olman, uzun ömür süreceğine işarettir. Başına bayrak asılıp üç grup insan onu almaya çalışıyorsa, üç cüz hanı olacaksın demektir. Fakat, han adına sahip olsan da, halkına sahip olamayacakmışsın. Sen öldüğün an, üçü de üç tarafa dağılacakmış. Tabutta yatarken iki tarafındaki aslan ve ejderhadan nasıl kaçıp kurtulurum diye korkman ise ölene kadar ülkenin iki tarafındaki iki devlete korkuyla bakacağının işareti... Ayak tarafında duran evlatlarının içinden biri Kur’an bağışlıyorsa, diğeri silah almışsa eline, Veli’den doğacak bir torununun ünü kağıtlarda, Kasım’dan doğacak bir torunun ünü savaş meydanlarında kalacak. Abılay sessiz kaldı. - Sessiz kaldın, sultanım, tabirim hoşunuza mı gitmedi? - Bir evladımın namı kağıtlarda, diğerinin savaş meydanlarında kalacakmış, o zaman benimkisi nerede olacak?.. - Başına üç bayrak boşuna mı dikildi? İşini halkın beğenirse, onların kalbinde kalacaksın! Abılay çatık kaşları biraz gevşedi. Kazak halkı: “Erkeğin aklı kırk yaşında dolar, altmış yaşında solar” der. Abılay şimdi kırkını geçmekteydi. Rüyasını tabir eden ozan onun düşüncesini doğru tahmin etmişti. Abılay, Kazak Hanlığı’nı büyük devletler arasında görmek istiyor, han olacaksa büyük bir devlete han olmayı arzu ediyordu. O yüzden de geçmiş senelerde esarette olan Abılay’a Kalden Seren “Bu dünyada ne

288 İlyas ESENBERLİN kötüdür?” diye sorduğunda o: “Bu dünyada az yemeğe bekçi olmak, nüfusu az halka han olmak kötüdür” demişti. Abılay, Ebu’l Hayr da, Ebu’l Mambet de, Barak da, Nuralı da değildi. O bu zamanda çok şeyi idrak etmişti. Kendisinin her hareketini o zamandaki halkın imkanlarına göre planlamaktaydı. Sadece Allah’ın önünde hesap verecek olan ozan Bukar Jırav ise her gün değişen dünyanın çelişkilerini görerek “bu dünya nereye gidiyor böyle?’ diye biraz endişeliydi. Sevdiği yemyeşil otları rüzgârlarla dalgalanan ve mis kokan Kazakların geniş bozkırları, tüm düşüncesi ise halkının ihtiyaçları idi. Ozan hiç yanından eksik etmediği çamdan yapılmış olan dombırasını eline aldı. Tellerine akort ayarını yaptıktan sonra biraz ezgi çaldı, daha sonra uzaktan gök gürültüsüyle gelmekte olan yağmur bulutları gibi melodisi hüzünlü bir bir koşuğa başladı: “Hey zaman, zaman hey, Kapladı şu sis etrafı hey, Her işte bir tereddüt hey” Ozan öylece devam etti ve daha sonra sağanak yağış gibi dizeleri peşpeşe döktü. Ozan inşa edilmekte olan kaleler ve Kazak halkının geleceği hakkında düşüncelerini manzum bir şekilde ifade etti. O her bir dörtlüğü terennüm ettikten sonra, altmış yaşında değil, sanki yirmi yaşına daha yeni çıkmış bir genç gibi coşuyordu. Kazakların yönetici evlatlarına, özellikle Abılay’a halkın çıkarlarına hizmet etmelerini tavsiye ediyordu. Ozanın koşukları dinleyenlerin hoşuna gitmiş olmalı ki, onlar artık dombıranın ritmiyle birlikte kımıldamakta, hararetle

289 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

“Vay, harika!” diye bağırarak tezahürat yapıyorlardı. Ozan bir ara halkın durumunu değil, sadece kendi şahsi menfaatlerini düşünen hanları eleştirdikten sonra aniden sözlerini bitirdi ve elindeki dombırasını sinirlenerek kapıya doğru fırlattı. Coşkulu anında ozanın böyle davranış sergilemesine alışmış olan kapıdaki gençler dombırayı yere düşürmeden yakaladılar. Ozan Abılay’a dikkatle baktı. - Tek güvendiğimiz sensin, Abılay! Sağ tarafındaki kuyudan kaçayım derken, sol tarafındaki uçurumdan düşme! Kalmuk zulmünden korkup Rusya’nın himayesine girdim diye yemin ettin! Belki bu yaptığın doğru da olabilir. Yine de, her işini halkınla istişare et. Abılay sessizce dinledi. Kazak halkı şu an büyük bir endişe içinde... Orenburg Genel Valisi Neplyuyev Or, Elek, Yayık boylarında Rus kalelerini inşa ederek Kazak ülkesini sömürme siyasetini yürürlüğe koyarken, Sibirya Genel Valisi Knez Gagarin de ondan aşağı kalmamıştı. O bin yedi yüz on üçüncü yılda Çar I. Petro’ya İrtiş nehri boyunca kale inşası imkan olduğunu söyleyerek mektup göndermişti. Bundan sonra bin yedi yüz on sekizinci yılda kalesi, bin yedi yüz yirminci yılda Öskemen kalesi inşa edildi. İki üç sene sonra Rus askerleri Gökçedağ civarını işgal etmiş, 1720 ve 1730’lu yıllarda Akmola, Bayanavul, Karkaralı kaleleri inşa edilmişti. Bu kalelerin hepsine asker getirilmiş, Rusya’nın uzak köşelerinden göçmen olarak gelen Rus köylülerine toprak verilmiş, onlar da buraları yurt edinmeye başlamışlardı. Sameke Han’ın vefat ettiği bin yediyüz otuz yedinci yıldan itibaren Çar hükümeti Akmola ve Gökçedağ arasına yol ve

290 İlyas ESENBERLİN karakollar yapmaya başlamıştı. Bunun için Rusya’nın içlerinden on bin kadar işçi getirilmişti. Bu yol Gökçedağ’ın dağlık bölgelerinden geçirilerek on sene içinde ancak bitirilmişti. Elbette, Kazak topraklarının bu bölüşümünde Kazak zenginleri de kendi paylarını aldılar. Arazilerine arazi kattılar. Böylece Kazak halkı haksızlığı Rus genel valileriyle birlikte, kendi bey ve sultanlarından da görmüştü. Birlikte yaşamaya mecbur olan Kazaklar ile Rus fakirleri hayatın çeşitli ağırlığı ile sıkıntılarını beraber çekmeye başlamıştılar. Bu zorluklardan doğan kardeşlik ilişki sonunda ikisini birden Pugaçev isyanına sürükledi. Haksızlıklara boyun eğmek istemeyen Kazak obalarına Rus kaleleri ve han ordasından halkın anasını ağlatan “yaşlı kılıç” askerler çıkıyordu. Fakat halk tam bu sıralarda Kalden Seren’in yirmi beş bin askerle İrtiş’in öbür tarafındaki Kazak topraklarına saldırmak için uygun bir zamanı beklemekte olduğunu bilmiyordu. Tek düşündüğü topraklarının daraldığı ve hayvanlarının azaldığıydı. Ozan da dörtlüklerinde bunu söylüyordu. O yüzden de halk onun sözlerini düşünerek dinliyordu. Halkın ezilmişliğini kendi gözleriyle gören ve halkın çıkarlarını düşünür denilen Abılay’ın bir çok işi ozan için anlaşılmaz idi. Ebu’l Mambet Han’ın peşine takılarak bin yediyüz kırkıncı yılda Kalden Seren’e esir düşmeden önce, Orenburg şehrine giderek eline Kur’an alıp “yönetiminizin altına girdik” diye çara ant içmesi, ondan sonra da Kalden Seren’in elindeki esaretten kurtulduktan bir ay geçer geçmez Abılay Han’ın Neplyuyev’e amcası Yolbars’ı aracılığıyla “Rusya’ya düşmanlık yapmadan, onunla ticaret yapmaya hazırız” diye mektup gönderip boyun eğmesi, bu yaşlı ozanı düşündürmüştü.

291 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Bu yetmiyormuş gibi, Abılay bin yedi yüz kırk beşinci yılda Tobıl Valisi A. M. Sukharev’e “Üysün boyunu da Rusya egemenliği altına almanızı istirham ediyorum” diye mektup da yollamıştı. Bin yedi yüz ellinci yılları Abılay Kazak topraklarında inşa edilmiş Rus şehirlerinin fuarlarına kendisi de katılmaya başlamıştı. Barak Sultan, Ebu’l Hayr’ı öldürdükten sonra ise onu korumak yerine Küçük Cüz hanının ölümüne yas tutmuş ve Barak Sultan’a “katil” diyerek Neplyuyev’e mektup göndermiş ve Orenburg valilerinin Ebu’l Hayr’ın oğulları Nuralı, Ayşuvak ve Eralılarla sık istişare etmeleri yolunda tavsiyelerde de bulunmuştu. Bunların hepsi halkını düşünen ozan için şimdilik anlaşılamayan meselelerdi. “Abılay ne söyleyecek?” - diye odadakiler sessiz kaldı. Ama bu halkı yöneten Abılay şimdi fikrini açıklayabilir mi? “Halk kulağı elli” derler, ağzından çıkan söz yarın hiç eksiksiz Orenburg’a, Tobıl’a hatta Kalden Seren oturduğu Taşkent’e de hızlı bir biçimde ulaşacaktı. Bu sözü biraz gecikmeyle Çin imparatoru da duyacaktır. Yine de cevap vermeden kurtulamayacağını bilen sultan şimdi ozana bakarak konuşmaya başladı: - Ant içtin diyorsun, yüce ozan. Böyle bir antı “Cungarlara karşı çıkmayacağım” diye esaretten serbest kalmadan önce kayınbiraderim Kalden Seren’e de içmiştim… Ama bugün onun askerine ondan önce saldırmak için hazırlanıyorum. Çünkü ben saldırmazsam, o bana saldıracaktır. Öyleyse, benim ettiğim yeminden, içtiğim anttan Kazak halkına ne fayda var? - Doğru diyelim, peki batı tarafın nasıl? Abılay başını salladı: - Rus ülkesi bir Cungar Hanlığı değil. - Çinliler de tekin değil. Hepsinin bize gücü yeter.

292 İlyas ESENBERLİN

- Bu yüzden topraklarımıza kaleler inşa ettirmiyor muyuz? Rusya’ya dayanmadan Çinlilere karşı çıkamayız. Çinlilerin düşüncesini Cungar hanının kendisi söylemişti. Onlardan şimdi Cungarlar bile kurtulamıyor. - Çin imparatoru da bizim topraklarımıza kale inşa edeceğim derse ne yaparsın? - diye sordu ozan. - O zaman savaşırız. Çünkü, Çinli bizim içimize girerek, Ruslar gibi kale yaparlarsa, - dedi Abılay. - O zaman tüm Kazaklar köle olur. Ordanın içini yine sessizlik kapladı. Çin imparatorlarının zulüm ve acımasızlığı Kazaklar arasında eski zamanlardan beri bilinmekteydi. Yangın olan yerde, kısa zamanda ot bitmez, Çin askerinin geçtiği yerde kimse sağ kalmazdı. Birçok küçük halkı yuttuğu zaman Çin imparatorlarının ağzı önüne çıkan her şeyi yutan ejdehanın ağzı gibi olurdu. - Bukar ağa, eğer yalnız giden yolcuya bir grup kurt saldırırsa, yolcu kılıcını evvela hangisine sallar? - diye sordu Abılay. - Tabi ki en yakınına gelene, - dedi Ozan. Bukar Jırav bu muamma adamın kim olduğunu yeni anlamış gibi Abılay’a düşünceli bir biçimde baktı. Kazak halkını kan revan içinde bırakan Kalden Seren’i önce saf dışı bırakacak, sonra diğer düşmanlarıyla ilgilenecekti. Abılay aniden yanında duran çantadan buzağı derisine çizilmiş bir haritayı çıkardı. - İşte, şurada Kalden Seren’in askeri duruyor, - dedi, - bugün, yarın onlar İrtiş’ten bu tarafa geçecekler. O sırada Üç Cüz’ün askeri işte şuradan üç taraftan çevireceklerdir. O zaman Kalden Seren bu kuşatmadan kurtulsun da görelim! Dayan Han’dan beri Cungarlar her zaman bizim üzerimize geliyordu.

293 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Ama bu sefer biz onların üzerine gideceğiz. - İrtiş kıyısına gelerek Küçük Cüz’ün baturlarının savaşa katılacağına ben inanmıyorum, - dedi Basentin baturu Sırımbet. - Niçin, - diyerek söze karışan tıknaz, Taraktı baturu Baygozı. - Orta Cüz’ün baturları da uzaktaki İdil Kalmuklarıyla savaşmakta değiller mi? - Kim var orada savaşmakta olan? - Yetim Sarı Şakşak baturu Janibek, mesela? - Sen neden bahsediyorsun, - dedi omuzları iki adam oturacak kadar geniş, iri kıyım Sırımbet. - Janibek Kalmuklarla mücadele ediyorsa, kayınbiraderi Ebu’l Hayr’ın intikamını almak içindir. Hatta, Yetim Sarı Şakşakların yaşadığı topraklar, hanın obasıyla iç içe, Irgız ile Torgay nehirlerinin civarında değil miydi? Janibek’in obası denilen sadece laf... Ebu’l Hayr ile onun toprağı da, suyu da aynıydı. Abılay bundan rahatsız olmuş gibi tavır takındı: “İşte hep böyle. Bizim topraklarımız İrtiş, senin toprakların Yayık diyerek bütün Kazaklar parça parça bölünürler. Hayır. Böyle bir halkla düşmanı yenmek zordur, evvela kendi halkını birlik etmelisin. Ondan sonra düşmanına saldırmalısın. O zaman halkı nasıl birlik yapabilirim? Hayvanına kurt saldırmazsa, halk uykusundan uyanmaz. Şimdiki Kazak halkı böyledir. Hayvanına saldırmak üzere olan kurt, yine Kalden Seren’dir. Sen bunu faydalan, halkı birleştir. Savaş meydanına halk birlik olarak çıkarsa, daha sonra dağılması da zor olur… Halkını birleştirmeden düşmanı yeneceğim diye ümitlenme...” Aniden topluluğun dikkatlerini çekerek İrtiş’in öbür yakasına keşif için gönderilen adamlar içeri girdi. Onların söylediklerine göre, İrtiş’in öbür tarafındaki Cungar uluslarına Kalden Seren askerleri henüz gelmemişti. Herkes ayrı ayrı yorumlar yapıyor, dedi keşifciler.

294 İlyas ESENBERLİN

Abılay biraz düşünceye daldı. “Evet, kurnaz Cungar hanı düşman aniden baskın yapmasın diye askerinin konuşlandığı yeri gizliyormuş. Böyle bir durumda Cungar askerinin hangi taraftan saldıracağını kimse tahmin edemez... Belki de, Kalden Seren’in ordusu henüz kışlalarından çıkmamıştır. Yine de, Cungarların tokmak yeleli, bodur ve kuvvetli atları üç dört gün içinde buraya gelebilirler. Cungar hanı buna güveniyor. Gerçekten de Kalden Seren Sarı Arka’ya sefere çıkacak mı? Yoksa, Türkistan cephesini genişleterek Aral üzerinden Küçük Cüz’e doğru yönelecek mi? Bu da mümkündür. İki tarafa iki grup askerini sevk edecek diye söylentiler vardı, yoksa, öyle mi olacak? Ah ne olurdu, kendisine bütün Üç Cüz’ün askerleri itaat etmiş olsaydı. O zaman her cüzün askerini her yöne koyarak Cungar’ın askerini telaş etmeden bekleyebilirdim! Bir haftada iki yüz bin süvari toplayabilen Kasım Han’ın dönemi çoktan geçmişti. Önüne çıkan kara taşlara vura vura Elmas Kılıç’ın da keskin kenarları körelmişti! İşte şimdi kurt hangi inden çıkacak diye fitilli tüfeğine yaslanarak etrafına korku dolu gözlerle bak da otur…” ...Meclis sonunda Kazak askerinin toplanacağı mıntıkanın Teligöl civarı olmasına karar verdi. Burası üç cüz askerlerinin hepsine aynı mesafedeydi. Elbette, Ebu’l Hayr askerleri gelmeyecekti, ama Cungarlara karşı kin dolu Küçük Cüz’ün baturları az mı? En azından Irgız, Torgay boyundaki Koşkaroğlu Janibek’e bağlı Orta Cüz’ün askerleri gelecektir. Ulu Cüz’ün askeri yok denecek kadar az sayıda. Abılay obası daha baharın ilk günlerinde Sırımbet yamaçlarından Buvrabay gölünün kıyısına göçerdi. Göl kıyılarındaki gelincikler, laleler ve çeşitli renklerdeki çiçeklerle bezenmiş otları erkenden çıkardı. Etrafı çam ve ak kayınlarla

295 GÖÇEBELER II – Can Çekişme dolu Buvrabay’ın güzel manzarasını seyre doyum olmazdı. Bu yaylasında Abılay obası yaz bitene kadar kalırdı. Sultan meclis biter bitmez Sarısu boyunda yaşayan Orta Cüz Hanı Ebu’l Mambet’e alınan kararları bildirmek üzere haberci gönderdi. Ağustos ayının başlarında Abılay’ın obası da Gökçe’nin yüksek kısmı Buvrabay’a doğru yöneldi. Şatafatlı göç, göçle birlikte giden oldukça fazla sayıda alacalı atlar vardı. Savaş zamanı; göç ve etrafındaki atların çevresinde altlarında çelik toynaklı hızlı yürük atları ve küheylanları ağır ağır yürüyen, topuz tutmuş ve zırhlara bürünmüş batur yiğitler... Göçün ardından gelmekte olan sığırlar ve onların epey gerisinde otlayarak gelen koyun ve keçiler. Göç gruplarının arasında yorga atlarını mukayese eden, sarı bozkırları inleterek şarkı türkü söyleyen grup grup gençler… Obasını Buvrabay gölünün kıyısındaki “Abılay Alanı” diye adlandırılan yeşillik, maral otları, kızıl ağaç, çam ve ak kayın ağaçlarıyla dolu vadiye yerleştirdikten sonra Abılay Uludağ üzerinden Betbahtdala’yı geçip Teligöl’e doğru gitmek üzere yola çıktı. Gökçe Deniz üzerinden değil, uzak da olsa bu yolu seçti. Gökçedağ’dan Teligöl’e kadar iki kilometre kadar bozkırlar. Buralarda ise kalabalık Orta Cüz boyları yaşamaktadır. Gökçedağ, Sandıkdağ, Atbasar, oradan öteye Esil nehrini geçerek Tersakan nehrine ulaşacak, Kara Koyun Kaşırlı’nın üzerinden Uludağ yamaçları, Kara Kengir, Sarı Kengir ve Jezdi nehirlerinden aşacak, Sarısu’ya doğru çıkacak yol ile Teligöl’e varacaktı. Bu mekanların hepsinde Argun, Kıpçak, Nayman, Taraktı, Vak, Kerey boyları yaşıyorlardı. Uludağ’ın batı tarafındaki Torgay vadisin de kalabalık bir halk kitlesi. “Ta Gökçedağ’dan çıkarak Abılay Cungarlara karşı gitmekteymiş!” şeklindeki söylenti buralara ulaşırsa, bütün

296 İlyas ESENBERLİN

Kazak obalarının Cungarlara karşı ayaklanacağından sultan şüphe etmiyordu. Bir buçuk ay kadar yürüdükten sonra Teligöl’e çadırlarını kurduğunda, Arka’dan gelen savaşçıları o kadar kalabalıktı ki, bakıldığında askerlerin sonu görülmüyordu. Abılay’ın geçtiği yerlerden bunlara gelip katılmayan asker yoktu. Savmalgöl ile Teligöl’ün arasını birbirine sıkışık vaziyette karınca sürüsü gibi kalabalık asker doldurmuştu. Ertesi gün Abılay’ın çadırında yakın adamlarıyla gelen her boyun önde gelen beyleri ve baturları toplanmıştı. Dikkatlice sayıldığında otuz binden fazla asker olduğu görülüyordu. Bu “Ayak Tabanları Şişti” felaketinden beri Kazakların ilk defa birlik tesis ederek, çok sayıda asker toplamasıydı. Halen de gelmekte olanların sayısı da az değildi. Janibek, ihtiyar Bögenbay, Argunların meşhur baturları Tayjigit, Taşbolat, Sırımbet, Janatay, Januzak, Sengirbay, Oljabay, Malaysarı ve Orazımbet başta olmak üzere. Abılay’ın güvenilir adamları: Tolıbay Bey, Karavıl’ın hatibi Kanay Bey, Japek Batur, Sırgalı Elçibek, Şekti Tayman, Tabınlardan Altay Batur. Her birinin yanında yüzerlerce, binlerce asker. Kazak bozkırlarda namlı baturlardan Karakerey Kabanbay, Küçük Cüz’den Bugıbay, Vak boyundan Batur Bayan’ın burada olmamasından dolayı Abılay içerlemişti. Özellikle Batur Bayan’ın bu zamana kadar gelmemiş olması büyük bir eksiklikti. Yiğitliğiyle, halkı için canını feda edecek gibi çalışmasıyla Batur Bayan Kanjığalı Bögenbay ve Karakerey Kabanbay’dan sonraki en sevdiği baturu idi. Öbür ikisi ise peygamber yaşına gelmişlerdi, artık en çok güveneceği Batur Bayan ile kendisiyle birlikte Kalden Seren’e esir olmuş olan Japek Batur idi. Ülke sınırlarında düşman belirdiğinde ilk önce

297 GÖÇEBELER II – Can Çekişme gelip ordunun önünde yer alan Batur Bayan’ın hala gelmemiş olmasını Abılay kötü bir işaret olarak telakki etmişti. “Ya onun başı dertte veya halkın menfaatlerini de geri plana atacak bir felakete düçar olmuş olmalı” diye düşünüyordu. Arka’da Obagan isimli bir nehir vardır. Bu nehirin kıyısını kadim zamandan beri Vak boyu yurt edinmişti. Orta Cüz’ü oluşturan altı kabileden biri olan Vak boyundan bütün Kazak halkınca bilinen Er Kosay ve Er Gökçe baturlar çıkmıştı. Vak boyuna yaşlılık çağında katılıp kaynaşan ve Janibek Han’ın döneminin ünlü baturlardan Sayan’ın oğlu Ayan Batur’un bir torunu bu Batur Bayan’dı. Kara halktan olmasına rağmen yedi atasından ünlü baturların soyundan gelmesi hasebiyle, halkının savaş tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını görünce Batur Bayan hemen atına binerdi. Olağanüstü yiğitliği, halkı için canını vermeye hazır Batur Bayan çok gecikmeden Vak boyunun lideri konumuna yükselmişti. Anne ve babası bir Kalmuk saldırısı esnasında vefat etmişti. Sadece, on beş yaşındaki Noyan adında bir kardeşi vardı. Noyan henüz eline mızrak alıp hiçbir savaşa katılmamıştı, fakat avuçlarına tükürüp bugün yarın savaşmak sırası bana da gelecek diyerek benliğindeki güç ve gayreti harcayacak uğraş bulamayarak obada heyecan içinde sabırsızlıkla günlerini geçiriyordu. Tez canlı genç delikanlı ağabeyine bir iki defa “Beni de kendinle savaşa götür” diye yalvarmıştı. Bayan ona: “Sıran gelecek, savaş senden kaçıp kurtulamaz. Şimdilik gürz salla, ok at ve savaş sanatını iyice öğren!” diye yanında götürmemişti. Bayan şimdi kırk yaşına gelmişti. Uzun boylu, buğday tenli, güzel bıyıklı, yakışıklı erkekti. Kardeşi Noyan’ı çok seviyordu. Kardeşinin buna olan sevgisinden geçen sene İli boyundaki Cungarlara karşı gittiği seferinde Noyan’ın “Beni de

298 İlyas ESENBERLİN götür” diye ağlamasına rağmen, yanında götürmemişti. İki tarafın da kayıpları olmasına rağmen, bu sefer Kazak ordusunun Cungarlarla savaşı zor şartlarda cereyan etti. Bu kanlı çetin savaş üç gün sürdü ve neticesinde asker sayısı daha az olmasına rağmen Batur Bayan tarafı yendi. Kazakların beş yüz silahlı yiğitlerinden üç gün savaştıktan sonra sadece iki yüzü kalmıştı. Dördüncü gün çarpışmalara dayanıp dayanamayacaklarını bilmeyen ve İli boyundaki sık ormanlıklara gizlenen bu iki yüz savaşçı tan ağardığında üç günden beri savaştıkları Cungarların sekiz obasının hepsinin çoluk çocuklarıyla birlikte Çin tarafına doğru can havliyle göç etmekte olduklarını görmüşlerdi. Kazak askerleri önce bu olaya çok şaşırdılar. Onlar, daha sonra, hayvan besleyen bir Cungar ihtiyarından bunların niçin bu kadar çabuk göç edip gittiklerini öğrendiler. Meğer Cungar obalarına: “Dünden beri savaştığımız Kazakların öncü kuvvetleriymiş, Bögenbay ve Kabanbay komutasındaki beş bin asker bugün öğlen İli kıyısına gelecekmiş”, - diye haber gelmiş. Bu haberden sonra, İli boyundaki Cungar obaları alelacele tası tarağı toplayıp göç etmeye başlamışlar. Bu haberin nereden çıktığını Kazak askerleri sonradan öğrendiler. Cungarlara esir düşen bir cesur askere: “Zaten öleceksin, eğer gerçeği söylersen serbest bırakırız” diyerek bir Cungar komutanı sorguya çekmiş ve ona: “Bu kadar kalabalık bir obaya, az bir askerle saldırmaya nasıl cesaret ettiniz? Neyinize güvendiniz?” diye sormuş. Genç de: “Sizleri yeneceğimize inandık!” demiş. “Niçin? Bu kadar kalabalık Cungarları beş yüz askerle nasıl yenecektiniz?” diye alay ederek gülmüş. O zaman cesur delikanlı: “Sizler kırılacaksınız! Ardımızda Böğenbay ve Kabanbay’ın komutasında beş bin asker var! Sabaha karşı burada olurlar! Bizler sadece öncü birlikleriz” demiş. “Yalan söylüyorsun!

299 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Gerçeği söyle! Yoksa öldürürüz! Eğer bu söylediklerin yalan ise, hemen serbest bırakalım. Ama bizi kandırma!” diyen Cungar baturunun korktuğunu anlayan Kazak askeri “Zaten beni öldüreceksin, hiç olmazsa seni korkutarak öleyim” diyerek söylediklerinden geri adım atmamış. Cungar komutan da delikanlının sözlerine inanmış. Halkına o gece hemen orayı terk emri vermiş. Bu genci de kendi elleriyle boğarak öldürmüş. Kazaklar göç edip kaçmakta olan Cungarların peşine düştü. Batur Bayan’ın emrindeki iki yüz Kazak askeri aç kurtlar gibi saldırdılar. Galebe çalma inancını yitirmiş düşman fazla bir direnç gösteremedi. Cungarların baş komutanı Batur Bayan’ın elinden öldü. Fakat yenilgiye uğrayan düşman obasından Batur Bayan’ın askerlerine doğru dürüst bir ganimet düşmedi. Sadece ilk kuşatmada esir düşen bir grup kadın kız ve biraz mal mülk ele geçti. Kaçan göçebelerin bir çok mal mülkü İle nehrinin suyuna düşmüştü. Savaş bittikten sonra ganimet az bulan Batur Bayan’ın gözleri aniden parladı: - Bu, in mi, cin mi, yoksa bir melek mi? - dedi o yanında duran Japek Batur’a, esir alınan bir grup kadınların içindeki körpe bir genç kızı göstererek. - Bu Koren Batur’un on beş yaşındaki tek kızı Kuralay, - dedi Japek. - Hangi Koren? -Dün Janatay Batur’u öldüren, ama bugün senin elinden ölen Cungar baturu Koren... Batur Bayan Tulpargök isimli atını mahmuzlayarak kadınların ortasındaki kıza yakından baktı. Kuralay da Kuralaymış! Masum bakan iki gözü kase gibi büyük, esmer

300 İlyas ESENBERLİN yüzü kanı çekilerek solmuş, örülmüş uzun saçları üzengiyi aşarak yerlere uzanıyordu. Başına giydiği sivri uçlu kunduz börkü ve gümüşlerle süslenmiş yeleği ve pantalonu altındaki gümüş eyerle kendisine çok yakışmıştı. Böyle bir güzelik ve ahenk ister istemez gören gözleri kendisine çekiyordu. Kıza bakakalmıştı. Batur Bayan kızın bakışlarında nefretin kıvılcımlarını da fark etti. - Adın ne, Kuralay mı? - diye sordu kıza. - Adım Kuralay, madem biliyorsunuz neden sordunuz? - kız arkasına döndü ve gitti. Ama o Kazak baturunun onun ismini nasıl bildiğine şaşırdı. Batur Bayan’ın aklına bir tevekkül ederek bir fikir geldi. Yüreğini yakıp kavuran duygu ateşini bastıramayarak: - O kız benim savaş ganimetimdir! - dedi Kuralay’ı göstererek. Atının yanında duran arkadaşı Japek birçok savaşlarda birlikte olduğu ünlü batur arkadaşından bugüne kadar böyle bir söz duymamıştı. Batur Bayan ’ın sözlerine o da şaşırdı. Arkadaşının yüzüne şöyle bir baktı ve onun hangi duyguların etkisinde olduğunu yeni anlayarak: -Olsun! - dedi sonra nöbetçilerin yöneticisi iki kişiyi çağırdı. - Kuralay kızı gözünüz gibi saklayıp koruyun. Kızıl beyaz yüzünü karga kuzgunlar gagalamasın. Bu kız, Batur Bayan’ın ganimeti. Anladınız mı? - Anladık. Kendisine göz koyan heybetli bu baturun Kazakların ünlü savaşçısı Batur Bayan olduğunu Kuralay sorup öğrenmişti. Babası Koren’in kaburgalarına Batur Bayan’ın nasıl mızrakla vurup boydan boya yarıp öldürdüğünü Kuralay’ın kendisi görmüştü. Tuzağa düşmüş geyiğin yavrusu gibi korku dolu

301 GÖÇEBELER II – Can Çekişme gözlerle bakan körpe güzel “Bu kız benim ganimetimdir” diyen baturun sözlerini duyunca, kalbi küt küt atıp tüm vücudu tir tir titredi. “Ganimet!” sözünün ardında ne anlam yattığını genç kızlığa adım attığı zamanlardan bilen Cungar kızı tam bu anda babasını öldüren adamın arzularına teslim olmayı affedilmez bir günah olarak gördü. Şimdi tüm benliğini bir öfkenin, sarsılmaz bir intikamın ateşi kaplamıştı. “Senin ganimetin olarak yanına yatmamaya ant içiyorum” dedi - aniden kendi kendine mırıldanarak ve Cungar kadınlarına mahsus bir hareketle iki göğsünü bastırdı. Kız bu kızgınlıkla Batur Bayan babasını gözünün önünde öldürüp kendisini nasıl ağlattıysa, onun da aynı şekilde ağlamasını istedi. Elinden gelirse, öç almaya annesinin ak sütü üzerine yemin etti. Ata bir binip ilk savaşa gittiği günden bu yana Batur Bayan, bu seferini en ganimetli sefer saydı. Ama yanındaki diğer baturların kaşları biraz çatıktı. Bunu Batur Bayan farketmedi. Çünkü aklı fikri hep o kızdaydı. Tez Obagan’a gidip nikahını kıydırıp üçüncü hanımı olarak onu almaya acele etti… Batur Bayan’ın kendisine olan ilgisini hissetmesine rağmen kız duruşunu hiç bozmadı. Nöbetçilerden Batur Bayan’ın on beş yaşında bir erkek kardeşinin olduğunu duyunca haince bir düşünce aklından geçti. Ordu uzun müddet yürüdü ve sonunda Obagan nehrine de ulaştı. Savaşta evlatlarından ayrılan yaşlı ana ve babalar, kocalarından ayrılan dul kadınlar yas tutup, ağıtlar yakarak tüm bozkırları inletiyordu. Buna rağmen Batur Bayan’ı önünden çıkarak karşılayan ve zaferiyle kutlayan oba insanları da çoktu. Batur Bayan adamlarını birer birer dağıtarak yirmi kadar yiğidiyle Kuralay’ı yanına alıp obasına yaklaştığında yanında on kadar arkadaşıyla Noyan karşıladı. Altındaki ak boz yorga

302 İlyas ESENBERLİN atını sürüp “Ağabey, ağabey” diye koşturarak yaklaşınca, sevinçten iki gözüne yaş gelen Batur Bayan kardeşini küçük bir çocuk gibi at üzerinden kaldırıp yanına aldı. - Ağam, çok özlettin kendini... - Biricik kardeşim. Görmeyeli ben de çok özlemişim seni. Ağabeyinin kucağından inip kendi atına tekrar binen Noyan Bayan’ın adamlarıyla tek tek selamlaşmaya başladı. Birden gözü biraz geride duran Kuralay’a takıldı. Hemen genç delikanlının benliğini sıcak bir rüzgâr çarpıp sürüklemiş gibi atının üstünen düşer gibi olup zorlukla doğruldu. - Ağam.. e, bu kim? - dedi dili tutularak. “Yengen” demeye Batur Bayan’ın dili varmadı. - Esir alınan bir kız... - dedi kardeşinin sözüne önem vermeyerek. Bu sırada Kuralay da endişeli kapkara kömür gibi siyah gözlerini Noyan’a dikmişti. Birden kızın da iki yanakları al al kızarıp, vücudunu tatlı bir duygu yakmaya başladı. Genç delikanlı göz alacak derecede çok yakışıklıydı. Hatta şekli şemali ağabeyinden de güzeldi. Kızın kalbi hızlı hızlı atıp gencin yüzüne bir daha baktı. Noyan da ondan gözlerini alamıyordu, iki çift göz karşı karşıya geldi ve birbirine uzun süre takılı kaldı, adeta ikisinin de kalplerine birer kor düşürdükten sonra ayrıldılar. Bu anda kız da, genç de beraber olmadan yaşayamayacaklarını hissetmiş gibiydiler... - Medet, ağam! - dedi Noyan ağabeyine yalvararak, - bu defaki ganimetini bana kıy! - dedi. Batur Bayan kalbine sanki birisi bıçak sokmuş gibi oldu. Her zamanki gibi davranıp, “al senin olsun!” diyemedi. “Hayır, bu defa istediğini veremem” diyerek kardeşinin gönlünü kırmak istemedi. Söyleyecek söz bulamayarak biraz sessiz kaldı.

