1

TÜRKİYE’DE DEMOKRATİKLEŞME VE DÖNEMİ SİYASAL LİBERALİZMİ

(Yüksek Lisans Tezi)

Ramazan ÜSTÜNDAĞ

Kütahya-2018 2

T.C. DUMLUPINAR ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ Kamu Yönetimi Anabilim Dalı

Yüksek Lisans Tezi

TÜRKİYE’DE DEMOKRATİKLEŞME VE TURGUT ÖZAL DÖNEMİ SİYASAL LİBERALİZMİ

Danışman: Yrd. Doç. Dr. Selami ERDOĞAN

Hazırlayan: Ramazan ÜSTÜNDAĞ

Kütahya – 2018

3

Kabul ve Onay

Ramazan ÜSTÜNDAĞ’ın hazırladığı “Türkiye’de Demokratikleşme ve Turgut Özal Dönemi Siyasal Liberalizmi” başlıklı Yüksek Lisans tez çalışması, jüri tarafından lisansüstü yönetmeliğinin ilgili maddelerine göre değerlendirilip oybirliği / oyçokluğu ile kabul edilmiştir.

...../...... /2018

İmza Tez Jürisi Kabul Red

Yrd. Doç. Dr. Selami ERDOĞAN (Danışman)

Yrd. Doç. Dr. Eray ACAR

Yrd. Doç. Dr. Hakan OLGUN

Doç. Dr. Ayhan KAHRAMAN Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü

4

Yemin Metni

Yüksek lisans tezi olarak sunduğum “Türkiye’de Demokratikleşme ve Turgut Özal Dönemi Siyasal Liberalizmi” adlı çalışmamın, tarafımdan bilimsel ahlak ve geleneklere aykırı düşecek bir yardıma başvurmaksızın yazıldığını ve yararlandığım kaynakların kaynakçada gösterilenlerden oluştuğunu, bunlara atıf yapılarak yararlanılmış olduğunu belirtir ve bunu onurumla doğrularım.

...... /...... /2018

Ramazan ÜSTÜNDAĞ 5

Özgeçmiş 05.09.1991 yılında Antalya’da doğdu. İlköğretim ve Lise eğitimini Antalya’da tamamladıktan sonra 2009 yılında Dumlupınar Üniversitesi / İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi / Kamu Yönetimi bölümünde lisans eğitimime başladı. 2013 yılında mezun oldu. Aynı zamanda 2010 yılında başladığı ikinci lisans eğitimi olan Anadolu Üniversitesi / İktisat Fakültesi / Uluslararası İlişkiler bölümünden de 2016 yılında mezun oldu. 2014 yılında Dumlupınar Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Kamu Yönetimi Anabilim Dalı’nda Tezli Yüksek Lisans eğitimime başladı.

Tez konumun belirlenmesinde ve çalışmamın her aşamasında bana yol gösteren değerli danışmanım Yrd. Doç. Dr. Selami ERDOĞAN’a, yardımlarıyla tezime katkıda bulunan Yrd. Doç. Dr. Eray ACAR’a teşekkür ederim.

Çalışmalarım esnasında her zaman yanımda olan, maddi ve manevi desteklerini hiçbir zaman esirgemeyen sevgili nişanlım Selcan TEPE’ye, babam Cengiz ÜSTÜNDAĞ’a, annem Zübeyde ÜSTÜNDAĞ’a ve kardeşim Nisanur ÜSTÜNDAĞ’a anlayış ve hoşgörülerinden dolayı sonsuz teşekkür ederim.

v

ÖZET

TÜRKİYE’DE DEMOKRATİKLEŞME VE TURGUT ÖZAL DÖNEMİ SİYASAL LİBERALİZMİ

ÜSTÜNDAĞ, Ramazan Yüksek Lisans Projesi, Kamu Yönetimi Ana Bilim Dalı Tez Danışmanı: Yrd. Doç. Dr. Selami ERDOĞAN Şubat, 2018, 84 sayfa

Kökleri Antik Yunan’a dayanan ve tarihin çeşitli dönemlerinde etkili olmuş olan demokrasi, zaman içerisindeki dönemsel koşullar ve farklılaşan toplumsal ihtiyaçlar sonucunda önemli değişimler geçirmiş, böylelikle de birçok düşünürün ve teorisyenin onu yeniden ele almasıyla birlikte farklı siyasal kuramlara/anlayışlara konu olmuştur. Bu çalışmada, Turgut Özal dönemi siyasal liberalizmine kadar Türkiye’de demokrasinin tarihsel süreç içerisinde yaşadığı gelişmeler ve onun döneminde siyasal liberalizm anlayışı çerçevesinde gerçekleştirilen demokratikleşme çabaları üzerinde durulacaktır

Özal ve onun partisi olan ANAP’ın yapmış olduğu uygulamalar, Türk siyasal hayatı açısından en çok tartışılan konuların başında gelmektedir. Özal konusu gündeme geldiğinde genellikle ekonomik uygulamalara işaret edilmekteyken, onun siyasal alanda yaptıkları büyük ölçüde göz ardı edilmektedir. Özal, gerek temel hak ve özgürlüklerin genişletilmesi açısından, gerekse Türk hukuk sisteminin Avrupa hukuk sistemine entegrasyonu açısından önemli icraatlara imza atmış bir siyasi liderdir. Onun döneminde yapılan demokratikleşme hamleleri Türkiye’nin daha demokratik bir ülke haline gelmesine önemli katkıda bulunmuştur. Çalışmamızda Özal’ın siyasal liberalizm anlamında yürürlüğe koyduğu uygulamalar ve onun yapmış olduğu konuşmalar esaslı bir şekilde analiz edilecektir.

Anahtar Kelimeler: Turgut Özal, Liberalizm, Demokratikleşme, ANAP, Demokrasi.

vi

ABSTRACT

DEMOCRATIZATION IN AND TURGUT OZAL PERIOD POLITICAL LIBERALISM

ÜSTÜNDAĞ, Ramazan Master Thesis, Department of Public Administration Supervisor: Assoc. Prof. Selami ERDOĞAN February, 2018, 84 pages

Democracy, which was in antique Greece and affective in some periods of the history, has important changes in consequence of periodical conditions and varying social needs in time, in this way it has been discussed in different political theories in conjunction with being approached again by a number of philosophers and theorists. This study focuses on the developments in the period of democracy in historical process till political liberalism in the term of Turgut Özal and efforts of democratisation in the thought of political liberalism in the period of Turgut Özal.

The practices that Özal and his party ANAP made are the most debated issues concerning political life in Turkey. When it comes to Özal, while it pointed to the economic practices that they made, the political practices were largely ignored. Özal is a political leader who made important commitments regarding expansions of fundamental rights and freedoms as well as the integration of the Judicial System of Turkey into the Judicial System of European Union. Democratisation movements in Turkey made during his period has contributed significantly to become a more democratic country. In this study, practices that Özal made in the political liberalism and the speeches he made will be essentially analysed.

Keywords: Turgut Özal, Liberalism, Democratisation, ANAP, Democracy

vii

İÇİNDEKİLER

Sayfa

ÖZET ...... v ABSTRACT ...... vi İÇİNDEKİLER ...... vii KISALTMALAR ...... ix GİRİŞ ...... 1

BİRİNCİ BÖLÜM KAVRAMSAL ÇERÇEVE

1.1. DEMOKRASİ KAVRAMI VE DEMOKRATİKLEŞME ...... 5 1.1.1. Demokrasi Teorileri ...... 6 1.1.1.1. Normatif Demokrasi Teorileri ...... 6 1.1.1.2. Ampirik Demokrasi Teorisi ...... 7

1.2. LİBERAL DEMOKRASİ ANLAYIŞI ...... 8

1.3. LİBERALİZM İLE DEMOKRASİ İLİŞKİSİ...... 8

1.4. LİBERAL DEMOKRASİNİN DAYANDIĞI İLKELER ...... 14

1.4.1. Bireysel Özgürlük ...... 15 1.4.2. Sınırlı Devlet (Anayasacılık) ...... 16 1.4.3. Piyasa Ekonomisi ...... 18

İKİNCİ BÖLÜM TÜRKİYE’DE DEMOKRATİKLEŞME ÇABALARI

2.1. I. MEŞRUTİYET VE 1876 KANUN-İ ESASİ ...... 22

2.2. II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ ...... 24

2.3. CUMHURİYET’İN İLANI VE TEK PARTİ DÖNEMİ ...... 26

2.4. ÇOK PARTİLİ DÖNEM VE DEMOKRATİKLEŞME ...... 29

2.5. 1960 DARBESİ ...... 30

2.6. 1971 MUHTIRASI ...... 32

viii

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM 12 EYLÜL ASKERİ DARBE DÖNEMİ VE TURGUT ÖZAL’IN ÖNDERLİĞİNDE ANAVATAN PARTİSİ’NİN ORTAYA ÇIKIŞ SÜRECİ

3.1. 12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ ÖNCESİ GELİŞMELER ...... 36

3.2. 12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ VE SONRASI GELİŞMELER ...... 40

3.3. BÜLENT ULUSU HÜKÜMETİ ...... 41

3.4. 1982 ANAYASASI HAZIRLANMASI VE KABULÜ ...... 42

3.5. ANAP’IN KURULMASI VE 1983 GENEL SEÇİMLERİ ...... 45

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM TURGUT ÖZAL DÖNEMİ SİYASAL LİBERALİZMİ

4.1. DEMOKRASİYE DÖNÜŞ YILLARI VE TURGUT ÖZAL HÜKÜMETİ .. 51

4.2. TURGUT ÖZAL DÖNEMİ ORDU-SİVİL İKTİDAR İLİŞKİLERİ ...... 59

4.3. TURGUT ÖZAL DÖNEMİ BİR TEMEL İNSAN HAKLARI PROBLEMİ: BAŞÖRTÜSÜ ...... 61

4.4. TURGUT ÖZAL DÖNEMİNDE PKK TERÖRÜ İLE MÜCADELE ...... 63

4.5. TURGUT ÖZAL DÖNEMİNDE AVRUPA EKONOMİ TOPLULUĞU ÜYELİĞİ’NE BAŞVURU SÜRECİ ...... 64

4.6. TURGUT ÖZAL DÖNEMİ KÜRT SORUNUNA SİVİL ÇÖZÜM ÇABALARI ...... 66

4.7. TURGUT ÖZAL DÖNEMİ’NDE TEMEL HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLER ...... 68

4.7.1. Turgut Özal’ın Düşünce ve İfade Özgürlüğü Konusundaki Görüşleri ...... 69 4.7.2. Turgut Özal’ın Din ve Vicdan Özgürlüğü Konusundaki Görüşleri...... 70 4.7.3. Turgut Özal’ın Girişim Özgürlüğü Konusundaki Görüşleri ...... 71

SONUÇ ...... 73

KAYNAKÇA ...... 76

DİZİN ...... 84

ix

KISALTMALAR

ABD Amerika Birleşik Devletleri AET Avrupa Ekonomik Topluluğu ANAP Anavatan Partisi AP Adalet Partisi ASALA Armenian Secret Army of the Liberation of Armenia CHP Cumhuriyet Halk Partisi Dev-Genç Türkiye Devrimci Gençlik Federasyonu DİSK Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu GAP Güneydoğu Anadolu Projesi HP Halkçı Parti KİT Kamu İktisadi Teşebbüsü MDP Milliyetçi Demokrasi Partisi MGK Milli Güvenlik Konseyi MHP Milliyetçi Hareket Partisi MİT Milli İstihbarat Teşkilatı MNP Milli Nizam Partisi MSP Milli Selamet Partisi NATO North Atlantic Treaty Organization PKK Partiya Karkeren Kurdistane SCF Serbest Cumhuriyet Fırkası TBMM Türkiye Büyük Millet Meclisi TCMB Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası THKP-C Türkiye Halk Kurtuluş Partisi- Cephesi TİKKO Türkiye İşçi-Köylü Kuruluşu Ordusu TİP Türkiye İşçi Partisi TÖB-DER Tüm Öğretmenler Birleşme Ve Dayanışma Derneği TRT Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu TSK Türk Silahlı Kuvvetleri Türk-İş Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu x

TEZ METNİ 1

GİRİŞ

Demokrasi denildiğinde akla “halkın onayına dayalı bir yönetim” biçimi tanımı geliyor olsa da demokrasinin ne olduğu ve ne anlama geldiği konusu üzerinde ortak bir uzlaşıya varılamamıştır. Bu durum, demokrasinin netliği konusunda ciddi belirsizliklerin bulunmasından ve demokrasinin tek bir açık ve ortak anlamının olmayışından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden ortaya çıkışından bu yana demokrasi birçok farklı ve “yan anlamlara sahip olmuş”, günümüzde de farklı siyasal, “sosyal ve ekonomik sistemlerin içeriğinden” dolayı kendisine farklı anlamlar yüklenmiştir.

Demokrasiye karşı sergilenen yaklaşımların farklılaşmasıyla ortaya çıkan; “liberal, sosyal, katılımcı ve müzakereci” demokrasi gibi anlayışların başında, liberal demokrasi anlayışı gelmektedir. Liberal demokrasiye bu önemi kazandıran şey, demokrasinin uzun bir süre kesinti yaşamasının ardından, yeniden bu anlayış aracılığıyla tarih sahnesine geri dönmesini sağlaması olmuştur.

Liberal demokrasi ile bağlantılı olan liberal düşünce; insan hakları, sanayinin gelişmesi, sivilleşmedeki değerin yönetimsel açıdan önemli görülmeye başlanması ile birlikte başta; ABD, İngiltere ve Fransa gibi ülkelerin yönetimleri dünya çapında bir etkiye sahip olmuştur. Bu ülkeler liberal olguları en fazla içinde barındıran devletler olarak tarihe geçmiştir. Bu gelişmeler diğer devletleri de etkisi altına almış ve liberalizmin daha fazla popüler olmasına neden olmuştur.

Liberalizm birçok ülkeyi etkilediği gibi Osmanlı’yı da etkisi altına almıştır. Bu etki Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemlerine tekabül etmektedir. Osmanlı’nın yönetim anlayışındaki çıkmazın aşılmasında liberalizmin etkisi büyüktür. Özellikle II. Meşrutiyetten sonra yönetim alanındaki ihtiyacın giderilmesi adına bu modelin kullanılması gerekli görülmüştür. Bu şekilde yönetim kültürünü de içerisine alan bir etki ortaya çıkmıştır.

İlerleyen süreçte Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu ile birlikte devlet yönetiminde liberal ilkelerin etkisi görülmüş ve bu etki ilerleyen senelerde kendini hissettirmeye başlamıştır. Bu etki, Cumhuriyet reformlarının kendi özel şartlarını da dikkate alarak değişim hareketlerinin önünü açmıştır. 2

Bu bağlamda, 1946’da çok partili bir hayata şeklen geçilmiş olsada, gerçek anlamda Türkiye’nin demokrasiye geçtiği yıl 1950 yılıdır. Demokrat Parti’inin iktidara gelmesini sağlayan 1950 genel seçimlerini takip eden yıllara bakıldığında başarılı bir demokrasiye geçiş sürecinin gerçekleştirildiğini söylemek mümkün görünmektedir. Ancak, 1960’lı yıllara yaklaşıldığında ise Türk demokrasisi güç kaybetmeye başlamış ve demokrasiye geçildikten on yıl sonra Türkiye çok partili siyasal hayatındaki ilk darbe ile karşılaşmıştır. 27 Mayıs 1960 yılında meşru Menderes Hükümeti’ne karşı ordu içerisindeki alt rütbeli subaylar askeri darbe girişiminde bulunmuşlar ve başarılı olmuşlardır. Takip eden yıllara bakıldığında ise, Türk demokrasisinin bir takım sorunları olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Çünkü 1971 ve 1980 yıllarında askerler, seçilmiş iktidarlara karşı demokrasiyle bağdaşmayan antidemokratik müdahalelerde bulunmuşlardır.

Darbeler sonrasına baktığımızda ise, Turgut Özal dönemini görmekteyiz. Bu dönem Türkiye için önemli uygulamaların da başlangıcı olarak karşımıza çıkmaktadır. Liberalizmi destekleyen Turgut Özal, üç önemli değer üzerinde durmuştur. Bu değerler; teşebbüs hürriyeti, din-vicdan hürriyeti ve düşünce hürriyeti şeklinde ortaya çıkan gelişmelerdir. Bu bağlamda ekonomideki serbestleşme ve devletin olabildiğince küçültülmesi gerektiği savunulmuştur. Özal iktidarının bu söylemleri zaman içerisinde hayat bulmuştur.

Bu dönemde liberalizmin siyasi yönü, devlete verilen üstünlük ve kutsallık gibi anlayışlara karşı çıkılması yönünde olmuştur. Başta bürokratik yönetim anlayışının eleştirilmesiyle birlikte bürokrasinin gücünü kırmak adına bir takım girişimlerde de bulunulmuştur. Bu felsefeden yola çıkan Özal, milletin devlet için değil de, devletin millet için var olması gerektiğini ifade etmiştir. Araştırmamızda bu bakış açısından yola çıkılarak, Özal’ın siyaset sahnesinde olduğu yıllardaki icraatlarının siyasal liberalizm ile örtüşüp örtüşememe noktasının çalışmanın içerisinde değerlendirilmesi ön görülmüştür.

Bu araştırmada amaç, Türkiye’nin önünü açmak için genellikle ekonomik alanda reformlar yapan Özal’ın; siyasal alanda eksik kaldığı anlayışına bir antitez oluşturarak, Turgut Özal’ın siyasal alanda da reformcu olduğunu göstermektir.

Turgut Özal döneminde gerçekleştirilen temel hak ve özgürlüklerle ilgili (ve siyasal liberalizm olarak adlandırılabilecek) icraatların Türkiye’de demokratikleşmeye 3

katkıda bulunup bulunmadığı konusu araştırmanın sorunsalı olmuştur. Araştırmada, Turgut Özal’ın Türkiye’deki siyasal iktidar dönemlerindeki liberal uygulamalarına ağırlık verilmiştir.

Dört bölüm halinde hazırlanan çalışmanın; İlk bölümünde, demokrasi ve demokratikleşme kavramlarının, liberalizmin ortaya çıkmasıyla birlikte demokrasiyi nasıl şekillendirdiği belirtilmiştir. Bu yapılırken de, yaşanan önemli politik gelişmelerin sonucunda ortaya çıkan liberal demokrasi kavramının ne olduğu beraber ele alınıp, bu yeni yönetim anlayışının ne hedeflediği ve nasıl bir yapıya sahip olduğu gösterilmeye çalışılmıştır. İkinci bölümde, Cumhuriyetin ilanı olan 1923 yılından 1980 askeri darbesinin yapıldığı yıla kadar geçen süreçte (57 yıllık süreçte) gerçekleştirilmeye çalışılan demokratikleşme çabalarının üzerinde durulmuştur. Üçüncü bölümde, 12 Eylül 1980 tarihinde askeri darbeyle kaybolan demokratikleşme kazanımlarının, yeni demokratikleşme umudu olarak Turgut Özal ve onun önderliğindeki Anavatan Partisi ile yeniden ortaya çıkışı analiz edilmiştir. Dördüncü bölümde, bu yeni demokratikleşme umudu olarak ortaya çıkan Turgut Özal ve iktidarı dönemlerinin liberal demokrasi anlayışı, uygulamalar üzerinden örnekleriyle anlatılmıştır. Sonuç kısmında ise, Özal ve bu uygulamalarına değinilerek bir değerlendirmede bulunulmuştur.

4

BİRİNCİ BÖLÜM

KAVRAMSAL ÇERÇEVE

5

1.1. DEMOKRASİ KAVRAMI VE DEMOKRATİKLEŞME

Demokrasiyi tanımlarken öncelikle demokrasi kavramının muğlaklığına ve bu konudaki zorluklara değinmek gerekmektedir. Çünkü demokrasi, kesin ve ana hatları belli olan, sıradan ve kolay anlaşılabilecek bir kavram veya siyasi bir anlayış olmamakla beraber, birçok toplumu etkileyen ve bu toplumlar tarafından kendisine farklı anlamlar yüklenilen köklü bir geçmişe sahiptir. Bu bakımdan geçmişten günümüze kadar birçok siyasal sistemin demokrasi veya demokratik olarak adlandırılması, demokrasi kavramının tanımlanmasında farklılıkların ortaya çıkmasına neden olmuştur. Buna sanıldığının aksine, demokrasi kavramı üzerinde yeterince durulmaması değil, demokrasi üzerinde çok fazla durulması sebebiyet vermiştir. Bu yüzden demokrasi kavramı üzerinde “görelilik” ortaya çıkmış, görelilik de “belirsizliği” meydana getirmiştir (Erdemli, 2000: 68).

Bir de içinde bulunulan zaman, yaşanılan farklı coğrafyalar ve bu coğrafyalardaki sosyo-ekonomik durumlar ve her toplumun kendine özgü kültürel değerlerinin demokrasiye kazandırdıkları veya kattıkları göz önünde bulundurulduğunda, demokrasinin ne kadar karışık bir kavram haline geldiği anlaşılabilmektedir (Schmitter, Gönenç, 1993: 4). İşte bu durum demokrasinin algılanışında farklılıklar yaratmış, bu farklılıklar da birbirinden farklı demokrasi anlayışlarının oluşmasına zemin hazırlamıştır (Arslan, 2015: 8).

Demokrasi, etimolojik olarak incelendiği zaman Yunanca kökenli bir terimdir. Halk, halk kitlesi veya tam yurttaşlık manasında bir kelime olan “demos” ile egemen olmak veya iktidar gücünü kullanmak gibi manalara gelen “kratein” sözcüklerinden oluşmuştur (Schmidt, Köktaş, 2001: 13). Demokrasi bu biçimiyle halk egemenliğini ifade etmektedir.

Demokratik yönetim anlayışlarının kaynağını ve demokrasinin ilk şeklini temsil eden Antik Yunan demokrasisidir. Günümüzde yeniden önem kazanan demokrasi anlayışına ışık tutmaktadır. Hatta bir bakıma Antik Yunan demokrasisi hakkında, bütün demokratik yönetim biçimlerinin el kitabı nitelendirmesi yapılabilmektedir. Bu sayede, Antik Yunan demokrasisinden kaynaklanarak modern dönem toplumlarının benimsediği çeşitli demokrasi anlayışları, özellikle de liberal demokrasi anlayışının temelleri ve bu temellerin üzerinde yükseldiği değerler bilinmektedir (Arslan, 2015: 9). 6

Diğer yandan demokrasi kavramından hareketle demokratikleşme ise son yıllarda dünya gündeminin önde gelen politik teması olmaktadır. Demokratikleşme, bu tema içerisinde ele alındığında iki boyutlu bir kavram olarak görülmektedir. Bu kavram, birinci boyutuyla demokratik olmayan bir politik sistemden, demokratik bir politik sisteme geçmeyi; diğer boyutuyla da ana hatları itibariyle demokratik olan bir sistem içindeki demokrasi ilkesiyle bağdaşmayan unsurları demokratik kurum ve mekanizmalarla değiştirmeyi veya demokrasiye ikinci geçişi tamamlamayı ifade etmektedir. Bu anlamda demokratikleşmeye demokrasinin pekişmesi ve yerleşmesi denmektedir. Birinci boyutu, otoriter veya totaliter sistemlerden demokrasiye geçişle ilgilidir. Bunu ülkemizi örnek vererek açıklayacak olursak; uzun yıllar önce dönüşümünü gerçekleştiren Türkiye için bu örnek söz konusu bir gündem değildir. Buna karşılık, demokratikleşmenin ikinci boyutu Türkiye örneği ile doğrudan doğruya ilişkilidir. Çünkü Türkiye’nin mevcut rejiminin demokratik karakteri oldukça cılız olduğu için esas itibariyle seçimlere dayanan parlamentonun ve parlamentoya karşı sorumlu bir hükümetin varlığında kendisini gösterebilmektedir (Erdoğan, 2006).

1.1.1. Demokrasi Teorileri

Demokrasilerin sınıflandırılması noktasında pek çok sınıflandırma türü olmasına rağmen iki tür demokrasi teorisinden bahsetmek mümkün görünmektedir. Bu teoriler; Normatif Demokrasi Teorisi ve Ampirik Demokrasi Teorisi’dir.

1.1.1.1. Normatif Demokrasi Teorileri

Normatif Demokrasi Teorisi’nin özelliği, demokrasiyi sözlük anlamıyla tanımlamasıdır. Tarihi Yunan polis devletinde bu kavram “demagoji” şeklinde kullanılmıştır. Felsefi anlayışın önemli filozoflarından olan Aristo ve Platon da demokrasiyi “demagoji” yani demagogların yönetimi şeklinde kötülemek suretiyle kullanmışlardır.

Normatif anlamda demokrasi, bir ülküyü yansıtmaktadır. Bu şekilde bir rejimin demokratik olması için bütün halkın isteklerine tamamen uyması gerekmektedir. Bu demokrasi teorisi, demokratik rejimlerin ulaşmayı hayal ettikleri bir ülküdür. Normatif anlamda demokrasi teorisini Abraham Lincoln’ün bilinen söylemiyle “halkın halk tarafından halk için yönetimi” şeklinde ifade edebiliriz (Erdoğan, 2015: 195). 7

1.1.1.2. Ampirik Demokrasi Teorisi

Ampirik Demokrasi, çağdaş bir demokrasi anlayışını ifade etmek için kullanılan bir terim haline gelmiş bulunmaktadır. Bu teorinin özelliklerini belirtmek gerektiğinde ise temel olarak aşağıdaki unsurları vurgulamak yerinde olacaktır;

 Etkili bir siyasal makamda iş başına seçim ile gelmelidirler. Bu durum Cumhurbaşkanından tutun da köy muhtarına kadar bu şekilde değerlendirilmelidir.  Seçimlerin süresi içerisinde yapılması gerekir. Seçim dönemleri süresi içerisinde yapılmalı ve belirli sürelerle tekrarlanmalıdır.  Etkin olan makam sahipleri seçimleri serbest ve adil bir şekilde sürdürmeli, temel ilkeler kapsamında hareket edilmesi zorunlu kılınmalıdır.  Seçim mantığını doğru anlayabilmemiz için, birden çok seçim alternatifinin sunulmuş olması gerekir. Bu anlamda iki ya da daha fazla partinin varlığı söz konusu olmalıdır.  Muhalif partilerin iktidar olma şansının bulunması gerekir. Bu anlamda muhalefet göstermelikten ibaret olmamalı ve iktidar olma yarışının içerisinde bulunmalıdır.  Kamuya ait başlıca hak ve özgürlüklerin tanınmış ve güvencesi verilmiş olması gerekmektedir.

Bu bağlamda demokrasi, bahsi geçen altı şartı yerine getiren rejim olarak tanımlanabilmektedir. Yani günümüzde demokrasi, düzenli aralıklarla tekrarlanan, etkin siyasal makamlar tarafından ve birden çok siyasi partinin katılımıyla, serbest seçimlerle muhalefetin iktidar şansına sahip olduğu, başlıca kamusal hakların tanındığı ve teminatının sağlandığı kavram olarak ifade edilebilmektedir (Gözler, 2011: 636).

Bahsedilen teorilerine rağmen demokrasi, kesin ve ana hatları belli olan, sıradan ve kolay anlaşılabilecek bir kavram veya siyasi bir anlayış değildir. Fakat birçok toplumu etkileyen ve bu toplumlar tarafından kendisine farklı anlamlar yüklenilen köklü bir geçmişe sahip olduğu bilinmektedir. Bu köklü geçmişe sahip demokrasi, siyasal düzenlerin pek çoğu için bir üst kavram olma durumuna gelmiş, demokrasi kelimesi tek başına kullanıldığında belirsizlik oluşturmuş ve bundan dolayı bu kavramı kullanırken 8

“liberal demokrasi” gibi niteleme sıfatına ihtiyaç duyulmuştur (Schmitter ve Karl, 1993: 14-15).

1.2. LİBERAL DEMOKRASİ ANLAYIŞI

Liberal demokrasi olarak nitelenen demokrasi anlayışı, liberalizmin ana ilkelerini esas alan, temsili demokrasiye dayalı hükümet şeklini ifade etmektedir. Liberal demokraside yurttaşların siyasal katılımı, sadece belirli zamanlarda yapılan seçimlerle temsilcilerini seçmekle sınırlı kalmamaktadır. Klasik demokrasi modelinde de olduğu gibi, siyasal otorite bazı önemli kamusal meselelerde halkın doğrudan kararlarına başvurmak için referandum uygulayabilir. Bunun dışında, liberal demokrasilerde vatandaşlar bazı sivil özgürlüklere sahiptir. Bu özgürlükler toplanma ve örgütlenme özgürlüğü ile düşünce ve ifade özgürlüğüdür. Sivil özgürlükler sayesinde sivil toplum örgütleri, medya, işçi ve işveren kuruluşları gibi kurum ve kuruluşlar vasıtasıyla kamu ile ilgili meseleler hakkında belirli bir kamuoyu yaratarak siyasi iktidara tesir ederler (Şahin, 2008: 9).

