Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 298

Bir Osmanlı Aydınının Düşünce Dünyası: Krikor Zohrab’la “Hayat,

Olduğu Gibi”•!

Rıfat Atay Akdeniz Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Antalya [email protected]

Krikor Zohrab (1861-1915), Osmanlı medeniyetinin son dönemlerinde yetişen, Ermeni toplumuna mensup önemli bir figürdür. Siyasetçi, yazar, düşünür, gazeteci ve hukukçu gibi birçok vasfı olan Zohrab, çok yönlü bir kişiliktir. Döneminin çoğu Ermeni aydını gibi kendini Osmanlı kabul eden Zohrab, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nda üç dönem Milletvekili olarak görev yapmıştır. Çok iyi derecede Türkçe, Ermenice ve Fransızca bilen, hemen her konuda görüşlerini açıkça serdetmekten çekinmeyen Zohrab, Meclis’in etkin ve ateşli hatiplerinden birisi ve koyu İttihatçı olarak bilinmektedir. Zohrab, 3 Haziran 1915’te tutuklanmış ve maalesef 19 Temmuz 1915’te de Çerkez Ahmet tarafından yakınlarında öldürülmüştür. Siyasetçi kişiliği kadar şairliği, düşünürlüğü ve yazarlığı ile de gündemde olan Zohrab, hem dönemin gazetelerinde yazmış hem de ilmi ve edebi eserler ortaya koymuştur. Dönemin çoğu aydını gibi, özgürlük, barış, kardeşlik içinde ama farklılıklara tahammül edilebilen bir Osmanlı toplumu için var gücü ile çalışmıştır. Bu konudaki ümidini son ana kadar kaybetmeyen Zohrab, toplum için sanat görüşünü benimseyen gerçekçi bir düşünürdür. Kısa hikâyeciliği ile öne çıkan yazın hayatında, roman, seyahat, makale, şiir gibi alanlarda da eserler vermiştir. Zohrab’ın düşünce dünyası, dönemin Osmanlı aydınlarının dünyasını hem içerden hem de dışarıdan yansıtan çift yönlü bir aynayı andırmaktadır. Bu açıdan onu daha yakından tanımak, o dönemin daha yakından tanınmasını sağlayarak günümüze de ışık tutacaktır. Çalışmada, birkaçı dışında Türkçeye çevrilmeyen eserleri ışığında Zohrab’ın düşünce dünyasının ana hatları ortaya konulmaya çalışılacaktır.

Anahtar Kelimeler: Krikor Zohrab, Osmanlı, Aydın, Ermeni, Mebus

Title: The Thought World of an Ottoman Intellect: “Life As It Is” with Krikor Zohrab

Krikor Zohrab (1861-1915) was an important leading Armenian figure who brought up during the late periods of the Ottoman civilization. Zohrab was a multifaceted character with qualities like politician, author, thinker, journalist and lawyer. Considering himself as Ottoman like many of his peers from the Armenian community, Zohrab has served in the Ottoman Parliament as Istanbul MP for three terms. Zohrab was arrested on June 3rd 1915 and unfortunately killed by Cherkes Ahmet at the outskirts of Edessa on July 19th 1915.

• Çalışma, Akdeniz Üniversitesi Edebiyat Fakültesi tarafından 8 Nisan 2015 tarihinde Antalya’da düzenlenen “Kadim Dostluğun Yüz Yıllık Açmazında Türk-Ermeni İlişkileri Uluslararası Sempozyumu”nda sunulan sözlü bildirinin geliştirilmiş halidir.

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 299

Always at the forefront not only as politician but also as poet, thinker and author, Zohrab has written both in the newspapers of the day and produced scientific and literary works. Like many of his contemporaries, he worked very hard for a peaceful, free and brotherly Ottoman society in which differences were also tolerable. Never losing his hope on this target right to his last breath, Zohrab was a realist thinker who believed in art for the sake of society. Zohrab’s thought world is similar to a double-sided mirror reflecting the world of those times’ Ottoman intellectuals both from inside and outside. Thus, getting to know him closely will provide better access to that period which, in turn, will enlighten today. The paper will try to outline a general framework of Zohrab’s world of thought within the light of his works, out of which only one has been translated into Turkish.

Keywords: Krikor Zohrab, Ottoman, Intellectual, Armenian, Member of Parliament

Giriş: Zohrab Beni Nasıl Buldu?

Bazı konular ve kitaplar vardır, okuyucu ve yazarlarını arar bulurlar. Krikor Zohrab’a açılan pencere de benim için böyle ortaya çıkmıştır. Antalya’ya taşındığım 2011 Eylül’ünde sahafları keşfe çıktığım bir gün, “Osmanlıca bir şey var mı?” diye sorduğum sahaf, elime bir kitap tutuşturdu: Krikor Zohrab, Hayat, Olduğu Gibi (Küçük Hikâyeler) (Kelekyan, 1329). Ön kapakta Ermenice aslından tercüme edilmiştir notu var ama mütercim ismi yok. Kitabın başına “Birkaç Söz” başlığı ile bir takdim yazan ve Zohrab gibi 1915’te tutuklanarak Yozgat-Kayseri yolunda öldürülen, Mülkiye Mektebi hocalarından tarihçi Diran Kelekyan’ın satırlarından mütercim olduğunu anlayabiliyoruz. Kitabın bir başka önemi de ihtiva ettiği on bir hikâyenin otobiyografik hikâyelerden oluşmasıdır (Eryılmaz, 2011, s. 39). Biraz nazlanan sahaftan kitabı satın aldım ve fakülteye dönerken otobüste okumaya başladım. O dönemde daha acil bitirmek zorunda olduğum diğer çalışmaların yükü altında olduğumdan, biraz yıpranmış olan kitabı bir poşete koyarak az kullandığım bir dolaba sakladım. Bir ara vakit bulunca Zohrab’ın kitabına tekrar döndüm ve acaba buna dair bir çalışma yapabilir miyim diye düşünmeye başladım. Kısa bir araştırmadan sonra Zohrab’ın derinliğini ve hazin sonunu keşfedince elimdeki hazineyi değerlendirmeye karar verdim. Beni bu karara iten iki neden daha vardır. Bunlardan birisi, hayli duygusal denebilecek olan, Zohrab’ın ölüm yerinin uzun yıllar çalıştığım Şanlıurfa civarında olmasıdır. İkincisi ise, o dönemde okuduğum bir kitapta rastladığım Ermeni vatandaşlara karşı önyargılarımızı Zohrab’ın adından yola çıkarak tenkit eden bir beyittir: “Kir kiri yıkar, kör körü yeder. Kirkor’a kirkor deme, kiri kor, doğru yola gider” (Çiloğlu, 2014, s. 49). Kadim Türk-Ermeni dostluğunun boyutlarını göstermesi açısından yine kısa zaman önce öğrendiğim bir bilgiyi de burada paylaşmak yerinde olacaktır. Merhum A. Yüksel Özemre tarafından “Üsküdar’da en iyi korunan köşk” nitelemesi ile bir bina zikredilmektedir. Hüdai Tepesi’nde yer alan bu binanın bahçesini gören apartmanda oturan bir dostumun anlattığına göre köşkte yalnız başına bir teyze yaşamaktadır. Sokağın başına durup gelip geçene selam vererek herkesle iletişim kurmaya çalışan tipik Anadolu kadını görünümünde bir İstanbul hanımefendisi. Bahçesinde keçi, tavuk, horoz gibi hayvanların yanı sıra İstanbul bitki örtüsüne has ağaçlar da bulunmaktadır. O ortamda böyle bir arazi, oraya apartman dikmek isteyen birçok uyanık müteahhittin iştahını kabartmakta ve gün aşırı yaşlı teyzeyi kandırmak için kapısını aşındırmaktadır. Herkese tek başına direnen teyze bir gün dünyasını değiştirir. Taziyeye giden

