T.C.

İSTANBUL ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ TÜRK DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI YENİ TÜRK EDEBİYATI BİLİM DALI

DOKTORA TEZİ

YENİ TÜRK EDEBİYATINDA EDEBİYAT MAHFİLLERİ

Turgay ANAR 2502060067

Tez Danışmanı Prof. Dr. M. Fatih ANDI

İstanbul 2011

1

2 ÖZ

Bu çalışmada İstanbul’daki on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar olan edebiyat mahfilleri tespit edilmiş ve incelenmiştir. Uzun bir süreyi çalışma alanı seçtiğimizden çalışmamızda sağlıklı sonuçlar elde edebilmek için geniş bir kaynak taraması yapılmış, bu amaçla da süreli yayınların birçoğu taranmış, anılar ve diğer kaynak materyaller de dikkatli bir şekilde incelenmiştir. Günümüze yakın bir zamanda kurulmuş olan mahfiller ile ilgili ilk elden bilgi almak amacıyla da o mahfilleri bilen, bu tür mahfillere devam etmiş kişilerle de görüşme ve röportajlar yapılmıştır.

Çalışmamız birçok konu ile direkt veya dolaylı yönden ilişki içindedir. Bu yüzden birinci bölümünde kanon/edebiyat kanonu kavramı aydınlatılmış, bu kavramın edebiyat mahfilleri için önemi ortaya çıkarılmış, daha sonra da sırasıyla sanat/kâr hamiliği (patronaj), salon edebiyatı, encümen/encümen-i şuarâlar, mahfil/edebiyat mahfili kavramları incelenmiştir. Mahfil kavramı ile ilgili teorik düzeyde hemen hiçbir bilginin bulunmadığı alanda, çalışma alanımızı bütün belirsizliklerden arındırmak amacıyla da “mahfil” kavramının bir edebiyat terimi olarak tanımlanmasına ve sınırlarının belirlenmesine çalışılmıştır. Edebiyat mahfilinin oluşum şart ve nedenlerine dikkat edilerek mahfil/edebiyat mahfili kavramı net biçimde ortaya çıkarılmıştır.

Çalışmamızın ikinci bölümünde ise Tanzimat’tan günümüze kadar ortaya çıkan edebiyat mahfilleri kronolojik bir şekilde dokuz alt başlık altında incelenmiştir. Üçüncü bölüm ise haklarında çok fazla ayrıntıya sahip olamadığımız diğer edebiyat ortamlarına ayrılmıştır. Sonuç bölümünde genel bir değerlendirme yapılmış, bibliyografya kısmında da yararlanılan kaynaklar belirtilmiştir.

I ABSTRACT

In this study, literary gathering-places from the second half of the nineteenth century till today were identified and analyzed. A broad literature was conducted because we chose a long period to be analyzed and we wanted reach well-grounded findings. With this aim in mind, a great number of journals, memories and other resources were reviewed. Some interviews were given to people who knew and had attended the gathering-places with the purpose of gathering first-hand information.

Our study is directly or indirectly related to various subjects. After describing canon/literary canon and putting forward its importance for the literary gathering places, patronage, literature lounge, the council of poets (encümen-i şuara) and gathering-places/literary gathering places concepts were analyzed in the first chapter. We tried to define “gathering-places” as a literary term and determine its limitations in order to remove the field of study from any ambiguities because there is almost no theoretical information on the term gathering-places. The term gathering- places/literary gathering-places was described briefly with a great attention paid on how and why it formed.

The literary gathering-places which have occurred since Tanzimat Reform Era were analyzed chronologically under nine subtitles in the second chapter. The third chapter was allocated to other literary place about which we don’t have adequate details. A general evaluation was made in the conclusion part and the resources utilized were listed in the bibliography.

II ÖN SÖZ

İstanbul, bir edebiyat mahfilinin kurulma şartlarının hemen hepsine fazlasıyla sahip bir şehirdir. Edebiyat faaliyetlerinin önemli merkezlerinden biri olan İstanbul’un on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından günümüze kadar olan zaman aralığında ortaya çıkan edebiyat mahfilleri Türk edebiyatı çalışma sahasında çok az incelenmiştir. M. Kayahan Özgül’ün “XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara” adlı doktora tezi bu alandaki ilk ciddi eserdir. Bu eserin dışında bu alanda kayda değer bir çalışma maalesef yapılmamıştır.

Bir edebiyat mahfilinin kurulma sebep ve yöntemlerini, kurulan mahfile kimlerin devam ettiğini, mahfilde edebiyatla ilgili hangi konu ve konuların konuşulduğunu aydınlatmak amacıyla böyle bir çalışma yaparak bu alandaki boşluğu bilimsel bir yaklaşımla doldurmayı amaçladık.

Edebiyat mahfili kavramının efradını cami ağyarını mani bir tanımının yapılması için bazı bilimsel konular tartışma alanına çekilmiştir. Bu konulardan biri olan kanon, en basit tanımıyla bazı seçkin grup/kişi veya topluluğun geleceğe kalmasını istediği, “seçilmiş eserlerin listesi”, “milli ve geleceğe kalması istenen eserlerin listesi” şeklinde tanımlandığı için kanonun edebiyat mahfilleri ile bir irtibatının olduğu fark edilecektir. Bu amaçla da kanon kavramı tanımlanmış, kanonun nasıl oluştuğu ortaya çıkarılmış, kanon ve edebiyat arasındaki karşılıklı etkileşim tespit edilmiştir.

Edebiyat mahfillerinde bir araya gelen şair, yazar, ilim ve devlet adamları ile çeşitli sosyal statü ve ilgi alanına sahip kişiler, mahfildeki sohbetler, tenkit ve eleştirileri ile eser üzerinde konuşarak bir eleştiri faaliyetini icra etmiştir. Buradaki toplantılar sayesinde en basit anlamda başkasıyla iletişime geçen sanatçı ve edebiyatçı, mahfillerdeki etkinliklerden çeşitli yönlerden etkilenmiştir.

Edebiyat mahfillerindeki “hasbihal” şeklinde icra edilen eleştiri faaliyeti, edebiyat kanonlarını desteklemiş, karşı kanon hareketlerinin ortaya çıkmasına imkân

III sağlayabilmiştir. Bir edebiyat mahfili, sadece günlük konularla ilgili sohbet yapmak için kurulmadığından, mahfil birlikteliklerinde bir seçme, ayıklama, düzenleme, iş ve işlemleri de doğal olarak ortaya çıkmıştır.

Mahfiller, Osmanlı Devletinin yıkılışa geçtiği sırada özellikle bey, paşa gibi devlet görevlerinde bulunan kişilerin konak, köşkleri ile zenginlerin evlerinde ve şair, yazar, edebiyat meraklıların evleriyle kamuya açık olan mekânlarda kurulmuştur. Daha sonraki mahfil mekânları ise toplum yapısındaki köklü sosyal, siyasi, ekonomik vb. değişiklik ve dönüşümler sebebiyle çok çeşitli mekânlarda kurulmuştur. Cumhuriyetin ilk yıllarında Sultanahmet- Beyazıt çevresi edebiyatçıların çekim merkezi hâlini almış, bu merkez daha sonra Beyoğlu taraflarına kaymıştır.

Cumhuriyet öncesinde kurulan mahfillerin ortaya çıkmasında geleneksel “sohbet kültürünün” de etkisi olmuştur. Bu sohbet kültürü günümüze gelene kadar toplanılan mekânlardaki çeşitlenme ve sohbetteki düzen bakımından değişikliklere uğramışsa da mahfiller her zaman var olmuştur. Bu bile, mahfil kavramının, edebiyat tarihi kavramıyla olan bağlantısını ortaya çıkarır.

Çalışmamız birkaç yönden önemli kabul edilmelidir. İlk olarak “edebiyat mahfili”, “kanon”, “salon edebiyatı”, “encümen” gibi kavramlar ayrıntılı bir şekilde irdelenmiş, bu kavramların edebiyattaki önemleri ortaya çıkarılmıştır. İstanbul’da kurulan edebiyat mahfillerinin nasıl ve ne zaman oluştuğu aydınlatılmakla birlikte bu tür mahfillere kimlerin devam ettiği, mahfillerde edebiyat alanında nelerin konuşulduğu ve bunların edebiyata olan etkisi de çalışmamızda irdelenmiştir.

Çalışmanın hazırlanmasında birkaç zorlukla da karşılaşılmıştır. Bunlardan ilki edebiyat mahfili kavramının tanımlanması ile ilgilidir. İncelediğimiz edebiyat terimleri sözlüklerin hemen hiçbirinde edebiyat mahfili kavramı bir başlık altında yer almamıştır. Türkçe sözlüklerde karşımıza çıkan “mahfil” kavramı da kavramın bütün nüanslarını veremeyecek şekilde çok genel bir/kaç cümleyle açıklanmıştır. Mahfil/edebiyat mahfili kavramı, “encümen”, “muhit”, “edebiyatçı mekânları”yla

IV karıştırılmış, bu kavramlardan edebiyat mahfili kavramının ayrılması veya bunlarla edebiyat mahfili kavramının farklarının ortaya çıkarılmasına dikkat edilmiştir.

Araştırmalarımız sırasında edebiyat mahfillerine devam etmiş bazı kişilerle yaptığımız görüşmelerde, aradan yıllar geçtiği için buradaki konuşmaların, sohbet konularının unutulduğuna şahit olduk. Bazı mahfil müdavimleri ise sadece birkaç cümle ile buradaki konulara değinmiştir. Bu yüzden öncelikle farklı süreli yayın koleksiyonları ile özellikle anı ve hatıra kitapları incelenmiştir. Konumuzu ilgilendiren bir problemi çözmek için çeşitli kaynaklardan da istifade edilmiştir. 1950’li yıllarda ortaya çıkan mahfillerin müdavimlerinden hayatta olanlarıyla da röportaj ve görüşmeler yapılarak ilk elden bilgi edinmek amaçlanmıştır. Bu tür mahfillere devam eden bazı müdavimler ise çeşitli sebeplerle görüşme ve röportaj tekliflerimizi kabul etmemiştir.

Mahfillerin tam olarak ne zaman başladığına yönelik incelemelerimiz sırasında da bazı zorluklar ortaya çıkmıştır. Bazı mahfillerdeki toplantıların ne zaman başladığının net bir biçimde tespit edilememesi, mahfilleri kendi içinde kronolojik bir sıraya dizilmesini zorlaştırmıştır. Bu zorluk, mahfilleşmenin görüldüğü yerlerle ilgili çeşitli ipuçları takip edilerek çözülmeye çalışılmıştır. Bu tür mahfiller, mahfilin müdavimlerinin özelliklerine, mahfilde geçen bir konu ile ilgili detaylara bakılarak sıralamaya dâhil edilmiştir.

Beni bu konuda çalışmaya sevk eden ve lisans öğrenimimden beri kendisinden pek çok şey öğrendiğim kıymetli hocam Prof. Dr. M. Fatih ANDI’ ya, gösterdikleri ilgi ve çalışmanın ortaya çıkmasındaki maddî ve manevî büyük emek ve yardımları için çok teşekkür ederim.

Edebiyat mahfilleriyle ilgili sorularıma detaylı cevaplar veren Ahmet ÖZDEMİR, Emin IŞIK, Hilmi YAVUZ, Mustafa KÖZ, M. Serhan TAYŞİ, Eray CANBERK, Mehmet Niyazi ÖZDEMİR, Ahmet OKTAY, Nurullah CAN, Halil AÇIKGÖZ, M. Şevket EYGİ, Özcan ERGİYDİREN, İsmail ÖZDOĞAN, Sinan ÖZDOĞAN, Güven TURAN, Selahattin ÖZPALABIYIKLAR, Ekrem AYYILDIZ, Ahmet MİSKİOĞLU, M. Sabri KOZ, Ali NAR, Haydar ERGÜLEN’e de teşekkür

V ederim. Arkadaşlarımdan Tahsin YILDIRIM ve İbrahim ÖZTÜRKÇÜ’ye karşılaştığım bazı zorlukları çözme konusundaki yardımları, eşim Beyza ANAR’a da rahat bir ortamda çalışmamı sağladığı ve beni desteklediği için minnettarım.

VI İÇİNDEKİLER

ÖZ ………………...... I

ABSTRACT ….……………………………………………………………………II

ÖN SÖZ ...... III

İÇİNDEKİLER ...... VII

KISALTMALAR LİSTESİ ...... XV

GİRİŞ ...... 1

BİRİNCİ BÖLÜM YENİ TÜRK EDEBİYATINDAKİ EDEBİYAT MAHFİLLERİ İÇİN BİR ÇERÇEVE DENEMESİ

1. 1. KANON KAVRAMINA GENEL BİR BAKIŞ …………………….…5 1. 1. 1. Günümüzdeki Anlam ve Kullanımlarına Göre Kanon Kavramı ……..…………………………………………….11 1. 1. 2. Edebiyat Kanonları …..…………………………………..…13 1. 1. 3. Edebiyat Mahfillerinin Kanon Üzerindeki Etkisi …………23 1.2. Sanat/kâr Hamiliği (Patronaj) ………………………….…..………27 1.3. Salon Edebiyat ...……………………………………………..……...36 1.4. Encümen / Encümen-i Şuâralar ….……………………………….…39 1.5. Mahfil/ Edebiyat Mahfili …………………………………………..47

İKİNCİ BÖLÜM TANZİMAT’TAN GÜNÜMÜZE KADAR EDEBİYAT MAHFİLLERİ 2. 1. PAŞA, BEYLERİN KÖŞK, KONAK VE YALILARI İLE EDEBİYAT MERAKLILARI, SANATÇI VE YAZARLARIN EVLERİ 2. 1. 1. Hersekli Ârif Hikmet’in Evi …………………….………..62 2. 1. 2. Abdurrahman Sami Paşa’nın Konağı …...…………………..66

VII 2. 1. 3. Abdüllatif Suphi Paşa’nın Konağı …..………………….…..75 2. 1. 4. Recaizade Mahmut Ekrem’in Yalısı/ Firuzağa’daki Evi …..78 2. 1. 5. Şair Nigâr Hanım’ın Evi …….……………………………...86 2. 1. 6. Halid Ziya Uşaklıgil’in Reji İdaresindeki Odası/Yeşilköy’deki Köşkü ……………………………………………………... 91 2. 1. 7. ’in Baba Evi/ Yalısı ve Âşiyan …………...... 95 2. 1. 8. Abdullah Cevdet’in İçtihat Evi ….………………….…….105 2. 1. 9. İhsan Raif Hanım’ın Evi …...………………………..……112 2. 1. 10. İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Konağı …..…………..118 2. 1. 11. Abdülhak Hâmid Tarhan’ın Evi .…..…………………….125 2. 1. 12. İsmail Hami Danişment’in Ev(ler)i …..…………………131 2. 1. 13. Sabahattin Eyüboğlu’nun Evi …..………….………….…133 2. 1. 14. Şükufe Nihal’in Evi …..……………………………….…136 2. 1. 15. Ekrem Hakkı Ayverdi’nin Evi …...……………………..141 2. 1. 16. Nahit Hanım’ın (Fıratlı) Ev(ler)i …...…………..…..…...144

2. 2. KAHVE, KIRAATHANE VE ÇAY BAHÇELERİ 2. 2. 1. Çiçekçi Kahvesi .…..………………………………….…..147 2. 2. 2. Sarafim Kıraathanesi ....………………………………...….152 2. 2. 3. Meserret Kıraathanesi ....…………………………………..158 2. 2. 4. İkbal Kahvesi ..……………………………..…………..…163 2. 2. 5. Küllük Kahvesi ..…………………………………….……168 2. 2. 6. Eptalafos Kahvesi ...………………………………...... …188 2. 2. 7. Daruttalim Kıraathanesi ...……………....………………...191 2. 2. 8. Marmara Kıraathanesi …...……………………………..…195 2. 2. 9. Elif (Otel’in) Kahvesi, Merkez ve Vagon Kıraathaneleri: SEK ………………………………………………………. 203

VIII 2. 2. 10. Bostancı İstasyon Aile Çay Bahçesi: Türk Dili Dergisi Perşembe Toplantıları …………………………………...... 209

2. 3. PASTANELER 2. 3. 1. Lebon ………………………………………………..…...214 2. 3. 2. Nisuaz ..…………………………………………..……….220 2. 3. 3. Petrograd ...…………………………………………….....226 2. 3. 4. Markiz …..………………………………………………..230 2. 3. 5. Elit Pastanesi …...…………………………………….…...234 2. 3. 6. Baylan ………………………………………….….………239

2. 4. BAR-MEYHANE 2. 4. 1. Lambo’nun Meyhanesi …...………………………………248 2. 4. 2. Kulis Bar …...………………………………………...…..251

2. 5. LOKANTA VE RESTORANLAR 2. 5. 1. Bacı Restoran ……..…………………………………...... 254 2. 5. 2. Cumhuriyet Lokanta ve Meyhanesi …..………………...... 256 2. 5. 3. Degustasyon ……..…………………………………...…...258 2. 5. 4. Deniz Lokantası (Perşembeciler) …….…………………...261 2. 5. 5. Hatay Restoran …….……………………………….….….265

2. 6. OTELLER 2. 6. 1. Tokatlıyan Oteli …………………………………….….....269 2. 6. 2. Park Otel …..………………………….……….....…...... 273 2. 6. 3. Pera Palas Oteli …...……………………………….……..277

IX 2. 7. EDEBİYAT DERGİLERİ ÇEVRESİNDEKİ BİRLİKTELİKLER VE DERGİ İDARE YERLERİ 2. 7. 1. Servet-i Fünûn Dergisi İdare Yeri ………………………...280 2. 7. 2. Büyük Doğu Akademyası ………………..……………….283 2. 7. 3. Papirüs Dergisi İdare Yeri …………….……………....…..289

2. 8. KİTABEVLERİ 2. 8. 1. Enderun Kitabevi …..…………………………………...... 293 2. 8. 2. Yazı Kitabevi …..………………………....………...... 296

2. 9. SANAT GALERİSİ 2. 9. 1. Adalet Cimcoz’un Ev(ler)i/Maya Sanat Galerisi …..…… 299

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM HAKLARINDA AYRINTILI BİLGİLER BULUNMAYAN DİĞER EDEBİYAT ORTAMLARI

3. 1. PAŞA, BEYLERİN KÖŞK, KONAK VE YALILARI İLE EDEBİYAT MERAKLILARI, SANATÇI VE YAZARLARIN EVLERİ 3. 1. 1. Şeyhülislam Arif Hikmet’in Konağı ...……………………307 3. 1. 2. Lebib Efendi’nin Konağı ...………………………………..309 3. 1. 3. Zeynep Hanım Konağı(Yusuf Kamil Paşa’nın Konağı) ….310 3. 1. 4. Âsım Paşa Konağı -Encümen-i Ülfet ………...……………312 3. 1. 5. Midhat Paşa’nın Konağı …………………………………...313 3. 1. 6. Münif Paşa’nın Konağı .…...... 314 3. 1. 7. Üsküdarlı Talat ve İzzetin Evleri ..…...... 316 3. 1. 8. Ahmet Muhtar Kevakibî’nin Konağı …..……………....…317 3. 1. 9. Hüseyin Kâzım Kadri’nin Evi ...…………………………..318 3. 1. 10. Ahmet Midhat Efendi’nin Yalısı ..……………………….320

X 3. 1. 11. İsmail Safa’nın Evi ……………………………………….321 3. 1. 12. Damad Mahmud Celâleddin Paşa’nın Köşkleri ...... 321 3. 1. 13. Abbas Halim Paşa’nın Selamlık Köşkü ...………………..322 3. 1. 14. Celâl Esad Arseven’in Baba Konağı ve Evi ...…………....324 3. 1. 15. Şemseddin Sami’nin Köşkü ……………………………..325 3. 1. 16. Ali Kemal’in Baba Evi-Konağı ...………………………...325 3. 1. 17. Reşid Akif Paşa’nın Konağı ……………………………...328 3. 1. 18. Ali Şevki Hoca’nın Evi .....……………………………….329 3. 1. 19. Şeyh Vasfi’nin Konağı ...……………………………..….331 3. 1. 20. Ahmed Ağaoğlu’nun Evi …...…………………………...332 3. 1. 21. Tahsin Nahid’in Evi …………………………………...…332 3. 1. 22. Kıbrıslılar Yalısı ...…………………………………….…334 3. 1. 23. Sait Halim Paşa’nın Yalısı ...…………………………….336 3. 1. 24. Ömer Seyfeddin’in Evi …..……………………………....336 3. 1. 25. Müfid Râtib’in Evi ...………………………………….…337 3. 1. 26. Kâmil Paşa’nın Konağı ...………………………………..338 3. 1. 27. Celâl Sahir’in Evi ..………………………………………338 3. 1. 28. Ali Fuad Bey’in Konağı ...……………………………….340 3. 1. 29. Ahmed Hulusi Bey’in Köşkü ...……………………….…341 3. 1. 30. Cevdet Bey’in (Arapzade) Evi …...... 342 3. 1. 31. Ahmed Süheyl Ünver’in Konağı ...………………………342 3. 1. 32. Ahmet Haşim’in Evi ..……………………………………343 3. 1. 33. İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun Evi ..…………………….344 3. 1. 34. Suphi Nuri İleri’nin Evi ...……………………………..…345 3. 1. 35. Fikret Âdil’in Evi ..……………………………………....345 3. 1. 36. Ahmet Dino’nun Evi ..…………………………………...346 3. 1. 37. Kocataş Yalısı ...………………………………………….346 3. 1. 38. Rıfkı Melül Meriç’in Evi ..……………..………………..348

XI 3. 1. 39. Rüştü Sezginoğlu’nun Dairesi (Tem Apartmanı) ..………350 3. 1. 40. Şefik Bey’in Konağı …..…………………………………351 3. 1. 41. Fuad Şemsi İnan’ın Yalısı ...... …………………...………351 3. 1. 42. Mahir İz’in Evi ...…………………………..………...…..352 3. 1. 43. Melek-Celâl Sofu’nun Köşkü ...……………………….…354 3. 1. 44. Mübeccel Bayramveli’nin Evi ..…………………………355

3. 2. KAHVE, KIRAATHANE, CAFE VE ÇAYHANELER 3. 2. 1. Mahmutpaşa Kahvesi ...…………………………...………355 3. 2. 2. Cafe Flamme …………………..………………………...... 356 3. 2. 3. Hacı Reşid Efendi’nin Çayhanesi ...…………………….…357 3. 2. 4. Hacı Mustafa’nın Çayhanesi …...…………….…...…..….362 3 .2. 5. Fevziye Kıraathanesi ...……………………………...…….364 3. 2. 6. Ârif’in Kıraathanesi-Setli Kahve ...……….…...………….365 3. 2. 7. Kâzım’ın Kıraathanesi ..…………….……..……………...366 3. 2. 8. Fındıklı Kahvesi …..………………………...... 368 3. 2. 9. Akademi Kahvesi .....…………………………………...…369 3. 2. 10. Acem’in Kahveleri …...………………………………….370 3. 2. 11. Yeni Şark Kahvesi .….……………...... 371 3. 2. 12. Halk Kıraathanesi …………………………...... 371 3. 2. 13. Çınaraltı Kahveleri ...……………………………..……...372 3. 2. 14. Kristal Kahve ve Gazinosu ..…………………………...... 375 3. 2. 15. Yavru’nun Çayhanesi ...……………………………….....376 3. 2. 16. Viyana Kahvesi ...………………………………..…...... 377 3. 2. 17. Suna Kıraathanesi ...……………………………………...378 3. 2. 18. Kanunu Esasi Kıraathanesi ...…………………………….381 3. 2. 19. Hasıraltı Kahvesi ...………………………………….……382

XII 3. 3. PASTANELER 3. 3. 1. Hacı Bekir Pastanesi ..…………………………….…….....383 3. 3. 2. Kars Pastanesi …...…………………………….…...... 383 3. 3. 3. Haylayf Pastanesi ...…………….………………………....384 3. 3. 4. Soley Pastanesi ..……………………………………...... 385

3. 4. BAR-MEYHANELER 3. 4. 1. Vezir Hanı Meyhanesi …………………………………….385 3. 4. 2. Anadolu Birahanesi ………………………………………..386 3. 4. 3. Nektar Birahanesi …………………………………………387 3. 4. 4. Todori ……………………………………………………..389 3. 4. 5. Yakup 2 ..…………………………………………….……390

3. 5. LOKANTA, RESTORAN VE LOKALLER 3. 5. 1. Aşçı Çavuş’un Lokantası ...…………………..…….….….391 3. 5. 2. Abdullah Efendi Lokantası …………………….……...... 392 3. 5. 3. Koço …..…………………………………………………..393 3. 5. 4. Ştaynburg ..…………………………..…………………....394 3. 5. 5. Sanat Dostları Lokali ….………….……...... 396 3. 5. 6. Refik Restoran ….…………. …………………...... 397 3. 5. 7. Sirkeci Gar Lokantası ...………………………………..….400 3. 5. 8. Fıçı Restoran …………………………………………....…401 3. 5. 9. Tuna Lokantası ..……………….…………………….……402

3. 6. OTEL VE PASAJ 3. 6. 1. Divan Oteli …………….…...…………………………...... 403 3. 6. 2. Çiçek Pasajı ……...…………………………………...... 403

XIII

3. 7. DİĞER MEKÂNLAR 3. 7. 1. Kebapçı Kâmil ...……………………………………….….407 3. 7. 2. Bilgi Yurdu Derneği ..…………………………………….408 3. 7. 3. Halit Fahri’nin Kadıköy’deki Pansiyon Odası ...……...…..409 3. 7. 4. Özel Aşiyan İdadisi ………………………………………410 3. 7. 5. Sahaf Raif Yelkenci’nin Dükkânı ..…………….…………410 3. 7. 6. Meydan Larousse Ansiklopedisi Redaktörler Odası ……..411 3. 7. 7. Çorlulu Ali Paşa Medresesi …..…………………………...411

3. 8. DÖNEMİN EDEBİYATÇILARININ BULUŞTUĞU MAHFİL NİTELİĞİ KAZANMAMIŞ MEKÂNLAR ………………………...412

SONUÇ ..…………………………………………………….…....418 BİBLİYOGRAFYA ………………………………….…………..425 ÖZGEÇMİŞ ..…………………………………………………….462

XIV KISALTMALAR LİSTESİ

a.e. Aynı eser/yer a.g.e. Adı geçen eser a.g.m. Adı geçen makale a.g.y. Adı geçen yazı a.y. Yazara ait son zikredilen yer bkz. Bakınız

Çev. Çeviren

DBİA Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi

Ed. Editör

Haz. Hazırlayan/lar s. sayfa/sayfalar

SATŞ Son Asır Türk Şairleri t. y. Basım tarihi yok

TDİA Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi v.d. Ve diğerleri yay. yön. Yayın yönetmeni y.y. Basım yeri yok

XV

GİRİŞ

Sosyal bir varlık olan insan, diğer insanlarla bir araya gelerek sosyal bir çevre edinmekte, onlarla birlikte hayatını idame ettirecek yöntemler arayarak varlığını şekillendirmekte ve sahip olduğu ihtiyaç, zevk, istek, hayal, duygu ve düşüncelerini topluluğa açarak toplumda kendine ait bir yer edinmektedir. İnsanın başka insanlarla bir araya gelerek sosyalleşmesi, onun tehlikelerden korunma, çoğalma, güvenlik gibi aslî ihtiyaçlarından ortaya çıkmıştır. Bu birliktelikler doğal olarak kültür dediğimiz sosyal yapıyı oluşturmaktadır. Jan Assmann bu bağlayıcı yapıyı şöyle açıklamaktadır: “Her kültür bağlayıcı yapı olarak adlandırdığımız bir şey oluşturur. Bu yapı, hem sosyal boyutta hem de zaman boyutunda birleştirici ve bağlayıcıdır. Ortak deneyim, beklenti ve eylem mekânlarından bir ‘sembolik anlam dünyası’ yaratarak, birleştirici ve bağlayıcı gücüyle güven ve dayanak imkânı sağlayarak insanları birbirine bağlar.1” Bu bağlayıcı yapının anıları ve bir topluluğun zamansal ve mekânsal bağlılıklarını gösteren kronotoplarını2 canlı tutup onları biçimlendirerek geleceğe aktarması, geçmiş ile yaşanan zamanın birleştirilmesine imkân sağlar3. Kültürün bu türden bizi biz yapan hikâyeler4, anlatı ve efsanelerle bağlantı kurması edebiyatla mümkündür. Sosyalleşmenin doğal bir sonucu olarak, edebiyatla uğraşan insan, başka insanlarla iletişime geçmek istemiştir. Edebiyat alanında faaliyet gösteren hemen her kişi de yazdığı, ortaya çıkardığı eserin başkaları tarafından okunmasını ve incelenmesini, ondan kendisinden daha az veya daha fazla bir “edebî-estetik zevk” alınmasını ister.

1 Jan Assmann, Kültürel Bellek: Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, (Çev. Ayşe Tekin), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001, s. 21. 2 Kronotop kavramının yaratıcısı ve edebiyat alanındaki ilk kullanıcısı Mikhail Bahtindir. Bahtin’in Karnavaldan Romana eserini yayına hazırlayan Sibel Irzık kavramı şöyle açıklamaktadır: “Kronotop, zamanla mekân arasında çeşitli toplumsal deneyimler aracılığıyla farklı biçimlerde kurulan içsel bağların edebiyattaki özgül görünümlerinin adıdır. Bu anlamda edebiyatla toplum, biçimle ideoloji arasında bir kesişme noktası daha oluşturur. Edebiyatta kronotop aracılığıyla zaman ete kemiğe bürünür; mekân, yine aynı yolla zaman ve tarih tarafından anlamlandırılır.” Mikhail Bakhtin, Karnavaldan Romana: Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, (Çev. Cem Soydemir), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001, s.28. 3 Assmann, a.g.e., s. 21. 4 William Lowell Randall’in aynı başlıkta bir eseri vardır. Bkz.: William Lowell Randall, Bizi 'Biz' Yapan Hikayeler: Kendimizi Yaratmak Üzerine Bir Deneme, (Çev. Şen Süer Kaya), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1999, 395 s.

1 Sanatkârın bu anlamdaki çabası, onu sanatını paylaşabileceği diğer insanlara yaklaştırır. Edebiyatçılar da aslında bu temel ihtiyacın sevkiyle başkalarıyla konuşmakta ve iletişim kurmakta, başkalarını etkilemekte ve başkalarından etkilenmektedir. Topluluklar hâlinde ömür süren insanın topluluğa özgü davranışlarının temelinde yer alan beğeni, zevk, hayal gibi özellikleri ortaktır. İnsanların bu ortak özellikleri, eski toplumlardaki topluluğa has bir “bilincin” oluşmasını sağlamıştır. Bu bilinç, onları diğer toplumlardan ayıran bir mihenk taşı gibi düşünülmüştür. Günümüz toplumlarında da toplumun kültürel ve edebî anlamdaki üstün değerlerinin bir araya gelerek o topluluğa ait bir “bilinç” oluşturduğu ve bu bilincin de topluluğa dâhil olanlara doğrudan ve dolaylı yollarla empoze edildiği anlaşılmaktadır. Bu durum dünyanın pek çok farklı ülke ve coğrafyasında değişik adlarla da olsa edebiyatçıların belli bir edebiyat çevresinde buluşmalarına imkân sağlamaktadır. Bu edebiyat çevresi, genellikle Batı toplumlarında görülen ve içeri girişin çok sıkı kurallara bağlı olduğu “akademi birliği” adında veya dışarıya kapalı bir toplumun beslediği “kapalı bir yazarlar birliği”5 şeklinde oluşmuştur. Zengin ve soyluların saray veya şato vb. türünden mekânlarındaki “salon”larda da edebiyat çevresinin ortaya çıktığı gözlenmektedir. Doğu toplumlarındaki bu edebiyat çevresi, Tanpınar’ın tespit ettiği gibi Osmanlı Devletinde her şeyin merkezinde yer alan ve saray istiaresine6 uygun olarak devlet merkezindeki padişahın sarayında7 veya devlet büyüklerinin konaklarında, İstanbul dışındaki sancak merkezlerindeki şehzade saraylarıyla, şuarâ meclisleri, dükkânlar ve meyhanelerde,8 günümüzde ise edebiyat çevresinin farklı mekânlarda kurulabildiği diğer mekânlarda karşımıza çıkmaktadır. Ünlü edebiyat sosyologu Robert Escarpit’in dediği gibi “Edebiyat düşüncesinin kendisinden beslendiği böyle bir çevrenin varoluşu, bizzat edebiyat olgusundan ayrılmazdır ve ayrılmamıştır. Hiç şüphesiz edebiyat eseri, diğer çevrelere de temas eder; fakat verimli ve yalın

5 Robert Escarpit, “Edebiyat Sosyolojisi”, (Çev. Salih Özer), Edebiyat Sosyolojisi, (Editör: Köksal Alver), 2.bs., Ankara, Hece Yayınları, 2006, s.70. 6 Ahmet Hamdi Tanpınar, 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 7. bs., İstanbul, Çağlayan Kitabevi, 1988, s.5-6. 7 Aljira Topalova, Azerbaycan’daki edebiyat mahfillerinin kurulmasında da sarayın önemli bir yerinin olduğunu makalesinde belirtmektedir. Azerbaycan’daki edebiyat mahfilleri hakkında detaylı bilgi için bkz. Aljira Topalova, “Azerbaycan Edebî Meclisleri”, Türk Kültürü, y.XXXVIII, No:452, Aralık 2000, s.749–751. 8 Dr. Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, İstanbul, MEB Yayınları, 1996, s. 11.

2 ilişkiler açısından olmazsa olmaz olan sözlü ve zihinsel ekipmanı ve de iletişim ve ifade araçlarını elinde bulunduranlar sadece edebiyat çevresidir.”9 Kendisi de aynı zamanda bir okur olan yazar, edebiyat çevresinin içinde yer almakta, kendini oraya ait hissetmesinin yanında o çevrede yürürlükte olan “düşünce” ve “yargı” alışverişine ister istemez katılmakta, o çevrenin eserlerine gösterdiği olumlu veya olumsuz eleştiriden az veya çok etkilenmektedir10. Kendisini topluluğun eleştirisine kapatmış pek az yazar, topluluğun eleştirisinden bu anlamda mahrum kalabilmektedir. Topluluğun eleştirisi genelde tek yönlü olmaz. Yazar, genelde öncelikle başka yazarların etkisinde kalır, etkilenme endişesiyle11 onlarla boğuşmasından kendisinin “özgün yazar benliğini” yaratır. Edebiyatçı, edebî eserlerine kendi duygu ve düşüncesine uygun, diğer eserlerde olmayan farklı bir yön vermekte, topluluğu kendi çekimine alarak etkilemektedir. Bu etkilenmenin sonucunda edebî eseriyle insanları, dolayısıyla da toplumu etkilemektedir. Bazı yazarların ağır eleştirilerden bıkarak bir daha eser vermemeyi seçmesi veya eserlerinin kendine ait yapı taşlarında anormal değişiklikler yapması türünden uç örnekler de olsa etki, zaman zaman olumsuz olmakla birlikte genelde olumlu yönde düşünüldüğünde, yazarı değişik bir algı ve dikkat eksenine sokabilmektedir. Bir yazarın etkileme-etkilenme ilgisi içindeki tavrı, onun topluluğa ne sıklıkla katıldığı, orada nelerle uğraştığı kısacası katılımının niteliğiyle de doğrudan ilgilidir. Bir toplum içinde yaşayan yazar, toplumu eseriyle şekillendirirken, topluluk da onu olumlu veya olumsuz kanaat; kabul, ret, tepki, ilgi, hayranlık, yaratıcı ihanet12 gibi özellikleriyle şekillendirmekte, dönüştürüp değiştirebilmektedir. “Edebiyat kendi

9 Escarpit, a.g.e., s.71. 10 Escarpit, a.g.e., s. 71. 11 Harold Bloom’un “etkiyi” bazı yazarların önünde engelleyici bir set olarak düşünerek yarattığı “etkilenme endişesi” kavramı, sonradan gelen yazarın, kendinden önce gelen yazara karşı duyduğu bir nevi kıskançlığı, hıncı gösteren bir kavram olarak açıklanmaktadır. Bu kavramın olumlu yönü, sanatçıyı ölümsüzlüğe götürecek yolun sanatçıya kendinden öncekileri, Fruedyen bir iddiayla “baba”sını öldürmekle, onu her anlamda geçmekle mümkün olacağını göstermiş olmasıdır. Bloom, etkilenme endişesini altı kavramla açıklar. H. Bloom’un eserinin özellikle önsözü bir kavramlaştırmanın nasıl şekillendirilmesi gerektiğiyle ilgili iyi bir örnek olarak da okunabilir. Kavramla ilgili detaylı bilgi için bkz. Harold Bloom, Etkilenme Endişesi: Bir Şiir Teorisi,(Çev. Ferit Burak Aydar), Ayrıntı Yayınları, İstanbul, 2008, 179 s. 12 Yaratıcı ihanet kavramı edebiyat sosyologu Robert Escarpit’e aittir. Escarpit’e göre, bir eserin gerçekten ölmesi için o eserle ilgili olumlu veya olumsuz hiçbir yorumun yapılmaması gereklidir. Escarpit, yaratıcı ihaneti, edebiyata hayat veren temel anahtarlardan biri olarak kabul etmektedir. Bu kavram özellikle yazarın kitabı yazarkenki gerçek niyetlerine yönelik bilinçsizce ya da kasten yapılan yanlış anlamlandırmalardır. Bu, aynı zamanda bir eseri yeniden “yorumlama” veya eserden “farklı anlamlar” çıkarma etkinliğidir. Bkz.: Robert Escarpit, a.g.e., s.81.

3 ruhu ve ruhsal yapıları içinde toplumu ifade eder.”13 düşüncesinden hareket ederek, aslında büyük bir “yorum cemaati”14 hüviyeti kazanan edebiyat çevresi de yazarı etkileyebilmekte, çift taraflı bir etkiyle de yazar ve toplum birbirini yaratabilmektedir. Aşağıdaki birinci bölümde edebiyat çevresini oluşturan, etkileyen, belirleyen, “kanon/edebiyat kanonu, sanat /kâr hamiliği (patronaj), salon edebiyatı, encümen/encümen-i şuâra, mahfil/edebiyat mahfili” kavramlarını konumuzun dışına çıkmadan sırasıyla ele alacağız. Bu sayede de çalışmamızın teorik altyapısı şekillenmiş olacaktır. İkinci ve üçüncü bölümlerde ise mahfilleri alt başlıklara ayırarak kronolojik bir sırayla bunların nasıl ve ne zaman oluştukları, mahfile kimlerin katıldığı, mahfilde nelerin konuşulduğu, mahfilin edebiyat kanonuna ve edebiyata olan etkisi incelenmiştir. Sonuç bölümünde de çalışmamızda elde ettiğimiz ve önemli kabul ettiğimiz veriler sıralanmıştır.

13 Guy Michaud, “Bir Disiplin Olarak Edebiyat Sosyolojisinin Kurulması”, Edebiyat Sosyolojisi, (Editör: Köksal Alver), 2.bsk., Ankara, Hece Yayınları, 2006, s.61. 14 Jusdanis, Stanley Fish’in yarattığı yorum cemaatini kavramını ‘metinleri okumaya değil yazmaya, metinlerin özelliklerini kurmaya yönelik yorum stratejilerini paylaşan kişilerden oluşan bir cemaat’ olarak tanımlar. Jusdanis’e göre okurlar metni okumaz, yazarlar; çünkü stratejiler okuma ediminden önce vardırlar ve bu yüzden de okunan şeyin biçimini belirlerler. Fish, bulgulamayla yorumlamayı iç içe geçirip şu sonuca varır: “Yorum, tefsir etme sanatı değil inşa etme sanatıdır. Yorumcular şiirleri çözümlemez, yaparlar.” Bkz.: Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür: Milli Edebiyatın İcat Edilişi, (Çev. Tuncay Birkan), İstanbul, Metis Yayınları, 1998, s.181.

4 BİRİNCİ BÖLÜM

YENİ TÜRK EDEBİYATINDAKİ EDEBİYAT MAHFİLLERİ İÇİN BİR ÇERÇEVE DENEMESİ

1. 1. KANON KAVRAMINA GENEL BİR BAKIŞ

Zengin bir içeriğe sahip olan “kanon” kelimesinin soy ağacında pek çok dilde ortak bir biçimde kullanılan anlam yakınlıklarının görülmesi, kelimenin birden fazla dille ilgili olmasından ileri gelir. Ayrıca kelime zaman içinde pek çok alanda farklı amaçlarla kullanıldığından, kelimenin anlamında zenginleşmeler görülmüş ve gerçek anlamına zamanla yan ve mecaz anlamlar da eklenmiştir. Kanon kelimesi Sami dillerinden alınmıştır. Sami dillerindeki bu kelime Grekçeye “kanon”, Grekçeden de Latinceye “canon” olarak geçmiştir. Kanon, “kanna” (boru) kelimesiyle de bağlantılıdır15. Grekçedeki anlam, “ölçü, kanun, kural” anlamlarını da barındırmaktadır16. Kelimenin Latincedeki anlamı ise “doğruyu yanlıştan ayıran ölçü” ve “kriter”dir. Aslında kanonun bu anlamları, kelimenin günümüzdeki kullanımına ait en yakın anlamı da göstermektedir. Kelimenin belki de hemen hemen hiç değişmeyen temel anlamı, “ölçü, kural, norm, örnek, kriter” anlamıdır. Bu anlam hem somut anlamda ölçmek fiilinin bütün nüanslarına sahiptir hem de mecaz anlama geçerek belli bir “ölçü, norm, kural” anlamını barındırmaktadır. Kelimenin bu şekilde birden çok anlamda kullanılabilmesinin temel sebebi, kanon kelimesinin geçmişten günümüze kadar birden çok alanla ilişki içinde olmasıdır. Kelime “etik- dinî alanlar” ile “sanat- edebiyat-müzik alanları” arasında zengin bir çeşitlilikte kullanılabilmektedir17. Bu sebepten kanon kelimesinin etimolojik anlamında, zamanın geçmesiyle birlikte

15 Assmann, a.g.e., s.108. 16Yasin Meral, “Yeni Ahit Kanon’un Oluşumu (I- IV. Asırlar)”, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2007, s. 42. 17 Kemal Atakay, “Kanon Huzursuzluğu”, Kitap-lık, y.11, No:68, Ocak 2004, s.70

5 farklılıklar, zenginlikler, çeşitlenmeler görülür18. Kanon, Klasik ve Helenistik dönemlerde heykel, müzik, felsefe, retorik ve dilbilgisi ile ilgili tartışmalarda kullanılan önemli bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Kelime aynı zamanda Hrıstiyanların çeşitli yazılarının Kitabı Mukaddes’te bir araya getirilmesi sırasında da çok önemli bir işlev görmüştür. Kanon, birden fazla alanda kullanılabildiğinden, bu farklı alanlardaki kişi ve kurumlar için de farklı anlamlara gelmekte ve kelimenin kullanımı da böylece farklılaşmaktadır. İngilizce Edebiyat Terimleri Sözlükleri’nde genellikle kanon terimin teolojik anlamı açıklandıktan sonra modern edebiyat kanonuyla ilgili itiraz ve açıklamalara yer verilmiştir. Örneğin David Macey’ın, “Dictionary of Critical Theory” eserinde kanon kelimesinin önce teolojik anlamı verilmiş, sonra da edebiyat alanındaki kullanımı açıklanmıştır: “ Kelimenin orijinal teolojik anlamı, dini bir mahkeme tarafından yürürlüğe konulan ve dini hukukun bir parçasını oluşturan veya kuran hüküm demektir. Terimin anlamı genişleyerek, terim bir kilise veya inanç tarafından hakiki veya vahye dayalı olarak kabul edilen kutsal kitaplar bütünü anlamında da kullanılır. Eski Ahit’e ait kanon MS. 90–100 yıllarında bir hahamlar kurulu tarafından oluşturulmuştur. Yeni oluşturulan ve halen geçerli olan kanon ise ilk defa 365 yılında kabul edilmiştir. Kanonik olarak kabul edilmeyenler ise sahte olarak görülmüşlerdir.

18 Bu zenginlik, değişiklik ve çeşitlenmeleri en güzel İngilizcede görebilmekteyiz. Kelimenin İngilizcede ne zaman ve nasıl kullanılmaya başladığı, kelimenin anlamındaki zaman içindeki değişiklikler bize ilginç sonuçlar sunmaktadır: “1884-1928’de yayımlanan Oxford English Dictionary bu sözcük karşısında verdiği on beş tanımda kitaplar katalogu şeklindeki modern anlama yakın bir tanım vermez. En yakını dördüncü tanımdır; burada kanon şöyle tanımlanır: ‘Hristiyan Kilisesi’nin gerçek ve vahiy ürünü olduğunu kabul ettirdiği kutsal metinleri içeren derleme ya da liste. Ayrıca kutsal kitaplardan oluşan her türlü küme.’ Bu tanım ancak, 1972’de yayımlanan ek ciltte ‘seküler bir yazarın otantik olduğu kabul edilen yazıları’nı kapsayacak şekilde genişletilir. Bu tanım için iki kaynak gösterilir: Bunların ilki ‘Platoncu kanon’dan bahseden 1885 basımı Encyclopaedia Britannica, ikincisi ise C.J. Sisson’ın bölüm başlıklarından biri ‘kanon ve metinler’ olan Shakespeare: Complete Works (1953) adlı kitabıdır. Terimin bu özel anlamının OED tarafından görece geç bir tarihte dikkate alınmış olması, bu anlamın daha 1885’te kullanılmış olmasına rağmen kaydedilmeye layık görülmemiş olduğunu gösterir. Bu saptama daha yakın tarihli başvuru kitapları için de geçerlidir: Princenton Encyclopedia of Poetry and Poetics (1974), kanon terimine hiç yer vermez. J.A. Cuddon’ın A Dictionary of Literary Terms (1976) adlı sözlük çalışmasında terime yer verilir ama İncil incelemelerindeki kullanım biçimi vurgulanır. Sözlük bu sözcüğü “otantik olduğu kabul edilen yazılar bütünü” şeklinde tanımlanmasına rağmen, terimin ‘çoğunlukla muteber kabul edilen İncil yazılarına karşılık’ geldiğini belirtir. Ama sözcüğün aynı zamanda bir yazarın ‘sahici olarak kabul edilen’ yapıtları için de kullanılabileceği sonucuna varır. Bu tür standart başvuru yapıtlarının kanon’un edebi boyutlarını ya ihmal etmesi ya da tali önemde görmesi, daha geçen on yıl içinde bile kanona bir eleştiri nesnesi olarak bakılmadığını gösterir.” Jusdanis, a.g.e., s.83-84. (2. dipnot)

6 Edebiyat çalışmalarında ise kanon milli bir edebiyat oluşturmaya çalışan klasik yazarların şaheserlerinden oluşur. İngiliz edebiyatı için Chaucer, Shakespeare, Pope, Wordsworth, vb. kanon olarak kabul edilirler. “The Great Tradition (Yüce Gelenek)” (1948) adlı çalışmasının giriş cümlesinde F.R. Leavis klasik anlamda kanonik bir ifade kullanır: ‘ Büyük İngiliz romancıları Jane Austen, George Eliot, Henry James ve Joseph Conrad’dır.’ Barthes’in de belirttiği gibi (1969) ‘edebiyat’ ‘öğretildiği gibidir’ ve kanon ise genellikle okullarda ve üniversitelerde çalışılması tavsiye edilen edebiyatla eş anlamlıdır. Bu nedenle bir kanonun oluşumu neyin geleneğin bir parçası olduğuna dair ileri sürülen eleştirel görüşlere dayanarak alınan pedagojik kararlara ve edebi değer kavramının anlamı üzerinde varılan konsensüse dayanır. Ayrıca Oxford Book of English Verse ve Norton Anthology gibi önemli çalışmalar da her basımı kanonun oluşturulması ve yeniden düzenlenmesinde büyük rol oynarlar.19” Edward Quınn, “A Dictionary of Literary and Thematic Terms” kitabında da öncelikle terimin teolojik anlamını açıklamış, daha sonra da kanona karşı yapılan itirazlara yer vermiştir: “Terimin sözlük anlamı İncil’deki kitapları, kilisenin ilk azizlerini veya 4. yüzyılda gelişmekteyken kilisenin doktrinine uygun olan kitapları tanımlamak için kullanılmasından gelir. Edebiyatta ise, bir yazarın tanınmış kitaplarını ya da klasik olarak adlandırılan eserler bütününü belirtirken kullanılır. Örneğin: ‘Batı Edebiyatının kanonu’. 1980’lerde büyük edebi çalışmalardan oluşan bir kanon fikri büyük çapta bir eleştiriye uğramıştır. Kanonu eleştirenler “klasik” teriminin beyaz, batılı yazarları (bazen bu tanıma “ölü” tabiri de eklenmiştir) kapsadığını söylemişlerdir. Eleştirmenlere göre kadınlar, azınlık ve üçüncü dünya ülkelerinin yazarları sistematik olarak göz ardı edilmişlerdir. Eleştirmenlere göre belirli yazarların “büyük” olarak seçilmeleri ırkçı (soya özgü) eğilimlerin ve dünden bugüne gelen edebi düzen ve zevklerden kaynaklanan bilinçdışı önyargıların bir sonucudur. Kanon fikrinin savunucuları ise yüzyıllardan beri büyüklüklerinin tanınmasının kanonik kitapların aşikâr üstünlüğünü ispat ettiğini belirtirler.”20 Bu tanımların gösterdiği gibi, kanon terimin teolojik anlamı ve bu anlamdan türeyen diğer anlamlar, günümüzde kullanılan kanon kelimesinin çeşitli anlamlarını ve kullanımlarını meydana getirmiştir. Kanon kelimesinin türediği kökten gerçek ve mecazi anlamlar ortaya çıkmıştır. Yunan heykeltıraş Polykleitos21 M.Ö. 5. yüzyılın ortalarına doğru, bedenin kusursuz orantılarla anlatılabilen güzelliği üzerine, Kanon isimli bir metin yazmıştır.

19 David Macey, Dictionary of Critical Theory, England, Penguın Books, 2000, p. 56. 20 Edward Quınn, A Dictionary of Literary and Thematic Terms, 2nd ed., New York, Fact on File, 2006, pp. 64–65. 21 Assmann, bu ismi Polyklet şeklinde yazmaktadır. Bkz.: Assmann, a.g.e.,s.110.

7 O, bu metinde, insan vücudunun ideal oranının ölçülerini (altın oranı) belirlemeye çalışmıştır. Bu ölçüyü görünür kılmak amacıyla da ideal ölçüleri somutlaştıran, daha sonra kanon ismiyle şöhret kazanacak olan bir heykel yapmıştır22. Kanon, yapıların düzgün inşası için hem cetvel hem de doğru ölçmeyi kolaylaştıran işlevsel bir araç olarak da kullanılmıştır. Kanonun bu şekilde bir araç olarak da kullanılabilme özelliği, belli amaçlar için kullanılabilmesinin de yolunu açmıştır. Onun bu araçsallık özelliği Assmann’ının da dediği gibi Antikçağ’daki kullanımlarda hep dikkate alınmış, kavramın antik kullanımlarında karakteristik özellik olarak “ölçek”le somut ilişkisi sürekli düşünülmüştür23. Kanon bir araç olarak da yol gösterir. Doğru ölçüyle sağlam inşaatların yapılmasındaki işlevi, mecazi anlam alanına kayarak da kural koyucu doğruluk ölçütünü gösteren başka bir işlevle bütünleşmesine imkân sağlamıştır24. Örnek, bir insanın yapması veya yapmaması gerekli somut ve soyut kuralların sınırlarını belirlemektedir. Kanonlaşmaya müsait veya kanon olmuş eserler de estetik-sanatsal sınırları çizen kaliteli bir örnek, sonradan gelenler için her türlü doğruyu, kesinliği; estetik ve aklî değerleri belirlemiş şaşmaz bir modeldir. Kanonun yukarıda açıkladığımız anlamıyla, örnek, model anlamı arasında kesin, yani bıçakla kesilmiş gibi düzgün bir ayrılık veya farklılık asla mümkün olamaz. Bunda sosyal bilimlerdeki kesinlik anlayışının yanında, kanon kavramının iki anlamı arasındaki ortak noktanın belirgin olmasının da etkisi büyüktür. Günümüzde insanlara ve yazarlara yol göstereceği iddia edilen örnek ve seçilmiş eserler25, usta yazarlığın pek çok inceliğini ortaya koymakla birlikte edebî ölümsüzlüğün de mümkün olabileceğini gösterecek bir anlamda kullanılmasında işte kelimenin bu “örnek”, “model” anlamının etkisi vardır. Kurala sahip hemen her edebî mektep, mahfil; mükemmelliğin, kusursuzluğun nesneleşmesi olarak bu tür “kaliteli” ve “ölmez” eserleri “örnek” gösterir26.

22 Jusdanis, a.g.e., s.84. 23 Assmann, a.y. 24 Assmann, a.y. 25Bazı yazarlar Türk edebiyatındaki “örnek”, “temel” yazarlar ve eserlerle ilgili de listeler hazırlamaktadır. Bir liste için bkz.: Hasan Bülent Kahraman, “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı - Temel Eserlerimiz” (Çevrimiçi), http://www.radikal.com.tr/ek_haber.php?ek=ktp&haberno=2280- 9.1.2010.

8 Stoacı filozof Panaitios etik anlayışında kanon kelimesini, “kural”, “ilke” anlamına gelecek şekilde kullanmıştır. Bu kullanım, eski kilisenin inançla ilgili kararlarda, her şeyin ölçülebileceği son makam olarak gösterdiği norm ile benzerliklere sahiptir. Kilisenin koyduğu kurallar, günah çıkarma pratiğinin nasıl olacağına yönelik normları ile ruhani meclislerin kararları da kanon olabilmekte, bunlar bir araya gelerek kanon hukukunu oluşturmaktadır27. Astronom ve kronografların tabloları, zamanın akışında yol gösterici yardımcı araçlar olarak oluşturulmuştur. Mimari ya da müzik alanında kullanılan kanon kavramı, bir “aralık dizini” olarak düşünülmüştür28. Tabloların genelde köşelerinde bulunan kronolojik “dizin”ler, yıldızların hareketleri ile ilgili astrolojik bilgilerle beraber yıldan yıla içeriği pek de değişmeyen oyunlar, bayramlar, kralların iktidar dönemleri gibi tarihi değeri olan olay veya durumlara dayanmaktadır. İşte bu sebepten olacak İskenderiye ve Roma İmparatorluğu dönemindeki dil bilginleri tarafından hazırlanan, klasik ozanlar, yazarlar, konuşmacılar ve filozofların listesi kanon olarak adlandırılmamıştır29. Bugün ise kavramın anlamsal içeriğindeki durum değişikliğe uğramış, kanon kavramında “liste” anlamı belirginleşmiştir. Türkiye’de bazı yazar ve akademisyenler son yıllarda tartışılmaya başlayan kanon kavramını aydınlatmak için birkaç girişimde bulunmuşlardır. Bunlardan biri olan Jale Parla, kavramın tarih içindeki hemen bütün anlamlarını sıralayarak kanonu tanımlamaya çalışmıştır: “ Ferman, kural, kanun, temel ilke, aforizma, bir konunun sistematik ve bilimsel sunuluşuna ilişkin prosedür, konunun otoritelerinin belirlediği kıstas ve kriterlere ilişkin yargılar anlamına gelen kanon sözcüğü, bir yandan da dine ilişkin kullanımını sürdürmüş ve Kilise’nin özgün kabul ettiği İncil metinleriyle, gene Kilise’nin Azizler arasına kabul ettiği yeni isimlerin eklenmesiyle oluşan kutsal metin ve kişilerin listesi olmuştur. Herhangi bir otoritenin ya da otoritelerin, kutsadığı iyi yazarlar listesi ve buna eklenecek isimlere verilen izin ya da onay. Müzikte kanon bir melodinin tümüyle, hiç değiştirilmeden, yalnızca farklı zaman aralıklarıyla, ama aynı anda icrası demektir.30”

27 Oppel’den aktaran Assmann, a.g.e., s.112. 28 Kanon’un müzik alanındaki anlamını Vural Sözen şöyle açıklamaktadır: “1. Bir müzik parçasında, iki ya da daha çok sesin, belirli aralıklarla ve birbirini taklit ederek (öykünerek) oluşturdukları bütün. 2. Önceleri fugue perpetuelle’lerin (aralıksız figürlerin) çalınış biçimini belirtmek amacıyla konulan bilgi.” Vural Sözen, Müzik ve Müzisyenler Ansiklopedisi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1986, s.376. 29 Assmann,a.g.e., s. 114. 30 Jale Parla, “Edebiyat Kanonları”, Kitap-lık, y.11, No:68, Ocak 2004, s.51.

9 Parla, kanonun içerdiği müphemlik, zengin ve girift anlamlar dolayısıyla kanon kelimesinin “muhafazakârlık ve değişim arasındaki gerilimle yüklü”31 olduğunu belirtir. Kanonun bu türden bir gerilimle yüklü olmasının yanında zaman içinde geçirdiği değişim ve dönüşümlerle anlamının çok yönlülüğü, kanonu kullanıldığı bütün zaman ve durumlara göre tanımlamayı zorlaştırmaktadır. Kemal Atakay ise terimin belli başlı anlamlarını şöyle sıralamaktadır: “1.Kilise yasası; bir kilise kurulunun belirlediği yasalar bütünü. 2. Laik yasa, kural ya da yasalar bütünü. 3. Genel kural, temel ilke, ölçüt. 4. Kilisece Kutsal Kitap’ın bir bölümü olarak kabul edilen kitapların tümü. 5. Belli bir yazara, vb. ait olduğu kabul edilen kitaplar ya da yapıtların toplamı. 6. Önemli ya da temel oldukları kabul edilen yapıtlar, yazarlar vb.”32 Oğuz Demiralp da kelimenin temel anlamına vurgu yapar ve kanon kavramının önemli yönünün “ölçü birimi” olduğunu belirtir33. Murat Belge, kanonun Yunancadan Arapçaya geçtiğini buradan da Türkçeye “kanun”34 olarak geldiğini belirttikten sonra “kanon” kelimesinin anlamının bambaşka olduğunu vurgular. Kelimenin Orta çağ’da “Kilise Yasası” anlamında, günümüzde ise “kutsanmış” çağrışımına sahip olan bir anlamda kullanıldığına dikkatleri çeker35. Pelin Başçı da kanonun en geniş anlamıyla eski Yunancada “ölçü”, “kural” olarak bilindiğini, kelimenin Arapçadan dilimize “kanun” şeklinde geçtiğini belirtir36. Nitekim Koçak da Yahya Kemal’in kanon kelimesini “mecelle” kelimesiyle karşıladığını iddia eder. Koçak’a göre Mecelle, “Frenkçe” kanon kelimesinin karşılığıdır. Tıpkı kanon gibi hem kanun hem de kitap anlamına gelmektedir37. Son zamanlarda bazı

31 Parla, a.g.m., s.51 32 Atakay, a.g.m.,s.70. 33 Demiralp, Oğuz Demiralp, “Kanun Benim!” Pasaj, No:6, Kasım 2007-Mayıs 2008, s.19. 34 Oğuz Demiralp ve Orhan Koçak da kanon kelimesinin Arapça’dan dilimize “kanun” şeklinde geçtiğini belirtmektedir. Detaylı bilgi için bkz.: Demiralp, a.y.; Orhan Koçak, “Türkçe’de Eleştiri, Bir Tarihselleştirme Denemesi”, Defter, No: 31, Sonbahar 1997, s.90. 35 Murat Belge, “Türkiyede Kanon”, Kitap-lık, y.11, No:68, Ocak 2004, s.54. 36 Pelin Başcı, “Yerli Edebiyat, Yurdun Edebiyatı; Herkes Onu Okumalı: Türk Edebiyatı Kanonu ve Ulusal Kimliğin Sınırları”, Pasaj, No:6, Kasım 2007-Mayıs 2008, s.46. Kanon farklı alanlarda karşımıza çıkabilmektedir. Vural Sözen, müzikteki kanon kelimesinin açıklarken de kanonun Yunanca “kanun, yasa, kural” anlamına geldiğini belirtir. Bkz.: Sözen, a.g.e., s.376. 37 Orhan Koçak, Yahya Kemal’in kanon kelimesini “mecelle” kelimesiyle karşıladığını şu şekilde açıklamaktadır: “Yahya Kemal,…Edebiyata Dair’e “Düşünceler” başlığıyla alınmış bir fragmanda şöyle diyor: ‘ Frenkler’de ve bizde klasik şiir hükmünü sürerken şiirin bir türlü tarifi ve kaidelerinin bir de mecellesi vardı. O vakit, şairler, birbirlerinden yalnız şahsiyetleriyle ayrılıyorlardı. Klasik şiir yıkıldıktan sonra yerine başka türlü bir tarif ve yeni bir mecelle geçeceğine, bilakis birçok tarifler tecelli ediverdi. Şiir sahasında bin bir çeşit olmak daiyesi gittikçe artıyor.’ Mecelle, ‘Frenkçe’ kanon

10 akademisyen ve yazarlar kanon kavramının bütün inceliklerini Türkçede verebilecek karşılıklar da aramaktadır. Onur Bilge Kula, kanon kavramının Türkçe karşılığı olarak “koyut” ve “koşun” kelimelerini teklif etmiştir. Fakat bu teklif Türkçede çok fazla kabul görmemiştir38.

1. 1. 1. GÜNÜMÜZDEKİ ANLAM VE KULLANIMLARINA GÖRE KANON KAVRAMI

Kanon kavramı zamanla somut, içeriğindeki özellikleri dikkate alınması zorunlu ve değer yargısı içerir bir hâle gelmiştir. Günümüzde kanon kavramının kullanımı esnasında akla bir cetvel ya da sırık değil daha çok kutsal eserler veya bağlayıcılık değeri yüksek olan norm anlamı gelmektedir. Kanon kavramının “araç” anlamı zamanla kullanımdan düşerek kelimenin temel anlamına yeni ve farklı anlamlar eklenmiştir. Kelimenin anlamındaki bu türden bir değişim, kanonun normatif (kural koyucu) anlamında kullanılmasını sağlamıştır39. Kanon olma niteliğine sahip eserler, üstün nitelikleri sayesinde hem kendi çağına hem de gelecek çağlara kalıcılığı ve kesinliği ile kuralların hangi temellere sahip olursa kanon olabileceğini gösteren kaliteli birer örnek olarak gösterilmiştir. Kanon olmuş eserler tıpkı kutsal kitaplar gibi dokunulmazdır, üzerlerinden eseri ve yazarı yıpratıcı olumsuz tartışmalar asla açılmaz. Onların gösterdiği her şey, kesin ve değiştirilmez bir nitelikte “kanun” olur. Kanon metinleri ya da kanonik niteliğe ulaşmış eser ve metinlerin, kesinliğinin yanında doğruluğu, eleştirilemezliği, örnekliği göstermesi gereklidir ve bu niteliklerinde asla bir değişme olmaz. Kanonik metinler, değişmezliğiyle de diğer sınıflandırma ölçütlerinden ayrılmaktadır. Kanon, bir seçimin sonucu oluşur. Kanon, kanonlaşmanın hangi kriterler sayesinde oluşabileceğini gösteren bir sınırdır40. Bu sınırın içinde nelerin olduğu kesin kurallarla belirlendiğinden, bir kanon metninin onu kanon kabul edenlerin

sözcüğünün karşılığıdır. Tıpkı kanon gibi hem kanun hem de kitap anlamına gelir.” Koçak, “Kanon mu, Siz İnanıyor musunuz?”, Kitap-lık, y.11, No: 68, Ocak 2004, s.60. 38 Onur Bilge Kula, “Türkçe’nin Bilim Dalı Olarak Gelişimi: Yazınbilim Kavramları Bağlamında Bir Yaklaşım”, (Çevrimiçi) http://www.littera.hacettepe.edu.tr/TURKCE/17_cilt/onur.htm, 25.01.2010. 39 Assmann, a.g.e., s.117. 40 Assmann, a.g.e., s.125.

11 üzerinde emredici tesiri vardır, Jusdanis de kanonunun “hükmünü kabul edenler üzerinde iktidar sahibi” olduğunu vurgular41. Kanon kavramı aslında iki ütopyayı içermektedir42. İlk ütopya, geçmişin “mitik-sembolik” bir duygusallık içinde algılanmasıyla oluşturulur. Bunda etkili olan söylem (diskur), bir “geçmiş-cennet” koduyla sürekli yüceltilen değere dönüş(türül)en geçmişin tahayyül edilmesidir. Geçmiş, bir toplumdan başka bir topluma aktarılan geleneğin kaynağı olması yönünden vazgeçilmez bir ütopik kaynağa dönüşür. Altın Çağ, Yeryüzü Cenneti türünden ütopik tasarımlar, geçmişe bu tür kutsayıcı bir bakışın tezahürleridir. Geçmiş, oradadır ve araştırılmayı, kodlarının çözülmesini, örnek alınmayı, kutsanmayı, dahası geleceğe aktarılmayı beklediği için hem antropolojik bir kazı nesnesine hem de kanon hükmüne erişmiş metinlere ulaşmaya görece bir imkân sağlayan cevhere, değerli metinlerin barındığı bir hazineye dönüşebilmektedir. İkinci ütopya ise geleceğe aktarılan kanonlarla ilgilidir. Geleceğe aktarılan kanonlar, ölümsüzlüğe hak kazanmış ütopyaların sonunda karşımıza çıkmaktadır. Geleceğe kalabilmek çeşitli şekillerde ortaya çıkar. Edebiyatın kendine has telmih- gönderme-ilişkilendirme sistemi ve metinlerarasılık, hermeneutik, alımlama estetiği, yapısalcılık, yapıbozuculuk43 gibi modern yöntemler bir metnin canlı kalmasına yardım etmektedir. Edebiyat da canlı kalan bu türden metinleri kanonlaştırır44. Geçmişte kalmasına rağmen, içerdiği yüksek edebî-sanatsal değer sayesinde başkaları tarafından sürekli hatırlanan klasik eserler, gelecek ütopyalarının

41 Jusdanis, bir metnin bir millet üzerinde nasıl iktidar kurabileceğini Yahudi halkının Tevrat ile kurduğu ilişkiyle açıklamaktadır: “…Tevrat bir metnin bir halk üzerinde otorite kurmasının ilk örneklerindendir. Kanonlaştırmanın özü, bir metnin kendi cemaati üzerindeki bu otoritesinin altını çizmektir. Bu tür yazıların önemi sadece içerdiklerinde değil, aynı zamanda da, belki de öncelikle, yarattıkları etkidedir. Tevrat Yahudi halkına İsrail’in hikâyesini anlatmıştır. Yahudi milleti dört bir yana dağılmış da olsa, diye yazar J.A.Sanders, kimliğini yok edilmesi mümkün olmayan, herkesin ulaşabileceği ve taşınabilir Kitabı Mukaddes/kanon sayesinde korumuştur. Nihai otoritesi sorgulanamasa da, yorumsama kanonun çeşitli durumlara uyarlanabilmesini, çeşitli bağlamlarda anlamlı ve bu yüzden de güçlü kalmasını sağlamıştır. Kanon, onu hatırlayıp tekrarlayanların cemaatle kurdukları ilişkileri meşrulaştırmıştır. Bir vahyedilmiş metinler toplamı olarak kanon, törensel ibadetler ve hukuk kurallarının yerleşmesi için temel önemdeydi; aynı zamanda da sürgün edilmiş bir halka sahip olduğu kurumların köklerini ilahi bir başlangıca bağlama imkânı tanıyordu.” Jusdanis, a.g.e., s.89. 42 Atakay, a.g.m., s.76-77. 43 Modern edebiyat kuramları için bkz.: Prof. Dr. Gürsel Aytaç, Genel Edebiyat Bilimi, İstanbul, Say Yayınları, 2003, s.121-237. 44 Atakay, a.g.m., s.76.

12 kurgulanmasına fırsat sağlamaktadır. Klasik eserler, başkaları tarafından da işlenerek, örnek alınarak, taklit edilerek diri kalabilmektedir. Ama klasikle kanon arasında hayati önemde bazı farklar vardır. Kanon ve klasik arasındaki farkı belirleyen ilk ölçü, klasik olamayan eserlerin değersiz sayılmamasıdır45. Klasik olmaya hak kazanan eserler, kanon kadar kesin bağlayıcılıklara sahip değildir. Başka dönemlerin başka klasiklerinin olması bu sebeple asla yadırganmaz. Kanon oluşumunda ise dışlanan her şey hor görülür hatta ölüme mahkûm edilir46. Klasikler, yorumlanarak kalıcılıkları, değerleri sebebiyle kanon konumuna ulaşabilir.

1. 1. 2. EDEBİYAT KANONLARI

Bir edebiyat kanonun oluşmasının temel sebebi, geçmişinde zengin bir edebî birikim bulunan milletlerin geçmişini unutmak istememesidir. Geçmiş, bu milletler için sadece geçmişte kalmamış, unutulup üstü örtülmemiştir. Onları bir millet yapan hayal, duygu, düşünce, istek, arzu vb. sayesinde onlar kendilerini geleceğe karşı bir direnç içinde hisseder. İşte kanon da geçmiş ile bugün arasında bir köprü görevindedir. Bu köprünün sanat, edebiyat gibi alanlarda kurduğu bağlantı, geçmişin sürekli canlı kalmasını sağlar. Bu canlılık işareti de kanon sayesinde geçmişin sesini bugün bütün yüksek tonlarda seslendirebilmesini sağlar47. Türkiye’de edebî geçmişle (miras) kurulmak istenen sahici ilişkide çözümlenmesi gerekli önemi sorunlar vardır. Geçmişte yazılmış metinlerin kolayca okunup anlaşılmasını engelleyen ve anadilde yazılmış metinleri maalesef büyük bir “yığın” hâline getiren harf devriminin etkisi48 kanonla kurulması gerekli bağı zedelemiş ayrıca “travmatik bir model değişmesiyle”49 birlikte de kanona bütüncül

45 Assmann, a.g.e., s.121. 46 Assmann, a.g.e., s.122. 47 Jusdanis, a.g.e., s.95. 48 Konuyla ilgili sıra dışı bir çalışma için bkz.: Geoffrey Lewis, Trajik Başarı: Türk Dil Reformu, (Çev. Mehmet Fatih Uslu), 2. bsk., Gelenek Yayınları, İstanbul, 2004, 222 s. 49 Orhan Koçak, travmatik model değişmesi kavramını şöyle açıklamaktadır: “Türkiye Tanzimat’tan sonra bir travmatik model değişmesi yaşadı ama Cumhuriyet’ten sonra başlayan içe kapanış bu model değişimini unutturarak, gözlerden silerek sürdürdü. Cumhuriyet’in soyut evrenselciliği de bu silinmeyi, bu unutuşu kolaylaştırdı. Çoğu zaman, düşüncemizi ve duygularımızı kuşatan çerçeveyi göremiyor, bunun bir model olduğunu, üstelik bir yenilginin, bir imkânsızlığın sonucunda benimsenen bir model olduğunu ve her model gibi bunun da bir tarihi ve bir coğrafyası bulunduğunu unutuyorduk. Bu, psikolojik bir savunma mekanizmasıydı bir yönüyle: Başka yerde geliştirilmiş ve bizim için yeni

13 bakabilme imkânı uzun zaman ihmal edilmiştir. Örnek olma vasfını kaybeden ve gelecekte okunup incelenme fırsatı sadece eski yazıyı bilenlerin insafına bırakılan eserler, doğal olarak ciddi anlamda unutulma tehlikesi yaşamaktadır. Geçmişe; doğru, olması mutlaka gerekli, düzgün bir bakışla bakmak yerine -ünlü felsefeci Slavoj Zizek’in bir kitabının da ismi olan -“yamuk baktığımız”50 için gördüklerimiz de doğal olarak düzgün olmamıştır. Jale Parla’nın yerinde tespitiyle söyleyecek olursak “Türkiye’nin edebi geleneği birçok kamburla yüklüdür.”51 Bu yüzden de, ana kaynaktan beslenmek yerine ikinci elden aktarmalarla geçmişin kanon seviyesinde “genelliğine” bu tür bir yöntemle ulaşılması çok zordur. Eski yazıya hâkim olmayan insanlar bu tür metinlere kolayca nüfuz edememektedir. Metne müdahale edilmeden yapılan transkripsiyonlar da istenilen seviyede değildir. Kanonları yalnızca yazar-eser odaklı nitelikleri açısından çok üst düzeyde olmayan antolojilerden öğrenmek zorunda kalanlar ise genellikle yargılarında ya tamamen kötüleyici ya da tamamen yüceltici bir tavır geliştirmişlerdir. Ayrıca eski metinleri genel lise seviyesinde her öğrenciye doğru bir seçimle öğretilememesi de sorunun bir yumak hâlinde çözümlenmesi zor bir mesele hâline gelmesine sebep olmaktadır52. Orhan Tekelioğlu, Türkiye’de “tekil” bir kanonun niçin oluşamadığını ya da “çoğul” kanonlar oluştuğunun sebeplerini sıralarken “dil inkılâbının edebî söyleme olan etkisi”53ni bir başlık altında incelemiş olması, ulus- devlet kurulurken edebiyat kanonu kurmak isteyenlerin nasıl zorda kaldıklarının de bir göstergesi olarak yorumlanabilir. Edebiyat kanonları, özellikle bazı seçilmiş metinlerin, diğerlerinden üstünlüğünü, edebiyat kanonu oluşturan kurum ve kişilerce bu üstünlüğün sarsılmaz

olan bir modeli bir gecikmeyle benimsediğimizi kabullenmek ve bunu sürekli hatırlamak, hep merkez- dışı ve ikincil konumda olduğumuzu da sürekli hissetmemize yol açacaktı. Bu sıkıntıdan kurtulmak için ‘çağdaşlık’ adını verdiğimiz bir soyut evrenselci modele kaçtık.” Koçak, “Türkçede Eleştiri, Bir Tarihselleştirme Denemesi” Defter, s.91. 50 Slavoj Zizek, Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden Jaquas Lacan’a Giriş, (Çev.: Tuncay Birkan), 2.bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2005, 233 s. 51 Parla, a.g.m., s.53. 52 Mahir İz, Yılların İzi, 3. bs., İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2003, s. 106–108. 53 Orhan Tekelioğlu, “Edebiyatta Tekil Bir Ulusal Kanonun Oluşmasının İmkânsızlığı Üzerine”, Doğu Batı, y.6, No: 22, Şubat-Mart-Nisan 2003, s.75- 76. Tekelioğlu, tekil bir ulusal kanonun oluşamamasının ya da çoğul kanonların oluşmasının diğer sebeplerini yazısında şu başlıklar altında incelemiştir: “Hiçbir Zaman Sömürge Olmamak, Batı’nın Tanımındaki Zorluklar, Kanonik Model- Metin Ya Da Ana Metnin Ne Olduğu Sorunu”.

14 bir otoriteye dönüştüğünü gösterir. Jale Parla edebiyat kanonu terimini şu şekilde tanımlamaktadır: “1. Edebiyat derslerinde okuttuğumuz antolojilerde alıntılanan ya da bu derslerde kullandığımız okuma listelerine koyduğumuz kitaplar ( ki burada oluşan kanonlar sıkça hoca-öğrenci ilişkisinin devamlılığına tanıklık ederler). İnsan, çoklukla, kendisi okuma listesi oluşturma durumuna geldiği zaman, en sevdiği ve iyi öğrendiği dersteki okuma listelerini tekrarlar. Ben bunları akademik soyağacı kanonları derim. 2. Edebiyat zevkinin ne olması gerektiğine karar verenler tarafından seçilmiş yapıtların listesi (hani şu “arbiters of literary taste” diye tanımlanan). Bu kanonlar hem akademya içinde hem de dışında oluşurlar. 3. Kültürel kurumların, örneğin eleştiri kurumunun, edebiyat tarihi kurumunun, daha çok akademya içinde yer alan yönetici elitlerin toplumsal, ideolojik, estetik tercihlerini dayatıp yaydıkları ve kalıcılığını garantilemek istedikleri seçkilerin oluşturduğu kanonlar. 4. Buna bağlı olarak, egemen toplumsal yapıların kendi dünya görüşlerini doğrulatmak, meşrulaştırmak amacıyla, kültürel bütünlüğü, kurulu düzeni garanti altına almak için eğitim ve medya yoluyla dayattıkları ideolojik seçkilerden oluşan kanonlar. Kanon sözcüğünün etimolojisine en uygun düşen tanım da budur zaten ve uç örneği de Stalinist Rusya’da yapılan kanon oluşturma çalışmalarıdır. 54” Kanon olan metin/yazarın kanon olarak isimlendirilmesi için bir geleneğin içinden akıp gelen geçmişin yüceltilerek kalıcı ve önemli değerler ile üstünlüklerini geleceğe devredip çağıyla bu değerleri bir paydada eşitlemesiyle mümkündür. Edebiyat kanonlarının oluşmasında, geçmişte bir milletin ruhunu ifade eden, kullandığı dil ile geleceğe seslenen kanon kurucusu dâhilere de ihtiyaç vardır. Jusdanis edebiyat kanonun nasıl oluştuğunu ve bu oluşan kanonun bir millet için ne kadar değerli olabileceğini şöyle anlatır: “Edebiyat kanonları bazı metinlerin otoritesini pekiştirir, kabul edilebilir olanı kabul edilemez olandan, edebi olanı edebi olmayandan ayırırlar; bir geleneği muhafaza edip bugünü geçmiş başarılarla irtibatlandırırlar; bütün bir milletin kimliğinin oluşturulup korunmasına yardım ederler; bir cemaatin hikâyelerini düzgün hiyerarşiler içinde tasnif ederler. Kanon, içinde bir milletin, bir sınıfın ya da bir bireyin farklılaşmamış bir kimlik bulabileceği ütopik bir sürekli metinsellik mekânıdır. Kanonun işleyebilmesi için, kullandıkları dil ve otoriteleri ile onu üretip geçerli kılar gibi görünen (Homeros, Shakespeare, Dante ve Goethe) gibi kurucu dehalar kavramı esas önemdedir. Bu kurucular bütün milletin ruhunu ifade eder ve böylece, paradoksal olarak milli sınırları aşıp evrensel şahsiyetler hâline gelirler. Ama yerel ve küresel yazarlar olarak oynadıkları ikili rol kanonun milli statüsünü zedelemediği gibi ona milletlerarası bir prestij de verir.55”

54 Parla, a.g.m., Pasaj, s.12-13. 55 Jusdanis, a.g.e., s.94.

15 Bazı metinlerin unutulmayıp geleceğe kalması dikkate değer bir durumdur. Kalıcılığı, orijinalliği, örnekliği, kural olmayı, listelenen kitap/yazarları içine alan kanonun çözümlemesi yapılmaya çalışılırsa, bu çözümlemede metinlerin nasıl işlenerek kanon makamına ulaşmış olduklarını tarihsel- edebî bir alan araştırmasıyla aydınlatma imkânını elde edebiliriz. Toplumlardaki beğeni ölçütleri değiştikçe, edebî türlerde de değişiklikler olmakta, bu sebepten kanon da değişmektedir56. Bu türden metinler, beğeni değişiminin doğal bir sonucu olarak merkezi önemlerini yitirip daha önemsiz yer ve konumlarda kalabilirler. Modernleşme, kanonun anlam dünyasını da değiştirmiştir57. Jusdanis, modernleşme kavramıyla ilgili şu dikkat çekici bilgileri vererek kavramın kanonla ilgisini ortaya çıkarmaktadır: “Modernleşme katmanlaşmış sistemin etnik-dinsel kimliklerinin yerine geçecek bir milli kültürün oluşturulmasını gerektirir. İmparatorluğun mutlak yasalarının ve kilisenin zorlamaya dayalı âdetlerinin tersine, milli kültür bireyleri cemaat alışkanlıkları, deneyimler, hikâyeler ve tabii ki dil aracılığıyla birleştirir. Devletin bu planlı birlik yoluyla birbirlerine bağlanan üyeleri ortak miraslarını, insanlıklarını ve yazgılarını yaşarlar. Milletin hikâyesini anlatan metinlerden oluşan bir toplam olarak

56 Kanona girememek ölümsüzlüğe kolayca ulaşılamayacağını gösterir. Harold Bloom, Gore Vidal’in kanona girememesinin sebebi olarak cinsel eğilimini öne sürdüğünü söyler. Bloom ise onun kanona girememesinin asıl sebebini, Vidal’in yazdığı en iyi romanların tarihsel romanlar olması ve bu alt türün artık kanonlaşmaya uygun olmaması şeklinde açıklar. Bkz.: Harold Bloom, “Kanona Ağıt” (Çev. Mehmet H. Doğan), Kitap-lık, y.11, No:68, Ocak 2004, s. 81–82. 57 Jusdanis, a.g.e., s.82 v.d. Modernleşme kavramına farklı çevreler değişik anlamlar yüklemektedir. Aytekin Yılmaz, modernleşmenin genel bir tanımını ve bu farklı algıları şöyle açıklamaktadır: “Modernleşme kavramı değişik şekillerde tanımlanmaktadır. Bu farklı tanımlara rağmen geleneksel tarımsal üretim ve küçük çaplı el sanatlarına dayalı durağan bir yapıdan sanayileşmiş, şehirleşmiş, okuryazarlık oranının arttığı, kitle iletişim ve ulaşım araçlarının geliştiği, dinamik bir yapıya geçiş, modernleşme olgusunun ortak özellikleri olarak ele alınmaktadır. Hâkim özellik ise tarıma dayalı toplumsal bir yapıdan sanayiye dayalı toplumsal bir yapıya geçiş olarak belirmektedir. Ana hatlarıyla modernleşme, farklılaşma ve uzmanlaşma olarak ele alınırken; sosyal psikologlar, modernleşmenin doğurduğu zihinsel rahatsızlıklar üzerinde durmakta, iktisatçılar insanları motive eden psikolojik, sosyal ve politik faktörleri göz önüne almaksızın “kişilerin teknoloji kullanımı” vb. hususlara bakmakta; siyaset bilimciler ise, ulus oluşturma, kurumsal yapıyı bozmadan yeni mobilize grupları uyumlulaştırma sorunu olarak ele almaktadırlar. Gerçekte ise modernleşme, sosyal ve fiziki çevreyle ilgili olduğu kadar kişilerin tutum ve değerleri, zihinsel yapıları ve kişiliğiyle de ilgili bulunmaktadır. Diğer bir deyişle modernleşme; modern sosyal ve fiziki çevreye uygun zihinsel yapı, tutum ve kişilik gerektirmektedir.” Aytekin Yılmaz, Modernden Postmoderne Siyasal Arayışlar, Ankara, Vadi Yayınları, 1996, s.19-20. Modernizm ile ilgili son dönemlerde yazılmış iyi bir çalışma için bkz.: Marshall Berman, Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor: Modernite Deneyimi, (Çev.:Ümit Altuğ- Bülent Peker), İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, 447 s. Romanlardaki modernizm için bkz.: Sevim Kantarcıoğlu, Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm, İstanbul, Paradigma Yayınları, 2007, 408 s. Ayrıca kavramı hemen her anlamda irdeleyen bir ansiklopedi için bkz.: Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, (Ed. Uygur Kocabaşoğlu), C. III, İstanbul, İletişim Yayınları, 624 s.

16 edebiyat kanonu insanların kendilerini birleşmiş bir milletin yurttaşları olarak görmelerini sağlayarak dayanışma deneyimini kolaylaştırır.58” Kanon, sadece “milli kimliği” temsil etmez aynı zamanda halka milliyetçiliğin önemli kabul edilmiş değerlerini aşılayarak bu kimliğin üretilmesine de katılır. Bunu yapabilmek için de kanon milletin tarihini kendi anadilinde kaydeder. Kanon, modernleşmenin yıkıcı etkilerinden toplumu korumakla kalmaz, bir kalkan gibi modernleşmenin milletin benliğinde açmaya çalıştığı saldırılardan onları korur59. Bu koruma da toplumdaki kalıcılık kategorisine ulaşmış metinlerin ne kadar önemli olduğunu göstermektedir. Çünkü milletin hassas kabul ettiği her türlü değer ve ölçü, kanon seviyesindeki eserler vasıtasıyla geleceğe taşınır. Milletin “mukaddes geçmiş imgesinin” barındığı kanonik eserler, toplumun kolayca dağılmayacağının garantisini verir. Kanon aslında kalıcılık statüsüne ulaşmış metinlerin kalıcılığını garanti altına almak anlamına da gelir60. Bu sayede geçmişin hemen her türlü özelliği, kanon sayesinde yeniden canlanma umuduna kavuşur. Geleceğe aktarılmış bu metinler, bir nevi kutsallığa ulaştıkları için toplumun bütün bireylerine de öğretilmesi gereklidir. Bu amaçla kanonlar eleştirmenler tarafından eleştiri nesnesi kabul edilir. Eleştirmenlerce kanonik metinlerin kalıcılığını daha da aydınlatacak eleştiriler okumalar, metinle ilgili çeşitli kazı çalışmaları, karşılaştırma ve benzerlikleri ortaya çıkarıcı işlemler yapılır. Toplumun veya sınırlı bir topluluğun veya cemaatin unutulmaya terk etmediği metinler “kutsal”dır ve bu kutsallıkları onların okullarda ders olarak okutulmalarına yaramaktadır. Okul müfredatlarındaki metinlerin, genç kuşaklara sunulmasının temel amacı, metnin niçin “kutsal” kabul edildiğini onların öğrenmesini sağlamaktır. Metnin içerdiği değeri hazmetmiş öğretmenler, bu tür metinlerin kutsallıklarını çeşitli yollarla öğrenciye ispat eder. Genç kuşaklar, bu sayede “kutsal kodlu bir kanonun” okullarda kutsanmasına katılır. Bu tür kanonik metinler, genç kuşaklara örnek olmaları amacıyla edebiyat tarihlerinde ve antolojilerde61 kolayca yer alabilmektedir.

58 Jusdanis, a.g.e., s.79. 59 Jusdanis, a.y. 60 Jusdanis, a.g.e., s.101. 61 “Antolojiler, derleyicilerinin belli dönemlerde nelerin derlenmeye layık olduğunu düşündüklerini gösterdiklerinden, kanon hakkında yapılacak araştırmalar için önemli birer kaynaktırlar. Bir antoloji, belli bir dönemin, çeşitli nedenlerle antolojiyi hazırlayan kişinin dikkatini çeken, kanona dâhil olan metinlerini yansıtır. Antolojileri hazırlayanlar çoğunlukla yaptıkları seçmenin gerekçesini, hem kendi

17 Edebiyat, millî kültürlerin icat edilmesinde önemli bir role sahiptir. “Milletler” der Stathis Gourgouris “siyasal ve coğrafi olarak millet adını almadan önce rüya olarak var olurlar.62” Kültürün içinde değerli bir kurum olan ve kültürü oluşturan, bir arada tutan edebiyat, milletin rüyalarını korumak ve bunları tehlike anlarında yeniden canlandırmakla yükümlüdür. Milletin inşa edilmesi sürecinde milletin öz değerlerini, benliklerini, geçmişte yapılan hatalarından alınan dersleri ve geleceğe ne gözle bakıldığını sonraki çağlara taşıma görevi edebiyatındır. Milletin inşasında millî bilinci belirleyip ilerde çözümlenmesi gerekecek sorunları bir araya getirip kod hâlinde sunan kurumun edebiyat olması, milletin inşasına en fazla yardımı edebiyat kurumunun yapmasına imkân sağlamaktadır63. Geleneğin kutsallaştırılarak yeniden topluma sunulması sırasında toplum da bu kutsallaştırmadan nasibini alır. Bu sebepten kanon, bireysel kimliğin de temelini oluşturan, ortak kimlik oluşturma ve bu kimliği sağlamlaştırma ilkesi olarak görev üstlenmektedir. Kanon böylece bireysel kimlik ile toplumsal kimlik arasındaki ilişkiyi de ortaya çıkartır64. “Dil ve edebiyatın” millet için aynı değerde öneme sahip olduğu düşüncesini ilk ileri sürenlerden biri olan Johann Gottfried Herder, “bir dilin ruhu aynı zamanda bir milletin edebiyatının ruhudur.” fikrini ortaya atarak, dilin bir millet olma idealine sahip topluluk için ne derece önemli bir yere sahip olduğunu vurgulamıştır65. Jusdanis, edebiyatın bir millet için önemini şöyle dile getirir: “Edebiyat milletin, böyle bir birliğin üyeleri olarak yaşayan insanların, kendini yansıttığı hayali aynaydı. Hem bir milletin tezahürü hem de millet-oluşturma sürecinin bir parçasıydı. Edebiyat kanonu bir anlatılar toplamı olarak, bir cemaatin üyelerinin ortak bağlarını anlamalarını sağlayan hikâyeleri kapsar. Edebiyat bir anlamda bir milletin günlüğüdür, onun geçmişinin, şimdisinin ve geleceğinin hikâyesini anlatır. Edebiyat kültürü, millet olarak bütünlüklerini pekiştirmek ve

varsayımlarını hem de okurlarının beğenilerini ortaya koyan savlar içeren bir önsözle açıklarlar. Neyin merkezde neyin çevrede olduğunu, neyin yeniden basılıp neyin yeniden basılmayacağını onların-ve tabii yazarların, öğretmenlerin, kütüphanecilerin, kitap tanıtım yazısı yazanların- kararları belirler. Bir metnin bir antolojiye dâhil edilmesi tabii ki o metnin kanonlaşacağının garantisi değildir. Bu yüzden antolojiler başlangıç aşamasında, tanınmış metinleri bünyelerine dâhil ederek kanonu yansıtırlar. Basıldıkları zamansa edebiyat söylemine girerek kanonun (yeniden) oluşumunda rol alan önemli faillerden biri haline gelirler.” Jusdanis, a.g.e., s.105. 62 Jusdanis, a.g.e., s.68. 63 Jusdanis, a.y. 64 Assmann, a.g.e., s.127. 65 Jusdanis, a.g.e., s.76.

18 modernliğe hazır olduklarını (gecikmiş olarak) göstermek isteyen etnik cemaatler için vazgeçilmez önem taşımıştır. 66” Kanon olan metinlerin yorumlanmaları da diğer yorumlardan farklılıklara sahiptir. Bu tür metinlerin bir harfine bile dokunulamaz; bunlar zaman içinde kesinleşip içine başka şeylerin katılması mümkün olmayan bir katılığa eriştiklerinden, genişletilmeleri, taklit edilmeleri ya da eleştirilmeleri söz konusu bile olamaz. Yorumlama sadece tek bir boyutta, metnin kendisini bozmayacak boyutta icra edilir67. Yorumlanma kanonlaşmayı garantilemese de hayatta kalmanın ön şartıdır68. Kanon, bir topluluğun/toplumun zaman içinde geçirdiği aşama, değişme, dönüşümler içinde aslında geleceğe taşıdığı- veya çeşitli olumsuz sebeplerle geleceğe taşımak istemediği- “özünü” göstermektedir. Bazı metinler bilerek ve istenerek kanon seviyesinde geleceğe uzanır. Bazı metin ve yazarların kanona dahil olabilmesi için tesadüflere, onlara gönül vermiş yazar, akademisyen veya eleştirmenlere ihtiyacı vardır. Buna benzer örnekleri dünya edebiyat ve kültürlerinde de görmemiz mümkündür. Platon’un hemen hemen bütün eserleri günümüze kadar unutulmadan gelebilmişken, onun düşmanlarının adının bile unutulması manidardır69. Türk edebiyatının ilk yazılı ürünlerinin verildiği çağlardan günümüze kadar geçen yazar ve eserlerin bazılarını hatırlayıp bazılarını unutmamızın pek çok sebebi olabilir70.

66 Jusdanis, a.g.e., s.76. 67 Assmann, a.g.e., s.103. 68 Jusdanis, a.g.e., s.102. 69 Jusdanis, bir metnin hayatta kalmasını ilgi-çıkar denkleminde açıklamaktadır: “Kanonluk metinlerin, üslupların ve yaklaşımların edebi olarak adlandırıldığı ve böylece dikkat görmeye layık hâle geldiği ya da kenarlara itildiği, hatta yok olmasına izin verildiği bir sınıflandırma sürecidir aslında. Kanona dâhil olan metinler eski dönem cemaatleri tarafından önemli görülmüş olmalarına rağmen, kıyıda kalmış metinlerden alıntı yapılmamış, başvuru kitaplarında bahsedilmemiş, bunlar hakkında eleştiri yazılmamış, antolojilerde şerhler düşülmemiştir. Bu yapıtlar, baskıları kalmamışsa, yeniden dirilmek için olağanüstü otoriteyi haiz önemli edebiyatçıların (T.S. Eliot gibi) ya da uzmanlaşmış yayınevlerinin (İngiltere’deki Virago gibi) müdahalesini beklemek zorundadır. Kısacası, hayatta kalma tam anlamıyla ilgiye/çıkara bağlıdır. Jusdanis, a.g.e., s.99-100. Unutma ve unutulma bağlamının detaylı açıklanması için ayrıca bkz. : Jusdanis, a.g.e., s.80 vd. 70 Harold Bloom, bir metnin veya yazarın kanon statüsü kazanması için sonradan gelen yazar ve eleştirmenlerin önemine değinmektedir: “Yitik Cennet, laik Kanon belirlenmeden, Milton’unkinden sonra gelen yüzyılda kanonlaştı. ‘Milton’u kim kanonlaştırdı?’ sorusunun yanıtı, her şeyden önce John Milton’un kendisidir; ama arkadaşı Andrew Marwell’den başlayıp John Dryden yoluyla on sekizinci yüzyılın ve Romantik dönemin hemen bütün önemli şairlerine kadar öteki güçlü şairler olduğu da söylenebilir: Pope, Thomson, Cowper, Collins, Blake, Wordworth, Coleridge, Byron, Shelley, Keats. Elbette, Dr. Johnson ve Hazlitt gibi eleştirmenlerin de kanonlaştırmaya katkısı olmuştu; fakat Milton, kendisinden önceki Chaucer, Spenser ve Sheakespear, kendisinden sonraki Wordsworth gibi, geleneği aşmış ve içine almıştır: Kanonluk için en güçlü sınavdır bu. Ancak çok az sayıda kimse geleneği aşıp

19 Bağlamın içinde var olan metinlerin bir kanon oluşturmaları, kanon çözümlemesinde amaçlananların başarıyla elde edilmesini sağlamayabilir. Bir kanon oluşumunu çözümlerken aynı zamanda kanonlaşmaya imkân sağlayan bütün koşulların de çözümlenmesi gereklidir. Jusdanis’in belirttiği gibi kanonluğa dair bir araştırma, tek tek yazarların veya bir bütün olarak edebi hareketlerin önem kazanmalarını ya da ortadan kaybolmalarını sağlayan değerlendirme ölçütleri, beğeni ilkeleri, epistomolojik varsayımlar, edebiyat ve eleştiri kuramları ile ilgilenmelidir71. Peki, edebiyat kanonları nasıl oluşmaktadır? Murat Belge, günümüzde kanonun nasıl ve kimler tarafından oluşturulduğuyla ilgili üç mercinin varlığından bahsetmektedir72. Bunların ilki, toplumda “edebiyat işleriyle” uğraşan her çeşitten yazarlar73, aydınlar, öğretmenler, gazeteler vb. dir. Kanon kurumsal bir yapının tercih, teklif, ret ve kabulleriyle oluştuğundan dinsel veya laik bir kanon oluşumunda da kurumsallık önemli bir değer ve vazgeçilmez niteliklerden birisidir. Kanon oluşumunda eskiden nasıl ki din alanında kilise baskın bir rol üstlenmişse şimdi sanat ve edebiyat alanında “eğitim kurumları, siyasi erk, yazılı ve görsel basın, dergiler, üniversiteler gibi kurumlar karmaşık bir etkileşim süreciyle kanonun oluşmasına katkıda bulunurlar.74” Kanon oluşumuna bunlarla birlikte edebiyat eleştirisine direkt bir katkı sağlayan eleştirmen ve edebiyat tarihçilerinin yanı sıra, akademik anlamda araştırmalarla kanona müdahale edebilecek akademisyenler de katkıda bulunmaktadır. Bunların güçleri ise neyin kanon olacağına neyin kanon

içine alabilirdi, bugünse belki de kimse yapamıyor bunu. (…) Geleneğin içerisinden gelen hareket, ideolojik olamaz ya da kendini, ahlâki yönden ne denli değerli olursa olsun, herhangi bir toplumsal amacın hizmetine koyamaz. Kanona ancak estetik güçle girilebilir, bu da öncelikle bir karışımla yapılabilir: betisel dile egemen olma, özgünlük, bilisel güç, bilgi, söyleyiş coşkusu.” Harold Bloom, “Kanona Ağıt”, Kitap-lık, s.85. 71 Jusdanis, a.g.e., s.82. 72 Belge, a.g.m., Kitap-lık, s.55. 73 Jale Parla da yazarları asıl kanon yapıcı güç olarak kabul eder: “ …kanonların en kayda değer kuruluşu eleştirmenler değil, bizzat edebiyatçılar tarafından yapılanıdır. Örneğin, edebi kanonu değiştiren Cervantes’in bu girişiminin ardında koskoca bir kültür, siyaset, epistomoloji dönüşümü yatar; Goethe’nin Faust söylencesini temel alarak yarattığı ama ilk kez cehenneme değil de cennete gönderdiği Faust’u, Aydınlanma’nın edebiyata nüfuzunu gösterir; Zhdanov’un dayattığı kanonun yıkılışı, bir edebiyatçının sayesinde olur: Bulgakov’un Usta ve Margarita’sı Rus Klasikleri arasında yerini alır, çünkü Usta ve Margarita’da Bulgakov Dostoevsky’nin sorduğu soruları bir kez daha, ama çok farklı bir kültürel ortamda sorar. Shakespeare’in tüm yapıtları bir yönüyle kanon kırıcı, diğer yönüyle kanon yapıcıdır. Gene bir Kanon (din adamı) olan Rabelais Gargantua ve Pantagruel’le öyle sıra dışı bir yapıt koymuştur ki ortaya, bu yapıt sonradan Bakhtin’in roman kuramına temel teşkil edecektir.” Parla, a.g.m., Kitap-lık, ,s.52. 74 Atakay, a.g.m., s.70.

20 olmayacağına görüş, fikir, kanaat, yazar-eser-çevreyle ilgili ilişkileri yoluyla karar vermeleri şeklinde tezahür eder. Günümüzde bazı dergiler, Türk edebiyatının çeşitli edebî türlerindeki kanonları ortaya çıkarmak amacıyla soruşturma dosyaları ve özel sayılar hazırlamaktadır75. Murat Belge, kanon oluşturabilen ikinci mercinin, “en genel adıyla siyaset, biraz daha somutlarsak belki devlet denen tüzel kişilik” olduğunu belirtir76. Devlet organları, edebiyata ve yazarlara aldığı tavırlarla kanonun belirlenmesinde etkili bir güçtür 77. Günümüzde devlet kurumunun bir kanon oluşturmak için nasıl bir yöntem kullandığına ilk ve orta öğretim okulları için oluşturulan “Milli Eğitim Bakanlığı’nın 100 Temel Eser” listeleri güzel bir örnektir. Bu listeler, kanonun geçmişten günümüze kadar şekil değiştirerek gelen “liste” anlamıyla da örtüşmektedir. Devletin bir kurumu tarafından düzenlenen listedeki ilk ve orta öğretimlerdeki öğrencilerin okumak zorunda oldukları Türk ve Dünya klasikleri, devlet kurumlarının edebiyat alanına müdahalesini ve bir anlamda devletin kanon oluşturma çabasını göstermektedir78.

75 Bunlardan Semih Gümüş’ün yayın yönetmenliğindeki “Notos Öykü” dergisi son dört yılda edebiyat dünyasında tartışılan ve ses getiren dört farklı soruşturma düzenleyerek Türk edebiyatının bir nevi kanon listelerini oluşturmaya çalışmıştır. Bu soruşturmaların ilki “Ölmeden Önce Okunması Zorunlu 40 Kitap”tır. Bunlardan ikincisi “Yüzyılın 40 Romancısı”dır. Üçüncü soruşturma “Edebiyatımızda Geleceğin Ustaları” başlığını taşımaktadır. Dördüncü soruşturma ise “Yüzyılın 40 Öykücüsü”dür. Bu soruşturmada 205 seçici, yüzyılın 40 romancısını seçmiştir. Bu türden kanon listeleri düzenlemek, bütün öznellikleri de barındırdığı için tartışmalara sebebiyet vermektedir. Tartışmalar da doğal olarak edebiyat dünyasında hareketlenmelere yol açmaktadır. 76 Belge, a.g.m., Kitap-lık, s.55. 77 Kanon oluşturmak amacıyla siyasi kanadın yaptığı müdahaleler için bkz.: Belge, a.g.m., Kitap-lık, s.56-59. 78Millî Eğitim Bakanlığının “100 Temel Eser Listesi”nin kanon olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği ve bu listelerin edebî niteliğiyle ilgili bkz.: Pelin Başcı, a.g.m., s. 45. Birçok Avrupa ülkesinde ilk ve orta öğretim kurumlarında okutulan milli edebiyat kanonlarıyla ilgili bir araştırma için ayrıca bkz.: “National Literature Canon”, (Çevrimiçi) http ://www .nfer. ac. uk/ eurydice /pdfs/ NationalLiteratureCanon.pdf, 25.03.2010. Devletin özellikle 1930’lı yıllardan itibaren bir “ulus inşa” etme çabasının en önemli güç alanı olan eğitim öğretim sistemine hizmet eden ve edebiyat ders kitaplarının programlarını kendi istediği “kanona” ulaşmak, tasarladığı geleceğe uygun zihinler yetiştirmek amacıyla edebiyat ders kitaplarına yansıtmak istediği “kanon”da dikkate değer ayrıntılar gizlidir. Elif Baki’nin Ulusun İnşası ve Resmî Edebiyat Kanonu isimli eserinde, Milli Eğitim ideolojisinin edebiyat eğitimine bakışı ders kitapları temelinde incelenmiştir. Elif Baki, incelediği 1930–1980 yılları arasındaki lise öğrencilerine okutulan ders kitaplarında edebiyatın, eleştirel ve sanatsal yaklaşımlardan arındırılarak ulus inşa sürecini, bu sürece ve sürecin sonuçlarına uygun insan modelini yaratmanın temel araçlarından biri olarak kullanıldığı iddia etmektedir. Baki, Cumhuriyet ideolojisini kuran ve devam ettirenlerin edebiyatı, “ulus-devlet inşası” ve bir kanon yaratma amacıyla “faydacı” bir yaklaşımla araçsallaştırdığını savunarak bu tür bir edebiyat eğitiminin

21 Siyaset kurumunun da kendi kanonunu oluşturmak, kendi doğrularına uygun bir kanon yaratmak istediği örnekler vardır. Siyasi müdahalelerle kendi kanonu yaratmak, kendi çıkarlarına hizmet eden bazı eserleri kanonlaştırmak için yazarları teşvik eden ve çıkarına hizmet edenlere ödüller veren siyasi otoriteler genelde olumlu sonuçlar elde edememişlerdir. İktidarın ideolojisini temellendirmeye, toplumun hafızasını ciddi bir biçimde oluşturulmak istenen yeni kanona hazırlamak isteyenler mutlaka kanonlaştırma sürecinden bir şekilde istifade etmek istemişlerdir. İktidar79, pek çok alanda yeni insan, toplum, medeniyet ve dolayısıyla da edebiyat inşa etmek için çeşitli müdahalelerle kurulmak istenen kanonu halka “hissettirmeden” benimsetmenin en kolay ve köklü yolu olan edebiyatı ve edebiyatçıları amaçları doğrultusunda “kullanmış”tır. Bu yöntemin önemli yönü, devletin çeşitli kurumlar vasıtasıyla “zor” kullanıp halkın üzerinde baskı uygulamadan ve apaçık bir düşman kazanmadan ideolojisine uygun bir millet inşa etmesine yaramış olmasıdır. Başka ülkelerdeki siyasiler de kanon oluşturmaya çalışmışlardır. Zhdanov’un oluşturmaya çalıştığı Sovyet gerçekliği kanonu, Mao’nun kültür devrimi altında oluşturmaya çalıştığı kanon, Hitler’in sanat ve edebiyat üzerinde kurduğu baskıyla oluşturmaya kalktığı kanonlar etkili ve kalıcı olamamış, kanon kurma çabaları başarısızlığa uğramıştır80. Kanon yaratıcı üçüncü merci ise, Murat Belge’nin etkisini tanımlamakta zorlandığı bir kavram olan “halk” veya “toplum”dur. Ama kanona bu kitlenin tamamının mı bir kısmının mı etki ettiği konusunda onun da net bir fikri yoktur. Bu etkinin nasıl veya ne düzeyde olduğu da tam berraklaşmamıştır. Halk “sırf kalabalıklığı nedeniyle olsun” kanonla ilgilidir. Pelin Başçı da kanonun oluşturulmasında otoritenin önemine vurgu yapmaktadır. Bu otorite bazen devlet kurumunun görevlendirdiği uzmanlar, kimi dolaylı yollardan edebiyat eğitimine zarar verdiğini iddia etmektedir. Haklılık payının olduğu bu iddiadan hareket edersek toplumun edebiyatla olan ilişkisinde bazı çıkmazların ve sorunların ortaya çıktığını pekâlâ söyleyebiliriz. Bkz.: Elif Baki, Ulusun İnşası ve Resmî Edebiyat Kanonu, 2010, Libra Kitap, İstanbul, s.173. 79 A. Cüneyt Issı, iktidarın kanon yaratabilmek için pek çok yöntem kullandığını belirtir. İktidar, milleti inşa etme sürecinde istediği kanonu kurmak için bu yöntemlerden en hafif şiddetli tepkinin oluşmasına hizmet eder. Detaylı bilgi için bkz.: A. Cüneyt Issı, “ ‘Toplum Mühendisliği’ Bağlamında Kanon-Edebiyat İlişkisi”, Hece, y.8, No: 90–92, Haziran-Temmuz- Ağustos, s.360–376. 80 Parla, a.g.m., Kitap-lık, s.52. Ayrıca bu konuyla ilgili ciddi bir çalışma için bkz.: Toby Clark, Sanat ve Propaganda: Kitle Kültürü Çağında Politik İmge, (Çev. Esin Hoşsucu), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2004, 238 s.

22 zamanda “genel olarak, kalıcılıkla geçicilik, taklitle özgünlük, popülerle seçkin metin arasındaki çizgiyi, bu konuda akademik sayılabilecek bir uzmanlığa sahip kişiler, belli ölçütler kullanarak çizerler”81. Edebiyat konusundaki bu ölçütleri edebiyat kuramları belirler. Edebiyat kuramları, içerdikleri yeni ve farklı bakış açılarıyla neyin kanon olabileceğinin yolunu gösterir, metne farklı yöntemlerle müdahale ederek hangisinin kanon olabileceğini ispat eder bir kesinlikte işlev görebilmektedir. Her türlü anlamıyla krizin toplumun birçok kurumunda sarsıntılara yol açtığı, toplumsal karmaşanın yürürlükteki düzeni bozmaya başladığı zamanlarda, edebiyatçılar arasında da eleştiri ve polemiklerin bir geleneği yıkmak amacıyla bir araya getirdiği grup, küme, yazar birliklerinin yeni bir düzen, ekol, mektep vb. kurmak amacıyla birleştikleri durumlarda “kanonlaşma süreci” hız kazanmaktadır. Kanon, bu türden kriz anlarında birbiriyle çatışan düzen ve değerler arasında en iyi ve doğruyu; kısaca genel kabulün olması gerektiği kuralı temsil etmektedir. Kanon, ulaşılmak istenen bir ütopyanın ortaya çıkarılması ve gerçekleştirilmesidir. Kanon bir toplumun, “gönüllü belleğidir”82. Bu bellek pek çok şeyi barındırmakta, içindekileri saklayarak gelecek kuşaklara örnek-kural olacak niteliğe sahip yönlerini sunma gücüne ulaşmaktadır.

1. 1. 3. EDEBİYAT MAHFİLLERİNİN KANON ÜZERİNDEKİ ETKİSİ

Murat Belge’nin sıralamasında net bir biçimde yer almadığı hâlde oluşumun niteliği, gücü, etkisi, organize olma imkân ve kabiliyetiyle kanon yaratabilen, yürürlükteki kanonu teklif, itiraz, telkin ve tenkitleriyle sarsabilen hatta zaman zaman onlara savaş açabilecek düzeyde eleştiriler yönelten edebiyat mahfilleri de kanon yaratıcı mercilerin içinde yer almalıdır. Edebiyat mahfillerine devam edenlerin ortaya attıkları fikir ve iddialar, yürürlükteki edebî kanona yapılan itirazlar, mahfillerin kanon oluşturmak için yaptığı teklifler olarak da görülebilir. Buna en

81 Başcı, a.g.m., s.46. 82 Assmann, a.g.e., s.23.

23 güzel örnek, mahfillere devam edenlerin kendi statülerini topluma açıkladıkları ve mahfilde cevelan eden edebî sohbet, tenkit, eleştirilerin düzeyini de ortaya koyan her türden edebî eserler ile mahfilin süreli yayınlarıdır. Kanon statüsünü belirlemek, eser ve yazarların edebî sınırlar içinde kalarak değerlerini tespit etmek, hatta bir edebiyat hareketini, söylemini eleştirmek de mahfillerden beklenebilir. Mahfillerin kanonlaştırma konusunda pozitif katkıları da olabilmektedir. Bir mahfilde toplanan insanların, kanonlaşmış eserleri anlamak, onun değerini ortaya çıkarmak için yaptıkları her türlü sohbet, kanonlaştırmanın kökleşmesine hizmet etmektedir. İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın konağındaki toplantılarda, Türk Edebiyatının kanon seviyesindeki eserleri değerlendirilmiş, eski edebiyat geleneğinin incelikleri araştırmalarla ortaya çıkarılmaya çalışılmıştır. Hersekli Arif Hikmet’in evinde toplanan Encümen-i Şuara mensupları, “ asırlar boyunca yavaş yavaş oluşmuş Türk estetiğine zarar vermeden Avrupa kültürüne yaklaşmayı ve ondan alacakları yeniliği- yerli şiirin bünyesinde millîleştirmek şartıyle- azar azar zerk etmeyi” denemişlerdir.83 Bütün bu açıklamalardan Türkiye’de toplumun genel olarak kanon seviyesinde kabul ettiği bir eserler/yazarlar listesinin Batı edebiyat ve kültürlerindeki anlamı ve kullanımıyla tam oluşamamış olduğunu söyleyebiliriz. Batı edebiyatlarındaki/kültürlerindeki kanon kelimesinin bütün anlamlarını ihtiva eden bir yapının tam anlamıyla kurulamamış olması, onun hiç olmadığını göstermez. O toplumda farklı bir yönle belirginleşen eser ve yazarlar, edebiyat alanındaki konu, eser, tür ve şekiller ölçeğinde kanonun köklü ve değişmez anlamını çağrıştırmasa da seçilmişliği, kalıcılığı, değerli olması yönlerinden kanona benzeyebilmektedir. Bir kanonun dört dörtlük kurulamamasında o toplumun siyasi-sosyal-ekonomik- epistomolojik yapısının da tesiri vardır. Geçmişten günümüze devredilen gelenekteki travmatik bunalımlarla birlikte, ideolojik yön ve yöntemlerin değiş(tiril)mesi sonucu toplumun edebî tercihlerinde birleştirici bir gücün oluşamaması, bir edebiyat kanonunun kurulması için gerekli edebî dehalar üzerinde uzlaşılamaması, bu uzlaşmazlıkları körükleyen siyasi tonu yoğun tartışmalardan beklenilen, herkesin üzerinde anlaşmaya vardığı “kutsal nitelikleri” belirgin tam anlamıyla “köklü” bir kanon kurulmasına pek fırsat vermemiştir. Bu parçalılığa ve dağınıklığa rağmen, bir

83 M. Kayahan Özgül, “XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara”, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, 1988, s.302.

24 milletin edebî belleği kabul edilen kanonların “emredici kesinliğinin” edebî ortamda olmaması kanonlara girmek isteyen gençlerin kanonları açmak ve kanonları zorlamak84 anlamında yorumlanabilecek edebî tartışma/polemiklerin ortaya çıkmasına da fırsat sağlamıştır. Karşı kanon olarak niteleyebileceğimiz yürürlükteki kanona yapılan itirazlar, kanon kurumundan şikâyetçi zümrelerin, kanon dışına itilmiş yazarların ve onların destekçilerinin bir faaliyetidir85. Harold Bloom, kanonları açmak konusundaki bir çabanın gereksizliğine dikkat çekerek aslında tarihin hemen hiçbir zamanında laik kanonun tamamen kapanmadığına vurgu yapar. Kanonları açmak çabasının beyhude bir uğraş olduğunu Batı Kanonu ile ilgili tespitleri vasıtasıyla açıklar. Bloom, Batı Kanonu olarak adlandırılan kümeyi bir insanın bütün çabalarına rağmen hakkıyla öğrenemeyeceğini de dile getirmektedir. Bunda etkili olan ana sebep ise Batı kanonun özünü oluşturan büyük karmaşalar ve çelişkilerin varlığıdır. Hatta çok fazla cüretkâr bir görüşle Batı Kanonunun, özellikle de 1800’den günümüze kadar ne olduğunu hiç kimsenin söyleyemeyeceğini iddia etmektedir. Bloom, Batı Kanonun bütün sıkıntılarından onun “hayatta kalanlar listesi” kabul edilerek kurtulabileceğini iddia etmektedir86.

84 Kanonları zorlamaya çalışmak, genelde kanonla ilgili sıkıntı ve itirazları olanların giriştikleri bir eylemdir. Bu girişimlerin akılda en fazla kalıcı olanlarından biri, kanon kavramını hiç düşünülmeyecek bir anlamda kendi amacı için kullanan aynı zamanda bir Kanon (Kilise’nin kurallarına göre yaşamayı seçmiş din adamı) olan John Donne’dan gelir. O, “Kanonizasyon” şiirinde, kanonun dini anlamına hiç değinmeden kavramın anlam alanını tersyüz ederek kavramı cinsel coşkuya mal etmiştir. Parla, a.g.m., Kitap-lık, s.51-52. Oğuz Demiralp de John Donne’un “Kanonlaştırma” şiirine bir yazısında değinmektedir: “Bu şiirde özne sevgilisiyle kendisi için yazılacak şarkıların onların aşkın kanonuna alınmalarını sağlayacağı söyler. Kanonlaşmak nerdeyse azizlik mertebesine çıkmak gibidir.” Demiralp, a.g.m., Pasaj, s. 20. Şiirin İngilizce orijinali için bkz.: John Done, “The Canonization” (Çevrimiçi) http:// www. luminarium. org/ sevenlit/ donne/ canonization.php, 7.3.2010. 85 Robert Harris’in düzenlediği Edebî Terimler Sözlüğü’nde (A Glassory Of Literary Terms) kanonu değiştirmek amacıyla verilen savaş şöyle anlatılmaktadır: “Şimdilerde üç nedenden ötürü kanonu değiştirmek veya reddetmek için verilmekte olan bir savaş var. Öncelikle, şaheserler listesi tamamen ölü beyaz Avrupalı erkeklerin kitaplarından oluşuyor ve suçlama kadınlar, azınlıklar ve Batılı olmayan yazarların göz ardı edildiği yönünde. İkincisi, 20. yüzyılın sonlarında ve 21. yüzyılın başlarındaki nihilizmin üniversitelerin edebiyat bölümlerinde kendini hissettirmesiyle edebiyat çevrelerinin üstünde bütün standartların reddedilmesi yönünde bir baskı hakim. Bilim adamları ve profesörler kanonizm kaygısı taşımadan sevdikleri ya da fikirlerini yansıtan kitapları seçmek istiyorlar. Üçüncü neden ise, kanonun kısmen politik çevreler ve şahsi felsefi etkiler tarafından belirlendiği yönündedir. Kitapların eğer eleştirmenlerin felsefi düşüncelerini yansıtıyorlarsa “şaheser” olarak tanımlanmaları muhtemeldir…” “Canon” (Çevrimiçi) http://www.virtualsalt.com/litterms.htm / 31.1.2010. 86 Harold Bloom, The Western Canon: The Books and School Of The Ages, U.S.A, Harcourt Brace &Company,1994, pp. 37-38. Türkçesi için bkz.: Bloom, a.g.m., Kitap-lık, s.90.

25 Karşı kanon oluşturmak isteyenler de bir araya gelerek kendi kanonlarını kurmak istemişlerdir. Bunların iddialarını ispat etmek için yayın faaliyetlerine giriştikleri tespit edilebilmektedir. Bu anlamda tek sayı çıkmış olmasına rağmen yürürlükteki edebî kanona, edebî bir muhalefet kürsüsü gibi karşı çıkan Küllük dergisi dikkatleri üzerine çekecek kadar iddialı bir çıkış yapmıştır87. Derginin bu iddiasının arka planında, yürürlükteki kanona eleştiri oklarını yöneltmiş olması ve edebiyat alanında etkili bir muhalefeti besleyecek bir güce sahip olması da kapatılmasının görünmeyen yönlerinden biridir. Dergi Dâhiliye Vekâletinin bir kararıyla yayınına son vermek zorunda kalmıştır. Küllük dergisine yazı yazanların dünya görüşlerindeki yakınlık ve benzerlikler, hemen hemen aynı yaş grubundan olmaları, sosyal statüleri, ekonomik durumları ve siyasi algılarında homojenlikler karşı kanon oluşturma amacının planlı bir çaba olduğunu göstermektedir. Yine bu anlamda Küllük dergisi hareketinden önce de bir karşı kanon hareketi ortaya çıkmıştır. Nazım Hikmet ve çevresinin “Putları Yıkıyoruz” kampanyası88, Batı edebiyatı kanonu türünden bir edebî kanon kurumunun olmadığı toplumumuzda, yürürlükteki edebî kamuoyunun hoşlanmayacağı bir yol veya yön değişikliğinin

87 Küllük dergisi ile ilgili bilgi için tezin Küllük Kahvesi başlıklı bölümüne bakılabilir. Küllük kahvesi ve dergisi için ayrıca bkz.: Beşir Ayvazoğlu, “Kapanalı Yarım Asır Geçtiği Hâlde Unutulmayan Kahve ‘Akşam Sabah Küllük’teyiz”, Türk Edebiyatı, y.37, No: 432, Ekim 2009, s.12-20. 88 Nâzım Hikmet’in “Putları Yıkıyoruz, No.I-Abdülhak Hâmit” yazısı, bir karşı kanon hareketini başlatan kıvılcım gibi düşünülebilir. Yazar, dahi-i azâm unvanlı şairi, Harold Bloom’un tespitine göre neredeyse bütün bir Batı Kanonu yaratmış olan Sheakespear ve ünlü Fransız yazarlarla kıyaslamakta, onun bir taklitçi olduğunu iddia etmektedir: “…Şekspir bir taraftan, içinde yaşadığı içtimai teşekkülün tenkitçi bir ifadecisi olmuş; diğer taraftan “gelen”i, istikbali sezmiş ve ana hatlarında düsturlaştırmıştır. Halbuki böyle bir inkişaf merhalesinden esas itibariyle, bütün milletler geçtiği için Şekspir’in tipleri, karakterleri de beynelmilel bir mahiyet almıştır. (…)Bu Osmanlı sanatkârı, Osmanlı cemiyetinin çok dikkate şayan bir inkişaf merhalesinde yaşamıştır. Bu merhale Osmanlı derebey saltanat devrinin can çekişme ve yeni bir içtimai teşekkülün ilk doğum ağrıları merhalesidir. Ve bundan dolayı Hâmit Bey teferruatta ayrı hususiyetleri olsa bile bazı ana esaslarda müşabih vasıfları haiz olan Şekspir devri İngiltere’sinin Şekspir’i, Rasin, Korney devri Fransa’sının Rasin ve Korney’inin tesiri altında kalmıştır. (…)bugün Hâmit Bey’in bir piyesini Londra veya ’te oynasalar, seyirciler Şekspir, Korney, Rasin’in karikatürleştirildiğini, yahut da aktörlerin rollerini unutup tuluatçılığa kalkıştıklarını zannederler.” Nâzım Hikmet, Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil: Yazılar:1, 5.bs., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2007, s.19. N. Hikmet’in ikinci yazısı ’la ilgilidir. Yazar, onun “milli şairlik, Türk şairliği” unvanlarına sahip olabilecek bir değerde olmadığını iddia etmektedir: “Mehmet Emin Beyin sözde Türkçe yazdığı şiirlerin içi ve dışı o kadar iptidai şeylerdi ki, bunlar temiz Türkçe taraftarlarını kısa bir müddet içinde de olsa yanlış bir yolda yürüttü. Mehmet Emin Beyin çok az bir zaman için nümune vazifesini gören yazıları, temiz Türkçe taraftarlarını, canlı olmayan, uydurma bir dil etrafında bocalattı. Fakat hayatın ve inkişafın mantığı çok çabuk kendini gösterdi. Emin Bey daha hayattayken ölü şairler arasına katılıverdi.” Nâzım Hikmet, a.g.e., s.25.

26 zorunluluğunu, Abdülhak Hâmit ve Mehmet Emin gibi şöhretli şairlerin oluşturduğu imgenin bir karşı kanon hareketiyle yıkılma isteğini göstermektedir. Halit Fahri Ozansoy’un oğlu Gavsi Ozansoy ve arkadaşlarının başı çektiği bir başka tartışma da, kanonu değiştirmek amacıyla ortaya çıkmıştır. Edebiyat kamuoyunda “Tasfiye Polemiği”89 olarak bilenen, beğeni anlayışındaki değişimin eski yazarları ve onların beğeni, sanat, dünya algılayışlarında da değişiklerin yeni edebî ortamda yerinin olmayacağını gösteren bu tartışma, diğer pek çokları gibi etkili olamamıştır. Ama her şeye rağmen, edebiyatla uğraşanların kendi edebî beğeni ölçütlerine uygun tercihleri her zaman var olagelmiştir.

1.2. SANAT/KÂR HAMİLİĞİ (PATRONAJ)

Bir arada yaşamak zorunda olan insanların temel ihtiyaçlarının dışında, topluluk hâlinde yaşamalarının bir neticesi olarak farklı maddi ihtiyaçları vardır. İnsanlar bu ihtiyaçlarını gidermek amacıyla çeşitli işler yapmakta, çeşitli sanatlarla

89 Tasfiye Polemiğini başlatan yazıda “yeni neslin davasını ortaya koyan gençler namına imzası bulunan” Abidin Dino ve Sait Faik’in iki temel “mütearife”si bulunmaktadır. Bunların ilki yazıda şöyle yer almaktadır: “ …Tanzimattan büyük harp başlangıcına gelinceye kadar, Avrupalılaşma davasında, Türk sanatkâr ve münevverinin mutlak olarak arz ettiği levha derin bir aciz, sefil bir iflâs, eşsiz bir apışma felaketinden başka bir şey değildir. Jeune Turc tipile inkılâbı, Edebiyat-ı Cedide ile sanatı ve Kamusu Felsefe ile tefekkürü kurduğunu vehmeden Tanzimat ve Tanzimat sonrası sanat ve fikir adamı, gününde ne maziyi ve ne istikbali ne Şarkı ne Garbı anlıyabilmiş, mucize çapında azametli bir ahmaktır.” İkinci mütearife ise şöyledir: “ …hakikî, millî bir edebiyata sahip olmak demek, hakikî bir ümanizme sahip olmak demektir. Tasavvur edin ki, elhanın sanat ve fikir kafasını emziren bu örnekler dururken roman Edebiyat-ı Cedide’de Gonkur Biraderler ve şiir Sülli Prüdom ve Fransüve Kope nam cücelerin çiftliği olmuştu. Bütün fikir sahası ise Fage ve Güstav Löbon’dan başka yavuklu bulamadı. Taklidi bile beceremeyen mukallit! O mukallit ki Şarkta müflis, Garpta müflis ve öz vatanında müflis. Yalan söylemiyoruz! Hem Şark ve Garp hem de ana vatanla ilk defa temasa biz geçtik. Evvela bütün Şark milletleri, sanatkârları ve halk şairlerile ilk temasa geçen nesil bizimki! …İlk defa olarak, en çetin nefis muhasebelerine cesaretle girmekte korkuya düşmiyen, yerle gök arasında her türlü varlık davasını, sebep ve neticesini kurcalıyan nesil bizimki! Ayrıca romanda, piyeste, fıkrada, nesirde dava ve mesele-isterse şimdilik bir tohum kadar minik olsun- bizim nesille beraber kalkınmağa davranmıştır. Biz bütün âzamız ve bütün hamulemizle neslimizin kıymet hükmünü anlatmak için elele vermiş bulunuyoruz. Sözümüzün hakiki boyunu bosunu zaman ve eser gösterecek. Babıali mütegallibesi, son münakaşalarda bazan isim bile zikretmeden kendi kendisini belli etmiş olmakla, liste tanzimine ihtiyaç bırakmadı. Biz şahıslarla kavga etmiyoruz. Bir nesil ve bir geri fikirle kavgadayız. Binaenaleyh yazımızın içinde, isme lüzum görmüyoruz. Nuhun gemisi kalkıyor. Fakat bu sefer muzır mahlûkattan başka herkes küpeştemizdedir.” Abidin Dino-Sait Faik, “Gençlerin Müşterek Beyanatı: Yeni Neslin İddiası ve Davası”, Tan, 24.1.1940, s.5.

27 kendilerini tatmin etmeye çalışmaktadır. Topluluk hâlinde yaşayan insanlar farklı sınıflara veya tabakalara ayrılır. Bir toplumda iktidar mevkiinde olan insanlar olabileceği gibi hükmedilen tebaa da olabilir. Zenginlerin yanında fakirlerin de yaşaması hayatın realitesidir. Bu sebeple genelde sanatkâr ve zanaatkârların geçinmeleri çok da kolay değildir. Nitekim pek çok kültürde özellikle sanatkâr ve zanaatkârları koruyup destekleme, zor durumda olan insana yardım etme ve ona hak ettiği ölçüde hediyeler ve dolayısıyla değer verme, yaşanan kültürün içinde anlam kazanan değerler bütünüdür. Eski toplumlarda sanat işleriyle uğraşanlar, geçimlerini sağlayabilmek için faaliyet alanlarının dışında çalışmak zorunda kalabiliyorlardı. Bu durum onların hem enerjilerine hem de sanata ayıracakları zamanlarına mal oluyordu. Edebiyatla uğraşan bir şairin tek başına geçinebilecek bir gelir kaynağı eğer yoksa şair şiirleriyle, zanaatkâr el ürünü eserleriyle geçimini sağlamaya çalışıyordu. O zamanlar için şiirlerini zengin ve soylulara sunarak onların hem zenginliğinden hem de iktidarlarından faydalanmak eleştirilecek bir durum değildi. Batı toplumlarında bile matbaanın icadına kadar edebiyat, yazarın temel geçim kaynağı olmamıştır. Matbaanın icadıyla birlikte kitapların seri üretimi, kitap yayınlayan yayınevlerinin ortaya çıkmasını sağlamış ve böylece kitap da bir değişim değerine sahip olmuştur. Alan Swingewood’un tespitine göre, “ucuz basımın ve ‘yığın piyasası’nın (mass market) yükselişiyle himaye sistemi basımcı ve kitap satıcılarının mutlak hâkimiyetlerine (otokrasi) son verdiler. Yine, geç 18. yüzyılda özel orta-sınıf izleyici topluluğunun öne çıkması, yazarların durumunu bağımlılıktan, ‘meslek’ olarak yazarlığa” dönüştürmüştür90. Özellikle orta çağda bir iktidar alanının kuvvetini kullanan muktedir soylu - bey, kral, sultan, hükümdar gibi unvanlar kullanan -kişiler, çevrelerinde bulunan ve zor durumda olan ve geçinmekte zorlanan sanatkârlarla zanaat erbabını desteklemiştir91. Bu türden himaye (patronaj) etkinliği, iktidar alanındaki kişi veya

90Alan Swingewood, “Edebiyat Sosyolojisine Yaklaşımlar” Edebiyat Sosyolojisi (içinde), s. 108. 91 Şemsettin Sami, Kâmûsu’l-A’lâm’ında Shakespeare’i tanıtırken onun da bir hamiye sahip olduğunu belirtmektedir: “İngilizlerin en büyük şairi olup, tiyatro manzumeleri yazmaktaki büyük başarısı ile tanınmıştır. 1564 tarihinde Warwiek eyaletinin Strafford kasabasında doğdu. Rivayete göre kasap veya koyun yünü tüccarının oğlu idi. Çok az terbiye görüp yeterince tahsil yapamamış ve 18 yaşında iken kendisinden sekiz yaş büyük bir kadın ile evlendirilmiştir. 22 yaşında iken kaçakçılıkla itham edilip memleketini terk etmeye mecbur olmuştur. Londra’ya giderek bir müddet tiyatro kapısında beygirleri tutmakla görevlendirilmiş ve zamanla bazı şahıslar yerine tiyatro oyunlarına kabul edilmiştir. Bu süre zarfında kendini geliştirerek bazı eski tiyatro kitaplarını düzeltmeye ve nihayet yeninden tiyatro oyunları yazmaya başlamıştır. Gerek aktörlükte ve gerek yazarlıkta şöhret kazanarak Kraliçe Elizabeth ile Kral Birinci Jack’ın ve diğer büyük insanların

28 ailenin sosyal alanda da adının yaşamasına, iktidarını pekiştirmesine yaramaktadır. Saray- şato merkezli bir hayatta, sarayın, şatonun sahibi zengin soylular, çevrelerine yetenekli sanat erbabını toplayarak onların sohbetlerinden de faydalanıyorlardı. Soyluların sanatkârları korumasının pek çok sebebi vardır. Aslında soylu, otoritenin her alanda pekiştirilmesine hizmet eden mesenlik kurumu sayesinde soyluluğunu bir “temsil olarak” kamuya sunar92. Şiir ve her türden edebî eserler sayesinde topluluğa sunulan bu “temsili imge”, soylunun genelde toplum nezdindeki statüsünü oluşturur ve ortaya çıkarır. Batı toplumlarında sanatı ve sanatkârları destekleyip koruyan kişiler vardı. Mesen kelimesinin isim babası da olan Roma İmparatoru Augustus’un danışmanı Gaius Clinius Maecenas, çevresindeki şairleri ve sanatkârları desteklemiş, onların sadece sanatlarına motive olmalarını sağlayacak önlemler almıştır93. Roma’da sanatçılara destek vermek, evini sanatçılara açmak; zengin, sanatı seven ve kültürlü kişilerin yapabilecekleri bir faaliyetti. Gaius Clinius Maecenas, sanatçıları hiçbir zorlama olmadan, kendi isteğiyle desteklediğinden, onun himayesindeki sanatçılar tarafından adı ölümsüzleştirilmiştir. İ.Ö. 70 yılında Arretium’da doğmuş Romalı bir aydın olan Gaius Clinius Maecenas, edebiyat ve felsefeyle ilgilenmiş, devrin en yaygın yazı türlerinden olan diyaloglar ve şiirler yazmıştır. Herhangi bir kamu görevine sahip olmamasına rağmen Octavius’un çok güvendiği bir kişi olduğundan, onun şehirde olmadığı zamanlarda danışmanı olarak ülkenin işlerini düzenlemiştir94. Maecenas’in adını asıl ölümsüzleştiren faaliyeti, Vergilius, Horatius, Propertius gibi

teveccühüne ve ihsanlarına mazhar olmuştur. Çok geçmeden Londra civarlarında Southwark kasabasındaki Globe tiyatrosunu satın alıp, büyük bir servete sahip olmuştur. Aktörlükten çekilip 1610’da doğduğu yerlere dönerek doğup büyüdüğü evi satın almıştır. (Vurgu bize ait) 1616’da orada 52 yaşında ölmüştür. Geriye 35 manzum tiyatro ve risale, 2 manzume ve bazı şiirler bırakmıştır. Eserleri gerek dil ve üslup güzelliği ve gerek olayların ve kahramanların anlatımındaki güzellik bakımından şöhret kazanmıştır. Eski şairlerin bazı şekil ve ölçülerine en evvel karşı çıkan ve romantik tabir edilen yeni şiir tarzını ilk uygulayan Shakespeare’dir denilebilir.” Ş. Sami, Kâmûsu’l- A’lâm, C.IV, İstanbul, Mihran Matbaası, 1306, s. 2864. 92Jürgen Habermas’ın temsilî kamu kavramını, sanatkâr hamiliği kurumuna dönüştürerek kullanıyorum. Habermas, temsilî kamuyu şöyle açıklamaktadır: “…Temsilî kamu kendini toplumsal bir alan, bir kamu alanı olarak ortaya koymaz; daha çok, deyim yerindeyse, bir tür statü belirtisidir. …Temsilî kamunun açılımı, şahısların vasıflarına bağlıdır: İşaretler (armalar, silahlar),kılık- kıyafet (giyim, saç şekli), jestler (selâmlama tarzı, edâlar) ve retorik (hitap tarzı, genel olarak konuşmanın resmîliği); kısacası, çok sıkı bir davranış kodu.” Habermas, a.g.e., s.65-66. 93Nalan Yılmaz, “Avrupa Sanat Tarihinde Mesenlik”, (Çevrimiçi) http:// lebriz. com/ pages/ lsd.aspx? lang=TR§ionID=2&articleID=661&bhcp=1, 04. 02. 2010. 94 Süheyla Öncel, “İtalyan Edebiyatında Mesenlik”, Gündoğan Edebiyat, C.V, No:20,1997, s.63.

29 ünlü edebiyatçıları himaye ederek korumasıdır. Evinde ünlü şairlerin katıldığı bir edebiyat mahfili kurmuştur. Onlara değer vermesinin tek bir nedeni de yoktu. Süheyla Öncel, Maecenas’in iki temel amacının olduğunu belirtir. Birinci amaç, sanat sevgisidir. İkinci amaç ise Roma İmparatorluğunu eski ihtişamlı yapısına kavuşturmak için yakın arkadaşı İmparator Augustus’un siyasi görüş ve ilkelerini edebiyat yoluyla halka yaymaktır95. Onun adı, bu sayede çağlar boyu sanatkârları destekleyen anlamında bir kavram adı olarak kullanılmıştır. 15. yüzyılda Floransa şehir devletinin başında bulunan Cosimo Medici’nin adı da mesenlik kavramının Avrupa kültüründe oluşmasına yaptığı olumlu hizmetler sebebiyle ölümsüzleşmiştir. Sanata ve sanatçıya yardım etmekten büyük bir zevk alan Cosimo Medici, bazı ressamları himayesine alarak onlara atölyelerinde din dışı konularda yeni kitaplar resimletmiştir. Ekonomide, politikada ve sanatta söz sahibi olan Cosimo’nun ölümünden sonra ailenin diğer üyeleri de birkaç kuşak mesenliği sürdürmüşlerdir96. Batı toplumlarında kilise kurumu da sanatı kendi şart ve kurallarına göre yönlendirerek sanatın ilerlemesine, sanatkârın korunmasına katkılarda bulunmuştur. Kilise kurumu, dini yapıların süslenmesinde, buradaki ayinlerde icra edilmesi için yeni bestelerin yapılmasında maddi ve manevi desteğini esirgememiştir97.

95 Öncel, a.g.m., s.63. 96 Nalan Yılmaz, A.e. Yazar aynı yazısında, Medici ailesinin diğer fertlerinin sanata yaptığı katkıyı ve başka mesenlerle ilgili şu bilgileri vermektedir: “Cosimo’nun torunu genç Lorenzo Medici yanında sanatçılar bulunduran, onları yönlendiren ve din dışı resimler yaptıran bir isimdir. Koleksiyonunda kitaplar, kabartmalar, kıymetli taşlar, duvar halıları, Antik heykeller, Bizans ikonaları, Flaman ve İtalyan resim ve heykelleri bulunur. Floransa sanatının özelliklerinin yaygınlaşması için Botticelli’yi, Verrocchio’yu, evrensel insanın simgesi Leonardo da Vinci’yi Milano, Venedik, Roma’ya ve Fransa’ya gönderir. Lorenzo Medici, Leonardo da Vinci’nin çalışmalarını takip eder, ona siparişler verir, dost olarak görerek ortak çalışmalar yapar. Şiir, müzik, felsefe ve resim üzerine konuşurlar. Mediciler, Floransa yönetimindeyken onlara karşı olan ve yönetimi ele geçirmek isteyen düşmanlara da sahiptirler. Brunelleschi’ye kilise yaptıran güçlü Pazzi Ailesi’nin kendisine karşı düzenlediği bir suikast girişiminden sonra Lorenzo Medici şehrin yönetimini Tommaso Soderni’ye emanet edip Pisa’ya gider. 1492’de ölümünden sonra da Medici’lerin yönetimine başkaldırılar devam eder ve aile 1527’de Floransa’dan sürülür. Pucci Ailesi de birkaç nesil boyunca Tiziano, Correggio, Pontormo, Andrea del Sarto, Raffaello, Parmigianino gibi büyük sanatçılarla çalışır. 15. yüzyılda sanatçı ve mimar bir iş aldığında işverenden karşılığını talep eder ve anlaşma sağlanırsa o işi üstlenir. Bu iş anlaşmasında her iki taraf koşulları yerine getirmelidir.” Türkiye’de ve daha sonra göç ettikleri Paris’te Camonda ailesi de sanat/kâr hamiliğiyle hafızalarda yer etmiştir. Geniş bilgi için bkz.: Nora Şeni- Sophie Le Tarrnec, Camondalar: Bir Hanedanın Çöküşü, (Çev. Yaman Aksu), 3.bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, 356 s. 97 Klasik Batı müziğinin temel taşı kabul edilen Bach da yaşadığı devirde soyluların himayesini kabul etmiştir. O, pek çok eserini aynı zamanda Kiliselerde düzenlenen ayinler için yazmıştır. Detaylı bilgi için bkz.: Aydın Büke, Bach: Yaşamı ve Eserleri, 2. bsk., İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2005, 486 s.

30 Osmanlı toplumu gibi patrimonyal toplum yapısında ise mutlak güç bir hükümdarın şahsında toplanmıştır98. Bu hükümdar, bir baba gibi ülkesinin kullarının her türlü sorunuyla ilgilenmek zorundadır. Hükümdarın şahsında “devlet baba” belirginleşmektedir. Hükümdar, hayatın hemen her alanında tek yetkili, sorumlu ve halkın mutlak itaatini hak eden bir varlıktır. Sanatkârların böyle bir toplumda ekonomik özgürlükleri olmadığından, onlar geçimlerini sağlayabilmek için bir himayeye ihtiyaç duymuştur. Mülkün sahibi (sahib-i mülk) sultan, sanatkârların yegâne “hamisi”, yani bir nevi “patronu”dur. Halil İnalcık, patronun özel ilgisine mazhar olanların, onun “terbiyeti” sayesinde iyi mevkiler elde edebildiklerini tespit etmiştir99. Osmanlı patrimonyal toplumunda “terbiyet, kulluk, intisâb” sistemi, sosyal ilişkilerin temeli olmuştur. Bu sistem, patron ile kul arasında bir sosyal bağ kurulmasının yolunu açmıştır. Patron, yetiştirdiği ve himaye ettiği sanatçılarla şöhretini ve yeri geldiğinde soysal statüsünü yükseltmekte, himaye edilen sanatçılar da hayatlarını idame ettirecek bir gelire ve sanatlarında yükselebilmek için de güçlü bir kişiye sahip olmaktaydılar100. Patrimonyal bir devlette saray, hayatın merkezi olduğu için orada her zaman en iyilerin yer alması gereklidir. En iyi zanaatkârdan tutun da en iyi hizmetçiye oradan da en iyi şaire kadar hayatın en iyileri iktidarın merkezi olan saray-konak türü yapılarda toplanmaktadır101. Bu sebepten saray çevresindeki edebi muhitler diğer muhitlere nazaran daha kolay teşekkül etmiştir. Halûk İpekten, cömertlikleri, edebiyata verdikleri önem ve değerli eserlere gösterdikleri ilgi sebebiyle devlet merkezindeki padişah saraylarının edebi muhitlerin merkezinde yer aldığını belirtir. Bunun yanı sıra İstanbul dışındaki sancak merkezlerindeki şehzade sarayları, beylerin konakları da edebi muhitlerin oluşmasının mümkün olduğu, muhtemel

98 Halil İnalcık, Şâir ve Patron: Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme, 2.bs., Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005, s.10. Halil İnalcık, eserinde patrimonyal devlet yapısını şöyle açıklamaktadır: “Max Weber’in belirttiği gibi, Ortaçağ’da, Doğu’da ve Batı’da, monarşilerde devlet; patrimonyal yapıda olup egemenlik gücü, mülk ve tebaa, mutlak biçimde hükümdar ailesine ait sayılırdı ve yalnız onun lûtf ve inayetine erişenler, toplumun en şerefli ve zengin tabakasını oluştururdu. Hanedanlar arasında rekabet ve üstünlük yarışı, yalnız muhteşem saraylar, hadem ve haşemde değil; ilim ve sanatın hâmiliğinde de kendini gösterirdi.” İnalcık, a.g.e., s.10. 99 İnalcık, a.g.e., s.16. 100 İnalcık, a.y. Osmanlı patrimonyal toplumunda intisâb veya patronaj, seçkin sınıfın hemen her bölümünde, bürokrasiden tutun da ilmiye sınıfına kadar görülebilen bir hiyerarşinin temelinde yer almaktadır. Geniş bilgi için aynı kaynağa bakılabilir. 101 İnalcık, a.g.e., s.10.

31 devlet mekanizmasının içinde veya yakınında yer alan mekânlardır. Şairlerin çoğu ya resmi görevleri sebebiyle ya da himayeye muhtaç oldukları için bu muhitlere girmek istemişlerdir102. Osmanlı toplum yapısında himaye veya tavsiye sistemi sadece himaye edilene fayda sağlamıyordu. Bir kişiyi devlet kademesindeki bir makama tavsiye etmek, tavsiye eden kişinin de menfaatine yaramaktaydı. Himaye eden “tavsiye”siyle devlet kademesine yerleştirdiği kişiler sayesinde, bir nevi menfaatinin korunacağının garantisini kazanıyordu103. Himaye edilen sanatkârların sanatlarını icra edebilecekleri ferahlığa kavuşmaları, onların yaratıcılıklarını besleyecek bir fırsatın oluşmasını da sağlamıştır104. Ayrıca patronun “cömertlik”, “koruyuculuk” imgesi bir şairin veya sanatkârın eseri sayesinde halkın gözünde değer ve kalıcılık statüsüne erişebiliyordu. Genellikle güzel söz söylemeye meyilli, şiir seven hatta zaman zaman da şiir yazan şair padişah ve diğer rical, şairleri himaye ederek hem onların sohbetlerinden ve şiirlerinden yararlanmış hem de himayeye aldıkları isimlerin kendileri için söyledikleri şiirlerle de iktidarlarını kalıcı kılmaya çalışmışlardır. Şairlerin bu tür muhitlerde yaşamaları onlara hünerlerini gösterecekleri mekânlar da sağlamıştır. Şiirlerini sunabilecekleri bir piyasanın oluşması, şairleri kendi aralarında yarışmaya de sevk etmiştir diyebiliriz. Şiirden anlayan, yeri geldiğinde tartışılan konularda hakem rolünü en iyi üstlenebilecek bir donanımda olan padişah, sözleri ve ihsanlarıyla muhitinin kalitesini belirlemiş ve böylece güzel kabul ettiği şiirleri ihsanlarıyla da ödüllendirmeyi bilmiştir105.

102 İpekten, a.g.e, s.11. Himaye sadece edebiyat alanıyla sınırlı değildir. Kanuni’nin himayesiyle kölelikten veziriazamlığa kadar çıkan “maktul” lakaplı İbrahim Paşa da sanatkârları destekleyen bir hamidir. Onun hamiliğiyle ilgili bilgi için bkz.: Esma Tezcan, “Pargalı İbrahim Paşa Çevresindeki Edebî Yaşam”, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2004, 134 s. Ayrıca bkz.: Tûbâ Işınsu İsen-Durmuş, “II. Selim Dönemi Sonuna Kadar Edebî Hâmîlik Geleneği”, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmış Doktora Tezi, 2006, 162 s. (Tûbâ Işınsu Durmuş, Tutsan Elini Ben Fakîrin: Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği, İstanbul, Doğan Kitap, 2009, 116 s.) 103 Fahri Unan, “Osmanlı Resmî Düşüncesinin İlmiye Tarîki İçindeki Etkileri: Patronaj İlişkileri”, Türk Yurdu, No: 45, Mayıs 1991, s.36. 104 Hilâl Kazan, “XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı Sarayının Sanatı Himayesi”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Sanatları Tarihi Bilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2007, s. 54. 105 15 ve 16. yüzyıllarda tahta bulunan Osmanlı padişahlarının şairlere verdikleri ihsanlar için Halûk İpekten’in eserine müracaat edilebilir. Bkz.: İpekten, a.g.e, s.25–134. Ayrıca Hilâl Kazan’ın doktora tezine de bakılabilir.

32 Saraya ve devlet ricaline yanaşmak, onların himayesine girmek isteyenler farklı şekillerde desteklenmişlerdir. Bu destekler genelde üç şekilde oluyordu: Para, mal, mevki106. Hilâl Kazan, şairlere üç aylık yapılan para yardımlarının Ruznamçe Defterleri’nde yer almasını, devletin sanatkâra verdiği desteğin resmi bir kanıtı olarak yorumlamaktadır. Ayrıca sanatkârlara “müteferrikalık, divan kâtipliği, defterdarlık” gibi derecelerin verilmesi onların sosyal statüsünü yükselten, aynı zamanda onlara ek bir gelir sağlayan himaye şeklidir. Nakdi yardımların dışında padişahın ayni olarak da sanatkârlara elbise bağışlayıp bir yerin tımarını bağladığını hatta sanatkârların binek hayvanlarının ve onların yem masraflarını bile karşıladığını Hilal Kazan’ın verdiği bilgilerden öğrenmekteyiz107. Osmanlı Devletinde edebiyat alanındaki himaye sistemini kurumsallaştıran kişi Fatih Sultan Mehmet’tir. Haluk İpekten, İran ve Türk edebiyatlarını iyi bilen Fatih’in, yaşadığı süre içinde Türk dili ve edebiyatının o zamana dek görülmemiş bir şekilde inkişaf ettirdiğini yazmaktadır. İstanbul’da onun hizmetinde 185 şair bulunmakta ve bunlardan 30’u da şair ulufesi almaktaymış108. Ortaçağ’dan günümüze gelene kadar Batı toplumlarında kraliyet ailesi ve soylular, Doğu toplumlarında ise hükümdarlar, şehzade ve diğer devlet ricali edebiyatçıları himaye etmiş, onları nakdi ve ayni yardımlarla desteklemiştir. Himaye günümüze kadar şekil ve isim değiştirerek (sponsor) de olsa gelebilmiştir109. Himaye mekanizmasının değişmesinde toplumların ve siyasi yapılarla birlikte sosyal ve ekonomik yapıdaki köklü değişiklerin etkili olduğu bilinmektedir. Değişen toplum ve siyasi yapıyla birlikte hayata farklı yönler getiren keşif ve icatların yanı sıra ekonomik-sosyal yapının değişimi, yeni bir insan tipinin oluşmasına katkı sağlamıştır. Ekonomik faaliyetlerin çeşitlenmesiyle birlikte de modern sanatkâr kavramı yavaş yavaş şekillenmeye başlamıştır.

106 Kazan, a.g.e.,s. 38. 107 Kazan, a.y. 108 İpekten, a.g.e., s.28. Himaye edenler ve himaye edilenlerle ilgili detaylı bilgi için aynı esere bakılabilir. 109 Günümüzdeki sponsorluk faaliyetleri, eski devirlerdeki hamilik sistemiden farklı özelliklere sahiptir. Sponsorluk, hamilik gibi geniş kapsamlı ve etkili bir kurum değil genelde zengin kişi ve kurumların sanatçıları daha çok maddi anlamda destekleme faaliyetidir. Geçmişten günümüze kadar patronaj ilişkilerini değerlendiren ciddi bir kaynak için bkz.: Marjorie B. Garber, Patronizing The Arts, New Jersey, Princeton University Pres, 2008, p. 241. Eserin özellikle “patronajın paradoksu” (1.-41. s.) isimli ilk bölümü konumuz açısından önemlidir.

33 Edebiyat alanındaki himaye sisteminin ve niteliklerinin değişmesinde esaslı etkiyi matbaanın icadı yapmıştır. Matbaayla birlikte kitlelerin eline çabucak geçebilen kitaplar, bir piyasanın oluşmasına, edebiyatçıların bu piyasayla iş ilişkisine girerek kendilerinin patronu olmasına fırsat sağlamıştır. Yazarlığın gelir getiren bir meslek hâline gelmesi, yazarın göreceli bir özgürlüğe ve maddi rahata kavuşmasına imkân sağlamıştır. Jürgen Habermas’ın kültürel dolaşımın ticarîleşmesiyle birlikte oluştuğunu söylediği geçirgen “kamusal topluluğun”, yeni bir toplumsal kategori olarak ortaya çıkmasını sağlayan gücün, sanatçıların hamilerinin yerini yazarın işvereni olan yayıncıların almasına ve onların da her türlü eseri pazarda dağıtmalarıyla ortaya çıktığını belirtmesi boşuna değildir110. Bu durum, hami- sanatçı arasındaki “parasal” ilişkilerin eskisi gibi edebiyatı doğrudan yönlendiriciliğine indirilmiş bir darbe olarak da kabul edilebilir. 19. yüzyıldan itibaren kentlerin gelişmesi, kentsoylu sınıfın güçlenmesi gibi toplumsal, ekonomik, siyasi değişmelerle birlikte devlet ve kilise, sanatçılara verdiği desteğini devam ettirmiştir. Buna rağmen sanatçılar yeni bir dünyada yaşam sürmenin farklılığını erkenden fark ederek patronaj ilişkisine çok fazla girmeden kendi sanatlarını icra edebilecek maddi refaha ulaşmışlardır111. Bu gelişmeler yeni bir sanatkâr tipinin doğmasına yol açmıştır. Modern sanatın sanatkârları, salonlarda kendi sanatlarını ilgililere sunarak bağımsızlaşma yolunda önemli adımlar atmışlardır112. Nispeten ekonomik özgürlüklerini ellerine geçiren sanatkârlar, hami-

110 Habermas, a.g.e., s.109. 111 Himaye sistemini asla kabul etmeyen kişiler de vardı. Bunlardan biri olan Farabi, Darül Hikme’den kendine maaş bağlanmasını veya zengin bir kişinin himayesine girmeyi, kendi el emeğiyle geçinmeyi daha kutsal kabul ettiği ve bostan bekçiliği yaptığı için reddetmiştir. Bkz.: Pelin Özgür, “Her Bilenin Üstünde Daha Çok Bilen Var”, K, No: 66, 4 Ocak 2008, s.32. 112 Ali Artun, Fransa özelinde sanatta modernliğin nasıl oluştuğuyla ilgili dikkat çekici fikirler ileri sürmektedir: “Sanatta modernlik bir bakıma sanatın ayağa düşmesidir. Saraydan, kiliseden ev içlerine girmesidir. Kentleşmeyle eve ve işe ait mekânlar birbirlerinden ayrılır. Kentte dışarıda vakit geçirmek yaygınlaştığı, dışarıları kamusallaştığı ölçüde ‘içerisi’, ‘enteryör’, ev özel bir önem kazanır. Yurttaşın kendine mahsus fantasmagoriası olur. Burjuvazi evini sanatsallaştırarak kültürü bireyselleştirir; bireysel kimliğini ve zenginliğini ispat eder. Bunun sonucunda doğan talebi karşılamak üzere örgütlenen sanat piyasası gerçi sanatı himaye döneminden kurtarır ve özerkleşmesinin ekonomik zeminini oluşturur, ancak bir yandan da sanatı ticarîleştirir ve popüler beğeniye yatkınlaştırır. Bu dönüşüm ilkin Salon sergilerinin kamusallaşmasında kendini gösterir. Akademinin tartışılmaz disiplini altında ve kendi üyeleri arasında 1699’dan beri düzenlenen bu sergiler 1737’de önce kamuya açılır. Sanat eleştirisi başlar. 1789 Devrimi ertesinde Salon bütün sanatçıların mekânıdır artık. 19. yüzyılda yönetimi de Akademi’den ve devletten sanatçılara geçer ve bir sanat pazarı haline gelir.” Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı, 5.bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2007, s.68-69. Ali Artun’un sunuşu, “Baudelaire’de Sanatın Özerkleşmesi ve Modernizm” başlığını taşımaktadır.

34 himaye edilen ilişkisinin özgürlükleri açısından oluşturduğu sıkıntıları da zamanla aşmayı başarmıştır. Haminin istek ve beğenisine uygun sanat eseri üretme zorunluluğunu aşan sanatkâr, kendi estetiğine uygun eserler yaratmaya başlamıştır. Sanatçı ve patronu arasındaki bu gerilimli hâl, hamilik ve mesenlik sisteminde de değişikliklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur113. M. Kayahan Özgül, encümen-i şuaraların 19. asrın başından itibaren ciddi bir değişim geçirdiğini vurguladıktan sonra, buna bağlı olarak hamilik sisteminde de değişimlerin görüldüğünü belirtir. Edebiyat meraklıları hâlâ kahve, meyhane gibi gelenekli muhitler ve diğer yerlerde edebî sohbetler yapmak amacıyla toplanmaktadır; ama hamilik sistemi artık değişmektedir. Şair, hamisiyle kurduğu gelenekli münasebeti değiştirmiş, hami bundan sonra “efendi” unvanının sağladığı iktidar ve zenginliğini, bir baskı unsuru olarak artık şairin üzerinde pek kullanamamıştır. Şairin hamisi, yeni bir çağda onun “dost”u konumuna geçmiştir114. Bu türden köklü bir değişim, toplantı yapılan yerlerin bile değişmesine, şairlerin aynı dünya görüşüne uygun gruplaşmalarda yakınlıklar aramasına hatta devlet kademesine yerleştirilenlerin devletin işleyişini öğrenerek değişen dünyayla birlikte kendi sanat algılarını da düzenlemesine imkân vermiştir. Edebiyat mahfili kurmak da mahiyeti gereği hamilik sisteminin içinde değerlendirilmelidir. Bir mahfil kuran kişi veya aile; çevresine şair, yazar ve sanatkârları toplamak amacındadır. Belirli zamanlarda toplanılan ve kuralları olan bu toplantılarda artık adı sultan, hükümdar, mesen, hami olmayan kişiler, ev sahibi unvanıyla toplantıyı yönetip mahfilin düzenini sağlamaktadır. Mahfil kurucu kişiler, eski toplumdaki gibi patron-kul ilişkisi içinde kalarak mahfile devam edenlere yaklaşmamışlardır. Buradaki şair ve yazarlar, aynı edebî görüşleri benimsemiş genel olarak homojen bir geleneğin kurulup kurgulanması hedefine sahip “birey”lerdir. Bu yüzden mahfil sahibi, mahfile devam edenlerle parasal iş ve ilişkilere genelde girmez. Mahfili yukarıda açıklamalarımızla bir daha ele alacak olursak, mahfilin bir edebî çevrenin içinde kalıp yüz yüze ilişkilerle birlikte edebiyatı yeni bir bakış açısıyla “yorumlamak” anlamını kazandığını iddia edebiliriz.

113 Yılmaz, A.e. 114 M. Kayahan Özgül, “Osmanlı’nın Son Encümen-i Şuara’sı”, Türk Edebiyatı Tarihi, (Ed. Talat Sait Halman v.d.), C.III, 2.bs., İstanbul, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2007, s.88-89.

35 1. 3. SALON EDEBİYATI

Edebiyatçıların toplandıkları yerlerde tarih içinde daha büyükten daha güzele şeklinde bir çizgisel ilerleme görülmemiştir. Geçmişte, özellikle şair ve yazarların bir hamiye ihtiyaç duymaları sebebiyle, soylu ve zenginlerin temellük alanında bulunan mekânlarda yapılan edebiyat toplantıları, himayeye ihtiyaç duyanların davet edilmek için can attıkları mekânlar olmuştur. Bu toplantılara katılarak, soylunun temsil ettiği cömert, sanatkârı her zemin ve şartta maddi-manevi anlamda koruyan “hami imgesini” oluşturan sanatkârlar, onun çevresine ve milletine hoş görünmesini kolaylaştırmıştır. Bu türden edebî faaliyetlerin icra edilmesi için saray ve şato vb. gibi yapıların salonları sanatkârlara açılır. Sanatkâr ve hamisi ile diğer soylular arasında karşılıklı iletişimi de kolaylaştırdığı için salon toplantıları sanatçı için bulunmaz bir fırsat olmuştur. Tabii salonlarda sadece bir sanatçı olmadığından buraları zaman zaman amansız mücadelelerin yaşandığı “edebiyat arenalarına” dönüşebilmiştir. Fransa, soylularının salonlarını sanatçılara açtığı ilk ülkelerden biridir. Daha 12. ve 13. yüzyıllarda Fransa’nın özellikle güneyinde “troubadour” (gezgin şarkıcılar, ozan)lar, asillerin akşam yemeklerini çalgılı şiirleriyle neşelendirmişlerdir. 17. yüzyılın Fransa’sında bilhassa Paris’te zengin ve tanınmış kadınlar, evlerinin büyük salonlarına şair ve yazarları davet etmekte, burada incelmiş sanat tartışmaları yapmaktadır. Catherine de Ramboillet, Thomas du Louvre Sokağı’ndaki Hotel de Rambouillet isimli evinin “La Chambré Bleue” ismini verdiği salonunda115 sanatkârları sık sık bir araya getirmiştir. Bu tartışmalar genelde “pédantisme”e (ukalâlık) kayan bir muhitin oluşmasına yol açmıştır. Fransız Akademisi de aslında bu tür toplantıların önüne geçmek için kurulmuştur116. M. Kayahan Özgül’ün Encümen-i Şuara maddesinde verdiği bilgilerden öğrendiğimize göre özellikle Fransa’da zengin ve soyluların evlerinin salonlarını bir edebiyat salonuna çevirdikleri

115 Habermas Kamusallığın Yapısal Dönüşümü’nde, bu salonun büyük bir değişikliğin başlatıcısı olduğunu söyler: “…Prensin şölenleri düzenlediği ve bir sanatçı hamisi(mesen) gibi ressamları, şairleri vs. çevresine topladığı saray salonun yerini Hôtel de Rambouillet almaktadır-sonraları bu işlevleri yüklenen mekânlara yalnızca salon denilecektir.” Habermas, a.g.e., s.98. 116 Fransa’daki edebiyat salonlarıyla ilgili bilgiler M. Kayahan Özgül’ün makalesinden alınmıştır. Bkz.: M. Kayahan Özgül, “Encümen-i Şuarâ”, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, C.II, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2003, s.359–360.

36 anlaşılmaktadır. Buralardaki yemekli toplantılarda devrin pek çok ünlü şair, yazar, âlim ve sanatkârı birçok konuyu tartışıyor, birbirleriyle iyi veya kötü bir iletişime geçiyordu. Habermas’a göre 18. yüzyıl Fransa’sında117 büyük yazarlar temel düşüncelerini önce akademilerde ve bu tür salonlardaki tartışmalarda ortaya koyuyorlardı118. Salonlarda sadece tartışmalar olmuyordu. Bir soylunun salonu, sanatkârın yeni eserini ilk kez göz önüne çıkardığı bir forum gibi de işleve sahipti119.Sanatçının yeni eseri, oradakilerin ilgisine sunularak hem oradakiler yeni bir sanat eserine muhatap oldukları için onurlandırılıyordu hem de sanatkâr, eseri sayesinde maddi getiriye ve manevi bir övgüye kolayca ulaşabiliyordu. Jusdanis, Yunanistan’da 1880 ile 1910’da ünlü entelektüeller tarafından açılmış özel salonların varlığından söz etmektedir. Şair Palamas’ın salonuna zamanın ileri gelen kültür adamlarının yanı sıra yurtdışında Yunan kültürünü tanıtan Hesseling, Dietrich ve Pernot gibi yabancıların da geldiğini belirtir. Burada toplananların önderliğinde, Yunanistan’ın ilk önemli halkçı dergisi olan I Tehni yayımlanmıştır120. Salon edebiyatı kavramı, yukarıda sıraladığımız sebeplerin dışında değişimler ve dönüşümler geçirerek oluşmuştur. Özellikle geçmiş toplumların soylularının salonlarında ekonomik-siyasi-estetik-sosyal ve mimari etkiler sebebiyle değişiklikler olur. Batı toplumlarında kentsoylu sınıfının ortaya çıkıp zenginleşerek soylularla yarışa girmeleri, sermaye birikimini yavaş yavaş da olsa kaybeden soyluların ve kentsoyluların yapılarında değişikliklere gitmelerine sebep olur. Kentsoylu evinde odalar, aile fertlerinin birlikte yaşamalarına imkân tanımayacak kadar küçüktür ve

117 Yard. Doç. Dr. Belkıs Gürsoy, 18. yüzyıl Fransa’sındaki bu tür toplantılarla ilgili şu bilgileri vermektedir: “ Zengin Fransız Hanımlar, belirli zamanlarda devrin yerli ve yabancı birçok ilim, fikir ve sanat adamını şatolarında ağırlamışlardır. La ‘cour de Sceaux’ (1700- 1753), Sceaux Şatosu’nda kalabalık bir edebî topluluğa ev sahipliği yapmaktaydı. Mme de Lambert (1710- 1733) Salı günleri âlim, sanatkâr ve yazarları, Çarşamba günleri de dost ve ahbablarını şatosunda kabul ederdi. Fénelon, Fontenelle, Le Motte, Mantesquie, Marivaux gibi isimler onun salonunun müdavimleri arasındaydı. Mme Tencın (1726- 1749) filozofları, edebiyatçıları, meşhur yabancıları ve çeşitli meslek gruplarına mensup entelektüel kimseleri salonunda toplayarak ağırladı. Tartışmaları idare eden Mme Tencın, misafirlerine şevk ve heyecan verirdi. Mme de Deffand (1740-1780) Ansiklopedistleri ve edebiyatçıları salonunda kabul eder, onların hayatlarını pek çok bakımdan kolaylaştırırdı.” Yard. Doç. Dr. Belkıs Gürsoy, “XV. Yüzyıldan İtibaren İstanbul’daki Edebî Muhitlere Genel Bir Bakış”, Bilig, No:2, Yaz 1996, s.192. 118 Habermas, a.g.e., s.103. 119 Habermas, a.y. 120 Jusdanis, a.g.e., s. 218.

37 bunlar kendine özgü tefriş edilir. Eski toplumlarda yadırganacak bir değer olan aile mensubunun evin içinde “tekbaşınalaşması”, kibarlık sayılmaya başlar121. Bu tür ailelerde salon, özel bir kimliğe sahip olur. Bizim toplumumuzda Batı toplumlarında görüldüğü gibi kentsoyluların soylularla her alanda giriştiği yarıştan eser yoktur. O yüzden mekânsal dönüşümlerde özellikle ilk zamanlarda Batı toplumlarındaki parametreler çok da etkili değildir. Saraydan konağa oradan da apartmana tahvil eden yapı değişiminde sosyal, ekonomik, siyasi vb. tahavvüller daha etkilidir122. Osmanlı’da evini sanatçılara açan pek çok kişi vardır. Burada, evlerinin salonlarında bu tür toplantılar yapanlardan sadece birine değineceğiz. Edebiyat kamuoyunda şiirleriyle dikkati çeken İhsan Râif Hanım’ın Osmanbey’de bulunan Râif Paşa Apartmanındaki evi, edebiyatçıların buluşma mekânıdır. Devrin şartları düşünüldüğünde, maddi geliri fazla kişilerin oturmayı tercih ettiği apartman türü yapılar ve buralardaki salon toplantıları zenginliğin bir göstergesidir aynı zamanda. İhsan Râif Hanım, üçüncü eşi olan devrin tanınmış şahsiyeti Şahabbeddin Süleyman ile evlendikten sonra evinin salonunu edebiyatçılara açmıştır. Bu yüzden toplantıların tam olarak ne zaman başladığını bilemiyoruz; ama salonun 1918’e kadar faaliyetini sürdürdüğünü tespit edebiliyoruz123. Halit Fahri Ozansoy, onun salonunu Fransız kadınlarının meşhur salonlarına boşuna benzetmez: “Zarif, geniş, iyi döşenmiş bir salon, yerde fevkalâde bir halı. Klasik, rahat ve güzel koltuklar. Köşede mükemmel bir piyano. Avize ve ötesi… Salonun yanında, hem koridordan hem

121 Habermas, a.g.e, s.119. 122 Sosyolog Korkut Tuna, “İstanbul’un Sosyolojik Dönüşümü” başlıklı yazısında apartmanların İstanbul hayatına 1800’lü yılların sonlarında Beyoğlu, Taksim, Şişli/Nişantaşı gibi semtlerde girmeye başladığını belirtir. Bir tür “alafrangalık” kabul edilen bu konut türünün eski İstanbul’un tarihî konaklarında oturanlarını kendisine çekmiş, konaklar yavaş yavaş boşalmıştır. 1930’lu yıllardan itibaren apartmanlar yaygınlaşarak İstanbul’da ikametgâh değişimin simgesi olmuştur. Detaylı bilgi ve apartmanlaşmanın etkisi için aynı yazıya bakılabilir. Bkz. : Korkut Tuna, “İstanbul’un Sosyolojik Dönüşümü”, Şehir ve Kültür: İstanbul (içinde), (Ed. Prof. Dr. Ahmet Emre Bilgili), İstanbul, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü, 2010, s.360-365. Özellikle cumhuriyetin ilk dönemlerindeki modernleşme adına yapılan mimari değişiklikler için bkz.: Sibel Bozdağan, Modernizm ve Ulusun İnşası: Erken Cumhuriyet Türkiyesi'nde Mimari Kültür,(Çev. Tuncay Birkan), 2. bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2008, 367 s. Orta sınıf evlerinde salon kullanım tarzlarından hareket ederek kültür ve hayat biçimiyle ilgili önemli dikkatler sunan bir yazı için bkz.: Sencer Ayata, “Kentsel Orta Sınıf Ailelerde Statü Yarışması ve Salon Kullanımı”, Toplum ve Bilim, No:42, Yaz 1988, s.5-25. 123 Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, Ankara, Sümerbank Kültür Yayınları,1970, s. 40.

38 salondan geçilen iki kapılı bir salon yavrusu daha. Bir fümüvar daha ziyade, ama şirin bir yer. İhsan Râif Hanım’ın Şahabettin Süleyman’la evlenmesinden sonra, bu salon, diyebilirim ki, XVII. Yüzyıl Fransa’sındaki précieuse’lerin, zarafetleri ve güzel konuşmaları ile meşhur olan o kibar kadınların salonları gibi, haftada bir iki gece tanınmış edebiyatçıların toplandıkları bir çeşit sanat mâbedi olmuştu.124” Buradaki toplantılara Rıza Tevfik, Fazıl Ahmet, Yahya Kemal, Ruşen Eşref, Salâhattin Enis, Hakkı Tahsin gibi edebiyatçılar katılmıştır. Misafirlerine arada piyanoda kendi bestelediği eserleri de çalan İhsan Râif Hanım, zaman zaman onlara “tatlı sesi” ile de şiirler okumuştur125. Buraya katılanlar da temayüz ettikleri alanla ilgili eserlerini salondakilere sunmuşlardır. Bunun dışında da tezimizin ilerleyen sayfalarında detaylı bir şekilde anlatmaya çalıştığımız daha birçok mahfilde bu türden bir etkinlik karşımıza çıkmaktadır. Cumhuriyet sonrasındaki mahfilleşmelerde de aktif bir rol oynayan modern “hamilerin” geçmişten farklı olarak yaşadıkları değişim ve dönüşümler, himaye eden ve himaye edilen arasındaki ilişkinin niteliğinde de temelden değişikliklerin ortaya çıkmasına sebep olmuştur. Artık eski ihtişamlı günlerine sahip olamayan bazı hamiler, doğal olarak evine aldığı yazar veya şairle olan maddi ilişkisinde, iki kesim arasındaki maddi uçurumun görece bir şekilde kapanmış olmasının tesiriyle de onları maddi anlamda eskisi gibi koruyup kollama rolünü çok iyi bir şekilde oynayamamaya başlar. Bundan böyle “himaye eden”, sanatı ve sanatçıyı destekleyen ve onların dünyasına maddi anlamda daha yakın bir “arkadaş” konumunu kazanır. Nahit Hanım, önce Ankara’da daha sonra da İstanbul’daki evinde ağırladığı misafirleri maddi açıdan çok fazla destekleyememiştir. Buna rağmen Orhan Veli Kanık’ın çıkardığı Yaprak dergisinin bazı masraflarını karşılamıştır.

1.4. ENCÜMEN / ENCÜMEN-İ ŞUÂRALAR

Asıl anlamı “cemiyet, toplantı” ve “grup” olan Farsça encümen kelimesi, İslam Ansiklopedisi’ndeki encümen maddesini yazan Kemal Kahraman’ın verdiği bilgiye göre muhtemelen 19. yüzyılın ortalarından itibaren Osmanlılar tarafından da

124 Ozansoy, a.g.e., s. 310-311. 125 Ozansoy, a.g.e., s.311.

39 Arapça’daki “cem’iyyet” ve “meclis” kelimelerinin karşılığı olarak kullanılmıştır126. Türkçe sözlüklerin pek çoğu kelimenin “cemiyet, meclis, toplantı yeri, komite” anlamlarına geldiğini belirtmektedir127.Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî’de kelimenin anlamını “Cemiyet ve mahal-i içtima’, meclis şubesi, komisyon” şeklinde ve Türkçede “evcümend oturmak” tabirinin ise “mecma ve mahfillerde toplu ilişmek” anlamına geldiğini yazmaktadır128. Encümen kelimesinin aslı Farsça olduğundan, kelimenin Fars dili ile kültüründeki anlam ve kullanımlarını bir öngörü sağlamak amacıyla kullanabiliriz. Kelimenin en yaygın kullanıldığı ülke İran’dır. Kemal Kahraman’ın verdiği bilgiye göre Firdevsî’nin meşhur eseri Şehnâmede geçen encümen kelimesi, “toplantı, meclis” ve “ordu” anlamlarında sık sık kullanılmıştır. Ayrıca İran’da bazı edebî grupların ve siyasi derneklerin de encümen şeklinde adlandırıldıklarını bilmekteyiz. Encümen kelimesinin Osmanlı’daki serencamı 1851’de kurulan Encümen-i Dâniş ile başlamıştır diyebiliriz. Dârülfünun’da okutulacak ders kitapları ile halkın kültürünü arttıracak telif ve tercüme eserleri hazırlamak, Türkçenin gelişmesine yardımcı olmak amacıyla kurulan Encümen-i Dâniş’in isimlendirilmesinde bu kelimenin tercih edilmesi, Fransız Akademisi’ne benzeyen bir “meclis” oluşturma çabasının ürünüdür diyebiliriz 129. 1861 yılının Mayıs- Haziran aylarında başlattıkları toplantılarla bir edebî topluluk hüviyetinde beliren Encümen-i Şuarâ da aynı kelimeyi tercih etmiştir130. Eğitim- edebiyat-kültür alanlarında faaliyet icra eden bu iki encümenden başka, 1870’te Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa’nın önderliğinde kurulan sosyal içerikli toplantıların

126 Kemal Kahraman, “Encümen”, C.XI, TDİA, s.175. 127 Ferit Develioğlu da encümen kelimesini hemen hemen aynı şekilde açıklamaktadır: “Cemiyet, meclis, şura, komisyon, takım.” Ferit Devellioğlu, Osmanlıca -Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, İstanbul, 1978, s. 264. Ziya Şükûn da kelimenin “meclis, dernek” anlamına geldiğini söylemektedir. Bkz.: Ziya Şükûn, Farsça Türkçe Lûgat, C.I, İstanbul, MEB Yayınları, 1996, s. 171-172. 128 Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî, (Haz. Recep Toparlı), Ankara, TDK Yayınları, 2000, s.602. 129 Abdullah Uçman, “Encümen-i Dâniş”, C. XI, TDİA, s.175. Ayrıca bkz.: Cahit Bilim, “İlk Türk Bilim Akademisi: Encümen-i Daniş”, Hacette Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, C. III, No:2, 1985, s.81–104. 130 Encümen-i Şuara’nın kuruluş serüveni, nitelikleri, katılımcılarının özellikleri için bkz.: M. Kayahan Özgül, “XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara”, Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, 1988, 321 s.

40 yapıldığı kulübe de aynı isim verilmesi asla tesadüf değildir: Encümen-i Ülfet131. Abdurrahman Şeref, bu kulübe genelde memur sınıfının üye olarak kabul edildiğini belirtir. Memur kesiminden önceleri “mütemayiz” rütbesine sahipler üye olabilirken, daha sonraları “rütbe-i evveli sınıf-ı sanisi”nde olanlar da azalığa kabul edilmişlerdir132. Buraya üye olanların amaçlarından biri edebiyat ve kültür sanatla ilgili konularda sohbet etmek, yemek yiyip hoş vakit geçirmek ise de diğeri, encümenin kurucusu olan paşanın nüfuzunu elde edebilmektir133. Encümen-i Ülfet bir seneden fazla açık kalabilmiş, encümende kumar oynatıldığı şikâyetleri üzerine burası Mahmut Nedim Paşa sadareti zamanında kapatılmıştır134. İran’daki kullanımına benzer bir şekilde Osmanlı Devletinin son yıllarında da bazı idari, adli, istişari kurullar da encümen olarak adlandırılmıştır135. Kelime günümüzde de hâlâ “belediye encümeni” şeklinde yaşamaktadır. Kelimenin çok çeşitli alanlarda aşağı yukarı “toplantı, meclis, cemiyet” anlamlarına gelecek şekilde kullanılması, kelimenin tarih içinde kullanım gayesinin belirginleştiğini göstermektedir. Konumuz açısından ise encümen kelimesi, yazar ve şairlerin, edebiyata ilgi duyanların bir araya gelerek oluşturdukları toplantılara verilen genel bir ad olarak anlaşılmaktadır. Encümen-i şuara ismini alan bu toplantılarda şiirlerini okuyan şairler, birbirlerinin şiirlerini eleştirerek poetik anlamda bir tenkit mekanizması kurmuşlardır. Bu tür bir tenkit mekanizması her zaman ve mekânda iyi işleyememiş olsa de genel olarak poetik yakınlık ve farklılıkların aydınlanmasına hizmet etmiş, şiir üzerinde düşünme ısrarını sıcak tutuğu için değerli kabul edilmiştir. M. Kayahan Özgül ise bu tür toplantıların olumsuz taraflarını şöyle açıklamaktadır: “ Gelenekte şairlerin bu cins mahfeler oluşturmayı pek denemeyişleri, üstat saydıkları bir şair varsa, onun tashihi dışında eleştiriye kendilerini tamamen kapayışları ve iyi niyetle yapılan tenkitleri bile, şiirdeki kudretlerine yönelik bir tecavüz olarak görüp cevabını hicviyeyle verişleri poetik

131 Detaylı bilgi için bkz: Yüksel Çelik, “Eminönü’nde İlk Kulüp”, Payitaht-ı Zemin Eminönü: Bir Dünya Başkenti-I (İçinde), (Ed. İlber Ortaylı v.d.), İstanbul, Eminönü Belediyesi, 2008, s.369–371. 132 Mehmet Demiryürek (Derleyen ve Yay. Haz.), Son Vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi’yle Osmanlı Tarih Sohbetleri, İstanbul, Akademik Kitaplar, 2009, s.212. 133 Demiryürek, a.g.e., s.212. 134 Demiryürek, a.g.e., s.213. 135 Kahraman, a.y.

41 tekâmülün önündeki en önemli engellerden biri olmuştur.136” Encümen kelimesinin yanında genelde bir terkip bulunur. Bu terkip toplantının niteliğini açıklamakta ayrıca toplantı yapılan alanın özelliğini göstermektedir: Encümen-i Şuara, Encümen-i Dâniş, Encümen-i Ülfet, Encümen-i Hamidî vb. Şairlerin bir mekâna bağlı olarak bir araya gelip yeni eserlerini okudukları, şiir üzerine tartışma, tenkit, tekliflerin yapıldığı, geleneği bulunan toplantılara edebiyatımızda genelde encümen-i şuara ismi verilmektedir. M. Kayahan Özgül de edebiyat geleneğimizdeki bu tür isimlendirmelerin ancak bir “cins isim” olabileceğini tespit etmiştir137. Bu cins isim genelde 1861’in Mayıs-Haziran aylarında başlayıp bir sene kadar süren Hersekli Ârif Hikmet Bey’in Lâleli Çukurcuma’daki evinde yapılan toplantılara verilen özel bir isme dönüşmüştür. Edebiyatımızda yer alan encümen-i şuarâ kavramı, bu toplantının adı olarak kalıplaşmıştır diyebiliriz. Bu topluluğun dışında da edebiyatımızda encümenler kurulmuştur. Bunlardan biri ise ’nin Saadet gazetesinde “Ukâz-ı Osmânî” ismini verdiği encümendir. Encümenin adı edebiyat kamuoyuna 16 Ocak 1887 tarihli Saadet gazetesinde açıklanmıştır. Encümen, mayıs ayının sonuna kadar altı kez toplanmış; bu toplantılarda olgunlaşmış ve cemiyete sunulması konusunda uzlaşma sağlanmış eserler gazetede yayımlanmıştır138. Muallim Naci’nin toparlayıcı yeteneğinin bir özelliği olarak kurulan bu encümene karşı, muarızlar hemen seslerini yükseltmiştir. Hizmet gazetesinde yayın faaliyetinde bulunan Halid Ziya, Ali Ferruh, Ali Kemâl, Abdülhalim Memduh, Muallim Naci’nin gazete sütunlarında kurduğu encümene alaycı bir nazire yapmak amacıyla aynı gazetede “Ukâz-ı Şübbân” isimli bir encümen kurmuşlardır. Halid Ziya Uşaklıgil “Kırk Yıl” isimli anı kitabında, Muallim Naci’nin kurduğu encümeni alaya almak için böyle bir faaliyette bulunduklarını yazmaktadır139.

136 Özgül, “Osmanlı’nın Son Encümen-i Şuara’sı”, s.84–85. 137 Özgül,a.g.e., s.83. 138 M.K. Özgül, “Encümen-i Şuarâ”, Ankara, Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, C.II, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2003, s.363. 139 Halid Ziya, Muallim Naci’nin encümenini Tercüman-ı Hakikat gazetesinde kurduğunu belirtmektedir. Bu bilgi yanlıştır. Detaylı bilgi için bkz.: Ertuğrul Aydın, “Saadet Gazetesinde Edebi Faaliyet Üzerine Bir Araştırma” İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, 1999, s.35. Halid Ziya, Kırk Yıl’da Ukâz-ı Osmânî’ye karşı Ukaz-ı Şübban’ı nasıl kurduklarını şöyle anlatmaktadır: “Muallim Naci Kureyş’in muşaare meydanını tanziren “Tercüman-ı

42 Mehmet Ali Ayni, Ali Kemal, Abdülhalim Memduh, Tahir Kenan, Ahmet Reşit gibi isimlerin önderliğindeki Mülkiye’de öğrenci olan bazı gençler de edebî meseleleri konuşmak üzere Encümen-i Hamidî isimli bir cemiyet kurmuşlardır 140.Edebi toplantılarının yapıldığı bu cemiyete isim olarak Encümen-i Hamidî’nin verilmesinin asıl sebebi, ileride bir “müşkül” ile karşılaşmamak düşüncesidir141. Ahmet Reşit’in verdiği bilgiye göre, Mülkiye mektebinde okuyan öğrenciler “…okuduğumuz derslere müteferri bir mesele hakkında münavebe ile bir makale yazarak haftada yahut on beş günde bir münasip bir yerde toplanıp yazdıklarımızı aramızda mübahese mevzuu ittihaz etsek ne iyi olur.” fikriyle bu encümeni kurmuşlardır.142 İsimlerini saydığımız bu gençlerle onların arkadaşları her hafta cuma günleri öğleden sonra olmak üzere143 Ali Kemal’in Süleymaniye’deki konağında yedi sekiz defa toplanabilmişlerdir144. Ali Kemali Aksüt’ün verdiği bilgiye göre bu toplantılar her hafta muntazaman yapılmıştır145. Türk edebiyatında bir “beyanname” ile varlığını ilan eden ilk edebiyat topluluklarından biri olan “Fecr-i Âti Encümeni”nin nüveleri İstanbul Hukuk Mektebi’nin çam altında başlayan edebi sohbetlerde atılmıştır. Burada, ders saatleri dışında sanat ve edebiyatla ilgilenen arkadaşlar bir araya gelmiştir. Hukuk Mektebi, Sarayı’na taşınınca toplantılar buranın bahçesinde devam etmiştir. Encümen üyeleri değişik mekânlarda bir araya gelmektedir. Onların kışın toplantı

Hakikat” sütunlarında bir Ukaz-ı Osmanî açmıştı. Bunu tehzil makamında İstanbul’un genç şairleri derhal “Hizmet” sayfalarının misafirperverliğine müracaat ettiler. İçlerinde isimleri tanılmış bütün gençler vardı: Ezcümle Abdülhalim Memduh ile Ali Kemal. Bunlara İzmir’den bizler de iltihak ettik ve hep az çok Muallim’e ve peyrevanına tarizkar manzumelerin altına Muallim Filan diye imza koyduk.” Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, (Yay. Haz. Dr. Nur Özmel Akın), İstanbul, Özgür Yayınları, 2008, s.384. 140 Mehmet Ali Ayni, Hatıralar, İstanbul, Yeditepe Yayınları, 2009, s. 4–6. Encümen-i Hamidî ile ilgili detaylı bilgi için tezimizin üçüncü bölümündeki, Ali Kemal’in Baba Evi maddesine bakılabilir. 141 Ayni, a .y.; Ali Kemali Aksüt, Profesör Mehmed Ali Aynî: Hayatı ve Eserleri isimli çalışmasında cemiyete isim olarak Encümen-i Hamidî’nin verilmesini “ileride bu yüzden bir belaya uğramamak”şeklinde açıklamaktadır. Bkz.: Ali Kemali Aksüt, Profesör Mehmed Ali Aynî: Hayatı ve Eserleri, İstanbul, Ahmet Sait Matbaası, 1944, s.17. 142 Ahmet Reşit Rey, Canlı Tarihler, İstanbul, Türkiye Yayınları, 1945, s.43. 143 Aksüt, a.g.e., s.17. 144 Ahmet Reşit, bu toplantıların “haftada” veya “on beş günde bir” yapıldığını belirtmektedir. Ayrıca Mehmet Ali Ayni’nin toplantıların net bir sayı vermeden yedi sekiz defa yapıldığını söylemesine rağmen onun ifadelerinden anladığımıza göre toplantılar üç defa yapılabilmiştir: “Ali Kemal’in Süleymaniye’deki evi büyüktü, kalabalık da değildi. Orada toplanmayı tasvip ettik, iki defa da toplandık. Üçüncü hafta şabanın on beşinde Berat kandili ve on altısında vilâdeti Hümâyun münasebetlerile mektep birkaç gün için tatil edilmişti. Biz de bundan bilistifade Şabanın on dördüne tesadüf eden Perşembe günü yine Süleymaniye’deki evde toplanmıştık.” Rey, a.g.e., s.43. 145 Aksüt, a.g.e., s.17.

43 adresi ise “şiir fırkasına iltihak” eden Tahsin Nâhid’in evidir146. Çeşitli mekânlarda buluşan edebiyatçıları bir edebî encümen etrafında toplamayı ilk kez Şahabeddin Süleyman düşünmüştür. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun ifadesine göre Şahabeddin Süleyman, İzmir’den döndükten sonra ortaya bir edebî dernek, kendi tabirince bir ‘mahfil-i edebî’ kurmak fikrini ortaya atar. Bu dernek veya mahfil Meşrutiyet’ten sonra belirmeğe başlamış şair ve yazarlardan oluşacaktır147. Şahabeddin Süleyman’ın bir edebî encümen kurma düşüncesini olumlu karşılayanlar bir araya gelerek Hilâl matbaasının bir odasında toplanmaya başlarlar. Çıkış bildirisini hazırlanıp edebiyat kamuoyuna bunu ilan ederler. Bu birlikteliğin kurumsallaşmasını sağlayan teklif, Servet-i Fünûn dergisinin sahibi Ahmet İhsan Bey’den gelir. Genç ediblere dergisinin sayfalarını açması ve dergi idarehanesinde onlara bir oda tahsis etmesiyle encümen bir mahfil niteliğine bürünür. Farklı yayın faaliyetlerinde bulunan, bazı yenilikler de yapabilen encümen, genel anlamda çok fazla etkili olamadan çeşitli sebeplerle dağılır148. Encümenler zamanın geçmesiyle değişiklikler yaşamıştır. Bu değişiklikler sadece Osmanlı coğrafyasıyla sınırlı değildir. M. Kayahan Özgül, 19. asrın başlarından itibaren, Türk dünyasında encümen-i şuaraların ciddi bir değişim geçirdiğini ve bu tür edebiyat topluluklarının işlevinin konunun muhataplarınca yeni baştan sorgulanmaya başlandığına dikkatimizi çekmektedir149. Osmanlı’da şiir ağırlıklı encümenler ve toplantılar geçmişte olduğu gibi devam etmekte, hemen hemen benzer mekânlar kullanılarak edebiyat meraklıları bir araya gelmektedir. Geleneğin devamı anlamındaki soyut zincirin yanında mekânsal niteliklerde de devam zincirinde büyük ve gözle görülür bir değişiklik pek yoktur. Asıl değişiklik şairin encümen kuran sanatkârı destekleyen hamisiyle olan münasebetindedir150. Şairleri himaye eden güçle olan ilişkisindeki değişikliğin pek çok sebebi vardır.

