T. C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ) ANABİLİM DALI

AZERBAYCAN – ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNDE RUSYA VE İRAN FAKTÖRÜ

(1828 – 2000)

Doktora Tezi

EMİN ŞIHALİYEV

ANKARA – 2004

I

T. C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ) ANABİLİM DALI

AZERBAYCAN – ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNDE RUSYA VE İRAN FAKTÖRÜ

(1828 – 2000)

Doktora Tezi

EMİN ŞIHALİYEV

Tez Danışmanı

PROF. DR. YAVUZ ERCAN

ANKARA – 2004

II

T. C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

TARİH (GENEL TÜRK TARİHİ) ANABİLİM DALI

AZERBAYCAN – ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNDE RUSYA VE İRAN FAKTÖRÜ

(1828 – 2000)

Doktora Tezi

TEZ DANIŞMANI

Prof. Dr. YAVUZ ERCAN

TEZ JÜRİ ÜYELERİ

Adı Soyadı İmzası

Prof. Dr. YAVUZ ERCAN ……………………..

………………………….

………………………….

………………………….

………………………….

Tez Savunma Tarihi: …../ …../ …..

III

İÇİNDEKİLER

ÖNSÖZ ...... KISALTMALAR ………………………………………………………………………………………….. GİRİŞ ......

BİRİNCİ BÖLÜM

ERMENİLERİN KİMLİĞİ ve BÜYÜK ERMENİSTAN EFSANESİ......

İKİNCİ BÖLÜM

YİRMİNCİ YÜZYILIN BAŞLARINDA ERMENİLERİN AZERBAYCAN’DA YAPTIKLARI KATLİAMLAR

A- Değişmeyen Ermeni Felsefesi veya Ermeni Psikolojisi ...... B- 1905-1906 Yıllarında Yapılan Katliamlar …...... C- 1918 Yılı Mart Katliamı ......

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

AZERBAYCAN-ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNDE BİTMEYEN KAVGA: KARABAĞ SORUNU, POLİTİK GELİŞMELER A- Sorunun Başlaması ...... B- 20 Ocak Katliamı …………………………………………………………………...... …………………... C- Dönemi ………………………………………………………..……………………….. C. a. Hocalı Soykırımı...... D- Ebülfez Elçibey Dönemi …………………………………………………….…………………………..... E- Haydar Aliyev Dönemi ………………………………………………….………………………………… E. a. Rusya Tarafından Azerbaycan’a Uygulanan Ekonomik Ambargo ve Onun Doğurduğu Sonuçlar ...... F- 907 Sayılı Karar ...... G- 907 Sayılı Ek Maddenin Yürürlükten Kaldırılması......

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

KAFKASYA JEOPOLİTİĞİNDE RUSYA, İRAN ve TÜRKİYE REKABETİ ......

BEŞİNCİ BÖLÜM

RUSYA

A- Çarlık Rusyası Açısından Azerbaycan’ın Jeopolitik Önemi ve Ermeni Faktörü ...... B- Sovyet Rusyası Dönemi ...... B. a. Anavatan’a Dönüş Projesi ………………………………………………………………..………... C- SSCB’nin Çöküş Sebepleri, Bağımsız Devletler Birliği – BDT’nin Oluşumu ...... D- Bağımsızlık Sonrası Rusya’nın Güney Kafkasya’da Stratejik Amaçları ......

ALTINCI BÖLÜM

İRAN

IV

A- İran Açısından Azerbaycan’ın Önemi ve Ermeni Faktörü ...... B- Fars Milliyetçiliğinin Azerbaycan Politikası ...... C- İran’ın Azerbaycan ve Ermenistan Politikası ......

YEDİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE

A- Jeopolitik Açıdan Kafkasya’da Türkiye – Rusya, Türkiye – İran Rekabetleri ...... B- Türkiye’nin Ermenistan Politikası ...... B. a. Ermeni Diasporası ve Ter-Petrosyan Dönemi ...... B. b. Ermeni Diasporası ve Robert Koçaryan Dönemi ...... B. c. İlişkilerde Sınır Kapısı Sorunu...... C- Türkiye’nin Azerbaycan Politikası ...... C. a. Osmanlı Devleti’nin Azerbaycan Politikası...... C. b. Tarihi Nahçıvan Meselesi ve Stratejik Bakımdan Nahçıvan’ın Önemi ...... C. c. Moskova Antlaşması ve Nahçıvan...... C. d. Kars Antlaşması ve Nahçıvan...... C. e. Bağımsızlık Sonrası Türkiye’nin Azerbaycan Politikası ...... C. f. Azerbaycan – Ermenistan Çatışması Bağlamında Türkiye – Azerbaycan İlişkileri ......

SONUÇ ......

KAYNAKLAR ve ARAŞTIRMALAR

EK

V

ÖNSÖZ

“…Nasıl haşhaş, uyuşturucu bağımlılığın ham maddesi ise, tarih de köktenci tavırların, etnik milliyetçiliğin ve ideolojilerin ham maddesi… Eğer amaca uygun bir geçmiş yoksa bu, her için yeniden icat edilebilir. Mazi meşrulaştırılır ve övünecek fazla bir şeyi olmayan şimdiki zamana şerefli bir arka plan sunar…” . Bir tarih felsefecisi olan Eric Hobsbawm’ın sözleri bunlar. Hatırlıyorum, Sovyetler Birliği dönemindeki okullarda, “Azerbaycan, İran’ın ve Osmanlı’nın işgalci saldırılarına karşı koyamayacağını anlayınca, Rusya’ya yönelmek zorunda kaldı. Çar Hazretlerinden, İran ve Osmanlı’nın saldırılarından korunmak için Azerbaycan’ın Rusya sınırları içerisine alınması rica edildi”, diye okutuluyordu. Bu ifadelerden de anlaşılacağı üzere, güya Azerbaycan, büyük bir memnuniyetle Rus himayeciliğini kabullenmek istemiş, Rusya da Azerbaycan’ın ısrarla üzerinde durduğu bu isteği “büyük bir kardeş” olarak değerlendirmiştir. Yani sırf Azerbaycan’ın isteği üzerine, Rusya Azerbaycan’a girmiştir. Bu satırları okuyunca, Tarih hocama, “gerçekten de durum böyle mi olmuştur? Yani her hangi bir ülke, topraklarını başka bir devletin sınırları içerisine alınması için ricada bulunabilir mi?”, diye sorduğumda, hocam,“görünen ve yazılan her şey gerçek değildir. Ama ne yazık ki, tahriflerle yetinmek zorundayız. Çünkü şimdilik gerçekleri ortaya çıkarabilecek hiçbir yetkiye sahip değiliz. Lütfen, bu tür sorular sorarak başımı belaya sokma” yanıtını vermişti. Aynı durum Sovyet Rusyası için de geçerlidir. Sovyet Azerbaycanı tarihçiliğinde böyle bir tez hüküm sürmekteydi: Azerbaycan’da hakimiyet uğrunda verilen mücadeleye XI. Kızıl Ordunun müdahalesi, yalnız dünya proletarya prensibinden doğmuştur. Yani Rusya’da siyasi iktidarı ele geçirmiş olan işçi sınıfı, bununla da yetinemezdi. O, ücra bölgelerde yaşayan sınıf kardeşlerine de bu yolda bütün vasıtalarla, hatta gerekirse silah kullanarak yardım etmeyi amaç edinmişti. Tarihi belgeler, XI. Kızıl Ordunun yukarıda belirtilen tez doğrultusunda Azerbaycan’a geliş sebebini, gerçekte Rusya’nın işgaline hak kazandırmak için uydurulmuş bir bahane olduğunu açığa çıkarmaktadır. Ekim devriminden sonra V. İ. Lenin’in dili ile dersek, “dövülerek yarım can hale salınmış ve koltuk değenekleriyle bile yürümesi şüphe altında olan” Rusya’nın sosyo – politik, ekonomik ve askeri durumu, yukarıda gösterilen tezin doğruluğunu açıkça reddetmektedir. 1920 yılı Sovyet işgalinden sonra içe sızmış yabancı edebiyat ve yabancı tarihşinaslıkta birikmiş değerli materyaller, ilk elden kaynaklar ve arşiv belgeleri o devrin kaynakları esasında yazılmadığından objektif gerçekliği tam olarak yansıtmamaktaydı. Bunun dışında, 1905-1906 yıllarında ve 1918 Mart gününde Azerbaycan Türkleri ile Ermeniler arasında yaşanmış olan kanlı çatışmalar ve yapılan katliamlar, Sovyetler döneminde “iç savaş” olarak nitelendirildi ve gerçekler örtbas edildi. Yaşadığım dönem içerisinde, 1990’lı yıllara kadar bulunduğumuz “halklar hapishanesi”nde halkların kardeşliğinden, barışseverlikten bahseden demir perde ülkesinin bizlere sunduğu bilgilerin tarihimiz ve medeniyetimiz açısından gerçeklerden uzak, tahrif edilmiş olduğunu gördüm. Arşiv materyallerine dayanarak ortaya konulan tarihi belgelerin yardımıyla gerçekleri anladım ve araştırmaya karar verdim. Ermeni siyasetçilerinin, Ermeni lobi ve diasporasının dış ülkelerde Azerbaycan aleyhinde yaymış oldukları her türlü fikirleri alt-üst edebilecek, Ermeni provokatörlüğünün ve Ermeni faşizminin asıl iç yüzünü açıp ortaya çıkarabilecek kitapların yazılması tarihi ve hayati bir önem taşımaktadır. Bu yönde yürütülen araştırmaların asıl amacı, Azerbaycan

VI Türklerinin geçmişte ve günümüzde Ermeni Sorunu ile karşılaştığı problemleri her yönüyle duyurmak, bütün meseleleri tarihi belgelerle dünya kamuoyuna, ulusal teşkilatlara daha objektif şekilde sunmaktır. Fikrimizce bu araştırma, Ermenilerin Azerbaycan Türklerine karşı yürütmüş olduğu siyasetlerinin iç yüzünün açılması ve bölgesel oyuncuların bu olaya yaklaşımlarını olduğu gibi objektif şekilde ortaya koyma yönünde atılmış adımlardan biri olarak değerlendirilebilir. Bilindiği gibi, dünyanın süper güçlerinden biri olan Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra yeni jeopolitik gelişmeler baş göstermeye başladı. Bu durum, eski Sovyetler Birliği’ne komşu olan, yeni bağımsız Türk devletleriyle tarihi, dini ve kültürel bağlara sahip Türkiye ve diğer komşu devlet olan İran’ın da stratejik ve jeopolitik önemini artırmıştır. Bu konuyu seçmemin birçok nedeni var. Azerbaycan – Ermenistan çatışmasına ve bu çatışmaya bölgesel oyuncular olan Rusya, İran ve Türkiye’nin siyasi yaklaşımlarına yıllardan beri süregelen yoğun ilgimden dolayı, böyle bir araştırma yapmayı amaç edindim. Bu çalışmada Ermeni Meselesi’ni, Ermenistan’da ve Azerbaycan’da cereyan eden politik gelişmeleri, bölgesel oyuncular olan Rusya, İran ve Türkiye’nin jeopolitik çıkarlarını tahlil etmeye çalıştım. Araştırmış olduğum bu çalışma ile vatanıma karşı olan borcumu bir nebze de olsa yerine getirmeye gayret ettim. Bu çalışmanın tasarlanmasından başlayarak her aşamasında hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan, yazımından sonra her satırını okuyup gerekli düzeltmeleri yapan ve bütün kıymetli bilgilerini benimle paylaşan değerli hocam Sayın Prof. Dr. Yavuz ERCAN’a, bu konunun yazılıp bitirildiği süreç içerisinde bana verdiği her türlü destekten dolayı, halen Azerbaycan Milli Eğitim Bakanlığı’nda görev yapmakta olan Sayın Doç. Dr. Alipaşa ZEYNALOV’a en içten teşekkürlerimi sunuyorum. Türkiye arşivlerinden belge temininde emeği geçen Türkiyeli dostlarıma da müteşekkirim.

VII

KISALTMALAR

AB : Avrupa Birliği ACDPŞ : Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi A. g. e. : Adı geçen eser A. g. m. : Adı geçen makale A. g. k. : Adı geçen kaynak AGİT : Avrupa Güvenlik İşbirliği Teşkilatı AHC : Azerbaycan Halk Cephesi AKKA : Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Antlaşması AKP : Azerbaycan Komünist Partisi Akt: : Aktaran ASALA : Armenian Secret Armytor Liberation of (Ermenistan’ın Kurtuluşu için Ermeni Gizli Ordusu) B. k. z : Bakınız BDT : Bağımsız Devletler Topluluğu CENTO : Central Treaty Organization (Merkezi Anlaşma Örgütü) ECO : Economic Corporation Organization (Ekonomik İşbirliği Teşkilatı) EUH : Ermeni Ulusal Hareketi EYB : Ermeni Yazarlar Birliği GATA : Gülhane Askeri Tıp Akademisi GKRY : Güney Kıbrıs Rum Yönetimi HDİT : Hazar Denizi İşbirliği Teşkilatı KEİT : Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı KGB : Komitet Gosudarstvennoy Bezopastnosti (Devlet Güvenlik Teşkilatı) KDP : Kürdistan Demokrat Partisi NVB : Nahçıvan Vatanseverler Birliği RF : Rusya Federasyonu RK(b)P : Rusya Komünist bolşevik Partisi SB : Sovyetler Birliği SOCAR : State Oil Company Republic (AzerbaycanCumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi) SSC : Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti TBMM : Türkiye Büyük Millet Meclisi Terc. : Tercüme TTK : Türk Tarih Kurumu USCR : ABD Göçmen Komitesi vb. : ve benzerleri

VIII

GİRİŞ

Azerbaycan tarihinin en ağrılı ve acılı sayfalarından biri olan Ermeni Meselesi, soykırımlar ve diğer felaketler Azerbaycan halkının kaderinde derin bir kök salmış ve çok pahalıya mal olmuştur. Ama uzun yıllar sustuktan sonra ve de kendimize bağlı olan ve olmayan nedenler yüzünden Azerbaycan halkının başına getirilen felaketlerin açığa çıkarılması, öğrenilmesi ve dünya kamuoyuna duyurulması için bugün geniş fırsatlar bulunmuştur. Bütün bu felaketlerin ve faciaların tarihi kökleri, sosyo-politik amilleri araştırılmalı, bu felaketlerin kökünde duran bazı güçlerin siyasi yaklaşımlarına politik değer verilmeli ve tebliğ edilmelidir. Azerbaycan Türklerine karşı ortaya çıkartılmış olan Ermeni Meselesi ve milli çatışmalar, Rusya’nın çok ustalıkla hazırladığı planların aşama aşama hayata geçirilmesinin mantıki sonucu idi. Onun sonuçlarına bilimsel yaklaşım bildirilmeli, Gülistan ve Türkmençay anlaşmalarının içerikleri bugünkü ve gelecek nesillere aktarılmalıdır. Genellikle bizler, bir millet olarak unutkanlık hislerini kendimizden uzaklaştırmalı, kim olduğumuzu, kendi tarihimizi unutmamalıyız. Burada Gürcü bilim adamı İlya Çavçavadze’nin sözlerine değinmeden geçemeyeceğim: “...Başkalarının ne düşündüğünü bilmiyoruz, ama bize göre, millet kendi tarihini unuttuğu zaman onun çöküşü başlar. Kim olduğunu, nereden gelip nereye gittiğini bilmeyen, aslını ve kökünü tanımayan bir yurtsuz serseri asıl insan sayılmadığı gibi, kendi tarihini unutan millet de millet sayılamaz. Tarih nedir? Tarih – kim idik, kimiz, kim olacağız, yani geçmişimiz, bugünümüz ve geleceğimiz hakkında konuşan bir salnamedir. Tarih, milletin bütün varlığını kalbinin derinliklerinde gezdirir ve bununla da her bir milletin metaneti, kudreti, geleceği için elde ettiği güç ve güveni ayna gibi kendisinde yansıtır. Milletin büyük ve önder şahsiyetleri, içinde taşıdığı arzu ve isteklerinin tercümanı olup, faaliyetleriyle kendi tarihini yaratırlar. Bunlara istinaden biz söylüyoruz: Eğer millet, bir millet olarak yaşamak istiyorsa, yeryüzünden bir toz olarak silinmek istemiyorsa bu tür şahsiyetlerini unutmamalıdır. Onları unutmak, kendi kimliğini unutmak demektir; insan ki, kendi kimliğini unuttu kime ve neye lazımdır? Bu tür insanlar, ana sütünden ayrıldığı günden onu dünyaya getiren, ona hayat veren annesini tanımayan bir vahşidir. Bizler, bugün yalnız milletin büyük ve önder şahsiyetlerinin hizmetleri sayesinde mevcut bulunuyoruz. Bütün bunların yanı sıra onların diğer hizmetleri de vardır. Onlar milletin bu veya diğer durumlarda neye sahip olduğunu, ne gibi derecelere ulaşabileceğini haber verirler. Milletin tarihinde büyük şahsiyetler, önemli olaylar ne kadar çoksa, o milletin büyüklüğü, kudreti ve fırsatları hakkında inkar edilmez deliller de bir o kadar çoktur. Eğer dün canı canından, kanı kanından olanlar arasından adlı, sanlı, önemli şahsiyetler çıkmışsa, yarın aynı durumda neden öyle şahsiyetler yetişmesin ki ?...” Evet, bu sözler Gürcü halkının büyük oğlu İlya Çavçavadze’ye aittir. Kaleme alındığı tarihten1 yıllar geçse de ve 1000 yıl geçse dahi eminim ki, bu müdrik sözler önemini kaybetmeyecektir. Çoğu zaman tarihten sonuç çıkaramayan halkların faciaları tekrarlanır: bazıları için erken, bazıları için geç... XIX. yüzyılın başlarında Rusya’nın Güney Kafkasya’yı işgalinden itibaren şimdiki Ermenistan toprağında bin yıllar boyu yaşamış Türk boylarının kanlı ve felaketli günleri başlamıştır.

1 1888 yılında yazılmıştır.

1 Tarih boyu başka topraklarda gözü olan Ermenilerin “Büyük Ermenistan” devleti kurma gibi görüşleri, “Hıristiyan himayeciliği” perdesi altında emperyalist bir siyaset yürüten Rusya’nın da çıkarları ile uyuşmaktaydı. Bu bakımdan Rus İmparatorluğu’na Türkiye, İran ve Azerbaycan sınırları kesiğinde, güvenilir müttefik ve “dost” gerekmekteydi ki, elverişli fırsat çıktığı andan itibaren bu güvenilir “dost”tan bir tramplin olarak yararlansın. “Güvenilir dost” olarak neden Ermenilerin seçildiği ilerleyen bölümlerde bütün teferruatı ile anlatılacaktır. 1828 yılında Rusya ile İran arasında yapılan Türkmençay anlaşmasına göre, Kuzey Azerbaycan’ın Nahçıvan ve İrevan hanlıkları arazisinde Ermeni vilayeti oluşturulmuştur. Bu bölgelere İran ve Türkiye’den Ermeniler göçürtülerek sayı üstünlüğü Ermenilerin lehine değiştirilmiştir. Ruslardan yardım alan ve himaye gören Ermeniler, silahlanarak şimdiki Ermenistan’ın her yerine ve Karabağ’a defalarca saldırılar düzenleyerek silahsız ve savunmasız Azerbaycan Türklerini öldürmüş, mal varlıklarını müsadere etmiş, onları evsiz, barksız bırakmışlardır. Bu tür katliamlar, 1905-1906 ve 1918-1920 yıllarında daha da artmış ve Azerbaycan Türklerine karşı, tabiri caizse eğer, bir “soykırım siyaseti” gerçekleştirilmiştir. 1948-1953 yıllarında Harutyunov(yan) – Mikoyan – Stalin üçlüsünün gerçekleştirdiği oyunlara da göz yumulmuş, Ermenistan’da 150 bine yakın Azerbaycan Türküne katliam yapıldığı gerçeği, uzun süre kamuoyundan saklanmıştır. Ermenilerin, 1988 yılından itibaren, Rusya’nın askeri potansiyeline ve Batıda bazı Ermeni yanlısı devletlerin yardımına güvenerek, Karabağ’da Azerbaycan Türklerine yaptıkları katliamlara dünya devletleri ve kamuoyu sessiz kalmıştır. Azerbaycan’da yaşayan Ermenilere Dağlık Karabağ’da muhtariyet verildiği halde - zira muhtariyet, devletleri olmayan etnik halklara verilir - şimdiki Ermenistan’da yaşamış Azerbaycan Türklerinin hakları ellerinden alınmış, liyakatleri alçaltılmış ve hakarete uğramışlardır. Ermenistan’da hep antiazerbaycan propagandası yürütülmüş ve bugün de yürütülmektedir. Milli ve dini ayırımcılık, şantaj, şovenizm, rasizm2 ve aneksiyon3 siyaseti Ermenistan’da resmi devlet seviyesinde yürütüldüğünden, XX. yüzyılın sonunda bir kez daha, tarihin belirli aşamalarında zamanla kendini ortaya çıkartan “Ermeni hastalığı”nın yeni tezahürü parlamıştır. Gerçekte, geleneksel iddialar ve taleplerden hareketle gündeme getirilen ve sürekli bir tırmanış göstererek insanlık tarihinde derin yaralar açan “Ermeni Meselesi”, her zaman “baş aktör Ermeni Kilisesi”, Ermeni diasporası, Rusya ve Global Batı tarafından desteklenmiştir. Azerbaycan ve Türkiye açısından ele alırsak, her iki devletin gündeminde hep Ermeni Meselesi var olmuştur. Azerbaycan olayları ve Dağlık Karabağ probleminde, sürekli Ermeni yanlısı tavır koyan ve resmi organlarda bu tavrı karar haline dönüştüren Global Batı ülkeleri, Azeri – Ermeni çatışmalarını kamuoylarına sürekli biçimde Pantürkist ve Panislamist bir hareket olarak lanse etmeye çalışmışlardı. Bu senaryo ile eski Sovyetler Birliği içinde yaşayan Hıristiyan kesim ile Müslüman kesimleri karşı karşıya getirerek çatışmayı sağlamak istediği açıktır. Amaç, yıkılan Komünizm öncüsü yerine, yeni bir öncü yaratmak ve bu suretle yönettikleri kitleleri disipline etmektir. Bağımsız bir Ermenistan Cumhuriyeti’nin kurulması ve Ortadoğu devletleri arasında jandarma rolü verilecek bir kara-ada devleti yaratılması çabaları, Global Batı güçlerinin I. ve II. Dünya Savaşları sırasında bir türlü gerçekleştiremedikleri stratejik dengeyi, zamandan yararlanarak yeniden ve hızlı bir biçimde kurma amacı içinde olduklarını göstermektedir. Türkiye üzerinde yoğunlaşan çeşitli yapıdaki baskılar – insan hakları, demokrasi, özellikle Ermeni ve Kürt Meselesi, Kıbrıs ile olanlar, doğrudan doğruya söz konusu stratejiye bir an önce realize endişesinden kaynaklanmaktadır. İnsan hakları ile ilgili Batı baskılarının altında

2 ırkçılık 3 işgal

2 da bu gerçek vardır. İnsan hakları ile Batının çıkarları özdeşleşmiştir. Ermeni gerçeği, terörizmi ve sürüp duran kanlı saldırıların arkasında ne zavallı Ermeni halkının bağımsızlığı, ne de geleceği vardır. Amaç, stratejinin boğma noktasında bir Hıristiyan ve Batıya bağlı bir devletin olması. Bu potansiyel Ermeni halkında görüldü. Çünkü yıllar boyu Batı dünyasında Ermeniler için moral destek sağlayacak bir kamuoyu yaratılmıştır. Aslında bu devlet Hıristiyan Gürcistan Cumhuriyeti de olabilir. Ama yeterince kamuoyu desteği yok. Mesele bu kadar basit… Batının amacı, stratejiye uygun hat üzerinde kontrolü güvenilir bir biçimde ve kullanılabilir seviyede elde tutma hareketidir. Diğer bir taraftan, güçlü bir Türkiye’nin ve Azerbaycan’ın var oluşu, komşuları ve dünya pazarlarını paylaşan Global Batı açısından bir endişe kaynağı arz eder. Bu amaçla özel politikalar ürettiler. Ermeni terör suçlularını ülkelerinde barındırdılar. Bazı Avrupa devletleri hiçbir tarihsel belgeye bağlanamayan Ermeni iddialarını yasaya bağladı. Özellikle Türkiye Cumhuriyeti, “Tehcir değil, soykırım” iddiası, Kıbrıs sorunu, Ege kıta sahanlığı sorunu, Batı Trakya Türkleri sorunu, PKK sorunu gibi oyunlarla köşeye sıkıştırılmak istendi ve bu amaç önemli ölçüde gerçekleştirildi. Uluslararası ilişkilerde, dış politikada ve diplomaside Türkiye yenildi. Başta Batılı ülkeler olmak üzere dünya, terörün tehlike olduğunu ancak 11 Eylül 2001 tarihinde anlayabildi (!). Yediyüz binden fazla Türk’ün ölümüne neden olan Ermeni cinayetlerinin, otuz beş bin insanın canına kıyan PKK terörünün, terör olduğunu anlayabilmek için 11 Eylül’de iki uçağın iki binaya çarparak dört bine yakın masum insanı öldürmesi gerekiyormuş. Türkiye ve Azerbaycan gerek geçmişte, gerekse de günümüzde, bir devlet olarak elbette kendilerini korumak durumundadırlar. Birçok ülkenin, çıkarları gereği bunu anlamazdan gelmesi, gerçekleri değiştirmez. Haklı oldukları için susmak yerine, haklı olduklarını dünyaya anlatmak gerektiğini Türkiye ve Azerbaycan geç anladı Bu anlaşıldıktan sonra konuyla ilgili çalışmalar ve araştırmalar başladı. İşte, elinizdeki bu çalışma, böyle bir araştırmanın sonucudur. Bu araştırmanın önemli olan yanı, Türk – Ermeni ilişkilerinin Kafkasya boyutuna değinilmiş olmasıdır. Bu araştırmada, sözü edilen eksiklikler büyük ölçüde giderilmeye ve konuyla ilgili önemli bir boşluk doldurulmaya çalışılmıştır.

3

BİRİNCİ BÖLÜM

ERMENİLERİN KİMLİĞİ ve BÜYÜK ERMENİSTAN EFSANESİ

Ermeni bilim adamları Ermeni tarihini daha eskilere götürmek isteseler de gerçekte Ermeni toplumunun eski tarihi hakkında tam bir görüş birliği mevcut değildir ve karanlık kalmaktadır. Ermeni bilim adamı Agop Melik Agopyan, diğer adıyla Raffi, yazmış olduğu “Samvel” adlı eserinde Ermeni toplumunun tarihi hakkında şunları belirtmektedir: “...Bizim tarihimizde halk tamamen unutulmuştur. Biz Ermeni köylüsünün nasıl yaşadığını bilmiyoruz. “Ağalarıyla” hangi ilişkide olduğunu, ne yiyip ne içtiğini, ne tür elbise giydiğini bilmiyoruz. Biz Ermeni sanatkarlarının ne işle uğraştıklarını, Ermeni tüccarlarının hangi ülkelerle ticari ilişkiler kurduklarını bile bilmiyoruz. Bizim tarihimiz bütün bunlar hakkında susuyor... Bizim tarihimizde, hatta halkımızın en azametli gücü olan kadınlarımız hakkında hiç bir bilgi yoktur...4 Daha sonra o, “...Böylece, bizim kuru tarihimiz tarihçiye çok az bilgi vermektedir. Bizim eski edebiyatımız kilise yazılarından5 öteye gidememiştir... Bizim eski edebiyatta yaşam tarzlarının, adetlerin, geleneklerin, ailenin ve toplumsal ilişkilerin tasviri yoktur...”,6diye belirtiyor. Bu veya diğer Ermeni tarihçileri de, örneğin; Khorenli Moise, Toma Ardzrouni ve diğerleri, kendi aralarında Ermenilerin eski tarihi ve kökenleri konusunda fikir birliği içinde değillerdir. Bu da onların anayurtlarının neresi olduğunu tartışmalı kılmaktadır. Bazı tarihçiler, Ermeni tarihini M. Ö. 2350 yılına, NUH Tufanı’na kadar dayandırarak Nuh’un torununun torunu HAY veya HAYK ile başladığını iddia etseler de bu iddialar bilim adına gerçekleri yansıtmamaktadır. Aynı zamanda, Ermenileri Urartulara, Trak-Frigya soyuna, Güney Kafkasya ırkına, Turan ırkına, Hititlere vs. dayandıran benzeri görüşleri de destekleyici hiçbir kanıta rastlanmamaktadır. Bir diğer değişle, bunlar tarafından temsil edildiklerini Ermenice’de buldukları birkaç sözlük benzerliğine dayanarak ileri sürenler varsa da bu varsayım taraftar bulamamıştır.7 Ermeni tarihindeki çelişkiye dikkat çeken Paul Henze’ye göre, Ermeni tarihinin incelenmesi kolay değildir. Bu tarih uzun, karmaşık, kısmen karanlık ve genellikle münakaşalıdır. Ermeni tarihi hemen hemen tamamen Ermeniler tarafından yazılmıştır. Çünkü kendi tarihini yazan bir kimse onu yüceltmek ve onun tartışmalı noktalarını objektif bir biçimde incelemekten kaçınmak eğilimindedir. Ermenilerde bu durum özellikle görülmektedir ve XX. yüzyılın ortalarından itibaren iyice ortaya çıkmıştır.8 Ermeniler, tarihlerini gördükleri gibi değil, görmek istedikleri gibi yazmış ve bunun propagandasını yapmışlardır. Kendi tarihlerini daha da eskilere götürerek dünya medeniyetini, yazıyı, astrolojiyi, bakır ve demir madenciliğini kendilerinin keşfettiğini ve dünyada insan hayatının Sevan Gölü9 kıyılarından başladığını iddia etmekte10 ve ayrıca Hıristiyanlığı ilk

4 Raffi, Samvel, s.16 5 Kilise yazılarının diğer adı Evangeliya’dır. 6 Raffi, Samvel, s. 15 7 Ermeni tarihçilerinin çelişen görüşleri için bkz; Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, s. 12, 16; Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, s. 22, 100, 101; A. Alper Gazigiray, Osmanlı’dan Günümüze Kadar Vesikalarla Ermeni Terörünün Kaynakları, s. 12; Halil Metin, Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler, Ermeni Olayları. 8 Paul Henze, “Ermeni Şiddetinin Kökenleri”, s.173, 174 9 Tarihi adı “Gökçe Gölü” olan bu göl, Ermenilerce “Sevan Gölü” olarak değiştirilmiştir. 10 Bu konuda daha geniş bilgi için bkz: “Kolıbel Çeloveçestva na Teritorii İstoriçeskoy Armenii: http: // www. azg. Am/ RU/ 20020108/ 2002010817. shtm

4 kabul eden topluluk olarak övünmektedirler.11 Hai -Tahd12 ideologlarından olan ve aşırı milliyetçi görüşleri ile tanınan Ermeni yazar Zori Balayan, Ermenistan’ın başkenti Erivan’ın yaklaşık 2720 yıl13 önce inşa edildiğini iddia etmektedir. Balayan’a göre, Erivan Roma ve Babil kadar antik bir kenttir. O, Erivan toponimini açıklamaya çalışarak şöyle bir iddia ileri sürmektedir: “... Efsaneye göre, Nuh Peygamber Tufan’dan sonra ilk gördüğü bir kara parçasına “Erevume”, yani “Gözüküyor”, diye bağrmış ve bu kara parçasının adı Erevan olarak tarihe geçmiştir...” Balayan, aynı zamanda satır arasında Nuh Peygamberin Ermeni olduğunu da söylemektedir.14 Dr. Hanrich Pudor, Ermenilerin Hıristiyan olmakla beraber Sami ırkından olduğunu, en göze batan niteliklerinin burunlarının kambur, kalın ve kaba olduğunu; L. Sufer, Ermenilerin Yahudiler ile birlikte Hititlerden geldiğini; W. S. Monroe, Ermenilerin ırk bakımından İranlı, Beluci ve Çingenelerle hısım oldukları, renklerinin beyazdan zeytin rengine kadar çeşitli, sakallarının lepiska veya kestane renginde, gözlerinin iri siyah ve mavi, burunlarının Yahudilerinki gibi belirli şekilde çıkıntılı olduğu ve bu sebepten dolayı kendilerine Hıristiyan Yahudiler denildiğini öne sürmüşlerdir.15 Ermenilerin kim olduklarını ve nerede teşekkül bulduklarını Ermeni bilim adamı Manuk Abekyan şu şekilde belirtmektedir: “... Ermeni halkının menşei nedir, nasıl ve ne zaman , nereden ve hangi yollarla buralara16 gelmişlerdir? Ermeni olmadan önce ve sonra hangi topluluklarla ilişkide bulunmuşlardır, onun diline, etnik kökenlerine kimler nasıl etki etmiştir? Bizim elimizde bunları kanıtlayan açık ve kesin bilgiler yoktur...”.17 Rus bilim adamı V. L. Veliçko, Ermenilerin tarihine ve menşeine ait çok önemli bilgiler vermiştir: “...Ermeniler kimlerdir? Onların asıl menşei konusu çok az araştırılmıştır. Tarih, onların Babil esareti devrinde ve Yerusalim’in18 yıkılmasından sonra Yahudilerin büyük bir kitlesi ile karıştığını ispat ediyor. Antropolojik bakımdan onların büyük bir çoğunluğu brakisefaldir, yani başlarının eni uzunundan fazladır, kısakafalıdır ve Shantr’ın, Erkert’in, Pantyukov’un ve diğer bilim adamlarının araştırmalarından anlaşıldığı gibi, bu cihetten dağ Yahudilerine, hatta Sirogildanilere, yani Asurilere daha çok benziyorlar. Prof. Dr. D. N. Anuçin, Ermenilerin Ari kabilesi değil de, daha kesin olarak dil bakımından Arileşmiş bir kabile olduğuna dikkat çekiyor. Bütün bunların yanı sıra kendilerini Ermeni zannedenlerin hiç de hepsi asıl Ermeni kökenine has değildir. Ermeni dergisi “Murç”, Ermenilerin diğer halkları asimle etme başarılarından bahsederek 1890’lı yılların sonunda asimle edilmiş Çingenelerin Ermeniler arasında çoğunluk teşkil ettiğini gösteriyordu. Kafkasya antropologu Dr. İ. İ. Pantyukov, büyük Ermeni grupları konusunda daha ilginç bir sonuca varmıştır. O, Türkiye’den yarı vahşi göçmenlerin Tiflis’e geldikleri zaman fırsattan yararlanarak bazı Türk Ermenisinin antropolojik ölçüsünü almıştır. Sonuç itibariyle,

11 M. Şagniyan, Vajnoye Sobıtiye İstorii, Literaturnaya Gazeta, 13 Eylül 1978 12 Hai – Tahd, “Ermenilerin Davası” veya “Ermeni Ulusal Çıkarları” anlamına gelir. 13 Z. Balayan, 1984 tarihinde yayınlanan “Oçag” adlı kitabında, Erivan’ın güya 2702 yıl önce inşa edildiğini iddia etmektedir. Kitabına göre, günümüz açısından değerlendirildiğinde, Erivan’ın inşası 2721 yıl öncesine dayanır. Gerçekte ise Erivan’ın asıl ismi İrevan olup, 1509-1510 yıllarında Şah İsmail Hatayi, veziri Revangulu Han’a bu topraklarda kale inşa etmeyi emretmişti. 7 yıl içerisinde Zengi nehrinin kıyısında inşa edilen kale “Revan” olarak adlandırılmıştı. Azerbaycan Türkçesinde halk dilinde “R” harfi ile başlayan adların önünde “İ” harfi kullanıldığı için Revan kalesinin ismi de sonralar İrevan olarak değişime uğramıştır. 14Zori Balayan, Oçag, Erivan, Sovetakan Grog yayınevi, 1984, s. 30, akt: Hatem Cabbarlı, Türkiye’nin Ermenistan’daki İmajı, Ermeni Araştırmaları Dergisi, s. 145 15 Sadi Koçaş, Tarih Boyunca Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri, s. 42, 43 16 Yazar, “buraları” derken Kafkasya’yı kastediyor. 17 Manuk Abekyan, İstoriya Armyanskogo Literatura, s.11 18 şimdiki Kudüs

5 onların büyük bir kısmının vücut niteliklerine göre asıl Kürtler oldukları kanısına varılmıştır…”19 Azerbaycan tarihçilerinin Azerbaycan’la ve bu bölgeye gelen halklarla ilgili yapmış oldukları araştırmaları, şimdiki Azerbaycan bölgesine ve onunla komşu bulunan yerlere Hint- Avrupa halklarının yaklaşık M. Ö. 2. bin yılın ortalarından başlayarak geldiklerini kanıtlamaktadır. Azerbaycan’ın Türk yurduna dönüşmesine ilişkin çeşitli tezlerin bulunmasına rağmen bazı bilim adamları, Azerbaycan’ın tarihini ve bazı Türk kavimlerinin Azerbaycan’da var olduklarını veya geldiklerini çok daha eski tarihlere götürmektedirler. Bazı tarihçiler, Azerbaycan’da Türklerin bir millet olarak oluşumunu Selçukluların Azerbaycan’a gelişine bağlamakta ve Türklüğün bu devirlerde hakim etnik unsura dönüştüğünü belirtmektedirler.20 Bazı tarihçiler de Azerbaycan Türklüğünün tarihini çok daha eski tarihlere götürmektedirler. Kaynakların vermiş oldukları bilgilere istinat edelim; Bazı çivi yazılı kaynaklara göre, Mezopotamya’nın kuzeyinde, Azerbaycan ve Anadolu hudutlarında ilk Türk boylarının izleri bulunmaktadır. Bunlardan biri, “Şartamhari” metninin21 15-inci satırıdır. Satırda M. Ö. 2200 yıllarında Akad hükümdarı Naramsin ile savaşan “17 Kuzey” hükümdarı belirtilmektedir. Tanınmış arkeolog Prof. Louis Delaperte, 1936 yılında onlardan birinin adını “Tourki kralı İlloushoumail", Alman Prof. N. G. Gutenbock ise 1938 yılında “Türki kralı İlşu Nail” şeklinde okumuştur. Çağdaş araştırmacılardan biri, bu “Türki kralın” kimliği sorusuna haklı olarak şu yanıtı vermiştir: “... Aksi ispat edilmedikçe Türklerdir...” 22 Gürcü kaynakları, M. Ö. IV. yüzyılda, yaklaşık 2400 yıl önce Kafkasya’da Türk menşeli boyların mevcudiyetinden bahsetmektedir. Salnamede belirtiliyor: “...Buntürkler, diğer bir değişle, Turanlılar Fars hükümdarı Keyhüsrev’i kendi hudutlarından kovup çıkarmak için Kaspi23 Denizinden Kura24 nehri boyunca yukarıya yol alarak Mtsheta’ya 28.000 aile ile geldiler. Mtsheta Mamasahli ve bütün Kartvellerin, yani Gürcülerin müsaadesi ile Farslara karşı mücadelede onlara yardım edeceklerine dair vaatlerde bulunan Buntürkler Mtsheta’nın batısındaki bölgelere yerleştirildiler...”25 Kartlis Tshovreba, “Moktsevai Kartlisa” ve diğer kaynaklarda da Buntürkler hakkında bilgi verilmiştir. Bu kaynaklarda Makedonyalı İskender’in seferlerinden, hatta Babil hükümdarı Novohodnozor’un Yerusalim’i yıkmasından, yani M. Ö. 586 yılından önceki dönemlerde Buntürklerin Kartli’de yaşadıkları belirtilmektedir. Kartlis Tshovreba’da, Makedonyalı İskender’in Pers hükümdarı III. Dara’nın üstüne gittiği zaman, yolu üzerinde Buntürklerle karşılaştığı ve savaştığı da yer almaktadır. Gürcü bilim adamı Leonti Mroveli’ye göre, Buntürkler Mtsheta yakınlığında bir yer seçerek orayı inşa ettiler, etrafına setler çektiler ve bu yer Serkine olarak adlandırıldı. Bu kaynağın naşiri S. Y. Takayşvili de Buntürklerin Kafkasya’nın eski sakinleri olduğu görüşündedir. O, buradaki Buntürklerle Türklerin aynı soydan olduğunu, onların diğer bir değişle, Turanlı olduğunu yazmıştı. Buntürkler iki söz birleşmesinden oluşmaktadır: Buni ve Türk. Buni eski Türk sözlerinden biri olup, “asıl” anlamına gelmektedir, yani Buntürkler – asıl Türkler.26

19 Vasili Lvoviç Veliçko, KAVKAZ. Russkoye Delo i Mejduplemennıye Voprosı, s.65 20 Azerbaycan’ın Türk Yurduna dönüşmesi için bkz; Cevat Heyet, Azerbaycan’ın Türkleşmesi ve Azerbaycan Türkçesinin Teşekkülü, s. 5-20; Faruk Sümer, Azerbaycan’ın Türkleşmesi Tarihine Umumi Bir Bakış, s. 429-447 21Şartamhari metni, Irak’ta–Babil’de, Mısır’da– Tel-el-Amarna’da ve Türkiye’de – Boğazköy’de bulunmaktadır. 22 Süleyman Aliyarlı, Azerbaycan Tarihi, s. 164 23 Hazar Denizi 24 Kür nehri 25 Leonti Mroveli, Kartlis Tshovreba (Gürcü Tarihi), s. 35 26 Kaynak için bkz; Leonti Mroveli, Kartlis Tshovreba, s. 34, 36; Süleyman Aliyarlı, Azerbaycan Tarihi, s. 168; Mahmud İsmayılov, Senin Ulun Baban, Bakü, 1989, s. 286

6 Azerbaycan ve şimdiki Ermenistan arazisinin en eski sakinlerinden biri de, dillerinin Türk dilinin köküne dayanması şüphe bırakmayan Bulgar-Venedler olmuşlardır. V. yüzyılda yaşamış Ermeni tarihçisi Horenli Mouses’in verdiği bilgilere göre, daha M. Ö. II. yüzyılda Bulgar soyları Kafkasya’nın çeşitli yerlerinde meskunlaşmışlardı. Mouses, bu bölgeye gelmiş olan Bulgar soylarının liderinin Bahandur Bulgar Vend olduğunu da belirtmiştir. Bu soyları Onogurlar / On Oğuzlar ve Haylandurlar olarak da tanımlıyorlardı. Bu soyların Azerbaycan’da mevcut oldukları eski zamanlardan kalma yer adları ile – toponimlerle ispat edilmektedir. Mesela, Azerbaycan’ın Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’ne bağlı Ordubad bölgesinde Venend, Zengezur bölgesinde Venetli, Lerik bölgesinde Venedi yaşayış yerleri, Lenkeran’da Bulgarçay, Füzuli’de Yağlavend, Papravend, Hocavend vs. Vend’le biten bir takım yaşayış yerlerine Azerbaycan’ın diğer bölgelerinde de rastlamak mümkündür.27 Bunun gibi diğer Türk boylarının da, örneğin, Kengerler, Peçenekler, Albanlar, Savarlar ve diğer boyların daha eski dönemlerden Azerbaycan’da yaşadıklarına dair yeterince kaynaklar vardır. Diğer bir delil; arkeologlar Azerbaycan’da M. Ö. II. bin yılın sonu, I. bin yılın başlarına ait mezarlarda kaplumbağa tasvirini de ortaya çıkarmışlardır. Bu mezar taşları ile Türklerin en eski abidelerinden biri olan Kültiğin’in mezar taşı üzerindeki kaplumbağa tasvirleri arasındaki benzerlik M. Ö.-ki devirlerde Azerbaycan’da Türk kökenli boyların mevcut olduğuna dair esaslı bir delildir. Arap dilli kaynaklara gelince; VIII-IX. yüzyıllarda yaşamış Ebu Muhammed / Abdü’l-Melik ibn Hişam,28 “Kitabü’l-Tican fi Mülük Himyer”29 adlı eserinde, beşinci Arap Halifesi I. Muaviye (661-680) ile çağdaş olan Übeyd ibn Şeriyye el-Cürumi Azerbaycan hakkında çok ilginç bir bilgi vermiştir. El-Cürumi, tarihçi Ebu Muhammed ibn Hişam gibi soy itibariyle Arap Himyer kabilesinin danışmanlarından olmuştur. Aklı ve bilgisiyle seçildiğinden Yemen’den Mekke’ye çağrılmış ve Halife I. Muaviye’nin danışmanı olarak görevde bulunmuştur. İbn Hişam’ın adı geçen kitabı, aslında el-Cürumi’nin I. Muaviye ile aralarında geçen sohbetlerinden oluşmaktadır. Kitapta ilk Arap seferleri döneminde ordunun Azerbaycan’da Türklerle karşılaşmaları konusunda bilgiler yer almaktadır: “...Yemen hükümdarı Raiş zamanında, onun ordu kumandanı Şimr (Şammar) ibn el-Kaddaf ibn el-Müntab’ın 100 binlik ordusu Türkler üzerinde elde ettiği galibiyetten sonra Azerbaycan’a girdi. Savaşta Türkler yenik düştüler. Şimr ibn el-Kaddaf Türklerle yapılan savaşı ve onların yenilgisini iki taş üzerine yazdırdı...”. İbn Hişam’ın bu yazılarını Ebu Cafer Muhammed ibn Cafer et-Teberi de doğrulamış ve kitabında bahsetmiştir. İbn Hişam’ın kitabında, Şeriyye el-Cürumi ile I. Muaviye’nin aralarındaki konuşmalarına da değinilmiştir. I. Muaviye’nin el-Cürumi’ye “Azerbaycan hakkında bilgileriniz, telaşlarınız ve anılarınız nedir?” sorusuna el-Cürumi şu yanıtı vermiştir: “...Orası çok eskiden beri Türk yurdudur. Onlar bir araya gelerek birleşmiş ve karışmışlardır...” 30 Kaynaklardan da anlaşılacağı üzere, Azerbaycan’da millet oluşumu daha eski tarihlere kadar gitmektedir. Bu tür kaynaklara başvurmadan Azerbaycan halkının oluşumunu XI-XII. yüzyıllarda Selçukluların Azerbaycan’a gelişine bağlayan araştırmacıların bilimsel olarak yanılgıya düştükleri herhalde açıktır. Bazı tarihçilere göre, Selçukluların gelişine kadar Azerbaycan’ın nüfusu Fars menşeli olmuş, Selçukluların gelişiyle Türkleşme sürecine girmişlerdir. Bize göre, bu yanlıştır. Eğer Selçuklular Azerbaycan’da yaşayanları Türkleştirmişlerse, o zaman neden İran ve diğer komşu ülkelerin nüfusuna etkide

27 Mahmud İsmayılov, Senin Ulu Baban, s. 287 28 828 / 829 yılında ölmüştür. 29 Himyer Hükümdarları Hakkında Taçlar Kitabı 30 Bkz; Ziya Bunyatov, Obzor İstoçnikov po İstorii Azerbaydjana, İstoçniki Arabskiye, s. 5; Ziya Bunyatov, Azerbaydjan v VII-IX vv., s. 183; Aliyarov S., Mahmudov, F., Azerbaycan Tarihi Üzre Gaynaglar, s. 56; Süleyman Aliyarov, Ob Etnogeneze Azerbaydjanskogo Naroda, s. 19

7 bulunamamışlardır? Aslında Selçuklular bu muhiti değiştirmeye çalışmamış, bilakis devlet işlerinde ve saraylarda Türk dilini değil, Fars dilini kullanmışlardır. “Gelme Soylar” veya “Yerli Halklar” gibi kavramlara değinirken şunları da göz ardı etmek mümkün değildir. Yani bu bir gerçektir ki, hiçbir halk, hiçbir millet dünya yaratıldığından beri aynı toprakta yaşadığını ve mevcut olduğunu ispat edemez. Halklar, en eski devirlerden çeşitli sebeplerle daima bir yerden diğer yerlere göç etmişlerdir. Hiçbir halk bulundukları topraklarda kök salıp bugünkü durumlarına gelmemiştir. Bunun aksini düşünenler tarihten habersizlerdir. Burada yalnız nispet meselesi olabilir. Yani belirli bir bölgenin tarihi orada yaşayan halkın tarihinden daha eski olabilir. Daha doğrusu, bölgenin tarihi ile orada yaşayan halkın tarihi çoğu zaman uyuşmayan bir hakikattir. Bu, inkar edilemez bir gerçekse her hangi bir halka veya millete “burası senin yerin değil”, diye sorulabilir mi? Eğer bunu sormak mümkünse, o zaman Amerika’da yaşayan bütün Avrupalıların, Balkanlarda yaşayan milletlerin ve Anadolu’da yaşayan Türklerin vatanlarını terk etmeleri gerekecektir. Kısacası, bilinmelidir ki, tarihin herhangi bir safhasında herhangi bir toprak parçası üzerinde yaşam sürmek, ancak tarihin içinde bu toprakların sahibi oldukları iddialarını geçerli kılmaz. Çünkü bugün uluslararası toplumun ve devletler hukukunun kabul ettiği bağımsız devletler ve o ülke toprakları üzerinde yaşayan uluslar o bölgeye ilk kez gelip yerleşmiş insanlar değildirler. Görüldüğü gibi, bu hususların altını çizerken, “yazılı tarihin kabul ettiği, bilimsel metodolojinin vesikalara dayalı olarak ispat edildiği” bir “Büyük Ermenistan Devleti” var olmamıştır. Nitekim, Ermenilerin iddia ettikleri üzere Kızılırmak, Karadeniz, Gürcistan, İran, Hazar Denizi ve Irak toprakları arasında yaşayan31 böyle bir devlet, orduları, başşehirleri, savaşları, galibiyet ve mağlubiyetleri olmamıştır. Bu manzara karşısında, tarih boyunca ne bağımsız bir Ermenistan’ın, ne de müttehit bir Ermeni milletinin mevcudiyetinden bahsetmek tarihi bir hakikat olarak görülmemektedir. Bu durumda, bir Ermeni devletinin tarihinden bahsetmek de zorlaşmaktadır. Kendi tarihlerini her ne kadar eskilere götürmeye çalışsalar da Azerbaycan tarihi açısından önemli ve gerçek olanı şudur ki, Ermeniler Güney Kafkasya’ya, özellikle de Azerbaycan’a ve şimdiki Ermenistan bölgesine, günümüzdeki Dağlık Karabağ sorununa da sebebiyet teşkil eden 1828- Rusya ile İran arasında yapılan Türkmençay anlaşmasının XV. maddesi gereğince Ruslar tarafından göçürtülmüşlerdir. Zaten bu konuda, Rusya’nın o dönemde Tahran’daki tam yetkili murahhası ve bilim adamı St. Petersburglu yazar Nikolay Shavrov, eserinde bu gerçekleri doğrulamaktadır: “...Biz kolonileşmeye Zakafkasya’ya32 Rusları değil, diğerlerini yerleştirerek başladık. 1826-1828 savaşlarından sonra, 1828-1830 yılları arasında iki senede 40.000’den fazla İran Ermenisi ve 84.000 Türkiye Ermenisini, Gence ve İrevan vilayetleri ile Tiflis vilayetinin Borçalı, Alhaltsikhe ve Akhalkalalaki bölgelerinde en iyi kamu arazilerinin olduğu topraklara yerleştirdik. Yerleşmeleri için 200.000 desiat devlet arazisi ayrılmış ve 2 milyon Ruble değerindeki şahsi arazi Müslümanlardan satın alınmıştır. Gence’nin dağlık kesimi ve Gökçe gölü kıyısına Ermeniler yerleştirildi. Kabul etmek gerekir ki, resmi olarak yerleştirilen 124.000 Ermeni’nin dışında gayri resmi olarak yerleştirilenlerle beraber sayıları 200.000-ni geçmektedir. Bu yüzyıl başında Zakafkasya’da 1,3 milyon olan Ermenilerin 1 milyondan fazlası belirtilen kaynaklar doğrultusunda bu bölgenin yerli halkı olmayıp, bizim tarafımızdan yerleştirilenlerdir...”33

31 Cemal Anadol, Ermeni Dosyası, s. 19 32 Zakafkasya: Rusya’nın Zakafkasya adlandırdığı bölge ona göre, Kafkas dağlarının arkasında bulunan Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan’ı içine almaktadır. Bu bölge, Türkiye’de Güney Kafkasya ve Batıda Transkafkasya olarak bilinmektedir. 33 Nikolay Shavrov, Novaya Ugroza Russkomu Delu v Zakavkazye: Predstavşaya Rasporyadka Mugani İnarodtsam, s. 63

8 Ama N. Shavrov’un ve bu gerçeği doğrulayan diğer bilim adamlarının da yazdıkları gibi, Ruslar tarafından Güney Kafkasya’ya getirildiklerini Ermeniler neredeyse unutuyorlar. Kafkasya’nın eski Ermenistan toprağı olduğu ve kendilerinin de bu bölgenin en eski sakinleri olduğu iddialarına bazı bilim adamları sert bir şekilde karşı çıkmış ve bu tutumlarını eserlerinde açıkça belirtmişlerdir. XIX. yüzyılın sonlarından itibaren Avrupa misyonerlerinin de desteğiyle Ermeniler tarafından komşu halklara karşı hazırlanan ve yönlendirilen ideolojik propagandanın asıl içeriği ve amacını göstermiş olan Rus bilim adamı V. L. Veliçko, kitabında yazıyor: “...Ermeni mahalli okullarında öğrenciler Büyük Ermenistan haritasını - ki, arazisi Voronej’e ulaşıyor ve başkenti de Tiflis’tir- öğreniyorlar”.34 Tabii ki, onların bu düşüncesi bütün Kafkasyalılar, o bakımdan Azerbaycan Türkleri ve Gürcüler tarafından da hoş karşılanmıyordu. Geçen asırlarda yaşamış Gürcü bilim adamlarından İlya Çavçavadze, Ermeni plütokrasisi ve eliti hakkındaki düşüncelerini şöyle açıklamıştır: “...Meğer Gürcülerin asıl Gürcü topraklarına olan haklarını inkar eden kitaplar Hudabaşev’in, Yeritsov’un kitapları değil mi? Meğer Ermeni eliti değil miydi ki, geçen yüzyılda Senkovski’nin aracılığıyla Gürcistan’da Gürcülerin olmadığı ve burada Ermenilerin ve diğer halkların yaşadıkları şeklinde uydurma haberler yayıyorlardı ve yahut şöyle diyorlardı: Gürcistan’ın bir kısmı Tiflis de dahil olmak üzere çok eskilerden Ermenilere ait olmuştur…” 35 İlya Çavçavadze, Ermeniler için çalışan, çeşitli yollarla tuzağa düşürülenlerin klasik örneğini de bu şekilde vermiştir: “... Sonuncu savaş zamanı 1877 yılında Fransız gazetesi “Temps” bizim memlekete Kutulu adlı bir gazeteci göndermişti... Dikkat ediniz, bize gelirken kimlerin eline düştüğü konusunda Kutulu ne yazıyor? Balta istasyonu yakınlarında önceden planlanmış şekilde onu Şuşalı bir Ermeni subayı karşılaşıyor. O, Fransız gazeteciyi kendi arabasında Tiflis’e götürüyor ve gelirken yolda geleneklerin, törelerin, şehirlerin, bayramların Ermenilere ait olduğunu ispatlamaya çalışıyor. Büyük bir ustalıkla tuzağa düşürülen Fransız gazeteci ne yapabilirdi? Her şey Ermenilerinki olmuştu: Parlamento Ermenilerin, filozoflar Ermenilerin, yemekler, ziyafetler, bayramlar Ermenilerin... O zaman Tiflis neresidir? Tabii ki, burası da Ermenilerindir ve Tiflis de Ermeni şehridir. Ustalıkla aldatılan yabancı başka sonuç çıkarabilir miydi? Ermenilerin misafirperverliğine hayran kalan Fransız gazeteci Kutulu, Tiflis’ten ayrılmadan önce bunları dile getiriyor: “Belki, Adem peygamber de Ermenistanlıdır?!”. Böylece, Avrupalı gazeteciyi inandırmışlardır ki, Gürcistan Tiflis de dahil olmak üzere Ermenistan’a aittir ve bu haberi nüfuzlu gazete olan “Temps” aracılığıyla bütün dünyaya duyurmuşlardır…”36 Anlaşıldığı gibi, Ermeni elitinin tutumları sadece Azerbaycan ve Azerbaycan Türklerine değil, aynı zamanda Gürcistan ve Gürcülere de yöneltilmişti. Azerbaycan’a ve Gürcistan’a yönelik Ermeni istekleri ve tutumları bugün de devam etmektedir. 15 Temmuz 1987 tarihinde Taşnak liderlerinden A. Papazyan, partisinin “Gamk” adlı gazetesinde şunları yazmıştı: “Ermenilerin tarihsel talepleri var. Ermeni milletinin Kafkasya sınırlarında tarihi toprakları var. Bu gün toprak taleplerimizi açık olarak belirledik”. Taşnaklar tam olarak “Kafkasya sınırındaki” toprakların ne olduğunu belirtmediler. SSCB’de komünist propagandanın enternasyonalizm olarak gösterildiği durumda yine aynı yılda Akademisyen A. Aganbekyan bu tabuyu yıkmıştı. Paris’te Ermeni-Fransa Enstitüsü’nün ve Ermeni Gaziler Birliği’nin düzenlediği konuşmada A. Aganbekyan şunları söylemişti: “Ben Karabağ’ın bir Ermeni toprağı olmasını istiyorum. Bir ekonomist olarak bölgenin Azerbaycan’dan fazla Ermenistan’la ilişkili olduğunu düşünüyorum”.37 Her ne kadar bu istek iktisadi görüş gibi ifade edilse de bu bir

34 Vasili Veliçko, KAVKAZ. Russkomu Delu i Mejduplemennıye Voprosı, s. 107 35 İlya G. Çavçavadze, Armyanskiye Uçeniye i Vopiyuşiye Kamni, s. 15, 16 36 İlya Çavçavadze, a.g.e. s. 39, 40 37 Hümanite gazetesi, 18 Kasım 1987; Bahtiyar Vahapzade, Vatan, Millet, Anadil, s. 149

9 başlangıçtı. Zira ekonomik kamuflaj unutulmamıştı. Fransız komünistlerin yazıları genelde şöyle başlar: “Karabağ ve Nahçıvan – Azerbaycan Cumhuriyetine ilhak edilmiş Ermeni toprakları”. Öyle anlaşılıyor ki, bazı Avrupalı politikacılar Dağlık Karabağ’ın, Azerbaycan’ın diz eteklerinde olmadığını anlamıyorlar. Yöre, coğrafi olarak Ermenistan’a yakındır, ancak bu ülkeyle sınırı yoktur. Bu açıdan Karabağ Azerbaycan topraklarının ortasında bulunur; bu da demektir ki, Karabağ ve Ermenistan arasında bir Azeri toprak şeridi bulunmakta ve bu şerit, Dağlık Karabağ yüzölçümünün yarısını oluşturmaktadır. Dolayısıyla, Karabağ’ı Ermenistan’a ilhak etmek veya başka alternatifler denemek yeni Azerbaycan topraklarını ilhak etmekle eş anlamlıdır. Ermenistan’da iyi bilinir ki, bu olmadan Dağlık Karabağ Cumhuriyetinin var olması mümkün değildir. Dolayısıyla, Dağlık Karabağ’ın “kendi kendini yönetme” hakkı adına Ermenistan’ın eylemine katkıda bulunanlar, açıkça ilhaka destek olmaktadır. Şimdi önyargıya sahip olmayan herkes, Karabağ çatışmasının kökeninde Ermenistan’ın Azerbaycan’daki çıkarlarını silahla “savunma” gayreti yattığını açıkça görebilir. Bu amaçla, Ermenistan başka bir ülkenin sınırlarında savaş başlatmıştır.

10

İKİNCİ BÖLÜM

XX. YÜZYILIN BAŞLARINDA ERMENİLERİN AZERBAYCAN’DA YAPTIKLARI KATLİAMLAR

A-Değişmeyen Ermeni Felsefesi veya Ermeni Psikolojisi

Ermeni ulusal çıkarlarını, değişmeyen Ermeni felsefesini, Ermeni psikolojisini irdelemeden çeşitli dönemlerde Ermeniler tarafından yapılan katliamlar hakkında fikir yürütmek herhalde doğru olmayacaktır. Ermenistan, Kafkasya devletlerinin ve halklarının çıkarlarıyla uzlaşmayan, çoğu zaman bu çıkarlara karşıt bir tutum takınmaktadır. XX. yüzyılın başlarında bölgede oluşan devletlerin kısa süreli bağımsızlığı sürecinde bu karşıtlık çok belirgin biçimde ortaya çıktı. Bu karşıt tutum bugün de devam etmektedir. Ermenistan, uluslararası yasalara karşı gelerek “Kafkasya yasalarını” değil, farklı bir felsefeyi tercih etmiştir. Ermeni psikolojisinin ve değişmeyen Ermeni felsefesinin anlamı nedir? Ermeni ulusal çıkarlarının esası nedir? Öncelikle bilinmelidir ki, Ermeni milliyetçiliği din milliyetçiliğidir. Dünyada bu tür milliyetçiliğin benzerini bulmak çok zor. Ermeni din milliyetçiliği içine kapanmayı, kendini tecrit etmeyi amaçlamaktadır. Kendini Kafkasya halklarından ve bütünlükte komşularından farklı görme, çoğu zaman onlarla çatışma, yani tecritçilik Ermeni ulusal çıkarlarının temelini oluşturmaktadır. Bu sebeple de Ermeniler dünyanın çeşitli yerlerinde yaşamalarına rağmen, kendi devletlerinde kendileri dışında hiçbir milletin yaşamasını istememektedirler. Kendileri de kolay asimle edilebilir gibi gözükseler de aslında bu görünürde öyledir. Değişme olsa bile bu yalnız biçimseldir. Ermeni, dünyanın her yerinde anlam veya içerik bakımından Ermeni’dir. Ermeni ulusal çıkarlarının ve Ermenistan’ın devlet politikasının oluşumunu etkileyen üç faktör mevcuttur: 1) Dünya Ermenileri, yani diaspora, 2) Ermenistan Ermenileri, 3) Dağlık Karabağ Ermenileri. Her üç faktör XIX. yüzyılın sonlarında sistemli biçimde ortaya konulan Ermeni ulusal ideolojisinin oluşumuna katılarak bir uzlaşma sağlamışlardır. Ermeni ulusal ideolojisi Taşnaksütyun partisinin de savunduğu Hai – Tahd (Ermenilerin davası) ideolojisidir. Hai – Tahd ideolojisine göre, Ermeni ulusal çıkarlar doktrini üç hedefi amaçlamaktadır: 1) Kaybedilmiş toprakların iadesi ve Birleşik Ermenistan milli devletinin oluşturulması, yani Büyük Ermenistan hedefi; 2) Dünyadaki Ermenilerin kendi milli devletlerine dönerek yerleşmelerini sağlamak; 3) Sosyal devlet oluşturmak. Bu amaçlar konusunda Ermeniler nasıl bir tutum takınmaktadırlar ve bunun gerçekleştirilmesinde tercih edilen yöntem ve araçlar nelerdir? Taşnaksütyun ideologlarına göre, Ermeni ulusal çıkarlarının gerçekleştirilmesi için devrimler, silahlı mücadeleler, terör, cinayet ve katliamlar38 zorunludur. Ermeni ideologlarından Grant Markaryan şunları ifade etmektedir: “Dünyada yasalar değil, güç egemenliği geçerli olduğu süre zarfında Taşnaksütyun politik ve ideolojik hareketin yanısıra, yasal ve devrimci güç olarak varlığını sürdürmek zorundadır”.39 Bu düşünceye göre, devrimci mücadele yönteminin yasadışı olması kabul edilmemekte, fakat hak ve adaletin

38 Kuşkusuz, bizler tarafından kabul edilen “terör, cinayet ve katliam” kavramları, Ermeniler tarafından hak ve adalet sembolü olarak benimsenmektedir. 39 Haleddin İbrahimli, Değişen Avrasya’da Kafkasya, s.44

11 gerçekleştirilmesi amacıyla makbul ve mümkün araç gibi benimsenmektedir. Bunu diğer Taşnaksütyun ideologlarından Eduard Oganesyan’ın yaklaşımlarında daha açık görmek mümkündür: “Adalet kutsal bir değer kadar daima yasadan yüksekte durmaktadır. Bu kutsal değerin gerçekleşmesi için yasaları dikkate almamak, hatta gerekirse kaba kuvveti ile ortadan kaldırmak mümkündür”.40 Düşünce açık, fakat Ermeni ideologları “adaletsiz” kavramıyla acaba neyi kastetmektedirler? Hiç kuşkusuz ilk olarak kastedilen, Hai – Tahd doktrinin esasını teşkil eden ve de Ermeniler tarafından iddia edilen “kaybedilmiş toraklar”dır (?). Ermeni milli ideolojisinin asıl amacı, “kaybedilmiş topraklar”ın iadesi olunca, “tarihi Ermeni topraklarını işgal edenler” adaletsizlik yapmış oluyorlar. Bu toprakların iadesi için seçilen en uygun araçlar da silahlı mücadeleler, devrimler, terör ve cinayetlerdir. Fakat uluslararası hukuk ve yasalar, sınırların kaba kuvvetle değiştirilmesini yasaklar ve toprak işgallerini kabul etmez. Ayrıca devrimler de rağbet görmemektedir. Bu durumda Ermeni ulusal çıkarları uluslararası hukuk ve yasalarla çelişmekte ve mevcut uluslararası yasaların çiğnenmesini gerektirmektedir. “Adaletsizliğin ortadan kaldırılması için yasaları gözardı etmenin ve çiğnenmenin mümkünlüğü ve gerekliliği” anlayışı bundan kaynaklanmaktadır. Tarihte Ermenilerin uluslararası köklü değişiklikler ve savaşlar sırasında “kaybedilmiş topraklar”ı elde etmeye başladıklarının, komşu devletlerin topraklarında devrimler, iç karışıklıklar, silahlı çatışmalar, isyanlar, soykırım ve felaketler gerçekleştirerek toprak işgal etmelerinin çok sayıda örneği vardır: 1906 – 1906 yıllarındaki soykırım, 1914 – 1915 yıllarında Anadolu’da Van civarındaki silahlı isyanlar, 1917 – 1920 yıllarında Azerbaycan’da yapılan katliamlar, 1918 yılı Mart – Nisan aylarında Bakü, Şamahı, Gence, Guba soykırımı, 1919 yılında Gürcistan’ın Borçalı bölgesindeki savaş ve katliamlar, 1920 yılı Mayıs ayındaki Gence isyanı sırasında XI. Kızıl Ordu ile birlikte kent ahalisini imha etme en nihayet 1988 yılından itibaren yapılan katliamlar, Hocalı soykırımı, arazi işgalleri ve yeni toprak iddialarına hazırlıklar. “Kaybedilmiş topraklar” sorunu Ermenileri dış dünyayı kendi komşularına karşı düşman tutum takınmaya itmektedir. Ermeni milli ideolojisine göre, Ermenilerin “kaybedilmiş topraklar”ını elde etme çabalarına engel olmak haksızlıktır. Bu tür bir engelle karşılaşma, “dış güçlerin kurbanı” anlayışını ortaya çıkarmaktadır. Son yüzyıl boyunca Ermeniler bu anlayış içerisinde eğitilmiş, yani “kaybedilmiş topraklar” ve “dış saldırıların kurbanı” söylemlerine kendilerini inandırmış ve bunları yeni nesillere aşılamışlardır /aşılamaktadırlar. İddia edilen “kaybedilmiş topraklar” kavramı Türkiye’nin doğu bölgelerini,41 Azerbaycan’ın Nahçıvan, Dağlık Karabağ ve Kura nehrine kadar olan bölgeleri, Gürcistan’ın Borçalı ve Cavahetiya bölgelerini kapsamaktadır. Ermeni felaketlerini esasında bu iddialar oluşturmaktadır. Ermeniler komşularına, uluslararası sisteme, uluslararası örgütlerin dayandığı yasalara karşı iddialar öne sürmektedirler. Ermenistan Türkiye’ye toprak ve soykırım, Azerbaycan’a karşı da arazi ve uygarlık iddiaları öne sürmektedirler. Temelde, Kafkaslarda rahatsızlık doğuran, komşularına sorun yaratan ve Ermeni bilincinde gerçeklik, hak ve adalet anlamını taşıyan bu iddialar, “Büyük Ermenistan” düşüncesi ve bu düşüncenin coğrafi sınırlarından kaynaklanmaktadır. Bu düşünce, Ermenilerin komşularıyla iyi ilişkiler içinde olmasını ve onlara güvenmesini engellemektedir. Ermenistan’da gençlerin milliyetçilik ruhunda yetiştirilip, milli geçmişini derinden öğrenmesi ister geçmişte olsun, isterse de günümüzde hususi bir dikkat merkezinde tutulur. Bir Türkü öldüren her kimse Ermeni kahramanı sayılır. Çok küçük yaşlardan itibaren Ermenilerin etnik kimliklerini Türk karşıtlığı üzerine oturttukları söylenebilir. Bu süreçte kilise özel bir rol oynamış, kilise okulları Türkleri ve Türk topraklarını görmemiş genç nesilleri adeta siyasi amaçları doğrultusunda şekillendirmiştir. Bu arada kilise, sadece

40 Haleddin İbrahimli, a.g.e. s. 44 41 Bu bölgeler, Ermeniler tarafından Doğu Ermenistan olarak öne sürülmektedir.

12 “eğitim” vermekle kalmamış, Ermeni kimliğinin temel taşını da oluşturmuştur. Öyle ki, kilise seküler alanda dahi aktif bir aktör olarak yerini almıştır. Kiliseye göre, Ermeniler 1915 olaylarında yok edilmek istenmişler, ancak bu olaydan kurtulmuşlardır. Kilise, bu durumu Ermenilerin en önemli efsanelerinden sayılan Nuh Tufanı’yla özdeşleştirmektedir. Kendilerini Nuh’un torunu olan “Haykı’ın çocukları” olarak tanımlayan Kilise Ermenilerine göre, Ermeniler nasıl tufanda yok olmamış ve ardından tüm dünyaya yayılarak anavatanlarına geri dönem gücünü bulmuşlarsa, 1915 olaylarından sonra da hayatta kalmayı başarmışlardır. Söz konusu yaklaşıma göre, asıl anavatana, yani Anadolu’ya ileride dönmek de mümkün olacaktır. Kilisenin, Türklerin bir doğal afetin gördüğü işlevi görmesi yaklaşımı dikkat çekicidir. Ancak bu yaklaşım yeni de değildir. Orta Çağ’da da Avrupalı hükümdarlar Türkleri “Tanrı’nın, işlemiş oldukları günahlarına karşı cezası” (Tanrı’nın Kırbacı – Scorge of God) olduğunu sıkça tekrarlamışlardır. Her iki yaklaşımın ortak noktası, Türklerin bir insan topluluğu olmaktan çok bir tür “yaratık” olarak algılanmasıdır. Böylesi bir yaklaşımın sonucunda Türkler her türlü “kötülüğü yapabilecek bir yaratık” olarak sunulabilmektedir. Bu çerçevede başta Kilise olmak üzere aşırı Ermeni örgütleri Türkleri konuşulamaz, iletişim kurulamaz yaratıklar olarak sunmuş ve Ermeni kimliğinin inşasını böylesine negatif bir yolla oluşturma yoluna gitmişlerdir. Bu süreçten geçen her Ermeni’nin en önemli görevleri, bu olayları unutmamak, unutturmamak ve günün birinde “vatanına” dönerek o günlerin intikamını almaktır. Okullarda öğretmenler Türk tarihinden bahsederken Türklerin Azerbaycan’ı ve Anadolu illerini Ermenilerden almış olduklarını ve her Ermeni için atalarının yurtlarını Türk boyunduruğundan kurtarmanın milli ve vatandaşlık borcu olduğunu telkin ediyorlar. Örneğin; okul için K. N. Basmacıyan’ın yazdığı “Musaver Ermeni Tarihi” adındaki ders kitabının ilk sayfasından: “Atalarımızın yaşamış olduğu ülkeye milletimizin adından ötürü Ermenistan derler ki, şimdiki halde üç devlet arasında bölünmüştür. Ermenistan geçmişte gayet mutlu ve kalabalık bir ülke idi. Ermenistan kuzeyde Pontus,42 Varasdan43, doğuda Hazar Denizi ve İran, güneyde Asuristan, Elcezire; Repenyanlar devrinde Akdeniz, batıda Alos44 ile çevrili idi”.45 Ders kitaplarındaki böyle başlıklar, Ermeni çocuklarını Türklere karşı olan kışkırtmalarından bir örnektir. Okullarda coğrafya, milli tarih sadece ihtilal hareketlerini yaymak için okutuluyordu. En ufak tarih kitaplarında eski prens ve kralların uydurma resimleri, ihtilalcilerin resimleri bulunuyordu. Coğrafya haritalarında Van, Diyarbakır, Erzurum şehirlerinin adları yerine Vasporagan, Dikranagerd ve Garin gibi adlar yazılmış, coğrafya kitaplarında ise en geniş yer doğu illeri için ayrılmıştır. Komitelerin amaçlarına göre hazırlanan ve patrikhanece seçilen bu kitapların okullarda okutulması zorunlu, okuma kitaplarına konulan eski ve yeni en heyecan verici şiirlerin ezberlenmesi de öğrenciler için şart idi. Öğrencilere verilen defterlerde, okuma, tarih, coğrafya, matematik, sözgelimi: her ders kitabında bir Ermenistan haritası, Ermenistan arması mutlaka bulunmakta idi.46 Sözü geçen fikirler ile yetişen gençler, çok küçük yaşlardan itibaren Türkleri nihai düşman olarak öğrenmişler ve dünyanın kendilerine yardım etmesini beklemişler. Türklerin de atalarının yaptıkları bu büyük “hatayı” neden hala kabul etmediklerini anlayamamışlardır. Böylece, onlarda haksızlığa uğramışlık hissi gerçekleşmiştir. Ermeni gençleri haksızlığa uğradıklarını, ancak kimsenin kendilerini anlamadığını düşünmüşlerdir. Böyle bir ortamda da “Türklere haddini bildirmek” gerekmektedir. Bu da aşırı Ermeni örgütlere göre, ancak şiddetle olacaktır.

42 Basmacıyan’a göre, Karadeniz’in eski ismidir. 43 Yazar, aynı zamanda bütün Gürcistan’ı da içine alan bölgeyi Varasdan olarak tanımlamaktadır. 44 Yazara göre, Kızılırmak’ın eski adıdır. 45 İsmet Parmaksızoğlu, Ermeni Komitelerinin İhtilal Hareketleri ve Besledikleri Emeller, s. 38 46 İsmet Parmaksızoğlu, a.g.e. s. 39.

13

B- 1905-1906 Yıllarında Yapılan Katliamlar

Dünyanın çeşitli ülkelerinde tarihi gerçekleri saptırarak 1915 yılında Osmanlı döneminde soykırıma uğradıklarını kabul ettirmeye çalışan Ermeniler, kendi yaptıklarını çeşitli yollarla gizlemeye çalışıyorlar. Her ne kadar gerçekleri gizlemeye çalışsalar da Türklere karşı katliamlar yapıldığı ortaya çıkmaktadır. “Büyük Ermenistan” ve de “Türksüz Büyük Ermenistan” ülküsünden hareketle, Anadolu Türklerinin yanı sıra XX. yüzyılın başlarında Azerbaycan Türklerine karşı da katliamlar yapılmış, insanlar topraklarından sürülmüşlerdir. Çeşitli tarihlerde yapılan katliamlar şunlardır: 1905-1906 yıllarında yapılan katliamlar, 1918-1920 yıllarında yapılan katliamlar, 1988 yıllarından başlayarak devam eden katliamlar. Yapılan bu katliamların asıl amacı, Ermenistan’ın sınırlarının Türkiye Cumhuriyeti ve Azerbaycan Cumhuriyeti toprakları üzerinde genişletilerek hayal edilen “Türksüz Büyük Ermenistan” devletinin kurulmasıdır. XX. yüzyılın başlarında, Güney Kafkasya’da Azerbaycan Türklerine karşı yapılan katliamların senaryosu, Ermenilerin XIX. yüzyılın sonunda Doğu Anadolu’da kazanmış oldukları deneyime dayanmaktaydı. 1877-1878 Rusya-Türkiye savaşından sonra Avrupa devletlerinin politik çalışmaları sonucu gündeme getirilen “Ermeni Meselesi”, sonraları Doğu Anadolu’da Ermeniler için muhtariyet elde etmek ve bağımsız Ermeni devleti kurmak için bir araca dönüşmüştü. İlerleyen yıllarda, İngiltere ve Fransa’nın yardımı ile Türkiye’de Ermeni isyanı provokatörlüğü yürütülmüş, bu işe de önderliği “Taşnaksütyun” ve “Hınçak”47 siyasi teşkilatları üstlenmişlerdi. Ermeniler, kitlesel kargaşalar çıkarmak amacıyla, Türklere ve Kürtlere soykırım yapılsın diye saldırılar düzenliyorlardı. Amaç, Avrupa medyası aracılığıyla, “Türkler tarafından yapılan Ermeni soykırımı”48 iddialarını dünyaya duyurmaktı. Ermenilerin Türkiye’de 1894-1896 yıllarında başlattıkları kargaşalar Sultan Abdülhamit tarafından bastırıldı. Bu kargaşaların teşkilatçılarının ve icracılarının büyük çoğunluğu ise Kafkasya’nın çeşitli bölgelerine taşınmışlardı.49 Rus bilim adamı Nikolay Shavrov, 1896 yılında Güney Kafkasya’da 900.000, 1908 yılında ise 1.301.000 Ermeni’nin yaşadığını belirtmektedir. Ona göre, sadece bu devirde Güney Kafkasya’ya yaklaşık 400.000 Ermeni yerleşmişti.50 1908 yılında Rusya İçişleri Bakanlığı polis bölmesinin belgelerinde,

47 Bu partilerin ne kadar tehlikeli ve silahlı bir terör örgütleri olduğu konusunda kendi yayınları bol miktarda kanıt sunmaktadır. Bu konuda geniş bir çalışma için bkz: Hratch Dasnabedian, History of the Armenian Revolutionary Federation, Dashnaksutiun, 1890-1924, Milan: OEMME, 1990. 48 Ermeni yanlısı görüşü savunanlar, özellikle son zamanlarda 1915 Tehciri ve Yahudilerin II. Dünya Savaşı sırasında Naziler tarafından tabi tutuldukları soykırım (Holokost) arasında bağlantı kurma yöntemiyle kendi iddialarını yayma ve dolayısı ile bunların kabulü yönünde propaganda yapma yöntemini benimsemişlerdir. Bu amaçla Batı’da Holokost anma günleri etkinliklerine “XX. yüzyılın ilk soykırımının kurbanları” olarak katılma teşebbüslerinde bulunmaktadırlar. Bu çevreler, çabalarının bir parçası olarak Hitler’e atfedilen “kim artık Ermenileri hatırlıyor?” sözünü hemen her fırsatta kullanmakta ve Hitler’in bile soykırım fikrini Türklerden aldığını ileri sürmekte, dolayısı ile XX. yüzyılda işlenen ve bundan sonra işlenecek tüm soykırımların suçlusu olarak Türkleri ilan etmektedirler. Ayrıca, Nazilerin yaptıkları soykırıma benzerlik sağlamak amacıyla Türklerin gizli yazışmaları adı altında Ermenilerin vahşice öldürülmesini emreden belgeler sunmaktadırlar. Gerek bu sözde belgelerin, gerekse de Hitler’e atfedilen sözlerin tarihsel gerçeklikten yoksun olduğu, hem Türk, hem de Batılı bilim adamlarınca kanıtlandı. Ancak gerçeklerin ortada olması bu çevrelerin çabalarını durdurmaya yetmiyor. Üstelik Yahudi soykırımından sadece Hitler ve Hitler yönetimi sorumlu tutulurken, sözde Ermeni soykırımından tüm Türk ulusu, gerek 1915 yılında hayatta olanlar, gerekse de onların çocukları ve torunları, tümden sorumlu tutulmaktadır. Şunu da ifade etmek gerekir ki, Hitler yönetimi altında gerçek anlamda soykırıma uğrayan Yahudiler, 2004 yılında tüm dünya ile birlikte İsrail Devleti’nin sivilleri kalkan olarak kullanma, yargısız infaz, basın mensuplarına saldırılar, sivillerin toplama merkezlerine gönderilmesi ve Hitler yönetiminin Yahudilere yaptığı gibi Filistinli sivillerin derilerine numaralar kazınarak fişlenmesi uygulamalarına tanık olmaktadırlar. 49 “Armyanskiy Genotsit”, Mif i Realnost, Spravoçnik Faktov i Dokumentov, s. 204 50 Nikolay Shavrov, Novaya Ugroza Russkomu Delu....., s. 64

14 Türkiye’deki malum olaylardan sonra, Güney Kafkasya’ya 500.000 Ermeni’nin geldiği ve çirkin eylemlere baş vurdukları gösterilmekteydi.51 Bundan sonra “Taşnaksütyun” parti sıraları daha da artmış, Kafkasya’da antitürk propagandası bir hayli güçlenmişti. Çok ilginç olan husus da şu ki, daha Türkiye’de Ermeni kargaşaları başlamadan önce, yani 1891 yılı Ocak ayında, Bakü’de Hacı Zeynelabidin Tağıyev adına tiyatroda, Safrazyan’ın 4 bölümden oluşan eseri sahneye konulmuştu. Sahnenin birinci bölümünde, Ermeni kadınına işkence eden bir Türk tasvir edilmiş, ikinci bölümde bu kadının kendi bağımsızlığı için mücadelesi, üçüncü bölümde Türkü öldürmesiyle başlayan sevinci, dördüncü bölümde ise genç Ermeni kızı timsalinde bağımsızlığına kavuşmuş Ermenistan tasvir edilmişti. Eserin yazarı Safrazyan, bu sahneden dolayı ödüllendirilmişti. Bu kaynak, Kafkasya valiliğinin 7 Şubat 1891 yılında Bakü kubernatoruna gönderdiği mektubundan alınmıştır.52 Görüldüğü gibi, Taşnaksütyun partisinin antitürk tebligat makinesi İrevan ve Tiflis’te değil, Bakü’de bile çalışmaktaydı. XX. yüzyılın başlarında Ermeni şovenizminin, milliyetçi Ermeni partilerinin maddi ve manevi gıda kaynağı rolünü Ermeni kilisesi başarıyla oynuyordu. Ermeni tarihçisi Dikran Boyajiyan’ın tabiri ile dersek; Ermeni Kilisesi ile Ermeni milleti o kadar iç içedir ki, birisi olmadan diğerini düşünmek bile mümkün değildir.53 Gerçekten de Ermeni hareketlerinin her basamağında Ermeni kilisesinin inkar edilemeyecek bir rolü vardır. Aynı tarihçi, “Ermeni Kilisesi, Ermeni milletinin kilise tarafından can verilen ruhunun yeniden dünyaya gelmek için yaşadığı vücuttur”,54 diyerek bu gerçeği bir kez daha dile getirmiştir. Ermeni kilisesinin yardımıyla 29 Ağustos’ta Gence’de, 2 Eylül’de Kars’ta ve Bakü’de, 12 Eylül’de Şuşa’da, 14 Ekim’de Tiflis’te Ermeniler kargaşalar çıkartarak teröre başvurmuşlardı. 1905 yılında Rusya’da cereyan eden kargaşalar ve çarizme karşı gösterilerin güçlenmesi, Güney Kafkasya’da ayaklanmaların çıkmasına sebep oldu. Rusya’nın resmi üst düzeyleri de darbeyi kendilerinden uzaklaştırmak için Ermenilerin antitürk ve antimüslüman kampanyasına destek oldular. Kafkasya valiliğinin yüksek rütbeli Ermeni ve Ermeni yanlısı memurları aracılığıyla silahlandırılan Ermeni birlikleri, 1905 yılında Bakü’de, İrevan’da, Nahçıvan’da, Zengezur’da, Karabağ’da, Gence’de, Tiflis’te ve diğer yerlerde yaşayan Azerbaycan Türklerine karşı silahlı saldırılar düzenleyerek onları yok etmek ve Ermenilerin sayıca üstünlüğünü sağlamak düşücesindeydiler.55 Aslında, Rusya’nın üst düzeyleri de 1905-1906 yılları Ermeni-Türk kargaşalarını kendi lehlerine çevirmekle ikili oyun oynamışlardı. Çar memurları Güney Kafkasya’da artan ayaklanmaların devlet aleyhine yöneleceği endişesiyle Ermenilerin Müslüman Türklerin yaşadığı bölgelerde yaptıkları katliamlara göz yummuş, bazı durumlarda Ermeni yanlısı bir tutum sergileyerek her iki tarafın gücünün etnik çatışmalara sarf edilmesine muvaffak olmuşlardı. 6 Şubat 1905 tarihinde Bakü’de bir Azerbaycan Türkünün Ermeni komitecileri tarafından öldürülmesi ile başlanan Ermeni-Müslüman katliamları, bir çok yazarların da iddia ettikleri gibi, bir tesadüf sonucu değil, sırf bütün Kafkasya’nın zengin Ermenilerinin zaman zaman bir araya geldikleri şehirde, yani Bakü’de planlı bir şekilde başlamıştı. Ermeniler Bakü’de Ermeni milyonerlerinin yardımıyla istediklerine ulaşacaklarına, Bakü’nün petrol saltanatını ellerinde bulunduracaklarına ve bundan sonra Güney Kafkasya’dan bütün Müslüman Türkleri silah gücüyle çıkarıp Ermenistan devleti kuracaklarına emin bir şekilde

51 Daşnaki (İz Materialov Departamenta Politsii), s. 8; Orijinali için bkz; Rusya Federasyonu Devlet Arşivi, f.102, l. 253, v. 1-18 52 Azerbaycan Respublikası Devlet Tarih Arşivi, f. 25, l. 2, iş. 208 53 Zafer Özkan, Tarihsel Akış İçerisinde TERÖRDEN POLİTİKAYA ERMENİ MESELESİ, s. 57 54 Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, s. 31 55 Vagif Arzumanlı, Nazim Mustafa, Tarihin Gara Sehifeleri, DEPORTASİYA, SOYKIRIM, GAÇGINLIG, s. 47

15 inanmaktaydılar. Şubat’ın 6’sından 10’una kadar Bakü’de devam eden kanlı çatışmalar sırasında her iki taraftan verilen kayıp 1000’e ulaşsa da Ermenilerin niyetleri ve planları gerçekleşmemişti.56 Ermeniler 21-23 Şubat’ta İrevan’da da katliamlar yapmışlardı. M. S. Ordubadi’nin verdiği bilgilere göre, 5 Mayıs 1905’te Nahçıvan’ın Cehri köyünde 3 Müslüman Türkün ağır yaralanması ve 7 Mayıs’ta bir Türkün Tunbul köyünde öldürülmesi üzerine çatışmalar daha da şiddetlendi. Ermenilerin Nahçıvan’da yenilgileri üzerine kargaşalar daha da arttı. Ermenilerin amacı, ilk olarak İrevan ve onun etraf köylerini Türklerden temizlemek, sonra ise M. S. Ordubadi’nin tabirince, “İrevan’dan Nahçıvan’a kadar yol üzerinde yerleşen İslam köylerini yağmalamakla, İrevan Ermenilerini Nahçıvan’da hazır bulunan askeri güçlerle birleştirmek ve Nahçıvan’dan Zengezur’a kadar yol üzerinde olan köprüleri yıkıp Zengezur gönüllüleri ile Nahçıvan’daki askeri güçleri birleştirmek gibi iğrenç hayaller”57 den ibaretti. 1897 yılında İrevan’da ve ona bağlı bölgelerde Türk nüfusu 313.176 olduğu halde 10 yıl sonra, yani 1907 yılında bu sayı 302.965’e inmişti. Demek ki, 1905-1906 yıllarında yaklaşık 10.000 Azerbaycan Türkü katledilmişti. İrevan’da amaçlarına ulaşan Ermeni silahlı birlikleri Karabağ’da da katliamlar yaptılar. 1 Hazirandan itibaren başlayan Ermeni saldırıları sonucu Cebrail-Karyagin bölgesine Veyselli, Kacar, Çemenli, Arış, Kışlak, Mezre ve diğer köyler de basıldı. 1905 yılı Kasım ayında Gence şehrinde, Cavanşir ve Kazak bölgelerinde, Tiflis şehrinde Ermeniler kargaşalar başlatarak binlerce Azerbaycan Türkünü katlettiler.58 Ermeni bilim adamı S. Zavaryan’ın verdiği bilgilere göre, bahsi geçen devirde Şuşa’da 12, Cavanşir bölgesinde 15, Cebrail’de 5, Zengezur’da 43, toplam 75 Müslüman Türk köyü yakılıp, yıkılmıştır.59 Genel olarak, 1905-1906 yıllarında İrevan’da, Gence’de ve diğer bölgelerde 200’den fazla köy ve kasaba yağmalanmış ve katliamlar yapılmıştır.

C- 1918 Yılı Mart Katliamı

1918 yılında Kuzey Azerbaycan’da, özellikle de tarihi, ekonomi, mefkure merkezi olan Bakü’de cereyan etmiş karmaşık ve muammalı olayları, o dönemki Rusya’nın diğer köşelerinde cereyan eden olaylarla kıyaslamak mümkün değildir. Bu olaylar içerisinde en korkunç olanı “Mart Katliamı”dır. Sovyet tarihinde “iç savaş” olarak nitelendirilen bu olay, yeni dönemlerde arşiv belgelerinin yardımıyla politik değerine kavuşmuş bulunmaktadır. Sovyet devrinde olaylar, genellikle ört-bas edilmiş, katliam ve cinayetlerle ilgili büyük zorluklarla elde edilen bilgilerin, şahit listelerinin, maddi zararın miktarına ait belgelerin, araştırma anketlerinin, tanık ifadelerinin, gerçekleri yansıtan foto materyallerin üstüne siyah perde çekilmişti. Bu belgeler, Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Tarih Arşivinde (DTA), Siyasi Partiler ve İçtimai Harekatlar Tarih Arşivinde (SPİHTA) ve diğer arşivlerde bulunmaktadır. 1920 yılı Sovyet işgalinden sonra içe sızmış yabancı edebiyat ve yabancı tarihşinaslıkta birikmiş değerli materyaller, ilk elden kaynaklar ve arşiv belgeleri o devrin kaynakları esasında yazılmadığından objektif gerçekliği tam olarak yansıtmamaktaydı. Bu tür sorunlara ilişkin tarihi belgelerin ortaya çıkarılması, “yüzyılın ilk dönemlerinden başlayarak Ermenilerde insana nefret psikolojisinin, Türkü öldürmekten manevi zevk alma düşüncesinin” içeriğinin açılması, bugünkü felaketlerimizin köklerinin açığa kavuşmasına, bölgede yıllardan beri süregelen ve yüz binlerce insana azap veren milli çatışmalara objektif olarak değer

56 Memmed Said Ordubadi, Ganlı İller, (Kanlı Yıllar), s. 7 57 Memmed Said Ordubadi, a.g.e. s. 119 58 Vagif Arzumanlı, Nazim Mustafa, Tarihin Gara Sehifeleri, .... s.50, 51 59 S. Zavaryan, Ekonomiçeskiye Usloviya Karabaha i golod 1905-1907 g., s. 61

16 verilmesine bir hayli yardım edebilir. Problemlerin nesnel olarak araştırılması, Azerbaycan tarihinde bir takım ciddi meselelerin açığa kavuşması bakımından büyük bir önem arz etmektedir. Mart Katliamı’nın araştırılması şöyle bir kanı oluşturmaktadır: Uzun süre tekrarlamak zorunda kaldığımız “iç savaş”, “Musavat başkaldırısı”, “antisovyet ayaklanması” gibi kuramların tarihi gerçekle hiçbir bağı bulunmamaktadır. Bunları tahrif etmek, olayları antimilli yönden öğrenme çabalarından, yani uzun süre Sovyetler Birliği’nde resmi ideoloji olan “tarihçilik emperyalizmi”nden başka bir şey değildir. Aslında, Bakü’de Bolşevik hakimiyeti 1918 yılı Mart ayında kurulmuştu. Bu devirde Bolşevik-Taşnak koalisyonu binlerce Türkün cesetleri üstünden geçerek iktidara gelmişti. O devirde Bakü’de bulunan İngiltere konsolosu A. E. Mc. Donell,“...şehirde cesetlerden başka Müslüman yoktu”, diye belirtmşti. Ermeniler, Azerbaycan-Türk katliamını yaparak Bakü’de hakimiyeti ele geçirmişlerdi. Bu katliamın arkasında daha büyük bir amaç vardı.60 Azerbaycan’ın Versay Konferansına sunduğu raporda gösteriliyor: “…Mart ayında Türk-Müslüman katliamını yapan Ermeniler, Bakü’yü yerli nüfustan temizlemek, onun servetlerine sahiplenmek ve son olarak da Azerbaycan’ın en eski şehirlerinden biri olan Bakü’yü Ermenistan toprağı ilan etmek istiyorlardı…”61 Kaynakların verdiği bilgilere göre, I. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönemlerde Ermeni kitap ve gazeteleri, Bakü’nün I. Dünya Savaşı sırasında Ermeniler tarafından işgal edildiğini ve bu yüzden de Bakü’nün kendilerine ait olduğunu açık bir şekilde belirtmekteydi. O zamanlar Bakü’de yaşayan Bolşevik Blyumin, kendi hatıralarında Ermeni Taşnaklarının 1918 yılı ilkbaharında şehirde 20.000 fakir Müslüman nüfusunu katlettiklerini yazmıştı.62 1918 yılı Mart olayları siyasi ve milli nitelikte idi. Bu konuda Mehmet Emin Resulzade yazıyordu: “…Şaumyanlar tarafından Bakü’de yapılan olaylar Petrograd ve Moskova olaylarına kesinlikle benzemiyor. Orada sınıflararası bir savaş, burada ise sınıflararası savaş adı altında soykırım yapılıyordu. Taşnaklar intikam alıyorlardı... Martın 18’inden 20’sine kadar Bakü Türk demokrasisinin kafasında patlatılan toplar, Müslümanlara yapılan haksızlık Azerbaycan fikrini taşıyanları, muhtariyet ve bağımsızlık ülküsü ile yaşayanları yok etmek içindi…” 63 Bu üç gün içinde yapılan katliam önceden düşünülmüş, en ince ayrıntılarına kadar inilmiştir. Hazırlık aşaması olarak Bakü katliamından bir hafta önce Ermeniler, Erzurum yakınlarındaki Yeşilyayla’da 3.000 Türkü katlederek Osmanlı İmparatorluğu’nu da kendi problemleri içine çekmişlerdi.64 1918 yılı Ocak ayından Mart ayına kadar Taşnaksütyun, Bolşevikler ve diğer Ermeni milli partileri Azerbaycanlı katliamını yapmak için çeşitli yöntemlere baş vuruyorlardı. Sovyet üst düzey yetkilileri de Bakü’nün yönetmeliğindeki esas mevkileri Ermenilerin yetkisine bırakmışlardı. Azerbaycan’ın aydın kesimleri beklenen tehlikeyi önceden hissetmişlerdi. I. Dünya Savaşı sonlarında Kafkasya’nın Hıristiyan kesimi maksatlı olarak silahlandırıldı. Mart katliamı arifesinde Güney Kafkasya’da Rus Milli Konseyinin Hıristiyan kesime bildirisi duyuruldu. Bildiride, 11 Mart’tan 18 Mart’a kadar 19-25 yaş arası bütün Rus gençlerinin askeri seferberliğe alındığı belirtiliyordu. Askeri seferberlik 31 Mart’ta son bulacaktı.65 Kafkasya cephesinin kapanması sonucu vatana dönen Rus birlikleri silah ve cephanelerini çok ucuz fiyatlara Molokanlara ve özellikle de Ermenilere sattılar. Vatanlarına dönünce hoş bir durumla karşılaşmayacaklarını bildiklerinden dolayı, askerler Bakü’de

60 Cemil Hasanov, 1918 Yılı İlkbaharı: Azerbaycan’da Ermeni Terörizmi ve Türk-Müslüman Soykırımı, s. 528 61 Azerbaycan Respublikası SPİHTA, f.276, l. 2, iş.20, v. 18-19 62 a. g. k. 63 İstiklal gazetesi, 31 Mart 1919 64 Ayrıntılı bilgi için bkz; Enver Konukçu, Ermenilerin Yeşilyayla’daki Türk Soykırımı (11-12 Mart 1918). 65 Azerbaycan Respublikası SPİHTA, f.276, l.7, iş. 212, v. 1

17 kalmayı tercih ettiler. Sonraları Stepan Şaumyan ve takımı, bu askerlerden Türk nüfusuna karşı yararlandı. Bakü’de Ermeni ve Rus kuvvetlerinin silahlandığını gören yerli nüfus, Şubat 1918’de şehirden çıktı. Mart katliamından bir hafta önce Taşnak Partisi, Bakü’deki durumdan rahatsız olarak hakimiyeti ele geçirmenin gerekli olduğunu bildirmişti. Bu tehlikeyi önceden hisseden Müslüman-Azeri cemiyetleri, “kendi savunma güçleri”nin oluşturulması görüşünü savunmaktaydılar. Onların teşebbüsü ile Gence’de, Bakü’de, Lenkeran’da Müslüman askeri birliklerinin oluşturulmasına, Bakü Kadet okulunda Müslüman subayların hazırlanması işine başlandı. Ama bu işler çok ağır yürütülüyordu. Diğer taraftan, Kafkasya’nın Hıristiyan kesiminin silahlandırılmasında Antanta66 ülkelerinin ilgisi ön plandaydı. İngilizler Mezopotamya’ya gelinceye kadar Güney Kafkasya’da Türk ordusunun durdurulmasında yerli Hıristiyan kesimine büyük ümit besleniyordu. Çar Rusyası dağıldıktan sonra Ermeni siyasetçileri İngiliz yanlısı bir propaganda yaptıkları için Azerbaycan Türkleri, Şubat ayı sonlarında Transkafkasya Seymine İngiliz ordusunun Kafkasya’ya müdahalesine karşı çıktıklarını belirtiyor ve İngiliz delegeleri ile görüşmelerin kesilmesini talep ediyorlardı.67 Antanta ordusu uzakta olduğu için Ermeniler, kendi amaçlarına Bolşeviklerin yardımıyla ulaşmak istiyorlardı. Onların bu tutumu hakkında Neriman Nerimanov yazıyordu: “Büyük Ermenistan” hülyalarını gerçekleştirmek için Taşnaklar her türlü maske giymeye hazırdılar. N. Golitsin devrinde onlar kendilerini devrimci parti olarak görüyorlardı, ama sonra V. Vorontsov-Taşkov’un ayaklarını öperek devrim karşıtı cepheye geçtiler. Kafkasya'da Sovyet hakimiyeti kurulursa, Taşnaklar hemen maskelerini çıkarıp bu kez Bolşevik maskesine bürünecekler”.68 Azerbaycan’da milli hareketin genişlemesi ve milli bağımsızlık partisi olan Musavat’ın nüfuzunun artması, “Büyük Ermenistan” yolunda büyük bir engele dönüşebilirdi. Daha Ekim 1917’de yapılan seçimlerde Musavat Partisi, oyların %40’nı almıştı. Bu, Bolşeviklerin seçimlerde aldığı oyların üç katı kadardı. Mart katliamını yapmakla Taşnaklar, Musavat’ın sosyal üssünü, yani şehrin bütün Türk nüfusunu yok etmeyi planlamışlardı. Daha sonra bu katliama hak kazandırmak için Ermeni propagandası, güya Musavatçılar ve İttihatçıların “Büyük Azerbaycan”, yahut Hindistan’dan Volga’ya69 kadar “Büyük Müslüman Türk Devleti” kurma iddiasına düştükleri şeklinde Rusya ve Avrupa’da yanıltıcı haberler yayıyorlardı. Ermeni siyasi partileri, güya “Büyük Azerbaycan”, yahut “Büyük Müslüman Devleti” düşüncesini beşikte boğmak amacıyla, yaklaşık 7.000 Ermeni askerini çeşitli cephelerden Bakü’ye getirmişlerdi. Bundan başka “Kızıl Gvardiya”70 adı altında oluşturulan 10-12 binlik ordunun da %70-i Ermenilerden oluşuyordu.71 Önceden yapılan anlaşma esasında Bolşevik-Ermeni koalisyonu, S. Şaumyan’ın da ifade ettiği gibi, savaşa “her türlü hazırlığı yapmıştı ve hemen bütün cephe boyu saldırıya geçti.” 30 Mart akşam saat 5’te Bakü’de ilk ateşler açıldı. “Taşnaksütyun” ve “Ermeni Milli Konseyi”, ilk ateşten sonra S. Şaumyan başta olmakla Bakü Sovyeti’ni savundu. Sadece Ermeni askerleri değil, Bakü’deki Ermeni aydınları da savaşa girdiler. Tarihe kanlı bir olay olarak geçen Mart katliamı üç gün devam etti... İlk ateşten sonra şehir silahlı birliklerle doldu. Ermeniler şehrin güney kısmında siperler kazarak toprak ve taşlardan setler yapmışlardı. Kısa bir süre sonra, yani 30 Mart’ta Ermeni Milli Konseyi’nin ve Taşnak liderlerinin Müslüman cemiyetlerle yapılan görüşmelerin propaganda amaçlı olduğu ortaya çıktı.

66 Antanta – İtilaf Devletleri, bundan sonra Antanta olarak geçecektir. 67 Cemil Hasanov, 1918 Yılı İlkbaharı: Azerbaycan’da Ermeni Terörizmi ve Türk-Müslüman Soykırımı, s.530 68 Azerbaycan Respublikası SPİHTA, f.609, l.1, iş. 42, v. 16 69 İdil 70 Kızıl Alay 71 Azerbaycan Respublikası SPİHTA, f.276, l. 2, iş.20, v. 44

18 Böyle tehlikeli bir durumda Bakü Menşeviklerinin lideri Ayolla, Sovyetleri savunacaklarını duyurdu. Hatta Bolşeviklere derin kin besleyen Kadetler bile, “Rusya’nın amaçları” yolunda mücadele eden Bolşevikleri savunacaklarına söz verdiler. Uzun süre Menşeviklere karşı mücadele eden Bolşeviklerin Mart günlerinde Menşevik ve Eserlerle, hatta Kadet ve Taşnaklarla birleşmesi dini ve milli zeminde cereyan etti. Şehrin bütün gayri Azerbaycanlı-Türk kesimi Mart katliamı yapıldığı andan itibaren Hıristiyanlık zemininde Müslüman-Türk kesime karşı birleşti. Ama asıl liderleri Ermenilerden oluşan Bolşevik ve Taşnaklardan başka kimse, olayların bu tür kanlı bir nitelik kazanacağını beklemiyordu. Onlar Musavatçılara karşı kendi yardımlarını önermelerine rağmen gerçekte birleşik güçlerden şehrin bütün Müslüman nüfusunu yok etmek için yararlandılar. 30 Mart’ta acilen Bakü Sovyeti askeri birlikleri liderlerinin toplantısı yapıldı. Savaşı başlatma konusunda kararlar alındı ve Ermeni Milli Konseyi’ne, Taşnak liderlerine kendi askeri birliklerini faaliyete geçirme emri verildi. Acil bir şekilde “Cazino” otelinde toplanarak bir karargah kurdular. Bu işin teşkili meselesi A. Mikoyan ve N. Anomçeko’nun yetkisine bırakıldı. Müslüman silahlı birliklerinin toplandığı yere ani baskınlar yapıldı. Hazar donanması gemilerinden ve uçaklardan Müslüman Azeri mahallelerinin ateşe tutulması şehirde korku yarattı. Askeri gemilere özel propagandacılar gönderildi. Gemidekilere güya Müslüman Azerilerin Rusları katlettiği haberi duyuruldu. Birkaç saatlik bombardımandan sonra Rus denizcileri bunun bir propaganda olduğunu, Musavat adı altında Müslümanların öldürüldüğünü öğrendikleri zaman ateşi durdurdular. Aynı propaganda ile aldatılarak Muğan’dan bir çok Rus-Molokan askeri birlikleri de şehre getirilmişti. Şehirdeki olaylara şahit olduklarından savaştan vazgeçtikleri için Ermeni ordusu onları silahlarını bırakmaya zorladı. Molokanlardan alınan silahlar sıra bekleyen Ermeni gönüllülerine dağıtıldı.72 Arşiv belgelerinde gösteriliyor: “…İyi silahlanmış ve eğitimli Ermeni askerleri Müslümanların evlerine baskınlar düzenleyerek onları öldürüyor, üç-dört günlük bebekleri hançer ve süngüyle katlediyor, çocukları alevler içine atıyorlardı. Müslüman Azeri kadınlar daha ağır şekilde katlediliyorlardı…”73 Arşivlerdeki bilgilere göre, kulakları, burunları kesilen, karınları yırtılan, cinsel organları paramparça edilen 37 Müslüman Azeri kadının cesedi bulunmuştu.74 Güney Azerbaycan Türklerinden Mir Cafer Pişeveri, kendi hatıralarında yazıyor: “…Ben Mart 1918’de Taşnakların vahşiliklerini, günahsız adamların öldürülüp, cesetlerin yakılmasını kendi gözlerimle gördüm. Bu çok feci ve nefret edilecek bir hareketti...”75 Azerbaycan devlet adamlarından Neriman Nerimanov, önsezilerinin korkunç bir şekilde gerçekleştiğine tanık olmuştu. Bu olayları tanımlarken sadece Taşnaklara olan öfkesini açığa vurmuyor, aynı zamanda Müslümanlara karşı Bolşevik-Taşnak birliği konusundaki düşüncelerini de açıklıyordu: “Bolşevik olan bir Müslüman’a dahi aman verilmedi. Taşnaklar, “Bolşevikliğinizi tanımayız, öncelikle Müslümansınız, bu yeterli”, diyorlardı. Onlar dostça davrananları öldürdüler, evleri soyup soğana çevirdiler... Bolşevik adı altında Müslümanlara karşı her türlü cinayeti işlediler, öyle ki, değil erkekler, hamile kadınlar dahi bunlardan canlarını kurtaramadılar.” 76 Arşiv belgeleri ve tanık ifadelerine göre, Azerbaycan Türklerinin feci şekilde öldürülmesinde büyük rol oynayan Ermeni aydınları, insanlık simasını zaten kaybeden askerleri bu işe kışkırtıyorlardı. İnsanların feci şekilde öldürülmesinin, cesetlerin yakılmasının Ermeni aydınları tarafından yapıldığını ispat eden binlerce belge vardır. Olağanüstü Araştırma

72 Cemil Hasanov, 1918 Yılı İlkbaharı: Azerbaycan’da Ermeni Terörizmi.... s.534 73 Azerbaycan Respublikası SPİHTA, f.276, l. 2, iş.22, v. 75-77 74 a. g. k. 75 Mir Cafer Pişeveri, Seçilmiş Eserleri, s. 68 76 Tadeusz Swietochowski, Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı – 1905-1920, s. 160

19 Komisyonu Başkanının Adliye Bakanlığına sunduğu raporda gösteriliyor: “Nikolay sokağı boyunca saldırıya geçen Ermeni askerlerine Ermeni aydınları önderlik ediyorlardı. Böyle birliklerden biri eve girerek sekiz kadın ve çocuğu kurşuna dizmişti. Diğer bir birlik ise Azeri evlerini basarak dokuz Azerbaycan Türk aydınını sokağa çıkarıp kilise meydanında kurşuna dizmiş ve yaktıkları “Dağıstan” otelinin alevleri içine atmışlardı”.77 Savaş sırasında İslam ve Türk kültür merkezlerinin, tarihi abidelerin yok edilmesi de Ermeni aydınlarının tahriki ile yapıldı. Üç gün içinde 10.000’den fazla insan öldürüldü. Türk müessisat-ı milliyesi olan “İslamiye” binası, “Açık söz”, “Kaspi” yayın evleri yakıldı. Bakü’nün en büyük camisi mermilerle delik deşik edildi. Türk yavrularını koynunda yetiştirerek bütün Azerbaycan’a pervazlandıran (kanat açtıran), halk arasında Türk Yurdu ve Türk Ocağı olarak bilinen “İslamiye”nin yakılması ve mimari yapıların yok edilmesi, Mart günlerinde yapılan en ağır cinayetlerden biriydi. Bakü’de yapılan Türk-Müslüman katliamına “iç savaş” görüntüsü verilmesi, katledilenlerin sayısının azaltılması yönünde çaba harcayan Stepan Şaumyan, 13 Nisan’da Moskova’ya RKS’ye gönderdiği raporda şöyle yazıyordu: “Üç gün içinde – 30-31 Mart ve 01 Nisan’da - Bakü’de şiddetli bir savaş oldu. Sovyet ordusu, bizim oluşturduğumuz Ulusal Kızıl Ordu, Kızıl Donanma ve Ermeni milli ordusu Musavat Partisinin önderliğindeki Müslüman “Dikaya Diviziya”sıyla 78 ve silahlı Müslüman eşkıyalarıyla savaştılar. Biz savaşta başarılı sonuçlar elde ettik. Düşman tamamen yok edildiı... Her iki taraftan öldürülenlerin sayısı 3.000’den fazladır. Eğer Müslüman Türk Musavatçılar galip olsalardı, Bakü Azerbaycan’ın başkenti ilan edilecek, Kafkasya Rusya için kaybedilmiş olacak, bütün gayri Müslimler ise katliama maruz kalacaklardı.” 79 Mart soykırımından bir yıl sonra Ermeniler bu olayı, Bolşeviklerle Müslümanlar arasında cereyan eden hakimiyet mücadelesi şeklinde kamuoyuna sunmaya başladılar. 1919 yılı sonbaharında, ABD tarafından Bakü’ye gönderilen General Harbord’a sunulan raporda Ermeni Yepiskoposu Bagrat, Ermenilerin Mart olaylarında iştirakini inkar ediyordu. Şaumyan’dan daha da ileri giderek Bagrat, Bakü’de Mart olayları sırasında öldürülen 1000 kişiden 300’ünün Ermeni ve Rus, 700’ünün Müslüman olduğunu iddia ediyordu.80 Türk-Müslüman katliamları, sadece Bakü’yle sınırlı değildi. Nisan ayının ilk günlerinden itibaren Bakü’de yapılan katliamlar, aynen Şamahı, Guba-Haçmaz, Lenkeran, Hacıkabul, Salyan, Zengezur, Karabağ ve Azerbaycan’ın diğer bölgelerinde de yapıldı. Ermenilerin 1918 yılı Mart ve Nisan aylarında Şamahı ve ona bağlı köylerde yaptıkları katliamları ispat eden çok sayıda arşiv belgesi bulunmaktadır. Bu belgeler arasında, 22 Kasım 1918’de Olağanüstü Araştırma Komisyonu Başkanı A. Hasmemmedov’un Azerbaycan Cumhuriyeti Adliye Başkanına, Şamahı şehrine bağlı Azerbaycanlı-Türk köylerinin yağmalanması ve Müslüman ahali üzerinde Ermeni işkenceleri ve cinayetleri hakkında bildirisi,81 adı geçen komisyon üyelerinden A. Novatski’nin bu meseleyle ilgili Komisyon Başkanına bildirisi,82 bu işlerde suçlu bulunan şahıslarla ilgili soruşturma başlatılması hakkında Olağanüstü Araştırma Komisyonunun 12 Temmuz 1919 tarihli kararı83 ve diğer bilgiler yer almaktadır. Şamahı şehri ve ona bağlı etraf bölgelerde Ermeniler tarafından yapılan katliamlar hakkında 7 cilt, 925 sayfadan oluşan araştırma materyallerinde birikmiş bilgiler Ermenilerin yapmış oldukları cinayetler ve katliamlar konusunda teferruatıyla bilgi vermektedir.