303 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Böyle bir şey istemeye Noyan can, sen daha küçüksün, - dedi bir süre sonra sesi boğuk çıkarak. - Büyüdüğün zaman ben sana bundan daha güzel bir huri kızını getirirm. - Hayır, ağam. Bana huri kızları lazım değil, bu isteğimi ver, - dedi Noyan Cungar kızının ateşli gözlerinin yakışıyla erip gidiyormuş gibi eki yanağı alev alev olmuş yanıyordu. Tam bu arada Kuralay da söze karıştı. - Ağamız, - dedi o da Batur Bayan’ın öz kardeşiymiş gibi nazlanarak, - Benim babam yok ya, size bundan sonra “baba” diyeyim. Kabul edin kardeşinizin bu isteğini. Ben de sizden bunu diliyorum. Kendisine Cungar aksanıyla Kazakça konuşan kızın tılsımlı sesini duyunca Batur Bayan’ın benliği eskisinden beter yandı, ne söyleyeceğini bilemedi. - Tamam, sonra bakarız, - dedi ve atını kamçılayarak obaya doğru dört nala yöneldi. O günden itibaren Noyan ile Kuralay’ın arasında aşk ateşi daha da alevlendi. Kız delikanlıyı ne kadar çok sevse de, kıpkırmızı kiraz dudaklarından öpmesinden öteye gitmesine izin vermedi. Noyan’ın aşktan aklı başından gidip deli oldu. Kız ona göre daha aklı başındaydı. Batur Bayan’ın babasını nasıl öldürdüğünü hatırlaması yeterliydi, hemen kendisini topralıyordu. Tüm vücudunu intikam ateşi sarıp sertleşiyordu. Batur Bayan’ın ise yüreği kan ağlıyordu. İki gencin bir birini nasıl sevdiklerini gördükçe, içi daha çok yanıyordu. Yiğit kişinin aşk duygusundan kendini arındırması, çeliğe su verip sertleştirmekle aynıydı. Kendi kalbini tekrar çarptırması için artık onun başka bir insan olarak tekrar doğması gereklidir. Fakat, halkının gururu ve hür yaşaması için canını feda etmeye hazır olan Batur Bayan sevdiği kardeşinin gönlü için kendi

304 İlyas ESENBERLİN kendisini zulüm yapmaktan alıkoydu. Kalbi ateş gibi yansa da, Noyan’nın Kuralay ile evlenmesine izin verdi. Ağabeyinin böyle bir cömertlik yaptığını duyan Noyan o gün akşam olmasını sanki diken üstünde duruyormuşçasına sabırsızlıkla bekledi. Göçebe halkın kız ve delikanlısının birbirini sevmesi temiz ve saf düşünce temelinde olur... Koyunlar ağıla döneceği, sütlerin pişirileceği ve gençlerin dışarıda tahterevalli oynayacağı zaman da gelmişti. Atılmış ak kemiği∗ aramış gibi yaparak diğerlerinden ayrılan Noyan ile Kuralay bir tenhada yalnız kaldılar. Delikanlı yüreği heyecanla çarparak ağabeyinin kendisiyle evlenmesine izin verdiğini söyledi. Kız bunu duyunca Noyan’ın göğsüne yaslanarak hüngür hüngür ağladı. Ama o anda gözünün önünde o resim yine belirdi. Batur Bayan’ın hızlı bir biçimde soktuğu mızraktan ölen baba.... Nehir kıyısında toprağı kucaklayıp ağlayan ana... Tüm bunları yaşadıktan sonra, işte şimdi ezeli düşmanın kardeşinin göğsünde dur! Ne vefasızlık bu! Kuralay kendini hemen toparladı. - Noyan, - dedi sıcak gözyaşları yüzünden akarken, - dünyadaki tek isteğim sen oldun. İnan bana... Ben sonsuza dek seninim... Ama tek bir dileğim var. Onu yerine getirir misin? - Tabii getiririm, söyle, - dedi. - Ağabeyin Batur Bayan’ın saldırdığı obada tek başıma annem kalmıştı. Beni götürürlerken, yere yatmış bir halde: “Yavrucuğum, benden hayır dua almadan sakın kocaya varma!” diyerek ağlaya ağlaya kalmıştı. Anamın bu arzusunu yerine getirmeye yemin etmiştim. Bu yeminimi tutmama imkan tanı, ondan sonra ben sonsuza dek seninleyim.

∗ Ak kemik oyunu, Kazaklarda akşam karanlığında iki grup halinde oynanan oyunda uzaklara fırlatılan beyaz kemiğin bulması istenir.

305 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Noyanın kalbi titredi. Elindeki kuşunu artık bir daha görmemek üzere kaybedeceğini hisseder gibiydi. - Benim ne yapmam gerekiyor? - dedi. - Hayır, sen hiç bir şey yapma. Seni burda bırakıp ben de gidemem. Küçücük yüreğimi kendine zincirlemiş gibisin. Bu zinciri koparacak güç bende yok. Tek dileğim: bana iki hızlı at getir. Sabahı beklemeden bizim obaya kaçalım. Sağ ise anamın duasını alırız, ölmüşse mezarına çiçek koyarız. Ondan sonra ikimiz hep beraber olacağız. Yar etmeden, cariye etsen de hayatım boyunca minnettar kalacağım. Sadece yüzünü görüp yakınında olsam da bana yeter. Kucağındaki güzel kızın gözlerinden akan sıcak yaşları gencin temiz yüreğini kurşun gibi eritti. Mert ve adil olmayı hayat prensibi edinen genç delikanlıya tam sırada kızın nazlanarak söylediği bir çift söz dünyadaki en adaletli, en kutsal söz olarak işitildi. Kuralay’ın annesinin arzusunu yerine getimeye izin ver şeklindeki isteği, onun ne kadar temiz, sadık ve mübarek kişi olduğunu eskisinden daha fazla hissetmesine sebep oldu. Ancak bu anda bir kız ile doğduğu ülkeyi terk edip düşman tarafına kaçmanın, halk tarafından affedilmez bir suç olduğu aklına bile gelmedi. Sadece sevdiği kızın insanî masum bir ricasını çabuk yerine getirmeyi kendisine bir borç olarak görüyordu. - Bu dileğini de kabul ettim, - dedi istekle. - Kutup yıldızı görününceye kadar beni burada bekle! Herkes uyuyunca yılkıya gidip iki at alıp geleceğim. Noyan sözünü tuttu. Batur Bayan’ın Tulpargök atından aşağı kalmayan iki hızlı ata binip bunlar kutup yıldızı doğunca: “Ya, Allah’ım, yolumuzu açık et”, diyerek güneye doğru “deh!” diyerek yola çıktılar.

306 İlyas ESENBERLİN

İki atı Noyan’ın götürmüş olduğunu obadaki at bakıcıları ancak öğleye farkettiler. Obada Noyan da, Kuralay da yoktu. Bu atlara ait gümüş eyerlerin de kayıp olduğu anlaşıldı. Karsak avına kartallarıyla çıkan avcılar seher vaktinde İli nehri tarafındaki Cungar memleketine doğru iki atlının dört nala gittiğini görmüşlerdi. Noyan’ın Kuralay’ın sözlerine kanarak Cungar ülkesine kaçtığına artık kimsenin şüphesi kalmamıştı. Ne kadar zor olsa da, yapacak başka bir şey olmadığından çaresiz oba aksakalları bu haberi Batur Bayan’a ilettiler. - Er Gökçe, Er Kosay, Batur Bayan Vak’ın ruhunu şad etmiştiniz, - dedi yaşlı adam, - sizlerin göklere yükselttiği bayrağı Noyan çocuk yere düşürdü. Hükmü kendin ver, çaresini kendin bul! Cungar kızının bir gülümseyen bakışından meleğin bile yoldan çıkacağına kuşku duymayan Batur Bayan hiç bir şey sormadı. Yara olup içinde yatan acısı, halkının gururu, tek kardeşinden ayrılma tehlikesi köpekler gibi benliğini kuşatıp duygularını alt üst etti… Batur Bayan artık tek bir şeye karar verdi. Bir kız için bütün halkına ihanet eden rezil kardeşini yakalayıp cezasını kendi eliyle verecekti. Zırhını giymeden, yurdun duvar çıtalarına asılı Kıpçak yayı ile zırh delici çift ok konmuş ok torbasını geniş enli kemerine takıp evden fırlayarak çıktı. Her zaman kapı önünde duran Tulpargök’üne bindi ve güneye doğru yöneldi. Kimse ona dur demedi. Batur Bayan uzun bir süre at sürdü. Hız için yaratılmış Tarlangök sırılsıklam ter olup koştukça açıldı. Öğleden sonra Joldıözek denilen yere yaklaşınca, önünde giden iki karaltı gördü. Bunlar Noyan ile Kuralay idi. Atları ne kadar hızlı olsa da, tok oldukları için uzun yolculukta çabuk yorulmuşlardı.

307 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

İkisi arkalarından gelen tek atlıyı farketmişlerdi. Onun Bayan Batur olduğunu anladılar. Atını var gücüyle sürmesinden baturun çok öfkeli olduğu belli oluyordu. - Ah Tanrım, sen bizi kurtar, - dedi Kuralay ve atını mahmuzladı. İkisi yarışırcasına hızlandılar, Joldıözek’e de yaklaşmışlardı. Burası meşum bir yerdi. Verimsiz ve çorak. Buralarda eskiden beri bir çok insanın kanı dökülmüştü. O yüzden bu yeri Asan Kaygı “Joldıözek” değil “Kanlıözek” diye adlandırmıştı. Bu Kanlıözek’e yaklaştığını gören Noyan kötü bir şeyin olacağını hissediyordu. Kaçsa da kurtulamayacağını anladı ve atının dizginlerini çekerek durdu. - Kuralay, hiç olmazsa sen kaçıp kurtul, - dedi, o Cungar kızına bakarak. - Durma, atını sür. Ne olacaksa bana olsun… Noyan atından sıçrayarak indi ve ağabeyine doğru yürüdü. Yayını eline almış bir halde hızla gelmekte olan ağabeyinin suratını görünce korktu ve tüm vücudu titredi. - Ağam, beni affet! - dedi korku dolu gözlerle yaklaşan ağabeyine bakarak. Tam bu arada atının dizginlerini çekmeden hızla yaklaştı ve öfkeli Batur Bayan kızgınlığının etkisiyle Kıpçak yayını çekiverdi. Başkurt usulüyle imal edilen sivri uçlu zırh delici kayın ok genç Noyan’ın tam kalbininin hizasından saplandı, genç adam konuşmaya fırsat bulamadan yere düştü. - Baba, ne yaptın? - diyerek Kuralay atının başını geri çevirip dört nala geldi. İki gözü kan çanağına dönmüş Batur Bayan ayaklarını üzengisine dayayarak ikinci defa yayını çekti. Noyan’ın hizasına gelmiş olan Kuralay at üzerinden boş bir çuval gibi uçarak sevdiği gencin yanına düştü. Hızını kesemeyen

308 İlyas ESENBERLİN

Tulpargök atını biraz daha gittikten sonra güçlükle durdurup Batur Bayan da geri geldi. Gülümseyen yüzünü muhafaza eden, benzi solmuş kardeşini görünce kızgınlıkla ne yaptığının farkına varan Batur Bayan hüngür hüngür ağlayarak Noyan’ın üstüne kapaklandı. İki yanaklarından sırayla epey bir süre öptükten sonra başını kaldırdı. İki gözünden yaşlar akıtarak kardeşinin yanında uzun bir müddet dizüstü oturdu. Ancak, bir zaman sonra yanında inleyen sese dönüp baktı. Bu da Kuralay idi. Batur Bayan’ın kendisine baktığını hissetti mi, kız son defa gözünü açtı. Bir zamanlar içtiği andı aklına geldi mi, Batur Bayan’ın ağladığını görüp kızın gözünde bir kıvılcım parladı ve hemen sonra söndü. O artık hiç kinsiz, öfkesiz Bayan’a yalvaran gözlerle baktı: - Baba bey, - dedi sesini zorlukla işttirerek. - Tek dileğim Noyan ile ikimizin aramıza toprak atmadan birlikte gömünüz... Böyle dedi ve ufukta kaybolarak batmakta olan güneşle yarışır gibi kara toprağa kıyılmayacak o güzel Kuralay gözlerini kapayarak öbür dünyaya yolculuğa çıktı. Kendi eliyle öldürdüğü iki sevdiği insanın yanında uzun zaman ağlayarak oturdu. Ancak sabahın ilk ışıkları göründüğü zaman belindeki çelikten hançeriyle toprağı derince kazdı ve aralarına bir avuç toprak atmadan bir çift körpe bedeni toprak ananın kucağına verip atına bindi. Batur Bayan obasına döndükten sonra kimseye bir şey demeden ah vah edip üç gün boyunca yüzü koyun yattı. Ancak dördüncü gün kalktı ve Vak boyunun biraz baturlarını peşine takıp Abılay’ın davet ettiği Teligöl’e doğru yöneldi. - Niye geciktin? - diye soran Abılay’a tüm olayları baştan

309 GÖÇEBELER II – Can Çekişme sona anlattıktan sonra: - Halkın gururu affedilmez bir hata yapmamıza sebep oldu, - dedi. Merhamet nedir bilmeyen Abılay: - Acın büyük olsa da, hükmün adaletli imiş. Halkın gururu, bir yiğidin hayatından kıymetlidir, - dedi. - Üzüntün sadece senin... Ata yolu ise hepimizin. Ondan sapmaman, hepimizin şerefimizdir. Abılay baturun yüzüne bakmadan, uzaktaki ufuklara dikkatlice bakarak derin bir düşünceye dalar gibi oldu. - Evet, Abılay Sultan siz adaletli olanı söylüyorsunuz, - dedi Batur Bayan bir iç çekip, - ama benim yüreğimde kapanmayacak bir yara kaldı. Onun ilacı, sadece ve sadece kan dökmektir... Kana kan! - Onun vakti yarındır, - dedi Abılay. - Yiğit kişi kendi yarasını her zaman düşman kanıyla iyileştirir. Abılay o günü Ebu'l Mambet Han’la görüştü ve sonra Küçük Cüz askerlerinin gelmesini beklemeden, Kaldan Seren’in elindeki Türkistan vilayeti ve Sirderya’nın ta Aral Denizi’ne kadar uzanan aşağı kısmındaki şehirleri Cungarlar- dan geri almak için bir an önce sefere çıkmalarına emir verdi. Bu, üçüncü yıl doksanının ikinci ayının başı ve günlerden de hayırlı bir Çarşamba günüydü. Kazakların o dönemdeki şöhretli bahadırları ve Abılay’ın komutasındaki kırk bine yakın kalabalık askerle kuzeyden güneye saldırıya geçti. Bu sefer üç cüzün liderlerinin kalabalık bir şekilde bir araya geldiği bir sefer idi. Bu sefer Abılay’a da büyük bir şeref kazandırmıştı. Ordu üç kola ayrıldı. Bunun birine epeyce yaşlanmış olmasına rağmen askerliği iyi bilen tecrübeli komutan Kanjıgalı Bögenbay komuta etti. Bu savaş, ünlü ozan

310 İlyas ESENBERLİN

Ümbetey Jırav’ın: Bayanavul, Kızıl dağ, Abıralı, Cengiz dağ. Kuzu meliyor, koyun meliyor Arası dolu çok sayıda Kalmuk. Kalmukları kovup kaçırdın. Kara İrtiş’ten geçirerek, Altay dağından aşırdın. Ak Şavli’ye otağ kurarak, Kalmukları alt üst ettin. Kabanbay ile Bögenbay Argun ile Nayman’a Yurt olarak bıraktın, - diye övdüğü Bögenbay ile Kaban- bay’ın yiğitliği özellikle ortaya çıkmış bir savaş idi. Bögenbay on bini aşkın askerle birlikte, Türkistan vilayetinin kuzey tarafına, Kaldan Seren’in Uludağ’a doğru harekete geçmeyi planladığı Sozak kalesi civarına doğru ilerledi. Orduyla birlikte ünlü ozan Ümbetey de gelmişti. İkinci kolu ise Janibek Tarhan yönetmişti. Onlar Sirderya boyunun aşağı kısmına doğru sefere çıkmıştı. Janibek ordusuna sadece Torgay, Irgız boyunda yaşayan Orta Cüz’ün yiğitleri değil, aynı zamanda Sirderya kıyısındaki kendi topraklarını geri almak isteyen Küçük Cüz’ün Şekti, Tabın, Tama, Aday gibi bazı uruglarının cesur bahadırları da katılmıştı. Bu orduda Torgay ile sınırdaş Sarıkeş civarındaki Vaklardan Tatikara ozan bulunmaktaydı. Üçüncü ve ordunun esas gücü olan kola Abılay’ın kendisi

311 GÖÇEBELER II – Can Çekişme komuta ediyordu. Bu asker ordusu Şiyeli ve Janakorgan bozkırlarından Türkistan’ın kendisine batı tarafından saldırmayı planlamıştı. Burada Kazakların namlı bahadırların- dan: Bayan, Sırımbet, Januzak, Malaysarı, Japek ve sonradan orduya katılan Kabanbay vardı. Abılay ordusunun yiyecek içeceklerini hazırlamak, askerlerin yaralarını tedavi etmek için bir grup kadın kızlarla beraber Kabanbay Batur’un Cevher’den doğan kızı Nazım da sefere katılmıştı. Bu defa Bayanavul’da Buhar Jırav hastalanarak savaşa katılamamıştı. Onun yerine yazın Abılay’dan Botakan ile Janay’ın kanı için şiirlerle diyet isteyen on yedi yaşındaki Köteş ozan katıldı. Baharda dağlardan aşağı ovalarda kıvrılarak akan kar suları gibi Kazak askerleri kollara ayrılarak çeşitli yönlere at koşturmaya başladı. Kazak askerlerinin sıkılmış bir yumruk gibi bir cephe açmak yerine, üç kola bölünmesinin de bir sebebi vardı. Kazak ordusunun sayısı fazla olmakla birlikte, savaş sanatı söz konusu olunca, Cungarların düzenli ordusundan hala geride idi. Sadece yiğitlik, fedakarlık ve cesaret ile savaş kazanılmazdı. İyi talim edilmiş ve tecrübeyle kazanılmış savaş yöntemleri de gerekliydi. Fitilli tüfeklerinden başka modern silahları olmayan Kazak gençlerini yığınlar halinde, az sayıda da olsa topu olan, savaşa alışkın Kalden Seren’in disiplinli askerlerinin karşısına çıkarmaya Abılay’ın vicdanı kabul etmedi. Onun için Abılay askerlerini üç kola ayırdı ve böylece Kalden Seren’in ordusunu üçe bölüp, hepsini ayrı ayrı mahvetmeyi planladı... Ama Kazaklar gibi bozkırlarda göçebe yaşayan Cungar hanı Abılay’ın bu kurnazlığını hemen farketti. Kazakların asıl

312 İlyas ESENBERLİN gücü Sozak tarafından Bögenbay bahadırın komutasındakilerin veya Aral’ın yukarısındaki Karakalpakların orta kısmından saldıracak olan Janibek askerlerinin olmadığını anladı. Esas ordu Abılay’ın komutasında olacak diye düşünmüştü. Bunu Türkistan’ın doğu bölgesine gönderdiği keşif askerleri de tespit etmişti. Bu sırada Cungar askerinin komutanı Kaldan Seren’in ortancı oğlu Sevan Dorji Sozak ve Kazalı’ya yardımcı kuvvetler gönderdi ve kendisi de on beş bin askerle Abılay’ı karşı yola çıktı. Abılay askerinden önce gelerek, Janakorgan kalesini kuşatarak savaş düzeni aldı. Ortada piyade kuvvetleri. İki tarafında ise kuyrukları sımsıkı olarak örülmüş Cungarların bodur atlarına binmiş ünlü süvarileri. Sevan Dorji bu sefer develer üstüne yerleştirilmiş on beş hafif topu Abılay’ın bin Tölengit’inden oluşan cesur süvarilerinin geçeceği yola konuşlandırmıştı. Önünde düşman askerinin beklediğini bilen Abılay savaşcılarını geniş alana bir yelpaze gibi yaydı. Janakorgan kalesini almaya beş keskin nişancısıyla Kabanbay’a yüklemişti. Sırımbet’i sağ kanata, Bayan’ı sol kanata komutan tayin etti. Herbirine üç bin atlı asker verdi. Onların arkasında topuzlu, tüfekli üç bin askeri olan Malaysarı, Orazımbet baturlar. Kendisi Sagımbay, Kanan, Januzak gibi yiğitleriyle, savaşa ilk kez katılan on yedi yaşındaki Janay adlı oğluyla cephenin tam ortasında yer aldı. Maiyetinde cesaretleriyle ünlü Tölengitle- rinden oluşan bin atlı savaşçısı vardı. Bunlara komuta eden “Altay’ın Akbaşı” olarak adlandırılan Sengirbay idi. Kendi casuslarından aldığı haberlerden Abılay, kendisine karşı savaş açan kayın biraderinin öldüğünü, yerine Cungar hanı olar Sevan Dorji’nin geçtiğini öğrenmişti. Abılay’ın bu

313 GÖÇEBELER II – Can Çekişme hana karşı özel bir kini vardı. Kaldan Seren’den Kazak topraklarına İrtiş tarafından saldırmayı isteyen de Çoras boylarıyla birlikte olan bu Sevan Dorji idi. Abılay Kalden Seren’in esiri olduğunda, ona ölüm cezası verilmesini talep eden de yine bu Dorji idi. Barak ile Ebu'l Hayr’ın birbirine düşman olması da bunun yüzündendi. Daha sonra Ebu'l Hayr’ı öldüren Barak’ı Kazaklara vermeyen, ancak eninde sonunda kendi halkının tarafına geçer diye geçen sene, yani bin yedi yüz elli ikinci yılda onu öldüren de bu Sevan Dorji’ydi. Gerçi, Barak’ın ölümüyle, Abılay ile taht mücadelesine girişebilecek bir kimse de kalmamıştı. O zamandan beri Ebu’l Hayr Orta Cüz’ün tek yöneticisi olarak sayılmıştı. Büyük Cüz’ün bazı kabileleri de onun tarafına geçti. Buna rağmen Sevan Dorji’ye Abılay diş bilemekteydi. Geçen senelerde Ebu’l Mambet Han Kaldan Seren ile bir anlaşma yaparak, oğlu Ebu’l Feyz’i rehin olarak Taşkent’teki Cungar sarayına bıraktığında, verilen sözlere göre Türkistan ve Sirderya çevresindeki otuz şehri Kazak halkına geri verdirmeyenlerden biri yine bu Sevan Dorji idi. Eğer o anlaşma hayata geçmiş olsaydı, belki bugünkü kan dökülmeyecekti, kim bilir? Sevan Dorji’nin arzusu savaşmaksa, bu savaşı bugün Abılay Sultan başlayacaktı. Savaş Çarşamba sabahı başladı. Abılay da, Sevan Dorji de elçiler vasıtasıyla sözleştikleri vakitte askerlerine “Atlara!”diye emir verdiler. Genişliği on kilometre kadar düz ova bozkırlarda kan dökme, kırgın hemen başladı. Bozkırlar üzerinde koşturan atların nal sesleri, seher vakti havayı ıslık çalarak yaran yay okları, fitilli tüfek patlamaları, gürleyen toplar. Birbirlerine karşı sallanan eğri kılıçlar, enli palalar, vurulan topuzlar, baturların çelik vücutlarına gırç gırç sokulan çelik süngüler. Ok saplanıp feryat figan kişneyen atlar, can veremeyerek inleyen yaralı askerler. Öğle olmadan bozkırlardaki savaş meydanı kan

314 İlyas ESENBERLİN koktu. Adım attığın yerlerde atan düşmüş insan cesetleri. Büyük muharebenin iki tarafındaki Sırımbet ile Batur Bayan komutasındaki Kazak ordusunun güçlükle de olsa ilerledikleri görülüyordu. Sadece iki tarafın iki baş komutanının durdukları cephenin orta kısmında ilerleme yoktu. Yine: - Atlara! Atlara! - şeklinde naralar duyuldu. O anda Señgirbay, Sagımbay, Kanay komutasındaki Sultan’ın bin atlı askeri topların menzilinin ulaşamayacağı sık cıngıllı ovadan çıkarak Sevan Dorji’nın durduğu tepeye doğru saldırıya geçti. Fakat, bir kilometre kadar koşturdukları sırada aniden gürlemeye başlayan toplardan yağan mahvedici gülleler tam atların önüne düşerek güm güm diye patlamaya başladı. Ön safta iki yüz kadar cesur asker atları ile birlikte yere düştü, o anda arkalarından gelmekte olan askerlere engel teşkil ettiler. Çok sayıdaki Kazak askeri önlerindeki at ve insan cesetlerine çarparak yere düştüler. Bu sırada toplar tekrar gürledi. Çaresiz arkadan gelmekte olan askerler geri çekilmeye mecbur oldu. Abılay'ın emriyle askerler tekrar hücuma geçtiler. Bu sefer de yüz kadar asker öldü, kalanları yine geri çekildi. Toplara doğrudan saldırarak bir netice alamayacağını anlayan Abılay şimdi hücum tarzını değiştirdi. Toplara doğrudan hücum etmeyecek, onu at nalı gibi kuşatarak kıskaç altına alacaktı. Fakat üç kere hücuma kalkan askerler, en kahraman üç yüz kadar savaşçısını kaybetti ve ordu ne yapacağını şaşırarak tekrar geri çekildi. Bunun üzerine Abılay: - Ah, bunca Kazak içinde düşmana karşı saldıracak bir yiğit adamı analar doğurmamış mı?- dedi yüksek sesle. - Yok

315 GÖÇEBELER II – Can Çekişme mu kimse? Bu sırada kalabalık içinden “Abılay” diye ses çıktı. Bu ses Abılay’ın on yedi yaştaki oğlu Janay’a ait idi. O atını, var gücüyle kamçılayarak, naralar atarak, toplara karşı sürdü. Ancak daha önce gürleyen top seslerinden iyice korkmuş olan altındaki siyah atı, çocuk savaşçıyı düşman cephesine doğru değil, yan taraftaki iğde ağaçlarının bulunduğu ormanlığa doğru alıp gitti. Topluluğu yine bir sessizlik kapladı. Tam bu sırada Abılay’ın topçuları kuşatmış yiğitlerinin sağ tarafından Sevan Dorji’nin bulunduğu tepeye doğru, başında puhu tüylü samur börkü olan, ak boz atlı bir kız “Kabanbay! Kabanbay!” diye naralar atarak öne fırladı. Ak boz atı tüm hızıyla dörtnala koşturmaktaydı. Ancak, kızın elinde ne kılıç, ne mızrak vardı, sadece tobulgu saplı kamçısı vardı. Böyle silahsız bir kızın yiğitliğini gören gururlu askerler artık dayanamadı ve hep birden hücuma kalktı. -Abılay! -Atıgay! -Akyol! -Kara Hoca! -Kabanbay! -Abılay! Abılay! “Kabanbay” adı haykırılan kısımda Nayman yiğitleri rüzgâr gibi düşman askerine hücum eden grubun önünde gidiyorlardı. Topçular sadece ortadaki askerlere güllelerini atabilmişlerdi. Fakat, iki yandaki askerlerin safı bir demde topçuların yanında bitiverdi. Arka taraftaki Cungar süvarileri yetişene kadar, deve üstündeki topları develeriyle birlikte ezip geçtiler. Beyaz zırhı parlayarak Yalınkuyruk isimli atına kamçısını vuran Abılay’ın kendisi de fırladı. Tepe başındaki Cungar hanı

316 İlyas ESENBERLİN gök çadırını toplamaya başladı. Göz açıp kapayıncaya kadar Cungarların çıyan kuyruklu sarı ipek bayrağı doğuya doğru geri çekiliyordu… Kazak askerlerinin baskısına dayanamayan Cungarların tüm ordusunun disiplini bozulmuş, şimdi savaş teke tek veya grup grup askerlerin çarpışmasına dönüşmüştü. Bu sırada bunlarsız da kızıl kana boyanmış dünyanın yüzünü eskisinden de beter kızartarak güneş de battı. İki taraf ölülerini toplayıp gömmek için ateşkes ilan ettiler. Bugünkü savaş meydanında Cungarlar tarafından ölen asker sayısı Kazaklara göre çok daha fazla idi. Bu, Kazakların Cungarları tamamen yenilgiye uğratıp vatan topraklarından kovan çarpışmaların ilkiydi. Abılay kendi çadırına gelince, savaş meydanında Kalmuk toplarına karşı tek başına hücuma kalkıp bugünkü zaferin kapısını açan kızı arattı. O, Kabanbay Batur ile Kazakların batur kızı Cevher’den doğan Nazım idi. Çok genç yaşına rağmen böyle bir yiğitlik göstermesinden büyük bir memnuniyet duyan Abılay belindeki som altından yeni imal edilmiş kemerini hediye etti. Abılay’ın komutasındaki bu savaş iki ay sürdü. Kazak askeri Janakorgan’ı, Çimkent’i geri alarak Türkistan’a yaklaşmışlardı. Kuzeydeki Bögenbay’dan da Sayram ve Sozak’ı geri aldığı haberi de gelmişti. Batur Bayan askerleri de, Talas nehrine yaklaşmıştı. Janibek Batur’un ordusu da Cungarları Karakalpak diyarından Sirderya’nın yukarı kısmına doğru kovmaya başlamışlardı. Artık başka çaresi kalmayan Sevan Dorji Abılay’dan ateşkes istemeye mecbur kaldı. Abılay’ın da bu ateşkes isteğini kabul etmekten başka çaresi yoktu. Çünkü üç ay kadar süren bu savaşta Kazak askerleri de iyice yorulmuştu. Ordunun beşte ikisi de şehit olmuştu. Bu, daha yeni birlik tesis edip millet olmaya başlayan Kazaklar için

317 GÖÇEBELER II – Can Çekişme az bir darbe değildi. Ayrıca, Abılay bu defaki zaferlerinin Cungar Hanlığı'nı gerçek bir bozguna uğratmanın başı olarak görmemişti. Kazak Hanlığı değil, Çin İmparatorluğu ile mücadeleyi göze alan Cungar hanının hala da güçlü olduğunu iyi biliyordu. Eğer, köşeye sıkıştırılırsa Sevan Dorji Çin imparatoruna boyun eğerek onun sınırındaki kalabalık ordusunu geri çağırıp Kazak ülkesine sevkedebilirdi de. Hatta Çin'den de yardım da isteyebilirdi. O zaman Abılay savaştan iyice yorulmuş askerleriyle ona nasıl karşı durabilirdi? Dikkate alınması gereken diğer bir husus, sonbaharın gelmiş olmasıydı. Onun ötesinde soğuk, kar ve tipisi olan kış vardı. Geçim derdini de unutmamak gerekiyordu. Abılay Sevan Dorji’nin gönderdiği elçiyi hürmetle karşıladı. Uzun görüşmelerden sonra Orta Cüz Han’ı Ebu’l Mambet yönetimi altına Sozak, Sayram, Mankent, Çimkent gibi üç ay süren savaşta Cungarlardan geri alınan bazı şehirleri kaldırılarak, Türkistan şehri ve vilayetinin Kazaklara tamamen geri verilme meselesinin de ileriki zamanlarda ele alınması kararlaştırıldı. Kazaklardan Cungarların aldıkları oldukça vergiler azaltıldı. Kazak Hanlığı’na Sirderya’nın aşağı kısmı ve Talas nehrinin Jangı şehrine kadar olan yerleri geri verilecek oldu. Elbette, Cungar Hanı Sevan Dorji, eğer Cungarlar eskisi gibi kuvvetli olsalardı, bunların hiç birini kabul etmezdi. Çaresizlikten kabul etmişti. Çünkü, onun yanıbaşında kış boyunca uyuyan, yaz olunca uyanıp başını kaldıran bir ejderha gibi güçlenmekte olan Çin İmparatoru Jin Long duruyordu… Böyle büyük bir şeref kazanan Abılay baturlarına: - Bu sene savaş bitti. Artık evlere dönüyoruz, - diye emir verdi. Kendisi Arka’ya göç etmek için geç olduğunu düşünüp, Sozak’taki Ebu’l Mambet’in ordasında biraz zaman geçirmek