Her ne kadar liberal demokrasi anlayışı yaşadığı krizlerden dolayı eleştirilerin odak noktası olup, kendisinin yerine alternatif anlayışlar sunulmuşsa da tarihsel süreç içerisinde demokrasiye en çok katkıyı ve demokrasinin gelişiminde en büyük etkiyi yine liberalizm sağlamıştır. Fakat liberalizm ve demokrasi kavramlarının bir araya gelmesi ve yan yana kullanılması, bu sözcüklerin birbirine zıt sayılabilecek çağrışımları nedeniyle sanıldığı gibi kolay olmamıştır (Mouffe, 2001: 14-15). Bu yüzden liberalizmin demokrasiyle olan ilişkisine daha yakından bakmak gerekmektedir.

1.3. LİBERALİZM İLE DEMOKRASİ İLİŞKİSİ

Liberalizm, demokrasi ve liberal demokrasi kavramlarını ele aldığımızda, bireysel özgürlüğün, bireyin hukuksal savunmasının ve anayasal devletin kuram ve uygulaması olan liberalizmle yine en sade tanımıyla halkın halk tarafından halk için idaresi anlamına gelen demokrasinin birbirileriyle eklemlenmelerinden meydana gelmiştir. Bununla birlikte İkinci Dünya Savaşının ardından batı toplumlarındaki siyasi kurumları, bu kurumların var olmalarını teminatını sağlayan hukuk kurallarını, bu kurum ve kurallar içinde işlemekte olan siyasal süreci anlatmak için kullanılan kavram olduğunu da görürüz (Holden, Bal, 2007: 7). 9

Daha derinlemesine bir bakış açısıyla, liberalizm kelimesinin etimolojik kökenine indiğimizde bu kavramın özgürlük anlamında kullanılan “liberty” kelimesiyle anlamsal çağrışım içinde olması, liberalizm ile bu kelime arasında yakın bir ilişkinin olduğunu göstermektedir (Yayla, 2002: 16). Bu kavramının kökeninde bulunan anlamdaşlığın yanı sıra, liberalizmin tıpkı demokraside olduğu gibi hem tarihsel hem de toplumsal faktörlerden dolayı ortak bir tanımı yapılamamıştır.

Ancak Grimes’ın da ifade ettiği gibi, “liberalizmin kendisi hakkında net bir tanım yapmaya en azından teşebbüs etmemize izin verecek bazı (temel) nitelikleri” bulunmaktadır. Nitekim liberalizmin, her şeyden evvel siyasetteki, ekonomideki, dini inanışlardaki ve kültürel hayattaki farklılığın yanında yer alarak, çoğulcu bir toplumun inşasını kendine ilke edinmiş olan bir fikirler sistemini temsil ettiğini görürüz. Aynı zamanda liberal anlayışın hakim olduğu toplumlarda oluşan veya olması muhtemel tek biçimliliğe karşı durduğu kadar, geleneğin belirlediği şartlara da karşı bir tavır sergilemekle beraber, tekelciliğin her çeşidine karşı olmasıyla kişinin yaşamı ve geleceği üzerine hakimiyet kuran veya bunlara belirleyicilik, ayrıcalık veya bunun bahsindeki tüm güce karşı çıkmaktadır. Liberalizm bu anlamda iradeci bir yapıya sahip olduğu kadar bireylerin kaderinin kendileri dışındaki kişi, merci veya makamlardan daha çok, bu gücün bireylerin kendi elinde olması gerektiğini savunur. Bu yönüyle liberalizm, bireysel gelişimin, bireyin yetenek ve kapasiteleriyle toplumda gelişim gösterip yükselmesinin ve kendi geleceği hakkında söz sahibi olmasının önemini en güçlü şekilde ifade eden bir siyasal teori niteliğindedir (Holden, Bal, 2007: 7).

Kısaca bu siyasal teori, insanların karar alma ve tercih alanlarını genişletmek koşuluyla kendi kişiliklerini geliştirip güçlendirmelerini kendine ilke edinen bir anlayışı temsil etmektedir.

Bunların yanı sıra temel amacı birey özgürlüğünü güvence altına almak olduğu iddia edilen liberalizm, bireylerin refah seviyesini artırma ve nitelikli anlamda bir özgürlük sağlamanın peşinde olmakla birlikte, insanları hoş görmek gerektiği düşüncesinden de hareket eden bir doktrin olduğu liberal teorisyenlerin üzerinde uzlaştığı bir kabuldür. Ancak bu liberalizmin kesin bir doktrin olduğu anlamına gelmemektedir. Çünkü hem teorisi hem de pratiği için geçerli olmak üzere, metot itibariyle esnek bir 10

yapıya sahiptir, bu yüzden liberalizmin pragmatik bir mahiyette olduğu da söylenebilmektedir (Holden, Bal, 2007: 8).

Öte yandan tek bir liberalizmden veya liberalizm anlayışından bahsetmek mümkün olmamakla birlikte liberalizmin, özellikle iki yönde gelişim gösteren bir gelenek olduğuna dikkat çekilmektedir (Taşçı, 2006: 65). Nitekim bazı teorisyenler liberalizmin ekonomik yönüne vurgu yaparak esasen iktisadi bir doktrin olarak tanımlanması gerektiğini savunurken, bazıları da liberalizmin siyasal bir doktrin olarak tanımlanması gerektiğini savunmaktadır (Yayla, 2002: 16-17).

Bu durumdan hareketle, George Sabine liberalizm hakkında, “dar anlamda muhafazakarlık ile sosyalizm arasında bulunan, geniş anlamda ise komünizm ile faşizme karşı olan siyasi kuram” söyleminde bulunmuştur (Sabine, Ozankaya, 1969: 119). Nitekim liberalizm konusunda derinlemesine çalışmalar yapan bazı teorisyenler, Sabine’nin tanımlamasında da yer aldığı gibi, “bazı siyasi doktrinlerin iç içe geçmesinden ötürü liberalizmin siyasal bir doktrin olarak tanıtılması gerektiği” fikri üzerinde uzlaşmışlardır (Yayla, 2002: 17). Bu bakımdan liberalizm kavramının ne ifade ettiğini daha iyi anlayabilmek için, liberalizmin etki ettiği siyasi kullanımına ve bu alanda geçirdiği önemli tarihi gelişmelere bakmak gerekmektedir.

Liberalizmin siyaset terminolojisine girişi modern dönemi bulmasına rağmen, aslında bu gelenek daha eski dönemlere dayanmaktadır. Siyasi bir gelenek olarak 17. yüzyıl İngiltere’sine dayanan liberalizm, bugünkü kullanımını Fransız Devrimi ve onun sonrasında meydana gelen bazı gelişmelerden almaktadır. Temelde ise liberalizm, Ortaçağ’ın bilim-kilise çatışmaları, Papa-İmparator çekişmeleri, aklın ve bireyin yükselişini temsil eden Aydınlanma Çağı ve Rönesans, Reform ve hümanizm hareketleri tarafından şekillenmiştir (Taşçı, 2006: 65-66).

Aynı zamanda erken dönemdeki Erasmus, More, Campanella gibi düşünürlerin kuramsal ve kavramsal katkıları, İngiltere’de 17. yy.’ın sonunda yaşanan İngiliz şanlı devrimine gelinceye kadarki süreçte meydana gelen hukuk alanındaki gelişmeler ve düzenlemeler, mülkiyeti ve burjuvaziyi krala karşı koruyan 17. yy. Britanya Belgeleri liberalizm geleneğine katkı sağlayan etkenlerdir.

Bu gelişmelere ek olarak daha sonraki dönemlerde ortaya çıkan, bireysel özgürlükleri devlet müdahalesine karşı koruyan 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi, 11

1789 İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi, 1787 Amerika Anayasası ve 1791 Fransa Anayasası, Hobbes, Locke, Montesquieu gibi düşünürlerin de büyük orandaki katkıları bu anlayışın gelişim göstermesinde rol oynayan önemli gelişmeler olmuşlardır (Taşçı, 2006: 66).

Yaşananlar ışığında gelişim gösteren ve zamanla kullanımı yaygınlaşan liberalizmin veya liberal geleneğin siyasi yönü, totaliteryenlik anlayışına karşı gelmekle beraber, belirgin bir şekilde anti-otoriteryen bir tutumu benimseyen ve temel olarak iktidarda olmayan ama iktidara geldiğinde gücünü başkalarına karşı otoriter çözümler dayatacak şekilde kullanmayan kesimlerin de duygu, düşünce, teklif ve taleplerini önemseyen ve bunları temsil eden bir yapıya kavuşmuştur. Aynı zamanda, insana saygı ve hoşgörüyü kendisine temel ilke alan liberalizmin öngördüğü sosyal ve siyasal örgütlenme tarzı da bununla paralellik göstermekte, özgürlük ve eşitlik ideallerine mümkün olduğu kadar geniş bir alanda karşılık yaratacak kurumsal yapı ve düzenlemeleri içinde barındıracak bir mahiyete bürünmüştür.

Ayrıca, liberal düşünceyi savunanlar devlet iktidarını sınırlandırmak için kuvvetler ayrılığı ve fren-denge sistemi gibi yöntemleri önerirken, halk iktidarının muhtemel aşırılıklarını mutedil bir çizgiye çekmek için de herkes ve her merci için bağlayıcı olacak üst bir hukuki çerçevenin içinde kalınmasını, yani hukuki ve anayasal yönetimin benimsenmesi gerektiğini ileri sürmüştür (Holden, Bal, 2007: 8-9).

19. yy.’ın ortalarından günümüze kadarki süreçte liberalizm, siyaset alanında kendisine çok daha geniş yer bulmaya başlamıştır. Bu anlayışın siyasi alanda yaygın bir kullanım alanı bulmasından sonra Adam Smith gibi düşünürlerin savunuculuğunu yaptığı, devlet müdahale etmesin ilkesi birçok toplum ve yönetim tarafından kabul görmüştür (Vergana, Arıbaş, 2006: 12).

Böylelikle de, artık bu gelenek “hem siyasi alanda hem de kamusal alanda, düşünce özgürlüğü, ifade özgürlüğü, basın özgürlüğü, serbest ticaret özgürlüğü” ve bunun gibi daha birçok özgürlüğü savunan kişilerin siyasi tutumu olmuştur (Yayla, 2002: 15- 16).

Liberalizmin sunduğu bireysel özgürlüğün sadece kamusal alanda yurttaşların katılımıyla sağlanmasının yeterli olmadığı görüşünde olan liberaller, bireysel özgürlüğün önündeki en büyük tehdidin siyasal alandaki sınırlandırılmamış güçten geleceği 12

endişesiyle ekonomik alanda olduğu kadar siyasi alanda da devletin sınırlandırması gerekliliği üzerinde uzlaşarak, bireysel özgürlük alanlarının daha çok genişletilmesini savunmuşlardır. Bireysel özgürlüklerin önemini ve meşruluğunu da, bireylerin kendilerini geliştirebilme imkanlarının sunulması ve bunun gerçekleştirilmesi oluşturmaktadır (Şahin, 2008: 17-18).

Liberalizmin taşıdığı değerler ve siyasi alana getirdikleri göz önüne alındığında, bu anlayışa uyum sağlayabilecek en uygun yönetim biçiminin demokrasi olduğu görülebilir. Ancak liberalizm ile demokrasi arasındaki uyumun nasıl olduğunu daha iyi anlamak için, demokrasinin temel değerlerinin liberalizmin temel değerleriyle hangi bakımlardan örtüştüğüne yakından bakmak gerekmektedir. Modern dönemdeki yaklaşım doğrultusunda demokrasiyi ele aldığımızda birçok adı ve türü (klasik, dolaylı, dolaysız, koruyucu, katılımcı, müzakereci, kalkınmacı, endüstri, ekonomik, sosyal, halk, elitist, anayasal, liberal, çok partili, parlamenter, dini, cumhuriyetçi, temsili, otoriteryen, totaliteryen vb.) olmasına rağmen bir yönetim tarzı olarak tıpkı Antik Yunan’da olduğu gibi modern dönemde de bazı değişmez niteliklere sahip olduğu bilinmiştir (Holden, Bal, 2007: 9). Liberalizm ile demokrasi arasında doğal bir uyumun mümkün olabilmesi için gerekli zeminin var olduğu ve nitekim liberalizmin temelini oluşturan bireysel özgürlük ve insan hakları gibi ilkelerin kendisine kullanım alanı bulacağı yönetim biçiminin sadece demokrasi olduğu açık bir şekilde görülebilmektedir. Bu sebepten dolayı her ne kadar demokrasi ile liberalizmin bir araya gelmesinden kaynaklanan bazı sorunlar olsa da, yine de bu ilişkinin gerçekleşmesi için zeminin sağlam olduğu görülmektedir (Arslan, 2015: 26).

Demokrasi, 19. yy.’da yeniden siyaset sahnesine dönerken, bu kez kendisinden iki yüzyıl önce ortaya çıkan liberalizmin çizdiği çerçeve içerisinde gelişim göstermiş ve liberalizm tarafından şekillendirilmeye başlamıştır (Sartori, Karamustafaoğlu, 1993: 418).

Bu bağlamda artık demokrasinin liberalizmden bağımsız düşünülmesi mümkün olmamıştır. Çünkü liberalizmin aracılığıyla siyasete yeniden dönen demokrasi bundan sonra liberalizmin onu şekillendirdiği ve ona kattıkları doğrultusunda algılanmaya başladığından liberalizme bağlı kalmıştır. Bu da liberalizm ile demokrasinin 13

birlikteliğinden meydana gelecek olan liberal demokrasinin temel kavram ve unsurlarının daha çok liberalizme dayandırılarak açıklanması durumunu ortaya çıkartmıştır.

Bundan önceki demokrasi anlayışında sorun oluşturan halk egemenliği mantığının tiranlığa indirgemekten kaçınabilmesi, yalnızca demokrasinin siyasal liberalizme eklenmesi sayesinde gerçekleşmiştir (Mouffe, Bakırcı-Çolak, 2010: 158). Başka bir ifadeyle, Antik Yunan’daki gibi, demokrasiden algılanan sadece halkın yönetimi söyleminin yarattığı eksikliğin veya belirsizliğin ortaya çıkaracağı olası olumsuzlukları, modern dönemdeki demokrasinin, yani liberal demokrasinin değerleri olan bireysel özgürlük ve insan hakları ile gidermek mümkün olmuştur (Arslan, 2015: 27).

Böylelikle, temel değerleri eşitlik ve halk egemenliği olan demokratik geleneğin en önemli ve ayrılmaz parçaları liberal geleneğin temel değerlerine eklenmiştir. Şöyle ki kilise ile devletin, kamusal alan ile özel alanın birbirinden ayrılması ve liberalizm politikasının merkezinde yer alan hukuk devleti fikri liberal demokrasi anlayışının en önemli ve ayrılmaz parçaları olmuştur. Bunun sonucunda da liberal demokrasi, hukuksal düzen, insani hakların gözetilmesi ve bireyin özgürlüğüne saygı duyulmasıyla oluşan liberal gelenekle, başlıca hedefleri eşitlik, yönetilenler ve yönetenler arasında ayrımı ortadan kaldırmayı hedefleyen özdeşlik ve halk egemenliğini içeren demokratik gelenek üzerinde yükselen bir demokrasi anlayışını oluşturmuştur (Mouffe, Aşkın, 2001: 14).

Liberalizm ile demokrasinin bir araya gelmesiyle ortaya çıkan liberal demokrasinin oluşumu zorunlu bir ilişki sonucunda meydana gelmemiştir. Aksine, bu bir arada oluşu sağlayan şey yalnızca tarihsel gelişmelerle birlikte oluşan liberalizmin demokrasiye veya demokrasinin liberalizme eklemlenmesidir. Nitekim MacPherson’un sürekli vurguladığı; “böylesi bir eklemlenmeyle liberalizm demokratikleşmiş, demokrasi ise liberalleşmiştir” tespiti, bu ilişkinin tarihsel süreç içerisinde kendiliğinden geliştiğine dikkat çekmektedir (Mouffe, Aşkın, 2001: 14).

Bununla birlikte, zaman içerisinde oluşum gösteren liberal demokrasi anlayışının varoluşsal anlamda dayandığı ilkeler vardır. Bunlara değinmek gerekmektedir.

14

1.4. LİBERAL DEMOKRASİNİN DAYANDIĞI İLKELER

Günümüzde “modern demokrasi, anayasal demokrasi, temsili demokrasi, parlamenter demokrasi” (Mouffe, Aşkın, 2001: 30) olarak adlandırılan liberal demokrasi anlayışının temel ilkelerini bireysel özgürlük, sınırlı devlet (anayasacılık) ve piyasa ekonomisi oluşturmaktadır.

Liberal demokrasinin bu temelleriyle birlikte, liberal geleneğin toplumsal yaşama ve siyasi hayata getirdiği önemsenmesi gereken değerleri de bulunmaktadır. Bu değerlerin bazıları üzerinde liberaller arasında bile bir görüş birliğinden söz edilemez. Mesela, “toplumsal sözleşmenin liberal geleneğin önemli bir parçası” (Taşçı, 2006: 78) olduğunu savunan bazı liberaller olduğu gibi, toplumsal sözleşmeyi liberal anlayış için olmazsa olmaz olarak görmeyen bazı liberaller de vardır. Dolayısıyla bunlardan hangilerinin liberal gelenek içinde daha önemli veya belirleyici olduğu konusunda ortak bir görüşün varlığından söz edilememektedir (Arslan, 2015: 31).

Liberal demokrasinin tanıtıcı özelliklerini oluşturan, birbirleriyle kökten bağlı olup doğal bir ilişki içinde bulunan değerlerin dayandığı birey ve ahlak kabulleri bağlamında liberal demokrasiyi ele aldığımızda, ilk olarak bu demokrasi anlayışının birey merkezli olduğunu görürüz. Söz konusu birey, yaşanan tarihsel gelişmeler doğrultusunda en yetkin ifadesini Kant’ta “otonom birey” (Yayla, 2002: 150) olarak bulmuştur. Burada bireyin önemini Kant’ın belirttiği gibi, “bireyin şahsının dışındaki hedeflere yönelik kullanabilecek bir araç olmayıp, kendi başına bir hedef olduğunun” kabul edilmesi oluşturmaktadır (Şahin, 2008: 15).

Bu şekilde bireye üst bir anlam verilerek yüceltilmesi, liberal demokrasinin bireyi merkeze alan politik duruşa sahip olduğunu göstermektedir. Bu da sonuç olarak, daha önce Atina demokrasisinde karşılaştığımız ortak çıkar vurgusunun yerini, bireylerin bireysel menfaatlerinin ötesinde ve onlara avantaj sağlayacak bir takım ortak çıkarların olamayacağı yönünde bir vurguya bırakmasına yol açmıştır (Yayla, 2002: 154). Yani liberal demokrasi Atina’daki demokrasiden farklıyla halkın, birbiriyle ortak veya bütüncül amaçlarla bağlı, kolektif bir inşa olarak seçilmediği, bireyin özel çıkarına dayanan bir demokrasi anlayışını ifade etmektedir (Şahin, 2008: 7-8).

Öte yandan, liberal demokrasinin ahlak anlayışını ele aldığımızda liberal demokrasi, “faydacılıktan” gelen ve “sözleşmecilikle” (Yayla, 2002: 154) kendisini 15

garanti altına alan bir ahlak anlayışına dayanmaktadır (Cevizci, 2005: 1081). Hem liberal demokrasinin hem de liberalizmin ahlak ilkesi, bireylerin yaşamlarını diledikleri gibi düzenleme, kendilerine ait amaçlarını seçme ve bunları düşündükleri en uygun biçimde geliştirme olanaklarına sahip olmaları gerektiğini öne sürmektedir (Mouffe, 2010: 157).

Liberal demokrasi anlayışının üzerinde yükseldiği yapının dayanaklarını oluşturan unsurlar olarak birey ve ahlak anlayışları kabul edilse de, liberal demokrasiye kimliğini kazandıran üç tane temel ilke (bireysel özgürlük, sınırlı devlet ve piyasa ekonomisi) bulunmaktadır.

1.4.1. Bireysel Özgürlük

Liberal demokrasi anlayışının en önemli unsuru özgürlüktür. Özgürlük liberalizmin temel taşıdır. İfade edilen bu özgürlüğün öznesi ise toplum, sınıf, ulus gibi toplu varlıklardan ziyade, bireysel olarak insandır. Bu anlayışa göre; özgür toplumun ortaya çıkması, o toplumda bireylerin kendisini ayrı ayrı özgür hissetmesi ile mümkündür (Oral, 2011: 8). Liberal demokrasinin özgürlük anlayışında düşünme, söylem ile medya en önemli yeri tutmaktadır. Bireysel özgürlüklerin sağlanmasının toplumsal mutluluğu doğuracağı düşüncesi vardır (Sakman, 1988: 37). Ayrıca liberal demokrasi anlayışında bireyin, siyasal ve sosyal alanlarda özgürlüklere sahip olması önemlidir. Bu alanlar açıkça bahsedilmesi gerekenler olarak başlıca; düşünce ve ifade özgürlüğü, din ve vicdan özgürlüğü ve girişim özgürlüğüdür.

Düşünce ve ifade hürriyeti; bu ifadelerin rahat bir şekilde savunulması; serbest bir şekilde düşünme, istenilen bilgilere ulaşılabilme, edinilen fikir ve kanılar nedeniyle kınanmaması, bunların bir başına ya da başkalarıyla (dernekler, sendikalar, toplantılar gibi) serbest bir şekilde açıklanması, savunulması, diğerlerine aktarımını yapabilmesi ya da yayabilmesi anlamlarını taşır (Kabaoğlu, 1997: 19). Basının özgür olması; bireyin hürriyeti açısından serbest düşünceyle bu düşüncenin paylaşılması özgürlüğü olarak değerlendirilir (Göze, 1987: 246).

Din ve vicdan özgürlüğü; her bireyin dini vecibelerini yerine getirirken özgür olmasına ve mezhebe dayalı hiçbir oluşum içinde bulunmaya zorlanamayacağı şeklinde yorumlanabilir. Dini bütün bireylerin, din konusuna haiz olmaları ve bu nedenle haklardan her birini serbestçe, korkmadan ve endişelenmeden kullanmaları gerektiğini, 16

her birinden serbest bir şekilde faydalanabilmeyi kapsar (Başgil, 1962: 16). Bu yapılaşma geniş insan gruplarını bir araya getirerek bütünleşmeyi sağlar.

Girişim özgürlüğünde ise; yalnızca ekonomik girişimlerde bulunabilme şeklinde oluşan bir özgürlük olmayıp, aynı şekilde üretici konumundakilerin, satıcı konumundakiler ile işlerini istemiş olduğu şekilde düzen içinde sürdürmeleri, alıcı olanların da dilemiş olduğu herhangi bir şeyi dilediği yerden satın almaları şeklinde gelişen özgürlüktür (Mill, 1986: 185).

Tüm bu anlatılanlar ile birlikte özgürlük kavramının, keyfi bir şekilde bir başkasının özgürlük alanını işgal etme girişimi olarak algılanmaması gerektiğini ifade etmek gerekmektedir.

Bu bağlamda liberal demokrasi anlayışına göre bireylerin diğer bireyleri istemediği bir şeye zorlamasını engellemek için bazı hukuki sınırlamalar ile önlemler alınabilir ve buradan hareketle özgürlük yalnızca hukuki bir zorlama ile sınırlı hale getirilebilir (Jasay, 1998: 31).

Sonuç olarak, liberal demokraside özgürlük kavramı hangi yönden incelenirse incelensin, devlet etkeninin olabildiğince azatlığı ve devletin sergilediği baskılayıcı tavrının yok edilmesi gerektiğine dair anlayışın söz konusu olduğu bir durumu ifade etmektedir.

1.4.2. Sınırlı Devlet (Anayasacılık)

Liberal demokrasi anlayışı için önemli bir diğer unsur da sınırlı devlet (anayasacılık) kavramıdır. Bu anlayışta, bireysel özgürlük kavramının tümüyle yaşamda uygulanabilir duruma gelmesi durumuna göre devletin anayasal olarak sınırlamak gerekmektedir. Her alanda müdahaleci olan ve bireyi sınırlandıran devlet, liberal demokrasinin uygulamaya geçirilmesini imkansız duruma getirecektir. Bu sebeple bireyin özgürlük alanını genişletmek ve devletin keyfiliğini önlemek adına devleti sınırlamak gerekmektedir. Bireysel özgürlük anlamında tehdit taşıyan unsurlardan bir diğeri yine bireyler olarak görülse de, devlet esas büyük tehdit olarak ifade edilmektedir. Bu sebeple liberalizm, yurttaşlara katı bir otorite kuran ve herkesten yüce bir güç gibi görünen devleti reddetmekte, bu çerçevede hukuk kuralları ile sınırlandırılmış bir devleti kabul etmektedir (Yayla, 1998: 187-188). 17

Liberal demokraside sınırlanmış devleti anlatırken hukuki devlet ve yasal hakimiyet kavramları göz önüne alınmalıdır. Yasal hakimiyet anlayışı içerisinde yasa ile hukuk aynı kavramlar olarak kabul edilmez. Bu anlayışta yasa, devletten kaynaklanan ve devletin zor kullanmak için vasıtası kabul edilse de, bütün yasaların devlet tarafından çıkarıldığı ve devletin gerekli olduğunda yasalara uymayabileceği düşüncesine sahip olmak hata olabilmektedir (Oral, 2011: 10).

Yasal hakimiyet için önemli açılımlar yapmış olan Hayek’e göre; yasaların vatandaşları nasıl etkileyeceğini vatandaşın kendisi bilmelidir. Hayek’e göre yasaların yasa olabilmesi için gerekli olan önemli özellikler; yasaların tam manasıyla genel olması, bireylere eşit şekilde uygulanması, geçmişe dayalı olmaması, tüm yasaların her bireyi ve hatta hükümette dahil resmi-gayri resmi her kurum ve kuruluşu bağlamasıdır (Yayla, 2000: 206-207).

Öte yandan, Hayek ve onun yolundan giden neoliberal düşünceye sahip fikir insanları birtakım hukuk kurulları ile sınırlı minimal devleti savunmuşlardır. Yani devleti tamamen reddetmek diye bir şey söz konusu değildir. Bununla birlikte uygulama bize göstermiştir ki günümüzde Amerika da olmak üzere hiçbir devlet, görev ve etkinlik alanını hedeflenen şekilde daraltamamaktadır. Neoliberallerin çoğunluğu, iktisadi ve sosyal hayatı tamamen kontrol altına almamak kaydıyla devletin bazı görevlerini yapmasını, eğitim ve öğretim kurumlarını kurmasını ve geçinebilecek seviyede maddi gelire sahip olmayan yurttaşlara yardımı doğru bulmuşlardır (Erdoğan, 2002: 9).

Liberalizmde devlet adına uygun görülen bir diğer temel görevlerden biri, dışarıdan gelmesi muhtemel tehlikeli durumlar için güvenlik unsurunu hazır bulundurmak, içerde oluşması muhtemel kargaşalar için de düzeni korumaktır. Bu bağlamda, liberaller güvenlik konusunda da devlete çeşitli görevler yüklemekte sakınca görmemektedirler.

Liberal düşünceye göre, devletin vazifesi trafik jandarmasının yaptığı gibi kuralların konulmasının ardından uyulma durumunu kontrol etmektir. Bunun için dışarıdan gelecek tehlikeleri önlemek için bir güvenlik mekanizması, toplumun düzenini ve toplum içindeki adaleti oluşturacak idare sistemi ile hukuk sistemi gereklidir ve yeterli olacaktır. Devlet kişiler arasındaki uyuşmazlıklarda taraflı olmadan hakemlik pozisyonunda kalacaktır. Fakat devlet, geçmişten gelen gelenekçi ve toplumsal yapıların 18

devamı niteliğinde olmayan imtiyazlara da engel olarak fırsat birliğini sağlayacaktır (Yılmaz, 2001: 36).

Sonuç olarak liberaller, devletin denetleme işlevine sahip olduğu, eğitim ve güvenlik gibi istisnai birkaç alana müdahale ettiği, hukuk kuralları ile bağlı (sınırlı) devleti savunmaktadırlar.

1.4.3. Piyasa Ekonomisi

Piyasa ekonomisi, kişilerin beklentileri doğrultusunda serbest oluşumlar içinde faaliyetlerini gerçekleştirecekleri mecraları kendileri seçmesinin gerektiğine dair fikri savunan sistemdir. Liberal kaynaklardaki piyasa ekonomisi düşüncesinde devlet bireyin seçimlerine müdahalede bulunmamalıdır ve bireyin seçimlerine engel oluşturan durumları da yok edebilmelidir. Bireyin verdiği kararların etkili olması, piyasa ekonomisinin daha düzenli ve çok daha verimli çalışmasını sağlamaktadır (Oral, 2011: 12).

Piyasa ekonomisi bireyi, ihtiyaçlarına dair tatminde yüksek başarı gösterdikleri sahalara doğru iter. Onlara bu ekonomideki en önemli unsur ise sistemi oluşturan yapıların gönüllü hareket etmesidir. Bireylere kendi öz yargılarında, kanaatlerinde ve menfaatlerinde emredildiği biçimde işbirliğine yanaşıp yanaşmama hususunda serbestlik tanınmıştır.

Piyasadaki bu düzeni zorlamanın kimseye faydası yoktur. Devlet ise, piyasadaki uygulamalara müdahale etmek yerine onu koruma ve düzgün bir şekilde hareket etmesi için gerekli önlemleri almakla sorumludur. Bu anlamda devletin görevi piyasada oluşabilecek anormallikleri önlemektir (Çetin, 2002: 79).