77 Azerbaycan gazetesi, 17 Ekim 1992 78 Vahşi Alay 79 Stepan Şaumyan, Seçilmiş Eserleri, s.259 80 Azerbaycan Respublikası SPİHTA, f.276, l. 9, iş.3, v. 25 81 SPİHTA, f. 277, l. 2, iş. 16, v. 9-14 82 Azerbaycan Respublikası Devlet Arşivi (ARDA), f. 1061, l. 1, iş. 108, v. 8-10 83 ARDA, f. 1061, l. 1, iş. 105, v. 1

20 Adı geçen komisyon tarafından tutulan raporlara göre, daha Ocak ayında Bakü Sovyeti tarafından 15 araba dolusu silah, Mart ayı ortalarında ise 60 araba dolusu silah ve 2000 Ermeni askeri birlikleri Şamahı’ya gönderilmişti. Şamahı’da üstünlüğü ele geçiren Ermeniler, burayı Azerbaycan Türklerinden temizlemeye başladılar. Ermeni milli ordusunun operasyonlarına S. Şaumyan’ın yardımcıları ve onlardan bizzat talimat alan S. Lalayan liderlik ediyordu. Ermeni askerlerinin başında Şamahı’ya gelen S. Lalayan, ilk olarak yaşlıların, kadınların ve çocukların saklandığı mescidi kuşatmaları, sokağa çıkanları kurşuna dizmeleri ve mescitleri yakma emrini verdi. Arşivlerde belirtiliyor: “…Çocuk ve kadınların büyük çoğunluğu mescitte saklandı. Ahund Molla Caferkulu öldürüldü. Herkes, saygın bir kişi olan Ahund’a hiçbir şey yapılmayacağını, ona el kaldırılmayacağını zannediyordu. Ama Ermeniler mescide girerek Ahund’u buldular. Onun gözlerini çıkardılar, dilini, burnunu ve kulaklarını kestiler. Yüzünün ve kafasının derisini soydular ve sonra onu kurşuna dizdiler. Ahund’un evinde ve mescitte bulunan bütün kadınlar öldürüldü…” 84 Birkaç gün içinde Şamahı’nın Müslüman köyleri ağır işkencelere maruz kaldı. Sonuçta sadece Mart ayında Şamahı’nın 58 köyü Bakü Sovyeti’ne bağlı Ermeni ordusu tarafından basıldı. Yaklaşık 8 bine yakın insan öldürüldü ki, bunun da 1653’ü kadın, 965’i çocuktu. Şamahı’da yerli Müslüman nüfusun uğradığı maddi zarar, o dönemin parasıyla 1 milyar Ruble’den85daha fazlaydı. Kanlı olaylar yaşamış olan Şamahı şehri uzun süre kendini ayakta tutmak için zorlandı. 1918 yılı itibariyle 15.000 nüfusa sahip olan Şamahı’nın86 nüfusu 1921 yılında aşağı yukarı 1701’e düştü. Guba kazasına gönderilen silahlı birliğe S. Şaumyan’dan özel yetki alan Hamazasp komutanlık ediyordu. Nisan ayında bu bölgenin 122 Müslüman köyü yağlanmış, yüzlerce Türk ve Lezgi nüfusu katledilmişti. Gökçay, Kürdemir, Salyan ve Lenkeran da Ermeni silahlı birlikleri tarafından ciddi zarara uğratılmıştı. 2000 kişilik Ermeni ordusunun vahşi davranışları o derece artmıştı ki, bölgede olan Gürcüler buna ancak silah kullanarak karşı koyabilmişlerdi. Azerbaycan Halk Cumhuriyeti hükümetinin 15 Temmuz 1918 yılında kurduğu Olağanüstü Araştırma Komisyonu, aynı yılın Nisan ve Mayıs aylarında Guba şehri ve etraf köylerinde de Ermenilerin yaptıkları katliamlar hakkında çok sayıda bilgiler elde etmişti. 5 ciltten oluşan bu materyaller arasında zarara uğrayanların protokolleri ve şahit ifadeleri, Guba şehrinin çeşitli günlerde yağmalanmış evlerine ve dükkanlarına bakış protokolleri, Olağanüstü Araştırma Komisyonu üyesi A. Novatski ve diğer şahısların sunduğu bildiriler, şehirdeki ailelerin uğradığı maddi zararın miktarı hakkında listeler ve diğer bilgiler yer almaktadır.87 Ermenilerin yaşamadığı veya parmakla sayılabildiği Guba şehrinde bu tür olaylar nasıl başlamıştı? Önce şunu belirtelim ki, Olağanüstü Araştırma Komisyonu üyesi A. Novatski, 11 Aralık 1918 tarihinde, aynı yılın Mayıs ayında Guba şehrinin S. Şaumyan tarafından gönderilen Taşnak ordusunca basılmadan önce şehrin genel durumu hakkında Guba şehir reisi A. Alibeyov’a mektup göndermiştir. A. Alibeyov da, 12 Aralık 1918 tarihli cevap mektubunda, Ermeni Taşnak ordusunun Guba şehrine girmesinden önce şehirde yaklaşık 20.000 insanın ve 10.000’e yakın evin olduğunu belirtmiştir. Aynı cevap mektubunda, Taşnakların Guba şehrine saldırılarının 1 Mayıs 1918 yılında başladığını ve bu saldırıların dokuz gün devam ettiğini de belirtmiştir. Bu süre zarfında 20.000’e yakın ev tamamen yağmalanmış ve yakılmıştı.88

84 SPİHTA, f. 277, l. 2, iş. 16, v. 9-14 85 Ruble, Rus para birimidir. 86 Nüfusunun % 80’den çoğu Türk’tü. 87 ARDA, f. 1061, l. 1, iş. 95-98 88 ARDA, f. 1061, l. 1, iş. 96, v. 1-2

21 Ermeni saldırılarının birinci ve ikinci günü 1012 Azerbaycan Türkü katledildi. Üçüncü gün, Guba şehir reisi A. Alibeyov, şehir temsilcileri adından Ermeni Taşnak ordusu komutanlarından Hamazasp’a uğrayarak sokak ve evlerde bulunan cesetlerin defnedilmesine izin verilmesini istedi. Hamazasp ise bundan imtina ederek mescit yanındaki meydana toplanan Müslümanlara hitaben: “Ben Erzurumluyum. Uzun süre Türklerle savaştım ve Ermeni menafaatlerinin savunucusuyum. Ben, Sovyet hükümeti tarafından ceza birlikleri ile buraya sizden iki hafta önce burada öldürülmüş Ermenilerin intikamını almak için gönderildim. (O, elini topların bulunduğu dağa tutarak) Sizin acı günleriniz ben o dağa çıktıktan sonra başlayacak. Yarın, ben, o dağa çıktıktan sonra şehri yakıp yıkacağım. Şuanda benim Didak ve Alpan köylerinde savaşlarım devam etmektedir. Sonra diğer köylere geçerek siz Türkleri ateşe atacak ve Şahdağ’a varacağım. O zaman Ermenileri öldürmenin ne anlama geldiğini anlamış olursunuz. Ben, buraya düzen oluşturmak ve Sovyet hakimiyetini kurmak için değil, öldürülmüş Ermenilerin intikamını almak için geldim”89 dedi. Arşiv belgelerinde ve A. Novatski’nin vermiş olduğu bilgilerde, Hamazasp ordusu tarafından Guba’ya bağlı 122 Müslüman Türk köyünün yağmalandığı da gösterilmektedir. Bu köyler yağmalandığı zaman bir kısmı kadın ve çocuk olmak üzere 60 Azerbaycan Türkü öldürülmüş, 53 kişi yaralanmıştı.90 Ermenilerin Guba’da yaptıkları katliamlar hakkında A. Alibeyov yazıyordu: “Ermeniler şehri terk ettikten sonra ben şehrin uğradığı maddi zararı değerlendirdim ve aynı zamanda bir kısmı kadın ve çocuk olmak üzere 2000’e yakın Müslüman Türk’ün katledildiğini araştırdım”. A. Novatski de A. Alibeyov’un bilgilerine dayanarak katledilmiş Azerbaycan Türklerinin sayısının 2000’e yakın olduğunu yazmaktaydı.91 Guba şehrinde ve ona bağlı köylerde yapmış oldukları cinayet ve katliamlara göre, Olağanüstü Araştırma Komisyonu tarafından Hamazasp, onun yardımcısı Nikolay, komiser Venuntsa, Hartun Hayrapetov, Avakov, Emircanyan hakkında soruşturma başlatılmış ve mahkemeye sevkedilmişlerdi. Ama 27 Nisan 1920 tarihinde Azerbaycan Halk Cumhuriyetine son verilince, onun aldığı bütün kararlar 10 Ekim 1920 tarihinde Bolşevik Hükümeti Sorgulama Komisyonu tarafından iptal edildi.92 İşte bu haksızlıklardan ilham alan Ermeni Taşnakları, ortaya attıkları toprak iddiaları ile tekrar 1988 yılından başlayarak binlerce suçsuz Azerbaycan Türkünü katletmiş, bir milyon insanı evsiz-barksız bırakmışlardır. Ermeniler Azerbaycan’da Mart-Nisan aylarında katliam yapmakla Bakü kuberniyasında galibiyet elde ettikten sonra Gence’ye saldırarak bütün Azerbaycan’ı işgale yöneldi. Bakü, Şamahı, Kürdemir, Salyan, Guba ve Lenkeran’ın işgalinden sonra sıradaki hedef Gence’ydi. Onlar bu kez Karabağ Ermenileri ile anlaşarak kuvvetlerini birleştirip Gence’ye saldırmaya hazırlanıyorlardı. Bunu S. Şaumyan, Halk Komiserleri Sovyetine gönderdiği raporunda itiraf ediyordu. Onun planı gereğince, Sovyet ordusu Yevlah köprüsünü ele geçirip Kura nehri boyunca savunma hattı kuracaktı. Sonra bu ordu, Gence’ye yürütülecek ve en sonunda da diğer bölgelerde Ermeni ayaklanması çıkarılacaktı. Ama 1918 yılı Mayıs ayında Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin kurulması, Azerbaycan’ın arazi bütünlüğü uğrunda ölüm, kalım mücadelesinin başlaması işgalcilerin bütün planlarını bozdu. Böylece, 1918 yılı Ağustos ayında Azerbaycan hükümetinin oluşturduğu Olağanüstü Araştırma Komisyonu’ndaki belgelere göre, 1918 yılı Mart-Nisan aylarında Taşnaksutyun, Ermeni milli partileri ve Ermenilerin çoğunlukta bulunduğu Sovyet üst düzeyleri tarafından Bakü şehri ve Bakü kuberniyasına bağlı Şamahı, Gökçay, Kürdemir, Salyan, Hacıkabul, Lenkeran ve diğer

89 ARDA, f. 1061, l. 1, iş. 96, v. 35-36 90 ARDA, f. 1061, l. 1, iş. 96, v. 8 91 ARDA, f. 1061, l. 1, iş. 96, v. 6 92 ARDA, f. 1061, l. 1, iş. 96, v. 13

22 bölgelerde yaşayan yerli Türk Müslüman nüfusu, milli kimliklerinden ve dini inançlarından dolayı kısa zaman zarfında kitlesel olarak katliama maruz bırakılmışlardı. Kanaatimizce, 1990’lardan itibaren Ermeni teröristlerinin Azerbaycan’da yaptıkları katliamlar o yılların üslup ve metotlarına oldukça benzerlik göstermektedir. Bazen Ermeni silahlı birliklerini İkinci Dünya Savaşı’nda Alman faşistleriyle kıyaslayanlar ufak bir yanılgıya düşüyorlar. Faşist işgalleri zamanı yerli nüfus esarete düşse de kendi yerlerinde ve yurtlarında yaşamışlardır. Ama Azerbaycan’ın işgal edilmiş bölgelerinde bir kişi dahi yerli Türk yaşamamaktadır. Bunun köklerini, tarihin bir anı olarak tasvir edilen Ermeni teröristlerinin insana nefret psikolojisinde, insanı işkenceli bir şekilde öldürmenin iç gereksinime dönüşme noktasında aramak gerekiyor. 1920 yılında Britanyalı Lord Curzon’un Ermeni sempatizanlarına söylediği sözleri, bu gün de kendi değerini korumaktadır: “Kanaatimce, siz, Ermenileri 8 yaşında temiz ve masum bir kız olarak düşünüyorsunuz. Böyle düşünmekle çok yanılıyorsunuz. Halbuki, Ermeniler kendilerinin son vahşi davranışları ile ne kadar kan döken bir toplum olduklarını kayıtsız, şartsız ispat etmişlerdir”. 93

93 Cemil Hasanov, 1918 Yılı İlkbaharı: Azerbaycan’da Ermeni Terörizmi..... s. 540

23

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

AZERBAYCAN – ERMENİSTAN İLİŞKİLERİNDE BİTMEYEN KAVGA: KARABAĞ SORUNU, POLİTİK GELİŞMELER

Sovyetler Birliği’nin 1991 yılında çökmesiyle yeni bir dönem – bağımsızlığın kazanılması ve uluslararası topluma katılma dönemi - başladı. XX. yüzyılın başlarında bağımsızlık çabası Rus Kızıl Ordusu tarafından önlenen Azerbaycan, bu yüzyılda ikinci kez bağımsızlığını kazanma çabası göstermiş oluyordu. SSCB’nin çökmesiyle zafer yürüyüşü biçiminde simgelendirilen bağımsızlık uğruna mücadele dönemi başladı. Bu mücadeleyi kırmak için Moskova geleneksel provokasyon araçlarından birine -Ermenilere- el attı ve bölgedeki askeri gücünü artırmak amacıyla Karabağ Ermenilerini kışkırttı. Böylece, henüz doğmamış Azerbaycan Devleti’nin karşısına kolay kolay üstesinden gelemeyeceği bir problem konulmuş oluyordu. Stalin zamanında Karabağ’a “Özerk Cumhuriyet” statüsü verilirken her halde bu günler düşünülmüş olmalıydı. Ancak Azerbaycan halkı ne tek taraflı oynanan bu oyunun farkındaydı, ne de onu bozacak askeri ve siyasi güce sahipti. Millet adına Rus emperyalizminin vahşeti ile karşılaşmaya ve bu karşılaşmanın bütün yükünü omuzlamaya hazır, bunun için gerekli inanç ve irade gücüne sahip yurtseverlerin birliğine ihtiyaç vardı. Ancak apaçık görülen bu tehlikenin önlenmesi için “yukarıdakilerin” acelesi yoktu.

A- Sorunun Başlaması

1988 yılında başlayan bu sorun jeopolitik, hukuksal ve ideolojik boyutlarıyla devam etmektedir. Sorun Sovyet toplumunun perestroykasına94 ilişkin sorunları çözmek için M. Gorbaçov’un ekibi tarafından yapay biçimde oluşturuldu. SSCB’nin çöküşü ve bağımsız cumhuriyetlerin oluşması dönemin bütün olumsuzluklarından etkilenen Karabağ sorunu zaman içinde Moskova’nın sıkı denetimi altında gelişme gösteren “özerk yönetim” biçimine dönüştü. Rusya, bu sorunu Azerbaycan’ı etkileyebilecek en önemli aracı gibi kullandı.95 Yani, Karabağ olayları Rusya’nın askeri ve sivil istihbaratının uzun yıllardan beri hazırladıkları bir senaryonun final sahnesi olarak birden alevlendi. Azerbaycan Rus savaş mekanizmasının atış alanına dönüştü. Başlangıç olarak 15 Haziran 1988 tarihinde Ermenistan SSC, Dağlık Karabağ’ın Ermenistan yönetimine geçmesini karara bağladı. İki gün sonra Azerbaycan tek taraflı olarak bu kararı tanımadığını ve Anayasaya aykırı olduğunu belirterek reddetti. İki Sovyet Cumhuriyeti arasındaki toprak anlaşmazlığı SSCB Yüksek Sovyeti’nde ele alındı. Bu kurul, verdiği kararla Dağlık Karabağ’ın Azerbaycan’a ait olduğunu bildirse de siyasi gelişmeler Ermenilerin Karabağ’da Azerbaycan Türklerine karşı hareketlerinde hiçbir değişiklik yapmadı.96 Harekatın her merhalesine de bir grup milliyetçi Taşnakçı ideolojisinin taşıyıcıları olan Ermeni aristokratlarının arkasından Komünist Taşnaklar, Ermenistan Komünist Partisi yöneticileri önderlik ediyorlardı. Dış ülkelerdeki Ermeni teşkilatlarının yardımıyla Azerbaycan’da, özellikle de Karabağ’da uzun süre gizli faaliyette bulunan “Krunk”97

94 Perestroyka – yeniden yapılanma demektir. 95 Hasan Hüseynoğlu Kuliyev, Rusya’nın Azerbaycan Stratejisi, Avrasya Dosyası, s.193 96 KATLİAM: Karabağ’da Siyasi Gelişmeler, s.145 97 Krunk – Her zaman yuvasına dönmesiyle bilinen Turna anlamına gelir.

24 teşkilatı açık faal mücadeleye başladı. Karabağ Ermenileri arasında Ermenistan’la birleşme uğrunda da “”98 hareketi genişledi. Azerbaycan ve Ermenistan halkları arasında milli çatışmanın ilk kurbanları Ermenistan’da yaşayan Azerbaycan Türkleri oldular. Bunun için önceden özel silahlı gruplar hazırlanmıştı. Ermeniler, Rus askeri varlığından da destek alarak Azerbaycan topraklarını işgal hazırlıklarına giriştiler. Tamamen silahlandırılmış Ermeni ordusunun saldırılarını durdurmak için av tüfeği bile bulamayan Azerbaycan Türkleri ata yurtlarını terk etmek zorunda kaldılar. Rus ve Batı basını bu saldırganlığa destek çıkarak ve ortaya konan vahşeti çeşitli bahanelerle meşrulaştırarak ata yurtlarını savunan Türkleri suçlayıcı yayınlara başladılar. Bu savaşa çok öncelerden hazırlanmaya başlayan Ermeniler, Fransa ve ABD’deki Ermeni diasporasının büyük askeri ve mali yardımıyla daha da güçlenmişlerdi. Büyük devletlerin hemen hemen tamamının baskısı altında bulunan Azerbaycan’ı ise açıktan açığa destekleyen hiçbir devlet, hiçbir güç bulunmuyordu. Azerbaycan, hukuken SSCB’nin bir parçası sayıldığından kardeş Türkiye de bu olup bitenlere sesini çıkaramıyordu. 1988 yılında Ermenistan’ın Kafan ve Mehri bölgelerinden Ermenilerin işkencelerinden kurtulan ilk göçmenler Azerbaycan’a gelerek Sumgayıt şehrine ve onun etraf bölgelerine yerleştiler. 19 Şubat 1988’de Erivan’da antiazerbaycan gösteriler yapıldı. “Ermenistan’ı Türklerden temizlemeli!”, “Ermenistan sadece Ermenilerin olmalıdır!” gibi milliyetçi tezler ileri sürüldü. 1988 yılının başlarından itibaren Azerbaycan Türklerine karşı terör hareketleri ağırlık kazandı, köyler basıldı, kadınlar, yaşlılar, çocuklar hakarete uğradı. Hiçbir yerden yardım alamayan Türk insanı, evlerini ve hayvanlarını bırakıp Azerbaycan’a kaçmak zorunda kaldılar. Bundan cesaretlenen Ermeniler, Karabağ’ın başkenti Hankendi’nde99 toplantılar düzenleyerek Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a verilmesi talebinde bulundular.100 Taşnaklar, dış ülkelerde kök salmış Ermeni lobisinin dünyanın esas enformasyon merkezlerine tesir imkanlarından yararlanarak dünya kamuoyunu yanıltmaya, kendi hareketlerine hak kazandırmak için Ermenilerin zavallı, Azerbaycan Türklerinin ise vahşiliği ve barbarlığı hakkında sahte bilgiler yaymaya, Hıristiyan birliğine muvaffak olmaya, anlaşmazlığın gerçekte dini nitelik taşıdığını göstermeye çalıştılar. Ermeniler, kendi hareketlerine hak kazandırmak, Azerbaycan Türklerinin imajını dünyada sıfıra indirmek için büyük sansasyon oluşturacak korkunç bir katliam yapmayı planladılar. Bunun için en uygun yer olarak Sumgayıt şehri seçildi.101 Şahnazaryan, Aganbekyan ve benzerleri gibi Rus devlet yönetiminde önemli mevkilere gelmiş, Ermeni lobisinin planladığı şekilde 26 Şubat’ta Ermeni Grigoryan’ın önderliğindeki provokatörler Sumgayıt şehrinde 26 Ermeni’yi öldürdüler. Bu olaydan hemen sonra Rusya, Avrupa ve ABD basınında Azerbaycan aleyhinde tabiri caizse bir “Haçlı seferi” başlatıldı. Bütün yabancı basınlarda, büyük bir ustalıkla “Vahşi Türk” ve “Zavallı Ermeni” imajı oluşturuldu. Bu durumu iyi değerlendiren Ermeniler, yüzyıllardan beri Ermenistan hudutları içerisinde yaşayan 200 binden fazla Türk’ü Azerbaycan’a sürdüler. Halk, Şubat ayından itibaren sık sık meydanlara çıkmaya, çeşitli yerlerde gösteriler yapmaya, toplantılar düzenlemeye ve devlet yetkililerinden Ermeni saldırılarını önleyecek tedbirler alınmasını istemeye başladı. Azerbaycan yetkililerininse hala Moskova’dan ümitleri kesilmemişti ve oradan çıkacak bir kararı bekliyorlardı.102 Azerbaycan Türkleri tamamen Ermenistan’ı terk ettikten sonra Moskova, bu göçleri engelleme kararını aldı. O dönemde Ermeniler Azerbaycan’ı terk ediyorlardı ve kararın da asıl amacı, Ermenilerin Azerbaycan’dan çıkmalarının karşısını almaktı. Rus komutanları

98 Miatsum – Birleşme anlamına gelir. 99 Hankendi – Ermeniler tarafından olarak değiştirilmiştir. 100 Bkz; Fazil Mustafayev, Ebülfez Elçibey, Tarihten Geleceğe, s.122; Eldar İsmayılıov, Cemil Hasanov, Tahir Gafarov, Azerbaycan Tarihi, s. 311 101 Eldar İsmayılov ve diğerleri, Azerbaycan Tarihi, s. 312 102 Fazil Mustafayev, Ebülfez Elçibey, Tarihten Geleceğe, s.123

25 Ermenilere istedikleri fiyata evlerini satmaya ve Rus askerlerinin yardımı ile Ermenistan’a gitmeye her bakımdan hak tanıdı. Ama Ermenistan’ı terk eden Azerilere ise evlerini satmaya ve değiştirmeye müsaade etmediler. Bu şekilde hem Ermenistan’ı terk eden ve aynı zamanda işgal edilmiş Azerbaycan topraklarından göçe zorlanan yaklaşık 1 milyon Azerbaycan Türkü bu gün de bunun acısını çekmekte ve evsiz, barksız çadır şehirciklerinde yaşamaktadırlar. Ermenistan’da Azerbaycan Türklerine yapılan haksızlık, 7 Aralık 1988’de olmuş güçlü depremden sonra da devam etti. Herkes depremin Karabağ sorununu unutturacağı görüşündeydi. Depremzedelere yardım amacıyla Azerbaycan’dan kalkan uçaklar Ermenistan’da düşürüldü. Depremden birkaç gün sonra Erivan’da “Karabağ uğrunda mücadele” gösterileri yapıldı. Yardım amacıyla Batıdan, Rusya’dan, Fransa’dan her şey, özellikle silah gönderiliyordu. Paris’ten, Londra’dan, Washington’dan, Beyrut’tan kalkan uçaklar hiçbir engele rastlamaksızın direkt Erivan’a iniyordu. “Depremzedelere yardım” adı altında gönderilen silahlarla büyük bir milliyetçi ordu oluşturuldu. Bu yardımlara göre, Ermeniler çok rahat bir şekilde mücadelelerini sürdürüyorlardı. Cumhuriyetlerini “Türksüz Ermenistan” ilan ettiler. Ermenistan’da Azerbaycan Türklerine karşı yapılan cinayetlerin Moskova ve Batı tarafından soğukkanlılıkla karşılanması Ermeni faaliyetlerinin daha geniş çapta yürütülmesine zemin oluşturdu. Onlar bütün isteklerini SSCB Başkanı M. S. Gorbaçov’un ve onun Ermenistan SSC’ye Birinci Sekreter olarak atadığı Arutyunyan’ın eliyle gerçekleştirdiler. Cumhuriyetin çok kritik bir döneminde Moskova, kendi niyetlerini gerçekleştirmek ve Ermenilerin bir daha güvenini kazanmak için Azerbaycan’da yönetimin başına o dönemlerde SSCB’nin Pakistan’daki Büyükelçisi olan Abdürrahman Vezirov’u getirdi. Azerbaycan Türkçesini konuşamakta zorlanan Abdürrahman Vezirov, Azerbaycan’a başkanlık ettiği 20 ay içerisinde asıl faaliyetini Ermenilerin asayişlerinin bozulmamasına, korunmasına ve güvencesine yöneltti. Kendini demokrat olarak tanıtmak isteyen A. Vezirov, Azerbaycan’ı terk eden Ermenilerin geri dönmelerini istedi. Ermenistan’daki Azerbaycan Türklerine karşı yapılan cinayetleri görmezden gelen Başkan, her şeye rağmen 4000 Ermeni’nin geri dönmesi dolayısıyla Azerbaycan’ı müjdeliyordu. (!)

B - 20 Ocak Katliamı

Son nokta, kanlı 19-20 Ocak Katliamı ile sonuçlandı. Bu katliam, Azerbaycan tarihinde yer edinmiş kanlı günler olarak yeni bir sayfa açtı. İçinde Ermenilerin de bulunduğu Rus Kızıl Ordusu, 19 Ocak saat 21:00’da Türkankale tarafından Bakü’ye saldırdı. Saldırmadan önce Azerbaycan Televizyonu Enerji Bloğu dağıtıldı. Bakü operasyonunu SSCB Savunma Bakanı Dmitri Yazov yönetiyordu. Halk ve binalar Rus ordusu tarafından ateşe tutuldu, şehrin sokakları yüzlerce insanın kanına boğuldu. İnsanlar ağır tankların altında ezildi, cesetler yakıldı. Edinilen bilgilere göre, 137 kişi öldürüldü, 744 kişi ağır yaralandı, 400 kişi tutuklandı, 4 kişi de kayboldu. “Kanlı Ocak”a itiraz alameti olarak 40 günlük tatil ilan edildi.103 Bu katliamların yapılmasında dönemin bazı Azerbaycan yöneticilerinin de rolünü vurgulamamız herhalde yerinde olacaktır. 1989 yılı Aralık ayında ve 1990 yılı Ocak ayında bu yöneticilerin Moskova’ya çektikleri gizli dört telgraf esas delil olarak gösterilebilir: Birinci Telgraf – Aralık 1989: Telgrafta, Abdurrahman Vezirov’dan sonra Azerbaycan Cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturacak olan Ayaz Mutallibov tarafından imzalanarak başkentteki mevcut durumla ilgili yardım istenmiştir. Hatta telgrafta gönderilecek kuvvetlerden Dağlık Karabağ’da yararlanılacağı da yer almaktadır. İkici Telgraf – Aralık 1989: Telgrafı Azerbaycan SSC İçişleri Bakanı Viktor Barannikov imzalamıştır. O, SSCB İçişleri Bakanlığının mevcut durumla ilgili olarak,

103 Hasan Balıyev, Gördüklerim ve Düşündüklerim, “DİDERGİNLER”, s.114; Azerbaycan gazetesi, 26 Eylül 2000

26 Bakü’de yerleşen operasyon alayının ülke tabiliğine verilmesi meselesini ortaya atmıştır. Dosyalarda Azerbaycan Komünist Partisi Merkezi binasını ve diğer yerleri korumak için yedek güçlere de gerek duyulduğu gösterilmektedir. Üçüncü Telgraf – 7 Ocak 1990: . Bakanlar Sovyeti Başkanı birinci yardımcısı tarafından imzalanan bu telgraf, SSCB İçişleri Bakanı V. Bakatin’e gönderilmiştir. O, Bakandan Bakü’de Ermeni katliamı beklenildiğinden onun karşısının alınmasını ve emniyetin sağlanması için Bakü’ye ordu gönderilmesini rica etmiştir. Dördücü Telgraf - 13 0cak 1990: 752 numaralı ve hükümet şifreli gizli bir telgraftır. Bu telgrafı ise Bakanlar Sovyeti Başkanı Ayaz Mutallibov imzalamıştır. SSCB Bakanlar Sovyeti Başkanı N. Rıjkov’a çekilen bu telgrafta Bakü’ye Rus ordusunun gönderilmesi rica edilmiştir. N. Rıjkov ona çekilen telgrafı SSCB İçişleri Bakanı birinci yardımcısı Şilov’a, o da dahili ordu kumandanı Şatalin’e ve onun yardımcısı Smıslov’a iletmiştir.104 Bu telgraflardan da anlaşıldığı gibi, Rus ordusunun Azerbaycan’a, onun başkenti Bakü’ye girmesinde Azerbaycan yöneticilerinin de davetiyesi müstesna rol oynamıştır. Dönemin Sovyet yöneticileri ordunun Azerbaycan’a gelişini değişik sebeplerle ifade ettiler. Dönemin Dışişleri Bakanı Eduard Şevardnadze, Bakü’deki Ermenileri korumak için ordu gönderildiğini ifade ederken, Savunma Bakanı Dmitri Yazov aynı cinayeti başka sebeplerle izah yolunu tuttu. “Kudurmuş Halk Cephesi” harekatını bastırmak için ordu birlikleri gönderildiğini ifade etti. Mihail Sergeyeviç Gorbaçov ise güya “İslam Cumhuriyeti” kurma teşebbüsünü engellemek için ordu gönderildiğini iddia ediyordu. Aslında Dmitri Yazov doğruyu söylüyordu: ordu, Azerbaycan’da güçlenen demokratik hareketi dağıtmak için oraya sevk edilmişti. Sovyetler Birliği’nin resmi yayın organları, radyo ve televizyonları 19-20 Ocak 1990 Bakü katliamının sebeplerini ve sonuçlarını açıklamamakla kalmayıp, bu olayları örtbas etmeye çalışıyor ve diğerlerini suçluyorlardı. Katliamlardan sonra Abdürrahman Vezirov’un ülkeyi terk etmesiyle onun yerine Ayaz Mutallibov Azerbaycan Komünist Partisi Başkanı seçildi. Ayaz Mutallibov’u yönetim başına getiren Moskova, Ermenilere yardımı azaltmakla Mutallibov rejimine ün kazandırdı. Mutallibov da yönetimdeki yerini pekiştirmek için bundan yararlanmak düşüncesiyle, halka Azerbaycan topraklarını sadece ve sadece Rusların yardımıyla kazanacaklarını, bu şekilde Ermeniler üzerinde başarılı olabileceklerini söylüyordu. Onun düşüncesine göre, Ruslar olmadan Azerbaycan kaybedilmiş topraklarını geri alamazdı.

C- Ayaz Mutallibov Dönemi

1991 yılında bağımsız olan Azerbaycan’ın ilk Devlet Başkanı Ayaz Mutallibov’dur. Mutallibov, Sovyet ordusunun Bakü’ye müdahele ettiği, Azerbaycan tarafından “Kara 20 Ocak” olarak adlandırılan olaydan sonra Azerbaycan Komünist Partisi genel sekreterliğine getirilmiştir. Sovyet ordusunun müdahelesi ve bundan dolayı Komünist Parti’nin popülaritesini kaybetmesi nedeniyle Mutallibov, öncelikle Sovyet ordusunun Bakü’den çekilmesi ve sıkı yönetimin kaldırılması gibi Partinin kaybettiği prestiji geri getirmeye yönelik talepler ortaya atmıştır. Gerçekte Mutallibov Sovyet rejimi ile uyumlu politikaların ve Sovyetler Birliği’ndeki statükonun savunucusu idi. Nitekim Sovyetler Birliği yapısında köklü değişimin öncüsü Gorbaçov’a yapılan darbe girişimi de Mutallibov tarafından desteklenmiş, ancak darbe girişiminin başarısızlığından sonra artık Sovyetler Birliği’nin dağılacağı anlaşılınca 30 Ağustos 1991’de Azerbaycan Yüksek Sovyeti bağımsızlık kararı almıştır.105 Aslında bağımsızlığı muhalefetin baskısı ile ilan eden Mutallibov, Rusya ile ilişkileri dış

104 Surhay Hüseynli, “20 Yanvar: Hususile Mehfi Senedler Ne Deyir?”, Azadlıg gazetesi, 01 Eylül 1992 105 Kamer Kasım, Azerbaycan’ın Dış Politikası, Bağımsızlıklarının 10. yılında Türk Cumhuriyetleri, s.434

27 politikasının en başat unsuru olarak görmüş, özellikle Karabağ sorununun çözümünde bu ülkeden yardım beklemiştir. Mutallibov, Ocak 1992’ye kadar Rusya ile yakın ilişkilere dayalı bir politika izledi ve Azerbaycan’ın BDT üyeliğine sıcak bakmaktaydı. Ancak Dağlık Karabağ çatışmasında Azerbaycan’ın sürekli toprak kaybetmesi ve Rusya’nın Ermenilere yardım ettiği iddialarının yoğunlaşması ve özellikle Karabağ’ın merkezi kenti Stepanakert’in kuzeyinde konuşlanmış Rus ordusunun 366. alayının Azerbaycan Türklerine yönelik katliamlara katıldığı haberi Mutallibov’u zor duruma soktu. Onun her şeye rağmen Rusya ile aynı kulvarda yürüme politikası böylece çöktü. Mutallibov, tüm yabancı kuvvetlerin Azerbaycan topraklarından çıkması ve Dağlık Karabağ’ın otonom statüsünün kaldırılması kararını açıkladı. Bu politika değişikliği Azerbaycan’ın toprak kayıplarını durdurmadı. 26 Şubat’ta Hocalı’nın Ermeni kuvvetler tarafından ele geçirilmesi ve 600’den fazla insanın katledildiği haberi Bakü’de Ayaz Mutallibov’un istifasının istendiği büyük çaplı gösterilere neden oldu.

C.a. Hocalı Katliamı

Tarih: 26 Şubat 1992. Azerbaycan’ın Hocalı kasabasında Ermeniler tarafından XX. yüzyılın en son katliamı -Hocalı Katliamı – yapıldı. Elde olan bilgilere göre, kadınlar, çocuklar, yaşlılar kurşun yağmuruna tutulmuş, yaralılar süngü ve mermilerle katledilmişlerdir. Onların birkaçının başı “Ermeni kahramanları”nın ( ? ) mezarları ve abideleri önünde kurbanlık koyun başı gibi kesilmiştir. Kesilmiş başların beyinleri çıkarılmış, kafa tasının arka tarafı kesilip atılmıştır. Çocukların kemikleri kırılmış, gözleri çıkarılmıştır. Ölenlerin kafalarının derisi soyulmuştur. Kadınların yüzüklerini, bileziklerini, küpelerini kolayca çıkaramayan Ermeniler onların kollarını, parmaklarını keserek alıp götürmüşlerdir. Evlerle birlikte insanlar da yakılmıştır. Kurtulmak isteyenler dağlara, ormanlara kaçmış, ama bazıları kurtulamamış, soğuktan donarak ölmüşlerdir. Hocalı’daki Ermeni eylemleri normal savaş koşullarıyla anlatılamaz. Burada Ermeni milisleri savunmasız kadın, çocuk ve yaşlılara dahi işkence uygulamışlar ve bu işkenceler Batılı medya kuruluşlarınca açık bir şekilde belgelenmiştir. Örneğin, haftalık The Economist dergisi, Hocalı katliamını şu şekilde tasvir etmiştir: “...Helikopterden bakıldığında bazı Azeri mültecilerin kaçmak istedikleri, ancak buna rağmen yakalanarak öldürüldükleri açıkça görülebiliyor. Kasaba Ermenilerce 25 Şubat’ta ele geçirilmişti. Bir hafta sonra erkek, kadın ve çocukların cesetleri Dağlık Karabağ’ın karlı yamaçlarına saçılmış bir vaziyyette. Şurası açık ki, bir çoğu keskin nişancılar tarafından öldürülmüşler. Hayatta kalanlardan bir tanesi Ermenilerin yerde yatanları dahi nasıl öldürüldüğünü anlattı. İki adamın derileri yüzülmüş, bir kadının ise parmakları kesilmiş...”106 Örneklerin sayısını artırmak mümkündür. Bu tablolar açıkça gösteriyor ki, Ermeni güçlerinin asıl amacı, sadece bir toprağı işgal etmek değil, bir halka sırf Türk oldukları için işkence yapmak, acı çektirmektir. Ermeniler bu katliamda adeta “intikam aldıklarını” düşünmektedirler. Bu, Ermeniler arasında 100 yılı aşkın bir süredir derin bir kinin yaşadığını göstermektedir. Saldırıda 600’den fazla sivil öldürüldü ki, bunlardan 63’ü çocuk, 106’sı kadın, 70’ i yaşlı idi. Ayrıca, 487 kişi Ermenilerce rehin olarak götürüldü. 1275 kişi yaralandı. 150 kişiyle ilgili olarak ise hiçbir şekilde bilgi edinilemedi. Azerbaycan, resmi olarak Hankendi’nde konuşlanan 366’ncı Rus Alayının saldırıya katıldığını açıkladı. Çünkü saldırıda en gelişmiş konvansiyonel silahlar kullanılmıştı. Bunlar değil Karabağ’daki yerel gruplarda, yeni oluşmaya başlayan Azerbaycan ve Ermenistan ordularında bile yoktu. Adı geçen alaydan firar

106 “A View to a Slaugher”, The Economist, 7 March 1992, s. 48

28 eden 3 Rus askeri, 3 Mart 1992 tarihinde düzenlenilen basın toplantısında, “beyinlerinin yıkandığını ve Hıristiyan Ermeniler yanında Müslüman Azerbaycanlılara karşı savaştıklarını” itiraf ettiler. Sonradan elde edilen bilgilere göre, bu saldırıya daha önceden Ermenilere yardımcı olmak üzere gönderilen Fransız lejyonerler de katılmıştı. 107 Hocalı katliamının ardından Mutallibov, muhalefet tarafından 6 Mart 1992’de istifaya zorlanmış ve anayasaya göre, 18 Mayıs 1992’ye kadar Devlet Başkanlığı görevini vekaleten Meclis Başkanı Yakup Memmedov yürütmüştür. Memmedov, Rusya ile ilişkilerinde ihtiyatlı davranmış, BDT çerçevesinde ilişkiler geliştirmek konusunda mesafeli tutum takınmıştır. Mutallibov’un 21 Aralık 1991’de imzaladığı BDT’ye katılma anlaşması bu dönemde parlamento tarafından onaylanmamıştır. Yakup Memmedov, 21 Mart 1992’de Kiev’de yapılan BDT toplantısına katılmamış, Azerbaycan temsilcileri BDT’ye ilişkin hiçbir anlaşmaya imza atmamışlardı. XX. yüzyılın en son katliamı olarak tarihe geçen Hocalı katliamından sonra Ayaz Mutallibov istifa etmişti, ama Azerbaycan’daki gelişmeler belli bir raya oturmamıştı. Yakup Memmedov ilk adım olarak Rahim Gazıyev’i Savunma Bakanı olarak göreve atadı. R. Gazıyev, kendisini yurtsever ve milliyetçi olarak gösterse de gerçekte Rusya Savunma Bakanı Pavel Graçov’un en sadık adamlarındandı. Böylece, Azerbaycan’ın felaketli günlerinin temeli atılmış oluyordu.108 Rahim Gazıyev’e iki emir verilmişti: Önce Azerbaycan’da derin nüfuz kazanan Azerbaycan Halk Cephesi lideri Ebülfez Elçibey’in ortadan kaldırılmasına çalışacak; ikincisi, eğer bu mümkün olmazsa Şuşa ve Laçın bölgeleri Ermenilere teslim edilecek, ülkede bir kaos yaratılacak ve bundan yararlanarak Rusya’nın onayladığı bir isim iktidara getirilecektir. Elçibey’in ortadan kaldırılması şarttı. Çünkü yapılacak seçimlerde seçimi kazanacak tek aday AHC lideri Elçibey’di. A. Mutallibov tarafından Anayasaya konulan 65 yaş sınırı kaldırılamayacağı zamana kadar ise Haydar Aliyev adaylığını koyamadı. Birinci emri yerine getirmek üzere Şuşa’daki askeri birliklerin komutanı Rahim Gazıyev, Rus yanlısı adamlarla bir araya gelerek Elçibey’i öldürmek için plan hazırladılar. Ramiz Aliyev isimli bir nişancı Elçibey’i vuracaktı, ama onun son anda vazgeçmesi üzerine plan gerçekleşmedi. İlk görevini yerine getiremeyen R. Gazıyev, Rusların iktidar ve toprak takasına razı oldu ve bunun için gerekli planları yapmaya başladı. Şuşa ve Laçın’ın verilmesine engel olabilecek güçler vardı. Planın başarıyla yürümesi için bunların ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu güçler dağıtıldıktan sonra bu bölgeler tamamen savunmasız kalıyordu. Şuşa’yı savaşsız teslim alan Ermeniler, 8 Mayıs günü “kazandıkları zafer”i kutluyorlardı. Şuşa’nın kaybedilmesi demek, Karabağ’ın tamamen kaybedilmesi demekti. Rahim Gazıyev iki gün ortadan kayboldu. “Eğer Şuşa elden giderse beynime kurşun sıkarım”, diyen R. Gazıyev sonradan meseleyi halletmek için Moskova’ya gittiğini söylediyse de “merkezle” yeni durum değerlendirmesi yapmaya gittiği kesindi. Bütün askeri gücü elinde toplamış Savunma Bakanı olmadan, diğeriyle bir inisiyatif kullanmaları söz konusu değildi. Artık Laçın da Şuşa ihanetinin devamı olarak elden gitmek üzereydi. 13 Mayıs’tan itibaren Laçın’a yönelik düşman saldırıları şiddetlenmeye başladı. 14 Mayıs’tan itibaren Laçın da tamamen savunmasızdı109. Laçın Ermenistan’dan Azerbaycan’a açılan bölgenin en stratejik koridoruydu. Ermeniler Laçın’ı düşürmekle Azerbaycan’ın bütün güneybatısını denetimlerine almış ve önemli mevziler kazanmışlardı.110

107 Kaynak için bkz; Araz Aslanlı, Tarihten Günümüze Karabağ Sorunu, Avrasya Dosyası, s.404; Nesiman Yagublu, Hocalı Katliamı, s.27; “KODJALI”, Kronika Genotsida, s.46; Hürriyet gazetesi, 4 Mart 1992 108 Fazil Mustafayev, Ebülfez Elçibey,Tarihten Geleceğe, s. 159 109 Fazil Mustafayev, a.g.e., s. 168 110 İrfan Ülkü, Bağımsızlıktan Sonra Azerbaycan, s.50

29 14 Mayıs günü, Hocalı katliamlarıyla ilgili meseleleri araştırmak üzere kurulan komisyonun görüşlerinin dinleneceği bahanesiyle ve ani olarak parlamento toplantıya çağrıldı. Gündem ise Hocalı Faciası ve bu facianın sorumlularıydı. Bu konuda kurulan Araştırma Komisyonu tarafından, hataları olsa da Mutallibov’un tam anlamıyla suçlu olmadığı, onun 6 Mart tarihinde Cumhurbaşkanlığı görevinden alınmasının yasal olmadığı vurgulanarak meclisten bu kararın iptal edilmesi ve Mutallibov’un Cumhurbaşkanlığına yeniden dönüşünün sağlanmasına yönelik oylama yapılması istendi. Oylama sonucu Mutallibov’un yeniden Cumhurbaşkanlığı görevine gelmesi karara bağlandı. Yapılan oylama sonucu yeniden Cumhurbaşkanı seçilen A. Mutallibov kürsüye gelerek şunları söyledi: “Sanki üçüncü defa Cumhurbaşkanı seçilmiş gibiyim. Biz demokrasiye çok taviz verdik. Bütün partiler kapatılmalıdır. Bizim Ukrayna’ya, Moldova’ya büyük saygımız var, ama bakalım Taşkent’teki BDT toplantısında ne diyorlar? Rusya faktörünü değerlendirmemiz lazım. Maalesef, ne Milli Şura, ne de Yüksek Meclis BDT’ye girilmesi meselesinde anlaşmalara imza atmadı. İmzalansaydı bu olaylar başımıza gelmezdi. Bu toplantıda bir takım kararlar almalıyız. Partileri yasaklamalıyız, çünkü halkımızın başına ne geldiyse bu siyasi oyunlar yüzünden geldi”. Mutallibov ülkede sıkıyönetim ilan edilmesini karara bağlattı. Mutallibov’un yeniden hakimiyete dönüşü Halk Cephesini harekete geçirdi. Elçibey başkanlığında toplanan AHC Yönetim Kurulu Mutallibov’u devirmek için harekete geçti. Azerbaycan’ın öteki şehirlerinden yığınla insan Bakü’ye akın akın geliyordu. Aynı gece saat 11:00’da Elçibey, Halk Cephesi merkezinin önünü dolduran binlerce kişiye hitaben yaptığı konuşmada, “Ayaz Mutallibov’un yeniden Cumhurbaşkanlığına getirilmesi bir darbedir. Millet bağımsızlık yolunda galip gelecektir. “Ya istiklal, ya ölüm”, diye seslenerek Mutallibov’un yeniden göreve getirilmesini protesto etti. Bu sırada Milli Orduya bağlı tanklarla birlikler de AHC’ye yardıma koştular. A. Mutallibov yönetimi parlamentoda kuşatılmaya başlandı. Azerbaycan’da bir iç savaş havası yayıldı. Bu, ülkenin Sovyet Rus esaretine bir daha girmemesini isteyenlerle istemeyenlerin savaşıydı. Bu arada Halk Cephesi toplananlara ateş açılacağı, televizyon binasının A. Mutallibov’un silahlı adamlarınca işgal edileceği haberleri arasında gergin bekleyişi sabah 06:00’daki silah sesleri bozdu. Halk Cephesi binasının bitişiğindeki Sahil metrosuna bir jeepten kalaşnikoflarla ateş açıldı. Karşı ateş hemen teati edildi. Ancak jeep kaçmayı başardı. Bunun üzerine binlerce kişiden oluşan kalabalık parlamento önünde bir miting yapmak çağrısına uyarak Meclis’e doğru yürüyüşe geçti. Ayaz Mutallibov Halk Cephesine görüşme teklif etse de bu isteği anında reddedildi. Bu arada Moskova otelinin çatısından kalabalığa ateş açıldı. Halk Cephesi militanlarından birinin ateşlediği bir roket Meclisin penceresinin önünde patladı. Parlamento üç kişinin öldüğü bir çatışmadan sonra işgal edildi.111

D- Ebülfez Elçibey Dönemi

18 Mayıs’ta parlamento, 14 Mayıs kararlarının kanuna aykırı olduğunu onayladı. AHC iktidara geldi. Onun liderlerinden biri olan İsa Kamberov, son olaylar üzerine yapılan parlamento toplantısında Yakup Memmedov’un istifasından sonra onun yerine Parlamento Başkanı seçildi. 7 Haziran’da yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini Ebülfez Elçibey kazanarak Cumhurbaşkanlığı görevini üstlendi.112 1992 yılı askeri operasyonlarında, özellikle Akdere’de mühim ilerleyişler kazanıldı, ama iç ve dış siyasette, özellikle kadro siyasetinde ve ordunun oluşturulmasında bir takım hatalar yapıldı.

111 Ayrıntılı bilgi için bkz; İrfan Ülkü, Bağımsızlıktan Sonra Azerbaycan, s. 53-55 112 Eldar İsmayılov ve diğerleri, Azerbaycan Tarihi, s.344

30 Ülke ekonomisi gittikçe kritik duruma sürükleniyordu. Savaş da ekonomiye ciddi şekilde zarar vermekteydi. Devlet gelirinin 1/3-i savaş için harcanıyordu. Bundan başka, 600 binden fazla göçmen mevcuttu. İşsizlik artmıştı. Bilim adamlarının çoğu fakirlik içinde yaşıyor, diğer bir kısmı ise “yaşamak” için ülkesini terk ederek dış ülkelere gidiyorlardı. Bütün bunlar, Azerbaycan için esas problemlerdi. Ama bütün bu problemlerin hepsini Elçibey yönetimine yüklemek herhalde yanlış olacaktır. Çünkü yeni bağımsızlığını kazanmış bir devletin, içine düştüğü savaşın yanı sıra bir takım ekonomik sorunların üstesinden kısa bir süre içerisinde gelemeyeceği de tartışılmaz bir gerçektir. Bu da bir gerçektir ki, bahsi geçen dönemlerde Azerbaycan diplomasisi iç ve dış siyasette büyük sorunlarla karşılaştı. Ama deneyimsiz olmasına rağmen iktidar, ülke içinde bir takım faydalı işlere de yöneldi. 25 Aralık 1991’de Latin alfabesine geçildi, bağımsız Azerbaycan dünya devletleri tarafından tanındı. Dış ülkelerle diplomatik ilişkiler kuruldu. 1991 yılında Azerbaycan İslam Konferansı Teşkilatı’na, 1992’de İktisadi Birlik Teşkilatı’na, sonra da Milletler Teşkilatı’na üye seçildi.113 Öte yandan, Rus ordusu Azerbaycan’dan son askerine kadar çıkartıldı. Eski Sovyetler Birliği cumhuriyetlerinden farklı olarak kendi milli parasını piyasaya süren ilk devlet de Azerbaycan’dı.114 Ancak “Türkçülük” tezinin ortaya atılması, bir açıdan gerçek olmasına rağmen dönemin koşullarına göre büyük hataydı. Bağımsızlığın ilk yıllarında Azerbaycan dış politikasının dikkati çeken olumsuz yönlerinden biri de, onun Rusya’dan uzaklaşıp hemen Türkiye’ye milliyetçi tezlerle yakınlaşmaya yönelmesiydi. Böyle bir durum, halkta kendi güçlerine karşı güvensizlik ve bağımsız devlet kuruculuğunda pasif çalışmalar yapma psikolojisi oluşturmaktaydı. Bu bir gerçektir ki, Türklük yüz yıllarca devam eden müstemleke zulmüne dayandı, eski devletçilik geleneklerini, medeniyetini, manevi dünyasını koruyabildi. Türk halkları arasında yakınlaşma görülmektedir ve onlar arasında kapsamlı olarak ilişkileri genişletmek Türklüğün en vacip meselelerindendir. Ama Adriyatik Denizi’nden başlayarak dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşayan bütün Türkleri birleşmeye, büyük Türk devleti kurmaya sesleyen açık çağırışlar, devletlerarası ilişkilerin gelişmesine darbe vurmakta, aynı zamanda Türk halklarına karşı olumsuz yaklaşımlar oluşturmaktaydı. Çünkü Uluslararası İlişkiler kanununa göre, devletler arası ilişkilerin etnik, soy, kök faktörleri üzerine kurulması hiçbir başarı kazandırmaz, aksi taktirde ona karşı sert bloklar oluşturulur. Ama bununla birlikte, Türk halkları arasında her açıdan ilişkilerin genişletilmesi ve geliştirilmesi tarihi bir gereksinimdir. Azerbaycan’ın bir kutuptan - Rusya’dan - ayrılıp, diğer kutba – Türkiye’ye - hızla yönelmesi, zaten yakın olan Rusya ile Ermenistan’ı daha da birbirine yaklaştırıyordu. Diğer taraftan, “Türkçülük” tezinin ön plana, “Azerbaycancılık” tezinin arka plana itilmesi ve bu gibi benzeri etkenlerden Azerbaycan’ı bölmek, onu federatif kuruma dönüştürmek isteyen güçler de yararlanmaktaydı. Rusya’ya karşı Türkiye ve diğer Batılı ülkeler ile sıkı işbirliğine dayalı bir politika izleyen Elçibey, Azerbaycan’ın doğal kaynaklarının işletilmesi ve uluslararası pazarlara taşınmasında da Türkiye ve diğer Batılı ülkelere öncelik tanımaktaydı. Pantürkist olarak adlandırılabilecek görüşleriyle ön plana çıkan Elçibey’in iktidar dönemi Türkiye ile ilişkiler bakımından çok iyi bir dönem olarak değerlendirilirken, Azerbaycan’ın Rusya ve İran ile olan ilişkileri açısından ise gergin bir dönem oldu. Elçibey’in İran’ın kuzeyinde Güney Azerbaycan olarak adlandırılan bölgede yaşayan Azerbaycan Türkleriyle ilgili ve birleşmeyi dile getiren sözleri İran’da rahatsızlığa neden oldu. İsrail ile ilişkilere de büyük önem veren Elçibey, İsrail’in ABD’deki Yahudi lobisi vasıtasıyla Dağlık Karabağ çatışmasında Azerbaycan’ın görüşlerinin ABD yönetimine duyurulabileceğini düşünüyordu. Elçibey döneminde hem Azerbaycan’ın uluslararası kuruluşlara üyeliğine önem verilmiş, hem de pek

113 Eldar İsmayılov ve diğerleri, a.g.e., s. 145 114 Vefa Guluzade, Geleceğin Üfügleri, s. 33

31 çok ülke ile ikili ilişkiler kurulmuştur. Türkiye ile olan ilişkilere ise özel bir önem veren Elçibey, ilk resmi ziyaretini Türkiye’ye yapmış ve Azerbaycan petrolünü Türkiye üzerinden taşıyacak olan Bakü-Ceyhan projesine tam destek vermiştir. Bunun yanında Elçibey’in dış politikada anahtar olarak gördüğü Türkiye’den yeterli destek bulduğunu söylemek zordur. Türkiye’de bazı çevreler tarafından gerçekçilikten uzak olarak görülen Elçibey’e ekonomik destek verilmedi. Örneğin, Elçibey 250 milyon dolarlık Eximbank kredisinden faydalandırılmadı ve 150 askeri danışmanın gönderilmesi isteği geciktirildi.115 AHC gittikçe nüfuzunu kaybediyordu. İç çekişmeler, ordunun siyasileşmesi cephedeki durumu fazlasıyla etkilemekteydi. İç savaş günü yaklaşıyordu. Felaketli fırtınaların kopacağının habercisi Gence şehri oldu. 28 Mayıs 1993’te, yani Azerbaycan’ın bağımsızlık gününde Moskova Azerbaycan’a bir sürpriz yaptı. Gence’deki Rus birliğinin komutanı V. Sherbak, Rus ordusunun ülkeden tamamıyla çıkarıldığını resmen ilan etti. 1800 yılı başlarından bu yana ilk kezdi ki, Moskova’nın Azerbaycan’da askeri gücü bulunmuyordu. Bu olay, bütün postsovyet mekanının yeni dönemi bakımından da ender bir durumdu. Azerbaycan, eski Sovyet Cumhuriyetleri arasında bu “şerefe” sahip olan ilk ve tek ülke oldu. Ayrıca, Rus ordusu Azerbaycan’ı anlaşmada belirlenmiş süreden önce terk etti. O zaman bu olaylara sebep olabileceği gelişmeleri dikkatle değerlendirmek gerekirdi. Moskova’nın bu sıra dışı adımının gerçek amacını arama çabasında bulunulmalıydı. Ne yazık ki, Rusya’dan askeri bağımsızlığın oluşturduğu zafer sarhoşluğu tehlikenin boyutlarını rasyonelce değerlendirmeye olanak tanımadı. Rus ordusunun çıkarılması sırasında Azerbaycan’da durum çok kritikti. Ermenistan- Azerbaycan savaşındaki yenilgiler ve iktidar ile muhalif albay Suret Hüseynov arasındaki zıddiyetlerin sürmesi politik fırtınaların kopacağının habercisi oldu. O zamana kadar darbeci albay kendi birliği ile birlikte Sherbak’ın himayesindeydi. Aynı zamanda Gence tam anlamıyla kalesine dönüşmüştü. Sherbak Gence’yi acilen terk ederken askeri birliğin silahlarının önemli kısmını darbeci S. Hüseynov’a bırakmıştı. Bunun yanı sıra S. Hüseynov’a gönüllü askeri danışmanlar verilmişti. Böylece Moskova, albayı darbe yapmaya teşvik ediyordu. Rus ordusunun acilen ülkeyi terk etmek konusunda üç versiyon var: 1) Gence gelişmeleri gösterdi ki, eğer durum Moskova’nın senaryosuna uygun biçimde gelişseydi, çok kısa bir süre sonra Rus ordusu yeniden resmi davetle Azerbaycan’a dönecekti. Zaten S. Hüseynov darbe sırasında Moskova sempatizanı olduğunu saklamıyordu... Darbe sırasında Rus ordusunun bulunması Moskova’nın katılımını açıkça belirteceğinden böyle bir senaryo tercih edilmişti. 2) S. Hüseynov darbesinin başarısızlığı durumunda Moskova’nın yedek senaryosu Azerbaycan’ı iç savaşın eşiğine getirmek, sonra da Bakü’nün isteğiyle Rus ordusunun “kurtarıcı” sıfatıyla ülkeye gelmesini sağlamaktı. 3) Son olarak bu olayın Rus ordusunun çıkarılmasının oluşturacağı olumsuzluklarla yeni bağımsız devletlere gözdağı vermek amacıyla gerçekleştirildiği düşünülebilir. Moskova bununla diğer ülkelerden Rus ordusunun acilen çıkarılmasından rahatsızlık duyduğunu belirledi. Gence isyanı Rusya’dan bağımsızlık yanlısı Cumhurbaşkanı Ebülfez Elçibey’in yenilgisini belirlemişti. Fakat Elçibey Moskova’nın senaryosunu bir ölçüde bozabildi. Elçibey sonraları Cumhurbaşkanı olan Haydar Aliyev’in Bakü’ye gelmesini sağladı.116 15 Haziran 1993 yılında Haydar Aliyev, AHC liderlerinden İsa Kamberov’un istifası üzerine Bakü’ye davet edilerek Parlamento Başkanı seçildi. Gence olayları üzerine iç savaşa, kardeş kanının dökülmesine sebep olmak istemediğini belirten Elçibey, haber vermeden başkenti terk ederek

115 Kamer Kasım, Azerbaycan’ın Dış Politikası, Bağımsızlıklarının 10. yılında Türk Cumhuriyetleri, s.436 116 Hasan Kuliyev, Rusya’nın Azerbaycan Stratejisi, Avrasya Dosyası, s. 200

32 Nahçıvan’a – doğduğu Keleki köyüne – gitti ve defalarca geri çağrılmasına rağmen Bakü’ye gelmeyi kabul etmedi. Parlamento, 24 Haziran’da Ebülfez Elçibey’in bütün yetkilerini Haydar Aliyev’e devretti. Rus yanlısı darbeci S. Hüseynov, Cumhurbaşkanı’nın sıkı denetiminde Başbakanlık görevini üstlendi. 3 Ekim 1993 seçimlerinden sonra Azerbaycan’da Haydar Aliyev dönemi resmen başlamış oldu.

E- Haydar Aliyev Dönemi

Birinci senaryonun gerçekleşmeyeceğini anlayan Moskova, Azerbaycan’da durumu değiştirecek bir takım girişimlerde bulundu. Savaşta ülkenin %14 toprak kaybı ile sonuçlanan yeni yenilgileri yaşandı. Ülkede yeni separatizm dalgası yükselerek Elikram Hümbetov’un “Talış-Muğan Cumhuriyeti” ilan etmesi ile sonuçlandı. Diğer yanda ülkenin kuzeybatısında “Lezgi separatizmi” eğilimleri güçlenmekteydi. Böyle kritik bir ortamda Azerbaycan yönetimi 24 Eylül’de BDT üyeliği anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Haydar Aliyev ülkenin Batı yönlü politikasını ve Batılı petrol şirketleriyle işbirliğini geçici olarak durdurdu. Fakat bütün bunlar Rusya için Azerbaycan’dan ordusunun çıkarılmasında aldığı politik yenilginin çok küçük tazminatı anlamını taşırdı. Rusya Azerbaycan’ı yeniden askeri çıkar alanında tutmak için bütün araçları kullanmak amacındaydı. Bu stratejinin ana yönleri çok çabuk belirlendi. BDT içinde kolektif güvenlik ve sınırlarının ortak korunması, Karabağ sorununda Rus ordusunun Barış Gücü statüsü ile sorun bölgesine yerleştirmek, eğer mümkün olsa askeri üs statüsü almak. Kısacası, Rusya BDT ismini kullanarak Azerbaycan’ı kolektif güvenlik ve sınırların ortak korunması anlaşmasını imzalamaya zorlama konusundaki ısrarcı girişimlerini sürdürmüş ve üye ülkeleri etki alanında tutmak için BDT’yi araç olarak kullanmıştır.117 Rus ordusunun acilen Azerbaycan’dan çıkarılması ile ilgili senaryonun başarısızlığının ardından Moskova açık ve ısrarlı biçimde Rus ordusunun geri dönmesi için Bakü’nün rızasını alma çabası göstermeye başladı. Azerbaycan’ın askeri üs vermeye yanaşmadığını gören Moskova, bunu bir takım baskılarla gerçekleştirmek amacındaydı. Üst düzey Rus generalleri asker bulundurma izni almak için defalarca Bakü’yü ziyaret ettiler. O sıradan dönemin Rusya Savunma Bakanı P. Graçov’un 9 Haziran 1994 yılındaki ziyaretini özellikle hatırlatmak gerekir. Ziyaret arifesinde P. Graçov ültimatom şeklinde Azerbaycan yönetimini kendi tutumunu kesinleştirmeye zorlayacağını açıklamıştı. O zaman Haydar Aliyev, ’daki NATO toplantısına katılarak ABD Dışişleri Bakanı ile NATO’nun ve Türkiye’nin yönetimi ile gizli görüşmelerde bulunmuştu. Bakü’ye geri dönüşte P. Graçov ile görüşen Aliyev, diplomatik üslupla Azerbaycan’ın bu tür sıkı işbirliğine hazır olmadığını belirtti. O tarihe kadar Rusya askeri üs bulundurmak için Ermenistan ve Gürcistan yönetiminden resmi razılık almıştı. Rusya’nın “Kafkasya Askeri Doktrini”ne Azerbaycan’ın katılmaması Moskova’yı önemli ölçüde kızdırdı. Bu arada Rusya sınır kuvvetleri komutanı A. Nikolayev ve onun temsilcileri sık sık Bakü’yü ziyaret ederlerdi. Bakü bu tür ziyaretlerin önemini iyi anlıyordu. Nikolayev’in 1996 Şubat ayında yaptığı son ziyaretinde iki ülkenin sınırlarının ortak teftişi konusunda anlaşma imzalandı. Görüşmeler sonrası düzenlenen basın toplantısında Aliyev şu açıklamayı yaptı: “Azerbaycan Rusya ile sınırların iyi korunması ve bu sınırların bizim ülkeler arasında işbirliğinin güçlenmesine hizmet etmesinde yarar görüyor. Azerbaycan bu sınırlarda Rusya’yı tehdit edebilecek her türlü gelişmeyi önlemeye gayret edecektir. Biz sınırlarımızın güvenliği ve Rusya’ya yabancı gücün girmemesi için gereken önlemleri alacağız”. Bütün görüşülen konularda anlaşma sağlandığı anlamına gelen bu açıklama ile Cumhurbaşkanı

117 Hasan Kuliyev, a.g.m., s. 198

33 Haydar Aliyev A. Nikolayev’i inandırma ve bir anlamda Rusya’nın baskılarını zayıflatmak düşüncesindeydi.

E. a. Rusya Tarafından Azerbaycan’a Uygulanan Ekonomik Ambargo ve Onun Doğurduğu Sonuçlar

Eski Sovyet Cumhuriyetinin bağımsızlık ilanıyla doruğa çıkan merkez eğilimler ekonomik sistemin dağılmasına neden oldu. Rusya’yla Azerbaycan’ın ekonomik ilişkilerinin zayıflamasını da bu sürecin doğal sonucu olarak değerlendirmemiz gerekir. Buna rağmen 1994 yılına kadar Azerbaycan ekonomisi Rusya’ya yeterince sıkı bağlıydı. Hatta 1992 yılında tedavüle çıkarılan milli para birimi Manat118 bile Rus Rublesinin etkisi altındaydı. Rusya’daki enflasyonist hareketler Azerbaycan ekonomisini etkileme gücüne sahipti. İki ülke arasındaki ekonomik ilişkiler 1994 yılı Ağustos’unda Çeçenistan’da durumun gerginleşmesiyle daha da kötüleşmeye başladı. Bu tarihten itibaren Azerbaycan Kremlin’in ilan edilmemiş tek taraflı taşıma ambargosuyla karşılaştı. Moskova, Azerbaycan’ın Çeçen mücahitlerine destek verdiğini iddia ederek bu misillemeyi yapıyordu. Moskova ile Bakü arasında ambargonun kaldırılması konusunda defalarca anlaşma sağlansa da önemli bir sonuç elde edilemedi. Ambargonun Azerbaycan ekonomisine zarar verdiği bir gerçektir. Fakat Rusya tarafından atılmış “Çeçen bumerangı” Azerbaycan’a stratejik kazançlar getirdi. Ülke diğer ilişkileri geliştirmek için yeni girişimlerde bulundu. Gürcistan aracılığıyla (Türkiye’ye ve Karadeniz aracılığıyla Avrupa’ya) iletişim girişimleri güçlendi. Hazar Denizi aracılığıyla Merkezi Asya ile ve İran-Nahçıvan yoluyla Türkiye’yle iletişim artırıldı. Bütün bu girişimler ülke ekonomisinin rotasını diğer ülkelere çevirdi. Sonuçta milli para Manat Rus Rublesinin etkisinden kurtuldu.119 Bağımsızlığını kazanmasından sonra zengin petrol yataklarına sahip olmasından dolayı dünyaca ünlü petrol üreticilerinin iştahını kabartan Azerbaycan, son yıllarda sağlanan güven ve istikrar ortamıyla adeta dev yabancı yatırımcıların akınına uğradı. Amerikalısından İngiliz’ine, Japon’undan Alman’ına, Türkünden İranlısına kadar dünyanın dört bir yanından gelen işadamı ve yatırımcılar, mevcut pastadan pay kapmak için birbiriyle kıyasıya mücadeleye giriştiler. Haydar Aliyev, Norveç gibi küçük bir ülkenin Azerbaycan’da 55 ayrı şirketin temsilciliğinin bulunduğunu kaydetmişti.120 Dönemin Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, dünyanın pay kapmak için yarışa girdiği Azerbaycan petrolünü çok iyi değerlendirerek ülkesinin tanınmasını sağladı. Hatta bu manada Azerbaycan ile Ermenistan arasında problem teşkil eden Karabağ meselesinde de petrol sebebiyle birçok ülke fikir değiştirerek Azerbaycan’ın yanında yer almaya başladılar. Bu arada Hazar’da Azerbaycan petrol sektöründe dört büyük konsorsiyum kuruldu. Mega Proje çerçevesinde Azeri, Güneşli, Çırag-1, Karabağ, Şahdeniz, Dan Ulduzu ve Eşrefi yataklarında kurulan konsorsiyumların pay dağılımında sırasıyla ABD, Rusya, İngiltere en fazla hisseyi aldı. Ülkenin %20’nin Ermenistan’ın işgali altında bulunduğunu dile getiren, dolayısıyla bu işgalin barışçı yollarla çözülmesi gerektiğini savunan dönemin Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, mevcut anlaşmazlığın silahla çözülmesi yönündeki arayışların halka zarar verdiğini vurgulayarak, bu konuda barışçı çözümden yana tavır koymaktaydı. Bağımsızlığına yeni kavuşmuş iki toplumun ekonomik, sosyal, kültürel, her alanda ilerleme kat etmesi gerekirken mevcut bütün zenginliklerin silaha ve silah üreticisi ülkelere

118 Manat, Azerbaycan para birimidir. 119 Hasan Kuliyev, a.g.m., s. 201, 202 120 Aksiyon dergisi, Kafkasya’nın Yükselen Yıldızı Azerbaycan, s. 26

34 gittiğini belirten Aliyev, dolaysı ile eskisinden daha kötü duruma düştüklerini, bu durumun halkı üzerken silah üreticisi ülkeleri sevindirdiğini vurgulamıştır.121 Soruna barışçı yollarla çözüm getirmek isteyen dönemin Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, gittiği her yerde, her ülkede Azerbaycan-Ermenistan çatışmasını, çatışmanın sebeplerini, hangi ülkenin saldırıya uğradığını, bu veya diğer konularda gerçekleri açıklamış, dış politikada bir takım başarılar elde etmiştir. Ama bir önceki dönemlere gidersek, bağımsızlığını kazandığı tarihten, yani 1991 yılından 1993 yılına kadar olan süre içerisinde Azerbaycan dış politikasında ve diplomasi faaliyetlerinde önemli gelişmelerin elde edilmediği görülmektedir. 1992 yılında ABD Kongresi’ni zeki bir şekilde kullanarak Azerbaycan’ı bir parya ülke haline getirmeyi başaran Ermenistan, Sovyetler Birliği’nin yıkıntıları arasında yükselen 15 Cumhuriyet arasında Azerbaycan’ı ABD yardımından faydalanamayacak tek ülke konumuna soktu. Özellikle, kazandıkları bu zafer Ermenistan’ı “kuşatma” altında tuttuğu ve tartışmalı Dağlık Karabağ bölgesine boyun eğdirmek için “güç” kullandığı sürece Azerbaycan’ı yardım programından dışarıda bırakan 1992 – Özgürlüğü Destekleme Kanunu dahilindeki 907 sayılı karar oldu.

F- 907 Sayılı Karar

Bu bir gerçektir ki, Ermenistan devletinin manevi, ekonomik ve askeri yardımı sayesinde 1988 yılından başlayarak Dağlık Karabağ’ın bölücü güçleri, önce “kendi istikbalini belirleme prensibi” adı altında Karabağ’ı Azerbaycan’dan ayırıp onu Ermenistan’la birleştirmeye yeltenmiştilerse de bir sonraki yıllarda saldırgan faaliyetlerini daha da genişleterek Azerbaycan’ın % 20’ni işgal etmiş ve 1 milyondan fazla insanın yurtlarını terk etmelerine sebep olmuşlardır. Ama maalesef, Ermenistan ve onun desteklediği Dağlık Karabağ’ın bölücü güçleri işgalci olarak tanınmamanın yanı sıra çeşitli uluslararası yaptırımlara uğramamış, tam tersine ABD Kongresinin Özgürlüğü Destekleme Kanunu’na 907 sayılı kararı kabul etmesiyle toprakları işgal edilen Azerbaycan, her türlü devlet yardımından mahrum edilmişti. ABD Kongresi’nin kabul ettiği bu kararda, Azerbaycan’a yöneltilen esas itham olarak, bu devletin Ermenistan’a ve Dağlık Karabağ’ın Ermeni toplumuna ambargo uyguladığı gösterilmekteydi. Aslında Azerbaycan’a ambargo uygulanmıştır. Nahçıvan, kuşatma altında tutulması sonucu tamamen Azerbaycan’dan tecrit edilmiştir. Sadece hava yolu mevcuttur. İran muntazam olarak komünikasyon zorlukları çıkarmaktadır. Halen Azerbaycan’ın dış dünyaya tek çıkış yolu Gürcistan’dan geçmektedir. Ermenistan ise hem Gürcistan, hem de İran aracılığıyla aktif komünikasyon ilişkileri içerisindedir. Kısacası, Azerbaycan’ın Ermenistan üzerinde hiçbir komünikasyon üstünlüğü bulunmamaktadır. 24 Ekim 1992 tarihinde ABD Kongresi tarafından kabul edilen, Azerbaycan’a her türlü yardımın kesilmesini öngören 907 sayılı kararın özetine bir göz atalım: “...Bütün kanunlar çerçevesinde Amerika Birleşik Devletlerinin Azerbaycan’a ekonomik yardımları, Azerbaycan hükümetinin Ermenistan’a ve Dağlık Karabağ’a uyguladığı ambargoyu kaldıracağı ve saldırıya son vereceği müddete kadar mümkün olmayacaktır”.122 Eski Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan cumhuriyetler içerisinde sadece Azerbaycan’ın ekonomik ambargoya maruz kalmasının ve ABD

121 Aksiyon dergisi, a. g. m. s. 27 122 bu konuda bkz; Elman Nesirov, Azerbaycan-ABŞ Münasibetleri (1991-1997), s.17; Ali Hasanov, Azerbaycan’ın Harici Siyaseti, Avropa Devletleri ve ABŞ (1991-1996), s.148; Vefa Guluzade, Geleceğin Üfügleri, s.85

35 yardımından faydalanamayacak tek ülke konumuna düşmesinin sebeplerini araştırmaya çalışalım: 1. ABD’de güçlü Ermeni lobisi ve diasporası mevcuttur ve yıllardır “düşman Türk- Azerbaycanlı kimliği” yaratmaya çalışmaktadırlar. 2. Azerbaycan Cumhuriyeti aleyhine yönelmiş bu veya diğer yasama organ kararlarına karşı önlem alınmamasında, ABD’ye yerleşmiş Azerbaycan Türklerinin gayri müteşekkilliğini ve etkin olamadığını da mühim sebeplerden biri olarak göstermek mümkündür. Nihayet, Azerbaycan’da bir zamanlar yönetimi temsil eden iktidarın dış politika stratejisinde yapmış olduğu yanlışlıklar da olumsuz rol oynamıştır. 3. ABD yasama organlarının Azerbaycan hakkındaki bilgilerinin sınırlı olması, yanlış bilgilerin öğrenilmesine ortam hazırlamış ve bu durum, daha ziyade yanlış ve tahrif olunmuş bilgilerin yayılmasını şartlandırmıştır. Yukarıda gösterilen sebepleri sırasıyla biraz daha açmaya çalışalım: 1. Ermenilerin ABD’ye muhaceretinin başlangıcı XX. yüzyılın başlarına rastlamaktadır. Ermeniler genellikle, Californiya, Massachusets, New-York eyaletlerinde yaşamaktadırlar. Genel olarak ABD’de yaklaşık 600 bin Ermeni yaşamaktadır. Bazı kaynaklarda bu rakam 700-800 ile 1.000.000 arasında değişmektedir. ABD’deki Ermeni lobisi iki yönde faaliyet göstermektedir: a) Ermeni kültürünü korumak ve geliştirmek, ABD’de önemli politik-ekonomik konuma sahip olmak; b) Türklük aleyhine mücadele etmek, Azerbaycan-ABD, Türkiye-ABD ilişkilerini zedelemek; ABD’deki Ermeni lobisine önderliği Amerika Ermeni Meclisi yapmaktadır. Merkezi Boston’da olan Ermeni Devrim Federasyonu, Californiya Ermeni Kongresi, Ermeni Terakki Partisi, Ermeni Milli Komitesi, Ermeni Demokratik Liberal Partisi gibi parti ve dernekler de direkt Ermeni lobi faaliyetleri ile bağlantılıdır. Ermenilerin ABD’de 30’u aşkın gazete ve dergileri yayınlanmaktadır. Böylece, geniş imkanlar potansiyeline sahip ABD’deki Ermeni lobisi ve diasporasının antiazerbaycan faaliyeti ve Ermeni yanlısı enformasyon araçlarının “saldırgan Azerbaycanlı kimliği” yaratma çalışmaları sonucu, 907 sayılı karar yürürlüğe girdi. 2. Azerbaycan Türklerinin de ABD’ye muhacereti XX. yüzyıla rastlamaktadır. Bu süreci dört aşamada izlemek mümkündür. Birinci aşama XX. yüzyıla rastlamaktadır ve bu, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin yıkılması, bölgede Sovyet hakimiyetinin kurulması ile imkanlı kesimlerden olan Azerbaycanlıların, Sovyet rejimine muhalif olan politikacı ve devlet adamlarının, askerlerin ve aydın kesimlerin muhacereti ile bağlıydı. İkinci aşama 1940-1950 yıllarına rastlamaktadır ki, bu da İkinci Dünya Savaşı’nda esir düşmüş 30 bin Azerbaycanlı askerin geri dönmeyen kısmının ABD’ye yerleşmesi ile ilişkiliydi. Üçüncü aşama İran’dan 1950-1960’lı yıllarda Azerbaycanlıların kovulması, onlara karşı baskıların artması ile bağlıydı. Dördüncü aşama ise 1970-1990’lı yıllara rastlamaktadır ki, bu da İran’da Humeyni rejiminin iktidara gelmesi sonucu, özellikle Güney Azerbaycan’dan ABD’ye yönelen muhacirlerin yeni dalgasının ortaya çıkmasıyla direkt bağlantılıydı. Halen Amerika’da 700 bine yakın Azerbaycan Türkü yaşamaktadır. Genellikle, onlar Californiya, New- York, Pensilvanya eyaletlerinde ve Kolombiya Federal Dairesinde yaşamaktadırlar. Azerbaycan Türklerinin büyük bir çoğunluğu da Güney Californiya, Los- Angeles, Washington ve Chicago’da yaşamaktadır. ABD’de yaşayan Azerbaycan Türklerinin siyasi alanlarda, eğitim müesseselerinde, özellikle üniversitelerde sayıları oldukça azdır. Burada yaşayan Türkler, Güney ve Kuzey

36 Azerbaycan Türklerinden oluşmaktadır. İran Azerbaycanı ve SSCB’nin dağılması sonucu bağımsızlığına kavuşan Kuzey Azerbaycan olarak değerlendirirsek, ülkenin her iki kısmında çeşitli siyasi rejimlerin mevcut olması faktörü dolayısıyla, ABD’nin Azerbaycan Türk kesiminin ülkenin toplumsal-politik hayatında oynayabileceği rolü gözden kaçırmamamız gerekir. Şüphesiz, ABD’de yaşayan Azerbaycan Türkleri ile Azerbaycan arasındaki ilişkilerin istenilen seviyede olmaması birincinin konumunu zayıflatan etkenlerdendir. 3. Azerbaycan’a karşı 907 sayılı kararı uygularken, ABD yasama organları Baltık ülkeleri, Rusya, Ukrayna ve Ermenistan dışında diğer yeni bağımsızlığını kazanmış ülkelerle o kadar da ilgilenmemekteydi. ABD’nin adı geçen ülkelere olan ilgisi sıradan bir ilgi değildi. Özellikle, Baltık ülkelerine karşı Birleşik Devletler spesifik bir tutum sergiliyorlardı. Rusya’nın eski Sovyetler Birliği’nin varisi olarak geniş alanlara, zengin doğal kaynaklara ve nükleer silahlara sahip olması, Ukrayna’nın ise güçlü ekonomik potansiyele ve nükleer cephanesine sahip olması ABD’nin dikkat merkezi dışında kalamazdı. Ermenistan’a gelince, bu konuda bahsetmiştik. 4. Nihayet, Azerbaycan-ABD ilişkilerini şöyle bir gözden geçirirsek, o dönemdeki soğuk ilişkilerin kökünün sadece resmi Washington’la değil, resmi Bakü’de hakim rejimlerin yürüttüğü iç ve dış siyasetle de ilişkisi olduğu kanısına varılabilir.123 Bu ilişkilerin biraz daha köküne inelim: Azerbaycan, 18 Ekim 1991 yılında bağımsızlığını kazandıktan sonra onu ilk tanıyan devletlerden biri de ABD idi. Aynı yılın Aralık ayında Washington, Azerbaycan Devleti’ni resmen tanıdığını açıkladı ve kısa sürede iki devlet arasında diplomatik ilişkilerin kurulması yönünde adımlar atıldı.124 Bakü’ye resmi seferler düzenlendi. 18 Mart 1992 tarihinde iki devlet arasında resmi diplomatik ilişkiler kuruldu.125 Aslında, ABD’nin dış politika stratejisi, Kafkasya’da elverişli jeopolitik konuma ve büyük bir kalkınma gücüne sahip olan Azerbaycan’ı tam bağımsız siyaset yürütecek, gelecekte ABD’nin Kafkasya’daki müttefiki olabilecek bir devlet olarak görmekteydi. Azerbaycan’a ABD’nin ve Avrupa’nın Kafkasya’daki siyasi partneri olabileceği, tam bağımsız ve batı yönlü politika izleyeceği gözüyle bakılmaktaydı.126 Ama 1991-1992 yıllarında Ayaz Mutallibov başta olmakla, Azerbaycan yönetimi bağımsız politika izlememiş, her bir adımını Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra bile devlet çıkarlarından vazgeçmeyen Rusya’nın diktesi ile atmıştır. Sadece Rusya’nın çizdiği yönde hareket etmeye üstünlük veren Azerbaycan’ın o dönemki iktidarı, bölgede ve dünyada cereyan eden olayları yeteri kadar değerlendirememiş, Dağlık Karabağ sorununun yaratıcısı olan Rusya’nın bölücü faaliyetini görmemiş veya görmezden gelmiş, resmi Moskova’nın her dediğini yerine getirmekle Azerbaycan’ın uluslararası imajına gölge düşürmüş ve onun bağımsızlığını tehlike altında bırakmıştı.127 1992 yılı Mayıs ayında Azerbaycan’da iktidar değişikliğinden sonra ABD’nin resmi düzeyleri bir daha bu büyük jeostratejik öneme sahip olan Azerbaycan’la daha kapsamlı ilişkiler kurmaya, siyasi ve askeri problemlere aktif şekilde müdahale etmeye çalıştılar128. İşte bu amaçla, 1992 yılı Temmuz ayında AGİT Helsinki Zirvesi arifesinde dönemin ABD Başkanı George Bush, Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebülfez Elçibey’e kendi ülkesinin Azerbaycan’la bütün alanlarda ilişkiler kurmaya ve geliştirmeye hazır olduğu mesajını

123 Elman Nesirov, Azerbaycan-ABŞ Münasibetleri, s. 25,26 124 Musa Gasımov, Azerbaycan Beynelhalk Münasibetler Sisteminde, s. 61 125 Halk gazetesi, 13 Fevral (Şubat) 1992 126 Ali Hasanov, Azerbaycan’ın Harici Siyaseti, s. 146 127 Elman Nesirov, Azerbaycan-ABŞ Münasibetleri, s. 27 128 Ali Hasanov, Azerbaycan’ın Harici Siyaseti, s.147

37 verdi.129 Ama maalesef, dönemin Azerbaycan yönetimi kendi seleflerinden öteye gidemedi ve ABD’nin bu teşebbüsünü yeterince değerlendiremedi. AHC iktidarı döneminde, ülkenin dış politikası Rusya’ya değil, Batıya, ABD’ye yönelik olsa da dış politika stratejisinin doğru belirlenmesi yolunda gereken mekanizma oluşturulamadı. Rusya ve İran’a diplomasi kurallarına uyuşmayan tarzda düşmanca tavırlar sergileyerek zaten sorunlar kıskacında yer alan yeni bağımsız bir devlet açısından önemli ölçüde zorlukların çıkarılmasına sebep oldular. Ayrıca, Azerbaycan’ın bütün problemlerinin ABD tarafından çözüleceği görüşü yanlış bir hesaptı. Azerbaycan’ın üst düzey yetkilileri, o dönemlerde Azerbaycan’ın bağımsız devletçilik anlayışının ve Rusya’nın bu bölgedeki etkisini zayıflatma isteğinin ABD için hayati bir önem taşıdığını ve bu yüzden de Azerbaycan’ın bütün problemlerinin çözümünün ABD ve Avrupa’ya bağlı olduğunu düşünmekteydiler. Ama politik süreçler, zamanla bu tür düşüncelerin ve görüşlerin yanlış olduğunu gösterdi. İktidarın ABD’nin Azerbaycan’a karşı olan ilgisini ve önemini doğru şekilde değerlendirememesi ve bunun sonucu olarak Ermenistan ve Amerika’da yaşayan Ermeni lobisinin antiazerbaycan propagandası, resmi Washington’la resmi Bakü arasındaki ilişkilerin soğumasına sebep oldu. Yani bir nevi ABD Azerbaycan’dan uzaklaşmaya başladı. Sonuç itibariyle, ABD’de güçlü Ermeni diasporasının da baskısı ile ABD Kongresi 907 sayılı kararı kabul etti. Böylece, ekonomik ve politik, her açıdan yardıma ihtiyacı olan Azerbaycan, sadece ABD’nin değil, aynı zamanda Washington’a bağlı olan ve bütün uluslararası meselelerde onun onayını alan diğer ülkelerin de desteğinden mahrum oldu.130 Ayrıca, Washington, Ermenistan-Azerbaycan çatışması ve Dağlık Karabağ sorunu konusunda 1993 yılı sonuna kadar defalarca Ermenistan’ın tutumunu yansıtan, onu çatışmada haklı taraf olarak tanıtan açıklamalar yaparak bu ülkeye hem politik, hem manevi, hem de maddi yardımlarda bulundu. 1993 yılından sonra yeni yönetimin iktidara gelişiyle Azerbaycan-ABD diyalogu ve bağımsız Azerbaycan devletinin okyanusun diğer kutbuna yönelen dış politika stratejisi, kısa sürede iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden kurulmasına ve gelişmesine olumlu etkide bulundu. 1993 yılında Azerbaycan’da yönetime gelen yeni iktidarın dış politika yönünde attığı adımlara ve kazanılan başarılara göz atarak şöyle bir değerlendirme yapalım: 1. Ateşkes elde edildi ve çatışmanın ortadan kaldırılması için Azerbaycan kendi siyaseti ile bütün dünyaya barışsever, gelişmiş ülke olarak tanıtıldı. Avrupa’nın ve dünyanın en büyük ve nüfuzlu ülkeleri ile karşılıklı ilişkiler geliştirme yönünde ciddi işler yürütüldü. Dağlık Karabağ problemi ve Azerbaycan-Ermenistan çatışması Avrupa ve dünya arenasına çıkarıldı. 2. Dünya siyasetine önemli etkide bulunan ABD ile karşılıklı faydalı ilişkilerin kurulması alanında bir takım başarılar elde edildi. 3. ABD’nin ve diğer Batı ülkelerinin ekonomik ve stratejik çıkarları, onların Azerbaycan’la yakından ilgilenmeleri yolları öğrenildi ve bu alanda bir takım başarılar elde edildi. Azerbaycan’ın stratejik petrol siyaseti, ABD’nin ve Avrupa’nın Azerbaycan’a olan ilgisini artırdı, onların ekonomik çıkarlarını Azerbaycan’ın devlet çıkarları ile uzlaştırdı.131 4. “Özgürlüğü Destekleme Kanunu” dahilindeki 907 sayılı kararın iptal edilmesi etrafında tek bir fikir oluşturuldu.132

129 Hayat gazetesi, 7 İyul (Temmuz) 1992 130 Ali Hasanov, Azerbaycan’ın Harici Siyaseti, s.148 131 Ali Hasanov, a.g.e., s.158 132 Vefa Guluzade, Geleceğin Üfügleri, s. 84

38 907 sayılı kararın iptal edilmediği ve yürürlükte kaldığı dönemlere kadar resmi Washington, gayri hükümet teşkilatları hattı ile ve ayrıca bütün devletlere seslenerek Azerbaycan’a yardım edilmesi yönünde teşebbüslerde bulundu.133 Bu şekilde Azerbaycan, hem ABD’nin Kafkasya politikasına etkide bulundu, hem de önceleri Ermenistan’ı destekleyen, Azerbaycan’la hiçbir ilişkisi bulunmayan nüfuzlu Avrupa devletleri ile karşılıklı ilişkiler kurabildi. ABD-Azerbaycan arasında ekonomik, politik, diplomatik ve diğer alanlarda ilişkilerin olumlu yönde gelişmesi sonucu, dönemin ABD Başkanı Bill Clinton’un baskısıyla sabık Devlet Başkanı Levon Ter-Petrosyan, fikir değiştirerek anlaşmaya yöneldi. Karşılıklı anlaşmaya varmadan önce L. Ter-Petrosyan hükümeti 5 varyasyon üzerinde çalışmış ve sonuncu varyasyonun mümkünlüğünü kabul etmişti. Bu varyasyonları aynen aktarıyorum: Birinci varyasyon: Status-quo’nun korunması. Dönemin Ermenistan Başkanı, bunun gerçek dışı olduğunu vurgulamıştı. Aksi takdirde dünya kamuoyu buna karşı çıkar ve karşılıklı ikili tavizlere varılmadığı takdirde her şeyi kaybetmek mümkün olabilirdi. İkinci varyasyon: Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığının veya onun Ermenistan’a birleştirilmesinin kayıtsız şartsız talep edilmesi. Kuşkusuz bu şekilde uluslararası yaptırımlar yapılacaktı. Üçüncü varyasyon: Savaş. Bu mümkün değildir. Dördüncü varyasyon: Paket varyasyonu. Bu varyasyon aşağıdaki amaçların aynı dönemde çözümünü kapsamaktaydı. - Laçın bölgesi dışında diğer işgal edilmiş bölgelerden Ermeni ordusu boşaltılır. - Barış güçleri yerleştirilir. - Ambargo kaldırılır. - Göçmenler geri gelir. - “Dağlık Karabağ Cumhuriyeti” ve Azerbaycan arasında tampon bölge oluşturulur. Beşinci varyasyon: Sorunun aşamalarla çözümü. Ermenistan Devlet Başkanı Petrosyan’ın bu varyasyona yaklaşımı olumlu olmuştu. Peki, Dağlık Karabağ sorununun aşamalarla çözümü kendinde neleri ihtiva ediyordu? AGİT’in teklif ettiği 6+2 formülünün* Ermenistan tarafından kabul edilmesi halinde sorun çözülebilirdi.134 Ermenistan Devlet Başkanı da bu anlaşmayı kabul etmişti ve Azerbaycan’la barış yönünde adımlar atmış ve açık şekilde Dağlık Karabağ’ın bağımsızlığını hiçbir devletin, hatta en yakın müttefiki olan Rusya’nın bile tanıyamayacağını belirtmişti. Levon Ter-Petrosyan’ın uzlaşma yönündeki Dağlık Karabağ için barış beklentisi Dağlık Karabağ Ermenilerine takıldı. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’na bağlı Minsk Grubu eşbaşkanları olan ABD, Rusya ve Fransa’nın önerdiği ve L. Ter-Petrosyan’ın da kabul ettiği barış planının kabul edilemez olduğunu söyleyen Karabağ’da tek taraflı ilan edilen cumhuriyetin devlet başkanı Arkadi Gukasyan, Azerbaycan ile “eşit koşullarda birliktelik” istediklerini, bağımsızlıklarından ancak bazı noktalarda vazgeçebileceklerini belirtmişti. Azerbaycan karşısında kabul edebilecekleri bağımlılığı Kanada, Avustralya gibi ülkelerin Britanya

133 Ama günümüzde, artık adı geçen 907 sayılı karar ABD Kongresi ve Temsilciler Meclisi tarafından süresi belli olmayan bir tarihe kadar geçici olarak kaldırılmıştır. 907 sayılı kararın iptalinin gerçekleşmesi bir bakıma Azerbaycan diplomasisinin başarısı anlamına da gelmektedir. Bu ek maddenin uygulanmasının durdurulmasına bir az sonra değinilecektir. *6+2 formülü nedir? Lizbon’da yapılan AGİT toplantısında Azerbaycan-Ermenistan münakaşası için şöyle bir şart konmuştu: Ermenistan,işgal ettiği altı Azerbaycan bölgesini boşaltacak. Buna göre ilk aşamada altı Azerbaycan bölgesi - Gubatlı, Zengilan, Cebrail, Ağdam, Füzuli ve Kelbecer boşaltılacak. Buraya AGİT gözlemcileri yerleştirilecek, daha sonra Şuşa ve Laçın-Karabağ ile Ermenistan arasındaki koridorda bulunan iki ana şehir boşaltılacak. Ardından da Karabağ’da yönetim biçimi tamamlanacak. 134 Zaman gazetesi, 21 Kasım 1997

39 karşısındaki durumlarına benzeten Gukasyan, “İngiliz Milletler Topluluğu” gibi yalnızca bazı alanlarda sınırlanmış bağımlılıkları olması gerektiğini de vurgulamıştı. Dönemin Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev de her ne kadar Azerbaycan devletine karşı yapılan bir “hakaret” olsa bile Bakü’nün Dağlık Karabağ Ermenilerine “özerkliğin en üst seviyesi”ni vermek istediğini belirtse de Arkadi Gukasyan’ın sahip olduğu hükümetin Dağlık Karabağ’ı Azerbaycan’ın ayrılmaz parçası olarak tanıyamayacağını, Karabağ’ın uluslararası hukuka tabi bir devlet olması gerektiğini savunmuş ve Azerbaycan’ın teklif ettiği geniş özerkliğin asla kabul edilemez olduğunu belirtmişti. Dönemin Ermenistan Cumhurbaşkanı L. Ter-Petrosyan, 26 Eylül 1997 yılında yaptığı açıklamada Karabağ’ın Ermenistan’a birleştirilmesinin veya bağımsızlığın mümkün olmadığını belirtmişti. O, “...Karabağ’daki bugünkü durumun bu şekilde devamı mümkün değildir. Bu bölgenin Ermenistan’a katılması veya bağımsızlığının kabulünü talep etme yönünde yayınlanacak ültimatomlar da anlamsızdır. Çünkü bu, etkili uluslararası yaptırımları da beraberinde getirecektir”, açıklamasını yapmakla göreviyle vedalaşmış ve istifa etmiştir. 20 Mart 1997 tarihinde L. Ter-Petrosyan tarafından Ermenistan hükümeti başbakanlığına atanan Robert Koçaryan, Kasım 1998’de L. Ter-Petrosyan’ın istifası sonucu yapılan seçimleri kazanarak Cumhurbaşkanlığı görevini üstlenmiş, Erivan yönetiminin diaspora lobileriyle bağlantısını sağlayan en önemli örgüt olan Taşnaklara L. Ter-Petrosyan döneminde konulmuş yasakları kaldırmış ve bu adımla da Ermenistan’la Dağlık Karabağ ve dünya Ermenileri arasında zayıflamış olan ilişkilerin yanı sıra Ermeni Ulusal Çıkarları konusunda da uzlaşımı güçlendirmiştir. Taşnaksütyun partisinin en sadık destekçilerinden olan R. Koçaryan, Ermenistan’ı “herkese örnek olacak müteşekkil devlet” yapacağına söz vermiştir. Saldırgan bir taraf olarak ve sivil dünyanın prensiplerine karşı çıkarak Ermenistan’ı “örnek” çağdaş devlete dönüştürmenin ne derecede mümkün olduğunu elbette ki, zaman gösterecektir.

G- 907 Sayılı Ek Maddenin Yürürlükten Kaldırılması

Yukarıda da belirtildiği gibi, 24 Ekim 1992 tarihinde ABD tarafından kabul edilen ve Azerbaycan’a uygulanan bu karara göre, “bu ve benzeri yasalar kapsamında Azerbaycan’a ekonomik yardım, sadece ABD Devlet Başkanının Azerbaycan yönetiminin Ermenistan ve Dağlık Karabağ’a yönelik tüm ambargoları ve her türlü kuvvet kullanımını sona erdirdiğini tespit ettiği ve bu konuda Kongreye bilgi verdiği zaman yapılabilecektir”. Eğer yasanın çıktığı sırada, Ermenistan’ın Azerbaycan’a yönelik saldırı halinde olduğunu ve Azerbaycan topraklarının bir kısmını işgali altında bulundurduğunu ya da en hafif değimiyle, Ermenistan ile Azerbaycan arasında bir savaşın mevcut olduğunu göz önünde bulundurursak, söylenecek hiçbir şey kalmamaktadır. En hafif değimiyle, savaş halinde olan iki devletten birini diğerine karşı ambargo uygulamakla suçlamanın kabul edilebilir bir yanı olmadığı açıktır. Bu gelişmenin, büyük ölçüde Ermeni lobisinin yoğun çalışmalarının sonucu olduğu ortadadır. Nitekim karar Azerbaycan tarafından büyük tepkiyle karşılanmıştır. Dikkat edilmesi gereken şey şu ki, Azerbaycan’a uygulanan bu ambargoya karşın Ermenistan 1995 yılı itibarıyla ABD’den 455 milyon Dolarlık (kişi başına 130 Dolar)135, 1998’de ise 1 milyar Dolarlık insani yardım almıştır.136

135 Azerbaijan İnternational, (3. 4) Kış 1995. http://www.azer.com/aiweb/categories/magazine/34_folder/34_articles/34_americanembassy.html 136 Azerbaijan İnternational, (6. 4) Kış 1998. http://www.azer.com/aiweb/categories/magazine/64_folder/64_articles/64_socar_ilham.html

40 ABD’nin yanı sıra Rusya Federasyonundan da siyasi ve askeri destek alan Ermenistan’a karşın bu kararın uygulanmasının durdurulması ve iptali için Azerbaycan ABD ambargosunu kendi petrollerinden pay vererek kaldırtmaya çalışmıştır. 1993 yılının ikinci yarısından Ekim 2003 tarihine kadar Azerbaycan’ı yöneten Haydar Aliyev iktidarı, konuya ilişkin girişimlerini çeşitli yöntemlerle sürdürmüştür. Eylül 1993’te ABD Devlet Başkanı Bill Clinton’a, Albert Gore’a ve Kongre Başkanı Thomas Foly’ye birer mektup yazan Devlet Başkanı Aliyev, 907 sayılı ek maddeyi Azerbaycan-ABD ilişkilerinin gelişmesinde bir engel olarak nitelemiştir. Ardından Bakü’yü ziyaret eden ABD Dışişleri Bakanı’nın ‘Yeni Bağımsız Devletlerle İlgili Yardımcısı’ Strobe Talbotte, Aliyev ile görüşmesi sırasında ABD Devlet Başkanı Clinton’un cevap mektubunu ona iletmiştir. Bu mektupta Clinton, 907 sayılı ek maddenin doğurduğu sıkıntıları azaltmak için Azerbaycan’a sivil toplum örgütleri aracılığıyla yardım yapacaklarını vurgulamıştır. Aynı ay içerisinde Azerbaycan’ı ve Ermenistan’ı ziyaret eden ABD Göçmen Komitesi (USCR), hazırladığı raporda bölgedeki durumun ağırlığı nedeniyle Kongrenin 907 sayılı maddeyi mutlaka kaldırması, bunu yapmazsa bile Azerbaycan’a yardım yapılmasını kolaylaştırmak için özel istisnai düzenlemeler yapması gerektiğini ifade etmiştir. 22 Kasım 1993’te Senatör de Konsini, 907 sayılı ek maddenin kaldırılması konusunu yeniden gündeme getirse de herhangi bir sonuç elde edilememişti. 1994 yılı içerisinde yine birkaç kere Senatör ve Temsilciler Meclisi üyelerince konu gündeme getirilmiş ise de tüm çabalar başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 3 Eylül 1994’te ABD’nin BM temsilcisi Madeleine Albright Bakü ziyareti sırasında, ABD yönetiminin Azerbaycan’a resmi olmayan kanallarla yardımı artıracağını, 907 sayılı ek maddenin önce yumuşatılması, sonra ise tamamen kaldırılması yönünde gerekli adımları atacağını ifade etmiştir. Bu arada aynı dönem içerisinde Azerbaycan açısından önem arz eden tarihi olaylardan birisi gerçekleşti. 20 Eylül 1994’te Bakü’de, Azerbaycan petrollerinin işletilmesine ilişkin dört ABD şirketinin de katıldığı137 “Yüzyılın Anlaşması” imzalandı. Bu olay hiç kuşkusuz Azerbaycan-ABD ilişkilerinin gelecekteki seyri açısından da büyük önem arz etmekteydi. 1995 ve 1996 yılları içerisinde de 907 sayılı ek maddenin kaldırılmasına yönelik girişimler devam etti. 1995 yılı içerisinde ABD Milli Demokrasi Enstitüsü Müdürü Nelson Ledski, Enerji Bakanı Birinci Yardımcısı William Wait, Zbigniew Brzezinski, ABD AGİT Temsilcisi Sem Brown, ABD Dışişleri Bakanı’nın Yeni Bağımsız Devletlerle İlgili Yardımcısı James Collins ve diğer yetkililerin Azerbaycan ziyareti; aynı yıl Ekim ayı içerisinde ise, BM’in 50. yıl kutlamaları dolayısıyla Aliyev’in ABD ziyareti gerçekleşti. Ziyaretler sırasında gerçekleştirilen üst düzey görüşmelerde bu maddenin doğurduğu sorunların azaltılması ve maddenin kaldırılması yönünde girişimlerin sürdürülmesi konusunda görüş birliği elde edildi.138 1996’da Azerbaycan açısından hem olumlu, hem de olumsuz gelişmeler gerçekleşti. 25 Ocak 1996’da Temsilciler Meclisi ve 26 Ocak 1996’da ise Senato, Temsilciler Meclisi üyesi Charles Willson’un 907 sayılı ek madde konusundaki düzeltme önerisini onayladı. Karar aynı gün ABD Başkanı tarafından imzalanarak yürürlüğe kondu. “Willson Düzeltmesi”, ABD Başkanı’nın, gayri resmi kanallardan Azerbaycan’a yapılan yardımların göçmen ve mültecilerin ihtiyaçlarını karşılamada yetersiz kaldığına karar vermesi durumunda, Azerbaycan’a resmi yollarla da yardım yapılabilmesini öngörmekteydi. Olumsuz gelişme ise 1997 yılı için yardım yasasının “Porter Düzeltmeleri” dikkate alınarak, 11 Haziran 1996’da Temsilciler Meclisinde onaylanmasıydı. “Porter Düzeltmeleri”, ABD yönetiminin Azerbaycan ve Dağlık Karabağ göçmenlerine, sanki Dağlık Karabağ bölgesi bağımsız bir devletmiş gibi ayrı ayrı yardım yapmasını öngörmek suretiyle, Azerbaycan’ın toprak

137 toplam %39.877’lik bir pay almışlardı ki, bu konsorsiyumda bir ülke için en yüksek orandı. 138 Araz Aslanlı, ABD’de Adaletsizliğe Verilen Ara: 907 Sayılı Ek Maddenin Uygulanmasının Durdurulması, Stratejik Analiz, s. 58, 59

41 bütünlüğünü ihlal ediyordu. Kararla ilgili olarak 12 Haziran 1996’da ABD yönetimi, 18 Haziran 1996’da Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı sert tepki vermişlerdir. Buna karşın, Ermenistan Dışişleri Bakanlığı 15 Haziran 1996’da bir açıklama yayınlayarak, ABD yönetiminin “Porter Düzeltmeleri” konusundaki tutumunu eleştirmiştir. Azerbaycan ve ABD yönetimlerinin tepkileri ve bazı senatörlerin yoğun çalışmaları sonucunda Senato, 26 Temmuz 1996’da 1997 yılı için yardım yasasını, “Porter Düzeltmeleri”ni dikkate almadan onaylamıştır.139 Kongrenin iki kanadı arasında uyumsuzluk ortaya çıkması üzerine, uzlaşma komisyonu çalışmalarına başlamıştır. Komisyonun çalışmalarını sürdürdüğü sırada ABD basınında çıkan yazılar, Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev ile Temsilciler Meclisi Uluslararası İlişkiler Komitesi yetkilileri, daha sonra ise bir grup Temsilciler Meclisi üyesi arasında gerçekleştirilen görüşmeler sonucunda kararın nihai metninde “Dağlık Karabağ bölgesi de içerisinde bulunmak kaydıyla Azerbaycan’a ...” ifadesi yer almıştır. 12-15 Aralık 1996 tarihlerinde ABD Başkanı’nın Yeni Bağımsız Devletlerle Enerji ve Ticaret İşbirliği Özel Temsilcisi Yan Kalitski Azerbaycan’ı ziyaret ederek yetkililerle Azerbaycan’ın “Tan Yıldızı / Eşrefi” petrol yatağına ilişkin anlaşma imzalamışlardır. Şubat 1997’de ABD’nin yeni Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Senato’nun Uluslararası İlişkiler Komitesinde yaptığı konuşmada,“Clinton yönetiminin Azerbaycan’a yapılan yardımlarla ilgili sınırlandırmalara karşı olduğunu ve 907 sayılı ek maddeyi kaldırmak için Kongrede yapılacak olan her türlü girişimi desteklediğini” ifade etmiştir. Azerbaycan-ABD ilişkileri açısından 1997 yılının en önemli olayı ise Azerbaycan Devlet Başkanı Haydar Aliyev’in ABD ziyareti olmuştur. Aliyev, 27 Temmuz 1997’de ABD ziyaretiyle birçok resmi kurumlarla görüşmelerin yanı sıra 1 Ağustos’ta ABD Devlet Başkanı Bill Clinton’la da görüşme gerçekleştirmiştir ve ayrıca bu görüşmede 907 sayılı ek maddeye de değinilmiş, Azerbaycan için ciddi sorunlar doğuran bu maddenin kaldırılması istenmiştir. Yine aynı gün ABD Başkan Yardımcısı Albert Gore ve Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev tarafından Azerbaycan ve ABD’nin enerji sektöründe işbirliğine ilişkin anlaşma ve Chevron, Ekson, Mobil şirketleri ile Azerbaycan Cumhuriyeti Devlet Petrol Şirketi140arasında Abşeron, Nahçıvan ve Oğuz isimli petrol yataklarının işletilmesi konusunda anlaşmalar imzalanmıştır. 1998’e gelindiğinde, 907 sayılı ek madde ile ilgili ortada fiili olarak hiçbir olumlu sonuç bulunmamaktaydı. 1998 yılı içerisinde de Azerbaycan ABD’deki Ermeni lobisinin etkisini petrol şirketleri ile dengeleme politikasını sürdürmüştür. Bu yıl içerisinde SOCAR Başkan Yardımcısı ’in ABD ziyareti gerçekleştirilmiştir. Bu ziyaret sırasında çok sayıda petrol şirketi, siyasi kuruluş ve medya organı ile önemli görüşmeler gerçekleştirilmiştir. Bu görüşmeler sırasında 907 sayılı ek maddenin kaldırılması konusu da ele alınmıştır. Birçok diğer amaçla beraber bu nedenle de ABD şirketlerine önemli ihalelerde yer verilmiştir. Alov, Kürsengi-Karabağlı, Gobustan isimli petrol yataklarına ilişkin işletmelerde ABD şirketleri önemli paylar elde etmişlerdir. 907 sayılı kararın kaldırılması için 1999 yılı içerisinde petrol şirketlerinin çabaları yoğunlaşarak devam etmiştir. Özellikle, Senato’da ve Temsilciler Meclisinde yapılan dış politikaya ilişkin oturumlarda konuşma yapan yetkililer 907 sayılı kararın mevcudiyetinin ABD’nin hem tarafsızlığına gölge düşürdüğünü, hem de kendisi için çıkar bölgesi olan Hazar havzasında hareket alanını sınırlandırdığını dile getirmişlerdir.141 George W. Bush’un Başkan seçilmesiyle birlikte Azerbaycan’ın konuya ilişkin umutları daha da artmıştır. Nitekim, Nisan 2001’de Karabağ sorununun çözümü konusunda

139 Elman Nesirov, Azerbaycan-ABŞ Münasibetleri (1991-1997), s. 46, 48 140 ACDPŞ – SOCAR 141 Araz Aslanlı, ABD’de Adaletsizliğe Verilen Ara: 907 Sayılı Ek Maddenin Uygulanmasının Durdurulması, s. 59; ayrıca bu yazıların orijinali için bkz: Washington Post, ARMENİA LOBBY, 1 Ağustos 1996, Tilt to Armenia, 2 Mayıs 1996

42 ABD’de gerçekleştirilen Key West görüşmeleri142 sırasında ve hemen sonrasında Azerbaycan ve ABD Devlet Başkanları arasındaki görüşmelerde Azerbaycan Devlet Başkanı Aliyev ile senatörler ve diğer ABD yetkilileri arasında gerçekleştirilen toplantılarda konuya ilişkin değerlendirmeler yapılmış, anılan maddenin kaldırılması için girişimlerin süreceği ifade edilmiştir. 11 Eylül sonrası gelişmeler ABD yönetimine, uzun zamandan beri ifade ettiği 907 sayılı karar konusunda bir takım adımlar atma olanağı sağlamıştır. Dünya çapında herkesin dikkati “terör karşıtı mücadele”ye yönelmiş ve Azerbaycan’ın bu harekatı tam olarak desteklemesiyle ABD genel olarak terör karşıtı operasyonlar kapsamında Azerbaycan’la işbirliği yapacağını ifade etmiştir. Bu bağlamda Azerbaycan’a resmi kanallarla yardım yapılabilmesi için 907 sayılı ek maddenin uygulanmasının durdurulması yönünde girişim başlatılmıştır. Bush yönetimi Kongreye mektupla müracaat ederek 907 sayılı ek maddenin uygulanmasının durdurulması konusunda Başkana yetki verilmesini istemiştir. 24 Ekim 2001’de Senato, 14 Kasım 2001’de Kongrenin iki kanadı arasındaki uzlaşma komisyonu, 19 Aralık 2001’de ise Temsilciler Meclisi “2002 yılı sonuna kadar 907 sayılı ek maddenin uygulanmasının durdurulması konusunda” ABD Başkanı’na yetki verilmesine ilişkin kararı onaylamıştır. Bu arada Azerbaycan ve ABD Devlet Başkanları arasında 30 Ekim 2001 tarihinde gerçekleşen telefon konuşmasında alınan karara ilişkin memnuniyet ve iki ülkenin askeri alanda işbirliği yapabilecekleri dile getirilmiştir. Azerbaycan bu kararı sevinç, Ermenistan ise tepkiyle karşılamıştır. Bu arada, ABD yetkililerinin bölgeyle ilgilenmeleri de devam etmiştir. 15 Aralık 2001’de ABD Savunma Bakanı Donald Rumsfeld Azerbaycan’ı ziyaret ederek burada Devlet Başkanı Aliyev, Savunma ve Dışişleri Bakanları ile görüşmeler yapmıştır. Görüşmeler sırasında 907 sayılı kararın kaldırılmasından duydukları memnuniyeti dile getiren Rumsfeld, yeni durumun ABD’nin Azerbaycan’a askeri yardım yapmasına olanak sağladığını umduklarını ifade etmiştir. 15 Aralık 2001’de Rumsfeld Ermenistan’a giderek burada da üst düzey yetkililer ile görüşmeler gerçekleştirmiştir. Görüşmeler sırasında 907 sayılı ek maddenin uygulanışının durdurulması konusuna da değinen Rumsfeld, bu konuda kötümser olmamak gerektiğini ifade etmiştir. Ona göre, alınan karar Ermenistan ile ABD arasında bazı askeri alanlarda işbirliğini ve ABD’nin Ermenistan’a askeri yardımını daha kolay hale getirmiştir.143 907 sayılı ek maddenin uygulanmasının durdurulması Azerbaycan’a bir takım yararlar sağlayacaktır. Ama bu karar geçici olarak veya gelecekte tamamen kaldırılsa da aslında Azerbaycan için büyük bir zafer sayılmamalıdır. Ne anlamda? Çünkü yıllardır değişmeyen bir durum vardır: ABD kendisini Rusya’ya daha yakın gören Ermenistan’a her zaman için, kendisini Batıya, NATO’ya ve bir anlamda da ABD’ye daha yakın gören Azerbaycan’a oranla kat kat daha fazla yardım yapmaktadır. Son dönemlere kadar ABD’nin Ermenistan’a yaptığı insani yardımlar 1.2 milyar Dolar144, Azerbaycan’a yaptığı yardımlar ise 165 milyon Dolar145 tutarındadır. Ayrıca yaklaşık 1 milyon mülteciye sahip olan Azerbaycan’ın %20’si hala Ermenistan’ın işgali altında kalmaya devam etmektedir. Kısacası, en başından beri değişmeyen bir çizgi mevcuttur. ABD Azerbaycan’a yönelik herhangi bir olumlu adımını hemen Ermenistan’a yönelik attığı olumlu bir adımla dengelemek zorunda kalıyor gözükmektedir.

142 konu ile ayrıntılı bilgi için bkz; Füzuli İsmayılov, Karabağ Konflikti ABŞ’ın Global Siyaseti Kontekstinde, s. 97-121 143 Araz Aslanlı, ABD’de Adaletsizliğe Verilen Ara: 907 Sayılı Ek Maddenin Uygulanmasının Durdurulması, s. 61 144 kişi başına 350 Dolar 145 kişi başına 20 Dolar

43 Buraya kadar anlatılan bölümlerde, XX. yüzyılın başları ve sonlarında Ermeniler tarafından Azerbaycan Türklerine yapılan soykırımlar, toprak iddiaları, 1988 yılından itibaren tekrar başlayan Karabağ Sorunu, genel olarak ele aldığımızda Azerbaycan – Ermenistan çatışması, çatışmanın içeriği, politik gelişmeler ele alındı. Ama üzerinde durulması gereken diğer konular da vardır ki, bunlar da Azerbaycan – Ermenistan ilişkilerinde rol oynayan faktörler, Azerbaycan – Ermenistan çatışmasına bölgesel oyuncuların yaklaşımları, izlediği politikalar, bunun yanı sıra bölgesel oyunculuk yarışında aralarındaki rekabetler ve yaşanan gerginliklerdir. Bir sonraki bölümlerde Güney Kafkasya’nın jeopolitik öneminden, bölgesel oyuncuların Azerbaycan – Ermenistan çatışmasında izledikleri tutumlarından, rekabetlerinden ve aralarında yaşanan gerginliklerden bahsedilecektir.

44

DÖRDÜNCÜ BÖLÜM

KAFKASYA JEOPOLİTİĞİNDE RUSYA, İRAN ve TÜRKİYE REKABETİ

Çağımızda jeopolitik görüş olmadan asrımızın ve bugünkü bir takım büyük sorunların ve olayların analizi yetersiz kalır. Ayrıca uluslararası ilişkiler, politika ve planlama öncelikleri ile ilgili kararlarda düşüncenin bir disiplinden geçmesini ve bütünlük içerisinde ele alınmasını sağlamak için jeopolitik değerlendirme gereklidir. Jeopolitiğin oluşturduğu bilimsel zemin ve düşünce ortamı bir çok politikaya, politik davranış tarzlarına yön vermiştir ve vermektedir. Günümüzün bir takım olaylarının jeopolitik açıdan ele alınması zorunluluğu vardır. Öncelikle, jeopolitik nedir? Jeopolitiğin doğuşunu coğrafyacılar hazırlamış, politikacıların, siyaset bilimcilerinin katkıları ile geliştirilmiştir. Jeopolitik, bütün coğrafi faktörlerin politikaya verdiği yönü araştıran politik bir bilim dalıdır. Politikanın iki temel ayağı olan güç ve hedef anlayışları coğrafi bakımdan incelenir. Jeopolitik bugünkü ve gelecekteki politik güç ve politik hedef ilişkilerini coğrafi gücü esas alarak inceler, hedefleri ve hedeflere ulaşma şartlarını ve aşamalarını belirler. Jeopolitik, geleceğe ait hükümler çıkarmak durumundadır. Bu yüzden de coğrafyadan başka diğer bilim dalları ile de ilgilenmektedir. Jeopolitiğe siyasi coğrafyadan geçilmiştir, sözlük anlamı ise “coğrafi politika” demektir. Jeopolitiği, unsurları ve hudutlarını göz önünde bulundurarak şu şekilde tanımlayabiliriz: Bir milletin, milletler topluluğunun146 veya bir bölgenin mevcut coğrafi platform üzerinde değişmeyen147 ve değişen unsurlarını148 esas alarak güç değerlendirmesi yapan, etkisi altında kaldığı dünya güç merkezlerini, bölgedeki güçleri inceleyen, değerlendiren hedefleri ve hedeflere ulaşma şartlarını ve aşamalarını araştıran ve belirleyen bir bilimdir. Bu unsurlarıyla birlikte sosyo-kültürel, ekonomik, askeri unsurlar ülkelerin ve devletlerin gücünü teşkil etmekte, politikaya yön vermekte, uluslararası ilişkileri belirlemekte, geleceğe yönelik değerlendirmeler yapabilmekte ve politikalar oluşturmaktadırlar.149 Dünyanın siyasi haritasını ve siyasi tarihini incelediğimiz zaman çeşitli devletlerin dünyanın jeopolitik haritasında kilit öneme sahip olduklarını görebiliriz. Bazı devletler sınırları ötesinde güç uygulama ve etkide bulunma yeteneklerine göre, saldırıya açık durumlarına vs. bu gibi içinde bulundukları konumlarına göre değişik şekillerde nitelendirilebilirler. Amerika’nın ünlü strateji uzmanı Zbigniew Brzezinski, bu tip devletleri jeostratejik oyuncular ve jeopolitik mihverler olarak tanımlamıştır.150 Zbigniew Brzezinski’ye göre; etkin stratejik oyuncular, mevcut jeopolitik durumu değiştirmek amacıyla sınırlarının ötesinde güç uygulama ya da etkide bulunma yeteneğine ve ulusal iradesine sahip olan devletlerdir. Bunlar jeopolitik olarak değişken olma potansiyeli veya karakterine sahiptirler. Ulusal azamet, ideolojik tatmin, dinsel kurtarıcılık ya da ekonomik büyüme arayışı sebebiyle bazı devletler bölgesel egemenlik ya da küresel itibar peşinde koşmaktadırlar.

146 federasyon veya ittifak olarak 147 coğrafi yer, coğrafi karakter ve arazi olarak 148 sosyo-kültürel yapı, ekonomi, politik ve askeri değerler gibi 149 Jeopolitik hakkında ayrıntılı bilgi için bkz; Yılmaz Tezkan, Siyaset, Strateji ve Milli Güvenlik, s. 73, 74; Suat İlhan, Jeopolitik Duyarlılık, s. 15. 150 Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, s. 40

45 Jeopolitik mihverler ise önemleri güç ve motivasyonlarından değil, daha çok hassas konumlarından ve potansiyel olarak saldırıya açık durumlarının jeostratejik oyuncuların tavırları için doğuracağı sonuçlardan kaynaklanan devletlerdir. Çok sıklıkla jeopolitik mihverler, coğrafyaları tarafından belirlenir, -ki bu coğrafya onlara bazen önemli bölgelere girişte ya da önemli bir oyuncuya kaynak sağlamayı reddetmekte özel bir rol verir. Bazı durumlarda jeopolitik bir mihver, yaşamsal bir devlet, hatta bir bölge için koruyucu bir kalkan gibi davranabilir. Bazen bir jeopolitik oyuncu için çok önemli siyasal ve kültürel sonuçları olduğu söylenebilir. Belirtilmesi gereken şey şu ki, tüm stratejik oyuncular önemli ve güçlü ülkeler olma eğiliminde olsalar da bütün önemli ve güçlü ülkeler otomatik olarak jeostratejik oyuncular değillerdir. Mevcut küresel koşullarda, Avrasya’nın yeni jeopolitik haritasında kilit öneme sahip bazı jeostratejik oyuncular ve jeopolitik mihverler belirlenebilir. Fransa, Almanya, Rusya, Çin ve Hindistan151 büyük ve etkin oyunculardır. Öte yandan İngiltere, Japonya ve Endonezya açıkçası çok önemli ülkeler olmakla birlikte bu şekilde nitelendirilemezler. Ukrayna, Azerbaycan, Güney Kore, Türkiye ve İran kritik olarak önemli jeopolitik mihver rolünü oynarlarken, Türkiye ve İran’ın her ikisi de bir ölçüde, sınırlı kapasiteleri dahilinde aynı zamanda jeostratejik olarak da etkindirler. Konumuz açısından önemli olduğu için sadece Rusya, İran, Türkiye, Azerbaycan ve de bölgesel oyuncu ve jeopolitik mihver niteliğine sahip olmamasına rağmen Ermenistan hakkında daha fazla şey söylenecektir. Rus İmparatorluğu’nun çöküşü Avrasya’nın tam kalbinde bir boşluk ve muazzam bir jeopolitik karışıklık yarattı. Rusya’nın zayıflamış durumuna ve olasılıkla uzayan hastalığına karşın büyük bir jeostratejik oyuncu olmaya devam ettiğini söylemek gerekmektedir. Varlığı, eski Sovyetler Birliğinin uçsuz bucaksız alanı içindeki yeni bağımsız devletleri yoğun biçimde etkilemektedir. Giderek artan biçimde açıkça vurguladığı hırslı jeopolitik hedefler peşindedir. Bir kez gücünü kazandığı zaman doğu ve batı komşularını da önemli ölçüde etkileyecektir. Birçok şey onun iç siyasetinin nasıl gelişeceğine ve özellikle de Rusya’nın bir Avrupa demokrasisi mi, yoksa yeniden bir Avrasyalı İmparatorluk mu olacağına bağlıdır. Ancak her durumda, “parçalarını” ve bazı kilit bölgeleri kaybettiyse de açıkça bir oyuncu olmaya devam etmektedir. Bugün Kafkasya’daki ve aynı zamanda Orta Asya’daki rekabet üç komşu gücü doğrudan işin içine katmaktadır: Rusya, İran ve Türkiye. Üç esas ve en doğrudan ilgili rakip yalnızca gelecekteki jeopolitik ve ekonomik çıkarlar beklentisi tarafından değil, fakat aynı zamanda güçlü tarihsel dürtüler tarafından da yönlendirilmektedir. Her biri de bir dönemin bölgenin ya siyasal, ya da kültürel olarak belirleyici gücü olmuşlardı. Her biri diğerlerine kuşkuyla bakmaktadır. Her ne kadar aralarında teke tek savaş olası değilse de dış rekabetlerinin zirveye ulaşan etkisi bölgesel kaosa katkıda bulunabilir. Ruslarda Türklere düşmanlık, saplantının sınırındadır. Rus medyası Türkleri bölgede kontrol peşinde koşan, Rusya’ya karşı yerel direnişi kışkırtan (Çeçenistan vakasında biraz haklı olarak) ve Rusya’nın genel güvenliğini, Türkiye’nin gerçek kapasitelerinin tamamen dışındaki ölçülerde tehdit eden bir ülke olarak göstermektedirler. Türkler benzer biçimde karşılık veriyorlar ve kendilerini uzun süre Rus baskısında kalan kardeşlerinin kurtarıcısı olarak görüyorlar. Türklerle İranlılar da bölgede tarihsel rakip olmuşlardır ve bu rekabet son yıllarda İran’ın Müslüman toplum kavramı karşısında Türkiye’nin modern ve laik seçenek imgesini yansıtmasıyla yeniden canlanmıştır. Her ne kadar her üçünün de en azından bir nüfuz alanı aradığı söylenebilirse de Rusya’nın durumunda, Moskova’nın hırsları, yayılmacı kontrolün göreli taze anıları, bölgede birkaç milyon Rus’un varlığı ve Kremlin’in Rusya’yı yeniden bir küresel güç yapma arzusu

151 Bunların son ikisi kısmen oyuncu olarak da nitelendirilebilirler.

46 nedeniyle daha geniş çaplıdır. Moskova’nın dış politika açıklamaları göstermiştir ki, o, eski Sovyetler Birliği’nin tüm alanını, dış siyasal- ve hatta ekonomik- nüfuzun dışlandığı, Kremlin’in özel bir jeostratejik çıkar bölgesi olarak görmektedir. Türkiye ve İran, Rus gücünün çekilmesinden faydalanarak Kafkasya – Orta Asya bölgesinde bir ölçüde etki kurma çabası içindedirler. Bu nedenden dolayı jeostratejik oyuncular olarak görülebilirler. Türkiye, kendisini daha çok Türk dilinin ayrı ayrı lehçelerinde konuşan bir topluluğun potansiyel lideri olarak görmektedir, buna yönelik da göreli modernliğinin çekiciliğinden, dilsel yakınlığından ve ekonomik araçlarından, bölgede süregelen ulus kurma süreçlerinde kendisinin en etkili güç olarak saptanmasından yararlanmaktadır. Türkiye ve İran yalnızca önemli jeostratejik oyuncular olmakla kalmayıp, iç durumları bölgenin kaderi için kritik önemde olan jeopolitik mihverlerdir. Her ikisi de güçlü bölgesel özlemleri olan ve tarihsel önemleri olduğu duygusuna sahip orta büyüklükte güçlerdir. Ne var ki, her ülke de ciddi iç sorunlarla karşı karşıyadır ve güç dağılımındaki büyük çaplı bölgesel değişiklikleri etkileme güçleri sınırlıdır. Onlar aynı zamanda rakiptirler ve bir birilerinin etkisini olumsuzlama eğilimindedirler. Türkiye, Karadeniz bölgesinde istikrarı sağlamakta, Akdeniz’e geçişi kontrol etmekte, hala kökten dinciliğe bir panzehir sunmakta ve güneydeki dayanak noktası olarak NATO’ya hizmet etmektedir. İstikrarsız bir Türkiye, olasılıkla Kafkasya’daki yeni bağımsızlıklarını kazanmış devletler üzerinde Rus kontrolünün yeniden sağlanmasına yol açar. Aynı zamanda Güney Balkanlarda daha fazla şiddetin ortaya çıkmasına neden olur. Türkiye’nin güçlü bölgesel özlemleri ve tarihsel önemleri olduğu duygusuna sahip orta büyüklükte güç olmasına rağmen gelecekteki jeopolitik yönelimleri ve hatta ulusal bütünlükleri belirsiz kalmaktadır. Bir imparatorluk sonrası devlet olan Türkiye, hala kendi kimliğini yeniden tanımlama süreci içinde bulunmakta ve üç yöne çekilmektedir: Modernistler, onun bir Avrupa devleti olmasını arzu etmekte ve bu nedenle Batıya bakmaktadırlar; İslamcılar, Orta Doğu yönüne bir Müslüman topluluğuna yönelip Güneye bakmaktadırlar; Tarihsel bilinçli milliyetçiler, Hazar Denizi havzası ve Orta Asya’nın Türki halkların üzerinde bölgesel olarak egemen bir Türkiye için yeni bir misyon görmekte ve Doğuya bakmaktadırlar. Bu görüşlerin her birisi de farklı bir stratejik152 eksen koymakta ve bunların aralarındaki çatışma, Kemalist devriminden bu yana ilk kez Türkiye’nin bölgesel rolüne bir ölçü belirsizlik katmaktadır. İran’ın gelecekteki yönelimi daha da sorunludur. Ateist Sovyetler Birliği’nin çöküşü bir yandan İran’ın yeni bağımsız kuzey komşularını dinsel olarak taraftar kazanımına açmış, fakat öte yandan da İran’ın Amerika Birleşik Devletleri’ne düşmanlığı Tahran’ı en azından taktiksel olarak bir Moskova yanlısı yönlenmeyi benimsemeye itmiştir. Bu tutum, İran’ın Azerbaycan’ın yeni bağımsızlığını, dolayısıyla bunun kendi ulusal bütünlüğünü etkilemesinden duyduğu endişeyle de pekişmiştir. Türkiye’nin de etkili bir rol kazandığı Azerbaycan’a olan İran’ın bu tavrı Ruslara daha yardımcı olmuştur.