318 İlyas ESENBERLİN istedi. Han Abılay’ın onuruna toy şölen yaparak zaferini kutlamakta olduğu sırada, ordaya aceleyle Köteş ozan girdi. Elindeki puhu tüyü asılı dombırasını usta bir şekilde acıklı bir ezgi çalmaya başladı. Mutluluk ve neşe içindeki Abılay: - Evladım, ezgin çok iç yakıcıymış, kemiklerimi sızlattı, hayırdır Janay oğluma bir şey mi oldu? O zaman Köteş: Altın güneşin kim sevinir battığına? Beyaz kuğuyu kim sevinir vurduğuna? Janay oğlun düşman elinden şehit oldu, Yurduna tam dönmeye hazırlandığında, - diyerek, beklen- medik bir bir anda on yedi yaşındaki Janay’ı Cungar’ın bir eşkıyasının öldürdüğünü söylemişti. Mezar sessizliği çöken odada bir boğuk bir ağlama sesi duyuldu. Bu, Janay’la aynı yaşlarda olan ve birçok savaşlara birlikte katılan Köteş’ten çıkmıştı. Toy şölen bir tarafta kaldı. Abılay “ah” çekerek başını kaldırmadan döşeğinde yattı. Oğlunun ölümünden Oljabay sorumluymuş gibi, bu seferde yanında olan baturla hiç konuşmadı. Abılay’a taziyelerini bildirmeye Arka’dan Kazıbek Bey, Ulu Cüz’den Töle Bey, Küçük Cüz’den Bala Bey geldi. Bu üç beyin gelişi Abılay’ı üç cüzün beylerinin lider olarak kabul ettiklerinin bir işaretiydi. Orada Kaz sesli Kazıbek bey: -Ya, Abılay, üç cüzün üç akan nehir idi, onların birleştiği yerde sen bir çınar idin. Çınarı fırtına vurmaz mı, yaprakları onun yere düşmez mi, dalları onun kırılmaz mı? Tanrı mı idin anahtarını tutan bu dünyanın, nedir bu, evladım öldü diyerek yatağından kalkmamak? - derken, Tatikara Jırav da: Üç cüzün evlatları, Düşünüp taşınarak,

319 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Han olarak seçsek demişti. Üç cüzün evlatları, Bir oğlu kadar olmadı. Terk edip gidin, Allah deyip atlara binin, Han-ı yağma yapıp alın!- deyip öfkeli bozlağını söyledi. -Doğruyu söylüyorsunuz! - dedi Abılay başını kaldırarak. İşte böyle Abılay yatağından doğrulurken içeri bir kez daha ozan Köteş girdi. Eşiğin önünde diz üstü oturdu, gözlerinden yaşlar akıtarak acı ve ağlamaklı bir sesle: Üç cüze, Abılay, acın bellidir, Zamanı geldi kara buluttan artık uyan. Yine bir kötü haber getirmekteyim ben, Öldürdü Oljabay’ı kaçak bir noyan... Abılay yatağından fırladı. - Evladım, ne dedin, ayrıntılarıyla anlat? O zaman Köteş ozan Oljabay’ın nasıl şehit olduğunu anlatmaya başladı. İkisi kendi obalarına dönüş yolunda güzel bir melodi sesi duyarlar. Oljabay arkadaşının, “Kazak melodisi değil, Kalmuk şarkısı bu. Belki de bu kuşatmadan kurtulan esirlerin olabilir” demesine rağmen: - Cungarlar olsa ne olur, şimdi anlaşmamız var değil mi? - diyerek ısrar eder. Bunlar sesin geldiği tarafa yaklaştıklarında yanan ateşinde etrafında oturan kaçak Cungarları görürler. Atlarını geri çevirip kaçmalarına fırsat vermezler. Karanlıkta atılan bir ok zırhsız olan Oljabay bahadırın göğsüne saplanır. Oljabay ancak şunları söyleye bildi: - Dünyaya gelmişsen, ölmekle yükümlüsün! Ne yazık ki, gözüm açık gidiyor. Ben ölsem de, isteğim yedinci neslime kadar yerine gelecektir. Bir torunum benim gibi batur ve ozan

320 İlyas ESENBERLİN olacaktır, - dedi ve son nefesini verdi. - Oljabay şiiri çok severdi, - dedi Abılay. Sonra yatağından kalkarak zırhı ve silahlarını getirmelerini emretti. Oljabay’ın dediği oldu. Yedinci neslinde bir oğul dünyaya geldi. Halk ona büyük dedesinin adını verdi. O gençti, fakat çok yetenekli ve büyük bir şair oldu…

321 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

322 İlyas ESENBERLİN

II

Mançurların şöhretli komutanı Fu De’nin yönettiği karıncalar gibi kaynaşan Çin’in piyade askeri Altınemel bozkırlarından üç kez geçerek geldiler. Bugün sabaha karşı Abılay Sultan’ın kalabalık askerleri üç kez hücuma kalktı. Bu üç saldırıda da Çin ordusu İli nehri ile Altınemel orasındaki ovada Kazak askerlerinin baskısına dayanamayarak geri çekilmişti. Etrafta oldukça fazla sayıda cesetler kaldı. Abılay “bu sefer bozguna uğrattım, bir daha gelmezler” dedikçe karşıdaki tepelerden sel gibi akarak gelen Çin askerlerini gördü. Ne kadar kırsan da, azalıp bitmeyen karınca sürüsü gibiydi. Ayrıca, Çin ordusunun öte tarafına gidip gelen casuslarından birinin getirdiği habere göre, iç taraflardan kalabalık askerler Çin’in ikinci başkomutanı Zhao Hoi gelmekteydi. Askerlerin çoğu süvariydi. Dış görünüşü zümrüd- ü anka kuşuna benzeyen atlara binmiş Çinli askerler Kazaklar için o kadar korkunç değillerdi. Çünkü Çinli askerler at üstünde döğüşmede pek usta sayılmazlardı… Fakat, Çinlilerin acımasızlıklarıyla ünlü iki komutanı birleştikleri takdirde, Kazaklar geri çekilmek zorundaydılar. Bu durumda geri çekilmek demek, Kazak bozkırlarında ikinci kez “Ayak Tabanları Şişti” kırgınının meydana gelmesi demekti. Onun için Abılay dördüncü saldırıya hazırlandı. Ne olursa olsun, Fu De ile Zhao Hoi’un askerlerini yenmeliydi, bunun için hala bir ümit vardı. Hayır, bu sefer yenemeyecekti. Çünkü ak devesinin bugünkü yatışını beğenmemişti. Ak deve en küçük oğlu Janay öldüğü Cungar savaşından sonra ortaya çıkmıştı. Üzüntüsünün henüz etkisinde olan

323 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Abılay o gün erkenden kalkarak Ak Orda’dan çıkmıştı. Sonbahar soğukları başlamıştı. Bir iki gün sonra obası Gökçe’ye taşınacaktı. Kışı nasıl geçirmek gerektiğini düşünmekte olan Abılay’ın gözü birden oba dışındaki ak deveye ilişti. Yapısı çok farklı, iri, tüyleri bembeyaz, hörgüçleri yana sarkmıştı. Abılay yavaşça devenin yanına yaklaştı. Deve hiç kaçmadı. Burnu delinmemiş, üstüne yüklük atılmamıştı. Her bir hörgücü çocuk büyüklüğündeydi. Abılay biraz daha yaklaşınca deve kaçıp tepelerin üzerinde kayboldu… Ertesi sabah gün ağarırken Abılay yine dışarı çıktı, yine ak deveyi gördü. Abılay yaklaşınca, deve kaçmadı. Eve doğru yürüdüğünde ise, deve de arkasından gelmişti. O kış ak deve Abılay’ın develeriyle birlikteydi. Kış ne kadar sert olsa da, Abılay’ın hiç bir hayvanı ne soğuktan, ne de fırtınadan telef oldu. Halk bu devenin Abılay’ın bereketi ve uğuru olarak gördü. Yaz gelince, güneyden ve doğudan kendisine rahat vermeyen Cungar askerlerine karşı tekrar sefere çıkmak istedi. Han Meclis’i İrtiş kıyısındaki Torgavut’a mı, yoksa İle boylarındaki Oyratlar’a ma, hangisine karşı sefere çıkacakları- na karar veremeyerek dağıldı. Abılay sabahları herkesten önce kalkmayı adet edinmişti. Dışarıya çıktığında, ak devenin orda yakınında yattığını gördü. Devenin başı doğuya doğruydu. Devesinin her zaman batıya doğru yattığını bilen Abılay aniden düşünmeye başladı. “Halk bu deveyi benim uğurum olarak boşuna söylemiyor olsa gerek, bu defa devenin gösterdiği tarafa sefere çıkayım”. Bu düşündüğünü yaptı. Seferden zaferle döndü. O günden itibaren her sefere çıktığında ak devesini de yanında götürür oldu. Savaş olmadan bir gün önce ak deve başını ne tarafa koyarak yatsa, o taraftaki düşmana karşı saldırıya geçerdi ve başırılı olurdu. Bu defa ise Abılay Arka’nın ünlü baturlarını yanına alıp

324 İlyas ESENBERLİN

İli’nin yukarı kısmından gelmekte olan Çin ordusuna karşı harekete geçtiğinde, yolda “Abılay Geçidi”nde gecelemişti. Sabah kalktığında ak devenin İli’nin güneyine değil, kuzeyine doğru yattığını gördü. Abılay bu kez işlerim rast gitmeyecek diye düşünürek geri dönmek istedi, ancak çok kalabalık bir şekilde gelmekte olan Çinli askerlerin, eğer önlerinden çıkıp bir direnç göstermezler- se, Kazak topraklarını işgal edeceğinden endişelenerek tevekkül edip saldırıdan vazgeçmemişti. Üç günden beri devam etmekte olan savaşta Fu De ordusuna birkaç kez üstünlük sağlasa da, yüreğinde başarılı olacağına dair kuşkusu bir türlü gitmiyordu, kendine olan güveni de azalmıştı. Bu durum, devenin ters bir şekilde yatmasından kaynaklanıyordu. Yine de üç günden beri Fu De’ye göz açtırmayan Abılay Zhao Hoi gelmeden önce bir kere daha saldırmak üzere emir verdi. - Batur Bayan askerlerini şimdi biraz geri çekerek İli’nin sağ tarafındaki şu iğde ağaçlarının bulunduğu ormanlık yere gitsin, Zhao Hoi askeri bize karşı hücuma geçerse, bir tarafından saldırsın. Sırımbet Batur askerleri ise tepenin öte tarafında pusuda beklesin! Abılay’ın emirlerini alır almaz Kazak askerleri İli’nin dumanlı vadileri yutmuş gibi nehir boyundaki iğde ve kamışlar arasına girip gözden kayboldu. Tepenin başında sadece gözetçiler kaldı. Onlar Çinli askerlerin davullarını çalarak yeni bir saldırıya hazırlanmakta olduklarını işitiyorlardı… Evet şimdi Kazak topraklarına Cungar askerleri değil, Çinlilerin çelik zırh giyinmiş kalabalık askerleri gelmektedir. Çin ülkesini dünyanın merkezi kabul eden gökyüzünün çocuklarının hanları “sınır” denilen mefhumu bilmiyorlardı. Askerlerin ulaştıkları toprakların hepsinin Çinlilerin olduğunu

325 GÖÇEBELER II – Can Çekişme zannediyorlardı. Bundan dolayı da Çin imparatoru Kazak isimli göçebe halkı kendi boyunduruğu altına almak için doksan bin askerle Kazak bozkırlarına doğru saldırıya geçmişti. Bundan kısa bir süre önce büyük Cungar trajedisi sona ermişti. Komşu Cungarlar ile Kazakları birbirine düşüren Çin ve Mançurya yöneticileri şimdi kendilerinin hiçbir şeyden çekinmeden harekete geçme zamanlarının geldiğine karar vermişlerdi. Şimdi onlara sadece yaralı iki aslanı vurup almak kalmıştı. Ve çabucak vurup almak da istiyorlardı. Çünkü kendi iç meselelerini halledememiş olan Çarlık Rusya Orta Asya'nın iç işlerine doğrudan müdahale etmeye henüz hazır değildi. Bin yedi yüz kırk beşinci yılı Kaldan Seren öldü ve oğulları arasında taht mücadelesi başladı. Bu mücadeleyi kazanan Kalden Seren’in ortanca oğlu ve dayıları Çoras asilzadelerinin desteğini alan Sevan Dorji bin yedi yüz kırk yedinci yılı han seçilmişti. Bin yedi yüz elli üçüncü yılın sonunda onu öz ağabeyi Lamo Dorji’yi öldürdü. Bu seneden sonra Cungar ülkesinin içindeki iç çekişmeler büyüdü. Cungar tahtı için şimdi Kaldan Seren’in torunu Amursana ile Lamo Dorji kavga ediyordu. Bu çekişmeyi özellikle Abılay iyi değerlendirdi. O bazen annesi Kazak olan Amursana'ya destek verdi, bazen de Lamo Dorji’ye yardıma küçük askeri birlikler gönderdi, böylece Kazak ülkesine birçok zulümler yapan Cungarlar ülkesini tamamen zayıflatmayı amaçladı. Sonunda Çin imparatorunun yardımıyla Cungar hanlık tahtına Amursana geçti. Fakat, bu sırada Cungar ülkesinin kaderi de belli olmuştu. Çin’e iyice hakim olan ve altın tahta kendilerinin Qing sülalesini geçiren Mançurya feodalleri Çin imparatorlarının sömürge siyasetini tekrar canlandırdılar. Çinliler ve Cungarlar arasındaki sıradan kanlı bir çarpışmayı bahane ederek Fu De ve

326 İlyas ESENBERLİN

Zhao Hoi generallerin komutasında Çin’in doksan bini aşkın askeri Cungar topraklarına girdi. Bu defaki Çin Mançur ordusunun saldırısı diğerlerine benzemedi. İki ayın içinde Çin İmparatoru Qian Long’un gönderdiği doksan bin asker kendisinden üç misli az ve dağınık Cungarları yerle bir etti. Bir milyon kadar halkını kılıçtan geçirdi. Cungar Hanı Amursana canını kurtarmak için Kazak topraklarına kaçtı… Daha dün öldürmek istediği annesinin ülkesi onu hürmetle karşıladı. Abılay onun için otağ kurdurup, sürü sürü at verdi. Ancak, çok geçmeden Amursana o sene Çinlilerin getirdiği bulaşıcı bir hastalık olan kara çiçekten Tobıl’da öldü. Böylece doğuda kurulan büyük bir devlet ortadan kaybo- lup gitmişti. Cungar geçidinden esen rüzgâr Kazak bozkırlarına uzun bir müddet kan ve ölülerin leş kokusunu getirdi. Kuzgun ve kargalar artık kan kokusunun çıktığı tarafa uçuyorlardı. Bunları gören Kazaklar korkmaya başlamışlardı. Çin ile Kazak ülkesi arasındaki Cungar Hanlığı’nın yok oluşundan nasıl bir tehdit doğduğunu hemen anlamışlardı. Artık doğuya ürkerek bakıyorlardı. Çin imparatorları ile Kazak baturları daha önce de birçok kere çarpışmışlardı. Hatta Çin’in Tang sülalesi devrinde Kazaklar üç asır mücadele edip yenilmemişlerdi. Gerçi, Çin ordusunun bazı dönemlerde Kazakların eski toprakları Gökçe Deniz ve Balkaş’a kadar geldikleri zamanlarda olmuştu. Fakat burada kalamamışlardı. Arkalarında yanmış şehirler ile ıssız bozkırlar bırakarak geri dönmüşlerdi. Bu sefer ise Çin imparatorlarının kan içici davranışları farklı bir biçimde göze çarpmıştı. Şimdi Kazaklar uzaktaki ejderhanın sadece ıslığını duyuyor değil, aynı zamanda hançer gibi keskin dişleri iki sıra halinde dizilmiş ağzını büyük bir şekilde açmış olduğu halde kendilerini yutmaya hazır bir şekilde gelmekte olduğunu da görüyordu. Bundan dolayı da

327 GÖÇEBELER II – Can Çekişme daha önce Kazak topraklarında Rus kalelerini inşa edilmesine şüpheyle bakan Bukar Jırav: Çinliler gelecek diye bir söz vardı, Gökten inen dört kitap “İncil” adlı kelamda. Eğer Çinli gelmesin, Eğer Çinli istila ederse, Alır ve yeri kazıp çıkartır Mezarda gömülü cesedini, - diyerek Çin askerinin korkak kurttan az olmayan vahşiliğini dile getirdi. Bununla halkın önceden büyük savaşa davet ediyordu. Kazak halkının başında bu sırada bir başka kara bulut daha gelmekteydi. Bu kara bulut Hokand Hanlığı’ydı. İç çekişmeler her zaman ülke yöneticilerinden kaynaklanır. Cungar Devleti'nin çökmesi ile ilgili olarak Sirderya'nın yukarı kesiminde göçebe hayat sürmekte olan Kıpçakların emirleri Narbota Bey ve Erden Batur Taşkent, Türkistan, Arıs gibi Sirderya’nın orta kısmındaki şehirlerin Hokand Hanlığı’nın yönetimine geçmesine yardımda bulunuyorlardı. Böylece Cungar yönetiminden çıkmış olan bu şehirlerin Hokand Hanlığı’na geçme tehlikesi belirmişti. Hokand Hanlığı da şimdi Taşkent ve Türkistan vilayetlerine giren şehirleri yavaş yavaş ele geçirmeye hazırlanıyordu. Kazak ülkesi iki düşman arasında kalma tehlikesi ile karış karşıya kalmıştı. Cungarya ile Kaşgarya’yı kolay bir şekilde işgal eden Çin imparatoru sadece Kazak topraklarını değil, Semerkant, Buhara, Hive ve Hokand’a göz dikeceğinden Abılay şüphe etmiyordu. Bugün öküze olanın yarın buzağıya da olacağı muhakkaktı. Bu sebeple, Abılay’ı Erden ve Narbota beylerin yapmış hareketler değil, tehlikeli Çin ejderhası endişelendir- mekteydi. Semerkand, Buhara ve Hokand yöneticilerinin

328 İlyas ESENBERLİN akılları başlarına gelip kendisine destek olana kadar, Kazak bozkırlarını ejderhanın boğazından çoktan geçmiş olmayacağı- nı kim garanti edebilirdi. İşte bunları düşünen Abılay yaz ortası olmadan üç cüze haber salıp tüm ünlü baturlarını toplayarak Gökçe Deniz’inden doğuya doğru kalabalık bir orduyla sefere çıkmıştı. İli nehrinden yukarıya doğru çıkarak karınca sürüsü gibi kalabalık bir biçimde gelmekte olan Zhao Hoi ve Fu De’nin ordusuna karşı ilerliyordu. Elbette, Abılay Çin imparatorluğunu yeneceğim diye düşünmüyordu. Onun başka düşüncesi vardı. Kazak halkı her zaman bir dış düşman ortaya çıktığında, birleşirdi. Abılay bundan umutluydu. Fazla gecikmeden sultanın bu düşüncesi gerçekleşmeye başladı. “Kalabalık Çin hareketlenirse, kıyamet kopar” diyerek beşikteki çocuklarını korkutup Kazak uruğları gelmek üzere olan düşmanın gerçekten büyük bir tehlike olduğunu anlamış ve birleşmeye başlamışlardı. Saldırgan düşmanla baş etmenin tek yolunun üç cüzün birlik tesis etmesi olduğu aşikâr idi. Bu yüzden Abılay siyasetinin tellalı ozan Bukar şöyle diyordu: Çinli gelse Sirderya’ya göç, İçme suyu var - diyerek canlarını nasıl koruyacaklarını söylemekle yetinmeyerek başladığı dizelerini şöyle devam ettiriyordu: Bu, bu ördek, bu ördek, Bu ördek gibi olun. Sudan suya geçin, Gölden göle konun. Çevresini dolaşamayan at ölsün, Farkında olmayan yabancı ölsün. Yabancılar ümidini kessin, Hepiniz bir anadan doğmuş gibi olun, - diyerek halkı

329 GÖÇEBELER II – Can Çekişme birliğe çağırdı. Halkın birliği düşmana karşı en iyi kalkandır. Çin askerinin Kazak yurduna girmesi, Kazaklara göre yılanların istilası ile aynıdır. Böyle bir durumda beyaz devenin cephenin açılacağı tarafa bakmadan, yan yatmasını halk bir türlü anlayamadı. Bu neyin işaretiydi? Bunun sırrını şimdilik sadece Abılay Han çözmüştü… Dışarıda bozkırda duran Abılay şimdi ozan Bukar’a döndü. - Ozan, bugün ak devenin yanlamasına çöküp yattığını gördünüz mü? - dedi o, - Bu bir felakatin işareti olmasa iyiydi... Ozan Bukar, Çin askerlerinin dördüncü kez saldırıya geçtiklerini takip etmekteydi. Çekirge sürüsü gibi geliyorlardı. Bir Kazak’a yirmi Çinli. Sayıca üstün güce dayanamayarak Kazakların bir bölümünün dağılarak geri çekildiğini ozan Bukar yeni fark etti. Kazak askerlerinin durumu yavaş yavaş kötü bir hal alıyordu. Hayat boyu yarı aç, yarı tok gezen, komutanlarının zorlamalarıyla savaşa katılan Çin askerleri savaşta ölümüne çarpışırlardı. Sıkıntılı hayatlarından ölmeyi yeğlediklerinden midir, nedir, kendilerine karşı yağmur gibi yağan oklara karşı hiç tereddüt etmeden ilerlerdi. Bunu görmekte olan Bukar Jırav Abılay’ın sorusuna acele etmeden cevap verdi - Kurttan korkan çobandan iyi bekçi olmaz. Düşmanı yenmek istersen, önce kendine güven. Yoksa, hepimiz mahvoluruz. - Gönlümde bir şüphe var, ondan nasıl kurtulacağım? - Zaferine inanmadan savaş meydanına çıkan komutanın ömrü uzun olmaz. Bu gibi derdin tek ilacı var.

330 İlyas ESENBERLİN

-O nasıl bir ilaç? - Ecel. - Ecel? - Evet, ecel. O tüm devasız dertlerden kurtarır, - diyerek ozan Bukar Kazak askerinin dağılmakta olan kanadını gösterdi. - Koş şimdi o tarafa! Ya ecelini bulursun, ya da kendi kendine güvensizlik derdinden kurtulursun. Abılay buna tek kelime cevap vermedi. Yalınkuyruk isimli atını mahmuzlayarak ozanın gösterdiği savaş meydanında doğru fırladı. Ozan Bukar atından indi. Boynuna kemerini astı, diz çöküp oturdu ve ellerini açarak Allah’a dua başladı. Ancak, ozan Bukar’ın Allah’a ettiği duaları din adamlarından biri duysa “Kur’an ayetlerini doğru dürüst telaffuz edemiyorsun” diye tenkit ederlerdi, Çünkü, onun ağzından Allah’a yalvarıp yakaran kelimelerden ziyade, savaş naralarına benzeyen kafiyeli şiir dizeleri dökülür gibiydi. Abılay’ın tek başına cepheye atını dörtnala sürmekte olduğunu gören yiğitleri geri çekilmeyi durdurup, düşmana karşı tekrar saldırıya geçti. - Abılay ! Abılay ! - Ervah! Ervah! Dağdan yuvarlanan taşlar gibi öldüğüne, kaldığına bakmaksızın gelen okçu, mızrakçı kalabalık asker önlerindeki düşmanın ayağı çarıklı, başı kara kalpaklı, üstü kara ceketli piyade askerlerinin ön saflarını param parça etti ve daha sonra onları kovalamaya başladı. Dönüp gelen Abılay, ozan Bukar’a

331 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Başkomutana şüphenin dost olmadığını şimdi anladım, - dedi. Bugünkü zaferden moral kazanan Abılay ertesi günü de saldırıyı kendisi yönetmek üzere zırhını giyerek ordusunun önüne çıkmak üzereyken, Ozan Bukar: - Ecel ile oynama sultanım. Çömlek her gün kırılmaz, bir kez kırılır. Bugünkü yaptığın fazla! - dedi. - Yiğit kişinin dostu tevekkül etmek dememiş miydin, Bukar ağa? - Yüz tevekkülün bir şükrü olur. Dünkü tevekkülüne bugün şükret. Abılay bir şeyler söylemek ister gibi oldu. Bukar Jırav: - Kazaklarda Abılay bir tane, Çinlilerde ise piyade çoktur, - dedi elini göğe doğru tutarak, - Allah benim duamı her gün kabul eder mi, zannediyorsun, yeter artık! Genel olarak göçebe halkların geleneklerine göre, ozan ve şairlerin itibarı halk arasında çok yüksekti. Ozanlar aracılığıyla kabile beyleri kendilerinin tabi oldukları han ve sultanlara şikayet ve dileklerini iletirlerdi. Tüm halkın dertlerini ve ihtiyaçlarını dile getiren bu ozanların sözlerini en kudretli hanlar bile dikkate almak ihtiyacı hissederlerdi. …Bugünkü savaş dünkünden daha çetin geçti. Ölümü göze alıp çarpışan Çinli askerler komutanlarının emriyle üst üste saldırıya geçti. At yelesinen yapılmış yaylarını var gücüyle çeken Kazak yiğitlerinin oklarıyla öndeki yere düşse, arkasındaki cesetleri çiğneyerek öne geçiyordu. Çinli askerler Kazakları tekrar sıkıştırmaya başladı. Bunu gören ve sabredemeyen Bukar Jırav:

332 İlyas ESENBERLİN

- Dün dualarımı kabul eden Yüce Mevlam bugün de niye kabul etmesin ki?! - diyerek düşman saflarına doğru atını hızla sürdü. Abılay “dur, yapma” demeye fırsat bulamadı. Bir müddet sonar Bukar Jırav’ın koluna bir ok isabet etti. Kazak askerlerinin yanına zor vardı. Bukar’ı Abılay obaya geri gönderdi, onun yerine Tatikara ozanı yanına aldı. Abılay durduğu tepeden tüm savaş cepheleri görülmekteydi. Onun yanında şimdi dört kişi kalmıştı. Bunlar Kanay, Bekbolat, Tatikara ve Sırımbet batur idi. Diğer baturları ise şu anda savaş meydanındaydı. Keskin gözlere sahip Abılay diğer bir tepeden bir grup Çin askerinin aşağı doğru gelmekte olduğunu gördü. Şükürler olsun ki, henüz Zhao Hoi’ın çelik mızraklı ordusu görünmemişti. “Bugün dünkü gibi değil saldırıları çok hafif, belki Zha Hoi’ın süvarilerini bekliyor olsalar gerek, - dedi Abılay içinden, - çok tehlikeli olmayacaklar”. Daha sonra Abılay atını gün batımına doğru sürdü, sabahtan beri vakte de dikkat etmemişti, zaman öğle vaktini geçmişti. Bir şeyler söylemek üzere o şimdi Kanay’a doğru dönmüştü ki, birden başındaki börkü uçup ileriye yere düştü. Abılay hemen geri dönüp baktı. Börkü yerde yatıyordu. Akbaba tüyünün takıldığı ucuna kağıt bağlanmış kuzu küreği yay oku kalpağın çatal kısmına saplanmıştı. Abılay kendisini toparlayıp yıldırım hızıyla yere düşen börkünü aldı. Sultan kağıdı alıp oku atarken, okun deldiği börkünü çevirerek gözden geçirdi. Eğer, ok dört parmak aşağı isabet etmiş olsa, Abılay bu dünyada olmayacaktı. - Vay canına, ne keskin nişancıymış! - dedi kim attıysa da, börküne tam isabet ettirene hayret ederek. Sonra elindeki

333 GÖÇEBELER II – Can Çekişme kağıda baktı. Güzel bir yazıyla: “Abılay dikkat et, bu gece seni kapında koruyan koruyucularından biri seni öldürecek. Hangisi olduğunu bilmiyorum” diye yazmıştı. “Ok sağ tarafımdan atılmış gibi oldu. Kim olursa olsun, kendi ordumdaki dost bir kişiymiş”, - dedi Abılay içinden. Kağıdı sonra paramparça ederek fırlatıp attı. Abılay’ın kağıdı okuduğunu gören ve yüzü sapsarı kesilen Bekbolat Bey: - İyi misiniz hanım? - İyiyim, yok bir şey… Düşmanı ne zaman yeneceğimizi soruyor. Belki de savaştan yorulmuş olmalı. Elbette, Bekbolat bu sözlerine inanmadı, ama üzerine de gitmedi. - Keskin nişancıymış… - Gerçekten de. Abılay'ın ikbali artıkça düşmanları da çoğalmıştı. Ona bugünkü gibi yay oku gizli yerlerden birçok kere atılmıştı. Günün birinde Abılay han olursa maiyetindeki halklara eskisi gibi sözlerini geçiremeyeceğini hisseden rakip han nesilleri ona kötülük düşünmeye başlamışlardı. Bunu bilen Abılay yanına halk nezdinde itibarı olan batur, ozan ve hatipleri çokça toplamaya gayret ediyordu. Abılay’a karşı beylerden biri Bekbolat idi. “Mektupta ne yazıyor?” diye boşuna sormamıştı. Babası Kaz sesli Kazıkbey gibi değil, Abılay’ın iktidar basamaklarında yükselmesine tahammül edemiyordu. Kendisinin karşı olduğunu da gizleyemiyordu da. Sadece düşmanın ülke sınırlarına yaklaştığını duyduktan sonra tutumunu değiştirmişti. Şimdilik Kazak halkını yeni bir felaketten kurtarmak için Abılay gibi

334 İlyas ESENBERLİN gözüpek ve kararlı bir liderin peşinden gitmeyi Bekbolat kabul etmişti. Korkunç haber yayıldıktan sonra, ertesi günü adamlarıyla birlikte Abılay'ın ordusuna katılmıştı. Abılay ise bu Bekbolat'tan sırrını gizlemekteydi. “Kağıtta ne yazıyordu? Sultan'ın niçin yüzü sapsarı kesildi?” Abılay batmakta olan güneşe bir kere daha baktı. Düşman cephesinden “bugünkü çarpışmalar bitti” şeklinde davul sesi duyuldu. - Tamam, - dedi Ablay, - biz bu defa Çinlilerin dediklerine boyun eğdim. Bugünkü savaş bununla sonra ersin… Kazak davulcularının da gümbürtüsünün sesleri geniş boş bozkırlar üzerinde süzülerek yayıldı. Hemen sonra iki tarafın askerleri ikiye ayrılarak geri çekildi. Ayın doğması ile birlikte savaş meydanında at arabalarıyla ceset toplayıcıları geldi. Savaş meydanının sınırlarına iki tarafın nöbetçi askerleri birbirine görünmeden hendek ve tepeliklere siper alıp gece cephelerini kurdular. Abılay arkadaşlarıyla çadırına döndü. Kazak ordusunun bulunduğu yer İli ve Gürültücü isimli küçük nehirin kesiştiği nokta idi. Ortada Abılay’ın Ak Ordası, onun etrafında da kendisine bağlı baturların çadırları kurulmuştu... Abılay hızlıca atından inip çadırına girdi ve üzerindeki zırhlarını çıkardı. Normal elbiselerini giyerek kendisini bekleyen komutanlar kurultayına geldi. Sonra kurultayı tez bitirip her zamankinden farklı olarak akşam yemeğini erkenden yedi ve uykuya yattı. Abılay'ın seferde erken kalkmak alışkanlığı vardı. Abılay bugün de öyle yaptı. Sadece yarı giyinik vaziyette yatağına yatmadan evvel, çadırın çeperindeki çıtada asılı duran kılıcını kınından çıkardı ve başucuna koydu. Sonra uykuya daldı. Belli bir zaman geçtikten sonra aniden gözünü açtı. Gündüzki mektup aklına geldi...

335 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Uyandıktan sonra bugün nöbette kimlerin olduğunu öğrenmek istedi. Fakat bu düşüncesinden çabuk vazgeçti. Eğer ecelin gelmişse, altın sandık içinde yatsan bile, seni bulur diye düşündü. “Eğer bu gece benim son gecem ise, tevekkül, onu da görelim...” Abılay biraz uzanıp tekrar uykuya daldı. Siyah elbiseli dev gibi bir adam göğsüne bastırarak kendisini öldürmeye çalışıyordu. Üstüne kara bir deve çıkmış gibi hiç hareket ettirmeden bastırıyor, nefes alamadan boğuluyor gibi oluyordu... - Abılay, Abılay! - diye birileri ayağından çekip sallıyor gibiydi. Abılay gözünü açtı. Sırt üstü yatmaktaymış. Üstü başı terden sırılsıklam olmuştu. - Kabus gördünüz mü? Sesiniz çok korkunç çıktı... Abılay elini kılıcının kabzası doğru götürdü - Kimsin? - Benim, ben Nurcan. Abılay kılıcının kabzasından elini geri çekti. Bu Karavul kabilesinden aldığı ortanca hanımı Kamşat’ın öz kardeşiydi. - Yalnız mısın? - Yalnızım... Gece bugün çok karanlık. Orada çevresine nöbetçiler dikdik. . Mülük ikimiz kapıda bekliyoruz. - Şimdi hangi vakitteyiz? - Gece yarısına geçmek üzere... - Peki, biraz daha uyumak için vakit varmış. - Evet... Biraz daha uyuyabilirsiniz.