Öte yandan, liberal demokratik düşünce mülkiyet ve miras hakkı ile mübadele ve sözleşme özgürlüklerini de özgür bir toplum için vazgeçilmez görür. Bu özgürlükler de piyasa ekonomisinin özünü oluşturmaktadır. Bir diğer nokta ise, liberalizmin kabullerinden biri olan sınırlı devlet kavramının piyasa ekonomisini şart kılmasıdır. Sınırlı devlet idealinin gerçekleşmesi için devletin ekonomik alanda da küçülmesi gerekecektir. İktisadi ilişkileri yöneten ve üretim kaynaklarını elinde bulunduran devlet, kişi özgürlüklerine zarar verecektir (Erdoğan, 2002: 10). Devlet piyasanın işleyişine 19

müdahale etmemeli, bu işleyişin asıl unsurları olan özgür girişimci bireylere piyasayı teslim etmelidir.

Kişilerin birbirleriyle uyum içinde anlaşabildiği ve toplumca ekonomik faaliyetlerin baskı unsuru taşımadan dile getirildiği mekanizma piyasadır. Bireylerin kendi çıkarlarını en iyi biçimde bilmesi yarış içerisinde ve işbirliğiyle toplumsal bir düzlemde en iyi olanı ortaya koyması toplum yapısı için en doğru olanıdır. Mises, hürriyeti korumak için en iyi yolun kanunların ve anayasaların değil, piyasanın olduğunu ifade etmiştir. Buna göre hiç kimse, başka kimselerin eteğine eğilmek durumu içerisine girmeyecektir. Piyasa ekonomisinde zorlama yok, insani ilişkiler ve gönüllü olma esası vardır (Akt. Yılmaz, 2001: 36-37).

Piyasa ekonomisi içerisinde herkes şahsı adına kararlar almaktadır, fakat şahsi ihtiyaçlarını elde edebilme uğraşı içinde olan bireylerin faaliyetleri, bir yönüyle diğer bireylerin ihtiyaçlarını sağlamalarına da yardım etmiş olmaktadır. Herkes diğer bireylere yardım eder ve bunun ardından şahsı da başka bireylerin oluşturduğu hizmetlerden faydalanır. Bu anlamda her bir birey kendi kendine bir son, bir hedeftir, hem de diğer bireylerin hedeflerine ulaşması için faydalanacakları araçtır. Karşılıklı bu fayda için işleyen durumun pazar tarafından yönlendirmesi yapılır. Pazar, bireylerin plan ve projelerini, ihtiyaçlarını tatminde başarı sağladıkları alanlara doğru yönelmesini sağlar (Yayla, 1998: 180-181).

Friedman, piyasanın tam anlamıyla işleyeyişi için sistem içerisinde olması gerekli 4 ayrı maddenin bahsinde bulunmuştur. Bunlar sırasıyla;

a) Kaynak kullanımında etkin bir dağılımı sağlamak,

b) Bilgi kaynağının en iyi şekilde uygulanması,

c) Hukuki bazı düzenlemelere gerek duymadan; ırkı, dili, dini ve cinsiyeti ne olursa olsun ayrım yapılmadan doğru şekilde ilerlemenin sağlanması,

d) Politik düşünce birliğine ihtiyaç duyulmadan farklı gerçeklerin tatmininin sağlanması; kişilerin taleplerinin piyasa yoluyla duyulması, (Friedman, 1988: 56) dır.

Bununla birlikte, piyasa ekonomisinin içerisinde gelir dağılımı konusunda değişiklikler oluşabilecektir. Bu durum normal olarak görülmektedir ve gelir dağılımında eşitliği veya adaleti sağlamak gerekçesiyle piyasadaki sistemin hareketine müdahalede 20

bulunulmamalıdır. Bu müdahaleler alan ve cins olarak çeşitlenip genişledikçe özgürlüklerin yıkıma uğramasına, bu yüzden hür toplumların yerine paternalizm benzeri işleyişlerin oluşmasına sebep olacaktır (Yayla, 1998: 187).

Sonuç olarak liberallere göre, her ne olursa olsun, piyasa çeşitli olumsuzlukları yine kendi işleyişinin içinde ve dış etkenlere ait herhangi bir karışmaya gereklilik duymadan çözme yeteneğine sahip bulunmaktadır. Piyasanın işleyişine müdahale etmek sorunu dahada karmaşık bir hale getirmekten başka bir işe yaramamaktadır. 21

İKİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE’DE DEMOKRATİKLEŞME ÇABALARI 22

2.1. I. MEŞRUTİYET VE 1876 KANUN-İ ESASİ

Osmanlı Devleti’nde liberalizmi siyasal açıdan tutarlı bir şekilde savunanlar ve gruplar çok fazla yoktur. Hem iktisat alanında Teşebbüs’ü Şahsi’yi, hem siyasi alanda Adem-i Merkeziyet’i destekleyen Sultan Abdülmecid’in torunu Prens Mehmed Sebahattin, Mekteb-i Mülkiye’nin âlimlerinden Sakızlı Ohannes Paşa gibi liberaller vardı. Ancak Osmanlı’da geç keşfedilen liberalizm, devletin kurtarılması için ön plana çıkmış ve savunulmuş diğer fikirler kadar Osmanlı’nın siyasi yaşamına ve devamında da Türk siyasi yaşamına yön tayin ettiği ifade edilemez. Buradan hareketle bütünlük olarak Osmanlı Devleti’nde siyasal liberal hareketler aramaktan ziyade, son dönemlerde yaşanmış aksiyonların liberalizm anlamında özelliklerini irdelemek faydalı olabilecektir. Bu anlamda Sened-i İttifak’ın değiştirdiği sahiplik yapısıyla, yani daha önce toprağın üzerindeki sahiplik sultan eliyle bahşedilmiş ayrıcalık iken, Sened-i İttifak ile beraber ayan, hak sahipliğinin olduğu topraklar üstünde teminat kazanmıştır. Bu nedenle Sened- i İttifak, Tanzimat’ın yurttaşa kazandırdığı eşitlikler bağlamında, 1876 Anayasası iktidarını üstün hukuk kurallarıyla sınırlanması ile liberal özellikler üstlenmektedir (Oral, 2011: 69).

Tanzimat Fermanının 3 Kasım 1839’da ilan edilmesiyle Osmanlı, sivil hukuksal alanda yapılan bir takım değişiklikler sonucunda Batı’nın liberal hukuk kriterlerini bir seviyede yakalamıştı. Fermanla birlikte devletin, bütün tabiiyetlere din, mezhep, ırk ayrımı gözetmeksizin eşit olacağı ve tabiiyetlerin başka hiçbir özelliği aranmadan, hak ve yükümlülükler bakımından kanun önünde eşit sayılacağı kabul edilmiştir (Okyar, 1999: 429). Bu şekilde, Osmanlı halkının can, mal ve ırz güvenliği teminat altına alınmıştır. Osmanlı’da başlayan bu yeni dönem, bugünkü bağlamda hukuk devleti olmaya yönelik ilk adım olarak nitelendirilir (Yayla ve Seyitdanlıoğlu, 1998: 55). Yine bu Ferman ile teminatı sağlanan bireyin hakları, zamanımıza uzanan bireyin hakları ile ilgili gelişmelere başlangıç oluşturmakta ve bireyin devletle olan ilişkisindeki gerilimli köprünün temel çerçevesini oluşturan özellikler de bulundurmaktaydı (Türköne, 2003: 72).

Tanzimat Fermanı’nın iki özelliği siyasal liberalizmin Türkiye’de yansıması anlamında mühimdir. İlkin ferman, anayasal idareye doğru yönlenmiş ilk adım niteliğindedir. Osmanlı Devleti, tebaasının haklarını güvence altına alırken hak ve yükümlülüklere önem vermektedir. İkincil olarak da, Tanzimat Fermanı’nda yer bulan 23

mal güvencesi, özel mülkiyete geçişte çok mühim bir aşama olarak karşımıza çıkmaktadır (Yayla ve Seyitdanlıoğlu, 1998: 55).

Tanzimat’ın hem tesis edilmesinde, hem de pratiğindeki tüm eksiklerine göre yinede yeni ve hareketli bir neslin oluşmasına neden olmuştur. Muhalif olan bu nesil, doğmasına ortam hazırlayan gelişmelerin Tanzimat’tan dolayı olmasına rağmen iktidarı, Tanzimat’ın oluşturduğu reform hareketlerinin otoriter duruşla uygulayışından dolayı yaşadıkları huzursuzluk sebebiyle eleştirmişlerdir. İlk olarak Yeni Osmanlılar, sonrasındaysa Jön Türkler eliyle devlette yeni bir dönemin yaşanmasına sebep olunmuştur. Yeni Osmanlılar hürriyet başlangıçlı muhalefeti, Jön Türkler de sultanın kati yetkilerini sınırlandırıp meşrutiyeti ilan ettirme hedefleri çerçevesinde liberalizm anlamında özellikler barındırmıştır (Yayla ve Seyitdanlıoğlu, 1998: 56).

1839 yılında Tanzimat’la baş gösteren gelişmeler Islahat Fermanı (1856) ile açık bir ifadeye kavuşturularak daha da genişletilmiştir.

Özel mülkiyete geçiş, 1858 Arazi Kanunnamesi’nin çıkartılmasıyla daha dikkat edilen bir şekil oluşturmuştur. Diğer yandan, Tanzimat’la açılan başta Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliye (Tanzimat Fermanından sonra genişlemiş, yetkilerinde artış söz konusu olmuştur) olmak üzere gerek merkez düzeyindeki, gerekse eyaletlerin idaresindeki danışma meclisleri, devlet idaresindeki liberalleşme durumunu barizleştirmektedir (Oral, 2011: 71).

Tanzimat Dönemi sonrasını I. Meşrutiyet’in ilan edilmesi izlemiştir. 1860’lı yılların ilk zamanlarında gelişme kaydeden bu süreç içerisinde, Namık Kemal ve Ziya Paşa gibi önemli kişilerin başında bulunduğu başlıca Osmanlı aydınları, Tanzimat döneminden beri sultanın iki dudağı arasında kalan kati egemenlik yetkilerine karşı çıkmaya başlamışlardır. Bunlardan etkileşimle devletin üst tabaka insanlarından bazı asker ve sivil şahıslar, devlette meşrutiyetin uygulamasının sözünde bulunan Abdülhamid’i 1876 yılında tahta çıkartmışlardır. Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin muhalif tutumu ve Mithat Paşa’nın uğraşları neticesinde devlete ait ilk anayasa olan Kanun-i Esasi’nin aynı sene içerisinde ilanı sağlanmıştır (Yayla ve Seyitdanlıoğlu, 1998: 56).

Kanun-i Esasi ilanı sonrasında yeni anayasa rejimine ve parlamenter sistemin başlamasına rağmen bu anayasanın bir şekilde toplum için ifadesinin karşılığı olmamakla birlikte, sultanın eliyle bahşedilmiş bir metin olarak görülmüştür (Erdoğan, 2001: 14). 24

Anayasa devlete dair bir sınırlama getirmesi bekleniyordu fakat Kanun-i Esasi’de bunun gibi bir özellik olmadı. Daha çok padişahı sınırlandırmayı hedefledi. Padişahın çokça yetkisi genel anlamda bürokrasiye geçirilmişti. Sonuç olarak sınırlama devlete olmuyor, egemenliği kullanma yetkisi zaman içerisinde değişime uğruyordu (Fedayi, 1999: 467).

Bu anlamda, her ne kadar iktisat alanında ılımlı koruma isteseler de, Osmanlı Devleti’nde Tanzimat’ın sonrasında baskı içerisindeki yönetime karşı özgürlükçü bir muhalefet olarak oluşan, Ziya Paşa’nın ve Namık Kemal’in liderliğindeki Yeni Osmanlı anlayışındakiler Türkiye’de liberalizm fikrinin başını çekenler olarak gösterilebilmektedir (Ana Britanica, 1989: 489). Namık Kemal’in yazıları tekelciliğe karşı dururken, devlet içerisinde rekabete dayalı iktisat sistemini önermiş ve bunu Serbest-i Ticaret diye adlandırmıştır (Yayla ve Seyitdanlıoğlu, 1998: 56). Yeni Osmanlı fikrindekiler, aksiyonlarının merkezindeki özgürlük düşüncesi aracılığıyla kapitalizm anlayışının oluşmasını istemekteydiler. Çünkü kapitalizm sayesinde, hasretini duydukları parlamenter demokrasi, özgürlükler ve demokratik kurumlara erişebilmeyi hedeflemişlerdir (Çavdar, 1992: 53).

Öte yandan, II. Abdülhamid’in Meclisi Mebusan’ı kapatıp Kunun-i Esasi’yi askıya aldıktan sonraki süreçte siyasal bağlamda tam bir despotluk ve koyu merkezileşme sürecine girilmiştir. Aşağı yukarı yirmi yıl sürecek olan bu istibdat döneminde yaşatılan olaylar, İttihat ve Terakki Cemiyeti çatısının altında iktidara iletilen yeni muhalefetin oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bu cemiyet içerisindeki mensupların yurt içi ve yurt dışında girdikleri muhalif tavır yeni bir döneme hazırlayıcı olmuş ve Sultan Abdülhamid 1908 senesinde İkinci Meşrutiyeti’n ilanını yapmak durumunda kalmıştır (Yayla ve Seyitdanlıoğlu, 1998: 56).

2.2. II. MEŞRUTİYET DÖNEMİ

Sultan Abdülhamid, 1908 senesinde meşrutiyetin yapılmasına istek gösterip, meclis seçiminde karar kılınca, yurdun genelinde hürriyetin geldiğine dair sesler yükselmiş ve II. Meşrutiyet’in ilanı gerçekleşmiştir. Bu yeniliğin gerçekleşmesindeki aslan payı İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne aitti. Fakat, serbestlik düsturu içerisinde yola koyulan bu aksiyonun içerisinde özgürlük kavramının üzerinde düşünmekte olan kişilerin sayısı oldukça az idi. İttihatçı grup, devlette demokrasi ve düşünce hürriyetinin oturtulmasından çok, iktidarı nasıl kazanırım derdindeydiler. Gerçektende bunu, II. 25

Meşrutiyet’in daha ilk senesinde, özgürlüğüne ve özgür fikir beyanına katlanamadıkları muhalif gazetelere karşı bastırma politikası izlemeleriyle göstermişlerdir (Okyar, 1999: 430).

Öte yandan 1908 aksiyonunun öncüsü İttihat ve Terakki’ye karşı liberalizm hareketi, Türkiye’nin ilk ve önemli liberal teorisyen ve düşünürü, Teşebbüsü Şahsi ve Adem-i Merkeziyetçi Prens Sabahaddin çevresinde toplaşan bir grup tarafından 14 Eylül 1908 tarihinde Ahrar Fırkası adı ile teşkilatlanmıştır (Tunaya, 1952: 239).

İlerleyen süreçte, Ahrar Fırkası’nı Hürriyet ve İtilaf Fırkası ve dünya savaşı esnasında kurulmuş önemi olmayan bir takım partiler izlemiştir (Berzeg, 2000: 16). Fakat Ahrar Fırkası bu partilerin en önemlisi ve öncüsü kabul edilmiştir. Ahrar, hür kelimesinin çoğuludur ve siyasî partilerin içerisinde liberaller olarak anlamlandırılmıştır. Ahrar Fırkası, Prens Sabahaddin’in bulunduğu konferansların etkilediği gençler ile kurulmuştur. İttihat ve Terakki içerisinde doğan ve zaman içerisinde doğduğu yerden kopan Prens Sabahaddin ve grup, iktidar partisinin uygulamalarını beğenmiyor ve gidişata dur demek istiyordu (Akkaya, 2006: 45). Ahrar Fırkası’nın kurucu ekibi daha liberal bir Osmanlı isteğinde bulunuyorlardı (Yayla ve Seyitdanlıoğlu, 1998: 57).

Ahrar Fırkası ile İttihat ve Terakki arasında oluşan çatışma ortamı, iktisadi alanı geçerek toplumsal ve siyasal konuları taşıyordu. O zamana kadarki iktisat alanında liberalizm üzerinden yaşanan düşünsel tartışma ikincil plana atılıyor, siyasal liberalizm hakkındaki tartışma öne çıkıyordu (İnsel, 2005: 55 ). Öyle ki bu çatışma ortamları, tarihte 31 Mart Vakası olarak bilinen ayaklanmayı ortaya çıkaracak kadar ciddileşmiştir.

31 Mart Vakası’nın ardından Kanun-î Esasî’de bir takım radikal değişiklikler yapılmış ve padişahın sahip olduğu yetkiler sembolik bir seviyeye indirilmiş, toplum nezdinde haklar güçlendirilmiştir. 1909 yılında yapılan bu değişikliklerle;

 Vekiller Heyeti’nin (Bakanlar Kurulu), padişaha olan sorumlulukları çıkartılmış, meclise karşı sorumlu olmuşlardır.  Milli iradenin, yani Meclis-i Mebusan’ın yetkileri çoğaltılmıştır.  Değişiklik yapmak nedeniyle verilecek kanun tekliflerinde padişahtan izin alma zorunluluğu ortadan kaldırılmıştır. 26

 Padişahın meclis feshetme yetkisi elinden alınmış, Ayan Meclisi’nin onayına bırakılmıştır.  Padişahın vermiş olduğu kararların geçerliliğinde Başbakan ve Bakanların imzası zorunlu hale getirilmiştir.  Padişaha kanunları iki ay içinde onaylama veya geri yollama yetkisi verilmiştir.  Parti kurma hakkı verilmiştir.  Yapılacak antlaşmalarda padişahın tek başına karar alma yetkisi elinden alınmıştır.

İttihat ve Terakki Partisi’nin tam manasıyla iktidara sahip olamadığı bu 1908- 1913 döneminde, iktisat alanında farklı iki yaklaşımla karşılaşılmaktaydı. Bir tarafta Sakızlı Ohannes Paşa tarafından aldığı ilham ile Cavid Bey, diğer tarafta Milli İktisat fikrini özümseyen etkili İttihatçılar, iki taraflı yaklaşımı oluşturmuşlardı. Cavid Bey, 1899 yılında yazdığı İlm-i İktisat isimli kitabıyla liberal kapitalist düzenin genel kurallarını belirtmiştir (Arol, 2005: 50).

Bu dönem içerisinde daha fazla liberal iktisadi politikalar revaçtaydı. Cavid Bey belli bir dönem iktisattan sorumlu bakanlık bile yapmıştı. Fakat ileriki yıllara hakim olan ve cumhuriyet dönemine iletilen görüşte, kalkınmaya yönelik kaynak Alman modeli milliyetçilikte görülmüş, topluma yönelik dönüşüm temelleri ise ikinci görüş olarak Fransız aydınlanmasında bulunmuştur (Oral, 2011: 74-75).

2.3. CUMHURİYET’İN İLANI VE TEK PARTİ DÖNEMİ

Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan (1923), çok partili siyasal hayata geçtiğimiz 1946 yılına kadar geçen süreçte çeşitli nedenlerden dolayı liberalizme ait unsurları bulmak çok mümkün görünmemektedir. Buna rağmen bu dönem liberal adımların atılması bakımından çokta verimsiz bir dönem olmamıştır. Meşrutiyet zamanında İttihat ve Terakki Partisi’nin nispeten liberal kanadı içerisinde olan Fethi Bey’le beraber aksiyon almış ve hatta Osmanlı Hürriyetperver Avam Partisi’ne yakınlaşmış olan Atatürk’ün kendisi, Cumhuriyet’in kurulmasıyla beraber temel itibarla liberal - demokratik batılı modeli aksiyon noktası olarak benimsemiş diyebilmekteyiz. Fakat öte yandan Atatürk’e yakın iki isim olarak karşımıza çıkan İsmet İnönü ve Recep Peker ise liberalizme açıkça karşı çıkıyorlardı. Hatta bu isimlerden Recep Peker, faşist 27

devlet yönetimine sempati duyan bir kişiydi. Tüm bunlara rağmen Atatürk, 1930’a kadar özellikle iktisadi liberalizm açısından önemli adımlar atmıştır (Erdoğan, 2002: 14).

1923-1946 yılları arasındaki ülke yönetiminde söz sahibi olan tek parti, Genel Başkanlığını, Cumhurbaşkanı Atatürk’ün yaptığı Cumhuriyet Halk Partisi’dir. Atatürk, Cumhuriyet Halk Partisi eliyle köklü reformlar gerçekleştirme isteğinde olmuştur. Yapılması gereken ilk şey olarak laik bir düzenin kurulması gerektiğini düşünen Atatürk, bu yönde girişimlerini hızla sürdürerek, devlet yönetimini dini esaslardan uzaklaştırma hedefini esas almıştır. Bu nedenle, öncelikle dini devlet işlerinden ayırmış ve şeriat hükümlerinin yerini modern hukuki düzenlemelerin almasını sağlamıştır (Özüerman, 1998: 28-29).

Kasım 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Cumhuriyet döneminin ilk liberal partisi olarak nitelendirebileceğimiz siyasal partidir. Bu partiyi Atatürk’ün eski çalışma arkadaşları Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele ve Rauf Orbay gibi isimler kurmuşlardır. Parti programında; liberal, halkın hakimiyetine dayalı bir Cumhuriyet’ten yana olunduğu, temel hakların taraftarı olunduğu, bunların ancak anayasal sınırlamalar ile sağlanabileceği, fikirler ve dinsel inanışlara saygı içerisinde olunduğu, devlet vazifelerinin minimal genişlik içerisinde tutumlaş olması gerektiği ile adem-i merkeziyetçilik ilkesine bağlılığın esas alınacağı gibi konulardan bahsedilmiştir (Erdoğan, 2002: 14-15).

Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın oluşması anormal demokratik koşullar içerisinde olduğundan, meclisin içerisinde iki farklı görüşlü grup doğmuştur. Görüşmelerde muhalif olarak bulunan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası mensupları hükümet kanadından çok fazla konuda açıklamalar talep etmiş, İnönü’nün hükümetine yönelik sert muhalefet yapmışlardır. 1925 yılındaki bütçe görüşmeleri esnasında düşüncelerini belirtmişlerdir. 15 Şubat 1925 tarihinde Aşar Vergisi’nin TBMM oturumunda kaldırılması yine bu dönem içerisinde olmuştur. Muhalif parti olma özelliği ile eleştiri dozunu her geçen gün giderek yükseltmişlerdir. Ara seçimler esnasında partilerinin baskı altında kaldığını iddia ederek iktidara baskıcı suçlamasında bulunmuşlardır, idam yetkisinin Ankara İstiklal Mahkemesi’ne verilmesine de yoğun şekilde karşı durmuşlardır. Şeyh Sait ayaklanmasının çıkmasının ardından, bu olay bahane gösterilerek parti 1925’te kapatılmıştır (Tunaya, 1998: 610). 28

1928-1929 yıllarında ülke içerisinde yaşanan ekonomik sorunların ve diğer alanlardaki aksaklıkların suçlusu olarak CHP gösterilmiş ve tepkiler giderek artmıştır. Tüm bu gelişmelerin sonucunda Atatürk’ün bizzat görevlendirdiği Fethi Bey tarafından Serbest Cumhuriyet Fırkası kurulmuştur. Ülke içerisinde CHP’ye olan olumsuz tavrın artması sonucunda SCF’ye karşı ilgi giderek artmış ve parti iktidara gelecek duruma sahip olmuştur. Bu gelişmeler Fethi Bey ile Atatürk’ü karşı karşıya getirdiği için Fethi Bey partisini 1930’da dağıtmıştır (Yetkin, 1983: 39). Böylece, Atatürk döneminde hayata geçirilmeye çalışılan çok partili hayat denemesi bir kez daha başarısızlıkla sonuçlanmıştır.

Öte yandan, liberalleşme kıvılcımlarının görüldüğü diğer bir saha ekonomi sahası olmuştur. Türkiye’nin iktisat politikaları, büyük oranda 1923 tarihinde yapılan İzmir İktisat Kongresi’nde belirlenmiştir. Bu görüşler milli iktisat kabulü çerçevesinde şekillenmiştir. Lozan’dan kaynaklanan kısıtlamalar sebebiyle 1929 yılına kadar korumacı ve sanayileşmeci politikalar uygulanamasa da, 1923’ten itibaren devlet desteğiyle bir milli sermaye yetiştirilmeye çalışılmıştır. Buna karşın Kongre’de yabancı sermayeye karşı çıkılmamıştır. İzmir İktisat Kongresi’nin koyduğu temel ilke, devletin sadece şahsi sermayenin yetmemiş olacağı büyük müesseseleri kurma amaçlı yatırımda bulunmasıdır. Temel felsefe, bireyin yapamadığını devletin yapmasıdır (Cem, 1989: 279).

Atatürk döneminde uygulanan iktisat politikalarına bakıldığı zaman devletçi ve kısmen de özgürlükçü politikaların söz konusu olduğu görülmektedir. Bu dönem içerisinde devlet ekonomiye müdahalede bulunmuştur ve bu müdahaleler büyük kapsamlı teşvikler yapılarak özel sermaye birikimini hızlandırmaya yöneliktir. 1924 senesinde özel girişimin finansmanını sağlamak için İzmir İktisat Kongresi doğrultusunda İş Bankası’nın kurulması sağlanmıştır. Bu girişim yerli kapitalist sınıfı geliştirme isteği doğrultusunda yapılmıştır. 1927 senesinde Teşvik-i Sanayi Kanunu ile özel yerli sanayiye geniş kapsamlı himaye ve bazı muaflık durumları gibi olanaklar sağlanmıştır. 1925 senesinde kurulan Sanayi ve Maadin (Maden) Bankası, mevcut olan, devlete ait olan fabrikaları devralmıştır (Boratav, 1982: 3-25).

Önemli olan diğer gelişmeler ise, 1930 yılında Merkez Bankası’nın (TCMB) kurulması ve 1933 yılında Sümerbank’ın kurulmasıdır. 1930 yılında bütün dünyada yaşanan ekonomik kriz ülkemizde de en hissedilir şekilde yaşanmıştır ve devamında 29

kaçınılmaz olarak devletçi politikaları getirmiştir. Bu noktada önemli olan 1932 yılında kabul edilerek 1934’de uygulanan Birinci Beş Yıllık Kalkınma Planı ve 1939’daki İktisadi Savunma Planı’dır. Bu devletçilik politikası 1945 yılının sonlarına doğru terk edilmeye başlanmıştır (Boratav, 1982: 43).

Cumhuriyet’in ilk dönemlerindeki tüm bu politikalar değerlendirildiğinde, bağımsızlık esaslı politikaların temel kabul edildiği görülmektedir. Fakat bu dönemdeki Türkiye’nin içerisinde olduğu hal göz önünde tutulduğu zaman, şartların siyasi ve ekonomik özgürlüklerin hayata geçirilmesi için uygun olmadığı açıkça ortadadır. Genel olarak bakıldığı zaman, siyasal alanda daha sonra yaşanacak olan çok partili hayatın temellerinin atıldığının kabul edilmesi, liberal demokrasi açısından güzel başlangıçlar olarak kabul edilmesi doğru olacaktır (Gök, 2008: 43-44).

2.4. ÇOK PARTİLİ DÖNEM VE DEMOKRATİKLEŞME

Çok partili hayata geçiş Türkiye açısından önemli bir gelişmedir. 1946 yılının Ocak ayında Celal Bayar öncülüğündeki Demokrat Parti, Türk siyasal hayatına giriş yapmıştır. 1950 yılında Demokrat Parti’nin iktidara gelmesinin ardından, liderliği Demokrat Parti’yle ismi özdeşleşmiş olan almıştır. Demokrat Parti programında liberal görüşlere yer verilmiştir. En öne çıkan konular ise din ve vicdan özgürlüğü ve girişim özgürlüğü olmuştur (Erdoğan, 2002: 16). Demokrat Parti programında din ve vicdan özgürlüğü önemli yer tutmuştur (Gök, 2008: 44).

Demokrat Parti’nin girişim özgürlüğü anlayışına göre devlet önce asli vazifelerini yapmalıydı. Devletin ekonomi politikasının teşvik ve yönlendirmeden ibaret olması gerektiği, işletmecilik yapmasının yanlış olduğu savunulmuştur. Devletin, serbest piyasadaki teşebbüsler karşısında rakip olmaması görüşüne sahip olunmuştur (Tosun, 2001: 187-189).

1950 yılı ile birlikte iktidarı ele geçiren Demokrat Parti hem ekonomik hem de siyasal anlamda batı ülkeleri ile yakın ilişkiler kurma çabası içerisinde bulunmuştur. Bu bağlamda yabancı sermayenin girişine katkı sağlamak adına 01.08.1951 yılında, “Yabancı Sermayeyi Teşvik Kanunu” yasallaşmıştır. Yabancı sermaye açısından bir diğer önemli kanunda 1954 yılında kabul edilen ‘’Petrol Kanunu’’ olmuştur (Ahmad, 1995: 161). Ayrıca 25 Haziran 1945’te Birleşmiş Milletler Antlaşması’nı imzalayarak batı 30

dünyasına da ilk adımı atan Türkiye, 1952 yılında NATO’ya üye olarak batı dünyası içerisindeki yerini resmileştirmiştir (Özüerman, 1998: 32). Menderes Hükümeti liberal demokratik rejimlerle hem ekonomik hem de güvenlik kaygısı ile iyi ilişkiler kurmayı amaçlamıştır. Menderes Hükümetinin ilk yıllarında liberal ekonomik söylemler sık sık kullanılmıştır.