146 Cafer Şen, “Fecr-i Âtî Encümeni Edebiyatı”, Turkish Studies, Volume 4 /1-II, Winter 2009, s.1340. Ayrıca bkz.: Cahide Başol, “Fecri Âtî”, Servet-i Fünûn-Uyanış, y.51, C.XC, 17 Temmuz 1941, s.100; 31 Temmuz 1941, s.131; M. Orhan Okay, “Fecr-i Âti”, TDİA, C. XII, s.287–290. 147 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İstanbul, İletişim Yayınları, 1990,s.28. 148 Fecri-i Âti Encümeni ile ilgili ayrıca şu kaynaklara bakılabilir: Cafer Şen, a.g.m., s. 1334-1426.; Karaosmanoğlu, a.g.e., s.26-48. 149 Özgül, “Osmanlı’nın Son Encümen-i Şuara’sı”, Türk Edebiyatı Tarihi, C.III, s.83. 150 Özgül, a.y.

44 İlk sebep, değişen dünyayla birlikte Osmanlı Devletinin çağı yakalamak amacıyla önce askeri alanda başlayan fakat daha sonra devletin hemen bütün alanlarına sirayet eden düzenleme ve yeniliklere hız vermesidir. Devletin egemen olduğu patrimonyal bir yapıda, devlet kademelerindeki değişiklik ve yenilikler doğal olarak toplum tarafından da yakından izleniyordu. Devleti yönetenlerin yapmak istediği yenilikler halktan türlü tepkiler, eleştiriler alıyor, zaman zaman kurumlar arasında çoğunlukla da iki karşı kutbu temsil eden kişiler arasında çatışma ve ikilemler yaşanıyordu 151. Değişikliklerin önünde duran geleneklerin yanında sosyal, siyasi ve ekonomik yapının dirençleri, Orhan Koçak’ın “model değişimi”, Tanpınar’ın “medeniyet değişimi” adını verdiği büyük bir krizin yaşanmasına sebep olmuştur. Bu tür bir kriz, doğal olarak asıl hammaddesi insan olan edebiyatın, edebiyatı yapan şair ve yazarların, edebiyatı destekleyen sanatkâr hamilerinin ve encümenlerde karşılıklı bir yer işgal eden şair ve haminin birbirleriyle olan ilişkilerini de değiştirerek dönüştürmüştür. İkinci sebep ise mahfillerde şairlerin birbirleriyle yarışmaları fikrinin yavaş yavaş ortadan kalkmaya başlamış olmasıdır. Evini edebiyat toplantılarına açan hami, encümene katılanlarla olan edebî ve estetik yakınlıkların yanına, politik yakınlaşmaları da eklemiştir. Şairler de artık birbirlerini rakip olarak görmek yerine poetik yakınlık temelinde birlikteliği vurgulayıcı bir tavır geliştirmeye başlamıştır152. Değişiklikler en fazla 19. yüzyılda hissedilmeye başlar: “XIX. asrın Osmanlı şairi, eğilimlerine uygun mekânlarda, aynı eğilimi paylaşan başka ev sahibi ve şairlerle buluşmaya; müşterek bir fikir, müşterek bir edebiyat anlayışı etrafında birleştiği insanlarla “efkâr-ı umumiye” denen büyük gücün oluşumu ve işlerlik kazanması için uğraşmaya başlar. Asrın ortalarında, Sultan Mecit saltanatının sonlarına gelindiğinde sarayın himayesindeki şairlerin ve encümen-i şuaraların devri çoktan tamamlanmıştı. Yeni rical, himayesine aldığı şairi caize ve atiyelerle beslemek yerine kalem ve odalara yerleştirmekte; böylece, devlet çarkının dönüşünden haberdar, siyasi tercihleri netleşmiş, kitabeti sebebiyle nesirle de kendini ifade edebilen aydın şairler belirmektedir. Aynı hâmiler tarafından, aynı odalara çerağ edilmiş şairler sebebiyle, devlet dairelerinin küçük birer encümen-i şuaraya dönüştüğü; tayin olunduğu yerde biraz palazlanan her şairin de yaranından, ayaktaşlarından birisini yanına alarak encümenini genişlettiği ilginç bir dönem

151 Bu durumla ilgili detaylı bilgi almak için şu eserlere başvurulabilir: Şerif Mardin, Türk Modernleşmesi: Makaleler IV, İstanbul, İletişim Yayınları, 1991, s.11–246; Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, C.III, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002. 152 Özgül, “Osmanlı’nın Son Encümen-i Şuara’sı”, Türk Edebiyatı Tarihi, C.III, s.83.

45 başlamaktadır.153” M. Kayahan Özgül, 19. yüzyılın ortaların gelindiğinde encümen-i şuaraların Mısırlıların veya Mısır’da kendini her anlamda yetiştiren kişilerin konaklarına doğru kaydığını iddia eder. Bu konaklara devam eden şairler, konakların başlı başlına bir yeni mektep hüviyeti kazanan atmosferinde yeni bir dünya görüşü kazanmışlardır154. Encümenlerdeki değişim, edebiyat toplantılarının yerlerinde de değişikliklere sebep olmuştur. İlk encümenlerin kurulmaya başladığı Fatih Sultan Mehmet’in zamanından on dokuzuncu yüzyıla gelene kadar şair, yazar ve edebiyat meraklıları genelde devletin biçimlendirdiği uygun mekânlarda bir araya geliyorlardı. Bu mekânlarla ilgili geniş bilgiler veren Halûk İpekten, şehir merkezlerinde sultan saraylarının, bey, paşa ve devletin diğer ileri gelenlerin konak türü yapılarında, taşrada şehzadelerin saraylarında yapıldığını belirtmektedir. Mekânsal dönüşüm, hemen her alanda vuku bulan değişimin yoğun ve etkili yaşandığı on dokuzuncu yüzyıldan itibaren artmıştır. Osmanlı ölçeğindeki değişim de hemen hemen benzer nitelikler göstermektedir. Encümenler artık genelde kamusal mekân olarak adlandırılan, insanların genel kullanımına daha açık yerlerde kurulmaktadır. Bu yerler, hemen her sınıftan halkın rahatça vakit geçirebileceği, kamuoyunun oluşturulduğu ve yönlendirildiği kahve155, meyhane türünden mekânlar olarak dikkat çeker.

153 Özgül, “Osmanlı’nın Son Encümen-i Şuara’sı”, Türk Edebiyatı Tarihi, C.III, s.84. 154 Özgül, a.y. 155 Kahvelerin kamuoyunu oluşturma ve yönlendirmeleriyle ilgili detaylı bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: Nâmık Açıkgöz, Kahve Etrafında Teşekkül Eden Edebî Kamuoyu, XI. Türk Tarih Kongresinden Ayrı Basım, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994, s.1141–1163; Mustafa Yazıcı, “Tarihe Malolmuş Türk Kahvehânelerin(Kırâathâneler) Kültür Hayatımızdaki Yeri ve Bugünü”, Karınca Kooperatif Postası, y.57, No: 650, Şubat 1991, s.31–33; İbrahim Nûman, “Eski İstanbul Kahvehânelerinin İçtimâi Hayattaki Yeri ve Mimârisi Hakkında Bazı Mülâhazalar”, Kubbealtı Akademi Mecmuası, y.10, No:2, Nisan 1981, s.57–74. François Georgeon, “Osmanlı İmparatorluğu’nun Son Döneminde İstanbul Kahvehaneleri”, Doğu’da Kahve ve Kahvehaneler (içinde), Editörler: Héléne Desmet-Grégoıre-François Georgeon, (Çev. Meltem Atik-Esra Özdoğan), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999, s.70–77. Kahvelerin edebî kamuoyunu oluşturması, edebiyat eserlerine kaynaklık etmesi için bkz. Arslan Kaynardağ, “Eski İstanbul Kahvelerindeki Şiir Şenlikleri”, Folklor ve Etnografya Araştırmaları 1985’ten ayrı basım, İstanbul, Anadolu Sanat Yayınları, 1985, s.401–408.

46 1. 5. MAHFİL/EDEBİYAT MAHFİLİ

Edebiyat mahfili, edebiyat alanında düşünen veya kalem oynatan pek çok kişinin yazılarında sıklıkla karşılaşabildiğimiz fakat bu kavramın anlamı, kapsamı ve oluşumu üzerinde net ve doyurucu bilgilerin verilemediği, onu diğer toplantı yeri ve mekânlarından nitelikçe ayırt eden özelliklerinin aydınlatılamadığı bir kavramdır. Bir edebiyat kavramı, net, açık ve doğru tanımlandığı zaman,yani kavramın muğlâk yönleri aydınlatıldığında, edebiyat biliminden de beklenen berraklık ortaya çıkacak, böylece de edebiyat araştırmalarının doğru sonuçlandırılması sağlanabilecektir. Kavramın açıkça tanımlanması, tanım sayesinde edebî doğrulara ulaşmayı kolaylaştıran büyük bir etken olacaktır. Bu amaçla, mahfil kavramını tanımlamak için yaptığımız araştırmalarda, kavramın ne Türkçe Sözlük’lerde ne Edebiyat Terimleri Sözlükleri’nde ne de konuyla ilgili eserlerde “efradını cami ağyarını mani” bir biçimde tanımlandığını, bununla birlikte kavramı tanımlama çalışmalarının pek çoğunda sadece genel kabulü yansıtan nitelikteki cümlelere rastladığımızı söylemeliyiz. Bu durumun tabii ki pek çok sebebi olabilir. Bizim için önemli taraf, böyle bir problemin var olduğunu tespit etmek sonra da problemin çözüm yollarını araştırmaktır. Çalışmamız, “edebiyat mahfili” kavramına yeni bir boyut kazandıracak ve konu ile ilgili problemlerin tespiti ve çözümü noktasında önemli bir basamak olacaktır. Mahfil, zaman zaman encümen bazen encümen-i şuara bazen de muhit kavramlarıyla ilişkilendirilmekte, bu kavramların anlam alanında gösterilebilmekte, bazen de “bir mekânda toplanan şair ve yazarların” varlığı belirgin bir şekilde ispatlanabilir olmasına rağmen, ondan çok daha farklı bir anlam inceliğine sahip olan muhit kavramıyla karşılanabilmektedir. Bunların dışında, bir mahfilleşmenin görüldüğü mekânlara, genel kabulü gösteren ve kavramın sınırını açıkça göstermeyen “edebiyatçı, sanatçı mekânı” gibi beylik ifadelerle yaklaşılmakta, burada yapılan toplantılara da “edebiyat toplantıları” gibi çok genel ifadeler verilmektedir. Mahfil konusuyla ilgili bir doktora çalışması da bulunan M. Kayahan Özgül, edebî mahfil kavramını “encümen-i şuara” kavramıyla eşit önemde görerek tezinde

47 öncelikle “encümen-i şuara” kavramını açıklamıştır. Encümen-i şuaraları açıklarken de genelde konuyu mahfil kavramı içinde ele almıştır. Bir edebiyat mahfilinin ayırt edici özelliğini, onu diğer toplantı yeri ve mekânlarından ayıran özelliklerini ve kavramın sınırlarını belirtmeden Encümen-i Şuara’yı mahfil (tezde kullanıldığı şekliyle mahfel) kabul edip incelemiştir. İki kavram arasındaki benzer niteliklerin fazlalığı bu kavramların birbirinin yerine kullanılmasına sebep olmaktadır. Ama gerçekten de iki kavram her zaman ve zeminde aynı anlama gelebilmekte mi? İki kavramın hiç farklılığı yok mudur? Diğer taraftan, mahfil kavramının muhit ve encümen ile olan benzerlik ve farklılıkları neler olabilir? Bu tür soruların, mahfil kavramının tam anlamıyla aydınlatılması için cevaplanması gereklidir. Tezimiz bu sorulara cevap niteliği de taşımaktadır. Mahfil kavramının içeriğine ve edebiyat alanındaki kullanımına gönderme yapılarak hazırlanmış olan Halûk İpekten’in doktora tezi olan “Divan Edebiyatında Edebî Muhitler”156 çalışmasında “muhit” kavramı, edebiyat mahfili kavramını içine alacak şekilde kullanılmıştır. Yazar, Türk edebiyatının gelişim şart ve koşullarını tespit etmeyi amaçladığı eserinin önsözünde, şair ve yazarların belli yer ve merkezlerde toplandıklarını belirttikten sonra, toplanılan bu tür yerlerin oluşmasında önemli bir görev üstlenen şahsiyetlerin de (sanat/kâr hamisi) varlığına gerek olduğunu vurgulamıştır 157. “İhata eden, etrafını çeviren, kuşatan,158 çevre, etraf, yöre159; bir şeyin etrafını alan160” anlamlarına gelen muhit, mahfil kavramını da içine alabilecek nitelikte bir kelimedir. Muhitin bir veya birden fazla mekânı içine alabilecek bir tedaiye sahip olması, kavramın mekân temelinde kullanılabilmesini kolaylaştırmaktadır. Kavram aynı zamanda mekânların birbirlerine eklenmesine veya mekânların yan yana kurgulanabilmesine müsait anlamı sayesinde muhitin geniş birliktelikleri vurgulayan bir çevreye atıf yapmasına imkân sağlayabilmektedir. Muhit kavramanın genişliğinin yanında, mahfilin bir mekânla direkt bağlantısının

156 Dr. Halûk İpekten, Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1996, 271 s. 157 İpekten, a.g.e., s.11. 158 Devellioğlu, a.g.e., s. 804. 159 İlhan Ayverdi-Prof. Dr. Ahmet Topaloğlu, Kubbealtı Lûgatı: Türkçe Sözlük, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2007, s.754. 160 Şemsettin Sami, Kamûs-ı Türkî, Dersaadet, Sahibi ve Nâşiri: Ahmed Cevdet, 1318, s.1305.

48 olması, mahfillerin bir araya gelerek de muhiti oluşturabileceğini düşündürmektedir. Nitekim Halûk İpekten’in eserinde de, padişah, şehzade ve devlet ricalinin himayesinde tek tek kurulan mahfiller bir araya getirildiklerinde muhit genel adına sahip olmaktadır. O zaman mahfil ve muhit kavramlarının farkını şu şekilde açıklayabiliriz: Mahfil, muhit kavramına nazaran mekân bağını her zaman taşımak zorundadır. Çünkü Arapça “hafele-hufûl (toplanma)161” kökünden türeyip ism-i mekân162 olan mahfil kelimesinde zaten bir mekân anlamı gizlidir. Muhit ise “ihata edilen” bir çevrenin varlığına ihtiyaç duyar ve bu çevrenin mekânsal niteliği mahfillerin bir araya gelmesiyle oluşabilir. Mahfil, somut nitelikler bağlamında muhitten daima küçüktür. Mahfillere katılanlar sayıca muhittekilerden genelde azdır, muhitin mekânsal niteliği mahfilin mekânından daima geniş ve çeşitlidir. Sözlüklerde mahfilin anlamlarına bakmak, mahfilin genel olarak nasıl tanımlandığını da ortaya çıkaracaktır. Ahmet Vefik Paşa’nın, “Lehçe-i Osmanî”sinde “Cem’iyyet-gâh, camilerde maksûre, encümen. Mahâfil-i ahbâb, mahâfil-i siyasiye.163”; Şemsettin Sami’nin, “Kamus-ı Türkî”sinde “Toplanılacak yer, mahall-i içtima’; cem’ olunmuş heyet, meclis, cemiyet, encümen; cami-i şerif dâhilinde hükümdara mahsus mahal, maksure.164”; Ferit Devellioğlu’nun “Osmanlıca- Türkçe Ansiklopedik Lûgat”inde “Oturulacak, görüşülecek yer, toplantı yeri; büyük camilerde hükümdarlara veya müezzinlere ayrılmış ve etrafı parmaklıklarla çevrilmiş olan, yerden biraz yüksek yer.165” ; “Kubbealtı Lûgat”inde, “Konuşup görüşmek için bir araya gelinen yer, toplantı yeri; toplanmış heyet, meclis; büyük camilerde padişah ve ve müezzinler için ayrılmış yüksekçe ve parmaklıklı yer.166”; M. Nihat Özön’ün “Resimli- Büyük Türk Dili Sözlüğü”nde, “Toplantı yeri, dernek; camilerde

161 Meydan Larousse Büyük Lûgat ve Ansiklopedi, C. VIII, İstanbul, Meydan Yayınevi, 1990, s.237. 162 Hayat Büyük Türk Sözlüğü’nde mahfil kelimesinin kökünün Arapça “hufûl” ve kelimenin ism-i meful olduğu yazıldır. Bkz.: Hayat Büyük Türk Sözlüğü, İstanbul, Hayat Yayınları, t.y., s.805. ; Şemsettin Sami’nin Kamus-ı Türki’sinde ise kelimenin Arapça hufûl’den türediği fakat kelimenin ism-i mekân olduğu kayıtlıdır. Bkz.: Şemsettin Sami, Kamus-ı Türkî, Dersaadet, İkdam Matbaası, 1318, s.1302. 163 Ahmet Vefik Paşa, Lehçe-i Osmanî, (Haz. Recep Toparlı), Ankara, TDK Yayınları, 2000, s.709. 164 Şemsettin Sami, a.g.e., s.1302. 165 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca -Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, İstanbul, 1978, s. 676. 166 Ayverdi-Topaloğlu, Kubbealtı Lûgatı: Türkçe Sözlük, s.694.

49 müezzinlerin bulunduğu yüksek yer.167”, “Hayat Büyük Türk Sözlüğü”nde, “Toplanılacak yer, toplantı yeri; toplanmış heyet, meclis, cemiyet, encümen; camilerde hükümdarlara mahsus yer.168”; D. Mehmet Doğan’ın “Temel Büyük Türkçe Sözlüğü”nde, “Toplanılan yer, toplantı yeri; toplanmış heyet, cemiyet, meclis; camilerde tahsilli yüksek kısım; çevre; Masonların toplantı yeri.169”; Türk Dil Kurumu’nun “Türkçe Sözlüğü”nde, “Toplantı yeri, toplanmış kimseler; camilerde parmaklıkla ayrılmış yüksek yer.170”, “Meydan Larousse Büyük Lûgat ve Ansiklopedi”de, “Toplanılacak yer, toplantı yeri; toplanmış kimseler, meclis171” şeklinde tanımlanmıştır. Yukarıda da açıkça görüldüğü gibi sözlükler, mahfil kelimesinin ilk anlamını “cemiyet-gâh, toplanılacak yer, toplantı yeri” şeklinde karşılamışlardır. Bu tanımlama, edebiyat alanındaki anlam ve kullanımının bütün nüanslarını açıkça ortaya çıkaran bir anlam alanına maalesef sahip değildir. Mekânlar, yaşanılan hayatın hemen her özelliğini, ekonomik, sosyal, siyasal ve edebî gelişme ve değişmelerini yansıtmakla birlikte bu gelişme ve değişmelere de etki ederler172. Mahfilin mekânla olan kopmaz bağı, oradaki toplantıların unutulmaya direnç göstermesini sağlamaktadır. Milletlerin geçmişini sembolize eden her tür eser, unutulmayı engelleyen başka bir bağın oluşmasını mümkün kılar. Mahfil de bu anlamda edebiyatın hemen her tür verisini canlı tutan bir “edebiyat hafızasının mekânı” gibi düşünülebilir. “Her bellek tekniğinin ilk aracı mekânlaştırmadır.” diyen Jan Assmann, mekânın hatırlama kültüründe, toplumsal ve kültürel pekiştirme tekniklerinde başrolde olduğunu belirtir173. Mahfilin edebiyat hafızasının mekânı olması, onun da edebiyat hafızasında başrole alınmasını gerektirir. Fransız Akademisi üyesi Pierre Nora, Fransa’daki hafıza mekânlarını araştırırken, daha doğrusu Fransa’yı Fransa yapan ve geleceğe de Fransa’nın simgesini taşıyacak mekânları tespit edip bunları çözümlerken “hafıza mekânı” kavramını ortaya çıkarır. Ona göre hafıza “hatırlanması imkânsız olan şeylerin

167 M. Nihat Özön, Resimli- Büyük Türk Dili Sözlüğü, İstanbul, Arkın Kitabevi, 1971, s.417. 168 Hayat Büyük Türk Sözlüğü, İstanbul, Hayat Yayınları, t.y., s.805. 169 D. Mehmet Doğan, Temel Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, Bahar Yayınları, 1994, s.519. 170 Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük, Ankara, AKDTYKTDK, 2005, s.1326. 171 Meydan Larousse Büyük Lûgat ve Ansiklopedi, C. VIII, s.237. 172 Serdar Öztürk, Cumhuriyet Türkiye’sinde Kahvehane ve İktidar (1930–1945), İstanbul, Kırmızı Yayınları, 2005, s.41. 173 Assmann, a.g.e., s.63.

50 heybetli ve baş döndürücü stoğudur, hatırlama ihtiyacı duyabileceğimiz şeylerin sonsuz listesidir.” 174. Bu öznel tanımı mahfil kavramına uyarlayacak olursak, mahfilin de edebiyatçıların toplanıp bazen mutabakata vardığı bazen de tartışılan konulara önemli şerhler koydukları bir “edebî hafızanın merkezi” olabileceğini iddia edebiliriz. Edebiyat hafızasını oluşturup bir arada tutan mahfil, tıpkı Pierre Nora’nın geliştirdiği bir kavram olan “hafıza mekânı” gibi değerlidir. Mahfilin hafıza mekânı gibi sadece hatırladıklarımızdan oluşmadığını aksine edebiyat hafızasının “mayalandığı”175 yer olarak da öneme sahip olduğunu düşünebiliriz. Bu çıkarımdan hareket ederek, edebiyat mahfillerini de “edebiyat hafızasının mayalandığı” yerler olarak tanımlayabiliriz. Çünkü hafıza mekânları gibi edebiyat hafızasının cevelan ettiği mahfillerin asıl varlık sebebi, Pierre Nora’nın bir hafıza mekânı için kullandığı argümanı mahfile uyarlayarak söyleyecek olursak “zamanı durdurmak”, “unutmayı engellemek”, “ölümü ölümsüzleştirmek”, “anlamların sürekli depreşmesi”ni sağlamaktır176. Bu saydıklarımızın hemen hepsine mahfillerde karşılaşabiliriz. Mahfil bunlar sayesinde edebiyatın capcanlı olduğu, edebiyat merkezli tartışma, tenkit, tekliflerin yapılabildiği, bu tür etkinlikler sayesinde toplantı yeri/ odağının sürekli diri kalabildiği bir yer ve aynı zamanda yaşayan edebiyatın atardamardır. Hafıza mekânı (doğal olarak edebiyat mahfili), salt mekânsal bir aidiyetle tamamen bağlı değildir. Edebiyat mahfillerinin etkisini bir şekilde devam ettirmeye de yarayan yazıya geçirilmiş bir kitap, bir şiir gibi edebiyat materyali ile herhangi bir takvim veya üzerinde anıların tozu bulamış bir nesne “hafıza”yı harekete geçiren somut nesneler olmakla birlikte soyut göndergeleri barındıran, insanın zihninde yaşanmış geçmişi içkinleştiren bir varsayım veya çıkarım nesnesi olarak anlam kazanır. Bu yüzden, “Bütün hafıza mekânları dipsiz derinlikteki nesnelerdir.177” Nesneyi mahfil için en geniş anlamda düşünüp bunun içine geleceğe türlü değişikliklerle bile olsa devredilen her türlü sözü de dâhil etmemiz gereklidir. Burada edebiyat encümenleri ile mahfil kavramının farklarını da sorgulamalıyız.

174 Pierre Nora, Hafıza Mekânları, (Çev. Mehmet Emin Özcan), Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2006, s.25. 175Pierre Nora, hafıza mekânını dikkat çekici bir şekilde açıklar: “Hafıza mekânları anımsadığımız şeyler değil, fakat hafızanın mayalandığı yerlerdir, geleneğin bizzat kendisi değil onun laboratuarıdır.” Nora, a.g.e., s. 12. 176 Nora, a.g.e., s.32. 177 Nora, a.g.e., s.34.

51 Mahfil gibi encümenin de belirli bir zaman aralığında düzenli bir şekilde toplanması gerekliliği onun mahfil kavramı içinde değerlendirilmesini sağlayabilir. Ama encümen kavramanın genel olarak bazı meclis, kurum ve kuruluş adlarında kullanılması, idari, adli ve istişari yönünün ön planda bulunması, kelimenin edebiyat alanındaki anlamını “geriye itmiştir”. Bu sebepten adli ve idari kurumların adlarında karşılaşılan kelimenin doğal olarak edebiyat alanındaki terim anlamını uzun süre koruyabilmesi pek kolay olmamıştır. Ayrıca mahfil kavramı, encümen kelimesinin anlamını da içine alacak genişlikte olduğundan ve mahfil mekânsal bir bağlılığı daha fazla çağrıştırdığı için edebiyat alanında daha fazla tercih edilmektedir. Mekânsal bağlılık, mekânın peteklerinin binlerce gözünde zamanı sıkıştırılmış olarak tuttuğu için değerlidir178. Encümen adıyla kurulan edebiyat birliktelikleri genelde birkaç sene devam edebilmiştir. Bunda encümenin kurulduğu siyasi ortamın çok fazla etkisi görülmektedir. Encümen-i Hamidî ancak birkaç hafta, Encümen-i Şuara bir yıl kadar, Fecr-i Âti Encümeni üç yıl yaşayabilmiştir. Özellikle bizim edebiyatımızda uzun süreli edebiyat toplantılarına, bir edebiyat geleneğini sımsıkı tutup devrin pek çok olumsuzluğuna karşı gelmesinin yanında o anki edebiyatın ısrarla üzerinde durduğu temleri; kalıplaşmış hataları, zaafları, üstünlükleri gösterebildiği ve bazı edebî yenilik ve tartışmalara imkân sağlayabildiği için mahfil adının verilmesi bir gelenek olmuştur. Encümen gibi bazı kısa süreli toplantılar, mahfilden beklenen ve özellikle edebiyat alanıyla ilgili teklif, tenkit ve yeniliklere çok da öncülük edememiştir. Bunda devrin sosyal, ekonomik ve siyasi şartlarındaki değişim ve dönüşümlerle encümen-i şuaralardaki gelenekli sosyal ilişkilerin nitelik değişikliğine uğraması da etkili olmuştur. Mahfil kavramının tanımlanmasındaki muğlâklığın yanı sıra, kavramın yazımıyla ilgili de problemler vardır. M. Kayahan Özgül çalışmasında bu kavramı “mahfel” şeklinde yazmıştır. Bu sözcüğün yazımıyla ilgili olarak, Tahir’ül Mevlevî’nin çıkardığı Mahfil mecmuası yayınlandığı esnada da mecmuanın isminin nasıl okunacağıyla ilgili tartışmalar yaşandığı bilinmektedir. Osman Erginöz’ün verdiği bilgiye göre Tahir’ül Mevlevi, derginin isminin karıştırılması ve yanlış telaffuz edilmesi dolayısıyla dergisinde bir yazı neşrederek mahfil kelimesinin mahfel olarak

178 Gaston Bachelard, Mekânın Poetikası, (Çev. Aykut Derman), İstanbul, Kesit Yayıncılık, 1996, s.36.

52 da okunup yazılabileceğini ama kendi dergisinin mahfil şeklinde kabul edilmesi gerektiğini söylemiştir179. Arapça “hafele/hufûl” kökünden gelen kelimenin, ism-i mekân şekli mahfeldir. Fakat mahfel kelimesinin Türkçe yazımında galat olarak genellikle mahfil şekli kullanılmıştır. Biz de, kelimenin mahfel yazımından ziyade, Türkçe sözlüklerin hemen hepsinde geçtiği gibi mahfil şeklindeki yazımını tercih ettik. Genel olarak Türkçe sözlükler, mahfil kelimesini “ Konuşup görüşmek için bir araya gelinen yer, toplantı yeri; toplanmış heyet, meclis180; oturulacak yer, görüşülecek yer, toplantı yeri181” şeklinde açıklamaktadır. Mahfil kelimesinin “heyet, meclis” anlamını, Türkçe’de konumuzla ilgili başka bir kelime de karşılamaktadır. Encümen kelimesi, mahfil gibi “heyet, meclis, komite” anlamına sahiptir. Encümen, mahfel veya mahfil biçimindeki isimlendirmeden asıl kasıt, “bir yerlerde toplanan” insanların varlığıdır. Peki, “bir yerlerde toplanan” bu insanların bir mahfil oluşturabilmesi için neler gereklidir? Birkaç insanın, eli kalem tutan birkaç yazarın rast gele bir yerde oturmaları oranın bir mahfil olmasını sağlar mı? Birkaç yazarın edebiyatla ilgili sıradan şeyler üzerinde konuştukları, belki de edebiyat dedikodusu yaptıkları, edebî anlamda müspet veya menfi bir etkileşimin, iletişimin olmadığı bir yer mahfil kabul edilebilir mi? Bu etkileşimin neticesi olarak bir mahfilde mutlaka yeni eser, tür, şekil ve modanın ortaya çıkması gerekli midir? Aslında, mahfil kavramının edebiyat literatüründeki anlamını, bu kavramın neleri, nasıl içine aldığını aydınlatmadan, edebiyatçıların uğrak mekânlarından bir mahfilin ayrılan yönlerini ortaya çıkarmadan işe başlamak, karışıklığa sebep olabilir. Bu yüzden, mahfil kavramı üzerinde bazı düşünceleri kritik etmek, mahfil kavramını bir değerlendirmeye tabi tutmak yerinde olacaktır. İlk olarak, mahfil kavramının, “edebiyatçıların buluştuğu” yerlerle ilişkilendirilmesi, kavramın edebiyat alanına hasredilmesini sağlar. Yoksa bu kavram

179 Osman Erginöz, “Mahfil Mecmuası ve Tahlilî Fihristi”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Ana Bilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2007, s.19. 180 Ayverdi- Topaloğlu, a.g.e., s.695. 181 Devellioğlu, a.g.e., s.676.

53 edebiyat alanın dışında da kullanılabilmektedir. Mahfil, bu anlamında camilerdeki özel alan anlamına gelmektedir. Ayrıca mahfil kavramının, heyet, komite anlamındaki yakın anlamı diyebileceğimiz encümen kelimesi, mahfil kelimesinin anlam alanında kullanılmayabilir. Encümen-i Daniş bunun en bariz göstergesi kabul edilmelidir. Bir mahfilin oluşabilmesi için öncelikle birden fazla edebiyatçıya ihtiyaç vardır. Birden fazla olan edebiyatçılar, günlük hayat meşgalesinin dışında, edebiyatla ilişkilendirilecek konu, kavram, eser, şekil, tür vb. üzerinde, bu türden “toplantı yerlerinde” bir araya gelerek görüş ve fikir alış verişinde bulunurlar. Bu “alış veriş”in her zaman aynı şekilde, aynı rutin içinde yapıldığı anlamı çıkarılmamalıdır. Bu görüş alış verişiyle ilgili şair ve yazarların eserlerini yayımlamadan önce buradakilere okuduklarını, mahfildekilerin görüş, tenkit ve eleştirilere kulak kabarttıklarını, onların eseriyle ilgili söylediklerini ciddiye aldıklarını belirtebiliriz182. Mahfil, bu yönüyle de geniş ve çok çeşitli bir “eleştiri” odağıdır. Odağın beklenti, ilgi, düşünce, gözlem, tenkit ve eleştirileri, eserin henüz yayımlanmamış, “görece” anlamda tam şeklini bulmamış hâli üzerinde daha iyiye, güzele, kaliteliye doğru düzenleme ve tadilatların yapıldığı, eserin bir nevi edebiyatçıların kamuoyuna sunulmuş geçer not alıp alamayacağı merak edilen yoklaması gibi düşünülebilir. Mahfiller aslında bir yazar veya şairin edebiyatçı kimliğinin belirginleşmesinde, bu kimliğinin kuruluş ve kurgusunda asla göz ardı edilemeyecek öneme de sahiptir. Mahfil toplantıları, bir “kimlik inşası mekânı”dır aynı zamanda. Buralara devam eden şair ve/veya yazar, mahfilin kurucu kişileri, üstatları, sözü geçen insanlarını tanır ve onların yaşadıkları zamana nasıl ve ne düzeyde hitap ettiklerini, kendilerini bir edebî güç veya otorite olarak nasıl ortaya koyduklarını ister istemez hisseder; onlarla yaptığı sohbetlerle, onlardan öğrendikleriyle bu otoritenin nasıl oluştuğuna- veya aksi de düşünüldüğünde oluşamadığına, onların kendileri için nasıl olumsuz bir örnek olduğuna- bizzat karar verir. İşte bu tür bir kimlik inşasının oluşmasında kanon ve kanonik eserler nasıl önemliyse, kanonu oluşturan klasikler nasıl yol gösterici değere sahip birer örnek, kural, model ise, mahfil mekânlarını mesken tutan

182 Örnek olması açısından bkz. Arif Yılmaz, “Sabahattin Kudret Aksal’ın Hayatı, Sanatı ve Şiirleri Üzerinde Bir Araştırma”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2004, s.50–55.

54 kişiler de şair ve yazarların kimliklerini kurmak ve kurgulamakta o derecede önemli bir yer tutmaktadır. Bu tür bir eylem, özellikle Cumhuriyet sonrası Türk edebiyatında daha belirgindir. Beyoğlu ve çevresi, yeni sanata ve sanat akımlarına iman etmiş edebiyatçılar ile sanatçıların verimli bir havzasına dönüşmüştür. Bu dönüşümde pek çok sebep etkilidir. Sosyal, siyasal, ekonomik vb. sebepler Beyoğlu ve çevresini edebiyat ve sanatçılar için bir çekim merkezi haline getirir. Bunda Beyoğlu çevresinin Levanten ve gayrımüslim geçmişi ne kadar etkiliyse bu kültür ve dünya görüşünün insana ve hayata bakışı da o kadar etkilidir. Ayrıca, Beyoğlu taraflarının Tanzimat’tan itibaren Avrupai değer ve modalara olan yakınlığı, tiyatroların ilk olarak bu civarda açılıp yaygınlaşması, tiyatro temsilleriyle birlikte meyhane, bar, pavyon türünden eğlence mekânlarının, lokanta, pastane gibi yerlerin açılması, Beyoğlu tarafını, İstanbul’un “öte yakasından” resmen olmasa da insanların zihinlerinde birbirinden ayırmıştır. O yılları anlatan eserleri incelediğimizde bile bu düşüncenin billurlaşmış örneklerine kolayca rastlayabilmekteyiz. Batılı seyyahların bile bu zihinsel ayrımı rahatlıkla eserlerine yansıttıklarına şahit olabilmekteyiz. Pera, hemen her şeyiyle “öte tarafı” sembolize eden değerlere, insanlara ve mekânlara sahip bir yer olarak belirginleşmiştir. Bu tür mekânların çok fazla yer aldığı Beyoğlu taraflarındaki mahfillere giden şair ve yazar, pek çok şey öğrendiği bir mahfil toplantısına katılarak öğrenme ve iletişim ihtiyacını karşılamakla birlikte, özellikle 1930’lu, 1940’lı yılların yürürlükteki kanun ve kurallarını buralarda yaşayarak öğrenmektedir. Bu kanun ve kural, başka bir şekilde söyleyecek olursak kurumsal bir güç olmasa da kimlik inşasını yaratan kanon gücünü elinde tutan makama kendilerini gösterme fırsatı da sağlamaktadır. İşte bir nevi atasözü gibi değer kazanan “Beyoğlu’na çıkmak” sözü bir şair ve edebiyatçı için mahfillerde kurulan/kurgulanan kimliğe sahip olmanın önemli bir sembolüdür. Toplanılan yerin mekânsal niteliği tarih içinde çeşitlilik gösterse de bu yerler genellikle “kapalı mekânlardır”. Hayatın canlılığı nispetinde edebiyatçıların da bir araya geldikleri mahfiller, canlılığını çeşitli şekillerde sürdüren mekânlardır. Bununla birlikte birden fazla edebiyatçı, belli bir “süre” içinde bir araya gelir. Yani sıradan bir buluşmadan bu tür mahfilleri ayıran farklardan belki de ilki budur. Toplantılar, ister

55 kahvede yapılsın ister bir konakta, toplantının mutlaka önceden belirlenmiş bir zamanı vardır. Bu toplantının belirlenmiş bir zaman diliminde olması, mahfil kavramının temel göstergesini de ortaya çıkarır: Süreklilik ve düzen. Mahfillerdeki bu süreklilik ve düzen, toplantıların daha da ciddiye alınmasını sağlamıştır. Katılımcıların mahfildeki düzene uymaları beklenmektedir. Örneğin İbnülemin M. Kemal İnal’ın konağındaki edebiyat toplantılarında katılımcıların oturacakları yerler bile mekân sahibi tarafından özenle ve belli bir düzen dâhilinde ayarlanmıştır ve bu düzen bir “gelenek” halini almıştır. Bunda katılımcının bilgisi, kültürü, yaşı, sosyal statüsünün etkisinin yanında mahfil sahibinin o kişiye verdiği değer de ön plandadır183 . Mahfillerde sürekliliği ve düzeni sağlayan bir diğer faktör, yukarıda belirttiğimiz gibi önceden belirlenmiş bir zamandır. Encümen-i Şuara mensupları “her salı” Hersekli Arif Hikmet’in Laleli’de Çukurçeşme’deki evinde toplanırlar184. Bu tür mahfillerin müdavimleri, İbnülemin M. Kemal İnal’ın konağındaki edebiyat toplantılarına pazartesi akşamları185, Şâir Nigâr Hanım’ın konağındakilere salı günleri, Abdullah Cevdet’in İçtihat Evi’nde çay sohbetlerine çarşamba günleri, İsmail Hami Danişmend’in Hava Palas’taki dairesindeki toplantılara cumartesi günleri katılmaktadır. Mahfillerin kurulmasında, mahfillerde edebiyatçıların bir araya gelmesinde başka bir faktör de etkilidir: Üstat edebiyatçı veya sanat/kâr hamisi. Mahfilleri kuran, mahfillerde herkese kişiliği ve edebî birikimi yönüyle otoritesini kanıtlamış bu türden üstatlar, mahfillerde sistemi oluşturan ve sistemin düzenini layıkıyla sağlayan varlıklardır. Üstadın evi de çoğunlukla bir mahfil olarak bilinir. (İbnülemin’in

183 Bu toplantılara katılmış olan Taha Toros, İbnülemin’in mahfiline katılanlara gösterilen ilgiyi ve toplantı düzenini şu şekilde anlatmaktadır: “ Kış, yaz bu konakta devam eden pazartesi geceleri sohbetlerine gelenler ilmî hüviyetlerine, yaşlarına, dostluk ve vefâ derecesine göre ölçülü biçimlerde karşılanır, kendileri uygun koltuklara ve iskemlelere oturtulurdu. Toplantıda sevmediği kişileri veya zevzeklik yapanları karşılamada pek aldırış etmezdi. Mahmud Kemal Bey, bunlara başıyla, şöyle kapıya yakın iskemleler gösterirdi. Sevdiklerini, hele, uzaktan gelen dostlarını esprili sözlerle karşılar, yerinden kalkar bazılarına elini öptürür, bazılarına da öptürmeden, elini geri çekerdi.” Taha Toros, Mâzi Cenneti, İstanbul, İletişim Yayınları, 1992, s.36–37. Bu toplantılara katılan Yusuf Ziya da mahfil sahibinin bu hareketini şöyle açıklamaktadır: “Gösterilen yere oturdum. Âdet böyleydi, üstad, oturacağınız yeri, rütbenize göre seçer, işaret ederdi!” Ortaç, Portreler, s.184. 184 M. Kayahan Özgül, Hersekli Arif Hikmet, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987, s.13. 185 Bu toplantıların cuma akşamları yapıldığını söyleyenler de vardır. Detaylı bilgi için tezin İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Konağı başlıklı bölümüne bakılabilir.

56 Konağı gibi) Bu tür mahfiller bir nevi “sığınak” gibi düşünülebilir. Şair ve yazarları bir araya getiren, onların dağılarak, edebiyat alanından kaybolmasını da engelleyen bir paratoner gibi düşünülebilecek bu türden mahfillerde üstadın eleştirileri, ikaz ve beğenileri diğer edebiyatçıların da dikkatinden çıkmaz. Bir nevi mesenlik, sanat/kâr hamiliği olarak nitelenebilecek mahfillerdeki üstatlık kavramı, mahfilin sürekliliği ve edebî etkisinde de söz sahibi olabilmektedir. Üstadın söyledikleri, eleştiri, tepki ve ikazlarına katılan, bunlardan kendilerine özgü “ders” ve “örnek”ler çıkarıp “öğüt”ler alan mahfil müdavimlerinin, edebî etkileşim sayesinde, sadece o mahfile has yeni tür, biçim, konu, tema vb. gibi özellikler yaratamasalar bile bunlardan haberdar olmaları bile önemlidir. Mahfil, mutlaka edebiyat alanında yenilikler getirmek zorunda değildir. Buralardaki toplantılar edebiyat geleneğini geleceğe taşıyan bir zincir işlevindedir. Mahfillerdeki buluşma saatleri, önceden belirlenmiştir. Buradaki süre illa belli bir haftada olacak anlamına gelmemektedir, önemli olan, toplanılacak zamanın rast gele olmadığı, belirli ve mutabık kalınan bir sürenin mahfile gelenlerce uygun görülmüş ve bu periyota uyuluyor olmasıdır. Ayrıca mahfil mekânlarında tarih içinde mekânsal farklılıklar da ister istemez oluşmuştur. 1860’lı yıllardaki şair ve yazarlar genel olarak köşk, konak türü mekânlarla, Beyoğlu’ndaki çoğunlukla azınlıkların işlettikleri kamuya açık mekânlarda toplanmışlardır. Tanzimat devirlerindeki edebiyatçılar ise görüş alış verişilerini, genel anlamda üst ve orta tabakadan insanların oturdukları muhit ve mekânlarda yapmaktaydı. Daha sonraki nesillerin buluşma yerleri ise orta ve alt tabakadan insanların toplantı yerleri olarak görülmektedir. Tanzimat ve Meşrutiyet devrinin edebiyatçılarının bu mekânları tercih etmesine karşın özellikle Cumhuriyet dönemine gelindiğinde ayakaltı diyebileceğimiz, hemen her kesimden insanın rahatlıkla boy gösterebileceği yerlerde mahfiller oluşmuştur. Ama bu tür toplantı yerlerinde sadece edebiyat mevzularının konuşulmadığı da bir gerçektir. Erkek egemenliğindeki mahfillerle, kadınların tertipledikleri çaylı toplantılar arasında, içerik ve nitelik olarak farklılıklar da görülür. Kadın şair ve yazarların bir araya geldikleri, edebiyat konularının dışına çoklukla çıkıldığı, devrin giyim kuşam ve moda hâlini almış konuları üzerinde de konuşmaların yapıldığı “çay” toplantıları, erkeklerin tertipledikleri toplantılardan bu yönüyle de ayrılır. Ayrıca kadınların bu

57 türden toplantılarında yukarıda değindiğimiz, süreklilik, edebî alış veriş ve bir üstadın topluluğu az veya çok etkileyecek niteliklere sahip olması, yenilik veya farklılık gibi özellikler de içermektedir. Alt tabakadan bir kadının evinde bu türden toplantılar yapılabilir mi? Bu konuyla ilgili yeterli bilgimiz olmasa da, mahfil kurmak için en azından halkın gelir düzeyinden ayrılıyor olmak; soy, sülale, unvan ve kültür açısından da halktan farklı veya zengin olmak gereklidir. Şair Nigâr Hanım’ın evi bu kriterlerin tipik bir örneğidir. Çünkü saydığımız hemen bütün özellikler Şair Nigâr Hanım’ın kurduğu mahfilde mevcuttur. Mahfile devam eden bir edebiyat adamı, bu yerlerde genel olarak yapıldığı gibi edebiyat alanındaki herhangi bir konu, tema, tür, şekil gibi bir mevzu etrafındaki tartışma, fikir ve görüşlerin beyan edilmesine veya bir şiir üzerinde çeşitli görüşler ileri süren, bir şiiri öven kişilerin konuşmalarına veya bir hikâye- roman ve edebiyat ürününün okunmasına şahit olur. Edebiyat alanındaki bu türden sohbetler, orada bulunanlarca da ilgiyle takip edilebilir. Bu yüzden mahfillerdeki bu tür sohbetlere, bir “hasbihâl olarak edebiyat eleştirisi”186 de diyebiliriz. Tenkit, sohbet, tekdir, muhabbet ve adı ne olursa olsun bu tür edebî bir eylem, mahfilin öz niteliğini ortaya koyar. Mahfiller aslında bu yönüyle de edebiyatın “atar damarı” niteliğine de bürünebilmektedir. Mahfile katılanların görüşleri, fikirleri, itiraz ve beğenileri, burada bulunanları olumlu veya olumsuz yönde etkilemektedir. Mahfil, bu yönüyle de “etki alanı” en geniş ve vurucu olabilecek bir mekân değerini de kazanmakta, böylece toplumun kültür-sanat “belleği” olmaktadır. Edebiyat temelli bu tür sohbet, tenkit ve görüşmeler, mahfili izleyenlerin edebiyat algılarını, sanatlarını, kısaca dünyalarını da etkilemektedir. Bir mahfildeki bu türden canlı tartışma ve sohbetler, mahfilin daha genç edebiyatçılarına da zaman zaman faydalı bir ders de olmaktadır. Cumhuriyet sonrasındaki mahfillerde de bu çeşit konuşmaların yapılması, mahfillerin genel niteliği olarak düşünülebilir. Süreli yayınların idare merkezleri de şair ve yazarların edebi sohbetlerine mekân olan mahfillerdendir. Edebiyatçıların uğrak yeri olan gazete ve dergi merkezlerine

186 Habermas, soyluların salon toplantılarında bir “hasbihâl olarak sanat eleştirisi”nin yapıldığını söyler. Detaylı bilgi için bkz.: Habermas, a.g.e., s. 112. Biz, bu kavramı edebiyat mahfili kavramına uyarlayarak “hasbihâl olarak edebiyat eleştirisi” şeklinde kullandık.

58 gelenler, burada diğer şair ve yazarlarla tanışma fırsatını yakalamışlardır. Bu tür yerler sadece tanışma mekânı olmasının dışında, aynı zamanda edebiyata çeşitli malzemelerin sunulmasını sağlayan mekânlardır. Edebiyatımızda uzun ömürlü bu tür mekânlardan “Servet-i Fünûn”, “Papirüs” vb. gibi süreli yayınların merkezleri zaman zaman birer mahfil niteliğine bürünebilmektedir. Sahaf ve kitabevlerindeki toplantılar da bir nevi mahfildir. Bu mekânlar kitaba, kültüre ve edebiyata yakın insanların toplanma, görüşme, bilgi alışverişinde bulunma mekânları olduğu için burada buluşan insanlar, mahfilin ayırt edici niteliği olan edebî etki ve iletişime açıktırlar. Buralarda da çeşitli konularda sohbetler yapılmakta, bu sohbetlerden de birçok insan faydalanabilmektedir. Bu etkileşim sayesinde de edebî malzeme bağlamında yeni moda ve temalarla çeşitli edebî türler ortaya çıkabilmekte, kitap üzerine derin konuşmalar yapılabilmekte veya yeni eserler bu tür mahfillerin himayesinde yayımlanabilmektedir. Mahfil mekânlarında özellikle Cumhuriyet sonrasında bir çeşitlenme görülmektedir. Tanzimat dönemindeki mahfiller genelde devlet kademesinde önemli mevkilerde bulunan kişilerin evlerinde kurulmuştur. Kamuya açık alanlarda kurulan mahfillerin sayısının diğer dönemlerde kurulan mahfillerle kıyaslandığında çok az olduğu ortaya çıkmaktadır. Bunda devrin siyasi ve sosyal yapısının da etkisi görülmektedir. Çok fazla olmamakla birlikte süreli yayınların idare merkezlerinde ve kahve/hane, kıraathane, çayhane türünden kamuya açık bazı alanlarda da mahfiller ortaya çıkmıştır. Bu tür mekânlarda kurulan ilk mahfillerden sonra, on dokuzuncu yüzyılın son çeyreği, yirminci yüzyılın başlarında benzer mekânların çok fazla artmasıyla da mahfil toplantıları düzenlenmiştir. Beyoğlu’nun önem kazanmasıyla da pastane ve cafeler de mahfil özelliği kazanmıştır. Cumhuriyet sonrasında kurulan mahfil mekânlarında ise alabildiğine çeşitlilik görülür. Mahfiller eskisi gibi kahve ve pastane türü mekânlarla birlikte “bar-meyhane”, “lokanta ve restoranlar”, “sanat galerileri” ve “oteller”de de kurulmuştur. Kamuya daha fazla açık olan bu mekânlarda sanatçı ve yazarlar, birbirlerine yakın olan, benzer dünya görüşüne ve edebiyat anlayışına sahip kişileri bulmuş, bunlarla bir topluluk oluşturarak bilgilerini ve paralarını birbirleri için kullanmışlardır187. Edebiyata adımını yeni atmış kişiler

187 Ahmet Oktay, Gizli Çekmece, 2. bsk., İstanbul, Doğan Kitap, 2004, s.123.

59 ustalarını bulmak, kendisi gibi yeni yeni bazı şeyleri anlamaya çalışanları tanımak için meyhanelere gitmiştir. Meyhanelerde bir “iletişim biçimi olarak”188 boheme189 yaslanan Cumhuriyet sonrasında doğan pek çok “şair ve yazar”, burjuva değerleri kabul edilen para, ün, çıkarını kollama türünden vasıflara sahip olmayarak mahfildekilerle “ortak” bir paydada buluşabilmişlerdir. Şair ve yazar olmanın o devirlerdeki bir nevi zorunluluğu kabul edilen bohemin oluşmasında, Türkiye’nin sosyo- ekonomik değişiminin de büyük oranda etkisi vardır. 1950–1965 yılları arasındaki sanayileşme ve kentleşmeye karşı tam anlamıyla bilinçli olmayan bir mekanizma halini alan bohem, bu devirlerde kurulan pek çok mahfilde görülmektedir. Muzaffer Buyrukçu, bir “kaynak” olarak “çekiciliğini” ve “zenginliğini” hiç kaybetmeyen meyhanelerde, “insan sorunlarıyla” uğraşıldığını ve bu sebepten de buraları bir “unutma” ve “anımsama” yeri olarak gördüğünü belirtir190. Meyhane ve barlarla birlikte Batı tarzı bir hayat özleminin yansıması olarak özellikle de Beyoğlu’nda açılan pastanelerde bu tür bir bilgi alış verişi oluşmuştur. Çünkü bu mekânları dolduran kişiler de hemen hemen aynı kuşağının insanıdır. Hatta buralara gidenlerin bazıları “kültür birikimlerini” buradaki sohbetlerden elde etmişlerdir191. İstanbul’da kurulan mahfiller, İstanbul’un hemen her anlamdaki “merkezi” konumunu ortaya çıkarıp pekiştirmiş, İstanbul’un edebiyatın da ana merkezlerinden biri olmasını uzun yıllar sürdürmesine imkân sağlamıştır. Merkezin hemen yanı başındaki taşra/larda kurulan edebiyat mahfillerinin nitelikleri, sayıları ve etkileri incelendiğinde, İstanbul’un bu anlamdaki konumu daha da kolay ortaya çıkmaktadır.

188 Ahmet Oktay, a.g.e., s.123. Ayrıca Oktay ile 13.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 189 Ali Artun, Charles Baudelaire’in Modern Hayatın Ressamı eserine yazdığı giriş yazısında dünyaya bir başkaldırı çağrısı olarak okunabilecek bohem-bohemya ikilisini şöyle anlatır: “Bohemya, ne Baudelaire’in ne de diğer sanat/edebiyat ehli için sadece kahramanların boy gösterdikleri bir drama değil. Bir dönem, iddialı olan hemen hemen hepsinin en azından gençlik çağlarını adadıkları bir dünya, hissettikleri bir aidiyet – yani bir bakıma bizzat kendileri.” Ali Artun, “Sunuş: Baudelaire’de Sanatın Özerkleşmesi ve Modernizm”, Modern Hayatın Ressamı (İçinde), s.15. 190 Muzaffer Buyrukçu, “’le Gittiğimiz Meyhaneler”, Milliyet Sanat, No: 379, 1 Mart 1981, s.30. 191 , Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, 2.bsk., İstanbul, Cem Yayınları, 1983, s.48.

60 İKİNCİ BÖLÜM

TANZİMAT’TAN GÜNÜMÜZE KADAR EDEBİYAT MAHFİLLERİ

Edebiyat tarihçilerinin Tanzimat edebiyatı kavramı altında açıklama, inceleme, değerlendirme ve araştırmalar yaptıkları devir, mahfillerin inceleme alanının başlangıcını da teşkil etmektedir. Tezimiz, Türk edebiyatının büyük bir havzanın içinde bulunan mahfillerinin yaklaşık yüz elli yıllık bir bölümünü kapsamaktadır. Tezimizin alt başlıklara ayrılmasında, mahfil kelimesinin de mekânla olan derin bağlantısını dikkate alarak mekânların kullanılma niteliğini ön plana çıkardık. Bu sebepten, mahfil mekânları dokuz bölümde incelenmiştir. Bazı mahfiller özellikle Tanzimat döneminin henüz yeni yeni kökleşmeye başladığı yıllarda oluştuğundan, bu tür mahfil mekânlarının daha çok paşa, bey gibi devlet kademesindeki şahısların konak, köşk ve yalı gibi meskenlerinde oluştuğunu dikkate alarak üst başlığı bu şekilde kullanmayı uygun bulduk. Amacımız, mahfil niteliği taşıyan mekânları tespit ederek bu mahfillerin kuruluşunun sebep ve sonuçlarını irdelemek, katılımcılarını tespit etmek, burada konuşulan konu ve konuları, tartışmaları kısaca mahfili var eden temel unsurları ve mahfillerin edebiyat tarihi içindeki yerini ortaya çıkarmaktır. Sosyal, siyasal, ekonomik değişme ve dönüşümler, Osmanlı Devletinin yıkılıp yeni bir devletin ortaya çıkması, dünya savaşları, doğal olarak mahfil toplantılarının mekânsal niteliğine de büyük oranda etki etmiştir. Özellikle Cumhuriyet sonrasında oluşan yeni toplum yapısı, yeni bir edebiyat kimliğinin inşası sonucunu ortaya çıkarmış, kurulmak istenen edebiyat kanonun özellikleri belirginleşmeye başlamış, eskisi gibi bey, paşaların konak, köşk ve yalılarındaki mahfil toplantıları çok azalmış, bununla birlikte kamuya açık mekânlarda toplanmalar artmıştır. Kahve, kıraathane, pastane, bar, meyhane gibi kamunun serbestçe gidebildiği mekânlar, yeni mahfillerin merkezleri olmuş, bu nedenle mahfil kavramında niteliksel bir değişimin de gözlemlenmesi kolaylaşmıştır. Mahfillerdeki niteliksel değişim ve dönüşümler, mahfil kurucusu şahısların da değişimini paralelinde getirmiştir. Eskiden evini bir

61 mahfil merkezi hâline getiren kişi, çoğunlukla devlet kademesinde görev alıyordu ve bu nüfuzunu da mahfil müdavimleri için kullanabiliyordu. Devirlerin geçmesi, sosyal, siyasal, ekonomik alanlardaki değişim ve dönüşümler, mahfil kurucusu, kısaca “hami” niteliği ön planda olan kişinin mahfildeki rolünde de birtakım değişikliklere sebebiyet vermiştir. Haminin yerini, sanatçı ve yazarlarla birlikte olmayı asıl değer kabul eden, evini yazar ve sanatçılara açan, onlarla arkadaş olmayı tercih eden bir hami portresi ortaya çıkmıştır. Mahfil sahibinin evinde, mahfili kuran kişinin genellikle ortanın üzerinde bir ekonomik gelire sahip olduğu da dikkati çekmektedir. Evlerdeki toplantıların bir özelliği de evini mahfil hâline getiren bazı kişilerin, önceden de evlerinde bu türden bir toplantının yapılıyor olması ilginç bir bilgidir. Kamuya açık alanlardaki mahfillerde de hami rolüne sahip bir edebiyatçı ve sanatçının pek olmaması ama her şeye rağmen mahfili derleyip toparlayan, kültürü, bilgisi, saygınlığı veya yaşı dolayısıyla bu tür mahfillerin müdavimlerinin saygısını kazanmış kişi ve ustaların varlığı da önemli bir ayrıntıdır. Aşağıdaki bölümlerde, özellikle İstanbul merkezli mahfiller araştırma konusu yapılmış ve ulaşabildiğimiz mahfiller kronolojik bir şekilde sıralanmıştır.

2. 1. PAŞA, BEYLERİN KÖŞK, KONAK VE YALILARI İLE EDEBİYAT MERAKLILARI, SANATÇI VE YAZARLARIN EVLERİ

2. 1. 1. HERSEKLİ ÂRİF HİKMET’İN EVİ

“Encümen-i Şuarâ” nın oluşmasına öncülük eden Hersekli Ârif Hikmet’in Lâleli Çukurçeşme’deki evi192, şairlerin bir araya geldiği, şiir merkezli sohbet ve tartışmaların yapıldığı, hemen her anlamda bir edebî mahfildir. Hersekli Ârif Hikmet’in evinde “salı günleri” yapılan bu toplantılar M. Kayahan Özgül’e tespitine

192 Hersekli Ârif Hikmet’in evindeki toplantılarla ilgili en detaylı çalışmaları, aynı konuyla ilgili bir doktora çalışması da bulunan M. Kayahan Özgül yapmıştır. Biz, Özgül’ün doktora tezi ve konuyla ilgili diğer kitap, yazı ve makalelerini dikkate alarak bir özet yaptık.

62 göre Mayıs-Haziran 1861’den sonra başlamıştır193. Bir yıla yakın bir süre devam eden bu encümen toplantıları194, devrin diğer resmi ve yarı resmi kuruluşlarından ayrılır. Bu ayrılığı sağlayan temel sebeplerden biri mahfilin “Cemiyet-i İlmiye-i Osmâniyye” gibi resmi veya yarı resmi kuruluşların sahip olduğu yazılı kurallarının olmamasıdır 195. Hersekli’nin evinde devrin tanınmış şairleri, devlet adamları ve edebiyata ilgi duyanlar toplanmıştır. Mahfilin sürekli müdavimleri Mehmet Lebip Efendi, Mustafa İzzet Efendi, Osman Nurettin Şems Efendi, Koniçeli Musa Kâzım Bey, İsmail Paşazade İbrahim Hakkı Bey, Salih Naili Efendi, Manastırlı Salih Fâik Bey, Abdülhamit Ziya Bey, İbrahim Hâlet Bey, Recaizâde Mehmet Celal Bey, Mazlum Paşazâde Mehmet Memduh Fâik Bey, Niğdeli Deli Hikmet Bey, Mehmet Namık Kemal Bey, Mir’atçi Mustafa Refik Bey’dir196. Bu sürekli müdavimlerin dışında toplantılara zaman zaman da olsa katılan birçok isim vardır. Mahfilinin üstadı, şiirdeki kabiliyeti sebebiyle Leskofçalı Mustafa Galib Bey’dir197. Mahfilin üstadı, çevresine topladığı şairlere yol göstermekte ve onlara daha güzel şiirler yazmalarına eleştirileriyle yardım etmektedir. Leskofçalı, mahfilin üstadı olmasına rağmen, peltek olması sebebiyle mahfilde çok fazla konuşmaktan çekinmiş, onun düşüncelerini güzel konuşmasıyla tanınan ev sahibi Ârif Hikmet Bey aktarmıştır198. Mahfil müdavimlerinin hafta içleri yazdıkları yeni şiirleri topluluğa okuma görevi, mahfilin en genç müdavimi olan Namık Kemal’e aittir. Leskofçalı, üstad olmanın kendisine yüklediği olgunlukla sadece kendi görüşlerini gençlere aktarmamıştır. O bu toplantılarda “güzel” ve “kaliteli” olmaları sebebiyle Nef’î, Nâilî-i Kadim ve Fehim-i Kadim’in şiirlerine nazireler de yazdırmıştır199. Birbirlerinin şiirlerini de tanzir eden şairlerin, bir mahfilden beklenen

193 Özgül, Hersekli Ârif Hikmet, s.13. 194 Özgül, a.g.e., s.23. 195“Encümen-i Şuara”, TDİA, C.XI s.180. Tanzimat dönemindeki bilim cemiyetlerinin kuruluşları, işleyişleri ve faaliyetleri ile ilgili olarak şu çalışmaya bakılabilir: Ahmet Karaçavuş, “Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim Cemiyetleri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2006, 364 s. Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyyesi için bkz. Kâzım Yetiş, “Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi”, C.V, TDİA, s.552–553. 196 Özgül, Türk Edebiyat Tarihi, C.III, s.86. 197 Özgül, Hersekli Ârif Hikmet, s.13. 198 “Encümen-i Şuara”, TDİA, C.XI s.180. 199 Özgül, a.y.

63 “birlik ruhunun” oluşmasına hizmet ettikleri de iddia edilebilir200. Kayahan Özgül, nazire geleneği ve bu mahfilde nazire yazılmasının farklı amaçlarını şöyle dile getirmektedir: “Nazire, bir şiirin mükemmeliğine ortak olma isteğinden çok, yazılandan daha mükemmelini meydana getirme gayretinin mahsulüdür. Dolayısıyla her nazire, misal seçtiği şiirin güzelliklerini fark edip biraz daha işlemek ve hatalarını görüp tekrarlamamak esasına dayalıdır. Bu esasın tabii bir sonucu olarak, genişlik engellenirken, dar bir alanda derin şiir arayışları yapılır.(…)Galib, 17. asırdan sonra asli maksadını kaybeden tanzir geleneğine, halkanın koptuğu yerden kendi neslini ekler. Onun “encümen-i şuarâ”sı bu manada bir şiir ıslâh merkezidir.201” Leskofçalı’nın eski edebiyatın inceliklerini çok fazla tahkik etmemiş bu genç şairlere, geçmişte kalmış fakat edebî anlamda üst seviyedeki şairlerin şiirlerine nazireler yazdırması, onun kurmayı düşündüğü eskiden güç alan, yeniyi ise farklı bir pencereden gören şairlerin şiirlerini ortaya koymalarına, onların bu vadide eser vermelerine yardımcı olmuştur. Bu tabii ki, nazire türü vasıtasıyla şiirde “en mükemmele” ulaşmanın bir yöntemidir de. Leskofçalı’nın amacı, şiire henüz başlamış genç bir şaire nazire söylemek ve Şems’in Mustafa Refîk’in eserini tanzîr etmekle bu şairlere ders verdiğini hissettirmeden onlara şiirlerindeki hataları göstermektir. Bu durum aynı zamanda şiirin, şiir yazılarak ve ustaları taklit ederek elde edilebilecek bir hüner olmasıyla da yakından ilgilidir 202. Eserlerin incelenmesi için Namık Kemal’in okuduğu şiirler ise ahenk açısından eleştirilmeyi kolaylaştırmaktadır. Encümen şairleri, “eski” nesillerin hatalarını tekrarlamak istemediklerinden, şiirlerinde eskininki gibi bir “mistik âlem” kurmaya fakat yaşadıkları devirden de kopmamaya gayret etmişlerdir203. Bu amaçla Leskofçalı Gâlib, Sebk-i Hindi ile çağdaş düşünceyi bir potada eritmeye çalışmış, Şems, Kemâl, Ziyâ ve Fâik gibi şairler hece vezniyle şiirler yazmayı denemiş, eskiden beri kullanılagelen mazmunlara yaşadıkları çağa uygun yenilikler eklemek fikriyle çalışmalar yapmışlardır204. Şiirlere başlık koyan, Batı’dan manzum

200 Özgül, XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara, s.276. 201 M. Kayahan Özgül, Leskofçalı Galib, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987, s.23. 202 Özgül, XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara, s.283–284. 203 Özgül, Hersekli Ârif Hikmet, s.21. 204 Özgül, a.g.e., s.22. Özgül, bu yenilikleri şöyle dile getirir: “ Encümen şairleri içinde bazıları eskiden hareketle oluşturdukları ve yeni buldukları şiire öylesine bağlanırlar ki, geçmişin mazmunlarıyla alay bile ederler. Mesela Hâlet Bey, Nâmık Kemâl’den çok önce klasik şiirin

64 tercümeler yapan, edebiyat tenkidini eserlere uygulayan bu yenilikleri sadece ve sadece Leskofçalı’ya bağlamamak gereklidir. Bir mahfile devam eden müdavim, mahfilin üstadından ve oradakilerden etkilenebileceği gibi kendisi de düşünceleri ve eserleriyle de mahfildekileri etkileyebilir. M. Kayahan Özgül, Leskofçalı’nın önderliğindeki şairlerin eskiyi değil, eskinin tematik yapısını özlediklerini, bu özlemlerini de yeni ifade şekilleri ve titiz bir şekilde ortaya koymaya çalıştıklarını belirtmektedir205. Onların kullandıkları nazım biçimleri gibi klasik söyleyişleri de eskiden çok aşırı farklar içermez. Buna rağmen onların yeniyi araştırma biçimlerinde “yeniliğin” ilk adımlarını bulmamız mümkündür206. Bu ise ister istemez kurulmak istenen edebiyatın bazı alanlarda eleştiri, tenkit, yeni alıştırmalar, farklı söyleyiş ve biçim değişiklikleri ve denemeleriyle “tadil” edildiğini göstermektedir. Nitekim Özgül de, encümenin “Türk şiir anlayışındaki değişmenin bir ara merhalesi olarak ortaya” çıktığını ve “vazifesini tamamladıktan sonra da silinip” gittiğini söyler207. Mahfil, 1861 yılının sonlarına kadar devam edebilmiştir. Mahfil’in çeşitli sebeplerle çok kısa sürede dağılması, ortaya çıkarılmak istenen “kanon”un edebiyat kamuoyunda her anlamda anlatılıp savunulamamasına sebep olmuştur. Ama eskiye yöneltilen eleştiriler, yeniliğin bir gelenekle baş edecek düzeyde eserlerinin ortaya çok fazla çıkaramaması, kurulmak istenen kanonun hep bir ayağının eksik kalmasına yol açmıştır.

sembollere ve teşbihlere dayalı dünyasının mücessem hâle getirilince nasıl gayr-i tabiî olduğunu fark edip, bunu alay konusu yapar.” Bkz.: Özgül, a.y. 205 Özgül, a.g.e., s.23. 206 M. Kayahan Özgül, Hersekli Ârif Hikmet’in evinde toplantılar düzenleyen encümenin farklı yönlerini ve yenilik açısından değerlerini doktora tezinde şöyle anlatmaktadır: “Encümen-i Şuâra müdavimleri, asırlar boyunca yavaş yavaş oluşmuş Türk estetiğine zarar vermeden Avrupa kültürüne yaklaşmayı ve ondan alacakları yeniliği- yerli şiirin bünyesinde millîleştirmek şartıyla- azar azar zerk etmeyi denerler. Böylece ortaya ‘kökü mâzîde’ olmasına rağmen, Batı ile Doğu’nun imtizâcından doğmuş bir şiir çıkarmağa çalışırlar.(…)Encümen-i Şuâra mensupları ‘eski şiirin son temsilcisi’ değil, ‘yeni şiirin ilk temsilcisi’ olarak kabul edilmeli ve ona göre değerlendirilmelidir. Encümen-i Şuâra klâsik şiiri temsil etmez fakat, modern şiirin Fransız edebiyatındakilere benzemesi gerektiğini düşünen edebiyat tarihçileri, onların şiirinde Fransız ediplerinden izler bulamadıkları için, yenilik de taşımadıklarına hükmederler. Bu, Türk edebiyatı’nın yüz yirmi yıllık bir problemidir.” Özgül, XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara, s.302–303. 207 Özgül, a.g.e., s.290.

65 2. 1. 2. ABDURRAHMAN SAMİ PAŞA’NIN KONAĞI

Türk düşünce hayatı ve edebiyatında konaklar şair, yazar ve ilim adamlarının maddi ve manevi anlamda desteklendiği, himaye edildiği ve çoğunlukla da ilmî, edebî, siyasî toplantı ve benzeri konulardaki tartışma ve sohbetlerin düzenlendiği mekânlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Halûk İpekten’in Osmanlı Devletinde on beş ve on altıncı yüzyıllardaki edebî muhitleri incelediği “Divan Edebiyatında Edebî Muhitler” isimli eserinde paşa ve beylerin konaklarında daha o tarihlerde edebiyat ve tabii ki şiir toplantılarının yapıldığı anlatılmaktadır. Edebiyattan anlayan, şiire ilgisi olan ve bazen kendisinin de şiirleri olan paşa ve beyler, İstanbul ve diğer şehirlerde “kendi çaplarına göre edebiyatın destekleyicisi, şairlerin koruyucusu olmuşlardır.208” Bir nevi sanat/kâr hamisi olarak değerlendirebileceğimiz paşa ve beylerin konaklarına katılmak, o devirlerdeki şair ve sanatkârların görece bir rahat hayata adım atmalarına imkân sağlayabiliyordu. Konaklar, kuruldukları muhitlerdeki fakir halkın geçimlerine de yardım eden bir görüntüye sahip olsalar da buradaki ilmî ve edebî toplantılara sıradan halk tabakasından insanlar kabul edilmemekteydi. Şair ve sanatkârların konaklara davet edilmek için aşmaları gereken bir merhale vardı. Konağa kabul edilmek, şair ve sanatkârın bir hamiye uzattığı yardım elinin çok büyük hatalar işlemedikçe bırakılmayacağının garantisini de sağlamaktaydı. Konak kelimesi aslında bir anlamda o toplumda yaşayan insanların sosyal statüsünü de göstermektedir209. Osmanlı Devletinde, konaklar ve hamilik sistemi yüzyıllar geçmesine rağmen önemini hemen hiç kaybetmemiştir. Vezir, paşa, ulemâ gibi devletin ileri gelenleriyle varlıklı kişilere ait olan konaklarda ilmî, edebî, siyasî toplantılar özellikle Sultan Abdülaziz’in saltanatı (1861–1876) zamanında önemli hâle gelmiş ve bu tür mekânlarda mahfiller kurulmuştur210. Bu konaklar aynı zamanda örgün ve yaygın bir eğitim kurumunun henüz ülkenin her şehrinde teşkilatlanamaması sebebiyle bir nevi resmi olmayan eğitim kurumları gibi işlev görmekteydi. Bu durumu Osman Nuri Ergin şöyle ifade eder: “Bazı vezirlerle zenginlerin konakları da mühim birer tahsil merkezi sayılır. Birçok edipler,

208 İpekten, a.g.e., s.218. 209 İsmail Orman, “Konak”, TDİA, C.XXVI, s.200. 210 Dr. Mustafa Ülger, “19. Yüzyıl Osmanlı Fikir hayatında Konakların Yeri”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, No:13–1, 2008, s.200.

66 şairler ve mütefekkirler-her ne maksatla olursa olsun-bir vezirin konağına devam ile orada yer, içer, yatar, kalkar; toplantılara, ziyafetlere iştirak eder; bu suretle hem o veziri hem de konağında toplananları ilminden, tecrübesinden istifade ettirirdi. Bu türlü kimselere hanegî derler ve... Paşanın Hanegîsi denildi mi ictimaî ve ilmî mevkii ve derecesi anlaşılırdı.211” Abdurrahman Adil, Sultan Abdülaziz devrindeki konakların önemine vurgu yaptığı satırlarda, aynı zamanda bu konakları Paris’teki Quartier Latin’de kümelenmiş kahve ve diğer edebiyat ve sanat mahfilleriyle de kıyaslamaktadır: “Devr-i Aziz’de her büyük konak darülfünûn-ı millîden bir şube hükmünde idi. Her büyük konakta büyük hoca ve hocalara odalar tahsis edilir, ibâte ve iâşe olunurlardı. Erkân-ı Harbiye-i Umûmiyye Reisi Fevzî Paşa’nın min-cihet’il-ümm büyükbabası olan Tophâne Müftüsü ve Şinâsî’nin yâr-ı gar u enîsi Bekir Efendi, Salı Pazarı Sarayı’nda; Ali Suâvî ile İrânî ve fakat sünniyyü’l-mezheb Mirza Safâ Taşkasap’ta Sami Paşa Konağında; Bağdâdî Abdülaziz Efendi Şehzâdebaşı’nda Âkif Paşa dâiresinde; Hindli İskender Efendi, Süleymâniyeli Molla Resûl Koska’da Celâl Bey’de ve emsâli hâcegânın her biri bir yerde iâşe ve ibâte edilir ve gelip gidene tâlim-i ulûm u fünûn eylerler idi. (…) Cuma ve Pazar günleri o konaklara devam etmek ve huzzâr arasında cereyân eden muhâverâta şâhid olmak ancak bir nazîrîne, Paris’de, Kartiye Latin’de tesâdüf edilen konferanslar bezm-i ünsâ ünsünde nasîb olabilen lezâiz ve huzûz-ı rûhâniyeyi ifâze eyler idi.212” Günümüzün eğitim kurumları olan okullardan tabii ki çok farklı olan bu konaklarda genellikle mekânın sahibinin tuttuğu yerli ve yabancı hocalar213 ile ilmî derecesine göre bazen konağın sahibi, konaktaki çocuklarla birlikte, akrabalar ve mahalledeki diğer çocuklara da çeşitli dersler vermiştir. Bu konakların önemini yansıtan bir “konağa devam etmek” sözünde aslında bir gerçek ifade edilmektedir. Konağın ilmî, edebî, sosyal hayatta halkın gözünde oluşturduğu o farklı konum, devam edilen mekânda ciddi bir iş yapıldığının ipuçlarını da vermektedir. Mahfile devam sürekliliğinin sağlanması, edebiyat alanında müdavimin kendisini

211 Osman Ergin, a.y. 212 Abdurrahman Âdil, “Yeni Osmanlılar Tarihi İnkılâbât-ı Fikriye ve Münâkaşaları”, Hadisât-ı Hukûkiyye ve Tarihiyye Mecmuası, Cüz 3, 15 Mayıs 1341, s.14. 213 Abdurrahman Sami Paşa’nın konağında Fransız ihtilâlinden kaçıp adını Hakkı Efendi’ye çeviren Fabre Fransızca dersleri veriyordu. Bkz.: Ülger, a.g.m., s.39. Abdurrahman Sami Paşa’nın oğlu Abdüllatif Subhi Paşa’nın konağında ise tarih, felsefe ve hukuk derslerini meşhur profesör Mordtmann okutuyordu. Bkz.: Hikmet Feridun Es, Tanımadığımız Meşhurlar, (Haz. Selçuk Karakılıç), İstanbul, Ötüken Yayınları, 2009 s.252. Andreas David Mordtmann, “İstanbul ve Yeni Osmanlılar” isimli kitabında, devam ettiği konaklar için fazla ketum davranmıştır. Ama onun eseri, yabancı birinin Osmanlı ülkesi ve yöneticileriyle ilgili ilginç bilgiler içermektedir. Detaylı bilgi için bkz.: Andreas David Mordtmann, İstanbul ve Yeni Osmanlılar, (Çev: Gertraude Songu- Habermann), İstanbul, Pera Yayıncılık, 1999, 416 s. Şerif Mardin, Abdurrahman Samî Paşa ve oğlu Abdüllatif Suphi Paşa’ların evlerinde “edebiyat ve sanat hamiliği” yaptıklarını söyler. Aynı zamanda A.D. Mordtmann’ın kısa hayat hikâyesi için bkz. Şerif Mardin, Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, (Çev. Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan, İrfan Erdoğan), İstanbul, İletişim Yayınları, 2004, s.261.

67 yenilemesine imkân vermektedir. Fakat bu mahfillerde, köklü bir şiir geleneğinin kurulması pek de mümkün olmamıştır. Özellikle 19. yüzyılın sonlarına doğru kurulan mahfillerde, edebiyata meraklı kişiler bir araya gelerek “bunalımdan” çıkmak için türlü çareler arayan bir toplumun yaşadığı bocalamaları da yaşamıştır. Müdavimlerinin iştiyakla devam ettikleri bazı konaklara özel ve önemli “akademi”, “encümen-i daniş” gibi isimler verilmesi de dikkat çekici bir durumdur214. Bu tür konakların müdavimleri, Osman Nuri Ergin’in tespit ettiği şekilde konağın “hanegîsi” oldukları takdirde o sosyal çevrede ayrıcalıklı bir konum da elde edebilmekteydi. Şerif Mardin, Sultan Abdülaziz’in saltanatı sırasında büyük konakların “eğitici kurumlar” oldukları kadar “tartışma merkezleri” ve “yoğun kültürel faaliyetlerin odağı” haline geldiğini söylemektedir215. Özellikle konaklarda tertiplenen toplantıların devrin okuryazar kesimlerinde revaç bulduğunu, konaklardaki misafir ve diğer kişilerin öğretmenliğini yapan ve genellikle bir yabancı dil bilen yerli ve yabancı öğretmenlerin, Yeni Osmanlı hareketinin başlangıç safhasında önemli fikirleri buradakilerin hizmetine sunduklarını söylemek mümkündür216. Mardin’in önemli bir tespiti de konaklardaki tartışmaların Batı’nın kültürel mirasının parçası olan düşüncelerin, Osmanlı Devletine getirme teşebbüsleriyle eş zamanlı yürütüldüğünü söylemesidir217. Konakların Batı kültürü ve edebiyatlarına açık oluşları, burada toplananların da ister istemez Batı kaynaklı eser ve düşüncelerden etkilenmelerine yol açmıştır218. Özellikle 19. yüzyılın ikinci yarısında İstanbul’un sosyal ve ticari hayatında Mısırlı zenginlerin etkisi çok fazladır. Konak sahipleri arasında da yolu bir şekilde de olsa Mısır’a düşen, buradaki kültürden etkilenen pek çok insan vardır219. Bunlardan birisi ise Kavalalı Mehmed

214 Ülger, a.g.m., s.199. 215 Mardin, a.g.e., s. 260. 216 Yeni Osmanlı hareketinin oluşmasında bu tür konaklar önemli bir görev üstlenmiştir. En azından buradaki bazı kişiler bu konaklardaki havadan fazlasıyla etkilenmişlerdir. Suphi Paşa’nın oğlu olan Âyetullah Bey, böyle bir çevrede yetişmiştir. Abdurrahman Sami Paşa’nın himaye ettiği Ali Suavi, paşanın himayesinden çok fazla yararlanmıştır. Bkz.: Tanpınar, a.g.e., s.230-231, 238.; Mardin, a.g.e., s.261,400. 217 Mardin, a.g.e., s.262. 218 Yard. Doç. Dr. İsmail Doğan, Tanzimat’ın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, İstanbul, İz Yayıncılık, 1991, s.61. 219 Mısırlıların İstanbul’da hayatı değiştirdiğini ilk defa dille getiren kişi Cevdet Paşa’dır. Onun Tezâkir isimli eserinde bu etki şu şekilde anlatılır: “…İstanbul içinde ahz-ü itâ çoğaldı. Esnaf güruhu

68 Ali Paşa’nın sarayında uzun yıllar yaşayan Abdurrahman Sami Paşa’dır. Sami Paşa, Mısır’dan İstanbul’a döndüğünde Taşkasap’taki konağı satın alıp yetiştiği Mısır kültürünün de etkisiyle burada bir mahfil kurmuştur. İşte bu tür konakların meşhurlarından biri olan Abdurrahman Sami Paşa’nın220 Taşkasap’taki Sarımusa Sokağı başlarındaki konağı221 devrin yerli ve yabancı birçok edebiyatçı, şair, ilim ve devlet adamlarına kapılarını açmış bir mahfildir222. Paşa’nın oğlu Sâmî Paşazâde Sezai Bey, evlerine gelenlerin isimlerini sıralarken, bu toplantıların kaç günde yapıldığını da açıklar: “Geçenki makalede bir münâsebetle ismini yâd ettiğim Nevres Efendi, Hakkı Bey’i, Kâzım Paşa’yı, sonraları Avnî Bey’i, haftada veya on beş günde bir, bize geldikleri hâl ve heyetleriyle hatırlattı.223” Osmanlı Devletinde nazırlık dâhil olmak üzere pek çok görevde bulunan Sami Paşa’nın büyük konağında haftada bir veya on beş günde bir düzenlenen mahfil toplantılarında misafirin eksik olmadığını birçok kaynak zikretmektedir224. Semih

zengin oldu. Bir aralık Mehmed Ali Paşa hânedanından pek çok paşalar ve beyler ve hanımlar Mısır’dan savuşup İstanbul’a döküldüler ve külliyetli akçeler getirip bol bol harc ederek İstanbul süfehasına sû’-i emsâl gösterdiler.” Cevdet Paşa, Tezâkir 1–12, (Yayınlayan: Prof. Cavid Baysun), Ankara, Atatürk Kültür, Dil ve Tarik Yüksek Kurumu Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, s. 20. Ahmet Hamdi Tanpınar da Cevdet Paşa’nın bu görüşüne katılır. Bkz.: Tanpınar, a.g.e., s.133. Mısırlıların yarattığı kültürün İstanbul’un edebiyat mahfillerini kuran kişilerle ilgisini M. Kayahan Özgül doktora tezinde örneklerle açıklamaktadır. Bkz.: Özgül, a.g.e., s.18-19. 220 Abdurrahman Sami Paşa’nın hayat hikâyesi için bkz.: Mehmed Süreyya , Sicill-i Osmânî yâhud Tezkere-i Meşâhir-i Osmâniyye, C.III, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1311, s.7-8.; Sinan Kuneralp, Son Dönem Osmanlı Erkân ve Ricali, İstanbul, İsis Yayınları, 2003, s.52.; Seniha Sami, “Moralı Ailesi”, Hayat Tarih, y.4, C.II, No:7, 1 Ağustos 1968, s. 21-26. Mustafa Baydar’ın eserinde yer alan Abdurrahman Sami Paşa’nın yarım kalan otobiyografisi Sicill-i Osmânî’den çok farklı ve değişik bilgiler içermez. Bkz.: Mustafa Baydar, Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları, İstanbul, Menteş Kitabevi, 1968, s.19–24. Bir hayli dağınık da olsa da çeşitli kaynaklardan derlenerek hazırlanmış olan ve paşanın da bir akrabası olan Fazıl Bülent Kocamemi’nin eserine de bakılabilir. Bkz.: Fazıl Bülent Kocamemi, Bir Türk Ailesinin 450 Yıllık Öyküsü: Koca-memi (Memi-Can) Paşa Ailesinin Tarihçesi, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2005, s.39–65. 221 Semih Mümtaz S., Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler, İstanbul, Hilmi Kitabevi, 1948, s.110. Ayrıca bkz. Ahmet Semih Mümtaz, Eski İstanbul Konakları, (Haz. İsmail Dervişoğlu), İstanbul, Kurtuba Yayınları, 2011, s.65–69. 222 Konağın mimari özelliklerinden tutun içiyle ilgili pek çok ayrıntı veren Şehsüvaroğlu, “Sami Paşa Konağı eski İstanbulu’un âdeta ilim merkezlerinden birisiydi. Devrin yerli ve yabancı birçok ilim adamları, sanatseverleri Sami Paşa Konağı’nda toplanırlar, burada muhtelif mevzularda konuşurlardı.” cümleleriyle konağın bir mahfil olduğunu açıklamaktadır. Haluk Y. Şehsüvaroğlu, “Sami Paşa Konağı”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 1951, s.5. 223 Sami Paşazade Sezâî, Bütün Eserleri–1, (Haz. Zeynep Kerman), Ankara, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, 2003, s.185. Ayrıca bkz.: Rumûzü’l-edeb, Dersaadet, İkdam Matbaası, 1316, s.88. 224 Semih Mümtaz S., a.g.e., s.109; Seniha Sami Moralı, “Suphi Paşa”, Hayat Tarih, y.4, C.II, No:47, Aralık 1968, s.74.; Şehsüvaroğlu, a.y.

69 Mümtaz, konağa Hindistan’dan, Irak’tan, Basra veya Afganistan’dan pek çok önemli âlimin gelip bunların zaman zaman burada aylarca kaldıklarını belirtmektedir225. Maarif nazırlığı da yapan paşanın konağındaki bu toplantılara katılmış olan Ebuzziya Tevfik’in verdiği bilgiye göre; Sami Paşa – ve oğlu Suphi Paşanın- konağı, Doğu ve Batı dünyasında en tanınmış ilim ve sanat adamlarının toplandıkları bir ilim ve sanat mahfilidir226. Bir ilim akademisi hüviyetindeki bu mahfili Sami Paşa bizzat yönetmiştir227. Burada hocalık yapanlar arasında Fabre, Mirza Safa, Hoca Abdülkadir Efendi, Mordtmann; Arapça hocası Hoca Mestî’yi228 saymak gereklidir. Bu isimlerin dışında Sami Paşa’nın konağının müdavimleri arasında, Osman Nevres229; Hakkı Bey, Kâzım Paşa230; Namık Kemâl231; Abdülhâk Hâmid232; Mûsa Kâzım, Ziya Paşa233; Ali Suavi ve paşanın oğlu Sami Paşazâde Sezai yer almaktadır. Konağın devletle yakın temasta bulunan misafirleri ise Sadrazam İbrahim Paşa ve ailesi, dillere destan zenginliğiyle maruf ve Telemak mütercimi olarak şöhret kazanmış olan Yusuf Kâmil Paşa ve eşi Zeynep Hanım ile Prens Mustafa Fazıl Paşalardır234. İçinde yeryüzünün çeşitli coğrafyalarından gelmiş halayıklar bulunan, konağın farklı işlerini yapan uşaklar, dadılar, ağalar, hademeler ile konak sahibinin akrabaları ve misafirleriyle birlikte yüz kişinin yaşadığı söylenen ve bir konaktan

225 Semih Mümtaz S., a.g.e., s.109. 226 Ebuzziya Tevfik, Yeni Osmanlılar Tarihi, (Bugünkü Türkçeye Uygulayan: Şemsettin Kutlu), C.I- II, Hürriyet Yayınları, İstanbul, 1973, s.75–76. 227 Ülger, a.g.m., s.202. 228 Mithat Cemal Kuntay, Namık Kemal: Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında, C.I, İstanbul, Maarif Vekâleti Neşriyatı, 1944, s. 294. 229 Bayram Ali Kaya, Osman Nevres ve Divanı isimli eserinde, Nevres’in yaşadığı olumsuzluklar sebebiyle Bağdat’tan ayrılma isteğini dile getiren bir mektubu Abdurrahman Sâmi Paşa’ya yazdığını tahmin etmektedir. Bkz.: Yard. Doç. Dr. Bayram Ali Kaya, Osman Nevres ve Divanı, İstanbul, Gökkubbe Yayınları, 2007, s. 24. Osman Nevres’in hayatı ve sanatıyla ilgili aynı kaynağa bakılabilir. M. Kayahan Özgül de Osman Nevres’in köleliğini unutmayarak bir hürriyet-perver, vatansever ve hatta meşrutiyetçi bir sosyal kimlik kazanmasında Abdurrahman Sâmi Paşa’nın konağının büyük pay sahibi olduğunu belirtir. Bkz.: Metin Kayahan Özgül, Osman Nevres: Hayatı ve Eserleri, İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1999, s.45–46. 230 Zeynep Kerman, Sami Paşazâde Sezai’nin Hikâye- Hâtıra- Mektup ve Edebî Makaleleri, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1981, s.75. Ayrıca bkz. Sezâyî, Rumûzü’l-edeb, Dersaadet, İkdam Matbaası, 1316, s.88. 231 Kuntay, a.g.e., s.293. 232 Kocamemi, a.g.e., s.14. 233 Özgül, XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara, s.185. 234 Es, a.g.e., s.247.

70 ziyade küçük bir saraya benzeyen yapıda235 uzun müddet yaşayan Sami Paşazâde Sezai’nin aile evinde gördükleri, konaktaki insanların hayatlarını, isteklerini ve başından geçenlerini dinleyerek belki de meşhur eseri Sergüzeşt’i meydana getirmesine yardım etmiştir236. Onun bu konak hayatının bazı detaylarını eserinde anlatan Hikmet Feridun Es, Sezai’nin henüz dokuz on yaşlarında konaktaki halayıklara ders verir gibi “serbest olmaktan, güneşe çıkmaktan, pencereleri örten kafeslerin manasızlığı” gibi konulardan bahsettiğini söylemektedir237. Konakta çeşitli âlim, şair ve devlet adamının katıldığı toplantılarda belki bu konular üzerinde konuşmalar yapılmakta, orada bulunanlar da bunlardan etkilenmekteydi. Sami Paşazâde Sezai’nin ilerde yazacağı romanının “esarete karşı isyan duygusu”nu anlatması, bu konuyla ilgili temellerin bu toplantılarda atılmaya başladığını söylememizi kolaylaştırmaktadır. Mehmet Kaplan, Sami Paşazâde Sezai’nin eserinin değerini açıkladığı “Sergüzeşt Romanı Hakkında Birkaç Söz” yazısında, onun yaşadığı hayatın eserini de şekillendirmiş olabileceğine vurgu yapmaktadır: “Tanzimat devri yazarlarından birçoğu gibi Sami Paşazâde Sezai’nin annesi de bir Çerkes cariye idi. Babasının ve tanıdıklarının konaklarında, romanında hayat macerasını derin bir sevgi ve merhametle anlattığı Dilber’e benzer pek çok kız gördüğü muhakkaktır.238” Konağın müdavimlerine etkisine bir diğer örnek de Mithat Cemal Kuntay’ın, Namık Kemâl ile ilgili yazdığı eserde karşımıza çıkar: “Kemâl Avrupa üslûplu bir ihtilâl mefhumuna, sanırım ki ilk defa Sami Paşa’nın konağında temas etti.239” Konakta hemen hiçbir zaman “siyasi” tartışmalar, “ihtilal” düşünceleri eksik olmamıştır. Bunu, konağa devam edenlerin devrin siyasi otoritesine karşı aldıkları

235 Konağın detayları için bkz. S. Mümtaz S., a.g.e., s.108-111.; Es, a.g.e., s. 246-249. 236 Sami Paşazâde Sezai, eserini oluştururken sadece konak hayatında gördükleriden değil babasının Çamlıca’daki köşkünde yaşadıklarından da etkilenmiş olmalıdır. Çamlıca’daki bu köşkte de edebiyat toplantıları düzenlenmiştir. Haluk Y. Şehsüvaroğlu, gençlerin genellikle selâmlıktaki orta katta Sezai Bey’in odasında toplandıklarını belirtmektedir. Buranın bir diğer müdavimi, aynı zamanda Sezai’nin komşusu olan Abdülhâk Hâmid, köşkün bir “mekteb-i edeb” olduğunu söyler. Çamlıca’daki köşkün tefrişatı, detayları için şu yazıya bakılabilir: Haluk Y. Şehsüvaroğlu, “Çamlıca’da Sami Paşa Köşkü”, Cumhuriyet, 30 Nisan 1950, s.5. Abdülhak Şinasi Hisar, bu köşkün de tıpkı Sami Paşa’nın ünlü konağı gibi müdavimlerini etkilediğini, onları yetiştirdiğini doğrularcasına, Abdülhak Hâmid için buranın “canlı bir köşk” olduğunu ve köşkün ona “bir akademi tesiri yaptığını” yazmaktadır. Bkz.: Abdülhak Şinasi Hisar, “Abdülhâk Hâmid’in Köşkü”, Türk Yurdu, No: 251, Aralık 1955, s.447. 237 Es, a.g.e., s.249. Sami Paşazâde Sezai, son zamanlarında “Konak” adını verdiği bir roman üzerinde çalışıyordu. Bkz.: Beşir Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, İstanbul, Kapı Yayınları, 2010, s.291–292. Ayrıca bkz. Sami Paşazade Sezâî, Bütün Eserleri–1, (Haz. Zeynep Kerman), s.79– 98. 238 Sami Paşazâde Sezai, Sergüzeşt, (Yay. Haz. Zeynep Kerman), İstanbul, MEB Yayınları, 2004, s.I. 239 Kuntay, a.g.e., s.293.

71 tavırdan anlayabiliriz. Bir de konağın hatırlı misafiri olan Fransız Fabre’nin etkisini de düşünmek zorundayız. Fabre, Common İhtilâli’nde Fransa’dan kaçarak İstanbul’a gelmiş, daha sonra Sami Paşa’nın Konağı’nda Fransızca, felsefe ve politika dersleri vermeye başlamıştır. Onun bu konakta, konağın müdavimlerine ihtilâlci fikirleri aşıldığını paşanın oğlu olan Sezâî Bey bir yazısında şöyle açıklar:“Bu Fabre, daha o zamanlar Fransız İnkılâb-ı Kebîri’nden misâller göstererek bizi millî bir ihtilâle teşvik ederdi.240” Konağın sahibi, belki kitaplar neşrederek, şiirler yazarak siyasi paradigmaya müdahâle eder görünmüyorsa da, alttan alta, siyasi atmosferden hoşnutsuzluğunu gösterebilecek veya bu şekilde kolaylıkla yorumlanmaya müsait eylemlere giriştiğini söylemek mümkündür. Konağın, zengin müdavimlerinden biri olan Yusuf Kâmil Paşa, Tercüme-i Telemak çevirisinin ikinci baskısında, işte bu toplantıların yapıldığı konağın sahibinin bir takriziyle eserini piyasa çıkarmıştır241. M. Kayahan Özgül’ün, Tercüme-i Telemak’ı, “sultanın idaresinden huzursuzluk duyan bir kalemin demokrasiyi halka tanıtma gayretinin mahsûlü gibi” olduğuna dikkatlerimizi çekmesi ve bu eserin ikinci baskısında Sami Paşa’nın bir “takriz”inin bulunması hiç de şaşılacak bir gerçek olmasa gerektir242. Konağın belki diğer dikkat çekici müdavimi olan Ali Suavi, Sami Paşa’nın himayesini çok erken yaşlarda elde etmeyi başarmıştır. Tanpınar, Ali Suavi’nin Bursa Rüşdiyesi Muallimi evvelliğine Sami Paşa’nın Maarif Nazırlığı sırasında kazandığı bir imtihanla tayin edildiğini243, Hacdan dönüşte yine hamisinin lütfuyla Filibe’de rüşdiye hocalığına döndüğünü belirtmektedir244. Tanpınar’ın bu ifadesini

240 Özgül, XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara, s.185. 241 Bu çeviri yapıldığı sıralarda mahfilin kurulup kurulmadığıyla ilgili net bir bilgimiz yoktur.Takriz için bkz.: Yusuf Kâmil, Tercüme-i Telemâk, 2.bsk., İstanbul, Tasvîr-i Efkâr Gazetehânesi, 1279, s.14-15. 242 Telemak ve eserin önemi, etkileri için şu iki kaynağa bakılabilir: Mardin, a.g.e., s.270-274.; Metin Kayahan Özgül, “Yusuf Kâmil Paşa’nın Tercüme-i Telemak’ı”, Türk Dünyası Araştırmaları, No: 45, Aralık 1986, s.185-212. Aynı yazının ilavelerle yeniden düzenlenmiş hâli için bkz. : M. Kayahan Özgül, Yusuf Kâmil Paşa’nın Tercüme-i Telemak’ı”, Nar, y.2, No: 8, Mart- Nisan 1996, s.113- 130.; No: 9, Mayıs- Haziran 1996, s.65- 93. 243 Tanpınar, Ali Suavi’nin o sıralarda on sekiz yaşında olabileceğini söyler. Bkz.: Tanpınar, a.g.e., s. 230. 244 Tanpınar, a.g.e., s.231. Tanpınar, onun Hactan dönüşte yine hamisinin lütfuyla Filibe’de rüşdiye hocalığına döndüğünü yazmaktadır. Ali Suavi ile ilgili ciddi bir çalışması olan Hüseyin Çelik, Tanpınar’ın bu yanlış ifadeyi A.Adil Bey’in yazdığı yazıdan aldığını tahmin eder. Çelik, Ali Suavi’nin Filibe’de Dabbakhâne medresesinde hocalık yaptığını yazmaktadır. Bkz.: Hüseyin Çelik, Ali Suavî ve Dönemi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994, s.63. Abdullah Uçman da Türkiye Diyanet Vakfı İslam

72 haminin devlet kademesindeki yüksek mevki ve itibarı ile ihtiyaç duyanların245 ve özellikle de mahfile devam edenlerin başları sıkıştığında imdadına yetişmesi şeklinde de okuyabiliriz. Konakta düzenlenen toplantıların bu mahfile devam edenleri de etkilediğini yukarıda söylemiştik. Sami Paşa’nın himayesine sığınan Ali Suavi’nin246 bu toplantılarda devri için bile konuşulması “memnu” kabul edilebilecek farklı Avrupai fikirlerle karşılaşmış ve bunlardan etkilenmiş olması mümkündür. Müdavimler arasındaki etkileşim, diğer insanlara da sirayet etmiştir. Bu konuşma ve tartışmalardan fazlasıyla etkilenen ve büyük bir Ali Suavi hayranı olan Sami Paşa’nın oğlu Bâkî Bey, “seküler inançlarını dile getiren, eğitimle ilgili bir makalesinin yayımlanmasıyla küçük bir skandala yol açmıştı”r247. Hüseyin Çelik, “Ali Suavî ve Dönemi” isimli eserinde Sami Paşa’nın oğullarından Necip Bey, Abdülhalim Baki ve Hasan Beylerin248 Suavi’nin hayranı olduğunu dile getirmektedir. Abdülhak Hâmid, Sami Paşa’nın konağındaki bizzat paşanın verdiği derslerden istifa etmiştir. Sami Paşa, konağında kendi çocukları, torunları ve ahbaplarının çocuklarına da tarih, felsefe, edebiyat, Mesnevi ve Gülistan dersleri vermiştir249. Tanpınar’ın verdiği bilgiye göre Hâmid, Sami Paşa’nın Çamlıca taraflarındaki köşkünde de Abdurrahman Sami Paşa’dan “Hafız Divanı” okumuştur250. M. Kayahan Özgül, Yenişehirli Avnî ve Hüseyin Fahreddin Dede’nin paşadan Mesnevî dersleri aldıklarını, paşanın konağını çeşitli yaş ve sınıftan insanların hizmetine açtığını, konağın da böylece bir mektep ve özellikle de

Ansiklopedisi’ndeki Ali Suavi maddesinde onun Sâmi Paşa’nın konağı gibi birkaç fikir muhitine devam ettiğini yazmaktadır. Bkz.: Abdullah Uçman, “Ali Suâvi”, İstanbul, TDİA, C.I, s.445. 245 Şemsettin Sâmi, Trablusgarp’ta iken buranın valisi olan Sami Paşa’dan çok fazla yardım almıştır. Paşa, sekiz yıldan beri yayımlanmakta olan Vilâyet gazetesinin idaresini henüz yirmi dört yaşındaki Şemsettin Sami’ye verir. Şemsettin Sami, Sami Paşa’nın çabalarıyla dokuz ay kaldığı Trablusgarp’tan İstanbul’a dönebilmiştir. Daha detaylı bilgi için bkz. Bilmez Bülent Can, “Ölümünün Yüzüncü Yılında Şemsettin Sami Frasheri: Paylaşılamayan Aydın”, Toplumsal Tarih, No: 126, Haziran 2004, s. 38- 45. 246 Ali Canip Yöntem, “Ali Suavi Nasıl Bir Adamdır?”, Yakın Tarihimiz, C.IV, No:51, 14 Şubat 1962, s.354. 247 Mardin, a.g.e., s.261. 248 Çelik, a.g.e., s.381. 249 Abdülhak Hamid (Tarhan), Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, (Haz. İnci Enginün), İstanbul, Dergâh Yayınları, 1994, s.90; Ayrıca bkz.: Özgül, Yenişehirli Avni, s. 2. 250 Tanpınar, a.g.e., s. 501. M. Kaya Bilgegil, Tanpınar’dan farklı olarak Hamid’in “Maliye Mühimme Kaleminde” çalıştığı sırada Sami Paşa’dan “Şeyh Galib”i okuduğunu yazar. Bkz.: Yard. Doç. Dr. Bilgegil (Haz.), M. Kaya Bilgegil’in Makaleleri, Ankara, Akçağ Yayınları, 1997, s.505.

73 yenileşmenin bir mektebi olduğunu dile getirir251. Bu bilgiler bize paşanın ilim ve edebiyat alanlarında kültürlü ve kendini ne kadar iyi yetiştirmiş olduğunu göstermektedir252. Hâmid, Sami Paşa’nın üzerindeki emeği ve tesirini çevresindeki insanlarla paşanın oğullarına yazdığı mektuplarda samimiyetle açıklamıştır. Abdülhak Hâmid’in Sami Paşa’nın oğulları Abdülhalim ve Abdurrahman Hasan Beylere yazdığı mektubunda253, katıldığı toplantılar ve bu toplantıların kendisi için değerini “meclis-i irfan u edebinde kesb-i terbiyet ettim.”, “Mektebinde yetiştim.”, “Felek o muhabbet-i uhuvvetkârâne ile devam eden cemiyetimizi perişan etti.” cümleleriyle beyan etmesi, mahfili düzenleyen kişinin irfanının derecesini ve toplantıların müdavimlere olan katkısını açıkça ortaya koymaktadır. Bu mektubun bazı yerleri, konağın dönemin edebiyat ve ilim hayatındaki yerini ve bunların müdavimlerce nasıl algılandığının ipuçlarını da vermektedir: “…Şu zâyıa-ı nâgeh zuhura yalnız Zât-ı devletlerinizle bendeniz değil, millet ağlasın, İslamiyet ağlasın, kadr-ı âlisini takdir edenlerin nazarında bu fenâ âlemin artık hiçbir ehemmiyeti kalmasa becâdır. Cennet-mekân benim de bir manevî peder-i mün’imim idi. Dünyada halime acır bir velinimet, müstağrak-ı bahr-ı marifet olan ebb-i muhterem u mükerreminiz idi. Meclis-i irfan u edebinde kesb-i terbiyet ettim. Mektebinde yetiştim. Bu bâbda zât-ı âlilerinize ne söyleyim ki kendim dahi tesliyet ve ta’ziyete muhtacım. Benim yegâne veliyy-i nimetim gitti. Felek o muhabbet-i uhuvvetkârâne ile devam eden cemiyetimizi perişan etti. …254” Hâmid, arkadaşı Sâmi Paşazâde Necib Paşa’ya gönderdiği bir mektubunda da mahfilin önemini şairâne bir şekilde açıklamaktadır: “…Cihan-ı edebiyatta kıyamet kopmuş, bizim burada haberimiz yok. İnsan-ı kâmil suretinde mücessem bir asr-ı azîm-i maarif, fenâ-âbâd-ı maziye inkılâb etmiş, edvâr-ı âtiye-i edeb siyeh-reng-i mâtem olsa becâdır!... Bilcümle ulemâ ve üdebâ ağlasınlar ki kutb-ı kerîm ü muhteremlerinden dûr oldular. Bundan böyle mekân-ı mukaddesî arandıkça arş-ı alâya bakılsın; nâm-ı Sâmi-i mübareki yâd olundukça ‘Allah!...Allah!...’ desinler!... Vah o bedbahtan-ı istikbale ki temâşâ-yı ruhaniyyesine mazhar olamayacak! Vah o

251M. Kayahan Özgül, Divan Yolu’ndan Pera’ya Selametle: Modern Türk Şiirine Doğru, İstanbul, Hece Yayınları, 2006, s.84. 252 Tanpınar, a.g.e., s.501. 253Hâmid’in bu duygusal mektubu, kendisinin de yetişmesine yardım eden bir nevi hocası sayılabilecek Sami Paşa’ya olan saygısının da bir nişanesidir. Mektup, 23 Mayıs 1297 tarihini taşımaktadır. 254 Abdülhak Hâmid, Mektublar–2, İstanbul, Matba-i Âmire, 1334, s.210–211.

74 müştâkan-ı devr-i hâzıra ki tecelligâh-ı feyz ü marifetten mahrum kaldılar…Ulemâ ve fuzalânın bedreka-ı dil-âgâhı, üdebâ ve şuarânın en kadim ümidgâhı, züefâ ve fukaranın en büyük penâhı nazarlardan nihan olmuş….255” Hâmid’in yetişmesinde emeği geçen Sami Paşa ile ilgili sözleri, konağın bir “mekteb-i edeb” olarak düşünülmesini sağlamaktadır. Sami Paşa Konağı, Özgül’ün haklı tespitiyle devlet için aydından, devlete rağmen aydına geçişte, düşünen aydından düşündüğünü uygulamaya çalışan eylemci aydına geçişte önemli bir rol oynamıştır256. Edebiyatçıların eğitilmesini sağlayan, onlara bir nevi hamilik yapan Sami Paşa’nın 1881 yılında vefat etmesiyle bu konaktaki toplantılar, Mithat Cemal Kuntay’ın yerinde ifadesiyle konağın “manen bir parçası”257 sayılan Abdüllatif Suphi Paşa’nın konağına taşınmıştır.

2. 1. 3. ABDÜLLATİF SUPHİ PAŞA’NIN KONAĞI

Sicil-i Osmânî’nin verdiği bilgiye göre Suphi Paşa, “Âlim, fâzıl, şair, münşî, cömert ve zevki sever” bir kişidir. “Âsâr-ı atîka'ya dair bir kitabı” vardır, “İbn Haldun'un eserinin bir kısmını tercüme etmiş”, “İslâm Tarihinden bir cilt kadar kaleme almıştır.258” Onun da tıpkı babası Abdurrahman Sami Paşa gibi konağını ilim adamlarına, yazarlara açtığını, burayı bir ilim akademisine, mahfile çevirdiğini söyleyebiliriz. Suphi Paşa’nın teşvikleriyle Sanayi-i Nefise Mektebi kurulmuş, Suphi Paşa, arkeoloji müzesin kurulması için de Osman Hamdi Bey’i çok fazla desteklemiştir259. Eğitim, kültür ve sanatla yakından ilgilenen ailede Osmanlı Devleti zamanında iki kişi Maarif Nazırı, Türkiye Cumhuriyeti zamanında bir kişi Millî Eğitim Bakanı olarak görev yapmıştır. Babasının izinden hemen hiç ayrılmayan Suphi Paşa, ilk maarif nazırı olan babası Abdurrahman Sami Paşa gibi Maarif Nazırlığı yapmıştır. Abdüllatif Suphi Paşa’nın oğlu olan Hamdullah Suphi Tanrıöver

255 Abdülhak Hâmid, a.g.e., s. 212-213. 256 Özgül, a.g.e., s.85. 257 Kuntay, a.g.e., s.294. 258 Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî yâhud Tezkere-i Meşâhir-i Osmâniyye, C.III, İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1311, s.221. 259 Kocamemi, a.g.e., s.67. Konakla ilgili bilgi için bkz.: Mümtaz, Eski İstanbul Konakları, s.61-64.

75 de Türkiye Cumhuriyeti’nde Millî Eğitim Bakanlığı görevinde bulunmuştur260. İstanbul’da Fatih ilçesi, Babahasan Alemi Mahallesi’nde bulunan Abdüllatif Suphi Paşa Konağı, Horhor Caddesi üzerinde yer almaktadır. Baba ve oğul arasındaki hemen her alandaki benzerlikler, konaklarındaki mahfillerde de kendini göstermiştir. Bu konak aslında babası Abdurrahman Sami Paşa konağının bir uzantısı, onun farklı bir boyutta tamamlayıcısı gibi düşünülebilir. Bu sebepten bu kişilerden bahseden pek çok araştırmacı ve yazar, bu iki konağı birbirinden ayırmadan, iki konağı tek bir konakmış gibi düşünerek bilgi vermektedir. Mahfil toplantılarının tam olarak ne zaman başladığıyla ilgili bilgimiz olmamasına rağmen Abdurrahman Sami Paşa hayattayken buradaki toplantıları yönettiğiyle ilgili bilgilerimiz, konaktaki toplantıların 1881 yılından önce başlamış olmasını gerektirmektedir. Konakta Hindistan’dan, Afganistan’dan, İran ve Irak’tan pek çok misafir ve ilim adamı kalmıştır261. Suphi Paşa, misafirleriyle de ilim ve edebiyat konularında sohbet ve tartışmalar yapmıştır262. Necdet Sakaoğlu’nun verdiği bilgiye göre “Paşa dairesi yüksek düzeydeki aydınlara, ulemaya; kethüda dairesi semtin orta halli komşularına; ağa odaları kimsesizlere” açıktır263. Tıpkı babasının konağındaki gibi konakta çalışanların çocuklarından okumaya istekli olanlar konaktaki hocalar tarafından okutulmuş, devlet kademesinde bu çocukların yer alabilmesi için her türlü imkân seferber edilmiştir. Suphi Paşa’nın Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin kurucularından olan oğlu Âyetullah Bey, babasının konağında hususi hocalardan eğitim almıştır264. İki konağın birbiriyle olan bu yakın durumu, konaklar arasındaki mahfil toplantılarında da bir bağ oluşmasına imkân sağlamış olmalıdır. Konaklarda- tekke, meyhâne gibi mekânlarda da- bir araya gelen mahfil müdavimlerinin buradaki konu ve konuşmalardan da etkilenmeleri çok doğal bir durumdur. Mahfillerde, edebiyat konularının dışında devrin pek çok konusuna da

260 Süreyya, a.g.e., s.6-7, 220-221. 261 Suphi Paşa, hanegîler konakta aylarca oturdukları için konağa farklı bir selamlık dairesi inşa ettirmek zorunda kalmıştır. Bkz.: Sel, a.g.e., s.112. Ahmet Semih Mümtaz, konakta Konya’dan Bursa’ya kadar daha pek çok yerden insanların geldiğini ve burada hanegî olarak kaldıklarını söylemektedir. Bkz.: Ahmet Semih Mümtaz, Eski İstanbul Konakları, s.63–64. 262 Sel, a.g.e., s.114. 263 Necdet Sakaoğlu, “Samipaşazadeler”, DBİA, C.VI, s.434. 264 İbnüelmin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, (Yay. Haz. Müjgan Cumbur), C.I, Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, 1999, s.219.

76 değinildiği, en azından toplanma gayelerini unutmadan çeşitli siyasi ve sosyal konuların da bu mahfillerde konuşulmuş olması ihtimal dâhilindedir. Özellikle bu iki konak, mahfil sahiplerinin siyasi ve sosyal fikirleri dikkate alındığında, devrin hâkim paradigmasını çeşitli şekillerde inceleyip irdeleyen bir anlayışa sahiptir. Tanpınar, “19’uncu Asır Türk Edebiyat Tarihi”nde, Reşid Paşa ve dairesini anlattığı bölümün sonlarına doğru, konaklarını ilim ve sanat adamlarına açmış diğer şahsiyetlere de sözü getirerek, Yusuf Kâmil Paşa ve Suphi Paşa’nın “hiçbir zaman mühim tesirleri”nin olmadığını kesin bir dille beyan etmiştir265. Aslında bu ifade “aşırı bir iddia”dır. Çünkü özellikle Sami Paşa konağının manen devamı niteliğindeki Suphi Paşa konağında pek çok şair ve yazar toplanmış, Suphi Paşa öyle veya böyle edebiyatçıları desteklemiş ve onları himaye ederek dünyanın geçici sorunları karşısında onların hiçbir iz bırakmadan çekip gitmelerine bir set çekmiştir. Bu tür mahfilleri iyi bilen Süleyman Nâzif’in, “Jön Türk hareketi yeni uyanıyordu. Şark ve Garbın efâzılına İstanbul’da telâkîgâh olan Sâmî ve Subhî Paşa konaklarında bu hareketler yalnız temaşâ değil, Tâkib ve tenmiye de edilmekte idi.266” cümleleri, bu iki konağın hâkim paradigmayı değiştirmek için nasıl çalıştığını ve aydınların buraya ne gözle baktıklarını göstermektedir. Suphi Paşa’nın babası konaktaki mahfil toplantılarını vefat edene kadar bilfiil yönetmiştir. Babasının vefatıyla da toplantıların yöneticisi Suphi Paşa olmuştur. 1888267’de Suphi Paşa’nın ölümüyle de mahfil dağılmıştır. Aradan uzun yıllar geçtikten sonra paşanın oğullarından Hamdullah Suphi Tanrıöver, konağı restore ettirerek Türk Ocağı toplantılarını bir gelenek oluşturmak amacıyla olsa gerek burada yapmıştır268. Tanrıöver de dedesinin ve babası gibi sanat-edebiyat toplantıları düzenleme geleneğini sürdürmeye çalışmıştır. Taha Toros, Tanrıöver’in baba yadigârı bu konakta, 1957 yılında hemen her hafta sohbetler düzenlediğini

265Tanpınar, a.g.e., s.142. Tanpınar eserinde, sehven Suphi Paşa’nın Yusuf Kâmil Paşa’nın oğlu olduğunu yazmıştır. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Suphi Paşa, Abdurrahman Sami Paşa’nın oğludur. 266 Süleyman Nazif, “Bir Ufûl Münâsebetiyle” Servet-i Fünûn, C. LX, No: 1580, 25 Teşrîn-i sâni 1926, s.18–19. 267Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmânî yâhud Tezkere-i Meşâhir-i Osmâniyye’de Suphi Paşa’nın 11 Rebiülahir 1303 tarihinde vefat ettiğini yazmaktadır. Bkz.: Mehmed Süreyya, a.g.e., s.221. Necdet Sakaoğlu, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’ndeki “Samipaşazadeler” maddesinde paşanın ölüm tarihini 17 Ocak 1886 şeklinde vermektedir. Bkz.: Necdet Sakaoğlu, “Samipaşazadeler”, DBİA, C.VI, s.434. 268 Ertop, a.g.m., s.29.

77 belirtmektedir269. Konak, günümüzde hâlâ ayaktadır ve İstanbul Üniversitesi’nin mülkü içinde yer almaktadır.

2. 1. 4. RECAİZADE MAHMUT EKREM’İN YALISI/ FİRUZAĞA’DAKİ EVİ

Recaizâde Mahmut Ekrem, İstinye’de vapur iskelesinin yanındaki yalısını Şûra-yı Devlet muavini iken Pijon isimli Fransız bir ustabaşından satın almıştır270. Onun bu yalısında, tıpkı babasının Vaniköy’deki yalısında olduğu gibi musiki ve edebiyat toplantıları da yapılmaktaydı271. Yalının komşuları olan Uncu Mehmet Efendi, Şûra-yı Devlet Âzâsından Besim Bey, Dâhiliye Evrak Müdürü Ali Haydar Bey, Fâik Bey, Azmi Bey, Sultan Murad’ın mabeyncilerinden Gül Tevfik Bey, bu yalıda ekseriya geceleri yapılan musiki meşklerine katılmıştır272. Doğu ve Batı müziklerinin de icra edilen toplantılara şu musikişinas ve bestekârlar katılmıştır: Piyanist Devlet Efendi, Kemani Tatyos, Udî Afet273, Piyanist Furlani, Lange Bey, flüt çalmadaki maharetiyle Kemalzâde Ali Ekrem274, Hacı Ârif Bey, Şevki Bey, bestekâr Rahmi Bey, Hanende Nasip275. Recaizâde’nin piyano çaldığını, resim yaptığını ve bestelerinin olduğunu biliyoruz. Recaizade’nin hayatının önemli bir yerini işgal eden bu uğraşlar, ister istemez onun edebiyat eserlerine de tesir etmiştir. Nitekim Tanpınar da onu dil anlayışında, musiki toplantıları yapılan çevrelerin ortak özelliğini bulur. Bu toplantılardan belli ki hoşlanan Recaizâde’nin manzumelerinde özellikle musikiyle içli dışlı olan çevrelerde yetişen şairlerde görülen, bestelenmek amacıyla yazılan kısa ölçülü manzumelerdeki “çözük ve basit dil” anlayışı dikkat çekmektedir276.

269Toros, Mazi Cenneti, s.67. 270 Es, a.g.e., s.220. 271 Salâh Birsel’in verdiği bilgiye göre Recai Efendi’nin yalısında Hersekli Ârif Hikmet, Hacı Ârif Bey, Sır Kâtibi Mustafa Paşa, Billuri Mehmet Efendi, Sikkezen Fettah Efendi, Yusuf Cemil Efendi, Mısır Kapıkethüdası Mahmut Bey bir araya gelirmiş. Bkz.: Salâh Birsel, Boğaziçi Şıngır Mıngır, İstanbul, Nisan Yayınları, 1991, s.360. 272 Ercümet Ekrem Talu, Geçmiş Zaman Olur ki: Anılar, (Haz. Alâattin Karaca), Ankara, Hece Yayınları, 2005, s. 170. 273 Talu, a.g.e., s.170. 274 Es, a.g.e., s.220. 275 Es, a.g.e., s.219. 276 Tanpınar, 19. asır Türk Edebiyatı Tarihi, s.479–480.

78 Recaizâde’nin oğlu olan Ercüment Ekrem anılarında, babasının en sevdiği oğlu Nijad Ekrem’i kaybetmeden önce, cemiyet hayatından çok fazla zevk aldığını, etrafında bir edebi muhit oluşturabilecek değerli kimseleri seçtiğini söyler277. Seçtiği bu kişilerin az çok bir kıymet ifade etmelerine önem veren Recaizâde’nin yalısında edebiyatta, musikide veya sosyal hayatta önemli yeri olan kişiler toplanmışlardır. Bu edebiyat toplantıları genellikle her hafta cuma öğleden sonraları düzenlenmiştir278. Toplantılara başta İsmail Safa ve Tevfik Fikret olmak üzere Halid Ziya, Mehmed Rauf, Hüseyin Cahit, Cenap Şahabettin279, Süleyman Nesib, İran elçisi Muhsin Han280 ve Ali Ekrem281 katılmıştır. Saydığımız isimlerden özellikle ikisi, ev sahibinin güvenini kazanmıştır: Tevfik Fikret282 ve İsmail Safa. Onlar, “her istedikleri gün ve saatte, davet beklemeden” yalıya gelebilmekte ve hatta gece yatısına kalabilecek kadar ev sahibiyle de samimidirler283. Yukarıda saydığımız isimlerin hemen hepsinin hazır bulunduğu bir toplantı bu evde vuku bulmamıştır. Bu isimler daha çok farklı vakitlerde toplanmışlardır. İsmail Safa ve Tevfik Fikret’in geldiği zamanlarda mahfilde “her şey serbestçe” konuşulurmuş. Mahfil toplantılarını bizzat yaşamış olan Recaizade’nin küçük oğlu Ercüment Ekrem’in o günlerle ilgili hatıraları, bu toplantılarda nelerin konuşulduğunu aydınlatmaktadır. Ercüment Ekrem, babasının mahfilinde zamanın eleştirildiğini, şiirlerin okunduğunu, sanat ve edebiyat konularında sohbetlerin yapıldığını söyler284. Hatta bu toplantılardan birinde müdavimlerin Muallim Naci ve onun edebî kişiliğiyle ilgili bir sohbet yaptıklarını anılarında dile getirir. Eski edebiyata hayran olan İsmail Safa, Muallim Naci’yi de sevmektedir. Tevfik Fikret ise onun bu özelliğini bildiğinden İsmail Safa’yı köşeye sıkıştırmaya çalışmıştır. Recaizâde’nin Muallim Naci ile olan Zemzeme- Demdeme polemiği dolayısıyla da İsmail Safa, açıkça Muallim Naci’yi müdafaa edememiştir. Zemzeme

277 Talu, a.g.e., s.83. 278 Birsel, Boğaziçi Şıngır Mıngır, s.354. Talu, Süleyman Nazif’in bir gün yanına Mehmet Âkif’i de alarak cuma günü yalılarına geldiğinin belirtmektedir. Bkz.: Talu, a.g.e., s.109. 279 Talu, a.g.e., s.170. 280 Es, a.g.e., s.219. 281 Birsel, Boğaziçi Şıngır Mıngır, s.353. 282 Tevfik Fikret, Recizâde Mahmud Ekrem’in yalısına 1301 senesinin 23 Şubatı’nda iki arkadaşıyla birlikte gitmiş ve onunla yalıda sohbet etmiştir. Bkz.: İsmail Parlatır, Tevfik Fikret: Dil ve Edebiyat Yazıları, Ankara, AKDTKY, 1993, s.233. 283 Talu, a.g.e., s.84. 284 Talu, a.g.e., s.84-85.

79 şairinin önünde Demdeme şairini savunmak zorunda kalması İsmail Safa’yı zora sokmuştur. Recaizâde ise kanaatini şu şekilde ifade ederek Muallim Naci’nin kendisi için değerini açıklamıştır: “Muallim Naci gerçekten şairdi. Onu zorla bayağılaştıran biziz!285” Ali Suad da Recaizâde ile ilgili anılarını anlattığı bir yazısında aynı toplantıdan bahsetmektedir: “Üstadın İstinye’deki yalısında nezdinde bulunuyorken münasebet gelerek ‘darut-talim’ müessisi Hacı İbrahim Efendi’nin talim-i lisanı ve Hayret Efendi’nin tarz-ı beyanından bahsettiğimiz sırada cenap-ı üstad, pek tabii ve lâkayt ifade ile ‘içlerinde edebiyat-ı cedîdeye karîb olanı yine Naci’dir.’ demişti.286” Ercüment Ekrem ve Ali Suad’ın ifadelerinin birbirine çok yakın olmasından, aynı toplantıda Ali Suad’ın da bulunduğunu söylemek mümkündür. Yalının önemli müdavimlerinden biri olan Süleyman Nazif, bir gün Mehmet Âkif’i de yanına alarak onu Recaizâde’yle tanıştırmaya getirmiştir. Bu tanışma da “cuma günü” gerçekleşmiştir. Talu’nun verdiği bilgilere göre babası önce Âkif’i beğenmemiş, fakat ondan bir iki şiiri dinleyince ilk intibası değişmiştir. Hatta Recaizâde’nin ona övgü dolu şu sözü söylediğini belirtmektedir: “ Bu milletin şehnâmesini ancak siz yazabilirsiniz!287” Halid Ziya ise henüz uzun uzun konuşma fırsatını elde edemediği

285 Talu, a.g.e., s.85. 286 Ali Suad, “Edebiyat Muallimi Ekrem Bey”, Türk Yurdu, (Ed. Murat Şefkatli), C.III, Ankara, Tutibay Yayınları, 1999, s.188. 287 Talu, a.g.e., s.109. Talu, başka bir yazısında bu olayı şöyle anlatır: “Mehmet Âkif’i de babama o tanıtmıştı. Yine bir cuma günü tam öğle vakti onu almış getirmişti. Babamın, Âkif’i önce zarı tutmadı. Fakat bir iki şiirini dinleyince nokta-i nazarı tamamiyle değişti ve ‘Bu milletin şehnamesini ancak siz yazabilirsiniz!’ sözleriyle takdir eylediği büyük şâiri kendisine tanıttığı için Süleyman Nazif’e ölünceye kadar müteşekkir kaldı.” Ercümet Ekrem Talu, “Tanıdıklarım: Süleyman Nazif”, Edebiyat Âlemi, No: 10, 23 Haziran 1949,s. 6. Midhat Cemal Kuntay ise Abdülhamid’in saltanatı sırasında Âkif ile birlikte Sarıgüzel’den Recaizâde’nin Şişli’de Bulgar Çarşısı’ndaki evine gittiklerini yazmaktadır. Karlı bir günde yapılan yolculuk sonrası eve ulaşan ikilinin yanına biraz sonra ev sahibi gelir. Midhat Cemal, Nuri Bey’in konağından tanıdığını söylediği Recaizâde’ye kısaca Âkif’i takdim eder. Onun bu ziyaret sırasında “durgun” olduğunun altını özellikle çizen Midhat Cemal, ev sahibinden izin isteyerek Âkif’in ona bir şiirini okuyacağını söyler. Ekrem’in önce susup sonra “Uzun mu?” diye cevap vermesine Midhat Cemal fazlasıyla içerler. Mütevazı davranan Mehmed Âkif, “Pek uzun değil efendim.” şeklinde karşılık verir. Sonra “Fatih Camii” şiirini okumaya başlar. Manzume okundukça Recaizade değişir, şiir bitince de odanın meçhul bir noktasına gözlerini dikerek, odada olmayan birine ‘Ah efendim, anlatamıyorum ki…Benim istediğim şiir işte bu! Dinlerken doydum efendim!’ der. Daha sonra Midhat Cemal’e dönerek, “İşte bu şiir beni doyurdu.” deyip şiiri ve şairi över. Daha sonra Âkif’e dönüp ona, “Siz büyük şairsiniz Âkif Bey çok ‘descriptif’, Pierre Loti’yi pek mi seversiniz? diye bir soru sormuştur. Ekrem Bey, Âkif’ten bir şiir daha dinlemek istemiştir. Âkif de ona “Kahve” manzumesini okur. Midhat Cemal, evden ayrılırken Recaizâde’nin, şiirlerini beğendiği Âkif’le daima görüşmek istediğini, onu haftada bir gece de evine davet ettiğini belirtir. Bkz.: Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Akif: Hayatı-Sanatı-Seciyesi, 7. bsk., İstanbul, Timaş Yayınları, 2010, s.49–50.

80 Recaizâde’yi önceden haber vermeden bir tatil gününün sabahında, yalısında ziyaret etmiştir. Onun “Kırk Yıl”da anlattıkları, iki yazarın birbirlerini nasıl tanımaya başladıklarını göstermesi bakımından ilginç ipuçları vermektedir288. Halid Ziya, uzun bir tereddütten sonra içeriye girer. Onu küçük bir odaya alırlar. Burası kitaplar, duvarlardaki resimler ve piyanoyla koltuklardan oluşmuş, büyük bir ihtimalle ev sahibinin çalışma odasıdır. Recaizâde, kısa bir tanışma faslından sonra misafirinin özel hayatına dair sorular sormuş, onun şimdilerde ne yazdığını, gelecekte de ne yazmak istediğini öğrenmek istemiştir. Daha sonra da misafirine kendi yaptığı resimleri göstermiş, piyanosunda ona “Çeşm-i mahmurun sebeptir nale vü feryadıma” şarkısını çalmıştır289. Halid Ziya da dili döndüğü kadar sorulara cevaplar vermeye çalışmıştır. Kendi ifadesiyle ev sahibinin onu nasıl değerlendirdiğini şöyle açıklar: “…biraz evvel resimden anlamayan bu çocuğu musikiden behreyab bularak affetti.290” Ev sahibi kapıdan çıkarken misafirine, kendisini ne zaman isterse görebileceğini söyler. Recaizâde’nin yalısında hem haftanın belli günlerinde davetli misafirler toplanmakta hem de onun ününü işiten ve onunla tanışmak isteyen edebiyat meraklıları yalısına uğramaktadır. Toplantılarda, edebiyatın hemen her konusu konuşulabilmektedir. Hatta önceden bir edebiyat tartışması da yaptığı Muallim Naci ile ilgili bir konuda Recaizâde’nin Naci’nin hakkını savunması, misafirlerin bile şaşırmasına sebep olmuştur. Mahfil toplantılarında, her zaman olmasa da güncel sorun ve polemiklerle ilgili samimi kanaat ve itiraflar da dillendirilebilmekte, bu da edebiyat kamuoyunun konu hakkında bilgilenmesine, gerçeği veya o kişinin gerçeğini bizzat kendisinden duyabilmesine imkân sağlamaktadır. Buradaki toplantıların bir diğer özelliği de mahfilde musiki meşklerinin eksik olmamasıdır. Yalının sahibi, genç misafiri Halid Ziya’ya, garp musikisini sevmekle birlikte kendini bizim musikimizle iktifa etmek mecburiyetinde kalmış gibi takdim etmiş, ona bir de piyanoyla bir şarkı çalmış olmasından, bu toplantılarda ve özellikle onun çalışma odasındaki toplantılarında musikinin eksik olmadığı sonucunu çıkarabilmekteyiz. Bu ayrıntı, Tanpınar’ın onun için söylediği sözleri

288Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, (Yay. Haz. Dr. Nur Özmel Akın), İstanbul, Özgür Yayınları, 2008, s. 512–516. 289 Uşaklıgil a.g.e., s .514-515. 290 Uşaklıgil, a.g.e., s. 515.

81 doğrulamaktadır. Recaizâde Mahmut Ekrem ve ailesi, yaz kış oturdukları yalıdan eylül sonlarına doğru ayrılarak Firuzağa’daki küçük bir konakta yaşamaya başlamıştır291. Firuzağa’dan Çukurcuma’ya inen yokuşun ağzındaki, bu basık tavanlı, halkın nohut oda bakla sofa dediği ev, Talu’nun ifadelerinden anlaşıldığına göre hayli bakımsızdır292. Bu olumsuz özelliğine ve yalıdan çok fazla küçük olmasına rağmen, burada da bir edebiyat mahfili kurulabilmiştir. Burası, bir “karşı-kanon” hareketinin merkezi gibi hareket etmiştir. Toplantılarda, genellikle Recaizâde’nin de takip ettiği Batı edebiyatçılarının ve onların oluşturduğu edebiyatları kendi ülkesinde de kurmaya çalışan ve takip ettiği bu edebiyatın bir temsilcisi olarak çevresine toplanan gençlere hocalık yapan bir mahfil kurucusu görülmektedir. Bir yandan Batılı yazarlardan alınan bu zevk ve estetik anlayışın tesirinin daha yoğun hissedildiği mahfilde, diğer yandan ise Batı ve Doğu musikilerinin önemli eserleri icra edilmektedir. Musiki ve estetik anlayışlarındaki “yenilikler” doğal olarak burada toplananları farklı bir dünya ile karşı karşıya getirmiştir. Halid Ziya’nın onunla çalışma odasındaki sohbetinde ev sahibinin resim ve musiki çevresinde gelişen konuşması, mahfil kurucusunun belki de hangi dünyaya daha fazla açık olduğunu da gösteren bir gerçek olarak yorumlanabilir. Tevfik Fikret, biraz sapa olmasına rağmen Recaizâde’nin davetlerine icabet ediyor, İsmail Safa da aynı bu toplantılara devam ediyordu. Recaizâde’nin evine burada da edebiyatçılar gelip gitmekteydi. Abdülhak Hâmid, Servet-i Fünûn dergisini çıkaran Ahmet İhsan ve ortağı Asım Bey bu isimler arasındadır293. Bu ev, Servet-i Fünûn edebiyatının kuruluşunun ön çalışmalarının yapıldığı bir mekân olması yönüyle de önemlidir. Bir akşam bu evde bir araya gelen Ahmet İhsan ve ortağı Asım Bey, hâlihazırdaki edebiyatın dağınıklığı sebebiyle edebiyatın

291 Es, ailenin İstinye’deki yalıdan Firuzağa’ya taşınmasının sebebini, çocukların okullarına rahatça gelip gidebilmelerine bağlar. Bkz.: Es, a.g.e., s.239. İsmail Hikmet de bu ev değişikliğinin sebebini Ekrem’in oğlu “Nijâd’ın” tahsilini kolaylaştırmak istemesine bağlamaktadır. Bkz.: İsmail Hikmet (Ertaylan), “Fikret ve Hayatı”, Tevfik Fikret: Düşünce Dergisi, Nüsha-i Mahsûsa, 1918 (içinde) (Haz. Seval Şahin), İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005, s.161. Es, yalının daha sonra devrin padişahına verilen bir jurnal sebebiyle devlet tarafından zorla sattırıldığını iddia eder. Bu bilgi araştırılmaya muhtaçtır. Bkz.: Es, a.g.e., s.221-222. ; ayrıca bkz.: Talu, a.g.e., s.85. Recaizâde ailesi, 1892’de bir aralar Büyükada’da Karanfil Sokakta, bir süre de Cihangir’de yaşamıştır. Bu iki evde edebiyat toplantılarının yapılıp yapılmadığına dair elimizde bilgi yoktur. 292 Talu, a.g.e., s.105. 293 Talu a.g.e.,, s.85; Es, a.g.e., s.239.

82 değerinin düşmesinden konuşurlarken Ahmet İhsan, hocası Recaizâde’ye Servet-i Fünûn dergisini emrine verebileceğini, orada kendisinin seçeceği şair ve edebiyatçıları toplayabileceği teklifini yapmıştır294. Recaizâde, görevi dolayısıyla teklifi kabul etmekte endişe eder. O hafta içinde eve gelen öğrencisi Fikret’e teklifle ilgili danışır. Fikret’in teklifin kabulüne yönelik sözleri ve teşvikleri sayesinde Recaizâde sürekli destekleyeceği Servet-i Fünûn dergisinin yazı işleri görevine Tevfik Fikret’in getirilmesini Ahmet İhsan’a söyler. İlerde Servet-i Fünûn hareketini oluşturacak neslin etrafında kümelendiği, onun sanat ve edebiyatla ilgili görüş ve tekliflerine her zaman ciddiyetle mukabele eden bir neslin hocası, üstadı olan Recaizâde Ekrem’in tavsiyesi ile Fikret, Servet-i Fünun dergisinin başına 7 Şubat 1896 tarihli 25 numaralı sayısında geçmiştir295. Mehmet Kaplan, “Tevfik Fikret” isimli kitabında Servet-i Fünûn topluluğunun oluşma sebepleri üzerine şu tespitleri yapar: “Aynı devrin politik ve sosyal şartları, aynı sosyal tabakadan gelme, aynı zihin terbiyesi ve zevk, bu nesli birleştiren birer âmil olmakla beraber, onları birbirine yakınlaştıran tesadüfler olmasaydı, şüphesiz Servet-i Fünûn zümresi teşekkül edemez, bu edebiyat bu kadar insicamlı bir hüviyet kazanamazdı. Servet-i Fünûn’a yazan şahsiyetler, yan yana gelince, aralarında âdeta hususî bir cemiyet, aile müessesesine benzer bir birlik vücut buldu; aynı çatı altında toplanmalar, beraber sohbetler, karşılıklı yardımlar, bu insanları başka bağlarla da birbirine kaynaştırdı. Bunun için, bu tesadüflerin de Servet-i Fünûn edebiyatının teşekkülündeki hissesini belirtmelidir. Recaizâde Ekrem, bu tesadüfleri idare eden bir mıknatıs vazifesini görmüştür.296” Recaizâde’nin Kaplan’ın bahsettiği tesadüfleri oluşturan yol göstericiliği, “mıknatıs vazifesi”, bu tesadüfleri bir araya getiren varlığının büyük oranda etkisi ve onun her iki evindeki edebiyat toplantıları, Servet-i Fünûn dergisi çevresinde toplanan şair ve yazarların bir hareket olarak ortaya çıkmalarını kolaylaştırmıştır. İsmail Parlatır ise Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplananların birbirlerini tanımalarının ve bir araya gelmelerinin birdenbire veya bir anda olmadığını savunur.

294 Talu, a.g.e., s.85. 295 Hasan Akay, Servet-i Fünûn Şiir Estetiği: Cenap Şahabeddin’in Gözüyle, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 1998, s.155. Servet-i Fünûn edebiyatının kuruluşu, etkileri ve dağılışıyla ilgili aynı kaynağa bakılabilir. Ayrıca bkz. Kübra Andı, “Servet-i Fünûn Mecmuası”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, C.IV, No:7, 2006, s.535. 296 Mehmet Kaplan, Tevfik Fikret, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1987, s.35–36. Hüseyin Cahit bir yazısında, Serveti Fünûn için “Bu düşünülmüş, istenmiş, hazırlanmış bir hareket değildi. Benzeyenler ve aynı yolda düşünenler birleşiyorlardı. ” diyerek birleşmenin merkezini de Tevfik Fikret, Cenap Şahabeddin ve Halid Ziya’nın teşkil ettiğini beyan etmektedir. Bkz.: Hüseyin Cahit, “Halit Ziya”, Yedigün, No:630, 1 Nisan 1945, s.4.

83 Parlatır’a göre Recaizâde, bu gençlerin önceden aralarında var olan tanışıklığı sıcak bir edebiyat yuvasına taşımış olarak değerlendirir. İddiasını kanıtlamak amacıyla da Recaizâde’nin sadece gençleri bir araya getirmekle kalmadığını, onun haftanın belirli günlerinde edebiyat ve şiir üzerine toplantılar düzenlediğini ve bu toplantılarda da bazı eserler üzerinde değerlendirmeler yaptığını söyler297. Bu iddianın gerçekle olan bağını ise Recaizâde’nin evlerinde tertiplenen toplantılar oluşturmaktadır. Parlatır, yolun başında olan gençlerin bu toplantılar ve etkinliklerle birbirlerine kaynaştıklarını söyler. Bizce kaynaşma kelimesi, gençlerin bütününü kapsayacak şekilde kullanılmamıştır. Toplantılar, kaynaşmayla birlikte ve belki de ondan daha ziyade, gençlerin birbirlerini tanımalarına ve birbirlerine alışmalarına imkân sağlamıştır. Onun evlerinde yapılan edebiyat ve sanatla ilgili toplantılar, buranın müdavimlerinin sanatlarına sirayet etmiş, ilk zamanlar üstatları gibi eserler vermeye gayret eden şair ve yazarlar yavaş yavaş kendi kişiliklerini kazanmasını bilmişlerdir. Derginin başına geçen Tevfik Fikret, hocasının işaretlerini iyi değerlendirmiş, derginin etkisi azalana kadar onun sözünden dışarı çıkmamaya gayret etmiştir. Tabii bu ve bunun dışındaki pek çok sebep, derginin Türk edebiyatında önemli bir yer kazanmasına imkân sağlamıştır. Abdullah Cevdet, Recaizâde’nin önemini “bir mektep vücuda getirenlerin vücut bulmasına büyük tesir icra etti.298” şeklinde ifade eder ki bu sözlerinde doğruluk payı vardır. Recaizade bazen de evine devrin önemli yazar ve şairlerini de davet etmiştir. Bu davetlerden birinde Rıza Tevfik, Tevfik Fikret, Ali Ekrem, Nijâd ve Halid Ziya bir araya gelmiştir. İsmail Hikmet, Rıza Tevfik’ten naklen verdiği bilgiye göre o gün bir araya gelen Rıza Tevfik ve Tevfik Fikret’in eskiden aralarında vuku bulan tartışmanın da bu toplantıda tatlıya bağlandığı belirtmektedir299.

297 İsmail Parlatır, “XIX. Yüzyıl Yeni Türk Şiiri”, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı- IV, No: 481–482, Ocak-Şubat 1992, s.31. 298Abdullah Cevdet, “Üstad Ekrem İçin”, Türk Yurdu (İçinde), s.185. 299 İsmail Hikmet (Ertaylan), “Fikret ve Hayatı”, Tevfik Fikret: Düşünce Dergisi, Nüsha-i Mahsûsa, 1918 (içinde) , s.161. Rıza Tevfik ve Tevfik Fikret arasındaki tartışma, Rıza Tevfik’in, öğrencisi Nureddin Ferruh’un bir gençlik hevesi olarak kaleme alıp yayımladığı “Şafak Sadâları” adlı küçük bir şiir kitabına devrin tanınmış edebiyatçıları tarafından ağır eleştirililer yöneltilmesiyle başlamıştır. Öğrencisini savunma görevini üzerine alan Rıza Tevfik, kendi ifadesine göre “durup dururken kavga çıkarmak için” o sırada Servet-i Fünûn’da ilk manzum musahebesi yayımlanan Tevfik Fikret’in eserine aynı vezinde yazdığı bir manzumeyle karşılık vermiştir. Tevfik Fikret ona karşılık vermemiş ama Rıza Tevfik’in bu hareketine çok sinirlenmiştir. Detaylı bilgi için bkz.: Abdullah Uçman, “Tevfik

84 Recaizâde’nin evindeki toplantılar, derginin yayını devam ederken de sürmüştür. Bu toplantıların birini hatırlayan Mehmed Rauf’un verdiği bilgiler, yalıda düzenlenen musiki toplantılarının burada da hız kesmeden devam ettiğini göstermektedir. Bir kış gecesi, Servet-i Fünûn dergisinin “heyet-i edebîyesi” burada tertiplenen “müsamere-i musikiye” davet edilmiştir300. Mehmed Rauf, Recaizâde’den sadece Tevfik Fikret ve Hüseyin Sîret’in çok fazla etkilendiğini dile getirir301. Tanpınar ise bu etkinin dar bir çevrede olmadığını, onun Servet-i Fünûn zümresini bir araya getirdiğini ve bu hareketi edebî bir mektep hâline getirme konusunda Recaizâde’nin çok fazla önemli olduğunu söyler ve ona gençlerin boşuna “Üstad-ı Ekrem” unvanını vermediklerini belirtir302. Servet-i Fünûn dergisinin dağılması ve Ekrem’in en sevdiği çocuğu Nijad’ın ölümüyle303 de evindeki toplantıların artık pek yapılmaz olduğunu, Mehmed Rauf, Halid Ziya ve Ekrem’in küçük oğlu Ercüment Ekrem’in yazdıklarından anlamaktayız. Firuzağa’daki ev, “karşı-kanon” hareketinin hızla kurumsallaşmasına hizmet etmiştir. Burada yapılan toplantılar, yürürlükteki kanona yöneltilen eleştiri, tenkit, itiraz ve bunların hemen hepsine verilen cevapların olgunlaştığı bir merkez hükmündedir. Bu hareketin tek merkezi tabii ki burası değildir. Çeşitli yer ve mekânlarda toplanan- Tepebaşı Bahçesi, Servet-i Fünûn dergisinin idare yeri, kahveler vb.- “yeni edebiyat” taraftarlarının hareketin ortaya çıkmadan önce yuvalandıkları yer olması yönüyle dikkat çekici bir önemi olmakla birlikte, Recaizâde gibi “yeni edebiyatın” ortaya çıkmasında toparlayıcı kimliğe sahip bir edebiyat adamının varlığı, karşı-kanon hareketinde hiç de yabana atılmamalıdır. Çünkü bu evdeki toplantılarda aniden bir hareketin ortaya çıkması dillendirilmemiştir. Başta Recaizâde olmak üzere bu evde toplananların pek çoğu,

Fikret- Rıza Tevfik”, Biyografya 7: Tevfik Fikret (içinde), İstanbul, Bağlam Yayınları,2006, s.187– 188. 300 Tarım, Mehmed Rauf’un Anıları, s.64–65. 301 Rauf, Halit Ziya’nın onunla tanışmadan önce İzmir’de ilk eserlerini yazdığını ve bu yüzden edebiyat şahsiyetinin oluşmasında ona çok şey borçlu olmadığını, Cenap’ın ise hatır için uysal davrandığını, Hüseyin Cahit’in ona karşı lakayt olduğunu, kendisi de onun birkaç eserinden faydalanmışsa da şiirle alakası olmadığından onun nesrinden çok etkilenmediğini söylemektedir. Bkz.: Tarım, a.g.e., s.68. 302 Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, s.252. 303 Nijad’ın ölümü Recazâde’yi çok fazla etkilemiştir. Oğlunun ölümünden sonra dostuna yazdığı bir mektupta “Dostlarım artık beni ölmüş bilmeli, beni ziyaret ederlerse türbe ziyaret eder gibi etmeli.” ifadeleri bunun açık bir kanıtıdır. Bu olay, evdeki toplantıların da muhtemelen kesilmesine sebep olmuştur. Bkz.: Es, a.g.e, s.237.

85 eskiyle irtibatlarını tam anlamıyla koparmadan farklı bir yeniliğin edebiyatı ve basın yayını yenileyebileceğine his olarak bile olsa inanan insanlardan oluşmaktadır. Bir dergi etrafında toplanmalarını sağlayabilecek yol göstericiliği ise ismi üzerinde bir uzlaşmanın olduğu Recaizâde sağlamıştır. Yürürlükteki kanona karşı, yani Tanzimat’tan itibaren yeni değer ve yeni zevk taraftarlarıyla geleneksel değerler, köklü zihniyet ve zevk taraftarlarıyla bir mücadele vardır304.

2. 1. 5. ŞAİR NİGÂR HANIM’IN EVİ

1848 Macar İhtilâli esnasında Osmanlı Devletine sığınan Adolf Farkaş305, daha sonra ihtida ederek Osman Nihalî adını almıştır306. Sosyal hayatta ise Macar Osman Bey/Paşa olarak şöhret kazanan bu kültürlü subayın kızı olan Nigâr Hanım, babasına olan sevgi ve saygısı sebebiyle süreli yayınlardaki eserlerini genellikle Nigâr binti Osman şeklinde imzalamıştır. Nigâr Hanım’ın yetişmesine çok fazla önem veren Macar Osman Paşa, Doğu kültürünü annesinden alan kızının Batı kültürünü de tanıması amacıyla onu serbest bir sosyal ortamda yetiştirmiştir307. Nigâr Hanım, kendisini Batı kültürüyle de tanıştıran, bu kültürü de özümsemesine yardım eden babasını “edebî ve kültürel bir hami”308 olarak da görmektedir. Bunu günlüğünde samimiyetle açıklamıştır. Macar Osman Paşa’nın konağı, Es’in verdiği bilgilere göre “zamanın en tanınmış ecnebi ve yerli misafirleri” tarafından ziyaret edilmiştir309. Avrupa’dan İstanbul’a gelen hemen her aydının, mevki sahibi yabancının uğradığı bu evde büyüyen Nigâr Hanım, kaliteli ve farklı insanlarla tanışmış, onların dünyasını bizzat misafirlerinden dinlemiş, onları misafirlikleri boyunca rahat ettirmeye çalışmıştır. Onun bu şekilde bir hayat yaşaması, misafir ağırlamaktaki hüneri ve tecrübeleri, ileride kendi evinde kuracağı mahfilin temellerini sağlam atmasına imkân sağlamıştır310.

304 Akay, a.g.e., s.157. 305 Bazı kaynaklar onun isminin Sandor olduğunu yazmaktadır. Bkz.: Es, a.g.e., s.262. 306 Es, a.g.e., s.263. 307 Bekiroğlu, a.g.e., s.33. 308 Bekiroğlu, a.y. 309 Es, a.g.e., s.264. 310 Es de onun babasının konağında misafir ağırlamak hünerini elde ettiğini ve “memleketin en münevver tabakasının kaynaştığı” salonda tecrübe kazandığını yazar. Bkz.: Es, a.g.e.,s.269.

86 Nigâr Hanım’ın evlerinde düzenlediği salı toplantıları bizde Batılı anlamdaki salon toplantıların ilki kabul edilmektedir. Batılı soylular ile zenginlerin evlerinde bir gelenek hâline getirdikleri sanat-edebiyat merkezli salon toplantılarının ülkemizde uzun yıllar ilk uygulayıcısı Nigâr Hanım olmuştur. Taha Toros, Yusuf Razi ve Nazan Bekiroğlu, Şair Nigâr Hanım’ı, evinin salonunda mahfil kuran bir öncü olarak kabul etmektedir311. Nigâr Hanım yazları Hisar’daki yalısında, kışları ise Nişantaşı’ndaki konağında oturmuştur. Bu sebeple her iki evde de salı günleri edebiyat mahfili kurmuştur312. Abdülhak Şinasi, salı toplantılarının Meşrutiyet’ten sonra başladığını belirtmektedir. Nigâr Hanım ile ilgili bir eseri bulunan Nazan Bekiroğlu ise bu toplantıların Nigâr Hanım’ın günlüğündeki bir nottan çıkardığı bilgiye göre II. Meşrutiyet’ten çok önceleri başladığını tespit etmiştir. Bekiroğlu, Nigâr Hanım’ın günlüğündeki 21 Mart 1889 tarihinli bir notta, onun ahbaplarını bu tarihte de kabul ediyor olduğunu, bunun da günlükte “journée de reception” (kabul günü) şeklinde kaydedildiğini belirtir313. Nişantaşı’ndaki konak bu toplantılara uzun zaman ev sahipliği yapmıştır. Nişantaşı, Şişli, Harbiye muhiti, alafranga hayat yaşamak isteyen insanların tercih ettikleri bir yerdir314. Bu tercihleri belirleyen tabii ki pek çok sebep vardır. Nigâr Hanım da, çocukluğundan itibaren alafranga hayatın pek çok detayına sahip olmuş, fakat bununla birlikte alaturka hayatın pek çok kaidesine de riayet etmiştir. Nişantaşı’nda konak hayatını seçen Nigâr Hanım’ın, üst düzey devlet adamları ve zenginlerden oluşan çevresi, onun da sosyal hayattaki yerini aydınlatabilmektedir. Es’in verdiği bilgiye göre konak, Teşvikiye’ye doğru giden caddede 70 numaradadır315. Abdülhak Şinasi Hisar, Nigâr Hanım’ın bu kârgir konağının Osmanbey bahçesinden Şişli’ye giderken sağ tarafta yer aldığını belirtir316. Konağın çok büyük olmadığını yazan Bekiroğlu, buna rağmen iyi döşendiği için misafirlere

311 Taha Toros, O Güzel İnsanlar, İstanbul, Aksoy Yayıncılık, 2000, s.76.; Taha Ay, “En Yaşlı Kadın Şâirimiz Leylâ Hanımefendi”, Yedigün, No:70, 11 Temmuz 1934, s.7-8; Bekiroğlu, a.g.e., s.175. 312 “Nigâr Hanım”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.VII, s.56. Ayrıca bkz.: Talu, a.g.e., s.98. 313 Bekiroğlu, a.g.e., s.175-176. 314 Bekiroğlu, a.g.e., s.176. 315 Es, a.g.e., s. 270. 316 Aktaran Bekiroğlu, a.g.e., s.177.

87 çok büyük sıkıntı çıkarmadığını da belirtir317. Konağın iki salonu vardır. Bunlardan biri diğerine nazaran biraz büyüktür. Salonlardan küçük olanı “erkek yanına çıkmayan hanımlara” aittir318. Burası aynı zamanda Nigâr Hanım’ın yazı odasıdır. Kalabalığa karışmak istemeyen veya onlardan sıkılan ve erkeklerden kaçanlar bu salonda bir araya gelmiştir. Bu toplantılara katılmış olan Yusuf Razi Bey, şaireyle ilgili anısında, kadınların toplandığı salona dörtten önce giremediğini söyler. Onun verdiği bilgiye göre saat dörde kadar şaire, erkeklerden kaçınan kadınları ağırlarmış319. Bu salonlar şairenin zevkine uygun şekilde döşenmiştir. Ruşen Eşref, Nigâr Hanım’ın salonunu şöyle tasvir etmektedir: “Mor kadife perdelerin yıldız kornişlerine dirsek dayayarak yerlere sallanan kürt cicimi perde, arkasında kozözlü bir cumba saklıyor. Yaldız konsol, yaldız çerçeveli ayna, konsol mermerinde kırmızı şişeli kırmızı lambalar, boş şekerleme kutuları, taçlı kartvizitler… Duvarlar dolu, dolu, dolu…Veliahd fotoğrafları, şehzade fotoğrafları; sivil, asker, sırmalı, nişanlı, ekâbir fotoğrafları… (…) Nergîsi nesrinin bir cümlesi gibi terkipli, ıstılahlı ve alabildiğine uzatılmış, genişletilmiş; renkli, edebiyattaki seci sanatı gibi düzenli ve ahenkli; eski edebiyattaki mülemma sanatı gibi her şeyden, her çeşitten bir şeyi içinde bulunduran bir salon…320” İki salon arasında mekik dokuyan Nigâr Hanım, misafirlerini en iyi şekilde ağırlamaya gayret etmiştir. Es, bu toplantılara katılan “bir zat”tan aldığı bilgilerde, misafirlerin hep birlikte aynı salonu paylaştıkları zamanlarda, salonun bir edebî salon, bir edebiyat mahfili halini aldığını yazmaktadır321. Bizim kültürümüzde Fransız asilzadeleri gibi “edebiyat salonu” kuranların belki de ilki Nigâr Hanımdır. Onun salonunda da tıpkı Trubodar soylularına, Fransız aristokratlarına ait kadınların salonlarında olduğu gibi, şairenin dostları, edebiyatçılar, ona takdim edilmeyi bekleyen misafirler bir araya gelmiştir. Toplantılara ise genelde otuz kırk kişi katılmıştır322. Salı toplantılarının belli başlı yerli ve yabancı müdavimleri şu isimlerden oluşmaktadır: Recizâde Mahmut Ekrem, Ahmed Midhat, Dr. Kunoş, Vambery, Süleyman Nazif, Faik Ali323, Mecmua-i Edebiyye’den Mükerrem Bey, Dr. Rifat Bey ve ailesi,

317 Bekiroğlu, a.g.e., s.177. 318 Bekiroğlu, a.g.e., s.179. 319 Bekiroğlu, a.y. 320 Bekiroğlu, a.g.e., s.178. 321 Es, a.g.e., s.271. 322 Bekiroğlu, a.g.e., s.107. 323 Bekiroğlu, a.g.e., s.181.

88 darülbedâyi heyetinden Ahmed Nuri (Sekizinci), Rüşdi Bey324; Münif Paşa325; Münif Paşazâde Celâl, Ebubekir Hazım (Tepeyran), Raif Necdet (Kestelli),Satı Bey, Ahmet Rasim, Ruşen Eşref, Menemenlizâde Mehmet Tahir, Celâl Nuri, Celâl Sahir, Rıza Tevfik, Abdullah Cevdet, Cenap Şahabeddin, Madam Gülnar, Ressam Mihrî, Halil Edhem, Ahmet Muhtar Paşa, Abdülhak Hâmid, Faik Reşad, Mustafa Reşit, Ali Ekrem, Şeker Ahmet Paşa, Zonara, Piyanist Furlani, Piyanist Hegye, Kemanî Tatyos, Bimen (Şen) Efendi, Ercüment Ekrem, Abdurrahman Adil, Selim Sırrı, Başmâbeynci Tevfik Bey, Matbuat Müdürü Hikmet Bey, Celile Hanım, Leyla Hanım (Saz), Yusuf Razi (Bel), Vedad Bey, Emine Semiye (Önasya), Fatma Aliye, Galip Bahtiyar, Dr. Celal Muhtar, Hüseyin Suad, Dr. Babayan Paşa, Salih Reşid, Namık Ali, Seyfullah Paşa326; Mihrinnisa ve Fahriye Atıf Hanımlar, Pierre Loti327; Carmen Sylvia, Paul Bourget, Sully Proudhomme328. Salı toplantılarına katılanlar burada şiirlerini ve eserlerini okumuştur. Henüz çocukken bu toplantılara katılma fırsatını yakalayan Talu’nun, babası Recaizâde Mahmut Ekrem ve ağabeyi Nijad ile katıldıkları bir toplantıyla ilgili anılarından, bu toplantıların içeriğine dair bilgiler elde edebilmekteyiz. Toplantı, Hisar’daki yalıda yapılmıştır. Talu, ev sahibesinin kendilerine iltifat ettikten sonra, ikram edilen şekerleri alıp bir köşeye çekildiğini, sonra aksini hâlâ kulaklarından gideremediği “tatlı” ve “heyecanlı” bir sesin şiirler inşadına başladığı hatırlamaktadır329. Faik Ali de başka bir edebî toplantıda kendi şiirlerini okumuştur. Başka bir toplantıda ise yine aynı kişi bu sefer “yeni telif ettiği manzum piyesi” okumuştur330. Anlaşıldığı gibi salı toplantılarında ev sahibi ve misafirler şiirlerini okumaktadır. Şiir dışında manzum bir piyesin de okunduğu dikkate alınırsa, toplantılarda şiirin dışındaki edebî türlerin de okunduğu görülmektedir. Diğer edebî türlerin parça parça veya bütün hâlinde okunduğuna dair bilgilerimiz ise sınırlıdır. Şiir inşadının yanı sıra ister piyano ister diğer klasik Türk müziği aletleriyle icra edilsin musiki meşklerinin varlığı,

324 Bekiroğlu, a.g.e., s.130-132. 325 Bekiroğlu, a.g.e., s.81. 326 Bekiroğlu, a.g.e., s.188-189. 327 Toros, O Güzel İnsanlar, s.76. 328 Köprülüzâde Mehmed Fuad, “ Nigâr Hanım” , Hayatımın Hikâyesi (İçinde), İstanbul, Ekin Basımevi, 1959, s.101. 329 Talu, a.g.e., s.97. 330 Bekiroğlu, a.g.e., s.195.

89 mekândaki sanat-edebiyat etkinliğinin birbirini tamamlamasına da imkân sağlamıştır. Es, bu toplantıların birine Ahmed Rasim ve Tatyos Efendi’nin de katıldığını, Nigâr Hanım’ın bu toplantıda bizzat piyano çalarak onlara eşlik ettiğini belirtir331. Pek çok kaynak, Nigâr Hanım’ın Batı müziğini de bildiğini belirtmektedir. Onun bazı güftelerinin de bulunduğunu belirten Bekiroğlu, bunların otuz birini kaynaklarıyla birlikte eserinde sıralamıştır332. Bu salı kabullerinin dikkat çekici bir yönü de, geleneksel kadın toplantılarından farklı olarak buradaki edebiyat- musiki etkinliklerinin katılanlara müspet anlamda katkı sağlıyor olmasıdır. Salon, hemen herkese açık olmadığından, salona kabul edilebilmek, şaireyle tanışmak isteyenlerin buraya devam edenlerin yardımına muhtaç olmaları da önemli bir ayrıntı olarak görülmektedir. Dışarıya kapalı olan salı kabullerinde, kadınların ve erkeklerin zaman zaman ayrı salonlarda bulunmaları, devrin şartlarının zorlamasıyla ortaya çıkmış bir durumdur. Yusuf Razi’nin söyledikleri ve Es’in buraya devam etmiş bir kişiden aktardığı bilgilerden yola çıkarak, konağın büyük salonunun mahfilin merkezinde yer aldığını, burada bir araya gelindiği zaman mekânın tam bir edebiyat mahfili halini aldığını söyleyebiliriz. Ayrıca bu toplantıya düzenleyen kişinin kimliği de önemlidir. İhtida etmiş bir babanın özenerek yetiştirdiği kızının salonu, soylu Fransız kadınlarının salonuna benzediğini iddia edebiliriz. Nigâr Hanım’ın birkaç yabancı dil biliyor olması, soylu veya zengin yabancılar ile azınlıklardan pek çok kadın arkadaşının bulunması, onun bu tür bir edebiyat salonu kurmasını kolaylaştıran tali sebeplerdir. Nigâr Hanım’ın Hisar’daki yalısı ve Nişantaşı’ndaki konağının tefrişiyle ilgili ayrıntılardan, onun her iki mekânını da Doğu ve Batı kültürlerinin özelliklerini kullanarak kendince bir “halita” yaratmak istemesine bağlanabilir. Toplantılara katılanların ekonomik, sosyal, siyasi ve edebi kimlikleri, düzenlenen toplantıların bir seviyeyi de ihtiva ettiğini söylememize imkân sağlamaktadır. Salı toplantıları, Nigâr Hanım’ın vefatına kadar devam etmiştir. Raif Necdet, Nigâr Hanım’ın son günlerinden bahsettiği yazısında, vefat etmeden önceki son salı toplantısında onu “biraz meftûr ve perişan görmüş”tür333. Nigâr Hanım’ın 1918’de

331 Es, a.g.e., 274. 332 Bekiroğlu, a.g.e., s.172-173. 333 Bekiroğlu, a.g.e., s.142.

90 vefat ettiğine dikkat edersek, salı toplantıları 1889’dan 1918’e kadar yaklaşık 29 yıl devam etmiş olmalıdır.

2. 1. 6. HALİD ZİYA UŞAKLIGİL’İN REJİ İDARESİNDEKİ ODASI/ YEŞİLKÖY’DEKİ KÖŞKÜ

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın deyimiyle “bütün ömrünü edebiyata veren” ve “ömrünün sonuna kadar”334 çalışmış bir yazar olan Halid Ziya Uşaklıgil, Reji İdaresi’ndeki odasını ve evini devrin şair, yazar ve edebiyatçılarına açmıştır. Ancak bu toplantılar, pek çok mahfil toplantısı gibi belli bir dönemle sınırlı kalmıştır. Halid Ziya, 4 Mart 1893’te İzmir’den İstanbul’a gelmiştir. Onun İstanbul’a gelişinin asıl sebebi, Reji idaresi başkâtipliği görevine başlamaktır335. Mesaisi çok fazla yoğun olmayan ama buna rağmen tatmin edici bir maaşı olan bu görevde Halid Ziya’nın yaklaşık on altı yıl kalması336, buradaki odasında da bir edebiyat mahfili kurabilmesine imkân tanımıştır. Nitekim İsmail Çetişli de onun Reji idaresindeki odasını “âdeta küçük bir edebî merkez durumundadır” şeklinde değerlendirmektedir337. Halid Ziya’nın “Reji İdaresi’ndeki edebiyat mahfili”, Mehmed Rauf’un kendisiyle tanışmasıyla başlar. Mehmed Rauf, eserlerine hayran olduğu Halid Ziya ile tanışmak istemektedir. Farklı şehirlerdeki bu iki yazar, -bu sıralarda Mehmed Rauf henüz öğrencidir- önce mektuplaşır, bir süre sonra da İstanbul’da yüz yüze görüşürler. Bu tanışıklık zamanla ikisinin arasında arkadaşlık bağının kurulmasını sağlar. Onlar ilk defa bir Ramazan gecesi Şehzâdebaşı’da yüz yüze görüşmüştür338. Mehmed Rauf’un yanında Münci Fikrî de vardır. Daha rahat konuşabilmek amacıyla önce Kâzım’ın Kıraathanesi’ne gitmişlerdir. Kıraathânede oturdukları masa “erkân-ı edebiyat ve matbûat” ile dolup taşmış, sohbete Rıza Tevfik, Ahmed Rasim ve

334 Ahmet Hamdi Tanpınar, Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz. Dr. Zeynep Kerman), İstanbul, Dergâh Yayınları,1998, s.278. 335 İsmail Çetişli, Halit Ziya Uşaklıgil, İstanbul, Şûle Yayınları, 2000, s.26. 336Prof. Dr. Ö. Faruk Huyugüzel, Halit Ziya Uşaklıgil: Hayatı, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1995, s.20. 337 Çetişli, a.y.; Huyugüzel, onun odasını devrin genç yazarlarının uğrak noktası olduğunu belirtmektedir. Bkz.: Huyugüzel, a.g.e., s.20. 338 Tarım, Mehmed Rauf’un Anıları, s.41. Ayrıca bkz.: Rahim Tarım, Mehmed Rauf: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1998, s.21.

91 Ahmed İhsan da dâhil olmuştur339. Mekânın kalabalık ve gürültülü olması iki tarafın da rahatça konuşmasına fırsat vermez. Sohbet bu yüzden bir süre sonra Direklerarası’ndaki bir çayhanede devam etmiştir. Halid Ziya, Mehmed Rauf’la vedalaşırken onu “Reji” İdaresine davet etmiştir. Mehmed Rauf da bu konuşmadan iki gün sonra onu Reji’de ziyaret etmiştir340. Bu ziyaret ise mahfilin kurulmasına yönelik ilk ciddi adımdır. Halid Ziya, “Kırk Yıl” isimli anı kitabında, Reji’deki odasının “bir nevi edebiyat mahfeli” olacağını ve buranın dolup boşalacağına “ihtimal vermediğini”341 anlatmaktadır. İlk defa Mehmed Rauf’un adım attığı bu oda onun “tanımalarında menfaat olan adamları birleştirmek, görüştürmek” çabaları sonunda bir edebiyat meclisine dönmüştür. Bu toplantılara önce Hüseyin Siret, Rıza Tevfik, Ahmet Rasim iştirak etmiş342, daha sonraları ise idareye alınmasına ön ayak olduğu Galatasaray Liseli Hamdullah Suphi, Ahmet Haşim, İzzet Melih, Ali Sami (Yen), Bedii, Faik, Reşit Safvet gibi gençlerin katılımıyla burada bir edebiyat mahfili kurulmuştur343. Reji’de bir edebiyat mahfilin kurulmasına Halid Ziya da önceleri ihtimal vermemiştir. Mahfilin kurulmasının sebepleri arasında Halid Ziya’nın işyerinin mekân olarak bu faaliyetlere hemen her anlamda uygun olmasının büyük etkisi vardır. Ayrıca Reji idaresinin yabancı sermayeli bir kuruluş olması ve muhtemelen buranın hafiyeler tarafından izlenmesini zorlaştırmış, edebiyatçılar da burada kolayca bir araya gelebilmişlerdir. Halid Ziya, gençlerle olan birlikteliğini şu şekilde anlatmaktadır: “…İdare’nin küçük odasında fikir ve sanat hayatını yaşatacak bir genç heyet vücuda gelmiş oldu ve bu bana matbaa toplantılarının fıkdanını unutturmaya büyük bir nispette hizmet etti. İş deveranının arasında öyle fasılalar olurdu ki bilhassa Hamdullah Suphi’nin, İzzet Melih’in, daha ziyade de Reşit Safvet’in orada beş on dakikalık tevakkufları için imkân bulunurdu. Bu beş on dakika içinde onlarla daima yekdiğerine tevdi edilecek duygular, yaşatılacak hülyalar olurdu ve bu beş on dakika hayatımın bunaltan ağır havası arasında esen serin bir bahar tesirini yapardı…344” Bu satırlardan mahfillerin beş on dakikalık süreler içinde de kurulabileceğini

339 Tarım, a.y. 340 Tarım, a.g.e., s.43. 341 Uşaklıgil, a.g.e., s. 508. 342 Uşaklıgil, a.g.e., s.509. 343 Uşaklıgil, a.g.e., s.834-835. 344 Uşaklıgil, a.g.e., s.837.

92 öğreniyoruz. Ancak yukarıda isimlerini saydığımız gençlerin Reji’den ayrılmalarıyla mahfil dağılmıştır. Halid Ziya’nın Yeşilköy taraflarındaki köşkünde345 de Birinci Dünya Savaşı sırasında her hafta cuma günleri346 olmak üzere edebiyat toplantıları düzenlenmiştir347. Savaşın ülke ekonomisinde yarattığı felaketler, geçim derdinin daha da ağırlaşmasına sebep olmuştur. Bu atmosferde düzenlenen toplantılara misafirler, Ozansoy verdiği bilgi dikkate alınırsa Celâl Sahir aracılığıyla davet edilirmiş348. Ozansoy bir yazısında, “Celal Sahir, oraya gidecek dostları, edebiyatçıları arayıp bulmak vazifesini üstüne almış, bin bir işi arasında Babıâli Caddesi’nde gazete idarehânelerini dolaşmaktan bir gün bile yorulmamıştı.349” cümlesiyle, mahfilin toplanmasında onun etkinliğini ve organizasyondaki önemli rolünü ortaya koymaktadır. Abdülhak Şinasi ise köşkteki bu toplantıların ne zaman yapıldığına dair kesin bir hüküm veremez. Hisar, toplantıların “on beş günde” veya “ayda bir kere” yapıldığını belirttiği yazısında350, mahfilde toplananlardan ancak bir ikisinin Edebiyat-ı Cedide’ye mensup olduğunun altını çizer. Hisar’ın verdiği bilgiye göre mahfilin diğer müdavimleri Edebiyat-ı Cedide sonrasının yazarlarıdır351. Bu edebiyat toplantılarına hecenin beş şairinden başka “son Divan artığı şişman bir şair” olan Yusuf Şadi352 de katılmıştır. Halid Ziya’yı köşkte ziyaret eden birçok şair ve yazar vardır. Hakkı Süha Gezgin, bu ziyaretlerden birini yaparken yanında Halil Nihat, Fuat Köprülü ve daha birkaç kişinin yer aldığını onunla ilgili anılarında yazmaktadır 353. Köşkün birinci katında, pencerelerine yaprakların değdiği büyük odada

345 Ozansoy, a.g.e., s.281. Ozansoy, mekânın köşk, Ortaç ise villa olduğunu söylemektedir. Bkz.: Ortaç, a.g.e., s.32. 346 Halit Fahri Ozansoy, bir yazısında buradaki toplantıların on beş günde bir yapıldığını belirtmektedir. Bkz.: Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, İstanbul, Türkiye Yayınevi, 1967, s.201. 347 Ortaç, Birinci Dünya Savaşı’nın yoklukları arasında, halkın “vesika ekmeği” yediği sıralarda bu köşkte “lezzetli” yemekler, tatlı ve pastalar yediklerini söyler. Bkz.: Ortaç, a.g.e., s.32. 348 Ozansoy, a.y. 349 Halit Fahri Ozansoy, “Hatıralar Arasında: Fecri Ati Şairleri Albümü”, Yarım Ay, No:130, 1 Nisan 1941, s.11. 350 Abdülhak Şinasi, “Halit Ziya-II”, Türk Yurdu, No:261, Eylül 1956, s.209. 351 Abdülhak Şinasi, a.y. 352 Ortaç ,a.g.e., s.33. 353 Hakkı Süha Gezgin, Edebî Portreler, (Yay. Haz. Beşir Ayvazoğlu), İstanbul, Timaş Yayınları, 1999, s.124.

93 toplananların354 burada neler konuştuğuna dair elimizde detaylı bilgiler maalesef yok. Ama bu toplantılara katılmış olan Ortaç ve Ozansoy’un verdiği bilgilerden yola çıkarak genel olarak edebiyatın hemen her mevzudan burada bahsedilmiş olmasının mümkün olduğu anlaşılmaktadır. Ortaç ve Ozansoy, toplantılarla ilgili anılarında, ev sahibi olan Halid Ziya’nın konuşmasını çok fazla beğendikleri de anlaşılmaktadır. Ozansoy, üstat kabul ettikleri kişinin bu toplantılardaki hali ve sözlerini, “Bütün dikkatimiz hep Halid Ziya’ya çevrilirdi. Onun, romanlarındaki üslûpla, uzun zincirleme fakat söz dizimi bakımından yine de gayet düzgün ve ustalıklı cümleleri hâlâ kulaklarımda çınlıyor355” şeklinde aradan yıllar geçmesine rağmen hâlâ hatırlamaktadır. Hakkı Süha Gezgin de onun konuşmasına hayran kalmıştır: “Halid Ziya’nın her gün bir sahifesi açılan en büyük eseri bu konuşmasıdır. Her beş dakikada bir sanat sahifesi doluyor sanırsınız.”356 Mehmed Rauf da onun konuşmasını beğenir: “ Onu üslûb-ı muhaveresi, tıpkı kitaplarda olduğu gibi, daima bir şerâre-i zekâ ve zarafetle pür-hayattır.357” Yaşça büyük ve eser bakımından misafirlerinden farklı bir konumda olan Halid Ziya’nın, genç misafirlerini fazlasıyla etkilediği anlaşılmaktadır. Toplantı sırasında üstadın mahfiline katılan gençlere “iltifatlar” ettiğini, onlara “teşvik edici sözler” söylediğini biliyoruz358. Ortaç “Portreler” isimli eserinde, toplantılarda hangi edebî konuların konuşulduğuyla ilgili bilgi vermek yerine, burada sunulan yiyecek ve içecekleri anlatır. Ona göre bu toplantıların “lezzet değeri, sanat değerinden çok üstün”dür359. Ortaç buradan ayrılırken bu toplantılardan mütevazı sanatlarına karşı kendilerinde bir başkalık hissettiklerini, yeteneklerine güvenlerinin arttığını, Halid Ziya’nın iltifatlarına layık olabilmek için daha şevk ve heyecanla, daha iyiyi yapmayı arzuladıklarını belirtir 360. Toplantılar, aralarında bariz yaş farkları bulunan iki kuşak

354 Ortaç, a.y. 355 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.281. 356 Gezgin, a.g.e., s.124. 357 Tarım, Mehmed Rauf’un Anıları, s.43. 358 Ozansoy, a.g.e., s.281. 359Bu sebepten, toplantılara bir edebiyat mahfili toplantısından ziyade, bir yemek ziyafeti olarak değerlendiren Ortaç’ın, burada geçen dakikalarını “ziyafet” şeklinde adlandırması da manidardır. Bkz. Ortaç, a.g.e., s. 32-33. 360 Ozansoy, a.g.e., s.281.

94 arasında sanat yakınlığının kurulmasına da hizmet etmiştir361. Her iki mahfilde de gençlerin yetişmesi amacıyla sanat, edebiyat ve fikir alanında sohbetler yapılmış, üstat kabul edilen kişinin konuşmaları, buradaki gençlerin yetişmesine imkân tanımıştır. Mahfilin Reji’de kurulmasının belki de en önemli sebebi, Halid Ziya’nın İzmir yıllarında özellikle Hizmet gazetesindeki yazı faaliyeti sayesinde İstanbul edebiyat çevresinde tanınmış olmasıdır. Bununla birlikte Mehmed Rauf’un yardımları ve diğer bazı ünlü edebiyat adamlarıyla tanışan Halid Ziya’nın mahfili zamanla kendi sanatının da gelişmesine yardım etmiştir. Halid Ziya, etrafında toplanan Mehmed Rauf, Ahmet Haşim, İzzet Melih gibi gençlere konuşmalarıyla da tesir etmiş, bunlardan biri olan Mehmed Rauf’un ilk eserlerini okuyarak ona edebiyat alanında ilk ciddi yol gösterici olmuştur362.

2. 1. 7. TEVFİK FİKRET’İN BABA EVİ/ YALISI ve ÂŞİYAN

Tevfik Fikret, Çankırılı zengin bir babanın oğlu olarak dünyaya geldi363. Babasının Aksaray Ağayokuşu’ndaki konağında henüz Servet-i Fünûn hareketine dâhil olmadan önce arkadaşlarıyla bir araya geliyordu. Tevfik Fikret’in yengesi, onun bu konağın bahçesinde kendine ait bir oda yaptırdığını, içerisine resimler, kitaplar, birkaç çeşit süs eşyası, saksılar, vazolar yerleştirdiğini, burada aynı zamanda bazı adamların mini mini heykellerinin olduğunu belirtir.364 Hikmet Feridun Es, Tevfik Fikret’in ressamlık hevesiyle burayı bir nevi atölyeye çevirdiğini, hatta yapının penceresine de kendi el yazısıyla “Ressam Tevfik” yazan bir levha astığını yazmaktadır365. Nâzime Hanım’la evlenmeden önce zamanının çoğunu burada geçiren Fikret’in bir nevi sanat- edebiyat çalışmalarının merkezi olan bu yer, Hasan Akay’ın da vurguladığı gibi “şiir zevkini, sükûnetin hazzını, aşkın ateşini, hayalin tadını ve hakikatin çarpıcılığını duymaya başladığı ilk uzlet sarayı”dır366. Mithat Cemal Kuntay ise buranın “kurşunî renkli”, “panjurlu küçük bir konak” olduğunu

361 Ortaç, a.g.e., s.32. 362 Tarım, a.g.e., s.35-42. 363 Hasan Akay, Yeni Türk Şiirinin Kurucularından Tevfik Fikret, İstanbul, 3F Yayınevi, 2007, s.15–17. Fikret’in hayatının detayları için de aynı kaynağa bakılabilir. 364 M.S., “Yengesine Göre Tevfik Fikret ve Hususiyetleri”, Vakit, 21 Ağustos 1926, s.4. 365 Es, a.g.e., s.110. 366 Akay, a.g.e., s.22.

95 söylemektedir367. Fikri Paşa’nın oğlu olan Mehmed Müncî’nin Tanin gazetesinin368 çıkışıyla ilgili haberlerin yurt dışına da aksetmesi ve yurda döneceğini bildirmek amacıyla Tevfik Fikret’e yazdığı 14 Eylül 1908 tarihli mektubunda, “Aksaray’daki o muhterem hücre-i hamiyet ve sükûnunda” geçirdikleri “eyyâm-ı merhûmeyi” özlemle hatırlatması dikkate değer bir ayrıntıdır369. Tevfik Fikret bu konakta henüz edebiyat dünyasına adım atmadan önce de samimi olduğu arkadaşlarıyla buluşup vakit geçirmiştir. Tevfik Fikret, babasının Ağayokuşu’ndaki konağında birkaç şair ve yazar arkadaşıyla toplantılar düzenlenmiştir. Halid Ziya, Tevfik Fikret’i Servet-i Fünûn zümresi doğuncaya kadar sık sık görmeye fırsatı olmadığını söylediğinden anlaşıldığına göre370, Fikret’in konağındaki bu toplantılar 1901’den önce yapılmaya başlanmıştır. Mehmet Kaplan, hemen her birinin bir mahfil olması muhtemel toplantıların önemini “Servet-i Fünûn’a yazan şahsiyetler, yan yana gelince, aralarında âdeta hususî bir cemiyet, aile müessesesine benzer bir birlik vücut buldu; aynı çatı altında toplanmalar, beraber sohbetler, karşılıklı yardımlar, bu insanları başka bağlarla da birbirine kaynaştırdı371.” cümleleriyle anlatmaktadır. Kaplan, yukarıdaki yazının bulunduğu sayfadaki bir dipnotta, Servet-i Fünûn’a mensup şahsiyetlerin, derginin idarehanesinde birbirlerine rastladıklarında konuştuklarını, ama her hafta, evlerinde toplanıp eserlerini birbirlerine okuduklarına dikkatimizi çeker. Hatta bu yakınlıkların “sıhriyete” kadar yol aldığını belirtir372. Kenan Akyüz de “Tevfik Fikret” isimli eserinde onun Aksaray’daki konağında Servet-i Fünûn ailesinin haftada bir toplandığını yazmaktadır373. Bu evlerden şüphesiz Servet-i Fünûn için önemli bir yere sahip olanı Tevfik Fikret’in

367 Mithat Cemal Kuntay, “Tevfik Fikret”, Bütün Cepheleriyle Tevfik Fikret (içinde), y.y., Dizerkonca Matbaası, 1959, s.149. 368 Amerika’da olan Mehmed Müncî’nin bu mektubu yazmasının bir sebebi de Tevfik Fikret, Hüseyin Cahid ve Hüseyin Kâzım Kadri tarafından 19 Temmuz 1324/ 1 Ağustos 1908 tarihinden itibaren çıkarılmaya başlayan ve eline yeni geçen Tanin gazetesiyle ilgili Fikret’i tebrik etmek istemesidir. Mektubun tam metni için bkz. M. Fatih Andı v.d., Mektuplarla Tevfik Fikret ve Çevresi, İstanbul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 1999, s.211-212. 369 M. Fatih Andı v.d., a.g.e., s.137. 369 M. Fatih Andı v.d., a.g.e., s.137. 370 Halid Ziya, a.g.e., s.587. 371 Kaplan, a.g.e., s.36-37. 372 Kaplan, a.g.e., s. 36, 13. dipnot. 373 Kenan Akyüz, Tevfik Fikret, Ankara, Atatürk Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1947, s.43.

96 ev(ler)indeki toplantılardır. Hüseyin Cahit, “Edebiyat Anıları” isimli eserinde, Fikret’in “haftada bir gece” düzenli olarak bu konakta toplantılar tertiplediğini yazmaktadır374. Ali Ekrem ise Tevfik Fikret’in vefatı dolayısıyla onunla ilgili hatırlarını Servet-i Fünûn dergisinde yayımlamıştır. Bu hatırlarda Fikret’in konağında “…Eski alafranga-alaturka tarzında döşenmiş büyücek bir odası vardı. Kendi bu odanın içinde bütün bütün Şark kisvesiyle görünürdü. Arkasında, Halep kumaşından bir entari, omuzlarında devetüyü bir aba ve başında küçük bir takye” bulunduğu söylemektedir.375 Onun yanında ise İsmail Safa yer almaktadır. Hüseyin Cahit, toplantıların “en bağlı izleyicileri”nin kendisiyle Mehmed Rauf olduğunu söyler376. Halid Ziya, kendisiyle buradaki başka başka toplantılara katılan Hüseyin Siret, Hüseyin Suat377; Mehmet Cavit, Ahmet Şuayp ve Mehmed Rauf’un378 isimlerini hatırlamaktadır. İsmail Hikmet Ertaylan, Tevfik Fikret’in evine gelenler arasında Hüseyin Kâzım’ın ismini de sayar379. Mahfilin müdavimlerinden Hüseyin Sîret ise yukarıdaki isimlerle birlikte, toplantıların müdavimleri arasında Vâlâ Nurettin’in babası, La Fontaine’den bir fıkrayı nazmen çevirdiğini beyan ettiği Nurettin Bey’i, -Mabeyn kâtibi olduktan sonra- Ali Ekrem’i (Bolayır), Nuri Şeyda Bey’i hatırlamaktadır380. Sîret’in verdiği bilgilere göre bu toplantılarda musiki terennümleri de icra edilmektedir. Nitekim Hüseyin Sîret, Tevfik Fikret ve Nuri Şeyda Bey’in terennüm ettikleri bir şarkıyı bu konakta dinlediğini belirtmektedir381. Halid Ziya’nın “haftanın muayyen gecelerinde” yapılan toplantılara “üç beş”, bazen de “beş on dost” katıldığını söylemesi de bu küçük mahfilin kadrosunu aşağı yukarı ortaya çıkarır382. Halid Ziya ve Hüseyin Cahit’in toplantılara çok az kişinin

374 Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anıları, (Yay. Haz. Rauf Mutluay), İstanbul, İşbankası Yayınları, 2002, s.155. Yalçın, Tevfik Fikret’le ilgili olarak Hikmet Feridun Es’e de hemen hemen anılarındaki gibi bilgiler vermiştir. Bkz.: Es, a.g.e., s.112. Hüseyin Sîret ise toplantıların haftada bir iki defa yapıldığını hatırlamaktadır. Bkz.: Hikmet Münir, “Edebiyatı Cedide’nin İçli Şairi: Hüseyin Sîret”, Yedigün, No:281, 26 Temmuz 1938, s.12. 375 Ali Ekrem, “Hatırlar 1”, Türk Basınında Tevfik Fikret: 1924–1940(içinde), (Haz. Nuran Özlük), İstanbul, 3F Yayınevi, 2008, s.19. 376 Yalçın, a.g.e., s.155. 377 Uşaklıgil, a.g.e., 676-677. 378 Uşaklıgil, a.g.e., s.720-721. 379 İsmail Hikmet (Ertaylan), “Fikret’in Hayât-ı Samimiyyesi ve Edebiyyesi”,(Latin harflerine aktaran: Sibel Işık), Biyografya 7: Tevfik Fikret, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2006, s.58. Hüseyin Sîret de toplantılara Hüseyin Kâzım’ın katıldığını belirtmektedir. Bkz.: Münir, a.y. 380 Münir, a.y. 381 Münir, a.y. 382 Uşaklıgil, a.g.e., s.674.

97 katıldığını, hatta Halid Ziya’nın anılarında, Tevfik Fikret ile tanışmalarını anlattıktan sonra, birbirlerinden ayrılırken Fikret’in bile ona konağında “pek ufak toplantılar”383 düzenlediğini söylemesi, konağın Tevfik Fikret’e ait olan odasında yapılan toplantıların çok fazla müdavimi olmadığı gerçeğini de destekler mahiyettedir. Toplantıların ev sahibi olan Tevfik Fikret’in misafirlerini zarif ve sıcak bir şekilde ağırladığını belirten Halid Ziya, onun şahsi hayatına girmekle bir lezzet elde edilebileceğini ama asıl lezzetin onun sohbetinde bulunduğunu da ekler. Bu sohbeti de gayet şairane bir şekilde şöyle tasvir eder: “Her yaprağı çevrildikçe başka bir âleme sevk eden bir tasvir mecmuası gibi dakikadan dakikaya değişen mevzular arasında dolaşır ve en sukûtileri bile sohbetin devranına çekerek âdeta sarhoş bir raks içinde döndürürdü.384” Tevfik Fikret’in toplantılarda şiir ve resim merkezde olmak üzere, irili ufaklı birçok konuya değindiğini söyleyen Halid Ziya, onun konu ne olursa olsun mutlaka “zamanın mesavisi” üzerinde duruduğunu belirtir385. Bu ayrıntı, aslında şairin halet-i ruhiyesinin nasıl değişmeye ve bozulmaya başladığının ipuçlarını vermesi bakımından da önemlidir. Mahfilde sadece sanat-edebiyat sohbetleri yapılmaz. Mahfilin asıl varlık sebeplerinden biri olan ve henüz edebiyat piyasasına sunulmamış, müsvedde hâlindeki eserler de okunur. Toplantılarda bunlarla ilgili mahfile devam edenler tarafından olumlu veya olumsuz fikir, görüş, teklifler dillendirilir. Konağın büyük salonunda, mahfilin müdavimlerinden birinin henüz müsvedde hâlindeki bir romanı da okunmuştur. Bu roman Hüseyin Cahit’in “Hayal İçinde” isimli romanıdır. Okunan bu romanın İstanbul Âlem Matbaası tarafından Mart 1317’de yayımlandığı dikkate alınırsa386, toplantının 1901’den belki birkaç ay önce yapıldığı sonucuna ulaşabiliriz. Yine bir akşam vakti bir araya gelenlerin oluşturduğu mahfilde “on kişiden az olmayan bir cemiyet” bir araya gelmiştir. O geceye tam olarak kimlerin katıldığını hatırlayamayan Halid Ziya’nın verdiği bilgi göre romanın okunuşu sırasında kendinin dışında Tevfik Fikret, Hüseyin Cahit, Mehmet Cavit, Ahmet Şuayp,

383 Uşaklıgil, a.g.e., s.587. 384 Uşaklıgil, a.g.e., s.675. 385 Haid Ziya, onun bu türden bir konuşmaya başladığı sıradaki halet-i ruhiyesini gayet başarılı bir biçimde iki sayfa boyunca anlatmaktadır. Bkz.: Uşaklıgil, a.g.e., s.675. 386 Hüseyin Cahit, Hayal İçinde, İstanbul, Âlem Matbaası, 1317, 256 s.