336 İlyas ESENBERLİN

Abılay ordada yalnız kaldı. Uykusu aniden tamamen kaçtı. Gün boyu yapılan çarpışmalardan iyice yorulmuştu, Kendini dinlenmiş hissediyordu. O mektup yine aklına geldi. Mektuptaki mesaj bu sefer kalbine çok soğuk bir ayaz gibi saplanmıştı. “Bu mektubu kim yazmıştı? Yakın bir adamın seni öldürecek demişti... Acaba hangisi? Yakın adamın diyor. Nöbette bugün Karavul ve Atıgay kabilelerinin yiğitleri var. Onlar bana düşmanlık yapmasa gerek. O zaman kim? Ha, Nurcan kapının önünde “Mülük ikimiz bekliyoruz” demişti. Hayır, Başkurt olmakla birlikte, onu bana Karasakal'ın kendisi göndermemiş miydi?.. Fakat gerçekten de öyle miydi? Gerçekten de Karasakal mı göndermişti? Bunu ben Kabanbay Batur'dan niye sormadım?” Karasakal 1740’ta Çarlık Rusya’nın sömürge politikalarına Başkurt halkının isyanına önderlik eden bir kahraman idi. Çarlık askeri bu isyanı acımasız bir şekilde bastırdığında Kazak bozkırlarına kaçmıştı. Onunla beraber Kazak topraklarına gelen Başkurtların yoksul köylüleri daha sonra ülkelerine dönmüş, Salavat Yulayev’in askerleri ile birlikte Pugaçev isyanına katılmışlardı. Karasakal ise Kazak bozkırlarında kalmıştı. Kazak bozkırları on yedinci yüzyılın sonundan başlayarak Çarlık Hükümeti, Cungar Hanlığı ve Çin İmparatorluğu’nun baskı ve zulmüne dayanamayan insanların sığınağına dönüşmüştü. Ucu bucağı yok geniş Kazak bozkırları kimi olsa da, saklayabilirdi. Ayrıca Kazak halkının misafirperverliği ve cömertliği, ülkesinden kaçanlara merhametini de eklersek bu bozkırlar böyle kimselerin ikinci vatanına çabuk dönüşürdü. Karasakal'a da halk bu şekilde hürmet göstermişti. Küçük Cüz arasında, daha sonra Karkaralı civarında kaz sesli Kazıbek Bey'in himayesinde yaşadı. Karasakal bir taraftan Çarlık

337 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Rusya'yı kandırmak isterken, öte taraftan Kazakların Cungar Devleti'ne olan düşmanlığından istifade ederek, kendisini Sıban Raptan öldükten sonra han tahtı için mücadele eden Kalden Seren tarafından öldürülen Şuno Dabo'yum diye rivayet yayılmasını sağladı. Önce Kazıbek Bey, sonra Karakerey Kabanbay Karasakal'a hürmet gösterip kendisinin ayrı bir topluluğu yönetmesine izin verdiler. Daha sonra Karasakal'ın “Şuno” ismini değiştirip Karahan diye adlandırdılar. Karahan'ın Karasakal olduğunu bilen Çarlık Rusya'ya da, Şuno olmadığını bilen Cungar Hanlığı'na da onu Kazaklar yakalayıp teslim etmedi. Cungar Hanlığı'dan zulüm gören insanlar artık suçsuz yere sürgünde olan Şuno Dabo'nun maiyetine kaçtılar. Bu durum o zaman Kaldan Seren'i çok endişelendirdi. Kazakların kendisine yaptığı bu iyilikleri Karasakal da karşılıksız bırakmadı. Etrafına toplanan Cungar, Başkurt, Tatar yiğitlerinden silahlı gruplar kurarak Kazak ordularına yardım etti. Bu silahlı gruplar Kazakların bağımsızlığına, topraklarını korumalarına samimi bir şekilde, canlarını feda edercesine Cungar ve Çin saldırganlarına karşı birçok kere çarpıştılar. Çoğunluğu Cungar yiğitlerinden oluşan Karasakal askerlerinin kıymeti özellikle Cungar Devleti kurulduktan sonra daha da arttı. Abılay ile yakın dost olan Karasakal ona Mülük isminde bir yiğidini göndermişti. Savaş alanında Mülük'ün yiğitliğini ve keskin nişancılığını gören Abılay onu kendi özel muhafızlar arasına katmıştı. Kenarları lime lime olmuş bir koyun derisi gibi alacalı bulut gümüş renkli ayın yüzünü yavaş yavaş örtmeye başlamıştı. Daha demin aydınlık olan gökyüzü bir anda kapkara kesildi. Kapının önünde Nurcan ile birlikte duran

338 İlyas ESENBERLİN

Mülük'ün sabırsızlıkla beklediği an da buydu. O kınından bıçağını çıkardı ve keskin yüzlerini eliyle kontrol etti. Heyecandan titreyen yüreğini basmaya çalışarak Ak Orda’nın kapısına doğru yürüdü. Tam bu sırada Abılay'ın inleyen sesi işitildi. Mülük'ten önce içeri Nurcan girdi. Kendisinin biraz gecikmiş olmasına pişman olan Mülük şimdi bıçağımın sapını öfkelenerek tuttu ve ev içindeki seslere kulak kesildi. Mülük'ü Abılay ordasına Karasakal değil, Hokand emirleri Erden ve Nurbota beyler göndermişti. Cungar tehlikesinden kurtulan Hokand beyleri ortada Abılay askerleri bulunduğu için Çin saldırılarını kendileri için bir tehdit olarak görmüyorlardı. Hatta Abılay'ın kötü durumundan istifade ederek Sirderya boyundaki şehirleri ele geçirmek istiyorlardı. Ancak bu konuda önlerindeki tek engel Abılay idi. Çünkü, o sırada Kazak bozkırlarının siyasi ve askeri yönetimi Abılay'ın elindeydi. Eğer o ölecek olursa üç cüzün her biri bir tarafa dağılacak ve Kazak Hanlığı'nın parçalanacak olmasından Nurbota ve Eden şüphe etmiyordu. Halk nedir? Onların fikrine göre, başlarında bir yöneticisi olmazsa sadece bir sürüdür. İşte katil Mülük Abılay'ın ordasına böyle bir gizli görevle gelmişti Eğer Mülük bu görevi başarıyla yerine getirirse, bu dünyada cennet hayatı yaşatacaklarına söz vermişlerdi... Mülük bugün yürük atının başına yem torbasını giydirmiş, dört ayağına keçe bağlamış ve görevini yerine getirmek üzere kollarını sıvamıştı. Sadece sanki kendisini gözetliyormuş gibi Nurcan'ın yanından hiç ayrılmaması şüphesini çekmekteydi. ... Onun Hokand'dan geldiğini sadece bir kişi bilmekteydi. O sağır ve dilsiz olan at bakıcısı bir Özbek genciydi. Bu genç Hive hanının Hokand emirine satmış olduğu bir köleydi. Hokand'da iki çocuğu kalmıştı. Mülük'ün niçin geldiğini dilsiz

339 GÖÇEBELER II – Can Çekişme bilmiyordu. Ancak bu sabah Hokand'dan gelen habercinin kendisine bir kağıt verdiğini görmüştü. Mülük haberci ile konuşurken çadırı toplamakta olan dilsizin çantasına sakladığı kağıttaki “elini çabuk tut” şeklindeki yazıyı okumuş olma ihtimali Mülük'ün tüm vücudunu aniden titretti. Fakat o anda hem sağır, hem dilsiz nereden okuma bilecek diyerek kendini teselli etti. Fakat korkan çift görürmüş, içine bir kere kurt düşmüştü... O bu şekilde ne yapacağını bilmeden endişeli bir biçimde beklerken ordadan Abılay'ın kendisi çıktı. Mülük'ün kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı. Abılay'ın uzun boylu vücudu ay ışığının altında daha da heybetli görünüyordu. Birden onun hain gözleri Abılay'ın silahsız olduğunu fark etti. - Biraz temiz hava almak iyi olur! - dedi Abılay arkasına bakmadan giderken. - Tamam ben de peşinizden geleyim, - dedi Mülük, sonra Nurcan'a döndü, - Sen orda kapısını bekle... Biz yokken içeri birileri girmesin... Abılay'ın alaycı bir şekilde güldüğünü Mülük görmedi. O elindeki fitilli tüfeği ve belindeki hançerini çıkararak orda duvarına dayadı. Silahsız başkomutan tuvalete giderken peşinden gelen nöbetçinin de silahsız olması eski devirlerden gelen bir adetti. Abılay seher vaktinin alacakaranlığında gözlerini alıştırarak durdu, sonra ordanın sağ tarafından iki yüz adım kadar mesafedeki ovaya doğru yürüdü. Peşinden ağır adamlarla Mülük gelmekteydi. Birden o uçkurunun iç tarafındaki elmas bıçağını kılıfından çıkardı. Abılay biraz durdu. - Bu beyaz şey de ne?

340 İlyas ESENBERLİN

- Sizin kendi beyaz deveniz. - Mübarek hayvanı dünden beri görmemiştim, gündüz orda çevresinde miydi? - Akşama doğru bir kere gördüğümde, önünüzdeki ova tarafında duruyordu. Bunlar kendisine yaklaşıldığı sırada beyaz deve yerinden kalktı. Abılay onun nasıl yattığına dikkat etmemişti. - Mübarek hayvan var mısın? - diyerek yanından geçti. Ovanın biraz ilerisindeki çalılıklara doğru birer adım atmıştı ki, arkasından “Allah” diye bir kere can hıraş çıkan sesi işiterek hemen geri dönüp baktı. Ses tüyler ürperten bir şekilde çok korkunç çıkmıştı. Abılay'ın dönüp geriye baktığında gördüğü, kendisinden beş adım kadar geride yerde Mülük’ün ensesinden ısırarak ayaklarının altına almış, tekmeleyip tekmeleyip üstüne çöken beyaz devesi oldu. Sesin geldiği yere Nurcan da, diğer nöbetçiler de koşarak geldiler. - Hey ne oldu? diye sordu Nurcan sesi titreyerek. - Sizlere bir şey olmadı ya? Abılay beyaz deveyi gösterdi. - Nöbetçi Mülük’ü beyaz deve altına aldı. Şimdi onun altında yatıyor. - Vay canına, ne diyorsunuz? Bu hayvan, - Nurcan deveye doğru fırladı. - Dokunma! - dedi Abılay haykırarak. Nurcan birden durdu. - Artık çok geç. Olay yerine toplananlar ne yapacağını bilemeden baka kaldılar. Biraz sonra beyaz deve ayağa kalktı ve gecenin karanlığında ovaya doğru koşarak kayboldu.

341 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Bir genç adam çakmak taşlarını vurarak ateş yaktı, alevlenerek yanan kurumuş kamışların ışığı kanlı olayın cereyan ettiği yeri aydınlattı. Topluluk paramparça olmuş Mülük’ün cesedi ile yanında yatan çelik hançerini gördü. Dişleri açık ağızından görünmekteydi. Sırıtarak gülen bir adama benziyordu... Onun kılıcı ile yayını bırakarak gittiğini gören Nurcan bir kötülüğün olmasından Allah'ın koruduğunu düşündü. - Vay canına, - diyordu, - eğer beyaz deve olmasaydı... Bu hain herif demek ki sizi öldürecekti... Abılay ses çıkarmadı. Sakin adımlarla yürüyerek ordasına döndü. Efsaneler bu olayı bize bu şekilde anlatmaktadır. Sadece mutlak bir ölümden dönen Abılay Mülük’ün “peşinizden geleyim” sözünü işittiğinde alaycı bir şekilde güldüğünü efsaneler söylememektedir. Sultan ise Ak Orda’ya giderken dünkü mektubu kendisine kimin yazdığını düşünmekteydi. Mektubun kenarında “Mülük” ismi gözle zor görülür bir biçimde yazılmıştı. Dost kişi gerçeği yazmıştı. Onu beyaz deve ispatladı. Ak Orda’sının kapısını açarken yine gülümsedi. “Adam öldüren bir deve on nöbetçiye bedelmiş”. ... Her zamanki vaktinden biraz geç uyanan Abılay'a sabah nöbetçileri dilsizi getirdiler. Abılay ikisi yalnız kalmışlardı. Özbek gencinin endişeli yüzünü uzun bir müddet inceledikten sonra eline bir tebeşir alıp yanındaki yuvarlak masanın üstüne Arap harfleriyle: “Dün benim başımdaki börkümü okla vurup düşen sen misin, yiğidim?” - diye sordu.

342 İlyas ESENBERLİN

Dilsiz tebeşiri eline alıp yazarak cevap verdi. “Bendim”. “Nişancılığın için çok teşekkür ederim”. “Teşekkürü önce kaderine et”. “Mülük ikiniz nereden geldiniz”. “Hokand’dan…” “Kim gönderdi?” “Erden ile Nurbota beyler”. “Hangi görevle?”. “Hokand beyleri sizden korkuyor”. Abılay “tamam” diyerek başını salladı. Ayağa kalktı ve dilsiz Özbek gencine duvarda asılı duran kunduz yakalı kaftanı ile samur kürklü börkünü hediye etti. Görevlilere dilsizi ordaya kâtip olarak tayin ettiğini söyledi. Çok geçmeden Hokand tarafına Abılay’ın beş yiğidi dört nala yola çıktı. Onlar dost tüccarlarla dilsizin köle olan iki oğlunu satın alıp getirecekler- di... …Güneşin yuvasından çıkıp henüz tam yükselmemişti. Cungar geçidinden beri tarafından zaman zaman bağırma çağırma sesleri geliyordu. Abılay’ın Çin’e gönderdiği casuslarından Fu De ile Zhao Hoi’ın ordularının birleştiği haberi geldi. - Gelenlerin çoğu süvariler, - dedi casuslar. - Atları da daha öncekiler gibi değil, Kazak atları. Tahminimiz, Kaşgar ve Ulu Cüz obalarından gasp edilmiş olmalı... - Yine de piyade askerleri de çok, - dedi Abılay casusların başı olan Sengirbay Batur’a bakarak. - Bugün onlar savaş meydanına çıkarlar mı, ne dersin? - Hayır, onlar bugün savaşa çıkamazlar. Uzaktan yorgun geldiler. Dünkü savaşa katılanlar ise onlardan beter yorgunlar.

343 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Gece iki bine yakın ceset toplamışlar, kolay mı?.. Şimdi onlar altına ateşe yaktıkları kazanlara darı yerine, bugün iki misli pirinç koyuyorlar... Bu durumlarına bakıldığında, Zhao Hoi’ın ordusunun sağ salim geldiği için şölen yapacaklar galiba. Bize karşı sadece küçük bir savunma hattı oluşturacaklar. - Güzel, - dedi Abılay. - Benim otağıma binbaşı baturları tez çağırın. Sengirbay ön saflara doğru gitti. Dört bir yana haberciler baturları toplantıya çağırmak için dağıldı. …Abılay, ordada yapayalnız oturup, derin bir düşüncelere daldı. Yarın sabah ne yapmak lazım, ona bugün karar vermeliydi. Abılay nasıl bir karar verirse, sabah erkenden ak deve oraya dönük olarak yatacaktı. Kanlı çarpışmalar başlayalı yine birkaç gün geçmişti. Kırılan Çin ordusu bizden on misli çok diyelim, fakat bu, Fu De ile Zhao Hoi için hiçbir şey değildi. Biz Kazaklara gelirsek… “Ayak Tabanları Şişti” kırgınından beri hala eski sayımıza ulaşamıyoruz. Bizim için her bir nefer değerli. Peki, Fu De ile Zhao Hoi’ın o iki ordusunu yensin diyelim, bununla savaş bitecek miydi? Çin imparatoru üçüncü, dördüncü, beşinci, altıncı ordusunu daha gönderirdi… Hayır, şimdi Kazakların Çinlilerin bin başlı ejdarhasına karşı koyacakları güçleri yoktu… O ejderhanın eline düşen Kazak boyları şimdilik sabretsinler... Hayatta kalmak için gerekirse dağ sıçanı olup toprağın altına girsin, dağ keçisi olup yüksek dağlara çıksın, ama neticede yok olmamanın çarelerini bulsunlar... Şimdi bizim görevimiz ne olmalı? Çinli’ye Kazakların kolay bir lokma olmadığını gösterip askerimizi sağ salim geri çekmemiz gerekli. Çinli bizim peşimizden kovalarlarsa, o zaman bizim gücümüzü görsün. Tabii ki, aklı suya akıp gitmemişse, bizim peşimize düşmezler… Peşimize

344 İlyas ESENBERLİN düşmezlerse denk düşmüş gibi ayrılırız. Ordumuzu geri çektiğimizde de, sağ salim olmalı. Hokand beyleri Mülük’ü herhalde boş yere göndermediler. Onların düşüncesi belli: Çinliler, Kazak yiğitlerini kırdıkları bir sırada, cellat Mülük de Kazakların gelecekteki hanını öldürecekti… Bundan sonra Hokand beylerine kim karşı durabilirdi. Bas bayağı Kazak ülkesini yağma talan edip, almak istiyorlar. Gerçi, Hokand beylerinin kendilerine en elverişli yerleri çoktan tespit edip belirlemiş oldukları da bilinmektedir. Aksi halde, Aral Denizi’nin civarında onların askerlerinin görünmesi tesadüf olmasa gerek. Çin saldırıları onların akıllarına gelmez. Allah Teâlâ’nın kendilerini koruyacağını zannediyorlar. Çin ile Hokand Emirliği’nin ortasında Kazak orduları bulunuyor. Nadir Şah’ın Hive’deki kulları da Çin ejderhasının mevcudiyetini akıllarından çıkarmış görünüyorlar. Tüm işleri güçleri Kazaklarla uğraşmak. Bize saldırmadıkları, göz dikmedikleri günleri yok. Çin imparatorları herhangi bir şekilde Kazak ordusunu ortadan kaldırsa, Çinlilerden bunlar sağ kalacaklar mı? Öküze olan, buzağıya da olmayacak mı? Evet, öyle olacak. Eğer, beklenmedik bir biçimde bizimle birleşseler de, Çin ejderhasına Hive ve Hokand da karşı koyamaz… Bu sebeple, şimdilik… - Bu gece biz geri çekileceğiz, - dedi Abılay, baturları askeri meclise toplandıktan sonra. - Ardımızda kovalayanlara karşılık verecek az bir kuvvet kalacak. Odanın içini bir sessizlik kapladı. Vızlayarak uçan sivrisineğin sesi sadece duyuluyordu. Baturlarda hiç ses yok… - Bu kaçmaktır düpedüz! - dedi Karakerey Kabanbay fikri beğenmemiş gibi. - Evet, öyle de denebilir, - dedi Abılay sabırla. - Ama bu Kazak baturlarının ölümden korkup kaçması değil.

345 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Askerlerimizi düşmandan korumanın bir yolu. - Bunu biz anlarız da, - dedi Kanjıgalı Bögenbay. - Peşimizden gelen halkımız ne der? - Tam zamanında çekilmezsek, yirmi gün sonra sadece siz ve biz sağ kalırız. O da şüpheli, - Abılay, - ceset toplayıcılar yedi yüz kişi şehit olmuş diye haber getirdi. Daha önceki gün altı yüz yiğidimizi kaybetmiştik... Her gün bu böyle zayiat verirsek, hesap edin, kaç gün dayanabiliriz? - Abılay Sultan doğru söylüyor, - dedi Janibek Tarhan kamçısını önüne atarak, - Geri çekilmeliyiz. Fakat hangi bölgeye savunma hattı kuracağız? Onu istişare edelim. Şakacı Kanay gülümsedi. - Torgay’a çekileceğiz. Çinli’den kaçarsan öbür tarafta Orenburg var. Çinlilerle sadece yüz yüze savaşmayı bilen bazı Kazak baturlarının bu olayı derinlemesine düşünmeye bilgileri yetmiyordu. Zeki Kanay birçok kişinin düşüncesine tercüman olmuştu. Burada oturanlardan bazıları Abılay’ın Rusya ile yakınlaşmasını doğru bulmuyordu. Hatta, bunu da bir suç olarak görüyorlardı. Bunlar ne derlerse desinler, Abılay’ın gözü önünde yakında geçmişte yaşanmış Cungarların kan revan içindeki halleri canlanıyordu. Ah ne yazık ki, kadın çar kendi imparatorluğunda ne olup bittiğini henüz kavrayamamış- tı. Bundan dolayı Abılay da Çinlilere haddini bildiremiyordu. - Tamam yeter! - dedi o son kararını dile getirerek. - Kazak ülkesinin kaderiyle gökbörü oyunu gibi oynayacak zamanda değiliz. Gökçe Deniz’e kadar çekileceğiz. Oradan öteye gitmeyeceğiz. Geri çekilen askerlere kalkan olarak bazı askerlerin başında bir batur kalsın! Abılay baturların onayını almadan kesin bir karara varmasına daha önce şahit olmamış komutanlar ne

346 İlyas ESENBERLİN diyeceklerini bilmeden şaşırdılar. Hiç kimseden fikir sormadan, böyle emreder gibi konuşması, onun ülke yönetimini kendi eline aldığını göstermekteydi. Böyle bir davranış sadece Büyük Orda hanına layıktı. Baturlar öylece şaşırmış bir şekilde otururken, Batur Bayan: - Ordunun ardında ben kalmak istiyorum! - dedi. Abılay yerinden doğruldu: - O zaman konuşma bununla bitmiştir. Mübarek ak deve nasıl çöküp yatıyor, şimdi onu görelim… Orda etrafında yayılıp gezen ak deve gelmekte olanları gördü ve beriye doğru yürüdü. Abılay, “deveciğim, deveciğim” demişti ki, deve birkaç adım atıp dizlerini büküp Gökçe Deniz’e doğru başını verip çökmeye başladı... …İki tarafın da tüm kuvvetleri katılmamakla beraber, bugün yine çok şiddetli çarpışmalar yaşandı. Ancak, akşam karanlığı çökerken, Abılay’ın emriyle kalabalık Kazak askerleri geri çekildi. Yüzlerini İli’nin aşağı tarafına dönen kalabalık orduyu arkasından korumak üzere seçme bin atlı askeriyle Batur Bayan kaldı. Bunlar boş çadırların her tarafından ateşler yakarak askerlerin geri çekildiğini düşmana fark ettirmemek için sahte görüntüler meydana getirme işine giriştiler… Temel askeri birlikler ise Balkaş’a doğru on beş kilometre kadar mesafe kat ettikten sonra, yiğitler arasında mırıldanmalar başladı. - Galiba, biz geri çekiliyoruz. - Gece boyunca bu kadar hızlı hareket ettiğimize bakarsak, ne çekilmesi, düpedüz kaçıyoruz. - Kaçsak, kaçıyoruzdur. Onlar sayıca çok kalabalıklar.

347 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Çok Cungar’dan kaç, Çinli’den kaç… İyice ödlek olup çıktık. - Sus kardeşim. Biz çekiliyoruz, ama Çinli’nin elinde kalan halk ayaklanıyor diyorlar. - Bunu Abılay biliyor muymuş? Kaşgar ve Kulca’daki Uygur ve Kazaklar isyan çıkarmışlar. - Bunu sana kim söyledi? - Herkes bunu konuşuyor… - Herkes mi diyorsun? Evet, öyle olabilir. Halkın yüzüne nasıl bakacağız? Çinli’den korkup kaçtık mı, diyeceğiz? - Kardeşim, bizim kaderimiz şimdi baturların elinde. O baturların kaderi Abılay’ın elinde. Eğer çekiliyorsak, onun aklıyla çekiliyoruzdur. - Çekinmek için ne kadar akıl gerek? - dedi kaşları çatık, bugünkü savaşta tek ağabeyini okla vurularak kaybeden genç bir asker. - Abılay akıllıysa, düşmanı yenmenin yollarını bulsa ya!.. Kaçmak kadınların da elinden gelir. Onlar bu konuşmaları yaparken önlerinde gitmekte olan Tatikara Jırav dönüp geriye baktı. Ay yeni doğmuş, etraf biraz ağarmıştı. Gencin çatık kaşlarından acısının büyük olduğunu anlaşılıyordu. - Obanın itleri ortaya alsa, kurt da kaçmaya çalışır, - dedi o genci teselli ederek. - Acele etme, itler peşine düştüğünde ancak kurtlar yavaş yavaş hepsinin hakkından gelir… Genç bu söze cevap vermedi. Şimdi biraz ilerledikten sonra kalabalık ordu İli’nin geniş bir bölgesinde mola verip atından indi. Abılay “askerler akşam yemeğini yesin, biraz dinlensin” diye emir verdi. Hemen küçük çadırlar kurulup

348 İlyas ESENBERLİN yemek kazanları hazırlandı. Fakat askerlerin yüzünde bir canlılık yoktu. Kaçmış olmayı gururlarına yediremiyorlar, her yerde grup grup toplanarak sessiz sessiz konuşuyorlardı. Abılay'dan izin alan Tatikara ve Köteş ozan bu moralleri bozuk grupları, aralarına girerek neşelendirmek istediler. Kazakların şarkı türkü söylendiği zaman toplanıp bir araya gelmeleri adettendi. Bir ocağın başında oturup Tatikara “altı tepenin ardından duyulabilen” gür sesiyle destan ve koçaklamaları ahenkli ve akıcı bir şekilde terennüm etmeye başlayınca her tarafta grup grup olup oturan yiğitler hemen o tarafa doğru geldiler. Ozan bu savaşta kahramanlıklarıyla göze çarpan askerlerin yiğitliklerini dile getirerek bozuk morallerini bir anda düzeltti. Şimdi kalabalık arasından: - Vay be! Yiğit olacaksan, Malaysarı gibi ol! - Yahu, Karakesek Kapan nasıl da nişancıydı! - Hey, Bögenbay Batur'la kim boy ölçüşebilir? Tüm Kazakların gururu! - Vay canına, Çinlileri kıracağız diye birçok ayrıntıyı kaçırmışız. Tati ağa, o iri kıyım Çinli'nin kaçışını bir daha anlatır mısınız?! Tatikara iki gözü ateş gibi yanarak koşuklarına tekrar başladı. Büyük karnı sallanarak, Çinli kaçıp geliyor, Azrail kızarak, Peşinden koşuyor. O zamandan bu zamana, Böyle eğlenceyi kim görmüş.

349 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Birçok yarışta birinci gelmiş, Koşturması rüzgârlara eşit. İsmi ünlü Kertöbel, Geri kaldı yetişemeden, Büyük karınlı, yağlı, Asker kaçtı kurtularak, Kaçtığı zaman yiğitler, Bu Çinli’yi kim geçebilmiş!

Daha biraz önce keyifsiz ve neşesiz olan topluluk şimdi şen şakrak olmuş konuşuyorlardı. - O, ne yiğitmiş! - Adamın canı da çok tatlıymış, Kertöbel at bile ona yetişememiş. Ocağın başında kahkahalar, gülüşmeler. … Az sonra, yiğitler altlarına eyerlerinin minderlerini, başlarına eyerlerin kendisini yastık yaparak tatlı bir uykuya dalmışlardı. Bundan iki bin yıl, üç bin yıl önce de ataları bu şekilde uyumuşlardı. Ezelden gelmekte olan bu eski halkın etini yiyerek, kemiğini sıyırarak yok etmek isteyen Çin ejderhası Kazak bozkırlarına bundan önce de birçok kereler girmek istemişti. Fakat her zaman düşmanın azı dişleri un ufak olup kırılarak, alınları taşlara değerek, Cungar geçidinin dar vadisinden güçlükle geçerek geri çekilmek zorunda kalmışlardı… Ozanlar bugün atalarının bu kahramanlıklarını genç nesillere destan olarak terennüm ettiler. Ozanların söyledikleri zihinlerine kazınan yiğitlerin düşlerine ejderhalar

350 İlyas ESENBERLİN girmiş, bazıları korkarak uyanmış ve kılıçlarına el atmışlardı… Onlar seher vaktinde dünyayı titretircesine gök gürültüsü ile birlikte kovadan boşanırcasına yağan yağmurla uyandılar. Abılay bütün askerlerini hemen atlara bindirerek şiddetli yağmura bakmaksızın yola çıktı. Gün doğarken yağmurun kesilmesiyle ordu coşkulu ve köpükler saçarak azgın bir şekilde taşan nehre rast gelip durdu. Taşan nehrin görünüşü korkunçtu, yumruk büyüklüğündeki taşları tüy gibi sağa sola fırlatıyordu. Önlerinde geçit vermeyen nehir, arkalarında ise kalabalık Çin ordusu, herkes ne yapacağını şaşırmıştı. Bu sırada Batur Bayan bin askeriyle bunlara katıldı. Kazak askerleri tan ağarırken Çin ordusuna saldırdı. Bunların sayısının az olduğunu fark eden Zhao Hoi’ın atlı askerleri karşı saldırıya geçti. Bölgeyi iyi bilen Kazak yiğitleri toplu halde vuruşarak çekilerek kurtuldular. Çinli askerlerin bir kısmı peşlerine düşseler de, yağan yağmurun şiddetinden geri döndüler. Böylece Kazakların kaçtığını Çinliler anladılar. Bunların peşine kalabalık Çin ordusunun tekrar düşmesi mümkündü. Tehlike her an büyümekteydi. Ayrıca, taşan nehir sakinleşecek gibi değildi, yatağından taşarak eskisinden de beter bir şekilde azgınlaşmıştı. Halk buraya “gürültücü” diye boşuna adlandırmamış, ak köpüklü dalgaları gürleyerek böğürüp insanın aklını başından alıyordu. Kalabalık asker azgın nehir ile düşman askerinin arasında kalarak çok sıkıştılar. İşte bu sırada Tatikara öne doğru fırlayarak çıktı ve dombırasını tellerine sert sert vurarak gür sesiyle söylemeye başladı. Kamışın başı küçük, dibi ovada, Janibek Şakşakoğlu çelik mızrak

351 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Önünden su, ardından düşman çıktığında, Er kişinin yiğitliği böyle durumda!

Bökey’i anlat Sağır ile Duğlat’ı da, Derbisali, Mandayı anlat Kıpçaklardaki. Başka yiğitler dönse de hiç dönmeyen. Sarı ile Bayan’ı anlat Vaklardaki.

Ağaçta yüksekliği anlatırsan çamı anlat. Yiğitliği, erliği anlatırsan Bögenbay’ı anlat, Mızrağının ucuna düşmanı takan Emenalı Kereylerde er Jabay’ı anlat! - diyerek baturların ruhlarını yücelterek, nehre atlayın diye haykırdı. Tavşanı kamış, insanı namus öldürürmüş. İsmi zikredilen baturlar taşarak akan azgın nehre atlamak için hazırlandılar. Hepsinden önce üzerindeki ağır zırhları çıkartmadan deli dolu nehre ilk giren Bayan Batur oldu. Abılay ona bakarak: Batur Bayan’ın dün geri çekilen askere kalkan olmayı gönül kabul etmesinden ve bugün taşan nehre herkesten önce kendisinin atlamak istemesinden, değerli baturu bunlara yapmaya iten şeyin, tek kardeşi Noyan’ı kaybetmenin hala dinmeyen acısı olduğunu anlamıştı. Batur Bayan ile birlikte ismi anılan baturlar da suya girmeye başladılar. Onlara diğer yiğitler de katıldı. Böylece kalabalık ordu sağ salim nehri geçti. Bunlar karşı kıyıya çıkıp üstlerindeki elbiselerini kuruttukları bir sırada Gürültücü’nün karşı kıyısında Zhao Hoi’ın atlı askerlerinin keşif grupları da

352 İlyas ESENBERLİN göründü. - Irmağın bu yakasına tek bir tane bile Çinli çıkmasın! - diye Abılay Han yine Batur Bayan’ın bin askerini bırakıp kendisi kalabalık orduyla yoluna devam etti. Fakat, bunların peşinden o gün ve ertesi günü hiç kimse gelmedi. Karşı kıyıya gönderilen keşif birlikleri: Bu tarafta küçük savunma amaçlı askeri birlikler kalmış. Çin’in diğer tüm askerleri kendileri daha yeni işgal ettikleri yeni ülke Sinkiang’a (Doğu Türkistan) geri dönmüşler şeklinde haber getirdiler. Zhao Hoi ordusu bu tarafa gelişiyle, Doğu Türkistan’daki Kazak ve Uygurlar Çinlilere karşı isyan etmişti. Dimyat’a pirince giderken, evdeki bulgurdan olmak istemeyen Zhao Hoi Kazakların peşinden gitmek yerine, isyanı bastırmak için geri dönmüştü. Süvari birliklerinin komutanıyla anlaşmazlığa düşen Fu De de işgal ülkesindeki ganimetlerden mahrum kalmamak için Zhao Hoi’un askerinin peşi sıra geri döndü. Böylece Kazak bozkırları bir kez daha Çinli istilacıların talanından kurtulmuş oldular. Bir haftadır düşmanı bekleyerek dinlenmiş Batur Bayan’ın askerleri bir gece Gürültücü’den geçip Çinlilerin olduğu tarafa yöneldi. Batur Bayan ertesi günü gece karanlığında bundan on gün önce bırakıp gittikleri mevzilerine geldi. Bin yiğidini nehrin aşağı tarafındaki engebeli arazide tepeliklerin arasına gizledi ve kendisi de iki yakın adamıyla birlikte bölgeyi açıkça gören bir tepeye çıktı. Buradan öte yandaki Çin askerlerinin konuşlandığı kampı gördü. Hava yeni kararmış olduğundan askerler akşam yemeği için hazırlık yapıyor olmalıydı. Bütün vadi boyu her tarafta ateş yakılmış idi… Saymaya çalıştı, bine yaklaşmışken şaşırdı. “Her ateşin başında sekiz ya da on asker olduğu

353 GÖÇEBELER II – Can Çekişme varsayılırsa, bu vadideki en az on binden fazla düşman askeri bulunuyor. Bizim sayımız ise ancak bin” dedi içinden. Sonra tevekkül ederek “ani baskın yapan bir asker yüz kişiye bedel, ayrıca masum halkına durup dururken saldıran Çinli işgalcilere karşı Kazak savaşçılarının yüreğindeki kini de ekle! Haydi Allah yardımcımız olsun!” Batur Bayan o gece yarısı Çinli askerler tamamen uykuya daldığı bir sırada saldırmayı planladı. Ancak, nöbetçilerin beklediği mıntıkayı dolaşarak geçip, uyuyan askerlerin bulunduğu öteki taraftan baskın yapmanın daha uygun olduğunu düşündü. O zaman bunları yerle bir etmek mümkün olacaktı. Batur Bayan düşüncelerini askerleriyle paylaştı. - Sizin bu hareketinizi Abılay onaylayacak mı? - dedi oradan birisi. Fakat Batur Bayan kararını değiştirmedi. Gece göz gözü görmeyen karanlık idi. Dökülen kanları görmek istemezmiş gibi gecenin karanlığı daha da artmıştı. Çin ordusunun bulunduğu tarafa gönderilen keşif kolu düşman bölgesinin beri tarafında derin bir vadi olduğunu söylediler. Batur Bayan hemen harekete geçilmesi emrini verdi. Vadiyi geçene kadar sessiz olunmasına dikkat edilmesini istedi. İli nehrinin kıyısındaki ağaçlık bölgenin kenarıyla Kazaklar vadinin öteki tarafına geçerek saf düzeni aldı. Önlerinde bir kilometre mesafede düşman bulunmaktaydı. - Ya, ervah! Akyol ata! - diyerek Batur Bayan sabırsızlıkla bekleyen Tulpargök isimli atına ilk olarak kamçıyı vurdu. - Abılay! - Karakoca! - Kabanbay!