Buna karşın, Demokrat Parti’nin liberal söylemlerine rağmen uygulama sahasında bu söylemlere bağlı kaldığını söylemek oldukça zordur. Çünkü Milli Koruma Kanunu’nun tekrar uygulamaya koyulması, temel ithalat yasaklarının başlatılması, yatırım programlarının temel ağırlığının devlet işletmelerine kaydırılması, en küçük bunalımda dahi devletçi uygulamaların hayata geçirilmesi bunlardan bazılarıdır (Bıçak, 2001: 6). Demokrat Parti, arkasındaki büyük halk desteğinin de verdiği güvenle baskıcı tutumlar sergilemiştir. Özellikle bürokrasi üzerinde kontrol sağlamaya çalışması ve diğer siyasilere karşı uyguladığı kısıtlamalar birçok kesimde rahatsızlıklara neden olmuştur (Gök, 2008: 45).

Demokrat Parti döneminde emekli subaylar ve devlet yetkililerinin meclisteki rolü çok azalmıştır. 1950'de iktidara geldiklerinde ilk yaptıkları iş Genelkurmay Başkanı’nı değiştirmek olmuştur. Savunma Bakanlığı’na sivil kökenli isimler atanmıştır. 1957 genel seçimleri sonrasında Demokrat Parti, anayasa içerisindeki değişiklikleri yapmadan şiddet önlemlerini biraz daha artırmış, meclis içindeki çoğunluğuna güvenerek muhalif kanadın ve bir takım basın organlarının faaliyetleri ile ilgili soruşturma yapılması için Meclis Tahkikat Komisyonu’nu kuran kanunu meclisten geçirmiştir. Böylelikle iktidar partisi, yasamayı anayasa dışındaki görevler için kullanma, karşıt görüşlüleri cezalandırma ve başarabilirse susturma uğraşı içerisine girmiştir (Gözübüyük, 2002: 130-131). İşte tüm bu sebepler, orduyu devlet yönetimine müdahale etmeye yönlendirmiş ve alınan kararları ve uygulamaları ile bugün bile tartışmalara konu olan 1960 askeri darbesinin yaşanmasına yol açmıştır.

2.5. 1960 DARBESİ

Ordu, 27 Mayıs 1960 tarihinde bir grup subay vasıtası ile devlet yönetimine el koymuş ve sivil kadroları belli bir süre yönetimden uzaklaştırmıştır. Ankara ve ’da sayıları 60 civarında olan örgüt mensubu subay ile bu örgütün girişimine destek veren 150 civarında subayın başlattığı askeri darbe, hiçbir önemli direniş ile 31

karşılaşmadan birkaç saat içinde başarıya ulaşmıştır. İktidarı ele geçiren subaylar kendilerine ‘’Milli Birlik Komitesi’’ adını vermişlerdir (Ahmad, 1995: 179). Darbeciler komitenin başkanlığına ise Cemal Gürsel’i getirmişlerdir.

27 Mayıs askeri darbesinin ardından, 11 Temmuz 1960 tarihinde Milli Birlik Komitesi’ne I. Gürsel Hükümeti’nin programı sunulmuştur. Programda, siyasal iktidar ile bürokrasi kutuplaşması ve bu doğrultuda ortaya çıkan bürokrasinin siyasallaşması sorunu dile getirilmiştir. (Aykaç, 1997: 171).

Emir-komuta içerisinde olmayan ve küçük rütbedeki subaylar tarafından etkin biçimde yönetilen 1960 darbesinin sonrasında başlatılmış olan Yassı Ada yargılamaları yapıldı. Yargılama sonucunda Başbakanlık görevindeki Adnan Menderes, Maliye Bakanlığı görevindeki Hasan Polatkan ve Dışişleri Bakanlığı görevindeki Fatin Rüştü Zorlu idam cezasına çarptırıldılar. Cezalarının infazları Marmara Denizi ortasındaki İmralı Adası’nda asılarak idamla gerçekleştirildi. Yassı Ada duruşmalarında çok sayıda hapis cezası da verilmiştir.

1960 darbesinin ardından 1961 Anayasası yürürlüğe girmiştir. 1961 Anayasası’nda; millet, egemenliğini, Anayasanın koyduğu esaslara göre, yetkili organlar eliyle kullanır, denilmiş ve parlamentoyu tek egemen güç olmaktan çıkarmıştır. Mahkeme bağımsızlığı, yargıç güvenliği ve yasaların uygunluğunu denetleyecek olan Anayasa Mahkemesi, 1961 Anayasası ile kurulmuştur. Klasik özgürlükler daha ayrıntılı şekilde düzenlenmiş ve güvenceye bağlanmış, bunun yanında ekonomik ve sosyal haklar, temel haklar arasına sokulmuştur (Eroğul, 1990: 156-157).

1961 Anayasası’yla yönetilmeye başlayan Türkiye, yapılan değişiklikler ve yeniliklerle farklı bir süreç içine girmiştir. Aslında ülkede yolunda gitmeyen şeyleri düzeltmek için yapılan darbe, sonrasında düzenlemeleriyle belli aksaklık ve sıkıntıları beraberinde getirmiştir (Gök, 2008: 47).

Özellikle, 1969 seçimlerinin sonrasında iktidarlar 1961 Anayasası’nı eleştirmiş, devlet gereksinimlerine karşılık yaratmadığı görüşü tartışılmaya başlanmıştır. Eleştirilere göre 1961 Anayasası;

 Anayasa, özgürlükler alanında kötü niyetle kullanılabilmesine açıktır,  İki meclisli düzen, meclisi işlemez duruma getirmiştir, 32

 Yürütme güçsüz bir durumdadır,  Yüksek mahkemelerin yasama ve yürütme üzerindeki denetim yetkileri bu organların işleyişini elverişsiz hale getirmiş, özerk kuruluşlara gereğinden fazla yetkiler verilmiştir (Gözübüyük, 2002: 139-140).

Bu eleştirilerin en büyüğü dönemin sağ partilerince özellikle Demokrat Parti’nin mirasının üzerine konan Adalet Partisi’nden gelmiştir. Ancak dönemin önemli siyasilerinden biri olan Adalet Partisi Genel Başkanı Süleyman Demirel, bu şekilde bir liberal yapılanma ve bu kadar gevşek bir anayasa ile devletin yönetilemeyeceği şeklinde demeçler vermiş ve sık sık şikayetlerde bulunmuştur (Ahmad, 2006: 115).

1970’li yıllara yaklaşırken sorunlar daha çok gün yüzüne çıkmaya başlamış, ülkeyi 12 Mart 1971 muhtırasına götüren süreç başlamıştır. Bu dönemde ülkenin yaşadığı sorunlara etkin çözümler getiremeyen 1961 Anayasası her defasında hedef gösterilmiş ve eleştiriler bunun üzerinde sürekli yoğunlaşmıştır (Gök, 2008: 47).

2.6. 1971 MUHTIRASI

12 Mart Türkiye’si yakın tarihimiz açısından farklı bir dönem olmuştur. Bir araya gelip memleket meselelerini konuşan herkes cuntacılıkla suçlanmıştır. Bu dönem uygulamaları hukuki açıdan çok da doğru olmayan yöntemlerle doludur. 27 Mayıs 1960’ta, seçimle gelen iktidar amacının dışına çıkıp diktaya yöneldi iddiası ile darbe yapan zihniyet, 12 Mart 1971’de ise anarşik olayları bitirmek adına muhtıra verecektir.

Türk siyasal hayatında 12 Mart rejimi olarak belirtilen zaman, 12 Mart 1971 tarihinde Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanlarından beş generalin oluşturdukları muhtıra darbesi ile başladı. Muhtıra, anlaşılır biçimde ve kısa bir dille kaleme alınmıştı.

Hükümetleri ve partileri eleştirerek, uzlaşmaz tutumun ülkeye verdiği zararlardan bahsedilmiştir. Ancak partiler üstü bir hükümetle meselelerin çözüme kavuşacağı görüşü hakimdir. En son maddede ise hükümetler sorunların çözümünde yetersiz görülürse ve çalışmalarda aksaklıklar tespit edilirse ordu kanunların kendisine vermiş olduğu yetkiyle idareyi doğrudan ele alacaktır denmiştir.

12 Mart Muhtırası; Türk Silahlı Kuvvetleri Komuta Heyeti tarafından Cumhurbaşkanlığına, Başbakanlığa, Cumhuriyet Senatosu Başkanlığına ve Türkiye 33

Büyük Millet Meclisi Başkanlığına verilmiştir. Muhtıra sonrasında Süleyman Demirel’in Başbakanlığındaki Adalet Partisi hükümeti istifa etmek zorunda kalmıştır. Süleyman Demirel, Cumhurbaşkanı sıfatındaki ’ın desteğini talep ederek muhtıra darbesinde bulunan komutanların emekliliğe sevkini istemiştir. Fakat Cevdet Sunay, kendisine cumhurbaşkanlığının devam edeceği vaadinde bulunulduğu için buna yanaşmamıştır (Akyaz, 2006: 325-326).

Muhtıra adı verilen bu belge, ülke gündeminde önemli gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Muhtıradan sonra siyasi partilerin, hükümetin ve sivil toplum kuruluşlarının bu konuda nasıl bir tavır takınacakları merak konusu olmuştu. Çünkü takınacakları tavır demokrasi adına çok önemliydi (Koçaş, 1978: 27-28). 12 Mart Muhtırası meclis kürsüsünden okunurken Demokratik Parti milletvekilleri itiraz ederek demokratik rejimlerde ve meclis iç tüzüğünde bu uygulamanın yasal olmadığını söylediler. Onların bu demokratik çıkışları o günün şartlarında pekte doğru algılanmadı (Dağı ve Uğur, 2009: 334-335). Demokratik Parti Genel Başkanı sıfatıyla , hükümet tarafının çekilmesinin öneminin olmadığını, easas önem arz edenin parlamentonun görevine devamının olduğunu vurguladı. TİP Genel Başkanı , devrilen iktidarın anayasa dışına çıktığını belirtti. Birlik Partisi Genel Başkanı Mustafa Timisi, derhal genel seçimlere gidilmesini önerdi. Güven Partisi Genel Başkanı Turhan Feyzioğlu, suskunluğunu muhafaza etti. Cumhuriyet Senatosu Milli Birlik Grubu adına Mucip Ataklı; ‘’bu bir hukuki ihtilaldır’’ dedi. Üniversite hocalarından Bülent Nuri Esen ve Bahri Savcı hem muhtıranın hem de istifanın hukuka uygun olduğunu belirttiler. DİSK, bir bildiri yayınlayarak muhtırayı destekledi. Bu desteğe Türk-İş de katıldı. Dev-Genç, muhtıradaki teşhise katılmakla beraber, böyle bir parlamentonun güçlü bir hükümet çıkaramayacağı görüşünü savunuyordu (Koçaş, 1978: 33-35). 12 Mart muhtırasına karşı sivil toplum kuruluşları demokratik bir tepkiden çok uzaklardı. Herkes kendine göre bir 12 Mart resmi çizmişti.

12 Mart muhtıracıları yönetimi tamamen ellerine almadılar. Doğrudan ülke yönetimi yerine dolaylı olarak ülke yönetmeyi tercih etmişlerdi. Kurulacak hükümetler yetersiz kalırsa TSK ancak o zaman yönetimi tamamen ele alacaktı (Koçaş, 1978: 27-28). Süleyman Demirel daha sonra bu durumun nedeni için; ‘’muhtıracılar kendi aralarında kuvvet dengesini denk getiremedikleri için planları bozuldu. Bu yüzdende doğrudan yönetimi ele almadılar’’ demiştir (Yetkin, 2007: 156). 34

12 Mart Askeri Muhtırası; ülke içinde meydana gelen anarşik olayları bastırmak, sosyal ve ekonomik huzursuzlukları ortadan kaldırmak adına yapılmış bir askeri eylemdi. Fakat ülkeyi hızla çağdaş uygarlık seviyesine çıkarmak ümidiyle yapılan müdahaleden sonra işler hiçte istenildiği gibi gitmedi (Sakallı, 2010: 66).

Cunta rejimi, kendince rejimin işleyişini aksatan tüm grup ve kuruluşları susturma kararındaydı. 1961 Anayasası’nın özgürlükçü ortamında gelişen sosyalist eğilimli TİP, islamcı eğilimli MNP ile birlikte zararlı gördükleri tüm siyasi ve sivil örgütler kapatılmıştır. Bu tip oluşumlara izin veren anayasa maddeleri değiştirilmiştir. 12 Mart döneminde kurulan teknokratlar hükümetinin başbakanı Nihat Erim yaptığı bir basın toplantısında 1961 Anayasası’nın Türkiye için çok lüks olduğunu dile getirmiştir. Süleyman Demirel dahi özgürlükçü anayasanın Türkiye’ye bol geldiğini söylemiştir. Anayasa hakkında yapılan eleştirilere TBMM de katılınca 1961 Anayasası’nda geniş kapsamlı değişikliler yapılmıştır (Karatepe, 2009: 228-230).

1) Temel hak ve özgürlüklerin alanı daraltılarak kısıtlandı. Bu hakların kullanılması belirli sınırlara indirgendi.

2) Gözaltına alma süresi 24 saatken, öncelikle 7 gün, sonrada 15 güne çıkartıldı.

3) Memurların sendika kurma hakkı kaldırıldığı gibi memurlar artık sendika üyesi de olamayacaklardı.

4) Hükümete kanun hükmünde kararname çıkartma yetkisi verildi. Böylece yürütmenin eli güçlendirilmeye çalışıldı.

5) TRT’nin özerk durumuna son verildi.

6) Devlet güvenlik mahkemeleri kuruldu.

Bu değişikliklerle anarşi ve terörü önleyecek güçlü bir devlet otoritesi yaratılmaya çalışılmıştır (Yetkin, 2007: 159; Karatepe, 2009: 230).

Alınan önlemler ve izlenen politikalar anarşi ve terörü durdurmaktan uzak olmuştur. Demirel, Ecevit, Erbakan ve Türkeşli yetmişli yıllar ülkedeki kargaşa ile anılmaktadır. Bu dönemdeki başarısız hükümet ve yöneticiler Türkiye’yi daha keskin bir dönemece doğru sürüklediler (Sakallı, 2010: 68). Türkiye yeniden çok keskin dönemeçlere giriyordu. Bu dönemeçlerinin sonunda ise yine bir askeri darbe Türkiye’yi bekliyordu. 35

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

12 EYLÜL ASKERİ DARBE DÖNEMİ VE TURGUT ÖZAL’IN ÖNDERLİĞİNDE ANAVATAN PARTİSİ’NİN ORTAYA ÇIKIŞ SÜRECİ

36

3.1. 12 EYLÜL 1980 ASKERİ DARBESİ ÖNCESİ GELİŞMELER

Türkiye, cumhuriyetin ilanından 12 Eylül 1980 askeri darbesine kadar, uzun süren olaylar zincirinin sonucunda tarihinin en trajik günlerini yaşamıştır.

Darbenin gerekçelerinin arasında ülke içerisinde oluşan kaos ortamı, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin onlarca oylamanın ardından bile cumhurbaşkanını seçememiş olması ve 6 Eylül günü Konya’da öncülüğünde yapılmış ve darbeyi gerçekleştirenlerin şeriat amaçlı bir girişim olarak değerlendirdiği Kudüs mitingi söylenebilir.

Türkiye, NATO’nun güney kanadının stratejik üyelerinden biriydi. Özellikle Amerika tarafınca siyasi ve ekonomik iktidarsızlığı gözlemleniyordu. 1979 senesinde ortaya çıkan İran İslam Devrimi, ardından aynı sene içerisinde SSCB’nin Afganistan’ı işgale kalkışması üzerine Amerikan politikaları için Türkiye’nin istikrarlı duruma gelmesi değerli bir gereklilik oluşturmuştur.

Ülkedeki duruma baktığımızda gidişatın pek de iyi olmadığı ortadır. Bu durum kimi siyasi parti yöneticileri için bir siyasi malzeme halini almıştır. Diğer taraftan birileri için de ortamı körükleyerek daha fazla kaos ortamı yaratma yoluna gitmişlerdir. Bu durum halk kitleleri tarafından daha derin hissedilmiş ve olayların artmasına, sorunların daha fazla büyümesine neden olmuştur. Bu durum halk içinde tedirginlik, buhran ve yokluk gibi negatif düşüncelerin yayılmasına neden olmuştur (Günaşar, 1981: 13-50).

Bu olumsuz gelişmeler ışığında; başta Genelkurmay Başkanlığı olmak üzere askeri kolluk kuvvetlerince imzalanan ve beyan edilen bildiride anayasa kapsamındaki kuruluşların ve siyasi parti mensuplarının uyarılması yönünde “Türk Silahlı Kuvvetlerinin Görüşü” başlıklı yazı Cumhurbaşkanlığı’na 27 Aralık 1979 yılında bir mektup ile sunulmuştur. Bu anlamda ülkenin idari yapısında görev alan siyasi ve bürokratik yapılar bir kez daha uyarılmıştır.

Uyarı mektubunda; ülkenin genel kötü gidişatı ele alınarak, gerekli görülen uyarılar yapılmıştır. Cumhurbaşkanlığına sunulan bu mektup iki büyük siyasi partiye (AP ve CHP) ulaştırılmıştır. Yapılan bu uyarı siyasiler için de tedirginliğe yol açmıştır. Bu durum yabancı basında da yer almıştır (Gök, 2008: 50-51). 37

The Times gazetesinin haberinde; “Türkiye dağılmaya yüz tutmuş bir ülke haline gelmiştir. Haftada en az 25 insan öldürülmekte, devlet sürekli bir iflası yaşamakta, döviz eksikliği halkın gerekli olan maddeleri dahi bulamamasına neden olmaktadır. Siyasilerin birbirleriyle yaşamış oldukları polemik “Demirel’in ancak savaş döneminde Ecevit ile bir araya gelebilirim” şeklindeki demeci bile ülkenin durumunun özeti gibidir. Bu durum ülkenin çıkarlarının parti çıkarlarından sonra geldiğinin de bir göstergesidir. Bu durumun aslında bir savaştan farkı olmadığı ortadadır” şeklinde konu ele alınmıştır (Gök, 2008: 51).

Ülke için olumsuz olan bu tablonun bir diğer destekçisi ise yabancı dış güçlerdir. Ülkedeki her tür anarşik olaylar bu güçler tarafından desteklenerek ülkenin çıkmaza sürüklenmesi istenmektedir. Bu durum coğrafyası nedeniyle önemli bir konuma sahip olan ülkemizin bölgedeki büyük güçlerin planı olarak ortaya konmaktadır. Türkiye’yi zora sokabilecek her tür planın başında anarşik olaylar yabancı devletlerce kullanılmaya başlanılmıştır. Bu devletlerin başında da Rusya, ABD, İngiltere ve Fransa gibi büyük devletler yer almaktadır (Sağlam, 1984: 191).

Darbeden önce milletvekili ara seçimi 14 Ekim 1979 tarihinde yapılmış, Süleyman Demirel’in partisi boşta olan 5 milletvekilliğini kazanmış, oluşan iktidar olma durumu ile 6. Demirel Hükümeti 12 Eylül’e kadar görevine devam etmiştir. Yapılan seçimler nedeniyle siyasi partiler arasındaki yumuşama belirtilerinin umut verici olması, kötü giden olayların akışını değiştirememiştir (Karatepe, 1999: 245).

Altıncı Demirel Hükümeti’nin icraatları arasında alan 24 Ocak Kararları Başbakanlık Müsteşarı olan Turgut Özal’ın katkılarıyla hazırlanmıştır. Bu kararın özünde; ekonominin dışa açılması, rekabetçi bir tutum sergilemesi, yabancı sermaye akışına izin verilmesi veya özendirilmesi, dışa yapılan satışların çoğaltılması, ekonomik anlamda devlet sektörünün daraltılması, devletçe yapılan müdahalelerin minimum seviyelere çekilmesi, özel kesim için sermaye birikiminin özendirilmesi bu özendirmedeki devlet desteğinin sürdürülmesi hedeflenmiştir. Hedeflenen bu hareket özgürce işleyen bir pazar mekanizması anlamını taşımaktadır (Çavdar, 1992: 2277).

Turgut Özal bir demecinde; 1978 ve 1979 yıllarını ekonomideki bilinçsiz idareden kaynaklandığını ifade etmekte ve başta enflasyon olmak üzere hiçbir dönemde bu kadar kontrolsüz ve şekilsiz bir ekonomik gidişat yaşanmadığı (karaborsa, haksız kazanım, 38

yokluk ve kıtlıklar) bu dönemin önemli ölçütleri olarak kendisini gösterdiğini ifade etmiştir (Arcayürek, 1998: 135).

Öte yandan o yıllarda ekonominin yanında siyasal şiddet olayları da Türkiye’yi iyice kaosun içine sürüklemiş bulunmaktadır. Bu bağlamda, 26 Aralık 1978 tarihinde alınan sıkıyönetim kararı sonucunda sıkıyönetim bölgelerinin güçlendirilmesi amaçlanmıştır (Gök, 2008: 52).

Sıkıyönetim suçları kapsamına giren olaylarda;

 Meydana gelen olayların sayısı: 8760,  Meydana gelen günlük olay sayısı: 28,  Meydana gelen ve ölümle sonuçlanan vaka sayısı: 778 kişi,  Günlük ortalama iki veya üç kişi hayatını kaybetmekte,  Olayların çıkışı sıralamasında; Ankara, İstanbul, Adana,  Yaralı ve ölü sayısında ise; İstanbul, Ankara, Adana, Diyarbakır ilk sırayı almıştır.

Bu gelişmeler özellikle sıkıyönetim bölgelerinde meydana gelen gelişmelerdir.

Ülke içerisinde meydana gelen Sol - Sağ ve Sunni - Alevi çatışmaları toplumsal gelişmeleri beslemiş ve siyasal cinayetlerin işlenmesine neden olmuştur. 12 Eylül öncesi sağ ve sol hareketinin önemli isimlerinden olan Abdi İpekçi, Bedrettin Cömert, Nihat Erim, Gün Sazak gibi önemli isimler cinayetlere kurban gitmiştir. Darbeden önce seri şekilde işlenen bu cinayetlerin sayısı gün geçtikçe artmış ortalama 30 kişiye ulaşmıştır. 12 Eylül darbesi ile birlikte 19 ilde sıkıyönetim uygulamasına geçilmiştir (Gök, 2008: 52- 53).

Birçok nedene sahip olan bu duruma bakacak olursak karşımıza ilk olarak insanların düşüncelerini birer dogma haline getirmeleri çıkmaktadır. Özellikle gençler, sahip oldukları görüşleri tartışmasız doğru kabul edip diğer görüşlere tamamen kapalı bir tutum sergiledikleri için bu noktadan sonra artık karşılıklı konuşmak imkansız hale gelmiş ve kaçınılmaz olarak şiddet gün yüzüne çıkmıştır. Karşıt görüşe sahip olan herkes vatan haini olarak görülmüş, kendi mücadelelerini de vatana sahip çıkmak olarak adlandırmışlardır. İnsanlar için belli bir süre sonra mensup oldukları örgütler adına mücadele etmek ve savundukları görüşler uğruna ölmek kutsal denebilecek noktalara gelmiş, ölen kişiler birer kahraman olarak görülmüştür (Kongar, 1999: 208-209). 39

Sokakta yaşanan bu şiddet olaylarının yanında aynı tutumu farklı şekilde siyasilerde takınmıştır. Siyasi kadrolar karşıt görüşlere karşı baskıcı tutumlar sergileyerek demokrasiyi yozlaştırmışlardır. Sokakta yaşanan şiddet olaylarını, siyasilerin bu tutumu daha da arttırmıştır. Bir anlamda bu şiddet olayları siyasiler arasında meşrulaştırılmaya başlanmıştır. Bu tutum hem iktidar hem de muhalefet tarafından takınılmıştır. İktidar, gücünü baskıcı yönde kullanırken, muhalefette daha tehlikeli şekilde çözümü tamamen demokrasi dışı alanlarda aramıştır (Gök, 2008: 54).

Türkiye’nin her zaman için içinde bulunduğu güvensizlik ortamı, aslında askeri müdahalelerin temel sebebini oluşturan bir etken olmuştur. Bu güvensizliğin sebepleri ise halkın yöneticilere karşı güvenini yitirmesi ve daha önemlisi ülke yönetiminde güvensizliğin yaşanmasıdır. İktidarda olanlar her zaman muhalefete karşı baskıcı tutumlar sergilemiş ve muhalefette iktidara karşı sağlıklı tutumlarda bulunmayınca doğal olarak yönetimde güvensizlik ortamı oluşmuştur. Darbelerden sonra yapılan anayasalara bakıldığı zaman düzenlemelerde bu durumun etkileri görülmektedir. Sebeplerden bir diğeri de, toplum içinde var olan kültür farklılığının çatışmaya dönüşmesidir. Özellikle bahsi geçen bu yıllarda şehirlere göç eden kişilerin yaşadığı kültür bunalımı, dini kültüre sahip olan kişilerin diğerleriyle çatışması, ideolojilerin birbirleriyle yarışması yerine çatışmasının tercih edilmesi şiddeti doğuran sebepler olarak gösterilebilmektedir (Acar, 2005: 150).

Gençlerin içinde bulunduğu bu durumda, kontrolü sağlaması gereken belli kurumların işleyişini sağlayamaması da şiddeti arttıran sebeplerden bir başkasıdır. Toplumun en önemli yapı taşı olan aileler, gençleri kontrol edememişler ve gençler dışarıdaki illegal toplulukların içine çekilmişlerdir. Aslında gelişmiş topluluklarda gençleri kontrol mekanizması olarak kullanılan dernekler, sendikalar ve cemaatler Türkiye’de tam aksine gençleri şiddetin içine çekme aracı olarak kullanılmıştır (Gök, 2008: 55).

Diğer ve belki de en önemli sebeplerden biri de eğitim konusudur. Özellikle 70’li yıllarda Türkiye düşük bir eğitim seviyesine sahipti. Eğitim seviyesinin düşük olması bu insanların çok daha rahat olayların içine çekilmesine sebep olmuştur. Diğer taraftan eğitimli olan üniversite kesimi olayların tam göbeğinde bulunmuştur. Eğitimsizlikle açıklanamayacak olan bu nokta da üniversitelerin siyasi cepheler haline gelmiş olmasıyla 40

açıklanabilmektedir (Kongar, 1999: 209-211). Öğrenciler, üniversitelerin içinde bulundukları durumlar ve gençliklerinin verdiği özelliklerden dolayı belli güçlerin kullanmasına uygun durumda olmuşlardır (Ataünal ve Özçukurlu, 2005: 37).

Yukarıda sayılan sebepleri Türkiye’nin özel şartları açısından da değerlendirmek gerekir. Türkiye’nin özel konumu, ekonomik durumu, coğrafyadaki yeri önemle göz önünde tutulması gereken unsurlardır. Demokrasiye karşı savaşan rejimlerin, demokrasiyi sonradan benimseyen ülkelerde demokrasinin zaaflarından daha yoğun bir şekilde yararlanması da unutulmaması gereken bir başka noktadır (Dal, 1984: 201).

3.2. 12 EYLÜL ASKERİ DARBESİ VE SONRASI GELİŞMELER

Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal kaos bahane edilerek üst düzey komutanlar tarafından 12 Eylül 1980 tarihinde yönetime el konulmuştur. 1980 darbesinin ilk günü saat 13.00’da televizyon ve radyolarda darbenin lideri Kenan Evren tarafından verilen mesajda, ülkedeki kaos ortamının devletin ve milletin bekasını tehdit eden tarihin en büyük buhranı haline dönüştüğünü ve bu gelişmelerin oluşumunda sorumlu olan başta siyasi partiler ve politikacılar yüzünden toplumsal bölünmelere, ekonomik çöküşe, anarşiye ve şiddete dönüşen yapılar haline geldiği hususlarında detaylar verip, darbenin yapılma sebebi ile ilgili açıklamasını yapmıştır.

Kenan Evren, darbenin hemen ardından 16 Eylül 1980 tarihinde basının önüne geçmiştir. Darbenin amaçlarını; milli birliği korumak, anarşi ve terörün önüne geçerek can ve mal güvenliğini sağlamak, devlet otoritesini temin etmek, sosyal barış ve milli birlik beraberliği oluşturmak, cumhuriyet rejimini işler hale getirmek ve sonunda belli bir süre içerisinde yasal düzenlemeleri yapıp sivil yönetimi oluşturmak olarak ifade etmiştir (Üskül, 1997: 300).

Diğer taraftan, Kenan Evren’in başkanlığındaki Türk Silahlı Kuvvetleri’nin dört kuvvet komutanı, Kasım 1983 tarihinde yapılacak genel seçimlere kadar geçecek süreçte Milli Güvenlik Konseyi adını verdikleri Türkiye’yi yöneten kadroyu oluşturmuşlardır. Milli Güvenlik Konseyi yasama ve yürütme yetkilerini üstlenmiştir. Yine Konsey kararı ile siyasi parti liderleri tutuklanmış ve parlamento kapatılmıştır. 41

3.3. BÜLENT ULUSU HÜKÜMETİ

Yürütme yetkisi Milli Güvenlik Konseyi’ne ait olmak üzere, 21 Eylül 1980 tarihinde yeni hükümet oluşturulmuştur. Başbakanı emekli amiral Bülent Ulusu olmuştur. Kurulan hükümette bürokrat, profesör ve emekli subay isimler çoğunluğu sağlamıştır. Turgut Özal'ın Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı’na, Merkez Bankası eski başkanı Kaya Erdem'in de Maliye Bakanlığı'na görevlendirilmeleri en önemli atamalar olmuştur. Sivil idarenin yokluğundan dolayı başbakanın bakanları atama yetkisi olmamış, bakanlar MGK tespitiyle görevlendirilmiştir.