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 300

komşularından teyzenin Ermeni olduğunu öğrenen dostum hayli şaşırmış ve “kimin muhafazakâr, kimin modern,” olduğunu yeniden sorgulamak gerektiğini ifade etmiştir.1 Yabancı zannettiklerimizin ne kadar bizden, bizden zannettiklerimizin de ne kadar yabancı olduğunu gösteren son bir örneği daha ilave etmeden geçemeyeceğim.2 Merhum Hırant Dink’in oğlu Arat Dink 11 Eylül 2001’den sonra bir vesileyle Amerika’ya gitmek isteyince, havaalanında uzun süre sorguya maruz bırakılmıştır. Pasaportuma bakmayın, ben de sizinle aynı dini ve kültürü paylaşıyorum diye ısrar ettiyse de kimseye derdini anlatamamıştır. İsmine ve dinine bakmadan, Türkiye’den Türk pasaportu ile geliyor olması, muhtemel bir terörist muamelesi görmesine yetmiştir. Ermeni cemaatinin tebaa-i sâdıka ve Osmanlı’nın da devlet-i sâdıka olduğunu hatırda tutarak, Anadolu birliğinin nasıl oluştuğu ve örüldüğüne dair Ahmet Eflâki’nin Mevlana’ya dair anlattığı gözlemi de burada naklederek bu uzun girişi noktalayabiliriz. Rivayete göre, Türkçe bilmeyen Rumlar da Mevlana’nın sohbetlerini dinlemeye gelmektedir. Bundan pek hoşnut olmayan etrafındaki hasetçi kimseler “Bunlar sizin ne dininizi ne de dilinizi paylaştıkları halde niye sizi dinlemeye geliyorlar?” diye Mevlana’ya sorarlar. Tabii sorunun asıl gayesi ve beklenen cevap, onların meclisten kovulmaları ve ayakaltında dolaşmamaları, görüntüyü bozmamalarıdır. Mevlana’nın cevabı ise Anadolu Mayası’nın nasıl oluştuğunu göstermesi açısından çok dikkate şayandır: “Onlar bizi gönül diliyle dinliyorlar, bundan dolayı da dilimizi bilmeseler bile hislerimizi gayet iyi anlıyorlar.” Bunun bir diğer ifadesini ise Mevlâna Celaleddin-i Rumi veciz bir şekilde şöyle dile getirmektedir: “Önemli olan dil akrabalığı değil gönül akrabalığıdır. Bu yüzden bakarsın bir Hintli ile Türk anlaşırlar da aynı dili konuşan iki Türk anlaşamazlar. O halde gönüldaş olmak dildaş olmaktan daha iyidir.” (Rumi, 1967, C. I, Beyit:1259-60). Mesleki bakımdan temel ilgi alanım olan dinlerin çokluğu problemi açısından da ilginç detayları barındırdığını düşündüğüm Zohrab’ın düşünce dünyasını keşfe biyografisine kısaca göz atarak başlamanın yerinde olduğunu düşünüyorum.

Kıs(s)a Biyografi

Zohrab’ın ailesinin 1795 yılında İran’dan Osmanlı topraklarına göç ettiği bilinmektedir.3 Babası Haçadur (Haçik) Çubukçu’nun4 Erzincan (Eğin) Kemaliye'den annesi Eftik Hanım’ın ise Malatya Arapgir’den olduğu rivayet edilmektedir. Eğin-Arapgir arasında yer alan Zohrabner Köyü’ne nispetle Zohrab soyadını almışlardır. (İzrail, 2013, s. 19) Babası Haçik Efendi, İstanbul’a taşındıktan sonra sarraflığı meslek olarak seçmiş ve Kapalıçarşı girişinde Çuhacı Han’da sarraflık yapmıştır. Toplumsal duyarlılığın babadan oğula geçmesinin göstergesi olarak, Haçik Efendi hem kilise hem de Zohrab’ın devam ettiği Makruhyan Okulu yönetiminde aktif bir üyedir. Ailenin biri kız üçü erkek olmak üzere dört çocuğu olmuştur. Kız kardeşleri 12 yaşında vefat eden üç erkek kardeş, Mihran, Krikor ve Yetvart, sağlıklı bir şekilde büyüyerek ailenin adını devam ettirmişlerdir. Ailenin ikinci erkek çocuğu olan Krikor Zohrab, 26 Haziran 1861'de İstanbul-Beşiktaş'ta doğmuştur (Hiussian, 1985, s. 13). Doğum gününün bu kadar net bilinmesi, tarihin bir gün önce vefat eden Abdülmecit’in vefatı ile boşalan tahta çıkan Abdülaziz’in cülus gününe denk

1 Şimdi İbn Haldun Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi öğretim üyesi olan Yrd. Doç. Dr. Ahmet Murat Özel tarafından aktarılmıştır. (Antalya, 12 Şubat 2015). 2 Diğer bazı konulardaki düşünceleri tartışmalı da olsa, sanat ve edebiyata Ermeni vatandaşlarımızın katkısı konusunda Soner Yalçın’ın değerlendirmeleri yerindedir. (Bkz.: Yalçın, 2008, s.112 vd.) 3 https://www.familytreedna.com/public/zohrab/default.aspx (erişim: 01.04.2015) 4 Çubukçu lakabının, ailenin tütün içilirken kullanılan çubuğu üretmesine atıf olduğu söylenmektedir.