354 İlyas ESENBERLİN

Nidalarıyla saldıran bin asker uykudaki düşmanın üzerine gitti. Sıcak havada kurumuş otlara düşen ateş gibi önünde engel tanımadı. Gece ansızın yapılan düşman baskını ne kadar korkunç olur, üzerlerine Kazak askerleri aniden çıka gelince Çinliler ne yapacaklarını şaşırdılar, çadırlarından çıkarak rastgele kaçmaya başladılar. Çoğu karşılık veremeden, canlarını korumak isterken kılıç veya gürz darbesine maruz kaldılar. Tüm bozkırlar Çin Mançur askerinin canhıraş bağrışmaları ile doldu. Toprak işgal edeceğiz diye gelen Çinli askerlerin çoğu bu yabancı ülkede hayatlarını kaybettiler. Ancak ölüp giderlerken zavallıların gözlerinin önünde doğduğu topraklarının yeşil ormanları, masmavi gökyüzü, sessiz ve sakin akan bol sulu gümüş renkli nehirleri canlandı... Birçoğu “ah be, boşuna gelmişiz, o doğduğum topraklarda niçin ölmedim” diye hayıflandılar... Fakat çelik süngülerin ucu ile gelen ecel hiçbirisine acımıyordu, hepsini teker teker soğuk kucaklarının arasına alıyordu... Bu çatışmada bin kadar adam öldü. Çinli komutanlar askerlerini düzene sokarak karşı saldırıya geçene kadar Kazak yiğitleri kaçarak gözden kayboldular. Bunlara çarpanın cin değil, insan olduğunu Çinli askerlerle birlikte yerde yatmakta olan Kazak askerlerinin cesetleri belli ediyordu... Çok geçmeden sabah da olmuştu. Düşman kampından üç bin kilometre kadar ötedeki kamışlıklar arasında giren Batur Bayan ordusu kayıplarını hesaplayınca, içinde esir düşeni, yararlanmış olanı ve ölenleri de var, hepsi üç yüz kadar asker idi. Batur Bayan’ın rengi soldu. Şimdi İli nehrinin öte tarafına geçerek geri çekilmek için hazırlık yaparken birden o: - Düşman elinde arkadaşlarımızı bırakarak gitmek olmaz.

355 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Ölmüş ise cesedini, sağ ise yaralı olanını alarak gelmemiz lazım, - dedi kızgın bir sesle yüzü sararmış bir halde. - Çin kampını tekrar basacağız!.. Askerlerden ses çıkarmadı. Ancak yaşlıca bir asker: - Bu baskından bizim hatırımız için vazgeçer misiniz Batur bayan, - dedi. - Bir gün boyunca atlarımız hiç dinlemedi. Ayrıca kendimizde bitap düştük, öyle değil mi?.. - O zaman sizler gerçekten de arkadaşlarınızı düşman elinde bırakıp gidecek misiniz? - Sağ kalanları Allah'a emanet edelim, ama ölenlerine yardım etmek sadece Allahü Teala'nın elinden gelir... Bundan başka bir iki asker daha konuştu. - Kurulmuş tuzağa kendi ayaklarımızla gidip düşecek miyiz? - Bizi affedecektir değerli arkadaşlarımız... Kalabalığın içinden alnında akı olan siyah bir küheylan binmiş esmer bir genç öne doğru çıktı. Bu Tatikara Jırav ilk yapılan geri çekilme harekatında “intikamını alacak gün de doğar” diye teselli etmiş olduğu savaşçı idi. - Arkadaşlar, bizim canımız ölenlerinkinden daha mı kıymetli? Silah arkadaşlarımız düşmana bırakıp gitmek doğru değil. Düş önümüze Batur Bayan, ben geliyorum peşinden! - Anadan sadece erkek olan doğan sen misin, ben de varım! - Ben de! - Tevekkül, tekrar saldıralım! - Benim atım da bu saldırıda koşturacak durumda olsa,

356 İlyas ESENBERLİN iyiydi. - Tamam yeter! - dedi Batur Bayan. - Atları işe yarayanlar öne çıksın, işe yaramayanlar burada kalsınlar. Oradakilerin hepsi Batur Bayan'ın olduğu tarafa çıktılar. - Tabii ya, benim aslanlarının böyle olması gerekirdi!.. - Ya Batur Bayan senin bu hareketine Abılay Sultan nasıl bakardı? - dedi yine deminki ses. Batur Bayan yine cevap vermedi. Atını mahmuzlayarak öne düştü. Askerler Çinlilerin bulunduğu yere bir kilometre kalana kadar çorak arazide sakince ilerlediler ve sonra dörtnala saldırıya geçtiler. Her taraf nara ve nal sesleriyle inlemeye başladı. - Akyol! - Abılay! - Karakoca! - Börübay! - Saptıayak! Batur Bayan ve deminki esmer savaşçı kendilerine karşı saldırıya geçen Çin askerlerine devamlı surette kılıç sallarken, atları yorulmaya başlamış olan ve en arkada kalan askerler de yetişti. Bu sefer Çin askerleri fitilli tüfekleriyle Kazakların ateş ederek güçlü bir şekilde karşılık veriyorlardı. Her taraf karmakarışık oldu. Çinliler elleri boş oturmadı- lar, Kazaklar da kıyasıya dövüştüler. Kesilen ve kopan kol ve bacaklar, su gibi akan kanlar, ezeli düşmanlarına intikam hırsıyla saldıran savaşçılar, ön iki ayaklarını havaya kaldırarak

357 GÖÇEBELER II – Can Çekişme mızraklara göğüs geren siyah, dorı ve kahverengi küheylanlar... Savaş güneş ğöğün ortasına yükselene kadar sürdü. İki gözü ateş gibi yanan Batur Bayan etraflarını sarmış Çin kılıçlarının darbelerinden yiğitlerinin sayısının azaldığını fark etti. Ne de olsa çoğunluk çoğunluktu. Fakat, kızıl kanlar içinde yere düşen Çin askerlerinin sayısı da az değildi. “Sevgili aslanlarım, ölseler de çarpışarak, vuruşarak ölüyorlar! - dedi içinden. - Bu savaş düşmanımızın aklında ebedi kalacaktır. Ne kadar çok ölüsü yatıyor. Hayır, biz boş yere savaşmamışız. Artık bizim topraklarımıza Çinliler ayaklarını daha dikkatli basacaklardır!” Tüm bu sırada, kendinde olağanüstü bir güç hissederek, tam karşısına gelen iri kıyım siyah at binmiş Çinli bir savaşçıyı eğri palasıyla bir vuruşta boydan boya ikiye yardı. İşte bu anda koltuğunun altına uzun keskin ve sivri uçlu bir mızrak saplanıverdi. Çelik uçlu mızrağı Çinli asker yine bir iki kere ileri geri hareket ettirince ciğerlerinin parçalandığını hissetti. Batur Bayan at üstünden sürüklenerek yere düştü… Batur Bayan’ın yere düşmekte olduğunu gören esmer bir Kazak askeri elindeki kılıcını birden havaya kaldırdı ve var gücüyle değerli komutanlarına mızrağını saplayan askerin kafasına vururak top gibi uçurdu. Akabinde hemen atını tepikliyerek ölüm kalım mücadelesi vermekte olan Batur Bayan’ın atından yere düşmesine fırsat vermeyerek kaldırıp atına aldı ve düşman çemberinden çıkmak için hızlandı. Bunların peşine Kazakların azalan askerleri de mızrak ve kılıçlarını sallayarak düştüler. Bu hareketi beklemeyen Çin askerleri kendilerini hedefe almış gelmekte olan ecelin mızrak

358 İlyas ESENBERLİN ve kılıçları olarak gördükleri Kazaklardan korkarak yol açtılar. Batur Bayan’ın vücudunu önüne almış olan esmer genç düşman çemberini yararak çıktı. Bunu gören diğer Kazak askerleri de kılıçlarıyla önlerini çıkan düşmanlarına vururak kuşatmayı yarıp geçmeyi başardılar. …Büyük Orda Hanı Ebu’l Mambet ile Orta Cüz’ün Sultanı Abılay yan yana oturmaktalar. Ebu’l Mambet biraz yukarıda, Abılay ise biraz aşağıdaydı. Çinlilere ve Cungarlara karşı birçok savaşta başarı kazanmış Abılay bütün Kazaklara itibarlı olmasına rağmen, hanın bulunduğu yerde sadece bir sultandı. Halkın genelinin nezdinde ise Ebu’l Mambet ne kadar han olsa da, Abılay’dan namı ve itibarı daha azdı. Abılay halkı yönetiyordu, Ebu’l Mambet ise ordayı. Elbette, Ebu’l Mambet Han’ın ta Handağı’nda yedi gün yol kat ederek Gökçe Deniz’deki sultan ordasına boşuna gelmediğini Abılay iyi biliyordu. Halkın saygı gösterdiğine han da itibar gösteriyordu. Abılay’ın Çinlilerle savaşıp askerlerini kırdırmadan geri gelmesini tebrik etmeye Ebu’l Mambet’in kendisi gelmişti. Han başıyla amcasına teşekkür edip hayır duasını verecekti. Evet, bu savaş Abılay’ın düşmanlarının beklediği gibi sonlanmamıştı. Bundan sonra gelecekte Kazaklar Çinliler ile savaşacak mıydı, yoksa barış tesis edecekler miydi, sadece Abılay’ın çözebileceği bir durum ortaya çıkmıştı. Eğer Çinlilerin karşısında devamlı savaşmış olsaydı, tüm askerini kaybetmiş olacaktı. O zaman ordusuz ülkeyi kim savunacaktı? Şimdi bütün kuvvetleriyle Doğu Türkistan’daki Uygur ve Kazaklara varıp yardım etmeye, Abılay’ın gücü yetmezdi. Yabancı diyarda düşmanı yenmek kolay değildi. O zaman hepsi şimdi obanın bir kenarındaki yaslı evde yatmakta olan

359 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Batur Bayan’ın akıbetine uğrarlardı. Hayır, Abılay tam zamanında geri çekilmişti. Yarın “Büyük Orda’ya” han olursa, kendisine lazım olacak olan çok sayıda askeri bir felaketten kurtarmıştı. “Büyük Orda” hanı? Abılay birden suratı asıldı. “Büyük Orda” çevresindeki sultan, batur ve beylerin amaçlarının ne olduğunu Abılay çok iyi biliyordu. Kendilerinin han olmak gibi bir düşünceleri olmasa da, Ebu’l Mambet öldüğünde, han ilan etmek istedikleri adamlarını çoktan belirlemişlerdi. “Saf bir köylüye kurnaz komşusu gelerek dostluklarının pekişmesi için öküz derisi kadar bir toprak parçası istemiş. “Verdim” demiş saf köylü. Uyanık köylü deriyi şerit şerit ince dilimler halinde kıymış, komşusunun tüm arazisini çevresine koyarak “bu kadar toprak benim” diyerek komşusunun tüm topraklarını almış. Senin Rus generallerin de bu kurnaz adama benziyor, - diyen yaşlı adam. - Önce kale inşası için az bir toprak ister. Sonra ona ekin ekmek ve bahçe yapmak için gerekli toprakları ekler. Daha sonra yoksul köylü ve köleleri buralara yerleştirip Kazakları kendi topraklarından kovarlar…”. Şimdi ise Çinli Kazak topraklarını işgal için kendisinin boğazından sıkmakta olduğu dönemde, hiçbiri “sen bizi kafire sattın, hanı da buna ikna ettin” demiyor. Çin ejdehası Cungar’ın çapulcusu değil, çok daha güçlüydü. Onunla ancak arkanda Rus kaleleri olduğu zaman ciddi bir şekilde konuşabilirsin. Hayır, Abılay’ın şimdi destek alacağı kişiler han soyundan kimseler değildi. Abılay’ın yanındakiler işte bu halktan çıkan ünlü baturlardı. Kendi namlarını halkına elindeki kılıç ve mızrağı ile meşhur etmiş anne babaları isimsiz, kötü kalpaklı,

360 İlyas ESENBERLİN yırtık elbiseli sıradan insanlardı. Gönüllerini feth edebilirsen, yetim oğlak gibi devamlı peşinden gelirler. İşte, dizleri dizlerine değecek şekilde oturmuş, yaşı ilerlemiş Bögenbay, onun ötesinde Emenali ve Jabay Batur, Kıpçak Derbisali ve Manday, Duvlat Bökey, Altayların ak başlı baturu Sengirbay ve Vak boyundan Sarı Batur… Hepsi de şan şöhret sahibiydiler. Peşlerindeki insanlar da çoktu. Hiçbiri Abılay’ın verdiği buyruğa itiraz etmiş değillerdi. Eğer Abılay “geri çekilin” demese, bunlar Çinlileri yenip onun boyunduruğu altındaki Doğu Türkistan’nın bazı halklarını kurtarırlar mıydı, ne yaparlardı? Arka ve Sirderya boyundaki kardeşleri yardım beklerken, Abılay kendi askerine “geri dön” emrini verdi. Çünkü müstakbel “Büyük Orda” hanına Çinli ile şimdi savaşmak uygun değildi. Hana uygun olmayan bütün Kazaklara da uygun değil diye görülmelidir. Başındaki kalpağı dilsizin okla düşürdüğü gün Abılay’ın Altınemel’deki ordasına iki yoksul zavallı görünümlü dervişin gelip gittiğini kimse görmemişti. Dervişler nöbetçilerle aracılığıyla Abılay’a üzerinde bir hiyeroglif işaret bulunan bir gümüş para gösterdiler. Bunun üzerine sultan onların içeri alınmasını istedi. İçeriye giren dervişlerden biri üzerindeki kaftanını ve sarığını çıkartırken Abılay’ın beti benzi atmıştı. Abılay’ın gençliğinde Kalden Seren’in elinde esir olarak tutulduğunda, Taşkent’te bu köse derviş iki kez gelmişti. Mağrur ve kibirli Kalden Seren’in bunun karşısında başını eğerek saygılı bir biçimde konuştuğunu kendi gözleriyle görmüştü. Sonradan gözleri görme yetisini kaybeden bu köse ihtiyar Cungarya’nın mahvolmasına da sebep olmuştu... Ak Orda’daki sohpet uzun sürmedi, bu yaşlı derviş eşeğine

361 GÖÇEBELER II – Can Çekişme binip bilinmeyen bir yöne gitmesiyle birlikte Abılay Altınemel’den Gökçe Deniz’e kadar geri çekilmeyi emretti. Ertesi günü beyaz deve de Gökçe Deniz’e doğru bakarak çökmüştü… Evet, Abılay o günden itibaren kararını verdi ve müstakbel “Büyük Orda” hanına Altınemel’de Çinlileri yenmek uygunsuz göründü. Çin tarafından tehlike azalıyor dediğin an, burada oturmakta olan han nesilleri ve beylerin hemen fikirlerinin değişeceğine şüple yok… Düşman saldırıları ihtimalden uzaklaştığı an, kendine göre siyasetçi ve çok konuşan bu beylerin her biri kendi ulusunu toplumdan bölmek için harekete geçip laf üretmeye başlarlar. Güçlü olanları da ellerine silah alıp amaçlarına ulaşmak isterler... O zaman üç cüzün ileri gelenlerini birleştirip “Büyük Orda”yı oluşturma işi gerçekleşmezdi… Çinlinin gürzünün Kazak ülkesinin başının üzerinde sallandığı müddetçe Abılay da güçlüydü. Böyle bir durumda “Büyük Orda”ya han olacağı muhakkaktı. Ondan sonra ancak Altınemel’e tekrar gidebilirdi... O zamana kadar Abılay kendi gücünü kaybetmeden, korkak kurtlar gibi onun leşini bekleyen Hokand beyleri Erden ve Nurbota’ya güçlü imajı verip Rus aslanı ile Çin ejderhası arasında denge politikası yürütecekti. Eğer iki taraf birden seni kendi yanına çekmek istiyorsa, bağımsızlığını korumak için sana ondan daha elverişli bir durum olamaz. Rusya’nın egemenliği altına girmeyi o çoktan benimsemişti. Bazı durumlarda da Çin İmparatorluğu’na da tabi olduğunu kabul etmenin bir zararı yoktu... Abılay’a özel olarak gelen ihtiyarın şimdilik bundan başka bir dileği de yoktu. Hayır, Abılay bu gözü görmeyen ihtiyar Çinlinin öteki düşüncesini anlamayacak Abılay aptal değildi. Sinsi Çinli

362 İlyas ESENBERLİN

Kazakların üç cüzünü birden Cungarların katliamına maruz bırakmak istiyor. Cungar ölülerine doymuş Çin ejderhasının hala tokluğu üzerinde. Ta Huang Ho ve Yang Tse nehirleri kıyılarındaki Çinli köylüleri oralardan getirip Cungarların düm düz edilerek yakılıp yıkılmış topraklarına yerleştirdikten sonra, başını kaldırıp iştahla çevresine bakınmaya başlayacak. O tekrar yeni leşler arayacak. O zaman koca ağzını açarak yine Kazak bozkırlarına doğru harekete geçecek. Böyle bir durumda, Kazaklara kendi topraklarında inşasına izin verdikleri Rus kaleleri lazım olacak. O zamana kadar Abılay kendi yolundan hiç sapmadı. Bu yol zor bir yol, fakat en uygun yoldu. Bu, eninde sonunda Abılay'ı üç cüzün altın tahtına ulaştıracak bir yoldu. Her kim bu tuttuğu yolda kendisine engel olursa, vebali kendisineydi, böylelerinin kellesini Abılay bir vuruşta hiç acımadan uçurmakta tereddüt etmeyecekti. Bu odada oturanların, asilzade veya sıradan halktan biri olması fark etmez, hiçbiri Abılay'ın yoluna çıkmamalıydı. Aksi halde... Aksi halde bunlar da Batur Bayan’ın akibetine duçar olurlardı. Abılay onu düşman cephesinde boş yere bırakmadı, Çünkü kendisinin Altıne- mel'den niçin geri çekilmekte olduğunu Batur Bayan anlamış bulunuyordu. ... Hanın “Taganak” Meclisi bu defa normal geleneklerden farklı bir şekilde başladı. Diğer aksakal ve beyler konuştuktan sonra Ebu’l Mambet Han konuşma sırasını kaz sesli Kazıbek Bey'e verdiğinde laf anlamayan sabırlı Bögenbay Batur koca iki elini öne doğru uzattı. - Ya, yüce han, - dedi o her zamanki gibi kekeleyerek. - Bugün burada üç cüzün ileri gelenleri toplanmış. Benim Abılay Sultan’a soracağım bir sorum var.

363 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Sor Bögenbay Batur! Bögenbay kamçısını öne doğru fırlattı ve yüzünü Abılay’a doğru çevirdi. - Çinlilerin baskısı altında inim inim inleyen Doğu Türkistan’daki soydaşlarımızı kurtarmak için biz niçin sefere çıkmadık, Abılay Sultan? Buna cevap verebilir misin? On iki kanat ordanın içini bir sessizlik kapladı. Belli bir süre sonra Abılay’ın sakin ses tonu işitildi. - Benim Doğu Türkistan’da halkın isyan ettiğinden haberim yoktu! - dedi insanın içine delip geçen keskin gözlerini dikerek. “Böyle haberi ilk önce senin duyman gerekmiz mi?” diye herkes içinden geçirse de, bunu açıkça söylemeye kimse cesaret edemedi. “Taganak” Meclisinde Çinlilerle savaşmama kararı alındı. Barış görüşmeleri için Çinli elçilerin geldiğini Ebu’l Mambet Han’ın kendisi haber verdi. Fakat, Ebu’l Mambet Han’ın söylediklerinin Abılay Sultan’ın düşünceleri olduğuna oradakiler kuşku duymadı. Çinlilerle barış görüşmeleri başlamış olmasına rağmen, baharın gelişiyle birlikte üç cüzün yiğitlerinden büyük bir ordu toplamanın gerekliliği konusundaki hanın düşüncesinin de Abılay’dan çıkmış olduğu aşikârdı. - Kalabalık ordu Çinlilere de caydırıcı güç olur, - dedi Abılay, - Hokand beylerine de hadlerini bilmelerini sağlar. Benim işittiğime göre, Erden ve Nurbota beyler Taşkent civarında çok sayıda asker konuşlandırmış görünüyor. Bizim yaza kadar hazır olmamız gerekiyor. Et kokarsa, tuzlarsın, peki tuz kokarsa, ne yaparsın? Düşman kapındayken, tatsızlık

364 İlyas ESENBERLİN

çıkarmaktan eline ne geçecek? Düşman harekete geçtiğinde, toplanmak için mesafeler uzaktır. Üç cüzün “ileri gelenleri” Abılay’ın bu teklifini güçlükle kabul ettiler. Çünkü, Abılay’ın emrinde böyle bir ordunun bulunmasının neyle sonuçlanacağını onlar iyi biliyorlardı. …Meclis toplantısı bittikten sonra herkes obalarına dönmek üzere dağıldı. İlk önce obaları uzakta olan Küçük Cüz’ün savaşçıları kendi memleketlerine gitti. Sonra Büyük Cüz’ün baturlarını, Orta Cüz’ün de Torğay, Irğız, Bayanavul gibi uzaktan gelen askerlerini obalarına gönderdikten sonra Abılay kendi maiyetindeki Argun boyunun yiğitleriyle Gökçedağ’a yola çıkmak için hazırlıklara başladı. Bunlar atlarına binmek üzereyken ordaya iki atlı haberci geldi. O Ebu’l Mambet Han’ın önüne gelerek diz çöktü. - Han hazretleri Lepsi ırmağı kıyılarındaki yerleşik on bin hanelik Sadır boyu Andican bölgesindeki akrabalarının yanına dönmek için hazırlanıyor. - Aklınız başınızdayken akrabalarınızı bulun diyor Taşpolat Batur. “Ayak Tabanları Şişti”de Kalmuklara yem oldukları gibi bu Sadır şimdi Çinlilere yem olamaz, diyorlar. - Orasını bilmem. Hokand tarafından biri gelmişti. Sizleri Çinliler yok etmezse, Argunlar yok edecek diye Nurbota Bey adam gönderip fitne sokmaya çalışıyor galiba. - Argunların yok etmesi ne demek? - Ebu’l Mambet Han’ da, Abılay Sultan’ı da Argunların adamları diyor. - Bu sözleri Taşpolat Batur ciddiye almış mı? - Ciddiye almasa göç eder miydi?

365 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Normalde serinkanlı olan Abılay sinirlenmişti. - Demek öyle! Eğer Argunlardaki öcünü benden almak istiyorsa, ben göstereceğim Sadır’a Abılay’ın topuzunu! - O kapının önünde duran hizmetkarlarından birine, - çağır Bögenbay ve Sırımbet’i. Binsin atlara kalabalık askerleriyle! - diye emretti. Ordada sessiz bir şekilde oturmakta olan ozan Bukar Jırav: - Biraz sabret, sultan, - dedi. - Halk paniklese de, yiğit kişi paniklemez. Bir taraftan Çin’den, öte taraftan sizlerden korkan Sadırlara saldırı yapıp evlerine başlarına geçirmekten ne elde edeceksin? Asker göndermenin gereği yok, yanıma on yiğit kat, o kudurmuş Nayman ile gidip kendim konuşayım. Onu ikna edemezsem, o zaman topuzunu kullanırsın. - Ozan doğru söylüyor, - dedi Ebu’l Mambet Han. - Hokand’a bir haneyi bile göndermemeliyiz. Bukar Jırav yanına on yiğit alıp Hokand Hanlığı’na göçmek üzere olan Lepsi nehrinin Balkaş’a birleştiği bölgede oturan on bin çadır Sadır boyuna doğru yola çıktı. Nayman boyunun bir kolu Sadır boyunun “Ayak Tabanları Şişti”den önce Talas ve Arıs ırmaklarının arasındaki Karadağ vadisinde konar göçer hayat sürerdi. Evliya Ata’ya yakın Keltekara kanalı, Burunday nehrinin öte yakasındaki Uşaşçı vadisi bulardın gelip gittikleri mekanlardı. Burunday nehrinin kıyısında “Sadır Mürde” diye isimlendirilen yerde bu boyun atalarının mezarları bulunuyordu. Kuraklık olduğu bir sene bu boyun ünlü baturu Cömert maiyetindeki dokuz obayla göç ederek Argunların yaylası Argunatı dağlarına gider. Argunlar buna Uludağ eteklerindeki Baganalı isimli akraba boylarına gidin diye yer vermezler. Kuvvet kullanarak Uludağ’ın beri

366 İlyas ESENBERLİN tarafına kovarlar. Kızgınlık üstünde Cömert Batur Argun boyunun baturu Akmırza’yı öldürdü. Ondan sonra Arka’ya göç etmeyi bırakıp Burunday nehrinin boyundaki Büyük Tura ve Küçük Tura isimli irili ufaklı dağları kışın kışlak, yazın Evliya eteklerindeki Talas nehrinin verimli kıyılarını yaylak olarak kullandı. “Ayak Tabanları Şişti”de Kalmuklar tarafından dokuz oğluyla Cömert Batur öldürüldü. Kırk bin hanenin on beş bini kitleler halinde Andican bölgesine göçtü, kalan on bini ise Lepsi ırmağının kenarındaki Cungar Aladağlarının eteklerine gidip yerleşti. Bu zaman zarfında Cömert’in herhangi bir şekilde sağ kalmış oğlu Taşpolat büyümüştü. Babasının yerine burada kalan on bin hane Taşpolat’a sahip çıkar. Tarbaga- tay’dan Çin ordusunun gelmekte olduğunu işitmiş olsa da, o Abılay’ın topladığı askerlere katılmadı. Bir zamanlar babasına Argunlar toprak vermediği için kin tutan Taşpolat kendilerini kışkırtan Erden ve Nurbota’nın elçilerin sözlerine ikna olarak Andican’a göçme etme kararı aldı. Bu haberi komşu Tobıktı boyunun adamları getirmişti. Arkadaşlarıyla beraber ozan Bukar Jırav Taşpolat Batur’un obasına ulaştığında, öğle vakti olmuştu. Halk develerinin yüklüklerini hazırlamış, yurtlarını sökmüş, göç etmek üzereydi. Pireye kızıp yorganı yakan Taşpolat’a öfkeli ozan Bukar Jırav attan inmedi. Yanındaki arkadaşlarıyla beraber baturun evinin dışından yaşlı dombırasının tellerine sert sert vurarak, bağrarak terennüm etmeye başladı. “Sadır, nereye gidiyorsun, Sarısu’yu dolaşarak? Sen kaçsan da ben bırakmam, Küheylanımı kamçılayarak.

367 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Şimdi önünden çıkarım Kar, yağmur gibi yağarak. Akmırza’mı öldürdün Ak topuzla vurarak. Ya, sen tanımadan gidiyorsun. Ben Argun denen yiğidim, Azı dişi büyük bir karıştır. Sen buzağı derisinden çantasın, Ben öküz derisinden çantayım. Abılay ile anlaşmaya varırsan, Dünürün en yakın akrabanım. Abılay ile anlaşmaya varamazsan, Atasını bilmediğin bir yabancıyım, - diyerek ozan Bukar göç etme diye nasihat etmek yerine Sadır’ın öldürdüğü batur için diyetini hatırlatarak dizelerini sert sesle bitirdi. Yurdun dışında çalıp söyleyenin üç cüze meşhur halk ozanı Bukar Jırav olduğunu anlamış, göç edip etmemekte kararsız kaldığı için çadırını sökmeyip içinde oturan Taşpolat dışarı çıktı. Bukar’ın diyet talep edip gelmesinin bir bahane olduğunu, elbette, o farkındaydı. Taşpolat ozanı koltuklarından tutarak içeri girdirdi. Hürmet gösterip altına yumşak minder serdi ve yurdun başköşesine oturttu. Hal hatır sorduktan sonra Ozan Bukar: - Evladım, bu ne göçü böyle? - dedi hala da kızgınlığı geçmemiş bir halde. - Çinliler geliyor diyorlar - dedi Taşbolot düşünceli, - Kaşgar’dan kaçanlar var... - Çinliler geliyorsa, Abılay var, değil mi? - Karşı taraftaki halkı Çinliler yerle bir edip yakıp yıkmşı- lar. Güçlüyse, Abılay o zaman nerdeymiş? - Karşı tarafa geçerek Çinlilerle savaşmak için henüz

368 İlyas ESENBERLİN erken… Halk kaçtı diye batur kaçmaz herhalde... - Kaçmayalım... O zaman ne elde edeceğiz? - Batur Bayan böyle soru sormazdı, işte o halkı için canını feda etmedi mi? Taşpolat, sessizce uzun bir müddet oturdu. Sonra sakin bir sesle: - Peki, öyleyse biz de göçmüyoruz, - dedi. Onun sesinden rahatlamış olduğu fark ediliyordu. Kim doğup büyüdüğü toprakları terk edip gitmek ister ki? Ayrıca Hokand hanının yönetimi altına gidip, dört başı mamur bir hayat süreceğinden de Taşpolat’ın şüphesi vardı… - Eğer bize Çinliler saldırırsa, Abılay bize yardım edecek mi? - dedi Taşpolat ozan Bukar Jırav’dan gözlerini ayırmadan. - Bundan sonra bütün Kazakların Abılay’ın bayrağı altında toplanması gerek, - dedi ozan Bukar. - Abılay yönetimi altındaki halkı koruyacaktır. O korumazsa Bögönbay, Jabay, Sarı gibi bahadırlar var. Onlar koruyacaktır... Burada sizler şimdilik Kazak topraklarının gözü kulağı olarak kalmaya devam edeceksiniz. Bukar bir gece misafir olup ertesi gün obasına dönmek için atına bindi. Taşpolat arkasından uzun süre baktı. Ozanın sözünü hatırladı. “Bütün Kazakların Abılay’ın bayrağı altında toplanmalı” diyerek tekrarladı içinden. Halk ozan Bukar’a Abılay’ın dili ve gırtlağı diyordu, bu sözü hatırladı.

369 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

370 İlyas ESENBERLİN

III

Çok istediği arzusuna kavuşan Abılay’ın neşesi yerindey- di... Evet, Teligöl’ün kıyısında toplanan üç cüzün “ileri gelenleri” onu “Büyük Orda” hanı ilan ederek beyaz keçeye kaldırdılar. Gerçi, bu toplantıya Büyük ve Küçük Cüz’den birçok boyun önemli şahsiyetleri gelmemişti. Gelmezlerse, kendi arzuları! Abılay için bunun şimdi pek bir önemi yok. Bugün boyun eğmeyeni, yarın eğecektir. Boyun eğmeyenleri at kuyruğuna bağlatacak, ak topuzla vuracaktı! Şimdi ise Abılay’ın kudretinden korkup diz çökmüş kalabalık halk! “Hanın gazabından koru” diye yalvaran boy beyleri... İşte, bugün, Abılay’a tabi olanlardan biri, Konuratların Bojban boyu. Türkistan vilayetini yurt edinen bu boyun yöneticileri yakın olmasından faydalanarak, Hokand beyleriyle anlaşarak Abılay’ın yönetiminden çıkmak istemişlerdi. Casusları sayesinde bunu haber alan Abılay öğle vakti Bojban obalarına saldırmış, ileri gelenlerini tutuklamıştı. Arayı bulmak isteyen oba aksakalları ne yapsak da Abılay’ın gönlünü alalım diye tüm mal mülklerini hediye olarak getirmişler ve en güzel kızlarını da hediye olarak vermişlerdi. Han şimdi bu kız için özel olarak kurulan otağda yatıyor- du… Konurat boyu asil bir boy idi. Boyun kızları ve yiğitleri gururluydu. Buna ragmen kızın yengelerinin “Hanın gönlünü yapabilirsen, halkımızın bahtı açılır, ağabeylerin ölmeden sağ

371 GÖÇEBELER II – Can Çekişme kalır” gibi telkinlerinin etkisinde kalmıştı. Bazı gençlerin şaka ile taş gibi göğüslerine elleri kazayla değmiş olmasının dışında, tertemiz vücuduna hiç bir erkek eli dokunmamış olan genç kız obasını felaketten, ağabeylerini ecelden kurtarmak düşüncesiyle hanın koynuna girmeyi kabul etmişti. Utancından iki yüzü ateş gibi yanıp, kalbi de kafese düşen serçe gibi patlayacak gibi hızlı çarpsa da hanın gönlü olması için kaba bir davranış göstermemeye çalıştı. Bojbanların isyanı bastırıldıktan sonra, Abılay’ın emriyle isyancılarin ileri gelenleri yakalanmıştı. Onların arasında bu kızın iki ağabeyi de vardı. Kızın yanında yatakta yatmakta olan hanın hatırına birden iki baturun öldürülmesi için verdiği emir geldi. Abılay gülümseyerek: “Hayır, bir kız için kararımı değiştirmem, kim olursa olsun bana karşı gelenler ölecek!” Çok geçmeden o ceylanın etine doyduktan sonra rehavet basıp tatlı bir uykuya dalan arslan gibi tüm cüssesi bir rahatlık sararak gözleri uykuya dalıp dalıp gitmekteydi. Abılay’ın yanında keyfi kaçmış, sessiz sedasız yatmakta olan kız birden: - Hanım efendim, kardeşlerimin kusurlarını bağışlayın… - dedi gözleri yaşla dolarak. - Bakarız… - dedi Abılay yarı uykulu. İki kardeşe ölüm cezası verdiğini tekrar hatırladı. “Önemli değil… Hemen yarın iki ağabeyinin benimle emrimle öldüğünü unutur, sadece hanın koynunda geçirdiği gece aklında kalır”. Abılay yine gözlerini kapattı. Fakat tam o sırada: - Atlara! Atlara! - diye bağırmalar geldi. Ansızın koşuşturan atların nal sesleri işitildi. Sakin bir gecede beklenmedik sesler insanın kulağına nasıl da korkunç gelir!