152 Strateji, bir amaca ulaşmak için izlenmesi gereken ana yoldur. Klasik anlamıyla, bir savaşın kazanılması için savaş sırasındaki askeri harekatın dayandığı esaslar olarak anlaşılmaktadır. Bunu ilk defa bir “sanat” olarak ortaya koyan Napolyon Banopart, bir teori olarak ortaya koyan ise Carl von Clauswitz’dir. Clauswitz’e göre, strateji, devletin kararlaştırdığı amaca kuvvet yolu ile ulaşmaktır. Bu amaç, çoğu kez düşmanın yok edilmesi olduğuna göre, strateji, düşmanın maddi ve manevi tüm güçlerinin yok edilmesi olarak derinlemesine hazırlanan planlardan oluşmaktadır. Özellikle, nükleer silahların ortaya çıkması ile strateji de global bir nitelik kazanmıştır. Bununla beraber strateji, günümüzün konvansiyonel savaşları açısından klasik anlamını korumaktadır. İkinci olarak, strateji terimi genel anlamda parti, işletme, devlet vb. bir kurum ya da kuruluşun belirli bir amaca ulaşmak için izlediği yol anlamında da kullanılır.

47 İran’ın duyduğu endişe, yani Azeri ulusal karışıklığı endişesi devletin etnik gerilimlere karşı yararlanabilirliğinden kaynaklanmaktadır. Ülkenin 65 milyon nüfusunun yalnızca yarıdan biraz fazlası Fars’tır. Kabaca ¼ -i Azeri Türkü ve geri kalan da Kürtleri, Belucileri, Türkmenleri, Arapları ve diğer etnikleri içerir. Azerilerle Kürtlerin dışında diğerlerinin şu anda, özellikle Farsların arasındaki yüksek derecedeki ulusal, hatta yayılmacı bilinç göz önüne alındığında İran’ın ulusal bütünlüğünü tehdit etme kapasiteleri yoktur. Fakat bu durumun, özellikle İran’ın siyasal yaşamında yeni bir siyasal bunalımın olması halinde çabuk değişmesi olasıdır. Eğer Azerbaycan, istikrarlı bir siyasal ve ekonomik gelişmede başarılı olursa İranlı Azeriler olasılıkla giderek daha fazla büyük bir Azerbaycan düşüncesine bağlanacaklardır. Böylece, Tahran’daki siyasal istikrarsızlık ve bölünmeler İran devletinin bütünlüğüne karşı bir meydan okumaya doğru gidebilir, böylece de faaliyet alanları daha da genişler ve dünya haritası yeniden çizilebilir. İran’la Türkiye arasında rekabetlerin yanı sıra gerginlikler de yaşanmaktadır. İran’ın Türkiye ile ilişkilerinde zaman zaman yaşanan gerginliklerde Türkiye tarafından dile getirilen en büyük sızlanma PKK’ya ilişkindir. Sovyetler Birliği’nin dağılması ile ortaya çıkan Orta Asya ve Kafkasya Cumhuriyetlerinin varlığı İran’ın Türkiye politikalarında PKK’yı önemli bir konuma yükseltmiştir. Özellikle, Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanması ile ülkesindeki Azerbaycan Türklerinin bundan etkileneceği ve Türkiye’den yardım alabileceği hesaplarını yapan İran, PKK’nın bazı sınırlar boyunca153 hareketlerini özellikle destekleyerek Türkiye-Azerbaycan bağlantısını kesmeyi hedeflemiştir. Tarihsel temelleri olmakla birlikte bölgesel bir güç olarak İran ve Türkiye, aynı coğrafyada farklı dünya anlayışının temsilcileridir. Aksak yönleri olsa da Türkiye, batılı anlamda çok partili demokrasi ile yönetilen laik bir ülke olduğunu ifade etmektedir. Bu nitelikler İran ile taban tabana zıttır. İran yönetiminin iktidara geliş tarzı ve temel ideolojisindeki yaklaşım, Türkiye’ye yönelik politik yöntem konusunda onu sınırlandırmamakta, hukuk dışı uygulamalara imkan vermektedir. Türkiye’nin rejimi, ülkedeki baskı grupları ve devletin niteliği bu tip örtülü hareketlere izin vermemektedir. Türkiye, model olarak Kafkaslarda ve Orta Asya’da İran’ın rakibidir. Bu alternatif olma niteliği İran tarafından kendi rejimi içinde bir tehdit olarak algılanmaktadır. İran, ülkesindeki Azeri ve diğer Türk soylu nüfusun gelecekteki bağımsızlık isteklerinden korkmakta, böyle bir girişimde Türkiye’nin önemli rol oynayacağını ön gördüğünden Türkiye’ye yönelik örtülü hareketleri desteklemektedir. İran, bölgede kendisine ciddi bir rakip olarak gördüğü Türkiye’ye karşı PKK’yı desteklemiş ve bunu politikasının temel dayanağı haline getirmiştir. Şüphesiz İran gibi örtülü hareketler konusunda yetenekli ve deneyim sahibi bir ülke sadece PKK gibi bir araçla sınırlı kalamazdı. Nitekim, “İslam” adına yola çıktığını düşünen ve bu temelde Türkiye düşmanlığını yürüten örgütleri de desteklemektedir. Bunu yaparken de kendisini doğrudan sorumluluk altına sokacak gelişmeler yerine “haberim yok” tavrı ile ilişkilerini sürdürmüştür. Bir yandan da Yunanistan ve Ermenistan’ı yanına alarak Türkiye’yi bölgede çepeçevre kuşatma politikasını derinden ve yavaş yavaş hayata geçirmektedir. İran, sadece Türkiye’deki değil, bölgedeki ve hatta dünyadaki pek çok terörist faaliyetleri ve marjinal grupları da desteklemektedir. İran hükümeti 1980 sonlarından beri ülkesinde terörist kamplar kurmaya başlamış ve bu kamplarda Orta Doğu’dan Uzak Doğu’ya, Afrika, Avrupa ve ABD’ye kadar dünyanın her yerinden gelen teröristler eğitilip, yine buralardaki terörist faaliyetlere gönderilmiştir/gönderilmektedir. İran, bulunduğu bölgede ise

153 Van’ın kuzeyi, Ağrı ve Kars sınırı

48 daha çok İslamcı Terör Örgütlerine154 destek vermektedir. Tahran’ın destek verdiği başlıca radikal İslamcı Örgütler şunlardır: Hizbullah (İran, Lübnan, Türkiye), Hamas (Lübnan, Filistin), İslami Cihat Ordusu (Lübnan, Mısır), İslami Hareket Örgütü (Türkiye).

154 “İslami Terör Örgütleri” veya “İslamcı Teröristler” anlayışı üzerinde durmak gerekirse, ‘terörün dini ve milliyeti yoktur’ deniliyor. Günümüzde, “İslami” veya “İslamcı” anlayışları, şiddeti benimseyen bazı terörist örgütlerle özdeşleştirilmiş durumda. Demek istediğim, İslamın sahneden kovulması için, Müslümanları şiddet ve teröre bulaştırıp çağın gözünde mahkum etmek için oyun oynandı. Aslında bu şiddet oyunu, stratejinin bir ürünüdür. Dolayısıyla, insanlık bu yeni “şiddet ideolojisi”nden nefret edecekti. Hareketlendirici düşman olarak İslam belirlendi. Burada James D. Davidson’un sözlerine değinmeden geçemeyeceğim: “Biz, Batı için gelecek on yıllarda yeniden gündemi belirleyecek İslami tehditten kaynaklanacak bir sıkıntı söz konusu olmasını beklemekteyiz.Tarih İslam’la asırlardır yüz yüze bulunuyor. İslam bugün yeniden harekete geçmiştir. Bu din, Batı için ekonomik bakımdan katı Sovyet İmparatorluğu’nun asla olmadığı kadar yıkıcı olabilir...” (James D. Davidson, The Great Reckoning – Simon and Schuster Co./93). Önce, dünyanın beynine sanal bir “İslami tehdit” sinyali gönderildi. Bu sinyalin ardından şu şartlandırıcı sloganlar sürekli pompalandı: “İslami saldırı” (İslamic assualt), “İslam’ın meydan okuyuşu” (the challenge of İslam), “İslam, çekiciliği sürekli bir alternatiftir” (İslam is an increasingly attractive alternative), “Tarihsel açıdan İslam, Yahudi – Hıristiyan geleneğine en ciddi tehdidi oluşturmuş bulunan bir dünya dinidir” (İslam is the world religion that historicallyhas posed the gravest threat to the Judeo – Christian tradition), “İslam, dünyadaki petrol servetini kontrol edenlerin inancıdır” (İslam is the faith of those who control the world’s oil wealth). Bu oyunun sonuç vermesi için çeşitli denemeler yapıldı ve aynı zamanda Molla Ömerler, Bin Ladinler, Saddam Hüseynler ve benzerleri yetiştirilip dünya ölçeğinde sahneye sürüldü. Müslümanlara uygulanacak şiddeti haklı göstermek için Müslümanları şiddetçi göstermek kaçınılmazdı. Bu da İslam’ı bitirmek anlamına geliyor. Öyle bir plan yapılmalıydı ki, Müslümanlara uygulanacak uluslararası terör, süper güç terörleri makul ve meşru olarak algılanabilsin... Şiddeti dindarlık sananlar Batılı süperlerin elinde koz olacak çok yanlışlar yaptı. Müslümanları kendi elleriyle eritmenin en ucuz şekli olarak şiddete bulaştırmanın yolları keşfedildi. Küçük şiddetlere mukabil, büyük şiddetler uygulanmaktadır. Şiddet; hayata, insana ve Yaratıcı’ya bir kötülük, varoluşa bir ihanettir. Şiddetin kutsala fatura edileni, insanoğlunun kader çizgisinde en dikenli noktayı oluşturur. Kur’an, şiddetin başlangıç ve varış noktalarını gösterdiği gibi, şiddetin sergilediği yıkımların en tehlikeli olanlarına da dikkat çeker. Şiddetin başlangıcı ve mayası Kur’an’da ikrah diye anılır. Kısa ifadeyle, baskı ve zorlama demek olan ikrah, içten ve sevgiyle benimsenmeyen bir şeyi zor, hile ve baskıyla kabul ettirmek, yaptırmak demektir. İkrah, hayatın bir anlamda ta kendisi olan dinin içindekilere uygulanamayacağı gibi, dinin dışında olanlara da uygulanamaz. Kur’an, monoton ve monoblok bir dünyayı, tanrısal iradeye ters buluyor. Hiç kimse bir dine girmeye zorlanamayacağı gibi, girdiği dinin içinde de baskı ve zorlamaya maruz bırakılamaz. O halde, şiddet, eylem noktasına gelmeden insan hayatından kovulmalıdır. Din adına baskı ve nihayet terör istemeyenler, ikrah denen kötülüğü din hayatından çıkarıp atmak zorundadırlar. Geleneksel fıkıh, biraz da geçmiş zaman şartlarının zorlamasıyla, ikrahı, sonuç olarak da şiddeti öne çıkaran bir yapıda oluşmuştur. Geleneksel fıkıh, maalesef şiddet üreten bir fıkıhtır. Ortadoğu despotizmleri, bu despotizmlere fatura edilen şiddet ve terör oluşumları bu fıkhın ikrahçı zemininde boy atmaktadır. Hizbullah, Hamas ve benzeri dinci anlayışlar ve genelde siyasal İslam denen ikrah – şiddet eksenli yapılanmaların tümü bu geleneksel şiddetçi fıkıh anlayışından beslenmektedir. Batılı sömürgeci stratejistler, Müslümanları şiddet ve kana bulaştırıp sonra da insanlığın huzurunu kaçıran bozguncular olarak mahkum etme stratejisinde bu şiddet üretici fıkıhtan büyük ölçüde yararlanmaktadırlar. Batı, bu fıkhın vücut verdiği Kur’an dışı din anlayışını daima kutsallaştırıp beslemiş ve ustalıkla kullanmıştır. Taliban’dan Irak serüvenine kadar hep bu strateji işletildi. Stratejinin esası şudur: Şiddete bulaştır, sonra da şiddet ve terörle suçla! Ne yazık ki, bu oyunun aşılmasında en büyük engel, “cihat” naraları atarak İslam’ın geleceğini yiyen “şiddetçi ekipler”dir. Batının oyununa teslim olan şiddetçi ekipler, “cihat”larının Yaratıcı için değil, sömürgeci Batılılar için olduğunun farkında bile değiller. Benim üzerinde durmak istediğim nokta şu: terör ve şiddet konusu, İslam ile ilintisi bakımından irdelendiğinde neden uluslararası gündem sürekli “İslam ve terör ilişkisi” olarak dondurulur? Gerçekleri konuşmak gerekirse, İslami, Hıristiyani, Musevi, Brahmani vs. terör olmaz. Bu nitelemelerin doğru olması için bu dinlerden birinin veya hepsinin ilkeleri, buyrukları, yani teolojik yapıları bakımından teröre onay vermesi gerekir. Böyle bir din var mı? Olmadığına göre, şöyle bir açıklama yapabiliriz: bu nitelemeler, terörü dine nispet eden nitelemelerdir. Diğer bir ifadeyle, dine fatura edilen terör, dincilerin işlediği terör, dinini savunmak istediğini söyleyenlerin işlediği terör, din yaftalı terör, dinin araç yapıldığı terör… Dinin araç yapıldığı ve din adına işlenen tüm terörlerin adı “dinci terör” olmalıdır. Din bağlamlı terörlerin tümünde bu ortak ad kullanılmalıdır. Din bir biçimde kullanıldığı için bu terör, katıksız ve tartışmasız bir “dinci terör”dür, ama o din teröre izin vermiyorsa o dine nispet edilemeyecek bir terördür. Bu gerçek, düz bakıldığında herkes tarafından kabul edilmektedir, ama söz konusu İslam olunca, değişikliğe uğratılmakta ve işlenen terör suçluya değil, suçlunun dinine nispet edilmektedir. Kısacası, “Dinci ve İslamcı” terör olabilir, ama “İslami veya İslam’ın terörü” asla olmaz. Bu aynı şekilde, bütün dinler için de geçerlidir.

49 İran’ın Türkiye’de destek verdiği terörist örgütler arasında, Hizbullah, İslami Hareket Örgütü, PKK dışında ASALA da yer almaktadır. İran uzun süre ASALA’ya üs, para ve silah yardımında bulundu. 1984’e kadar ASALA’nın İran topraklarında iki kampı ve ayrıca Urmiye şehrinde büroları vardı. 1983’te Humeyni, verdiği bir demeçte adil bir amaç için mücadele eden herkesle ilgileri olduğunu söyleyerek gayrimüslim de olsa kendilerine yarayacak örgütlerin desteklenmesini bir bakıma meşru kılıyordu.155 İran’ın PKK’ya verdiği destek ise iki ülke ilişkilerinde en çok tartışılan konuların başında geliyor. İran, 1982’den beri ülkesinde PKK’lı teröristlerin yerleşmesine ve KDP’nin kamplarını kullanmasına izin vermekteydi. 1986’da ise PKK’nın, Irak-Kürdistan Demokratik Partisi ile anlaşmazlığa düşüp Irak-Türkiye sınırının kullanmasının zorlaşması karşısında İran devreye girip bir takım şartlarla PKK’ya sınırlarını açmıştı. Böylece, PKK içine düştüğü sıkıntılı durumdan ve moral çöküntüsünden İran’ın yardımı ile kurtuluyordu. İran ise bu yardımlara karşılık PKK’dan şunları istiyordu: 1. Türkiye Cumhuriyetinin durumu hakkında bilgi vermek; 2. Doğu Kürdistan kitlesi içinde faaliyet göstermeme. Doğu Kürdistan kitlesi ile ilgi görüldüğü takdirde iki taraf açısından ajan muamelesi yapılacağı; 3. İran-KDP’ye düşmanlık temelinde yaklaşmak; 4. Hudut boyunca 50 kilometrelik şeritte eylem yapmamak; 5. Türkiye’deki ABD tesislerine yönelmek.156

İran’ın gösterdiği bu kolaylıklar sayesinde PKK, Türkiye’de son derece etkili faaliyetlerde bulunabilmiştir. Zaman zaman başvurduğu Kürt kartı dışında İran’ı Ortadoğu’da Türkiye ile ilgili olarak asıl ilgilendiren ve endişelendiren konu Türkiye-İsrail yakınlaşmasıdır. Türkiye, Eylül 1993’te Filistin Kurtuluş Örgütü ile İsrail’in anlaşmasının ardından İsrail’le yoğun ilişkilere girmeye başladı. Batı yanlısı ve ABD müttefiki iki ülke de büyük askeri güce sahip ve terör tehdidi altındadır.157 Bu unsurlar onları birbirine yaklaştırmaktadır. İki ülke arasındaki ilişkiler ise askeri, ticari ve kültürel konularda yoğunlaşmaktadır. Bu gelişmeler de haliyle Tahran’ı endişelendirmekte ve Ankara ile arasında sorunlara yol açmaktadır. Zira İran kendini daha çok çevrelenmiş hissediyor ve bu da onu Suriye’ye yaklaştırmaktadır.158 Şam’ın da – Tahran kadar olmasa da – Washington’la arası pek iyi değil. Ama asıl olarak Türkiye ve özellikle İsrail’le arasında ciddi sorunlar var. Bu yüzden Türkiye-İsrail ittifakına karşı, bir tür İran-Suriye ittifakından söz edilebilir. Ancak bu ittifakın birincisi kadar etkin olduğu pek söylenemez. Gerçi İran ve Suriye159 birbirilerini destekliyorlar ve başta askeri olmak üzere çeşitli alanlarda birbirilerine yardım etmeye çalışıyorlar, ancak yeterli düzeyde değil. Üstelik birbirilerine bakışlarında bazı pürüzler söz konusu. Örneğin, Suriye İran’ı dini fanatik olmakla suçlarken, İran’da da Hafız Esat’ın Müslümanlığı tartışılabiliyordu. Buna karşın daha pragmatik gerekçelere dayanan ve görece daha iyi işleyen Türkiye-İsrail işbirliği Tahran’ı endişelendiriyor. Türkiye İsrail’le ortak tatbikatlar yapıyor, askeri, teknoloji ve eğitim uzmanlarının değişimi gibi somut işler gerçekleştiriyorlar. Ve iki ülke arasındaki ticaret her yıl artan bir biçimde160 devam ediyor.161 Zaten Tahran bu konudaki politikasını

155 Ali Tekin, “The Place of Terrorism in İran’s Foreign Policy”, ‘Eurasia File’, s. 12-25 156 Nihat Ali Özcan, İran’ın Türkiye Politikasında Ucuz, ama Etkili Bir Manivela: PKK, Avrasya Dosyası, s.335 157 Daniel Pipes, “Orta Doğuda İki Takım”, Avrasya Dosyası, s. 244 158 Shahram Chubin, “İran’s Strategic Predicament”, The Middle East Journal, p. 15 159 Ama son zamanlarda Türkiye ile Suriye, arasında yumuşama ve yakınlaşma politikası mevcuttur. 160 Her yıl yaklaşık %30’luk bir artış var.

50 Şam’ın Türkiye karşıtlığına bağlamış olmaktan da pek hoşnut değil. Özellikle, 1988’de Abdullah Öcalan için Suriye’ye yapılan baskıların sonuç vermesi Türkiye’yi daha da cesaretlendirmiş ve haliyle de İran’ın Suriye ile ittifakını zayıflatmıştır.162 Bunların yanında İran, her fırsatta İsrail’le olan ilişkilerinden dolayı Türkiye’yi eleştiriyor. İran’a göre, Türkiye İsrail’le yakınlaşarak kendisini Müslüman dünyasından uzaklaştırıyor. Özellikle, 1998 Ocak ayında Türkiye-İsrail-ABD’nin aktif olarak, Ürdün’ün de gözlemci olarak katıldıkları askeri tatbikat sırasında İran medyası Ankara’nın İslam karşıtı blokta yer almaktan vazgeçerek, Müslüman ülkeler grubuna, “gerçek” dostlarına katılması gerektiğini vurgulamıştı. 1997 Lüksemburg Zirvesinin sonrasına rastlayan bu dönemde İran medyası, Türkiye’nin Avrupa Birliği aday listesinde bile yer almadığını ve artık Batının güvenilir bir ortak olmadığını anlaması gerektiğini belirtmişti. Öte yandan Tahran yönetimi, Türkiye’yi İsrail’in bir tür “arka bahçesi” olmakla suçluyor ve İsrailli uzmanların İran sınırını gözlediğini ileri sürüyor. İran’a göre bu durum aslında hem Türkiye’nin, hem de bölgedeki tüm ülkelerin güvenliğini tehdit ediyor.163 İran ve Türkiye, mevcut durumlarını muhafaza ettiği sürece aralarındaki ilişkilerin düzelmesi mümkün olmayacaktır. Öte yandan, önemli jeopolitik mihver rolünü oynayan devletlerden biri olan Azerbaycan, bölgesel oyuncular olan Rusya, İran ve Türkiye için büyük bir önem arz etmektedir. Öncelikle, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra iki bağımsız devlet – Azerbaycan ve Ermenistan Dağlık Karabağ’ın statüsü üzerinde açık savaşa tutuştular. Ermenistan’ın Hıristiyan ve Azerbaycan’ın Müslüman oluşu göz önüne alınırsa savaş dinsel bir çatışma etkisi de taşımaktadır. Ekonomik olarak yıkıma yol açan savaş her iki ülkenin de kendisini istikrarlı biçimde bağımsız bir devlet olarak kurmasını çok daha zorlaştırdı. Ermenistan kendisine önemli bir askeri yardım sağlayan Rusya’ya danışmaya yönelirken, Azerbaycan’ın yeni bağımsızlığı ve iç istikrarı Dağlık Karabağ’ın kaybı ile tehlikeye atıldı. Azerbaycan’ın zayıf noktalarının, ülkenin konumunun onu bir jeopolitik mihver yapması nedeniyle daha geniş bölgesel etkileri vardır. O, Hazar Denizi havzasının ve Orta Asya’nın zenginliklerini içeren “şişe”nin girişini kontrol eden yaşamsal önemdeki “tıpa” olarak tanımlanabilir. Bağımsız, kendine özgü Türkçe’yle konuşan ve üzerinden, etnik olarak bağlı ve siyasal olarak destekçi bir Türkiye’ye uzanan boru hatlarının geçtiği bir Azerbaycan, Rusya’yı bölgeye girişte tekel uygulamakta engelleyecek ve böylece Rusya’yı yeni Orta Asya devletlerinin politikaları üzerinde belirleyici siyasal etki yapmaktan mahrum bırakacaktır. Azerbaycan kuzeydeki güçlü Rusya’ya, güneydeki İran’dan gelecek baskılara karşı çok hassastır. Kuzeybatı İran’da Azerbaycan’da yaşayanların üç katı Azerbaycan Türkü – tahminlere göre 25-28 milyon – yaşamaktadır. Bu gerçek İran’ı kendi Azerileri arasındaki potansiyel ayrılıkçılık konusunda korkutmaktadır ve dolayısıyla iki ulusun ortak Müslüman inancına karşın Azerbaycan’ın egemen statüsü konusunda oldukça kararsız kılmaktadır. Sonuçta Azerbaycan Batıyla ilişkilerini sınırlamak konusunda sürekli olarak Rusya ve İran’ın birlikte yaptıkları baskılara maruz kalmıştır. Rusya için Azerbaycan öncelikli bir hedeftir. Onun itaat etmesi Orta Asya’nın batıya, özellikle Türkiye’ye kapanmasına yardım edecektir; bu da Rusya’nın Orta Asya üzerindeki etkisini artıracaktır. Bu açıdan Hazar Denizi dibindeki kuyu açma haklarının nasıl bölüneceği gibi tartışmalı konularda İran’la taktiksel işbirliği, Bakü’yü Moskova’nın isteklerine uymaya zorlama gibi önemli bir amaca hizmet etmektedir. Boyun eğmiş bir Azerbaycan aynı zamanda hem Gürcistan, hem de Ermenistan’da belirleyici bir Rus konumunun sağlamlaştırmasını da

161 Daniel Pipes, “Orta Doğuda İki Takım”, s. 244, 245 162 Shahram Chubin, “İran’s Strategic Predicament”, p. 15 163 Bulent Aras, “Turkish-İsraeli-İranian Relations İn The Nineties: İmpact On The Middle East”, Middle East Policy, p. 153,154

51 sağlayabilir. Diğer bir değişle ifade edersek, bağımsız bir Azerbaycan, enerji bakımından zengin Hazar Denizi havzasına ve Orta Asya’ya batının girişi için bir koridor olarak hizmet edebilir. Tersine, bağımlı bir Azerbaycan, Orta Asya’nın dış dünyaya kapanması ve böylece de siyasal bakımdan Rusya’nın yeniden bütünleşme için baskılarına karşı açık olması demektir. Rusya için Azerbaycan’ın önemi, bu ülkenin jeopolitik konumu ve zengin doğal servetlerinden kaynaklanmaktadır. Azerbaycan’ı Rusya için cazip kılan jeopolitik nedenler aşağıdaki biçimde sıralanabilir:164 1. Azerbaycan’ı etki alanında tutmak, Rusya’ya kendi etkisini Yakın Doğu’ya ve Orta Asya’ya yayma; dahası Azerbaycan’ı stratejik hava kuvvetleri için ileri üs olarak kullanma olanağı vermektedir; 2. Azerbaycan’ın zengin doğal kaynakları ekonomik açıdan Rusya’nın ilgisini çekmekte ve onu uzak dış pazarlardan stratejik kaynak alma zorunluluğundan kurtarmaktır; 3. Rusya Azerbaycan’ı etki alanında tutmakla Türk dünyasını parçalamış, Türkiye’nin (dolayısıyla ABD’nin) etkisini Orta Asya, Kuzey Kafkasya ve Volga nehri havzasına yayılmasını engellemiş olur; 4. Rusya, Azerbaycan üzerinde etkinliğini sağlamakla, İran’ın bu eski Sovyet Cumhuriyeti Müslüman ülkeye etkisini engellemiş olur; 5. Rus politik düşüncesine göre, ortak ekonomik ve politik mekanın oluşturularak Azerbaycan’ın burada yer almasının sağlanması “Rusça konuşan nüfusun güvenliği” için gereklidir; 6. Azerbaycan’ın etkinlik alanında kalması Rusya’ya İran’la doğrudan ilişki kurma fırsatı vermektedir. Bazı yerlerde Rus ordusunun kullanımı ve Rus diplomasisinin “böl ve yönet” usulünü ustalıkla kullanması da Kremlin’in çıkarlarına yardım ettiyse de bu görevi yerine getirmek için seçilen araç öncelikle BDT oldu. Rusya’nın Bağımsız Devletler Topluluğuna yönelik politikasının hedeflerini Başkan (Eylül 1995) şu şekilde açıklamıştır: “Rusya’nın BDT’na yönelik politikasının esas hedefi, dünya topluluğundaki hak ettikleri yerlerini talep etme yeteneğindeki, ekonomik ve toplumsal olarak bütünleşmiş bir devletler topluluğu yaratmak... Birlik sonrası alanın topraklarında yeni bir devletlerarası siyasal ve ekonomik sistemin oluşturulmasında Rusya’yı lider güç olarak sağlamlaştırmaktır”.165 Gayretin siyasal boyutuna yapılan vurguya, dünya sistemindeki “yerini” talep eden tek bir varlığa yapılan göndermeye ve Rusya’nın bu tek varlık içindeki belirleyici yerine dikkat edilmesi gerekir. Bu vurguya uygun olarak Moskova yeni devletlerden, giderek bütünleşen bir “birlik” vizyonuna azami derecede rıza gösterilmesini istemek için kaldıraç gücünü kullandı; ve BDT’nin dış sınırlarını kontrol ermekte merkezden yönetilen bir sistem, ortak bir dış politika çerçevesinde daha sıkı askeri bütünleşme ve Rusya’yı dışarıda bırakacak her türlü yeni boru hattını dışlayacak şekilde mevcut (Sovyet kökenli) boru hattı ağını daha da genişletme konularında baskı yaptı Rus stratejik analizleri, bölge artık imparatorluğun bütünleşmiş bir parçası olmasa da Moskova’nın onu kendi özel jeopolitik alanı olarak gördüğünü açıkça belirtmiştir. Rusya’nın jeopolitik niyetlerine dair bir ipucu; Moskova yeni devletlerin topraklarında askeri varlıklarını sürdürmek istemektedir. Ermenistan’ın Azerbaycan’la savaşındaki destek gereksinimini kötüye kullanarak Ermenistan toprağındaki askeri varlığını yasallaştırmış, aynı zamanda Azerbaycan’a Rus üslerini kabulü için siyasal baskı ve ambargo da uygulamıştır. Hem Türkiye ve hem de Amerika (?) tarafından desteklenen Azerbaycan, askeri üs

164 Nazim Cafersoy, Eyalet-Merkez Düzeyinden Eşit Statüye: Azerbaycan-Rusya İlişkileri (1991-2000), s. 7, 8 165 Zbigniew Brzezinski, Büyük Satranç Tahtası, s.98

52 konusundaki Rus taleplerini reddetmiş, aynı zamanda Rus gücüne karşı ağırlık ve bir köprü olarak gördükleri Amerika ve Türkiye’nin artan rollerini olumlu karşılamıştır. Jeopolitik olarak mihver niteliği taşıyan Azerbaycan, ABD’ın desteğine (bu her ne kadar doğruysa ?) ihtiyaç duymaktadır. Ermenistan’ın Rusya’yla askeri stratejik işbirliğine gitmesi Azerbaycan’ı Batıya ve ABD’ye itmiştir. Rusya’nın belirttiğine göre, onun Ermenistan’da askeri temsilciliği ve bu ülkeye gönderdiği silahlar, bölgede askeri balansın oluşturulması Azerbaycan’ın aleyhine olarak değerlendirilmemelidir. Rusya Azerbaycan’ı inandırmaya ve sakinleştirmeye çalışarak, bunu NATO’ya karşı bir adım olarak kaleme vermektedir. Ermenistan’ın Rusya’yla askeri-stratejik anlaşmasına karşılık olarak da Azerbaycan’ın ABD ve Türkiye ile askeri ittifak oluşturma iddiaları ortaya atılmıştır. Bilindiği üzere, Azerbaycan’a Türkiye’nin, ABD’nin veya NATO’nun askeri üs kuracağı şeklinde iddialar uzun süreden beri sürekli olarak ortaya atılmış, ancak uzun süre bu haberler yetkililer tarafından yalanlanmıştır. Bu doğrultuda görüşler resmi ağızdan sadece bir kere, 1999’da Azerbaycan eski Devlet Başkanı Haydar Aliyev’in dış politika danışmanı Vefa Guluzade tarafından dile getirilmişti. Haydar Aliyev, tedavi için GATA’ya geldiği sırada Vefa Guluzade, Rusya’yı suçlayan ve Azerbaycan’da NATO üssü kurulabileceğini ifade eden bir açıklama yapmıştı. Rusya’nın ve İran’ın sert tepkileri üzerine konuya ilişkin görüşleri sorulan Haydar Aliyev, V. Guluzade’nin açıklamalarını yalanlamıştı. Aslında bu tavır Haydar Aliyev’in dış politika çizgisinden kaynaklanmaktaydı. Bilindiği üzere, Azerbaycan Cumhuriyeti, bağımsızlığına yeniden kavuştuktan sonraki dönemde, önce kısa süreli dalgalı dış politika çizgisi izlemiştir. Ayaz Mutallibov yönetimi sırasında daha ziyade Rusya yanlı, Ebülfez Elçibey yönetimi sırasında daha çok Türkiye yanlı, Haydar Aliyev’in yönetime gelmesinden sonra ise yaklaşık bir yıl boyunca Rusya yanlı politika izlendikten sonra Haydar Aliyev’in çabaları ile denge politikası uygulanmaya başlanmıştır. Yaklaşık 9 yıl izlenen dengeli dış politika anlayışı çerçevesinde bir yandan komşuları ile, diğer yandan da büyük güçlerle açık bir gerilim yaşamamaya özen gösterilmiştir. Bu çerçevede, ülkeye Türkiye’nin, ABD’nin ya da genel olarak NATO’nun askeri üssünün konuşlandırılacağı konusunun resmi ağızdan bir kere ifade edilmesine fırsat veren Haydar Aliyev, hem konuya Rusya’nın ve İran’ın tepkisini ölçmüş, hem de konunun bir kere bile olsa resmi ağızdan dile getirilerek gelecek için kapı aralamıştı. Jeopolitik mihver niteliğine sahip olmasa da - sadece bazı önemli güçlerin çıkarlarına hizmet etmek için oluşturulmuş bir tampon devlettir - Azerbaycan’la savaş halinde olduğu, Rusya’nın çıkarları yolunda “uygulayıcı” olarak görev yaptığı için, bu veya diğer nedenler yüzünden Ermenistan’ın da ele alınmasında yarar vardır, diye düşünüyoruz. Ermenistan, zayıf, daha doğrusu çok önemsiz jeostratejik ve jeopolitik bir konuma sahip kapalı bir devlettir. Bunu göz önünde bulunduran Ermenistan kendi önemsiz veya zayıf jeopolitik konumunu, jeopolitik konumu daha iyi olan komşularına karşı ithamlarda bulunmak suretiyle kuvvetlendirmeye ve açığını kapatmaya çalışmaktadır. Bu açığı bir şekilde kapatmak ve Ermeni dış politikasının belirlemiş olduğu yoldan hareketle Ermenistan Rusya’ya, onunla askeri işbirliğine yönelmiştir. Aslında, Ermenistan’ın Rusya’ya yaklaşması Rusya açısından büyük bir önem arz etmektedir. Ermenistan-Rusya yakınlığı, tarihi itibariyle biraz daha eskilere dayanmaktadır; Ermenistan devleti kurulmadan önce Rusya, Büyük Petro ilkelerinden hareketle boğazlara sahiplenmek, sıcak denizlere inmek, İstanbul’u fethetmek, Kafkasya’nın tek sahibi olmak ve bu gibi benzeri düşünce ve isteklerini gerçekleştirmek için Ermeni faktörünü araç edinmiş ve Ermenileri diğer bir devletin topraklarında yönlendirebilmişti. Ermenilerin Kafkasya’da devlet kurma isteklerinin Rusya’nın çıkarlarına aykırı olmadığı, tam tersine Kafkas halklarına ve Türkiye’ye karşı araç olması itibariyle uygunluk teşkil ettiği anlaşılmaktadır.

53 Ermeni liderleri ile Rus yöneticiler arasındaki gizli anlaşmalar ve bunun sonucu olarak oluşturulmuş olan Ermenistan Devleti, bu tür saldırgan adımların Azerbaycan ve Gürcistan’ı rahatsız etmesi ve etkilemesi, Kafkasya halklarının birbirilerine düşman kesilmeleri, Kafkasya halklarının Rusya’dan uzaklaşma istekleri karşısında “Ermeni kartı”nın ortaya atılması gibi belirtilen bu öğeler Rusya’nın çıkarlarına uygunluk teşkil etmiştir. Yani, Ruslar Ermenileri diğer bir devletin topraklarında değil, kendi sınırları içerisinde kolayca yönlendireceklerdi. SSCB’nin dağılmasına rağmen “bağımsızlığını” kazanan Ermenistan166 tekrar Rusya’ya yaklaşmış, iç ve dış politika yönünde her bir adımını onun diktesi altında atmıştır. Zaten Rusya için de gerekli olan budur. Kafkasya’da eski etkisini kazanmak, nüfuz alanını tekrar genişletmek için Ermenistan’a, onunla askeri işbirliğine önem vermiş ve onu güçlü şekilde silahlandırmıştır. Ama gözden perde asmak için bu silahlanmanın NATO’ya karşı olduğunu belirtmektedir. Bir nevi Rus askeri kuvvetleri Azerbaycan’dan çıkarıldığı ve Gürcistan’a güveni olmadığı için Ermenistan Rusya’nın “çıkarları” ve “amaçları” yolunda tek uygulayıcısına dönüşmüştür. Ermenistan da kendisini Kafkasya’da Rusya’nın jeopolitik operasyon arenası olarak görmekte ve Rusya’nın “uygulayıcısı” hesap etmektedir. Ermeniler Rusya’ya ihtiyaç duymaktadırlar, çünkü düşüncelerine göre, Rusya olmadan bu ortamda rahat nefes alabilmeleri söz konusu olamaz. Bu, tıpkı ABD olmadan Orta Doğu’da nefes alamyacak olan ve suni olarak kurulmuş / yapılandırılmış bulunan İsrail’in durumuna benzetilebilir. Rusya’nın jeopolitik amacı, Batı devletlerini Kafkasya’dan, özellikle Azerbaycan’dan uzaklaştırmaktır. Onlar uzun süre Azerbaycan’da huzursuzluğun bulunmasına, bu süre içerisinde Rusya’nın eski nüfuzunu kazanmasına, gelecekte Azerbaycan’ın yeniden Rusya’nın müstemlekesi haline getirilmesine çalışmaktadırlar. Ermenistan ise Rusya’nın bu siyaseti devam ettiği sürece Azerbaycan topraklarını ele geçirme görüşündedir. Konuyu biraz daha açalım: “Büyük Ermenistan”ın kurulması düşüncesi milli Ermeni ideolojisinin temeli olarak daima ön planda tutulmuştur. Kafkasya’da yaşayan halkların gelenek ve göreneklerini, onların menşeini öğrenmek amacıyla Kafkasya’da yaşamış Rus tarihçisi V. L. Veliçko yazıyordu: “Ermeni halkı, kendi üst düzeyleri 167tarafından ahlaki ve terbiye bakımından yalnız bırakılmıştır. Onlar Ermenileri ilahi gerçekliklerden ve insani mantıklıktan uzaklaştırarak yapay bir şekilde bilinçli olarak beyinlerini bozmuşlardır”. Aynı zamanda Veliçko, Ermeni okullarında “Büyük Ermenistan hakkında ve Ermenilerin kendi komşularını medenileştirmek gibi dünyevi görevleri konusunda” ders kitaplarının geniş kapsamda yayıldığını da belirtiyordu.168 Hai-Taht ideolojisinin çok ünlü temsilcilerinden olan Ovanes Kaçaznuni’nin düşüncesine göre, bütün bunlar hayal değil, Ermeni halkının istek ve talepleridir. Ermeni halkı bunları çok ciddi olarak amaç edinmiştir.169 Büyük Ermenistan düşüncesi, Ermeni halkının toplumsal-politik hayatının ana çizgisini oluşturmuş, fanatikçe milli duyguya dönüşmüş ve bütün güçler bu amaç uğruna birleştirilmiştir. Ermenistan’ın kendilerine ait olmayan toprakların zor gücüne komşusu olduğu ülkeden koparılmasına hak kazandırmasını da bu şekilde yorumlamak mümkündür. Genel olarak ele alırsak, tarihten beri süregelen savaşların genel ve benzer bir yönü bulunmaktadır: Psikoloji. Bu etken, çalışmaya giren fertlerin motivasyon ve niyetlerinin öğrenilmesini ön plana çıkarmaktadır.170 Örneğin, Ermeni milli ordusu askeri konseyinin eski başkanlarından V. Vardanyan belirtiyor: “Tarihi süreç içerisinde Ermenilerin ve Azerbaycan Türklerinin kardeşleşe ve dayanışma içerisinde olabileceğini hiç tahmin etmiyor ve ihtimal

166 Zaten bu bağımsızlığın hiçbir anlamı ve yeri olmamıştır. İster bağımsız olsun veya olmasın, Moskova ile Erivan arasındaki ilişkilerin anlamı hiçbir zaman değişmemiştir. 167 İster devlet kademelerinde çalışan üst düzeyler, isterse de bilim adamları kastediliyor. 168 Vasili Veliçko, KAVKAZ. Russkoye Delo ...... , s. 107 169 Ovanes Kaçaznuni, Daşnaksutyun Bolşe Niçego Delat!, s.89 170 Sovremennıye Burjuaznıye Teorii Mejdunarodnıh Otnoşeniy: Kritiçeskiy Analiz, s. 348

54 vermiyorum. Bir Ermeni, elde silah doğmalıdır. Ermeni halkı o zaman sonsuza kadar yaşayabilir ki, millet orduya dönüşsün. Milletin dini ise harhangi bir hayal ve düşüncenin ürünü olan Allah değil, milletin kendisi olsun”.171 Herhangi bir saldırı durumu söz konusu olunca temel unsur olan “Frustrasyon”172 ihtimali ön plana çıkıyor. Frustrasyon, psikolojik bir durumdur ve herhangi önemli bir amaca ulaşılamadığı zaman baş gösteren üzüntü sonucu beliriyor. Frustrasyona olan tepki istek ve hayal dünyasına kapılmada, davranışta baskıya geçmede kendini gösteriyor. Ermeni halkının amacı ve ihtiyacının ne olduğu yukarıda belirtilenlerden anlaşılır. İstek ve hayaller dünyasına kapılma konusunda Manvel Sarkisyan, “Stepanakert’e karşı Erivan” isimli makalesinde belirtiyor: “Dağlık Karabağ, kendisini hem milli abstraksiyonun bir kısmı, hem de sert reallık olarak ilk kez gösteriyor. Öncelikle şehir, yani Erivan, tarihi rüyanın gerçeğe dönüştüğünü ve bütün hayatın bir mitolojiden müteşekkil olduğunu düşünmekteydi. Karabağ bu rüyanın belirtisi olarak boyut kazanıyordu. Halk, Karabağ’ı Hai-Tahd’ın mitolojik milli ahkamlarının bir tecessümü olarak kabul ediyor”.173 Svetlana Lurye, “Rusya Ermenilerinin toplumsal bilincinde” isimli makalesinde yazıyor: “Genellikle Ermenilerde realizm değil, idealizm kazanıyor. Realizm ile idealizm arasındaki mücadele Ermenilerde iç etnik çatışmaların geleneksel mekanizmasıdır. Bu, gerçeklikle mücadeledir. Ermeniler bu gerçeklikte ne yaşaya, ne de buna dayanabilir”.174 Ermeni yazar Grant Matevasyan’ın düşünceleri çok ilginçtir: “Biz hem kendimizi, hem de halkı aldatmalı ve yenilgiyi asla kabullenmemeliyiz”.175 XIX yüzyılın sonları ve XX yüzyılın başlarında yaşanmış olaylara göre, Ermenilerin Türklere olan genetik nefretini hatırlayalım. Bugün Ermenistan belirli unsurlara göre, Türkiye’ye karşı saldırının uygulanmasının doğru olmadığını (Türkiye karşısında zayıf durumda kalması sebebiyle) ve hatta bunun tehlikeli olduğunu anladığı için birikmiş olan kini ve nefreti yüzünden savunmasız kalan diğer Türk devleti Azerbaycan’a saldırmayı tercih etmiştir. Çatışmanın asıl sebepleri Ermeni milliyetçilerinin “tarihi adalete” çabalarından oluşmaktadır. Türkiye’ye karşı toprak, tazminat, soykırım iddiaları uzak ve imkansız olarak görüldüğü için Moskova’nın yardımıyla Azerbaycan’ın bazı topraklarını ele geçirmek tamamen gerçek görünüyordu. Sovyetler Birliği’nin dağılması arifesinde Ermenistan’da ve Karabağ’da 30 bini aşkın silahlı bir birlik oluşturulmuştu.176 Günümüzde Dağlık Karabağ’da mükemmel bir seviyede silahlanan ve savaşa hazır bir ordu mevcuttur. Kasım 1996 yılında sözde Dağlık Karabağ Cumhurbaşkanı, şimdiki Ermenistan Cumhuriyeti’nin Cumhurbaşkanı Robert Koçaryan, “Zavtra” gazetesine verdiği demeçte, “Ordu bizim bağımsızlığımızın ve DKC’nin Ermeni nüfusunun varlığının güvencesidir. Karabağ askerlerinin asıl dayanağı zırhlı tanklardır. Stratejik bakımdan DKC ordusunun en önemli darbe alanı Ağdam – Yevlah - Mingeçevir yönünde yoğunlaşmıştır ve yeterince T- 72 ve zırhlı araçlar bulunmaktadır. Çatışma başladığı takdirde eldeki bu güçle Azerbaycan’ın savunma hattını geçmek yeterlidir. Ermeni nüfusunun manevi ruhu, onun Azerbaycan tarafının taleplerine taviz vermek yerine ölümü bile göze alabilecekleri bizim için gurur verici bir durumdur. Karabağ Ermenilerinin yakın gelecekte Azerbaycanlılarla birlikte aynı şartlar içinde yaşamaya hiçbir şekilde razı olmayacakları konusunda bende umutlar doğmuştur”,177 diye belirtiyordu.

171 Yuri Pompeyev, Krovavıy Omut Karabaha, s. 176 172 Frustrasyon – Latince frustratio: aldatmak, başarısızlık. 173 Akt: Svetlana Lurye, Rossiya v Massovom Soznanii Armyan: http: //www. polit/ru. 174 Svetlana Lurye, a.g.m. 175 Svetlana Lurye, a.g.m. 176 Dj. Araslı, Armyano-Azerbaydjanskiy Konflikt: Voyennıy Aspekt, s. 18 177 Zavtra gazetesi, 24 Aralık 1996

55 Aslında bu umutlar kendiliğinden ortaya çıkmış sıradan bir umut değildi. Rusya Federasyonu Devlet Duması Savunma Komisyonu eski başkanı albay L. Rokli’nin sözlerine göre, 1994-1996 yılları içerisinde Rusya Federasyonu Ermenistan Cumhuriyeti’ne 1 milyar ABD Doları değerinde yasal olmayan silah yardımında bulunmuştur. Bu silahlar şu şekilde özetlenebilir: 84 adet T-72 tankı, 50 adet PDM-2, 36 adet D-30 ağır top, “Grad” tipli 18 reaktiv kurgu, 7910 kalaşnikof, PDM-2 ve “Şilkam” için 480 bin mermi, basit ve ağır toplar, tanklar için 500 bin mermi, 8 adet P-17 çevik füze kompleksi ve onlar için 500 kg hacminde 24 mermi, 300 km-lik uzak menzilli mermiler, 27 “Krug” zenit-füze kurgusu ve onlar için 349 füze, 40 adet “İgla” araç zenit-füze kompleksi ve onlar için 200 zenit-füze, “Osa” zenit kompleksine 40 füze, habile büyük miktarda diğer askeri sursat, teknik ve askeri vasıtalar verilmiştir.178 Rusya ve Ermenistan arasında askeri işbirliğinin temeli, Rusya ve Ermenistan Cumhurbaşkanları Boris Yeltsin ve Levon Ter-Petrosyan’ın 21 Ağustos 1992 yılında Ermenistan’da konuşlanan Rusya silahlı birliklerinin hukuki statusu konusunda Moskova anlaşmasını imzaladıkları zaman atılmıştır. 16 Mart 1995 yılında Moskova’da, iki ülke başkanı Ermenistan’da Rusya askeri üssünün 25 yıllık bir süreyle varlığı ve eğer taraflardan biri uygun görürse 5 yıl daha uzatılması konusunda anlaşma imzalamışlardır. Hazırda RF Savunma Bakanlığı’nın Ermenistan’da 2,5 bin askerden oluşan 102. askeri üssü mevcuttur. Ermeni bölmelerinin cephanesinde MİG-21 ve MİG-23 uçakları, S-75, S-125 ve “Krug” zenit-füze kompleksleri de bulunmaktadır. 1998 yılı sonlarında Erivan’ın Erebuni havaalanına Rusya’nın ilk 5 adet MİG-29 savaş uçakları getirilmiş, Şubat 1999 yılında 102. üste S-300 zenit-füze kompleksi yerleştirilmiştir.179 Günümüzde Rusya’nın Ermenistan’ın Gümrü şehrinde 12, Ahuryan’da 4, Aragaç’ta 2, Erivan’da 7, Kafan’da 1 ve Nubareşen kasabasında 2 askeri üs olmak üzere toplam 29 askeri karakolu bulunmaktadır. Rus askeri üslerinin yerleştiği bölgelere dikkat edilirse toplam 14 üssün Türkiye sınırına yakın bölgelerde konuşlandığı görülmektedir. Ermenistan bununla da yetinmeyip 22 Aralık 2002’de Gürcistan’da çıkan muhabere birliklerinin bir kısmını kendi sınırlarında konuşlandırmıştır. Bu birlikler, Rusya’nın Güney Kafkasya Askeri Birlikleri Komutanlığı’na verilmiştir. Konuyla ilgili görüşlerini açıklayan Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı Rus üslerinin Ermenistan’a konuşlandırılmasına itirazını bildirmiş, bu durumun Dağlık Karabağ sorununun çözümünü engelleyeceğini ifade etmiştir. Ayrıca, silahların Ermenistan’a nakledilmesi Rusya’nın ve Ermenistan’ın Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması’nın şartlarını ihlal ettiği anlamına gelmektedir. Rusya hükümeti, konuyla ilgili yaptığı açıklamada Ermenistan’a verilen silahların yasadışı yollarla değil, iki ülke arasında imzalanmış olan anlaşmalar çerçevesinde verildiği konusunda açıklama yapmasına rağmen, Ermenistan Dışişleri Bakanlığı’ndan yapılan açıklamada ise Rusya’nın Ermenistan’a silah vermediği bildirilmiştir. Ermenistan ve Rusya, aralarındaki askeri işbirliğinin stratejik önemde olduğunu ve bölgede her iki devletin siyasi ve askeri çıkarlarına hizmet ettiğini çeşitli vesilelerle dile getirmiştir. Ermenistan’da Rus askeri varlığının bulunması Rusya’ya sadece Ermenistan’da değil, aynı zamanda tüm Kafkasya’da gelişen siyasi olaylara müdahale etmek olanağı sağlamıştır. Ermenistan, ülkesinde konuşlanan Rus askeri üslerini denge unsuru olarak görürken, Rusya hem Kafkasya sınırlarının güvenliğinin korunması açısından, hem de bölgeyi kontrol etmek açısından askeri işbirliğinin önemini vurgulamaktadır Ermenistan’ın saldırgan taraf olması ve Azerbaycan’ın %20-nin işgal edilmesi, dünyanın politik çevrelerinde bilinmektedir. Amerika’nın Ermenistan’a ayırdığı milyonlarca Dolarlık yardımlara rağmen ekonomik kalkınma yok denilecek kadar aşağı seviyededir.

178 Zerkalo gazetesi, 12 Nisan 1997 179 Nezavisimaya Gazeta, 29 Ekim 1999

56 Anlaşıldığı gibi, alınan bu yardımlar sayesinde Ermenistan Rusya’dan silah almaya yönelik yatırımlarda bulunmuşlardır. Diğer bir taraftan, Ermenistan’ın İran’la da politik ve ekonomik ilişkileri bulunmaktadır. Ülke aslında İran’la ekonomik işbirliği hesabına yaşamaktadır. İran tarafından bakıldığında, Ermenistan Batı ve Kuzey İran’ı, yani Güney Azerbaycan’ı Türklerin etkisinden koruyan bir etkendir. Aynı zamanda Tahran’ın Moskova ile diyalogunu kolaylaştırmaktadır. Öte yandan, İran ve Rusya, ABD ve Avrupa’daki Ermeni lobisinin siyasi alandaki etkinliğinden faydalanmayı amaçlamaktadırlar. Ermenistan ise İran’la ilişkileri açısından bu devleti, Ermenistan’a ekonomik açıdan nefes verdirecek bir ülke, Rusya ve Çin’e destek verecek jeopolitik oyuncu ve Türkiye’nin Kafkaslardaki ekonomik ve kültürel yayılmacılığına siper olabilecek ülke olarak görmektedir. Öte yandan, Rusya’nın bölgede zayıflamasından rahatsızlık duyan Erivan, Çin’in Kafkaslara girmesini kolaylaştırıcı politika da izlemektedir. Pekin, Ermenistan’ı destekleyerek Azerbaycan’ın güvenliğini tehdit etmekte ve jeopolitik önemini azaltarak Batının Orta Asya’ya girmesini engellemek amacıyla Kafkaslarda etkili olma isteğindedir. Çin’in rahatsızlığının bir diğer nedeni de Türkiye’nin gelecekte Orta Asya’da etkinlik koyma olanaklarıyla bağlantılıdır. Diğer bir ifade ile Ankara’nın Doğu Türkistan’a yönelik açılımlarından korkan Pekin, “Pantürkizm”i Kafkaslarda, Dağlık Karabağ sırtlarında durdurmayı hedeflemektedir. Mevcut değerlendirmeler çerçevesinde, Çin’in Ermenistan’a ilgisinin ve Erivan’a yavaş yavaş silah-cephane yardımda bulunmasının nedenleri ortaya çıkmaktadır. Bir ipucu; Çin, Ermenistan ve Rusya Savunma Bakanlarının 11 Mayıs 1999’da yaptıkları zirve toplantısında 8 adet Typhoon taktik füze sistemi Ermenistan’a satıldı. Ermenistan ordusu, bu füzelerin kullanımı hakkında Çin ordusundan subaylar tarafından eğitildi. 4 tanesi Karabağ’a yerleştirilen füzelerin menzili Azerbaycan topraklarının tamamını kapsamaktadır. Bakü’deki Çin Büyükelçiliği önünde halk protesto gösterisi düzenlerken Azerbaycan Dışişleri Bakanlığı Çin’i resmi olarak protesto etmiştir.180 Bu söylenenler çerçevesinde, Ermenistan’ın dış politikası yalnız Rusya ve İran’ın, (aynı zamanda Çin’in) devlet çıkarlarının değil, ulusal ideolojileri olan “Hai Tahd - Haydat”181 ile de tam bir uyum göstermektedir. Diğer bir değişle, Ermenistan’ın Rusya ve İran’ın elinde araç veya silah olduğunu ifade etmek, propaganda karakteri taşımaktadır. Ortada uyuşan üç başkentin – Moskova, Tahran ve Erivan’ın birbirileriyle ahenk içinde olan çıkarları vardır. Öte yandan, Rusya-Türkiye-İran rekabetlerinin yanı sıra Amerika Birleşik Devletleri de kendisini doğrudan işin içine iterek Güney Kafkasya (aynı zamanda Orta Asya) rekabetine girişmiştir. Aslına bakılırsa, gerçekte Avrasya’ya her zaman Avrasya güçlerinden birisi hakim olmuştur. Ama ABD’nin, Kafkasya bir tarafa dursun, Avrasya’ya müdahalesi tarihte ilk kez olarak Avrasya dışından bir tarazlayıcılığı üstlenmiştir. 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin son zamanlarda resmen açıkladığı ulusal güvenlik stratejisinin gayri resmi olarak fiiliyata geçmesiyle birlikte, yeni küresel düzenin ağırlık merkezini oluşturan Avrasya’nın Orta Asya ile birlikte iki kilit noktasından birini teşkil eden Kafkasya’da önemli jeopolitik gelişmeler cereyan etmektedir. Bu gelişmeleri, “uluslararası terörizmle ortak mücadele” görüntüsü içerisinde gerçekleşmesine rağmen, gizli bir Rus- Amerikan rekabeti olarak tanımlamak mümkündür.

180 Bu konuda bkz; Nazmi Gül ve Gökçen Ekici, “Azerbaycan ve Türkiye ile Bitmeyen Kan Davası Ekseninde Ermenistan’ın Dış Politikası”, Avrasya Dosyası, s. 391; Haleddin İbrahimli, “Değişen Avrasya’da Kafkasya”, s. 50. 181 “Hai Tahd” (Haydat) – Ermenilerin Ulusal Davası

57 Afganistan operasyonuyla beraber yalnızca Afganistan değil, Tacikistan, Kırgızistan ve Özbekistan’la birlikte bütün Orta Asya’ya yerleşen ABD’nin tek süper güç iddiasıyla ve küresel üstünlüğünü pekiştirmek için yeni hedefi Kafkasya olmuştur. Kafkasya’yı ABD için bu denli önemli kılan iki ana sebep bulunmaktadır. Bunlardan birincisi Rusya Federasyonu, İran ve Hazar bölgesi enerji kaynaklarının kesişim noktasında bulunan stratejik bir bölgeyi kontrol altında tutmak, ikincisi de Orta Asya’daki hakimiyetini besleyecek güvenilir bir kanala sahip olmaktır. Washington’un bu hamlesi karşısında Amerikan askeri varlığının Orta Asya’da ilk kez “yakın çevre”sine yerleşmesine direnemeyen Moskova, bu kez de Kafkasya’da geri adım atmış ve böylece 11 Eylül sonrasında Kafkasya ABD ve Rusya arasında zımnen Kuzey ve Güney Kafkasya olmak üzere iki etki alanına bölünmüştür. Kuzey Kafkasya, Rus hakimiyet alanında bırakılırken – ki, Kuzey Kafkasya’yı oluşturan yedi cumhuriyet zaten Rusya Federasyonu içerisinde yer almaktadır - Güney Kafkasya’ya Amerikan askeri varlığı yerleşmeye başlamıştır. Gürcistan’ın kuzeydoğusunda, Çeçenistan sınırında yer alan Panki Vadisi’nde El – Kaide182 militanlarının bulunduğu iddiasına dayanarak183 200 Amerikan askeri eğitmeni Gürcistan’a gelmiş ve Gürcü ordusunu eğitmeye başlamıştır. 65 milyon Dolarlık bu “Eğitim ve Donanım Programı” Gürcistan’ın yıllık savunma harcamalarının üç katından daha fazla bir maliyetle gerçekleşmektedir.184 Gürcistan’ın kuzeydoğusunda yer alan Panki Vadisinde El-Kaide militanlarının bulunmasına sebebiyet teşkil eden ABD’nin Gürcistan’a üstünlüğünü yayması ve sırf bu yüzden ABD askeri eğitmenlerinin bölgeye gelişlerini bu şekilde değerlendirmek herhalde doğru olmayacaktır. Gürcistan’ı özellikle ABD için bu tür cazip kılan onun jeopolitik konumudur. Gürcistan’ın hem Rusya’nın baskın olmasına karşı aldığı tavır, hem de tüm yönleriyle Batıyla bütünleşme stratejisi bu bakımdan ABD için önem arz etmektedir. Nitekim ABD, bu ülkeyi “SSCB’nin yeniden oluşumuna karşı dayanak ve diğer Sovyet sonrası cumhuriyetler için Batı modeli” olarak değerlendirmiştir. Rusya’nın bölgedeki etkinliği, daha önce bölgeye egemen olmasının yanı sıra bugün bile bölgeye ulaşım yollarının büyük ölçüde Rusya’dan geçmesi ve Azerbaycan hariç iki Kafkasya ülkesinde - Gürcistan ve Ermenistan’da askeri üslerinin bulunması ve bu cumhuriyetlerin sınır kontrolünü anlaşma ile sağlamasından ileri gelmektedir. Rusya’nın bu üstünlüğünü dengelemek için bölge ulaşım ağlarıyla denizden ve karadan “küresel ekonomik etkinliğin büyük merkezlerine bağlandığı zaman jeopolitik çoğulculuk kalıcı bir gerçeklik olacaktır”. Sahip olduğu demir ve karayolları, diğer iki Kafkasya ülkesinin yoksun olduğu, limanlar ulaşım konusunda Gürcistan’ın jeopolitiğini güçlendirici rol oynamaktadır. Bu gün AB tarafından finanse edilen TRACECA Tarihi İpek Yolunun canlandırılması projesi ABD senatörleri tarafından önerilmiştir.185 Gürcistan’a yapılan, %28.5’lik bir payla ABD’nin birinci olduğu, yabancı yatırımların %79’u ulaşım ve iletişim alanında yapılmıştır. “Çoklu Boru Hatları” anlayışını da bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Eğer, Hazar Denizi havzasında bulunan, ABD şirketlerinin büyük payla temsil olunduğu konsorsiyumlarca işletilecek, doğalgaz ve petrol, güzergahların denetimini siyaset arenasında kullanmaktan çekinmeyen bir ülke olan Rusya’yı saf dışı bırakarak Batı pazarlarına taşınacaksa, Gürcistan bu konuda kilit rol oynayacaktır. Gürcistan’ın tamamen Rusya’nın kontrolü altına girmesi durumunda Azerbaycan’ın ekonomik bağımsızlığının ve Hazar havzası doğal zenginliklerinin Azerbaycan için pek anlamı kalmayacaktır.

182 El – Kaide - Hüsame bin Ladin’e bağlı olduğu iddia edilen örgüt. 183 Bugüne kadar bu iddiayı destekleyen bir kanıta rastlanmamıştır. 184 Mahmut Niyazi Sezgin, “Kafkasya’da Büyük Rekabet”, Radikal gazetesi, s. 10. 185 İpek Yolu Stratejisi Kanunu (S. 1344 ve H. R. 2867) Senatörler Sam Brownback, Gordon Smith ve House İnternational Relations komite başkanı Benjamin Gilman tarafından önerilmiştir.

58 Bütün bunlar, ABD’nin bölgede var olmasını gerekli kılmaktadır. Üç Güney Kafkasya Cumhuriyetinden Ermenistan, ABD’yle olan yakın ilişkilerine rağmen stratejik ortaklık anlamında tercihini Rusya’dan yana yapmıştır. Buna karşılık Gürcistan ve Azerbaycan tüm yönleriyle Batı ile entegrasyonu öngören bir dış politika stratejisi izlemektedir. Rusya’ya karşı duydukları güvensizliğin ve Rusya’nın yayılmacı tutumunun verdiği endişeyi gidermek için Batıdan güvenlik teminatı istemektedirler. Azerbaycan’ın, NATO birliklerinin Azerbaycan topraklarında bulunmasına yeşil ışık yakışını ve dönemin Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze’nin186 değişik zamanlarda “2005’te NATO’nun kapısını çalacağı”nı açıklamasını bu endişenin siyasi sahneye yansıması olarak değerlendirmek gerekmektedir. Ayrıca, bir diğer NATO ülkesi olan Türkiye ile de sınırdaş olması bu konuda avantaj sunmaktadır.187 Gürcistan’ın konumu ve Batıyla bütünleşme stratejisinin ABD’nin bölgedeki çıkarlarıyla uyum sergilemesinin sonucu olarak yoğun siyasi, iktisadi ve askeri ilişkiler süreci başlatılmıştır. Gürcistan’la başlayan Kafkasya’daki ABD üstünlüğü kısa zamanda Azerbaycan ve Ermenistan’a da yayılmıştır. Özellikle, Özgürlüğü Destekleme Kanununun Azerbaycan’a doğrudan Amerikan yardımlarını engelleyen 907 sayılı ek maddesinin geçici olarak yürürlükten kaldırılması, Azerbaycan-ABD ilişkilerinde önemli bir dönüm noktası sayılabilir. Bu gelişmeyle Azerbaycan’a sivil ve askeri Amerikan yardımlarında önemli bir artış kaydedilmiştir. Bunu takiben Mayıs ayında Azerbaycan’a mayın temizleme misyonu adı altında 35 kadar Amerikalı eğitmen subay gelmiştir. Yine aynı dönemde Amerikan finansmanıyla Erivan yakınlarında da bir mayın temizleme merkezi kurulmuştur. Ancak yoğun bir Rus askeri varlığının bulunduğu, Rusya’nın Kafkasya’daki geleneksel müttefiki konumundaki Ermenistan’a Amerikan askeri sokulmamıştı. Bununla birlikte Türkiye ve İran’la olan sınırlarını Rusya Federasyonunun koruduğu Ermenistan’ın dış politikasında ABD’ye dönük bir kayma yaşanmaya başlamıştır. Ancak yine de Ermeni yetkililer ABD ile gelişen ilişkilerini Rusya ile olan stratejik ortaklıklarını zedelemeyeceğini açıklamak durumunda kalmıştır. 18 Eylül 2002 tarihinde Bakü – Tiflis – Ceyhan boru hattının temelinin atılması, Kafkasya’da Amerikan politikasının en son başarısı olarak algılanabilir.188 Anlaşıldığı gibi, Güney Kafkasya hem yakın komşuları, hem de okyanusun diğer kutbundaki “Süper Güç” açısından büyük bir önem arz etmektedir. Güney Kafkasya’nın, özellikle de Azerbaycan’ın bölgesel oyuncular açısından önemi bundan sonraki bölümlerde daha geniş, daha ayrıntılı şekilde incelenecektir.

186 1995 yılından beri Gürcistan’ı yöneten Eduard Şevardnadze, 23 Kasım 2003 tarihinde muhalefete boyun eğip halk isyanının ardından istifa etmek zorunda kaldı. SSCB Dışişleri Bakanı olarak uluslararası arenada kendine özgü bir yer edinen E. Şevardnadze, yolsuzlukla mücadele sayesinde yükseldi. Ancak gidişi de ülkesindeki yolsuzluk ve yoksullukla baş edememekten oldu. 187 Ayrıntılı bilgi için bkz; Kamil Ağacan, Bağımsızlığının 10. Yılında Gürcistan: ABD’nin Kafkasya’daki Kalesi mi? Stratejik Analiz, s. 35 188 Mahmut Niyazi Sezgin, “Kafkasya’da Büyük Rekabet”, s. 10.

59

BEŞİNCİ BÖLÜM

RUSYA

A - Çarlık Rusyası Açısından Azerbaycan’ın Jeopolitik Önemi ve Ermeni Faktörü

Sovyet devleti kurulduğu zamanlardan itibaren milli cumhuriyetlerin, çeşitli halkların ve milletlerin tarihi geçmişinin objektif yazılması yönünde bir takım zorluklar ortaya çıkmıştır. Birçok tarihi gerçeğin açığa kavuşması, özellikle de halkların toplumsal – siyasi hayatında yaşanmış olayların araştırılarak kamuoyuna iletilmesi Sovyet devletinin gerçekleştirdiği milli siyasetin talepleriyle uyuşmuyordu. Azerbaycan halkının tarihi geçmişine ait araştırmalara belirli talepler açısından yaklaşılmış, bu tarih daha ziyade üst düzey yetkililerinin baskısı altında yazılmış, kısacası Azerbaycan halkı ve tarihi ile ilgili gerçekler tahrif edilmiştir. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını kazandığı, milli bağımsızlık yolunda emin adımlarla ilerlediği bir zamanda tarihi gerçeklerin tahrif edilmeden halka objektif şekilde sunulması büyük önem taşımaktadır. Azerbaycan halkı, başına getirilen felaketlerin asıl kökünü bilmeli, yüzyıllar boyu kendilerini dost olarak tanıtan devletlerin içyüzünü görmeli ve değerlendirmelidir. I. Petro’nun başında bulunduğu Rus İmparatorluğu, gerçekte işgalci bir devletti. Fetihlerden zevk duyan bu şahıs, İsveç’le savaşı bitirdiği zamandan itibaren Hazar havzasında yaşayan halkları esaret altına almak amacıyla stratejik planlar hazırlamaya girişti. Kendi emperyalist amacını gerçekleştirmek için o, planını “İran’a yürüyüş” olarak adlandırsa da asıl niyetini gizli tuttu. I. Petro, tahta çıktığı günden itibaren Kafkasya’yı, esas olarak da Azerbaycan’ı işgal etmek arzusundaydı. Onun Kafkasya ile ilgili faaliyetine göz atınca ister istemez şöyle bir soruyla karşılaşıyoruz: acaba, Kafkasya ve en önemlisi de Azerbaycan ve Hazar Denizi neden Rusya’nın ve I. Petro’nun ilgisini çekmişti ? Kafkasya, Rusya için jeopolitik ve ekonomik çıkarlar açısından büyük bir önem taşımıştır ve bugün de taşımaktadır. Avrupa’yı Asya ile, Hazar Denizi’ni Karadeniz’le birleştiren bu zengin bölge, aynı zamanda Rusya’nın dış politika stratejisinde yer alan ülkelerin ve halkların da dikkatini çekmiştir. Şöyle bir metodolojik prensibi vurgulamak gerekirse, “etnik gruplar ve devletler arasındaki çağdaş sorunlar büyük tarihi olayların mirasıdır”. Bu bakımdan Karabağ sorunu da bariz örnek olarak ele alınabilir. XVIII. yüzyıldan başlayarak Rusya, Kafkasya bölgesinde kendi stratejik çıkarlarını gerçekleştirmek için aktif jeopolitik faaliyetlere girişti. Bölgenin zengin doğal kaynakları, coğrafi ve jeopolitik konumu hakkında yeterince bilgiye sahip olan çarizm, hanlıklar arasındaki çekişmelerden189 ustalıkla yararlanmış ve bazen de bölgede cereyan eden sosyo-politik sorunlara müdahale etmiş, antifeodal hareketlerin ve isyanların bastırılmasında jandarma siyasetini yürütmüştür. Bahsi geçen dönemlerde Rusya’nın sömürgeci politikasının asıl amacı, sadece sınırlarını genişletmek değil, istila edilmiş bölgelerde kendi siyasi gücünü ispatlamaktı. 1812 yılında Fransa’ya karşı elde ettiği galibiyetten sonra Rusya, yavaş yavaş dış politikasında açık emperyalizme dayalı devlet olarak şekillenmeye başlıyordu. Avrupa’da halk isyanlarının bastırılmasında Rus çarizminin rolü, bu devletin uluslararası nüfuzunu geçici de olsa belirli bir ölçüde artırmış, ona Avrupa’nın jandarması imajını kazandırmıştı.

189 O dönemlerde Azerbaycan hanlıkları kendi aralarında çekişme ve savaş içerisindeydiler.

60 Bütün bunlara rağmen Rus İmparatorluğu’nun asıl amacı Hazar Denizi’ne çıkmak, burada askeri donanma kurmak, Kafkasya bölgesine sahiplenmek olmuştur. I. Petro’nun düşüncesine göre, askeri stratejik açıdan yeni toprakların fethi için Hazar Denizi büyük öneme sahipti. O, doğu pazarlarında da Rusya’nın konumunu güçlendirme politikasını her zaman ön planda tutmuştur. I. Petro’nun amacı, ilk olarak Avrupa ile gerçekleştirilen ipek ticareti yolunu Volga190 – Hazar yönüne çevirmek, Osmanlı İmparatorluğu’nun hazinesine akan “ipek gelirini” eline geçirmekti. Çünkü o devirde Asya’dan Avrupa’ya giden mallar İran ve Kafkasya üzerinden geçmekteydi. Çarlık makamına oturan I. Petro, dış politikasında Rus çarizminin yayılmacı politikasının en önemli kısmı olan “Doğu planını” gerçekleştirirken İran, Hiva, Buhara ve Hindistan ile ticari ilişkilerini genişletmeyi, Kuzey ve Güney denizlerinde Rus donanmalarının yerleştirilmesini amaç edinmişti. Bu ise, her şeyden önce, Rusya’nın Kafkasya’da jeopolitik konumunu güçlendirmek, bölgede yayılmacı stratejisi için reel sosyal üs oluşturmak olmuştur. I. Petro’nun ünlü “Vasiyetname”si, Rus İmparatorluğu’nun Yakın Doğu’ya, dolayısıyla Azerbaycan’a yaklaşımındaki stratejisini açıkça ortaya koymaktadır. “Vasiyetname” 1725 yılında yazılmış, fakat 1738 yılında ilan edilmiştir. Bu tarihi belgeyi aynen aktarıyorum: “Pek mukaddes ve ayrılmaz EKANİMİ SELASE adına. Biz ki bütün Rusların imparator ve otokratı Petro’yuz, Rus milletinin afhadına ve Rus saltanat ve hükümetinin varislerine şu vasiyeti yapmaktayız: Bizleri daima tenvir ve himaye eden, mevcudiyet ve tacımızı bahşeden ulu tanrının inayeti ile kaderin tecellileri hakkında yürüttüğümüz tahminlere göre, Rus milletini istikbalde bütün Avrupa’nın hakimi olarak kabul ve telakki etmemiz hususunda bize inanç vermektedir. Bu fikir, Avrupa milletlerinin acele adımlarla çöküşe yakın bir ihtiyarlama devrine girmiş olmalarına dayanmaktadır. Bundan çıkan mana, bu milletlerin kolaylıkla ve emniyetle genç ve yeni bir millet tarafından tekmil kuvvet ve kemale eriştiği zaman fethedilmeleri gerektiği merkezindedir. Kuzeyden yapılacak müstakbel istilayı bir zamanlar barbar istilasıyla yeniden ihya olan Roma milleti gibi kaderin planlarıyla neticelenen periyodik bir hareket olarak telakki ediyorum. Kuzey milletlerinin bu göç hareketlerini, bir zamanlar Mısır’ın fakirleşen topraklarını zengin çamurlarıyla besleyen Nil nehrinin med hareketiyle kıyaslayabiliriz. Rusya’yı seylapa benzer bir halde buldum. Onu büyük bir nehir gibi bırakıyorum. Benden sonra gelecek varislerimin vazifesi, Rusya’yı, fakir düşen Avrupa’yı bolluğa kavuşturmaya namzet bir memleket haline getirmektir. Bu denizin dalgaları, bunları önlemek için kuvvetsiz eller tarafından yükseltilen maniaları aşmalıdır. İşte bundan dolayı, ben de burada varislerime Evamiri Aşere191ile Musa’nın tavsiye ettiği gibi daimi surette göz önünde bulundurmaları lazım gelen aşağıdaki hususları nazarı dikkate almalarını tavsiye ediyorum: * Varislerim ruhen hazırlıklı asker yetiştirmelidir. Bu askere ancak devlet maliyesinin düzenlenmesi, eslihanın tamiri ve taarruz için en münasip zamanı tayin etmek için istirahat vermelidir. Rus milletini daimi harp içinde bulundurmalıdır. Varislerim o şekilde hareket etmelidirler ki, münhasıran Rusya’nın artan büyüklüğü ve refahı için barış savaşın, savaş ise barışın kulu olsun. * Varislerim her türlü çarelere başvurmak suretiyle tüm Avrupa devletlerinden Rusya’ya savaş esnasında komutanlar, barış esnasında ise alimler davet ederek sahip bulunduğumuz imtiyazlardan faydalanmasını bilmelidir.

190 İdil nehri 191 On Emir

61 * Varislerim her vesile ile Avrupa ve yakınlığı dolayısıyla bizi ilgilendiren Almanya işleriyle alakadar ve her çeşit anlaşmazlıklara katılmalıdır. * Varislerim Polonya’yı teşkilatlandırarak, bu memlekette kargaşalık ve daimi kıskançlık hali bulundurmalıdır. Altın sayesinde muhalif memleketlerde imtiyaz elde etmelidirler. Kralların seçimlerinde diyet meclislerinde tesir icra ve bu meclis üyelerini satın almalıdırlar. Taraftar kralların seçilmesini temin etmelidirler. Bu krallara Rus ordularının o memleketlere girmelerini sağlamak için yardım edilmelidir. Rus orduları ise bu memleketlerde daimi kalmak için her fırsattan yararlanmalıdırlar. Şayet komşu memleketler güçlükler çıkaracak olursa muvakkat bir zaman içinde bunları teslim etmeli ve terk edilen imtiyazların tekrar elde edilmesi için memleket parçalanmalıdır. * Varislerim İsveç’ten mümkün olduğu kadar fazla arazi almalıdırlar. Bu memleketi istila edebilmek için Rusya taarruza uğrayan bir memleket halini almalıdır. Bunun için İsveç’i Danimarka’dan ve Danimarka’yı da İsveç’ten tecrit ve bu iki devleti bir diğeri aleyhine tahrik etmelidirler. * Aile bağlarını çoğaltmak, menfaatleri yakınlaştırmak ve aynı zamanda artan nüfusumuz neticesinde Almanya’yı Rus davasına katmak için varislerim daima Rus prensleri için Alman prens ailelerinin arasında eş aramalıdırlar. * Ticaret için tercihen İngiltere ile anlaşmalıdırlar. Bu devlete, donanması için büyük ihtiyacımız vardır. Donanmamızın genişlemesi için bu devlet bize faydalı olabilir. Varislerim odun ve diğer mallarımızı İngiliz altınları ile değiştirmelidirler. İngiliz denizci ve tüccarları ile bizim tüccar ve denizcilerimiz arasında irtibat meydana getirmelidirler. * Varislerim Rusya devletinin hudutlarını Avrupa’dan kuzeye – Baltık Denizi’ne, güneyden ise Karadeniz’e kadar genişletmeli ve muhafaza etmelidirler. * Rusya devleti, başkenti Asya ve Avrupa hazinelerinin anahtarı olan İstanbul olduğu takdirde dünya devleti olabilir. Sık sık ve yerli yerinde plan yapıp çalışarak İstanbul’a sahip olan şah dünyada ilahi şah olacaktır. Bu amacını gerçekleştirmek için her zaman Türkiye ve İran arasına nifak sokmak, kargaşalar çıkarmak gerekecektir ve yapılmalıdır. Bu amaç uğrunda Sünni ve Şii mezhepleri arasındaki ihtilaflar büyük keskin silah ve basılmaz ordudur. Rusya’nın Asya’da nüfuzunu artırmak için Sünni – Şii ihtilafları iyi bir araçtır. Türkiye ile İran devletleri arasındaki muvazeneyi fitne ve fesatla öylesine bozmak ve onlar arasına öylesine nifak sokmak lazımdır ki, onlar hiçbir zaman bir birileriyle irtibat kuramasınlar ve kesinlikle bir araya gelemesinler. Hem İran’ın, hem de Türkiye’nin Avrupa halkları ile temasta bulunmalarına fırsat vermemeli. Eğer bu ülkelerin Müslüman kesimleri göz açıp kendi hukuklarını anlasalar ve talep etseler bu bize büyük bir darbe olur. Bunun için hem Türkiye’nin, hem de İran’ın ulemalarını ele almak ve onların aracılığıyla Sünni – Şii ihtilaflarını kızıştırmak en büyük silahımızdır.

GİZLİ KALSIN

Bizim ruhanilerimizin bugüne kadar devlet işlerine müdahale etmesi Rusya devletinin terakkisine mani olmuştur. Ben kendi yetki istiklalimi izhar ederek, onları devlet işlerinden uzaklaştırdım, ruhanilerin devlet işlerine müdahalesini reddettim. Şimdi onlar sıradan bir dereceye inmişler ve el-kol açamıyorlar. Ben bu iş için çok büyük bir emek sarf ettim. Ruhanilerin devlet ve millet işlerinden ellerini kısaltıp, onları kiliselerde sınırlı tuttum. * Diğer bir taraftan, İran ülkesinin her geçen gün parasız, ticaretsiz ve sefalet içinde kalmasına çalışmak lazımdır. Kısacası, İran’ı daima tenezzüle sevk edip, kendine bağımlı kılmak lazımdır ki, Rusya devleti amacı icabı gerekçesiyle istediği zamanda çaba

62 harcamadan kolay bir şekilde onu öldürmeye hakim olsun. Ama Türkiye devleti mahvedilmeden İran’ın canını almamız uygun değildir. * Gürcistan ülkesi Kafkasya hududunun, yani İran’ın şah damarıdır. Rusya’nın tesellüt neşteri şu damara ulaşırsa fi’l-fevr kalbinden zayıf kanı açılacak ve onu öylesine halsiz edecektir ki, bin Eflatun bile gelse de onu kurtaramaz. O zaman İran ülkesi Rusya şahlarına deve gibi tabi kalacaktır ve Türkiye’nin sonuncu nuru sönecektir. * Maddi ihtiyaçlar bölgesi olan Türkiye’nin işini bitirdikten sonra İran’ı zorlanmadan mahvetmek ve kafasını kesmek mümkündür. Bu yüzden siz zaman harcamadan Gürcistan’ı ve Kafkasya’yı işgal ederek İran valilerini kendinize tabi ediniz. Ondan sonra dünyanın ambarı olan Hindistan’a ilerlemek lazımdır. Bu hedefe ulaşıldığı gün, Rusya’nın İngiliz altınına ihtiyacı kalmayacaktır. Hindistan’ın “anahtarı” Türkiye’nin başkentidir. Amacınıza ulaşmak için Kırgız, Hiva ve Buhara taraflarından ilerlemeye çalışın. Zaman kaybetmeyin, aynı zamanda acele de etmeyin. *Varislerim dikkatle Avusturya’nın ittifakını temine uğraşmalıdırlar. Bu memleketin Almanya üzerindeki müstakbel egemenlik haklarını destekler gibi görünmelidirler. Fakat diğer taraftan prenslerin kıskançlık hisleri el altından tahrik edilmelidir. O şekilde hareket etmelidirler ki, her iki taraf Rusya’nın yardımına müracaat etsin ve bu şekilde memleket üzerinde müstakbel hakimiyetimizi hazırlayacak bir himaye usulü meydana getirilsin. * Avusturya’ya karşı Avrupa kıtasını, eski devletler tarafından birini tahrik etmek veya bu devlete, ele geçirilen topraklardan bir kısmı verilmek suretiyle ki bu topraklar daha sonra tamamen geri alınabilir. Avusturya İmparatorluğunu, Türk’ü Avrupa’dan kovmaya mecbur etmek ve İstanbul’u ele geçirmek arzularından vazgeçmenin çarelerini bulmak için varislerim uğraşmalıdırlar. * Varislerim, gerek Macaristan, gerek Güney Polonya’da ikamet eden Skizmatik Yunanlıları Rusya’nın etrafında yer almalarını temin için her çareye başvurmalıdırlar. Rusya bunların merkezi haline getirilmelidir. Varislerim bunları desteklemeli ve dünyayı egemenlik ve ruhani hakimiyet kurmak suretiyle daha önceden hakimiyet elde etmelidirler. Bunlar her düşmanın yanında bulunabilecek dostlar olacaklardır. * İsveç parçalandıktan, İran mağlup edildikten, Polonya esaret altına alındıktan, Türkiye işgal edildikten, ordularımız birleştirildikten, Karadeniz ve Baltık Denizi gemilerimiz tarafından kontrol edildikten sonra Versailles Kraliyetine ayrı ve gizli olarak, daha sonra Viyana’ya dünyanın taksimi için teklif yapılabilecektir. Şayet iki hükümdardan biri teklifi kabul edecek olursa, ki şayet bunların ihtiras ve izzeti nefisleri iyi tahrik edilecek olursa, bu muhakkaktır. Diğerini imha etmek için varislerim bunlardan birinden faydalanmalıdırlar. Sonunda bu son hükümdara karşı savaş açılmalıdır. Yakın Doğu ve Avrupa’nın büyük bir kısmına sahip olan Rusya’nın bu savaştan galip çıkacağı muhakkaktır. * Şayet, - ki buna ihtimal verilemez, her iki taraf Rusya’nın teklifini reddedecek olursa, Rus müdahalesi vukuu buluncaya kadar bunları kuvvetten düşürmek için ihtilaflar meydana çıkarılabilir. Bu şekilde Rusya yeni toplanan kendi kuvvetleri ile Almanya’ya harekete geçirilecektir. Diğer taraftan, kuvvetli iki donanma Asyalı sürülerle dolu olarak biri Azak Denizi’nden, diğeri Arhangelsk limanından, Karadeniz ve Baltık Denizlerindeki orduların himayesi altında harekete geçerek, Akdeniz ve Okyanus istikametine doğru ilerlemelidir. Bu kuvvetler bir taraftan Fransa, diğer taraftan Almanya’yı istila edeceklerdir. Fransa ve Almanya mağlup edildikten sonra geri kalan Avrupa kolaylıkla ve savaşsız esaret altına alınabilir ve alınmalıdır”. 192

192“Vasiyetname” için bkz; Fazil Rahmanzade, “YOL”, Tarihi Publisistik Geydler, s. 66, 68; Savaş Yanar, Türk – Rus İlişkilerinde Gizli Güç: KAFKASYA, s.247-250; Tahir Tamer Kumkale, Tarihten Günümüze Türk-Rus İlişkileri, s. 225’ten sonra EK-B, B-1.

63 Görüldüğü gibi, bu “Vasiyetname”nin arkasında ne gibi amaçların bulunduğu apaçık ortadadır. Çıkarları uğruna çeşitli devletleri birbirine düşürmek, doğuya ilerlemek, sıcak denizlere inmek, Karadeniz boğazlarına sahip olmak, Asya’dan Avrupa’ya giden ticaret yollarını ele geçirmek, mezhep kavgalarından yararlanarak bazı Müslüman devletler arasına nifak sokmak ve bu amaç uğruna çeşitli etniklerden yararlanmak Rusya’nın çıkarlarına hizmet etmektedir. Bu konuda Rus tarihçisi E. A. Pahomov eserinde, Rusya’nın Kafkasya’daki faaliyetlerini, bu bölgeyi ele geçirmek için yürüttüğü bir siyaset olarak değerlendirmiştir. O, Büyük Petro’nun Kafkasya’ya seferi hakkında şunları yazıyordu: “...I. Petro İran’a ve Hindistan’a giden ticaret yollarını ele geçirmek amacıyla Azerbaycan’a yürüdü…”193 ve bazı Azerbaycan hanlıklarını istila etti. Amerikalı tarihçi M. Atkin, Rusya’nın Kafkasya’yı işgalini, tarihin doğal kanunlarından kaynaklandığı şeklinde değerlendirmiş, XVIII. yüzyılın ikinci yarısında Rusya’nın güçlü askeri bir devlete dönüştüğünü ve Rusya açısından yeni topraklar fethetmenin kaçınılmaz olduğunu belirtmişti. O, Rusya’nın Kafkasya’ya müdahalesini, orta çağların Müslüman dünyasına karşı “Haçlı Seferleri” ile kıyaslama yapmıştır.194 İngiliz tarihçisi W. E. D. Allen, Rusya’nın Kafkasya’ya müdahalesini stratejik bir gereksinim olarak değerlendirmiş, 1826-1828 Rusya-İran ve 1828-1829 Rusya-Türkiye savaşlarında Rus ordusunun başarılarının bölgenin Ermeni nüfusunun aktif yardımları sayesinde mümkün olduğunu izah etmiştir.195 G. Stephenson, ise Rus ordusunun başarılarının sebeplerini şöyle açıklamaktadır: “…Petersburg yönetimi, Kafkasya’yı ele geçirmekle İran ve Türkiye ile direkt sınır oluşturacağını, bunun ise imparatorluğun gelecek planları açısından büyük öneme sahip olduğunu çok iyi anlıyordu. Bu yüzden, Rusya bütün askeri-politik gücünü Kafkasya’yı istilaya yöneltmişti…”196 Amerikalı tarihçi M. Raeff, eserinde “...Kafkasya’nın işgali, Rusya’nın aynı zamanda Orta Asya’ya açılmasına ve bölgeye sahip olmasına zemin oluşturmuştur... ”,197demekteydi. Görüldüğü gibi, I. Petro’dan sonraki devirlerde de Rus çarları, Petro’nun ilkelerinden hareketle emperyalist politikalarını devam ettirerek Azerbaycan’a seferler düzenlemişlerdir. Onlar Azerbaycan’ı istila etmekle bundan sonraki yayılmacı politikalarını çok kolay bir şekilde gerçekleştirebileceğini düşünmüşlerdir. Çünkü Azerbaycan, M. A. Volkov’un da ifade ettiği gibi, Yakın Doğuya açılan kapıydı198 / günümüzde de “kapı” olarak kalmaktadır. Eskiden olduğu gibi, Rusya bugün de Azerbaycan’ı elden bırakmak niyetinde değildir. Rus milli ideolojisinin en mühim amacı doğuya açılmak, denizlere inmek, Karadeniz boğazlarına sahiplenmek olmuştur ve şimdi de aynıdır. XVIII. yüzyıldan başlayarak tüm Kafkasya’ya sahiplenmek amacıyla geniş çapta bir askeri faaliyette bulunan Çarlık Rusyası, bu amacına XIX. yüzyılın birinci yarısında ulaşabilmişti. 1812 tarihinde başlayan Rus-İran savaşı, 12 Ekim 1813 tarihli Gülistan Anlaşması’nın imzalanması ile sona ermiştir. Bu anlaşmaya göre, Bakü, Gence, Şirvan, Guba, Karabağ, Şeki ve Talış hanlıkları Rusya İmparatorluğu topraklarına katılıyor, bununla da bir bütün olan Azerbaycan ikiye bölünüyordu. İran bir türlü buna katlanamıyor, Rusya ise tüm Güney Kafkasya’nın tek sahibi olma iddiasından vazgeçmiyordu. Bundan dolayı, İran ve Rusya Temmuz 1826’da tekrar savaşa girdiler. Savaş sırasında Rus ordusu Azerbaycan’ın güney topraklarına sokularak Tebriz, Urmiye ve Erdebil’i ele geçirdi. Durumun ağırlığından

193 E. A. Pahomov, Kratkiy Kurs İstorii Azerbaydjana, s. 21 194 M. Atkin, and İran 1780 – 1828 195 W. E. D. Allen, Gaucasian Battlefields, p. 67 196 G. Stephenson, Russia from 1812 to 1945, p. 278 197 M. Raeff, Patterns of Russian İmperial Policy Towards the Nationalities: İn Soviet Nationality Problems, p. 28 198 M. A. Volkov, Znaçeniye Kavkaza v Vostoçnım Voprose, “Den”

64 dolayı İran 10 Şubat 1828’de Tebriz civarında bulunan Türkmençay köyünde Rusya ile ağır şartlara dayanan barış anlaşmasını imzalamak zorunda kaldı. Bu anlaşmaya göre, savaş sırasında ele geçirilen Erivan ve Nahçıvan hanlıkları Rusya’ya verildi. İran tarihçisi Sait Nefisi, eserinde XIX. yüzyılın ilk otuz yılında Rusya – İran ilişkilerinden bahsederken Türkmençay anlaşmasını, Rusya’nın İran körfezine inmek için asıl amacına doğru atılmış büyük bir adım olarak değerlendirmiştir.199 Böylece, XIX. yüzyılın başlarından itibaren Rusya Azerbaycan’ın işgalini hızlandırdı. Azerbaycan ikiye bölündü: “Kuzey” ve “Güney” Azerbaycan mefhumu oluştu. Şunu belirtelim ki, birinci ve ikinci Rusya-İran savaşları zamanı Azerbaycan, savaşan taraflar arasındaki çatışmaların merkezi konumunda idi. Bu iki savaş sonucunda Kuzey ve Güney Azerbaycan’ı kendilerine bağlayan Rusya ve İran kazandı. Kaybeden ise Azerbaycan halkı oldu. İkiye bölünmüş halk uzun süre kendi bağımsızlığını, Güney Kafkasya’nın ve Orta Doğu’nun mühim stratejik bölgesinde önemli ekonomik ve politik açıdan güçlü bir devlet kurma perspektifini kaybetti. Çarizmin bölgede emperyalist siyasetini artıran etkenlerden biri de Ermenilerin Rusya’nın üst düzey yetkilileri ile işbirliği idi. Ermeni milliyetçileri, “büyük siyasetleri”ne atılırken Türkiye Ermenistanı’nda (?) “Bağımsız Demokratik Cumhuriyet”, “Denizden denize Büyük Ermenistan Devleti”ni kurmayı asıl amaç edinmişlerdi. Gerçekleşmesi mümkün olmayan bu siyasi ütopyayı Ermeni düşünürleri daha eskiden tebliğ etmeye başlamış, siyasetlerinde çok ince “metotlardan” yararlanmışlardır. Örneğin; 1608 yılında İran Devletinin Şahı Şah Abbas’ın danışmanı Hoca Sefer200 Roma Papasına, İspanya kralına, Venetsiya dojuna elinde şahın mektupları olduğunu belirtmiş, o devrin nüfuzlu devletlerinin dikkatini “mazlum” Ermenilerin problemine çekmişti.201 Bu, Ermeni milliyetçilerinin Avrupa’ya açtıkları “ilk siyasi pencere” oldu. Ama bu ideolojik adımın atılmasında Ermeni tüccarlarının da etkisi büyük olmuştur. Şunu da belirtelim ki, dünyanın nüfuzlu ülkeleri ile İran devleti arasındaki ticari ilişkilerde Ermeniler müstesna rol oynamış ve bunun sayesinde bir hayli mali gelir elde etmişlerdi. Bu sermayeye dayalı Ermeni milliyetçilerinin ütopik devletçilik düşüncesinin gerçekleşmesinde diplomatik misyonu kilise üstleniyordu. Mübalağasız diye biliriz ki, Ermeni birliğinin oluşturulmasında birleştirici unsur olan kilise, aynı zamanda devletçilik fonksiyonunu da üstlenmiştir. Ermeniler arasında milliyetçiliğin yayılmasında Ermeni din adamlarının ve Ermeni Kilisesinin rolünü özel olarak vurgulayan V. Mayevski şöyle yazıyordu: “... Onların202 dinle ilgili faaliyeti çok sınırlıdır. Fakat bunun karşılığında onlar her zaman milliyetçilik idealarını himaye etmek uğruna ellerinden geleni yaparak gayretle çalışmışlardır. Ermeniler arasında milliyetçilik ideaları yüzyıllar boyunca birbirilerinden uzak, fakat sayısız manastırların himayesi altında bulunmuştur…”203 Ama “hem özelliklerine, hem de coğrafi konumuna göre, çeşitli tutumlar sergileyen ve ikili oyun oynayan Ermeniler”, Avrupa devlet yöneticilerinin sevgilerini kazanamayınca Rusya’ya yönelmek zorunda kalmışlardı. Rusya’da çarizmin Kafkasya’daki jeopolitik çıkarları için Ermenilerden yararlanabileceğini ilk kez anlayan I. Petro olmuştur. Rus bilim adamı S. N. Glinka, Moskova’da Lazarevlerin matbaasında yayınlanmış olan “Azerbaycan Ermenilerinin Rusya Topraklarına Göçürülmesinin Tasviri” adlı eserinde yazıyor: “...Birinci Petro Ermenileri gözden çıkarmak istemiyordu. O, Ermenileri Rusya açısından faydalı işlere çekmek niyetindeydi. “Büyük ıslahatçı Petro” İran seferinde Ermeni halkının kırılmaz sadakatinin

199 Sait Nefisi, Tarih-e Ectemaye ve Siyase İran der Dovreye Muaser, s. 226 200 Şah, İran’ın dış politika meselelerini ve Avrupa ile temasa geçme yetkilerini ona havale etmişti. 201 V. A. Bayburtyan, Armyanskaya Koloniya v Novom Djulfe v XVIII veke, s. 34; ve ayrıca bak: V. K. Voskanyan, Armyano – Russkiye Otnoşeniye v XVII v., 202 Ermeni papazları kastediliyor. 203 Rusya’nın Van ve Erzurum’daki Başkonsolosu Mayevski’nin Hatıraları, s. 11

65 şahidi olmuş ve sonradan “sadık” Ermenileri yararlı vatandaşlar olarak Rusya’ya davet etmişti…” Yazar aynı zamanda, Kafkasya’da Rus işlerini düzene sokmak, aslında ise Ermenileri politik-psikolojik açıdan etkilemek amacıyla General Paskeviç’e binbaşı Lazarev’i204 Kafkasya alayına davet etmesi için emir verildiğini de belirtmektedir. Çünkü Lazarev’in Ermeniler arasında gözükmesi Ermenilerin “liyakatli” oğullarına Rus sevgisinin göstergesinin ifadesi anlamına geliyordu.205 Siyasetlerinin bu güne kadar asıl “mekanizmaları” olan rüşvet ve terörden ustalıkla yararlanan Ermeni düşünürleri, Rusya ile ilk “diplomatik” temaslara da bu şekilde başladılar. Tarihi belgelerde, Rusya’ya yaklaşımda ve İran’la Rusya arasındaki ticari ilişkilerde Ermeni tüccarlarının büyük rol oynadığı gösterilmektedir. Onlar “ticaret siyasettir” ilkesine sadık kalarak, Rus memurlarını pahalı hediyelerle, rüşvet usulü ile ele alıp gelecekteki politik ilişkilerin, diplomatik temasların reel temelini oluşturuyorlardı.206 Ticari ilişkilerinden ve biriktirdikleri sermayeden “diplomatik” kaynak olarak yararlanma sayesinde, 28 Ağustos 1660 tarihinde, Rusya’da İran ipeği ticareti ile uğraşan İsfahan tüccarı Hoca Zakar Sarhadyan, pahalı hediyeleriyle Çar Aleksey Mihailoviç’le görüşmüştür. Bu hediyelerin biri, halen Moskova’da Kremlin silahlar bölmesinde bulunan “Elmas Taht”tır. Bundan başka, B. Saltanyan’a ait, üzerinde Leonardo da Vinçi’nin “Sırlı Gece” resminin sureti basılmış bakır tabloyu da Rus çarına hediye etmişti207. Yine kaynaklarda, 3 Aralık 1669 tarihinde İsfahan’da yaşayan Ermenilerden Stepan Mişsekyan’ın ve Bogdan Saltanyan’ın Rus çarı adına Moskova’ya hediyeler götürdükleri de yer almaktadır. Bir süre sonra ilişkilerini daha da güçlendirmek isteyen Ermeniler, İsfahan’dan tüccar Stepan Romadamski aracılığıyla Rus çarına 9062 Ruble değerinde süslü ve kıymetli hediyeler göndermişlerdi208. Böylece, Ermeni Devletinin kurulması yolunda ilk adımlarını atan İran Ermenileri, Rusya ile Doğu ülkeleri arasında kurulan diplomatik ilişkilerden kendi amaçları doğrultusunda yararlanmaya çalıştılar. Şunu da belirtelim ki, Rus – Ermeni ticari ilişkileri, Ermeni düşünürlerinin Rusya’nın üst düzey yetkilileri ile irtibat kurmalarında kilit bir rol oynamıştır. Kaynaklardan da anlaşıldığı gibi, Ermeni milliyetçileri Rus üst düzey yetkilileri ile sıkı irtibat kurarken Hıristiyan faktöründen ustalıkla yararlanmış, Türkiye gerçekleri konusunda saptırmış oldukları bilgilerle Rus düşünürlerinin bilincinde “zavallı Ermeni” görüntüsü çizmeye başlamışlardı. İşte bu sebepten dolayı Ermeni siyasetçileri, Çara yakın memurlar aracılığıyla Petro’nun nüfuzunu ve sevgisini kazanmışlardı. Bu bilgiler, S. M. Solovyov’un da eserinde yer almaktadır:209 “Büyük Ermenistan Devleti ülküsü” uğruna “amaç araçlara hak kazandırır” prensibini ilke edinen Ermeni siyasetçileri ve düşünürleri, Rusya ile ittifak uğruna casusluk unsurunu da araç edinmişlerdi. Rus tarihçisi A. Yezov yazmaktadır: “... Rus sarayına gelen Ermeni elçileri, Çar memurlarına Müslümanların210 Kafkasya’da yerleşen askeri birlikleri hakkında bilgi sızdırıyorlardı…”211 Ermenilerin Ruslara içten ve yakından gösterdikleri yardımlardan bazı Rus tarihçileri, kendi eserlerinde büyük bir övgüyle bahsetmişlerdir. Rus tarihçisi N. F. Dubrovin yazıyor: “... Tatarlardan212 500’e yakın insan galiplerden213 saklanmak amacıyla mescitte

204 Köken itibariyle Ermeni idi. 205 Füzuli İsmayılov, Garabah Konflikti ABŞ-ın Global Siyaseti Kontekstinde, s. 17 206 Nazim Mustafa, Ermeniler Öz Dövletlerini Yaratmag Üçün Ne Geder Rüşvet Vermişler / Yeni Azerbaycan gazetesi 207 Sobraniye Aktov Otnosyaşihsya k Obozreniyu İstorii Armyanskogo Naroda, s. 328 208 A. g. k., s. 328 209 S. M. Solovyov, Çteniye i Rasskazı po İstorii Rossii, s. 717 210 Azerbaycan Türkleri kastediliyor. 211 G. A. Yezov, Snoşeniya Pyotra Velikogo s Armyanskim Narodom, Dokumentı, s. 26 212 Azerbaycan Türkleri kastediliyor. 213 Ruslar kastediliyor.

66 bulunuyorlardı. Bir Ermeni bizim askerlere onların yerini söyledi ve bütün mescittekilerin ölümüne sebep oldu…” 214 Diğer bir tarihçi Potto, “... Etraf bölgeleri çok iyi bilen Vani adında bir Ermeni, General Karyagin’e kılavuzluk yapıyordu. Rus kumandanlığı Ermenilerin bu hizmetlerini karşılıksız bırakmıyordu. Sisianov, Vani’nin hizmetlerine karşılık onu yılda 200 gümüş ruble değerinde maaşa bağladı…”, diye eserinde belirtmektedir.215 Diğer bir eserinde de İran Veliahdı Abbas Mirze’nin Rusya’nın İran’daki Büyükelçisi A. S. Griboyedov’u Ermeniler konusunda uyardığı yer almaktadır: “...Siz bize karşı Ermenileri kullanıyorsunuz. Bunu katolikos Nerses’in Petersburg’a gönderdiği mektubu da ispatlamaktadır.”216 “...Ermenilere Rus subayları daha çok güveniyorlar. Çünkü onlar düşmana arkadan darbe indirmeyi birkaç kez kanıtlamışlardır…”, diye P. Zubov da eserinde Ermenilerin Ruslara “sadık” olduklarını özellikle vurgulamaktadır.217 Diğer Rus tarihçileri gibi P. İ. Kovalevski de Ermenileri övmekten geri kalmıyor ve şunları yazıyor: “... Rusya işgalden ziyade Ermenileri de savunmalıydı. Çünkü her şeyden önce Ermeniler Hıristiyan’dı, aynı zamanda onlar “akıllı, çalışkan, bölgenin tarım ve sanayisini ellerinde bulunduran insanlardır”. Ermeniler Rusya’ya ne kadar meyilli iseler, Rusya da Ermenilere bir o kadar yakınlık göstermelidir.218 İkinci Rus – İran savaşında Tatarlar219 birlik oluşturup Ruslara karşı savaştılar, Ermeniler ise 1500 kişilik bir birlikle Rusların safına geçtiler…”220 Rusya – İran savaşı zamanı Ermenilerin Rus ordusuna yardımlarını Ermeni tarihçisi Haçatur Abovyan, Ermenilere yakışır şekilde anlatmaktadır: “... İranlılarla savaşta Ermenilerin ne yaptıklarını bilmeseler de taşlar buna şahittir…”221 Z. T. Grigoryan da bu “yardımlar”dan ve Ermenilerin uzun süre birlikte yaşadıkları yerli Müslüman nüfusa ihanetinden bahsetmiş, ama onların bu ihanetini kurtuluş yolunun aranmasına bağlamıştır.222 Bu bir gerçektir ki, Ermeniler Ruslara “iyi işgalci” ve “Hıristiyanlığın ve Ermenilerin kurtarıcısı” gözüyle bakmışlardır. Diğer bir Ermeni tarihçisi A. Arakelyan, bu konuda yazıyor: “... I. Petro devrinden başlayarak Karabağ Melikleri,223 Karabağ üzerinde Rusya’nın nüfuzunu ve hakimiyetini kurmaya çalışıyorlardı. Düşüncelerine göre, onların düşmanı Rusların da düşmanıdır. Rusya, Türkiye ve İran Karabağ’a sahip olabilmek için aralarında savaşıyorlardı. Rusya, Karabağ üzerinde sayı itibariyle üstünlük teşkil eden Doğu işgalcilerinin dağıtıcı saldırılarına kıyasla bölge için en iyi işgalci devletti…”224 Rusya – İran savaşı sırasında Rus ordusunun baş kumandanı General Feldmareşal Graf İvan Fyodoroviç Paskeviç, Mayıs 1827 tarihinde Ermeni asıllı binbaşı Grigori Davudoviç Lazarev’i Sankt Petersburg’dan alarak Tebriz’e kale muhafızı görevine atayınca bu haberi duyan Azerbaycan hanlıklarında yaşayan Ermeniler, Tebriz’e gelerek G. Lazarev’den Rus Çarına Ermenilerin, “Çar hazretlerinin devletinde yaşamaya ve ölmeye çok sevinirlerdi!”, isteklerini dile getirmesini rica etmişlerdi. Hoy Ermenileri ise, “Biz İran’ın ekmeğinden vazgeçerek Rusya’nın otunu yemeye hazırız!”,225 demekten çekinmemişlerdi.

214 N. F. Dubrovin, Zakafkazye ot 1803-1806 goda, s. 230 215 V. A. Potto, Pervıye Dobrovoltsı Karabaha v Epohu Vodovoreniya Russkogo Vladiçestva, s. 15, 16 216 V. A. Potto, Kavkazskaya Voyna v Otdelnıh Oçerkah, Epizodah, Legendah i Biografiyah, s. 367 217 P. Zubov, Podvigi Russkih Voinov v Stranah Kavkazskih s 1800 po 1834 g., s. 19 - 35 218 P. İ. Kovalevskiy, Zavoyevaniye Kavkaza Rossiyey s. 81 219 Azerbaycan Türkleri kastediliyor. 220 P. İ. Kovalevskiy, Zavoyevaniye Kavkaza Rossiyey, s.243 221 Haçatur Abovyan, İzbrannıye Soçineniya, s. 143 222 Z. T. Grigoryan, Uçastiya Armyan v Russko – Persidskih Voynah Naçala XIX veka – Voprosı İstorii, s.16, 25 223 Karabağ Melikleri: Şah tarafından sonradan Azerbaycan’a gelen göçmen Ermeni zenginlerine ve önderlerine verilen takma isim. 224 A. Arakelyan, “Prisoyedineniye Karabaha k Çarskoy Rossii”, İstoriçeskiy jurnal, s. 53 225 S. N.Glinka, Opisaniye Pereseleniya Armyan Adderbaydjanskih v Predelı Rossii, s. 128

67 Rus çarizminin Güney Kafkasya’da jeopolitik çıkarlarının gerçekleştirilmesi işinde Ermeni siyasetinin tebliğinde ün kazanmış bazı Ermeni ileri gelenleri, özellikle, Rus ordusunda hizmet eden Ermeni asıllı generaller – Valeri Madatov, Osip Bebudov, İvan Lazarev gibileri ve din adamları - katolikoslar, yepiskoposlar, papazlar mühim rol oynamışlardı. Onlar Rus üst düzeylerince Doğu meselesinin tartışılmasında aktif faaliyetlerde bulunmuş, Rus yetkililerini İran’daki ve Güney Kafkasya’daki durum konusunda bilgilendirmişlerdi. General İvan Lazarev ve yepiskopos İosif Argutinski, Ermeni – Rus anlaşmasının metinlerini hazırlamışlardır ki, bu metinlerin de içerisinde Ermenistan’ın gelecekteki devlet kurma tasarısı yer almaktaydı. Bu, sonraları “Kuzey Programı” adı ile Ermeni düşünürlerinin Müslüman halkların topraklarında, özellikle Azerbaycan topraklarında ütopik “Büyük Ermenistan” ülküsünün gerçekleşmesine zemin oluşturdu. Genellikle, Ermenilerin Kafkasya bölgesinde devletleri olmadığı konusuna az değinilmemiştir. Fransız bilim adamı Jorj de Molevil, Ermenistan’ın mevcudiyeti konusunda şunları belirtmektedir: “... İngiltere’nin iradesiyle Çar İmparatorluğunun harabeleri üzerinde kurulup kısa bir ömür (1918-1920) süren Ermeni Cumhuriyeti, bütün tarihi boyu mevcudiyeti kaydedilen tek bağımsız Ermeni Devleti idi”...226. Ermenilerin Güney Kafkasya’ya, özellikle de Azerbaycan’a 1828 – Türkmençay anlaşmasından sonra geldikleri, daha kesin söylersek, göçürüldükleri tarihi bir gerçektir. Ermenilerin bir kısmının yerleştirildikleri Erivan ve Nahçıvan hanlıkları 1828 yılında Ermeni vilayeti denilen yeni bir devlet idari birimine dönüştürülmüştü. II. Nikolay’ın 21 Mart 1828 tarihli emrinde şöyle denilmektedir: “İran ile yapılan anlaşma gereğince, İran’dan ayrılarak Rusya’ya iltihak edilen Erivan ve Nahçıvan hanlıkları bundan böyle Rusya bütünlüğü içinde Ermenistan Vilayeti olarak biline…”227 Çok ilginç olan mesele şu ki, çarizm İrevan hanlığını ortadan kaldırarak yerine İrevan kuberniyasını oluşturmakla Azerbaycan toprakları hesabına hanlıkta nüfusun küçük bir kısmını teşkil eden ve hiçbir devlet kuruculuğu olmayan Ermeniler için gelecekte kurulacak Ermenistan devletinin temelini atmış oldu. Ermenilerin bulundukları bölgeye sonradan geldikleri konusunda Rusya’nın Tahran’daki tam yetkili murahhası ve Rus bilim adamı St. Petersburglu yazar Nikolay Shavrov, yazmış olduğu eserinde düşüncelerini açık bir şekilde şöyle ifade etmiştir: “...Biz kolonileşmeye Zakafkasya’ya Rusları değil, diğerlerini yerleştirerek başladık. 1826-1828 savaşından sonra, 1828-1830 yılları arasında iki senede 40.000’den fazla İran Ermenisi ve 84.000 Türkiye Ermenisini, Ermeni nüfusunun az olduğu Gence ve Erivan vilayetleri ile Tiflis vilayetinin Borçalı, Alhaltsikhe ve Akhalkalalaki bölgelerinde en iyi kamu topraklarının olduğu arazilere yerleştirdik. Yerleşimleri için 200 bin desiat devlet arazisi ayrılmış ve 2 milyon Ruble değerindeki şahsi arazi Müslümanlardan satın alınmıştır. Gence’nin dağlık kesimi ve Gökçe gölü kıyısına Ermeniler yerleştirildi. Kabul etmek gerekir ki, resmi olarak yerleştirilen 124.000 Ermeni’nin dışında gayri resmi olarak yerleştirilenlerle beraber sayıları 200.000 (bana göre) geçmektedir. Bu yüzyıl başında Zakafkasya’da 1.3 milyon olan Ermenilerin 1 milyondan fazlası belirtilen kaynaklar doğrultusunda “bu bölgenin yerli halkı olmayıp, bizim tarafımızdan yerleştirilenlerdir…”228 Ermeni tarihçisi M. G. Nersesyan, Türkmençay anlaşmasından sonra İrevan ve Karabağ bölgesine İran ve Türkiye’den Ermenilerin göçürülmesi gerçeğini doğrulayarak yazıyor: “…XIX. yüzyılın 20’li yıllarının sonunda bu bölgelere229 40.000’den çok, Türkiye’den ise 90.000 Ermeni göçürülmüştü…”230

226 Jorj de Molevil, Armyanskaya Tragediya 1915 goda, s. 15 227 Sobraniye Aktov Otnosyaşihsya k Obozreniyu İstoriyu Armyanskogo Naroda, s. 178, 179 228Nikolay Shavrov, Novaya Ugroza Russkomu Delu v Zakavkazye: Predstavşaya Rasporyadka Mugani İnarodtsam, s. 63 229 Onun fikrince, Doğu Ermenistan’a 230 M. G. Nersesyan, İz İstorii Russko-Armyanskih Otnoşeniy, s. 227

68 A. P. Liprandi de eserinde Ermenilerin bu bölgeye sonradan geldiklerini belirtmiş,231 onların Kafkasya’ya göçürülmesini ise Rusya’nın bu bölgede yürüttüğü emperyalist politikasının bir parçası olarak değerlendirmiştir232. Göçürülme politikası ile ilgili bilgiler İ. K. Yenikolopov’un233, S. V. Shostakoviç’in,234 Ermeni tarihçileri Ç. P. Agayan’ın,235 G. A. Galoyan’ın236, V. A. Parsamyan’ın237 eserlerinde ve arşiv materyallerinde238 de yer almaktadır. Birinci Dünya Savaşı sıralarında bir tarihçi, resmi makamlara sunduğu raporunda şöyle yazmıştı: “…Transkafkasya ve Azerbaycan’ı Ön Asya’daki Türklerden ayıran Ermeniler, Türk topluluklarının arasına sokulmuş bir tampondur. Biz bu tamponun yok olmasına ve onun yerine bize düşman olan Müslüman bir kitlenin gelmesine müsaade edemeyiz…”239 Görüldüğü gibi, Ermenilerin Kafkasya’nın eski ve yerli sakinleri olmadıkları, sonradan buralara geldikleri, özellikle 1828 tarihinde İran’la Rusya arasında yapılan Türkmençay anlaşmasından sonra göçürüldükleri Rus ve Ermeni tarihçilerinin eserlerinde de mevcuttur. Bugün Türkmençay anlaşmasının maddelerini şöyle bir gözden geçirirsek, çağdaş Azerbaycan’ın birçok sorunlarının bu anlaşmadan kaynaklandığını görebiliriz. Bu, her şeyden önce “Karabağ Sorunu” denilen problemle ilişkilidir. Eğer o zamanda Rusya’nın bölgede yürüttüğü yayılmacı politikasının bir parçası olan göçürülme faktörü olmasaydı, bugün Azerbaycan, içinde bulunduğu sorunla - Karabağ Sorunuyla - yüzleşmezdi. Problemin araştırılmasındaki en mühim etkenlerden biri, Azerbaycan’da Rusya ve İran’ın stratejik ve jeopolitik çıkarlarının gerçekleşmesinde Ermeni milliyetçilerinin rolüdür. Yine de konumuz açısından büyük bir önem arz eden Azerbaycan’ın “jeopolitik mekan”a dönüşmesi, İran – Rusya savaşının (1826-1828) sosyo-politik sonuçlarından ustalıkla yararlanan Ermenilerin Azerbaycan topraklarına göçürülmesi planlı ve amaca uygun bir siyaset olarak gerçekleştirilmiştir. Şunu da belirtelim ki, Türkmençay anlaşmasının XV. maddesi gereğince Ermenilerin İran’dan Rusya’ya göçürülmesi hukuki açıdan onaylanmıştı.240 Ermeni tarihçisi V. Parsamyan, kitabında Ermeni düşünürlerinin daha Türkmençay anlaşmasının imzalanmasından önce Ermenilerin “Rus topraklarına”, daha kesin söylersek, Azerbaycan topraklarına göçürülmesi için Rusya üst düzey temsilcilerine ricada bulunduklarını itiraf etmektedir. Kitabında yazıyor: “…Ermeni ileri gelenlerinden N. Atarakatsi, 9 Kasım 1827 tarihinde Tebriz’e özel misyon olarak gönderilmiş Ermeni asıllı binbaşı Lazarev’e yazıyordu: “…Ben, bütün Ermeni milletinin sadık savunucusu olan A. S. Griboyedov’a oralarda ve diğer yerlerde yaşayan Hıristiyanların kudretli Rus hükümetinin bayrağı altına kabul edilmelerini unutmaması için ricada bulundum…”241 9 Mart 1828 yılında sonuncu Rus askerleri Tebriz’den çıktıktan sonra İran’ın çeşitli yerlerinden Ermeniler büyük ölçüde Karabağ’a akın yaptılar. Bu akının yaygınlaşmasını S. N.