98 Hüseyin Suat ve Mehmed Rauf hazır bulunmuştur. Müsveddeleri önce Halid Ziya okumaya çalışmış fakat yazarının el yazısını okumakta zorluk yaşadığı ve “okunan şeye muhtaç olduğu edayı” veremeyince eserin okunması görevini yine yazarın kendisine bırakmıştır387. Hüseyin Cahit anılarında, eserini “büyükler”den oluşan bir topluluğa nasıl okuduğunu şöyle anlatmaktadır: “Hayal İçinde’yi bitirdikten sonra bir gece, Tevfik Fikret’in evindeki bir toplantıda onu ‘büyüklere’e okudum. Rauf, o toplantıların en sürekli izleyicilerindendi. O gece Halid Ziya da vardı. Romanın kendimce en iyi yeri saydığım bir tarafından başladım, okudum, okudum. O kadar okudum ki elimden kurtulmaları için beğenmekten başka yolları kalmamıştı. Romanda, bir mektup yazmak isteyen Nezih kalemi hokkaya batırır, ama bütün düşündükleri kalemin ucundan hokkaya akmışçasına yazacak bir şey bulamaz. Bu küçük tümce Halid Ziya’nın kulağından kaçmadı ve pek hoş bulduğunu da ekledi. (…) Arkadaşlar Hayal İçinde’yi beğendiklerini belirterek kitabı sonuna kadar dinlemekten kurtuldular.388” Mahfilde okunan esere oradakilerin nasıl tavır aldıkları da önemlidir. Halid Ziya’nın hatıralarındaki satırlar, bir mahfilin en azından bir eserin inşadı sırasındaki halini öğrenmemize imkân sağlamaktadır. Mehmed Rauf, okunan romanda “zevkini tatmin edecek yerler geldikçe kendisini zapt edemeyerek takdir sayhalarıyla kıraati”389 kesmiş, Tevfik Fikret ise “her parçayı en samimi hissiyatın hamleleriyle” alkışlamıştır390. Halid Ziya, eserin ne kadarını dinledikleriyle ilgili herhangi bir bilgi vermez. Ama eserin okunuşu bitince dinleyenlerin şevkle alkışladıklarını söyler391. En büyük şevki de toplantının ev sahibi olan Tevfik Fikret’in gösterdiğini açıklar. Mahfil sahibinin, çevresine topladığı, evinde bir araya getirdiği insanlara karşı olan tavrı, bu toplantıların anlamlı olmasına hizmet etmektedir. Halid Ziya’nın “Eğer onun teşvik ve fütura düşmek üzere olan cesaretleri takviye eden takdirleri olmasaydı, belki ileriye yürümekte o derece sebat gösteremeyecektik.392” şeklindeki cümlesi mahfil sahibinin çevresindekiler için ne kadar önemli bir kişi olduğunu ortaya koymaktadır. Bu evdeki toplantılar, geleneksel hami-sanatkâr ilişkisinde geçmişten o güne kadar oluşan gelenekteki değişimleri ve dönüşümleri de göstermektedir. Şair, ressam ve

387 Uşaklıgil a.g.e., s.722. 388 Hüseyin Cahit, Edebiyat Anıları, s.142. 389 Uşaklıgil a.g.e., s.721. 390 Uşaklıgil a.y. 391 Uşaklıgil a.g.e., s.723. 392 Uşaklıgil a.y.

99 aynı zamanda da mahfil sahibi olan kişinin evinde toplanan küçük grup onun sanat arkadaşlarıdır. Buranın eski mahfillerden bir farkı, mahfil kurucusunun artık arkadaş mesabesinde var olmasıdır. Onun varlığı ve destekleri, mahfile devam edenlere eskisi gibi maddi bir katkı sağlamamaktadır. Halid Ziya’nın bu mahfili gözünde canlandırırken, mahfili bir şeyh- mürid halkasına benzetmesi393, her ne kadar eskiyle bağlantısını koparmış görünse de toplantıların ruhunda bile eski havanın benzetme ritüelleriyle birlikte yaşanılan çağa taşındığını göstermektedir. Bu toplantıların öyle veya böyle müdavimleri etkilemiş olması mümkündür. Bir edebî topluluk olup olmadıkları üzerine çeşitli yorumlar yapılan Servet-i Fünûn dergisi etrafında toplananların bu türden mahfillerde bir araya gelmeleri, onların hiç yoktan birbirlerinin sanatlarını yakından tanımlarına imkân sağlamıştır. Bu toplantıların bir özelliği de, birbirlerinin “zevklerini” tanıyanların aynı beğeniye yavaş yavaş sahip olmalarıdır. Ali Ekrem’in İsmail Safa ile birlikte yine bir gece onun evinde bir araya geldiklerini söylemesi ve bu toplantının da sabaha kadar sürmüş olması, Fikret’in Ağayokuşu’ndaki evine başka misafilerin de katıldığını göstermektedir. O günün sabahında bir “vatan haini” paşanın vefatı sebebiyle onun “hâl ve şanını telin eden” şiirler yazan Ali Ekrem, İsmail Safa’yı da yanına alarak konağa gitmiştir. Ali Ekrem, yazdığı mersiyeleri Tevfik Fikret’in de bu türden bir mersiye söylemesi/yazması şartıyla ona okuyacağını söylemiştir. Fikret de toplandıkları gece, “vezir-i duzah- seririn şeref-i intikaline müşterek manzumeler söyleyeceğini” ifade ederek onun ileri sürdüğü bu şartı kabul etmiştir394. İsmail Safa, Tevfik Fikret ve Ali Ekrem sırayla irticalen birer kıta söylemişler, daha sonra da bunları yazmışlardır. Ali Ekrem, onların şiir yazarkenki hallerini “mazmunlar, nükteler, ince tarizler, cana işleyen tahkirler; hande hande, kahkaha kahkaha yağdı durdu.” şeklinde açıklar395. Onların birinin söylediği bir mısra diğerine başka bir mısrayı, bazen de üçüncü ve dördüncülerini ilham etmiştir. Hatta şiir yazımındaki bu müzakereler sırasında, “tek

393 Halid Ziya’nın bu benzetmesi şu şekildedir: “…bütün bu gecelerin misafirleri, hatıramda her biri kendi hususiyetini getirerek bir geçit resmi yapıyor ve bu misafirler Tevfik Fikret’in muhitinde birbirine daha yaklaşmış, şeyhin cezbesiyle gözlerini yumarak aynı devran halkasının içinde nefsi mevcudiyetlerini unutup yekpare olan müridan halkası gibi sanki el ele tutuşmuş olurlardı.” Halid Ziya, a.g.e., s.677. 394 Ali Ekrem, “Hatırlar 1”, Türk Basınında Tevfik Fikret:1924–1940 (İçinde), s.20. 395 Ali Ekrem, a.y.

100 bir kelime, bir kafiye için dakikalarca” tartışmışlardır. Ali Ekrem de o gecede sabaha kadar süren bu şiir yazma esnasında birlikte toplam altmış- yetmiş kıta yazdıklarını hatırlamaktadır. Kimsenin yanına almaya cesaret edemediği, içinde çok fazla kötü söz bulunan bu şiiri Tevfik Fikret aradan zaman geçtikten sonra yakıp imha etmiştir396. Onların bu şekilde “müşterek şiir” yazmaları, geleneğin bir şekilde bu toplantılarda şekil değiştirmiş olarak da devam ettiğini gösterir. Türk şiir geleneğinde müşterek gazeller yazma geleneği, şairler arasında kavgaya varmayan bir nevi müsabaka ortamının oluşmasını sağlamıştır. Müşterek gazelde, gazeli oluşturan şairlerden her biri, “yek-âvâz” veya “yek-âhenk” ve diğerlerinden daha sönük olmamak kaydıyla bir şiir söylemek zorundadır. Bu birlikte yazılan şiirler, şairlerin bulundukları ortamda hemen en iyi şiire ulaşmayı amaçlayan ve şairi edebî zevkinin bir emaresini esere dönüşütürmesini gerektiren bir edebî kriter de elde etmesine yardımcı olur397. Tevfik Fikret, babasının konağını Hasan Akay’ın verdiği bilgiye göre 1905 yılında satmıştır398. Tevfik Fikret’in Neyyir’e yazdığı tarihsiz bir mektupta, biraderi Şevki Bey ile müşterek konağını “satmak” isteğinden veya “ipotekleyerek” para bulmaya çalıştığından bahsedilmektedir. Neyyir’in Paris’e tahsil için 1904 yılında gittiği düşünülürse, mektubun 1904 yılı içinde yazıldığı tahmin edilebilir399. Bu bilgi, konağın 1905 yılında satıldığını göstermektedir. Konağın satılmasıyla buradaki edebiyat toplantıları da bitmiştir. Fikret, Âşiyan’a geçmeden önce Rumelihisarı’nda bir yalıya geçmiş400, bu türden toplantıları yeni evinde de düzenlemiştir401. Nitekim

396 Ali Ekrem, a.y. Hüseyin Cahit Yalçın, “Edebiyat Anıları” isimli eserinde, bir gün Ali Ekrem ile onun Abdülhamit hakkında irticalen bir hicviye söylediklerini hatırlar. İki şairin kaydetmediği bu hicviyenin bir beytini Yalçın unutmamıştır: “ Bir hamlede birden içerek bin fıçı müshil/ Ey şah-ı cihan, halk bütün canına ….sın.” Yalçın, a.g.e., s.157. 397 Özgül, XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara , s.285. Namık Kemal ve Deli Hikmet’in birlikte yazdıkları Vatan Mersiye’sinin yazılış hikâyesi için bkz.: Mithat Cemal Kuntay, Namık Kemal: Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında, C.II, Kısım II, İstanbul, Maarif Basm., 1956, s.563-565. 398Akay, a.g.e., s.18.Fikret’in Rübab-ı Şikeste’sinde, babasının konağıyla ilgili bir şiir de yer almaktadır: Âşiyân-ı Peder. Şiir için bkz.: Tevfik Fikret, Rübab-ı Şikeste, İstanbul, Tanin Matbaası, 1326, s. 343–345. 399 M. Fatih Andı v.d., Mektuplarla Tevfik Fikret ve Çevresi, s.13. Konağın satışıyla ilgili şu kaynağa da bakılabilir: Es, a.g.e., s.104. 400 Rumelihisarı’ndaki yalı, Tevfik Fikret’in yengesinin annesine aittir. Yalının sahibi, Fikret’in dayısı ve kayınpederi olan Mustafa Bey’e yalıyı vermiş, Fikret de bundan sonra ailece Rumelihisarı’na taşınmıştır. Bkz.: İsmail Hikmet (Ertaylan), a.g.m., s.60. 401 Es, Rumelihisarı’ndaki yalının, Hisar’ın hemen dibinde olduğunu, 1945 yılında da Mr. Rigs isimli bir Amerikalı’nın bu yalıda ikamet ettiğini tespit etmiştir. Bkz.: Es, a.g.e., s.104.

101 Mehmed Rauf, Fikret’in Hisar’a taşınmasıyla toplantıların burada da devam ettiğini söylemektedir. Toplantılar haftada birkaç gece yapılmıştır. Mehmed Rauf kendisiyle birlikte yalıdaki toplantılara Ahmet Şuayb, Mehmet Cavit ve bazen de Hüseyin Cahit’in iştirak ettiğini yazmaktadır402. Yalı’nın merkeze biraz uzak olması, toplantı kadrosunun biraz daralmasına sebep olmuştur. Hüseyin Kâzım, mahfil toplantılarından birinde yaşanan bir olayın mahfil kurucusunu üzdüğünü anılarında şöyle anlatmaktadır: “Fikret’in Rumelihisarı’ndaki yalısında toplandığımız bir gece, arkadaşlarımızdan birinin ondan biraz rakı istemesi üstadı son derecede me’yus ve nevmid etti. Rakı içmek isteyen bir arkadaşa onun atfettiği hal ü vaz’, bizzat Fikret’in sonradan uğradığı bir derd-i deva-sûz idi.403” Mehmed Rauf, toplantılarda edebiyat dışına çıkmadan hemen her şey üzerinde konuştuklarını açıklamıştır. Toplantıların önemli bir sohbet konusu ise müdavimlerin o günlerde okudukları kitaplar hakkındaki görüş ve düşünceleridir. Bu kitap sohbetleri sırasında bir münakaşa çıkarsa, hep birden bu konuyla ilgili Rauf’un ifadesiyle saatlerce “gevezelen”mişlerdir404. Rumelihisarı’ndaki yalıda, Servet-i Fünûn yazarlarının içinde bulundukları siyasi atmosferden kaçma planları da yapılmıştır. Hüseyin Kâzım, yalıdaki bir toplantıda, uzun ve heyecanlı müzakerelerden sonra herkesin eşyalarını satmasına ve yerleşecekleri yerdeki masraflarını karşılamak için de sıkı tasarruf yapılmasına burada karar verildiğini belirtir. Kâzım, Yeni Zelanda’ya kaçışı kolaylaştırmak amacıyla aralarında para topladıklarını, ilk toplanan paranın da yirmi, otuz lira kadar olduğunu söyler. Bu kaçış hayali gerçekleşmez. Tevfik Fikret, Rumelihisarı’ndaki yalısından, planlarını kendisinin yaptığı Âşiyan’a405 1905 yılında geçmiştir406. Onu pek çok edebiyatçı Âşiyan’ında da ziyaret

402 Tarım, Mehmed Rauf’un Anıları, s.76. 403 Hüseyin Kazım Kadri, Meşrutiyet’ten Cumhiyet’e Hatıralarım, (Haz. İsmail Kara), İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s. 68. 404 Tarım, Mehmed Rauf’un Anıları, s.77. 405 Âşiyan’la ilgili bilgi için bkz. Afife Batur, “Âşiyan”, Dünden Bugüne Beşiktaş (İçinde), (Ed. Nuri Akbayar), İstanbul, Beşiktaş Belediye Başkanlığı Beltaş, 1998, s.109–110. 406 Kaplan, a.g.e., s.113. Fikret’in eşi ise Âşiyan’a 1906 yılında taşındıklarını hatırlamaktadır: “… Evlendikten sonra bir müddet Aksaray’da oturduk. Sonra Ruemlihisarı’na taşındık. O zaman daha Âşiyan yapılmamıştı. 1906’da yapıldı. Akşamüstleri buraya, Âşiyan’ın kurulduğu yere çıkar otururduk. Fikret bu tepeyi çok beğenir, “İstanbul’un en güzel yeri!”, derdi. Mümkün olsa buraya bir Âşiyan kursam… Ve nihayet 1906’da kurdu. Evi tamamıyla kendisi yaptı. Planlarını baştan aşağı kendisi çizdi. Zaten en büyük zevki ev planı çizmekti. Âşiyan’ın planı üstünde kendisi ile epeyce münakaşa ettik. Nihayet bu şekle karar verdik. Evet, en küçük girintisine, çıkıntısına kadar o yaptı.”

102 etmiştir407. İsmail Hikmet, burada da her cuma akşamları toplantılar yapıldığını belirtir. İsmail Hikmet, buradaki toplantılara Fikret’in bütün arkadaşlarının katıldığı şeklinde genel bir ifade kullanmış, burada “fikrî, edebî, midevî” ziyafetlerin de olduğunu ekler408. Bu yemekli toplantılarda, sofradan iki saatte kalkılabildiğini belirten Hikmet, Âşiyan’da nelerin konuşulduğuyla ilgili pek detaylı bilgiler vermez. Tevfik Fikret bir toplantıda, Abdülhâk Hâmid’in eserlerinin karmakarışık ve perişan baskısı sebebiyle bunların derlenip düzenlenip güzel bir şekilde bastırılması gerektiğini söylemiştir. Başka bir gün ise Hâmid’in Âşiyan’a davet edilmesine ve Eşber’in de burada “temsil”ine karar verilmiştir. Fakat bu temsil, büyük bir ihtimalle Fikret’in vefatı sebebiyle gerçekleşememiştir409. Yahya Kemal de bir gün Tevfik Fikret’i Âşiyan’da ziyaret etmiştir. Onunla edebiyat ve günlük siyaset ile ilgili konularda saatlerce sohbet etmişlerdir410.Yahya Kemal, 1912 yılında tanıdığı Tevfik Fikret ile dost kalabilmek ve “kendisinin bütün kendinden sonra şiir söylemiş gençleri alesseviyye istihkâr ettiğini411” bildiği için ona şair olduğundan bahsetmemiştir. Rıza Tevfik tarafından onun şiirleri Tevfik Fikret’e okunmuş, Fikret de bu şiirleri çok beğendiğinden Âşiyan’a gelenlere onun bu şiirlerini övmüştür. Hasta olduğu sırada onu burada ziyaret ettiğini söyleyen Yahya Kemal, bir sohbette “Havza” isimli bir dergi çıkarma fikrinin ortaya çıktığını hatırlamaktadır. Tevfik Fikret, dergiye katılmak için Cenap Şahabeddin ve Rıza Tevfik’in de derginin yazı kadrosunda yer almasını şart koşmuştur. Yahya Kemal, başka bir mekânda Rıza Tevfik ile bu konuyu görüştüklerini fakat derginin çıkması

Hikmet Feridun Es, “Tevfik Fikret’in Âşiyanı’nda Bir Saat”, Yedigün, C. III, No: 75, 15 Ağustos 1934, s. 4. 407 Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bu ziyaretlerden birini Gençlik ve Edebiyat Hatıraları’nda anlatmaktadır. Bkz.: Yakup Kadri Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İstanbul, İletişim Yayınları, 1990, s.204- 210. 408 İsmail Hikmet, a.g.m ., s.78. 409 İsmail Hikmet, a.y. 410 Konur Ertop, Mektepten Memlekete: Fotoğraflarla Yahya Kemal’in Yaşam Öyküsü, 1998, Sel Yayıncılık, İstanbul, s.56. Âşiyan, mahfil toplantılarının dışında da pek çok ziyaretçiye kapılarını açmıştır. Bu ziyaretlerde mahfilleşme görülmediğinden tezimizde sadece Yahya Kemal’in misafirliğiyle ilgili kısa bir bilgi verilmiştir. Âşiyan’a yapılan ziyaretler için şu kaynaklara bakılabilir: Abdullah Cevdet, “Tevfik Fikret Bey Merhum”,Türk Basınında Tevfik Fikret:1924–1940(içinde), s. 35- 37. ; Ali Ekrem, “Hatıralar-4”, Türk Basınında Tevfik Fikret:1924–1940(içinde), s. 42- 46.; Es, a.g.e, s.116-117; Ruşen Eşref, Tevfik Fikret: Hayatına Dair Hatıralar, İstanbul, Hilal Matbaası, 1919, s.24-34. 411 Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler, 2. bsk., İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1976, s.8-9.

103 konusunda anlaşmanın sağlanamadığını belirtmektedir412. Tevfik Fikret, edebiyat ve şiirin yanı sıra siyasi konularla ilgili konuşmayı da severmiş. Onun hasta olmasına rağmen siyasi sohbetleri saatlerce sürdürmesi sağlığının daha da bozulmasına sebep olmuştur413. Doktorlar da bu yüzden mümkün mertebe onun siyasetten uzak tutulmasını arkadaşlarından istemişlerdir. Ali Ekrem de bu yüzden “Hâtıralar”ında “Etrafında bulunanlar hep şâiri, şiir ve edebiyata ircâ ile uğraşıyorduk.414” cümlesini kullanmıştır. Ali Ekrem, Tevfik Fikret’in yatağından çıkabilecek bir güce kavuştuktan sonra ona edebiyattan bahsedip hoşlanacağı eserleri okumak görevinin kendisine ait olduğunu, bu sırada da kendisinden ne yazdığını söylemesini istediğini belirtmiştir. O da çocuk şiirleri yazdığını beyan etmiş, Tevfik Fikret’in aynı konuda şiirler yazdığını söylemesiyle ertesi gün yazdıkları şiirleri karşılıklı okumak için anlaşmışlardır. Önce Tevfik Fikret kendi yazdığı şiirlerini okumuş, ondan da “dalkavukluk” yapmadan kendi görüş ve eleştirilerini çekinmeden söylemesini istemiştir. Ali Ekrem okunan bu şiirleri beğenmiştir. Sıra kendi şiirini okunmaya gelmiştir. Fikret, Ali Ekrem’in şiirlerini de okumuş, onun şiirlerini yazarın anlattığına göre çok fazla beğenmiştir415. Fikret, daha sonra da hasta hasta niçin böyle bir eser yazdığını anlatmıştır. Sâtı Bey’in yuvasındaki çocuklara okutmak için kendisinden iki- üç formalık bir eser istediğini, hastalığı sebebiyle ekonomik sıkıntılar yaşayan şairin de bu teklifi kabul ettiğini yazan Ali Ekrem, onunla ilgili hatırlarında Fikret’in Şermin’i “mecburen” yazdığına dikkatleri çekmiştir416. Âşiyan, Fikret’in karamsar ruh hâlinin iyiden iyiye ağırlaştığı bir mekândır. Önceden çok nazik karşılayıp ağırladığı dost ve misafirlerine, kötümser ruh hâlinin de etkisiyle zamanla kırıcı olmaya başladığı, buna tahammül edemeyen birkaç kişinin de bu tür toplantılara artık katılmadığı anlaşılmaktadır. Mehmet Kaplan, Fikret’in görevlerinden sık sık istifa ederek Aşiyan’a çekilmesini, arkadaşlarına karşı

412 Yahya Kemal, a.g.e., s.10. 413 Ali Ekrem, Doktor Mazhar Osman ile Âşiyan’a Fikret’i tedavi için gittiklerini hatıralarında anlatır. Tevfik Fikret odasında dört kişi ile siyasi bir münakaşaya tutuşmuş bir hâldedir. Ali Ekrem, bu siyasi tartışmanın iki buçuk saat sürdüğünü belirtir. Ali Ekrem, Fikret’in sözünü bitirdiğinde konuşacak halinin kalmadığını yazar. Bkz.: Ali Ekrem Bolayır, Hâtıralar, (Haz. Metin Kayahan Özgül), İstanbul, Hece Yayınları, 2007, s.396–402. 414 Bolayır, a.g.e., s.391. 415 Bolayır, a.g.e., s.392-395. 416 Bolayır, a.g.e., s.395.

104 haşin davranmasını, çevresini hakir görmesini ve onlardan uzaklaşmasını şairin “mizacı” ve “ırsiyetine” bağlar417. Çevresindeki dost ve arkadaş hâlesi dağılan Fikret’in evinde mahfil toplantıları artık yapılmaz olmuş, şair daha da yalnızlaşmış ve bu halet-i ruhiyeyle de 19 Ağustos 1915’te vefat etmiştir.

2. 1. 8. ABDULLAH CEVDET’İN İÇTİHAT EVİ

Doktor Abdullah Cevdet, uzun ömürlü İçtihad dergisinin sahibi olmasının yanı sıra pek çok özelliği ile ülkemizde tanınan bir kişidir. Onun kamuoyunda tanınmasını sağlayan özelliklerinden birisi, İçtihad dergisini uzun yıllar çıkarması ise de, asıl dikkat çekici yönü, Osmanlı Devletinde yüzyıllardır kullanılan Arap harflerinin bırakılıp Latin harflerine geçilmesi konusunda herkesten önce teklif ve isteklerde bulunmasıdır. Henüz yeni Türkiye Cumhuriyeti ortada yokken bile, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması gerektiğine yönelik açıklamalar yapması, bu anlamda da harekete geçerek bazı kitapları Türkçeye çevirmesi, onun atak kişiliğinin bir göstergesi olarak düşünülebilir418.

Abdullah Cevdet’in hem İçtihad dergisinin idarehanesi hem de ailesinin ikametgâhı olarak kullandığı Cağaloğlu’ndaki “İçtihad Evi”nin en üst katındaki dairede, on beş günde bir olmak üzere “çarşamba günleri” devrin şair ve yazarları “çay toplantılarında” bir araya gelmiştir419.

Abdullah Cevdet’in evindeki çay toplantılarının tam olarak ne zaman başladığı bilinmemektedir. Osmanlı Devletinin dışında birçok ülkede çeşitli sebeplerle bulunan Abdullah Cevdet’in, İçtihad dergisinin ilk 23 sayısını İstanbul dışındaki yerlerde yayımladığı düşünülürse, onun daha sonra uzun yıllar kalacağı İstanbul’a geliş tarihi ortaya çıkartılabilir. Şükrü Hanioğlu eserinde, Abdullah

417 Kaplan, a.g.e., s.260. 418Konur Ertop, “Geçmişteki Edebiyatçılarımızın Özel Dünyasını Pek Az Tanıyoruz”, Hürriyet Gösteri, No: 4, Mart 1981, s.29. Ayrıca şu kaynağa bakılabilir: Reşad Ekrem Koçu, “Abdullah Cevdet”, İstanbul Ansiklopedisi, C.I, s. 36–38. Abdullah Cevdet’teki bu tür düşüncelerin ortaya çıkışı, gelişimi ve onun eylemleri için ise şu esere bakılabilir: Dr. M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul, Üçdal Neşriyat, t.y., 439 s. 419 Toplantıların on beş günde bir tertiplendiğini Halit Fahri Ozansoy beyan etmektedir. Yusuf Ziya Ortaç’ın eserinde bu tür bir bilgi bulunmamaktadır. Bkz.: Ozansoy, a.g.e., s.313. ; Ortaç, a.g.e., s.79.

105 Cevdet’in 1910 yılının sonlarına doğru tekrar İstanbul’a döndüğünün bilgisini vermektedir.420 Nitekim İçtihad dergisinin adresi, yirmi dördüncü sayısından itibaren “Constantinople” olarak değiştirilmiştir421. Mustafa Gündüz, İçtihad dergisi ve Abdullah Cevdet’le ilgili eserinin önsözünde, Abdullah Cevdet’in 1910 yılı sonunda İstanbul’a geldiğini yazmıştır422. Reşat Ekrem Koçu’nun İstanbul Ansiklopedisi’nde ise onun İkinci Meşrutiyet’in ilanından sonra 1911’de İstanbul’a geldiğinin bilgisi vardır423. Yusuf Ziya Ortaç, “Portreler” isimli eserinde ise net bir tarih vermese de, “Birinci Dünya Savaşı içinde Çarşamba toplantıları”nın yapıldığını belirtmektedir424. Bu bilgilerden yola çıkarak da mahfil toplantılarının en erken 1910 yılından sonra yapılmaya başlandığını iddia edebiliriz. Toplantıların müdavimi olan ve henüz İçtihad dergisine göndermediğini söylediği “Kışın Tekkesi” isimli şiirini bu toplantıların birinde okuyan Yusuf Ziya’nın aynı dergide yayınlanan şiirinin asıl adı “Tekye-i Şitâ”dır. Bu şiir, İçtihad dergisinin 20 Teşrin-i sani 1330 tarihli nüshasında neşredilmiştir. Şiirin dergide neşredilmesinden bir süre önce mahfil toplantısının yapılmış olması muhtemeldir. Bu durumda ise 1911 yılından sonra ve 1914 yılından önce çarşamba toplantılarının kesin olarak başladığını tespit edebilmekteyiz.

Buradaki toplantılara İçtihad dergisinde yazıları bulunan pek çok ismin katıldığı anlaşılmaktadır. Çarşamba toplantılarına tam olarak kaç defa katıldığını hatırlamadığını beyan eden Halit Fahri Ozansoy, “Edebiyatçılar Çevremde” isimli eserinde burada Abdülhâk Hamit, Celâl Nuri, Süleyman Nazif, İsmail Hâmi Danişmend’in ağabeyini ve Rıza Tevfik’i gördüğünü yazmıştır425. Yusuf Ziya Ortaç, kendisinin de gençken bizzat ev sahibinin davetiyle katılmaya başladığı bu toplantılara yukarıdaki isimlerin dışında Kılıçzâde Hakkı’nın da iştirak ettiğini söyler426. Bu toplantılara yalnızca edebiyatımızım ünlü şair ve yazarları değil yabancı uyruklu kişiler de katılmıştır. Halit Fahri Ozansoy, Pravda gazetesinin bir Rus

420 Hanioğlu, a.g.e., s.291. 421 İçtihad, No: 24, 1 Haziran 327, s.729. 422 Abdullah Cevdet, İçtihad’ın İçtihadı: Abdullah Cevdet’ten Seçme Yazılar, (Yay. Haz. Mustafa Gündüz), Ankara, Lotus Yayınları, 2008, s.22. 423 Reşad Ekrem Koçu, “Abdullah Cevdet”, İstanbul Ansiklopedisi, C.I, s.37. 424 Ortaç, a.g.e., s.79. 425 Ozansoy, a.g.e., s.313. 426 Yusuf Ziya Ortaç, Bizim Yokuş, İstanbul, Akbaba Yayınları, 1966, s.18.

106 muhabiri ile aynı muhabirin Fransız eşini burada görmüştür427. Yukarıda isimlerini saydığımız şair ve yazarların İçtihad dergisinde yazı faaliyetinde bulundukları düşünülürse, Abdullah Cevdet’in İçtihad dergisinde yazıları çıkan birkaç ismi kendi evinde bir araya getirdiği söylenebilir428. İçtihad dergisinin kütüphanelerimizdeki koleksiyonları incelendiğinde, saydığımız isimlerin çeşitli konularda en az bir yazısına veya şiirine dergide rastlamak mümkündür. Bu isimlerin eserlerine, derginin özellikle yirmi dördüncü sayısından itibaren sık sık karşılaşmaktayız. Abdullah Cevdet’in atak ve teşkilatçılığı, bununla birlikte evini de dergisinin yazarlarına açması, İçtihad dergisinin devrin basın yayın hayatında önemli bir güç olarak belirmesinde etkisi olmuştur.

Yusuf Ziya Ortaç, “Portreler” ve “Bizim Yokuş” isimli eserlerinde, bu toplantıların yapıldığı mekânın içini tasvir etmiş, buradaki toplantıların içeriğiyle ilgili bilgiler vermiş ve burayla ilgili anılarını yazmıştır. Bu anılar, “çarşamba toplantılarında” hangi konular üzerinde durulduğunun bilgisini vermekte ve aynı zamanda bir mahfil toplantısının rituellerini de öğrenmemize imkân sağlamaktadır.

Ortaç, önce bir misafir, daha sonra ise mahfilin önemli bir müdavimi olarak katıldığı bu toplantıların “oldukça iyi döşenmiş, oldukça geniş bir salon”da, “rahat koltuklar” ve “sedirler”de yapıldığını belirtir. Toplantının yapıldığı salonun duvarlarında “kitap raflarının üstlerinde büyük şöhretlerin fotoğrafları” yer almaktadır. Bu fotoğraflar Abdülhâk Hâmit, Süleyman Nazif, Faik Âli, Sami Paşazâde Sezai, Cenap Şahabettin, Celâl Nuri’ye aittir. Ortaç, fotoğraflarını gördüğü bu insanların da bu toplantıya katıldığını ve buraya diğer katılanların da en az onlar kadar değerli olduklarını vurgulamak için olsa gerek, sözlerini “Çarşamba çaylarına gelenler de bunlar ve bu çapta insanlardı.” şeklinde sürdürmüştür429.

427 Ozansoy, a.y. 428 İçtihad dergisinde eserlerine rastladığımız daha birçok isim vardır. Bunlardan, Türk edebiyatında eserleriyle önemli bir yeri olan Cenap Şahabeddin’in bu toplantılara katılıp katılmadığıyla ilgili bir bilgimiz yoktur. Ayrıca, Nigâr Binti Osman, Ali Kami, Osman Fahri, Enis Behiç, Yaşar Nabi, Selahaddin Asım gibi kimi imzaların da bu toplantılara zayıf bir ihtimal olsa da katılmış olmaları muhtemeldir. 429 Ortaç, Portreler, s. 78.

107 Ortaç, “Bizim Yokuş” isimli eserinde ise, “kaçamak gözlerle etrafına baktığında” gördüklerini, mekânın eskiliğini çağrıştıracak şekilde aktarır. Salonda “her şey eski, her şey tozlu”dur430. Bu intibada, ilk defa girdiği mekâna “yabancı” gözlerle bakan, aynı zamanda akranı olmayan insanlarla konuşacak olmasının etkisi ve acemiliği hissedilmektedir. Bir edebiyat toplantısında yer almasının heyecanıyla buradaki sohbet sırasında ona da görüşlerinin sorulması ihtimali karşısında Ortaç’ın tedirgin bir ruh halinde olduğu yazdıklarından anlaşılmaktadır. Nitekim Ortaç, bu “ilk bakışta” gördüklerini aradan zaman geçtikten sonra tashih edecektir: “Ama sonraları anladım ki hiçbir şey eski ve tozlu değildi. Zamanın eşyaya sindirdiği bir havaydı bu.”431 Bu cümlelerden, mahfil toplantılarının bir özelliği daha ortaya çıkmaktadır. Bu tür toplantılara henüz yeni yeni katılmaya başlayan ve nispeten daha genç yaşta olan kişilerin zaman geçtikçe toplantılardan hoşlandıkları ve ayrıca müdavimi oldukları bu toplantılarda konuşulanlardan faydalandıkları anlaşılmaktadır.

Ortaç, bu toplantılarda “mutlaka bir fikir ve sanat konusu”yla ilgili konuşmaların yapıldığını ve bununla birlikte “günün konuşması”nın da olduğunu söylemektedir432. Bu ifadelerden mahfilde rast gele konuşmaların ağırlıklı olarak yer almadığını anlamaktayız. “Fikir ve sanat konusu”nun tam anlamıyla hangi alanda olduğu açıkça ortaya konulmamış olsa da, ev sahibinin edebî, siyasî ve sosyal kimliği ile bağlantılı olduğundan ve ayrıca katılanların pek çoğunun edebiyatçı olması sebebiyle konuların en azından edebiyatla ilişkilendirilmiş olması mümkündür. Ortaç, bu toplantıların birinde henüz İçtihad dergisine göndermediğini söylediği “Kışın Tekkesi” isimli manzumesini okumuştur433. Parça parça hatırladığı bu şiirde434 şairin ifadesine göre gece bir tekkeye benzetilmiş, beyaz külahlar giymiş ağaçlar zikretmekte, selviler Mevleviler gibi dönmektedir. Şair, buzlu ağaç dallarını ney’e, gökteki Ay’ı da gecenin elinde kudüme benzetmiştir435. Onun okuduğu bu şiir

430 Ortaç, Bizim Yokuş, s.18. 431 Ortaç, a.y. 432 Ortaç, a.g.e., s. 78. 433 Ortaç’ın bu şiiri İçtihad dergisinde “Tekye-i Şita” başlığıyla çıkmıştır. 434 Ortaç, şiirinin bütününü hatırlamadığı söyler: “Giyer eşçar bir külâh-ı beyaz, /Selviler zikreder mezarlıkta” ,“ Bir kırık neydir inleyen her dal,/ Dest-i zulmette ay bir eski kudüm!” Ortaç, Bizim Yokuş, s.19. 435 Ortaç, Bizim Yokuş, s.19.

108 Ortaç’ın ifadesiyle, orada bulunan “dahi-i âzam” ve “Osmanlı edebiyatının bütün aristokratlarını hayran etmişti”r436.

Edebiyat mahfilleri aslında genç edebiyatçıların şiirlerini, eserlerini ortaya çıkardıkları bir nevi “er meydanı”, “yoklama tahtası” şeklinde de düşünülebilir. Genç bir şair, belli ki kendinden önce edebiyat kamuoyunda yer etmiş tecrübeli şairlerin karşısında, eseriyle boy gösterip onlara eserinin niteliklerini, güzelliklerini, çarpıcı ve yeni yönlerini sunmak isteyecektir. Onun eserine yönelik buradaki eleştiri, Habermas’tan ödünç alarak kullandığımız “hasbihâl olarak edebiyat eleştirisi” kavramının özelliğiyle uyum göstermektedir. Bu mahfil toplantısı, konuşulacak her konunun ciddi manada önceden hazırlanılıp gelinmediği, konuşmalarda devrin pek çok olay ve dedikodusunun da yer bulabildiği, katı bir disipline sahip olmayan, adeta bir hasbihâl havasında geçen toplantılara benzemektedir. Ancak Abdullah Cevdet’in “çarşamba toplantılarında” eğer bu türden bir işleyiş olsaydı, toplantıya katılanlar bu işleyişle ilgili mutlaka olumlu veya olumsuz bir şeyler söyler veya yazarlardı. Mahfil toplantısına yeni katılmış bu genç şair, sohbetten hemen sonra okuduğu şiir dolayısıyla tecrübeli şairlerin önünde genelde kırıcı olmayan sözlerle eleştirilmiştir. Bunda “misafirlikten” “müdavimliğe” henüz geçmemiş kişinin mahfildeki diğer üstatlar tarafından hemen incitilmek istenmemesinin de etkisi vardır. Belki de bu tür bir karşılıklı tanıma etkinliği, nisbeten yaşlı kuşakla genç kuşak arasındaki yakınlaşmayı sağlamakta, bununla birlikte de iki kuşağın edebiyatının niteliklerini belirginleştirmesine fırsat sağlamaktadır.

Mahfil toplantılarının yapıldığı mekânların nitelikleri, yapının kullanılış amacı, yapıda oturan insanın sosyal ve ekonomik statüsüyle de bire bir örtüşmektedir. Eğer mahfilin kurulduğu mekân, apartman dairesi ise bu toplantılar konak, köşk ve benzeri geniş ve çok odalı yapılardan farklı olarak daha küçük, küçüklüğü nispetinde misafir ağırlamaya uygun genişlikte olan salonlarda yapılmaktadır. Ayrıca konak tipi yapılaşmanın yoğunlukla görüldüğü devrin mahfil kurucusuyla, apartman dairesi tipi bir hayata geçmiş toplumun mahfil kurucusu da farklı bir sosyal, siyasi ve ekonomik algıya sahip olmaktadır. Konaklardaki himaye

436 Ortaç, a.g.e., s.19.

109 sisteminde, “hanegî” olarak aylarca konakta kalabilme imkânına sahip ilim adamları ve sanatçılar, mekânın küçülmesi ve şekil değiştirmesiyle eskisi kadar bu tür kolaylıklardan ve himayelerden yararlanamamıştır. Bu durum aynı zamanda, mahfilin “yegâne otoritesi”, değişmez ve sarsılmaz bir figürü olan konak sahibinin edebiyatçıların gözündeki değerinde farklılaşmalara yol açmıştır. Konak sahibi kişi, mekân ve sosyal değişimin de etkisiyle artık edebiyatçıların bir velinimetinden ziyâde, hoş vakitler geçirilmesine imkân tanıyan bir nevi “arkadaş” konumuna gelmiştir. Bu açıdan Abdullah Cevdet de, İçtihad dergisinin sahibi ve evinin salonunu belli bir süreliğine edebiyat toplantılarına açan bir sanatsever ve edebiyatçı olarak düşünülebilir.

Bu tür mekânların tefriş tarzlarında değişiklikler olmuş, bu yüzden dağılmaya yüz tutmuş bir devletin bakiyesinde yaşayan şair ve yazarlar farklı bir nitelikle karşımıza çıkmaktadır. “İçtihad” dergisinin çıkartıldığı, aynı zamanda derginin idare yerinin de bulunduğu mekânda düzenlenen bu toplantılar bir nevi İçtihad dergisinin katılımcılarını edebî, sosyal ve siyasî alanlarda besleyen bir havza, çeşitli konuların rahatça konuşulabildiği bir yer olması dolayısıyla devrin diğer mahfillerden farklılık göstermektedir.

İçtihad dergisinin devri için hemen her yeniliği takip eden, bilimsel ve teknik yazılarla birlikte, estetikten felsefeye kadar pek çok alanda yayın yapmasında sahibinin etkisi olmakla birlikte, dergideki konu çeşitliliğinde onun büyük bir maharetle etrafına topladığı kalburüstü diyebileceğimiz kişilerin de katkısı olmuştur. İçtihad dergisinde eseri çıkan herkesin bu toplantılara katılıp katılmadığıyla ilgili net bilgilerimiz olmasa da, zamanı için bile önemli sayılabilecek nitelikli bir dergi çıkaran Abdullah Cevdet’in toplantılarına katılanlarla bir “bağ” kurmak istemesi gayet doğal bir durumdur.

Mahfiller bu anlamda bir güç birliğinin nasıl ve hangi şartlarda yapılacağına yönelik konuşmaların, tartışmaların yapıldığı ve resmi veya gayrı resmi kabul, ikna ve teşvik türünden gizli ve açık anlaşmalara varılan edebî teşekküllerdir. İçtihad dergisi için bu türden bir anlaşmanın olup olmadığı konumuz açısından çok net olmasa da, katılanların edebiyat anlayışlarındaki “dağınıklık”, edebiyata

110 bakışlarındaki “çeşitlilik”, İçtihad dergisinin yayın politikasının katılımcıların görüş ve düşünceleriyle yüzde yüz uyuşmaması, derginin çıkartıldığı bir mekânda yapılan mahfil toplantılarına katılanların eserlerinden buradan neşet eden bir etkinin, yeniliğin onların içlerinde ve eserlerinde yer etmemesi, bizi mahfilin çok etkili olmadığı sonucuna götürmektedir.

Mahfile katılan üstatların uyarıları ve görüşleri, edebî bir kritik olarak ele alındığı zaman mahfildeki gençleri yetiştiren bir nitelik göstermektedir. Ortaç’ın cümlelerinden mahfilde bulunanların onun şiirini beğendiklerini çıkarabilmekteyiz. Hatta toplantının dağılması sırasında Süleyman Nâzif’in, Ortaç’ı beğendiğini anlamamızı sağlayan, toplantının ev sahibi Abdullah Cevdet’e dönerek “çayla simidiniz, ilk defa bir lezzet kazandı bugün.”437 sözleri mahfildeki tecrübeli kişilerin gençlere “övücü” sözler söyleyerek gençleri cesaretlendirmelerine güzel bir örnektir. Ancak, bazen genç şairlerin eserlerine karşı farklı tutumların/eleştirilerin sergilendiği de bir gerçektir. Süleyman Nazif’in bu teşvik edici sözleri karşısında Rıza Tevfik’in sözleri bu gerçeği gözler önüne sermektedir. Mekândan aşağı inip sokakta yürümeye başlayan Ortaç’a Rıza Tevfik’in söyledikleri, belki de iki ucu keskin bir bıçak hüviyeti kazanan mahfil toplantılarının başka bir yönünü de aydınlatmaktadır. Rıza Tevfik, Ortaç’a, kendi gerçeğini şöyle açıklamıştır:

“Bak sana bir şey söyleyim, dedi… Bütün bu pohpohlara inanma sen, onlar, gençlere şirin görünmek isterler… Aruz’u öğrenmişsin… Sağlam bir dilin var… Ama şiir bu değildir!”438

Salim Rıza Kırkpınar da anılarında, Cumhuriyetin ilan edildiği yıllarda, öğretmen okulunda öğrenci iken arkadaşı Fazıl Yenisey ile “İçtihat Yayınevi”ne gittiğini, Abdullah Cevdet’in odasında bir araya gelen yaşlı ve ünlü edebiyatçıları kapı kenarında otururarak dinlediğini yazmaktadır439. Bu hatıra eğer doğru ise, mahfil toplantılarına edebiyata hevesli gençlerin de katılabildikleri anlaşılmaktadır.

437 Ortaç, Bizim Yokuş, s.19. 438 Ortaç, a.g.e., s.20. 439 Salim Rıza Kırkpınar, Salim Rıza’dan Anılar, İstanbul, Yalçın Yayınları, 1990,s.8.

111 İçtihad Evi’ndeki çarşamba toplantıları Konur Ertop’un verdiği bilgiye Abdullah Cevdet’in ölümü yılı olan 1932’ye kadar devam etmiştir440. Eğer bu tarih doğru ise çarşamba toplantılarının yıllarca devam ettiğini söylemek mümkündür. Konur Ertop dışında da çarşamba toplantılarının ne zaman sonlandığını gösteren başka hiçbir bilgi elimizde yoktur.

2. 1. 9. İHSAN RAİF HANIM’IN EVİ

Devrin tanınmış devlet adamlarından Ayandan Vezir Köse Raif Paşa’nın büyük kızı olan İhsan Raif Hanım, babasının görevleri gereği düzenli bir eğitim alamamış ama babasının çocuklarının eğitime verdiği değer sebebiyle özel hocalardan dersler alarak yetişmiştir. Hüveyla Coşkuntürk “İhsan Raif Hanım” isimli eserinde, onun yetiştirilme tarzının devrin temayüllerine nazaran ileri bir anlayışa sahip olduğunu, Batılı anlamda tahsil ve terbiye gören İhsan Hanım’ın, edebiyat ve musikiye olan kabiliyetinin çok erken yaşlarda keşfedildiğini, bunların özel hocalar vasıtasıyla geliştirildiğini yazmaktadır441. İhsan Raif’in yetiştiği ortamda devrin sıradan evlerinden olmayan insanlara rastlamak mümkündür. İki ağabeyi dışişlerinde, biri orduda görevlidir. Türk halk kültürünü babasıyla birlikte bulundukları taşra kentlerinde öğrenen İhsan Raif, yine evlerindeki hizmetçilerden bu kültürün çeşitli yönlerine sahip olmuştur. Hocalarından Rıza Tevfik’in etkisinde kalarak onun gibi şiirler de yazan İhsan Raif Hanım’ın, üçüncü eşi olan devrin tanınmış edebiyat adamı Şahabettin Süleyman’la evlendikten sonra442 onun Osmanbey’deki Raif Paşa Apartmanındaki evi, edebiyatçıların toplandığı bir mahfil niteliğine bürünür443.

440 Konur Ertop, a.g.m., s.29. 441 Hüveyla Coşkuntürk, İhsan Raif Hanım, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987, s. 20–21. 442 İhsan Raif Hanım ile Şahabettin Süleyman’ın evliliklerinde de “edebiyat” ön plandadır. İhsan Raif Hanım, Rübab dergisine İ.R. kısaltmasıyla manzumeler göndermiş, bunlar derginin editörü Şahabeddin Süleyman’ın dikkatini çekmiştir. Bu şiirler vesilesiyle de tanıştıktan biraz sonra evlenmişlerdir. Bu evliliğin hikâyesi için bkz. Mustafa Ragıp Esatlı, “Edebiyat Münakaşasından Doğan Aşk ve İzdivaç”, Olay, C.II, No: 17- 18, 1 İlkteşrin 1944, s.4-5, 33.: No:19- 20, 1 Sonteşrin 1944, s.18- 19, 38.; Hüveyla Coşkuntürk, a.g.e, s.25-31.; Cemil Öztürk, a.g.e., s.XIII. 443 Beşir Ayvazoğlu da Şahabettin Süleyman ile İhsan Raif Hanım’ın evliliklerinden sonra evin bir edebiyat mahfili olduğunu yazmaktadır. Bkz.: Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, İstanbul, Kapı Yayınları, 2008, s.462.

112 İhsan Raif Hanım’ın evindeki mahfilin tam olarak ne zaman kurulduğu tespit edilememektedir. Halit Fahri Ozansoy ve diğer kaynaklar, İhsan Raif Hanım ile Şahabeddin Süleyman evliliğinden hemen sonra evde edebiyat toplantılarının yapılmaya başlandığını söylemektedir. Mahfilin ne zaman toplanmaya başladığının net bir biçimde tespit edilememesinde, çiftin evlilik tarihlerinin tam tespit edilememiş olması da etkilidir. Halit Fahri Ozansoy, “Edebiyatçılar Geçiyor” isimli eserinde evlilikle ilgili iki farklı tarih vermektedir. Bunlardan ilki “…zannederim 1913- 1914 arasında…Şahabeddin Süleyman, çok hisli ve aristokrat bir kadın şairle, İhsan Raif Hanım’la evlenmişti.444” şeklinde, diğeri ise yine aynı eserde “Birinci Cihan Savaşı. İşte o tarihlerde, 1905–1906 arasında Şahabeddin Süleyman şair İhsan Raif Hanım’la evlendi.445” cümleleriyle yazılmıştır. I. Dünya Savaşı’nın 1914 yılında başladığı düşünülürse, 1905–1906 tarihlerinin esere sehven yazılmış olduğu anlaşılır. Ozansoy, “Edebiyatçılar Çevremde” isimli eserinde ise daha net bir tarih vermektedir: “Yıl 1914. Şahabettin Süleyman, ince hisli kadın şairimiz İhsan Raif Hanım’la evlenmiştir.446” Hüveyla Coşkuntürk, Rübab mecmuasında cereyan eden hadiseleri takip ederek, şairenin bir nevi evlilik beyanı kabul edilebilecek olan “Ey Firdevs-i Hayalim” şiirini 23 Mayıs 1329’da (5 Haziran 1913) neşrettiğini ve bunun üzerine de evlilik tarihini 1913–1914 yılları olması gerektiğini tespit etmiştir447. Dr. Nâzım H. Polat da “Şahabeddin Süleyman” isimli eserinde, çiftin evlilik tarihlerini 1914 yılının başları olması gerektiğini yazmaktadır. Polat’ın bu tarihe ulaşmasında Şahabeddin Süleyman’ın 23 Mayıs 1330 (11 Haziran 1914) tarihli İçtihad dergisinde, İhsan Raif’in “Gözyaşları” isimli eserini tanıtan bir yazısı sebep olmuştur. İçtihad dergisinin yazı kadrosunda bulunan Şahabettin Süleyman’ın bu yazıyı yazdığını tahmin eden Polat: “Muhtemelen, yazar bu tarihte İhsan Raif’le evli bulunduğu için, yazısına imza koymamıştır.448” şeklinde de kanaatini açıklamıştır. Hemen bütün bilgiler, çiftin evliliğinin 1913 yılının son ayları ile 1914 yılının ilk aylarında olması gerektiğini göstermektedir. İhsan Raif Hanım’ın apartman dairesi, bu tarihten itibaren bir edebiyat

444 Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.18. 445 Ozansoy, a.g.e., s.284. 446 Halit Fahri Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.39. 447 Coşkuntürk, a.g.e., s.30. 448 Dr. Nâzım H. Polat, Şahabeddin Süleyman, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987, s.24.

113 mahfilinin merkezi olur. Ozansoy, mahfil toplantılarının yapıldığı salonu detaylı bir şekilde tasvir ederek o devrin aristokrat kesiminde yer alanların hayatlarını ve mahfilin oluşmasında mekânın nasıl tefriş edildiğini anlatmaktadır: “Zarif, geniş, iyi döşenmiş bir salon, yerde fevkalâde bir halı. Klasik, rahat ve güzel koltuklar. Köşede mükemmel bir piyano. Avize ve ötesi…Salonun yanında hem koridordan hem salondan geçilen iki kapılı bir salon yavrusu daha. Bir fümüvar daha ziyade…449” Ozansoy, bu mekânı 17. yüzyıl Fransa’sındaki préciuse’lerin, zarafetleri ve güzel konuşmalarıyla ünlü olan, sanata ve sanatkâra evlerini açan kibar kadınların salonuna benzetir450. Mahfilin ev sahipleri dışındaki önemli simaları ise şöyledir: Her zaman gelemese de Yahya Kemal; Ruşen Eşref, Fazıl Ahmet, Salâhattin Enis, Halit Fahri451, Rıza Tevfik, Hakkı Tahsin452, Ahmet Haşim453 . Mahfil toplantılarının sürekli katılımcılarından olan Ozansoy, aynı eserinin bir yerinde mahfil toplantılarının “haftada bir iki gece”454 yapıldığını yazmış, başka bir yerde “her hafta” bir araya geldiklerini455 belirtmiştir. Ozansoy, başka bir eserinde ise toplantıların “haftada üç dört gece456” yapıldığını yazmaktadır.Bu bilgilerden haftada en az bir kere yapıldığı anlaşılan toplantılarda, katılımcıların verdiği bilgilerden de anlaşıldığı üzere çok fazla misafirperver olan İhsan Raif Hanım, ricalar üzerine misafirlerine piyanosunda kendi bestelediği musiki parçalarını terennüm etmiş, “tatlı sesiyle” de kendi şiirlerini okumuştur457. Toplantılarda ev sahibesinin dışında da şairler şiirlerini, hikâyeciler ise hikâyelerini okumuştur458. Bu toplantıları hatıralarında yazmış olan Ozansoy’un verdiği bilgilere göre, mahfilde Salâhattin Enis, “dehşetli açık bir realizm ile yazdığı hikâyeleri”, diğerlerinin bütün ikazlarına, öksürmelerine rağmen okumakta inat edermiş459. Ozansoy, Enis’in bu mahfildeki hâlini şöyle tasvir eder:

449 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.310. 450 Ozansoy,a.g.e., s.311. 451 Ozanasoy, a.g.e., s.40. 452 Ozanasoy, a.g.e., s.311. 453 Cemil Öztürk, a.g.e., s.XX. 454 Ozansoy,a.g.e., s.311. 455 Ozansoy,a.g.e., s.39. 456 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.18. 457 Ozansoy,a.g.e., s.311. 458 Ozansoy,a.g.e., s.312. 459 Ozansoy,a.y.

114 “…Salâhattin Enis daha o zamandan realizmi en keskin naturalizme götürmeye başlamıştı. Okuma sırası ona gelince dehşet! Emile Zola’ya taş çıkartan öyle ultra-realist bir köy hikâyesi okuyor ki, meded Allah! Yüzümüze bile baktığı yok. Almış hızını, okuyor da okuyor! İhsan Hanım’ın başı yere eğik, gözleri halının çiçeklerinde. Şahap somurtkan. Biz hayrette…460” Ozansoy’un verdiği bilgiye göre Ruşen Eşref bir zamanlar Kars ve Batum’a bir seyahat yapmış, seyahat izlenimlerini de Tasvir-i Efkâr’da çıkan seri yazılarında anlatmıştır461. Yaptığımız araştırmaya göre Ozansoy’un verdiği bu bilgilerde bazı yanlışlıklar vardır. Ruşen Eşref, bahsi geçen seyahati Kafkasya’ya yapmıştır. Bu gezi izlenimlerini de Yeni Gün gazetesinde 1918/1919 tarihlerinde seri yazılar halinde yayımlamıştır462. Ozansoy, bu yazıların okunması sırasında Salâhattin Enis’in çok fazla sıkıldığını da eklemeden geçmez.463. Halit Fahri Ozansoy’un, “İhsan Raif Hanım’ın Salonu464” isimli yazısında da bir mahfil toplantısında nelerin konuşulduğuna dair bilgiler bulunmaktadır. Yazarın bizzat katıldığı bu toplantıda onun yanında Hakkı Tahsin, Salâhattin Enis de bulunmaktadır. Ev sahibesi piyanoda “Gülzar peşrevi”ni çaldıktan sonra, Şahabettin Süleyman’ın teklifiyle mekânı edebiyat mahfili haline çevirecek olan şiirler okunmaya başlamıştır. Ev sahibi, eşi İhsan Raif Hanım’dan yeni yazıp bitirdiği şiirini misafirlerine okumasını rica etmiştir. İhsan Raif Hanım da misafirlerine “Gece Başlarken465” isimli şiirini okumuştur. Ozansoy’un anlatımından okunan şiirin misafirlerin tamamı tarafından beğenildiği anlaşılmaktadır466. Ozansoy’un aynı yazıda verdiği bilgilere göre mahfil toplantılarında yukarıda örneklerini verdiğimiz edebî faaliyetlerin yanı sıra Yahya Kemal’in henüz neşretmediği “Biblis İlaheleri” ve “ Adonis” şiirlerini, Fazıl Ahmet’in “manzum

460 Ozansoy,a.g.e., s.40. 461 Ozansoy,a.y. 462 “Kafkasya’da Bir Cevelan” başlıklı altı yazının ilki, Yeni Gün gazetesinde 19 Kânunievvel 1334 (1918) tarihinde çıkmıştır. Altıncı ve son yazı ise –süreli yayında isim değişikliği olduğundan- Eski Gün gazetesinde 22 Şubat 1335 (1919) tarihinde çıkmıştır. Bkz.: Ruşen Eşref Ünaydın, Yazılar-I, (Yay. Haz. Necat Birinci, Nuri Sağlam), Ankara, AKDTYKTDKY, 2002, s.130–161. Cemil Öztürk ise yanlış bir bilgi vererek Ruşen Eşref’in toplantılarda “Kafkas Mektuplarını” okuduğundan bahsetmektedir. Bkz.: Öztürk, a.g.e., s.XX. 463 Ozansoy,a.g.e., s.40 464 Halit Fahri Ozansoy, “İhsan Raif Hanım’ın Salonu”, Son Havadis, 25 Mayıs 1958, s.2. 465 Şiirin tam metni için bkz.: Coşkuntürk, a.g.e., s.84. 466 Ozansoy, “İhsan Raif Hanım’ın Salonu”, Son Havadis, s.2.

115 esprilerini”, Hakkı Tahsin’nin “Pierre Louyus üslûbu ile şairane mensur diyaloglarını” okuduğunu öğreniyoruz467. Mahfilde henüz edebiyat piyasasına sunulmamış eserler de okunmaktadır. Bu durum, edebî eleştiri mekanizmasını harekete geçirerek eserin varsa kusurlarının tadil edilmesine, eserin devrin diğer eserlerinden üstün ve zayıf yönlerinin belirlenmesine yarayan bir “tenkit” sisteminin de kurulmasına hizmet etmiştir. Şahabeddin Süleyman, yeni yazdığı “Siyah Süs” isimli piyesini, evlendikleri tarihte mahfiline davet ettiği Hakkı Tahsin, Halit Fahri, Selâhattin Enis’e bir akşam vakti okumuştur468. Ozansoy’un verdiği bilgiye göre “Bir harem ağasının anormal ve çılgın aşkını” tahlil eden bu piyes, çok kuvvetli bir dramdır469. Siyah Süs isimli eseri öven Ozansoy’un verdiği bilgiye göre eser, basılmadan ve oynanmadan kaybolmuştur470. Mahfilde Şahabettin Süleyman’ın tercümeler yaptığını, hatta Ozansoy’un verdiği bilgiye göre mahfildekilerin şiirler okuduğu, edebiyattan konuştukları sırada Şahabettin Süleyman’ın Lalou’nun estetiğinden bazı parçaların tercümesinde Ozansoy’dan yardım isteğinde bulunduğunu tespit edebilmekteyiz471. Bu bilgiden hareketle, mahfilde şiirler, hikâyelerin okunduğu, edebiyat konularının yanında çeşitli eserlerin de tercüme edildiğini söyleyebiliriz. Bu da mahfilin aslında orada toplanan kişilere olan doğrudan faydasını göstermektedir. Yeni ve farklı konu ve konular, mahfil müdavimlerinin genel kültürünü arttıracak, onlara fayda sağlayacak niteliktedir. İhsan Raif Hanım’ın salonuyla ilgili belki de tek detaylı bilgileri veren Ozansoy, mahfilin 1914 yılının ortasına kadar devam ettiğini belirtmektedir. Ozansoy’un mahfilin dağılma sebebiyle ilgili bu tarih dışında hemen hiçbir bilgi

467 Ozansoy, “İhsan Raif Hanım’ın Salonu”, Son Havadis, s.4. 468 Ozansoy, a.g.e., s.289. 469 Ozansoy, a.y. 470 Ozansoy, a.y. Şahabettin Süleyman’ın yakın arkadaşı olan Yakup Kadri Karaosmanoğlu ise “Gençlik ve Edebiyat Hatırları” isimli eserinde eserin kitaplaştırıldığını söyler: “Bir zenci harem ağasının, sarışın bir cariye ile aşk macerasını Siyah Süs adlı bir tiyatro kitabıyla sahnemize getirdi…”. Cahide Başol’un “Fecri Âtî” isimli yazısından öğrendiğimize göre, encümenin ilk toplantısındaki intibalarını anlatan Refik Halit, Şahabettin Süleyman’ın bu toplantıda Siyah Süs ismindeki piyesin tafsilini verdiğini hatırlamaktadır. Bkz.: Cahide Başol, “Fecri Âtî”, Servet-i Fünûn-Uyanış, y.51, c.90, 7 Ağustos 1941, s.143. Bkz.: Karaosmanoğlu, a.g.e., s.36-37. 471 Ozansoy, a.g.e., s.312.

116 vermemesi, mahfilin dağılış tarihini ve sebebini de muğlâkta bırakmaktadır. Ozansoy’un mahfilin dağılışına yönelik de okunabilecek şu sözleri, aslında mahfilin dağılmasıyla ilgili yorum yapmamıza imkân sağlamaktadır: “İhsan Raif Hanım’la Şahabettin Süleyman’ın Avrupa’ya gitmelerinden sonra, Şahap bu seyahatte İsviçre’de hastalanarak ölmüştü. Raif Paşa Apartmanı’ndaki toplantılar da artık bir hatıra olarak kapanmıştır.472” Bu cümleler ile 1914 tarihi arasında bir tutarsızlık vardır. İhsan Raif Hanım ve eşi, birkaç kez Avrupa’ya gitmiştir. Cemil Öztürk, çiftin 1916 yılında turistik bir amaçla veya belki tedavi olmak için gemiyle Marsilya üzerinden Avrupa’ya gidip döndüklerinin bilgisini vermektedir473. Mahfilin dağılmasında, belki de mahfilin eskisi gibi sürekliliğini kaybetmesinde bu gezi etkili olmuştur. Ama Ozansoy, mahfilin dağılışını Şahabettin Süleyman’ın İsviçre’de ölümüne bağlamaktadır. Şahabettin Süleyman’ın İsviçre’de iken öldüğü tarih de net değildir. Polat, onun 1918’in son ayı veya 1919’un başlarında, muhtemelen de ocak ayında öldüğünü tahmin etmektedir474. O hâlde eğer mahfilin dağılması, Şahabettin Süleyman’ın bu son gezisindeki vefatına bağlanıyorsa onların 1918’de seyahat için ülkeden ayrıldıkları tahmin edilebilir475. Bu bilgiler ve tahmin eğer doğruysa ve mahfilin dağılmasında başka sebepler de etkili değilse, mahfil 1914’te değil de bu tarihten birkaç sene sonra dağılmış olmalıdır. Nitekim mahfilde Ruşen Eşref’in okuduğu “Kafkasya’da Bir Cevelan” başlıklı yazıların ilki 19 Kânunievvel 1334 (18 Aralık 1918) tarihinde gazetede çıkmıştır. Bu geziyle ilgili gazetede şu açıklama yer almaktadır: “Bundan üç ay kadar mukaddem gazetemizin teşebbüsü ile ordumuzun müzaheretine istinaden Kafkasya'da tetkikî bir seyahat icrasına azimet etmiş olan Ruşen Eşref Bey, hareketinin haf- tasında, ahvalin baştan başa dîgergûn olmasına rağmen bu cevelânını pek büyük müşkülleri iktiham etmek suretiyle esaslı noktalarında ikmal eylemiştir.476“ Bu cümlelerden de anlaşılacağı üzere Ruşen Eşref, Ekim 1918 tarihinden önce bu geziye çıkmıştır. Mahfildeki okuma etkinliği de bu tarihten önce olmalıdır. Bu verilerin ışığında, mahfilin Ekim 1918’den sonra dağılmış olabileceği ihtimalini

472 Ozansoy, a.g.e., s.40. 473 Öztürk, a.g.e., s.XIV. 474 Polat, a.g.e., s.28. 475 Polat, a.g.e., s.27.; Öztürk, a.g.e., s.XIV. 476 Ünaydın, a.g.e., s.130.

117 gözden uzak tutamayız.

2. 1. 10. İBNÜLEMİN MAHMUT KEMAL İNAL’IN KONAĞI

Yusuf Kâmil Paşa’nın mühürdarı Mehmed Emin Paşa’nın oğlu olan İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Mercan’daki Mühürdar Mehmed Emin Paşa Konağı’nda dünyaya gelmiş ve özel hocalardan ders alarak kendini yetiştirmiştir477. Çocukluğundan beri okuma ve yazmaya olan merakı, babasının düzenlediği kültür- sanat-edebiyat toplantılarına devam eden kişileri yakından tanıdıkça daha da artmış ve onda sanat, edebiyat, musiki merakı bir ibtila hâlini almıştır. Devrin tanınmış sadrazam, nâzır, şeyhülislâm, âlim, şair, musikişinas, hattatlarının da devam ettiği babasının mahfilini kendisi de kardeşiyle beraber ölünceye kadar devam ettirmiştir. İbnülemin’in mahfili devam ettirmesinde birkaç özelliğe dikkat edilmelidir. Bunlardan ilk ve belki de en önemlisi, geleneksel “sohbet” kültürü ile ilgilidir. Nakşî bir geleneğe intisap etmiş olan İbnülemin478, Yusuf Kamil Paşa ve babasının da aynı geleneğe mensup olmaları sebebiyle, bu sohbet toplantıları hayatlarının merkezi bir konumunda yer almıştır. Mahfilin kurulmasında ve devam ettirilmesinde Nakşiliğin “sohbet merkezli bir tarikat” olmasının da büyük oranda etkisi vardır479. Babasının vefatıyla konaktaki sohbetleri devam ettiren İbnülemin’in mahfilinde konuşulan konular, katılımcılar ve bilhassa da mahfili bir araya getiren kişinin ilmi, seciyesi, öğrenmeye ve öğrendiklerini anlatmaya karşı olan merakı sebebiyle pek çok kişi tarafından bu mahfil değerli kabul edilmiştir. Süleyman Nazif, burada düzenlenen sohbet ve musiki toplantılarını çok fazla faydalı gördüğünden olmalı, konağa “Darü’l-Kemâl” ismini vermiştir480. Sarı Konak481 ismi de verilen bu

477 Toros, Mazi Cenneti, s.35. 478 Fatih M. Şeker, “İbnülemin İçin Bir Entelektüel Portre Denemesi- Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Sahih Bir Köprü”, Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin Mahmud Kemâl: Kemâlü’l- Kemâl (içinde), (Haz. Fatih M. Şeker- İsmail Kara), İstanbul, Dergâh Yayınları,2009, s.20. 479 Şeker, a.g.e., s.41. 480 Orhan Okay, Silik Fotoğraflar, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2001, s. 158. 481 Okay, a.y.

118 konaktaki toplantılar, Cumhuriyet sonrasında da faaliyetini sürdüren en uzun ömürlü mahfilllerden biri, belki de bunların en uzun ömürlüsüdür. Mahfilin hangi gün toplandığıyla ilgili pek çok kaynak farklı bilgiler vermektedir. İbnülemin’i yakından tanıyan hatta onunla ilgili bir de eser yazan Hüseyin Vassaf, toplantıların farklı iki günde yapıldığını yazmıştır482. Bu toplantılara Cumhuriyet’ten sonra katılan pek çok isim, mahfilin genelde “pazartesi” 483 akşamları bir araya geldiğini yazdığı için biz de mahfilin en azından Cumhuriyet’ten sonra bu günde toplandığını kabul etmek zorunda kaldık. Toplantılara pek çok âlim, şair, yazar, devlet adamı, musikişinas, hattat, üniversite hocası devam etmiştir. Konağa devam edenlerden tespit edebildiklerimiz şöyledir: Kâzım İsmail Gürkan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yusuf Ziya Ortaç, Hasan Âli Yücel, Tevfik Remzi Kazancıgil484; Mahir İz, Hâmid Ongunsu485; Fuat Köprülü, Osman Reşer, A. Süheyl Ünver, Hakkı Tarık Us, Muzaffer Esad, Turgut Kut, Fahri Celal Göktulga486; İsmet Zeki Eyüboğlu487; Mükrimin Halil Yinaç, Osman Nuri Engin, Ebululâ Mardin, Sadi Irmak, Fethi İsfendiyaroğlu, Cavit Baysun, Ekrem Karadeniz, Necati Başar, Midhat Cemal Kuntay, Ali Emiri Efendi, Faik Reşad488; Pertev Paşa’nın torunu Meclis-i Evkaf Azası’ndan Aziz Bey, şair Adanalı Hayret Hoca, şair Adanalı Hakkı Bey, Darülmuallimat Farisi Hocası Halil Efendi, Beyazıt Kütüphanesi Hafız-i Kütübü Tahsin Hoca, Ispartalı Hakkı Efendi, Meclis-i Maarif Başkâtibi Halil Edip Bey,

482 Hüseyin Vassaf, konakta bir zamanlar “cuma” ve “pazar” günleri toplantıların yapıldığını yazmaktadır. Bkz.: Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.162. Aynı yazar, aynı eserinde “salı” günleri musiki toplantıları düzenlendiğini de belirtmektedir. Bkz.: Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.166. Midhat Sertoğlu da “İstanbul Sohbetleri”nde, mahfilin “salı” günleri toplandığını yazmaktadır. Bkz.: Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri, s.56. Mithat Cemal Kuntay, toplantıların cuma günleri yapıldığını yazmaktadır. Bkz.: Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Akif: Hayatı- Seciyesi- Sanatı, s.11. İbnülemin ise meclisine devam eden Muallim Kâzım ile ilgili yazısında toplantılarının hangi gün yapıldığını açıklamaz, sadece “vaktile haftada muayyen bir gecede” şeklinde genel bir ifade kullanmıştır. Bkz.: İbnülemin M. Kemal, “Muallim Kâzım”, Vakit, 13 Ağustos 1943, s.2. 483 Mahfil toplantılarının pazartesi günü yapıldığını yazan kaynaklar şöyledir: Toros, Mazi Cenneti, s.36.; Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.94. ; Ortaç, Portreler, s.184.; Beşir Ayvazoğlu, “Darülkemal’de Bir Kış Gecesi”, Türk Edebiyatı, y.37, No:37, Mayıs 2009, s.12.; Turgut Kut, “İbn’ül Emin Mahmut Bey’in Pazartesi Toplantıları”, Hürriyet Gösteri, y.1, No: 5, Nisan 1981, s.20.; Turgut Kut, “İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal ‘Beyefendi’de’ Anılar”, Müteferrika, No:17, Yaz 2000/1, s.76.; Metin Toker, “İstanbul’un Harab Bir Konağındaki Hazine”, Müteferrika, No:17, Yaz 2000/1, s.170.; Dursun Gürlek, “Mühürdar Emin Paşa Konağı ve İbnülemin Mahmud Kemal İnal”, Kültür Sanat Araştırma Dergisi, No:6, Bahar 2007, s.90.; İz, a.g.e., s.222. 484 Orhan Okay, a.y. 485 İz, a.g.e., s.224. 486 Turgut Kut, a.g.m., Hürriyet Gösteri, s. 22. 487 Muzaffer Buyrukçu, Dillerinde Dünya, İstanbul, Adam Yayınları, 1995, s.159. 488 Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphaneler, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı, 2003, s.271- 272.

119 İbnülemin’in kardeşi İbnülemin Tevfik Bey, İbnülemin’in küçük kardeşi İbnülemin Selim Bey489; Mehmed Âkif490; Burhan Felek, Vasfi Rıza, Behzat Budak, Dr. Nevzad Atlığ, Dr. Alaattin Yavaşça491; Halil Nihat Boztepe, Yusuf Ziya Ortaç492; Hakkı Süha Gezgin, Kani Karaca493; Salim Rıza Kırkpınar494; Muallim Kâzım495. Babasının mahfilindeki gibi pek çok önemli devlet adamının yanı sıra âlim, şair, yazar, gazeteci, hattat, musikişinasın devam ettiği bu “devr-i kadim” konağında düzenlenen toplantıları ev sahibi idare etmiştir496. Onun bu tavrını bilen müdavimler de onu konuşturmak için pek çok yöntem denemişlerdir. Turgut Kut497, mahfille ilgili anılarını anlattığı yazısında, İbnülemin’in karşısındaki koltuklara genellikle Mükrimin Halil Yinanç ile Osman Nuri Ergin’in oturduğunu, onu konuşturmak isteyen bu ikilinin önce aralarında fısıldaştıklarını, bu fısıldaşmaya dikkat eden İbnülemin’in onlara hangi konu ile ilgili konuştuklarını sormasıyla da sohbetin istenen yöne çekildiği veya başka bir sohbetin başlatıldığını belirtmektedir498. İbnülemin, evine gelenleri, mahfiline katılanları dört sınıfa tasnif edermiş: “Saz erbabı”, “söz erbabı”, “ehibbâ-yı kadîme” ve “bunların iznini alarak getirdikleri kişiler”499. Bu dört niteliğe sahip olmayanların hiçbirinin mahfile girmesinin imkân ve ihtimali yokmuş. Orhan Okay bu mahfili anlattığı yazısında, mahfile katılamamasının bir sebebi olarak da İbnülemin’in dillere destan “heccavlığı” ve

489 Kuntay, Mehmed Akif: Hayatı- Seciyesi- Sanatı, s.11- 12. 490 Kuntay, a.g.e., s.14. 491 Toros, a.g.e., s.37. 492 Ortaç, Portreler, s.184. 493 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.97. 494 Kırkpınar, a.g.e., s.57. 495 İbnülemin M. Kemal, a.y. 496 Prof. Dr. Ali Alparslan, “İbnülemin Mahmud Kemâl İnal’ın Kısa Hayatı ve Hat Koleksiyonu”, Müteferrika, No:17, Yaz 2000/1, s.86. 497 Mühürdar Mehmed Emin Paşa Konağı’nın özellikleri Turgut Kut’un verdiği bilgiler çerçevesinde şöyledir: “Sokağın sol başındaki araba kapısının kapalı olduğu konağa, bahçeye açılan diğer kapıdan girilirdi. Daima loş olan birinci katta neler olduğu anlaşılmaz, buradan tahta bir sundurmayla üst kata çıkılırdı. Her iki tarafta da odaların bulunduğu bu geniş salonun duvarlarında bir milim yer kalmayacak şekilde her yerde güzel hatlar, levhalar, fotoğraflar asılıydı. Dolaplarda el yazması ağırlıklı bir sürü kitap diziliydi. Sol taraftaki oda, adeta bir “panayır yerine” benzerdi. Her yer kâğıt torbaları, dergiler, kesilmiş ve fişlenmiş gazete kupürleri ve takvim yapraklarıyla doluydu. Üstat, kısa bir süre konuşacağı misafirlerini burada ağırlardı. Çalışma odasının yanında büyük bir oda vardı. İşte burası, mahfilin toplandığı yerdi. Küçük bir müzeye benzeyen bu odanın bir köşesinde çini bir soba vardı. Havı kaçmış kırmızı kadife kaplı empire mobilyalar, duvar kenarına doğru dizilmiş oturaklar, duvarları süsleyen çeşm-i bülbüller, gülabdanlar, kâseler, maktalar, divitler….” Bkz.: Turgut Kut, a.g.m., Hürriyet Gösteri, s. 20- 21. 498 Turgut Kut, “İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal ‘Beyefendi’de’ Anılar”, Müteferrika, No:17, Yaz 2000/1, s.78. 499 Orhan Okay, Silik Fotoğraflar, s.156.

120 “seriülinfial” yaratılışının yanı sıra “azarlanmak” ihtimalinin de büyük bir etkisinin olduğunu belirtmektedir500. Mahfilin ev sahibi tarafından düzenlenen bir oturma düzeni vardır. İbnüelmin, konağına gelenleri, ilmine, statüsüne, yaşına, dostluk ve vefa derecesine ve özellikle o kişiden hoşlanıp hoşlanmadığına göre salondaki koltuklara oturturmuş501. Sohbetine devam etmesinden pek haz etmediği ve sevmediği kişilerin yeri genelde kapıya yakın bir sandalye olurmuş502. Devrin siyasî, dinî ve fikrî taraflarını temsil eden insanların müdavimi olduğu bu toplantıların dikkat çekici bir özelliği ise aynı mekânda bir araya gelmeleri pek de mümkün olmayan, birbirlerini zıt düşünce ve dünya görüşüne sahip insanları bir araya getirmesidir. Konağın sohbet geleneği, “ikbal” ve “inziva” devirlerinde olan insanları eşit önemde görmesi yönüyle farklı bir yerde durmaktadır. İnziva köşesiden ikbale ulaşan insanlar, konağın sohbet halkasını terk etmez ve müdavimleri oldukları şekilde sohbet toplantılara devam ederler. Bu tavır alışta, devleti yöneten kesimin biraz da buradan yönetildiği, hiç olmazsa burada devleti yönetecek örnek olayları, hikâyeleri dinleyerek kendilerini görevlerine hazırladıkları sonucu da çıkartılabilir. Zira bu sohbetlerde sadece ve sadece edebî mevzular konuşulmaz. İbnülemin’in ilgi alanının genişliği nispetinde en “hurda” ayrıntı için bile pek çok sözün söylendiği, bunun yanı sıra eski devlet adamlarının kişilikleri, zaafları, üstün taraflarının da konuşulması, sohbeti sıradan dedikoduların yapıldığı yerlerden ayırmaktadır. Hüseyin Vassaf, konağın günden güne nasıl ünlendiğini ve müdavimlerinin artmasını İbnülemin’in ilim ve irfanının yüksekliğine bağlayarak şöyle dile getirmektedir: “Mahmud Kemâl Bey’in tecrübe-i ilmiyesi, zevk-i irfaniyesi tezâyüd ettikçe neş’e-i feyz yüz göstermeye başlamış ve meclis-i sohbetine gelenler çoğalmıştır. Meşâyih ve ulemâ-yı kirâmdan, şeyhülislâmlardan, urefâ-yı ricâl-i fihâmdan, şuarâ-yı benâmdan birçoklarının konağa gelerek hem- sohbet oldukları ve ulûm-ı zâhire vü bâtınaya ve eslâfın bıraktıkları âsâra dair cereyan eden vâkıfâne ve müdekkikâne mübâhaseye muharrir-i âciz şahit olanlardanım.503”

500 Okay, a.y. 501 Toros, a.g.e., s.36. 502 Toros, a.y. 503 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.147.

121 Turgut Kut’un “sanki gülmek için kurulmuş bir topluluk504” şeklinde andığı mahfilde musiki meşkinin özel bir önemi vardır. Genç yaşlarından itibaren Şehzadebaşı’ndaki Kâzım’ın Kıraathanesi’ndeki saza kardeşi ile devam eden İbnülemin, bu kıraathanede o zamanların “ehl-i dil, ehl-i edeb” olanlarıyla “kemâl-i zevk u edeble” bir araya gelmiştir. Hüseyin Vassaf, kıraathanenin sonraları bu geleneğini değiştirmesi üzerine iki kardeşin konaklarında musikiye de bir toplantı ayırmaya karar verdiklerini yazmaktadır505. Hüseyin Vassaf, “salı” geceleri akşam ezanından önce konağa gelenlere mükellef yemek ikram edildiğini yazması sadece bu tür toplantılara has bir ritüelin oluştuğunu gösteren bir ayrıntıdır. Vassaf, buraya gelen “hânende” ve “sâzendelerin” eski besteler, nakışlar, kârlar, semailer, şarkılar okunmadan önce akşam ezanının cemaatle eda edildiğini, sonra yemek yenip kahve içildiğini, daha sonra yatsı namazına kadar sohbet edildiğini, bu namaz da cemaatle eda edildikten sonra musiki faslının başladığını, meclisin dağılmadan önce de durak, na’t, ilahi ve daima bir aşr-i şerîf tilavet olunduktan sonra da meclisin dağıldığını beyan etmektedir506. Hüseyin Vassaf, bir zamanlar konakta cuma ve pazar günleri olmak üzere haftada iki gün507 “ulemâ”, “üdebâ” ve şuara”nın devam ettiği toplantıların yapıldığını yazması ve bazı kaynakların bu toplantıları farklı günlerde göstermesi, konaktaki toplantıların zaman içinde günlerinin değişmiş olması ihtimalini kuvvetlendiren deliler olarak görülmelidir. Toplantılarda, “eslâf ve onların âsârına dair mülahazalar, mütalaalar, tenkitler ve takdirler” dile getirilmiştir508. Toplantılarda edebî konularla ilgili sohbetler de yapılmıştır. Bunlardan birini nakleden Hüseyin Vassaf, kendisinin okuduğu “Âmedem mest be-kûy-ı tû ve mecnûn reftem” mısrasının İbnülemin tarafından hemen ikinci mısrasının okunarak devam ettirildiğini, sonra da “kâilinin terceme-i hâliyle felsefe-i fikriyesi hakkında dermeyân ettiği malumat”ın toplantıda olanları “lâl” ettiğini yazması509, toplantılardaki sohbet konuları hakkında bilgi veren ayrıntılardan biridir.

504 Kut, a.g.m., Hürriyet Gösteri, s. 22. 505 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.166. 506 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.166- 167. 507 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.162. 508 Hüseyin Vassaf, a.y. 509 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.161.

122 Başka bir toplantıda ise İbnülemin’in kendisinden bilgi isteyen bir genç şairle konuşması, buradaki sohbetin ve ev sahibinin kişilik özelliklerini aydınlatan bir mahiyettedir. Hüseyin Vassaf, “üdebâ-yı Mevleviyeden Tahir (Olgun) Bey”in, bir genç şairle toplantıya geldiğini, bu şairi İbnülemin’e takdim ettikten sonra, “terceme- i hâli ve menâkıbı mazbût olmayan müteahhirîn-i şuarâdan” birine dair yazmakta olduğu bir eser için konağın sahibinden malumat vermesini isteyen bu genç şaire İbnülemin’in “is’âf-ı mes’ûle sarf-ı nefes eylediği sırada”, genç şairin “Efendim bu malumata ait veskia var mı?” demesiyle İbnüleimin’in “alâim-i hiddet rû-nümâ olarak der-akab bahsi” kestiğini yazar. Tahir Bey araya girerek, “Beyefendi’nin sözleri en büyük vesikadır.” diye genç şairi “tevbîh” ettiğini belirtir510. Bu bilgi mahfilde bazen mahfil sahibinden bilgi alamak amacıyla gelenlerin de ağırlandırdığını ortaya çıkarmaktadır. Taha Toros, Orhan Veli’nin ölümünden duyulan üzüntünün bu toplantıların birinde dile getirildiğini burayla ilgili anılarında yazmıştır. Mahfildekiler Orhan Veli’nin kimliği ve şiirleri hakkında ev sahibine geniş izahlarda bulunmuş, onun çok fazla içki içtiğini dile getirmişlerdir. Bir sonraki toplantıda İbnülemin, Orhan Veli için yazdığı aşağıdaki mersiyeyi okumuştur: “Şair-i meşhur imiş Orhan Veli, Öldüğü gün vakıf olduk şanına. Görmedim bir kere şahsını ve şiirini, Yok vukufum cehline irfanına …………………………. Çeşmi tok şair imiş, bir misli yok, Açmamış el, kimsenin ihsanına. ……………………………….. Postu sermiş çıkmamış meyhaneden, (Bekir Mıstık) almış onu yanına. Şişe şişe nuş edip boş durmamış, Akıbet girmiş zavallı kanına. Tarihini (Mey)le yazdı serhoşan; İçti içti, kıydı Orhan canına!511”

510 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.149. 511 Toros, Altı Renkli Portre, s.94.

123 Orhan Veli’nin vefatı dolayısıyla mahfildeki bir sohbet konusunu da öğrenmiş bulunmamız, edebiyatla ilgili güncel olayların da mahfilde konuşulabildiğini gösteren bir delil kabul edilmelidir. Ayrıca mahfilin sahibi olan İbnülemin’in güncel edebiyatla olan bağı da bu olayla ortaya çıkmaktadır. Dikkat çekici bir ayrıntı ise, yukarıdaki manzumenin, aslında Orhan Veli’nin ölümüne tarih düşürmek için yazılmış olmasıdır. Her ne kadar yeni edebiyatla arasında görece bir mesafe bulunan İbnülemin’in, Orhan Veli gibi bir şairin ölümüne tarih düşürerek, geçmişte önemli kişi, olay veya durumların vuku bulma tarihlerini belirten bir edebî sanatı yeni nesilden bir şairin vefatına uygulamakla, tıpkı mahfilinden neşet eden “geçmiş ile gelecek” arasında bir köprü kurma özelliğini bu olayda da uygulamış olması dikkat edilmesi gerekli bir husustur. Orhan Veli’nin 14 Kasım 1950512 tarihinde vefat ettiği dikkate alınırsa, bu sohbetin bu tarihe yakın bir zamanda yapılmış olduğu ortaya çıkar. Hüseyin Vassaf, eğer müdavimlerin İbnülemin’e bir işleri düşerse onun bu işleri hemen hallettiğini ve bu yüzden de konağa gelen gidenin çok olduğunu yazması513, mahfil sahibinin aynı zamanda devlet kademesindeki görevi sebebiyle bir hami gibi misafirlerine yardımcı olduğunu da göstermektedir. Mahfile gelen misafilere bazı toplantılarda yemek de verildiğinden işin maddi külfetinin de arttığını belirten Hüseyin Vassaf, İbnülemin’den hiç olmazsa yemek verilmeyerek zorlanmadan bu toplantıların devam ettirilmesini istemiş, önceleri bu teklifi kabul etmeyen mahfil sahibi daha sonra mecburen onun teklifini kabul ederek bu külfetten kurtulmuştur. Mahfilde yemek verilmediğini duyan bazı müdavimler, mahfil toplantılarına bu yüzden gelmez olmuştur514. Orhan Okay, mahfilin önemi ile ilgili şu tespiti yapmaktadır: “İbnü’l- Emin, babasının ölümünden sonra Bayezit’deki konağında sohbet geleneğini devam ettirmiş, o çevre içinde pek çok şahsiyetin yetişmesinde rol oynamıştır. O devri yaşayıp onun konağından geçmiş olanların hatırlarında zengin bilgiler, derin tarih kültürü, lezzetli sohbetler ve bütün bunlara katışmış fıkralar dikkati çeker.515”

512 Orhan Veli, Bütün Şiirleri, s.7. 513 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.168. 514 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.170. 515 Okay, Silik Fotoğraflar, s.158.

124 Konağın geçmiş ile gelecek arasında kurduğu irtibat için Necdet Sakaoğlu da dikkat çekici bilgiler vermektedir: “İstanbullu paşazâde, aynı zamanda bir Babıâli bürokratı ve kalem sahibi olarak Osmanlı kültürünün bir geleneğini ölünceye kadar sürdürmüş; babasının konağını, encümen-i dâniş, encümen-i ülfet havasında, aydınlarla sanatçılara açık tutmuştur. Bu özverisi sayesinde, cumhuriyet ve devrim köpüklenmelerinde sil süpür edilen İstanbul inceliklerinden hiç değilse biri, kendi imkânları ve dostlarının katkılarıyla sürdürülmüş; Emin Paşa Konağı toplantılarına katılma şansını yakalayan aydınlar arasında çok farklı ve zengin bir kültür iletişimi yaşanmış; geriye, kitaplar dolduracak kadar anı, anekdot, bilgi ve belge kalmıştır.516” İbnüelmin’in konağındaki mahfil, onun 1957 yılındaki ölümüne kadar zaman zaman kesintilere uğrayarak devam etmiştir. Birinci dizesi Yahya Kemal’e, ikincisi ise Süleyman Nazif’e ait beyit bu mahfil sahibinin kişiliğini çok güzel açıklıyor: “Hezâr gıpta o devr-i kadîm efendisine Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine.517” Bu iki dizeye sonradan bir beyit de İbrahim Alaattin Gövsa eklemiştir: “Bir öyle âbide rekzetti yurda hazret kim İl’el-ebed şaşacaktır Cihan mühendisine518”

2. 1. 11. ABDÜLHAK HÂMİD TARHAN’IN EVİ

Şişli’de Maçka Caddesi ile Bronz Sokağı’nın kesiştiği yerde, 35–41 numaralı Maçka Palas Apartmanı, 1922 yılında Türkiye’ye demiryolu müteahhitliği yapmak üzere gelen Vincenzo Caivano tarafından, İtalyan asıllı mimar Guilio Mongeri’ye yaptırılmıştır519. Bir bodrum, zemin ve teras kattan oluşan mekân, yedi katlıdır ve İstanbul’un o devirlerdeki büyük apartmanlarından biridir520. Abdülhak Hâmid, çeşitli ev ve ülkelerde yaşamıştır. Onun Maçka Palas’ın bodrum katındaki dairesine kadar hiçbir evinde “kabul günleri” düzenlediğine, evini

516 Necdet Sakaoğlu, “Bir Fotoğrafın Düşündürdükleri”, Müteferrika, No:17, Yaz 2000/1, s.113. 517 Okay, Silik Fotoğraflar, s.159. 518 Kırkpınar, a.g.e., s.56. 519 Yasemin Suner, “Maçka Palas”, DBİA, C.V, s.235. 520 Toros, Mazi Cenneti, s.49.

125 bir sanat- edebiyat mahfiline çevirdiğine dair bir bilgi yoktur521. Hâmid, Cumhuriyetten sonra eski şaşaalı zengin hayatını kaybetmiş, daha mütevazı yaşamak zorunda kalmıştır. “Şair-i Azam” şiirinde anlattığı sefalet manzaralarını şimdi ülkesinde yaşamak zorundadır. İstanbul Şehremaneti, şairi bu zor durumdan kurtaracak ilk adımlardan birini atmış ve Abdülhak Hâmid’e oturması için 1928 yılında Maçka Palas’ta bir daire tahsis etmiştir522. Abdülhâk Hâmid, Lüsyen Hanım’la 1927 yılında ikinci defa evlendikten sonra Maçka Palas’ın bodrum katındaki 4 numaralı523 apartman dairesine geçmiş, eşi Lüsyen Hanım’ın “bir edebî salon sahibi olmak524” isteğinin de etkisiyle, bu

521 İnci Enginün, Hâmid ile Lüsyen Hanım’ın 1913 yılında Bebek’te ikamet ettiklerini, bu sıralarda eve gelen birçok ünlü edebiyatçının Lüsyen Hanım ile ilgilendiğini ve burada haftada bir satranç maçlarının yapıldığını yazmaktadır. Bkz.: Lüsyen Hanım’dan Abdülhak Hâmid’e Aşk Mektupları, (Çev. İsmail Yerguz), (Giriş ve Notlar: İnci Enginün), İstanbul, Oğlak Yayınları, 1997, s.21- 23. 522 Prof. Dr. İnci Enginün, Abdülhak Hâmid Tarhan, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986, s.40.; Prof. Dr. İnci Enginün, Abdülhak Hâmit, İstanbul, Timaş Yayınları, 2001, s.35. Ayrıca bkz. Yakup Kadri, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, s.193. Abdülhak Hâmit -İnci Enginün tarafından hazırlanan- hatıralarında Viyana’dan dönüşünden itibaren ev değiştirme serencamını şöyle anlatmaktadır: “Sonra Abdülmecid Efendi Hazretleri saray-ı hilâfet-penâhîleri müştemilâtından bir dairede üç oda tahsis buyurdular. Avrupa’ya azîmetlerinden sonra fakir de o daireden Maçka Palas’ta bir apartımana naklettim. Dolmabahçe’deki dairemde iken bana ihsan buyurulmuş olan esâs ve eşya o zaman İstanbul Valisi bulunan Haydar Beyefendi’nin himmeti-i mahsusalarıyla yeni ikametgâhıma gönderildi. Elyevm orada mukîm bulunuyorum …” (Haz. İnci Engünün), Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1994, s.360–361. Beşir Ayvazoğlu ise Hâmit’in 1924 yılında Maçka Palas’a taşındığını şu cümlelerle açıklamaktadır: “ …Hâmid de Halife Abdülmecid Efendi’nin kendisine Dolmabahçe Sarayı’nda tahsis ettiği daireye yerleşir. Öyle anlaşılıyor ki, genel sekreterlik görevine başlayacak vakit bulamayan Hâmid, Hilafet 3 Mart’ta ilga ediliverince ister istemez saraydan ayrılmış ve Maçka Palas’ın bodrum katında, kendisi için Belediyece tahsis edilen daireye yerleşmek zorunda kalmıştır.” Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.92–93. Feham Ülgen ise Tevhid-i Efkâr ve Vakit gazetelerindeki haberlerde Hâmid’in Maçka Palas’a 1925 yılında taşındığını tespit etmiştir. 5. 11. 1925 tarihli Tevhid-i Efkâr’daki haberde şu bilgi yer almaktadır: “Hâmid, Maçka Palas’ın Küçükçiftlik vâdisine bakan cephesindeki daireye nakledilmiştir.” 14. 11. 1925 tarihli Vakit gazetesindeki haber ise şöyledir: “Maçka Palas’ta bodrum katındaki dairenin kirası, İstanbul Belediyesi tarafından karşılanmıştır.” Bkz.: Feham Ülgen, “Abdülhak Hâmid’in Hayatı Boyunca Oturduğu Evler–2”, Hayat Tarih, y.8, C.II, No: 9, 1 Ekim 1972, s.70. M. Burak Çetintaş da eserinde, Hâmit’in 5 Kasım 1925’ten vefatına kadar Maçka Palas’ın dördüncü kapısında, dört numaralı dairede kiracı olarak oturuduğunu yazmıştır. Bkz.: M. Burak Çetintaş, Dolmabahçe’den Nişantaşına: Sultanların ve Paşaların Semtinin Tarihi, İstanbul, Antik A.Ş. Kültür Yayınları, 2005, s.245. Hâmit, muhtemelen Maçka Palas’ın bodrum katına 1924/1925 yılında taşınmış, mahfil toplantılarının yapıldığı dört numaralı daireye ise İstanbul Şehremaneti tarafından 1927/1928 yılında geçmiş olmalıdır. Hâmid, Brüksel dönüşü Meclis-i Âyân’a girmiş, bakanlığın örtülü ödeneğinden oturduğu evin iki senelik kirası Enver Paşa’nın gayretiyle karşılanmıştır. Yadigâr-ı Harb (1918) adlı eserinin yayımlanması dolayısıyla da yine Enver Paşa tarafından mükâfat olarak ona bin lira verilmiştir. Kiraların iki yıldan sonra da ödenmesi için yapılan bütün başvurular sonuçsuz kalmıştır. Detaylı bilgi için bkz. İhsan Sâfi, Altın Suyuna Batırılmış Bir Hayat, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2006, s. 89- 92. 523 Beşir Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.95. Ayrıca bkz. Beşir Ayvazoğlu, “Şairin Maçka’daki Evi”, (Çevrimiçi) http://aksiyon. com.tr/ aksiyon/ columnistDetail _getNewsById .action?newsId=7030,02.12.2000. 524 Ayda, Böyle İdiler Yaşarken, s.10.

126 toplantılara eşiyle de katılmış olan Münevver Ayaşlı’nın verdiği bilgiye göre her hafta çarşamba günleri525, yine bu toplantılara 1932 yılından itibaren katılan Taha Toros’a göre ise cuma günleri526 bu dairede edebiyat mahfili toplanmıştır. Ayaşlı ve Toros’un mahfile devam edenlerin isimleriyle ilgili verdikleri bilgilerin birbirine çok yakın olması, toplantıların zaman içinde gün değiştirmiş olabileceğini veya iki yazardan birinin günleri karıştırdığını düşünmemize sebep olmuştur. Maçka Palas’ın müdavimleri arasında pek çok ünlü isim karşımıza çıkmaktadır. Bu isimler, evin salonunda527 belirli bir düzende oturmak zorundadır. Toplantıya katılanlar salonda, Abdülhak Hâmid ile dostlukları, yaş ve sosyal mevkilerine göre oturmak zorundadır528. Üstad’ın koltuğuna en yakın koltuklar Halid Ziya ile Cenap Şahabeddin’e aittir. Eğer misafirler arasında İbnülemin Mahmud Kemal İnal bulunuyorsa, onun koltuğu ev sahibinin en yakınına ve onun daha çok karşısına doğru konulurmuş529. Eve sonradan gelmeye başlayan gençler ve edebiyat meraklıları ise salonun kapıya yakın köşesinde otururlarmış. Mahfilin bu şekilde düzenlenmesinde, üstat mevkiinde olan kişinin salonundaki mutlak hâkimiyetini tesis etmek amacının yanı sıra toplantıyı zaman zaman yönlendirmek gerektiği için böyle bir düzen tercih edilmiş olmalıdır. Mahfilin müdavimleri, mahfil mekânına adım atar atmaz, üstadın hem edebî üstünlüğünü kabul etmiş oluyor hem de ona yaklaşmak için

525 Ayaşlı, a.g.e., s.42. 526 Toros, Abdülhak Hâmid’den bahseden üç eserinden ikisinde mahfilin cuma günleri toplandığını yazmaktadır. Bkz.: Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.66.; Mazi Cenneti, s.51. Salâh Birsel de mahfilin cuma günleri toplandığını yazmaktadır. Bkz.: Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.40. Hikmet Feridun Es’in Bugün de Diyorlar ki adlı eserinde, röportaj bitip evden dışarı çıkarken Lüsyen Hanım ve Hâmid’in onu “cuma toplantılarına” çağırdığıyla ilgili bir bilgi vardır. Röportaj, 31 Mayıs 1929 tarihindeki Akşam gazetesinde yayımlanmıştır. Bu bilgi 1932 yılından önce de mahfilde cuma günleri toplanıldığını göstermektedir. Bkz.: Hikmet Feridun Es, Bugün De Diyorlar Ki, (Haz. Selçuk Karakılıç), İstanbul, Ötüken Yayınları, 2010, s.29. 527 Hıfzı Tevfik Gönensay, muhtemelen sohbetlerin de yapıldığı salonu başka bir vesile ile gittiğinde görmüş, eserinde burayı şöyle tasvir etmiştir: “ Dar bir koridordan geçerek geniş bir odaya girdim. Burası büyük şairin hem misafir salonu hem çalışma odası hem istirahat odasıydı. Odanın şekli iki odanın birleşmesiyle sonradan genişletilmiş olduğu hissini veriyordu. Kapıdan girince sağda bir şömine, şöminenin yanında da küçük bir havagazı sobası vardı. Az ötede geniş, rahat bir koltuk, koltuğun sağında küçük bir masa, karşısında divan tarzında bir kanape görülüyordu. Kanapenin hizasında duvara dayatılmış büyük bir etejerin raflarında bir miktar kitap göze ilişmekte idi. (…) Bu geniş salonun duvarlarında şömine üstüne konmuş, ağaçlar arasında bir gurup manzarası tasvir eden Mecid Efendi’nin bir tablosundan, şöminenin mukabilindeki cephede Abdülhak Molla’nın yağlı boya ile yapılmış bir resminden ve ötede beride Sami Paşazade Sezai’nin, Tevfik Fikret’in ve Lüsyen’in fotoğraflarından başka ehemmiyeli bir süs yoktu.” Hıfzı Tevfik Gönensay, Hâmid’in Son Yılları ve Son Şiirleri, İstanbul, Vakit Matbaası, 1943, s.15. 528 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.75; Mazi Cenneti, s.51. 529 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.75; Mazi Cenneti, s.51.

127 kendinde bazı hasletlerin oluşması gerektiğini doğrudan olmasa bile mekânın düzenlenişinden hissediyor olmalıdırlar. Bu düzenin bir yararı da evini bir sanat- edebiyat toplantısına açan kişilere misafirlerin saygı göstermesini sağlamak olmalıdır. Mahfile başta Halid Ziya Uşaklıgil, Cenap Şahabeddin olmak üzere, İsmail Hami Danişment, Mithat Cemal Kuntay, Ahmet Reşit, Ali Ekrem Bolayır, Faruk Nafiz Çamlıbel, Yusuf Ziya Ortaç, Yusuf Razi (Bel)530; Orhan Seyfi531 ; Leyla Saz, Hâmid’in kızkardeşi Abdülhak Mihrunnisa Hanım532; Sami Paşazâde Sezai, Übeydullah Efendi533; Florinalı Nâzım534; İsmail Habib Sevük, Fazıl Ahmet Aykaç, Necip Fazıl Kısakürek, Şükûfe Nihal Başar, Hamdi Başar535; Yahya Kemal536; İbnülemin Mahmut Kemal İnal537; Süleyman Nazif, Haydar Rıfat, Muhtar Bey538; Abdülhak Şinasi Hisar539; Yakup Kadri ve eşi540; Nurettin Sevin541 Halit Fahri Ozansoy542; Münevver Ayaşlı ve Taha Toros devam etmiştir. “Şair-i âzam” lakaplı Abdülhâk Hâmid’in evi, Lüsyen Hanım’la ikinci evliliklerinden sonra Fransız soylularının edebî salonlarına benzemeye başlamıştır. Toplantılarda edebiyat merkezde olmak üzere pek çok konu üzerinde konuşmalar yapılmıştır. Burada Hâmid’in dedesi Abdülhâk Molla ile ilgili hatıralar, Hâmid’in özellikle yurt dışında başından geçen olaylar, çocukluğuna dair anılar, aşk ve kadın, klasik Türk musikisi, tarihi konular, günlük olaylarla ilgili sohbetler yapılmıştır543. Toplantıların ev sahipliğini yapan Hâmid, Taha Toros’a göre çok konuşmaz, daha çok misafirlerini konuşturmak istermiş. Şairin eşi Lüsyen Hanım ise muziplik olsun

530 Toros, Mazi Cenneti, s.51. 531 Toros, O Güzel İnsanlar, s.310. 532 Toros, Mazi Cenneti, s.52. 533Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.75. Ayrıca bkz. Ömer Hakan Özalp (Haz.), Mehmed Ubeydullah Efendi’nin Malta, Afganistan ve İran Hatıraları, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2002, s.66. 534 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.64. 535 Ayaşlı, a.g.e., s.42. 536 Ayaşlı, a.g.e., s.43. 537 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.66. 538 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.283. 539 Kısakürek, Bâbıâli, s.131. 540 Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, s.193. 541 Nurettin Sevin, “Abdülhak Hâmid’den Hatıralar: Ölümünün 10. Yıldönümünde”, İhsan Sâfi, Hâmidnâme (içinde) İstanbul, Kutup Yıldızı Yayınları, 2006, s.197. 542 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.133. 543 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.66. ;Mazi Cenneti, s.51.

128 diye safdil biri gibi davranarak daha çok tebessüm yaratacak konular ortaya atarmış544. Yakup Kadri de, Hâmid’in çok konuşmadığını, misafirlerinin sorularına kısa cevaplar verdiğini yazmıştır. Ona göre bu kısa cümlelerde bile “kâh bir Garplı ‘esprit’in kâh bir Şarklı nüktesinin tadını almamak mümkün”545 değildir. Edebiyat üzerinde süren sohbetlerde söz Hâmid’in şiirlerine de gelir. Halit Fahri Ozansoy, onun evindeki bir toplantıda, sözün Hâmid’in şiirlerine geldiğini söyledikten sonra, Hâmid’in önemli eseri Makber’den parçalar okunmasının rica edildiğini anlatır546. Lüsyen Hanım da bu şiiri çok sevmiştir. Hâmid bu vesileyle yeni yazdığı şiirini misafirlerine okumuştur. Yeni yazılmış olan bu şiir, “Gazup Bir Şair547”dir. Ozansoy eserinde, şiirin özellikle üç mısrasının anlayabilirlerse yeni kuşak züppelerinin suratında bir tokat gibi şaklayacağını iddia etmiştir548. Ozansoy başka bir eserinde de “edebiyattan, şiirden” bahsedilen bir toplantının gecenin geç vakitlerine kadar devam ettiğini yazmıştır549. O zamanların genç şairi Necip Fazıl da Maçka Palas’ın önemli misafirlerinden sayılmaktadır. Hâmid, zeki sözleri, nükte ve sohbetiyle Necip Fazıl’ı çok sevmiş, onun olmadığı veya geç katıldığı toplantılarda “içinin sıkıldığını” dillendirmiştir550. Necip Fazıl, henüz Latin harflerine geçişin hızlandığı devirlerde buradaki sohbetlerin birinde, “yeni harflere dair aforizmalarını” dile getirmiştir. Genç şaire göre, Latin harfleriyle “zekâ terbiyesi bile yerine getirilemez.551”. Hâmid de onun bu görüşlerine katıldığını beyan etmiştir. Sohbeti dinleyen Mithat Cemal ise Latin harflerine geçiş sürecinde bünyenin bu operasyonu beniseyip benimsemeyeceği konusunda kararsızlığını ifade etmiş, İsmail Hami ise Mithat Cemal’in bu şüpheciliğine itiraz etmiştir. Fazıl Ahmed ise gelecekte bu türden bir sorunun olmayacağını dile getirmiştir. Sohbeti takip eden fakat Necip Fazıl’ın kimliklerini

544 Toros, a.y. 545 Karaosmanoğlu, a.g.e., s.194. 546 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.283. 547 Gazup Bir Şair, Türklük Mecmuasının ikinci sayısında, 1 Mayıs 1939 tarihinde yayımlanmıştır. Bkz.: Abdülhak Hâmid Tarhan, Bütün Şiirleri–3: Hep Yahut Hiç/ İlham-ı Vatan, (Haz. İnci Enginün), 2. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999, s.341. 548 Ozansoy, a.g.e. , s.284. 549 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s. 133. 550 Ayaşlı, a.g.e., s.42. 551 Kısakürek, Babıâli, s.131.

129 açıklamadığı iki kişi de yeni harflerin olumsuzluğuna dikkatleri çekmiştir552. Taha Toros’un hatırlarında da toplantılarda nelerin konuşulduğuna dair bilgiler bulunmaktadır. İbnülemin’in katıldığı sohbetler, toplantıların en canlısı, kahkahalısı ve espirilisi olurmuş. Hâmid ve Lüsyen Hanım, İbnülemin’i tahrik edecek konulara değinir, ona takılmayı ihmal etmezlermiş553. Necip Fazıl’ın tespitine göre, İbnülemin, Ali Ekrem ve Ahmet Reşit bir araya geldiklerinde sohbet konusu genellikle “yâd-ı mazi”ye kayarmış554. Mahfillerin bir diğer özelliği ise birbirini tanımadan bir araya gelen insanların aynı mekânı paylaşmaları sayesinde tanışmalarını kolaylaştırmasıdır. Nitekim Münevver Ayaşlı, toplantılara devam eden İsmail Hami Danişment ve daha birçok kişiyle Maçka Palas toplantılarında tanışma imkânını yakalamıştır555. Maçka Palas toplantılarının ne kadar sürdüğüyle ilgili net bilgilerimiz yok ama Hâmid’in ölümüne kadar Lüsyen Hanım’ın bu toplantıları düzenlemek konusunda istekli olduğu bilinen bir gerçektir. Münevver Ayaşlı da müdavimi olduğu toplantıların A. Hâmid’in vefatına kadar sürdüğünü yazmaktadır556. Hıfzı Tevfik Gönensay, Hâmid’in seksenbirinci doğum günü merasiminden sonra onunla daha da samimi olduğundan Maçka Palas’a sık sık gitmeye başladığını, onun evinde dostlarıyla pek az karşılaştığını yazması557, toplantıların 1930’un ilk yıllarında düzenli yapılamadığı ihtimali ortaya çıkabilir. Ayrıca bu yıllarda Hâmid’in yataklara düşecek kadar hasta olduğuna dikkat etmemiz gereklidir. Hâmid’in ölümünden sonra ise Lüsyen Hanım’ın toplantıları devam ettirememiş olması muhtemeldir. Lüsyen Hanım, eğer toplantıları sürdürmüş olsaydı anılarında bu toplantılardan mutlaka bahsederdi.

552 Kısakürek, Babıâli, s.132. 553 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.66. 554 Kısakürek, Babıâli, s.135. 555 Ayaşlı, a.g.e., s.128. 556 Ayaşlı, a.g.e., s.42. 557 Hıfzı Tevfik Gönensay, a.g.e., s.18. Hıfzı Tevfik, ziyaretinin birinde Hâmid’in “Artık dostlarını pek az gördüğünden, kendisinin pek az arandığından acı bir lisanla bahsettiğini” belirtmektedir. Bkz.: Gönensay, a.g.e., s.17.

130 2. 1. 12. İSMAİL HAMİ DANİŞMENT’İN EV(LER)İ

İsmail Hami Danişment, üç evinde de üç farklı eşiyle birlikte edebiyat mahfili kurmuştur. Bunlardan ilki, Kuzguncuk’taki Fethi Ahmet Ahmet Paşa korusundaki büyük köşktür558. Burada 1930’dan sonra ikamet etmeye başlayan Danişment ve eşi, köşkü tamir ettirdikten sonra evlerinde edebiyatçıları ağırlamaya başlamıştır. Köşkün misafirleri arasında devrin ünlü yazar ve şairleri vardır. Köşkteki toplantılara katılanlar arasında Abdülhâk Hâmid ve eşi Lüsyen Hanım559, Ahmet Hamdi Tanpınar, İsmail Habib Sevük gibi isimler dikkati çekmektedir560. Buradaki edebiyat toplantılarının mahiyetiyle ilgili bilgilerimiz sınırlıdır. Münevver Ayaşlı ve Salâh Birsel, bu toplantıların birinde Tanpınar ve Sevük’ün kavga ettiklerini yazar561. İsmail Hami Danişment, ikinci eşiyle birlikte Hilton Oteli’nin karşısında yer alan Hava Palas’taki dairesinde de bir edebiyat mahfili kurmuştur. Mahfilin tam olarak ne zaman başladığı tespit edilememiş olsa da 1955–57 yıllarında bu mahfilde misafirlerin ağırlandığını tespit edebiliyoruz. Ayvalıklı ve varlıklı bir ailenin kızı olan Hüsniye Hanım, eşi gibi edebiyatla yakından ilgilidir. Hüsniye Hanım, Türk edebiyatı öğretmenidir562. Her hafta cumartesi günleri düzenlenen mahfile devrin sanatçı ve edebiyatçıları davet edilmiştir. Mahfile katılanlar arasında pek çok yazar, devlet adamı, sanatçı ve Osmanlı sultanlarının kızları vardır: Adile Ayda, Şükûfe Nihal563, Ferruh Bozbeyli564; İbrahim Çallı, Lâika Karabey565; , Vecdi Bürün566, Eşref Edib, Cevat Rifat Atilhan, Nazif Çelebi, Mukaddes Hanım567; Eski büyükelçilerden Tevfik Kâmil Bey, Ord. Prof. Sadi Irmak, Prof. Kâzım İsmail Gürkan568; Münevver Ayaşlı, Abdülhamid’in kızlarından Ayşe ve Şadiye Sultanlar, Sultan Vahdeddin’in küçük kızı Sabiha Sultan, Yusuf İzzeddin Efendi’nin küçük kızı

558 Salâh Birsel, Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi, İstanbul, Nisan Yayınları, 1992, s.298. 559 Birsel, a.g.e., s.299. 560 Ayaşlı, a.g.e., s.131. 561 Ayaşlı, a.y.; Birsel, a.g.e., s.299. 562 Ayda, a.g.e., s.127. Mahfilin katılımcıları, ev sahibesiyle ilgili de kanaatlerini açıklar. Ayaşlı, varlıklı, güzel ve nazik bulduğu Hüsniye Hanım’ı Flaubert’in meşhur roman karakteri Madam Bovary’e benzetmektedir. Bkz.: Ayaşlı, a.g.e., s.132. 563 Ayda, a.g.e., s.126. 564 Ayda, a.g.e., s.127. 565 Ayda, a.g.e., s.130. 566 Ayaşlı,a.g.e., s.135. 567 Ayaşlı,a.g.e., s.137. 568 Ayaşlı, a.y.

131 Mihrişah Sultan; Gevherin Sultan.569 Danişment’in evindeki toplantılar herkese açık değildir. Mahfile katılabilmek için ev sahibinden bir davet alınması gereklidir. Nitekim bu toplantıların müdavimlerinden olan Şükûfe Nihal, arkadaşı Adile Ayda’yı bu toplantılara kendisi davet etmiş, fakat Ayda davetin ev sahibinden gelmesi konusunda ısrarcı olmuştur. Danişment de Ayda’yı arayıp evine davet etmiştir570. Mahfilin merkezi evin iç içe olan iki salonudur. Salonların birisinin köşesinde bir saz takımı yerini almıştır. Bu saz takımı zaman zaman konuklara Türk musikisinden örnekler sunmuştur. Salondaki müdavimler koltuk ve sandalyelere oturmuş, salonu hınca hınç doldurmuştur. Evin holünde bile Danişmet’in eski öğrencileri ayakta sohbet etmek zorunda kalmıştır. Hem ev sahiplerinin misafir ağırlamaktaki hünerleri hem evlerini sanat-edebiyata açmış olmaları hem de konuşulan konular itibariyle Adile Ayda burayı Fransa’nın 17.-18. yüzyıllarda, edebiyat ve düşüncenin gelişmesinde önemli rolleri olan Madame de Rambouillet’lerin, Madam Geoffrin’lerin salonlarına benzetmiştir571. Mahfilde musiki meşkinin yanı sıra edebiyat sohbetleri de yapılmıştır. Bu sohbetlerin içeriği ile ilgili maalesef elimizde doyurucu bilgi yoktur. Ama ev sahibinin tarihle ilgili olması, evde tarih sohbetlerinin de yapılmış olmasını mümkün kılmaktadır. Nitekim Ayaşlı, bir sohbet sırasında Kâzım İsmail Gürkan’ın, Fatih’in Gebze taraflarında, Sultan Çayırı’nda, bir muhtedi Yahudi doktor tarafından zehirlendiğini dile getirmesi üzerine Yahudi doktoru temize çıkarmak için “hırçınlaştığını” söyler572. Mahfilin dağılmasının önemli bir sebebi de, mahfile sürekli gelip giden kişilerin kimliğiyle alakalıdır. Osmanoğullarının hayatta olan sultanları, Danişmentlerin evlerinde aşırı saygıyla ağırlanmıştır573. Onların buraya gelmeleri bazı kişilerin dikkatini çekmiş, ev sahibi Danişment hakkında olumsuz bir propaganda malzemesi olarak sultanların varlıkları kullanılmıştır. Ayrıca mahfile davam eden, burada karşılaştıklarını yazan Adile Ayda ve Münevver Ayaşlı’nın

569 Ayaşlı, a.g.e., s.134. 570 Ayda, a.g.e., s.126. 571 Ayda, a.g.e., s.128. 572 Ayaşlı, a.g.e., s.136. 573 Adile Ayda, Danişment’in evinde tanıdığı sultanlarla ilk görüşmesinde sultanların ellerini öpmesi konusunda ısrar ettiğini söyler. Bkz.: Ayda, a.g.e., s.134.

132 ortak kanaat ve gözlemleri de önemli ipuçları vermektedir. Onlara göre Danişment misafirlerine “kırıcı”574 sözler söylediğinden misafirler tarafından “”hiç sevilmiyor”575dur. Ayrıca mahfile devam edenlerin arkadaşları tarafından Danişment’lerin evinde “Cumhuriyet düşmanları”nın bulunduğuna, evde “monarşistler” ve “saltanatçılar”ın yuvalandığına dair sözler söylendiği bilinmektedir576. Mahfilin dağılmasında bu evliliği çekemeyenlerin faaliyetleri de çok fazla etkili olmuştur577. Mahfil, çiftin boşanmasından sonra dağılmıştır. Mahfillerin dağılmasında en etkili sebep, mahfil kurucusunun vefatıdır. Bu mahfilde ise aile içi sıkıntılar, mahfilin dağılmasına etki etmiştir. Mahfile katılanların “siyasi” kimlikleri, özellikle Cumhuriyet Türkiye’sindeki bazı kimlik ve kişiliklerin sembolik anlamda bile değer yitimine uğradığını ve bu kişilerin toplumun bazı kesimlerince eleştirildiğini göstermektedir. Ayaşlı, İsmail Hami Danişmet’in bir kez daha evlendiğini ve yeni evinde her hafta “cumartesi” günleri yine misafir kabul etmeye başladığını yazmaktadır578.

2. 1. 13. SABAHATTİN EYÜBOĞLU’NUN EVİ

Sabahattin Eyüboğlu’nun Maçka’da, “Bronz Sokağı’nın alt başında”, önünde avlusu bulunan zemin kattaki evi579, “pazartesi” günleri yerli ve yabancı şair, sanatçı, yazar ve daha pek çok çeşitli meslekten insanın toplandığı, Teoman Aktürel’in ifadesiyle bir “dostluk evi”dir580. Sabahattin Eyüboğlu’nun Ankara’daki eviyle ilgili

574 Ayda, a.g.e., s.131. 575 Ayaşlı, a.g.e., s.132. Adile Ayda, Danişment’in bir gün salonda yan yana gelenleri birbirine tanıtırken İbrahim Çallı’yı eliyle göstererek, “İbrahim Çallı ressamdır…fakat sabık ressam!” şeklinde hitap ettiğini, hatta daha da ileri giderek sözünü “Evet, ressam eskisi…posası!” diye tamamladığını hatırlar. Bkz.: Ayda, a.g.e., s.130. 576 Ayda, a.g.e., s.136. 577 Ayaşlı, a.g.e., s.132. Ayda, boşanmanın sebebini İsmail Hami Danişment’in başkalarına karşı olan haşin tavırlarına bağlar. Bkz.: Ayda, a.g.e., s.137. 578 Ayaşlı, a.g.e., s.132. 579 Teoman Aktürel, “Sabahattin Hoca’nın Ekin Evi”, Hürriyet Gösteri, y.1, No:7, Haziran 1981, s.19.; İsmet Zeki Eyuboğlu da anılarında toplantıların “pazartesi” günleri yapıldığını yazmaktadır. Bkz.: İsmet Zeki Eyuboğlu, Anılar, 1999, Pencere Yayınları, İstanbul, s.271. Azra Erhat da, evdeki toplantıların pazartesi günleri yapıldığını beyan etmektedir. Bkz.: Azra Erhat, “Adalet Cimcoz’un Evi”, Hürriyet Gösteri, y.1, No:9, Ağustos 1981, s.20.; Salim Rıza Kırkpınar da toplantıların pazartesi günü yapıldığı hatırlamaktadır. Bkz.: Kırkpınar, a.g.e., s.58. 580 Aktürel, a.y.

133 bilgiler veren Mehmet Seyda, bu evin özellikle 1939–1947 yılları arasında sanatçı ve edebiyatçıların hemen her zaman hazır bulundukları bir “tekke”ye benzediğini söyler581. Bu eve Orhan Veli, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Nurullah Ataç, Hasan Âli Yücel, Erol Güney, Suut Kemal Yetkin, Bedrettin Tuncel, Adnan Saygun, Azra Erhat, Mazhar Şevket, Hikmet Birant gibi isimler gelmiş, Sabahattin Eyüboğlu müdavimleri/misafirleriyle birlikte “imece” usulü pek çok telif ve tercüme eser ile Pertev Naili Boratav, Cevdet Kudret ve Mustafa Nihat Özön’le birlikte bu evde liseler için bir ders kitabı hazırlanmıştır582. Sabahattin Eyüboğlu’nun paylaşmayı seven ve bir işi “imece” usulüyle birlikte yapmaktan zevk alan tabiatı, onu misafirlerin gözünde daha da değerli kılmıştır. İşte Ankara’daki evine benzeyen bir mahfil, Eyüboğlu’nun İstanbul’daki evinde de kısa zamanda kurulmuştur. Yukarıda isimlerini saydığımız kişilerin pek çoğu, yine bu evde toplanmışlardır. İstanbul’daki evde pazartesi akşamları Vedat Günyol, Azra Erhat, , , Başaran, Talip Apaydın, Sabahattin Batur, Yaşar Kemal, Ruhi Su583; Hasan Âli Yücel, Hakkı Tonguç, Erol Güney, Necati Cumalı, Mehmet Ali Cimcoz, Adalet Cimcoz, Füreya Koral, Kemal Türkömer, Şakir Eczacıbaşı, Şadi Çalık, Ali Bütün, Mina Urgan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mazhar Şevket İpşiroğlu, Halikarnas Balıkçısı, Yaşar Kemal, Orhan Kemal584; Fuat Ömer Keskinoğlu585; Nahit Hanım (Fıratlı), Adnan Eseniş, Can Yücel, Salim Rıza Kırkpınar586 gibi isimler toplanmıştır. Bu evdeki toplantıların 1960’larda başladığını belirten Vedat Günyol, toplantıların nasıl başladığını ve buradaki faaliyetleri şöyle dile getirmektedir: “…bu pazartesi toplantıları, Maçka’daki alt katta, bir evde oluyordu. Önce, 1960’larda. Sabahattin ile ‘Yeni Ufuklar’ dergisinin bir uzantısı olarak Çan Yayınları’nı başlattık. İlk olarak, Camus’nün denemelerinden yola çıktık. Çağımıza damgasını vurmuş, Batı’nın büyük düşünürlerinin yapıtlarından seçmeler yapıyorduk. Haftada bir gün, o da pazartesi gününe rastlıyordu. Sabahattin’in evinde çalışıyorduk. Öğleden önce çeviriye başlıyor, gece yarısına kadar sürüp gidiyordu çabamız. Bu, üç yıl kadar sürdü. Pazartesi, ikimizin bir arada çalıştığımız bir geceydi. İkimiz arasında ortaklaşa bir çalışma. Sonradan, Mavi Yolculuk kadrosunu genişletti ve kervana çok kimseler katıldı. O zaman

581 Mehmet Seyda, Edebiyat Dostları, İstanbul, Kitaş Yayınları, 1970, s.162. 582 Seyda, a.y. 583 Seyda, a.g.e., s.163. 584 Aktürel, a.y. 585 Kırkpınar, a.g.e., s.58. 586 Melih Cevdet Anday, Akan Zaman, Duran Zaman–1, İstanbul, Adam Yayınları, 1984, s.208.

134 pazartesi akşamları, Sabahattin’in evi Mavi Yolculuklarla dolup taşmaya başladı. Çalışmalarımızı saat 6-7’de bitiriyorduk. O saatlerden sonra akın akın gelenler oluyordu. Ama planımızda yer alan belli başlı yapıtları zaten o zaman içinde çevirmiştik. Bu toplantılarda zaman zaman türküler söylenirdi. Ondan önce, edebiyat, sanat konuları tartışılırdı. Sabahattin bu konuşmaların temel direğiydi, tabii. Tanınmış yazarlar, şairleri ressamlar pazartesi toplantılarının gedikli konukları olmuştu.587” Evde toplananların alanlarında uzman kişilerden oluşması, toplantıların konu çeşitliliğinin de çok fazla olabileceğini düşündürmektedir. Evin Anadolu coğrafyasından getirilmiş eşyalarla dekore edilmiş havası içinde pek çok telif ve tercüme kitap çalışması yapılmıştır. Bu mahfil birlikteliği Sabahattin Eyüboğlu’nu “çevresindekilerle hep birlikte bir şeyler”588 yapmaya yöneltmiş, onun bu isteği evine gelip gidenlerde karşılık bulmuştur. Onun her şeyden üstün tuttuğu “eğitimci” yönü, çevresinde toplananların Anadolu coğrafyasına, şiire, edebiyat ve sanata farklı bakmalarını sağlamıştır. Bu türden bir bakışın oluşması, Mavi Anadolu hareketinin de oluşmasına zemin hazırlamıştır. Bilindiği gibi Halikarnas Balıkçısı, Sabahattin Eyüboğlu ve Azra Erhat’ın öncülüğünde Mavi Anadolu hümanizmasını kurmaları ve bu amaçla da özellikle Anadolu’nun kalbi saydıkları yerlere geziler düzenlemeleri onların bir arada bulunmalarının, bir hedefe doğru uygun adım yürümelerinin neticesidir. Eyüboğlu’nun evi, bu evde yapılan sanat-edebiyat tartışmaları, hatta buradaki çeviri faaliyetleri, onların kurmaya çalıştıkları Mavi Anadolu hümanizması kanonun temellerinin atılmasına hizmet etmiştir. Hatta Mina Urgan, onun evindeki toplantıların geniş kapsamlı seminerlere benzediğini söyledikten sonra, Eyüboğlu’nun öğretmenliğine vurgu yaparak, ondan Anadolu’yla ilgili pek çok şey öğrendiğini anılarında yazar. Fakir Baykurt da, Maçka’daki evin akşama doğru dolduğunu, sanat-edebiyat işlerinin ve sohbetlerin burada sürdüğünü belirtir. Sabahattin Eyüboğlu’nun evindeki çalışmalarının dışında doğada dolaşmayı sevdiğinden de bahsettikten sonra “Mavi Gezi”lerin onun buluşu olduğuna dikkatimizi çeker. Bu gezilerin de Halikarnas Balıkçısı’nın Bodrum yıllarında başladığını yazar589. Salim Rıza Kırpınar da Sabahattin Eyüboğlu ile ilgili anılarında, bu evde Mavi Yolculuk anılarının anlatıldığını ve ayrıca bu gezilerle ilgili slayt

587 Vedat Günyol, Daldan Dala, İstanbul, Adam Yayınları,1982, s.268–269. 588 Aktürel, a.y. 589 Fakir Baykurt, Dost Yüzleri: Özyaşam–8, İstanbul, Papirüs Yayınları, 1999, s.92–93.

135 gösterilerinin yapıldığını belirtmektedir590. Kaya Akyıldız ve Barış Karacasu, Mavi Anadolu hareketinin Kemalizm’le ortaklık kurarak bir edebî kanon yaratmak istediğini ve bu hareketin sahiplerinin millî kültürü kendi anlayışlarına göre yeniden yapılandırmaya çalıştıklarını belirttikleri makalelerinde, Mavi Anadolu hareketinin zaaflarını şöyle sıralamıştır: “Mavi Anadolucuların her şeyin kökünü Anadolu’da bulma ve Batı medeniyetini bu topraklara bağlayarak dâhil olma şeklinde gelişen varolan kültürü yeniden yapılandırma, Batı’yla nefret-hayranlık ikiliğinde şizofrenik ilişkisi, ulusun millî kültürün ve edebî kanonun da kurulması gibi yollara sapmış ve Kemalizm’in bu alandaki projesiyle yer yer çakışmalar yaşamıştır.591” Sabahattin Eyüboğlu’nun evindeki toplantılar, onun 1973 yılındaki ölümüne kadar aralıklarla da olsa sürmüştür.

2. 1. 14. ŞÜKUFE NİHAL’İN EVİ

1896 yılında İstanbul’da dünyaya gelen, çeşitli illerde farklı okullarda tahsil gören, babasının teşvikleri sayesinde evde özel hocalardan dersler alan, yabancı diller öğrenmiş olan Şükufe Nihal, Meşrutiyet öncesinde baba evinde, siyasi- ve belki de edebi- toplantıların yapıldığını söylemektedir592. Baba Miralay Ahmet Bey’in evindeki toplantıların küçücük misafiri ve dinleyicisi olan Şükufe Nihal593, belki de bu olayın sevkiyle kendi evinde de bir edebiyat mahfili kurmuştur. Hülya Argunşah, Şükûfe Nihal ile ilgili eserinde onun, babasından aldığı terbiyenin bir sonucu olarak kendini sanat ve edebiyat sohbetlerinden alıkoymadığını belirtir594. Şükufe Nihal’in ikinci eşi olan Ahmet Hamdi Başar ile birlikte oturdukları

590 Kırkpınar, a.g.e., s.58. 591 Kaya Akyıldız-Barış Karacasu, “Mavi Anadolu: Edebî Kanon ve Millî Kültürün Yapılandırılışında Kemalizm İle Bir Ortaklık Denemesi”, Toplum ve Bilim, No:81, Yaz 1999, s.41. Konu ile ilgili başka bir yazı için ayrıca bkz.: Barış Karacasu, “ ‘Mavi Kemalizm’, Türk Hümanizmi ve Anadoluculuk”, Doğu- Batı, y.6, No: 22, Şubat- Nisan 2003, s. 334- 343. Ahmet Hamdi Tanpınar da, Sabahattin Eyüboğlu’nun Anadolu severliğine şüpheyle bakmıştır. Tanpınar, 1950 yılından sonra samimi olduğu Eyüboğlu’na dair günlüğünde çok ağır sözler yazmıştır. Detaylı bilgi için bkz. İnci Enginün- Zeynep Kerman, Günlüklerinin ışığında Tanpınar’la Baş Başa, 2007, Dergâh Yayınları, İstanbul, s.340– 341. 592 Neriman Malkoç Öztürkmen, Edibeler, Sefireler, Hanımefendiler: İlk Nesil Cumhuriyet Kadınlarıyla Söyleşiler, İstanbul, Reyo Matbaacılık, 1999, s.25. 593 Ayda, a.g.e., s.108. 594 Hülya Argunşah, Bir Cumhuriyet Kadını Şükûfe Nihal, Ankara, Akçağ Yayınları, 2002, s.68.

136 Levent’teki evinde595 devrin pek çok sanatçı ve yazarı bir araya gelmiştir. Evdeki toplantıların tam olarak ne zaman başladığı ve hangi günlerde bir araya gelindiği ve bunların ne kadar devam ettiğiyle ilgili kesin bilgilerimiz yoktur. Sermed Sami Uysal’ın Ahmet Hamdi Başar ve Şükufe Nihal ile yaptığı bir röportajda, Şükufe Nihal’in Sermed Sami Uysal’ı evindeki toplantılara, “Kışa tekrar edebi toplantılar yapacağım. Davetimi herhalde kırmazsınız beyefendi.596” cümleleriyle davet etmesinden, bu toplantıların genelde kışın yapıldığı tahmin edilebilir. Şükufe Nihal’in arkadaşı olan Adile Ayda, 1946 yılında bu evde Refik Halit Karay ile tanıştığını hatırlamaktadır. Yine aynı yazarın ifadesine göre Nihal ile Markiz Pastanesi’ndeki buluşmaları devam ederken onun “bir yandan da evinde kalabalık toplantılar”597 düzenlediğini belirtir. Şükufe Nihal’in evinde sanat-edebiyat toplantıları düzenlemesinin sebebini kendisi şöyle ifade etmektedir: “Etrafımda sanat ve edebiyat bahisleri edilmezse, fikir münakaşaları yapılmazsa, beynimin uyuştuğunu hissediyorum.598” Bu söz aslında bir mahfil kurucusunun mahfile olan ihtiyacını da ortaya koymaktadır. Mahfilde sadece sanat ve edebiyat konuları değil çeşitli “fikir” münakaşalarının da yapılıyor olması, öncelikle mahfil kurucusunu başka bir dünyaya sokmakta, onu içinde bulunduğu reel dünyadan geçici bir süre uzaklaştırmaktadır. Şükufe Nihal’in aynı zamanda edebiyat eserlerinin de olması, onun bu toplantılardan beslenmiş olabileceğini de göstermektedir. Halide Nusret Zorlutuna ise toplantılara katılanların fazla olmasını başka bir sebebe bağlamaktadır. Zorlutuna, Şükufe Nihal’in evinde ve çevresinde toplananların onun güzelliğine, zarafetine, şairliğine “meftun” olduklarını belirterek çevresinde bu yüzden bir “hayranlar halkasının” oluştuğunu yazmaktadır599. Zorlutuna, onun evinde bu insanlara ziyafet vererek hepsini ağırladığını, ev sahibinin bir eseri piyasaya çıkınca da meşhur yazarlardan pek çoğunun ona sütun sütun övgüler yazdığını belirtir. Yazar, ona haksızlık yapmamak için de sözlerine “o, bunlara layıktı şüphesiz.” cümlesini eklemeden geçmez600. Aslında bu yazılanlarda haklılık payı yok değildir. Yazarlardan, gazetecilerden,

595 Zorlutuna, a.g.e., s.278. 596 Tahsin Yıldırım, Eşlerinin Gözüyle Edebiyatçılarımız, İstanbul, Selis Kitaplar, 2003, s.80. 597 Ayda, a.g.e., s.107. 598 Ayda, a.g.e., s.108. 599 Zorlutuna, a.g.e., s.276. 600 Zorlutuna, a.y.

137 sanatçı ve edebiyatçılardan bir çevre oluşturan mahfil kurucusu, ister istemez evinde ağırladığı insanların öyle ya da böyle karşılık vermesini bekleyecek/isteyecektir. Bu durum aslında insan doğasına çok da aykırı değildir. Mahfil toplantıları, bu yönüyle bile, piyasaya yeni çıkan eserlerin toplantıdaki katılımcılara ilk elden sunulduğu, edebiyat ortamında faal roller alan kişi veya kurum temsilcilerine rahatça haber verilebilecek, reklamı yapılabilecek bir “piyasa/edebiyat ortamını” oluşturur. Şükufe Nihal’in evindeki toplantılara Adile Ayda601, Refik Halit Karay, Nihal Hanım602 Prof. Sadi Irmak, Behçet Kemal Çağlar603, Fazıl Hüsnü Dağlarca604 katılmıştır. Neriman Malkoç Öztürkmen, Yeni İstanbul gazetesi için 1954 yılının Ağustos ayı boyunca devrin pek çok ünlü kadınıyla röportajlar yapmıştır. Öztürkmen, Şükufe Nihal ile röportaj yapmak amacıyla onun evine ani olarak gittiği sırada evde birçok misafir olduğuna şahit olur. Evdeki misafirler, muhtemelen bir edebiyat toplantısı için bir araya gelmiştir. Bu görüşümüzü aynı tarihte Öztürkmen’in de dâhil olduğu bir fotoğraf karesinden doğrulatabiliyoruz. Bu fotoğraf, evin belki de belli başlı müdavimlerini de göstermektedir. Şüküfe Nihal ve yeğeninin dışında fotoğrafta şu ünlü isimler yer almaktadır: Nezihe Araz, Nazik Erik, Sofi Huri, Samiha Ayverdi, Neriman Malkoç, Nihad Sami Banarlı, Halide Nusret Zorlutuna605. Yukarıdaki isimlerle birlikte böylece mahfilin aşağı yukarı kadrosu ortaya çıkar. Mahfilde ortalama kaç kişinin toplandığıyla ilgili genel ifadelere rastlamaktayız. Adile Ayda, evde “kalabalık” bir misafir kitlesinin toplandığını söylerken606, Zorlutuna bir toplantıda “sekiz-on kişinin” bir masa etrafında bir araya geldiklerini belirtir607.

601 Ayda, a.g.e., s.113. 602 Ayda, a.g.e., s.113-114. 603 Zorlutuna, a.g.e., s.276. 604 Zorlutuna, a.g.e., s.278. 605 Öztürkmen, a.g.e., s.24. 606 Ayda, a.g.e., s.107. 607 Zorlutuna, a.g.e., s.278. Toplantıya davetli olanların katılmaması ev sahibini önemli ölçüde kızdırıyor olmalıymış ki bu konuyla ilgili iki dikkat çekici olayı Zorlutuna eserine not etmiştir. Bunlardan ilki, Zorlutuna’nın ismini vermediği iki şairin gelememe sebeplerini, bir şiirle toplantının ev sahibine ulaştırmalarıdır. Ertesi gün ulaştırılan bu mazeret tezkeresinin nakarat hâlinde tekrarlanan kıtası şöyledir: “Teveccühünüz, Mavi parıltılı bir taçtı başımızda Onu kaybettik, Gelemedik, ayıp ettik!” Bkz.: Zorlutuna, a.g.e., s.278.

138 Mahfilin müdavimleri , “billurları, gümüşleri, çiçekleri ve zevkli düzeniyle gözleri alan” evin salonundaki “uzun yemek masasının” etrafında toplanıyordu608. Zorlutuna’nın ifadesine göre kalburüstü şairlerin, yazarların, eleştirmenlerin toplandığı bu masada, şiirler okunuyor, edebî tartışmalar yapılıyordu. Yazar, bu şiirleri kimin okuduğuna ve buradaki edebî tartışmaların neler olduğuna dair bir bilgi vermez. Adile Ayda, mahfil toplantılarının birinde Refik Halit Karay ile tanışmıştır609. Bu bilgi, mahfil toplantılarının yazarların birbirleriyle tanışmalarını kolaylaştıran bir mekân olduğunu da göstermektedir. Mahfil toplantıları bir ara, Taksim’deki Büyük Kulüp’te yapılmıştır. Bunun sebebi ise Şükufe Nihal ile Ahmet Hamdi Başar’ın boşanmalarıdır610. Ayda’nın verdiği bilgiye göre Büyük Kulüp’teki bu toplantı, Mithat Cemal Kuntay ve Abdülhak Şinasi Hisar’ın pencere açılsın mı açılmasın mı konusundaki tartışmalarının kavgaya dönmesi sebebiyle “gayr-ı edebî” geçmiş, bu hadise sebebiyle Müfide Ferit (Tek) fenalaşmıştır611. Toplantının ev sahibi olan ve bütün

Bu dörtlük Adnan Giz’in verdiği bilgiye Şükufe Nihal’e âşık olan Nazım Hikmet’e aittir. Bu şiir Adnan Giz’in eserinde şu şekilde yer almaktadır: “Teveccühünüz, Mavi pırıltılı bir mücevherdi başımızda… Başımızdan düşürdük onu, Kaybettik… Gelemedik, aybettik!” Bkz.: Adnan Giz, Bir Zamanlar Kadıköy: 1900- 1950, İstanbul, İletişim Yayınları, 1988, s.189. Zorlutuna’nın, bu toplantının ne zaman yapıldığıyla ilgili bir tarih vermemesi büyük bir problem olarak karşımıza çıkmıştır. Tarihi gerçekler, bahsedilen toplantının Şükufe Nihal’in Levent’teki evinde yapılmış olmasının pek de mümkün olmadığı ortaya çıkarmaktadır. Adnan Giz’in verdiği bilgiye göre Zorlutuna’nın Bir Devrin Romanı adlı eseri önce bir süreli yayında tefrika edilmiş, tefrikanın Kültür Bakanlığı tarafından kitap hâline getirilmesi sırasında bazı yazılar bu esere dâhil edilmemiştir. Bkz.: Giz, a.g.e., s.190 (dipnot). Bu aksaklık veya sorun, Zorlutuna’nın verdiği bilginin başka bir zaman ve mekânda gerçekleşmiş olmasını mümkün kılmaktadır. 1920’li yıllarda Kadıköy taraflarında, Erenköy veya Çamlıca’da buluşan pek çok edebiyatçı arasında Nazım Hikmet ve Şükufe Nihal’in isimleri de dikkatimizi çekmiştir. Zorlutuna’nın anlattığı bu olay, muhtemelen bu yıllarda ve Kadıköy taraflarında geçmiş olmalıdır. Zorlutuna’nın yukarıdaki ifadesine bu yüzden temkinli yaklaşmak gereklidir. Başka bir gün de Fazıl Hüsnü Dağlarca, davete geç saatte gelebilmiş, mazeretini sokak kapısının dışında anlatmaya çalışarak geri dönmüştür. Mahfil toplantılarının diğer toplantılardan farklı olabileceğini hissettiren bu iki olay, mahfilin ne kadar ciddiye alındığını gösteren ve toplantılar arasındaki nitelik farklılıklarının ne kadar fazla olduğunu gösteren örnekler olarak da kabul edilebilir. Bkz.: Zorlutuna, a.g.e., s.278. 608 Zorlutuna, a.g.e., s.279. 609 Ayda, a.g.e., s.113. 610 Ayda, a.g.e., s.108. 611 Ayda, a.g.e., s.108. Buradaki toplantıya katılan Kuntay, Hisar, Tek de büyük bir ihtimalle Şükufe Nihal’in evindeki toplantılara katılıyordu.

139 ücretleri ödeyen Şükufe Nihal bu olaya çok fazla üzülmüştür. Adile Ayda’nın önerisiyle bundan sonraki edebiyat toplantılarının Hilton’da yapılması planlanmış, katılımcıların da yedikleri ve içtiklerini kendilerinin ödemesi kararlaştırılmıştır. Hilton Oteli’nin Lâlezar Salonunda her “çarşamba” düzenlenen edebiyat toplantıları daha sonra “cuma” günlerine alınmıştır. Bir buçuk yıl sonra da toplantılar ayda bir kere düzenlenmeye başlamıştır. Hilton’daki toplantılara hemen hemen aynı kişilerin katıldığı tahmin edilebilir. Yerin büyüklüğü nispetinde katılımcıların sayısında da artış olması muhtemeldir. Hilton toplantılarına davetli olanlar, eşlerini genelde yanlarında getirmezmiş612. Refik Halit Karay ise buraya eşi Nihal Hanım ile birlikte gitmiştir. Bu toplantıların birinde Adile Ayda, Nilgün romanı bir gazetede tefrika edilen Refik Halit ile sohbet etmiştir. Bu sohbet sırasında Adile Ayda’nın “Bütün bu tasvir ettiğiniz memleketleri gezdiniz, gördünüz değil mi?” sorusuna Karay’ın verdiği cevap dikkat çekicidir: “ Hayır, hiçbirini görmedim.” Ayda’nın verdiği bilgilerden öğrendiğimize göre Karay, önce konsolosluklardan turist broşürlerini topluyor, sonra kütüphanelere giderek saatlerce ansiklopediler karıştırarak istediği bilgilere ulaşıyormuş613. Hilton’daki bu toplantılar Ayda’nın verdiği bilgilere göre 27 Mayıs 1960 ihtilâlinden önceki dönemde üç dört yıl devam etmiştir614. Hülya Argunşah, Nihal’in 1962 yılında Kadıköy’de bir trafik kazası geçirdiğini ve bu kazanın onun hayatında bir dönüm noktası olduğunu belirtmektedir615. Birçok ameliyat geçirmesine rağmen koltuk değneklerine mahkûm olan ve 1965’ten itibaren de huzur evinde yaşamak zorunda kalan Nihal’in mahfil toplantıları bu kaza sonrası belki sekteye uğramış ve belki de bu yıldan sonra da tamamen bitmiştir. Şükufe Nihal’in Levent’teki evinde başlayan mahfil toplantıları evin haricinde iki farklı mekânda daha devam etmiştir. Mahfil mekânının değişmesine rağmen toplantıların devam etmesi, mahfilin müdavimlerce nasıl kabul gördüğünü gösteren bir ayrıntıdır. İlk zamanlardaki ev toplantılarının sıcaklığı, çeşitli özellikleri, toplantı düzeni, kamuya açık olan mekânlarda sürdürülemese de mahfil sürekliliği

612 Ayda, a.g.e., s.115. 613 Ayda, a.g.e., s.116-117. 614 Ayda, a.g.e., s.109. 615 Argunşah, a.g.e., s.70.

140 içinde değişerek dönüşmüş, mahfil daha sonra kamuya açık bir hâle gelmiştir. Evin sahibesi, mahfilin kurucusu olarak söz sahibiyken Hilton toplantılarının düzenlenmesinde artık ev sahibi değil toplantının başlatıcısı, toplantıya ön ayak olan bir kişi olarak karşımıza çıkmaktadır.

2. 1. 15. EKREM HAKKI AYVERDİ’NİN EVİ

Sâmiha Ayverdi ve ağabeyi Ekrem Hakkı Ayverdi günümüzde de hâlâ ayakta olan Fatih Fevzipaşa Caddesi’ndeki bir evde ikamet etmiştir. Onların muhtemelen Vezneciler taraflarındaki eski evlerinde, özellikle Birinci Dünya Savaşı sırasında edebiyat, siyaset, sanat ve kültür konularında sohbetler düzenlenmiştir616. Sâmiha Ayverdi’nin eserlerindeki konak, köşk, yalı üzerinde bir yüksek lisans tezi hazırlayan Selami Alan da Sâmiha Ayverdi’nin 3–4 yaşlarından itibaren onun kendisini çok seven babasının yanında, evdeki “selâmlık sohbetlerine” katıldığını ve burada Ziyâ Paşa, Cevdet Paşa, Ahmet İzzet Paşa, Çürüksulu Mahmud Paşa, Ressam Ali Rızâ Bey gibi kişilerin konuşmalarını dinleyerek, dönemin siyasî yapısından ve devletin içinde bulunduğu zor durumdan haberdar olduğunu yazmıştır617. Halil Açıkgöz ve Özcan Ergiydiren, bu mahfilin temellerinin ilk defa Kenan Rıfâî’nin el yazısıyla yazdığı Mesnevi şerhini yeni harflere kazandırılmak için düzenlenen toplantılarda atıldığını belirtmektedir618. Nihad Sami Banarlı, Sâmiha Ayverdi, Sofi Huri, Neziha Araz, Safiye Erol’un oluşturduğu bu topluluk619, haftada bir gün “salı akşamları” Sâmiha Ayverdi’nin el yazısıyla bir araya getirdiği metinleri neşre hazırlamışlardır. 1955 yılında başlayan bu toplantılar yaklaşık altı sene

616 Özcan Ergiydiren, Hayâli Cihan Değer: Sâmiha Ayverdi İle Hâtıralar, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı, 2009, s.181–182. Sâmiha Ayverdi’nin kızı Nâdide Hanım’ın evinde de zaman zaman bu tür toplantılar yapılmıştır. Bkz.: Özcan Ergiydiren, a.g.e., s. 182. Toplantılar, Vezneciler’de Öğrenci Yurdu’nun arkasındaki evde, (Şehzadebaşı’nda) veya Çarşamba’daki evde yapılmış olmalıdır. Fevzipaşa’daki ev, 1936 yılında Ekrem Hakkı Ayverdi tarafından yaptırılmıştır. Özcan Ergiydiren ile 21.12. 2010 tarihinde yapılan görüşme. Şehzadebaşı’ndaki evin eski bir fotoğrafı için bkz. Deliorman, a.g.e., s.78. 617 Selami Alan, “Sâmiha Ayverdi’nin Eserlerinde Üç Temel Mekân: Konak, Köşk ve Yalı”, Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2005, s.5. 618 Halil Açıkgöz ile 27.10.2010 tarihinde yapılan görüşme.; Özcan Ergiydiren ile 21.12 .2010 tarihinde yapılan görüşme. 619 Mesnevi çalışmaları sırasında çekilmiş bir fotoğraf için bkz. Deliorman, a.g.e., s.223.

141 sürmüştür. Bu toplantılar her hafta başka birisinin evinde yapılmıştır620. Altan Deliorman da bu çalışmaların genelde Sâmiha Ayverdi’nin evinde yapıldığını, çalışmalar sırasındaki sohbetlerin çok kere tasavvufî sohbetlere döndüğünü belirtmektedir621. Bu mahfilin kurulmasında Kenan Rıfâî’nin etrafında teşekkül eden halkaya dâhil olan Ayverdi’lerin çok fazla istifade ettiği manevi önderlerinin de etkisi olmuş, Sâmiha Ayverdi’nin eserleri piyasaya çıktıkça onu tanımak ve onunla konuşmak isteyenler de bir araya gelerek zamanla bir edebiyat, musiki ve tasavvuf mahfili oluşmaya başlamıştır. Mahfilde, 1955 yılının sonbahar aylarında sohbet ve musiki toplantıları yapılmaya başlamıştır622. Mahfil toplantıları, her ayın ilk “cumartesi” günleri öğleden sonra üç civarında evin salonunda yapılmıştır623. Toplantılar, Ramazan ayında ise Kadir gecesi ihya edilmiştir624. Sâmiha Ayverdi’nin bu toplantıların biriyle ilgili tuttuğu notta hem katılımcıları hem de konuşulan konuları hem de katılımcıların halet-i ruhiyelerini öğrenebiliyoruz: “3 Mart 956- Hâlil Can Bey, Neyzen Niyâzi Sayın, Hâfız Kemâl Batanay, Cemile (Annemarie Schimmel), kocası ve bir Alman şarkiyatçı kız, Hoca Zehra Hanım, Destinâ Hanım, Bâhir Bey ve evin halkı ile yakın eş dost, aylık toplantı için bir araya gelmiş bulunuyordu. Saz, söz, sohbet, muhabbet, Mesnevî… Dünya içinde bir dünya, âlem içinde bir başka âlem… Herkes mest, medhûş ve pür cûş u hurûş…625” Mahfile evdekilerin yanı sıra Kenan Rıfâî’nin oğlu Kâzım Rıfâî ve eşi, Kenan Rıfâî’nin torunları, öğrencileri, Meşküre Sargut, Gavsi Baykara, Rusuhi Baykara ve eşleri, Selman Tüzün, Ahmet Bican Kasapoğlu, Mahir Şereftuğ, Halil Can, Niyazi Sayın, Ulvi Erguner ve eşi, Cüneyd Orhon, M. Hulusi Gökmen, Hafız Ali Efendi, Nezihe Araz, Sofi Huri, Safiye Erol, Nihad Sami Banarlı626; Dr. Abdülkâdir Kafadar, Mehmet Dede, Melehat Tüzün, Kemal Batanay, Naime Batanay, Şeyh İzzi Bey, Şeyh Râşid Er, Sâdeddin Heper, Hopçuzâde Şâkir Efendi, Hulusi Gökmenli, Câhit

620 Özcan Ergiydiren ile 21.12. 2010 tarihinde yapılan görüşme. 621 Deliorman, a.g.e., s.43. 622 Ergiydiren, a.g.e., s. 183. 623 Ergiydiren, a.y. 624 Ergiydiren, a.g.e., s. 184. 625 Ergiydiren, a.y. 626 Özcan Ergiydiren ile 21.12. 2010 tarihinde yapılan görüşme.

142 Gözkan, Hakkıye Hanım, Ayşe Hanım, İlhan Hanım, Tevfik Demiroğlu627; Annemarie Schimmel628, Yahya Kemal, Selim Nuzhet Gerçek, Hidayet Fuad Reel, Salih Keçeci, Tahsin Öz, Refik Ahmed Sevengil, Sedat Çetintaş, Necmeddin Okyay629; Salahaddin Refik, Munir Nureddin Selçuk, İzzeddin Öz630; -bir iki kere- Mustafa Necati Sepetçioğlu, - bir iki kere- Ümit Meriç ve Cemil Meriç, Uğur Derman ve eşi, Muharrem Ergin, Faruk Kadri Timurtaş, Necmettin Hacıeminoğlu, Agâh Oktay Güner, Altan Deliorman, Metin Eriş, İbrahim Kafesoğlu, Bayram Yüksel, Mustafa Tahralı, Necati Tahralı, Mehmet Karpuzcu, Necati Ağıralioğlu, Hayri Bilecik, Oktay Aslanapa, Halil Açıkgöz631 katılmıştır. Mahfil toplantılarında köklü bir ritüel oluşmamış olsa da632 belli bir sıra izlenirmiş633. Herkesin belirlenmiş ve sürekli oturdukları koltukları olan salondaki mahfil toplantısını Sâmiha Ayverdi açarmış. Sâmiha Hanım, orta boy ve ciltli not defterinden Ahmed’er Rıfâî’nin nasihatlerinden, vecizelerinden veya hocası Ken’an Rıfâî’nin Mesnevi şerhinden bir, bir buçuk sayfalık bir bölüm okur, ardından Halil Can, bazen Hulûsi Bey ya da Ahmet Bîcan ayağa kalkıp el bağlayarak Itrî’nin naat’inden iki veya üç bölüm okur, sonra da ney faslı başlarmış634. Kuran tilavetinden sonra çay ve pasta ikramına geçilirmiş. Edebiyatla ilgili konu ve konular da bu sırada başlar, ikili konuşmaların ardından ortaya bir konu atılır, bazıları bu konuyla ilgili fikirlerini söylerken diğerleri de onu dinlermiş635. Bu fasıldan sonra da ilahi ve şarkılar okunurmuş. Musiki faslı bitince de Nihad Sami Banarlı ayağa kalkarak veya Yahya Kemal’den şiirler okurmuş. Bu şiir okumalarını bazen de Sâmiha Ayverdi yaparmış636. Toplantılarda musiki, fikir, edebiyat, sanat, siyaset konuları üzerinde

627 Ergiydiren, a.g.e., s. 184. 628 Ergiydiren, a.g.e., s. 184-191. 629 Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası’nda, Yahya Kemal ile yaptıkları sohbet listesinde, Ekrem Hakkı Ayverdi’de bu isimlerle 1–2 Nisan 1944 tarihinde bulunduklarını yazmıştır. Bkz.: Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, s.25. 630 Ünver, a.g.e., s.25. 631 Halil Açıkgöz ile 27.10.2010 tarihinde yapılan görüşme. 632 Özcan Ergiydiren, toplantıları 1960’lı yıllara kadar takip etmiştir. Ergiydiren eserinde, ilk yıllardaki toplantıların belli bir sıra izlediğini belirtmektedir. Halil Açıkgöz ise mahfil toplantılarının belli bir sırasının olmadığını belirtmektedir. Özcan Ergiydiren, 1964 yılından sonra toplantıların şeklinin değiştiğini söylerken belki de bu tür değişikliği kastetmiştir. 633 Ergiydiren, a.g.e., s. 188-191. 634 Ergiydiren,a.g.e., s. 188. 635 Ergiydiren, a.g.e., s. 191. 636 Ergiydiren, a.y.

143 “hasbihâl” olarak bir sohbet geleneği oluşmuştur. Yahya Kemal’in katıldığı toplantılar 1947–1948 yıllarında olduğu için henüz mahfil tam anlamıyla kökleşmeden önce de evde çok fazla kişinin devam etmediği ufak toplantıların yapıldığını ortaya çıkmaktadır. Yahya Kemal bu toplantılara yanına Münir Nureddin’i ve ud, kanun ve kemandan meydana gelen bir saz takımını alarak gelmiştir637. Bu toplantılara katılanların kimlikleri dikkate alındığı takdirde bu toplantıda da musiki, tarih ve edebiyat konularının konuşulmuş olması kuvvetle muhtemeldir. Toplantılara 1960 ihtilâlinden sonra bir süre ara verilmiş, Özcan Ergiydiren’in verdiği bilgiye göre bir süre sonra toplantılar tekrar başlamışsa da 1964’te sona ermiştir638. Ergiydiren, 1964’ten sonra da bu toplantıların şekil değiştirdiğini söylemektedir. 1972 yılından sonra bu toplantılara katılan Halil Açıkgöz’ün verdiği bilgiye göre ise toplantılar Ekrem Hakkı Ayverdi’nin rahatsızlığı sebebiyle 1980’li yılların ilk yarısına kadar devam etmiştir639.

2. 1. 16. NAHİT HANIM’IN (FIRATLI) EV(LER)İ

Nahit Hanım, Halil Vedat Fıratlı ile evli kaldığı sıralarda yaşadığı Ankara’da, evini sanatçı ve edebiyatçılara açmış, onlarla haftanın hemen her gecesi sanat edebiyat sohbetleri yapmıştır. Cahit Külebi, “İçi Sevda Dolu Yolculuk” isimli eserinde, “geceleri genellikle” onun evinde toplandıklarını ve bu toplantıların da “ciddi şiir toplantıları” olduğunu yazmaktadır640. Külebi’nin tespitine göre bu evde genellikle Orhan Veli, Cahit Sıtkı, Necati Cumalı, Sabahattin Eyüboğlu, Nurullah Ataç, Melih Cevdet Anday, Yunus Kâzım Köni, Dora ve Erol Güneyler bir araya gelmiştir641. Mustafa Şerif Onaran, onun kırklı yıllar şiirinin önde gelenlerini koruyan bir “hanımefendi” olduğunu belirtmektedir642. Gerçekten de Nahit Hanım, Orhan Veli ve

637 Deliorman, a.g.e., s.104. 638 Ergiydiren, a.g.e., s. 194. 639 Halil Açıkgöz ile 27.10.2010 tarihinde yapılan görüşme. 640 Cahit Külebi, İçi Sevda Dolu Yolculuk, Varlık Yayınları, İstanbul, 1999, s.71. 641 Cahit Külebi, a.y. 642 Mustafa Şerif Onaran, “Nahit Hanım”, Varlık, No:1118, Kasım 2009, s.36.

144 o yılların genç ve yetenekli şairlerinin eserlerini vermesi için yardımcı olmuştur. Mustafa Şerif Onaran, Nahit Hanım’ın evine gidip gelen Cahit Külebi ve Necati Cumalı’dan “O bizim koruyucu meleğimizdi.” dediğini dinlemiştir643. Onun genç sanatçıları ve şairleri koruyan tavrı, modern anlamdaki “sanatkâr hamiliği” kavramına güzel bir örnektir. Nahit Hanım’ın özellikle Orhan Veli ile olan yakınlığı, ona kol kanat germesi, şairin hayata tutunmasını ve eser vermesini kolaylaştıran bir etken olarak da düşünülebilir. Nahit Hanım’ın, Ankara yıllarındaki şair ve sanatçılarla olan yakın ilişkisi, onlarla sanat, edebiyat, sosyal ve siyasal konulardaki sohbetleri, o yılların gençlerini etkilemişti. Cemal Süreya bu sebepten onun evini bir sanat albümüne benzetir644. Süreya, onun 1930’lu yıllardan 1980’li yıllara kadar sanatçı ve aydınlarla içli dışlı olduğunu, özellikle de 1940–1950 kuşaklarının temsilcileriyle daha bir yakınlık kurduğunu belirtir645. Nahit Hanım’ın, Orhan Veli’nin “Yaprak” dergisini çıkarmasına maddi ve manevi katkıları da olmuştur. Nahit Hanım, Ankara’dan İstanbul’a taşınmış, bu sırada da şair Arif Damar ile ikinci evliliğini yapmıştır. İstanbul’da, Nişantaşı’nda, Ahmet Oktay’ın verdiği bilgiye göre “Dilberler Mağazası’nın arkasındaki sokakta, yüksek tavanlı” bir evde oturmaya başlamıştır646. Evinin kapısı Ankara’daki gibi yine şair ve yazarlara açıktır. Ahmet Oktay, bu evlilik dolayısıyla edebiyat dünyasına hiç de yabancı olmayan iki insanın evinin 1950’li yıllardan itibaren İstanbul için önemli bir edebiyat mahfili olduğunu söylemektedir647. Oktay, bu toplantıların da genellikle “cumartesi geceleri” yapıldığını yazmaktadır “Gizli Çekmece” isimli kitabında. Sevengül Sönmez ise Nahit Hanım’ın evindeki toplantıların “cuma” günleri yapıldığının belirtmektedir648. Gelenekselleşmiş toplantı günü olan cumartesi günlerinde, evin sofrası öğle vaktinde

643 Onaran, a.y. 644 Cemal Süreya, 99 Yüz: İzdüşümler/Söz Senaryosu, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1996, s.283. 645 Süreya, a.g.e., s.282. 646 Oktay, Gizli Çekmece, s.95. Selim İleri ise evin Taksim Gezisi’ne bakan bir apartman katı olduğunu belirtmektedir. Bkz.: Selim İleri, İstanbul’un Sandık Odası, İstanbul, Doğan Kitap, 2004, s.94. 647 Ahmet Oktay ile 13.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 648 Sevengül Sönmez (Haz.), A’dan Z’ye , İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2009, s.234.

145 hazırlanmış649. Arif Damar’dan ayrılıp Taksim taraflarında, Stadyum Palas’taki eve taşındıktan sonra da bu sohbet toplantılarını devam ettirmiştir Nahit Hanım650. Ahmet Oktay, Nahit Hanım’ın İstanbul’daki evlerine Sabahattin Eyüboğlu, Azra Erhat, Melih Cevdet Anday, Adnan Veli, A. Kadir, Ömer Uluç, Sevim Burak, , , Tomris Uyar’ın geldiğini söylemektedir651. Bu isimlerin dışında da evin müdavimleri vardır: “Cemal Süreya, Vedat Günyol, İsmet Kür, Gülriz Sururi652; Fethi Naci, Asaf Çiyiltepe653; Selim İleri654” Nazım Alpman bir yazısında, Duygu Asena ve Ayben Kop’u Nahit Hanım’ın evine götürdüğünü yazmaktadır655. Ahmet Oktay, Nahit Hanım’ın evindeki toplantıların zaman zaman bir forum havasında geçtiğini belirtmektedir. Genellikle edebî sorunlar üzerinde durulan bu toplantılarda, şairler de zaman zaman şiirlerini de okumuştur 656. Orhan Veli ise bu toplantılar sırasında kendi şiirlerinden ziyade başkalarının şiirlerini okurmuş657. Sabahattin Eyüboğlu’nun olduğu toplantılarda sohbet konuları genelde “Anadolu uygarlıkları” ve “halk kültürü” olurmuş. 1957–1958 arasında bir gecede, Homeros’un İlyada’sını658 Türkçe’ye çevirmeye çalışan Azra Erhat ve A. Kadir de Nahit Hanım’ın evine gelmiş, burada hazır bulunan Ahmet Oktay, Nahit Hanım, Arif Damar, Sabahattin Eyüboğlu’na bu çevirilerinden bahsetmişlerdir. Türkçe’ye çevrilmiş şiirleri ihtiva eden yaklaşık on sayfalık metni659 Ahmet Oktay okumuş, orada bulunanlar da okunan şiirin hemen her bölümü üzerinde ayrı ayrı durararak şiirle ilgili çeşitli önerilerde bulunmuşlardır660. Oktay’ın verdiği bilgiye göre A.

649 Oktay, Gizli Çekmece, s.95. 650 Oktay, a.y 651 Oktay, a.y. 652 Onaran, a.y. 653 Metin Cengiz (Söyleşi), Hayat, Edebiyat, Siyaset: Ahmet Oktay İle Dünden Bugüne, İstanbul, Everest Yayınları, 2004, s.150. 654 İleri, a.y. 655Nazım Alpman, “ 8 Mart Sekiz Kadın”,(Çevrimiçi) http: //www. birgun. net/ writer_2010_index.php?category_code=1187090394&news_code=1268316647&year=2010&month= 03&day=11, 07.03.2010. 656 Ahmet Oktay ile 13.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 657 Zeynep Oral, O Güzel İnsanlar, İstanbul, Cumhuriyet Kitap, 2008, s.288. 658 Ahmet Oktay, başka bir yerde Homeros’un eserinin ismini Odysseia olarak belirtmektedir. Bkz.: Cengiz, a.g.e., .150. 659 Cengiz, a.y. 660 Oktay, Gizli Çekmece, s.95.

146 Kadir ve Azra Erhat, çevirileriyle ilgili eleştiriler dikkatle dinlemiş, eleştirilerden önemli olanları da not almışlardır. Selim İleri, evdeki toplantıların mahiyeti ile ilgili şu bilgileri vermektedir: “Bu salonda Hüseyin Cahit Yalçın’ın Fikir Hareketleri dergisinin bilmem kaç yılından kalma ciltleriyle son açılan bir resim sergisinin tanıtmalığı biribirine bitişik durur, sanat ve kültür, güncelle değil, süreklilikle, kalıcılıkla anlam kazanır… Söyleşiler de o yoldadır. Fikir Hareketleri’nin sayfalarında yer almış bir tartışmaya geri dönülebilir. Hemen öncesinde Edip Cansever’in ‘yeni’ şiir kitabı tartışılmıştır. Hemen sonrasında, Kent Oyuncuları’nın yeni, o sezondaki oyunları tartışılacak…661” Nahit Hanım’ın evi, uzun yıllar bu mahfil kimliğini korumuştur. Mustafa Şerif Onaran, 1996 yılında gittiği evde, geçmiş yıllardaki kadar çok sayıda misafir olmasa da birkaç kişinin hâlâ bulunduğunu yazmasından yola çıkarak, en azından İstanbul’daki mahfilin 40 yıl kadar aralıklarla da olsa devam etmiş olduğunu söylememiz mümkündür. Mahfilin ilk zamanlarıyla son zamanları arasında mahfile katılan insanların nitelikleri, mahfilde konuşulan konularla ilgili bariz farkların da olduğu hissedilmektedir. Mahfil, Nahit Hanım’ın sağlığının bozulduğu ve hastaneye kaldırıldığı 2000’li yıllara kadar devam etmiştir662.

2. 2. KAHVE, KIRAATHANE VE ÇAY BAHÇELERİ

2. 2. 1. ÇİÇEKÇİ KAHVESİ

Kahvenin ismi, Üsküdar’da çiçek bahçeleriyle ün kazanmış İhsaniye Mahallesi’ndeki663 Çiçekçi semtinden gelmektedir. Bu semtte eskiden beri çeşitli çiçeklerin yetiştirildiği bilinmektedir. Çiçekçi Kahvesi ile ilgili bir yazısı bulunan araştırmacı Naciye Turgut, kahvenin kurulduğu semtin bir sakini olan Emel

661 İleri, a.y. 662 Nahit Hanım, 2002 yılında vefat etmiştir. 663 Naciye Turgut, “Bir Zamanlar Üsküdar’dan Tarihe Düşen Notlar: Çiçekçi Kahvehanesi”, 2007, Üsküdar Sempozyumu IV-Bildiriler, (Ed. Dr. Coşkun Yılmaz), Üsküdar Belediyesi Yayınları, İstanbul, s.72. İhsaniye Mahallesi’nin sosyo-kültürel yapısı için de aynı yazıya bakılabilir. Süheyl Ünver’in Süleymaniye Kütüphanesi’nde eski harflerle yazdığı 376 nolu defterin birinci sayfasında da kahvenin İhsaniye’de yer aldığı bilgisi vardır. Bkz.: Dr. A.Süheyl Ünver, Defter No: 376, Süleymaniye Devlet Kütüphanesi, s.1. (Beni bu defterin varlığından haberdar eden İbrahim Öztürkçü’ye teşekkür ederim.)

147 Naksoy’dan edindiği bilgiye göre, kahvenin yanında yer alan namazgâh kısmının eskiden çiçek tarlası olduğunu belirtmektedir. Turgut’un yazısında, kahvenenin bitişiğindeki konakta ikamet eden Esvapçıbaşı Ahmed Bey’in de konağının arka bahçesinde zevk için çiçek yetiştirdiği bilgisi de yer almaktadır664. Mehmet Nermi Haskan ise eskiden bu kahvenin kurulduğu yerin, Üsküdar Sarayı’nın bahçesinde bulunduğunu, belki de o dillere destan saray bahçesinin çiçeklerinin burada yetiştirildiğini söylemektedir665. Çiçekçi Kahvesi, Naciye Turgut’a göre Tıbbiye Caddesi ile Harem İskelesi Sokağı’nın birleştiği yerde, sokağın sağ köşesine yakın bir yerdedir666. Süheyl Ünver ise kahvenin, Tunusbağı’ndan Karacaahmed Mezarlığını sola alıp Selimiye Dergâhı’na gelirken İhsaniye’de bulunan namazgâha sapan yolun başında ve Selim-i Sâlis tuğralı çeşmenin karşısında yer aldığını tespit etmiştir667. Çiçekçi Kahvesi’yle ilgili incelediğimiz hemen hiçbir kaynakta, kahvenin ne zaman açıldığına dair kesin bir bilgi yoktur. 1755 tarihinde Sultan III. Osman (1699– 1757), Üsküdar’daki sarayının arsasına iki mabet yaptırmış, ilerde Çiçekçi-İhsaniye şeklinde şöhret bulacak semti böylece de halkın hizmetine açmıştır. Kahve’nin arsası Ayşe Hatun’a geçince, o da buraya bir namazgâh yaptırmıştır. Mehmet Nermi Haskan, kahvenin bu sıralarda veya bu olaydan bir müddet önce, namazgâhın yanına yaptırıldığını belirtmektedir668. Osmanlı Devlet erkânı kahvelere genelde şüpheyle bakmıştır. Devrin ne yapacağı hiç belli olmaz insanlarının meskeni olan ve her türlü fesatı barındıran ve aynı zamanda kamuoyunu oluşturan/yönlendiren kahveler ve kahvehane müdavimleri, devlet erki tarafından sürekli kontrol altında tutulmaya çalışılmıştır. Devlet erki yasaklamalar, ceza ve tehditlerle bu “şer odakları”nın halkı zehirlememesi için sert tedbirler alınmıştır. Olumsuz özelliklerine rağmen, toplum hayatının “riya bulaşmamış yüzü” burada capcanlı görülebilmektedir. Nizamettin Nazif bu tür kahveleri hem devlete hem de devlete sırtını dayamış ve kahveleri “tezyif eden” bey, paşa ve vükela kesiminin konaklarına karşı yürütülen bir savaşın

664 Naciye Turgut, a.g.m., s.77. 665 Mehmet Mermi Haskan, “Çiçekçi Kahvesi”, Yüzyıllar Boyunca İstanbul, C.III, İstanbul, Üsküdar Bel. Üsküdar Araştırma Merkezi Yayınları, 2001, s.1463. 666 Turgut, a.g.m., s.77. 667 Ünver’den aktaran Koçu, a.g.e., s.3962. 668 Mehmet Mermi Haskan, a.g.e., s.1463.

148 merkezi olarak düşünmektedir. Nazif, bu savaşta kahvelerde yazılıp dillere düşen “koşma” ve “hicviye”lerin, devlet ricalini zor duruma soktuğunu, görevlerinden tek tek azledilen “devletli”lerden sonra Osmanlı padişahlarının da bu selin önünde duramadığını, hatta ve hatta 1908 İhtilali ve İstiklâl mücadelesinin propagandasının kahveye borçlu olduğunu iddia etmektedir669. Kıraathanedeki birlikteliklerin edebiyatçıların duygu ve düşüncelerinde temelli bir değişiklik veya etki yaptığı söylenemezse de halkın arasında bir müddet de olsa bulunan sanatçı ve edebiyatçının onlarla karşılıklı bir iletişime geçtiği de düşünülebilir. Bu sebepten özellikle devlet erki, toplumsal ayrışmaların belki de hemen hiç düşünülmeden, isteyenin istediği konuyu rahatça konuşabildiği, heterotopik670 bir mekânda yapılan sohbetlerle, özel bir anlama sahip olan “devlet sohbetlerini” sürekli kontrol altında tutmaya ve burada devlet için tehlikeli kabul edilen “zararlı” görüş, fikir ve eylemlerin kök salmasına fırsat vermemeye çalışmıştır671. Nitekim Sultan III. Osman’ın tebdil-i kıyafet ederek Topkapılı Osman Ağa ismiyle ara sıra bu kahveye gelip halkın sıkıntılarını dinlediği, Osmanlı Devletinin buradan nasıl göründüğünü bizzat halkından öğrenmek istediği

669 Nizamettin Nazif, “Kahve ve Politikacıları”, Yedigün, No: 634, 29 Nisan 1945, s.5. 670 Foucault’un ortaya attığı heterotopya kavramı, heterojen ve ahenksiz hemen her türden faaliyetlerin, (siyasi, sosyal, edebi, kışkırtıcı, bozucu, sanatsal vb.) bir bileşimidir. Mekânın homojenliği dışlayan yapısı ve buralara devam eden insanların çeşitliliği ile heterojenliği heterotopik bir mekânın oluşmasına sebep olmaktadır. Kavram ve kavramın kahvehaneler ölçeğinde bir değerlendirmesi için bkz.: Uğur Kömeçoğlu, “Homo Ludens ve Homo Sapiens Arasında Kamusallık ve Toplumsallık: Osmanlı Kahvehaneleri”, Osmanlı Kahvehaneleri: Mekân, Sosyalleşme, İktidar (İçinde) Haz. Ahmet Yaşar, 2009, Kitap Yayınevi, İstanbul, s.45–80. Ayrıca bkz.: Nalan Bahçekapılı, “Kahvehane-Aylaklık Mekânı, Kamusal Mekân, Heterotopya”, Varlık, No:1174, Temmuz 2005, s.19–24. 671 Kahvehanelerin Osmanlı devleti için yarattığı sıkıntıları ve bu sıkıntılara karşı devletin aldığı tedbirler için şu makaleye bakılabilir: Ahmet Yaşar, “ ‘Külliyen Ref’ten ‘İbreten Li’l Ğayr’e Erken Modern Osmanlı’da Kahvehane Yasaklamaları”, Osmanlı Kahvehaneleri: Mekân, Sosyalleşme, İktidar (İçinde), s. 36–44. Osmanlı Devletinin yıkılmasıyla ortaya çıkan genç Türkiye Cumhuriyeti’nde de kahvehanelere hiç de iyi gözle bakılmamıştır. Cumhuriyet sonrasında da kahveler, devletin ıslah etmek, uğraşmak zorunda olduğu bir problem olarak düşünülmüştür. Bu problemle nasıl mücadele edildiğini inceleyen iyi bir çalışma için bkz.: Serdar Öztürk, Cumhuriyet Türkiye’sinde Kahvehane ve İktidar (1930–1945), 2005, Kırmızı Yayınları, İstanbul, 546 s. Kıraathanelerin ıslahı için günümüzde de devlet erki bazı ufak müdahaleler yapmaktadır. Bunlardan birisi de kıraathanelere kitap konulmasıdır. Kahramanmaraş örneği için bkz.: “Kahramanmaraş’ta bir ‘Kıraathane’”, Zaman, 27 Mart 2010, s.23. Ayrıca bkz. Ekrem Işın, “Kahvehaneler”, DBİA, C.IV, s.386–392. Ahmet Oktay (13.12.2010) ve Mehmet Niyazi (11.12.2010), M. Şevket Eygi ( 23.12.2010) ile yaptığımız görüşmelerde mahfillere devam etmiş bu üç isim de Cumhuriyet sonrasında da bu izleme sisteminin halen yürürlükte olduğuna yönelik anılarını anlatmışlardır.

149 bilinmektedir672. Vâsıf Hiç, Çiçekçi Kahvesi ile ilgili anılarında, buranın hemen bütün müşteri ve müdavimlerinin, üdeba, zürefa, ilim, sanat ve marifet erbabı olan çok sayıda bey, paşa, kalem efendisinden oluştuğunu beyan etmiştir673. Çiçekçi Kahvesi’nde üç defa ziyaret etme şansının yakalamış Süheyl Ünver de burayla ilgili notların yer aldığı defterinde mekânın “âlimler, şairler, sanatkârlar ve ressamlar kulubü” olduğu kayıtlıdır674. Yaklaşık iki yüz yıl açık kalmış bir edebiyat mahfiline tabii ki pek çok şair, yazar, edebiyatçı, edebiyat meraklısı ile değişik sosyal ve siyasal çevreden insanlar devam etmiştir. Mekânı bir edebiyat mahfiline çeviren isimler şöyledir: Muallim Naci, Şeyh Vasfi, Üsküdarlı Talat, Üsküdarlı Safi, Hattat Mehmed İlmî Efendi, Salih Saim, Tanburi Ahmed, Esvapçıbaşı Behçet, Necmeddin Okyay, Hoca Ali Rıza Bey, Şair Hüseyin Haşim, Farsça Öğretmeni Hicri Efendi, Hersekli Ârif Hikmet, Mehmed Âkif, Vâsıf Hiç675; Mahmud Ziya Bey, Seryaver Halil Paşa, Hastalar Ağasının Hacı Reşit Bey, onun damadı Selâhattin Bey, Türkmen Beyi Süleyman Bey, Temyiz Azası İzzet Bey, Adliye Evrak Müdürü Memduh Bey, İmam Tahsin Efendi, Mısır Çarşılı Sadık Bey, Muhtar Edhem Efendi, Bab-ı Seraskeri hulefasından Ziya Bey, onun biraderi Bahattin Bey, Belediyeden Sami Bey676; Nikâh memuru Lütfü Bey, Musahipzâde Celâl Bey, İhsaniye Camii İmamı Ferit Bey, Mutasarrıf Behçet Bey, Vecdî Bey, İbrahim Hakkı Konyalı677; Tuğrakeş İsmail Hakkı Bey678; Âmiş Efendi, Halil Nihad, Yer Altı Camii İmam ve Hatibi Hafız Ali Efendi679. Faruk Talât, “Üsküdar Şairleri” başlıklı yazısında, Üsküdar civarında oturan şairleri anlatırken bu şairlerin yazdıkları şiir ve eserleri birbirlerine okuduklarından bahsetmektedir. Talât, işte bu tür bir edebî faaliyet olduğunda, İhsaniye taraflarında oturan kişilerin Çiçekçi Kahvesi’nde toplandıklarını ve Üsküdarlı Safi ve Üsküdarlı

672 Reşad Ekrem Koçu, “Çiçekçi Kahvehânesi”, C.VII, İstanbul Ansiklopedisi, s.3960.; Haskan, a.g.m, s.1463; Birsel, Kahveler Kitabı, s.68-69. 673 Koçu, “Çiçekçi Kahvehânesi”, C.VII, İstanbul Ansiklopedisi, s.3962. 674 Dr. A.Süheyl Ünver, Defter No: 376, Süleymaniye Devlet Kütüphanesi, s. 7-15. 675 Birsel, Kahveler Kitabı, s.69–70. 676 Buhan Felek’ten aktaran Haskan, a.g.e., s.1463–1464. 677 Turgut, a.g.e., s.83. 678 Turgut, a.y. 679 Dr. A.Süheyl Ünver, Defter No: 376, Süleymaniye Devlet Kütüphanesi, s.10-12.

150 Talat’ın da bu toplantılarda nükteli sohbetler yaptığını belirtmektedir680. Kahvenin uzun yıllar işletmecisi olan Hacı Ahmet Bey, zaman zaman buraya küçük oğlu Doğan’ı, kahvenin müdavimlerinden Tuğrakeş Hakkı Bey ise kızı Mualla Hanım’ı da getirmiştir. Mualla Hanım’ın kızı Ayşe Baturay, annesinden dinlediklerine göre kahvede herkesin bir yerinin olduğunu, uzun uzun sohbetlerin edildiğini, sohbet konularının ise “son yazılan şiirler, olaylar, kitaplar, yenilikler, yeni aşılanan güller”le ilgili olduğunu Naciye Turgut’a aktarmıştır681. Ünver de şair ve sanatkârların bir araya geldiğinde buranın bir “kulüp” ve “irfan meclisi” halini aldığını belirtmektedir682. İki kısım olan kahveyi birbirinden 80–90 santimlik bir set ayırmaktadır. Çepeçevre peykelerle çevrili ve ortasında bir iki sandalye ile masa bulunan yüksek mahfilde, mahallenin “muteber” insanları ile sanat-edebiyat sohbeti yapan devrin kültürlü ve sözü dinlenilen insanları otururmuş. Mekânın alt kısmında oturan mahallenin esnaf ve diğer insanları, yukarıdaki sohbetleri “ibretle” dinlermiş683. Burhan Felek, son yıllarına yetiştiği kahve ile ilgili dikkate değer bilgiler verdiği yazısında, Çiçekçi Kahvesi’nin zamanla nasıl bir edebiyat mahfili olmaktan çıktığını da yazmaktadır. Felek, bir edebiyat mahfilin devrin siyasi görüş ve fikir ayrılıklarından nasıl etkilendiğine dair dikkate değer bilgiler vermektedir. Felek, Meşrutiyet’ten sonra özellikle “İttihatçılık” ve “İtilafçılık” çekişmeleri ve Birinci Dünya Savaşı sebebiyle kahvedeki sohbetlerin tadının kaçtığını, daha önce birbirinin can ciğer dostu olan müdavimlerin bu olaylar sebebiyle birbirlerine küsecek hale geldiğini belirtmektedir684. Güzin Pektaş ise mekânı uzun yıllar işleten ve kayınpederi olan Hacı Ahmet Pektaş’ın Çiçekçi Kahvesi’ni, mühendis olan oğlunun isteği üzerine kapattığını söylemektedir685. Hacı Ahmet Pektaş, Çiçekçi Kahvesi’ni, 1898-1900’lü yıllardan, kapandığı tarih olan 1937–1938’e kadar işletmiştir686.

680 Faruk Talât, “Üsküdar Şairleri”, Yücel, No:3, Nisan 1935, s.33–34. 681 Turgut, a.g.e., s. 83. 682 Ünver’den akratan Turgut ,a.g.e., s.82. 683 Buraya kadarki bilgiler mekânın son zamanlarına yetişmiş Burhan Felek’e aittir. Detaylı bilgi için bkz. Haskan, a.g.e., s.1463. 684 Felek’ten aktaran Haskan, a.g.e., s.1464. 685 Turgut, a.g.e., s.86. 686 İstanbul’un ünlü kahvelerinden bahsederken Çiçekçi Kahvesi’ne de değinen bir yazıdan öğrendiğimize göre kahve 1944 yılında da açıktır. Fakat Çiçekçi Kahvesi, bu yıllarda daha ziyade bir “mütekaitler kahvesi” hüviyetine sahiptir. Bkz.: “Meslek Kahveleri”, Akşam, 16 Şubat 1944, s.3.

151

2. 2. 2. SARAFİM KIRAATHANESİ

Beyazıt’ta Okçularbaşı’nda Reşit Paşa Türbesinin karşısında bulunan 33 numaralı dükkânda, ne zaman açıldığı kesin olmamakla birlikte bazı kaynakların verdiği bilgiye göre on dokuzuncu yüzyılın başlarında veya ortalarında açık olan Sarafim Kıraathanesi687, Ebüzziya Tevfik’in Mecmua-i Ebuzziya’daki “Kahvehâneler” başlıklı yazısında Uzun Kahve ismiyle geçmektedir. Ebuzziya Tevfik aynı yazısında, “Bu kahvehâne bir zamandan sonra Okçularbaşı Kıraathânesi ve biraz sonra Sarafim Kıraathânesi diye şöhret bulmuştur.”688 ifadesiyle bilgi vermektedir. Ali Canip Yöntem ise gençliğinde özellikle yüksek öğretmen öğrencilerinin perşembe günleri Divanyolu’na muvazi Leblebiciler Sokağı’ndaki bu mekâna gittiğini belirtmektedir. Buranın “Sarafim Kütüphane ve Kıraathanesi” ismiyle meşhur olduğunu da ekledikten sonra, diğer öğrencilerin de burada kitap ve diğer süreli yayınları okumak için toplandıklarını yazmaktadır689. Kıraathanenin Uzun Kahve şeklinde isimlendirilmesinde, mekânın dikdörtgen gibi şekli etkili olmuştur. Okçularbaşı olarak isimlendirilmesinde ise kıraathanenin bulunduğu mevki ön plana çıkmaktadır. Kıraathanenin sahibi Ermeni asıllı Sarafim

687 Sarafim Kıraathanesi’nin tam olarak ne zaman açıldığıyla ilgili birkaç bilgi vardır. Fakat bu bilgiler, kıraathanenin açılış tarihinin doğru olup olmadığıyla ilgili şüpheleri giderecek kesinlikten yoksundur. M. Sabri Koz, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi’nde Sarafim Kıraathanesi’nin 1857’de açıldığını ve 1920’lere kadar buranın açık kaldığını belirtmektedir. bkz. M. Sabri Koz, “Sarafim Kıraathanesi”, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.VI, s. 459. Süheyl Ünver, Belleten dergisindeki yazısında ise, kıraathanenin “125 yıllık” bir hayatı olduğundan bahsetmektedir. Bkz.: A. Süheyl Ünver, “Yayın Hayatımızda Önemli Yeri Olan Sarafim Kıraathanesi”, Belleten, C. XLIII, No: 170, Nisan 1979, s.483. Ebüzziya Tevfik ise kesin bir tarih vermeden buranın açılışını “ Reşid Paşa türbesiyle karşı karşıya olan bu kahvehâne merhum müşarünileyhin ya evahir-i eyyamında ve yahut onun akîb-i vefatında küşad edilmiştir.” şeklinde açıklamıştır. Bkz.: Ebuzziya Tevfik, “Kahvehânler”, Mecmua-i Ebuzziya, y. 31, No: 130, 28 Muharrem 1330, s.47. Françis Georgeon ise M. Sabri Koz gibi kıraathanenin 1857’de açıldığının bilgisini vermektedir. Bkz.: François Georgeon, a.g.e. , s.71. Taha Toros ise buranın 1881 yılında açıldığını ve 1907 yılına kadar devrin tanınmış şair, yazar ve bilginlerin burada bir araya geldiklerini söylemektedir. Bkz.: Taha Toros, Kahvenin Öyküsü, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998, s.78–79.Taha Toros’un açılış tarihiyle ilgili verdiği bilgi doğru olamaz. Zira Ebüzziya Tevfik, devrinin önemli kıraathanelerini anlattığı yazısında buranın 1283 (1866) yılının Ramazan ayında en parlak devrini yaşadığına dikkatleri çekmektedir. Bkz.: Ebuzziya Tevfik, a.g.m. s.48. Kıraathanenin 1857 tarihinde açıldığını gösteren kaynaklar, Ebüzziya Tevfik’in Reşid Paşa ile ilgili söylediği cümleyi dikkate almıştır. Mustafa Reşid Paşa, 1857/58 yılında vefat etmiştir. 688 Ebuzziya Tevfik, a.g.m., s.47. 689 Ali Canip Yöntem, “Bizim Gençliğimizde Fikir Kavgaları”, Yakın Tarihimiz, C.I, No:10, 3 Mayıs 1962, s.289.

152 Efendi’den dolayı da mekân daha çok Sarafim Kıraathanesi olarak adlandırılmıştır690. Sarafim Kıraathanesi, merkezi konumu sayesinde pek çok insanın rahatlıkla uğrayabildiği bir yerdeydi. Bir yerin mahfil olarak belirlenmesinde her ne kadar o mekânın merkezi konumu en önemli unsur olarak düşünülmezse de, bu merkezi konum sayesinde mekâna çok farklı sosyal statüden insanın gelmesi de kolaylaşmaktadır. Bu tür mekânlarda aynı zamanda ülkenin idare edildiği merkeze yakınlığı sayesinde, devlet kademesindeki yönetici kesimle sanatçı, edebiyatçı ve sıradan halk kesimlerinin bir arada olması sağlanmaktadır. Bu durum, mahfildeki kültür-sanat ve sosyal statü anlayışlarının renklenmesine imkân sağlamıştır. Kahvehaneler, hemen her türden oyunun oynandığı, zaman zaman sazlı sözlü gösterilerin sahnelendiği mekânlardır. Bu tür yerlerde çeşitli sohbetler yapıldığından buraya gelmek isteyenlerin sosyal ihtiyaçları öne çıkmaktadır. Gazete ve dergilerin yayınlanmaya başlamasıyla içinde kitapların da bulunabildiği mekânların yaygınlaşması, halkın okuma ihtiyaçlarını gideren kıraathanelerin ortaya çıkmasına ve bu tür yerlerin çok fazla rağbet görmesine imkân sağlamıştır. Kıraathaneler, kahve türü mekânlardan pek çok yönüyle ayrılır. Kahve ve kıraathanelerin en temel farkı, yapıların inşa amaçları ve bu farklı mekânlardaki toplanan insanların vakit geçirme anlayışlarında gizlidir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Sultan Abdülaziz devrinde ortaya çıkan gazete okuma alışkanlığının, özellikle bu türden kıraathanelerde revaç bulduğuna işaret etmektedir.691 Kıraathanelerin kahvelerden bir farkı da, kıraathanelerin içlerinin tefrişatının kahvelere nazaran değişik olmasıdır. Kıraathaneler ve özellikle Sarafim Kıraathanesi’ne devam eden kesimde, okuma yazması olan ve toplumun genelde orta sınıfını oluşturanlarla devlet kademesinde görev yapan aydınlar devam etmiştir. Semt kahvelerine ise genelde sözlü kültürün verilerine aşina insanlar gitmiştir. Müşterilerin değişik kesimlerden oluşması, kahve ve kıraathanede yapılan sohbetlerin niteliğini de farklılaştırmıştır. Özellikle Tanzimat’tan sonra “dünyayı algılama” konusundaki köklü değişiklik ve değişmelerden kahveler de nasibini almıştır. Tanzimat öncesinde keskin bir şekilde olmasa da kahvelerin zamanla camilerin yanlarında açılması anlayışında değişiklikler

690 Koz, a.y. 691 Tanpınar, Beş Şehir, s.205.

153 olmuştur. Caminin hayatın ortasında yer alan konumu, bu ibadet merkezine gelen gidenlerin kahvelere de devam etmesine imkân sağlamış, Tanzimat’ın yavaş yavaş Batı dünyasıyla hesaplaşmasında ibrenin Batı değerlerine daha dikkat kesilmiş bir kesimin yaratılmasına dönmesi ile merkez ve çevre etkileşiminin çok fazla değiştiğinin izleri kahve-kıraathane mekânlarında da gözlemlenmektedir. Sarafim Kıraathanesi’ne on dokuzuncu asrın son yarısı ile yirminci asrın ilk yarısında yaşamış olan edib, şair, mütefekkir, devlet adamı gibi pek çok entelektüel devam etmiştir692. İlk açıldığı zamanlarda buranın asıl müdavimleri müdür ve müdür mazulleridir693. Daha sonraki yıllarda kıraathane bir edebiyat-kültür mahfili hâline kavuşacaktır. Kıraathanenin bir mahfil olarak belirmesinde Sarafim’in Kıraathanesi’nde Takvim-i Vekayi ve Ceride-i Havadis gibi gazeteleri bulundurmaya başlamasının büyük bir etkisi olmuştur. Müşterilerin okumaları için daha sonra da Tercümân-ı Ahval, Ruznâme, Tasvir-i Efkâr, Mecmua-i Fünûn, Mir’at694 gibi süreli yayınların getirilmesi, mekâna ister istemez bir hareket getirmiş ve günlük gazeteleri okumak isteyenler kahveye daha sık uğramaya başlamıştır. Ebüzziya Tevfik, süreli yayınların çoğalmasıyla mekânın bir “dârül-kırâe” halini aldığını beyan etmektedir695. Sarafim Efendi, gazete okumak amacıyla kıraathanesine müşterilerin daha fazla ilgi gösterdiğini gözlemlemiş, bu faaliyeti destekleyecek bir etkinlikte daha bulunmuştur. Piyasaya yeni çıkan kitap, risale ve dergiler kıraathanede bulundurulmaya başlamıştır. Kıraathanenin faaliyette olduğu yıllarda, süreli yayınların eski sayılarını düzenli bir şekilde muhafaza eden özel ve devlet kütüphaneleri olmadığından, süreli yayınların eski koleksiyonlarını incelemek isteyen araştırmacılar, yazarlar ve meraklılar mekânı doldurmuş, mekândan bir nevi özel halk kütüphanesi gibi istifade etmeye başlamıştır696. Ebüzziya Tevfik, Sarafim Efendi’nin hem işlerini artırmak hem de okuryazarlara hizmet amacıyla kıraathanesinden taşraya kitap, risale, süreli yayın dağıtımının da yapıldığını belirtmektedir: “O tarihlerde bazı ufak tefek müellefât-ı ceyyide veya âsar-ı nâ-şenide tab edildikçe bu

692 Toros, Kahvenin Öyküsü, s.78. 693 Ebuzziya Tevfik, a.g. m., s.47.; Ayrıca bkz. Koz, a.y. 694 Ebuzziya Tevfik, a.y. 695 Ebuzziya Tevfik, a.y. 696 Koz, a.y.