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 301

gelmesindendir. Aziz Krikor yortusunda doğduğu için de Krikor olarak adlandırılmıştır (İzrail, 2013, s. 18). Krikor, 1867’de 6 yaşında Beşiktaş’taki mahalli Ermeni okulu Makruhyan Mektebi’nde ilkokula başlar.5 Ne yazık ki 1870’te üçüncü sınıfta iken babasını kaybeder. Annesi yeniden evlenir, ki bu vesilesiyle aile Ortaköy’e taşınır. Üvey babası ünlü bir avukat olan Avedis Yordamyan iyi bir insandır ve daha sonra Krikor’un hukukçu olmasına vesile olacaktır. Krikor, tahsiline 1785’ten itibaren bugün hala faaliyette olan semtteki Tarkmançats Ermeni Okulu’nda devam eder. Krikor’un düşünce dünyasında ve yazarlığında buradaki edebiyat hocası Tovmas Terziyan’ın (1840-1909) önemli bir yeri vardır. Bu dönemde öğretmenlerinin beğenisini kazanan şiir ve kompozisyonlar yazmaya başlarsa da matematikte de başarılı olan Krikor, önce mühendislik tahsiline yönlendirilecektir (İzrail, 2013, s. 20). Birkaç okul daha değiştiren Krikor, 1875’te ailesinin Beşiktaş’a taşınması sonucu tahsilinin ilk bölümünü 1876’ta Makruhyan Mektebi’nden mezun olarak başladığı yerde bitirmiş olur (İzrail, 2013, s. 21). Yazın ilköğretimi bitiren Krikor, 1876 sonbaharında lise tahsili için Galatasarayı Mekteb-i Sultanisi’nin yolunu tutar. Muhtemelen dönemin modasına uyarak ve matematik başarısının da etkisiyle, mühendislik bölümüne kaydolur. O dönemlerde Galatasarayı Mekteb-i Sultanisi meslek lisesi gibi işlev gören mühendislik ve hukuk şeklinde iki bölüme sahiptir. Krikor hayatı boyunca neredeyse hiç kullanmadığı mühendislik diplomasını 1879’da alır. Bu alanda iş bulamayınca üvey babasının avukatlık bürosunda çalışmaya başlar. Hukuk ilgisini çekince de Galatasaray’ın hukuk bölümüne kayıt yaptırır. 1881’de Adalet Bakanlığı’na bağlı Hukuk Mektebi açılınca Galatasaray’ın hukuk bölümü kapatılarak hocalar ve öğrenciler isteksizce de olsa buraya nakledilirler (İzrail, 2013, s. 22). Darülfünun bünyesinde bulunan Hukuk Mektebi’nden 1883’te mezun olmayı ümit eden Krikor ve arkadaşları ilave dördüncü yılı okumayıp mezun olmadan okulu terk ederler. Avukat olması için zorunlu olan sınavı 1884 yılında Edirne’de geçen Krikor, öğrenim dönemini burada noktalamışsa da (İzrail, 2013, s. 23), Hukuk Mektebi’ne hoca olarak yıllar sonra tekrar dönecektir (20 Kasım 1908) (İzrail, (2013, s. 84). 1884’te üvey babasının bitişiğinde açtığı büro ile avukatlık mesleğine resmen başlayan Krikor, 1915’te öldürülünceye kadar takriben 31 yıl bu mesleğe fasılasız devam etmiştir. (İzrail, 2013, s. 23). Krikor, 27 yaşında, 31 Ocak 1888 günü Yazıcıyan ailesinin kızı Klara ile seçkin bir davetli topluluğunun eşliğinde dünya evine girer. Yeni çift Boğaz’da Kandilli’de bir eve yerleşirler. İkisi kız, ikisi erkek olmak üzere dört çocukları dünyaya gelir; önce en büyük oğlu Vahan Levon, 22 Ağustos 1889’da, 3 Ocak 1891’de büyük kızı Dolores Nivart, 20 Temmuz 1892’de Aram Hagop ve son olarak küçük kızı Hermine Anik 3 Temmuz 1896’da aileye katılmıştır (İzrail, 2013, ss. 57-58). Çocuklarından Dolores 1932’de Amerikalı zengin iş adamı Henry Liebmann’la evlenerek New York’a yerleşir ve 1934’te Amerikan vatandaşı olur. Eşinin 1950’de vefatından sonra da mirasını, hayır işlerinde harcamıştır. Columbia ve Rockfeller gibi üniversitelerde ebeveyninin adına Ermeni çalışmaları kürsüleri kurması, kendi adına kurduğu bir vakıfla lisansüstü öğrencilere burs vermesi ve 1991’de vefatından önce 1987’de New York’ta The Krikor and Clara Zohrab Information Center’i açması bu hizmetlerden bazılarıdır.6 Kendisini “inanmış bir sosyalist” olarak tarif eden Krikor, toplumsal problemlere fazlasıyla duyarlı bir aydın olarak, hemen her zeminde vakıf olduğu problemleri çözmeye gayret etmiştir. İşlerin kanuni boyutunu, avukatlığı, hocalığı ve de siyasetçiliği ile takip etmiştir. Bir taraftan Osmanlı eliti ve yöneticileri ile diğer taraftan da kendi toplumu ile sorunları medeni yollarla

5 İzrail’e (2013, 19) göre, okul adını banisi Sarkis Balyan’ın müteveffa eşi Makruhi’den almıştır. 6 http://zohrabcenter.org/dolores-zohrab-liebmann/ (erişim: 02.04.2015)

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 302

halledebileceği ümidini son ana kadar muhafaza etmiştir. Öyle ki tutuklanıp yargılanmaya götürüldüğü yolda bile eşine yazdığı mektuplarda yer yer ölüme gittiğini ifade etse de (İzrail, 2013, s. 18) ümidini yitirmemiştir. Ölüm yolunda kendisine yapılan kaçırma tekliflerini de Sokratvari bir duruşla reddetmiştir (İzrail, 2013, s. 12). Öte yandan hayat boyu basın, edebiyat ve sanatla ilgisini de hep korumuş ve devam ettirmiştir. Ancak, üç dönemlik milletvekilliği ile süren aktif siyaset süresince sanat ve edebiyat üretimi düşmüş ve yavaşlamıştır. 1915 Nisan’ında bir sabah eşi ile kahvaltı yaptıktan sonra, Ayazpaşa’daki Azaryan Apartmanı’nda7 üçüncü katta bulunan dairelerinin giyim odasında Büyükada’ya emekliğe ayrılma hayalleri kurdu. Otuz bir yıllık aktif çalışma hayatından sonra 54 yaşının son günlerinde Ada’ya yerleşip bahçe ile uğraşıp çiçek ve meyve yetiştirmeyi bir taraftan da yazamadığı şiir, hikâye ve romanlarını bitirmeyi düşündü. Hatta bir an, pencereden görünen Sarayburnu, Adalar ve Üsküdar’ın fevkalade manzarasını bırakıp dışarı çıkmanın anlamsızlığını düşündü (İzrail, 2013, ss. 398-399). Ama kaderden kaçış yoktu, bunların çoğu hayal olarak kalacaktı. Eşi ile vedalaşıp evden ayrıldı ve bir arabaya atlayarak gitmek istediği yeri söyledi. Aklında ise akşama doğru her zaman uğradığı kulübüne gitmek vardı (İzrail, 2013, s. 401). Krikor, planladığı gibi Şark Kulübü’ne uğrar ve dönemin Dâhiliye Nazırı Talat Paşa ile bir şeyler atıştırdıktan sonra kâğıt oynamaya başlar. Aralarındaki kısmi soğukluğa rağmen hala beraber kâğıt oynayabilecek kadar dostlukları var görünmektedir (İzrail, 2013, ss. 15-16). Krikor, Osmanlı Devleti’nin oldubittiye getirilerek savaşa dâhil edilmesine karşı çıkmaktadır, zira Osmanlı siyasetinde Alman etkisinin azınlıklar açısından iyi sonuçlar vermeyeceğini düşünmektedir (İzrail, 2013, ss. 286-400). Vaktin ilerlediğini fark eden Krikor, kalkmaya karar verir. Bunu gören Talat Paşa kalkıp onu yanağından öper, sebebi sorulduğunda ise “içimden geldi,” der. Bu hareket, çoğu kimse tarafından “ölüm öpücüğü” olarak yorumlanmaktadır, zira Talat Paşa bir gün önce Krikor’un tutuklanma kararını imzalamıştır ve muhtemelen onu bir daha göremeyeceğini düşünmektedir (İzrail, 2013, ss. 16-17). Krikor o gece evine giderken tutuklanır ve Diyarbakır’da Askeri Mahkeme’de yargılanmak üzere 47 gün sürecek bir ölüm yolculuğuna çıkarılır. Konya, Halep, Urfa üzerinden Diyarbakır’a götürülecektir. Gittiği yerlerde protokol misafiri gibi karşılanır, sık sık eşi ve ailesi ile haberleşerek süreci durdurmaya ve sona erdirmeye gayret eder (İzrail, 2013, ss. 11-12). Ama kaderin tecellisi ile Urfa yakınlarında Çerkez Ahmet ve avenesi tarafından yakalanır ve başı taşla ezilerek öldürülür (İzrail, 2013, s. 17). Katiller daha sonra cezalarını bulsalar da bu durum, Krikor’un öldürülmesi ile yıkılan çoğu ümidi tamir etmeye yeterli olmamıştır. Zira savaşın kaybedilmesi üzerine İttihat ve Terakki’nin bazı liderleri ile birlikte 1918 yılında yurt dışına kaçan ve Krikor’un bu hazin sonunda dolaylı olarak da olsa parmağı bulunan Talat Paşa da benzer bir son ile hayatını noktalamıştır. Kaderin bir cilvesi olarak 15 Mart 1921’de Ermeni komitacı Soghomon Tehlirian tarafından Berlin’de öldürülmüştür (İzrail, 2013, s. 440). Yaklaşık bir asır önce aramızdan ayrılan Zohrab, geride romanları, seyahat yazıları, eleştirileri, söylevleri, makaleleri, araştırmaları ve portre yazıları ile on altı basılı eserden oluşan geniş bir külliyat bırakmıştır (İzrail, 2013, s. 402). Bunların ikisi Fransızca, üçü Türkçe, gerisi ise Ermenicedir. Fransızca olanlardan Belgeler Işığında Ermeni Sorunu adlı eserini Marcel Léart takma adıyla 1913’te ’te yayınlamıştır (Zohrab, 1913). Tespit edebildiğimiz kadarıyla, 76 sayfalık kısa sayılabilecek bu eser hala Türkçeye kazandırılmamıştır. İçindeki düşüncelerin değeri mutlaka uzmanlarca değerlendirilecektir ama önce tercüme edilmesi şarttır. Zohrab, hikâyeciliği dışında Türkçede yok gibidir (Zohrab, 2001 & 2000), üstelik onların da baskısı bitmiştir; bu durum hem Ermeni hem de Türk araştırmacılar açısından üzücü bir durumdur. O, Türk araştırmacılar için fazla Ermeni, Ermeni araştırmacılar için ise fazla Osmanlıcı kaldığı