231 A. P. Liprandi, Kavkaz i Rossiya, s. 46 232 A. P. Liprandi, a.g.e., s. 133 233 İ. K. Yenikolopov, Griboyedov i Vostok, s. 137 234 S. V. Shostakoviç, Diplomatiçeskaya Deyatelnost A. S. Griboyedova, s. 154 235 Ç. P. Agayan, Rol Rossii v İstoriçeskih Sudbah Armyanskogo Naroda, (k 150 letiyu prisoyedineniya Vostoçnoy Armenii k Rossii), s. 220 236 G. A. Galoyan, Rossii i Narodı Zakavkazya (oçerki politiçeskoy istorii ih vzaimootnoşeniy s drevnih vremen do pobedı Velikoy Oktyabrskoy Sotsialiçeskoy Revolyutsii), s. 176, 178 237 V. A. Parsamyan, Kolonialnaya Politika Çarizma v Armenii 238 Azerbaycan Respublikası Devlet Tarih Arşivi, f: 524, l: 1, iş: 57, v: 3 239 J. Kirokasyan, Zapadnaya Armeniya vo Vremya I. Mirovogo Voyna, s. 411 240 S. N. Glinka, Opisaniye Pereseleniya Armyan ... s. 92, 94 241 V. A. Parsamyan, İstoriya Armyanskogo Naroda, 1801-1900 goda, s. 49

69 Glinka çok ilginç bir tarzda değerlendirmiştir: “...Ermenilerin İran’dan Rus topraklarına242 göçürülmesi meselesi dünya salnamelerinde bugüne kadar görülmedik bir hadisedir.”243 İran Ermenilerinin Karabağ’a göçürülmesinde rol oynamış Lazarev’in General İ. F. Paskeviç’e sunduğu raporunda son derece düşündürücü bir nokta ve hatta çok cesaretle söyleyebiliriz ki, sonradan Ermeni milliyetçilerini “Karabağ bizimdir” mitolojisine sürükleyen düşünceler de vardır. Binbaşı Lazarev, vatan244 için faydalı olan çalışkan Ermenilerin İran’dan Rusya topraklarına245 göçürülmesi işini yerine getirmiştir.246 Kafkas orduları kumandanı Mareşal Kont İ. F. Paskeviç’e sunulan raporu aynen aktarıyorum:247 “1827 senesinde Kafkas ordularının kazandığı parlak zafer esnasında, Rus Silahlı Kuvvetlerinin zaferine olağanüstü katkıları olan Ermenilerin sadakat ve teslimiyeti müşahede edilmiştir. Ben Tebriz’e geldiğimde, sizin talimatınız üzere bu halkın göç ettirilmesi işi ile meşgul oldum. Ermenilerin Rus hükümdarının kutsal adına karşı duydukları derin saygı ve sevgiyi ise birçok defalar nezdinizde dile getirdim. 1828 senesinde akdedilen ve Rusya için fevkalade şanlı olan barış antlaşması akabinde, anavatanımızın çıkarları için sizce ortaya atılan bu çok faydalı planın tatbikatı tarafıma havale edildi. Yani, İran topraklarındaki Hıristiyanların, Rusya tarafından yeni ele geçirilen Nahçıvan ve Revan mıntıkalarına göçürülmeleri ki, buraları şimdi Çarın inayeti ile “Ermeni Provinz”i adıyla anılmaktadır. Ermenileri ve onların kiliselerini yaklaşık 400 yıl baskı altında tutan boyunduruktan sonra bu halkın Rus idaresi altında bir araya getirilmesi büyük bir olaydır ve bütünüyle de sizin eserinizdir. Tarafınızdan bu şerefli vazifeye ifa ile tavzif edilen bizlere, bu iş şeref vermiş, Ermenileri ise tamamen mesrur etmiştir. Başlangıçta, hem benim, hem de diğerleri için büyük zorluklarla karşılaşmak söz konusu olmamıştır. Özellikle, daha barış antlaşmalarından önce, bazı Ermeni ve Nesturiler kendiliğinden ve arzuhallerle size gelmişler ve kendilerinin Rus topraklarına göç ettirilmelerini rica etmişlerdi. Ancak bunlar, çalışkan, baba ve atalarının evlerini, mezarlarını, bunların miras olarak bıraktıkları münbit ve geniş toprakları terk etmek zorunda kaldıkları, uzun seneler boyunca kendilerine hazırladıkları bu rahat hayatı, hali hazırın güvenliğini istikbalin belirsiz karanlığı ile değişme vakti geldiğinde, zorluklar kendini gösterdi. Önce Nesturiler geride bırakacakları mal ve mülklerinin değerleri tutarının hemen ödenmesini talep ettiler, bundan sonra da Ermeniler, yeni yurtlarında kuracakları ilk evler ve yapılacak inşaat için hiç olmazsa terk ettikleri taşınmaz mallar değerinin bir miktarının ödenmesini rica ettiler. Bütün bu zorluklara rağmen, İran’dan 8000’den fazla Ermeni ailesi Rusya’nın yeni fethettiği Ermeni bölgesine göç ettirilmiştir. Nesturilerin de göç etmeleri için devamlı bir gayret içinde bulunmama ve onlara altın paralarla destek olmama rağmen, yalnız Sarhoş ve Alverdi adlı sözü geçen iki Nesturi Meliki’ni (sözü geçen Muhtar) göçe tahrik edebildim. Önemli desteklerime rağmen Azerbaycan’da çok sayıda meskun olan Nesturilerden ancak 100 aileyi göçürmeye muvaffak oldum. Nesturiler terk edecekleri taşınmaz malları için Rus hükümetinin değerini karşılayan tazminatı almadıkça katiyyen yerlerinden kımıldamayacaklarını ifade etmişlerdir. Bütün bu zorlukların üstesinden gelme ve göçün ser’ian gerçekleştirilmesi başarısını, Ermenilerin gösterdikleri güvene ve yanımda bulunan ve

242 Azerbaycan toprakları kastediliyor. 243 S. N. Glinka, Opisaniye Pereseliniya Armyan ... s. 40 244 Rusya kastediliyor. 245 Azerbaycan toprakları kastediliyor. 246 Bu konuda bkz; AKAK (Aktı Kavkazskoy Arkeografiçeskoy Komissi) Kafkasya Arkeografi Kurulu Aktları, 1866, cilt: VII, belge: 592. 247 Raporun aslı için bkz; C. F. Neumann, Geschichte der Ubersiedlung von vierzıgtausend Armeniern Welche im Jahre 1828 aus der persischen provins Adarbaidschan nach Russiand aus Wanderten, Leipzig 1834.

70 her emrimi harfiyen ifa eden karargah erkanına borçlu olduğumu bildirmeyi bir vazife addederim. 26 Şubat 1828’de Ermenilerin ve Azerbaycan’daki diğer Hıristiyanların Revan ve Nahçıvan bölgesine göç ettirilmeleri ile ilgili “Talimatname”nizi tebellüğ ettim. Bu talimatname uyarınca, hemen karargah erkanını tespit ederek tasdikinize sundum. Göçmenlerin desteklenmesi için tahsis buyurulan 16 bin Duka’nın sekiz bini kısa zamanda elime geçti ve hemen bana havale edilen işe mübaşeret ettim. 41. Avcı Alayı Yarbayı Prens Melikov, Urmiyye ve çevresindeki Ermenilerin göç ettirilmesi işine bakacak, Grusin Grenad Alayı Yarbayı Prens Argutinski Dolgoruki ise Tebriz’de kalacak ve buradaki ve havalesindeki Ermenilerin göçürülmesi işini yürütecekti. Kendisine pek çok subay bırakılmış olup; fakir göçmenlerin desteklenmesi için de para verilmiştir. Yanımdaki diğer pek çok subaylarla beraber ben de 29 Şubat’ta Meraga’ya giderek, orada 1 Mart’a kadar kaldım. Bütün bu zaman içinde Ermenilerin göçleri, iaşe ve ibadetleri anında çeşitli İran ve İngiliz memurları hep yanımda olmuşlardır. Göçürülme ise şu şekilde gerçekleşti: Her şeyden önce Ermenilerin göç etme arzularının sıhhatinin tayini için şahsen pek çok yerleri, özellikle Ermenilerce meskun köyleri dolaştım. Dolaştığım yerlerde en liyakatli ve kabiliyetli olanları seçtikten sonra bunlardan her birine göç edeceklerden bir gruba başkanlık etme görevini verdim ve emirlerine genç subaylar tahsis ederek muhtaçların da ihtiyaçlarının karşılanması için para bıraktım. Seçmiş olduğum bu kişiler, göç etmeyi arzu eden ailelerin listelerini çıkartacak ve paraları ihtiyaç sahiplerine makbuz karşılığında dağıtacaklardı. Herhangi bir grup göç etmeye hazır hale geldiğinde, başlarına tayin edilen bu kişi, duruma göre ya bizzat, ya da genç subaylardan birini görevlendirerek bunları yola çıkartacaktı. Her gruba kazaklardan ve piyadelerden bir refakatçi verilmekteydi. Bunların tedarik edilmediği durumlarda ise göçmenlerden oluşturulan silahlı bir koruma kıtası bu vaziyeti görecekti. Ben hemen hemen her kafilenin yola çıkışları anında hazır bulundum veya onları yol esnasında teftiş ettim. Sofiyani kasabasında tarafınızdan almış olduğum şifahi emir mucibinde parasal sarfiyatta kendi ihtiyarımca davranabilme salahiyetini ahzetmiş idim. Bu yüzden, göçmenler arasında kendilerine bir hayvan tedarik edemeyecek kadar ihtiyaç içinde olan aileler gördüğümde, bunlara gereken yardımda bulundum ki, yapmış olduğum olağanüstü masrafların çoğu bu gibi ihtiyaçların karşılanması için sarf edilmiştir. Başkan olarak belirlenen kişi, kendisine teslim edilen kafileyi intizam ve disiplin içinde Rus sınırlarına kadar götürecek ve orada, bunları Rus yetkililerine teslim edeceklerdi. Bu yetkililer ise daha evvel haberdar edilmiş olacaklardı. Göç eden ailelerin listeleri ve sarf edilen paralara dair makbuzlar ise bu kişiler tarafından daha sonra bana teslim edilecekti. (İran’dan göçürülen Ermenilerin /HANE/8.249/ /genel yekunu /KİŞİ/ 41.245/, Osmanlı resmi kayıtlarına göre /HANE/ 4.230/, Erzurum’dan göçürülen Ermenilerin yekunu /KİŞİ/ 21.150 /, toplam olarak Doğu Anadolu’dan /HANE/ 20.000 / göçürülen Ermeniler /KİŞİ/ 100.000) İşe giriştiğimde karşıma büyük engeller çıktı. Ermeniler her ne kadar samimi olarak göç etmeyi arzulasalar da, tüm zenginlikleri evlerden, meyve bahçelerinden ve gayet iyi ekimli tarlalardan oluşmaktaydı. Bütün bunları terk ederek geride bırakmak zorunda kalacaklarından, Rus hükümetinin bırakacakları bu malların yüksek değerini göz önüne almasını ve bunların tanzim edilmesi gerektiğini, böylece daha rahatlıkla Rus sınırına geçebileceklerini ve yeni yurtlarında kendilerine lüzumlu olan şeyleri tedarik ve inşa edebileceklerini düşünmekteydiler. Siz ise göç edecek olan Ermenilerin taşınmaz mallarını geride kalan Hıristiyan ve Müslümanlara satabileceklerini düşünmekteydiniz ve işgal altında tutulan yerlerden acele bir tahliye gerekecek olursa, buralarda yetkili vekiller bırakılmasını emretmiş bulunuyordunuz. Ancak bu gerçekleşmemiştir. İran

71 hükümeti gizliden gizliye tebasının bu gibi mülkleri satın almasını yasaklamış ve böylece Ermenilerin göç etmelerinin engellenebileceği umulmuştur. Eğer bunda muvaffak olamazlarsa, o zaman da Ermenilerin her şeyi bırakıp gitmeleri söz konusu olacağından, önemli ölçüde bir servete havadan sahip çıkmış olacaktı. Bazı İranlılarla Ermeni mülkleri için fiyat hususunda anlaşılmış, ancak bunlardan satışların gerçekleşmesi aşamasında vazgeçmişlerdir. Kıtalarımızın korumacılığı altında olduğu halde Ermeniler bu konularda hiçbir şey yapmadıklarına göre, tahliyemiz akabinde işleri yürütmekle vazifeli yetkili vekillerin pek de fazla bir şey yapabilecekleri düşünülemez. Ermenilerin terk etme durumunda oldukları mal ve mülkleri çok yüksek değerde olup; kendilerine yardım olarak verdiğimiz ise , ancak her aile için on gümüş rubleyi aşmayacak kadardı. Talimatınızı harfiyyen ifa edebilmek için Ermenileri boş vaatlerle aldatmadım. Bilakis İran’da bıraktıklarının hepsine Rusya’da bir kalemde sahip olamayacaklarını açıkça söyledim.248 Ancak kendilerinin ve çocuklarının her zaman hayırhah bir Hıristiyan idaresi altında rahat ve güven içinde yaşayacaklarını da ifade ettim. Bu ikazlar yanımda bulunan subaylar tarafından da yapılmış olup; fevkalade başarılı sonuçlar vermiştir. Öyle ki, önce Meraga’daki Ermeniler ve daha sonra Azerbaycan’da yaşayan diğer Ermeniler, her şeylerini bırakmak pahasına Rus topraklarına göç etmeye karar vermişlerdir. Hatta en uzak mıntıkalardan, mesela Kazvin’den bile, askeri bir koruyuculuğumuz olmaksızın gelip göçlere katılanlar olmuştur. Bu duyulmamış fedakarlık Ermenileri bir anda fakir bir duruma düşürdü ve parasal desteklere muhtaç bir hale soktu. Her türlü yardımda bulunmaya gayret etmekle beraber gayet müktesit davranmaya mecbur olduğumdan, her bir aileye vermek durumunda kaldığım para, ortalama beş gümüş rubleden daha az olmuştur. Meraga Ermenileri fedakarane teslimiyetin ilk örneğini vermişlerdir. Ancak Mart başlarında toprak hala karlarla kaplıydı ve muhacirlerin davarları, yem kıtlığı yüzünden yollarda telef olacak diye korkuyordum. Bu durum beni, bunların hemen yola çıkarılmalarının tehir edilmesine zorladı. Ve şahsen Tebriz’e gelerek size malumat arz etmeye karar verdim. Her türlü gerekli tedbirleri aldıktan ve Meraga Ermenilerinin göç işlerini Hamasov ve Kurmay Yüzbaşı Voinkov’a havale ettikten sonra 7 Mart’ta Meraga’yı terk ile ayın sonunda Sofiani’ye vararak size mülaki oldum ve orada sizin tarafınızdan her türlü icraatimin tamamen tasvip edilmekte olduğunu görmekle müftehir oldum. 10 Mart’ta Tebriz’e geri döndüm. Oradaki Ermenilerin göç ettirilmesi için gerekli önlemleri aldım ve emirlerini vererek Salmas’a doğru yola çıktım. Bu sıralarda göçler artık başlamış bulunuyordu. Azerbaycan’ın çeşitli yörelerinden çok sayıda kafileler yola çıkmışlar ve Aras’a doğru yol almaktaydılar. Müslümanlar, göç edenlere karşı duymakta oldukları nefreti dile getirmekte yolcuları aşağılayıcı ifadelerle uğurlamakta, hatta taşlamaktaydılar. Kafilelerin başlarındaki başkanlar ise çatışmalara yol açmamak için daima grubunu teşkil ederek kontrolü altında tutmuşlar ve böylece, kaçınılmaz gibi görünen kan dökülmelerine meydan vermemişlerdi. İran hükümetinin bu gibi davranışlara karşı herhangi etkili bir önlem aldığını söylemek ise zordur. Hatta bu kayıtsız tutumu ile belki de Ermenilerin göç etmekten vazgeçebileceklerini ummaktaydı. 21 Mart’ta Dilman kalesine vardım. Ermeni köylerini dolaştım. Her yerde tarifi zor coşkunlukla, alkış ve büyük güven gösterileriyle karşılandım. Ancak yanımda subay bulunmadığı için Salmas’taki Ermenilerin listesini çıkartma işini Patrik Enoch’a havale ettim. 22 Mart’ta tekrar yoluma devam ile 23 Mart’ta Urmiye’ye geldim.

248 Oysa ki, Lazarev, Ermenilere yaptığı 30 Mart 1828 tarihli “Beyannamesinde, burada kaybettikleri cüzi şeylere karşılık Rusya’da daha fazlasına nail olacaklarını” ilan etmekteydi.

72 Burada Prens Argutinski Dolgoruki’ye, Tebriz’den gelerek Selmas’tan göç edecek olan Ermenilerin şevkiyle uğraşmasını emrettim. Aynı zamanda General Pankratyev ile irtibata geçtim. Kendisinin pek çok defalar yardımına ihtiyaç duymuş olup, her seferinde imkanlar dahilinde elinden geleni yapmaya daima koşmuştur. Urmiye Ermenilerinde de aynı heyecan ve güveni müşahede ettim. Tehcirin başarı ile gerçekleşmekte olduğunun şahidi olan İran hükümeti ise elinden geldiğince engeller çıkartmaktaydı. İran hükümeti bütün tahminlerin aksine hemen hemen bütün Ermenilerin göç etmekte olduklarını görmekte ve çalışkan ve çalışmayı seven böyle büyük sayıdaki bir ahalinin göçürülmesiyle doğacak zararların büyüklüğünü de hissetmekteydi. Bu yüzden çeşitli bölgelerin yetkilileri yapılmış olan anlaşmaya rağmen Ermenilere gelerek onlara Rusya’ya göç etmelerinin ne kadar hatalı olacağını telkin etmeye başladılar. Bunlar Ermenilere Rus topraklarına ayak basar basmaz toprağa bağlı Rus köle köylüleri haline getirileceklerini ve rahat bir hayat sürme imkanlarından mahrum olacaklarını ve gençlerin en iyilerinin hemen askere alınacağını temin eden izahlarda bulundular. Buna karşılık İran’da kalmaya devam edecek olurlarsa, uzun bir müddet vergilerden muaf tutulacakları kesindi. Ermenileri vatanlarından ayırmamak için İran yetkilileri, benim verebileceğimden çok daha fazla para etmekteydiler ki, bu hususu o zaman tarafınıza da arz etmiş idim. Bütün bunlara rağmen gerekli tedbirleri almaya devam ettim ve Ermeni halkı da göç etme niyetlerinden vazgeçmediler. Urmiye’ye geldiğimde Rus kıtalarının neredeyse tümü çekilmiş vaziyetteydi. Bu mıntıkalardaki Ermenilerin göçürülme işini Meraga’dan dönmüş bulunan Hamasov’a havale ettim. Yalnız bu bölgedeki dört köyün nakillerini Prens Şalikov yürütecekti. Rus sınırına yakın olan Hoy kalesi Ermenilerinin göçe hazırlanması işini de üsteğmen İsskritski’ye havale ettim. Meraga’dan Kürtlerin meskun olduğu yerlere güvenilir adamlar gönderilmesi çok daha evvel yapmıştım. Bunlar, karşılaştıkları büyük tehlikelere rağmen, buralardan da bazı ailelerin göç ettirilmelerinde başarılı olmuşlardır. Fakat böylece çok kötü bir şekilde Kürtlerin damarlarına basılmış oluyordu. Bunlar güpegündüz küçük kafileler halinde göç etmekte olan Ermenilere saldırdılar, bunları yağmalayarak göç etmelerine engel oldular. Bu durumda ben de General Pankratyev’e müracaat ettim ve bu haydutların cebbarane hareketleri bir nebze olsun önlendi. 5 Nisan’da General Pankratyev’e, İranlıların harp tazminatı olarak ödemek zorunda oldukları meblağı Tebriz’de teslim ettiklerini bildirdim ve 20 Nisan’da Rus kıtaları Urmiye’yi tahliye etmeye başladılar. Bu gelişme, beni göç işlerini daha büyük bir süratle yürütmeye sevk etti. İran hükümeti ise bu durum karşısında son çareye başvurdu: Mahmut Tahir Han, Abbas Mirza’nın bir mektubu ile çıkageldi ve 400 aileden müteşekkil bir Ermeni kafilesinden bizzat duyduğunu iddia ettiği, Rusların bunları zorla göç etmeye icbar ettiklerine dair olan ifadelerini şikayet yollu bildirdi. Bu yalanı ortaya çıkarmak üzere Askar Han’ın oğullarından birini de yanıma alarak 12 Nisan’da Hoy’dan çıktım. Bir müddet sonra göçe icbar edildiklerini söyleyen Ermeni kafilesine vardık ve durumu tahkiken onlardan sordum. Hepsi de müttehiden serbest iradeleriyle göç etmekte olduklarını temin ettiler. Askar Han’ın oğluna ise, “Biz İran ekmeği yemektense Rus otu yemeyi tercih ederiz” dediler. Bu ifadeyi yazılı olarak kaydettim. 13 Nisan’da Hoy kalesine geri döndüm. Gerekli tedbirleri alarak, takibini Binbaşı Prens Şalikov’a ve İsskritski’ye havale ile 18 Nisan’da Dilman kalesine avdet ettim. 20 Nisan’da İran veliahdı Abbas Mirza’nın kahyası Mirza Mesut Dilman’a geldi. Kendisi Salman’dan göç edecek olan Ermenilerin muhaceretlerinde hazır bulunacaktı ve bana Abbas Mirza’nın bir mektubunu iletti. Bu mektubunda veliaht beni Ermenileri göçe zorlamakla itham

73 etmekteydi. Hemen verdiğim cevapta, memurlarının kendisine yanlış haber ve beyanlarda bulunduklarını ifade ile delil olarak da Askar Han’ın oğlunun bizzat şahidi olduğu olayın belgesini yolladım. Mirza Mesut şahsen, benim icraatimin adil olduğuna kanaat getirmiş bulunuyordu. Çalışmalara enerji ile devam etmek için daha fazla paraya ihtiyaç duyduğumdan, General Pankratyev’den 3000 Duka borç aldım ki; bunlar sizin tahsis ettiğiniz meblağdan tekrar iade edilerek ödenmiştir. 20 Nisan’da Rus kıtaları Urmiye’den tamamen çekildiler. İşlerini bitirmedikleri için hala İran’da kalan aileler, hükümetin bazı baskılarına maruz kaldıklarından şikayet etmekteydiler. Bu durumda Salmas ve Hoy’daki göçmenlerin hemen tehcirleri için çalışmalara hız verdim. Böylece, bir grup bir diğerini takip etmeye başladı. Neticede Azerbaycan’ın nüfusu dikkati çekecek oranda azaldı. Ermeni vilayeti geçici hükümeti benden içinde bulundukları zaruretten ötürü gelmekte olan göçmenlere gerekli yardımı yapacak durumda olmadıklarını ve bu yüzden göç işine hasat mevsimine kadar ara verilmesini rica ettiğinde, 5000 aile Aras’a çoktan yaklaşmış bulunuyordu. 8 Mayıs’ta, 24 Nisan tarihli talimatınızı aldım. Burada bana göçmenlerin büyük bir kısmının ve özellikle fakir olanların Karabağ’a yönelmelerine ikna edilmeleri emrediliyordu. Orada bunların her türlü ihtiyaçları daha iyi karşılanacaktı. Ancak bu göçmenlerin kendi imkanları ile göç edemeyecek olanların yerlerinden kaldırılmamaları emrediliyordu ki, ben bu emri göç etme arzusu içinde olmalarına rağmen paraları olmayanların, parasal yardım görmemeleri şeklinde icra ettim. 9 Mayıs’ta Dilman kalesini terk ile 10 Mayıs’ta Hoy kalesine vardım. Aynı anda General Pankratyev, Urmiye, Salmas ve Hoy’da mevcut Ermenilerin korunmaları için dört Kurmay subay ve diğer güvenilebilecek memurların bırakılmasına dair olan talimatınızı bana iletti. Hemen göç edecek Ermeniler içinden henüz yerlerinden kalkmayanlara haberler salarak Prens Argutinski – Dolgoruki’ye emir vererek Ermeni kafilelerin yola çıkmalarında acele etmeyerek harman vaktinin beklenmesi lazım geldiğini bildirdim. Bu arada Nahçıvan’dan gelen bir haberden, oraya vasıl olan Ermenilerin kamplarda oldukları ve her türlü zaruret içinde bulundukları bildiriliyordu. Acaba şahsen orada bulunmam, bunların kaderlerini olumlu yönde etkileyebilir mi, diye düşünerek, 17 Mayıs’ta Hoy’dan hareketle 19’unda Nahçıvan’a geldim. Göçmen kamplarını teftiş ettikten sonra Hamasov’u Revan’a göndererek Ermeni vilayeti yetkililerinden Ermeni muhacirlerine belirli yerler göstermelerini ve en kısa zamanda bunlara yardıma koşılmasını rica ettim. Nahçıvan’da miri arazi mevcut olmadığından pek çok Ermeni’yi Revan ve Karabağ’a yerleşmek üzere yönelmeleri için ikna etmeye çalıştım. Ancak Nahçıvan’daki kafileleri tamamen çaresiz gördüğümden aralarında bölüşülmek üzere bunlara 2000 Duka verdim. 21 Mayıs’ta Nahçıvan’ı terk ile 22 Mayıs’ta tekrar Hoy’a vardım. Talimatınıza mümkün mertebe uymak amacıyla, pek çok Ermeni’nin göçürülmesini, Rus kıtalarının tamamen geri çekilmelerine kadar tehir ettim. Çalışmanın sonuna gelindiğini gördüğümde, sizinle şifahi olarak bazı ayrıntıları görüşmeyi arzu ettiğimden geri kalan işlerin maiyetimdeki müstait zabitandan Prens Argutinski’ye havale ederek, 29 Mayıs’ta Hoy’u terk ile Revan ve Nahçıvan üzerinden yola çıktım ve 18 Haziran’da Kars önlerindeki Rus ordusuna katılma emrini aldım. Ahıska Kalesi’nin fethinden sonra Revan’a dönmem emredilerek faaliyetlerim ve sarfiyatlarımla ilgili olarak geniş bir rapor yazmam istenildiğimden, hastalığıma rağmen yola koyuldum. Tiflis’e vardığımda hastalığımın seyri ağırlaşmıştı ki, hala iyileşmeyi beklemekteyim. Çalışmalarıma 26 Şubat 1828’de başladım ve 11 Haziran’da son verdim. Bu arada ise göç etmek isteyen 1500 aileyi memleketlerinde bırakmak zorunda kaldım. Bütün bu zaman içerisinde tarafınızdan 14.000 Duka ve 400 Gümüş Ruble tahsisat aldım ve bu para ile 8249 aileyi göç ettirdim. Yalnızca Nahçıvan’dan göç edeceklere 2000 Duka’dan fazla masraf edilmiştir. Tamamen uhdeme tevdi edilen bu

74 paranın tamamını Yüzbaşı Durebanka’ya teslim etmiş idim. Bu zat olağanüstü faaliyet, dikkat ve disiplin işleri tedvin etmiştir. İlave edilen vesaitten de görülüp anlaşılacağı üzere maiyetimdeki her zabitin ne kadar aileyi göç ettirdikleri ve bunlar için ne kadar para harcadıkları ve diğer fevkalade masraflar görülebilmektedir. Bütün faaliyetlerimi dile getiren bu ayrıntılı raporumda zikretmeye mütecasir olduğum diğer bir husus, yeni ele geçirilen yerlerde devlet için yeni zenginlik kaynağı olacak olan, çalışan ve faal 8000’den fazla ailenin iskan edilmesi şerefinin tarafınıza ait olduğudur. Sarf edilen para ne kadar büyük olursa olsun, bu çok kısa bir zamanda ve fazlasıyla tekrar devlet kasasına geri gelecektir. Eski ve büyük Ermenistan’ın hali hazırdaki çorak durumu üzerinde zengin köyler ve belki şehirler yükselecek ve buralar çalışkan mesleki faaliyeti kesif ve hükümdarlarına muti ahali ile şenlenecektir. Ermenilerin Rusya için katlandıkları çeşitli fedakarlıkların ve teslimiyetin şahidi olduğumdan, yeni kurulan bölgelerin hamisi olarak sizi, derin hürmetkarlıkla selamlamakta olduklarını iletmekle mütefahhirim. Hükümdarınıza yapacağınız kayırıcı sözlerle, göçmenlerin durumlarını iyileştirici, onlara faydalar getirecek etkilerde bulunacağınıza inanıyorum. Bana şeref veren bu vazifenin ifası hayatımın en önemli devresi olmuştur. Maiyet efradımın taltif ve takdirlerinin ve ayrıca göç esnasında canla - başla yardımcı olan Ermeni Yüksek Ruhbanının, İran’da sahip olduklarına denk düşecek bir şekilde haklarının kollanmasını istirham ederim”.249 Bu rapordan anlaşıldığı gibi, Binbaşı Lazarev’in gerçekleştirdiği, daha doğrusu, ona havale edilmiş pragmatik görevin arkasında sırf ütopik ve kurnaz “Ermeni devleti ülküsü” durmaktaydı. Olayların perde arkasına göz atınca, şöyle bir durum ortaya çıkmaktadır: Ermenilerin Karabağ’a ve Azerbaycan’ın diğer topraklarına göçürülmesinin asıl organizatörleri kimler olmuştur? Bu işin “ilhamcıları” başta Çar I. Nikolay olmakla Rus üst düzey temsilcileri General Feld Mareşal İ. F. Paskeviç, Graf Nessllrode, A. S. Griboyedov ve diğerleri olmuştur. Ermeni ileri gelenleri250 ise onlardan yararlanmışlardır. Ama bir daha hatırlatalım ki, çarizmin sadık memurlarını bu işlerde ideolojik açıdan hazırlayanlar, daha Büyük Petro’nun zamanında Rusya’nın başkentini sık sık ziyaret eden Ermeni tüccarları ve papazları olmuşlardır. Şunu belirtelim ki, ister Türkiye’ye yaklaşımda, isterse de “Ermeni Meselesi”nde Batının faaliyetlerini ve yürütmüş oldukları siyaseti aşamalı şekilde izlemek mümkün değildir. Yürütülen bu faaliyetlerin ve politikanın sadece konumuzla ilgili hususlarına değinmeyi uygun görüyoruz. Bu bir gerçektir ki, “Karabağ jeopolitiğine” gidilen yol, Türkiye’de yaşayan Ermeni milliyetçilerinin, özellikle de Kilisenin faaliyetlerinden başlamaktadır. Siyasi tarih açısından ele alırsak, 1870’li yıllara değin ne Rusya’nın, ne de diğer büyük Avrupa devletlerinin Ermeni Meselesi’ne ilgi duymadıkları açıkça gözükmektedir. Daha geniş anlamda ifade edersek, büyük devletlerin politik tutumlarında “Ermeni Meselesi” olmamıştır. Hemen belirtelim ki, “Büyük Devletler” anlayışını boş yere kullanmıyoruz. İlk olarak bu yüzden ki, genellikle büyük devletlerin politik tutumları ve diplomatik müdahalesi olmadan hiçbir milli problem “küresel mesele” seviyesinde dikkati çekmez. İkincisi, “Karabağ Sorunu”nun başlaması ve günümüze ulaşması, problemin uluslararası arenaya çıkması Rusya da dahil büyük devletlerin bölgede milli çıkarlarının artması sayesinde mümkün olmuştur. Geçmişe dönersek251 Rusya, Balkanların kısa tarihi süreç içerisinde kendisi açısından stratejik rol oynayamadığını anlayınca252 Türkiye’ye karşı yeni planlar hazırlaması için

249 Tayfun Atmaca, XX. Yüzyıl Sonunda Azerbaycan – Türkiye Münasebetleri (1993-1998), s. 110-119 250 V. G. Madatov-yan, V. O. Bebudov-yan, İ. Lazarev-yan ve Ermeni papazları kastedilmektedir. 251 Balkan ülkelerinin Osmanlı İmparatorluğundan ayrılarak bağımsızlıklarını kazandıkları devirler. 252 çünkü Balkanların Osmanlılardan ayrılması sebebiyle Rusya’nın Osmanlılara savaş açması için bahanesi kalmamıştı.

75 politik–ideolojik metotları olan “geleneksel Ermeni kartına” başvurdu. Daha kesin bir değişle, “Ermeni Meselesi”ne kendi jeopolitik planlarında özel bir yer ayırmayı amaçlarına ve çıkarlarına uygun gördü. Bu kez Rusya, geleneksel “Ermeni Kilisesi” kartı ile birlikte, kısa bir süre sonra kurulacak olan Ermeni komitelerinden yararlanmaya çalıştı. Diğer bir değişle, Rusya, Ermeni isyanları ve kargaşalarını çıkarmakla Avrupa’ya ve orada cereyan eden olaylara müdahale etme yollarını aramaktaydı. İngiltere ve Fransa da, “eğer Türkiye topraklarında Ermeni Devleti kurulursa, bu Rusya ile Asya arasında tampon rolünü oynayabilir ve böylece Rusya’nın Doğuya yayılmasına engel olur” düşüncesinden yola çıkarak Ermenilere himayelerini kabullenmeleri için önerilerde bulundular. Görüldüğü gibi, “Ermeni Meselesi” ile ciddi şekilde ilgilenen büyük devletler, aslında kendi siyasetlerinde Ermenilerden bir araç olarak yararlanmaya üstünlük vermişlerdir. Dünya kadar eski olan “böl ve hükmet” ifadesinin bilinçlerine hakim kesilen İngilizlerin çok ünlü diplomatlarından Lord Curzon, özellikle bunu doğrulamaktadır: “Türkiye Müslümanları ile diğer doğu ülkeleri Müslümanları arasında tampon bir devletin oluşturulması kaçınılmazdır. Sorunun ortadan kalkması için yeni Ermeni Devleti tezahüründe Hıristiyan bir topluluğun oluşturulması şarttır.”253 “Ermeni Meselesi”nin büyük devletlerce abartılması, antitürk içgüdüsünden beslenen Ermeni milliyetçiliği için bugüne kadar mühim manevi – siyasi atmosfer yaratmıştır. Ayırımcılık anlayışından yararlanmak Ermeniliğin tarihi gelişimi mantığından doğsa da daha çok Ermeni milliyetçiliğinin ayrılmaz parçasına dönüşmüştür ve bugün de bu halkın şovenist milliyetçilerinin bilincini beslemektedir. Şunu belirtelim ki, “Büyük Ermenistan” ülküsünü Ermeni milliyetçiliğinin mental elementi olarak şekillendiren çeşitli Ermeni teşkilatları ve partileri de Avrupa ülkelerinde ve Rusya’da ortaya çıkmıştır. Rusya’nın “Doğu Meselesinde” önemli yer tutan “Güney Denizlerine Açılma” siyaseti, Rusya açısından gerekli sosyal üsse dönüşmüş ve bu yolda Ermeniler milli – siyasi metot olarak kullanılmıştır. Güney Kafkasya Valisi İ. İ. Vorontsov – Taşkov, Çar Nikolay Romanov’a yazdığı 10 Ekim 1912 tarihli mektubunda, I. Petro döneminde temeli atılmış olan siyasete bir daha geri dönmenin gerekliliğini hatırlatarak “ezeli Rus siyasetine geri dönerek Türkiye Ermenilerine hamilik etmenin zamanı gelmiştir”254, diye açıkça belirtmişti. Şubat 1917’de Rusya’da gerçekleşen devrim sonucunda Güney Kafkasya halkları bir nevi kendi kaderlerine bırakıldılar. Ama Ermeni hükümeti bu bağımsızlığa o kadar da sevinmemekteydi. Çünkü bağımsız olmayan bir ülkeden toprak koparmak o kadar zor bir mesele değildi. Ama Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanması meselenin ciddiyetini artırmaktaydı. Bu bir gerçektir ki, üç cumhuriyetten - Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan - sadece Ermenistan ciddi silahlı bir güce sahipti. Çünkü Türkiye’ye karşı savaşan Rus ordusundaki 35 bine yakın Ermeni silahlı birliği ve onlara katılan Rus asker ve subayları Ermeni milli ordusunun temelini oluşturmaktaydı. Üstelik, Ermeniler Rusya’ya sadakatleri sayesinde Kafkasya’da bolşevizmin de güvenilir dayanağına dönüşmüşlerdi. Aslında bu “sadakat” gerçek bir sadakat değil, mevcut durumdan yararlanarak amaçlarına ulaşmak için edinmiş oldukları siyasi bir metottu. Bu “sadakatleri” sayesinde tarihte ilk kez devlet kuracak ve daha çok toprak taleplerinde bulunacaklardı. Ünlü Rus tarihçisi V. Veliçko, Ermeni siyasetini şu şekilde tanımlamıştır: “... Ermeniler tarih boyunca devamlı surette efendilerini değiştirmişlerdir. Roma, Bizans, İran,

253 Lord Djordj, Pravda o Mirnıh Peregovorah, s. 427 254 İz Pisem İ. İ. Vorontsova – Daşkova Nikolayu Romanovu. //Azerbaycan Tarihi Senedler ve Neşrler Üzre, s. 119 (Rusça).

76 Rus, İngiliz, Fransız, Türk... Tarih sahnesine her defasında yeni efendi çıktığında Ermeniler eski efendilerine isyan etmiş ve onları sistematik olarak satmışlardır…”255.

B- Sovyet Rusyası Dönemi

Son zamanlara kadar ülkenin sosyo – politik hayatında baş göstermiş değişiklikler sonucu bir takım tarihi olaylara bu veya diğer “metodolojilerden” uzak, bilimsel açıdan doğru, objektif değer vermek için çok az fırsat bulunmaktaydı. Şimdi Azerbaycan tarihçileri ve araştırmacılarının milli vatandaşlık borcu, tarihi gerçeklerden uzak olan “Marksizm – Leninizm metodolojisi” kalıbına uygun düşüncelerden, yürütülmüş bilimsel genelleştirme ve çıkarılan Marksist neticelerden kurtulmak ve herhangi bir tarihi olay ve gerçeği kamuoyuna olduğu gibi aktarmaktan ibarettir ve bu yolda da bir takım başarılı adımlar atılmıştır. Azerbaycan tarihine yeniden bakılması gereken yüzlerce böyle meseleler vardır. Bu meselelerden biri de Çarlık Rusyası’nın devrilerek yerini Sovyet Rusyası’na bırakması ve 1920 yılında XI. Kızıl Ordunun Azerbaycan’a girmesi meselesidir. XX. yüzyılda Sovyet ordusu Moskova’nın emriyle iki kez – Nisan 1920’de ve Ocak 1990’da Azerbaycan’a silah gücüyle girdi. Hepimiz onun sonuncu gelişinin canlı şahidi olduğumuz için burada güdülen amacı ve sonucu arşivlerden öğrenmeye ihtiyaç yoktur. “Şanlı Kızıl Ordu”nun Nisan 1920’de Azerbaycan’a girmesi meselesine gelince, Sovyet Azerbaycanı tarihçiliğinde böyle bir tez hüküm sürmekteydi: Azerbaycan’da hakimiyet uğrunda verilen mücadeleye XI. Kızıl Ordunun müdahalesi yalnız dünya proletarya prensibinden doğmuştur. Yani Rusya’da siyasi iktidarı ele geçirmiş olan işçi sınıfı bununla da yetinemezdi. O, ücra bölgelerde yaşayan sınıf kardeşlerine de bu yolda bütün vasıtalarla, hatta gerekirse silah kullanarak yardım etmeyi amaç edinmişti. Tarihi belgeler, XI. Kızıl Ordunun yukarıda belirtilen tez doğrultusunda Azerbaycan’a geliş sebebini, gerçekte Rusya’nın işgaline hak kazandırmak için uydurulmuş bir bahane olduğunu açığa çıkarmaktadır. Ekim devriminden sonra V. İ. Lenin’in dili ile dersek, “dövülerek yarım can hale salınmış ve koltuk değenekleriyle bile yürümesi şüphe altında olan” Rusya’nın sosyo – politik, ekonomik ve askeri durumu, yukarıda gösterilen tezin doğruluğunu açıkça reddetmektedir. Bilindiği gibi, Ekim devriminden sonra iç ve dış kuvvetler birleşerek genç Sovyet hakimiyetine karşı vahit cephede ayağa kalkmışlardı. Rusya’da Sovyet hakimiyetinin varlığı şüphe altında idi. İç ve dış kargaşaların olduğu, Rusya’nın siyasi ve askeri imkanlarının kısıtlı olduğu bir dönemde, düzenli ordunun sadece ulusal birlik namına “Azerbaycanlıların devrim mücadelesine yardımda bulunmak için” Azerbaycan’a gönderilmesi ya çocuk saflığı, ya da siyasi Don Kişotçuluk olurdu. Tarihi belgeler, Sovyet Rusyası’nın kendinin kritik bir döneminde böyle bir tedbire başvurmasını birçok sebeplerle birlikte, aynı zamanda ekonomik kalkınma ve sömürge açısından Bakü’ye olan ilgisiyle bağlı olduğunu açığa çıkarmaktadır. Aksi takdirde Rusya hiçbir şey yapamaz, ekonomik açıdan kötü duruma düşerdi. Böylece, “Azerbaycan halkının yardımına acele eden” XI. Kızıl Ordu, Azerbaycan’a girmekle Rusya’nın petrole olan ihtiyacının giderilmesine kolaylık sağladı. Azerbaycan petrol endüstrisi, SSCB’nin oluşturulmasından sonra Rusya’nın ekonomik üssüne dönüştü. Azerbaycan, Rusya’nın petrole olan ihtiyacını fazlasıyla karşılamasının yanı sıra Sovyetler Birliği’nin sermaye birikimi için de tükenmez bir kaynak oldu. 1922 – 1937’li yıllarda Azerbaycan petrolünden elde edilen gelir, ortalama 50 milyar Manattan daha fazlaydı. Bu meblağ, bahsi geçen yıllarda orta hesapla nüfusun her kişi başına sayısıyla ölçülürse ne az, ne çok, tam 197.350 Manat, yani yılda 13.157 Manat düşerdi. Görüldüğü gibi, Rusya, XI. Kızıl Ordu’yu “Azerbaycan halkının yardımına” gönderirken ne ekonomik, ne de politik bakımdan “yanlış” yapmamıştı.

255 Vasili Veliçko, KAVKAZ. Russkoye Delo i Mejduplemennıye Voprosı, s. 75

77 Sovyet Rusyası açısından Bakü petrolü büyük bir önem arz etmekteydi / bugün de öyledir. XI. Kızıl Ordunun 28 Nisan 1920’de Azerbaycan’a girmesi ve 23 aylık Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin bağımsızlığına son vermesi sonucu Azerbaycan, daha doğrusu onun başkenti Bakü Sovyet Rusyası’nın ekonomik üssüne dönüştü. Rus işçilerinin genel toplantısında Vladimir İliç Lenin, “...Bakü’den aldığımız habere göre, Sovyet Rusyası’nın durumu gittikçe iyiye doğru gitmektedir. Haber aldığımıza göre, Bakü proletaryası yönetimi eline geçirmiş ve Azerbaycan hükümetini yıkmıştır. Bu da demektir ki, bütün ekonomimizi güçlendirebilecek bir üssümüz vardır. Böylece, taşıtlarımız ve sanayimiz petrol madenlerinden çok büyük faydalanacaktır...”256, diyerek Azerbaycan’ın başkentinin Rusya açısından ne gibi önem taşıdığını vurgulamıştır. Araştırmanın “Çarlık Rusyası Açısından Azerbaycan’ın Jeopolitik Önemi ve Ermeni Faktörü” kısmında belirtildiği gibi, Çarizmin bölgede, yani Güney Kafkasya’da emperyalist siyasetini artıran “metotlardan” biri de Ermenilerdi. Bu “metot” Sovyetler döneminde de aynen uygulandı. Çar Rusyası tarafından gerçekleştirilmek istenen, ama yarım kalan Ermeni planları Sovyet Rusyası döneminde gerçekleşti. Azerbaycan’da üst düzeylere Ermeni asıllı yöneticiler getirildi ve böylece, ülke kritik bir duruma sürüklendi. Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti 28 Nisan 1920’de Rus Ordusu tarafından işgal edildikten sonra yaşanan politik gelişmeler sonucu, halkın Bolşeviklere olan nefreti arttı. Üst düzeylere Ermeni asıllı yöneticilerin getirilmesiyle Azerbaycan’ın tanınmış aydın kesimleri Pantürkizm iddiasıyla ölüme ve sürgüne mahkum edildiler. Ayrıca, Ermenilerin Azerbaycan topraklarını kendi topraklarına katma pahasına arazilerini genişletme talepleri yeniden gündeme getirildi. Bu sorunlara hiçbir yanıt vermeyen Bolşeviklerin bu hareketlerine karşılık ülkeyi halk isyanları sardı. Ama isyanlar kanlı şekilde bastırıldı. Herkes Azerbaycan’da Bolşevik hakimiyeti kurulunca, Ermeni taleplerine son verileceğini düşünüyordu. Ama tarih insanların yanılgıya düştüğünü açığa çıkardı. 1920’lerde Karabağ’a, Nahçıvan’a, Zengezur’a ve Azerbaycan’ın diğer bölgelerine Ermeni askeri saldırıları devam etmekteydi. Bu saldırılara karşılık Türkiye ordusu işe karışınca Rusya, Ermenilere “yardım elini” uzattı. Topraklarını Azerbaycan’dan kopararak genişletmek isteyen, ayrıca Doğu Anadolu’yu da işgal etme niyetinde olan Ermenistan Türkiye’ye savaş ilan etti. Kazım Karabekir Paşanın komutası altındaki Türk ordusu Ermeni Taşnaklarını kısa bir süre içinde darmadağın etti ve Ermenistan’ın büyük bir kısmını gözetim altında tuttu. Aleksandropol’da imzalanan anlaşmayla Ermenistan’ın yüzölçümü 10.000 km. kare olarak belirlendi. Bu, Ermenistan’ın reel devletçilikten mahrum edilmesi anlamına geliyordu. Böyle bir durumda, Rusya “Ulusal Yardım” amacıyla Ermenistan’a yürüdü. Bu yürüyüş, Ermenistan’ı Türklerden kurtardı. Burada da bolşevikler iktidara geldi ve Türkiye ile yapılan anlaşma yürürlükten kaldırıldı. Küçük bir bölgeye sahip olan Ermenistan, 29 Kasım 1920’de Rusya Bolşevizmi tarafından sovyetleştikten sonra tarih boyu Azerbaycan’ın sınırları içinde bulunan Zengezur, Gökçe, Dereleyez, Karakoyunlu bölgelerini ve diğer Azerbaycan-Türk topraklarını da sınırları içerisine aldı. Böylece, eski Azerbaycan topraklarının kucağında 29, 8 km. karelik bir iz açılarak yapmacık “Ermenistan Devleti” kuruldu. Bu, Azerbaycan devletine ve halkına karşı yapılan en büyük tarihi ihanet idi. 1921 yıllarında gündemde olan mesele ise Karabağ Meselesi idi. Karabağ’ın Ermenistan toprakları içerisine katılmasını savunan Ermenistan yönetimine köken itibariyle Azerbaycan Türkü olan komünistler karşı çıkarak onların bu iddiaların reddettiler. Ama yapılacak bir şey yoktu, bütün itirazlara rağmen Karabağ, Ermenistan sınırları içerisine katılmasa da Ermenilerin çoğunlukta bulunması sebebiyle ona muhtariyet verildi. Gerçekte ise muhtariyet, Federasyon içerisinde devleti olmayan etniklere verilir. Ama kendi devletleri olduğu halde Azerbaycan’da muhtariyet elde etmeleri “Büyük

256 Vladimir İliç Lenin, Azerbaycan Hakkında, s. 168

78 Ermenistan” ülküsünün yavaş yavaş gerçekleşmesi yolunda kazanılan bir zafer olarak nitelendirilebilir. Sıra Nahçıvan’a gelmişti. Büyük Ermenistan haritası içerisine alınan Nahçıvan da “tarihi Ermeni toprağı (?)” şeklinde lanse edilmekteydi/edilmektedir. İddia edilen bu görüşlerin kökünden yanlış olduğunu ispat eden çok sayıda tarihi belgeler mevcuttur. Öte yandan, Ermenilerin bu bölgeye 1828 yılında Türkmençay anlaşmasından sonra getirildiklerine dair materyaller ve ilk elden kaynaklar mevcuttur ki, bunları da bir önceki bölümlerde ele almıştık. Ermenistan “Kafkasya kanunlarını” değil, çok farklı bir felsefeyi benimsemiştir. Bu devlet uluslararası kanunlara karşı gelerek Azerbaycan’ın bazı bölgeleri, özellikle de Nahçıvan üzerinde hak iddia etmektedirler. Gerçekte bütün bunlar bir fantezi olarak görülebilir, ama durumu sırf bir fantezi olarak değerlendirmek de doğru değildir. Bir zamanlar Ermenistan devletinin kurulacağı da fantezi olarak görülürdü. Ama günümüzde Ermenistan isimli bir devlet mevcuttur. Bu iddialar yeni değildir, kökü biraz eskilere gitmektedir. Ermeniler toprak iddialarını gerçekleştirmek için ve aynı zamanda kendileri tarafından iddia edilen adaletin yerini bulması için Nahçıvan’da katliamlar ve cinayetler yapmışlardır. Bu bölgeye olan iddialar, daha 1917 yılında “inzibati sınırların Petersburg tasarısı” tertip edilirken Ermeniler tarafından öne sürülmüş, Rus bürokrasisinin Ermeni yanlısı kesimleri tarafından desteklenmişti. Kendilerini Rusya’nın toprak bütünlüğünün savunucuları olarak gösterdiklerinden dolayı, Ermenilere Bolşevik merkezi tarafından desteği de temin edilmekteydi. Kısa bir süre içerisinde Nahçıvan’ı ele geçirmek isteyen Andranik, 14 Temmuz 1918 yılında “Nahçıvan eyaleti hakkında” 1 no’lu bir bildiri duyurdu. Bildiride bunlar yer almaktaydı: “1. Bugünden itibaren ben, kendi birliğimle birlikte Rusya Cumhuriyeti Merkezi Hükümetine bağlılığımı ilan ediyorum. 2. Brest-Litovsk anlaşmasına göre, Nahçıvan Rusya’nın ayrılmaz toprağıdır.” 257 Nahçıvan’a olan Ermeni saldırılarını değerlendiren Azerbaycan Cumhuriyeti Dışişler Bakanlığı’nın yazmış olduğu raporda gösteriliyordu: “1905 olayları daha büyük çapta ve tamamen yeni şartlar altında tekrar başlamaktadır. Eğer çarlık rejimi döneminde uluslararası husumetler, bizim ücra bölgeleri Rusya’yı bürüyen ihtilal hareketlerinden uzaklaştırmak isteyen bürokrasinin eliyle ortaya çıkarılıyorduysa, 1918 yılındaki çatışmaya bizim topraklarımızdaki Rus hükümetinin çöküşü ve Rus ordusunun topraklarımızdan çıkarılması sebebiyet teşkil etmişti. Ruslardan kalan silahı ve her türlü askeri malzemeyi ele geçirmiş Ermeniler, Müslümanları Türklere rağbet beslemekle ve silahlı isyan girişimlerinde bulunmakla itham ederek bütün güçleriyle saldırıya geçtiler.”258 Azerbaycan Cumhuriyeti Dışişler Bakanlığı’nın vermiş olduğu bilgilere göre, yaz aylarında Ermeniler, suçlu ve suçsuzları ayırt etmeden 400’den çok Müslüman köylerini kılıçtan geçirmiş ve yakmışlardır. Vermiş oldukları hasar ve yapmış oldukları katliamlar insanı hayrete düşürüyordu. Evleri yakıyor, ahalinin emlakini ellerinden alıyor, insanlara acımıyor, çocukları, kadınları ve yaşlıları kesiyorlardı... Yakın dönemlerde çiçeklenen köyler harabeye dönüşmüştü.259 İster XX yüzyılın başlarında, isterse de 1918-1920 yıllarında Nahçıvan, Şerur- Dereleyez, Culfa ve Ordubad’da cereyan eden sosyo-politik olaylar öğlesine korkunç bir şekil almıştı ki, bütün bunlar Güney Kafkasya çerçevesinden çıkarak uluslararası bir probleme dönüşmüştü. Tarihi Nahçıvan meselesi 1918 yılında birkaç kez Güney Kafkasya seyminde, 1918-1920 yıllarında Azerbaycan Demokratik Cumhuriyeti’nin ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin parlamento ve Milli Konseylerinde, Türkiye Cumhuriyeti’nin parlamentolarında, 1919 yılında Paris konferansında, 1919 – 1920 yıllarında Ermenistan ve Nahçıvan’da olan ABD temsilciliğinde, 1920 – 1921 yıllarında Azerbaycan ve Ermenistan Sovyet Cumhuriyetleri ihtilal komitelerinde, 16 Mart 1921 yılında RK(b)P’nin Siyasi Bürosunda, 1920 – 1921 yıllarında RSFCB Halk Komiserleri Sovyetinde müzakere edilse de,

257 D. Kirokasyan, Zapadnaya Armeniya v Godı Pervoy Mirovoy Voynı, s. 226 258 SPİHTA, f.277, l. 2, iş. 58, v.15 259 aynı kaynak

79 Nahçıvan’ın gerçek anlamda tarihi kaderini, onun Azerbaycan’ın sınırları içerisinde özerk bir bölge olarak kalmasını 1921 yılında yapılan Moskova ve Kars anlaşmaları belirledi. 16 Mart 1921 yılı Moskova anlaşmasının 3. ve 13 Ekim 1921 yılı Kars anlaşmasının 5. maddesi sırf Nahçıvan hakkındadır. Moskova antlaşmasının 3. maddesinde kararlaştırıldığı gibi, “Bağıtlı Taraflar, Antlaşmanın 1(C) Ekinde belirlenen sınır içindeki Nahçıvan kesiminin, koruyuculuk hakkını üçüncü bir devlete bırakmamak koşulu ile, Azerbaycan koruyuculuğunda özerk bir bölge oluşturulması konusunda anlaşmışlardır.”260 Kars antlaşmasının da 5. maddesinde kararlaştırıldığı gibi, “Türkiye Hükümeti ile Ermenistan ve Azerbaycan Sovyetler Hükümetleri, işbu Antlaşmanın III sayılı Ekinde belirtilen sınırlar içinde olmak üzere, Nahçıvan bölgesinin Azerbaycan’ın koruyuculuğunda özerk bir ülke oluşturulması konusunda anlaşmışlardır.”261 Arşiv belgeleri ve kaynakların vermiş oldukları bilgilere göre, 1929 yılına kadar Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nin yüzölçümü 5988 km. kare idi, ama günümüzde 5363 km. karedir. Yani 625 km. kare küçülmüştür. Ermenistan daha o devirlerde Moskova ve Kars antlaşmalarını hiçe sayarak Nahçıvan’a ait bazı toprakları farklı yöntemlerle ele geçirmişti. 18 Şubat 1929 yılında Türkiye’nin onayı ve haberi olmadan Güney Kafkasya Merkezi İcra Komitesi Nahçıvan’a ait dokuz köyün – Şerur reyonunun Haçik, Koradiz, Ordubad’ın Karçevan, şimdiki Şahbuz reyonunun Oğbun, Sultanbey, Ağkoç, Ses, Almalı, İtkıran köylerinin Ermenistan SSC ile birleştirilmesi yönünde kararlar çıkardılar.262 Bu bir gerçektir ki, Azerbaycan Türkleriz yaşadığı vatanlarından – şimdiki Ermenistan’dan - dört kez kovulmuşlardır. Hiçbir tarihi kaynakta Azerbaycan tarafından Ermeni topraklarına yapılan saldırılara rastlanamaz. Ama Çar Rusyası’nın bir zamanlar Güney Kafkasya’yı, Orta Asya’yı zaptetmeleri bütün dünyaya malumdur. Bu topraklarda kendi egemenliğini pekiştirmek için Rusya’ya sadece Rus göçmenleri yeterli değildi. Çarizm zaten Polonya, Sibirya ve Türkistan’daki gücünü pekiştirmek için çok sayıda Rus göçmenlerine ihtiyaç duymaktaydı. İran ve Türkiye’de sayısız sermaye biriktiren Ermeniler, bağımlı bulundukları devletlere ihanet ederek ve aynı zamanda kilise tarafından yönlendirilerek dikkatlerini Çar bürokrasisine yöneltmişlerdi. Para, rüşvet karşılığında Çar generalleri ve valilerinin yardımıyla Türkiye’den ve İran’dan Ermeniler Güney Kafkasya’ya ve Azerbaycan’a göçürülmüşlerdi.263 Bu gerçekleri doğrulayan çok sayıda tarihi belgeler vardır.264 Sonraki dönemlerde de XX. yüzyılın başlarında kendilerini Kahdağanlar olarak tanımlayan Ermeniler, nüfusunun çoğu Azerbaycan Türklerinden oluşan Gorus, Mehri, Kafan, Şiraz, Dereleyez, Uluhanlı ve diğer bölgelere yerleştiler. 1905 – 1906 yıllarında Taşnakların provokatörlüğü altında Azerbaycan Türklerini yaşadıkları bölgelerden göçe zorladılar. Böylece, binlerce Azerbaycan Türkü vatanını terk etti. 1930 yıllarında Ermenistan’da yerli Türk nüfusunun sıkıştırılıp çıkarılmasının yeni bir safhası başlandı. Bütün bunlar devlet düzeyinde gerçekleştiriliyordu. 9 Eylül 1930’da, Ermenistan SSC’nin yeni toprak – inzibati paylaşımı – zamanında Azerbaycan köylerinin birbirinden koparılması, Ermenilerin azınlıkta bulunduğu bölgelere Ermenilerin yerleştirilmesi, tarihi yer adlarının değiştirilmesi ve buna benzer çeşitli girişimler başlatılmıştı. 3 Şubat 1935’ten itibaren Türk menşeli toponimler değiştirilmiş ve Ermenileştirilmiştir. Ermenistan Yüksek Meclisi’nin kararı ile gerçekleştirilen

260 Anlaşmanın tam metni için bkz: Dokumentı i Vneşney SSSR, Tom: 3, Belge no: 342, s. 597-604; İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, s. 32-38 261 Dokumentı i Vneşney SSSR, C. IV, Belge no: 264, s. 420-429; İsmail Soysal, a.g.e. s. 41-47 262 S. Sadıgov, “Hegigeti Bilmeli Nahçıvan 1920-ci İllerin Burulğanında”, Dirçeliş no: 1, s. 40-56; Nahçıvan hakkında daha ayrıntılı bilgi için yedinci bölüme bakınız 263 Azerbaycan Respublikası DTA, f: 524, l: 1, iş: 57, v: 3 264 Büyükelçi A. S. Griboyedov’un Ermenilerin İran’dan Karabağ’a yerleştirilmesi hakkındaki 1828 tarihli 338 numaralı mektubu, N. P. Pankratov’un İ. F. Paskeviç’e 1829 yılı 10 Ocak tarihli raporu, İ. Lazarev’in İ. F. Paskeviç’e gönderdiği mektubu, Vasili Veliçko’nun, İlya Çavçavadze’nin eserleri ve diğer tarihi belgeler.

80 bu aksiyon, tam 56 yıl sonra tamamen sona erdi. 1930’lu yılların malum repressiyonları265 da Ermenistan’da Azerbaycan Türklerine karşı takip ve baskı için Ermeni yöneticilerinin elinde bir araç oldu.266 Mahkum edilmiş Azerbaycan Türklerine karşı, 1930’lu yıllarda gayri Türklerden, özellikle de Ermenilerden oluşan yargılama komitesi tarafından uygulanan işkenceler ve memleketin aydın kesimlerinin Pantürkizm sebebiyle tutuklanması Azerbaycan tarihinde çok önemli bir yeri işgal etmektedir. Azerbaycan Türklerinin Ermenistan’dan kovulmalarının üçüncü safhası, kişiye tapınma – Stalin dönemine, yani II. Dünya Savaşından sonraki dönemlere aittir. Ermenistan’da 1918 – 1920 yıllarında Azerbaycan Türklerine karşı yapılan katliamlara ve 1930 – 1938 yıllarında repressiyon aksiyonunun gerçekleştirilmesine rağmen Ermenistan’ın Türkiye ve İran hudutları ve de Azerbaycan ve Gürcistan sınırları boyunca Azerbaycan Türkleri yaşamaktaydı. Ermenistan yönetimince yapılması gereken en önemli görev, bu bölgelerde yaşayan Azerbaycan Türklerini terke zorlamaktı. Bu işin gerçekleşmesi için Moskova’nın onayı gerekiyordu. Dış ülkelerde yaşayan Ermenilerin Ermenistan’da yaşamak istediklerini, ama onları yerleştirmek için toprakların yetersiz olduğunu Stalin’in dikkatine sunmak gerekiyordu. Yapılması gereken görevler, sadece Azerbaycan Türklerini göçe zorlamakla sınırlı değildi. “Türk işgali altındaki Ermenistan”ı kurtarmayı içeren teklif ve talepler de Moskova’ya sunuldu. Bu amaçla, SSCB Dışişleri Bakanı Molotov’la irtibat kurulmuş ve Ermenilerin “Anavatana dönüş meselesi”nin Sovyet yönetimince onaylanması rica edilmişti. Sovyet yönetimi de Anavatan’a dönüş projesine sıcak baktıklarını belirtmişti. Aslında, daha kesin bir ifadeyle söylemek gerekirse, bu projenin arkasında bizzat Moskova’nın bulunduğu bir gerçektir. Sovyetlerin amacı, uzun vadede Türkiye’yi Sovyet etki alanına almaktı ve bu yönde Ermenileri kendi amaçları için kullanıyordu. Anavatan’a dönüş projesi çerçevesinde, Sovyet Ermenistanı’na getirtilen Ermenilerden Sovyetler, Türkiye’ye karşı yararlanacaktı. Çünkü Moskova, Türkiye’ye saldırı hazırlığı içerisindeydi ve zamanı gelince Ermenileri ön saflarda kullanacaktı. Belirtilen bu görüşleri, Irak Taşnak Parti lideri Leon Paşa, Antilyas (Kilikya) Katoligosu Karekin Hovsepyan gibi bazı Ermeni ileri gelenleri de savunmaktaydılar. Onlar Sovyet çıkarlarına hizmet edecek olan göçe katılma projesine tepki gösterdiler.267 Tartışma götürmeyen gerçek budur ki, Sovyetler hem boğazlardan, hem de Basra Körfezi’nden sıcak denize inmek için bu göç kampanyasını ve Türkiye’den istenilen toprak taleplerini desteklemiştir. Endişe verici olan durum, diasporada yaşayan Ermenilerin Türkiye Devleti’nden toprak kopararak Moskova’ya stratejik üstünlük sağlamaktan öte bir amacı olmayan Rus isteklerinin masumiyetine inanmalarıydı. Aslında Sovyetler, Ermeni halkı için Türkiye’den talep ettiği toprak, daha ziyade Moskova’nın Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’e ulaşma isteklerinin manifestosunu oluşturmaktaydı. Bu anlamda, Sovyet politikasının asıl amacı, Ortadoğu petrollerine ulaşmak için bir atlama tahtasına ihtiyaç duymakta ve bunun için de Ermenilere vatan arama bahanesiyle bölgede kendi politik emellerini gerçekleştirmeye çalışmaktaydı. 7 Haziran 1945 yılında Molotov, Türkiye’nin Moskova Büyükelçisi Selim Sarper’e, “Birinci Dünya Savaşı sırasında Türkiye’den bir buçuk milyon civarında Ermeni’nin sürüldüğünü ve bunların tekrar Anavatanlarına dönmelerinde kendilerine yurt olarak

265 repressiyon - ceza tedbirleri, ceza 266 Aziz Alekberli, Eski Türk – Oğuz Yurdu Ermenistan, s. 11 267 Foreign Office (FO) 195/2597, no. 5467, 120/1/484, The Report of the British Embassy in Ankara on Dashnak Opinion, 20 Ağustos 1946 ve FO 195/2597, no. 121/399-26/46/46, Levant States-Political: Armenian Repatriation, 2 Temmuz 1946

81 verilmek üzere, daha önce Ermenilere ait olduğunu iddia ettiği Kars ve Ardahan’ın Sovyet Ermenistanı’na iade edilmesi” şeklinde bir istekte bulundu. 268 Türkiye’den toprak taleplerinin ilk olarak Ermeniler tarafından mı Moskova’nın gündemine getirildiği, ya da Moskova’nın mı Ermenileri böyle bir talep için harekete geçirdikleri konusunda tereddütler vardır. Ancak Balkanlar, Ortadoğu ve özellikle de Potsdam Konferansı sırasında, olayı büyük devletlerin gündemine getiren Amerika’daki Ermeni faaliyetlerinin Sovyet destekli olduğu açıktır.269 Aslında Sovyetler, Ermeni kartını kullanarak Türkiye üzerinden tavizler koparmak peşindeydi. Ermeniler lehine Ankara’dan toprak talebi de bu açıdan bakıldığında anlam kazanmaktadır. Ermeni Kilisesi ve bazı Ermeni kurumları, Rusya’nın desteği ile 1945’lerde Kars ve Ardahan’ın Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti’ne verilmesi için büyük devletlerle temaslarda bulunmuşlardır. Moskova’dan ilham alan ABD, Ortadoğu ve Balkanlardaki Ermeni Diaspora organizasyonları, 1945 ve 1946 yıllarında uluslararası toplantılara memorandumlar sunarak bu toprakların Sovyet Ermenistanı’na devredilmesini, Ermenistan SSC dışında yaşayan bir buçuk milyon Ermeni’nin Anavatanlarına dönmeleri için gerekli kolaylığın sağlanmasını istediler. 270 Ermenilerin Birinci Dünya Savaşı’nda İtilaf Devletlerinin yanında yer almasına ve bunun sonucunda Türkiye’de yaşayan üç milyon silahsız Ermeni’nin hunharca katledilip, ya da evlerinden ayrılıp yabancı ülkelerde mülteci durumuna düşürülmesine rağmen kendilerinin Batılı devletlerce Türkiye karşısında tek başlarına bırakıldıkları, Ermeniler tarafından iddia edilmektedir. İkinci Dünya Savaşı’nda da Nazi Diktasına karşı Sovyet Ermenistanı ordusu içerisinde yer alarak İngiliz ve Amerikan ordularını güçlendirdiklerini de belirterek kendilerinin bu kadar bedel ödedikten sonra Türkiye’nin elinde bulunan tarihi topraklarının Sovyet Ermenistanı ile birleştirmesi ve bir önceki savaşta uğradıkları haksızlıkların giderilmesi için uluslararası toplantılarda, Batıdan ellerinden gelen bütün yardımları kendilerinden esirgememelerini de istediler. Bu istekleri kabul edilirse, 1.500.000 Ermeni’ye yurt sağlanmış olacağını da vurguladılar.271 Mısır ve Lübnan Ermeni Milli Meclisleri de 1946 yılı başlarında, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’na telgraf göndererek Kars ve Ardahan’ın Sovyet Ermenistanı’na ilhak edilmesi kampanyasına destek verdiler.272 Ermenilerin bu iddialarının ve faaliyetlerinin dünya kamuoyuna duyurulması için Sovyet basın ve yayın organları gerekli desteği verdi. Özellikle, bu iddialara olan destekler, gazete ve radyolarda sıkça haber olarak geçildi. Bir yıla yakın kamuoyu oluşturma ve destek bulma çalışmalarından sonra Ermeni kampanyasının ikinci safhası olan “Anavatana dönüş projesi”ne geçildi. Bunu gerçekleştirmek için de Sovyet Ermenistan Hükümeti tarafından bir komisyon oluşturuldu. Papken Asvatzadoryan başkanlığındaki bu komitenin üyeleri Sahag Karapetyan, Haigaz Marzanyan, Mardiros Saryan, Ardaşes Melik Adamyan’dan oluşuyordu. Bu komitenin oluşturulma amacı, üyelerini Balkan ve Ortadoğu ülkelerine göndererek Sovyet Ermenistanı’na göçü organize etmekti. Temmuz 1946 yılında Yunanistan’dan Ermenistan’a, yani Anavatan’a dönüş projesi gündeme geldiğinde, bu göçü organize etmek için Sovyet

268 Public Record Office Foreign Office (PRO FO) 371/48795, R 1689/11137/44, Wright (Washington) to Southern Department, no. 1388/16/45, 26 Eylül 1945 269 PRO FO 371/59227, R 12306, Roberts (Moscow) to Foreign Office, no. 2714, 20 Ağustos 1946 270 PRO FO 371/48795, R 12420/11137/44, Roberts (Moscow), no. 3268, 23 Temmuz 1945. The Armenian National Committee Başkanı Truman’a, 22 Eylül 1945 yılında tekrar bir memorandum sunarak yukarıdaki isteklere ek olarak Türkiye’den Birinci Dünya Savaşı’nda uğradıkları zarar için tazminat talebinde de bulundular. PRO FO 371/48795, R 1689/11137/44, Wright (Washington) to Southern Department, no. 1388/16/45, 26 Eylül 1945 271 Ayrıntılı bilgi için bkz; FO 371/48795, President of the Committee for the Vindication of the Armenian Rights in to Attlee, 10 Eylül 1945 272 PRO FO, 371/59246, R 1150/145/44, Roberts, no. 297, 22 Ocak 1946

82 Ermenistanı’ndan Kourken Kevorkyan ve Serko Manusyan adlarında iki temsilci Atina’ya gitti. Yunanistan’dan yapılacak bu göçü, Yunanistan Ermenileri Halk Örgütü (Peopel’s Organisation of Armenians in Greece) finanse edecekti. Bu organizasyon, politik anlamda Komünist eğilimliydi. Başkanı, Atina Ermenilerinin Başpiskoposu Mazlumyan idi. Mazlumyan, uzun zamandır Yunanistan’daki Ermeni öğrencilerini Sovyet ya da Ermenistan SSC üniversitelerine eğitim amacıyla gönderme işini de organize ediyordu. Anavatana dönüş planı çerçevesinde, yaklaşık olarak iki bin kişiden oluşan ilk kafile, 1946 Temmuz’unun sonlarına doğru Yunanistan’dan yola çıktı. Yunanistan’dan göç için kayıt yaptıran Ermenilerin toplam sayısı ise 5.000 civarındaydı. Bu seferin kişi başına maliyeti 50 Amerikan Doları idi ve bu para, Yunanistan Ermenileri Cemiyeti (Greek Armenian Community) ve ABD’deki Ermeni Yardım Cemiyeti (The Armenian Benevolent Society) tarafından karşılanıyordu. 273 Bir bakıma, bu göç projesi Yunanistan’ın da işine geliyordu. Zira, Yunanistan’daki Ermenilerin büyük çoğunluğu komünist eğilimliydi. Onların komünist gerillalara katılımları ya da onlara herhangi bir şekilde destek vermeleri de ihtimal edilebilirdi. Bu yüzden, Yunan hükümeti, bu proje çerçevesinde Ermenilerin Yunanistan’dan ayrılmalarını hoş karşılayarak onlara her türlü kolaylıklar sağladı.

B. a. Anavatana Dönüş Projesi

Anavatana dönüş projesi, Ortadoğu’da Hemayeg Haruntiyan ve Hemareg Haçaturyan adında iki Rus delegesinin başını çektiği Kevork Babayan, Dr. Cebeciyan, Paster Dikran Helopyan, Harotun Makyan ve Harotun Madoyan adlı yerel komünistlerin desteğiyle kurulan Halep Yurda Dönüş Komitesi (Aleppo Repatriation Committee) ile işlevsellik kazandı. Sovyet Konsolosu Klimov da bu komiteye katıldı. Anavatana dönüş projesi çerçevesinde, Ortadoğu’dan Sovyet Ermenistanı’na ilk konvoy, 1 Haziran 1946’da Halep’ten Beyrut’a giderek Sovyet gemisi Garcia’ya binmek üzere yola çıktı. 1946 yazı sonuna kadar üç bin kadar Ermeni, iki ayrı seferde Sovyet Ermenistanı’na ulaştı. 274 Sovyetlerin dünya genelinde başlattıkları, Ermenilerin Anavatana dönüş projesi çerçevesinde, 1946 yılında Suriye, Yunanistan, Lübnan, İran, Bulgaristan ve Romanya’dan 50.9 bin, 1947 yılında Filistin, Suriye, Fransa, ABD, Yunanistan, Mısır, İran ve Lübnan’dan 35.4 bin Ermeni kabul edilerek Ermenistan’a yerleştirilmişti.275 Genel olarak, 1946 – 1948 yıllarında dış ülkelerden Ermenistan’a yaklaşık olarak 100.000 Ermeni göçürtülmüştü.276 Bu proje kapsamına alınan Ermenilerin hepsinin anavatan olarak belirlenen coğrafyaya göç etmek için gönüllü olduklarını söylemek doğru bir ifade olmayacaktır. 1948’lerden sonra Stalin’in emriyle, dış ülkelerden gelen Ermeniler Ermenistan’a yerleştirildi. 150.000’den fazla Azerbaycan Türkü ise Ermenistan’dan terke zorlanarak hayat tarzının oldukça ağır olduğu Azerbaycan’ın Mil – Muğan çöllerine yerleştirildi. Kısa bir sürede binlerce insan yazın sıcaktan ve hastalıktan, kışın ise soğuktan ve açlıktan telef oldular. SSCB Dışişleri Bakanı V. M. Molotov, II. Dünya Savaşı devrinde, ekonomik zarara uğradığından dolayı İran’a yardım (?) amacıyla, o bölgede yaşayan Ermenilerin Azerbaycan’a

273 FO 195/2597, BCIS (Greece) HQ LF (G), Special Report, no: 195, 26/53/46, 19 Temmuz 1946, Armenian Affairs 274 FO 195/2597, BCIS (Greece) HQ LF (G), Special Report, no: 195, 26/53/46, 19 Temmuz 1946, Armenian Affairs 275 İstoriya Armyanskogo Naroda, s. 365 276 A. g. e. s. 365

83 göçürülmesi fikrini ortaya attı. Ama Harutyunov(yan) –Stalin anlaşmasında bu fikir değiştirildi ve İran’dan gelen Ermenilerin Ermenistan’a, Ermenistan’da yaşayan Azerbaycan Türklerinin ise Azerbaycan’a göçürülmesi meselesi gündeme getirildi. Azerbaycan Türklerinin Ermenistan’dan çıkartılıp Azerbaycan’a yerleştirilmelerindeki amaç, dış ülkelerden gelen Ermenileri Ermenistan’a yerleştirmekti. Dış ülkelerden Ermeniler, Ermenistan’da fazla tutunamadıkları için onların bir kısmı geri dönmek zorunda kaldılar. Hatta öyle bir durum ortaya çıktı ki, geri dönmeye kalkışanların önü kapatıldı. Ermenistan’dan göçe zorlanan Azerbaycan Türklerinin yaşadığı yerlere ve evlere 100.000’den çok Ermeni yerleştirildi ve böylece, demografi Ermenilerin lehine değişti. Tarihi kaynakların verdiği bilgilere göre ve 1897 yılındaki nüfus sayımı itibariyle, Erivan’da yaşayanların %43.1’i Ermenilerden, %42.8’i Azerbaycan Türklerinden oluşmaktaydı. 1926 yılında Erivan’ın nüfusunun %88.7’si Ermenilerden, %7.7’si Azerbaycan Türklerinden, 1979 yılı sayımına göre nüfusun %95.8’i Ermenilerden, %2’si ise Azerbaycan Türklerinden oluşmaktaydı. Diğer bir taraftan, 1939 yılında Ermenistan’da 139.000 Azerbaycan Türkü yaşamaktaydı, nüfus artışı dikkate alınırsa, şu anda Ermenistan’da en azından 400.000 Azerbaycan Türkü yaşamalıydı. Ama maalesef, Ermenistan’da yaşayan 210.000 Azerbaycan Türkünün hepsi Azerbaycan’a gelmiştir. Peki sonuç nedir? 1926 yılında Ermenistan’da Ermeniler nüfusun %84.5’ini oluşturmuşlardıysa, 1970 yılında %88.6’sını, 1979 yılında ise %93.3’ünü oluşturmuşlardır. Ermenistan’dan kovulanlar sadece Azerbaycan Türkleri değildir, on binlerce Müslüman Kürt de kovulmuştur. 1927-1936 yılları arasında Ermenistan’dan 120.000 Kürt, 1988 yılında ise 18.000 Kürt kovulmuştur.277 Sovyetlerin dünya genelinde başlattıkları Ermenilerin anavatana dönüş projesi ve bu yönde yürütülen faaliyetler, elbette bununla da sınırlı değildi. Türkiye’ye karşı kullandığı Ermeni kartından umduğunu yeterince bulamayan Sovyet Rusyası, Türkiye’ye karşı Kürt kartını kullanmayı denedi. 1946 yazında uluslararası platformlarda Türkiye, İran ve Sovyet sınırındaki Kürtlere otonom devlet kurma hakkının tanınmasını gündeme getirdiler. Aslında Moskova, Kürt kartını oynamakla Ermeni olayında olduğu kadar da bir kazanım elde etmesi söz konusu değildi. Asıl amaç, Türkiye üzerinde kurduğu psikolojik harbi devam ettirerek Ankara’yı köşeye sıkıştırmak istiyordu.278 Sovyetlerin, Ermeni halkı için Türkiye’den talep ettiği toprakların, daha ziyade Moskova’nın Ortadoğu ve Doğu Akdeniz’e ulaşma isteklerinin manifestosunu oluşturduğunu belirtmiştik. Bu anlamda, Sovyet politikasının asıl amacı, Ortadoğu petrollerine ulaşmak için bir atlama tahtasına ihtiyaç duymakta ve bunun için de Ermenilere vatan arama bahanesiyle bölgede kendi politik emellerini gerçekleştirmeye çalışmaktaydı. Aslında Moskova’nın bu politikası, hem İngiliz, hem de dünya gücü olan Amerika’nın da çıkarlarını tehdit etmekteydi. Amerikan yönetimi, Sovyetlerin bölge politikalarına karşı Truman Doktriniyle de somutlaşan

277 Komünist gazetesi, 25 Mayıs 1989 278Aslında, Sovyetlerin Kürtler üzerinde propaganda faaliyetleri, İkinci Dünya Savaşı’nın ilk dönemlerinde başladı. Sovyetler, illegal yollardan yaklaşık bin kadar Türkiye’li genci ülkelerine götürüp onlara Rusça’yı öğreterek Komünizmi aşıladılar. Bundan başka, Sovyetler işsiz Kürtlerden bir kısmını Rusya’ya gizlice götürerek onlara iş vereceklerini vaad ederek, onlara belli oranlarda yardımda bulundular. Bu propaganda sonucunda, Sovyet sınırına yakın Kürtler, Rusya’yı kendilerine dost olarak gördüler. Savaşın sonlarına doğru Sovyet propaganda faaliyetleri Türkiye’deki Kürtler üzerinde de yoğunlaştı. Ana tema, Türkiye Kürtlerinin Büyük Kürdistan’ı kurmak için savaşacak olan Kızıl Orduya yardım etmeleri gerektiği, şeklindeydi. Kızıl Ordunun Türkiye’ye girib girmemesine bakmaksızın kendilerine işaret verildiği zaman her hangi bir tereddüt geçirmeden harekete geçecekti. Kızıl Ordudaki Kürtler serbest bırakılıp Türkiye’ye gönderilecek ve partizan olarak faaliyete geçecekler, şeklinde propaganda yapılıyordu. PRO HS 3/221, Chastelain to Directorate of SOE, no. 1734/13/18, 8 Şubat 1943: PRO FO 195/2595, Soviet propaganda in Eastern , no. 18/8256, 24 0cak 1946.

84 tavrını koydu. Dolayısıyla, ABD’nin devreye girmesiyle Rusya’nın Türkiye aleyhine genişlemesi önlenmiş oldu.279 Soğuk Savaş dönemi boyunca NATO üyesi olan Türkiye’nin sınır güvenliği müttefiklerinin garantisi altındaydı. Diğer bir değişle, Türkiye Sovyetlerin saldırısından NATO’ya girmekle kurtulmuştu. Dolayısıyla, her hangi bir direkt Sovyet tecavüzü daha zor olacaktı. Bu yüzden amacına ulaşmak için Moskova, daha farklı hesaplar yapmak durumundaydı. 1975 yılında Ermeni Terör Örgütü ASALA280 ortaya çıktı ve 1945 – 1946 yıllarında Sovyetlerin talebinde benzeri toprak talebini yineledi. Bu noktadan hareketle, 1973 yılından itibaren Türk diplomatlarına ve Türk kurum ve kuruluşlarına yönelik terör eylemlerinde bulunan ASALA, faaliyetlerini Sovyet desteği ile yaptığına inanıldı. Zira her faaliyet neticesinde Türkiye’nin ilişkileri olayın geçtiği ülke ile zora giriyordu ki, bu da ASALA’nın gerçek amaçlarından biriydi. Carter yönetiminin Milli Güvenlik Konseyi üyesi olan Paul Henze, elde ettiği bilgiler ışığında, Sovyetlerin Türkiye’yi ASALA terörüyle kargaşa içine itmek istediğini ve Vietnam’dan sonra da Türkiye üzerinde de yatırımlar yaptığını iddia etti.281 NATO’nun güneydoğu kanadındaki en önemli müttefikini zor durumda bırakmakla, sadece ASALA’nın toprak talebi karşılanmış olmayacak, aynı zamanda Sovyetler Türkiye engelini aşarak sıcak denizlere açılabilecekti. Bu itibarla, ASALA terör faaliyetlerinin Sovyet destekli olduğunu iddia etmek mümkündür. Ama bu konuda kesin delil bulmak, elbette zor. Ancak bu, Sovyetlerin kendine potansiyel düşman gördükleri ülkeye karşı uygulamış oldukları geleneksel bir oyundu.

* *

* SSCB sınırları içerisinde, Azerbaycan – Ermenistan arasında ilişkilerin normal bir şekilde devam ettiğini söylemek pek doğru olmayacaktır. Göçürtülme politikasını takiben, Ermeniler tarafından Dağlık Karabağ meselesi yeniden ortaya atıldı. Bilindiği gibi, 1950 yıllarında Bakü’de Azerbaycan başkenti olmasına rağmen Azerbaycan Türkleri azınlıktaydılar. O zaman Azerbaycan Merkez Komitesi Birinci Sekreteri İmam Mustafayev döneminde endüstrinin hızla gelişimi, yeni iş kurumlarının açılması, Azerbaycan’ın diğer bölgelerindeki, özellikle köylerdeki gençlerin Bakü’ye akını sonucu başkentte Azerbaycan Türklerinin sayısı bir hayli arttı. İmam Mustafayev ülkenin ekonomik bağımsızlığına, aynı zamanda Azerbaycan dilinin resmi devlet dili statüsüne geçilmesi yolunda da çok ciddi çalışmalar yapmıştır. Bahsi geçen yıllarda, Azerbaycan Türklerinde milli kimliğin uyanışı ve canlanması kendini açık bir şekilde gösteriyordu. 1959 yılında İ. Mustafayev’in milliyetçilik suçlamalarıyla görevinden alınmasına rağmen, ülkede Azerbaycan Türklerinin gerçek milli

279 “Anavatana Dönüş Projesi” kısmında, Yrd. Doç. Dr. Süleyman Seydi’nin “Sovyetler Birliği’nin Ermeniler İçin Başlattıkları Anavatana Dönüş Projesi” makalesinden büyük ölçüde yararlanılmıştır. 280ASALA 1975 yılında kuruldu. 6-7 üyeden oluşan kurucuları içerisinde terör örgütünün en hareketli iki üyesinden biri olan Agop Agopyan, örgütün bilinen lideriydi. İkincisi ise, cinayet eylemlerini bizzat gerçekleştiren terör olaylarının faili bulunan, Agop Agopyan’ın yokluğunda örgütün ayakta kalmasını sağlayan Agop Tarikçiyan idi. Tarikçiyan 1981 yılında öldü. Agop Agopyan ise örgütün lideri olarak kaldı. ASALA, “Ermeni topraklarının kurtarılması için temel yolun, devrimci şiddet eylemlerinden geçtiğini” kabul ve ilan ediyordu. Programına göre, ASALA, üstün sınıfların hegemonyasını reddedenleri destekleyecek ve uluslararası devrimci harekat içinde koalisyonlar kurup güçlenmesine çalışacaktı. Bunun için şiddet ve terör asıldı. Temmuz 1983’te ASALA ikiye ayrıldı. Agop Agopyan’ın liderliğindeki grup, Yunanistan ve Ortadoğu’ya yerleşti. Türk ve gayri Türk ayırımı yapmadan teröre devam etti. İkinci kol ise, Batı Avrupa’da “ASALA Devrimci Harekatı” ismini aldı. Grubun lideri Ara Toparyan, daha ılımlı ve yalnız Türk hedeflerini esas alıyordu. ASALA, 1984 yılından sonra işini PKK’ya havale ederek devreden çekilmiştir. 281 Michael M. Gunter, The Armenian Terrorist Campaign Against Turkey, s. 473 - 74

85 kimliğe dönüşünden Ermeniler ve Ruslar endişe etmeye başladılar. Dikkati başka yöne çekmek için Moskova, halkı bir nevi korkutmak ve cezalandırmak için Ermenistan’ı ve Karabağ’ın Ermeni nüfusunu yeniden kışkırttı. Ermenistan’da Azerbaycan dilinde eğitim veren üniversiteler ve yüksekokullar kapatıldı. Ermeniler de Ermeni asıllı A. Mikoyan’ın SSCB Yüksek Meclisi Başkanı görevini yürütmesinden yararlanarak “1915 – Ermeni Soykırımının 50. yıldönümü”nün Ermenistan’da anılmasını karara bağlamaya muvaffak oldular. 1963 yılında A. Mikoyan’ın Ermenistan’ı ziyareti sonucu Nahçıvan’a gelen su kanalını kapattılar. SSCB Başkanı N. S. Kruşşov’un imzaladığı karar sonucu Gökçe gölünde282 suyun azaldığı bahanesiyle Arpa – Sevan tünelinin çekilmesine başladılar. 1964 yılında Ermenistan’ın açık açığına antitürk propagandasından hareketle gazete ve dergilerde Ermeniler lehine yazılar yayınladı. Bütün Ermenistan’ı “Ermenistan yeniden birleştirilmelidir” sedaları sardı. “Karabağ Komitesi”nin adı “Ermenistan’ı Yeniden Birleştirme Komitesi” olarak değiştirildi. “24 Nisan Ermeni Soykırımı Günü” yaklaştıkça bu komite yeni programlarını öne sürdü. Program aşağıdaki öneri ve taleplerden oluşmaktaydı: 1915 yılının intikamını almak, bütün Türkleri Ermenistan’dan çıkarmak, Dağlık Karabağ’ı ve Nahçıvan’ı Ermenistan’a birleştirmek. SSCB’den Ermeni halkının bu isteklerinin gerçekleşmesi talep edilsin! Bütün bu talepler pankartlar şeklinde halk arasında yayıldı. Pankartlarda bu yazılar dikkat çekmekteydi: “Ermeniler! 1915 yılının intikamını alma zamanı gelmiştir. Birleşin!”. “24 Nisan Soykırım Günü”nün 50. yıldönümü anıldı ve bu, Ermenistan’da yaşayan Türklerin kovulması işini hızlandırdı. 24 Nisan Soykırım Günü sadece SSCB’de değil, dünyanın bazı ülkelerinde de anıldı. Ermeni Cismani Meclisi ile anılan heyet, 1965 Nisan ayının, büyük yaygaralarla Türkiye aleyhine bir propaganda ayı olmasına karar verildi. Soykırımın 50. yıldönümü dünyanın her tarafındaki kiliselerde anılacaktı. Enformasyon merkezi dünyanın dört bucağına tehcir sırasındaki hadiseleri, Thomas Wilson’un teklifini ve Sevr Anlaşmasını bastırarak sevk etti. Adana ve civarı Ermenilerinin Halk Temsilciliği oluşturuldu ve bahçesine bir dua yeri yaptırıldı. Ermeniler her Pazar günü gelip burada tehcir sırasında ölenler için dua edeceklerdi. Dini törenler siyasi propaganda havası içerisinde yürütülüyordu. Ermeni okullarında tarih dersi olarak okutulan tehcir bahsi genişletilip ön plana çıkarılacak ve “Türkiye’deki Ermenistan’ı gösteren haritalar bastırılıp dağıtılacaktı. Bunların hepsi yapıldı. Fakat bu kadarıyla da kalmadı. Lübnan’ın 100.000 kişilik Kamil Şamun stadında büyük bir dini ayin tertiplendi. Tanınmış Lübnan gazetelerinde yazılar yazdırıldı. Gazete ilaveleri hazırlandı, afişler bastırılıp duvarlara asıldı. Gülbenkyan salonunda, “insan kasabı” olarak tanınan komiteci Andranik’in adını taşıyan bir temsil oynandı. Propagandanın Lübnan cephesinde bunlar olurken Fransa’da, İngiltere’de, ABD’de ve Brezilya’da çalışmalar hızlandırıldı. Türkiye’nin Fransızlar tarafından işgal edilen bölgelerinden gönüllü olarak savaşmaya gelip ve hayatta kalanların kurdukları “Eski Ermeni Muharipler Derneği” önce Paris’te bir basın toplantısı tertipledi. Sonra Ermeni kilisesinde bir “ruhani” ayin yapıldı. Aynı akşam eski muharipler Paris sokaklarında yürüyüşe geçti. Meçhul asker abidesine çelenk konuldu. Londra’da da yürüyüş tertiplendi. Yürüyüşe katılanlar ellerinde pankartlar taşıyarak Türk Büyükelçilik binasının önünde gösteriler yaptılar. Pankartların birinde “Türkler 1915 yılında 1.500.000 Ermeni’yi katlettiler” gibi sözler yazılıydı. Brezilya’da da yürüyüşler, tiyatro gösterileri ve dini ayinler tertiplendi. Fakat en büyük faaliyet merkezi olarak Amerika Birleşik Devletleri seçilmişti. 24 Nisan 1965 tarihli “New York Times” gazetesinde, Amerikan vatandaşı olarak tanınmış 82 Ermeni’nin imzası bulunan büyük bir ilan yayınlandı.283 “24 Nisan 1915 – Bir Milletin Ölüme Mahkum Edildiği Gün” başlığını taşıyan ilanda alışılageldiği üzere Ermeni katliamından bahsediliyor,

282 şimdiki Sevan Gölü 283 bkz; New York Times gazetesi, 24 Nisan 1965

86 hak ve adalet isteniyordu. Cumhurbaşkanı ’ın Amerika Birleşik Devletlerini ve Fransa’yı ziyaret sırasında da Ermeni komitecileri boş durmamışlar, gazetelere ilanlar vererek, beyannameler yayınlayarak, kendi gazetelerinde yazarak Türkler aleyhindeki propagandalarını hızlandırmışlardı. Anıtlar dikilerek, dualar edilerek açılan kampanya, C. Sunay’ın gezilerinden sonra da devam ettirildi. Washington’daki Türkiye Büyükelçiliği’nin önünde patlatılan bombanın failleri yakalanamadı. İlk Ermeni Cumhuriyeti’nin, Beyrut’taki bir hastanede yatan başkanı Simon Vratziyan’ın sözlerine Ermeni yanlısı gazetelerde tesadüf edildi: “Birleşmiş Milletler, bağımsız Türk topluluklarını da içine alan bir Ermenistan vücuda getirmeliydi”. Başbakanlığı sırasında ABD’yi ziyaret eden Prof. ’in bu gezisini fırsat bilen Ermeni komitecileri yeni hazırlıklar yaptılar, 1915 yılını ancak Doğu Anadolu’da Ermenilere yer verilirse unutabileceklerini bildiren beyannameler dağıttılar. 1972 yılı yazında Los – Angeles Türkiye Başkonsolosluğuna saldıran Ermeni komiteciler konsolos levhasını indirdiler. Los – Angeles’teki mahalli basında Türkler aleyhine yayınlar artırıldı. Nihayet, Santa Barbara cinayeti ve Marsilya’daki Ermeni anıtının açılışı... Sistemli, ardı arkası kesilmeyen, bilinçli bir faaliyet. Ermeni komitecileri komitecilik ruhunu nesillerden nesillere aktarmak gayretinde görünüyorlar. Yazık ki, kilise de onlarla beraber ve hatta onların başında.284 Ermeni Soykırımının anılması için yapılan faaliyetler tabii ki, sadece bu devletlerle sınırlı değildi. Zaman geçtikçe dünyanın daha birçok yerinde bu yönde faaliyetlerini sürdürecek, soykırımın tanınması ve tazminat için daha çok işler yürütecek ve taleplerde bulunacaklardı. Tekrar SSCB açısından ele alırsak, bunu da vurgulayabiliriz ki, Soykırımın anılmasında güdülen asıl amaç, 1915 yılında ölenlerin hatırasını yaşatmak değil, “tarihi” Ermeni topraklarını Ermenistan’a birleştirmekle ‘Büyük Ermenistan’ı (?) diriltmekti. Çok ilginç olan bir husus da şu ki, Soykırımın 50. yıldönümü komite üyelerinden Andranik Ozanyan’ın doğumunun 100. yıldönümü ile aynı tarihe denk getirildi. O zamana kadar susup fırsat kollayan Ermeni milliyetçileri Andranik’in yıldönümünün Anastas Mikoyan’ın SSCB Yüksek Meclis Başkanlığını yürütmesi dolayısıyla resmi şekilde anılmasına izin aldılar. Ermeni milli kahramanı olarak lanse edilen Andranik hakkında yazılan makaleler “Sovyet Ermenistanı” gazetesinde yayınlandı, sonra da resmi basıldı. Merkezin bizzat yardımı ile 1960’lı yıllarda Azerbaycan’da güçlü bir Ermeni lobisi kuruldu. Ermeni milliyetçileri açık şekilde faaliyete geçtiler. Moskova bu tür hareketlere sessiz kaldı, hatta Moskova’nın emir ve baskısıyla 2.000 hektardan çok Azerbaycan toprağının285 Ermenistan’a verilmesi yönünde kararlar çıkartıldı. Ama kısa bir süre sonra Azerbaycan Komünist Partisi Birinci Sekreterliğine getirilen Haydar Aliyev döneminde bu kararların uygulanmasına izin verilmedi. Aliyev bulunduğu mevkiden yararlanarak yönetim sistemini güçlendirmeye, Merkezde – üst yönetim düzeylerinde Azerbaycan’ın nüfuzunu artırmaya, bundan kendi halkının lehine yönelik çalışmalara yöneldi. O, ister Azerbaycan’da olsun, isterse de Moskova’da büyük bir nüfuza sahipti. Ermeniler sert milliyetçilik propagandalarını güçlendirseler bile H. Aliyev döneminde geniş açık gösteriler ve toplantılar düzenleyemiyorlardı. Moskova’da 1980 yılı ortalarında SSCB Bakanlar Kurulu Başkan Yardımcısı görevine getirilen Haydar Aliyev gibi bir politikacının yüksek bir mevkiye sahip olması Ermeni faaliyetlerini kısıtlamıştı. Dolayısıyla, siyaset meydanından uzaklaştırılmaya çalışılan H. Aliyev 1987 yılında görevinden istifa etti. Ermeni Meselesi tekrar gündeme geliyor, ama SSCB sisteminde de çürüme derinleşiyordu. Sovyetler Birliği hızla çöküşe doğru ilerledi.

C- SSCB- nin Çöküş Sebepleri .

284 Altan Deliorman, Türklere Karşı Ermeni Komiteciliği, s. 314, 315 285 Laçın’da Karagöl yaylağı, Gubadlı’da Çayzemin sahası, Kazak’ta Kemerli köyü, Kelbecer’de Zod altın madenleri vb.

87 Bağımsız Devletler Topluluğu’nun – BDT’nin Oluşumu

Kafkasya, tarih boyu büyük devletlerin ilgi alanında olmuştur. SSCB gibi büyük bir imparatorluk dağıldıktan sonra ortaya çıkmış üç bağımsız devlet - Azerbaycan, Gürcistan, Ermenistan - özgürlüklerini kazandıktan hemen sonra dünya devletlerinin dikkatini kendine çekti. Avrupa ve Asya’nın ayırımında yerleşmiş, coğrafi bakımdan elverişli tutuma, zengin doğal kaynaklara sahip bu bölgede cereyan eden olaylar, elbette ki, dikkat merkezi ötesinde kalamazdı. Azerbaycan, Kafkasya’da ilgili devletler açısından büyük bir önem arz etmektedir. Elverişli jeopolitik ve jeostratejik konumuna, doğal kaynaklarına göre o, büyük devletlerin, ilk olarak ezeli rakipler olan Rusya, İran ve Türkiye’nin daima çıkar ve ilgilerini yaymaya çalıştığı bölge olmuştur. Bağımsızlık sonrası bir takım objektif ve subjektif zorluklarla karşılaşan Azerbaycan’ın dış politika hattı bölgeye daima ilgi gösteren yakın ve uzak büyük devletlerin stratejik çıkarlarını dikkat merkezinde tutmaya mecburdur. Eğer ülkenin doğal kaynaklarının temeli petrole dayalıysa, o devlet gerçek bağımsızlık ve özgürlük yolunda adımlarını ölçülü atmalı, dürüst ve akıllı bir siyaset yürütmelidir. Öncelikle, bu konuya geçmeden önce XX. yüzyılın sonlarında dünyada cereyan etmiş gelişmelere ve değişikliklere bir göz atalım. Çünkü bu gelişmelerin ve değişikliklerin, özellikle SSCB’nin ve Komünizmin çöküşünün konuyla sıkı bağlantısı bulunmaktadır. 1989 – 1990 yıllarında Orta ve Güneydoğu Avrupa ülkelerinde cereyan etmiş radikal ilerleyişler sonucu yeni çok partili hükümetler inzibati - amirlik sistemlerinin demontajına başladılar, umumbeşeri değerlere dayalı demokratik ve hümanist cemiyete geçişi, planlı ekonominin pazar ekonomisine geçişini duyurdular. M. S. Gorbaçov’un teşebbüsü ile hazırlanmış ve Komünist Partisi yönetimi altında hayata geçirilmeye başlanmış yeniden yapılanma siyaseti neticesinde, eski SSCB’de cereyan etmiş buhran daha da derinleşmiş ve artmıştı. Buhranın esas sebepleri toplumun uğradığı deformasyonlar olmuştur. Toplumun terakkisi parti – devlet sistemi tarafından yavaşlatılmış, devlet hakimiyetinin itibarı sarsılmış, manevi, ahlaki değerler bozulmuş, cinayetler artmıştı. Yeniden yapılanma siyasetinin aktif savunucuları olan dünya devletleri, Sovyet Cumhuriyetlerinde pazar ekonomisinin tatbikine önem veriyorlardı. 1980’li yılların sonunda ABD, Batı Avrupa ve Japonya’nın ekonomik kalkınma seviyesi arasındaki denge bozuldu. Batı Avrupa ve Japonya, Amerikalı hamilerini bütün alanlarda sıkıştırıyorlardı. Batı Avrupa’nın endüstriyel bakımdan gelişmiş ülkeleri, ABD’nin Avrupa’daki askeri – politik ve ekonomik egemenliğine karşı çıkıyorlardı. Sosyalizm kamplarının ve Varşova Paktının dağılması Almanya’nın birleşmesini hızlandırıyordu. Bu ise, yeni çağdaş Avrupa’nın kurulması demekti. Böyle bir durumda SSCB’nin politik ve ekonomik açıdan çöküşü kaçınılmazdı. Dünyanın diğer bölgelerinde de güçlü kalkınma süreçleri sürüp gitmekteydi. Japonya başta olmakla Asya – Pasifik Okyanusu havzasında Çin, Tayvan, Malezya, Singapur, Endonezya gibi çağdaş teknolojiye sahip hızla gelişen devletler ortaya çıkmış ve dünyanın birçok yerlerinde satış pazarlarını ele geçirmişlerdi. Böylece, 1990’lı yılların başlarında dünyanın siyasi manzarasına göz atarken, ister güçlenmiş Batı Avrupa’nın, isterse de oradaki tutum ve çıkarlarını zorluklarla da olsa koruyan ABD’nin yeni çıkar alanlarına, ucuz doğal kaynaklara ve işçi gücüne, hem de kazançlı satış pazarlarına gerek duydukları görülmektedir. Elbette ki, bu tür çıkar bölgeleri Doğu Avrupa’nın ekonomik açıdan biraz geri kalmış ülkelerini ve eski SSCB’ye bağlı cumhuriyetleri kapsıyordu. Diğer taraftan, yukarıda adı geçen “Asya kaplanları”nın, az gelişmiş ülkeler bir tarafa, Avrupa’ya ekonomik müdahalesi, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra ekonomik kriz kazanında boğulan, ama güçlü bir askeri – nükleer potansiyele sahip Rusya’nın geleneksel

88 etki alanlarını koruma gayreti, Kafkasya’da ve Orta Asya’da İslam faktöründen çıkarlarına uygun şekilde yararlanmak isteyen İran, genel Türk düşüncesini nihayet ki, gerçekleştirmek için fırsat bulduğunu anlayan Türkiye’nin diplomatik aktifliği uluslararası çekişmeleri daha da artırıyordu. Bu çekişmelere geçmeden önce çok önemli bir husus üzerinde de durmak isterdim. Çalışma esnasında kafamı meşgul eden bir takım sorular oyalayıp durmaktaydı. Bu çekişmelere sebep olan nedenler nelerdir? Zaten SSCB’nin mevcut olduğu dönemlerde bu çekişmeler bahis konusu olamazdı. Ve de Sovyetler Birliği’nin dağılma süreci! Acaba, dünyaya meydan okuyan süper güçlerden biri, SSCB nasıl oldu da dağıldı, ayrı ayrı cumhuriyetlere parçalandı, çekişme ve çatışma alanlarından birine dönüştü? Malum olduğu üzere, Komünizm ile SSCB özdeşleşmiş ve bir sebep - sonuç bütünlüğü oluşturmuştu. Komünizm mi SSCB’nin dağılmasını hazırladı? Yoksa, SSCB mi Komünizmin çöküşüne sebep oldu? Cevabı zor bir soru. İkisinin de birbirilerinin sonunu hazırladığı görüşü herhalde en doğru tespit olur. Bu sebepleri açmaya çalışalım. Sovyetler Birliği’nin ve Komünizmin çöküş sürecini hızlandıran sebeplerden biri, Sovyet toplumunun iflası idi. Gerçekten de XX. yüzyılın sonlarında Sovyet modelinin bir zamanlar takdir edileceğine inanmak çok zordu. Ama unutmamalı ki, önceleri Sovyetler Birliği’nin başarıları milyonlarca insanı hayrete düşürmüştü. Sovyetlerin iflasa uğramasının sebeplerini araştırırken ilk olarak Marksizm’in Rusya’da gerçekleşmesi tecrübesi üzerinde durmak gerekiyor. Mahiyet itibarı ile Marksizm – Batı kuramıdır. Bu kuramın temeli bir Alman Yahudisi olan Karl Marks tarafından atıldı. Batı toprağında kökleşen bu kuram, sonraları uzak Avrasya İmparatorluğuna, yani Rusya’ya getirildi. Bu işin de başyapımcısı bir takım mecmua ve broşürlerin yazarı, tarihin cerrahı olarak öne çıkmak isteyen Rus devrimcisiydi. Rus Marksistlerinin en radikal fraksiyonunun lideri, sayısız nutuklarında ve konuşmalarında demokratik sürecin taraftarlarını keskin şekilde eleştiriyordu. Onun düşüncesine göre, Rusya sosyalizm için hazır durumda değildi ve bu yüzden de ülkede sosyalizm “yukarıdan”, proletarya diktatörlüğü aracılığıyla kurulacaktı. Bu diktatörlüğün özeği ise sıkı disipline sahip profesyonel devrimcilerin teşkilatı olan Bolşevik, sonraları Komünist Partisi olmalıydı. Bu teşkilatın kurulmasında V. İ. Lenin’in müstesna rolünü özellikle vurgulamak gerekiyor. Genel olarak, parti hakkında talim, Lenin’in Marksizm’e en büyük hediyesi olarak değerlendirilebilir. Lenin’in siyasi irsinin iki korkunç yolu vardı: Siyasi hakimiyetin bir grup insanın eline geçmesi ve ülkenin yönetiminde teröre başvurulması. Birinci yol, bütün yönetimin parti bürokratik aparatının eline geçmesi demekti. Bu aparat toplumun bütün alanlarını sıkı disiplin altına aldı. Teröre başvurmak ve bundan geniş bir şekilde yararlanmak ise kitlesel işkencelerin önce siyasi, sonra da ekonomik ve hatta kültürel meselelerin çözümü için esas araca dönüşmesine yol açtı. Hakimiyete gelmezden önce ve hakimiyete geldikten sonra Lenin, kendini terörün ve gücün taraftarı olarak gösteriyordu. 1901 yılında o yazıyordu: “...Biz hiçbir zaman terörden vazgeçmedik ve vazgeçmek düşüncesinde de değiliz”. Lenin’e göre, demokrasi proletarya diktatörlüğünden oluşmaktaydı. Kendi düşüncesini V. İ. Lenin şu şekilde ifade etmekteydi: “... Bizi bir partinin diktatörlüğüne göre eleştiriyorlar. Biz ise diyoruz, evet, bir partinin diktatörlüğü! Bu bizim yolumuzdur ve bu yolumuzdan asla dönmeyeceğiz!”.286 Lenin tarafından oluşturulan sistem, Stalin gibi bir diktatörün siyaset meydanına çıkmasına zemin oluşturdu. Ama Lenin’in esas “başarısı” Stalinizm’i yaratmakta değildi: Lenin ülkeyi öyle bir duruma getirdi ki, herhangi bir muhalefetin ortaya çıkması ve yahut çıkma ihtimali sıfıra indi. Esas başarı buydu...

286 Ayrıntılı bilgi için bkz; V. İ. Lenin, Eserlerinin Külliyyatı, s. 23-336; yine onun; Devlet ve İnkılap, Bakü, 1969, Proletar İnkılabı ve Hain Kautski, Bakü, 1952

89 Stalin’in dehası da bundan ibarettir ki, o, Lenin irsinin mahiyetini, Leninizmin içeriğini herkesten iyi anlamıştı. Stalin devrinde devletin ve diktatörlüğün gücü en yüksek zirveye ulaştı. Ülkede yönetim ve idare terör sistemi esasında kuruldu. Bu öyle bir sistemdi ki, hatta diktatörün en yakın silah arkadaşlarını bile yok edebilirdi. Büyük bir ihtimalle, Stalin repressiyonlarının veya kurbanlarının sayısını kimse hiçbir zaman kesin olarak bilemeyecek. Ama cesaretle diyebiliriz ki, bu rakam 20 milyondan az değildir, belki de yaklaşık 40 milyondur. Bu şekilde, Stalin’i insanlık tarihinin en büyük ve en acımasız celladı olarak da tanımlamak mümkündür. Kurbanlarının sayısına göre o, hatta Hitler’i de geride bırakmıştı. Yaptığı işlere rağmen Stalin, Sovyet eliti ve vatandaşlarının büyük bir kısmında “ülke büyük başarılara imza atıyor gibi” farklı bir düşüce oluşturabilmişti. Sırf bu yüzdendir ki, bugün de bazı eski Sovyet vatandaşlarında Stalin devrinin toplumsal terakki devri olması inancı kalmaktadır. Stalin, yaptığı işlere beraat ve hak kazandırma işinde büyük başarılar kazanmıştı. O, dünya kamuoyunu öylesine şaşırtmıştı ki, hatta Batının bir çok siyasi liderleri Rusya’nın sanayileşmesi işinde Stalin’in rolünü takdir etmiş, teröründen ise hiç bahsetmemişlerdi. Onların bu şekilde düşünmelerinde belirli anlamda bir hakikat vardı. Gerçekten de Stalin devrinde Sovyetler Birliği güçlü endüstriyel bir devlete dönüştü. Ama bu endüstriyelleşme süreci insanların hayatını çok az iyiye doğru götürdü. Komünizm fenomeni tarihi trajedidir. Sabırsız idealizmin ürünü olan Komünizm, daha adaletli ve hümanist bir toplum oluşturmak istedi, ama sonuçta terör ve ölüm cinayetleri baş gösterdi. Komünizm hem ideolojik, hem de sistemli bir niteliğe sahip derin buhran yaşadı. Bu buhranın dış tezahürü Komünist sisteminin zayıflığı idi. Yaklaşık aynı sosyo-ekonomik seviyede olan Komünist ve gayri komünist ülkeleri – Polonya ile İspanya’yı, Macaristan’la Avusturya’yı, Yugoslavya ile İtalya’yı, Çin’le Hindistan’ı kıyaslarsak hiçbir Komünist rejimin mallarının dünya pazarında rekabeti ile, kişi başına düşen milli geliri ile övünemediği açıkça görülebilir. Sadece Çin Hindistan’ı geride bıraktı, bu da sadece ekonomik alanda Marksist ideolojisinden uzaklaşma neticesinde mümkün olabildi. 1960 yıllarında SSCB’nin milli geliri Japonya’dan çoktu. Ama son yıllarına kadar (1991’e kadar) Japonya Sovyetler Birliği’ni üç katına geçti. Tarih boyu teknik üstünlük yerine sayı üstünlüğü ile kendisini kabul ettirmiş olan Rusya, son yılların en önemli teknik üstünlüğünü oluşturan robot, bilgisayar, lazer, optik, telekomünikasyon teknolojisinde büyük bir gerilik içerisine düşmüştü. Döviz yetersizliği ve destek vermek için benzer malzemeyi, gerçekte teknolojik bakımdan Batının çok gerisinde kalmış olan Doğu Avrupa ülkelerinden alıyordu. Bu teknik gerilik askeri araç ve gereçlere de yansımaya başlamıştı. Gelişmeler SSCB’yi hammadde satan, mamul madde alan gelişmekte olan ülke durumuna getirdi. Silah, geçim ve büyümenin aynı zamanda gerçekleştirilemeyeceği kesinlik kazandı. Bu çelişkilerden kurtulma şansı da kalmadı. Geri gidişi durdurmak için 1980 ve onu izleyen ilk yıllarda üç nokta üzerinde duruluyordu: “Komünist ülkelerarası askeri işbirliğini, ekonomik işbirliğini ve ayrılıkları önlemek için parti ileri gelenleri arasındaki işbirliğini artırmak”. Bu tarihlerde kısır bir döngü içerisine girildiği karardan da anlaşılıyor. 1980 yıllarında askeri gücün artırılması için SSCB tarafından müttefiklerine yoğun telkinlerde bulunuluyordu. Görüldüğü gibi, yakın tarihe kadar geri kalışın sebepleri de yanlış yerlerde aranıyordu. Hür dünya ile ilişkiler ister istemez artıyor, medyanın önüne dikilen engeller yetersiz kalıyordu. Batının hayat standardı öğrenilmeye başlanmıştı. Sonuç olarak, özellikle Doğu Avrupa ülkelerinde toplum gelişiyor, komünizm toplumun gerisinde kalıyordu.

90 Ruslar, Komünizm uygulamasına Çin yöneticileri kadar dahi esneklik veremediler. Rus kültür ortamı esnek davranmaya uygun bir gelişme gösterememiştir. Görüldüğü kadarıyla, bütün sosyal, ekonomik, politik ve askeri yapıyı yönlendirmeyi amaçlayan ideoloji, hayallerine ulaşamamış ve bekleneni verememiştir. Komünizmin yapısı, kendisini yenileme esnekliğine sahip olmadığı için değişmeler evrim ve devrim şeklinde ve hızla gerçekleşti. SSCB’de gelişme ihtiyacını büyük ölçüde Afganistan harbi duyurdu. Afganistan yenilgisi bazı sonuçları su yüzüne çıkardı: 1. Dünyaya propagandası yapılarak inandırılmaya çalışılan SSCB’nin barış ve özgürlük öncülüğü, Macaristan ve Çekoslovakya’ya müdahaleleri ile yaralar aldı, Afganistan olayı ile bu propaganda inandırıcılığını bütünü ile yitirdi. 2. SSCB ekonomisinin güçsüzlüğü açığa çıktı ve zor durumlara düştü. 3. SSCB’nin yenilmezlik görüntüsü bozuldu. 4. Bu gelişmeler Doğu Avrupa ülkelerinde ve kendi içerisindeki etnik Cumhuriyetlerde yeni oluşumları hazırladı. Sayılan bu önemli sonuçların her birisi başlı başına, bir geriye saymanın köşe taşı değerindedir. Son Afganistan saldırısı SSCB tarihinin, daha uygun değimi ile Rus tarihinin geriye dönüş noktası olarak anılabilir. Öte yandan, politik yaşama gelince, unutmamalı ki, Sosyalist ülkelerde tek parti konumunda olan Komünist partilerin287 hiç biri iktidara demokratik seçimler sonucu gelmemiştir. Hatta Komünist rejimi halkın bu sistemde yaşamak isteyip istemediklerini dile getirmelerine bile izin vermemekteydi. Komünist sistemini demokrasi imtihanından geçirme korkusu abes değildi. Komünist liderleri onların sisteminin insanların maddi refahını yükseltmek işinde çok az şeye muvaffak olduklarını çok iyi biliyorlardı. Bu yüzden de demokratik seçimlerin ne ile sonuçlanacağını görmek o kadar da zor değildi. Komünizm çökmüştür, bu artık herkese malumdur. Uzun yıllar boyu Sovyet sistemine totaliter sistem dediler. Bu, iki şeyden kaynaklanıyor – birincisi, toplum tamamen Komünist sistemin baskısı altında idi; İkincisi, toplumun hayatı ideolojik talepler esasında kurulmuştu. Komünizmin iflası aşağıdaki şekilde sıralanabilir: toplumun en yetenekli üyelerinin fiziksel mahvı, toplumda normal politik yaşamın yok oluşu, ifrat derecede merkezleştirilmiş ekonomik sistemin yavaş yavaş tenezzüle uğraması, sosyal teminatın gittikçe kötüye doğru sürüklenmesi, bilim ve kültür alanlarında ideolojik disiplin sisteminin hükümranlığı. Marksizm – Leninizm, insan doğasını yanlış anlayarak bir takım büyük başarızıslıklarla karşılaştı. Bütün pratik yanlışların sebepleri yanlış kuramdır. Böylece, yanlış kuram göz önünde bulundurulursa, Komünizm uçurumunun entelektüel, zihni uçurum olduğu kanısına varılabilir. O, kendini yenilikçi bir sistem olarak göstermesine rağmen toplumda mevcut olan bütün yenilikleri mahvetti. Marksizm – Leninizm, XX. yüzyılın simasını şekillendiren faktörleri anlayamadı. Milli unsurun ve milliyetçiliğin çağdaş dünyada rolünü göremedi veya görmek istemedi. Belki de bu yüzden Komünist devletler arasında yaşanan gerginlikler288 dünya komünizmini şok durumuna soktu. Komünizm, dinin cazip gücünü de anlayamadı ve Komünist rejimine karşı dine dayalı mukavemeti kıramadı. Bu süreç, özellikle Polonya’daki Katolizme ve Sovyetler Birliği’ndeki İslam intibahına aittir. SSCB ve Komünizmin çöküşünde insan hakları meselesi müstesna rol oynadı. İnsan hakları nazariyesi XX. yüzyılın bütün devletleri tarafından kabul edilmiş tek siyasi konsepsiyondur. İnsan haklarını ideal bir sembol olarak ilke edinen Batı ülkeleri (bu, her ne kadar doğruysa?) Komünist rejimlerinin bu alandaki bütün hatalarını kınamışlardır. Ama bu meseleyi eleştirme alanına dönüştürmek bizi farklı boyutlara yönlendirebilir. İnsan haklarının daha büyük, daha küresel bir önemi vardır. Bütün dünya, çok partililik prensibine dayalı

287 Zaten Komünist Partisi dışında hiçbir parti mevcut değildi ve olamazdı. 288 1947 – Sovyet-Yugoslavya gerginliği, 1960 – Sovyet-Çin; Çin-Vietnam gerginlikleri.