154 kıraathane merkez-i bey u tevzi olmak üzre ilan olunduğundan müntesip veya zevk-yâb-ı edeb ü irfân olanların rağbeti efzâyiş bulmuştur.697” Kıraathanede, süreli yayınlarla kitaplar numaralı bir biçimde ve düzenli bulundurulduğundan, müşteriler istediği cildi veya eseri kolayca bulma imkânına sahip olmuş, burası giderek devrin önemli bir kültür-sanat-edebiyat merkezi hâlini kazanmıştır. Zamanla Tuna, Bosna, Fırat, Envâr-ı Şarkiye ve Suriye gibi taşra süreli yayınları kıraathaneyi dağıtım merkezi olarak belirlemiş, bu sayede de taşra ile ilgili bilgiler edinmek isteyenler de kıraathanede toplanmaya başlamıştır698. Bu sayede taşrada yaşayanlar, İstanbul merkezli süreli yayınları ve diğer neşriyatı takip edebilmek için bu kıraathaneden yararlanmıştır. Ebüzziya Tevfik’in verdiği bilgiye göre bu dağıtım faaliyeti II. Abdülhâmid’in “mebde-i istibdadına kadar devam etmiştir699.” Ahmed Rasim; “Muharrir, Şair, Edib” isimli eserinde, Sarafim Kıraathanesi’nin “ okuma fikrinin umumileştirilmesi için” atılmış ilk adım sayılması gerektiğini yazmaktadır. Bu cümlelerin devrin şartları dikkate alındığında gayet isabetli olduğu anlaşılmaktadır. Rasim’in ifadesine göre eski ve yeni gazete, risale koleksiyonları ile neşredilmiş kitap ve mecmuaların hemen hepsi numarası numarasına burada bulunabilmektedir700. Kıraathanenin pek çok müdavimi vardır. Ebüzziya Tevfik, Sarafim Kıraathanesini de anlattığı yazısında, buranın müdavimlerini şöyle sıralamaktadır: Namık Kemal, Sadullah Paşa, Hâlet Efendi, Ayetullah Bey, Hersekli Ârif Hikmet, Hasan Subhi, Ebüzziya Tevfik, Âli, Hasan Subhi, Refîk, Yusuf ve Aziz Beyler, Vidinli Tevfik Paşa, Gazi Ahmed Muhtar Paşa, Süleyman Paşa, Ceride-i Askeriye’nin yazarlarından Kolağası Hacı Reşid ve Said, Kırımlı Doktor Aziz Bey, Maliye ve Maarif Nazırı Yusuf Paşa701. Taha Toros ise İbnülemin Mahmut Kemal İnal’den dinlediğine göre Şinasi, Hoca Tahsin, Lastik Sait, Kanlıcalı Nihat, Ahmet

697 Ebuzziya Tevfik, a.g.m.,s.47. 698 Ebuzziya Tevfik, a.y. 699 Ebuzziya Tevfik, “Kahvehânler”, Mecmua-i Ebuzziya, y. 31, No: 131, 5 Safer 1330, s.66. 700 Ahmed Rasim, a.g.e., s.169. 701 Ebuzziya Tevfik, a.g.m., Mecmua-i Ebuzziya, No: 130, s.47. Sermet Muhtar Alus da kıraathaneye yukarıdaki isimlerin devam ettiğini yazmaktadır. S.M. Alus, İstanbul Kazan Ben Kepçe,(Yay. Haz.: Necdet Sakaoğlu), İstanbul, İletişim Yayınları, 1995, s.50.

155 Midhat Efendi, Muallim Naci, Şeyh Vasfî’yi de kıraathanenin devamlı müşterileri arasında saymaktadır702. Ahmed Rasim ve Ebüzziya Tevfik de burayla ilgili anılara sahip olduğundan onları da listemize dâhil edebiliriz. Abdülhalim Memduh, Halid Ziya703da ününü işittikleri bu mekâna gitmişlerdir. Pek çok müdavimi olan bu kıraathanede edebiyatçı ve yazarlar edebî sohbetler ile çeşitli konularda tartışmalar yapmış olmalıdır. Buradaki edebiyat sohbetlerinin nasıl yapıldığıyla ilgili elimizde çok fazla bilgi yoktur. Kıraathanenin müdavimlerinden olan Ebüzziya Tevfik, 1866 yılının Ramazan ayında buranın en parlak dönemini yaşadığını belirtmektedir. İşte o yılın Ramazan gecelerinin birinde kıraathanedeki müdavimlerin üçü arasında bir müsabaka tertip edilmiştir. Müsabakanın başlatıcısı olan Vidinli Tevfik: “Amerika’da bir cemiyyet zuhur etmiş, âzâsı ırk-ı beşeri kaldırmak taraftarlarından mürekkeb imiş, buna da insanların maişet nâmına bin türlü mütâaba giriftâr olmalarını ve hayvânâta kadar her şeyi ızrâr u ifsâd etmelerini esbâb-ı mûcibe olarak ityân eyliyorlarmış. İçinizde i’mâl-i fikr ü mütâaya muktedir olanlar bu müddeânın butlânını reddeden bir makale yazsın. Yarın akşam okuyalım.704” demiştir. Bu teklifi müdavimlerden üç kişi kabul etmiştir: Namık Kemal, Subhi Paşa- zâde Ayetullah Bey ve İbrahim Hâlet. Ertesi gece teravihten sonra müdavimler bir araya gelmiş, önce Hâlet Bey makalesini okumuştur. Onun yazısı Ebüzziya’nın verdiği bilgiye göre birtakım tumturaklı ve manasız sözlerden ibaretmiş. Daha sonra Ayetullah Bey makalesini okumuştur. Ayetullah Bey, Batı Maarifini bilmesinden kaynaklanan birtakım felsefi muhakemelerle makalesini tamamlamıştır. Namık Kemal ise makalesini en son okumuştur. Ebüzziya Tevfik’in verdiği bilgiye göre Kemal’in makalesi, “gerek ifade gerek mevzu itibariyle gayet parlak ve müfid olmasına binâen Tasvîr-i Efkâr’a derci orada karargîr olmuştu.”r705. Kıraathanede bu ve buna benzer çeşitli müsabakaların, tartışma ve sohbetlerin yapılmış olması, şairlerin şiir üzerine fikirlerini söylemesini mümkün kılmaktadır. Mekân bilhassa Ramazanlarda çok fazla rağbet görmüştür. Kıraathanenin

702 Toros, Kahvenin Öyküsü, s.79. 703 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.263–264. M. Sabri Koz, buraya Faik Esad ile Müstecâbizâde İsmet’in de geldiğini yazmaktadır. Fakat bu isimlerin de buraya devam ettiğine dair bir bilgi elde edemedik. Bkz.: Koz, a.g.y., s.459. Salah Birsel de Yusuf Ziya Ortaç’ın lise yıllarında buraya geldiğini yazmaktadır. Bkz.: Birsel, Kahveler Kitabı, s.263. 704 E. Tevfik, a.g.m., s.48. 705 E.Tevfik, a.y.

156 sahibi, mekânını canlı tutmak amacıyla sadece Ramazan ayına mahsus bir piyango çekilişi düzenlemiş ve piyangoyu kazanlara da süreli yayın aboneliği gibi ikramiyeler dağıtmıştır706. Halid Ziya’yı çok fazla merak ettiği bu mekâna Abdülhalim Memduh götürmüştür. Onun gördüğü kıraathane, eski şaşaalı zamanlarını kaybetmiştir. O, burada tek tük insanların gazete okuduğuna ve uzun bir masanın üzerinde ve altında “eskilikleri sarılıklarından belli” yığın yığın “ceride kümeleri”ne rastlamıştır707. Bu durum doğal olarak Halid Ziya’da hayal kırıklığı yaratmıştır. Yusuf Ziya Ortaç, “Bizim Yokuş” isimli eserinde 1912 yılında henüz Vefa İdadisi’nde öğrenciyken, cuma günleri yirmi paraya çay içtiğini ve saatlerce istediği kitap, divan ve Servet-i Fünun koleksiyonunu burada inceleyebildiğini yazmıştır708. Ortaç burayı eski eserleri kolayca bulabileceği bir kütüphane işlevinde kullanmıştır. Süleyman Tevfik ise çocukken Sarafim Kıraathanesi’nde her gün toplanan “hürriyetperverler” ile babasının arasındaki haber ve talimatları getirip götürdüğünü belirtmektedir709. Kıraathanenin arka tarafındaki küçük odada Namık Kemal, Ziya ve Tevfik Bey’ler ile tanımadığı birkaç kişinin bir araya geldiğine şahit olmuştur710. Kıraathanenin müdavimi olan Reşad Ekrem Koçu, buranın önemini “Sarafim’in Kıraathanesi, ruhsatı alınmamış, tescil ettirilmemiş, ‘bir kulüp, hem de siyasî ve içtimaî bir kulüp” cümlesiyle dile getirmektedir711. Sarafim Kıraathanesi, mütareke yıllarında da müşterilerine hizmet vermiştir. 1920’li yıllarda çok merak ettiği mekânı ziyaret etme fırsatını yakalayan A. Süheyl Ünver, artık Sarafim Efendi’nin hayatta olmadığı için kitap, gazete ve dergilerin satıldığından rafların bomboş olduğuna şahit olmuştur. Onun tahminine göre Sarafim Efendi öldüğünden kıraathanenin kitap ve süreli yayın koleksiyonu satılmış712, böylece de mekân eski cazibesini kaybetmiştir713.

706 Koz, a.y. 707Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.264. 708 Ortaç, Bizim Yokuş, s.9. 709 Süleyman Tevfik, II. Meşrutiye’ten Cumhuriyet’e Elli Yıllık Hatıralarım, (Haz. Tahsin Yıldırım-Şaban Özdemir), İstanbul, Dün Bugün Yarın Yayınları, 2011, s.21. 710 Süleyman Tevfik, a.y. 711 Reşad Ekrem Koçu, “Sarafim’in Kıraathanesi”, Akşam, 9 Haziran 1953, s.5. 712 Taha Toros, Sarafim Kıraathanesi’nin gazete koleksiyonunu Türk Basın Birliği Başkanı Hakkı Tarık Us tarafından satın alındığı söylemektedir. Bkz. Toros, a.g.e., s.79. (30. dipnot) 713 Ünver, a.g.m., Belleten, s.481.

157 2. 2. 3. MESERRET KIRAATHANESİ

Babıâli’ye çıkarken Ankara Caddesi ile Ebussuut Caddesi’nin bitiştiği köşede714, üst katlarında Meserret Oteli, alt katında ise bir kıraathane bulunan mekânın kuruluş tarihi kesin olarak bilinmemektedir. Halid Ziya, “Kırk Yıl” isimli eserinde kıraathane ile ilgili en eski bilgilerden birini vermektedir. Bu eserden elden ettiğimiz bilgilere göre kıraathanenin ilk ismi “Yıldız”mış. Halid Ziya, kıraathanenin isminin “Yıldız Sarayı’nın mütevehhim siyasetine endişe verir mütalaasıyla gayretkeş memurların tavsiyesiyle”, “Yaldız” şekline çevrildiğini belirtmektedir715. Bu isimlendirme muhtemelen yirminci yüzyılın ilk yıllarında yapılmış olmalıdır. Zira Halid Ziya anılarında, Abdülhalim Memduh ile buluşmak için sürekli Yaldız Kıraathanesi’ni seçtiğini yazmaktadır. Halid Ziya’nın kesin bir tarih vermemesi, bu isim değiştirme hadisesinin tam olarak ne zaman yapıldığını belirlememize imkân vermese de Abdülhalim Memduh’un 1900 yılında Fransa’ya kaçtığı ve bir daha ülkeye dönmediği düşünürlürse716, bu buluşmaların hemen hemen yirminci yüzyılın son yılları ile ilk yılları arasında yapılmış olması ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Yaldız Kıraathenesi isminin ne zaman Meserret Kıraathanesi’ne döndüğüyle ilgili elimizde kesin bir tarih bulunmamaktadır. Mustafa Ragıp Esatlı, “İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar Perdesi ve Yakup Cemil Niçin Öldürüldü?”717 isimli eserinde, Yakup Cemil ve arkadaşlarının 23 Ocak 1913718 tarihinde Babıâli’yi basma kararı aldıkları zaman buraya çok yakın olan Meserret Kıraathanesi’nde toplandıklarını yazması sayesinde, 1916 yılından önce mekânın isminin Meserret olarak değişmiş olduğunu tespit edebilmekteyiz719.

714 Halid Ziya’nın verdiği bilgiye göre Babıâli Caddesi ile Salkım Söğüt’e giden caddenin köşesinde yer alıyordu. Bkz.: Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.262. 715 Uşaklıgil, a.y. 716 M. Sabri Koz, “Meserret Kıraathanesi”, DBİA, C.V. s.405. 717 Mustafa Ragıp Esatlı, İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar Perdesi ve Yakup Cemil Niçin Öldürüldü?, İstanbul, Hürriyet Yayınları, 1975, s.293-294. 718 Zafer Toprak, “Babıâli Baskını”, DBİA, C.II, s.523. 719 M. Sabri Koz, “Meserret Kıraathanesi”, DBİA, C.V, s.405. Mehmed Kemal de Acılı Kuşak isimli eserinde aynı olaya değinmektedir. Bkz.: Mehmed Kemal, Acılı Kuşak, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1977, s.73. Murat Belge, baskın sırasında Talât’ın bu kahveden çıkıp Babıâli önüne geldiğini yazmaktadır. Bkz.: Murat Belge, Boğaziçi’nde Yalılar, İnsanlar, 4. bsk., 2007, İletişim Yayınları, İstanbul, s.122. Samih Nafiz Tansu’nun anılarında Babıâli Baskını’nda Meserret Kıraathanesi’nin ismi geçmektedir. Bkz.: Samih Nafiz Tansu, “İki Devrin Perde Arkası”, Cumhuriyet, 22 Mayıs 1956, s.2.

158 Eskiden basın yayın kuruluşları Babıâli’de bulunduğundan, Meserret Kıraathanesi’ne pek çok gazeteci ya iş çıkışı ya öğle aralarında veya belirlenmiş bir zamanda kolaylıkla uğrayabiliyordu. Ayrıca kıraathane eskiden beri, devlet dairelerine ve ticaret merkezine yakın olduğundan siyasiler, devlet memurları, tüccar ve esnafların sıklıkla uğradığı bir mekân olarak bilinmektedir. Bütün bu özellikler ve Halid Ziya’ nın anılarında bahsettiği yıllardaki sahibi Salih Efendi’nin müşterilerine gösterdiği ilgi ve anlayış sayesinde, Meserret bir “mev’id-i mülakat” olmuştur720. Meserret Kıraathanesi’nin daha sonraki yıllarda ise “ünlü-ünsüz” birçok edebiyatçının mekânı olmasını sağlayan sebeplerden bir diğeri de “ucuz” olmasıdır721. Meserret Kıraathanesi uzun yıllar açık kaldığı için burada pek çok isim bir araya gelmiştir. Mekânda buluşup edebiyat-sanat sohbetlerine katılan, burada vakit geçirenlerden tespit edebildiklerimizin isimleri şu şekildedir: Halid Ziya, Abdülhalim Memduh722; Halit Fahri, Ali Naci, Selahattin Enis, Yakup Salih, Hakkı Tahsin, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Peyami Safa, Reşat Nuri Güntekin, Vâlâ Nurettin, Mahmut Yesari, Necip Fazıl Kısakürek, , Sadri Etem Ertem, Kemalettin Şükrü, Osman Cemal Kaygılı, Fikret Âdil, Rıfat Ilgaz, Hüsamettin Bozok, A. Kadir, Ömer Faruk Toprak, Lütfü Erişçi, Salahattin Hakkı Esatoğlu, Halit Eskişar, Sabahattin Batur, Kemal Uluser723; Ahmet Hamdi Tanpınar724; Emin Âli, Nazım Hikmet725; Haldun Taner726; Melih Cevdet, Oktay Akbal727; Sait Faik, Ertuğrul Şevket, Münir Süleyman Çapanoğlu, İskender Fikret, Salâh Birsel, Sabahattin Kudret728; Orhan Kemal, Fikret Otyam, Nurer Uğurlu729; Yaşar Kemal, Muzaffer Buyrukçu, Edip Cansever, Alp Kuran730; Kemal Sülker, Suat Derviş,

720 Uşaklıgil, Kırk Yıl, s.262. 721 Kemal, Acılı Kuşak, s.73. 722 Uşaklıgil, a.g.e., s.262. 723 Birsel, Kahveler Kitabı, s.347-348. 724 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.45. 725 Necip Fazıl, a.g.e., s.84. 726 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.286. 727 Nurer Uğurlu, Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, 2.bsk., İstanbul, Örgün Yayınevi, 2002, s.12. 728 Birsel, Kahveler Kitabı, s.349. 729 Birsel, a.g.e., s.350. 730 Birsel, a.g.e., s.351.

159 Neriman Hikmet 731; Cahit Sıtkı, Mehmed Kemal732; Baki Süha Edipoğlu, Hüseyin Avni Şanda733. Müdavimlerine uzun yıllar hizmet veren kıraathanede Servet-i Fünûn edebiyatının temsilcilerinden Halid Ziya; Mehmed Rauf, Abdülhalim Memduh’la buluşmuş, onlarla burada çeşitli konularda sohbet yapmıştır. Salâh Birsel, 1912 - 1913 yıllarında Nayiler’in sık sık burada toplandığını “Kahveler Kitabı”nda yazmaktadır734. Fikret Âdil’in “Asmalımescit 74” isimli anı-romanında da buraya ait bilgiler bulunmaktadır. İlk baskısı 1933 yılında piyasaya çıkan kitaptan öğrendiğimize göre Nizamettin Nazif’in önerisine göre hemen hepsi gazetelerde köşe sahibi olan yazarlar bir araya gelerek bir anonim şirket kuracak, daha sonra da bir gazete çıkaracaklardır. Nizamettin Nazif’in bu önerisi Fikret Âdil tarafından olumlu karşılanmış, Âdil, bu işe Peyami Safa, Reşat Nuri, Mahmut Yesari, Necip Fazıl, Vâ- nû, Ahmet Kutsi, Sadri Etem, Kemalettin Şükrü, Osman Cemal’in girebileceğini düşünmüştür. Gazetenin adının ise “herkesin isimlerinin ilk hecelerinden ve aynı hece tekerrür etmemek şartiyle” Penfamoh olmasına karar vermişler735. Bu garip isimli gazete projesi piyasaya çıkma şansını hiçbir zaman yakalayamamıştır. 1944 yılında aynı mekânda Sait Faik, Ertuğrul Şevket, Münir Süleyman Çapanoğlu, İskender Fikret, Salâh Birsel de bir yayın evi kurmak için bir araya gelmiştir. Yayın evinin adı da belirlenmiş olmasına rağmen, Birleşmiş Yazarlar Yayın evi, Birsel’in verdiği bilgiye göre bu teşebbüs de daha ilk toplantıda suya düşmüştür736. 1940’lı yıllarda burayı mesken tutanlardan biri olan Salâh Birsel, Meserret’in içinde sağ tarafta kanepelerin bulunduğunu, bunların da kahveyi ikiye böldüğünü hatırlamaktadır. Kapının karşısındaki ve soldaki bölüm, tavla oynayanların mekânıdır. Sağ köşedeki kahve ocağının önündeki bölümde ise edebiyat sanat sohbetleri yapmak isteyenler ile yazılarını yazmak isteyenler toplanmıştır. Gazetelerin idare yerleri kahveye yakın olduğundan buraya edebiyatçılar kadar

731 Kemal Sülker, Anılara Yolculuk, İstanbul, Yazko, 1983, s.188. 732 Kemal, Acılı Kuşak, s.23. 733 Baki Süha Ediboğlu, Bizim Kuşak ve Ötekiler, İstanbul, Varlık Yayınevi, 1968, s.64. 734 Birsel, Kahveler Kitabı, s.347. 735 Fikret Âdil, Intermezzo/Asmalımescit 74, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000, s.153. 736 Birsel, a.g.e., s.349.

160 gazeteciler de devam etmiştir737. Birsel’in “Meserret tüm İstanbul’un kahvesidir. Orada hiç değilse bir kez oturmamış yazın eri gösterilemez.”738 cümleleleri, kıraathanenin o devirlerin edebiyatçıları için nasıl bir çekim merkezi olduğunu gösteren dikkat çekici ifadelerden biridir. Meserret birkaç derginin resmi olmayan yönetim yeridir aynı zamanda. “Yürüyüş” dergisini çıkaran Rıfat Ilgaz, Hüsamettin Bozok, A. Kadir, Ömer Faruk Toprak, Lütfü Erişçi burada dergilerinin çıkış hazırlıklarını yapmış ve derginin birçok işini gün içinde burada düzene koymuşlardır. “Yaratış” dergisini çıkaran Salahattin Hakkı Esatoğlu, Halit Eskişar, Sabahattin Batur, Kemal Uluser de 1944– 1946 yıllarında burada toplanmış, onlar da tıpkı Yürüyüş dergisini çıkaranlar gibi işlerini buradan yürütmeye çalışmışlardır739. Cahit Sıtkı’nın geldiği bir gün, Sabahattin Batur ona “Ada Tavşanı” isimli şiirini okumuştur. Cahit Sıtkı şiiri çok sevmişse de şiirdeki bir dizeden “Vallahi billahi” sözünün çıkarılmasını istemiştir740. Bu durum, serbest bir şiir kürsüsü kimliğine kazanan bu türden edebiyat mahfillerinde kendince yürüyen şiir eleştirisinin etkisini göstermesi bakımından önemli bir ayrıntıdır. Şairler, şiirler üzerinden yürüttükleri tenkit mekanizması sayesinde, şiirin henüz topluma yayılmamış, belki de ham hali diyebileceğimiz şeklinde ufak tefek değişiklikler yapılmasını teklif etmişlerdir. Bu durum, geniş çaplı ve etkili bir tenkit mekanizmasının kurulamadığı yıllarda, şiir üzerinde kafa yoran insanların birbirlerini tanımasına da yardımcı olmuştur. Necip Fazıl, “Babıâli” adlı eserinde burada geçen bir olayı anlatır. Olayın kahramanları Necip Fazıl ve Ahmet Hamdi Tanpınar’dır. İstanbul Darulfünunu Edebiyat Şubesi’nden yeni mezun olan genç Ahmet Hamdi, Erzurum’a öğretmen olarak gitme hazırlıkları yapıyordur. Bir gün burada, Necip Fazıl’a rastlar. Erzurum’da bulunmuş olan Necip Fazıl’a, oranın nasıl bir yer olduğunu sorar. Necip Fazıl, “ne bekliyorsun” diye cevaplar Ahmet Hamdi’nin sorusunu. Hülyalı bir sanatkâr ciddiyetiyle sorar Ahmet Hamdi: “ Mesela içinden geçerken piyano sesi

737 Birsel, a.g.e., s.347. 738 Birsel, a.y. 739 Birsel, a.g.e., s.348. 740 Birsel, a.y.

161 duyulan bir sokağı yok mu?”741 Bu sual, 1923 yıllarında iki şair arasında Meserret’te nelerin konuşulduğuna dair bir ayrıntıdır. Aynı mekânda başka bir gün ise Necip Fazıl ile Peyami Safa arasındaki sohbette Babıâli’nin kötülükleri mevzubahis edilmiştir742. Rıfat Ilgaz ve Sait Faik de hemen hemen aynı konu ile ilgili Meserret’te bir konuşma yapmıştır. Rıfat Ilgaz, Varlık Yayınları’ndan eserleri çıkan Sait Faik’e, “telif” hakkı olarak eksik ödeme yapıldığını söylemiş, Sait Faik de Varlık Yayınları’na kadar giderek henüz ikinci baskısı yapılmamış eserinin telif ücretini alıp kıraathaneye dönmüştür. Rıfat Ilgaz’ın anılarında verdiği bilgiye göre bu olay, Sait Faik’in Paris’e gitmesinin arafesinde olmuştur. Sait Faik’in tedavi için Paris’e 1951 yılında gittiği743 düşünülürse olayın ne zaman vuku bulduğu ortaya çıkmaktadır. Meserret’te Emin Âli, Peyami Safa ve Nazım Hikmet “maddecilik” ile ilgili tartışmıştır. Nazım Hikmet, inandığı maddecilik anlayışını oradakilerin karşı çıkmalarına rağmen ısrarla savunmuştur744. Ömer Faruk Toprak da Sait Faik’in “Kestaneci Dostum” isimli hikâyesinde anlatıklarını gerçek bir olaydan esinlenmiş sanan polis memurları tarafından ifadesinin alındığını belirtir. Sait Faik, hikâyenin kurmaca olduğunu söyleyip bu soruşturmadan kurtulmuştur. Toprak, bu olayı kahvedeki bir sohbet sırasında Sait Faik’ten dinlemiştir745. Kemal Sülker, Suat Derviş ve Yeni Edebiyat dergisinin kurucusu olan Neriman Hikmet arasında da Hasan İzzettin Dinamo’nun hayatı, mücadelesi ve şair kişiliği konularında bir sohbet yapılmıştır746 Orhan Kemal, İkbal Kahvesi’ni keşfetmeden önce, 1951 yıllarında Meserret’e gelmeye başlamıştır. Salâh Birsel, “Kahveler Kitabı”nda, Orhan Kemal’in buraya sabahın erken saatlerinde gelip arkadaşlarıyla buluştuğunu ve onlarla çok çeşitli konularda sohbetler yaptığını yazmaktadır747. Nurer Uğurlu, “Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi” isimli eserinde, Sait Faik’in bir gün kahveye öfkeyle geldiğini hatırlar. Bu

741 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.45. 742 Necip Fazıl, a.g.e., s.57–58. 743 Sevengül Sönmez (Haz.), A’dan Z’ye Sait Faik, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2007, s.159. 744 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.84. 745 Ömer Faruk Toprak, “Bir Sait Faik Yaşamıştı”, Yön, y.5, No:163, 13 Mayıs 1966, s.15. 746 Sülker, a.g.e., s.188–191. 747 Birsel, Kahveler Kitabı, s.350.

162 eserden öğrendiğimize göre bunun sebebi Ahmet Kabaklı’nın Sait Faik’i aşırı övmesidir. Nurer Uğurlu, Sait Faik’in bu övgü dolu yazıda Ahmet Kabaklı tarafından Ahmet Rasim, Ahmet Mithat Efendi gibi yazarlarla karşılaştırıldığı belirtmektedir748. Aynı eserden Sait Faik’in yeni yazdığı “Hişt Hişt” isimli meşhur hikâyesini burada Orhan Kemal’e okuduğunu öğreniyoruz749. Necip Fazıl ile Sezai Karakoç da aynı mekânda “kısa süreli” kalmış, burada yazdıkları yazıları gözden geçirmişlerdir750. Sezai Karakoç, bu kıraathanede otururken, 6 Ocak 1959 tarihinde “Sirkeci İnfilakı”751 diye anılan olay meydana gelmiştir. Meserret Kırathanesi’nin karşısında bulunan Tan Matbaası’nın birinci katındaki bir sandıkta bulunan 90 kilo dinamit infilak etmiş, Sezai Karakoç bu olaydan hafif sıyrıklarla kurtulmuştur. Bu patlama sırasında, Sezai Karakoç’un dergilerden kesip dosyaya koyduğu şiir yaprakları ortalığa saçılmış, bu yüzden de şiir kitabının piyasaya çıkması bir süre ertelenmiştir752. Sezai Karakoç’un kendi ifadesine göre, bu olay üzerine yazdığı “ Ben Kandan Elbise Giydim, Hiç Değiştirsinler İstemezdim753” isimli şiiri, Sirkeci infilakı, ölüm ve annesinin hatırası arasında çağrışımlarla ilgi kuran bir şiirdir754. Meserret Kıraathanesi 1960’lı yılların sonuna doğru eski canlılığını kaybetmiştir. Kıraathane kapatıldıktan sonra mekânın yerine bir pastane açılmış, 1970’li yılların sonuna doğru otel ve pastane de kapanmıştır755.

2. 2. 4. İKBAL KAHVESİ

Nuruosmaniye Caddesi’nin Vezir Hanı Caddesi ile kesiştiği sol köşede yer alan İkbal Kahvesi, Nuruosmaniye Camii’nin avlu kapısının karşısına denk gelirmiş756. Açılış tarihi net olarak tespit edilemeyen İkbal, Birinci Dünya Savaşı’nın öncesinden

748 Uğurlu, a.g.e., s.364. 749 Uğurlu, a.g.e., s.365. 750 Sezai Karakoç, “Hâtıralar LXXXI”, Diriliş, y.30, No:74, 15 Aralık 1989, s.7. 751 Turan Karataş, Doğunun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç, İstanbul, Kaknüs Yayınları,1998, s.78. 752 Karakoç, a.g.y., s.9. 753 Şiirin tam metni için bkz. Sezai Karakoç, Gün Doğmadan, 3. bsk, İstanbul, Diriliş Yayınları, 2004, s.94. 754 Karakoç, a.y. 755 Koz, “Meserret”, DBİA, C.V, s.406. 756 Koz, “İkbal Kıraathanesi”, DBİA, C.IV, s.144.

163 kapandığı 1965 yılına kadar pek çok sanatçı, yazar ve gazetecinin buluşma, sohbet etme ve eğlenme mekânı olmuştur.

İkbal, eskiden basın yayın kurumlarının bulunduğu Babıâli’ye ve resmi dairelere yakın olduğu için bu tür yerlerde çalışanların sıklıkla uğrayabileceği merkezi bir konumdaydı. Kahvenin açık olduğu Birinci Dünya Savaşı’ndan önceki yıllarda, devrin diğer kahvelerinde de olduğu gibi, özellikle Ramazanlarda burada da Karagöz oyunları oynanır ve musiki fasılları düzenlenirmiş757.

Birinci Dünya Savaşı’nın ilk yıllarında Halil Nihat Boztepe, Fuat Köprülü, İbrahim Alaettin Gövsa, Yusuf Ziya Ortaç, Hamamizâde İhsan, Enis Behiç Koryürek, Orhan Seyfi Orhon, Hakkı Süha Gezgin, Agâh Sırrı Levend’in her akşam uğradığı kahveye Celâl Sahir, Ömer Seyfettin, Falih Rıfkı Atay, Tahir Nadi (Ozanözgü) ise arada sıra gelirmiş758. Yusuf Ziya ise Hasan Saka’nın da bu isimlerle birlikte mekâna devam ettiğini yazmaktadır759. Savaşın son yıllarında ise Nâzım Hikmet, Halil Vedat Fıratlı, Rıfkı Melül Meriç, Vâlâ Nurettin ve Ekrem Şerif Egeli de İkbal’e devam etmeye başlamıştır760. Yusuf Ziya Ortaç, “Bizim Yokuş” adlı eserinde, Divan edebiyatının belki de son hiciv yazarı kabul edilen Tahir Nadi ve Falih Rıfkı Atay’ı burada tanıdığını yazmıştır761.

Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir”de devrin genç şair ve yazarlarının Mütareke yıllarında İkbal’e gitmeye başladıklarını yazmaktadır. Burayı, Yüksek Muallim Mektebi’nin felsefe öğrencileri olan Hasan Âli Yücel ile Hikmet keşfetmiştir. Onların keşiflerinin peşine takılan ve edebiyata gönül vermiş gençlerin devam ettiği mekâna gençlerin üstat kabul ettikleri Yahya Kemal’in de gelmesiyle İkbal tam anlamıyla bir edebiyatçı kahvesine dönmüştür.

Tanpınar, Milli Mücadeleye açıkça destek veren “Dergâh” dergisi çevresinde toplanan gençlerden Mustafa Şekip Tunç, Hasan Âli Yücel, Necmeddin Halil Onan, Ali Mümtaz Arolat, Abdülhak Şinasi Hisar, Mustafa Nihat Özön, Nurullah Ataç, Yunus Kâzım Köni ve Zekâi ile İkbal’de buluşarak “bazen yemek saatlerinin dışında

757 Birsel, Kahveler Kitabı, s.329. 758 Birsel, a.y. 759 Ortaç, Bizim Yokuş, s.54. 760 Koz, “İkbal Kıraathanesi”, DBİA, C.IV, s.144. 761 Ortaç, Bizim Yokuş, s.55.

164 bütün günü ve gecenin büyük bir kısmını burada” geçirdiklerini “Beş Şehir” isimli eserinde anlatır762. Dergâh dergisiyle direkt bağlantıları olmayan Mükrimin Halil ve Osman Cemal Kaygılı’nın da Yahya Kemal’in İkbal’deki sohbetlerinin müdavimi olduğunu aynı kaynakta öğrenmekteyiz. İkbal’e buraya çok yakın bir konumda bulunan Düyun-ı Umumiye’de çalışan Ahmet Haşim de gelirmiş763.

Tanpınar, o yılların atmosferini, İkbal müşterilerini ve mahfilde konuşulan konuları Beş Şehir’de şöyle anlatır:

“Kaç nesil ve kaç terbiye burada birleşirdi. Birkaç cephenin hâtırasını vücutlarında hatta yüzlerinde taşıyan çoğu malül ihtiyat zabitleri, ordudan yaralı ve sakat ayrılmış muvazzaf zabitler, henüz Anadolu’ya geçememiş yüksek rütbeli askerler, yarı mutasavvıf, yarı pederast son derece de kibar kimi satranç kimi dama meraklısı ve hemen hepsi müflis birkaç Abdülhamid devri kazaskeri, kimbilir hangi devrin ikinci, üçüncü derecede, halim çehreli ve mütereddit ricali, aşırı milliyetçi ve Ferid Paşa casusu burada, Baudelaire’in, Verlaine’in, Yahya Kemal’in, Haşim’in, Nedim ve Şeyh Galip’in hayranı genç Dergâhçılarla beraberdiler. Bizim masamız kapıdan girince sol taraftaydı. Fakat Yahya Kemal’in konuşması ve kahkahalarımız kızışınca halka genişler, bütün bir yanı tutardık. Bilardo ıstakalarının gürültüsü, tavla şakırtıları, garson çığlıkları arasında Anadolu’da olup bitenlerin verdiği hava içinde şiirden bahseder, projeler kurar, gazetelerden geç vakit dönen arkadaşlarımızdan İnönü ve Sakarya muharebelerinin en son havadislerini alırdık.764”

Mustafa Nihat Özon, Dergâh dergisinin çıkış sürecinde İkbal’deki toplantıların önemli olduğunu vurgular. Özon, İkbal’de bir araya gelen genç şair ve yazarların bu sohbetlerde Dergâh’ı çıkarma teklifini ortaya attıklarını, mahfile devam edenlerin de katkısıyla Dergâh dergisini çıkarabildiklerini dile getirmiştir765.

Yusuf Ziya Ortaç, “Portreler”de İkbal Kahvesi’nin “fikir, sanat, edebiyat adamlarının” devam ettiği kışlık bir kulübe benzediğini yazmaktadır766.

Tanpınar, Milli Mücadelenin kazanılması ile İkbal ve Sultanahmet taraflarında bir araya gelenlerin daha sonraları Beyazıt ve Beyoğlu semtlerinde toplanmaya başladığının bilgisini verir. Kurtuluş Savaşı’ndan sonra İkbal bir süre eski günlerini arar. Dergâh dergisinin kapanması da bu yer değişikliğini etkileyen bir sebep olarak

762 Tanpınar, Beş Şehir, s.210- 211. 763 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, 3. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1995, s.35. 764 Tanpınar, Beş Şehir, s.211- 212. 765 Birsel, Kahveler Kitabı, s.330- 331. 766 Ortaç, Portreler, s.162.

165 düşünülebilir. Tanınmış şair ve yazarların sohbetlerine ev sahipliği yapan İkbal’e, bu tarihte daha çok gazeteciler devam etmiştir767.

İkbal, zamanla popülerliğini yitirse de Orhan Kemal’in İstanbul’a gelişiyle tekrar altın çağına döner. Orhan Kemal’in gayretleriyle 1951’den sonra İkbal, bir sanat-edebiyat merkezi halini alır. Orhan Kemal, “İkbal bizim için evimiz kadar, hatta bir bakıma evimizden çok daha bize yakın oldu.768” cümlesini kullanararak mekânın kendisi ve burada bir araya gelen arkadaşları için önemini açıklar.

Orhan Kemal, burada hemen her konuda sohbetler yapmış, eserlerini yazmış769, mekânı bir nevi büro gibi kullanmıştır. Onun buraya olan bağı, mekânın kısa süre içinde bir “Orhan Kemal Kahvesi” hâlini almasını sağlamıştır. Onun buradaki varlığı ve mekânı çok fazla benimsemesi, Orhan Kemal’i dinlemek, onunla tanışmak isteyenleri de özellikle “cumartesi770” günleri buraya çekmiştir. Orhan Kemal ve onunla vakit geçirmek için buraya gelenler mekânın kapıdan girince sağ köşesinde toplanırlarmış771. İkbal Kahvesi’ni bir “Orhan Kemal Kahvesi’ne” çevirenler şu isimlerdir: Edip Cansever, Muzaffer Buyrukçu, Ferit Öngören, Yaşar Kemal, Ece Ayhan, Lütfü Erişçi, Fahir Onger, Rasih Nuri İleri, Haldun Taner, Fahir Aksoy, Fikret Otyam, Ara Güler, Faiz Turhan, Y. Kenan Karacalar, Oktay Akbal, Konur Ertop, Ümit Yaşar Oğuzcan, Behçet Necatigil, İsmet Zeki Eyüboğlu, Yelfe İhsan, Arap Talat, Patriyot Hayati, Erol Sadi Erdinç, Hadi Malkoç, Nurettin Akın, Enver Aytekin, Edip Karahan772; Alp Kuran, Fethi Naci, Rıfat Ilgaz, Hasan Amca, Hadi Malkoç, Sennur Sezer, Nurer Uğurlu, Demirtaş Ceyhun, Attilâ İlhan773; İhsan Hasırcı774; Arif Keskiner775. Nurer Uğurlu, Orhan Kemal’in “İspinozlar” adlı oyunun sahneye konulması sırasında kahvede pek çok kez sohbet ve tartışmaların yapıldığını, bu sırada oyunun

767 Koz, “İkbal Kıraathanesi”, DBİA, C.IV, s.145. 768 Uğurlu, a.g.e., s.15. 769 Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, s.117. 770 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.280. 771 Uğurlu, a.g.e., s.14. 772 Birsel, Kahveler Kitabı, s.337. 773 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.287. 774 Buyrukçu, Sıcak İlişkiler, s.78. 775 Arif Keskiner, Çiçek Gibi, 5. bsk., İstanbul, Doğan Kitap, 2007, s.237.

166 sahneye konulması ve oyunun sahneden kaldırılması ile ilgili de müdavimlerin fikirlerini beyan ettiklerini yazmaktadır776. Ülkü Tamer, İkbal’i “a dergisi”ni çıkarmak için bir süre yönetim yeri gibi kullandıklarını “Yaşamak Hatırlamaktır” adlı anı kitabında anlatmaktadır777. İkbal, bu sayede “a dergisi”nin hemen her türlü işinin yapıldığı, şair ve yazarların yazılarını yazdığı bir mekân hüviyetine sahip olmuştur. İsmet Zeki Eyüboğlu da anılarında İkbal’deki toplantılarda şair ve yazarların farklı masalarda bir araya gelerek sanat, edebiyat konularıyla ilgili sohbetler yaptıklarını yazmaktadır. Aynı yazara göre bu kahveye, “yenilik yanlısı devrimci kişiler” devam etmiştir. Bu kişiler İkbal’de çaylarını içerken çeşitli konularda tartışmalar yapmış, günlük sanat sorunları, toplum olayları üzerinde durmuş ve karşılıklı düşünce alışverişinde bulunmuşlardır778. İsmet Zeki Eyüboğlu burayı anlattığı aynı satırlarda Orhan Kemal’in Nâzım Hikmet’in şiirini çok beğendiğini, halka uzak olan şiirleri ise sevemediğini, bu yüzden de Edip Cansever ile şiir konusunda çok da anlaşamadıklarının altını çizer779. Hasan İzzettin Dinamo, “Kutsal İsyan” isimli romanı bir gazetede tefrika edilirken buraya gelir, bir kenarda şiirlerini yazar, bazen de Orhan Kemal ile eserlerini nasıl hazırladığına dair sohbet edermiş780.

Masadan masaya laf atmaların, yeni bir dergi çıkarma faaliyetlerinin, sanat ve edebiyat konuları ve yazarlarla ilgili konuşma ve tartışmaların hiç eksik olmadığı İkbal, 1965 yıllında kapandığı için mahfil dağılmıştır781. Muzaffer Buyrukçu, “cumartesi” toplantılarının sona ermesinde son zamanlarda müdavimler arasında baş gösteren anlaşmazlıklar ve yerli yersiz suçlamaların da etkili olduğuna dikkatleri

776 Uğurlu, a.g.e., s.342- 344. 777 Ülkü Tamer, Yaşamak Hatırlamaktır: Anılar Kitabı, 2. bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002, s.159. 778 Eyüboğlu, a.g.e., s.262. 779 Eyüboğlu, a.g.e., s.263. 780 Birsel, Kahveler Kitabı, s. 338- 339. 781 Orhan Kemal, pek çok anı yaşadığı bu kahvenin kapanması sebebiyle İkbal’e veda niteliği taşıyan bir yazı yazmıştır. Bu yazı 1965 yılının Aralık ayında Yön dergisinde yayımlanmıştır. Bkz.: Orhan Kemal, “İkbal Öldü”, Yön, y.4, No:141, 10 Aralık 1965, s.14.

167 çekmiştir782. Orhan Kemal ve arkadaşları bir süre değişik mekânlarda toplanmış, daha sonra da Meserret Kıraathanesi’ne devam etmeye başlamıştır783.

2. 2. 5. KÜLLÜK KAHVESİ

Küllük Kahvesi, Beyazıt Camisi’nin türbe kapısının önündeki alanda, türbenin Beyazıt’a bakan kapısının önüne yerleşmiş, bahçeyi ortasından ikiye bölen yolun yanındaki Emin Efendi Lokantası’nın mutfak bölümüne bitişik, tek katlı ve önü camla kaplı, genellikle yazları üstü mermer masalarda pek çok şair, yazar, üniversite hocası, gazeteci, edebiyat meraklısının bir araya geldiği sıra dışı bir edebiyat mahfilidir784. Beyazıt Camisi’nin diğer tarafında Sahaflar Çarşısı ve bir diğer ünlü mahfil olan Çınaraltı Kahvesi yer alırdı. Kahvenin müdavimlerinden biri olan Nevzad Sudi anılarında, Küllük kahvesinin sahibinin İsmail Hakkı Beyazıt isimli bir kişi olduğunu belirtmektedir785. Küllük Kahvesi’nin bulunduğu Beyazıt Meydanı çevresinde, bilhassa Beyazıt Medresesinin önündeki sıra kahvelerde786 çok eski zamanlardan beri pek çok şair, yazar, üniversite hocası ve öğrencisi787 ile edebiyatla ilgili kişiler bir araya gelmiştir. Merkezi konumu sayesinde Kanuni devrinden beri kahvelerin hiç eksik olmadığı bu meydan, Beyazıt Medresesi’nin çevresindeki sıra kahveler ve Küllük sayesinde tarih içinde çok fazla kesintiye uğramadan bir edebiyat mahfili, aynı zamanda buluşma ve sohbet mekânı olmuştur788. Beşir Ayvazoğlu, Türk Edebiyatı dergisinde yayımlanan Küllük Kahvesi ile ilgili bir yazısında Zahir Güvemli ve Hilmi Büyükşekerci’yi

782 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.281. 783 Koz, “İkbal Kıraathanesi”, DBİA, C.IV, s.145. 784 Nevzat Sudi, Küllük Anıları, İstanbul, Mephisto Yayınları, 2004, s.30. 785 Sudi, a.g.e., s.39. 786 Hikmet Feridun Es, “Eski Beyazıt ve Sahaflar Çarşısı”, Hayat Mecmuası, y.10, c.3, No: 35, 26 Ağustos 1965, s. 26. 787 Tûba Çandar (Söyleşi), Hitit Güneşi Mualla Eyuboğlu Anhegger, 2. bsk., İstanbul, Doğan Kitap, 2003, s.39. 788Ayvazoğlu, “Kapanalı Yarım Asır Geçtiği Hâlde Unutulmayan Kahve: ‘Akşam Sabah Küllük’teyiz’”, Türk Edebiyatı, y. 37, No: 432, Ekim 2009, s.12.

168 kaynak göstererek buradaki sıra kahvelerden ikisinin isimlerinin “Akademi” ve “Marmara” olduğunu belirtmektedir789. Küllük’ün bir edebiyat mahfili hâline gelmesini sağlayan birkaç sebep daha vardır. Özellikle Küllük Kahvesi’ne çok yakın bir konumda bulunan Harbiye Nezâreti’nin 1923 yılında Darülfünûn’a tahsis edilmesi, mekâna üniversite hocalarının ve öğrencilerinin uğramasını kolaylaştırmıştır. 1933 yılındaki Üniversite Reformu’ndan sonra yurt dışından davet edilen yabancı hocaların da buraya gelmeye başlaması, mekânın daha da canlanmasını sağlamıştır790. Meydanı adeta çepeçevre saran ve mahfili besleyen diğer önemli kaynaklar ise İstanbul Üniversitesi, İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi, Beyazıt Devlet Kütüphanesi, Belediye Kütüphanesi791, Sahaflar Çarşısı gibi mekânlardır. Bu mekânlar, Küllük Kahvesi’nin edebiyat, kültür ve sanatın merkezinde kalmasına, bu sayede de burada “köklü” bir mahfilin oluşmasını imkân sağlayan özelliklerdir. Çınaraltı ve Sahaflar Çarşısı tarafındaki Hafız’ın Lokantası792 da tıpkı Emin (Mahir) Efendi Lokantası793 gibi Türk ve yabancı üniversite hocaları ile şair, yazar, araştırmacı, gazetecilerin yemek yedikleri temiz ve pahalı olmayan mekânlardan biridir. Küllük’ten farklı olarak, Beyazıt Medresesi çevresindeki sıra kahvelerde bir araya gelenlerin mekânları, Beyazıt Meydanı’nı 1941 yılında genişletilme çalışmaları sırasında yıkılmış794, buranın müdavimleri de Küllük’te bir araya gelmeye başlamıştır. Bu mekânların bir araya getirdiği kültürel ve akademik atmosfer, Küllük mahfilinin oluşmasını ve uzun yıllar yaşamasını sağlamıştır.

789 Ayvazoğlu, a.g.m., s.20. 790 Beşir Ayvazoğlu, Dersaadet’in Kalbi Beyazıt, İstanbul, Heyamola Yayınları, 2009, s.133. Ayrıca bkz. Ayvazoğlu, a.g.m., s.12. 791 Belediye Kütüphanesi, Beyazıt Medresesi’nde 1939 yılında açılmıştır. Bkz.: Emin Nedret İşli, “Küllük Kahvesi”, İstanbul, DBİA, C.V, s.169.; Ayrıca bkz. Güngör Gönültaş, “ 3. Tepenin Kamburu: Beyazıt Meydanı’nın Yaşam Öyküsü-5”, Milliyet, 5 Ocak 1991, s.13. 792 Okay, Silik Fotoğraflar, s.191. 793 Lokanta ile ilgili bilgi için bkz. Necdet Selener, “Bir Zamanlar Lokantalar:7”, Milliyet, 19 Aralık 1987, s.9. 794 “Beyazıd Meydanı Tanzim Ediliyor”, Akşam, 9 Teşrinievvel 1941, s.3. Beyazıt Meydanı’nda geniş istimlâklerin yakında başlayacağına dair başka bir gazete haberi için bkz. “Beyazıt’ta Geniş İstimlâk Yapılıyor”, Tasviri Efkâr, 30 Birincikanun 1940, s.2.

169 Attilâ İlhan ise Küllük’te sanatçı ve edebiyatçıların toplanmasını buranın Beyoğlu’na nazaran “ucuz” olmasına bağlamaktadır795. Nispeten ucuz olan bir yerin sadece bu özelliği sebebiyle bir edebiyat mahfili olması pek mümkün değildir. 1930–1955 yılları arasında796 en güzel günlerini yaşayan Küllük’ün çok fazla müdavimi vardır. Hemen her çevreden çok çeşitli insanın toplandığı “kozmopolit” bir kimliğe sahip olan Külük Kahvesi, Cumhuriyet sonrasındaki en ünlü ve etkili mahfili olarak bilinmektedir. Sıdkı Akozan’ın “Küllüknâme” isimli 16 sayfalık manzumesinde buranın müdavimleri anlatılmaktadır. Eserde kahvenin müdavimleri, belirgin özelliklerine, mesleklerine, diğer müdavimlerle ilişkilerine göre sıralanmaktadır797. Bu eserin girişindeki- birkaç kaynak tarafından Sabahattin Ali’nin yazdığı şeklinde bilgiler verilen798 – kısa sunuş yazısında Küllük şöyle anlatılmaktadır: “İstanbul’da Küllük: Beyazıt Camii’nin türbe kapısı dışında, körfez şeklinde ve bahçemsi bir yerdir. Burası Beyazıt semtinin mütevazi, fakat çok güzel bir köşesidir. Bilhassa yaz tatilinde üniversite ve lise hocalarıyla memleketin birçok fikir ve sanat adamlarının uğrağıdır. Bu köşenin üç adı var: Muallimler Bahçesi, Akademi, Küllük; en meşhuru Küllük’tür.799” 1900’lü yıllarda doğanlar ile Cumhuriyet sonrasında dünyaya gelen şair, yazar ve sanatkârların800 bir arada çeşitli edebiyat-sanat-kültür konularını konuşabildikleri, zaman zaman sert tartışmaların da yaşandığı bu sohbetler, Küllük’ün bir “açık hava okulu” olmasını sağlamıştır. Bu yüzden Küllük bir nevi “açık hava forumu801” gibi yıllar boyu yaşamıştır. Genç ve yaşlı kesiminden pek çok insanın devam ettiği bu mekânda, sanat ve edebiyat konularının yanı sıra hemen her konu üzerinde de sohbetler yapılmış, 1940’lı yıllara kadar buraya devam edenlerin arasında keskin bir ayrışma olmamıştır.

795 Ciravoğlu, a.g.e., s.75. 796 Okay, Silik Fotoğraflar, s.191. 797 Sıtkı Akozan, Küllüknâme, İstanbul, Bürhaneddin Basımevi, 1936, 16 s. 798 Sevengül Sönmez (Haz.), A’dan Z’ye Sabahattin Ali, s.330.; Ayvazoğlu, Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1995, s.31. Emin Nedret İşli ise bu yazının sahibi olarak Sıtkı Akozan’ı gösterir. Bkz.: Emin Nedret İşli, “Küllük Kahvesi”, DBİA, C.V, s.169. 799 S. A., Küllüknâme, İstanbul, Bürhaneddin Basımevi, 1936, s.3. 800 İsmet Zeki Eyüboğlu da anılarında Küllük’e “Cumhuriyet öncesi- Cumhuriyet sonrası olmak üzere iki dönemin kuşağı”nın geldiği yazmaktadır. Bkz.: Eyüboğlu, a.g.e.,s.143. 801 Abidin Dino, “Arif Dino İçin”, Çok Yaşasın Ölüler (içinde), İstanbul, Adam Kitabevi, 1985, s.32.

170 Bu yüzden Küllük, edebiyat ve sanatın bir atardamarı gibi yıllar yılı canlı kalabilmiştir. Nevzad Sudi, Küllük’ün birbirinden keskin bir sınırla ayrılmamış iki bölümünün olduğunu ifade etmektedir. Arka ve ön bölüm şeklinde açıkladığı bu mekânlardan arka bölüm, Emin Efendi Lokantası’nın giriş kapısını geçtikten sonra orta yolun soluna düşen ve yapıya yakın olan bölümdür. Ön bölüm ise, lokanta kapısının önüne dik gelen yolun, gelişe göre sağında ve yerden yarım metre yüksekçedir 802. Küllük’teki ön ve arka bölümde bir araya gelen ve burayı bir sanat- edebiyat mahfiline çeviren kişilerin isimleri şöyledir: Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Şekip Tunç, Hilmi Ziya Ülken, Mehmet Kaplan, Enver Ziya Karal, Zahir Sıtkı Güvemli, Ali Nihat Tarlan, Mükrimin Halil Yinanç, Sadri Ertem, Nurullah Ataç, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Hamamizade İhsan, Agâh Sırrı Levent, Emin Âli Çavlı, Salih Zeki Aktay, Mahmut Yesari, Peyami Safa, Vecdi Bürün, Nizamettin Nazif Tepedelenlioğlu, Hakkı Süha Gezgin, Mesut Cemil Tel, Edip Ayel, Sabri Esat Siyavuşgil, Naci Sadullah, Salim Rıza Kırkpınar, Sıtkı Akozan, Osman Cemal Kaygılı, İbrahim Hoyi, Arif Dino, Asaf Hâlet Çelebi, Abdülbaki Gölpınarlı, Cahit Saffet Irgat, Cavit Yamaç, Abidin Dino, Fikret Âdil, Rıfat Ilgaz, Suphi Taşhan, Sabahattin Kudret Aksal, M. Niyazi Akıncıoğlu, Hüsamettin Bozok, Samim Kocagöz, Suavi Koçer, Ömer Faruk Toprak, Hasan İzzettin Dinamo, Neriman Hikmet, Muazzez Kaptanoğlu, Lütfi Erişçi, Arif Damar, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sait Faik Abasıyanık, Orhan Murat Arıburnu, Celâl Sılay, Hasan Tanrıkut, Salâh Birsel, Suat Taşer, Özdemir Asaf, Oktay Akbal, Gavsi Halit Ozansoy, , İlhan Berk, A. Kadir, Sabahattin Batur, Faiz Turhan, Yaşar Çimen, Miraç Katırcıoğlu, Celâlettin Ezine, Burhan Arpad, Nuri İyem, Abidin Nesimi, Fehmi Yazıcı, A. Arad, Suat Derviş, Güzin Dino, Cahit Tanyol, Baha Dürder, İhsan Altay, Sabri Soran, Orhan Veli Kanık, Cahit Sıtkı Tarancı803; Rıfkı Melül Meriç, Selim Nüzhet Gerçek804; Yahya Kemal, Yavuz Abadan805; Şemseddin Reşad, Macid Arda, Ekrem Besim, Burhan Ümit Toprak, Ali Canip Yöntem, Sadettin Nüzhet Ergun, Ferit Kam,

802 Sudi, a.g.e., s.32. 803 Sudi, a.g.e., s.33. 804 Tarık Buğra, “Hocam Ali Nihad”, Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan: Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, (içinde), s.124. 805 M. Fatih Andı, Tarık Buğra, İstanbul, Şûle Yayınları, 2000, s.18.

171 Kilisli Rıfat Bilge, Kenan Hulusi Koray, Hüsnü Hamit Dilgan, Haydar Niyazi, Reşat Nuri Güntekin, Şevket Aziz Kansu, Avni Başman, Şemseddin Günaltay, Ömer Lütfi Barkan, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Akdes Nimet Kurat, Enver Behnan Şapolyo, Ahmet Refik Altınay, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, İbrahim Alaeddin Gövsa, Ercüment Ekrem Talu, Fatin Gökmen, Necmettin Halil Onan, Muhsin Ertuğrul, Midhat Cemal Kuntay, Faruk Nafiz Çamlıbel, Necip Fazıl Kısakürek, Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Ahmet Muhip Dıranas, Halit Fahri Ozansoy, M. Behçet Yazar, Cemal Nadir Güler, Burhan Felek, Vâlâ Nurettin, Refik Ahmet Sevengil, Ethem İzzet Benice, Abidin Daver, Mazhar Osman, Reşat Ekrem Koçu, Vehbi Eralp, İbrahim Çallı806; Niyazi Berkes807; Babanzâde Ahmet Naim808; Hüseyi Avni Şanda809; Güzin Dino810; Arif Kaptan811; Celâl Sahir812; Şevket Rado813, Adnan Adıvar814. Tespit edebildiğimiz Küllük müdavimlerinin meslek ve ilgi alanlarında çok fazla çeşitlilik görülmesi mekânın çok yönlülüğüne uygundur. Müdavimlerin yirminci yüzyılın ilk elli yılına damgasına vuran ilim, kültür ve edebiyat adamlarından oluşması Küllük’ün Türk kültür, sanat ve edebiyat tarihi için ne kadar önemli olduğunu da göstermektedir. Küllük ile ilgili pek çok yazıda buranın bir “akademi”, “kulüp”, “sanatçı mekânı” ve “forum” olduğuna yönelik bilgiler verilmesi, Küllük’ün devrin şartları gereği nasıl bir cazibe merkezi olduğunu da açıklamamıza imkân sağlamaktadır. İstanbul’daki kahvelerden bahseden bir yazıda Küllük Kahvesi’nin pek çok şairin toplanmasından kinaye olarak buraya “şairler kahvesi” denilmektedir815. Hikmet Feridun Es, Beyazıt çevresinin- tabii ki buranın en meşhur mekânı olan Küllük’ün- Paris’teki sanatkâr ve münevverlerin semtlerine

806 İşli, “Küllük Kahvesi”, DBİA, C.V, s.169. 807 Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, (Yay. Haz. Ruşen Sezer), 2. bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 1997, s.64. 808 B. Sermet Yıldırım, “Prof. Ahmed Nâim Babanzade: Hayatı, Eserleri ve Hakkında Yazılanlar”, Yüksek İslam Enstitüsü Lisans Tezi, 1964, s. 6–7. 809 H. Kadri Alpman, Portreler, İstanbul, Şile Matbaası, 1971, s.30. 810 Güzin Dino, Gel Zaman Git Zaman: Abidin Dino’lu Yıllar, 3. bsk., İstanbul, Can Yayınları, 2000, s.80. 811 Arif Kaptan, “Küllük: Daima Aynı Ağaç Altında ve Aynı Grup”, Kurun, 10 İkinciteşrin 1938, s.7. 812 Güngör Gönültaş, “ 3. Tepenin Kamburu: Beyazıt Meydanı’nın Yaşam Öyküsü–9”, Milliyet, 9 Ocak 1991, s.13. 813 Şevket Rado, “Edebiyatta Gençlik Hatıraları”, Hayat Tarih ve Edebiyat Mecmuası, No:6, Haziran 1978, s.5. 814 A.Süheyl Ünver, Defter No: 912, Süleymaniye Devlet Kütüphanesi, s. 2-3. 815 “Meslek Kahveleri”, Akşam, 16 Şubat 1944, s.3.

172 benzediğini816; Beşir Ayvazoğlu Küllük Kahvesi’nin uzun yıllar her fikirden ilim adamı ve aydını bir araya getiren, “dünyada belki de benzeri görülmemiş bir kulüp” olduğunu817; Emin Nedret İşli ise edebiyatçıların, gazetecilerin burayı tercih ettikleri için burayı bir mahfil olarak gördüklerini818 dile getirmesi Küllük’ün kültür ve edebiyat tarihimiz için önemini göstermesi bakımından dikkate değer tespitlerdir. Kahvenin kış aylarında çay ocağının da bulunduğu kapalı bir mekânı varmış ama burası müdavimler tarafından çok fazla kullanılmazmış819. Yazlık mekân ise sabahtan gece geç vakitlere kadar açık kalırmış. Sabahleyin üniversite öğrencileri ve hocaları, kütüphanede çalışma yapacak araştırmacı ve yazarlar çaylarını içip işlerine gidermiş. Öğle yemeklerini Emin Efendi Lokantası’na yiyenler, kahvelerini içmek, birkaç eş dostla sohbet etmek için buraya uğramışlardır820. Küllük, bir mahfil hâlini asıl akşama doğru alırmış. İşini bitiren, derslerinden çıkanlar, kahveyi bir sanat- edebiyat mahfili haline getirirmiş. Küllük, “açık hava forumu” gibi yaşadığından burada isteyen, istediği ve doğru bildiği şeyi üslubunca söyleyebilirmiş. Küllük, o devrin sanatçı, gazeteci, şair ve yazarların buluşma yerlerinden biridir. Baki Süha Ediboğlu, Yahya Kemal ile bir gün burada buluşmak için randevulaştıklarını “Bizim Kuşak ve Ötekiler” adlı eserinde anlatmaktadır. Edipoğlu, yanına belki okutur diye de kendi şiirlerinden birkaçını alıp bir cumartesi günü, saat dörtte Küllük’e gitmiş ve onunla burada şiir merkezli bir sohbet yapmıştır. Yahya Kemal ona “en sevdiği şairlerin kimler olduğunu” sormuş, Ediboğlu da onun adını Fuzuli, Baki, Nedim, Naili’nin isimlerinden sonra söylemiştir821. Ediboğlu daha sonra onun yeni yazdığını söylediği bir şiirini ezbere ve hatasız bir şekilde okuyunca yeni tanışan bu iki şair arasındaki dostluk ve sevgi perçinlenmiştir. “Esafil-i Şark”ın ünlü simaları sohbetlerine Küllük’te de devam etmiştir. Bu topluluktan Küllük’te en fazla vakit geçirenlerden biri Mükrimin Halil Yinanç’tır 822.

816 Es, a.g.m., s.26. 817 Ayvazoğlu, Dersaadet’in Kalbi Beyazıt, s.137. 818 Emin Nedret İşli, “Edebiyatçıların Buluştuğu Yer: Küllük Kahvesi”, Kitap-lık, No:90, Ocak 2006, s.79. 819 Okay, Silik Fotoğraflar, s.191. 820 Ayvazoğlu, a.g.y., Türk Edebiyatı, s.13. 821 Ediboğlu, a.g.e., s.9. 822 Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, s.25.

173 Niyazi Akı, 1950 yılının yaz ayında Küllük’te nelerin konuşulduğunu bir yazısında açıklamaktadır. Akı, öğle yemeğinden sonra Küllük’te eski gazete ve dergilerde bulunan makalelerden ve okunan kitaplardan söz edildiğini hatırlamaktadır823. Hüsamettin Bozok, 1930’lu yılların sonları ile 1940’lı yılların başlarında sanat- edebiyat çevresinin “mihrakının” Küllük olduğunu, burada birçok şair ve yazarla birlikte çeşitli konularda sohbetler yaptıklarını, Asaf Hâlet Çelebi’nin kendilerinden yaşça büyük olmasına rağmen gençlerin yanında yer aldığını, onlarla burada sohbet ettiğini belirtmektedir824. Arif Kaptan, Küllük ile ilgili Kurun gazetesindeki yazısında burayı “üniversitenin serbest mevzular talim eden bir şubesi” kabul ederek buraya gelen gidenleri tasvir etmiştir. Arif Kaptan aynı yazısında burada Yahya Kemal ile Rıfkı Melül Meriç arasında nelerin nasıl konuşulduğunu da anlatmıştır. Bu konuşmayı dinleyen ve Yahya Kemal’in henüz süreli yayınlarda intişar etmemiş bir şiirini defterine yazan kişiye karşı Yahya Kemal’in, “Aman azizim! Göreyim! Sakın yanlış bir tarafı olmasın!” dediğini de hatırlamaktadır 825. Tarık Buğra, “Ufacık Ölü” isimli hikâyesinde Küllük’ün önemini şöyle anlatır: “Bayezid Meydanı’nın karakterini yapan unsurlar Küllük için de aynıdır; Küllük, üniversitenin, caminin, taksi parkının, lüks lokantanın, üçüncü sınıf kebabcının ve ruhun kifayetsizliğinden doğan iki piç kurusunun, yani sadizme varan kör hodbinlikle tatminini kumar ve topyekûn inkârda vehmeden hırsın sentezidir; kısacası bu devrin sentezidir.826” Mehmed Kemal anılarında, Arif Dino ile burada genel olarak şiir, özel olarak ise onun o meşhur “Döner kebap dönmez olsun” dizesinin anlamı üzerinde sohbet ettiğini yazmaktadır. Mehmed Kemal, onun bu meşhur kısa şiirinin “anlamını” çevrede kimsenin de olmamasından güç alarak bizzat şairinden öğrenmek istemiştir. Arif Dino ise önce ona şiir yazıp yazmadığını sormuş, daha sonra da ondan bir şiirini okumasını istemiştir. Mehmed Kemal, ona üç dört kez “Tınaz” adlı şiirini okumuştur. Okunan şiiri sükunetle dinleyen Arif Dino, kendi şiirini anlamayan bu

823 Niyazi Akı, “Bir Zamanlar Beyazıt Meydanı”, Yeditepe, No:164, Aralık 1969, s.6. 824 Hüsamettin Bozok, “Asaf Hâlet Çelebi İçin Anılar, Anılar…”, Yeditepe, No:188, Aralık 1971, s.8. 825 Arif Kaptan, “Küllük: Daima Aynı Ağaç Altında ve Aynı Grup”, Kurun, 10 İkinciteşrin 1938, s.7. 826 Tarık Buğra, “Ufacık Ölü”, Beş Sanat, No:7, 1 Ekim 1950, s.10.

174 gence şu öğüdü vermiştir: “Sen benim şiirimi anlama… Kendin gibi yaz.827” Bu tür sohbetler genç şairlerin kendi şiirlerini inşa etmeleri için tecrübe kazanmalarına hizmet etmektedir. Ayrıca şiirle ilgili anlaşılamayan konular bizzat o şiiri yazan şaire sorulmak suretiyle de doğru bilgiye asıl kaynağından ulaşılabilmektedir. Rıfat Ilgaz, “Yokuş Yukarı” adlı eserinde Orhan Veli ile burada nasıl tanıştığını yazmıştır. Cavit Yamaç tarafından Orhan Veli ile tanıştırılan Rıfat Ilgaz, o gün Orhan Veli’nin, Ilgaz’ın şiirlerini okuduğunu ve biraz da Fransız şiirinden etkilendiğini belirtmek için kendisine “Philippe Souppault’yu çok seviyorsunuz herhalde” dediğini, Cavit Yamaç’ın ise onu “Rıfat’ın en iyi yanı Fransız şiirinden yararlanacak kadar Fransızca bilmemesi” diye savunduğunu hatırlamaktadır828. Hasan İzzettin Dinamo, “Mihrabat’ta Bir Gezinti” isimli şiiri dolayısıyla Yahya Kemal ile tanışmış, bu şiir sayesinde de onun takdirini kazanmıştır. Nurullah Ataç tarafından Küllük’te Yahya Kemal’e takdim edilen Dinamo, o gün şiirini öven Yahya Kemal’den “Havai fişekler gibi fışkıran renkli dizelerle süslü bir şiir.” iltifatını duymuştur829. 1940 yılının yaz aylarındaki diğer sohbetlerde ise Yahya Kemal, çevresindeki şiir meraklılarına kendi şiirlerini okur, onlarla saatlerce sohbet edermiş. Sohbetlerin bir diğer önemli konusu ise “tarih”tir. Yahya Kemal, genç kuşaktan kendine yakın bulduğu şairlerle irtibatını kesmek istememiş ve onların da şiirini ve kendi sanatını tanımalarını istediğinden olmalı usta bir şair olarak onlara yakın durmaya gayret etmiştir. Bu yakınlığın bir sonucu olarak da genç şair Dinamo’ya öğütler vermiştir. Bunlardan biri, Yahya Kemal’in aslında tarihe nasıl baktığını da gösteren bir değere sahiptir: “Dinamo, tarih oku. Tarih okumadan şiir yazılamaz. Tarihin derinliklerinde gizlenmiş zengin şiir hazineleri vardır. Tarih, insana büyük şiirler yazdırır.830” Asaf Hâlet Çelebi, işgale uğrayan Fransa için yazdığı “Fransa İçin Şiir 1940”ı burada Dinamo’ya okumuştur. İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği bu yıllarda bu iki şair Küllük’te Fransa’nın zor durumuna karşı “dertleşmek”, konuşmak istemiş

827 Kemal, Acılı Kuşak, s.192. 828 Rıfat Ilgaz, Yokuş Yukarı, İstanbul, Çınar Yayınları, 1987, s.19. 829 Hasan İzzettin Dinamo, İkinci Dünya Savaşı’ndan Edebiyat Anıları, İstanbul, De Yayınevi, 1984, s.75. 830 Dinamo, a.g.e., s.76.

175 fakat onları aşırı özgür kabul eden kesimler tarafından eleştirilmiştir. Onları eleştiren en dikkat çekici isim Nihal Atsız’dır831. Başka bir gün ise Dinamo, Hasan Tanrıkut ile birlikte yazdıkları “Nurullah Ataç Neden Bir Dehadır?” yazısı sebebiyle Küllük’te karşılıklı konmuş iki park sırasında oturup Sait Faik, Arif Dino, Abidin Dino, Alaettin Hakgüder, Lütfü Erişçi, Hüsamettin Bozok, Muazzez Kaptanoğlu ve Suphi Taşhan ile bu yazıyı ve Nurullah Ataç’ın dâhiliğini tartışmışlardır832. Nevzad Sudi, Küllük’te zaman zaman şairlerin kendi şiirlerini okuduklarını söylemektedir. Bu şiir okuma gösterilerinde Suavi Koçer ve Asaf Hâlet Çelebi şiirlerini okumuştur833. Ömer Faruk Toprak, 1940’lı yıllarda bir yaz günü Küllük’te Sait Faik ile birlikte otururlarken aynı mekânda Nurullah Ataç ve Osman Cemal Kaygılı’nın tavla oynadıklarını gördüğünü, “Çingeneler” romanının okuyup hayran olduğu Kaygılı ile o gün burada tanıştığını anılarında yazmıştır. Toprak, “Çingeneler” romanını niçin sevdiğini romanın yazarıyla tanışmadan önce Sait Faik’e kısaca anlatmıştır834. Ömer Faruk Toprak aynı eserinde, bir gün yine Orhan Veli ile şiir- edebiyat sohbeti yaptıklarını, yedek subay üniformasıyla geldiği Küllük’te o gün Orhan Veli’nin onlara “Yolculuk” şiirini okuduğunu yazmıştır835. Küllük’te, genç kuşak olarak bilenen şair ve yazarların bir edebiyat dergisi çıkarmak amacında oldukları yazarların anılarında dillendirilmektedir. Alaattin Hakgüder’in finansörlüğünde, Abidin Dino ve daha pek çok genç şair ve yazarın gayretleriyle çıkan Küllük isimli bir dergi devrin edebiyat ortamını hareketlendirmiştir. Derginin çıkışı, eski ve yeni arasındaki çizginin keskinleştiğinin ipuçlarını verir. Tek sayı çıkabilen bu efsanevi dergi, eskiye karşı yeni edebiyatı savunanların karşı kanon hareketinin sembolü olmuştur. Dinamo, derginin çıkışı sırasında Küllük’te birçok arkadaşının katıldığı toplantılar yapıldığını yazmaktadır. Beyazıt’ta bir üniversite yurdu işleten Alaettin

831 Dinamo, a.g.e., s.85. 832 Dinamo, a.g.e., s.98- 101. 833 Sudi, a.g.e., s.78. 834 Ömer Faruk Toprak, “Mümtaz Bir Yazar”, Yön, y.6, No:207, 17 Mart 1967, s.15. 835 Toprak, a.g.e., s.131.

176 Hakgüder, derginin finans yükünü halledecek, Abidin Dino ise yazı işlerini üstlenecektir. Dergiye isim bulmak amacıyla yapılan toplantılardan müspet bir sonuç alınamamış, bir de Küllük’e gelen Yahya Kemal’den bir dergi ismi istenmesine karar verilmiştir. Dinamo, önce güncel sanat konularından konuştuktan sonra Yahya Kemal’den yeni çıkaracakları dergiye güzel bir isim istediklerini söylemiştir836. Bu teklif Yahya Kemal’in çok hoşuna gitmiş ve Yahya Kemal birkaç dakika düşündükten sonra da dergiye “Kayık” isiminin verilebileceğini belirtmiştir837. Bu isim genç yazar ve şairlerce hiç hoş karşılanmamıştır. Dinamo, derginin isminin sürekli bir araya geldikleri, çeşitli konularda sohbet yaptıkları Küllük’le aynı ada sahip olmasının daha doğru olacağını teklif etmiş, onun bu teklifi derginin diğer yazarları tarafından da kabul görmüştür. Böylece derginin adı Küllük olmuştur838. İkinci Dünya Savaşı’nın devam ettiği bir ortamda dergi çıkartmak hiç de kolay değildir. Küllük’te bir araya gelen şair, yazar ve sanatçılar, değişen dünya ile birlikte edebiyatın da değişmesi gerektiğini ileri sürüyorlardı. Sanatı da toplumun her alanda daha iyiye ve güzele gitmesi için kullanılması gereken bir güç olarak düşündüklerinden bu yönde eserler vermek istemişlerdir. Eski kuşakla olan irtibat da bazı edebiyatçılar vasıtasıyla sürdürülmüştür. Hasan İzzettin Dinamo, geleneği temsil eden Yahya Kemal ile Küllük’te rahatlıkla sohbet edebilmektedir. Diğer sanatçılar ise derginin piyasaya çıkabilmesi için maddi sorunları halledecek finansörler bulmaya ve dergide yazı yazabilecek gençleri bir araya getirmeye çalışmıştır. Küllük dergisi, Eylül 1940 tarihinde tek sayı çıkmış olmasına rağmen, kapak kompozisyonun yaşanan dünyayı çabucak ortaya seren çarpıcı mizanpajı, her biri daha sonradan Türk edebiyat ve sanatında ünlü olan/olacak sanatkârlardan oluşan kadrosu sayesinde devrin ses getiren dergilerden biri olmuştur. Derginin kapak kompozisyonu, yaşanan dünyanın karmaşasını yaratacak bir şekilde tasarlanmış, bu alt alta üst üstelikle “kaos” ortamında bir merkez olmak istenmiştir. Derginin bir diğer önemli yönü, çıkışını bir beyanname sayılabilecek yazıyla kamuoyuna duyurmasıdır. Bu beyanname, belki de o zaman kadar piyasaya çıkmış hiçbir dergide olmayan bir düşünceyi dillendirmektedir. Yazıda kahvenin kültür ve sanatın bir diğer

836 Dinamo, a.g.e., s.105. 837 Dinamo, a.g.e., s.106. 838 Dinamo, a.g.e., s.105.

177 merkezi olduğu iddiası ortaya atılır ve iddianın ispat edilmesi için de geçmişten günümüze kadar ortaya çıkan “kahvelerin” ayırt edici nitelikleri sıralanır: “Küllük bir kahvedir. Kahve deyip de geçmiyelim. Anadolu köyünün hakikî mabedi kahvedir. Kahveci mâbedin teşrifatçısı. Kahve er meydanıdır. Mahsulün gidişatı kahvede konuşulur. (…) Lafın kısası= Köyün stratejik merkezi. Divan edebiyatı- Halk edebiyatı mücadelesinde kahve halk sanatının saraya karşı kalesi olmuştur. Tanzimattan beri Âşık tarzı (saz şiiri) kahvede dinlenirdi. Köyde kahveyi terk etmiyen halk san’ati, şehirde kahveden ayrıldıktan sonra en mühim desteğini kaybetti. Evet şehirde san’at kahveyi kaybetti, yerini melez ve kalpazan bir san’at taklidine kaptırdı, gramafonun ve radyo müziğinin zevksizliği, istikametsizliği, bu hazin vak’ada ağır bir mesuliyet taşır.839” Küllük dergisinin yazarları, hayatın en canlı şekilde cevelan ettiği kahveyi tekrar hayatın merkezinde konumlamak istemişlerdir. Halkın içinde olmak, halk ile birlikte ömür sürmek, onun sıkıntılarını, dünyalarını, sevinç ve üzüntülerini yapmacıksız bir dille okura anlatmak isteyen bu “halkçı” vurgu, onların sanat ve edebiyat anlayışlarının yönünü göstermesi bakımından manidardır: “Kahve kolektif sanatın ocağı olmaktan çıktı. (…) Türk sanatının büyük ıztırabı olan halktan ayrılmış olmak faciasına çare nedir? (…) Seyirciyi, okuyucuyu mu bulmak istiyoruz? Bulunduğu yere; kahveye gidelim. O halde mecmuamıza bir kahve ismi seçtik, şiirlerimizi kahvede okuyoruz, yazıyoruz. Sergilerimizi meyhanede açacağız.840” Derginin bir diğer iddiası, kendilerinden önceki kuşağın adını hiçbir şekilde anmadan onların edebiyat ve sanatta tuttukları yolu örtük bir biçimde eleştirmek ve

839 “Küllük Beyannamesi”, Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.2. 840 “Küllük Beyannamesi”, Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.2.

178 onların halkla olan bağlarının nasıl koptuğu, onların verdiği eserlerin ne kadar zayıf olduğunu göstermektir: “Sanatın yegâne asaleti diri olmaktır. Sanatımıza temel realist halk sanatıdır, hitap edeceklerimize inkişaf etmiş kendi lisanlarile konuşmak lazım. (…) On dokuzuncu asrın meşhur saz şairlerinden Dertli İbrahim, Tavuk Pazarı’nda Âşıklar Kahvesi’nin tavanında uzun zaman asılı duran şâirane bilmeceyi bir gün nasılsa halledebilmişti. Bugünün şairi, hakla temasa geçmenin sırrını bir kahvenin tavanında bulacaktır.841” Yer yer şairane aforizmalarla süslenen bu beyanname, aslında “yeni sanatın” çok da temelli unsurlarını tamamiyle ortaya çıkaran bir olgunlukta değildir. Zira bir beyanname, derginin niçin çıktığını, çıkış umdelerini ve izlenecek yöntemleri kısa ve etkili bir biçimde sunması bakımından önemlidir. Derginin sonraki sayılarında bu ilkelere uygun yapılan yayın sayesinde beyannamenin daha rahat anlatılması, ilkelerin okurlarca daha kolay anlaşılması amaçlanır. Küllük’ün böyle bir imkânı maalesef olamamıştır. Bu sebepten bir sayı çıkan bir dergiden, köklü bir sanat anlayışını ortaya seren eserleri daha ilk sayıda beklemek hiç de doğru olmaz. Zaten derginin bütünü incelendiğinde, Küllük’te hedefe doğru kenetlenmiş bir edebî hareketin eserlerinden iz olmadığı gözlenecektir. Dergi bu anlamda da “parçalı” ve biraz da “dağınık”tır. Beyannamenin son cümleleri, Küllük’ün çıkış sebebini açıklarken bir yanda da mahfilin toplanma yeri olarak da önemini ortaya koymaktadır: “Küllük bir kahve ismidir demiştik küllük bir istikamettir de. (…) Küllük, büyük bilmeceleri halletmek istiyenlerin mecmuası, bu gayrete mâlik olanların kahvesidir.842” Bir savaş atmosferinin bütün sıkıntılarına rağmen, sanatkârın halkla içli dışlı temasını koparmaması gerektiğini savunan bu beyanname, gerçek sanatkârın hakiki “istikametini” tespit etmesi bakımından da önemlidir. Bütün bu iddialar, aslında birkaç ay önce patlak veren “Tasfiye polemiği” ile de alakalıdır. Gavsi Halit

841 “Küllük Beyannamesi”, Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.2. 842 “Küllük Beyannamesi”, Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.2.

179 Ozansoy’un İstiklâl gazetesinde yayımladığı “Tasfiye Lâzım843” yazısı, genç kuşağın sanata ve edebiyata nasıl baktığını gösteren dikkat çekici bir polemik yazısıdır. Eskiler ve yeniler arasındaki bu polemikte, eskilerin sanat ve edebiyat alanında miadlarını doldurduklarını iddia eden gençler Serveti Fünûn dergisinde, İstiklâl, Son Posta ve Tan gazetelerinde görüşlerini açıklamış, onların sanat ve edebiyattan “tasfiye” edilmelerini istemişlerdir. Nitekim Abidin Dino, biraz da bu polemiğe geç bir cevap olarak okunabilecek olan Küllük dergisindeki yazısında Türk resim sanatı temelinde eski sanatın “kof” yönleri aydınlatılmış ve “yeni sanatın” ne olması gerektiği üzerinde de görüş beyan etmiştir. Dino’nun yazısı, Küllük dergisinin sanatta ve edebiyattaki hedeflerini göstermesi bakımından önemlidir: “ Evet, zümreci bir burjuva klasisizmden öteye; halkçı bir klasisizme varacak san’at kuvvetlerimiz vardır, her şeyden evvel istikametimizi tayin edelim.844” Dergide Sadri Ertem, Abidin Dino, Orhan Veli, Lütfi Erişçi, Zahir Güvemli, Hüsamettin Bozok, Suphi Taşhan, Ahmed Necati, Nevzad Sudi Odyakmaz, Cavit Yamaç, N. İlhan Berk, Abidin Nesimi, H. İzzettin Dinamo, Sabahattin Kudret, Asaf Hâlet Çelebi, Baha Dürder, Suat Taşer, Mehmet Seyda, Fikret Âdil, Celâlettin Ezine’nin yazı ve şiirleri yer almıştır. Küllük dergisinde Sait Faik ile Sabahattin Kudret’in öne çıkarılıp bu isimlerin neden önemli kabul edilmeleri gerektiği, onların yeni edebiyat için nasıl bir öneme sahip olduğu çeşitli genç yazarlar tarafından açıklanmaya çalışılmıştır. Onların bu çabalarının altında, aslında kurulmak istenen yeni kanonun önemli kabul edilen isimler vasıtasıyla toplumun dikkatine sunulması yatmaktadır845. Sait Faik ile ilgili eleştirilerin hemen hepsi olumlu yöndedir. Abidin Nesimi, “Fakat lisana hakimiyet ve tahkiye bakımından ileri ve diğer köy ve şehir psikolojisini aksettiren hikâyecilerimizden üstündür.846”; Asaf Hâlet Çelebi, “Sait Faik’i okuduğum ecnebî

843 Gavsi Halit Ozansoy, “Tasfiye Lâzım”, İstiklâl, 5 İkinci Kânun 1940, s.5. Tasfiye polemiğini genel hatlarıyla ele alan bir kaynak için bkz.: Hüseyin Özçelebi, Cumhuriyet Döneminde Edebî Eleştiri: 1939–1950, İstanbul, MEB Yayınları, 2003, s.74- 78. 844 Abidin Dino, “Eskilere Hücum Ederken ‘Kof’luklarını Sadece Bir Üslupta mı Buluyorduk?”, Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.19. 845 Ömer Faruk Toprak bir yazısında, ismini açıklamadığı arkadaşlarıyla bir şiir sohbetinde, bu arkadaşının yeni şiiri temsil eden Sabahattin Kudret Aksal’ın Küllük dergisinde Sait Faik ile birlikte isiminin öne çıkarılmasından çok fazla faydalandığını söylediğini belirtir. Bkz.: Ömer Faruk Toprak, “İnsanlarımız Ozanlarımızın Gözbebeklerinde Dururdu”, Yön, y.6, No:211, 14 Nisan 1967, s.15. 846 Abidin Nesimi, “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10.

180 muharrirlerden bazısına benzetmek istemişimdir. Buna rağmen doğrusunu söyleyeyim, neticede onu hiç kimseye benzetemedim.847”; Hasan Tanrıkurt, “Sait Faik hiç şüphe yoktur ki o bizim ilk hikâyecimizdir.848”; Cavit Yamaç, “Sait Faik, Türkiyenin en mühim hikâyecisidir. Onu devrini aşmış büyük sanatkârlarla kıyas etmek yanlış olur; çünkü Sait Faik bizzat devrini aşacak büyük bir Türk san’atkârıdır849.”; Hüsamettin Bozok, “…Sait Faik, hayat ve hayata ait imkânları cemiyet hayatında sık sık karşılaştığımız canlı tiplerle zenginleştirerek eser veren sayılı Türk san’atkârlarından biridir.850”; Lütfi Erişçi, “ Forme bakımından ise Sait Faik’te baştanbaşa ve müthiş bir genre lâkaydisi mevcuttur.851”; Hasan İzzettin Dinamo, “Sait Faik, Maksim Gorki’nin cihanşümul tesirine kapılmış istidatlı bir yığın dünya muharrirlerinden biridir.852”; Suat Taşer, “Sait Faik, yaşadığı zamanın ve içinde bulunduğu muhitin zaruretlerile içli dışlı olabilmek kudretini gösterdiğinden ötürü, istikbal için büyük ve mağrur ümitler beslemiye cesaretimiz vardır.853” cümleleriyle onu övmekle onun temsil ettiği edebiyatı dolayısıyla da seçilmiş bir edebiyatçı kimliğine sahip bir yazarın kurulmak istenen kanondaki yerini belirlemek istemişlerdir. Sabahattin Kudret için ise daha temkinli yaklaşan isimler, onu da Sait Faik kadar olmasa da övmekten çekinmemişlerdir. Küllük dergisindeki yazılarda Abidin Nesimi, “Sabahattin (hisleri)ne dayanmak istiyen ve mutlaka son günlerini yaşıyan bir sosyal psikolojinin ileri nümunelerini temsil ediyor.854”; Asaf Hâlet Çelebi, “Sabahattin Kudret adedi pek az olan sevdiğim şairler arasındadır. Gençliği nisbetinde olgun.855”; Cavit Yamaç, “Şiirin gayesini ondan daha iyi anlamış bir genç tasavvur edemiyorum.856”; Lütfi Erişçi, “Sabahattin Kudret’te şemalize edilemiyen-

847 Asaf Hâlet Çelebi, “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. 848 Hasan Tanrıkurt, “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. 849 Cavit Yamaç, “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. 850 Hüsamettin Bozok, “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. 851 Lütfi Erişçi, “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. 852 Hasan İzzettin Dinamo, “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. 853 Suat Taşer, “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. 854 Abidin Nesimi, “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. 855 Asaf Hâlet Çelebi, “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. 856 Cavit Yamaç, “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11.

181 şahsi demekten başka çare yoktur- Forme anlayışı hatta ustalığı olduğu kanaatindeyim.857”; Hüsamettin Bozok, “Sabahattin Kudret, titiz, itinalı ve bir kuyumcu dikkati ile çalışması itibariyle kendisine karşı takdir hissi duyduğum genç şairlerden biri.858”; Hasan İzettin Dinamo, “şiirindeki sıcak melankolisile bugün yeni nesil içinde en hoşuma giden şair odur.859”, Suphi Taşhan, “Sabahattin bugünkü genç nesil içinde san’at şuurunu idrâk etmiştir.860”, Hasan Tanrıkut, “Sabahattin Kudret bence en yeni neslin en kuvvetli şairidir.861” cümleleriyle arzuladıkları yeni sanatın ve sanatkârın nasıl olması gerektiğine örnek olarak bu ismi göstermişlerdir. Küllük dergisi çıkmadan önce de bazı yazarlar burada bir araya gelen gençleri ve onların eserlerini çok ağır bir dille eleştirmişlerdir. Refik Halid Karay, 1940’larda Küllük’ü mesken tutan gençlerle “Üç Nesil Üç Hayat”ta alay eder: “Küllük Kahvesi’nde iskemlelere ter oturmuş, tıraşları uzamış, saçları yağlı ve kepekli, ceketleri gayet uzun ve bol, pantolonları çekik, çorapları düşük, sırtları kabarmış, omuzları kalkık, kırkına yaklaşmış “gençler”…Bir müddet, aralarında ‘Eskileri yerlerinden atmalı! Gazetelerin başköşeleri bizim hakkımızdır! Bunaklar ve cahiller defolsun!’ diye haykırıştıktan sonra birbirlerine şiirler okumaya başlarlar. Birincisi ‘Size, şimdiye kadar yapılanlarla kıyas kabul etmeyecek derecede nefis, iki mısrada bütün yeni edebiyatı, vücuda getirdiğimiz sanat inkılâbının tam ruhunu meydana koyacak bir manzume okuyacağım. Bu, bir şaheserdir ve tabii ki, benimdir.’ (Okur): Döner kebap! Artık dönmeyeceksin862. Öbürleri: (Bağrışırlar) “Harika! Mucize!” İkincisi: ‘ Bunları tek başına mı yazdın? Tek imza ile mi neşredeceksin?’ Birincisi: ‘ Hayır, o şeref bana fazladır; zaten ilham eden de sensin. Çift imza ile, ikimizin imzalarıyla basarız.’ İkincisi: ‘Ne saadet! Sevincimden çıldıracağım.’

857 Lütfi Erişçi, “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz”, Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. 858 Hüsamettin Bozok, “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. 859 Hasan İzettin Dinamo, “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. 860 Suphi Taşhan, “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. 861 Hasan Tanrıkut, “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. 862 Küllük’ün genç kuşağının en aykırı tiplerinden olan Arif Dino’nun “Beddua” başlıklı şiirine yazar tarafından gönderme yapılmıştır. Şiirin doğrusu şu şekildedir: “Döner kebap dönmez olsun” Bkz.: Arif Dino, Çok Yaşasın Ölüler, İstanbul, Adam Kitabevi, 1985, s.99.

182 Nargilelisi: (Marpucunu manalı manalı sallayarak) ‘Hakkınız var. Siz bu şiirle

Ağaca taş attım Taşımı ağaç yedi

Ve Gözlerim, Gözlerim nerede? Şeydan aldı, götürdü Satamadan getirdi.863

Şedövrlerini864 gölgede bıraktınız. Öbürleri: ‘ Fakat, senin şaheserine varamadık…Ah, o ne dâhiyane, mutlak ve edebi eserdir. Hep birden tekrar edelim!’ (Yeni şairler ayağa kalkarlar, biribirlerinin elinden tutarak goygoycular gibi sıraya dizilirler. Evvela deste başı olan nargilelisi, kalın, mehabetli bir papaz sesiyle tek başına ağır ağır okur.) Sidharta Buddha! Myagrodha!865 Hepsi birden: (Kilislerdeki ilahici çocuklar gibi ince, tiz bir ahenkle ve gittikçe yükselterek üç kere haykırırlar) Om mani padme hum! Om mani padme hum!! Om mani padme hum!!!866” Necip Fazıl Kısakürek de “Küllük Akademyası” başlıklı yazısını Beşir Ayvazoğlu’nun verdiği bilgiye göre burada bir araya gelenlerin kendisi hakkında yaptıkları dedikodulara, özellikle Ahmet Hamdi Tanpınar tarafından aleyhinde söylenenlere çok sinirlendiği için yazmıştır. Kısakürek, burada toplanları karikatürleştirerek şöyle eleştirir: “Şu yanda kızlı erkekli, öbek öbek üniversite gençleri. Beride, kısa pantolonların açık bıraktığı nahiyelerden sarışın kılları fışkıran, ham ayvalar kadar sevimsiz Alman seyyahları. Bu tarafta, intişar meydanına çıktığı gün dünya nizamını alt üst edecek olan mecmuaların tashihleriyle meşgul heveskârlar.

863 Bu şiirlerle o yıllarda çok fazla revaç bulan Garip şiiri eleştirilmektedir. 864 Şedövr’ün, metindeki dipnotta şaheser olduğu açıklanmıştır. Bkz.: Refik Halid Karay, Üç Nesil Üç Hayat, İstanbul, İnkılâp Kitabevi, 2009, s.169. 865 Asâf Hâlet Çelebi’nin ünlü şiiri. Nargileli şahıs, Asaf Hâlet Çelebi’nin sembolüdür. 866 Refik Halid Karay, Üç Nesil Üç Hayat, İstanbul, İnkılâp Kitabevi, 2009, s.168- 169.

183 (…) İşte etrafını süzen, beyaz keten elbiseli doçent; ağır ağır yürüyen, soluk melon şapkalı deli; yarım saattir tavlada düşeş bekleyen asabi münekkid; burnunu çekerek gaipden haber vereceğini bildiren Çingene karısı, eli şakağında, muhatabını düşünmeğe davet eden mütefekkir; tekrarlıya tekrarlıya ezberlediğini unutan dilenci; sıkıldığını belli eden, plastik fedaisi ressam… (…) Ah, unuttum. Bakın, parmağımın gösterdiği noktada, soldan üçüncü masada, şıklığından ziyade şıklığa gayreti görünen kavruk saçlı, buruşuk alınlı, zoraki gülüşlü, kamburca bir zat var…Bu zat masasındaki iki kişinin on misli kadar bir zümrece tanınmış ve tanyeri ağarırken pınar867 başında doğmuş bir şairciktir. Eğer şu anda ihtilaç içindeyse, çünkü şöhretile kendisine cin gibi musallat bir şairin ağız dolusu aleyhinde bulunmaktadır. Lütfen ona, Mısır Çarşısı’na uğrayıp kıskançlık derdine iyi gelecek bir ot aramasını tavsiye ediniz!868” Küllük dergisinin piyasaya çıkması ile safların daha da keskinleştiğini belirtmek mümkündür. Küllük’ün bulunduğu yerin tam zıttında yer alan, Sahaflar Çarşı’sının önünde bulunan Çınarlatı Kahvesi’nde de öteden beri şair, yazar, sanatçı, üniversite öğrencisi, öğretmenler ve kitap meraklıları toplanmaktadır. Çınaraltı ve Küllük 1940 yılından itibaren birbirine zıt iki kutbu temsil etmeye başlamıştır. Rasih Nuri İleri, bu zıt kutupları yayın organlarının isimlerini de vererek şöyle açıklamaktadır: “O dönemde ilerici genç sanatçılar ‘Servetifünun’ dergisinin çevresinde toplanmışlardı. Bu dergide Gavsi Ozansoy’un başlattığı yeniler- eskiler savaşımı; Sait Faik ile Abidin Dino’nun aynı konudaki ortak bildirileri; ‘Yeni Edebiyat’ dergisinde Abidin Dino ile Reşat Fuat arasındaki realizm tartışması; Arif Dino’nun ‘Şiir ifrazattır’ röportajı; karşı safın yaylım ateşi: Abdülbaki Gölpınarlı’nın Divan Edebiyatı Beyanındadır meydan okuyuşu…Küllük Kahvesi, Emin Efendi Lokantası; tutucuların toplandığı Çınaraltı Kahvesi, ‘Akbaba’ dergisi; ‘Büyük Doğu’ dergisinin safını seçmesi…Yine de bu yeni düşmanlar aynı mekândaydılar; sağcılar Beyazıt Camii’nin arkasında Sahaflar Çarşısı girişindeki Çınarlatı’nda, solcular ise caminin alana bakan yönünde, şimdi yıkılmış olan Küllük Kahvesi’ndeydiler. Ve Arif Dino’nun nağrası: ‘Akbaba Çınarlatında leş yesin!869” Bütün bu tartışmalar, eleştiriler, yazılar, Küllük dergisinin çıkışı sebebiyle yaşanmıştır. Küllük, yeni sanatı temsil edenlerin bir yayın organı kabul edildiği ve devrin yürülükteki edebiyat dogmalarına şiddetli eleştiriler yönelttiği için bazı

867 Tanpınar’a işaret edilmektedir. Vurgu bize aittir. 868 Necip Fazıl Kısakürek, “Küllük Akademyası”, Türk Edebiyatı, y. 37, No: 432, Ekim 2009, s.14– 15. 869 Rasih Nuri İleri, “Şair Arif Dino”, Çok Yaşasın Ölüler (içinde), s.13- 15.

184 kesimlerce hiç sevilmemiştir. Dergi, ilk sayısını çıkardıktan sonra Dâhiliye Vekâletinin verdiği bir kararla kapatılmıştır. Nevzad Sudi, derginin kapatılışını detaylı bilgiler vererek şöyle anlatmaktadır: “ Ne yazık ki dergi bir sayı çıkabildi. Dergi kapatmanın ya da dergi, kitap toplatmanın yasal bir yöntemi yoktu o dönemde. ‘Küllük Mecmuası Sahip ve Neşriyat Müdürlüğüne’ Emniyet Müdürü Muzaffer Akalın imzasıyla gönderilen 26.9.1940 günlü bir yazıda kısaca ‘Küllük Mecmuasının’ ‘Dahiliye Vekâletinin buyruğuyla kapatıldığı belirtiliyordu.870” Abidin Nesimi ise derginin kapatılmasının gerçek sebebini, aynı dergide neşredilen Orhan Veli’nin “Tahattur” şiirinin bir yolsuzluğa telmih olarak yorumlanmasına bağlar: “ Dergi bir sanat dergisi olarak çıkmış ve çıkışından hemen sonra Bakanlar Kurulu kararıyla kapatılmıştır. Bir sayı olarak çıkarılabilen bu derginin kapatılma nedeni Orhan Veli (Kanık)nin ‘Tahattur’ şiirindeki dizeleridir. Bu dizeler ‘Alnımdaki bıçak yarası/ Senin Yüzünden/ Tabakam senin yadigârın’dır. Biz bu şiirin bu olaya çağrışım yaptığını bilmiyorduk. Bu çağrışım, CHP tarihinde yer alan ‘barut irtişası (yolsuzluğu) olayı’ndaki altın tabakayı hatırlatmasıdır. Bu, barut alım satımında bir yolsuzlukla ilgilidir.871” Küllük’te bir araya gelen gençlere, yukarıdaki yazıların dışından da devrin bazı süreli yayınlarında şiddetli eleştiriler yöneltilmiştir. Çalçene müstearıyla bu tür yazılardan birini yazan kişi, Küllük’te toplanan genç şairlere “bobstil” ismini verip onların muhteşem kabul ettikleri şiirleriyle dalga geçer. Hacivat ve Karagöz muhaveresi şeklindeki yazıda iki kahraman Küllük’e gelir ve buradaki bir masada oturan “bobstil”lerle konuşmaya başlar: “Hacivat- Seninle tanışmak istiyor. Kim olduğunu soruyor. Karagöz- (Bobstile) Ben, Karagözüm, zatıaliniz? Bobstil- Şair Hasan Hüseyin Pekiçli. Bunlar da meslekdaşlarım: Ressam Zahit Fino, fütürist şair Maruf Atartutar…Şu ortada oturan Turhan Ali, yanındaki de Vâsıf Halveti Çorbacı. Karagöz- Benim yanımdaki bu herif de Haci Cavcav. Bobstil- Tire biyen! Karagöz- Evet, Haci Cavcav Turp yiyen! Ayıptır sorması, siz ne iş görürsünüz? Bobstil- Şairiz dedim a? Karagöz- Öyle ise bir tane oku da dinleyelim.

870 Sudi, a.g.e., s.37. Cavit Yamaç’ın Nevzad Sudi’ye gönderdiği bir mektuptan devrin iki önemli dergisi olan Ses ve Yeni Ses dergilerinin de kapatıldığını öğreniyoruz. Bkz.: Sudi, a.g.e., s.162. 871 Abidin Nesimi, Yılların İçinden, 2.bsk., İstanbul, Nöbetçi Yayınevi, 2008, s.158.

185 Bobstil- Size son şiirimi okuyayım. (Okur): Cebine merdiven kurdum Ben o çipil gözlü yârin. Kolları boynuma dolandı Şahlandı Midyem bulandı. Cıvıdı. Sulandı. Kurduğum merdivenden aşağı.. teker.. meker.. Gönlüm yuvarlandı! Karagöz- Acayip! O sırada timarhaneci nerede idi? (Hacivata) Hacivat, be! Delikanlının şiirini dinledin mi? Hacivat- Dinledim. Enfes. Buna Emprosyonist şiir derler. Karagöz- Ne derlese desinler. Herifcioğlu bizim doktor Kırdar’dan da baskın çıktı, yahu!..872” Devrin şiir anlayışında geleneği ve ölçülü şiiri savunan kesim tarafından sürekli eleştirilen bu “garip” yapılı ve dizilişli şiirleri yazan gençlerin bir araya geldiği Küllük mahfili, yeniliği temsil eden gençlerin merkezi kabul edilmiştir. Onların eserleri de hiciv oklarıyla yıkılmak istenir, onların eserleri ile de bu yüzden dalga geçilir. Bu alaya alma ve inkâr çabasının temel amacı, geleneksel şiire ve edebiyata cephe alan şair ve yazarları halkın nezdinde küçük düşürmek, onların eserlerini değersiz göstererek bu tarz bir anlayışa sahip insaların da değersiz olduklarını işaret etmektir. Yeni sanatı ve sanatçıyı anlama çabasında olanlardan Mehmet Kaplan, “Meşhur Küllük Kahvesi’nden İlhamlar873” başlıklı yazısında, ismini vermediği ama yeni edebiyatçıların başı olduğunu iddia ettiği bir kişi ile yaptığı konuşmanın neticesinde, onun sanata ve edebiyata bakışını anlatır. Yeni sanatın başı olan kişi, yeni edebiyatın da düsturu kabul edilen görüşünü Mehmet Kaplan’a da anlatmıştır.

872 Çalçene, “Karagöz Küllük Şairi”, Yeni Sabah, 25. 06. 1944, s.2. 873 Mehmet Kaplan, “ Meşhur Küllük Kahvesi’nden İlhamlar”, Vatan, 19. 06. 1941, s.3.

186 Kaplan, onun görüşünü “Sanat, ferde değil, cemiyete bağlıdır.874” cümlesini kullanarak dile getirdiğini yazmıştır. Hemen hemen aynı yıllarda Vatan gazetesinde Küllük’te geçen bir edebiyat konuşmasıyla ilgili bir yazıya daha rastlamaktayız. İsmini gizleyen bu kişi, Küllük’te bir araya gelen Peyami Safa, Bedri Rahmi (Eyüboğlu), Fazıl Hüsnü (Dağlarca), Orhan Veli (Kanık)’nin şiir üzerindeki konuşmasını “Bir Şahit” müstearını kullanarak “Edebî Dertleşme: Yeni Şiirin Münakaşası875” başlıklı yazısında dile getirmektedir. Peyami Safa, Bedri Rahmi’nin piyasaya yeni çıkan “Yaradana Mektuplar” isimli eserindeki “Bahçeler Dolusu” şiirini beğendiğini, aynı şiirin ikinci kısmını ise şairin “gevelediğini” beyan ederek beğenmediğini söylemiş ve şiir üzerindeki konuşma da bu şekilde başlamıştır. Bedri Rahmi ise aynı dönemde edebiyat piyasasında birçok hezeyanı dile getirenlere kimsenin ses çıkarmamasından yakındıktan sonra kendisinin “on senelik sanat heyecanlarının” mahsülü şiirlerini neşredince de kimsenin eserinin değeri ile ilgili bir eleştiri yazmamasından yakınmıştır. Peyami Safa, Bedri Rahmi’nin kendisiden bahsedilmeye ihtiyacı olmayan bir şair olduğunu söyledikten sonra onun istediği şiirin henüz Avrupa’da da yazılmadığını söyleyerek görüşlerini daha da detaylandırmıştır. Fazıl Hüsnü, kendi şiir kitabı piyasaya çıkınca kimsenin bu eserden bahsetmeyeceğini düşünmüş, ama düşündüğünün tam tersi olarak herkes onun eserinden bahsettiğini dile getirmiştir. Orhan Veli ise kendisinin ve arkadaşlarının şiire yeni bir düşünce tarzı getirdiklerini, kimsenin bundan bahsetmemesinin sebebini bunların “ciddi bir mesele” ve “çetin bir iş” olmasına bağlamıştır. Sohbetin ilerlemesiyle Orhan Veli, Türk şiirinde yaptığı yeniliği “Şiiri romantik havadan kurtardım.” cümlesiyle açıklamıştır876. Romantik hava içinde bunalan meramı, bu karanlık havadan kurtardığını iddia eden Orhan Veli’ye Fazıl Hüsnü, Peyami Safa ve Bedri Rahmi kendi şiir anlayışlarına göre cevaplar vermiştir. Küllük dergisi etrafında toplananlar; Ses, Yeni Ses, Yeni İnsanlık, Hamle, Gün gibi dergilerin etrafında toplananlarla birlikte 1940’larda yeni bir edebiyat

874 Kaplan, a.y. 875 Bir Şahit, “Edebî Dertleşme: Yeni Şiirin Münakaşası”, Vatan, 10. 05. 1942, s.2–3. 876 Bir Şahit, a.g.y., s.3.

187 kurmak için çeşitli edebî faaliyetlerde bulunmuş ve edebiyatın güncel meselelerle daha içli dışlı olması için yayınlar yapmıştır. Bu dergilerin etrafında toplananlar edebiyatta köklü değişiklikler yapamasa da edebiyatın farklı şekillerde algılanması ile edebiyat eserlerindeki konu ve temaların zenginleşmesini sağlamıştır. Bu süreli yayınlardan bazısı, o yılları iyi bilen Ömer Faruk Toprak’ın anılarında dile getirdiği gibi 1942 yılına ulaşamadan çeşitli “baskı” ve “maddi imkânsızlıklar” sebebiyle kapanmak zorunda kalmıştır877. Küllük Kahvesi, Beyazıt Meydanı’nı genişletme ve Aksaray-Sultanahmet arasındaki yol düzenleme çalışmaları sırasında 1950’li yıllarda yıkılmıştır878. Buranın bazı müdavimleri caddenin hemen karşı sırasında yer alan Marmara Kıraathanesi ile civardaki çeşitli mekânlarda bir araya gelmeye başlamıştır.

2. 2. 6. EPTALAFOS KAHVESİ

Günümüzde İstiklal Caddesi’nin girişindeki Burger King’in bulunduğu yerde879 açılmıştır. Eskiden sırasıyla Aya Yorgi ve Aya Triada Kiliseleri’nin yıkılmasıyla kiliseye gelir getirmek amacıyla yapılmış vakıf dükkânlarının üstünde ve birinci katta gazino-kahve karışımı olarak Panayot Kalivis tarafından Cafe d’Europe ismiyle 1870 yılında açılan bu yerin adı880 1880 yılından sonra Eptalofos olmuştur. Behzat Üsdiken’in verdiği bilgiye göre Eptalofos kelimesi, Rumca “Epta” ve “lofos” kelimelerinin birleşmesiyle oluşmuş, Türkçe’ye “yedi” ve “söz(nutuk)” şeklinde çevrilebilecek bir anlama sahiptir881. Açıldığı ilk yıllardan itibaren pek çok el değiştiren mekânı en son Ahmet Atalay devralmış ve mekânın adını da Ulus olarak değiştirmesine rağmen buranın eski adı belleklerde yer ettiğinden olmalı, bu isim müşteriler tarafından hemen hiç kullanılmamıştır882. Üsdiken’in verdiği bilgiye göre Atalay, ufak tefek değişikliklerden sonra gazinoyu hatırlatan hemen her şeyi

877 Toprak, a.g.e., s.47. 878 İşli, “Küllük Kahvesi”, DBİA, C.V, s.169. 879Münevver Eminoğlu (Haz.), Bir Beyoğlu Fotoromanı: Bir Efsanenin Monografisi 1870–2000, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2000, s.24. 880 Behzad Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840–1955, İstanbul, Akbank Kültür ve Sanat Kitapları, 1999, s. 130. 881 Behzad Üsdiken, a.y. Afif Yesari ise Eptalafos’un “yedi tepe” anlamına geldiğini beyan etmektedir. Bkz.: Afif Yesari, İstanbul Hatırası, s.9. 882 Üsdiken, “Eptalafos Kahve ve Gazinosu”, DBİA, C.III, s.177.

188 değiştirerek mekânı bir kahveye çevirmiştir. 1920’lerden sonra birçok sanatçının buluşma mekânı olan kahvenin en parlak zamanları, Sait Faik ve arkadaşlarının bir araya geldiği zamanlardır. Eptalafos Kahvesi’ni bir mahfil haline getirenler Sait Faik, Salâh Birsel, Edip Cansever, Attilâ İlhan ve Baylan topluluğu, Behçet Necatigil, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Nahit Ulvi, Salim Şengil, Turgay Gönenç ve Leylâ Erbil’dir883. Salâh Birsel bir gün Eptalafos’a o devirlerde çok iyi anlaştıkları Edip Cansever’i getirmiştir. Ona, bu kahvede yazdığı “Davul-Zurna”884 isimli şiirini okumuştur: “Ah iç gıcıklayıcıdır sabahları yâlel Bir nağme uzanır davuldan Sepetçioğluna İzmirli’lerden üç akıllı iskemle atmış Kordon’a Zurna çalıyor Pasaport önünde zurna Çocuklar ayak uydurmaya savaşıyor oyuna Helhel takmış kadının biri de koluna Oyunla kadınla öyle pırıl pırıl ki helhel Ah iç gıcıklayıcıdır sabahları yâlel” Salâh Birsel’in İzmir Kordonu’u düşünerek yazdığını belirttiği bu şiirin ilk dizesini o günden sonra Edip Cansever ona her rastlayışında tekrar edecektir. Sait Faik, buraya geldiği zaman mutlaka Taksim Meydanı’na bakan ön cephedeki masalarda otururmuş. Sait Faik, sanatçı dostlarıyla sıkça buluştuğu bu yeri bir hikâyesinin merkezi olarak da kullanmıştır. 1950 yılının Ağustos ayında “Varlık” dergisinde yayımlanan “Eftalikus’un Kahvesi” isimli hikâyede, hikâyeci olduğu anlaşılan anlatıcı kahramanın yanına bir adam gelir. Onun hikâyelerini nasıl yazdığını merak eden bu adamla anlatıcı, İstiklâl Caddesi’nde yürüyerek bu kahveye gelirler. Eleştirmen olmaya çalışan bu adam, onun hikâyelerini nasıl yazdığıyla ilgili anlatıcıya sorular sorar. Anlatıcı, karşısındakinin alay edip etmediğini kestiremediğinden ona ikircikli cevaplar verir sürekli. Ama bu cevaplarda bile onun hikâye konularını nasıl seçtiğini, ayrıntılara dikkat etme şeklini, yoldan geçenlerin onun gözüne nasıl göründüklerini öğreniriz. Konuşmanın devam ettiği sırada anlatıcı aslında hikâyenin nasıl yazılacağını bilmediğini söyler. Belki de bu konuşma

883 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.137. 884 Salâh Birsel, Köçekçeler: Toplu Şiirler–1, İstanbul, Adam Yayınları, 1996,s. 101.

189 sırasında da bir hikâye yazdığını, hatta isminin de Eftalikus Kahvesi olduğunu da ekler. Diğer kahraman heyecanla hemen söze dâhil olur ve yine bir soru sorar. Demek önce hikâyenin ismini koyar, sonra onu yazarsınız, der. Anlatıcı, ona afallatan bir cevap daha verir. Aslında hikâyenin nasıl yazıldığını pek bilmediği itiraf eder. 1950 yılının Mayıs ayında karikatürist Ferruh Doğan ile Sait Faik arasında hikâyede anlatılan olay gerçekten yaşanmıştır885. Sait Faik, yaşadığı bu olayı, ustalıklı bir anlatışla hikâye formuna çevirmiştir. Buraya ortak bir kitap çıkarmak hayali ile yanıp tutuşan Oktay Akbal ve Fahir Onger de 1945 yılında gelmiştir886. Oktay Akbal anılarında, o günü Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’na resmen katıldığı gün olarak hatırlamaktadır. Sezai Karakoç hatırlarında, bir gün bu kahveye gittiğini, burada oturmuş meydanı seyreden Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın onu masasına davet ettiğini yazmıştır. İki şair, çaylarını içerken sohbet etmeye başlarlar. Bir ara Fazıl Hüsnü ona “Varlık” dergisine şiir gönderirse yayımlanabileceğini söylemiştir. Sezai Karakoç da ona, dünya görüşlerinin bağdaşmaması sebebiyle Varlık dergisine şiir göndermesinin söz konusu dahi olamayacağı cevabını vermiştir887. Oktay Akbal’ın başka bir günlüğündeki yazdıklarından Eptalafos Kahvesi’nin 1967 yılında hâlâ açık olduğunu öğrenmekteyiz. Akbal bu yazısında buranın tatsız bir yer olduğunu dile getirmiştir888. Eptalofos’un bir diğer önemli siması, Giovanni Scognamillo’nun ifadesiyle “kahvede iki masayı birden işgal eden, kurşun kalem ile yazdığı senaryoları çekime yetiştiren, bazen iki senaryoyu bir arada yazan”889 Bülen Oran’dır. Afif Yesari de onun her çeşit gürültü ve tavla pulları arasında hiçbir tedirginlik duymadan dostlarıyla sohbet edip burada senaryolarını yazdığını anlatır.890

885 Refik Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.178. Ayrıca bkz.: Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.135–136. Bu hikâyeye bir nazire yaparcasına yazılmış başka bir hikâye için bkz.: Ayhan Sarıismailoğlu, “Sait Faik Gibi”, Varlık, y. 32, No: 653, 1 Eylül 1965, s.17. 886 Oktay Akbal, Anı Değil Yaşam, İstanbul, Evrim Sanat Galerisi Yayınları, 1985, s.18. 887 Sezai Karakoç, “Hâtıralar-LXXIV”, Diriliş, y.30, No:74, 15 Aralık 1989, s.8. 888 Oktay Akbal, Anılarda Görmek, İstanbul, Alkım Yayınevi, 2004, s.240. 889 Giovanni Scognamillo, Bir Levantenin Beyoğlu Anıları, İstanbul, Metis Yayınları, 1990, s.57. 890 Yesari, İstanbul Hatırası, s.9.

190 Behzat Üsdiken’in verdiği bilgiye göre Eptalafos Kahvesi, 1960’larda köhneleşmeye başlamış ve 1970’lerin ortasında el değiştirmiştir. Büyük oranda tadilattan geçirilen mekân, biraheneye çevrilmiş ve daha sonra da kapanmıştır891.

2. 2. 7. DARUTTALİM KIRAATHANESİ

Vezneciler’de, Serasker Rıza Paşa tarafından yirminci yüz yılın başlarında yaptırılan Letafet Apartmanı, paşanın özellikle Ramazan aylarında hanımlarıyla birlikte yaşadığı üç katlı bir yapıdır892. Darülbedayi’nin kurulması için çalışmalar başlatan devrin belediye başkanı Cemil Topuzlu, Natüralist tiyatronun öncülerinden A. Antoine’ni893 İstanbul’a davet etmiş, Letafet Apartmanı’nda da ilk tiyatro okulunun açılmasına yardımcı olmuştur894. Darülbedayi, bu binada 13 Ocak 1914’te açılmıştır. Açıldığı yıldan 1917 yılının sonuna kadar tatbikat sahnesi olarak kullanılan mekânda ayrıca sivil amaçlı birkaç kurum ve kuruluşun lokalleri ile idare büroları da bulunmaktaydı895. Apartmanın giriş katında çeşitli dükkânlar ile Daruttalim Kıraathanesi yer alırdı. Kıraathane, Ramazanlarda Karagöz oyunları da sahnelenirdi.

891 Behzad Üsdiken, “Eptalafos Kahve ve Gazinosu”, DBİA, C.III, s.177. 892 Yasemin Suner, “Letafet Apartmanı”, DBİA, C.V, s.203. Sermet Muhtar Alus, Serasker Rıza Paşa’nın yaptırdığı bu konağın yapılışına şahit olmuştur. Onun ifadesine göre bina birkaç ay gibi kısa bir sürede bitirilmiştir. Bkz.: Sermet Muhtar Alus, İstanbul Yazıları, (Yay. Haz. Erol Şadi Erdinç- Faruk Ilıkan), İstanbul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Dairesi Başkanlığı Yayınları, 1994, s.30. 893 A. Antoine, Yasemin Suner’in aktardığı hatıralarında, devrin belediye başkanının, bir paşa tarafından eski bir mahalle içinde yaptırılmış bir konak bulduğunu, belediye başkanının bu binayı temizleterek burada sonradan Şehir Tiyatroları ismini alacak olan kurumu kurduğunun bilgisini vermektedir. Bkz.: Suner, a.y. Ayrıca bkz.: Muhsin Ertuğrul, Benden Sonra Tufan Olmasın!: Anılar, İstanbul, Remzi Kitabevi,2007, s. 195- 205. A. Antoine’nin hayatı hikâyesi için ise bkz.: Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.34. 894 Opr. Dr. Cemil Topuzlu, İstibdat, Meşrutiyet, Cumhuriyet Devirlerinde 80 Yıllık Hatıralarım, (Haz. Prof. Dr. Hüsrev Hatemi- Prof. Dr. Aykut Kazancıgil), 5. bsk., İstanbul, İşaret Yayınları, 2010, s.151.; Halit Fahri Ozansoy, Darülbedayi’deki seçmelere katılmıştır. Ayrıca Darülbedayi Edebî Heyeti’nin bu binadaki bir toplantısının fotoğrafı için bkz. “Darülbedayi Edebî Heyeti”, Türk Edebiyatı, y. 37, No: 432, Ekim 2009, s.21. 895 Suner, a.y. Halit Fahri Ozansoy, burada bir “sahne ile ders salonuna çevrilen geniş, büyük odasını harem ve selamlık usulü ile iki tarafta karşılıklı dolduran kız ve erkek talebleri”n estetik dersi Profesörü Hamdullah Suphi’yi dinlediklerini hatırlamaktadır. Bkz.: Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.15.

191 Fahri Kopuz, 1916 yılında Darüttalim-i Musiki Heyeti’nin başına geçince kıraathanede de bu topluluk tarafından musiki meşkleri yapılmaya başlamıştır896. Darüttalim-i Musiki Heyeti’nin burada musiki fasılları icra etmiş olması, kıraathaneye Daruttalim adının verilmesine sebep olmuştur897.Hem klasik Türk musikisinin seçkin örneklerini dinlemek hem de bir şeyler içip sanat ve edebiyat konularıyla ilgili sohbetler yapmak isteyenler kıraathaneyi bir mahfile çevirmiştir. Kıraathane, İstanbul’un merkezi konuma sahip bir yerinde olduğu için burada çok çeşitli meslekten insanlar bir araya gelmiştir. Mahfilin kurulmasını sağlayan bir neden de Darülfünunun buraya çok yakın olmasıdır. Bu yüzden üniversite profesörleri ve öğrencilerinden tutun da musikişinaslar, gazeteci ve ressamlara kadar pek çok renkli sima kıraathanede bir araya gelmiştir. Midhat Sertoğlu, Daruttalim’in üç bölüme ayrıldığını yazmaktadır. Kapıdan girince sağ taraftaki bölümde, sohbet yaranı, nam-ı diğer Esafil-i Şark; dip tarafta şehrin en namlı briç ustaları, sol tarafta ise Mükrimin Halil’in deyimiyle “âhâd-ı nâsa”, yani bir özelliği olmayan kimselerle gelip geçen müşteriler otururmuş898. Mekânın sağ tarafını mesken tutan müdavimler, akşamleyin mahfilde bir araya gelirmiş. Midhat Sertoğlu, Esafil-i Şark ismi verilen bu grubun hemen her gün akşam yediden itibaren toplandıklarını da bildirmektedir899. Daruttalim Kıraathenesi’ndeki toplantılara katılanlardan tespit edebildiklerimizin isimleri şöyledir: Emin Âli (Çavlı), Türkiyet Enstitüsü Katibi Tevfik Celis, Ârif Dino, Kitapçı Hulusi Karadeniz, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Şekip Tunç’un kardeşi Münip Tunç, Prof. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Ali Nihat Tarlan, Nazmi Acar, İhsan Hamamî, Edebiyat Fakültesi Kâtiplerinden Ethem Kepti, Kıbrıslı T. Süreyya Kartal, Hayriye Lisesi İdare Müdürü Lâz Hamdi900; Doktor Lâmi Topuzlu901; Sadettin Nüzhet (Ergun), Rıfkı Melül Meriç, Sabahattin Batur, İbrahim Olgun,902; Yahya Kemal Beyatlı903, Mükrimin Halil Yınanç, Tarık Buğra904.

896 Birsel, Kahveler Kitabı, s.171. 897 Midhat Sertoğlu, “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi: Tahir Nadi Korkusundan Üç Ay Evinden Çıkamamıştı”, Hayat, No:28, 7 Temmuz 1977, s.19. 898 Midhat Sertoğlu, a.y. 899 Midhat Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri, İstanbul, Bedir Yayınları, 1992, s.56. 900 Midhat Sertoğlu, a.y. 901 Mithat Sertoğlu, “Hocam Ali Nihat Tarlan”, Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan: Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri (içinde), Hazırlayan: Av. Yusuf Ziya İnan, İstanbul, Sıralar Matbaası, 1965, s.149. 902 Birsel, Kahveler Kitabı, s.171–172.

192 Kıraathanede özellikle ilk zamanlarda Klasik Türk musikisinin hemen her konusunun yanı sıra sanat, edebiyat, tarih mevzuları, müdavimlerin ilgi alanlarına göre sosyal ve siyasi daha birçok konu konuşulmuştur. Salâh Birsel, Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “Saatleri Ayarlama Ensititüsü” romanında geçen kahvehane kahramanlarını burada tanıdığını ve eserini karnavalesk bir anlatıya çeviren konuları buradaki günlerinden çıkardığını iddia eder905. Kurmacanın imkânlarını tamamen gerçek kabul etmenin sakıncalı taraflarını dikkate alarak Salâh Birsel’in bu iddiasında doğru tarafların bulunduğunu söylemek mümkündür. Tanpınar, Esafil-i Şark ismi verilen, “gülmek için kurulmuş bir topluluk” şeklinde meşhur olmuş ve katılımcıları, önemli kişi ve olayları için bir yazı dizisi bile yapılmış bu topluluğun bir araya geldiği Daruttalim’in müdavimleri arasında yer almaktadır906. Bu çevrenin içinde onun çok samimi arkadaşları ve dostları da vardır. Tanpınar’ın yakın arkadaşı olan Ahmet Kutsi Tecer, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü” başlıklı yazısında, bu kıraathanenin adını açıklamaz ama Şehzadebaşı’ndaki bu mekânı yazarın çok iyi gözlemlediğini dile getirir:

903 Konur Ertop, Mektepten Memlekete: Fotoğraflarla Yahya Kemal’in Yaşam Öyküsü, s.72. 904 Tarık Buğra, Bu Çağın Adı, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1995, s.214. 905 Birsel, Kahveler Kitabı, s.172. 906 Adnan Giz, kesin bir tarih olmamakla birlikte Esafil-i Şark’ın 1920–1935 yılları arasında en parlak dönemini yaşadığını, 1944 yılına kadar da varlığını sürdürdüğünü yazmaktadır. Bkz.: Adnan Giz, “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi: Esafil-i Şark’ta Kimler Vardı, Neler Konuşulurdu?”, Hayat, No:21, 19 Mayıs 1977, s.27. Mahmut H. Şakiroğlu ise topluluğun 1957 yılında Nazmi Acar’ın vefatıyla dağılmaya yüz tutuğunu iddia etmektedir. Detaylı bilgi için bkz.: Mahmut H. Şakiroğlu, “ Esâfil-i Şark”, DBİA, C.III, İstanbul, s.198. Şakiroğlu, Esafil bütün üyelerinin İbnülemin’in konağında da toplandığını iddia etmektedir ki bu bilgi tashihe muhtaçtır. Zira Midhat Sertoğlu, Esafil’den birkaç kişinin bu konağa gidebildiklerini belirtir. Bkz.: Midhat Sertoğlu, “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi:Peder Ziyadece Sotuydu, Irzımızı Muhafaza Ettik”, Hayat, No:32, 4 Ağustos 1977, s.26. Esafil-i Şark, Daruttalim’in yanı sıra, topluluğun önemli bir üyesinin işlettiği Halk Kıraathenesi’nde, Türk Ocağı Merkezi’nde ve bilhassa yaz aylarında Beyazıt Meydanı’ndaki Çınaraltı Kahvesi’nde toplanmıştır. Bkz.: Adnan Giz, “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi:Muhteşem Bir İşsiz-Nazmi Acar”, Hayat, No:22, 26 Mayıs 1977, s.27.; Ayrıca bkz.: Mahmut H. Şakiroğlu, “ Esâfil-i Şark”, DBİA, C.III, İstanbul, s.198-199. Orhan Seyfi Orhan, Mükrimin Halil Yinanç’ın vefatı dolayısıyla yazdığı yazıda, Nazmi Acar’ın Laleli’deki evinde de toplantıların yapıldığını, birkaç kişi ile İbnülemin’in konağına da gidildiğini söylemektedir. Bkz.: Orhan Seyfi Orhon, “Mükrimin Halil Yinanç”, Mükrimin Halil Yinanç’tan Sohbetler (içinde), (Der. Refii Alpayer-Şinasi Özatalay), İstanbul, Yağmur Yayınları, 1962, s. 46.

193 “Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki yıllara rastlayan bu kahvehane sahibi, müşterileri ve içinde geçenlerle beraber tamamiyle gözlem mahsülüdür. Aslında romancının hareket noktası bu kahvehanedir.907” Ayrıca romanda geçen şu cümleler, aslında Tanpınar’ın burayı tarif ettiğini ve betimlediğini düşünmemize vesile olmuştur: “Burası Şehzadebaşı’nda, boş zamanlarında vakit geçirdiği büyükçe bir kıraathaneydi. (…)Hiçbir şeye hayret edilmiyor, hiçbir şeyin üzerinde fazla durulmuyordu. Burada insan, olduğu gibi, bütün hususiyetleriyle, kabahatleriyle, sakatlıklarıyla kabul ediliyordu. (…) Yıllardan sonra bu kahvede tanıdıklarımızdan birini bir vekil sandalyesinde gördük. Korkulacak derecede muvaffakiyetli bir politika adamı olmuştu. (…) Kahveye her cins ve meşrepten insan geliyordu. Zengin mirasyedi, müflis veya tutunmuş tüccar, şöhretsiz şair, gazeteci, ressam, yüksek memur, satranç ve dama ustaları, eski pehlivanlar, bir iki Darülfünun hocası, bir yığın talebe, aktörler, musikişinaslar, hülasa her meslekten adam.908” Tanpınar, eserinde bu kahvehanede konuşulan konuları ve buraya devam edenleri birkaç sınıfa ayırarak anlatır: “Bu kahvede neler konuşulmazdı? Tarih, Bergson felsefesi, Aristo mantığı, Yunan şiiri, psikanaliz, ispirtizma, alelâde dedikodu, çıplak hikâye, korkunç veya meraklı macera, günlük siyasî hadise, birbiriyle sarmaş dolaş, biri öbürünü yarıda bırakarak, çok yüklü, beraberinde her rastgeldiğini taşıyan bir bahar seli gibi kabarık bu konuşmada beyhude ve şaşırtıcı, akar giderdi. Tabii hiçbirinden tam bahsedilmezdi. (…) bu cins ciddi şeylerden bahsedenler, hususi bir isim altında tanınırlardı. Onlar Nizamıâlemcilerdi. Dünyayı düzeltmek zahmetini üstlerine alan bu aristokratların altında daha geniş bir tabakaya ‘Esafili Şark’ adı verilmişti. Onlar kültürden, medeniyetten bu kahvedeki müşterek hayatın yarayacak kadarını almakla yetinen günlük hazların ve geçim sıkıntısının veya çaresizliklerinin dışında yalnızca komiğin, aksayanın üzerinde zararsızca durmakla yetinenlerdi. Nihayet üçüncü tabaka, Şiş taifesi gelirdi. Şiş, hiçbir inceliği olmayan, şehir hayatına intibak etmemiş yahut kaba insiyaklarını yenememiş insanlardı. Şiş taifesinden bir insan kavga edebilirdi, bir Esafili Şark veya Nizamcı ancak Şiş’liği tutarsa kavga ederdi.909” Buranın son demlerine yetiştiğini söyleyen Tarık Buğra, “vakit öldürmenin” en tatlı biçimini uygulayan müdavimlerini bir bir sayar. Kocaman bir hangara

907 Ahmet Kutsi Tecer, “Saatleri Ayarlama Enstitüsü”, Bir Gül Bu Karanlıklarda: Tanpınar Üzerine Yazılar (içinde), (Haz. Abdullah Uçman-Handan İnci), İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002, s.142. 908 Ahmet Hamdi Tanpınar, Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 4. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1992, s.106-107. 909 Tanpınar, a.g.e., s.108-109. Sadi Irmak, alıntıda geçen “Nizamıalem, Şiş ve Esafil-i Şark” kavramlarının yaratıcısının Mükrimin Halil Yinanç olduğunu söylemektedir. Bkz.: Ord. Prof. Dr. Sadi Irmak, “Mükrimin Halil Rahmetli”, Mükrimin Halil Yinanç’tan Sohbetler (içinde), s.55.

194 benzediğini söylediği Darüttalim’de Mükrimin Halil Yinanç, Ali Nihat Tarlan, Rıfkı Melül Meriç’leri görür, onlarla vakit geçirir. Üstat olarak nitelediği bu kişilerin Darüttalim’e “Zaviye-yi Esâfil-i Şark”, yani “Doğulu sefillerin mekânı” dediklerini belirtir910. Onlar, önce kendileriyle, sonra da her şeyle dalga geçmeyi bir sanat eserine çeviren insanlardır. Tarık Buğra, her birinin bir ayaklı kütüphane olduğunu da ekledikten sonra, mekânda nelerin konuşulduğunu şöyle sıralar: “Tarih, edebiyat, kozmografya, şifalı bitkiler, ahvâl i âlem…911” Mahfil, burada bir araya gelenleri çok fazla etkilemiştir. Kendi ifadesine göre “her biri, kendi dalında bir düzine eser verebilecek iken yasak savmış912” insanları bir arada “güzel ve tatlı vakit” öldürdüklerine bizzat şahit olan Tarık Buğra, buradaki edebiyat ve kültür sohbetlerinden de çok fazla yararlandığını belirtir.

2. 2. 8. MARMARA KIRAATHANESİ

Marmara Kıraathanesi, Laleli’den Beyazıt’a çıkan yokuşun düzlüğe ulaştığı yerde, ön cephesi Beyazıt Meydanı’na, arka cephesi denize bakan, eskiden Marmara Sineması’nın bitişiğinde bulunan, günümüzde ise Özdemir Marmara Çarşısı’nın bulunduğu yerdeydi. Kıraathanenin müdavimlerinden Emin Işık’ın ifadesine göre kıraathanenin altında Yümni Pastanesi, üstünde ise Marmara Oteli yer alırmış913. Kıraathaneyi kapandığı tarihe kadar Mustafa Yılmaz işletmiştir914. Marmara Kıraathanesi’nde, 1960’lı yılların başında Küllük ve Acem’in Kahvesi’ne devam etmiş edebiyatçı, akademisyen ve edebiyata ilgi duyanların çok sık uğradıkları ve uzun vakitler geçirdikleri bir edebiyat-kültür mahfili kendiliğinden kurulmuştur. Mahfilin toplanmasında birçok sebep etkili olmuştur. Öncelikle Batılı bir eğilim, kültür ve sohbet anlayışını sembolize eden Markiz, Lebon, Baylan gibi pastanelerde toplananlardan farklı olarak Küllük, Çınaraltı gibi mekânlara devam etmiş insanlar, buraların kapanması ile sığınabilecekleri yerler aramıştır. Geleneksel değerlerle kültürel, siyasal ve edebî anlayışlara yakın kesimin toplandığı Marmara

910 Buğra, a.g.e., s.214. 911 Buğra, a.y. 912 Buğra, a.g.e., s.215. 913 Emin Işık ile 05.05.2009 tarihinde yapılan görüşme. 914 Emin Işık ile 05.05.2009 tarihinde yapılan görüşme.

195 Kıraathanesi, bir süre sonra “geleneğin” takipçilerinin, yürürlükteki siyasi düzenin ya dışında veya ona muhalif insanların toplanma merkezi haline gelmiştir. Tek parti döneminin son demlerinde yetişmiş, çeşitli statülere sahip mazul şahsiyetlerin, artık merkezde önemli görevleri olmayan muhaliflerin, akademisyenlerin ve her soysal statüden insanın aynı “atmosferi” oluşturmaları ve birbirlerini dinlemeleri, o devir için dünya görüşlerinde keskin bir ayrışmanın yaşanmadığı zamanların son merkezlerinden biri olmasını sağlamıştır. Mahfile devam edenlerin sosyal statüleri, ekonomik gelirleri, dünya görüşleri ve edebiyat anlayışları arasında farkların olmasına rağmen, geleneksel sohbet kültürünü devam ettirmekte fayda gören insanların kavga etmeden bir arada bulunmaları ve çeşitli konularda sohbetler yapmaları, vakitlerini aynı mekânda geçirmeleri devrin dikkat çekici bir özelliği olarak yorumlanmalıdır. Birbirlerinin mukaddeslerine saygı duyan insanların bir arada olmaları, konuştukları konular üzerinde de farklı bir bakış açısının oluşmasına, gerçeği farklı cephelerden farklı şekillerde görülebileceğine dair inanışların kıraathane içinde serbestçe konuşmalarına imkân sağlamıştır. Şüphesiz bu tür bir “halk akademisi”ne devam eden insanların fikir ve görüşlerinde önemli ölçüde değişiklikler ve farklılıkların oluşması doğal bir durum kabul edilmelidir. Küllük türü mekânlara devam edenlerin, merkezi konumu sebebiyle de Beyazıt çevresinden ayrılmadan tekrar bir arada vakit geçirmeleri, geleneksel konu ve konuların, farklı isimlerin katılımıyla da çeşitlenmesine, zenginleşmesine yardımı olmuştur. Necmeddin Türinay, Marmara Kıraathanesi’nin bir çekim merkezi olarak faaliyet göstermesinin arka planında “resmî kamuoyunun dışında yaşayan sınıfların” “ruhlarını ve beyinlerini besleyecek yeteri kadar” kitabın çıkmamasının, 1952 yılındaki tutuklanmalar sonunda dernek, cemiyet gibi sosyal merkezlerin kurulmasına otoritenin izin vermemesinin önemli etkisinin olduğunu söylemesi, şartların bir neticesi olarak mahfilin kendiliğinden oluşmasını sağlamıştır915. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesi, 27 Mart 1960 darbesi, bu sıralarda yayın dünyasında birçok dergi ve gazetenin faaliyete geçmesiyle birlikte, Anadolu’nun geleneksel değerlerini İstanbul’da yaşamak isteyen yeni bir anlayışın bayraktarı olan

915 Necmeddin Türinay, “Deliler ve Dâhiler ya da Bir Uzun Marmara Hikâyesi”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 190. Türinay, mekânın oluşmasının sebeplerine bahsi geçen yazıda detaylı bir şekilde değinmektedir.

196 kesimler için kozmopolit bir mekân kimliğiyle belirginleşen Marmara Kıraathanesi kültür-tarih ve edebiyat mahfili olarak “sığınılacak”, “beslenilecek”, “entelektüel açlığı giderebilecek” bir alan hükmüne sahip olmuştur. Marmara Kıraathene’sinin müdavimlerine “marmaratör” lakabı verilmişti. Bu lakabın ortaya çıkışının iki farklı rivayeti vardır. Birinci rivayete göre Ahmed Nuri Yüksel, burayla ile ilgili anılarında, Marmara’daki sohbetlerin gediklilerinden olan Mehmet Çavuşoğlu ve Necip Kunt’a “Marmaratör” lakabını kendisinin taktığını yazmaktadır. Bu lakap o kadar tutar ki sonradan kıraathanenin bütün müdavimlerinin adı Marmaratör olur916. Üstün İnanç ise, “Marmaratör” teriminin ortaya çıkışını biraz farklı anlatmaktadır. Türkiye’de o zamanlar iki meclis vardır: Senato ve Millet Meclisi. Eski savcılardan biri -Senatör Mehmet Feyyat- kendini tanıtırken, böbürlenerek “ben senatörüm” demiş, Marmara’nın gediklilerinden Reşat Şen de senatöre şu şekilde cevap vermiştir: “Ben de Marmaratörüm!” Bu söz böylece meşhur olmuştur917. Mahfil müdavimlerine “Marmaratör” isminin verilmesi, aslında mekânla ve mekânın müdavimleriyle kurulan samimi ilişkiyle de alakalıdır. Sohbet geleneğini sürdüren kişilerin “çok cepheli” ve “çok yönlü” bir mekândaki faaliyetin niteliğini belirginleştiren, hatta bu eylemde sıradan insanlarda olmayan bir üstünlük arayan anlayışın, böyle bir isimlendirmede bu tür bir eylemin değerini kalıcı kılmak istemiş olmasının da etkisi olduğu iddia edilebilir. Değerli kabul edilen mahfil mekânıyla özdeşleşen kişiler, “Marmaratör” kimliğiyle varlıklarını ortaya daha canlı, daha ironik koyabilmektedir. Bu tür bir isimlendirme, aslında Cumhuriyet sonrası kurulan edebiyat mahfillerinin pek çoğunda görülmemektedir. Kıraathanenin çok fazla müdavimi vardır: Erol Güngör, Mehmet Genç, Mehmet Niyazi, İbrahim Tansu, Ahmet İyioldu, Ali İhsan Yurt, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Muzaffer Özak, Prof. Dr. Saip Atademir, Prof. Dr. Nuri Karahöyüklü, Ziya Nur Aksun918; Dr. İzzettin Şâdan, Sezai Karakoç, Mehmet Şevket Eygi, Kadir

916 Prof. Dr. Ahmed Nuri Yüksel, “Ziya Nur Aksun Hakkında Birkaç Söz”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 32. 917 11. 04. 2009 tarihinde Cağaloğlu Kaynak Yayınları’nda yapılan Marmaratörler toplantısındaki ses kaydı. 918 Emin Işık, “Matbaacı Ziya Bey”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s.125-126.

197 Mısıroğlu919; Mükrimin Halil Yınanç, Ahmet Güner Elgin920; Necip Kunt921; Hilmi Oflaz, Filozof Cemal (Cemal Hatiboğlu)922; Dündar Taşer, Mustafa Nadir Önay923; Kâmil Öztürk, Zaptiye Ahmet, Mahir İz, Üstün İnanç, İsmail Ünalmış, Süleyman Yalçın, İsmail Dayı, İsmet Zeki Eyüboğlu, Nihal Atsız, A. Rahmi Balcıoğlu, Osman Akkuşak, Özer Revanoğlu, Nevzat Kösoğlu, Yurdakul Dağoğlu, Sabri Özpala, Osman Selim Kocahanoğlu, Cemal Anadol, Şahin Uçar, Erdinç Beylem, Osman Yüksel Serdengeçti, Ali Biraderoğlu, Abdüsselâm Hikmet, Sedat Umran924; Mehmet Bakır, Uluğ Turanoğlu, Abdürrahim Balcıoğlu, Erol Kılıç, Abdullah Özcan, Teşkilat Refik (Demir), Adapazarlı Salih, Doktor İlhami Kaya, Köse Zeki, Şoför Kâmil, Fikri Aksoy, Dişçi Mustafa, Ahmet Er, Orhan Şaik Gökyay925; Fethi Gemuhluoğlu926; Rıfat Ilgaz, Hasan İzzettin Dinamo927; Nevzat Yalçıntaş, Ali Uğur, Hasan Korkmazcan, Tarık Buğra, Mustafa Necati Sepetçioğlu, Ahmet Kabaklı, Nurettin Topçu, Cevat Rıfat Atilhan, Mümtaz Turhan, Ali Fuat Başgil, Osman Turan, Refii Cevat Ulunay, Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, Faruk Kadri Timurtaş, Ali Nihad Tarlan, İbrahim Kafesoğlu, Hasan Basri Çantay928;-birkaç kere uğramış olan -Necip Fazıl929, Abdullah Kucur, Abdürrahim Balcıoğlu, İbrahim Kalkan930; Avukat Hasan (Lemond), Figaro Ahmet931; İsmet Zeki Eyüboğlu, Muzaffet Karakullukçu932; Darülaceze Müdürü Hilmi Şener, Durali Yılmaz, İbrahim Kaur, İrfan Derman, Yücel Hacaloğlu, Muhittin Nalbantoğlu, Tuğrul Önder, Nazım Durmuşoğlu, İmdat

919 Erdinç Beylem, “Dâvâ Adamı”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s.130. 920 M. Şevket Eygi, “Feyyâz Bir Zekâ”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s.171. 921 Prof. Dr. Ahmed Nuri Yüksel, “Ziya Nur Aksun Hakkında Birkaç Söz”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 32. 922 Dursun Gürlek, “Aramızda Yaşayan Osmanlı Vak’anüvisi Ziya Nur Aksun”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 121. 923 Mustafa Nadir Önay, Fenâ Fi’l-lâh ve Fenâ Fi’d-devle Ve’l Mille”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 183. 924 Necmeddin Türinay, “Deliler ve Dâhiler ya da Bir Uzun Marmara Hikâyesi”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 185-186. 925 Osman Akkuşak, “Bir Sohbet Ustası Ziya Nur”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 197. 926Beşir Ayvazoğlu, Dersaadet’in Kalbi Beyazıt, s.147. 927 Ilgaz, Yokuş Yukarı, s.176. 928 Recep Yeter, “Üniversite Gibi Kıraathane”, Yeni Şafak Pazar Eki, 7 Ocak 2007, s.14. 929 Marmara Kıraathenesi’ne “Esafil-i Şark” diyen Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu’na onu bu kahvede bekleyeceğine dair bir not bırakmıştır. Bu el yazısıyla not için bkz.: Kadir Mısıroğlu, Üstad Necip Fâzıl’a Dair, İstanbul, Sebil Yayınevi, 1993, s.17. 930Mehmet Nuri Yardım, “Marmaratörler”, http:// www. sanatalemi. net/default. aspx? durum= yazar &id=172, (çevrimiçi) 28.04.2009. 931 Ahmet Turan Alkan (Haz.), Ziya Nur Hakkında Dostlarıyla Bir Sohbet, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2010, s.27. 932 Eyüboğlu, a.g.e., s.342.

198 Akmermer, Neyzen Aziz, Avukat Osman Tülümen, Sadık Batumlu, Reşat Beyatlı, İlhan Darendelioğlu, Ferruh Bozbeyli, Hüsamettin Cindoruk, Agâh Güçlü, Senatör Mehmet Feyyat, Fethi Erhan, Muzaffer Zorlu, İsmail Özdoğan, Ertuğrul Düzdağ, Arif Özkök, Ahmet Muşlu, Mümin Çevik, Mehmet Leventoğlu, Ziya Uygur, Ergun Göze, Yusuf Alptekin, Nazif Okumuş, Sakin Öner, Galip Erdem, Arif Nihat Asya, Cahit Atasoy933; Muzaffer Buyrukçu, Günel Altıntaş, Talât Kılıç934; Necmettin Hacıeminoğlu, Prof. Dr. Mehmet Eröz935; Halil Açıkgöz936; Erdem Beyazıt, eski savcı Ali Karcı, Cahit Zarifoğlu, Alaeddin Özdenören, Rasim Özdenören, Ahmet Yücel, Ali Özkavaf, M. Emin Alpkan, Ahmet Rüştü Çelebi937. Yukarıdaki kişiler Marmara Kıraathanesi’nde her zaman bir arada bulunmamıştır. Kıraathanenin genelde en yoğun olduğu gün cumartesilerdir. Aynı zamanda mahfilde her akşam, iş çıkışından gece geç vakitlere kadar çeşitli konularda sohbet eden pek çok insana rastlamak mümkündür. Ahmed İyioldu, sohbetlerin konusunun “her şey” olabileceğini söylemektedir. Bu her şeyi de kısaca şöyle tasnif etmiştir: “Edebiyat, şiir, musiki, tasavvuf, ekonomi, sosyoloji, felsefe, din, tarih, Araplar, Türkler, Selçuklular, Osmanlılar, cumhuriyet, Doğu-Batı medeniyetleri, siyaset, siyasi partiler, liderler, insan hakları, Hristiyanlar- Müslümanlar vs.938” Müdavimlerin farklı sosyal, siyasal ve kültürel yapıda olan bir mahfilde doğal olarak sohbet konuları da farklılıklar göstermektedir. Bu kadar çok ve çeşitli konular, “tam bir ders” veya “seminer” ya da “açık oturum” kabul edilebilecek seviyeli, özgür ve demokrat bir ortamda tartışılmıştır939. Mahfildeki bu faaliyetin niteliği sebebiyle Marmara Kıraathanesi müdavimlerce “ikinci bir üniversite” olarak isimlendirilmiştir940. Kıraathanenin Emin Işık’ın verdiği bilgilere göre Beyazıt Meydanı’na bakan ön tarafında, cam kenarında sıra ile yedi-sekiz masa vardır. Bu masalar kapıdan girince sol tarafta kalmaktadır. Arka tarafta tavla ve kâğıt oynanan masalar da vardır.

933 Ahmet Güner Elgin, Marmara Kitabeleri, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2003, s.10–11. 934 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.190. 935Ahmet İyioldu, “Erol Ağabeyin Ardından”, Kültür Ocağında Bir Mütefekkir: Erol Güngör (içinde), İstanbul, Kocav Yayınları, 2009, s.302. 936 Halil Açıkgöz ile 27.10.2010 tarihinde yapılan görüşme. 937 Ahmet Rüştü Çelebi, “Sanatkârın Erdemi!”, Dört Mevsim Maraş, No:11, Temmuz 2008, s.21. 938 Amed İyioludu, “Ziya Bey”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 17. 939 Amed İyioludu, a.y. 940 Beşir Ayvazoğlu, “Ziya Nur Aksun”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 111.

199 Sekiz on kişinin oturabileceği kadar büyükçe olan bu sohbet masalarında sadece çay içilir ve bunlarda oyun oynanmaz. İsteyenin istediği masaya yanaşıp sohbeti dinlemesi serbesttir. Kahvenin demirbaşı diyebileceğimiz üstat kabul edilen kişilerin her birinin ayrı masaları vardır. Ve bu masalardaki sohbet konuları da farklıdır. Duvar dibindeki büyük masada Adli Tıp Başkanı Prof. Dr. Saip Atademir, Prof. Dr. Nuri Karahöyüklü, Maliyeci İbrahim Bey ve onların emsali yaşlılar otururmuş. Bu masada hemen her konu konuşulmakla birlikte sohbet siyaset ağırlıklıdır. İkinci masada Sahaf ve Cerrahi Tekkesi Şeyhi Muzaffer Özak Hoca oturmaktadır. Burada genellikle İslami ilimlerle ilgili sohbetler yapılır. Onun yanındaki masada da Ziya Nur Aksun bulunur. Ziya Nur’un masasında genellikle tarih sohbetleri yapılır941. Ahmet Rüştü Çelebi, Sezai Karakoç’un sohbet masasının da kıraathanenin önemli masalarından biri olduğunu dile getirir942. Gemlik’te doktor olarak çalışan Abdullah Hacıtahir Öztemizoğlu, kıraathaneye sadece cumartesileri gelirmiş. Sezai Karakoç Diriliş dergisinde yayımlanan hatırlarında Abdullah Hacıtahir Öztemizoğlu’nun saatlerce ezberden şiir okuduğunu, “coşkunlukla divan şiirinin güzelliklerini” anlatırken de araya hicivler karıştırdığını yazmıştır. Bu hicivlerden İsmet Zeki Eyüboğlu ve Nureddin Topçu da nasiplerini almıştır943. Öztemizoğlu’nun geldiği zamanlarda ise Ziya Nur Aksun’un masasında mutlaka edebiyat ve özellikle de Divan edebiyatı sohbetleri yapılırmış944. Nitekim Ahmet Güner Elgin, mekânla ilgili anılarında Mehmet Çavuşoğlu ve Abdullah Hacıtahir Öztemizoğlu’nun çok kere Divan edebiyatı bilgilerini ortaya koyan sohbetler, daha doğrusu yarışmalar yaptıklarını söylemektedir 945. Öztemizoğlu, çeşitli hicivleri de bulunan, Divan edebiyatıyla ilgili derin bilgisi ve yazma divan koleksiyonu olan bir şairdir. İkinci Yeni şiirinin ortalığı kasıp kavurduğu sıralarda, bu şiir hareketini çok fazla eleştiren, İkinci Yeni’nin anlamla ilgili sorunlarını sürekli tenkit eden Öztemizoğlu, Varlık dergisinin genç şairler arasında açtığı şiir yarışmasına, cebine birbirinden ilgisiz kelimeler yazan kartları doldurup bunları

941 Emin Işık ile 05. 05. 2009 tarihinde yapılan görüşme. 942 Çelebi, a.g.m., s.21. 943 Sezai Karakoç, “Hatıralar: CI”, Diriliş, y.31, No: 107- 108, 3- 10 Ağustos 1990, s. 12- 13. 944 Emin Işık ile 05.05.2009 tarihinde yapılan görüşme. 945 Ahmet Güner Elgin, “Beyazıt’ta Bir Akademi: Marmara Kıraathanesi”, Kitap-lık, No:90, Ocak 2006, s.94.

200 cebinden rastgele çıkarmış, ortaya çıkan anlamsız mısralar dizisini de müstear bir isimle bu dergiye göndermiştir. Onun dergiye gönderdiği bu şiir dereceye girmiş ve Varlık dergisinde de yayımlanmıştır946. Öztemizoğlu, böylece kendi görüşünü bir şiirle ispatlamıştır. Marmara Kırathanesi’nde edebiyat konuları da konuşulmaktadır. Ahmet Güner Elgin’in hatırlarında açıkladığına göre kendisinin de bulunduğu bir masada Uğur Kökden, Mehmet Çavuşoğlu, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu, Necip Fazıl ile Nazım Hikmet arasındaki farkları tartışmışlardır. Uğur Kökden, Elgin’in ifadesiyle “o zaman içinde bulunduğu ruh hali ve manevî teslimiyetlerin sevkiyle” iki şair arasındaki farkı Necip Fazıl’ın şu dizesiyle açıklamıştır: “Biri ince bir ruh, öteki etten bir kalıp…947” Başka bir gün ise Mehmet Çavuşoğlu ve Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu arasında Divan edebiyatı’ında “Ben senden daha iyiyim” tartışması çıkmış, kimin daha iyi olduğunu tespit edebilmek için de mahfilde bir yarışma düzenlenmiştir. Elgin’in verdiği bilgiye göre yarışmanın tek kuralı vardır: Önce birisi bir mısra söyleyecek, beytin ikinci mısraını da diğeri zaman geçirmeden okuyacaktır. Mehmed Çavuşoğlu, Necatî, Taşlıcalı Yahya, Helâkî, Şeyhî, Âhî, Hayâlî’den art arda mısralar, beyitler, gazeller okumuş; Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu da ona Gazalî, İzzet Molla, Beylikçi İzzet’ten beyitler okuyarak cevap vermiş, neticede mahfildekiler tarafından ikisinin berabere kaldığı ilan edilmiştir. Bu yarışma, eski devrilerdeki şiir yazan Divan edebiyatı şairlerinin yaptıkları yarışmalardan nitelikçe çok farklıdır. Yüzyıllar boyunca güzel örneklerini sunan bu edebiyat artık yaşamıyordu. Eskiden bu tür yarışmalarda da amaç aynıydı: En iyiyi tespit etmek. Şiir temrinlerinin en güzel örneklerine kendi yazdıkları şiirlerden de ekleyerek sunan Divan edebiyatı şairi, yarışmanın zorlayıcılığı sayesinde eserine yönelik bir alıştırma, hiç olmazsa farklı şiirlerden kendi sanatına yarayacak bir yön yakalayabiliyordu. Mehmed Çavuşoğlu ve Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu arasındaki yarışma ise eski edebiyatımızdan şiirlerin hatırlanmasına ve yarışmacıların hafızalarındaki şiirlerin sayısına hitap etmekteydi. Buna rağmen, mahfilde bu tür bir yarışmanın düzenlenmiş

946 Ahmet Güner Elgin, a.y. 947 Ahmet Güner Elgin, Marmara Kitabeleri, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2003, s.49.

201 olması bile mahfilin “gelenekle” olan irtibatını göstermesi bakımından dikkat çekicidir. Sezai Karakoç, Arif Nihat Asya’nın da birkaç kitabıyla masalarına geldiğini, biraz sohbetten sonra da şiirlerini okumaya başladığını, şiir okumasının ise arkasının gelmediğini hatıralarında yazmıştır948. Marmara Kıraathanesi’nin müdavimleri kurmaca eserlerde de işlenmiştir. Mehmed Niyazi Özdemir’in “Dahiler ve Deliler” romanı başlı başına bu mahfilin kurmacanın sınırlarında kalarak anlatılmasıdır. Yine Mustafa Miyasoğlu’nun “Kaybolmuş Günler” ve “Bir Aşk Serüveni” romanlarında yer alan roman kahramanının, mahfilin tarih alanındaki en muteber isimlerinden olan Ziya Nur Aksun olduğu romanın yazarı tarafından açıklanmıştır949. Rıfat Ilgaz ve Hasan İzzettin Dinamo da Marmara Kıraathanesi’nde buluşup Ses dergisi için şiir alış verişi yapmıştır. Rıfat Ilgaz, yeni bitirdiği “Yarenlik” şiirini Ses dergisi’nde çıkması için Dinamo’ya bu kıraathanede vermiştir. Dinamo, Ilgaz’ın çok fazla önem verdiği şiirini bir kez okumuş ve hiçbir şey söylemeden şiirin yazılı olduğu kâğıdı masaya bırakmıştır. Masadan kalkarken de Ses dergisi için istenen şiiri ne zaman getireceğini sormasından Ilgaz, onun bu şiiri beğenmediği sonucunu çıkarmıştır950. İsmet Zeki Eyüboğlu, Orhan Kemal ile ilgili anılarını anlatırken, Orhan Kemal’i ve ailesini yakından tanıyan birisiyle Marmara’da sohbet ettiğini yazmıştır. Orhan Kemal’in şiirde bile olsa her zaman “gerçekçi” olması gerektiğini anlattıktan sonra konuyu bu sohbete getirmiştir. Sohbet sırasında bu kişi, Eyüboğlu’na Orhan Kemal’in ilk öykü ve romanlarında geçen kişilerin adlarını tek tek saymış, bu isimlerin gerçekte var olduklarını ve onların Orhan Kemal’in ailesiyle bu yüzden aralarının açık olduğunu söylemiştir951. Kıraathanede bazı şairlerce yeni yazılmış şiirler, bazen de Emin Işık Hoca tarafından gazel ve kasideler okunmuştur952. Marmara Kıraathanesi,

948 Sezai Karakoç, “Hatıralar: CIX”, Diriliş, y.31, No: 123- 124, 16 Şubat- 27 Mart 1991, s.18. 949 Mustafa Miyasoğlu, “Tarihçimiz Ziya Nur”, ”, Bilge Tarihçi Ziya Nur Aksun (İçinde), s. 178– 179. 950 Ilgaz, Yokuş Yukarı, s.174–176. 951 Eyüboğlu, a.g.e., s.262. 952 Emin Işık ile 05.05.2009 tarihinde yapılan görüşme.

202 müdavimlerinden önemli kişilerin ölümü, 70’li yıllarda hızlanan terör olayları953 ve daha başka sebeplerle, 1980’lere doğru eski parlak günlerini kaybetmiş, mahfil hemen hemen aynı yıllarda dağılmıştır.

2. 2. 9. ELİF (OTEL’İN) KAHVESİ, MERKEZ VE VAGON KIRAATHANELERİ: SEK

İlhami Bekir Tez, 1906’da dünyaya gelmiştir954. Öğretmenlik mesleğinin dışında, sıkıntılı günlerinde çeşitli işler de yapan Tez, 1955 yılından itibaren otellerde yatıp kalkmıştır955. Onun uzun müddet Kadıköy Postanesi’nin arka sokağındaki, günümüzde Akmar Pasajı olarak bilinen yerin yanında bulunan Elif Otel’de kaldığı bilinmektedir956. Bu otel onun evidir, Kadıköy’deki başka birçok “kahve ve bahçede”957 olduğu gibi otelin kahvesi de Tez’in dostlarıyla buluştuğu bir sanatçı- edebiyatçı mekânı olmuştur. İlhami Bekir Tez, 1976 yılından başlayıp düzensiz olarak 28 sayı çıkarabildiği Sanat El Kitapları isimli dergisi958, Cemal Süreya’nın deyişiyle “dergi biçimindeki kitaplar”ı959, kısaca bilinen adıyla SEK’in etrafında bir sanatçı- edebiyatçı mahfili kurmuştur. Refik Durbaş’ın hatırladığına göre birkaç şair ve yazar, 70’lerin ortasında Elif Otel’in bahçesinde toplanmaya başlamıştır 960. Mahfilin pek çok mekânı olmasına rağmen, toplantı yapılan yerlerle ilgili mahfile katılanların pek

953 Emin Işık ile 05.05.2009 tarihinde yapılan görüşme. 954 İlhami Bekir Tez’in hayat hikâyesi için şu kaynaklara bakılabilir: Eray Canberk, İlk ‘Serbest Nazım’ Şairlerimizden İlhami Bekir Tez’in Yarım Yüzyılı Aşan Yazarlık Serüveni”, Milliyet Sanat, No:332, 16 Temmuz 1979, s.5-6.; Osman S. Arolat, “İlhami Bekir Tez”, Milliyet Sanat, No:332, 16 Temmuz 1979, s.3-4.; “Şiiri ve Kişiliği Üstüne: Eray Canberk, Refik Durbaş, Ali Özgentürk”, Milliyet Sanat, no:454, 15 Nisan 1984, s.26-27.; Refik Durbaş Yasemin ve Martı, İstanbul, Adam Yayınları, 1997, s.129-146. Refik Durbaş, Mektup Var İlhami Bekir’den: Hayatı, Şiiri, Anılarıyla İlhami Bekir Tez, s.15-20. Refik Durbaş’ın İ. Bekir Tez ile yaptığı röportajda, şair nüfus kâğıdında 1905 tarihinin yazılı olduğunun bilgisini vermiştir. 955 Durbaş, a.g.e., s.139-140. 956 Refik Durbaş, Mektup Var İlhami Bekir’den: Hayatı, Şiiri, Anılarıyla İlhami Bekir Tez, 1997, Piya Kitaplığı, İstanbul, s.10. 957 Süreya, a.y. 958 Osman S. Arolat, “Badem Ağaçları Çiçek Açtığında Ölen Şair: İlhami Bekir”, Milliyet Sanat, No:454, 15 Nisan 1984, s.27. 959 Cemal Süreya, “Sek ya da Her Ay Jübile”, Politika, 14.4.1976, s.6. 960 Durbaş, a.g.e.,, s.10. Nurullah Can da toplantıların 70’li yılların ikinci yarısında yapıldığını beyan etmektedir. Detaylı bilgi için bkz. Nurullah Can, Uykusuz Kedi, 2010, Varlık Yayınları, İstanbul, s.23.

203 çoğu net bir mekân ismi telaffuz etmemiştir. Ressam ve hikâyeci Cihat Burak, İlhami Bekir Tez’i çizdiği resmin altında “Elif Kıraathanesi’nin emekli hocası İlhami Bekir Tez” ibaresinin yer aldığını söylemektedir. Yukarıdaki bilgiler dikkate alındığında, mahfilin en fazla Elif Otel’in Kahvesi’nde toplandığı tahminini yürütebiliriz961. Cemal Süreya, SEK dergisini anlattığı yazıda, toplantıların yapıldığı yer için “Kadıköy’deki bir kahvede”962 gibi muğlâk bir ifade kullanmakta, Osman S. Arolat da Cemal Süreya gibi “Kadıköy’de bir kahvede”963 ifadelerini kullanmaktadır. Bu muğlâk ifadeler bir yana, şairin yaşadığı yer olan Elif Otel’i evi gibi benimsemesi ve burada da SEK yazarlarının sık sık buluşmaları, otelin alt tarafında yer alan kahvenin mahfil toplantılarının yapıldığı ana mekânlardan biri olduğunu gösterir. Mahfilin müdavimlerinden olan şair Eray Canberk ise toplantıların Elif Otel’in yakınında bulunan Vagon Kahvesi’nde de yapıldığını hatırlamaktadır964. Canberk’in, Vagon’da da SEK toplantılarının yapıldığını söylemesi, yukarıda muğlâk ifadelerle geçen yerin Vagon Kahvesi olabilme ihtimalini de artırmaktadır. Nurullah Can ise İlhami Bekir Tez’in önderliğindeki toplantıların önce Kadıköy’deki Merkez Kıraathanesi’nde yapıldığını yazmaktadır965. Bu toplantılar Can’a göre daha sonra Elif Kahvesi’nde, buranın bulunduğu otelin yıkılması sebebiyle de Vagon Kahvesi’nde düzenlenmiştir966. Murat Tuncel “Yarımağız Anılar” isimli kitabında mahfil toplantılarının Elif Kıraathanesi’nde yapıldığını yazmaktadır967. Mahfil mekânın niteliği ve isimlendirilmesi ile ilgili çelişki ve muğlâklıklar olmasına rağmen anılar ve görüşmelerden tespit ettiğimiz bilgilere göre mahfilin ana merkezi Elif Otel’in Kahvesi olmalıdır. İlhami Bekir Tez, otelin hayatındaki yerini, otelin ismini vermeden şöyle anlatır: “….saat 11-12’de uyanırım. İşte o zaman en sıkıntılı zamanlarım başlar. Yemek yer, gelir kavga ederim. Sobayı yakın diye kavga ederim. Otelde kavgacılığım meşhurdur. Saat 5’te SEK’çiler

961 Durbaş, a.g.e.,s.50. 962 Cemal Süreya, a.y. 963 Osman S. Arolat, a.g.m., Milliyet Sanat, no:454, s.27. 964 Eray Canberk ile 09.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 965 Can, a.g.e., s.23. 966 Nurullah Can ile 14.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. Murat Tuncel, Vagon Kıraathanesi’nin eskiden Merkez Kıraathanesi olarak bilindiğini yazmaktadır. Bkz.: Murat Tuncel, Yarımağız Anılar, Pencere Yayınları, İstanbul, 1996,s.15. 967 Tuncel, a.g.e., s.13.

204 gelir…968” Ahmet Miskioğlu, kendisiyle yaptığımız röportajda İlhami Bekir’in kaldığı oteli ev sahibi gibi benimsediğini söylemiştir969. Ayrıca mahfille ilgili bilgi veren kaynaklar, bazen isim vermeden de olsa burayı tarif etmektedir. Murat Tuncel, Elif Otel’in yıkılmasıyla Kadıköy Postanesi’nin iskele tarafına bakan caddenin üzerinde yer alan Vagon Kıraathanesi’ne taşındıklarını söylemesi, mahfilin bir süre de burada toplandığını destekler mahiyette bir bilgidir970. Murat Tuncel’in yazdıklarından mahfil mekânının detaylarını öğrenebilmekteyiz. Ortasında direklerin yer aldığı, ahşap bir bina olan kahvenin yan tarafındaki merdivenlerden otelin yukarı katlarına çıkılmaktadır971. Ahmet Miskioğlu’nun henüz basılmamış günlüğünden, Vagon Kıraathanesi’ne 14. 4. 1987 tarihinde gittiğini öğrenmekteyiz. Bu sırada Vagon’da bulunan Dağlarca ile oturmuş, onunla sohbet etmekteyken mekâna Nurullah (Can) gelmiş, Trabzon’da Kıyı dergisinde yayımlanan bir şiirini okumuştur. Miskioğlu, şiirdeki “hasret” gibi Osmanlıca sözcüklere işaret ederek Nurullah Can’ı eleştirdini günlüğüne yazmıştır972. Murat Tuncel, SEK dergisinin mahfile katılanların harçlıkları ve bazı eczacılardan alınan reklamlarla çıkarılabildiğini belirttikten sonra, derginin asıl çıkış sebebini İlhami Bekir’in “bir uğraşı” olmasına bağlaması da dikkat çekici bir ayrıntıdır973. SEK dergisine maddi ve manevi anlamda destek olan şair ve yazarlar, İlhami Bekir’in önderliğinde her “cuma”974 bir araya gelmişlerdir. SEK’in birinci sayısında, topluluğu ilk defa bir araya getiren ismin Ahmet Köksal olduğu bilgisi yazılıdır. “Kadıköy’deki Toplantılarımız” başlıklı bu yazıda, otuza yakın Kadıköy’lü yazar ve sanatçının nasıl bir araya geldiği birkaç cümleyle anlatılmaktadır. Aynı yazıda, ileride bir mahfil olarak belirecek toplantılarda “şiir, roman, resim, müzik, felsefe, estetik” ve “her şeyi”n konuşulduğu açıklanmaktadır975. Yine aynı yazıdan

968 Durbaş, a.g.e., s.141. 969 Ahmet Miskioğlu ile 05. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 970 Tuncel, a.g.e., s.15. 971 Tuncel, a.g.e., s.13. 972 Ahmet Miskioğlu’nun 14. 04. 1987 tarihli henüz yayımlanmamış günlüğünden. 973 Tuncel, a.g.e., s.24. 974 Arolat, a.g.m., s.27. 975 SEK–1, 1976, s.4.

205 SEK’in ikinci toplantısının 30 Ocak 1976 tarihinde yapıldığını öğreniyoruz. Bu toplantılarda muaşeret kitaplarının yazdıklarına uyularak “siyasa ve parti, din ve mezhep, hanımların yaşı” konularının konuşulması yasaklanmıştır976. SEK dergisi çıkmadan önce de bazı şair ve yazarlar yine Kadıköy merkezli edebiyat toplantıları düzenlemişlerdir977. İlhami Bekir Tez, SEK dergisini çıkartmaya başlamadan önce topluluğa sırasıyla “sevgi-övgü birliği”, “tekke”, dergi çıkmaya başladıktan sonra ise “Akademi” isimlerini vermiştir978. Durbaş da otelin kahvesine Akademi isminin verildiğini yazmaktadır979. Mahfili isimlendirme gayretinde derginin sahibinin etkinliği görülüyorsa da, mahfilin özel bir isminin olması varlığını daha da “özel” kılmakta, toplantılara farklı bir kimlik vermektedir. Bu isimlendirmede, “akademi” isminin seçilmesi de, konuşulan konuların bir nevi akademik düzeye sahip olduğunu hissettirmekte/akla getirmektedir. Ayrıca gönüllü bir toplantıyı/toplanmayı gösteren bu tür özel isimlendirmelerin olması, toplantıya bir gizem de katmaktadır. Akademi’nin “değişmez başkanı”, “hoca”sı olan İlhami Bekir Tez980 SEK dergisini çıkarma, bir mahfil kurma amacını açıklarken de bu samimiyete, içli dışlılığa vurgu yapar: “Amacı, iddiasız bütün sanat eserlerini yayınlamaktır. Aslına bakarsanız bu, siz, (O.S. Arolat kastedilmektedir.), Cemal Süreya, Ahmet Köksal, Süreyya Berfe gibi değer verdiğim yazarların ve aydınların bir kulüp ihtiyacından doğmuştur.981” Akademi topluluğunun diğer mahfillerde olmayan çok değişik özellikleri vardır. Toplantıların müdavimlerinden biri olan Cemal Süreya göre, toplantıya katılanlar arasında “büyük bir sevgi bağı oluşmuş”tur ve bu durum da “son yıllarda, sanatçılar arasında pek az rastlanan bir” durumdur982. Bu toplantılarda, kahvenin yuvarlak masasının etrafında, “her kuşaktan, değişik anlayıştan kişiler” yan yana gelmektedir. Akademi’nin yuvarlak masasında buluşanların isimleri şöyledir: Cemal Süreya, Zühtü Bayar, Macit Cevat, Tevfik Akdağ, Aydın Hatipoğlu, Arif Damar, Ahmet Köksal, Ercüment Uçarı, Vedat Üretürk, Suavi Koçer, Mahmut Makal,

976 SEK–1, 1976, s.4. 977 Süreya, a.y. 978 Süreya, a.y. 979 Refik Durbaş, Mektup Var İlhami Bekir’den: Hayatı, Şiiri, Anılarıyla İlhami Bekir Tez, s.10. 980 Süreya, a.y. 981 Arolat, a.g.m., Milliyet Sanat, No:332, s.4. 982 Süreya, a.y.

206 Behzat Ay, Eray Canberk, Süreyya Berfe, Nurullah Can, Ahmet Say, Ragıp Gelincik983; Ali Habib984; Murat Tuncel, Osman Serhat985; Engin Turgut, Enver Ercan986; M. Sabri Koz, Aydın Oy987 . Tarık Buğra da mahfile katılmayıp aynı kahvede çeşitli oyunlar oynarmış988. M. Sabri Koz’la yaptığımız görüşmede, Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın aynı kıraathanede oturduğunu, burayı bir nevi “buluşma mekânı” gibi kullandığını dile getirmiştir. Koz, Dağlarca’nın yeni yazdığı şiirlerle ilgili onunla sohbetler yaptığını, hatta Elif’in Kağnısı şiirinde geçen “Sarıkız” ile ilgili ona bir de soru sorduğunu hatırlamaktadır. M. Sabri Koz’un, ayrıca Dağlarca’nın mahfil toplantılarına zaman zaman da olsa dâhil olup bazı sohbetlerde kendi fikirlerini dile getirdiğini söylemesi dikkat çekici bir ayrıntıdır989. Murat Tuncel, mahfil mekânlarında (Elif ve Vagon Kahvelerinden) başta Cemal Süreya olmak üzere devrin birçok şair ve yazarıyla tanışıp onlarla arkadaş olduğunu anılarında yazmaktadır. Piyasaya yeni çıkan “Mengelez” isimli kitabını Cemal Süreya ve mekândaki diğer edebiyatçılara imzalayıp verirken de Cemal Süreya’nın kitabın kapağı ve ilk hikâye ile ilgili söyledikleri990, mahfil mekânlarında yürütülen “hasbihâl olarak edebiyat eleştirisi”ne uygun bir örnek olarak düşünülebilir. Vagon Kahvesi’nde, cuma günlerinin dışında da buluşup edebiyat ve şiir sohbetleri yapılmıştır. Ercüment Uçarı; Cemal Süreya ve Murat Tuncel’in bir arada bulunduğu bir sohbet sırasında yeni yazdığı şiirini okumuş, Cemal Süreya ve masaya daha sonra katılan Nurullah Can da şiirle ilgili görüşlerini dile getirmişlerdir991. Akademi, geçmişten günümüze gelene kadar bir edebiyatçı kahvelerinde görülmeyen özel kurallara da sahiptir. Akademi’nin “sözlü” yönetmeliğine göre “Akademi oturumlarına katılmak, oturdu parasını ödemiş olmak koşuluyla serbest,

983 Süreya, a.y. 984 Arolat, a.g.m., Milliyet Sanat, No:454, s.27. 985 Serhat, a.y. 986 Tuncel, a.g.e., s.116. 987 M. Sabri Koz ile 19. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 988 Tuncel, a.g.e.,s.15. Ayrıca Nurullah Can ile 14.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 989 M. Sabri Koz ile 19. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 990 Tuncel, a.g.e., s.17. 991 Tuncel, a.g.e., s.136–137.

207 ordan kalkıp gitmek Hoca’nın iznine bağlıdır.”992 Akademi’deki meşhur masaya oturmak, sohbete adım atmak, sohbet bitene kadar yaşanacak başka bir kimliğe girildiğini gösterir. Sanat-edebiyat konularının dışına çıkıldığı zamanlarda ise “kadınların yaşından, din ve politikadan” da bahsetmek İlhami Bekir Tez tarafından yasaklanmıştır993. Bu yasaklar, aslında topluluğun selameti için konulmuş olmalıdır. İlginç bir özellik ise mahfilde toplanan hemen herkesin hoca tarafından verilmiş bir takma adının olmasıdır. Herkes, sohbet sırasında birbirini bu adlarla çağırmak zorundadır. İşte bu takma adlardan birkaçı: Afrika Aslanı, Sorumsuz Nişanlı, Gevşek Mavi Kıravatlı, Uzay Gerillası, Dişi Kuşlar Eleştirmeni, Aşina, Adam’ın Ta Kendisi, Gılay…994 Herkes Akademi toplantılarının, sohbetlerinin yapıldığı yuvarlak masaya oturmadan önce, “oturdu” parasını da ödemek zorundadır. Bu kural, aslında sohbeti düzenleyen kişiye bir yardım olması için konulmuştur. Çay paraları ödendikten sonra kalan para İlhami Bekir tarafından SEK dergisi için harcanmıştır. İlhami Bekir, derginin her sayısında çeşitli yazarlar için değerlendirme soruşturmaları düzenlemiş, mahfile katılanlar ve yuvarlak masada oturanlar, aynı zamanda SEK dergisinin de yazar kadrosunda yer aldıklarında, kanılarını/ görüşlerini ancak ceza olarak belli bir “savma” parası ödeyerek söylemezlermiş995. Bu para cezası, aslında kişilerin görüşlerini serbestçe dillendirmesinin istenendiğini göstermektedir. Araştırmalarımızda, kahvelerde toplanan diğer mahfillerde, bu tür bir sistemin kurulduğuna veya kurgulanıldığına dair hiçbir bir veri yoktur. Bu da, mahfilin aslında gelenekten bu yönüyle çok farklı olduğunu göstermektedir. Cemal Süreya, mahfil toplantılarından bahsederken, dikkatimiz çeken benzetmeli bir ifade daha kullanmıştır. Buna göre mahfil, “bir tekke havası”na sahiptir. Bunun sebebi ise, toplantıların üstadı kabul edilen kişinin varlığıdır. Ona göre “ Masanın ‘her şeye kadir’, tartışılmaz, kayıtsız şartsız boyun eğilen, hiç değişmez başkanı vardır: Hoca. Hoca’nın her dediği olur. Zaten topluluğun amacı Hoca’nın elden geldiğince mutlu kılınması, daha iyi yaşatılmasıdır.996” Alıntı metninin son cümlesi ve diğer bilgilerden anlaşıldığı üzere, mahfilin

992 Süreya, a.y. 993 Arolat, a.g.m., Milliyet Sanat, No:332, s.4 994 Süreya, a.y. 995 Süreya, a.y. 996 Süreya, a.y.

208 üstadı kabul edilen İlhami Bekir Tez, ekonomik anlamda katılımcılar tarafından da desteklenmiştir. Bu durum bile, mahfil kurucusu kişinin ekonomik seviyesi açısından, genel kabulleri alt üst edebilecek bir özelliğe sahiptir. SEK dergisi, Osman S. Arolat’ın verdiği bilgiye göre “üç yıl kadar” sahibinin hayata bağlanmasına imkân sağalmıştır997. SEK’in, 28. sayısını çıkardığı 1980 yılında, mahfilin ana mekânı diyebileceğimiz Elif Otel de yıkılmış ve buradaki toplantılar bir süre Vagon Kahvesi’nde devam etmiştir. Murat Tuncel, 1987’li yıllarda Vagon’da “cuma” toplantıları devam etmesine rağmen eski canlılığının kalmadığına dikkat çekmektedir998. Mahfilin önemli siması İlhami Bekir Tez’in, Kadıköy’de Haydarpaşa yolu üzerinde bulunan Marmara Oteli’ne taşınması999 ile de mahfil toplantılarının seyrekleştiğini söylemek mümkündür1000.

2. 2. 10. BOSTANCI İSTASYON AİLE ÇAY BAHÇESİ: TÜRK DİLİ DERGİSİ PERŞEMBE TOPLANTILARI1001

Türk Dili Dergisi etrafında toplananların bir mahfili kabul edilebilecek “Perşembe toplantılarını”n başlangıcı 1983 yılında Türk Dil Kurumu’nun kapanmasına kadar gitmektedir. Fazıl Hüsnü Dağlarca ve Ahmet Miskioğlu1002, Türk Dil Kurumu’nun ilkelerini devam ettirecek konular üzerinde Kadıköy’deki Merkez Kıraathanesi’nde, buranın kapanması ile aynı yerde açılan Vagon Kıraathanesi’nde gizli konuşmalar yapmaktaydılar. Ahmet Miskioğlu, Vagon’da bir araya geldikleri Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın kendisini yüreklendirdiğini bu yılları anlattığı anılarında yazmaktadır1003. Türk dili ve edebiyatına hizmet etmek isteyen bu iki ismin önderliğindeki sohbetlerde Türk Dili dergisi’nin çıkarılmasına karar verilmiştir. Bu

997 Arolat, a.g.m., Milliyet Sanat, No:454, s.27. 998 Tuncel, a.g.e., s.42. 999 Refik Durbaş, a.g.e., s.12. İlhami Bekir tez’in hayatının son yılları için Murat Tuncel’in anılarının yer aldığı kitabındaki “SEK’in Makinisti” başlıklı bölüme bakılabilir. 1000 Ahmet Miskioğlu ile 05. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 1001 Bu mahfille ilgili pek çok bilgi Ahmet Miskioğlu ile 05. 02. 2011 ve 19. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşmelerden alınmıştır. 1002 Ahmet Miskioğlu’nun hayatı ile bilgi için bkz.: Osman Bolulu, Ahmet Miskioğlu Kitabı, Ankara, Kum Yayınları, 2004, s. 33- 43. 1003 Ahmet Miskioğlu, “Arkadaş Yazarlar Yazar Arkadaşlar–4”,(Çevrimiçi) http://www.turkdilidergisi.com/106/basyazi.htm., 10.11.2010.

209 iki isim, yasal yollardan bu dergiyi çıkarmak amacıyla İstanbul Valiliği’ne 1983- 1984 yıllarında dilekçe vermişler fakat devrin siyasi şartları gereği derginin çıkışına izin verilmemiştir. Bu iki isim, birkaç yıl içinde dilekçelerine yine olumlu cevap alamamış, onların 1987’ye kadar dergi çıkarma teşebbüsleri sürmüştür. 1987 yılındaki son dilekçelerine olumlu cevap alan Ahmet Miskioğlu ve Fazıl Hüsnü Dağlarca, Türk Dili dergisinin 1987 yılının Temmuz ayında ilk sayısını çıkarmıştır1004. Türk Dili Dergisi’nin çıkış süreciyle birlikte oluşmaya başlayan mahfilin ilk adımları, dergiyi çıkaranların çevresinde atılmıştır. Önceleri Vagon Kıraathanesi’nde, Moda Çay Bahçesi’nde Sabahattin Kudret Aksal, Salâh Birsel, Ahmet Miskioğlu bir araya gelirken daha sonraları bu isimler Bostancı İstasyon Aile Çay Bahçesi’nde1005 “perşembe” günleri toplanmıştır. Toplantı mekânı kamuya açık olduğundan özellikle burayı benimseyen insanlar yazları burada buluşup edebiyat- sanat sohbetleri yapmaya başlamıştır. Bostancı İstasyon Aile Çay Bahçesi, yıllarca bu mahfile ev sahipliği yapmış ve ilk toplantıdan itibaren uzun yıllar mahfil burada toplanmıştır. Mahfilin ana mekânı burası olduğundan “perşembecileri” bu mahfil altında incelemeyi uygun gördük. Perşembe toplantılarının “sürekli okuma, okuduğunu da” anlatma isteğinden doğduğunu ifade eden Ahmet Miskioğlu, 1987 yılından başlayarak Sabahattin Kudret Aksal, Salâh Birsel, Ahmet Miskioğlu, Alp Kuran ve Behzat Ay’ın belli günlerde toplanma kararı almasıyla mahfilin çekirdek kadrosunun oluştuğunu söylemektedir1006. Halim Uğurlu, bir yazısında kendisinin de bu kadro içinde yer aldığını söylemektedir1007. Bostancı İstasyon Aile Çay Bahçesi’nde bir araya gelen isimlerin sayısı ilk yıllarda on kişiyi geçmezken yıllar içinde burada edebiyat sohbetleri yapıldığını duyanların katılımıyla mahfil genişlemiştir. Mahfil, öğleden sonra bir, bir buçuk

1004 Türk Dili Dergisi, No:1, Temmuz 1987. Derginin ilk sayısında sorumlu yönetmen olarak Ahmet Miskioğlu, kurucu üye ise Fazıl Hüsnü Dağlarca’dır. 1005 Eski bir Bostancılı olan Hikmet Temel Akarsu, mekânın önceki isminin Kargılı olduğunu Bostancı’yı anlattığı anılarında yazmaktadır. Bkz.: Hikmet Temel Akarsu, Lodoslar Altında Bostancı…Ve…Bağdat Caddesi, İstanbul, Heyamola Yayınları, 2010, s.112. 1006 Ahmet Miskioğlu, “Perşembecilerin Bostancı Yakası”, Milliyet Sanat Dergisi, No:267, 1 Temmuz 1991, s.5. 1007 Halim Uğurlu, “ Kulak Ver Gökler Bile Türkçe Gürlüyor”, Ahmet Miskioğlu Kitabı (içinde), s.120.

210 arasında toplanmaya başlamıştır. Ahmet Miskioğlu, ilk “perşembe toplantısı”yla birlikte, mahfile katılanları geliş sırasına göre not ettiği bir defter tutmaya başlamış, mahfilde konuşulan konu ve bu konuyla ilgili söz alanların isimlerini aynı deftere kaydetmiştir. Ahmet Miskioğlu, mahfilin defterini hâlâ tutmaya devam etmektedir. Mahfil, Bostancı İstasyon Aile Çay Bahçesi’nin yanı sıra Bostancı’nda Çağlayan Kıraathanesi’nde, Bostancı İdealtepe’deki Sanatevi’nde1008, Bostancı’daki Eleştiri Kitabevi’nde1009, Caddebostan Kültür Merkezi’nde, Barış Manço Kültür Merkezi’nde, Hatay Lokantası1010, Kadıköy’deki Beşiktaş İskelesi’nin üst katında yer alan Deniz Atı Kafe’de1011, Kadıköy’deki Seyhan Kitabevi’nde, Kadıköy Fima’da da toplanmıştır1012. 1987 yılllarında Bostancı İstasyon Aile Çay Bahçesi’nde başlayan toplantılar yaklaşık on beş yıl zaman zaman farklı mekânlarda devam etmiş, 2001 yılından itibaren ise mahfil Kadıköy’deki Seyhan Kitabevi’nde toplanmaya başlamıştır. 2005 yılına kadar burada devam eden toplantılara yetmiş kişinin katıldığı da olmuştur. 2005 yılından itibaren ise mahfil Seyhan Kitabevi’nin Kadıköy Rıhtım Caddesi’ki şubesine taşınmak zorunda kalmıştır. Burada çok fazla rahat edemeyen mahfil, 2008 yılında Kadıköy Fima’ya geçmiş, 2010 yılının Aralık ayına kadar toplantılar burada sürmüştür. Perşembeciler günümüzde Bostancı İstasyon Aile Çay Bahçesi’nde her perşembe toplanmaya devam etmektedir. Perşembeciler, önceleri Türk dili ile ilgili konuları dert edindiklerinden olacak bu konuyla ilgili sohbetler yapmıştır. Zamanla da edebiyatın hemen her konusuyla ilgili toplantılar yapılmaya başlamıştır. Yıllar içinde mahfil toplantılarında önemli değişiklikler de olmuştur. 2001 yılından itibaren daha disiplinli düzenlenmeye başlayan bu toplantılarda önceden belirlenen konular, konuşmacılar tarfından mahfile gelenlere aktarılmaktadır. Öğleden sonra üçte başlayan konuşmalar yarım saati geçmeyecek uzunluktadır. Sunumlarını yapan konuşmacılara, mahfilin diğer müdavimleri tarafından sorular sorulabilmektedir.

1008 Ahmet Miskioğlu, “Bu Kaçıncı Göç?”, Ahmet Miskioğlu Kitabı (içinde), s.138. 1009 Ahmet Miskioğlu, “Bu Kaçıncı Göç?”, Ahmet Miskioğlu Kitabı (içinde), s.140. 1010 Edebiyat Dünyasında Tatil Yok”, Gazete Kadıköy, 20–26 Temmuz 2001, s.1. 1011 Uğur Karakadı, “15 Yıldır Toplanıyorlar: Türk Dili Dergisi’nden Perşembe Toplantıları”, Gazete Kadıköy, 19- 25 Ekim 2001, s.1. 1012 Ahmet Miskioğlu ile 05. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme.