Her ne kadar başbakanla bakanlar mevcut olmuşsa da, ülkenin yönetimi yine askerlerin eliyle sürdürülmüştür (Tokatlı, 1999: 29). Bülent Ulusu’nun ekonomi alanına uzak oluşundan dolayı görevin sorumluluğuna Turgut Özal düşünülmüştür. Özal, hazırlamış olduğu ekonomi programını askerlere anlatmış ve Türkiye’deki ekonominin büyük zararlar görmemesi için bu programın uygulanması gerektiğini belirtmiştir. Generaller de Özal'ı, programın uygulanması için ekonominin sorumlusu olarak görevlendirmişlerdir. 12 Eylül sabahında Turgut Özal, Genelkurmay Başkanlığı’ndan aranarak Maliye Bakanlığı teklifinde bulunulduğunda; Başbakan Yardımcılığı’na, Ticaret Bakanlığı’na ve Maliye Bakanlığı’na ait tüm yetkilerin kendisinde olmasını istemiştir. 24 Ocak Kararları'nın bu şekilde pratiğe koyulabileceğini düşünen Özal, bu sebepten dolayı böyle bir talepte bulunmuştur (Birand ve Yalçın, 2001: 111).

Dönemin ekonomi sorumluluğunu üstlenen Turgut Özal, bu sorumlulukla dizginleri eline alarak 24 Ocak Kararları’nı pratiğe koymak için yola koyulmuştur. Özal’a ilerleyen zamanlarda ülkenin ekonomi problemlerini ortadan kaldırması için rahat ortam oluşturulmuştur. İlkin alınan önlemler; fiyat bazlı serbestlik ile enflasyonun aşağıya düşürülmesi, ücretler alçak seviyede tutulup tüketimin engellenmesi, ihracat artışı ve dış borç ödemelerinin ötelenmesi için yabancı finans kuruluşlarıyla anlaşma yoluna gidilmesi olmuştur (Ahmad, 1995: 217).

Turgut Özal bu dönemde 24 Ocak Kararları’yla ilgili istikrara yönelik önlemlerini askeri yönetimin destekleriyle almıştır. Parlamento ve medyada muhalefetin olmadığı bir ortamda, Milli Güvenli Konseyi'nin olağanüstü yasama yetkilerini yanına koyan hükümet, düşündüğü her türlü önlemi uygulamaya koymuştur. (Birand ve Yalçın, 2001: 115). 42

Diğer yandan, askeri rejime ait yapılmış olan temel düzenleyici Anayasa Düzeni Hakkında Kanun’dur. Bu kanunun özelliği, 1961 Anayasası’ndaki birtakım istisnaların haricinde yeni bir anayasa yapılıncaya kadar kullanılacak olmasıdır. MGK, yasama yetkisiyle birlikte anayasa değişikliği yapmaya yönelik yetkiyi de kendi üzerine almıştır. Milli Güvenlik Konseyi üyeleri ilk zamanlardan yoğun bir yasama icraatlarına girmişlerdir. Bunların öne çıkanları asayişe, ceza yargılamasına ve idam cezasına yönelik yasalar olmuştur (Tanör, 2000: 32).

Siyasi icraatlara ilişkin esas darbe 2 Haziran 1981’de Milli Güvenlik Konseyi’nin 52 sıra sayılı kararıyla olmuştur. Bu karara göre:

 12 Eylül’ün yaşanmasına sebebiyet veren kişilere övgü ve eleştiriler devam etmektedir. Bu halin devam etmemesi için eski siyasetçilerin ve parti üyelerinin ülkenin durumu hakkında yorum yapmaları ve ülkede her türlü siyasi faaliyet yasaklanmıştır.  Sıkıyönetim Komutanlıkları’nın kararlarının tartışılması yasaklanmıştır. 13 Ekim 1981'de MGK, siyasi partilerin feshine dair kanunu çıkarmış ve yürürlüğe koymuştur. Kenan Evren, siyasi partilerin kapatılması gibi büyük bir sorumluluk getiren bu olayı Yüksek Askeri Şura üyeleriyle görüşmeyi ve böyle bir sorumluluğu paylaşmayı uygun bulmuştur (Tanör, 2000: 32).

Diğer yandan, tüm bu şartlar altında Milli Güvenlik Konseyi’nin 12 Eylül sonrası Bülent Ulusu Hükümeti’nden sivil siyasi hayata geçilmesi için bazı şartları olmuştur. Bu şartlardan biri yeni anayasa ve bu anayasanın halk oylamasından geçirilmesi, bir diğeri ise yeni oluşturulan siyasi partiler yasası ve mevcut partilerin üzerine yeni partilerin kurulmasıdır. Bunların gerçekleştirilmesi halinde sivil siyasi hayata geçilmesi yönündeki faaliyetlere izin verileceği belirtilmiştir (Eştürk, 2006: 33).

3.4. 1982 ANAYASASI HAZIRLANMASI VE KABULÜ

1982 Anayasası’nın hazırlanması amacıyla kurulan Kurucu Meclis, 23 Ekim 1981’de yaptığı ilk toplantısında üyeleri arasından kendi başkanını seçti, içtüzüğünü hazırladı ve komisyonlarını oluşturarak çalışmalarına başladı. 1982 Anayasası, Kurucu Meclis’in kendi üyeleri arasından seçtiği 15 kişilik bir Anayasa Komisyonu tarafından 43

hazırlandı. Anayasa hazırlanırken Danışma Meclisi üyelerinin kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarının, sendikaların, üniversitelerin ve hakkında dava açılmamış olan eski siyasilerin görüşü alındı. Hazırlanan metin yeni bir Anayasa olmakla beraber, Sened-i İttifak’tan beri oluşan Türk Anayasa birikimini ve 1961 Anayasası’nda benimsenen temel ilkelerin çoğunu bünyesinde taşıyordu (Gök, 2008: 62).

Anayasa Komisyonu, hazırladığı tasarıyı 17 Temmuz 1982 tarihinde Danışma Meclisi’ne iletti. 4 Ağustos tarihinde gündeme alınan tasarı iki defa görüşülerek, bazı değişikliklerin yapılmasının ardından oylandı ve salt çoğunlukla kabul edildi. Danışma Meclisi’nde kabul gören tasarı, Kurucu Meclis’in diğer tarafını oluşturan MGK’ya gönderildi. Milli Güvenlik Konseyi’nce incelenerek bir takım maddeleri değiştirilen Anayasa 7 Kasım 1982 tarihinde halk oylamasına sunuldu ve ‘’%91,37’’ oranında ‘’evet’’ oyu alarak yürürlüğe girdi (Karatepe, 1999: 251-252). Yeni 1982 Anayasası’nın içeriğine bakıldığında ise;

 Diğer anayasalara göre daha uzun ve ayrıntılı bir anayasadır. Çerçeve anayasadan uzak, aşırı düzenleyici bir anayasadır.  Kanunların uygulanma alanları ayrıntılı bir şekilde incelenmiş ve değiştirilme koşulları daha zor şartlara bağlanmıştır. Bu açıdan katı bir anayasadır.  Askeri darbenin ardından yapılan bu Anayasa, sivil yönetime geçiş için öncelikle bir geçiş dönemi öngörmüştür. Milli Güvenlik Konseyi Başkanı, Cumhurbaşkanı olarak yedi yıl için bu görevde kalacaktı. Genel seçimlerin yapılmasının ardından yeni meclis oluşturulacak fakat Milli Güvenlik Konseyi üyeleri Cumhurbaşkanı Konseyi üyesi sıfatı kazanarak altı yıl daha görevde kalacaklardı.  Hak ve özgürlükler ile devlet otoritesi arasındaki dengeyi, devlet otoritesi yönünde değiştirdiği için, 1961 Anayasası’na göre daha az özgürlükçüdür.  Yürütme organını yasama ve yargı karşısında güçlendirmiştir.  Siyasi bunalım ihtimallerini azaltmak amacıyla 1961 Anayasası’ndaki tıkanıklıkları giderici bir takım hükümleri getirerek siyasi karar alma sürecindeki tıkanıklıkları gidermiştir.  Depolitizasyonu ve siyasetten uzaklaştırmayı amaçlayarak daha az katılımcı demokrasi modelini benimsemiştir. 44

 Sıkıyönetim ve olağanüstü hal yönetim uygulamalarını genişletmiştir (Karatepe, 1999: 261).

12 Eylül 1980 askeri darbesinin ardından demokrasiye verilen ara, oluşturulan Danışma Meclisi’nin hazırladığı Anayasa metninde Milli Güvenlik Konseyi’nin yaptığı değişikliklerle halk tarafından kabul edilerek, yapılan darbe anayasal zemine oturtulmuştur. Hazırlanan Anayasa, demokratik hayata geçişin öncesinde en önemli adım olarak görülmesine rağmen, beraberinde birçok yasağı getirmiştir.

Bu yasakları Anayasa’nın başlangıç bölümüne bakarak anlamak mümkündür. Anayasa’nın girişinde yer alan ifadeler, yapılan darbenin meşru bir tabana oturtulması çabalarından başka bir şey değildir. Hazırlanan yeni Anayasa, beraberinde birçok sınırlandırmayı da getirmiştir (Gök, 2008: 63).

1982 Anayasası ile temel hak ve hürriyetlerin belirtilen şartların gerçekleşmesi halinde kanun ile sınırlandırılabileceği ve durdurulabileceği belirtilerek, dokunulması en zor şartlara bağlanmış olan temel hak ve hürriyetleri, sayılan şartların gerçekleşmesi halinde sınırlama ve durdurma hakkını anayasal güvenceye bağlamıştır. Yaşama hakkı, 1961 Anayasası’nda olduğu gibi belirtilmiş, ancak belirtilen şartlar mevcut olduğunda yaşama hakkının engelleneceği istisna olarak ifade edilmiştir. Eğitim ve öğretim hakkı konusu da Anayasa’da düzenlenerek, eğitimin amacı dışında kullanılması yasaklanmış, eğitim kurumlarında siyasetin ve bunun gibi yaklaşımların hakim olmaması sağlanmaya çalışılmıştır. Aynı şekilde sendika kurma ve üye olma şartları sayılmış ve eğitim kurumlarına benzer şekilde sendikaların da faklı amaçlara alet edilmesi yasaklanmaya çalışılmıştır (Gök, 2008: 64).

Aynı şekilde, hiçbir düşüncenin Türk milli menfaatlerinin, manevi değerler ile Atatürk ilke ve inkılaplarının karşısında olmayacağı, laiklik ilkesi gereğince dinin devlet işlerine karıştırılmayacağı vurgulanmıştır. Fakat uygulama kısmına bakıldığında, liberal demokrasi anlayışının din ve vicdan özgürlüğü ilkesine aykırı bir davranış olmasına rağmen okullarda zorunlu din dersi gösterilmiştir (Çavdar, 2004: 269).

1982 Anayasası, devletin yönetim kademeleri alanında da önemli düzenlemeler getirerek kayda değer değişikliklere imza atmıştır. Yasama ve yürütme erklerini ilgilendiren bu düzenlemeler yasamayı yürütme karşısında güçsüz bir konuma getirmiştir. 45

TBMM tarafından Bakanlar Kurulu’na kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi verilmiş olması, milleti temsil eden meclisin yetkilerine, atanmışların da yer alabileceği Bakanlar Kurulu’nun ortak olabilmesi yolunu açmıştır.

Uluslararası Antlaşmaların onaylanması noktasında Meclis’in yetkileri önemli derecede kısıtlanarak özellikle belli alanlarda yapılan bu antlaşmalar hakkındaki yetki tamamen yürütme organına verilmiştir. Diğer önemli bir konu da Cumhurbaşkanı’nın Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına tek başına karar verme yetkisi tanımasıdır. Hatta bu kararın alınmasının ardından bile TBMM’nin onayına ihtiyaç duyulmamıştır. 1982 anayasası ile getirilen çok önemli bir yenilikte Cumhurbaşkanının meclis dışından da seçilebilmesi durumunu gerçekleştirmesidir. Cumhurbaşkanı görevini yürüten kişi çok önemli ve geniş yetkilerle donatılmış, fakat aldığı kararlar ve yaptığı icraatlara karşı yargı yolu tamamen kapatılarak sorumsuz bir makam oluşturulmuştur (Gök, 2008: 64-65).

Bakanlar Kurulu, tasarının getirdiği sisteme göre meclis çoğunluğuyla oluşan ve vatandaşın vekilliğini üstlenen bir parti hükümeti değildir. Cumhurbaşkanı ve Milli Güvenlik Konseyi arasında alınacak temel siyasi kararların uygulayıcısıdır. 77. maddede usulen; ‘’siyasi partiler, demokratik siyasi hayatın vazgeçilmez unsurlarıdır’’ denmişse de, Cumhuriyetin temel organları öyle düzenlenmiştir ki, seçimi kazanan siyasi partiler hiçbir zaman iktidar yetkilerini kolay kolay kullanamayacaktır (Parla, 2002: 55-59).

3.5. ANAP’IN KURULMASI VE 1983 GENEL SEÇİMLERİ

1982 yılında yapılan Anayasa seçim sonuçları başta generaller olmak üzere iş dünyasındaki sivil destekçilerini sevindirmiştir. Süreç sonunda seçimli ve partili hayata geçişe yönelik oluşumun temelleri atılmıştır.

Cumhurbaşkanı Kenan Evren mesajında; olağandışı bir gelişme oluşmadığı takdirde seçim tarihi olarak 1983’ü göstermiştir. Bu gelişmeler ışığında seçmen kütüklerinin düzenlemesiyle alakalı yasal çalışmalar başlatılmıştır. Üzerine yeni Siyasi Partiler Yasası’nın çıkartılması ve Milli Güvenlik Konseyi tarafından siyasi hareketlere serbestlik tanıyan 76 sıra sayılı kararın alınması kararlaştırılmıştır. Bu karara ait dikkat çeken istisnalar mevcuttur (Tanör, 2000: 52); 46

 Kapatılan partilerin liderleri ve üyeleri partilerini destekleyemeyecekler, kurulan partilerde kapatılan partilerle ilgili herhangi bir eleştiri ya da öven beyanlarda bulunamayacak,  Milli Güvenlik Kurulu ve Cumhurbaşkanı, sıkıyönetim komutanlıklarının çalışmalarını tartışma ya da eleştiri konusu yapamayacaklar,  Yasaklı kişilerin (5-10 yıl) listeleri İçişleri Bakanlığınca hazırlanmış ve yayımı yayınlanmıştır.  Yasaklı kişilerin aynı şekilde görüş ve eleştiri gibi ifadelerde bulunması yasaklanmıştır.

Bundan sonraki süreçte parti kurma çalışmalarına izin verilmiştir.

Bu ilkeler doğrultusunda daha sonra yapılan 1983 seçimi ile birlikte iktidarı elde etme fırsatı bulan Turgut Özal’ın siyaset sahnesine gelişi bile liberal ilkelere aykırı olduğu görüşünü ortaya çıkarmıştır.

1 Ekim 1983 tarihinde Milli Güvenlik Kurulu’nun resmi gazetede yer alan kararı ile 4 ay gibi uzun bir süredir Zincirbozan’da tutuklu bulunan siyasetçi ve devlet görevlilerinin serbest bırakılması kararlaştırılmıştır. Bu durum siyasi yasaklarının kaldırıldığı anlamını taşımamaktadır. Bu düzlemde birçok parti kurulmuştur ancak Doğru Yol Partisi bu partiler içerisinde ayakta durabilen tek parti olmuştur (Tanör, 2000: 52).

Birçok parti istenilen sonuçlara ulaşamadıkları için kapatılmıştır. 1983 Genel Seçimlerine katılma hakkı yalnızca üç partiye verilmiştir. Bunlar; Anavatan Partisi, Milliyetçi Demokrasi Partisi ve Halkçı Parti’dir.

1983 Genel Seçimlerine gidilirken Milli Güvenlik Konseyi veto etme yetkisini elinde bulunduruyordu. Bu bağlamda seçim sürecinde Milliyetçi Demokrasi Partisi’nden 70 isim, Anavatan Partisi’nden 81 isim, Halkçı Parti’den 89 kişi ve Bağımsızlardan 428 isim Milli Güvenlik Konseyi tarafından veto edilmiştir. Konsey, elenen milletvekili adaylarının yerine yeni isimler gösterilmesine izin vermiştir (Tanör, 2000: 55).

Sivil siyasetin serbest hale gelmesi ile birlikte Anavatan Partisi’nin kuruluşu için hazırlıklar başlamış ve 20 Mayıs 1983’de Turgut Özal tarafından 37 kurucu üye ile birlikte ANAP kurulmuştur. ANAP kuruluşundan itibaren dört siyasi eğilimin (muhafazakârlık, milliyetçilik, liberalizm ve sosyal demokratlık) toplandığı bir parti 47

olarak kendisini tanımlamıştır. Bu tür partiler siyasal literatürde catch-all parti (toplayıcı parti) olarak nitelendirilmektedir.

Bu parti, ekonomik olarak liberal bir yapıyı oluşturmaya çalışırken, siyasetten muhafazakar ve milliyetçi bir yapı olarak kendini konumlandırmayı tercih etmiştir.

1983 yılında deklare edilen ANAP’ın programına bakıldığında;

 Ekonomik anlamda bireylerin teşebbüs gücü temel alınacaktır.  Devlet sanayi ve ticari faaliyetlerde ana oluşumu sağlayan güç olmayacaktır.  Kamu İktisadi Teşekkülleri’nin dönüşümlü olarak millete devri sağlanacaktır.  Devletin müdahalesi minimum seviyeye çekilerek, rekabette hakim serbest pazar ekonomisinin önü açılacaktır.  Karşılıklı çıkar dengesi özümsenerek dış kaynak kullanımından fayda sağlanması ve yabancı sermayenin yatırımlarda teşvik edilmesi gerekliliği vurgulanacaktır.  Her bireyin bağlı bulunduğu, dokunulmaz, devri sağlanamaz, vazgeçilmez temel hak ve hürriyetlere sahiptir.  Hukukun üstünlüğünü esas alan bir devlet nizamının teşekkülü sağlanmalıdır.  Ortadoğu ülkeleri ile dostane ilişkilerin geliştirilmesi sağlanmalı, Avrupa Ekonomi Topluluğu ile olan ilişkilerin, menfaatler dengesi denkleminde bir işbirliğine tabi tutulması sağlanmalıdır.  Anavatan Partisi Programında yer alan diğer bir husus ise partinin ‘‘Devlet Kavramı’’na bakışı ile ilgilidir. Buna göre devlet ve toplum bütünleşmesi ilişkisinde devletin millet için var olduğu gerçeğinden hareket edilmesi ve milletin zenginliğini esas alan devletin zengin olması” düşüncesi ön plana çıkmaktadır.

Anavatan Partisinin hazırlamış olduğu bu program zengin kesimlere bir fırsat alanı sağlamıştır. Tam bir rekabet anlayışını meydana getiren piyasa ekonomisi kavramı, programın temel eksenini meydana getirmiştir. Bu temel eksen etrafından gelişme gösterecek özel teşebbüslerin ülkenin sorunlarında çözüm üretici etkiye sahip olacağı düşüncesi hâkim olmuştur.

Devletin yapısında mevcut olan görevlerinden biri de sanayi ve ticaret alanlarının oluşturulmasıdır. Bu anlamda ana görevi olan sanayi ve ticaret alanlarının dışında kalarak bu alanlara özel teşebbüslerin girmesi ve dışardan desteklenmesi fikri öne çıkmıştır. 48

Program kapsamında öne çıkan bir diğer konu ise; ekonomi alanındaki liberal akım, siyasi ve sosyal alanda ise geleneksel tutumun sürdürülmesidir (Eştürk, 2006: 43).

Özal’ın kurmuş olduğu 37 kurucu üyeli parti ileri gelenlerinin isimleri 20 Mayıs 1983 tarihinde ara rejimin İçişleri Bakanlığı’nı yapan Selahattin Çetiner’e iletilmiştir. Partinin amblemi Türkiye haritası ve bal arısı ile haritanın üzerindeki ANAP yazısı şeklindedir. Kurucu üyelerin 7’si MGK tarafından veto yemiştir.

İçişleri Bakanlığı tarafından veto edilen 7 kurucu üye çıkarıldıktan sonra geriye kalan 30 kurucu üye ile Anavatan Partisi genel seçimlere katılmaya hak kazanmıştır.

6 Kasım 1983 tarihinde yapılan genel seçimlere, 15 siyasal partiden 12 tanesinin kapatılmış olması ve siyasi yasaklıların siyaset sahnesinde olmamalarından dolayı 3 siyasi parti ile gidilmiştir. Bunlar; Turgut Sunalp'in genel başkanlığındaki Milliyetçi Demokrasi Partisi, 'in genel başkanlığındaki Halkçı Parti ve Turgut Özal'ın genel başkanlığındaki Anavatan Partisi’dir. Turgut Özal’ın genel başkanlığındaki Anavatan Partisi’nin iki partiye nazaran sivil bir görünüm içerisinde olması, askerlerin vesayetinden huzursuzluk duyan seçmenlerin desteğini sağlamış, Anavatan Partisi’ni diğer partilerden daha avantajlı konuma getirmiştir (Eştürk, 2006: 44).

Türkiye’ye ait siyasi alanda önemli yer tutan 6 Kasım 1983 tarihli Genel Seçimleri, askeri darbe sonrasında yapılmış ve %92 oranındaki katılımla gerçekleşmiş olması nedeniyle önem taşımaktadır. Türkiye bu seçimle siyasi hayatındaki normalleşme süreci içerisinde değerli bir basamak atlamıştır.

1982 Anayasası ile Cumhuriyet Senatosu kaldırılmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclis’inde milletvekili sayısı 400 olmuştur. Yeni bir anayasa ile seçimlerin serbest, eşit, gizli, tek dereceli, genel oy, açık sayım ve denetim altında, 5 yılda bir yapılması kararlaştırılmıştır. 6 Kasım 1983 tarihindeki Genel Seçimleri ilk kez 1982 Anayasası’na uygun şekilde gerçekleştirilmiştir. Seçim sisteminin özelliğinden dolayı siyasal partiler genel ve seçim bölgesindeki %10 barajını geçmek zorunluluğunda kalmış, bağımsız adaylarda yalnızca seçim bölgesindeki %10 barajını geçmek zorunluluğunda olmuştur. 1983 seçimiyle beraber, illerin çıkaracağı milletvekili sayıları baz alınarak ilk defa seçim bölgeleri oluşturulmuştur. 49

Seçimlere eski siyasetçilerin ve devlet adamlarının girmemesi ve Anavatan Partisi’nin milliyetçi, muhafazakar ve liberal eğilimleri parti bünyesine katmış olması, bu kesimlerden seçmenlerin oylarının Anavatan Partisi’ne kaymasını sağlamıştır.

6 Kasım 1983 Seçim sonuçlarına göre 17.351.510 geçerli oyun 7.833.148’ini alarak seçimi %45,14 oy oranıyla kazanan Anavatan Partisi, 211 milletvekili ile tek başına iktidar olma hakkını kazanmıştır.

Ortaya çıkan sonuç tüm kesimler tarafından büyük şaşkınlıkla karşılanmıştır. Siyasal partilerin kurulma aşamasında ve siyasal partiler tarafından milletvekilliği adayları belirlenirken her zaman sıkı takip içerisinde olan Kenan Evren ve yanındakiler, Turgut Özal hakkında herhangi bir soruşturmaya girmeden Anavatan Partisi’nin hükümeti kurma durumuna izin vermişlerdir. Bingöl’den seçilen bir milletvekilinin veto edilmesi dışında, kazanılan milletvekilliklerini TBMM'ne getirmesine ve iktidar olmasına olanak tanımışlardır. 50

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

TURGUT ÖZAL DÖNEMİ SİYASAL LİBERALİZMİ

51

4.1. DEMOKRASİYE DÖNÜŞ YILLARI VE TURGUT ÖZAL HÜKÜMETİ

Anavatan Partisi’ni iktidara getiren olay 1983 yılında yapılan genel seçimler olmuştur. Aslında bu seçimlerin yapılış sürecine bakıldığında, halkın partilerin arasında serbestçe seçim yapma ve istediği görüşün temsilci siyasilerine destek verme şansı bulabildiğini söylemek imkansızdır. Çünkü yapılan seçimlerde, o yıllarda gücü elinde bulunduran asker yönetimi, seçime girmek isteyen partileri ve hatta seçilmek isteyen kişileri dahi belirlemede son söz hakkını kendinde bulmuştur.

12 Eylül öncesi dönemin siyasi liderleri olan ama darbe sonrası dönemde kendilerine siyaset yasağı getirilmiş olan isimler (Demirel, Ecevit, Erbakan, Türkeş) siyaset sahnesinden uzaklaştırılmış ve seçimler darbeciler tarafından kendilerine izin verilen birkaç tane partinin yarışıyla yapılmıştır. Bu durum demokrasi açısından olumsuz noktaları bünyesinde bulundurmaktadır. Pek çok önemli ve tecrübeli siyasetçinin yasaklı olduğu bu dönemde hem iktidara gelecek hem de muhalefet edecek liderlerin siyasal birikim açısından yetersiz olduklarını söylemek gerekmektedir (Oral, 2011: 77-78).

Her şeye rağmen bunların içerisinde yine de en tecrübeli siyasetçinin Turgut Özal olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Gerek Türkiye’deki iç siyaseti tanıma açısından gerekse de dünya siyasetini kavrama açısından Turgut Özal, diğer iki lider olan Turgut Sunalp ve Necdet Calp’a göre çok daha ileri görüşlü bir siyasetçi olarak kendini göstermiştir. Diğer iki siyasetçiye göre en liberal fikirleri savunan kişi Turgut Özal idi. Özellikle ekonomik konularda serbest piyasayı ve devletin ekonomideki rolünü azaltmayı vaat eden tek liderdi.

Bununla birlikte, 1980 askeri darbesinden sonra 1983 yılında başlayan sivilleşme hareketleri ile birlikte, yani Turgut Özal liderliğindeki ANAP’ın iktidara gelişinden sonraki dönemde, siyasi liberalizm anlamında dikkate değer bir düzelmeden söz edebilmek mümkün görünmemektedir. Bu bağlamda, insan hakları ihlalleri ve özgürlük alanındaki engeller büyük ölçüde kaldırılamamış ve sorun devam etmiştir. Özellikle ilk iktidar yıllarında Özal generalleri kızdırmamaya özen göstermiştir. Bu nedenle daha ziyade ekonomik konulara odaklanmıştır. İktidarın 1987 yılından itibaren birtakım olumlu adımlar atmış olması önemli kazanımlar olarak değerlendirilmiştir.

Dünyanın önemli kuruluşlarından biri olan BM tarafından oluşturulan işkencenin önüne geçilmesiyle alakalı antlaşmaların, Avrupa Sosyal Şartı, Avrupa Konseyi İnsan 52

Hakları Divanı’nın mecburi yargılama yetkilerinin kabul edilmesi, ILO’nun anlaşmalarından bazılarının onayı gibi adımlarda bulunulmuştur (Tanör, 2000: 97).

Bir diğer yararlı ve önemli adım ise AİHS’nde belirtildiği şekilde bireysel başvuru hakkının kabul edilmiş olmasıdır. Alınan karar doğrultusunda Türk vatandaşları, insan hakları nezdinde uğramış oldukları haksızlık ve hukuksuzluklar karşısında AİHM’e başvurma olanağına kavuşmuştur.

Aslında bu girişimler Türk demokrasisine sınıf atlatacak kadar önemli gelişmeler olarak kabul edilmektedir. Askeri darbe döneminden çıkmakta olan Türkiye’nin evrensel hukuka eklemlenmek istediğinin de bir kanıtı olarak kabul edilmelidir.

Turgut Özal’ın ilk iktidar döneminde (1983-1987), askeri rejimin etkisinin devam ettiğini söylemek gerekmektedir. Askerlerin ağırlıklı olarak bulunduğu Milli Güvenlik Kurulu’nun asker-sivil ilişkilerinde belirleyici bir konumda olduğu görülmektedir. (Tanör, 2000: 60).

Anavatan Partisi’nin iktidarının ilk dönemi (1983-1987) yılları, sivil rejime geçme olarak kabul edilse bile ordunun otoritesi, diğer bir deyişle “askeri vesayet” önemli ölçüde devam etmiştir.

Bu dönemde, ANAP askeri rejimin kendisine tanıdığı serbestlik ölçüsünde icraat yapmak zorunda kalmıştır. Özal ve partisi ekonomi politikalarını gerçekleştirme konusunda oldukça geniş bir özgürlük alanına sahip iken, dönemin şartları gereği siyasal konular üzerinde ciddi bir politika değişikliğine gitme konusunda oldukça çekingen bir görünüm arz etmiştir.