91 sistemin olmadığı ve de bu sistemde çeşitli tutumları savunan medyanın olmadığı bir ortamda insan hakları olamayacağına tanık oldu. Bütün dünya kamuoyuna belli oldu ki, Komünist rejimli ülkelerde insan hakları olmamıştır ve olamazdı. Bu bir gerçektir ki, Demokrasi ve Komünist rejimi, yahut Sosyalizm anlayışları birbirine zıt anlayışlardır. Sosyalizm olan yerde demokrasi olamaz. Gerçekte, dünya insan haklarından söz eden ülkeler emperyalist ülkelerdir ve emperyalist çıkarları uğruna faaliyet alanlarını daha da genişletiyor ve bu yolda “başarılarına” imza atıyorlar. Özgün değimiyle, “güçlü” ve “zayıf” mefhumu hakimdir. İnsan hakları ile ilgili Batının baskıları altında bir gerçek vardır. İnsan hakları ile Batının çıkarları özdeşleşmiştir. Batının amacı, stratejiye uygun hat üzerinde kontrolü güvenilir bir biçimde ve kullanılabilir seviyede elde tutma hareketidir. Peki, emperyalizm sadece Batıyla mı kapsamlıdır? Öncelikle, şunu belirtelim ki, emperyalizm konusu anlaşılmadan, onu iyi bilmeden ve irdelemeden Rusya’nın dış politikasını anlamak ve değerlendirmek mümkün değildir. Çünkü emperyalizm, dünyadaki güçlü ve zengin ülkelerin güçsüz ve fakir ülkeleri (aynı zamanda zengin doğal kaynaklara sahip güçsüz küçük ülkeleri) sömürme aracıdır. Bu nedenle, emperyalist sistemi kurmak ve korumak, büyük ekonomik ve askeri harcamaları gerektirir.289 Genelde emperyalizmin üç temel amacı vardır:290 Birincisi, bir dünya imparatorluğu kurmak, yani üstün / başat bir güç tarafından durdurulmadıkça, mümkün olan her şeyi ele geçirmek ya da nüfuz altına almaktadır. İkincisi, kıtasal üstünlük sağlamak ve önemli kontrol noktalarını elinde tutmaktır. Üçüncüsü de yerel üstünlük sağlamaktır. Emperyalizmin üç ana yöntemi de askeri, ekonomik ve kültürel emperyalizm şeklinde ortaya çıkar.291 Askeri olanın hedefi askeri yönden fetih, ekonomik emperyalizm diğer ulusları sömürmek için yapılır. Kültürel emperyalizm ise kendi kültürünü ve değerlerini ötekilere hakim kılmak ister. Hedefe ulaşmak için bu yöntemler tek tek, ya da birlikte kullanılabilir / kullanılmaktadır. Emperyalizm, “bölüp parçalamayı” bir sömürme vasıtası olarak kullanmaktadır. “Böl, parçala, yönet” yöntemi birçok ülke üzerinde kullanılmıştır. Böyle bir yaklaşımdan yola çıkarak Rusya’nın da emperyalist devlet olması kanısına varılabilir. Rus emperyalizminin bazı bölgeleri ele geçirmek gibi sürekli yaptığı girişimler, geleneksel amaçlarına hizmet edecek ve yerel üstünlük sağlamaya yönelik girişimlerdir. Zaten Çarlık Rusyası zamanında uygulanan ve Sovyetler döneminde sürdürülen emperyalist politikaların Rusya Federasyonu tarafından kullanılmayacağını zannetmek, eğer saflık sayılmazsa uluslararası ilişkileri ve bu ilişkiler çerçevesinde Rusya’nın rolünü hiç ama hiç anlamını taşır. Evet, konumuzun dışına çıkmadan kaldığımız yerden bahsimizi takiben hemen şunu belirtelim ki, SSCB ve beraberinde getirmiş olduğu Komünizm çöktü, ama “Büyük Petro’nun vasiyetlerine sadık” Rusya’nın geleneksel yayılmacı ekspansiyonları tezisi halen hüküm sürmektedir. SSCB’nin çökmesine ve eski Sovyetler Birliği’ne ait cumhuriyetlerin bağımsızlıklarını kazanmalarına rağmen Rusya geleneksel etki alanlarını korumaya çalışıyor ve bu toprakları kendi stratejik çıkar bölgesi olarak görüyor. Rusya, bu topraklardan vazgeçmeyeceği gibi imparatorluğunu ve etkisini yeniden kurma ve kazanma düşüncesiyle yeni bir sistem kurdu. Kısa adı BDT olan Bağımsız Devletler Topluluğu, 8 Aralık 1991’de Beyaz Rusya’nın başkenti Minsk’te bir araya gelen Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin, Ukrayna Devlet Başkanı Leonid D. Kuçma ve Beyaz Rusya Devlet Başkanı Stanislav Shuskevich tarafından

289 Emperyalizm konusunda geniş bir inceleme için bkz; Mehmet Kocaoğlu, Uluslararası İlişkiler, s. 65-102. 290 H. J. Morgenthau, Uluslararası Politika, s. 56, 57. 291 H. J. Morgenthau, a.g.e., s. 72, 91.

92 SSCB’nin dağıldığını bildiren kararın ardından, katılımcı devletlerin egemen eşitliğine dayanan bir ortaklık olarak kuruldu. SSCB’nin dağılmasına çeşitli nedenlerden dolayı karşı olan Kazakistan Devlet Başkanı Nursultan Nazarbayev, yeni oluşumun dışında kalmamak ve kurucu üye sıfatı kazanmak isteğini belirtince ikinci bir toplantı yapıldı. Almatı’da 21 Aralık 1991’de yapılan bu toplantıya Baltık Baltık ülkeleri292 katılmadı; o dönemde iç karışıklık yaşayan Gürcistan ve Azerbaycan ise toplantıya gözlemci gönderdiler. SSCB’yi oluşturan bakiye 10 ülkenin293 Devlet Başkanları 21 Aralık 1991’de yaptıkları toplantıda yeni teşkilatı biçimlendiren anlaşmaları imzaladılar. Böylece, SSCB’nin yerini devletlerin egemenliklerinin tanındığı yeni birlik aldı ve SSCB’nin son lideri Mihail Gorbaçov istifa etti. Bu gelişmenin ardından Kremlin’de SSCB bayrağı indirildi ve yerine Rusya bayrağı çekildi. Böylece, SSCB tarihe karışmış oldu ve onun yıkılışından sonra mirasçısı Rusya oldu. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nde daha önce SSCB’nin elinde olan daimi üyelik koltuğu ve nükleer silahların denetimi Rusya’ya geçti. Günümüzde, bu topluluğa Baltık Cumhuriyetleri dışındaki bütün eski Sovyet Cumhuriyetleri üyedir. Azerbaycan bağımsızlığını kaybedeceği kuşkusuyla uzun bir süre bu topluluğa üye olmamıştır. Fakat Rusya’nın baskıları güçlenerek 1993 yılı yazında en üst düzeye ulaştı; ülke içinde trajik gelişmeler yaşandı, savaşta büyük yenilgiler alındı. Sonuçta Azerbaycan yeni bir darbe yaşadı ve BDT üyeliğini kabul eden anlaşmayı imzalamak zorunda kaldı. Acaba, Azerbaycan BDT’ye üyeliği kabullenmede doğru bir adım mı attı? Bu tür yaklaşımları kanıtlamak veya yalanlamak mümkün değil. Ama bu bir gerçek ki, ilk aşamada bu üyeliği destekleyenler Rusya’nın Azerbaycan’a olan kızgınlığını merhamete çevirerek Karabağ Sorununu çözmek amacındaydılar. Fakat bu amaç bugüne kadar gerçekleşmiş değildir. BDT’nin belirsizlik ve tuhaflıklarla zengin 10-15 senelik bir tarihi vardır. Bu süre içerisinde onlarca zirve görüşmesi, yüzlerce toplantı yapılmış ve 500’den fazla anlaşma imzalanmıştır. Genellikle, BDT’yi “ölü doğmuş bebek” olarak nitelendirirler. Gerçekten de olumlu hiçbir entegrasyonel gelişme mevcut değil. Bu nedenle, yıllar geçtikçe BDT’nin önemi azalmaktadır. Böylece, Rusya’nın BDT aracılığıyla Azerbaycan’a reel tehlike oluşturamayacağı düşünülebilir. Oysa, BDT’nin oluşturulması ve Moskova’nın bu yöndeki ısrarcı tutumu önemli amaçların varlığından haber verir. BDT’nin Rusya tarafından postsovyet devletlerini kendi etki alanında tutmak amacıyla oluşturduğunu unutmamak gerekir. Sadece bu neden, BDT’de olup bitenleri yabana atmamak gerektiğini gösterir. Moskova’nın kendi çıkar stratejisini belirlerken, BDT’nin mevcudiyetini dikkate alacağını anlamak çok önemlidir. Bugün Rusya’nın BDT’nin geleceği ile ilgili düşüncelerini anlamak çok önemlidir. Rusya’nın en önemli amacının eski uydularında kendi çıkarlarını yeniden sağlamak olduğu bir gerçektir. Fakat Moskova’nın bu amacını saklaması, bunun yanı sıra bu amacın gerçekleştirilmesi bazı şartlardan dolayı olanaksızdır. Bu arada Moskova’nın çeşitli çıkar, amaç ve doktrinlerin rekabetiyle zengin, geniş alanda yürüttüğü çok yönlü politikayı da dikkate almak gerekir. Rusya’da iç politik zıddiyetlerin sürmesi, sonuçta BDT’deki çıkar çatışmasını da etkiliyor. Bu nedenle şimdilik Rusya mümkün taktiki tehdit ve vaatlerle BDT’nin hiç olmazsa biçimsel olan varlığını sürdürmesini istiyor. Perspektifte ise uygun koşulların oluştuğu zamanda kendi amaçlarını gerçekleştirmeyi düşünüyor. BDT, Moskova’ya eski uydularını kendi etki alanında tutmak ve onları çeşitli taktik hedeflerini gerçekleştirmede kullanmak olanağı verir. Bu anlamda BDT, Rusya’nın hiç olmazsa küçülmüş postsovyet mekanındaki çıkarlarını koruyabilecek aracı kurumudur. Doğal olarak bu durum, Azerbaycan’ın ve diğer topluluk üyelerinin bağımsızlığının tehdit öğesidir.

292 Estonya, Letonya ve Litvanya. 293 Ermenistan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Özbekistan, Tacikistan, Moldavya, Beyaz Rusya, Ukrayna ve Rusya.

93 Moskova dönemsel olarak BDT’deki ortaklarını, özellikle Azerbaycan’ı “saygısızlığı” nedeniyle topluluktan dışlamakla tehdit ediyor. Azerbaycan için en önemli tehdit unsuru kolektif güvenlik ve BDT sınırlarının ortak korunması projesidir. Aslında bu proje direkt olarak arazisinde Rus ordusu bulunmayan Azerbaycan’ı tehdit ediyor. Rusya BDT ismini kullanarak Azerbaycan’ı kolektif güvenlik ve sınırların ortak korunması anlayışını imzalamaya zorlama konusundaki ısrarcı girişimlerini sürdürür. Kısacası, Moskova üye ülkeleri etki alanında tutmak için BDT’yi araç olarak kullanıyor. Bu stratejik amacı gerçekleştirmek için ekonomik birlik, kolektif güvenlik ve sınırların ortak korunması, gümrük birliği ve benzeri girişimlerde bulunuyor. BDT içindeki bu tür entegrasyon girişimleri Azerbaycan’ın bağımsızlığı için tehdit unsuru olarak kalır. Herhalde Azerbaycan-Rusya ilişkilerinin BDT içindeki gerginliği de bu nedenlidir. Azerbaycan’ın BDT politikası, kazanılmış bağımsızlığı bütünlükle korumak ve Rusya’yı gereğinden fazla kızdırmamak biçiminde özetlenir. BDT’nin varlığı süresince Rusya için yeni “federalleşme” girişimlerinde bulunma olasılığı da mevcuttur. BDT içinde ve dışında yalnız kendisinin “imtiyaz hakkına” sahip olunması için çaba gösteriyor. Rusya’nın yarınını federatif statüden yoksun düşünmek mümkün değil. Bu nedenle Rusya kendi federatif statüsünden doğan sorunları postsovyet mekanında yeni federalleşme eğilimlerinin genişlediği bir ortamda daha başarılı biçimde çözebileceği düşüncesindedir. Bunun için daha fazla ülkeyi “federalleştirmek” gerekir. Moskova’nın denetimi altındaki etnik sorunlar bu amaca hizmet ediyor. Federalleşme sorunu ile, ilk başta Rusya’dan bağımsızlığa daha fazla gayret gösteren ülkeler - Azerbaycan, Gürcistan, Moldavya ve bir süre öncesine kadar Ukrayna - karşılaştılar. Rusya bu ülkelere iki seçenek teklif etmiştir; ya federasyon, ya da devletin dağılmasıyla sonuçlanabilecek separatizm eğilimlerinin güçlenmesi. Rusya, bu stratejisine direnen ülkeleri separatizme mahkum etmiştir. Gürcistan’da Abhaz separatizmi, Azerbaycan’da ise Karabağ separatizmi dışında “Lezgi sorununu”sürekli gündemde tutmuştur / tutmaktadır. Hatta 1993 yılı yazında Azerbaycan’da başarısızlıkla sonuçlanan “Talış – Muğan Cumhuriyeti” ilan etme girişiminde bulunmuştur. Görüldüğü gibi, Rusya üniter Gürcistan ve Azerbaycan’ı federasyona çevirmek senaryosunu yedekte tutmuştur. Rusya’nın bu amaçlarının önemli bir kısmını “Kafkasya Evi” (Kafkasya konfederasyonu, birliği ve benzeri) projesi oluşturmaktadır. Öte yandan, SSCB’nin BDT’ye geçişte seçtiği hareket tarzlarının araştırılması, gelişmelerin yönü hakkında fikir verebilir. ABD strateji uzmanı Zbigniew Brzezinski “Büyük Çöküş” isimli kitabında SSCB ile ilgili muhtemel gelişmeleri şöyle açıklamaktaydı:294 1. Perestroyka başarılı olabilir. 2. Uzun vadeli ve sonuçsuz karışıklıklar çıkabilir. 3. Perestroykanın hızını kaybetmesi sonucunda yeni bir durgunluk başlayabilir. 4. İkinci ve üçüncü ihtimale tepki olarak gerileme ve baskı yanlısı politika uygulanabilir. 5. Yukarıdaki ihtimallerin bazılarının birleşmesi üzerine SSCB dağılabilir. Beşinci madde gerçekleşmiştir. Peki, acaba BDT de dağılabilir mi? Bu ihtimallerin değerlendirilmesinden, hatta ihtimallerin tespitinden önce BDT’nin hangi düşünce sisteminde karar kılacağının bilinmesi gerekir. Herhalde BDT yöneticileri de ilk önce ideoloji konusunda kesin bir karara varmış olmalıdır. Tabii ki, toplumu tekrar eski komünizm kafesine sokmak herhalde artık mümkün olmayacaktır. Yoksa, yeni bir Rus İmparatorluğu mu kurulmak istenmektedir?

294 Zbigniew Brzezinski, Büyük Çöküş, s. 122

94 SSCB’de 1989 ve 1990 yılarında üç değişiklik gruba farklı politikalar uygulandığı görülmektedir. Farklı politika uygulanan üç toplum grupları şunlardı: 1. Varşova Paktı üyesi Doğu Avrupa ülkeleri. 2. SSCB bünyesindeki Cumhuriyetler. 3. Rusya veya daha uygun ifadesiyle Ruslar. SSCB yönetimi, bu üç grup için değişik amaçlar seçmiş ve her birisine karşı değişik politikalar uygulamıştır. SSCB, Doğu Avrupa ülkeleri ile kurduğu birliği devam ettirmemiş, büyük ölçüde onları serbest bırakmaya karar vermişti. BDT de kendi sorunlarını çözemediği için Doğu Avrupa’daki gelişmelerle yakından ilgilenmemektedir. Rusya’nın değişik politika uyguladığı ikinci grup ülkeler Rusya Federasyonuna bağlı etnik cumhuriyetler ve eski SSCB’ye ait bugünkü bağımsız cumhuriyetlerdir. Rusya Doğu Avrupa ülkeleri için düşündüğü özgürlüğü bu ülkeler,295 yani eski SSCB cumhuriyetleri için296 düşünmek istememektedir. Perestroykanın başlangıcında SSCB’ye bağlı cumhuriyetlerin isterlerse bağımsızlıklarına kavuşacakları gibi bir intiba verilmişti. Cumhuriyetler bu yolda çeşitli teşebbüslerde bulundular: Yeni partiler kuruldu, seçimler yapıldı, bağımsızlıklar ilan edildi, Batılılardan, özellikle ABD’den destek ve yardım istendi. Fakat henüz çok az cumhuriyet, sadece Baltık cumhuriyetleri sonuca ulaşabilmiş durumda. 1917 ihtilalinde, çarlığa bağlı toplumların bağımsızlıklarını alabilecekleri şeklinde bir propaganda ile komünistler büyük kitleleri kendi tarafına çekmiş, sonra da tek tek tekrar hepsini işgal etmişlerdi. 1990 yılında da benzer bir uygulama içinde olup olmadıkları ilginç bir soru. Şüphesiz, Rusya Federasyonu yönetimi ile cumhuriyetler arasındaki bu gelişmeler, içerisinde bazı çelişkileri de bulundurmaktadır. Cumhuriyetleri Rus kültürü etrafında toplamaya, tarihin tanıdığı en büyük zulüm makinesi dahi başarılı olamamıştır. Bugün Rusya Federasyonu yönetimi ekonomik, sosyal ve politik açıdan özgürlükler vat ediyor. Rusya Federasyonunun varlığını koruması da gerçekte bir ölçüde özgürlükleri kabul etmesine bağlı bulunuyor. Rusların özgürlükleri kısmaya başlaması, toplamaya başladıkları hoşgörüyü dağıtarak tekrar soğuk savaşa doğru tırmanmaya sebep olabilecektir. Rusya Federasyonu yöneticilerinin bunu göze almaları çok kolay görünmüyor. Buna karşılık, özgürlük yönünde atılacak her adım cumhuriyetlerin kültür özelliklerini güçlendirecek ve Ruslarla aralarındaki uçurum gün gün derinleşecektir. Cumhuriyetler bağımsızlığa giden yolun en önemli aşamalarını ekonomik, sosyal ve politik özgürlüklerle aşabilecekler. Bugünkü işaretler, BDT içinde Ruslarla Cumhuriyetler arasında üzücü olayların olabileceğini göstermektedir. Bu noktada dünya kamuoyunu, konu ile ilgili olarak canlı tutmak önem taşıyacaktır. Bütün cumhuriyetlerin gerçek anlamda bağımsızlıklarını kazanmaları Rusya’yı XVII. yüzyıl sınırlarına çekilmeye mecbur eder. Bu durumda, Rusya’nın hemen hemen bütün dış ticaret yolları üzerinde yeni ülkeler oluşacak ve petrol, doğalgaz gibi kaynaklardan yoksun olarak şanssız bir iklimde, verimsiz topraklarda sıkışıp kalacaktır. Rusların böyle bir sonuca kendi iradeleri ile razı olmayacakları kesindir. SSCB Doğu Avrupa ülkelerini dışlarken, bugünkü Rusya eski SSCB’yi oluşturan Cumhuriyetleri bir arada ve Rusya etrafında tutmaya çalışmaktadır. Cumhuriyetlerin dışında kalan Rusya Federasyonunun toprakları kısmen fakir ve stratejik kaynaktan yoksundur. Sadece kendi topraklarına çekilen Rusya BDT’yi oluşturan bütün cumhuriyetlere muhtaç durumda olacak ve petrol, pamuk, doğalgaz, tahıl, altın gibi SSCB’nin ayakta kalmasını sağlayan bütün stratejik kaynaklar dışarıda bırakılacaktır. Diğer cumhuriyetlerdeki hammadde

295 Rusya, kendi Federasyonu içerisindeki etnik cumhuriyetlere kesinlikle izin vermez. 296 Her ne kadar bağımsız olsalar bile.

95 kaynaklarına bağımlı olacak, hantal ve üretim gücünü yitirmiş fabrikaları ile baş başa kalacaktır. İşte, bütün bunları göz önünde bulunduran Rusya, bile bile bu cumhuriyetleri elinden kaçırmak ve büyük problemlerle karşılaşmak niyetinde değildir. Kısacası, şunu söyleyebiliriz ki, yeni BDT’nin eski SSCB’den farklı olacağı kesin olmakla beraber “niyet ve amaçları” değişmemiştir ve değişmeyecektir. Aslında, gerçeklere bakılırsa bir devletin temeli ve gücü onun ekonomisine dayalıdır. Bir ölçüde Rusya “Uyuyan Dev”e benzetilebilir. Uyandığı takdirde eski imparatorluk topraklarını elde etmesi ve etki alanlarını genişletebilmesi için zor kullanacağı kesindir. Ancak “uyanacağı gün”e kadar, şimdilik günümüzde bölge üzerinde özel bir hegemonya kurabilecek yeteri güce sahip olmadığından Güney Kafkasya üzerinde ve yakın komşularıyla ilişkilerinde bölgesel konumunu istikrara kavuşturma yoluna gidebilir. Tekrar vurgulamak gerekirse, şimdilik Rusya’nın bölge üzerinde istikrarı sağlama olasılığı yüksektir, ancak unutmamalı ki, gücünü tekrar kazandığı takdirde komşularını önemli ölçüde etkileyecektir.

D- Bağımsızlık Sonrası Rusya’nın Güney Kafkasya’da Stratejik Amaçları

SSCB dağıldıktan sonra bağımsızlıklarını kazanmış devletlerle birlikte Azerbaycan Cumhuriyeti’nin siyasi ilişkileri içerisinde Rusya kendine özgü bir yer tutmaktadır. Çok önemli stratejik bir konuma ve zengin doğal kaynaklara sahip Azerbaycan’ın kısa zamanda güçlenerek tam bağımsız bir devlet olması, bir takım büyük devletleri, Azerbaycan’ın kuzey ve güney komşularını birbirine yaklaştırmıştır. Bu yüzden büyük devletler, milli zeminde ortaya çıkartılan Ermenistan-Azerbaycan çatışmasına ilk günden göz yumarak onun bölgesel savaş seviyesine yükselmesine engel olmadılar. Rusya Azerbaycan’ı Ermenistan’ın eliyle, yahut Ermenistan’ı Azerbaycan’ın eliyle sıkıştırarak yeni ittifaka girmeye zorlamak, Rus İmparatorluğunu siyasi bakımdan yeni şekilde korumak amacı gütmekteydi. Araştırılan yıllarda Rusya’ya yaklaşımda Azerbaycan’daki toplumsal düşüncede birlik olmadığı gibi, Azerbaycan’a yaklaşımda da Rusya’da tek bir fikir mevcut değildi. Moskova’da Azerbaycan’ı bağımsız devlet olarak değil, eyalet olarak görenler vardıysa da, Azerbaycan’da da Rusya’yı sömürgeci ve çıkarcı bir devlet olarak görüp ondan uzaklaşmak isteyenler bulunmaktaydı. Azerbaycan devletinin Rusya’ya yaklaşımındaki tutumu belirli anlamda dumanlıydı. Rusya Azerbaycan’ı kendi stratejik çıkar bölgesi olarak görüyordu. Rusya, 4 Nisan 1992 yılında Azerbaycan’la diplomatik ilişkilerin kurulması için protokol imzalasa da Azerbaycan’ı tam bağımsız olarak görmek istemiyor ve siyasetini çeşitli yollarla buna uygun olarak kuruyor, Ermenistan’ın Azerbaycan’a askeri tecavüzünü dolaylı yollarla destekliyordu. Merkez, yani Moskova, mühim jeopolitik öneme sahip bölgelerde milli çatışma ocakları oluşturarak etki alanını her ne pahasına olursa olsun korumaya çalışıyordu. 1988 yılı Şubat ayında açık gösterilere geçen Dağlık Karabağ’ın Ermenistan’a birleştirilmesi yolunda ayırımcılık hareketlerinin senaryosu Kremlin kabinelerinde hazırlanmıştır. Merkezin yardımıyla 1988-1989 yıllarında 187 bin Azerbaycan Türkü Ermenistan’dan, 15 bini ise Hankendi’nden kovuldu. Merkezin Ermenilere yönelik tutumuna Bakü’de kitlesel itirazını bildiren halk hareketi iştirakçilerinin bir kısmını Moskova, 1990 yılı Ocak ayında, maharetle Ermeni soygunları teşkil etmeye yöneltti ve bunu bahane ederek 20 Ocak’ta Bakü’ye ordusunu yürüterek 137 kişiyi katletti. 20 Kasım 1991 yılında Dağlık Karabağ’ın Sovyet ordusunun gözetiminde olan Karakent’te, içerisinde Azerbaycan’ın yüksek rütbeli devlet temsilcileri bulunan helikopter çok bir muammalı şekilde düşürüldü. 26 Şubat 1992 yılında Rusya Silahlı Ordusunun Gence’de konuşlanan 23. divizyonuna bağlı 366’cı alayın direkt katılımı ile Hocalı kasabası yağmalandı ve yaklaşık 600 kişi öldürüldü. 8 Mayıs’ta

96 Azerbaycan’ın tarihi şehirlerinden biri olan Şuşa, 18 Mayıs’ta ise Laçın işgal edilerek Ermenistan’la Dağlık Karabağ’ı birleştiren koridor açıldı. Hocalı katliamından sonra istifa etmek zorunda kalan Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ayaz Mutallibov’u 14 Mayıs’ta yeniden göreve getirmeye çalışan merkez Azerbaycan’ı dize getirmeye çalıştı. Rusya’nın iletişim araçları hep Azerbaycan hakkında yalan dolu yazılar yayımlıyorlardı. Bütün bu olanlar, ister Azerbaycan üst düzeylerinde, isterse de halk arasında Rusya’ya olan güvensizliği artırdı. Haziran 1992 yılında Azerbaycan temsilcilerinin Moskova’da yönetim ile yürüttüğü temaslarda onların Azerbaycan’da etki alanlarını koruma arzularına kısa net cevap verilmemesi, Azerbaycan’ın BDT’den kenar, devletlerarası karşılıklı ilişki kurma isteği Azerbaycan-Rusya ilişkilerine olumsuz bir etkide bulunmuş, hatta Azerbaycan Cumhurbaşkanı Ebülfez Elçibey’in Ekim 1992 yılında Moskova’ya resmi seferi bile ilişkilere sıcaklık getirmemişti. Azerbaycan dış politikasının antirusya hattı öylesine bir ortam oluşturdu ki, bu ilişkileri düzene sokmak için her ne kadar güçlü adımlar atılsa dahi, bütün bunlar Azerbaycan- Rusya ilişkilerini kısa sürede normalleştirme, yahut Moskova-Erivan işbirliğini zayıflatma iktidarında değildi. 1993 yılı Mayıs ayında Rusya’nın Gence’de yerleşen 23. Alayının iki ülke arasında yapılmış anlaşmaya zıt olarak silahlarının belirli bir kısmını Gence’de bırakarak zamanından önce Azerbaycan’dan çıkarılması sonucu 2 Nisan 1993 yılında Ermenistan’ın Vardenis bölgesinden hareket eden – Rusya Silahlı Ordusunun Ermenistan’da barınan birliklerinin de katıldığı – Ermeni ordusu tarafından Kelbecer’in işgali ve 4 Haziranda hükümet aleyhine isyan zamanı Gence’de bırakılan bu silahların iktidara çevrilmesi ve Ebülfez Elçibey hükümetinin devrilmesi Rusya siyasetinin planlı bir sonucuydu.297 Dağlık Karabağ çatışmasında Ermenistan’a gizli ve açık yardım eden Rusya’nın çıkarları İran’ın çıkarları ile uyuşmaktaydı/uyuşmaktadır. Peki, İran’ı ve Rusya’yı birleştiren bu genel çıkarlar nelerdir? Tacikistan hariç, bütün Orta Asya Cumhuriyetlerinde mevcut Türk dili, Türk medeniyeti birliği ve yakınlığına güvenen Türkiye, daha kapsamlı faaliyetlere başladı. Türkiye Orta Asya’da esas çözümleyici rol oynamak görüşündedir. O, ekonomik yardım ve geniş ticaretten başka “Türk modelini” – Batı demokrasisine dayalı İslam devletini dünyevi bir vasıfla birleştiren toplum modelini savunmaktadır. Bu model elbette ki, Tahran’ın İslam devrimi ihracından daha üstün olabilir. Böylece, iki dış güç – İran ve Türkiye Orta Asya toprağında kıyasıya bir rekabet içerisindedirler. Şunu da belirtelim ki, Türkiye’nin arkasında, İslam temelciliğinin Orta Asya’ya yayılmasından çekinen ABD ve Batı durmaktadır. ABD ve Batı Avrupa, eğer Türkiye’ye daha kapsamlı bir yardımda bulunamazsa, rekabet ya bu, ya da öbür tarafa başarı kazandıracaktır. Ama Batı, Türkiye’yi Orta Asya’ya doğru ilerleyişinde kendi müttefiki olarak görmektedir. Bu yüzden mali imkanları ve siyasi tutumları İran’a göre daha yüksek olan Türkiye’nin bölgede başarı sağlaması daha reeldir. Diğer taraftan, İran Güney Azerbaycan konusunda endişe etmektedir. Karabağ çatışmasının bitmesiyle İran için yeni problem – Kuzey Azerbaycan’ın Güney Azerbaycan’la birleşmesi meselesi ortaya çıkabilir. İran genellikle, Karabağ Sorununun devam etmesini istemekte, bu yönde Ermenistan’ı desteklemekte ve diplomatik ilişkilerinde Rusya’ya öncelik vermektedir. Stratejik açıdan İran’ın ve Rusya’nın çıkarları çelişmektedir. Örneğin; her ikisinin stratejik çıkarları bu bölgeyi etkisi altına almaktır. SSCB’nin mevcut olduğu dönemlerde İran zaten bu konuda düşünemiyordu. Ama Sovyetler Birliği’nin çökmesinden yararlanarak İran

297 Geniş bilgi için; “Azerbaycan-Ermenistan İlişkilerinde Bitmeyen Kavga: Karabağ Sorunu, Politik Gelişmeler” bölümüne bakınız.

97 İslam faktöründen hareketle bölgede etkisini artırma görüşündedir. Yani, Rusya’nın bu bölgede etkinliğini kaybetmesi İran’ın güçlenmesi anlamına gelmektedir. Uyuşan çıkarlarına gelince, bağımsız ve güçlü Azerbaycan Devleti her ikisi için de elverişli değildir. Çünkü bağımsız Azerbaycan Devleti Batıyla sıkı işbirliği içerisindedir. Petrol konusunda Batıya daha çok üstünlük verilmesi bu iki devleti birbirine yaklaştırmaktadır. Öte yandan, Azerbaycan’ın bir kutuptan – Rusya’dan ayrılıp diğer kutba - Türkiye’ye hızla yaklaşması zaten yakın olan Rusya, İran ve Ermenistan’ı birbirine daha da yaklaştırdı. Rusya Azerbaycan’ı Ermenistan karşısında aciz ve zayıf bırakmakla ona ders vermek görüşündeydi. Böyle bir durumda Türkiye’nin Ermenistan’ın saldırısına karşı askeri operasyonlara başlamasını, silahlı güç tatbik etmesini talep eden bazı güçler de vardı. Onların düşüncesine göre, Türkiye’nin müdahalesi Ermenistan’ın saldırılarına son koya ve Azerbaycan’a fayda getirebilirdi. Mülahazaların gerçeklerle uyuşup uyuşmadığını öğrenmek için araştırılan yıllardaki uluslararası ilişkilere, Ermenistan’ın Rus dış politikasında sahip olduğu öneme ve Ermenistan ordusu tarafından Azerbaycan topraklarının işgal edilmesine Batı devletlerinin yaklaşımı ciddi şekilde araştırılmalıdır. Denildiği gibi, Ermenistan Kafkasya’da Rusya’nın yayılmacı politikasının yürütülmesinde ve milli bağımsızlık hareketinin bastırılmasında, halkların esaret altına alınmasında bir araç idi. Bunun karşılığında Ermenistan Rusya’dan istediğini almaya çalışıyordu. Ermenistan’la Rusya arasında yapılan askeri yardım ve diğer amaçlar taşıyan anlaşmalar da işte bunlara hizmet ediyordu/etmektedir. Öte yandan, Rusya-Ermenistan işbirliğinden bahsederken bu iki devleti stratejik işbirliğine götüren diğer nedenleri de sıralamakta yararlı görüyoruz. Kafkaslardaki istikrar sorununun en önemli boyutunu enerji politikaları oluşturmaktadır. Rusya’nın Batı ile bu yöndeki ilişkilerinin seyri Ermenistan ile ittifakının temel dayanak noktalarından birini oluşturmuştur. Azerbaycan’da var olan enerji kaynakları ve bu kaynakların dünya pazarına ulaştırılmasında Kafkasların boru hatlarının geçiş güzergahı üzerinde bulunması, Batının ve özellikle Amerika’nın ilgisini Azerbaycan’ın ve diğer bölge ülkelerinin Rus nüfuz alanına girmesini engellemeye çekmiştir. Buna karşılık Rusya, bütün yabancı nüfuzu bölge dışında tutmak için bölgedeki petrol ve gaz üzerinde bir monopol oluşturmaya, Azerbaycan’ı ve Gürcistan’ı abluka altında tutmaya çalışmıştır. Yine Kafkasların artan uluslararası politik ve ekonomik sisteme entegre olma eğilimlerine karşılık, yukarıda da belirtildiği gibi, Moskova oluşturduğu Bağımsız Devletler Topluluğu aracılığıyla bölgede kaybettiği mevzileri yeniden kazanmayı hedeflemiştir. Bunu yaparken ekonomik baskı unsurlarından yoksun olması onu bölgede var olan askeri üslerini yenilemeye ve güçlendirmeye sevk etmiş ve bunlar aracılığıyla etkin olmak istemiştir. Rusya’nın bölgede hegemonyasını yeniden kurmasına yönelik politikaları Ermenistan gibi bir destek noktasına her zaman ihtiyaç duymaktadır. Batılı devletlerin Rusya’yı durdurma politikası, Rusya açısından Ermenistan’ın jeopolitik önemini artırmıştır. Her iki ülkenin Batı tarafından gerçekleştirilecek olan petrol ve doğalgaz kaynaklarının dünya pazarına ulaşmasını sağlayacak boru hatları projelerinden dışlanmış olmaları ortak noktalarıdır. Enerji boru hatlarını Güney Kafkasya üzerinden geçirmek isteyen Batı ülkeleriyle birlikte Türkiye’nin Ermenistan, Rusya ve İran’ın bu projelerden dışlanmasını çıkarlarına uygun bulması, söz konusu ülkelerin aralarında özel ilişkiler geliştirmelerini kolaylaştıran unsurlardan biridir. Ne var ki, Batılı petrol şirketlerinin bugün göründüğü kadarıyla kendilerine jeopolitik gündem ve enerji politikaları adına dayatılanlara eskisinden daha eleştirel yaklaşıyor olmaları, Ermenistan ve Rusya’nın Kafkaslarda ortak çıkarları adına ortaya koydukları politikalarını uygulamalarını kolaylaştırmaktadır. Bölgenin var olan etnik problemler ve ayrılıklar da Rusya’ya onlardan faydalanarak bölge ülkeleri üzerinde baskı oluşturabilme fırsatı verebilmektedir. Karabağ, Osetya veya

98 Abhazya sorunu; bunlar Rusya’nın tahrik ettiği sorunlardır ve amacı da adı geçen bölgelerdeki ülkelerin Rusya’ya bağımlılığın sürmesidir. Bölge ülkelerinin ordularındaki mevcut silahların Rus yapımı olması da Rusya’ya bunu bölge ülkeleri üzerinde baskı aracı olarak kullanma olanağını sağlamaktadır. Moskova’nın Ermenistan ve Gürcistan’daki askeri üslerinin varlığı, Ermenistan-Türkiye sınırının Rus sınır kuvvetleri tarafından denetlenmesi, Ermenistan’da Hava Savunma Sistemlerinin konuşlandırılması ve Ermenistan’ın diğer iki bölge ülkesinin katılmadığı kolektif Hava ve Kara Savunma Anlaşmalarına katılması Rusya’nın söz konusu politikalarının unsurlarını oluşturmaktadır. Erivan’ın Karabağ savaşıyla birlikte iyice derinleşen Ankara ile sorunları karşısında Türkiye’den gelebilecek herhangi bir askeri tehdide karşı Rusya gibi bir askeri süper gücün korumasına ihtiyaç duyması da bir diğer etken olmuştur. Ermenistan’ın dış politikası, büyük oranda Dağlık Karabağ ve bu savaşın politik gereklerine uygun bir seyir izlemektir. Ermenistan-Rusya işbirliğinin doğmasında buraya kadar sıralanan birçok dış etkenin yanı sıra Ermenistan’ın iç sosyo-politik ve etno-psikolojik durumundan kaynaklanan etkenler de mevcuttur. Bu etkenler; Ermeni toplumunun bilincine hakim olan, tarihte Türkler tarafından yenilgiye ve soykırıma uğratılmış oldukları düşüncesi, yine bunun sonucunda gelenek haline gelen Türkiye’ye karşı arazi iddialarının toplum bilincindeki hakimiyeti, tarihsel güvensizlik duygusunun mevcutluğu, Ermenistan’daki politik gruplar ve partiler arasındaki derin anlaşmazlıklardır. Söz konusu etkenler, Ermenistan’ın Rusya ile işbirliğini, bağımsızlığını tehlikeye düşürecek şekilde oluşturmasıyla doğrudan ilgilidir. Yukarıda sıralanan etkenler, Ermenistan-Rusya stratejik askeri ve ekonomik işbirliğini doğurmuş, bu işbirliği ise ilk olarak Ermenistan’ın Azerbaycan’a karşı yürüttüğü Karabağ savaşında ifadesini bulmuştur. Ermeni kuvvetleri Rusya’dan aldığı silah desteğiyle işgal ettiği Azerbaycan topraklarını halen kontrolünde tutmaktadır. Rusya ile girdiği stratejik işbirliği Ermenistan açısından çeşitli olumsuz sonuçlar doğurmuştur. Bu sonuçlar; Türkiye ve Azerbaycan tarafından uygulanan sınır ambargosu, Azerbaycan ile askeri çatışma, Türkiye ile diplomatik ilişkilerden yoksunluk, ekonomi, askeri ve enerji konularında tümüyle Rusya’ya bağımlılık* şeklinde tezahür etmektedir.298 Rusya bu ilişkiden daha fazla kazanç sağlamaktadır, çünkü Ermenistan’ı Güney Kafkasya’da uzun süreli bir üs olarak kullanabileceği pek çok anlaşma imzalamıştır. Bu işbirliği Moskova’nın Gürcistan’a Türkiye’ye ve Azerbaycan’a baskı yapmasına imkan vermektedir. Ancak tarihte görüldüğü gibi, Ermenistan kendisini terk edebilecek olan Rusya’nın önemli ölçüde insafına kalmıştır ve sahip olduğu alternatiflerin azlığından dolayı Erivan bugün Rusya ile yaptığı anlaşmalar ve Ermenistan’daki Rus askeri üsleri sayesinde güvencede olduğunu düşünmektedir. Bu işbirliği kesinlikle Rusya’ya büyük fayda sağlarken, Moskova’nın, Gürcistan’daki askeri üslerin durumu ve Çeçenistan’da halen sonuçlandırmadığı savaş gibi diğer politik fikasyoları, artık bölge üzerinde özel bir hegemonya kurabilecek yeteri güce sahip olmadığını ve belki de Azerbaycan, Türkiye ve Gürcistan üzerinde bölgesel konumunu istikrara kavuşturmak için Erivan’ı terk edebileceğini göstermektedir. Erivan, kendisi açısından güçten başka bir politika seçeneğini benimsemede isteksiz görünmektedir ve böylece bölgeyi istikrarsızlaştırmaya devam etmektedir. Fakat uzun dönemde istikrarsızlıktan başka herhangi bir kazanç sağlayamayacağı bir gerçektir. Ermenistan’da Robert Koçaryan’ın 1998’de Devlet Başkanlığına seçilmesinin ardından dış politikada, Rusya’nın artan ağırlığını dengelemek amacıyla Batıya yönelik çeşitli adımlar atmıştır. Bu tarihten sonra ABD ile de ilişkilerini geliştirmeye çalışan Ermeni

* Ermenistan, enerji üretiminin % 40’nı sağladığı Metzamor Nükleer Santrali’ni var olan borçları yüzünden Rus Enerji Şirketine devretmek zorunda kalmıştır. 298 Nazmi Gül ve Gökçen Ekici, Stratejik Ortaklar Arasında Bir Sorun mu Var? Putin’in Ermenistan Ziyareti ve Moskova-Erivan İlişkileri, Stratejik Analiz, s. 36, 37

99 yönetimi, NATO’nun Barış İçin Ortaklık Programına katılmış, çeşitli askeri ve ekonomik işbirliği anlaşmaları imzalama yoluna gitmiştir. Fakat Ermenistan’ın komşularıyla var olan sorunları, Orta doğuda ve Kafkaslarda Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’ın üstlendiği rollerin ABD açısından önemi ve bu ülkelerin çıkar algılamalarının birbiriyle örtüşmesi göz önüne alındığında, uzun dönemde Erivan-Washington ilişkilerinin zorlaşacağını söyleyebiliriz. Ermenistan, Rusya ile var olan ilişkileri ve Rusya-İran işbirliğinde oynadığı aracı ülke rolü yüzünden zaten ABD’nin küresel politikalarını tehdit eder durumdadır. Bu yüzden Ermenistan’ın komşuları ile sorunlarını gidermeden, üzerindeki artan Rus ağırlığını ABD ile kuracağı yeni ilişkilerle dengeleme isteği, ABD ile platonik müttefiklik düzeyinde kalmak zorundadır. Ermeni politikası Türkiye ve Azerbaycan’a karşı tarihi önyargılarla hareket ettiği ve Dağlık Karabağ sorunu kendi diasporasının aşırılıklarıyla belirlendiği sürece, güvenlik politikasında çok az esnekliğe sahip olacak ve Moskova’ya bağımlı kalmak zorunda olacaktır.

100

ALTINCI BÖLÜM

İRAN

A- İran Açısından Azerbaycan’ın Önemi ve Ermeni Faktörü

Tarih boyu Ortadoğu’da rol oynamış ve geçmişinin anıları ile hala kibirli İran, Arap olmayan Müslüman ülkelerden biridir.299 İslam, Araplar kanalı ile geldiği için bazı İranlılar onu daha çok fazla Sami karakterli bir inanç sistemi olarak görmüşlerdir.300 İran tarihinde her dönemde büyük manevi akımlar yer almış olup Zerdüşt, Mani, Mithra ve Mazdek İranlı dini önderlerdir. İran mistisizminde Batı ve Hint etkilerini bulmak mümkündür.301 İnsanlık tarihinde önemli yeri olan İran, aynı zamanda Genel Türk tarihinde önde gelen bir konuma sahiptir. M. Ö. III. bin yılda İran coğrafyasında yükselen Elam uygarlığı, bölgeyi o dönemin uygarlık merkezi durumuna getirmiştir. Bir dönem dünya uygarlığının merkezi konumuna gelen İran, daha sonraki dönemlerde de dünya tarihinde önde gelen bir konuma sahip olmuştur. İsa’dan önce 2000’li yıllarda başlayan Med dönemi İran’ın dünya tarihinde daha da öne geçmesine neden olmuştur. Önce Medler, daha sonra da Persler dönemi İran’ın kendi sınırlarının ötesine taşımasına yol açmış, Med ve Pers İmparatorlukları İran merkezli büyük devletler olarak hem İran’a, hem de İran’ın çevresindeki ülkelere egemen olmuşlardır. Ahemeni Hanedanının kurmuş olduğu Pers İmparatorluğu ise İran’ın kendi çevresini egemenlik altına aldıktan sonra, tüm Anadolu’yu işgal etmiş ve Ege Denizine kadar olan alanda uzun süre hükümranlıklarını sürdürmüşlerdir. Hindistan’a kadar egemenlik alanı kuran Pers İmparatorluğu, Büyük İskender’in Hindistan’a kadar uzanan alanda kendi devletini kurması ile sona ermiştir. Büyük İskender kendi arkasından Helenistik kültürü İran topraklarına da taşımıştır. Milat sonrası yıllarda Romalıların Anadolu ile beraber Orta Doğu topraklarını da egemenlikleri altına almasıyla hem Helenistik kültür, hem de Perslerden gelen etkilere bu bölgelerde son verilmiştir. İran’ın yeniden güçlü bir devlet olarak ortaya çıkışı Sasani İmparatorluğu döneminde gerçekleşmiştir. Sasaniler kurdukları devlet ve Orta doğu ve Anadolu bölgelerinde Romalıların komşusu düzeyine geldiler. Roma İmparatorluğunun ikiye bölünmesinden sonra ortaya çıkan Bizans İmparatorluğu döneminde de Sasaniler güçlü bir devlet olarak varlıklarını sürdürdüler ve Bizans’ı yenerek Karadeniz kıyısındaki topraklara sahip oldular. Sasani-Bizans çekişmesinden yararlanan Araplar ise yeni dinleri İslam’ın gücü ile giderek Orta doğunun çeşitli bölgelerinde yayılma şansı elde ettiler. Arap-İslam yönetimi İran’da bir devlet yapısı kurdu ve İran halkının Müslümanlaşmasını sağladı. Emevi ve Abbasi İmparatorlukları döneminde İran halkı tümüyle Müslümanlaştı. İslam İmparatorluklarına karşı İran’ın yerli halkı arasından Saffariler, Tahiriler ve Samanilerin bulundukları bölgelerde kendi hanedanlarını oluşturma çabası içine girdikleri görülmüştür. Büveyhi Hanedanı İran’a egemen olmaya çalışırken, Selçuklu İmparatorluğu kurulmuş ve bütün İran uzun bir süre bu imparatorluğun yönetimi altında kalmıştır.302 Selçuklu İmparatorluğu’nu takiben İran bölgesi 1925 yılına kadar hep Türk Hanedanları tarafından yönetildi. Ama çok önemli bir hususun altını özellikle çizmek isterdim. İran, Türk Hanedanları tarafından yönetilse de, siyasi iktidar Türkleşse de kültür hayatı Türkleşmemiş, Selçuklular ve diğer Türk Hanedanları Fars

299 Mehmet Atay, İran İslam Devriminde: Tarihsel Süreç, Özgün Şartlar, İç ve Dış Dinamikler, Avrasya Dosyası, s. 125. 300 Tomas Ballantine İrving, “İslam Dünyası”, s. 106 301 Mehmet Atay, İran İslam Devriminde: Tarihsel Süreç, Özgün Şartlar..... s. 125 302 Anıl Çeçen, Bir İran Değerlendirmesi, Avrasya Dosyası, , s. 343.

101 kültürünün hamisine dönüşmüş, Fars dili devlet, eğitim ve edebiyat dili olmuş, bazı hakan ve sultanların kendileri bile Farsça şiirler yazmışlardır. “Acemi diriltmek için Farsça yazan” Firdevsi Sultan Mahmut’un siparişini yerine getirmiş, Ömer Hayyam Selçuklu Melik Şahın sevdiği kişi olmuş, Sadi ve Hafız’ın yükselmeleri Türk Hakanlarının iktidarları dönemine denk gelmiştir. Ayrıca Azerbaycan Türklerinin bir takım gözde temsilcileri303 klasik Fars edebiyatının oluşumu ve gelişimine hizmet etmişlerdir. Azerbaycan’ın dahi önderi, bilim ve siyaset adamı Mehmet Emin Resulzade, siyasi iktidarı ele geçiren Türk Sultanlarının idari işlerde Arapça dışında başka bir dili kullanma zarureti karşısında Türkçe’yi değil, Farsça’yı tercih ettiklerini ifade ediyordu.304 İlhaniler döneminde durum önemli ölçüde değişmiştir. M.E. Resulzade durumu şöyle ifade ediyordu: “İslamiyetin acımasız bir düşmanı gibi saldıran Moğollar ilk dönemlerde Arapça ile beraber Farsça’yı da yasaklayarak onun yerine Moğolca ve Uygur Türkçesini koymuşlardır. İlhanlılardan Kazan Han döneminde Moğollar İslamiyeti kabul edince her ne kadar Farsça tekrar ehliyet hakkı kazanıyorsa da kendisi ile beraber Türkçe dahi ilerliyor ve durumu sağlamlaştırıyorlardı”.305 Teymuriler, Karakoyunlu ve Akkoyunlu dönemlerinde de Türklük ve Türk Edebiyatı güçlenmeye başlamıştır. Türk Dilinin devlet yaşamında, edebiyatta ve bilimde rolü artmıştır. Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan’ın emriyle Kuran-i Kerim’in Türkçe’ye çevrilmesi de bu dönemde gerçekleşmiştir.306 Bu gelişmelerin Safevi hükümdarı Şah İsmail Hatayi döneminde de devam ettiğini görmekteyiz. Robert Hillenbrand “The Shah - Nama-yi Shahi” adlı eserinde, sarayda “İran Şahı”nın Türkçe’nin bir lehçesini307 konuştuğunu ve fermanların bu dilde yazıldığını belirtmektedir.308 Ama zamanla Safevi Devleti Türklükten Fars bürokrasisine ve Kızılbaşlıktan Şii teokrasisine yönelmiştir. Askeri bakımdan Türk aşiretleri tarafından kurulan Safevi Devleti Farslaşmıştır. Merkezi Fars ülkesinin kentlerinden toplanan elemanların oluşturduğu yerel bürokrasiler hükümet makinesinin esas unsurunu oluşturmuştur. Safevi Devleti o devrin kamu hizmetlerini yürütmek için ulemaya ve bürokrasiye ihtiyaç duydukça Kızılbaş aşiretlerinden kopmuş, askeri alanda “gulam”309 denilen devşirmelere310bürokrasi alanında eskiden beri bu işleri yapmakta olan kentli Farslara dayanmış ve kurumlaşma sürecinde Şii karakteri ağır basmıştır.311 Gerçekten de Farsların ta İslam öncesinden gelen derin bir bürokrasi kültürü ve geleneği olduğunu itiraf etmeliyiz. Safevi hükümdarlarından I. Şah Abbas’ın stratejik sebeplerle başkentini Osmanlı sınırına yakın Kazvin’den daha içerilerdeki Fars kültürünün egemen olduğu İsfahan’a taşımasıyla Fars kültürünün devlet üzerindeki etkisi daha da artmış ve devlet yazışmalarında eskiden Türkçe hakimken giderek Farsça ağır basmıştır.312 Bu şekilde geleneksel Fars bürokrasisi “İran Devleti”ni oluşturmuş, 12 İmam Şiiliği, İran’da ortak bir milli inanç ve hukuk sistemi haline gelmiş, Safevi devletinin Türk rengi solarak Fars rengi egemen olmuştur. Böylece bugünkü İran’ı yaratmak üzere tarih iki temeli hazırlamış oluyordu: Şiilik ve Fars idaresi... Safevilerin 12 İmam Şiiliğini resmi mezhep ilan edip toplumun büyük çoğunluğuna zorla kabul ettirmeleri ve merkezi hükümet kurumunu güçlendirmeleri İran milli kimliğinin oluşmasında en önemli tarihi etkenlerden biridir.

303 Ebülüla Gencevi, Mehseti, Feleki, Hakani, Nizami vb. 304 Memmed Emin Resulzade, Azerbaycan Şairi Nizami, s. 17, 18 305 Memmed Emin Resulzade, a.g.e., s. 19 306 Nesib Nesibli, Azerbaycan’ın Milli Kimlik Sorunu, Avrasya Dosyası, s. 134 307 Azerbaycan Türkçesi kastediliyor. 308 Taha Akyol, Osmanlılarda ve İran’da Mezhep ve Devlet, s. 70 309 Kul 310 Bu devşirmeler Ermeni, Gürcü ve diğer milletlerden oluşmaktaydı. 311 Taha Akyol, a.g.e. s. 95. 312 Taha Akyol, a.g.e. s. 102.

102 Şimdiki aşamada da “Şii Müslüman” fikrinin arkasında Fars şovenizminin asimilasyon siyaseti saklanmaktadır, yani Şiilik Fars milliyetçiliği ile özdeşleşmiştir. Nadir Şah Afşar (1736-1747) mezhep ihtilaflarını ortadan kaldırmak önerisiyle İstanbul’la görüşmelere başlamasına ve ülke içinde Şii ulemalarının rolünü sınırlamasına rağmen bu soruna bir çözüm getirememiştir. XVIII. yüzyılın başlarında Nadir Şah yönetimi ile idare olunan İran, daha sonra Zend Hanedanı, Kacar Hanedanı ve Pehlevi Hanedanı dönemlerini sıra ile yaşamıştır. Bu hanedanlar süresince İran zaman zaman Rusya ile savaştı ve Kafkaslar bölgesini Rusya’ya bırakmak zorunda kaldı. Ruslardan sonra İngilizlerle karşı karşıya kalan İran, XX. yüzyılın başlarında da Alman istilası tehlikesine maruz kaldı. Birinci Dünya Savaşı yıllarında İngiliz- Alman çekişmelerine sahne olan İran, bir dönem Rus işgaline uğradı; toprakları üzerinde iki bağımsız devlet kuruldu. Daha sonra büyük emperyalist devletler arasındaki rekabet nedeniyle yeniden eski tek devlet yapısına dönüldü. İngilizlerin desteği ile göreve gelen bir Fars Hanedanı olan Pehleviler, İran’daki Türk hanedanının yönetimine son verdiler ve böylece emperyalizm iki komşu büyük devletin Türkler tarafından yönetilmesini önlemiş oldu. Eğer İran’da eskisi gibi bir Türk Hanedanı yönetimi devam etseydi, günün birinde bölge dışı emperyalist devletlere ya da güçlere karşı iki Türk devleti bir araya gelebilir, çok büyük bir güç oluşturabilirlerdi. Emperyalizm bu ihtimali önlemek üzere, İran’daki Türk yönetimine son vererek Fars kökenli bir hanedanın işbaşına gelmesini sağlamıştır. Birinci Dünya Savaşı sonrasında işbaşına gelen Pehlevi hanedanı Soğuk Savaş döneminin sonuna kadar görevde kalmış ve Sovyetler dağılmadan önce yeşil kuşak politikası doğrultusunda İran’da İslam Devrimi gerçekleştirilmiştir.313 Şii hareketi, özellikle Şahın gidişinden sonra bir anlamda İslam içindeki Arap kalıplarının reddi anlamına gelmektedir, bir nevi “Arap İslamı”na karşı İrani bir cevaptır.314 “Şii Müslüman” fikrinin arkasında yukarıda da belirtildiği gibi, Fars şovenizminin asimilasyon siyaseti ve özdeşleşen Şii-Fars milliyetçiliği saklanmaktadır. Peki, Şiiliği Fars milliyetçiliği ile özdeşleştiren nedenler nelerdir, bu Şii İran kimliği kendinde neleri ihtiva ediyor? Acaba, Şiiliğe olan sevginin temelinde neler bulunuyor? Bu sorulara cevap ararken, daha eskilere, yani İslam’ın ortaya çıktığı ve yayıldığı dönemlere kadar inmek gerekecektir. Şiilik her şeyden önce ve öncelikli olarak Hz. Muhammed’in amcasının oğlu ve kendisinin damadı olan Hz. Ali’nin ve O’nun soy zincirinden gelenlerin İmamlığını ve Halifeliğini kabul edenlerin, destekleyenlerin, O’nu ve soyundan gelenleri kalpten büyük bir sevgiyle sevenlerin oluşturduğu kesimdir. Hz. Ali, bütün Müslüman dünyasınca tanınan çok önemli bir şahıs, Peygamberin çok sevdiği, şerefli görevler verdiği bir yakınıdır, amcasının oğludur, kızı Fatime’nin (veya Fatma’nın) kocası olup damadıdır. O, savaşlarda büyük kahramanlık göstererek Allah’ın aslanı sıfatını kazanmıştır. Hz. Muhammed (570-632) dört Halifeden Hz. Ebubekir’in kızı Ayşe ve Hz. Ömer’in kızı Hafsa ile evlenmiş, Hz. Osman’a da önce kızı Rukiye’yi, onun ölümüyle de (M. S. 614) öbür kızı Ümmü Gülsüm’ü eş olarak vermiştir. Hz. Ali’yi de kızı Fatime ile evlendirmiştir. Böylece, Hz. Muhammed ilk iki halifeye damat, son iki halifeye de kayınpeder olmuştur. Hz. Muhammed M. S. 632 yılında 62 yaşında vefat ettiğinde Hz. Ebubekir 60 yaşında, Hz. Ömer 50 yaşında, Hz. Osman 55 yaşında, Hz. Ali 32 yaşında idi. Şiilikte Hz. Ali’ye, oğlu Hz. Hüseyin’e ve O’nun soyundan gelenlere aşırı derecede sevgi, saygı ve bağlılık söz konusudur. Öncelikle, Hz. Ali’nin kendisi ve sonuncusu da (on ikincisi) Mehdi adını taşıyan imamlar, Hz. Ali’nin soy zinciri olup On İki İmam olarak anılmaktadır. Şiilikte onlara karşı olağanüstü sevgi, bağlılık, tutkunluk, düşkünlük göze

313 Anıl Çeçen, Bir İran Değerlendirmesi, s. 343, 345 314 Vahap Kaya, Toplumsal Değişme Açısından KARİZMANIN ŞİDDETİ: Atatürk, Hitler, Humeyni, s. 258

103 çarpmakta ve bu olay İran coğrafyasında daha çok yoğunlaşmaktadır. Hz. Hüseyin’in Kerbela’da şehit edilmesi aşırı matem törenleriyle ve işkence gösterileriyle anılmaktadır. Hz. Muhammed’in ailesinden (soyundan) olanları içine alan Ehl-i Beyt’e, onun içinden en öne çıkmış Hazreti Ali’ye ve çocuklarına aşırı düşkünlük dikkat çekicidir. Ancak, Hz. Hüseyin’e gösterilen ilgi daha ağır basmaktadır. O oldukça farklıdır, İranlılar ve Şiiler nezdinde çok farklı ve seçkin bir değeri vardır. Düşünen herkesin zihnine başka Halifeler de var iken niye Hz. Ali’ye veya Hz. Ali’nin başka çocukları var iken ve bunlardan ikisi daha Hz. Hüseyin ile birlikte Kerbela’da şehit düşmüşken niye ille Hz. Hüseyin, niye Ali Zeynel Abidin, niye Muhammed Bagir, niye Caferi Sadık? Ve bunları kapsayan biçimde niye On İki İmam?... soruları ister istemez takılmaktadır. Hele Kerbela’da 10 Ekim (Muharrem) 680’de Hz. Hüseyin ile birlikte şehit düşen Kamer-i Beni Haşim ile Bab-ül Havaiç namıyla anılan Ebü’l-Fazl Abbas isimlerinde iki kardeşi, yani Hz. Ali’nin anneleri Hz. Hüseyin’inkinden ayrı iki oğlu daha var iken matem günlerinde onların adı niye anılmaz? Onlar niçin gariban kalmıştır? Bunun gerçekçi açıklaması, Hz. Ali’nin İran’ın Sasani Hükümdarı Yezdigerd III.’nün dünürü, Hz. Hüseyin’in de Yezdigerd’in damadı ve Farsların ortak siyasal eniştesi olmasıdır. Diğer bir değişle, Farslar tarafından Tanrıların soyundan veya yeryüzü Tanrılarından kabul edilen Sasani Hükümdarı Yezdigerd III.’nün kızı olan Şehribanu’nun Hz. Ali’nin gelini ve Hz. Hüseyin’in hanımı, dördüncü İmam Ali Zeynel Abidin’in annesi olmasıdır. Bu sebepten, halkı için kutsal olan Sasani hükümdarı ve onun şahsında İran ahalisi, İran’ın Müslüman Arap ülkesine gönderdiği en kıymetli temsilcisi Şehribanu vasıtasıyla Hz. Ali ve onun nesilleriyle sıhri hısım olmuş ve imamlık veya halifelik konusunda Hazreti Ali’ye ve O’nun nesilleri olan On İki İmama arka çıkmıştır. Bundan dolayı, Şiilik (ve Alevilik) Hz. Ali’nin halife ve soyunun imam315 olmasını savunan, onları yücelten, hatta İsmailiye, Galiye, Batıniye hareketi içinde çok daha ileri giderek onları kutsallaştıran bir siyasi hareket özelliği taşımaktadır. Yukarıda işaret edildiği üzere, çok dikkat edilirse, İran kesiminden –İran halkının kıymetli temsilcisi Şehribanu’dan- kaynaklanan çok gizli bir soyluluk ve sıhri hısımlık, mezhepçilik olayında kendini göstermektedir. Şiilikte büyük önem taşıyan On İki İmam hatırlanmak istendiğinde:

1. İmam Hazreti ALİ, 2. İmam Hazreti HASAN, 3. İmam Hazreti HÜSEYİN, (Sasani Hükümdarı Yezdigerd III.’nün kızı Şehribanu’nun kocası, Farsların eniştesi), 4. İmam Ali Zeynel ABİDİN, (Hz. Hüseyin ve Şehribanu’dan doğmadır, hanımı Hz. Hasan’ın kızı Fatma’dır. Dedesine (Hz. Ali’ye) atıfta bulunularak kendisine Hz. Ali de denilmektedir), 5. İmam Muhammed BAGİR, 6. İmam Cafer SADIK, 7. İmam Musa KAZIM, 8. İmam Ali RIZA, 9. İmam Muhammed Ali Rıza el-Cevat -(Muhammed TAKİ), 10. İmam Ali el-HADİ- (Ali NAKİ), 11. İmam Hasan el-ASKERİ, 12. İmam Mehdi (Hasan el-MEHDİ, Muhammed bin Hasan el-MEHDİ)

315 Din ve devlet başkanı

104 olarak sıralanmaktadır. Hz. Hasan’ın arkasındaki Hüseyin’den sonra gelenlerden her biri bir sonrakinin babasıdır. Hz. Ali Zeynel Abidin’den itibaren adı geçen İmamlar Hz. Ali’nin İranlı Fars gelini Şehribanu’nun kanını taşımaktadırlar. İran’da 1979 yılında dini ihtilal yapıp Şii din devleti düzeni kuran dini lider Ayetullah Humeyni’nin yedinci İmam Musa Kazım’ın soyundan geldiği de belirtilmektedir. Ayetullah sözüyle Şii kesimince Allah’ın sözcüsü olduğu kabul edilen Humeyni’nin ihtilali başarmasında bu ilişki -soy ilişkisi- İran üzerinde son derece etkilidir. Nitekim, imam Humeyni’nin Hazreti Ali soyu ile ilişkisi olduğundan kutsal bir kişiliği veya kimliği temsil etmektedir. Doğu kültüründe kan hısımlığı ve sıhri hısımlık oldukça kuvvetli bağ teşkil etmektedir. Doğal olarak dünürlük, eniştelik bunu da aşan çok kuvvetli bir bağdır. Çok önemli bir hususu da kaydetmek gerekirse, yukarıda da denildiği gibi, Muharrem ayı törenleri sadece veya genellikle Farsların eniştesi sayılan Hz. Hüseyin üzerine cereyan etmektedir. Bu durumda Farslarca ve İranlı mollalarca Muharrem ayında halkın kitlesel hipnoza tabi tutularak halkın basiretinin bağlandığının, bu yolla gizli İrancılık, İran ırkçılığı yapıldığının ve bunun Fars soyundan olmayanların316 sindirilmesi için kullanıldığının düşünülmesi uygun düşmektedir. Şiilik olayının kuvvet kazanmasında veya Hz. Ali ve çocuklarının öbür Halifeler karşısında tercih edilmesinde, Hz. Ebubekir, Hz. Ömer ve Hz. Osman döneminde Arap veya İslam orduları İran’a seferler yapmışlar, İran’ı darmadağın etmişler, yağmalamışlar ve ele geçirdikleri zenginlikleri büyük tantana ile Arabistan’a taşımışlardır. Bu yağmalamalarda İran halkı büyük acı ve perişanlık çekmiştir. Hz. Ali’nin dünürü ve Hz. Hüseyin’in kayın pederi Yezdigerd III. bu savaşlardan birinde ölmüş (M. S. 651) ve Sasani devleti de tarihe karışmıştır. Dolayısıyla, İran halkı için ikinci önemli bir sebep olarak, Hazreti Ali’den ve soyundan herhangi bir zarar, acı görmemiştir.317 Hemen burada Şiiliği kısa şekilde ele alırsak, şöyle bir değerlendirme yapabiliriz: Şiilik de Sünnilik gibi şeriatçıdır, Peygamber soyu ile anlamdaş olan Ehl-i Beyt’e değer verir. Şiilik Hz. Ali’yi ve O’nun soy zincirini Halife (İmam) olarak kabul etmektedir. Milli dile ve milli kültüre bağlıdır. Şii hareketi İslam dünyasında Araplardan ayrılmak için oluşturulmuş bir hareket, bir mezheptir. Aynı zamanda Şiiliğin arkasında güçlü bir Fars milliyetçiliği saklanmaktadır. Şiilik perdesi altında Fars olmayanları, özellikle Azerbaycan Türklerini eritme potası altına sokmayı, ümmetçilik anlayışıyla asimilasyona tabi tutmayı ve diğer unsurları hedeflemektedir.

316 Azerbaycan Türkleri ve İran’da yaşayan diğer etnikler kastedilmektedir. 317 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz; Cemal Bardakçı, Alevilik, Bektaşilik, Ahilik, s. 19; Cemal Sofuoğlu, Avni İlhan, Alevilik Bektaşilik Tartışmaları, s. 23-64; Muzaffer Özdağ, Türk Aleviliğinin Yükselişi, s. 4, 5, 21; Vecih Kevserani, Osmanlı ve Safevilerde Din-Devlet İlişkileri, s. 163; TÜRK ANSİKLOPEDİSİ, SASANİLER, s.171;

105

B- Fars Milliyetçiliğinin Azerbaycan Politikası

İran, çokuluslu bir imparatorluk olarak varlığını sürdürme çabasındadır. Bugün için kontrol altına alınmış gibi görünse de etnik parçalanma tehlikesini tam anlamı ile aşabilmiş değildir. Bu durum İran resmi literatüründe de son dönemde tartışılan bir husustur. İran’da etnik sorunun temelini Fars-Kürt çelişkisinin oluşturduğuna dair bir imaj var ise de Güney Azerbaycan Türkleri de Farslık ile ciddi bir çelişki içindedir. Konumuzdan uzaklaşmadan “İran” kavramı üzerinde durmamız ve bu hakkında bahsetmemiz yerinde olacaktır. Tarih boyu İran adlı somut bir coğrafi arazi ve devlet var olmamıştır. Hiçbir tarihi- coğrafi kaynakta İran adı, İran hudutları gösterilmemiştir.318 Yaklaşık bin yıl önce mitolojik bir kavram olarak ortaya çıkmış ve yalnız XIX – XX. yüzyıllarda kesinlik kazanmıştır. Bazen, İran adının mevcut olma tarihi M. S. V. - VI. yüzyıllarda Sasaniler zamanında kaleme alınmış “Avesta”daki mitolojik “İranviç” adı ile bağlantılandırılmıştır.319 Ancak “Avesta” uzmanı, yıllardan beri bu abideyi araştıran ve İran Üniversitelerinde “Avesta” Pehlevicesinin hocalığını yapan Prof. Dr. Hüseyin Düzgün’e göre, “İranviç” günümüzde uydurulmuş yapay bir kelimedir ve “Avesta”da böyle bir isim yoktur.320 İran adı aslında İslam’ın yayıldığı devirde ortaya çıkmış folklorik-mitolojik bir kavram olup, Fars şovenizminin babası Firdevsi tarafından kaleme alınmış bir efsanedir. Fars milli ruhunu yükseltmek için Firdevsi’nin mitolojiye dayanarak, bazen de kendi hayal gücünün ürünü olarak yazdığı “Şahname” efsaneleri, İran-Turan savaşlarını yansıtmaktadır. Fakat her iki kavram, yani ister İran, isterse de Turan somut değildir; buna göre de araştırmacılar bazen Farsistan’ı İran, Azerbaycan’ı Turan saymış, bazen de Farsistan Pakistan ve Afganistan, Tacikistan’la birlikte İran, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri de (Türkistan) Turan hesap kabul edilmiştir. Oysa, gerçeği yansıtmadığına göre eski tarihi-coğrafi kaynakların hiç birinde ne İran, ne de Turan adları gösterilmemiş, onların sınırları çizilmemiş, kimi kaynaklarda onlardan sadece mitolojik bir kavram olarak321 bahsedilmiştir. Örneğin, Firdevsi’den bir dönem sonraya ait Mahmut Kaşgarlı’nın “Divanü Lügat-it-Türk” (XI. yüzyıl) eserine ilave edilmiş, dünyanın bilinen ilk Türk haritasında Azerbaycan, Horasan, Kirman, Fars, hatta Cabarka322 gösterildiği halde ne İran, ne de Turan ismi geçmemektedir. Peki, neden haritada Azerbaycan ve Fars var, ama Turan ve İran yoktur? Oysa ki, Mahmut Kaşgarlı kendi devrinin en büyük adamlarından biri olup Türk dünyasını çok iyi tanıyordu; dolayısıyla Turan’ı da bilmeli ve haritada buna yer vermeli idi. O sırada, “Divanü Lügat-it-Türk”ün elimizdeki nüshasını XIII. yüzyılda çeken Mehmet bin Ebubekir Saveli Azerbaycan’ın Save kentindendi, yani İran’ı da tanımalı ve tanıtmalıydı. Ama haritada ne İran var, ne de Turan; çünkü bunlar o devirde bir mitolojik kavram olup ne siyasal, ne de coğrafi bakımdan gerçeği yansıtmıyorlardı. Gerçek, haritada gösterildiği gibi... Antik devirden kalma bir gelenek olarak Avrupalıların Persiya / Persian dedikleri devlet /ülke XIX. yüzyıla kadar İran olarak adlandırılmamıştır; hatta “Gülistan” antlaşmasının (12.10.1813) Rusça metninde “Persidskoye Gosudarstvo”323 yazılmış, Farsça metninde ise “Doulet-e Şahenşahi”324 adı geçmiştir.325

318 Ebülfez Elçibey, Bütöv Azerbaycan Yolunda, s. 69 319 Rafael Blaga, İran Halkları El Kitabı, s. 69 320 Arif Rehimoğlu, Satranç Tahtasında Azerbaycan ve Farsistan, s. 344 321 Farsların yaşadığı yer, Türklerin yaşadığı yer gibi 322 Japonya 323 Persiya Devleti 324 Şahlık Devleti 325 Şövket Tağıyeva, Ekrem Rehimli, Semed Bayramzade, Güney Azerbaycan, s. 20

106 Kacarlar devrinde ahaliyi kendi etrafında toplayıp bütünleştirecek bir kavram gibi, coğrafi temele de önem verilmeye başlanıldı. Bir süre “Memalik-i Mahruseyi-İran”326 ve “Memalik-i Mahruseyi-Azerbaycan”327 kavramları eşanlamlı olarak kullanıldı; fakat yavaş yavaş “İran” adı ve buradan da bütünleştirici “İranlılık” kavramı üstünlük kazanıp öne geçti; Artık XIX. yüzyılın ikinci yarısı – XX. yüzyılın başlarında mensupluk bildiren bir “İran tebaası, İranlı” kavramı mevcuttur. Gelişmenin böyle bir yönde olmasının nedenleri ayrıca araştırılmalıdır. Şimdilik burada birkaç meseleye kısaca değinmek yeterli olacaktır. 1. O dönemde “İranlılık” Farsların değil, Türklerin başat rol oynadığı bir toplumu ifade ediyordu. Eğer Osmanlı Devleti yerinde Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu gibi, Kacar Devleti yerinde de Azerbaycan Cumhuriyeti kurulsaydı veya İran’da Rıza Han’ın darbe girişimi önlenip de Türklerin başat rolü korunsaydı şimdi hem Kacar, Afşar, Safevi devletleri, hem de çağdaş İran Devleti tartışmasız bir Türk Devleti sayılacaktı. Fakat Kacar Devleti yerinde bir Fars Pehlevi Devleti kuruldu ve tarihteki Azerbaycan Devletleri de kasıtlı olarak Farslara verildi; 2. Farslık anlamında İranlılık, Meşrutiyet (1906-1911) döneminde ortaya çıkmış ve Türklerin başat rolünün 1924’te darbe nedeniyle değişmesinden sonra “İranlılık”ta Farslar en üstün mevkiye getirilmiştir; 3. Fars Pehlevi Devleti, ahalisini etrafında toplayıp bütünleştirecek bir kavram olarak ilk önce “Ari ırkı” efsanesini ileri sürdü ve onu Fars şovenizminin maskesi olan Pan- İranizmin temel dayanağı haline getirdi. “Pan-İranizm, İran’daki diğer etnik grupların ve milletlerin ayrı varlığını yadsıyan, hepsini Ari ırkının bir parçası olarak gören ve İran topraklarının asıl sahibinin Farslar olduğunu ileri süren ideolojidir. Fars şovenizmi, bu ideolojiye dayanarak güçlü, merkeziyetçi bir devlet ve ortak milli bilince sahip bir İran milleti yaratabilmek için Fars olmayan halkları, özellikle Azerbaycan Türklerini asimle etmek, zorla Farslaştırmak siyaseti yürütmüştür. İşte bu siyaset Fars milli kimliğinin milletüstü İran kimliği ile özdeşleştirilmesinde önemli rol oynadı. Devlet /ülkenin Persiya/ Persian değil, İran olarak adlandırılmasına yönelik Rıza Pehlevi’nin 21 Mart 1935’te verdiği fermandan sonra hem İran adı tam olarak resmileştirildi, hem de İranlılık=Farslık formülü yaygınlaştırıldı.328 İranlılık ve İranlı kimliği bütün farklılıkları kendinde eritmeyi amaçlamıştır ve üst kimlik olarak bütün etnik, dilsel ve dinsel farklılıkları yadsımıştır. Çünkü böyle bir durumda tebaaları birleştirip bütünleştirmek ve devletin varlık nedenini belirginleştirmek için milli kimlik bilinci değil, aksine milletüstü kimlik bilinci daha önem taşıyor ve milletüstü Osmanlı kimliğinde olduğu gibi milletüstü İranlı kimliğinde de Türk varlığı arka plana itiliyordu. Fakat bu, Osmanlıyı bir Türk Devleti olmaktan alıkoymadığı gibi Kacar Devletinin bir Türk Devleti olmasını engellemiyordu. Bu konuyla ilgili M. E. Resulzade yazıyordu: “İran’da Türkler, ne Rusya’da olduğu gibi mahkum, ne de Türkiye’de olduğu gibi hakim bir millettir. İran Türkleri, Farslarla hukukta eşit vatandaş statüsünde bulunuyor: Aynı haklara, aynı ayrıcalıklara sahiptiler; yabancılık söz konusu değil... Şiilik İran Türklerini o kadar Farslaştırmıştır ki, şimdi onlar kendilerini Türkleşmiş Fars, yani aslen İranlı olarak görürler!”.329 XIX. yüzyılın sonlarına doğru İran’ın yarı-koloni durumuna düşmesi ve bunun oluşturduğu tepki İran milliyetçiliğinin ortaya çıkmasına neden oldu. Bazı Türk asıllı aydınlar330 Farslarla beraber İran’ın bütünlüğünün korunması için çeşitli fikirler ortaya attılar. M. Genizade adlı bir İran Türkü “Rouşeni Bey’e Cevap” adlı eserinde İran’daki Türklerin Oğuz neslinden değil, Ari ırkından olduğunu, onların asırlar boyunca Farslarla beraber İran’ı

326 Korunan İran Memleketleri 327 Korunan Azerbaycan Memleketleri 328 Arif Rehimoğlu, Satranç Tahtasında Azerbaycan ve Farsistan, s. 348. 329 Mehmet Emin Resulzade, “İran Türkleri”, Türk Yurdu ve Sebilürreşad, s. 17, 18 330 Arif Gezvini, Mahmut Afşar, Tağı Erani, Ahmet Kesrevi ve benzerleri.

107 yönettiklerini, aralarında hiçbir farkın olmadığını belirterek, “aynı millet, aynı memleket, aynı edebiyat, aynı ahlak ve töre ve aynı mezhep ve düşünceye sahip olan bizlerde ayrı-seçki hiç olmadı”, demektedir.331 İran tarihçilerinden Ahmet Kesrevi de Azerbaycan Türklerinin Ari ırkından olduğunu ispatlamaya çalışmıştır. O, “Azeri ya Zeban-e Bastane Azerbaycan” adlı eserinde Azerbaycan Türklerinin Türk olmadıklarını, Azeri adlı ayrı ulus oluşturduklarını ileri sürmüştür. Kesrevi’ye göre, Azeri Dili İran kökenli bir dildir ve Azeriler Selçukluların İran’a gelmesi ile Türkleşmeye başlamışlardır. Ahmet Kesrevi, Kuzey Azerbaycan isminin Albaniya-ye Kafkaz olduğunu söyler. Kesrevi’ye göre, tarih boyu Kuzey Azerbaycan hiçbir zaman Azerbaycan ismini taşımamıştır. O bölgeye Azerbaycan ismi M. E. Resulzade tarafından verilmiştir. Kesrevi’ye göre, İran’ın terkibinde olan gerçek Azerbaycan, yani Güney Azerbaycan ise tarih boyunca her zaman Azerbaycan olarak adlandırılmıştır. Ahmet Kesrevi, Fars dilinin başta Arapça olmak üzere yabancı kelimelerden arındırılmasını savunmuş ve bunu “temiz dil” politikası diye adlandırmıştır. Kesrevi İran’ın en büyük sorununu dilsel, dinsel ve kabilevi çeşitlilik olarak nitelendirmiştir. İran’da, belki de doğudaki geri kalmışlığın temel nedeni ayırımcılık ve toplumdaki çeşitliliktir. Kesrevi’ye göre, büyük ıslahatların sonuçsuz kalmasının temel nedeni toplumun farklılığı ve parça parça oluşudur. “Grupçuluğu ortadan kaldırmalıyız. Dinsel, dilsel ve bölgesel farklılıkları ortadan kaldırmalıyız. Bu iş sadece milli bilincin oluşması ile olabilir. İran milli bilincini yaymak gerekir.”332 Dr. Mahmut Afşar ise İran’da çıkan “Ayende” dergisinin birinci sayfasında şunları söylemekteydi: “İran’ın milli birliğini korumak ve mükemmelleştirmek idealimiz ve toplumsal isteğimizdir. İran’ın milli birliği ne demektir? İran’ın milli birliği ülke sınırları içerisinde yaşayan insanların ahlaki, toplumsal ve siyasal birliğidir. İran’ın milli birliği, siyasi bağımsızlığı ve toprak bütünlüğünü gerektirir. Milli birliğe nasıl ulaşabiliriz? Fars dili ülke çapında yayılsın. Bölgesel farklılıklar, örneğin, kıyafet ve ahlak farklılığı ortadan kaldırılsın. İran’da yaşayan etnikler her biri başka dilde konuşmasın. Dil, ahlak, kıyafet ve töre birliği olmadığı sürece siyasi bağımsızlığımız ve toprak bütünlüğümüz her zaman tehlikede olacaktır. İran’da yaşayan farklı kabileler ve etnikleri benzerleştiremediğimiz, yani İranlılaştıramadığımız zaman geleceğimiz tehlikede olabilir. İran’ın bütünlüğü her zaman tehlikede olacaktır. İran’ın bütün bölgelerinde, özellikle Azerbaycan’da Fars dili yayılsın; Farsça olmayan coğrafi isimler değiştirilsin.”333 Bu tür örneklerin sayını artırmak mümkündür. Farslaştırma politikasının ideolojik- propaganda temelini güçlendirmek için A. Kesrevi’nin, Y. Zeka, E. Kareng, R. Gennadiyan, M. Mürtezavi, M. Tebatebayi ve başkalarının vardığı sonuçlar ve Azerbaycan toplumunun eski ve mevcut diline adanmış özel eserlerin yanında Azerbaycan konusundaki genel eserlerin temel iddiaları, Güney Azerbaycan toplumunun konuştuğu dilin, Türkiye, Kuzey Azerbaycan ve diğer ülkelerde konuşulan dille aynı olmadığıydı, onu “Türkçe” değil, “Farsça’nın yerel bir lehçesi” veya “Azerbaycan’ın şimdiki dili” diye adlandırmak gerekiyor biçiminde ortaya konmaktaydı. Bazı yazarlara göre aynı iddia İran’daki Türklerin ortak kökeni için de geçerliydi. İran Türkleri ve Kuzey Azerbaycan’daki toplum farklı etnik gruplardı.334

331 Nesib Nesibli, Azerbaycan’ın Milli Kimlik Sorunu, s. 153. 332 Emre Bayır, Fars Milliyetçiliğinin Gelişimi ve Güney Azerbaycan’da Milli Direniş Hareketi,. 107, 108. 333 Emre Bayır, a.g.m. s. 108 334 Ayrıntılı bilgi için bkz; Nesib Nesibli, Azerbaycan’ın Milli Kimlik Sorunu; Şövket Tağıyeva, “Müasir İran Burjua Tarihşünaslığında Azerbaycan Halkının Etnik Birliğinin İnkar Edilmesi Hakkında, Azerbaycan Tarih ve Medeniyetinin Burjua Sahtalaştırılmasına Garşı”; Cevat Heyet, Azerbaycan’ın Adı ve Sınırları, Avrasya Etütleri.

108 Fars milliyetçilerine göre Ari ırkından olan İran halkları tarihsel süre içerisinde başka dilleri benimsemişlerdir. Örneğin; Azerbaycan’da yaşayan halk Türkleşmiştir. Onlara göre, Azerbaycanlılar sadece Türkçe konuşmaktadırlar, ama etnik köken itibarı ile Türk değillerdir. Modern Fars milliyetçilerinin Türklüğü ve İslam’ı en büyük tehlike olarak görmeleri tarihsel bir anlayıştan kaynaklanmalıdır. Modern Fars milliyetçiliğine göre İran’da uygarlığın temelini Ariler atmışlardır, ama bu uygarlık doğal gelişme sürecinden Araplar ve Türkler tarafından uzaklaştırılmıştır. Diğer bir ifade ile, Ari uygarlığı bu saldırılara uğramasaydı, İran dünyanın en güçlü devleti olabilirdi. Fars milliyetçileri Ari ırkının doğal gelişme sürecinden uzaklaştırılmasını “tarihsel buhran” olarak adlandırmaktadırlar. Tarihsel buhran toplumun bütün alanlarında krize ve bunalıma neden olmuştur. Tarihsel buhran sonucu İran toplumunun gelişmeye uygun sağlam dokusu bozulmuştur. Fars milliyetçileri tarihsel buhranları şöyle sıralamaktadırlar: a) Makedonya buhranı: Yunan dili ve İskender vasıtası ile, b) Arap-İslam buhranı – Arap dili ile, c) Türk (Selçuk) buhranı – Türk dili ile, d) Moğol buhranı –Türk dili ile,335 e) Timur buhranı – Türk dili ile, f) Batı uygarlığı buhranı – İngiliz ve Fransız dili ile;336

Modern Fars milliyetçiliği ilk önce çağdaşlaşma ihtiyacından ve Batıya tepki olarak ortaya çıkmış, ancak kısa sürede İngiliz emperyalizminin ideolojik aracına dönüşmüştür. Modern Fars milliyetçiliği gelişme sürecinde Masonluk, Hindistan’da yaşayan Fars kökenli Pars oligarşisi, Siyonist çevreler ve Ermeni Taşnak teşkilatı tarafından da desteklenmiştir.337 Kacarlar döneminde Azerbaycan İran’ın ticaret ve sanayi merkezi olarak tanınmaktadır. Azerbaycan önce ekonomik, sonra da ikinci siyasi merkezidir. Yani Kacar veliahtları Tebriz’de vali olarak görev yaparlardı. Rıza Han’ın ekonomi politikaları Azerbaycan’a büyük zarar vermiştir. Rıza Han’ın politikası sonucu kitlesel yoksulluk ortaya çıktı ve Azerbaycan Türkleri, özellikle de esnaf Tahran’a göç etmek zorunda kaldı. Rıza Hanın bilinçli politikası sonucu Tahran’ın ekonomik merkeze çevrilmesi Azerbaycan’a büyük hasar vermiştir, çünkü Azerbaycan gelişmiş düzeyde sanayi merkezidir. Tahran’ın ekonomik merkez olması Azerbaycan’da işadamlarını yoksullaştırmış ve Tahran’a göç etmek zorunda bırakmıştır. Meşrutiyet döneminden başlayarak Azerbaycan’da aydın kesim oluşmuştur. Azerbaycan Türkçesini seven ve bu dilde edebi çalışmalarda bulunan kesim ortaya çıkmıştır. Rıza Şahın Türk diline yasak koyması büyük çapta rahatsızlığa neden olmuştur. Türkçe konuşmak yasaklanmıştır. Bu yasağın kapsamı o kadar genişlemiştir ki, yas meclislerinde Türkçe ağıt söylemek suç sayılmıştır. Türk dilinin mahvı doğrultusunda büyük çapta kültürel ve psikolojik savaş başlatılmıştır. Meşrutiyet döneminde Azerbaycanlı olmak ayrıcalık idiyse de Pehlevi dönemi aşağılık konumuna getirilmeye çalışıldı. Kültürel-psikolojik savaş Azerbaycan Türklüğünü milli kimliğinden uzaklaştırmayı amaçlamıştır. Türklük aşağılanırken Azerilerin Türk olmadığı vurgulanmıştır. Azeri Türkleri konuştukları için aşağılanmışlar ve etnik olarak Ari oldukları savı ile yüceltilmişlerdir. Bu ikili ve karmaşık politika, eş zamanlı “aşağılama- yüceltme” politikası olarak nitelenebilir. Tahran, bu aşağılama-yüceltme politikasını eğitim sistemine de yerleştirmiştir. Baskıcı uygulamaların temel amacı, Güney Azerbaycan Türklüğünü psikolojik ve kültürel olarak

335 Farslara göre, Moğollar da Türk sayılmaktadır. 336 Emre Bayır, Fars Milliyetçiliğinin Gelişimi ve Güney Azerbaycan’da ...., s. 110 337 Emre Bayır, a.g.m. s. 111

109 asimle etmektir. Azerbaycan Türklerine getirilen Farsça konuşmak zorunluluğu dışında Türkçe yer, bölge ve insan isimleri değiştirilmiş ve Türkçe isim koymak yasaklanmıştır338. Fars milliyetçilerinin Azerbaycan’da yaptıkları bütün baskıların temelinde bölge insanının Türk olması gerçeği vardır. Türk olmak, Azerbaycanlılar için “ben” ve “öteki” ayırımın kolaylaştırmaktadır. İran’da kurulan Fars yönetimleri Türk-Fars ayırımı yapılmasını istememektedirler. İran’da, görünürdeki Şiilik ile bütünleşmiştir. Zahirde ise Fars, Türk, Arap, Beluci, Kürt, Bahtiyari ve s. değil, İranlılık vardır. Gerçekte ise, Fars kültürü ve emelleri ile Şii-Caferilik birleşip Fars milliyetçiliğini meydana getirmiştir. İran’ın resmi bakış açısına göre, Sasaniler, Safeviler, Afşarlar, Zendiler, Kacarlar gibi yönetimde bulunmuş hanedan aileler ile Gazali, Ebu Reyhan, Biruni, Nesireddin Tusi, İbn Sina, Sadi, Hafız, Mevlana, Şah İsmail, Nadir Şah Afşar ve s. gibi sahalarında kendilerini tescil etmiş isimler İran Dünyasının, İran coğrafyasının ürünleridir. Kısacası, milletüstü – İranlılık, İranlı kimliği vardır. Oysa, Azerbaycan Türk kimliği İranlı kimliğini aşan bir kimliktir. Gerçek olan şu ki, Rus şovenizminin kendini Sovyetler Birliği ismi arkasında sakladığı gibi Fars şovenizmi de kendini İran adı altında gizlemiştir. İran’da yaşayan halkların gelecekte bağımsız bir ulusal egemenlik isteyecek siyasal gelişmeye yönelebilmeleri tehlikesi karşısında ülkesel birliğini ve bütünlüğünü koruyabilecek iki alternatifi beliriyordu: Bunlardan birincisi otorite, ikincisi de dindi.339 Bunlardan otorite yolunu Pehlevi Hanedanı denedi ve milletüstü İranlı kimliğini biçimlendirebilmek için yaptığı zorbalıklarla çok felaketlere yol açtı. Din yolunu ise İslam Cumhuriyeti denedi. Şii Müslüman kavramıyla bir süre birleştirici rol oynayabildi. Fars-Türk çelişkisi Humeyni devriminden hemen sonra patlama yapmış, ancak devrim sonrasında uygulanan baskı ve şiddet politikaları ile kontrol altına alınmıştır. Kuzey Azerbaycan’ın bağımsızlığını kazanmasıyla Güney Azerbaycan’ın da milli istekleri güçlenmiştir. Bu durum İran’ı oldukça endişelendirmekte ve rahatsız etmektedir. 18 Ekim 1991 yılında Azerbaycan SSCB ile yollarını ayırdı ve bağımsızlığını ilan etti. Tereddütlerden sonra 25 Aralık 1991 yılında Azerbaycan Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını tanıyan ve 12 Mart 1992 tarihinde diplomatik ilişkiler kuran İran’la münasebetler Azerbaycan devletinin dış politikasının tartışmalı meselelerinden birine dönüştü. Aslında bu meseleye yaklaşımda Azerbaycan’da iki kesim mevcut idi: Birincisi, Güney Azerbaycan’daki Azerbaycan Türklerinin durumunu ve bölünmüş Azerbaycan gerçeğini temel hedef şeklinde benimseyerek İran’a karşı sert tavırlarda bulunma taraftarları; ikincisi, Azerbaycan’ın şimdiki aşamada bulunduğu reel durumdan yola çıkarak İran’la samimi bir komşuluk işbirliğine yönelme taraftarları. Kendi çapında İran, Azerbaycan’ın bağımsızlığını tehlike olarak değerlendirmiş ve onu tanımakta zorlanmıştı. İran Dışişleri Bakanı Ali Ekber Velayeti, Kasım 1991 yılında Moskova’ya seferi zamanı vermiş olduğu demeçte, “Biz Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanımak niyetinde değiliz. Bu Cumhuriyet ile ilişkilerimiz Sovyetler Birliği çerçevesinde gelişecektir”340, diye belirtmişti. İran’ın bu resmi tutumu tarihi geleneklerine dayanmaktadır. 28 Mayıs 1918 yılında Azerbaycan’ın devlet bağımsızlığı ilan edilince İran onu “soğukkanlı”, aslında negatif karşılamıştı. Cumhuriyetin banilerinden M. E. Resulzade İstanbul’dan Azerbaycan Dışişleri Bakanlığına çektiği telgrafında, “İstiklaliyet Beyannamesi”nin bir kopyasını İran konsolosluğuna gönderdiklerini, ama Konsolosun bunu bir zarfın içinde geri gönderdiğini belirtmekteydi. Ayrıca, Konsolos yazmış olduğu bir kağıtta da Azerbaycan adında devletin bağımsızlığını tanımadıklarını da özellikle vurgulamıştı. M. E. Resulzade, telgrafında şunları belirtmekteydi: “... Ben Dışişleri Bakanlığında öğrendim ki, konsolos ültimatom vererek Azerbaycan’ın güya İran’ın bölünmez parçası olduğunu

338 Emre Bayır, a.g.m. s. 112 339 Anıl Çeçen, Bir İran Değerlendirmesi, s. 346 340 Musa Gasımov, Azerbaycan Beynelhalk Münasebetler Sisteminde (1991-1998), s. 74

110 bildirmiştir, bu şekilde bizim bağımsızlığımızın aleyhine tutum sergilemektedir.”341 Diğer bir örnek; 16 Kasım 1918 yılında Azerbaycan’ın Dışişleri Bakanı Alimerdan bey Topçubaşov’a, İstanbul’daki görüşünde İran Büyükelçisi Mirza Mahmut Han şöyle demiştir: “ Siz devletinizi “Azerbaycan” adlandırıyorsunuz. Bu ne demektir? Bu, İran hudutlarında yerleşen şimdiki Azerbaycan’a iddialarınız mı demektir?”. İran Büyükelçisi Kuzey Azerbaycan’da Türklerin yaşamadığını da iddia ederek onların hepsini Fars olarak tanımlamaktaydı. Diğer bir ifadesinde, “Siz kendinizi Azerbaycan Türkleri olarak görmektesiniz. Ama bilmelisiniz ki, sadece Azerbaycan’da değil, bütün Kafkasya’da bile Türk mevcut değildir, her yerde Türk aramak Türk siyasetçilerinin işidir”,342 diyerek Azerbaycan’ı suçlayacak kadar ileri gitmişti. İran, ister 1918-1920 yıllarında, isterse de 1991 yılında tereddütler içinde kalsa da Azerbaycan’ı tanımak zorunda kalmıştı. Ama diplomatik – politik manevralar, gizli niyetler hüküm sürmekteydi.

C- İran’ın Azerbaycan ve Ermenistan Politikası

SSCB’nin dağılmasından sonra Kafkasya jeopolitik sahnesinde kıyasıya mücadeleler gerçekleşmeye başladı. Karmaşık tehdit ve fırsat algılamasına sahip olan İran, Avrasya coğrafyası üzerinde ciddi nüfuz kazanma peşinde ve kendine stratejik müttefikler arayışı içerisindedir. SSCB döneminde İran Azerbaycan ve Ermenistan ile yan yana yaşamalarına rağmen, aralarında siyasi ve ekonomik alanda hiçbir ilişkileri olmamıştır ve olamazdı. İran İslam Cumhuriyeti, İslam dünyasının halklarından biri olan Azerbaycan halkının da Müslüman olmasına, tarihi ve kültürel yakınlıkları olmasına rağmen Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanımakta zorlanmış,343 Ermenistan’ın Azerbaycan’a karşı olan askeri tecavüzünü Azerbaycan’ı savunmamanın yanı sıra üstü kapalı ve bazen de açık şekilde desteklemiştir. Attığı adımlar Azerbaycan’ın bağımsızlığına karşı yönlendirilmiş ve Azerbaycan-Ermenistan anlaşmazlığındaki tutumu sürekli Ermenistan’ın lehinde sonuçlar doğurmuştur. Ermenistan’ın Azerbaycan’a toprak iddiaları zamanı ülkenin güney kısmındaki soydaşlarından manevi yardım uman, Aras üzerinden sınır tellerinin götürülmesi talebi ile haykıran halkın çok keskin durumunda İran diplomasisi kendi iç yüzünü açmıştı. Dış politikası bir hayli aktifleşmiş, Tahran-Moskova hattı güçlenmiştir. Daha 1989 yılı 20-23 Haziranında İran İslam Cumhuriyeti İslam Konseyi Meclisi Başkanı Haşimi Rafsancani SSCB’ye sefer etmiş, Kremlin Başkanı ile defalarca sohbetlerde bulunmuş ve bazı anlaşmalar imzalamıştır. İran ve SSCB Başkanlarının imzaladıkları anlaşmada tarafların kendi arazilerinde hiçbir sınır değişikliklerine ve diğer milli kurumların ortaya çıkmalarına yol vermeyecekleri belirtilmiştir. Bir sonraki dönemlerde de ülkeler arasında seferler düzenlenmiş ve çeşitli anlaşmalar yapılmış, Tahran-Moskova ilişkilerinde yaklaşımlar güçlenmiştir. Görüşmeler, her iki tarafı Azerbaycan’ın bölünmesi ve mahvı konusunda atılan adımlarla birleştirmekteydi. Çünkü

341 Azerbaycan Respublikası, MDA, F: 970, L: 1, İŞ: 30, V: 1 342 Alimerdan Topçubaşov, Diplomatiçeskiye Besedı v Stambule (1918-1919 gg.), s. 53 343 Aslında tanımak istememiştir.

111 Azerbaycan’ın bağımsızlığı hem Tahran, hem de Moskova için elverişli değildi ve olamazdı. Bu, Tahran için belli bir süre sonra Güney Azerbaycan’ın talebi, Moskova için de Kafkasya’daki emperyalist siyasetine vurulan darbe olurdu. Görüldüğü gibi, Azerbaycan meselesinde Moskova ve Tahran’ın tutumları çıkarları uğruna uyuşmaktadır. Ama bu, Moskova ve Tahran’ın dost olmaları anlamına gelmez, kesinlikle böyle değildir. Onlar birbirileriyle daimi dost ve düşman değillerdir. Sadece olarak bu iki devletin Azerbaycan meselesinde çıkarları ve tutumları aynıdır. SSCB’nin dağılmasının İran’ın jeopolitik çıkarlarına aykırı olduğu da düşünülebilir. Dini, tarihi ve kültürel farklılıklarına rağmen, Azerbaycan meselesinde İran Moskova’yı güvenilir müttefik olarak görmektedir. Ermenistan meselesine gelince, 1991 yılı Eylülünde Ermenistan’ın bağımsız bir ülke haline gelmesinin ardından 25 Aralık 1991’de İran İslam Cumhuriyeti resmen Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıdığını açıklamış, bu tarihten sonra İran, Rusya’dan sonra Ermenistan ile siyasi ve askeri sahadan ekonomik boyuta uzanan her alanda yakın ilişkiler kuran ikinci ülke olmuştur. İran bölgede ciddi nüfuz kazanma ve kendine stratejik müttefik arayışı içerisinde Ermenistan’a büyük üstünlük vermiştir. Stratejik ittifaklığa doğru ilerleyen iki ülke ilişkilerinin mahiyeti bütün bölge ülkelerini düşündürmektedir. Söz konusu durum çeşitli soruların sorulmasını beraberinde getirmektedir: İran ve Ermenistan stratejik müttefik olabilirler mi? Ermenistan neden İran’a bu kadar yakınlaşmak istemektedir? İran ve Ermenistan ilişkisini stratejik ittifaklığa doğru iten faktörler nelerdir? Nüfuz mücadelesi çerçevesinde İran-Ermenistan ilişkileri şu ana noktalar üzerinden gelişmekte ve İran’ın Ermenistan politikasını şu faktörler şekillendirmektedir: * Gerek İran’ın, gerekse de Ermenistan’ın birbirilerini hem politik, hem de ekonomik açıdan dış dünyaya açılan bir kapı olarak görmesi, * İki ülke arasında, üzerlerinde yoğun olarak çalışılan ve bir bölümü hayata geçirilen stratejik değerindeki projelerin gerçekleştirilmesi, * Ermenistan ile Azerbaycan arasında yaşanan Dağlık Karabağ probleminde İran’ın tutumu, * İran-Azerbaycan arasındaki Güney Azerbaycan sorununun ilişkilere yansıması, * Türkiye ve Azerbaycan’ın her alanda artan entegrasyon çabaları ve Türkiye’nin bölgedeki pozisyonu dengeleme gereği, * Güney Azerbaycan ve Kuzey Azerbaycan’da artan birleşme eğilimleri, * Azerbaycan’ın enerji kaynaklarını dünya pazarlarına ulaştıracak projelerin İran’ı ve Ermenistan’ı dışarıda bırakacak şekilde çizilmiş olması, * Bölge ülkelerinin Batıya var olan eğilimlerini ve entegrasyon çabalarını engelleme amacı, * Küresel ölçekte İran aleyhinde faaliyette bulunan Yahudi lobisine karşı Tahran’ın, Amerika ve Avrupa’daki güçlü Ermeni lobisinden faydalanma amacı. Çeşitli vesilelerle Azerbaycan ve İran arasında yaşanan gerginlikler, özellikle son dönemlerde hem Güney, hem de Kuzey Azerbaycan’da artan “Bütöv Azerbaycan” fikrini engellemek için kullanıldığı kadar İran-Ermenistan ilişkilerinin gelişmesinde de son derece etkili olmuştur. Ayrıca bölge jeopolitiğinde Türkiye’nin artan etkinliği, Azerbaycan ve Gürcistan’ın Türkiye’ye yaklaşımları, Türkiye ile Ermenistan arasındaki anlaşmazlıklar İran’la Ermenistan’ı birbirine yaklaştırmaktadır. Uygulamada İran’ın bölge politikası, Azerbaycan ve Gürcistan karşısında Ermenistan’ın güçlendirilmesini gerektirmektedir. Çünkü İran tarafından bakıldığında Ermenistan, Batı ve Kuzey İran’ı Türklerin etkisinden koruyan bir engeldir ve doğal olarak

112 İran da Kafkasya politikasını kendi amaçları ve tehdit algılamaları doğrultusunda oluşturmaktadır. Erivan’ın Karabağ savaşı ve soykırım iddialarıyla birlikte iyice derinleşen Ankara ile sorunları, Azerbaycan ile halen teknik olarak askeri çatışma halinde bulunması, ekonomik, askeri ve enerji konularında tümüyle Rusya’ya bağımlı kalma tehlikesi, Türkiye ve Azerbaycan’ın Ermenistan’a uyguladığı sınır ambargosu ile bölgesel ulaşım projelerinden ve ilişkilerinden tecrit edilmiş olması gibi nedenler Ermenistan’ın İran ile ilişkilerini hızla geliştirmesinin başlıca noktalarını oluşturmaktadır. Denize çıkışı bulunmayan kapalı bir ülke olan Ermenistan’ın dış dünyaya açılma noktalarından birisi İran’dır. Bu Ermenistan’ın bulunduğu coğrafyanın zorunlu kıldığı değişmez bir gerçektir. Ermeni Bakan Rouben Yegoryan, İran-Ermenistan işbirliğini, “...İran bizim için geleceğimizdir. En önemli öncelik, İran bağlantılı kara ve deniz yollarını geliştirmektedir. Bu durum bize İran’ın pazarlarına ve Basra Körfezindeki limanlara giriş-çıkış imkanı sağlayacaktır”,344 şeklinde izah etmiştir. İran’ın Karabağ savaşı sırasında Ermenistan’a yaptığı silah yardımı ve de onun Hint Okyanusuna dolayısı ile dünyaya açılan kapısı olması, Ermenistan’a Türkiye ve Azerbaycan’ın uyguladığı ekonomik ambargoya dayanabilmesi için büyük bir olanak sağlamıştır. İran, Karabağ savaşı süresince Ermenistan’a silah ve enerji bakımından lojistik destekte bulunmuştur. İran’ın yakından takip ettiği Karabağ sorunundaki tutumu sürekli Ermenistan’ın lehinde sonuçlar doğurmuştur. Günümüzde İran, Kafkaslarda ve kendi sınırlarında istikrarı bozabilecek büyük savaşların çıkmasından çekiniyor olsa da Karabağ sorununun bitmesini pek de arzulamamaktadır. Tam aksine sorunun sürekli devam etmesini, Azerbaycan ve Türkiye’yi sürekli oyalayan bir faktöre dönüşmesini, çıkarları açısından daha uygun görmektedir. Sorun Azerbaycan-Ermenistan arasında İran’a arabuluculuk yapma fırsatı da yaratmış ve Kafkasya’daki olaylarda doğrudan etkinlik kurabilmesi şansını da vermiştir.345 Dağlık Karabağ sorunu karşısında Türkiye ve Rusya gibi arabuluculuk girişimlerinde bulunan İran, özellikle Karabağ’daki çatışmaların yoğunluk kazandığı Mart 1992 yılında savaşın taraflara silah ambargosu uygulayarak diğer bölge devletlerini aynı Türkiye’nin Azerbaycan’a karşı tercihli yaklaşımından çekinen Ermenistan’ı memnun etmiştir. İran’ın arabuluculuk girişimleri Ermenilerin başlattığı yoğun saldırılar sonucu Karabağ’daki son Azeri yerleşim yeri Şuşa’nın Ermenilerin eline geçmesiyle son bulmuştur. Azerbaycan, İran’ı ne zaman arabuluculuk yapsa bunu Azerbaycan’ın büyük çapta toprak kaybetmesi ile sonuçlandığını söyleyerek suçlamış, Ermenistan’ın ise İran’ı arabuluculuk görüşmelerine alet ederek askeri manevraları için zaman kazanmada bir taktik olarak kullandığı ortaya çıkmıştır.346 İran’ı Ermenistan’a yaklaştıran diğer bir neden Ermenistan’ın İran’ın tek Hıristiyan komşusu olmasıdır. Hatemi’nin “Medeniyetler Diyalogu” tezine uygun olarak İran’ın Ermenistan ile oluşturduğu iyi ilişkiler, İslam’ın ve Hıristiyanlığın örnek kardeşliği olarak dünyaya gösterebileceği önemli unsurdur. Ermenistan ile ilişkiler, İran fundamentalizminin ılımlı görünmesini sağlayabilir.347

344 Mesut Çaşın, İran Silahlı Kuvvetleri, Avrasya Dosyası, s. 48; Ayrıca Ermenistan ile İran arasındaki ticaret hacmi 2000 yılının ilk dokuz ayı itibarıyla 80 milyon ABD Dolarıdır. İran’ın Ermenistan’a ihracatı 58 milyon ABD Doları, Ermenistan’ın İran’a ihracatı ise 22 milyon ABD Dolarıdır. 345 Nazmi Gül ve Gökçen Ekici, Ortak Tehdit Algılamaları ve Stratejik İttifaklığa Doğru İlerleyen İran- Ermenistan İlişkileri, s. 40. 346 Konu ile ilgili bkz: Vefa Guluzade, Geleceğin Üfügleri, s. 42; Ercan Durdular, İran’ın Azerbaycan ve Ermenistan Politikası, Avrasya Dosyası, s. 129 347 Nazmi Gül ve Gökçen Ekici, Ortak Tehdit Algılamaları ve Stratejik İttifaklığa Doğru İlerleyen İran- Ermenistan İlişkileri, s. 40.

113 Ermenistan ve Rusya arasındaki geniş işbirliği ve İran’ın Ermenistan ile iyi ilişkileri, Rusya – İran ilişkilerinde Ermenistan’ı aracı ülke konumuna oturtmuştur. Böylece denilebilir ki, belirtilen stratejik çıkarlar ve tehdit algılamaları sonucunda Ermenistan ve İran her alanda iyi ilişkiler kurmuşlardır. İran’ın Azerbaycan ve Ermenistan politikasını, Ermenistan’la aralarındaki stratejik işbirliğini, ona olan yakınlığını anlatırken, bunun kökünde duran sebepleri araştırmaya çalıştık. Aşağıdaki şekilde özet olarak ele alırsak, bu sebepler İran’ın Azerbaycan’ın yeni bağımsızlığı dolayısıyla bunun kendi ulusal bütünlüğünü etkilemesinden duyduğu endişeyle, diğer bir ifadeyle Azerbaycan Türk ulusal karışıklığı endişesiyle, kan bağı dolayısıyla Türkiye’nin İran’daki Türkleri, özellikle İran’ın kuzeyindeki Azerbaycan Türklerini kışkırtacağı endişesiyle pekişmiştir. Ayrıca Türkiye’nin Kafkaslardan Orta Asya’ya doğru yayılma hızını kesmek için bu tür işbirliğine yönelmiştir. Öte yandan, İran’ı Ermenistan’a yaklaştıran diğer bir neden Ermenistan’ın İran’ın tek Hıristiyan sınır komşusu olmasıdır. İran bu yakınlığı İslamın ve Hıristiyanlığın örnek kardeşliği olarak lanse etmeye çalışmaktadır. Bütün bu söylenenler çerçevesinde İran’ın endişe ettiği bu durum, “Birleşik Azerbaycan” ülküsü, Kuzey ve Güney Azerbaycan’ın birleşmesi gerçekleşebilir mi? Kesin olarak net bir tarih ( beş yıl, on yıl veya yirmi yıl) söylenemez. Kısa veya uzun vadeli bir dönemde doğal süreçler çerçevesinde gerçekleşmesi mümkün olabilir. Özellikle, Kuzey Azerbaycan’ın tam bağımsız devlet olması, Türkiye ile her alanda işbirliğine gidilmesi Güney Azerbaycan’ı Türklüğün jeopolitik mekanına dönüştürmekte ciddi yardımcı rol üstlenebilir. Bu yüzden de Güney Azerbaycan kurtuluş harekatının dış politika yönünde iki devletin: Türkiye ve Kuzey Azerbaycan’ın her alanda daha ileri seviyelerde karşılıklı güven ortamında konfederatif merhaleye kadar yükselmeleri gerekmektedir. Kanımca, bu ülkeler gelişmeseler Güney Azerbaycan’ın kurtuluşu bir hayal olarak kalacaktır. ABD’nin müttefiki olan Türkiye’nin ve ABD’nin tedricen büyük müttefiki olma haline gelebileceği düşünülürse Kuzey Azerbaycan, dolayısıyla Güney Azerbaycan’ın kurtuluş davası küresel bir probleme dönüşebilir. Ama bu, Batının, özellikle büyük devletlerin İran’ın parçalanmasını arzu etmeleri ve “Birleşik Azerbaycan” idealinin gerçekleşmesinde yardımcı olmaları anlamına da gelmez. Kanaatimce, İran’ın her yönüyle zayıflamış olması ve rejimin değiştirilmesi istenebilir, ama bölgede güçlü bir Azerbaycan’ın veya iki güçlü Türk devletinin -Türkiye ve Azerbaycan’ın- ortaya çıkması büyük güçler açısından çok önemli bir endişe kaynağı arz eder. Güçlü bir Azerbaycan devletinin ortaya çıkması Türkiye’den Orta Asya’ya uzanan yayılmacı bir Türk kuşağının da gerçekleşmesini hazırlayabilir ki, bunun da Batı’nın dış politikası açısından ne derecede önem taşıdığı değerlendirildiğinde anlaşılır.