211 Perşembe toplantılarının müdavi olan Şükran Kurdakul, buradaki toplantıların amacını şöyle anlatır: “Bu toplantıların, yakın çevre ilişkilerinde okumuş kesime yararlı olmak gibi bir sorumluluğu yok. Bu toplantılar, düşün-edebiyat dostları ve hayranlarının söyleştikleri, özlem giderdikleri bir buluşma noktası. Burada yalnızca arkadaşların çıkardıkları dergi ve kitaplar gündeme alınmıyor kuşkusuz. Güncel, düşünsel ve toplumsal sorunlar konuşarak zaman zaman dışa açık toplantılar da kararlaştırıla biliniyor.1013” Perşembeciler, diğer mahfillerden farklı özelliklere de sahiptir. Öncelikle bu toplantılar, diğer mahfillerde olmayan bir disiplin ve düzene sahiptir. Mahfile katılanlar, mahfildeki konular ve konuşmacılarla ilgili bilgiler, mahfilin önderlerinden Ahmet Miskioğlu tarafından bir deftere kaydedilmektedir. Mahfildeki konular, önceden belirlenmektedir. Bu sayede ertesi perşembe mahfilde hangi konunun ve konuşmacının yer alacağını mahfilin müdavimleri bir hafta önceden bilmektedir. Bu yüzden mahfilde “akademik” nitelikler de dikkati çekmektedir. Mahfilde sanat, siyaset, felsefe konularının da konuşulması, çok yönlü bir mahfilin oluşmasına hizmet etmiştir. Katılımcılarının çeşitli meslek ve ilgi alanlarına sahip olması da mahfilin çok fazla kişi tarafından izlenmesini sağlamaktadır. Toplantılarda konuşma yapan kişilere mahfildekiler rahatlıkla soru sorabilmekte ve mahfilin her müdavimi kendi görüşünü serbestçe açıklayabilmektedir. “Perşembe” toplantılarına pek çok ünlü isim devam etmiştir. Toplantıların yönetici konumundaki Ahmet Miskioğlu’nun yanı sıra perşembe toplantılarına devam etmiş isimlerden tespit edebildiklerimiz şöyledir: Ercüment Uçarı, Ahmet Köksal, Halim Uğurlu, Barlas Özarıkça, Muzaffer Uyguner, Müslim Çelik, Mehrizat (Poyraz), Nevhiz (Tanyeli), Etem Ütük, Güner Demiray, Mahir Ünlü, Sami Karaören, Nezihi Gülcüoğlu, Asım Bezirci, Melisa Gürpınar, Halil İbrahim Bahar1014; Tansu Bele, Emine Erbaş, Nevra Bucak, Tülay Ferah, Müslim Çelik, Aydın Hatipoğlu, Ahmet Necdet, Tekin Gönenç, Ali Seyhun, Anıl Meriçelli, İkbal, Hasan Karayol, Raşit Kara, Mustafa Yılmaz, Arife Kalender, Osman Serhat, Mustafa Namık, Güngör Gencay, Osman Numan Baranus, Adnan Raşit Günay, Mehmet

1013Nusret Karaca, “Perşembeleri Seviyorum”, (Çevrimiçi)http: //www. turkdilidergisi. com/ 107/ nusretkaraca.htm. 10.11.2010. 1014 Ahmet Miskioğlu, “Perşembecilerin Bostancı Yakası”, Milliyet Sanat Dergisi, No:267, 1 Temmuz 1991, s.5.

212 Özgül, Ulviye Alpay, Sabahattin Kömürcüoğlu, M. Tanju Akerman, Aslı Duru, İsmet Aydınlıoğlu, Hüseyin Topçugil, Güvenç Erman1015; Nevzat Odyakmaz, Nuri Erten, Mehmet Saçlıoğlu, Naim Tirali, Sabahattin Çiller, Mustafa Öneş, Ercan Özgür, Osman Şahin, Itır Yeğenağa, Sabahattin Batur, Necati Tosuner, Haluk Esin, Hakkı Özkan, İsmet Kemal Karadayı, Füruzan Toprak, Mehmet Başaran, Vedat Günyol1016; Zuhal Tekkanat, Refika Bezirci, Sedat Umran, Mehmet Abbasoğlu, Sadiye Akay1017; Turhan Selen, Suca Dündar, Fatma Gürel, Oya Uysal, Dursun Özden, Emin Karaca, Aslı Sonsuz Durak1018; Nurullah Can1019. Bu toplantıları Eray Canberk’in önderliğindeki “Perşembeciler”den de ayırmak gereklidir. Türk Dili dergisi çevresinde toplananlar, diğer perşembecileri tanıyor olsalar da aralarında bariz farklar vardır. Eray Canberk’in önderliğindeki mahfil toplantıları günümüzde Kadıköy Ehli Keyif Mayhanesi’nde arada bir devam etmekteyse de bu mahfil düzenli bir şekilde her hafta toplanmaktadır. İki mahfildeki konular ve katılımcılar da farklıdır. Buna rağmen iki mahfilin üyeleri 23 Mayıs 1991 Perşembe günü Bostancı Hatay Lokantası’nda bir araya gelerek sanat ve edebiyat sohbeti de yapmıştır1020. 17 Şubat 2011 tarihindeki mahfil toplantısına Ahmet Miskioğlu’nun verdiği bilgiye göre yaklaşık yüz elli kişinin katılması, mahfile katılanların sayısının günden güne arttığını göstermektedir1021.

1015 Nusret Karaca, “Perşembe Toplantıları Sürüyor”, Kadıköy gazetesi, 4–10 Temmuz 2003, s.1. 1016 Ahmet Miskioğlu, “Perşembecilerin Bostancı Yakası”, Milliyet Sanat Dergisi, No:267, 1 Temmuz 1991, s.5. 1017 “Edebiyat Dünyasında Tatil Yok”, Gazete Kadıköy, 20–26 Temmuz 2001, s.1. 1018 Ahmet Miskioğlu, “Bu Kaçıncı Göç?”, Ahmet Miskioğlu Kitabı (içinde), s.138- 140. 1019 Nurullah Can ile 14.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1020 Ahmet Miskioğlu, “Perşembecilerin Bostancı Yakası”, Milliyet Sanat Dergisi, s.8. 1021 Ahmet Miskioğlu ile 19. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme.

213

2. 3. PASTANELER 2. 3. 1. LEBON

İstiklâl Caddesi’nde bulunan Lebon Pastanesi1022, günümüzde Şark Aynalı Çarşısı’nın yanındaki Markiz Pastanesi1023 olarak bilinen yerde, Fikret Âdil’in verdiği bilgiye göre 1941 yılına kadar açık kalmıştır1024. Lebon Pastanesi bu tarihten, kapandığı yıla kadar caddenin karşı sırasındaki yerlerde müşterilerine hizmet vermiş, sanatçı, yazar ve edebiyatçıların sürekli gidip geldikleri bir mekândır.

1022 Lebon Pastanesi’nin ne zaman ve kim tarafından kurulduğu kesin bilgilerle ispatlanamamıştır. Behzat Üsdiken, buranın Charles Bourdon isimli bir Fransız tarafından kurulduğunu iddia etmektedir. Üsdiken’in verdiği bilgiye göre Bourdon, 1858’de İstanbul’a gelmiş, Grand’Rue de Pera üzerinde, Cafe de Saint Petersburg isimli mekânı açmış, 1862 yılında da Mr. Lebon ve Mme. Lebon’la ortak olmuştur. Ortaklık sonunda da mekânın ismi Confisserie et Patisserie de Saint Petersburg, C. Lebon et Bourdon olmuştur. Daha detaylı bilgi için bkz.: Behzat Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840–1955, İstanbul, Akbank Kültür ve Sanat Kitapları, 1999, s.113.Nur Akın ise devrin süreli yayınlarındaki ilan ve yazılardan yola çıkarak, mekânın M. Vallaury tarafından açıldığını, burada müşterilere akşam yemekleri verildiğini, müşterilerin balo ve suarelere katılabildiğini belirtmektedir. Akın eserinde, M. Vallaury’nin kızkardeşi ile evlenen M. Lebon’un bahsi geçen yerde pastanecilik geleneğini uzun yıllar sürdürdüğünü yazmaktadır. Akın, eserinin başka bir yerinde ise Madam Lebon’la Mösyö Bourdon’un St. Petersbourg Café-Restaurant isimli başka bir yer daha işlettiklerini yazmaktadır. 14 Kasım 1859 tarihli bir gazetede, Lebon Pastanesi’nin yaptığı Fransız draje ve bonbonların övüldüğü bilgisini dikkate alırsak, mekânın ne zaman açık olduğunu aşağı yukarı tahmin edebiliriz. Detaylı bilgi için bkz.: Nur Akın, 19. yy. İkinci Yarısında Galata ve Pera, İstanbul, Literatür Yayıncılık, 1998, s.258– 259; 262–263. Salâh Birsel Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu isimli eserinde, Nur Akın’ın verdiği bilgilere yakın bilgiler vermektedir. Bkz.: Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, 5. Bsk., İstanbul, Sel Yayıncılık, 2002, s.35. Adalet Cimcoz, Fitne Fücur müstearıyla yazdığı Salon dergisindeki yazısında mekânın 1810 yılında kurulduğunu belirtmektedir. Bkz.: Mine Söğüt, Adalet Cimcoz (İçinde), s.206. Lebon ile ilgili en detaylı bilgilerden birini veren ve mekânın uzun yıllar müdavimi de olan Fikret Âdil, Lebon’un 1810 yılında kurulduğunu belirtmektedir. Âdil’in verdiği bilgilere göre Fransa’da bir pastacılık okuluna devam eden altı arkadaş- ki içlerinden Lebon’u kuran ve efsanevi pastaneyi yıllarca işletecek olan Vallaury ve genç Lebon da vardır- Napolyon’un ordusuna katılarak savaşlara katılmış, savaşlar bitince de “maişet” endişesine düşen bu altı arkadaş “Paris usulü bir şekerlemeci dükkânı” açmaya karar vermiştir. Çeşitli ülkelere giden altı arkadaştan Vallaury, henüz genç bir çırak olan Lebon’u da yanına alarak İstanbul’a gelmiştir. 1810 yılında da burada bir pastane ve şekerleme dükkânı açmıştır. 1832 yılında Vallaury’nin ölümü üzerine idare Lebon’a geçmiştir. Lebon’u kaliteden ödün vermeyen önemli bir mekân yapan isim de Lebon olmuştur. Detaylı bilgi için bkz.: Fikret Âdil, “İstanbul Güzidelerini Toplıyan Eski Pastahene Yerini Değiştirdi: Lebon’a Kimler Giderdi?”, Vakit, 25.10.1941, s.2. 1023 Lebon Pastanesi, 1940’a -bazı kaynaklara göre 1937’e- kadar 362 numaralı yerde açık kalmıştır. Lebon, Fikret Âdil’in Vakit gazetesindeki yazısı dikkate alınırsa 1941 yılında caddenin karşı sırasına taşınmıştır.1941’den sonra, hemen karşı sıradaki, Hidivyal Palas’ın alt katlarındaki 459 numaralı dükkâna taşındı. Lebon’un boşalttığı yerde, günümüzde de ismi giriş kapısında hâlâ okunabilen Markiz Pastanesi açıldı. 1024 Behzat Üsdiken, Lebon’un 1937 yılında başka bir yere taşındığı söylemektedir. Feriha Büyükünal ve Haluk Kargı ise Lebon’un yerinden 1940 yılında taşındığını belirtmektedir. Bkz.: Büyükünal, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu, s.144. Haluk Kargı, “Lebon”, DBİA, C.V, s.200.

214 Lebon Pastanesi, kapandığı yıllara kadar İstanbul’un en güzel pasta ve şekerlemelerini yapan bir pastane olarak şöhret kazanmıştır. Hatta bu hizmet felsefesini en güzel yansıtan Fransızca “Chez Lebon Tout est bon” ibaresi, “Löbon’da her şey güzeldir.” sözü, mekânın kalitesi hakkında ipuçları vermektedir. Lebon Pastanesi, mimar Alexandre Valluary tarafından iki katlı olarak yapılmıştı. Mekânın üst katı, hâlâ asıl kullanımına uygun bir işlevde, lokanta olarak hizmet vermektedir. Pastanenin iç bezemeleri ve fayans panolar, mekânın kalitesini yansıtacak şekilde döşenmiştir. Lebon Pastanesi’nde pek çok şair, yazar, sanatçı ve edebiyatçı buluşup edebiyat ve kültür-sanat sohbetleri yapmıştır. Mekânda farklı zamanlarda da olsa şu isimler bir araya gelmiştir: Namık Kemal, Ziya Paşa1025; Şinasi, Ebüzziya Tevfik1026; Faik Ali, Süleyman Nazif, Celal Nuri1027; Halid Ziya, Cenap Şahabeddin, Hüseyin Cahit, İzzet Melih, Abdülhak Hâmid, Yahya Kemal1028; Yakup Kadri, Abdülhak Şinasi1029; Mithat Cemal, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Haldun Taner1030; İhap Hulusi, Ahmet Haşim1031; İsmail Habip, Faruk Nafiz1032, Peyami Safa1033 . Bu isimlerin dışında da mekâna sürekli olmasa da gelen isimler arasında yazarlar, sanatçılar da dikkati çekmektedir: Sabri Berkel, Sait Faik, Hakkı Anlı, Cemal Tollu, Nurullah Berk, Leopold Lévy, Hâmit Görele, Salâh Birsel, Oktay Akbal, Burhan Toprak, Ahmet Hamdi Tanpınar1034; Celâl Sılay, Azra İnal, Salahattin Hakkı Esatoğlu, Nermi Uygur, Halit Eskişar, İskender Fikret Akdora, Ercüment Kalmık, Salih Urallı, Sabahattin Kudret, Orhan Hançerlioğlu, Şükriye Dikmen, Cevat Dereli, Zeki Faik

1025 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.35. 1026 Haluk Kargı, “Lebon”, DBİA, C.V, s.201. 1027 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.314. 1028 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.39. 1029 Abdülhak Şinasi, Cevdet Kudret’e gönderdiği bir mektupta Lebon’da oturduğunu ve edebiyatı sevdiğini yazmaktadır. Mektup, 25 Temmuz 1931 tarihini taşımaktadır. Bkz.: (Haz. İhsan Kudret- Handan İnci), Cevdet Kudret’e Mektuplar, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1995, s.18. 1030 Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840–1955, s.115. 1031 Salâh Birsel, Haşim’in buraya çok seyrek geldiğini belirtmektedir. Haşim’le arkadaşlık da yapan Yusuf Ziya ise onun burada bir “köşesinin” olduğunu, onun mekânın gediklileri arasında yer aldığını söyler. Bkz.: Ortaç, Bizim Yokuş, s.290. 1032 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.126. 1033 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.128. 1034 Orhan Okay, Tanpınar ile Yahya Kemal’in bu pastanede buluştuklarının bilgisini vermektedir. Bkz.: Orhan Okay, Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2010, s.60, 173.

215 İzer, Prof. İsmail Hakkı Oygar1035; Adile Ayda, Salih Zeki Aktay1036; Celâlettin Ezine, Müzehher Vâ-Nû, Adalet Cimcoz1037; Taha Toros, Refik Halit Karay, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ruşen Eşref Ünaydın1038; Hilmi Ziya Ülken1039; Prof. Sadrettin Celâl1040; Yunus Nadi1041. Fikret Âdil’in 1941 yılında Vakit gazetesindeki yazısından öğrendiğimize göre Lebon Pastanesi’ni 1927 yılında Manastırlı bir Katolik olan Konstantin Hitopulos satın almıştır. Bu yazı gazetede yayımlandığı sırada da mekânın sahibi aynı kişiymiş. Kısaca Kosti ismi verilen Lebon’un sahibinin Âdil’e verdiği bilgilere göre, pastanenin açıldığı ilk yıllarda buranın müdavimleri arasında Namık Kemal, Ebüzziya Tevfik, Süleyman Nazif, Sadrazam Sait Paşa, Abidin Paşa, Yanyalı Mustafa Paşa, Sadrazam Ferit Paşa, Şeker Ahmet Paşa, Ahmet Rıza Bey,- Şark şimendiferlerini kuran- Huguen, Osman Hamdi Bey, Nafia Müsteşarı Cemal Bey, Pierre Loti, Claude Farrer, Serhafiye Ahmet Paşa, Zaharof gibi isimler yer almıştır1042. 19. yüzyılın ortalarından itibaren edebiyatçıların toplandığı bir mahfil olan Lebon Pastanesi’nde, Salâh Birsel’in verdiği bilgilere göre Namık Kemal ve Ziya Paşa- o devirlerde henüz beydir- sık sık edebiyat sohbetleri yapar ve edebiyat ağırlıklı tartışmalar düzenlermiş1043. Birsel, Ziya Paşa’nın kimi zaman da konuşma sırasında, sonradan Zafername ismiyle ortaya çıkacak eserinde yer bulacak şiirleri burada yazdığını söyler1044. Birsel’in bu ifadeleri çok da doğru gözükmemektedir. Girit İsyanı’nı bastıran Âli Paşa’nın bir hicviyesi kabul edilen Zafername’nin tam olarak ne zaman yazıldığı bilinmemektedir. Birsel’in verdiği bilgi, bu sebepten tashihe muhtaçtır.

1035 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.44. 1036 Ayda, a.g.e., s.96. 1037Mine Söğüt, Adalet Cimcoz (İçinde), s.208–209. Ayrıca bkz.: İleri, İstanbul Hatıralar Kolonyası, s.127. 1038 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.157. 1039 Birsel, a.g.e., s.42. 1040 Salâh Birsel, a.g.e., s.43. 1041 Eminoğlu, a.g.e., s.184. 1042 Fikret Âdil, “İstanbul Güzidelerini Toplıyan Eski Pastahane Yerini Değiştirdi: Lebon’a Kimler Giderdi?”, Vakit, 25.10.1941, s.2. 1043 Birsel, a.g.e., s.35. 1044 Birsel, a.y.

216 Namık Kemal, 1865 yılında arkadaşları ile buraya gelmiş ve o yıl İstanbul’u kasıp kavuran kolera salgınıyla ilgili konuşmuştur. Hemen hemen aynı aylarda Namık Kemal burada Beylerbeyi Sarayı’ndaki tasvirlerin kaldırıldığı, yerine önemli şairlerin şiirlerinden dizeler yazdırılması sırada Fettah Efendi’nin Naim adındaki Amit’li bir şaire çok fazla değer vermesini eleştirmiştir1045. Halit Fahri Ozansoy, “Edebiyatçılar Çevremde” isimli eserinde burada Faik Âli’nin akşamüstü özellikle cam kenarındaki masalara oturup gelip geçenleri izlediğini, onunla Süleyman Nazif ile Celâl Nuri İleri’nin sık sık edebiyat sohbetleri yaptığını yazmaktadır. Halit Fahri, bu edebiyat sohbetlerinin muhtevasıyla ilgili ne yazık ki hiçbir bilgi vermez1046. Taha Toros, Lebon’daki sohbet toplantılarında Refik Halit Karay ve Abdülhak Şinasi Hisar ile edebiyat sohbetleri yaptıklarını belirtir. Toros, Lebon’daki bu toplantıda, Abdülhak Şinasi’nin “Çamlıca’daki Eniştemiz” isimli eserini, önce “Çamlıca’daki Deli Eniştemiz” şeklinde piyasaya çıkarmak istediğini fakat daha sonra bundan vazgeçtiğini dinlemiştir. Hisar’ın bu değişiklik üzerine Refik Halit Karay’ın eleştirisine nasıl cevap verdiğini yazmıştır. Toros, Refik Halit’in ona eserden “deli” kelimesini çıkarmamasının daha iyi olacağını söylediğini belirtir1047. Refik Halit’e göre, kitabın adı “Çamlıca’daki Deli Eniştemiz” olsaydı, kitap daha çok satacaktır. Ona göre bir kitabın içindekilerden önce, dışındaki adı çekici olmalıdır. Bu sayede okuyucuların “Deli Eniştemiz” ismini daha çok tutacağını iddia etmiştir. Hisar, Refik Halit’in eleştirilerini, kendi aristokrat tavrını da açıklayan bir ifadeyle şöyle cevaplamıştır: “Teyatral ad koyarak, kitap sürümünü, ancak aşağı tabakadan yazarlar düşünebilir!”1048. Necip Fazıl “Bâbıâli” isimli eserinde, burada yapılan bir toplantı hakkında bilgiler verir. Toplantıda kendisiyle birlikte sohbete şu isimler katılmıştır: Abdülhak Şinasi, İsmail Habip, Yahya Kemal, Peyami Safa ve Fikret Âdil. Toplantıda Necip Fazıl, önce ülkemizde “münekkit” yokluğuyla ilgili düşüncelerini sıralamış, daha sonra da “yeni harfler”le ilgili olumsuz kanaatlerini dile getirmiştir. Ona göre “Edebiyatımızın münhal mareşallik makamı, ciddi ve bir temele dayalı münekkitliktir. Gelişlerin ve

1045 Birsel, a.g.e., s.36. 1046 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.314. 1047 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.156. 1048 Toros, a.g.e., s.157.

217 oluşların en sahtesi, köksüzü olan Tanzimattan bugüne, çeyrek münekkit diyebileceğimiz tek adam bile yetişeme”miştir1049. Sözlerine devam ederek kendini dinleyen Peyami Safa’ya dönmüş ve “yeni harfler”le ilgili görüşünü açıklamıştır: “Yeni harfler bu memleket kültürünü, zeka inkişafını sıfıra indiren bir (stüpefiyan- uyuşturucu zehir)dir, temel kültürümüzle aramızı açmaktan başka bir şeye yaramayacak, eski Yunan ve Latin kültürüne de yol açamayacak, millî tefekkür istidadını karartacak; ve iş, kelime aleti harften başlayarak, fikir aleti kelimeye ve oradan dimağ ve zihne kadar sirayet edici bir gidişle millî bir ruh inhitatına zemin teşkil edecektir. Yeni harflerin eskilerine kıyasla lehinde gösterilebilecek hiçbir tarafı yoktur.1050” Yahya Kemal, onun bu sözlerini tasdik edercesine şu karşılığı vermiştir: “Altunla yazılacak sözler bu..1051” Necip Fazıl daha sonra da oradakilerin kendince eksik taraflarını söylemiştir. Abdülhak Şinasi, aslında onun söylediklerinin son derece enfüsi görüş ve düşünceler olduğunu ve bunlarda ise mutlak bir uzlaşmanın olamayacağını, “Bunlar, belki güzel, fakat indî, toplu bir iştirak payı bulmak şansından yoksun sözler…” şeklinde açıklamıştır Tartışılan konu dikkate alındığında bu toplantının 1928 yıllarında yapılmış olması muhtemel görünmektedir. Salâh Birsel, uzun yıllar gözlemlediği Lebon müdavimlerini dörde ayırır. Birinciler, Yahya Kemal’in de başı çektiği gibi sabah keyfi yapanlardan oluşur. İkinciler, öğle yemeklerini burada yemeği seçen iş adamlarıdır. Üçüncüler, Beyoğlu’na alışverişe çıkmış olan bayanlardır. Nitekim Adile Ayda da “Böyle İdiler Yaşarken” isimli eserinde, bir gün bir arkadaşıyla beraber terziye gitmek için Lebon’da buluşmak üzere sözleştiklerini belirtmektedir1052. Bu buluşma esnasında Salih Zeki Aktay ile karşılaşmışlardır. Dördüncüler ise burayı bir edebiyat mahfiline çeviren edebiyatçılardır. Onlar öğleden sonra dört beş civarı buraya gelir, akşam yediye kadar da edebiyat sohbetleri yaparlar1053. Bu tasnif, aslında mahfilin bir nevi toplantı saatini de ortaya koymaktadır. Adı Lebon Pastanesi ile özdeşleşmiş edebiyatçılarımız da vardır. Bunlardan ilki ve buranın uzun yıllar müşterisi olan Abdülhak Şinasi Hisar’dır. Aşırı titiz bir kişiliğe sahip olan Hisar, umuma açık yerlerde yemek yemediği, bir şeyler içmediği

1049 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.128. 1050 Necip Fazıl, a.y. 1051 Necip Fazıl, a.y. 1052 Ayda, a.g.e., s.96. 1053 Birsel, a.g.e., s.35.

218 halde buranın hizmet kalitesinden memnun olduğundan Lebon Pastanesi’ne gönül rahatlığıyla devam etmiştir. Onun bulunduğu masa, eğer mekânda ondan daha yaşlı bir edebiyatçı veya şair yoksa mahfilin merkezi bile kabul edilebilir. Hisar, konuşacağı insanları da titizlikle seçtiğinden, onun masasında özellikle 1940 kuşağına mensup edebiyatçılardan pek azını görmemiz mümkün olur. Lebon kapanıp Lebon’un yerinde Markiz Pastanesi açıldığında bile Abdülhak Şinasi Hisar mekânı terk etmemiş, burada şair ve yazar dostlarıyla edebiyat sohbetlerine devam etmiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Yaşadığım Gibi” isimli eserinde yer alan “Yahya Kemal ve Türk Musikisi” yazısında, Yahya Kemal ile burada sohbet ettiklerini yazmaktadır. Tanpınar bu yazısında, Yahya Kemal’in anlatmakta olduğu Paris hatıralarından birdenbire silkinerek onunla birlikte İstanbul Konservatuarı’na nasıl gittiğini anlatır1054. Mahmut Baler, Beyoğlu ile ilgili anılarında, o devirlerin insanlarının genelde Lebon Pastanesi’nde buluşmak üzere randevulaştıklarını; Baha Gelenbevi ise Lebon’da genellikle Celâlettin Ezine, İzzet Melih ve Mithat Cemal’in bulunduğunu belirtmektedir1055. Servet-i Fünun dergisinin yazarları, Fecr-i Âti hareketinin şair ve yazarları ile daha pek çok şair ve yazar farklı zamanlarda burada toplantılar düzenlemiş, edebiyatın hemen her alanıyla ilgili sohbetler, tartışmalar, konuşmalar yapmışlardır. Onların burada ne konuştuklarına dair elimizde bilgi maalesef olmadığından, konuşulan konu ve konularla ilgili yorum yapmamızın imkânı yoktur. Lebon, Haluk Kargı’nın verdiği bilgilere göre 1940 yılında Litopoulos ailesinin caddenin karşı sırasındaki dükkânına taşınmış, 1960’larda ise eski canlılığını kaybetmiş, biraz sonra da kapanmıştır. Bu sıralarda mahfile edebiyatçıların çok fazla rağbet etmediği düşünülebilir. 1992’de ise Hotel Richmond’un altında tekrar açılmış olmasına rağmen Lebon artık bir edebiyat mahfili özelliğine sahip değildir.

1054 Ahmet Hamdi Tanpınar, Yaşadığım Gibi, 3. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000, s.379. 1055 Baha Gelenbevi, “Anılarla Eski Beyoğlu”, Milliyet Sanat, No: 457, 1 Haziran 1984, s.17, 19.

219 2. 3. 2. NİSUAZ

Nisuaz Pastanesi, İstiklâl Caddesi ile Ayhan Işık Sokağı’nın (eski adı Kuloğlu Sokağı) kesiştiği köşede, günümüzde Garanti Bankası’nın bulunduğu yerdeydi1056. Nisuaz’ın sahibi İstanbullu Rumlardan olan Piko Kiriçis’ti1057. Mekânda, özelikle Bolşevik Devrimi sonrasında ülkemize akın eden Ruslar garson olarak çalışıyordu. Mekânın caddeye bakan cephesi komple camla kaplıydı. Pastanenin giriş kapısı sokağın içindeydi. Sâlah Birsel, Nisuaz’ın içinin bir bölmeyle ayrıldığını, mekânın ön ve arka bölümlerinin müdavimlerinin de farklı farklı olduğunu gözlemlemiştir1058. Aynı gözlemi Ömer Faruk Toprak da anılarında dile getirmiştir1059. Nisuaz’ı en detaylı anlatan yazar Salâh Birsel’dir. Mekânın müdavimi olan ve buraya gelip giden pek çok sanatçı ve yazarla da arkadaşlığı bulunan Birsel, “Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu” isimli eserinde burayı şahsî gözlemleriyle anlatmaktadır. Onun verdiği detaylı bilgilerden mahfilin pek çok özelliğini öğrenebilmekteyiz. Nisuaz, kapandığı 1950’li yılların ortasına kadar pek çok sanatçı, yazar, şair, ressam ve üniversite hocasının toplantılar düzenlediği, edebiyat sohbetleri yaptığı, ciddi sanat- edebiyat konularının yanı sıra hemen her türlü sanat- edebiyat dedikodusunun yapıldığı bir mekândır. Gençliğinde buranın müdavimleri arasında yer alan Cemil Meriç, Nisuaz’ın bu karmakarışık atmosferi sebebiyle mekânı “tımarhânenin şubesi gibi” bir yer olarak nitelemektedir1060. Çok fazla müdavimi olan Nisuaz, genellikle edebiyatçıların mekânı olarak bilinirdi. Nisuaz’ı bir edebiyat- sanat mahfiline çeviren isimler şöyledir: Abidin Nesimi, Talha Balkı,Yaşar Çimen1061; Samim Kocagöz, Sait Faik, Cahit Saffet, Orhan Arıburnu, Celâl Sılay, Sabahattin Kudret, Salâh Birsel, Süavi Koçer, Haşmet Akal, Avni Arbaş, İbrahim Çallı, Necip Fazıl, Fikret Âdil, Ferdi Tayfur, Salih Urallı, Hakkı Anlı, Hamit Görele,

1056 Büyükünal, a.g.e., s.152. 1057 Büyükünal, a.y. Salâh Birsel, Nisuaz’ı anlattığı satırlarda buranın sahibinin Niko isimli biri olduğu belirtmektedir. Bkz.: Birsel, a.g.e., s.58. 1058 Birsel, a.g.e., s.58. 1059 Ömer Faruk Toprak, Duman ve Alev, İstanbul, May Yayınları, 1968, s. 32. 1060 Cemil Meriç, Jurnal 1, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), 6. bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 1995, s.245. 1061 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.60.

220 Nail V., Peyami Safa, Kenan Yontuç1062; Yusuf Ahıskalı1063; Asaf Hâlet Çelebi1064; Abidin Dino, Arif Dino, Bedri Rahmi Eyüboğlu1065; Cavit Yamaç, Avni Arbaş1066; Şevket Rado1067; Rıfat Ilgaz, Hasan İzzettin Dinamo, A. Kadir, Suphi Taşhan, Niyazi Akıncıoğlu1068; Edip Ayel, Rüştü Onur1069; Suut Kemal Yetkin, Sabri Esat Siyavuşgil, Hilmi Ziya Ülken, Mustafa Şekip Tunç, Vehbi Eralp, Selmin Evrim, Ahmet Hamdi Tanpınar, Emin Ali Çavlı, Münir Serim1070; Celâlettin Ezine, Burhan Arpad1071; Yahya Kemal, Hüsamettin Bozok, Ömer Faruk Toprak1072; Lütfü Erişçi, Hasan Tanrıkut, Lütfü Özkök, Faiz Turhan, İhsan Altay, Nevzat Hatko, Fehmi Yazıcı, Vecdi Bürün, Nuri İyem, Mümtaz Yener, Fethi Karakaş, A. Arad, Turgut Atalay, Kemal Sönmezler, İhsan İncesu, Ferruh Başağa, Nejat Melih, Faik Baysal, Semli Andak, Mehmet Behçet Yazar, Abbas Sayar, İsmail Ali Sarar, Ahmet Nadir Caner1073; Halim Uğurlu, Necati Kâhyaoğlu, Aziz Nesin1074, Orhan Veli1075; Cemil Meriç1076; Metin Eloğlu1077; Şakir Sırmalı1078; Cahit Irgat, Aziz Nesin1079; Haluk Nihat Pepeyi, Sadri Ertem1080 . Konur Ertop, özellikle Beyoğlu’nun sanatçıların doğal bir çevresi olmasında kültür ve sanat mekânlarının burada çok fazla bulunmasının etkisi olduğunu söyler1081. Nisuaz da bu tür mekânların en önemlilerinden biridir. Müdavimlerinin bu kadar çok ve çeşitli olmasının pek çok sebebi vardır. Mekânın sabahtan gece yarılarına kadar açık olması, merkezi konumu, çeşitli sanat icra eden sanatçıların,

1062 Birsel, a.g.e., s.61-62. 1063 Birsel, a.g.e., s.63. 1064 Birsel, a.g.e., s.65. 1065 Birsel, a.g.e., s.69-70. 1066 Birsel, a.g.e., s.71. 1067 Birsel, a.g.e., s.72. 1068 Birsel, a.g.e., s.74. 1069 Birsel, a.g.e., s.76-77. 1070 Birsel, a.g.e., s.79. 1071 Birsel, a.g.e., s.83. 1072 Birsel, a.g.e., s.85. 1073 Birsel, a.g.e., s.88-89. 1074 Birsel, a.g.e., s.90. 1075 Birsel, a.g.e., s.105. 1076 Meriç, a.g.e., s. 245. 1077 Metin Eloğlu, İçli Dışlı: Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, (Haz. Turgay Anar), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2010, s.135–136. 1078 Sevengül Sönmez, “Nisuaz’da Buluşalım”, Kitap-lık, s.77. 1079 Yesari, İstanbul Hatırası, s.7. 1080 Samim Kocagöz, Bu Da Geçti Yahu, İstanbul, Düşün Yayınevi, 1989, s.93. 1081 Konur Ertop, “Edebiyatımıza Yansıyan Çizgileriyle İstanbul’un Gözbebeği Beyoğlu’nun Yükselişi ve Çöküşü”, Milliyet Sanat, No:457, 1 Haziran 1984, s.17.

221 ressam ve yayıncıların buraya gelip gitmesine imkân sağlamıştır. Baha Gelenbevi de Beyoğlu ile ilgili anılarında Nisuaz’ın o yıllarda yeni sanatla yakınlığı olanların ve yeni sanata yakınlığı olduğunu sananların burada bir şeyler bulmak açlığı ile toplandığını belirtmektedir1082. O yılların Beyoğlu’su, sanatçı ve edebiyatçıların toplanma mekânı olmasının yanı sıra, edebiyatla ilgili hemen her türlü enformasyonun, konunun uzmanlarınca dillendirebildiği, çeşitli edebiyat konularıyla ilgili tartışma, eleştiri, dedikodu türünden faaliyetlerin kolayca icra edilebildiği edebiyat coğrafyasının merkezinde yer almaktadır. Demir Özlü, Beyoğlu çevresinde kümelenen barlara gidip gelen insanların “enformatik yaratıklar” olduğunu söyledikten sonra, Beyoğlu barlarının bu tür enformasyonun merkezi olduğunu iddia etmektedir1083. Edebiyat mekânlarına sıklıkla devam edenler bu tür yerlerde ortaya çıkan hemen her tür edebiyat eleştisini kolaylıkla öğrenebiliyor, oluşturulmaya çalışılan yeni kanonun dışında kalmıyordu. Edebiyatçı kimliğini bu tür mekânlarda kendinden tecrübeli ve nitelikli kişilere onaylatan kişi, görece de olsa o devirlerdeki edebiyatçılar arasında kendine bir yer edinebiliyordu. Edebiyatçı kimliğinin bu tür mekânlarda tescillenmesi sürecini anlatan bir olay konumuz açısından önemlidir. Bu olay, Rıfat Ilgaz ile Hasan İzzettin Dinamo arasında geçmiştir. Nisuaz’da haftada bir olmak üzere üniversite hocaları, şairler, hikâyecilerin toplantısına katılamayan Dinamo’nun Rıfat Ilgaz’a verdiği cevap, edebiyatçı kimliğinin bu tür mekânlarda nasıl kurulduğu ve kurgulandığını gösteren iyi bir örnek gibi de okunabilir: “…ister istemez çıkacaksın haftada bir Beyoğlu’na! Nisuaz’da yoklamada bulunacaksın! Bir hafta bulunmadın mı adamı şairlik defterinden siliverirler!1084” Nisuaz’a çok değişik sosyal statüden insan da geldiğinden mekânda farklı gruplaşmalar da oluşmuştur. Tanzer Okur’un verdiği bilgiye göre farklı ilgi alanlarına sahip sanatçı ve yazarlar eğer aynı masada oturuyorlarsa onların masasını bu farklı alanlara ilgi duyanlar çevirirmiş1085. Bu çeşitlilik, Birsel’in tespitine göre Nisuaz’ın üç ayrı zamanını anlatan, üç farklı mekânın oluşmasına da yardım etmiştir: Sabahların Nisuaz’ı, İkindilerin Nisuaz’ı, Uykusuzların Nisuaz’ı. İlk iki Nisuaz, genel olarak kahvelerden farksızdır. Uykusuzların Nisuaz’ını ikiye ayırır Birsel,

1082 Gelenbevi, a.g.y., Milliyet Sanat, No:457, s.19. 1083 Demir Özlü, Kentler, Kadınlar, Yazarlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2003.s.23. 1084 Ilgaz, Yokuş Yukarı, s.175. 1085 Tanzer Okur, “Ya Bir Zamanların ‘Kahvehane’leri”, Somut, y.3, No:35, 1 Nisan 1983, s.6.

222 akşamın sekizi ile on biri arasında İstiklâl Caddesi’ne gezmeye gelmiş fakat hiçbir şey yapamadığı için hiç değilse burada oturmaya gelenleri ağırlar. Bunları, aklı başında müşterilerin hiçbiri sevmez. Asıl edebiyat mahfili ise sinemaların dağılış saatinden biraz sonra, mekânın sahibi olan kadın tarafından içerinin ışıkları yandığında masalardaki insanların konuşmaları, sohbetleri başladığında kurulur1086. Samim Kocagöz, 1939- 1942 yılları arasında burada günün hemen her saatinde akademisyenleri, şair ve yazarları bulmanın mümkün olduğunu söylemektedir. Cumartesi öğleden sonraları ise mekânın çok daha kalabalıklaştığını, sohbet toplantılarının yapıldığını belirtmektedir. 1941 yılında “Tellikavak” kitabını burada Sadri Ertem’e takdim etiğini anılarında anlatan Samim Kocagöz, onun yanındaki misafirine eserini övdüğünü ve daha sonra da kendisine nasıl çalışması gerektiğine yönelik öğütler verdiğini hatırlamaktadır1087. Samim Kocagöz, başka bir gün ise yeni yayımladığı bir hikâye vesilesiyle Sait Faik ve Dr. Fikret Ürgüp’ün oturduğu masaya davet edilmiş, sohbet sırasında o Sait Faik’in hikâyelerini, Sait Faik de onun hikâyesini övmüştür1088. Yaşar Çimen, İtalyanca’dan çevirdiği Oro Puro (Saf1089/Has1090 Altın) isimli oyununu oynanması için İstanbul Şehir Tiyatrosu’na vermiş, bu sıralarda Nisuaz’da bir gece vakti oyununu bir şaire baştan sona okumuştur. Birsel’in ismini vermediği bu şair, Yaşar Çimen’in okuduklarını doğru dürüst dinlememiş olsa da, bir süre sonra içinde bolca para bulunan bir oyun yazmıştır. İstanbul Şehir Tiyatrosu, 1942 kışında Yaşar Çimen’in çevirdiği oyunu değil de öteki oyunu sahnelemiştir1091.

1086 Birsel, a.g.e., s.59. 1087 Kocagöz, a.g.e., s.95. 1088 Samim Kocagöz, a.g.e., s.111. 1089 Birsel, piyesin isminde “Saf” kelimesini tercih etmiştir. 1090 “Para Piyesi’nin aslı İtalyanca mıdır?: Necip Fazıl Cevap Veriyor” yazısında Has Altın şeklinde kayıtlıdır. Bkz.: “Para Piyesi’nin aslı İtalyanca mıdır?: Necip Fazıl Cevap Veriyor, Vakit, 15.2.1942, s.4.? 1091 Birsel, a.g.e., s. 61.Birsel, ima yoluyla Necip Fazıl’a ve onun yazdığı esere gönderme yapmaktadır. Necip Fazıl Kısakürek, Para isimli piyesini eserinin arkasında verdiği bilgiye göre 15.11.1941 yılında yazmış, aynı eser ilk defa Muhsin Ertuğrul tarafından 1941–1942 kışında İstanbul Şehir Tiyatro’sunda sahneye konulmuştur. Bkz.: Necip Fazıl Kısakürek, Para, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2007, 134 s. Para Piyesi sebebiyle devrin süreli yayınlarında yazılar da çıkmıştır. Bunlardan biri olan “Para Piyesi’nin aslı İtalyanca mıdır?” isimli yazıda, Yaşar Çimen’e göre Para, Has Altın’dan intihal edilmiştir. İddiasını mahkeme yoluyla da ispat etmek isteyen Çimen’e devrin Şehir Tiyatrosu Dramaturg’u Mehmet Şükrü, çeviri eserin Şehir Tiyatrosu’ndaki inceleme sırasında dışarıya verildiği iddiasını kabul etmeyen bir açıklama yapmıştır. Detaylı bilgi için bkz.: “Para Piyesi’nin aslı İtalyanca mıdır?: Necip Fazıl Cevap Veriyor”, Vakit, 15.2.1942, s.4. Devrin süreli yayınları Para Piyesi davalarını takip etmiştir. Hatta bir duruşmada tanık olarak dinlenen Peyami Safa, mahkeme heyetine

223 Üniversite hocaları Nisuaz’da “cumartesileri” toplantılar düzenlemiştir. Bu toplantılara katılan akademisyenler arasında Suut Kemal Yetkin, Sabri Esat Siyavuşgil, Hilmi Ziya Ülken, Mustafa Şekip Tunç, Vehbi Eralp, Ahmet Hamdi Tanpınar, Emin Ali Çavlı, Münir Serim vardır1092. Birsel’in verdiği bilgiye göre bu toplantılar 1930’lu yıllarda başlamış ve mekânın kapanışına kadar da yaklaşık yirmi yıl sürmüştür1093. Bu toplantılara akademik unvanı olmayan şair ve yazarlar da katılabilmektedir. Samim Kocagöz’ün katıldığı ve ciddi konular üzerinde konuşmaların yapıldığı bu toplantıların birinde Abdülhâk Hâmid’in Eşber isimli eserinin sinema filmi yapılıp yapılamayacağıyla ilgili bir tartışma çıkmıştır. Dört saat süren bu tartışmanın sonunda “Eğer Amerikalılar iyi bir senaryo yapabilirlerse” Eşber’in sinema filmi yapılabileceği fikri belirmiştir1094. Sait Faik bu toplantılardan, Orhan Veli’ye gönderdiği 14 Mart 1941 tarihli mektubunda “Burada eski tas eski hamam. Cumartesi günleri Nisuaz’da üdeba toplanır. Kararlar verilir.”1095 şeklinde söz etmektedir. 15 Kasım 1941 tarihinde yapılan cumartesi toplantılarının birine Vehbi Eralp, Yahya Kemal’i de getirmiştir. O günkü toplantıda Hüsamettin Bozok ve Ömer Faruk Toprak da hazır bulunmaktadır. Yahya Kemal, bu toplantıda Orhan Seyfi ve Yusuf Ziya’nın bir gün kendisini ziyaret ettiklerinde şiirin nasıl yazıldığı konusuyla ilgili yaptıkları konuşmayı anlatır. Yahya Kemal, misafirlerine onların hoşlanacakları bir karşılık verdiğini, şiirin ilhamla yazılabileceğini, şiir yazmak için kültürün gerekli olmadığını söylediğini anlatmıştır1096. Şiir üzerinde devam eden sohbet sırasında

şu ilginç cümleleri söylemiştir: “Para’yı Necip Fazıl ya Oro Puro’yu okuduktan sonra veya dinledikten sonra yazmıştır.” (Vurgu bize ait T.A.) Detaylı bilgi için bkz.: “Para Piyesi Davasının İkinci Celsesi”, Vakit, 14. 4. 1942, s.3. Peyami Safa, daha sonraki aylarda yapılan mahkemelere da katılmıştır. Necip Fazıl ve Peyami Safa’nın imzaladıkları anlaşmayla “intihal” davası kapanmıştır. Peyami Safa, bu anlaşmanın birinci maddesindeki “iki eser arasında, intihal hükmüne vardıracak münasebetler olmadığını kabul eyler.” ifadesi ile fikrini değiştirmiştir. Detaylı bilgi ve anlaşma maddeleri için bkz.: “Necip Fazıl, Para Piyesi Davasından Vazgeçti”, Vakit, 6.5.1942, s.3. Ayrıca bkz.: Sabahaddin Osman, “Para Piyesi İntihal mi?”, Yarım Ay, C.VII, No:144, 1 Mart 1942, s.3. Necip Fazıl, Babıâli isimli eserinde, Para Piyesi davasında Peyami Safa’nın yaptıklarını eleştirmiştir. Bkz.: Necip Fazıl, Babıâli, s.249. 1092 Birsel, a.g.e., s.79. 1093 Birsel, a.y. 1094 Birsel, a.g.e., s.83. 1095 Sait Faik Abasıyanık, Karganı Bağışla, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.63. 1096 Ömer Faruk Toprak da bu sohbeti anılarında aynı şekilde anlatmıştır. Bkz.: Toprak, a.g.e., s. 32- 33.

224 Yahya Kemal’in “Nazım Hikmet gibi”, o tarzda şiirler yazabileceğini, ama hayatının da bu sebeple mahvolacağını beyan etmiştir1097. Nisuaz’da toplanan şairler ve hikâyeciler de birbirlerine eserlerini okumuşlardır. Süavi Koçer ve Sait Faik bu tür bir etkinlikte eserlerini orada bulunanlara okumuştur1098. Nisuaz’ın önemli simalarından olan Asaf Hâlet Çelebi de o sıralarda meşhur olan “Om mani padme hum” şiirini mekâna geldiği zamanlarda okurken Nisuaz’dakiler de şiirin nakarat bölümünü yüksek sesle üç kere tekrar ederek şaire eşlik edermiş1099. Sait Faik’in ilk şiirlerinden olan ve yazarının acemiliğini bariz bir şekilde gösteren “Hamal” isimli şiirini Sabahattin Kudret ve Cavit Yamaç araştırmalar yaparak elde etmiş, bunu Nisuaz’daki bir toplantıda okumuşlardır. Sait Faik, işin içine “alay”ın da girdiğini sezince şiirini ortaya çıkaran ve kendisiyle dalga geçenlerle kavga etmiştir1100. Nisuaz’ın müdavimleri devrin pek çok dergisini ya çıkarmış ya da bunlarda eserlerini neşretmiştir. İnsan, Yeni İnsanlık, Hamle, Gün, Küllük, Yeni Yol, Yenilik, İnanç dergilerinin sahipleri ve yazarlarının pek çoğunun devam ettiği Nisuaz’da, devrin süreli yayınlarındaki konu ve konular da takip edilebilmektedir. Eski ve yeni kuşaklar arasında safların biraz daha belirginleşmesine sebep olan ve edebiyat literatürüne “Tasfiye Polemiği” ismiyle giren edebiyat münakaşasının tarafları bu tür mekânlarda birbirlerini ve edebiyatlarını tanımışlardır. Nisuaz ve onun gibi mekânlarda buluşan şair ve yazarlar, birbirlerinin yeni eserlerini ilk elden takip edebilmekte, aynı zamanda eserin ortaya çıkmasıyla birlikte edebiyat kamuoyundaki yankısını hemen öğrenebilmektedir. Ayrıca edebiyat mahfilleri, süreli yayınları çıkaran kişilerin şair ve yazarlara kolayca ulaşmalarına imkân sağlamıştır. Cahit Sıtkı Tarancı, 1943 yılının Ocak ayında uğradığı mekânda Celâl Sılay, Faik Baysal ve Hilmi Ziya ile karşılaşmıştır. Hilmi Ziya, Cahit Sıtkı’ya

1097 Birsel, a.g.e., s.86. 1098 Birsel, a.g.e., s.68-69. Faik Baysal, Süavi Koçer’in şiirini dinlemek istemeyen Sait Faik ile Nisuaz’da kavga ettiklerini hatırlamaktadır. Bkz.: Sevengül Sönmez, “Nisuaz’da Buluşalım”, Kitap- lık, No:90, Ocak 2006, s.78. 1099 Akbal, Anı Değil Yaşam, s.105. 1100 Birsel, a.g.e., 71-72.

225 sohbet sırasında İnsan dergisini yeniden çıkarmak istediğinden bahsetmiş, yeni dergi için de ondan bir şiir istemiştir1101. Nisuaz’da bir araya gelenler, yeni eserlerinin isimlerinin ne olması gerektiğiyle ilgili sohbetler de yapmıştır. Cavit Yamaç, masada tek başına otururken yanına gencecik Orhan Veli gelmiştir. Orhan Veli, sohbet sırasında bir şiir kitabı çıkaracağını ama kitabın ismini bulamadığını söylemiştir. Orhan Veli, meşhur “Tahattur” şiirini, şiir kitabının da ismi yapmak istemektedir. Cavit Yamaç’a bu ismin nasıl olduğunu sorar. O da “Tahattur” isminin eskidiğini, ona daha yeni ve çekici bir isim bulması gerektiğini söyler. Bu yeni ismin ne olacağına dair konuşurlarken “yaban, acayip, garip” kelimeleri üzerinde dururlar. Sonra birden “Garip” kelimesini ikisi de beğenir. Bu sohbetten sonra şiir kitabının ismi “Garip” olmuştur.1102. Pek çok sanatçıya ve yazara ev sahipliği yapan Nisuaz, 1950’li yılların ortalarında kapanmıştır1103.

2. 3. 3. PETROGRAD

Bolşevik Devrimi dolayısıyla Rusya’dan kaçmış Beyaz Ruslar, İstiklâl Caddesi’nde pastane, bar vb. mekânlar açmıştır. İşte bu tür mekânlardan biri olan İstiklâl Caddesi’nde Saray Sineması’nın1104 karşı sırasında, Nisuaz’ın üç dört dükkân ötesinde bulunan Petrograd Pastanesi, Behzat Üsdiken’in verdiği bilgiye göre 1920’li yıllarda Nicola Ignatiedis tarafından açılmıştır1105. Nicola Ignatiedis tarafından işletildiği müddetçe mekânın pek çok müdavimi olmuş, pastane 1940’lı yıllarda Alexandr ve Mustafa Tütüncü’ye satılmıştır. İsmi Ankara Pastanesi olarak değişmesine rağmen müdavimler buraya Petrograd demeye devam etmiştir. Mekân, 1944 yılında tekrar el değiştirmiş, bu sefer adı Atlantik Birahane ve Lokantası olmuştur1106.

1101 Cahit Sıtkı Tarancı, Ziya’ya Mektuplar, İstanbul, Can Yayınları, 2007, s.206. 1102 Refik Durbaş, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, İstanbul, Heyamola Yayınları, 2007, s.199–200. 1103 Behzat Üsdiken, “Nisuaz Pastenesi”, DBİA, C. VI, s.82. 1104 Behzat Üsdiken, Petrograd’ın günümüzde de var olan Alkazar Sineması’ndan devamında yer aldığını belirtmektedir. Bkz.: Üsdiken, a.g.e., s.125. 1105 Üsdiken, a.g.e., s.125. 1106 Üsdiken, a.y.

226 Petrograd, Beyoğlu taraflarındaki diğer mekânlardan çalışma anlayışı bakımından ayrılmaktadır. Burası sabaha kadar açık olan bir pastanedir. Özellikle 1930 ve 1940’lı yıllarda Petrograd, Hikmet Feridun Es’in deyimiyle “entelektüel bohem dünyasının tek merkezi olmuştu”r1107. İstanbul’un Anadolu yakasında ikamet eden bazı yazarlar son vapuru kaçırdıklarında bu pastanede sohbetler ederek sabahı karşılamıştır1108. Bu yüzden Hikmet Feridun Es, Petrograd için “Otel parası bulamayanları veya otel parası çıkışmayan entelektüel bohemin, geceden arta kalan son bir iki saati geçirdikleri, bedava otel” olduğunu yazmaktadır1109. Buranın müdavimleri arasında Mustafa Şekip Tunç, Saki Safder, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Selmin Evrim1110; Dr. Fuat Sabit, Dr. Klein, Habil Adem, Sabih Alaçam, Amil Artus, Talha Balkı1111; Macit Gökberk, Niyazi Berkes, Nurullah Ataç, Fikret Muallâ, Necip Fazıl, Fikret Âdil, İbrahim Çallı, Hâmit Görele, Salih Urallı, Kenan Yontuç1112; Samim Kocagöz, Sabahattin Kudret, Salâh Birsel1113; Cahit Sıtkı1114; İlhan Berk, Abidin Dino, Sait Faik1115; Celâl Sılay1116; Cavit Yamaç, Avni Arbaş, Cahit Saffet, Süavi Koçer1117 ; Nahit Sırrı Örik, Kâzım Sevinç, Ferdi Tayfur, Hikmet Feridun Es1118; Mina Urgan1119; , Abidin Nesimi, İsmail Safa1120; Baki Süha Ediboğlu, Şerif Hulusi1121 gibi isimler yer almaktadır. Petrograd Pastanesi’ne devam edenlerin mekânda kendilerine ayrılmış masaları vardır. Abidin Nesimi, “Yılların İçinden” isimli eserinde Petrograd’da masaları olan ünlü kişilerin isimlerini tek tek sayar. Mustafa Şekip Tunç, kendini bekleyen hayranları ve arkadaşlarıyla kendi masasında sohbetler yaparmış. Bu

1107 Hikmet Feridun’dan aktaran Çelik Gülersoy. Bkz.: Çelik Gülersoy, Tepebaşı: Bir Meydan Savaşı, İstanbul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları,1993, s.127. 1108 Birsel, a.g.e.,s.112. 1109 Hikmet Feridun’dan aktaran Çelik Gülersoy, a.g.e., s.127. 1110 Nesimi, a.g.e., s.16. 1111 Nesimi, a.g.e., s.214. 1112 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.112. 1113 Birsel, a.g.e., s.113. 1114 Birsel, a.g.e., s.114. 1115 Birsel, a.g.e., s.123. 1116 Birsel, a.g.e., s.125. 1117 Birsel, a.g.e., s.127. 1118 Hikmet Feridun’dan aktaran Çelik Gülersoy, a.g.e, s.127. 1119 Tarancı, a.g.e., s.205. 1120 Çelik, a.g.m., s.23. 1121 Şerif Hulusi, “Sait Faik’le Geçen Günler: Edebiyat Üzerine Konuşma”, Yeditepe, No:106, 1 Mayıs 1956, s.1.

227 masanın etrafında toplanan isimler ise konumuz açısından önemlidir: Saki Safder, Prof. Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa, Selmin Evrim, Abidin Nesimi1122. Nesimi’ye göre bu masada “özgür düşünceli kişiler” toplanmıştır. Burada toplanan kişilerin edebiyatçı kimlikleri, toplantılarda edebiyatla ilgili konuların konuşulma olma ihtimalini arttırmaktadır. Abidin Nesimi, Mustafa Şekip Tunç’un masasından başka, Dr. Fuat Sabit, Dr. Klein, Habil Adem, Sabih Alaçam, Amil Artus’un da masalarının bulunduğunu ifade etmektedir. Petrograd’da başka grupların da toplandıkları masalar varmış1123. Petrograd’ın müdavimleri, çeşitli masalardaki kişilerle selamlaşır fakat birbirleriyle pek fazla yakınlık kurmazmış1124. Abidin Nesimi başka bir yazısında ise burada İsmail Safa ile bir dergi çıkarmak için konuşmuş, Kemal Tahir de bu dergi çıkarma projesine dâhil olmuştur. Nesimi bu yazısında, bir zaman Kemal Tahir’in Petrograd Pastanesi’ne devam ettiğinin bilgisini de vermektedir1125. Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak” piyesinin ilk temsilini seyreden Burhan Toprak, Peyami Safa, Mustafa Şekip Tunç ve daha birkaç kişi Petrograd’a gider. Burhan Toprak, seyrettikleri eseri öven bir soru ortaya atar: “Bu bir eser mi, şaheser mi?1126” Bu konuyu tartışanlar, Necip Fazıl’ın verdiği bilgiye göre bir teşhise varamaz. Onun anlatımından, tartışma sonunda bu piyesin sıradan bir eser olmadığı hükmü ortaya çıkmaktadır1127. Petrograd, bazı yazarların yazılarını yazdıkları bir mekândır. Fikret Âdil “Asmalımescit 74” isimli anı-romanında, kendisiyle birlikte açlıktan kıvranan Necip Fazıl’ın bir masada yazılarını yazıp para kazanma çabalarını anlatır. Önlerindeki çayları, çabuk bitmesin diye yudum yudum içen bu iki yazar, Peyami Safa’nın idare ettiği Cumhuriyet gazetesinin edebiyat sayfası için yazılarını hazırlamaktadır. Necip Fazıl, “açlığın insana perpective hususunda vermiş olduğu hisleri” “Açlık” başlıklı yazısında tahlil etmektedir1128. Petrograd’dan içeri Fikret Âdil’in bir arkadaşı girer.

1122 Abidin Nesimi, Yılların İçinden, İstanbul, Nöbetçi Yayınevi, 2008, s.16. (2. dipnot) 1123 Nesimi, a.g.e., s.214. 1124 Nesimi, a.y. 1125 Naci Çelik, “Tanıklarla Kemal Tahir’in Altı Yılı: 1932- 1938”, Biyografya 4: Kemal Tahir, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s.25. 1126Necip Fazıl, Bâbıâli, s.230. 1127 Necip Fazıl, a.g.e., s.230. 1128 Fikret Âdil, İntermezzo/ Asmalımescit 74, 2000, İletişim Yayınları, İstanbul, s.170.

228 Fikret Âdil, arkadaşından borç para alır, iki yazar dışarıda karınlarını doyurduktan sonra tekrar Petrograd’a dönerler. Necip Fazıl, “Açlık” başlığına sahip yazısını karnı doyduğu için sürdüremez ve yazıyı yırtıp atar. Başka bir yazıya başlar, bu yazının başlığı ise “Ölüme Dair Nesirler”dir1129. Petrograd Pastanesi, 1940’lı yıllarda birçok yazarın birbirini daha yakından tanıdığı bir mekân olması yönüyle de önemlidir. Salâh Birsel, Orhan Murat Arıburnu’nu ilk burada tanımıştır. Birsel, onunla gece geç vakitlere kadar burada şiir üzerine konuşmuştur1130. Birsel, Paris’ten yurda yeni dönmüş Cahit Sıtkı’yı ilk burada tanımıştır. Cahit Sıtkı, o tanışma gecesinde Birsel’in ifadesine göre tanışma merasiminden iki üç dakika sonra, ona henüz Servet-i Fünun dergisinde çıkan “İflas” isimli şiirini beğendiğini söyleyerek bu şiirden bir dörtlük okumuştur1131. Cahit Sıtkı, 1944 yılında yapılan başka bir edebiyat sohbetinde, dergilerde kalan şiirlerini bir araya getirmeye çalıştığını, amacının bir şiir kitabı çıkarmak olduğunu Birsel’e açıklamıştır. Cahit Sıtkı, bu sohbet sırasında süreli yayınlardaki bütün şiirlerini toplamak istediğini dillendirir. Birsel de dergilerde unuttuğunu düşündüğü, “Bir de Baktım ki Ölmüşüm” şiirini sevip sevmediğini sorar. Cahit Sıtkı ise bu şiirini hatırlayamaz. Birsel, ezberindeki şiiri bir çırpıda okuyuverir1132. Birsel’in verdiği bilgilere göre burada İlhan Berk ve Celâl Sılay, Sait Faik ile tanışmıştır1133

1129 Âdil, a.y. 1130 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.113. 1131 Salâh Birsel, “Ah Cahit Vah Cahit”, Varlık, No: 1044, Eylül 1994, s.23. 1132 “Bir de baktım ki ölmüşüm! Dünya sönmüş başucumda; Bir türlü gözümden gitmez.

Ne gurbetlere düşmüşüm! İsterdim ki avucumda!.. Kimse halim sual etmez.

Sorma nelerden olmuşum, Nelere etmişim veda; Böceklere gücüm yetmez.” Bkz.: Birsel, a.g.e., s.115. 1133 Birsel, a.g.e., s.123,125.

229 Şerif Hulusi, 1936 yılın bir Aralık akşamında burada Cahit Sıtkı, Baki Süha Ediboğlu ve Sait Faik ile o günlerde Foto Magazin dergisinde şiirleri çıkan Yahya Kemal’in şairliği ve şiirleri üzerinde bir sohbet yaptıklarını, Cahit Sıtkı’nın Yahya Kemal’in şiirlerinde bulduğu güzelliği övmesine Sait Faik’in tahammül edemediğini belirtir1134. Abidin Nesimi, “Yeni Yol” dergisini çıkardıkları sırada buraya milletvekili Sadri Ertem’in geldiğini, kendisinin “Tanzimat’tan Bugüne Kadar Bizde Fikir ve Sanat” başlıklı yazısı dolayısıyla onunla kısa bir konuşma yaptığını yazmaktadır. Sadri Ertem’den Yeni Yol dergisinin “dozunun biraz daha azaltılması halinde derginin Millî Eğitimce abone edilmesinin mümkün olduğu” sözünü alır1135. Petrograd Pastanesi, özellikle kurulduğu 1920’li yıllardan 1940’lı yıllara kadar Beyoğlu’na giden yazarların ve sanatçıların buluşma ve tanışma mekânı olmuştur. Mekânın merkezi konumu, sabaha kadar açık olması, farklı anlayışlara sahip insanların bir arada olmalarını kolaylaştırmıştır.

2. 3. 4. MARKİZ

1940 yılında Lebon Pastanesi’nin taşınması sonucu1136, mekânın yeni sahibi Avedis Ohanyan Çakır tarafından, aynı mekânda Markiz isimli bir pastane açılmıştır. Avedis Çakır, Markiz Pastanesi’nde üreteceği çikolata ve şekerlemelerini, dönemin ünlü “Marquise de Sevigne” çikolataları kalitesinde olmasını tasarladığı için pastanesine (Marquıse) “Markiz” ismini vermiştir1137. Mekânının kaliteli olması için hiçbir masraftan da kaçınmayan Avedis Çakır, Lebon’dan kalan panolara dokunmadan Markiz’i tekrar dekore ettirmiştir. Markiz Pastanesi, aslında Lebon Pastanesi’nin devamı kabul edilebilir. Lebon’da toplanan sanatçı ve yazarlar, mekânın yer değiştirmesi ve hizmet kalitesini de artırmış olması sebebiyle buraya gelip gitmeye devam etmiştir. Burada da eski

1134 Şerif Hulusi, “Sait Faik’le Geçen Günler: Edebiyat Üzerine Konuşma”, Yeditepe, No:106, 1 Mayıs 1956, s.1. 1135 Nesimi, Yılların İçinden, s.153. 1136 Behzat Üsdiken, Lebon’un 1937 yılında taşındığını belirtmektedir. Bkz.: Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840–1955, s.113.. 1137 Afife Batur, “Markiz Pastanesi”, DBİA, C.V, s.300.

230 mekânda olduğu gibi edebiyat toplantıları ve sohbetleri düzenlenmiştir. Şükufe Nihal, evinde yaptığı edebiyat toplantılarını bir süre Markiz’de düzenlemiş, burada Adile Ayda ile bir araya gelmiştir. Müdavimlerinin arasında Abidin Dino, Sait Faik, Peyami Safa, Orhan Kemal, Atilla İlhan, Salâh Birsel, Orhan Veli, Edip Cansever, Haldun Taner, Şükufe Nihal, Adile Ayda, Mina Urgan, Selim İleri, Ümit Yaşar Oğuzcan, Prof. Ragıp Sarıca’nın1138 isimleri dikkati çekmektedir. Markiz Pastanesi’nde hemen her zaman bulunabilecek, adı burayla özdeşleşmiş iki edebiyatçımız vardır: Abdülhak Şinasi Hisar ve Haldun Taner. Haldun Taner, “Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil” isimli eserinde Abdülhak Şinasi Hisar ile buradaki sohbetlerini kısaca anlatmaktadır. Taner, Hisar’ın özellikle çay vakti Markiz’e geldiğini ve soba ile vitrin arasındaki daimi yerine oturduğunu söyler. Aynı mekâna yaz kış hiç aksatmadan devam eden Haldun Taner’i masasına davet edip onunla çeşitli konu ve konularda sohbet ettiğini belirtir. Taner, Hisar’ın özellikle burayı tercih etmesinin sebeplerini şöyle tahmin eder: “Markiz’in Belle Epoque duvar çinileri, kibar tenhalığı, Levanten atmosferi, gümüş çatal bıçakları, fayans tabakları, Bay Avedis’in güngörmüş üslubu, ona belki de Paris’te Ecole Libre des Sciences Politiques’de okuduğu zaman gittiği Sain Germain kahvelerini, Dome’u yahut da Brasserie Lipp’i anımsatıyor olabilirdi.1139” Mahfil mekânının müdavimlerce seçilmesinde, o mekâna devam eden kişinin şahsî geçmişi, bulunmak istediği sosyal çevre, kendini o mekânla dışarıya anlatış ve aktarış ihtiyaçları da önemli bir etkendir. Bu sebepten, mahfil müdavimleri, genellikle merkezi yerleri ve çok kalabalık olmayan mekânları seçmiş, burada rahatça konuşup tartışabilecek bir atmosferi arzulamışlardır. Markiz örneğinde de olduğu gibi görece Avrupaî bir hayatın yaşandığı, Levantenlerin ve gayrimüslim unsurların yoğun olduğu Beyoğlu tarafları, özellikle Cumhuriyet’ten sonra bu tür bir hayat tahayyül eden sanatkâr ve edebiyatçıların ünlü toplantı merkezlerinden biri olmuştur. 1940’lı yıllardan itibaren özellikle İstiklâl Caddesi ve çevresinde, edebiyat mahfillerinde çeşitli sosyal, siyasi ve ekonomik değişim ve dönüşümlerin de etkisiyle buranın pek çok pastane, bar ve lokantasında mahfilleşmelerin görülmesi dikkat

1138 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.34. 1139 Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, s.16.

231 çekici bir özellik olarak karşımıza çıkmaktadır. Aksal, iki dünya savaşı arasında sanatçı ve yazarları Beyoğlu’na çeken sebebi “Batılılaşma özlemi”ne bağlar. Beyoğlu’ndaki İstiklâl Caddesi, o devrin edebiyatçılarına Batı’nın bir simgesi olarak görünmüştür1140. Ali Şükrü Çoruk, “Beyoğlu imgesinin” Cumhuriyet dönemi Türk romanındaki izdüşümünü araştırdığı eserinde çarpıcı tespitler yapmıştır. Çoruk’a göre, “Beyoğlu XIX. Yüzyılın ilk çeyreğine kadar pek fazla dikkati çekmez. Bu yüzyıldan itibaren Batılılaşma hareketlerinin başlaması ve süratlenmesi birdenbire Beyoğlu’nu ön plâna çıkarır. Batılı hayatın İstanbul’daki merkezi olan Beyoğlu, giderek bir zihniyet hâlini alır. Beyoğlu’nda oturmak, Beyoğlu’nda gezmek bir ayrıcalık durumuna gelir.1141” Sabahattin Kudret Aksal, sanatçı olmak için pek çok sanatçı ve yazarın bulunduğu Beyoğlu’na gelmenin, o çok farklı toplantı yerlerinde kümelenen, kahvelerde toplanmış küçük kalabalıklara sanatçı kişiliğinin onaylatılması gerektiğini söyler. Eğer bu tür mahfillerde/mekânlara devam edenler eserleriyle ilgili onay alırlarsa onların uzun yıllar bu çevrede kaldığını belirtmektedir. Onay alamayanlar ya çevreyi terk etmiş veya mahfilin gediklisi sıfatıyla toplantılara devam etmiştir1142. Aksal’a göre, özellikle Beyoğlu tarafları, “şiirin de, öykünün de, romanın da borsası”dır1143. Bu sebepten mahfiller, bir nevi eleştiri terazisi hükmüne sahiptir. Eserin eksik ve fazlalıkları, burada toplananca tartılır. Haldun Taner, Abdülhak Şinasi ile çoğu zaman Malarmée’den, François Mauriac’dan, Maurice Barrés’den, Nouvelles Littéeraires’deki bir eleştiriden, Marcel Proust’tan bahsetmiş, bazen de Abdülhak Hâmid’den, Ahmet Haşim’den, Hamdullah Suphi’den, Yahya Kemal’den konuşmuştur1144. Adile Ayda, Şükufe Nihal ile görüşmelerinin önce birbirlerinin evlerine yaptıkları ziyaretlerle başladığını, daha sonra ise görüşmelerin evdeki kalabalığın ve araya başka şeylerin girmesi sebebiyle Markiz’de devam ettiğini belirtmektedir. Bu

1140 Sabahattin Kudret Aksal, Denemeler, Konuşmalar: Geçmişle Gelecek ve Başka Yazılar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1998, s.75. 1141 Ali Şükrü Çoruk, Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 1995, s. 353. 1142 Sabahattin Kudret Aksal, “Çağdaş Türk Yazarlarının Yayımlanmamış Anıları”, Milliyet Sanat, No:253, 28 Kasım 1977, s.11. 1143 Aksal, a.y. 1144 Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, s.16. Taner, Hisar ile burada sohbetler yaptığını yazmaktadır.

232 buluşmalar, bir mahfil buluşmasının şahıslara olan faydasını en güzel ortaya koyması bakımından önemlidir. Adile Ayda, Şükufe Nihal ile buluşmalarında “fikren ve ruhen birbirlerine” daha çok bağlandıklarını, bu buluşmalarda sanattan, şiirden ve sanatçının, yazarın kaderinden bahsettiklerinin bilgisini vermektedir. Hatta o yıllarda yeni yeni revaç bulmaya başlayan Psychologie de L’art (Sanat Psikolojisi) biliminden de bahsettiklerini söylemektedir1145. Adile Ayda konuşmalarında daha ziyade Batı edebiyatından, Batılı yazarlardan örnekler verdiğini; Şükufe Nihal’in ise genellikle Türk şairlerinden mısralar okuyarak onun söylediklerini teyit ettiğini söylemektedir. Şükufe Nihal, buluşmalara bazen kendi şiir kitaplarını getirip Adile Ayda’ya kendi şiirlerini beğendirmek istediğini yazılanlardan anlaşılmaktadır. Ayda’ya göre “iliklerine kadar şair olan” Şükufe Nihal’in şiirleri ve sohbeti onun çok zevkli dakikalar geçirmesine imkân sağlıyordu. Bu mahfil toplantıları, Adile Ayda’yı çok fazla etkilemiş olmalı ki toplantı bittiğinde onun kendini “bir mensur şiir matinesinden çıkmış gibi”1146 hissettiğini söylemesi bu toplantıların etkisini gösteren önemli bir cümle olarak da okunabilir. Markiz’de pek çok sanatçı yukarıda anlattığımız şekilde küçük toplantılar düzenlemiş olmalıdır. Ama onların anılarında veya eserlerinde Markiz’le ilgili hemen hiçbir bilgi bulunmaması, buradaki toplantıların mahiyetiyle ilgili açıklamalar yapmamızı zorlaştırmaktadır. Markiz, pastane olmasının yanında çay salonu, restoran, Amerikan bar ve gece kulübü olarak hayatını uzun yıllar sürdürmüştür. 1970’lerde ise bir oto yedek parçacısına satılmıştır. Bu tarihten itibaren edebiyat mahfili ortadan kalkmıştır. Burada uzun yıllar edebiyat sohbetleri yapan, kendi yazılarını yazan başta Haldun Taner olmak üzere birçok sanatçı ve yazardan oluşan bir grup mekânı eski işlevinde kalmasını istediklerinden, Markiz’i kurtarmak için harekete geçmiştir. Çok fazla gayret sarf ederek sonunda mutlu sona kavuşmuşlardır. Anıtlar Kurulu yapının özgün dekorasyonu ile korunması kararını almıştır1147. Günümüzde de müşterilerine hizmet veren Markiz, artık bir edebiyat mahfili değildir.

1145 Ayda, a.g.e., s.104. 1146 Ayda, a.g.e., s.105. 1147 Haldun Taner, “Dünkü Beyoğlu, Bugünkü Beyoğlu”, Milliyet Sanat, No:457, 1 Haziran 1984, s.12. ; Batur, a.g.y, s.301.

233 2. 3. 5. ELİT PASTANESİ

Elit Pastanesi1148, Beyoğlu’nda İstiklâl Caddesi’ni kesen Asmalımescit Sokağı’nda, 41/1 numarada1149 1936 yılından sonra açılmıştır1150. Mekânın tam ne zaman açıldığına dair net bir bilgimiz yok ama mekânın İkinci Dünya Savaşı’nda müşterilerine hizmet verdiği bilinmektedir. Elit’i Alman Wolf Braun, eşi Herr Braun’la birlikte işletmiştir. Küçük bir mekân olan bu pastane, bir kahvenin bütün özelliklerine sahiptir. Çeşitli oyunların da oynanabildiği, çayın ucuza içilebildiği Elit’e pek çok şair, yazar ve sanatkâr devam etmiştir. Burayı ilk keşfeden kişi, Salâh Birsel’in verdiği bilgiye göre Cavit Yamaç’tır1151. Sabah erkenden buraya gelen Cavit Yamaç, yazılarını da burada yazmıştır. Afif Yesari, Elit’te bir dönemin ünlü sanatçılarının toplandıklarını ve “akademik sanat konuşmaları” yaptıklarını söylemektedir1152. Mekâna hemen her gün uğrayan müdavimler arasında Sait Faik, Cemil Meriç, İskender Fikret Akdora, Fahir Onger, Behçet Necatigil, Naim Tirali, Alp Kuran, Oktay Akbal, Fethi Karakaş, Salâh Birsel, Kenan Harun, Orhan Murat Arıburnu1153 ; Fazıl Hüsnü Dağlarca, Sabahattin Kudret Aksal’ın1154 isimleri dikkati çeker. Sık olmamakla birlikte Elit’e gelen diğer isimler ise Orhan Veli, Şevket Rado1155; Salim Şengil1156; Özdemir Asaf, Ömer Faruk Toprak, Halit Eskişar, Sabahattin Batur, Cihat Gökçek, Ferruh Başağa, Sabri Berkel, Mümtaz Yener, Turhan Arıburnu1157; Edip Cansever, Sabih Şendil1158; Sabahattin Ali, Nevin Seval1159; Attilâ İlhan’dır1160.

1148 Salâh Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu isimli eserinde buranın bir kahve olduğunu belirtmektedir. Birsel’in yazdıklarından anlaşıldığına göre bu mekân kahvelere ait bazı özelliklerle pastaneye ait özellikleri birleştirmiş olmalıdır. Salâh Birsel gibi Fethi Naci, Oktay Akbal, Muzaffer Buyrukçu da mekânı kahve-kıraathane şeklinde isimlendirmekte, Attilâ İlhan ise mekânın bir pastane olduğunu belirtmektedir. 1149 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.164. 1150 Behzat Üsdiken, “Elit Pastanesi”, DBİA, C.III, s.155. 1151 Birsel, a.g.e., s.164. 1152 Yesari, İstanbul Hatırası, s.16. 1153 Birsel, a.g.e., s.165. 1154 Öner Ciravoğlu, Büyük Yoların Haydutu: Fotoğraflarla Attilâ İlhan’ın Yaşam Öyküsü, Sel Yayıncılık, 1997, İstanbul, s.84- 85. 1155 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.168. 1156 Birsel , a.g.e., s.172. 1157 Birsel , a.g.e., s.174.

234 Elit Pastanesi 1946–1947 yıllarından itibaren genç yazarlarla ünlü şair ve yazarların bir araya geldikleri bir mekân olmuştur1161. Salâh Birsel’e göre Elit’e çoğu işsiz güçsüz takımı ile “görevliler”in de uğradığı, karışık bir müşteri grubu da ilgi göstermiştir1162. Sanatçı ve edebiyatçılar güncel konularla ilgili sohbetlerin yanı sıra edebiyatla ilgili de konuşmuşlardır. Elit’in müdavimi olan Sait Faik, burayı anlattığı bir hikâyesinde Elit’i bir dekor olarak da kullanmıştır. Sait Faik’in, “Lüzumsuz Adam” hikâyesinde, Fethi Naci ve Salâh Birsel’in verdiği bilgiye göre Elit anlatılmaktadır. Elit, birkaç sayı çıkıp yayınına ara vermek zorunda kalan “Yirminci Asır” dergisinin de yönetim yeri olmuştur. Derginin sahibi ile yazı kadrosunun hemen hepsi Elit’te bir araya gelen şair ve yazarlardan oluşmuştur. Derginin sahibi İskender Fikret Akdora’dır. “Yirminci Asır”, henüz piyasaya çıkmadan edebiyat dünyasını hareketlendirecek haberler çıkmıştır. Dergide, tıpkı 1940 yılında edebiyat dünyasında uzun süre tartışmalara sebep olan “tasfiye polemiği” gibi birtakım yazarların “çarmıha gerileceği” ve kendilerinden bir önceki kuşağın çok sert eleştirileceği, geleneği temsil edenlerin alaşağı edileceği dedikoduları ortaya yayılmıştır. Belki de bu sebepten Sait Faik, bu dedikoduların yoğun olduğu günlerde Elit’e Şevket Rado ve Orhan Veli’yi de getirmiştir. Sait, onlarla birlikte içeri girerken Salâh Birsel’in aktardığı üzere, bu dedikoduları doğrular biçimde “Orhan Veli’nin pabucunu dama atmışsınız, öyle mi?” sorusunu, Yirminci Asırcıların bir arada bulunduğu masaya dönerek sorması çok manidardır1163. Derginin çıkış hazırlıkları yapıldığı sırada Sait Faik’in “Genç Edebiyatçılar” başlığıyla derginin yazarlarıyla Elit’te yaptığı bir röportaj Yedigün dergisinde yayımlanmıştır. Bu yazının ilk bölümlerinde, Elit’in bulunduğu Asmalımescit Mahallesi, Paris’in sanat muhiti Montparnasse ile kıyaslanır. Elit’in atmosferi, burada okunan süreli yayınlar ve sohbet konusu Sait Faik tarafından şöyle tasvir edilir:

1158 Birsel , a.g.e., s.176. 1159 Naci, Anılar Kitabı, s.57. 1160Akbal, Anılarda Görmek, s.210. 1161 Naci, Anılar Kitabı, s.56. 1162 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.164. 1163 Birsel, a.g.e., s.168.

235 “Asmalımescit’teki şirin kahvede ise masalar yan yana gelmiş, bu masalara on, on beş genç adam oturmuş, kahve fincanlarının, sigara kutularının arasına Les Nouvelles Littéraites, Gazete de Letters, Gavroche, Letters Françaises ismindeki Fransızca edebiyat gazeteleri atılmış, edebiyattan, şu, ismi olup da cismi olmayan şeyden konuşuyorlar. XX. Asır isminde bir edebiyat gazetesi çıkarmağı düşünüyorlar.1164” Sait Faik’in bu yazısı bir nevi Yirminci Asır dergisinin de tanıtımı gibi düşünülebilir. Sait Faik, yazar kadrosunu tanıttığı ve onların edebiyattaki hedeflerini açıklamalarına yardımcı olduğu yazısı için yaptığı röportajı, Yirminci Asır dergisi henüz piyasaya çıkmadan 31 Aralık 1946 tarihinde yapmıştır1165. Yirminci Asır dergisi etrafında toplanan gençler, “Eveleme geveleme, deve kuşu kovalama”nın şiir olmadığını, şiirin “insan meselesinin, fonksiyonu olan insan hayalinin dünya çerçevesindeki tahakkuku” olduğunu belirterek isim vermeden de olsa Orhan Veli’nin meşhur ettiği şiir tarzına karşı olduklarını açıklamışlardır1166. Derginin çıkış amacını ise “sanatçının iç içe, yüzyüze bulunduğu sayısız insan meseleleri üzerinde işleyip onları değerlendirmesini ilk şart olarak görmektedir.”1167 şeklinde dile getirmişlerdir. Aynı yazıda derginin kadrosuna mensup kişilerin güncel edebiyat sorunları ile Türk edebiyatındaki bazı yazarlarla ilgili görüşlerini de öğrenebiliyoruz. Oktay Akbal; Kerime Nadir, Etem İzzet, Esat Mahmut Karakurt, Refik Halit ile ilgili görüşlerini açıklar. Bu görüşler, doğal olarak olumsuzdur. Karşı çıktıkları edebiyat anlayışlarının temsilcisi kabul edilebilecek kişilerin edebiyata bakışları Oktay Akbal’ın cümleleriyle eleştirilir. Yazıda, bu eleştirinin karşısına ise kendi edebiyat anlayışlarını apaçık ortaya koyan şairlerden şiirler aktarılır. Behçet Necatigil’in “Kızlar”, Salâh Birsel’in “Çarkı Felek”, İskender Fikret “Küçük Günlerimiz” isimli şiirleri ile Kenan Harun’un ismi belirtilmeyen şiirinden bir bölüm şeklinde okuyuculara sunulmaktadır. Yazının kendi içinde bu şekilde düzenlenmesi, Sait Faik’in örtük bir biçimde bile olsa gençlere olan desteğini göstermektedir. Yazı, Elit’i mesken tutan Yirminci Asır dergisini çıkaracakları över biçimde şöyle bitmektedir:

1164 Sait Faik, “Genç Edebiyatçılar” Yedigün, No:724, 19 Ocak 1947, s.4. Aynı yazı Sait Faik şu eserinde de yer almaktadır: Sait Faik, Alemdağda Var Bir Yılan/Az Şekerli, 6. bsk., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1987, s.201–208. 1165 Sait Faik, “Genç Edebiyatçılar” Yedigün, s.4. 1166 Sait Faik, “Genç Edebiyatçılar” Yedigün, s.5. 1167 Sait Faik, a.y.

236 “Hepsi edebiyat hocası, Fransızca hocası, işadamı, gazeteci, mütercim, birkaç lisan bilen gençler olan Yirminci Asırcılar sanat aşkı ve havasıyla dolu… Bu memleket ve bu halkla ne kadar ilgili olurlarsa, bu memleket insanlarının da onlarla o kadar ilgili olacaklarını ve böylece belki de dünyaya kendilerini tanıtacaklarını anlamış bulunan gençlere muvaffakiyetler dileyerek yanlarından ayrıldım.1168” Elit’te bir araya gelenlerden övgü dolu ifadelerle bahseden bu yazı, Elit’in edebiyatçı müşterisinin daha da artmasına vesile olmuştur. Nitekim Oktay Akbal, bu yazının yayımlanması ile birkaç ayda, Elit’in İstanbul’un başlıca edebiyat merkezi oluverdiğini belirtmektedir1169. Elit, süreli yayınları çıkaran isimlerin şair ve yazarları bir arada bulabilecekleri mekânlardan biridir. Bu özellik sayesinde Elit, “Seçilmiş Hikâyeler” dergisini Ankara’da çıkaran Salim Şengil’in de uğradığı bir mekân olmuştur. Şengil, dergisinde eserleri çıkan yazarlara telif ücretlerini bazen burada dağıtmıştır1170. Elit, Edip Cansever ile Salâh Birsel’in şiirden saatlerce söz edebilecek bir köşe buldukları mekânlardan biridir. Birsel’in anlattığına göre Edip Cansever ilk defa Sabih Şendil ile birlikte Elit’e adım attığında bir köşede “iki saat, üç saat yorulmadan şiir”üzerine konuşmuşlardır. Bu konuşmayla tanışan şairler zamanla dost olmuş, sohbetler sürdükçe de iki şair arasında ufak tefek etkilenmeler ortaya çıkmıştır. Nitekim Salâh Birsel, Edip Cansever’in ilk şiirleri ile kendisinin şiirleri arasında sıfat ve mecazların az olması yönünden bazı paralelliklerin bulunduğunu iddia edenlerin görüşlerine karşı çıktığını bir yazıyla açıklamak zorunda kalmıştır1171. Fethi Naci anılarında, Edip Cansever’in aradan yıllar geçtikten sonra bile Salâh Birsel’den övgüyle söz ettiğini, onun kendisine neredeyse şiir hocalığı yaptığını ve birçok şeyi de ondan öğrendiğini söylediğini yazmıştır1172. Eğer bu bilgi doğruysa, mahfildeki edebiyat ve şiir sohbetlerinin birçok şair ve yazarın işini kolaylaştırdığını ve onlara sanat hayatlarında yol gösterdiğini açıkça söyleyebiliriz.

1168 Sait Faik, a.y. 1169 Akbal, Anılarda Görmek, s.210. 1170 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.173–174. 1171 Birsel, a.g.e., s.176. 1172 Naci, Anılar Kitabı, s.56.

237 CHP’nin 1946 yılındaki şiir yarışmasında ikincilik ödülünü kazanan1173 ve henüz lise son sınıf öğrencisi olan Attilâ İlhan, Elit’e “ünlü edebiyatçılarla” tanışmaya gitmiştir. Bir cumartesi öğle sonrasındaki bu ziyaret sırasında Elit Pastanesi’nin cam kenarındaki masada İskender Fikret, Salâh Birsel, Oktay Akbal, Suavi Koçer, Naim Tirali oturmaktadır. Bu olayla ilgili daha lise talebesi olan bir şiir heveslisinin, o devrin 20’li, 30’lu yaşlarını süren şair ve yazarlarından yüz bulamadığını Attilâ İlhan bir yazısında anlatmaktadır1174. Oktay Akbal ise Attilâ İlhan’ın söylediklerinin aksine onun Elit’e geldiği zamanı hatırladığını ve ona çok sıcak davrandığını anlatmaktadır1175. Elit, devrin edebiyat mahfillerinin önemlilerinden biri kabul edildiğinden, gençlerin de sıklıkla uğradığı mekânlardan biri olmuştur. Behçet Necatigil’in Yeditepe Yayınlar arasından çıkan “Evler” isimli kitabında yer alan bazı şiirler, Fethi Karakaş tarafından resimlenmiştir. Bu “resimli şiirler” Küçük Galeri’de, 9 Şubat 1953 tarihinden ay sonuna kadar sergilenmiştir. Sergi beklenen ilgiyi görmemiş ve Salâh Birsel’in ifadesine göre Behçet Necatigil, 11 Şubat 1953 tarihinde Elit’e gelip burada sergiye ilgi gösterilmemesinin hüsran psiklojisiyle “Hayıfname” isimli şiirini yazmıştır1176. Elit, yazarların birbirlerinden çeşitli vesilelerle kültür-edebiyat ve kitap çevirileriyle ilgili iş istediği edebiyat piyasalarından biri olmuştur. Fethi Naci, anılarında Orhan Veli ile Cemil Meriç arasında geçen bir konuşmayla ilgili bilgi vermektedir. Birkaç kişi ile birlikte oturan Orhan Veli’nin masasına yanaşan Cemil Meriç, Hugo’dan yaptığı uzun bir şiir çevirisinden söz etmiş; daha sonra da Orhan Veli’ye Tercüme dergisine çeviri vermek isteğinden ve Milli Eğitim Bakanlığı’nın yayımladığı kitaplardan bazılarını çevirmek arzusunda olduğundan bahsetmiştir. Orhan Veli, Cemil Meriç’e Tercüme dergisinin çeviri şiirler için ödüllü bir yarışma düzenleyeceği şeklinde cevap vermiştir. Fethi Naci, onun bu yarışmaya katılırsa iyi

1173 Attilâ İlhan, şiir yarışmasında ikincilik ödülünü “Gavurdağları’ndan Rivayet” isimli şiiriyle kazanmıştır. Ödülle ilgili şairle yapılmış bir röportaj için bkz.: “Armağanla Tanınmak”, (Derleyen: Belgin Sarmaşık), Attilâ İlhan :Açtırma Kutuyu!/Röportajlar-1 (1946-1983) içinde, s.23-25. 1174 Attilâ İlhan, “Attilâ İlhan’ın Defteri”, Yön, y.6, No:202, 10 Şubat 1967, s.15. 1175 Akbal, Anılarda Görmek, s.210. 1176Hayıfname şiirinin metni, Necatigil’in sergiyle ilgili görüşleri şu eserde bulunmaktadır: Ayşe Sarısayın, “Çok Şey Yarım Hâlâ: Ayşe Sarısayın Babası Behçet Necatigil’i Anlatıyor”, 2. bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005 s.67-71.

238 olacağını söylemesinden Cemil Meriç’in alındığını yazmıştır1177. Sait Faik de devrin süreli yayınlarına telif ücreti karşılığında Elit Pastanesi’nde hikâyelerini satmıştır. Elit, 1950’lerin ortalarına kadar sanatçıların toplandığı bir mekân olma özelliğini korumuş, sahipleri Elit’i kapatarak aynı mekânda başka bir dükkân açmıştır1178.

2. 3. 6. BAYLAN

Epir asıllı Rum Filip Lenas’ın Beyoğlu Deva Çıkmazı’nda 1923’te açtığı pastanenin adı, Fransızca Lé Orient (Şark) kelimesinin okunuşundan alan “Loryan”dır1179. Pastane, devrin en ünlü ve kaliteli pastaneleri Markiz ve Lebon’a bile kısa sürede rakip olmuş, yabancı adların Türkçeleştirmesi sırasında pastanenin en kıdemli müdavimlerinden sanat tarihçisi Burhan Toprak’ın önerisiyle Loryan adını Çağatayca’da “kendi alanında mükemmel, kusursuz” anlamına gelen “Baylan” kelimesiyle değiştirmiştir. 1933’te İstiklâl Caddesi 148 numaradaki Luvr Apartmanının zemin katına taşınan Baylan Pastanesi, kapandığı 1967 yılına kadar müşterilerine burada hizmet vermiştir1180. Baylan, müdavimlerinin verdikleri bilgilerden anlaşıldığı kadarıyla iki katlı, alt salonu camlı bir bölmeyle ikiye ayrılmış, ön bölümü daha çok alamünit (çabuk, hızlı) alışveriş yapan müşterilerin tercih ettiği, iç bölüm ise çay-pasta salonu olarak hizmet veren bir pastanedir1181. Mahfil, girişteki camlı bölümde toplanmıştır1182. Baylan’ı bir edebiyat mahfili hâline getiren şair ve yazar Attilâ İlhan olmuştur. Paris’ten 1953 yılında Türkiye’ye dönen Attilâ İlhan, burayı nasıl keşfedip bir edebiyat mahfili yaptığını şöyle anlatır: “…biz Baylan’ı kurduk. Bunu, rahatlıkla söyleyebilirim: Daha doğrusu Baylan, pastane olarak vardı da, edebiyat mahfeli haline getiren benim. Bir gün Beyoğlu’nda Orhan Kemal’e rastladım, bir senaryo satmış; gönlü geniş bir adamdı rahmetli… Dedi ki ‘Attilâ, seninle şu kahveye girip burjuvalar gibi bir kahve içelim.’ Biz ‘burjuvalar gibi’ girdik Baylan’a… Gördüm ki fena bir kahve değil, fiyatları iyi: O zamanlar Vatan gazetesinde sinema eleştirmenliği yapıyorum. Sinema

1177 Naci, Anılar Kitabı, s.58. 1178 Naci, a.y. 1179 Sönmez, A’dan Z’ye Sait Faik, s.49. 1180 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.45. 1181 Oktay, Gizli Çekmece, s.195. 1182 Ahmet Oktay ile 13.12.2010 tarihinde yapılan görüşme.

239 seanslarını beklerken oturulur, bir şeyler yenilir, içilir. Ondan sonra devam ettim oturmaya. Baylan, sonradan çok büyüdü: Önce şairler ve edebiyatçılar, (Maviciler) Baylan’a başladı. Yavaş yavaş tiyatrocular, karikatüristler, sinemacılar derken, Baylan, 50’li yılların sanat merkezine dönüştü.1183” 1950-1960’lı yıllarda Beyoğlu Baylan Pastanesi’ni bir edebiyat mahfili hâline getiren kırk kadar isim vardır. Mahfile devam edenlerin isimleri şöyledir: Attilâ İlhan, Ahmet Oktay, Yılmaz Gruda, Demir Özlü, Ferit Edgü, Asaf Çiyiltepe, Fikret Hakan, Orhan Çubukçu, Demirtaş Ceyhun, Ege Ernart, Oğuz Arıkanlı, Yüksel Arslan, Oğuz Haluk (Hayalet Oğuz), Türkân İldeniz, Erol Günaydın, Hilmi Yavuz, Kemal Özer, Fethi Naci, Edip Cansever, Asım Bezirci1184, Sait Faik, Güner Sümer, Orhan Duru, Tonguç, Sinan Bıçakçı, Metin Erksan, Attilâ Alpöge, Ülkü Tamer, Şükran Kurdakul, Erdoğan Tokmakçıoğlu, Doğan Hızlan, Melisa Erdönmez, Konur Ertop, Adnan Özyalçıner, Sezer Özlü, Engin Ertem, Mehmet Bertan, Önay Sezer, Can Ok, Turgay Gönenç, Cemal Süreya 1185; Hasan Pulur, Bedii Eroğlu, Macit Hıncal, Hikmet Sami, Seyfi Özgen, Kıl Güngör, Cemal Hoşgör, Sırrı Yıldız1186; Selahattin Hilav, Yüksel Aslan, Sevim Burak, Ömer Uluç, Muzaffer Buyrukçu, Günel Altıntaş, Güneş Etkin, Attilâ Bayraktar, Bayram Küçük, Prof. İsmet Sungurbey, Galip Üstün, Sencer Divitçioğlu1187; Arif Keskiner, Yılmaz Güney1188; Sezer Tansuğ, Tarık Dursun K., Tonguç, Atila Alpöge1189, Erdal Öz1190; Tomris Uyar, Sevim Burak, Leylâ Erbil, Suna Selen, Sezer Duru1191. Baylan Pastanesi, Attilâ İlhan’ın varlığı sayesinde o devrilerin önemli mahfillerinden biri olmuştur. İlhan’ın kendi ifadesine göre “çok ciddi sanat konularının konuşulduğu1192” bu mekânda, “sosyal realizm” kuramının detayları genç kuşaklara ve kamuoyuna şair tarafından bizzat anlatılmakta, kendilerinden bir önceki edebiyat kuşağının “çok ciddi eleştirisi” yapılmaktadır1193. Hasan Pulur, Attilâ İlhan’nın gençler için önemini şöyle dile getirmektedir: “Attilâ İlhan, Paris’ten yeni

1183 Ciravoğlu, a.g.e., s.85. 1184 Oktay, a.g.e., s.196. 1185 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.211–213. 1186 Birsel, a.g.e., s.215. 1187 Birsel, a.g.e., s.222–227. 1188 Keskiner, Çiçek Gibi, s. 91–92. 1189 Şakir Eczacıbaşı, Çağrışımlar, Tanıklar, Dostluklar, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2010, s.216. 1190 Ayşe Sarısayın, Erdal Öz: Unutulmaz Bir Atlı, İstanbul, Can Yayınları, 2009, s. 62. 1191 Sezer Duru, “Biz Yandaki Masada Oturur, Onları Seyreder, Onları Dinlerdik”, (Çevrimiçi) http://www.baylangida.com/baylancilar-baylani-anlatiyor-7.php. 11.01. 2010. 1192 Ciravoğlu, a.g.e., s.85. 1193 Ciravoğlu, a.y.

240 gelmişti ve hocamız konumundaydı.1194” Attilâ İlhan başka bir yazısında Baylan mahfilinin kurulduğu mekânın kamuya açık bir yer olduğundan buraya çok değişik insanların geldiğini, buna rağmen onların ortasında nelerin konuşulduğunu şöyle anlatır: “…kötümser emeklilerin ortasında, felsefenin, sanatın, toplum bilimin ana sorunları kıyasıya tartışılır; arada Sartre’ın, Marx’ın, Reinhardt’ın isimleri büyük şamarlar gibi şaklatılırdı.1195” Demir Özlü, o devrin gençleri için Baylan’ın “sanat-edebiyat-düşünce ortamı” oluşturduğunu, bu sayede birçok kitabın elden ele dolaşarak okunduğunu, okunan kitaplar üzerinde konuşma ve tartışmaların yapıldığını söylemesi, Baylan’da geniş bir arkadaş çevresinin oluştuğunu göstermektedir. Bu sayede de onlar için buranın “hakiki” bir üniversite olduğunu Baylan dağıldıktan yıllar sonra açıklamıştır1196. Özlü’ye göre burayı farklı kılan bir özellik de her şeyin tartışıldığı bu mekânda bağırma, çağırmaların da olmasına rağmen çok ayrı fikirler, giderek güçlenen “arkadaşlık temeline” oturduğundan olacak insanların arasını açmazmış1197. Baylan, Demir Özlü ve arkadaşları için günlük yaşam ile edebiyat ve sanat yaşamlarının bir parçası olmuştur1198. Günün akşamüzeri vaktini Baylan’da geçirip gecenin nasıl planlanacağını da burada birlikte planlayan Baylancılar, Beyoğlu’nun zengin kültür- sanat imkânlarından yararlanıp tekrar buraya dönmüşlerdir. Özlü, Baylan’daki uyumu Beyoğlu’nun sinemaları, müzik ve tiyatro yaşamının canlılığına ve kitabevlerinin bulunmasına bağlamaktadır1199. Gençler, Demir Özlü’nün ifadesine göre aynı mekânda vakit geçirerek hayattan tat almış, burada “arkadaşlık ahlakı” edinmiştir1200. Sezai Karakoç Diriliş dergisindeki hatıralarında, Baylan Pastanesi’nin edebiyatçılar için Tanzimat ile başlayan Batı tipi kahve1201 ve pastane sohbetlerinin

1194 Sefa Kaplan (Söyleşi), “Olaylar ve İnsanlar”ın Peşinde Bir Ömür: Hasan Pulur Kitabı, 3. bsk., İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s.37. 1195 Attilâ İlhan, “Asaf’ın Ölümü”, Yön, y.6, No: 221, 23 Haziran 1967, s.13. 1196 Özlü, Kentler, Kadınlar, Yazarlar, s.17–18. 1197 Demir Özlü, a.g.e., s.16. 1198 Demir Özlü, Ne Mutlu, Ulysses Gibi…, İstanbul, Simavi Yayınları, 1991, s.14. 1199 Demir Özlü, a.g.e., s.15. 1200 Demir Özlü, Kentler, Kadınlar, Yazarlar, s.16. 1201 Batı tipi edebiyatçı kahveleri için şu kaynaklara bakılabilir: Kâzım Yetiş, Yahya Kemal I: Hayatı, 2. bsk., İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 2006, s.130-132.; Demir Özlü, “Dünyanın Bütün Kahvelerinde”, Varlık, No:1010, Kasım 1991, s.53-54.; Konur Ertop, a.g.e., s. 38- 39;123.; Taha Toros, Kahvenin Öyküsü, s. 60, 62.

241 yapıldığı son buluşma yeri olduğunu iddia etmektedir1202. Karakoç’un iddiaları tashihe muhtaçtır zira pastane ve kahve türü mekânlarda yapılan edebiyat sohbetleri sosyolojik ve psikolojik sebeplerle hemen hiçbir zaman ölmeyecektir. Bu tür edebiyat sohbetleri günümüzde de şekil değiştirmiş olarak devam etmektedir. Hatta 1950’li yıllarda bile özellikle İstiklâl Caddesi’nde bulunan Nisuaz ve Markiz Pastaneleri’nde Baylan gibi olmasa bile pek çok edebiyatçının devam ettiği mahfil toplantıları düzenleniyordu1203. Karakoç’un bu iddiasının temelinde, o zamanların genç şair, yazar ve sanatçılarının yoğun bir şekilde takip ettikleri edebiyat sohbetleri geleneğini vurgulama çabası hissedilmektedir. Yoksa hemen hiçbir mekân, tarihin hiçbir zaman ve mekânında aynı ölçüde gerçekleşemez. Baylan toplantılarının önemli müdavimlerinden olan Ahmet Oktay, buraya şairlerden başka, öykücü, eleştirmen, ressam, karikatürist ve oyunculardan oluşan genç kuşağın geldiğini, onların “üstadı”nın ise, kendi ifadesiyle “Papası”nın, Attilâ İlhan olduğunu yazmaktadır1204. Onun Paris yıllarında edindiği bir “pastaneyi kendine mesken tutma” alışkanlığını Ankara ve İzmir’de de sürdürmüş olması, Attilâ İlhan’ın Baylan’ı sevmesi ve burayı kendisine merkez kabul etmesi dikkate değer bir durumdur1205. Ahmet Oktay, burayı bir nevi sanat- edebiyat “tekkesine” benzetip onun “tekkenin müdavimleri gelinceye kadar” pastanede okuyup yazı yazdığını hatırlaması, mekânın sadece sohbet amaçlı kullanılmadığını, mekânda aynı zamanda edebî ve fikrî bir üretimin de yapıldığını göstermesi bakımından önemli bir detaydır1206. Kamunun serbestçe yer alabildiği ilk dönem edebiyat mahfillerinde, mahfilin toplanma mekânına genellikle mekânı yüceltecek bir “kutsiyet”, “sır” atfedilmemiştir. Mekânı ve dolayısıyla toplanma hareketini, toplanan kişileri de dolaylı yönden değerli gören/gösteren bir tavırın belirginleşmesi, o devirlerin genel kültür-edebiyat seviyesini ve algısını da gösteren bir özellik olarak yorumlanabilir.

1202 Sezai Karakoç, “Hatıralar LXXIV”, s.9. 1203 Karakoç yine aynı hatıra yazılarında, özellikle Markiz Pastanesi’ni mesken tutan edebiyatçıların sayısının Baylan kadar çok olmadığını iddia etmiş, bu yolla da Baylan’nın edebiyat sohbetleri açısından daha önemli olduğunu ima etmiştir. Bu iddia da tashihe muhtaçtır. Bkz.: Sezai Karakoç, “Hatıralar LXXIV”, s.9. 1204 Oktay, Gizli Çekmece, s.84. 1205 Ahmet Oktay ile 13.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1206 Oktay, a.y.

242 Mahfilin 1953–1954 yıllarından itibaren oluşmaya başlaması, ülkenin içinde bulunduğu ekonomik, sosyal, siyasal anlamda değişim ve dönüşümlerin arafesinde yaşayan genç şair, yazar ve sanatçıları da doğal olarak etkiliyordu. Bu etki edebiyat ve sanat alanında da mahfilin müdavimlerini içine alıyordu. Ahmet Oktay bu durumu, “Küçük adamın anlık hüzünlerini anlatan eleştirel gerçekçi metinler de, daha çok kırsal kesimde yoğunlaşan ve mülkiyet ilişkilerini dillendirmeyi öngören toplumcu gerçekçi metinler de yetmez olmuştu. Yeni biçim ve biçemler aranıyordu.1207” cümleleri ile ifade etmektedir. Mahfil müdavimlerinin çok çeşitli sanat alanlarına ilgi duymaları, mahfilde çok çeşitli konuların konuşulmasına imkân sağlıyordu. Bu sayede soyut resimden tutun da atanol müziğe kadar edebiyatçıları farklı bir şekillerde besleyen kaynakların ortaya çıkması mahfildekilere yeni bir sanat yaratma imkânı veriyordu. Atilâ İlhan buraya sıklıkla uğrayan Sait Faik ile zaman zaman sanat-edebiyat sohbetleri yapmıştır. Sait Faik, gazetesini okuduktan sonra cebinden sarı kâğıtlardan birini çıkarıp burada yazısını da yazmıştır1208. 1952 yılında yayın hayatına başlayan ve sahipliğini Teoman Civelek’in yaptığı Ankara merkezli Mavi dergisi1209, ünlülerden yazı veya şiir isterken yazarların siyasal-sanatsal görüş farklılıklarını çok dikkat etmeyen eklektik bir yapıya sahiptir. Dergi bu haliyle bir “yamalı bohçaya” benzemektedir1210. 1954 yılına kadar edebiyat dünyasında adından çok fazla söz ettirmeyen dergi, o yıl içinde piyasaya çıkan Attilâ İlhan’ın “Sokaktaki Adam” romanını eleştiren bir yazı yazan Ahmet Oktay’ın sayesinde edebiyat ortamında konuşulmaya başlanmıştır. Ahmet Oktay, Mavi dergisinde yayımlanan, “Kendi Kendisiyle Çelişen Yahut Sokaktaki Adam’a Dair1211” başlıklı yazısında Attilâ İlhan’ın romanının sosyal gerçekçi bir

1207 Oktay, a.y. 1208 Sönmez, A’dan Z’ye Sait Faik, s.49. 1209 Mavi dergisi’nin Türk edebiyatına etkisiyle ilgili şu iki kaynağa bakılabilir: Sarmaşık, Attilâ İlhan :Açtırma Kutuyu!/Röportajlar-1 (1946-1983) (içinde), s.343-348.; Soruşturma: 30 Yıl Sonra (1952-1982) Mavi Dergisini ve Mavi Hareketini Nasıl Değerlendiriyorsunuz?, a.g.e., s.349-356. Soruşturmaya Tevfik Akdağ, Bekir Çiftçi, Orhan Duru, Yılmaz Gruda, Attilâ İlhan, Tarık Dursun K., Özdemir Nutku, Demir Özlü katılmıştır. 1210 Oktay, Gizli Çekmece, s.224. 1211Ahmet Oktay, Mavi dergisindeki yazının 1 Mayıs 1954 tarihli on sekizinci sayısında yayımlandığını belirtmektedir. Bkz.: Cengiz, a.g.e., s.20. Öztürk Emiroğlu, yazının derginin on

243 roman olmadığını öne sürmüştür. Ahmet Oktay’a göre Attilâ İlhan’ın görüşleriyle romandaki Hasan gibi menfi tiplerin yer bulabilmesi arasında bir tezat vardır. Oktay yazısında, sosyal realist bir sanatçının eserlerinde karamsarlık ve ümitsizlik yerine, iyi işler yapan müspet tipler oluşturulması gerektiğine vurgu yapmıştır1212. İlhan da hemen bu yazıya yine Mavi dergisinin bir sonraki sayısında yayımlanmak üzere bir mektupla cevap vermiştir. Bu mektupta İlhan, Ahmet Oktay’ı “aktif realistlikle” suçlamaktadır. İlhan, Ahmet Oktay’ın aceleci ve dikkatsiz olmasından dolayı romanda üzerinde durulan konuyu iyi anlamadığını da belirtir1213. Attilâ İlhan’ın imzasının Mavi dergisinde görülmesi, dergisinin geleceği için hem edebî hem de ticari tasarılar yapılmasına yol açmış, bir iş dolayısıyla Ankara’dan İstanbul’a gelen Ahmet Oktay, Attilâ İlhan’ın Şişli’deki evine giderek burada onunla uzun uzun sohbet edip Mavi dergisini nasıl daha toplumcu bir dergi haline getirebileceklerini konuşmuştur1214. Bu konuşmada derginin “sosyal realist” bir çizgi izlemesi ve imgeci bir sanatı savunması konusunda Attilâ İlhan ile görüş birliğine varmışlardır1215. Görüşmeyle ilgili Attilâ İlhan’ın değerlendirmesi dikkat çekicidir: “Mavi bundan sonra gerçek kimliğini kazandı, rastgele bir ‘heveskâr’ dergisi olmaktan çıkıp şimdi onu edebiyat tarihine yerleştiren fonksiyonu görmeğe koyuldu.1216” Attilâ İlhan, özellikle Baylan Pastanesi çevresinde toplanan gençlerle birlikte dergiyi yazı ve şiirleriyle uzun süre desteklemiştir. Mavi dergisi, ilk çıktığında herhangi bir grup veya kişiyle edebiyat kavgasına girmeyeceğini beyan etmesine rağmen, Attilâ İlhan’ın saflarına katılmasıyla birlikte Garip hareketine karşı eleştirel yöneltmeye başlamış, daha sonra da Hisar dergisiyle de tartışmaya girmiştir1217. Mavi dergisi etrafında toplanan genç şair ve yazarların temel tezi, mevcut edebiyatın Sait Faik dışında tükenmiş ve işlevsizleşmiş bir edebiyat olduğudur. Edebiyatın yeni bir soluğa, “ biçim ve biçeme” ihtiyacı vardır1218.

dokuzuncu sayısında yayımlandığını belirtmektedir. Bkz.: Dr. Öztürk Emiroğlu, Türkiye’de Edebiyat Toplulukları, 2.bsk., Ankara, Akçağ Yayınları, 2003, s.173. 1212 Emiroğlu, a.g.e., s.173. (208. dipnot) 1213 Detaylı bilgi için bkz.: “Attilâ İlhan’ın Cevabı”, Mavi, No:20 Haziran 1954, s.4. 1214 Cengiz, a.g.e., s.20. 1215 Oktay, Gizli Çekmece, s.224. 1216 Attilâ İlhan, “Mavi”, Varlık, no:679, Ekim 1966, s.4. 1217 Emiroğlu, a.g.e., s.174. 1218 Cengiz, a.g.e., s.24.

244 Kendilerine “Maviciler” ismi verilen kişilerin, Baylan mahfiline Ankara’dan gelerek dâhil olmaları, kurulmak istenen yeni edebiyatın Baylan’da temellendirilmesine, dergide işlenecek görüş, fikir ve eserlerin burada sohbet ve tartışmalarla oluşturulmasına yardımı olmuştur. Attilâ İlhan’ın kendi kuramını açıkladığı yazıları ve Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Tarık Buğra gibi devrin hâlâ eser veren bazı edebiyatçılarının Mavi dergisinde henüz ilk eserlerini veren genç yazarlar tarafından kıyasıya eleştirilmeleri, birçok kesim tarafından şiddetle tenkit edilir. Hisar dergisinin yazı kadrosu içinde görülen İlhan Geçer, Mehmet Çınarlı gibi isimler başta Attilâ İlhan’ın kurmak istediği “sosyal realizm” anlayışının problemleri yönlerini kendilerine göre eleştirmiş, daha sonra da derginin genel çizgisiyle ilgili görüşlerini kendi yayın organlarında dillendirmişlerdir1219. Attilâ İlhan, bu tartışmalardan iki önemli sonuç alındığını iddia etmektedir. Birincisi Garip’in şiir saltanatı “tekerlenmiş”, şiirden sürülen imge itibarını yeniden kazanıp Türk şiiri gerçek eksenine yeniden oturmuştur. Bunların ikincisi ve İlhan’a göre en önemlisi ise, Atatürkçülüğün ulusal toplumcu bir hareket için gayet elverişli bir temel teşkil ettiğinin anlaşılmasıdır1220. Ahmet Oktay ile yaptığımız görüşmeden öğrendiğimize göre Baylan’da şairler şiirlerini, hikâyeciler de hikâyelerini mahfilde toplananlara okumuşlardır. Bunun yanı sıra belirli bir teorik çerçeve üzerinden bir eleştirel mekanizma oluşturulduğu söylenemez1221. Aynı meseleler etrafında düşünen, edebiyatın belli bir bölümüne karşı çıkan insanlar, bir görüş birliğine Baylan’da sahip olmuştur. Marksizm ve egzistansiyalizm arasında gidip gelen edebiyatçı ve sanatçıların katılımıyla, edebiyatımızın sonraki yıllarında oluşacak temaların pek çoğu Ahmet Oktay’a göre Baylan mahfilinin müdavimleri tarafından oluşturulmuştur. Baylan, “bunaltı edebiyatının” kurulup kurgulandığı, Marksist görüşe yakın kişilerin birbirlerine destek olduğu ve beslendiği bir merkez olarak da önemli bir mekândır. Baylancılar, biraz da tesadüflerin etkisiyle kendilerine yürüyebilecekleri bir edebiyat yolu açmaya çalışmışlardır.

1219 Tartışmaların seyri için bkz.: Emiroğlu, a.g.e., s.174-179. 1220 Seyda, Edebiyat Dostları, s.278. 1221 Ahmet Oktay ile 13.12.2010 tarihinde yapılan görüşme.

245 Salâh Birsel, Baylan’da Attilâ İlhan’ın çok fazla etkisinin olduğunu, onun çevresinde toplanan gençlerin İlhan’ın eserlerini “ezberleyecek” kadar onu değerli bulduklarını yazmaktadır. Ayrıca Baylancılar’ın burada Attilâ İlhan’ın başkanlığında birkaç kez de kurultay niteliğinde toplantılar yaptıklarını, bu toplantılarda da genellikle sosyal gerçeklik konusunun ele alındığını belirtmektedir1222. Baylan Pastanesi, mahfile devam eden insanların ikinci adresi gibi olmuştur. Ülkü Tamer, “Yaşamak Hatırlamaktır” isimli eserinde belirttiğine göre, günün birinde Demirtaş Ceyhun’a bir mektup yollamaları gerekmiş, zarfın üstüne “Demirtaş Ceyhun, Baylan Pastanesi’nde Müşteri, Galatasaray” yazıp bunu postalamışlar. Mektup ertesi sabah Demir Özlü’nün eline geçmiştir1223. Baylana devam eden bazı isimler 2 Nisan 1956 tarihinde, Tepebaşı’ndaki Dram Tiyatrosu’nda Türk Edebiyatçılar Birliği’nin düzenlediği şiir ve müzik toplantısını sabote etmek amacıyla bir protesto tertiplemiştir. Ahmet Oktay, siyasal öngörüleri ve doğrultuları bulunmayan protestocuların gerçekleştirdiği bu olayın son derece masum bir edebî protesto olduğu kanaatindedir1224. Hasan Pulur, bu protesto eyleminin sebebini şöyle anlatmaktadır: “ Onlar eski kuşak, yazdıkları eskimiş. Behçet Kemal Çağlar, kendi kendine ‘milli şair’ unvanını takmış. Nereden ‘milli şair’ oluyor, biz ‘gayr-ı milli şair miyiz’ diye konuşuyorduk aramızda. Onların tarzlarına ve edebiyat anlayışına tepkiliydik. Mesela onlar, ‘Sanat, sanat içindir.’ Diyorlardı, biz de ‘Hayır, sanat toplum içindir.’ diyorduk.1225” Protestonun tertip komitesinde Asaf Çiyiltepe, Hasan Pulur, Kıl Güngör, Bağırsak Süha, Cemal Hoşgör, Fikret Hakan, Demirtaş Ceyhun vardır. Hasan Pulur, Baylan’da Demirtaş Ceyhun ve diğerleriyle buluşup daha sonra da yakın bir yerde olan fasulyeciye gittiklerini, kendi deyimiyle “ örgüt”e orada da katılımların olduğunu, daha sonra da hep birlikte Dram Tiyatrosuna doğru yola çıktıklarını belirtmektedir. Cemal Hoşgör, protesto için “Dürüt erleri hoş geldiniz!” şeklinde pankartlar hazırlamış, Bağırsak Süha ise borozanıyla gelmiştir1226. Genç kuşak edebiyatçıların hemen hiç sevmediği Behçet Kemal Çağlar kürsüdeyken “yuh”

1222 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.215. 1223 Ülkü Tamer, Yaşamak Hatırlamaktır: Anılar Kitabı, 2. bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, s.156. 1224 Oktay, Gizli Çekmece, s.203. 1225 Sefa Kaplan, a.g.e., s.37-38. 1226 Sefa Kaplan, a.g.e., s.38.

246 sesleri ortalığı tamamen karıştırmıştır. Onlar için bu gece, protestoları sebebiyle emniyette bitmiştir1227. Bu protesto hareketi, Baylan mahfiline devam eden gençlerin “kendinden önceki kuşağı” beğenmediklerini belgeleyen önemli olaylardan biridir. Dikkat çekici bir ayrıntı ise bu protesto hareketinin Ahmet Oktay’ın ifadesine göre kendiliğinden gelişmiş olması ve Baylan mahfilinin önemli isimlerinin bu eylemde aktif rol almamış olmasıdır. Bu yüzden, bir karşı-kanon kurma çabalarının temellerini oluşturması mümkün gözüken bu protesto eylemi, mahfilin önemli isimleri tarafından geniş katılımlı bir biçimde desteklenmemesi sebebiyle bir nevi asayişi bozucu polisiye bir hareket seviyesine inmiştir. Hadisenin süreli yayınlardaki veriliş biçiminin de etkisi olmakla birlikte bu protesto eylemi, “köklü” bir karşı-kanon hareketinin ortaya çıkmasına imkân vermemiştir. Ahmet Oktay bu protesto olayından yola çıkarak genç kuşağın “yazınsal iktidarı” sonunda değiştirdiğini ama daha önce de asıl değiştirilmesi gerekeni, yani edebiyatı değiştirdiğini ve bu olayın da bu büyük süreçteki sadece bir “anın adı” olduğunu iddia eder1228. Protesto hareketi, aslında edebî iktidarı elinde bulunduran devrin güçlü kesimlerine karşı hazırlıksız yapılan eylemlerden ilki olması bakımından önemlidir. Protesto sırasında açılan “Dürüt erleri hoş geldiniz!” şeklindeki pankart, aslında görece bir biçimde yeniyi temsil etmesine rağmen, dile halkın anlayamayacağı aşırı “Öztürkçeci” müdahaleler yapan başta Nurullah Ataç olmak üzere o anlayışı temsil eden kesime bir tepkidir. Baylan’da sadece sanatçılar değil “sivil polisler” de bulunmuştur. Mekânın, solcuların toplantı yeri olduğuna yönelik ihbarların artması, görevlilerin burayı gözetlemesine sebep olmuştur. Bunda Attilâ İlhan’ın başkanlığında yapılmış bir kurultayda, Attilâ’nın etrafını doldurmuş genç yazarlara dönerek, “Biz sosyalistiz arkadaşlar.” diye bağırmasının da etkisi olmalıdır1229. Bu durum, bir edebiyat mahfilinde toplanan kişilerin siyasi görüşleri sebebiyle kontrol altında tutulduğunu da göstermektedir.

1227 Salâh Birsel, bu protesto eylemini Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu isimli eserinde anlatmıştır. Eserin “Matineciler” bölümü bu protestonun hikâyesidir. Bkz.: Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s. 218– 224. Ayrıca bkz. Sefa Kaplan, a.g.e.,s. 38-42. 1228 Oktay, Gizli Çekmece, s.203. 1229 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.215.

247 Baylan Pastanesi, bir mahfil olarak en önemli yıllarını 1950’li yılların ortasından, 1960’lı yılların ilk yarısına kadar yaşamıştır. Nitekim Demir Özlü, Salâh Birsel’in verdiği bilgiye göre “Yaşamak, daha iyi, daha bohem bir yaşam sürmek ön plana geçmişti. Öyle ki, artık 1960’dan sonra Baylan’da sanat ve edebiyattan söz açanla alay edilirdi.1230” diyerek mahfilin sona erdiğini belgelemektedir. Mahfilin en yoğun yıllarından sonra çeşitli sebeplerle sanatçı ve edebiyatçıların ilgisini kaybetmesi ve pastanenin 1967’de kapanmasıyla buradaki toplantılar da sona ermiştir.

2. 4. BAR-MEYHANE 2. 4. 1. LAMBO’NUN MEYHANESİ

Beyoğlu’nda, bar ve meyhaneleriyle ünlü Nevizade Sokağı’nda yer alan Lambo’nun Meyhanesi, Metin Eloğlu’nun tasvirine göre “üç iskemleli, bir buçuk metrelik çinko tezgâhlı, loş, 6–7 kişinin güçbelâ sığabileceği”1231, “tramvay sahanlığını andıran”1232 bir mekândır1233. Müdavimlerine göre “şirin” ve “sevimli” bir yer olan mekâna, yine müdavimlerince “Alaylılar Akademisi1234” ismi verilmiştir. Lambo’nun Meyhanesi’ni bir edebiyat mahfili haline getiren kişi, bu tür yerleri çok fazla seven Orhan Veli’dir. Onun İstanbul’da yaşadığı zamanlarda vaktinin çoğunu burada geçirmesi, şair ve yazar arkadaşlarının onun görmek için bu meyhaneye gelmelerine, dolayısıyla burada bir edebiyat mahfilin oluşmasına vesile olmuştur. Nitekim Rıfat Ilgaz bu durumu, “Orhan Veli’nin Türk edebiyatına olmasa da Türk edebiyatçılarına armağan ettiği bir köşeydi Beyoğlu’nda, Lambo’nun Meyhanesi1235” cümlesiyle ifade etmiştir. Nuri İyem de mekânın çekiciliğinin Orhan Veli ile başladığını belirtmektedir1236. Mücap Ofluoğlu ise Orhan Veli ile Lambo’da

1230 Birsel , a.g.e., s.228. 1231 Eloğlu, İçli Dışlı: Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, s.134. 1232 Eloğlu, a.g.e., s.161. Mekânla ilgili bir hikâyesi de bulunan Naim Tirali’ye göre Lambo, “bir tarmvay sahanlığından çok da büyük olmayan” bir dükkândır. Bkz.: Naim Tirali, Aşk Dediğin (içinde), İstanbul, Cem Yayınevi, 1988, s.150. 1233 Afif Yesari, 16 Nisan 1983 tarihinde mekânın özelliklerini şöyle hesaplamış: “Genişliği 4.5 adım, uzunluğu 6 adım, yüksekliği 2.5 metre.” Bkz.: Afif Yesari, “Evvel Zaman İçinde: Lambo’nun Meyhanesi”, Somut, y.3, No:54, 12 Ağustos 1983, s.7. 1234 Yesari, a.y. 1235 Ilgaz, a.g.e., s. 188. 1236 Nuri İyem, “Anılarla Eski Beyoğlu”, Milliyet Sanat, no: 457, 1 Haziran 1984, s.19.

248 sohbet etmenin, onunla vakit geçirmenin anlamını şöyle anlatmaktadır: “Orhan hep aranırdı, onunla olmak, içki içmek, günün sanat olaylarını değerlendirmek keyifli ve ilginç bir gün geçirmek anlamı taşırdı.1237” Orhan Veli’nin sıklıkla uğradığı mekânın sahibiyle geliştirdiği ilişki, sıradan bir müşteri-iş yeri sahibi ilişkisini aşmıştır. Lambo’nun sahibi Lambo Çolakoğlu, iş yerini bir edebiyat merkezi hâline getiren kişi ile ilgili dikkat çekici şu ifadeleri kullanır: “Orhan Veli’yi ne vakit tanıdığımı hatırlamıyorum. Dükkânıma ilk defa geldiği zaman onu çok zamandır tanıyormuşum gibi oldum. Edası ve tavrı ölçülüydü…O günden başlayarak hayatının son günlerine kadar hep bana uğradı ve birçok arkadaşını tanıttı. O sevindiği zaman ben de sevinirdim. Üzülünce benim de canım sıkılırdı.1238” Mücap Ofluoğlu, mekânın sınıfsız bir yer olduğunu, bu yüzden de burada aktörden tutun da fırıncıya kadar hemen her sosyal tabakadan insana rastlanabileceğini belirtmektedir1239. Bu durum, mekânın müdavimlerinin de çeşitli ilgi, kültür ve ekonomik duruma sahip bireylerden oluştuğunu göstermektedir. Mekânın müdavimleri arasında Orhan Veli, Mücap Ofluoğlu, Sadri Alışık, Kemal Edige, Can Peker, Salih Tozan, Leylâ Erbil, Ercümen Behzad Lav, Nuri İyem, Fikret Ürgüp, Halim Uğurlu, Abbas Sayar, Fikret Andoğlu, Limasollu Naci, Mehmet Ali Ermiş, Ferdi Tayfur, Fahir Aksoy, Rıfat Ilgaz1240; Selahattin Hilav, Cahit Irgat, Sabri Altınel, Sait Faik, Fahir Onger, Nuri İyem, Ferruh Başağa1241; Metin Eloğlu, Mehmed Kemal1242; Can Yücel1243; Mim Uykusuz, Sait Maden, Suavi Koçer, Mümtaz Ener, Muazzez Arçay, Haluk Yetiş, Münir Özkul1244; Macit Cevat1245; İlhami Güneysu1246; Kemal Edige, Ceyhun Atuf Kansu, Ahmet Muhip Dıranas,

1237 Dikeç, a.g.e., s.103. 1238 Durbaş, a.g.e., s.205. 1239 Mücap Ofluoğlu, Bir Avuç Alkış, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1985, s.117. 1240 Eloğlu, a.g.e., s.161. 1241 Seyda, a.g.e., s.245. 1242 Mehmed Kemal, Acılı Kuşak, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1977, s.261. 1243 Ilgaz, Yokuş Yukarı, s. 127. 1244 Yesari, a.y. 1245 Macit Cevat, “Lambo’da Yarım Kalan Şarap”, SEK–1, 1976, s.34. 1246 Sema Rifat, Selahattin Hilav ve Paris Mektupları, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s.48.

249 Orhan Murat Arıburnu, Lütfü Özkök, Sadri Alışık, Fahir Onger1247; Ömer Faruk Toprak’ın1248 isimleri dikkati çekmektedir. Orhan Veli, bazen burada şiirlerini de yazmış kimi zamansa Nahit Hanım’la burada buluşarak sohbet etmiştir. Meyhanede hemen her konu konuşulmuş, isteyenler şiirlerini, isteyenler hikâyelerini okumuştur. Afif Yesari, Lambo ile ilgili anılarından bahsettiği yazısında buranın “akademi niteliğinde” ve “çok sanat havalı bir yer” olduğunu yazmaktadır1249. Mekânın müdavimlerinden biri olan Macit Cevat’ın hatıraları, Lambo’da nelerin nasıl konuşulduğunu aydınlatmaktadır. Burada şaraplar yudumlanırken, şiirler okunur, beğenilen şiirlerden bazıları da mekânın duvarına asılırmış1250. Mekânın duvarına beğenilen şiirlerin asılması, mahfil müdavimlerinin beğeni anlayışlarını da ortaya koymaktadır. Müdavimlerin şiir anlayışlarına göre oluşan bu seçme kıstası, aslında mahfili yönlendiren itici bir güç olarak da yorumlanmalıdır. Çünkü eseri seçilen şair, diğer şairlerden hiç değilse o gün için bir adım öne çıkmış kabul ediliyordu. Sema Rifat, mekânın müdavimlerinden İlhami Güneysu’dan aktardığı bilgilerle, buradaki sanat-edebiyat sohbetlerinin niteliğini daha da aydınlatmaktadır. Mahfildeki kişilerinin birbirlerini “Dikkat et, karşındakinin elinde şu kitap var, ona göre konuş.” şeklinde uyarmaları, müdavimlerin bazı konularda önceden hazırlık yaptığını gösteren bir ipucudur1251. Naim Tirali, anılarından yola çıkarak yazdığı “Lambo’nun Meyhanesi’nde1252” isimli hikâyesinde, burada yaşanan bir sanat tartışmasını anlatır. Kurmaca bir metnin imkânları nisbetinde tartışmanın seyrini şöyle özetlememiz mümkündür: İki şair ile bir fıkra yazarı sohbet ederlerken masada sesler yükselmiştir. Herkes hararetli tartışmanın sebebini merak eder ve ister istemez tartışmanın olduğu masaya döner, Orhan Kemal”in üstüne hikâyeci tanımayan aktörün şiirleri vardır ve epey sinirlidir. Fıkra yazarı, hiç de onunla aynı fikirde değildir. Ona göre asıl

1247 Dikeç, a.g.e.,s.103- 104. 1248 Toprak, a.g.e., s.135. 1249 Yesari, a.y. 1250 Cevat, a.y. 1251 Sema Rifat, Selahattin Hilav ve Paris Mektupları, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006, s.50. 1252 Naim Tirali, Aşk Dediğin , İstanbul, Cem Yayınevi, 1988, s.150.-154.

250 hikâyeci “Sait Faik”tir. Meyhanedeki diğer edebiyatçılar da tartışmaya dâhil olur. Bu sırada bir avukat söze karışır ve dili döndüğünce meramını anlatmaya çalışır fakat bazı aykırı sözler de söyler. Avukat, Sait Faik’in Türkçe’yi bilmediğinden, gramer ve söz dizimi yanlışlarından bahseder. Orhan Kemal’i savunan şair, ayağa kalkar. Avukatın üzerine yürüyüp ona bir tokat atar. Lambo, kavga edenlerin arasına girer. Şair, “Herkes kendi işine baksın, sen kimsin de Sait Faik’i eleştirme yetkisini kendinde buluyorsun.” sözleriyle avukatı azarlar. Avukat ve eleştirmen arkadaşı, kendilerini bir anda dışarıda bulur. Mücap Ofluoğlu, Lambo’nun eli para gören insanların zamanla buraya gelmeye başladığını, burada ünlü sanatçılarla sohbet ettiklerini belirtir. Bazı ünlü müdavimlerin özel mektupları da buraya gelmiştir1253. Mekânın müdavimlerinden olan Ömer Faruk Toprak “Duman ve Alev” adlı anı kitabında, Orhan Veli ile burada edebiyat sohbetleri yaptıklarını yazmıştır. Toprak, Ant dergisinde Orhan Veli’nin “Kızılcık” başlıklı şiirini “tekerleme niteliğinde” olduğunu belirterek eleştirmiş, Orhan Veli de bu eleştiriye alınmıştır. Toprak, sohbet sırasında onun şiirinin formalist bir şiir olduğu için halktan uzaklaştığını iddia etmiş, Orhan Veli de bu eleştireye “Benim şiirim de toplumcu, benim şiirim de oraya varacak.” diyerek karşılık vermiştir1254. Mekânın uzun süre sanatçıların buluşma, sohbet ve zaman geçirme mekânı olmasında Lambo’nun bu tavrının da etkisi vardır. Mahfil, Orhan Veli’nin vefatıyla büyük oranda eski canlılığını kaybetmiştir. Bu sebepten mekânı kapatan Lambo, ortağıyla birlikte burada 1971 yılında kadın ayakkabısı satan bir dükkân açmıştır1255.

2. 4. 2. KULİS BAR

Galip San’ın sahibi olduğu1256 İstiklâl Caddesi’ndeki Atlas Pasajı’nın içinde, Küçük Sahne’nin girişinde yer alan, 1951’de bir restoran bar olarak hizmete açılan Kulis Bar, Ahmet Oktay’ın “Gizli Çekmece” isimli kitabında verdiği bilgiye göre

1253 Dikeç, a.g.e., s.104. 1254 Toprak, a.g.e., s.136. 1255 Yesari, a.y. 1256 Baştunç, a.g.e., s.82.

251 “aydınlık, temiz, şirin1257” bir yerdir. Kulis’te gazeteci, aktör, artist, aydın, ressam, heykeltıraş, karikatürist, şair ve yazarlar bir araya gelip kültür, sanat ve edebiyat sohbetleri yapmıştır. Ahmet Oktay, müdavimlerinin çok ve çeşitli olmasından dolayı Kulis’i “karışık bir yer” olarak nitelemektedir1258. Bu karışıklık dolayısıyla Ahmet Oktay Kulis’i Babil Kulesi’ne benzetmektedir1259. Ahmet Oktay ile yaptığımız görüşmede, onun bu karışıklığı mekân anlamında belirginleştiren bir unsur olarak şairlerin karşısında tiyatrocuların yer alıyor olmasını göstermesi dikkat çekici bir ayrıntıdır1260. Kulis Bar, müdavimlerinin fazlalığı ve bunların yaptıkları işlerin çeşitliliği bakımından en zengin yerlerden birdir1261. Buraya en fazla “tiyatrocular” ile “edebiyatçılar” devam etmiştir1262. Demir Özlü’nün verdiği bilgiye göre müdavimler özellikle “akşamüzeri” ve “akşam yemeği vakti” mekânı “tıklım tıklım” doldururmuş1263. Kulis’e devam etmiş olan edebiyatla ilgisi olan isimler şöyledir: Cahit Irgat, Özdemir Asaf, Sait Faik, Sabahattin Kudret Aksal, Demir Özlü1264; Asaf Çiyiltepe, Ümit Yaşar, Ahmet Oktay1265; Aydın Boysan, , Bilgesu Erenus, Cengiz Tuncer, Cevat Şakir, Demirtaş Ceyhun, Doğan Hızlan, Haldun Taner, Kemal Tahir, Leyla Erbil, Necati Cumalı, Oğuz Atay, Orhan Duru, Recep Bilginer, Salim Şengil, Tarık Buğra, Tarık Dursun K., Yaşar Kemal, Attilâ İlhan, Can Yücel, Cemal Süreya, Cevat Çapan, Edip Cansever, Hilmi Yavuz, İlhan Berk, Melih Cevdet Anday, Metin Eloğlu, Müştak Erenus, Nevzat Üstün, Onat Kutlar, Sabahattin Batur, Turgut Uyar,

1257 Oktay, Gizli Çekmece, s.92. 1258 Ahmet Oktay ile 13.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1259 Cengiz, a.g.e., s.148. 1260 Ahmet Oktay ile 13.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1261 Pek çok müdavimi olan Kulis’in işletmecisi Jorj isimli biridir. Mekânın tam olarak ne zaman açıldığını ve kapandığını tespit etmemiz mümkün olmadı. Ahmet Oktay, 1988’li yıllarda Jorj’un Nişantaşı’nda aynı adla bir yer açtığının bilgisini vermesinden yola çıkarak mekânın 1980’li yılların ortasından sonra kapanmış olması tahminini yürütmemiz mümkündür. Bkz.: Cengiz, a.g.e., s.149. 1262 Oktay, Gizli Çekmece, s.92. 1263 Özlü, Kentler, Kadınlar, Yazarlar, s.22. 1264 Özlü, a.g.e., s.22. 1265 Oktay, Gizli Çekmece, s.92.

252 Ülkü Tamer, Mina Urgan, Sabahattin Eyüboğlu1266; Mehmed Kemal, Fikret Âdil1267; Adalet Cimcoz, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Zahir Güvemli1268; Halit Çapın1269 . Kulis’te de sanat-edebiyat tartışmaları hiç eksik olmazmış. Fethi Naci, Edip Cansever ile ilgili anılarında, onunla Kulis’te yaşadıkları bir tartışmayı anlatmaktadır. 1960’ların ilk aylarında Nâzım Hikmet’in şiirleri “Yön” dergisinde yayımlanmaya başlamıştır. Edebiyat ortamını hareketlendiren bu gelişme, bazı kesimlerce hoş karşılanmamakla birlikte Nâzım’ın görüşlerini paylaşanlarda da tedirginlikler yaşanmaktadır. Birtakım şairler, Nâzım’ın tekrar edebiyat ortamına çıkmasından memnun değildir. Fethi Naci de “Yön” dergisinde bu tür düşünceleri eleştiren “Nâzım Hikmet Tedirginliği1270” başlıklı bir yazı yazar. Bu yazıda Edip Cansever’e de göndermeler vardır. Yazının yayımlanmasından sonraki bir günde Kulis’te toplanıldığını hatırlayan Fethi Naci, masada kendisinin dışında Edip Cansever, Nuri Akay, Selâhattin Hilav ve bir iki kişinin daha bulunduğunu, bunların da şiir üzerine sohbet ettiklerini “Anılar Kitabı” isimli eserinde yazmaktadır. Edip Cansever, konuşmasında sözü Nâzım Hikmet’in şiirlerine getirir. Cansever, konuşmasının ilerleyen dakikalarında Nazım Hikmet’in “vasat bir şair” olduğunu iddia eder. Fethi Naci, bu sözlere daha fazla tahammül edemez ve Cansever’e, “Nâzım vasat şairse sen de cüce şairsin!” şeklinde karşılık verir. Bu tartışma sonucu Fethi Naci ve Edip Cansever iki yıl dargın kalır1271. Kulis Bar’ın müdavimi çok olduğundan, pek çok insan burada “yeni yeni dostlar” edinmiştir1272. Hemen her türlü sohbetin yapıldığı, konuların konuları açtığı Kulis, “diploma dağıtmayan bir üniversiteye” benzemektedir. Onun bu özelliği, buraya sanat ve edebiyat alanında bir şeylerin farkına varmış olan insanları çekmiştir. Ama buranın müdavimlerinin birkaçı dışında Kulis’te nelerin konuşulduğuna dair yazılarının olmaması da dikkat çekici bir durumdur. Mehmed Kemal, mekânın diğer mekânlardan farkını, “Ağırlığı, denetimi, düzeni vardı.” cümlesiyle ortaya çıkarır1273.

1266 Keskiner, Çiçek Gibi, s.111. Keskiner, aynı eserde Kulis’e gelenlerin hemen hepsini yazmıştır. Biz, bu isimlerden sadece edebiyatla direkt ilgili olanlarını yukarıya aldık. 1267 Mehmed Kemal, Denemeler Elemeler, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1997, s.126. 1268 Dikeç, a.g.e., s.210- 213. 1269 Dikeç, a.g.e., s.214. 1270 Fethi Naci, “Nazım Hikmet Tedirginliği”, Yön, y.4, No:109, 30 Nisan 1965, s.14. 1271 Fethi Naci, Anılar Kitabı, İstanbul, Sel Yayıncılık, 2009, s.195. 1272 Keskiner, Çiçek Gibi, s.107. 1273 Kemal, a.g.e., s.126.

253 Kulis’e devam etmiş isimlerden Ahmet Oktay, buranın bir edebiyat mahfilinin bütün özelliklerine sahip olmadığını belirtmektedir1274. Ancak buranın hemen bütün müdavimlerinin listesini yapan Arif Keskiner, Kulis’i anlattığı satırlarda burayı bir “uğrak yeri” olarak nitelemektedir1275. Burada toplanan çok sayıdaki edebiyatçının, uzun yıllar devam eden çeşitli konulardaki sohbetlerinde, edebiyat konularına da yer vermesi, mekânda edebiyat tartışmalarının yapılması, ayrıca mekânın kültür-sanat mahfili niteliği, Kulis’in bir edebiyat mahfili olabileceğini de düşündürmektedir.

2. 5. LOKANTA VE RESTORANLAR 2. 5. 1. BACI RESTORAN

Beyoğlu’ndaki Baro Han’ın tam karşısındaki sokağın içinde bulunan Bacı Restoran, 1950’li yıllarda kadınların ve genç kızların da rahatça gidebildiği, sinema sanatçılarıyla bohem sanatçı ve yazarların çok fazla sevdiği bir sohbet mekânıydı1276. Mekânın duvarlarını hasırlar ile Güzel Sanatlar Akademi’si öğrencilerinin yaptığı resimler ve şiirler süslermiş1277. Bacı’ya devam edenlerin isimler şöyledir: Demir Özlü, Yalçın Çetin, Sinan Tonguç, Ferit Öngören, Arif Damar, İsmet Sungurbey, Asım Bezirci, Hilmi Yavuz, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Oğuz Atay, Turgut Uyar, Cemal Süreya, Ege Ernart, Hayalet Oğuz, Tuncel Kurtiz, Engin Ertem, Can Ok, Ayberk Çölok, Erdoğan Tokatlı, Edip Cansever, Fethi Naci1278; Fikret Hakan1279; Muzaffer Buyrukçu, Orhan Kemal1280; Ahmet Oktay1281.

1274 Ahmet Oktay ile 13.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1275 Arif Keskiner buranın bir uğrak yeri olduğunu eserinde şöyle dile getirmektedir: “Aktörler, artistler, aydınlar ve önemli sanatçıların uğrak yeriydi Kulis.” Bkz.: Keskiner, Çiçek Gibi, s.106. 1276 Özdemir Kaptan Arıkan, “Meyhaneler, Tavernalar, Eski ve Yeni Günler Üzerine”, İstanbul’da Zaman (içinde), (Yay. Haz. Tomris Uyar-Sırma Köksal), Büke Yayınları, İstanbul, 2000, s.132. 1277 Arıkan, a.y. 1278 Keskiner, Çiçek Gibi, s.89–90. 1279 Keskiner, a.g.e., s.87. 1280 Muzaffer Buyrukçu, “Orhan Kemal’le Gittiğimiz Meyhaneler”, Milliyet Sanat, No: 379, 1 Mart 1981, s.29. 1281 Cengiz, a.g.e., s.31.

254 Bacı’da Fikret Hakan, Demirtaş Ceyhun, Şükran Kurdakul, Fethi Naci, Edip Cansever ve Yüksel Arslan bir masada sohbet etmiştir. Buraya ilk defa gelen Arif Keskiner, masadakilere “genç bir şair” şeklinde tanıtılmıştır. Masadakiler ondan bir şiirini okumasını istemiştir. Arif Keskiner de kendi yazdığı bir şiirini okumuştur. Şükran Kurdakul, bu genç şairin şiirini beğenmez. Kurdakul, okunan şiirini eleştirir ve Arif Keskiner’in şiiri bırakmasını ifade eder. Henüz çok genç bir şairin, belki de ilk defa karşılaştığı ve hemen hepsinin edebiyat ve sanatla kendisinden fazla ilgisi olan bu insalardan aldığı eleştiriler, onun şiirde karar kılmasını engellemiştir. Arif Keskiner de bu eleştirinin kendisi için olumsuz etkisini yıllar sonra bir vesile ile Şükran Kurdakul’a olayı hatırlatarak söylemiştir. Mahfil toplantılarında okunan şiirler üzerinde sadece olumsuz ve yıkıcı eleştiriler de yapılmaz. Masada oturan Edip Cansever, şiirini okuyan Arif Keskiner’in çok fazla eleştirildiğini ve bu eleştirilerin ilerde başına büyük sıkıntılar açacağını önceden görmüş gibi onun içindeki şiir sevgisinin yok edilmemesi ve şiire hevesli böyle gençlere sahip çıkılması gerektiğini söylemesi dikkat çekici bir ayrıntıdır1282. Mahfil toplantılarındaki eleştirilerde çeşitlilik görülmektedir. Bu yüzden de mahfillerde genellikle tek yönlü bir eleştiri anlayışına çok sık rastlanmaz. Eğer çeşitli sanat ve edebiyat anlayışlarına sahip şair ve yazarların bir araya geldiği bu tür toplantılarda tek ses duyulacak olursa mahfilin farklılıklara bakış açısı da tek yönlü olacaktır. Muzaffer Buyrukçu, Bacı’da bir araya gelenlerin çeşitliliğini ve özelliklerini anlatırken mahfilin atmosferini de şöyle tasvir etmektedir: “Bugünkü atılımcı sanat ve edebiyatımızın yetkin temsilcilerinin( o zaman yirmi- yirmi beş yaşındaydılar) Bacı’da otururduk. Kimse kimseyi beğenmezdi, herkes bir dâhi bir akım yaratıcısıydı ama işin garibi bir aradaydılar. Bireyci sanatla toplumcu sanatı savunan grupçuklar, birbirlerini çağdışı, bağnaz ve düşman ilan ettiklerinden, içkinin alevi beyinlerini kavurunca sözler, bakışlar, bardak fırlatmalarla sataşmaya koyulurlardı.1283” Mahfildeki edebiyat ve kitap sohbetleri de katılımcıların pek çoğuna fayda sağlamıştır. Çeşitli kitaplar, yazarlar, konular üzerinde süren sohbet niteliğini devam ettiren bu konuşmalar, konuşulan konuyla ilgili bilgisi olmayanlara bir metod, hiç

1282 Keskiner, Çiçek Gibi, s.92-93. 1283 Buyrukçu, a.g.y., Milliyet Sanat, No: 379, s.29.

255 olmazsa konuşulan konuyla ilgili bir ilginin oluşmasına hizmet etmiştir. Arif Keskiner’in bu mahfille ilgili anılarından öğrendiğimize göre Albert Camus’nün Veba adlı eseri mahfilde uzun uzun konuşulmuştur. Bu sohbet ile de yazar ve eserle ilgili hemen hiçbir bilgisi olmayan Keskiner, bu kitabı alıp okuma ihtiyacı hissetmiştir. Edebiyat mahfili bir anlamda katılımcılarını meraklandırır. Bu merak ise mahfil müdavimine çok farklı ufuklar açar. Mahfiller bu anlamda, öğrenmesini bilenler, bir şeyler öğrenmek isteyenler için açık kütüphanelere benzetilebilir. İçkili bir mekânda toplanan bir mahfilde çeşitli kavgaların da çıkması çok doğaldır. Bu tür kavgalar, mahfil mekânında köklü değişikliklere bile sebep olabilmektedir. Bacı’daki bir kavga sebebiyle mekânı terk eden müdavimler, başka yerlerde toplanmak zorunda kalmıştır1284.

2. 5. 2. CUMHURİYET LOKANTA VE MEYHANESİ

Beyoğlu’nda Balıkpazarı’ndaki Sahne Sokak’ta yer alan, eskiden iki katlı ve küçük bir mekân olan Cumhuriyet Lokantası, 1940 yılının ilk aylarında açılmıştır1285. Koço Afenduli isimli bir Rum’a ait olan ve meyhane olarak da bilinen mekân, İkinci Dünya Savaşı sırasında ünlenmiştir. Açıldığı ilk yıllarda fiyatları çok ucuz olduğundan hemen her kesimden akşamcının uğrayabildiği bir yer olan mekâna pek çok şair ve edebiyatçı gitmiştir. Açıldığı ilk yıllardan itibaren Orhan Veli’nin1286 sıklıkla uğradığı meyhaneye Sait Faik, Cihat Burak1287, Aziz Nesin, Kel Fehmi, Behçet1288; Suavi Koçer1289, Salâh Birsel1290; Halim Güzelson1291; Mücap Ofluoğlu, ressam Rasin Ersabük, Oktay Akbal, Recep Bilginer, Hıfzı Topuz, Ender Karay1292 gibi isimler devam etmiştir. 1990’lı yıllarda Ece Ayhan, İlhan Berk, İzzet Yasar, Lale Müldür, Mustafa Irgat,

1284 Keskiner, Çiçek Gibi, s.93. 1285 Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na, s.143. 1286 Birsel, Boğaziçi Şıngır Mıngır, s.402. 1287 Durbaş, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, s.159. 1288 Aziz Nesin, “Büyüklüğünü Bize Duyurmayan Yazar”, Milliyet Sanat, No:32, 11 Mayıs 1973, s.9. 1289 Cihat Burak, Yakutiler, İstanbul Yapı Kredi Yayınları, 2001, s.57. 1290 Birsel, “Beyoğlu Geceleri”, Milliyet Sanat, s.6. 1291 Birsel, Boğaziçi Şıngır Mıngır, s.402. 1292 Dikeç, a.g.e., s. 378.

256 Vivet Kanetti, Serhan Erözçelik, Haydar Ergülen de bir araya gelip edebî konular konuşmuştur1293. Cihat Burak’ın anlattığına göre 1947 yılında Sait Faik, Orhan Veli, Suavi Koçer, Sarsak Orhan, Kel Fehmi ve Hüseyin Güzelson bir masada otururken Cihat Burak, Sait Faik’in istediği üzerine yanında getirdiği bir yazısını masadakilere okumuştur. Burak, Sait Faik’in karşısında, yazarın kendi ifadesine göre acemice ve “tatsız tuzsuz” bulduğu bir hikâye olan Makam Otomobili’ni “heyecandan dudakları titreye titreye” okumuş, hikâyeyi dinleyenlerden Orhan Veli, yazıda geçen “sinemaki” kelimesinin otuz kırk kadar benzerini bir çırpıda sıralamıştır1294. İşin ilginç yanı ise yüksek sesle okunan bu hikâyenin, bir “siyasi beyanname” olduğunu sanan veya böyle olması gerektiğine kendini inandırmış art niyetli insanların ihbar etmesiyle sohbet devam ederken masaya birkaç polis memuru gelmiş, tahkikat için de masadakilerin hepsini karakola götürmüştür1295. Salâh Birsel, “Boğaziçi Şıngır Mıngır”da, bir gün Orhan Veli ve Halim Güzelson’un sohbet ettiklerini, bu sohbet sırasında Orhan Veli’nin mekâna girmeden önce arkadaşına okuduğu ve düşüncesini aldığı şiirde bazı düzeltmeler yapıp şiiri 16 dizeye indirdiğini yazar. Birsel’e göre fazlalıklarından arındırılan bu şiir, Orhan Veli’nin meşhur “Kapalıçarşı” şiiridir1296. Şiirin Varlık dergisinde 1 Mart 1947 tarihinde1297 yayımlandığı düşünülürse, sohbetin bu tarihe yakın bir zamanda yapıldığı sonucuna ulaşabiliriz. Başka bir gün burada Sait Faik, Aziz Nesin, Behçet ve Kel Fehmi edebiyat sohbeti yapmıştır. Aziz Nesin’in verdiği bilgiye göre sanat edebiyat sohbeti dönüp dolaşıp Sait Faik’in hikâyeciliği konusuna gelmiş, Behçet ve Kel Fehmi’nin eleştirileri git gide ağırlaşarak yergiye, sonra da Sait Faik’in eserlerine ve edebiyat anlayışına saldırıya ve onu aşağılamaya dönmüştür. Aziz Nesin, Sait Faik’in bir hikâyenin nasıl yazılması gerektiğini anlatan bu kişilere hiçbir cevap vermediğini belirtmektedir1298.

1293 Haydar Ergülen ile 13. 04. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 1294 Burak, a.g.e., s.58. 1295 Burak, a.g.e., s.58. Ayrıca bkz. Refik Durbaş, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, s.159. 1296 Birsel, Boğaziçi Şıngır Mıngır, s.402. 1297 Orhan Veli, Bütün Şiirleri, 49. bsk., İstanbul, Adam Yayınları, 2003, s.214. 1298 Aziz Nesin, “Büyüklüğünü Bize Duyurmayan Yazar”, Milliyet Sanat, s.9.

257 Attilâ İlhan, şairlerin kendi şiirlerini nasıl okuduklarına dair yazdığı bir yazıda bu meyhanede Orhan Veli’nin kendi şiirini “hal hatır sorar gibi” okuduğundan bahsetmiştir1299. Bu okuyuş onu çok fazla cezbetmemiştir. Cumhuriyet Lokantası hâlâ aynı yerinde hizmet vermektedir. Ama artık sanatçı ve edebiyatçıların sıklıkla bir araya geldiği bir edebiyat mahfili değildir.

2. 5. 3. DEGUSTASYON

İstiklâl Caddesi’ndeki Çiçek Pasajı’nın, cadde tarafındaki giriş bölümünün sağ tarafında yer alan Degustasyon1300, edebiyatçıların çok fazla vakit geçirdikleri bir mekândır. Degustasyon’nun yerinde eskiden çeşitli kişiler tarafından farklı dükkânlar açılmıştır. V. Öztaş’ın verdiği bilgiye göre buraya Degustasyon ismini veren kişi Maurandi’dir1301. Eski lokantayı restore ederek yenileyen Edmondo Moriçi ise mekânın adını Degustasyon- İtalyan Lokanta ve Kahvehanesi yapmıştır1302. İtalyan yemekleriyle de ünlü olan mekâna, ortadaki iki kanatlı kapıdan üç basamak çıkılarak girilirmiş. Yanlarındaki iki vitrin çıkıntı yaptığından burası caddeye bir balkon gibi bakarmış1303. Degustasyon, açıldığı tarihten kapandığı 1978 yılına kadar hemen her edebiyatçı kuşağın ve sanatkârın devam ettiği, burada çeşitli edebiyat konularının konuşulduğu ve tartışmaların yapıldığı dikkat çekici mahfillerden biridir. Degustasyon’nun müdavimleri arasında Ercüment Ekrem Talu, Turan Aziz Beler, Baki Süha Edipoğlu, Faruk Nafiz Çamlıbel1304; Salim Rıza Kırkpınar, İbrahim Alaettin Gövsa, Yahya Kemal Beyatlı1305; Ahmet Haşim, Eşref Şefik, Elif Naci, Enis Behiç Koryürek, Fikret Âdil, Kenan Yontuç, Ferdi Tayfur, Mehmet Emin Yurdakul, Halid Ziya Uşaklıgil, Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Fahir Onger, Salâh Birsel, Orhan Veli Kanık, Demir Özlü, Cahit Sıtkı Tarancı, Oktay Rifat Horozcu, Sait Faik

1299 Attilâ İlhan, “Şiir Okumak”, Yön, y.6, No:220, 16 Haziran 1967, s.13. 1300 Üsdiken, a.g.e., s.110. 1301 V. Öztaş, “Degustasyon İtalyan Kahvehânesi ve İçkili Lokantası”, C.VIII, İstanbul Ansiklopedisi, s.4351. Degustasyon’nun geçmişi için bkz.: Birsel, “Beyoğlu Geceleri”, Milliyet Sanat, s.6. 1302 Üsdiken, a.g.e., s.110. 1303 Üsdiken, a.y. 1304 Üsdiken, a.y. 1305 Kırkpınar, a.g.e., s.46.

258 Abasıyanık, Haldun Taner1306 ; Nail Çakırhan, Ahmet Hamdi Tanpınar, Peyami Safa1307; Doğan Hızlan1308; Metin Eloğlu, Edip Cansever, Ahmet Oktay1309; Mücap Ofluoğlu1310; Aziz Nesin, Elif Naci 1311; Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif, Âsım Şakir1312 yer alırdı. Yahya Kemal, Degustasyon’u da çok severmiş. Buraya geldiğinde mekânın caddeye bakan vitrinine oturur hem yemek yer hem de İstiklâl’den geçenleri seyredermiş. Samim Kocagöz, “Bu Da Geçti Yahu” isimli anılarında, Yahya Kemal’in seyrettiği caddeden bir gün Sait Faik ile geçerken kendilerini içeri davet ettiğini yazmıştır. Yahya Kemal, önceden tanıdığı Sait Faik’i çağırmış. Sait Faik ise içeri girmek istemediği için yanındaki Samim Kocagöz’ü göstermiş. Yahya Kemal, masasına onu da davet etmiş. İstemeye istemeye içeri girip onun masasına oturmuşlar. Yemekten sonra da edebiyat konularıyla ilgili sohbet etmişlerdir1313. Yahya Kemal’in bu edebiyat sohbetinde kendisine hangi şiirlerini sevdiğini sorduğunu belirten Samim Kocagöz, onu kızdırmak için önce “Şarkılarınıza bayılırım.” karşılığını verdiğini, bu cevap karşısında yüzünü buruşturan Yahya Kemal’i daha fazla kızdırmamak için “Ses” ve “Vuslat” şiirlerini sevdiğini söylemiştir1314. Kocagöz, bu cevap karşısında sevinen şairin “Ses” şiirini ezberden okumuştur. Yahya Kemal, Samim Kocagöz’ün şiirini okumasından hoşlanmış, o da bu halden cesaret alarak Yahya Kemal’e, “Kar Musikileri” şiirinde geçen “Tanbûri Cemil Bey çalıyor eski plâkta” dizesini nasıl ve niçin yazdığını sormuştur1315. Yahya Kemal ise bu soruya Samim Kocagöz’ün aktardığı şekilde şöyle cevap vermiştir: “Gamlı, kasvetli, karlı bir geceydi Varşova’da. Canım sıkılıyor, İstanbul’u özlüyordum. Bir yaşlı uşağım vardı. Beni böyle sıkıntılı görünce Gramafona Tanbûri Cemil Bey’i koyardı, efkârım dağılsın diye...1316”

1306 Birsel, “Beyoğlu Geceleri” Milliyet Sanat, s.6. 1307 Nail Çakırhan, Anılar, (Söyleşi: Erden Akbulut), İstanbul, TÜSTAV, 2008, s.21. 1308 Başar, a.g.e., s.58. 1309 Oktay, Gizli Çekmece, s.116. 1310 Dikeç, a.g.e., s.256. 1311 Onur İnal, Pera’dan Beyoğlu’na, 2. bsk., İstanbul, Galata Yayınları, 2006, s.134. 1312 Ayvazoğlu, Altın Kapı, s.52. 1313 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.159–160. 1314 Kocagöz, Bu Da Geçti Yahu, s.121. 1315 Kocagöz, a.g.e., s.129. 1316 Kocagöz, a.y.

259 Salim Rıza, Tevfik Celis ile başka bir gün burada Yahya Kemal ile buluştuklarını, Yahya Kemal’in onlara beyitler okuduğunu anılarında yazar. Bu sırada garsonun bir tabak içinde yazılı bir kâğıt getirip bunu Yahya Kemal’e verdiğini, kâğıdı okuyan üstadın çok sinirlendiğini de ekler. İbrahim Alaattin’e ait olan ve onun gönderdiği kâğıtta, üstadı hicveden bir kıta yazılıdır1317. Salim Rıza, “Nerdeyse kavga çıkacaktı.” diyerek hatırladığı bu olayın sonunda Yahya Kemal’in bir daha Degustasyon’a adım atmadığını da belirtir. Salim Rıza, bu olayın 1950’li yıllarda vuku bulduğunu hatırlamaktadır1318. Cenap Şahabettin, Süleyman Nazif ve Âsım Şakir, burada bir araya geldiklerinde başlıca konuşma mevzusu, Mısır’da bulunan Âkif’ten mektup gelip gelmediğidir. Eğer Âkif’ten mektup gelmişse okur, daha sonra da bununla ilgili konuşurlarmış1319. Mahfiller, şair ve yazarların sadece sohbet yaptıkları, eserlerini yazdıkları, kitap ve süreli yayınları okudukları mekânlar olmamıştır. Özellikle Cumhuriyet sonrasında kurulmuş olan ve “kozmopolit” özelliklere sahip mekânlarda sıradan insanların hemen yanı başında vakitlerini geçiren şair ve yazarlar, eserlerinde bu tür ilginç insanları, onların hayat hikâyelerini ve başlarından geçenleri de bir edebî malzeme olarak eserlerinde kullanmıştır. Bunun en güzel öreneğini, Ahmet Oktay’ın “Gizli Çekmece” isimli kitabında görebilmekteyiz. Ahmet Oktay bu kitabında, Edip Cansever’in Degustasyon’da “çevresini sürekli” gözleyerek şiirine malzeme topladığını yazmıştır1320.

1317 Salim Rıza bu kıtayı anılarında şöyle kaydetmiştir: “Şairim der de tufeylî yaşatır gövdesini Dayanıp köhne Nedim artığı üç beş satıra Senelerden beridir aynı sakız, aynı geviş Seneler var ki doğurusun diye baktık katıra” Kırkpınar, a.g.e., s.46. 1318 Kırkpınar, a.y. Bu tartışmanın sebepleri ve seyri için bkz.: Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s. 240–241. 1319 Ayvazoğlu, Altın Kapı, s.53. 1320 Oktay, Gizli Çekmece, s.117. Edip Cansever, Degustasyon’un yanı sıra daha pek çok mahfil ve edebiyatçı mekânına gitmiştir. Bunlardan biri de Asmalımescit’teki edebiyatçı mekânlarından olan Refik Restaurant’tır. Cansever, yıllarca bu mekâna devam etmiştir. Refik’te komi olarak çalışan Yakup Aslan’dan mülhem olan, ünlü Çağrılmayan Yakup isimli şiirinde adı sıkça geçen Yakup, işte bu Refik Restaurant’ın komisidir. Bkz.: Refik Durbaş, Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, s.50-51. Edip Cansever’in Ben Ruhi Bey Nasılım şiirinde de Markiz Pastanesi bir dekor olarak yer almaktadır.

260 1943 yılında, Oktay Rifat, ilk eşi Türkân ile arkadaşı Cahit Sıtkı’yla bir masada otururken kâh eşinin gözlerinin içine baka baka kâh dostununa bakarak “Vazife” şiirini okumuştur1321. Muzaffer Buyrukçu, “Sıcak İlişkiler” isimli anı kitabında, net olarak hatırlamamakla birlikte Degustasyon olması muhtemel bir mekânda 1968 yılında Edip Cansever ve Orhan Kemal ile sohbet ettiklerini yazmaktadır. Muzaffer Buyrukçu, sohbet sırasında Memet Fuat’ın yıllığında Edip Cansever’in adının hiç anılmadığını söylemiştir. Muzaffer Buyrukçu’nun belirttiğine göre Cansever, ona Memet Fuat’ın bu tutumuna anlam veremediğini ve bu durumun “üzücü” olduğunu söylemiştir1322. Orhan Veli’nin, burada sevdiğiyle buluşma hayali kurduğunu anlatan meşhur “Cânân” şiiri, Degustasyon adını da ölümsüzleştirmiştir: “Cânân ki Degustasyon’a gelmez Balıkpazarı’na hiç gelmez.1323” Degustasyon, 10 Mayıs 1978’de Çiçek Pasajı’nın çökmesi üzerine kapanmıştır1324. Bu ünlü mekânın unutulup gitmesini istemeyenlerce kurulan Degustasyon Restaurant, halen Balıkpazarı 41 numarada müşterilerinin hizmetindedir ama burası artık eskisi gibi bir edebiyat mahfili değildir.

2. 5. 4. DENİZ LOKANTASI (PERŞEMBECİLER)

İstanbul’un Anadolu yakasında ikamet eden şair, yazar ve sanatçılar uzun yıllar önce özellikle Kadıköy ve civar yerlerde bir araya gelmiştir. Ahmet Rasim, Ahmet Haşim, Yakup Kadri bazı gibi ünlü edebiyatçılar Kadıköy semtinde kaldıklarından, geçmişten günümüze gelene kadar buralarda bir edebiyat sohbeti geleneği oluşmuştur1325. İlhami Bekir Tez de uzun yıllar Kadıköy’deki Elif, Vagon

1321 Birsel, “Beyoğlu Geceleri”, Milliyet Sanat, s.6. 1322 Muzaffer Buyrukçu, Sıcak İlişkiler, İstanbul, Adam Yayınları, 1982, s.85. 1323 Orhan Veli, a.g.e., s.199. 1324 Üsdiken, a.g.e., s.111. 1325 Kadıköy’de oluşturulan sohbet geleneği için şu kaynağa bakılabilir: Eray Canberk, “Eski Kadıköy’den Perşembeciler’e”, Kitap-lık, No:90, Ocak 2006, s.96–97.

261 ve Merkez Kıraathanelerinde çevresinde toplanan genç şair ve yazarlarla sohbetler yapmıştır. 1970’li yılların son yıllarına doğru Cağaloğlu’nda çalışan, Kadıköy’e dönüşlerde iş yorgunluğunu atmak, edebiyat ve çeşitli konularda söyleşmek için konaklamak isteyen ama “sakin”, “tartışmasız” ve “sataşmasız” bir ortam arayan Eray Canberk, M. Sabri Koz, Yusuf Çotuksöken1326, biraz da sevdikleri bir şair olan İlhami Bekir Tez’i yalnız bırakmamak uğruna Perşembe toplantılarını başlatmıştır.1327 Perşembe toplantılarının temellerini atan bu isimler önce “salı” günleri bir araya gelmeye başlamış, bazı müdavimlerin iş yoğunlukları sebebiyle toplantılar daha sonra “çarşamba” gününe1328, bu günde de sıkıntıların oluşması yüzünden perşembe günlerinde karar kılınmıştır. Eray Canberk, Perşembeler’in gelenekselleşmesini 1981–1982 yıllarında başlayan meyhane buluşmalarına bağlamaktadır1329. Perşembeciler mahfilinin bir araya geldikleri günün ismini 1983– 1984 yılında almışlardır1330. M. Sabri Koz ise toplantıların 1981 yılında başladığını hatırlamaktadır1331. Aynı yıllarda Ahmet Miskioğlu ve Türk Dili Dergisi çevresinde toplananlar da “gündüz” perşembe toplantılarını başlatmıştır. İkisinin birbirine karışmaması için Eray Canberk, kendi mahfillerine biraz da şaka yollu “Öz Perşembeciler” ismini vermiştir1332. Günümüzde de faaliyetini hâlâ devam ettiren Perşembe toplantılarının ilk mekânı Kadıköy’de, bir çarşının içinde yer alan Deniz (Kale) Lokantası’dır. Perşembeciler, Deniz’in dışında Yağmur Restoran’da, , Kadıköy’de Panaroma’da1333, Bostancı’da Hatay, Beşiktaş’ta Kamburun Bahçesi’nde, Kuzguncuk’ta İsmet Baba

1326 Eray Canberk, “Perşembenin Gelişi Pazartesiden Bellidir”, Milliyet Sanat, No:267, 1 Temmuz 1991, s.3. 1327 Eray Canberk ile 09.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1328 M. Sabri Koz, mahfil toplantılarının çarşamba günü yapıldığı zamanlarda öğretmenlik yaptığını, bu yüzden okulda dersi olmadığı için bu toplantılara kolaylıkla katılabildiğini söyledikten sonra, toplantıların perşembeye alınmasında, boş günü olan çarşambanın okul idaresince doldurulmasının etkisinin olduğunu beyan etmesi, Eray Canberk’in ifadesiyle paralellikler taşımaktadır. M. Sabri Koz ile 19. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 1329 Canberk, “Eski Kadıköy’den Perşembeciler’e”, Kitap-lık, s.98. 1330 Eray Canberk ile 09.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1331 M. Sabri Koz ile 19. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. Koz, 2000’li yıllardan sonra toplantılara olağanüstü bir durum olmadığı müddetçe katılmadığını aynı görüşmemizde dile getirmiştir. 1332 Eray Canberk ile 09.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1333 Eray Canberk ile 09.12.2010 tarihinde yapılan görüşme.

262 Lokantası’nda1334 toplanmıştır. Mahfil, günümüzde Akmar Pasajı’nın hemen karşısında yer alan Ehlikeyif Meyhanesi’nde bir araya gelmektedir1335. Deniz Lokantası’nın üst katındaki perşembe toplantılarına bazı günler yirmi kişinin katıldığını hatırlayan Eray Canberk, Karacan Yayınları’nda çalıştığı sırada tanıştığı Yusuf Atılgan’ı da Perşembe toplantılarına davet etmiştir. Atılgan ilk kez geldiği bu mahfil toplantısını çok fazla sevdiğinden mahfili bir daha da terk etmemiştir. Yusuf Atılgan, Deniz Lokantası’nı ve lokantanın çalışanlarını sevip benimsediğinden mahfil on yıla yakın burada bir araya gelmiştir. Yusuf Atılgan’ın vefatından ve Deniz Lokantası’nın git gide hizmet kalitesinin düşmesi ve üst katın kalabalıklaşması sebebiyle Perşembeciler, “Rahatsız etmemek ve rahatsız olmamak amacıyla tenha yerler”1336de toplanmaya başlamıştır. Mahfil daha sonra Yağmur Restoran’da, Yağmur’un sahibi, müdavimlerden birine saygısızlık yaptığı için mahfil buradan da taşınarak Haydarpaşalılar Derneği’nde, Giresunlular Lokali’nde, eski iskele üstündeki lokantada, Oğuz 2’de, Panaroma Lokantası’nde ve Pilmen’de toplanmıştır1337. Mahfil toplantılarını aksatmayan müdavimler arasında İlhami Bekir Tez, Eray Canberk, Sabri Koz, Yusuf Çotuksöken, Yusuf Atılgan, Yılmaz Öztürk, Nejat Bozkurt, Teoman Duralı, Atilla Erdemli, Mustafa Delioğlu, Turan Yüksel, Mustafa Eren, Mustafa Bayka, Mustafa Öneş, Barlas Özarıkça, Veli Karaöz, Işıtan Gündüz, Aydın Hatipoğlu, Faruk Okuyucu, Selçuk Erdoğan, Zekai Gürü, İrfan Tan, İlhan Yurdaöver, Metin Cengiz, Alpay Kabacalı, Naci Tokmak, Kâzım Narmanlı1338 isimleri dikkati çekmektedir. Mahfile zaman zaman katılanlar da vardır: Şükran Kurdakul, Afşar Timuçin, Ömür Candaş, Egemen Berköz, Necati Tosuner, Ekrem Uykucu, Refik Durbaş, Fikret Bertuğ, Turgay Sönmez, Nevhiz Tanyeli, Kemal Sülker, Muzaffer Buyrukçu, Necati Güngör, Ataol Behramoğlu, Yalvaç Ural, Ferit Avcı, Semih Poroy, İlker Akçay,-bir iki kez katılan- Süreyya Berfe, Halim Uğurlu, Atıf Özbilen, İsmet Kemal Karadayı, Faruk Şüyun, Eyüp Yıldırım, Kayhan Edip

1334 Canberk, a.g.m., Milliyet Sanat, s.5. 1335 Eray Canberk ile 09.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1336 Canberk, a.g.m., Milliyet Sanat, s.5. 1337 Canberk, “Eski Kadıköy’den Perşembeciler’e”, Kitap-lık, s. 100. 1338 Canberk, “Perşembenin Gelişi Pazartesiden Bellidir”, Milliyet Sanat, s.3-4.

263 Sakarya1339; Neşe Erdok1340; Aykut Kazancıgil1341; Nurullah Can1342, Tuğrul Tanyol1343. Mahfilin en yoğun olduğu vakit akşam sekiz ile on arasıdır. Meyhanelerde bir araya gelen müdavimler, “sevinçte ve kederde” ortak olduklarından bir mahfilin psikolojik çerçevesini de ortaya koymaktadır. Bu yüzden masada Eray Canberk’in yerinde ifadesiyle “sarhoş mavrası” yapılmaz1344. Perşembe toplantılarına gen mühendisi de bilgisayar uzmanı da bankacı da katılmıştır. Çeşitli işlerle uğraşan müdavimlerin bir araya geldiği zamanlarda da sohbet konuları da çeşitlenmektedir. Ağırlık sanat ve edebiyatta olmakla birlikte her konu konuşulmaktadır1345. Eray Canberk’in verdiği bilgiye göre eğer mahfil masasında herhangi bir konuda uzman bir konuk varsa sohbet de o yöne kayarmış. Kalabalık akşamlarda, ikili üçlü konuşmaların da yapıldığı mahfilde, bütün masanın ortak ilgi alanı fıkra, müzik ve edebiyat alanında yoğunlaşmaktadır. Yusuf Atılgan masada olduğu zaman “edebiyattan, çeviriden ve çok sevdiği hocası Ahmet Hamdi Tanpınar’dan”1346 söz edilirmiş. Bazı müdavimler duydukları veya kendi şahit oldukları olay ve anılarla ilgili mahfildekilere bilgiler vermiştir. Bu toplantılarda Yılmaz Öztürk Burhan Felek’i; Tuğrul Tanyol, babası Cahit Tanyol’un çevresi dolayısıyla Yahya Kemal Beyatlı’yı; Yusuf Çotuksöken, Mehmet Kaplan veya Hakkı Devrim’i; Nejat Bozkurt ise Nusret Hızır veya Nermi Uygur’u anlatmıştır1347. Bazen ressamların son sergileri bazen de piyasaya yeni çıkmış olan roman, öykü veya şiir kitabı tartışma konusu olmuştur. Hazırlık yapılarak gelinen toplantıların sayısının çok az olduğu mahfil masasında genelde günlük sanat-edebiyat mevzuları ve süreli yayınlardaki eserler de konuşulmuştur. M. Sabri Koz, mahfilde şiir üzerinde tartışmaların yapıldığını söylemektedir. Ayrıca Yusuf Atılgan’ın yazdığı yazıları buraya getirip mahfildekilere okuduğunu

1339 Canberk, a.g.m., s.3-5. 1340 Nurullah Can, Uykusuz Kedi, s.88. 1341 M. Sabri Koz ile 19. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 1342 Nurullah Can ile 14.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1343 Eray Canberk ile 09.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1344 Canberk, a.g.m., s.2. 1345 Canberk, a.g.m., s.4. 1346 Canberk, a.g.m., s.3. 1347 Canberk, a.g.m., s.4.

264 hatırlaması da mahfilde edebiyat eserlerinin okunduğu sonucuna ulaşmamızı kolaylaştırmıştır1348. Mahfile eskisi gibi çok fazla edebiyatçı katılamasa da toplantılar günümüzde Kadıköy’deki Ehlikeyif Meyhanesi’nde devam etmektedir1349.

2. 5. 5. HATAY RESTORAN

Hataylı Ali Demir tarafından 1967 yılında Kadıköy İskele Meydanı'nda açılan Hatay Lokantası, ilk zamanlar yemek yemek ve içki içmek isteyenlerin gittikleri bir mekândır. Müşterilerin veresiyelerinin kabarması ve işlerin kötüye gitmesi sonucu Ali Demir lokantasını satılığa çıkarmış, garson olarak girdiği meyhanenin 1979 yılında ortağı olan Mehmet Ali Şahin, mekânın ölmemesi için elinden gelen her şeyi yapmıştır1350. Mehmet Ali Şahin, müşterileri için dörtlük yazacak kadar şiiri ve edebiyatı seven bir insan olduğundan, mekânında sanatçı ve yazarların bir araya gelmesine imkân sağlamıştır. Mekâna önce Behzat Ay gelmeye başlamış, o daha sonra Cemal Süreya’yı buraya getirmiştir. Atilla Tokatlı ve Selahattin Hilav da burada hemen hemen aynı zamanlarda bir araya gelmeye başlamıştır. Bu sıralarda Fazıl Hüsnü Dağlarca da mekânın müdavimi olmuştur1351. Cemal Süreya, arkadaşlarıyla rahatça sohbet edebileceği bir mekân aramaktadır. Cemal Süreya’nın, “Birçok arkadaşım var, onlarla buraya gelelim ama sen de bize özel bir fiyat uygula.1352” teklifini kabul eden Mehmet Ali Şahin, mekânının sanatçı ve yazarların toplandıkları, anma günleri ve imza günleri düzenledikleri bir mahfil olmasını sağlamıştır. Cemal Süreya, 1983 yılının Ekim ayına kadar Kadıköy’de müşterilerine hizmet veren Hatay’ın, Nisan 1986’da, taşındığı Bostancı’da tekrar açıldığını, lokantada geleneksel olarak tutulan bir deftere yazmıştır1353.

1348 M. Sabri Koz ile 19. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 1349 Eray Canberk ile 09.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1350 Ümit Bayazoğlu (Hazırlayan), Hatay Meyhanesi Defterleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003, s.10. 1351 Bayazoğlu, a.y. 1352 Bayazoğlu, a.y. 1353 Bayazoğlu, a.g.e., s.38.

265 Cemal Süreya’nın adı Hatay Lokantası ile özdeşlemiştir. Mekân onun ikinci evi, dostları ve bir nevi öğrencisi, takipçisi ve sevenlerinin bir araya gelerek şiir, edebiyat ve çeşitli konularda sohbetler yaptıkları, şiirler okudukları bir sanat- edebiyat mahfili hâlini almıştır. Cemal Süreya’nın önerisi üzerine burada 1983 yılının Nisan ayından itibaren bir anı defteri tutulmaya başlamıştır1354. Bu defterdeki anıları seçip yayına hazırlayan Ümit Bayazoğlu’nun ifadesine göre 1983’ten 1996 yılına kadar mekânda on bir cilt defter tutulmuştur1355. Bu defter aslında bir edebiyat- sanat mahfilinin kadrosunun belirlenmesine, burada konuşulan konuları öğrenmemize çok fazla yardımcı olmuştur. Defterlerde mekâna devam eden veya buraya uğramış sanatçı, şair, yazar, ünlü veya sıradan insanların şiirleri, hikâyecikleri, anı parçaları, karalamaları yer almaktadır. Bunlarda mekânın müdavimlerinin içlenmeleri, öfkeleri, sevinç ve üzüntülerinin izleri de görülmektedir. Geleceğe kalması için düşünülen anı defteri tutma âdeti, mekânın diğer hemen hiçbir mekânda görülmeyen dikkat çekici bir özelliğidir. Hatay’daki sanat-edebiyat sohbetlerine bu defterlerden öğrendiğimize göre pek çok insan katılmıştır. Bunlardan bazılarının isimleri şöyledir: Cemal Süreya, Behzat Ay, Atilla Tokatlı, Selahattin Hilav, Fazıl Hüsnü Dağlarca1356; İsmet Kemal Karadayı1357; Egemen Berköz, Günel Altıntaş, Ahmet Miskioğlu, Muzaffer Buyrukçu1358; Feyyaz Kayacan1359; Salâh Birsel, Cahit Kayra, Ercüment Uçarı, Nâzân Yalıviran, Oğuz Arıkanlı1360; Ece Ayhan, Edip Cansever, Arif Damar, İsmail Ayyıldız, Ercüment Gençer (Dük de Cebeci)1361; Mücap Ofluoğlu, Oktay Akbal, Tomris Uyar, Füsun Akatlı, Mehmet Kemal, Tevfik Akdağ, Yılmaz Öner, Tamer Erdoğan1362; Komet, İsmail Uyaroğlu, Zeki Gezici, Engin Turgut, Gürdal Duyar, Lütfi Özkök1363; Kaya Özsezgin, Ziya Metin, Nihat Ziyalan1364; Adnan Özyalçıner,

1354 Bayazoğlu, a.g.e., s.11. 1355 Bayazoğlu, a.g.e., s.5. 1356 Bayazoğlu, a.g.e., s.10. 1357 İsmet Kemal Karadayı, Düşün Sanat Dostlarım: Anı Portreler, İstanbul, Yön Yayıncılık, 1997, s. 16. 1358 Bayazoğlu, a.g.e., s.21. 1359 Bayazoğlu, a.g.e., s.23. 1360 Bayazoğlu, a.g.e., s.26. 1361 Bayazoğlu, a.g.e., s.28. 1362 Bayazoğlu, a.g.e., s.32-34. 1363 Bayazoğlu, a.g.e., s.36. 1364 Bayazoğlu, a.g.e., s.38-39.

266 Sennur Sezer, Halil İbrahim Bahar, Uğur Kökden1365; Necati Güngör1366; Necati Tosuner, İlker Akçay, Refik Durbaş, M. Emin Başaranbilek, Hüseyin Gürer, Cezmi Ersöz, Can Yücel1367; Sami Karaören, Erdoğan Alkan1368; Özdemir Asaf, Şahap Sıtkı1369; Eray Canberk, Subutay Hikmet1370; Mehmet Başaran, Ahmet Köklügiller, Bekir Semerci, Vedat Günyol1371; Halim Uğurlu, Fikret Otyam1372; Rıza Polat Akkoyunlu1373; Halim Şefik Güzelson, Mehrizat Poyraz, Güngör Gençay, Aydın Hatipoğlu, Melisa Gürpınar1374; Hulki Aktunç1375; Ferruh Doğan, Nejdet Ökmen, Tuğrul Tanyol, Süreyya Berfe, Zuhal Tekkanat1376; Füruzan Toprak, Zihni Anadol, Ömer Nida, Atıf Özbilen, Şemsi Belli1377; Füsun Erbulak, Küçük İskender1378; Turgay Kantürk, Cenk Koyuncu1379; Cihat Burak, Nilgün Marmara1380; Haydar Ergülen, Seyhan Erözçelik, Orhan Alkaya, Cezmi Ersöz1381. Hatay, Cemal Süreya için çay içmek istediğinde gidebildiği bir kahve, birçok yazısını yazabildiği için kıraathane, mektuplarını bulabileceği bir posta kutusu, eşyalarını bırakabileceği bir emanetçidir1382. Ümit Bayzoğlu tarafından kitaplaştırılan “Hatay Meyhanesi Defterleri”nde, mahfilde konuşulan konularla ilgili detaylı olmayan bilgiler bulunmaktadır. Mahfildeki sohbetlerle ilgili en geniş bilgileri Cemal Süreya yazmıştır. Cemal Süreya deftere, Ece Ayhan, Edip Cansever, Arif Damar, Günel Altıntaş, İsmail Ayyıldız, Ercüment Gençer ile bir sohbette, şairlerden ve genç şairlerden konuşulduğunu not etmiştir1383. Cemal Süreya, aynı deftere başka bir toplantıda Edip Cansever, Arif

1365 Bayazoğlu, a.g.e., s.42- 44. 1366 Muzaffer Buyrukçu, “Cemal Süreya Konyak İçiyor”, Varlık, No:1060, Ocak 1996, s.24. 1367 Bayazoğlu, a.g.e., s.46- 48. 1368 Bayazoğlu, a.g.e., s.50- 52. 1369 Bayazoğlu, a.g.e., s.56- 58. 1370 Bayazoğlu, a.g.e., s.68. 1371 Bayazoğlu, a.g.e., s.76. 1372 Bayazoğlu, a.g.e., s.79- 80. 1373 Bayazoğlu, a.g.e., s.82. 1374 Bayazoğlu, a.g.e., s.92 -94. 1375 Bayazoğlu, a.g.e., s.96. 1376 Bayazoğlu, a.g.e., s.98 -100. 1377 Bayazoğlu, a.g.e., s.105. 1378 Bayazoğlu, a.g.e., s.109. 1379 Bayazoğlu, a.g.e., s.114. 1380 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.256. 1381 Haydar Ergülen ile 13. 04. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 1382 Bayazoğlu, a.g.e., s.38. 1383 Bayazoğlu, a.g.e., s.28.

267 Damar, Ece Ayhan, Günel Altıntaş, İsmail Ayyıldız ile şiir üzerine sohbet ettiklerini yazmıştır. İlhan Berk, Enver Gökçe ve Can Yücel’den konuşulmuş ve Ömer Seyfettin’in çok genç yaşta öldüğü dile getirilmiştir. Arif Damar, Sabahattin Kudret Aksal’ın, “genç şair, deneyini ölçülü uyaklı çalışmalarla geliştirmeli” fikrini doğru bulduğunu ifade etmiştir. Edip Cansever’e göre ise bu konu bugün “mezar taşı yazmak” gibidir. Yazılanlardan öğrendiğimize göre Ece Ayhan daha da ileri giderek Sabahattin Kudret Aksal’ın yeni şiiri hiç anlamadığını iddia etmiştir. Cemal Süreya en sonunda da kendi görüşünü açıklamıştır: “ Bence genç şair doğrudan serbest şiire dalmalı.1384” Cemal Süreya başka bir toplantıda, Arthur Miller, Aziz Nesin, A. Kadir ve İlhan Berk’in “Galata Günlükleri”nden söz ettiklerini deftere kaydetmiştir1385. Süreya, Mehmet Kemal ve birkaç kişiyle birlikteki bir sohbette ise Suphi Taşhan’ın “İmparator” adlı şiirinin okunduğunu ve Ataç ile ilgili ileri geri konuşmalar yapıldığını belirtmektedir1386. Edip Cansever ile başka bir sohbette ise onun kendisini “maratoncu” olarak gördüğünü söylemesine Cemal Süreya, kendisinin “yüz metreci” olduğu şeklinde cevap vermiştir1387. Bu iki karşılık, iki şairin sanat anlayışlarıyla ilgili ipuçları da taşımaktadır. Muzaffer Uyguner, Kadıköy Hatay’ın kapanması üzerine yazdığı yazıda buradaki sohbetlerin nitelikleri ve katılımcılara etkilerini şöyle anlatmaktadır: “Evet, o Hatay’lı gecelerde, bakışlarımızda, soluk alışlarımızda, kimi çok uğraşarak bastırdığımız kimi de serbest bırakarak savaş alanlarına sürdüğümüz öfkeler vardı. Sözlerimiz büyülüydü, yumuşaktı, yılanı deliğinden uğratırdı, kavgaları yatıştırırdı, yürekleri ısındırırdı…sözlerimiz şimşekliydi. (…) O Hatay’lı gecelerde hem birbirimizi yaraladık hem de varlığımızın kıyısında köşesinde eski döğüşlerden, eski sürtüşmelerden, güç yarıştırmalarından, inatlaşmalardan kalma bütün yaraları sağalttık davranışlarımızla, tutumlarımızla (…) Yaşadığımız zamanı dilim dilim kestik, parçaladık, kimilerini buruşturup attık, kimilerini beyinlerimizin kıvrımlarındaki mezarlıklara gömdük, kimilerini, en önemli anların önünde yükselen anlamların burçlarına diktik bayrak gibi.1388”

1384 Bayazoğlu, a.g.e., s.32. 1385 Bayazoğlu, a.y. 1386 Bayazoğlu, a.g.e., s.34. 1387 Bayazoğlu, a.y. 1388 Buyrukçu, Anında Görüntü, s. 322.

268 Ömer Faruk Toprak, Hasan İzzettin Dinamo ve Cemal Süreya için anma etkinlikleri de yapılan mekânda, zaman zaman imza günleri ve çeşitli konularda edebî ve sanatsal etkinlikler de düzenlenmektedir. Cemal Süreya’nın varlığını Bostancı Hatay’ın içinde hemen her yerde görülebilmektedir. Duvarlarda onun ve daha birçok sanatçı-edebiyatçıların fotoğrafları, resimleri mekânı adeta canlı bir sanat müzesine çevirmiştir. Bir aralar bazı “Perşembeciler” de mekânda toplanmıştır. Hatay’ın resmi internet sitesinde bu toplantılara katılanların isimleri şöyle sıralanmıştır: “Ahmet Miskioğlu, Turgut Acar, İsmet Kemal Karadayı, Sabahattin Kömürcüoğlu, Ömer Demircan, Nevra Bucak, Arife Kalender,Tülay Ferah, Mehrizat, Mustafa Yılmaz, Hürriyet Yaşar, Zuhal Tekkanat, Yılmaz Ersöz, Ulviye Alpay, Ahmet Necdet, Itır Yeğenağa, Aneis Marten, Hikmet Kunter, Enver Ercan, Mustafa Öneş, Dursun Özden,İnci Ponat, Okan Baba, Mustafa Yılmaz, Figen Kıvılcımer, Nurullah Can, Osman Bolulu, Sami Karaören, Naim Tirali, İhsan Işık, Kemal Bekir, Uğurtan Atakan, Şükran Kurdakul, Ömer Nida, Halim Uğurlu, Salâh Birsel, Sabahattin Kudret Aksal, Fikret Hakan1389” Hatay Lokantası’nda eskisi gibi olmasa da sanat-edebiyat sohbeti geleneği devam etmektedir.

2. 6. OTELLER 2. 6. 1. TOKATLIYAN OTELİ

İstiklâl Caddesi üzerinde yer alan Tokatlıyan Oteli, yirminci yüzyılın son yıllarında hizmete açılmıştır1390. Hizmete açıldığı yıldan, kapanışına kadar pek çok ünlü insana ev sahipliği yapan otelin lokanta ve barında edebiyatçılar bir araya gelmiştir. Özellikle Balkan Savaşı zamanında pek çok sanatçı ve edebiyatçının yemeklerini yediği, dostlarıyla bir araya gelip sohbetler yaptığı, bazen de özel

1389 http://hatayrestaurant.com/, (Çevrimiçi), 21. 02. 2011. 1390 Tokatlıyan Oteli’nin yerinde önceleri başka işletmeler vardı. Bu yerde müşterilerine hizmet veren dükkânlar yangın ve çeşitli sebeplerle kapanmış, 1897 yılında açıldığı zaman Hotel Splandide ismine sahip olan mekân, 1898 yılında Hotel M. Tokatlıyan olarak ismini değiştirmiştir. Tokatlıyan Oteli ile ilgili olarak şu kaynaklara bakılabilir: Akın, 19. yy. İkinci Yarısında Galata ve Pera, 1998, Literatür Yayıncılık, İstanbul, s.256-257.; Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840–1955, s. 49-52.; Vefa Zat, Eski İstanbul Otelleri, İstanbul, Bilge Karınca Yayınevi, 2005, s.99-104.; Feriha Büyükünal, Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu, İstanbul, Doğan Kitap, 2006, s.95-101.