Özal, içinden geçilen hassas dönemin gereği olarak bilinçli bir şekilde 12 Eylül 1982 Anayasasına ve darbe döneminde görev yapan kudretli generallere hiçbir eleştiri getirmemiş, hatta çoğu zaman bu askeri yönetim anayasasını ve darbeci generalleri övücü sözler sarf etmekten sakınmamıştır. Buna karşın 1980 öncesi dönemi ve o dönemde görev yapan politikacıları eleştirme konusunda oldukça istekli davranmıştır. 12 Eylül’ün dayattığı ve getirdiği yasakçı anlayış Özal ve partisi tarafından ustalıklı bir şekilde kullanılıp araçsallaştırılmıştır. Yine bu bağlamda, 1982 Anayasası’nın muhalefet unsurlarını bastırması ve neredeyse tüm muhalif sesleri (sendikalar vs.) ortadan kaldıran içeriği Özal iktidarına katkıda bulunmuş ve istediği ekonomi politikalarını bu sayede kolaylıkla uygulama sahasına taşıyabilmiştir (Tosun, 1999: 226). 53

Özal, gerek 1983 genel seçimlerinden önce, gerekse de 1983 seçimlerinden sonraki süreçte kendisini hesap-kitap konusunda çok uzman bir kişilik olarak algılatmayı başarmıştır. Başbakan olduktan sonraki süreçte de eline kalem alarak televizyon programlarına çıkmış ve bu imajını pekiştirmiştir. Özal ekonomik konularda konuşurken oldukça rahat bir uzman edası ve ders verir bir tavır takınmıştır. Halbuki sosyal ve siyasal içerikli konular üzerinde konuşurken bu derece rahat olamamış çoğu zaman da hassas siyasi konular üzerinde konuşmaktan olabildiğince kaçınmıştır (Kalaycıoğlu, 2002: 46). Bu bakımdan, ilk başbakanlığı döneminde Özal’ın siyasal konulara pek öncelik göstermeyip, esas önceliğini ekonomik sorunların çözümüne verdiğini söylemek yerinde olacaktır.

Öte yandan bu dönemde, Başbakan Özal’ın hükümeti ve partisi üzerindeki mutlak hakimiyeti konusunda herhangi bir şüphe bulunmamaktadır. Kararların alınması noktasında oldukça büyük bir etkinliği bulunmaktaydı. Özal parti içerisindeki atamalar için partiye çok fazla danışmamış, makam ve mevkileri yakın dost ve ahbaplara vermeyi tercih etmiştir. Bakanlar kurulunu neredeyse tek başına belirler bir tavır takınmış, hatta bakanların bazıları bakanlık görevini kitle iletişim araçları vasıtası ile öğrenmiştir. Bu bağlamda bir bakanın en mühim özelliği başbakanına karşı bağlılığı ve sadakatli olmasıdır (Ahmad, 1995: 228).

Özal, iktidar döneminde enerjisinin büyük bölümünü, sivil demokratik rejimin yerleşmesini sağlamak yerine -ki istese de o günün koşullarında bunu başarabilmesi oldukça zor idi- , güçlü ve kapitalist dünya ile bütünleşmiş bir Türkiye oluşturmak için harcamıştır. Kendilerinden önceki hükümetleri (12 Eylül öncesi hükümetleri) korumacı politikalar uyguladıkları ve ülkeyi dünyaya kapattıkları için defalarca eleştirmiştir. Amacına ulaşmak içinde, Özal’ın daima sabır telkin ettiği, biraz kemer sıkmamız ve fedakârlık yapmamız gerektiğine yönelik ifadeleri olmuştur. Özal’ın, politikasını tümüyle ekonomi faaliyetlerine irca eden fikir yapısı içerisinde olduğu pek çok kişi tarafından belirtilen bir söylem olarak ortaya konulmaktadır (Özkazanç, 1996: 1221).

Gerek uygulamada, gerekse de söyleyiş bazında mümkün olabildiğince katı ideolojik seçimlerden kaçan ve kaçılmasını öneren Özal, bu sebepten askeri yönetimle üstü kapalı bir iş bölümü yaptığı şüphesine yol açmıştır. Aslında, bu bağlamda Turgut Özal’a haksızlık yapıldığını vurgulamak yerinde olacaktır. Çünkü ilgili dönem şeklen çok 54

partili hayata geçilmiş olsa bile askerlerin sivil siyaseti yönlendirdiği, zaman zaman müdahale ettiği ve geniş yetkilerle donatılmış Cumhurbaşkanlığı makamını ellerinde bulundurduğu bir dönemdir. Yani askerlerin dizginleri büyük ölçüde ellerinde tuttuğu güdümlü demokrasinin yürürlükte olduğu yıllardır. Özellikle, ülkenin güvenlik politikalarının askerler tarafından belirlendiği bir süreç söz konusu idi. Düzenin korunması işlevini bu dönemde tamamen generaller üstlenmiş bulunmaktadırlar (Timur, 2000: 338). Bu dönem askerin oldukça etkin olduğu MGK, güvenlik politikalarının esas belirlendiği yer olarak kendini göstermiştir.

Özal’ın o yıllarda üzerinde asıl durduğu konu ise; yeni sağcı olarak nitelendirilebilecek ekonomi politikalarını ABD ve İngiltere örnekleri ekseninde Türkiye’de uygulamak, 12 Eylül Anayasasının kendisine sağladığı avantajları kullanıp aynı zamanda bu anayasanın çizdiği çerçeve içinde kalarak mümkün olan en kısa sürede kafasında tasarladığı modeli hayata geçirmek olmuştur. Özal’ın bu süreçteki bir diğer amacı ise toplumsal sınıfları siyaset alanının dışında tutarak kavgasız, gürültüsüz, herhangi bir muhalif unsurun sesinin çıkmadığı -grev, eylem, boykot vs. yapılmaksızın- yumuşak bir geçişi temin etmek olmuştur (Oral, 2011: 79).

Öte yandan Türkiye’de yeni sağcı (neo-liberal) politikaları uygulama konusunda kesin kararlı olan Özal, bürokrasiyi Türkiye için pranga olarak nitelendirmekteydi. Özal’ın kendisi de eski bir bürokrat olmasına karşın, bürokrasiye dair mesafeli bir tutum içerisinde olmuştur. Ona göre bürokraside işler yavaştır, tutucu ve yaratıcı olmaktan uzaktır. Bürokrasiyi, Türkiye’nin uluslararası kapitalizme entegrasyonuna engel olan başlıca etkenlerden biri diye değerlendirmekteydi (Uzgel, 2004: 47). Türkiye’deki bürokratik yapılanmanın sosyalist ülkeleri çağrıştıran bir görünüm arz ettiğini ve yapılacak işlere engel teşkil ettiğini düşünen bir siyasetçi olarak akıllarda iz bırakmıştır. Aslında Turgut Özal’ın bürokrasi hakkındaki bu olumsuz görüşleri ilerleyen yıllarda bazı siyasetçiler tarafından paylaşılmıştır. Bu bağlamda Demirel ve Erdoğan gibi bazı siyasetçiler Türkiye’nin hükümet sistemi değiştirmesi gerektiğine vurgu yapmışlardır.

Özal, kendilerine engel teşkil eden geleneksel bürokrasiyi etkisizleştirmek için bir takım yeni modeller geliştirme yoluna gitmiştir. Siyasal bakımdan sadece kendisine bağlı ve doğru dürüst hiçbir denetime tabi olmayacak şekilde yeni kamu kuruluşları oluşturmanın yolunu benimsemiştir. Bu amacına ulaşmak için kritik bir önem arz eden 55

kamu kuruluşlarının idaresine kamu bürokrasisi alanında daha önce hiç çalışmamış ve bu konuda hiçbir deneyimi bulunmayan, ABD’de eğitim görmüş iyi derece ingilizce bilen genç finans uzmanlarını göreve getirmiştir. Bu kişiler özellikle Özal’a muhalif kitle iletişim araçları tarafından “Özal’ın prensleri” olarak takdim edilmişlerdir (Özbudun vd., 1995: 31-32 ). Ne var ki, bu ‘’İthal prensler’’in yaptığı icraatlar çoğu zaman tartışma konusu olmuş ve bunlardan Engin Civan gibi bazıları adalet önünde hesap vermek durumunda kalmıştır.

Özal, kurduğu yeni bürokratik kurumlar ve Amerika’dan ithal ettiği bu kişiler kanalıyla gelenekçi bürokrasiyi yeniden yapılandırma ve değiştirme hedefinde başarılı olmuş görünmektedir. Pek çok geleneksel kurum by-pass edilerek devlete ait işlerin bu kişi ve kurumlarla yürütülmesi durumuna gelmiştir. Bütün mühim ekonomik düzenlemeler, Özal ve yakın çevresinde bulunan bu kişiler tarafından yapılma duruma gelirken, seçilen siyasetçiler de çok işlevsiz bir konuma itilmişler ve oldukça etkisiz kişiler haline getirilmişlerdir (Acar, 2008: 199-200).

Aslında; Özal’ın kafasındaki hükümet modeli “ABD Başkanlık Sistemi” idi. Ne var ki, bunun için anayasa değişikliği gerekiyordu. Ancak, bunun için TBMM yeterli çoğunluğu bulunmamaktaydı. Bu nedenle teorik olarak bu modeli Türkiye’ye getirme gücü olmasa da bir bakıma fiili durum yaratmak istediğini söylemek mümkün görünmektedir. Öte yandan Turgut Özal dindar ve muhafazakar bir siyasetçi olarak kabul edilmesine rağmen hem ABD hem de Avrupa’nın sistemlerine, demokrasi ve insan hakları anlayışlarına çok olumlu gözle bakan bir siyasetçi idi. Türkiye’yi götürmek istediği yön ise tartışmasız bir şekilde batı bloku idi. Bu nedenle, batı blokunda yer alan oluşum ve teşkilatlara Türkiye’nin de katılmasına büyük önem vermekteydi. Pek çok defa batı ülkeleri ile ilişkilerin gelişmesine yardımcı olabilecek icraatları gerçekleştirmeye büyük önem vermiştir.

Bu bağlamda Batı ülkeleri ile iyi ilişkiler kurabilmek amacıyla sıra ile 1986 ve 1987 döneminde önemli adımların atılmasını sağlamıştır. 1980 darbesinden sonra Türkiye’den kaçmak zorunda kalan ünlü pop müzik sanatçısı Cem Karaca’nın yurda tekrar dönmesini sağlayan kişi de Turgut Özal’dır. Yine, Türkiye Komünist Partisi eski yöneticileri Haydar Kutlu ve Nihat Sargın’ın da bu süreçte ülkeye gelmelerinin önündeki engellerin kaldırıldığını görmekteyiz. Ancak bu iki yönetici, askerlerin baskısı ile uçaktan 56

iner-inmez tutuklanmışlardır. Başbakan Özal’a rağmen bu kişilerin apar topar gözaltına alınmaları o yıllarda Özal’ında gücünün sınırlı olduğuna işaret etmektedir (Dağı, 2003: 275-276).

Özal’ın başbakanlık dönemindeki uygulamalarında 6 Eylül 1987 tarihinde yapılan siyasi yasaklılar için yapılan referandum da önemli bir yer edinmektedir. Öncelikle belirtmek gerekir ki, Özal’ın bu süreçteki anti-liberal tavırları onun liberal bir kişilikle adlandırılmasına gölge düşürmüştür. Bu meselenin çıkış noktasına baktığımızda 1986 yılı siyasi yasakların en yoğun olduğu dönemlerde Özal hükümetinin temel sorunlara çözüm bulmada yetersiz kaldığı, sıkıştığı ve çözüm üretme noktasında oldukça zorlandığı, bir dönem olmuştur.

Bu dönemi fırsat bilen yasaklı liderler, kamuoyunda seslerini yükseltmeye başlamışlar ve basının desteğini de alarak siyasi yasakların kalkmasını istemiş ve bu yönde hükümete baskı yapmışlardır. Bu kişiler kitle iletişim araçları vasıtası ile kamuoyunda önemli bir yer edinerek seslerini duyurabilmişlerdir. Açıkçası ANAP iktidarının uyguladığı yeni sağcı politikalardan büyük zarara uğramış bulunan alt sınıflara mensup işçi ve köylü kesimleri de eski liderlere teveccüh gösterir hale gelmiştir (Oral, 2011: 81).

Yasakların kalkması ile ilgili karar aşamasında o yıllarda parti içerisindeki liberal akımın önderi konumunda bulunan Mesut Yılmaz başta olmak üzere parti içinde tartışmalara neden olmuştur.

Yasakların kaldırılması için mevcut iki yasal düzenlemenin hayata geçirilmesi gerekiyordu. Bunlardan bir tanesi anayasanın TBMM’de değiştirilerek uygulamanın ortadan kaldırılması, diğeri ise anayasanın yasakları içeren maddesini referanduma taşıyarak halkoyuyla düzenlenmesidir. Bu şekilde yasaklı siyasilerin politika yapmaya yeniden dönmeleri hedeflenmiştir.

Anavatan Partisi içerisindeki gelişmelere baktığımızda parti çoğunluğunun çözümü Türkiye Büyük Millet Meclisine taşınarak çözülebileceği noktasında hem fikir olmaları ve bu durumun partinin imajına önemli katkı sağlayacağı düşüncesi ağır basmaktaydı. Ne var ki, halkoylaması noktasında ise “hayır” isteyenlerin daha çok olacağı şeklindeki düşüncesi ile Özal yasakların kaldırılması için halkoylamasına gidilmesi taraftarı olmuştur (Tokatlı, 1999: 64). Bu durumun siyasal anlamda kendisine 57

zararının dokunacağını düşünmekte olan Özal, yasakların meclis içerisinde kaldırılma durumu olsa bile, konunun referanduma götürülmesi yanlısı olmuştur. Bunun yanında Özal, ülkenin her yanına giderek hayır oyu yönünde tercihte bulunmalarını istemiştir (Erdoğan, 2008: 185).

Medya kanadından yasakların kaldırılması yönündeki baskıcı tavrı Turgut Özal’ı sarsmıştır. Medya’da çıkan haberler ile ilgili olarak sürekli davalar açılmış ve bu olaylar sonrasında Turgut Özal medyayı karşısına almıştır. Yapılan referandum sonucunda; %49,7 hayır %50,2 evet çıkmıştır. Özal’ın yürütmüş olduğu hayır kampanyası sonuçsuz kalmış ve başarı kazanamamıştır (Oral, 2011: 81-82).

Bu bağlamda belirtmek gerekir ki, “seçme ve seçilme hakkı” gibi temel bir hakkın halka soruluyor olması da demokrasi anlayışı açısından tartışılması gerek bir konudur. Açıkçası temek haklar ve hürriyetler halkın insafına ya da oyuna bırakılmayacak kadar önemli konulardır. Türkiye’de yaşanan bu referandum süreci bize “çoğunlukçu demokrasi” anlayışını hatırlatmaktadır. Halbuki modern demokrasiler artık azınlık durumda olanların temel haklarının da korunduğu “çoğulcu demokrasi” anlayışını benimsemektedirler. Bu nedenle bu referandum Türk demokrasisi açısından oldukça olumsuz bir görüntü oluşturmuştur.

Özal, referandum sonuçlarının açıklanmasının öncesinde yaptırmış oldukları kamuoyu yoklamasının çıkan sonucundan güven alarak erken seçim kararında bulunmuşlardır. Özal’ın ikinci defa iktidarını koruma isteği ve mevcut ortamda eski siyasi liderlerin güçsüz durumda oluşları bu kararı almasında etkili olmuştur. 1987 yılında yapılmış olan erken seçim öncesinde muhalif partilerin hazırlanmasına fırsat tanınmamıştır. Bu durum muhalif partilerce boykot edilmiş ancak Anavatan Partisi çoğunluğu elinde tuttuğundan değiştirilen seçim kanunu TBMM’nden geçerek Cumhurbaşkanı onayına sunulmuş ve kabul edilmiştir. Özal, 29 Kasım 1987 tarihinde yapılmış olan seçimin sonucuna göre hedefini sağlamış ve ikinci kez tek başına iktidar olamayı başarmıştır (Oral, 2011: 82).

Özal’ın iki iktidar dönemi karşılaştırıldığındaki farklar; ilkinde 12 Eylül Hükümeti’nin hemen akabinde kurulması, parti ve milletvekillerinin Milli Güvenlik Konseyi’nin denetiminden geçmişken, ikinci döneminde böyle bir durum gündeme gelmemiştir. Aslında bu durum bile Türk Demokrasisinin önemli bir yol aldığının 58

göstergesi olarak kabul edilmelidir. Bu tür demokrasi eksikliklerinin Anavatan Partisi'nin oy düşüşünde çok fazla olmasa bile nispeten bir rolü olduğunu söylemek gerekir (Ahmad, 1995: 232).

Öte yandan, Turgut Özal Türk siyasal yaşamında liberal düşünceye en çok sahip çıkan siyasetçilerin en önde gelenlerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Özel girişime önem vermesi, devleti kutsal bir varlık olarak görmemesi ve temel hak ve özgürlüklere konuşmalarında sık sık atıfta bulunması onun liberal siyasetçi sıfatı ile anılmasına yol açmıştır. Turgut Özal’ın siyasi kariyerinin başlarından itibaren özellikle söylemlerinde dikkati çeken liberal temaların başında, onun devleti araçsal bir mekanizma olarak görmesi gelmiştir.

Özal, her şeyden önce gelenekten gelen kutsal devlet düşüncesine karşı çıkarak, devamlı şekilde devletin insanlar adına bir cihaz, bir araç olduğu düşüncesi ile hareket etmiştir. Özal’a göre esas itibariyle devletin görevi bireylerin önündeki engelleri kaldırmak, bireylerin yolunu açmaktır. Yani bireysel kabiliyetlerin ortaya çıkmasını teşvik etmek ve bireyi öncelemek gibi bir anlayışa sahipti. Bununla birlikte devletin aşırı bir biçimde kutsallaştırılmasına da karşı çıkan Özal, devletle ilgili her konunun tartışılabilmesini önemsemiş ve bu alandaki tabuların artık yıkılmasının gerektiğini savunan bir siyasetçi olarak akıllarda yer etmiştir (Erdoğan, 2001: 18-20).

Turgut Özal siyasi kariyerinin cumhurbaşkanı olduğu döneminde (1989-1993), başlangıçta pek dillendirmediği siyasal liberalleşmeyi belirgin bir biçimde vurgulamaya başlamış ve bu yönde bazı adımlar atmaya başlamıştır. Bu dönemde, bir yandan Türk hukukundaki anti-liberal yönlerin bir kısmını düzeltmeye çaba gösterirken, bir yandan da yeni bir değişim programının esaslarını tespit etmek üzere kendi etrafında bir aydın platformu kurmaya yönelmiştir. Türk Ceza Kanunu’ndaki en temel düşünce yasaklarını ve bunlara paralel bazı özgürlük kısıtlamalarını, Anavatan Partisi’ni tamamen kişisel çabasıyla seferber ederek kaldırtması bu dönemde gerçekleşmiştir. Liberal demokratik bir toplumsal ve siyasal düzenin vazgeçilmez dayanakları olan din ve vicdan özgürlükleri ile düşünce ve girişim özgürlüklerinin ısrarla üzerinde durmuştur. Öte yandan yine bu dönemde Cumhurbaşkanı Turgut Özal, siyasette yeni arayışların ve daha liberal bir devlet yapılanması için entellektüel donanım sağlama girişiminin odak noktası haline gelmiştir. Bu çerçevede, farklı eğilimlere mensup olmakla beraber, Türk siyasetinin ciddi bir 59

değişime ihtiyacı olduğunda birleşen ve farklı kesimlerden gelen bazı aydınları, resmi sıkı denetime karşı korunan özgür bir platformda buluşturmaya gayret etmiş ve bunlara tamamen özgür bir biçimde kendilerini ifade etme olanağı sağlamıştır (Erdoğan, 2001: 23-24).

Turgut Özal, özellikle cumhurbaşkanlığı döneminde uyguladığı politikalar açısından bakıldığında, devlet anlayışı ve yapılanması ile siyasal sistemimizin demokratikleşmesinde emeği olan önemli siyasetçilerin başında gelenlerdendir. Görevlerinin ilk gününden itibaren devlet geleneğimizin temel unsurlarından olan “efendi devlet” ve “hizmet edilen devlet” düşüncesini asla kabul etmemiştir. Devletin halk için, halka hizmet için var olduğunu sürekli ifade etmiştir. Turgut Özal, efendi devlet düşüncesini kabul etmeyerek halkla devlet arasındaki mesafeyi kısaltan siyasal liderlerden biri olmayı başarmıştır. Dindar, halkın yaşama tarzını tanıyan, vatandaşının arasına katılmaktan korku ya da utanç duymayan bir devlet adamı olma özelliğini ömrünün sonuna kadar korumuştur. Halkın özelliklerinin devlet katlarında yansımasına, devletin vatandaşların tercih, talep ve özelliklerinden daha fazla etkilenmesine yol açmıştır. Kişiliğinin yatkın olmasının yanında, mevcut-egemen devlet yapılanmasından zarar görmüş ve dolayısıyla muhalif kanatta yer alan zümrelerden gelmiş olması da bu rolü benimsemesinde ve başarıyla sürdürmesinde etkili olmuştur. Devleti ayağa düşürmekle eleştirilen Özal, aslında devlet ile halk arasındaki ilişki ve bağlantıyı çağdaş demokrasilerde olan biçimine kavuşturmaya hizmet etmiştir (Yayla, 2001: 435-436).

Çalışmanın bundan sonraki alt bölümlerinde Turgut Özal dönemi siyasal liberalleşme uygulamaları detaylı bir şekilde konu edilmiştir.

4.2. TURGUT ÖZAL DÖNEMİ ORDU-SİVİL İKTİDAR İLİŞKİLERİ

Turgut Özal, liberal anlayışının bir gereği olarak sivilleşme ile demokratikleşmeyi benzer kavramlar olarak değerlendirmiştir. 1983-1987 yılları arasındaki beyanlarında Turgut Özal her ne kadar askerlere karşı dikkatli bir dil kullanmaya özen göstermiş olsa da, özellikle 1987 yılından sonraki süreçte askerlerin uzmanlık gerektiren birçok konuda ve özellikle ekonomi alanında yeterli olmadıklarını imâ etmiştir. Gelişme şartlarından biri olarak gördüğü özgürlük kavramı ile askerliğin gerektirdiği merkezi disiplinin uyuşmazlığına dikkat çekmiştir (Oral, 2011: 91). 60

Turgut Özal’ın asker-sivil ilişkileri bağlamında, sivillerin üstünlüğüne vurgu yapan önemli tavırlarından birisi 24 Haziran 1987 günü 18.00’da Bakanlar Kurulu’nun toplantısı sırasında yapmış olduğu konuşmadır. Genelkurmay Başkanı’nın kim olacağı konusunda kendi hükümetine yönelik bir isim dayatılmasına karşı çıkmış ve toplantıda bu durum oldubittiye getirilmeye çalışıldığı için kabul edilemez olduğunu beyan etmiştir. Genelkurmay Başkanlığı için 2000 yılına kadar komuta kademesi düzeyinde plan yapıldığını ve bu plandan hükümetinin haberinin olmadığını belirtmiştir. Bu durumu 1989 yılında yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçimine karşı bir hesap olarak görmüştür. Harbiyelilerin, kendilerine ulaşabilecekleri son mertebeyi Cumhurbaşkanlığı olarak görmelerine tepki göstermiştir ve bu düşüncenin silinmesi gerektiğini söylemiştir. Bu bağlamda, harbiyelilerin gelebileceği en üst mertebenin Genelkurmay Başkanlığı olduğunu ve 1989 yılında yapılacak cumhurbaşkanlığı seçimi sonucunda cumhurbaşkanının mutlaka sivil olacağını ifade etmiştir (Cemal, 2000: 253). Böylelikle Turgut Özal o dönem içerisinde söylemesi zor hakikatleri söylemiş ve idarenin sivilleşmesi yönündeki istikrarlı duruşunu ortaya koymuştur.

Bu nedenle, 1987 yılındaki Genelkurmay Operasyonu’nu, Turgut Özal’ın sivilleşme ve demokratikleşme kararlılığına kanıt olarak gösterebilmekteyiz. Özal’ın kendiside sivilleşmenin bir anlamda bu operasyonla başarıldığını dile getirmiştir. 1987 yılında yapılan bu operasyonun öncesinde Orgeneral Necdet Üruğ, Genelkurmay Başkanlığı’ndan erken emekli olarak yerine Necdet Öztorun’un gelmesini sağlama çabasına girmiştir. Buna eş olarak YAŞ’da yapılacak atamalarla, ordu yönetiminde kadro çizgisinin 2000’e kadar sürekliliğinin sağlanması düşünülüyordu. Ordunun siyasete ağırlığını koyması amaçlanmıştı. Turgut Özal, başbakan ve hükümet olarak Necdet Öztorun’u kabul görmediklerini belirterek Genelkurmay Başkanlığı’na Necip Torumtay’ın atamasını yapmıştır. Bu operasyon içerisinde Özal, ordunun üstünde hala çok önemli bir etkisi olan Evren’in desteğinide almıştır (Gökmen, 1992: 131). Turgut Özal tarafından yapılan bu operasyon sivil iktidarın başarısını göstermek anlamında Türk siyasal hayatında önemle nitelendirilebilmektedir.

Turgut Özal’ın sivilleşme çabasına örnek gösterebileceğimiz bir başka kritik girişimi ise iktidarı boyunca birçok kez dillendirdiği Milli İstihbarat Teşkilatı konusunda olmuştur. Turgut Özal, kendi dönemine kadar bu kuruluşun başında asker kişilerin bulunmasından rahatsızlık duymaktadır. Bu nedenle, yetkili konuma geldiğinde sivil bir 61

şahıs olan Hiram Abas’ı Milli İstihbarat Teşkilatı’nın başına getirmekte tereddüt etmemiştir. Ancak Hiram Abas, yaşanan bir sorun yüzünden kısa süre sonra istifa etmek durumunda kalmıştır. Abas’ın istifasının ardından onun yerine yine üst düzey bir asker şahıs getirilmiştir. Böylelikle Turgut Özal’ın sivilleşmeye yönelik bu hareketinden sonuç alınamamıştır.

Sivilleşme bağlamında diğer bir nokta ise Turgut Özal’ın devletin başbakanı olmasına rağmen devlet protokolündeki konumu ile ilgiliydi. İlk sıradaki Cumhurbaşkanı Kenan Evren’i, meclis başkanı takip etmekte, onun ardındaki dört sırada ise Cumhurbaşkanlığı Konseyi’nin dört üyesi Nurettin Ersin, Tahsin Şahinkaya, Nejat Tümer ve Sedat Celasun komutanlar gelmekteydi. Turgut Özal’ın ise protokoldeki yeri yedinci sırada idi. Bu durumdan yakınan Turgut Özal, 1987 yılının başlarında bir takım girişimlerde bulunarak devlet protokolünde üçüncü sırada yer edinmeyi başarmıştır (Cemal, 2000: 246). Özal’ın tüm bu girişimleri ve icraatlarını dikkate aldığımızda ordu ile seçilmiş hükümet arasındaki denge açısından, seçilmiş hükümet lehinde olumlu kazanımlar elde edildiğine kuşku bulunmamaktadır. Denilebilir ki, Özal askeri vesayet altında devam eden bir geçiş sürecinde bir takım kazanımlar elde ederek Türk demokrasisinin gelişmesine katkıda bulunmuştur.

4.3. TURGUT ÖZAL DÖNEMİ BİR TEMEL İNSAN HAKLARI PROBLEMİ: BAŞÖRTÜSÜ

Turgut Özal dönemiyle ilgili siyasal liberalizm (siyasal özgürlükler) temelinde ele alınması gereken bir diğer önemli husus ise başörtüsü sorunudur. Başörtüsü konusunun sürekli istismar edilmesinden yakınan Özal, bunun bir tabu haline getirilmeye çalışılmasının yanlış olduğunu belirtmiştir. Başörtüsünün siyasallaştırılarak rejimin karşısında kullanılabileceği fikrinin bir niyet okuma ve önyargıdan kaynaklandığı eleştirisinde bulunmuştur. İnsanların fikirlerine, inanç ve değerlerine karışılmaması gerektiğini savunmuştur. Bu nedenle Turgut Özal, 1 Ocak 1987 yılında bir gazetecinin başörtüsü ile igili ne düşündüğüne dair sorusuna karşılık; laik ve demokratik devlet anlayışına göre başörtülü başını inanarak örtüyorsa buna karışılmaması gerektiğini ifade etmiştir. Türbanı çağdaş bir görünüm olarak nitelendirmiş ve hiç olmazsa türbanın kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir. Özgür toplumda herkesin dileği kıyafeti seçebileceğini belirterek; türban takanların takmayanlara, türban takmayanların da takanlara karşı 62

kınayıcı hal ve hareketlerde bulunmaması gerektiği hususunda uyarıda bulunmuştur. Konuyu dini inançlara saygılı olma kapsamında değerlendiren Özal, bireyin inancının gereklerini yerine getirmede özgür olması gerektiğini ve bu durumdan kimsenin korku içerisinde olmaması gerektiğini vurgulamıştır (Özal, 1987: 38-1113).