114 YEDİNCİ BÖLÜM

TÜRKİYE

A- Jeopolitik Açıdan Kafkasya’da Türkiye-Rusya, Türkiye-İran Rekabetleri

Türkiye - Rusya: Dünyanın şaşkın bakışları altında çöken SSCB’nin dağılmasıyla yeni yeni Cumhuriyetlerin ortaya çıkması Avrasya’da muazzam bir boşluk yarattı. Böyle bir ortamda Türkiye’nin jeopolitik verilerinde önemli ve bazı alanlarda köklü değişiklikler oluştu. Bunların başlıcaları küresel ve bölgesel boyutlarda yeni kuvvet dengeleri, Avrupa’da yeni siyasal oluşumlar, Rusya’nın siyasal, ekonomik ve askeri gücünün küçülmesi, Orta Asya ve Kafkaslarda Türkiye ile etnik, tarihi ve kültürel bağları bulunan ülkelerin bağımsızlıklarına kavuşmaları, Kafkaslardaki etnik gerginlikler, savaşlar vs. gelişmelerdir. Kafkasya’nın tarihi, demografik, kültürel ve siyasi gelişmelerinin yanı sıra Türkiye’nin Kafkasya ve bölgedeki ülke ve topluluklarla ilişkilerini geliştirmesini ya da ilgilenmesini gerektiren yakınlık ve de coğrafi yakınlık, aynı zamanda SSCB sonrası bölgede meydana gelen oluşumlar itibarıyla gündeme gelen şartlar nedeniyle daha fazla önem kazanmıştır. Kafkasya, tarihin en eski çağlarından itibaren Doğu ve Batı arasında bir köprü vazifesi görmüş ve çeşitli milletlerin mücadele alanı olmuştur. Kafkasya, günümüzde de bu önemini korumakta ve Türkiye ile Orta Asya Türk Cumhuriyetleri arasında bir köprü görevi yapmaktadır. Bu köprünün ortadan kaldırılması durumunda Türkiye’nin Sovyet döneminde olduğu gibi Türk dünyası ile irtibatı kopacaktır. Komünist sistem süresince Kafkas Cumhuriyetleri (aynı zamanda Orta Asya Türk Cumhuriyetleri) ve Türkiye arasında SSCB dağılıncaya kadar herhangi bir bağ kurulamamıştır ve kurulamazdı. Komünist rejimin iflasından sonra Doğu Avrupa ülkeleri ve eski Sovyetler Birliğini oluşturan cumhuriyetler, Rus – Sovyet İmparatorluğu tesirinden uzaklaşmaya başladılar. 1991 yılı Ağustos ayındaki başarısız darbe girişimi sonrasında SSCB’nin dağılmasıyla Kafkasya’da ve Orta Asya’da bağımsız devletler kurulmuştur. Rusya, “yakın çevre” diye adlandırdığı eski Sovyet Cumhuriyetlerini kendi nüfuz alanlarında olduğunu ileri sürerek, bu ülkelere dolaylı ve dolaysız müdahalede bulunarak varlığını devam ettirmek istemektedir. Türkiye, SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleriyle iyi ilişkiler kurma yoluna gitmişse de, bir nevi bu devletlere hamilik etmek istemişse de bu yolda büyük rakiplerinden biri olan Rusya’yla karşı karşıya gelmiştir. Türkiye ve Rusya, aslında Sovyetler Birliği arasında varolan sınırların Soğuk Savaş sonrası ortadan kalkmasına rağmen, “yakın çevre” politikası ile “eski sınırların” yeniden inşa edilmesi, iki ülke arasındaki güven bunalımına neden olmuştur. Bölgesel sorunların çözümünde inisiyatifi ele geçirme çabaları iki ülkeyi yeniden karşı kamplara itmiş, Rusya yakın çevresinde, özellikle Kafkasya ve Orta Asya’da Türk nüfuzunu ve “Türk modeli”ni önemli bir tehlike olarak görmeye başlamıştır. Bu model çerçevesinde Türk Cumhuriyetleri ve Türkiye arasındaki yakınlaşma Rusya’yı tedirgin etmiş, bu ülkeler arasında gelişen işbirliğini kendi güvenliğine bir tehdit olarak algılamıştır. Bir nevi bölgede Pantürkist ve Panislamist akımların kuvvetlenmesi, Batının bu ülkeler için Türkiye’yi model göstermesi ve bu ilişkiyi desteklemesi Rusya’da endişe yaratmaktadır. Olayların gelişim sürecine bakıldığında Rusya’nın Kafkaslardan Orta Asya’ya uzanan bir Türk kuşağı ile çevrilmesinden korktuğu ortaya çıkmıştır. Bu veya diğer nedenler yüzünden Kafkasya Rusya için büyük bir önem arz etmektedir. Nedenleri biraz daha açalım:

115 Bilindiği gibi, Rusya’nın büyük bir dünya gücü olmaya başladığı yıllardan beri takip ede geldiği sıcak denizlere inme siyasetinin daima üç ayağı var olagelmiştir. Bunlardan birincisi, Balkanlar yoluyla İstanbul ve Boğazlar bölgesine inerek Ege Denizi ve Akdeniz’e açılan kıyılara hakim olmak; ikincisi, Kafkasları bir harekat üssü olarak kullanmak suretiyle Doğu Anadolu’yu ele geçirerek İskenderun Körfezine ve dolayısıyla Akdeniz’e inmek; ve üçüncüsü de yine Kafkasları harekat üssü olarak kullanarak İran üzerinden Hint Okyanusu’na ulaşmak... Kafkasya, Rusya için Avrupa ile Orta Asya arasında bir geçiş köprüsü olmasının yanında, Karadeniz ve Hazar Denizi’ne kıyısının olması sebebiyle, Rusya’nın Karadeniz- Boğazlar-Akdeniz yolu ile Süveyş kanalına inebilmesine imkan sağlaması yüzünden de Rusya’nın stratejik çıkarları açısından son derece önemli bir jeopolitik bölgedir. Kafkasya’nın Rusya için ayrıca iki özelliği bulunmaktadır. Bunlardan biri Asya’daki rakipleri Türkiye ve İran ile buluşma noktası olması, ikincisi de Kafkasya’nın Orta Asya’ya açılan kapı durumunda olmasıdır. Kafkasya’nın ayrıca Ortadoğu yolu üzerinde bulunması önemli bir faktör olarak görülmelidir. Rusya Federasyonu, eski Sovyetlerin mirasına konan bir süper güç olarak varlığını devam ettirmek ve kendisine yönelebilecek tehditlere karşı koymak için Kafkasya’yı kontrolü altında tutarak bir tampon bölge oluşturabilmektedir. Kafkasya, Rus ekonomisi için tam anlamıyla bir hammadde kaynağıdır. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sahip olduğu petrol yatakları Rusya’nın ilgi alanındadır. Ayrıca, Kafkasya’da mevcut zengin doğalgaz, altın, gümüş, demir, alüminyum, bakır, çinko, kurşun, uranyum, kobalt, kömür vs. gibi yer altı kaynakları Rus hükümetleri tarafından Rus milletinin kalkınması için sömürülmüştür. Petrol ve doğalgaz rezervleri açısından Kafkasya’nın Rusya için önem arz etmesi yanında, Hazar petrollerinin batıya ulaştırılmasında düşünülen boru hatlarının üzerinde yer alması sebebiyle Kafkasya Rusya için paha biçilmez değerdedir. Bölgede aynı zamanda petrol rafinelerinin ve petrokimya tesislerinin yer alması Rusya için stratejik ve ekonomik önem taşımaktadır. Rusya’nın Kafkasya politikasını onun genel stratejisinin bir parçası olarak görmek ve değerlendirmek gerekir. Kafkasya, özellikle Azerbaycan Türkiye ve İran ile buluşma noktası, Orta Asya’ya açılan kapıdır. Petrol zenginliği ise belki hepsinden de önemlidir. Nihayet, Rusya bu bölgeyi Türkiye’nin etki alanına bırakarak, diğer Orta Asya Cumhuriyetlerine örnek teşkil etmesini istememektedir. Rus dış politikası bu doğrultuda oluşturulmaktadır. Bu nedenle Kafkaslar bölgesinde kendi yarattığı siyasi tırmanmaları bahane ederek mevcut uluslararası antlaşmaların hilafına Kafkasya bölgesine yeniden Rus güçlerini yığmaya çalışmakta olduğu bilinmektedir. Ermenistan’da Rus askeri üslerin mevcudiyeti ve bu üslerin baskı sonucu Gürcistan tarafından da kabulü348 Türkiye’yi oldukça rahatsız etmiştir. Rusya, bu üslerin kabullenmeleri için Gürcistan ve Azerbaycan’da bir iç savaş başlatmış, sonunda devlet rehberlerini ülkelerini BDT’ye üye yapmak zorunda bırakmışlardı. Dönemin Gürcistan Devlet Başkanı Eduard Şevardnadze’nin Kasım 1993’te “Abhazya düştükten sonra istemediğim halde BDT’ye katılmak tek seçenekti” açıklaması349, Rusya’nın bölgedeki dengeleri kendi lehine ne kadar çok zorladığının somut bir kanıtıdır. Rusya Ermenistan, Azerbaycan ve Gürcistan’da üs istediğini, bu üç ülkede Rus askeri bulunduracaklarını ve Gürcistan’daki ön birliklerinin Türkiye sınırında olmak istediklerini /olacaklarını belirtmiştir. Rusya bu suretle hukuk dışı bir şekilde, İran ve Türkiye ile yeniden eskiden olduğu gibi hudut haline gelmiş olacaktır. Güdülen birinci amaç, Orta Asya kapılarını kontrol etmek, Türkiye’yi kapatmak ve Türkiye ile İran’ı baskı altında tutmaktır. Rusya

348 Rusya, bu konuda Azerbaycan’a da baskı yapmakta, Azerbaycan ise kesinlikle buna karşı çıkmaktadır. 349 J, W. Lepingwell, “Russian Military and Security Policy in the Near Abroad”, s. 76

116 Kafkasya ve Orta Asya Cumhuriyetlerini artan bir şekilde baskı altına almakta kendine bağlamaya, dışarıya karşı kapatmaya çalışmaktadır. Rusya, bu tür genişleme teşebbüslerini Balkanlara da götürmüş, Batının gafleti karşısında Sırplarla ittifak kurmuş, Bosna Hersek’e Rus askerleri yerleştirmiştir. Bu hareketi de büyük ölçüde Türkiye’ye yönelik olarak görmek ve değerlendirmek gerekir. Rusya Türkiye’ye Balkanların yolunu kapatmak, Türkiye’yi Kafkasya-Balkan kıskacı içine almak istemektedir. SSCB’nin dağılmasından sonra eski Sovyet coğrafyasında kontrolü artırmaya çalışan Rusya Federasyonu’nun (RF) bu yöndeki faaliyetlerinin merkezi olan Kafkasya bölgesinde Gürcistan ve Azerbaycan öncelikli yer tutmuştur. Rusya Federasyonu, BDT’ye katılmayı reddeden bu iki ülkeyi “separatizm” gibi etnik, ekonomik ve siyasi baskı uygulamaları ile BDT’ye katılmaya zorlamıştır. Bu arada bölgedeki tarihi ve tek müttefiki olan Ermenistan ile de ilişkilerini geliştirerek bu ülkelere karşı varlığını güçlendirmiştir. Özellikle, Ermenistan ile imzaladığı Savunma Anlaşması, RF’ye bölgede Rus askeri gücünü konuşlandırma iznini vermiş ve RF tekrar eski üslerine kavuşmuştur. Rusya’nın Ermenistan ve Gürcistan’daki kazançları Azerbaycan’a baskılarını arttırmasını kolaylaştırmıştır. Kafkasya ve dolayısıyla Azerbaycan’ı kontrol altına alacak bir Rusya, Ermenistan’ı da Türkiye aleyhine kışkırtarak Türkiye’nin yeni ortaya çıkan Türk dünyası ile irtibatını kesebilir. Bu durum Türkiye’nin ekonomik ilerlemesine set çekebileceği gibi Rus etkisi altına girmesine de yol açabilir. Aslında Rusya’nın bölgesel başarıları kendi gücünden değil, muhataplarının güçsüzlüğünden kaynaklanmaktadır.350 Kafkasya (ve de Orta Asya) Rusya açısından ne kadar önemli ise Türkiye açısından da bir o kadar öneme sahiptir. Bir kere Kafkaslardaki Türk toplulukları ile ister dilsel ve dinsel, isterse de coğrafi açıdan yakınlık ve de Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile dil ve din yakınlığı Türkiye’yi bu ülkelerle ilişkilerini geliştirmeye ve ilgilenmeye sevk etmiştir. Türkiye’nin çok yönlü olarak ilgilenmek zorunda olduğu Kafkasya Doğu Anadolu bölgesinin savunması ve güvenliğinin sağlanması, Orta Asya ve İdil-Ural bölgesindeki Türk ve Müslüman ülke ve topluluklar ile ilişkilerini güçlendirmesi, çoğu Türk ve Müslüman olan ve genel olarak Türkiye’ye yakınlık duyan bölge halkı ile sosyo-ekonomik ve politik ilişkiler kurulmasının temin edilmesi, stratejik yer altı zenginlikleri ve petrol yatakları nedeniyle uygun hammadde ve Pazar olanağı oluşturması, Rusya Federasyonunun güneye, sıcak denizlere ulaşmasının engellenmesi ve Türkiye için tehdit olmaktan çıkartılması gibi temel konularda avantajlar sağlayabilecek bir bölgedir. Sovyetler Birliği’nin mirasına konan Rusya Federasyonu, bütün gücü ve yayılmacı idealleri ile Türkiye’ye en büyük tehdidi oluşturmaktadır. Kafkasya bölgesi Türkiye ile Rusya arasında bir tampon bölge olarak önemini giderek artırmaktadır. Kafkasya’nın bağımsız ve huzurlu devletlerden oluşan bir yapıya kavuşması Türkiye’nin de güvenlik içinde olmasını sağlayacaktır. Türk kimliğinin, Türk kültürünün geleceğe yönelik evrensel değer ve ağırlığı Kafkasya’daki gelişmelerle doğrudan ilgilidir. Daha önce ayrıntılarıyla bahsedilen Rusya Federasyonu’nun Kafkasya’ya yönelik politikaları ve bölgenin sahip olduğu jeopolitik ve jeostratejik öneminin yanı sıra Türkiye, Kafkasya bölgesiyle şu nedenler yüzünden ilgilenmek zorundadır: a) Bölge ve bölge halkı ile olan bölgesel, tarihi, kültürel ve ekonomik bağları: Kafkasya’da bağımsız bir Türk varlığının bulunması her şeyden önce Türkiye için büyük bir moral kaynağıdır. Tarihi bağlardan kan bağına kadar uzanan ortak unsurlar Azerbaycan Cumhuriyeti’ni Türkiye için vazgeçilmez özel bir siyasi varlık konumuna getirmiştir.

350 Can Sönmez, Jeopolitik Açıdan Kafkasya, Avrasya Dosyası, s. 208

117 b) Rusya’nın bölgede tekrar güçlenmesi ve bu nedenle doğu sınırlarının güvenliğini sağlama mecburiyeti: Bölgedeki istikrar ortamına Ermenistan’ın da katılmasının sağlanması ile Türkiye’nin güvenliğine yönelik Rus yayılmacılığına karşı tam bir tampon bölge oluşturabilecektir. Bu istikrar ortamı İran’ın Türkiye’ye yönelttiği irticai tehdide karşı da bir set oluşturacaktır. c) Orta Asya ve diğer bölgelerdeki Türk ve Müslüman ülke ve topluluklar ile ilişkilerin güçlendirilmesi: Kafkasya bölgesi, Orta Asya Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye arasında bir geçiş kapısıdır. Bu kapının en önemli kilidi ise Azerbaycan olmakta ve Türkiye ile birlikte coğrafi konumu ve şive yakınlığı nedeniyle daha çabuk uygulama ve sonuç alma avantajını vermektedir. d) Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası alanda ekonomik ve siyasi ağırlığının arttırılmasında önemli yer tutan büyük projelerin hayata geçirilmesi: Kafkasya’nın, özellikle Azerbaycan’ın tabii kaynaklarından, en çok olarak da petrolünden karşılıklı ve dengeli ekonomik ilişkilerle yararlanacak olan Türkiye’nin enerji ihtiyacı garantili olarak karşılanabilecektir. e) Bölgede Rusya dışında, İran veya diğer ülkelerin güç kazanmasının engellenmesi: Türkiye ile Azerbaycan arasındaki yakınlaşma sonucunda ortaya çıkan imkanlardan faydalanmak isteyen Gürcistan’ın da iyi ilişkiler içine girmesiyle bölgenin istikrarı sağlanabilecek ve bölgedeki olumsuz Ermeni politikalarının tesiri azaltılabilecektir. f) Bölgesel bir güç olarak Türkiye’nin yerine getirmek zorunda olduğu insani sorumluluklar ve görevler: Ermenistan ile Azerbaycan arasındaki Karabağ sorununun çözüme kavuşturularak Ermenistan’ın yayılmacı siyasetinden vazgeçilmesiyle tam bir istikrar ortamına kavuşacak olan bölgede Türkiye ile Azerbaycan arasında Ermenistan’dan geçen en kısa yol Türk ekonomisinin Kafkasya’ya tam olarak açılmasını sağlayacaktır.351 Türkiye, dış politikasının şeklini, içeriğini ve kapsamını değiştiren Kafkasya ve Orta Asya’da ortaya çıkan bağımsız cumhuriyetlerin ortaya çıkışını büyük bir coşkuyla karşılamıştır. Türkiye’nin önüne çıkan bu yeni jeopolitik ortam, gerçekte uluslararası alanda Türk kimliğinin ağırlığını hissettirebilecek bir olgu olmuştur. Bu bağlamda Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya bölgelerindeki ülke ve topluluklarla kültür, dil, tarih, soy birliği ön plana çıkmıştır. Bu yeni alan Türkiye’nin yanı sıra ABD, Batı Avrupa ülkeleri ve bazı Orta Doğu ve Asya ülkelerinin de dış politika önceliklerinde önemli bir yer işgal etmeye başlamıştır. Ancak Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’da aktif bir politika yürütme arzusu her zaman Rusya ile Türkiye’yi karşı karşıya getirmiştir. Türkiye ve Rusya’nın bölgesel politikalarının varlığının yanı sıra ayrılıkçı terörün varlığı iki ülke arasında gerilimi tırmandıran en önemli konulardan biri olmuştur. Rusya Türkiye’yi Çeçenlere, Türkiye de Rusya’yı PKK’ya, aynı zamanda Kıbrıs Rum kesimine destek vermekle itham ederek birbirilerini toprak bütünlüğüne müdahale etmekle ve iç işlerine karışmakla suçlamışlardır. İlk olarak, Rus – Türk ilişkilerini ciddi şekilde etkileyen konulardan biri Çeçenistan sorunudur. Rusya’nın Kafkasya’ya müdahaleleri açısından Çeçenistan sorunu çok önemli bir yer teşkil etmektedir. Zira Rusya’nın tek taraflı olarak bağımsızlığını ilan eden Çeçenistan’a karşı 11 Aralık 1994’te giriştiği askeri müdahale, birbiriyle çok yakın ve birbirine doğrudan yansıyan birçok faktörün görülmesini kolaylaştırmaktadır. Bunlar arasında yer alan 3 husus diğerlerine oranla ön plana çıkmış olup, kısaca “Rusya’nın Kafkasya’daki tehditleri ortadan kaldırmak ve bu çıkarları korumak; Kafkasya’nın Rusya’nın nüfuz alanı içinde olduğunu vurgulamak; bölgeye yönelik planlarında kendisini de dikkate almaları gerektiğini ortaya

351 Savaş Yanar, Türk-Rus İlişkilerinde Gizli Güç: KAFKASYA, s. 80

118 koymak ve Türkiye’nin, Kafkasya ve Orta Asya’daki etkinliğini ortadan kaldırmak şeklinde özetlenebilir. Rusya’nın Kafkasya ve Çeçenistan’a müdahalesinde etkili olan bu faktörler, doğal olarak Türkiye’yi doğrudan ilgilendirmektedir. Zira Türkiye, Kafkasya ve Kafkasya’daki gelişmelerle sadece bölge ile olan coğrafi, siyasi ve kültürel yakınlığı ve bağları açısından değil, bunların yanı sıra güvenliği ve geleceği açısından da ilgilenmek zorundadır. Belirtildiği gibi, Çeçenistan Sorunu Türk-Rus ilişkilerini ciddi şekilde etkilemiştir. İki ülke arasında en önemli sorun, hiç kuşkusuz, her iki devletin toprak bütünlüğünü tehdit eden Çeçenistan ve PKK sorunları ile bu sorunlarda karşılıklı tavırlar oldu. PKK boyutu 1999’da sona ermiş görünürken, Çeçenistan boyutu 1999’da başlayan savaşla yeniden gündeme geldi. Rusya Federasyonu’nda sorun, daha SSCB döneminde 2 Kasım 1991’de Çeçenistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle başladı. 1994 yazında Dudayev yanlıları başkent Grozni’yi ele geçirdiler. 21 Nisan 1996’da Dudayev’in bir füze saldırısı ölmesinin ardından barışa giden yol açıldı ve RF birliklerinin çekilmesiyle 12 Mayıs 1997’de imzalanan anlaşma sonucu sorun 31 Aralık 2001’e değin ertelendi. RF Çeçenistan’a boru hattı geçiş parası ödemeyi kabul etti ve ekonomik yardım vaadinde bulundu. İlk savaş RF’ye 6 milyar Dolara mal olmuş ve başarısızlıkla sonuçlanmıştı. 1999 yazına gelindiğinde, bu kez Basayev ve Hattab önderliğindeki kökten dinciler Dağıstan topraklarında bağımsız birimler oluşturmaya başladılar. Moskova, bu girişimlerden Çeçen yönetimini sorumlu tuttu. Eylülde Dağıstan’da başlattığı operasyon Çeçenistan’ın “imhası”na neden olurken, Putin’e başkanlık yolunu açtı. Çeçenistan Rusya için pek çok açıdan önem taşımaktadır: 1)Ekonomik: Petrol ve doğalgaz boru hatları buradan geçer; üstelik Grozni’de bir de rafineri vardır; 2)Stratejik: Çeçenistan’ın ayrılması Kafkaslarda denetimin Rusya Federasyonunun elinden çıkmasına neden olabilir; 3)Toprak bütünlüğü: RF içerisinde farklı etnik kökenlere üye 30 milyon insan yaşıyor. Ayrılık diğerlerine kötü örnek olabilir; 4)Güvenlik: Çeçen gerillaların eylemleri giderek terörizme kayıyordu ve terör RF’nin diğer bölgelerine yayılabilir; 5)Dinsel: Artan kökten dincilik RF’nin başına dert açabileceği gibi, Ortodoks fanatizmini körükleyerek RF’yi parçalanmaya götürebilir; 6)Toplumsal: Afganistan’ın ardından toplumda bir de “Çeçenistan sendromu” başlamıştı. Oğullarını yitiren aileler, topluma geri kazandırılamayan yaralılar huzursuzluklar yaratmaya başlamış, savaşın bir biçimde sona erdirilmesi yönünde kamuoyu oluşmuştu.

Rusya Federasyonu Türkiye’yi Çeçenlere topraklarını kullandırmakla, Türk vatandaşlarının Çeçenistan’da RF birliklerine karşı savaşmasını ve bölgeye gönderilen para yardımını önlememekle, ayrıca Çeçenistan savaşında Çeçenlere silah ve malzeme vererek Rusya’nın bütünlüğünü tehdit ettiği iddiası ile suçladı. Ocak 1996’da Avrasya feribotunun kaçırılması büyük sorun yarattı. Kafkas halkının özgürlüğü” için feribotu kaçıran Çeçenler ve Türkiyeli yandaşları gemi kaçırmaktan değil, “geminin rotasını değiştirmekten” yargılanmaya çalışıldı. Daha sonra hüküm giyen korsanların cezaevinden kaçmalarına göz yumuldu. İstanbul’da bir parka “Dudayev Parkı” ve Ankara’da Beşevler’deki meydana “Dudayev Meydanı” adları verildi. Dudayev Ankara’da Başbakan düzeyinde iki kez kabul edildi. Türkiye, gelişmeleri ülkesindeki Çeçen ve Kafkas kökenli sivil toplum örgütlerinin girişimleri olarak değerlendirdiyse de, bunları engellemek şöyle dursun, basının da etkisiyle bunlara açıkça göz yumuldu.

119 Rusya’nın PKK sorununa yaklaşımı ile Türkiye’nin Çeçenistan’a yaklaşımı arasında bir paralellik kurulabilir. Hükümet düzeyinde karşılıklı yaklaşımlar temkinliydi. Ama yaptırım gücü olmayan Duma daha tepkisel davrandı. Duma’nın girişimleri sonucunda önce 22 Şubat 1994’te Moskova’da “Kürdistan Tarihi” konulu bir konferans düzenlendi. Ardından, 25 Ocak 1995’te Moskova’ya 300 km uzaklıktaki Yaroslav’da Kürt evi açıldı. Şubat 1995’te Ankara’ya gelen RF yetkilileri Türkiye’nin Çeçenistan’a verdiği desteği çekmesini, silah ve gönüllü gidişini engellemesini, Kafkas-Çeçen dayanışma derneklerinin kapatılmasını istediler. Yetkililer, RF’de yaşayan 500.000 dolayındaki Kürt kökenli vatandaşlarına dikkat çektiler. Türkiye bu istekleri yerine getirmede gönülsüz davrandı. Bunun üzerine Rus Duması’nın izniyle 30 Ekim – 1 Kasım 1995’te Sürgündeki Kürt Parlamentosu üçüncü toplantısını Moskova’da yaptı. Türkiye bu gelişmeyi protesto etti. Duma bununla da kalmayarak 1997’de iki Kürt konferansının Moskova’da toplanmasına önayak oldu ve 26 Eylül 1997’de yaptığı bir açıklamayla Türkiye’yi Kürtlere karşı soykırım uygulamakla suçladı. PKK’nın ikili ilişkilerde yarattığı sorun örgütün lideri Abdullah Öcalan’ın 17 Ekim 1998’de Suriye’yi terk etmesinin ardından RF’ye gelmesi, sığınma hakkı istemesi ve Duma’nın 4 Kasımda aldığı bir kararla sığınma hakkının tanınması için dönemin Rusya Başkanı Boris Yeltsin’e bir çağrıda bulunmasıyla doruğa ulaştı. Fakat, Türkiye’nin duyarlı tutumu üzerine 12 Kasım’da Öcalan’ın RF’den ayrılarak İtalya’ya gitmesi, burada açık biçimde kabul görmesi ve sürecin sonunda yakalanması, RF ile Türkiye arasındaki ilişkilerin daha fazla zedelenmesini engelledi.352 Kısacası, Türkiye’nin Çeçenistan sorununa müdahalesine cevap olarak Rusya PKK kartını oynamıştır. PKK’nın Rusya’da ve özellikle Moskova’daki gösterilerine, PKK yanlısı Kürt örgütlerinin faaliyetlerine, bu örgütlerle resmi kimliğe sahip kişilerin ilişki kurmalarına ve Kürt Parlamento toplantısı dahil çeşitli Kürt konferanslarına izin verilmesi Türkiye’ye bir uyarı niteliğinde olmuştur. Diğer taraftan, Çeçenistan engelinin ortadan kaldırılmasını Rusya için zorunlu kılan nedenlerden birisi de “Bakü – Ceyhan Boru Hattı” güzergahına karşı “Bakü – Novorissiysk Boru Hattı” alternatifinin öne sürülmesidir. Türkiye’nin ve Batının önerdiği “Bakü – Ceyhan Boru Hattı” güzergahının kabul edileceğinden korkan Rusya, askeri müdahaleye girişmiştir. Bu açıdan Kafkasya’daki çatışmaların önemli bir kısmında Rusya Federasyonu ile Türkiye arasında bu mücadele etkili olmuştur ve olmaktadır. Bu aynı zamanda bölgenin RF’nin ve Türkiye’nin hatta uluslararası güvenlik, jeopolitik ve ekonomik geleceğini doğrudan etkileyecek bir süreç olarak görülmektedir. SSCB’nin dağılmasından itibaren Türkiye’yi kendisi için en önemli engellerden biri olarak gören RF, boru hattı güzergahının Türkiye’den geçme olasılığından büyük bir tedirginlik duymaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin önerdiği Bakü – Ceyhan güzergahının gerçekleşmemesi için bir yandan kendi alternatifi olan Bakü – Novorissiysk hattı üzerindeki sorunları353 ortadan kaldırmaya çalışan Rusya, diğer yandan da Türkiye’nin önerisinin Batılı ülkeler tarafından kabul edilmemesine çalışmaktadır. Bakü petrolleri üzerinde etkili olabilme yönünde öncelikle Hazar Denizi’nin statüsünü tartışmaya açan RF, aynı zamanda Bakü-Ceyhan güzergahının güvenliği konusunu gündeme getirmiştir. Bu tezi doğrultusunda, kontrolü altındaki eski Sovyet Cumhuriyetlerindeki Kürtler ve Kürt teşkilatları aracılığıyla, PKK terör örgütü ile mevcut ilişkilerini yoğunlaştırmış ve özellikle Kafkasya bölgesinde bu terör örgütüne sağladığı destek sonucunda, bu tarihlerde

352 bu konuda bkz; TÜRK DIŞ POLİTİKASI, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt:II, 1980-2001, s. 545; Tahir Tamer Kumkale, Tarihten Günümüze Türk-Rus İlişkileri, s. 165; Duygu Bazoğlu Sezer, Türk-Rus İlişkileri: ‘Düşmanlıktan Fiili Yakınlaşma’ya, TÜRKİYE’NİN YENİ DÜNYASI, Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 144, 145. 353 Çeçenler kastediliyor.

120 Türkiye’nin kuzeydoğu sınırlarında artış gösteren terörist saldırıların, özellikle Bakü-Ceyhan güzergahının geçmesi planlanan bölgelerde yoğunlaşması dikkat çekmiştir. Bir diğer yandan da başta Rusya olmak üzere, yeni dünya düzeninde Türkiye’nin jeopolitik öneminin artmasından rahatsız olan ülkeler, Ceyhan alternatifini zayıflatmak için; -Petrolün geçebileceği yerlerde PKK terörünü desteklemek; -Ermenistan’ın Karabağ’ı işgali ile Azerbaycan’ın ¼-ini kontrol etmesini sağlayarak Bakü-Ceyhan hattının Gürcistan üzerinden geçirilmesini engellemek, -Türkiye’nin sorunları olduğu komşularına silah satarak Türkiye’yi güneyden kuşatmak, -Hatay sorununu gündeme getirmeye çalışmak, -Petrolün akacağı yere yakın bulunan Kıbrıs’ta etkinliklerini artırmaya çalışmak gibi politikalar geliştirilmektedir.354 Ankara’nın ana hedefi Bakü-Ceyhan hattının uygulamaya geçirmek olduğundan, tüm enerjisini bu yönde kullanmak zorundadır. Çünkü bu hat, Azerbaycan kadar Türkiye’yi de petrol bakımından stratejik hale getirecektir. Boru hatlarının Türkiye’den geçmesi ile Türkiye ekonomik ve politik bakımdan bölgede tartışılmaz lider konumuna girecektir. Rusya – Türkiye ilişkilerini gerginleştiren diğer neden ise Kıbrıs sorunudur. Genel olarak Kıbrıs, Türkiye’nin yakın deniz havzasını doğrudan ilgilendiren ve önemi hiçbir zaman azalmayan gündem maddelerinden biri olmuş355 ve bu gündem maddesi Türkiye açısından büyük bir önem taşımıştır. Kıbrıs sorununu sıradan bir Kıbrıslı Türk-Rum etnik sorunu veya Türk-Yunan gerginliği değil, uluslararası bir strateji sorunu olduğu ve bu nedenle perde arkasında da birçok aktörleri olduğu yadsınamaz bir gerçekliktir. Kıbrıs sorunu hem SSCB’nin, hem de onun dağılmasıyla mirasına konan RF’nin de gündeminde olmuştur. SSCB’nin Kıbrıs politikasının başlıca amacı, başta ABD olmak üzere NATO üyesi ülkelerin adadaki etkilerini en alt seviyede tutmak, buna karşılıklı Kıbrıs’ın bağımsız ve bağlantısız statüsünü korumak olmuştur. 1950’li yıllardan itibaren SSCB, konuya Doğu Akdeniz’deki İngiliz (1960’lardan sonra ABD) etkisini zayıflatmak amacıyla yaklaşmış ve adanın bağımsız, bağlantısız ve Batı karşıtı bir yönde ilerlemesi için her türlü hareketi desteklemiştir. Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya girişlerinin ardından ise SSCB Kıbrıs sorununu “NATO’nun güneydoğu kanadını zayıflatmak için kullanılabilecek bir taktik araç” olarak görmüştür.356 1974 yılında Türkiye’nin gerçekleştirdiği harekatlara karşı sert bit tutum sergileyen SSCB, Kıbrıs sorununun kendisinin de yer aldığı BM Güvenlik Konseyinde çözülmesinden yana ağırlığını koymuş, BM Genel Sekreterinin girişimlerini desteklemiş, alınan BM kararlarının uygulanması Kıbrıs Cumhuriyetinin bağımsızlığının, egemenliğinin, birliğinin ve toprak bütünlüğünün korunması çağrısında bulunmuştur. Bu dönemlerde ABD için Türkiye’nin öneminin daha da arttığını düşünen Yunanistan’ın, bu durumu Türkiye ile ilişkilerinde SSCB’yi devreye sokarak dengelemeye çalışması üzerine, SSCB yeniden Kıbrıs sorununun içine çekilmiştir. Tıpkı Yunanistan gibi, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY) de Rusya’yı kendi taraflarına çekerek Türkiye’nin karşısında daha güçlü görünmek istemişlerdir. SSCB döneminde GKRY’ye olan yaklaşım SSCB’nin dağılmasından sonra onun mirasına konan Rusya Federasyonu döneminde de devam ettirilmiştir. 1997 yılında GKRY’nin Rus yapımı S-300 PMU-savunma sistemini satın almaya karar verdiği

354 Havva Kök, Günümüzde Türkiye-Rusya İlişkileri ve Hazar Petrolleri Konusu, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 yıllık Süreç, s. 616 355 Ahmet Davutoğlu, “Stratejik Derinlik”, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, s. 169 356 Faruk Sönmezoğlu, Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Büyük Güçler, s. 94

121 açıklanmıştır. Bu durumun Rusya için çok önemli iki gerekçesi vardır: Ticari kaygılar ve stratejik hesaplar. Rusya, bu füze satımıyla önemli bir mali kazanç sağlamayı357 amaçlamıştır. Rusya’nın S-300 satışı vasıtasıyla izlediği stratejik hesaplar ise birkaç maddede özetlenebilir: *Bölgede yeni gerginlikler çıkartılması sayesinde Doğu Akdeniz bölgesini istikrarsızlaştırarak, Hazar petrolü ve doğalgaz havzası ve nakil yolları konusundaki pazarlıklarında kendisi lehine önemli bir diplomatik manevra alanı kazanmak, *Kıbrıs sorununu alevlendirip Yunanistan ve Türkiye’yi bir kez daha karşı karşıya getirerek NATO’yu sabote etmek, *S-300 satışı ile hem Batıya, hem de Türkiye’ye hala güçlü olduğunu ispat etmek. (Çünkü NATO’nun genişleme kararıyla batıdan, Türkiye’nin Kafkasya ve Orta Asya’da - ki, Rusya buraları “arka bahçesi” addetmektedir – izlediği politikalarla güneyden sıkıştırıldığı hissine kapılmıştır). *Doğu Akdeniz’de, Transkafkasya’da ve Orta Doğu’da söz sahibi olmanın bir aracı olarak, füze satışıyla silahlanmayı körüklemek.358 Genellikle, Rusya’nın GKRY ile mevcut yakın ilişkilerini sürdürdüğünü ve çözüm arayışlarında Rum kesiminin yanında yer aldığını görmekteyiz. Geçmişte Kıbrıs Rum kesimine geniş çapta silah satan Rusya’nın bu defa da S-300 füzeleri satması Ankara’da büyük rahatsızlık yaratmıştır. Bu satışın Kıbrıslı Rumlara siyasi destek anlamına gelmesinin yanı sıra, füzelerin Türkiye’yi vuracak bir menzile sahip olmaları da bu rahatsızlığın diğer bir nedenidir. Türk-Rus ilişkilerinde yaşanan bunalımları ve gerilimleri şu ana maddeler şeklinde ele alırsak, şöyle bir liste ortaya çıkar: 1. Dağlık Karabağ yüzünden çıkan ve Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarının %20’ni işgal etmesiyle sonuçlanan Ermenistan-Azerbaycan savaşı. (Rusya Kafkasya’da ağırlığını koymak, gücünü hissettirmek ve Türkiye’nin yayılmasını, ayrıca bu bölgeden Orta Asya’ya geçişini engellemek amacıyla Ermenistan’ı desteklemektedir, ama Rusya’nın Ermenistan’a gösterdiği desteği Türkiye Azerbaycan’a belirli nedenlerden dolayı verememektedir). 2. Rusya’nın 1990 Avrupa Konvansiyonel Kuvvet Anlaşmasında (AKKA) öngörülen sınırları aşarak güney Kafkasya’ya askeri teçhizat yerleştirmesi. 3. Her iki devletin toprak bütünlüğünü tehdit eden Çeçenistan ve PKK sorunları ile bu sorunlarda alınan karşılıklı tavırlar. (Rusya Türkiye’nin Çeçenistan savaşında Çeçenlere silah ve malzeme vererek Rusya’nın toprak bütünlüğünü tehdit ettiği iddiası ile Türkiye’ye karşı PKK kartını oynamış, PKK yanlısı Kürt örgütlerinin faaliyetlerine, Moskova’da gösteri düzenlemelerine, Kürt Parlamento toplantısı dahil çeşitli Kürt konferanslarına ve s. izin vermiştir). 4. SSCB’den beri devam eden Rusya Federasyonunun Güney Kıbrıs Rum Yönetimine (GKRY) verdiği destek, askeri dengeleri kökünden değiştirecek olan S-300 hava savunma sisteminin Kıbrıs Rum kesimine satılması. 5. Boru hatları konusunda da aralarında yaşanan gerginlikler. Türkiye’nin Bakü - Ceyhan güzergahı önerisine karşılık Rusya Bakü – Novorissiysk güzergahını desteklemektedir. Bu listenin de ortaya koyduğu gibi gerilim nedenleri bölgesel ve uluslararası gelişmelerle de etkileşerek ikili ilişkilerin kesin sınırlarının ötesine geçmektedir. Her iki ülke de karşılıklı olarak birbirini ayrılıkçı hareketleri desteklemekle suçlamaktadır.

357 yaklaşık 400-600 milyon dolarlık bir kazanç 358 Filiz Yıldız Çakar, “Türkiye’nin Geleneksel Güvenlik Sorunu: Kıbrıs”, Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, s. 333, 334

122 Türkiye’nin bölgesel sorumluluklar üstleneceği düşünülse de Türkiye Rusya’yla tek başına mücadele edebilecek bir güce sahip olmadığının farkındadır. Bir Rus analistin yazdığı gibi, “Krizde olsa da, eski Sovyet Cumhuriyetlerinin kaynaklarından ve desteğinden mahrum kalsa da Rusya’nın hala büyük güç olduğuna ilişkin düşünce, Türk hükümetini aşırı ihtiyatlı davranmaya zorlamaktadır”.359 Türkiye - İran: İran’la ilişkilerine göz atıldığı zaman benzer jeopolitik özellikler nedeniyle stratejik açıdan birbirlerine bağımlı olan Türkiye ve İran, kimi zaman anlaşmazlığa düşseler de birbirlerini asla ihmal etmezler. Benzer tarihi ve coğrafi özellikler bu iki ülkenin siyasi ilişkilerini de etkilemiştir. Tarihsel bir perspektiften bakıldığında, iki ülke arasındaki problemlerin ideolojiler,360 rejimler361 ve liderler362 ötesinde, jeopolitik, jeostratejik ve jeokültürel sebeplerden kaynaklandığı görülmektedir. Bir yanda Sadabad Paktıyla başlayıp Bağdat Paktı, CENTO, RCD VE ECO çizgisinde devam eden siyasi ve iktisadi (ve belli dönemlerde askeri) işbirliği / uzlaşma boyutu; diğeri de Rıza Şah döneminden başlayarak azınlıklar ve kültürel / ideolojik meseleler üzerinde oluşan bir rekabet /zıtlaşma boyutu. Türkiye-İran ilişkilerine ulusal güvenlik açısından baktığımızda üç ortak alanla karşılaşıyoruz: Irak ya da Kuzey Irak; Kafkasya ve Orta Asya; Devrim İhracı / Terör ve Türk-İsrail İlişkileri. Kuzey Irak ve PKK: İran – Irak savaşı boyunca Kuzey Irak’ta meydana gelen gelişmeler ve Türkiye’de aynı dönemde PKK hareketinin ortaya çıkışı, Türk-İran ilişkilerini etkilemiştir. 1983 yılından itibaren İran ordusunun Kuzey Irak’a girerek cephe açması ve Bağdat’a karşı Iraklı Kürt gruplarla işbirliğine girmesi Türkiye’yi rahatsız etti. Özellikle, 1986 yılından itibaren bir yandan Kuzey Irak’taki bütün Kürt grupların birleşerek İran’ın kontrolü altına girmesi, diğer yandan da İran ordusunun Kerkük’e yaklaşarak Kerkük-Yumurtalık petrol hattını tehdit etmeye başlaması Türkiye açısından endişe verici olmuştur. Türkiye-İran ilişkilerinde büyük bir gerginlik yaşanırken, Türkiye Irak sınırında bir takım askeri tedbirler alma yoluna gitmiştir. Türk-İran ilişkilerinde gerginlik yaratan diğer bir konu ise, 1984 yılından itibaren PKK eylemlerinin başlamasıyla birlikte PKK militanlarının İran sınırını kullandığı iddiaları olmuştur. İran’ın PKK’ya yardım ettiği şüphesi Türkiye’yi endişelendirirken, Türkiye’nin PKK’ya karşı Kuzey Irak’ta başlattığı askeri operasyonları Kuzey Iraklı Kürtlerle ittifak içinde olan İran’ı rahatsız etmiştir. Fakat aynı zamanda Türkiye’nin tarafsız konumunu sürdürmesini çıkarları açısından hayati bulan İran, Kasım 1984’te bir antlaşma imzalayarak kendi topraklarında Türkiye’nin güvenliğini tehdit eden faaliyetlere izin vermeme taahhüdüne girmiştir. Genel olarak İran’ın bu taahhüdüne uyduğu, savaş boyunca az sayıda İran kaynaklı PKK saldırısı gerçekleştiği gözlenmiştir. Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle başlayan Körfez Krizi sırasında ve sonrasında meydana gelen hadiselerle hem bölge dengeleri değişmiş, hem de Türk-İran ilişkilerine yeni boyutlar katılmıştır. 2 Ağustos 1990’da Irak’ın Kuveyt’i işgali İran için dönüm noktası oldu. İran başından beri Kuveyt’in işgalini kesin dille kınayarak Irak’ın hemen geri çekilmesini ve meşru Kuveyt hükümetinin geri gelmesini öngören BM kararına olumlu oy kullandı. Ama aynı zamanda sorunun barışçı yollardan çözülmesini savundu. İran bu şekilde hem Arap dünyasında, hem de Batıda kırılmış imajını düzeltmeye çalıştı. Zira çıkacak bir savaşın sonucunda ne Irak’ın, ne de ABD’nin bu işten galip çıkmasını istemiyordu. Ama İran’ın barışçı çözüm beklentisi gerçekleşmedi. Savaş 500 bin Amerikan askerini İran’ın yanı başına getirdi; savaş sonrasında

359 Alexei Vassiliev, “Turkey and İran in and ”, Editör: Anoushiravan Ehteshami, From the Gulf to Central Asia: Players in the New Great Game, Exeter, s.132 360 Laik ya da İslamcı 361 Monarşi ya da Cumhuriyet 362 Şah ya da Humeyni

123 bölgede İran’ı doğrudan ilgilendiren kargaşa ve ayaklanmalar363 meydana geldi. Beklenenin aksine İran bütün bu olup bitenlere temkinli davransa da o dönemde İran’ı rahatsız eden meseleler de olmuştur. Bu meseleler Amerika’nın bölgede askeri varlığı364 ve Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı gerçekleştirdiği askeri operasyonlar. Kafkasya ve Orta Asya: Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Batıda yaygın görüş Sovyetler sonrası boşluğun Kafkasya ve Orta Asya’da bir “Türk modeli” ve “İran modeli” rekabetine yol açacağıdır. İki ülke başlangıçta bu ortamdan etkilenseler de kısa sürede hem bölge ülkeleriyle olan ikili ilişkilerini, hem de bu ilişkilerdeki bölgesel boyutu realist bir temele oturtarak, bir yandan belli alanlarda, örneğin kültürel gibi bir rekabeti sürdürmekle beraber diğer yandan belli temel alanlarda, örneğin ticaret, yatırım gibi zaman içerisinde işbirliğini öne çıkarmışlardır. Bunun en temel göstergesi 1992’de ECO’ya bütün Orta Asya Cumhuriyetleri ve Azerbaycan’ın katılması olmuştur. Türkiye ve İran’ın aktif üye olarak yer aldıkları ECO, bugün 7 milyon km. karelik bir alanda 300 milyonluk bir pazar oluşturmaktadır. Beklenen rekabetin niçin yaşanmadığı konusunda çeşitli faktörler sayılabilir: a) Rusya’nın umulduğu gibi bölgeden hemen elini çekmemesi ve böyle bir rekabetten hoşnut kalmayacağını belli etmesi; b) Bu ülkelerin kendine özgü pek çok siyasi, iktisadi ve stratejik sorunları olması ve bunlara Türkiye ve İran’ın tek başlarına çözüm bulacak kapasitede olmamaları; c) “Sovyet modeli”nden yeni kurtulan bu ülkelerin “Türk” ya da “İran modeli” arasında bir tercih yapmaya niyetleri olmaması mevcut uluslararası ortamda bölgesel devletler arasında çıkarlarını maksimuma çıkaracak bir arayışı, bir denge siyasetini benimsemeleri; d) Amerika’nın ekonomik ambargosu ve çevreleme siyasetine maruz kalmış bulunan İran’ın Rusya’yı endişelendirecek hareketlerden kaçınmak istemesi; e) Amerika’yı endişelendirmek istemeyen bölge ülkelerinin İran’a temkinli davranmaları.

Kafkasya’da ise durum Türk-İran ilişkileri açısından Orta Asya’daki kadar kolay değildir: a) Azerbaycan’ın gerek Türkiye’ye, gerekse de İran’a olan etnik, dilsel, kültürel, dinsel yakınlığı; b) Bölge ülkelerinin kendi içlerinde ve birbirileri arasındaki çatışmalar; c) Büyük güçlerin bölgeye – Orta Asya’ya kıyaslanamayacak ölçüdeki ilgisi ve müdahalesi Kafkasya’yı Türk – İran ilişkilerinde gerginlik yaratan bir konu haline getirmiştir. Özellikle Ebülfez Elçibey döneminde (Haziran 1992 – Haziran 1993) İran karşıtı ve Türkiye yanlısı Azerbaycan milliyetçiliğinin öne çıkarılması ilişkileri gerginleştirmiş, aynı zamanda İran – Ermenistan yakınlaşmasını hazırlamıştır. Karabağ sorunu, Hazar Denizi’nin statüsü, Azerbaycan petrolleri ve boru hatları, Türkiye’nin kurduğu Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatına (KEİT) karşı İran’ın kurduğu Hazar Denizi İşbirliği Teşkilatı (HDİT) ve Türk-Amerikan-İran ilişkileri gibi konular bölgede iki ülke arasında rekabet boyutunu öne çıkarmaktadır. Devrim İhracı / Terör ve Türk – İsrail İlişkileri: İran Devriminin hemen ardından başlayarak bugüne kadar sürekli devam eden en önemli meselelerden biri bu iki rejim arasındaki “ideolojik” zıtlaşma olmuştur. Bu zıtlaşma bir yandan iktidar ve muhalefetteki siyasiler tarafından çeşitli demeçler ve tavırlarla ifade edilirken, diğer yandan çok sık tekrarlanan “basın / medya savaşları” yoluyla dile getirilmiştir. Bu “simgesel soğuk savaş” genellikle “Atatürk”, “Humeyni”, “Anıtkabir”, “başörtüsü” gibi simgeler etrafında olmuştur. Bu konuyla ilişkili bir diğer husus da Türkiye’nin İran’dan rejim ihracı endişesi, bu amaçla

363 Irak’taki Kürt ve Şii ayaklanmaları 364 Huzur Operasyonu ve Çekiç Güç

124 İran’ın Türkiye’deki bazı İslamcı örgütlerle ilişkiye girdiği, bunlara maddi destek sağladığı şüphesidir.365 Buna karşılık olarak İran da, Türkiye’nin İranlı rejim muhaliflerine kolaylıklar sağladığı iddialarını ileri sürmüş ve pazarlık konusu yapmıştır. Özellikle, 1980’lerin sonu ve 1990’ların başlarında İran’ın Türkiye’deki bazı terör eylemlerine karıştığı yönünde ciddi şüpheler vardır. Bahsedilmesi gereken diğer bir nokta, 1990’ların ortalarından itibaren stratejik boyutlar kazanan Türk – İsrail ilişkileridir. İran kaynaklarına yansıyan üst düzey demeçlere baktığımızda, gerek Rafsancani, gerekse de Hatemi döneminde İran’ın Türkiye – İsrail ilişkilerinin her geçen gün gelişmesinden duyduğu rahatsızlığı her fırsatta dile getirdiğini görüyoruz. İran’a göre, Türkiye İsrail’le yakınlaşarak kendisini Müslüman dünyasından uzaklaştırıyor.*Tahran yönetimi Türkiye’yi İsrail’in bir tür “arka bahçesi” olmakla suçluyor ve İsrailli uzmanların İran sınırını gözlediğini ileri sürüyor.366 Karabağ sorunu,367 Güney Azerbaycan endişesi,368 Filistin Sorunu ve ABD’nin “çevreleme” politikası devam ettikçe İran ile Türkiye arasındaki ilişkilerde sorunlar yaşanacaktır.

B- Türkiye’nin Ermenistan Politikası

SSCB’nin dağılması sonucu ortaya çıkan yeni devletlerden Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkileri pek iyi düzeyde değildir veya bir diğer değişle, hiç iyi düzeyde değildir. Ermenistan’ın Kafkaslardaki bütün komşuları ile ilişkileri son derece tutarsız ve istikrarsızdır. Azerbaycan ile olan Karabağ meselesi ve Azerbaycan topraklarına yönelen Ermeni yayılmacılığı Azerbaycan ile bu ülkenin ilişkilerinde daha uzun yıllar derin izler bırakacak gibi görülmektedir. Ermenistan’ın Gürcistan ile de ilişkileri pek iyi sayılmaz.369 Bütün komşuları ile ilişkilerinin yeterli düzeyde olmaması dolayısıyla, Azerbaycan ve Gürcistan’ın aksine BDT’nin yeni oluşturulduğu dönemlerde Ermenistan bu topluluğa dahil olmuş ve bu suretle Kafkaslardaki pozisyonunu Rusya Federasyonuna dayandırma yoluna giderek bir ölçüde kendini güvence altına almıştır. Ermenistan’ın gerek Türkiye ile, gerek Gürcistan ve Azerbaycan ile ilişkilerinin bu durumu dolayısıyla bu küçük devlet, dış politikasının dayanaklarını daima dış güçlerin desteğinde aramış ve bunun sonucu olarak da Kafkaslar bölgesinde dış faktörleri çeken ve bölge politikasını daha karmaşık hale getiren bir ülke olmuştur. Bu karmaşık politika bölge devletleri ve aynı zamanda Türkiye ile ilişkilerini zedelemiş durumdadır. Ermenistan’ın bu karmaşık politikasının başlıca unsurları şu şekilde belirtilebilir: a) Ermenistan, bağımsızlığı ile beraber geçmişten gelen ideolojinin verasetini de üstlenmiş bulunmaktadır. Bu da Türkiye Cumhuriyeti toprakları üzerindeki Ermeni emelleridir. Gerek Osmanlı Devleti zamanındaki Ermeni istekleri, gerekse de bir sonraki

365 İran, ayrıca bu İslamcı örgütlerin yanı sıra ASALA, PKK ve benzeri örgütleri de desteklemiştir. * İran’ın bu endişesine karşılık İran – Ermenistan ilişkileri de göz önünde bulundurulmalı, Azerbaycan ve Türkiye tarafından her fırsatta dile getirilmelidir. Oysa, İran Ermenistan’la olan ilişkilerini İslam ve Hıristiyanlığın örnek kardeşliği olarak dünyaya lanse etmeye çalışmaktadır. 366 konuyla ilgili bkz; Daniel Pipes, Ortadoğuda İki Takım, s. 244, 245; Gökhan Çetinsaya, “İran ve Güvenlik Algılamaları”, Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, s. 155-159; Nihat Ali Özcan, İran’ın Türkiye Politikasında Ucuz, Ama Etkili Bir Manivela: PKK, s. 335. 367 İran açık ve gizli şekilde Azerbaycan – Ermenistan çatışmasında Ermenistan’ı belirli sebeplerden dolayı desteklemektedir –ki, bunların da sebepleri bir önceki bölümlerde ele alınmıştır. 368 İran, Türkiye’nin İran’ın kuzeyindeki Türkleri, bir diğer ifadeyle Güney Azerbaycan Türklerini kışkırtacağından endişe duymaktadır. 369 Ermenilerin Gürcistan’ın Cavaheti bölgesinde de etkin oldukları bilinmektedir. Samtshe-Cavaheti Vilayetinin Gürcistan’dan ayrılmasına yönelik çabaların en önemli destekçisi olan Taşnak partisi bunu programına da eklemiştir.

125 dönemlerde ortaya atılan toprak iddiaları370 bugünkü Ermenistan’ın Türkiye politikasının karakteristiğini teşkil etmekte ve bu da Türk-Ermeni ilişkilerinin önüne duvar gibi dikilmektedir. Türkiye, Ermenistan’ın bağımsızlığını tanıdığı halde, Türk toprakları üzerindeki hayalci iddialarından resmen vazgeçtiğini beyan etmediği için iki ülke arasında diplomatik ilişkiler halen yeterli düzeye getirilememiştir. Türkiye, 16 Aralık 1991 tarihinde Ermenistan’ın bağımsızlığını tanımış ve bağımsızlığının ardından ekonomik güçlüklerle karşılaşan Ermenistan’a insani yardımda bulunmuştur. Türkiye ayrıca, toprakları üzerinden Ermenistan’a insani yardım malzemesi gönderilmesini de kolaylaştırmıştır. Ermenistan Türkiye tarafından Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü’ne (KEİÖ) kurucu üye olarak davet edilmiş, bununla birlikte Türkiye Ermenistan’ın Azerbaycan’la aralarındaki ihtilaf sebebiyle, Ermenistan’ın izlediği tutum ve Azerbaycan topraklarını işgal altında tutması sebebiyle Ermenistan’la diplomatik ilişki tesis etmemiştir. Azerbaycan-Ermenistan çatışması ve bu iki devlet arasındaki sorun Türkiye için ciddi endişe kaynağıdır. Türkiye, Karabağ’ı Azerbaycan’ın ayrılmaz parçası olarak görmekte ve Ermeni birliklerinin işgal altındaki Azerbaycan topraklarından geri çekilmesini istemektedir. Türkiye, ihtilafın çözümü halinde Ermenistan’la ilişkilerini ve işbirliğini geliştirme hususunda siyasi isteğe sahiptir. Türkiye’nin Ermenistan’la diplomatik temaslara geçmemesinin sebebi sadece Azerbaycan – Ermenistan çatışması ve aralarındaki Karabağ sorunu değil. Türkiye Cumhuriyeti, kendisi de Ermenistan’la, Ermeni lobisi ve diasporasıyla karşı karşıyadır. Ermenistan’ın Türkiye ve Azerbaycan’a karşı sergilediği sert tutumu bu iki devleti birbirine daha da yaklaştırmıştır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki soğukluğun, diğer bir ifadeyle, ihtilafın kökü biraz eskilere dayanmaktadır. Bu ihtilaf da 1915 yılında Osmanlı hükümetinin Ermenileri tehcire tabi tutmasından, Ermenilerin tabiriyle “1915 Ermeni Soykırımı”ndan kaynaklanmaktadır. Osmanlıların tarih sahnesine çıkışlarında ne kendilerine ait bir ülkeleri, ne de bağımsızlıkları bulunan ve Osmanlı topraklarının tamamına dağılmış, hiçbir bölgede çoğunluk oluşturmayan ve dolayısıyla Osmanlılar tarafından ellerinden alındığını iddia edebilecekleri bir yöreye sahip olmayan bu topluma Osmanlı Devleti, tarihin daha eski dönemlerinde bir huzur ve rahat hayat imkanı hazırlamış, onları devletin esasını teşkil eden Türklerden bile daha mümtaz bir mevkiye getirmişti. Bu düşünce, bizim şahsımıza ait olmayıp bazı Ermeni düşünürlerinin de eserlerinde yer alan bir husustur.371 Buna karşılık kendilerine her türlü imkan sağlanan Ermeni toplumu, bir taraftan dış tahriklerle, ülke dışında kurulan örgütlerin işe karışmasıyla, Kilisenin de entrikalarıyla huzur ve rahatlıklarını kaybetmiş, 1882-1908 yılları arasında bir isyanlar dönemi yaşamış, Birinci Dünya Savaşı çıktıktan sonra da toplumun belirli bir çoğunluğu fiilen Çarlık Rusyası yanında yer almıştır. Osmanlı Devleti, bu gibi ahvalde her devletin yapmış ve yapmakta olduğunun aynısını yapmış, isyanlar sırasında bunları bastırmak, savaş sırasında da Rus cephesindeki orduların geri güvenliğini sağlamak amacıyla o bölge halkını güneye nakletmek zorunda kalmıştır. Ama Ermeni toplumu, Ermeni kitlesi bu yer değiştirme olayını Ermenilerin soykırımı şeklinde tanımlamaktadırlar. İkinci Dünya Savaşı’nda Yahudi Soykırımı faciası yaşandıktan sonra da bu olay, dünyadaki ilk soykırım olarak takdim edilmeye başlanmıştır. Ama bazı objektif düşünen Ermeni düşünürleri, örneğin Dikran Kevorkyan, bir makalesinde “... Devlet, bu kadar tahammül göstermekte kendini haklı görmekteydi. Zira Ermenileri Hıristiyan tebaası

370 Sovyetler Birliği zamanında da Doğu Anadolu’ya ilişkin iddialar ortaya atılmıştı. 371 Kaynak olarak bkz; Eremya Çelebi Kömürciyan, İstanbul Tarihi, XVII. Asırda İstanbul, İstanbul, 1952

126 arasında kendine en sadık vatandaşlar olarak benimsemişti. Ne var ki, hüsnü niyetli bu anlayış ve yapılan bütün ikazlara rağmen komiteciler faaliyetlerini görülmemiş şekilde devam ettirmeye kararlıydılar”372, diye belirtmektedir. Amerika’daki Ermeni Profesör Hovannisyan da, 1982 tarihinde Münih’te yapılmış olan “Dünya Ermenileri’nin Problemleri Kongresi”nde, “Ermeni soykırımı ispatlanamamıştır. Soykırım hukuken geçersizdir ve zaten zaman aşımına da uğramıştır”373, ifadesini dile getirmiştir. Ermenilerin “genosit”, Türklerin de isyan, vatan ihaneti ve Türk katliamı olarak tanımladıkları olay günümüzde Ermeni – Türk gerginliğine, ilişkilerin bir türlü düzelmemesine sebebiyet teşkil etmektedir. Ermenistan – Türkiye ilişkilerinde rol oynayan en önemli unsur, tarihin ne inkar, ne de tahrif edebileceği bir görüş olan tarihten gelen mirastır. Konuyu biraz daha açalım: Rusya’nın Kafkasya politikası, doğu yönüne genişleme, sıcak denizlere inme, boğazlara ve denizlere hakim olma girişimleri bir önceki bölümlerde ele alınmıştı. Bu girişimlerini ve politikasını gerçekleştirmek için kullanılacak tek unsur Ermenilerdi. Genel olarak ele aldığımızda, Rusya her zaman istekleri gerçekleşeceği takdirde Ermenileri Birleşik ve Bağımsız bir Ermeni Devleti kurulacağı vaadiyle cesaretlendirmiştir. “Büyük Ermenistan” zihinlerde yer almış ve milli ideolojilerinin esas unsuruna dönüşmüştür. İlk dönemlerinde Osmanlı İmparatorluğu sınırları içerisinde huzur içinde yaşayan Ermenilerin böyle bir girişimlere girişmedikleri tarihten malumdur. Ermenistan Devleti’nin oluşması düşüncesi, ilk defa 1878 yılında Asya’da yaşayan Ermeniler tarafından ortaya atılmıştır.374 Bu düşüncenin sahibi olarak, Van’daki okullardan birinin müdürü olan Portukalyan’ın adı geçmektedir. Bu düşünceyi gerçekleştirmek için o, “Armenistov” isimli bir parti kurmak amacındaydı. Fakat Portukalyan, Van’da amacına ulaşamadığı için Marsilya’ya göç etti. Üç-dört yıl sonra da “Armenistov” teşkilatı ve bu teşkilatın aynı isimli gazetesi kuruldu. 1896 yılında bu partinin başkanı Avetisyan Terlimazyan, kendi planını tüm Ermenilerin Katalikosuna sundu. Daha 1893 yılında Tiflis’te diğer bir gizli Ermeni örgütü çalışmaktaydı. “Hınçak” olarak adlanan bu örgüt programında, Türkiye Ermenilerinin durumunun çok ağır olduğunu, bu nedenle kurtuluşun bağımsızlık mücadelesine başlamaktan, sosyal birlik kurmaktan geçtiği düşüncelerine yer vermekteydi. “Hınçak” örgütü çalışmalarında üç ana hedefi temel almıştı: 1. Türkiye Ermenilerinin bağımsızlığına kavuşması, 2. Ardından Rusya ve İran Ermenilerinin bağımsızlığına kavuşması, 3. Sonuç olarak bağımsız Ermeni ittifakının kurulması, sosyal adaleti temel alan bir cumhuriyet kurulması.375

Fakat örgüt, Tiflis’te uzun süre çalışamadı ve 1893 yılı sonlarında Londra’ya yerleşti. 1895’te “Hınçak”ın Gence’de, Şuşa’da, Aleksandropol’da, Kars’ta, Batum’da, Ahalsk’ta, Bakü’de, Borjom’da, Vladikafkas’ta gizli komiteleri çalışmaktaydı. 1890’lı yılların başlarında iki Ermeni örgütü daha oluşturulmuştu. Bunlar, merkezleri Avrupa’da bulunan, fakat Türkiye ve Kafkasya’da yerel komiteleri bulunan “Krıv” ve “Droşak” örgütleri idi. Ekim 1896 Londra, 13 Ocak 1897, 7 Ocak 1898 Tiflis kurultaylarında “Armenistov”, “Hınçak”, “Krıv”, “Droşak” örgütleri birleşerek Ermeni Devrim Komitesini, Taşnaksütyunu kurdular.376

372 Dikran Kevorkyan, “Ermeni Meselesinde Tehcire Amil Olan Sebepler”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri, s. 300 373 Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, s. 142 374 SPİHTA, F: 276, L: 8, İŞ: 33, V: 5 375 SPİHTA, F: 276, L: 8, İŞ: 33, V: 2 376 Ayrıntılı bilgi için bkz; Emin Arifoğlu Şıhaliyev, Türkiye ve Azerbaycan Açısından Ermeni Sorunu, s. 72-76.

127 Gizli Ermeni örgütlerinin hepsi:

* Dünya Ermenileri arasında dostluk, dayanışma propagandası yürütmekte, * Ermenilerin yaşadıkları tüm bölgelerde dernekler kurmakta, * Silahlı isyanlar hazırlamakta idiler.

Ermeniler tüm dünyada yaşamakta olan zengin Ermenilerden para toplayarak gazeteler basmakta, silah almakta, askeri birlikler kurmakta idiler. Sadece “Armenistov” örgütüne bağlı askeri birliğin binden fazla üyesi vardı. Ermeniler arasında, özellikle genç kuşak, kentliler ve Ermeni Papazları arasında ulusçu duygular belirgin biçimde gelişmeye başlamıştı. Bu duygular çoğu kez şaşılacak kadar açık biçimde ifade ediliyordu. Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla beraber, özellikle Türkiye dışındaki Ermeni teşkilatları Ermenileri Osmanlı Devletine karşı İtilaf Devletlerinin yanında savaşa çağırdılar. Ermeniler bu çağrılara uyarak hem İtilaf ordularına katıldılar, hem de kendini savunmaktan yoksun olan Anadolu’da isyanlar çıkartarak katliamlara giriştiler. Osmanlı Devleti, ilk başlarda isyanları bölgesel önlemlerle yerinde bastırmayı ve savunmada kalmayı tercih etti. Bu arada İstanbul’daki Ermeni Patriğine savaş sırasında asayişin temini için gerekli miktarda jandarma bulundurulamayacağı, dolayısıyla Ermeniler tarafından bir karışıklık çıkartıldığında, “ülke savunmasını sağlamak amacıyla sert önlemler almak zorunda kalınabileceği” anlatıldı. Osmanlı Meclisindeki Ermeni milletvekilleri de aynı şekilde uyarıldılar. Devlet bu kadar tahammül göstermekte kendini haklı görmekteydi. Zira Ermenileri Hıristiyan tebaası arasında kendine en sadık vatandaşlar olarak benimsemişti. Ne var ki, hüsnü niyetli bu anlayış ve yapılan ikazlara rağmen komiteciler faaliyetlerini görülmemiş şekilde devam ettirmeye kararlıydılar.377 Ayrıca, Ermeni Kilisesi de onları desteklemekte ve yönlendirmekteydi. İstanbul Ermeni Patriği kendisi de apaçık Ermenistan’ın (?) Osmanlı İmparatorluğu’ndan ayrılmasını desteklemekteydi.378 Eğer bir devletin ordusu cephede savaşırken aynı devletin vatandaşları diğer devletlerle işbirliği yaparak cephe gerisinde faaliyetlere girişirlerse devletler hukukuna göre bu, “ihanet” kapsamında sayılır. Böyle bir durumda Türk ordusunun cephe gerisinin daha fazla yıpratılmasını önlemek amacıyla o bölgedeki bozguncu unsurların hareket alanlarından ve yurt içinin kritik bölgelerinden çıkarılması için hazırlanan Tehcir Kanunu ile Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da yaşayan ve devlete karşı gelen halk bölgeden uzaklaştırılmıştır. Bu kanunla Ermenilerin iddia ettikleri gibi onların katledilmeleri değil, iskan edilmeleri amaçlanmıştır. Ama Osmanlı Hükümetinin Ermenilerin genel isyanından sonra askeri bölgelerde başvurmak zorunda kaldığı yer değiştirme veya bir diğer adıyla tehcir tedbiri dünya kamuoyunda bir katliam görünümü altında verilmeye çalışılmaktadır. Tarih kitaplarının çoğunda, sadece Osmanlı’nın Ermenileri zorunlu göçe çıkarmasının sözü edilir. Tarihsel gelişmeler, geçmişinden soyutlanarak ele alınınca, Osmanlıların Ermenileri zorunlu göçe tabi tutma kararı elbette ki, akla aykırı, sadece bir azınlık toplumuna karşı duyulan nefretten kaynaklanmış bir karar gibi görünür. Tarihsel gelişmeler bütünü içinde Osmanlı Ermenilerinin zorla göçe tabi tutulması akla uygundu. Dünyada yaşanan tehcir olaylarının tarihçesini incelersek, tarihsel süreç içerisinde bir bölüm olarak Ermenilere de uygulanan tehcir olayının açıklamasını bulabiliriz. Zorunlu göç uygulamasına bazı büyük devletlerin de başvurduğunu gösteren pek çok örnek vardır ve bazı devletler savaş koşullarının dayatması karşısında vatandaşlarının bir kısmını zorunlu göçe tabi tutmuşlardır. Örneğin, Radikal Sosyalist Hükümeti Almanca konuşan ve Fransa’nın Almanya sınırında yaşayan Alsazları 1939-1940 kışında Majino

377 Dikran Kevorkyan, “Ermeni Meselesinde Tehcire Amil Olan Sebepler”, s. 300 378 Justin Mc Carthy, Ölüm ve Sürgün, s. 127

128 hattının doğusundan alarak Fransa’nın güney batısına, özellikle de Dordognea’ya nakletmişti. Aynı şekilde Amerikan hükümeti de Japonya’nın gerçekleştirdiği Pearl Harbour baskınından sonra Japon asıllı Amerikan vatandaşlarını Pasifik bölgelerinden Missisipi vadisine göç ettirmiş ve İkinci Dünya Savaşı sonuna kadar buradaki toplama kamplarında barındırmıştı. Çok daha eskilere gidersek, Sasaniler döneminde, Romalılar döneminde, Bizans zamanında da Ermeniler zorunlu göçe tabi tutulmuşlardır.379 Aynı şekilde bu tehcir uygulaması Osmanlı Devletinde de uygulandı. Ama bu tehcir olayında katliam amacı güdülmemiştir ve de Ermenilerin iddia ettikleri gibi 1.500.000 civarında Ermeni öldürülmemiştir. Zaten o dönemde Osmanlı İmparatorluğu’nda Ermeni nüfusu 1.500.000 civarında bile değildi. Osmanlı Devleti’nde yaşayan Ermenilerin nüfusuna ilişkin çok değişik iddialar mevcuttur. Örneğin, Osmanlı’da 1892’de kurulan bugünkü Devlet İstatistik Enstitüsü’nün karşılığı sayılabilecek çağdaş resmi dairenin ilk “Genel müdürü” Nuri Bey’den sonra bu işlerin başına geçen Fethi Franco adlı bir Musevi, ikincisi de 1897-1903 yılları arasında görev yapan Mıkırtıç Şınabyan adlı Osmanlı vatandaşı bir Ermeni idi. Ondan sonra da 1908’e kadar bir Amerikalı. 1893 tarihli nüfus sayımına göre, Osmanlı topraklarındaki Ermeni nüfus 1.001.465, 1906 yılı sayımına göre de 1.120.748’dir. Hem Osmanlı, hem de batılı kaynaklardan konuya yaklaşan Stanford J. Shaw, 1890 yılında Osmanlı Devleti’nde 12.585.950 Müslüman’a karşılık 1.139.053 Ermeni, 1897’de 14.111.945 Müslüman’a karşılık 1.162.853 Ermeni, 1906’da 15.518.478 Müslüman’a karşılık 1.140.563 Ermeni ve 1914 yılında da 15.044.846 Müslüman’a karşılık 1.229.007 Ermeni nüfusu olduğunu belirtmektedir.380 O dönemlerin devletleri arasında bu çeşit nüfus bilgilerine sıra gelince, en güvenilir rakamlar Osmanlı Devleti’ninkidir. Çünkü Osmanlı’da “Müslim” ve “gayrimüslim” ayırımı birçok bakımdan, özellikle de askerlik ve vergi bağışıklıkları açısından büyük önem taşır. “1915 olaylarında 1.500.000 Ermeni öldürüldü” iddiasına karşı en sağlam ve somut kanıtlar da bunlardır. Diğer bir taraftan, eğer Türk hükümeti seferberlik ilan ediyorduysa demek ki, Türkiye’de yaşayan bütün halklar, o bakımdan Ermeniler de bu emre tabi olmalı idiler. Çünkü her bir ülkede orduda hizmet etmekten imtina etmek firarlık sayılır. Üstelik hangi devlet kendi tebaalarının ona karşı silah çekmesine razı olurdu? Diğer bir taraftan, şayet Osmanlı Devleti, bazı Ermeni tarihçilerinin de iddia ettikleri gibi, Ermenileri bir soykırıma tabi tutup köklerini kazımak isteseydi, savaş halini bahane ederek bunu rahatlıkla yapabilirdi. Ancak yapılabileceğin en ehvenini seçerek kendi sınırları içinde Ermenileri göçe tabi tutmuş ve ülke dışına bile sürmemiştir. Ermeni tarihçilerinin rakamlar konusundaki tutumu da hayalleri veya propagandayı bırakıp ilmi olanları aramak olmalıdır. Daha o dönemlerden günümüze kadar Ermeniler, 1915 yılında Türklerin kendilerine soykırım uyguladıklarını iddia ediyorlar ve bu yönde “soykırım”ın dünya devletleri tarafından tanınmasına çalışmaktadırlar. “Sözde Ermeni Soykırımı” hemen hemen her yıl rutin olarak çeşitli devletlerin Kongre ve Parlamentolarında senaryoya uygun olarak gündeme getirilmektedir. Bu soykırım meselesi bazı devletler tarafından tanınmıştır. Bazı devletler de çekimser davranışlarda bulunmuşlardır. İşte, bu tür faaliyetler ve hareketler, Ermenistan ile Türkiye’nin ilişkilerinin düzelmesine fırsat vermemekte, aksine daha da gerginleştirmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi, Türkiye Ermenistan ile ilişkilerini normalleştirmek için iki şart ileri sürmektedir. Bunlar Ermenistan’ın soykırım iddialarını ileri sürmekten vazgeçmesi ve Karabağ sorununun çözümüdür. Ermenistan’ın Türkiye Devletine karşı

379 Bkz; Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, s. 100; Emin Arifoğlu Şıhaliyev, Türkiye ve Azerbaycan Açısından Ermeni Sorunu, s.43, 45 380 Azmi Süslü, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, s. 19

129 izlediği politika, tavır ve tutumları iki yönde ele alınabilir: Levon Ter-Petrosyan döneminde izlenen politika ve Robert Koçaryan döneminde izlenen politika.

B. a. Ermeni Diasporası ve Ter – Petrosyan Dönemi:

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla bağımsızlığını kazanan Ermenistan’ın önemli bir özelliği, güçlü bir Ermeni diasporasının varlığı ve bunun Ermenistan’ın dış politikası üzerinde etkili olmasıdır. Diaspora partileri olarak da bilinen Taşnaksütyun, Hınçak ve Ramgavar partileri Ermenistan’ın bağımsızlığı kazanmasıyla birlikte Ermenistan’da aktif siyasi partiler olarak faaliyette bulunmaya başladılar. Ermeni diasporasının bulunduğu hemen bütün ülkelerde örgütlenmeye sahip olan bu partilerin Ermenistan’daki faaliyetleri diasporanın kendi gündemini Ermenistan’a taşımasına neden oldu. Bu partiler vasıtasıyla diaspora, Ermenistan’ın dış politikası üzerinde de etkide bulundu. Ermenistan, Ermeni diasporası için uzakta ve yardım edilmesi gereken küçük bir ülkeydi. Diaspora, Ermenistan ile Sovyetler Birliği döneminde de ilgileniyordu. Hatta Sovyetler Birliği’nin egemenliği altındaki Ermenistan’a yönelik izlenecek politikalar konusunda diaspora örgütleri arasında sert tartışmalar oldu. Taşnaklar, Ermenistan’ın bağımsızlığını savunurken, özellikle Hınçaklar Sovyetler Birliği’nin ürkütülmemesi gerektiği görüşüyle bağımsız Ermenistan fikrine sıcak bakmıyorlardı.381 Bu tartışmalara rağmen Ermenistan’ın bağımsızlığından önce diasporanın Ermenistan’a ilgisi belli bir çevrenin dışına çıkamadı. Önce 1988 yılında başlayan Dağlık Karabağ çatışmasıyla Ermenistan haber bültenlerine taşındı ve diasporanın dikkatini çekmeye başladı. Ermenistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle birlikte diasporanın bu ülkeye ilgisi arttı. Ermeni diasporası, Ermenistan’a diğer ülkelerden gelecek ekonomik ve insani yardımın devamını sağlayan bir işlev üstlendi. Özellikle ABD’deki diaspora hem bu ülkeden Ermenistan’a yardım yapılmasında, hem de Azerbaycan’a yapılacak yardımların önlenmesinde rol oynadı. Ermenistan, İsrail’den sonra nüfusuna oranla en fazla ABD yardımı alan ülke oldu. Sadece 1992 – 1996 yılları arasında Ermenistan 350 milyon dolar ABD yardımı aldı.382 Ermenistan’ın ilk Devlet Başkanı Levon Ter-Petrosyan, (16 Ekim 1991) iktidara geldiği günden üç dış politika hedefi ortaya koydu. Bunlar; Ermenistan’ın dış ilişkilerinin normalleşmesi, Rusya’ya olan bağımlılığın azaltılması ve Karabağ sorununa çözüm bulunmasıdır. Aslında üç dış politika hedefi de birbiriyle bağlantılıdır. Ermenistan’ın dış ilişkilerinin normalleşmesi için Türkiye ile normal diplomatik ilişkilerin kurulması ve Azerbaycan ile de belirli bir anlaşma zemininin oluşturulması gereklidir. Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesinin şartlarından birisi ise, Ter-Petrosyan’ın diğer bir dış politika hedefi olan Karabağ sorununa çözüm bulunmasıdır. Ter-Petrosyan, denize çıkışı olmayan Ermenistan’ın ekonomik gelişimi ve politik istikrarı için komşularıyla iyi ilişkiler kurması gerektiğinin farkındaydı. Ter-Petrosyan, Türkiye ile normal diplomatik ilişkilerin kurulmasını istediğini açıkladı. Soykırım iddiaları ile ilgili olarak Ter-Petrosyan ve onun liderliğindeki EUH (Ermeni Ulusal Hareketi) bazı adımlar atma işaretleri verdiler. O, Ermenistan Bağımsızlık Bildirgesine soykırım iddialarının konmasına karşı çıktı. Ancak milletvekillerinin çoğunluğunun oylarıyla bildirgeye “Ermenistan Cumhuriyeti Ermeni Soykırımının uluslararası alanda tanınması için çabaları destekleyecektir” ifadesi kondu. Ter-Petrosyan ve EUH, diaspora partilerinin yanı sıra Ermenistan Komünist Partisi tarafından da eleştirildi. Bu partiler Ermenistan’ın komşuları üzerinde toprak iddialarında bulunmakta ve Türkiye’nin toprak bütünlüğüne tehdit unsur

381 ayrıntılı bilgi için bkz; Gerard J. Libaridian, Ermenilerin Devletleşme Sınavı, Bağımsızlıktan Bugüne Ermeni Siyasi Düşünüşü, s. 176-183 382 Svante O. Cornell, “Undeclared War”, Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, s.7

130 teşkil etmektedirler. Örneğin, Ermeni Liberal Demokrat Parti’den bir lider Ermenistan Cumhuriyeti’ni gelecekteki Büyük Ermenistan’ın bir çekirdeği olarak değerlendirirken Ermenistan hükümetinin bunun gerçekleşmesine kendisini adaması gerektiğini ifade etmiş ve Ermenistan Cumhuriyeti’nin hem “Ermeni soykırımının”, hem de Ermenistan’ın toprak iddialarının uluslararası toplum tarafından tanınması için çaba sarf etmesi gerektiğini belirtmiştir. Ter-Petrosyan ve EUH, özellikle Türkiye ile ilişkilerde ve Karabağ konusunda izlenecek politika ile güçlü bir muhalefetle karşılaştılar. Ter-Petrosyan, Türkiye’nin Ermenistan için bir tehdit oluşturmadığını ve Türkiye ile kurulacak ilişkilerin Ermenistan’ın yararına olduğunu ifade etti. Onun danışmanı Gerard J. Libaridiyan ise Türkiye ile kurulacak iyi ilişkilerin Azerbaycan’ın pozisyonunu zayıflatacağını ve Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi halinde Ermenistan’ın Hazar bölgesi kaynaklarının uluslararası pazarlara taşınmasında transit ülke olacağı yorumunu yapmıştır.383 Ter-Petrosyan’ın Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesi yolunda isteğine rağmen Ermenistan’ın Dağlık Karabağ çatışmasına yönelik politikası iki ülke arasındaki ilişkilerin normalleşmesine engel teşkil etmiştir. O Karabağ sorununa çözüm konusunda yeterince cesaretli olamamış, barış için yeterli girişimlerde bulunamamıştır. 1997 yılında AGİT Minsk Grubu tarafından ortaya atılan Karabağ sorununda adım adım çözüm önerisine Ter-Petrosyan’ın sıcak yaklaşımı, Ermeni diasporasının ve muhalefetin Ter-Petrosyan üzerinde yoğunlaşmasına neden oldu. Taşnaklar, ABD’deki lobi araçları olan Amerika Ermeni Ulusal Komitesi (Armenian National Committee of America) vasıtasıyla Petrosyan’a karşı ABD’de kampanya başlattılar. Bu durum, Ter – Petrosyan yönetiminin dışarıdaki itibarını zayıflattı. Ermenistan’da da dış ülke temsilcilikleri önünde Petrosyan yönetimine karşı gösteriler düzenlendi.384 Sonuçta, diaspora destekli muhalefetin de baskısıyla, Kasım 1998 yılında Ter-Petrosyan istifa etmek zorunda kaldı. Bütün bu söylenenler çerçevesinde, Levon Ter-Petrosyan’ın Azerbaycan ve Türkiye’ye karşı ılımlı politika izlediği kanısına varılabilir. Dağlık Karabağ olaylarının dalgasında iktidara gelen Petrosyan, iktidarının ilk döneminde temel amacı Dağlık Karabağ savaşını kaybetmemekti. 1994 yılında ateşkesin ilan edilmesiyle L. Ter-Petrosyan savaş ve sürekli savaşlar yapan bir millet ve ülkenin Cumhurbaşkanı gibi değil, geçici barışın bulunduğu bir dönemin Cumhurbaşkanı gibi düşünme olanağı buldu. Ciddi ve sürekli düşünceli görünmüştür. Ter-Petrosyan’ın iç çelişkileri, 1994 yılından itibaren katıldığı uluslararası toplantılar ve diplomatik görüşmelerde açıkça ortaya çıkmaya başladı. Bunlar, zorla işgal edilmiş Dağlık Karabağ’ın geleceğine ilişkin rahatsızlıkların yansımalarıydı. Dış politikadaki çelişkilerin dışında, iç politikadaki bazı gelişmeler, özellikle Taşnaksütyun’un ülkede yasaklanması ve militanlarının göz altına alınması Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın Dağlık Karabağ’ın geleceği konusunda fazla iyimser olmadığını göstermekteydi. Taşnaksütyun’a yönelik önlemler, Dağlık Karabağ sorununda hiçbir tavizi kabul etmeyen Ermeni lobisi ile mesafeli ilişkilerin gerginleşmesi, yurt dışındaki Ermenilerin Erivan’ın politikasına etkisinin önlenmesi gibi çabaları L. Ter-Petrosyan’ın “Haydat” doktrininden uzaklaştığını ve bazı durumlarda ona karşı çıktığını gösteriyordu. 1994 yılındaki ateşkesten itibaren Erivan’ın politik kursunda Dağlık Karabağ faktörünün etkisi azaldı ve ülke içi sosyal sorunlar önem kazandı. Ülke içinde durumun daha da kötüleşmesini fırsat bilen Ermeni lobisi, Cumhurbaşkanının “Haydat” doktrininden vazgeçmesini önlemek için Erivan yönetimine baskı yapmaya başladı. 21 Eylül 1996 yılında yapılan cumhurbaşkanlığı seçimlerinde muhalefetin sosyal sorunları öne sürerek L. Ter-

383 Bkz, Kamer Kasım, Ermenistan’ın Dış Politikası: Ter-Petrosyan ve Koçaryan Dönemlerinin Temel Parametreleri, Stratejik Analiz, s. 44; Gerard J. Libaridian, Ermenilerin Devletleşme Sınavı, Bağımsızlıktan Bugüne Ermeni Siyasi Düşünüşü, s. 116 384 Joseph R. Masih and Robert O. Krikorian (eds.), Armenia at the Crossroads, s. 114

131 Petrosyan’ı köşeye sıkıştırması, Cumhurbaşkanı’nın seçimleri kazanma uğruna seçimlerde anti demokratik yöntemler kullanmasına neden oldu. Bu gelişme muhalefeti daha da radikalleştirerek ülkede ciddi politik kriz yarattı. Ermenistan’da bu krizin çözülmesinde Dağlık Karabağ etkeni kilit rolünü üstlendi. Dağlık Karabağ Ermenilerinin lideri Robert Koçaryan, bu durumun Ermeni ulusal çıkarları bakımından zararlı olduğu düşüncesinden hareketle iktidar değişikliğine engel oldu. Fakat, L. Ter-Petrosyan iktidarı kaybetmemek ve kuvvetlendirmek için içte ve lobi arasında önemli nüfuza sahip Dağlık Karabağ lideri ile iktidarı paylaşmak zorunda kaldı. 20 Mart 1997 tarihinde Robert Koçaryan, Erivan’da Başbakanlık görevine başlayarak iktidar zirvesine bir adım yaklaştı. Ermenistan politik hayatında garip bir durum oluşmuştu. Başbakanın Cumhurbaşkanından kuvvetli olduğu çok belirgindi. Bu durum, 1988 tarihinde Ermenistan Cumhurbaşkanı’nın istifasıyla sonuçlandı. Levon Ter-Petrosyan, bu dönemde yazdığı “Savaş veya Barış: Düşünme Zamanı” isimli makalesinde Dağlık Karabağ sorununda Ermenistan’ın yalnız kaldığını ve dünya birliğine karşı çıkmanın anlamsız olduğunu savunuyordu. Makalede, komşularla entegrasyonun ve uluslararası yasalara uymanın gerekliliğine değiniliyor, “herkese karşı ve her zaman iddialar öne sürme” ilkesinin zararlı olduğuna dikkat çekiliyordu. Bu yaklaşım tarzı “Haydat” doktrininin temel ilkelerinin reddi anlamını taşıyordu.

B. b. Ermeni Diasporası ve Robert Koçaryan Dönemi:

Ermenistan’ın diasporanın mali desteğine olan ihtiyacı ve diaspora partilerinin hem organizasyon açısından etkili, hem de ekonomik açıdan güçlü olmaları gibi nedenlerle diaspora partileri Ermenistan politikasında etkili olmaya devam ettiler. Ter – Petrosyan’ın Devlet Başkanlığı’ndan ayrılmasından sonra etkileri daha da arttı. Robert Koçaryan’ın Nisan 1998 tarihinde yapılan seçimlerden sonra Ermenistan Devlet Başkanı olmasıyla birlikte diasporanın Ermenistan’ın dış politikasındaki etkisinin arttığı söylenebilir. Koçaryan, Taşnakların desteğini alarak seçilmiş ve ABD’deki en büyük Ermeni örgütü olan Amerika Ermeni Ulusal Komitesi’yle de iyi ilişkileri olan bir politikacıydı. Koçaryan, Dağlık Karabağ sorunu ve Türkiye ile ilişkiler konularında Taşnaklara yakın bir çizgideydi. Robert Koçaryan’ın Erivan’da göreve gelmesinin ardından Taşnaksütyun Partisi’ne konan yasak kaldırıldı. Gözaltına alınan militanlar serbest bırakıldı. Böylece, Erivan yönetiminde “Haydat”a dönüşün yeni aşaması başladı. R. Koçaryan’ın Cumhurbaşkanı seçilmesinin ardından Ermenistan’la Dağlık Karabağ ve dünya Ermenileri arasında zayıflamış ilişkiler Ermeni ortak çıkarları çerçevesinde güçlendi, aynı zamanda Dağlık Karabağ ile Erivan arasındaki siyasal sınırlar da ortadan kalktı.385 Koçaryan, Başkanlığının ilk yıllarında Rusya ile ilişkilerin yanısıra, ABD ve Avrupa Birliği ile de yakın ilişkiler kurma politikası izledi. Koçaryan’ın Batı ile yakınlaşma politikasında diasporanın önemli bir rolü vardır. Diasporada, özellikle ABD’de güçlü olan Taşnakların faaliyetlerini askıya alan ve diaspora ile ilişkileri iyi olmayan Ter – Petrosyan’ın aksine, Taşnakların desteğine sahip olan Koçaryan, diaspora vasıtasıyla ABD’ye daha yakın bir çizgiye yöneldi veya yöneltilmeye çalışıldı. Ancak Koçaryan’ın Batı’ya yönelik açılımlarına rağmen Rusya ile ilişkilere özel bir önem verdiği söylenebilir. Diaspora desteğine sahip olan Ermenistan Devlet Başkanı Koçaryan, izlediği dış politikada diasporayı hesaba katmak zorundadır. Sırf bu yüzden, Levon Ter-Petrosyan’dan farklı olarak Robert Koçaryan, Türkiye ile ilişkilerde mesafeli davranmış, ona karşı sertlik yanlısı bir politika izlemiş, ayrıca soykırım iddialarını gündeme taşımıştır. Koçaryan tarafından Ermenistan’da faaliyetlerine yeniden izin verilen Taşnaksütyun Partisi dış

385 Haleddin İbrahimli, Değişen Avrasya’da Kafkasya, s. 48

132 politikada rol oynamaya başlamış, bu durum Türkiye ile ilişkilerin normalleşmesine set çekmiştir. Diasporanın ve diaspora partilerinin Ermenistan’ın dış politikasında artan etkisi, mevcut Ermenistan hükümetinin soykırım iddialarını gündeme taşıması Türkiye’ye karşı radikal bir politika izlemesi eskiden beri süregelen tarihi soğukluğun devam etmesine ortam hazırlamıştır. 1974’ten itibaren Türk diplomatlarına yönelen Ermeni terörünün, Türk milletinin hafızasındaki izleri de henüz silinmemiştir. Karşıt faaliyetler dolayısıyla Türk kamuoyu, bugünkü Ermenistan’a hiç de sempati ile bakmamaktadır. Görüldüğü gibi, Ermenistan hükümetinin ve diaspora partilerinin Türkiye’ye karşı mevcut politikalarını değiştirme niyetinde olmadıkları herhalde açıktır. İzledikleri tutum ve davranışları sadece politik ilişkilerle sınırlı değildir, sanat ürünleri de propagandanın bir parçası olarak sıklıkla kullanılmaktadır. Örneğin, 1871-1872 tarihinde yapılan Rus ressamı Vasili Vereshchagin’e ait tabloyu pek çoğunuz hatırlayacaktır. Dağ gibi yığılmış kuru kafalar ve üzerinde karga sürüsü! Bu tablo, yıllarca Ermeniler tarafından bir “sembol” olarak kullanıldı. Kartpostallar basıldı, altına “katledilen Ermeniler” yazıldı, yanına da bir şiir yerleştirildi: “Şehit millet, saygıyı hakediyorsun! Şehit halkı, senin kanın, senin nefesin, senin gözyaşın saygıyı hakediyor! Senin imanın ve inancın saygıyı hakediyor!” Dikkat edilmesi gereken şey şu ki, aslı Moskova’daki Tretyakov Galerisi’nde bulunan, üstelik 1871-72 tarihinde yapılan ve 1842-1904 yılları arasında yaşayan Rus ressam Vasili Vereshchagin’e ait bu tablo386 ile Ermenilerin iddia ettikleri “1915 – Ermeni soykırımı” arasında bağlantı kurma girişimi acaba, ne derecede doğrudur? Gerçekler bilim adamları tarafından ortaya çıkarılınca, Ermeniler bu “sembol”den vazgeçmek zorunda kaldılar. Filmlere gelince, çok sayıda “belgesel” film mevcut olup bunlar, genellikle Nisan ayında, başta ABD, Fransa ve Lübnan olmak üzere bir çok ülke televizyonunda gösterilmektedir. 1915 yılına dair görsel malzeme çok az olduğundan bu filmlerde kullanılanların bir kısmı uydurma, bir kısmının ise gerçekliği tartışmalıdır. Görsel malzeme hakkındaki bu hususlar, yine her yıl Nisan ayında açılan “soykırım” sergileri için de geçerlidir. Konulu filmlerden büyük bütçeli olan ikisi özellikle dikkat çekmektedir. Bunlardan birincisi, Ermeni asıllı Fransız yönetmen Henry Verneuel (Aşot Malakyan) tarafından 1991 yılında çevrilen MAYRİG (Anne) filmdir. Mayrig, sözde soykırıma temas etmekle birlikte, esas konusu Ermenilerin sevk ve iskanı sonrasında Fransa’ya göçmüş bir ailenin yaşam mücadelesidir. Son yıllarda gücünü artıran Ermeni propaganda kampanyasında yoğunlukla kullanılmaya başlayan sanat ürünlerinin 1915’te Türkler tarafından soykırıma uğratılan Ermenileri konu edinen en son örneği ARARAT (Ağrı Dağı) adlı filmdir. Ermeni diasporası ve Ermenistan hükümetinin de desteğiyle 50 milyon Doları aşkın bir bütçeye ulaşan bu film tipik bir propaganda filmi olmasının yanı sıra ırkçı öğeler de taşımaktadır. Olaya sadece “bir film” olarak yaklaşmak doğru olmayacaktır. Sorun “Ermeni sorunu”dur ve çözümü de daha genel ve daha derin düşünülerek bulunulabilir. Bunun için de ilk gerekli olan şey sağduyudur. Görünen o ki, Ermenistan bu projeyi desteklemiş ve Ermeni kökenli Kanadalı yönetmen Atom Egoyan’la bu tür filmlerin devamı için işbirliği anlaşmasına da varmıştır. Bu tür örneklerin sayısını artırmak mümkündür. Diyeceğim, Ermenistan hükümetinin onu, mevcut iktidarı destekleyen diaspora partilerinin bu veya diğer yönlü faaliyetleri Ermenistan – Türkiye ilişkilerini çıkmaza sürüklemektedir. Ermenistan’ın bölge politikasını karmaşık hale getiren diğer bir unsur;

386 Tablonun yapıldığı tarih 1871-72, “Sözde Ermeni soykırımı” 1915; dikkat ediniz, aralarındaki fark tamı tamına 44 yıl.

133

b) Ermenistan dolayısıyla bölgede meydana gelebilecek bir istikrarsızlığı artıran bir başka faktör de Rusya Federasyonu’dur. Rusya Federasyonu büyük devlet rolünü oynamaya ve Sovyetler Birliği’nin bıraktığı boşluğu doldurma hevesi içine girmiş bulunmaktadır. Rusya, Kafkasların bölünmüşlüğü karşısında, üç komşusu ile münasebetleri sorunlu olan Ermenistan’ı kullanarak Kafkaslarda Rus üstünlüğünü devam ettirme gayreti içindedir. Ermenistan da Rusya’nın bu politikasına destek vermektedir. Zira, bu devlet üç komşusu ile anlaşmazlıklar içinde olursa, elbette ki dışarıdan bir kuvvete dayanma ihtiyacında olacaktır. Bu sebepledir ki, Rusya Ermenistan’ın dış politikasında önemli rol oynayan merkez konumuna gelmiştir. Karabağ sorununda Ermenistan’ın Azerbaycan’la uzlaşmaz tutumu Ermenistan’ı Rusya’ya ve askeri üslerine daha da bağımlı kılmaktadır. Rusya’nın Ermenistan’a olan desteğinin değişmez olduğu düşüncesi de Ermenistan yönetiminin diğer alternatiflere yönelmesini engellemektedir. Rusya’nın yeni ulusal güvenlik doktrini ve Rusya’nın Kafkasya’daki etkisini arttırma stratejisi de Ermenistan’ı Rusya ile yakın bağlar geliştirmeye zorlamıştır. 14-15 Eylül 2001 tarihinde Rusya Devlet Başkanı ’in Ermenistan ziyareti ve ziyaret sırasında imzalanan antlaşmalar iki ülke arasındaki özel ilişkiyi de teyit etmiştir.387 11 Eylül terör eylemleri ve bunun Kafkasya’ya etkilerinin de Ermenistan – Rusya ilişkilerine yansımaları olmuştur. 11 Eylül terör eylemlerinden sonra ABD’nin Kafkasya’daki etkisi artmış ve ABD askerleri Gürcistan’da konuşlandırılmıştır. Bunun yanında Azerbaycan’ın ABD ile ilişkileri de Azerbaycan’ın ABD’ye terörle mücadelede verdiği destekten dolayı ilerlemiştir. Bu gelişmeler Ermenistan’ın Rusya için önemini artırmıştır. Rusya’nın Ermenistan’daki üsleri bölgedeki Rus stratejik rolünün en önemli göstergesi haline gelmiştir.

c) Ermenistan konusunda göz önüne alınması gereken iki dış güç daha vardır. Bunlar ABD ve Fransa’dır. Bu iki ülkede mevcut Ermeni kitlelerinin, Ermeni lobisinin ve Ermeni diasporasının Ermenistan’ın politikasının şekillenmesinde etkin oldukları bilinmektedir. ABD Faktörü: 224 yıllık geçmişi olan, aslında inşa edilen, imal edilen bir ulusa sahip Amerika’da fikirler, diller o kadar birbirine kaynaşmış ki, Amerikalılık diye bir mefhum doğmuş. Kendilerini “Eritme Potası” (melting pot) diye nitelendiren pota içinde yer alan Ermeniler, yani Ermeni kökenli Amerikalılar Californiya’da bazı yerleşim birimlerinde yoğun olarak bulunmaktadırlar. Amerika’da bulunan Ermeniler, 1915 yılında Türklerin kendilerine soykırım uyguladıklarını iddia ediyorlar ve bu yönde karar çıkarmak için çaba gösteriyorlar ve göstermektedirler. ABD’deki Ermeni lobisi 24 eyalette ders kitaplarına 1915 olaylarını soykırım olarak geçirmeyi başarmıştır. Kafileler halinde gidip yerel milletvekilleriyle, senatörlerle görüşüyor ve adaylara bağış yapıyor, kampanyalarında görev alıyorlar. Kabul etmek gerekir ki, Ermeni lobisi bu konuda çok daha etkilidir. Yerel düzeyde az da olsa Amerikan genel politikasına tesir edebilirler, eyaletlerde ve hatta Temsilciler Meclisi’nde karar çıkarabilirler. Aslında bu durum Amerikan sisteminden kaynaklanıyor. ABD sisteminde hangi lobi fazla para verirse onun dediği olmaktadır. Yani bu ülkede lobitokrasi var. Amerikanın ulusal güvenliği nedir, uluslararası siyaseti nedir, hiç önemli değil. Başbakanlık sistemi böyle işlemektedir, yani ABD’de iki başlı bir yönetim var. Bir yanda yürütme, yani Başkanlık, öte yanda da paranın ve lobilerin rol oynadığı Kongre. Kongre zaman zaman devletin üstüne çıkabiliyor. Neticede yaklaşık 4 milyon nüfusu olan Ermenistan, 60 milyon nüfusa sahip Türkiye’yi mahkum edebiliyor.

387 Ayrıntılı bilgi için bkz; Nazmi Gül ve Gökçen Ekici, Stratejik Ortaklar Arasında Bir Sorun mu Var? Putin’in Ermenistan Ziyareti ve Moskova-Erivan İlişkileri, s. 32-38; Kamer Kasım, Ermenistan’ın Dış Politikası: Ter- Petrosyan ve Koçaryan Dönemlerinin Temel Parametreleri, s. 48

134 Ermeni Soykırım Tasarısı, Amerika’daki Ermeni azınlık için çok önemlidir. Çünkü bu tasarı, onları bir araya getiren, onları “eritme kabı” denilen pota içerisinde kimliklerini hatırlatan bir şeydir. ABD Kongresi’nde “Sözde Ermeni Soykırımı” her yıl rutin olarak ve senaryoya uygun olarak gündeme getirilmektedir. Temsilciler Meclisi ve Senato genel kurullarına kadar ulaşan daha önceki Ermeni tasarılarında şu sonuçlar elde edilmişti:

24 Nisan 1984 yılında 247 sayılı ortak kararla ABD Kongresine indirilen 121 imzalı “24 Nisan’ın insanın insana vahşetini anma günü” ilanını ve “tüm Amerikan vatandaşlarının bugün de bütün soykırım kurbanları ve özellikle 1915 – 1923 yılları arasında Türkiye tarafından girişilen katliamda ölen 1,5 milyon Ermeni’yi” anmasını öngören tasarı yeter sayı olan 218 imzaya ulaşmadığı için yasalaşamamıştı. 1985 yılında Temsilciler Meclisi ve Senato’ya resmi devlet politikası niteliğindeki yasa tasarısı Haziran ayında Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na kadar ulaşabildikten sonra üçte iki çoğunluk esasına dayanarak yapılan oylamada reddedildi. Dolayısıyla tasarı Senato aşamasına ulaşamadı. Benzeri bir Ermeni tasarısı ısıtılarak yine 1985 yılı sonlarında ortak yasa tasarısı olarak hem Temsilciler Meclisi, hem de Senato’ya sunuldu. Tasarı yine Temsilciler Meclisi Genel Kuruluna ulaştıysa da dönemin Dışişleri Bakanı George Schulz’un çabalarından sonra oylamadan önce hazırlayıcılarınca geri çekildi. 1987 yılında yeniden gündeme getirilen bir başka Ermeni tasarısı, Temsilciler Meclisi Genel Kuruluna ulaştı, ama salt çoğunluk esasına göre yapılan oylamada reddedildi. Tasarı, böylece Senato’da görüşülmedi. Sözde soykırım konusunda Türkiye açısından en tehlikeli girişim, 1989 – 1990’da oldu. Yine devlet politikasını belirlemek amacıyla ortak yasa tasarısı niteliğini taşıyan yeni Ermeni tasarısı, en büyük başarısına ulaşarak Temsilciler Meclisinde kabul edildi. Tasarı, ardından 1990 Ocak ayında Senato’ya indi. 1990 yılında Cumhuriyetçi Parti’nin başkan adayı olarak da gösterilen Ermeni yanlısı Senatör Bob Dole’un önderlik ettiği tasarı, Demokrat Senatör Robert Byrd’ın engeline takıldı. “Soykırımı Tanıma” yasası çıkarma girişimlerini Kongrede sonuçlandıramayan Ermeni lobisi, sonraki yıllarda taktik değiştirerek çabalarını eyalet meclislerinde yoğunlaştırdı ve 24 eyalet meclisinden bu yönde karar çıkarmayı başardı. Californiya Eyalet Meclisi’nin 1996 yılında aldığı 24 Nisan’ı “Soykırımı Anma Günü” kararını daha sonra Virginia, Rhode İsland, Georgia, Massachusets gibi eyaletlerin kararları izlemeye başladı. Daha sonra Ermeni Soykırımı Tasarısı Eylül 2000 tarihinde ABD Temsilciler Meclisi’nin Uluslar arası Operasyonlar ve İnsan Hakları Alt Komisyonu’nda kabul edildi. Birkaç ay sonra yapılacak başkanlık seçimleri için Ermeni oylarına gözünü diken Temsilciler Meclisi Uluslar arası İlişkiler Komitesi’nde ele alınan sözde Ermeni Soykırımı Yasa Tasarısı, 2 çekimser ve 11 ret oyuna karşı 24 oyla kabul edildi ve Genel Kurula sevk edildi. ABD’nin sözde Ermeni Soykırımı tasarısının özeti şöyleydi:

TASARININ ÖZETİ:

• Türkiye’nin Ermeni Soykırımını 1915 – 1923 arasında gerçekleştirerek insanlık suçu işlediği hükmü veriliyor. Böylece yalnız 1915 tehciri değil, Kurtuluş Savaşı da mahkum ediliyor. Atatürk de, adı verilmeden soykırım suçlusu kapsamına alınıyordu. • İngiltere, Fransa ve Rusya’nın I. Dünya Savaşında, Türkiye’yi insanlık suçuyla itham eden ortak açıklamaları haklı bulunuyordu .

135 • Sevr Barış Anlaşması’nın, Ermeni veya Yunan ırkına karşı Türkiye’nin işlediği suçları, “İnsanlık suçu” kapsamına alan 230. madde hükmü, örnek gösteriliyordu. • Ermeni Soykırım suçluları cezalandırılmadığı için bu tür insanlık suçlarının daha sonra işlendiği vurgulanarak, ima yoluyla Kürt soykırımı suçlamasının ucu gösteriliyordu. • Damat Ferit türünden işbirlikçi hükümetler, soykırımı yargıladıkları için övülüyordu. • ABD başkanlarının “bu iğrenç suçun yeniden işlenmesine karşı” tetikte bulunma çağrıları yineleniyordu. • Ermeni mallarının tazmini konusunun Türkiye hükümetinin önüne konması sözü verildiği belirtiliyordu. • Clinton dahil ABD başkanlarının “Ermeni Soykırımı” nı mahkum eden resmi açıklamaları tek tek hatırlatılıyordu. • Ermeni Soykırımı suçlularının cezalandırılmamasının sonuçlarına vurgular yapılarak, Türkiye’yi soykırımdan yargılamanın yolları açılıyordu. • BM, Avrupa Parlamentosu gibi uluslararası kuruluşların Ermeni Soykırımını mahkum eden kararları sıralanarak, Türkiye’ye uluslararası müdahalelerin hukuki zemini inşa ediliyordu. • ABD’nin Ermeni Soykırımı konusunu “uzun vadeli politikanın” aracı olarak gördüğü, mahkeme kararına gönderme yapılarak belirtiliyordu. • “Politik Sunuşlar” başlığı altında Ermeni Soykırımı’na ilişkin uygulamaların yürütülmesi sorumluluğu, ABD başkanına, Dışişleri Bakanlığına vb. veriliyordu.

Ama ABD Temsilciler Meclisi’nde Genel Kurul aşamasına gelen ve geçmesine kesin gözüyle bakılan “Ermeni Soykırımı” karar tasarısı 19 Ekim 2000 tarihinde gündemden çekildi. Bill Clinton’un son ana kadar Ermeni karar tasarısına karşı, bizzat tasarıyı getiren Temsilciler Meclisi Başkanı , Ermeni yanlısı Dennis Hastert tarafından alındı. Meclis başkanı Hastert konuyla ilgili yaptığı açıklamada, “Clinton, 19 Ekim 2000 tarihinde gönderdiği mektubunda bu tasarının Genel Kurulda görüşülmemesinin Amerikan güvenliği için ciddi tehlikeler yarattığını vurguladığını ve Genel Kurmay Başkanı Henry Shelton’un bu tasarının ele alınmamasını istediğini ilettiğini” dile getiriyordu.“Bu tasarıyı desteklediğim gibi kendim Genel Kurul gündemine getirdim”, diyen Hastert, Clinton’un bu tasarının kabulünün Ortadoğu’da olumsuz sonuçlara yol açacağına ve Amerikalıların hayatını riske edeceğine inandığını kendisine ifade ediyordu. Bunun boş bir talep olmadığını vurgulayan Hastert, Ortadoğu’da durumun olağanüstü gergin olduğuna dikkat çekiyor ve Ortadoğu’ya olumsuz yansımaların olacağını vurguluyordu. ABD Başkanı Bill Clinton’un Temsilciler Meclisi Başkanı’na yazdığı mektuba bir göz atalım. İngilizcesi şöyle başlıyor: “ I am writing to express may deep concern ... dealing with the tragic events in eastern Anatolia under Ottoman rule in the years 1915 – 1923. Every year on April 24, I have commemorated Armenian Remembrabce Day, mourning the deportations and massacres of innocent Armenians during that era...” Şimdi de Türkçesine bakalım: “Size Osmanlı İmparatorluğu döneminde Doğu Anadolu’da 1915 – 1923 yılları arasında gerçekleşen trajik olaylarla ilgili olarak (gündemdeki tasarı hakkında) duyduğum derin endişeyi dile getirmek için yazıyorum . Her yıl 24 Nisan Ermenileri anma gününde onları andım, o dönemde masum Ermenilerin sürgün edilmesinin ve öldürülmesinin yasını tuttum. Ve her yıl ... bu tür vahşetlerin bir daha yaşanmaması için çağrıda bulundum....”

136 Evet, Clinton’un mektubu böyle başlıyor. Mektubunda Doğu Anadolu’da trajik olaylardan, masum Ermenilerin öldürülmesinden söz ediyor. Sonrasında 24 Nisan Ermeni Soykırımı gününe değiniyor. Ermeni tasarısı geri alınsın diye yazdığı bu mektupta Ermeni tezine destek veriyor, onların iddialarını doğruluyor ve böyle “vahşetlerin” bir daha olmamasını istediğini vurguluyor. Sonra mektubuna devam ediyor: “...Ancak tasarının ABD için olumsuz sonuçlar doğuracağından endişe ediyorum. Dünyanın bu sorunlu bölgesinde Türkiye dahil önemli çıkarlarımız vardır. Saddam, Ortadoğu, Orta Asya, Balkanlar, yeni enerji kaynakları... Tasarının bu hassas zamanda kabulü ulusal çıkarlarımızı olumsuz etkiler...” Görüldüğü gibi, konunun gündemden geçici olarak çekilmesini sağlayan dönemin Amerikan Cumhurbaşkanı Bill Clinton’un ifadesi, “Ermeni soykırımının olmadığı” şeklinde değil, “Ortadoğu’nun mevcut koşullarında Türkiye’nin stratejik konumuna olan ihtiyacı nedeniyle soykırım kararının çıkması ABD’nin çıkarlarını zedeler” şeklindeydi. Dolayısıyla, bir kez daha Amerika ve dünya kamuoyu nezdinde Osmanlı’nın Ermeni soykırımını yaptığı teyit edilmişti. Sorunun Amerika’da Kongre gündeminden düşürülmesi, Türkiye açısından bir “zafer” olarak değerlendirilmemelidir. Türkiye, “Türkler soykırım yapmıştır, ama bölge dengeleri nedeniyle şimdilik küstürülmemeli”, diye bir sonuca bayram eder konuma düşmüşse, demek ki, gerçekten de çözmesi ve hesaplaşması gereken çok ciddi bir problemle karşı karşıyadır. Tabii ki, böyle bir gerekçeyle ertelenen karar, kuşkusuz bir sonraki dönemlerde tekrar gündeme gelecektir.

FRANSA Faktörü: Bütün bu kararların ardından Fransa’daki Ermeni lobisi de atağa geçti. Ermeni Soykırım iddialarının kabul edildiği en son ülke olan Fransa’da aslında süreç 1998 yılında başlamıştı. 29 Mayıs 1998 tarihinde Fransız Millet Meclisi soykırım iddialarını destekleyen bir kanun taslağını kabul etti. Türkiye’nin sert tepkisi üzerine Fransız Senatosu tasarıyı gündeme almayı geciktirdi. Ancak 2001 yılı seçimlerinin yaklaşması üzerine Fransa Senatosu Başkanlık Divanı’nın 3 Ekim 2000 tarihinde yaptığı toplantıda sözde Ermeni Soykırımı gündeme geldi. Fransa’nın 2001 yılı Mart ayının yerel seçimlerde iktidarı isteyen politikacılar yüzünden Türkiye ile ilişkileri olumsuz yönde gelişmeye başladı. 18 Ocak 2001 tarihinde tasarı onaylandı. “Fransa, Ermenilerin 1915 yılında maruz kaldığı soykırımı tanır” ifadesinin yer aldığı tasarının geçmişi 1998 yılına kadar uzanır. Mecliste 1998 yılında Sosyalist Parti milletvekillerinin girişimiyle gündeme gelen yasa tasarısı, Türkiye’nin tepkisi üzerine Senato gündemine getirilmemişti. Tasarı, Senato Başkanlık Divanı ve hükümetin gündeme almayı reddetmesi üzerine Marsilya Senatörü Jean Claude Gaudin ve arkadaşlarının bireysel girişimiyle 8 Ekim 2000 tarihinde yapılan oylamada 40’ a karşı 164 oyla kabul edilerek Ulusal Meclis’e gönderilmişti. Ulusal Mecliste 18 Ocak 2001’de 577 milletvekilinden 51’inin katıldığı oylamada da “oybirliği” ile kabul edildi. Fransa Cumhurbaşkanı Jaques Chirac, parlamento tarafından 18 Ocak’ta oybirliğiyle kabul edilen sözde Ermeni Soykırımı yasasını 28 Ocak 2001 tarihinde imzalayarak yürürlüğe soktu. Ama işin ilginç tarafı Fransız politikacılar anayasal suç işlediler. Çünkü 1958 Anayasasına göre, Fransız Meclisi’nin dış politika konularında yasa çıkarma yetkisi yok. Anayasa, Meclisin dış politika konusunda yalnızca yürütme yetkisi olduğunu açıkça belirtiyor.388

388 Radikal gazetesi, 24 Eylül 2000; Radikal gazetesi, 20 Ekim 2000; Radikal gazetesi, 31 Ocak 2001; Hürriyet gazeteleri, 4-18-20-24 Ekim 2000; Hürriyet gazetesi, 31 Ocak 2001; Ortadoğu gazetesi, 17 Ekim 2000; Sabah gazetesi, 18 Ocak 2001;Yeni Avrasya Dergisi, Ekim 2000; Tarihten Güncelliğe Ermeni Sorunu, Tahliler- Belgeler-Kararlar, s.53, 54; Ayrıca bkz, Ömer E. Lütem, “Olaylar ve Yorumlar”, Ermeni Araştırmaları Dergisi, s. 10-22; Emin Şıhaliyev, Türkiye ve Azerbaycan Açısından Ermeni Sorunu, s. 59-66

137 Bütün bu olup bitenler içinde, özellikle – biri emperyalist ülkelerin, diğeri de medyanın tutumuna dair- iki noktanın altını çizmek isterim. İlki, 1915’in büyük emperyalist ülkelerin iç politikalarında araç olarak kullanılmasıdır. Ermeni nüfusun seçim sonuçlarını etkileyecek boyutlarda olduğu ülkelerde, özellikle ABD ve Fransa’da her seçim döneminde hep aynı oyun sahnelenir, Siyasal partiler oylarını arttırmak için soykırım tasarısını temcit pilavı gibi gündeme getirirler. Bunun için Ermenistan’ın ya da ABD’deki etkin Ermeni lobisinin girişimlerine gerek duyulmadığı bile olur. Diyeceğim odur ki, bu karar tasarısının doğrudan ABD yönetimince de gündeme getirilmiş olma olasılığı yüksektir. ABD, kendi kıyısını korumanın en etkin yolunun karşı kıyıyı bombalamak olduğunu en iyi bilen ve beceren ülkedir. Bu olayda ABD, “Ermeni soykırımı karar tasarısı”yla Türkiye’yi bir şeye iknaya çalışıyor olabiliyor ve bu tasarıyı bir silah olarak kullanıyor olabilir. Gerek hükümet, gerekse de dış politika uzmanları karara dair değerlendirmelerinde ister geçmişte olsun, ister gelecekte, alt komitede kabul edilen karar tasarısının, Temsilciler Meclisi Genel Kurulu’na gelmeden ABD yönetimince mutlaka engelleneceğine olan inançlarını belirtmektedirler. Diyeceğim, bu olay emperyalist ülkelerin geri kalmış ülkelere uyguladıkları güncel politik varyasyonlardan yalnızca biridir. Kedi–fare oyunu kesintisiz sürmekte; değişen, salt dekor ve üsluplar olmaktadır. Emperyalist politikalar örneğin, geride bıraktığımız yüzyıla göre daha rafine uygulanmaktadır. Kaba politikalar, yerini “demokratik” söylemli ince politikalara bırakmıştır. “Soykırım tasarısı”, Ermenistan yönetimince de politik bir araç olarak kullanılmaktadır. Geleneksel iktidar manevradır: “İçte sorunlar ağırlaştığında kamuoyunun dikkati” dışa çekilmeye çalışılır. Bir ülkede işler iyi gitmiyorsa, ekonomi rayından çıkmışsa, yoksullaşma ve işsizlik artmışsa, bilmeliyiz ki, hükümetin bir “dış” düşman yaratmasının eli kulağındadır. Ermenistan yönetimi de 1915’i tam da bu anlamda kullanmakta, halkını yeni bir ruhla ülke kalkınmasına seferber etmesi gerekirken elinin altındaki kolay, ama halkına bir yararı olmayan argumanı kullanarak, yoksulluğu, işsizliği ve bitmişliği perdelemeye çalışıyor. Bir yandan Türkiye’den kapıları açmasını, kendisiyle diplomatik temas kurmasını talep ediyor, öte yandan ABD’deki lobiyi seferber ediyor. Bütün bu gelişmelerin temelinde ise günümüz dünyasının en temel gerçekliği olan “ulusalcı oluşumlar” yatmaktadır. “Ulusal kimlik” aşılıncaya, buharlaşıp önemini yitirinceye değin, dünyada bu “yabancılaşma” sürecek, düşmanca politikaların sonu gelmeyecektir. Her “aidiyet” gibi “ulusal aidiyet” de insanı kendine yabancılaştırmaktan başka bir şeye yaramamaktadır.

d) Ermenistan’ın Türkiye karşısında en zayıf tarafı, sınırlarının tamamen kara ile çevrilmiş bulunması ve Karadeniz ile, yani Avrupa ile deniz bağlantısının ancak Türkiye üzerinden yapılabilecek olmasıdır. Bu nokta, Ermenistan’ın en hassas handikapı iken Türkiye’nin de her zaman elinde tutacağı potansiyel bir güçtür. Ermenistan, Türkiye’ye karşı mevcut politikasını değiştirmedikçe ve bir takım iddiaların peşinde koşmaktan vazgeçmedikçe Türkiye Karadeniz konusunda Ermenistan’dan üstün olmaya devam edecektir. Görüldüğü gibi, bu faktörler izole edilmedikçe de Türkiye için Kafkaslarda bir Ermenistan meselesi daima mevcut olacaktır. “Ermenistan meselesi” devam ettiği sürece de Kafkaslar bölgesinde bir Ermeni – Türk gerginliği eksik olmayacaktır. Bu ise bölge için devamlı bir istikrarsızlık demektir ve Türkiye, Kafkaslar politikasında bu istikrarsızlığı daima göz önünde tutmak zorundadır. Hemen şunu da belirtelim ki, gerçekte Türkiye, sadece “Ermeni Meselesi” ile karşı karşıya değildir. Türkiye zaten sorunlar kıskacındadır. Açıkçası, “birileri” tarafından istendiği için Türkiye bu sorunlar kıskacında yer almaktadır. Kısacası, Türkiye çökmeye ve bölünmeye

138 mahkum edilmek istenmektedir. Batılıların Türkiye’ye gösterdikleri olumsuz ilginin giderek tehdit unsuru haline gelmesi, kaçınılmaz olarak Türkiye’nin üniter devlet yapısına yönelik somut politikalara dönüşmektedir. Batı başkentlerinden yapılan açıklamalar çok açık ve nettir. Politikacılar, siyasal yorumcular ve medya; bütünlüğü olan bir süreklilik içinde Türkiye karşıtı bir tutum içindedirler. Yapılmak istenen yalnızca Türkiye’nin baskı altına alınması değil, bununla birlikte Batı kamuoyunun Türkiye ve Türk düşmanlığıyla şartlandırılması ve olası bir müdahaleye hazırlanmasıdır. Aynı oyun yaklaşık 80 yıl önce de oynanmıştı. Almanya Dışişleri Bakanı Hans Dietrich Genscher, Almanya’nın önemli gazetelerinden Süddeutsche Zeitung’a 1992 yılında verdiği demeçte; “Biz Yugoslavya’da yeni bir model oluşturduk, Türkler de Kürtlerle, buna benzer bir model üzerinde anlaşmalıdırlar”389 diyordu. Aynı gazete, altı yıl sonra 19 Ocak 1998 tarihinde, Wolfgang Koydl’un imzasıyla yayınladığı başyazıda Türkiye hakkında şunları yazdı: “On yıl içinde, Türklerin komşusu olan üç güçlü politik sistem battı ve sessiz sedasız yok oldu. Bu sistemler, en az Türklerin kendi Kemalist modelleri kadar dayanıklı inşa edilmiş görünüyorlardı. İran’da Şah monarşisi, Sovyetler Birliği’nin Politbüro Komünizmi ve Yugoslavya’daki federatif Balkan deneyimi. Rahatsız edici olan, her üç devlet de Türkiye Cumhuriyeti ile paralellikler gösteriyordu. Hepsi de dinsel veya etnik çelişmeler yüzünden yıkıldılar. Üstelik Türkiye’de her ikisi de var: Politik İslam ve Güneydoğu’daki Kürtlerin ayaklanması... Lenin’in devleti 73 yaşına basmıştı; Güney Slavlarınki 74 yaşındaydı. Atatürk’ün Cumhuriyet’i bu yıl hayli kritik 75. yaşına geldi”.390 Avrupa Parlamentosu seçimleri öncesinde (Haziran 1999) Avrupa Birliği üyesi 15 ülkenin 11’inde iktidarda olan ve ikisinde koalisyon hükümetlerine katılan Sosyalist ve Sosyal Demokrat Parti liderleri, 27 Mayıs 1999 tarihinde Paris’te yapılan “Avrupa Solu” zirvesinde bir araya geldiler. “Avrupalılık” kavramının tartışıldığı zirvede, toplantının “mimarı” ve eski Fransa Kültür Bakanı Jack Lang, şunları söyledi: “Avrupa Birliği yalnızca ekonomik çıkarlar ve düzenlemelerden ibaret değildir. Demokrasi ve insanlığa verdiğimiz değerleri yalnız sınırlarımız içinde değil, sınırlarımız dışında da savunacağız. Gelecekte ve gerekirse bugün, Kosova’da yaptığımız gibi Kürt halkını da savunup koruyacağız. AB’nin ne stratejik ve ne de ekonomik çıkarları diktatörlerle mücadelemizi önleyemez”.391 400 bin trajlı Stuttgart gazetesi Stuttgarter Zeitung yazarı Adrian Zielcke, gazetenin 9 Ocak 1998 tarihli baskısında adeta Türkiye’ye yönelik tehditlerde bulunuyordu: “Türkiye, Kürtlerin azınlık haklarını kabul etmeli ve sorunu politik olarak çözmelidir... Ankara bunu kendisi yapmazsa Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkiye, Irak ve Suriye arasında paylaştırılan Kürt sorununa çözüm bulmak için uluslararası baskı artacaktır”.392 Baskılar gerçekten artmaktadır. Baskıcı anlayışın en çarpıcı ve kaba örneğini Amerikalı bir milletvekilinin sözlerinde buluyoruz. ABD Temsilciler Meclisi’nde, Şubat 1999’da bir konuşma yapan Californiya eyaleti milletvekili Brad Sherman şunları söylüyor: “Türk Devleti’nin Kürdistan’a393 gönderdiği askeri güç, Slobodan Miloseviç’in Kosova’ya gönderdiği güçten daha fazladır. Kürdistan’da Kosova’dan daha çok insan öldürülüyor. Umuyorum ki, ABD, Kürtlerin korunması için daha açık ve daha katı bir tutum izler. Baskıcı rejimlere karşı olan tutumumuz, bu ülkelerin NATO müttefiki olması ya da olmaması ile değerlendirilmemelidir. Türkiye’deki Kürtlerin korunması için ABD, askeri güç kullanarak devreye girmelidir.”394

389 Metin Aydoğan, BİTMEYEN OYUN, Tütrkiye’yi Bekleyen Tehikeler, s. 117 390 “Süddeutsche Zeitung” gazetesi, 19 Ocak 1998, aktaran: Metin Aydoğan, BİTMEYEN OYUN, s. 117 391 Mine G., Kırıkkanat, “Avrupa Değerlerini Silahla Savununuz”, Milliyet gazetesi, 29. 05. 1999 392 Adrian Zielcke, “Aegste von den Kurden”, Stuttgarter Zeitung, 03. 01. 1998, aktaran: Metin Aydoğan, BİTMEYEN OYUN, s. 118 393 Güney ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri kastediliyor. 394 “Haksız Suçlama”, Cumhuriyet gazetesi, 12. 02, 1999

139 İleri sürülen görüşler, sıradan gazete haber ya da yorumları değil, Batılı devletlerin günümüzdeki Ortadoğu ve Türkiye politikalarının temel eksenidir. İran ve Irak’ın denetim dışı kalmasının sıkıntısını yaşayan Avrupa ve ABD, oluşumunu sağladığı Kuzey Irak ve Güneydoğu Anadolu sorunlarını, küresel bir boyutta tutmanın sınırını aşmıştır. Türkiye Orta Asya, Rusya ve Ortadoğu enerji kaynaklarının kavşak noktasıdır; XXI. yüzyılın temel sorunu olacak olan zengin su kaynaklarına sahiptir; GAP herkesin “iştahını kabartmaktadır”. Uygulamalar, dünyaya egemen kılınmak istenen yeni düzen ideolojisinin politik sonuçlarıdır. Avrupa Parlamentosu’nun Türkiye’ye yaptığı Kıbrıs, Ege ve Güneydoğu önerileri, Batı parlamentolarında alınan “Ermeni Soykırımı” kararları, “Bölgesel bir yönetim birimi olarak Kürt Federe devletinin” kurulmasına yönelik Washington toplantısı, bu yöndeki somut girişimler, “sürgündeki Kürt ve Ermeni parlamentosu toplantıları”, AB’nin Abdullah Öcalan tavrı, G8’lerin Kıbrıs kararı vb., bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bunlar “laf ola” cinsinden yapılan işler değildir. Bunlar somut bir hedefe yönelmedikçe, bu tür politik davranışlar içine girmezler. Evet, bu faktörler izole edilmedikçe, değil “Ermeni Meselesi”, “Kürt Meselesi”, “Kıbrıs Meselesi” ve diğer sorunlar dahi daima mevcut olacaktır.