269 toplantıların düzenlendiği bir mekân olan Tokatlıyan’da, bir edebiyat mahfili oluşmuştur. Tokatlıyan’ın görkemli kapısıdan girip resepsiyon ve lobiyi geçince, restoran, kafe, bar ve büyük bir salon görülürmüş. Bu bölümler birbirinden kapılarla ayrılırmış. Eğer otelde çok fazla kişinin katılacağı bir davet varsa bu salonların arasındaki kapılar açılarak, kocaman bir mekân elde edilirmiş. Kafe’nin müdavimleri, ana caddeye bakan masalarda uzun süre dışarıyı seyredebilir, burada arkadaşlarıyla sohbet edebilirmiş. Tokatlıyan’daki edebiyat sohbetleri, mekânın arka taraflarında bulunan salonda da yapılırmış. Halit Fahri’nin verdiği bilgiye göre Tokatlıyan’da on beş günde bir, buradaki bir toplantıya Yakup Kadri’yi davet eden Cenap Şahabeddin’in ifadesine göre ise her hafta1391 toplantılar düzenlenirmiş. Abdülhak Şinasi, Birinci Dünya Savaşı devam ederken sürekli katıldığı bu mahfil toplantılarının Abdülhak Hâmid’in riyasetinde ve haftada bir gün öğleden sonraları yapıldığını belirtmektedir1392. Hisar, on- on beş kadar kişinin katıldığı bu toplantılarda bilhassa edebiyata dair konuşmaların yapıldığını hatırlamaktadır. Hisar’ın tespit ettiğine göre bu toplantıların başlıca hatipleri ise Süleyman Nazif ve Celâl Nuri’dir1393. Halit Fahri Ozansoy, kendisiyle birlikte bu toplantılara Yahya Kemal, Yakup Kadri, Celâl Sahir, Celâl Nuri, Şahabettin Süleyman’ın1394 katıldığını belirtmektedir. Mahfilin diğer müdavimleri ise Ali Ekrem, Süleyman Nazif, Süleyman Nesib, Ziya Gökalp, Diyarbakır Mebusu Fevzi Bey1395; Abdülhak Şinasi Hisar1396; Lüsyen Tarhan’ın anılarından öğrendiğimize göre de Abdülhâk Hamit ve eşi Lüsyen Hanım1397 gibi devrin meşhur kişileridir. Lüsyen Hanım “Karlar Altında Nevbahar” isimli hatıralarında, eşi Abdülhak Hâmit ile bu toplantılara sık sık katıldığını hatırlamaktadır. Onun verdiği bilgiye göre, büyük aynalarla çevrili arka salonun sol köşesindeki yuvarlak masalarda bir

1391 Karaosmanoğlu, Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, s.155. 1392 Abdülhak Şinasi, “Hatıralar”, Varlık, No:18, 1 Nisan 1933, s.278. 1393 Abdülhak Şinasi, a.y. 1394 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.327. 1395 Karaosmanoğlu, a.g.e., s.155. 1396 Abdülhak Şinasi, “Cenap Şahabettin’e Dair Hatıralar”, Varlık, No:18, 1 Nisan 1934, s.278. 1397 İhsan Sâfi (Haz.), Karlar Altında Nevbahar: Lüsyen Tarhan’ın Hatırları, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2006, s.58.

270 araya gelen on kadar yazar ve sanatçı, burada saatler süren edebiyat ve şiir sohbetleri yapmıştır. Lüsyen Hanım, bu edebiyat mahfilindeki sanatçıları şöyle gözlemlemiştir: “Tükenmek bilmez konuşmalar yemek saatini uzatır, saatler geçer, lokanta boşalırdı ve onlar hâlâ orada, masanın etrafında on kişi kadar, sonu gelmez münakaşalara dalar giderlerdi.1398” Edebiyat toplantılarının bir diğer ünlü müdavimi olan Halit Fahri de Tokatlıyan’ın yemeklerinin hem güzel hem de devrine göre hesaplı olduğunu belirtir. Aynı yazarın anılarından, mahfilde Yahya Kemal’in espirileri ve fıkralarını herkesin gülerek dinlediğini, Yakup Kadri’nin estetik düşüncelerini, Şahabettin Süleyman’ın Lalou tercümelerindeki estetik prensiplerini, Celal Nuri’nin sosyoloji, hukuk ve siyaset ağırlıklı nutuklar attığını öğreniyoruz1399. Balkan Savaşları’nın başlaması ile ülkenin içinde bulunduğu durum git gide kötüleşmiş, toplantılar bu zor şartlara rağmen devam etmiş olsa da sohbet konularının arasına ister istemez savaş da dâhil olmuştur. Halit Fahri, bu yıllardaki mahfil toplantılarını şu cümlerle anlatmaktadır: “Çok geçmeden memlekette durum kötüleşmiş, Balkan Savaşı başlamıştı. Şimdi savaştan da konuşuluyor, bahsi zoraki değiştirmek bile eski sohbetlerin sıcaklığını yaratamıyordu. Artık şiir ve edebiyat, ipi kopuk görünmez bir balon gibi otelin tavanına yapışıp kalmıştı. Nasıl ki son toplandığımız gece, biz otelden çıkarken, uzaktan top sesleri duymaya başlamıştık.1400” Yukarıdaki alıntıdan da anlaşıldığı üzere bu toplantılar, Balkan Savaşları’ndan önce yapılmıştır. Yakup Kadri, Cenap Şahabeddin ile ilgili anılarını anlatırken onunla bir vapur seferinde karşılaştığını hatırlamaktadır. Cenap Şahabeddin, Tokatlıyan’daki mahfil toplantısına gitmektedir. O, Yakup Kadri’yi de bu toplantıya davet eder. Teklifi kabul eden Yakup Kadri onunla birlikte otelin yolunu tutmuştur. Toplantının yapılacağı salona henüz geçmemiş, diğer müdavimleri bekleyen Süleyman Nazif ile henüz tanışmadığı için Anadolu kasabalarında dolaşan “âşar memurlarına” benzettiği Ziya Gökalp ve Diyarbakır mebusu Pirinççizade Feyzi Bey’in sohbetlerine dâhil olmuştur. Cenap Şahabeddin, Ziya Gökalp’a dönerek

1398 Sâfi, a.g.e., s.58. 1399 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.328. 1400 Ozansoy, a.y.

271 “Üstadım, öteden beri Arabî ve Farisî kaidelere göre yapılan terkiplerin lisanımızdan atılmasını istiyorsunuz. Fakat şimdiye kadar bu yolda bir edebî eser meydana koymuş olan var mıdır?1401” şeklinde bir soru sormuş, Ziya Gökalp de, soruyu “Var!” diyerek cevaplayıp parmağının ucuyla da Yakup Kadri’yi göstermiştir. Bu cevap sonrasında kısa süreli bir sessizlik olmuştur. Abdülhak Hâmit’in 1911 yılında Brüksel elçiliğinden İstanbul’a dönüşü vesilesiyle burada bir yemek verilmiştir. Kırk elli kişilik sofrada genç, yaşlı pek çok edebiyatçıyla birlikte devrin ricalinden insanlar da bulunmuştur. Yakup Kadri, yemekte bulunanlardan Maliye Nazırı Cevat Bey, İsmail Müştak ve Hamdullah Suphi’nin isimlerini eserinde yazmaktadır1402. Beşir Ayvazoğlu, bu toplantıda Cenap Şahabeddin’den Hüseyin Dâniş’e, Rıza Tevfik’ten Hüseyin Cahit’e, Yakup Kadri’den Refik Halid’e, Ahmet Hikmet’ten Köprülüzâde Fuat’a kadar çok sayıda şair ve yazarın yer aldığını tespit etmiştir1403. Tokatlıyan’da, Abdülhak Hâmit’in meşhur eseri “Finten”in yayınlanması şerefine 1916’da bir davet verilmiştir. Bu davete devrin sanatçı ve yazarlarının dışında Maarif Nazırı Şükrü Bey, Veliaht Mecit Efendi1404 ve İbnülemin Mahmud Kemal İnal1405 da katılmıştır. İbnülemin, “Son Asır Türk Şairleri” isimli eserinde, bu toplantıda hazır bulunanlardan iki edebin, muhavere şeklinde, Abdülhak Hâmid’in “hisiyyât-ı şâirânesine ve âsârına dair uzun mütalâalar beyân” ettiklerini yazmaktadır1406. Halit Fahri Ozansoy, “Edebiyatçılar Geçiyor” adlı eserinde, Yakup Kadri, Yahya Kemal, Şahabeddin Süleyman ile buluşup burada “saatlerce gazetecilikten, edebiyattan konuştuklarını” hatırlamaktadır1407. Tokatlıyan Oteli’nin barında, 1959’li yıllarda da bir araya gelen edebiyatçılar vardır. Demir Özlü, Ankaralı ve İstanbullu genç yazarlar topluluğunun Attilâ İlhan

1401 Yakup Kadri, Pirinççizade Feyzi Bey ile bu hatırasını paylaştığı zaman Ziya Gökalp’ın ona “Yakup Kadri’yi onlar bizim elimizden almaya çalışırken ben onların elinden aldım.” şeklinde cevap verdiğini söylemiştir. Bkz.: Karaosmanoğlu, a.g.e., s.157-158. 1402 Karaosmanoğlu, a.g.e., s.182. 1403 Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.149. 1404 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.328–329. 1405 İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.II, (Haz. M. Kayahan Özgül), 2000, Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara, s.841. 1406 İnal,a.y.. 1407 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.14.

272 ile Baylan Pastanesi’nden çıkıp buranın barında toplandıklarını belirtmektedir. Hatta Demir Özlü, bu toplantıların birine Onat Kutlar’ın elinde, Turgut Uyar’ın henüz piyasaya yeni çıkmış olan “Dünyanın En Güzel Arabistan’ı”1408 isimli kitabıyla geldiğini, onun çok beğendiği bu eseri övücü sözler söylediğini, arkasından da oradakilere edebiyatta Tevrat üslubunun erdemleriyle ilgili küçük bir söylev verdiğini hatırlamaktadır1409. Tokatlıyan Oteli’nde Ercüment Ekrem Talu ve Yahya Kemal Beyatlı uzun yıllar ikamet etmiştir. Konur Ertop “Mektepten Memlekete” isimli eserinde, Yahya Kemal’in Tokatlıyan’da 1911–1936 yılları arasında sürekli olmamak kaydıyla kaldığını belirtir1410. Halit Fahri de Ercüment Ekrem Talu’nun otelde yaşadığını yazmaktadır1411. Esin Talu da babasının çok pahalı olan bu otelde yaşayabilmesini Tokatlıyan Oteli’nin işletmecisi olan Mıgırdiç Tokatlıyan’ın damadı Nikola Medoviç ile olan dostluğuna bağlamaktadır1412. Tokatlıyan Oteli, 1960’lı yıllarda kapanmış, 1970’li yıllarda ise mekân işhanı ve pasaja çevrilmiştir. 2. 6. 2. PARK OTEL

İstanbul’un ünlü otellerinden biri olan Park Otel’in lokanta ve barında birçok sanatçı ve edebiyatçı bir araya gelmiştir. Burası aynı zamanda Yahya Kemal’in uzun yıllar yaşadığı bir mekândır. Güzel manzarası, kaliteli hizmeti sayesinde İstanbul’un en beğenilen mekânlarından biri olan Park Otel1413, ondokuzuncu yüzyılda İtalyan Büyükelçisi Baron Blanc’ın ikameti etmesi amacıyla bir konak olarak yaptırılmıştır. II. Abdülhamid, burayı satın almış, daha sonra da Hariciye Nâzırı Tevfik Paşa’ya vermiştir. II. Meşrutiyet’ten sonra Rıfat Paşa tarafından kullanılan bu konak, 1911 yılında yanmış, 1930 yılında Tevfik Paşa’nın oğulları tarafından yeniden inşa edilerek buraya otel yapılmıştır. Mekân, birkaç el değiştirdikten sonra Aram Hıdır ve

1408 Turgut Uyar’ın bu eserinin ilk baskısı 1959 yılında yapılmıştır. Turgut Uyar, Büyük Saat: Toplu Şiirler, İstanbul, Can Yayınları, 1984, s.62. 1409 Özlü, Kadınlar, Kentler, Yazarlar, s.20. 1410 Ertop Mektepten Memlekete, s.162? 1411 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.129. 1412 Talu, Geçmiş Zaman Olur ki: Anılar, s. 29. 1413 Park Otel’in kuruluş macerası için şu kaynağa bakılabilir: Said N. Duhani, Beyoğlu’nun Adı Pera İken: Geri Dönmeyecek Zamanlar, (Çev. Nihal Önol), İstanbul Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kütüphanesi Vakfı, , 1990, s.45.

273 Zareh Madat1414 yönetiminde ünlü Park Otel hâlini almıştır1415. Park Otel, yıkıldığı 1979 yılına kadar müdavimlerinin bir araya gelip güzel manzarası ile birlikte sohbet etmekten zevk aldığı yerlerden biri olmuştur. Yahya Kemal, otelin işletmecisiyle olan dostluğu sayesinde, otelin 165 numaralı1416 odasında 1938’den1417 1958’e kadar kalmıştır. Otel, Yahya Kemal’i görmeye, onunla edebiyat, şiir ve tarih sohbetleri yapmaya gelenler sayesinde bir edebiyat-sanat ve özellikle de şiir sohbetlerinin yapıldığı mahfile dönmüştür. A. Süheyl Ünver, Yahya Kemal ile yaptığı sohbetlerini bir araya getirdiği “Yahya Kemal’in Dünyası” isimli eserinde Park Otel’de onunla farklı zamanlarda yedi sohbet yaptığını not etmiştir1418. Bu sohbetlerin bazılarında Ünver’in yanında öğrencileri, bazen de Faruk Haznedar, General Cevdet Çulpan, Nadide ve Ayten Hanımefendi’lerin bulunuduğunu yazması, toplantıların katılımcılarını da ortaya çıkmasını sağlayan bir bilgidir. Yahya Kemal’i burada ziyaret edip onunla edebiyat, şiir ve çeşitli konularda sohbet yapanlardan tespit edebildiklerimizin isimleri şöyledir: Nihat Reşat Belger,

1414 Park Otel’in bu iki kurucusu ile yapılmış bir röportaj için bkz.: Lûtfi Gökmen, “Park Oteli Nasıl Kuruldu?”, Yirminci Asır, y.3, C.V, 11 Kasım 1954, s.7. 1415 Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.389. Park Otel ile ilgili daha fazla bilgi için şu kaynaklara bakılabilir: Jak Deleon, Eski İstanbul’un (Yaşayan) Tadı, İstanbul, Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kitapları, 1989, s.69-82.; Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840-1955, s. 147-148. 1416 Yahya Kemal’in oteldeki oda numarasını birkaç kaynak farklı şekilde vermektedir. Konur Ertop, Mektepten Memlekete: Fotoğraflarla Yahya Kemal’in Yaşam Öyküsü’nde onun otelin 165 numaralı odasında kaldığını yazmaktadır. Bkz.: Ertop, Mektepten Memlekete: Fotoğraflarla Yahya Kemal’in Yaşam Öyküsü, s.156. Nihâd Sami Banalı’ya göre oda numarası 75’tir, daha sonra 175 olmuştur. Bkz.: Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s. 389. Taha Toros, 19 yıl kaldığını söylediği 165 numaralı odanın kapısına plaket çakıldığını yazmaktadır. Bkz.: Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.117. Kâzım Yetiş de Yahya Kemal’in hayatını anlattığı eserinde şairin 165 numaralı odada kaldığını belirtmektedir. Bkz.: Kâzım Yetiş, Yahya Kemal I: Hayatı, 2. bsk., İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, İstanbul, 2006, s.252. Sermet Sami Uysal, Yahya Kemal’in Park Otel’de bedava kaldığını iddia edenlere karşı onun otelden alınmış bir faturasını kendi kitabına eklemiştir. Onun tespitine göre de Yahya Kemal otelin 165 numaralı odasında kalmıştır.Bkz.: Sermet Sami Uysal, Şiire Adanmış Bir Yaşam: Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul, Yahya Kemal’i Sevenler Derneği, 1998, s.498. Nihâd Sami Banarlı dışında hemen bütün kaynaklar şairin otelin 165 numaralı odasında kaldığını belirtmektedir. 1417 Jak Deleon, Eski İstanbul’un (Yaşayan) Tadı’nda şairin burada 1942 yılından itibaren kaldığını yazmaktadır. Bkz.: Jak Deleon, Eski İstanbul’un (Yaşayan) Tadı, İstanbul, Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kitapları, 1989, s.75. Konur Ertop ise şairin 1936 yılından itibaren burada kaldığını belirtmektedir. Bkz.: Ertop, a.g.e., s.162. Bu bilgi, diğer kaynakların ittifak etmişçesine 1938 tarihini yazmaları dolayısıyla doğru gözükmemektedir. 1418A. Süheyl Ünver, sohbetlerin şu tarihlerde yapıldığını not etmiştir: 18 Haziran 1943 (Bir kısım öğrenciyle); 1 Temmuz 1943, 19 Ocak 1948, 29 Mayıs 1950, 5 Aralık 1952, 27 Kasım 1953, 19 Kasım 1954. Bkz.: Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, s.25- 26.

274 Ahmet Hamdi Tanpınar, Vehbi Eralp, Cahit Tanyol, Münir Nurettin Selçuk, Hilmi Ziya Ülken, Mustafa Şekip Tunç, Nihad Sami Banarlı, Baki Süha Edipoğlu, Fuat Bayramoğlu. Salim Rıza Kırkpınar, 1946 yılında bir gün Yahya Kemal’i odasında ziyaret etmiştir. Yahya Kemal, ona önce imzalı bir resmini vermiş ve daha sonra da bir dergide yayımlayacağı bir rübasini ithaf etmiştir1419. Fuat Bayramoğlu, 1945- 1946 yıllarında Yahya Kemal’i Park Otel’de ziyaret etmeyi alışkanlık edindiğini, bu sıralarda Almanya’dan Münster Üniversitesi’nden bir heyetin onunla röportaja yaptığını hatırlamaktadır1420. Cahit Tanyol, İkinci Dünya Savaşı sırasında başlayan tanışıklığın daha sonra dostluğa döndüğünü, Yahya Kemal ile tanıştığı günden onun ölümüne kadar haftada bir kere Park Otel’e gittiğini anılarında yazmaktadır1421. Tanyol, Yahya Kemal’in dostlarıyla bazen kendi odasında bazen de otelin pastanesinde buluştuğunu da belirtmektedir1422. Sermet Sami Uysal da 21 Temmuz 1955’ten 19 Temmuz 1958’e kadar otelde ziyaret ettiği Yahya Kemal’in sohbetlerini onun izniyle kaydetmiştir1423. Onun bu sohbetlerdeki tuttuğu notlar ve daha sonra yaptığı incelemeler ilerde yazacağı “Şiire Adanmış Bir Yaşam: Yahya Kemal Beyatlı” adlı kitabı oluşturmuştur. İsmet Bozdağ “Yıldızların Arkası” isimli eserinde, Park Otel’in balkonunda Yahya Kemal’in çevresinde kümelenmiş insanları gördüğünü anlatır. Masaya yaklaşır, konuşulanları dinlemeye başlar. Yahya Kemal, “kutup yıldızı” diyerek övdüğü Münir Nurettin’e, yeni bir bestesinin olup olmadığını sorar. Münir Nurettin ise onun meşhur şiiri “Endülüs’te Raks”ı bestelediğini söyler. Ona, çok tehlikeli bir seçim yaptığını söyleyen Yahya Kemal, ondan bestesini mırıldanmasını rica eder. İlkin bu isteğe cevap vermeyen Münir Nurettin, istemeye istemeye bestesini mırıldanır. Güfte ve beste çok güzel bir uyum içinde olduğundan balkondaki bütün

1419 Kırkpınar, a.g.e., s. 41. 1420 Prof. Dr. İsmail Parlatır (Yay. Haz.), Gönülden Gönüle Fuat Bayramoğlu ile Anılarda, t.y., y.y., s.78. 1421 Cahit Tanyol, Türk Edebiyatında Yahya Kemal: İnceleme ve Anılar, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1985, s.165. 1422 Tanyol, a.g.e., s.163. 1423 Uysal, a.g.e., s.11.

275 herkes hayranlıkla Münir Nurettin’i alkışlar1424. Bu anı, mekânda sadece edebiyat ve şiir konularının konuşulmadığı, musiki sohbetlerinin ve eser icrasının da yapıldığını ortaya koyan bir bilgi olması yönüyle dikkate değerdir. Kâzım Yetiş’in verdiği bir diğer bilgi, Park Otel’de ödül törenlerinin de düzenlendiğini göstermektedir. İstanbul Kız Lisesi öğrencileri arasında “Şairimiz seçiyoruz.” anketinde öğrenciler ittifakla Yahya Kemal’i, “ İstanbul’u şiirinde en güzel terennüm eden şair” olarak seçmişler, bu anketin ödül töreni de 1954 yılının Şubat ayında otelin salonunda yapılmıştır1425. İsmet Bozdağ, aynı eserinde Behçet Kemal Çağlar ile onu odasında ziyaret ettiğini, bu sırada Yahya Kemal’in ona Ahmet Haşim’le ilgili sorular sorduğunu öğreniyoruz. Çağlar da Haşim’in şiirlerini beğendiğini bu sohbette anlatmıştır1426. Hasan İzzettin Dinamo, Yahya Kemal’in ikamet ettiği Park Otel’in “haşerat yuvası gibi” olduğunu belirttikten sonra, Yahya Kemal’in buraya kendisini çağırmasına rağmen niçin gitmediğini şöyle anlatmaktadır:“Orası da haşerat yuvası gibi, bana, bize düşman olan başarısız devlet adamları, siyaset adamları ile kaynıyordu.1427” Onun bu cümlesinde ve olumsuz bakışında, şiirlerini sevdiği Yahya Kemal’in çevresindeki kişilerin olumsuz nitelikleri öne çıkarılmıştır. Altan Deliorman, onun ziyaret ettiğindeki sohbetlerde Türk dili, Türk edebiyatı ve Türk tarihi üzerinde uzun uzun konuştuklarını belirtmektedir1428. Baki Süha Edipoğlu da zaman zaman Yahya Kemal’i otelinde ziyaret ettiğini ve beraber içki içtiklerini söylemektedir1429. Park Otel’in bar, lokanta ve pastanesinde birçok edebiyatçı, sanatçı da bir araya gelip edebiyat ve sanat konularıyla ilgili sohbetler yapmıştır. Yazın bir akşamüstü, otelin barında Ahmet Oktay’ın da katıldığı bir sohbette, Özdemir Asaf, Güner Sümer, Demir Özlü, Dürnev Tunaseli ve daha birkaç kişi muhteşem manzaraya karşı şiirden sinemaya kadar pek çok şeyden konuşmuştur1430. Halil Soyuer ise otelin bahçesinde Faruk Nafiz Çamlıbel ile Sabri Esat Siyavuşgil ile 1968

1424 İsmet Bozdağ, Yıldızların Arkası: Beyaz Arılar, İstanbul, Emre Yayınları, 1998, s.120- 121. 1425 Yetiş, a.g.e., s.253. 1426 Bozdağ, a.g.e., s.78- 81. 1427 Dinamo, İkinci Dünya Savaşı’ndan Edebiyat Anıları, s.75. 1428 Deliorman, a.g.e., s.39. 1429 Edipoğlu, a.g.e., s.12. 1430 Oktay, Gizli Çekmece, s.89.

276 yılının yaz aylarında buluşmuştur1431. Demir Özlü ise otelin barının çok kaliteli hizmet verdiğini ve manzarasının çok güzel olduğunu yazmaktadır1432. Fethi Naci ise Oktay Akbal ile otelin pastanesine gittiklerini anılarında söylemektedir1433. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın günlüklerinde burada birkaç kez çeşitli kişilerle buluştuğuna dair bilgiler bulunmaktadır. Mazhar Şevket İpşiroğlu ile otelin kahvesindeki buluşmasında, İpşiroğlu’nun ondan bir polis romanı senaryosu istediğini yazmıştır1434. Başka bir buluşmasında ise Bedri Rahmi Eyüboğlu ile yemek yemiş, sohbet Valéry’e gelince de yazarın ifadesiyle “birbirlerini” bulmuşlardır1435. Tanpınar, anılarında Yahya Kemal’in sağ ve sol tarafından yeterince anlaşılmadığını, bu iki kesimin onu beyhude yere kıskandığını, bu kıskançlığı arttıran bir etken olarak da onun Park Otel’deki odasından söz etmektedir1436.Mehmed Kemal de buranın barını çok sevdiğini söyledikten sonra, “Park Otel’in barı içki içmeye değil muhakkak bir ahbap görmeye gidilen yerdi. Biri değil, birçok ahbabınızı eğer oturmanızı uzatırsanız görebilirdiniz. Randevusuz fakat randevulaşmış gibi buluşulan bir yerdi.1437” cümleleriyle mekânın pek çok müdaviminin birbiriyle ister istemez bir araya gelebildiğini açıklamaktadır.

2. 6. 3. PERA PALAS OTELİ

Kuruluş çalışmaları 1892’de başlayan otelin açılış balosu 1895 yılında yapılmıştır1438. Pera Palas Oteli, restorasyon çalışmaları sebebiyle kapalı kaldığı yıllar hariç açıldığı yıldan itibaren günümüze gelene kadar yerli ve yabancı sanat, siyaset ve edebiyat dünyasından pek çok insanı ağırlamış ünlü bir oteldir. Pek çok

1431 Halil Soyuer, Şair Dostlarım, 2. bsk., İstanbul, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2008, s.34-35. 1432 Özlü, a.g.e., s.24-25. 1433 Naci, Anılar Kitabı, s.80- 81. 1434 İnci Enginün- Zeynep Kerman, Günlüklerin Işığında Tanpınar’la Başbaşa, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2007, s.238. 1435 Enginün- Kerman, a.g.e., s.288. 1436 Enginün- Kerman, a.g.e., s.302. 1437 Kemal, Denemeler Elemeler, s.49. 1438 Pera Palas Oteli’nin açılışı, özellikleri ve buraya gelen ünlüler için şu kaynaklara bakılabilir: Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840-1955, s. 35-46.; Çelik Gülersoy, Tepebaşı: Bir Meydan Savaşı, s.122-170.; Çelik Gülersoy, Beyoğlu’nda Gezerken, 1990, Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kütüphanesi Yayınları, İstanbul, s.55-68.; Akın, a.g.e., s.251-256.; Vefa Zat, a.g.e., s.65-77.

277 sahip değiştiren otelin bir edebiyat mahfili olmasına sağlayan isim ise Hasan Süzer’dir. Sanata ve sanatçıya verdiği destekle çevresinde çok fazla sevilen Hasan Süzer, otelin işletmesini aldıktan sonra, ilerde Pera Palas Gönül Dostları1439 ismini alacak sanatçı, müzisyen, ressam, siyasetçi, yazar ve şairlerden oluşan grubun uzun yıllar otelinde hiçbir ücret almadan toplanmalarına izin vermiştir. Gönül Dostları topluluğunun kurucularından biri olan Feyzi Halıcı, Konya’da bir gün Mehmet Özel tarafından Hasan Süzer ile tanıştırılır. Feyzi Halıcı, konuşma esnasında Pera Palas’ta on beş yıl önce şiir toplantısı yaptıklarından bahsedince Hasan Süzer de bu toplantıların Pera Palas’ta tekrar yapılması için ısrarcı olmuştur1440. Gönül Dostları adı verilen topluluğun uzun yıllar yöneticiliğini de yapmış olan Ahmet Özdemir’in verdiği bilgilere göre bir nevi sanat/kâr hamiliği diyebileceğimiz bu önemli hizmet sayesinde 1987–1988 yıllarında otelin en büyük salonunda bu mahfil toplanmaya başlamıştır1441. İlk toplantılar ayda bir gün, pazar günü olmak üzere Pera Palas’ın büyük salonunda yapılmıştır1442. Feyzi Halıcı, Gültekin Samanoğlu’nun öncülüğü ve yönetiminde- son beş yıl ise Ahmet Özdemir’in yönetiminde- 2004 yılına kadar yaklaşık 17 yıl devam etmiştir. Her ayın ikinci pazar günü1443 yapılan toplantılara pek çok şair, yazar, ressam, müzisyen katılmıştır. Gönül Dostları toplantılarında şiirler okumuş, şiir üzerinde sohbetler düzenlemiş, aynı zamanda mahfilin önemli müdavimlerinden olan ses sanatçılarının eşliğinde musiki meşkleri de icra edilirmiş1444. Gönül Dostları toplantılarına pek çok isim katılmıştır. Bu isimlerin yazılması sayfalar süreceğinden biz sadece tespit edebildiğimiz belli başlı müdavimleri aşağıda sıralayacağız: Feyzi Halıcı, Gültekin Sâmanoğlu, Haşim Nezihi Okay, Mehmet Özel,

1439 Ahmet Özdemir’e göre mahfile bu ismi Feyzi Halıcı vermiştir. Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1440 Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme. Ayrıca Ahmet Özdemir’in Pera Palas Gönül Dostları toplantılarına katılan insanlarla yaptığı röportajın dökümü olan ve otelin sahibinin hayat hikâyesinin de yer alacağı, yakında piyasaya çıkacak olan Hasan Süzer kitabında da aynı bilgiler bulunmaktadır. 1441 Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1442 Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1443 Toplantılar zaman zaman on beş günde bir de düzenlenmiş, bazen de Pera Palas’ın dışında yapılmıştır. Türk Edebiyatı dergisinin 263. sayısında yer alan bir yazıda Pera Palas Gönül Dostları toplantılarının dönem sonu toplantılarının Basın İlan Kurumu Tatil Köyü’nde yapıldığı kayıtlıdır. Bkz.: “Gönül Sohbetleri”, Türk Edebiyatı, No:263, Eylül 1995, s.45. 1444 Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme.

278 Turan Oflazoğlu, Sabahat Emir, Tarık Gürcan, Orhan Şaik Gökyay, Nevzat Atlığ1445; Şemsi Belli1446; Ali Teşdoğ, -eski bakanlardan- Muhittin Güven, Turan Bayraktar, Ferzan Meriç, Zeki Ömer Defne, Yahya Benekay, Safiye Ayla, Samahat Özdenses, Tahir Kutsi Makal, Nuşin Kavukçuoğlu, Mehmet Çınarlı, Necati Cumalı, Muzaffer Uyguner, Halil Soyuer, İlhan Geçer, Kerim Aydın Erdem, Bahar Halıcı, Ender Halıcı, Faika Sarp, Halenur Kor, Muallâ Orhon, Muallâ Tetik, Nagehan Akay1447; Muhittin Nadir Güven, İsmail Bengi, Fuat Bayramoğlu1448, Ahmet Tufan Şentürk, Ahmet Kabaklı, İsmail Parlatır, Ferit Ragıp Tuncor, Mehmet Zeki Akdağ, Erol Güngör, Nezihe Araz1449. Hisar dergisi ekolüne yakın olan şair ve yazarların bir faaliyeti olarak da düşünülebilecek toplantılara zaman zaman 80 kişi katılmıştır. Memleketi, milleti seven, Anadolu insanının temiz duygu ve duygulanmalarını terennüm eden, genel anlamda aşk, sevgi, çocuk, tabiat sevgisi temalı şiirlerin ağırlıklı olarak okunduğu toplantılar, şiire hevesli her yaştan insanın rahatlıkla şiirini okuyabileceği bir ortam sunması yönüyle de önemlidir. Katılımcılardan herhangi bir ücret alınmaması, otelin sunduğu imkânların iyi bir düzeyde olması, katılımcıların sayısını zaman zaman artırmasını sağlamıştır. Ahmet Özdemir, toplantılara çok sayıda ismin katılmasının bazen sıkıntılara da sebep olduğunu hatırlamaktadır. Toplantılarda eserlerini okuyan şairlerin eserleri, yıl sonlarında bir hatıra kitap hâlinde bir araya getirilmiştir. Bu kitapların kapaklarında “Pera Palas Gönül Sohbetleri Güldestesi” ismi yer almaktadır1450. Toplantılarda zaman zaman bir konu üzerinde sohbetler de düzenlenmiştir. Önceden hazırlık yapılan bu sohbetlerde, tespit edebildiğimize göre “Örnekleriyle Günümüzde Halk Şiirimiz1451”, “Halkın Zevk Seviyesinin Yükseltilmesinde Şiirin Yeri1452”, Şiirimizde ve Musikimizde İstanbul1453”, “Yazılı ve Sözlü Şiirimiz1454”

1445 Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1446 İlk toplantılara bir yıl kadar katılmıştır. Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1447 Ahmet Özdemir’in çıkacak kitabından. 1448 “Gönül Sohbetleri Dokuzuncu Yılına Girerken”, Yesevî, No: 32, Ağustos 1996, s.14. 1449 Muhsib Durucan, “Bayramoğlu Şiir Esintisi”, Çağrı, y.40, No: 430, Eylül 1995, s.22. 1450 İncelediğimiz güldestelerde önce şairlerin kısa biyografileri verilmiş, daha sonra da Pera Palas’ta sunulan şiirlerin metinleri yer almıştır. 1451 “Gönül Sohbeti”, Tercüman, 13 Mayıs 1989, s.5. 1452 “Gönül Sohbeti”, Tercüman, 27 Mayıs 1989, s.5. 1453 “Gönül Sohbeti”, Türkiye, 11 Ekim 1989, s.7.

279 gibi konular işlenmiştir. Mahfil etkinliğinde özellikle mahfilin yöneticisi konumundaki isimler söz alıp konuyla ilgili görüş, düşünce ve kanaatlerini toplantıya katılanlara söyledikten sonra, özellikle şiir çevresinde olmasına dikkat edilen konuyla ilgili açıklamalar yapılmış ve şiirler okunmuştur. Toplantılarda genç şairlerin şiirlerini okuduğu bir ortam da oluşmuştur. Gençler ile deneyimlilerin oluşturduğu bu toplantılarda, toplantıya katılanların hemen hepsine söz hakkı verilmiş, isteyenler kendi şiirlerini okumuştur.1455 Belli sanat- edebiyat konularıyla ilgili konuşmaların da yapıldığı toplantılarda genç şairlerin istekleri doğrultusunda usta şairler tarafından şiir üzerine sohbetler düzenlenmiş, şiir incelemeleri de yapılmıştır. Bazı ses ve tiyatro sanatçıları da burada Türk şiirinin klasiklerini seslendirmiştir1456. Bazı ünlü kişiler de toplantıya katılanlara zaman zaman anılarını anlatmıştır. Gençler için bir nevi “şiir akademisi ve “şiir okuma kürsüsü” olarak da düşünülebilecek gönül dostları toplantıları, Hasan Süzer’in ekonomik anlamda sıkıntıya girmesi ve oteli başkasına satmasıyla 2004 yılında sona ermiştir1457.

2. 7. EDEBİYAT DERGİLERİ ÇEVRESİNDEKİ BİRLİKTELİKLER VE DERGİ İDARE YERLERİ

2. 7. 1. SERVET-İ FÜNÛN DERGİSİ İDARE YERİ

Ahmet İhsan Tokgöz, Türk edebiyatında pek çok yeniliğe ve önemli edebiyat hareketlerine Servet-i Fünûn’da kucak açmıştır. İlk çıktığı zaman bir bilim ve fen dergisi kimliğinde olan dergi, Tevfik Fikret’in 1896 yılının Şubat ayında 256. sayıdan itibaren1458 derginin yönetimine geçmesiyle birlikte bir edebiyat dergisi hüviyetine sahip olmuştur.

1454 “Yazılı ve Sözlü Şiirimiz”, Tercüman, 5 Kasım 1989, s.10. 1455 Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1456 Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1457 Ahmet Özdemir ile 27.04.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1458 Kübra Andı, “Servet-i Fünûn Mecmuası”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, C.IV, No:7, 2006, s.535.

280 Tevfik Fikret’in de gayretleriyle derginin idarehanesi devrin pek çok şair ve yazarının buluşup konuşabilecekleri bir edebiyat mahfili haline gelmiştir. Mehmet Rauf’un anılardan öğrendiğimize göre Tevfik Fikret, her gün sabahtan akşama kadar idare yerinde bulunur ve gelenleri burada ağırlarmış. Onun, idare yerinde olduğunu bilen hemen bütün Servet-i Fünun dergisi yazar ve şairleri günün belli zamanlarında burada toplanırlarmış. Mehmed Rauf, Sirkeci’deki postanenin sırasındaki Şekerci Rif’at’in dükkânın ikinci katındaki1459 derginin idare yerininin önemini ve buranın ne zaman bir mahfil kimliğine sahip olduğunu anılarında şöyle anlatmaktadır: “Beş sene (1312- 1317) Servet-i Fünûn idarehanesinin o küçük odası, en hararetli münakaşâta, en necîb temayülâta bir sahne-i cerayan oldu. Münakaşalar ve emeller bidayette yalnız edebiyata inhisar ediyordu.1460” Derginin idare yerinde hemen her gün bulunan Tevfik Fikret’in dışında Mehmed Rauf, Cenap Şahabeddin, Ali Ekrem, A. Reşid, Ahmed Hikmet, Süleyman Nesîb, Hüseyin Sîret, İsmail Safa, Şeyhülislâmzâde Muhtar Bey, Hüseyin Cahid, Cavid, Ahmed Şuayb, Faik Âli, Celâl Sâhir sık sık bir araya gelmişlerdir1461. Recâizade Mahmud Ekrem ve Halid Ziya ise buraya ara sıra uğramıştır. Buradaki samimi birliktelik, dergi etrafında toplanan şair ve yazarları birbirlerine daha da kenetlemiştir. Devrin edebiyat geleneğine hemen hiç uymayan eser veren yazarlar, Servet-i Fünun dergisini hareketlerinin bir nevi karargâhı haline getirmiştir. Nitekim Mehmed Rauf, “muhaliflerin hücumu rabıtamızı takviye eder, aynı dava için çırpınan kalplerimiz bin bir rabıta ile bağlanır.1462” cümlesiyle birlikteliklerinin niteliğini ortaya koymuştur. İdare yerini edebiyatla çok fazla ilgisi olmayanların doldurması yüzünden, derginin yazarlarının arkadaşları geldiğinde ise oturacak yer bulunamaz, bu sebepten de müdavimlerinden bazıları ayakta kalırmış1463. Edebiyat mevzularından çok fazla ayrılmamak şartıyla, hemen her konu bu toplantılarında konuşulmuştur. O günlerde piyasaya yeni çıkmış eserler üzerine beğeniler ve eleştiriler dillendirilir, eğer eserle ilgili bir tartışma ortaya çıkarsa da

1459 Tarım, Mehmed Rauf’un Anıları, s.75- 76. 1460 Tarım, a.g.e., s.105. 1461 Tarım, a.g.e., s.59. 1462 Tarım, a.g.e., s.76. 1463 Tarım, a.g.e., s.59.

281 sohbet saatlerce sürermiş. Mehmed Rauf, bu toplantıların ilk yıllarında sadece edebiyat mevzularının konuşulduğu ifade ettikten sonra, zamanla edebiyatın “tekâmülü” için hürriyetin gerekli olduğunu ve bunun içinde “siyasiyâtın” tekâmülünün lazım geldiklerini anladıklarından konuların edebiyattan daha hararetli bir “râbıta” ile “siyasi tekemmüle hasr-ı emel” olunduğunu söylemektedir1464. İdare yerinde Fikret’in bir araya getirdiği kişiler birbirlerini daha yakından tanıma fırsatını yakalamış, bu sayede de bir edebiyat topluluğu gibi hareket etmelerinin alt yapısı kendiliğinden oluşmuştur. Kenan Akyüz, Servet-i Fünûn dergisinin yazarlarının haftada bir Tevfik Fikret’in evinde toplandığını, derginin idare yerinde de her “çarşamba” akşamı bir araya geldiğine dikkatleri çekmektedir. Akyüz, bu toplatıların mahiyeti ve onlardaki etkilerini şöyle dile getirmektedir: “Bu toplantılara herkes yeni yazdığı yazılarla gelir ve bunlar alenen okunur, dinlenir, fikirler söylenirdi. Böylece herkes, yalnız kendisinin değil aynı zamanda arkadaşlarının da –daha efkâr-ı umumiye haberdar olmadan- takip ettiği gelişmeyi çok yakından ve etraflıca görebilirdi. Bu toplantıların, karşılıklı etki neticesi, edebî şahsiyetlerin gelişmesinde büyük rolleri olacağı açıktır. Servet-i Fünûn’un toplantılarında okunan yazılar, çoğunlukla takdirle karşılanır; bazen de tenkit edilirdi. Takdirler teşvik, tenkitler de ikaz yerine geçer, hiçbir dargınlığa sebebiyet vermezdi.1465” Halit Fahri Ozansoy, ilk kalem denemelerini bir “çarşamba” günü Vilâyet Konağı’nın karşısındaki köşede bulunan Servet-i Fünûn idaresine götürdüğünü, içerideki toplantı sebebiyle de kimseyle görüşemediğini hatırlamaktadır1466. Ali Ekrem’in anılarında öğrendiğimize göre Servet-i Fünûn dergisindeki çatlakların oluşmaya başladığı sıralarda derginin idare yerindeki bir toplantıda Tevfik Fikret, neşeli başlayan sohbetin ilerleyen zamanlarında buradaki altı kişiye tariz, alay ve iğnelemelerle dolu sözler söylemiştir. Bu toplantıda Tevfik Fikret’in yanı sıra Ali Ekrem ve İsmail Safa da bulunmuştur1467. Ercümen Ekrem Talu, Cenap Şahabeddin’in vefatı dolayısıyla yazdığı bir yazıda babasıyla birlikte geldikleri bu yerde Süleyman Nesîb, Cenap Şahabeddin ve Tevfik Fikret’in bulunduğu odada, Fikret’in bir şiiri elindeki kağıda bakarak

1464 Tarım, a.g.e., s.105. 1465 Kenan Akyüz, Tevfik Fikret, Ankara, Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1947, s.45. 1466 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.92. 1467 Bolayır, a.g.e., s.382.

282 okuduğunu, babasının okunan şiiri beğendiğini, Fikret’in bakarak okuduğu kağıdı eline alınca şiirin altında Cenap Şahabeddin’in adını gördüğünü ve onu bu şiiri dolayısıyla takdir ettiğini belirtmektedir1468. Servet-i Fünun hareketinden sonra Türk edebiyatında bir beyanname ile varlığını açıklayan ilk edebiyat topluluğu olan Fecr-i Âti şair ve yazarları da aynı idare yerinde bir araya gelmiştir. Hasan İzzettin Dinamo, bir zamanlar Cavit Yamaç’ın dergideki odasında Gavsi Ozansoy, Rıfat Ilgaz ve daha birkaç kişiyle bir araya geldiğini, bu toplantılarda derginin canlandırılmasının yanı sıra gençlerin sanat ve edebiyatta öne çıkmasının yollarının konuşulduğunu yazmıştır1469. Servet-i Fünun dergisi, varlığını Cumhuriyet sonrasında da devam ettirmiştir. Bir zamanlar Halit Fahri Ozansoy’un yönetimindeki dergide, onun oğlu Gavsi Ozansoy ve arkadaşlarının 1940 yılının ilk aylarında başlattıkları eski-yeni tartışması derginin canlanmasına hizmet etmişse de dergi zamanla izleyicisini kaybetmiştir. Oktay Akbal anılarında, buradaki çalışma ortamından bahseder ve idare yerinin yazar ve şairler tarafından doldurulduğunu anlatır1470. Fakat onların buradaki sohbetleriyle ilgili hemen hiçbir bilgi vermez. Ahmet İhsan Tokgöz’ün ölümü sebebiyle dergi bir süre daha yayın faaliyetini devam ettirmiş fakat 25 Mayıs 1944 yılında 2461. sayıda kapanmıştır1471.

2. 7. 2. BÜYÜK DOĞU AKADEMYASI

Adını çıkışından altı yıl önce Necip Fazıl’ın “Türk millî marşı” diye nitelediği “Büyük Doğu” şiirinden alan Büyük Doğu dergisi, sahibinin daha önce piyasaya çıkardığı Ağaç dergisi gibi geniş bir yazar kadrosu ile şiir, hikâye, eleştiri ve deneme türünden yazıların yayımlandığı bir yayın organıdır1472. Necip Fazıl’ın Eylül 1943-

1468 Ercümen Ekrem Talu, “Cenap’ın Arkasından”, Cumhuriyet, 14 Şubat 1934, s.3. 1469 Dinamo, İkinci Dünya Savaşından Edebiyat Anıları, s.58. 1470 Akbal, Anı Değil Yaşam, s.31. 1471 Bilge Ercilasun, Ahmet İhsan Tokgöz, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996, s.70. 1472 Abdullah Uçman, “Necip Fazıl’ın Çıkardığı Dergiler”, Kitap-lık, No: 50, Kasım –Aralık 2001, s.192.

283 Mayıs 19731473 tarihleri arasında değişik boyutlarda, çeşitli aralıklarla 35 yıl boyunca yayımladığı Büyük Doğu dergisi, fikrî, edebî, siyasî ve dinî muhtevalı bir dergi olması yönüyle de dikkati çekmektedir1474. İlk sayısından itibaren Necip Fazıl’ın damgasını taşıyan dergide devrin tanınmış fikir adamı, şair ve yazarlarının eserleri yayımlanmıştır. Abdullah Uçman, derginin özellikle ilk iki döneminde, muhtemelen Necip Fazıl’ın tanıdığı geniş sanat-edebiyat çevresininin sayesinde, fikrî ve siyasî muhtevalı yazıların yanı sıra felsefî ve edebî yazılar ile şiir, hikâye ve sanat yazılarının dergiyi muhteva açısından zenginleştirdiğini tespit etmiştir1475. İşte bu zenginliği sağlayan çevre, Büyük Doğu dergisi etrafında kenetlenmiş, ortak müşterekte buluşması mümkün olanların gayreti ve Necip Fazıl’ın da çabalarıyla dergi çevresinde bir sanat-edebiyat mahfili oluşmuştur. Kısa ömürlü bu mahfilin toplantıları dergi idare yerinin dışındaki mekânlarda yapılmıştır. Bir araya geldikleri dergi ve aynı dergideki mahfil yazılarının üst başlığı sebebiyle bu mahfil Büyük Doğu Akademyası başlığı altında incelenmiştir. Dergideki mahfil niteliğine sahip toplantıların amaçlarından en önemlisi, Necip Fazıl’ın dergiyi o yılların önemli bir sanat-edebiyat ve fikir mahfili hâline getirme düşüncesidir. Bu amaçla da derginin on bir, on iki ve on sekizinci sayılarında “Büyük Doğu Akademyası” adı altında çeşitli edebî konuların konuşulduğu toplantılar düzenlenmiş, bu toplantıları Zahir Güvemli okuyuculara aktarmıştır. Zahir Güvemli’nin ilk yazısı “akademya” kavramının açıklanması ve derginin “kendi merkez fikri etrafında toplananları ifadelendirmek için” neden bu kelmeyi seçtiğini dile getirmek için yazılmıştır: “Akademya, Yunaca’dan alınma bir kelimedir. Eflâtuna’a mensup grup, Atina civarındaki ‘Akademus’ bahçelerinde toplandığı için bu ismi almıştı. Fransızlarda bu kelime ilim ve sanat adamlarından meydana gelen resmi beş teşekkülü ifade eder. Tanzimattan beri bizde yerleşen aşağılık duygusu, ifade ettiği keyfiyeti düşünmeyip doğrudan doğruya kelimeyi mefküreleştirdiği için,

1473 Tahsin Yıldırım, Büyük Doğu dergisinin “farklı periyotlarla ve kimi zaman dergi, kimi zaman ise gazete formatında” 1943’ten 1978 yılına kadar yayımlandığını belirtmektedir. Detaylı bilgi için bkz.: Tahsin Yıldırım, “Türk Gazetecilik Tarihi Üzerine Bir Deneme–1”, Yeni Türk Edebiyatı Araştırmaları, No:1, Ocak- Haziran 2009, s.300. 1474 Abdullah Uçman, a.g.m., s.191. 1475 Abdullah Uçman, a.g.m., s.192.

284 akademya mefhumunun yanına yaklaşılmaz bir mahiyet kazandı. Büyük Doğu kelimeyi tam ve asıl manasıyla alıyor ve kendi merkez fikri etrafında toplananları ifadelendirmek için kullanıyor.1476” Bu toplantıların ilki, 30 Aralık 1945 tarihinde, bir pazar günü Necip Fazıl’ın evinde yapılmıştır1477. Toplantıya Kazım Nami Duru, Burhan Belge, Salâh Birsel, Gavsi Ozansoy, Fahri Erdinç, Özdemir Asaf, Oktay Akbal, İskender Fikret Akdora, Abdurrahman Şeref Laç, Nejat Muhsinoğlu, Necip fazıl Kısakürek ve Zahir Güvemli katılmıştır1478. İlk sözü alan Necip Fazıl, toplantının temel amacını açıklamış ve özellikle de katılımcıların Büyük Doğu dergisini eleştirmelerini istemiştir. Bu eleştirilerde, derginin çeşitli yönlerden aksayan yönlerinin belirlenmesini de dile getirmiştir1479. Zahir Güvemli’nin yazısından anlaşıldığı üzere sohbetin mevzusu sınırsız olduğu için konu haliyle kısa bir süre sonra dağılmıştır. Bunun üzerine “müşahhas” konular üzerinde konuşularak toplantının amacına ulaşması istenmiştir. Necip Fazıl, bu amaçla da derginin yedinci sayısındaki “Edebiyat Mahkemeleri”nin “münevver gençler” üzerindeki tesiri hakkında konuşulmasını teklif etmiş ve bilhassa toplantıdaki gençlerin bu husustaki düşüncelerini söylemesini talep etmiştir. Onun amacı bu mahkemeden yola çıkarak çeşitli cephelerin bu süreli yayına nasıl baktığını öğrenmektir. Oktay Akbal, konuyla ilgili ilk sözü alan kişidir. Akbal, edebiyat mahkemesinin ilkinde Tevfik Fikret’in1480 ele alınmasında, o devrilerde ortaya çıkan Âkif- Fikret Münakaşalarının etkili olduğunu ve iki şahisiyetin arkasında birbirine “muarız” grupların olması sebebiyle Fikret’in ardından Âkif’in de bu mahkemeye çıkarılması gerekliliğine dikkati çekmiştir1481. Necip Fazıl ise onun bu mahkemede ele alınmasının “Âkif- Fikret Münakaşaları” ile hiçbir ilgisinin olmadığını, Büyük Doğu dergisinin varmak istediği hedefin tam aksini temsil ettiği için ilk olarak Fikret’in bu mahkemeye çıkartıldığını ifade etmiştir. Necip Fazıl sözlerine, “Gayesiz, hedefsiz, maksatsız, imansız, bugün böyle yarın zıddına, kudretsiz ve şuursuz… Kötü bir Kope mukallidi…

1476 Zahir Güvemli, “Büyük Doğu Akademyası: Toplantı No:1”, Büyük Doğu, No:11, 11 Ocak 1946, s.4. 1477 Güvemli, a.y. 1478 Güvemli, a.y. 1479 Güvemli, a.y. 1480 Zahir Güvemli, “Edebiyat Mahkemesi: Tevfik Fikret”, Büyük Doğu, No:7, 14 Aralık 1945, s.4.; No:8, 21 Aralık 1945, s.4. 1481 Güvemli, a.y.

285 Muayyen propagandanın da üstelik oyuncağı1482” şeklinde devam etmiştir. Ona göre Fikret’i savunan sosyal zümre memlekette uzun yıllar hâkim mevkide olmuştur. Fakat Âkif’i1483 savunan zümrenin hiçbir zaman memleket mukadderatında asıl söz sahibi olmadığını, bu sebepten de Âkif ile ilgili bir mahkemenin hemen yayımlanamayacağı söylemiştir1484. Burhan Belge ise bu tür bir edebiyat mahkemesinin akıl ölçüsü gözetilerek yapılmadığı için taraflı olduğunu dile getirmiş, aklın ve hakikatin ölçüsü dikkate alınmadan da sağlıklı bir hedefe ulaşılamayacağını vurgulamıştır. Bu eleştiri üzerine “mahkeme zabıtlarını” yazan Zahir Güvemli söz almış ve edebiyat mahkemesinde Tevfik Fikret’i niçin yargıladıklarını şu şekilde açıklamıştır: “Fikret mühim bir dönüm noktasının ölçüsüdür. Niçin bir Namık Kemal’den veya bir Hâmit’ten başlamadık? Fikret’in ima edilen aktüel hadiselerle hiç alakası yok. Biz onu çok daha evvelden, mahkeme fikri doğarken seçmiş bulunuyorduk. Maksat, kıymetlerin tekrar elenmesidir.1485” Necip Fazıl ise Burhan Belge’nin yukarıdaki eleştirilerine cevap olarak bu mahkemede söylenen ve yazılanların yalan olup olmadığını sormuş ve her şeyin doğru oldu cevabını alınca da yazıyı savunmuştur. Burhan Belge de bunun üzerine “akademya”nın ikinci toplantısında bu mahkemeyi “temyiz etmesini” istemiştir. Necip Fazıl da bu öneriyi kabul etmiştir. Toplantıda Fikret’i savunacak isimler Burhan Belge, İskender Fikret Akdora, Gavsi Ozansoy, Özdemir Asaf, Oktay Akbal; Fikret’in lehindeki isimler ise Salâh Birsel, Kazım Nami Duru, Zahir Güvemli ve Necip Fazıl olarak belirlenmiştir1486. Gelecek toplantının Özipek Palas’ta yapılması kararlaştırılarak “akademya”nın ilk toplantısı böylece sona ermiştir. Edebiyat Akademyası’nın ikinci toplantısını da Zahir Güvemli yazmıştır. Bu toplantı 4 Ocak 1945 tarihinde, bir cumartesi günü kararlaştırıldığı yerde yapılmış fakat toplantıya Burhan Belge, Gavsi Ozansoy, Abdurrahman Şeref Laç

1482 Güvemli, a.y. 1483 Necip Fazıl, Âkif’in Tevfik Fikret’in hemen arkasından edebiyat mahkemesine çıkartılmayacağını söylemiştir. Derginin 27 ve 28. sayılarında ise “Üçyıldız” müstearını kullanarak onu edebiyat mahkemesinde yargılamıştır. “Üçyıldız” müstearının Necip Fazıl’a ait olduğunu gösteren bilgi için bkz.: Tahsin Yıldırım, Edebiyatımızda Müstear İsimler, İstanbul, Selis Kitaplar, 2006, s.232. Büyük Doğu dergisindeki Mehmet Âkif yazısı ile ilgili detaylı bilgi için bkz.: Üçyıldız, “Edebiyat Mahkemesi: Mehmet Akif”, Büyük Doğu, No:27, 3 Mayıs 1946, s.6; No:28, 10 Mayıs 1946, s.6,16. 1484 Güvemli, a.y. 1485 Güvemli, a.y. 1486 Güvemli, a.y.

286 gelmemiştir1487. Necip Fazıl yine ilk sözü almış ve Fikret’in yetiştiği çevrenin ve eserlerini verdiği bir dünyanın eseri olduğunu dile getirerek onun Servet-i Fünûn dergisinin muhtelif sayılarında yayımlanmış bazı şiirlerini okumuş, okunan şiirlerden yansıyan dünyanın ancak bir “çocuk dünyası” olabileceği hükmüne varmıştır1488. Fikret’in şiirlerinde ve düşüncelerinde F. Coppe’nin tesirinde kaldığını da eklemiştir. Oktay Akbal, Necip Fazıl’ın sözlerine çok fazla itiraz etmeden, onun devrin şartları gereği “istibdata” uymaktan başka bir şey yapamadığını ve önemli Fransız şairlerini tanımadığından F. Coppe’yi taklit etmek zorunda kaldığını söylemiştir1489. Özdemir Asaf da onun şair olmadığını fakat “cemiyet karşısında hassas davrandığını ve bir şeyler yapmak” isteğinin de kabul edilmesi gerektiğini dile getirmiştir. İskender Fikret ise onun şair olduğunu iki şiirini delil göstererek savunmuştur. Fikret’in devrin pek çok hadisesinin tesirinde kalmış olabileceğini de kabul etmiştir1490. Zahir Güvemli ise İskender Fikret’in fikirlerini çürütmek amacıyla Tevfik Fikret’in F. Coppe’den iktibas ettiği bazı dizeleri ortaya çıkarmış ve bu şiirlerindeki “içtimai” fikirlerin bile Coppe’den geldiğini savunmuştur1491. Kazım Nami ise bizzat tanık olduğu olaylardan yola çıkarak Fikret’in samimiyetsiz ve “hakikat çilesiyle yoğrulmamış” bir insan olduğunu açıklamıştır. Necip Fazıl bu konuşmaları daha sonra toparlamıştır. Zahir Güvemli, yazının sonunda bu toplantıdaki münakaşaların aslında “edebiyat mahkemesinde” dile getirilen görüşleri doğruladığı sonucuna ulaşıldığını söyleyip yazısını noktalamıştır1492. Üçüncü toplantı yine Necip Fazıl’ın evinde yapılmıştır. Bu toplantıya Kazım Nami Duru, yüksek mühendis Muhittin Dilege, Fahri Erdinç, Özdemir Asaf, Oktay Akbal ve Zahir Güvemli katılmıştır. Bu toplantı da Zahir Güvemli tarafından yazılmıştır1493. Necip Fazıl toplantıda kendi şiir görüşünü ve dolayısıyla da Büyük Doğu dergisi’nin şiir anlayışını çarpıcı cümleler kurarak uzun uzun anlatmıştır. Onun

1487 Zahir Güvemli, “Büyük Doğu Akademyası: Toplantı No:2”, Büyük Doğu, No:12, 18 Ocak 1946, s.4. 1488 Güvemli, a.y. 1489 Güvemli, a.y. 1490 Güvemli, a.y. 1491 Zahir Güvemli, “Büyük Doğu Akademyası: Toplantı No:2”, Büyük Doğu, No:12, 18 Ocak 1946, s.13. 1492 Güvemli, a.y. 1493 Zahir Güvemli, “Büyük Doğu Akademyası: Toplantı No:3”, Büyük Doğu, No:18, 1 Mart 1946, s.4.

287 konuşması sırasında Özdemir Asaf da kendi görüşlerini açıklamış, Zahir Güvemli de Özdemir Asaf’ın görüşlerine cevap vermek için dağınık konuşmanının gereksizliğine vurgu yaparak şiirin meselelerinin tasniflenerek birkaç toplantıda teker teker üzerinde durulmasını tefklif etmiştir1494. Necip Fazıl ise bu tür tasniflerin hiçbir müspet netice sağlayamayacağını iddia edip Divan edebiyatı’nda bile “tamamen zevkî, gayr-ı müdevven bir poetik” anlayışının bulunduğunu, sonraki devirlerin ise “hiçbir şeylerinin” olmadığını iddia ederek konuşmasını bitirmiştir1495. Toplantılarda Tevfik Fikret’in yargılandığı edebiyat mahkemesinin konu edilmesi, bu etkinliğin aslında bir karşı kanon kurmak isteyen Necip Fazıl’ın düşüncesini öğrenmemiz bakımından önemli kabul edilmelidir. Edebiyat mahkemeleri, eski edebiyatın bayraktarı kabul edilen isimlerin kanon seviyesinde kalmasının engellenmesine yönelik bir hareket olarak da yorumlanabilir. Bu mahkemelerde sırayla Tevfik Fikret, Yahya Kemal1496, Mehmet Âkif1497 yargılanmıştır. Onların bu mahkemelerde acımasızca eleştirilmesi ile bu isimlerin bulundukları makamlarından aşağıya indirilmesinin gerektiği gerekçeleri ortaya konularak açıklanmıştır. Bu üç yazıdan yola çıkarak Necip Fazıl Kısakürek’in özellikle Büyük Doğu dergisi etrafında toplamayı düşündüğü bazı isimleri “Büyük Doğu Akademyası”na davet ettiği anlaşılmaktadır. Toplantıların aynı dergide yayımlanması ve derginin mahfilin kurulması esnasındaki merkezi önemi sebebiyle mahfilleşmenin omurgasında olduğu sonucuna ulaşabilmekteyiz. Fakat bu toplantıların üç hafta yapılmış olması ve ilk toplantıdan sonra bazı isimlerin toplantılara katılmaması, mahfilin istenen düzeyde etkili olamadığı sonucuna ulaşmamıza sebep olmuştur.

1494 Güvemli, a.y. 1495 Güvemli, a.y. 1496 Zahir Güvemli, “Edebiyat Mahkemesi: Yahya Kemal”, Büyük Doğu, No:14, 1 Şubat 1946, s.4, 12.; No:15, 8 Şubat 1946, s.4. 1497 Üçyıldız, “Edebiyat Mahkemesi: Mehmet Akif”, Büyük Doğu, No:27, 3 Mayıs 1946, s.6; No:28, 10 Mayıs 1946, s.6,16.

288 2. 7. 3. PAPİRÜS DERGİSİ İDARE YERİ

Cağaloğlu'nda, Nuruosmaniye Caddesi'nin sol köşesindeki Atasaray Hanı'nın en üst katında bulunan Papirüs dergisinin idare yeri1498, şairlerin, edebiyatçıların sık sık bir araya gelip sohbetler yaptıkları bir kültür-sanat-edebiyat mekânıdır. Cemal Süreya'nın çıkardığı Papirüs dergisi, Türk dergiciliğinde, şiirinde ve edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Papirüs, edebiyat dergiciliğine bir seviye getirmiştir1499. Buradaki sohbetlerde, edebiyat piyasasına yeni çıkmış edebi eserlerin niteliklerinden tutun da güncel edebiyatla ilgili hemen her konu konuşulmuştur. Dergiciliğe gönlünü vermiş olan Cemal Süreya, “dergi çıkarırken daha çok yazma eğilimi ya da özlemi içinde oluyorum1500” sözüyle Papirüs dergisinin başarılı olması için de elinden geleni yapmıştır. Papirüs dergisi 1960- 1961 yıllarında ancak dört sayı çıkabilmiş, sınırlı bir çevrenin dergisi olarak çok fazla etkili olamadan yayınına ara vermek zorunda kalmıştır. Cemal Süreya, bir iş dolayısıyla Paris’e gitmiş, burada biriktirdiği para ile Chevrolet marka bir araba satın alıp yurda dönmüştür1501. Bu arabayı satarak Papirüs’ü tekrar çıkarmaya başlamıştır. Papirüs’ün bu ikinci yayın dönemi, onu devrindeki dergilerden ayıran bazı temel değişikliklere sahiptir. Bunlardan ilki, İkinci Yeni hareketi içinde önemli bir yeri olan Cemal Süreya, Papirüs’ün kırk birinci sayısında “İkinci Yeni Şiir”in ne olduğunu ortaya koyan, Mehmet Doğan’ın kısa bir girişi ve Mehmet Doğan ve Turgay Gönenç’in seçtiklerinden oluşan bir antoloji eki yayımlamasıdır1502. Ayrıca dergide birçok şair ve yazar yeni eserlerini yayımlanmış1503, Cemal Süreya da derginin başyazılarını

1498 Doğan Hızlan, “Chevrolet'sini Sattı Papirüs'ü Çıkardı”,(Çevrimiçi) http: //hurarsiv. hurriyet. com.tr/goster/haber.aspx?id=138200&yazarid=4, 03. 01. 2010. 1499 Papirüs dergisinin edebiyatımızdaki önemi için bkz.: Mustafa Şerif Onaran, “Papirüs’ün Edebiyatımızdaki Yeri”, Varlık, No:1175, Ağustos 2005, s. 43-46. 1500 Mustafa Şerif Onaran, a.g.m., s. 44. 1501 Hızlan, a.y. 1502 Mehmet Doğan- Turgay Gönenç, “İkinci Yeni Şiir”, Papirüs, No:41, Ekim 1969, s.1–159. 1503 Papirüs dergisinde şiirlerini görebildiğimiz bazı şairlerin eserleri bir antolojide bir araya getirilmiştir. Antolojideki şairlerin nitelikleri ve sayısı dikkate alındığında Papirüs dergisinin Türk şiir tarihindeki yerinin ne kadar önemli olduğu sonucuna ulaşabiliriz. Bkz.: Zühal Tekkanat (Derleyen), Papirüs Şiirleri Antolojisi: 1966–1981, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, 615 s.

289 yazmıştır1504. Derginin özellikle bazı şairlerle ilgili ciddi özel bölümler hazırlaması1505 da dikkat çekici bir özelliğidir. Papirüs dergisinin 1966 yılında başlayan ikinci döneminden sonra idare yerinde bazı şair ve yazarlar bir araya gelip çeşitli konularda sohbetler, tartışmalar yapmıştır. Bunlarla ilgili detaylı bilgiler özellikle Muzaffer Buyrukçu’nun üç eserinde karşımıza çıkmıştır. Muzaffer Buyrukçu, Papirüs dergisinin gönüllü çalışanlarından, aynı zamanda Cemal Süreya’nın yakın arkadaşlarından biridir. Onun “Anında Görüntü”, “Dillerinde Dünya” ve “Sıcak İlişkiler” isimli eserlerinde, buradaki sohbetlerle ilgili çok fazla ayrıntı yer almaktadır. Muzaffer Buyrukçu, “Sıcak İlişkiler” kitabında 1969 yılının Şubat ayında, Cemal Süreya, Asım Bezirci, Atillâ Özkırımlı, Balzac’ın Goriot Baba romanıyla ilgili konuştuklarını yazmıştır. Muzaffer Buyrukçu, yeni okuyup bitirdiği romanla ilgili olarak Goriot Baba’nın kendine “cansız bir karakter” olark göründüğüni ifade etmiş, Cemal Süreya ise onun “gerçeğe aykırı” bir roman kahramanı olmadığını, bilakis çevrede onun gibi pek çok insanının var olduğunu söylemiştir1506. Sohbet, Goriot Baba örneğinden yola çıkarak ona benzeyen insanların romanlarda tip mi karakter mi olacaklarına dair görüşlerin dillendirilmesiyle devam etmiştir. Muzaffer Buyrukçu’nun anılarından 1970’li yıllarda Cemal Süreya, Behçet Necatigil, Demir Özlü’nün Papirüs dergisinin idare yerindeki bir sohbeti öğreniyoruz. Necatigil’in “Üç Turunçlar” isimli eseri Varlık Yayınları’ndan çıkmıştır. Necatigil, eserini takdim etmeye buraya gelmiştir. Cemal Süreya ve Muzaffer Buyrukçu’ya kitabını imzaladıktan sonra sohbet, Behçet Necatigil’in Almanya’da yayımlanan bir antolojinin ikinci baskısının piyasaya çıkması ve Almanya’daki yayınevinin Necatigil’e bu baskıdan önemli bir miktar telif ücreti vermesine dönmüştür. Sohbette, ülkemizdeki ve yurt dışındaki yazarların kazançları dile getirilmiştir. Cemal Süreya, bir ara Nimet Arzık tarafından Fransa’da yayımlanan Türk Şiir Antolojisi ile ilgili anısını anlatmıştır. Nimet Arzık, antolojiye alacağı eserleri belirlemek için Papirüs dergisine uğramış, Cemal Süreya’dan bazı isimler almıştır. Cemal Süreya, antoloji piyasaya çıktığında ise bu isimlerden pek

1504 Bu başyazılar daha sonra “Papirüs’ten Başyazılar” adıyla 1992 yılında kitap hâlinde yayımlanmıştır. 1505 Mustafa Şerif Onaran, “Edebiyat Dergiciliği Gönül İşidir”, Varlık, No:1173, Haziran 2005, s.39. 1506 Buyrukçu, Sıcak İlişkiler, s.145- 147.

290 çoğunun antolojide yer bulamadığına şahit olmuştur1507. Behçet Necatigil ise bir antolojinin nasıl olması gerektiğine yönelik görüşlerini beyan etmiştir: “Antoloji düzenlerken nesnellikten uzaklaşmayacaksın.1508” Bu söz üzerine Cemal Süreya, “O başta gelen şartlardan birisi, ayrıca edebiyatı günü gününe izleyeceksin. Belirenleri, öne çıkanları saptayacaksın. Antolojiyi yapmaya karar verdiğinde seçme fikri kafanda doğmuş olacak.1509” cümleleriyle kendi görüşünü dile getirmiştir. Cemal Süreya’nın Behçet Necatigil’e, “Üstat, militan şairlere ne diyorsunuz? Bizi defterden siliyorlar, bize gerici diyorlar?1510” sorusu üzerine sohbet mevzusu yine değişmiştir. Behçet Necatigil, “Daha önce de Maviciler böyle bir karalamaya…Bunlar, inkâr çıkışları ama yersiz, tutarsız, tartışan edebiyata bir şey kazandırmaz. Bunaltı dergisi de aynı yoldaydı. Kaç kişi kaldı onlardan geriye?1511” cümleleriyle Cemal Süreya’nın sorusuna cevap vermiştir. Cemal Süreya ise onları, “öğrenci hareketlerinin şairleri”, “şiir değil marş yazıyorlar” sözleriyle eleştirmiştir1512. Bu konuşmaların muhatabı büyük bir ihtimalle 1970’li yıllarda edebiyat dünyasında ses getiren “Halkın Dostları” dergisi etrafında toplanan genç şairlerdir. İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nun önderliğindeki derginin bazı sayılarında, yürülükteki edebiyat ve şiire dair eleştirel görüş, tenkit ve öneriler sıralanmış, bunların çıkışları da birçok şair ve yazar tarafından doğal olarak eleştirilmiştir. Nitekim bu sohbetin yapıldığı 1970 yılının Mart ayında Cemal Süreya Papirüs dergisinde, “Halkın Dostları” dergisindeki İsmet Özel ve Ataol Behramoğlu’nun şiirlerini sert bir biçimde eleştiren bir yazı yazmıştır. Papirüs’ün “Dergiler Arasında” sütunundaki bu yazıda Halkın Dostları dergisini değerlendiren Cemal Süreya, İsmet Özel’in şiirini,

1507 Buyrukçu, Anında Görüntü, s.39. 1508 Buyrukçu, a.g.e., s.40. 1509 Buyrukçu, a.y. 1510 Buyrukçu, a.y. 1511 Buyrukçu, a.y. 1512 Buyrukçu, a.y.

291 “İnsan yok onun yapıtında.1513”, “Şair kendini övüp duruyor, ya da yurdunu, halkını övüp duruyor. İsmet Özel’in hemen bütün şiirlerinde var bu. Ayrıntısızlıkla birleşen bu durum ona pek ‘yufka’ bir anlatım sağlıyor.1514”, bu iki şairi ise, “Bu arkadaşların bir de ikiyüzlülükleri var.(…) Kendilerinden önce söylenmiş, yazılmış çok şeyi es geçiyorlar, kendilerinin de yararlandıkları çok şey sanki ilk kez kendilerinden geliyormuş sanısını uyandırmak istiyorlar.1515” cümleleriyle eleştirmiştir. Muzaffer Buyrukçu, “Dillerinde Dünya” isimli eserinde, 20 Mayıs 1970 tarihinde Papirüs’ün idare yerinde, Cemal Süreya ve handa bürosu bulunan Avukat Nizamettin ile Kemal Tahir’in o sıralarda piyasaya yeni çıkan “Devlet Ana” romanı etrafındaki sohbeti ayrıntılı bir şekilde yazmıştır. Avukat Nizamettin, “Devlet Ana” romanının bazı kusurları olduğunu, eserde birçok tarihi yanlışların bulunduğunu, dürbünün o devirde kullanılmamasına rağmen romanda bir kahramanın bu aleti kullandığını, bir Moğol casusun şaman dansı yaptığını söyleyerek eseri eleştirmiştir. Cemal Süreya ise romanın eleştirilecek çok fazla yönünün olmadığını, “ Yazar, insan hayatını, o hayatı çevreleyen koşullarla birlikte verme çabasında olan insandır. Devletlerin kuruluş tarihleri, batış tarihleri tarihçileri ilgilendirir. Yalnız görkemli bir anlatımı var.1516” cümleleriyle dile getirmiştir. Daha sonra ise “Öyle bir roman dünya edebiyatında yoktur azizim.1517” cümlesiyle romanı beğendiğini açıklamıştır. Sohbet, daha sonra Kemal Tahir’in romancılığı üzerinde devam etmiştir. Sohbet devam ederken içeri Orhan Suda, daha sonra da Ercüment Uçarı girmiştir. Onların da katılımıyla sohbet devam etmiştir. Cemal Süreya, daha sonra sözü Yaşar Kemal’in “Ağrı Dağı Efsanesi”ne getirmiş ve bu eser ve eserin yazarı ile ilgili eleştirilerini sıralamıştır:

1513 Cemal Süreya, Toplu Yazılar-I: Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2000, s.338. 1514 Süreya, a.g.e., s.337- 338. 1515 Süreya, a.g.e., s.339. 1516 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.10. 1517 Buyrukçu, a.g.e.,s.10.

292 “Bunca büyük ün ve olanaktan sonra Yaşar Kemal’den daha sağlam çalışmalar beklenirdi. Efsane bir ulusun karakterindeki eylem ögelerini, o ulusun istek ve özlemlerini içeren bir şey olmalıdır. Efsane, gerçeğin coşkuya batmış, ama bileşik bir görünümü olmalıdır diyorum. Ayrıca efsaneleri yazmak için büyük bir araştırma yapmak gereklidir. Yaşar Kemal bu işi biraz kolayından tutuyor galiba. Bir yerde Asturias’a özeniyor. Ama Asturias gibi bu işin üstesinden gelebildiği kanısında değilim.1518” Cemal Süreya, daha sonra da Orhan Kemal ile ilgili görüşlerini karşılaştırmalı bir biçimde dile getirmiştir. Cemal Süreya, özellikle Kemal Tahir’in romancı olarak adı geçen yazarlardan pek çok yönüyle üstün olduğunu, eserlerine ciddi mesai harcadığını söyleyerek onun Türk edebiyatındaki değerini bu sohbette de ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Orhan Kemal’in de büyük bir yetenek olduğunu dile getiren Süreya, onda büyük bir erozyonun oluştuğunu söylemesi ve son yazdığı eserleri eleştirmesi1519, bu tür mahfillerde güncel eserlerin ve yazarlık yöntemlerinin kıyasıya eleştirildiğine dair bize önemli bilgiler vermektedir. Papirüs’te Sezai Karakoç, Ercüment Uçarı, Abdülkadir Eroğlu, Muzaffer Buyrukçu1520; Orhan Suda, Selim İleri1521; Behçet Necatigil, Demir Özlü1522; Asım Bezirci, Attilâ Özkırımlı1523; Tevfik Akdağ1524; Anıl Meriçelli1525 bir araya gelmiştir. Papirüs dergisinin 1970 yılının Mayıs ayında kapanmasıyla buradaki sohbet toplantıları da sona ermiştir.

2. 8. KİTABEVLERİ 2. 8. 1. ENDERUN KİTABEVİ

Beyazıt Meydanı’na bakan eski Beyaz Saray Kitapçılar Çarşısı’nda yer alan Enderun Kitabevi, sanatçı, yazar, ilim adamı, kitap kurtları ve daha pek çok farklı mesleğe sahip kişilerin, üniversite öğrencilerinin, sanat ve edebiyata gönülden bağlı

1518 Buyrukçu, a.g.e.,, s.14. 1519 Buyrukçu, a.g.e., s.14-17. 1520 Muzaffer Buyrukçu, “Cemal Süreya”, Varlık, No:1033, Ekim 1993, s. 41. 1521 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.17- 18. 1522 Buyrukçu, Anında Görüntü, s.40. 1523 Buyrukçu, Sıcak İlişkiler, s.145. 1524 Buyrukçu, a.g.e., s.148. 1525 Buyrukçu, a.g.e., s.154.

293 insanların özellikle “cumartesi”1526 ikindi sonraları bir araya geldikleri bir kültür, kitap, sanat ve edebiyat mahfilidir. Enderun Kitabevi’nin sahibi İsmail Özdoğan, kitaba, kültüre kendini adamış önemli kişileri küçük dükkânında bir araya getirmiş, onların bilgisinden, sohbetinden yararlanmak isteyenlere mekânının kapılarını ardına kadar açmıştır. Üniversite öğrencileri, kitaplara, kültür ve sanata ilgi duyan kişiler, işte bu mekânda edebiyattan sanata, tarihten din bilimlerine kadar pek çok konu üzerinde sohbetler etmiş, çeşitli konularda tartışmalar yapmış, pek çok şeyi burada öğrenmişlerdir. Enderun Kitabevi’nin müdavimlerinden olan M. Serhan Tayşi, burasının Küllük ve Marmara Kıraathanesi gibi mahfillerden farklı olduğunu belirtmektedir. Tayşi, Küllük ve Marmara’da siyaset ağırlıklı bir hava varken, Enderun’da kültür ve kitabın hâkim olduğunu söylemektedir1527. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünün ikinci sınıfında öğrenci olan Abdullah Uçman, Enderun Kitabevi ve buradaki edebî toplantılarla 1970’li yıllarda tanışmıştır. Sekiz on kişinin ancak sığabildiği1528 mahfile, başta Ali İhsan Yurd olmak üzere, Âmil Çelebioğlu, Fethi Gemuhluoğlu1529;Ali Yakup Cenkçiler1530; Ersin Öcal1531; Mehmet Emin Ağar, Erdinç Beylem1532; Rüstem Zaloğlu1533; Mahir İz, Orhan Şaik Gökyay, Kadir Mısıroğlu, Turgut Kut, Cengiz Aydın, Mehmet Şevket Eygi, Âlâ Bey, M. Ertuğrul Düzdağ, Orhan Acuner, Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu1534; Osman Turan, Abdülbaki Gölpınarlı, Ziyad Ebuzziya, İsmail Erünsal, Mehmet Niyazi, Mustafa Miyasoğlu, Abdullah Uçman, Beşir Ayvazoğlu1535; Süleyman Zeki Bağlan, M. Serhan Tayşi1536; Mustafa Uzun1537; Mahmut Kaya1538 gibi isimler devam etmiş, buradaki sohbetlere zaman zaman da

1526 Abdullah Uçman, Fatih’te Geçen Kırk Yılın Hikâyesi, İstanbul, Heyamola Yayınları, 2009, s.82. 1527 Tayşi, a.g.e., s.370. 1528 Abdullah Uçman, “Ali İhsan Yurd Hoca’yı Hatırlamak”, Ayaklı Kütüphaneler (içinde), s.374. 1529 Tayşi, a.g.e., s.379. 1530 Tayşi, a.g.e., s.395. 1531 Tayşi, a.g.e., s.400. 1532 Tayşi, a.g.e., s.401. 1533 Tayşi, a.g.e., s.403. 1534 Uçman, Fatih’te Geçen Kırk Yılın Hikâyesi, s.64. 1535 Ayvazoğlu, Dersaadet’in Kalbi Beyazıt, s.35. 1536 Tayşi, a.g.e., s.370. 1537 M. Şevket Eygi ile 23.12.2010 tarihinde yapılan görüşme. 1538 M. Serhan Tayşi ile 08.12.2010 tarihinde yapılan görüşme.

294 olsa katılmışlardır. Ramazan ayında ise yine cumartesi akşamları iftar yemeğinde buluşanlar, iftar sonrası sohbetlerine devam etmiştir1539. Mahfilin uzun yıllar müdavimi olan Uçman’a göre Enderun’da, üniversitelerde öğretilmeyen ve belki de hiç öğretilemeyecek pek çok konu üzerinde sohbetler yapılır, bilgiler verilirmiş. Enderun’da, yazma eserlerle ilk defa tanışan gençler, tezhip, murakka, dibace, derkenâr gibi kelimelerin anlamlarını, kitap ve kitaplarla ilgili hemen her şeyle ilgili bilgiyi öğrenebiliyorlarmış1540. Capcanlı bir üniversiteye benzeyen sohbetlerde Türk edebiyatının uzmanlık gerektiren derin konularına da değiniliyormuş. Eski edebiyatımıza merakı ve yazma kitap koleksiyonuyla bilinen Abdullah Öztemiz Hacıtahiroğlu buraya genellikle Gemlik’ten ayda bir kere uğrarmış. Hacıtahiroğlu, Divan edebiyatı bilgisiyle sohbetlere katıldığı zamanlar, şiirle ilgili pek çok konuda ister istemez konuşulur, çeşitli konularda da tartışmalar çıkarmış. Eski edebiyatı ciddi anlamda seven ve araştıran bu tıp doktorunun yer aldığı sohbet toplantılarında, o devrin yeni yeni ortaya çıkan İkinci Yeni hareketinin şiirleri ve şairleri de tartışma konusu olmuştur. Geleneği sembolize eden ve ona değer veren insanların buluştuğu bu mahfilde, başta Hacitahiroğlu olmak üzere yeni şiir ile ilgili olumsuz görüşler dillendirilmiştir1541. Abdullah Uçman’ın verdiği bilgi, İkinci Yeni şairlerinin yazdığı şiirleri hiç sevmeyenlerin bu sohbetler sırasında Hacıtahiroğlu’nu kızdırdığı şeklindedir. Mahfildeki güncel şiir tartışmaları ve bu tartışmaların önemli taraflarından biri olan Hacıtahiroğlu, görüşlerini ispat kaygısıyla müstear bir isimle İkinci Yeni şairleri gibi bir şiir yazmıştır. Bu şiir, bir süreli yayında yayımlanmıştır. Onun bu eylemi, mahfil toplantılarının aslında hiç de etkisiz mekânlar olmadığını gösteren bir delildir. İddiasını temellendirmek isteyenler, sohbetlerdeki talâkatıyla, oradaki kişilerin seviyesine göre konuştuklarından, zaman zaman istenilen düzeyde bir eleştiri geliştirilememiştir. Ama onun bu eylemi, görüşlerini ispatladığına bir delil kabul edilebilir. Enderun Kitabevi’nin sahibi İsmail Özdoğan, kitapçı dükkânını bir kitap, kültür ve edebiyat mahfiline çevirirken aynı zamanda o sıralarda kitap almaya parası

1539 Uçman, “Ali İhsan Yurd Hoca’yı Hatırlamak”, Ayaklı Kütüphaneler (içinde), s.374. 1540 Uçman, Fatih’te Geçen Kırk Yılın Hikâyesi, s.64. 1541 Uçman, a.g.e., s.83-84.

295 yetişmeyen üniversite öğrencilerine de yardım etmştir. Günümüzde Türk Edebiyatı Profesörü olan Abdullah Uçman, “Fatih’te Geçen Kırk Yılın Hikâyesi” isimli eserinde, “alicenaplık” gösteren Enderun Kitabevi’nin sahibi İsmail Özdoğan sayesinde, ondan daha pek çok üniversite öğrencisi gibi veresiye kitaplar alma şansını yakalamış, ay başlarında evden gelen paralarla da borçlarını ödeyerek kaliteli bir kütüphane kurmanın temellerini atmıştır1542. Enderun Kitabevi, günümüzde Vezneciler’deki Yümni İş Merkezi’nde yer almaktadır. Ama eskisi gibi burada mahfil toplantıları pek yapılamamaktadır. İsmail Özdoğan’ın oğlu Sinan Özdoğan tarafından sahibi bulunduğu matbaada 1 yıl kadar Enderun toplantılarına benzer bir oluşum devam ettirilmeye çalışılmıştır1543. Enderun Kitabevi, 1999 yılında Beyaz Saray’dan Vezneciler’deki Yümni İş Merkezi taşınmıştır. Mahfil toplantıları, mekânın çok ufak olması sebebiyle yapılamamaktadır.

2. 8. 2. YAZI KİTABEVİ

Yazı Kitabevi’nin başlangıcı, Kadıköy’de eski kitap satan, hurdacıların, eski eşya satan dükkânların bulunduğu sokağın sonundaki üç katlı bir binanın üçüncü katında 1990’ların başında Fırat Kitap Galerisi’ne kadar gitmektedir. 1980’lerin “hercümerci”nden kurtulmak isteyenlerin çabalarıyla bir marangoz sobasının başında toplanmaya başlayan gençler, burada her perşembe edebiyat sohbetleri yapmaya başlar1544. Lise ve üniversite öğrencileri ve şiire hevesli birkaç kişiyle başlayan bu toplantılar zamanla çok fazla ilgi gördüğünden mekânın merdivenleri bile müdavimler tarafından doldurulur. Mustafa Köz’ün önderliğindeki toplantılara katılan şairler arasında Serdar Koçak, Bedrettin Aykın, Oğuz Özden, Ramazan Şen isimleri dikkati çekmektedir. Mahfil toplantılarında şairler kendi şairlerinin dışında yerli ve yabancı şairlerin şiirlerini de okumuştur. Şiir üzerine hemen her türlü sohbetlerin de yapıldığı toplantılarda, genç şairlerin ve şiire heveslilerin kendilerini yetiştirmelerine fırsat sağlayan bir ortamın oluşmuş olduğu anlaşılmaktadır. Buradaki birikim, Mustafa Köz’ün öncülüğünde ve kuruculuğunda, 1996 yılında kurulan Yazı

1542 Uçman, a.g.e., s.63–64. 1543 Sinan Özdoğan ile 07.01.2011 tarihinde yapılan görüşme. 1544 Mustafa Köz ile 09.06.2009 tarihinde yapılan görüşme.

296 Kitabevi’ne aktarılır. Yazı Kitabevi, Kadıköy’deki Akmar Pasajı’nın sağ tarafından Moda’ya çıkan yolun sağ kolunda, şair Mustafa Köz tarafından açılmıştır. Mustafa Köz, şiire, edebiyat ve sanata hevesli kişileri, kitap dostlarını açtığı kitabevinde ağırlamaya başlamış, burası da kısa zaman içinde bir edebiyat mahfili olmuştur. Toplantılar her hafta “salı” akşamları düzenlenmiştir. Yazı Kitabevi’ndeki toplantılar, Fırat Kitap Galerisi’nden farklıdır. Yazı Kitabevi’ndekiler “konulu” toplantılardır. Eskiden beri mahfilin müdavimi olan gençler, kendilerini geliştirdiklerinden buradaki toplantılarda önceden hazırlık yaparak bir edebiyat-şiir konusu etrafından sohbetler düzenlemeye ve sanat-edebiyat tartışmaları yapmaya başlamıştır. Mahfilin önemli yönlerinden biri, hiç şüphesiz mahfile devam edenlere yaptığı katkıdır. Şiire ve edebiyata ilgili duyanları bir araya getiren, onların edebiyattan kopmalarını engelleyen mahfil, onların kendilerini yetiştirmelerine de hizmet etmiştir. Buraya devam eden şair ve yazarlarla bir araya gelme imkânına sahip olan müdavimler, onlarla geçirdikleri vakitleri iyi değerlendirmiş, bu sayede de mahfil etkinliğinde bizzat görev alabilmişlerdir. Baudelaire’in “En güzele, en iyiye, en sevgiliye şiir oku!” sözünü, mahfilde düzenlenen “şiir okuma etkinliğinin” bir nevi başlığı yapan müdavimlerin yanında çoğunlukla Şükran Kurdakul, Arif Damar, Mustafa Köz de yer almıştır1545. Tecrübelilerin ve gençlerin birlikte bir etkinlik düzenlemeleri, doğal olarak onlar arasında da olumlu bir iletişimin tesis etmesine yaramıştır. Bu sayede de mahfil etkinliği, iki kesimin de birbirini tanımasına, böylece de samimiyetin artmasına hizmet etmiştir. Mahfil toplantılarına önceleri İstanbul’da yaşayanlar ilgi göstermiştir. Mahfilin ününü duyan İzmir, Ankara ve yurt dışından pek çok kişi de mahfile devam etmiştir. Şükrü Erbaş, Salih Bolat, Altay Öktem, Ahmet Ada İstanbul dışından mekâna katılanlardan birkaçıdır1546. Mahfile gösterilen bu ilgi, mahfil müdavimlerinin yapılan etkinlikten ne kadar memnun kaldıklarının bir göstergesi olarak da düşünülebilir. Mahfilin kurucusu ve yöneticisi konumundaki Mustafa Köz’ün çıkardığı “Şiiroku” yaprağı, mahfilin süreli yayındır. Yazı Kitabevi’nde pek çok etkinlik de

1545 Mustafa Köz ile 09.06.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1546 Mustafa Köz ile 09.06.2009 tarihinde yapılan görüşme.

297 düzenlenmiştir. Bu konulu söyleşilerden bazıları “Haiku”, “Antik Yunan Şiiri”, “40 Kuşağı Şairleri ve Şiiri” dir. Bu etkinlikler daha sonra, mahfilin yayın organı kabul edebileceğimiz “Şiiroku”nda özel sayı olarak yayımlanmıştır. Mahfilde tecrübeli şairler de bizzat edebiyat-sanat etkinlikleri düzenlemiştir. Bunlardan biri olan Eray Canberk, salı günlerinin dışında “şair ve şiir” okumaları düzenlemiş ve söyleşiler yapmıştır1547. Bu tür etkinliklerde, dikkat çekici bir yöntem de uygulanmaktadır. Bu yöntem sayesinde, edebiyat-şiir alanındaki eleştiri ve sohbetlerin bizzat şiiri okunan şair tarafından değerlendirmesine fırsat sağlanmıştır. Mahfil toplantısında şiiri okunacak şairler, mekâna davet edilmiş, müdavimler onlara şiir anlayışları, şiir ve edebiyata nasıl baktıklarına yönelik sorular sormuştur. Poetik nitelikleri ön planda olan bu etkinlikler, şiir hakkında ısrarla durmak isteyen bir edebî anlayışın belirginleşmesine ve böylece de katılımcılara poetik nitelikli bilgiler ve dikkatler sunmaya yaramıştır. Bu sohbetlere Aydın Hatipoğlu, Şükran Kurdakul, Cengiz Bektaş, Ahmet Necdet, Melisa Gürpınar, Arif Damar katılmış, toplantılarda onların şiirleri okunup incelenmiştir. Şair ve şiir buluşmaları, özellikle yüz yüze konuşma fırsatı bulamayan edebiyat meraklılarının belli bir süre de olsa bir edebî eleştiri geliştirmelerine, bu sayede merak edilen, aydınlatılması gerekli sorulara cevaplar arayıp buldukları, yeni ve farklı bir bakış açısı kazanabildikleri bir mahfili ortaya çıkarmıştır. “Öykü günleri” etkinliğinde de öyküleri incelenecek öykücüler mahfile davet edilmiştir. Bunlar arasında, günümüzde de hâlâ öykü yazarı kimliğini koruyan Nalân Barbarasoğlu, Jale Sancak gibi öykücüler dikkati çekmektedir. Mahfilde şiir ve öykü etkinlikleriyle birlikte, güzel sanat etkinlikleri de düzenlenmiştir. Ressam ve heykeltıraşlar, eserleriyle birlikte bu toplantılara katılıp mahfil müdavimleriyle sohbetler yapmış ve güzel sanatlarla ilgili konularda tecrübelerini katılımcılara aktarmıştır. Mahfilde şairlerin kendi el yazılarıyla şiirlerinin yer aldığı bir sergi de düzenlenmiştir. Bu etkinliklerin düzenlenmesi ve yürütülmesinde gençler gönüllü olarak çalışmıştır. Bu etkinlikler, mahfilin sadece bir edebiyat mahfili değil kelimenin hemen her anlamında sanat-edebiyat mahfili kimliğine sahip olduğunu

1547 Mustafa Köz ile 09.06.2009 tarihinde yapılan görüşme.

298 göstermektedir. Mahfil toplantılarının çeşitli sanat-edebiyat alanlarında düzenlenmiş olması, müdavimlerin de kendilerini çeşitli alanlarda yetiştirmelerine, eski ve yeni sanat eserleri/kuramlarıyla ilgi bilgi ve görgülerini artırmalarına yardım etmiştir. İlk şiirlerini “Şiiroku” dergisinde görebildiğimiz bazı gençler, Yazı mahfilinin müdavimleri arasında yer almaktadır. Gökçenur Ç., Onur Caymaz, Kadir Aydemir, Doğan Ergül, Cüneyt Uzunbay, Yaprak Öz ilk şiirlerini “Şiiroku”nda yayımlamıştır. Bu isimler aynı zamanda mahfil etkinliklerini gönüllü düzenleyen kişilerdir. Mahfildeki “salı toplantıları” yaklaşık sekiz yıl devam etmiştir. Yazı mahfilinin kurucusu Mustafa Köz’ün İstanbul dışında yaşamaya başlaması sebebiyle mahfil 2004 yılında dağılmıştır1548. Yazı Kitabevi’nin bulunduğu yerde Yazı Cafe varlığını sürdürmekte fakat mahfil toplantıları bu mekânda artık yapılmamaktadır.

2. 9. SANAT GALERİSİ 2. 9. 1. ADALET CİMCOZ’UN EV(LER)İ/MAYA SANAT GALERİSİ

Fransız soylularının salonlarında edebiyat- sanat ağırlıklı toplantıların bir benzerini Adalet Cimcoz ve eşi Mehmet Ali Cimcoz, Beyoğlu Tünel’e yakın bir konumda ve Markiz Pastanesi’nin karşı sırasında bulunan Rus Konsolosluğu’nun yanındaki bir apartmanda düzenlemişti1549. Cumartesi günleri üç dört civarı eve gelen misafirler, akşam sekiz dokuza kadar burada sanat ve edebiyat ağırlıklı sohbetler yapmıştır1550. Mahfilin tam olarak ne zaman başladığıyla ilgili bilgilerimiz net değildir. Ama bilinen gerçek, Adalet Cimcoz’un ikinci eşi Mehmet Ali Cimcoz ile evlendikten sonra, bir aralar Kadıköy Bahariye’de ikamet etmişler, daha sonra da Taksim’deki evlerine taşınmış olmalarıdır. Mahfil’in kurulduğu tarih, tıpkı evlilik tarihleri gibi net değil: 1932 veya 1939. Taksim taraflarına eğer 1940’lı yıllarda taşınmışlarsa, hemen hemen bu tarihlerden itibaren toplantıların da başladığını iddia edebiliriz.

1548 Mustafa Köz ile 09.06.2009 tarihinde yapılan görüşme. 1549 Söğüt, a.g.e., s.62. 1550 Mehmet Ali Cimcoz’un Azra Erhat’a verdiği bilgiye göre ilk mahfil bu evde kurulmuştur. Bkz.: Azra Erhat, “Adalet Cimcoz’un Evi”, Hürriyet Gösteri, No:9, y.1, Ağustos 1981, s.20.

299 Bu evi ziyaret edenler arasında şu isimler dikkati çekmektedir: Yahya Kemal, Dr. İhsan Şükrü, Sabahattin Eyüboğlu, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mazhar Şevket İpşiroğlu. Çok sık olmasa da buraya Hasan Âli Yücel, Kasım Gülek de farklı zamanlarda gelmiş, bir kez de Tonguç uğramıştır1551. Mehmet Ali Cimcoz’un, evlerinde politika konuşulmadığını ısrarla belirtmesi, evin asıl fonksiyonun kültür- sanat-edebiyat konularına ağırlıklı yer veren sohbetlerin yapıldığı, çeşitli konuların konuşulduğu, mahfil niteliğini öne çıkarmak için söylenmiş sözlerdir1552. Tünel’deki evin yanı sıra 1950 yılının son aylarından itibaren toplantılar Maya Sanat Galerisi’nde de yapılmaya başlar. Galerinin açılışıyla birlikte, bütün zamanını burada geçirmeye başlayan Adalet Cimcoz, evinde yaptığı toplantıların benzerlerini, sanat eserleriyle dolu olan galeride devam ettirmiştir. Artık müdavimler sadece cumartesileri değil her sergi açılışında ve onu burada buldukları her zaman bir araya gelmeye başlamıştır. Bu toplantılar, galerinin açık kaldığı 4 yıl kadar sürmüştür1553. 1953–1954 sıralarında Şişli’ye taşınan Cimcozlar, eskisi kadar olmasa da dostlarına kapılarını yine açmıştır. Adalet Cimcoz, hemen her sanat dalından tanıdığı olan, çeviriler yapan, süreli yayınlarda yazılar yazan, filmlerin seslendirmesinde çalışan, çok yönlü bir insan olduğu için çevresinde çeşitli sanat dallarından insanları toplayabilmiştir. Evinde sanat-edebiyat mahfili kurmasını kolaylaştıran başka bir özellik de, Adalet Cimcoz’un eli açık bir kişi olması, işsizlere iş bulması, yoksulları kayırması, bekârları ise evlendirmesidir1554. Azra Erhat’ın, Adalet Cimcoz’un evi ile ilgili olarak M.Ali Cimcoz’la yaptığı röportajda, Fransa’daki sanat-edebiyat salonlarından birini İstanbul’da nasıl kurduklarını sorusuna ev sahibinin verdiği yanıt, aslında mahfilin kurucusunun Adalet Cimcoz olduğunu açıkça göstermektedir: “Beni karıştırma, sırf Adalet’in işiydi bu. O, her şeyden çok topluluğu sever, çevresinde hemen bir toplum yaratırdı. Gece gündüz kapısını açık tutmak ister dostlarına, dostlar da burasını kendi evleri bilirlerdi. Gelen gideni belli olmaz, kapı herkese açıktı. Misafirler birbirini ağırlardı.1555”

1551 Erhat, a.g.m., s.20. 1552 Erhat, a.y. 1553 Zeki Faik İzer, Maya Sanat Galerisi’nin “sekiz sene kadar” açık kaldığını belirtmektedir ki bu bilgi yanlıştır. Bkz.: Zeki Faik İzer, 90’a Bir Kala, İstanbul, Promat Basım Yayım San. A.Ş., 2002, s.136. 1554 Erhat, a.g.m., s.21. 1555 Erhat, a.g.m., s.20.

300 Mahfil kurucusu olan şahıs, özellikle yetenekli sanatkârları desteklemiş, onların eserlerini satın almış ve onlara zor durumlarında yardımcı olmuştur. Modern anlamda bir hami olan Adalet Cimcoz, evini açtığı sanatçılara, aşağıda anlatacağımız Maya Sanat Galerisinde de eserlerini sergileme imkânı yaratmıştır. Birçok sanatçı, bu imkândan faydalanmıştır. Azra Erhat’ın verdiği bilgiye göre, Şişli’deki eve gelenlerin sayısı yüzleri geçmiştir. Hemen her konunun konuşulduğu bu toplantılar genellikle pazar günleri düzenlenmiştir. Azra Erhat, toplantıların her pazar günü yapıldığını söylerse de Mehmet Ali Cimcoz, bu evde her pazar toplanılmadığını net bir şekilde hatırlamaktadır1556. Evin pek çok müdavimi vardır. Eskiden beri Cimcoz’ların yabancısı olmayan isimlerle birlikte pek çok ressam, karikatürist, şair, yazar, siyaset adamı, gazeteci, tiyatrocu, sinema dublajcıları mekânda bir araya gelmiştir. Türkiye’ye gelen yabancı sanatçılar da bu eve uğramıştır. Hatta yabancılar kendi eserlerini, yerli sanatçılar da kendi eserlerini icra ederek iki farklı sanat geleneğini bu evde birbirlerine tanıtmıştır1557. Mahfil toplantıları esnasında, Adalet Cimcoz’un zaman zaman okuma tiyatroları düzenlediği de bilinmektedir. Mine Söğüt, tiyatro eleştirileri de yazmayı seven ev sahibesinin, toplantı akşamlarında seçtiği bir oyunu, misafirlerine dağıttığını, misafirlerle birlikte oyunu karşılıklı seslendirdiklerinin bilgisini verir1558. Bu etkinlik, daha önce pek sık karşılaşılmayan bir edebiyat etkinliğidir. Eski mahfillerde genellikle şiirler ve manzum eserler okunurken, burada bir tiyatro metni okunmaktadır. Bu okuma etkinliği, dublaj yapmayı çok iyi bilen bir ev sahibesinin evine layık bir edebiyat etkinliğidir. Azra Erhat, bu evin Avrupa’da “uygarlık yaratan evlere” hem “benzediğini” hem “benzemediğini” söyler. Ona göre bu evde “yabancı ile yerli” birbirine tam kaynaşmıştır. Ayrıca bu ev, “Türk insanına, Türk konukseverliğine ve dostluğuna özgü bir hava” taşımaktadır1559.

1556 Erhat, a.y. 1557 Azra Erhat’ın verdiği bilgiye göre Cassado bu eve gelip bir konser vermiştir. Kemençeci Kemal Niyazi de kemençe çalmıştır. Bkz.: Azra Erhat, a.g.m., s. 21. 1558 Söğüt, a.g.e., s.42. 1559 Azra Erhat, a.y.

301 Mehmet Ali Cimcoz’un işlerini Şişli’deki apartman katına taşıması, Adalet Cimcoz’un çeviri, dublaj faaliyetleriyle birlikte radyo programlarının artması misafirlere çok fazla vakit ayıramamalarına yol açmıştır. Bu sebepten evdeki toplantılar, özellikle Maya Sanat Galerisi’nin kapanışından sonra yavaş yavaş azalmaya başlamıştır. Adalet Cimcoz’un, modern sanat eserlerini beğendiğinden, her resim sergisinden bir tablo satın alarak eve dönmesi, zamanla eşi Mehmet Ali Cimcoz’u mali yönden sıkıntıya sokmaya başlamıştır. Onun sanatı ve sanatçıyı karşılıksız desteklemesi, evindeki toplantılarda hemen hemen hiç günlük politikaya girilmemesi, çevresinde bir kümelenmenin oluşmasına imkân vermiştir. Mehmet Ali Cimcoz ise evindeki kalabalıktan zamanla sıkılmaya başlamıştır. Bu sebepten hem evindeki kalabalığı başka bir mekâna kanalize etmek hem de eşinin her gittiği sergiden bir tablo almasını engellemek ve mali durumunu sarsmamak için Adalet Cimcoz’un bir sanat galerisi açmasını desteklemiştir1560. Nitekim kendisi, “Maya’yı açmakla hem resim satın almaktan kurtulacağımı hem de kalabalığın oraya akacağını hesapladım. Toplantılar Maya’da oldu.”1561 cümleleriyle galerinin açılış gerekçesini kendi açısından anlatmaktadır 1950’li yıllarda Tünel’deki eve sık sık uğrayan iki kişi, o zamanlar için önemli bir yenilik olacak sanat galerisi kurma fikrini Adalet Cimcoz’a benimsetmeye, onu yüreklendirmeye ve desteklemeye çalışmıştır. Bu iki kişi Sabahattin Eyüboğlu ve Orhan Veli Kanık’tır. Azra Erhat, o günlerde avarelikten bıkmış görünen Orhan Veli Kanık’ın Maya’da çalışmayı hatta Maya adıyla yeni sanat yaprağı çıkarmayı kabul ettiğini yazmaktadır1562. Bu durum, “yeni” edebiyatın aykırı şairi olarak bilinen O. Veli’nin yeni sanatlara kapılarını açan, sanatçıları koşulsuz destekleyen bir kişiyle olan bağını da ortaya koymaktadır. Sabahattin Eyüboğlu da, kendi evindekine benzer toplantılar yapan Adalet Cimcoz’u desteklemiş ve galeride sergilenecek eserleri tek başına seçme hakkını elde etmiştir. Orhan Veli Kanık, galerinin kuruluş düşüncesi belirdiği zaman, sigara paketinin

1560 Mine Söğüt, a.g.e., s.65.; Erhat, a.g.m., s.21. 1561 Erhat, a.g.m., s.20. 1562 Mine Söğüt, a.g.e., s.65.

302 arkasına on sekiz kadar sanatçıdan alınacak eserlerin listesini bile yapmıştır1563. Hazırlıkları tamamlanan mekân, Beyoğlu Kallavi Sokak’taki 20 numaralı apartmanın iki katlı, iki küçük odalı, bir banyolu, bir numaralı dairesinde, 25 Aralık 1950’de Maya Sanat Galerisi ismiyle açılmıştır1564. Maya Sanat Galerisi, Teoman Aktürel’in deyimiyle gezilen, görülen bir sanat galerisi değil bir tanışma, karşılaşma ve buluşma yeridir. Zeki Faik İzer ise “90’a Bir Kala” isimli eserinde buranın bir “kulüp” olduğunu belirtmektedir1565. Siyaset haricinde her tür sanat konusunun zevkle ve rahatça konuşulabildiği bu yerin kapısının önünde Hatayî’nin şu dörtlüğü yer almaktadır: “Vardım kırklar meclisine Gel beri ey can dediler İzzet ile selâm verdim Gir işte meydan dediler.1566” Galeride İsmet İnönü’den tutun da Aliye Berger, Nazım Hikmet, İstanbul’da olduğu zaman Nurullah Ataç, Ahmet Hamdi Tanpınar, Sait Faik, Âşık Veysel, Şevket Rado, Cemal Tollu, Zühtü Müridoğlu’na kadar onlarca kişi bulunmuştur1567. Buranın önemli bir özelliği de henüz ün kazanmamış, sanatseverlerden ilgi ve yardım bekleyen gençlerin toplandığı bir mekân olmasıdır. O devirlerde Güzel Sanatlar Akademisi’nde öğrenci olan genç sanatçıların pek çoğu, başta Mengü Ertel, Kuzgun Acar, Ferruh Başağa, Aloş1568 olmak üzere buranın müdavimidir. Genç sanatçılar, sergi açılışlarında ve diğer etkinliklerde ücret almadan çalışmışlardır. Bedri Rahmi Eyüboğlu, Sait Faik, Ahmet Hamdi Tanpınar, Orhan Veli, Fikret Adil1569; Behçet Necatigil, Fikret Ürgüp, Rıfat Ilgaz1570; Ali Bütün, Inge Bütün1571; Semih Balcıoğlu1572; Nevzat Üstün, Oktay Akbal, Günseli Başar, Atıf Yılmaz, Sezer Sezin,

1563 Azra Erhat, “Maya ve Cim-Dal”, Milliyet Sanat, no:353, Nisan 1980, s.17. 1564 Teoman Aktürel, “Ada ve Maya”, Milliyet Sanat, no:366, 15 Ocak 1981, s.25. Azra Erhat, Vatan gazetesinin 22 Aralık 1950 tarihli nüshasından alıntıladığı bir haberde, Maya Sanat Galerisi’nin açıldığının bilgisi yer almaktadır. Bkz.: Azra Erhat, “Maya ve Cim-Dal”, Milliyet Sanat, s.15. 1565 Zeki Faik İzer, 90’a Bir Kala, s.136. 1566 Aktürel, a.y. 1567 Aktürel, a.y. 1568 Söğüt, a.g.e., s.66. 1569 Söğüt, a.g.e., s.66. 1570 Rıfat Ilgaz, Yokuş Yukarı, İstanbul, Çınar Yayınları, 1987, s.71. 1571 Söğüt, a.g.e., s.44. 1572 Söğüt, a.g.e., s.121.

303 Altan Erbulak, Nedret Güvenç1573; Sabahattin Ali, Mücap Ofluoğlu1574; Hakkı Tarık Us, Yaşar Kemal1575; Limasollu Naci, Güngör Kabakçıoğlu1576; Balaban’ın1577 isimlerini Maya ile yan yana getirmemiz mümkündür. Azra Erhat, Adalet Cimcoz’un sanatçılar arasında fark gözetmemekle birlikte, daha çok genç sanatçıları desteklemek, onları tanıtmak, yüreklendirmek istediğini söyler1578. Bu bile sanatı ve özellikle genç sanatçıları çıkar gözetmeden desteklemeyi bir zevk hâline getiren bir haminin düşüncesini nasıl bir niyetle ortaya koyduğunu ve “yeni sanatın” bayraktarlığını yaptığını düşündüğü sanatçıların, maddi imkânsızlıklar sebebiyle yok olmalarını engellemek isteğini göstermektedir. Adalet Cimcoz, Maya ile yapmak istediklerini şöyle açıklar: “Sanki ben bu işi para kazanmak için mi yapıyordum. Hayır. Gayem halkla sanatkâr arasında bir köprü kurmaktı. Maya’nın açılışından beri geçen dört yıl zarfında galeride 200 sergi açıldı ve ben de idealimi gerçekleştirmenin zevkini tattım.1579” Bu cümleler, bilinçli bir kişinin sözleridir. Halktan kopuk bir sanatın çok fazla yaşayamayacağını, onun köklerinden ayrı kalacağını bilen biri olan Adalet Cimcoz, düşüncelerini uygulamak amacıyla “yeni sanat” olarak kabul ettiği sanat eserlerine galerisinde yer açmıştır. Bu tür “işler” yapan sanatkârları bazen bizzat desteklemiş, bazen de onların iş bulmalarına yardım etmiştir. Bu tavır, Maya’nın temel felsefesi olarak da düşünülebilir. O, Maya’yı bir köprü gibi düşünmüş ve buradaki toplantılarda geçmişle geleceği, yaşlı ile genç sanatkârları bir araya getirmiştir. Onun bu tavrı yeni sanatçının kendini yetiştirmesine ve yeni sanatın gelişmesine, bu sayede de yeni sanatın kökleşmesine hizmet etmiştir. Maya’da, şiir ve resim alanlarını birleştirerek, devri için çok da beklenilmeyecek yeni bir etkinlik de düzenlenmiştir: Resimli şiir sergisi. Etkinliğe katılan şair ve sanatçıların bazılarının resimlerine şairler şiir yazmış, bazılarının da şiirlerine resim çizilmiştir. 1952 yılının bu ilk sergisinde Fikret Otyam, Orhan Veli’nin İstanbul şiirini, Saynur Güzelson yine Orhan Veli’nin başka bir şiirini,

1573 Söğüt, a.g.e., s.75. 1574 Söğüt, a.g.e., s.93. 1575 Söğüt, a.g.e., s.94. 1576 Söğüt, a.g.e., s.83. 1577 Söğüt, a.g.e., s.81. 1578 Erhat’tan aktaran Söğüt, a.g.e., s.105. 1579 Söğüt, a.g.e., s.98-99.

304 Metin Eloğlu ve Bedri Rahmi Eyüboğlu kendi şiirlerini, Hayrullah Tiner Asaf Hâlet’in Lamelif şiirini, Füreya Kılıç II. Selim’in bir beyitini resimlemiş, Sezer Sezin’in şiirini Kuzgun Acar tellerden yaptığı bir heykelle somutlaştırmıştır1580. Etkinlikte yapılanların satılmak için sergilenmesi hatta bu eserlerin kolayca satılabilmesi için taksit de yapılması dikkat çekicidir. Adalet Cimcoz, yeni sanatı orta kesimden insanların da takip etmesini, sevmesini de istediğinden eserleri taksitle satmaya çalışmıştır. Bu tavır bile, Cimcoz’un sanatla yapmak istediği köklü değişiklik için nasıl çalıştığını göstermektedir. Maya’da, bir “sanat muharrirleri toplantısı” da yapılmıştır. Bu etkinliğin olduğu zaman çekildiği anlaşılan bir fotoğrafta, sanat muharrirleri toplantısında olanları görebilmekteyiz. Toplantıda Oktay Akbal, Nevzat Üstün, Adalet Cimcoz, Refik Halid Karay’ın eşi Nihal Hanım, Bedri Rahmi Eyüboğlu ve Fikret Adil yer almıştır. Maya’nın sanat üzerinde yazı yazanların bir toplantısına ev sahipliği yapması bile, mahfil toplantılarının niteliğini ortaya çıkarmaktadır. Sanat ve sanatçıyla ilgili bir toplantıda, doğal olarak sanat-sanatçı etrafında konuşmalar yapılmış, belki de “yeni sanat” öncülerinin eserleri değerlendirilmiştir. Muhtevasını bilemediğimiz, sadece tahmin yürüttüğümüz etkinlik, Maya’daki toplantıların edebiyat alanında da olabileceğini, hiç olmazsa, edebiyatçı kimlikleriyle bilinen yazarların burada edebiyat çevresinde kalarak sohbet ve sanat konuşmaları yaptıklarını düşünebiliriz. Nitekim Rıfaz Ilgaz, bir gün Sait Faik ile Maya’ya gitmiş, orada Fikret Ürgüp ve Behçet Necatigil’e rastlamıştır. Sait Faik, yazarların o devrideki kazançlarının içler acısı durumunu dile getirerek Varlık Yayınlarının sahibinden telif ücretini nasıl aldığını anlatmıştır1581. Oradakilerin konuşmalarından anlaşılacağı üzere; Maya, sanatçı ve edebiyatçıların buluşma, konuşma ve tanışma mekânıdır. Maya, katı bir kâr zarar ilişkisi dikkate alınarak kurulmadığı için zamanla masraflarını karşılayamayacak zor bir durumla karşı karşıya kalmıştır. Maya’nın devam etmesi amacıyla pek çok sanatçının katıldığı bir “kurtarma sergisi” düzenlenmiş fakat bu sergi de Maya’yı çok fazla yaşatamamıştır. Maya 1954 yılında

1580 Söğüt, a.g.e., s.82-84. 1581 Ilgaz, a.g.e., s.71-72.

305 kapanmıştır. Buranın müdavimleri, Adalet Cimcoz’un Şişli’deki evinde toplanmaya devam etmiştir. Mahfil açısından dikkat çekici bir yön, mahfil kurucusunun evinde başlayan toplantılar, çeşitli sebeplerle bir sanat galerisine aktarılmıştır. Mahfil sahibi, özellikle yeni sanatı ve bu sanata gönül vermiş gençleri desteklemiş, onların enerjilerini sanatlarına verebilmeleri için imkânlar yaratmıştır. Burada bir araya gelen sanatçılar, yazarlar, gazeteciler hemen hemen aynı çevrenin insanlarıdır. Pek çoğu başka evlerde toplandıklarından birbirlerini tanımaktadır. Sabahattin Eyüboğlu’nun evi, Adalet Cimcoz’un Taksim ve Şişli’deki evlerine benzer niteliklere sahiptir. Eyüboğlu’nun evinde de yerli ve yabancı pek çok kişi bir araya gelip çeşitli sanat- edebiyat konuları üzerinde çalışmalar yürütmüştür. Bu mahfilin farklı bir özelliği de evdeki toplantılarda tiyatro metinlerinin de okunmuş olmasıdır. Daha önce hemen hiçbir mahfilde, bu türden bir okuma etkinliği düzenlenmemiştir. Cimcoz’un evi, aslında en çok genç sanatçılara katkı sağlamıştır. Henüz hayatını idame ettirecek kadar bir gelire sahip olmayan genç sanatçılara her türlü maddi ve manevi yardımı yapan Adalet Cimcoz sayesinde yeni ve eskiyi bir arada görebilecekleri bir ortamda kendi sanatları için faydalı şeyler öğrenmiş, en azından iki sanatı mukayese edebilme imkânı kazanmışlardır.

306 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

HAKLARINDA AYRINTILI BİLGİLER BULUNMAYAN DİĞER EDEBİYAT ORTAMLARI

Araştırmalarımız neticesinde haklarında ayrıntılı bilgiler bulunmayan diğer edebiyat ortamlarını tıpkı çalışmamızın ikinci bölümünde olduğu gibi çeşitli başlıklar altında inceledik.

3. 1. PAŞA, BEYLERİN KÖŞK, KONAK VE YALILARI İLE EDEBİYAT MERAKLILARI, SANATÇI VE YAZARLARIN EVLERİ

3. 1. 1. ŞEYHÜLİSLAM ÂRİF HİKMET’İN KONAĞI

On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devletinde görevli olan “Bey”, “Paşa” ve devletin önemli görevlerinde bulunan ricâlin yalı, konak ve köşkleri devrin siyasî, edebî ve sosyal konularının konuşulup tartışıldığı birer “okul” gibi hizmet vermiştir. Bu tür yapıları açan ve buralara katılanları himaye eden “devletli” kadrosu hem gelişme ve ilerlemelere yabancı kalmayan çekirdek bir kadronun oluşturulmasına hem de bazı görüş, düşünce ve anlayışların müdavimlere rahatça aktarılmasına yardım etmiştir. Düzenli bir eğitim ve öğretim faaliyetinden yoksun bir ülkenin çözmesi gerekli siyasi, sosyal ve ekonomik sorunlara bu tür mahfillerde çözümler arandığı da bilinmektedir. Bu sebepten idari kadrolarda görev yapanların evlerinde yalnız edebiyat konularının konuşulmuş olması çok düşük bir ihtimal olarak görülmektedir. Sanat/kâr hamisi olarak da düşünülebilecek bu insanların evleri, yerli ve yabancı âlim, şair ve yazarların hiçbir ücret ödemeden kalabilecekleri mekânlardı aynı zamanda. Onların evlerinde misafir olarak kalanlara “hanegî” isminin verilmiş

307 olması, bu tür bir konaklama düzeninin o devirlerde çok fazla revaç bulduğunu gösteren tarihi bir ayrıntıdır. Şeyhülislam Ârif Hikmet’in (1786- 1859)1582 konağı da edebî ve ilmî konuların konuşulduğu, burada bir araya gelenlerin görüşlerini serbestçe dillendirebildikleri bir mahfildir. Paşa’nın şiirle olan yakın ilgisi, toplantılarda şiir ve edebiyat konularının da konuşulmasını kolaylaştırmıştır. Konağını bir “mahfil”e çeviren paşanın devrin âlim, şair ve yazarlarını himaye ettiği ve geçim sıkıntısında olan şair ve yazarlara yardım ettiği bilinmektedir. Banarlı, paşanın devrin ilim adamlarını ve şairlerini konağına davet ettiğini, onlara ikramlarda bulunduğunu, böylelikle de Divan şiirinin tarihî ve akademik toplantılarına yeni bir hayat verdiğini belirtmektedir1583. Şeyhülislam Ârif Hikmet ile ilgili önemli çalışmaları bulunan Bilâl Kemikli, onun konağını ilim ve irfan ehline açarak pek çok insanın yetişmesine imkân sağladığını dile getirmektedir1584. Bilal Kemikli başka bir yazısında ise onun bir hami olarak niteliğini şöyle dile getirmektedir: “Ârif Hikmet’in himayeci tavrı, sadece icâze ve ikram şeklinde maddî boyutta değildir. Bazı şairleri divan tertip etmeleri hususunda teşvik etmiş, bazılarını tanzir etmiş, kimilerini de eserlerine manzum ve mensur takrizler yazmıştır. Böylece onun manevi açıdan da himayeci bir tavır sergilediğine tanık olmaktayız. Bu meyanda onun muhitinde bulunan bazı şair ve müellifleri tespit etmek mümkündür.1585” Konağın belli başlı müdavimleri arasında Keçecizade İzzet Molla, Sahaflar Şeyhizâde Esat Efendi, Tahir Selam, Ziver Paşa, Ziya Paşa, Ahmet Cevdet Paşa1586; Kazasker Seyfüddin Efendi1587; Bayburtlu Zihnî, Fatın Dâvut, Şeyh Zâik, Gâlip Sâid Mehmet Paşa1588 vardır. Toplantılar, burada hazır bulunanların yetişmesine imkân sağlamıştır. Paşa, Arap edip ve âlimleriyle de irtibata geçmiş, onları da konağına davet etmiştir. Bu âlimlerden biri olan meşhur müfessir Alusi, konakta bir süre

1582 Nihad Sâmi Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C.II, İstanbul, MEB Yayınları, 1998, s.838. 1583 Banarlı, a.g.e., s.839. 1584 Bilâl Kemikli, “Bir Osmanlı Şeyhülislâmı: Ârif Hikmet Beyefendi”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C.XII, No:3–4, 1999, s.311. 1585 Bilâl Kemikli, “Bir Üsküdar Beyefendisi Şeyhülsilâm Ârif Hikmet Beyefendi”, Üsküdar Sempozyumu-II, C.II, İstanbul, Üsküdar Belediyesi Yayınları, 2005, s.602. 1586 Ülger, a.g.m., s.200. 1587 Bilal Kemikli, “19. Yüzyılda Bir Entelektüel Muhit: Şeyhüislam Arif Hikmet Beyefendi’nin Konağı”, İlim ve Sanat, No:41, Nisan 1996, s.93. 1588 Bilâl Kemikli, “Bir Üsküdar Beyefendisi Şeyhülsilâm Ârif Hikmet Beyefendi”, Üsküdar Sempozyumu-II, s.602.

308 “hanegî” olarak kalmış ve bu sırada da paşanın evinde düzenlenen ilmî ve edebî konuların konuşulduğu sohbet toplantılarına katılmıştır. Alusi, konakla ilgili şu bilgileri vermektedir: “Müzakerelerimiz ilmî bahislerin denizi olan şerefli meclislerinde geçmiştir. O, ilmi ve ilim ehlini severdi. Öyle ki, başka işi yokmuş gibi ehli ile her an birlikte olmaya gayret gösterirdi. İlmî ve edebî meyvelerin derildiği bu meclisler saatler alırdı.1589” Alusi, Şeyhülislam Ârif Hikmet’in konağındaki ilmî ve edebî sohbetlerden çok fazla yararlanmış olmalıdır ki hamisi kabul edilebilecek Şeyhülislam Ârif Hikmet’in hayatını konu alan bir eser kaleme almış1590 ve onun mahfilinde tuttuğu bazı notları daha sonra kendi eserlerinde de kullanmıştır1591.

3. 1. 2. LEBİB EFENDİ’NİN KONAĞI

İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın “Son Asır Türk Şairleri” isimli eserinde verdiği bilgiye göre “zamanın ilm ü irfân ile maruf olan” Lebib Efendi’nin (1785- 1867) Mahmud Paşa Camisinin civarında, Menge mahallesi’ndeki konağına devrin “üdebâ, şuarâ ve sâir erbâb-ı mârifet devam” etmiş, konağın müdavimleri burada ilmî ve edebî sohbetler yapmıştır1592. Konaktaki toplantıların tam olarak ne zaman başladığına yönelik net bir bilgimiz yoktur.

İbnülemin aynı kaynakta, Lebib Efendi’nin devrin istidatlı gençlerinin ilerlemesi için çalıştığını, onlara bir nevi hamilik yaptığını, şair Safvet’i yorgancı kalfalığından ve meyhane köşelerinden devrin “üdebalarının” arasına kattığının bilgisini vermektedir1593. Konaktaki toplantılara pek çok şair ve yazarın yanı sıra Ziyâ Paşa ve Ceride-i Havadis’te yazan Âli de katılırmış1594. M. Kaya Bilgegil, “Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma” isimli eserinde, Fatin Tezkiresi ve Sicill-i Osmanî’deki bilgiler doğru ise, Ziya Paşa’nın Tuhfe-i Vehbî naziresini, aynı esere şerh yazmış olan Lebib Efendi’yi ziyaretleri sırasında vücuda getirmiş olabileceğini

1589 Kemikli, a.g.m., s.95. 1590 Kemikli, “Bir Osmanlı Şeyhülislâmı: Ârif Hikmet Beyefendi”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, s.309. 1591 Ülger, a.g.m., s.200. 1592 İnal, Son Asır Türk Şairleri, C.III, s.1227. 1593 İnal, a.y. 1594 İnal, a.y.

309 belirtmektedir1595. Lebib Efendi’nin, Encümen-i Şuarâ’ya (1861) da devam ettiği düşünülürse onun konağındaki bu toplantıların şairin ölüm tarihi olan 1867 yılından önce yapıldığı sonucuna ulaşmamız mümkün olur.

3. 1. 3. ZEYNEP HANIM KONAĞI( YUSUF KÂMİL PAŞA’NIN KONAĞI)

Yusuf Kâmil Paşa (1808–1876)’nın1596 konağı, sanatı ve sanatçıyı himaye eden, fakirlere yardım eden devrin konaklarının en ünlülerinden biridir. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın zengin kızı Zeynep Hanım’la evlendikten sonra çok zengin bir insan olan Yusuf Kamil Paşa, fakir fukaraya yardım etmeyi seven ve eli açık bir kişidir. Yusuf Kâmil Paşa bir aralar Çemberlitaş’taki Asım Paşa Konağı’nda kiracı olarak ikamet etmiş, daha sonra Demirkapı’da bir konak satın almış, Tahsin Bey’in Konağı’nı satın alıp yıktırarak1597 Zeynep Hanım Konağı olarak ün kazanacak konağı aynı yerde yaptırmıştır1598. Leskofçalı Galib’in Zeynep Hanım Konağı’nın inşası tamamlandığında 1864 tarihini düşürdüğünden1599 yola çıkarak buradaki toplantıların en erken aynı tarihte başlamış olması mümkündür. Zeynep Hanım Konağı isimiyle meşhur olan konakta, ev sahibi sıfatıyla Yusuf Kamil Paşa; Recaizade Mahmut Ekrem, Namık Kemal, Leskofçalı Galib, Hersekli Arif Hikmet1600; İbrahim Şinasi, Hayri Efendi, İrfan Paşa, Osman Nevres, Kerküklü Şeyh Rıza, Nihad Bey, Sadullah Paşa ve kardeşi Said Bey gibi devrin önemli şair, âlim ve siyasetçilerini ağırlamıştır.

1595 M. Kaya Bilgegil, Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, Ankara, Atatürk Üniversitesi Yayınları, 1979, s.19. 1596 Yusuf Kâmil Paşa’nın hayatıyla ilgili detaylı bilgi almak için bkz.: İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C.I, 3. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1982, s.196- 258. 1597 Zeynep Hanım’ın Konağı ile ilgili devrin süreli yayınlarında bir tartışma çıkmıştır. İbnülemin ile Zinnur Gamsızoğlu arasındaki bu tartışmada İbnülemin, konağın nasıl yapıldığını açıklamaktadır. Bkz.: İbnülemin Mahmud Kemal, Zeyneb Hanım Konağı Nasıl Kurulmuştu?: Üstâd İbnülemin Bir İddiaya Cevap Veriyor, Vakit, 11. 03. 1942, s.2. 1598 Ertop, a.g.m., s.27. 1599 Leskofçalı Galib’in beyti şu şekildedir: “Sakf-ı merfuuna yazılsa sezâ tarihim/ Beyt-i ma’muru bina eyledi Kâmil Paşa.” Bkz.: Ayvazoğlu, Zeynep Hanım’ın Konağı”, Yahya Kemal’in İstanbul’u (içinde), s.271. 1600 Konur Ertop, a.g.m., s.28.

310 Yusuf Kamil Paşa’nın konağındaki toplantılar için “Şark encümen-i daniş ve irfânı”1601, “söz ekspozisyonu”1602 gibi ifadelerin kullanılması, konakta düzenlenen toplantıların düzeyini ve katılımcıların kimliklerini açığa çıkaran ifadelerdir. İbnülemin Mahmud Kemal İnal ise, “Huzûru, hakîkaten dâniş ve irfan encümeni idi. Şark ve Garp ulemâsı, üdebâsı ve şuârası o encümende toplanır; ilmî ve edebî musâhabeler ve mübâhaseler cereyan ederdi. Her türlü mebâhiste mübâhaseye, ilzâm-ı hasma ve isbât-ı müddeâya kadirdi.1603” cümleleriyle Yusuf Kâmil Paşa’yı ve mahfilde bir araya gelenlerin sıradan insanlar olmadığını ortaya koymaktadır. İbnülemin’in “Son Asır Türk Şairleri”nde yazdığına göre Namık Kemal’in, “Bârika-i Zafer” isimli eserinin temize çekilmiş bir nüshasını, kolayca görülebilecek bir biçimde cebine koyup paşanın konağına gitmiştir. Yusuf Kâmil Paşa, Namık Kemal’in cebindeki şeyi merak edip cebindekinin ne olduğunu sormuş, Namık Kemal de ona, geçen gün sahaflardan aldığı eski bir mecmuada güzel bir esere tesadüf ettiğini, bu eseri de paşanın okuması için istinsah ettiğini söylemiştir. İzin isteyip bunları okuyan Namık Kemal’e paşa, “Kemal Bey, dur. Eskiler böyle …yiyemezler. Bu eser senindir.”1604 şeklinde karşılık verdiğini İbnülemin eserinde yazmaktadır. Ömer Faruk Akün, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’ndeki Nâmık Kemal maddesinde Bârik-i Zafer’in üzerinde 1278 Ramazanı- Mart 18621605 tarihinin bulunduğunu tespit etmiştir. Bu tespitten hareket edersek bu muhaverenin 1862 yılının Mart ayından önce yapıldığı sonucuna ulaşabiliriz. Yusuf Kamil Paşa, “liyakat ve istitad erbâbını lisânen ve nakden himâye” eder ve onların mesleklerinde yükselmeleri için her türlü “teşvik ve tergibde” bulunurmuş. İbnülemin, onun hayatını anlattığı meşhur eserinde, Şinasi’yi Reşid Paşa’dan sonra onun himaye ettiğini ve onu daha ağır muamelelerden koruduğunu belirtmektedir1606. Yine İbnülemin, paşanın himayesinden ve konağından fazlasıyla

1601 İnal, SATŞ, C.III, s.1119. 1602Bu ifade Şeyhülislam Arif Efendi’nin oğlu Sıddık Bey’e aittir. Bkz.: Konur Ertop, a.g.m., s.27. 1603 İnal, SATŞ, C.III, s.1119. 1604 İnal, SATŞ, C.III, s.1121. 1605 Ömer Faruk Akün, “Nâmık Kemal”, TDİA, C.XXXII, s.372. 1606 İnal, SATŞ, C.III, s.1120.

311 istifade eden Namık Kemal’in Yusuf Kâmil Paşa’ya bir kaside sunduğunun bilgisini vermektedir1607. İlim ve edebiyat sahasında kendisini yetiştirmiş, kültürlü bir insan olan Yusuf Kamil Paşa, konağında düzenlediği toplantılara her anlamda kaliteli kişilerin katılmasını istemiş olmalıdır. Yusuf Kamil Paşa’nın Fenelon’dan “Tercüme-i Telemak”1608 ismiyle Türkçe’ye çevirdiği eser de paşanın edebiyata vukufiyetini gösteren bir delildir.

3. 1. 4. ÂSIM PAŞA KONAĞI- ENCÜMEN-İ ÜLFET

Çemberlitaş’taki Asım Paşa Konağı’nda, Mısırlı Prens Mustafa Fâzıl Paşa’nın önderliğinde, sosyal amaçları ön planda tutularak 1870 yılında hizmete açılmış ilk kulüptür. İsim olarak “kulüp” ifadesi devrin şartları gereği çok fazla dikkat çekeceğinden mekânın isminde bu kelime tercih edilmemiş ve yoğun müzakerelerden sonra Encümen-i Ülfet isminde karar kılınmıştır1609. Abdurrahman Şeref’in verdiği bilgiye göre bu kulübe genelde memur sınıfı üye olmuştur. Memur kesiminden önceleri “mütemayiz” rütbesine sahipler üye olabilirken daha sonraları “rütbe-i evveli sınıf-ı sanisi”nde olanlar da azalığa kabul edilmiştir1610. Buraya üye olanların amaçlarından biri edebiyat ve kültür sanatla ilgili konularda sohbet etmek, yemek yiyip hoş vakit geçirmek ise de diğeri, encümenin kurucusu olan paşanın nüfuzunu elde etmektir. Asım Paşa’nın konağı, sohbet salonları, tartışma odaları, yemek odası, dinlenme odası ve oyun salonları şeklinde düzenlenmiştir1611. Encümen-i Ülfet üyeleri, kulüpte çeşitli konularda sohbet yapıyor, kitap, gazete ve dergi okuyabiliyor, çeşitli oyunlar oynayabiliyordu. Edebiyat sohbetlerinin de

1607 İnal, SATŞ, c.III, s.1120. Namık Kemal’in kasidesi için de aynı kaynağa müracaat edilebilir. 1608 Yusuf Kâmil, Tercüme-i Telemâk, 2.bsk., Tasvîr-i Efkâr Gazetehânesi, İstanbul, 1279, 318 s. 1609 Yüksel Çelik, “Eminönü’nde İlk Kulüp”, İlber Ortaylı, Vahdettin Ergin, Erhan Afyoncu, Payitaht-ı Zemin Eminönü: Bir Dünya Başkenti I, (içinde), İstanbul, Eminönü Belediyesi Yayınları, 2008, s.370. 1610 Mehmet Demiryürek (Derleyen ve Haz.), Son Vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi’yle Osmanlı Tarih Sohbetleri, İstanbul, Akademik Kitaplar, 2009, s.212. 1611 Yüksel Çelik, a.g.m, s.370. Yüksel Çelik yazısında, Osmanlı İmparatorluğu’nda alanen kumar oynanmasına ilk defa izin verilen yerin burası olduğunu belirtmektedir.

312 eksik olmadığı etkinliklerde, ikbal hayalleri kuran birçok şair, yazar, siyaset adamı mekânda görülürdü. Açık olduğu zamanlarda buranın işleyişinden rahatsızlık duyan kişiler de olmuştur. Bunlardan biri olan Münif Efendi (daha sonra Paşa), Encümen’in bünyesinde bir “Cemiyyet-i Edebiyye” teşkil edilmesi için çalışmış, bu amaçla da faaliyete geçmiştir. 2 Zilkade 1287 (Aralık 1870) tarihinde konunun görüşüldüğü toplantıda onun yaptığı konuşmada, Batı dillerinde yazılmış ulum ve fünuna dair eserleri Türkçeye kazandıracak bir grup oluşturmak istediğini öğreniyoruz1612. Bu istek akim kalmıştır. Encümen-i Ülfet bir seneden fazla açık kalabilmiş, burası encümende kumar oynatıldığı şikâyetleri üzerine Mahmut Nedim Paşa sadareti zamanında kapatılmıştır1613.

3. 1. 5. MİDHAT PAŞA’NIN KONAĞI

Midhat Paşa’nın (1822–1884) Beyazıt Tavşantaşı Mahallesinde, Soğanağa Camisinin yanındaki1614 on sekiz bin metrekarelik alana kurulmuş olan konağı1615, Osmanlı Devletinin siyasi hayatına çok fazla tesir etmiştir. Paşa’nın konağı her ne kadar siyasi yönden daha önemli gibi görünse de edebiyatımız için de burada bir araya gelen kişilerin varlığı sebebiyle de dikkate değer bir öneme sahiptir. Beyazıt’taki kırk sekiz odalı konağın harem ve selâmlık bölümleri arasındaki iki tarafa da cephesi olduğu için Zülvecheyn ismi verilen mekânda, önceden olduğu gibi, sürgünden döndüğü zaman da Namık Kemâl ikamet etmiştir. Bu bölümde bazen Ziya Paşa da- o zamanlar Bey- kalmıştır. Midhat Paşa’nın konağının özellikle bu bölümü, onun Namık Kemal, Ziya Paşa, Ebüzziya Tevfik ve araları bozulmadan önce Ahmet Midhat Efendi ile toplandıkları bir yerdir1616. Midhat Paşa’nın yerleri parkeyle döşeli selamlıkta yer alan sofrasında

1612 Ali Budak, a.g.e., s.30. Aynı kaynakta Münif Efendi’nin konuşma metninin bir kısmı da yer almaktadır. 1613 Necdet Sakaoğlu, “Encümen-i Ülfet”, DBİA, C.III, s.172. 1614 Konağın tam yerini, Mithat Paşa’nın oğlu Ali Haydar Mithat’ın Mithat Cemal’e verdiği şifahi nota göre tespit edebilmekteyiz. Kuntay, a.g.e., s.293. (4. dipnot). 1615 Es, a.g.e., s.207. 1616 Es, a.g.e., s.191.; Konur Ertop, a.g.m., s.27.

313 genellikle Namık Kemal ve Ziya Paşa da bulunurdu. Ara sıra Ebüzziya Tevfik, Midhat Paşa’yla araları açılmadan önce de Ahmet Midhat Efendi bu sofrada onunla yemek yemiş, çeşitli konularda sohbet etmiştir. Onun birbirleriyle tartışmalarını izlemekten hoşlandığı iki isim vardı: Dostlukları inişli çıkışlı bir seyir izleyen, zaman zaman dost, yeri geldiğinde amansız iki düşman kesiliveren Namık Kemal ve Ziya Paşa1617. Midhat Paşa, kabiliyetli gençleri keşfetmekte ustaydı. Onları konağına çağırır, edebiyat ve diğer konularda onlarla sohbet eder, onları himaye ederdi1618. Himayesine aldığı, konağına davet ettiği isimler, günümüzde ünlerini hâlâ korumaktadır: Namık Kemal, Ziya Paşa, Ebüzziya Tevfik, Ahmet Midhat Efendi, Recaizâde Mahmut Ekrem1619. Paşa’nın devlet yönetiminde aşırı mesaisi, onun edebiyatçılarla bir arada bulunmasına, onlarla vakit geçirmesine hatta onları kendi konağında himaye etmesine mani olmamıştır. Sanatkârları himaye etmekten büyük bir zevk alan Paşa’nın 7 Mayıs 1884 tarihindeki hazin sonu1620, mahfilin de dağılmasına sebep olmuştur.

3. 1. 6. MÜNİF PAŞA’NIN KONAĞI

Münif Paşa’nın konukları ve sohbetleriyle ünlenen konağı Süleymaniye’de Bozdoğan Kemerine çıkan cadde üzerinde, parmaklıklı bir bahçe içindedir. Konağın alt salonundaki alafranga yemek salonunda kadınlı erkekli misafirlerle yemek yenildikten sonra ikinci kattaki odalarda ilim, fen ve yeni icatlarla zaman zaman edebiyat konularının da konuşulduğu sohbetler yapılmıştır1621. Ebüzziya Tevfik, hemen her memleketten gelen ilim adamları, edebiyatçılar

1617 Es, a.g.e., s.191. 1618 Es, a.g.e., s.208. 1619 Midhat Paşa, Şûra-yı Devlet reisi iken henüz yirmi üç yaşındaki Recaizâde Mahmut Ekrem’i Şûra- yı Devlet muavinliğine devri için çok yüksek bir maaşla tayin etmişti. Recaizâde, ona teşekkür etmek için Beyazıt’taki konağa gitmiş, Midhat Paşa bu kabiliyetli genci konağının kapısında karşılamıştır. Recaizâde, ona şükranlarını sunduğu zaman ise şu çok anlamlı cevabı vermiştir: “Siz bize değil, biz size teşekkür borçluyuz. Aramıza girerek Şûra-yı Devlet’e ehliyet ve faziletinizi getiriyorsunuz!” Es, a.g.e., s.208. 1620 Midhat Sertoğlu, “Midhat Paşa’nın Ölümü”, Hayat Tarih, y.2, C.II, 1 Ocak 1967, s.33. 1621 Ali Budak, Batılılaşma Sürecinde Çok Yönlü Bir Osmanlı Aydını: Münif Paşa, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2004, s.88.

314 ve seyyahların misafir edildiği konak için “Şark ve Garb’tan gelen füzala ve urefanın toplanma yeri” ve “bir encümen-i dâniş” gibi hizmet verdiğine işaret etmiştir1622. Münif Paşa’nın Şark ve Garp’ten gelen ulema ve üdebayla edebî sohbetler yapmaktan hoşlandığını belirten kaynaklar, onun konuklarının her biriyle kendi dillerinde konuştuğunu yazmaktadır1623. Çocukluk yıllarından itibaren paşanın konağının müdavimleri arasında yer alan İbnülemin, Ahmed Vasfi Efendi’nin de bulunduğu bir toplantıda, “on millet efradının” toplandığı mekânda, Münif Paşa’nın herkesin kendi milletinin diliyle musiki terennüm etmesini istemesiyle misafirlerin musikilerini icra ettiğini yazmaktadır1624. İbnülemin, bir ziyareti sırasında1625 çeşitli meselelere dair görüştükleri sırada bir münasebetle, “Bir şair Münif vardır ki Antakyalı olmak cihetiyle bizim hemşehri sayılır. ‘Devlet’ redifli kasidesi meşhurdur. Sefaretle İran’a gitmişti. Ben de iki defa gittim. Birkaç vechile müşabehetimiz var. İlerde o Münif ile beni tefrik edemiyecekler. Ben de bir ‘Devlet’ kasidesi yazdım. Zat-ı Şâhâneye gönderdim. Artık hayatımda mı verirler, sonra mı verirler, bilmem?1626” şeklinde konuştuğunu kaydetmiştir. Bu hatıra parçası aslında Münif Paşa’nın edebiyatla ve edebiyat konularıyla ne kadar ilgili olduğunu gösteren iyi bir örnektir. Süleymaniye’deki konağın tespit edilebilen müdavimleri şöyledir: Mağribli Şeyh Şıngıtî, Mrs. Marie, ihtida ettikten sonra isimlerini Ahmed ve Mehmed’e çeviren Enderûn-i Hümâyûn’da görevli iki Çinli, yine ihtida edip ismini Ali Nuri Dilmeç’e çeviren Norveçli Mister Noring, Kermanşah Şehbenderi Süleymaniyeli Ali Yümni Efendi, Hukuk mektebi muallimlerinden Dağıstanlı Ali Enverî, Ubeydullah Efendi’dir. Nuruosmaniye’deki konağının müdavimlerini ise Ali Nuri Dilmeç şöyle tespit etmiştir: Buharalı Şeyh Süleyman, Hoca Tahsin, Ebüzziya Tevfik, Rüstem Paşa, Marukizade Cafer Bey, Schneider Efendi, Necip Asım (Yazıksız)1627. Nuruosmaniye’deki konak 1908 meşrutiyetinden sonra İttihat ve Terakki

1622 Budak, a.g.e., s.91. 1623 Budak, a.y. 1624 İnal, SATŞ,C.III, s.1390–1391. 1625 Münif Paşa’nın birkaç konağı, yalısı ve köşkü vardır. Ali Budak, onun Nuruosmaniye ve Süleymaniye’de olmak üzere iki konağının, ayrıca Beylerbeyi ve Çubuklu’da birer yalısının, Üsküdar İhsaniye’de ve Erenköy’de de iki köşkünün olduğunu tespit etmiştir. Edebiyat ve ilim sohnetlerinin daha çok Süleymaniye’deki konakta yapıldığını yazmaktadır. Bkz.: Budak, a.g.e., s. 88. İbnülemin, yukarıdaki mekânlardan hangisine gittiğini belirtmemiştir. 1626 İnal, SATŞ, C.III, s.1385. 1627 Budak, a.g.e., s.94.

315 Cemiyeti’nin genel merkezi olmuş ve Münif Paşa temelli olarak Süleymaniye’deki konağına taşınmıştır1628. Ruzname-i Ceride-i Havadis’te ve Mecmua-i Fünun’da yazarlık, Cemiyet-i İlmiye-i Osmaniye’de ve devlet kademesinde önemli görevlerde bulunan Münif Paşa’nın, devlet hizmetinden ayrı kalmasıyla çevresinin çok fazla seyrekleştiği anlaşılmaktadır1629. İbnülemin, kardeşiyle birlikte paşanın ölümüne kadar onu ziyaret etmiştir. Devlet görevlerinden çekildikten sonra paşanın etrafındaki insanların azaldığını şöyle belirtir: “Vaktiyle o bezm-i ülfette, o Encümen-i Daniş’de gördüğümüz hayatı, şevk u neşveyi, dinlediğimiz ilmi, edebî mübahasâtı düşündükce, şimdi- kabristanda bulunuyormuşuz gibi- meclisi istilâ eden sükûn-ı hazini, meclis sahibinin rikkat-âmiz, melâl-engiz hâl ve kâlini gördükce fevkalâde mütessir olurduk.1630” Münif Paşa’nın 25 Ocak 1910 tarihinde Erenköy’deki köşkünde vefat ettiği düşünülürse1631, son yıllarında bu toplantıların konağında yapılmış olması pek mümkün gözükmemektedir.

3. 1. 7. ÜSKÜDARLI TALAT ve İZZETİN EVLERİ

Faruk Talât, “Üsküdar Şairleri” isimli yazısında Üsküdarlı Talat (1858- 1925)1632 ve İzzetin evlerinde şairlerin toplanıp şiir okuduğunu yazmaktadır. Üsküdarlı Talat’ın evi, Üsküdar’daki Çiçekçi Kahvesi’nin civarındadır1633. Faruk Talât; Muallim Naci, Şeyh Vasfi, Halil Edib, Andelib, Üsküdarlı Süleyman Salim, Safi’nin bu toplantılarda yetiştiklerini, en güzel eserlerini burada verdiklerini iddia etmektedir1634.

1628 Budak, a.g.e., s. 95. 1629 Doğan, a.g.e., s.65. 1630 İnal, SATŞ, C.III, s.1394. 1631 İnal, SATŞ, C.III, s.1384. 1632 Ömer Çakır, “Üsküdarlı Talat’ın Hayatı ve Şiiri”, Üsküdar Sempozyumu-II, C.II, İstanbul, Üsküdar Belediyesi Yayınları, 2005, s.224- 233. 1633 Çakır, a.g.e, s.233. 1634 Faruk Talât, a.g.y., s.33.

316 3. 1. 8. AHMET MUHTAR KEVAKİBÎ’NİN KONAĞI

Şeyh Cemaleddin Efendi’nin oğlu olan Ahmet Muhtar, anılarını ihtiva eden “Beşinci İntak-ı Hak” isimli eserinden “devr-i mutlakiyette” konağının devrin siyaset, ilim adamı ve edebiyatçılarının ziyaret ettikleri bir mahfil niteliğine sahip olduğu anlaşılmaktadır. Aynı eserde verilen bilgiye göre konağın ziyaretçilerini Ahmet Muhtar şu şekilde sıralamaktadır: “Germiyanoğlu Damad Arif Hikmet Paşa, Halid Ziya, Cenap Şehabeddin, Rıza Tevfik, Safveti Ziya, Celâl Sahir, Mehmed Cavid, Hüseyin Cahid, Aynizade Mehmed Ali, Ahmed Şuayb, Mehmed Emin, İzzet Melih, Osman Senai Beyefendi, Veled Çelebi Musa Kâzım Efendiler, Hakkı Paşa, Reşid Akif Paşa, Ziya Paşa, Keçecizade Reşad Fuad, Keçecizade Macid Beyefendi, Esad Paşa, Doktor ve muallim Süleyman Numan, Hüsameddin Rifat Paşa, Kıbrızlı zade Şehid Tevfik, Nazım ve Şevket Beyefendiler, Vehab Subhi, Nureddin Ferruh, Suad, Şakir ve Server Cemal Beyefendiler, Ahmed Samim, Reşid bin İyad Bey- yefendi, Aziz bin İyad Beyefendi, Mustafa Subhi Bey, Hasan Fehmi Bey, Ahmed İhsan ve şeriki Asım Beyefendiler, Şerif Alizade Murad, Samih Rifat, Ali Rifat, Rauf Yekta, Mühendis Mehmed Ali, Neşet Kasım Beyefendiler, Yusuf Franko Paşa, Anderya Kopasis, Bohor ve Nikolaki Sigurides Efendiler1635.” Ahmet Muhtar’ın “Meşrutiyet istirdad olunduktan 1910 senesi Haziran ayının evasıtında İstanbul’u terk eylemeğe mecbur” olduğu tarihe kadar konağına devam edenler ise Hüseyin Siret, Yahya Kemal, Yakub Kadri, Refik Halid, Ahmet Haşim, Abdülhak Şinasi, Fazıl Ahmed, Şefik Esad, Ali Kemal, Şahabeddin Süleyman, Süleyman Nazif, Miralay Rasim Beyefendi, Akif Paşa ve Halil Paşa’dır1636. Mutareke-i Umumiyeden sonra ikinci defa gurbetten dönüşünde, siyasi hayatına son verdikten sonra da Ahmet Muhtar’ın evine şu isimler gelip gitmiştir: “Namık Kemalzade Ali Ekrem, Ahmed Reşid, Lütfi Fikri, Ziya Molla, Azmi, Babanzade Şükrü, Necmeddin Sadık, Falih Rıfkı, Kâzım Şinasi, Ali Naci1637.” Ahmet Muhtar’ın konağına devam etmiş olan isimler arasında edebiyatçıların çok fazla olması konakta edebiyat sohbetlerinin de yapıldığını düşündürmektedir.

1635 Ahmet Muhtar, Beşinci İntak-ı Hak, İstanbul, Hamit Matbaası, 1931, s.89–90. 1636 Ahmet Muhtar, a.g.e., s.90. 1637 Ahmet Muhtar, a.g.e., s. 90–91.

317 Ama ne yazık ki Ahmet Muhtar anılarında bu toplantılarla ilgili başka hiçbir bilgi vermemiştir.

3. 1. 9. HÜSEYİN KÂZIM KADRİ’NİN EVİ

Maliye Müsteşarı Kadri Bey, Trabzon valiliğine tayin edildiğinden onun oğlu olan Hüseyin Kâzım Kadri, babasıyla Trabzon’a gitmeyip İstanbul’da, Kabasakal’da bir ev kiralamıştır. Ali Ekrem, birkaç ay sonra bu evin bir edebiyat ve “mülakat mev’idi” olduğunu bildirmektedir1638. Bu evde Mektûbi Mümeyyizi Fuad, Şevki Bey, Aziz Hoca, Ali Ekrem, Tevfik Fikret ve daha birkaç kişi1639 cuma günleri bir araya gelmiştir. Hüseyin Kâzım, Tevfik Fikret’in vefatının sene-i devriyesi münasebetiyle yazdığı yazıda, Kabasakal’daki evinin bir “mahfel-i üdabası” olarak onu da göstermektedir1640. Hüseyin Kâzım, evine şiir ve edebiyatla uğraşanların dışında da siyasetle ilgilenenlerin de geldiğini belirtmektedir1641. İlimden, şiirden, edebiyattan ihtilal emellerine kadar her fikir ve içtihadın serbestçe konuşulduğu evin bir özelliği de evdeki toplantıların bir “ritüel”inin bulunmasıdır. Cuma günleri geç yenilen öğle yemeklerinden sonra müdavimler şiirler, besteler, semailer, ağır ağır eski şarkılar okur ve musiki faslından sonra da fıkra faslına geçilirmiş1642. Hafız Âsım Şakir ise emin olmamakla birlikte evde iki farklı günde iki farklı sohbetin yapıldığını belirtmektedir. Ona göre “çarşamba” günü ilmî konular, “cuma” günü ise âfâki konularda sohbetler yapılırmış1643. Ali Ekrem Bolayır yazılarında, Hüseyin Kâzım Kadri’nin evinde düzenlenen etkinliklerle ilgili bilgiler vermektedir. Hüseyin Kâzım’a, bir gün Tevfik Fikret ve arkadaşlarını kendi evinde toplaması durumunda, onlara Namık Kemal’in “gayr-ı matbû” şiirlerini ve özellikle de onun “Celâl” (Celâleddin Harzemşah) isimli eserini okuyabileceklerini bildirmesini istemiştir. Ali Ekrem, başka bir yazısında bu

1638 Bolayır, a.g.e., s.406. 1639 Bolayır, a.g.e., s.406–407. 1640 Hüseyin Kâzım, “Tevfik Fikret: İnsan ve Şair”, Türk Basınında Tevfik Fikret:1924– 1940(içinde), s.60. 1641 Hüseyin Kâzım, a.y. 1642 Bolayır, a.g.e., s.406–407. 1643 Beşir Ayvazoğlu, Altın Kapı: Makale ve Denemeler, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2001, s.55.

318 toplantının asıl sebebini, Ma’lûmat dergisinin çıkış hazırlıklarını planlamak şeklinde açıklamıştır1644. Hüseyin Kâzım, Tevfik Fikret ve seçilen diğer kişileri evine davet etmiştir. Bu davet toplam altı kişiye yapılmıştır. Ev sahibi ve Ali Ekrem’in dâhil olmasıyla mahfil sekiz kişilik bir kadro ile sınırlandırılmıştır1645. Ali Ekrem, Rıza Tevfik’e yazdığı o meşhur mektubunda bu toplantıda yer alanların isimleri tek tek saymıştır. Toplantıda Ali Ekrem, Hüseyin Kâzım, Tevfik Fikret, Nureddin1646; Mektubî Kalemi mümeyyizi Fuad Bey ve Ali Ekrem’in hatırlayamadığı bir genç bir araya gelmiştir1647. Ali Ekrem, babasının eseri olan Celâleddin Harzemşah’ı okurken mahfildekiler de dikkatle onu dinlemiştir. Birinci faslın okuması bittiğinde ara veilmiş, Tevfik Fikret eserin bir an evvel okunması için arkadaşlarını uyarmıştır. “Hazirûnun tasvib” ve kararıyla eserin bir faslını Fikret, bir faslını da Ali Ekrem okumuştur1648. Fikret okuduğu eserden o kadar fazla etkilenmiştir ki gözyaşlarını tutamamıştır. Ali Ekrem, eserin okunmasının sabaha kadar sürdüğünü belirtmektedir. Eserin okunması bittikten sonra Namık Kemal’in gayr-ı matbû şiirleri okunamamıştır. Fikret, babasının perişan bir evrak üzerine yazılı şiirlerini temize çekmek için bunları Ali Ekrem’den istemiştir. O geceki toplantıda Malûmat dergisinin çıkarılması ve derginin sermuharrirliğine Fikret’in geçirilmesinin kararı da alınmıştır1649. Tevfik Fikret, teklifi önce kabul etmemiş fakat orada bulunanların kendisine yardım etmesi ve imtiyaz sahibinin derginin yazı işlerine müdahale etmeyeceği sözünü aldıktan sonra kararını değiştirmiştir. Malûmat, bu tekliften kısa bir süre sonra 10 Şubat 1309 (22 Şubat 1894) tarihinde piyasaya çıkmıştır1650. Toplantıların derginin piyasaya çıkmasından önce yapıldığı dikkate alınırsa mahfilin aşağı yukarı ne zaman bir araya

1644 Doç. Dr. Abdullah Uçman, Edebiyat-ı Cedîde’ye Dair Ali Ekrem’den Rıza Tevfik’e Bir Mektup, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 1997, s.31. 1645 Bolayır, a.g.e., s.372. 1646 Hüseyin Kâzım Kadri’nin “Türk Lügatı”nı başlangıçta Tevfik Fikret ve Şevki Bey ile birlikte hazırlamaya karar verdiği diğer yakın arkadaşı Nureddin Bey, Beyrut Valiliği görevinde bulunmuştur. Bkz.: Hüseyin Kâzım Kadri, Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım, (Haz. İsmail Kara), İstanbul, İletişim Yayınları, s.25. 1647 Uçman, a.g.e., s.33- 34. 1648 Bolayır, a.g.e., s.375. 1649 Ali Ekrem, Rıza Tevfik’e yazdığı mektupta, Malûmat’ın çıkarılması ile ilgili işleri, Celâleddin Harzemşah’ın okunmasından bir önceki toplantıda kararlaştırdıklarını açıklamaktadır. Bkz.: Uçman, a.g.e., s.32- 33. 1650 Bolayır, a.g.e., s.378- 379.

319 geldiği de ortaya çıkmaktadır. Hüseyin Kâzım Kadri’nin Beylerbeyi’ndeki yalısında, Kabasakal’daki evi gibi bir edebiyat mahfilinin kurulup kurulmadığına dair elimizde bilgi yoktur1651.

3. 1. 10. AHMET MİDHAT EFENDİ’NİN YALISI

Abdullah Uçman, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İstanbul’da İlim ve Kültür Hayatı” başlıklı yazısında, İstanbul’daki konaklardan bahsederken Ahmet Midhat Efendi’nin Beykoz’daki yalısını da devrin diğer mahfilleri arasında zikretmiştir1652. Âlim Kahraman, Beykoz’daki yalının 1894 yılında tamamlandığı tespit etmiştir1653. Mahfil toplantıları da en erken bu tarihte başlamış olmalıdır. Yalının orta katındaki misafir odası, ilim adamları, edebiyatçılar, şairler, yazarlar, musikişinaslar ve Midhat Efendi’nin Beykozlu ahbaplarının her hafta “cuma” günleri bir araya geldiği mahfilin toplanma mekânıdır1654. Midhat Efendi’nin oğlu Kamil Yazgıç, yalıdaki toplantıların müdavimleri arasında Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Defter-i Hakani nazırlığı yapan Mahmut Esat Efendi, Müze Müdürü Halil Bey, Sahip Molla-zâdeler, Yaver Efendi, Veled Çelebi, Necip Asım Bey’i saymaktadır1655. Şair Nigâr Hanım, bu yalıda misafir olarak ağırlanmıştır. Onun bu misafirliklerinde Midhat Efendi’nin ailesine kendi şiirlerini okuduğuna dair elimizde bilgiler mevcuttur1656. Ahmet Midhat Efendi’nin vefatı ile de mahfil dağılmış olmalıdır.

1651 Hüseyin Kâzım Kadri’nin Beylerbeyi’ndeki yalısı için bkz. Murat Belge, Boğaziçi’nde Yalılar, İnsanlar, 4. bsk., 2007, İletişim Yayınları, İstanbul, s.259-263. Hüseyin Kazım Kadri, anılarında evleriyle ilgili hemen hiçbir bilgi vermemiştir. 1652 Abdullah Uçman, “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e İstanbul’da İlim ve Kültür Hayatı”, İstanbul: Şehir ve Medeniyet (içinde), (Haz. Şevket Kamil Akar), İstanbul, Klasik Yayınları, 2004, s.181. 1653 Âlim Kahraman, Edebiyatın Belleğinde Yaşayan Beykoz, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2005, s.63. 1654 Kahraman, a.g.e., s.64. 1655 Kahraman, a.g.e., s.67. 1656 Kahraman, a.g.e., s.73.

320 3. 1. 11. İSMAİL SAFA’NIN EVİ

İsmail Safa’nın Gedikpaşa’daki, Divan-ı Âli Mahallesi, Bedesten Sokağı, 12 numaradaki evi, devrin padişahından hoşlanmayanlar ve Paris’teki İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin İstanbul’daki bir nevi karagâhı ve aydınlar şubesi gibidir1657. Evin selamlık bölümündeki odada bir araya gelenler siyasi içerikli konuşmalar yapmıştır. Bu toplantılara Tevfik Fikret, Rıza Tevfik, Abdullah Cevdet, Hüseyin Sîret1658 ile İstanbul’a geldikten sonra Ubeydullah Efendi1659 ve daha birçok kişi katılmıştır. Toplantıların hangi tarihte başlayıp bittiğine dair elimizde net bir bilgi yoktur. Ama Ubeydullah Efendi’nin İstanbul’a 1898 yılının Temmuz ayında tekrar döndüğü1660 dikkate alınırsa toplantıların en azından bu tarihlerde başladığını veya devam ettiğini tahmin edebiliriz. Bu evde devrin padişahı aleyhinde görüşmeler yaptıklarının saraya jurnal edilmesi üzerine toplantıların da müdavimi olan Tevfik Fikret karakola götürülmüş, İsmail Safa ve Hüseyin Sîret’in ise evleri aranmıştır1661. Mahfile katılanların edebî kimlikleri dikkate alındığı takdirde burada sadece siyasi konulu sohbeteler yapılmadığı tahmin edilebilir.

3. 1. 12. DAMAD MAHMUD CELÂLEDDİN PAŞA’NIN KÖŞKLERİ

II. Abdülhamid’in damadı ve daha sonra da amansız bir muhalifi olan Mahmud Celâleddin Paşa’nın Pendik ve Üsküdar’daki köşkleri, Agâh Sırrı Levend’in verdiği bilgiye göre “eski devrin son şairler barınağı”dır1662. İbnülemin, “Son Asır Türk Şairleri”nde paşanın mahfiline kimlerin katıldığını ve burada nelerin konuşulduğunu şöyle anlatmaktadır: “Meclisi, encümen-i şiir idi. Erbab-ı şiir, o encümene devam eder ve mebahis-i edebiye

1657 Peyami Safa, “Babam İsmail Safa”, Türk Düşüncesi, C.I, No: 5, Nisan 1954, s.343. 1658 “İsmail Safa’nın Biyografisi”, Türk Düşüncesi, C.I, No: 5, Nisan 1954, s.323. 1659 Ömer Hakan Özalp (Haz.), Mehmed Ubeydullah Efendi’nin Malta, Afganistan ve İran Hatıraları, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2002, s.42. 1660 Özalp, a.g.e., s.42. 1661 Alâattin Karaca, “Edebî Tenkitleri ve Şiirleriyle İsmail Safa’nın Edebiyatımızdaki Yeri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 1987, s.46. 1662 Agâh Sırrı Levend, “Bilim ve Sanat Çevreleri”, Vatan, 08. 07. 1962, s.2.

321 cereyan eylerdi. Hersekli Ârif Hikmet Bey de bazen encümende isbat-ı vücud ederdi. Paşa’nın senâkârlarındandı. Şâir Üsküdarlı Talât ve Safî Beyler, encümenin âza-yı daimesindendiler. Erbab-ı kemalden diğer zevat de müdavim idiler.1663” İbnülemin, Şubat 1899 tarihinde bir bayram sabahı paşanın Üsküdar’da Tophanelioğlu’ndaki köşküne gittiğinde içeride bazı şuarânın “idare-i akdah-ı mehabet” ettiklerine tesadüf etmiştir1664. İbnülemin, Üsküdarlı Safî’nin hayatı ve eserlerinden bahsederken, paşanın Pendik’teki meclisine devama başlayan Sâfî’ye ayda beş altın maaş tahsis ettiğini yazmıştır1665. Mahmud Celâleddin Paşa, bu yüzden mahfiline devam edenlere nakdi yardımlarda da bulunan bir hami kabul edilmelidir. Mahmud Celâleddin Paşa’nın köşklerindeki toplantılar, onun 1899- 1900 yıllarında Avrupa’ya kaçmasıyla sona ermiştir1666.

3. 1. 13. ABBAS HALİM PAŞA’NIN SELAMLIK KÖŞKÜ

Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın torunlarından ve II. Meşrutiyet devri ricalinden Prens Abbas Halim Paşa (1866- 1935), Heybeliada’da 1897- 1899 tarihlerinde üç köşk inşa ettirmiştir1667. M. Baha Tanman, “Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi”nde, Abbas Halim Paşa’nın1668 Selamlık Köşkü’nde hafta sonlarında ziyafetler verdiğini, devrin önemli şair, yazar ve kişilerinin burada toplanıp sohbetler yaptığını yazmaktadır. Toplantılar, muhtemelen köşklerin inşasının hemen akabinde ya da bir müddet sonra başlamış olmalıdır. Devrin edebiyatçılarına ve sanatçılarına ilgi gösteren ve onları destekleyip himaye eden Abbas Halim Paşa’nın toplantılarına başta Mehmed Âkif Ersoy olmak üzere, Recaizade Mahmud Ekrem, Abdülhak Hâmid Tarhan, İbnülemin Mahmud Kemal İnal ile ressamlardan Halil Paşa, Hoca Ali

1663 İbnülemin, SATŞ, C.I, s.83. 1664 İbnülemin, SATŞ, C.I, s.84. 1665 İbnülemin, SATŞ, C.IV, s.2030. 1666 İbnülemin, SATŞ, C.I, s.79. 1667 M. Baha Tanman, “Abbas Halim Paşa Köşkleri”, DBİA, C.I, s.8. 1668 Heybeliada’nın önemli simalarından biri olan Abbas Halim Paşa’nın buradaki köşküyle ilgili detaylı bilgi için bkz.: Nejat Gülen, Heybeliada: Tarihi, Coğrafyası, Yaşamı, İstanbul, Murat Matbaacılık, 1982, s.123- 125.

322 Rıza ve Feyhaman Duran1669; Tanburî Cemil Bey, Bahriyeli Nuri Bey, Ubeydullah Efendi, gazeteci Tatar Abdürreşid Efendi, Saib Mollazâde İbrahim Bey (Evkaf Nâzırı), Şeyhülislâm Musa Kâzım Efendi, Dr. Âkil Muhtar, Dr. Besim Ömer Paşa (Akalın), Salâh Cimcoz, Sadrazam Müşir Ahmed İzzet Paşa1670 katılmıştır. 1935 yılında vefat eden Abbas Halim Paşa’nın sohbet toplantılarını paşanın kızı Prenses Emine Hanımefendi 1941 yılına kadar devam ettirmiştir. Mahir İz, “Yılların İz”inde, Prenses Emine Hanımefendi’nin davetiyle Fuad Şemsi, Yahya Kemal, Fâzıl Ahmed ve Faruk Nafiz ile beraber, onun köşkünün bulunduğu adayı karıştırdıkları için Büyükada’ya gittiklerini yazmaktadır. Köşk, yukarıda da açıklandığı şekilde Heybeliada’dır. İz, toplantıyla ilgili başka hiçbir bilgi vermez1671. Mithat Cemal, “Mehmed Akif” isimli eserinde, Heybeliada’daki köşke bir gün birlikte gittiklerini yazmaktadır. Mithat Cemal, Âkif’e buraya gitmek istemediğini şu sözlerle açıklamıştır: “Bu Mısırlılar insanlara servetlerinin tepesinden bakarlar. Aksırıkları kanundur, öksürükleri âyet.1672” Âkif ise ona ev sahibinin hiç de bu tür bir insan olmadığı şeklinde karşılık vermiştir. Kuntay, Âkif’in hamisi kabul edilen Abbas Halim Paşa’nın vefat etmesiyle de Prenses Emine Abbas Halim’in babasının yerini aldığını belirtir1673. Prenses Emine Hanımefendi’nin yakın dostları ve toplantıların sonraki müdavimleri arasına katılan iki önemli isim daha vardır: Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar1674. Toplantılarla ilgili başka bir bilgimiz maalesef yoktur.

1669 Tanman, “Abbas Halim Paşa Köşkleri”, DBİA, C.I, s.9. 1670 Pars Tuğlacı, Tarih Boyunca İstanbul Adaları-II, İstanbul, Pars Yayın ve Tic. Ltd. Şti., 1992, s.62. Aynı kaynakta Abbas Halim Paşa’nın İstanbul’daki diğer mülklerinin fotoğraflarının yanı sıra Heybeliada’daki köşklerin de görselleri ve ailenin pek çok fotoğrafı yer almaktadır. Bkz.: Pars Tuğlacı, a.g.e., s.60-72. 1671 İz, Yılların İzi, s.210- 211. 1672 Kuntay, a.g.e., s.96-97. 1673 Kuntay, a.g.e., s.97. 1674 M. Baha Tanman, “Abbas Halim Paşa Köşkleri”, DBİA, C.I, s. 9.

323 3. 1. 14. CELÂL ESAD ARSEVEN’İN BABA KONAĞI VE EVİ

Celâl Esad, 1875’te Beşiktaş’ta dünyaya gelmiştir1675. Babası, Abdülaziz döneminin önemli sadrazamlarından Ahmed Esad Paşa’dır. Celâl Esad’ın çocukluğu Beşiktaş’taki konakta geçmiştir. Eğitimine çok fazla önem verilen Celâl Esad, Fransız mürebbiyelerden Fransızca dersleri almış ve konaktaki Batı kültürünün ağırlığı sebebiyle yetişmesinde bu kültür verimleri onu fazlasıyla etkilemiştir. Çeşitli okullarda okumuş, âşık olduğu resim sanatıyla da bu okullarda tanışmıştır. Onun Mekteb-i Mülkiye’den hocası olan Mizancı Murat Bey, Celâl Esad ve arkadaşlarını ihtilal ve hürriyet düşünceleriyle çok fazla etkilenmiştir. Bu etki sebebiyle ikamet ettiği Beşiktaş’taki konak, devrin ilerici gençlerinin “her cuma” bir araya geldiği bir kültür-edebiyat ve siyaset mahfili olmuştur1676. Toplantılara Celâl Esad’ın Mülkiye’den de arkadaşı olan “Filozof” lakaplı Rıza Tevfik, eski Maarif Müdürlerinden Saffet, onun kardeşi Kemal, Şeyh Hamza Zafir’in oğlu Hamid Zafir, Selim Sırrı Bey ve isimlerini bilmediğimiz bazı öğrenciler katılmıştır1677. Burada Namık Kemal’in eserlerinin dışında Fransa İhtilal Tarihi, Paris’ten yurda kaçak sokulan ve Abdülhamid aleyhtarı yayın yapan Jön Türklerin gazeteleri ve özellikle de “Meşveret” gazetesi hararetle okunup incelenmiştir1678. Memleketin ilerlememesinin yegâne sebebinin devrin padişahı olan II. Abdülhamid’e bağlayan bu gençlerin toplandıkları konakta, her ne kadar siyasi içerikli tartışma ve sohbetler yapılmışsa da devrin önemli yazarı kabul edilen Namık Kemal’in vatan, millet sevgisiyle dolu şiirleri ve eserleri de aynı toplantılarda okunmuş ve incelenmiştir. Taha Toros, “Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre” isimli eserinde Yahya Kemal ile ilgili anılarını anlatırken Celâl Esad Arseven’in Kadıköy Hasırcıbaşı’ndaki evini de “bir sanat lokali” hâline getirdiğini belirtmektedir1679. Buradaki toplantılar

1675 Celâl Esat Arseven’in hayatı, yazarın kitabını yayına hazırlayan Ekrem Işın’dan alınmıştır. Bkz.: Celâl Esat Arseven, Sanat ve Siyaset Hatıralarım, (Yay. Haz. Ekrem Işın), İstanbul, İletişim Yayınları, 1993, s.9-24. 1676 Arseven, a.g.e., s.44. 1677 Arseven, a.g.e., s.86. 1678 Arseven, a.g.e., s.13, 44,86. 1679 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.130.

324 ise ayda bir pazar günleri yapılmıştır1680. Bu evde Yahya Kemal’in sevdiği kadınlardan biri olan Celile Hanım, Falih Rıfkı ile eşi, İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu ile eşi, ünlü ressam Şeref Akdik ve eşi, Profesör Sare Hanım ve Taha Toros’un ismini açıklamadığı diğer konuklar bir araya gelmiştir1681. Ev sahibi, bu toplantıların birinde, uzun yıllar birbirlerini görmemiş eski iki aşığı bir araya getirmeyi denemiş ama bu istek akim kalmıştır.

3. 1. 15. ŞEMSEDDİN SAMİ’NİN KÖŞKÜ

Hikmet Feridun Es, “Tanımadığımız Meşhurlar” ismiyle kitap hâline getirilen gazete yazılarında, Şemsettin Sami’nin hayatını, kızı Samiye Erer’den dinlediği bilgiler ışında kaleme almıştır1682. Es’in verdiği bilgiye göre Şemsettin Sami’nin Erenköy Caddebostan Camisi’nin tam karşısında yer alan iki katlı köşkünde, “çarşamba günleri” onun şair, yazar ve ilim adamlarından oluşan arkadaşları bir araya gelirmiş1683. Es’in satırlarında, “çarşamba toplantıları” şeklinde isimlendirdiği bu etkinliğe kimlerin katıldığı ve bu toplantıların ne zaman başlayıp nasıl bittiği ve burada nelerin konuşulduğuna yönelik hemen hiçbir bilgi yoktur. Şemsettin Sami’nin oğlu Ali Sami, evlerinde 1899 senesine kadar hemen hiçbir akşam misafirin eksik olmadığını belirtmesi, mahfil toplantılarının da bu yıla yakın bir zamanda yapılmış olma olasılığını artıran bir delil olarak düşünülebilir1684.

3. 1. 16. ALİ KEMAL’İN BABA EVİ-KONAĞI

Mehmet Ali Ayni, Ali Kemal, Abdülhalim Memduh, Tahir Kenan, Ahmet Reşit gibi isimlerin önderliğindeki Mülkiye’de öğrenci olan bazı gençler de edebî meseleleri konuşmak üzere “Encümen-i Hamidî” isimli bir cemiyet kurmuştur1685. Edebi toplantıların yapıldığı bu cemiyete isim olarak Encümen-i Hamidî’nin

1680 Toros, a.g.e., s.130. 1681 Toros, a.g.e., s.130. 1682 Hikmet Feridun Es’in Şemseddin Sami ile ilgili yazıları Akşam gazetesinin 26–31 Kanun-ı evvel 1944/ 2-4 Kanun-ı sani 1945 tarihleri arasında yayımlanmıştır. 1683 Es, Tanımadığımız Meşhurlar, s.55. 1684 Şecaattin Tural, Şemsettin Sami, İstanbul, Şûle Yayınları, 1999, s.22. 1685 Mehmet Ali Ayni, Hatıralar, İstanbul, Yeditepe Yayınları, 2009, s. 4–6.

325 verilmesinin asıl sebebi, ileride bir “müşkül” ile karşılaşmamak düşüncesidir1686. Ahmet Reşit’in verdiği bilgiye göre, Mülkiye mektebinde okuyan öğrenciler “…okuduğumuz derslere müteferri bir mesele hakkında münavebe ile bir makale yazarak haftada yahut on beş günde bir münasip bir yerde toplanıp yazdıklarımızı aramızda mübahese mevzuu ittihaz etsek ne iyi olur.”1687 fikriyle bu encümeni kurmuştur. İsimlerini saydığımız bu gençlerle onların arkadaşları, her hafta cuma günleri öğleden sonra olmak üzere1688 Ali Kemal’in babasına ait, Süleymaniye’deki konakta yedi sekiz defa toplanabilmiştir1689. Ali Kemali Aksüt’ün verdiği bilgiye göre bu toplantılar her hafta muntazaman yapılmıştır1690. Bu toplantılarda ilmî ve edebî müzakereler yapılmış hatta mahfilin müdavimleri “müşaarelere bile” kalkışmıştır1691. Aksüt’ün eserinden anladığımıza göre bu toplantılar, müdavimler tarafından oldukça ciddiye alınmıştır. Aksüt de bu durumu izah edebilmek için mahfile devam edenlerin “ bu içtimalara pek ciddi müstahzarat ile” geldiklerini belirtmektedir1692. Cemiyetin bir de nizamnamesi vardır. Mahfil toplantılarını çok fazla ciddiye aldıklarının bir diğer önemli göstergesi de mahfile devam eden herkesin “kırmızı fes, mavi püskül” taşımalarının kararlaştırmış olmasıdır. Mahfilin ikinci içtimasında “reis” seçilen1693 Ali Kemal, ikinci ve üçüncü içtimalarda bir kırmızı fes ve mavi püskül ile toplantıya katılmıştır1694. Bu durum, mahfil toplantılarına katılanların farklılığını ortaya koymakta aynı zamanda toplantıların ciddiyetini vurgulamaktadır. O devirlerde kurulan pek çok gizli teşkilatlara benzemek çabasının etkisinin hissedildiği bu eylemde, mahfil

1686 Ayni, a.y. ; Ali Kemali Aksüt, Profesör Mehmed Ali Aynî: Hayatı ve Eserleri isimli çalışmasında cemiyete isim olarak Encümen-i Hamidî’nin verilmesini “ileride bu yüzden bir belaya uğramamak” sebebiyle münasip gördüklerini yazmaktadır. Bkz.: Ali Kemali Aksüt, Profesör Mehmed Ali Aynî: Hayatı ve Eserleri, İstanbul, Ahmet Sait Matbaası, 1944, s.17. 1687 Ahmet Reşit Rey, Canlı Tarihler, İstanbul, Türkiye Yayınları,1945, s.43. 1688 Aksüt, a.g.e., s.17. 1689 Ahmet Reşit, bu toplantıların “haftada” veya “on beş günde bir” yapıldığını belirtmektedir. Ayrıca Mehmet Ali Ayni’nin toplantıların net bir sayı vermeden yedi sekiz defa yapıldığını söylemesine rağmen onun ifadelerinden anladığımıza göre toplantılar üç defa yapılabilmiştir: “Ali Kemal’in Süleymaniye’deki evi büyüktü, kalabalık da değildi. Orada toplanmayı tasvip ettik, iki defa da toplandık. Üçüncü hafta şabanın on beşinde Berat kandili ve on altısında vilâdeti Hümâyun münasebetlerile mektep birkaç gün için tatil edilmişti. Biz de bundan bilistifade şabanın on dördüne tesadüf eden perşembe günü yine Süleymaniye’deki evde toplanmıştık.” Rey, a.g.e., s.43. 1690 Aksüt, a.g.e., s.17. 1691 Aksüt, a.y. 1692 Aksüt, a.y. 1693 Aksüt, a.y. 1694 Aksüt, a.y.

326 mensuplarına özel işaretler verilerek bir mensubiyetin görsel anlamda bile paylaşılmasının amaçlandığı anlaşılmaktadır. Devrin kanunları gereği “on beş kişiye kadar mesakin hususiyle dahilinde içtimanın kanunen mücaz”1695 olmasına rağmen, bir araya gelen gençlerin toplantıları devrin idaresi tarafından dikkatleri üzerine çekmiştir. Bu toplantılaın birinde Mehmet Ali Ayni ile Ahmet Reşit arasında medeniyet münakaşası çıkmıştır. “Eski medeniyet” ve “yeni medeniyet” arasındaki ahlâk açısından farklılıkların konuşulduğu bu toplantıda, müzakereyi açan Ali Kemal, Recaizade Mahmud Ekrem’in oğlu Nejad için “o vakit söylemiş olduğu manzumelerden birini ezberden okumuş”, daha sonra da Mehmed Ali “eski münkariz medeniyetlerle Avrupa medeniyeti arasındaki farklar üzerine hazırlamış olduğu etüdü kâğıda” bakmadan oradakilere sunmuştur1696. Diğer azalar da eserlerini okudukları için toplantı epey geç bitmiştir. Otuz kişiden fazla olan encümen üyeleri konaktan çıkarlarken gözaltına alınıp Beşiktaş Karakolu’na götürülmüştür. Toplantının mahiyeti ile ilgili olarak tahkikat yapılmış, gençlerin maksadının “ders saatleri haricinde müzakereye müsait bir yer olmadığından, sırf cuma günlerini boşuna geçirmemek” olduğu anlaşılmıştır1697. “Jan Jak Ruso’nun âsarı gibi dine ve ahlâka muzır” neşriyatın bu tür evlerde mülkiye öğrencilerince okunması da padişahın dikkatini çekmiştir1698. II. Abdülhamit, bu olayla ilgili iradesinde, encümende toplanan gençlerin rahatça çalışmaları için “Yıldız sarayı civarında münasip bir kütüphane inşa ettireceği” sözünü vermiş, ayrıca kütüphanenin yapılması için de gençlerin toplantılarına son vermelerini istemiştir1699. Encümen-i Hamidî’nin önderlerinin birkaç ay aradan sonra

1695 Ahmet Reşit Rey’in anılarından öğrendiğimize göre encümende bulunanlardan pişmanlık ve af dileklerini içeren bir yazı yazmaları istenmiştir. Bu yazıyı Ahmet Reşit yazmıştır. Yazı şöyledir: “Okuduğumuz ilimlerde mümarese hasıl etmek için aramızda müzakere etmek istedik. Mektep dahilinde bu lüzumu ifa edecek münasip yer yok. Arkadaşımızın binnisbe geniş ve rahatça müzakereye müsait olan evini bu maksatla intihap ettik. On beş kişiye kadar mesakin hususiye dahilinde içtimanın kanunen mücaz olduğunu usulü idare dersinde öğrenmiştik. O sebeple ruhsat talebine mahal görmedik. Hareketimizin bilemediğimiz bir cihatten dolayı hata olduğunu şimdi anladık, Padişahımızın şimei kerimesinden af dileriz.” Rey, a.g.e., s.43. 1696Aksüt, a.g.e., s.17. 1697 Gözaltına alınan encümen üyeleri sırasıyla Beşiktaş Karakolu’na, Gümüşsuyu Kışlası’na, Yıldız Sarayı Başkitabet Odasına, oradan da Maarif Nazırı Münif Paşa’nın Konağına götürülmüştür. Burada II. Abdülhamit’in Nazır Paşa’ya iradesini tebliğ etmişleridir. Tırnak içindeki ifade, iradenin hulasasındadır. 1698 Aksüt, a.g.e., s.20. 1699 Encümen üyesi gençler, mekteplerinin ikinci katındaki bir odada beş gün hapis tutulduktan sonra serbest bırakılmıştır. Bu olaydan sonra onların izlenmeye devam edildiği anlaşılmaktadır. Nitekim

327 farklı yerlere sürülmeleri, encümenin dağılmasına sebep olmuştur.

3. 1. 17. REŞİD AKİF PAŞA’NIN KONAĞI

Babıâli Âmedî Odası hülefalığında, Şura-yı Devlet Mülkiye Dairesi azalığında ve Sivas Valiliği (1908) görevlerinde bulunan Reşid Akif Paşa, Sivas’a gitmeden önce ve Sivas’tan döndükten sonra kardeşi Kazım Bey ile oturdukları Vezneciler’deki Burmalımescit civarındaki konağında Ahmet Semih Mümtaz’ın verdiği bilgilere göre “edip ve şairler; hacılar, hocalar; âlimler, cahiller; gençler, ihtiyarlar; akraba ve emektarlar” misafir olarak kalmıştır1700. Ahmet Semih Mümtaz bu yüzden konağın “akademiye” benzediğini söylemektedir1701. Konağın belli başlı müdavimleri arasında şu isimler yer almaktadır: Rodos’ta bir mahkeme reisi olarak bulunan ve İstanbul’a geldiği zamanlarda Hersekli Arif Hikmet Bey, Mutasarrıflıklarda gezen şair Celal Paşa, Adliyecilerden Şair Tevfik Lâmi Bey, “ Serhafiye” lakabıyla meşhur Kadri Bey, Müşir Ali Rıza Paşa’nın oğlu olan Osman Nizami Paşa, Mütareke senelerinde sadrazam olan Müşir Ahmed İzzet Paşa, Hicaz Valiliği’nde bulunan Babanzade Mustafa Zihni Paşa, Manastır Valisi Faik Paşa, Haremeyn Kapı Kâhyası Hacı Kâmil Efendi, Sadaret Müsteşarı Âyan’dan Tevfik Paşa ve satranç meraklısı Reis-i Cumhur İsmet İnönü1702 . Konakta yapılan toplantılara çocuk yaşta iştirak eden Ahmet Semih Mümtaz, konakta âlim ve şairlerin saatlerce ve hararetli bir biçimde sohbetler yaptığını söylemektedir. Babanzâde Mustafa Zihni Paşa’nın bulunduğu toplantıların merak edildiğini, insanların onun sohbetini dinlemek istediğini belirttikten sonra da mahfilde bazen bir eserin okunduğunu, okunan eser üzerinde “müzakere” ve “mübahaseler”in yapıldığını konakla ilgili anılarında yazmıştır1703. Celal Paşa, Reşid Akif Paşa, Hersekli Arif Hikmet Bey’in bulunduğu toplantılarda şiirler okunur ve tenkitler yapılırmış. Celal Paşa bazen şiirlerini okurken çoşar, kendi gazellerini olaydan iki ay sonra Ali Kemal Halep’e, Abdülhalim Memduh Konya’ya, Tahir Kenan ise Sana’ya sürülmüştür. Bkz.: Ayni, a.g.e., s.9. 1700 Ahmet Semih Mümtaz, Eski İstanbul Konakları, (Haz. İsmail Dervişoğlu), İstanbul, Kurtuba Yayınları, 2011, s.51. 1701 Ahmet Semih Mümtaz, a.y. 1702 Mümtaz, a.g.e., s.51-52. 1703 Mümtaz, a.g.e., s.24.

328 kendisine has bir eda ile ayağa kalkarak okurmuş. Daha da coştuğu zamanlarda okuduğu manzumenin sonunda el çırpar ve “Bu da böyle varit oldu efendim.” sözünü söylermiş1704. Reşid Akif Paşa da Davudî sesiyle gazeller okur, toplantılarda bulunanların da “inşad mümareseleri” yapmasından hoşlanırmış1705. Ahmet Semih Mümtaz, konağın önemini ve burada konuşulan konuları şöyle anlatmaktadır: “İlmin, irfanın, şiirin, edebin, samimiyet ve tesanütün, vefa ve sefanın merkezi olan bu konak dediğim gibi bir akademi halinde senelerce dayanmış, aynı zamanda da bir sürü fakiri beslemişti.1706” Konağa İsmet İnönü’nün de gittiği dikkate alınırsa buradaki toplantıların uzun yıllar devam etmiş olduğunu söylemek mümkündür.

3. 1. 18. ALİ ŞEVKİ HOCA’NIN EVİ

Bosnalı Ali Şevki Hoca, Midhat Cemal’in verdiği bilgiye göre Sırp Mektebi’nde tarih öğretmenliği yapmıştır. Her penceresinden Fatih Camii görülen bir evde yaşayan hoca, başta Mehmet Âkif olmak üzere devrin daha birçok şair, yazar ve misafirinin ağırlandığı, içerisi kitaplarla dolu bir mahfile sahiptir. Mehmet Âkif’in yanı sıra bu evde bir araya gelenlerden tespit edebildiklerimizin isimleri şöyledir: Ahmet Şuayb, Midhat Cemal, Celâl Sahir1707. Saydıklarımızın dışında Midhat Cemal, ismini vermediği daha birkaç kişinin de bu evde toplandığını yazmaktadır. Ali Şevki Hoca, yazı masasında oturur, haftada iki üç defa Âkif’in evine gelmesine beklermiş. Onun gelmediği zamanlarda evde bulunan diğer misafirlerine Âkif’in şiirlerini okur ve bunları onlara yazdırırmış. Âkif ile aralarının iyi olduğu anlaşılan Ali Şevki Hoca, Âkif’e “Köse İmam” tipini ilham eden zattır1708. Mithat Cemal’in, “Birinci Safahat”taki şiirlerin piyasaya çıkmadan önce

1704 Mümtaz, a.g.e., s.25. 1705 Mümtaz, a.g.e., s.25. 1706 Mümtaz, a.g.e., s.55-56. 1707 Kuntay, Mehmed Akif: Hayatı-Seciyesi-Sanatı, s.66–67. 1708 Talip Mert, Açıklamalı Safahât Sözlüğü, İstanbul, Yağmur Yayınları, 2011, s.231. Ali Şevki Hoca ile ilgili bilgi almak için aynı kaynağa başvurulabilir.