372 İlyas ESENBERLİN

Zaten endişe içinde olan oba sakinleri ürkerek yataklarından fırladılar. Üstüne yırtıcı bir kartal gelmiş yavru kuş gibi çoluk çocuk gözlerini ovuşturarak ağlaşmaya başlamıştı. Oba dışında da, orda dışında da, herhangi bir düşman- dan kendisini koruyacak nöbetçilerinin olduğunu bilmekle beraber Abılay da yatağından fırladı. Pek fazla telaşlı olmasa da, aniden ortaya çıkan savaşlara alıştığından hızlıca giyinmeye başladı. Yurdun kubbe şeklindeki yuvarlak tavanındaki hava deliğinden gelen ayın ışığında hakiki bir gece perisi gibi uzun ve sık saçları yere kadar dağılmış bir halde ne yapacağını bilemeden otağın ortasında duran körpe güzele alıcı bir gözle sultan bir kez daha baktı. - Benden hususi bir isteğin olursa, gündüz söylersin, - dedi ve heybetli adımlarıyla, gümüş saplı kılıçını eline alarak dışarı çıktı. - “Atlara” diye bağıran kim? Hangi düşman? - diye sordu otağ önünde duran bir grup askere. Nöbetçilerin komutanı Batur Bayan’ın cesedini alıp çıkan, esmer, uzun boylu asker, artık kırlaşmaya başlayan sık ve kısa sakalını sıvazladıktan sonra: - Şimdilik belli değil han hazretleri, - dedi öne çıkarak. - “Atlara” diye bağıranları oba dışındaki nöbetçiler durdurmuş galiba. Şu gelmekte olanlar, onlardır belki de. Gürülütü bir şekilde konuşarak otağa yaklaşmakta olan bir grup adam orda yakınında duran Abılay’ı görüp uzun sarışın birisi atından indi ve eğilerek selam verdi. - Han hazretleri kötü bir haber ile geldik, - dedi - Nasıl bir haber? Söyle! - Orta Cüz ile Küçük Cüz askerlerini kendi obalarına gönderdiğinizi duyan Hokand Hanı Alim yola çıkmış. Değil Hokand, Andican, Margelan, Namangan bölgeleri, Taşkent

373 GÖÇEBELER II – Can Çekişme civarındaki daha dün size tabi olan Şanışkılı ile Kanlı boyları da çoluk çocuk demeden tüm halkıyla onlara katılarak birlikte geliyorlarmış. - Ne kadar kişi? - Altmış binden fazla... Teligöl’ün kıyısında han seçilen Abılay üç cüzden elli bine yakın askerine komuta ederek Hokand’a karşı sefere çıkmıştı. On gün acımasızca devam eden savaşın sonunda Nurbota Bey’in oğlu Hokand Emiri Alim’in ordusunu bozguna uğrattı. “Ayak Tabanları Şişti” felaketinden itibaren daha dün Çin imparatoruyla savaşmış, sonra sıkıntılı zamanlarda Hokand hanlığına tabi olan Kazak kabilelerini serbest bıraktı. Bu savaşın neticesinde Sirderya kıyılarındaki Sayram, Çimkent, Türkistan ve diğer şehirler yeniden Kazakların hakimiyetine geçti. Taşkent vergi ödemeye mecbur oldu. Bununla birlikte daha önceden Taşkent Valiliğine zekat ve haraç veren Şu ve Talas nehirleri boylarındaki ve Karadağ yaylalarındaki Konurat, Duvlat, Celayir, Suvan boyları da vergiden tamamen muaf bırakıldılar. Taşkent ve Andican arasındaki bölgede konar göçer hayat yaşayan Büyük Cüz’ün, Şanışkılı ve Kanlı uruğları çoktandır buraları yurt tuttuklarından kendi yurtlarında Taşkent yönetiminde kalmaya devam ettiler. Yine de Abılay’ın otoriter baskısından zarar gören bu kabilelerin arasında Kazak hanına karşı isyanlar da sona ermedi. Böyle isyanlardan birini Abılay daha dün gece burada kanlı bir şekilde bastırmıştı. En sonunda kendi istediği anlaşmayı yapan Abılay “artık savaş yok, halk kendi yönetimine kavuştu” diyerek ordusunun temelini oluşturan Büyük Cüz ve Küçük Cüz boylarından gelen askerlerini kendi memleketlerine, yani Arka ve Yayık’a geri göndermişti. Abılay’ın yanında ise kendisinin bin civarındaki özel muhafızları ile Duvlat, Celayir, Alban, Suvan boylarının

374 İlyas ESENBERLİN askeri birlikleri kalmıştı. “Büyük Orda” hanının sadece kendisinin özel askerleriyle kaldığını bilen ve Büyük Cüz kabilelerinin Abılay’ı desteklemeyeceğini tahmin eden Hokand’ın genç hanı Alim hemen harkete geçti. Taşkent’i ele geçirmek ve sonra Türkistan’ı da hakimiyeti altına almak amacıyla sefere çıktı. Çağatay Ulusu’na tabi olduğu üç yüz senedir Yedisu bölgesine kimseye ayak bastırmayan, kahramanlıkları tüm Doğu ülkelerine meşhur Duvlat, Celayir, Kanlı, Şanışkılı, Alban, Beştamgalı uruğlarının da Abılay kendisiyle aynı safta olacağını düşünmüştü. Sirderya kıyılarını Konurat, Kıpçak, Tabın boyları nasıl korumuşsa, Büyük Cüz’ün mensupları kendi topraklarını öyle koruyacaktır diye inanmıştı. Ama aniden Kanglı ve Şanışkılı boylarının Hokand’ın kışkırtma- larına aldanması ve onlara Konurat’ın da katılmak üzere olduğu haberi Abılay’ı derinden sarsmıştı. Taşkent’in ödemesi gereken vergileri Hokand hanı o bölgedeki Kanglı ve Şanışkılı boylarının üzerine yıkmıştı. Ayrıca Taşkent valisi de kendi verdiği bir kararla bu boylara zekat ve haraç miktarını da artırmıştı. Halka da bunların sebebi olarak Abılay’a tabi olmanın sonucu gösterilmişti. Halkın ayaklanmasına bunlar sebep olmuştu. - İsyancılar nerede toplanıyorlar? - Şırşık ırmağının beri tarafında. Abılay ordasını yakınlarda Badam ve Arıs nehirlerinin kesiştiği bölgedeki Böritaş denilen yerde konuşlandırmıştı. Burası Kazıkurt’tan elli, Türkistan’dan yüz kilometre uzaklıktaydı. Burada yerleşmesinin amacı Arıs nehri kıyılarında yerleşik Konurat ve Badam nehri boylarında yaşayan Şanışkılı ve Kanglı boylarına yakın durmaktı.

375 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Hımm… Daha bir göç mesafesi uzaktaymış, - dedi han, - Taşkent’ten sonra onlar Türkistan’a doğru gelecekler, onlar gelinceye kadar, biz de askerlerimizi toplamış oluruz. - Abılay vakti öğrenmek için göğe baktı. Sabah yıldızı doğmuştu. Gökyüzündeki sabah yıldızı, az önce kendisi çıktığında eşiğin önünde kalan ikinci sabah yıldızını hatırlattı. Hemen emir verdi: - Şimdi Sirgeli Elçibek Batur’a, Duvlat’ın çift bozkurdu Böken ve Sagır’a haber salın. Tüm askerleriyle bu Kazıkurt’un eteklerine tez gelsinler. Alban ile Suvan’a da, yakınımızdaki Beştamgalı’ya da, dağ eteklerinin bu tarafındaki Celayir baturlarına da haberci gönderin.. Hepsi Kazıkurt’ta toplansınlar. - Emredersiniz! - dedi baş haberci - Kuşluk vaktine kadar kendimizin yiğitleri de kılıçlarını bileyerek hazır olsunlar! Yılanı üçe bölsen de, yine kertenkele kadar gücü olur. Kazak ordusunun üçte birlik kısmıyla da, Allah’ın izniyle, Hokand’ın korkak kurtlarının ümüğünü sıkarız… O yeniden otağa girdi. Elbiselerini çıkarmadı. Kılıcını yanına koyup, kemerini gevşetti ve yüklüğe dayanarak gözlerini kapattı. Sağ tarafındaki yataktan genç kızın hıçkıra hıçkıra ağlama sesi duyuldu… Bir rahatlama hissi duymuş gibi Abılay gülümsedi. Ah kader!… Gercekten de kader, belki de kendisinin beyaz devesidir. İşte şimdiki tılsımı, ikinci beyaz devesi. İlki yaşlandı, zayıfladı ve bir gün kendiliğinden kayıp olup gitti. Ama bu ikincisi… “Hanın tılsımı, bu beyaz deve” bugün hiç keyifli değildi… Bu isyan ona malum mu oldu acaba.!.. Evet, Abılay’a acımasız, merhametsiz diyenler çok. Fakat hiç kimse bu “gaddar” Abılay döneminde Kazak halkı geri

376 İlyas ESENBERLİN gitti diyemez. Hokand Hanlığı’na haddini bildirerek, ejderha ile arslan ağzından bir şekilde kurtularak bozkurt Abılay sağ salim bu günlere kadar gelmedi mi? Kendisinin demir gibi katı disiplinine dayanamayan bazı Kazak boyları kendisinden kaçmak istiyorlar ise, onun sebepleri vardı. Abılay için bir kabilenin maruz kaldığı sıkıntı ve eziyetlerden, tüm Kazakları dağıtmadan, bir arada tutmak daha değerliydi. Altınemel çarpışmasından sonra o kendi öz kardeşi Yolbars’ı Çin imparatoruna göndermişti. Bu sırada Çin yöneticileri arasında iktidar kavgası, iç çekişme ve katliamlar sık bir biçimde yaşanmaktaydı. Abılay anlaşmak için görüşmeler yapmanın tam zamanı diye düşünmüştü. Çin İmparatoru Hun Li kendine karşı başkaldıran, her gün kargaşa çıkarmakta olan Doğu Türkistan Kazakları ve Uygurlarına Kazakların desteklemesinden endişe ettiğinden Kazak hanının elçisini çok iyi bir şekilde karşılamıştı. Abılay Han’a “Prens” unvanı vermiş, kunduz içlik giyim, ipek halılar gibi birçok hediyeleri de göndermişti. Bu gönderilen çok sayıdaki hediyelerin arasında bir de o senenin Çin takvimi vardı. Bu takvimi, Çin imparatoru, sadece kendi ülkelerinin kültürünün bir parçasını tanıtmak için değil, aynı zamanda Kazaklar da bundan sonra gün, ay ve sene hesaplarını Çin takvimine göre yapsın diye mahsus göndermişti. Bu, başka milletlere kendi nüfuzunu arttırmanın bir yolu... İki yıl sonra, yani bin yedi yüz elli sekizinci yılda Doğu Türkistan’daki Uygur ve Kazak ayaklanmalarını kanlı bir biçimde bastırdıktan sonra, Çin askerleri Kazak topraklarına tekrar girdiler. Bu sefer onlar Tarbagatay dağından aşağı inerek, Gökçe Deniz’e kadar ulaşmışlardı. “Ayak Tabanları Şişti” felaketinde olduğu gibi Çin askerlerinin yolundaki bütün

377 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Kazak obaları “Çinliler geliyor” diyerek yine kitleler halinde yerlerini yurtlarını terk etmişlerdi. Dünkü yemyeşil çayırlar, çimenler ve çiçekleri olan, her taraf hayvanlarla dolu obaların yerine çekirgelerine kadar yenmiş, yanmış orman ve bom boş ıssız bozkırlar kalmıştı... Abılay Çinlilere karşı tekrar sefere çıktı. Ayagöz civarında yapılan kanlı savaşta zar zor toplamış olduğu ordusunun kırılmasını önlemek için Çinlilerin karınca gibi kalabalık ordusunun önünden bir kere daha geri çekildi. Bu savaşta Malaysarı Batur şehit düştü. Geri çekilmekte olan askerler onu simdi “Malaysarı Tepesi” olarak adlandırılan kumlu tepenin başına defnettiler... Hun Li ne kadar hiddet gösterse de, Abılay Rusya’dan ilişkisini koparmadı. Aksine yumşak yastıklar üzerine hançer gibi keskin pençeli ayaklarını koyarak sakinleşen heybetli arslana benzeyen Rus kalelerine daha çok yaklaşmaya devam etti. Kazak topraklarına giren Çin ejderhası ise burnunu göğe kaldırdı ve güz mevsiminin yaklaştığını farketti ve nasıl bir tehlikeye doğru gitiğini hemen anladı ve tez toparlanıp geri dönerek Tarbagatay dağına doğru tekrar tırmanmaya başladılar... Çin ejderhası Rus kalelerinin sırayla dizildiği bu ülkede kolay ganimetler elde edemeyeceğini hemen fark etmişti. Ancak, o sene tekrar yüz seksen bin civarında askerini Doğu Türkistan sınırlarına getirip dökmüştü. Rusya’nın buna karşı çıkacak gerekçesinin de, imkanının da olmamasından istifade ederek, artık o bütün Orta Asya’yı ele geçirmek istedi. Nasıl bir tehlike ile karşı karşıya bulunduklarını anlayan Hive, Buhara, Hokand, Afganistan emirleri kendi aralarındaki kavga ve husumetleri bir kenara bırakıp bütün Müslüman halklarının

378 İlyas ESENBERLİN birlik olarak Çin’e karşı savaşması için “cihat” ilan ettiler. Bu cihada Müslüman Abılay’ın da, Küçük Cüz Hanı Nurali’nin de katılmama gibi bir durumları söz konusu olamazdı. Kendi isteği ile egemenliği altına girdiği Rusya’nın Çin ile arasının iyi olduğunu bahane ederek Nurali Han cihada katılmaktan vaz geçti. Cihada katılmamak için Abılay da bir bahane uydurdu. O da, bir taraftan Rusya egemenliğinde iken ondan izinsiz Çinlere karşı büyük bir savaşa katılamayacağını hatırlatırken, diğer tarfatan Çin imparatoru ile bir anlaşma yaptığını ifade etti. Daha yakınlarda Abılay Han otuz boz at hediye sunarak, Ordaşı Bey’in başkanlığındaki Hun Li’ye otuz aksakalını göndermişti. Hun Li de bunu “Tüm Kazakların Lideri” ve Çin Devleti’ne karşı hareket edenlere ölüm dahil, her türlü ceza verme yetkisi sahip “Filin” unvanı verdi. Aslında, Abılay için milli geleneklere göre, bu gibi anlaşmalar beş paralık değeri yoktu. Kağıt üzerinde olmayan her türlü vaatlerini Kazak hanları, hoşlarına gitmiyorsa, her zaman kolayca unutabilirlerdi. Abılay’ın gaza savaşına katılmamasının baş sebebi, Orta Asya Müslümanlarının bir toplum olarak Afgan Hanı Ahmet’i başkomutan seçmeleriydi. Şimdi Ahmed’in emrinde yetmiş beş bin asker vardı. Eğer Çinlere karşı bir savaş açılmasa bile, bu kalabalık asker nereye gidecekti? Uzun zamandır devamlı savaşmaktan yorgun düşmüş olan Kazak ordusu bu kadar kalabalık askere karşı koyabilir miydi? Onun yerine... Türkistan topraklarında gözü olan bu hanların askerlerinin kaburgalarını kırarak, Çinliler uykularını kaçırsa, bizim için daha iyi olur, diyordu. Elbette, güney tarafından Çinlilerin komşu olması da Kazaklar için iyi olmayacaktı. Fakat, Rus kaleleri sadece Kazak topraklarında mı, bir ucu doğuda, Çin seddine kadar, hatta oradan Büyük Okyanus’a kadar uzanmaktaydı. Bu, Çin imparatorunun

379 GÖÇEBELER II – Can Çekişme dikkate alması gereken bir durumdu. Abılay Doğu meselesini bu şekilde değerlendirip Kızılyar’da Rus dilini öğrenen oğlu Turgul’un başkanlığında kendisini üç cüzün hanı olarak kabul etmesi için Petersburg’a Çariçe II. Ekaterina’ya elçilik heyeti gönderdi. Üç cüzün “ileri gelenleri” Abılay’ı ak kısrağın sütüyle yıkayıp, ak keçeye kaldırarak “Büyük Orda” hanı seçmelerine rağmen, çariçenin egemenliği altındaki tüm Kazakların hanısın şeklindeki kararnamesi çıkmamıştı. Elbette, bütün Kazak ülkesine Abılay han olduğunda, bu anı bekleyerek yeni içinde sakladığı kanlı tırnaklarını çariçenin kendisine bile gösterebilirdi. Resmen kabul edilmeden de, bütün Kazak onu kendi hanı olarak tanıyıp, peşinden gelebilirdi. Eğer resmen kabul edilirse... Hayır, Çariçe ahmak değil. “Şuurunu kaybetmiş bir halka şuurlu bir yönetici tayin etmek olmaz, onun yerine şuurunu kaybetmiş bir halka şuursuz bir yönetici verirsen, egemenliğin altındaki halk başkaldırmaz.” ....Abılay her zamanki gibi erken kalktı. Gün ağarmaya başlamıştı. Kız gece entarisiyle büzülmüş ayak tarafında oturuyor. Dağılmış kara uzun sık saçı omuzlarını örterek tüm vücudunu kaplayarak yerlere doğru sarkmıştı. Sadece bozarmış yüzü görünüyordu. - Ne dilersin benden? - dedi Abılay, kendi kızlarıyla akran genç kıza. - Söyle, yerine getireyim! - Dileğim tektir… Kızın sesinde kırgınlık belirtisi yoktu. - Bir kızın kucağında bir kabile halkının kaderi olmaz, han hazretleri… Bunu ben de biliyorum. Lakin şiddetli, fırtınalı havada sadece kartal kendi yolunu şaşırmaz. Halkın hepsi kartal değildir. Kargaşa döneminde halkımın kararsızlık

380 İlyas ESENBERLİN göstermesini affediniz! Kızın konuşması Abılay hoşuna gitti. - Peki, ama kendi kardeşlerine karşı silah kullanan iki ağabeyini ne yapacağız? - Yanlış yapan, eğer yeniden doğru yolu bulduktan sonra… Abılay gülümsedi. - Biz onların “doğru yolu” bulduğunu nasıl bileceğiz? - Onları serbest bırakın, eğer size baş eğerlerse, kendi hatalarını anlamışlardır, demektir - Eğer bana baş eğmezlerse? - dedi Abılay. Kız birden sevindi. - O zaman karar sizin. Nasıl yiğit olursa olsun, kaderi kendi halkının kaderinden üstün değildir. Abılay otağın kubbe biçimdeki “şanırak” olarak adlandırı- lan tavanının ortasındaki yuvarlak ışıklıktan gözünü almadan yeni doğmakta olan sabah aydınlığına bakarak uzun bir süre daldı. Evet, kendi yönetiminden kaçmak isteyen Konurat’ın bir kaç mensubunu şiddetle cezalandırmıştı... Kalanlarının gönülleri şimdi ne tarafa meyledecekti? Üysün, Celayir, Duvlat, Alban, Suvan gibi Büyük Cüz’ün önde gelen uruğları ne diyecekti? Bunlar Abılay’ın yaptığını makul görecekler miydi? Bu boyların çok sayıda yiğidi şimdi Abılay Han’ın ordusundaydı. Ya, yarın bu yiğitler, Kazaklar Hokand askerleri ile savaşmak durumunda kaldığında, Abılay’ın merhametsizli- ğine kızarak, Hokand tarafına geçerlerse ne yapacaktı? Han kıza bir kere daha göz ucuyla baktıktan sonra bir kelime etmeden yerinden kalkıp otağdan sessizce çıkıp gitti. O yine boz renkli gökyüzüne baktı. “Beyaz kuğu kuşunu da görmeyeli çok oldu!” - dedi bir şeylere pişman olmuş gibi, ama

381 GÖÇEBELER II – Can Çekişme hemen kendini toparladı. İleride duran nöbetçiyi yanına çağırdı. - Habercilerden haber var mı? - Daha kimse geri dönmedi. Abılay Kazıkurt tarafına baktı. Dağın eteklerinden han ordasına doğru gelmekte olan atlı askerleri gördü. Aniden atların nal seslerinin gürültüsü duyulmaya başladı. Dört nala hızla gelen atlılar obanın dışına gelerek durduklarında, Abılay’ın yüzünde memnuniyet ifadesi belirdi. Bu gelenler Kıpçak Manday ve Kerey Janay baturların askerleri idi. Onlar Karadağ civarındaki akraba ve dostlarına ziyaretler yapıyor olduklarından obalarına henüz dönmemişlerdi. “Atlara” şeklindeki bağırışları duyar duymaz hemen Abılay otağına gelmişlerdi... - Ozan Bukar’a haberci gönderdiniz mi? - dedi Abılay Görevli cevap veremedi. Abılay’ın yüzünde hoşnutsuzluk belirdi. Bir zamanlar kendisine destek olan ozan ile hanın arası gün geçtikçe soğumaya başlamıştı. Konurat halkına karşı yaptığı merhametsizliğini gören ozan Bukar kızarak dün han ordasını terk etmişti. Kazıkurt’un doğu tarafından yine bir toz bulutu göründü. Tozu dumana katan haberci atından yuvarlanarak inerek sultanın önünde diz çöktü. - Han hazretleri, Celayir’dan bize sadece dört beş yüz kadar adam katılacak gibi... - Diğerleri? - Hokandlılardan kaçmak için yurtlarını topluyorlar. - Buna benzer haberleri Büyük Cüz’ün başka boylarından da aldık! - dedi haberci.

382 İlyas ESENBERLİN

- Peki, nereye kaçacaklar? - Alagöl civarına. - Çinlilerin topuzunun altına gidip saklanacaklar mı?! - Sesinin nasıl yüksek çıktığını Abılay’ın kendisi de fark etmemişti. Fakat, öğleden sonra, habercilerinin söyledikleri gibi durumunun pek kötü olmadığı belli oldu. Abılay ne kadar kızgın olsalar da, Çinliler ve Hokandlıların kendilerine çok zulümler yapıp dünyayı dar edeceklerine kuşku duymayan Büyük Cüz’ün birçok boyu çok geçmeden adamlarını Abılay’ın ak sancağının altında tamamen toplayacakları haberi geldi. Daha sonra da Bökey ve Sadır baturların komutasında Duvlatların kalabalık askerinin gelmekte olduğu şeklindeki söylentiler obada birden yankılandı. Sırgalı Elçibek baturun ise zamanında geleceğinden Abılayın kendisi de şüphe etmiyordu... - İsyancı Bojban boyundan cezalandırılmayan kaç adam kaldı? - diye sordu Abılay, yaşlı kılıç askeri birliklerinin komutanından. - Han hazretleri, sizin ölüm cezasına hükmettiğiniz önderlerinden sadece beş kişiyi at kuyruğuna bağlayarak öldürdük... Kalanları elleri ayakları bağlı bekliyorlar... - Serbest bırakın sağ kalanlarını!.. Serbest bırakılan Bojban yiğitleri urgan batmış ellerini oğuşturarak hemen obalarına dağılmaya başladılar. - Adaletli hüküm verdiniz, kudretli sultanımız!- diyerek orada bulunan Bojban aksakalları meleyen koyunlar gibi bağrışarak dualar ettiler. “Beş adamını at kuyruğuna bağlayarak öldürdüğümü gördükten sonra bunlar bana dualar ediyorlar, - dedi Abılay içinden, - eğer cezalandırmadan dün hepsini serbest bırakmış

383 GÖÇEBELER II – Can Çekişme olsaydım, bugün bu hayır dualar olmazdı!” Birden Abılay “Janibek! Janibek!” şeklinde fısıltıyla çıkan sesi işitti. Dönüp baktığında giden yiğitlerin içinden kendisinin iki ağabeyini çağırmakta olan Konurat güzelini gördü. İki ağabeyi yanına geldi. Birşeyler sordular. Sonra ikisi obalarına doğru koşarak uzaklaştılar. “Şu ikisini boşuna serbest bıraktım” - diye düşündü Abılay yine, ama o anda onları unuttu. Ancak, bir hafta sonra, aslında birine yapılan kötülüğün hiçbir zaman unutulmayacağını ve herşeye rağmen kanlı intikamın yüreklerin derinliklerinde saklanacağını anlayacaktı. Abılay’ın cihat çağrılarına katılmamasından faydalanarak, Hokand hanları onu tamemen ortadan kaldırmak istediler. Onlar tüm İslam toplumlarına: “Her kim Abılay Han’a yardım etmeyi düşünürse, Allahü Teala’nın laneti onun üzerine olsun” diye duyuru yaptırdılar. Ama dini geleneklere çok özen göstermeyen Kazak bozkırları buna pek de önem vermedi, çünkü bunlar ezelden beri gelmekte olan kendi örf ve adetleri olan bir toplumdu. Dini korumaktan ziyade, kendi vatan topraklarını korumak eski atalarından kalan mirastı. Bu bozkır kanunlarına uyarak Semerkant, Hive, Buhara, Hokandlıların binlerce minarelerinden Kazak hanına “lanetler” okunmasına rağmen, Büyük Cüz’ün birçok boyunun yiğitleri Abılay’ın ak sancağının altında toplandılar. - Hey, burak haberci! - diye haykırdı Abılay. Habercilerin içindeki en becerikli ve aydınlık yüzlü genç delikanlı hanın önüne koşarak geldi. -Ne buyurursunuz, han hazretleri? - Celayir obalarına yeniden koş. Çabuk gelsinler de. Eğer zamanında gelmezlerse, Hokand savaşından sonra, Hokand’ın

384 İlyas ESENBERLİN başına gelen, Celayir beylerinin de başına gelmesin! Bu şekilde ikaz et! - Eğer cevap vermezlerse? - Al bu benim kamçım... Eğer cevap vermezlerse, bunu önlerine at ve kendin geri dön. Haberci ordadan hızla fırladı. Geniş bozkırlar eli silahlı atlı savaşçılarla dolmaya başladı. Kazıkurt dağının üstünden en az on kilometreye kadar alan açıkça görünüyordu. Abılay, zaman zaman batı tarafına doğru bakıyordu. Sanki birisinin gelmesini sabırsızlıkla bekliyordu. Hanın niçin bu kadar telaşlı olduğunu etrafındaki arkadaşlarına da belliydi. Han ozan Bukar Jırav’ın gelmesini bekliyordu. Bu günlerde iyice yaşlanmış olan ozan Bukar, Kazaklarda bugüne kadar hiç görülmemiş ilginç bir adamdı. Keskin dili, kıvrak zekâsı için birçok kez pahalı kaftanlar giydirilip taltif edilmişti. Ama ozan onları yanındaki arkadaşlarına hediye eder, kendi eski çuha kaftanını giymeye devam ederdi. Kış olunca da giydiği deve yününden kalın gocuk ve epey eskirmiş karsak kalpak giyerdi. Bazen sefere çıkmak için atı bile olmazdı. Ama onun gidip konakladığı oba hemen şenlenirdi. Büyük küçük demeden herkes ona hizmet etmek için yarışırdı. O bir avcının yaşlanmış kartalı gibi tünekte kalmış ihtiyar ozan hanın eksiklerini yüzüne karşı ağır bir şekilde ifade etmekle birlikte, Abılay’ın önemli kararlarında kendisine destek olan, halka duyuran tellalı da idi. Fakat son yıllarında ünlü ozan Abılay’ın acımasız, tüyler ürpertici korkunç birçok işlerinden rahatsız olup hanın zulmünü açık bir şekilde söyler olmuştu. Han ordasında da, eskisi gibi değil, daha az bulunmaya başlamıştı. Ozan Bukar’ın bu davranışları Abılay’ın da dikkatini çekiyordu. Ozan yoksul olmakla beraber, kalabalık

385 GÖÇEBELER II – Can Çekişme yoksul halka kullandığı bir silahı olduğunu da han iyi biliyordu. Han ne kadar heybetli ve öfkeli görünse de, yoksullarsız, “tebasız” işlerinin hiçbirinin gerçekleşmeyeceği de ona aşikardı. Bir zamanlar bu bilge ozan Abılay’ı Rusya ile yakın ilişkilere giriyorsun diye suçlamıştı. Sonradan bu ittifakın Kazak bozkırlarını Çin tehlikesinden korumak için lazım olduğunu anlamış ve Abılay’a eskisinden daha çok yakınlaşmıştı. Artık, onu tüm Kazak halkını bir araya getirebilecek hanı olarak kabul etmişti. Ama koyduğu hedeflere ulaşmak için her türlü acımasızlığı yapmaya hazır hanın bazı davranışları son zamanlarda ozanı korkutmuş ve Abılay’dan uzak durmaya başlamıştı. Daha dün Abılay geçmiştekilerden de kötü ve korkunç bir suç işledi. Hana baş eğmek istemeyen Konurat’ın beş ileri gelenini at kuyruğuna bağlatıp hayvanca bir işkence ile öldürttü. Bunu, han ordasından uzak bir yerde gizli yaptırmışsa da, ozanın bundan haberi olmuştu. Öfkeli ozanı hala kendi ordasında yanında tutmak isteyen Abılay ona kendi özel yılkı sürüsünden en yürük atlarından birini seçip ozan Bukar’a hediye etmişti. Belki de bu hediye seçimi iyi yapılmıştı, işte şimdi üç cüz mensuplarının hepsinin sözünü dinlediği Bukar Jırav yanında bir grup insanla han ordasına doğru gelmekte... Fakat, keskin gözlü Abılay, Bukar Jırav’ın altındaki atın kendisinin her zamanki yaşlı doru atı olduğunu uzaktan gördü. Bu, hanın hediyesine aldanmamış olduğunun işaretiydi. Genelde ozan obanın ta dışından dombırasını çalarak, halkı neşelendirmek için çok sayıdaki koçaklamalarından birini terennüm ederek gelirdi. Bu sefer bunlardan hiçbiri yoktu. Hana yakın gelince, adamlarının yardımıyla atından indi ve

386 İlyas ESENBERLİN yaklaşıp hana başını eğdi. - İyi misin, Abılay Han! - Var mısın ozanım! Hoş geldin! -Tüm bozkır ağlayan halkın gözyaşlarıyla kamışlı bataklı- ğa dönüşmüş... Atlar toynaklarını zorlukla çekip çıkararak geldi, han efendimiz! - Hana karşı çıkan isyancılar cezalarını çekerler! - Böyle yapmaya devam edersen, çok geçmeden sana tüm Kazak bozkırları karşı görünür, han hazretleri... - Benim yerimde sen olsan, ne yapardın, pirim?! - Vatan topraklarının suyu mu çıkmış bu halkın? En azından bunu sormadın mı han hazretleri? Zayıflayan hanlığı kan dökerek güçlendiremezsin, Abılay. - Altındaki atın yürük olsa, kamçılamaya gerek kalmaz idi... Perişan olup dağılmış sürüyü bir araya toplayamadan geçip gideceğiz belki bu dünyadan! - Handa kırk kişinin aklı olmaz mıydı? - Bu halk fitne fesatçıların sözlerine kanıp, yabancı diyarlara göç etmek istiyor... Dişi deve gibi feryat figan edip beni yerden yere vuracağına, aklın varsa, söyle ozanım! On iki kanat ak ordada akşama doğru Han Meclisi başladı. Bu zamana kadar durum iyice tespit edilmişti. Dört bir yana gönderilen keşif ekiplerinin hepsi geri gelmişti. Hokand hanı Çin imparatoruna elçi gönderdiği ve askerlerinin çoğunluğunu Kazak bozkırlarına doğru sevk ettiği öğrenilmişti. Elbette, bunu Hokand’ın genç hanı Çinlilerin tavsiyelerini dikkate almadan yapmamıştı. Hokand askerleri Kazak ordusundan çok daha fazla idi. Ama nitelik açısından Abılay’ın savaşçı süvarilerinden oldukça geriydiler. Üstelik onların içinde kendi kardeşlerine karşı

387 GÖÇEBELER II – Can Çekişme savaşmak istemeyen Kazak askerleri de vardı. Han Meclisi Bökey, Sagır, Jabay idaresindeki Büyük Cüz askerlerinin Hokand ordusunu Badam ve Arıs nehirlerinin kıyısında karşılmasına karar verdi. İlk çatışmadan sonra askerler geri çekilerek Hokand askerlerini kendileriyle birlikte Kazak bozkırlarına doğru çekmeye çalışacaktı. Bu sırada Elçibek’in ordusuyla desteklenmiş Abılay’ın kendi ordusu, Savran’ı dolaşarak Taşkent’te saldıracaktı. Kısacası, Hokand hanı Kazak topraklarını ele geçirmek isterken, Kazak ordusu da onun yurdunda kargaşa çıkaracaktı. Taşkent’i koruyan ve Abılay ve Elçibek’e karşı durabilecek o civardaki Şanışkılı ve Kanglı kabilelerini Kazak saflarına çekmek için bir grup aksakal ile ozan Bukar Jırav yola çıksın, dendi. Abılay zırhını giymek için otağa girdi. Kız daha gitmemişti. Abılay onun yüzünü odanın alaca karanlığında iyice görememişti. Şimdi dikkatlice baktı. Kız o kadar güzeldi ki, onu bırakıp gitmek bile müşküldü. Kızın ismi han dilinin ucuna kendiliğinden geldi. - Surşakız, - dedi Abılay, - senin bir nişanlın var mıydı? Kız uzun kirpiklerini yukarı kaldırıp oval büyük gözleriyle uzun bir süre tedirgin bir şekilde hana baktı. - Üç cüzün hanına onun bir önemi var mı? Kızın sözü Abılay’ın yine hoşuna gitti. - Tamam, Surşakız, - dedi o - eğer savaş meydanından sağ salim dönecek olursam, babana başlık paranı ve hediyemi verip kendim isteyeceğim. Kızın solgun yüzü bir anda kızardı ve gözünde sevinç parıltıları belirdi. Abılay’ın tüm benliğini büyük bir mutluluk kapladı. Bu