7 Günümüzde, Gümüşsuyu Apartmanı.

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 303

için tercümeye değer görülmemiş olabilir.8 Dileriz bu ikilem aşılır ve eserleri Türkçeye kazandırılır, baskısı bitenler yeniden basılır, zira onun düşünce dünyasına nüfuz edebilmenin yolu eserlerinin geniş kitlelere açılmasından geçmektedir. Ayrıca, bu yapıldığı takdirde onun düşünce dünyasının sanıldığı kadar içine kapanık ve güncelden uzak olmadığı, aksine ufkunun ne kadar açık olduğu görülecektir. Şimdi dil bariyerini aşabildiğimiz kadarıyla ulaşabildiğimiz bazı eserler ve değerlendirmeler ışığında Zohrab’ın düşünce dünyasına göz atabiliriz.

Zohrab’ın Düşünce Dünyasına Yolculuk

Zohrab, çok yönlü kişiliği gereği bir düşünce ve eylem adamıdır. Söylediğini yapmaya, yaptığını doğru yapmaya çalışan her zaman iyi, doğru ve güzelin yanında olmaya gayret eden, doğru bildiği yoldan asla yılmayan bir Osmanlı münevveridir. Kendisi, hayata bakışını, “Gerçek ve hayal arasında, gerçeği seç. Doğru ve yanlış arasında doğruyu seç. Her zaman ve her yerde,” şeklinde özetlemektedir (İzrail, 2013, s. 70). Bu prensibi Zohrab’ın hayatının her anında görmek mümkündür. Hatta öyle ki, bir anlamda idam fermanını imzalayan dostu Talat Paşa’nın kendisi ve kader arkadaşı Varteks Efendi’ye defalarca yurt dışına çıkmalarını ısrarla tavsiye ve yardımcı olacağı garantisine karşılık ikisi de hayatları pahasına gitmeyi değil kalmayı seçmişlerdir. Zohrab, doğru bildiği yolu çok sevdiği eşinin ısrarları karşısında bile terk etmemiş ve ona kendi halkını yalnız bırakarak gitmenin asla doğru olmadığını kızına hitaben yazdığı mektupta şu dokunaklı sözlerle ifade etmiştir: “Klara kızım, kimse kalmadı, hepsi gittiler, zavallı Patrik de yalnız kaldı, benden başka adam kalmadı, belki faydalı olabilirim. Bir kişi bile kurtarırsam onu da kar sayarım” (İzrail, 2013, s. 309). Kendi hayatı pahasına da olsa bir kişiyi bile kurtaracak kadar prensip sahibi ve doğrucu olan Zohrab, “Batılıydı ama gezip dolaşmak, orayı örnek almak için. En sevdiği şey, bir süre özledikten sonra İstanbul’a dönmekti. Burada doğmuş̧, büyümüş̧, kazanıp ailesine bakmıştı. Kafası buranın sorunları ile dolmuş, çözümleri için çaba sarf etmişti. Ermeni olsun, Türk olsun, hangi milletten olursa olsun bütün sevdikleri buradaydı. Rahmetli babası ve annesi de buradaydı” (İzrail, 2013, s. 400). Zohrab’ın düşünce dünyasını en iyi özetleyenlerden birisi de Pars Tuğlacı’dır. Uğur Mumcu’nun suikasta kurban giderek kaybedilmesinin ardından yazdığı yazıda ikisini kıyaslayan Tuğlacı (1993), Zohrab’ı şöyle tarif etmektedir: “Osmanlı Türkiye’sinde yaşamış İkinci Meşrutiyet döneminin en sivrilmiş aydınlarından biriydi Zohrab. Gerçek bir hümanist olduğu kadar, eşine ender rastlanan bir vatanperverdi. Son derece yetenekli bir hukukçu sıfatıyla Meclis- i Mebusan (Parlamento) üyeliğine seçilmişti. Ülkenin siyasi, ekonomik, sosyal, bilimsel ve kültürel yaşamının ıslahı ve gelişmesi için çalışmıştı. Osmanlı Parlamentosu'nda kadın haklarını cesaretle savunan ilk o olmuştu. Hiçbir engele aldırmaksızın değişik hitabet kürsülerinde insan haklarının, demokrasinin ateşli savunuculuğunu yapmıştı. Hatalı yönetimden kaynaklanan toplumsal çalkantıları, bozuk düzeni, hükümetçe alınan sağlıksız kararları, velhasıl ülkesi ve insanları için zararlı gördüğü her şeyi şiddetle eleştirmiş ve bir kesimin hayranlığını, diğer bir kesimin ise nefretini kazanmıştı. Ve tabii o da hissetmiş olacaktı bir gün başına geleceğini. Nitekim talihsiz gün gelip çatmış, başı ezilerek parçalanmıştı. Mezarı olmamıştı.”