329 istibdat devirlerinde bu evde okunduğunun bilgisini vermesi, evin bir edebiyat mahfili olarak değerini göstermektedir. “Safahat Birinci” kitabın 1908 yılından itibaren Sırat-ı Müstakim dergisi’nde peyder pey ve kitap olarak Nisan 1911 tarihinde yayımlandığı düşünülürse1709, bu toplantıların tarihi de ortaya çıkmaktadır. Ali Şevki Hoca’nın evindeki toplantılar 1908 yılından önce veya bu tarihe çok yakın bir zamanda yapılmış olmalıdır. Ali Şevki Hoca, Âkif’in şiirlerini evine gelen misafirlerine okurmuş. Celâl Sahir ondan dinlediği “Küfe” manzumesinden fazlasıyla etkilenmiş ve bu etkinin sevkiyle de Ali Şevki Hoca’dan onunla kendisini tanıştırmasını rica etmiştir1710. Mahfiller şahsen tanışmadıkları hâlde, eserlerinin okunması sırasında tanışma isteği duyan şairlerin bulunduğu bir edebiyat ortamı yaratması dolayısıyla da önemli bir özelliğe sahiptir. Mithat Cemal, ismini gizlediği bir şaire, yine Ali Şevki Hoca tarafından “Fatih Camii’nde” şiirini okuduğunu, bu şahsın ise okunan şiire Tevfik Fikret’in Rübab-ı Şikeste’sinde yer alan “Sabah Ezanında1711” şiiriyle mukabele ettiğini yazmaktadır1712. Başka bir gün Âkif’in yukarıda bahsi geçen bu adama eski sarığıyla yeni azametini yan yana koyarak bir ders verdiğini yazan Mithat Cemal, bir gün de burada Âkif ile Ahmet Şuayb1713 arasında ufak bir tatsızlık yaşandığını belirtmektedir1714. Ayvazoğlu’nun, Âsım Şakir ile yaptığı bir görüşmeden onun Âkif ile bir gün Ali Şevki Hoca’nın Bozdoğan Kemeri civarındaki evine gittiğini öğreniyoruz. Fatih yangında evi ve bütün kitapları yanan Ali Şevki Hoca’nın bu evinde mahfil toplantılarının yapıldığıyla ilgili başka bir bilgi bulunmamaktadır.

1709 M. Fatih Andı, “Safahât- Birinci Kitab’ın Devrinde Uyandırdığı Akisler”, İlmî Araştırmalar, No:1, 1995, s. 39. 1710 Kuntay, a.g.e., s.66. 1711 Tevfik Fikret, Rübâb-ı Şikeste, İstanbul, Tanin Matbaası, 1326, s.220–221. 1712 Kuntay, a.g.e., s.66. 1713 Ahmed Şuayb’ın 1910 yılında vefat ettiği dikkate alınırsa bu görüşmenin 1910 yılında veya bu tarihten önce yapılmış olduğu ortaya çıkar. Bkz.: Ahmed Şuayb, Hayat ve Kitaplar, (Haz. Dr. Erdoğan Erbay), Ankara, Salkımsöğüt Yayınları, 2005, s.7. 1714 Kuntay, a.g.e., s.66- 67.

330 3. 1. 19. ŞEYH VASFİ’NİN KONAĞI

Kefevî Tekkesi Şeyhi Mahmud Raşid Efendi’nin oğlu olan Şeyh Vasfi (1851- 1910)1715, babasının ölümüyle tekkenin şeyhi olmuştur. Çeşitli okullarda öğrenimi tamamladıktan sonra devrin çeşitli gazetelerinde şiir ve makaleler yayımlayan Şeyh Vasfi, yakın dostu olan Muallim Naci’nin edebiyatla ilgili düşüncelerinden çok fazla etkilenmiştir. Şeyh Vasfî’nin Draman taraflarındaki konağı, Muallim Naci ve arkadaşlarının sık uğradıkları bir “edebiyat akademisi”dir1716. Hikmet Feridun Es’in verdiği bilgiye göre Muallim Naci, ev sahibini çok sevdiğinden İstanbul taraflarında kaldığı zamanlarda onun evinde konaklarmış1717. Konaktaki toplantılara başka kimlerin katıldığına yönelik bilgilerimiz sınırlıdır. Herkese açık olmayan bu toplantıların birinde, Muallim Naci’nin şeref misafiri olduğu konağa, bir akşam, on dört yaşlarında bir tıbbiyeli takdim edilmiştir: Cenap Şahabeddin. Misafir, bu edebiyat toplantısında, üstadı Naci’nin etkisinde kalarak yazdığı şiirlerini okumuştur1718. Celâl Tarakçı, “Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi”ndeki Cenap Şahabeddin ile ilgili yazısında ona şiir yazma zevkini aşılayanlar arasında Muallim Naci ve mahalle komşusu olan Şeyh Vasfî’nin de isimlerini zikreder1719. Bu tür konaklar, genç şairlerin, şiire ve edebiyata hevesli insanların üstat kabul ettikleri kişilerle tanışmasını sağlayan, onların sanat ve edebiyatla ilgili ilk elden eleştirileri öğrenebilecekleri yerlerden biridir. Buradaki sohbetler, gençlerin sanat ve edebiyat alanında bilgilerini artırmalarına da hizmet etmiştir. Şeyh Vasfi’nin evindeki toplantıların üstadı Muallim Naci’dir. Naci’nin, Recaizade Mahmut Ekrem ile yaptığı edebiyat tartışmalarında, Muallim Naci’nin taraftarlarının bir toplanma mekânı olan Şeyh Vasfi’nin konağındaki toplantıların ne zaman başlayıp tam olarak ne zaman bittiği tespit edilememiştir.

1715 M. Kayahan Özgül, Arayışlar Devri Türk Şiiri Antolojisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2000, s.576. 1716 Es, a.g.e., s.84. 1717 Es, a.y. 1718 Es, a.g.e., s.85. 1719 Celal Tarakçı, “Cenap Şahabeddin”, TDİA, C.VII, s.347.

331 3. 1. 20. AHMED AĞAOĞLU’NUN EVİ

Ahmet Ağaoğlu’nun 1911 yılında Taşkasap’taki Molla Gürani’de yaptırdığı ev, devrin önemli yazar, şair, siyasetçi ve sanatçılarının toplandığı bir mahfildir. Samet Ağaoğlu, babasıyla ilgili bilgiler de bulunan çocukluk ve gençlik anılarını ihtiva eden “Hayat Bir Macera” isimli eserinde, burada toplananlarla ilgili bilgiler vermiştir. Ev sahibinin çalışma odası olan kütüphane, aynı zamanda mahfilin toplanma yeridir1720. Bazı akşamüstleri ve gecelerde toplanan mahfile Samet Ağaoğlu’nun verdiği bilgiye göre Halide Edip Adıvar, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Ziya Gökalp, Nezihe Muhittin, Ömer Naci, Yusuf Akçura, Şeyhülislam Hayri Efendi, Mehmet Emin Yurdakul, Celâl Sahir, Ömer Seyfettin, Esat Paşa, Hüseyinzade Ali, Halim Sabit, Abdullah Cevdet ve isimlerini saymayarak “daha bazıları” dediği kişiler katılmıştır1721. Samet Ağaoğlu, bizzat katılamadığı bu mahfil toplantıları hakkında bir bilgi sahibi değildir. Katılanların edebiyatçı kimlikleri ve ev sahibinin Türk milliyetçiliği davasındaki aktif faaliyetleri dikkate alınırsa evde edebiyat konularının yanı sıra güncel siyaset, milliyetçilik gibi konuların da konuşulmuş olması ihtimali yüksektir. Molla Gürani’deki toplantılar 1911–1912 yıllarında başlamıştır. Bu toplantıların ne zaman bittiğiyle ilgili net bir bilgimiz yok ama evin 1918’de yanması, araya başka sebeplerin de girmesiyle aynı yıl içinde toplantıların bitmiş olması muhtemeldir.

3. 1. 21. TAHSİN NAHİD’İN EVİ

Tahsin Nahid’in (1887- 1919) Büyükada’da Maden’deki evi, edebiyatçıların buluşma yeri olmuştur1722. Bu evden önce de onun “Haydarpaşa çayırının önünde, Terkos musluğunun karşısındaki köşede”, “kâgir, mini mini balkonlu, odaları kutu gibi derli toplu” evi de II. Abdülhamid’in tahtta olduğu devirde birkaç şair ve yazarın bir araya gelip çok çeşitli konularda edebiyat sohbetleri düzenledikleri bir

1720 Samet Ağaoğlu, Hayat Bir Macera!, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2003, s.31. 1721 Ağaoğlu, a.g.e., s.31. 1722 Konur Ertop, Mektepten Memlekete, s.53.

332 mahfildir1723. Bu mahfilin müdavimlerinden biri olan Sermet Muhtar Alus’un mahfil ile ilgili yazdığı satırlardan önemli bilgiler elde edilmektedir. Alus, mahfilde ev sahibi ve kendisinin dışında Emin Bülent (Serdaroğlu), Tahsin Nahid’in akrabası olan Halet, Raif Necdet (Kestelli), Romanyalı Süleyman ve isimlerini açıkça yazmadığı bir iki gencin bir araya geldiğini belirtmektedir1724. Alus, bu toplantıların nasıl başladığını ve mahfildekileri şöyle anlatır: “Evvela Emin’in ‘Guruba karşı mehabetle dinlenen kaleler!’ mukaddemesiyle tutturan ‘Hisarlar’ı, arkasından ‘İşte akşam, gene zulmet, gene yokluk, nisyan!’ diye başlayan ‘Menfa’sı okunur. Galeyana gelinir. Devir için bermutat gayız ve nefretle atıp tutulur. Bu sözlere derinden fakat yavaşçacık bir iki ‘Kahrolsun Abdülhamid!’ sözü de karışır. (…) Raif Necdet Bey hayli lügatlı, müselles terkipli, çok virgüllü, uzun cümleleli, oldukça ‘Âlâ Halid Ziya Bey’ tavırlı mensurelerini okur ve Edebiyat-ı Cedide’nin sadık müritlerinden olduğunu ispat eder.1725” Alus’un verdiği bilgiye göre sıra ev sahibine gelince Tahsin Nâhid de kendi şiirlerinden örnekler sunmuştur. Alus, bu toplantılarda bazen kendisinin de mizahi metinler okuduğunu belirtir1726. Bu toplantılarda ayrıca Hamdullah Suphi, Ahmet Haşim, Müfit Râtip, Ruhsan Nevvare’nin de eserleri okunmuştur. Eser inşadları bittikten sonra da Türk edebiyatından bazı eserleri ile ilgili günlük dedikodular, gerçek hayattan edebi esere kalbedilen ayrıntılar, roman kahramanlarının isimleri ve daha pek çok konuyla ilgili sohbetler yapılmıştır. Bu sohbetten sonra da Fransız edebiyatının temsilcileri ve onların eserleri ile ilgili konular da konuşulmuştur. Büyükada’da oturduğu sıralarda buranın güzelliklerini konu alan şiirleri dolayısıyla “Adalar Şairi” diye de tanınan Tahsin Nahit, adadaki evini de bir edebiyat mahfili haline getirmiştir. Tahsin Nahid’in evine devam edenler arasında Yahya Kemal’in ismi dikkati çekmektedir. Daha sonra adaya yerleşecek olan Yahya Kemal, burada ev sahibinin misafiri sıfatıyla diğer müdavimlerle birlikte edebiyat sohbetlerine katılmıştır. Yakup Kadri’nin hatırlarında, bu evle ilgili şu bilgiler yer almaktadır:

1723 Sermet Muhtar Alus, 30 Sene Evvel İstanbul: 1900’lü Yılların Başlarında Şehir Hayatı, (Yay. Haz. Faruk Ilıkan), İstanbul, İletişim Yayınları, 2005, s.137. 1724 Alus, a.y. 1725 Alus, a.g.e., s. 138. 1726 Alus, a.g.e., s. 139.

333 “ O zamanların en güzelini, en şevklisini, en şetaretlisini dostlarımız Tahsin Nahit’le eşinin konukseverliği sayesinde, bize Büyükada’da yaşamak nasip olmuştu. ‘Tahsin Nahit’le eşinin konukseverliği’ dedim. Çünkü, onların Maden’deki evi hepimizin toplantı yeri ve cazibe merkeziydi.1727” Beşir Ayvazoğlu, 1913 yılında Büyükadaya’ya yerleşen Yahya Kemal’in bu evde kendisini zevkle dinleyen dostlarına şiirlerini okuduğunu ve aynı zamanda tarihten, mitolojiden ve “Bahr-i Sefid Havza-i Medeniyeti”nden söz ettiğini tespit etmiştir1728. Tahsin Nahid’in kızı olan Mina Urgan, Yahya Kemal’in evlerinde “aylarca, daha doğrusu yıllarca konuk” olarak kaldığını anılarında yazmaktadır1729. Mina Urgan’ın verdiği bilgiye göre evlerindeki toplantılara Namık İsmail ve Ahmet Haşim de katılmıştır1730. Toplantılar büyük bir ihtimalle Tahsin Nahid’in vefat etmesiyle bitmiştir.

3. 1. 22. KIBRISLILAR YALISI

Kıbrıslı Mehmed Emin Paşa’ya ait olan yalıda devrin önemli isimlerinin bir araya geldiği sohbetler yapılmıştır. Yahya Kemal, Pierre Loti’nin de yakın dostlarından olan Mehmed Emin Paşa’nın oğlu Tevfik Bey1731 ile Paris’te tanışmış ve onun şahsiyetinin büyüsüne kapılmıştır1732. Kardeşi Şevket ile de tanışan Yahya Kemal, onunla da kısa sürede kaynaşmıştır. Yahya Kemal, Paris’ten döndükten sonra zaman zaman uğrayıp misafir olarak kaldığı yalıda, “şeref misafiri” olarak saygı ve sevgiyle ağırlanmıştır. Hemen her akşam Şevket Bey’in arkadaşları yalıda toplanmış, siyasetten söz edilmeyen bu toplantılarda, misafirler Yahya Kemal’in şiirlerini dinlemiştir1733. Yahya Kemal’in yanı sıra toplantılara Yakup Kadri, Prens Mustafa, Halit Göksu1734; Refik Halit1735; Fazıl Ahmet1736 de katılmıştır. Murat Belge, Pierre

1727 Karaosmanoğlu, a.g.e., s.135. 1728 Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.8. 1729 Mina Urgan, Bir Dinazorun Anıları, 25. bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1998, s. 212. 1730 Urgan, a.g.e., s.206- 207. 1731 Yahya Kemal’in Tevfik Bey ile ilgili görüş ve anıları için bkz. Yahya Kemal, Siyasî ve Edebî Portreler, s.100- 111. 1732 Yahya Kemal, a.g.e., s.102. 1733 Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.266. 1734 Ayvazoğlu, a.g.e., s.266.

334 Loti ve Claude Farrére’in yalıyı ziyaret ettiğini söylese de bu toplantılara katılıp katılmadıklarıyla ilgili bir bilgi vermez1737. Rıza Tevfik de bir yazısında, Abdülhak Hâmid ile 30 Mayıs 1324 (12 Haziran 1908) tarihinde bu yalıda tanıştığını belirtmesi1738, bu iki ismin de yalıdaki toplantılara katılmış olabileceğini düşünebiliriz. Ancak Rıza Tevfik yazısında, bu toplantının mahiyeti ile ilgili başka herhangi bir bilgi vermemiştir. Kıbrıslılar Yalısı’ndaki toplantıların tam olarak ne zaman başladığına dair elimizde fazla bilgi yoktur. Bu toplantıların en önemli müdavimlerinden biri olan Yahya Kemal’in 1912 yılının ilkbahar aylarında İstanbul’a döndüğü1739 düşünülürse buradaki toplantıların başlangıç tarihini aşağı yukarı tahmin edebiliriz. Kıbrıslılar Yalısı’nın salonu, tıpkı Paris’teki bazı soyluların salonları gibi bir kültür- sanat ve edebiyat salonu işlevine sahiptir. Misafirler yalının salonunda ağırlanmıştır. Sohbetler bazen yalının dışına da taşmış, misafirler çevredeki tepe ve korularda da gezintiler yapmıştır. Yakup Kadri, Kıbrıslıların Yalısı’nda içip coştukları bazı mehtaplı gecelerde, Kandilli sırtlarındaki korularda veya hemen yalının arkasındaki mezarlıkta, hep bir ağızdan ve yüksek sesle Yahya Kemal’in şu dizelerini söylediklerini hatırlamaktadır: “Ayşe cadı, Ayşe cadı Ay daha bir yaş kocadı1740” Şevket Bey’in eşi olan Prenses Mevhibe’nin Sâra Ertuğrul tarafından kaleme alınan “Geçmiş Zaman Olur ki” adlı hâtıratında, Yahya Kemal’in meşhur “Leyla” şiirni burada yazdığını dair bir bilgi yer almaktadır1741. Toplantıların ne zaman sona erdiğine dair elimizde bir bilgi yoktur.

1735 Belge, a.g.e., s.125. 1736 Belge, a.g.e., s.129. 1737 Belge, a.g.e., s.130. 1738 Rıza Tevfik, “Abdülhak Hâmit”, Yeni Sabah, 20 Nisan 1944, s.3. 1739 Kâzım Yetiş, a.g.e., s.167. 1740 Karaosmanoğlu, a.g.e., s.114. Halit Fahri Ozansoy ise bu şiirin okunduğu yerin Yıldız tepeleri olduğunu ve yanlarında da Yahya Kemal’le birlikte Hakkı Tahsin’in yer aldığını “Edebiyatçılar Geçiyor”da yazmaktadır. Bkz.: Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.13. 1741 Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.266.

335 3. 1. 23. SAİT HALİM PAŞA’NIN YALISI

Sait Halim Paşa1742, Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın dört oğlundan biri olan Mehmet Abdülhalim Paşa'nın oğludur. 1863’te Kahire'de doğan Sait Halim Paşa, ilk eğitimini evinde özel hocalardan aldığı derslerle tamamlamış, Arapça, Farsça, İngilizce ve Fransızca’yı öğrenmiştir. Daha sonra İsviçre'ye giderek burada beş yıl siyasal bilgiler bölümünde okumuştur. Sait Halim Paşa, Batı medeniyeti karşısında çok zor durumda kalan Osmanlı Devleti ve İslam medeniyetinin geri kalma nedenlerini düşünmüş, eserlerinde kendi medeniyetimizin bunalımları, çıkmazları, saplantılarını tahlil etmiş ve bu sıkıntılardan kurtulmak için çözüm yolları aramıştır. Batı toplumlarından hukuk ve idari kanunlar ithal edilmesine karşı çıkan, Osmanlı’nın kendine ait şartları ve özel durumu olduğunu vurgulayarak yapılacak reformların mutlaka ve mutlaka “yerli” olmasını isteyen Sait Halim Paşa’nın Yeniköy’deki yalısı; ilim, siyaset adamları ve edebiyatçıların toplandıkları bir mekândır. Yalıda Dr. Necmettin Arif, Celâlettin Arif, Mehmet Âkif, İbnülemin Mahmut Kemal, Neyzen Tevfik gibi şahıslar bir araya gelmiştir1743. Paşa, bu toplantılarda, misafirleriyle Osmanlı’nın Batı medeniyetinden geri kalma sebeplerinin yanı sıra katılımcıların kimlikleri de dikkate alındığında onlarla edebiyat mevzularıyla ilgili konuları konuşmuş olması muhtemeldir. Toplantıların değişmez bir diğer konuğu olan Neyzen Tevfik’i Sait Halim Paşa, uzun yıllar himaye etmiştir1744. Sait Halim Paşa’nın yalısındaki toplantılar, onun yurt dışına kaçışına kadar devam etmiş olmalıdır.

3. 1. 24. ÖMER SEYFETTİN’İN EVİ

Tahir Alangu, “Ömer Seyfeddin” isimli eserinde, onun Manastır’daki kumandanı olan Câvit Paşa’nın Kadıköy, Kalamış Koyu Bostandibi mevkiindeki köşkünde, 1918 yılında kaldığını yazmaktadır. Onun evi, devrin pek çok şair ve

1742 Sait Halim Paşa’nın hayat hikâyesi ile ilgili detaylı bilgi için bkz.: İbnülemin Mahmut Kemal İnal, Son Sadrazamlar, C.IV, 3. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1982, s.1893- 1932. 1743 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.200. 1744 Birsel, a.g.e., s.201.

336 yazarının, özellikle de Kadıköy taraflarında ikamet edenlerin uğramadan edemediği bir mahfil niteliğindedir. Ömer Seyfettin, eşinden ayrıldıktan sonra1745 yalnız kalmak isteğinden kinaye olarak “Münferit Yalı” isimini verdiği köşkte arkadaşlarıyla buluşup sohbetler etmiştir. Toplantılar, onun bu köşkü kiraladığı 1918 yılından ölümüne kadar düzensiz bir şekilde devam etmiş olmalıdır. Bu toplantılara başta yakın arkadaşı ve komşusu olan Ali Canip olmak üzere Ahmet Rasim, Salih Zeki (Aktay), Yusuf Ziya (Ortaç), Fuat Köprülü, Reşat Nuri (Güntekin), Faruk Nafiz (Çamlıbel)1746 gibi devrin genç şair ve yazarları katılmıştır. Kadıköy çevresinde ikamet edenlerin pek çoğunun vakitli vakitsiz evine gelmesinden pek de hoşlanmayan Ömer Seyfettin, yalnız kalmak istemesine rağmen onlara tahammül etmek zorunda kalmıştır.1747 Müjgan Cunbur ise Kadıköy’de ikamet eden şair ve yazarların özellikle Ömer Seyfettin’in evinde toplandığını, burada ve Kadıköy’ün başka mekânlarında da onların sohbetler yaptıklarını, bu toplantılara da yaşadıkları semtten kinaye olarak “Kadıköy Toplantıları” ismini verdiklerini belirtmektedir1748. Münferit Yalı’daki toplantıların ne kadar sürdüğüne dair bir bilgimiz yok ama toplantıların Ömer Seyfettin’in 6 Mart 19201749 tarihindeki vefatına kadar devam etmiş olması muhtemeldir.

3. 1. 25. MÜFİD RÂTİB’İN EVİ

Reşid Halid Gönç, Mehmet Rauf ile ilgili anılarını anlatırken, onunla Birinci Dünya Savaşı’nın mütareke yıllarında, Darülbedayi’nin bir nevi rakibi olan “Yeni Sahne” adındaki tiyatro teşekkülünün edebî heyetinde bulundukları sırada tanıştığını, bu teşekkülün ortaklarından Müfid Râtib’in kardeşi Mahmut İbrahim ile “perşembe akşamları” tiyatro temsillerinden sonra, Kadıköy’de ikamet eden Müfid Râtib’in evinde kaldıklarını belirtmektedir1750. Bu toplantılara kendisinin yanı sıra Mehmed Rauf, Müfid Râtib, Mahmut İbrahim ve “bazı zevat” katılmıştır. Geç saatlere kadar

1745 Alangu, Ömer Seyfeddin, s.315. 1746 Alangu, a.g.e., s.318. 1747 Alangu, a.g.e., s.320. 1748Müjgân Cunbur, “Ömer Seyfettin’in Hayatı ve Eserleri”, Doğumunun Yüzüncü Yılında Ömer Seyfettin (içinde), Ankara, AKDTYKY, 1992, s. 14. 1749 Alangu, a.g.e., s.583. 1750 Reşid Halid Gönç, “Mehmed Rauf”, Vakit, 10 Mart 1942, s.3.

337 süren sohbetlerde Gönç’ün verdiği bilgiye göre musiki meşklerinin de yapıldığı anlaşılmaktadır1751.

3. 1. 26. KÂMİL PAŞA’NIN KONAĞI

Eski Sadrazamlardan Kâmil Paşa’nın Kıztaşı’ndaki konağında 1919 yıllarında bir edebiyat mahfili kurulmuştur. Hasan Âli Ediz’in burada düzenlenen bir toplantı ile ilgili anılarından mahfile kimlerin katıldığını öğrenmekteyiz. 1919 yıllarında Mercan Lisesi’nde öğrenci ve edebiyata hevesli bir genç olan Hasan Âli Ediz, okul arkadaşı Nâzım Kemal Bayur’dan konaklarındaki toplantıya Yahya Kemal’in de geleceğini öğrenmiş ve bu toplantıya da hevesle katılmıştır. Konağa başta Halid Ziya olmak üzere, “birçok edebiyatçı” devam etmiştir1752. Toplantıların yapıldığı salona, Nâzım Bayur’un büyük ağabeyi Hilmi Bey ile giren Yahya Kemal, o günkü toplantıda anılarını uzun uzadıya anlatmış ve henüz piyasaya çıkarmadığı “Sicilya Kızları” başlıklı şiirini okumuştur1753. Bahsi geçen toplantıya Yahya Kemal’in yanı sıra Vâlâ Nureddin de katılmıştır.

3. 1. 27. CELÂL SAHİR’İN EVİ

Celal Sahir’in Sultanahmet’te, Toprak Sokaktaki evi1754, şair ve yazarların toplandıkları bir edebiyat mahfili kabul edilebilir. Servet-i Fünun edebiyat hareketininin son yıllarına yetişen, daha sonra Fecr-i Âti topluluğunun başkanlığını da yapan Celal Sahir, 1909 yılından itibaren Türk dilinin sadeleşmesini amaçlayan “yeni lisan” hareketine katılmış, Türk Ocakları, Türk Derneği ve Piyer Loti gibi Türkçü derneklere üye olmuş, bu derneklerde çalışmıştır. Celâl Sahir, Sultanahmet’teki evini daha sonra Türk Derneği’ne lokal olarak tahsis etmiştir1755. Çevresindeki şairlerle şiir sohbetleri yapmayı, şiir üzerine konuşmayı seven Celâl Sahir, bu amaçla Sultanahmet’teki evini şairlere açmıştır. Halit Fahri

1751 Gönç, a.y. 1752 Seyda, Edebiyat Dostları, s.122. 1753 Seyda, a.g.e., s.122-123. 1754 Ortaç, Portreler, s.73. 1755 M. Orhan Okay, “Celal Sâhir”, TDİA, C. VII, s.245.

338 Ozansoy’un verdiği bilgiye göre onun Sultanahmet’teki evinde, 1919 yıllarında edebiyat toplantıları düzenlenmiştir. Halit Fahri Ozansoy, “Edebiyatçılar Çevremde” adlı eserinde 1919 yılının Haziran ayında bir “çay ziyafeti”nde Celal Sahir’in evinde bir araya geldiklerinde nelerin konuşulduğunu yazmıştır. Toplantıya yazarla birlikte Yusuf Ziya, Nazım Hikmet, Vâlâ Nurettin, Kemalettin Kamu, Necmettin Halil katılmıştır1756. Çaylar içildikten sonra, ev sahibi Celâl Sahir’in daveti üzerine, misafirler sırayla son yazdığı şiirleri okumuştur. Ozansoy, Kemalettin Kamu’nun yeni yazdığı “Hicret” isimli şiirini ilk defa bu toplantıda okuduğunu belirtir. Ekrem Şerif Egeli ise kendisinin de katıldığı bu mahfil toplantılarına Ahmet Hamdi Tanpınar, Ahmet Hamid, Mustafa Nihal’in de devam ettiğini belirtmektedir1757. Yusuf Ziya Ortaç, “Portreler” isimli kitabında, Celal Sahir’in evindeki toplantılarda ev sahibinin misafirlerini nezaketle ağırlamaya özen gösterdiğini, bazen de bu evde kaldığını yazmaktadır. Ortaç aynı eserinde, bu toplantıların birinde, Ömer Seyfeddin’in “Mahçupluk İmtihanı” isimli “komedisini”; bütün rolleri, şahısların seslerini, tavırlarını, mimikleriyle tek başına oynayarak oradakilere okuduğunu ve mahfildekilerin onu katıla katıla gülerek dinlediğini unutamamıştır1758. Ortaç’ın bu anısını, Ozansoy’un yazdıkları da destekler mahiyettedir. Ozansoy da bu toplantıda Orhan Seyfi, Yusuf Ziya, Faruk Nafiz, Ömer Seyfettin1759 ve Kemalettin Kâmi’nin1760 bulunduğunu ve Ömer Seyfettin’in “Mahçupluk İmtihanı” adlı eserini buradakilere okuduğunu yazmaktadır1761. Ozansoy, “Edebiyatçılar Çevremde” isimli eserinin başka bir yerinde ise Celâl Sahir’in evini Cağaloğlu’nda olduğunu yazmaktadır1762. Bu yanlış bilgide, iki yerin mekân olarak birbirine yakın olmasının etkisi vardır. Kanaatimizce Ozansoy’un iki farklı semt olarak gösterdiği ev aslında aynı yerde olmalıdır. Ozansoy, bu evde “geceleri” kendi kuşağının dışında gençlerin da katıldığı toplantılar yapıldığını yazmaktadır. Bu toplantılara katıldığını tespit ettiği isimler ise şöyledir: “Ömer

1756 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.71. 1757 Güngör Gönültaş, “ 3. Tepenin Kamburu: Beyazıt Meydanı’nın Yaşam Öyküsü-9”, Milliyet, 9 Ocak 1991, s.13. 1758 Ortaç, a.g.e., s.73. 1759 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.61. 1760 Ozansoy, a.g.e., s.201. 1761 Ozansoy, a.g.e., s.61- 62. 1762 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.315.

339 Seyfettin, Orhan Seyfi, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya.1763” Bu evdeki toplantılar, Ozansoy’un verdiği bilgilere göre 1919 yıllarında başlamıştır. Yusuf Ziya Ortaç, yukarıda anlattığımız toplantıdan birkaç ay sonra sanat konuşmalarıyla geçirdikleri bir gecenin sabahında, misafir olarak kaldığı odasının kapısını Celal Sahir’in, hıçkırıklarla açtığını hatırlamaktadır. Ortaç, ev sahibinin o gün kendisine Ömer Seyfettin’in ölüm haberini verdiğini unutmamıştır. Ömer Seyfettin’in 6 Mart 1920 tarihinde vefat ettiği dikkate alınırsa bu toplantının tarihi de ortaya çıkar1764. Fakat mahfilin ne kadar devam ettiğine dair bir bilgimiz yoktur1765.

3. 1. 28. ALİ FUAD BEY’İN KONAĞI

Hüseyin Vassaf’ın “Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin Mahmud Kemal İnal” isimli eserinde eski Sadâret Müsteşarlarından Ali Fuad Bey’in Konağı’nda, haftada bir gece olmak üzere İbnülemin, Köprülüzâde Mehmed Fuad, Duyûn-ı Umumiye Komiserlik Müdürü Halil Nihad Bey ve “erbâb-ı şuarâdan diğer birkaç zât”ın da katıldığı bir edebiyat mahfilinin kurulduğu yazılıdır1766. Mahfil toplantılarına Babanzade Ahmed Nâim Bey’in de katıldığını Mahir İz’in anılarından öğrenmekteyiz1767. Hüseyin Vassaf, “meclis-i ilm ü edeb” teşkil eden bu toplantıların ne zaman başladığını açıkça yazmamasına rağmen İbnülemin’in hükümet tarafından açığa alındığında bu toplantılara katıldığını belirtmesi, içtimaların aşağı yukarı onun açığa alındığı 1338’de1768 (1919/1920) yapılmış olmasını mümkün kılmaktadır. Hüseyin Vassaf’ın eserinde, bu toplantılarda nelerin konuşulduğuna yönelik sadece şu cümle yazılıdır: “Umumen müsellem olduğu üzre maarif-i mütenevvia erbâbının her biriyle sohbet etmeğe kâdir ve her mahfel-i marifette bulunmaya muktedir olan Mahmud Kemâl Beyefendi’nin vücudu Ali

1763 Ozansoy, a.g.e., s.315. 1764 Ortaç, Portreler, s.125. 1765 Celâl Sahir, evini Türk Derneği’ne lokal olarak tahsis ettiği dikkate alınırsa, onun evinde yapılan bu toplantıların resmiyet kazanmasını istediğini düşünmemiz mümkün gözükmektedir. Bkz.: M. Orhan Okay, “Celal Sâhir”, TDİA, C. VII, s.245–246. 1766 Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin Mahmud Kemal İnal: Kemâlü’l Kemâl, s.211. 1767 İz, a.g.e., s.223. 1768 Hüseyin Vassaf, İbnülemin’in 7 Teşrin-i evvel 1338’de açığa alındığını tespit etmiştir. Bkz.: Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.209.

340 Fuad bey’in meclisine de ifâza-i ruh eder, mesleğinde sahib-i kemâl olan huzzâr, müşârun ileyhin letâif-i latife ve mebâhis-i ciddiyesinden her suretle mütelezziz ve müstefîd olur.1769” Ali Fuad Bey’in konağında tertiplediği toplantılarda, mahfile devam edenler arasında sert münakaşalar yaşanmıştır. Mahir İz’e göre, bu toplantılardaki münakaşalar sebebiyle İbnülemin, Babanzade Ahmed Naim’e kızdığından onu yıllarca hasmı kabul etmiştir1770. Mahfille ilgili başka bir bilgi bulunamamıştır.

3. 1. 29. AHMED HULUSİ BEY’İN KÖŞKÜ

Heybeliada’da, Lozan Zaferi Caddesi’nin başında yer alan, Selanik Şehremini ve Serez Mebusu Selamizade Ahmed Hulusi Bey’e ait olan köşkte uzun yıllar süren sohbet ve musiki toplantıları düzenlenmiştir. Köşk, 1920 yılında Hulusi Bey’in mülkiyetine geçmiştir. Bu tarihten, Hulusi Bey’in eşi Rukiye Seniha Hanım’ın 1952 yılındaki vefatına kadar geçen sürede köşkte pek çok önemli musikişinas, devlet adamı, yazar ve sanatçının katılımıyla sohbet, musiki toplantıları düzenlenmiştir1771. M. Baha Tanman, “Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi”nde, köşkteki musiki toplantılarına Haybeliada’nın zengin sakinlerinin yanı sıra dönemin ünlü yazarlarından Ahmed Rasim, Hüseyin Rahmi Gürpınar’ın da katıldığını belirtmektedir. Bu isimlerin dışında köşkün diğer müdavimleri arasında Hacı Sami Bey, Hüseyin Rahmi Bey, Abbas Hilmi Paşa, Hintli Asaf Bey, Dr. Rifat Hüsameddin Paşa, Müfit Özdeş, Hamid Naci Bey, Hasan Rami Paşa’nın oğlu Mahmud Bey, Selâhattin Pınar, Sadedin Kaynak, Hafız Kemal yer almaktadır1772. A. Hulusi Bey’in 1925 yılındaki vefatını müteakip köşkteki musiki ve sohbet geleneği Rukiye Seniha Hanım tarafından devam ettirilmiştir. 1925 yılından 1952 yılına kadar geçen sürede köşkteki toplantılara Yahya Kemal Beyatlı, Ahmed Hamdi Tanpınar, Maarif Nazırı Şükrü Bey’in oğlu Sabri (Şükrü) Bayındır ve eşi, Prenses Emine Abbas Halim katılmıştır1773. Köşkteki sohbetlerde her zaman edebiyat ön planda olmasa da buraya

1769 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.211. 1770 İz, a.g.e., s.223. 1771 M. Baha Tanman, “Hulusi Bey Köşkü”, DBİA, C.IV, s.95. 1772 Pars Tuğlacı, Tarih Boyunca İstanbul Adaları-II, İstanbul, Pars Yayın ve Tic. Ltd. Şti., 1992, s.83. 1773 M. Baha Tanman, “Hulusi Bey Köşkü”, DBİA, C.IV, s.95.

341 katılanların edebiyatçı kimlikleri dikkate alındığında burada edebiyat konularının da konuşulmuş olabileceği tahmin edilebilmektedir.

3. 1. 30. CEVDET BEYİN (ARAPZADE) EVİ

Arapzade (Karadoğan) namı ile tanınan Neşet Molla’nın oğlu Cevdet Bey’in evi, Taha Toros’un “Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre” isimli eserinde verdiği bilgiye göre bir edebiyat-sanat mahfilidir1774. Cevdet Bey evinde tarih, edebiyat ve musiki toplantıları düzenlemiştir. İstanbul’un varlıklı ailelerinden biri olan Cevdet Bey’in evindeki bu toplantılara Yahya Kemal, Ahmet Haşim, Türkçü Necip namı ile tanınan gazeteci, Abdülhak Şinasi ve İsmail Müştak ve Selim Pandül katılmıştır1775. Toplantıların ne zaman ve nasıl başladığıyla ilgili detaylı bilgilerimiz olmasa da bu toplantılara katılanların çoğunun devrin genç şair ve yazarları olması, burada edebiyat sohbetlerinin de yapıldığını göstermektedir. Burayı bir edebiyat mahfili haline getiren Cevdet Bey ile onun eşi Sadiye Hanım’ın mahfilin kurulması ve devam ettirilmesinde etkileri vardır. Taha Toros’un verdiği bilgi eğer doğruysa özellikle Yahya Kemal, Ahmet Haşim ve İsmail Müştak’ın ev sahibesiyle olan “sıkı dostlukları”, mahfilin devamını kolaylaştıran etkenlerdir biridir1776.

3. 1. 31. AHMED SÜHEYL ÜNVER’İN KONAĞI

Bir sanat ve kültür tarihçisi hüviyetine sahip olan A. Süheyl Ünver’in Haseki’deki babasına ait konağı, özellikle onun evlenmesinden önce şair, yazar, sanatkar, tıp doktoru, ilim adamı, cami hocası ve müezzini ile musikişinasların bir araya geldiği bir kültür, sanat ve edebiyat mahfili görünümündedir. A. Güner Sayar’ın verdiği bilgiye göre 1931- 1932 yılından itibaren1777 bu “müze yavrusu” evin odasına Albert Gabriel’in de gelmesi ile buranın ünü artmıştır. Konağın diğer müdavimleri ise Osman Nuri Ergin, Eyüp Sultan Camii Kayyımı, Hattat Cemal,

1774 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.133. 1775 Toros, a.y. 1776 Toros, a.g.e., s.134. 1777 Ahmed Güner Sayar, A. Süheyl Ünver: Hayatı-Şahsiyeti-Eserleri /1898–1986, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2004, s.234.

342 askerî ketebeden Muhiddin (Hattatoğlu), Dr. Rüşdü (Çapcı), Darülfünûn hocalarından Şevket Bey, Davut Paşa İdasisi Müdürü Ali Rıza Efendi, Dr. Hacı Kemal Bey, Dr. Galip Hakkı (Üstün), Eczacı Reşit Kemal, Hafız Hayri Efendi, Davut Paşa Camii Müzezzinleri Esad ve Ali Efendi’ler, Miralay Receb Ferdi Bey, Tahir-ül Mevlevi, Hafız Kemal Bey, Mustafa Nihad Özön, Hubyar Camii Müeezzini Mücahit, Musikişinas Dürri Bey, Neyzen Nurullah (Kılıç) Bey, Kadızade Dergâhı Şeyhi Naci Bey, Hafız İbrahim, Tuhfe-i Hattatîn zeyilcisi Eğinli Süleyman Efendi’dir1778. Süheyl Ünver’in çalıştığı yerler de sanatçı ve yazarların zaman zaman bir araya geldikleri bir toplanma mekânı olarak değerlendirilebilir.

3. 1. 32. AHMET HAŞİM’İN EVİ

Ahmet Haşim’in Kadıköy’de, Bahariye Caddesi’nin sonundaki, 87 numaralı1779 Belvü Apartmanı’nın1780 zemin katında1781 oturduğu ev, o devrin kalburüstü edebiyatçı ve insanlarının sohbetler düzenledikleri bir mahfildir. Abdülhak Şinasi Hisar, bu evin içini onunla ilgili eserinde şöyle tasvir etmiştir: “Pek şaşmış olduğum, hatırladığım günlerden biri, Ahmet Haşim’in bu Kadıköy’ünde oturduğu apartmanına ilk defa gidişim olmuştu. Dostum, bana konforlu, harikulâde bir köşeden bashsetmişti. Şairlerin hayallerinde nasıl cennetler doğuveriyor! Dar, ticarî çarşı yollarından geçerek bir hayli gittikten sonra, bu, apartmandan ziyade eski bir eve benzeyen üç katlı bir binanın sokak kapısından geçip zemin katı kapısını çaldık. Alçak, loşça bir sofa. Arka tarafta bir ev avlusunu andıran küçük bir bahçeye nazır iki oda. Ön tarafta kapının yanında ve sokağa bakan üçüncü bir küçük odadan ibaret bu apartman katı, her manzaradan mahrum, emsali İstanbul’da binlerce ve yüz binlerce bulunan

1778 Sayar, a.g.e., s.236. 1779 Asım Bezirci, Ahmet Haşim: Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Seçme Şiirler, 1986, İnkılâp Kitabevi, s. 16. Müfid Ekdal ise Haşim’in evinin 72 numarada olduğunu yazmaktadır. Bkz.: Barış Doster (Söyleşi), Müfid Ekdal Kitabı: Tanıdığım İnsanlar, Yaşadığım Olaylar, İstanbul, Destek Yayınları, 2009, s.110. 1780 Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Haşim- Yahya Kemal’e Veda, 3. bsk., İstanbul, Ötüken Yayınları, 1979, s.71. 1781 Bu dairenin apartmanın birinci katında olduğunu söyleyen kaynaklar da vardır. A. Şinasi Hisar’ın detaylı bilgiler vermesi dolayısıyla evin zemin katta olabileceğini düşünüyoruz. Bkz.: Adnan Giz, Bir Zamanlar Kadıköy: 1900- 1950, İstanbul, İletişim Yayınları, 1988, s.170. Ayrıca Kenan Hulusi (Koray), Yeni Muhit mecmuası için onunla evinde bir röportaj yapmıştır. Bu röportajdan da evin zemin katta olduğu anlaşılmaktadır. Bkz.: Kenan Hulusi, “Edebiyatımız Hakkında Ahmet Haşim Bey Ne Diyor?”, Yeni Muhit, y.2, No:19, Mayıs 1930, s.8.

343 küçük, eski ev veya apartmanlardan biriydi.1782” Müfid Ekdal, bu toplantıların “pazar” günleri yapıldığını,1783 toplantıların müdavimlerinden olan Ercüment Ekrem Talu da, evde “konusu şiir, edebiyat olan uzun ve tatlı sohbetler” in düzenlendiğini belirtmektedir1784. Evin misafirlerinin kimler olduğuna dair detaylı bilgilerimiz yoktur. Müfid Ekdal, misafirler arasında Salih Bey isimli bir şairden söz etmektedir. İşte bu Salih Bey, bir gün kendi yazdığı şiiri Haşim’e okumuş, Haşim de sevmediği bu şiir sebebiyle onu evinden kavmuştur. Haşim, uzun bir süre Salih Bey’in evindeki toplantılara katılmasına müsaade etmemiştir1785. Mahfil, büyük bir olasılıkla şairin hastalanması sebebiyle dağılmış olmalıdır.

3. 1. 33. İSMAYIL HAKKI BALTACIOĞLU’NUN EVİ

İsmayıl Hakkı Baltacıoğlu’nun Bağlarbaşı- Altunizade taraflarındaki bahçeli evinde, “Yeni Adam” dergisini çıkardığı sıralarda cumartesi günleri toplantılar düzenlemiştir. Bu toplantıların müdavimlerinden olan Salim Rıza’nın verdiği bilgiye göre evde Hilmi Ziya, Mansur Tekin, Kerim Sadi, Haydar Ediskun, Nazım Hikmet br araya gelmiştir1786. Salim Rıza, arkadaşı Haydar Ediskun ile bu toplantıların birinde ortaoyunu oynadığını belirtmektedir1787. 1931 yılındaki toplantıda Nazım Hikmet’in “Salkım Söğüt” şiirini okumuştur. Baltacıoğlu, Nazım Hikmet’ten bir şiir daha okumasını istemiş, o da “Bahr-i Hazer” isimli şiirini okumuştur1788.

1782 Hisar, Ahmet Haşim- Yahya Kemal’e Veda, s.72. Kenan Hulusi de Muhit mecmuasında Haşim’in evinin içini tasvir etmiştir. Bkz.: Kenan Hulusi, a.g.y., s.8-9. 1783 Doster, a.g.e., s.110. 1784 Murat Sertoğlu, “Meşhedi Cafer’i Yaratan Mizah Ustası”, Yıllar Boyu Tarih, C.XI, No:9, Eylül 1983, s.51. 1785 Doster, a.g.e., s.111. 1786 Kırkpınar, a.g.e., s.32. 1787 Kırkpınar, a.y. 1788 Kırkpınar, a.g.e., s.36.

344 3. 1. 34. SUPHİ NURİ İLERİ’NİN EVİ

Şerif Hulusi’nin verdiği bilgiye göre Nişantaşı taraflarındaki bir apartmanın en üst katında yer alan Suphi Nuri İleri’nin evi1789, 1930’lu yıllarda birçok şair, yazar ve sanatçının bir araya geldiği bir mahfildir. Salâh Birsel, Suphi Nuri İleri’nin evinin bütün edebiyatçılara açık olduğunu, burada Abidin Dino, Fikret Âdil, Mina Urgan, Nail V., Sait Faik, İlhan Berk, Halet Çambel, Güzin Dino’nun bir araya geldiğini yazmaktadır1790. Şerif Hulusi, Sait Faik ile 1936 yılının bir Aralık ayında birlikte geldiği bu evde “Yahya Kemal’in şiirleri ve şairliği”; “sanat eserinde mevzu”, “sanat eserinin yaratılış gayesi” gibi konular üzerinde orada bulunan diğer misafirlerle sohbet ettiklerini, Sait Faik’in bu sohbet sırasında öfkelendiği için sohbetin sonuna doğru evi tek ettiğini yazmıştır1791. Mahiflle ilgili başka bir bilgimiz yoktur.

3. 1. 35. FİKRET ÂDİL’İN EVİ

Fikret Âdil, kelimenin hemen her anlamıyla bir sanat ve sanatçı dostudur. Onun Beyoğlu Asmalımescit Sokağındaki evi, pek çok sanatçının bir araya gelerek sanat-edebiyat sohbetleri yaptığı mekânlardan biridir. Fikret Âdil, 1930’lardaki yaşantısının bir kesitini, isimleri gizli tutulan bazı yakın dostlarıyla başlarından geçenleri, “anı-roman” olarak kaleme aldığı “Asmalımescit 74”1792 isimli eserinde anlatmıştır. Eserin ismindeki 74, aslında onun, evini bazı meraklı gözlerden gizlemek için bulduğu bir örtüdür. Âdil’in evi, aynı sokakta, 47 numaradadır. Fikret Âdil, o yılların bohemini en iyi temsil eden İbrahim Çallı, Necip Fazıl, Peyami Safa, Mesut Cemil, Nizamettin Nazif gibi arkadaşlarıyla birçok yabancı gazeteci ile kadın sahne sanatçılarının hayatlarının kısa bir bölümünü kendine has

1789 Şerif Hulusi, “Sait Faik’le Geçen Günler: Edebiyat Üzerine Konuşma”, Yeditepe, No:106, 1 Mayıs 1956, s.1. 1790 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.124. 1791 Hulusi, a.g.m., s.2. 1792 Fikret Âdil ile yapılan bir röportajda onun, Asmalımescit 74 ve İntermezzo adlı iki eserini “bu iki kitabın gerçek mânasiyle bir romandan farkları, romanlardaki vak’aların daha ziyâde hayali olmasından ibarettir.” şeklinde açıklaması, eserlerdeki olayların gerçek hayattan alınmış olduğunu göstermektedir. Bkz.: “Fikret Âdil’le Konuştuk”, Yeditepe, No:96, 1 Aralık 1955, s.4.

345 üslubuyla “Asmalı Mescit 74”te çarpıcı bir şekilde anlatır. Eserin zaman zaman anı üslubundaki bölümlerinde, evde nelerin yaşandığının ipuçlarını yakalayabiliriz. Asmalımescitteki ev, pek çok ressam, yazar, gazeteci, şair ve çeşitli mesleklerden insanın buluştuğu, yemek yiyip sanat-edebiyat sohbetleri yaptığı, kapısı her tanıdığa açık, “özgür bir akademi kürsüsü” izlenimi vermektedir. Burada yerli ve yabancı birçok sanatçı misafir olarak konaklamıştır. Yukarda isimlerin dışında Cüneyt Gökçer, Tarık Levendoğlu, Hüsamettin Bozok, André Malraux, Tennesse Williams, Yves Gandon, Jean Cocteau, Fikret Mualla, Adalet Cimcoz gibi alanlarında ünlü kişiler de burada sanat-edebiyat konularında sohbetler yapmıştır.

3. 1. 36. AHMET DİNO’NUN EVİ

Ahmet Dino’nun Şişli taraflarındaki apartman dairesi, pek çok sanatçı, şair ve yazarın bir araya geldiği “fikir ve edebiyat” mahfilidir1793. Beşinci kattaki bu apartman dairesinin salonunda, Ahmed Dino’nun ikram ettiği çay ve pastalar eşliğinde sanat ve edebiyat sohbetleriyle birlikte siyasi ve toplumsal konuların da konuşulduğunu buraya devam eden Necip Fazıl’ın anılarından öğrenmekteyiz. Necip Fazıl’a göre bu apartman dairesi “o zamanlar Babıâli sivrilmişlerinin fikir ve edebiyat mahfili”dir ve bu sosyetik mekâna, kahvelere takılan, gelecekle ilgili büyük kaygıları olmayan “esafil-i şark” ismi takılan kişiler uğrayamaz1794. Buranın belli başlı müdavimlerini Necip Fazıl şöyle tespit etmiştir: “Dino ailesi, Hariciyeci Sedat Zeki Örs, Eşref Şefik, Peyami Safa, Fikret Âdil, Burhan Toprak, sefaret mensubu yabancılar, Avrupa hayranı bayanlar.1795”

3. 1. 37. KOCATAŞ YALISI

Kaocataş Yalısı olarak bilinen yapı, II. Abdülhamid döneminde kısa bir süre sadrazamlık yapan, daha sonra uzun yıllar Adliye Nazırlığı görevinde bulunan Abdurrahman Nureddin Paşa (1833- 1912) tarafından mimar Sarkis Balyan’a

1793 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.113. 1794 Necip Fazıl, a.y. 1795 Necip Fazıl, a.y.

346 yaptırılmıştır1796. Yusuf Mardin, Necmeddin Kocataş’ın (1875- 1949) yalıyı 1928 yılında Şakir Rifat Atılhan’dan satın aldığını belirtir1797. Yalının sahibi olan Necmeddin Kocataş, (Necmeddin Molla olarak da tanınmaktaydı) Osmanlı’nın son yıllarında ve Cumhuriyet’ten sonra da devletin önemli kademelerinde görevler yapmış, Şirket-i Hayriye’nin yönetim kurulu başkanlığında bulunmuş1798 , çevresinde şair, yazar, ilim ve devlet adamlarının yer aldığı ünlü bir kişidir. Necmeddin Molla’nın yalısındaki yemekli sohbetlere İbnülemin Mahmud Kemal İnal1799, Prof. Dr. A. Süheyl Ünver1800, Midhat Cemal Kuntay1801, Ruşen Eşref Ünaydın1802, Yahya Kemal Beyatlı1803 katılmıştır. Yusuf Mardin, 1935 yılında birlikte Yücel dergisini çıkardığı arkadaşlarını da birkaç defa yalıya davet ettiğini, onlarla yalıda edebiyat sohbeti yaptığını anılarında yazmaktadır. Bu toplantılara Muhtar Fehmi Enata, Haluk Şehsuvaroğlu, Orhan Burian, Vedat Günyol, Behçet Kemal Çağlar1804 katılmıştır. Necmeddin Molla’nın yemekli sohbetleri ile ilgili detaylı bilgi vermeyen Yusuf Mardin, İbnülemin’in bulunduğu sohbette üstada, Yahya Kemal ile Leskofçalı Galib’in akraba olup olmadıkları ve Leskofçalı Galib ile Namık Kemal’den hangisinin şair olarak üstün olduğunun sorulduğunu anılarında yazmıştır1805. Yusuf Mardin, Yahya Kemal’in bulunduğu bir sohbet sırasında onıun “Boğaziçi” medeniyetini Türklerin yarattığını ve “mehtap eğencelerinin” tamamen Türklere ait olduğunu söylediğini aynı kaynakta yazmıştır1806. Yusuf Mardin, diğer sohbetlere nazaran Yücel dergisi yazarlarının toplantılarıyla ilgili daha fazla bilgi vermiştir. Bu sohbetin birinde Behçet Kemal Çağlar, Tevfik Fikret’in şiirini, övülen faziletlerini, dünya görüşünü eleştirmiş1807, Haluk Şehsüvaroğlu da onun eleştirilerine Fikret’i “İstibdada ve haksızlığa karşı

1796 “Kocataş Yalısı”, DBİA, C.V, s.39. 1797 Yusuf Mardin, Kocataş Yalısı Anılarım, İstanbul, Güryay Matbaacılık Tic. Ltd. Şti, 1988, s.5. 1798 “Necmeddin Kocataş”, DBİA, C.5, s.39. 1799 Mardin, a.g.e., s.227. 1800 Mardin, a.g.e., s.238. 1801 Mardin, a.g.e., s.240. 1802 Mardin, a.g.e., s.244. 1803 Mardin, a.g.e., s.250. 1804 Mardin, a.g.e., s.232. 1805 Mardin, a.g.e., s.228- 229. 1806 Mardin, a.g.e., s.251. 1807 Mardin, a.g.e., s.232- 233.

347 gelişiyle, namuslu ve feragatli hayatıyla gençliğe iyi bir örnek olmuştur.” cümlesiyle savunmuştur1808. Başka bir toplantıda ise Yusuf Mardin, Orhan Burian ile devrin şiir anlayışı ve Garip’le başlayan şiirdeki değişim konuları üzerinde sohbet etmiştir1809. Yalıdaki bu tür sohbetlerin ne zaman bittiğine dair elimizde kesin bir bilgi olmamasına rağmen Necmeddin Molla’nın 1949 yılında vefat ettiği ve yalıdaki geniş ailenin bu tarihten birkaç yıl önce başka yerlerde yaşamaya başlamaları1810, toplantıların en geç 1949 yılında bitmiş olabileceği ihtimalini desteklemektedir.

3. 1. 38. RIFKI MELÜL MERİÇ’İN EVİ

Rıfkı Melül Meriç’in Şehzadebaşı Hamamı’nın arkasındaki sokakta yer alan evi, 1938 yılının “cuma akşamları”ında1811 bir araya gelen şair ve yazarlarla bir edebiyat mahfili olmuştur. Mithat Sertoğlu’nun verdiği bilgiye göre mahfil, “şark usulü rahat sedirlerle çevrili”, ortasında bir mangal bulunan bir odada bir araya gelmiştir1812. Sertoğlu, bu mahfilde en mümtaz fikir ve ilim adamlarının toplandığı bilgisini verdikten sonra, toplantılardan çok fazla yararlandıklarını, buradaki sohbetlerin bazen gece ikiye, üçe kadar sürdüğünü hatırlamaktadır1813. Sertoğlu, bu toplantıları anlattığı anılarında, bir toplantı gecesinde Ali Nihad Tarlan’ı dinlediklerini, evden çıkarken ağaran ufka bakarak Tarlan’ın şu beyti okuduğunu hatırlamaktadır: “Bir şu’lesi var ki şem’-i cânanın Fânusuna sığmaz âsumânın” Aynı toplantıda bulunan ve Mithat Sertoğlu’nun kanaatine göre “halâ sohbetin lezzetiyle mest halde bulunan” Ahmet Hamdi Tanpınar, elini Tarlan’ın omzuna kayup onun okuduğu beyti şu şekilde söylemiştir: “Bir nüktesi var ki fasl-ı cânanın

1808 Mardin, a.g.e., s.234. 1809 Mardin, a.g.e., s.260- 264. 1810 Yusuf Mardin, yalının nasıl dağıldığını anılarının “Dağılış” başlıklı bölümünde anlatmaktadır. Bkz.: Mardin, a.g.e., s.282- 291. 1811 Midhat Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri, İstanbul, Bedir Yayınları, 1992, s.56.; Yusuf Ziya İnan, Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan: Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, (içinde) 1965, Sıralar Matbaası, İstanbul, s.149. Ayrıca bkz.: Beşir Ayvazoğlu, Dersaadet’in Kalbi Beyazıt, s.143. 1812 İnan, a.g.e., s.149. 1813 İnan, a.g.e., s.150.

348 Fânusuna sığmaz âsumânın1814” Midhat Sertoğlu, başka bir yazısında da muhtemelen aynı sohbeti anlatmıştır. Bu yazıdan, Tarlan’ın sohbetinin, yakından tanıdığını söylediği Tevfik Fikret ile ilgili olduğunu öğrenmekteyiz1815. Aynı yazıda Sertoğlu, Esafil-i Şark’tan Nazmi Acar ve Münip Tunç dışındaki bütün isimlerin bu eve gittiğini yazmıştır. Esafil-i Şark’ın belli başlı müdavimlerini ise şöyle sıralamıştır: “Emin Âli (Çavlı), Türkiyat Enstitüsü Kâtibi Tevfik Celis, Ârif Dino, Kitapçı Hulusi Karadeniz, Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Şekip Tunç’un kardeşi Münip Tunç, Prof. Hilmi Ziya Ülken, Prof. Ali Nihat Tarlan, Nazmi Acar, İhsan Hamamî, Edebiyat Fakültesi Kâtiplerinden Ethem Kepti, Kıbrıslı T. Süreyya Kartal, Hayriye Lisesi İdare Müdürü Lâz Hamdi.1816” Bu toplantıların müdavimlerinden biri olan Tahir Nadi’ye sohbet sırasında bilhassa hicivleri okutulurmuş. Sertoğlu, bir araya geldiklerinde Tahir Nadi’nin önce nazlandığını, sonra “yıldırımlarını peş peşe salla”dığını hatırlamaktadır. Midhat Sertoğlu, Esafil-i Şark’ı kuranların, daha sonra bunun gayrıresmi bir şubesini de açtığını belirtir: “Nizam-ı Âlem ve İntizâm-ı Ümem Cemiyeti.” Bu gayrıresmi cemiyetin gayesini de, “nizam-ı âlem ve intizâm-ı ümem için lüzumlu tedbirleri tefekkür ve derpiş ederek evliyâ-ı umura arzetmek”1817 olacağı şeklinde açıklar. Sertoğlu, belki de Rıfkı Melül Meriç’in evindeki toplantıların, cemiyetin gayesinde geçen “tefekkür ve derpiş” işinin icra edilmesi için başlatıldığını iddia eder1818. Bu toplantılarla ilgili bulabildiğimiz kaynakların tek yazarı olan Mithat Sertoğlu, bu toplantıların ne zaman bittiğiyle ilgili maalesef başka bir bilgi vermemiştir.

1814 İnan, a.g.e., s.150. 1815 Midhat Sertoğlu, , “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi: Tahir Nadi Korkusundan Üç Ay Evinden Çıkamamıştı”, Hayat, No:28, 7 Temmuz 1977, s.19. 1816 Midhat Sertoğlu, a.y. 1817 Midhat Sertoğlu, , “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi: Alnı Temiz, Ayakları Çamurlu Bir Bakan”, Hayat, No:31,287 Temmuz 1977, s.19. 1818 Sertoğlu, a.y.

349 3. 1. 39. RÜŞTÜ SEZGİNOĞLU’NUN DAİRESİ (TEM APARTMANI)

Kemal Sülker, “Anılara Yolculuk” isimli eserinde, Rüştü Sezginoğlu’nun ikamet ettiği Tem Apartmanı’nın bodrum katında, çeşitli konuların yanı sıra edebiyatla ilgili sohbetlerin yapıldığı bir mahfilin kendiliğinden oluştuğunu belirtir. 1942 yılında kurulan mahfilde Halikarnas Balıkçı’nın kendi hikâyelerini okunduğu öğreniyoruz. Tem’deki daireyi Rüştü Sezginoğlu kiralamıştır. Eşinin vefat etmesiyle yalnız kalan Sezginoğlu, dairenin kirasına ortak olacak kişilere buranın anahtarını vermeyi düşünmüştür. Onun bu teklifine olumlu cevap veren Naci Sadullah, Ömer Rıza Doğrul, Said Kesler, Kemal Sülker, Sadri Ertem, Safiye Ayla, Feyzi Ayangil, Kadri Şençalar dairenin anahtarına sahip olmuştur1819. Mahfilin Tem Apartmanı’nda toplanmasının sebepleri arasında “savaş yıllarının olumsuz koşulları” ve “gizli muhbirlerin” verdiği jurnallerin artmasının etkisi olmuştur. Tem Apartmanı, o yıllarda buraya katılanların bir nevi “sığınağı” olmuştur1820. Kemal Sülker, Tem’deki sohbetlerde, “Politikadan söz edilmeyecek, eleştiri yapılmayacak, kimse kimseyi içmeye veya şarkı söylemeye zorlamayacaktır1821.” şartlarının olduğunu hatırlamaktadır. Kemal Sülker’in anılarından öğrendiğimize göre mekânın özellikle Halikarnas Balıkçısı’nın katıldığı toplantılarda bir edebiyat mahfili kimliğine büründüğünü söylememiz mümkündür. Halikarnas Balıkçısı, Tem’deki toplantılarda “en az beş yeni” hikâyesini anlatmıştır. Anlatılanlardan üç dört tanesini Kemal Sülker o sırada not etmiş, onun tuttuğu notları daha sonra Balıkçı incelemiş, bunları tekrar gözden geçirerek Sülker’e vermiştir1822. Başka bir gün ise Naci Sadullah’ın, kendisinin Nişantaşı yıllarını anlatmasını istemesine cevap olması amacıyla Halikarnas Balıkçısı, kaynağı eski Türk destanlarıyla benzerlik gösteren bir “öykü”

1819 Sülker, a.g.e., s.39. 1820 Kemal Sülker, Anılara Yolculuk, İstanbul, Yazko, 1983, s.40. 1821 Sülker, a.g.e., s.39. 1822 Sülker, a.g.e., s.43.

350 anlatmıştır1823. Tem toplantılarında musiki meşkleri ve edebiyatın dışındaki başka konularla ilgili sohbetler yapılmıştır. Tem Apartmanı’ndaki toplantıların ne kadar sürdüğüne dair kesin bilgilerimiz yoktur. Mahfille ilgili bulabildiğimiz tek kaynağı yazarı olan Kemal Sülker, 1943 yılının Temmuz ayında, aynı mekânda başka bir toplantının yapıldığını yazmıştır1824. Tem toplantılarıyla ilgili başka bir bilgimiz yoktur.

3. 1. 40. ŞEFİK BEY’İN KONAĞI

Evkaf Nezâreti Müdürlerinden Şefik Bey’in Hobyar’daki evinde edebiyat toplantıları düzenlenmiştir. Toplantılara İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın yanı sıra Mahir İz de katılmıştır. Mahir İz, bu toplantılarla ilgili kısa bir bilgi vermiştir1825. Onun katıldığı toplantıda başından geçen bir olay, mahfilde nelerin nasıl konuşulduğuyla ilgili tek kaynaktır. Mahir İz, mahfilde hocası Mehmed Âkif Ersoy’dan bir beyit okumuştur. İbnülemin, okunan bu beyit üzerine çok fazla sinirlenmiştir. Mahir İz, kendisine Mehmed Âkif’i nereden tanıdığını soran İbnülemin’e, “Ankara’dan hocamdır.” şeklinde cevap vermiştir1826.

3. 1. 41. FUAD ŞEMSİ İNAN’IN YALISI

Posta Telgraf Nezâreti memurlarından Mehmed Şemsi Efendi’nin oğlu olan Fuad Şemsi İnan, 1883 yılında dünyaya gelmiştir. Meşrutiyet yıllarında Darülmuallimîn, Darüşşafaka ve Maarif Nezâreti tedrîsât-ı İbtidâiye ve Tâliye

1823 Sülker, a.g.e., s.42–43. 1824 Sülker, a.g.e., s.136–149. 1825 İz, a.g.e., s.223. 1826 Mahir İz, mahfil toplantılarından sonra, İbnülemin’in kendisine Mehmed Âkif ile ilgili 7 Şubat 1946 tarihini taşıyan şu kıtayı yazdığını belirtir: “Şâir Âkif hocası olsa eğer bir şahsın İlm u ihlâs u vefâda olur elbet câhil Şâhid istersen eğer işte Külâhî Mâhir Sahâ-i vedd ü vefâdan hocasından râcil” İz, a.g.e.,s.223.

351 müdürlüklerinde bulunmuştur1827. Yıllarca çalışıp biriktirdiği parayla İstinye Vapur İskelesi’nin hemen yanında bir yalı satın almış, sahil yolu yapılırken istimlâk edilen bu yalıda 19571828 yılına kadar ikamet etmiştir. Fuad Şemsi’nin yalısında akşamları farklı zümreler için toplantılar yapılmıştır. Şairlerin ve şiir meraklıların toplandığı “Şairler Akşamı”na başta Yahya Kemal Beyatlı olmak üzere Faruk Nâfiz Çamlıbel, Fâzıl Ahmed Aykaç, Süleyman Şevket ve Mahir İz ve daha birkaç kişi katılmıştır1829. Salim Rıza Kırkpınar, yalının diğer müdavimleri arasında Hüseyin Bektaş ve Halis Erginer’i de göstermektedir1830. Yalının 1957 yılında istimlâkine kadar devam eden toplantılarda1831, katılımcıların kimlikleri dikkate alındığında özellikle edebiyat ve şiir sohbetleri yapılmış olmalıdır. Toplantılarda nelerin konuşulduğuna dair elimizde maalesef başka bir bilgi bulunmamaktadır.

3. 1. 42. MAHİR İZ’İN EVİ

Mahir İz’in Suâdiye’deki evinde, 1962 yılından itibaren onun çeşitli konular üzerinde görüş, düşünce ve sohbetini merak eden birçok insan toplanmaya başlamıştır1832. Evinde on kişiden fazla bir sohbet cemaati oluşan Mahir İz, mekânın darlığı ve misafirlerin hizmet ve ikramına çok fazla ilgi gösteremediğinden bu

1827 Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.230.; Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.259, 261.; İz, a.g.e., s. 301-306. Fuad Şemsi İnan’ın detaylı hayat hikâyesi için bkz.: Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.259-270. 1828 Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.270.; Ayvazoğlu, “Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi” isimli eserinde ise yalının 1956 yılında istimlâk edildiğini söylemektedir. Bkz.: Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.230. 1829 Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.255. 1830 Kırkpınar, a.g.e., s.45. Salim Rıza, toplantıların müdavimlerinden biri olan Halis Erginer’den dinlediği bir olay, Fuad Şemsi İnan’ın kişiliğini ortaya çıkarmaktadır. Yahya Kemal, Hüseyin Bektaş, Faruk Nâfiz Çamlıbel, Halis Erginer’in yemek yediği masada, Yahya Kemal beyaz masa örtüsünü kirletmiş, ev sahibi bu sebeple misafirini azarlamış, onun huyunu bilen Yahya Kemal bu olay üzerinden fazla durmamıştır.Bkz.: Kırkpınar, a.g.e., s.45-46.; Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s. 256. 1831 Ayvazoğlu, M. Uğur Derman’dan aldığı bilgiye göre yalıdan taşınan Fuad Şemsi İnan’ın Prenses Şevket Katırcıoğlu’nun Emirgân’daki Pembe Köşkü’ne taşındığını belirtmektedir. Bkz.: Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.270. Ayvazoğlu, Yahya Kemal isimli eserinde ise Fuad Şemsi İnan’ın Bebek’e taşındığını söylemektedir ki bu bilgi M. Uğur Derman’ın verdiği bilgiye göre hatalıdır. Bkz.: Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.230. 1832 Prof. Dr. Osman Öztürk, “Mahir Hoca Sohbetleri”, İslâmî Edebiyat, No: 52, Ekim- Kasım- Aralık 2010, s.4–5.

352 sohbetler zaman içinde farklı yerlerde yapılmıştır. “Umuma değilse de meraklılarına açık, daha teklifsizce gelinebilecek bir1833” yer aranırken Suadiye semtinin imamı İbrahim Boğalı’nın himmetiyle Erenköy’deki Galip Paşa Camisi’nin meşrûtası, 1963’te bu sohbetlere açılmıştır1834. Mahfil, her hafta yatsı namazından sonra bir araya gelmiştir. Mahfile katılanların sayısı haftadan haftaya artmış, bu artışa paralel olarak yine yer darlığı sorunu ortaya çıkmıştır. Daha büyük bir yer olan Erenköy Tren İstasyonu’ndaki Kuran Kursu’na intikal eden mahfil, buranın salonunda toplanmaya devam etmiştir. Mahfile o sıralarda yüz kişiden fazla insan devam ediyormuş1835. Kış aylarında düzenlenen bu sohbetlere zamanla gençlerin de gelmeye başlaması, Mahir İz’i çok sevindirmiş, bu yüzden sohbetlerin yaz aylarında da yapılmasına karar verilmiştir. Yaz aylarını damadının Emirgânda’ki evinde geçiren Mahir İz’e yakın olması düşüncesiyle mahfilin müdavimleri, Emirgân sahilinde otuz kişiyi ancak alan bir çayhanenin üst katında toplanmıştır1836. Müdavimlerin artması ve mekânın dar olması sebebiyle mahfil bir aralar Arnavutköy Camisinin avlusuna taşınmıştır. Mahir İz burada, tanıştığı önemli “ricalle” ilgili hatıralarını anlatmış, müdavimleriyle edebiyat ve şiir konularında sohbetler yapmıştır. Mahfil, Yıldız Parkı taraflarında bir camide ve Mahir İz’in vefatına kadar da Beşiktaş’taki Yahya Efendi Dergâhı’nda toplanmıştır1837. Ali Nar, mahfilin bir aralar Beyazıt’taki Çınarlatı’nda da toplandığını hatırlamaktadır1838. Sezai Karakoç da hatıralarında 1966- 67 yıllarında tanıştığı Mahir İz’in, Çınarlatı’nda öğrencileriyle çevrili bir şekilde sohbet ettiğini yazmaktadır1839. Mahir İz’in İslam Enstitüsü ve İmam Hatip Okulu ile Haydarpaşa Lisesi’nden öğrencilerinin de devam ettiği bu toplantılara, Osman Öztürk, Cemal Demircan ve Ali Nar da katılmıştır1840. Bu toplantıların uzun yıllar takipçisi olan Osman Öztürk’e göre sohbet

1833 Öztürk, a.g.m., s.5. 1834 Öztürk, a.y. 1835 Öztürk, a.y. 1836 Öztürk, a.g.m., s.6. 1837 Öztürk, a.g.m., s.7. ; 21.; Ali Nar ile 21. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 1838 Ali Nar ile 21. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 1839 Sezai Karakoç, “Hatıralar: CIII”, Diriliş, y.31, No: 111- 112, 31 Ağustos- 7 Eylül 1990, s. 17. 1840 Ali Nar ile 21. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme.

353 konuları Mahir İz’e sorulan suallere göre gelişirmiş. Bu toplantıların müdavimlerinden biri olan Ali Nar ise mahfilde genellikle edebiyat konularının konuşulduğunu belirtmektedir. Ali Nar, kendisiyle yaptığımız görüşmede bazen edebiyat dışındaki konuların dönüp dolaşıp edebiyata geldiğini de beyan etmiştir1841. Toplantıların “Din, ictimaiyyat, edebiyat ve tarih konuları etrafında bir sohbet muhtevası” nın olduğunu söyleyen Osman Öztürk, Mahir İz’in mahfile “Tarîkat-i Furkâniyye Sohbetleri” ismini verdiğini belirtir1842. Mahfildeki sohbet geleneği, Mahir İz’in 1974 yılında vefatından sonra Osman Öztürk tarafından devam ettirilmektedir1843.

3. 1. 43. MELEK CELAL SOFU’NUN KÖŞKÜ

İstanbul’un köklü bir ailesine mensup olan Melek Celal, 1896 yılında dünyaya gelmiştir1844. Ressam, heykeltıraş, sanat ve edebiyattan zevk alan Melek Celal, 1917 yılında devrin tanınmış avukatlarından Kıbrıslı Celâl Sofu’yla evlenmiştir1845. Muhtemelen bu evlilikten sonra da Kadıköy Moda’daki köşkünde ressam, şair ve yazarlarla sanat ve edebiyattan konularının konuşulduğu bir sanat- edebiyat mahfili kurmuştur. Beşir Ayvazoğlu, Yahya Kemal’in Sofu çiftiyle muhtemelen Kandilli’deki Kıbrıslı Yalısı’nda tanıştığını söylemektedir1846. Bu tanışıklık kısa sürede dostluğa tahavvül etmiş, Yahya Kemal de bu evdeki toplantılara katılmaya başlamış olmalıdır. Taha Toros’un Yahya Kemal için bu villada bir oda ayrıldığını söylemesi, şairin bu villada da misafir olarak kaldığını göstermektedir1847. Mahfilin tespit edebildiğimiz müdavimleri Yahya Kemal, Abdülhak Şinasi, Hamdullah Suphi, Fazıl Ahmet, Burhan Toprak, Celal Esad, mimar Zeki Sayar, Prof. L. Sue, ressam Radhan, Polonyalı ressam ve heykeltıraş Bilinski, Leopold Levi, Prof.

1841 Ali Nar ile 21. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 1842 Öztürk, a.g.m., s. 6. 1843 Öztürk, a.g.m., s. 7. 1844 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.109. 1845 Toros, a.g.e., s.109. 1846 Ayvazoğlu, Yahya Kemal ‘Eve Dönen Ada’ Ansiklopedik Biyografi, s.445. 1847 Toros, a.g.e., s.131.

354 Belling1848; Nihat Reşat, Hüseyin Nakip, Sadiye Mayokan, Albert Gabriel1849dir. 1946 yılında Kıbrıslı Celâl Sofu vefat etmiş, Melek Celal eşinin ölümünden sonra kendi doktoru Profesör Lampe ile evlenerek Münih’e taşınmış, bu sebepten köşkteki mahfil toplantıları da sona ermiş olmalıdır1850.

3. 1. 44. MÜBECCEL BAYRAMVELİ’NİN EVİ

Haldun Taner’in verdiği bilgiye göre Mübeccel Bayramveli’nin evinde, on beş günde bir edebiyat toplantıları yapılırmış. Bu toplantılara bazen Refik Halit Karay, Fazıl Ahmet Aykaç, Abdülhak Şinasi Hisar ve yazarın kendisi de katılırmış1851. Mübeccel Bayramveli’nin evindeki toplantıların ne zaman başladığı ve bittiği ile ilgili elimizde başka bir bilgi maalesef yoktur.

3. 2. KAHVE, KIRAATHANE, CAFE VE ÇAYHANELER 3. 2. 1. MAHMUTPAŞA KAHVESİ

Mahmutpaşa Camisi’nin avlusunda yer alan, merkezi konumu sayesinde bir tür “akademisyenler kulübü” olan kahvede pek çok edebiyatçı toplanmıştır. Yaz aylarında özellikle öğleden sonraları hareketlenen kahvede, genellikle satranç, dama gibi oyunlar oynanırmış. Burada sanatsal, edebiyat konularıyla bilimsel konularda da tartışmalar yapılmıştır. Kahvedeki sohbetlere herkes katılamazmış1852. Müdavimlerin misafirleri ve dostları buradaki sohbetlere ancak davet edildiğinde katılabilirmiş. Bu yüzden kahve bir nevi “kulüp” işlevine sahiptir1853. Kahvenin çok fazla müdavimi vardır: Abdi Bey, Ahmet Farisî Efendi, Müneccimbaşı Osman Saib Efendi, Mithat Efendi(sonra Paşa), Bekir Sami Paşa, Lütfü Efendi (1853 yılında İstanbul’a yerleştikten sonra), Ethem Pertev Efendi (sonradan Paşa), Lütfü Efendi, Lebip Efendi, Ceride-i Havadis gazetesinin yazarları

1848 Toros, O Güzel İnsanlar, s. 114. 1849 Toros, Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, s.131. 1850 Toros, O Güzel İnsanlar, s. 110. 1851 Taner, Ölürse Tenler Ölür Canlar Ölesi Değil, s.15. 1852 Georgeon, a.g.e., s.73. 1853 Halûk Y. Şahsuvaroğlu, “Her Biri Birer Klüp Olan Eski Kahvehaneler”, Cumhuriyet, 1 Haziran 1956, s.2.

355 Âli ve Hafız Müşfik Efendi, Bursalı Sakıp, Kâzım Bey (sonra Paşa), Fatin Efendi, Münif Efendi (sonradan Paşa)1854, Ebüzziya Tevfik, Pierre Loti1855. Ebüzziya Tevfik’in verdiği bilgiye göre, kahve 19. yüzyılın sonuna doğru kapanmıştır1856.

3. 2. 2. CAFE FLAMME

Beyoğlu’nda Tokatlıyan Oteli’nin karşısında, İngiliz Kanzuk Eczanesinin sırasındadır1857. Mekânın çeşitli işlevlerini gösteren birkaç ismi vardır. Burası, arkadaşlarıyla buluşup sohbet etmek veya vakit geçirmek isteyenler için kahvehane, sanatçı ve edebiyatçıların buluşmalarına imkân sağladığı, okumak veya yazmak isteyenler için kıraathane, sazlı sözlü eğlencelere meraklılar için karanlık çökünce hemen şekil değiştiriverme özelliği dolayısıyla hanendehane, ramazanlarda ufak skeç ve kabarelerin oynanması yönüyle de bir nevi tiyatrodur1858. Mekânın bu kadar farklı işlevlere sahip olmasında devrin şartlarının da büyük bir etkisi vardır. Buna rağmen burası birçok edebiyatçının bir araya geldiği bir mahfil kimliğine sahiptir. Beyoğlu’nda farklı işlevlere sahip ve Avrupanın taklit edildiği kahvelerin 1850’lilerde açılmaya başlaması, Café Flamme’ın de aynı yıllarda hizmete açılmış olabileceği ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Feriha Büyükünal, “Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu” isimli eserinde Café Flamme’ın 1870’lerde ünlendiği yazmaktadır1859. Bu tür mekânları edebiyatçıların tercih etmesinin önemli bir sebebi de hafiyelerin ve devlet görevlilerinin azınlıkların işlettikleri böyle yerlere girmelerinin veya buraları çok sıkı bir şekilde takip edilmelerinin çok zor olmasından kaynaklanmaktadır. Bu yüzden Cafe Flamme, Jön Türklerin, peşlerindeki hafiyelerden kurtuldukları zaman güven içinde bir araya geldikleri yerlerden biriydi. Fransız Bilimler Akademisi üyesi ve şair Edmond Perrier İstanbul’a geldiğinde bütün Cemiyet-i İlmiye-i Osmanî üyeleri ve Sadullah Paşa, Münif Paşa, Ethem Paşa’yla burada buluşmuştur1860. Perrier, aynı zamanda bu kahvenin

1854 Şahsuvaroğlu, a.y. 1855 Birsel, Kahveler Kitabı, s.252. 1856 Birsel, Kahveler Kitabı, s.256. 1857 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.16. 1858 Birsel, a.g.e., s.14. 1859 Büyükünal, a.g.e., s.126. 1860 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.14.

356 müdavimlerinde olan İbrahim Şinasi ve Namık Kemal’le de tanışma fırsatını burada yakalamıştır. Fazlı Necip, “Külhani Edipler” isimli eserinde Cafe Flamme’da yapılan toplantılar için şu bilgileri vermektedir: “Fransız şairi Edmond Perrier, aydın Türk gençliği ile müsabetini ilerletmişti. Önceleri Flam kahvesinde, daha sonraları otelde Şinasi, Namık Kemal, Ziya, Ali Suavi, Hersekli Agâh, Nuri, Reşat gibi gençlerle sık sık görüşüyor, devrimci ruhuyla Türkiye’de sultanların istibdadına karşı aydın gençliğin ayaklanmasını fedakârane hareketlerini sağlamaya çalışıyordu.1861” İstanbul’daki öğrencileri ayaklandırarak Ali Paşa Kabinesi’ni devirip Mahmut Nedim Paşa’nın başkanlığında aydın gençlerden oluşan bir hükümet kurma fikirine sahip bu hareket, Edmond Perrier’in kayıplara karışmasıyla akim kalmıştır1862. Abdülhâk Hâmid ile Ahmed Vefik Paşa’nın büyük oğlu Refik Bey de Café Flamme gitmiştir. Hatta Hâmid, Şinasi’yi ilk defa burada görmüştür. Refik Bey, Şinasi’ye Hâmid’i takdim etmiştir. O günlerde Hürriyet gazetesi, Ziya Bey’in bir “Rüya”sını neşretmiş, Hâmid de bunu okumuştur. Hâmid, yurt dışında bulunanlarla hemfikir olduğunu düşündüğü Şinasi’ye bu eser hakkındaki fikrini sormuş, Şinasi de ona, “Evet, artık İstanbul’u rüyada görürler.” şeklinde karşılık vermiştir1863. Ahmet Midhat Efendi de buranın müdavimleri arasındadır. Zaman zaman kapalı kalsa da Café Flamme, Salah Birsel’in tespitine göre II. Dünya Savaşı’na kadar yaşamını sürdürebilmiştir1864.

3. 2. 3. HACI REŞİD EFENDİ’NİN ÇAYHANESİ

Osmanlı toplumunda kahve ve kahvehanelerin her zaman önemli bir yeri vardı. On dokuzuncu yüzyıldan itibaren yavaş yavaş çay tüketimi İranlılar ve Şii Azeriler’in ve 1877–1878 Osmanlı-Rus Savaşı’ndan sonra İstanbul’a göç eden Rus ve Balkan muhacirlerin etkisi ile Osmanlı’da yaygınlaşmaya başlamıştır1865. Fiyatının ucuz olmasının da etkisiyle çay içmenin yaygınlaşmaya başlaması, çayları

1861 Fazlı Necip, Külhani Enteller (Edipler): Jön Türklerden Cumhuriyete Kadar İnkılap İçinde Geçen Tarihi Zaman, İstanbul, Arba Yayınları, 1991, s.29–30. 1862 Fazlı Necip, a.g.e., s.30-31. 1863 Enginün, Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1994, s.92. 1864 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.16. 1865 Georgeon, a.g.m., s.57.

357 ile ünlü olan mekânların da açılmasını hızlandırmıştır. Özellikle Direklerarası’nda kümelenen çayhanelerde devrin birçok şair ve edebiyatçısıyla kalburüstü kesimi bir araya gelip çaylarını yudumlarken edebiyat- sanat ve siyaset sohbetleri yapıyorlardı. Direklararası’nda kahvehaneler ve çayhaneler 1860’lı yıllardan itibaren artmaya başlamıştır1866. 1900 yılına doğru cadde üzerindeki altmış dükkândan yirmi beş kadarı kahvehanedir1867. Hacı Reşid Efendi’nin Direklerarası’ndaki çayhanesi, devrin meşhur bir sürü şair ve yazarının yanı sıra halkın ve önemli, değişik simaların da devam ettiği bir mahfildir. Hacı Reşid Efendi’nin Çayhanesi’nde “Tarih” ve “Malumat” olmak üzere daha birçok gazetenin bulunduğunun bilgisini veren Salâh Birsel, mekâna gelenlerin ya bunları okuduğunu ya da edebiyatçıların sohbetlerini dinlediğini belirtmektedir1868. Ahmed Rasim ise “Edebiyat-ı Cedîdecileri bilmem ama İstanbul’daki eski şâirlerden, mutavasıtîn zümresinden buraya uğramadık bir tane bile yoktu. Taşraya gidenlerden mektup yollayanlar da nâdir değildi1869.” cümleleriyle mekânın müdavimleri hakkında genel bir bilgi vermiştir. Çayhanenin pek çok müdavimi vardır. Orhan Okay, Hacı Reşid’in Çayhanesi’ne gelmeyen şair ve edebiyatçı hemen yok gibidir dedikten sonra, buranın müdavimleri şu şekilde sıralar: “Ahmed Rasim, Muallim Naci, Cenap Şahabettin, Ali Ruhi, Şeyh Vasfî, Hoca Hayret, Muallim Feyzî, Neyzen Tevfik, Andelib, Adanalı Ziya1870”. Bu isimlerin yanı sıra çayhanenin tespit edilen diğer müdavimleri arasında Nuri Şeyda1871, Kara Kemal1872 de vardır. Muallim Naci, çayhanede ara sıra yazılarını yazar, geleneksel edebiyat ve sohbet kültürüne uygun olarak burada çevresine toplanan başta yakın arkadaşı Şeyh Vasfî ve diğer arkadaşlarıyla edebiyat sohbetleri yaparmış. Muallim Naci,

1866 Georgeon, a.g.m., s.58. 1867 Georgeon, a.g.m., s.58-59. 1868 Birsel, Kahveler Kitabı, s.126. 1869 Ahmed Rasim, Matbûat Hatırlarından: Muharrir, Şair, Edib, Haz. Kâzım Yetiş, İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, 1980, s.169. 1870 Okay, Bir Başka İstanbul, s. 188. 1871 Birsel, Kahveler Kitabı, s.126. 1872 Birsel, a.g.e., s.129.

358 “Mektuplarım”1873 isimli eserinde müdavimi olduğu mekânı tanıtmış ve buradaki edebî faaliyetlerini yazmıştır. Ramazanlarda geceleri Şehzadebaşı’nın çok güzel olduğunu ve her kıraathanenin, her çaycının bir “matla-ı nûr” olduğunu, bu tür yerlerde “mükâlemelerin” yapıldığını, bunlar arasında şiir okuyanların okudukları beyitlerin gürültüye tesadüf ettiğinden çok da tesirli olmadığını belirttikten sonra Direklerarası’ndaki “Reşîd” Efendi’nin dükkânının bunlardan farklarını şöyle anlatır: “Direklerarası’nda böyle beyit okumak için en münaâsib mevki çaycı ‘Reşid’ Efendi’nin dükkânıdır. Orada dinleyen bulunur. Bu dükkânda her gece iki üç şair olsun görülebilir. Mecmau’ş-şuarâ ıtlâkına şâyândır. Onun müdâvimi olan şâirler uzun uzadıya değil, biraz dinlenebilecek sûrette müşâare ederler.1874” Muallim Naci’nin yazdıklarından burada bir araya gelenlerin okuduğu şiirlerin hemen hepsinin “üstâd malı” şeyler olduğunu ve müdavimlerin kendi şiirlerini pek nadir okuduğunu öğreniyoruz. Naci, yazdığı yazıları muhtemelen süreli yayınlarda yayımlıyordu. “Direklerarası’nda Şairler” başlıklı yazısını yazmadan bir gece önce burada iki şairin “şiir” söylediğini belirterek bunların söylediği beyitleri ve mekânın edebî havasını yazısında şöyle aktarır: “Dün gece fevkalâde olarak Dükkân-ı Reşîd’de şiir söylenmiş. Şâirlerden birisi bi’l-bedâhe olmak tavrıyla demiş ki: Gark-ı nûr etti gelip şehrimizi mâh-ı sıyâm Geliniz söyleşelim biz dahi parlak parlak Bir diğeri de şöyle mukâbele eylemiş: Ramazânda yürümez kâide-i şürb müdâm Bârî çay nûş edelim şevk ile bardak bardak Bu mücâvebeyi işitenlerin cümlesi beğenmiş. Reşîd Efendi ise zâten muhibb-i şiir ü şuâra bir zât olduğu cihetle o kadar memnûn olmuş ki hemen mâlına kıyarak beyitleri söyleyen iki şâire

1873 Muallim Naci’nin Mektuplarım ismini verdiği eserin içindeki yazıların hepsi aslında mektup türü içinde değerlendirilemez. Naci, “mektûb, varaka, tezkire, tebrîk-nâme, cevâb-nâme, nasîhat-nâme gibi” muhtelif adlarla anılabilecek çok çeşitli konulardaki yazılarını, mektup genel başlığıyla bir araya getirmiştir. Eserde mektup şeklinde yazılmış yazılarla birlikte bir makale havasında yazılmış yazılar da görülmektedir. 1874 Muallim Naci, Mektublarım, Konstantiniyye, Matba-i Ebuzziya, 1303, s.165–166. Eserin Latin harfleriyle baskısı için bkz. Muallim Naci, Mektuplarım, (Haz. Doç. Dr. Ramazan Kaplan), Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998, s.126–127.

359 cabadan birer âlâ dumanlı çay takdî etmiş. Âferin Reşîd Efendi’ye ki hüsn-i muâmele ile dükkânına birtakım erbâb-ı akl u edebi celb etmeğe muvaffak oluyor!1875” Muallim Naci’nin yukarıdaki anısı, aslında gelenekli şiir yarışması- atışması olarak nitelenebilecek edebî etkinliklerin o devirlerde hâlâ mervi olduğu ortaya koymaktadır. Mekânında şairleri ve şiir severleri toplamasını bilen Hacı Reşid Efendi’nin dükkânı, Ahmed Rasim’in hayıflanmasını hak edecek derecede, “bir zamanlar sadrazam, vezirlerin dâirelerinde bulunan edebî mahfillerin buralara kadar düştüğünü de görmek de bir bedbahtlıktı.1876” şeklindeki tenkidinden de anlaşılacağı üzere mahfillerdeki tarih içindeki değişim ve dönüşümleri göstermesi bakımından ilginç sonuçlar vermektedir. Artık mahfil toplantıları, devlet kademesinde görevli seçkin kişilerin ev ve odalarında değil kamuya alabildiğine açık olan ve hemen her kesimden insanın bir araya geldiği çayhanelere kadar düşmüştür. Mahfil toplantılarının mekânsal düşüşü şeklinde okunabilecek bu çıkarımdan, görece kalite düşmesinden de yakınıldığı sonucuna ulaşmak çok da zor olmasa gerek. Muallim Naci’nin, “Mektuplarım” isimli kitabı piyasaya 1303 (1887) tarihinde çıkmıştır. Eserin 28 Teşrin-i evvel 1301 (1885) tarihini taşıyan mukaddimesinde yazarın, bu yazılardan bazılarını on iki yıl önce yazdığını, bunlardan bazılarının ise yeni yazılmış olduğunu açıklaması, bahsi geçen şiir atışmanın 18731877–1885 yılları arasında geçmiş olmasını gerektirmektedir. Şiire meraklı olan Hacı Reşid Efendi de şiir sohbetlerine katılırmış. Müşterileri de onun bu şekilde kendilerine eşlik etmesine sevinirmiş. Ahmed Rasim, onun şairliğinin Arapça, Farsça ve Türkçe dillerinde ezberlediği şiirleri aralıksız tekrar etmesinden ibaret olduğunu belirtmektedir1878. Dükkânının duvarlarında Farsça ve Türkçe beyitlerlerin asılmış olması ve sahibinin şair mizacı sebebiyle burası zamanla pek çok şair ve şiir heveslinin toplandığı bir mahfile dönmüştür.

1875 Muallim Naci, Mektublarım, s.166–167. Eserin Latin harfleriyle baskısı için bkz. Muallim Naci, Mektuplarım, (Haz. Doç. Dr. Ramazan Kaplan), s.126–127. 1876 Ahmed Rasim, Matbûat Hatırlarından: Muharrir, Şair, Edib, (Haz. Kâzım Yetiş), İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, 1980, s.169. 1877 Muallim Naci’nin Mektublarım eserini Latin harflerine aktaran Doç. Dr. Ramazan Kaplan, kitabın içindeki yazıların 1876- 1885 tarihleri arasında yazılmış olabileceği sonucuna ulaşmıştır. Naci’nin, eserin mukaddimesini 1885 tarihinde yazdığı ve bu mukaddimeden on iki yıl öncesinin yazılarını kitabına eklediğini dikkate alırsak, 1876 tarihin 1873 olması gerektiğini söylememiz gereklidir. Bkz.: Muallim Naci, Mektuplarım, (Haz. Doç. Dr. Ramazan Kaplan), s.IX. 1878 Ahmed Rasim, Matbûat Hatırlarından: Muharrir, Şair, Edib, s.166.

360 Ahmed Rasim, “Şehir Mektupları”nın birinci cildindeki bir yazısında, Ramazandan söz ettiği sırada, iftardan sonra Hacı Reşid’in Çayhanesi’nde sohbetlerin yapıldığını anlatır. Hatta bir akşam, ona Bağdat’tan gönderilen bir gazeli “şuarâ-yı mûma-ileyhüm”ün “nazar-ı takdirlerine” sunmak istemiştir. Ahmed Rasim de bu gazeli yazısında okurlarına şöyle sunmuştur:

“Çayınız rengîndir la’l-i leb-dilber kadar Sohbet-i ihvânınız şîrîndir sükker kadar

Gerçi ben mehcûruyum hoştur yine dükkânınız Menbâ-ı ab- bekâ vü çeşme-i kevser kadar

Müctemidir bezminizde dâimâ ehl-i hüner Gerçi olsam ben görünmem zerre-i kemter kadar

Nâme göndermişdiniz hakkımda lûtf etmişdiniz Şükr ü hamd ettim o lûtfa karşı dünyâlar kadar

Emriniz üzere bu beş beyti size takdim ile Arz-ı ihlâs eylerim yâr-ı vefâ-perver kadar1879”

Muallim Naci’nin yazısı buranın şöhretini daha da arttırmış, yazıyı okuyan bir saz şairi de “meşhûr-ı zaman” olmak için sazını eline alıp mekâna gelmiştir1880. Saz şairinin çalgılı bir kahvehane sanarak geldiği bu mekânda, gelenekli şiir atışmalarından ziyade “kalem şuarâsının” şiirlerinin okunuyor olması ve zamanın ünlü bir şairi olmak için buraya gelen saz şairinin tavrı, bu tür mahfillerde hâlâ yürürlükte olan “yarışma”ya dayalı şöhret anlayışının varlığını da ortaya koymaktadır. Fazlı Necip “Külhani Edibler”de, Alyanak Mehmet Efendi Kıraathanesi ve Hacı Reşid Efendi’nin Çayhanesi’nde bir araya gelen “eski edebiyatçıların” meydanı boş bularak eski âlemlerine devam ettiğini ve burada söylenen ve okunan gazellerin

1879 Ahmed Rasim, Şehir Mektubları, C. I, Dersaadet, Dersaadet Kitabhânesi, 1328, s.72–73. 1880 Muallim Naci, Mektublarım, s.170.

361 Muallim Naci’nin edebî sütununu idare ettiği Tercüman-ı Hakikat gazetesi’nde yayımlanmasıyla yeniye karşı bir cephenin açıldığını yazmaktadır1881. Çayhane, Hacı Reşid Efendi’nin vefat etmesiyle Meşrutiyet’ten sonra Mersin Efendi’ye geçmiş, toplantılar bir süre daha aynı mekânda devam etmiştir. Saplantı derecesinde temiz olan Mersin Efendi’nin1882 işlettiği çayhaneye, İsmayıl Hakkı Balatacıoğlu, Mustafa Şekip Tunç ve Halit Fahri Ozansoy devam etmiştir1883.

3. 2. 4. HACI MUSTAFA’NIN ÇAYHANESİ

Hacı Mustafa’nın Çayhanesi, müdavimlerine sunduğu çayın lezzeti ve burada bir araya gelen edebiyatçılarıyla ünlüdür. Mithat Cemal, yirminci yüzyılın başında sürekli uğradığı bu çayhane için devirlerin değişmesi ile mekânlardaki değişimi de en güzel anlatan bir cümle kurar: “Bu çaycı dükkânı da İstibdatta edebiyatçıydı, Meşrutiyet’te İttihatçı, 31 Mart’ta Fatin Hoca, Âkif, Naim, Kara Kemal gizli içtimalarına bu çayhanenin üstündeki odayı münasip göreceklerdi.1884” Mekân, genelde edebiyatçıların akşamleyin bir araya geldiği bir edebiyat mahfilidir. Mithat Cemal, çayhanede Babanzade Ahmet Naim, Fatin Hoca, Şevket Bey ve Mehmed Âkif’in bir araya gelerek edebiyat sohbeti yaptığını yazar. Aynı yazar, Babanzade ve Mehmed Âkif’in iş çıkışı çayhanede bir araya geldiklerini, Babanzade’nin Fransızca Lé Temps gazetesini Muhiddin Arabî’nin veya İmam Müberred’in kitaplarının arasına koyarak Âkif’e gizlice okuduğunu belirtir1885. Mithat Cemal, Âkif’in “Hasta” manzumesinin yayımlanmasından sonra bir hafta sonun onu burada görmüştür. İçeri girip onunla sohbet etmeye başladığını, şiiri hakkında ona övücü sözler söylediğini fakat Âkif’in bu sözleri duymaktan utandığını belirttikten sonra ondan bir şiir dinlediğini hatırlamaktadır. Safahat Birinci Kitap’ta yer alan “Hasta” manzumesi’nin, 27 Ağustos 1908’de yayın hayatına başlayan Sırât-ı

1881 Fazlı Necip, a.g.e., s.96–97. 1882 Mersin Efendi’nin kişiliği ve ölümü için bkz.: Reşid Halid Gönç, “Eski İstanbul’dan Yapraklar: Mersin Çayhanesi”, Vakit, 24 Temmuz 1944, s.2. 1883 Birsel, Kahveler Kitabı, s.132. 1884 Kuntay, Mehmed Akif: Hayatı-Seciyesi-Sanatı, s.130. 1885 Kuntay, a.g.e., s.130.

362 Müstakîm’de1886 1908 yılı içinde yayımlandığı dikkate alınırsa bu konuşmanın yapıldığı tarih aşağı yukarı tespit edilebilir. Babanzade ve Âkif arasında burada geçen bir edebiyat sohbetinde, Babanzade’nin şiiri bırakmasının sebebini anlatan Mithat Cemal, bu ikili arasında şiir sohbeti yapıldığını da yazar. Babanzade, Âkif’in şiirini neden beğendiğini açıklar: “Kolaylık.” Âkif de ona, yazarken çok fazla çalıştığını anlatan, “Fakat yazarken bilsen ne kadar terliyorum.” cümlesiyle mukabele eder. Mithat Cemal, bu cümleye Babanzade’nin, “Fakat okurken ter kokusu bilsen ne kadar duyulmuyor.” şeklinde karşılık verdiğini ekler1887. Başka bir gün de dâhil olduğu bir şiir sohbetiyle ilgili Mithat Cemal’ın verdiği bilgilerden, Şevket Bey, Babanzade Ahmet Naim ve Âkif’in burada bir araya geldiğini öğrenmekteyiz. Mithat Cemal, bu toplantıda Âkif’in Fatih Kürsüsü’nde şiirini okuduğunu hatırlamaktadır. Âkif’in bu şiiri Babanzade’ye doğru okumasına sinirlenen Mithat Cemal’in Âkif’i ve okunan şiiri, “Bu ne yanık mâzi hasreti! Bütün tahsilini mekteplerde yap, sonra da kalk medreseye hicran duy! Tuhaf!1888” şeklinde tenkit ettiğini öğreniyoruz. Bu tenkide Âkif’in hemen hiç cevap vermemesi ve onu Babanzade’nin savunması da ilginç bir durumdur. Mithat Cemal, okunan şiirde geçen eski medreselerin aslında birer bilim yuvası olmasını dikkate almayarak sadece medrese kelimesinden yola çıkarak, biraz da haksız bir şekilde okunan şiire ve bunu yazan şaire saldırmıştır. Tartışma sırasında Âkif, Avrupa’nın değerlerini bir bütün olarak alınıp alınamayacağı ile ilgili bir kere söze karışmış, Japon’ların kültür adına Avrupa’yı bütünüyle kabul etmediklerini hem Avrupalı olduklarını hem de Japon kaldıklarını örnek vermesine Mithat Cemal, onun “bîtaraf” olamayacağı sebebiyle cevap vermemiştir. Tartışma, Mithat Cemal’in de kendi eleştirisinde haksız olduğunu kabul etmesiyle son bulmuştur1889. Mehmet Âkif, bu tartışmadan sonra “Fatih Kürsüsü’nde” isimli manzumeyi Mithat Cemal’e ithaf etmiştir. Manzumenin 1914 yılında Ağustos ayı başlarında kitap olarak yayımlandığından yola çıkarak bu tartışmanın aşağı yukarı bu tarihe yakın bir zamanda yapılmış olmasının mümkün

1886 M. Ertuğrul Düzdağ, “Mehmed Âkif Ersoy: Hayatı, Fikirleri ve Eserleri”, Safahat (içinde), Neşre Hazırlayan: M. Ertuğrul Düzdağ, 2. bsk., İstanbul, Çağrı Yayınları, 1995, s.28. 1887 Kuntay, a.g.e., s.132. 1888 Kuntay, a.g.e., s.133. 1889 Kuntay, a.g.e., s.133–139.

363 olacağını söyleyebiliriz1890. Mithat Cemal, Hasta manzumesini dinledikten bir gün sonra burada Ispartalı Hakkı’ndan onun önceleri Muallim Naci tarzı gazeller yazarken nasıl kendi sesini bulmasına yardımcı olduğunu ve Fransızca öğrenmek için nasıl çalıştığını ve çayhanenin sahibi olan Hacı Mustafa’dan da Mehmet Âkif’in iyi bir güreşçi olduğunu öğrenmiştir1891. Mahfille ilgili bilgilerimiz sınırlı olduğundan, mahfilin ne zaman dağıldığını tespit edemedik1892.

3. 2. 5. FEVZİYE KIRAATHANESİ

Şehzadebaşı’ndaki Fevziye Caddesi’nin köşesinde, Şehzadebaşı Sebili’nin karşısında, Fevziye Caddesi’nin Şehzadebaşı Caddesi ile kesiştiği köşede yer alan büyük bir kıraathanedir1893. Ne zaman açıldığına dair elimizde hemen hiçbir bilginin olmadığı Fevziye Kıraathanesi, en parlak yıllarını II. Abdülhamid’in saltanatına rastlayan 1885–1900 yılları arasında yaşamıştır1894. Fevziye Kıraathanesi’ne edebiyatçıların yanı sıra, politikacılar ile özellikle Ramazanlarda müzisyenler devam etmiştir. Reşad Mimaroğlu, İstanbul Ansiklopedisi’ndeki makalesinde, kıraathanenin bir “musiki mahfili” olduğunu belirtir1895. Mekânın Fevziye Caddesi’ne bakan bir bahçesinin de olması, yazın buranın bir açık hava kıraathanesine dönmesini sağlamıştır. Kıraathanenin müdavimleri arasında okumuş yazmış kesimden pek çok insan vardır. Fevziye’nin ünlü müdavimlerinden biri olan Ahmed Rasim, Ramazan aylarında buraya halkın da geldiğini belirtir. Kıraathanede bir kültür-edebiyat mahfili kurulmasına yardım eden

1890 M. Ertuğrul Düzdağ, “Mehmed Âkif Ersoy: Hayatı, Fikirleri ve Eserleri”, s.43. 1891 Kuntay, a.g.e., s.22–27. 1892 M. Orhan Okay, Direklerarası’ndaki kahve, çayhane ve eğlence mekânlarının nasıl ve ne zaman yok edildiğini gözlemlediği kadarıyla şöyle anlatmaktadır: “Direklararası’nın bir eğlence mahalli olması herhalde on dokuzuncu yüzyılın başlarına tesadüf etmelidir. Hacı Reşid’inki gibi edebiyat çevrelerini teşkil eden kahvehanelerin, daha sonraları Daruttalim-i Musiki gibi konservatuar seviyesinde klasik musiki meclisleri oluşturan mekânların yanında karagöz, kukla ve ortaoyunundan en paspaye kantolara varıncaya kadar eğlence yerleri bu caddenin iki tarafında bulunurmuş. 1940’lı yıllarda artık bunların hemen hepsi kaybolmuş, onların yerini sinemalar almıştı.” M. Orhan Okay, Bir Başka İstanbul, s. 195. Direklerarası’ndaki değişimin 1920’li yıllardaki hâli için bkz.: Burhan Arpad, Yok Edilen İstanbul, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, 1988, s.228–240. Direklararası ile ilgili genel bilgi için bkz.: Raşit Çavaş, “Direklararası”, DBİA, C.III, s. 60–61. 1893 Reşad Mimaroğlu, “Fevziye Kıraathanesi”, İstanbul Ansiklopedisi, C. X, s. 5727. 1894 “Fevziye Kıraathanesi”, DBİA, C.III, 1994, s.307; Reşad Mimaroğlu, a.y.; Birsel, Kahveler Kitabı, s.153. 1895 Mimaroğlu, a.y.

364 isimler ise Ahmed Midhat Efendi, Veled Çelebi, Necip Asım, Ziya Gökalp, Prens Sabahattin1896; Hüseyin Rahmi Gürpınar, Ahmed Rasim, Mehmed Celal (Deli), Ahmed İhsan Tokgöz’dür1897. İbnürrefik Ahmed Nuri, Ahmed Muvahhid, Refet, Şadi, Nureddin Şafkati, Abdürrezzak Efendi ile Naşit Özcan da bu kıraathanede temsiller veren ünlü isimlerdir1898. Fevziye Kıraathanesi’nde Meşrutiyet’i izleyen günlerde Ahmet Midhat Efendi “Türklük”, 1908 yılının Eylül ayında Prens Sabahattin, “âdem-i merkeziyet”, 1910’da ise “sahte derviş” Vambery, “Orta Asya Türkleri” konularında konferanslar vermiştir. Fevziye Kıraathanesi Birinci Dünya Savaşı’nın bitimine kadar varlığını sürdürmüş, daha sonra yerinde Emperyal Sineması açılmıştır1899.

3. 2. 6. ÂRİF’İN KIRAATHANESİ-SETLİ KAHVE

Divanyolu’nda, günümüzdeki Sağlık Müzesi’nin karşı sırasında yer alan, 19. yüzyılın son çeyreğinde devrin pek çok ünlü simasının devam ettiği setli kıraathanedir1900. Sahibinin ismi sebebiyle mekân, Ârif’in Kıraathanesi olarak da bilinmektedir. Tanpınar, Sultan Abdülaziz (1860–1876) döneminde yayılan gazete okuma zevkini tatmin etmek isteyen devlet memurundan şair ve yazarlara kadar hemen her sosyal statüden insanın II. Abdülhamid devrinde buranın müdavimleri arasında olduğunu belirtmektedir1901. Kıraathanenin uzun yıllar müdavimi olan Sermed Muhtar Alus, Ârif’in Kıraathanesinin tam yerini şöyle tespit etmiştir: Divayolu’ndan Sultanahmet’e doğru inerken Firuzağa Camisi’ne varmadan berber ve ayakkabı dükkânlarının arasında kalan çayevi Ârif’in Kıraathanesi’dir. Mekân birkaç katlıdır1902. Ârif’in Kıraathanesi, merkezi konumunun da etkisi ve devlet dairelerine yakın olduğundan, işlerinden çıkan memurlar ile şair ve edebiyatçıların bir araya geldiği,

1896 Birsel, Kahveler Kitabı, s.156–157. 1897“Fevziye Kıraathanesi”, DBİA, C.III, s.307. 1898 Burçak Evren, Eski İstanbul’da Kahvehaneler, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1996, s.209. 1899 Birsel, Kahveler Kitabı, s.156-157.; “Fevziye Kıraathanesi”, DBİA, C.III, s.308. 1900 Birsel, Kahveler Kitabı, s.265. 1901 Tanpınar, Beş Şehir, s.205. 1902 Sermed Muhtar Alus, “Ârif’in Kıraathanesi”, Aydede, No:52, 3 Kasım 1948, s.2.

365 devrin seçkin simalarının çeşitli konularda sohbetler yaptığı bir kültür- sanat ve edebiyat mahfilidir. Dama, satranç gibi oyunlar ile Ramazanlarda Karagöz, Meddah gibi geleneksel tiyatro oyunların da oynandığı kıraathanede, özellikle siyasi içerikli sohbetler de düzenlenmiş, gazetelerdeki çeşitli haberlerle ilgili hararetli tartışmalar yapılmıştır. Kıraathanenin ilk zamanlarındaki müdavimleri arasında Namık Kemal, Ebuzziya Tevfik ve Yanyalı Nuri Efendi dikkati çekmektedir1903. Beşir Ayvazoğlu bu kahveye Şinasi, Âli Bey, Lastik Said Bey, Ahmet Midhat Efendi, Muallim Naci, Şeyh Vasfî ve Mehmet Âkif’in de devam ettiğini yazmaktadır1904. Mehmet Âkif, Sırât-ı Müstakim’deki bir yazısında bir arkadaşını beklemek için buraya geldiği sırada, iki kişinin memleketin ahvali üzerindeki tartışmasına şahit olmuştur1905. Cumhuriyet’in ilk yıllarında da ününü sürdüren kıraathaneye Celal Sâhir ve arkadaşları ile İzzet Melih Devrim, Agâh Sırrı Levend de devam etmiştir1906. 20. yüzyılın ilk çeyreğinde açık olduğuna dair bilgilerin var olduğu kıraathanenin1907 Cumhuriyet’in ilk yıllarında da ünlü olduğunu belirten Beşir Ayvazoğlu, kıraathanenin Adliye Sarayı yapılırken birçok ünlü bina ile birlikte yıkıldığının belirtir1908.

3. 2. 7. KÂZIM’IN KIRAATHANESİ

Şehzadebaşı’ndaki Direklerarası’nın önemli kıraathanelerinden biri olan Kâzım Efendi’nin Kıraathanesi, Osman Baba Türbesinin bitişiğinde, 87 numarada yer alırmış1909. Kıraathanede, devrin özelliği gereği birçok tiyatro kumpanyası da sahne alıyordu.

1903 Birsel, Kahveler Kitabı, s.265. 1904 Ayvazoğlu, Divanyolu: Bir Caddenin Hikâyesi, s.92. 1905 Yard. Doç Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu-Nuran Abdulkadiroğlu (Haz.), Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri: Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında Çıkan, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987, s.72-74. 1906 “Arif’in Kıraathanesi”, DBİA, C.I, s.305. 1907 Birsel, Kahveler Kitabı, s.267. 1908 Ayvazoğlu, Divanyolu: Bir Caddenin Hikâyesi, s.94. 1909 Birsel, Kahveler Kitabı, s.150.

366 Kâzım’ın Kıraathanesi’e Ahmet Midhat Efendi, Ahmed Rasim, Şeyh Vasfi1910; Halid Ziya, Rıza Tevfik, Münci Fikri, Halil Edip, Ali Suat, Mehmet Rauf1911; Ahmet İhsan1912; İbnülemin Mahmud Kemal İnal ve kardeşi1913 devam etmiştir. 1896 yılının Ramazan ayında Ahmet Rasim, Ahmet Midhat Efendi ve Şeyh Vasfi burada bir araya gelmiş, edebiyat sohbetinin sonlarına doğru Ahmet Rasim masasındakilere bir dalkavuk hikâyesi anlatmıştır1914. Halid Ziya ise teyzesinin oğlu Nazım Bey ile “İstanbul’un en mükemmel sayılan saz takımını dinlemeye” bu kıraathaneye geldiğini “Kırk Yıl” isimli kitabında yazmıştır1915. Halid Ziya, kıraathanenin ismini hatırlayamasa da anlatılanlardan ve Mehmed Rauf’un da aynı toplantıyı anılarında yazmış olmasından1916, bahsi geçen mekânın Kâzım’ın Kıraathanesi olduğu anlaşılmaktadır. Halid Ziya “Kırk Yıl” isimli eserinde, içerideki musiki meraklılarının heyecanlı halleri betimlenir. Kalabalığın yoğunlaştırdığı, tütün dumanları içinden bulunan mekânda, kısa boylu birinin kendilerine el salladığını görür, bu kişi Mehmet Rauf’tur. Tıpkı Mehmet Rauf gibi Halid Ziya da anılarında, oturdukları masanın etrafında kısa bir zaman içinde dikkat çekecek kadar büyük bir topluluk oluştuğunu yazmaktadır. Mehmet Rauf, masada Rıza Tevfik, Halid Ziya, Ahmet Rasim, Ahmet İhsan, Münci Fikri’nin olduğunu1917, Halid Ziya ise bu isimlerle birlikte Halil Edip ve Ali Suat’ın da bulunduğunu hatırlamaktadır1918. Mehmet Rauf, Rıza Tevfik ile Halid Ziya’ın ruhun ölümsüzlüğüyle ilgili konuşmaya başladığını, sohbet sırasında “Madde ve Kuvvet” yazarı Buchner’in, Darwin ve Camile Flammarion isimlerinin sürekli geçtiğini belirtir. Halid Ziya ise kıraathanede bir araya gelen gençlerle ilgili dikkat çekici bir tespit cümlesi kullanmıştır:“ Mefkûre itibarıyla birleşen bu gençleri edebiyat ve matbuat âleminin münafeseleri ayırıyordu.1919” Bunu örneklendirmek

1910 Birsel, a.y. 1911 Uşaklıgil, a.g.e., s.526-527. 1912 Tarım, Mehmed Rauf’un Anıları, s.42. 1913 Hüseyin Vassaf, a.g.e., s.166. 1914 Birsel, Kahveler Kitabı, s.150. 1915 Uşaklıgil, a.g.e., s.524. 1916 Tarım, a.g.e., s.42. 1917 Tarım, a.y. 1918 Uşaklıgil, a.g.e., s.527. 1919 Uşaklıgil, a.y.

367 için olsa gerek Ahmed Rasim’in o akşam, Maarif’te önemli bir görevde bulunan Halil Edip’e “gülmeden çimdikleyen istihzaları ile” çattığını, Münci Fikrî’nin de Ali Suat1920 ile alttan alta alay ettiğini belirtmiştir1921. Kıraathanede fasıl başladığında ise sohbete zorunlu olarak ara vermiştir. Masadakilerin konuşması bitince Nazım Bey, Halid Ziya, Rıza Tevfik ve birkaç kişi kıraathaneden ayrılmıştır. İbnülemin ve kardeşi de bu kıraathanedeki musikiyi takip etmiş hatta buradaki musiki faslı bitince, iki kardeş Hüseyin Vassaf’ın verdiği bilgiye göre konaklarında musiki faslı düzenlemeye başlamıştır1922. Kıraathanede, Direklerarası cazibesini kaybedene kadar daha birçok edebiyat meraklısı toplanmış olmalıdır.

3. 2. 8. FINDIKLI KAHVESİ1923

Salâh Birsel’in verdiği bilgiye göre 1912 yılının ilk aylarında yayın hayatına başlayan Rübab dergisi kadrosu, şimdiki Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’nin karşısına denk gelen bir yerde bulunan Fındıklı’daki bir kahvede bir araya gelirmiş1924. Halit Fahri Ozansoy, “Edebiyatçılar Geçiyor”da, bu kahve ile ilgili şu bilgileri vermektedir: “Yazılarımız ‘Rübap’ta çıkardı amma edebî mahfilimiz, ilk zamanlarda, Fındıklı’da, şimdiki Güzel Sanatlar Akademisi’ni biraz geçince, tramvay yolunda bir küçük kahvenin üstündeki içine ancak iki masa ile beş altı iskemle sıkışabilmiş olan daracık odasında kurulurdu.Salâhaddin Enis’i bir gün bu kahvehanenin önünde yan kaldırımına atılmış bir iskemlede oturup çay içerken bana tanıtmışlardı. Tanıtan da Yakup Salih ismindeki arkadaştı. Onunla da yeni tanışmıştım. Bana her gün sayfa sayfa mensur şiirler okurdu. Bir aralık aramıza, Mekteb-i Sultanî’de (Galatasaray Lisesi) edebiyata hepimizden evvel başlamış olan Yahya Saim de karışmıştı.1925”

1920 1869 yılında doğmuş, 1932 yılında ölen Ali Suat ile ilgili kaynalarda çok fazla bilgi yoktur. Mekteb-i Mülkiye mezunu olduğu, çok iyi Arapça ve Fransızca bildiği ve birkaç ülkeye geziler yaptığı bilinmektedir. Bkz.: Uşaklıgil, a.g.e., s.527, (80. dipnot.) 1921 Uşaklıgil, a.g.e., s.527. 1922 Hüseyin Vassaf, ag.e., s.166. 1923 Halit Fahri Ozansoy, bir araya geldikleri bu kahvenin ismini açıklamamıştır. Biz de kahvenin ismini, bulunduğu yerle irtibatlandırarak kullandık. 1924 Birsel, Kahveler Kitabı, s. 269. 1925 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.8–9.

368 Ozansoy, yazısının devamında Ali Naci Karacan, Şahabeddin Süleyman, Hakkı Tahsin’in isimlerini saysa da onların buraya geldiğine dair net bir bilgi vermemiştir. Fındıklı Kahvesi’nde genellikle “Nayiler” toplanmıştır. Kahvedeki toplantılar Yahya Saim Ozanoğlu’nu fazlasıyla etkilemiş, “Nayiler”den önce şiir yazmaya başlayan Ozanoğlu, bu toplantılar sayesinde hece ve aruz vezinleriyle bir sürü şiir yazmaya devam etmiştir1926.

3. 2. 9. AKADEMİ KAHVESİ

Yirminci yüzyılın başlarında Sultanahmet’te tam köşedeki ilk kahveye Hasan Âli Yücel, Akademi ismini vermiştir1927. Tanpınar, “Beş Şehir” isimli eserinde, merkezi konumu sayesinde pek çok kişinin de geldiği bu kahvede Zeki Faik İzer ve Elif Naci’yi tanıdığını yazmıştır. Buraya Tanpınar’ın arkadaşlarının yanı sıra Rıza Tevfik ve Nurullah Ataç da gelirmiş. Salâh Birsel, kahvenin diğer müdavimleri olarak Ahmet Kutsi Tecer, Yunus Kâzım Köni, Hilmi Ziya Ülken, Emin Ali Çavlı, Faruk Nafiz, Yusuf Ziya, Orhan Seyfi, Enis Behiç, Hakkı Süha, Fuat Köprülü, İbrahim Alaettin, İbnülemin Mahmut Kemal, Osman Cemal Kaygılı, Hamamizade İhsan, Mükrimin Halil, Halil Nihat’i gösterir1928. Rıza Tevfik bu kahvede zeybek oynamış ve birkaç taklit yapmıştır. Peyami Safa, özellikle o yıllarda Beyazıt, Divanyolu ve Nuruosmaniye kahvelerinin hemen hepsinin birer akademi gibi işleve sahip olduğunu belirtmektedir1929. Bazı Darülfünun öğrencileri, Akademi’de 1922 yılındaki meşhur “Darülfünun boykotu” için hazırlık yapmıştır1930.

1926 Birsel, Kahveler Kitabı, s. 275. 1927 Tanpınar, Beş Şehir, s.212. 1928 Birsel, Kahveler Kitabı, s.293- 294. 1929 Ayvazoğlu, Divanyolu: Bir Caddenin Hikâyesi, s.95. 1930 Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.72. Darülfünun boykotu için aynı kaynağa bakılabilir: Ayvazoğlu, a.g.e., s.65-73.

369 3. 2. 10. ACEM’İN KAHVELERİ

Tespit edebildiğimize göre İstanbul’da sanat-edebiyat sohbeti yapılan üç farklı Acem’in Kahvesi vardır. Bunlar, Kadıköy İskelesi’nin yakınında, Laleli ve Vezneciler’de yer almaktadır. Kadıköy Vapur İskelesi’nin karşısındaki Acem’in Kahvesi, Ahmet Haşim’in sık sık uğradığı bir yerdir1931. Haşim, hemen hiçbirinin yazar veya şair olmadığı kahve müdavimleriyle oturur, onlarla çay ve kahve içmekten hoşlanırmış. Abdülhak Şinasi Hisar, onunla ilgili monografisinde Haşim için bu türden mahalle kahvesi muhabbetlerinin gerekli olduğunu belirtir1932. Buraya Haşim’in yakın dostlarından Yakup Kadri Karaosmanoğlu ile Salih Zeki Aktay da gelirmiş. Reşat Nuri Güntekin, Mahmut Yesari de ara sıra buraya uğramayı ihmal etmezmiş. Kahveye 1920–1925 yılları arasında ise Fahri Celal, Halit Fahri ve Haşim Nahit de uğramış, onlar Haşim’le burada sanat edebiyat sohbetleri yapmıştır. Kahve, Haşim’in vefatı sebebiyle eskisi gibi edebiyatçıların buluştuğu bir yer olmaktan çıkmıştır1933. Ozansoy, buraya kendisinin yanı sıra Tahir Nadi’nin devam ettiğini “Edebiyatçılar Geçiyor”da yazmıştır1934. Laleli’den Aksaray’a giderken, Koca Ragıp Paşa Kütüphanesi’nin karşı sırasında ve buranın biraz aşağısındaki Ferah Sineması’nın altındaki Acem’in Kahvesi ise 1940’lı yıllardan itibaren Ali Nihat Tarlan, Mehmet Çavuşoğlu, Münir Nurettin, Mükremin Halil Yinanç, Tahir Nadi, Haydar Niyazi Dikeçoğlu, Sabahattin Batur, İbrahim Olgun, İbrahim Kutluk, Fahrettin Başaran gibi devrin önemli kişilerinin bir araya gelerek çeşitli konularda sohbetler yaptığı bir mahfildir1935. İstanbul Üniversitesinde görevli öğretim görevlilerinin sıkılıkla uğradığı kahvede, Ali Nihat Tarlan ve Mehmet Çavuşoğlu’nun Divan Edebiyatı sohbetleri yaptığı biliniyor. Fethi Naci, Enver Aytekin, Nurettin Akan ile 1950’lerin başında her cumartesi öğleden sonra bu kahvede bir araya geldiğini anılarında yazmıştır1936.

1931 Karaosmanoğlu, a.g.e., s.101. 1932 Hisar, Ahmet Haşim- Yahya Kemal’e Veda, s.74- 75. 1933 Birsel, Kahveler Kitabı, s.308- 309. 1934 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.36. 1935 Birsel, Kahveler Kitabı, s.144. 1936 Naci, Anılar Kitabı, s.222.

370 Acem’in Kahvesi’nin eski günlerini kaybetmesiyle buranın müdavimlerinin pek çoğu Marmara Kıraathanesi’ne gitmeye başlamıştır. Vezneciler’deki Kıztaşı Caddesi’nin üzerindeki Acem’in Kahvesi’ne Hilmi Yavuz, Yahya Ergün Bozbekiroğlu, Faik Baysal, Ferit Öngören ve Adnan Özyalçıner gidermiş1937. İkinci Yeni hareketinin alevlendiği zamanlarda süreli yayınlarda sürekli şiirleri çıkan Bozbekiroğlu, Acem’in Kahvesi’nde Hilmi Yavuz’la buluşup sohbet edermiş. Kahveye gelen Faik Baysal, çok uzaktaki bir masaya oturur hiç kimseyle konuşmadan eserlerini yazarmış1938. Hilmi Yavuz, bir yazısında a dergisinin ilk taslaklarını bu kahvede hazırladıklarını yazmıştır1939. Acem’in Kahvesi, 1960’lı yıllarda kapanmıştır.

3. 2. 11. YENİ ŞARK KAHVESİ

Divanyolu’ndaki İkinci Mahmud Türbesi’nin karşısında yer alan Yeni Şark Kahvesi’ne Yahya Kemal, Süleyman Nazif, Ahmet Hamdi Tanpınar, Rauf Ahmed Hotinli, Hilmi Ziya Ülken1940; Mükremin Halil Yinanç1941 devam etmiştir. Tanpınar, “Beş Şehir”de Yahya Kemal’in burada Süleyman Nazif ile buluştuğunu söylüyor. Özellikle Mütareke döneminde burada bir araya gelen şair ve yazarlar, memleket meseleleri ile birlikte edebiyat meselelerini de konuşmuşlardır.

3. 2. 12. HALK KIRAATHANESİ

Şehzadebaşı’nda, Ferah Tiyatrosu’nun karşı sırasında yer alan Halk Kıraathanesi’nde1942 üniversite hocaları, yazar ve şairler buluşup edebiyat, kültür ve sanat sohbetleri yapmıştır. Kıraathaneye Mustafa Şekip Tunç, Hasan Âli Yücel,

1937 Hilmi Yavuz ile 29. 05. 2009 tarihinde yapılan görüşme. 1938 Hilmi Yavuz ile 29. 05. 2009 tarihinde yapılan görüşme. 1939 Hilmi Yavuz, “Kahveler”, Yeni Ortam, 11 Kasım 1972, s.2. 1940 Tanpınar, Beş Şehir, s.213. Beşir Ayvazoğlu, bu kahveye Mükrimin Halil Yinanç’ın da devam ettiğini belirtmektedir. Bu kahveyle ilgili tek kaynak olan Beş Şehir’de ise onun ismi geçmemektedir. Bkz.: Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.565. 1941 Ayvazoğlu, Yahya Kemal’in İstanbul’u, s.149. 1942 Adnan Giz, Adnan Giz, “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi: Muhteşem Bir İşsiz- Nazmi Acar”, Hayat, No:22, 26 Mayıs 1977, s.27.

371 Nazmi Acar, Hilmi Ziya Ülken, Faruk Nafiz Çamlıbel, Emin Ali Çavlı, Mükrimin Halil Yinanç, Ahmet Kutsi Tecer1943; Şerif Hulusi Kurbanoğlu1944 çok sık; Yusuf Ziya Ortaç, Orhan Seyfi Orhon, Halit Carım, Vâlâ Nurettin, Nazım Hikmet, Hamamizade İhsan, Halil Nihat Boztepe1945; Hüsnü Yaman1946 ara sıra gelmiştir. Yukarıdaki isimlerin pek çoğu Esafil-i Şark topluluğunundandır. Esafil-i Şark topluluğu bu kıraathanede de bir araya gelmiştir. Nitekim Adnan Giz, Hayat dergisindeki yazısında Esafil-i Şark’ın buranın dışında iki yerde daha bir araya geldiğini yazmaktadır. Ayrıca kıraathaneyi bir ara Kuzgun Acar’ın babası ve Esafil-i Şark’ın önemli bir siması olan Nazmi Acar işletmiştir. Kıraathanede, Felsefe Derneği’nin üyeleri de toplanmıştır. Mükrimin Halil Yinanç, genelde uzmanlık alanı olan Türk tarihi ile ilgili konular üzerinde durmuş, arada bir İbni Haldun’un tarih felsefesine de değinmiştir. Felsefe Derneği üyeleri de, felsefi sohbetlerle mekâna farklı bir hava katmıştır1947. Birkaç ünlü edebiyatçıyı da burada görmek mümkündür. Sait Faik, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde öğrenciyken burada poker partilerine katılmış1948, Sabahattin Ali de Avrupa’dan yeni dönmüş ve gidecek yeri olmadığı için bir süre buranın peykelerinde sabahlamıştır1949.

3. 2. 13. ÇINARALTI KAHVELERİ

İstanbul’da birkaç semtte Çınaraltı Kahvesi vardır. Beyazıt’taki tarihi Sahaflar Çarşısı’nın girişindeki bölümde, Küllük açık olduğu vakitlerde burada işi biten veya daha sakin bir yer arayanlar toplanırmış. Burası, üniversite hocalarına, kitap kurtlarına, öğrenci ve öğretmenlere bir buluşma ve edebiyat- kültür mahfili olarak uzun yıllar hizmet etmiştir. Pek çok sanatçı ve edebiyatçıyla ilim adamının bir araya geldiği mekânda, 1986-1987’nin yaz aylarında Ali İhsan Yurt Hoca, edebiyat,

1943 Birsel, Kahveler Kitabı, s.146. 1944 Şerif Hulusi Kurbanoğlu, “Sait Faik’le Nasıl Tanıştım?”, Varlık, No:418, 1 Mayıs 1955, s.14. 1945 Birsel, Kahveler Kitabı, s.146. 1946 Kurbanoğlu, a.g.y., s.15. 1947 Birsel, Kahveler Kitabı, s.146. 1948 Sönmez, a.g.e., s.96. Ayrıca bkz.: Birsel, Kahveler Kitabı, s.144-146. 1949 Birsel, Kahveler Kitabı, s.146.

372 kültür ve kitap sohbetleri yapmıştır1950. Bir aralar Mahir İz de burada sohbetler yapmıştır1951. Midhat Sertoğlu, tarih belirtmeden yaz aylarında Mükrimin Halil Yinanç, Ali Nihad Tarlan, Rıfkı Melül Meriç başta olmak üzere Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal Beyatlı, Sabri Esat Siyavuşgil, Kâmil Akdik, Abdülbaki Gölpınarlı ve daha pek çok “edîb” ve “lebîb”lerin ikindiden akşam vakitlerine kadar burada sohbetler yaptığını belirtmektedir. Bu toplantıların birinde Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ilk defa Ülkü dergisinin otuz ikinci sayısında yayımlanan “Bursa’da Zaman1952” şiirinin ilk mısralarını henüz piyasaya çıkmadan iki yıl önce kendisinden burada dinlediklerini hatta şiirdeki “Güvercin bakışlı sessizilik bile1953” dizesinin ilk şeklinin “Güvercin topuklariyle gezinen sükût” olduğunu söylemektedir1954. Midhat Sertoğlu’nun söyledikleri doğruysa bu şiirin Ülkü dergisinde yayımlanmadan iki yıl önce topluluğa okunduğu dikkate alındığı takdirde bu toplantının 1941 yılında yapılmış olduğu ortaya çıkar. Anadolu yakasında, Üsküdar Belediyesi’ne yakın olan başka bir Çınaraltı Kahvesi’nde ise İslami hassasiyetlerini ön planda tutan genç entelektüellerin toplandıkları bir mekân vardır. Bunun yanı sıra yine Anadolu yakasında, Çengelköy’de de bir çınaraltı kahvesi vardır. Kahve ve manzarasıyla ünlü olan bu mekânda günümüzde de bazı sanatçı ve edebiyatçılar bir araya gelmektedir. Ama en ünlü çınaraltı kahvesi, Avrupa yakasında bulunan Emirgan’dadır. İstanbul’un o muhteşem manzarasıyla çevrili Emirgân semtindeki tarihi çınaraltı kahvesi, birçok ünlü insanla birlikte şair, yazar, sanatçı, siyaset adamının vakitlerini geçirdiği, sanat edebiyat sohbetleri yaptığı mekânlardan biridir. İsmini, Yahya Kemal Beyatlı’ın verdiği Emirgan’daki Mehtap Kafeterya, 1960’lı yıllara kadar en güzel günlerini yaşamıştır. Mehtap Kafeterya’nın sahibi Mehmet Ulusal, 1953 yılında ruhsat alarak işyerini açmıştır. Ulusal, Yahya Kemal’in buranın ismini nasıl koyduğunu şöyle anlatır:

1950 Abdullah Uçman, “Ali İhsan Yurd Hoca’yı Hatırlamak”, Ayaklı Kütüphaneler (içinde), s.374. 1951 Ali Nar ile 21. 02. 2011 tarihinde yaptılan görüşme. 1952 Ömer Faruk Akün, “Ahmet Hamdi Tanpınar”, “Bir Gül Bu Karanlıklarda: Tanpınar Üzerine Yazılar” (içinde), s.21. 1953 Ahmet Hamdi Tanpınar, Bütün Şiirleri, 4. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1994, s.50. 1954 Sertoğlu, İstanbul Sohbetleri, s.57.

373 “O zamanlar için lüks bir mekândı Mehtap. Seçkin insanlar bana gelirdi hep. Yahya Kemal, bana ‘genç patron’ diye seslenirdi. 25 yaşındaydım. Bana ‘Bu mekâna bir isim koy da arkadaşlara söyleyelim.’ dedi. ‘Sen varken bana isim koymak düşer mi?’ dedim. Etrafında 16 kişi çıktı. ‘Bana 16 tane kâğıt getir. Kalemi olmayan var mı?’ dedi. Hepsi değerli adam olduğu için herkesin kalemi vardı tabii. Herkes bir isim yazdı. ‘Hocam, okumaya ilk senden başlayalım.’ dediler. Yahya Kemal ‘Mehtap’ deyince hepsi yazdıklarını buruşturup attı.1955” Müdavimleri arasında Yahya Kemal, Ahmet Hamdi Tanpınar, Necip Fazıl, Behçet Necatigil, Behçet Kemal Çağlar, Fuad Köprülü, Osman Yüksel Serdengeçti, Faruk Nafiz Çamlıbel, Attilâ İlhan, Selim İleri, Celal Bayar, Kasım Gülek gibi kişilerin olduğu mekân, eşsiz manzarasıyla daha pek çok insanın dinlenme ve sohbet mekânı olmuştur. Aykut Kazancıgil, Yahya Kemal ile bir gün Emirgân’a gittiğini, yanlarına o sırada Abdülhak Şinasi Hisar’ın geldiğini hatırlamaktadır. Yahya Kemal ve Abdülhak Şinasi Hisar, eski ve yeni şiirden bahsetmiş, laf lafı açmış ve beş yüz adet satan bir kitap hakkında konuşmuşlardır. Aykut Kazancigil’in ifadesine göre o zamanlarda bu kadar sayıda bir kitabın satılması önemli kabul ediliyormuş. Yahya Kemal’in bu duruma çok şaşırdığını belirten Kazancıgil, bu eser ve yazarının ise Mahmut Makal ve onun Bizim Köy romanı olduğunu söylemektedir1956. Hâlis Erginer, Yahya Kemal ile 1941 yılından 1948 yılına kadar haftada en az dört gün görüştüğünü ve bu görüşmelerinde ilk merhalelerin Emirgân olduğunu, onun burada hayranları ve şiir severlerle saatlerce şiir ve Osmanlı tarihi hakkında konuştuğunu anlatır1957. Yahya Kemal Beyatlı’nın neredeyse her gün uğradığı Mehtap Kafeterya’nın tam önünde o zamanlar bir çam ağacı varmış. Yahya Kemal, mehtabı bu çam ağacının dekoruyla izlemeyi çok severmiş. Bu yüzden Emirgan denince akla Yahya

1955 H. Salih Zengin, “Yarım Asırlık Bir ‘Mehtap’ Hikâyesi”(Çevrimiçi) http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=799136&keyfield=4D4548544150204B4146455445525 941, 28.02. 2010. 1956 Figen Şakacı (Söyleşi), Her Doğum Bir Mucizedir: Aykut Kazancıgil Kitabı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005, s.153. Mahmud Makal ile Yahya Kemal, 1950 yılının Mayıs ayında burada karşılaşmışlardır. Mahmud Makal, Bizim Köy romanı ile şöhreti yakalamış ve İstanbul’a gezmek amacıyla gelen genç bir yazardır. Yahya Kemal, ona Bizim Köy romanını gözleri yaşararak okuduğunu söylemiştir. Bkz.: Ferdi Öner, “Mahmud Makal’ın Dün Yaptığı Gezintiler”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 1950, s.5. 1957 Ayvazoğlu, Yahya Kemal’in İstanbul’u, s.111.

374 Kemal gelir. Onun “Madrid’de Kahvehâne1958” şiiri, çok sevdiği bu mekânı edebi ölümsüzlüğe kavuşturmuştur:

“Madrid’de kahvehâneyi gördüm ki havradır, Bir yerdeyiz ki söz denilen şey palavradır. Dalmış gülüp konuşmağa yüzlerce farfara, Yorgun kulaklarımda sürerken bu yaygara

Durdum, hazin hazin, acıdım kendi hâlime Aksetti bir dakîka uzaktan hayâlime, Sâkin Emirgân’ın Çınaraltı’nda kahvesi, Poyraz serinliğindeki yaprakların sesi.

Bâzan gönül dalar suların mûsıkîsine Bâzan Yesâri hatlarının en nefîsine” Adı Emirgân ve Mehtap Kafetarya ile özdeşleşmiş olan Yahya Kemal, Vehbi Eralp’ın verdiği bilgiye göre kalabalıklaşan bu mekâna ömrünün son zamanlarında gitmemiştir1959.

3. 2. 14. KRİSTAL KAHVE VE GAZİNOSU

İstiklâl Caddesi’nde, 1928 yılında henüz Talimhanede çok fazla bina yokken yapılmıştır. Alt katı kahve, üst katı gazino olarak kullanılanılmıştır. Behzad Üsdiken’in tarifine göre binanın ön tarafında sekiz kolon, arka tarafında ise dükkânlar yer almaktadır. İki katlı yapın üst katı camla kaplı olduğundan buraya Kristal ismi verilmiştir1960. Kristal, Taksim’in merkezinde yer aldığından buraya gelen pek çok sanatçı ve edebiyatçı, caddeye bakan masalara yerleşip İstiklâl Caddesi’nin hareketliliğine bakarak çaylarını ve kahvelerini yudumlayıp sanat ve edebiyat konularında sohbetler yapmıştır.

1958 Yahya Kemal, Kendi Gök Kubbemiz, 3. bsk., İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyatı, 1967, s.171-172. 1959 Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.152. 1960 Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840–1955, s. 134.

375 Genç şair İsmet Bozdağ, Peyami Safa’nın Kültür Haftası dergisinde şiirininin çıkmasını sağlayan Mustafa Şekip Tunç’a şükranlarını sunmak için onunla burada buluşmak üzere sözleşmiştir. Mekânın camla kaplı olan ikinci katında Peyami Safa, Hilmi Ziya Ülken ve Mustafa Şekip Tunç bir masada oturmuş sohbet ediyorlarmış. Kendini Mustafa Tunç’a tanıtmış, gence çok fazla yüz vermeyen diğerleri bir “hoş geldin”den sonra sohbetlerine devam etmiştir. İsmet Bozdağ hatıralarında, tartışılan konunun çok hararetli olmasından bu ikilinin çevreye aldırış etmeden kendi düşüncelerini yüksek sesle dillendirdiğini, karşı tarafı mat etmek isteyen bir tavır içinde olduklarını yazmaktadır. İki taraf da birbirini alt edemeyince Mustafa Şekip Tunç’un hakem olması istenmiştir. Mustafa Şekip, hakem olarak düşüncesini açıklamış ama yine kimse bu açıklamadan tatmin olmamıştır. Mustafa Şekip, İsmet Bozdağ’a dönerek: “ Görüyorsunuz İsmet Bey, herkes, kendi başına geleni dünyanın nizamı zannediyor.” şeklinde sitem etmiştir1961. Kristal, 1970’lere ulaşamadan yıkılmıştır1962.

3. 2. 15. YAVRU’NUN ÇAYHANESİ

Şehzadebaşı’ndan Vezneciler’e doğru giderken Nevşehirli Damat İbrahim Paşa Camisi’ni geçtikten sonra, caddenin sol tarafında hâlâ varlığını koruyan küçük dükkânlardan birinde eskiden Yavru Mehmet’in Çayhanesi yer alırmış. Ahmet Hamdi Tanpınar, “Beş Şehir” isimli eserinde, özellikle Şehzadebaşı’ndaki çayhanelere devam edenleri, “çayı hususi bir zevk hâline getiren tiryakiler” olarak vasıflandırır1963. Yavru Mehmet’in Çayhanesi, bu merkezlerden biridir. Orhan Okay, “Bir Başka İstanbul” isimli eserinde, buranın nasıl bir yer olduğunu betimler. Okay’ın 1940’lı yıllardaki gözlemlerine göre üç metreyi geçmeyen dükkânın cephesinin üçte ikisini vitrin, üçte birini de camlı kapısı kaplamaktadır. Vitrinin üstüne doğru yukarıya zincirle asılmış camdan bir levhada

1961 İsmet Bozdağ, Yıldızların Arkası: Beyaz Arılar, İstanbul, Emre Yayınları, 2007, s.88-89. 1962 Üsdiken, a.g.e., s. 135. 1963 Tanpınar, Beş Şehir, s.207.

376 Yavru’nun Çayhanesi yazısı asılıdır. Çayhanenin fazlasıyla küçük olmasından her gelenin içeride yer bulması kolay değildir1964. Çayhanenin müdavimleri başta Abdülbaki Gölpınarlı olmak üzere, Münir Nurettin, Sadettin Kaynak, Sabahattin Batur, Ali Nihat Tarlan, Neyzen Tevfik, Mükrimin Halil, Şemsettin Yeşil, Yaşar Trak, İbrahim Olgun1965; Reşat Ekrem, Muhittin Erev, Tahir Nadi, Celâleddin Ökten’dir1966. Bu kişiler tarihten musikiye, edebiyattan dini ilimlere kadar pek çok konu üzerinde burada sohbetler yapmıştır. Edebiyat konularıyla ilgili sohbetler, özellikle Abdülbaki Gölpınarlı, Ali Nihat Tarlan gibi isimlerin mekâna geldiği zamanlarda yapılmıştır. Mahfilin ne zaman dağıldığına dair net bir bilgimiz yoktur.

3. 2. 16. VİYANA KAHVESİ1967

İstiklâl Caddesi’nde Tünel’e yakın bir konumda ve eskiden 453 numaradaki Aykut Han’ın taşlığında bulunan bir kahvedir1968. Viyana Kahvesi’ne ressamların dışında yazar, şair, eski ve yeni politikacılar gelirmiş. Burası, ayakaltı bir kahveden ziyade, “nezih”, hizmet kalitesi bakımından iyi bir mekânmış. Viyana’ya Cemal Tollu, Léopold Lévy, Cevat Dereli, Sabri Berkel, Salih Urallı, Hakkı Anlı, Abidin Dino, Arif Dino, Hamit Görele, Avni Arbaş, Nuri İyem, Haşmet Akal, Bedri Rahmi Eyüboğlu gibi ressamlar, heykeltıraş Kenan Yontuç ile Sait Faik, Cahit Sıtkı, Ahmet Muhip, Şevket Rado, Fikret Âdil, Samim Kocagöz, Salâh Birsel, Sabahattin Kudret1969; Abidin Nesimi, İffet Evin, Mustafa Şekip Tunç, Kâzım Sevinç, Rıza Nur1970 devam etmiştir.

1964 M. Orhan Okay, Bir Başka İstanbul, 2. bsk., Kubbealtı Neşriyatı, İstanbul, 2007, s.212-213. 1965 Birsel, Kahveler Kitabı, s.142–143. 1966 Okay, a.g.e., s.214. 1967 Behzat Üsdiken ise buranın isminin “Viyana İçkili Lokantası” olduğunu belirtmektedir. Lokanta Behzat Üsdiken’in yazdığına göre Pera Palas Oteli’nin karşısında, Asmalımescit Caddesi’nin köşesindedir. Lokantanın üstünde Viyana Oteli de bulunurmuş. Bkz.: Üsdiken, a.g.e., s.120. Abidin Nesimi’nin Yılların İçinden isimli eserinde burası Viyana Pastanesi olarak geçmektedir. Bkz.: Nesimi, a.g.e., s.16. 1968 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s. 125. 1969 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.124–125. 1970 Nesimi, a.g.e., s.16–17.

377 Abidin Nesimi’nin “Yılların İçinden” isimli eserinden burada “cumartesi akşamları”1971 toplananların neler konuştuğunu öğrenebilmekteyiz. Nesimi’nin anlattığına göre kendisiyle birlikte masada Rıza Nur, İffet Evin, Mustafa Şekip Tunç sohbet ederken Türkçe öğretmeni Kâzım Sevinç Altınçağ gelmiş, konuşma normal seyrinde devam ederken birden günlük politikaya dönmüştür1972. Hasan İzzettin Dinamo, buraya ilk defa Suavi Koçer ile birlikte gittiğini anılarında yazmaktadır. Anılarında “sosyete insanların” çok fazla gittiğini söylediği kahvede edebiyatçıların mekânın sahne olarak yapılmış yüksekçe setinde oturduğunu yazmaktadır1973. Suavi Koçer ile tanışılması gerekli şair ve yazarlardan konuşur, Rimbaud ve Baudelaire’den söz ederken mekâna Şevket Rado girmiş, Dinamo burada onunla tanışmıştır. Suavi Koçer, bir kez daha Rimbaud ve Baudelaire’den söz etmiş, daha sonra da “Sarhoş Gemi” şiirinin Fransızca birkaç dizesini okumuştur. Çok geçmeden Ahmet Muhip Dranas da mekâna gelmiştir. Onun da katılmasıyla sohbet halkası genişlemiş, konu dönüp dolaşıp şiire gelmiştir. Ahmet Muhip, o günlerden Yahya Kemal’in Cumhuriyet gazetesinde art arda yayımlanan şiirlerinden bahsetmiş ve masadakilere çok sevdiğini söylediği “Itri”1974 şiirinden birkaç dize okumuştur1975. Viyana zamanla gözden düşmüş, 1950’li yıllarda da kapanmıştır1976.

3. 2. 17. SUNA KIRAATHANESİ

Osmanbey Halâskârgazi Caddesi’ndeki Yasan Apartmanı’nın ikinci katında yer alan Suna Kıraathanesi1977, 1940–1950 yılları arasında sanatçı ve yazarların bir araya gelip sanat ve edebiyat sohbetleri yaptığı, dergi çıkarma çalışmaları yaptığı ve bir dernek kurma faaliyetini yürüttükleri mekândır.

1971 Nesimi, a.g.e., s.154. 1972 Nesimi, a.g.e., s.16–17. 1973 Dinamo, İkinci Dünya Savaşı’ndan Edebiyat Anıları, s.22. 1974 Hasan Akay, Itrî şiirinin resmi ideoloji açısından şairin simgesel muhalefetinin karşılığı olduğunu belirttiği yazısında, Itrî şiirini “yeniden” okumuştur. Detaylı bilgi için bkz.: Hasan Akay, Şiiri Yeniden Okumak: Bir Yapıçözümleme Girişimi, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2003, s.15–59. 1975 Dinamo, a.g.e., s.24. 1976 Üsdiken, a.g.e., s.120. 1977 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.179. Oktay Akbal, Anı Değil Yaşam isimli eserinde buranın Suna Pastanesi olduğunu belirtir. Bkz.: Akbal, Anı Değil Yaşam, s.23. Ama onun anlattıklarından buranın bir pastaneden ziyade bir kıraathane olmasının daha muhtemel olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim bu tür yerlerin pek çoğuna gitmiş olan bilen Salâh Birsel’in Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu isimli eserinde buranın pastane olduğuna dair hiçbir bilgi yoktur.

378 Oktay Akbal, “Anı Değil Yaşam” isimli eserinde 1946 yılında, şair ve yazarların her cumartesi üçten sonra toplanmaya başladığını yazmaktadır. Mahfilin müdavimleri arasında öğretmenler de öğrenciler de değişik mesleklerden insanlar da vardır. Suna Kıraathanesi’nde iki üç masayı birleştirip sanat-edebiyat tartışmaları ve edebiyat sohbetleri yapanlardan tespit edebildiklerimizin isimleri şöyledir: Fahir Onger, Behçet Necatigil, Naim Tirali, Fethi Karakaş, Oktay Akbal, Orhan Arıburnu, Lütfü Özkök, Edip Köknel, Arif Erim, Özdemir Asaf, Suavi Koçer, Nahit Ulvi Akgün, Tahir Alangu, Ali Avni Öneş, Salâh Birsel, Fethi Naci1978; Muvaffak Sami Onat, İdris Ahmet Pura, Abidin Kısakürek, Ziya İlhan, Kenan Harun, Alp Kuran, Suat Behlülgil, Edip Cansever, Şinasi Özdenoğlu1979. Edebiyat mahfillerinin önemli özelliklerinden biri de birçok şair, yazar ve edebiyata, sanata heves edenlerin katılmasıyla “sanat-edebiyatla ilgili” ekol, biçim, tür gibi yenilikler ortaya çıkarmak ve edebiyata, sanata ve kültüre hizmet edecek dernek ve toplulukların ortaya çıkmasını sağlamaktır. Oktay Akbal’ın verdiği bilgilere göre Suna Kıraathanesi, “Genç Yazarlar Derneği”nin kurulma fikrinin ortaya atıldığı mekân olması yönüyle önemlidir. Oktay Akbal, kendilerini böyle bir dernek kurmaya götüren süreci mahfilin müdavimlerinden olan Fahir Onger’in “toplumcu” sanata yönelmesi ve arkadaşlarını toplumcu sanata çekebilmek için konuşmalar yapmasıyla başladığını ifade eder. Çok partili dönemin başladığı bir Türkiye’de, pekâlâ bir yazarlar derneğinin kurulabileceği kanaatine varanlar, derneğin kurulabilmesi için Suna’da birkaç kere toplanıp derneğin tüzüğünü yazmıştır. Suna’da bir genel kurul toplantısında yazdıkları tüzük maddeleri dernek üyelerine tek tek okunmuş, maddelerle ilgili tartışılmış, tartışmanın sonunda derneğin tüzüğü kabul edilmiştir. Tüzüğün ikinci maddesi, mahfilin aynı zamanda kurumsal bir kimlikle kültüre yapmak istediği katkıyı da göstermesi bakımından önemlidir: “Derneğin konusu ve gayesi: Sanat ve fikir alanında gazete, dergi ve kitap yayınlamak suretiyle milli kültürümüze hizmette bulunmak; birlik üyesi olan yazarların (eserlerini)1980 yayınlama imkânlarını sağlamaktır. Derneğimiz siyasetle uğraşmaz.1981”

1978 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.179. 1979 Akbal, Anı Değil Yaşam, s.23-24.; Aynı yazı Milliyet Sanat dergisinde “Bir Dernek Kurmak” başlığıyla yayımlanmıştır. Bkz.: Milliyet Sanat, No: 355, Haziran 1980, s.42–43. 1980 Cümle düşüklüğünü engellemek amacıyla tarafımızdan eklenmiştir.

379 1946 yılında tüzüğü hazılanan bu derneğin kurucu üyelerinin isimleri ve meslekleri şu şekildedir: Nahit Ulvi Akgün (Edebiyat Fakültesi öğrencilerinden),Tahir Alangu (Lise öğretmeni) Salâh Birsel (Ortaokul öğretmeni) , Arif Erim (Edebiyat Fakültesi öğrencilerinden), Kenan Harun (Elazığ Lisesi’nden mezun), Abidin Kısakürek (Sanat Enstitüsü Türkçe öğretmeni), Edip Köknel (Tıp Fakültesi öğrencisi), Behçet Necatigil (Lise öğretmeni), Muvaffak Sami Onat (Maliye Bakanlığı Stajyeri), Fahir Onger (Muharrir), Şinasi Özdenoğlu (Burgaz Ada’sı Bucak Müdürü), İdris Ahmet Pura (Merkez Bankası Kambiyo Memuru), Naim Tirali (Tasvir gazetesinde muharrir), Ziya İlhan Zaimoğlu (Yargıç adayı), Oktay Akbal (muharrir)1982. Edebiyat ve sanatla yakından ilgili bu kişiler bir araya gelip derneğin kuruluş dilekçesini Emniyet Müdürlüğü’ne vermişler. Kurucuların derneğin tüzüğünü de bir süre sonra bir gazete yayımlamaları gerekiyormuş. Derneği kurmak isteyenler bu süreyi geçirdikleri için “Genç Yazarlar Derneği” resmen kurulamadan kendini feshetmek zorunda kalmıştır. Salâh Birsel’in, o sıralarda dergilerde “Şiirin İlkeleri” başlıklı yazıları çıkmaktadır. Bu yazıların da etkisiyle Salâh Birsel’in şiir ve edebiyat sohbetleri yaptığı mekânda, çevresinde hayranlar grubu oluşmaya başlamış, poetik nitelikli yazı ve şiirleri süreli yayınlarda çıktıkça da ünü artmıştır. O devirlerde Galatasaray Lisesi’nin son sınıfında öğrenci olan Alp Kuran, genç şair Suat Behlulgil, henüz kendi sesini bulamamış ama şiirle ilgilenen Edip Cansever, burada Salâh Birsel’le şiir sohbetleri yapmıştır1983. Suna Kıraathanesi’ne devam eden beş yazar, paralarını bir araya getirerek “Yenilikler” dergisini çıkarmıştır1984: Naim Tirali, Fahir Onger, Oktay Akbal, Salâh Birsel, Behçet Necatigil. Yenilikler dergisinin yazarları o devirlerde birkaç mekâna daha gitmişlerse de Suna Kıraathanesi’nde zaman zaman dergiye gönderilen eserleri seçmiş ve mekânı bir nevi derginin idare merkezi gibi kullanmışlardır1985.

1981 Akbal, Anı Değil Yaşam, s.25. 1982 Akbal, Anı Değil Yaşam, s.25–26. 1983 Akbal, Anı Değil Yaşam, s.23–24. 1984 Salâh Birsel, derginin ilk sayısının 1946 yılının Şubat ayında çıktığını yazmaktadır. Bkz.: Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.182. 1985 Salâh Birsel, Yenilikler dergisini çıkarırken Haylayf Pastanesi’ne, Taksim’de Ankara Pazarı’nın üstündeki bir kahveye de gittiklerinin bilgisini verir. Bkz.: Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.188– 189.

380

3. 2. 18. KANUNU ESASİ KIRAATHANESİ

François Georgeon, Galata ve Pera taraflarında açılan “alafranga” kahvehanelerin, geleneksel kahve modelini etkilediğini iddia etmektedir. Georgeon, bu etkinin mimari ve dekor anlamında ilk örneğinin ise Kanunu Esasi Kıraathanesi olduğunu belirtir1986. Meşrutiyet Caddesi üzerinde, cephesi mermer oymalı ve art nouveau ahşap süslemeli bir dekora sahip olan mekân, 1893’te Café de la Paix ismiyle açılmış1987, II. Meşrutiyet sıralarında La Constitution ismiyle faaliyetine devam etmiştir. La Constitution’ın Türkçesi, Kanunu Esasi’dir1988. Halk tarafından daha fazla tutulan Kanunu Esasi ismi, Cumhuriyet döneminde kıraathanenin asıl adı olmuştur. Tepebaşı’nda birçok kıraathane yer alırmış. Buranın yakınında, özellikle yaz aylarında çok fazla rağbet gören, sanatçı ve edebiyatçıların bir araya geldiği meşhur Tepebaşı Bahçesi vardır. Eşsiz Haliç manzarası ve yeşillikler arasında sohbet etme imkânı sebebiyle, o devirlerin pek çok insanının çok fazla tercih ettiği yerde kurulan kıraathane, varlığını uzun yıllar korumuş, Burçak Evren’in verdiği bilgiye göre 1980’de kapanmıştır1989. Kıraathaneye Salâh Birsel, Hüsamettin Bozok, Orhan Kemal, Nurer Uğurlu, Cahit Irgat, Salih Tozan, Haldun Taner1990, Lütfü Erişçi, A. Kadir, Fahir Onger, Fethi Naci1991 başta olmak üzere daha birçok sanatçı ve edebiyatçı devam etmiştir. Cahit Irgat, Şehir Tiyatrosunda çalıştığı yıllarda buraya sık sık uğrar, Yeditepe dergisi ve yayınlarının sahibi Hüsamettin Bozok, Şehir Tiyatrosu oyuncularından Hamit Akınlı’yla burada oturup edebiyat ve sanat konularında sohbetler yapmıştır. Orhan Kemal ve Nurer Uğurlu da Beyoğlu’na çıktıkları zaman buraya uğramadan yoluna devam etmezmiş1992.

1986 Georgeon, a.g.e., s.66. 1987 Burçak Evren, Eski İstanbul’da Kahvehaneler, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1996, s.210. 1988 “Kanunıesasi”, DBİA; C.IV, s.422. 1989 Evren, a.g.e., s.210. 1990 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.30-31. 1991 Naci, Anılar Kitabı, s.230. 1992 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.30-31.

381 Kıraathanenin bir diğer özelliği de artistler1993 ve hokkabaz, meddah, karagözcü, çalgıcı türünden halk sanatçılarının da merkezi olmasıdır1994. Haldun Taner, Salâh Birsel’in ifadesine göre “onların konuşmalarını dinlemek, dağarcığını onların anılarıyla doldurmak için bir ara” burayı mesken tutmuştur1995. Lütfü Erişçi, A. Kadir, Fahir Onger, Fethi Naci burada bir araya gelip dergi çıkarmak amacıyla hararetli konuşmalar yapmıştır. Bu isimlerden Fethi Naci, daha önceleri, “Yeryüzü” ve “Beraber” dergilerini çıkarmış fakat çeşitli sebeplerden bu dergiler uzun ömürlü olamamıştır. Buradaki toplantının amacı ise, “edebiyat ortamını” hareketlendirecek yeni bir dergi çıkarmaktır. Fakat bu hararetli konuşmaların sonunda, piyasaya yeni bir dergi çıkamamıştır1996.

3. 2. 19. HASIRLATI KAHVESİ

1960’lı yılların sonlarında, günümüzde “Simkeşhane”nin bulunduğu alanda, Beyazıt Cami’sinin yanındaki muhteşem çınar dolayısıyla “Çınaraltı” olarak isimlendirilen mekândan ilham alınarak müdavimleri tarafından Hasırlatı ismi verilen kahvede, 68 kuşağının gençleri ile devrin şair ve yazarları bir araya gelmiştir1997. Kahvede Orhan Kemal1998; Muzaffer Buyrukçu, Refik Durbaş, Hilmi Yavuz, Halil İbrahim Bahar, Günel Altıntaş, İsmet Zeki Eyüoğlu, Cemalettin Aykın, Ali Avni Öneş, Mustafa Öneş, Rauf Mutluay, Adnan Özyalçıner1999 bir araya gelmiştir. Güncel edebiyatla ilgili sohbetlerin de yapıldığı, yeni çıkan kitaplarla ilgili görüş ve düşüncelerin dillendirildiği mekânda, 1970’lerin ortalarına doğru burayı iyiden iyiye kendine mesken tutan Muzaffer Buyrukçu burada arkadaşlarıyla edebiyat sohbetleri yapmıştır. Buyrukçu’nun “günlüklü defterler” şeklinde isimlendirdiği anılarında, Cemalettin Aykın’ın üzerinde çalıştığı tarihi bir romanla ilgili konuştukları

1993 Yesari, İstanbul Hatırası, s.14. 1994 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.31. 1995 Birsel, a.y. 1996 Naci, Anılar Kitabı, s.230. 1997 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.55. 1998 Durbaş, a.y. 1999 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.56.

382 kayıtlıdır2000. Buyrukçu, Reşat Nuri’nin Çalışkuşu romanının bir İngiliz yazardan intihal olduğunu ve bu tür işleri daha bir sürü yazarın yaptığını söylemiş, “irade”, “özgürlük”, “çirkinlik” konuları da bu sohbette konuşulmuştur. Sohbet devam ederken mekâna önce Refik Durbaş ile Mustafa Öneş, sonra da Günel Altıntaş, Türkân İldeniz ve Halil İbrahim Bahar gelmiştir. Yeni gelenlerin de katılımıyla çeşitli mevzularda konuşmalar devam etmiştir. Hasıraltı Kahvesi, 1970’li yılların sonuna doğru önemini kaybetmiş, hemen hemen aynı yıllarda mekân ortadan kalkmıştır.

3. 3. PASTANELER

3. 3. 1. HACI BEKİR PASTANESİ

Adile Ayda’nın hatırlarından, Salih Zeki Aktay ile birkaç şair ve edebiyatçının Kadıköy Hacı Bekir Pastanesi’nde her “cumartesi” düzenli toplandığını öğreniyoruz. Bu toplantıların birine Salih Zeki’nin daveti üzerine katılan Ayda, yarım saat kadar kaldığı mekânda birkaç kişiyle tanışmıştır. Ayda, Salih Zeki Aktay’ı 1956’dan sonra bir daha görmediğini hatırlamaktadır. Toplantı da muhtemelen ya aynı tarihte veya bu tarihe yakın bir zaman diliminde olmuştur2001. Yazar, bu toplantıyla ilgili başka bir bilgi vermemiştir. Adnan Giz ise Salih Zeki’yi burada Emin Âli Çavlı ile görmüştür2002.

3. 3. 2. KARS PASTANESİ

Hicran Göze, sanatkâr ve tanınmış kişilerin toplantı yeri olan Kars Pastanesi’nin karşısında meşhur Hacı Bekir Pastanesi’nin yer aldığını hatırlamaktadır2003. Afif Yesari’nin verdiği bilgiye göre Kadıköy’deki Kars

2000 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.63. 2001 Ayda, a.g.e., s.98-99. 2002 Giz, Bir Zamanlar Kadıköy: 1900- 1950, s.202- 203. 2003 Hicran Göze, Kadıköylü Yıllarım: Çocukluk ve Gençlik Hatırlarım, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı, 2007, s.173.

383 Pastanesi’nde 1937–1938 yıllarında şair, yazar ve edebiyatçılar bir araya gelmiştir. Afif Yesari, kendisinin dışında bu toplantılara Salih Zeki Aktay, Avukat Cahit Arif Tunger ve Suavi Koçer’in katıldığını hatırlamaktadır2004. Salâh Birsel, pastaneye Faik Baysal ve Feyyaz Kayacan’ın da geldiğini belirtir2005. Kadıköy civarında oturanların katıldıkları bu toplantılar, kış aylarında pastanede, yazın ise Topal Kâzım’ın set üstündeki bahçesinde yapılmıştır2006. Mahfilin ne kadar sürdüğüne dair bilgilerimiz sınırlı. Ama mahfilde nelerin konuşulduğunu bilmekteyiz. Yesari, “İstanbul Hatırası” isimli eserinde, mahfilde Fransız edebiyatı ve genellikle Baudelaire, Verlaine, Rimbaud, Heredia, Proudhomme’un şiirlerinden dizelerin okunduğunu dile getirmektedir. Bir şey bilenlerin, bildiğini mahfildekilere aktardığını ve bu sayede de burada yararlı ve olumlu sohbetlerin yapıldığını yazmaktadır2007.

3. 3. 3. HAYLAYF PASTANESİ

Salâh Birsel’in verdiği bilgilere göre Şişli’de, Halâskârgazi Caddesi üzerinde yer alan Hay Layf (High Life2008) Pastanesi’nde “Yenilikler” dergisinin yazı kadrosu ile daha birçok şair ve yazar bir araya gelmiştir. Haylayf’ın müdavimleri arasında Hamit Görele, Salâh Birsel, Sabahattin Kudret Aksal, Hasan Tanrıkurt, Lütfü Özkök, Orhan Hançerlioğlu’nu sayabiliriz2009. Haylayf Pastanesi, 1940–1955 yılları arasında en parlak günlerini yaşamıştır. Haylayf’ta sanat-edebiyat sohbetleri eksik olmazmış. Oktay Akbal, o devirlerde bir araya geldikleri mekânların arasında Haylayf’ın da adını saydıktan sonra, buralarda genel olarak neler konuştuklarını şöyle açıklar: “…Ama en çok da yeni dergilerin hayallerini kurmak… Şiirlerini dinlemek, tartışmak, tartışmak…2010”

2004 Yesari, İstanbul Hatırası, s.106. 2005 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s. 89. 2006 Yesari, İstanbul Hatırası, s.102. 2007 Yesari, a.y. 2008 Giovanni Scognamilla, Haylayf Pastanesi’nin aslının İngilizce High Life’den geldiğini ve bir şubesinin de İstiklâl Caddesi üzerindeki Serkl d’Oryan (Cercle D’Orinet) Pasajı’nın bitişiğinde olduğunu yazmaktadır. Bkz.: Scognamillo, a.g.e., s.54. 2009 Birsel, Kahveler Kitabı, s.188. 2010 Akbal, Anı Değil Yaşam, s.62.

384 Salâh Birsel 1941 yıllarında burada Orhan Hançerlioğlu ve Hasan Tanrıkurt ile tanıştığını hatırlamaktadır. Haylayf Pastanesi, “6–7 Eylül” olayları sırasında, akşam yedi civarlarındaki ilk saldırının yapıldığı yerlerden biridir. Mekâna saldıranlar, pastaneyi kullanılamaz hâle getirmiştir. Bu olayın da etkisiyle sanatçı ve edebiyatçılar mekânı terk etmiştir.

3. 3. 4. SOLEY PASTANESİ

Fenerbahçe semtinin Fener Caddesi’nde yer alan Soley Pastanesi’nde Ahmet Miskioğlu, Ziya Arıkan, Sabahattin Arınç, Şükran Kurdakul, Cemil Yener, 1970’li yıllarda bir araya gelerek sanat ve edebiyat sohbetleri yapmıştır. Ziya Arıkan, Cemil Yener, Ahmet Miskioğlu o zamanlarda Atatürk Eğitim Enstitüsü’nde öğretim görevlisiymiş. Ziya Arıkan ve Ahmet Miskioğlu’nun hemen her gün buluştukları, diğerlerinin ise daha seyrek geldikleri mekândaki bu toplantılar yaklaşık beş yıl sürmüştür. On kişiyi geçmeyen bu toplantıların müdavimleri, akşam yemeklerini Fenerbahçe Kulübünün Kurbağılıdere’deki lokalinde yerlermiş. Bu lokalde de edebiyat sohbetleri sürdürülmüş. Ahmet Miskioğlu, 1973-1974’lü yıllarda Şükran Kurdakul’un edebiyatçıların bir yazarlar sendikası kurduğu haberini verdiğini, bu haberi mahfildekilerle günlerce konuşup tartıştıklarını hatırlamaktadır2011.

3. 4. BAR-MEYHANELER

3. 4. 1. VEZİR HANI MEYHANESİ

Vâsıf Hiç’in “İstanbul Ansiklopedisi”nde verdiği bilgiye göre Çemberlitaş’ta 1880–1890 yıllarında açık olan Vezir Hanı Meyhanesi’nin iki farklı mekânı varmış. Bunlardan biri koltuk, biri gedikli olmak üzere iki meyhaneymiş2012. Küçük koltuk meyhanesi, han kapısının yanında, caddenin üzerindeymiş. Asıl şöhretlisi ve

2011 Soley Pastanesi ile bütün bilgiler Ahmet Miskioğlu ile yaptığımız görüşmeden alınmıştır. Ahmet Miskioğlu ile 05. 02. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 2012 Vâsıf Hiç, “Çenberlidaş’da Vezirhanı Meyhanesi”, İstanbul Ansiklopedisi, C.VII, s. 3817.

385 edebiyatçıların mahfili olanı ise han içinde ve alt katta yer alırmış. O zamanlardaki müşterilerinin son divan şairleri, matbuat mensupları, bey ve efendi rütbesine mensup kişilerden oluştuğunu belirten Vâsıf Hiç, Muallim Naci ve Şeyh Vasfî ile onun diğer “tilmizlerini” burada görmüştür2013. Vâsıf Hiç, Muallim Naci’nin ünlü “meyhânede” redifli gazelini o akşam belki on defa yüksek sesle okuyup oradakileri mest ettiğini belirtir. Muallim Naci’nin 1893 yılında vefat ettiği dikkate alınırsa buradaki toplantının çok daha önce yapıldığı ortaya çıkmaktadır.

3. 4. 2. ANADOLU BİRAHANESİ

Beyoğlu İstiklâl Caddesi’nde, Atlas Sinemasının bitişiğindeki Anadolu Pasajı’nın içinde yer alan Anadolu Birahanesi2014, meyhanecilikle ilgili üstat derecesinde bilgi sahibi olan Nikola Valavanis tarafından işletilmiştir. Yirminci yüzyılın başında hizmete açılan mekân, kafeslerdeki bülbülleri, süs havuzları ve aynaları ile meşhurdur. Refii Cevad Ulunay’ın gediklisi olduğu mekâna, Peyami Safa, ressamlar Elif Naci ve İbrahim Çallı, şair Halit Fahri de sık sık uğramıştır2015. “Nayiler” hareketinin mensupları da 1910 yıllarından sonra buraya devam etmiştir2016. 1950’li yıllarda da varlığını sürdüren Anadolu Birahanesi’ne Sait Faik, Özdemir Asaf gibi şair ve hikâyecilerin uğradığını biliyoruz. Özdemir Asaf’ın verdiği bilgilere göre Anadolu Birahanesi’nin tavanları çok yüksekmiş. Birahaneyi koskocaman büfeler, konsollar ve sarı yaldızlı fevkalade büyük iki ayna süslermiş. Hatta Özdemir Asaf, Sait Faik’in “Arkadaş” isimli şiirinde, “Bugünlerde bir akşam, şehrin aynalı gazinosuna ve aynaların içine Selim-i Sâlis gibi oturacağım Önümde rakı…dışarıda akşam, akıntı, kayıklar Ve gelip geçen… Meyhanenin kapısından, iki elini gözüne siper edip bunak birisi:

2013 Vâsıf Hiç, a.y. 2014 Behzad Üsdiken, “Anadolu Birahanesi”, DBİA, C.I, s.249. Ayrıca bkz.: Sermet Muhtar Alus, “Anadolu Birahanesi”, İstanbul Ansiklopedisi, C.II, s.801. 2015 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s. 29. 2016 Birsel, a.y.

386 ‘Bu harif âşık!’ diyecek.2017” dizelerinde geçen “aynalı gazinonun” burası olduğunu iddia etmektedir2018. Özdemir Asaf, Sait Faik’i ölmeden önce en son 8 Mayıs 1954 tarihinde burada görmüştür2019. Mücap Ofluoğlu, sanatçı ve edebiyatçıların bir araya gelip sohbet edebilecekleri yerlerin sınırlı olduğunu belirttikten sonra bu gereksinimi gidermek için birkaç girişimde bulunduklarını fakat istenilen sonucun elde edilemediğini söylemektedir. Fikret Âdil’in on beş günde bir Anadolu Birahenesi’nde toplanalım teklifini kabul edenler ve Adalet Cimcoz’un da yardımseverliği sayesinde 1946 yılında sanatçılar ve edebiyatçılar burada toplanmaya başlamıştır2020. Mücap Ofluoğlu’nu buradaki ilk toplantıya Sabahattin Ali götürmüştür. Bu toplantıda müzisyen Orhan Borar, Ferdi Tayfur, Fikret Adil ve Adalet Cimcoz da yer almıştır2021. Buradaki toplantılar Mücap Ofluoğlu’nun verdiği bilgiye göre bir süre sonra Splendid Restoran’da devam etmiştir.

3. 4. 3. NEKTAR BİRAHANESİ

Nektar Pasta ve Birahanesi, İstiklâl Caddesi’nde, eski Galatasaray tramvay durağının karşısındaki Sahne Sokağı’nın, Çiçek Pasajı’yla kesiştiği sağ köşede yer alırmış2022. Mekânın sahibi ise Dimitro Manikas’mış2023. Nektar, 1940 yıllarında sanatçı ve edebiyatçıların bir araya geldiği, sanat edebiyat sohbetleri yaptığı veya sinema dönüşü uğrayıp bir şeyler içtiği bir yerdir2024. Nektar, iki katlı bir mekândır2025. Beyoğlu mahfil ve meyhanelerinin önemli müdavimlerinden olan Salâh Birsel ve arkadaşları, sinemaya gitmedikleri akşamlar

2017 Sait Faik, Şimdi Sevişme Vakti, (Baskıya Haz.: Muzaffer Uyguner), 2. bsk., İstanbul, Bilgi Yayınevi, 1988, s.19. 2018 Özdemir Asaf, “Sait Faik’in Kişiliği ve Son Günleri”, Milliyet Sanat, No:323, 14 Mayıs 1979, s.15. 2019 Asaf, a.g.m., s.14. 2020 Dikeç, a.g.e., s.107. 2021 Dikeç, a.g.e., s.108. 2022 Salâh Birsel, “Beyoğlu Geceleri”, Milliyet Sanat, No:457, 1 Haziran 1984, s.2.. 2023 Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840–1955, s. 145. 2024 Birsel, “Beyoğlu Geceleri”, Milliyet Sanat, s.2.. 2025 Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840–1955, s.145. Salâh Birsel, mekânın üç katlı olduğunu belirtmektedir. Bu farkın sebebi, mekânın asma katıyla ilgilidir. Bkz.: Birsel, “Beyoğlu Geceleri”, Milliyet Sanat, s.6.

387 genellikle Nektar’da toplanmıştır. Nektar’ın “Yani” isimli garsonu, o yılların genç sanatçı ve edebiyatçılarını mekânında iyi bir şekilde ağırlamıştır2026. Buranın müdavimleri arasında Sait Faik, Salâh Birsel, Sabahattin Kudret, Gavsi Ozansoy, Agop Arad, Fethi Karakaş, Ferruh Başağa, Avni Arbaş, Mümtaz Yener, Muhip Burteçene, Faiz Turhan2027; Cahit Sıtkı, Peyami Safa, Vecdi Bürün, Celal Sılay2028; Aziz Nesin2029; Afif Yesari2030; Samim Kocagöz, Fikret Ürgüp2031 vardır. Nektar’da bir araya gelen şair ve yazarlar birbirlerine eserlerini okumuştur. Cahit Sıtkı, Ziya Osman Saba’ya 1943 yılında yazdığı bir mektubunda, burada Sabahattin Kudret ile birbirlerine şiirlerini okuduklarını hatırlamaktadır. Cahit Sıtkı bu mektubunda, Sabahattin Kudret’in şiirlerinin hoşuna gittiğini de belirtmektedir2032. Cahit Sıtkı aynı mektubunda burada Peyami Safa ile “hafif tertip kavga” etmiştir. Bu kavganın ne üzerine olduğuna dair yazıda hiçbir bilgi maalesef yoktur. Mehmed Kemal, “Denemeler Elemeler” adlı kitabında, buranın Sait Faik’in mekânı olduğunu belirterek onu hemen her zaman burada bulmanın mümkün olduğunu yazmaktadır2033.

2026 Yani, Nektar’da Sait Faik ile Aleksandra’yı tanıştırmıştır. Bu tanışıklık zamanla Sait için büyük ve imkânsız bir aşka dönüşmüştür. Sait Faik’in “Bir Masa” şiirinde hitap ettiği Yanakimu, Nektar’ın garsonu olan bu Yani olmalıdır: “Bize bir masa ayır Yanakimu Aleksandram’la benim için Bir masa Üstü çiçeksiz Örtüsü gazeteden Şarabı aşktan Hem hülyadan

Aleksandra’m mızıka çalsın Siyaha çalar parmaklarıyla Güftesi bayağı şarkılar Adi havalar Meyhane acı zeytinyağı koksun Sen hoşnut ol Yanakimu.” Sait Faik, Şimdi Sevişme Vakti, 2. bsk., Bilgi Yayınevi, Ankara, 1988, s.41-42. 2027 Birsel, “Beyoğlu Geceleri”, Milliyet Sanat, s.5-6. 2028 Tarancı, a.g.e., s.206. 2029 Aziz Nesin, “Büyüklüğünü Bize Duyurmayan Yazar”, Milliyet Sanat, No:32, 11 Mayıs 1973, s.8. 2030 Yesari, İstanbul Hatırası, s. 58. 2031 Kocagöz, Bu Da Geçti Yahu, s.114. 2032 Tarancı, a.y. 2033 Kemal, Denemeler Elemeler, s.6.

388 Sait Faik, “Son Posta” gazetesinde çalışan ve “tasfiye polemiği” ile adından söz ettiren Gavsi Ozansoy’u Nektar’da gördüğü vakitlerde, ondan “Mesut Olabiliriz de” şiirini okumasını istemiştir. Aslında bu istekte, Gavsi Ozansoy’un şairliğini alaya alan bir özellik de hissedilmektedir. Behzat Üsdiken’in verdiği bilgiye göre Dimitro Manikas Nektar’ı, 1949 yılında kapatmıştır2034.

3. 4. 4. TODORİ

Kadıköy Kalamış’ta, ismini Rum meyhaneci Todori Usta’dan alan meyhane, İstanbul’un Anadolu yakasında oturan sanatçı ve edebiyatçıların bir araya geldiği bir mekândır. Todori’de görebileceğimiz sanatçı ve edebiyatçılar şöyledir: Yahya Kemal Beyatlı, Salim Rıza Kırkpınar2035; Vâlâ Nurettin, Müzehher Vâ-Nû, Şükrü Baban, Zekeriya Sertel2036; Melih Cevdet Anday, Ahmet Kutsi Tecer2037. Yahya Kemal Beyatlı da, Kalamış taraflarını çok sevdiğinden, Todori’de arkadaşları ve sevenleriyle buluşmuştur. Yahya Kemal, çevresine toplanan şiir severler ile dost ve arkadaşlarıyla hem içki içer hem de şiir konuları ve çeşitli konularda sohbetler yaparmış. Salim Rıza anılarında, bir yaz günü Yahya Kemal ile burada oturmuştur. Salim Rıza, tenha bir vakitte olan bu toplantı sırasında mekânın bahçesinde üstadın şiirlerini okuduğunu, onunla tarih sohbetleri yaptığını hatırlamaktadır2038. Başka bir gün öğleden sonra yine aynı mekânda Yahya Kemal ile bir araya gelen Salim Rıza, baş başa oldukları masada onun anılarını ve şiirlerini dinlediğini sırada Kömürcü Hafız’ın bir bestesinin bozuk plakta cızırtılı bir sesle duyulduğunu, Yahya Kemal’in de irticalen şu dizeyi okuduğunu yazmaktadır: “Sarıca ateş-i aşk ufk-ı kâinatımızı Kömürcü Hafız’a vakfeyledik hayatımızı2039”

2034 Üsdiken, Pera’dan Beyoğlu’na: 1840-1955, s.145. 2035 Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.501. 2036 Müzehher Vâ-Nû, Bir Dönemin Tanıklığı, 2. bsk. İstanbul, Cem Yayınları, t.y., s.36-37. 2037 Anday, a.g.e., s.87. 2038 Kırkpınar, a.g.e., s.47. 2039 Kırkpınar, a.g.e., s.40.

389 Melih Cevdet Anday da bir gün eski hocası ve eski milletvekili, şair Ahmet Kutsi Tecer ile Todori’de rakı içerken laf arasında ona, Büyük Millet Meclisi’nden, Varlık Vergisi Yasası’nın nasıl geçtiğini sormuştur. Tecer’in cevabı, iyi niyetle başlanan işlerin nasıl olup da aniden faciaya dönüverdiğini gösterir: “Çok kolay geçti. Hayırlı bir iş yaptığımızı düşünüyorduk.2040” Aynı ikili başka bir gün yine aynı yerde buluşmuştur. Tecer, Anday’a folklor araştırma gezilerinde başından geçen ilginç bir olayı anlatmıştır2041. Müzehher Vâ-Nû, “Bir Dönemin Tanıklığı” isimli eserinde, Todori’nin ucuz bir yer olduğunu, bu sayede burada eş dostlarını rahatlıkla ağırlayabildiklerini, bir gün buraya Muhsin Ertuğrul’u, daha sonra da Muhsin Dikerdem’i davet ettiklerini hatırlar. Ona göre buranın en önemli müdavimleri Şükrü Baban ve Yahya Kemal Beyatlı’dır. Yahya Kemal, masalarına bakan garson İstavro’ya burada şiirlerini ezberletirmiş2042. Todori, zamanla tenhalaşır ve 1960’ların sonlarına doğru da kapanır.

3. 4. 5. YAKUP 2

İstanbul'un ünlü meyhanelerinden biri olan Yakup 2, sanatçıların, edebiyatçıların ve birçok ünlünün sıklıkla gittiği bir mekânıdır. Asmalımesit Mahallesi’ndeki Yakup 2’ye gidenlerin isimleri şöyledir: Edip Cansever, Muzaffer Buyrukçu, Özdemir Asaf, Mehmed Kemal, Çetin Özbayrak, Komet2043; İlhan Berk, Aydın Emeç, Murat Belge, Hasan Pulur, Güngör Uras, Can Yücel, Aziz Nesin, Burhan Uygur, Tuncel Kurtiz, Fikret Otyam2044; Nedim Gürsel, , Orhan Koçak, Metin Cengiz, İzzet Yasar, Ferit Edgü, Mehmet H. Doğan, Lale Müldür, Orhan Alkaya, Haydar Ergülen2045.

2040 Anday, a.g.e., s.87. 2041 Anday, a.g.e., s.184- 186. 2042 Vâ-Nû, Bir Dönemin Tanıklığı, s.41. Ayrıca Bkz.: Ayvazoğlu, Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, s.500-501. 2043 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.50. 2044 Durbaş, a.g.e., s.50-51. 2045 Haydar Ergülen ile 13. 04. 2011 tarihinde yapılan görüşme.

390 Yakup, henüz Refik’te komiyken, Edip Cansever onun adını bir şiirinde kullanmıştır: “Çağrılmayan Yakup”2046. Şiir yayımlandıktan hemen sonra meşhur olmuş, Edip Cansever de Yakup’a şiirinde adını kullandığını söylemiştir. Refik Durbaş, bu yüzden o yıllar Yakup’unun, “çağrılmasa da her masanın gözetmeni, jandarması, hatta karakolu” olduğunu yazar2047. Yakup 2, günümüzde de sanatçı ve edebiyatçıların toplantılar düzenledikleri bir mekândır.

3. 5. LOKANTA, RESTORAN VE LOKALLER

3. 5. 1. AŞÇI ÇAVUŞ’UN LOKANTASI

Halit Fahri Ozansoy, “Edebiyatçılar Geçiyor” adlı eserinde, Mütareke yıllarında “Altıyol ağzından Keresteciler’e doğru inen dar sokağın başında” küçük bir lokantayı işleten, adını bilmedikleri için diğer müşteriler gibi sadece lakabıyla hitap ettikleri “Çavuş”un dükkânında öğle ve akşam yemeklerinde bir araya geldiklerini yazmaktadır2048. Ozansoy buraya “Mütarekenin parasızılık günlerinde, aylarında ve yıllarında, Kadıköy’ünde oturan birçok şair, filozof, öğretmen ve

2046 Edip Cansever’in bu şiir kitabı 1966 yılında De Yayınevi’nden çıkmıştır. Şiir için bkz.: Edip Cansever, Sonrası Kalır-1: Bütün Şiirleri, 7. bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2011, s.376. 2047 Refik Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.50. Cansever, “Çağrılmayan Yakup” şiirinde bir sembol değeri kazanan Yakup şöyle geçmektedir: “… Bütün iskemleler ağır ve hastalıklı Bir gidip bir geliyordum kendime aptallaşarak Bunu Yakup söyledi Dedi ki, çünkü herkes Yakub’u yaşıyordu, bense Çöllerden ve kızgın güneşlerden icatlar yapıyordum Kızgın kâğıtların üstüne Ve alevler halinde dünya bana dokunuyordu Ve ayakta soğuk bir bira içmiş kadar bir anlamım oluyordu bazen Ölüyordu ve bir de Bir otobüse bindiğim, biletçinin bilet bile kesmek istemediği ben Kendimi koruyordum Bunu bana Yakup söyledi Öyle bir Yakup ki bu, onca din kitaplarının sözünü bile etmediği Kimsenin sözünü bile etmediği bir Yakup Ben Bunu hep biliyorum Bunu hep biliyorum ve işte Özgürüm, cezasız duruyorum…” Bkz.: Edip Cansever, a.g.e., s.381. 2048 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.29.

391 gazetecilerin2049” rağbet ettiğini, bu rağbetin önemli bir sebebinin ise lokantanın sahibinin “veresiye” de vermesi olarak açıklamaktadır. Lokanta genelde akşam yemeklerinde bir edebiyat mahfiline dönermiş. Bu saatlerde lokantada genelde Halit Fahri, Ahmet Haşim, Faruk Nafiz, Cemil Sena, Haşim Nahit, Reşid PaşazâdeAkif, Reşat Nuri, Fahri Celâl, Fecir Kütüphanesi sahibi Cevdet bir araya gelirmiş2050. Ozansoy, bu toplantıların devamlı ve kıdemli müşterileri olarak Cemil Sena, Haşim Nahit ve Fecir Kütüphanesi sahibi Cevdet’in olduğunu belirtmektedir. Akşam yemeklerindeki edebiyat sohbetleri bazen çok fazla sürermiş. Ozansoy, bu toplantılarda Reşid Paşazâde Akif’in tiyatro kurma hevesi ile ilgili pek çok sohbetin yapıldığını, bu yüzden lokanta sahibinin bir köşede ve bazen de dükkânının önüne çıkarak sohbetin bitmesini beklemek zorunda kaldığını hatırlamaktadır2051. Toplantıların ne zaman bittiğine dair elimizde net bir bilgi bulunmamaktadır.

3. 5. 2. ABDULLAH EFENDİ LOKANTASI

1888’de Abdullah Efendi tarafından ilk olarak Karaköy’de Viktorya ismiyle açılan mekânın adı, II. Abdülhamit’in irade-i seniyesiyle Abdullah Efendi Lokantası olmuştur. 1920’de İstiklâl Caddesi’ndeki Rumeli Hanı’nın alt katına taşınan lokanta, 1958 yılında şimdiki yerine, Ağa Camii’nin yanındaki Sakızağacı Caddesi’ne taşınmıştır. 1970’lerde yönetimi eline alan Abdullah Ongan’ın çabalarıyla İstanbul’un sanat, spor, siyaset ve basın çevrelerinin sıklıkla buluştuğu bir yer hâline gelmiştir. Mekânın ismi 1983’te Hacı Abdullah Lokantası olmuştur2052. Yemeklerinin lezzetinin de etkisi olmakla birlikte, merkezi konumu mekânın sanatçıların uğrak yeri olmasını kolaylaştırdı. Meclis-i Mebusan’ın Fındıklı’da olduğu zamanlarda hemen bütün devlet kademesi yemeklerini burada yemiştir. Buranın edebiyatçı müdavimleri arasında başta Yahya Kemal olmak üzere Ahmet

2049 Ozansoy, a.g.e., s.29. 2050 Ozansoy, a.g.e., s.30. 2051 Ozansoy, a.y. 2052 Abdullah Efendi Lokantası’yla ilgili bilgiler Atilla Dorsay’ın yazısından alınmıştır. Bkz.: Atilla Dorsay, “Abdullah Efendi Lokantası”, DBİA, C. I, s.16.

392 Hamdi Tanpınar, Behçet Kemal Çağlar, Fuat Köprülü2053; A. Süheyl Ünver2054; İsmail Habib Sevük, Halit Fahri Ozansoy, Yusuf Ziya Ortaç’tır2055 A. Süheyl Ünver, “Yahya Kemal’in Dünyası”nda Yahya Kemal ile burada iki kere sohbet yaptığını kaydetmiştir. Kitapta, bahsi geçen sohbetlerden hangilerinin burada yapıldığına dair bir bilgi yoktur2056. Abdullah Efendi Lokantası’nda, Ahmet Hamdi Tanpınar ve İsmail Habib Sevük arasında bir tartışma çıkmış, tartışma yumruklu bir kavgaya dönmüştür. Kavganın asıl sebebi, İsmail Habib’in, yazdığı edebiyat tarihi kitabına Ahmet Hamdi Tanpınar’ı almamasıdır. Edebiyat kamuoyunu günlerce etkileyen kavgada Tanpınar ve Sevük yumruklaşmış, aradan bir süre geçtikten sonra da barışmışlardır. Hacı Abdullah Lokantası hâlâ aynı yerde müşterilerine hizmet vermektedir.