388 İlyas ESENBERLİN yaşına kadar nice uzun saçlıyla karşı karşıya gelmişti. Fakat, hiç birisi Surşakız kadar hoşuna gitmemişti. Kendini bildi bileli hep at üstünde sadece sefer, savaş ve mücadele ile meşgul olmuştu. Evlendiği eşlerinin hepsiyle sadece yatak odasında tanışmıştı. Surşakız’la da öyle karşılaştı. Ama o Abılay’ın yaşlandığında karşısına çıkan en büyük serveti gibiydi. Tam o anda “sadece sevdiğim kızla evleneceğim” diye gençken kendi kendine verdiği sözü hatırladı. Abılay hafifçe gülümsedi. “Kaderinde varsa, gökteki beyaz kuğu da ayağına gelirmiş”. Surşakız’ın gözleri yine parladı. Hayır, o şimdi dün geceki Abılay’dan çok korkan genç kıza benzemiyordu. Bu artık kudretli Abılay Han’ın sevgili eşi! Haksızlık eden dünya ile vuruşmaya hazır bir güzel! Abılay dışarıya yönelirken, Surşakız da birlikte çıktı. Toplanmış kalabalıktan hiç sıkılmadı, Abılay’ın önüne getirilen küheylanına koltuğundan tutarak binmesine yardımcı oldu. Abılay eğilerek Surşakız’ı alndan öptü ve arkasına bakmadan kendini bekleyen orduya doğru dörtnala ilerledi. - Güle güle, yiğidim, - dedi mırıldanarak, - ne olur sağ salim geri dön, tehlikeli seferinden... Surşakız yola koyulan ordudan gözünü almadan uzun süre durdu. “Otağdaki elbiselerini al ve git” demek üzere gelen Abılay’ın hizmetkarlarından birisi kızın yanına tepeden bakarak geldi. - Güzel kız, - dedi alaylı bir üslupla o, - bugün han yatağında uykunuzu iyice almış olmalısınız. Artık evinize dönseniz de olur. - Ak Orda muhafızlarının başı kim? - Muhafızların başı Jamantay. Ama size baş olmaya benim

389 GÖÇEBELER II – Can Çekişme yetkim yeter de, artar bile diye düşünüyorum... - Çağır Jamantay’ı! Hizmetkar bir şey demek istedi, ama hemen durdu. Hana bir gece hizmet ettikten sonra gönlü kırık kızlar gibi değil, mağrur bir şekilde davranan Surşakız’ın davranışlarından kızın başına “talih kuşu” konmuş olduğunu fark ederek birden korkuya kapıldı. “Bunun neresini beğenmiş bizim han, - dedi içinden, - gözleri mağdur edilmiş birininki benzemiyor, büyük bir mutluluğa kavuşmuş gibi parlıyor, yaşlı herif bunu kendine karı diye almasa iyiydi”. - Jamantay’ı çağır demedim mi, ben sana! Kızın sesi öncekiden daha öfkeli çıktı. - Emredersiniz! Hizmetkar Jamantay’ı hemen bularak getirdi. O kendi düşündüklerini Ak Orda muhafızlarının komutanına söylemiş olmalı ki, Jamantay uysal bir şekilde davrandı. - Buyrun güzel kız, ne arzu ediyorsunuz! - İki şey istiyorum, birincisi bu boş konuşan yiğide vücudunun en yağlı yerine kırk kamçı vurdurun. Saf mizaçlı Jamantay birden irkildi. - Aman Allah’ım, o zaman bu ata oturamaz. Kız alaycı bir gülümsemeyle: - O zaman pantolonunu çıkartıp, ısırgan otuyla iyi bir şekilde on kere vurunuz! İkinci emrim: evdeşim düşmanını yenip seferden döndüğünde onu karşılamak için eyer takımları gümüşten olan ak boz atı hazırlayınız! Bu sözleri söyleyen Surşakız’ın hanın sevgili eşi olduğunu anlayan Jamantay. - Peki efendim, emrileriniz yerine getirilecektir, hanım

390 İlyas ESENBERLİN sultan... - diyerek başını eğdi. ....Üç gün sonra Büyük Cüz askerlerinin Hokandlılarla ilk çarpışması Türkistan şehrinin doğu tarafında başladı. Hokand Emiri Alim Han halkı peşinden sürüklemeyi iyi bilse de, daha savaş taktiklerini öğrenmemiş, askeri alanında tecrübesi az bir yöneticiydi. Bojban obalarına gönderdiği casuslarıyla Abılay’ın ordasında olan her şeyden haberdar olmuştu. Kendisine karşı ordunun savaşa çıkacağını da biliyordu. Tek bilmediği şey, Abılay Han ile Elçibek’in dört bin askerle bir noktadan Taşkent’e doğru yaklaşmış olduğuydu. Arkasında düşman olduğunu bilmeyen Alim Han ve yaşlı kurt Erden Batur tüm askerlerini Türkistan şehrinin civarına dökmüşlerdi. Altmış bin askere sahip genç han Büyük Cüz askerlerini püskürttükten sonra, onların peşine düştü. Bökey, Sagır, Jabay’ın komutasındaki askerler, göçebelerin eski taktiğini kullanarak, yakalanmadan, sadece devamlı geri çekildiler. Tecrübeli Erden Batur’un “amaçsız kovalamanın gereği yok” demesine rağmen, ordusunun kalabalık oluşuna güvenen Alim Kazak askerlerinin arkasından gitmeye devam etti. Böylece onlar kendilerinin gerideki güçlerinden epey uzaklaşmışlardı. Bu sırada Abılay Han ve Elçibek’in komutasındaki dört bin asker Taşkent şehrine saldırıyordu. Taşkent muhafızları fazla dayanamadı. Bunların çoğu han emriyle günlük geçim meşgalelerini mecburen bırakmış şehir yoksulları, tek atı olan köylü veya hala kılıç sallamasını doğru dürüst öğrenememiş, sadece baturların pohpohlamasıyla “düşmanları kırmak isteyen” toy delikanlılar idi. Bunlar Kazak süvarilerinin baskısına direnemeyerek şehrin anahtarını Abılay Han’a getirip teslim ettiler. Türkistan’ı almak hevesiyle mağrur bir şekilde gelen

391 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Hokandlıların temel gücü aniden geri çekilmesini bırakarak karşı hücuma geçen Kazak askerlerine direnemedi. Dört bir yandan birkaç defa saldırmalarına rağmen, vadi ve ormanlara gizlenmiş olan Duvlat, Celayir, Üysün askerleri kendilerine düşmanı yaklaştırmıyorlardı. Yağmur gibi yağan yay okları ve fitilli tüfek kurşunlarına dayanamayan Hokand askerlerini rüzgârın vurduğu otlar gibi geriye doğru birkaç kez savruldular. Hatta bazen Kazak süvarileri onların üzerine atlarını sürüp birçok askeri mırzaklarıyla vurarak yere düşüyorlardı. Böylece savaş üç gün devam etti. Sayılarının çokluğuna güvenen Hokandlılar artık son savaş için hazırlanıyorlardı. Tam o sırada “Abılay Han Taşkent’i basmış!” - diye haber geldi. Ayrıca “ozan Bukar Jırav gidip ikna ederek Taşkent yakınlarındaki Kanglı obaları yine Kazaklar tarafına geçmişler. Arka’dan Abılay’a yardım için çok sayıda asker de geliyormuş” şeklindeki olumsuz haberler de yayılmaktaydı. Alim Han ile Erden Batur Taşkent’i Abılay’ın aldığına emin olduktan sonra artık kaçmaktan başka çareleri kalmamıştı. İkisi Abılay Han’a elçi gönderip anlaşma yapmak istediler. Abılay Han, halkı daha fazla kargaşaya düşürmenin yersizliğini düşünerek bu isteği hemen kabul etti. Bu ateşkes anlaşmasıyla eski anlaşmanın yürürlükte kalması kabul edildi. Sadece Hokandlıların bu defaki savaş masraflarının tamamını ödemesi hususunda anlaşıldı. Yine bu anlaşmaya göre, Hokand yönetimi altındaki Kazak boylarından vergi ve haraç almayacaktı. Böylece kendilerine üstünlük sağlayan bir anlaşmayı yapan Kazak askerleri Karadağ’a döndüler. Mutlu ve sevinçli kalabalık ordu. Ayaklarıyla otları kart

392 İlyas ESENBERLİN kurt ezerek yürüyen hepsi yürük Kazakî küheylanlar. Abılay’ın ak sancağını tutan kalabalık ordunun önünde bir grup genç yiğitler. Bunların bindikleri yele ve kuyrukları bağlanmış kamış kulak, geyik butlu yürük atlardı. Onlardan sonra ozan Bukar, Elçibek, Sagır, Jabay baturların kuşattığı han Abılay. Altlarında göğüsleri büyük bir kulaç uzunluğunda, sırtı tahta gibi dümdüz koyu siyah atlarıyla çok ağır rahvan yürüyüşle bir şeyleri konuşarak kahkaha atarak gülüyorlar. Hepsinin yüzünde mutluluk, ganimet torbaları da dolu. Tek bir kişinin yüzünün gülmüyordu. Zaman zaman uzun bıyıklarının uçlarını dişleyerek birisine öfkesini yöneltir gibi öne doğru sabırsızlıkla atılırcasına atını sürüyordu. Ara sıra Abılay’a arkasından kızgın gözleriyle süzüyordu. Bu, deli dolu mizaçlı, hana olan kızgınlığı hala geçmemiş olan Konurat’un baturu Kanıbek idi. İki baturdan biri savaşta ağır yaralanarak ölüm döşeğinde dönüyordu. Konurat yiğitlerinin önünde Kanıbek yalnızdı. Arkasından gelen yiğitler birbiriyle fısıldaşarak konuşuyorlar- dı. Tutukluluktan serbest bırakıldıktan sonra, akıllarında sadece halkın namusu olan iki batur hemen Konuratların gözü pek yiğitlerini toplayarak, Sagır’ın askeri birliğine katılmıştı. Serbest kalmalarına kızkardeşi Surşakız’ın sebep olduğunu, onun Abılay’ın yatağında gecelediğinden haberi yoktu. İki baturun deli dolu huyunu bilen oba halkı onlara Surşakız’dan bahsetmekten çekinmişlerdi. Alim Han ile çarpışmalarda ikisi de büyük yararlıklar göstermişti. Biri yaralanıp geri dönmüş, ikincisi, küçük batur Kanıbek, ağabeyi Janibek’in yokluğunu hissettirmemeye gayret etmişti. Yiğitliğine yiğitlik katarak, kanlı savaş meydanında fedakarca çarpışmıştı. Böyle şiddetli bir çarpışmada

393 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Konuratların batur yiğitleri Hokand’ın kaçmakta olan askerlerinin peşlerine düşüp, enselerine topuzlarıyla vurarak birer birer yere düşürerek gelmekteydiler. Atını hızla süren Kanıbek birine yaklaşıp vurmak üzere topuzunu kaldırdığında düşmanı atından atlayarak durdu. - Aman, yiğidim, canımı bağışla! Yalvarırım af dilerim!- dedi ateşli gözlerini dikerek. Bu, Erden’in kardeşi Eralı idi. Eralı’nın kötü şöhretini daha önce duymuş olan Kanıbek daha hiddetlenmişti. - Göstereceğim ben sana amanı! - dedi topuzunu vurmak üzere kaldırarak. - Kelime-i şahadet getirmeye başla, rezil! Düşman elinde yalnız kaldığını fark eden Eralı, Kanı- bek’in ona merhamet etmeyeceğini anlamış ve artık aman dilemeden ölmeye karar vermişti. - Satılmış! - dedi Kanıbek’e sert bir tonla. - tek kızkardeşin Surşakız’ın namusunu satarak Abılay’ın elinden canını zor kurtarmıştın. Ben senden daha rezil değilim, vur da, öldür, hadi! Kanıbek topuzu iki eliyle birlikte ver gücüyle indirdi. Eralı’nın kafası param parça olup beyin etrafa saçıldı ve vücudu güm diye yere düştü. Kanıbek arkasına dönüp bile bakmadı. Eralın’ın deminki sözleri kulağından gitmiyor, sanki biri kalbine bıçak saplamış gibi rengi bembeyaz olmuş, tir tir titreyerek arkadaşlarının yanına güçlükle gelmişti. O gün kendisinin güvenilir bir arkadaşından oba aksakalla- rının Surşakız’ı Abılay’ın yatağına götürüp yatırdıklarını, bu duruma Surşakız’ın da itiraz etmediğini, ertesi günü Abılay’ın bunların serbest bırakılması için emir verdiğini öğrendi. Artık onun yüreğini namusunu temizleme, aşağılanma, öfke gibi

394 İlyas ESENBERLİN duygular kaplamış, hepsi birlikte yılan gibi sokmaktaydı. El yüzüne bakamıyordu, o gece arkadaşlarından ayrılarak tek başına geceledi. O günden itibaren kimseyle konuşmuyor, öfke içinde boğuluyor gibi oluyordu. Gururuna yediremeyip içi yanan Kanıbek bir ara Abılay’ı karnını deşerek öldürmeye de karar verdi. Fakat sonra buradakiler kendisini yakalayıp parça parça ederler ve kendi rızasıyla hanın yatağına yatıp namusunu kirleten kızkardeşi Surşakız’dan yaptığı işin hesabını soramayacaktı. Bu sebeple Abılay’ı öldürmeyi sonraya bıraktı. Gün batmak üzere iken kalabalık ordu Kazıkurt’un eteklerine yaklaşmıştı. Yiğitlerinin düşmanı yenerek gelmekte olduğuna sevinen Karadağ’daki halkın aksakalları ve gençleri karşılamaya çıktılar. İki taraf birbirlerine yaklaştıkları sırada Kanıbek oba gençlerinin önünde ak boz ata binmiş kızkardeşi Surşakız’ı gördü. Eralı’nın söylediği sözler kulağında yankılanmaya başladı ve yüreği yine öfkeyle doldu. - Namusunu kirletip ailemizi herkese rezil eden kardeşime de ölüm! Masum halka kan kusturan Abılay, sana da ölüm!- dedi içinden Kanıbek kanlı hükmünü söyleyerek. Kalabalık içinde atarsam günahsız birine okum isabet eder diyerek askerlerin dışına çıkmaya başladı. Onun ne yaptığına hiç kimse dikkat etmemişti. Hızla gelmekte olan iki grup birbirine yaklaşarak durdu. Oba grubundan sadece ak boz at binmiş Surşakız’ın ileri çıktığı görüldü. Zaferin sahibi Abılay’ı tebrik etmek istiyor olmalıydı. Ancak, ağzını açamaya fırsat bulamadı, ıslık çalarak gelen bir ok saplanarak kızı atın üstünden düşürdü. - Şimdi ikinci okum Abılay Han sana! - dedi askerlerin dışında yalnız duran Kanıbek ok torbasından zırh delici okunu alırken. - Ondan sonra ak kılıç batarsın benim sıcak vücuduma!

395 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Kanıbek yayını germiş okunu Abılay’a nişanladı. Fakat, yayını çekemedi. Sol tarafından koltuk altına saplanan sivri uçlu kayın oktan sallanarak atının üzerine yığılıp kaldı ve sonra yere düştü. Surşakız’ın okla vurulduğunu fark eden Abılay, arkasına bakınca kızın ağabeyi Kanıbek’in de vurularak yere düştüğünü gördü. Atından inerek kızın yanına geldi. Diz çöküp oturarak kızın henüz feri sönmemiş kara gözlerini kapattı. - Kim vurdu Surşakız’ı? - dedi etrafına bakarak. - Ağabeyi Kanıbek Batur, - dedi muhafızların komutanı. - Niye vurdu? - Bilmiyorum. Han yerde yatan Kanıbek’e baktı. - Bunu kim vurdu? O sıralarda iyice yaşlanmış olan Kapan nişancı öne çıktı. - Ben. - Niçin? - Eğer ben vurmasaydım, o sizi vuracaktı. O yayındaki okla sizi nişan almıştı. Abılay bu olayın mahiyetini şimdi anlamış gibi oldu. Yüreği alt üst olup yanarken, Surşakız’ı sonsuza dek kaybetmiş olmasına çok üzülmüş olsa da, hiç belli etmedi. Ancak, bir süre sonra: - Bu yaşıma geldiğimde, bir mutluluğu buldum mu demiştim, Mevlam onu da bana çok gördü, - dedi mırıldanarak. Halk azametli Abılay’ın saç sakalının kırlaşıp, iyiden iyiye yaşlanmış olduğunu yeni fark etmişti. Birden onun büyük kanlı gözleri parladı. - Yiğitler, ikisini saygıyla aynı yere defnedin! - dedi kararlı bir sesle. - Kaderleri böyleymiş...

396 İlyas ESENBERLİN

Ağabey ve kardeş bir mezara yan yana defnedildi… Bugün hala Türkistan’ın doğu tarafında “Surşakız Tepesi” adında küçük tepe bulunmaktadır. Burası bu iki gencin mezarıdır. ...Büyük Cüz’ün önde gelen boylarının katıldığı ve zaferin kutlandığı bir şölen yapıldı. İki hafta önce at kuyruğuna bağlanan yiğidin akrabası, daha geçenlerde ölen Janibek, Kanıbek ve Kunduz’un öz dayısı Konurat boyunun aksakalı Nurgazi’ye Abılay aralarında sanki hiçbir şey geçmemiş gibi, kımız dolu kaseyi kendi elleriyle sundu. Sonra doksan yaşına gelse de hala dinç görünen Bukar Jırav’a baktı. - İnsan denilenin nasıl bir şey olduğunu anladın mı, ozan?.. Kan ve gözyaşına batırırsan ancak o zaman seni sevmeye başlarlar!.. - Yakın zamanda kötü bir düş göreceksin, galiba Abılay Han! Han ile ozanın arasında bu konu uzun yıllardan beri tartışıla gelmekteydi...... Han ordasının bulunduğu kuzey yönündeki Gökçedağ’a doğru kalabalık ordunun önünde han ve ozan gelmekteydi. Çoktandır bu ikisinin bir safta yola çıktıkları buydu. Yaşlandıkça Abılay’ın mizacı da sertleşmişti. Hanın huyu sertleştikçe ozan Bukar Jırav ondan uzaklaşmaya başlamıştı. Bir zamanlar danışmanım diye göklere çıkardığı Bukar Jırav’ın sözlerine son zamanlarda han kulak asmıyordu. Söze yüksek değer veren ozan Bukar’ın huyu bazen hanı gururuna dokunup kızmasına da sebep olurdu. Ozanı sanki daha da kızdırmak istercesine Abılay eskisinden daha beter katılaşırdı.

397 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Evet, insan dediğin böyledir, - dedi Abılay biraz önce yarım kalan sözüne devam ederek. - Eğer halkın bir lirasını gasp edip, on kuruşunu geri verirsen seni adaletli yönetici sayarlar! Ozan Bukar, Abılay’a göz ucuyla şöyle bir baktı ve: - Sen yaşlanmaya başlamışsın, Abılay. - Senden yaşlı değilim ya? - Ben öyle bir yaşlılığı kast etmiyorum, han hazretleri... İnsan dediğin iyi niyetli, saf yaradılışlıdır... Onun bu özellikleriyle alay etmek olmaz! - Bu sözlerine bakılırsa, ben değil, sen yaşlanmaya başlamışsın... - Hayır, ben eskisine göre, daha çok akıllı olmaya başla- dım... - Ben de, ozanım! Ozan Bukar dönüp arkasına baktı. Askerlerin büyük bir kısmının kendi obalarının civarına gelindiğinde ayrılmışlar, peşlerinde az bir kimse kalmıştı. - Bizim konuşmalarımızı kimse işitemez, Abılay... Yalnız kaldığımızda sormak istemiştim, söyle... Bojbanları neden at kuyruğuna bağlama emrini verdin? Onları sana karşı koymak isteyenler onların sana yakın adamları idi. Ayrıca, Bojbanlar Hokand Hanlığı’na hemen bugün göçeceğiz dememişlerdi. Halkın telaş içinde olduğu doğru. Ortalıkta dolaşan dedikodulara inanarak kitleler halinde göçüp gitmeleri de mümkündü. Ama sen... Onlara akil birini göndererek teskin etmek yerine, askerlerini kamışlığa gizleyip Alim Han’a görüşmeye giden adamlarını yakalattın. Sonra tüm Bojbanlar böyle diyerek obalarını başlarına yıktın. Niçin böyle yaptın? - Bunların hepsini sen nereden biliyorsun, ozanım?

398 İlyas ESENBERLİN

- Niçin bilmeyecekmişim… Eli senedir senin huyuna, suyuna, hilene ve diğer tüm taktiklerine aşinayım, han hazretleri. - Aşina isen... Demin kendin söyledin, halk arasında telaşlanma başlamıştı diye... Bugün telaşlanırsa, yarın ayaklanırlar. Başkalarına ders olsun diye cezalandırdım. - Hayr, bu ders değil, ezme... Ezilmekten halk yaşlanır, umudunu kaybeder… İkisi bir süre sustular. Abılay’ın durgun gözleri birden parladı. Sesi de genç bir adamınki gibi gür çıktı. - Kurnaz kadın çar tasdik etmemekle birlikte, söyle bakalım ozan, bu halk beni üç cüzün hanı olarak kabul ediyor mu? - Evet, seni “Büyük Orda” hanı kabul ediyor! - dedi Jırav hanın bu soruyu niçin sorduğunu anlamadan. - O zaman şunu anla... Ben aklım erip at bineli beri, ecelden hiç korkmadım. Dostuma da, düşmanıma da acımayı bilmedim. Birini at kuyruğuna bağlayarak öldürdüm, birini sırtına pahalı kaftan giydirerek, övgüyle onurlandırarak kendime destekçi ettim. Bunların hepsini sadece han olmak için mi yaptım? Peki, öyle farz edelim… O zaman bu makama ben niçin bu kadar hırslandım? Ozan Bukar atının başını çevirdi. - Evet, sahi niye? - Başkalarına üstünlüğünü kabul ettirip şerefini yükselt- mek için diyebilirsin. Hayır, öyle değil. Onun için sıradan bir han olmak da yeterlidir. Abılay birden hüzünlendi. - Tamam, bunu başka bir gün, sır perdesini başka bir derdin yaramı deştiği zaman anlatırım. Ama şimdi... - Evet, şimdi?

399 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Abılay gülümsedi. - Eskiden beri benim davulumu çaldın, şimdi yaşlandığın- da kendi yaptığından korkar mı oldun, ozanım?.. Geçmişteki işlerin için kendini kınama. Onun yerine, benim şu soruma cevap verebilir misin? Bir araya gelip birleşmeyen bu halk “Ayak Tabanları Şişti”de yuvasından kaçan tavşan gibi şaşıran ve yarısından çoğunu kaybeden bu halka nasıl bir insanın han olması gerek? Su gibi akan kan kokusundan midesi bulanmayan acımasız bir yöneticisi olmazsa, bu kötü devirde her tarafını kuşatan düşmanlar bozkırlara at koşturarak gelip, halkı kırıp cesetlerini her tepenin eteğine öbek öbek yığıp gitmeyeceğinden kim emin olabilir? O zaman Kazaklardan geriye ne kalırdı? Bu soruma cevap ver, ozanım... Ozan Bukar Jırav’ın da gönlü rahatlamış gibiydi. O hatta Abılay tarafa dönüp bakmadı. Havaya söylüyormuş gibi tok bir sesle: - Evet, senin anlattığın gibi, gerekli zamanlarda acımasız olmasaydın, ben seninle böyle yan yana geliyor olmazdım, - dedi. - Evet, hayatım boyunca senin yaptıklarını destekledim. O bir tarihtir. Ama şimdiki konumuz tarih değil, başka. Onu sen de iyi biliyorsun. - Durma, ozan, devam et! - Cungarlar ve Çinlilerle savaşıp, Hokand hanlığını geri püskürtene kadar, sen halkı bir birine karşı düşman etmedin veya yersiz bir şekilde ölüm emri vermedin... Botakan’ı diri diri, mezara gömdüğünü unutmamışsındır, Abılay. Halk bu suçunu da bağışlamadı mı? Evet, o zaman sen sadece sultan idin, beş bin kişinin gücü sana yeterdi. Yoksa, önlerine koyduğun kazanın ile tulumdaki kımızın mı seni kurtardığını düşünüyorsun? Hayır, Abılay. Halk Cungarlara karşı

400 İlyas ESENBERLİN

çıkabileceğini anladı. Zamanın gerçeklerinin senin tarafında olduğunu fark ettiler. Felaketler karşısında ne yapacağını şaşıran halk kendisinin liderini aradı. Herkesi bir araya getirip birleştirecek yiğidini aradı. O yiğit, dar yol, kaygan geçitlerden halkını sağ salim çıkmasını sağlayacak lider olarak sadece sen göründün o günlerde. - Peki, sonra ne oldu?.. - Sonra... Batur Bayan öldü. - Peki, devam et... Ne anlatmak istiyorsun, ozan? - Kendi kardeşi Noyan’ı öldürdüğü için terk-i dünyadan etmek istemedi. - Ozan Bukar uzaklardaki ufuklara bakarak konuşuyordu. - Batur Bayan sana çok güvenmişti. Ama sen Kaşgar ve Kulca’daki Kazaklarla Uygurların ayaklanmasıyla ilgilenmeden Altınemel’den geri çekildin. Batur Bayan bunu vefasızlık olarak gördü. Ölmek için fırsat aramaya başladı. Böyle durumlarda, kimse bir şey bilmez diye düşünmek idarecilerin adetidir. - Çinlilere karşı koyacak gücümüzün olmadığını bilmiyor muydun, ozan? - Yine de, ayaklanan halkın bir kısmını kurtarabilirdik. Bizden bir tehlike olmadığını gören Zhao Hoi ve Fu De bütün Doğu Türkistan’ı kana buladı. Abılay alaylı bir şekilde gülümsedi: - Benim geri çekilmemi halka sen överek anlatmadın mı? - Bu sıkıntılı dönemde, benim gayri ihtiyarı övgülerim az mı sanıyorsun? - Başka ne var, söyle ozan! - Sen Altınemel’den sadece han olmak için geri çekildin. Ondan sonra yolun, peşinden gelen halkın geleceğinden ikiye

401 GÖÇEBELER II – Can Çekişme ayrıldı, hanın! - “Gelecek?” - Abılay başını salladı. - “Gelecek” dediğin nedir?.. “Halk” dediğin nedir? Böyle kelimeleri benim ecdadım, dünyanın yarısına hükümdarlık etmiş yüce Cengiz Han bilmezdi. - Ya, sen? - Bilmeseydim… Amaçlarım ve üzüntülerim bol elli yılımı at üstünde geçirmezdim. - Cengiz Han da tüm hayatını seferlerde geçirdi. Ama onun hükmettiği dünyanın yarısı şimdi nerede, Abılay? Bize bıraktığı mirası sadece kıyasıya birbirimizle çekişme değil mi? “Gelecek” denilenin ne olduğunu şimdi anladın mı? Peki “halk” ne?.. “Halk” dediğin hiçbir zaman hiçbir seyi unutmaz. Onları “kandırdım” diye sadece hanlar düşünürler, Abılay... - Ben hiçbir zaman halkı kandırmadım. - Son zamanlarda sen halkı çok sık kandırmaya başladın, Abılay. Senin askerlerin eskisi gibi sadece kendi topraklarını korumadı, başkalarının topraklarını gasp etme çabasına da giriştiler. Bazen Karakalpaklara, bazen Kırgızlara, bazen de Özbek şehirlerine seferlere çıkıyorsun. İtaat etmek istemeyen Kazak uruglarına da saldırıyorsun.... - Bunların hepsini Kazak halkı için yapmıyor muyum? - Hayır, bunlardan halka gelecek fayda çok az. Diğerlerini bir tarafa koyalım, sadece Yayık katliamını hatırla... O katliamdaki kırılan Kırgızlar gözlerinin önünde belirip ikisi de bir süre sessiz kaldılar. Kırgız manaplarının Kazak obalarına zaman zaman saldırılar düzenleyip mallarını yağmalayıp rahat vermediklerini bahane ederek, Abılay çok sayıda askerle, Tura nehri boyunu mekan edinen Kırgızların Soltı kabilesinin birçok obasını basmıştı. Beklemediği bir anda saldırıya uğrayan Kırgız obaları Çu nehri boyunca kitleler

402 İlyas ESENBERLİN halinde göç etmişlerdi. Çu vadisindeki Kızılsu ve Şamsi nehirlerin birleştiği yerde büyük bir savaş olmuştu. Bu savaşta ele geçen Kırgız obalarını Abılay Sarıarka’ya getirerek, Esil ve Nura nehri boyuna yerleştirmişti. Günümüzdeki Kazak topraklarındaki “Bay Kırgız” ve ”Yeni Kırgız” uruğları onlardan kalmıştı. - Ondan sonra Kırgız yağmacıları Kazak obalarına gelmeyi bıraktılar, - dedi Abılay, - o zaman Şatu geçidinden aşarak Kırgız obalarını basmışsam, Kırgızlara komşu Kazakların huzurunu düşünmem, değil midir? - Lanet olsun o günlere! - dedi ozan Bukar, iki elini semaya kaldırarak. - Geri gelmesin, bir daha yaşanmasın böyle şeyler! - Niçin? - Yayık vadisinde dostluk değil, düşmanlık doğdu! - Biz hem Cungarlarla, hem Çinlilerle ölüm kalım mücade- lesi verirken, Kazak obalarına zaman zaman baskınlar düzenleyip huzursuz eden o manaplar değil miydi? - Evet, Kırgızların manabı ile Kazak hanına şöhret, mal mülk, Tölengit, köle gerekli olmuştu. Ama ondan kim zarar gördü? Keskin kılıçlar suçu günahı olmayan sıradan halkın kanını akıttı. Bunu da siz masum yiğitlerin elleriyle yaptınız! Bu yüzden de kardeş iki halkın kanlarına düşmanlık zehrini sokmaya çalıştınız. Allah böyle kırgını değil bize, başka halklara da vermesin! Düşmanlık zehri bundan böyle nesilden nesile geçmesini istediniz, güçlüler. Böylece husumetin daha artmasını istiyorsunuz. Bize en yakın Kırgız halkı idi. O halka örnek olacak ardında ne bırakıp gidiyorsun? Bıraktığın, Yayık kırgını mı? -O kırgın da unutmaz mı diyorsun, ozan?

403 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Unutulur, niçin unutulmasın, onun için.... - Söyle, ozan! - Onun için yeryüzünde hanların ve manaplar olmaması gerek. Abılay gülümseyerek. - Halkın nazlı ozanlarının sadece olanları değil, olmayacak şeyleri de söylemeye hakkı vardır. Devam et bakalım, benim daha başka hangi suçlarım var? - Beş baturu at kuyruğuna bağlayıp öldürtmeni Konurat yiğitleri affedecek diye düşünüyor musun? - Ben ölmeden, hiç kimse onun diyetini soramaz! - Sen sonsuza dek yaşayacak değilsin, Abılay. Kesilmiş çınar gibi bir gün sen de devrileceksin. O zaman cesedin daha çürüyüp yok olmadan, kanla oluşturduğun hanlığın da dağılmaya başlayacak. O vakit tüm suçların su yılanının başı gibi tümsek tümsek ortaya çıkacak. Senin cesedinden kurumuş kemikler kalsa, zaman böyle devam etse, Bojban’ın yedinci nesilleri beş baturun nasıl öldüğünü unutmazlar. “Gelecek” derken benim söylemek istediğim buydu, Abılay. Dökülen kanları nasıl örtersen ört, yine de bezin üstüne çıkar. Zamanımız kötü diyerek hatalı işlere yol vermek günahtır. Zulmü yapmak kolay, temizlemek zordur. Peki o zulmü büyütenler kimler? İşte sen, han Abılay. Küçük Cüz Hanı Nuralı, Hokand emirleri, Kırgız manapları. Çarlar ve imparatorlar! - O zaman beni övüp göklere çıkardığın koçaklamaların yalan mıydı? - O koçaklamaların hepsi senin tuttuğun yola güvenmem- den doğdu. Fakat benim o güvenimi sen boşa çıkardın, Abılay! İkisi yine bir süre sessiz kaldılar. Güneş batmak üzereydi. Abılay, atını çevirerek askerlerine konaklayacakları yeri

404 İlyas ESENBERLİN gösterdi. Burası kamışlı bir suyun kıyısı idi. Adamlarının han otağını nasıl kurduklarını Abılay biraz seyrettikten sonra yine ozanın yanına geldi. - Senin felsefelerini değil, ben başka konuları düşünüyo- rum, - dedi Abılay yorgun bir ses tonuyla. - Zulüm ve adalet, kötülük ve iyilik. Bunların hepsi benim başlattığım işler değil… Beni düşündüren başka bir şey. Hanlığın sağlam değil dedin - bu sözün hakikat. Ama benim hanlığımın zayıflığı kanla kurulmuş olmasından değil... - O zaman neden? - Rusların Ombı gibi şehirlerinde birçok kez bulundu- ğumu kendin de bilirsin. O şehirlere gelir gelmez muhafızla- rımdan ayrılarak, tek başıma sokaklarında dolaşırdım. Etrafıma bakarak, gördüklerimi düşünerek uzun müddet yürürdüm. Rus şehirlerinin sokakları, bizim Buhara, Hive, Semarkant’ın sokakları gibi eğri, büğrü değildir… Sokaklar düm düz, geniş ve aralarındaki mesafeler de ölçülü. - Bunda ne var? - dedi ozan Bukar. - Semarkant’ın sokakları eğri ve dar olsa da, Aksak Timur’un türbesinin, Bibi Hanım’ın mezarının nerede olduğunu bulup, gidebilirsin.... - Hayır, konu bu değil başka. Cengiz Han’ın ordusu nesi ile güçlü olmuştu, hatırlıyor musun? Kendine mahsus disiplini ve seçme askerlerden kurulan ordusunun kalabalıklığı ile güçlü değil miydi? Her tümende on bin asker vardı. Her asker kendi yerini bilirdi. Tüm ordu bu düzeniyle hareket ederdi. Her asker yanındakinden sorumlu idi. Bu şekilde demir ağ gibi sağlam bir şekilde birbirine bağlanan kalabalık ordu Cengiz Han zamanında tüm dünyanın yarısını zapt etmişti. Bu büyük han öldükten sonra ise tümenlerin disiplini bozuldu, birbirlerine zararı dokunmaya başladı… - Evet, sonra?