8 Hayatı her açıdan göz önünde olan ve takip edilen Zohrab hem dosta hem de düşmana bir aydın olarak yer yer değişik suçlamalara da maruz kalmıştır. Bunlardan biri de basit bir alaka üzerine tutuklanıp serbest kalmasında yalvarmadığı için “Hamid’in koruması altında” olduğudur. Buna çok üzülen Zohrab, yine de yılmamıştır (İzrail, 2013, s.75).

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 304

Zohrab’ın dünyasını keşfetmeye, Tuğlacı’nın vurguladığı kadın hakları konusunda tartışmalı çıkışı ile devam edebiliriz. IXX. Yüzyılın sonları XX. yüzyılın başlarındaki Ermeni Edebiyatı’nda feminizm etkisiyle kadın eşitliği ve özgürlüğüne dair fikirler yenice yer bulmaya başlamıştır. Ama henüz yirmili yaşlarının başında olan Zohrab’ın başını çektiği bir grup bu düşünceleri şiddetli bir şekilde eleştirmekten çekinmez. Zohrab, “bu tür feminist fikirlerin sonunda kadının geleneksel olarak ailenin ve ahlaki erdemin koruyucu rolünü yok edeceği endişesi” taşımaktaydı (İzrail, 2013, s. 60). İzrail’in ifadesiyle, “Zohrab bu döneminde, aile içindeki mutluluğun belirleyicisi olarak kadını işaret ediyor, kadınların güç kazanarak toplumda eşit bir konumda yer alması hayalinin istismar edilmemesi gerektiğine inanıyordu. Buna paralel olarak, kadınların, sefaletin ve toplumsal yaşamdaki talihsizliklerin kaynağı olduğuna da inanıyordu. Bu olumsuz tavrının izleri bazı makalelerinde de görülür. Zohrab bu eleştirilerinde kadınlara ilişkin hiçbir sosyal rolü de kabul etmemiştir. Zohrab kadınlar için en büyük şansın kendi güzellikleri olduğunu savunmuş, bunun inkâr edilemez bir gerçek olduğunu ileri sürmüştür. Kadınlar, ister iyi veya kötü, zayıf veya güçlü, isterse şehvetli veya terbiyeli olsunlar, onun eserlerinin çoğunda kilit öneme sahip olup, paradoksal bir şekilde sempati ile tasvir edilmiştir. Onun için kadınlar, nezaket ve yardımseverlikte ön plana çıkmalıydılar. Sevgi ile beslenen kadınlar, toplumun ahlaki ve psikolojik görünümünü temsil ederlerdi. Öykülerinde bile düşkün bir kadını saygı ve saygınlıkla anlatmıştır” (İzrail, 2013, s. 60).9 Tahmin edilebileceği gibi, Zohrab, bu keskin görüşleri nedeniyle kadın erkek birçok düşünür ve yazardan tenkit almıştır. Ancak o, henüz bu aşamada, geri adım atmak şöyle dursun, bir başka yazı yazarak, “Kadının kalbi öyle bir limandır ki, dünyanın fırtınalarına karşı sığınacağımız sakin bir yerdir…” “Kadını benliği için, kalbi için seveceksiniz, aklı için değil. Eğitimli bir kadın benim gözümde kadın değildir.” diyerek daha sert bir cevap vermiştir (İzrail, 2013, s. 61). Bu yaklaşımına ise daha haşin cevaplar almış olsa da bunlar arasında yine bir başka Ermeni şair dostu olan A. Çobanyan’dan geleni alayla karışık bir tonda, Zohrab’a doktora gitmesini salık vererek kadın düşkünü muamelesini reva görür. Çobanyan’a göre, “Zohrab'ı doktor tavsiyesiyle, yalnız başına, ıssız ve geniş̧ bir mekânda ve bolca kadınlarla baş başa,” bırakmak en doğrusudur (İzrail, 2013, s. 62). Zohrab’ın, fazlasıyla romantik ve neredeyse çağdışı gibi saldırılan bu düşüncelerini pekâlâ farklı okumak ve yorumlamak da mümkündür. Temelde onun çarpıcı bir şekilde ifade etmek istediği şey romantik bir sembol olarak kadının kadınsı yönünün ortaya çıkması ya da çıkarılmasıdır. Zira bugün gelinen noktada, modern kapitalizm kadını bir tüketim metaına çoktan dönüştürmüştür. Bu ise Zohrab’ın yıllar önce işaret ettiği ve bugün çoğu feministin kabul etmeyeceği bir sonuçtur. Yıllar sonra yine bu toprağın insanı ama bir Müslüman olan Erdem Bayazıt’ın dizelerinde romantik kadın vurgusu şu şekle bürünmüştür, ki Zohrab’ınkine oranla daha masumane ve sevimli görünür: “Kadınlar bilirim ülkeme ait Yürekleri Akdeniz gibi geniş, soluğu Afrika gibi sıcak Göğüsleri Çukurova gibi mümbit Dağ gibi otururlar evlerinde Limanlar gemileri nasıl beklerse

9 Zohrab, bu tip kadın tasvirlerinin en güzel örneğini belki de “Mevt-i Mesut” hikayesindeki bayanla çizmiştir. (Zohrab, 2013, s. 25-36).

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 305

Öyle beklerler erkeklerini Yaslandın mı çınar gibidir onlar sardın mı umut gibi.”10 Aslında, Cahit Sıtkı’nın “Portre” şiirinde tavsif ettiği kadın da Zohrab’ın ifade ettiği kadın gibidir ama onunki gibi tenkit edilmemiştir: “Seveceğim hatun kişi Saçı siyah gözü siyah İlla ki esmer olacak

Dişi öylesine dişi Aşık kolum akşam sabah Belinde kemer olacak

Edası eda nazı naz Yolda yordamda bitirmiş Bir güzel bizden olacak

Bir ömür boyunca kış yaz Doymayacağım tek yemiş Sağ yanakta Ben olacak”11 Bununla beraber, yaşı ve tecrübesi ilerledikçe bu romantik duygular, yerini daha gerçekçi ve toplum merkezli düşüncelere bırakmıştır. Bu değişimde, Avrupa seyahatlerinin de etkili olduğunun altını çizmek yerinde olacaktır. 1911’de Meclis-i Mebusan üyesi olarak ceza kanunu tartışılırken zina ve gayr-i meşru çocuk üzerine yaptığı hararetli konuşma şimşekleri üzerine çekmeye yetmiştir. Önce meclisin işleyiş şeklini tenkit ederek, “...[Öyle] bir Mecliste hakimiyet icra ediyoruz ki, biz orada hem savcı, hem de hakimiz. Erkekler, kadınlar üzerinde olan hukukunu tahkim etmek için uğraşıyorlar...” tespitinde bulunur. Ardından da gayri meşru ilişkide hem toplumsal hem de mali bakımdan genel haliyle avantajlı durumda olan erkeğin daha suçlu olduğunu eğer cezayı eşitleme imkânı yoksa asgariye indirmek gerektiğini ifade eder: “Bendeniz derim ki, bu gibi ahkâmda mademki (kadına verilen cezayı) büsbütün kaldırmak mümkün olmuyor, yapılacak şey, hiç değilse asgari haddi daima azaltmak, cezayı bir seneden değil, belki sekiz günden itibar etmeli ve çünkü efendiler, iyi biliniz ki bir kadınla bir erkeğin temasından mutlaka en ziyade kabahatli olan, daima erkektir. Bunu bilmemiz lazım gelir. Zira her erkekte kadına nispetle daha fazla hürriyet var, nüfuz var, imkân var. Aksi sabit oluncaya kadar denilebilir ki, kadın iğfal olunur, erkek iğfal eder” (İzrail, 2013, s. 64). Bu konuda suçun sabit olmasından sonra, Zohrab, veled-i zina tartışmasını gündeme getirir. Gayri meşru ilişki sonucu doğmuş olan çocuğun kendi dahli olmadan ortaya çıkan bir durum sonucu suçlu muamelesine tabi tutulmasının XX. asırda kabul edilemez bir durum olduğunu, bu asırda herkesin şu ya da bu damgasından ziyade insan olduğunun altını çizer. İlaveten,