3. 5. 3. KOÇO

Moda Vapur İskelesi'nin yakınındaki Ayazmanın üstündeki bina, önceleri Konstantinos Koço Korontos tarafından ‘‘Moda Park Lokantası’’2057 ismiyle bir kır kahvesi olarak açılmıştır. İşletmecisinin ismi dolayısıyla Koço olarak ünlenen mekânda özellikle İstanbul’un Anadolu yakasında oturan sanatçı ve edebiyatçılar toplanmıştır. Koço’nun müdavimleri arasında Ahmet Haşim, Salih Zeki Aktay; Selim İleri, Erdal Atabek, Yusuf Atılgan, Işıl Özgentürk, Buket Uzuner2058 bulunur. Ahmet Haşim, arkadaşlarıyla burada sık sık şiir ve edebiyat sohbetleri yapmıştır. Şiirin merkezde olduğu bu toplantılar hemen her akşam düzenlenmiştir. “Persefon” şairi olarak bilinen Salih Zeki Aktay da bu toplantıları asla ihmal etmezmiş2059. Koço, günümüzde de aynı yerde müşterilerine hizmet vermektedir.

2053 Dorsay, a.y. 2054 Ord. Prof. Dr. A. Süheyl Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, 3. bsk., (Yay. Haz. Yasin Beyaz), İstanbul, İşaret Yayınları, 2010, s.26. 2055 Dorsay, a.y. 2056 Ünver, Yahya Kemal’in Dünyası, s.26. 2057 Refik Durbaş, mekânın tam isminin Moda Park Restoran olduğunu belirtmektedir.Bkz.: Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.19., Mekânla ilgili detaylı bilgi için bkz. Mehmet Yenen, “Koço”, DBİA, C.V, s.40- 41. 2058 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.19. 2059 Durbaş,a.y.

393 3. 5. 4. ŞTAYNBURG

Babıâli’den Sirkeci’ye doğru inerken sol tarafta yer alan2060, büyük bir ihtimalle işletmecisi Almanyalı olan içkili bir lokantadır. Mekân, yazar ve şairler arasında İstanbul Lokantası olarak da adlandırılmaktadır2061. Ne zaman kurulduğu ile ilgili net bir bilgimiz yoktur. Ama Münir Süleyman Çapanoğlu’nun, Ahmet Rasim’in bir Ramazan günü burada içerken bir polis tarafından gözaltına alınmak istendiğini yazması, mekânın II. Abdülhamit zamanında da açık olduğunu gösteren önemli bir delildir2062. Münir Süleyman Çapanoğlu, Ahmet Rasim’in genelde kapının solundaki ilk masaya oturduğunu, burada çevresine toplananlara hikâye ve fıkralar anlattığını yazmaktadır2063. Necip Fazıl Kısakürek’in “Babıâli” isimli anı kitabından öğrendiğimize göre 1920’lerde de gazete çalışanları, sanatçı ve yazarların burada bir araya gelip edebiyat, sanat ve kültür sohbetleri yaptığı yazılıdır. Lokanta, Babıâli’ye çok yakın olduğundan yazar ve şairlerin çok kolay ulaşabildikleri bir konumdaymış. Ştaynburg’un tespit edebildiğimiz müdavimleri şöyledir: Ahmet Rasim, Süleyman Nazif, Şair Eşref, Mahmut Sadık2064; Necip Fazıl, Peyami Safa, Mesut Cemil, Mustafa Şekip, Fikret Âdil, Burhan Toprak, Şeyh Nureddin, Burunsuz Tevfik2065; Kemal Sülker, Ömer Rıza Doğrul, Sadri Ertem, Naci Sadullah, Elif Naci, Vecdi Bürün2066; Yunus Nadi2067, Nazım Hikmet2068. Necip Fazıl anılarında, 1928’de burada Peyami Safa, Mesut Cemil, Mustafa Şekip, Fikret Âdil, Burhan Toprak, Şeyh Nureddin, Burunsuz Tevfik’le bir araya geldiğini, onlara “Babıâli” ile ilgili bir yazısını okuduğunu anlatmaktadır2069.

2060 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.14. 2061 Kemal Sülker, Anılara Yolculuk, İstanbul, Yazko, 1983, s.95. 2062 Münir Süleyman Çapanoğlu, “Ahmed Rasim ve İçki”, Vakit, 15 Birincikanun 1944, s.5. 2063 Çapanoğlu, a.y. 2064 Çapanoğlu, a.y. 2065 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.14. 2066 Sülker, Anılara Yolculuk, s.95. 2067 Ortaç, Bizim Yokuş, s.107. 2068 Ortaç, a.g.e., s.108. 2069 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.14–15.

394 Yusuf Ziya Ortaç, “Bizim Yokuş” isimli eserinde Ahmet Rasim, Mahmut Sadık ve Yunus Nadi’nin burada kendilerine ayrılmış “köşeleri” olduğunu yazmıştır. Süleyman Nazif, buraya bir akşam Abdülhak Hâmit’in “Mâhut Herif” şiirini Akbaba dergisine satmak için gelmiştir2070. Zor durumda olan Hâmit’e, “Akbaba” dergisinin sahipleri şiiri yayımlamak için telif ücreti olarak peşinen beş lira ödemiştir2071. 1942 yılının bir Ekim gecesi Ömer Rıza Doğrul, Sadri Ertem, Naci Sadullah, Kemal Sülker burada sohbet etmiştir. Lokantanın bahçe bölümünde ise Peyami Safa, ressam Elif Naci, yazar Vecdi Bürün oturmaktadır. Bir ara Peyami Safa’nın sesi yükselmiştir. Sabiha Sertel’in bu ülkede “sosyalist duduluk yapmasına müsaade” edilmemesi gerektiğini bağıra çağıra anlatmaktadır. Naci Sadullah, Peyami Safa’ya karşı çıkmış, ona burada olmayan bir bayanın arkasından konuşulmaması gerektiğini söylemiştir. Ağız dalaşı kavgaya dönecekken araya Sadri Ertem ve Elif Naci girmiş ve tartışma böylece tatlıya bağlanmıştır2072. Selim İleri, burada zaman zaman edebiyatçılarla yemek yeyip sohbet ettiklerini yazmaktadır. Bir gün Kemal Tahir2073, Leyla Erbil ve Naci Çelik ile burada yemek yediğini hatırlamaktadır2074. Başka bir gün ise Tarık Buğra, Fethi Naci ve Ömer Uluç ile buluşmuştur. Bu toplantı sırasında, “Akümülatörlü Radyo” oyunu İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda sergilenen Buğra’nın, kendisinden oyunu görmesini istediğini dile getirir. Fakat Selim İleri, önyargılarından dolayı bu oyunu izlemeye gitmemiştir. İleri, bu davranışından pişmanlık duyduğunu dile getirir2075. Mekânın ne zaman kapandığına dair elimizde bilgi yoktur.

2070 Abdülhak Hâmid’in “Mahut Herif” başlıklı şiiri, Akbaba dergisinin onuncu sayısında, 1923 yılında “Yine Ma’hûd Herif” başlığıyla yayımlanmıştır. Şiirin tam metni için bkz.: Abdülhâk Hamid Tarhan, Bütün Şiirleri 3: Hep Yahut Hiç/ İlham-ı Vatan, (Haz. İnci Enginün), 2. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999, s.182-183. 2071 Ortaç, Bizim Yokuş, s.108. 2072 Sülker, Anılara Yolculuk, s.95. 2073 Doğan Hızlan da Kemal Tahir ile burada yemek yediğini hatırlamaktadır. Bkz.: Başar, a.g.e., s.166. 2074 Selim İleri, “Bende İstanbul Hatıraları Kaldı…”, Zaman Cumartesi, 25 Ekim 2008, s.10. 2075 Selim İleri, a.y.

395 3. 5. 5. SANAT DOSTLARI LOKALİ

Mücap Ofluoğlu’nun verdiği bilgiye göre 1949 yılında Halep Pasajı’nda, Splendid Restoran’ın üst katında, Fikret Âdil tarafından sanatçı ve edebiyatçıların bir araya gelip yemek yerken sohbet edebileceği, vakitlerini geçirebileceği bir lokal açılmıştır2076. Kaynaklar, bu mekânı lokal2077, cemiyet2078 ve dernek2079 şeklinde isimlendirmektedir. Lokal, 1955 yılına kadar “her daldan sanatçının adeta sığınağı olarak” yaşamıştır2080. Hüsamettin Bozok, Fikret Âdil’in niçin bu tür bir lokal kurduğunu şöyle anlatmaktadır: “Şairlerle, yazarlarla, ressamların, heykeltıraşların, tiyatrocuların, sinemacıların…İç içe olmasını pek isteyen Fikret Âdil, son yıllarda ‘Sanat Dostları’ adıyla bir lokal kurmuştu. Bu, gerçek bir gereksinmeyi karşılıyordu. Arada bir yapılan yemekli toplantılarda, herkes birbiriyle görüşmek olanağını bulur hem de eğlenirdi.2081” Mücap Ofluoğlu, mekânın müdavimleri arasında Bedri Rahmi Eyüboğlu, Nuri İyem, Ferruh Başağa, Fethi Karakaş, Mümtaz Yener, Agop Arad, Mustafa Şekip Tunç, Sabahattin Eyüboğlu, Asaf Hâlet Çelebi, Orhan Hançerlioğlu, Fazıl Hüsnü Dağlarca, Ekrem Reşit Rey, Sait Faik’in isimlerini sıralamaktadır2082. Hüsamettin Bozok ise burada hapisten yeni çıkmış olan Nazım Hikmet ve Nevzat Üstün ile tanıştığını hatırlamaktadır2083. Oktay Akbal, Sait Faik’e Mark Twain Derneği tarafından şeref üyeliği verilmesi dolayısıyla onunla konuşmak istemiş ve onu Beyoğlu’nda bu lokalde bulmuştur2084.

2076 Dikeç, a.g.e., s.107- 108. 2077 Hüsamettin Bozok, “Anılarla Eski Beyoğlu”, Milliyet Sanat, s.18. 2078 Hüsamettin Bozok, “Dostluklar, İlişkiler”, İntermezzo/ Asmalımescit 74 (içinde), s.14. 2079 Dikeç a.g.e., s.107. 2080 Dikeç a.g.e., s.108. 2081 Hüsamettin Bozok, “Anılarla Eski Beyoğlu”, Milliyet Sanat, s.18. 2082 Dikeç a.g.e., s.109. 2083 Hüsamettin Bozok, “Dostluklar, İlişkiler”, İntermezzo/ Asmalımescit 74 (içinde), s.14–16. 2084 Oktay Akbal, “Sait Faik’le Bir Akşam Üstü”, Vatan, 16. 05. 1953, s.?

396 3. 5. 6. REFİK RESTORAN

Refik Restoran, Asmalı Mescit Mahallesi Sofyalı Sokak’ta, Refik Aslan tarafından 12 Mart 1954’te açılmıştır. Mekânın bulunduğu mahallede, bazı gazetelerin yönetim yerleri, sanatçı ve yazarların zaman zaman oturduğu evler, çeşitli meyhane ve restoranlar da bulunmaktadır. Refik, 1960’lardan itibaren edebiyat, sinema, tiyatro, resim dünyasından pek çok kişinin bir araya geldiği mekânlardan biri olmuştur. Refik’in belli başlı müdavimleri arasında Muzaffer Buyrukçu, Nurer Uğurlu, Halil İbrahim Bahar, Günel Altıntaş, Necati Tosuner, Refik Durbaş2085; Selâhattin Hilav, Ece Ayhan, Önay Sözer, Edip Cansever, Egemen Bostancı, Patriyot Hayati, Nurettin Akan, Engin Ertem2086 yer alır. Refik’teki edebiyat sohbetleriyle ilgili en detaylı bilgiler Muzaffer Buyrukçu’nun “Sıcak İlişkiler” ve “Dillerinde Dünya” isimli iki kitabında yer almaktadır. Muzaffer Buyrukçu’nun “Sıcak İlişkiler”de verdiği bilgilere göre 1965 yılının son günlerinde Edip Cansever ile birlikte mekâna gittiklerinde Selâhattin Hilav’ı tek başına bir masada içki içerken bulduklarını anlatır. Bir süre Selâhattin Hilav’ın tercüme eserlerinden konuşduktan sonra sosyal ve siyasal konular üzerinde bir sohbet başlar. Hilav, devrin yasaklamalarını protesto etmek için beş yüz yazarın bir çeviri kitabına çevirmen sıfatıyla imza atacağını, Edebiyatçılar Birliği’nin bir bildiri hazırladığını ve Yaşar Kemal ile Melih Cevdet’in ise sanatçı ve yazarlardan imza topladıklarını dile getirir2087. Hilav, siyasal ve sosyal baskıların insanları fazlasıyla zorladığını, bu sebepten de insanların olmayacak tepkiler verecek kadar değiştirdiğini söyler. Edip Cansever ise yaşanan günlerin sebebini “tatminsizliğe” bağlar2088. Cansever’e göre tatminsizlik ve uyumsuzluk insanları zor duruma düşürmektedir. Muzaffer Buyrukçu, “Dillerinde Dünya” isimli eserinde, 15 Mart 1969 tarihinde Günel Altıntaş, Nurer Uğurlu ve Halil İbrahim Bahar’ın bir araya geldiği masadaki edebiyat sohbetini detaylı bir biçimde yazmıştır. Günel Altıntaş, sohbet

2085 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.74–75. 2086 Buyrukçu, Sıcak İlişkiler, s.44–46. 2087 Buyrukçu, a.g.e., s.45. 2088 Buyrukçu, a.g.e., s.47.

397 sırasında Nâzım Hikmet ve Ahmed Arif’ten şiirler okumuş, söz herkesin en çok sevdiği kitapları söylemesine gelmiştir. Masadakiler beğenip beğenmediği kitapları söylemiştir. Muzaffer Buyrukçu da Tomas Marlov’un “Kral Arthur’un Ölümü” romanını sevdiğini, bu kitabı kendisine Cemal Süreya’nın tavsiye ettiğini dile getirmiş ve kitabın içeriğiyle ilgili kısa bilgi vermiştir. Günel Altıntaş ise böyle bir romanın yayımlandığını duymadığını iddia etmiştir. Halil İbrahim Bahar da kitaptan haberdar olmadığını belirtir ve sonunda kitabı çeviren Mina Urgan’a telefon edilmesine karar verilir. Günel Altıntaş, Mina Urgan’a telefon eder. Mina Urgan, onlara yazarın isminin Thomas Malory ve kitabın türünün de efsane olduğunun bilgisini verir2089. 1970’li yıllarda Günel Altıntaş, el yazısıyla yazdığı “İlinti” isimli şiirini daha önce Muzaffer Buyrukçu’ya okuması için uzatmıştır. Şiir aynı kaynakta şu şekilde yer almaktadır: “Çok uzun. Anlatamam. Her şey bir başka şey çünkü senin yüzün yüz değil zar tutarak attığım bir mısra mesela yüreğimin dövmesi yüzümün nakışı gözümün rengini değiştiren bir akarsu mesela öpüşürken senin yüzündür altımızdaki yatak mesela

Dalgın suların yüzü hep senin yüzündür senin yüzündür esen rüzgârla kırışan da

Bir savaşçı vurulup ölürse dağda yüzü senin yüzündür senin yüzündür beni ona bağlayan da Ben sabırla, bir gül gibi yetiştiririm umudu Çünkü yüzün, bir zırhtır ölümle aramda

Ne desem? Nasıl anlatsam? Hep bir ilinti Bir şeyle her şey arasında2090”

2089 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.74–75. 2090 Buyrukçu, a.g.e., s.76.

398 Refik Durbaş, dinlediği şiirdeki “mesela”ları yersiz bulduğunu ve kendisinin yabancı sözcükleri kullanmadığını belirtir. Günel Altıntaş, mesela kelimesinin dilimize kişiliği ile yerleştiğini, dilimizdeki temel sözcüklerden biri olduğunu, “mesela”nın yerine teklif edilen örneğin sözcüğünü “sevmediğini”, meselanın şiirde yerine oturduğunu, öteki mısralara kolayca geçişi ve öteki mısralarda biriken anlamı sezidirmeyi sağladığını söyler. Muzaffer Buyrukçu, “zar tutarak attığım bir mısra mesela” dizesinin yanlış kurulduğunu, mısranın zar tutularak atılamayacağını zira şiirin, genellikle sanatın, bilinmezliklerle aranan raslantısal bir ürün olmadığını belirttikten sonra ona yüzün çeşitli anlatımlara açık bir yoğunluk, bir anlam yoğunluğu taşıdığını vermek isteyip istemediğini sormuştur. Altıntaş, onun eleştirilerini bir dize öncesinde geçen “senin yüzün yüz değil” ile cevaplandırılabileceğini, yüzün başka bir şey olduğunu, ondan sonra da onun başka gerçeklere yansımasını, onlarla birleşmesini, bir bütünleşmeye gidişini belirterek açıklamıştır. Buyrukçu’nun aksine o, sanatın temelinin bilinmezlik olduğu kanaatindedir. Sözcüklerin, kavramların yazarın kafasında hazır olmadığını, onların yazarak var olduklarını, yazarak canlandıklarını ve bunun da sanatın rastlantıyla çok yakın bir ilişkisi olduğunu gösterdiğine işaret eder. Buyrukçu ise onun bu görüşlerine karşılık verir. Ona göre ise sanatta bir rastlantı yoktur. “Sanat, var olan gerçeğin nasıl var olduğunu, geçirdiği evreleri anlatmaktan başka bir şey değildir.2091” cümlesiyle görüşünü özetler. Altıntaş, onun düşüncelerine katılmadığını, tam tersinin de söylenebileceğini iddia eder. Halil İbrahim Bahar ise şiirdeki “Her şey bir başka şey çünkü” dizesini anlayamadığını belirterek konuşmaya dâhil olur. Şiirin yazarından şu sorusunu cevaplamasını ister: “Her şey nasıl başka şey oluyor?2092” Günel Altıntaş ise soruya şiirde anlattığı gibi oluyor şeklinde cevap verir. Halil İbrahim Bahar, şiirde eski bir havanın var olduğu, bu yüzden de şiiri pek beğenmediğini söyler. Altıntaş bu eleştiriye de her şiirin kendine özgü bir anlatımı ve biçimi vardır şeklinde karşılık verir2093. Daha sonra da Buyrukçu, son iki mısranın kendisini Edip Cansever’e götürdüğünü dile getirir. Altıntaş bu söze de “Edip

2091 Buyrukçu, a.g.e., s.78. 2092 Buyrukçu, a.y. 2093 Buyrukçu, a.y.

399 Cansever’in şiiriyle uzaktan yakından hiçbir ilişkisi yok.2094” cümlesiyle cevap verdikten sonra yazdığı şiirlerin hiçbirinde özgünlük, imajlar, mısra kuruluşları, sözcüklerin seçilişi, şiirin bütünündeki anlam bakımlarından hiç kimsenin etkisinde kalmadığını söyler. Buyrukçu, Refik Durbaş’tan görüşünü açıklamasını ister. Refik Durbaş ise kendi şiir anlayışının çok farklı olduğunu ve bunları anlatırsa bir eleştiri olmayacağı için şiirle ilgili başka bir şey söylemez. Buyrukçu, daha sonra şiir üzerinde her sözcüğü ayrı ayrı ele alarak durduğunu, mısralar arasındaki ilişkileri gösterdiğini yazmaktadır. Günel Altıntaş’ın da şiirini savunduğunu belirtir. Günel Altıntaş, “Sanat nedir, zanaat nedir?”2095 sorusuyla başka bir konuya geçilmesini sağlamıştır. Mahfildeki bir şiir eleştirisini özetleyerek anlattığımız yukarıdaki bölüm, bu tür mekânlarda “hasbihâl olarak” bile olsa bir edebiyat-şiir eleştirisinin yapıldığını gösteren açık bir delildir. Bu tür mekânlar, yani edebiyat mahfilleri, şairlerin diğer şair ve edebiyatçılarla iletişime geçtiği, birbirlerinin şiirlerini dinlediği, şiir üzerinde kanaat, dikkat ve eleştirilerin açıklandığı bir “eleştiri odağı” işlevine de sahiptir. Bu sayede şiir üzerinde bir eleştiri mekanizması kurulmakta, farklı görüş ve düşüncelerle şiirin anlaşılması, şiirin içinde barındırdığı ilişkiler ağı ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır. Mahfilde şiiri okunan şair de şiirin başkaları tarafından nasıl algılanıp anlamlandırıldığını, varsa şiirle ilgili soruları hemen cevaplayabilmektedir. Bir sanat ve edebiyat mekânı olarak da varlığını sürdüren Refik, Asmalımescit’te hâlâ müşterilerin hizmetindedir.

3. 5. 7. SİRKECİ GAR LOKANTASI

Babıâli’nin henüz İkitelli taraflarına taşınmadığı 1950’li yıllarda, gazete çalışanları ile gazetede köşe yazarları ve devrin sanat-edebiyata ilgili duyanları, Sirkeci Garı’ndaki Sirkeci Gar Lokantası’na öğle tatilleri ve iş çıkışlarında uğramayı ihmal etmezmiş. Ayrıca özel toplantılar yapılacaksa veya birkaç yazar ve şair toplanıp edebiyat ve sanat sohbeti yapıp yemek yemek isterse bu lokantayı tercih

2094 Buyrukçu, a.y. 2095 Buyrukçu, a.g.e., s.79.

400 edermiş. Babıâli çalışanları ve yayın evi sahipleriyle çevredeki esnaflar da Gar Lokantası’na gelirmiş. Sirkeci Gar Lokantası’nda bir araya gelenlerden tespit edebildiklerimizin isimleri şöyledir: Muzaffer Buyrukçu, Oktay Akbal, Cengiz Tuncer, Aydın Emeç, Hilmi Yavuz, Sermet Çağan, Selahattin Hilav, İsmet Sungurbey, Abdülbaki Gölpınarlı, Erdal Öz2096; Refik Durbaş, Ahmet Celal Akbulut, Attilâ Tokatlı, Can Yücel, Behçet Aysan, Erdal Alova2097; Rıfat Ilgaz, Sait Faik2098; Orhan Kemal2099. Gar Lokantası’nın bahçesi yazın müşterilerin hizmetine açılırmış. Burada İstanbul’un sayılı gazetecileri, entelektüelleri, yazar ve şairleri bir araya gelirmiş. Bir zamanların ünlü Meydan Larousse Ansiklopedisi’nde çalışan yazarlar da iş çıkışı buraya uğramadan evlerine gitmezmiş2100. 1970’lerin Temmuz ayında bir gün Muzaffer Buyrukçu, Oktay Akbal, Cengiz Tuncer, Aydın Emeç, Hilmi Yavuz lokantanın bahçesinde oturup çeşitli konularda konuşmuşlardır. Sohbette Yaşar Kemal’den ve onun eseri Ağrı Dağı Efsanesi’nden sözedilmiştir. Sohbet konusu, Orhan Kemal’in bütün eserlerini yayımlamak isteyen Milliyet gazetesinin yazara verdiği telif ücretine gelmiş, masadakiler de telif ücretleri hakkında görüşlerini dile getirmiştir2101. Sirkeci Gar Lokantası günümüzde Orient Express/Gar Lokantası ismiyle aynı yerde hizmet vermektedir. Fakat artık bir sanat- edebiyat mahfili kimliğine pek sahip değildir.

3. 5. 8. FIÇI RESTORAN

Kadıköy Çarşısı içinde, Kadıköy tarafında oturanlar ile arkadaşlarıyla buluşmak isteyenlerin bir araya geldiği bir mekândır. Kadıköy’deki Hatay Lokantası’nın 1983 yılında kapanması sebebiyle buranın müdavimleri Fıçı’da toplanmaya başlamıştır2102.

2096 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.54–55. 2097 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.44. 2098 Ilgaz, Yokuş Yukarı, s.77. 2099 Ilgaz, a.g.e., s.154. 2100 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.31. 2101 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.55. 2102 Buyrukçu, Anında Görüntü, s. 322.

401 Refik Durbaş, her “cuma” akşamı arkadaşlarıyla Fıçı’nın üst katında buluştuğunu yazmaktadır2103. Fıçı’da bir araya gelenlerden tespit edebildiklerimizin isimleri şöyledir: Refik Durbaş, Aydın Emeç, Mehmet Sönmez, Balıkçı Nuri, Ferit Erkman, Selçuk Batur, Süreyya Berfe, Mete Sönmez, Mürşit Balabanlılar, Cihat Burak2104; Cemal Süreya, Cahit Kayra, Mehmed Kemal, Behzat Ay, Avni Öztüre, Arif Damar, İlhan Ersin2105. Fıçı, şair ve ressamların sıklıkla uğradığı bir mekândır. Şairler, ressam ve hikâyecilerin bir araya geldiği mekânda doğal olarak sanat-edebiyat konuları da konuşulmuştur. Refik Durbaş’ın verdiği bilgiye göre mekânın önemli siması Aydın Emeç’in ölümü ile buradaki toplantılar sona ermiştir2106.

3. 5. 9. TUNA LOKANTASI

Tuna Lokanta ve Pastanesi2107, Asmalımescit’te Atlas Apartmanı’nın altında yer alıyormuş2108. Mehmed Kemal, “Acılı Kuşak” isimli eserinde buranın ön tarafında içki içildiğini, arka tarafında da bilardo, tavla, kâğıt gibi oyunların oynandığını yazar2109. Mekânın belli başlı müdavimleri Salâh Birsel, Sait Faik, Sabahattin Kudret, Samim Kocagöz, Necati Cumalı, Behçet Necatigil, Edip Köknel, Alp Kuran, Suat Behlülgil, Fahir Onger, Oktay Akbal2110; Mehmed Kemal, Fahir Onger, Naim Tirali2111; ressamlardan Avni Arbaş, Fethi Karakaş, Agop Arad, Mümtaz Yener, Ferruh Başağa, Ercüment Kalmık, Nuri İyem, Cevat Dereli2112dir. Mehmed Kemal, “Acılı Kuşak” isimli kitabında buradaki bir toplantı hakkında bilgiler vermiştir. Fahir Onger, Mehmed Kemal’le burada buluşmuştur. Mehmed Kemal, isimlerini edebiyat dergilerinden bildiği Salâh Birsel, Fahir Onger,

2103 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.42. 2104 Durbaş, a.g.e., s.42–44. 2105 Durbaş, a.g.e., s.257. 2106 Durbaş, a.g.e., s.44. 2107 Behzad Üsdiken, buranın Tuna İçkili Lokantası olarak da bilindiğini belirtir. Bkz.: Üsdiken, a.g.e., s.109. Salâh Birsel, Kahveler Kitabı’nda buranın isminin Tuna Birahanesi olduğunu yazmaktadır. Bkz.: Birsel, Kahveler Kitabı, s.162. 2108 Üsdiken, a.g.e., s.108. 2109 Kemal, Acılı Kuşak, s.80. 2110 Birsel, Kahveler Kitabı, s.162–164. 2111 Kemal, Acılı Kuşak, s.80–81. 2112 Birsel, Kahveler Kitabı, s.162–163.

402 Oktay Akbal, Naim Tirali ile tanışmıştır. Ankara’da yaşayan Mehmed Kemal, masadakilerin ona “taşrada” yaşadığı için yukardan baktıklarını hissetmiştir. Buna rağmen birkaç şiirini de onlara okumaktan çekinmemiştir. Masadakiler onu sessizce dinlemiş sonra da Salâh Birsel, okunan şiirdeki bir iki yeri eleştirmek istemiştir. Fahir Onger ise Salâh Birsel’in konuşmasını engellemiştir. Konu tatlıya bağlandıktan sonra Oktay Akbal bir hikâyesini okumuştur2113. Tuna, 1950’lerin ortalarına doğru kapanmıştır2114.

3. 6. OTEL VE PASAJ

3. 6. 1. DİVAN OTELİ

Taksim Gezisi’nin kuzeybatı köşesinin karşısında, Cumhuriyet ve Askerocağı Caddelerinin kesiştiği köşede yer alan Divan Oteli’nin pastane ve “Kehribar” adlı barı, 1960- 1970 yılları arasında şair, yazar ve basın yayın sektörünün ünlü isimlerinin bir araya geldiği bir mekân olmuştur2115. Kehribar’ın müdavimleri arasında Attilâ İlhan, Aydın Boysan, Doğan Nadi, Bedii Faik, Çetin Altan, Hasan Pulur gibi tanınmış simalar yer almaktadır2116.

3. 6. 2. ÇİÇEK PASAJI

Çiçek Pasajı’nın bulunduğu arsa önceleri Duhani ailesinin mülkiyetindeymiş. Duhani ailesi, 1870’teki büyük Beyoğlu yangınında harap olan Naum Tiyatrosu'nun arsasını yeniden imar etmeyip arsayı dönemin en zengin insanlarından biri olan Hristaki Zografos Efendi’ye satmış, o da arsaya “Cité de Péra” adıyla yeni bir çarşı yaptırmıştır. İstiklal Caddesi'ne ve Sahne Sokağı'na açıldığı için pasaj niteliğinde olan yapıda 24 dükkân, 18 lüks daire vardır. Sahibinin ismi dolayısıyla “Hristaki Pasajı” olarak

2113 Kemal, Acılı Kuşak, s.81. 2114 Üsdiken, a.g.e., s.109. 2115 “Divan Oteli ve Pastanesi”, DBİA, C. III, s. 68–69. 2116 “Divan Oteli ve Pastanesi”, DBİA, C. III, s. 69.

403 da bilinen yapı, 1908’de Sadrazam Küçük Sait Paşa’ya satılmıştır. Çarşıya “Çiçekçilik İstihsal ve Satış Kooperatifi”nin yerleşmesi ve burada çiçek mezatlarının yapılmaya başlanması, pasajın isminin “Çiçek Pasajı” olarak değişmesine sebep olmuştur2117. Degustasyon, Çiçek Pasajı’nın İstiklâl Caddesi’ne bakan ön cephesinde yer alırmış. Degustasyon’un arka kapısı zaman zaman açılır, arka taraftaki pasaja birkaç masa çıkarılırmış. Bu masalarda çiçek kokularının içinde oturmak müşterilerin çok hoşuna gittiğinden, Çiçek Pasajı’nda meyhaneler açılmaya başlamıştır. 1950’lerde pasajdaki çiçekçiler yan sokağa taşınmıştır. Onların yerlerini çeşitli meyhaneler almasına rağmen, pasajın adı günümüzde Çiçek Pasajı olarak biliniyor2118. Çiçek Pasajı, uzun yıllardır sanatçı-edebiyatçıların bir araya geldiği, çok çeşitli konuların yanı sıra sanat-edebiyat konularının da konuşulduğu bir sanat- edebiyat mahfilidir. Pek çok sanatçı ve edebiyatçı bu pasajda haftanın belirli günleri bir araya gelmiş, sanat edebiyat sohbetleriyle birlikte farklı konularda sohbetler, tartışmalar, konuşmalar yapmıştır. Mekânın yıllar içinde oluşan cazibesinin yanı sıra pasajın merkezi konumunun da mahfilin burada kurulmasında etkisi çok fazladır. Çiçek Pasajı’nı bir sanat-edebiyat mahfili hâline getirenlerden tespit edebildiklerimizin isimleri şöyledir: Muzaffer Buyrukçu, Hilmi Yavuz, Selâhattin Hilav, Metin Eloğlu, Edip Cansever, Fathi Naci, Cahit Irgat, Can Yücel, Tarık Dursun K., Nedim Gürsel2119; Yaşar Kemal, Şükran Kurdakul2120; Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret Aksal, Naim Tirali2121; Ahmet Oktay2122; Orhan Kemal, Haldun Taner, Salih Tozan, Orhan M. Arıburnu2123; Abbas Sayar, Halim Uğurlu, İsmet Zeki Eyüboğlu2124; Tektaş Ağaoğlu, Atilla Özkırımlı, Aydın Boysan, Cevat Çapan, Tunç Başaran, Mustafa Alabora2125; Sait

2117 Bu paragraf Feriha Büyükünal’ın eserinden özetlenerek oluşturulmuştur. Bkz.: Büyükünal, a.g.e., s.118-119. İstanbul’daki pasajlar hakkında genel bir bilgi için bkz.: Giovanni Scognamillo, “Pasajlar”, DBİA, C.VI, s.226. 2118 Büyükünal, a.g.e., s.118-119. 2119 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.119–120. 2120 Naci, Anılar Kitabı, s.205. 2121 Yahya Benekay, “ Masalarda 3: Dağlarca”, Varlık, No:738, 15 Mart 1969, s.10. 2122 Oktay, Gizli Çekmece, s.117. 2123 Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, s.200. 2124 Eyüboğlu, Anılar, s.318. 2125 Dikeç, a.g.e., s.378- 380.

404 Faik, Salâh Birsel, Tahir Alangu, Şakir Eczacıbaşı2126; Doğan Nadi, Bedii Faik, Mücap Ofluoğlu2127. Çiçek Pasajı, aydın ve yazarların “sembolik” bir değeri olan mekânlarının en önemlileriden biridir. Mekânın kozmopolit ve yoğun atmosferine adım atan aydın ve sanatçılar burada kendi dertlerinden uzaklaşmaktadır. Çiçek Pasajı’nın ünlü müdavimlerinden biri olan Haldun Taner, buranın önemini ve mekânı ustaca şöyle tasvir etmektedir: “Çiçek Pasajı, sade Beyoğlu’nun değil belki dünyanın da en civcivli meyhanesi idi. Her tanrının günü bu pasaj sabahın yedisinden gecenin yarısına kadar dolar taşardı. Yirmi kadar meyhanenin içi, fıçıların masa olarak kullanıldığı kaldırımları, pasajın ortasındaki boşluk, Balıkpazarı ve Beyoğlu kapılarına sıralanmış seyyar karidesçi, kokoreççi ve midyeciler günün hiçbir saatinde müşterisiz kalmazdı. Müşterilerin hepsi biribirinden renkli, canlı ve çelişkendi. İflah olmaz esrarkeşle snob aydın, sırıtık turistle karamsar sanatçı, ipini koparmış aylakla çiçeği burnunda asistan, dejenere mirasyedi ile ağır işçi, burada dirsek direğe kafa cilalardı. (…) Orada bu insan denizinin içinde, bir insan zerresi olurdunuz. Kendi kafanızda ve kuruntunuzda yarattığınız egosantrik kişiliğinizden burada kurtulur, çevre ile kaynaşıp daha sağlıklı bir ilintiye girerdiniz.2128” 1951’lerde, “Yeryüzü” dergisinin bir sayısını daha çıkarmış olan Fethi Naci ve Şükran Kurdakul burada bir araya gelmiştir. Sanat ve edebiyat konuları üzerinde konuşurlarken mekâna Yaşar Kemal uğramıştır. O devirlerde Fethi Naci, Oktay Deniz takma adıyla yazılar yazmaktadır. Yaşar Kemal, Şükran Kurdakul’a dönüp Oktay Deniz takma adının kime ait olduğunu bildiğini söylemiştir: “Behice Boran.” Fethi Naci ve Şükran Kurdakul birbirlerine bakıp gülümsemiş, Yaşar Kemal de bir süre sonra hiçbir şeyin farkına varmadan mekândan ayrılmıştır2129. Yahya Benekay anılarında; Fazıl Hüsnü Dağlarca, Oktay Akbal, Behçet Necatigil, Sabahattin Kudret Aksal ve Naim Tirali’nin 1960’larda her “salı” pasajda sanat edebiyat sohbetleri yaptığının bilgisini verdikten sonra buradaki toplantılara Dağlarca’nın davetlisi olarak katıldığını yazmaktadır. Bu toplantıların ilkinde onunla sadece Oktay Akbal’ın ilgilendiğini, diğerlerinin onun varlığından çok da hoşlanmadığını belirtmektedir. Sohbet sırasında bir ara söz şiire gelmiş ve Behçet

2126 Eczacıbaşı, a.g.e., s.212. 2127 Yüksel Baştunç, Beyoğlu: Dünden Bugüne, İstanbul, Yılmaz Yayınları, 1993, s. 68. 2128 Taner, Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, s.199–200. 2129 Naci, Anılar Kitabı, s.205.

405 Necatigil, Yahya Benekay’ı etkileyen şu cümleyi söylemiştir: “Benim bildiğim şu, her kuşak kendi şairini ve şiirini anlar ve sever.2130” Bir hafta sonraki salı toplantısında, Dağlarca’nın yanında Benekay’ı gören müdavimler, masaya hiç oturmamış, bir merhaba diyerek pasajdan ayrılmıştır2131. Bu tavır alışta, mahfile devam edenlerin bu davetle ilgili onayının alınmaması etkilidir. Bu tür misafirler, mahfilin samimi havasını bozabilir, orada belki de samimi itiraflarda bulunacak şair ve yazarların rahatça konuşmalarını engelleyebilir. Mahfil toplantılarını düzenleyenler, birbirlerini az da olsa tanıyan, anlayan ve anlaşabilen insanlardan oluşmuştur. Mahfile yabancı birisini katmak istememelerinin bir sebebi de mahfilin “özel” kabul edilmesidir. Muzaffer Buyrukçu “Dillerinde Dünya” isimli eserinde anlattığına göre Hilmi Yavuz ile 1971 yılının Nisan ayında pasaja gitmiştir. Sohbet, “insanca yaşamanın anlamı” üzerinedir. Bu sırada Nedim Gürsel ve bir arkadaşı da masaya oturup sohbete katılmıştır. Sohbet, Naci Çelik ve Taylan Altuğ’un “Türkiye Defteri” dergisindeki yazıları çevresinde devam etmiştir2132. Mehmed Kemal, Çiçek Pasajı’nın 1940’lı yıllarını bildiğinden, yılların geçmesi ile buranın bayağılaştığını gözlemlemiştir. 1970’li yıllarda, Çiçek Pasajı’ndaki Sev-İç Meyhanesi’nde Ümit Deniz ile bir araya geldiğini belirttikten sonra o yılların hemen bütün şair, yazar ve sanatçısını burada görmenin mümkün olduğunu dile getirmiştir2133. Mücap Ofluoğlu, Fethi Naci önderliğinde, özellikle de “cuma” günleri şair, yazar ve sanatçıların pasajdaki Sev-İç Meyhanesi’nde toplandıklarını belirtmektedir. “Cuma akademyası” ismi de verilen bu toplantıların önderliğini bir aralar Cumhuriyet Kitap Dergisi yönetmeni Turhan Günay, daha sonra da Cevat Çapan yapmıştır2134. Cevat Çapan’ın önderliğindeki bir grup yazar ve sanatçı Çiçek Pasajı’nda her cuma öğleden sonraları toplanmaya devam etmektedir2135.

2130 Benekay, a.g.m., s.10. 2131 Benekay, a.y. 2132 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.119–120. 2133 Kemal, Denemeler Elemeler, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1997, s.5–6. 2134 Dikeç, a.g.e., s.379. 2135 Selahattin Özpalabıyıklar ile 13.03.2009 tarihinde yapılan görüşme.; Haydar Ergülen ile 13. 04. 2011 tarihinde yapılan görüşme.

406 3. 7. DİĞER MEKÂNLAR 3. 7. 1. KEBAPÇI KÂMİL

Kalpakçılarbaşı’ndan geçilerek, Kapalı Çarşı’nın Nuruosmaniye Camisi’ne açılan kapısından çıkınca sol tarafa doğru inen sokağın başında, sol taraftaki dört dükkânı Kebapçı Kâmil işletmiştir2136. Temizliği ve titizliği sayesinde ünlenen Kâmil’in dükkânında pek çok şair ve yazar yemeklerini yerken çeşitli konularda da sohbetler etmiştir. Ali Kemal, Rıza Tevfik, Babanzade Ahmet Naim, Yusuf Akçura, Fuad Şemsi, Midhat Cemal, Mehmed Âkif2137 gibi isimlerin devam ettiği mahfilde, Midhat Cemal’in verdiği bilgilere göre edebiyat bahisleri de konuşulmuştur. Darülbedayi’de edebiyat dersi veren Rıza Tevfik, talebelerine ezberlettiği ikinci Safahat’taki Haliç tasvirine bu lokantada hayret etmiş ve “Hodri meydan! Âkif’ten başka bunları yazacak varsa çıksın!” sözleriyle görüşünü dile getirmiştir. Ali Kemal ise burada Muallim Naci’nin yerini Âkif’in doldurduğunu iddia etmiş, Yusuf Akçura ise Mehmed Âkif’in hiç kimseye benzemediğini, onun başka bir adam olduğunu bu dükkândaki toplantılarda dillendirmiştir2138. Mehmed Âkif, bir aralar hükümetten muntazam aylık alamadığından öğle yemeklerinin parasını Kâmil’e borçlanmak zorunda kalmıştır2139. Kebapçı Kâmil’in bir nevi sanatkâr hamiliği kabul edilebilecek bu davranışı Âkif’i çok fazla mütehassis ettiğinden birkaç gün içinde ansızın vefat eden Kâmil için “Sebilürreşad” dergisinde bir yazı yayımlamıştır2140. Bu yazının 1918 yılında yayımlandığı düşünülürse, buradaki toplantıların da aşağı yukarı bu yıla yakın bir zaman diliminde yapılmış olduğu ortaya çıkmaktadır. Kâmil vefat edince, dükkân kapanmış, mahfil toplantıları da bitmiştir.

2136 Mehmed Akif, “Merhum Kâmil”, Mehmed Âkif’in Makaleleri: Sırat-ı Mustakim ve Sebilürreşad Dergilerinde Çıkan (içinde), s.193. 2137 Ayvazoğlu, 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, s.248- 249. 2138 Kuntay, Mehmed Akif: Hayatı- Seciyesi- Karakteri, s.110–111. 2139 Kuntay, a.g.e., s.112. 2140 Mehmed Âkif’in bu yazısı, Yard. Doç. Dr. Abdulkerim Abdulkadiroğlu- Nuran Abdulkadiroğlu tarafından hazırlanan eserdeki bilgiye göre Sebilürreşad dergisinin 374. sayısında yayımlanmıştır. Bkz.: Mehmed Akif, “Merhum Kâmil”, Mehmed Âkif’in Makaleleri: Sırat-ı Mustakim ve Sebilürreşad Dergilerinde Çıkan (İçinde), s. 193.

407 3. 7. 2. BİLGİ YURDU DERNEĞİ

Yusuf Ziya Ortaç, İçtihat Evi’nin ikinci katında, Orhaniye Matbaası’nın karşısında yer alan Bilgi Yurdu Derneği’ne Ziya Gökalp’ın davet etmesi sebebiyle ilk defa Rıza Tevfik ile gitmiştir. Ortaç, Bilgi Yurdu Derneği’nde derneğin yöneticisi olan Ziya Gökalp tarafından her “cuma” özellikle “sade Türkçe”, “aruz ve hece vezinleri” üzerinde konuşmaların yapıldığını belirtmektedir. Ortaç, Ziya Gökalp ile burada ilk karşılaştığında onun kendisini izlediğini hissettiren şeyler söylediğini hatırlamaktadır2141. Bu konuşma sırasında mekâna Ali Canip, Ömer Seyfettin, Celâl Sâhir, Orhan Seyfi ve Enis Behiç’in girdiğini, bu isimlerle burada tanıştığının bilgisini aynı yazıda dile getirmektedir. Ziya Gökalp’ın daha sonra mahfildekilerin geneline hitap ederek üç dilden oluşan karma bir dilin niçin yapılamayacağını, yazı dilinin konuşma dilinden ayrılmaması gerektiğini, aruz vezninin bizim veznimiz olamayacağını söylediğini belirtir2142. Bu konuşma, orada bulunanların hemen hepsini çok fazla etkilemiştir. Nitekim Ortaç, bir hafta sonraki mahfil toplantısına Orhan Seyfi, Enis Behiç ve kendisinin ceplerinde hece vezniyle yazılmış şiirlerle geldiğine dikkatleri çekmektedir2143. Ortaç, bu toplantılardan o kadar etkilenmiş ki “Ziya Gökalp’ın bir konuşması, hepimize elimizdeki aruz’un rübabını attırmış, hecenin sazını aldırmıştı.2144” cümlesiyle bu etkiyi dile getirmiştir. Ortaç’ın hece vezniyle yazdığını dile getirdiği ilk şiirinin ismi “Gecenin Hamamı”dır2145. Bu şiir, kısa bir süre sonra Türk Yurdu dergisinde çıkmıştır2146. Ortaç’ın “Portreler” isimli eserinden, Enis Behiç’in şiirinin ismini de öğrenebilmekteyiz: Hodbin2147. Toplantıların içeriği ve ne kadar sürdüğüyle ilgili başka bir bilgimiz yoktur.

2141 Ortaç, Bizim Yokuş, s.23. 2142 Ortaç, a.y. Ortaç, Porteler isimli eserinde Ziya Göklap’ın dernekte “hece vezni” ve “İstanbul lehçesi” konferansını Enis Behiç ile dinlediğini hatırlamaktadır. Bkz.: Ortaç, Portreler, s.130. 2143 Ortaç, Bizim Yokuş, s.23. Ortaç, Portreler isimli kitabında ise Enis Behiç’in buraya iki hafta sonra hece vezniyle yazılmış ilk şiiriyle geldiğini yazmaktadır. Bkz.: Ortaç, Portreler, s.130. 2144 Ortaç, Bizim Yokuş, s.24. 2145 Ortaç, a.y. 2146 Ortaç, a.y. 2147 Ortaç, Portreler, s.130.

408 3. 7. 3. HALİT FAHRİ’NİN KADIKÖY’DEKİ PANSİYON ODASI

Halit Fahri Ozansoy, “Edebiyatçılar Geçiyor”da, Kadıköy’de Şemsitap Mahallesi’nde, Matmazel Liza’nın pansiyonundaki bir odaya yerleştiğini, bu pansiyon odasının o yıllarda birçok yazarın ve şairin devam ettiği ve toplantılar yaptığı bir mahfil olduğunu iddia etmiştir2148. Adnan Giz, bu toplantıların Mütareke yıllarında yapıldığının bilgisini “Bir Zamanlar Kadıköy” adlı eserinde vermektedir2149. Ozansoy, odasında bir araya gelen isimleri şöyle açıklamaktadır: Yusuf Ziya, Faruk Nafiz, Âli Mükerrem, Fahri Celal, Haşim Nahid, Reşat Nuri, Reşid Paşazâde Akif, Salih Zeki, Altıyol ağzındaki Fecir Kitabevinin sahibi Cevdet, Ömer Seyfettin, Ahmet Haşim, Ozansoy’un karşısındaki odada pansiyoner olarak kalan Muallim Mehmed ve Muallim Nedim2150. Ozansoy eserinde, buradaki bir edebiyat sohbetini de anlatmıştır. Ahmed Haşim, Faruk Nafiz, Reşat Nuri, Fahri Celâl, Cevdet ve isimleri açıklanmayan başka kişilerin odada bir araya geldiğini, bunların şiirlerini okuduğunu, mecmulardan bahsedildiğini, sözün daha sonra Salih Zeki’nin “Yunanî şiirlerine” geldiğini anlatmaktadır. Ahmet Haşim haricindeki herkes Salih Zeki’nin şiirlerini acımasızca eleştirmiştir. Konuşmanın üzerinden bir buçuk saat geçip başka konulara geçildikten sonra Ahmet Haşim, Salih Zeki’nin şiirlerini övmeye başlamış ve eleştirisini “…bu çocuğun şiirleri harikadır.” cümlesiyle tamamlamıştır2151. Ozansoy, bir akşam da kendisini bu odada Ömer Seyfettin’in ziyaret ettiğini, onunla o akşam iki saat bir mangal karşısında, memleketten, harpten ve edebiyattan konuştuklarını, Ömer Seyfettin’in bir aralık masanın üzerindeki Şeyh Galip’in Hüsn- ü Aşk’ını eline alıp rastgele açtığı sayfalardan birkaç şiir okuduğunu yazmıştır2152. Mahfilin ne zaman dağıldığıyla ilgili elimizde bilgi yoktur.

2148 Giz, Bir Zamanlar Kadıköy: 1900- 1950, s.183. 2149 Giz, a.y. 2150 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s.25- 27. 2151 Giz, Bir Zamanlar Kadıköy: 1900- 1950, s.202. 2152 Ozansoy, Edebiyatçılar Geçiyor, s. 61.

409 3. 7. 4. ÖZEL AŞİYAN İDADİSİ

Halide Nusret Zorlutuna’nın “Bir Devrin Romanı” isimli eserinde, Âşiyan İdadisi’nde toplantıların yapıldığının bilgisi yer almaktadır. İdadinin sanatsever ve genç nesle yardım etmek isteyen Müdürü Namık Bey, okulun bir salonunu toplantıların yapılması için gençlere tahsis etmiştir. Vâlâ Nureddin, Suat Salih, Ahmet Hamdi, Rıfkı Melûl, Sadrazam Kâmil Paşa’nın küçük oğlu, küçük hikâyeler yazan Nâzım Kâmil, sonradan mebus olan Dr. Ahmet Hâmid Selgil ve Zorlutuna’nın isimlerini açıklamadığı “bazı arkadaşları” da bu toplantılara katılmıştır2153. Toplantılarda, şiire ve edebiyata hevesli gençlerin son yazdığı şiirleri okunmuş, şiir üzerinde değerlendirmeler yapılmıştır2154.

3. 7. 5. SAHAF RAİF YELKENCİ’NİN DÜKKÂNI

Sahaf dükkânları da edebiyat mahfillerinin kurulduğu mekânlardandır. Beyazıt’taki sahafların en meşhurlarından biri olan Raif Yelkenci’nin dükkânı, Haluk Güneyli’nin bizzat şahit olduğu üzere ilmî sohbetlerin yapıldığı, çeşitli münakaşaların çözümlendiği bir kitap, kültür-sanat ve edebiyat mahfilidir. Raif Yelkenci’nin mahfilinde Halûk Güneyli’nin tespitine göre şu isimler toplanmıştır: “Celâl Bayar, Osman Nuri Ergin, Kasım Gülek, Hasan Âli Yücel, Fahri Bilge, Zeki Velidi Togan, Zeki Balaban, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Ali Nihad Tarlan, Ahmet Caferoğlu, Reşit Rahmeti Arat, Abdülkadir Karahan, Mükrimin Halil Yinanç, Şemseddin Günaltay, A. Süheyl Ünver, Faik Reşit Unat, Mustafa Namık Çankı, Mustafa Yeşil, Refii Cevat Ulunay, Kemal Batanay, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Cavid Baysun, Şehabettin Tekindağ2155.”

2153 Zorlutuna, Bir Devrin Romanı, s.132. 2154 Zorlutuna, a.g.e., s.133. 2155 Halûk Güneyli, “Sahaflar Çarşısı ve Hatıralar”, Müteferrika, No:5, Bahar 1995, s.126.

410 3. 7. 6. MEYDAN LAROUSSE ANSİKLOPEDİSİ REDAKTÖRLER ODASI

Hilmi Yavuz, kendisiyle görüşmemizde Meydan Larousse Ansiklopedisi’nin redaktörler odasının bir edebiyat mahfili olduğunu dile getirmiştir. Yeni Sabah gazetesinin binasındaki mekâna onu ilk defa Adnan Benk götürmüş, Hilmi Yavuz askere gidiş tarihi olan 1 Eylül 1970’e kadar da burada çalışmıştır2156. Meydan Larousse Ansiklopedisi’ni çıkaran ekibin çalışma odasında sanat, kültür, siyaset ve tabii ki edebiyatla ilgili konular konuşulurmuş. Redaktörler odasında Selahattin Hilav, Faik Baysal, Hilmi Yavuz, Galip Üstün, Tanju Gökçöl, Rauf Mutluay, Vedat Günyol, Oktay Akbal, Afif Obay, Ziya İsvan, -bir aralar- Demir Özlü, Afşar Timuçin ile süreli yayınlar ile edebiyat ve güncel konular üzerinde bu iş yerinde sohbetler yapmıştır. Hilmi Yavuz’un ifadesine göre Vedat Günyol’un çalıştığı bu yerde “Yeni Ufuklar” dergisinin hemen bütün işleri yapılırmış2157.

3. 7. 7. ÇORLULU ALİ PAŞA MEDRESESİ

1980 darbesinden sonra Haydar Ergülen’in ifadesine göre “kendisini ötekinde tanımak isteyen2158” bazı şair ve yazarlar 1983- 1984 yıllarından başlayarak Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde bir araya gelip şiirin merkezde olduğu edebi konularda sohbetler yapmıştır. Sağ ve sol kesimden genç şairler, kendiliğinden oluşan bu mahfilde, “şiire dönüş hareketi” olarak nitelenebilecek konuşmalar yapmıştır2159. Haydar Ergülen, mahfile devam eden genç şair ve yazarların “Üç Çiçek” ve “Şiir Atı” dergilerini çıkardığını, bu süreli yayınlarda onların kendi sanat görüşlerini ortaya koyduğunu dile getirmektedir. Adnan Özer, Tuğrul Tanyol ve Haydar Ergülen’in öncülüğünde çıkan bu dergilerde iki kesimden de şair ve yazarların

2156 Uğur Soldan, Şiirin Aynasındaki Simurg: Hilmi Yavuz’un Hayatı, Estetiği ve Şiir Dünyası, İstanbul, Can Yayınları, 2003, s.125. 2157 Hilmi Yavuz ile 29. 05. 2009 tarihinde yapılan görüşme. 2158 Haydar Ergülen ile 13. 04. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 2159 Haydar Ergülen ile 13. 04. 2011 tarihinde yapılan görüşme.

411 eserleri görülür. Poetik anlamda sert tartışmaların da yapıldığı mahfilde, aynı kesimden gelen insanlar birbirleriyle konuşmaya başlamıştır2160. Mahfilin gediklilerinden olan Haydar Ergülen ve Tuğrul Tanyol, birbirlerinin şiirlerini burada kıyasıya eleştirmiştir. Kendisiyle yaptığımız görüşmede Birhan Keskin’in şiir dosyasını da eleştirdiğini dile getiren Haydar Ergülen, Birhan Keskin’e bu dosyadaki yirmi dokuz şiirden sadece yirmi dokuz dizenin kalmasını gerektiğini söylemiştir2161. Bu sözler, mahfilde şiir eleştirisinin çok fazla yapıldığını göstermektedir. Mahfilde Haydar Ergülen, Seyhan Erözçelik, Tuğrul Tanyol, Adnan Özer, Ebubekir Eroğlu, Sıtkı Caney, İhsan Deniz, Mehmet Ocaktan, Cezmi Ersöz, Ali Günvar, Vural Bahadır Bayrıl, Atılgan Bayar2162; Necat Çavuş, Nusret Özcan, Mustafa Kutlu, Hakan Albayrak, Şaban Abak2163 sanat edebiyat sohbetleri yapmıştır. Çorlulu Ali Paşa Medresesi, 1990’lı yılların ortalarına kadar mahfil kimliğini korumuştur.

3. 8. DÖNEMİN EDEBİYATÇILARININ BULUŞTUĞU MAHFİL NİTELİĞİ KAZANMAMIŞ MEKÂNLAR

Çalışmamız sırasında tam anlamıyla mahfil niteliğine sahip olmayan ama şair, yazar ve edebiyat meraklıların bir araya geldiği pek çok mekânla karşılaşılmıştır. Bu mekânlarda, mahfillerin düzeni ve sürekliliğine sahip olmamakla birlikte edebiyat, kültür sanat konularıyla ilgili sohbet ve tartışmalar yapılmıştır. Mahfil gibi köklü bir oluşuma sahip olmayan veya elimizde ayrıntılı bilgi olmadığından mahfil olup olmadıkları konusunda şüphelerimiz olan bu tür mekânlardan tespit edebildiklerimizle ilgili bilgiler aşağıda gösterilmiştir.

2160 Haydar Ergülen ile 13. 04. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 2161 Haydar Ergülen ile 13. 04. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 2162 Haydar Ergülen ile 13. 04. 2011 tarihinde yapılan görüşme. 2163 Ekrem Ayyıldız ile 10.08.2010 tarihinde yapılan görüşme.

412 Bazı yazarlarla şairlerin evlerinde de toplantılar düzenlenmiştir. Emrullah Efendi2164, Kemal Tahir2165, Yaşar Nabi Nayır2166, Salâh Birsel2167, Bedri Rahmi Eyüboğlu’nun2168 evlerinde bu tür edebiyat sohbetleri yapılmıştır. Salâh Birsel, edebiyatçıların bir araya geldiği kahve, kıraathane ve çayhaneler ile bu türden mekânları “Kahveler Kitabı” isimli eserinde bazen detaylı bazen de birkaç cümle ile anlatmıştır. Bu eserden öğrendiğimize göre Dizdar’ın Kahvesi2169, Balaban İskelesi’nde Havuzlu Kahve2170, Alyanak Mehmet Efendi’nin Kıraathanesi2171, Şifa’daki Kır Kahvesi2172, Taksim Bahçesi’ndeki Liban Lokantası’nda2173, Çemberlitaş’ta Diyarbakır Kahvesi2174, Divanyolu’ndaki Adliye ve Bozkurt Kıraathaneleri2175, Mihran’ın Kahvesi2176 bu tür mekânlardandır. Ayrıca Şems Kıraathanesi’nde de şair ve edibler bir araya gelmiştir2177. “Café de Commerce”e Servet-i Fünûn hareketinin mensupları uğramıştır2178. “Cristal” ve “Concordia”ya bilhassa Ahmet Rasim gitmiştir2179. Pera Caddesi üzerinde, Naum Tiyatrosu’nun karşısında yer alan Lüksemburg Kahvesi’ne Servet-i Fünûn edebiyatının önemli nesir yazarı Halit Ziya devam etmiştir2180. Tepebaşı’ndaki Pelit Kahvesi’nde Nahit Sırrı Örik, Sadri Ertem, Ertuğrul Şevket, Avni Dilligil, Sabri Berkel, İskender Fikret Akdora, Nurullah Berk, Salâh Birsel, Kenan Yontuç, Salih Urallı bir araya gelip sanat ve edebiyat sohbetleri yapmıştır2181. Taksim Bahçesi’ne, hemen bütün Servet-i Fünûncular uğramıştır. Onlardan buraya sıkça gelenler ise Mehmet Rauf, Halit Ziya, Ahmet Hikmet ve Saffeti

2164 Kuntay, a.g.e., s.60. 2165 Başar, a.g.e., s.166-167. 2166 Anday, a.g.e., s.98. 2167 Akbal, Anı Değil Yaşam, s.19–20. 2168 Eskiner, a.g.e., s.133. 2169 Birsel, Kahveler Kitabı, s.68. 2170 Birsel, a.g.e., s.72-73. 2171 Birsel, a.g.e., s.149- 150. 2172 Birsel, a.g.e., s.283-289. 2173 Birsel, a.g.e., s. 295. 2174 Birsel, a.g.e., s. 301. 2175 Birsel, a.y. 2176 Birsel, a.g.e., s. 310. 2177 Özgül, “XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara”, s.25. 2178 Birsel, Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, s.17. 2179 Birsel, a.g.e., s. 17-18. 2180 Birsel, a.g.e., s. 20. 2181 Birsel, a.g.e, s.34.

413 Ziya’dır2182. Bahçenin daha sonraki yıllarda müdavimleri arasında şu isimler vardır: Abdülhak Hâmit, Süleyman Nazif, Recaizade Mahmut Ekrem, Abdülhalim Memduh, Ali Kemal2183; Fazıl Hüsnü Dağlarca, Behçet Necatigil, Oktay Akbal, Naim Tirali, Nahit Sırrı Örik2184.

Ayazpaşa taraflarındaki “Cennet Bahçesi”nde, 1940’larda burayı bir sanat- edebiyat mekânına çeviren pek çok edebiyatçı görülmektedir. Kışın Nisuaz, Petrograd gibi mekânlara gidenler, yazın açık havaya ihtiyaç duyduklarında genelde bu bahçede soluğu alırmış. Buranın müdavimi olan edebiyatçılar Salâh Birsel, Samim Kocagöz, Sabahattin Kudret, Süavi Koçer, Cahit Saffet, İlhan Berk, Fahir Onger, Oktay Akbal, Behçet Necatigil; ressamlar Nuri İyem, Fethi Karakaş, Mümtaz Yener, Haşmet Akal’dır. Buraya ara sıra uğrayanlar ise Melih Cevdet, Nermi Uygur, Kemal Bekir, Edip Cansever, Attilâ İlhan ve Fethi Naci’dir2185.

“Cumhuriyet Pastanesi”ne Naim Tirali, Edip Cansever, Alp Kuran, Ercüment Uçarı, Sait Faik, Oktay Verel, Yahya Kemal gibi isimler gitmiştir2186.

İstiklâl Caddesi’ndeki Baylan Pastanesi’nin karşı sırasında yer alan “Şen Muhallebecisi”ne Fethi Naci, Arif Damar, A. Kadir devam etmiştir2187

Süreli yayınların idare yerlerinde de birçok şair ve yazar bir araya gelmiştir. “Hayat” mecmuasının idare yerinde genellikle Necip Fazıl, Nurullah Ataç, Halit Fahri edebiyat ve şiir sohbetleri yapmıştır2188. Şerefefendi Sokağı’nın başında yer alan “Rübab” dergisinin idare yerinde Halit Fahri, Mehmet Selim, İsmail Zühtü, Ali Naci (Karacan), Hakkı Tahsin, Yakup Salih, Şahabettin Süleyman bir araya gelmiştir2189. Celal Esad Arseven’in verdiği bilgiye göre Kalem gazetesinin idare yerine, “gazeteciler, muharrirler, edipler” devam etmiştir2190. Vedat Günyol’un yönetimindeki “Yeni Ufuklar” dergisi, gençlerin yetişmesinde ve görüş açılarının

2182 Birsel, a.g.e., s. 49. 2183 Birsel, a.g.e., s. 51. 2184 Birsel, a.g.e., s. 54. 2185 Birsel, a.g.e., s. 152- 159. 2186 Birsel, a.g.e., s. 190. 2187 Birsel, a.g.e., s. 215. 2188 Necip Fazıl, Bâbıâli, s.19–20. 2189 Ozansoy, Edebiyatçılar Çevremde, s.39. 2190 Arseven, a.g.e., s.105.

414 biçimlenmesinde etkili olmuştur2191. Dergide birçok şair, yazar, sanatçı ve akademisyen bir araya gelmiştir. Adnan Benk’in önerisi üzerine Yeni Ufuklar dergisini çıkarmak için Sabahattin Eyüboğlu, Fethi Naci, Memet Fuat, Asım Bezirci ve Vedat Günyol’dan oluşan bir ekip kurulmuş, bu ekip her ayın belirli iki gününde Sabahattin Eyüboğlu’nun evinde toplanmıştır2192. Memet Fuat’ın2193 büyük emekleri olan “Yazko” ve “Yeni Dergi” idare yerlerinde de edebiyat ve sanat sohbetleri yapılmıştır. Hüsamettin Bozok’un uzun ömürlü “Yeditepe” dergisi’nde birçok şair, yazar, sanatçı ve ilim adamı buluşmuştur. Yıldırım Keskin bir yazısında burada kimlerin toplandığını ve nelerin konuşulduğunu şöyle dile getirmektedir:

“Orhan Kemal, Yaşar Kemal, Oktay Akbal, Agop Arad, Metin Eloğlu, Nevzat Üstün, Can Yücel, İlhan Berk, Behçet Necatigil ve şimdi adlarını anımsayamadığım pek çok genç yazar, bazı akşamlar Yeditepe yazıhanesinde toplanıyoruz. Son çıkan kitapları, dergilerde yer alan öyküleri, şiirleri ve özellikle bizden önceki kuşağın yazarlarını tartışıyoruz. Parça parça edip bırakıyoruz onları. En çok eleştirdiğimiz Yahya Kemal.2194”

Derginin yazı kadrosunda yer alan Fazıl Hüsnü Dağlarca, Salâh Birsel, Bedri Rahmi Eyüboğlu, İlhan Berk, Asaf Hâlet Çelebi, Fikret Âdil, Metin Eloğlu, Cahit Irgat, Muzaffer Buyrukçu, Ülkü Tamer, Tarık Dursun K. vb. gibi devrin ünlü şair ve edebiyatçılarının birçoğu Yeditepe’nin idare yerinde zaman zaman bir araya gelmiştir2195.

Yaşar Nabi Nayır’ın çıkardığı “Varlık” dergisi de ülkemizde yayınını aksatmadan en uzun süre devam ettiren edebiyat dergilerinden biridir2196. 15

2191 İ. Zeki Eyüboğlu, a.g.e., s.276. 2192 Günyol, Daldan Dala, s.181. 2193 Memet Fuat’ın edebiyat dergiciliği serüveni için şu yazıya bakılabilir: Mustafa Şerif Onaran, “Memet Fuat’ın Edebiyat Dergileri”, Varlık, No:1145, Şubat 2003, s.31–34. 2194 Yıldırım Keskin, “Müthiş Yıllar”, Varlık, No:1122, Mart 2001, s.19. 2195 Yeditepe dergisi ile ilgili şu yazılara bakılabilir: Konur Ertop, “Yeditepe 30 Yaşında”, Milliyet Sanat, No:354, Mayıs 1980, s.73–75.; Tarık Dursun K., “ Hüsamettin Bozok: Son Dergici”, Varlık, No:1041, Haziran 1994, s.30-32. 2196 Yaşar Nabi Nayı’ın Varlık dergisi ile ilgili şu kaynaklara bakılabilir: Tuncer Uçarol, “Varlık Dergisinin İlk Yıllar: 1933-1945”, Varlık, No:910, 1 Temmuz 1983, s.16-21.; Emre Kongar, “Musahhihlikten Yayınevi Sahipliğine Dek Bir Kültür İşçisi: Yaşar Nabi Nayır”, Milliyet Sanat, No:881, Nisan 1981, s.2-5.; Hasan Bülen Kahraman, “Bir Nehir Serüveni: Dergicilik, Varlık, Dün- Bugün”, Varlık, No:1150, Temmuz 2003, s. 4-10.; Selim İleri, “Yaşar Nabi Nayır’ın Varlığı”, Varlık, No:1170, Mart 2005, s.26-30.;Kemal Özer, “Varlık’ın Bendeki Görüntüsü”, Varlık, No:1150, Temmuz 2003, s.27-28.

415 Temmuz 1933’te2197 yayın hayatına Ankara’da başlayan Varlık dergisi, 1946 yılında İstanbul’a taşınmıştır. İlk yıllarda Sabri Esat Siyavuşgil, Nahit Sırrı Örik gibi isimlerin çıkmasına yardımcı olduğu dergi, uzun yıllar Yaşar Nabi Nayır’ın idaresinde çıktı. Birçok ünlü yazar ve şairin ilk ürünleri Varlık dergisinde yayımlanmıştır. Derginin yakın zamanlara kadar Cağaloğlu’nda bulunan idare yerine devrin pek çok şair ve yazarı uğramıştır.

Divanyolu’ndaki tarihi Cevri Kalfa Sıbyan Mektebi, Türk Edebiyatı Vakfı’nın merkezi ve çeşitli etkinliklerinin düzenlendiği bir mekândır. 1972’de Ahmet Kabaklı tarafından çıkarılmaya başlanan ve günümüze kadar da yayın faaliyetini aksatmadan devam ettiren “Türk Edebiyatı” dergisine de pek çok şair ve yazar uğramıştır. Türk Edebiyatı Vakfı’nın, kültür, sanat, edebiyat konularında düzenlediği “Çarşamba Sohbetleri” geleneği 1978 yılından beri devam etmektedir.

“Mavera” ve “Diriliş” gibi süreli yayınların idare yerleri de zaman zaman şair, yazar ve edebiyat meraklıları tarafından ziyaret edilmiş, burada da sanat ve edebiyat sohbetleri yapılmıştır. Günümüzde Kadıköy’deki Sahaf Lütfü Seymen’e ait olan “Sahaf Müteferrika”da her cumartesi M. Sabri Koz, Erol Üyepazarcı, Raşit Çavaş, Nuri Akbayar ve daha birkaç kişinin katıldığı kitap ve tarih sohbetleri yapılmaktadır. Bu toplantılarda edebiyat birinci sohbet konusu olmasa da “Cumartesi Heyet-i Muhteremesi” tarafından yeri geldiğince edebiyatla ilgili konular da konuşulmaktadır. Günümüzde Cağaloğlu’ndaki “Kitabevi Yayınları”nın merkezinde de kitap, kültür, sanat ve edebiyatla ilgisi olan insanlar toplanmaktadır.

Meyhane, bar ve lokantalarda zaman zaman şair ve yazarlar bir araya gelmiştir. Bunlardan Taşhan Meyhanesi2198, Yeşil Horoz2199, Papirüs Bar2200, Nazmi’nin Lokantası2201, Safa Mayhanesi2202, Nil Lokantası2203, Orman Birahanesi2204, Bebek Bar2205, Yayla Meyhanesi2206, Buluş Lokantası2207, Kafkas Lokantası2208, Saray

2197 Yaşar Nabi Nayır, “Varlık”, Milliyet Sanat, No:9, 1 Aralık 1972, s.3. 2198 Özgül, “XIX. Asrın Özel Bir Edebiyat Mahfeli Olarak Encümen-i Şuara”,s.27. 2199 Özlü, , Kentler, Kadınlar, Yazarlar, s. 22. 2200 Özlü, a.g.e., s.23. 2201 Ertop, Mektepten Memlekete: Fotoğraflarla Yahya Kemal’in Yaşam Öyküsü, s.172. 2202 Birsel, “Beyoğlu Geceleri”, Milliyet Sanat, s.6. 2203 Başar, a.g.e., s.52. 2204 Nesin, a.g.y., s.8. 2205 Naci, a.g.e., s.194.

416 Lokantası2209, Kutu Lokantası2210, Bohem Meyhanesi2211, Karamiço, Beşiktaş İskele Gazinosu2212, Güzel İzmir Lokantası2213, Garden Bar2214da şair ve yazarlarla edebiyat meraklıları toplanmıştır. Ayrıca Behçet Necatigil, Ali Tanyeri ve Kâmuran Şipal hemen her hafta sonu Beşiktaş’ta “Gençlik”, Aksaray’da “Huzur”, Kumkapı’da “Kırık Çatal” ve Yedikule’de “Safa” gibi içkili lokantalarda bir araya gelmiştir2215.

Kalamış’taki Belvü Otel ve Gazinosu’nda Yakup Kadri, Yahya Kemal, Faruk Nafiz Çamlıbel, Fazıl Ahmet, Refik Halit edebiyat sohbetleri yapmıştır2216. Yazarlar Birliği’nde bir zamanlar Mehmet Nuri Yardım ve Osman Akkuşak’ın önderliğinde Tahsin Yıldırım, Asım Gültekin, İbrahim Tenekeci ve daha birçok şair ve yazarın devam ettiği toplantılar yapılmıştır. İlesam’da da Mustafa Kutlu, Mehmet Zeki Akdağ, Nejat Muallimoğlu, Yahya Akengin gibi edebiyatçılara rastlamak mümkündür.

2206 Buyrukçu, Dillerinde Dünya, s.26. 2207 Buyrukçu, a.g.e., s.65. 2208 Refik Halit Karay, Bir Ömür Boyunca, 2. bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 1996, s.62. 2209 Durbaş, Rakı İle Edebiyat Muhabbeti, s.253–255. 2210 Durbaş, a.g.e., s.182. 2211 Durbaş, a.g.e., s.179. 2212 Birsel, Boğaziçi Şıngır Mıngır, s.287-288. 2213 Naci, a.g.e., s.229. 2214 Fikret Âdil, Avâre Gençlik/Garden Bar, 3. bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 2000. 2215 Rahim Tarım, Kültür, Dil, Kimlik: Behçet Necatigi’in Şiir Dünyası, İstanbul, Özgür Yayınları, 2002, s.32. 2216 Birsel, Kahveler Kitabı, s.305–307.

417 SONUÇ

Çalışmamızda, on dokuzuncu yüzyılın ortalarından günümüze kadar olan zaman aralığında İstanbul’da kurulmuş olan edebiyat mahfilleri incelenmiştir. İstanbul’da edebiyat mahfili kurulan mekânlarda zaman içinde bir çeşitlilik görülmektedir. İnceleme alanımızın ilk zamanlarındaki mahfiller, devlet kademesinde görevli kişilerin köşk, konak, yalı türündeki evlerinde ve kamuya açık bazı kahve, kıraathane ve çayhanelerle diğer mekânlarda kurulmuştur. Osmanlı devletinin son demlerini yaşamasına rağmen 19. yüzyılın ortalarında kamuya açık mekânlarda ve şahısların ikamet ettiği evlerde edebiyat mahfili kurma geleneği devam etmiştir. Geleneksel sohbet kültürü, bu mahfillerin kurulmasına ve sürdürülmesine olumlu yönde katkılar sağlamıştır. On dokuzuncu yüzyılda Osmanlı Devlet kademesinde görev alan paşa, bey, şeyhülislâm vb. gibi kişiler, ikamet ettikleri mekânları sadece edebiyat mahfiline çevirmekle kalmamıştır. Ülkede henüz yaygın bir eğitim sisteminin olmadığı zamanlarda, kabiliyetli insanlarla şair ve yazarlara bu tür mekânlarda çeşitli dersler verilmiş, ikamet edilen konaklar birer “mektep” haline getirilmiştir. Bu tür konaklara devam etmek, o devrin toplum hayatında önem verilen bir konumu göstermektedir. Bu tür konaklardan böylece pek çok insan yetişmiştir. Konaklarda “hanegî” olarak kalan bazı kişiler konağın sahibi tarafından maddi anlamda da desteklenmiştir. Bu tür mahfillerin sahibi, eski ihtişamlı devirlerin hamileri gibi olmasa da mahfiline devam eden kimselere maddi ve manevi birçok kolaylıklar sağlamaya devam etmiştir. Hami, mahfiline devam edenleri devlet kademesinde istihdam etmeye yardımcı olmuş ve yetiştirdiği bu kişiler sayesinde de hem devletin işlerini aksatmadan yapabilecek insanları devlet çarkında görev almasını sağlamış hem de bu insanların edebiyat alanında eser vermelerinin yolunu açmıştır. Bu tür bir hamilik geleneğinin oluşması hem devleti ayakta tutmuş hem de edebiyat- kültür ve sanatla uğraşan kişilerin geçim derdi sebebiyle sanatlarına vakit ayıramama engeli görece de olsa ortadan kalkmıştır. Hamilik geleneği bazen de devlet kademesinde nüfuzunu kullanmak isteyenlerin arkasına saklandığı bir perde gibi işleve sahip olmuştur. Ama her şeye rağmen hamilik geleneği ülkenin içinde bulunduğu şartlar düşünüldüğünde

418 edebiyat ve sanatla içli dışlı olan pek çok insanın hayatının kolaylaşmasına imkân sağlamıştır. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında ikamet ettikleri yerlerde edebiyat mahfili kuran kişilerin çoğu bir şekilde edebiyatın içinde yer almış olan insanlardan oluşmaktadır. Osmanlı Devletinde on dokuzuncu yüzyılda devlet yönetiminde önemli görevler alan Şeyhülislâm Ârif Hikmet, Yusuf Kâmil Paşa, Münif Paşa gibi şahıslar ya edebî eserleri ile ya tercümeleri ile ya da çıkardıkları süreli yayınlarla edebiyatın içinde yer almıştır. Onların bu tür bir etkinlikte bulunmaları, çevrelerinde şair ve edebiyatçıların toplanmasını sağlamıştır. Bu sayede de ikamet mekânlarında edebiyat mahfillerinin kurulması kolaylaşmıştır. Bu mahfiller devrin şartları gereği sadece ve sadece edebiyat konularının konuşulduğu, edebiyatın dışına asla çıkılmayan mahfiller olmamıştır. Bunda devrin sosyal, siyasi ve ekonomik yapısının da çok fazla etkisi olmuştur. Bu tür mahfiller, müdavimlerinin çok çeşitli bilgiler edindiği bir “sanat- edebiyat-kültür mektebi” olmasının yanı sıra siyasi konuların da konuşulduğu birer “siyaset akademisi” gibi hizmet vermiştir. Bu tür bir çeşitliliğin oluşmasında mahfil sahibinin devlet kademesindeki işinin etkisi görülmekle birlikte devrin şartları mahfili daha fazla etkilemiştir. Özellikle Abdurrahman Sami Paşa, Abdüllatif Suphi Paşa’nın konakları, devrin önemli edebiyat mahfilleri olmakla birlikte aynı zamanda siyasi konuların hiç eksik olmadığı mahfillerdir. Bu mahfillere devam eden kişiler, bu iki paşanın konağında misafir olarak kalan yabancı uyruklu ilim adamlarının yaydığı “ihtilaci fikirlerle” ilk defa buralarda temas etmiştir. Müdavimleri doğal olarak etkileyen bu tür konular, devrin şair ve yazarlarının eserlerine sirayet etmiştir. Edebiyatla içli dışlı olan Recaizzde Mahmut Ekrem, Şair Nigâr Hanım, Halid Ziya ve İhsan Raif Hanım’ın mahfillerinde siyasi konuların eski mahfillerdeki gibi yoğun bir şekilde konuşulduğuna dair elimizde detaylı bilgiler yoktur. Bu mahfillerde edebiyat, sanat ve musiki konuları diğer konulardan daha ön plandadır. Dikkat çekici bir husus da “musiki meşklerinin” özellikle ilk dönem edebiyat mahfillerinde çok daha fazla olmasıdır. İbnülemin’in konağındaki toplantılarda da musiki önemli bir konumda yer almıştır. Bu gelenek 1930’dan sonra kurulan özellikle İsmail Hami Danişment, Sabahattin Eyuboğlu, Ekrem Hakkı Ayverdi’nin mahfillerinde de devam etmiştir.

419 On dokuzuncu yüzyılın ortalarından yirminci yüzyılın ilk çeyreğine kadar konak ve köşk türünden yapılarda kurulan mahfiller, siyasi, sosyal, ekonomik sebeplerle birlikte mekânsal anlamda da değişikliğe uğramıştır. Mekânsal değişiklikler, mahfillerin niteliklerini de etkilemiştir. Artık “eski insanın” yaşadığı dünya değişmiş ve bu değişiklikler edebiyatı dolayısıyla da edebiyat mahfillerini etkilemiştir. Kamunun serbestçe vakit geçirebildiği mekânlar, bu değişimle birlikte edebiyatla ilgilenen insanların daha fazla dikkatini çekmiştir. Kahve, kıraathene, çayhane gibi kamunun serbestçe vakit geçirebildiği mekânlara gidip gelmeye başlayan şair, yazar ve edebiyat meraklıları buralarda da edebiyat mahfilleri kurmuştur. Bu mahfiller sayesinde edebiyat, zengin ve devlet kademesindeki şahısların ikametlerinden her anlamda canlı olan kamunun merkezine inmiştir. Bu tür mekânlardaki edebiyat sohbetleri, mekânın niteliği gereği kişilerin evlerindeki düzene sahip olamasa da edebiyatla ilgilenen hemen her statü ve gelir düzeyinden insana hitap etmesi yönüyle de geniş bir izleyici kesime hitap etmiş ve böylece de edebiyat konularıyla ilgilenen pek çok insanın yetişmesi sağlanmıştır. Bazı kahvelerdeki bu sohbetler, yıllardır devam ettiği için mekânın içinde de ister istemez kendine has bir düzen tesis etmiştir. Üsküdar’daki Çiçekçi Kahvesi, kendine has bir geleneği olan ve kapanışına kadar da bu geleneğini devam ettiren kahvelerden biridir. Bazı kıraathaneler ise henüz özel kütüphanelerin olmadığı ülkede süreli yayınların okunabildiği, ayrıca bu tür yayınlarla kitapların dağıtımının yapıldığı merkezler olmuştur. Sarafim Kıraathanesi, süreli yayın ve kitap koleksiyonu sayesinde uzun yıllar edebiyatla ilgilenenler için cazip bir kültür ve edebiyat mahfili olmuştur. Sarafim Kıraathanesi, bu özellikleri sayesinde bir edebiyat mahfili olarak da uzun yıllar müdavimlerine hizmet vermiştir. Sarafim’den sonra edebiyat mahfili olan kıraathanelerin hemen hiçbirinde onunki kadar geniş ve düzenli bir kitap ve süreli yayın koleksiyonu görülmez. Cumhuriyet sonrasında kahve ve kıraathanelerde bir araya gelenler, genellikle Sultanahmet- Beyazıt çevresindeki mekânları tercih etmiştir. Özellikle Milli Mücadele devrinde Sultanahmet’te vakit geçiren insanlar burada pek çok edebiyat mahfili kurmuştur. 1920’li yıllardan itibaren Beyazıt taraflarında Darülfünûn’un açılması, Belediye Kütüphanesinin kurulması ile kültür-sanat- edebiyat alanlarında bir canlanma görülmüştür. Bu canlanmayı destekleyen bir mekân olan Küllük

420 Kahvesi, benzerlerine pek de nasip olmayan bir müdavim çeşitliliğine sahip etkili mahfillerden biri olmuştur. Aslında yazlık bir kahve olan Küllük, merkezi konumu sayesinde pek çok şair, yazar, akademisyen, araştırmacı, sanatçının bir araya gelip çeşitli konularda edebiyat sohbetleri yaptığı, son derece canlı bir edebiyat mahfildir. İkinci Dünya Savaşı sıralarında ününün doruklarına çıkan Küllük’e devrin kalburüstü sayılabilecek pek çok siması devam etmiştir. Küllük, devrin çeşitli süreli yayınlarda kendilerine has bir edebiyat kurmak isteyen gençlerin buluşma ve sohbet mahfili olmuştur. Küllük’te “eski” ve “yeniyi” sembolize eden simaların bir arada vakit geçirmeleri ve bu sırada da sanat ve edebiyat konularında konuşmalar yapmaları dikkat çekici bir durumdur. Bu sayede iki kesimin şair ve yazarları, kendilerini rahatça ifade edebilecek bir fırsat yakalamıştır. Mahfildeki bu birliktelik, gençlerin yeni süreli yayınlar çıkarmasına ve peşinden gittikleri sanat ve edebiyatı bu tür süreli yayınlarda savunmalarına imkân sağlamıştır. Adına bir de dergi çıkarılmış olan Küllük, Cumhuriyet sonrasının etkili mahfillerden biridir. Kahve, kıraathane ve çayhanelerde mahfillerin kurulmasının önemli bir sebebi de ekonomik kaygılardır. Kamuya açık diğer mekânlardan nisbeten daha ucuz olan bu tür mekânlar, her ekonomik seviyeden insanın oturabileceği yerlerdir. Bu tür mahfillerin bazılarına (Mahmut Paşa Kahvesi, Yavrunun Çayhanesi vb.) devam etmek için mahfilin gediklisinden veya mahfil mekânının sahibinden izin almak gereklidir. Cumhuriyet öncesindeki kahve, kıraathane ve çayhanelerde kurulan mahfillerin pek çoğunda musiki meşkleri de düzenlenmiş, Geleneksel Türk Tiyatrosunun oyun ve gösterileri buralarda icra edilmiştir. Cumhuriyet sonrasındaki kıraathanelerin pek azında bu tür musiki meşkleri düzenlenmiştir. Mahfildeki bu tür kültür-sanat ve musiki etkinliği, mahfil müdaviminin iç dünyasını zenginleştirmiş, ayrıca buralarda onların daha fazla gözlem yapmasını kolaylaşmıştır. Özellikle Beyoğlu tarafında yer alan pastanelerde de mahfiller kurulmuştur. Gayrımüslim ve azınlık nüfusun daha yoğun yaşadığı bu çevredeki modern pastanelerde bir araya gelenler, diğer mekânlara nazaran buralarda daha serbest hareket etmiştir. Beyoğlu’nda, sayıca fazla olan tiyatro ve eğlence mekânları da edebiyat adamlarını buralara çeken sebeplerdendir. Buradaki mahfiller, o devrin şair ve yazarlarının görünmek zorunda olduğu ve kendi sanatkâr veya şair kimliğini ünlü

421 kişilere onaylatmak zorunda hissettiği aynı zamanda edebiyat piyasasının canlı bir şekilde cevelan ettiği yerlerdir. Bar ve meyhanelerde de edebiyat mahfilleri oluşmuştur. Bu tür yerlerin bazısında ciddi anlamda edebiyat eleştirisi ve eser okuma etkinliği yapılmıştır. Orhan Veli sayesinde yeni edebiyata inanan gençlerin önemli bir mahfili olan Lambo’nun Meyhanesi’ne devrin pek çok şair ve yazarı devam etmiştir. Bu meyhanede de bazen ciddi edebî sohbetler yapılmıştır. Lokanta ve restoranlarda da bir araya gelen edebiyatçılar, çeşitli edebî konularda sohbetler ile birbirlerinin eserlerini dinleyip bir nevi “hasbihâl olarak edebiyat eleştirisi” yapmıştır. Lokanta ve restoranlardaki toplantılara da pek çok edebiyatçı devam etmiştir. Beyoğlu taraflarındaki otellerde de edebiyat mahfilleri kurulmuştur. Otellerin bar, lokanta, bahçeleri de mahfil müdavimlerinin toplanma mekânlarıdır. Tokatlıyan Oteli’nin lokantasında düzenli bir şekilde bir araya gelen devrin ünlü edebiyatçıları, edebî konulardaki görüş, öneri, tenkit ve tekliflerini dile getirmiş, birbirleri ile iletişime geçmiştir. Yahya Kemal’un uzun yıllar kaldığı Park Otel’de de bir edebiyat mahfili kurulmuştur. Onu burada ziyaret edenlerin oluşturduğu mahfil, Yahya Kemal gibi güçlü bir edebî kimlikten doğal olarak etkilenmiş, müdavimler ondan edebiyat, tarih ve musiki alanlarında pek çok bilgi edinmiştir. Pera Palas Oteli’nin sahibi Hasan Süzer ise bir nevi modern hami gibi Gönül Dostları mahfilini uzun yıllar otelinde hiçbir ücret almadan ağırlamıştır. Edebiyat dergilerinin idare yerlerinde, bir edebiyat dergisinin çevresinde de birliktelikler ve mahfiller oluşmuştur. Servet-i Fünûn dergisinin idare yeri, Tevfik Fikret’in yayın yönetmenliğini üstlendiği sırada ilk defa bir edebiyat mahfili olarak ortaya çıkmıştır. Servet-i Fünûn edebiyatını meydana getirenler, derginin idare yerinde kurmak istedikleri “yeni edebiyatın” temellerini atmıştır. Buradaki sohbetlerde şair ve yazarlar birbirlerinin eserlerini değerlendirmiştir. Servet-i Fünûn dergisinin idare yeri daha sonraki yıllarda da mahfil niteliğini korumuştur. Kitabevleri ve sahaflarda bir araya gelen kitap meraklıları, şair, yazar, ilim adamları, edebiyatla ilgili görüş ve fikirlerini buralarda dile getirmiştir. Bu mahfillerden biri olan Enderun Kitabevi, kurulduğu yıllardan itibaren özellikle Beyazıt çevresindeki en dikkat çekici mahfillerden biri olmuştur. Küçük bir kitapçı

422 dükkânında bir araya gelen edebiyatçılar burada çeşitli edebî konularda sohbetler yapmıştır. Ayrıca buraya devam eden gençler de mahfil muhabbetlerinden fazlasıyla istifade etmiştir. İstanbul’un Anadolu yakasındaki Yazı Kitabevi ise düzenlediği çeşitli sanatsal etkinlikler, şiir ve öykü programlarıyla gençlerin yetişmesine yardımcı olmuştur. Bu mahfile devam eden gençler mahfilin süreli yayını kabul edilen Şiiroku dergisinde de ürünlerini yayımlamıştır. Adalet Cimcoz ve Mehmet Ali Cimcoz’un sahibi olduğu Maya Sanat Galerisi’nde de devrin şair, yazar ve sanatkârları bir araya gelmiş, sanat ve edebiyat alanlarında sohbetler ve çeşitli etkinlikler düzenlemiştir. İncelediğimiz mahfiller içinde Maya’nın farklı bir konumu vardır. Orhan Veli ve Sabahattin Eyüboğlu Maya’nın açılması için gönüllü olarak çalışmış, buranın yaşaması amacıyla da Adalet Cimcoz’u desteklemişlerdir. Çalışmamız sırasında detaylı bilgilere sahip olamadığımız bazı mahfiller de tespit edilmiştir. Bu tür mahfillerle ilgi yeterince bilgi yoktur. Pek çoğunun ne zaman kurulduğu ve ne zaman mahfil niteliğini kaybettiğini bilemediğimiz bu mahfillerde de yukarıda sıraladığımız pek çok edebî etkinlik görülmektedir. Avrupalı soyluların genelde saray, şato türünden yapıların salonlarında düzenlediği toplantılar bizde de görülmektedir. Özellikle orta ve üst gelir grubuna sahip bayanlar, evlerinin salonunu bu türden edebiyat sohbetlerine açmıştır. Şair Nigâr Hanım’ın evi edebiyat konularının konuşulduğu, şiirlerin okunduğu ilk mahfillerden biri kabul edilmelidir. Bu tür mekânların salonları da özel bir tarzda tefriş edilmiştir. Mahfil kuran şahıslar, modern anlamda sanatı ve edebiyatı himaye etmiştir. Özellikle evlerde kurulan mahfillerin sahipleri, misafir ve müdavimlerini ağırlamak için masraflar yapmış, onların birkaç saat için de olsa rahat bir ortamda edebiyat sohbetlerine katılmalarına imkân sağlamıştır. On dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısından yirminci yüzyılın başlarına kadar olan zaman aralığında karşımıza çıkan hamiler edebiyatçı ve sanatçıları maddi anlamda da ödüllendirmiştir. Buna rağmen sosyal, siyasal ve ekonomik değişim ve dönüşümlerle hami artık müdavimleriyle “arkadaş olmaya” ve onlarla “arkadaş kalmaya” dikkat etmiştir. Haminin müdavimler ile arkadaşlık ilişkisi zamanla dostluğa dönmüştür.

423 Mahfillerin pek çoğunda dikkat çekici bir özellik daha vardır. Bu mahfillerde şairler kendi şiirlerini, hikâyeciler hikâyelerini, roman yazarları da romanlarını mahfildekilere okumuştur. Bu etkinlik bazen de eserin yazarı olmayan şahıslar tarafından icra edilmiştir. Bazen de manzum tiyatro metinleri mahfildekilerin dikkatlerine sunulmuştur. Bu tür bir edebî faaliyet, edebî alışverişin yaşanmasını sağlamıştır. Mahfil müdavimleri, okunan eserlerle ilgili görüşlerini, tenkit ve eleştirileriyle beğenilerini dile getirmiştir. Bu eleştiri faaliyeti, edebiyat eserini anlamlandırma ve çözümleme sürecine de katkı sağlamıştır. Çalışmamız sonunda incelediğimiz mahfillerinin hemen hiçbirinin, tek başına edebiyat kanonunu oluşturacak güce sahip olmadığı ortaya çıkmıştır. Mahfiller tek başlarına, edebiyat mahfillerini kurup kurgulayamamışlarsa da kanonun edebiyat kamuoyunda çeşitli etkinlikler, eleştiri, sohbet, tenkitlerle kök salmasına yardımcı olmuştur. Kanona yöneltilecek olan haklı bazı eleştirilerin temeli bu tür mahfillerdeki birlikteliklerde atılmıştır. Mahfiller, milli birliğin kurulmasında önemli bir yeri olan edebiyat kanonun bazı isimleri ve eserleri üzerinde de sohbet, eleştiri, tenkitler yürüterek bir güç birliği oluşmasını sağlamıştır. Mahfillerde “hasbihâl” şeklinde cerayan eden eleştiri, fikir ve iddialar, yürürlükteki kanona karşı yürütülen mücadeleler, mahfillerin kendi kendilerine bir karşı-kanon inşa etme çabaları olarak da düşünülebilir. Ama bu çabalar, toplumun geneline yayılamadığı, kanon seviyesindeki isim ve eserlerde uzlaşmanın olmaması vb. sebeplerle çok fazla etkili olamamıştır. Mahfillerdeki sohbetlerde, kanon seviyesine ulaşmış eserler de incelenmiş, bu sayede de müdavimlerin bu tür yüksek bir makama ulaşmış eseri incelemesi sayesinde kanonlaşma süreciyle ilgili ipuçları yakalanmıştır. Mahfillerde icra edilen her türlü faaliyet, müdavimleri olumlu veya olumsuz yönde etkilemiştir. Mahfiller bu etki sayesinde edebiyatın canlı kalmasını sağlamaktadır. Mahfile devam eden kişiler, belki ömürleri boyunca duyamayacakları pek çok ayrıntıyı bu tür sohbetlerde dinlemiş ve öğrenmiştir. Mahfil, yaşayan edebiyatın “atardamarı”dır. Bu yüzden mahfiller, “edebî hafızanın” oluşturulduğu ve korunduğu mekânlardır. Bir şehirdeki edebiyat mahfillerinin sayısı ve niteliği, o şehrin “edebî zenginliğini” göstermesi bakımından da önemli bir göstergedir. İstanbul, yukarıda sıraladığımız pek çok özelliğe sahip olan, edebiyat mahfillerinin sayısı ve çeşitliliği ile Türk edebiyatının merkezinde yer alan bir şehirdir.

424 BİBLİYOGRAFYA

KİTAP/ TEZ/BİLDİRİLER:

Abasıyanık, Sait Faik: Karganı Bağışla, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003. (Abasıyanık), Sait Faik: Şimdi Sevişme Vakti, (Baskıya Haz. Muzaffer Uyguner), 2. bsk., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1988. (Abasıyanık), Sait Faik: Alemdağda Var Bir Yılan/Az Şekerli, 6. bsk., Ankara, Bilgi Yayınevi, 1987. Abdulkadiroğlu, (Haz.) Yard. Doç Dr. Abdulkerim - Abdulkadiroğlu, Nuran: Mehmed Âkif Ersoy’un Makaleleri: Sırat-ı Müstakim ve Sebilü’r-Reşad Mecmualarında Çıkan, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987. Abdullah Cevdet: İçtihad’ın İçtihadı: Abdullah Cevdet’ten Seçme Yazılar, (Yay. Haz. Mustafa Gündüz), Ankara, Lotus Yayınları, 2008. Açıkgöz, Nâmık: Kahve Etrafında Teşekkül Eden Edebî Kamuoyu, XI. Türk Tarih Kongresinden Ayrı Basım, Ankara, Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1994. Âdil, Fikret: İntermezzo/ Asmalımescit 74, İstanbul, İletişim Yayınları, 2000. Âdil, Fikret: Avâre Gençlik/Garden Bar, 3. bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 2000. Ağaoğlu, Samet: Hayat Bir Macera!, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2003. Ahmed Rasim: Şehir Mektubları, C. I, Dersaadet, Dersaadet Kitabhânesi, 1328. Ahmed Rasim: Matbûat Hatırlarından: Muharrir, Şair, Edib, (Haz. Kâzım Yetiş), İstanbul, Tercüman 1001 Temel Eser, 1980. Ahmed Şuayb: Hayat ve Kitaplar, (Haz. Dr. Erdoğan Erbay), Ankara, Salkımsöğüt Yayınları, 2005. Ahmet Muhtar: Beşinci İntak-ı Hak, İstanbul, Hamit Matbaası, 1931. Akar, (Haz.) Şevket Kamil: İstanbul: Şehir ve Medeniyet, İstanbul, Klasik Yayınları, 2004. Akarsu, Hikmet Temel: Lodoslar Altında Bostancı… Ve… Bağdat Caddesi, İstanbul, Heyamola Yayınları, 2010. Akay, Hasan: Servet-i Fünûn Şiir Estetiği: Cenap Şahabeddin’in Gözüyle,

425 İstanbul, Kitabevi Yayınları, 1998. Akay, Hasan: Yeni Türk Şiirinin Kurucularından Tevfik Fikret, İstanbul, 3F Yayınevi, 2007. Akay, Hasan: Şiiri Yeniden Okumak: Bir Yapıçözümleme Girişimi, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2003. Akbal, Oktay: Anılarda Görmek, İstanbul, Alkım Yayınevi, 2004. Akbal, Oktay: Anı Değil Yaşam, İstanbul, Evrim Sanat Galerisi Yayınları, 1985. Akın, Nur: 19. yy. İkinci Yarısında Galata ve Pera, İstanbul, Literatür Yayıncılık, 1998. Akozan, Sıtkı: Küllüknâme, İstanbul, Bürhaneddin Basımevi, 1936. Aksal, Sabahattin Kudret: Denemeler, Konuşmalar: Geçmişle Gelecek ve Başka Yazılar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1998. Aksüt, Ali Kemali: Profesör Mehmed Ali Aynî: Hayatı ve Eserleri, İstanbul, Ahmet Sait Matbaası, 1944. Akyüz, Kenan: Tevfik Fikret, Ankara, Atatürk Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Yayınları, 1947. Alan, Selami: “Sâmiha Ayverdi’nin Eserlerinde Üç Temel Mekân: Konak, Köşk ve Yalı”, Osmangazi Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Anabilim Dalı Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2005. Alkan, (Haz.) Ahmet Turan: Ziya Nur Hakkında Dostlarıyla Bir Sohbet, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2010. Alpayer, (Derleyenler) Refii - Özatalay, Şinasi: Mükrimin Halil Yinanç’tan Sohbetler, İstanbul, Yağmur Yayınları, 1962. Alus, Sermet Muhtar: İstanbul Kazan Ben Kepçe, (Yay. Haz.: Necdet Sakaoğlu), İstanbul, İletişim Yayınları, 1995. Alus, Sermet Muhtar: 30 Sene Evvel İstanbul: 1900’lü Yılların Başlarında Şehir Hayatı, (Yay. Haz. Faruk Ilıkan), İstanbul, İletişim Yayınları, 2005. Alver, (Ed.) Köksal: Edebiyat Sosyolojisi, 2. bsk., Ankara, Hece Yayınları, 2006. Anday, Melih Cevdet: Akan Zaman, Duran Zaman–1, İstanbul, Adam Yayınları, 1984. Andı. M. Fatih v.d.: Mektuplarla Tevfik Fikret ve Çevresi, İstanbul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 1999.

426 Andı, M. Fatih: Tarık Buğra, İstanbul, Şûle Yayınları, 2000 Argunşah, Hülya: Bir Cumhuriyet Kadını Şükûfe Nihal, Ankara, Akçağ Yayınları, 2002. Arseven, Celal Esat: Sanat ve Siyaset Hatıralarım, (Yay. Haz. Ekrem Işın), İstanbul, İletişim Yayınları, 1993. Assmann, Jan: Kültürel Bellek: Eski Yüksek Kültürlerde Yazı, Hatırlama ve Politik Kimlik, (Çev. Ayşe Tekin), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001. Ayaşlı, Münevver: İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, İstanbul, Timaş Yayınları, 2002. Aydın, Ertuğrul: “Saadet Gazetesinde Edebi Faaliyet Üzerine Bir Araştırma” İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, 1999. Ayni, Mehmet Ali: Hatıralar, İstanbul, Yeditepe Yayınları, 2009. Aytaç, Prof. Dr. Gürsel: Genel Edebiyat Bilimi, İstanbul, Say Yayınları, 2003. Ayvazoğlu, Beşir: Altın Kapı: Makale ve Denemeler, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2001. Ayvazoğlu, Beşir: 1924: Bir Fotoğrafın Uzun Hikâyesi, İstanbul, Kapı Yayınları, 2010. Ayvazoğlu, Beşir: Divanyolu: Bir Caddenin Hikâyesi, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2003. Ayvazoğlu, Beşir: Dersaadet’in Kalbi Beyazıt, İstanbul, Heyamola Yayınları, 2009. Ayvazoğlu, Beşir: Güneş Rengi Bir Yığın Yaprak, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1995. Ayvazoğlu, Beşir: Yahya Kemal- ‘Eve Dönen Adam’: Ansiklopedik Biyografi, İstanbul, Kapı Yayınları, 2008. Ayvazoğlu, Beşir: Yahya Kemal’in İstanbul’u, İstanbul, Üsküdar Belediyesi Yayınları, 2008. Bachelard, Gaston: Mekânın Poetikası, (Çev. Aykut Derman), İstanbul, Kesit Yayıncılık, 1996. Bakhtin, Mikhail: Karnavaldan Romana: Edebiyat Teorisinden Dil Felsefesine Seçme Yazılar, (Çev. Cem Soydemir), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2001.

427 Baki, Elif: Ulusun İnşası ve Resmî Edebiyat Kanonu, İstanbul, Libra Kitap, 2010. Banarlı, Nihad Sâmi: Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, C.II, İstanbul, MEB Yayınları, 1998. Başar, (Söyleşi) Kürşat: Sanki Bir Roman Kahramanı: Doğan Hızlan Kitabı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006. Baştunç, Yüksel: Beyoğlu: Dünden Bugüne, İstanbul, Yılmaz Yayınları, 1993. Baudelaire, Charles: Modern Hayatın Ressamı, (Çev. Ali Berktay), (Sunuş: Ali Artun), 5.bs., İstanbul, İletişim Yayınları, 2007. Bayazoğlu, (Haz.) Ümit: Hatay Meyhanesi Defterleri, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2003. Baydar, Mustafa: Hamdullah Suphi Tanrıöver ve Anıları, İstanbul, Menteş Kitabevi, 1968. Baykurt, Fakir: Dost Yüzleri: Özyaşam–8, İstanbul, Papirüs Yayınları, 1999. Bekiroğlu, Nazan: Şâir Nigâr Hanım: Güftesi Garplı Bestesi Şarklı, İstanbul, Timaş Yayınları, 2008. Belge, Murat: Boğaziçi’nde Yalılar, İnsanlar, 4. bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 2007. Berkes, Niyazi: Unutulan Yıllar, (Yay. Haz. Ruşen Sezer), 2. bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 1997. Berman, Marshall: Katı Olan Her Şey Buharlaşıyor: Modernite Deneyimi, (Çev. Ümit Altuğ- Bülent Peker), İstanbul, İletişim Yayınları, 2000. (Beyatlı) Yahya Kemal: Siyasî ve Edebî Portreler, 2. bsk., İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti, 1976. (Beyatlı), Yahya Kemal: Kendi Gök Kubbemiz, 3. bsk., İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Neşriyatı, 1967. Bezirci, Asım: Ahmet Haşim: Yaşamı, Kişiliği, Sanatı, Seçme Şiirler, İstanbul, İnkılâp Kitabevi, 1986. Bilgili, (Ed.) Prof. Dr. Ahmet Emre: Şehir ve Kültür: İstanbul, İstanbul, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul Kültür ve Turizm İl Müdürlüğü, 2010. Bilgegil, M. Kaya: Ziya Paşa Üzerinde Bir Araştırma, Ankara, Atatürk Üniversitesi Yayınları, 1979.

428 Bilgegil , (Haz.) Yard. Doç. Dr. Zöhre: M. Kaya Bilgegil’in Makaleleri, Ankara, Akçağ Yayınları, 1997. Birsel, Salâh: Ah Beyoğlu Vah Beyoğlu, İstanbul, Sel Yayıncılık, 2002. Birsel, Salâh: Boğaziçi Şıngır Mıngır, İstanbul, Nisan Yayınları, 1991. Birsel, Salâh: Kahveler Kitabı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1983. Birsel, Salâh: Köçekçeler: Toplu Şiirler–1, İstanbul, Adam Yayınları, 1996. Birsel, Salâh: Sergüzeşt-i Nono Bey ve Elmas Boğaziçi, İstanbul, Nisan Yayınları, 1992. Bloom, Harold: The Western Canon: The Books and School Of The Ages, U.S.A, Harcourt Brace &Company, 1994. Bloom, Harold: Etkilenme Endişesi: Bir Şiir Teorisi, (Çev. Ferit Burak Aydar), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2008. Bolayır, Ali Ekrem: Hâtıralar, (Haz. Metin Kayahan Özgül), İstanbul, Hece Yayınları, 2007. Bolulu, Osman: Ahmet Miskioğlu Kitabı, Ankara, Kum Yayınları, 2004. Bora, (Ed.) Tanıl: Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce -2: Kemalizm, İstanbul, İletişim Yayınları, 2001. Bozdağ, İsmet: Yıldızların Arkası: Beyaz Arılar, İstanbul, Emre Yayınları, 2007. Bozdağan, Sibel: Modernizm ve Ulusun İnşası: Erken Cumhuriyet Türkiyesi'nde Mimari Kültür, (Çev. Tuncay Birkan), 2. bsk., İstanbul, Metis Yayınları, 2008. Budak, Ali: Batılılaşma Sürecinde Çok Yönlü Bir Osmanlı Aydını: Münif Paşa, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2004. Buğra, Tarık: Bu Çağın Adı, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1995. Burak, Cihat: Yakutiler, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2001. Buyrukçu, Muzaffer: Anında Görüntü, İstanbul, Yılmaz Yayınları, 1992. Buyrukçu, Muzaffer: Dillerinde Dünya, İstanbul, Adam Yayınları, 1995. Buyrukçu, Muzaffer: Sıcak İlişkiler, İstanbul, Adam Yayınları, 1982. Büke, Aydın: Bach: Yaşamı ve Eserleri, 2. bsk., İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2005. Büyükünal, Feriha: Bir Zaman Tüneli: Beyoğlu, İstanbul, Doğan Kitap, 2006. Can, Nurullah: Uykusuz Kedi, İstanbul, Varlık Yayınları, 2010. Cansever, Edip: Sonrası Kalır-1: Bütün Şiirleri, 7. bsk., İstanbul, Yapı Kredi

429 Yayınları, 2011. Cevdet Paşa: Tezâkir 1–12, (Yayınlayan: Prof. Cavid Baysun), Ankara, ATKDTYKTTKY, 1991. Cengiz, (Söyleşi) Metin: Hayat, Edebiyat, Siyaset: Ahmet Oktay İle Dünden Bugüne, İstanbul, Everest Yayınları, 2004. Ciravoğlu, Öner: Büyük Yoların Haydutu: Fotoğraflarla Attilâ İlhan’ın Yaşam Öyküsü, İstanbul, Sel Yayıncılık, 1997. Clark, Toby: Sanat ve Propaganda: Kitle Kültürü Çağında Politik İmge, (Çev. Esin Hoşsucu), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2004. Coşkuntürk, Hüveyla: İhsan Raif Hanım, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987. Çakırhan, Nail: Anılar, (Söyleşi: Erden Akbulut), İstanbul, TÜSTAV, 2008. Çandar, (Söyleşi) Tûba: Hitit Güneşi Mualla Eyuboğlu Anhegger, 2. bsk., İstanbul, Doğan Kitap, 2003. Çelik, Hüseyin: Ali Suavî ve Dönemi, İstanbul, İletişim Yayınları, 1994. Çetintaş, M. Burak: Dolmabahçe’den Nişantaşına: Sultanların ve Paşaların Semtinin Tarihi, İstanbul, Antik A.Ş. Kültür Yayınları, 2005. Çetişli, İsmail: Halit Ziya Uşaklıgil, Şûle Yayınları, İstanbul, 2000. Çoruk, Ali Şükrü: Cumhuriyet Devri Türk Romanında Beyoğlu, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 1995. Deleon, Jak: Eski İstanbul’un (Yaşayan) Tadı, İstanbul, Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kitapları, 1989. Deliorman, Altan: Işıklı Hayatlar: Nihad Sâmi Banarlı, Ekrem Hakkı Ayverdi, Sâmiha Ayverdi, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı, 2004. Demiryürek, (Derleyen ve Yay. Haz.)Mehmet: Son Vakanüvis Abdurrahman Şeref Efendi’yle Osmanlı Tarih Sohbetleri, İstanbul, Akademik Kitaplar, 2009. Dikeç, (Söyleşi) Nuri: Silinmiş Alkışlar İçinde: Mücap Ofluoğlu Kitabı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2008. Dinamo, Hasan İzzettin: İkinci Dünya Savaşı’ndan Edebiyat Anıları, İstanbul, De Yayınevi, 1984. Dino, Arif: Çok Yaşasın Ölüler, İstanbul, Adam Kitabevi, 1985.

430 Dino, Güzin: Gel Zaman Git Zaman: Abidin Dino’lu Yıllar, 3. bsk., İstanbul, Can Yayınları, 2000. Doğan, Yard. Doç. Dr. İsmail: Tanzimatın İki Ucu: Münif Paşa ve Ali Suavi, İstanbul, İz Yayıncılık, 1991. Dorsay, Atillâ: Benim Beyoğlum, İstanbul, Varlık Yayınları, 1993. Doster, (Söyleşi) Barış: Müfid Ekdal Kitabı: Tanıdığım İnsanlar, Yaşadığım Olaylar, İstanbul, Destek Yayınları, 2009, Duhani, Said N. : Beyoğlu’nun Adı Pera İken: Geri Dönmeyecek Zamanlar, (Çev. Nihal Önol), İstanbul, Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kütüphanesi Vakfı, 1990. Durbaş, Refik: Yasemin ve Martı, İstanbul, Adam Yayınları, 1997. Durbaş, Refik: Mektup Var İlhami Bekir’den: Hayatı, Şiiri, Anılarıyla İlhami Bekir Tez, İstanbul, Piya Kitaplığı, 1997. Durbaş, Refik: Rakı ile Edebiyat Muhabbeti, İstanbul, Heyamola Yayınları, 2007. Durmuş, Tûbâ Işınsu İsen: “II. Selim Dönemi Sonuna Kadar Edebî Hâmîlik Geleneği”, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmış Doktora Tezi, 2006. Durmuş, Tûbâ Işınsu: Tutsan Elini Ben Fakîrin: Osmanlı Edebiyatında Hamilik Geleneği, İstanbul, Doğan Kitap, 2009. Ebuzziya Tevfik: Yeni Osmanlılar Tarihi, (Bugünkü Türkçeye Uygulayan: Şemsettin Kutlu), İstanbul, Hürriyet Yayınları, C.I-II, 1973. Eczacıbaşı, Şakir: Çağrışımlar, Tanıklar, Dostluklar, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2010. Ediboğlu, Baki Süha: Bizim Kuşak ve Ötekiler, İstanbul, Varlık Yayınevi, 1968. Ekdal, Dr. Müfid: Bir Fenerbahçe Vardı, İstanbul, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu Yayınları, 1987. Elgin, Ahmet Güner: Marmara Kitabeleri, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2003. Eloğlu, Metin: İçli Dışlı: Yazılar, Söyleşiler, Soruşturmalar, (Haz. Turgay Anar), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2010. Eminoğlu, (Haz.) Münevver: Bir Beyoğlu Fotoromanı: Bir Efsanenin Monografisi 1870–2000, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2000. Emiroğlu, Dr. Öztürk: Türkiye’de Edebiyat Toplulukları, 2.bsk., Ankara, Akçağ

431 Yayınları, 2003. Enginün, Prof. Dr. İnci: Abdülhak Hâmid Tarhan, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986. Enginün, Prof. Dr. İnci: Abdülhak Hâmit, İstanbul, Timaş Yayınları, 2001. Engünün, (Haz.) İnci: Abdülhak Hâmid’in Hatıraları, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1994. Enginün, İnci - Kerman, Zeynep: Günlüklerinin Işığında Tanpınar’la Baş Başa, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2007. Ercilasun, Bilge: Ahmet İhsan Tokgöz, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996. Erginöz, Osman: “Mahfil Mecmuası ve Tahlilî Fihristi”, Marmara Üniversitesi İlahiyat Ana Bilim Dalı, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2007. Ergiydiren, Özcan: Hayâli Cihan Değer: Sâmiha Ayverdi İle Hâtıralar, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı, 2009. Ersoy, Mehmet Âkif: Safahat, (Neşre Haz. M. Ertuğrul Düzdağ), 2. bsk., İstanbul, Çağrı Yayınları, 1995. Ertop, Konur: Mektepten Memlekete: Fotoğraflarla Yahya Kemal’in Yaşam Öyküsü, İstanbul, Sel Yayıncılık, 1998. Ertuğrul, Muhsin: Benden Sonra Tufan Olmasın!: Anılar, İstanbul, Remzi Kitabevi, 2007. Es, Hikmet Feridun: Bugün De Diyorlar Ki, (Haz. Selçuk Karakılıç), İstanbul, Ötüken Yayınları, 2010. Es, Hikmet Feridun: Tanımadığımız Meşhurlar, (Haz: Selçuk Karakılıç), İstanbul, Ötüken Yayınları, 2009. Esatlı, Mustafa Ragıp: İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar Perdesi ve Yakup Cemil Niçin Öldürüldü?, İstanbul, Hürriyet Yayınları, 1975. Evren, Burçak: Eski İstanbul’da Kahvehaneler, İstanbul, Milliyet Yayınları, 1996. Eyuboğlu, İsmet Zeki: Anılar, İstanbul, Pencere Yayınları, 1999. Fazlı Necip: Külhani Enteller (Edipler): Jön Türklerden Cumhuriyete Kadar İnkılâp İçinde Geçen Tarihi Zaman, İstanbul, Arba Yayınları, 1991. Garber, Marjorie B.: Patronizing The Arts, New Jersey, Princeton University Pres, 2008.

432 Gezgin, Hakkı Süha: Edebî Portreler, (Yay. Haz. Beşir Ayvazoğlu), İstanbul, Timaş Yayınları, 1999. Giz, Adnan: Bir Zamanlar Kadıköy: 1900- 1950, İstanbul, İletişim Yayınları, 1988. Gülen, Nejat: Heybeliada: Tarihi, Coğrafyası, Yaşamı, İstanbul, Murat Matbaacılık, 1982. Gülersoy, Çelik: Tepebaşı: Bir Meydan Savaşı, İstanbul, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri Daire Başkanlığı Yayınları, 1993. Gülersoy, Çelik: Beyoğlu’da Gezerken, İstanbul, Çelik Gülersoy Vakfı İstanbul Kütüphanesi Yayınları, 1990. Günyol, Vedat: Daldan Dala, İstanbul, Adam Yayınları, 1982. Gürlek, Dursun: Ayaklı Kütüphaneler, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı, 2003. Gönensay, Hıfzı Tevfik: Hâmid’in Son Yılları ve Son Şiirleri, İstanbul, Vakit Matbaası, 1943. Göze, Hicran: Kadıköylü Yıllarım: Çocukluk ve Gençlik Hatırlarım, İstanbul, Kubbealtı Neşriyâtı, 2007. Grégoıre (Ed.) Héléne Desmet- Georgeon, François: Doğu’da Kahve ve Kahvehaneler, (Çev. Meltem Atik-Esra Özdoğan), İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1999. Halman, (Ed.) Talat Sait v.d.: Türk Edebiyatı Tarihi, C.III, 2.bs., İstanbul, T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2007. Hanioğlu, Dr. M. Şükrü: Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, İstanbul, Üçdal Neşriyat, t.y. Haskan, Mehmet Mermi: Yüzyıllar Boyunca İstanbul, C.III, Üsküdar Bel. Üsküdar Araştırma Merkezi Yayınları, 2001. Hikmet, Nâzım: Sanat, Edebiyat, Kültür, Dil: Yazılar:1, 5.bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2007. Hisar, Abdülhak Şinasi : Ahmet Haşim- Yahya Kemal’e Veda, 3. bsk., İstanbul, Ötüken Yayınları, 1979. Huyugüzel, Prof. Dr. Ö. Faruk: Halit Ziya Uşaklıgil: Hayatı, Eserleri, Eserlerinden Seçmeler, İstanbul, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1995. Hüseyin Vassaf: Bir Eski Zaman Efendisi İbnülemin Mahmud Kemal İnal:

433 Kemâlü’l Kemâl, (Haz. Fatih M. Şeker- İsmail Kara), İstanbul, Dergâh Yayınları, 2009. Ilgaz, Rıfat: Yokuş Yukarı, İstanbul, Çınar Yayınları, 1987. İleri, Selim: İstanbul Hatıralar Kolonyası, İstanbul, Doğan Kitap, 2006. İleri, Selim: İstanbul’un Sandık Odası, İstanbul, Doğan Kitap, 2004. İnal, İbnüelmin Mahmud Kemal: Son Asır Türk Şairleri, (Yay. Haz. Müjgan Cumbur), C.I, Ankara, Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 1999. İnal, İbnülemin Mahmud Kemal: Son Asır Türk Şairleri, C.II, (Haz. M. Kayahan Özgül), Ankara, Atatürk Yüksek Kurumu Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2000. İnal, İbnülemin Mahmud Kemal: Son Asır Türk Şairleri, (Haz. Hidayet Özcan), C.III, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2000. İnal, İbnülemin Mahmut Kemal: Son Sadrazamlar, C.I, IV, 3. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1982. İnal, Onur: Pera’dan Beyoğlu’na, 2. bsk., İstanbul, Galata Yayınları, 2006. İnalcık, Halil: Şâir ve Patron: Patrimonyal Devlet ve Sanat Üzerinde Sosyolojik Bir İnceleme, 2.bs., Ankara, Doğu Batı Yayınları, 2005. İnan, (Haz.) Av. Yusuf Ziya: Prof. Dr. Ali Nihad Tarlan: Hayatı, Şahsiyeti ve Eserleri, İstanbul, Sıralar Matbaası, 1965. İpekten, Dr. Halûk: Divan Edebiyatında Edebî Muhitler, İstanbul, MEB Yayınları, 1996. İz, Mahir: Yılların İzi, 3. bs., İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2003. İzer, Zeki Faik: 90’a Bir Kala, İstanbul, Promat Basım Yayım San. A.Ş., 2002. Jusdanis, Gregory: Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür: Milli Edebiyatın İcat Edilişi, (Çev. Tuncay Birkan), İstanbul, Metis Yayınları, 1998. Kadri, Hüseyin Kazım: Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Hatıralarım, (Haz. İsmail Kara), İstanbul, İletişim Yayınları, 1991. Kahraman, Âlim: Edebiyatın Belleğinde Yaşayan Beykoz, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2005. (Kanık) Orhan Veli : Bütün Şiirleri, 49. bsk., İstanbul, Adam Yayınları, 2003. Kantarcıoğlu, Sevim: Türk ve Dünya Romanlarında Modernizm, İstanbul,

434 Paradigma Yayınları, 2007. Karaca, Alâattin: “Edebî Tenkitleri ve Şiirleriyle İsmail Safa’nın Edebiyatımızdaki Yeri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 1987. Kaplan, Mehmet: Tevfik Fikret, İstanbul, Dergâh Yayınları, 1987. Kaplan, (Haz.) Doç. Dr. Ramazan: Muallim Naci: Mektuplarım, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998. Kaplan, (Söyleşi) Sefa: “Olaylar ve İnsanlar”ın Peşinde Bir Ömür: Hasan Pulur Kitabı, 3. bsk., İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2006. Karaca, Dr. Nesrin Tağızade: Celal Sahir Erozan, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1992. Karaçavuş, Ahmet: “Tanzimat Dönemi Osmanlı Bilim Cemiyetleri”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2006. Karadayı, İsmet Kemal: Düşün Sanat Dostlarım: Anı Portreler, İstanbul, Yön Yayıncılık, 1997. Karakoç, Sezai: Gün Doğmadan, 3. bsk, İstanbul, Diriliş Yayınları, 2004. Karaosmanoğlu, Yakup Kadri: Gençlik ve Edebiyat Hatıraları, İstanbul, İletişim Yayınları, 1990. Karataş, Turan: Doğunun Yedinci Oğlu: Sezai Karakoç, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 1998. Karay, Refik Halid: Bir Ömür Boyunca, 2. bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 1996. Karay, Refik Halid: Üç Nesil Üç Hayat, İstanbul, İnkılâp Kitabevi, 2009. Kaya, Yard. Doç. Dr. Bayram Ali: Osman Nevres ve Divanı, İstanbul, Gökkubbe Yayınları, 2007. Kazan, Hilâl: “XV ve XVI. Asırlarda Osmanlı Sarayının Sanatı Himayesi”, Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İslam Sanatları Tarihi Bilim Dalı Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2007. Kemal, Mehmed: Denemeler Elemeler, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1997. Kemal, Mehmed: Acılı Kuşak, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1977. Kerman, Zeynep: Sami Paşazâde Sezai’nin Hikâye- Hâtıra- Mektup ve Edebî

435 Makaleleri, İstanbul, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1981. Keskiner, Arif: Çiçek Gibi, 5. bsk., İstanbul, Doğan Kitap, 2007. Kırkpınar, Salim Rıza: Salim Rıza’dan Anılar, İstanbul, Yalçın Yayınları, 1990. Kısakürek, Necip Fazıl: Para, İstanbul, Büyük Doğu Yayınları, 2007. Kocabaşoğlu, (Ed.) Uygur: Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, C.III, İstanbul, İletişim Yayınları, 2002. Kocagöz, Samim: Bu Da Geçti Yahu, İstanbul, Düşün Yayınevi, 1989. Kocamemi, Fazıl Bülent: Bir Türk Ailesinin 450 Yıllık Öyküsü: Koca-memi (Memi-Can) Paşa Ailesinin Tarihçesi, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2005. Kudret, (Haz.) İhsan - İnci, Handan: Cevdet Kudret’e Mektuplar, Ankara, Ümit Yayıncılık, 1995. Kurşun, (Ed.) Prof. Dr. Zekeriya v.d.: Üsküdar Sempozyumu-II, C.II, İstanbul, Üsküdar Belediyesi Yayınları, 2005. Kuneralp, Sinan: Son Dönem Osmanlı Erkân ve Ricali, İstanbul, İsis Yayınları, 2003. Kuntay, Mithat Cemal: Namık Kemal: Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında, C.I, İstanbul, Maarif Vekâleti Neşriyatı, 1944. Kuntay, Mithat Cemal: Namık Kemal: Devrinin İnsanları ve Olayları Arasında, C.II, Kısım II, İstanbul, Maarif Basımevi, 1956 Kuntay, Mithat Cemal: Mehmet Akif, 7. bsk., İstanbul, Timaş Yayınları, 2010. Külebi, Cahit: İçi Sevda Dolu Yolculuk, İstanbul, Varlık Yayınları, 1999. Lewis, Geoffrey: Trajik Başarı: Türk Dil Reformu, (Çev. Mehmet Fatih Uslu), 2. bsk., İstanbul, Gelenek Yayınları, 2004. Mardin, Şerif: Türk Modernleşmesi: Makaleler IV, İstanbul, İletişim Yayınları, 1991. Mardin, Şerif: Yeni Osmanlı Düşüncesinin Doğuşu, (Çev: Mümtaz’er Türköne, Fahri Unan, İrfan Erdoğan), İstanbul, İletişim Yayınları, 2004. Mardin, Yusuf: Kocataş Yalısı Anılarım, İstanbul, Güryay Matbaacılık Tic. Ltd. Şti., 1988. Mehmed Süreyya: Sicill-i Osmânî yâhud Tezkere-i Meşâhir-i Osmâniyye, C.III,

436 İstanbul, Matbaa-i Âmire, 1311. Meral, Yasin: “Yeni Ahit Kanon’un Oluşumu (I- IV. Asırlar)”, Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2007. Meriç, Cemil: Jurnal 1, (Yay. Haz. Mahmut Ali Meriç), 6. bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 1995. Mert, Talip: Açıklamalı Safahât Sözlüğü, İstanbul, Yağmur Yayınları, 2011. Mısıroğlu, Kadir: Üstad Necip Fâzıl’a Dair, İstanbul, Sebil Yayınevi, 1993. Mordtmann, Andreas David: İstanbul ve Yeni Osmanlılar, (Çev: Gertraude Songu- Habermann), İstanbul, Pera Yayıncılık, 1999. Muallim Naci: Mektublarım, Konstantiniyye, Matba-i Ebuzziya, 1303. Mümtaz, Ahmet Semih: Eski İstanbul Konakları, (Haz. İsmail Dervişoğlu), İstanbul, Kurtuba Yayınları, 2011. Naci, Fethi: Anılar Kitabı, İstanbul, Sel Yayıncılık, 2009. Nesimi, Abidin: Yılların İçinden, 2.bs., İstanbul, Nöbetçi Yayınevi, 2008. Nora, Pierre: Hafıza Mekânları, (Çev. Mehmet Emin Özcan), Ankara, Dost Kitabevi Yayınları, 2006. Ofluoğlu, Mücap: Bir Avuç Alkış, İstanbul, Çağdaş Yayınları, 1985. Okay, M. Orhan: Bir Hülya Adamının Romanı: Ahmet Hamdi Tanpınar, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2010. Okay, M. Orhan: Bir Başka İstanbul, 2. bsk., İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2007. Oktay, Ahmet: Gizli Çekmece, 2. bsk., İstanbul, Doğan Kitap, 2004. Oral, Zeynep: O Güzel İnsanlar, İstanbul, Cumhuriyet Kitap, 2008. Ortaç, Yusuf Ziya: Bizim Yokuş, Akbaba Yayınları, İstanbul, 1966. Ortaç, Yusuf Ziya: Portreler, 2.bsk., Akbaba Yayınları, İstanbul, 1963. Ortaylı, İlber v.d.: Payitaht-ı Zemin Eminönü: Bir Dünya Başkenti-I, İstanbul, Eminönü Belediyesi, 2008. Ozansoy, Halit Fahri: Edebiyatçılar Çevremde, Ankara, Sümerbank Kültür Yayınları, 1970. Ozansoy, Halit Fahri: Edebiyatçılar Geçiyor, İstanbul, Türkiye Yayınevi, 1967. Özalp, (Haz.) Ömer Hakan: Mehmed Ubeydullah Efendi’nin Malta, Afganistan ve İran Hatıraları, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2002. Özalp, Ömer Hakan: Ulemadan Bir Jöntürk: Mehmed Ubeydullah Efendi,

437 İstanbul, Dergâh Yayınları, 2005. Özçelebi, Hüseyin: Cumhuriyet Döneminde Edebî Eleştiri: 1939–1950, İstanbul, MEB Yayınları, 2003. (Özdemir) Mehmed Niyazi: Dâhiler ve Deliler, 3. bsk., İstanbul, Ötüken Yayınları, 2005. Özdamar, Ali (Metin yazarı): Beyoğlu 1930/ Selâhattin Giz’in Fotoğraflarıyla 1930’larda Beyoğlu, y.y., Çağdaş Yayıncılık- Galeri Alfa, t.y. Özgül, M. Kayahan: Arayışlar Devri Türk Şiiri Antolojisi, Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 2000. Özgül, M. Kayahan: Halit Fahri Ozansoy, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1986. Özgül, M. Kayahan: Hersekli Arif Hikmet, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987. Özgül, M. Kayahan: Divan Yolu’ndan Pera’ya Selametle: Modern Türk Şiirine Doğru, İstanbul, Hece Yayınları, 2006. Özgül, Metin Kayahan: Osman Nevres: Hayatı ve Eserleri, İstanbul, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1999. Özgül, M. Kayahan: Leskofçalı Galib, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987. Özlü, Demir: Ne Mutlu, Ulysses Gibi…, İstanbul, Simavi Yayınları, 1991. Özlü, Demir: Kentler, Kadınlar, Yazarlar, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2003. Özlük, (Haz.) Nuran: Türk Basınında Tevfik Fikret:1924–1940, İstanbul, 3F Yayınevi, 2008. Öztürk, Serdar: Cumhuriyet Türkiye’sinde Kahvehane ve İktidar (1930–1945), İstanbul, Kırmızı Yayınları, 2005. Öztürkmen, Neriman Malkoç: Edibeler, Sefireler, Hanımefendiler: İlk Nesil Cumhuriyet Kadınlarıyla Söyleşiler, İstanbul, Reyo Matbaacılık, 1999. Parlatır, İsmail: Tevfik Fikret: Dil ve Edebiyat Yazıları, Ankara, AKDTKY, 1993. Parlatır, (Yay. Haz.) Prof. Dr. İsmail: Gönülden Gönüle Fuat Bayramoğlu ile Anılarda, , t.y., y.y.

438 Polat, Dr. Nâzım H.: Şahabeddin Süleyman, Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987. Randall, William Lowell: Bizi 'Biz' Yapan Hikâyeler: Kendimizi Yaratmak Üzerine Bir Deneme, (Çev. Şen Süer Kaya), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 1999. Rey, Ahmet Reşit: Canlı Tarihler, İstanbul, Türkiye Yayınları, 1945. Rifat, Sema: Selahattin Hilav ve Paris Mektupları, İstanbul, İş Bankası Kültür Yayınları, 2006. S., Semih Mümtaz: Tarihimizde Hayal Olmuş Hakikatler, İstanbul, Hilmi Kitabevi, 1948. Sâfi, İhsan: Altın Suyuna Batırılmış Bir Hayat, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2006. Sâfi, (Haz.) İhsan: Hâmidnâme, İstanbul, Kutup Yıldızı Yayınları, 2006. Sâfi, (Haz.) İhsan: Karlar Altında Nevbahar: Lüsyen Tarhan’ın Hatırları, İstanbul, Dergâh Yayınları, 2006. Sarısayın, Ayşe: Çok Şey Yarım Hâlâ: Ayşe Sarısayın Babası Behçet Necatigil’i Anlatıyor, 2. bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2005. Sarısayın, Ayşe: Erdal Öz: Unutulmaz Bir Atlı, İstanbul, Can Yayınları, 2009. Sarmaşık, (Derleyen) Belgin: Attilâ İlhan: Açtırma Kutuyu!/Röportajlar–1 (1946–1983), Ankara, Bilgi Yayınevi, 2004. Sayar, Ahmed Güner: A. Süheyl Ünver: Hayatı-Şahsiyeti-Eserleri /1898–1986, İstanbul, Ötüken Yayınları, 2004. Scognamillo, Giovanni: Bir Levantenin Beyoğlu Anıları, İstanbul, Metis Yayınları, 1990. Seyda, Mehmet: Edebiyat Dostları, İstanbul, Kitaş Yayınları, 1970. Sezâî, Sami Paşazade: Bütün Eserleri–1, (Haz. Zeynep Kerman), Ankara, Atatürk Kültür Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Türk Dil Kurumu Yayınları, 2003. Sezai, Sami Paşazâde: Sergüzeşt, (Yay. Haz. Zeynep Kerman), İstanbul, MEB Yayınları, 2004. Sezâyî: Rumûzü’l-edeb, Dersaadet, İkdam Matbaası, 1316. Sülker, Kemal: Anılara Yolculuk, İstanbul, Yazko, 1983. Soldan, Uğur: Şiirin Aynasındaki Simurg: Hilmi Yavuz’un Hayatı, Estetiği ve

439 Şiir Dünyası, İstanbul, Can Yayınları, 2003. Soyuer, Halil : Şair Dostlarım, 2. bsk., İstanbul, Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2008. Söğüt, Mine : Adalet Cimcoz: Bir Yaşamöyküsü Denemesi, 3.bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2000. Sönmez, (Haz.) Sevengül: A’dan Z’ye Sabahattin Ali, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2009. Sönmez, (Haz.) Sevengül: A’dan Z’ye Sait Faik, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2007. Sözen, Vural: Müzik ve Müzisyenler Ansiklopedisi, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1986. Sudi, Nevzad: Küllük Anıları, 3.bsk., İstanbul, Mephisto Yayınları, 2004. Süleyman Tevfik: II. Meşrutiyet’ten Cumhuriyet’e Elli Yıllık Hatıralarım, (Haz. Tahsin Yıldırım-Şaban Özdemir), İstanbul, Dün Bugün Yarın Yayınları, 2011. Süreya, Cemal: 99 Yüz: İzdüşümler/Söz Senaryosu, İstanbul, Kaynak Yayınları, 1996. Süreya, Cemal: Toplu Yazılar-I: Şapkam Dolu Çiçekle ve Şiir Üzerine Yazılar, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2000. Şahin, (Haz.)Seval: Tevfik Fikret: Düşünce Dergisi, Nüsha-i Mahsûsa, 1918, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2005, Şakacı (Söyleşi) Figen: Her Doğum Bir Mucizedir: Aykut Kazancıgil Kitabı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2005. Şair Nigâr, Hayatımın Hikâyesi, İstanbul, Ekin Basımevi, 1959. Şefkatli, (Ed.) Murat, Türk Yurdu, C.III, Ankara, Tutibay Yayınları, 1999. Şehsuvaroğlu, Halûk Y.: Boğaziçi’ne Dair, İstanbul, Türkiye Turing ve Otomobil Kurumu, t.y. Şemseddin Sami: Kâmûsu’l-A’lâm, C.IV, İstanbul, Mihran Matbaası, 1306. Şeni, Nora - Le Tarrnec, Sophie: Camondalar: Bir Hanedanın Çöküşü, (Çev. Yaman Aksu), 3.bsk., İstanbul, İletişim Yayınları, 2005. Talu, Ercümet Ekrem: Geçmiş Zaman Olur ki: Anılar, (Haz. Alâattin Karaca), Ankara, Hece Yayınları, 2005.

440 Tamer, Ülkü: Yaşamak Hatırlamaktır: Anılar Kitabı, 2. bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 2002. Taner, Haldun: Ölürse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil, 2.bsk., İstanbul, Cem Yayınları, 1983. Tanpınar, Ahmet Hamdi: 19. Asır Türk Edebiyatı Tarihi, 7. bs., İstanbul, Çağlayan Kitabevi, 1988. Tanpınar, Ahmet Hamdi: Edebiyat Üzerine Makaleler, (Haz. Dr. Zeynep Kerman), İstanbul, Dergâh Yayınları, 1998. Tanpınar, Ahmet Hamdi : Saatleri Ayarlama Enstitüsü, 4. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1992. Tanpınar, Ahmet Hamdi: Beş Şehir, Ankara, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları, 2001. Tanpınar, Ahmet Hamdi: Bütün Şiirleri, 4. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1994. Tanpınar, Ahmet Hamdi: Yaşadığım Gibi, 3. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 2000. Tanpınar, Ahmet Hamdi: Yahya Kemal, 3. bsk., İstanbul, Dergâh Yayınları, 1995. Tanyol, Cahit: Türk Edebiyatında Yahya Kemal: İnceleme ve Anılar, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1985. Tarancı, Cahit Sıtkı: Ziya’ya Mektuplar, İstanbul, Can Yayınları, 2007. (Tarhan) Abdülhak Hâmid: Mektublar–2, İstanbul, Matba-i Âmire, 1334. Tarhan, Abdülhak Hâmid: Bütün Şiirleri–3: Hep Yahut Hiç/ İlham-ı Vatan, (Haz. İnci Enginün), İstanbul, Dergâh Yayınları, 1999. Tarım, (Haz.) Rahim: Mehmed Rauf’un Anıları, İstanbul, Özgür Yayınları, 2001. Tarım, Rahim: Mehmed Rauf: Hayatı, Sanatı, Eserleri, İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 1998. Tarım, Rahim: Kültür, Dil, Kimlik: Behçet Necatigi’in Şiir Dünyası, İstanbul, Özgür Yayınları, 2002. Tayşi, M. Serhan: Ali Emîrî’nin İzinde, İstanbul, Timaş Yayınları, 2009. Tekkanat , (Derleyen) Zühal: Papirüs Şiirleri Antolojisi: 1966–1981, Ankara, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002. Tevfik Fikret: Rübab-ı Şikeste, İstanbul, Tanin Matbaası, 1326. Tezcan, Esma: “Pargalı İbrahim Paşa Çevresindeki Edebî Yaşam”, Bilkent Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, 2004.

441 Tirali, Naim: Aşk Dediğin, İstanbul, Cem Yayınevi, 1988. Toprak, Ömer Faruk: Duman ve Alev, İstanbul, May Yayınları, 1968. Topuzlu, Opr. Dr. Cemil: İstibdat, Meşrutiyet, Cumhuriyet Devirlerinde 80 Yıllık Hatıralarım, (Haz. Prof. Dr. Hüsrev Hatemi- Prof. Dr. Aykut Kazancıgil), 5. bsk., İstanbul, İşaret Yayınları, 2010. Toros, Taha: Mâzi Cenneti, İstanbul, İletişim Yayınları, 1992. Toros, Taha: O Güzel İnsanlar, İstanbul, Aksoy Yayıncılık, 2000. Toros, Taha: Türk Edebiyatından Altı Renkli Portre, İstanbul, İsis Yayımcılık, 1998. Toros, Taha: Kahvenin Öyküsü, İstanbul, İletişim Yayınları, 1998. Tuğlacı, Pars: Tarih Boyunca İstanbul Adaları-II, İstanbul, Pars Yayın ve Tic. Ltd. Şti., 1992. Tuncel, Murat: Yarımağız Anılar, İstanbul, Pencere Yayınları, 1996. Tural, Şecaattin: Şemsettin Sami, İstanbul, Şûle Yayınları, 1999. Uçman, Doç. Dr. Abdullah: Edebiyat-ı Cedîde’ye Dair Ali Ekrem’den Rıza Tevfik’e Bir Mektup, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 1997. Uçman, Abdullah: Fatih’te Geçen Kırk Yılın Hikâyesi, İstanbul, Heyamola Yayınları, 2009. Uçman, (Haz.) Abdullah- İnci, Handan: Bir Gül Bu Karanlıklarda: Tanpınar Üzerine Yazılar, İstanbul, Kitabevi Yayınları, 2002. Uğurlu, Nurer: Orhan Kemal’in İkbal Kahvesi, 2.bsk., İstanbul, Örgün Yayınevi, 2002. Urgan, Mina: Bir Dinazorun Anıları, 25. bsk., İstanbul, Yapı Kredi Yayınları, 1998. Uşaklıgil, Halid Ziya: Kırk Yıl, (Yay. Haz. Dr. Nur Özmel Akın), İstanbul, Özgür Yayınları, 2008. Uyar, Turgut: Büyük Saat: Toplu Şiirler, İstanbul, Can Yayınları, 1984. Uyar, (Yay. Haz.) Tomris- Köksal, Sırma: İstanbul’da Zaman, İstanbul, Büke Yayınları, 2000. Uysal, Sermet Sami: Şiire Adanmış Bir Yaşam: Yahya Kemal Beyatlı, İstanbul, Yahya Kemal’i Sevenler Derneği, 1998. Ünver, Ord. Prof. Dr. A. Süheyl : Yahya Kemal’in Dünyası,(Yay. Haz. Yasin

442 Beyaz), 3. bsk., İstanbul, İşaret Yayınları, 2010. Üsdiken, Behzad: Pera’dan Beyoğlu’na: 1840–1955, İstanbul, Akbank Kültür ve Sanat Kitapları, 1999. Ünaydın, Ruşen Eşref: Yazılar-I, (Yay. Haz. Necat Birinci, Nuri Sağlam), Ankara, AKDTYKTDKY, 2002. (Ünaydın), Ruşen Eşref: Tevfik Fikret: Hayatına Dair Hatıralar, İstanbul, Hilal Matbaası, 1919. Vâ-Nû, Müzehher: Bir Dönemin Tanıklığı, 2.bsk., İstanbul, Cem Yayınevi, t.y. Yalçın, Hüseyin Cahit: Edebiyat Anıları, (Yay. Haz. Rauf Mutluay), İstanbul, İşbankası Yayınları, 2002. (Yalçın), Hüseyin Cahit: Hayal İçinde, İstanbul, Âlem Matbaası, 1317. Yaraman, (Yay. yön.)Ayşegül: Biyografya–4: Kemal Tahir, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004. Yaraman, (Yay. yön.)Ayşegül: Biyografya–7: Tevfik Fikret, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2006. Yaşar, (Haz.) Ahmet: Osmanlı Kahvehaneleri: Mekân, Sosyalleşme, İktidar, İstanbul, Kitap Yayınevi, 2009. Yerguz, (Çev.) İsmail: Lüsyen Hanım’dan Abdülhak Hâmid’e Aşk Mektupları, (Giriş ve Notlar: İnci Enginün), İstanbul, Oğlak Yayınları, 1997. Yesari, Afif: İstanbul Hatırası, İstanbul, Türkiye Turing Otomobil Kurumu, 1987. Yetiş, Kâzım: Yahya Kemal I: Hayatı, 2. bsk., İstanbul, İstanbul Fetih Cemiyeti Yayınları, 2006. Yıldırım, B. Sermet: “Prof. Ahmed Nâim Babanzade: Hayatı, Eserleri ve Hakkında Yazılanlar”, İstanbul, Yüksek İslam Enstitüsü Lisans Tezi, 1964. Yıldırım, Tahsin: Edebiyatımızda Müstear İsimler, İstanbul, Selis Kitaplar, 2006. Yıldırım, Tahsin: Eşlerinin Gözüyle Edebiyatçılarımız, İstanbul, Selis Kitaplar, 2003. Yılmaz, Arif: “Sabahattin Kudret Aksal’ın Hayatı, Sanatı ve Şiirleri Üzerinde Bir Araştırma”, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Yayımlanmamış Doktora Tezi, 2004. Yılmaz, Aytekin: Modernden Postmoderne Siyasal Arayışlar, Ankara, Vadi Yayınları, 1996.

443 Yılmaz, (Ed.) Dr. Coşkun: Üsküdar Sempozyumu-IV: 3–5 Kasım 2006 Bildiriler, C.II, İstanbul, Üsküdar Belediyesi Yayınları, 2007. Yusuf Kâmil: Tercüme-i Telemâk, 2.bsk., İstanbul, Tasvîr-i Efkâr Gazetehânesi, 1279. Yücebaş, Hilmi: Bütün Cepheleriyle Tevfik Fikret, y.y., Dizerkonca Matbaası, 1959. Zat, Vefa: Eski İstanbul Otelleri, İstanbul, Bilge Karınca Yayınevi, 2005. Zizek, Slavoj : Yamuk Bakmak: Popüler Kültürden Jaquas Lacan’a Giriş, (Çev.: Tuncay Birkan), 2.bs., İstanbul, Metis Yayınları, 2005.

SÜRELİ YAYINLAR

(Abasıyanık) Sait Faik: “Genç Edebiyatçılar” Yedigün, No:724, 19 Ocak 1947, s.4– 5, 17. Abdurrahman Adil, “Yeni Osmanlılar Tarihi İnkılâbât-ı Fikriye ve Münâkaşaları”, Hadisât-ı Hukûkiyye ve Tarihiyye Mecmuası, Cüz 3, 15 Mayıs 1341, s. 9- 16. Âdil, Fikret: “İstanbul Güzidelerini Toplıyan Eski Pastahene Yerini Değiştirdi: Lebon’a Kimler Giderdi?”, Vakit, 25.10.1941, s.2. Akbal, Oktay: “Sait Faik’le Bir Akşam Üstü”, Vatan, 16. 05. 1953, s.6. Akı, Niyazi: “Bir Zamanlar Beyazıt Meydanı”, Yeditepe, No:164, Aralık 1969, s.6. Aksal, Sabahattin Kudret: “Çağdaş Türk Yazarlarının Yayımlanmamış Anıları, Milliyet Sanat, No:253, 28 Kasım 1977, s.11. Aktürel, Teoman: “Ada ve Maya”, Milliyet Sanat, no:366, 15 Ocak 1981, s.25. Aktürel, Teoman: “Sabahattin Hoca’nın Ekin Evi”, Hürriyet Gösteri, y.1, No:7,Haziran 1981, s.18- 20. Akyıldız, Kaya - Karacasu, Barış: “Mavi Anadolu: Edebî Kanon ve Millî Kültürün Yapılandırılışında Kemalizm İle Bir Ortaklık Denemesi”, Toplum ve Bilim, No:81, Yaz 1999, s. 26- 43. Alus, Sermed Muhtar: “Ârif’in Kıraathanesi”, Aydede, No:52, 3 Kasım 1948, s.2. Andı, Kübra: “Servet-i Fünûn Mecmuası”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, C.IV, No:7, 2006, s.533- 544.

444 Andı, M. Fatih: “Safahât- Birinci Kitab’ın Devrinde Uyandırdığı Akisler”, İlmî Araştırmalar, No:1, 1995, s. 39–60. Arolat, Osman S. : “İlhami Bekir Tez”, Milliyet Sanat, No:332, 16 Temmuz 1979, s.3–4. Arolat, Osman S.: “Badem Ağaçları Çiçek Açtığında Ölen Şair: İlhami Bekir”, Milliyet Sanat, No:454, 15 Nisan 1984, s.25- 27. Asaf, Özdemir: “Sait Faik’in Kişiliği ve Son Günleri”, Milliyet Sanat, No:323, 14 Mayıs 1979, s.14- 16. Atakay, Kemal: “Kanon Huzursuzluğu”, Kitap-lık, y.11, No:68, Ocak 2004, s.70- 77. Ay, Taha: “En Yaşlı Kadın Şâirimiz Leylâ Hanımefendi”, Yedigün, No:70, 11 Temmuz 1934, s.7–8; Ayata, Sencer: “Kentsel Orta Sınıf Ailelerde Statü Yarışması ve Salon Kullanımı”, Toplum ve Bilim, No:42, Yaz 1988, s.5–25. Ayvazoğlu, Beşir: “Darülkemal’de Bir Kış Gecesi”, Türk Edebiyatı, y.37, No:37, Mayıs 2009, s.12- 21. Ayvazoğlu, Beşir: “Kapanalı Yarım Asır Geçtiği Hâlde Unutulmayan Kahve ‘Akşam Sabah Küllük’teyiz”, Türk Edebiyatı, y.37, No: 432, Ekim 2009, s.12–20. Bahçekapılı, Nalan: “Kahvehane-Aylaklık Mekânı, Kamusal Mekân, Heterotopya”, Varlık, no:1174, Temmuz 2005, s.19–24. Başcı, Pelin: “Yerli Edebiyat, Yurdun Edebiyatı; Herkes Onu Okumalı: Türk Edebiyatı Kanonu ve Ulusal Kimliğin Sınırları”, Pasaj, No:6, Kasım 2007-Mayıs 2008, s.44- 69. Başol, Cahide: “Fecri Âtî”, Servet-i Fünûn-Uyanış, y.51, C.XC, No: 2343, 17 Temmuz 1941, s.100; 31 Temmuz 1941, s.100.; No: 2346, 7 Ağustos 1941, s.143. Belge, Murat: “Türkiyede Kanon”, Kitap-lık, y.11, No:68, Ocak 2004, s. 54- 59. Benekay, Yahya: “ Masalarda 3: Dağlarca”, Varlık, No:738, 15 Mart 1969, s.10. Bilim, Cahit : “İlk Türk Bilim Akademisi: Encümen-i Daniş”, Hacette Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, c.3, No:2, 1985, s.81- 104. Bir Şahit, “Edebî Dertleşme: Yeni Şiirin Münakaşası”, Vatan, 10. 05. 1942, s.2–3.

445 Birsel, Salâh: “Ah Cahit Vah Cahit”, Varlık, No: 1044, Eylül 1994, s.23- 24. Birsel, Salâh : “Beyoğlu Geceleri”, Milliyet Sanat, No:457, 1 Haziran 1984, s.2–6, 62. Bloom, Harold: “Kanona Ağıt” (Çev. Mehmet H. Doğan), Kitap-lık, y.11, No:68, Ocak 2004, s.79- 91. Bozok, Hüsamettin: “Asaf Hâlet Çelebi İçin Anılar, Anılar…”, Yeditepe, No:188, Aralık 1971, s.8. Bozok, Hüsamettin: “Anılarla Eski Beyoğlu”, Milliyet Sanat, No:457, s.18. Bozok, Hüsamettin: “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. Bozok, Hüsamettin: “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. (Bölükbaşı), Rıza Tevfik: “Abdülhak Hâmit”, Yeni Sabah, 20 Nisan 1944, s.3. Buğra, Tarık “Ufacık Ölü”, Beş Sanat, No:7, 1 Ekim 1950, s.10- 11. Buyrukçu, Muzaffer: “Orhan Kemal’le Gittiğimiz Meyhaneler”, Milliyet Sanat, No: 379, 1 Mart 1981, s.27- 30. Buyrukçu, Muzaffer: “Cemal Süreya Konyak İçiyor”, Varlık, No:1060, Ocak 1996, s.24–27. Buyrukçu, Muzaffer: “Cemal Süreya”, Varlık, No:1033, Ekim 1993, s. 40- 45. Can, Bilmez Bülent: “Ölümünün Yüzüncü Yılında Şemsettin Sami Frasheri: Paylaşılamayan Aydın”, Toplumsal Tarih, No: 126, Haziran 2004, s. 38- 45. Canberk, Eray: “İlk ‘Serbest Nazım’ Şairlerimizden İlhami Bekir Tez’in Yarım Yüzyılı Aşan Yazarlık Serüveni”, Milliyet Sanat, No:332, 16 Temmuz 1979, s.5–6. Canberk, Eray: “Eski Kadıköy’den Perşembeciler’e”, Kitap-lık, No:90, Ocak 2006, s.96- 100. Cevat, Macit: “Lambo’da Yarım Kalan Şarap”, SEK–1, 1976, s.34. Çalçene, “Karagöz Küllük Şairi”, Yeni Sabah, 25. 06. 1944, s.2. Çapanoğlu, Münir Süleyman: “Ahmed Rasim ve İçki”, Vakit, 15 Birincikanun 1944, s.5. Çelebi, Ahmet Rüştü: “Sanatkârın Erdemi!”, Dört Mevsim Maraş, No:11, Temmuz

446 2008, s.19- 21. Çelebi, Asaf Hâlet: “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. Çelebi, Asaf Hâlet: “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. Çıkla, Selçuk: Türk Edebiyatında Kanon ve İnkılâp Kanonu, Muhafazakâr Düşünce, y.4, No: 13–14, Yaz-Güz 2007, s.47–68. Demiralp, Oğuz: “Kanun Benim!” Pasaj, No:6, Kasım 2007-Mayıs 2008, s. 19- 23. Dinamo, Hasan İzzettin: “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. Dinamo, Hasan İzettin: “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. Dino, Abidin- Faik, Sait: “Gençlerin Müşterek Beyanatı: Yeni Neslin İddiası ve Davası”, Tan, 24.1.1940, s.5. Doğan, Mehmet- Gönenç, Turgay: “İkinci Yeni Şiir”, Papirüs, No:41, Ekim 1969, s.1–159. Durucan, Muhsib: “Bayramoğlu Şiir Esintisi”, Çağrı, y.40, No: 430, Eylül 1995, s.22. Ebuzziya Tevfik, “Kahvehânler”, Mecmua-i Ebuzziya, y. 31, No: 130, 28 Muharrem 1330, s.44- 49.; No: 131, 5 Safer 1330, s.65- 70. Elgin, Ahmet Güner : “Beyazıt’ta Bir Akademi: Marmara Kıraathanesi”, Kitap-lık, No:90, Ocak 2006, s.93- 95. Erhat, Azra: “Maya ve Cim-Dal”, Milliyet Sanat, no:353, Nisan 1980, s.15 -19. Erhat, Azra: “ Adalet Cimcoz’un Evi”, Hürriyet Gösteri, y.1, No:9, Ağustos 1981, s.20–21. Erişçi, Lütfi: “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. Erişçi, Lütfi: “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. Ertop, Konur: “Edebiyatımıza Yansıyan Çizgileriyle İstanbul’un Gözbebeği Beyoğlu’nun Yükselişi ve Çöküşü”, Milliyet Sanat, No:457, 1 Haziran 1984, s.14–17, 63.

447 Ertop, Konur: “Geçmişteki Edebiyatçılarımızın Özel Dünyasını Pek Az Tanıyoruz”, Hürriyet Gösteri, No: 4, Mart 1981, s. 26- 29. Ertop, Konur: “Yeditepe 30 Yaşında”, Milliyet Sanat, No: 354, Mayıs 1980, s.73– 75. Es, Hikmet Feridun, “Eski Beyazıt ve Sahaflar Çarşısı”, Hayat, y.10, C.III, No:35, 26 Ağustos 1965, s.23, 26. Esatlı, Mustafa Ragıp: “Edebiyat Münakaşasından Doğan Aşk ve İzdivaç”, Olay, c. II, No: 17- 18, 1 İlkteşrin 1944, s.4-5, 33.: No: 19- 20, 1 Sonteşrin 1944, s.18- 19, 38. Gelenbevi, Baha: “Anılarla Eski Beyoğlu”, Milliyet Sanat, No:457, 1 Haziran 1984, s.19. Giz, Adnan: “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi: Esafil-i Şark’ta Kimler Vardı, Neler Konuşulurdu?”, Hayat, No:21, 19 Mayıs 1977, s.27. ; No:22, 26 Mayıs 1977, s.27. Gökmen, Lûtfi: “Park Oteli Nasıl Kuruldu?”, Yirminci Asır, y. 3, C.V, 11 Kasım 1954, s.7. Gönç, Reşid Halid : “Mehmed Rauf”, Vakit, 10 Mart 1942, s.3. Gönç, Reşid Halid : “Eski İstanbul’dan Yapraklar: Mersin Çayhanesi”, Vakit, 24 Temmuz 1944, s.2. Güneyli, Halûk: “Sahaflar Çarşısı ve Hatıralar”, Müteferrika, No:5, Bahar 1995, s.125- 131. Gürlek, Dursun: “Mühürdar Emin Paşa Konağı ve İbnülemin Mahmud Kemal İnal”, Kültür Sanat Araştırma Dergisi, No: 6, Bahar 2007, s.88–93. Gürsoy, Yard. Doç. Dr. Belkıs: “XV. Yüzyıldan İtibaren İstanbul’daki Edebî Muhitlere Genel Bir Bakış”, Bilig, No: 2, Yaz 1996, s.188- 202. Güvemli, Zahir: “Büyük Doğu Akademyası: Toplantı No: 1”, Büyük Doğu, No:11, 11 Ocak 1946, s.4. Güvemli, Zahir: “Edebiyat Mahkemesi: Tevfik Fikret”, Büyük Doğu, No:7, 14 Aralık 1945, s.4.; No: 8, 21 Aralık 1945, s.4. Güvemli, Zahir : “Büyük Doğu Akademyası: Toplantı No:2”, Büyük Doğu, No: 12, 18 Ocak 1946, s.4. Güvemli, Zahir “Edebiyat Mahkemesi: Yahya Kemal”, Büyük Doğu, No: 14, 1

448 Şubat 1946, s.4, 12.; No:15, 8 Şubat 1946, s.4. Hisar, Abdülhak Şinasi: “Abdülhâk Hâmid’in Köşkü”, Türk Yurdu, No:251, Aralık 1955, s.445- 449. (Hisar), Abdülhak Şinasi: “Halit Ziya-II”, Türk Yurdu, No:261, Eylül 1956, s.207- 212. Hisar, Abdülhak Şinasi: “Cenap Şahabettin’e Dair Hatıralar”, Varlık, No:18, 1 Nisan 1934, s.277- 279. Issı, A. Cüneyt: “ ‘Toplum Mühendisliği’ Bağlamında Kanon-Edebiyat İlişkisi”, Hece, y.8, No: 90–92, Haziran-Temmuz- Ağustos, s. 360–376. İleri, Selim: “Bende İstanbul Hatıraları Kaldı…”, Zaman Cumartesi, 25 Ekim 2008, s.10. İleri, Selim: “Yaşar Nabi Nayır’ın Varlığı”, Varlık, No:1170, Mart 2005, s.26–30. İlhan, Attilâ: “Mavi”, Varlık, No:679, Ekim 1966, s.4–5. İlhan, Attilâ: “Şiir Okumak”, Yön, y.6, No:220, 16 Haziran 1967, s.13. İlhan, Attilâ: “Asaf’ın Ölümü”, Yön, y.6, No: 221, 23 Haziran 1967, s.13. (İnal) Kemal, İbnülemin Mahmud: “Zeyneb Hanım Konağı Nasıl Kurulmuştu?: Üstâd İbnülemin Bir İddiaya Cevap Veriyor”, Vakit, 11. 03. 1942, s.2. (İnal) Kemal, İbnülemin Mahmud: “Muallim Kâzım”, Vakit, 13 Ağustos 1943, s.2. İyem, Nuri: “Anılarla Eski Beyoğlu”, Milliyet Sanat, No: 457, 1 Haziran 1984, s.19. K., Tarık Dursun: “ Hüsamettin Bozok: Son Dergici”, Varlık, No: 1041, Haziran 1994, s.30-32. Kahraman, Hasan Bülent: “Bir Nehir Serüveni: Dergicilik, Varlık, Dün-Bugün”, Varlık, No: 1150, Temmuz 2003, s. 4–10. Kaplan, Mehmet: “ Meşhur Küllük Kahvesi’nden İlhamlar”, Vatan, 19. 06. 1941, s.3. Kaptan, Arif: “Küllük: Daima Aynı Ağaç Altında ve Aynı Grup”, Kurun, 10 İkinciteşrin 1938, s.7. Karaca, Nusret: “Perşembe Toplantıları Sürüyor”, Kadıköy gazetesi, 4–10 Temmuz 2003, s.1. Karacasu, Barış: “ ‘Mavi Kemalizm’, Türk Hümanizmi ve Anadoluculuk”, Doğu- Batı, y.6, No: 22, Şubat- Nisan 2003, s. 334- 343.

449 Karakadı, Uğur: “15 Yıldır Toplanıyorlar: Türk Dili Dergisi’nden Perşembe Toplantıları”, Gazete Kadıköy, 19- 25 Ekim 2001, s.1. Karakoç, Sezai: “Hâtıralar”, Diriliş, y.30, No: 74, 15 Aralık 1989, s. 7- 10.; No: 81, 2 Şubat 1990, s. 7- 9.; y.31, No: 107- 108, 3- 10 Ağustos 1990, s. 9- 13.; No: 111- 112, 31 Ağustos- 7 Eylül 1990, s. 17- 23.; No: 123- 124, 16 Şubat- 27 Mart 1991, s.18- 23. Kaynardağ, Arslan: “Eski İstanbul Kahvelerindeki Şiir Şenlikleri”, Folklor ve Etnografya Araştırmaları 1985’ten ayrı basım, Anadolu Sanat Yayınları, İstanbul, 1985, s.401–408. Kemal, Orhan : “İkbal Öldü”, Yön, y.4, No: 141, 10 Aralık 1965, s.14. Kemikli, Bilâl: “Bir Osmanlı Şeyhülislâmı: Ârif Hikmet Beyefendi”, İslâmî Araştırmalar Dergisi, C.XII, No: 3–4, 1999, s.309–324. Kemikli, Bilâl: “19. Yüzyılda Bir Entelektüel Muhit: Şeyhüislam Arif Hikmet Beyefendi’nin Konağı”, İlim ve Sanat, No: 41, Nisan 1996, s.92-95. Kenan Hulusi: “Edebiyatımız Hakkında Ahmet Haşim Bey Ne Diyor?”, Yeni Muhit, y.2, No: 19, Mayıs 1930, s.8. Keskin, Yıldırım: “Müthiş Yıllar”, Varlık, No: 1122, Mart 2001, s.14-20, 21-24,25- 26. Koçak, Orhan: “Kanon mu, Siz İnanıyor musunuz?”, Kitap-lık, y.11, No:68, Ocak 2004, s.60- 65. Koçak, Orhan- Sökmen, Semih (Söyleşi) “Türkçe’de Eleştiri, Bir Tarihselleştirme Denemesi”, Defter, No: 31, Sonbahar 1997, s.88- 108. Koçu, Reşad Ekrem: “Sarafim’in Kıraathanesi”, Akşam, 9 Haziran 1953, s.5. Kongar, Emre: “Musahhihlikten Yayınevi Sahipliğine Dek Bir Kültür İşçisi: Yaşar Nabi Nayır”, Milliyet Sanat, No: 881, Nisan 1981, s.2-5. Kurbanoğlu, Şerif Hulusi: “Sait Faik’le Nasıl Tanıştım?”, Varlık, No:418, 1 Mayıs 1955, s.14. Kut, Turgut: “İbn’ül Emin Mahmut Bey’in Pazartesi Toplantıları”, Hürriyet Gösteri, y.1, No: 5, Nisan 1981, s.20–22. Kut, Turgut: “İbnü’l-Emin Mahmud Kemal İnal ‘Beyefendi’den’ Anılar”, Müteferrika, No: 17, Yaz 2000/1, s. 73- 83. Kut, Cüneyt : “Beyefendi’den Cüneyd’e”, Simurg, No: 2–3, Ekim 2000, s.494- 497.

450 Levend, Agâh Sırrı: “Bilim ve Sanat Çevreleri”, Vatan, 8. 07. 1962, s.2. M.S., “Yengesine Göre Tevfik Fikret ve Hususiyetleri”, Vakit, 21 Ağustos 1926, s.4. Miskioğlu, Ahmet: “Perşembecilerin Bostancı Yakası”, Milliyet Sanat Dergisi, No: 267, 1 Temmuz 1991, s.5–8. Moralı, Seniha Sami: “Suphi Paşa”, Hayat Tarih, y.4, C.II, No: 47, Aralık 1968, s.69–74 Moralı, Seniha Sami: “Moralı Ailesi”, Hayat Tarih, y.4, C.II, No: 7, 1 Ağustos 1968, s. 21–26. Moralı, Seniha Sami: “Âyetullah Bey İle Yeni Osmanlılar Cemiyeti”, Hayat Tarih, y.4, C.II, No: 12, s.31- 34. Münir, Hikmet: “Edebiyatı Cedide’nin İçli Şairi: Hüseyin Sîret”, Yedigün, No: 281, 26 Temmuz 1938, s.12. Naci, Fethi: “Nazım Hikmet Tedirginliği”, Yön, y.4, No: 109, 30 Nisan 1965, s.14. Nazif, Nizamettin: “Kahve ve Politikacıları”, Yedigün, No: 634, 29 Nisan 1945, s.5, 15. Nesimi, Abidin: “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. Nesimi, Abidin: “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. Nesin, Aziz: “Büyüklüğünü Bize Duyurmayan Yazar”, Milliyet Sanat, No:32, 11 Mayıs 1973, s.8–11. Nûman, İbrahim: “Eski İstanbul Kahvehânelerinin İçtimâi Hayattaki Yeri ve Mimârisi Hakkında Bazı Mülâhazalar”, y.10, No: 2, Nisan 1981, Kubbealtı Akademi Mecmuası, s.57–74. Okur, Tanzer : “Ya Bir Zamanların ‘Kahvehane’leri”, Somut, y.3, No: 35, 1 Nisan 1983, s.6. Onaran, Mustafa Şerif : “Nahit Hanım”, Varlık, No: 1118, Kasım 2009, s.36–38. Onaran, Mustafa Şerif: “Papirüs’ün Edebiyatımızdaki Yeri”, Varlık, No:1175, Ağustos 2005, s. 43–46. Onaran, Mustafa Şerif: “Memet Fuat’ın Edebiyat Dergileri”, Varlık, No: 1145, Şubat 2003, s.31–34. Osman, Sabahaddin: “Para Piyesi İntihal mi?”, Yarım Ay, C.VII, No:144, 1 Mart

451 1942, s.3. Ovalı, Arat (Ahmet Miskioğlu), “Yazar- Çizerler”, Türk Dili, No: 1, Temmuz 1987, s.16. Ozansoy, Halit Fahri : “Hatıralar Arasında: Fecri Ati Şairleri Albümü”, Yarım Ay, No: 130, 1 Nisan 1941, s.10- 11. Ozansoy, Halit Fahri: “İhsan Raif Hanım’ın Salonu”, Son Havadis, 25 Mayıs 1958, s.2. Öncel, Süheyla: “İtalyan Edebiyatında Mesenlik”, Gündoğan Edebiyat, C. V, No: 20, 1997, s.63–68. Öner, Ferdi: “Mahmud Makal’ın Dün Yaptığı Gezintiler”, Cumhuriyet, 25 Mayıs 1950, s.5. Özer, Kemal: “Varlık’ın Bendeki Görüntüsü”, Varlık, No: 1150, Temmuz 2003, s.27–28. Özlü, Demir “Dünyanın Bütün Kahvelerinde”, Varlık, No: 1010, Kasım 1991, s.53– 54. Öztürk, Prof. Dr. Osman: “Mahir Hoca Sohbetleri”, İslâmî Edebiyat, No: 52, Ekim- Kasım- Aralık 2010, s.4–7. Özgül, Metin Kayahan: “Yusuf Kâmil Paşa’nın Tercüme-i Telemak’ı”, Türk Dünyası Araştırmaları, No: 45, Aralık 1986, s.185–212. Özgül, M. Kayahan : “Yusuf Kâmil Paşa’nın Tercüme-i Telemak’ı”, Nar, Nar, y.2, No: 8, Mart- Nisan 1996, s. 113- 130.; No: 9, Mayıs- Haziran 1996, s.65- 93. Özgür, Pelin: “Her Bilenin Üstünde Daha Çok Bilen Var”, K, No: 66, 4 Ocak 2008, s.30–33. Öztürk, Prof. Dr. Osman: “Mahir Hoca Sohbetleri”, İslâmî Edebiyat, No: 52, Ekim- Kasım- Aralık 2010, s.4–5. Parla, Jale: “Edebiyat Kanonları”, Kitap-lık, y.11, No: 68, Ocak 2004, s.51- 53. Parla, Jale: “Gelenek ve Bireysel Yetenek: Kanon Üzerine Düşünceler”, Pasaj, No: 6, Kasım 2007- Mayıs 2008, s. 11- 18. Parlatır, İsmail: “XIX. Yüzyıl Yeni Türk Şiiri”, Türk Dili, Türk Şiiri Özel Sayısı IV, Dergisi, No: 481–482, Ocak-Şubat 1992, s.1-285. Rado, Şevket: “Edebiyatta Gençlik Hatıraları”, Hayat Tarih ve Edebiyat

452 Mecmuası, No: 6, Haziran 1978, s.4- 10. Safa, Peyami: “Babam İsmail Safa”, Türk Düşüncesi, C.I, No: 5, Nisan 1954, s.342- 346. Sarıismailoğlu, Ayhan: “Sait Faik Gibi”, Varlık, y. 32, No: 653, 1 Eylül 1965, s.17. Selener, Necdet :“Bir Zamanlar Lokantalar:7”, Milliyet, 19 Aralık 1987, s.9. Sertoğlu, Murat: “Meşhedi Cafer’i Yaratan Mizah Ustası”, Yıllar Boyu Tarih, c.XI, No:9, Eylül 1983, s.48- 51. Sertoğlu, Midhat: “Midhat Paşa’nın Ölümü”, Hayat Tarih, y.2, C.II, 1 Ocak 1967, s.31- 33. Sertoğlu, Midhat: “Gülmek İçin Kurulmuş Bir Topluluğun Hikâyesi: Tahir Nadi Korkusundan Üç Ay Evinden Çıkamamıştı”, Hayat, No:28, 7 Temmuz 1977, s.19.; No: 31,287 Temmuz 1977, s.19.; No: 32, 4 Ağustos 1977, s.26. Sönmez, Sevengül: “Nisuaz’da Buluşalım”, Kitap-lık, No: 90, Ocak 2006, s.76- 78. Süleyman Nazif, “Bir Ufûl Münâsebetiyle” Servet-i Fünûn, C. LX, No: 1580, 25 Teşrîn-i sâni 1926, s.18-21. Cemal Süreya, “Sek ya da Her Ay Jübile”, Politika, 14.4.1976, s.6. Şehsüvaroğlu, Haluk Y. : “Sami Paşa Konağı”, Cumhuriyet, 24 Ağustos 1951, s.5. Şehsüvaroğlu, Haluk Y.: “Çamlıca’da Sami Paşa Köşkü”, Cumhuriyet, 30 Nisan 1950, s.5. Şen, Cafer: “Fecr-i Âtî Encümeni Edebiyatı”, Turkish Studies, Volume 4 /1-II, Winter 2009, s. 1333- 1426. Talât, Faruk : “Üsküdar Şairleri”,Yücel, No: 3, Nisan 1935, s.32–34. Talu, Ercümet Ekrem “Tanıdıklarım: Süleyman Nazif”, Edebiyat Âlemi, No: 10, 23 Haziran 1949, s. 1, 6. Talu, Ercümen Ekrem: “Cenap’ın Arkasından”, Cumhuriyet, 14 Şubat 1934, s.3. Taner, Haldun: “Dünkü Beyoğlu, Bugünkü Beyoğlu”, Milliyet Sanat, No:457, 1 Haziran 1984, s.10- 13. Tanrıkut, Hasan: “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. Tanrıkurt, Hasan: “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10.

453 Taşer, Suat: “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.10. Taşhan, Suphi: “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. Tekelioğlu, Orhan: “Edebiyatta Tekil Bir Ulusal Kanonun Oluşmasının İmkânsızlığı Üzerine”, Doğu Batı, y.6, No: 22, Şubat-Mart-Nisan 2003, s.65–77. Toker, Metin : “İstanbul’un Harab Bir Konağındaki Hazine”, Müteferrika, No: 17, Yaz 2000/1, s. 165–170. Topalova, Aljira: “Azerbaycan Edebî Meclisleri”, Türk Kültürü, y.XXXVIII, No: 452, Aralık 2000, s.749–751. Toprak, Ömer Faruk: “Mümtaz Bir Yazar”, Yön, y.6, No: 207, 17 Mart 1967, s.15. Toprak, Ömer Faruk : “İnsanlarımız Ozanlarımızın Gözbebeklerinde Dururdu”, Yön, y.6, No: 211, 14 Nisan 1967, s.15. Toprak, Ömer Faruk: “Bir Sait Faik Yaşamıştı”, Yön, y.5, No: 163, 13 Mayıs 1966, s.15. Uçarol, Tuncer: “Varlık Dergisinin İlk Yıllar: 1933–1945”, Varlık, No: 910, 1 Temmuz 1983, s.16–21. Uçman, Abdullah: “Necip Fazıl’ın Çıkardığı Dergiler”, Kitap-lık, No: 50, Kasım – Aralık 2001, s.190- 193. Unan, Fahri: “Osmanlı Resmî Düşüncesinin İlmiye Tarîki İçindeki Etkileri: Patronaj İlişkileri”, Türk Yurdu, No: 45, Mayıs 1991, s.33- 41. Üçyıldız (Necip Fazıl Kısakürek): “Edebiyat Mahkemesi: Mehmet Akif”, Büyük Doğu, No: 27, 3 Mayıs 1946, s.6; No: 28, 10 Mayıs 1946, s.6,16. Ülgen, Feham: “Abdülhak Hâmid’in Hayatı Boyunca Oturduğu Evler/1- 2”, Hayat Tarih, y.8, c.2, No: 8, 1 Eylül 1972, s.14- 19; No: 9, 1 Ekim 1972, s.66–71. Ülger, Dr. Mustafa: “19. Yüzyıl Osmanlı Fikir Hayatında Konakların Yeri”, Fırat Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, No: 13–1,2008, s.197- 206. Ünver, A. Süheyl: “Yayın Hayatımızda Önemli Yeri Olan Sarafim Kıraathanesi”, Belleten, c. XLIII, No: 170, Nisan 1979, s.481- 489. (Yalçın), Hüseyin Cahit, “Halit Ziya”, Yedigün, No: 630, 1 Nisan 1945, s.4. Yamaç, Cavit: “Sait Faik Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül

454 1940, s.10. Yamaç, Cavit: “Sabahattin Kudret Hakkında Düşündüklerimiz” Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.11. Yavuz, Hilmi: “Kahveler”, Yeni Ortam, 11 Kasım 1972, s.2. Yazıcı, Mustafa: “Tarihe Malolmuş Türk Kahvehânelerin(Kırâathâneler) Kültür Hayatımızdaki Yeri ve Bugünü”, Karınca Kooperatif Postası, y.57, No: 650, Şubat 1991, s.31–33. Yesari, Afif : “Evvel Zaman İçinde: Lambo’nun Meyhanesi”, Somut, y.3, No: 54, 12 Ağustos 1983, s.7. Yeter, Recep: “Üniversite Gibi Kıraathane”, Yeni Şafak Pazar Eki, 7 Ocak 2007, s.14. Yöntem, Ali Canip: “Ali Suavi Nasıl Bir Adamdır?”, Yakın Tarihimiz, C. IV, No:51, 14 Şubat 1962, s.354.

İMZASIZ YAZILAR

“Beyazıt’ta Geniş İstimlâk Yapılıyor”, Tasviri Efkâr, 30 Birincikanun 1940, s.2. “Darülbedayi Edebî Heyeti”, Türk Edebiyatı, y. 37, No: 432, Ekim 2009, s.21. “Edebiyat Dünyasında Tatil Yok”, Gazete Kadıköy, 20–26 Temmuz 2001, s.1. “Edebiyatımızda Geleceğin Ustaları”, Notos Öykü, No: 14, Şubat-Mart 2009. “Fikret Âdil’le Konuştuk”, Yeditepe, No: 96, 1 Aralık 1955, s.4. “Gönül Sohbeti”, Tercüman, 13 Mayıs 1989, s.5. “Gönül Sohbeti”, Tercüman, 27 Mayıs 1989, s.5. “Gönül Sohbeti”, Türkiye, 11 Ekim 1989, s.7. “Gönül Sohbetleri Dokuzuncu Yılına Girerken”, Yesevî, No: 32, Ağustos 1996, s.14. “İsmail Safa’nın Biyografisi”, Türk Düşüncesi, C.I, No: 5, Nisan 1954, s.322–323. “Kahramanmaraş’ta bir ‘Kıraathane’”, Zaman, 27 Mart 2010, s.23. “Küllük Beyannamesi”, Küllük, y.1, No: 1, Eylül 1940, s.2. “Meslek Kahveleri”, Akşam, 16 Şubat 1944, s.3. “Necip Fazıl, Para Piyesi Davasından Vazgeçti”, Vakit, 6.05.1942, s.3. “Ölmeden Önce Okunması Zorunlu 40 Kitap”, Notos Öykü, No: 3, Nisan-Mayıs 2007.

455 “Para Piyesi’nin aslı İtalyanca mıdır? : Necip Fazıl Cevap Veriyor”, Vakit, 15.02.1942, s.4. “Para Piyesi Davasının İkinci Celsesi”, Vakit, 14. 04. 1942, s.3. “Selçuk Çıkla ile ‘Türkiye’de Edebiyat Kanonu’ Sorununu Konuştuk”, Mavi Yeşil, No:53, Eylül-Ekim 2008, s.9–11. “Şiiri ve Kişiliği Üstüne: Eray Canberk, Refik Durbaş, Ali Özgentürk”, Milliyet Sanat, No:454, 15 Nisan 1984, s.26–27. “Yüzyılın 40 Romancısı” Notos Öykü, No: 8, Şubat-Mart 2008. “Yüzyılın 40 Öykücüsü”, Notos Öykü, No: 14, Şubat-Mart 2010. “Yazılı ve Sözlü Şiirimiz”, Tercüman, 5 Kasım 1989, s.10.

ANSİKLOPEDİ MADDELERİ

Akün, Ömer Faruk: “Nâmık Kemal”, , TDİA, C.XXXII, s.361–378. Alus, Sermet Muhtar : “Anadolu Birahanesi”, , İstanbul Ansiklopedisi, C. II, s. 801. Batur, Afife: “Markiz Pastanesi”, , DBİA, C.V, s.300–301. Batur, Afife: “Âşiyan” , Dünden Bugüne Beşiktaş, s.109–110. Çavaş, Raşit : “Direklararası”, , DBİA, C.III, s. 60–61. Dorsay, Atilla: “Abdullah Efendi Lokantası”, , DBİA, C. I, İstanbul, 1993, s.16–17. Hiç, Vâsıf: “Çenberlidaş’da Vezirhanı Meyhanesi”, , İstanbul Ansiklopedisi, C.VIII, s. 3817. Işın, Ekrem: “Kahvehaneler”,, DBİA, C.IV, s.386–392. İstanbul: “Ârif’in Kıraathenesi”, , DBİA, C.I, s.305. İstanbul: “Divan Oteli ve Pastanesi”, DBİA, C. III, s. 68–69. İstanbul: “Fevziye Kıraathanesi”, , DBİA, C.III, s.307–308. İstanbul: “Kocataş Yalısı”, , DBİA, C.V s. 40- 41. İstanbul: “Kanunıesasi”, , DBİA, C.IV, s.422. İşli, Emin Nedret: “Küllük Kahvesi”, , DBİA, C.V, s.169. Kahraman, Kemal: “Encümen” , TDİA.,C.XI, s.175-176. Kargı, Haluk: “Lebon”, DBİA, C.V, s.200–201.

456 Koçu, Reşad Ekrem: “Abdullah Cevdet”, , C.I, İstanbul Ansiklopedisi, s. 36–38. Koçu, Reşad Ekrem: “Çiçekçi Kahvehânesi”, , c.VII, İstanbul Ansiklopedisi, s.3960–3962. Koz, M. Sabri: “İkbal Kıraathanesi”, DBİA, C.IV, s.144–145. Koz, M. Sabri: “Meserret Kıraathanesi”, DBİA, C.V, s.405–406. Koz, M. Sabri: “Sarafim Kıraathanesi”, DBİA, C.VI, s. 459. Mimaroğlu, Reşad: “Fevziye Kıraathanesi”, İstanbul Ansiklopedisi, C. X, s. 5727. Okay, M. Orhan: “Fecr-i Âti”, , TDİA, C. XII, s.287–290. Okay, M. Orhan: “Celal Sâhir”, , TDİA, C. VII, s.245–246. Orman, İsmail: “Konak, , TDİA, C.XXVI, s.200. Öztaş, V. : “Degustasyon İtalyan Kahvehânesi ve İçkili Lokantası”, , C.VIII, İstanbul Ansiklopedisi, s. 4350–4352. Sakaoğlu, Necdet: “Samipaşazadeler”, , DBİA, C.VI, s.433–435. Sakaoğlu, Necdet “Encümen-i Ülfet”, DBİA, C.III, s.172. Scognamillo, Giovanni: “Pasajlar”, İstanbul, DBİA, c.6, 1994, s.226. Suner, Yasemin : “Maçka Palas”, DBİA, C.V, s.235–236. Suner, Yasemin: “Letafet Apartmanı”, , DBİA, C.V, s.203. Şakiroğlu, Mahmut H. : “ Esâfil-i Şark”, , DBİA, C.III, s. 198–199. Tarakçı, Celal: “Cenap Şahabeddin”, , TDİA, C.VII, s.346–349. Tanman, M. Baha : “Abbas Halim Paşa Köşkleri”, , DBİA, C.I, s.8–9. Tanman, M. Baha: “Hulusi Bey Köşkü”, , DBİA, C.IV, s.95–96. Toprak, Zafer: “Babıâli Baskını”, , DBİA, C.II, s.523. Uçman, Abdullah: “Encümen-i Dâniş” , TDİA, C.XI, s.176–178. Uçman, Abdullah: “Ali Suâvi”, TDİA, C.II, s.445- 448. Üsdiken, Behzat “Nisuaz Pastenesi”, , DBİA, C. VI, s.82. Üsdiken, Behzad: “Eptalafos Kahve ve Gazinosu”, DBİA, C.III, s.177. Üsdiken, Behzad: “Anadolu Birahanesi”, , DBİA, C.I, s.249–250. Üsdiken, Behzat :“Elit Pastanesi”, , DBİA, C.III, s.155. Yenen, Mehmet: “Koço”, , DBİA, C.V, s.40–41. Yetiş, Kâzım : “Beşiktaş Cemiyet-i İlmiyesi”, , TDİA, C.V, s.552–553.

457 “Nigâr Hanım”, , Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, C.VII, s.56–57.

SÖZLÜKLER

Ahmet Vefik Paşa: Lehçe-i Osmanî, (Haz. Recep Toparlı), Ankara, TDK Yayınları, 2000. Ayverdi, İlhan- Topaloğlu, Prof. Dr. Ahmet: Kubbealtı Lugatı: Türkçe Sözlük, İstanbul, Kubbealtı Neşriyatı, 2007. Cuddon, J.A. : Dictionary of Literary Terms &Literary Theory, England, Penguın Books, 1999. Devellioğlu, Ferit: Osmanlıca -Türkçe Ansiklopedik Lûgat, İstanbul, Doğuş Ltd. Şti. Matbaası, 1978. Doğan, D. Mehmet: Temel Büyük Türkçe Sözlük, İstanbul, Bahar Yayınları, 1994. Macey, David: Dictionary of Critical Theory, England, Penguın Books, 2000. Özön, M. Nihat: Resimli- Büyük Türk Dili Sözlüğü, İstanbul, Arkın Kitabevi, 1971. Şemsettin Sami: Kamûs-ı Türkî, Dersaadet, Sahibi ve Nâşiri: Ahmed Cevdet, 1318. Şükûn, Ziya: Farsça Türkçe Lûgat, C.I., MEB Yayınları, İstanbul, 1996. Quınn, Edward: A Dictionary of Literary and Thematic Terms, 2nd ed., New York, Fact on File, 2006. Hayat Büyük Türk Sözlüğü: İstanbul, Hayat Yayınları, t.y. Türk Dil Kurumu Türkçe Sözlük, Ankara, AKDTYKTDK, 2005. Türk Dünyası Edebiyat Kavramları ve Terimleri Ansiklopedik Sözlüğü, C.II, Ankara, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, 2003.

DEFTERLER

A.Süheyl Ünver, Defter No: 376, Süleymaniye Devlet Kütüphanesi. A.Süheyl Ünver, Defter No: 912, Süleymaniye Devlet Kütüphanesi.

458 İNTERNET

Alpman, Nazım : “8 Mart Sekiz Kadın”, (Çevrimiçi) http: //www. birgun. net/ writer_2010_index.php?category_code=1187090394&news_code=12 68316647&year=2010&month=03&day=11, 07.03.2010. Ayvazoğlu, Beşir: “Şairin Maçka’daki Evi”, (Çevrimiçi), http: //aksiyon. com.tr/ aksiyon/ columnistDetail_ get News ById .action?newsId=7030. 02.12.2000. Demiralp, Dr. Didem: “ Sanatını Çağının Felsefesi Işığında Biçimlendiren Bir Heykeltraş: Antik Yunanlı Polykleitos”, (Çevrimiçi) http: //www. sanatvetasarim. gazi.edu.tr/makaleler/2_didem.pdf, 13.03.2010. Done, John “The Canonization” , (Çevrimiçi) http:/ /www. luminarium. org/ sevenlit/donne/canonization.php, 7.3.2010. Duru, Sezer: “Biz Yandaki Masada Oturur, Onları Seyreder, Onları Dinlerdik”, (Çevrimiçi) http://www.baylangida.com/baylancilar-baylani-anlatiyor- 7.php. 11.01. 2010. Hızlan, Doğan: “Chevrolet'sini Sattı Papirüs'ü Çıkardı”,(Çevrimiçi) http://hurarsiv.hurriyet.com.tr/goster/haber.aspx?id=138200&yazarid= 4, 03. 01. 2010. Kahraman, Hasan Bülent: “Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı -Temel Eserlerimiz”, (Çevrimiçi) http: //www. radikal. com. tr/ek_ haber. php? ek= ktp& haberno=2280- 9.1.2010. Karaca, Nusret: “Perşembeleri Seviyorum”, (Çevrimiçi) http:// www. turkdilidergisi.com/107/nusretkaraca.htm. 10.11.2010. Kula, Onur Bilge: “Türkçe’nin Bilim Dalı Olarak Gelişimi: Yazınbilim Kavramları Bağlamında Bir Yaklaşım”, (Çevrimiçi) http: //www. littera. hacettepe.edu.tr/TURKCE/17_cilt/onur.htm, 25.01.2010. Miskioğlu, Ahmet: “Arkadaş Yazarlar Yazar Arkadaşlar–4”, (Çevrimiçi) http: //www.turkdilidergisi.com/106/basyazi.htm., 10.11.2010. Yardım, Mehmet Nuri: “Marmaratörler”, (Çevrimiçi), http:// www. sanatalemi. net/ default. aspx?durum=yazar&id=172, 28.04.2009. Yılmaz, Nalan: “Avrupa Sanat Tarihinde Mesenlik”,(Çevrimiçi) http:// lebriz.

459 com/pages/lsd.aspx? lang=TR§ionID=2&articleID=661&bhcp=1, 04. 02. 2010. Zengin, H. Salih: “Yarım Asırlık Bir ‘Mehtap’ Hikayesi”, (Çevrimiçi) http://www.zaman.com.tr/haber.do?haberno=799136&keyfield=4D45 48544150204B4146455445525941, 28.02. 2010. “Canon” , (Çevrimiçi) http://www.virtualsalt.com/litterms.htm, 31.1.2010. “Hatay restoran”, (Çevrimiçi) http://hatayrestaurant.com/, 21. 02. 2011. “National Literature Canon”, (Çevrimiçi), http ://www .nfer. ac. uk/ eurydice /pdfs/ NationalLiteratureCanon.pdf, 25.03.2010.

GÖRÜŞME VE SES KAYITLARI Ahmet Oktay 13.12.2010, Göztepe. Ahmet Miskioğlu 05. 02. 2011, Kadıköy. Ahmet Miskioğlu 19. 02. 2011 Kadıköy. Ahmet Özdemir 27.04.2009, Cağaloğlu. Ahmet Özdemir 21.07.2009, Kadıköy Ali Nar 21. 02. 2011, Fatih Emin Işık 05.05.2009, Süleymaniye. Ekrem Ayyıldız 10.08.2010, Cağaloğlu. Eray Canberk 09.12.2010, Kadıköy. Güven Turan 04.06.2009, Taksim. Halil Açıkgöz 27.10.2010, Aksaray. Haydar Ergülen 13.04.2011- Şehzadebaşı. Hilmi Yavuz 29.05.2009, Taksim. İsmail Özdoğan 28.12.2010, Vezneciler. M. Sabri Koz 19. 02. 2011, Kadıköy. M. Serhan Tayşi 08.12.2010, Sahrayı Cedit. M. Şevket Eygi 23.12. 2010, Sultanahmet. Marmaratörler (Eskader’in toplantısı) 11.04.2009, Cağaloğlu. Mehmet Niyazi Özdemir 11.12.2010, Üsküdar. Mustafa Köz 09.06.2009, Kadıköy. Nurullah Can 14.12.2010, Kuyubaşı.

460 Özcan Ergiydiren 21.12.2010, Vatan. Sinan Özdoğan 07.01.2011, Topkapı. Selahattin Özpalabıyıklar 13.03.2009, Taksim.

461

ÖZGEÇMİŞ

1975’te İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı bölümünden 2001 yılında mezun oldu. 2004 yılında Marmara Üniversitesi’nde “Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Hikâye ve Romanlarında Ev” konulu çalışmayla yüksek lisansını tamamladı. Halen Aydın Doğan Anadolu İletişim Meslek Lisesi’nde Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni olarak çalışmaktadır.

462