Turgut Özal açısından dini semboller taşıyan giysi ve örtüler, söylendiği gibi cumhuriyetin ana ilkelerine karşıtlık taşımamaktadır. Bu durum tamamıyla bireyin hak ve özgürlükleri kapsamında değerlendirilmektedir. Özal, üniversitelerdeki başörtüsü yasağının din ve vicdan özgürlüğüne karşıt durum olduğuna, bunu rejim meselesi haline getirmenin çok yanlış olduğuna inanmıştır. Konu hakkında 1993 yılındaki “Değişim Konusunda İslam” adlı panelde, kızların başörtülü olduğu için üniversite kapılarından kovulduğunu ve bunun hâlâ devam ettiğini söylemiştir. Türkiye’nin bu üzücü durum karşısında ilkel bir duruş içerisinde olmaması ve meselenin inatlaşma haline gelmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Bunun bir inanca saygı, bir hürmet olarak görülmesi gerektiğini ve başı açık ya da kapalı tüm kadınlara saygı içerisinde olunup karışılmaması gerektiğini vurgulamıştır (Fığlalı, 2001: 218).

Kısacası Turgut Özal, gerek dinsel inançlara karşı saygı gösterme, gerekse başörtüsünün özgür kullanımı hususlarında ideolojik yaklaşımda olmaktan uzak durup daha demokratik bir tavır içerisinde olmuş ve sorunun bireysel özgürlük düşüncesi içinde çözülmesi için çaba göstermiştir. Özal, iktidarda olduğu dönem içinde özellikle üniversitelerdeki kılık kıyafet yönetmeliğini, başörtüsü yasağı ile Yükseköğretim Kurulu’nun bu konudaki duruşuna eleştiriler getirmiştir. Hatta Özal’ın Başbakan olduğu dönemde üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakmak amacıyla ANAP 1987’de YÖK yasasında bir değişiklik yapmış fakat Anayasa Mahkemesi bu değişikliği iptal ederek üniversitelerde başörtüsü ile derslere girilmesine engel koymuştur

Aslında bu olay, her ne kadar Özal Başbakanlık koltuğunda oturuyor olsa da bu konuda fazla bir yetkisinin olmadığına işaret etmektedir. O dönemde bu konuda esas yetkili adresin askerler ile birlikte devletin diğer kurumları olduğunu kabul etmek gerekmektedir. Aynı zamanda bu gerçeklik, başörtüsü sorunu konusunda o dönemdeki iktidarın hareket alanının ne kadar dar olduğunu da bize göstermektedir. 63

4.4. TURGUT ÖZAL DÖNEMİNDE PKK TERÖRÜ İLE MÜCADELE

PKK terörünün ortaya çıktığı ilk dönemlerde (15 Ağustos 1984’ten itibaren), başbakanlık makamında bulunan Turgut Özal’ın bu konuya yaklaşımı ilginç olmuştur. İlk günlerde bu terör örgütünü ve onun eylemlerini pek ciddiye almamıştır. Bu bağlamda eylemleri; birkaç çapulcunun yaptığı basit bir terör hareketi olarak nitelendirmiş ve meselenin büyütülmemesi gereken bir husus olduğunu vurgulamıştır. Devletin de durumu fazla önemsememesinin gerekliliğini belirtmiştir (Oral, 2011: 88). Bu yüzden ki; 1984 yılının Ağustos ayında bir gazeteci doğu bölgesinde yaşanan olaylar hakkında soru sormuş ve Turgut Özal olayların fazla abartılmaması gerektiği cevabını vermiştir. Olayları basit bir eşkıyalık ve terör olayı olarak nitelendirmiş, yapılanları birkaç saatlik gösteri olarak ifade etmiştir. Yapanlarında bir kısmının yakalandığı ve gerekli tedbirlerin alındığı açıklamasında bulunmuştur (Özal, 1984a: 765).

Terör olaylarının başladığı yer olan Siirt ilinin Eruh ilçesinde, 8 Ekim 1985 tarihinde halka hitaben yapmış olduğu konuşmada da benzer bir tutum takınmış ve Türkiye’nin iki üç kurşun sıkan beş on tane çapulcu karşısında olacağını ifade etmiştir. Bütün bu yaşananlara önem verilmeyeceğini, devlet eliyle kulaklarından tutulup atılacağını belirtmiştir. Yaşananlara prim verilmeyeceğini ve büyütülmeyeceğini vurgulamıştır (Oral, 2011: 88).

Turgut Özal, yaşanan olaylarla ilgili küçümseyici tavrını 17 Ekim 1984 tarihinde TBMM’deki Türkiye’nin genel asayişi konusunda yaptığı konuşmasında da göstermiştir. Az sayıdaki eşkiyayı dikkate alarak heyecanlanmayı doğru bulmadığını ifade etmiş ve bunları 300 - 400 kişilik bir eşkıya grubu olarak nitelendirmiştir (Özal, 1987: 742). Fakat ilerleyen zamanlarda terör olaylarının yükselmesinin ardından Özal, bu konu hakkında daha ciddi bir politika yoluna gitmiş ve terörü önlemek için de daha çok askeri kaynaklardan yararlanmaya çalışmıştır. Bu konu hakkındaki ciddiyetini 2 Ekim 1992 tarihinde İş Dünyası Vakfı’nın toplantısında ortaya koymuştur. Terörle mücadelenin kararlılıkla sonuna dek devam edeceğini ve asla taviz verilmeyeceğini söylemiştir. Bu mücadelede teknolojinin her türlü imkanlarından faydalanılacağını, özel harp düzeni ve özel timler gibi profesyonel ekipler ile terörün tarumar edileceğini ifade etmiştir (Özal, 1992e: 41-42). 64

Bu dönemde terör problemine çözüm diye nitelendirilen demokrasi, ekonomi alanındaki gelişmelerle girintili olarak değerlendirilmiştir. Demokratik müdahalelerin yanında ekonomik kalkınmışlığın da bir çözüm kaynağı olarak ele alındığı görülmüştür. Çözüm olarak öncelikle belirtilen demokrasi, ekonomik kalkınmışlık ve sosyal gelişmişlikler ile desteklenmiştir. Demokrasi ile çözüme karar kılınmıştır ancak bu düşüncenin işe yaramadığı durumda devlet gücünün kullanılacağı tehdidi de yapılmıştır.

Dolayısıyla, ortaya çıkarılan demokratik tavrın geçerli olabileceği çerçeve belirlenmiştir. Turgut Özal’a göre, doğu ve güneydoğu bölgelerinde yaşayan vatandaşlar seçimlere katılabildikleri, oy kullanabildikleri için zaten demokratik bir rejimle yönetilmekteydiler ve bu demokratik hak da devlet eliyle sağlanmış demekti (Uzun, 2008:148-150).

Son olarak söylemek gerekir ki, terörle ve teröristle mücadele bağlamında o dönemde “geçici köy koruculuğu sistemi” oluşturulmuştur ve bu sistem daha sonraki yıllarda da iktidarı elde eden hükümetler tarafından devam ettirilmiştir. Bu açıdan oluşturulan sistemin faydalı bir sistem olduğunun belirtilmesi mümkün görünmektedir.

4.5. TURGUT ÖZAL DÖNEMİNDE AVRUPA EKONOMİ TOPLULUĞU ÜYELİĞİ’NE BAŞVURU SÜRECİ

1983 genel seçimlerinin ardından tek başına iktidar etme şansını yakalayan Özal, başta batı ülkelerinde yer alan ülkeler olmak üzere bütün dünyayla ekonomik ilişkileri geliştirmeye büyük önem vermiştir. Özellikle ekonomik anlamda dünyanın diğer ülkeleriyle rekabet edebilecek bir serbest piyasa ekonomisi oluşturmak Özal Hükümeti’nin- liberal anlayışından dolayı- başlıca hedeflerinden birisi olmuştur. 12 Eylül 1980 askeri darbesinin AET ile dondurduğu ilişkileri tekrar canlandırma yoluna gidilmiştir. Çünkü Özal’a göre sağlam bir ekonomiye sahip olabilmek için AET süreci yaşamsal bir önem arz etmekteydi. Diğer bir ifade ile AET’ye katılma düşüncesi Turgut Özal hükümetinin en temel hedefi haline gelmiştir. Bu amaç doğrultusunda hükümet programında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üye olma arzusu ve dengeli şekilde menfaatlerin sağlanması yönünde bir anlayışa sahip olunacağı ifadeleri yer bulmuştur. Bu program başta muhalefet olmak üzere kimileri tarafından açık ve net olmamakla itham edilmesine rağmen Turgut Özal tarafından programın açık şekilde belirtildiği savunulmuştur. Ortak pazara tam üyelik hedefinin olduğunu ve bunu da açık bir şekilde 65

söylediğini belirtmiştir. Fakat ülkenin buraya her ne pahasına olursa olsun girmesini sağlamak yerine, pazarlık yaparak girmesini isteğini de dile getirmiştir.1

1963 yılında imzalanmış bulunan Ankara Antlaşması’nın 28.maddesine göre Türkiye’nin Avrupa Ekonomik Topluluğu’na tam üye olma hakkı bulunmaktaydı. Fakat bu hüküm tam üyeliğe direk bir geçişi öngörmemiş, tam üyeliğe geçmeyi belirli koşulların gerçekleşmesi durumuna girintilemiştir (Oral, 2011: 86). Aday ülkenin, Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun ekonomik, siyasal ve parasal birlik hedeflerine katılması ve üyelik yükümlülüğünü üstlenebilecek yeterlilikte olması tam üyeliğe katılma koşulları arasında sayılmıştır (Işıklar, 2000: 173-174). Tam üyeliğe kabul edilmeyle ilgili ileri sürülen koşullar, Türkiye’nin tam üyelik başvurusunda bulunmasını engellememiştir. Çünkü AET’nin kurulmasını sağlayan Roma Antlaşması’nın 237. maddesi bütün Avrupa devletlerine topluluğa tam üye olarak başvurma hakkı tanımıştır. Burada tam üyelik başvurusunda bulunma ve kabul edilme koşulları ortaya konulmuştur (Soysal, 1991: 654).

Türkiye, antlaşmalarca tanınmış olan tam üyeliğe başvuru hakkını 14 Nisan 1987 tarihinde yerine getirmiştir. 17 Nisan günü başlayacak Paskalya tatilinden üç gün öncesinde başvuru yapılarak, 27 Nisan tarihindeki Bakanlar Konseyi’nin toplantısında görüşülmesi düşüncesi içerisinde olunmuştur. Geç gündeme alınması durumu ortaya çıkarsa, Avrupa Parlamentosu’nda Türkiye karşıtı bir sonuç çıkabilir, hükümetin işi zorlaşabilirdi (Karluk, 2003: 570). Bu sebepten tepki ve telkinlere kulak asılmadan başvuru aceleyle yerine getirilmiş ve yapılmıştır.

Türkiye’nin önündeki zor dönemi bilen Turgut Özal, yapılan başvurunun ardından Anavatan Partisi’nin meclis grubunda yaptığı konuşmasında bu durumu uzun ve yokuşlu bir yol olarak nitelendirmiştir. Basının, sendikaların ve siyasi partilerin büyük çoğunluğunun bu başvururun lehinde olduğunu belirtmiş ama bunun ilerde iktidara hücum vesilesi için yanlış yollara itme sebebi olmaması gerektiği uyarısında bulunmuştur. Zor günlerin geçirilebileceğini fakat sonunun hayırlı olacağını vurgulamıştır. Politikasında uyguladığı serbest pazar ekonomisi ile Türkiye’nin AET’ye girmesinin problem olmayacağını düşünmüştür. Ülke sanayisinin %70’inin AET ülkeleri ile rekabet edebilecek düzeyde olduğunu, geri kalanlarının ise kendilerini yenileyeceğini

1http://www.gazetebilkent.com/2015/04/03/bekleme-odasinda-gecen-56-senenin-ozalli- yillari(10.06.2017) 66

belirtmiştir. Tüm zorluklara, beğenilmeyecek sözler duymaya karşı sansasyona kapılmadan akıllı ve sabırlı olunması gerektiğini, başka ülkelerinde aynı yollardan geçtiğini ve bu düşünceyle neticeye varmak istediğini söylemiştir. Bunu Türkiye’nin geleceği adına çok büyük bir adım olarak ifade etmiştir (Birand, 2001: 447-448).

Turgut Özal, yapılmış olan tam üyelik başvurusunun ülke adına taşıdığı önemin bilincindedir. Fakat Avrupa Ekonomik Topluluğu’nun mesafeli duruşundan dolayı tam üyelik durumunun oldukça zor olduğunu da fark etmektedir. Katılmaya yönelik şartların 1980 öncesi zamana göre oldukça ağırlaştığı görülmektedir fakat istikrarlı bir şekilde tam üyelik konusunda dirayetli bir hükümetin var olmasını Türkiye’nin avantajına olarak görmüştür. Türkiye’nin ekonomisine güvenmiş, rekabete açtığı özel sektörün ayak uydurması durumu ille alakalı fazla sıkıntı yaşanmayacağına inanmıştır (Oral, 2011: 87). Tam üye olma durumunun Türkiye’ye sağlayacağı faydaları bilmekle beraber bu konuya özel önem yüklemiş ve üzerine ivedilikle düşmüştür. Fakat AET tarafından beklenen karşılık istenilen seviyede bir türlü gelmemiş, ilişkiler inişli-çıkışlı bir çizgide seyretmiştir. İlerleyen yıllarda bu topluluğun adı önce AT (Avrupa Topluluğu) olmuş, daha sonra ise AB (Avrupa Birliği) olarak yoluna devam etmiştir. Türkiye bu topluluğa her ne kadar tam üye olarak kabul edilmese de 2004 yılında AK Parti hükümeti döneminde tam üyelik müzakerelerine başlamaya hak kazanmıştır. Ne var ki, o tarihten 2017 yılının sonuna kadar geçen sürede tam üyelik yolunda ciddi bir ilerlemenin olduğunu söyleyebilmek mümkün görünmemektedir.

4.6. TURGUT ÖZAL DÖNEMİ KÜRT SORUNUNA SİVİL ÇÖZÜM ÇABALARI

Turgut Özal döneminde Kürt sorunu, Türkiye’de giderek artan bir şekilde ülke gündemini belirler bir duruma gelmiştir. PKK terörü konusunu büyük ölçüde askerlere havale eden Özal, Kürt sorunu ile ilgili olarak ise inisiyatif kullanmaktan ve girişimde bulunmaktan çekinmemiştir. 1980’li yıllar boyunca güneydoğu meselesine çözüm arayışlarında olan Özal, Saddam Hüseyin’in 1990 yılında Kuveyt’e saldırması sonucu başlayan Körfez Savaşı’yla birlikte Türkiye için fırsat oluştuğu düşüncesine sahip olmuş ve Kürt siyasetini içerde ve dışarda tümleşik konuma getirme çabasına girmiştir. Ülke içerisinde daha çok özgürlük ortamı oluşmasına çabalayan Turgut Özal, ülke dışında da Kürt kanaat önderleri ile iyi ilişkiler kurarak, bir anlamda Kürtlerin hamiliğini üstlenmek istemiştir (Oral, 2011: 93). Yaşanan Körfez Savaşı’nın Kürt sorununu pandoranın 67

kutusundan çıkarttığını gören Özal, bu sorunun savaş sonucunda oluşacak etkilerine maruz kalmaktansa soruna hükmetmeyi ve onu Türkiye lehine en uygun kalıplara sokma yolunu benimsemiştir (Gürbey, 2001: 301).

Bundan dolayı, meselenin doğru analiz edilmesi fikrinde olan Turgut Özal, ekonomik ve askeri tedbirlerle birlikte demokratik açılımlar da yaparak kültürel hakların sağlanmasıyla oluşacak bütünleşmenin ehemmiyetini sıkça vurgulamıştır. Türkiye’de hedeflediği ekonomik ve siyasal değişim için Kürt sorununda yenilikçi politikalar oluşturulması gerektirdiğine inanmış ve bunu da değişimin vazgeçilmez bir parçası olarak görmüştür. Çözümün özgürlük, serbest düşünce, konuşma ve diyalogla bulunacağını vurgulamıştır (Gürbey, 2001: 302).

1984-1990 yılları arasındaki dönemde Kürt sorunu ile güç kazanan PKK terör örgütünü “basit bir terör olayı” şeklinde küçümseyen ve sorunun büyüklüğünü göremeyen Turgut Özal, Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ile birlikte bölgenin gelişeceğini, sorunun çözüleceğini ve terörü besleyen hoşnutsuzluklarında ortadan kalkacağını düşünmüştür (Oral, 2011: 93). 1990 yılı Nisan ayında ise cumhurbaşkanı olarak düzenlediği zirve toplantısında Başbakan Yıldırım Akbulut ve iki büyük muhalif lider Erdal İnönü ile Süleyman Demirel’le görüşerek Türkiye’nin gerçek sorununun bu olduğunu belirtmiş ve ülkeyi bölmek isteyenlere karşı sert bir üslup yanlısı tutum içerisinde olunması gerektiğini ifade etmiştir (Arcayürek, 2000: 356).

Kürt sorununa çözüm bulma amacı doğrultusunda, 1991 senesinde Kuzey Irak bölgesindeki Kürt siyasi parti liderlerinden olan Barzani ve Talabani ile temaslarda bulunmuş, federasyon da dahil her çeşit düşüncenin tartışılması yönündeki fikrini beyan etmiştir. Ancak kesinlikle federasyon yanlısı olmadığını ve bunun Kürt kökenlilerce de uygun görülecek bir alternatif olmadığını, kaldı ki tam olarak bu durumun meydan bulması ile bu düşüncenin cazip bir düşünce olmadığını açık bir şekilde ifade etmiş ve yalnızca tartışılması gereken bir düşünce olduğunu belirtmiştir. Kürtçe konuşmanın serbestliği düşüncesini ortaya koyarak, yasakların cazibesini giderme ve işlevsellik durumunu öne çıkarma fikrini savunmuştur (Barlas, 1994: 145).

Turgut Özal’ın 16 Ekim 1992 senesinde yapmış olduğu “Geleceğe Bakış” başlıklı konuşmasında Kürtlerin ekonomik anlamda gelişmiş batı bölgelerine göçünün toplumsal entegrasyon sağlayacağı düşüncesini ifade etmiştir. Yani iç göç entegrasyonunun 68

oldukça olumlu sonuçlar doğuracağını ifade etmiştir. Yine konuşmasında bu bölgeye sağlanan yatırımların başında Güneydoğu Anadolu Projesi (GAP) ile ekonomik sorunların çözüleceği, insanların daha iyi yaşam şartlarına kavuşacağını ifade etmiştir (Oral, 2011: 93).

Cumhurbaşkanlığı döneminde Turgut Özal’a, sözcüsü Kaya Toperi ile başyaveri Kurmay Albay Aslan Güner tarafından Ocak 1992 tarihinde “Kürt Sorunu - Güneydoğu Anadolu’daki Durum ve Çözüme Yardımcı Olabilecek Öneriler” başlıklı 10 sayfalık bir rapor sunulmuştur. Ardından Mayıs 1992 tarihinde ikinci kez bir rapor hazırlanmış ve 13 sayfalık bu rapor, yakın dostu, yol arkadaşı ve her hükümet dönemlerinde bakan olarak görev verdiği Adnan Kahveci’nin imzasını taşımıştır. Bu raporda kürt meselesi hakkında dikkat çeken şeyin, kendisini kürt kökenli olarak görenlerin, aynı zamanda kendisini ülkenin birinci sınıf vatandaşı olarak hissettiğinin belirtilmesidir. Ocak 1993 tarihinde Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın önüne yine üçüncü kez bir rapor daha gelmiştir ve bu rapor da Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Kemal Yamak imzasıyla verilmiştir. Üç raporunda ortak özelliği, terörün önüne kararlı bir şekilde set çekmesine yönelik devletin adımlar atması, federasyon dahil yeni açılımların konuşulması ve bu sorun üzerine çözümler üretmesi gerektiğinin ifade edilmiş olmasıdır.

Sonuç olarak, Turgut Özal’ın o zamanki durum içinde yeni bazı araçları devreye koyarak Kürt sorununu çözmeyi hedeflediğini ve asıl hedefi olarakta toplumsal bütünleşmeyi sağlama çabasında olduğunu söylemek mümkün görünmektedir (Oral, 2011: 94). Özellikle cumhurbaşkanlığı döneminde (1989-1993) bu soruna çare bulmak için yoğun mesai harcayan Özal’ın ömrü bu sorunun çözülmesine yetmemiş ve 1993 yılının nisan ayında hayatı çok tartışmalı bir şekilde sona ermiştir.

4.7. TURGUT ÖZAL DÖNEMİ’NDE TEMEL HAKLAR VE ÖZGÜRLÜKLER

Turgut Özal Türkiye siyasetine nüfuz ettiği dönemlerde (1983-1993) özellikle üç temel özgürlük konusunu ısrarla vurgulamıştır. Türkiye’nin çağdaş ve gelişmiş bir ülke olabilmesi için bu üç özgürlüğün mutlaka olması gerektiğine işaret etmiştir. Bunlar sırası ile;

1. Düşünce ve ifade özgürlüğü,

2. Din ve vicdan özgürlüğü, 69

3. Girişim özgürlüğü.

Özal, ifade edilen bu temel özgürlüklerin sadece liberal ve demokratik toplumlarda hayat bulabileceğini belirtmiştir. Bu yüzden, ilk olarak düşünce ve ifade ile insan hak ve özgürlüklerinin korunması gerektiğini düşünmüş ve toplumun gelişmişliği açısından sadece ekonomik kalkınmışlığın yeterli olmayacağını, aynı zamanda demokratik anlamda özgürlüklerin de oluşturulmasının gereklilik olduğu fikrini ifade etmiştir (Duman, 2005: 291). Bu bağlamda bu üç temel özelliği sırası ile analiz etmek gerekmektedir.

4.7.1. Turgut Özal’ın Düşünce ve İfade Özgürlüğü Konusundaki Görüşleri

Düşünce ve ifade özgürlüğü, düşünceyi serbestçe hiçbir şeyden çekinmeden, herhangi bir endişe taşımadan ifade edebilme özgürlüğüdür. Bu üslup, Batı’nın uzun zaman önce yakaladığı ve gelişmesine büyük ölçüde borçlu olduğu bir olgudur. Her şeyi en medeni ortamda tartışmışlar ve kendilerine en uygun gelenleri uygulamaya koyarak kuruluşlarını sağlam zeminler üzerine kurmak suretiyle bugünkü seviyelerine ulaşmışlardır. Türk toplumunun kültür mirasında mevcut olan “fikirlerin çatışmasından hakikat doğar” fikriyatı maalesef sözde kalmış, uygulamasını başkaları yapmıştır. Fakat Türkiye’de 1990’lı yıllardan sonra gelinen serbest tartışma ortamı, büyük ölçüde Turgut Özal’ın bu evrensel ve insanın yaratılış gayesine uygun prensibi çarpıcı bir şekilde gündeme getirmesiyle oluşmuştur (Yazıcıoğlu, 2001: 202).

Turgut Özal, 22 Mayıs 1991 tarihindeki “21. Asır Türkiye’nin ve Türklerin Asrı Olacaktır” konu başlıklı konuşmasında, ülkelerin gelişmesinde tabuların ortadan kaldırılmasının ve her nevi düşüncenin hür bir şekilde ifade edilmesinin öneminden bahsetmiştir ve bu anlamda Türkiye’nin önündeki düşünce özgürlüğüyle ilgili engellerin genel serbestlik ile kaldırılabileceğini belirtmiştir. Genel serbestlikten kastını ise fikir, fikrini ifade ve bu hürriyetlerin önemi ile tanımlamıştır. Bu hürriyetten dolayı Türkiye’nin batmayacağını, kavgaya düşülmeyeceği ve yanlış şeyler söylenir diye endişeye kapılmamak gerektiğini söylemiştir. Hürriyetlerin kısıtlanmasının çok daha büyük problemlere yol açabileceği düşüncesi ile asıl bu kısıtlama yüzünden lüzumsuz kavgalar çıkacağı düşüncesini dile getirmiştir. Bu sebepten dolayı serbestlikten yana olduğunu ve bu durumu da büyük ölçüde icra ettiğini beyan etmiştir. Ancak bu konuda hâlâ tabuların olduğunu, düşünce ve ifade özgürlüğünde korkulacak bir şeyin olmadığını yinelemiştir. 70

Belli bir zamanın geçmesi gerektiğini, bu zaman geçtikten sonra rahat bir şekilde alışılacağını ve korkulduğu gibi olmadığının görüleceğini ifade etmiştir. Geriye bakılmaması gerektiği, biraz ileriyi görmek gerektiği telkininde bulunmuştur (Özal, 1991b: 28–29).

Yaptığı konuşmadan da anlaşılacağı gibi Turgut Özal açısından Türkiye’deki düşünce ve ifade özgürlüğünün önünde bir takım handikaplar mevcuttur ve bu handikapların yok edilmesi gerekmektedir. Turgut Özal, 31 Ekim 1989 tarihinde Anavatan Partisi’nin grup toplantısında yaptığı konuşmada düşünmeyen ve tabularla kilitlenmiş bir toplumun gelişmesinin mümkün olamayacağını söylemiştir. Türkiye’nin tabular içinde bir ülke olduğunu ve o tabuları teker teker yıkacağını ifade etmiştir. Yapacağı teşvik ile ülke insanının düşünmesini, bir şeyler meydana çıkarmasını ve bunun sonucunda ülkenin gelişimini sağlayacağını belirtmiştir (Özal, 1989a: 386). Söz konusu sınırlamaların insanlarda yaratıcılık potansiyelini düşürdüğünü, ülkelerin kalkınması önünde engel oluşturduğunu vurgulamıştır. Bu sözlerini destekler nitelikte uygulama ise, ifade özgürlüğünü sınırlandıran TCK’nın 141., 142. ve 163. maddelerinin kaldırılmasının (Nisan 1991) sağlanması olmuştur.

Son olarak Özal, düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda 1992 yılında Marmara Kulübü toplantısındaki konuşmasında, bir fikrin beğenilmeyebileceğini ama yinede o beğenilmeyen fikrin ortadan kalkması için özgür bir tutumla tartışılması gerektiğini vurgulamış ve bunu da serbest pazar benzetmesi ile belirtmiştir. Şöyle ki, mallar nasıl pazara geldiğinde en iyi olanı nasıl seçiliyorsa, fikirlerin de ona benzer bir pazar mantığı ile kamuoyu önüne gelip, tartışılıp, en iyisinin bulunması gerektiğini ifade etmiştir. Özal’ın düşünce ve ifade özgürlüğü hakkındaki bu benzetmesi, onun liberal felsefeye bağlılığını net bir şekilde ortaya koymaktadır.

4.7.2. Turgut Özal’ın Din ve Vicdan Özgürlüğü Konusundaki Görüşleri

Din ve vicdan özgürlüğünün, liberal - demokratik bir toplumun vazgeçemeyeceği dayanaklarından bir tanesi olduğunu düşünen Turgut Özal, dini inanç ve laiklik konularında doktrin ile yaklaşımcı olmaktan ziyade müzakereci olmanın önemini vurgulamıştır. Özal’ın, Kemalist düşünceden net şekilde ayrıştığı konuların önceliğinde din ve laiklik konusu gelmiştir. Hakim görüşün tersine, dini inançların hür şekilde yaşanması ve devletin üzerine düşen görev olarak da bu tarz özgürlüklere karışılmadan 71

yaşatılmasını arzu etmiştir. Bu yüzden Özal, din ve vicdan özgürlüğünün çok sayıda insanı ilgilendiren bir özgürlük olduğunu belirtmiştir. Düşüncesine göre bu özgürlüğün mevcudiyetinin insana huzur vereceğini ve huzurlu insanında çalışkan ve üretken olacağını, bu huzurun olmaması halinde ise kavga ve kargaşa ile verimsizliğin ortaya çıkacağını ifade etmiştir (Yazıcıoğlu, 2001: 203).

Öyle ki, Turgut Özal’a göre din, toplumun ana birleşenidir ve birey yaşamında önemli bir yerde bulunmaktadır. Din önemlidir ve tüm medeniyetlerin kültürünün temelini oluşturmaktadır. Dinin, birey ve toplumu derin biçimde etkilediğini, hatta şekillendirdiğini ifade etmiştir. Türk toplumunda da dinin büyük etkilerinin olduğunu ve tarihi yaşanmışlıklarda bu katkının büyük ölçüde görülebileceğini belirtmiştir (Özal, 1985a: 747).

Bu sebepten, dini inanışlara yönelik daha anlayışlı olunmasını, devletinde dini ve ahlaki vazifelerini yerine getiremeyeceğini, bu bağlamda tüm bireylerin kendi hür inancını istediği şekilde ve istediği yerde yaşamasına izin verilmesi gerektiği düşüncesine sahip olmuştur. Özal’a göre bireyler, başka kişilerin inanışlarına müdahale etmedikten sonra bu özgürlüklerinin kullanılması konusunda devlet karışmamalı ve devlet hiçbir bireye inanışlar konusunda telkinlerde bulunmamalıdır (Oral, 2011: 98).

Buradan hareketle, bireyin din ve vicdan özgürlüğü konusundaki rahatlığı hem toplumun huzur ve refahına etki etmekte, hem de ülkenin bu huzurlu ortamda daha verimli çalışmasına olanak sağlamaktadır. Böyle bir kazanım, bireyin devlete olan bağlılığını artırdığı gibi, devletin de bireye karşı sorumluluklarını yerine getirmiş olmasından kaynaklı bir huzur ortamının doğmasına katkıda bulunmaktadır.