10 http://www.antoloji.com/sana-bana-vatanima-ulkemin-insanlarina-dair-siiri/ (erişim: 02.04.2015). 11 http://www.sairsiir.com/Cahit%20Sıtkı%20Tarancı/Portre.html, (erişim: 02.04.2015).

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 306

Osmanlı anayasası olan Kanun-i Esasi önünde herkesin eşit olduğunu, kaldı ki babası meçhul olan çocuğun zaten toplumda dezavantajlı olduğunu, devletin onu himaye etmesi gerekirken ayıplıymış muamelesi yaparak bir anlamda zulmetmesinin eşitliğe aykırı olduğunu, belirttikten sonra, kendi nazarında bütün çocukların doğduktan sonra eşit olduğunu vurgulamaktadır: “20. asırda... [b]en bu nesebi tahrip meselesini anlayamıyorum. Ortaçağ’da asilzadelik davaları vardı, fakat 20. asırda bu davalar duyulmaz. O asırlarda ben falanın oğluyum, falan benim ecdadımdandır, bu veled-i zinadır, p…tir tabirleri vardı. 20. asrın şerefi için ve bütün insaniyetin şerefi için bu tabirleri şiddetle reddederim; bundan sonra yeryüzünde yalnız insanlar vardır, veled-i zinalar, p…ler yoktur… Kanun-i Esasinin, zannederim bir maddesinde veyahut esas hükümlerinde diyor ki, bütün Osmanlılar müsavidir. Eğer babası meçhul olduğundan dolayı zaten bedbahtlığa mahkûm olan bir adamı siz Osmanlılık şerefinden mahrum ederek bir eksiklik ile ebedi surette lekedar edecekseniz, Meşrutiyet kalır mı? Öyle ise, nesebi tahripten bahsetmeyin, babası meçhul olan Osmanlının diğerlerinden daha ziyade şayan-ı himaye olması lazım gelir. Ona, ayıplı nazarı ile bakmak doğru değildir, onun velisi millet olmak lazım gelirken, bir veli-i hususisi olmadığından dolayı onu himaye etmemek, Meşrutiyet’e layık mıdır? Benim nazarımda bir çocuk dünyaya geldiği günden itibaren diğer çocuklara tamimiyle eşittir” (İzrail, 2013, s. 64). Zohrab’ın zina ve veled-i zina konusundaki çıkışlarını postmodern bir okuyuşla azınlık psikolojisinin bir yansıması olarak da okumak mümkündür. Kaldı ki sadece bu konuda değil, onun hayatı boyunca kendisinin de bir ferdi olduğu toplumun azınlıkta olan fertlerini hangi kesim, grup ve millette olursa olsun hep savunduğunu -bir avukat, bir milletvekili, bir yazar, bir düşünür olarak- görebiliriz. Üstelik bu savunma hiçbir zaman romantik düzeyde kalmamış; o kadar gerçekçi olmuş ki yerine göre onu mesleğinden edip sürgüne göndermiş (Hiussian, 1985, s. 16), yerine göre cebinden para vererek ya da bularak kimsesizlerin hamisi olmasını gerektirmiştir.12 Zohrab’ın sanat anlayışı genellikle realizm olarak nitelendirilir ki bu tespit eserlerinde de ilk göze çarpan şeydir. Bu meyanda onun, “sanat için sanat” ve “halk için sanat” tartışmasında “inanan bir sosyalist” olarak halk için sanatı benimsemesi şaşırtıcı değildir. Ona göre yazar, “zamanının sosyal problemlerinin farkında olmalı ve sanatında hem iyiyi hem kötüyü hem güzeli hem çirkini” ortaya koymalıdır (Hiussian, 1985, ss. 14-15). Hayat, Olduğu Gibi’nin mütercimi olarak kitabın başına yazdığı “Birkaç Söz”de Kelekyan (1329), Zohrab’ın realist ekole mensup olduğunda hiç şüphe olmadığını belirttikten sonra şu gözlem ve değerlendirmelerde bulunur: “Romantizmin en parlak devrinde mekteb sıraları üzerinde bulunmuş olan erbâb-ı kalemden olduğu için güzel ve güzellik muhabbetini kalbinden teb’îd edememiş, hakikati tasvir için mezbelelere müracaata tenezzül eylememiştir. Tab-ı beşerin mantıksızlıklarını, sukutlarını (düşüşlerini) gösterir; fakat çıplak tasvirleri sevmez, perdeyi bütün bütün açıp çirkin manzaralar üzerine elektrik ziyası saçmaz. Perdenin bir ucunu kaldırmakla iktifa eder. Maddiyatı tariften ziyade insanları o maddiyata sevk eden hissiyatı, zihniyeti gösterir. Sonra ekser-i umurda cümlemizi bâzîçe gibi istediği cihete sevk eden insicam-ı

12 İzrail’e, (2013, s. 284) göre, “Görüldüğü gibi, Zohrab, Ermeni toplumu içinde başı darda olanların kapısını çaldıkları kişilerden biridir. Hukuk adamı kimliği, devlet ve toplum içinde geniş̧ çevre sahibi olması, maddi bakımdan varlıklı görünmesi, sorun çözmekte yetenekli olması, yardım etme konusunda isteksiz kalmaması, Zohrab'ı, zora düşenlerin başvurdukları adres yapmıştır.”