B. c. İlişkilerde Sınır Kapısı Sorunu

Ermenistan’ın bağımsızlığına kavuştuğu günden bugüne, iki ülke arasındaki ticaretin artırılması ve bir sınır kapısının açılması sürekli olarak gündemde olmuştur. Ermenistan, karşılaştığı ekonomik sıkıntılar nedeniyle Türkiye’yi suçlamakta ve sınır kapılarının açılması sayesinde Ermenistan ekonomisinin düzeleceğini iddia etmektedir. Ayrıca Ermenistan, ısrarla ekonomisindeki bozulma nedeniyle “Türk ambargosu”nu sorumlu tutmaktadır. Bu baskı ve talepler incelendiğinde, ekonomik çıkarların önemli bir yer tuttuğu anlaşılmaktadır. Coğrafi konumu ve komşuları ile olan bozuk ilişkileri nedeniyle geçen on yıl içinde büyük bir ekonomik buhrana uğrayan Ermenistan, ekonomik sıkıntılarının çözümünde ve Batıya açılmada Türkiye’nin neredeyse tek “çıkış kapısı” olduğunun farkındadır. Ermenistan’ın içinde bulunduğu sıkıntılar sadece ekonomik nedenlerle açıklanamaz. İşgal ettiği topraklar ve diğer rahatsız edici politikaları nedeniyle Ermenistan, dış ilişkilerinde büyük sıkıntılar yaşamaktadır. Bu sıkıntıları gidermenin önemli bir yolu da “saldırı”dır. Diğer bir değişle, Ermenistan kendisini savunmak yerine dikkatleri başka noktalara çekerek hem zaman kazanmak, hem de eleştirilerden kurtulmak istemekte, bu nedenle de kendisini haklı saydığı bu konuyu, yani kendisine uygulandığını iddia ettiği “ambargo”yu bir araç olarak kullanmaktadır. Halbuki, Ermenistan ya da başka bir ülke ile Türkiye’nin ekonomik ilişkilerini geliştirme isteğinde bir sorun yoktur. Ancak Ermenistan2ın Azerbaycan topraklarının işgaliyle sonuçlanan dış politikası, Türkiye’nin toprak bütünlüğünü tanıma konusunda izlediği güven vermez tutumu ve yaklaşık bir asır önce olduğunu iddia ettiği “soykırım” olarak nitelendirme konusundaki ısrarı Türkiye ile olan ilişkilerini geliştirmesine engel olmuştur. Türkiye ile Ermenistan arasında başlıca üç sorun vardır. Bunlar, Ermenistan’ın Türkiye’nin toprak bütünlüğünü ve sınırlarının dokunulmazlığını şimdiye kadar tanımamış olması, Türkiye’ye karşı soykırım suçlamaları ileri sürülmesi ve Ermenistan’ın Karabağ’ı ve Azerbaycan’a ait diğer toprakları işgal etmiş olmasıdır. Türkiye, Ermenistan’la diplomatik ilişki kurulmasını ve kara sınırının açılmasını bu üç sorunun çözümüne veya çözüm yoluna girmesine bağlamıştır. Ermenistan ise Türkiye ile diplomatik ilişki kurulmasını ve kara sınırının açılmasını ve böylece, ilişkilerinin normalleştirilmesini çok istemekle beraber, bu konunun “önkoşul olmadan” gerçekleştirilmesinde ısrar etmektedir. Diğer bir değimle,

140 Ermenistan, yukarıda belirtilen üç sorun hakkında kendi tutumunu değiştirmeden Türkiye’nin tutumunu değiştirmesini beklemektedir. Aslında Türkiye’nin talepleri anlamsız bir kaprisin sonucu olmadığı gibi, yerine getirilmesi imkansız bir dayatma da değildir. Aksine, söz konusu talepler son derece makul sayılabilir ve her ülkenin ilişkilerini geliştirmede olmazsa olmaz sayacağı temel unsurlardır. Ayrıca, cumhuriyet dönemi incelendiğinde, söz konusu taleplerin Türk dış politikasının temel ilkelerinin ve uluslararası hukukun gerekleri olduğu da kolayca anlaşılmaktadır. Aslında belirtilmemesine karşın ilişki kurmak isteyen her devlet buna benzer koşulların ilişki kuracağı devletçe yerine getirilmesini ister. Özetle, hiçbir devlet kendi topraklarını tanımayan, kendisini dünyanın en büyük suçunu (soykırım suçunu) işlemiş olmakla suçlayarak belki de en büyük hakarette bulunan ve silah zoruyla sınırları değiştirmeye çalışan bu devletle ilişkiye girmek istemez. Ama bütün bunlara rağmen Ermenistan, Türkiye’nin kendisiyle ekonomik ilişkilerini geliştirmesi gerektiğini, bu amaç için de en iyi aracın sınır kapılarının açılması olduğunu savunmaktadır. Bu görüş aynen Türkiye’de de bazı gruplar tarafından savunulmaktadır. Örneğin, Doğu Anadolu İhracatçılar Birliği Başkanı Cemil Özdemir’e göre, sınır kapısının açılması halinde Türkiye’nin bu ülkeye ihracatı 600 milyon doları aşacaktır. Dış politika yazarı Sami Kohen’e göre ise Türkiye’nin ihracatı 500 milyon dolara ulaşacaktır.395 Bazı iddia sahiplerine göre, Ermenistan’ın ihtiyaç duyduğu hemen hemen her şey Türkiye’de vardır ve Türkiye, ulaştırma ve üretim maliyetleri açısından diğer rakipleriyle kıyaslanamaz avantajlara sahiptir. Ermenistan’ın diğer yakın komşuları olan İran ve Gürcistan’la kıyaslandığında da büyük bir standart ve kalite avantajı vardır. Özetle, sınır kapıları açılırsa tüm Ermeniler Türk mallarını tercih edeceklerinden Türkiye’nin ihracatı büyük ölçüde artarken Ermenistan’dan ithalatı Ermenistan’ın düşük rekabet gücü nedeniyle çok düşük bir seviyede kalacaktır. Yukarda ismi geçen Doğu Anadolu İhracatçılar Birliği Başkanı Cemil Özdemir, sınır kapısının açılması halinde 600 milyon dolarlık bir ihracat artışı beklediklerini belirttikten sonra “ticaret başkadır, düşmanlık başkadır” demektedir.396 Sınır kapısının açılmasından Türkiye’nin kazançlı çıkacağını savunanların en önemli argümanlarından biri de Ermenistan ile ticaret yoluyla Doğu Anadolu Bölgesi’nin kalkınacağıdır. Başta Kars ve çevresi olmak üzere, bölgedeki işadamları Türkiye’nin Ermenistan ile yaşadığı sorunların bölge halkınca ödendiğini belirtmekte ve “düşmanlıkla” ticaretin ayrı tutulması gerektiğini savunmaktadırlar. Örneğin, eski Iğdır Ticaret Odası Başkanı Tayar Oral şunları söylemektedir: “Bizim hedefimiz Ermenistan ile ticari ve ekonomik ilişkiler kurmaktır. Bu nedenle iki ülke arasındaki sınırın açılması bir zarurettir”.397 Türkiye’nin ekonomik anlamda kazançlı çıkacağını iddia edenlerin bir diğer iddiası da Azerbaycan petrollerini dış dünyaya taşıyacak hattın Türkiye’ye ulaşması için en ideal yolun Ermenistan olduğu, Türkiye’nin Ermenistan ile olan siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirmesinin bu konuda önemli bir katkı sağlayacağıdır. Bazı iddiacıların hesabına göre, boru hattı için en kestirme yol Ermenistan’dır. Hattın Ermenistan üzerinden geçmesi, maliyeti azaltacağı gibi Türkiye’nin Erivan üzerinde daha etkili olmasını da sağlayabilir.398 Bu iddiacıların bu konuda göz ardı ettiği nokta ise Ermenistan ile Türkiye arasında bir güvenin mevcut olmadığı gerçeğidir. İki ülke arasındaki her hangi bir anlaşmazlıkta böylesine devasa bir yatırımın ne gibi bir geleceği olabilir? Milyarlarca dolarlık stratejik yatırımların böylesine kaygan zeminler üzerine inşa edilemeyeceği açıktır. Türkiye – Ermenistan anlaşmazlığına ek

395 Sedat Laçiner, Ermenistan – Türkiye İlişkilerinde Sınır Kapısı Sorunu ve İlişkilerde Ekonomik Boyut, Ermeni Araştırmaları Dergisi, s. 41 396 Orhan Yıldırım, “İhracatçılar Ermenistan Kapısının Açılmasını İstiyor”, Zaman, 12 Ocak 2002 397 Sedat Laçiner, Ermenistan – Türkiye İlişkilerinde Sınır Kapısı Sorunu …, s. 43 398 Bu konuda bkz; Sedat Laçiner, a. g. m. s. 47

141 olarak topraklarının beşte biri Ermeni işgali altında olan Azerbaycan’ın petrollerinin bu ülkeye para ve itibar kazandıracak şekilde nakledilmesine razı olacağını düşünmek de zordur. Hemen şunu belirtelim ki, Türkiye tarafından Ermenistan’a etkili ve gerçek bir ambargonun uygulanabildiğini söyleyebilmek zordur. Erivan – İstanbul arasında her hafta düzenli uçak seferleri yapılmakta ve iki uçak karşılıklı olarak yolcu taşımaktadır. Azerbaycan’ın eski Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, uçak seferlerinin İstanbul ile sınırlı olmadığını, Trabzon’dan da uçak seferleri yapıldığını belirtmiştir. Aliyev’in bu iddialarına Türkiye’nin cevabı, “bunlar özel uçaklar” şeklinde olmuş, Aliyev ise bu durumu “Türkiye’nin bir devlet politikası yok mu?” şeklinde eleştirmiştir.399 Valiz ticareti yapanların dışında Gürcistan ve diğer ülkeler üzerinden Türkiye’ye gelen Ermeniler de vize konusunda neredeyse hiçbir zorlukla karşılaşmamaktadırlar. Özellikle, Ermeni işadamlarının çok süratli bir şekilde Türkiye vizesi alabildikleri bilinmektedir. Diğer bir deyişle, mal ve insan akışı İran, Gürcistan ve Rusya üzerinden rahatlıkla gerçekleşmektedir. Dolaylı ulaşımın maliyetlere olumsuz etki yaptığı doğrudur, ancak bu maliyet abartılmamalıdır. Gürcistan üzerinden gidilse dahi Ermenistan ile Kars ilinin uzaklığı İstanbul – Kars yolundan kat be kat daha yakındır. Diğer bir deyişle, mesafeler, ticareti tamamen engellememektedir. İkinci olarak, Ermeni pazarı Türk girişimcileri tarafından uzunca bir süredir zaten değerlendirilmektedir. Devletin görünürdeki tutumuna rağmen özel sektör şirketleri Ermenistan ile diğer ülkeler üzerinden sıkı bir ilişki içindedir. Tiflis’te kurulan Türk İşadamları Derneği Yönetim Kurulu Başkanı Kenan Yıldırım’a göre, bu ticaretin hacmi daha üç yıl önce 150 milyon doları aşmıştır: “Türkiye’nin Ermenistan’a ambargosu işe yaramıyor. Ermenistan pazarını keşfeden Türk firmaları Gürcülerle ortak Tiflis’te taşeron firmalar kurdular. Bunların sayısını bile hesaplayamadık. 1999’da 150 milyon dolarlık Türk malı Ermenistan’a satıldı. Bu yıl bu rakamın da üstüne çıkılır.” Elde edilen diğer bilgilerde de iki ülke arasındaki ticaret hacminin yıllık 200 milyon doları bulduğu gösterilmektedir.400 Bu ortamda Ermenistan’ın tüm ekonomik sorunları nedeniyle Türk ambargosunu sorumlu tutması gerçekçi değildir. Bu da bir gerçektir ki, sınır kapısının açılması halinde Ermenistan’ın ekonomik sorunlarından kurtulması da mümkün değildir. Ermenistan’ın Türkiye pazarından gerçek anlamda yararlanabilmesi için ilişkilerini gerçekçi temellere dayandırması ve önyargılara dayalı, gerçekleştirilmesi imkansız tarihsel hedeflerinden vazgeçmesi gerekir. Ermenistan ekonomisinde olumsuz sinyaller devam etmekte ve büyük bir göç dalgası hız kesmeksizin sürmektedir. Bu sorunlar, ambargo ya da Türkiye’nin durumu ile açıklanamaz ve daha çok Ermenistan’ın siyasi ve ekonomik yapısı ile ilgilidir. Bağımsızlıktan günümüze Ermenistan’ın diğer eski Sovyet cumhuriyetleri gibi büyük sıkıntılar yaşaması normal karşılanmalıdır. Komünist sistemden kapitalist sisteme geçişin zorlukları ortadadır ve hemen hemen tüm eski SSCB cumhuriyetleri, bu zorlukları en üst noktada yaşamıştır. Ancak bu geçişte Ermenistan, ekonominin gereklerini yerine getirmemiş ve siyasi gelişmeler ekonomik hedefleri engellemiştir. Eski SSCB bölgesinde kapitalist ve bağımsız bir ekonomiye geçiş için diğer tüm ülkeler Rusya’ya olan bağımlılıklarını azaltmaya çabalarken Ermenistan’da böyle bir gelişme olmamıştır. Bunun en önemli nedeni ise siyasi mülahazalardır. Siyasi engellerden bir diğeri de Ermenistan’ın komşularıyla ilişkileri ve henüz bağımsızlığının ilk yıllarında sorunlarını güç kullanarak çözme çabasıdır. Özellikle, Karabağ sorunu hem Ermenistan’ın ekonomik kaynaklarını azaltmıştır, hem de ‘sürekli savaş’ ortamı ülkeye yabancı yatırım gelmesini engellemiştir. Özetle, Ermenistan’ın karşılaşmış olduğu problemlerin altında siyasi tercihler ve askeri sorunlar yatmaktadır. Nüfusça ve toprak

399 Nazif Okumuş, “Aliyev’den Ermeni Dersi”, Günaydın, 8 Mayıs 1997 400 Ayrıntılı bilgi için bkz; Sedat Laçiner, Ermenistan – Türkiye İlişkilerinde…., s. 49

142 açısından böylesine küçük bir devletin sürekli bir ‘meydan okuma’ yaklaşımı içerisinde varlığını devam ettirebilmesi oldukça zordur. Bölgede var olmak ve zenginleşmek isteyen bir Ermenistan’ın öncelikli olarak daha bağımsız ve bölge ile daha barışık olması gerekir. Nitekim, ABD’nin ve diaspora Ermenilerinin her yıl yaptığı milyonlarca dolarlık yardımlar dahi Ermenistan’ı ayakta tutmaya yetmemektedir. Özellikle, diaspora Ermenileri, yapmış oldukları yardımların karşılığı olarak daha radikal bir dış politika istemekte, bu da onların yaptıkları yardımların çok ötesinde zararlara yol açmaktadır. Tüm veriler incelendiğinde, Türkiye – Ermenistan ilişkilerinin gelişmesinin oldukça zor olduğu ve daha çok siyasi değişkenlere bağlı olduğu açıkça görülebilir. Ayrıca, uluslararası aktörlerin Ermenistan – Türkiye ilişkilerine katkıda bulunmuyor olması da bu ilişkilerde olumsuz etkenlerden biridir. Örneğin, Rus faktörü, yaklaşık 100 yıldır Türk – Ermeni ilişkilerinde olumsuz yönde bir etki yapmaktadır. Türkiye ile Ermenistan arasındaki güvensizliği besleyen Rus faktörü nedeniyle Ermenistan, ekonomisini adeta feda ederek ‘güvenlik satın almaktadır’. Tamamen algılamalara dayanan bu alışverişten zararlı çıkan ise yine Ermenistan’dır. Geçen on yılı incelediğimizde, Ermeni askeri, siyasi ve ekonomik açılardan Rusya’ya daha bağımlı bir hale gelmiş, buna karşın güvenlik endişeleri azalmak yerine artmıştır. İlk Ermenistan Cumhurbaşkanı Levon Ter - Petrosyan, “Ermeniler tarihsel düşmanlıklarını unutup Türklerle ilişkilerini normalleştirmedikleri sürece Ermenistan’ın Rusya’dan tam bağımsızlığını elde etmesi mümkün olmayacaktır” diyerek Rus faktörünün ne derece önemli olduğunun altını çizmiştir. Zaten Ter - Petrosyan iktidardan gidişinde de Rusların rolü, bu tespiti doğrulamaktadır. Ancak Koçaryan döneminde tam tersi bir yaklaşımla Rusya’ya bağımlılık daha da artmıştır.401 Rusya’ya ek olarak Avrupa ve ABD’nin Ermenistan politikaları da ilişkileri kolaylaştırmamaktadır. Ermenistan’ın silah zoruyla sınır değişikliği, insan hakları ve diğer devletlerin içişlerine karışmama konularında yeterince uyarılmaması, aksine çatışma yaratıcı politikalarına rağmen sürekli olarak dış yardım alması sanılanın aksine bölgedeki barışı tehdit etmekte ve yine Ermenistan’a zarar vermektedir. Bugün Ermenistan, bölge ülkeleri tarafından “Batının beslediği ve Rusya’nın son kalesi” olarak algılanmaktadır. Uluslararası aktörlerin yapısal engel olarak rolleri konusunda diğerlerinden ayrılan örnek ise Azerbaycan’ın konumudur. Azerbaycan, Türkiye’ye olan dilsel, kültürel ve tarihi yakınlığından ve ‘Ermenistan ile anlaşmazlıklarından haklı taraf olduğu düşüncesinden hareketle sınır kapısının açılmasını kendisine karşı bir hareket olarak görmektedir. Bu nedenle, Türk devlet adamları ve temsilcilerinin Azerbaycan’a ziyaretlerinde yöneltilen ilk soru sınır kapısının açılıp açılmayacağı üzerinedir. Azerbaycan’dan Türkiye’ye yapılan ziyaretlerde de Azerbaycanlı yetkililer, Türkiye’nin Ermenistan’a uyguladığı ekonomik yaptırımları sulandırdığı eleştirisinde bulunmakta ve bunun Azerbaycan ile ilişkilere zarar vermemesi gerektiğini hatırlatmaktadırlar.

C- Türkiye’nin Azerbaycan Politikası

Türkiye – Azerbaycan ilişkileri, politik gelişmeler her iki devletin tarihi açısından özel bir önem arz etmektedir. Bu, Türkiye ve Azerbaycan’ın kendi aralarında birbirilerini tarihsel, kültürel ve stratejik açılardan en yakın ülke olarak görmelerinden kaynaklanmaktadır. Türkiye her zaman Azerbaycan’ı tarihsel, kültürel ve stratejik nedenlerle Kafkasya politikasının temeline yerleştirmiştir. Çalışmamızın bu bölümünde Sovyetler öncesi Türkiye’nin, daha doğrusu Osmanlı Hükümetinin Azerbaycan politikası ve Sovyetler sonrası Türkiye’nin

401 Ayrıntılı bilgi için bkz; Sedat Laçiner, a.g.m. s. 57

143 Azerbaycan politikası ve iki devlet arasındaki ilişkiler iki başlık altında ele alınıp incelenecektir.

C. a. Osmanlı Devleti’nin Azerbaycan Politikası veya “Kardeş Yardımı”

Rusya’da Çarlık sisteminin dağılması, diğer bir ifadeyle Şubat 1917 ihtilali sonucu Çarlık Rusyası’ndan kurtulan ülkeler bağımsızlık mücadelesine giriştiler. Birinci Dünya Savaşı sırasında Güney Kafkasya’da Azerbaycan, Gürcistan ve hatta kesin bir coğrafyası olmamasına rağmen Ermenistan 1918 yılı Mayıs ayında bağımsızlıklarını ilan ettiler. Birinci Dünya Savaşı Rusya’ya görülmedik felaketler getirdi. Azerbaycan’da milli bağımsızlık harekatı güçlendi. Şubat ihtilalinden Azerbaycan Türkleri çok şey bekliyorlardı. İhtilal haberini aldığı andan itibaren Bakü’de milli teşkilatlar, icra komiteleri kuruldu. Legal duruma düşen Bolşeviklerin de faaliyeti genişlemeye başladı, ama onlar Bakü Sovyeti’nde402 azınlık oluşturmaktaydılar. 22 Ekim’de yapılan seçimlerde Bolşevikler 3770 oy aldılar ki, bunun da 2600’ü Ruslardan oluşan Bakü garnizonuna aitti. Seçimlerde Bolşeviklerin en güçlü rakibi olan Musavat Partisi 25.000 seçmenden 10.000’nin oyunu, yani %40’nı alabilmişti. Sadece Azerbaycanlı aydınlar kesimi değil, geniş halk kitlesi de oyunu Musavat Partisine vermişti. 14 Ekim’de Rusya Komünist Partisinin Bakü Komitesi seçim sonuçlarını kendi isteklerine ters geldiği için kabul etmedi. 31 Ekim’de Bolşevikler Bakü Sovyeti’nin yeni toplantısını yaptılar, 2 Kasım’da ise Bakü’de Sovyet hakimiyetini ilan ettiler. 1917 yılından itibaren iktidar meselesini kesin olarak çözmek amacıyla Bolşevikler Bakü’de askeri açıdan güçlenmeye başladılar. 3 Mart’ta Stepan Şaumyan, İosif Stalin’e yazdığı mektubunda Bakü’nün hızla askeri üsse dönüştürülebilmesi için vesait gönderilmesini, askeri donanmanın yeniden teşkiline başlanmasını gerekli hesap ediyordu. Ermeni askeri birliklerini daha da silahlandırmak için o, Stalin’e yazıyordu: “Ermeniler için silah ve cephane meselesini resmileştirmenizi rica ediyorum. Eğer benim ricam kabul edilirse meselenin çözümü bana bağlı olur”. V. İ. Lenin ve İ. V. Stalin, imzaladıkları 13 numaralı deklarasyonla, S. Şaumyan’a ve diğer Bolşeviklere Kafkasya’da Sovyetleştirme operasyonunu gerçekleştirmek için talimatlar verdiler. Türkiye ve İran cephesinden dönen Rus ve Ermeni silahlı birlikleri Bakü’ye yerleştiler. Bakü Sovyeti ve Belediye Meclisinin kabinesi zorla yenilendi ve Bolşeviklerin sayı üstünlüğü sağlandı. Azerbaycan Türklerinden oluşan üst düzey yetkililer görevlerinden uzaklaştırıldı ve böylece Bakü’de Sovyet hakimiyeti kuruldu.403 Bakü Bolşevik yönetimi altında olduğu için Azerbaycan Hükümetinin merkezi Gence’ye nakledilmişti. Bakü’nün kurtarılması başlıca şarttı, ancak bu tarihi görevi yerine getirmek için Azerbaycan ordusu yeterli güce sahip değildi. 1918 yılında Azerbaycan’da mevcut olan durum esasen şu şekilde sıralanabilir: Öncelikle, Azerbaycan’a sahip olmak için büyük devletler arasında çetin mücadele sürmekteydi. Bölge üzerinde hakim olmak Bolşevikler için çok önemliydi. Bakü’ye hakim olan Bolşevikler Rusya’ya petrol sağlıyorlardı. Bakü’nün hangi devletin eline geçeceği çok önemli bir konuydu. Hazar Denizi’nin güney kıyısında -Enzeli’de-404 bulunan İngiliz askeri birlikleri Bakü’ye saldırıya hazırlanıyorlardı. Almanya da Bakü’ye can atmaktaydı, çünkü Hazar Denizi kıyılarını ele geçirecek olan Almanya için Afganistan ve Hindistan’a yol açılıyordu. Azerbaycan’a sahip olmak için bu devletler birbirilerine karşı değişik mücadele yöntemlerine başvuruyorlardı.

402 Bakü Sovyeti’nin Başkanı Ermeni asıllı Bolşevik Stepan Şaumyan idi. 403 Hüseyin Baykara, Azerbaycan İstiklal Mübarizesi Tarihi, s. 227 404 İran sınırları içerisinde yer almaktadır.

144 Diğer bir taraftan, Rusya Türk ve Müslüman halkı Bolşevik iktidarının muhtemel düşmanı ve Osmanlı Devleti’nin yerli dayanakları olarak görmekte, Ermeni çetelerini ve Bolşevik ordu birliklerini çatışmalara ve mücadeleye teşvik etmekteydi. Azerbaycan’da Ermenilerin eliyle katliamlar gerçekleştiriliyordu. Ermeni müfrezeleri 1918 yılı yazında Azerbaycan’ın bazı bölgelerinde camileri, evleri, dükkanları yıkmış ve binlerce Türkü katletmişlerdi. Ermenilerin Müslüman Türklere karşı hareketi milli nitelik taşımakta ve düşmanlık duygularından kaynaklanmaktaydı.405 Bakü’de Sovyet iktidarını tanıyan Taşnaksütyun Partisi Bolşeviklerle beraber hareket ediyordu. Ermeniler, Bakü’de sadece bir yerde 57 Müslüman Türk’ü kulak ve burunlarını keserek öldürmüşlerdi.406 1918 yılında Ermenilerin bölgede Müslümanlara karşı vahşetlerine Osmanlı 9. Ordu Komutanlığının Hariciye Nezaretine çektiği telgrafta da değinilmişti. Ordu Komutanlığının Hariciye Nazırlığı’na407çektiği 5830 sayılı telgrafta Şahtahtı köyünde Ermenilerin Müslümanların namus ve hayatlarına tecavüz ederek katliam yaptıkları bildiriliyordu.408 Ermeni komutanlarından Andranik’in ve diğer komutanların müfrezeleri Zengezur, Nahçıvan, Iğdır, Serdarabat ve diğer yerlerde yüzlerce köyde Müslümanları katletmiş, onları sıfırın altında 40-50 derece soğukta tutarak öldürmüşlerdi.409 Bu katliamlar Azerbaycan’ın birçok bölgesinde devam etmekteydi. Sadece Bakü’de 1918 yılı Mart ayında 3 gün içinde 10.000’den fazla insan öldürülmüştü.410 Böylece, Bolşeviklerin Bakü’yü kaybetmemek için Ermeni silahlı birlikleri ile birlikte Türk ve diğer Müslüman halklara karşı katliamlar yapması, dış güçlerin bölgeye ilgisi Azerbaycan’da durumu daha da ağırlaştırmıştı. Bu durumda Türklüğün ve İslamın merkezi olan Osmanlı Devleti’ne Azerbaycan Hükümeti yardım için başvurdu. Meşakkatler yaşayan halk Türkleri bekliyordu. Türk ordusunun Azerbaycan üzerine seferi işgal niteliğinden uzaktı ve yasal, politik, manevi ve askeri-stratejik temellere dayanıyordu. Azerbaycan Cumhuriyeti Hariciye Nazırı M. H. Hacınski, Osmanlı Heyeti Başkanı Halil Bey’e başvuruda bulunarak ülkenin başkenti ve servet kaynağı olan Bakü’yü Bolşeviklerden, halkı da katliamlardan kurtarmak için yardım etmelerini rica etti. Azerbaycan tarafı bu ricanın 4 Haziran 1918’de Batum’da Osmanlı Hükümeti ile Azerbaycan Cumhuriyeti arasında yapılmış olan Batum Anlaşması ve Müslüman halkı soykırımdan kurtarmak için zaruri olduğuna inanıyordu.411 Osmanlı Devleti adına Adalet Bakanı, Senato Başkanı Halil Bey Menteşe ve Osmanlı Devleti Kafkasya Cephesi Komutanı Ferik Mehmet, Vehip Paşa, Azerbaycan Cumhuriyeti adına Dışişleri Bakanı Memmedhasan Hacınski ve Milli Konsey Başkanı Mehmet Emin Resulzade tarafından imzalanan 11 madde ve 2 ilaveden oluşan Batum barış ve dostluk anlaşmasının dördüncü maddesi gereğince, Azerbaycan Cumhuriyeti Hükümeti ülkede istikrarı ve güvenliği temin etmek için Osmanlı Devleti’ne başvurduğu zaman Osmanlı Hükümeti silahlı yardımda bulunmak taahhüdünü üstleniyordu.412 Bu bakımdan, Türk ordusunun Azerbaycan üzerine seferinin yasal ve politik temelini iki ülke arasında imzalanan Batum Anlaşması teşkil etmekteydi. Bu anlaşmayla Osmanlı Devleti’nin Azerbaycan Hükümeti’ne yardım edeceği vaadi gereğince Bolşevik ve Ermeni

405 SPİHTA, F:277, L:2, İŞ:16, V:1-3 406 SPİHTA, F:277, L:2, İŞ:16, V:15-17 407 Hariciye Nazırlığı – şimdiki Dışişleri Bakanlığı 408 Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadolu’da Ermeni Mezalimi, I. 1906-1918. Ankara T. C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Arşivi Daire Başkanlığı, Yayın no: 23, 1995, s. 314 409 a. g. k., s. 307 410 konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için “Mart 1918 Soykırımı” bölümüne bakınız. 411 ARDA, F:970, L:1, İŞ:1, V:47-47a 412 SPİHTA, F:277, L:2, İŞ:9, V:9-22a; ARDA, F:894, L:2, İŞ:88, V:1-3, ayrıca bkz; Kamuran Gürün, Türk- Sovyet İlişkileri (1920-1953), s. 3-4

145 müfrezelerinin Türklere ve diğer Müslüman halklara karşı gerçekleştirdikleri katliamları durdurmak için Azerbaycan Hükümeti Osmanlı Devleti’nden yardım istedi. İkincisi, Türk ordusunun kurtarıcı seferinin manevi temeli Osmanlı ile aynı dil, kültür ve maneviyata sahip olan Güney Kafkasya Türklerinin ve diğer Müslüman halkların soykırımdan kurtarılması amacıyla ilgiliydi. İstanbul Türklerin ve Müslümanların dini merkezi rolünü oynuyordu. Osmanlı Devleti, İslam ve Türk dünyası karşısında sorumluluk taşımaktaydı. Türk dünyası Osmanlı Devleti’ne ümit yeri olarak bakıyordu. Üçüncüsü, Türk ordusunun kurtarıcı seferini bir sıra askeri faktörler de gerekli kılıyordu. Osmanlı Devleti dünyada ikinci petrol merkezi olan Bakü’ye, Kafkasya’da doğal kaynaklara ve insan kaynaklarına sahip olmalı, onların başka devletin eline geçmesine imkan vermemeli, Hazar Denizi ve Merkezi üzerinde kontrolü kazanmalı, Hindistan güzergahına çıkmalıydı. Genellikle, Brest-Litovsk Barış Anlaşmasından sonra Osmanlı Devleti artık Kafkasya’yı almakla ilgilenmekte, bağımsız Türk devletleri kurma amacındaydı. Yukarıda açıklanan tüm faktörleri göz önünde bulunduran Enver Paşa ilgili talimatı verdi. Azerbaycan üzerine sefer yardım ve özgürlük için başlatıldı. Türk ordusunun yanı sıra Gence’de bulunan Azerbaycan Hükümeti’nin 6 bin kişilik kolordusunun da başlıca vazifesi Bakü’yü kurtarmaktı.413 Azerbaycan’a iki istikametten – Kars ve Gümrü ile Güney Azerbaycan ve Şuşa’dan giren Kafkas İslam Ordusu, Nuri Paşa komutasında Gence’de Ermenileri silahsızlandırdı, fakat Ermenilere karşı zor kullanmadı. Türk ordusunun gelişi Azerbaycan Hükümeti için elverişli koşullar sağladı. 16 Haziran’da Azerbaycan Hükümeti Tiflis’ten Gence’ye nakledildi. Nuri Paşa Gence’de Azerbaycan’ı Osmanlı ile birleştirme taraftarlarının etkisi altında kaldı. O, Azerbaycan Hükümeti’ne itimat ve saygı göstereceğini, Türklerin Azerbaycan’ı yönetmek için değil, savunmak için geldiğini belirttiyse de giderek görüşlerinden vazgeçmeye başladı. Nuri Paşa, Milli Konseyin Rus inkılabının sonucu olarak kurulduğunu öne sürerek dağıtılmasını talep ediyordu. Onun yerine Nuri Paşa’nın isteğine uygum bir hükümet kurulmalıydı. O, Musavatçılar ile solculardan ziyade Panislamcılara rağbet ediyordu. Mirza Bala Memmedzade’nin yazdığına göre, Nuri Paşa’nın isteğine uygun olarak kurulacak bu hükümet Rus çarlığının eski kapıkulları ile şeyhülislamdan oluşacaktı.414 Meseleyle ilgili olarak Milli Konsey Başkanı M. E. Resulzade, Başbakan Feteli Han Hoyski ve Hariciye Nazırı Memmedhasan Hacınski, Nuri Paşa ile görüşerek anlaşmak isteseler de Nuri Paşa’nın ancak asker olduğunu, siyasetten bir şey anlamadığını, bu konu için siyasi danışmanı Ahmet Bey Ağaoğlu ile görüşmeleri gerektiğini söyledi. Heyet A. Ağaoğlu ile görüşerek itiraz etse de Milli Konsey yerine Hükümet kurulmasını tavsiye etti. Türk komutanlığı Azerbaycan’ın içişlerine karışmayacağını ve hükümet kurulacağını bildirdi. Bundan sonra Milli Konseyin yerine Hükümet kuruldu.415 Nuri Paşa Azerbaycan’da ordu kuruculuğunda istisnai rol oynayarak gençleri askeri hizmete seferber etti. Bakü’nün kurtarılması ve ordu kuruculuğu için atılan bu adımı Bolşevik basını “Azerbaycanlıların Sultan ordusuna seferberliği” şeklinde değerlendirmişti. Gence’de hükümet kuruluşları oluşturuldu, Harbiye Nazırlığı kuruldu. Bakü’nün kurtarılması için tedbirler alındı ve güç toplandı. Fakat bu işte bir takım zorluklar vardı. Azerbaycan’da yeterince subay kadrosu yoktu. Ülke arazisinin büyük bir kısmı Bolşevik-Taşnak kuvvetlerinin işgali altındaydı. Gençlerin orduya hizmete çağrılmasında problemler mevcuttu. Türk ordusu kısa süre içinde Azerbaycan’ı düzene soktu. M. E. Resulzade, Nuri Paşa

413 SPİHTA, F:11, L:1, İŞ:148, V:34 414 Mirza Bala Memmedzade, Milli Azerbaycan Hareketi, s. 99 415 ARDA, F:970, L:1, İŞ:3, V:12

146 komutanlığında Azerbaycan’da emniyetin temin edildiğini yazıyordu. Sadece Bakü ile çevresi Bolşeviklerin elindeydi.416 Gümrü-Culfa demiryoluna sahip olan Türkler stratejik açıdan önemli olan Güney Azerbaycan’a geçtiler. Güney Azerbaycan İran ile Güney Kafkasya güzergahındaki elverişli yolları kendinde birleştiriyordu. Bu devirde Güney Azerbaycan’da 15.000’e varan Türk ordusu mevcuttu. Türkler Güney Azerbaycan’ı temizlemeyi, Bakü’ye saldırı için üs kurmayı, İngilizlerin ulaştırma hatlarına engel olmayı, aynı zamanda Mezopotamya’daki İngiliz ordu birlikleri için tehlike oluşturmayı amaçlıyorlardı. Türklerin başarı kazanmasının hiçbir şeyle kıyaslanamayacak önemi olabilirdi. Çünkü Güney Azerbaycan’ın İran’da ve tüm Ortadoğu’da Panislamcı fikirleri yaymak ve Pantürkçü planları gerçekleştirmek için stratejik bir önemi vardı. Tebriz, İran ve Türkiye’nin muhteşem uzlaştırıcı Türk merkezi rolünü oynayabilirdi. Çünkü Güney Azerbaycan’ın ele geçirilmesi İran’ın merkezi bölgelerini ele geçirmeyi, oradan da Afganistan’a, hatta Hindistan’a geçmeyi kolaylaştırırdı. Fakat bu devirde Osmanlı İmparatorluğu’nun iç politik yaşamında değişiklik meydana geldi. 4 Temmuz 1918’de Osmanlı Padişahı V. Mehmet Reşat vefat etti. Onun kardeşi veliaht Vahideddin Efendi VI. Mehmet adı ile tahta çıktı.417 Bundan sonra da Osmanlı Hükümeti Azerbaycan siyasetini aktifleştirdi. Azerbaycan’a giren Osmanlı ordusu bazı bölgeler kurtarmak için talimatlar aldılar. Azerbaycan’ın kuşatma altında bulunan bölgelerinde Andranik’in, Hamazasp’ın ve diğer Ermeni komutanlarının emri altındaki Ermeni müfrezeleri ve Bolşevik askeri birlikleri Müslüman ahali üzerinde katliamlar gerçekleştirdiler. 19 Temmuz 1918’de Nahçıvan kurtarıldı, Andranik’in zulmüne son verildi, 10 Temmuz’da Kürdemir, 20 Temmuz’da Şamahı, 27 Temmuz’da Hacıkabul istasyonu düşmanlardan temizlendi. Kafkas İslam Ordusu birlikleri Bakü civarına çıktılar. Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Gürcistan Cumhuriyeti nezdinde diplomatik temsilcisi M. Y. Caferov, Ermenistan’ın Gürcistan Cumhuriyeti Hükümeti nezdinde Geçici Maslahatgüzarı A. Cemalyan’a 15 Ağustos 1918’de nota vererek, Andranik’in müfrezelerinin Karabağ, Zengezur, Nahçıvan ve diğer bölgelerde işledikleri cinayetlere itiraz ederek bu cinayetlerin durdurulmasını talep etti.418 A. Cemalyan ise cevabında, “Andranik’in ordusunun Azerbaycan Cumhuriyeti’nin sınırlarına sokulması hakkında 15 Ağustos tarihli 461 numaralı resmi mektubunuzun alındığını ve benim hükümetime gönderildiğini onaylayarak şahsen kendi tarafımdan size bildiriyorum ki, Andranik ve onun ordusu, Ermeni alaylarının kararı ile artık çoktan Ermenistan ordusu sıralarından ve listesinden çıkartılmıştır. Onlar Ermenistan yönetimine ve üst düzey devlet yetkililerine tabi olmaktan imtina etmiştir. Böylece, Andranik ve onun ordusunun Ermenistan Milli Ordusu ve devletin üst düzeyleri hiçbir ilişkisi bulunmamaktadır ve Ermenistan Cumhuriyeti onların hareketlerinden ve faaliyetlerinden hiçbir sorumluluk taşımamaktadır”419, diye belirtmişti. Ermenistan üst düzey kurumlarının Andranik’in yapmış olduğu bu cinayetlerle hiçbir bağlantısı olmadığını ve yapılan bu hareketleri üzerlerinden atmalarına rağmen resmi hükümet gazetesi olan “Azerbaycan”, bunun tam aksini iddia ediyordu: “...Karabağ’ın her türlü yardımdan yoksun ahalisinin Andranik’in terörist ordusu tarafından katliama uğraması sıradan gerçekleştirilen bir olay değildir. Bu, Ermenistan’ın üst düzey kurumlarının bizzat hazırlamış olduğu bir planın sonucudur...”420 Şeypur dergisi de “... Ermenistan Hükümeti gözünü yumup eli ile işaret veriyor. Ermenistan’ın nasıl politika yürüttüğünü ve niyetlerinin

416 Memmed Emin Resulzade, Azerbaycan Cumhuriyeti, s.42 417 Osmanlı Ansiklopedisi, cilt:7, s.162 418 ARDA, F:897, L:1, İŞ:11, V:180 419 Cemil Hasanov, Ağ Lekelerin Gara Kölgesi, s.54 420 Azerbaycan gazetesi, 23 Ocak 1918

147 ne olduğunu anlamak o kadar da basit değildir...”421, diye yazmaktaydı. Bütün bu söylenenlerden Andranik’in ve diğer Ermeni komutanlarının yapmış oldukları cinayetlerin Ermenistan Devleti ile doğrudan doğruya bağlantısı olduğu anlaşılmaktadır. 1918 yılı Ağustos – Eylül aylarında Bakü’den Lenkeran’a gelen 2000 kişilik Ermeni silahlı müfrezeleri Müslüman ahaliye karşı katliam gerçekleştirmekteydi.422 Ağustos ayının sonundan itibaren Kafkas İslam Ordusu’nun Bakü’yü kurtarma çabalarında bir yoğunluk görülmeye başladı. Musul’dan geri çağrılan ve Doğu Orduları Kumandanlığına atanan Enver Paşa’nın amcası Halil (Kut) Paşa 9 Eylül’de Mürsel Paşa’nın Puta yakınlarındaki karargahına ulaştı. 10 Eylül’de Nuri Paşa, Bakü’nün kurtarılması operasyonlarına kumandanlık yapma görevini üstlendi. O zaman Bakü’de 18 bin kadar silahlı Ermeni, 1200 İngiliz askeri ve s. bulunmaktaydı. İngiliz askerleri, 16 Temmuz 1918 tarihinde Bakü Sovyeti toplantısında alınan kararlar sonucu gelmişlerdi. Çünkü 1918 yılı yazında meydana gelen ağır askeri-siyasi durumda hiçbir kuvvetin Türk ordusuna karşı koyamayacağı anlaşılmıştı. Zor durumda bulunan Bakü Sovyeti’nde ihtilaflar derinleşmişti. Bakü Sovyeti kuvvetleri Türk ve Azerbaycan ordusuna karşı koyacak güçte değildi. 16 Temmuz 1918’de Bakü Sovyeti’nin toplantısında Taşnaklar, İngilizleri Bakü’ye davet etmeyi teklif ettiler. Teklif kabul edildi ve buna ilişkin kararlar alındı. Bakü’de bolşevik iktidarı yıkıldı, yerine Sentrokaspi Koalisyon Hükümeti kuruldu. Sentrokaspi Hükümetinin kurulması İngilizlerin Enzeli’den Bakü’ye davet edilmelerini mümkün kıldı. İngiliz askeri birlikleri 4 Ağustos’ta Bakü’ye girdi. Onların başlıca amacı Kafkasya İslam Ordusu’nun Bakü’ye girmesini önlemekti. Ama ahali Türklere rağbet ediyordu. 12 Eylül’de Halil Paşa şehrin kurtarılması emrini verdi. Kafkas İslam Ordusunun hücumu Bakü’nün mimari yapılarına zarar vermedi. Türkler, özellikle İngilizlerin kaldığı “Avrupa” ve “Metropol” otellerine ateş ettiler. Saldırının başarıyla sonuçlanmasında Bakü ahalisinin büyük çoğunluğunun Kafkas İslam Ordusuna destek vermesinin de rolü olmuştur. Bakü kurtarıldıktan sonra Türk kumandanlığı Azerbaycan’daki tüm halklara, özellikle Ermenilere karşı samimi muamele etti. Nuri Paşa Azerbaycan’da yaşayan Ermenilere müracaat etti. Müracaatta şöyle deniliyordu: “Ermenilerin gündeme getirdikleri yaralı meseleler, ne yazık ki Kafkas halklarının beraberce huzur içinde yaşamalarını kötü yönde etkilemektedir. Bizimle komşu olan, Taşnaksütyun Partisi üyesi başkanlarının önceki politikası sonucu kör olan Ermeni halkı, bugün öyle bir duruma gelmiştir ki, tarihi ortam geri dönmelerini, tarihi hatalarını ve kendi politikalarında köklü değişiklikler yapmalarını gerektirir. Bu yol, yalnızca Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalamaya çalışan, Ermeni halkının kanı pahasına kendilerine Doğu politikası çizen Antanta devletlerinin ihtilaflarından vazgeçmek ve komşu halklarla birlikte huzur içinde yaşamak olanağıdır. Ne yazık ki, Ermeni liderleri uykudan hala uyanamamışlardır. Silahlanmış Ermeniler Kazak bölgesi sınırlarında Osmanlı ordusunun hareket ettiği yollarda keyfi davranıyorlar. Karabağ’daki Ermenilerin bir kısmı İngiliz altını olarak yardım alan Andranik’in fitnesine uymuşlar ve Azerbaycan devletinin bağımsızlığına kastediyorlar. Bakü olaylarında423Ermeni silahlı birliklerinin ve Taşnaksütyun Partisi’nin rolü herkesçe bilinmektedir.”424

421 Şeypur dergisi, 7 Aralık 1918 422 SPİHTA, F:277, L:2, İŞ:16, V.18 423 Mart olaylarından bahsediliyor. 424 Gazeta “Azerbaydjana”, 19 (Sentyabr) Eylül 1918, no:2

148 Nuri Paşa, 18 Eylül’de tüm soğuk ve ateşli silahların teslim edilmesini emretti. Ahalinin milli kimliği konusunda hiçbir fark gözetilmiyordu. Silahlar saha komitelerine teslim edilmeliydi.425 Bakü’yü kurtaran ordu, Ermenilere dokunmadı ve şehirde disiplini sağladı.426 Bakü’nün kurtarılması Azerbaycan halkının tarihinde önemli bir olaydı, aynı zamanda Türk savaş ilminin ve diplomasisinin büyük başarısıydı. Bu başarı Osmanlı Devleti açısından politik, stratejik, ekonomik ve manevi önem taşıyordu. Sadrazam Talat Paşa, 2 Ekim 1918 tarihinde Alimerdan Bey Topçubaşov’la yaptığı görüşmede, “... Savaş birçok meseleleri ortadan kaldırdı, niyetimiz gerçekleşti. Bu, Çarlık Rusyası’nın parçalanması demektir. Bu, gerçekten bizim büyük başarımızdır. Bunun bizim için ve Kafkas halkları dahil Rusya’daki tüm halklar için iyi sonuçları olacaktır”,427 diye bu başarıdan dolayı duyduğu memnuniyeti dile getirmişti. Bakü’nün kurtarılması İstanbul’da iki kere kutlanmış ve bu haberi Mehmet Emin Resulzade 15 Eylül 1918 tarihli mektubuyla F. H. Hoyski’ye ve M. H. Hacınski’ye iletmişti.428 30 Ekim 1918 yılında Mondros Mütarekesi gereğince, Osmanlı ordusu bulunduğu bölgeleri terk etmek zorunda kalmıştı. Osmanlı askeri birliklerinin geri dönmesi halkta büyük üzüntü yarattı. Çünkü halk Türklerin gitmesiyle Bolşevik ve Ermeni taarruzu karşısında tek ve güçsüz, savunmasız kalacaklarını iyice anlıyorlardı. Nitekim, 28 Mayıs 1918 tarihinde ilk Türk Cumhuriyeti olan Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin mevcudiyeti tehlike karşısında kalmıştı. Anadolu’ya gitmek bahanesiyle 28 Nisan 1920’de Bakü’ye giren XI. Kızıl Ordu, Azerbaycan Halk Cumhuriyeti’nin 23 aylık bağımsızlığına son verdi ve Azerbaycan, Rusya’nın ekonomik üssüne dönüştü.

C. b. Tarihi Nahçıvan Meselesi ve Stratejik Bakımdan Nahçıvan’ın Önemi

Ermenilere göre, Nahçıvan Ermenistan’ın tarihi parçasıdır ve çok verimli topraklara sahip olduğu için bu bölgenin elde edilmemesi Ermenistan ekonomisi çok büyük bir kayıptır. O dönemler açısından ele alırsak, Ovanes Kaçaznuni’ye göre, Ermenistan Şerur ve Nahçıvansız yaşayamazdı.429 Başka bir iddiaya göre, Nahçıvansız, Şerursuz, Ahılkeleksiz, Lorisiz, Karabağsız bir Ermenistan yarım kalmış bir bina gibiydi.430 Bundan dolayı Ermeniler uluslararası platformlarda, Paris Barış Konferansı’nda devamlı olarak Nahçıvan’ı istediler. Azerbaycan ile sıcak mücadelelere girdiler. Çarlık idaresinin yıkılışından beri emellerini hep sıcak tuttular. Yeri geldiğinde siyasete, yeri geldiğinde güce başvurdular. 1919 yılı Ocak ayında Nahçıvan’da İngiliz valiliğinin kurulması Ermenilere aradıkları fırsatın kapılarını açmıştı. İngiliz idaresinden yararlanılmalıydı. Bu dönemden itibaren Ermeniler Nahçıvan’a resmi memurlarını göndermeyi, Ermenistan Devlet Bankası’nın bir şubesini açmayı ve yerli liderlere iki milyon ruble vermeyi düşünmeye başladılar. 431 I. Dünya Savaşı’nın sona ermesiyle birlikte Kafkasya’dan çekilen Osmanlı kuvvetlerinin yerini İngiliz güçleri almaya başlamıştı. İngiliz askeri makamları Nahçıvan’ı geçici olarak Ermeni idaresine verdi. Ermeni Hükümeti ile ilhakın temel prensipleri kararlaştırıldı. Artık İngiliz gözetimindeki Ermeni kuvvetleri Nahçıvan’a yürümeye hazırdı.

425 SPİHTA, F:276, L:7, İŞ:254, V:1 426 Gazeta “Azerbaydjana”, 19 Eylül 1918, no:2 427 Alimerdan Topçubaşov, Diplomatiçeskiye Besedı v Stambule (1918-1919 gg.), s. 9, 10 428 ARDA, F:894, L:10, İŞ:31, V:23-26 429 Ovanes Kaçaznuni, Taşnaksutyun Bolşe Niçego Delat!, s. 18 430 Aleksandr Muciri, “Birlik Olsa İdi” Sovyet Gürcistanı, 20 Eylül 1990, no: 11 (9806) 431 Azerbaycan Cumhuriyeti EYTA, F: 894, L: 10, İŞ: 70, V: 3

149 Nahçıvan’daki İngiliz ve Ermeni kuvvetleri ile ilgili bilgiler, Kazım Karabekir Paşa’nın eline geçti. Paşa da aldığı bilgileri Harbiye Nezareti’ne gönderiyordu. Buna göre, İngiliz subayları tarafından sevk ve idare edilen ve 6.000 mevcudunda tahmin edilen bir Ermeni kuvveti 24 Mayıs 1919’da Nahçıvan ve havalisini işgal etmişti.432 11 Haziran tarihli bir telgrafa göre, Culfa’da 400 asker, Nahçıvan’da 350 asker ve 2 makineli tüfek, Şahtahtı’nda 100 asker ve 3 top, Yenice istasyonunda 100 asker mevcuttu.433 Ancak bu mevcutlar ilk günlerin tahmini sayıları idi. Gün geçtikçe Nahçıvan’daki Ermeni kuvvetlerinin sayısı artmaya başladı. Müttefiklerin desteğini alan ve hayali Ermenistan rüyalarını gerçekleştirme yönünde faaliyete geçen Erivan Hükümeti Türkiye’nin de çıkarlarını tehdit etmekteydi. Ermeniler Nahçıvan bölgesini ele geçirerek hem geniş tarım alanlarına sahip olmak, hem de Türkiye’nin Azerbaycan ve dolayısıyla Orta Asya ile irtibatını sağlayan yegane koridoru kapatmak istiyordu. Fakat Türk Milli Mücadelesi’nin liderleri Mustafa Kemal Atatürk ve Kazım Karabekir Paşalar Nahçıvan’ın stratejik önemini çok iyi kavramışlardı. Kazım Karabekir Paşa’nın 3 Mayıs 1919’da Erzurum’a gelip, XV. Kolordu Kumandanlığı vazifesini yürütmeye başlaması ile birlikte, Türkiye’nin Nahçıvan politikası belirginleşmeye başladı. Bölgeyi çok iyi tanıyan, Ermeni faaliyetlerinin Türk İslam ahalisi üzerinde yapacağı tesiri ve Türkiye’nin çıkarlarına vereceği zararı kavrayan Kazım Karabekir Paşa’ya göre, Nahçıvan Şark kapısı idi ve elde bulundurulması zaruri idi. Nitekim Erzurum Kongresi’nden sonra XI. Tümen Kumandanı Cavit Bey’e bir mesaj gönderen Paşa şöyle diyordu: “Her taraftan mahsur bir haldeyiz, yalnız Azerbaycan’a açık Nahçıvan penceresi var. Onun kapanmamasını istiyorum.”434 Karabekir Paşa, Azerbaycan’a ve dolayısıyla Orta Asya Türk dünyasına açılan yegane koridor olan ve nüfusu çoğunlukla Türk olan Nahçıvan bölgesinin önemini ileri harekat sırasında anlamış ve bölgede yerli ahaliden müteşekkil milis alayları kurmuştu. 1919 yılında müttefiklerin desteği ile büyüyen ve Nahçıvan’ı ele geçiren Ermenistan’ı geri adım atmaya zorlamak lazımdı. Bu iş için en elverişli nokta ise Nahçıvan’dı. Paşa, hem Türk İslam nüfusunun kurtuluşu, hem de Ermenistan’a karşı yapacağı bir harekat esnasında Nahçıvan’ı elde bulundurmak istiyordu. Zira burası Erivan’a yakın olması itibariyle, Ermenistan’ın yumuşak karnını tehdit ediyordu.435 17-18 Temmuz’da Türk ordusunun Nahçıvan’a gönderilerek Ermenilerin Nahçıvan’dan çıkartılması sağlanmış, böylece Ermenilerin İran ile bağlantısı kesilmiş ve Van üzerinde yapmaları muhtemel olan saldırı da engellenmişti.436 Ayrıca Ermenistan’a karşı yapılacak bir taarruzda çok stratejik bir mevki ele geçirilmişti. Türkiye’de TBMM Hükümeti’nin idareyi ele alması Nahçıvan’ın önemini daha da artırmıştı. Bağımsızlık mücadelesini yürütmek azmindeki TBMM Hükümeti’nin acilen yardım alması gerekliydi. Türkiye’ye göre, yardım alınacak tek ülke bu dönemde Azerbaycan’a gelmiş bulunan Sovyet Rusya idi. Kars yolu Ermeni engeli yüzünden kapalı idi. Geriye tek yol Nahçıvan-Zengezur güzergahı kalmıştı. Türkiye bu koridorun önemini kavramış olarak Nahçıvan’a bir müfreze göndermiş ve bölgeye davet edilen Kızıl Ordu birlikleri ile birlikte Azerbaycan yolu açılmış, Ermenistan etkisiz hale getirilmiş ve bölge, Sovyet Rusya ile ilişkilerde bir merkez haline sokulmuştu. Barış çalışmaları içerisinde Nahçıvan’ın Türkiye açısından çok büyük bir önemi vardı. Nitekim Sovyet Rusya ile antlaşma yapmak üzere Moskova’ya hareket etmeden önce Mustafa Kemal Paşa ile veda görüşmesi yapan Yusuf Kemal (Tengirşek) Bey, “Paşam Ruslar Nahçıvan üzerinde ısrar ederlerse ne yapalım?” diye sormuş ve şu cevabı almıştı: “Nahçıvan

432 ATASE, A.1/2, KN: 78, DN: 291-111, FN: 19 433 ATASE, A.1/1, KN: 23, DN: 151-92, FN: 79; ATASE, A.1/2, KN: 78, DN: 291-111, FN: 24 434 Veysel Ünüvar, İstiklal Harbinde Bolşeviklerle Sekiz Ay (1920-1921), s. 4 435 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 28 436 Kazım Karabekir, a.g.e. s. 153

150 Türk kapısıdır. Bu hususu nazar-ı itibara alarak elinizden geleni yapınız.”437 Nahçıvan, Kazım Karabekir Paşa’nın ifadesiyle “Şark Kapısı”, Mustafa Kemal Paşa’nın ifadesiyle “Türk Kapısı” idi. Türkiye ile Azerbaycan’ı ve dolayısıyla Orta Asya Türk Dünyasını birbirilerine bağlayan bir koridordu. Bu nedenle de Türkiye ve Orta Asya Türkleri açısından Nahçıvan çok büyük bir öneme sahipti. Türkiye’nin Nahçıvan meselelerine bakış açısını iki döneme ayırmak gerekiyor. Bunlardan birincisi, Osmanlı’nın olaylara bakış açısı, diğeri de Milli Mücadele liderlerinin tutumlarıdır. Osmanlı Ordularının çekilmesini müteakip Ermenistan etrafındaki Türk bölgelerinin sahipsiz kalmalarına rağmen Türkiye imzaladığı mütareke gereğince bölge insanları ile ilgilenemiyordu. Mondros mütarekesini imzalayarak I. Dünya Savaşı’nda yenildiğini kabul eden Osmanlı Devleti, mütarekenin akabinde İtilaf Devletlerinin baskılarına maruz kalmaya başlamıştı. Doğu meselesini kendi inisiyatifleri içerisinde halletme çabasında olan İtilaf Devletleri, mütarekede yer almayan isteklerle ortaya çıkmakla, Osmanlı Devleti’ni parçala, böl politikası yürütmekteydiler. Bu durum ise askeri ve sivil Türk makamları arasında tepkilere neden olmaktaydı. Milli mücadele liderlerinin de dönemin şartları icabı, Bolşeviklerle ilişki kurma yönünde faaliyete geçmeleri kaçınılmazdı. Ancak başlangıçta Milli Mücadele liderleri Bolşeviklerle ilişki kurmayı düşünmekle beraber onlar ve İtilaf Devletleri arasında tarafsız bir politika takip etmek amacı içerisinde idiler.438 Fakat İngiliz askeri güçlerinin Kafkasya’dan çekilmeye başlaması ve İtilaf Devletlerinin Türkiye üzerinde siyasi ve askeri baskılarını artırmaları, Milli Mücadele liderlerinin artık tarafsız kalmamalarını gerektiriyordu. Bağımsızlığın silah ile ele geçirileceği kesinleşmeye başlıyordu. Bunun için de dışardan yardıma ihtiyaç vardı. Tek çıkış yolu “Türk Kapısı” veya diğer bir ifade ile “Şark Kapısı” idi. Gerekli yardım bu yolla temin edilebilirdi. 23 Nisan 1920’de TBMM’nin açılması ve Azerbaycan’da Bolşeviklerin iktidarı ele geçirmesi dolayısıyla Kızıl Ordu’nun bölgeye gelmesi, hiç kuşkusuz Türk-Sovyet ilişkileri açısından bir dönüm noktası teşkil etmiştir. Nitekim TBMM Başkanı Mustafa Kemal Paşa, daha önce Kazım Karabekir Paşa’dan aldığı görüşler doğrultusunda 26 Nisan günü, Sovyet Rusya Hükümeti’ne yönelik ilk resmi teklifi hazırlamış ve Erzurum’a iletilmişti. İşte, bu tarihlerden itibaren Türk-Sovyet ilişkilerinin kurulmasında, Nahçıvan’ın bir geçiş koridoru ve üs olma özelliğinin ortaya çıktığını görmekteyiz. Ermenistan’a karşı askeri üstünlük sağlanması açısından büyük bir stratejik öneme sahip olan ve Azerbaycan’a açılan yegane Türk koridoru olması dolayısıyla 1918 yılından beri Türkiye ve Azerbaycan makamlarının dikkatini çekmiş olan, elde bulundurulması için büyük çaba sarf edilen Nahçıvan, şimdi de yeni tarihi misyona hazırlanmaktaydı. Kazım Karabekir Paşa, bir taraftan Ermenistan’a karşı taarruz hazırlıklarını sürdürdüğü anlarda, diğer taraftan yine Erzurum üzerinden Sovyet Rusya ile ilişki kurmak amacıyla gayretli bir çalışma yürütüyordu. Moskova’ya Sovyet Rusya Hükümeti’ne 8 Mayıs’ta ilk resmi teklifin gönderilmesinin ardından, resmi görüşmeler yapacak bir heyetin de gönderilmesi gerekliydi. TBMM Hükümeti, Moskova’ya gidecek Dışişleri Bakanı Bekir Sami Bey ve İktisat Bakanı Yusuf Kemal Bey’den oluşan bir heyet teşkil etmişti.439 Bu arada Kazım Karabekir Paşa oldukça endişeliydi ve 5-6 Mayıs günleri Mustafa Kemal Paşa’dan Moskova’ya gidecek heyetin bir an önce yola çıkarılmasını istemekteydi. Paşa’nın aldığı istihbarata göre, Gürcü ve Ermeniler Bolşeviklerle anlaşmak niyetindeydi. Hemen harekete geçmek lazımdı. Kaybedilecek bir gün bile ülke için zararlı olacaktı.440

437 Mustafa Kemal Paşa, “Nahçıvan Türk Kapısıdır”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, Sayı:64, s. 5,6 438 Kamuran Gürün, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), s. 9,10 439 Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, s.140 440 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 675

151

C. c. Moskova Antlaşması ve Nahçıvan

14 Aralık’ta Ankara’dan ayrılan heyet, 7 Ocak 1921’de Kars’a ulaştı ve burada Moskova Büyükelçiliği’ne atanan Ali Fuat Paşa ile buluştu. Türk heyeti, bir süre Kars’ta iki ülke arasındaki bir takım yazışmaların yapılmasını bekledikten sonra 15 Ocak’ta Kars’tan ayrıldı. Ve 19 Şubat’ta Moskova’ya ulaştı. Türk heyeti Moskova’ya giderken Ruslarla görüşülmesi gündemde olan önemli konulardan birisi de Nahçıvan meselesi idi. Yıllardan beri Azerbaycan ile Ermenistan arasında anlaşmazlık konusu olan, sürekli mücadelelere ve dolayısıyla Ermeni taarruzlarına maruz kalan, Türkiye’nin aktif desteği ile ayakta duran, bu dönemde bağrında Türk ve Rus kuvvetlerini barındıran ve son olarak da Ermenistan’a hediye edilmesi düşünülen Nahçıvan, muhakkak ki, Türk ve Rus tarafları arasındaki görüşmelerde yerini alacaktı. Nahçıvan daha önce de ifade edildiği üzere Türkiye açısından çok önemli idi. Orta Asya’ya açılan bir kapı konumunda bulunması Ermenistan’a ve İran’a karşı stratejik bir üstünlük teşkil etmesi, ahalisinin tamamen Türk olması, Nahçıvan’ı Türkiye için önemli kılan sebeplerdi. Nitekim Rusya’ya gönderilen heyette yer alan Yusuf Kemal Bey, Ankara’dan ayrılmadan bir gün önce (13 Aralık) Mustafa Kemal Bey ile görüşmüş ve “Paşam, Ruslar Nahçıvan üzerinde ısrar ederlerse ne yapalım?” diye sorunca “Nahçıvan Türk Kapısıdır. Bu hususu nazar-ı itibara alarak elinizden geleni yapınız” cevabını almıştı. 18 Şubat 1921’de Moskova’ya ulaşan Türk heyeti, yukarıdaki görüşler doğrultusunda hareket edecekti. Yusuf Kemal, Rıza Nur ve Ali Fuat Paşa’dan oluşan Türk heyeti ile Dışişleri Komiseri Çiçerin ve Panrus Merkez Yürütme Komitesi üyesi Celaleddin Korkmazov’dan meydana gelen Sovyet heyeti arasında görüşmeler başlayınca, iki taraf arasındaki anlaşmazlıklardan birisi de Gümrü Antlaşması olmuştu. Türk heyeti Gümrü Antlaşmasının yürürlükte olduğunu savunurken Rus temsilcileri bu anlaşmayı tanımadıklarını ifade ediyordu.441 Böylece Ruslar Gümrü Antlaşmasını tanımayarak Türkiye’nin Nahçıvan üzerinde himaye hakkı olduğunu da kabul etmiyorlardı. Bu sıralarda Azerbaycan ve Sovyet Hükümeti’nin isteği ile Mart ayı başlarında Moskova’ya gelen Behbud Şahtahtinski de Ruslardan yana tavır koymuştu. O, Türk heyetinin Stalin ile yaptığı bir görüşme esnasında kendisine fikri sorulunca, “sizin Nahçıvan’la ne münasebetiniz var? O Rusya’nındır” demişti.442 Rıza Nur, Behbud Şahtahtinski için “bütün varlığını Ruslara hizmet ve dalkavukluk ile temin etmek fikrinde ve ediyor. Bizi sık sık ziyaret ediyor, bizden aldıklarını hemen Ruslara yetiştiriyordu. Mükemmel casusluk ediyordu. Ancak bize karşı Ruslar aleyhinde casusluk süsünü takınıyor ve hakikatte Ruslara hizmet ediyordu” diyordu.443 Türk heyetinin Behbud Bey’in Ruslarla anlaşmalı görüşüne uyması mümkün değildi. Bundan dolayı Nahçıvan üzerindeki müzakereler biraz uzamıştı. Stalin, Yusuf Kemal Bey’e “Nahçıvan üzerinde niçin bu kadar ısrar ediyorsunuz?” deyince o, “orası Türk Kapısı da ondan” cevabını vermişti.444 Elde herhangi bir kayıt olmamasına rağmen anlaşıldığı üzere, Türk heyeti başlangıçta Nahçıvan’ın Türkiye’ye veya Türkiye himayesine bırakılması için çaba sarfetmekte idi. Ancak Sovyet temsilcileri bu teklife sıcak bakmamıştı. Ruslar Nahçıvan’ı Türkiye’ye vermek istemiyordu. Meseleyi diğer hususlara zarar vermeden halletmek zorunlu idi. Yusuf Kemal Bey’in ifadesi ile Ruslara şu teklif yapıldı: “Biz en nihayet Nahçıvan’ın Türkiye ile Azerbaycan himayesi altında müstakil bir devlet olmasına razı olabileceğimizi söyledik”.445 Bu teklif de Sovyet makamlarınca kabul edilmedi ve

441 Salahi R. Sonyel, Türk Kurtuluş Savaşı, cilt:2, s. 54,55 442 Kazım Karabekir, İstiklal Harbimiz, s. 913 443 Kazım Karabekir, a.g.e., s. 913 444 Mustafa Kemal Paşa, “Nahçıvan Türk Kapısıdır”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, s. 6 445 Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, s. 210

152 sonuçta 9 Mart tarihli görüşmelerde Nahçıvan’ın özerk bir yapıya sahip olması ve başka bir devlete terk etmemek şartıyla himayesinin Azerbaycan’a bırakılması kararlaştırıldı. Türk heyeti Nahçıvan’ın Türkiye himayesinde kalması hususunda Ruslarla bir anlaşmazlık içerisine giremezdi. Zira, arkada daha büyük meseleler vardı ve Kazım Karabekir Paşa’nın 29 Ocak tarihli telgrafıyla, Nahçıvan meselesi Türkiye’nin siyaseti içerisinde ikinci derecede öneme sahipti.446 Aralarındaki diğer meseleleri de halleden Türk ve Sovyet temsilcileri, 18 Mart 1921’de özel bir törenle Moskova Antlaşması’nı imzaladılar. Ancak İngilizler ile yaptıkları ticaret antlaşmasından dolayı Rusların da işine geldiği için antlaşmanın altına İstanbul’un işgal yıldönümü olan 16 Mart tarihi koyulmuştu.447 Moskova Antlaşması’na göre, Nahçıvan’ın statüsü ve sınırları şu şekilde tespit edilmişti: Nahçıvan bölgesi, tayin edilen sınırlar içerisinde asla üçüncü bir devlete terk etmemesi şartıyla Azerbaycan’ın himayesine bırakılmıştı. Nahçıvan arazisinin Aras talveg çizgisinin doğusu ile Dehne dağı (3829) – Veli Dağ (4121) – Bağarsık (6587) – Kömürlü Dağı (6930) çizgisi arasına sıkışmış üçgen kesiminde, bu toprakların Kömürlü Dağ (6930)’dan başlayıp Saray Bulak (8071) – Develi (Ararat) istasyonundan geçerek Karasu’nun Aras ile birleştiği yerde sona eren sınır çizgisi Türkiye, Azerbaycan ve Ermenistan yetkili temsilcilerinden oluşacak bir komisyon eliyle belirlenecekti. Buna göre, Nahçıvan arazisi Develi İstasyonu – Saray Bulak Dağı (8071) – Kömürlü Dağı (3080) Sayat Dağı (7868) Kurt Kulak köyü – Gamasur Dağı (8160) – (7022) – Kuki Dağı (10282) ve eski Nahçıvan Kazası’nın yönetim sınırının doğusu, yani bugün Ordubad’ın Ermenistan ile olan sınırı.448 Bölgenin Azerbaycan tarafından Ermenistan’a verilmemesi için Türkiye ve Rusya garantör ülke olmuşlardı. Türk heyeti Nahçıvan’ı Türkiye himayesine alamamıştı. Ancak bölgenin yine Türklerin elinde kalması temin edilmiş, Nahçıvan Azerbaycan’ın himayesine verilmişti. Yusuf Kemal Bey’in ifadesine göre, “Nahçıvan Müslümanları bir daha katliama maruz kalırsa, Türk Ordusunun bunun karşısında lakayt kalamayacağı da söylenmiş ve zapta geçmiştir”.449 Nahçıvan’ın Azerbaycan’a bağlanması Mustafa Kemal Paşa tarafından olumlu karşılanmış ve Ankara’ya dönen Yusuf Kemal Bey, “Muhterem Paşam! Nahçıvan üzerinde elden geleni yaptık” deyince Paşa, “Yusuf Kemal Bey! Kapımız mevcudiyetini muhafaza ediyor, bizim için mühim olan budur” cevabını vermişti.450 Nahçıvan’ın Azerbaycan’a bağlanması, o dönem için Sovyet Rusya’ya terk edildiği anlamına gelmekte ise de, hem Ermenistan’ın emellerine set çekilmesi ve hem de günümüz şartları düşünüldüğünde Türk heyetinin Moskova’daki başarısı gözler önüne çıkmaktadır. Türkiye Nahçıvan’ın statüsünü bölge ülkelerine kabul ettirme yönünde de gayret gösterdi. Nitekim Moskova’dan Bakü’ye gelen Türk heyeti, Neriman Nerimanov ile görüşmüş ve ona Nahçıvan’ın üçüncü bir devlete terk edilmemesi şartıyla Azerbaycan’ın himayesine verildiğini hatırlatmış ve bu hususta iki taraf arasında antlaşma yapılması gerektiğini bildirmişti.451

C. d. Kars Antlaşması ve Nahçıvan

446 ATASE, A.6/6686, KN:924, DN:6-1, FN:25-15 447 Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, s. 217-218 448 Antlaşmanın maddeleri için bkz: Dokumentı i Vneşney SSSR, Tom: 3, Belge no: 342, s. 597-604; İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları, cilt:1, s. 32-38 449 Yusuf Kemal Tengirşek, Vatan Hizmetinde, s. 225-226 450 Mustafa Kemal Paşa, “Nahçıvan Türk Kapısıdır”, Türk Dünyası Tarih Dergisi, s. 6 451 İbrahim Ethem Atnur, Osmanlı Yönetiminden Sovyet Yönetimine Kadar Nahçıvan (1918-1921), s. 442

153 Moskova Antlaşması ile Doğu sınırlarını çizen Türkiye, Sovyet Rusya ile yapılan antlaşma gereğince, sınır komşusu bulunduğu Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan ile de masaya oturmak istiyordu. Sınırlar kesin olarak çizilmesine karşın Türkiye’nin Gürcistan ile Batum, Ermenistan ile Kars, Ardahan ve Nahçıvan problemleri mevcuttu. O dönemde ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyeti’nin yıkılışına kadar pek önemli sayılmasa da, günümüz şartları açısından Gürcistan’a Batum bölgesinin özerkliği, Ermenistan’a Kars, Ardahan ve Sürmeli’nin Türkiye’ye, Nahçıvan’ın ise Azerbaycan’a ait olduğunun kabul ettirilmesi gerekli idi. Bu amaçla, 19 Nisan 1921’de Moskova’da bulunan Türk heyeti, Azerbaycan Hariciye Komiseri Hüseynov ve Adliye Komiseri Behbud Şahtahtinski ile iki ülke arasında bir antlaşma yapılması ve Kars’ta buluşulması hususunda anlaşmışlardı. Sovyet Rusya Hükümeti’nin uygun görmesi ve katılımı ile Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan ve Türkiye arasında bir konferansın Kars’ta toplanması kararlaştırılmış ve Türk tarafı Ağustos ayı içerisinde temsilcilerini dahi belirlemişti. Fakat Sovyet Rusya Hükümeti’nin Türkiye’ye yönelik bir dönem için serin bir politika takip etmesi nedeniyle konferansın toplanması gecikmiş ise de, Sakarya Zaferi’nin ardından Sovyetlerin politika değişikliği ile birlikte Kars Konferansı’nı toplama hazırlıklarına hız verilmişti. Nitekim Türk ve Sovyet temsilcileri arasında 23 Eylül 1921’de Kars’ta yapılan bir törenle Moskova Antlaşması teati edildi. 26 Eylül saat 10’da Kars Konferansı’na katılacak Sovyet Rusya, Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan temsilcileri Kars’a geldiler. Aynı gün saat 19.30’da Kars Konferansı törenle açıldı.452 Konferansa Türkiye adına Şark Cephesi Kumandanı Kazım Karabekir Paşa, Burdur Milletvekili Veli (Saltıkgil), Sabık Nafia Müsteşarı Muhtar ve Türkiye’nin Azerbaycan temsilcisi Memduh Şevket Beyler, Ermenistan adına Dışişleri Komiseri İskinaz Maravyan ve Dahiliye Komiseri Bogos Makenziyan, Azerbaycan adına Halk Komiseri Behbud Şahtahtinski, Gürcistan adına Kara ve Deniz Kuvvetleri Komiseri Şalva Eliyava, Dışişleri ve Maliye Komiseri Aleksandr Svanidze, Rusya adına Letonya temsilcisi Jak Hanteski katılmıştı.453 Karşılıklı nutuklar ile devam eden Kars Konferansı’nın hiç kuşkusuz önemli konuları arasında, Batum ve Nahçıvan meseleleri bulunmaktaydı. Bundan dolayı Türk heyeti, Gürcistan ve Azerbaycan temsilcilerinden adı geçen bölgelerin durumu hakkında bilgi istemişti. Behbud Bey Nahçıvan’la ilgili şu bilgileri vermişti: “Nahçıvan mıntıkası, Azerbaycan’ın himayesi altında muhtar bir halk Şuralar cumhuriyeti olarak ilan edilmiştir. Bu cumhuriyetin kendi Halk Komiserleri Şurası vardır. Azerbaycan bu cumhuriyette bir mümessile de maliktir. Şimdiye kadar Nahçıvan’ın mali ihtiyaçları Azerbaycan tarafından temin edilmektedir. Azerbaycan Hükümeti’nin müessese ve mektebleri millileştirmek hakkındaki emirleri tedricen bu mıntıkalarda tatbik edilmektedir. Mezhep ve vicdan hürriyetinden bahsetmeye lüzum yoktur. Çünkü bunlar Sovyet usulünde idare edilen memleketlerin kaidelerinden birisidir.”454 18 gün süren ve 6 celse yapılan Konferans sonucunda taraftarlar, 13 Ekim 1921’de Kars Antlaşmasını imzalamışlardı. Bazı değişikliklerle birlikte hemen hemen Moskova Antlaşması’nın benzeri olan Kars Antlaşması’na göre, Nahçıvan bölgesinin statüsü ve sınırları şu şekilde tespit edilmişti: “Beşinci Madde, Türkiye Hükümeti ile Ermenistan ve Azerbaycan Şuralar Hükümetleri işbu muahedenamenin üç numaralı melfufunda tasrih edilen hudutlar dahilinde olmak üzere Nahçıvan mıntıkasının Azerbaycan himayesinde muhtar bir arazi teşkil etmesi hususunda müttehidü’l fikirdirler.”

452 İbrahim Ethem Atnur, a.g.e. s. 444 453 Ayrıntılı bilgi için bkz: İbrahim Ethem Atnur, a.g.e. s. 445, İsmail Soysal, Türkiye’nin Siyasi Antlaşmaları, I. Cilt, s.41, Dokumentı i Vneşney SSSR, C. IV, Belge no: 264, s. 420-429 454 İbrahim Ethem Atnur, Osmanlı Yönetiminden Sovyet Yönetimine Kadar Nahçıvan (1918-1921), s. 445

154 Nahçıvan arazisi; Urmiye Köyü oradan düz bir çizgi ile (Arazdeyen) İstasyonuna (bu istasyon Ermenistan Sosyalist Cumhuriyeti’ne kalacak) daha sonra düz bir çizgi ile batı Taşburun (3142) Dağına – Su ayırımı hattıyla doğu Taşburun Dağına (4108) Cehennem Deresi Bağarsık Dağının (6607) yahut (6587) su ayırımı hattını takip ederek Ravona (Bulak) güneyinde keser. Oradan eski Erivan Kafkası’nın ve Şerur - Dereleyez’in yönetim sınırını izleyerek 6629 rakımlı tepeden Kömürlü Dağ (6839 veya 6930) ve oradan 3080 rakımlı tepeye Sayat Dağ (7868) Kurd Kulak köyü – Gamasor Dağ (8160) – 8022 rakımlı tepe ve Gökdağ (10282) ve eski Nahçıvan Kazası’nın yönetim sınırının doğusu. Buradan da anlaşılacağı üzere, diğer antlaşmalara nazaran Nahçıvan sınırları Kars Antlaşmasıyla küçülmüş, Develi ve Arazdeyen Ermenistan’a bırakılmıştı. Antlaşmanın önemli taraflarından birisi, hiç kuşkusuz Ermenistan’ın Nahçıvan’ı Azerbaycan toprağı olarak kabul etmesi olmuştur. Moskova ve Kars Antlaşmaları’na göre, Türkiye’nin Nahçıvan’ın statüsünde taraf ülke olması ile birlikte Ermenistan’ın yapacağı pek bir şey kalmamıştı. Ermeniler bugün de meseleye aynı talepler açısından bakmaktadırlar. Ermenistan, 1921 yılında Rusya ve Türkiye arasında imzalanmış anlaşmanın, yani Kars antlaşmasının iptalini talep etmektedir. Bu işin arkasında Ermenistan Yazarlar Birliği (EYB) başkanı Levon Ananyan durmaktadır. O, 16 Mart 2004 yılında EYB binasında yapılan ve Moskova antlaşmasının 83. yıldönümü münasebeti ile düzenlenmiş olan konferansta konuşma yaparak şunları belirtmiştir: “Ermenistan için adaletsiz olan, 1921 yılında Sovyet Rusyası ile Türkiye arasında imzalanan Moskova antlaşmasının iptali, Dağlık Karabağ çatışmasının düzene sokulması sürecini hızlandırabilir. Bu anlaşma sonucu tarihi Ermeni toprakları olan Kars, Ardahan, Bitlis ve diğer bölgeler Türkiye’ye, Nahçıvan ise Azerbaycan’a verilmiştir. Kaybedilmiş topraklar 80 bin km. karelik bir alanı kapsamaktadır. Bütün gücümüzle ilk önce Nahçıvan’ın geri alınması için çalışmalıyız”. Daha sonra katılımcılar Ermenistan parlamentosu ile birlikte Rusya’nın Devlet Duması, TBMM ve BMT’ye bir bildiri göndermişlerdir. Bildiride Nahçıvan’ın ezeli ve tarihi Ermeni toprağı olduğu belirtilmiş, Nahçıvan meselesi çözülemezse Dağlık Karabağ çatışmasının da bir sonuç vermeyeceği vurgulanmıştır. Erivan’daki “Nahçıvan Vatanseverler Birliği” (NVB) başkanı Rafael Hambarsumyan da “kanımız ve canımız pahasına olsa bile Nahçıvan’ı Türklerden alacağız”, diye belirtmiştir.455

C. e. Bağımsızlık Sonrası Türkiye’nin Azerbaycan Politikası

16 Mart 1921’de Sovyetler ile TBMM Hükümeti arasında Dostluk ve Kardeşlik Antlaşmasının imzalanmasından sonra Rusya Türkiye Devleti’ni tanımış ve Misak-ı Milli sınırlarını kabul etmişti. Bir yerde 16 Mart 1921 Dostluk Anlaşması Türk-Sovyet ilişkilerinin temelini oluşturmuştur.456 16 Mart 1921 Moskova Antlaşması çerçevesi içinde 21 Ekim1921 tarihinde Türkiye ile Azerbaycan, Ermenistan ve Gürcistan arasında Kars Anlaşması imzalandı.457 Moskova Antlaşmasının imzalanmasından sonra Türkiye “Dış Türkler” konusunu tamamen geriye itti. 1921 Antlaşmasının 8. maddesi, tarafların “...toprakları üzerinde Taraf ülkesinin ya da ona bağlı topraklardan birisinin Hükümeti rolünü üstlenmek savında bulunan örgüt ve grupların kurulmasını ya da yerleşmesini hiçbir zaman kabul etmemeyi...”458 yükümlendiklerini ilan ediyor, böylece Türkiye Sovyetlerdeki Turancı

455 Ekspress gazetesi, 17 Mart 2004 456 Hasan Berke Dilan, Atatürk Dönemi TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI (1923-1939), s. 55 457 Şükrü Esmer, Siyasi Tarih (1919-1939), s. 190 458 Hasan Berke Dilan, Atatürk Dönemi TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI, s. 195

155 akımları desteklememe sözü verirken, Sovyetler de Türkiye’de Komünizmi yayma çabası göstermeme garantisi vermiş oluyordu. Bu yaklaşım Atatürk’ten sonra da devam etti. Osmanlıların son yıllarındaki Turancı maceranın maliyeti ve tehlikelerinin bilincinde olan Cumhuriyet liderleri, özellikle SSCB sınırları içinde yaşayan “Dış Türkler” konusunda herhangi bir resmi ilgi beyanından kesinlikle kaçındılar ve Sovyetleri bu konuda tedirgin etmemeye çalıştılar. SSCB ise Türk-Müslüman toplulukların Türkiye ile ilişki içine girmesinin kendisi için doğuracağı tehlikeleri fark ederek Türkiye Komünist Partisi’nin (TKP) dahi bu halklarla ilişkiye girmesine izin vermedi.459 Dolayısıyla, bağlı cumhuriyetler üzerindeki merkez kontrolünün gevşetildiği Gorbaçov yönetiminin son günlerine kadar Türkiye’nin bu cumhuriyetlerle dikkate değer hiçbir ilişkisi olmadı. 1989 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılmasıyla simgelenen sürecin sonunda SSCB’nin Aralık 1991’de kendisini feshetmesi dünya politikasında önemli değişimlere ve yeniden değerlendirmelere neden oldu. Bu çerçevede SSCB’nin dağılmasıyla birlikte Kafkasya ve Orta Asya’da 8 yeni devlet460 bağımsızlıklarını elde etti. O günden beri bu devletlere yönelik uluslararası ilgi giderek arttı. Bu değişimden en fazla etkilenen ise Türkiye oldu. Soğuk Savaş boyunca Türkiye, güvenlik ve dış politikalarını Batıyla olan ittifak ilişkilerine ve müttefikleri tarafından algılanan “jeostratejik önemine” dayandırmıştı. Fakat Soğuk Savaş’ın sona ermesiyle, özellikle Avrupa ülkeleri giderek daha “güvenli” bir uluslararası ortama kavuşurken, Türkiye’nin üç yanında “güvenlik tüketen” yeni çatışma bölgelerinin oluşması bu durumu değiştirdi, Türkiye kendisini “güvenlik boşluğunda” buldu. Aslında, SSCB’yi dağılma aşamasına getiren olaylar zinciri bir bir çözülürken, Türkiye de dış politika yönelimlerini ve bazı temel ideolojik varsayımlarını yeniden gözden geçirmekteydi. Türkiye’nin dış ve güvenlik politikaları konusunda giderek huzursuzlandığı bu ortamda, bir taraftan ülkenin dünya politikasındaki yeri ve önemi yeniden tartışmaya açılırken, diğer yandan kuzeydoğusunda yaklaşık 6 milyon km. karelik bir alanda yerleşik 60 milyonluk, 5’i Türk kökenli 6 Müslüman Devletin bağımsızlıklarını kazanması Türkiye’nin önüne politik, ekonomik ve psikolojik avantajlar sağlayabilecek tarihi fırsatlar çıkardı. Dönemin Cumhurbaşkanı Turgut Özal, 1 Eylül 1991’de TBMM’nin açılış konuşmasında durumu değerlendirirken Soğuk Savaş’ın sona ermesi ve SSCB’nin dağılmasının Türklere bölge lideri olabilmeleri yolunda tarihi bir fırsat hazırladığını ve 400 yıldan beri ilk defa ortaya çıkan bu fırsatın kaçırılmaması gerektiğini ifade etti.461 Ama işin gerçeği, Türkiye Soğuk Savaş’ın ardından Kafkasya ve Orta Asya’da çok önemli fırsatlar ve potansiyel risklerle karşı karşıya kalmış ve bütün bunlar Türkiye’ye olağanüstü karmaşık analiz sorunları doğurmuştu. Değişim sürecini kapsayan 1989-1991 döneminde Türkiye henüz belirsizliğini koruyan ve nereye gideceği pek de kestirilemeyen, Sovyet cumhuriyetlerindeki milliyetçi hareketlerden genelde uzak kalmayı tercih etti ve geleneksel dış politika çerçevesinde ilişkilerini Moskova merkezli yürüttü. Hatta o dönemde Türk dış politikasının geleneksel yapısıyla sık sık çatışan Turgut Özal bile bu konuda epey temkinliydi. Örneğin, Sovyet Azerbaycanı’nda 19-20 Ocak 1990’da meydana gelen olaylarla ilgili görüşü sorulduğunda bu meselenin SSCB’nin iç sorunu olduğunu, Türkiye’nin SSCB’nin Türki halklarını kapsayacak bir imparatorluk peşinde olmadığını vurgulayarak, aksine Atatürk’ün “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” ilkesi çerçevesinde dış meselelere karışmama prensibini belirtti. Hatta, Azerbaycan Türklerinin Şii olmaları nedeniyle Türkiye’den çok İran’ı ilgilendirdiğini öne sürdü. Bu çerçevede, kamuoyunun bir kesiminin Azerbaycan Türklerine aktif destek verme konusundaki yoğun baskılarına rağmen,

459 TÜRK DIŞ POLİTİKASI (1980-2001), Cilt: II, s. 366 460 Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan, Tacikistan. 461 TÜRK DIŞ POLİTİKASI, Cilt: II, s. 370

156 Türkiye Sovyet askerlerinin Bakü’de halkı güç kullanarak bastırmasına sessiz kalmayı tercih etti.462 Türkiye’nin bu temkinli davranışını ve soğukkanlı tutumunu Azerbaycan’ın 30 Ağustos 1991’deki bağımsızlık ilanının ardından 31 Ağustos’ta, dönemin Dışişleri Müsteşarı Özdem Sanberk şu şekilde açıklıyordu: “Türkiye, bu aşamada gelişmeleri Moskova ağırlıklı olarak izlemektedir. Ankara-Moskova ilişkileri, Ankara-Cumhuriyetler ilişkisinden daha önemlidir. Türkiye’nin temkini bundan kaynaklanmaktadır. Türkiye, bağımsızlık ilan eden cumhuriyetleri tanıma konusunda kimseyle yarışa girmeye niyetli değildir. Kendi stratejisinin doğrultusunda hareket edecektir. Azerbaycan, Kazakistan gibi Müslüman Türk Cumhuriyetleri bağımsızlık ilan ettiklerinde ise Türkiye aktif olacak ve bu cumhuriyetleri tanıyacaktır. Bunun gerekçeleri Sovyetlere geniş şekilde anlatılmaya başlandı”.463 Fakat, Azerbaycan’ın ardından 31 Ağustos’ta Özbekistan ve Kırgızistan’ın bağımsızlık ilan etmeleri kamuoyunun ilgisini Kafkasya’dan Orta Asya’ya taşıdı ve basında bu devletlerin bir an önce tanınması konusunda tartışma başlattı. SSCB’deki ani bağımsızlık ilanları Türk-Sovyet ilişkilerini tam bir belirsizlik içine soktu. 1991’in sonu gelindiğinde Türkiye artık Moskova merkezli politikasını tamamen terk ederek Sovyet-ardılı devletlerle aktif ilişkiler geliştirme programına bütün hızıyla geçmişti. Bu dönemde Türkiye’nin büyük bir arzuyla “ağabey rolü”nü oynamaya soyunduğu bir gerçektir. Fakat 2002’den dönüp geriye baktığımızda 70 yıllık Sovyet tecrübesinden sonra Kafkasya-Orta Asya Cumhuriyetlerinin yeni bir “ağabey” istemediklerini ve Türkiye’nin “ağabeylik rolü”ne soyunarak bu cumhuriyetleri ürkütmüş olduğunu söylemek gerekecektir. Bu dönemde SSCB’nin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk Cumhuriyetleri arasında Azerbaycan’ın Türkiye ile ilişkileri özel bir önem arz etmektedir. Azerbaycan’ın 18 Ekim 1991’de bağımsızlığını ilan etmesinin ardından, Parlamento 29 Ekim 1991’de aldığı bir kararla tanınma için dünya ülkelerine çağrıda bulundu. Kamuoyundan gelen baskı sonucu Türkiye, Ocak 1990’da Sovyet güçlerinin Bakü olaylarını şiddetle bastırmaları karşısında fazla temkinli davranışıyla olumsuz bir imaj çizdiğinin bilincinde olarak 9 Kasım 1991’de Azerbaycan’ın bağımsızlığını tanıdı. Temkinli davranışlarına rağmen Türkiye Azerbaycan’ı uluslararası arenada bağımsız devlet olarak tanıyan ilk ülke olmuştur. Bu çerçevede Azerbaycan’ın ilk Devlet Başkanı Ayaz Mutallibov, ağırlıklı olarak Rusya yanlısı bir politika izlese de Türkiye ile ilişkileri geliştirme yönünde de çaba içerisinde olmuştur. Ocak 1992 tarihinden itibaren hız kazanan çabalar çerçevesinde iki ülke arasında diplomatik ilişkilerin kurulması ve büyükelçiliklerin açılması konusu karara bağlanmıştır. 23- 24 Ocak 1992 tarihlerinde Ayaz Mutallibov’un Türkiye’ye davet edilmesi üzerine iki ülke arasında askeri alan dışındaki bütün alanlarda ikili ilişkilerin geliştirilmesine ilişkin 11 maddelik bir Dostluk ve İşbirliği Anlaşması imzalanmış, fakat daha sonra bu anlaşma Azerbaycan Parlamentosu tarafından onaylanmamıştır. Bu durumu, anlaşmanın ülkede Şubat ayından itibaren gerginleşen iç politik durumun gölgesinde kalması ve parlamentonun temel gündeminin muhalefet ve iktidar arasındaki gerginlik ve Karabağ sorununa odaklanmış olması ile açıklamak mümkündür. Mutallibov’un Mart’ta istifaya zorlanmasının ardından Meclis Başkanı sıfatıyla Devlet Başkanlığı görevini yürüten Yakup Memmedov döneminde de iki ülke arasında ilişkilerin geliştirilmesi yönünde yeni adımlar atılmıştır. Bu çerçevede 13 Mart 1992’de iki ülkenin yetkilileri arasında enerji alanında işbirliği protokolü imzalanmıştır. Ebülfez Elçibey’in iktidara gelmesi ile Azerbaycan’ın dış politikasında bir stratejik tercih değişimi yaşanmış ve Türkiye Azerbaycan dış politikasında özel bir konuma oturtulmuştur. İdeolojik görüş itibarıyla Türk milliyetçisi olduğunu belirten ve Atatürk

462 TÜRK DIŞ POLİTİKASI, Cilt: II, s. 372 463 TÜRK DIŞ POLİTİKASI, Cilt: II, s. 375

157 hayranlığını sık sık dile getiren Devlet Başkanı Elçibey, “Türkiye Azerbaycan’ın dış politikasının baş köşesinde yer tutacaktır”, diyerek Türkiye’ye atfettiği önemi ortaya koymuştur. Ayrıca, Elçibey, Türkiye’yi Azerbaycan’ın stratejik ortağı olarak gördüklerini, iki ülke arasında bu konuda resmi anlaşma olmamasına rağmen, dış politikalarını Türkiye’nin stratejik çıkarlarına zarar vermeyecek biçimde yürütmeye çalıştıklarını belirtmiştir. Bu anlayış çerçevesinde Azerbaycan Halk Cephesi iktidarı döneminde Türkiye ile ilişkilerin geliştirilmesi ve hatta stratejik ortaklık oluşturulması politikası uygulanmıştır. Ayrıca, 2 Kasım 1992 yılında Ankara’da Azerbaycan Büyükelçiliği açılmış, iki ülke arasında İşbirliği ve Dayanışma Anlaşması dahil ticaret, ulaşım ve suçluların iadesi konularında anlaşmalar imzalanmıştır. Elçibey yönetimi Türkiye ile ilişkileri her alanda geliştirme yönündeki girişimlerini sürekli sürdürerek Batılı şirketlerle imzalanacak petrol anlaşmasında Türkiye’nin de yer almasını istemiştir. Bakü’den Ankara’ya gönderilen notlarda “Elçibey gibi dost ve müttefik bir yönetici işbaşındayken Türkiye hızla boru hatları konusunda harekete geçmelidir” mesajı verilmiştir. Hatta 1993 tarihinde Azerbaycan petrolünün Ceyhan’a aktarılmasını sağlamak için gizli bir anlaşma da yapılmıştır. 4 Haziran darbesi sonrasında Aliyev yönetimi, tüm petrol anlaşmaları görüşme sürecini durdururken Türkiye de bir süre bu süreçten dışlandı.464

C. f. Azerbaycan – Ermenistan Çatışması Bağlamında Türkiye – Azerbaycan İlişkileri

Kafkasya’da Soğuk Savaş sırasında ortaya çıkan etnik çatışmalar Türkiye’nin önüne kazananı olmayan seçenekler koymaktaydı. Karabağ meselesinde Türk kamuoyu açık bir şekilde Azerbaycan’ın yanında yer almış ve bölgede çatışma devam ettiği sürece Türk Hükümeti tarafsız kalmama konusunda baskı altında kalmıştı. Öte yandan, olası bir müdahale bir taraftan Türkiye’nin Kafkasya’daki geleceği açısından yüksek maliyetli olacak, öte yandan da hem Rusya’yla, hem de NATO, ABD ve Avrupa’yla olan ilişkileri bundan çok ciddi şekilde etkilenecekti. Bu nedenle, kriz süresince Türkiye, halkın Azerbaycan Türklerine duyduğu sempatiden kaynaklanan kamuoyu baskıları ile hükümetin tarafsız kalarak arabulucu rolü oynama arzusu arasında sıkışıp kalmıştı. Bu sorun ayrıca, bir taraftan Türkiye’nin Ermenistan’la arasındaki tarihten kaynaklanan sorunları çözme arzu ve girişimlerini engelledi, öte yandan da petrol boru hatlarının geçeceği güzergahların belirlenmesinde sorunlara neden oldu. Üstelik, çatışmanın Azerbaycan’da harekete geçirdiği milliyetçi söylemin kendi topraklarındaki Azerbaycan Türk azınlığı da etkileyebileceğinden çekinen İran’ın bu çatışmada Ermenistan’a destek vermesi ise meseleyi Türkiye açısından daha da karmaşıklaştırdı. Karabağ sorununun açık bir savaşa dönüşmesinden bugüne kadar bu konuda Azerbaycan’a sürekli destek veren tek ülke Türkiye oldu. Ayrıca, Türkiye’nin Karabağ sorunuyla bağlantılı olarak izlediği politika, özellikle Ermenistan’la olan ilişkilerinde belirleyici oldu ve Türkiye’nin genel Kafkasya politikasına sınırlamalar getirdi. Türkiye, özellikle uluslararası alanda Azerbaycan görüşlerinin arkasında yer almanın yanı sıra, zaman zaman gevşemeler olsa da Azerbaycan’ın Ermenistan’a uyguladığı ambargoya katıldı ve Ermenistan’la diplomatik ilişki kurmaktan kaçındı. Bunda Türkiye – Ermenistan ikili ilişkileri üzerindeki tarihsel yüklerin etkisi var idiyse de Türkiye, Ermenistan’ın Azerbaycan topraklarını işgal etmeyi sürdürdüğü sürece bu ülkeyle ilişkilerini normalleştiremeyeceğini sürekli olarak vurgulayarak bu konuya verdiği önemi gösterdi. Öte yandan, genel olarak Azerbaycan görüşünü desteklemekle birlikte Türkiye, Azerbaycan’a

464 Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz; Nazim Cafersoy, Elçibey Dönemi Azerbaycan’ın Dış Politikası (Haziran 1992-Haziran 1993), s. 122-126; Halk gazetesi, 30 Yanvar (Ocak) 1992

158 önemli silah yardımı yapmaktan ya da iki ülke arasındaki çatışmaya askeri müdahaleden kaçındı. Türkiye, Azerbaycan’ı tanısa da Azerbaycan’daki iç sorunlar bu dönemde ilişkilerin hızlı gelişimini engelledi. Öte yandan, Türkiye bu dönemde bağlantılarını tek bir kişi465 üzerinden yapmaktan mümkün olduğunca kaçınmıştı. Hatta, Elçibey’in Türk birliğine dayanan çeşitli politikaları bu dönemde Türkiye’de rahatsızlık uyandırmıştı. Özellikle, zaman zaman basında yer alan, Elçibey’in Türkiye ile Azerbaycan arasında bir federasyon arzuladığı söylentileri Türkiye’yi İran ve Rusya ile çatışmaya götürebileceği endişelerini de beraberinde sürüklemişti. Başlangıçta Türkiye çatışmada tarafsız kalarak Ermenistan’la Azerbaycan arasında aracı olmak istedi. Ermenilerin de en azından başlangıçta bu girişime karşı çıkmamaları üzerine Türkiye, Azerbaycan’ın talebi üzerine Batılı devletlerin ve özellikle ABD’nin dikkatini konuya çekmeye çalışırken, dönemin Başbakanı Süleyman Demirel daha dikkatli bir politika taraftarı oldu ve Türkiye’nin müdahale etmesi için herhangi bir hukuki dayanağının olmadığını ifade etti. Fakat, Türkiye’nin “tarafsız arabuluculuk” çabaları fazla uzun sürmedi. Özellikle, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın birtakım sözleri, Ermeniler nezdinde Türkiye’nin tarafsızlığına gölge düşürmüştü. Özellikle, 26 Şubat 1992’de Hocalı’da Azerbaycanlı sivillerin Ermenilerce katledilmelerinden sonra Türkiye’de müdahale yönünde ortaya çıkan kamuoyu baskısı ve Özal’ın çeşitli yerlerde Ermenilerin “birazcık korkutulmaları” gerektiği şeklindeki açıklamaları, fakat Demirel’in tersi ifadelerine rağmen Türkiye’nin tarafsız arabulucu rolünün sonu oldu. Diğer yandan, Ermenilerin Karabağ dışındaki Azerbaycan topraklarını da ele geçirmeye başlayıp da Azerbaycanlı mültecilerin durumları televizyonlardan yayınlanınca, ülkede hükümeti etkisiz kalmakla suçlayan güçlü bir kamuoyu oluştu ve Türkiye’nin tamamen Azerbaycan yanlısı bir politika benimsemesine yol açtı. Çünkü Türkiye’nin Soğuk Savaş sonrasında bölgesel lider olma arzusuyla Karabağ konusunda izlediği etkisiz politikanın uyuşmadığı eleştirileri basında yer almaya ve “Azeri kardeşlerimiz katledilirken” hükümetin hareketsiz kaldığı eleştirileri tüm muhalefet partilerince gündeme getirilmeye başlanmıştı. Özellikle, Şubat 1991’den beri Türkiye’nin duruma müdahale etmesi gerektiğini savunan MHP (Milliyetçi Hareket Partisi), Azerbaycan topraklarının Ermenistan tarafından işgali karşısında sessiz kalınamayacağını ve artık askeri müdahale zamanının geldiğini ifade etmekteydi. Hükümetin bu artan baskılardan etkilenmesi kaçınılmazdı. Nitekim, Türkiye 2 Mart’ta Türk hava sahasından geçerek Ermenistan’a gitmekte olan uçakların silah taşımadıklarının tespiti için kontrol edileceklerini açıkladı. Ardından Ermenistan’a Batılı ülkelerden gönderilen yardımların geçişi de engellendi. Bu arada Demirel de yaklaşımını değiştirdi ve 19 Mart’ta Washington Post’a verdiği bir demeçte daha kararlı bir politika izlemesi konusunda büyük baskı altında olduğunu belirterek Türkiye’nin askeri müdahalesinin hesap dışı olmadığını bildirdi. Yine de 17 Mayıs’ta Laçın’ın Ermenilerce ele geçirilmesinin ardından Nahçıvan’a yönelik saldırılar arttığında, Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Meclis Başkanı Haydar Aliyev Türkiye’den asker gönderilmesini istediğinde, Türkiye müdahaleden kaçınarak sorunu BM, AGİT ve NATO’ya götürmeyi tercih etti. Tüm bu gelişmelere rağmen, Türkiye’nin Ermenistan’la yakınlaşma yollarının her zaman açık tuttuğunu ve ikili ilişkileri günlük gelişmelerin ipoteğinden kurtarmaya çalıştığını da belirtmek gereklidir. Bu çerçevede zaman zaman sınır açılarak insani yardımların Ermenistan’a ulaşmasına izin verildi. Hatta, Eylül 1992’de Ermenistan’a 100.000 ton buğday satıldı, ardından da enerji sıkıntısının yaşandığı bir dönemde Kasım 1992’de 300.000.000 kilovat/saatlik bir enerji anlaşması imzalandı. Fakat, Azerbaycan’ın arkadan bıçaklanması

465 Ebülfez Elçibey kastediliyor.

159 olarak görülen bu anlaşma muhalefetten gelen sert tepkiler üzerine Ocak 1993’te uygulamaya konulmadan iptal edildi. Yine bu dönemde, Dağlık Karabağ çatışmasını çözüme bağlamaya çalışan AGİK Minsk Grubu466 çerçevesinde Azerbaycan’la Ermenistan arasında barış görüşmeleri sürerken Türkiye, Karabağ sorununun çözümlenmesinin iki ülke arasındaki ilişkilerin geliştirilmesine katkıda bulunacağını anlatmak üzere Erivan’a bir heyet gönderdi. Fakat, 3 Nisan’da Ermenilerin Karabağ’ı Ermenistan’a bağlayan Kelbecer bölgesini ele geçirmeleri bu çabaların da sonu oldu. Öte yandan, Kelbecer’in işgali sırasında, “Dişimizi göstermezsek bu iş halledilmez”, diyerek Türkiye’nin soruna müdahalesini gündeme getiren Cumhurbaşkanı Özal’ın aksine, Başbakan Demirel, Azerbaycan’ın yaralı ve sivilleri bölgeden çıkartmak için istediği helikopterleri, Türkiye’nin anlaşmazlığa bu şekilde müdahalesinin Rusya’yla karşı karşıya gelme anlamına geleceği gerekçesiyle reddetti. Özal ise 14 Nisan’da Bakü’yü ziyaret ederken, “Türkiye’nin Azerbaycan’ın yanında olduğunu ve Türk milletinin sabrının zorlanmaması gerektiğini” söyleyerek bir kere daha Başbakanla arasındaki yaklaşım farklılığını ortaya koydu. Kelbecer’in Ermenilerce işgaliyle başlayan süreç sonunda 4 Haziran 1993 tarihinde başlayan bir darbeyle Elçibey hükümeti devrildi. Türkiye’de Elçibey hükümetinin devrilmesini Türk(iye) modelinin sonu olarak değerlendiren analizler de yapıldı. Her halükarda, daha önce de Gürcistan ve Litvanya’da girişimlerde bulunan Rusya, darbeci albay Suret Hüseyinov’u açıkça destekleyerek Azerbaycan’ın da içişlerine müdahale etme gücü olduğunu gösterdi. Türkiye bu olaya diplomatik müdahale yapma konusunda da yavaş kalmıştır. Türkiye’nin bu kadar yavaş davranmasını birkaç nedene bağlamak mümkündür. Birincisi, darbenin Rusya tarafından düzenlendiği açıktı ve darbe sırasında Türkiye’nin Azerbaycan politikasına, atak politika yürütmeyi savunan Turgut Özal’ın ölümü ile başından beri Azerbaycan konusunda ihtiyatlı davranarak Rusya ile karşı karşıya gelmemeye çalışan Demirel’in yaklaşımı tamamen hakim olmuştur. Bu bağlamda Rusya ile karşı karşıya gelinilmemeye çalışılarak bir uluslararası kriz ortamının doğmasından kaçınılmıştır. Bunun dışında Demirel, başından beri Elçibey yönetiminin Türkiye ile stratejik ortaklık politikasına, Türkiye ile Rusya’yı çatıştıracağı gerekçesi ile karşı çıkmıştır. Elçibey’in İran ve Rusya’yı karşısına alan ve diğer Türk Cumhuriyetlerini de tedirgin eden Türkçü söylemleri Türkiye’de rahatsızlık doğurmuştur. Öte yandan, Elçibey’in devrilmesinden sonra iktidara Haydar Aliyev’in gelmesi Rusya’nın başarısı olarak değerlendirildiyse de bunun pek de doğru olmadığı anlaşıldı. Her ne kadar Aliyev, başlangıçta BDT’ye katılmak gibi Rusya’ya yatıştırıcı hamleler yaptıysa da Rus askerlerinin tekrar Azerbaycan topraklarında konuşlandırılmalarına kesinlikle karşı çıktı. Aliyev’in Rusya’nın arzuladığı şekilde politikalar izlemediği, Rusya’nın bir yıl sonra Aliyev’i iktidardan uzaklaştırmak için Ekim 1994’deki darbe girişimine destek vermelerinden de anlaşılabilir. Haydar Aliyev’in Ocak 1994’te Ankara’yı ziyaret etmesi ve Cumhurbaşkanı Demirel’le kurduğu yakın ilişkiden sonra Türkiye ve Azerbaycan’ın “tek millet, iki devlet” olduğunu ilan etmesi iki ülke arasındaki ilişkilerin yeni gelişim aşamasına gelindiğini gösteriyordu. Haydar Aliyev, her defasında Azerbaycan petrolünü taşımak için Türkiye hattını seçeceği ve Türkiye’nin Azerbaycan askeri personelini eğitmeye devam edeceğini de açıkladı. Fakat yine de en azından Türkiye’deki bazı kesimlerin Aliyev’e güvenmedikleri ve her halükarda Elçibey’in Türk milliyetçiliğini tercih ettikleri Mart 1995’te Aliyev iktidarına karşı başlatılan darbe girişiminde bazı Türk vatandaşlarının da rol almış olması açıkça görülüyordu. Fakat Aliyev darbe girişimlerini atlatmayı başarsa da darbeye Türk vatandaşlarının da adının karışmış olmasından duyduğu

466 Sonradan AGİT adını almıştır.

160 kırgınlığı çeşitli kereler ve bir defasında da TBMM kürsüsünden ifade etmekten bile kaçınmadı.467 Bu arada, Karabağ sorunu genel olarak Türkiye’nin Kafkasya’daki potansiyel etnik çatışmalara nasıl yaklaşacağını açıkça gösterdi: çatışmalar doğrudan müdahil olmadan anlaşmazlığın bir an önce çözümlenebilmesi için çaba göstermek ve bunu da genel olarak ikili ilişkiler çerçevesinden ziyade uluslararası kamuoyunun ve örgütlerin ilgisini bölgeye çekerek yapmaya çalışmak. Karabağ meselesi, aynı zamanda Türkiye’nin eski Sovyet cumhuriyetleri içindeki etnik çatışmalarda, özellikle çatışan taraflardan birisi de Türk ya da Müslüman kökenli ise tarafsızlığını koruma konusunda ne kadar zorlanacağını da ortaya koydu.

467 Ayrıntılı bilgi için bkz; TÜRK DIŞ POLİTİKASI (1980-2001), Cilt: II, s. 402-406; Nazim Cafersoy, Elçibey Dönemi Azerbaycan’ı Dış Politikası, s. 126-133; Mustafa Budak, “Azerbaycan – Ermenistan İlişkilerinde Dağlık Karabağ Meselesi ve Türkiye’nin Politikası”, s. 135; Süha Bölükbaşı, “Ankara’s -Centered Transcaucasia Policy: Has it Failed?”, Middle East Journal, s. 84; Garet M. Winrow, Orta Asya ve Kafkasya Politikası, TÜRKİYE’NİN YENİ DÜNYASI, Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, s. 165

161

SONUÇ

1988 yılında Ermenistan- Azerbaycan çatışmasının başlamasından, daha kesin söylersek, Sovyet yönetiminin desteğiyle Ermeni milliyetçilerinin Azerbaycan’ı bölmek amacıyla kanlı kampanyanın yeni aşamasına tekrar başlamasından yaklaşık olarak 16 sene geçiyor. Bu bakımdan, bazı meselelere nokta koymak, çatışmanın sebepleri konusunda fikir yürütmek isterdik. Şimdi neredeyiz ve bizi gelecekte neler bekliyor? Ermenistan-Azerbaycan çatışması konusunda profesyonelce uğraşanları bir tarafa bırakırsak, çoğunluğun bu çatışmanın içeriği konusunda bilgileri sınırlıdır. Bazıları, sorunun yalnız Dağlık Karabağ’dan başladığı, yani Ermenistan Cumhuriyeti ve Dağlık Karabağ’da yaşayan Ermenilerin bu bölgeyi Azerbaycan’dan koparmak istediği, Azerbaycan’ın ise toprak bütünlüğü ve sınırların dokunulmazlığı prensiplerinin bozulmasına yol vermek istemediği şeklinde düşünmektedirler. Böylece, çatışma hakkında çeşitli görüşler ortaya çıkmıştır. Güya iki bağımsız devlet belirli toprak için mücadele etmektedirler ve bu mücadele yörüngesine kenar güçler yönlendirilmiştir. Azerbaycan Cumhuriyeti, çatışmayı başka devletin topraklarının işgal edilerek ilhak edilmesi amacını taşıyan tecavüz şeklinde değerlendirmektedir. Bütün bu yukarıda söylenenler gerçekleri yansıtsa da meselenin içeriğini tam olarak açmamaktadır. Bilindiği gibi, Rusya ister Çarlık döneminde olsun, isterse de Sovyet döneminde her zaman Ermenileri savunmuştur. Çar Rusyası’nın İran ve Türkiye’den göç eden, daha doğrusu göçürtülen Ermenilerin Kafkasya’ya, özellikle Azerbaycan’a yerleştirilmesine ve 1828 yılından başlayarak, yani şimdiki Ermenistan’ın %90’ını da içine almakla Azerbaycan hanlıklarına bağlı topraklar istila edildikten sonra Azerbaycan Türklerinin planlı şekilde kendi yurtlarından kovulmasına yönelen siyasetleri bunu bir daha ispatlamaktadır. Bu, her zaman Ermenilere her vasıta ile destek verilmesi, Azerbaycan Türklerinin sıkıştırılması siyaseti idi. Rusya’da siyasi rejimin köklü şekilde değişmesine rağmen, bu siyaseti komünistler Sovyet Devleti’nin çöküşüne kadar devam ettirdiler. Sovyet devrinde 800 binden fazla Azerbaycan Türkü ezeli toprakları olan Ermenistan’dan zorla kovuldu. Bölgedeki demografiyi Ermenilerin lehine değiştirmek amacıyla boşaltılmış bölgelere Ermeniler yerleştirildi. Ermeni Devletini kurarken Sovyetler, Azerbaycan’ın büyük bir kısmını Ermenistan’a hediye olarak sundu. Hediye edilen arazilerin en büyüğü Zengezur’du. Böylece, Nahçıvan Azerbaycan’dan tecrit edilmekle onun komünikasyonunu Ermenistan’a bağlı hale getirdiler ve Nahçıvan’ın Ermeniler tarafından işgali meselesini kolaylaştırdılar. Azerbaycan’da yaşayan Ermeniler için Dağlık Karabağ muhtariyetini oluşturdular. Azerbaycan’da Dağlık Karabağ Ermenileri için muhtariyetin oluşturulması, açıklanması zor olan yasadışı bir hareketti. Bu hareketin ve haksızlığın içeriğini bilmeden bazı gerçekleri anlamak mümkün değildir. Çünkü muhtariyet, Çar Rusyası’nın miras olarak bıraktığı topraklarda Sovyet yönetiminin küçük halklar için oluşturduğu ve Rusya ile ittifakın gönüllü olduğu görüntüsü sergilemesi amacı taşıyan muhtariyetlere kesinlikle benzemiyordu. Bütün diğer muhtariyetler aşağıda adlarını belirteceğimiz halkların kendi topraklarında yaşadığı yerlerde oluşturulmuştur. Yani Tatarlar – Tataristan’da, Kalmıklar – Kalmıkya’da, Çuvaşlar – Çuvaşistan’da, Çeçenler ve İnguşlar da Çeçenistan ve İnguşetya’da ve benzerleri muhtariyet almışlardı. Bugün de onlar Rusya Federasyonu içerisinde bulunmaktadırlar. Sadece ve sadece Ermeniler, kendi devletleri olduğu halde kendisiyle hiçbir ilişkisi bulunmayan bir bölgede, Azerbaycan’ın tam ortasında muhtariyet kazanmıştı. Bazı insanların düşüncesine göre, eğer Azerbaycan Rusya ile ilişkilerde “doğru siyaset” yürütseydi, Rusya Ermenistan’ı değil, Azerbaycan’ı desteklerdi. Bazıları da

162 Rusya’nın neden her şeyi, yani petrolü, gazı, altını vs. olan Azerbaycan’la değil, hiçbir şeyi olmayan Ermenistan’la işbirliği yapmasına şaşkınlıkla bakmaktadırlar. Azerbaycan halkının uzun tarihi dönemler sürecinde yüzleştiği felaketlerin sebeplerinin belirlenmesi, bizi sadece içine düştüğümüz daimi buhrandan kurtuluş yolu aramaya değil, aynı zamanda yöneldiğimiz feci olayların özünü anlamaya yardım edebilir. Biz çoğu zaman bu olayları yanlış anlıyor ve birbirimizi suçlamakla yetiniyoruz. Asıl suçlu ise gölgede kalarak bizim ihtiraslarımızdan ve menafilerimizden ustalıkla yararlanmaktadır. Azerbaycan halkını esir etmiş problemin köküne göz attığımızda, dünya hükümranlığı konusunda Rus milli ideolojisinin kurbanları olduğumuzu, Ermenilerin ise bu hükümranlığı gerçekleştirme araçlarından biri olduğunu görebiliriz. Eğer Azerbaycanlılar Türk olmasaydı, o zaman bu amaçların gerçekleştirilmesi için Azerbaycanlılar “Rus uygulayıcılarına” dönüştürülebilirdi. Bu şekilde Azerbaycanlılar “Büyük Azerbaycan”ın kurulması, Ermenistan’daki Azerbaycan topraklarının geri alınması, Rusların Türkiye sınırına ulaşması ve diğer amaçlar için mücadele ederlerdi. Söz arası, Stalin İran Şahlığını yıkıp kendi imparatorluğunu genişletmeye çalışarak “Büyük Azerbaycan” düşüncesini az daha gerçekleştirecekti. Ancak o, zamanında attığı adımını değerlendirerek Türkiye amilinin güçlenebileceğinden çekinmişti. Ama maalesef, bazı insanlar bu tür olayların tutkun perdesi altındaki bu düşünceyi görememektedir. Bu tür insanlar, ortaçağlarda Rus Devleti’nin kurulmasından ve SSCB’nin dağılmasından başlayarak bugünkü “demokratik” Rusya’ya değin ortaya çıkan birçok savaşlarla, sosyo-politik dağıntıların akını ile bağlı sayısız bilgiler içinden seçip, onu ayırt edememektedirler. Büyük Petro döneminde gelişmeye başlayan bu ülkünün amacı, dünya hükümranlığı idi. Onlarca ülkeyi ve halkı köle haline getirerek dünyanın 1/6’ne kadar yayıldılar. Rus İmparatorluğu’nda yaşayan halklar, dolayısıyla Azerbaycan Türkleri Ekim 1917 tarihinde kendilerini teselli ederek “halklar hapishanesi”nin dağıldığını ve bağımsızlık elde ettiğini düşünüyorlardı. Ama komünistler halkları bağımsızlık vaatleriyle yanıltmanın yanı sıra bu imparatorluğun hudutlarını genişleterek dünya hükümranlığı yolunda finiş hattına geldiler. ABD’nin de önderlik ettiği Batı dünyası ile karşı durmada Sovyet İmparatorluğu’nu füze değneğini sağa-sola sallayan süper güce dönüştürdüler. Rus İmparatorluğu birkaç yüzyılda uğurla kuzeye, güneye, doğuya, batıya doğru genişledi. Rus milli ideolojisinin en mühim amacı Doğuya açılmak, sıcak denizlere inmek, Karadeniz boğazlarına sahiplenmek olmuştur ve şimdi de aynıdır. Rusya, bu amaçlarına ulaşmak için XVIII, XIX, XX. yüzyıllarda Türkiye ile kanlı savaşlara girmiştir. Türkiye, Çar İmparatorluğu’nun halefi olan SSCB’nin saldırısından NATO’ya girmekle kurtulmuştur. SSCB’nin dağılmasına rağmen Rusya’nın siyasi öncelikleri ve stratejisinde o kadar da önemli değişiklikler olmadı. Bunun en açık kanıtı Rusya’nın Ermenistan’a, onunla askeri işbirliğine önem vermesi, yaklaşık 3,5 - 4 milyon nüfusa sahip küçücük bir Kafkasya ülkesini güçlü bir şekilde silahlandırmasıdır. Rus askeri kuvvetleri Azerbaycan’dan çıkarıldığı ve Gürcistan’a güveni olmadığı için Ermenistan Rusya’nın yegane “uygulayıcısı”na dönüşmüştür. Elde edilen bilgilere göre, 1994 yılından bu yana Ermenistan’a yaklaşık 1 milyar ABD Doları değerinde en modern silahlar ve cephane gönderilmiştir. 1997 yılı başlangıcında Rusya’dan Ermenistan’a yeni füze sistemleri, yeni zenit-füze kurguları sistemleri, o bakımdan S-300’ler, her birinin değeri 15-20 milyon ABD Doları olan MiG – 29 savaş uçağı ve diğer silahlar gönderilmiştir. Yani, Rusya Ermenistan’ı güçlü bir şekilde silahlandırmaktadır ve gözden perde asmak için bu silahlanmanın Azerbaycan’a değil, NATO’ya karşı olduğunu belirtmektedir. Tabii ki, bu bir palavradır, yoksa ki, Ermenistan’ın güçlü silahlara ve güçlü bir orduya sahip olması Rusya açısından ne gibi önem ve anlam ifade etmektedir?