4.7.3. Turgut Özal’ın Girişim Özgürlüğü Konusundaki Görüşleri

Turgut Özal’ın, Cumhurbaşkanı olmasının ardından özellikle özgürlükler konusunu çok fazla gündem önüne getirdiğini bilmekteyiz. Bu özgürlüklerden bir diğeri olan girişim özgürlüğü, Turgut Özal’ın liberalleştirme politikasının vazgeçilmez koşulunu oluşturmaktaydı. Ona göre rekabete dayalı serbest pazar ekonomisi sadece girişim özgürlüğü ile mümkün olabilirdi. Bu yüzdende devletin piyasadan çekilmesi ve yerini özel sektöre bırakması gerekmekteydi. Özal politikalarının merkezinde de devlet müdahaleciliğinin asgariye indirilmesi ve ferdin girişim ruhunun ortaya çıkarılması 72

düşüncesi her zaman olmuştur. Türk ekonomisini yapısal bir değişimden geçirmek suretiyle kapitalist sisteme eklemlemek için devleti yeniden yapılandırmaya çalışan Turgut Özal, bu amaçla yasal düzenlemeler yapmıştır (Duman, 2005: 299).

Girişim özgürlüğünün oluşturulması ve liberal bir ekonomiye geçme yönündeki ilk hareketler mali piyasa alanında olmuştur. Turgut Özal, iktidara gelir gelmez önce mal, para, fiyat, faiz ve kur değerlerini serbest bırakmaya, ithalat ve ihracat rejimini liberal ekonomik modele uygun şekilde yeniden düzenlemeye çalışmıştır. Özal’a göre, girişim özgürlüğünün oluşturulabilmesi için öncelikle devletin ne yapıp ne yapmaması ile bu konulardaki yetki ve sorumluluklarını bilmesi gerekirdi. II. Özal Hükümeti Programı’nda da bu konu hakkında bir bölüme yer verilmiş ve hareket tarzı ile devletin müdahaledeki sınırlı alanları gözle görülür şekilde belirtilmiştir (Özal, 1988a: 10).

Turgut Özal’a göre, devletin iktisat alanındaki kalkınmayı güvenli ve devamlı bir duruma getirmesi için öncelikli hedef olarak istikrarın oluşmasını sağlamalıydı. Bunu sağlamak içinde ilk olarak adalet, emniyet ve altyapı tarzındaki başlıca konu başlıklarının üzerinden gitmeli, düzenleyen olmanın yerine yönlendiren olmalı ama çok daha önemlisi de bireyin teşebbüs gücünü ve girişimci ruhunu açığa çıkarmasını sağlamaya çalışmalıydı (Oral, 2011: 99).

Buradan hareketle, girişim özgürlüğü konusunda devletin girişimcilerin önünü açan kolaylıklar sağlaması gerektiği belirtilmiştir. Bunun sonucunun kazan-kazan yaklaşımı neticesinde hem girişimci bireyin maddi manevi kazançlar elde edeceği, hem de bu girişimci sayesinde yapılacak istihdamlar ve üretim sonucundaki ihracatlarla devletin güç kazanacağı kaçınılmaz bir son olarak görülmüştür. Ayrıca, girişim özgürlüğünün sağlanacağı ortam ile toplumda bu gücü hisseden öz güvenli girişimcilerin çoğalacağı ifade edilmiştir.

73

SONUÇ

Turgut Özal, 1980’li yıllarla birlikte o döneme damgasını vuran en önemli siyasetçi olarak ortaya çıkmıştır. Hem başbakanlığı hem de cumhurbaşkanlığı zamanında Türk siyasetine farklı bir bakış getirmiştir. O zamana kadar söylenmeye ve yapılmaya cesaret edilemeyen konuları gündeme getirmiştir. Bu bağlamda Özal, Türk halkının bakış açısını değiştirmeye ve onlara sürekli yeni terimler tanıtmaya çalışmıştır. Siyasi literatürde 1980 öncesinin “Özal Öncesi Dönem”, 1980 sonrasının ise “Özal Sonrası Dönem” olarak adlandırılması bile onun sıradan siyasetçilerden çok farklı ve radikal özelliklere sahip bir politikacı olduğuna işaret etmektedir.

Turgut Özal dönemine siyasal liberalizm açısından bakıldığında Türkiye’nin bu dönemde önemli kurumlara üyelik için başvurular yaptığını, evrensel hukuka ve kurumlara uyum sağlamak için girişimlerde bulunduğunu görmekteyiz. Yine bu bağlamda Özal dönemi, Türkiye’ye hiçbir katkısı bulunmayan gereksiz yasaklarında kaldırıldığı bir dönem olarak hafızalarda yer etmiştir.

Askeri darbe döneminden sonra iktidara gelen Turgut Özal, kendisine öncelikli hedef olarak ekonomik sorunların çözülmesini seçmiştir. Siyasal liberalizm ile ilgili konuları bir bakıma daha sonraki yıllara ötelemiştir. Turgut Özal’a göre sadece ekonomi alanında kalkınmış bir ülke, demokratikleşme anlamında da gelişim sağlama yönünde olacaktır. Yani ekonomik gelişmeyi, siyasal gelişmenin bir ön koşulu olarak değerlendirmektedir. Bu yüzden Özal, iktidarının ilk yıllarında daha fazla ekonomi alanındaki liberalizmin üstüne düşmüştür. Fakat Turgut Özal, iktidarının son dönemi ile cumhurbaşkanlığı zamanlarında siyasal liberalizm alanındaki adımları kararlı bir şekilde atabilmeyi başarmıştır.

Yapılan bazı araştırmalarda Turgut Özal’ın ekonomik reformlar yaptığı, Türkiye’nin refahını sağladığı fakat siyasal alanı önemsemediğine işaret edilmektedir. Çalışmam tam da burada bulunan boşluğu doldurmayı hedeflemekte, Turgut Özal’ın siyasal liberalizm ve özgürlükler alanında da önemli reformlara imza attığını savunmaktadır. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarına AİHM’e bireysel başvuru hakkının verilmesi, Kürtçe konuşma yasağının kaldırılması, Türk Ceza Kanunu’nun ifade özgürlüğünü sınırlayan 141, 142 ve 163’üncü maddelerinin kaldırmasının sağlanması, üniversitelerde kılık-kıyafet engelini aşmaya yönelik olarak bir takım hukuksal 74

düzenlemelerin yapılmış olması gibi icraatları (uygulamaları) savunmamıza kanıt olarak gösterebilmekteyiz.

Öte yandan, radikal kararlara imza atmaktan çekinmeyen ve çoğu zaman risk almaktan hoşlanan Özal’ın siyasal anlayışı geleneksel yapı ve söylemlerden birçok noktada değişiklik göstermiştir. Bu belirgin değişikliklerden biri Turgut Özal’ın devlet anlayışında görülmektedir. Siyasal felsefesi birey merkezli anti-devletçi bir yapıda olan Turgut Özal, devletin hareket alanını daraltmış, onu kutsal bir varlık olarak görmemiş, liberal felsefesinin bir gereği olarak bireyi değişimde ve gelişimde merkeze koymaya çalışmıştır. Turgut Özal, milletin devletin hizmetinde değil, devletin milletin hizmetinde olduğu anlayışıyla Türk siyasal hayatında liberal yaklaşımı en bariz şekilde benimseyen siyasetçilerden biri olarak ortaya çıkmıştır. Özal iktidarı ile birlikte “Hizmetkar Devlet” söylemi, “Devlet Baba” söyleminin yerini almıştır.

Turgut Özal’ın siyasal ideolojilerinden biri olan muhafazakarlık anlayışı da klasik geleneksel anlayıştan farklı bir tutum içerisinde olmuştur. Özal’ın muhafazakarlığı, liberal yönü ağır gelen değerlerin de içerisinde olduğu, modern anlamda bir muhafazakarlık anlayışı olarak değerlendirilmelidir. O her ne kadar özel hayatı açısından dindar muhafazakar bir insan olsa da hiçbir zaman modernlikten ve değişimci düşünceden vazgeçmemiştir. Hatta teknolojik yenilikleri ve yeni fikir hareketlerini yakından takip eden bir siyaset adamı olarak akıllarda yer edinmiştir. Onun en büyük özlemlerinden biri de herkesin her şeyi konuşabildiği tartışabildiği bir ülke ve toplum oluşturabilmekti.

Aynı zamanda Özal, yakın dönem Türk siyasal hayatının en atılgan ve cesur siyasetçilerinden birisi olarak kabul edilmektedir. Kendi dönemine kadar ezber kabul edilen bir takım anlayışları ve politikaları ters yüz eden bir kişilik olduğuna şüphe bulunmamaktadır. Onun vefatından sonraki süreçte, iktidara gelen partiler (DYP, Demirel vs.) Özal’ın politikalarını çok sert bir biçimde eleştirmiş olsalar da (özelleştirme vs.), önemli ölçüde onun açtığı liberal (özgürlükçü) yolda yürümekten vazgeçmemişlerdir. AET üyelik sürecine devam etmişler, Kürt Sorununa yönelik çözüm çalışmalarında Özal’ın politikalarına benzer politikalar yürütmüşlerdir.

Sonuç olarak, Özal’ın en büyük hedefi dünyanın gelişmiş ülkeleri ile her alanda (özgürlükler, demokrasi vs.) rekabet edebilen bir ülke oluşturmaktı. Bu amaç doğrultusunda Türkiye’yi dünyaya entegre etmek için hukuk ve etik kurallarına riayet 75

etmek çok da önemli değildi. Hedefe ulaşmak için ufak tefek yanlışlıklar görmezden gelinebilirdi. Özal ülkeyi birinci sınıf bir dünya devleti yapmak istiyordu. ABD ve batı ülkelerini çok önemsiyor onların seviyesine yükselmemiz gerektiğine sık sık vurgu yapıyordu. Bu amacına ulaşmak için biran önce ve en hızlı şekilde reformlar yapmak istedi. Belli ölçüde bunda başarılı olduğunu söylemek mümkün görünmektedir. Özal döneminde, hem ekonomik açıdan hem de demokratikleşme açısından ülkenin çehresi değişti ancak, daha fazlasını yapmaya ne gücü ne de ömrü yetti.

76

KAYNAKÇA

ACAR, Ali, (2005), Türkiye’nin Toplumsal ve Ekonomik Yapısı, Ocak Grafik, Konya.

AHMAD, Feroz, (1995), Modern Türkiye’nin Doğuşu, Sarmel Yayıncılık, İstanbul.

AHMAD, Feroz, (2006), Modern Türkiye’nin Oluşumu, (Çev.), Yavuz Alogan, İstanbul, Kaynak Yayınları.

AKKAYA, Rukiye, (2006), Prens Sabahattin, Liberte Yayınları, Ankara.

AKYAZ, Doğan, (2006), Askeri Müdahalelerin Orduya Etkisi (Hiyerarşi Dışı Örgütlenmeden Emir Komuta Zincirine), İletişim Yayıncılık, İstanbul.

Ana Britanica, (1989), Cilt 14, Ana Yayıncılık, İstanbul.

ARCAYÜREK, Cüneyt, (1998) , 12 Eylül’e Koşar Adım, Bilgi Yayınevi, Ankara.

ARCAYÜREK, Cüneyt, (2000), Cüneyt Arcayürek Anlatıyor: Demokrasi Dönemecinde Üç Adam, 3. Basım, Bilgi Dizisi: 33, Bilgi Yayınevi, Ankara.

AROL, Hasan, (2005), “Mehmet Cavid Bey”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Liberalizm, (Ed): Murat Yılmaz, İletişim Yayıncılık, İstanbul.

ARSLAN, Şaban, (2015), “İki Demokrasi Modeli: Liberal Demokrasi ve Müzakereci Demokrasi Üzerine Bir Çalışma”, Yüksek Lisans Tezi, Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Muğla.

ATAÜNAL, Aydoğan, ÖZÇUKURLU, İhsan, (2005), Öğrenci Olayları ve Yansımaları, Ankara.

AYKAÇ, Burhan, (1997), Kamu Bürokrasisi ve Türk Personel Yönetiminde Bürokratik Eğilimler, Ankara.

BARLAS, Mehmet, (1994), Turgut Özal’ın Anıları, Sabah Kitapları, İstanbul.

BAŞGİL, Fuad, (1962), Din ve Laiklik, Yağmur Yayınları, Ankara.

BERZEG, Kazım, (2000), “Türkiye’de Liberal Hareketler”, Liberalizm, Demokrasi, Kapıkulu Geleneği, Liberte Yayıncılık, Ankara.

BIÇAK, Vahit, (2001), Liberalizmin İncelenmesi Friedrich Naumann Vakfı’nın Türkiye’de On Yıllık Siyasi Çalışması: Uluslararası Konferans: (Ed): Vahit Bıçak, Ankara, 4–6 Mayıs. 77

BİRAND, Mehmet Ali, (2001), Türkiye’nin Avrupa Macerası 1959-1999, 11.Baskı, Doğan Kitap, İstanbul.

BİRAND, Mehmet Ali, YALÇIN, Soner, (2001), The Özal: Bir Davanın Öyküsü, 3. Baskı, Doğan Kitapçılık A. Ş., İstanbul.

BORATAV, Korkut, (1982), Türkiye’de Devletçilik, Savaş Yayınları, Ankara.

CEM, İsmail, (1989), Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi, İstanbul, Cem Yayınları.

CEVİZCİ, Ahmet, (2005), Paradigma–Felsefe Sözlüğü, İstanbul: Paradigma Yayınları.

ÇAVDAR, Tevfik, (1992), Türkiye’de Liberalizm (1860–1990), İmge Kitabevi.

ÇAVDAR, Tevfik, (2004), Türkiye'nin Demokrasi Tarihi: 1950'den Günümüze, 3. Baskı, İmge Kitabevi, Ankara.

ÇETİN, Halis, (2002), “Liberalizmin Tarihsel Kökenleri”, C. Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt: 3, Sayı: 1.

DAĞI, İhsan, UĞUR, Fatih, (2009), Yalnız Demokrat, Timaş Yayıncılık, İstanbul.

DAL, Kemal, (1984), Ülkemizi 12 Eylüle Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerine Oyunlar, Seminer, İstanbul, Eylül, Garanti.

DUMAN, Betül, (2005), “1980 Sonrası Yeni Sağın Hegemonya Mücadelesi: Özal Liderliğinde Anavatan Partisi”, Yayınlanmamış Doktora Tezi, Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara.

DUMAN, Zeki, (2008), Türkiye’de Modernleşme ve Liberal-Muhafazakâr Siyaset (Turgut Özal’ın Politikaları Üzerine Sosyolojik Bir Çalışma), Kadim Yayınları, Ankara.

ERDEMLİ, Atilla, (2000), “Profanlaşan Dünyamızda Demokrasi”, Felsefe Logos, İstanbul: Sayı 11, Haziran.

ERDOĞAN, Mustafa, (2001), Türkiye’de Anayasalar ve Siyaset, Liberte Yayınları, Ankara.

ERDOĞAN, Mustafa, (2002), Türkiye Özgürleşebilir Mi? , Liberte Yayınları, Ankara.

EROĞUL, Cem, (1990), Geçiş Sürecinde Türkiye, Belge Yayınları, İstanbul. 78

EŞTÜRK, Özlem, (2006), “Türkiye'de Liberalizm: 1983 - 1989 Turgut Özal Dönemi Örneği”, Yüksek Lisans Tezi, Mustafa Kemal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Hatay.

FEDAYİ, Cemal, (1999), “Liberalizm ve Türkiye’de Liberalizm”, Yeni Türkiye Dergisi, Sayı:25, Ankara, s.467.

FIĞLALI, Ethem Ruhi, (2001), “Değişimci Özal ve Değişim Sürecindeki İslam”, (Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İhsan Sezal ve İhsan Dağı (Ed.), Boyut Kitapları, İstanbul, ss. 211 – 218.

FREIDMAN, Milton, (1988), Kapitalizm ve Özgürlük, (Çev.): Doğan Erbek, Altın Kitaplar, İstanbul.

GÖK, Emre, (2008), “1980 Sonrası Yönetimde Neo-Liberal Politikalar (Anavatan Partisi’nin Turgut Özal’lı Dönemi)”, Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Konya.

GÖKMEN, Yavuz, (1992), Özal Sendromu, 2. Baskı, Verso Yayıncılık, Ankara.

GÖZE, Ayferi, (1987), Siyasi Düşünceler ve Yönetimler, Beta Yayınları, İstanbul.

GÖZLER, Kemal, (2011), Anayasa Hukukunun Genel Teorisi, Ekin Yayıncılık, Cilt 1, 1. Baskı, Bursa.

GÖZÜBÜYÜK, A. Şeref, (2002), Anayasa Hukuku, Turhan Yayıncılık, Ankara.

GÜNDÜZ, Samettin, (2001), ''Türkiye'de Özal Dönemi Liberalleşme Hareketleri'', Doktora Tezi, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya.

GÜRBEY, Gülistan, (2001), “Özal’ın Dış Politika Anlayışı”, (Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İhsan Sezal ve İhsan Dağı (Ed.), Boyut Kitapları, İstanbul, ss. 285-306.

HOLDEN, Barry, (2007), Liberal Demokrasiyi Anlamak, (Çev.), Hüseyin Bal, Ankara: Liberte Yayınları.

IŞIKLAR, Ali, (2000), “Avrupa Birliği’ne Türkiye’nin Üyeliği”, Yeni Türkiye Dergisi, S.35, s.173-174.

İNSEL, Ahmet, (2005), “Türkiye’de Liberalizm Kavramının Soy çizgisi”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Liberalizm, İletişim, İstanbul. 79

JASAY, Anthony De, (1998), Tercih, Sözleşme, Rıza: Liberalizme Yeni Bir Bakış, (Çev): Alişan Oktay, Liberte Yayınları, Ankara.

KABAOĞLU, İbrahim, (1997), Türkiye’de Düşünce Özgürlüğü, Tügik Yayınları, İstanbul.

KARATEPE, Şükrü, (1999) ,Darbeler, Anayasalar ve Modernleşme, İz Yayıncılık, İstanbul.

KARATEPE, Şükrü, (2009), Darbeler Anayasalar ve Modernleşme, İz Yayıncılık, İstanbul.

KARLUK, Rıdvan, (2003), Avrupa Birliği ve Türkiye, 7.Baskı, Beta Yayınları, İstanbul.

KOÇAŞ, Sadi, (1978), 12 Mart Anıları, May Yayıncılık, İstanbul.

KONGAR, Emre, (1999), 21.yy.da Türkiye, Remzi Kitapevi, 23. Basım.

KÜÇÜKÖMER, İdris, (2002), Batılılaşma Düzenin Yabancılaşması, Bağlam Yayıncılık, İstanbul.

MILL, John. Stuart, (1986), Faydacılık, (Çev.): Nazmi Coşkunlar, M.E.B.Yayınları, İstanbul.

MOUFFE, Chantal, (2001), Demokratik Paradoks, (Çev.), Cevdet Aşkın, Ankara: Epos Yayınları.

MOUFFE, Chantal, (2010), Siyasetin Dönüşü, (Çev.), Fahri Bakırcı, Ali Çolak, Ankara: Epos Yayınları.

OKYAR, Osman, (1999), “Liberalizm ve Türkiye”, Yeni Türkiye, Ocak-Şubat, Ankara.

ORAL, Naciye, (2011), “Turgut Özal ve Siyasal Liberalizm”, Yüksek Lisans Tezi, Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kütahya.

ÖZAL, Turgut, (1984a), Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları–13.12.1983–12.12.1984, Başbakanlık Basımevi, Ankara.

ÖZAL, Turgut, (1985a), Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları, 13.12.1984–12.12.1985, Başbakanlık Basımevi, Ankara. 80

ÖZAL, Turgut, (1987), Başbakan Turgut Özal’ın Konuşma, Mesaj, Beyanat ve Mülakatları 13.12.1986–12.12.1987, Başbakanlık Basımevi, Ankara.

ÖZAL, Turgut, (1988a), Başbakan Turgut Özal’ın TBMM-Yurtiçi Seyahatlerinde Yaptığı Konuşmaları 13.12.1987–12.12.1988, Başbakanlık Basımevi, Ankara.

ÖZAL, Turgut, (1989a), Başbakan Turgut Özal’ın TBMM Grup-MKYK ve Siyasi Konuşmaları 13.12.1988–31.10.1989, Başbakanlık Basımevi, Ankara.

ÖZAL, Turgut, (1991a), Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Bazı Konuşmaları, Başbakanlık Basımevi, Ankara.

ÖZAL, Turgut, (1991b), Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın “21. Asır Türkiye’nin ve Türklerin Asrı Olacak” Konulu Konuşmaları, Başbakanlık Basımevi, Ankara.

ÖZAL, Turgut, (1992f), Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Marmara Kulübü Toplantısı’ndaki Konuşmaları “Geleceğe Bakış”-“Değişim”, Başbakanlık Basımevi, Ankara.

ÖZAL, Turgut, (1992a), “Türkiye’nin Önünde Hâcet Kapıları Açılmıştır”, Türkiye Günlüğü, Sayı:19.

ÖZAL, Turgut, (1992e), Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın İş Vakfı Toplantısındaki Konuşmaları, “Türkiye’de Gerçekleşen Büyük Değişim, “İkinci Değişim Hedefi 15 İleri Batı Ülkesinin Arasına Katılmak”, Başbakanlık Basımevi, Ankara.

ÖZÜERMAN, Tülay, (1998), Türkiye’nin Batılılaşma ve Demokratikleşme Açmazı, Dokuz Eylül Üniversitesi, İzmir.

PARLA, Taha, (2002), Türkiye’nin Siyasal Rejimi 1980–1989,İletişim Yayınları, İstanbul.

SABİNE, G. Holland, (1969), Siyasal Düşünceler Tarihi, (Çev.), Özer Ozankaya, Türk Siyasi İlimler Derneği Yayınları, Ankara.

SAĞLAM, Hasan, (1984), Ülkemizi 12 Eylüle Getiren Sebepler ve Türkiye Üzerine Oyunlar, Seminer, İstanbul, Eylül, Garanti. 81

SAKALLI, Ahmet, (2010), Cumhuriyet Döneminde Askeri Müdahaleler, Yüksek Lisans Tezi, Sütçü İmam Üniversitesi, Kahramanmaraş.

SAKMAN, Sebahattin, (1988), “Terakki ve Hürriyet”, Yeni Forum, Cilt: 9.

SCHMİDT, Manfred G., (2001), Demokrasi Kuramlarına Giriş, (Çev.), M. Emin Köktaş, Ankara: Vadi Yayınları.

SCHMİTTER, Phillippe C., Karl, Terry Lyn, (1993), “Demokrasi Nedir, Ne Değildir?”, (Çev.), Levent Gönenç, Sosyal ve Siyasal Teori: Seçme Yazılar, Der. Atilla Yayla, Ankara: Siyasal Kitabevi.

SOYSAL, İsmail, (1991), Türkiye’nin Uluslararası Siyasal Bağıtları, (1945-1990), Cilt Iı, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara.

ŞAHİN, Bican, (2008), “Liberal Demokrasinin Temelleri”, Der. Bican Şahin, Demokrasi Teorisinde Güncel Tartışmalar, Ankara: Orion Kitabevi.

TANÖR, Bülent, (2000), ''Siyasal Tarih (1980-1995)'', Türkiye Tarihi 5: Bugünkü Türkiye Tarihi 1980-1995, Yayın Yönetmeni: Sina Akşin, 3. Basım, Cem Yayınevi, İstanbul.

TAŞÇI, Serdar, (2006), Yüzyılı Düşünmek–Çağdaş Felsefe, Siyaset ve Sosyoloji Tartışmalarına Giriş, İstanbul; Say Yayınları.

TOKATLI, Orhan, (1999), Kırmızı Plakalar: Türkiye'nin Özallı Yılları, 1. Baskı, Doğan Kitapçılık A. Ş., İstanbul.

TOSUN, Gülgün Erdoğan, (2001), Demokratikleşme Perspektifinden Devlet-Sivil Toplum İlişkisi: Türkiye Örneği, Alfa Yayınları, İstanbul.

TUNAYA, Tarık Zafer , (1998), Türkiye’de Siyasal Partiler, İletişim Yayınları, İstanbul.

TUNAYA, Tarık Zafer, (1952), Türkiye’de Siyasî Partiler, Arba Yayıncılık, İstanbul.

TÜRKÖNE, Mümtazer, (2003), “Tanzimatın Sonu”, Türk Modernleşmesi, (Ed): Şerif Mardin, Lotus Yay, Ankara.

UZUN, Emel, (2008), “Demokrasi Retoriği: VIII. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın Konuşmalarında Demokrasi”, Yüksek Lisans Tezi, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara. 82

ÜSKÜL, Zafer, (1997), Siyaset ve Asker, İmge Yayıncılık,2.Baskı, Nisan, Ankara.

VERGANA, Francisco, (2006), Liberalizmin Felsefi Temelleri–Liberalizm ve Etik, (Çev.) Bülent Arıbaş, İstanbul: İletişim Yayınları.

WİLLİAM, Hale, (1996), 1789’dan Günümüze Türkiye’de Ordu ve Siyaset, Hilal Yayıncılık, İstanbul.

YAYLA, Atilla, (1998), Liberalizm, Liberte Yayınları, Ankara.

YAYLA, Atilla, (2001), “Liberal Siyaset Liberal İktisat Özal Çizgisi”, (Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İhsan Sezal ve İhsan Dağı (Ed.), Boyut Kitapları, İstanbul, ss. 425 – 442.

YAYLA, Atilla, (2002), Liberalizm, Ankara: Liberte Yayınları

YAYLA, Atilla, SEYİTDANLIOĞLU, Mehmet, (1998), Türkiye'de Liberalizm, (Der.), “Sivil Toplum, Liberalizm ve Türkiye”, Liberal Düşünce Dergisi, Cilt 3, Sayı 10-11, Ankara.

YAZICIOĞLU, M. Sait, (2001), “Özal’ın İslam Anlayışı Ve Dini Özgürlükler”, (Der.), Kim Bu Özal? Siyaset, İktisat, Zihniyet, İhsan Sezal ve İhsan Dağı (Ed.), Boyut Kitapları, İstanbul, ss. 197-210

YETKİN, Çetin, (1983), Türkiye’de Tek Parti Yönetimi, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul.

YETKİN, Çetin, (2007), Türkiye’de Askeri Darbeler ve Amerika (27 Mayıs 1960-12 Mart 1971- 12 Eylül 1980), Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-İ Hukuk Yayınları, Antalya, 265s.

YILMAZ, Aytekin, (2001), Çağdaş Siyasal Akımlar, Vadi Yayıncılık, Ankara.

Elektronik Kaynaklar http://arsiv.chp.org.tr/?p=67650&action=register&instance=1, (10.08.2017). http://www.gazetebilkent.com/2015/04/03/bekleme-odasinda-gecen-56-senenin-ozalli- yillari, (14.07.2017). http://www.liberal.org.tr/sayfa/turkiye-icin-bir-demokratiklesme-ve-sivillesme- perspektifi-mustafa-erdogan,348.php, (20.06.2017). 83

http://www.ysk.gov.tr/ysk/content/conn/YSKUCM/path/Contribution%20Folders/Secme nIslemleri/Secimler/1983-2007-MVSecimleri/Turkiye.pdf, (03.08.2017).

84

DİZİN

-1- -K- 12 Eylül 1980, 3, 36, 40, 44, 64, 82 Kanun-i Esasi, 23 -2- Kenan Evren, 40, 42, 45, 49, 61 Kürt Sorunu, 68, 74 24 Ocak Kararları, 37, 41 Kütahya, 1, 2, 79 -3- -L- 31 Mart Vakası, 25 Liberal, v, 1, 8, 9, 12, 13, 14, 15, 16, 17, -A- 18, 58, 76, 77, 78, 79, 81, 82 Liberalizm, v, 1, 8, 9, 12, 13, 76, 77, 78, Anavatan Partisi, ix, 3, 46, 47, 48, 49, 79, 82 51, 52, 56, 57, 58, 65, 70, 77, 78 Anayasacılık, vii, 16 -Ö- Askeri Darbe, 82 Özal, v, vi, viii, 2, 3, 37, 41, 46, 48, 49, Atatürk, 26, 27, 28, 44 51, 52, 53, 54, 55, 56, 57, 58, 59, 60, -B- 61, 62, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 69, 70, 71, 72, 73, 74, 76, 77, 78, 79, 80, 81, Başbakan, 26, 41, 53, 56, 62, 67, 79, 80 82 Bülent Ulusu, 41, 42 Özgürlük, vii, 15, 78

-C- -P- Cumhurbaşkanı, 27, 33, 43, 45, 46, 57, Piyasa Ekonomisi, vii, 18 58, 61, 68, 71, 80, 81 Cumhuriyet, ix, 1, 26, 27, 28, 29, 32, -S- 33, 48, 81 Siyasal Liberalizm, 3, 4, 79 -D- -T- Demokrasi, v, vii, ix, 1, 5, 6, 7, 12, 46, Terör, 63 48, 64, 76, 77, 81 Turgut Özal, v, vi, viii, 2, 3, 37, 41, 46, Demokratikleşme, 3, 4, v, 6, 80, 81 48, 49, 51, 52, 53, 54, 55, 57, 58, 59, -I- 60, 61, 62, 63, 64, 65, 66, 67, 68, 69, 70, 71, 72, 73, 74, 76, 77, 78, 79, 80, I. Meşrutiyet, 23 81 II. Meşrutiyet, 1, 24

85