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 307

tesadüfâtı irâe eyler. Muhakemesi ne nikbin ne de bedbindir; her ferdin zâde-i tab-ı icâbâtına ve muhitin şerâitine nispetle irade-i cüziyyenin ne kadar zayıf olduğunu irâe eder. Bütün felsefesinin hülasası belki kader, mukadderatdır.” (Kelekyan, 1329, s.5; ayrıca mukayese için bkz.: İzrail, 2013, s. 29-30). Zohrab’ın realizmi ve üslubunun sıklıkla, Fransız yazarlar Maupassant, Zola ve Daudet’den ve bazen de meşhur Rus öykü yazarı Çehov’dan etkilendiği belirtilmektedir (İzrail, 2013, s. 28). Yazmak onun için varoluşsal bir eylem idi; çünkü edebiyata ve yazıya o kadar düşkündür ki profesyonel mesleği olan avukatlığı erteler, yazmayı tercih ederdi. Eğer yetiştirmek zorunda olduğu ama bitiremediği bir yazısı varsa, sekreterini Adliye’ye göndererek davayı başka güne aldırır ama mutlaka hikayesini bitirir, yayıncısına gönderirdi.13 Bu konudaki hassasiyeti göstermesi açısından dikkate şayan bir başka olay da şöyle cereyan etmiştir. 1893’de Masis’in başyazarı iken, bir gecede Kadıköy'deki çıkan yangında bütün eşyalarını ve evini kaybeder. Sigortasını yeniletmediği için eşyaları geri alma ihtimali de yoktur. Olayın telaşı ile bütün geceyi uykusuz ve yorgun geçirmesine rağmen sabah doğruca matbaaya giderek başyazısını yetiştirir (İzrail, 2013, s. 39).14 Dönemin çoğu Osmanlı münevveri gibi Zohrab da Osmanlı müziğine çok düşkündür. Mayıs ayında eğlence âlemlerinin vaz geçilmez mekânı olan Alemdağ’ın sık ziyaretçileri arasında Zohrab da vardır. Ayrıca o, dönemin meşhurlarının ev ve malikânelerinden düzenlenen musiki ziyafetlerinin de saygın davetlileri arasında zikredilir. Kendisi de malikânesinde zaman zaman bu tür davetleri düzenlemiştir. Zamanının musiki üstatları Tamburi Cemil Bey, Bestekar Bimen Şen (Dergazaryan), Neyzen Aziz Dede (İzrail, 2013, s. 69), Kemençeci Vasil, Kemani Ağa, Lavtacı Hristo, hanende Lem’i gibi birçok kimse ile sıkı dostluğu vardır. Hatta 1902 Kasım’ında malikânesinde verdiği bir müzik ziyafeti jurnalciler tarafından İttihatçıların toplantısı olarak bildirilince gecenin ortasında ev hafiyeler tarafından kuşatılır ve her şey berbat olur. Zohrab’ın meslektaşı ve yakın dostu toplantıyı bütün detaylarıyla bin bir zahmetle organize eden Avukat Karnik Adil’in anlattığına göre davetlilerin yarısı saray erkânından II. Abdülhamit’in adamları olmasına rağmen yanlış jurnalin sonucu gecenin bütün keyfi zehir olmuştur. Misafirlerin birer birer dağılmasından sonra Avukat Adil de Neyzen Aziz Dede’yi yanına alarak düşünceli bir şekilde evden ayrılır. Aksilik olacak ya, Aziz Dede’yi dini kisvesiyle tanıdığı olmasına rağmen hiçbir otele kabul ettiremeyen Adil, gerçeği itiraf ederek tekkeye dönmeyi teklif etmek durumunda kalır. Ama gün ağarmadan tekkeyi de açmak yasak olduğu için çaresiz misafiri ile birlikte caddelerde dolaşarak sabahı beklemeye mecbur olurlar. Dahası, misafirlerini isteksizce yolcu etmek mecburiyetinde kalan Zohrab’a da gecenin ortasında karakolu ziyaret etmek düşmüştür (İzrail, 2013, ss. 71-72). Olay böylece tatlıya bağlanmış gibi görünmekle beraber Zohrab açısından istenmeyen

13 İzrail’e (2013, s. 39) göre “Zohrab, çoğu kez, avukatlık için gerekli görevlerini bir yana bırakır, seçimini hikâye yazmaktan yana kullanırdı. Hikâyelerini çok aceleyle yazar, sayfa sayfa matbaaya teslim ederdi. O zamanlar avukatlık yazıhanesi, Galata’da, İzmirlioğlu Hanı’nın içinde, ‘Arevelk’ gazetesi matbaasının bulunduğu Noradunkyan Hanı’nın çok yakınındaydı. Yazdığı yazıları almak için ‘Arevelk’ten birilerini devamlı Zohrab'a gönderirler, o da küçük kâğıtlara ne yazdıysa, sabırsızlıkla hikayelerini bekleyen okuyucularına ulaştırmak üzere teslim ederdi. Bu arada sekreteri ona adliyedeki işlerini hatırlattığında, sekreterini adliyeye gönderir ve o günkü duruşmayı başka bir güne erteletirdi. Böylece hikayesini bitirirdi.” 14 Bu hassasiyet, İsmet Özel’in bir askerlik anısını hatırlatıyor. Her ikisi de askerde iken Ataol Behramoğlu, Özel’e “Yıkılma Sakın” adlı bir şiirini elden gönderir. Özel de cevaben yazacağı şiire vakit bulabilmek için önce üç diş kökü çektirerek üç gün revir istirahati alır. Şiiri bitiremeyince de daha fazla revirde kalmayı garanti etmek adına dolgu ile kurtarılabilecek iki çürük dişini çektirmeye karar verir ve üç gün daha istirahat hak eder. Üç kök ve iki kısmen sağlam dişini şiir uğruna feda eden Özel, toplam altı gün revirde kalarak “Yıkılma Sakın” adlı cevabi şiirini bitirip elden Behramoğlu’na gönderir. Her ikisi de terhis olmadan iki şiirin yan yana konarak Yeni Dergi’de yayınlanması o dönemde hayli sansasyona sebep olmuştur. (Murat Menteş, 6 Ocak 2006).

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 308

sonuçlara da yol açmıştır. Karakolda kısmi bir soruşturmadan sonra serbest bırakılan Zohrab’ın her ihtimale karşı İstanbul’dan uzaklaştırılmasının daha uygun olduğu düşünülerek, Çankırı Vali Muavinliğine atanması uygun görülmüştür. Bir başka garabetle, aynı günlerde Zohrab Rus Sefareti’ne hukuk müşaviri olarak tayin edilir ve II. Meşrutiyet’in ilanına kadar sürdürdüğü bu görev sayesinde İstanbul’dan ayrılmaktan kurtulur (İzrail, 2013, s. 74).