163 Bize göre asıl amaç, Azerbaycan’dan daha çok Türkiye’ye yöneliktir. Azerbaycan’ın güçlenmesi Türkiye’nin güçlenmesi demektir veya Türkiye’nin zayıflaması Azerbaycan’ın zayıflaması anlamına gelir. Bunu Rusya’da da, Ermenistan’da da bütün aydınlığı ile anlamaktadırlar. Ancak Türkiye’de bu belirtilenlere yaklaşım ve önem acaba, ne derecededir? Dünya birliği, bizi identik halklardan biri olarak görmektedir. Bu bakımdan Azerbaycan’a yapılan saldırı Türkiye devletinin imajına ve çıkarlarına darbe vurmaktadır. Türkiye ise ABD’nin, NATO’nun siyasi, askeri-stratejik önceliklerine bağımlılığı yüzünden şimdiki aşamada Azerbaycan’a, Rusya’nın Ermenistan’a verdiği desteği verememektedir. Bizim içine düştüğümüz çatışma, yani “Azerbaycan-Ermenistan çatışması”, aslında bir Rusya-Türkiye çatışması olarak da değerlendirilebilir. Burada Ermenistan, yukarıda da istinat edildiği gibi, kendi sahibinin iradesinin uygulayıcısı, Azerbaycan ise asıl amaç yolunda küçük bir engeldir. (Büyük Petro’nun vasiyetlerinden hareketle) Türkiye’nin çökmesi veya zayıflaması durumunda Kafkasya, özellikle Azerbaycan zaten Rus hakimiyetini kabullenmek zorunda kalacaktır. Daha XX. yüzyılın başlarında Birinci Dünya Savaşı sıralarında Rusya’nın Ermenilerden Türkiye’ye karşı yararlandığı tarihten herkese bellidir. Görüldüğü gibi, tarih tekrar olunmaktadır. Ermenistan’la Türkiye arasında çatışma başladığı takdirde ABD Kongresi’ndeki, Avrupa’daki Ermeni lobisinin faaliyeti sonucu Türkiye birçok şeyden mahrum olabilir. Rusya’nın çabaları sonucu Birleşmiş Milletler, çatışmayı Rusya-Türkiye olarak değil, lokal Ermenistan-Türkiye çatışması olarak değerlendirebilir. Bir şeyi de kaydetmekte yarar vardır ki, SSCB’nin dağılmasından sonra Ermeni Diasporası, ABD’yi Türkiye’nin artık ABD açısından önem taşımadığı ve ABD’nin Türkiye siyasetini değiştirmesi gerektiği meselelerinde inandırmaya çalışmaktadır. Eğer Rusya’nın Ermenistan’la (yani gerçekten de Rusya’nın Ermenistan’ı Azerbaycan’dan korumaya ihtiyacı var mı?), İran’la, Yunanistan’la (hem de NATO’nun üyesi ile) gittikçe güçlenen askeri işbirliği, Kıbrıs Rum kesimine S-300 füzelerini yerleştirme niyetleri olmasaydı yukarıda belirtilenler belki fantezi hesap edilebilirdi. Eski Romalılardan, Napolyon Fransasından, Hitler Almanyasından farklı olarak Rus İmparatorluğu yıldırım hızlı seferlerin ve blits-kriglerin (ani galibiyet) yerine ağır, sürünen ekspansiyonunu (yayılmacılığını) üstün tutmuştur. Kuzeyin benimsenmesi, Kafkasya’nın işgal edilmesi, Orta Asya’nın fethi işte bu şekilde olmuştur. Önce Rusya, Ermenilere Güney Kafkasya’da toprak hediye etti, sonra buraya Türkiye’den ve İran’dan Ermenilerin göçürülmesine kolaylık sağladı. Aynı zamanda, bu topraklardan Azerbaycan Türklerini sıkıştırarak Ermenistan hudutlarından uzaklaştırdı. Bu süreç Sovyet döneminde başladı. Ermenistan o dönemlerde Azerbaycan Türklerinden tamamen temizlendi. 1990’lı yıllara gelindiğinde Rusya’nın silahlandırdığı Ermenistan Azerbaycan’ın %20’ni işgal etti, 1 milyondan fazla insan evini terk ederek göçe zorlandı. Bütün bunlar ve üstelik belirli güçlerin “Talış ve Lezgi separatizmini” ustalıkla ortaya atmaları Azerbaycan’ı felaketli duruma sürükledi, devleti çöküş tehlikesi karşısında bıraktı. Çeçenistan’la savaşın alevlenmesi Rusya’nın dikkatini geçici olarak Karabağ’dan uzaklaştırdı. Bu yüzden Azerbaycan’la Ermenistan arasında 1994 yılı Mayıs ayında ateşkes elde edildi. Bununla birlikte ateşkesin barış olmadığı herhalde açıktır. Bütün bu yukarıda söylenenleri analiz edersek, bizde şöyle bir kanı oluşacaktır: “Savaş ve Barış” meselesinin düzene sokulması gerçek anlamda Azerbaycan ve Ermenistan siyasetçilerinin elinde değildir. Rusya, bir taraftan demokratik devlet olmak istediğini iddia etmekte ve bu alanda ıslahatlar yürütmektedir. O, bir yandan Ermenistan-Azerbaycan çatışmasının çözümünde arabuluculuk yapmakta, diğer yandan da Ermenistan’ı güçlü bir şekilde silahlandırmaktadır. Rusya, mevcut politikasından vazgeçmediği sürece Ermenistan-Azerbaycan çatışmasının çözüme kavuşması çok zorlaşacaktır.

164 Diğer bir taraftan, Batı devletleri Azerbaycan’a büyük bir ilgi duymaktadır. Rusya’nın bütün itirazlarına rağmen NATO Güney Kafkasya’yı kendisinin ilgi alanı içerisinde olduğunu açıklamıştır. Batının buraya külli miktarda yatırım yapması Azerbaycan’ın güvenliğine bir açıdan teminat vermektedir. Rusya’nın Ermenistan’la askeri-strateji işbirliğine gelince; Rusya, bu anlaşmayı imzalamakla bir takım amaçlar edinmiştir. Şöyle ki, Rusya, komşu devletlerle çatışma çıkacağı takdirde Ermenistan’a askeri yardımda bulunacağına söz vermiştir. Anlaşmada şöyle bir madde yer almaktadır: “Adı geçen devletlerden herhangi birisine saldırı olursa saldırıyı önlemek için birbirilerine yardımda bulunacaklardır”. Kaba bir şekilde söylersek, eğer Azerbaycan, yasal haklarından yararlanarak işgal altında olan topraklarını geri alma girişiminde bulunursa karşısında Rusya’yı bulacaktır. Yukarıda da istinat edildiği gibi, Ermenistan’ı güçlü bir şekilde silahlandıran Rusya’nın belirttiğine göre, onun Ermenistan’da askeri temsilciliği, bu ülkeye gönderdiği silahlar ve bölgede askeri balansın oluşturulması Azerbaycan’ın aleyhine olarak değerlendirilmemelidir. Rusya Azerbaycan’ı inandırmaya ve sakinleştirmeye çalışarak bunu NATO’ya karşı bir adım olarak kaleme vermektedir. Ama bize göre, Rusya’nın Ermenistan’a silah göndermekle NATO’ya karşı askeri balans oluşturması asılsız versiyonlardan başka bir şey değildir. Ermenistan’ın Rusya’yla askeri-stratejik anlaşmasına karşılık olarak da Azerbaycan’ın ABD ve Türkiye ile askeri ittifak oluşturma iddiaları ortaya atılmıştır. Bilindiği üzere, Azerbaycan’a Türkiye’nin, ABD’nin veya NATO’nun askeri üs kuracağı şeklinde iddialar uzun süreden beri sürekli olarak ortaya atılmış, ancak uzun süre bu haberler yetkililer tarafından yalanlanmıştır. Bu doğrultudaki görüşler resmi ağızdan sadece bir kere, 1999’da Azerbaycan eski Devlet Başkanı Haydar Aliyev’in dış politika danışmanı Vefa Guluzade tarafından dile getirilmişti. Haydar Aliyev, tedavi için GATA’ya geldiği sırada Vefa Guluzade, Rusya’yı suçlayan ve Azerbaycan’da NATO üssü kurulabileceğini ifade eden bir açıklama yapmıştı. Rusya’nın ve İran’ın sert tepkileri üzerine konuya ilişkin görüşleri sorulan Haydar Aliyev, V. Guluzade’nin açıklamalarını yalanlamıştı. Aslında bu tavır Haydar Aliyev’in dış politika çizgisinden kaynaklanmaktaydı. Bilindiği üzere, Azerbaycan Cumhuriyeti, bağımsızlığına yeniden kavuştuktan sonraki dönemde, önce kısa süreli dalgalı dış politika çizgisi izlemiştir. Ayaz Mutallibov yönetimi sırasında daha ziyade Rusya yanlı, Ebülfez Elçibey yönetimi sırasında daha çok Türkiye yanlı, Haydar Aliyev’in yönetime gelmesinden sonra ise yaklaşık bir yıl boyunca Rusya yanlı politika izlendikten sonra Haydar Aliyev’in çabaları ile denge politikası uygulanmaya başlanmıştır. Yaklaşık 9 yıl izlenen dengeli dış politika anlayışı çerçevesinde bir yandan komşuları ile, diğer yandan da büyük güçlerle açık bir gerilim yaşamamaya özen gösterilmiştir. Bu çerçevede, ülkeye Türkiye’nin, ABD’nin ya da genel olarak NATO’nun askeri üssünün konuşlandırılacağı konusunun resmi ağızdan bir kere ifade edilmesine fırsat veren Haydar Aliyev, hem konuya Rusya’nın ve İran’ın tepkisini ölçmüş, hem de konunun bir kere bile olsa resmi ağızdan dile getirilerek gelecek için kapı aralamıştı. İran’a gelince; gerçek anlamda ele alınırsa İran’la Azerbaycan arasında dostluk ve iyi komşuluk ilişkilerinin samimi olunmadığı görülmektedir. İran’ın Güney Kafkasya’da, özellikle Azerbaycan’da yaşamsal ve stratejik çıkarları vardır. O, çeşitli yollarla Azerbaycan’ı etki alanına almayı, çıkarlarını gerçekleştirmeyi amaçlamaktadır. Moskova-Tahran-Erivan üçgeninin oluşması bu çıkarların gerçekleştirilmesi içindir. İran’ın Azerbaycan’da çalışmak için en önemli silahı dini propagandadır. İslam’ı ideolojik ve siyasal araç olarak kullanan Tahran yönetimi çeşitli yollarla Azerbaycan’da Şii fanatizmini güçlendirmeyi, bu yolla da Bakü yönetimine baskı yapmayı amaçlamaktadır. İran için en uygun seçenek, Azerbaycan’da teokratik bir rejimin oluşmasıdır.

165 İran’ın Azerbaycan’ın siyasal atmosferini etkileme çabasında olduğu Azerbaycan yönetimi tarafından iyi bilinmekte ve buna kesinlikle karşı çıkmaktadır. İran’ın stratejik çıkarları Azerbaycan’la anlaşmaya fırsat vermemekte ve onu Ermenistan’a yönlendirmektedir. Bunu sebeplerini açmaya çalışalım. İran, Güney Azerbaycan konusunda daima endişe etmektedir. Şii İslam milliyetçiliği perdesi altında Farslar İran’da sayı bakımından kendilerine eşit Türkleri asimle etmeyi amaçlamaktadır. Tahran yönetiminin ifadesiyle “İran ulusunu oluşturmak politikası” uygulanmakta, etnik, dini ve kültürel entegrasyon süreci sürmektedir. “Milletüstü İranlı” kimliği yaratılmaya çalışılmasının yanı sıra, bu ad altında Güney Azerbaycan Türklerini Kuzey Azerbaycan Türklerinden ayırmaya çalışmakta, Kuzey ve Güney Azerbaycan’ın birleşmesi konusunun gündeme gelmemesi için Karabağ sorununun devam etmesini istemekte ve Ermenistan’ı desteklemektedir. Güney Azerbaycan konusunda İran’ın bir diğer endişesi de ABD’nin bölgeye iktisadi, siyasi ve askeri yollarla girmek istemesidir. İran’ın bu kaygısı özellikle Hazar’da daha belirgindir. Daimi dost ve düşman olmayan İran ve Rusya’nın çıkarları bazı durumlarda çelişmekte, bazı durumlarda uzlaşmaktadır. Örneğin; stratejik açıdan İran’ın ve Rusya’nın çıkarları çelişmektedir. Her ikisinin stratejik ilgisi bu bölgeyi etkisi altına almaktır. SSCB’nin mevcut olduğu dönemlerde İran zaten bu konuda düşünemiyordu. Ama Rusya’nın zayıflamasından yararlanarak İran, İslam adından yola çıkarak bölgede etkisini artırma görüşündedir. Yani Rusya’nın bu bölgede etkinliğini kaybetmesi İran’ın güçlenmesi anlamına gelmektedir. Ama bazı alanlarda görüşleri ve çıkarları uzlaşmaktadır. Bağımsız ve güçlü Azerbaycan Devleti ikisi için de elverişli değildir. Çünkü bağımsız Azerbaycan Devleti batıyla sıkı bir işbirliği içerisindedir. Ayrıca Hazar Denizinin statüsü konusunda ve de Petrol hattı güzergahları konusunda Azerbaycan’a karşı birlikte hareket etmektedirler. İran’ı Rusya’ya ve Ermenistan’a yaklaştıran diğer nedenlerden birisi de Türkiye faktörüdür. İran, Türkiye’nin soy, kök, dil yakınlıkları sebebiyle Güney Azerbaycan’ı kışkırtacağı endişesi ile Türkiye’de terörist örgütleri desteklemektedir. (Ayrıca, bu örgütlerin İran’da kampları da mevcuttu). Öte yandan, Ermenistan İran’ı Türklerin etkisinden koruyan bir kalkan görevini de yapmaktadır. İşte, bu veya diğer sebepler yüzünden Rusya’nın yanı sıra İran da Ermenistan’a destek vermekte ve yardım etmektedir. Birkaç kelime de Ermenistan hakkında; Ermenistan, Kafkas Devletlerinin ve halklarının çıkarlarıyla uzlaşmayan, çoğu zaman bu çıkarlara karşıt bir tutum takınmaktadır. “Kafkasya Birliği” ve bölgede huzurun bulunması yerine Ermenistan farklı bir felsefeyi tercih etmiştir. “Büyük Ermenistan” gibi, “Haydat” gibi milli ideolojileri dolayısıyla her zaman komşuları ile anlaşmazlık içinde olmuşlardır. Ermeni milliyetçiliği din milliyetçiliğidir. Dünyada bu tür milliyetçiliğin benzerini bulmak zor. İran’da Şii İslam perdesi altında “Milletüstü İranlı” kimliğinin yaratılmasına çalışılmasından, bu “kimlik” sayesinde Fars olmayan milletlerin asimle edilmesinden, bir tür İran ulusunu oluşturmak için etnik, dini ve kültürel entegrasyon süreçlerinden farklı olarak Ermeni din milliyetçiliği içine kapanmayı, kendini tecrit etmeyi amaçlamaktadır. Kendini Kafkasya halklarından ve bütünlükte komşularından farklı görme, çoğu zaman onlarla çatışma, yani tecritçilik Ermeni ulusal çıkarlarının temelini oluşturmaktadır. Bu sebeple de Ermeniler, dünyanın her yerinde yaşamalarına rağmen, kendi devletlerinde kendileri dışında hiç kimsenin yaşamasını istememektedirler. Kendileri de kolay asimle edilebilir gibi gözükseler de aslında bu görünürde öyledir. Değişme olsa bile bu, yalnız biçimseldir. Ermeni dünyanın her yerinde anlam ve içerik bakımından Ermenidir.

166 Onları bu şekilde birleştiren esas unsur (her nerede olsalar bile) Ermeni Ulusal Çıkarları’dır, yani “Haydat” doktrinidir. “Haydat” doktrininin esasını teşkil eden “kaybedilmiş topraklar”dır. Ermeni milliyetçi düşünürlerine göre, Ermeni Ulusal Çıkarları’nın gerçekleştirilmesi için devrimler ve silahlı mücadele zorunludur. Tarihte Ermenilerin uluslararası köklü değişiklikler ve savaşlar sırasında “kaybedilmiş topraklar”ı elde etmeye başladıklarının, komşu devletlerin topraklarında devrimler, iç karışıklıklar, silahlı çatışmalar, isyanlar, soykırım ve felaketler gerçekleştirerek toprak işgal etmelerinin çok sayıda örneği mevcuttur. “Kaybedilmiş topraklar” sorunu, Ermenileri dış dünyayı kendi komşularına karşı düşman tutum takınmaya itmektedir. Ermeni ulusal bilincinde geniş bir “hakkın savunucusu” tiplemesi oluşmuştur. Ermeni milli düşüncesine göre, bu durum halkın sürekli dış güçlerin kurbanı olması ile ilgilidir. Bu düşünceye göre Ermeniler, diğer halkların hakkı kaybedildiği zaman hak ve adaletin gerçekleştiğini kabul edebilirler. Yani Ermenilerin kendi “kaybedilmiş topraklarını” elde etme çabasına engel olmak haksızlıktır. Bu türlü bir engelle karşılaşmak “dış güçlerin kurbanı” anlayışını ortaya çıkarmaktadır. İşin en kötü tarafı, son yüzyıl boyunca Ermenilerin bu anlayış içinde eğitilmesi, yani “kaybedilmiş topraklar” ve “dış saldırıların kurbanı” söylemlerine kendilerini inandırmaları ve bunların yeni nesillere aşılanmasıdır. İşte, bu düşüncelerden hareketle Ermeniler bütün komşularını, uluslararası sisteme, uluslararası örgütlerin dayandığı normlara karşı iddialar öne sürmektedirler. Ermenistan Türkiye’ye toprak ve soykırım, Azerbaycan ve Gürcistan’a arazi ve uygarlık iddiaları öne sürmektedir. Bu iddiaları konu edinen binlerce kitap yazılmıştır. Ayrıca, Ermeniler Türkiye ve Kafkasya halklarının mutfağından tutun da müziğine kadar bütün önemli zenginliklerinin kendilerine ait olduğu iddiasındadırlar. Hatta komşu Hıristiyan Gürcistan’ın güney ve batı bölgelerindeki tarihi dini yapılar ve mezar taşları katalogları hazırlanarak dünyada Ermeni tarihi yapıtları gibi tanıtılmaktadır. Temelde, Kafkaslarda rahatsızlık doğuran, komşularına sorun çıkaran ve Ermeni bilincinde gerçeklik ve hak, adalet anlamını taşıyan bu iddialar, “Büyük Ermenistan” düşüncesi ve bu düşüncenin coğrafi sınırlarından kaynaklanmaktadır. Kafkasya halkları, özellikle Azerbaycan bağımsızlıklarını kazandıkları sırada Ermeniler “ulusal toprakların iadesi” konusunda endişe ve telaşa kapılmış, bu durum onların rahatsızlığına sebep olmuştur. SSCB’nin dağılması ve SSCB’ye bağlı Cumhuriyetlerin ayrılmaları Ermeniler açısından olumlu bir sonuç doğurmamıştır. Aslında, Kremlin’de kimlerin iktidarda olmasının Erivan açısından hiçbir farkı yoktur. İktidara kim gelirse gelsin, bu olgudan bağımsız olarak Moskova ile Erivan arasındaki ilişkilerin anlamı hiçbir zaman değişmemiştir. Ermenistan, kendisini Kafkasya’da Rusya’nın jeopolitik arenası olarak görmekte ve Rusya’nın “uygulayıcısı” hesap etmektedir. Rusya’nın jeopolitik amacı Batının ilgisini Kafkasya’dan, özellikle Azerbaycan’dan uzaklaştırmaktır. Onlar uzun süre Azerbaycan’da huzursuzluğun bulunmasına, bu süre içerisinde Rusya’nın eski nüfuzunu kazanmasına, gelecekte Azerbaycan’ı yeniden Rusya’nın sömürgesi haline getirilmesine çalışmaktadırlar. Ermenistan ise Rusya’nın bu siyaseti devam ettiği sürece Azerbaycan topraklarını ele geçirme görüşündedir. Ermeniler, normal devlet olabilmeleri için “Büyük Ermenistan Devleti” ülküsünün boş bir düşünce olduğunu anlayabilmeleri lazım. Taşnakların hayalleri gerçekleşse ve haritalarında çizdikleri bölgeleri ele geçirseler bile -ki, mümkün değildir- o yerlere ne yerleşebilecekler, ne de onlardan yararlanabilecekler. Ermenistan nüfusunun yarıdan çoğu daha güvenilir, daha hoş yaşam arayışı ile yurtlarını terk etmişlerdir. Diğerleri de gitmeyi çok isterler, ama bilinçli olarak bütün giriş, çıkış yolları yasaklanmıştır.

167 Ermenistan’ın geleceği Dağlık Karabağ sorununun çözümüne bağlıdır. O, ya modern Rus silahlarıyla komşularına meydan okuyan polis devleti ve bölgenin bütün ülkeleri için tehlike olacak, ya da XXI. yüzyılın en önemli projesinin gerçekleşmesine çalışan İpek Yolu ülkelerinin eşit hukuklu üyesine dönüşecektir. Ermeni halkının kendi yönetiminden normal yaşam talep etmeleri ve “Büyük Ermenistan” gibi ütopik ideolojinin esiri olmamaları dileğiyle....

168

KAYNAK ve ARAŞTIRMALAR

BELGELER

Aktı Kavkazskoy Arkeografiçeskoy Komissi (Kafkasya Arkeografi Kurulu Aktları) – AKAK, cilt: VII, belge: 592, 1866 Azerbaycan Respublikası Merkez Devlet Arşivi – MDA; F:970, L: 1, İŞ:30, V. 1; Azerbaycan Respublikası Merkez Devlet Arşivi, F: 970, L: 1, İŞ: 30, V: 1 Azerbaycan Respublikası Devlet Tarih Arşivi (ARDA), F: 25, L: 2, İŞ: 208 Azerbaycan Respublikası Devlet Tarih Arşivi, F: 524, L: 1, İŞ: 57, V: 3 Azerbaycan Respublikası Devlet Arşivi – ARDA ARDA, F: 894, L: 2, İŞ: 88, V:1-3 ARDA, F: 894, L:10, İŞ:31, V:23-26 ARDA, F: 897, L: 1, İŞ: 11, V:180 ARDA, F: 970, L: 1, İŞ: 1, V:47-47a ARDA, F: 970, L: 1, İŞ: 3, V:12 ARDA; F: 1061, L: 1, İŞ: 85-87, 100 ARDA, F: 1061, L: 1, İŞ: 95, V: 13 ARDA, F: 1061, L: 1, İŞ: 96, V: 1-2 ARDA, F: 1061, L: 1, İŞ: 96, V: 6 ARDA, F. 1061, L: 1, İŞ: 95-98 ARDA, F: 1061, L: 1, İŞ: 96, V: 8 ARDA, F: 1061, L: 1, İŞ: 96, V: 35-36 ARDA, F: 1061, L: 1, İŞ: 105, V: 1 ARDA, F: 1061, L: 1, İŞ: 108, V: 8-10

Azerbaycan Respublikası En Yeni Tarih Arşivi - EYTA, F: 894, L: 10, İŞ: 70, V: 3

Azerbaycan Respublikası Siyasi Partiler ve İçtimai Harekatlar Tarih Arşivi – SPİHTA SPİHTA, F: 11, L: 1, İŞ:148, V:34 SPİHTA, F: 276, L: 2, İŞ: 20, V: 18-19 SPİHTA, F: 276, L: 2, İŞ: 20, V: 44 SPİHTA, F: 276, L: 2, İŞ: 22, V: 75-77 SPİHTA, F: 276, L: 7, İŞ: 254, V:1 SPİHTA, F: 276, L: 7, İŞ: 212, V: 1 SPİHTA, F: 276, L: 8, İŞ: 33, V: 2 SPİHTA, F: 276, L: 8, İŞ: 33, V: 5 SPİHTA, F: 276, L: 9, İŞ: 3, V: 25 SPİHTA, F: 276, L: 7, İŞ: 212, V: 1 SPİHTA, F: 277, L: 2, İŞ:16, V.18 SPİHTA, F: 277, L: 2, İŞ: 9, V:9-22a SPİHTA, F: 277, L: 2, İŞ: 16, V: 9-14 SPİHTA, F: 277, L: 2, İŞ: 16, V: 1-3 SPİHTA, F: 277, L: 2, İŞ: 16, V: 15-17 SPİHTA, F: 277, L: 2, İŞ: 58, V: 15 SPİHTA, F: 609, L: 1, İŞ: 42, V: 16

169 Sobraniye Aktov Otnosyaşihsya k Obozreniyu İstorii Armyanskogo Naroda, (Ermeni Halkının Tarihi ile İlgili Tutanaklar), çast I, Moskva, 1833

Rusya Federasyonu Devlet Arşivi, F: 102, L: 253, V: 1-18

Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadolu’da Ermeni Mezalimi, I. 1906- 1918. Ankara T. C. Başbakanlık Devlet Arşivleri Genel Müdürlüğü Arşivi Daire Başkanlığı. Yayın no: 23, 1995

Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivi: ATASE, A.1/2, KN: 78, DN: 291-111, FN: 24 ATASE, A.1/2, KN: 78, DN: 291-111, FN: 19 ATASE, A.1/1, KN: 23, DN: 151-92, FN: 79 ATASE, A.6/6686, KN:924, DN:6-1, FN:25-15

Dokumentı i Vneşney SSSR, C. IV, Belge no: 264 Dokumentı i Vneşney SSSR, Tom: 3, Belge no: 342

KİTAP ve MAKALELER

ABEKYAN, Manuk, İstoriya Armyanskogo Literatura, (Ermeni Edebiyatı Tarihi), Erevan, 1975 ABOVYAN, Haçatur, İzbrannıye Soçineniya, (Seçilmiş Eserler), t. I, Erevan, 1939 AGAYAN, Ç. P., Rol Rossii v İstoriçeskih Sudbah Armyanskogo Naroda, (Ermeni Halkının Tarihi Kaderinde Rusya’nın Rolü), (k 150 letiyu prisoyedineniya Vostoçnoy Armenii k Rossii), Moskva, 1978 AĞACAN, Kamil, Bağımsızlığının 10. Yılında Gürcistan: ABD’nin Kafkasya’daki Kalesi mi? Stratejik Analiz, cilt: 1, sayı: 11, Mart 2001 AKYOL, Taha, Osmanlılarda ve İran’da Mezhep ve Devlet, İstanbul, 1999 ALİYAROV, Süleyman, Ob Etnogeneze Azerbaydjanskogo Naroda, (Azerbaycan Halkının Etnik Kökeni Hakkında), Baku, 1984 ALİYARLI, Süleyman, Azerbaycan Tarihi, Bakü, 1996 ALİYAROV, S., MAHMUDOV, F., Azerbaycan Tarihi Üzre Gaynaglar, Bakü, 1989 ALEKBERLİ, Aziz, Gedim Türk-Oğuz Yurdu Ermenistan, Bakü, 1994 ALLEN, W. E. D., Caucasian Battlefields, Cambridge, 1953 ANADOL, Cemal, Ermeni Dosyası, İstanbul, 1982 ARAKELYAN, A., Prisoyedineniye Karabaha k Çarskomu Rossii, (Karabağ’ın Çar Rusyasına Birleştirilmesi), İstoriçeskiy jurnal, 1939, no:10 ARAS, Bülent, “Turkish-İsraeli-İranian Relations in the Nineties: İmpact on the Middle East”, Middle East Policy, Vol. VII, no: 3, (June 2000) ARASLI, Dj., Armyano-Azerbaydjanskiy Konflikt: Voyennıy Aspekt, Baku, 1995 “Armyanskiy Genotsit”, Mif i Realnost, (“Ermeni Soykırımı”, Mitolojik ve Gerçek), Spravoçnik Faktov i Dokumentov, Baku, 1992 ARZUMANLI, Vagif, MUSTAFA, Nazim, Tarihin Gara Sehifeleri: DEPORTASİYA, SOYKIRIM, GAÇGINLIG, Bakü, 1998

170 ASLANLI, Araz, Tarihten Günümüze Karabağ Sorunu, Avrasya Dosyası, cilt: 7, sayı: 1, 2001 ASLANLI, Araz, ABD’de Adaletsizliğe Verilen Ara: 907 Sayılı Ek Maddenin Uygulanmasının Durdurulması, Stratejik Analiz, cilt:2, sayı:21, Ocak 2002 ATAY, Mehmet, İran İslam Devriminde: Tarihsel Süreç, Özgün Şartlar, İç ve Dış Dinamikler, Avrasya Dosyası, cilt: 5, sayı: 3, Sonbahar – 1999 ATKİN, M., Russia and İran 1780-1828, Minneapolis, 1980 ATMACA, Tayfun, XX. Yüzyıl Sonunda Azerbaycan-Türkiye Münasebetleri 1993- 1998), Ankara, 1999 ATNUR, İbrahim Ethem, Osmanlı Yönetiminden Sovyet Yönetimine Kadar Nahçıvan (1918-1921), TTK yayınları, Ankara, 2001 AYDOĞAN, Metin, BİTMEYEN OYUN, Tütrkiye’yi Bekleyen Tehikeler, Kumsaati yayınları, 15. baskı, İstanbul, 2003 BALAYAN, Zori, Oçag, Sovetagan Grog yayınevi, 1984 BALIYEV, Hasan, “Gördüklerim ve Düşündüklerim”, DİDERGİNLER, Tertipçi: HİDAYET, Bakü, 1995 BARDAKÇI, Cemal, Alevilik, Bektaşilik, Ahilik, 4. baskı, Ankara, 1970 BAYBURTYAN, V. A., Armyanskaya Koloniya v Novom Djulfe v XVIII veke, (XVIII. Asırda Yeni Culfa’da Ermeni Kolonileri), Erevan, 1969 BAYIR, Emre, Fars Milliyetçiliğinin Gelişimi ve Güney Azerbaycan’da Milli Direniş Hareketi, Avrasya Dosyası, İran Özel, cilt: 5, sayı: 3, Sonbahar-1999 BAYKARA, Hüseyin, Azerbaycan İstiklal Mübarizesi Tarihi, Bakü, 1992 BLAGA, Rafael, İran Halkları El Kitabı, 1997 BÖLÜKBAŞI, Süha, “Ankara’s Baku-Centered Transcaucasia Policy: Has it Failed?”, Middle East Journal, Cilt: 51, no: 1, 1997 BRZEZİNSKİ, Zbigniew, Büyük Satranç Tahtası, çev: Ertuğrul Dikbaş, Ergun Kocabıyık, İstanbul, 1998 BRZEZİNSKİ, Zbigniew, Büyük Çöküş, T. İş Bankası Kültür yayınları, 5. baskı, Ankara, 2000 BUDAK, Mustafa, “Azerbaycan – Ermenistan İlişkilerinde Dağlık Karabağ Meselesi ve Türkiye’nin Politikası”, Kafkas Araştırmaları, Sayı: 2, 1996 BUNYATOV, Ziya, Obzor İstoçnikov po İstorii Azerbaydjana, İstoçniki Arabskiye, (Arap Kaynaklarına Göre Azerbaycan Tarihine Genel Bir Bakış), Baku, 1964 BUNYATOV, Ziya, Azerbaydjan v VII-IX vv. Baku, (VII-IX Yüzyıllarda Azerbaycan), 1965 CABBARLI, Hatem, Türkiye’nin Ermenistan’daki İmajı, Ermeni Araştırmaları Dergisi, sayı: 7, Ankara, Sonbahar 2002 CAFERSOY, Nazim, Elçibey Dönemi Azerbaycan’ın Dış Politikası (Haziran 1992- Haziran 1993), ASAM yayınları, Ankara, 2001 CAFERSOY, Nazim, Eyalet-Merkez Düzeyinden Eşit Statüye: Azerbaycan-Rusya İlişkileri (1991-2000), ASAM, Ankara Çalışmaları Dizisi no:1, Ankara, 2000 CHUBİN, Shahram, “İran’s Strategic Predicament”, The Middle East Journal, Vol.54, no: 1, (Winter 2000) CORNELL, Svante O, “Undeclared War”, Journal of South Asian and Middle Eastern Studies, Vol: 20, no:4, Fall 1997 ÇAKAR, Filiz Yıldız, “Türkiye’nin Geleneksel Güvenlik Sorunu: Kıbrıs”, Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, Seçkin yayınları, Editörler: Refet Yinanç, Hakan Taşdemir, Ankara, 2002 ÇAŞIN, Mesut Hakkı, İran Silahlı Kuvvetleri, Avrasya Dosyası, İran Özel, cilt:2, sayı:1, İlkbahar- 1995

171 ÇAVÇAVADZE, G. İlya, Armyanskiye Uçenıye i Vopiyuşiye Kamni, (Ermeni Müdrikleri ve Taşların Feryadı), izd.-vo Elm, Baku, 1990. ÇEÇEN, Anıl, Bir İran Değerlendirmesi, Avrasya Dosyası, İran Özel, cilt:5, sayı:3, 1999 ÇETİNSAYA, Gökhan, “İran ve Güvenlik Algılamaları”, Uluslararası Güvenlik Sorunları ve Türkiye, Seçkin yayınları, Editörler: Refet Yinanç, Hakan Taşdemir, Ankara, 2002 DASNABEDİAN, Hratch, History of the Armenian Revolutionary Federation, Dashnaksutiun, 1890-1924, Milan: OEMME, 1990. DAŞNAKİ (İz Materialov Departamenta Politsii), (Polis Bölmesi Materyallerine Göre TAŞNAKLAR), Baku, 1990 DAVUTOĞLU, Ahmet, “Stratejik Derinlik”, Türkiye’nin Uluslararası Konumu, Küre yayınları İstanbul, 2001 DELİORMAN, Altan, Türklere Karşı Ermeni Komiteciliği, İstanbul, 1973 DİLAN, Hasan Berke, Atatürk Dönemi TÜRKİYE’NİN DIŞ POLİTİKASI (1923- 1939), Alfa yayınları, İstanbul, 1998 DJORDJ, Lord, Pravda o Mirnıh Peregovorah, 1957, t. 2. DUBROVİN, N. F., Zakavkazye ot 1803-1806 goda, (1803-1806 yıllarında Zakafkasya), (Sankt Petersburg) SPb., 1866 DURDULAR, Ercan, İran’ın Azerbaycan ve Ermenistan Politikası, Avrasya Dosyası, cilt:2, sayı:1, İlkbahar-1995 ELÇİBEY, Ebülfez, Bütöv Azerbaycan Yolunda, Ecdad yayınları, Ankara, 1998 Ermeni Halkının Tarihi Tetkiki ile İlgili Belgeler Koleksiyonu, kısım I, Moskva, 1833, (Rusça) ESMER, A., Şükrü, Siyasi Tarih (1919-1939), SBF yayınları, Ankara, 1953 GALOYAN, G. A., Rossii i Narodı Zakavkazya (oçerki politiçeskoy istorii ih vzaimootnoşeniy s drevnih vremen do pobedı Velikoy Oktyabrskoy Sotsialiçeskoy Revolyutsii), (Rusya ve Güney Kafkasya Halkları), Moskva, 1975 GASIMOV, Abutalıb, XX Esrde Nahçıvan’da Ermeni – Azerbaycan Ziddiyyetleri, tertibçi: Süleyman Memmedov, Azerbaycan Tarihinde Nahçıvan, Bakı, 1996 GASIMOV, Musa, Azerbaycan Beynelhalk Münasebetler Sisteminde (1991-1998), Bakü, 1996 GAZİGİRAY, A. Alper, Osmanlı’dan Günümüze Kadar Vesikalarla Ermeni Terörünün Kaynakları, İstanbul, 1982 GLİNKA, S. N., Opisaniye Pereseleniye Armyan Adderbaydjanskih v Predelı Rossii, (Rusya Hudutları İçerisinde Yer Alan Azerbaycan’a Ermenilerin Göçürülmesinin Tasviri), Moskva, 1831 GRİGORYAN, Z. T., Uçastiya Armyan v Russko-Persidskih Voynah Naçala XIX veka – Voprosı İstorii, (XIX. Yüzyılın Başlarında Rus - İran Savaşlarında Ermenilerin İştiraki – Tarihi Meseleler), 1951, no: 4 GUNTER, Michael M., The Armenian Terrorist Campaign Against Turkey, Orbis, Summer 1983, Vol. 27, no: 2 GULUZADE, Vefa, Geleceğin Üfügleri, Bakü, 1999 GÜL, Nazmi, EKİCİ, Gökçen, Azerbaycan ve Türkiye ile Bitmeyen Kan Davası Ekseninde Ermenistan’ın Dış Politikası, Avrasya Dosyası, Azerbaycan Özel, cilt: 7, sayı: 1, Ankara, 2001 GÜL, Nazmi, EKİCİ, Gökçen, Ortak Tehdit Algılamaları ve Stratejik İttifaklığa Doğru İlerleyen İran-Ermenistan İlişkileri, Stratejik Analiz, cilt:2, sayı:22, Şubat 2002

172 GÜL, Nazmi, EKİCİ, Gökçen, Stratejik Ortaklar Arasında Bir Sorun mu Var? Putin’in Ermenistan Ziyareti ve Moskova-Erivan İlişkileri, Stratejik Analiz, cilt:2, sayı:19, Kasım 2001 GÜRÜN, Kamuran, Ermeni Dosyası, TTK yayınları, Ankara, 1983 GÜRÜN, Kamuran, Türk-Sovyet İlişkileri (1920-1953), Ankara, TTK basımevi, 1991 HASANOV, Ali, Azerbaycan’ın Harici Siyaseti, Avropa Devletleri ve ABŞ (1991- 1996), Bakü, 1998 HASANOV, Cemil, Ağ Lekelerin Gara Kölgesi, Bakü, 1991 HASANOV, Cemil, 1918 İlkbaharı: Azerbaycan’da Ermeni Terörizmi ve Türk- Müslüman Soykırımı, Meslek Hayatının 25. yılında Prof. Dr. Abdülhaluk Mehmet Çay Armağanı, cilt: 1, Ankara, 1998 HENZE, Paul, “Ermeni Şiddetinin Kökenleri”, Uluslararası Terörizm, Ankara Üniversitesi yayını, no: 88, Ankara, 1988 HEYET, Cevat, “Azerbaycan’ın Türkleşmesi ve Azeri Türkçesinin Teşekkülü, Varlık – 14, İl, no: 87-4, 1993 HEYET, Cevat, Azerbaycan’ın Adı ve Sınırları, Avrasya Etütleri, cilt:1, no: 2, 1994 İBRAHİMLİ, Haleddin, “Değişen Avrasya’da Kafkasya”, Kafkasya Araştırmaları Dizisi, no:5, ASAM, Ankara, 2001 İLHAN, Suat, Jeopolitik Duyarlılık, TTK yayınları, Ankara, 1989 İRVİNG, Thomas Ballantine, İslam Dünyası ( I ), Ağaç yayıncılık, İstanbul, 1992 İSMAYILOV, Mahmud, Senin Ulu Baban, Bakü, 1989 İSMAYILOV, Füzuli, Garabağ Konflikti ABŞ-ın Global Siyaseti Kontekstinde, Bakü, 2001 İSMAYILOV, Eldar, HASANOV, Cemil, GAFAROV, Tahir, Azerbaycan Tarihi, Öğretmen yayınları, Bakü, 1995 İstoriya Armyanskogo Naroda, (Ermeni Halkının Tarihi), Erevan, 1980 İz Pisem İ. İ. Vorontsova – Taşkova Nikolayu Romanovu. // Azerbaycan Tarihi Senedler ve Neşrler Üzre, Bakü, 1990 KAÇAZNUNİ, Ovanes, Daşnaksutyun Bolşe Niçego Delat! peç.po izd.-vo 1902 g, Baku, 1990 KARABEKİR, Kazım, İstiklal Harbimiz, İstanbul, 1988 KASIM, Kamer, Ermenistan’ın Dış Politikası: Ter-Petrosyan ve Koçaryan Dönemlerinin Temel Parametreleri, Stratejik Analiz, cilt: 3, sayı: 27, Temmuz 2002 KASIM, Kamer, Azerbaycan’ın Dış Politikası, Bağımsızlıklarının 10. Yılında Türk Cumhuriyetleri, Editörler: Prof. Dr. Emine Gürsoy – Naskali Erdal Şahin, Türkistan ve Azerbaycan Araştırma Merkezi yayını, 2002 KATLİAM: Karabağ’da Siyasi Gelişmeler, Tarihi Araştırmalar ve Dökümantasyon Merkezleri Kurma ve Geliştirme Vakfı, İstanbul Araştırma Merkezi, İstanbul, 1993 KAYA, Vahap, Toplumsal Değişme Açısından KARİZMANIN ŞİDDETİ, Atatürk, Hitler, Humeyni, Ankara, 1998 KEVORKYAN, Dikran, “Ermeni Meselesinde Tehcire Amil Olan Sebepler”, Tarih Boyunca Türklerin Ermeni Toplumu ile İlişkileri, Atatürk Üniversitesi, Erzurum, 8-12 Ekim 1984 KEVSERANİ, Vecih, Osmanlı ve Safevilerde Din-Devlet İlişkisi, Denge yayınları, İstanbul, 1982 KİROKASYAN, J., Zapadnaya Armeniya vo Vremya I. Mirovogo Voyna, (Birinci Dünya Savaşı Sıralarında Batı Ermenistan), Erevan, 1971 “KODJALI” - Kronika Genotsita, (“HOCALI” – Soykırımın Kronolojisi), Baku, 1993 KOCAOĞLU, Mehmet A., Uluslararası İlişkiler, Ankara, 1993

173 KOÇAŞ, Sadi, Tarih Boyunca Ermeniler ve Türk-Ermeni İlişkileri, Altınok basımevi, Ankara, 1967 KONUKÇU, Enver, Ermenilerin Yeşilyayla’daki Türk Soykırımı (11-12 Mart 1918), Atatürk Üniversitesi yayınları, Ankara, 1990 KOVALEVSKİY, P. İ., Zavoyevaniye Kavkaza Rossiyey (İstoriçeskiy Oçerk), (Rusya’nın Kafkasya’yı Fethi), SPb, 1913 KÖK, Havva, Günümüzde Türkiye-Rusya İlişkileri ve Hazar Petrolleri Konusu, Çağdaş Türk Diplomasisi: 200 Yıllık Süreç, TTK, Ankara, 1999 KÖMÜRCİYAN, Eremya Çelebi, İstanbul Tarihi, XVII. Asırda İstanbul, Tercüme eden Hrand D. Andreasyan, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi yayınları, no: 506, Kutulmuş basımevi, İstanbul, 1952 KULİYEV, Hasan Hüseyinoğlu, Rusya’nın Azerbaycan Stratejisi, Avrasya Dosyası, cilt:3, sayı:4, 1996 LAÇINER, Sedat, Ermenistan – Türkiye İlişkilerinde Sınır Kapısı Sorunu ve İlişkilerde Ekonomik Boyut, Ermeni Araştırmaları Dergisi, Sayı: 6, Ankara, 2002. LENİN, Vladimir İliç, Eserlerinin Külliyyatı, cilt:28, 4. basım, LENİN, Vladimir İliç, Devlet ve İnkilab, Bakü, 1969, LENİN, Vladimir İliç, Proleter İnkılabı ve Hain Kautski, Bakü, 1952 LENİN, Vladimir İliç, Azerbaycan Hakkında, Azerbaycan Devlet Neşriyyatı, Bakü, 1970 LEPİNGWELL, J, W., “Russian Military and Security Policy in the Near Abroad”, Survival, cilt: 36, sayı: 3, Sonbahar 1994 LİBARİDİAN, Gerard J., Ermenilerin Devletleşme Sınavı, Bağımsızlıktan Bugüne Ermeni Siyasi Düşünüşü, İletişim yayınevi, İstanbul, 2000 LİPRANDİ, A. P., Kavkaz i Rossiya, (Kafkasya ve Rusya), Harkov, 1911 LOYAN, G. A., Rossii i Narodı Zakavkazya (Oçerkı Politiçeskoy İstorii ih Vzaimootnoşeniy s Drevnih Vremen do Pobedı Velikoy Oktyabrskoy Sotsialistiçeskoy Revolyutsii), (Rusya ve Zakafkasya Halkları), Moskva, 1975 LÜTEM, Ömer E.,“Olaylar ve Yorumlar”, Ermeni Araştırmaları Dergisi, Cilt:1, Sayı:1, Mart-Nisan-Mayıs, 2001 MASİH, Joseph R. and KRİKORİAN Robert O. (eds.), Armenia at the Crossroads, Harwood Academic Publishers, 1999 Mc CARTHY, Justin, Ölüm ve Sürgün, İnkılap yayınları, çev: Bilge Umar, 2. baskı, İstanbul, 1998 MEMMEDZADE, Mirza Bala, Milli Azerbaycan Hareketi, Bakü, 1992 METİN, Halil, Türkiye’nin Siyasi Tarihinde Ermeniler, Ermeni Olayları, MEB yayınları, Ankara, 1982 MOLEVİL, Jorj de, Armyanskaya Tragediya 1915 goda, (1915 yılı Ermeni Trajedisi), Baku, 1990 MORGENTHAU, H. J. Uluslararası Politika, çev: Dran-Oskay, Ankara, 1970 MROVELİ, Leonti, Kartlis Tshovreba (Gürcü Tarihi), Gruzinskiy Tekst, tom , Tbilisi, 1955 MUCİRİ, Aleksandr, “Birlik Olsa İdi” Sovyet Gürcistanı, 20 Eylül 1990, no: 11 (9806) MUSTAFAYEV, Fazıl, Ebülfez Elçibey Tarihten Geleceğe, İstanbul, 1995 NEFİSİ, Sait, Tarih-e Ectemaye ve Siyese İran der Dovre-ye Muaser, (Çağdaş Devirde İran’ın Siyasi ve Toplumsal Tarihi), Tahran, 1235 NERSESYAN, M. G., İz İstorii Russko-Armyanskih Otnoşeniy, (Rus – Ermeni İlişkileri Tarihinden), kniga I, Erevan, 1956

174 NESİBLİ, Nesib, Azerbaycan’ın Milli Kimlik Sorunu, Avrasya Dosyası, Azerbaycan Özel, cilt:7, sayı:1, 2001 NESİROV, Elman, Azerbaycan-ABŞ Münasibetleri (1991-1997), Bakü, 1998 ORDUBADİ, Memmed Said, Ganlı İller, (Kanlı Yıllar), Bakü, 1991 OSMANLI ANSİKLOPEDİSİ, cilt:7, Ağaç yayıncılık, İstanbul, 1993 ÖZCAN, Nihat Ali, İran’ın Türkiye Politikasında Ucuz, Ama Etkili Bir Manivela: PKK, Avrasya Dosyası, cilt: 5, sayı: 3, Sonbahar 1999 ÖZDAĞ, Muzaffer, Türk Aleviliğinin Yükselişi, Ankara, 1998 ÖZKAN, Zafer, Tarihsel Akış İçerisinde TERÖRDEN POLİTİKAYA ERMENİ MESELESİ, İstanbul, 2001 PAHOMOV, E. A., Kratkiy Kurs İstorii Azerbaydjana, (Azerbaycan Tarihine Kısa Bir Bakış), Baku, 1923 PARMAKSIZOĞLU, İsmet, Ermeni Komitelerinin Hareketleri ve Besledikleri Emeller, Ankara, 1981 PARSAMYAN, V. A., İstoriya Armyanskogo Naroda (1801-1900 g.), (Ermeni Halkının Tarihi), kniga pervaya, izd-vo Ayastan, Erevan, 1977 PARSAMYAN, V. A., Kolonialnaya Politika Çarizma v Armenii, (Çarizmin Ermenistan’da Kolonileşme Politikası), Erevan, 1940 PİPES, Daniel, Ortadoğu’da İki Takım, Avrasya Dosyası, cilt:5, sayı: 3, Sonbahar- 1999 PİŞEVERİ, Mir Cafer, Seçilmiş Eserleri, Azerbaycan Devlet Neşriyyatı, Bakü, 1984 POMPEYEV, Yuri, Krovavıy Omut Karabaha, Baku, 1992 POTTO, V. A., Pervıye Dobrovoltsı Karabaha v Epohu Vodvoreniya Russkogo Vladiçestva, Tiflis, 1902 POTTO, V. A., Kavkazskaya Voyna v Otdelnıh Oçerkah, Epizodah Legendah i Biografiyah, (Çeşitli Eserlerde Kafkasya Savaşı), t.-I-IV, Sankt Petersburg (SPb.), 1886-1891 RAEFF, M., Patterns of Russian İmperial Policy Towards the Nationalities: İn Soviet Nationality Problems, New-York – London, 1978 RAFFİ (Agop Melik Agopyan), Samvel, izdatelstvo Ayastan, Erevan, 1971 RAHMANZADE, Fazil, “YOL”, Tarihi Publisistik Geydler, Azerbaycan Ensiklopediyası Neşriyyat Poligrafiya Birliği, Bakü, 1994 REHİMOĞLU, Arif, Satranç Tahtasında Azerbaycan ve Farsistan, Avrasya Dosyası, Azerbaycan Özel, cilt:7, sayı:1, İlkbahar – 2001 RESULZADE, Memmed Emin, Azerbaycan Cumhuriyeti, Elm, Bakü, 1990 RESULZADE, Memmed Emin, Azerbaycan Şairi Nizami, Bakü, 1991 RESULZADE, Memmed Emin, İran Türkleri, Türk Yurdu Sebilürreşad, Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1993 Rusya’nın Van ve Erzurum’daki Başkonsolosu Mayevski’nin Hatıraları, Bakü, 1914 SADIGOV, S. “Hegigeti Bilmeli, Nahçıvan 1920-ci İllerin Burulğanında”, Dirçeliş, no: 1, Bakü, 1992 SEYDİ, Süleyman, Sovyetler Birliği’nin Ermeniler İçin Başlattıkları Anavatana Dönüş Projesi”, Ermeni Araştırmaları Dergisi, ASAM yayınları, Ankara, 2003, sayı: 8 SEZER, Duygu Bazoğlu, Türk-Rus İlişkileri: ‘Düşmanlıktan Fiili Yakınlaşma’ya, TÜRKİYE’NİN YENİ DÜNYASI, Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, Derleyenler: Alan MAKOVSKİ, Sabri SAYARLI, Alfa yayınları, I. baskı, İstanbul, 2002 SHAVROV, Nikolay, N., Novaya Ugroza Russkomu Delu v Zakavkazye: Predstavşaya Rasporyadka Mugani İnarodtsam, (Zakafkasya’da Rus Faaliyetlerine Karşı Yeni Bir Tehdit), SPb., 1911

175 SHOSTAKOVİÇ, S. V., Diplomatiçeskaya Deyatelnost A. S. Griboyedova, (A. S. Griboyedov’un Diplomatik Faaliyetleri), Moskva, 1960 SOFUOĞLU, Cemal, İLHAN, Avni, Alevilik, Bektaşilik Tartışmaları, Diyanet İşleri Başkanlığı yayınları, Ankara, 1997 SOLOVYOV, S. M., Çteniye i Rasskazı po İstorii Rossii, (Rusya Tarihi Üzerine Yazılmış Eserler), Moskva, 1989 SONYEL, Salahi R., Türk Kurtuluş Savaşı ve Dış Politika, cilt:2, Ankara, 1986 Sovremennıye Burjuaznıye Teorii Mejdunarodnıh Otnoşeniy: Kritiçeskiy Analiz. M., 1976 SOYSAL, İsmail, Tarihçeleri ve Açıklamaları ile Birlikte Türkiye’nin Siyasal Antlaşmaları (1920-1945), cilt: 1, Ankara, 1993 SÖNMEZ, Can, Jeopolitik Açıdan Kafkasya, Avrasya Dosyası, Rusya-Kafkasya Özel, Kış 1996 SÖNMEZOĞLU, Faruk, Türkiye-Yunanistan İlişkileri ve Büyük Güçler, DER yayınları, İstanbul, 2000 SÜMER, Faruk, Azerbaycan’ın Türkleşmesi Tarihine Umumi Bir Bakış, TTK, Belleten , cilt: XXI, sayı: 83, Temmuz 1957 SÜSLÜ, Azmi, Ermeniler ve 1915 Tehcir Olayı, Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörlüğü, yayın no:5, Ankara, 1990 STEPHENSON, G., Russia from 1812 to 1945, New-York, 1969 SWİETOCHOWSKİ, Tadeusz, Müslüman Cemaatten Ulusal Kimliğe Rus Azerbaycanı – 1905-1920, çev: Nuray Mert, Bağlam yayınları, İstanbul, 1988 ŞAUMYAN, Stepan G., Seçilmiş Eserleri, cilt: 2, Bakü, 1978 ŞIHALİYEV, Emin Arifoğlu, Türkiye ve Azerbaycan Açısından Ermeni Sorunu, Türk Kültür ve Eğitim Norm Geliştirme Vakfı yayınları, Ankara, 2002 TAĞIYEVA, Şövket, REHİMLİ, Ekrem, BAYRAMZADE, Semed, Güney Azerbaycan, Orhan yayınları, Bakü, 2000 TAĞIYEVA, Şövket, Müasir İran Burjua Tarihşünaslığında Azerbaycan Halkının Etnik Birliğinin İnkar Edilmesi Hakkında, Azerbaycan Tarihi ve Medeniyetinin Burjua Sahtalaştırılmasına Garşı, Bakü, 1978 TARİHTEN GÜNCELLİĞE ERMENİ SORUNU, Tahliler-Belgeler-Kararlar, İstanbul, 2001 TEKİN, Ali, “The Place of Terrorism in İran’s Foreign Policy”, Eurasia File, no:2, 1997 TENGİRŞEK, Yusuf Kemal, Vatan Hizmetinde, Ankara, 1981 TEZKAN, Yılmaz, Siyaset, Strateji ve Milli Güvenlik, Ülke kitapları, İstanbul, 2000, 1. baskı. TOPÇUBAŞOV, Alimerdan, Diplomatiçeskiye Besedı v Stambule (1918-1919 g.), (İstanbul’da Diplomatik Konuşmalar), Baku, 1994 TÜRK ANSİKLOPEDİSİ, MEB, “Sasaniler”, cilt:28, 1980 TÜRK DIŞ POLİTİKASI, Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar, cilt:II, 1980-2001, Editör: Baskın Oran, 4. baskı, İstanbul, 2002 URAS, Esat, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Belge yayınları, İstanbul, 1987 ÜLKÜ, İrfan, Bağımsızlıktan Sonra Azerbaycan, Kamer yayınları, İstanbul, 1998 ÜNÜVAR, Veysel, İstiklal Harbinde Bolşeviklerle Sekiz Ay (1920-1921),İstanbul, 1948 VAHAPZADE, Bahtiyar, Vatan, Millet, Anadil, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı yayınları, Ankara, 1999

176 VASSİLİEV, Alexei, “Turkey and İran in Transcaucasia and Central Asia”, Editör: Anoushiravan Ehteshami, From the Gulf to Central Asia: Players in the New Great Game, Exeter, England: University of Exeter Press, 1994 VELİÇKO, Vasili Lvoviç, KAVKAZ. Russkoye Delo i Mejduplemennıye Voprosı, (Rus İşi ve Kabilelerarası Meseleler), izd-vo Elm, Baku, 1990 VOLKOV, M. A., Znaçeniye Kavkaza v Vostoçnım Voprose, (Doğu Meselesinde Kafkasya’ın Önemi), -“Den”, 1864 VOSKANYAN, V. K., Armyano-Russkiye Otnoşeniye v XVII v., (XVII. Yüzyılda Ermeni-Rus İlişkileri), Erevan, 1948 WİNROW, Garet M., Orta Asya ve Kafkasya Politikası, TÜRKİYE’NİN YENİ DÜNYASI, Türk Dış Politikasının Değişen Dinamikleri, Derleyenler: Alan MAKOVSKİ, Sabri SAYARLI, Alfa yayınları, I. baskı, İstanbul, 2002 YAKUBLU, Nesiman, Hocalı Katliamı, Bakü, 1992 YANAR, Savaş, Türk-Rus İlişkilerinde Gizli Güç: KAFKASYA, İQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2002 YENİKOLOPOV, İ. K., Griboyedov i Vostok, (Griboyedov ve Doğu), Erevan, 1954 YEZOV, G. A., Snoşeniya Pyotra Velikogo s Armyanskim Narodom, (Büyük Petro’un Ermeni Halkına Karşı Tutumu), Dokumentı, Sankt Petersburg (SPb.), 1898 ZAVARYAN, S., Ekonomiçeskiye Usloviya Karabaha i Golod 1905-1907 g., (1905- 1907 yıllarında Karabağ’ın Ekonomik Şartları), Perevod s Armyanskogo, Sankt Petersburg (SPb.), 1907 ZUBOV, P., Podvigi Russkih Voinov v Stranah Kavkazskih s 1800 po 1834 g., (Kafkasya Ülkelerinde Rus Askerlerinin Kahramanlığı), Sankt Petersburg (SPb.), 1835

İNTERNET ADRESLERİ

Azerbaijan İnternational, (3. 4) Kış 1995. http://www.azer.com/aiweb/categories/magazine/34_folder/34_articles/34_americane mbassy.html

Azerbaijan İnternational, (6. 4) Kış 1998. http://www.azer.com/aiweb/categories/magazine/64_folder/64_articles/64_socar_ilha m.html

“Kolıbel Çeloveçestva na Territorii İsteriçeskoy Armenii: http: //www.azg. Am/RU/ 20020108/ 2002010817. shtm

LURYE, Svetlana, Rossiya v Massovom Soznanii Armyan. http: www. polit. ru.

DERGİLER

AKSİYON dergisi, “Kafkasya’nın Yükselen Yıldızı Azerbaycan”, sayı: 112, Ocak 1997 ŞEYPUR dergisi, 7 Aralık 1918 YENİ AVRASYA Dergisi, Ekim 2000;

177 THE ECONOMİST, “A View to a Slaugher”, 7 March 1992 TÜRK DÜNYASI TARİH Dergisi, Mustafa Kemal Paşa, “Nahçıvan Türk Kapısıdır”, (Dinleyip nakleden: Faruk Sümer), Sayı:64, Nisan 1992

GAZETELER

ARMENİAN WEEKLY, 4 April 1987 AZATLIK, 01 Eylül 1992, Surhay Hüseynli, “20 Yanvar: Hususile Mehfi Senedler ne Deyir?” AZERBAYCAN, 23 Ocak 1918 AZERBAYCAN, 17 Ekim 1992 AZERBAYCAN, 26 Eylül 2000 Gazeta “AZERBAYDJANA”, 19 Eylül 1918, no:2 GÜNAYDIN, 8 Mayıs 1997, Nazif Okumuş, “Aliyev’den Ermeni Dersi”, CUMHURİYET, 12. 02, 1999,“Haksız Suçlama” EKSPRESS, 17 Mart 2004 HALK, 30 Yanvar (Ocak) 1992 HAYAT, 7 Temmuz 1992 HÜMANİTE, 18 Kasım 1987 HÜRRİYET, 4 Mart 1992 HÜRRİYET, 4-18-20-24 Ekim 2000 HÜRRİYET, 31 Ocak 2001 İSTİKLAL, 31 Mart 1919 KOMÜNİST, 25 Mayıs 1989 LİTERATURNAYA Gazeta, 13 Eylül 1978, M. Şagniyan, “Vajnoye Sobıtiye İstorii” MİLLİYET, 29. 05. 1999, Mine G., Kırıkkanat, “Avrupa Değerlerini Silahla Savununuz” NEZAVİSİMAYA GAZETA (Bağımsız gazete), 29 Ekim 1999 NEW – YORK TİMES, 24 Nisan 1964 ORTADOĞU, 17 Ekim 2000 RADİKAL, 24 Eylül 2000 RADİKAL, 20 Ekim 2000 RADİKAL, 31 Ocak 2001 RADİKAL, 8 Ekim 2002, Mahmut Niyazi Sezgin, “Kafkasya’da Büyük Rekabet” SABAH, 18 Ocak 2001 SM – SEGODNYA, 5 Şubat 1993 STUTTGARTER ZEİTUNG, 03. 01. 1998, Adrian Zielcke, “Aegste von den Kurden” STUTTGARTER ZEİTUNG, 19 Ocak 1998 YENİ AZERBAYCAN, 5 Ağustos 1993, Nazim Mustafa, “Ermeniler Öz Dövletlerini Yaratmak Üçün Ne Geder Rüşvet Vermişler?” ZERKALO (Ayna) gazetesi, 12 Nisan 1997 ZAMAN, 21 Kasım 1997 ZAMAN, 12 Ocak 2002, Orhan Yıldırım, “İhracatçılar Ermenistan Kapısının Açılmasını İstiyor”. ZAVTRA (Yarın) gazetesi, 24 Aralık 1996

178

EK

179

EDUARD ŞEVARDNADZE

(1928 - )

Son Sovyet Dışişleri Bakanı olarak tarihe geçen Eduard Şevardnadze, Soğuk Savaş döneminin sona ermesinden sonra siyasi arenada kalan birkaç liderden biridir. 1928 yılında Gürcistan’ın Karadeniz sahilindeki Mamati köyünde doğdu. Köylü bir ailenin beşinci ve son çocuğuydu. 20 yaşında siyasete atıldı, 31 yaşında öğretmenlik enstitüsünden diploma aldı. 1946 yılında Komünist Parti’ye girdi ve hızla parti içinde yükselmeye başladı. Gürcistan İçişleri Bakanı olduğunda yolsuz yöneticilere karşı bayrak açtı. Yolsuzlukla mücadelesi Moskova’daki Sovyet liderlerinin de dikkatini çekti. 1972 yılında Gürcistan Komünist Partisi Genel Sekreteri oldu. 1985 yılında Andrey Gromıko’nun 28 yıllık Bakanlığından sonra SSCB Dışişleri koltuğuna oturan E. Şevardnadze, M. S. Gorbaçov’un glasnost ve perestroyka politikasının Batı’ya açılan yüzü oldu. Soğuk Savaş’ın Batı ittifakı lehine sona ermeye başladığı anlaşılmıştı. 1989 yılında Berlin Duvarı yıkılırken, Şevardnadze Moskova’yı diktatörlükle suçlayarak Dışişleri Bakanlığı’ndan istifa etti. Gri saçları ve hızlı manevra kabiliyeti nedeniyle “Gri Tilki” lakabını aldı. Gürcistan’ın 1991 yılında bağımsızlığını ilan etmesi ve 1992 yılında seçilmiş ilk Devlet Başkanı Zviad Gamsakurdia’nın darbeyle indirilmesinin ardından Şevardnadze ülkesine döndü ve 1995 yılında Devlet Başkanı oldu. Şevardnadze’ye ekonomik darboğazın yanı sıra siyasi kaos miras kaldı. Ekonomik sıkıntılarla birlikte ayrılıkçı hareketlerle de mücadele eden Şevardnadze, 2000 yılında yeniden Başkan seçildi, ama istikrar getiremedi. Yaptığı reformlara rağmen ülkesinde bir türlü istikrarı sağlamayan Şevardnadze’yi kadife darbeyle indiren muhalefet, Ulusal Hareket Bloku’nun lideri 35 yaşındaki Amerikan eğitimli avukat Mikhail Saakaşvili’nin 4 Ocak 2004’ teki seçimlerde tek aday olmasına karar verdi. M. Saakaşvili, George Washington Üniversitesi’nde İnsan Hakları Hukuku eğitimi aldı. Kiev, Floransa ve Strasbourg’da eğitim gördükten sonra ABD’ye gitmişti. Hollandalı eşi Sanra Roelofs ile Fransa’daki öğrenimi sırasında tanışmıştı. Gürcü, Rus, İngiliz, Fransız dillerine mükemmel derecede sahip bir insandır. 1995 yılında Devlet Başkanı E. Şevardnadze’nin çağrısı üzerine ülkesine gelen Saakaşvili, yıl sonunda parlamentoya seçildi, 2000 yılında Adalet Bakanı oldu. Sonra hükümetten ayrıldı ve muhalif Ulusal Birlik Hareketi’ni kurdu. 4 Ocak 2004 tarihinde yapılan devlet başkanlığı seçimlerini kazanan Mihail Saakaşvili, bu tarihten itibaren Gürcistan Cumhurbaşkanı görevini yürütmektedir.

HAYDAR ALİYEV

(1923 - 2003)

Haydar Alirıza oğlu Aliyev, 10 Mayıs 1923 yılında Azerbaycan’ın Nahçıvan bölgesinde doğdu. Nahçıvan Pedagoji Yüksekokulu’nu bitirdikten sonra 1939-1941 yıllarında Meşedi Azizbeyov adına Azerbaycan Sanayi Enstitüsünde (şimdiki Azerbaycan Petrol Akademisi) okudu. 1941 yılından sonra Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Halk Komiserleri Sovyeti’nde Bölüm Başkanı olarak görev yaptı. 1944 yılı Mayıs ayında Nahçıvan Vilayet Parti Komitesi tarafından Devlet Güvenlik Teşkilatı’na (KGB) gönderildi ve 1969 yılına kadar önemli görevlerde çalıştı.

180 1957 yılında Azerbaycan Devlet Üniversitesi (şimdiki Bakü Devlet Üniversitesi) Tarih Fakültesini bitirdi. 1964 yılında Haydar Aliyev Azerbaycan SSC Bakanlar Sovyeti’ne bağlı Devlet Güvenlik Teşkilatı’nın Başkan yardımcısı, 1967 yılında Başkanı olarak ileri çekildi. Azerbaycan Komünist Partisi Merkez Komitesi’nin Temmuz 1969 plenumunda Azerbaycan Komünist Partisi Birinci Sekreteri ve Merkez Komite’nin büro üyesi seçildi. 1976 yılında Haydar Aliyev SSCB Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından Siyasi Büro (Politbüro) üyeliğine aday seçildi. SSCB Anayasa Komisyonu üyesi H. Aliyev’in, ülkenin yeni yasa tasarısının hazırlanmasında da büyük katkıları olmuştur. Azerbaycan’da Genel Sekreter olarak görev yaptığı dönemlerde Azerbaycan 10 kez (1970-1979) Umumittifak Sosyalizm yarışında galip çıkmış ve S. B. K. P. M. K., SSCB Bakanlar Kurulu, U. İ. H. İ. M. Ş.’nın ve U. İ. L. K. G. İ. M. K.’nin Kırmızı Bayrağı ile ödüllendirilmişti. Haydar Aliyev, Sovyetler Birliği Komünist Partisi ve SSCB Yüksek Sovyeti delege heyetinin başkanı ve üyesi olarak Almanya Demokratik Cumhuriyeti (o zaman Sovyet kontrolündeydi), İtalya, Yugoslavya, Romanya, Mısır, Suriye ve Hindistan’da olmuştur. Moskova’da Kasım 1987’ye kadar sürdürdüğü görevi sırasında, SSCB Bakanlar Kurulu Başkanı’nın Birinci Yardımcılığı’na kadar yükselen Haydar Aliyev, 1990 yılında Moskova’da Komünist Partisi üyeliğinden istifa etti. Sovyet Kızıl Ordusu’nun Ocak 1990’da Bakü’de yaptığı katliama sert tepki gösteren Aliyev, Moskova’da yabancı basına açıklama yaparak olayı şiddetle kınadığını belirtti. 3 Eylül 1991 yılında büyük zorluklarla ülkesine dönmeyi başaran H. Aliyev, halkın da isteği ile Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti Yüksek Sovyeti’nin Başkanı görevini yürüttü. Azerbaycan’ın ciddi sorunlarla karşılaştığı dönemlerde, Cumhurbaşkanı Ebülfez Elçibey tarafından Bakü’ye davet edilerek 15 Haziran 1993 yılında Azerbaycan Milli Meclis Başkanı olarak görevde bulundu. Elçibey’in iç savaşa yol vermemek sebebiyle Bakü’den doğduğu Nahçıvan’a (Keleki köyüne) gitmesi üzerine, 3 Ekim 1993 yılında seçimleri kazanarak Cumhurbaşkanı görevini yürüttü. İktidara geldikten sonra Azerbaycan’ın karşılaştığı bütün zorlukları üstlendi. İç savaşı bastırdı, separatizm eğilimlerini güçlendiren Rusya tarafından kışkırtılan ve ortaya atılan yapmacık Talış-Muğan Cumhuriyetini başarısızlığa uğratmanın yanı sıra bu işin teşkilatçılarını da cezalandırdı. İktidarda bulunduğu dönemlerde, yılların onda biriktirdiği deneyimi ve siyasi kariyeri sebebiyle ona karşı yapılan bütün suikastları önledi. Haydar Aliyev, 18 Ekim 1998 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanarak ikinci kez beş yıllık Cumhurbaşkanlığı görevine başladı. Pek çok devletin ve Sovyetler Birliği’nin yüksek mükafatları ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin de yüksek mükafatlarına ve 1999 yılında Atatürk Uluslararası Barış Ödülü’ne layık görüldü. Bulunduğu her görev ve makamda Türklerin ve Türk Dünyasının haklarını savunmuş olan, Azerbaycan’ın modern ve kalkınmış bir ülke olması için büyük çaba harcayan, örnek ve eşsiz projeler ve yatırımlar gerçekleştiren, ülkesinin global dünya düzeni içinde özel bir yer edinmesini sağlayan, Bakü – Ceyhan petrol boru hattının gerçek mimarı ve kahramanı, Türk dünyasının yetiştirdiği ender devlet adamları arasında yer alan, yaptığı hizmet ve eserleriyle gerçek anlamda lider ve önder olduğunu kanıtlayan Haydar Aliyev, 8 Temmuz 2003 tarihinde rahatsızlığı sebebiyle Gülhane Askeri Tıp Akademisi’ne (GATA) getirilerek tedavi altına alındı. 6 Ağustos 2002 tarihinde de ABD’deki Cleveland Kliniği’ne sevkedilince, 15 Ekim 2003 tarihinde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerine katılamadı. Cumhurbaşkanlığı seçimlerini oğlu İlham Aliyev kazandı ve şuanda Cumhurbaşkanı olarak görevini yürütmektedir. Cleveland Kliniği’nde “kalp yetmezliği böbrek problemlerinden ötürü” tedavi gören eski Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev, resmi açıklamalara göre, 12 Aralık 2003 yılında ABD’de vefat etti.

181 Azerbaycan’ın yetiştirdiği en önemli şahsiyetlerden biri olan Haydar Aliyev, Azerbaycan’da düzenlenen büyük bir devlet töreni ile 15 Aralık’ta ebedi istirahatgahına defnedildi. Gerçekten de Haydar Aliyev, diğer “baba” tipi liderler gibi tüm hayatını ve enerjisini siyaset sahnesinde harcamıştır. Komünist Partisi’ndeki yükselişinden Politbüro üyeliğine, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Azerbaycan Cumhuriyeti’ndeki iktidar yolculuğundan Bakü – Tiflis – Ceyhan anlaşmasına değin uzun ve çalkantılı bir hayat, artık sona erdi. Aliyev’in Azerbaycan’da yaptığı en büyük hizmet, bu kritik dönemde iç istikrarın sağlanması ve devlet otoritesinin hakim kılınmasıdır. Aliyev döneminin ikinci başarısı, Rusya Federasyonu, Türkiye ve İran’la birlikte Batı çıkarlarının kesiştiği bir coğrafyada denge siyasetini yürütebilmesinde yatmaktadır. Azerbaycan gibi stratejik enerji kaynaklarının mevcut olduğu bir coğrafyada Sovyetler sonrası karmaşık dönemde hakimiyet sağlayıp bölgesel anlamda istikrara katkıda bulunmak, yani “güvenlik üreten” bir ülke konumuna gelmek büyük oranda Haydar Aliyev iktidarının gerçekleştirdiği bir başarıdır. Esasında Haydar Aliyev’in vefatı, Güney Kafkasya’da Gürcistan’daki “kadife devrim” ile başlayan bir sürecin yeni bir halkası olarak yorumlanması gereken bir gelişmedir. Güney Kafkasya’da eski Sovyet nomenklaturasından gelmeyen, daha genç ve Batıya daha açık bir iktidarlar zümresinin hüküm edeceği bir döneme girilmektedir. Gürcistan ve Azerbaycan’da iktidarın yeni ve genç bir jenerasyon tarafından teslim alınması, belirli fırsatlar getirebileceği gibi potansiyel riskleri de beraberinde taşımaktadır. Aynı zamanda, Güney Kafkasya coğrafyasının karmaşık jeostratejik dengelerini gözetebilmek ve bütün etki unsurlarını iyi hesaba katabilmek, belirgin siyasal ve kişisel deneyime sahip olmayı gerektirmektedir. Aliyev ve Şevardnadze gibi duayenlerin yokluğu, bu meyanda potansiyel zikzaklar ve belirsizlikler ihtimalini de artırmaktadır.

İOSİF ARGUTİNSKİ (HOVSEP ARGUTYAN)

“Ermeni milliyetçiliği ile Ermeni Kilisesinin tek vücut teşkil ettiği” anlayışı, Ermeni tarihçileri de dahil bütün tarihçiler tarafından kabul edilmiştir. Türk düşmanlığı dolayısıyla bütün Ermenileri tek hedefe - Türklere - karşı teşkilatlandıran Ermeni Kilisesi olmuştur. Bu işlerde Ermeni papazları müstesna rol oynamışlardır. Binlerce örnekler getirilebilir, ama İosif Argutinski üzerinde durmak yeterli olacaktır. İosif Argutinski, Azerbaycan’ın Karabağ bölgesinde doğdu. Sonra ailesi ile birlikte Rusya’ya – Moskova’ya taşındı. Rusya’da yaşayan Ermenilerin teşkilatlanmasında aktif rol oynadı. Ağa Muhammed Şah Kacar’ın Gürcistan’a saldırısı haberini duyduğu zaman Rusya’da yaşayan Ermenilere, hatta hatta Ruslara seslenerek onları, Kafkasya’da yaşayan Hıristiyan kesime yardıma çağırdı: “... Müslümanlar oldukça tehlikelidirler. Onları zamanından önce susturmak lazımdır...”. 27 Kasım 1795 yılında İ. Argutinski Gürcistan Çarı II. İrakli’ye göndermiş olduğu mektupta yazıyordu: “... Ruslarla din kardeşiyiz. Onlar Kafkasya’da yaşayan Hıristiyanları yalnız bırakmazlar. Bizim de borcumuz Kafkasya’da Rusların kök salmasına fırsat yaratmaktır...”. Aynı zamanda İ. Argutinski bütün isteklerine ulaşmak için İran ve Türkiye’de yaşayan Ermenilerin Azerbaycan’a göçürülmesi için sık sık Çar Rusyası’nın Kafkasya’daki Generalleri ile irtibat kuruyordu. İ. Argutyan Ermeni General İvan Lazarev’le de Tiflis’te bir araya gelerek “Karabağlı” Ermenilerin savunucuları olarak birlikte hareket edeceklerine yemin ettiler. O, Karabağ’a gelerek Ermenilere şöyle seslenmişti: “... V. Zubov’un seferindeki amaç, Hıristiyanları

182 Müslümanların zulmünden kurtarmaktır. Ermeniler bundan yararlanarak “Büyük Ermenistan” devletinin kurulması fırsatını kaçırmamalıdırlar...”. Ama V. Zubov’un Kafkasya’dan geri çağrılması İ. Argutinski için bir darbe oldu. Himayecileri Azerbaycan’dan gittiği için o da Azerbaycan’da fazla barınamadı. Ermeniler arasında son toplantısını yaptıktan sonra Rusya’ya giderek antitürk faaliyetlerini orada sürdürdü.

İVAN DAVUDOVİÇ LAZAREV (HOVANNES LAZARYAN)

(1820 – 1879)

İvan Lazarev de 1820’de diğer Ermeni generalleri gibi Azerbaycan’ın Karabağ bölgesine bağlı Tuğ köyünde doğdu. 4 yaşındayken babasını kaybetti ve büyükbabası Kalantarov’un himayesinde büyüdü. Ermeni Kalantarov, Karabağ Hanı Penah Ali Hanın darphanesinde çalışıyordu. Karabağ hanının yanında çalışmasına rağmen Çar generalleriyle de irtibat içerisindeydi. Bu yakınlığı sebebiyle binbaşı İ. Peut’un da yardımıyla İ. Lazarev’i askeri okulda okuttu. Aynı zamanda İ. D. Lazarev, papaz Pogos Nersesyan’ın yanında dini dersler de aldı. Şuşa’da okulunu bitirdikten sonra Rus Generali Rozen’in yardımıyla Rus askeri birliğine alındı. Görevi sebebiyle sık sık Azerbaycan’a geliyor, vergi adı altında Türkleri istismar ediyordu. Bu zulümlere dayanamayan köylüler kendi evlerini terk ederek diğer bölgelere göç etmek zorunda kalıyorlardı. Boşaltılmış evlere Lazarev, Ermenileri yerleştiriyordu. Rus tarihçisi, aynı zamanda asker olan Potto, yazmış olduğu eserinde, Lazarev hakkında şunları belirtmekteydi: “Lazarev Ermenilerin dağınık halde olmalarından oldukça rahatsızdı. Onun düşüncesine göre, Denizden Denize büyük devlet kurmaları için birlikte ve toplu şekilde yaşamaları şart idi. Bu yüzden de “Büyük Ermenistan”ı kurmak için görevi sebebiyle bu fırsatlardan yararlanıyordu”. Çar Rusyası’nın müstemlekecilik siyasetini başarılı şekilde yerine getiren İ. D. Lazarev, 15 Ağustos 1879 yılında Bakü seferine çıktığı zaman bilinmeyen bir neden yüzünden yolda vefat etti.

İVAN FYODOROVİÇ PASKEVİÇ

19 Mayıs 1782 tarihinde Poltava’da (şimdiki Ukrayna şehri) doğdu. Babası Fyodr Paskeviç gildiya (tüccar) idi. Bu Rus tüccarının bütün ticari kazancını Sarkisyan başta olmakla Ermeniler sağlıyorlardı. Oldukça kurnaz olan Sarkisyan adlı bir şahıs, Fyodr Paskeviç’in derin itimadını kazanmış, oğlu İvan Paskeviç’e daha küçük yaşındayken Ermeni dilini öğretmiş, onun Ermeni sempatizanı olarak yetişmesinde büyük rol oynamıştı. Askeriyeye büyük ilgisi olan İ. F. Paskeviç, askeri okulunu bitirdikten sonra bir takım savaşlara katıldı. 1827 yılında ise Kafkasya’ya atandı. Rusya – İran savaşlarına katılan ve Azerbaycan’ın bölünmesine sebep olan 24 Ekim 1813 Gülistan, sonra ise 10 Şubat 1828 Türkmençay anlaşmalarının yapılmasında büyük rol oynadı. İrevan kalesinin alınması için saldırıya geçen İvan Fyodoroviç Paskeviç, bir süre sonra bu kaleyi işgal edince, soyadına “İrevan” kelimesini de ekledi ve böylece “Paskeviç –

183 İrevanski” oldu. 2 Eylül 1829 tarihli anlaşma gereğince, Türkiye’den Kuzey Azerbaycan’a 14.000 Ermeni’nin göçürülmesi işini İ. F. Paskeviç bizzat üstlendi. 1831 yılı Nisan ayına kadar Kafkasya’da askeri hizmet için görevlendirilen İ. F. Paskeviç aynı yılda Varşova’ya atanarak Kafkasya’yı terk etti.

MİHAİL SERGEYEVİÇ GORBAÇOV

(1931 - ) XX. yüzyılın en önemli siyasal olayı, Sovyetler Birliği’nin dağılması ve Komünizmin çöküşüdür. Bu şaşırtıcı gerileme ve düşüşte kilit adam olarak bir tek kişi görülmektedir: SSCB’yi son altı yılında (1985-1991) yöneten Mihail Sergeyeviç Gorbaçov. Gorbaçov, 1931 yılında güney Rusya’nın Stavropol bölgesinde Privolye köyünde doğdu. Çocukluğu, tarihin en kanlı despotlarından olan İosif Stalin’in diktatörlüğünün en zalim dönemine rastlar. Büyükbabası Andrey de Stalin’in ceza kamplarında 9 yıl kalmış ve ancak 1941 ‘de Almanların Rusya’yı istilasından birkaç ay önce salıverilmişti. Mihail, II. Dünya Savaşında yer alamayacak kadar gençti, ama babası askerlik yapmış, ağabeyi savaşta ölmüş ve Privolye Almanların 8 aylık işgaline uğramıştır. Bunların hiçbiri Gorbaçov’un kariyerini ertelememiştir. Okulda başarılı olmuş, 15 yaşında Komsomola (Genç Komünistler Birliği) katılmış, sonra da 4 yıl bir kombinada harmon makinesi operatörü olarak çalışmıştır. 1950’de Moskova Devlet Üniversitesine girmiş, Hukuk öğrenimi görmüş, 1955’te henüz öğrenciyken Komünist parti üyesi olmuştur. Gorbaçov Hukuk diplomasını aldıktan sonra Stavropol’a döndü ve parti bürokrasisi içinde yükselmeye başladı. 1970’te bölge parti komitesi üyeliğine atandı. 1978’de büyük bir terfi ile Moskova’da, Merkez Komitenin tarımla ilgili sekreterlerinden biri oldu. Gorbaçov 1979’da Politbüro aday üyeliğine getirildi ve 1980’de tam üye oldu. Bu terfiler Leonid İliç Brejnev’in Sovyetler Birliği başında olduğu 1964-1982 döneminde yer almıştı. Brejnev’in ölümünden sonra Yuri Andropov (1982-1984) ve Chernenko’nun (1984-1985) liderlik dönemlerinde Gorbaçov, Politbüronun ileri gelen bir üyesi olarak çıktı. Chernenko 11 Mart 1985’te öldü ve Gorbaçov hemen ertesi günü Genel Sekreter olarak onun yerine seçildi. Gorbaçov göreve geldiğinde Sovyetler Birliği ciddi sorunlarla karşı karşıyaydı ve bunların en büyüğü de silahlanma için yapılan çok büyük harcamaların doğurduğu mali baskıydı. Gorbaçov silahlanma yarışını sona erdirmek için ABD Başkanı Ronald Reagan’ın zirve toplantısı önerisini hemen kabul etti. İki lider 4 kere buluştular. 1985’te Cenevre’de, 1986’da Reykjavik’te, 1987’de Washington’da ve 1988’de Moskova’da. Bu buluşmalardan çıkan en büyük sonuç 1987 Aralığında imzalanan silahların sınırlanması antlaşması oldu. Bu, büyük devletlerin sahip oldukları nükleer silahların sayısını gerçekten azaltan ilk anlaşmaydı. Uluslararası gerginliği azaltan bir başka hareket de Gorbaçov’un Afganistan’dan Sovyet askerlerini çekme kararı oldu. Sovyet ordusu 1979’da, Brejnev döneminde Afganistan’ı işgal etmiş ve ilk başta büyük askeri başarı kazanmıştı. Ancak Reagan’ın Afgan gerillalarına Stinger - yerden havaya füzeleri verme kararıyla akıntı döndü ve Sovyetler uzun ve sonuçsuz bir savaşın batağına saplandılar. Brejnev, Andropov ve Chernenko (ve ilk başlarda Gorbaçov) itibar kaybedecekleri için çekilmekte isteksiz davranmışlardı, 1988 başlarında tüm Sovyet güçlerinin geri çekilmesini sağlayan kararı imzaladı. Dış politikadaki bu değişikliklerin çok dramatik olmasına karşın, Gorbaçov’un asıl çabası iç konulara dönüktü. Sovyet ekonomisinin kötü performansıyla mücadele etmek için daha ilk başta büyük bir perestroyka (yeniden yapılanma) programına ihtiyaç olduğunu

184 anlamıştı. Bu yeniden yapılanmanın bir sonucu kontrolü elinde bulunduran Komünist partinin gücünün azaltılması oldu. Gorbaçov amacının daha iyi işleyebilmesi için Komünist sistemi reform etmek olduğunu söylüyordu. Reformların belki de en devrimcisi 1986’da başlattığı glasnost ya da “açıklık” politikasıdır. SSCB’deki bu etkileyici reformlara karşın kimse doğu Avrupa’da 1989-1990’da yer alan büyük değişiklikleri tahmin edememiştir. 1989 yılı sonlarında tüm düzen fırtınaya kapılmış iskambil kağıdından evler gibi birbiri ardından yıkıldı. Doğu Almanya, Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Polonya, Çekoslovakya Komünist yönetiminden kurtularak Sovyet ordusunu bölgelerinden terke zorladılar. Ancak bütün bu değişikliklerden önemlisi SSCB içindeki milliyetçi hareketlerin hızla gelişmesidir. Adına karşın SSCB hiçbir zaman gönüllü bir birlik olmamıştır. Bu daha çok Çarlar tarafından yönetilen eski Rus İmparatorluğunun ardılıydı. Çok geçmeden örgütlü hareketler ortaya çıktı. Estonya, Letonya, Litvanya, Moldavya, Azerbaycan ve diğer pek çok Sovyet Cumhuriyetlerinde huzursuzluklar başladı. Gorbaçov’un eylemlerinin yarattığı bu dev değişiklikler, Komünist parti ve Sovyet ordusunun eski liderlerinin çoğu tarafından büyük kaygıyla karşılanıyordu. Bunlardan bazıları 1991 Ağustosunda bir darbe düzenlediler. Darbe liderlerinin onun reformlarından çoğunu döndürmeyi başarabilecekleri anlaşıldı. Ancak SB’nin öteki ileri gelen liderleri (en önemlisi Rusya Cumhuriyeti Başkanı Boris Yeltsin) darbeye karşı geldiler, Rus halkı da onlarla birlikte olduğundan darbe birkaç gün sonra başarısızlığa uğradı. Darbenin başarısızlığından sonra olaylar şaşırtıcı bir hızla gelişmeye başladı. Komünist parti iktidardan atıldı, faaliyetleri yasaklandı, mallarına el konuldu. Ayrıca yılsonuna kadar SSCB’yi oluşturan tüm cumhuriyetler ayrıldılar ve Sovyetler Birliği resmen son buldu. Gorbaçov 1991 Aralığında görevinden istifa etti. Peki, Gorbaçov iktidarda bulunduğu dönemdeki olaylardan kişisel olarak ne kadar sorumludur? SSCB’de Gorbaçov’un liderliğinde çeşitli ekonomik reformlar yapıldı, ancak yaptıkları hem gecikmiş, hem de yetersizdir. Diğer yandan Gorbaçov, Doğu Avrupa’nın özgürleştirilmesinde müstesna rol oynamıştır. Onun ortaya attığı “glasnost” ve “perestroyka” Sovyet Cumhuriyetlerinin hızla birlikten ayrılmalarına yol açtı. Gorbaçov’un silahları sınırlandırma ve Soğuk Savaşı sona erdirmekteki etkisi de önemlidir. Gorbaçov, Sovyetler Birliğini ve onu kuruluşundan beri yöneten Komünist partiyi dağıtmak istememişse de, benimsediği politikalar ve harekete geçirdiği güçler bu sonucu doğurmuştur. Niyetleri ne olursa olsun, Gorbaçov dünyamızı geriye dönüşü söz konusu olmayacak şekilde değiştirmiştir.

PAVEL DMİTRİYEVİÇ SİSİANOV

(1754 – 1806)

1754 yılında Moskova’da asker ailesinde doğdu. Daha küçük yaşlarından askeriyeye ilgi duyan bu şahıs, 37 yaşında general rütbesini aldı. Çar I. Aleksandr’la yakınlığı dolayısıyla 8 Kasım 1802’de Kafkasya’ya kumandan olarak atandı. Milliyetçe Gürcü olan P. D. Sisianov, ilk olarak Gence’yi işgal etmeyi amaçlamıştı. Çar I. Aleksandr’ın da tavsiyelerini hatırlayarak Gence’nin alınmasında Ermenilerden, özellikle Ermeni kilisesinden destek gördü.

185 1804 yılında Gence’yi işgal ederek Çar I. Aleksandr’ın eşi Yelizaveta’nın şerefine Gence’nin adını değiştirerek onun adını verdirdi. Gence Yelizavetopol oldu. Gence, Karabağ, Şamahı, Samuh, Şeki, Bakü, Talış hanlıklarına düzenlenen saldırılarda yer aldı. İran ve Türkiye’den Ermenilerin göçürülmesi için planlar hazırladı. 1806 yılında Bakü’ye saldırarak kale anahtarlarını elde etti. Ama şerefine düzenlenen ziyafette P. D. Sisianov Güney Azerbaycan’dan gelen İbrahim Bey tarafından öldürüldü. Kesilmiş kafası İran veliahdı Abbas Mirza’ya gönderildi. Bu hizmeti karşılığında İbrahim Bey “Han” unvanını kazanmış oldu. Ermeni papazı Danil’in yardımı sayesinde P. D. Sisianov’un başsız vücudu Tiflis’e götürülerek orada defnedilmiştir.

ROBERT KOÇARYAN

(1954 - )

31 Ağustos 1954 yılında Azerbaycan Cumhuriyeti’ne bağlı Dağlık Karabağ Özerk Bölgesi’nin başkenti Hankendi’de (Stepanakert) doğdu. Aynı kentte orta eğitimini tamamladı. 1972-74 yılları arasında Sovyet ordusunda görev yaptı. 1982’de Erivan Politeknik Enstitüsü Elektrik Mühendisliği bölümünden mezun olduktan sonra doğduğu kente dönerek Elektroteknik fabrikasında profesyonel hayatına başladı. 1980’li yıllarda Sovyet Gençlik Örgütü ve Karabağ’daki Komünist Partisinde değişik görevlerde bulundu. Bu dönemden sonra Koçaryan hızla yükselişe geçti. 1989-90 döneminde Dağlık Karabağ Cumhuriyeti Yüksek Konseyi’nin temsilcisi olarak Ermenistan Yüksek Konseyine seçildi. Koçaryan, 1988’deki Ermeni Karabağ harekatının en önde gelen politik liderlerinden biridir. Bir dönem Taşnakların Karabağ’daki kolu olan Groong örgütünün üyesiydi. Groong örgütü dağıldıktan sonra “Birlik” örgütünün kuruluşunda görev aldı. Koçaryan, aynı zamanda Dağlık Karabağ ordusunun kurucularından biridir. Ağustos 1992’de Azerbaycan ordusu Dağlık Karabağ’ın yarısını tekrar geri alınca Koçaryan, Dağlık Karabağ Savunma Komitesi Başkanı oldu ve daha sonra bu “Cumhuriyet”in başbakanlığına getirildi. Mayıs 1994’te barış imzalandıktan sonra Karabağ’ın ekonomisinin ve askeri kuvvetlerinin onarımı işleriyle ilgilendi. Bu dönemde Koçaryan’ın yeniden yıldızı parladı. 24 Aralık 1994’te Dağlık Karabağ Yüksek Konseyi onu Yüksek Konsey Başkanlığına, 1996’da ise Cumhurbaşkanlığına getirdi. Görevde iken Dağlık Karabağ’daki yönetimini AGİT ile yakın ilişki kurmasını sağladı. Yıllar geçtikçe Koçaryan, Taşnaksütyun Partisinin etkili desteğiyle Ermenistan, Dağlık Karabağ ve Diaspora Ermenilerinin yaşamında çok etkili bir isim haline geldi. Bu dönemde Levon Ter-Petrosyan yönetimindeki Ermenistan dışarıda Diaspora ile birleşik bir politika izlerken, iç politikasında Diaspora partileri ile bazı krizler ve çatışmalar yaşamaktaydı. Ermenistan’ın Türkiye ile ilişkileri ve Dağlık Karabağ çatışması konusunda sert bir çizgiyi savunan ve diasporadaki en güçlü parti olan Taşnaksütyun, Ter-Petrosyan’ın yedi yıllık yönetimi boyunca hükümetle rahatsız ilişkilere sahip olmuştur. 1994 yılındaki ateşkesten sonra Ermenistan’ın politikasında Dağlık Karabağ faktörünün etkisi azalarak ülke içi sosyo-ekonomik sorunlar önem kazanmaya başlamıştır. Ülke içi durumun daha da kötüleşmesinden yararlanan Ermeni lobisi L. Ter-Petrosyan hükümetine baskı yapma olanağını bulmuştur. Bu gelişmeler karşısında Petrosyan, Taşnaksütyun Partisinin kapatılması emrini vermiş, partinin yöneticilerini hapsettirmiş, Karabağ çatışmalarında gönüllü olarak savaşan Taşnak ordusunu dağıtmıştır.

186 Ülkede yaşanan ciddi politik kriz sebebiyle diaspora partilerinin ve muhalefet gruplarının Petrosyan’ı köşeye sıkıştırması sebebiyle Ter-Petrosyan, iktidarı Ermeni diasporası ve lobisi arasında büyük nüfuza sahip Dağlık Karabağ lideri Robert Koçaryan’la paylaşmak zorunda kalmıştır. 20 Mart 1997 tarihinde Koçaryan Erivan’da Başbakanlık görevine başlamıştır. Böylece, Ermenistan’ın politik hayatında Başbakan’ın Cumhurbaşkanı’ndan kuvvetli olduğu garip bir durum ortaya çıkmıştır. Bu durum Kasım 1998 yılında Ter-Petrosyan’ın istifasıyla sonuçlanmıştır. Koçaryan’ın Petrosyan’a nazaran oldukça katı tutumda bir kişiliğe sahip olduğu bilinmektedir. Ermenistan Devlet Başkanlığına seçilen Robert Koçaryan, görevine gelir gelmez Erivan yönetiminin diaspora lobileriyle bağlantısını sağlayan en önemli örgüt olan Taşnaklara konan yasakları kaldırmıştır. Bu adımla Koçaryan, Ermenistan’la Dağlık Karabağ ve dünya Ermenileri arasında zayıflamış olan ilişkilerin yanı sıra Ermeni ulusal çıkarları konusunda da partiler arası uzlaşmayı güçlendirmiştir. Koçaryan partilerle ilişkilerinde özlemlerinin, yani “Haydat İdeolojisi – Ermenilerin Davası”nin rasyonel ve gerçekleştirilebilir olduğunu savunmuş ve onları ikna etme yolunda kararlı adımlar atmıştır. Robert Koçaryan yönetimindeki Ermenistan’ın bugüne kadar geçen süre içerisinde yaşanan en ilginç olay: 29 Ekim 1999 Çarşamba günü N. Unanyan isimli bir Ermeni’nin başını çektiği terörist grubun Ermenistan Parlamentosuna karşı giriştiği baskın ve katliam, ki dünya tarihinde örneğine çok ender rastlanılabilecek bir olaydır. Bu olayda ilk akla gelen olasılık, bu eylemin Taşnaklar tarafından planlanmış ve Koçaryan’ın bilgisi dahilinde gerçekleştirilmiş olabileceğidir. Koçaryan yönetimi “Ermeni soykırımı”nı da gündeme taşımış, birkaç Batı parlamentosunda oylanması sürecini başlatmış, Türkiye’nin AB’ye girişine engel oluşturmuştur. Robert Koçaryan’ın Karabağ problemindeki uzlaşmaz tutumu, güttüğü çözümsüzlük politikası, Türkiye ile ilişkilerini normale sokamaması veya sokmak istememesi, diaspora örgütleri ve partileriyle işbirliği halinde güttüğü politikası Ermenistan’ın ve Ermenilerin kaderini çıkmaza doğru sürüklemektedir.

RUHULLAH MUSAVİ HUMEYNİ

(1902 – 1989)

Ruhullah Musavi Humeyni, 24 Eylül 1902 yılında (bazı kaynaklarda 1899) İran’ın Humeyni köyünde (Hansar, Arak, Dizful ve Kum arasında küçük bir kasaba) doğdu. Humeyni’nin babası da bir molla olup 1906 yılında Şah Muzaffereddin Kacar devrinde Tahran’da Şah’a karşı mücadele eden ve İmamzade Şah Abdülazim türbesinde toplanan halkla beraber Emir Bahadır Cengi kuvvetlerine karşı çarpışma arifesinde ölmüştür. Yine bir Ayetullah olan oğlu da 1977 tarihinde SAVAK tarafından öldürülmüştür. İran’daki diğer dini liderler gibi mantık, felsefe, tasavvuf, hukuk, politika ve ekonomi öğrenimi yaptı. Ayetullah Şetiatmedari’nin (milliyetçe Azerbaycan Türküdür) icazeti ile Ayetullah rütbesini alarak din bilgini oldu. Kum şehrinde öğretmenliğe başladı. Otuzdan fazla eser yazdı. 1941 yılında İran’ın Rus ve İngilizler tarafından işgaline karşı çıktı. “Açıklanan Sırlar” bildirisiyle halkı yabancı işgalcilere karşı isyana sevk etti. 1950 yılında bir öğrenci örgütü olan “İslam Birliği” teşkilatını kurdu. Akdevirme ve toprak reformuna karşı çıkan ve toprak reformunu sahtekarlık ve halkı aldatmak olduğunu savunan Ayetullah Humeyni, Tahran pazarı esnafını Şaha karşı ayaklandırdı. Şahın silahlı kuvvetleri bu ayaklanmayı bastırmak için 9000 kişinin canına

187 kıydı. Ayetullah Humeyni 9 ay tutuklu kaldı. Sonra serbest bıraktılar. Birkaç hafta Şah Muhammed Rıza Pehlevi Amerikalılara İran’da işledikleri suçlar için yargı dokunulmazlığını tanıyınca buna da karşı çıktı. Bunu bütün İran’a duyurdu. Aynı gün evi askeri kuvvetlerce sarılarak zorla evinden alındı. 1963 senesinde hemen bir askeri uçağa bindirilerek Türkiye’ye gönderildi. Bir yıl kadar Türkiye’de kaldıktan sonra onu Irak’a gönderdiler. Irak’a gelen Humeyni burada daha rahat mücadele imkanı buldu. İran’daki taraftarları ile rahat irtibat sağlıyor, onların teşkilatlanmasını temin ediyor, üstelik Kerbela’yı ziyarete gelen İranlı Müslümanlarla kolaylıkla temas imkanını buluyordu. 1964’ten 1978’e kadar Irak’ta kaldı. Faaliyetleri SAVAK’ın gözünden kaçmadı. Şah Muhammed Rıza Pehlevi Irak hükümetine baskı yaptı. Baas Partisi hükümeti Ayetullah Humeyni’nin Irak’tan çıkarılmasına karar verdi. Humeyni İran’a yakın olmak istiyordu. Kuveyt hükümetinden sığınma hakkı istedi. Fakat Kuveyt bu talebi reddetti. Bunun üzerine Humeyni 6 Ekim 1978’de Paris’e geçerek mücadelesini buradan sürdürdü. Şah rejiminin batı yönünde gelişmesine üstünlük vermesi ve ülkeyi modernleştirmek siyaseti İran’da İslam değerlerini yeniden kazanmaya ve korumaya çalışan Müslüman kesimlerinin gittikçe güçlenen mukavemeti ile yüzleşti. 1979 yılı başlarında Muhammed Rıza Şah Pehlevi ülkeyi terke zorlandı. Sürgünden dönen Şii lideri Ayetullah Humeyni İran İslam Cumhuriyetinin kurulduğunu ilan etti. 1979 yılı sonunda İran’ın Irak’la ilişkileri bozuldu ve 1980 yılında askeri çatışmalar başladı; 1988 yılında savaş bitti, ama hiçbir taraf hiçbir şey kazanmadılar. Humeyni’nin vefatından sonra (3 Haziran 1989) İran yönetimi pragmatik ıslahatlara giriştiler ve bir takım başarılar elde ettiler. Ayetullah Humeyni’nin kişiliğine gelince; Humeyni milliyetçe Fars’tır. İhtilal öncesi fikirleri hümanist, insancıldı. “... İslam’da müminler arasında tefrik yoktur. Bir Türk’le bir Fars birdir. Her İslam cemaati kendi hasletlerine sahip çıkmalıdır. İran’ın kaynaklarından emperyalist devletler ve milletler değil, İslam milletleri istifade etmelidir. Onlar Müslüman devletlerin ve milletlerin dostu, emperyalist devletlerin düşmanıdırlar. Bütün Müslümanlar hür olmalıdır, esaret boyunduruğunu silkip atmalıdırlar...” Bunlar Humeyni’nin düşünceleridir, ancak unutmamalı ki, özellikle İran’da Şah döneminde yaşanan baskı, zulüm ve sefaletten istifade ederek hürriyet iddialarını ele geçirdiklerinde adeta Şahtan daha ağır zulüm yaşattıkları ve Fars milliyetçiliğini mezhep, din adı altında yürüttükleri bir gerçektir.

VALERİAN GRİGORYEVİÇ MADATOV

Azerbaycan’ın Karabağ bölgesine bağlı Tuğ köyünde doğdu. Daha çocukluk yaşlarından orduda hizmet etmek onun en büyük ideali idi. Genellikle, Ermeniler kendi amaçlarına ulaşmak için orduda hizmet etme, yüksek askeri rütbe alma, devlet görevlerinde çalışma yolu ile gelecekteki planlarını gerçekleştirmeyi amaçlıyorlardı. Babası Grigor tarafından Petersburg’a gönderilen Valerian Madatov (Madatyan), askeri görevine orada başladı, general rütbesine kadar yükseldi. V. Madatov Fransa-Rusya, Rusya-Türkiye savaşlarına da katıldı. 1823 yılında Kafkasya’ya atanan Madatov, Müslüman Türklere olan nefreti dolayısıyla bütün Türk köylerini yakıp yıktı. Rusların emperyalist amaçları uğruna Azerbaycan’ın Gence, Karabağ, Şemkir bölgelerine saldırdı ve o bölgeleri işgal etti. At hırsızlığı ile ün kazanmıştı. Ünlü Rus şairi Aleksandr Sergeyeviç Puşkin’in Ermenileri hırsız olarak tanımlaması hiç de sıradan değildi. V. G. Madatov at hırsızı, General Lazarev ise pırlanta hırsızıydı.

188

VASİLİ OSİPOVİÇ BEBUDOV

(1793 – 1858)

Vasili Osipoviç Bebudov (Bebudyan), 1793 yılında Azerbaycan’ın Karabağ bölgesine bağlı Tuğ köyünde doğdu. General Valerian Grigoryeviç Madatov, Karabağ’da bulunurken Bebudov’la özel olarak ilgilenmişti. Bu yüzden Bebudov,“Generalin dostu” olarak tanınmaktaydı. 1806 yılında Şuşa’da okulunu bitirdikten sonra askeri faaliyetine başladı ve kısa bir süre sonra da V. G. Madatov’un yardımıyla Tiflis’e çağrılarak göreve atandı. Yetkisinden yararlanarak İran Ermenileri ile irtibat kuran Bebudov, onların Karabağ’a göçürülmesine ilişkin planlar ve tasarılar hazırladı. O, 1828 yılında İran’dan göçürtülen 10.000 Ermeni’yi istediği bölgelere yerleştirdi. O, Rus Generali İ. F. Paskeviç’i inandırarak Rusya’nın Azerbaycan’da müstemlekecilik siyasetinin amaca uygun şekilde gerçekleştirilmesi için Ermenilerin sayısının artırılmasını önermiş, İ. F. Paskeviç de onun bu önerisini sıcak karşılamıştı. V. O. Bebudov askeri görevini Azerbaycan’da yapmış ve yetkilerini kullanarak ahali üzerinde vergileri artırmıştı. 1858 yılında Şuşa’da vefat eden V. O. Bebudov’un cenazesi İvan Davudoviç Lazarev tarafından İrevan’da defnedilmiştir.

VLADİMİR İLİÇ LENİN

(1870 – 1924)

Vladimir İliç Ulyanov, ya da daha iyi tanındığı takma adıyla Lenin, Rusya’da Komünizmin kurulmasından sorumlu olan başlıca politik liderdir. Karl Marks’ın ateşli bir taraftarı olan Lenin, Marks tarafından ancak değinilen politikaları başlatmıştır. Lenin türü Komünizmin dünyanın pek çok yerine yayılmış olması nedeniyle tarihin en etkili insanlarından biri olarak kabul edilmesi gerekir. Lenin, 1870’te Rusya’da Simbirski’de (şimdiki Ulyanovsk ) doğdu. Babası sadık bir hükümet memuru ise de, ağabeyi Aleksandr, Çarı öldürme komplosuna karıştığı için idam edilen genç bir radikaldi. Lenin 23 yaşına geldiğinde ateşli bir Marksist oldu. 1895’te devrimci faaliyetleri nedeniyle Çarlık hükümeti tarafından tutuklandı ve 14 ay hapis yattıktan sonra Sibirya’ya sürüldü. Sibirya’da kaldığı 3 yıl içinde bir devrimciyle evlendi. “Rusya’da Kapitalizmin Gelişmesi”ni yazdı. 1900 Şubatında sürgünü sona erince batı Avrupa’ya gitti. Burada profesyonel bir devrimci olarak çalışarak 17 yıl yaşadı. Üyesi bulunduğu Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi iki fraksiyona ayrıldığında Lenin büyük fraksiyon olan Bolşeviklerin lideri oldu. Çarlık hükümeti 1917’de devrilince Rusya bir süre demokratik bir rejimle yönetilecek gibi göründü. Çarın devrildiğini öğrenen Lenin hemen Rusya’ya döndü. Oraya varınca geçici bir hükümet kurmuş olan demokratik partilerin fazla bir güçleri olmadığını, ortada sayısının azlığına karşın disiplinli Komünist partinin kontrolü ele almak için mükemmel bir fırsat bulunduğunu gördü. Bolşevikleri geçici hükümeti hemen devirmeye ve yerine Komünist bir

189 hükümet geçirmeye özendirdi. Temmuzdaki ayaklanma girişimi başarısız olunca Lenin saklanmak zorunda kaldı. Kasım 1917’de ikinci girişim başarı kazanınca Lenin devletin yeni başkanı oldu. Lenin Devlet Başkanı olarak acımasız, ama pragmatikti. Önce tam bir sosyalist ekonomiye hızlı ve ödünsüz geçişe yöneldi. Bu işe yaramayınca hemen geri dönecek kadar da esnekti, onun yerine karma bir kapitalist-sosyalist ekonomi kurdu ve bu sistem Sovyetler Birliğinde yıllarca devam etti. Lenin 1922 Mayısında ciddi bir felç geçirdi ve 1924’te ölene kadar bütünüyle kudretini yitirdi. Ölümünden sonra cesedi mumyalanarak Moskova’da Kızıl Meydan’daki mozolesine yerleştirildi. Lenin, Bolşevikleri Rusya’da iktidara getiren ve böylece de dünyanın ilk Komünist hükümetini kuran eylem adamı olarak önemlidir. Karl Marks’ın kuramlarını alıp onları pratik olarak politik uygulamaya sokan ilk insandır. Lenin’in bir kuramcı olarak önemi abartılmışsa da (ekonomik fikirleri hemen hemen tümüyle Karl Marks’tan alınmıştır) bir eylem adamı olarak iktidarı ele geçiren ve onu ülkesini değiştirmek için kullanan pratik bir politik lider olarak önemi devam etmektedir. Ancak tarihteki yerini belirlerken önce eylemlerinin önemini halefi İosif Stalin’inkilerle kıyaslamalıyız. Ne de olsa Lenin 5 yıl hüküm sürmüştür. Bu 5 yıl içinde Rus aristokrasisinin gücünü tümüyle yok etmiş ve ülkeyi sosyalizm yoluna sokmuştu. Ama Sovyet çiftçilerini kollektiflere sokan Lenin değil, Stalin’dir; SB’de özel teşebbüs girişimlerini ortadan kaldıran Lenin değil, Stalin’dir; ve Sovyet Komünizmini küresel bir güç haline getiren, dünyanın her ülkesinde Batıya meydan okuyan eylemlerde bulunan Lenin değil, yine Stalin’dir. Lenin iktidarda kaldığı birkaç yıl içinde milyonlarca insanın ölümünden sorumludur ve Komünist programa karşı politik muhalefeti ezmek için ceza kamplarını kurmuştur. Ancak bu ceza kampları ‘Gulag Takımadaları’ doruk noktasına Stalin döneminde erişmiştir; ve hükümette temizliklerin ve cinayetlerin büyük bir kısmı Stalin döneminde yapılmıştır. Ama Lenin, Stalin kadar önemli değilse de, yine de oldukça önemli bir politik liderdir. SSCB’de Stalin’e yol açmakla kalmamış; yazıları, politikaları ve örneğiyle başka ülkelerdeki Komünist hareketler üzerinde büyük etkisi olmuştur.

VLADİMİR PUTİN

(1952 - )

Vladimir Putin, 7 Ekim 1952 yılında St. Petersburg’da (o dönemki adı ile Leningrad) doğdu. Babası bir metal fabrikasında ustabaşı olarak çalışmıştır. Büyükbabası Lenin ve Stalin’in aşçısı olan Putin’in iki erkek kardeşi küçük yaşlarındayken yaşamlarını kaybederler ve Putin çocukluğunu, babasının da cephede olması nedeniyle annesi ile birlikte birkaç aile tarafından paylaşılan komünal bir dairede geçim zorluğu içerisinde geçirir. 11 yaşından itibaren spor yapmaya büyük ilgi duyan Putin’in, özellikle de judo ve samboda şampiyonlukları vardır. Putin’in sadece bir spor değil, aynı zamanda bir felsefe olarak nitelendirdiği judonun onun mesleki hayatının yönlenmesinde de büyük etkisi olmuştur. Nitekim Putin’i KGB’ye yönlendiren kişi judo hocası olmuştur. Çocukluğunda casus filmlerine büyük ilgi duyan Putin, 17 yaşında KGB’ye başvurur; ancak kendisine, orduda hizmet vermesi ya da bir üniversite eğitimi alması ve başvurusunu daha sonra tekrarlaması söylenir. Putin o dönemki KGB’ye girme isteğini “Marsa uçmak gibi

190 ulaşılmaz bir şey” olarak ifade etmektedir. KGB’li bir yetkilinin Putin’e KGB’de çalışması için en uygun eğitimin Hukuk olduğunu söylemesi üzerine Hukuk Fakültesine gider. 1975 yılında Leningrad Devlet Üniversitesi’nden mezun olan Putin daha sonra 15 yıl kadar KGB’de çalışır. Putin 1985 yılında Doğu Almanya’ya – Dresden’e gönderilir. Dresden’e gitmeden önce 1983 yılında Almanca, İspanyolca ve Fransızca’sı olan, St. Petersburg Devlet Üniversitesi Filoloji Bölümü mezunu Lyudmila ile evlenen Putin, Dresden’de iki kız çocuğu sahibi olur. Putin, Dresden’de bulunduğu dönem çerisinde Almanca’yı çok iyi bir şekilde öğrenir. Bazı istihbaratçılara göre Putin, ABD’nin İBM devi gibi önemli şirketlerin ticari sırlarını öğrenmek için Batı Almanya’ya geçmiştir. Bazılarına göre ise Putin’in Almanya’daki görevi hiyerarşik yapı itibarıyla yüksek olmamış ve Dresden’de ilgilendiği konular çok önemli sırları ihtiva etmemiştir. 1989 yılında Berlin Duvarının yıkılmasından sonra St. Petersburg’a dönen Putin, KGB’yi bırakarak St. Petersburg Devlet Üniversitesi’nde Uluslararası İlişkiler Bölümünde asistan olarak göreve başlar. Aynı yıl St. Petersburg’un Belediye Başkanı Anatoli Sobçak’ın yardımcısı olarak 1994 yılına kadar çalışan Putin bu görevinde de dış ilişkilerden sorumludur. 1996 yılında Sobçak’ın seçimlerde kaybetmesiyle birlikte Putin, Moskova’ya gider ve Kremlinde, iki yıl sonra Devlet Başkanlığına atandığında rüşvetçilik suçuyla işten çıkaracağı Pavel Borodin’in yanında Devlet Başkanlığı İdaresi Başkan yardımcısı olarak çalışmaya başlar. 1998 yılında Rusya Devlet Başkanı Boris Yeltsin tarafından Rus İstihbarat Teşkilatı FSB’nin Başkanlığına getirilen Putin, 1999 Martında Ulusal Güvenlik Konseyi Sekreteri olur. Bu görevini FSB’nin Başkanlığıyla birlikte yürütür. 9 Ağustos 1999’da Yeltsin, Duma’da Putin’in Başbakanlık için adaylığı konusunu gündeme getirerek aynı gün kendisinin halefi olarak ilan eder. 31 Aralık 1999 gecesi sağlığı kötüleşen ve popüleritesini kaybetmeye başlayan Yeltsin televizyon aracılığıyla halka hitaben yaptığı konuşmasında Devlet Başkanlığı görevinden çekildiğini ve yerine vekil olarak Putin’i atadığını açıklar. Yapılan seçimlerde oyların % 52.6’nı alan Putin, 5 Mayıs 2000 tarihinde resmi olarak ülkenin Devlet Başkanı olmuştur ve o günden de Rusya Başkanı olarak görevini yürütmektedir. Rus halkına ülkesinin yeniden “güçlü Rusya” olarak tanımlanacağı sözünü veren Putin, dış politikada da ülkenin içinde bulunduğu ekonomik koşulları değerlendirerek rasyonel bir çizgi izlemektedir.

191

192