405 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

- Cengiz Han’ın disiplinli ve sağlam tümenlerinden korkan başka halklar ise kendi hayatlarını Cengiz Han’ın tümenleri gibi katı bir disiplin ile şekillendirmeye başladılar. Hatta, sokak aralarındaki mesafelerine kadar bu disiplini sağlamışlar. İşte bu ülkelerin güçlü olmasının sebebi! Gelecekleri de burada! Her şey önceden belirlenmiş ve hesaplanmış! Ekin de ekmiş, şehir inşa etmiş. Şehrinden de, tarlasından da kimse kaçıp gidemez. Dört tarafından mıhlanmış gibi toprağa yapışmışlar. Bırakın toprağın üstünü, altına da giriyorlar. Öskemen’de gördüm, üstündeki toprağı kazarak, altındaki demir ve kurşunu alıyorlar. O demirlerden top ve pulluk imal ediyorlar. Biz ise hayvanlarımızın peşinden geniş ovada bir sağa, bir sola dolaşıyoruz. Engin bozkırlarımız var diye övünüyoruz. Fakat, bununla nereye kadar gideceğiz, dersiniz. Komşularımız bizi her taraftan sıkıştırıyorlar. Eğer, biz de ekin ekmeyi, şehir kurmayı, madenleri işletmeyi öğrenmezsek, en nihayetinde yok olup gitmemiz şaşırtıcı olmayacak. - Efsaneye dönüşen çok eski zamanlarda Kazak toprakla- rında da şehirler kurulmuş, tarım yapılmıştı, - dedi ozan Bukar. - Sonra senin ecdadın Cengiz Han geldi, göçün ardındaki toz bulutu gibi biz de onun peşinden gittik. O günden sonra dünya alt üst oldu, karıştı gitti... - Büyük dedemin tahrip ettiği kentleri, belki de benim yeniden inşa etmem gerekecek? - Rus şehirleri için niye bu kadar ısrarlı olduğunu, şimdi anladım! - dedi ozan Bukar. Onun düşüncelerinde hem şaşkınlık, hem endişe vardı... Büyük Orda Hanı Abılay, bu sırada Ombı genel valisinin, kendisinden onay almadan, han obasının yazlık otlaklarının biri olan Zerendi gölü ve Sandıkdağ civarına kaleler inşa etmekte olduğunu duymuştu. Yine bu sırada “Çarlık Rusya’nın iç

406 İlyas ESENBERLİN karışıklarla alt üst olduğunu” yönünde haberler almıştı. “Öldü denilen III. Petro da hayattaymış. O şimdi Yayık Kazaçilerini arkasına alarak Petersburg’a karşı mücadeleye başlamış. Petersburg’u alıp tekrar tahta oturmak istiyormuş. Ona Mordva ve Başkurt gibi halklar da katılmış”. Rusya çarının bu sıkıntılı durumundan han faydalanmak istedi. Kısa bir süre önce obalarına geri gönderilen yiğitleri toplansın diye her tarafa haberciler gönderdi. Kalabalık askeri birlikler toplanınca Gökçedağ ve Kızılyar bölgelerine sefere çıkacaktı. Bu haber alan Orenburg genel valisi de askerlerini Kazak bozkırların sınırlarına yerleştirerek geri püskürtmek istedi. Kalelerin duvarlarına toplar yerleştirildi. Bu topların bazıları Kazak askerlerinin saldıracağı bozkırlara tarafa koyulmuşsa, bazıları da bugün olmazsa yarın Pugaçev’in keşif birliklerinin geleceği tarafa konuşlandırılmıştı. Ayaklanan Pugaçev birliklerinin Yayık etrafındaki, Orenburg’dan başka diğer bütün kaleleri ele geçirdiği haberi duyuldu. “Yeni çara Başkurt obaları da katılıyormuş!” şeklindeki söylentiler tüm Kazak bozkırlarına yayılmıştı. - Evet, Çarlık Rusya’ya giden toprakları ve oralarda inşa edilen kaleleri almak için bu güzel bir fırsattı. Kale garnizonlarında az sayıda askerleri olan Rus şehirlerinin, yıllarca süren savaşlardan tecrübesi olan Abılay’ın atlı askerlerinin saldırılarına dayanabilmeleri de mümkün görünmüyordu. Üstelik bu garnizonlardaki askerler de çariçeye karşı hoşnutsuzluklarını gizlemeden açık dille söylemeye başlamışlardı. Her geçen gün askerlerin arasından Pugaçev’in birliklerine kaçanlar da çoğalıyordu. Abılay sefere öncesinde, Han Meclisini toplamak istedi. Bu mecliste üç cüz adına hareket etmeye yetki almayı temel

407 GÖÇEBELER II – Can Çekişme mesele olarak koymayı düşünüyordu. Fakat, hanın bu fikri birden değişti. Buna da Yayık kıyılarında bir Tölengit’in getirdiği bir mektup sebep oldu. Bu mektupta Yayık kıyılarının bir grup baturları Arka havalisinin yiğitlerini ortak mücadeleye davet ediyorlardı. Mektupta “Rus kalelerini tahrip edip birlik oluşturun ve Yayık civarındaki yeni çara gelip katılın. Yeni çar Rus, Kazak, Tatar, Başkurt, köle, han tölengiti demeyecek, hepinizi özgürlüğe kavuşturacak”, deniyordu. Han askerleri mektubu bulamamakla birlikte, Tölengit’i yakalayıp Abılay’ın huzuruna getirmişlerdi. - Kimsin? - dedi han onun gözlerine dikkatlice bakarak. Tölengit hana başını eğmemişti bile. Burnunun kıkırdağı koparılmış, geniş alnında demirle kızdırılarak basılan “h” harfi vardı. Bu “hırsız” olduğunun işaretiydi. Böyle tamga veya işaret kanunsuzluk yapanlara veya kaçmaya çalışan mahkûmlara çarın maden ocaklarında basılırdı. -Tanıyamadınız mı Abılay Han’ım?! Abılay’a Tölengit’in sesi tanıdık gelmişti. - Kendi kendilerini batur ilan eden sahtekârların mektubu nerede? - Batur unvanı insana babasının mülküyle beraber gelmez, yiğit adam onu kanlı savaş meydanında kahramanlık göstererek kendisi alır! - dedi Tölengit dalga geçer gibi gülerek. Abılay simdi tanımıştı yiğidi. Bu, bir zamanların tek göz Orak’tan doğan Kıyak ile Tuyak nesli Navan ustanın tek oğlu Kerey idi. O Bögenbay’dan sonra da birçok savaşa katılmıştı. Gözüpek, yetenekli bir savaşçı olmasına rağmen, hanların peşinden gittiği ve

408 İlyas ESENBERLİN insanların acımasızca birbirini kırdığı savaşlardan, en sonunda, bıkıp usanmıştı. Bu sebeple at besleyen obasında özgür bir çoban olarak yaşamayı tercih etmişti. Ama zalim felek onu tekrar kanlı savaş meydanlarına çıkmasına sebep olmuştu. Fakat, bu seferki çatışma öncekilerden biraz farklıydı. Günlerden bir gün hana haraç ve vergisini zamanında ödeyemediği için onu bir sultana beş at karşılığı tölengit olarak satmışlardı. Bir gün yeni serpilmiş kızına hanın zorla sahip olmaya çalıştığı sırada üstüne gelmiş ve karnını hançerle deşerek öldürmüştü. Bu olay Abılay Han’a aksetmiş, han da adam öldürdüğü için Tölengit’i çar hükümetine teslim etmişti. Çar hükümeti de onu cezalandırarak gümüş çıkarılan maden ocaklarında çalışmak üzere sürgüne göndermişti. - Evet, nerelerdeydin, at bakıcısı Kerey! - dedi Abılay, - kendin gibi katilerin giderek katıldığı “Rus çarı” kim? Kerey dişlerini göstererek gülümsedi. - Sıradan birini öldürmek günah. Ama sultanı öldürmek sevaptır. Allahü Teala bunu yapanın günahların yarısını bağışlar. - Tüm günahlarını affetmesi için ne yapmak lazım? - Hanı öldürmek lazım! - dedi Kerey sakin bir ses tonuyla. Ayaklarının dizlerinden yukarı kısmına kıl urgan sararak sıkıştırıp ne kadar işkence etseler de, Kerey Pugaçev isyancılarının mektubu kime verdiğini söylemedi. Ertesi gün yabani bir atın kuyruğuna bağlayıp, sürükleyerek öldürüldü. O gece hanın Tölengit obasından yüz elli adam Pugaçev ayaklanmasına katılmak üzere kaçtılar. Onların içinde Kerey’in yeni yetişmiş iki oğlu da vardı. Ertesi gün bin beş yüz adamla Abılay’ın kendisi peşine düşüp küçük bir nehrin kıyısında yetiştiği kaçakları yakalayıp önüne katıp obaya götürmek üzere

409 GÖÇEBELER II – Can Çekişme etrafını kuşatmaya başladığında, aniden, patlayan bir tüfek sesi çıktı. On kadar adamı birden yere serilen Abılay mecburen kamışlık ovaya doğru çekilip siper aldı. Yeni inşa edilmekte olan kalelerden bir bölük askerin komutanlarını öldürüp sonra Kazak direnişçileriyle birleşerek Pugaçev güçlerine kaçtığı haberini han daha sonra duymuştu. Çaresiz bunlar geri çekildiler. Abılay ordasına döndükten sonra, Rus kalelerinin sınırında yaşayan Karavul kabilesinden sefere çağrılanlardan yarısının gelmediğini öğrendi. Oba aksakalları ve beyleri Abılay’a “fakirlerin hepsi Rus isyancılarına katıldılar” diye haber verdiler. O günden sonra han tölengitlerinden de her gün ikişer, üçer kişi kaybolmaya başladı. Dün “kâfir” diye kendilerinin korkuttukları Rus yoksul köylülerine oba mensuplarının gönüllü olarak katılmalarını gören sultanları artık huzurları kaçıp endişelenmeye başlamışlardı. Halkın hiddetinden korkan bazıları ise Rus kalelerine sığınmışlardı. Bir hafta kadar Abılay han ordasından çıkmadı. Bir hizmetkârını Ombı genel valisine, ikincisini Orenburg’a gönderdi. Üç hafta sonra Abılay Han ve Nuralı, Tobıl ırmağının kıyısındaki küçük bir kalede görüştüler. Bu görüşmeye Ombı ve Orenburg’dan gelen Rus subayları da katıldılar. Bu toplantıdan sonra Abılay ile Nuralı’nın askerlerini toplayıp, isyana katılan obaları bastılar. Bu askerlere çara sadakatle hizmet etmekte olan Kazak zenginleri ve Rus birlikleri de katılarak Kazaklara komşu Başkurt obalarını da inlettiler. Bunun üzerine doksan üç yaşındaki ozan Bukar öfkelenerek: Abılay - hey, Abılay,

410 İlyas ESENBERLİN

Sakin halka gelip bey oldun... - diye başlayan ünlü koçaklamasını söylemeye başladı. Ciğerinle şişinme, Ödünle hiddetlenme. Rus ile çatışıp Başının üstüne koyduğun Halkına hasımlık dileme. Her gün nasihat edecek Doksan üçte bir ihtiyar Artık sana bulunmaz, - diye biterek Ruslarla dost olmaya davet eden koçaklaması tüm Kazaklar arasında yayıldı. Buna kulak veren yayladaki çoban da, nöbetteki asker de artık kaçak Rus askerlerini yakalayıp vermek yerine, Abılay’ın hizmetkarlarına “halkların arasına fitne sokuyorsunuz” - diye saldırır olmuşlardı. Halk arasında Abılay’a karşı hoşnutsuzluklar da çoğalma- ya başladı. Han ordusuna katılmaktansa, Kazak yiğitleri Yayık’ın öte tarafındaki Pugaçev’in meçhul askerlerinin idaresine kaçtılar. Tüm Kazak bozkırlarında gece yakılan ateşler çoğaldı. Bu ateşlerin etrafında oturan isyancı adamların birlikte söyledikleri şarkı ve türküler sık duyulur olmuştu. Onlara Pugaçev isyanının haberlerini ulaştırmak için acele eden atlıların nal sesleri karışıyordu. Böyle günlerin birinde ozan Bukar Jırav Buvrabay gölünün kıysındaki “Abılay Alanı” adlı ovadaki han ordasına geldi. Jırav’ın Abılay’ı tanıyalı neredeyse yarım asır olmuştu. Cungar askerlerine “Abılay” diye naralar atarak saldıran genç delikanlı hala ozanın hatırındaydı. Olgun bir yiğit olarak

411 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Kalden Seren’e esir düşen Abılay’ı da unutmamıştı. Yüz hatlarında en ufak bir değişim olmadan diz boyu insan kanında gezen bugünkü Abılay da ozanın gözü önündeydi. Bunların hepsini bilen ve yaşı yüze yaklaşan ozan, Abılay’ın şimdiki gibi endişeli olduğunu hiç görmemişti. Yaşlanmaya başlayan han, karşısındakileri dinlemeden onların fikirlerini dikkate almadan elinde kamçısıyla halka huzur vermiyordu. Han obasındaki beyaz yurtlar söküleli çok olmuştu. Yükler sarı ve siyah develere yüklenmişti bile. Göçün ön tarafı hareket etmişti. Güneye doğru sürülen at ve koyun sürüleri çoktan Gökçe’in mis kokulu yeşillik tepelerini aşmışlardı. Bu telaş, han obasının göç telaşı idi. Bundan üç gün önce Abılay han ordasını halkımın eski başkenti Türkistan’a taşıyacağım diye ilan etmişti. O vakitten itibaren obayı bir telaş sarmıştı. Hayvanları otlatarak etrafa dağılan herkese haber verildi. Elbette, han ordasının Türkistan’a taşınması, Kazakların eski başkentini aramaktan değildi. Şimdi hangi başkentin eski veya yeni olduğuna bakacak durum Abılay’da yoktu… - O, hoş geldiniz, ozanım! - dedi Abılay attan inmekte olan Bukar’ı görerek, - yolunuzda sizi hiç kimse rahatsız etmedi mi? - Şimdi yollarda insan çok - dedi ozan düşündüklerini açıkça söylemeden. - Evet, şimdi yollarda hırsızlar çoğaldı. İnsanlar bozuldu. Bukar Jırav yine bir fikir ortaya attı. - Yaşlanınca insana herşey kötü görünür, zaten. - Hayır, ondan değil! - dedi Abılay. Sözlerimi kimse dinlemiyor mu, der gibi Abılay etrafına bakındı. - Ben burada kalırsam, şu halk beni han olarak bırakmaz! Ozan Bukar durumu şimdi anlamıştı.

412 İlyas ESENBERLİN

- Rus şehirleri gibi şehir kuracağım diyen, sen değil miydin?.. - Allah belasını versin böyle şehirlerin! - dedi Abılay ellerini silkerek, - Bu şehirleri ben sadece vali ve generaller idare eder zannederdim. Başkentinde kadın bir çarın olduğunu da biliyordum. Neticede onlarla bir şekilde anlaşarım diyordum. Ama benim düşündüğüm gibi değilmiş. Meğer, bu şehirlerde idarecilerine baş eğmek istemeyen isyancılar da olurmuş. Bu yabancılardan örnek alan köle, çoban, yoksul kitlesi salgın hastalık gelmiş gibi hepsi isyankar olmaya başladılar. - Han Abılay, bak şimdi gerçeği söylemektesin! - dedi Bukar gülümseyerek. - Niye yalnızsın ozan? Her zaman yanında olan arkadaşla- rın nerede? Şimdi biz yola çıkacağız ya... - Hayır, ben burada kalacağım! - dedi ozan Bukar uzaklar- daki ufuklara bakarak. ...Altın ışıkları böğürtlenleri, çiçekli yeşil bozkırları nurlandırarak, güneş yukarı doğru çıkmaktaydı. Göçüp gittikten sonra, obaların yerindeki ocak közleri sönmeye başlamıştı. Bir tepenin başındaki ozan Bukar hala güneye doğru bakmaktaydı. Uzaktaki tepelikten aşarak, hanın göçü yavaş yavaş gözden kaybolmaktaydı. Ufuklarda yükselen serap ile oynayarak Abılay’ın ak sancağı gittikçe bulanıklaşıyordu.

413 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

414 İlyas ESENBERLİN

EPİLOG

1781 senesi, ejderha yılı Uluğ Türkistan bölgesi için ağır bir yıldı. Uğuldayan sıcak rüzgâr şehrin etrafındaki ufacık kum tanelerini gökyüzüne doğru savurarak, hayvanların gözlerini açtırmadan, durmaksızın esiyordu. Yaz çıkalı beri bir damla yağmur görmeyen, boz topraklı çorak bozkırlar yer yer çatlamıştı… Tabiatın bu şekilde çetin şartları yetmiş yaşına gelmiş ve ölüm döşeğinde yatmakta olan Abılay’ın da nefes almasını zorlaştırıyordu. Fakat o vücudu iyice zayıflamış, yürek çarpıntısı artmış, ağır hastalığının verdiği acı akciğerlerine iğne gibi batıp sancı verse de, ahlayıp ühleyip inleyecek birisi değildi. Gün geçtikçe rengi solup, mum gibi eriyordu. Evet, bu hastalık ozan Ümbetey’in gelip Bögenbay Batur’unun ölümünü haber verdiği günden itibaren başlanmıştı. O gün sebebini bilmediği bir şekilde Abılay’ın içinde bir sıkıntı vardı. Üç cüzün tüm halkı ve beyleri kendisini Büyük Orda’nın hanı ilan edip, boz kısrağın sütüyle yıkayıp, beyaz keçe üzerine oturtarak kaldırdıkları günden sekiz sene geçtikten sonra Abılay bütün Kazakların hanı olduğunun kabul edilmesini istemek üzere oğlu Tugum’un başkanlığında Petersburg’a bir elçilik heyeti göndermişti. Bu konudaki endişesi yersiz değilmiş. Çariçe II. Katerina, onu sadece Orta Cüz’ün hanı olarak tasdik etmişti. Bu haberi duyduğunda Abılay’ın keyfi kaçmıştı. Tugum’u Petersburg’a gönderirken endişeli olmakla birlikte, “Çariçe kadın olduğu için belki onaylar” diye umut etmişti. Umudunun gerçekleşmemesiyle huzuru kaçmış bir vaziyette bulunduğu bir sırada ordasına Arka’dan Bayanavul

415 GÖÇEBELER II – Can Çekişme civarından bir grup yüksek konçlu, tilki börklü, demir gümüş tokalı kemerli aksakallar çıka gelmişti. Han’a diz çöküp, selam verdikten sonra ozan Ümbetey, eşik önünde diz çökerek oturmuş ve çatallaşmış ses tonuyla matem havasında bir makamla koçaklama terennüm etmeye başlamıştı. Hey Abılay, Abılay Abılay Han’ım bu nasıl? Bu nasıldan endişelenerek, Sözümü dinlememezlik etme, Birçok işler başından, Geçmişti genç yaşından Zor ve ilginç her bir an, - diyerek koçaklamasına başlar başlamaz bitkin oturan Abılay hemen kendisini toparladı ve “Hangi baturum veya hangi sevdiğim aksakalım acaba bu dünyadan göçmüş” diye korkulu gözlerle ona baktı. Ama ozan hemen esas konuya geçmeden, lafı dolaştırmaya, Abılay’ın yanında hangi baturların olduğunu, onların nasıl kahramanlık- lar gösterdiğini manzum bir şekilde bir süre anlattıktan sonra birden vurulup düşen kaz gibi feryat eden ağlamaklı sesle: Ey Abılay, Abılay Sözümü dinle yine de hey! Senden yaşı biraz büyük, Yüksek dağ gibi başı büyük, Yanında bulunan sırdaşın, Yaşça büyük de olsa arkadaşın, Seksenden yaşı geçmişken, Geri döndürülemez ecel geldi

416 İlyas ESENBERLİN

Baturun öldü - Bögenbay! - dediğinde, Abılay’ın kalbi’nin çarpıntısı arttı, ne diyeceğini bilemeden, donmuş bir şekilde hareketsiz kaldı. Bögenbay gibi baturun Hayırlar versin ardına, hey, Sabırlar versin halkına, hey, Yaradanım yar olsun, Mekanı da cennet olsun, - şeklindeki ozanın son sözlerini güçlükle dinledi. Bayanavul’da vefat eden bahadırı için Abılay Han halkını Türkistan’da topladı ve Kur’an-ı Kerimler okutarak sevabını ruhlarına bağışladı. İşte o zamandan beri vücudunun zayıflaması ve kalbinin çarpıntısı ortaya çıkarak hastalanmaya başladı. Ama bu hastalık ayda veya yılda bir defa ortaya çıkıyor ve sanki Abılay’a geçmiş günahları için tövbe ettirmek ister gibi vücudunun çeşitli yerlerine sancılar veriyordu. Sonra da kayboluyordu. Ancak, bu hastalık üç aydan beri hanı yatağa düşürmüş, ayağa kalkmasına imkan vermiyordu. Abılay’ın ayık olmasından, baygın olması fazlalaşmıştı. Bugün de böyle bir halde idi. Bu hastalık yanında oturan ozan Bukar Jırav ile ölmeden önce vedalaşıp helallik istemesine, son duygu ve düşüncelerini dile getiremesine imkan vermiyordu. Böyle sıkıntılar içindeki hanın ancak öğleden sonra konuşmaya dermanı oldu. Aklından geçenleri fırsat varken ifade etmek istercesine acele bir şekilde konuştu: - Allah’tan tek bir dileğim vardı, Bukar ağa, canımı alacaksan, kanlı savaş meydanında al derdim, - dedi o hafice gözlerini açarak. - Görüyorsun, işte, elli senedir bir kılıç, bir mermi isabet etmedi, en sonunda bir sancıdan ölüp gideceğim.

417 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

Hayatımda Allah her istediğimi verdi, ama bu duamı acaba niçin kabul etmedi? Ozan Bukar “hayır, ölmeyeceksin” diyerek gönlünü almak istemedi. Baktığında insanın içine işleyen delici gözlerindeki nurun sönmekte gördü ve hiç olmazsa son defa konuşmak düşüncesiyle Abılay’a yatağına yaklaştı. - Evet, Abılay - dedi sözlerini biraz gerilerden alarak. - Elli seneden fazla at üstünde oldun, batur unvanını da aldın, sonunda han tahtına da oturdun. Fakat, bunların hepsinden geriye ne kaldı? - Senin böyle diyeceğini tahmin ediyordum, - diyen Abılay hafifçe gülümser gibi oldu. - Doğru, han tahtına oturmak için çok uzun ve dolambaçlı bir yol gittim... Ancak, bu han tahtı bana niçin gerekliydi? Bu soruya gönlüme ağır bir dert geldiği zaman cevap vereceğim demiştim. O gün gelmiş gibi... İnsan için ölümden beter bir dert var mı? Şimdi dinle... Evet, hanlık kurmak, bu sadece makam hırsından doğan bir istek midir? Hayır Bukar ağa, o zaman sen beni tanımamışsın. Eğer, elinde gücün yoksa, kimseye sözünü geçiremezsin. Ulu han tahtına oturursam, Kazakları belirlediğim hedeflere ulaştırabilirim diye düşünmüştüm... En sonunda ise... Adeletli büyük bir han olursam, halk benim daha önceki zulümlerimi unutur sanmıştım. - Ama senin elinden öyle bir han olmak gelmedi. - Hanın olduğu yerde, zulmün olmaması mümkün değil- miş. Fakat, ben o zulümleri de, acımasızlığımı da, halkımı avucumda tutmak için yaptım. Milletin birliğini güç ile sağlamak istedim. Ozan Bukar bir süre sustu. Sonra konuşmaya başladı: - Evet, Abılay, sen gözü kanlı, kara kartaldın! Sana halkını

418 İlyas ESENBERLİN beyaz bir kuğu misali romantik şarkılarla idare etmedin demek haksızlık olur... Öyle bir yönetim tarzı günümüz şartlarında da mümkün değildir, - diyerek Abılay’ın zayıflamış uzun parmaklarını okşadı. - Sen artık bu yalan dünyadan ayrılıyorsun, ardında kalan evlatlarına için ne gibi öğütlerin var? Abılay sanki böyle bir soruyu bekliyor gibiydi. Biraz düşündükten sonra ozan Bukar’a yan gözle baktı. - Evlatlarım mı diyorsun? Benim öğütlerimi dinleyecek evlatlarım var mı, acaba? Yine de söyleyecek iki çift lafım var. Biri, Kazakların nüfusu azdır, yıpranıp yok olmamak için ellerinden geldiğince birlik olsunlar. Birliği olan milleti idare etmek kolaydır. İkincisi, ben elli seneden fazla savaştım. Yetmiş yaşına geldim, ister taktik kullanayım, ister elime mızrak alarak, savaş meydanına çıkayım, her hâlükârda doğu tarafından gelen düşmanlara, özellikle Çinlilere Kazakların bir avuç toprağını vermedim. Batıdan gelmekte olan Rusların kale ve şehir inşa etmelerine ise engel olmadım. Hatta yoksul çiftçilerine ekin ve tarla da verdim. Bunları niye yaptım? Rus çarıyla anlaşmak istedim. Evet, bazen onun zulmü de az olmadı. - Abılay kendisini üç cüzün hanı olarak tasdik etmediğini de söylemek istedi, ama kendisini tuttu. - Ama “Pire için yorgan yakma” derler, Rus çarlarıyla silahla değil, sözle anlaşmaya çalışsınlar. Böyle yapmak kendilerine yarar sağlar. Rus çarı hayatta olursa, Abılay soyunun iktidar üstünlüğü gitmez... - Abılay, - dedi ozan Bukar - hayatta cefayı da, sefayı da çok gördünüz, bu hayatta nasıl bir pişmanlığınız var? - Pişmanlığım, - deki Abılay iç çekerek, - Şahsımla ilgili pişmanlık… Üç cüzü birleştiremedim; az millete han oldum. Hayvancılıkla meşgul olan Kazaklara tarım yapmasını

419 GÖÇEBELER II – Can Çekişme

öğretemedim. Hanlık merkezi Gökçedağ’da iken, danışmanım olan Timofey Yegoroğlu’nun tavsiyesiyle Zerendi ve Şortandı’da yaşayan tölengitlerime ekin ekmeyi öğretsin diye Rus köylülerini de getirttim. Ama hayvancılıkla uğraşan, eli mızrak tutan zavallı halkım bunu yapmak istemedi. Toprak dediğin altın bir hazinedir. İki dönüm sulu arazisi olan Özbek, iki yılkı sürüsü olan Kazaktan daha zengindir. Ayrıca kıtlıktan da, kuraklıktan da korkmazlar. Kazakların bir karış toprağına kadar düşmanlardan koruyacağım diye uğraşıp didinirken ömrümün sonuna gelmişim, fark etmemişim... Abılay biraz sustu, kapanmış gözlerini bir daha açtı, sanki dünyaya doymamış gibi ihtişamlı han sarayına göz gezdirdi. - Ozan, eğer söyleyeceklerin bittiyse, benim de sana soracak sorularım var. - Buyurun, ulu hanım. - İnsanlara her zaman güç veren ümit isimli bir kudret var. O insanın aklını tatmin ederek yükseklere uçurur. Cesaretini arttırıp en zor işlere sevk eder. Ben de bu dünyada çok şeyler bekliyordum, ulaştığım nokta burası oldu. - Abılay ağır bir iç çekti ve tekrar sustu. Az sonra konuşmaya yeniden başladı. - Ümitsizlik şeytan işi der Kazaklar. Hayır, bu söz doğru değilmiş. En ümitsizlik - baharı ile yazı geçmiş, derin kökleri tekrar yeşermeyecek bir şekilde katılaşmış olan yaşlılık imiş, - o zorlukla bir iç daha çekti. - Elbette, yetmiş iki yaş ihtiyarlık sayılmaz. Ama yaşadığım inişli çıkışlı dönemlere bakarsam, sanki bin yıl yaşamış gibiyim. Aslında, derin düşünceler, bitip tükenmeyen çekişmelerden bedenim değil, ruhum yaşlanmış. Ruhun yaşlanması ise, gerçek yaşlılığın gelmesidir, önündeki ümitlerin tamamen sönmesidir... Ümidinin sönmesi, senin ölmendir! Bu hastalıktan iyileşsem bile, ruhumun yorulmuş ihtiyarlıktan iyileşemeyeceği muhakkaktır. İyileşmenin de

420 İlyas ESENBERLİN gereği yok gibi; ancak yine de ölmeyi istemiyorsun; hala yere basıp adım atıp cariyelerinle hoş vakitler geçirmeye devam etmek istiyorsun. - Evet, Han Abılay bin sene yaşasan bile, ecel için yine de erken. - Öyle imiş, - diyerek Abılay ağır bir iç çekti. Sonra kendi kendisiyle alay eder gibi konuştu. - Ölmek üzereyken, ölüme meraklı gibi, niçin bu kadar çok ondan bahsediyorum. Benim söylemek istediğim başkaydı. - O şimdi biraz daha canlı konuşmaya başladı. - Hive’de esaretten beni kurtaran Oraz kuldan başlayarak hayatımda az insanın kanını dökmedim. Savaş meydanlarında kendi ellerimle sayısız gözü pek ve gürbüz gençleri at üstünde vurup yok ettim... Suçlu veya suçsuz birçok insanın vebali bende... Hayatım boyunca, Kazak gibi az halkın bozkurt gibi olmasının gerekli olduğuna inandım. Çünkü o hayatta kalmak için mücadele etmesini bilir. Kazaklar da bozkurtlar gibi kendi kaderini kendi tayin için mücadele edebilirse, sağ kalırlar diye düşünmüştüm... Zaman kendisine de, başkalarına da acımayanların zamanı... Ben milletimi buna eğittim. Kendim gibi olmasını arzu ettim. Fakat bu yaptığım, işte, ölüm döşeğinde yatarken, şimdi anladım ki, doğru değilmiş… Millet olarak ayakta kalmanın başka yolları da var görünüyor... - O yine yorgun konuşuyordu. Aniden başını biraz kaldırdı ve devam etti. - Kendin de görüyorsun ki, bunların şimdi benimle hiçbir ilgisi yok... Sen şimdi bana sadece şunu söyle, benim Allah katında günahım çok mu? Öbür dünyaya gittiğimde, münker ve nekir melekleri “sen bir günahkârsın” diyerek topuzlarıyla vurmazlar mı, bu soruma cevap ver de, canım rahat etsin. Elli seneden fazla zamandır savaş alanınlarında birlikte olduğu Abılay’ın bir kere olsun ecelden korktuğunu görmemiş

421 GÖÇEBELER II – Can Çekişme olan ozan Bukar onun soğuk mezara girdiğinde kendisine sorguya çekecek olan münker ve nekir meleklerinden çekinmekte olmasına hayret etti. Bununla birlikte o Abılay’ın ölüm öncesinde sağlığında çokça döktüğü kanlardan korkmakta olduğunu da farketti... Ozan Bukar Jırav cevap vermeye fırsat bulamadı. Abılay son defa zorlanarak nefes aldı ve sonra gözlerini bir daha açmamak üzere kapattı. Ozan Bukar, uzun süre bir taş heykel gibi sessiz ve hareketsiz oturdu. Daha sonra uykudan uyanmış gibi önünde yatan Abılay’ın cansız solgun ve ürkütücü yüzüne baktı. Sonra mırıldanarak konuşmaya başladı. Yaslı günde kan ağlar, Üzüntüden kara bulutlar durur, Ansızın kamıştan yaş gelir, Ak kayın çabuk kırılır. Ecel, sende can olsa, Dilimi zehir gibi konuşturum. Yüzünü kana boyar, Durduracak söz bulurdum! Yenildi Bukar söz bulamadı, Kum doldurdu boğazını. Bağışla, hanım Abılay, Kara taşa ne deyim?

Bilsen de böyle geçeceğini, Dünya sana dar oldu.

422 İlyas ESENBERLİN

Sadece şükredebileceğim: Ardında kalan namın var. Ozan Bukar, uzanarak Abılay’ın gözlerini kapattı. Sonra ağır adımlarla dışarı çıktı. - Ey insanlar, - dedi yüksek sesle. - Evinizin direği kırılıp yere düştü, Han Abılay vefat etti! Üç cüz matem tutarak Abılay’ı Hoca Ahmet Yesevi türbesine defnettikten sonra ozan Bukar, Sarıarka’ya döndü. Halkı ile kaderi bir olan yaşlı ozan arkasına dönüp baka baka kuzeye doğru uzaklaştı. ∗ ∗ ∗ Evet, Kazak bozkırlarına Rusların gelmesi, geri dönüşü mümkün olmayan tarihin şiddetli rüzgârını hızlandırdı. Bu dönemde han, sultanlar ve uruğ yöneticileri batur, beylerin geçmişte ellerinde tuttuğu “Elmas Kılıç”ı, kendisine bağlı kulu, tebası olan halk artık kendi gücünü açık bir biçimde hissederek Kazak isimli kudretli bir topluluğa dönüşmüştü. Büyük Rus halkı ile birleşerek, bu topluluk kendisini sömüren sınıfa, feodal toplumun üstünlüğünü devam ettiren temsilcileri han, sultan, zenginlere ve onların koruyucu olan Rus çarlarının sömürge siyasetine karşı mücadele yoluna çıkmaya başlamışlardı. Şuuru uyanan dünkü göçebe halk kendilerini tekrar “Elmas Kılıç” yaparak ellerine alıp geçmişte kalan hanlar devrini tekrar getirmek isteyen Abılay nesillerinin ölüm kalım mücadelelerini de, kanlı hareketlerini de anlamış bulunuyorlardı. Muratlarına ulaşmak için artık onlar bu yoldan başka, yeni yollar arayışına girdiler.

423