Sonuç Yerine

Zohrab’ın en dokunaklı kısa hikâyelerinden biri “Boyun Borcu” adını taşımaktadır. Otobiyografik hikâyeler bütünü olarak tanımlanan, Hayat, Olduğu Gibi (Eryılmaz, 2011, s. 195) adlı derlemenin ilk hikayesi olan “Boyun Borcu” aslında Zohrab’ın şahsında her insanın boyun borcunu ifade etmektedir. Zira toplumsal varlıklar olarak bizler, diğer hem cinslerimize karşı görev ve yükümlülükler taşımakla borçlu doğmuş fani varlıklarız. Bunları iyi yapabildiğimiz kadar iyi insan, yapamadığımız ya da yapmadığımız kadar da kötü insanız demektir. Önemine binaen “Boyun Borcu”nu kısaca özetlemek sonuç açısından zaruridir. Hikâye, eşini veremden kaybetmiş, zengin bir kumaş tüccarı iken tellallığa (pazarlamacı) düşmüş iki kızı ile hayata tutunmaya çalışan Hosep Ağa’nın acıklı hikâyesini tasvir etmektedir. Hosep Ağa, her gün boynunda bir meşin (deri) çanta ile Anadolu Yakası’ndan Avrupa Yakası’na geçip üç beş kuruş kazanarak sevgili kızlarına peynir, ekmek getirme derdindedir. İşlerin iyice kötüye gitmesi üzerine, evdeki eşyaları tamir bahanesi ile birer birer götürüp yok pahasına satmaya başlar. Ancak bir gün onun da sonu gelince, cebinde karşıya geçiş parası var ama dönüş parası yoktur. Yine ümidini kaybetmeden karşıdan ev tutmadığına da pişman olarak Eminönü’ndeki kumaş tüccarlarının yanına gider. Akşama dönüş parası kazanamaz, tam Galata Köprüsü’nden geçecekken o zamanki geçiş ücretinin cebinde olmadığını fark eder. Aynı zamanda onu gölgesi gibi takip edip borcunu hatırlatan meşin çantasını da unuttuğunu fark ederek geri döner. Çantanın içine taş doldurup boynuna asarak denize atlar. Ertesi sabah insanlar, denizde bir başın bazen batıp bazen çıktığını görürler; yaklaşınca bunun boynunda asılı çantanın etkisiyle dalıp çıkan Hosep Ağa’nın cesedi olduğunu anlarlar. Zohrab, kendi boyun borcunu hayatıyla ödemiş, “son derece aydın, entelektüel, mücadeleci, yurtsever ve halkçı” bir kişiliğe sahipti. Ermeni sorununun çözümünün, “Osmanlı Devleti’nin refah ve mutluluğu içinde” mümkün olduğuna inanmaktaydı. “Hayatı boyunca savunduğu düşünceler, etnik sorunların yaşandığı her yer ve zamanda model” alınabilecek derinliktedir. Kısaca o, “her kesime hitap eden, ortak aklı temsil eden görüşleri ve yaptıklarıyla saygın bir kişilikti” (İzrail, 2013, s. 10). Kelekyan’ın (1329) ifadesiyle söylersek, toplumun birliği, “düşünürlerinin birliğine” bağlıdır. “Yekdiğerimizi ne kadar anlarsak o nispette muhabbetimiz kuvvetli olur” (Kelekyan, 1329, ss. 6-7). Bir asır sonra da olsa her iki toplum açısından da bazı sorularla yüzleşmenin vakti gelmiştir: Acaba Zohrab’a karşı boyun borcumuzu ödedik mi?15 Birbirimize karşı borçlarımızı

15 İzrail’e (2013, s. 76) göre, bu soru Ermeni toplumu için de aynı derecede önemlidir. Zira Zohrab’ın, dostu A. Çobanyan’a gönderdiği mektuptaki isyankâr yakarışı hala tazedir ve kulaklarda çınlamaktadır: “Bugün Türkler bile, onların karşısında milletimin haklarını savunmak için savaştığımı biliyorlar ve bana karşı büyük bir saygıyla davranıyorlar. Osmanlı Hukuk Fakültesi’nde sulh hukuku hocasıyım, Meclis-i Mebusan’a seçilmiş Ermeni mebuslar arasındayım ve Ermeniler içinde bütün bilimsel kurullara üye olanların başında geliyorum diyebilirim. Eğer İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne biraz yakınlık gösterirsem nazır olmam da benim elimde. Ancak maddi beklentilere milletimin haklarını feda etmem. Bu inançlarım çocukluk günlerimden itibaren böyle olmuştu ve şimdi yaşlılığımda da böyledir, aynı duruşumu mebus seçildikten sonra da muhafaza ediyorum.” Ezcümle, hamasi nutuklar ve ön yargılar bir tarafa bırakılarak, Zohrab Külliyatı dünya literatürüne kazandırılmalıdır. Elbette bu konuda büyük sorumluluk başta Zohrab Information Center olmak üzere tüm Ermeni toplumuna düşmektedir.

Social Sciences Research Journal, Volume 6, Issue 4, 298-309 (December 2017), ISSN: 2147-5237 309

ne kadar ödedik, ödemeyi denedik? Eğer hepimiz birbirimizi anlama ve sevmede Hosep Ağa ya da Zohrab kadar samimi ve gayretli olsak sanırım çoğu şey şimdi olduğundan daha farklı olurdu. Ama hiçbir şey için geç değil. Bir yerlerden başlamak gerekirse, önce Zohrab’ın eserlerini tercüme ederek başlanabilir.

Kaynakça

Çiloğlu, H. S. (haz.). (2014). Ahmed Amiş Efendi. İstanbul: Seçil Ofset. Eryılmaz, D. (2011). Ermeni Literatüründe Anıların Niteliği ve Yazılış Amaçları. Ermeni Araştırmaları, 39. ss. 187-212. Hiussian, M. (1985). A Sketch of His Life and Work. In Baliozian, A. (selected and trans.). Zohrab: An Introduction. Ontario: Impressions. İzrail, N. O. (2013). 1915 Bir Ölüm Yolculuğu: Krikor Zohrab. İstanbul: Pencere Yay. Kelekyan, D. (1329). Birkaç Söz. Hayat Olduğu Gibi içinde. İstanbul: Ahmet İhsan ve Şürekâsı. Menteş, M. (6 Ocak 2006). Kırk Küsur Yaşıma Kadar Tırnaklarımı ve Bıyıklarımı Yedim. Gerçek Hayat Dergisi. http://istiklalmarsidernegi.org.tr/Yazi.aspx?YID=491&KID=38 (erişim: 15.09.2017) Rumi, M. C. (1967). Mesnevî-i Şerif, Aslı ve Sadeleştirilmişiyle Manzum Nahifi Tercümesi, C. I-VI. Çelebioğlu, A. (haz.). İstanbul: Sönmez Neşriyat. Tuğlacı, P. (7 Şubat 1993). Uğur Mumcu ve Zohrab Efendi. Cumhuriyet Gazetesi. Tuğlacı, P. (2008). Örnek Bir Osmanlı Vatandaşı, Krikor Zohrab. İstanbul: Pars Tuğlacı Yay. Yalçın, S. (2008). Siz Kimi Kandırıyorsunuz. İstanbul: Doğan Kitap. Zohrab, K. (1329). Hayat, Olduğu Gibi (Osmanlıca baskı). İstanbul: Ahmet İhsan ve Şürekası. Zohrab, K. (M. L. Heart adıyla) (1913). La Question Annenienne a La Lumiere des Documents. Paris: Librairie Maritime et Coloniale. Zohrab, K. (2000). Hayat, Olduğu Gibi. Emiroğlu, K. (çev.). Ankara: Ayraç Yay. Zohrab, K. (2001). Osmanlı Meclisinde Bir Ermeni Mebus – Öyküler. Araks, H. (çev.). İstanbul: Aras Yay. Krikor, Z. (01.04.2015). Krikor Zohrab. http://tr.wikipedia.org/wiki/Krikor_Zohrab. Bayazıt, E. (02.04.2015). Sana Bana Vatanıma Ülkemin İnsanlarına Dair. http://www.antoloji.com/sana-bana-vatanima-ulkemin-insanlarina-dair-siiri/ Tarancı, C. S. (02.04.2015). Portre. http://www.sairsiir.com/Cahit%20Sıtkı%20Tarancı/Portre.html http://zohrabcenter.org/dolores-zohrab-liebmann/ (erişim: 02.04.2015). https://www.familytreedna.com/public/zohrab/default.aspx (erişim: 01.04.2015).