Quick viewing(Text Mode)

Beş Milyar Yıllık Yalnızlık, Canlılığın Dünya Üzerindeki Uzun Ömrüne Atıfta Bulunmaktadır

2615 1 ALFA 1 BİLİM 1 78 BEŞ MİLYAR YILLIK YALNIZLIK

LEE BILLINGS

1981 yılında NewYork'da doğan Lee Billings bilim yazarıdır. 2006-2011 yılları arasında Seed dergisinin editörlüğünü yü­ rüten Billings, aynı zamanda The New York Times, Wall Street Journal, Washington Post ve Slate.com gibi dergilere de çeşit­ li yazılar yayımlamıştır. Lee Billings halen Nature, Nautilus, New Scientist, the New York Times, Popular Mechanics, Scientific American gibi dergilere bilim, teknoloji ve kültür yazıları yaz­ maktadır.

OZAN KARAKAŞ

1991 yılında İzmir, Bornova'da doğdu. İlk ve orta öğreni­ mini Manisa'da tamamladı. Uludağ Üniversitesi İngiliz Dili Eğitimi bölümünde okuyan Ozan Karakaş, lisans eğitimi süresince, içlerinde Cosmos ve Dawkins'in Kraliyet Noel Dersleri' nin de yer aldığı çeşitli belgesellere ve derslere Türkçe altyazılar hazırlayan, makalelerin ve İnternet sitesi içeriklerinin çevirilerini yapan ekiplerde yer aldı. Ayrıca Alfa Bilim Dizisinden yayımlanan Stanislas Dehaene'in Beyin Na­ sıl Okur? isimli kitabını da çevirdi. Be� Milyar Yıllık Yalnızlık © 2013, ALFA Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.

Five Billion Years of Solitude © 2013, Lee Billings

Kitabın Türkçe yayın hakları Anatolialit Ajans aracılığıyla Alfa Basıın Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti.' ne aittir. Tanıtım amacıyla, kaynak göstermek şartıyla yapılacak kısa ' alıntılar dışında hiçbir yöntemle çoğaltılamaz.

Yayıncı ve Genel Yayın Yönetmeni M. Faruk Bayrak Genel Müdür Vedat Bayrak Yayın Yönetmeni Mustafa Küpüşoğlu Dizi Editörü Kerem Cankoçak Redaksiyon Mehmet Ata Arslan, Çağrı Mutaf Kapak Tasarımı Aslı Sezer Sayfa Tasarımı Mürüvet Durna

ISBN 978-605-106-923-4 1. Basım: Ekim 2014

Baskı ve Cilt Melisa Matbaacılık ÇiftehavuzlarYolu Acar Sanayi Sitesi No: 8 Bayrampaşa-İstanbul Tel: 0(212) 674 97 23 Faks: 0(212) 674 97 29 Sertifika no: 12088

Alfa Basım Yayım Dağıtım San. ve Tic. Ltd. Şti. Alemdar Mahallesi Ticarethane Sokak No: 15 34110 Fatih-İstanbul Tel: 0(212) 511 53 03 Faks: 0(212) 519 33 00 www.alfakitap.com - [email protected] Sertifika no: 10905 "' -., z -

.... . � mlLYAR �YILLIK YALnlZLIK Yıldızlar Arasında Ya5am Arayııı

Çeviri Ozan Karakaş

ALF�ıeiLiM Mike ve Pam'e, Bruce ve Jo'ya, Melissa'ya ve gökyüzüne bakmayısür dünne cesaretine sahip herkese. İÇİNDEKİLER

Teşekkür, 7 Giriş, 9

Bölüm 1 Yaşam Süresi Arayışı, 19

Bölüm 2 Drake'in Orkideleri, 38

Bölüm 3 Parça Parça Bir İmparatorluk, 59

Bölüm 4 Bir Dünyanın Değeri, 86

Bölüm 5 Altına Hücumun Ardından, 110

Bölüm 6 Büyük Resim, 141

Bölüm 7 Denge Bozulduğunda, 171

Bölüm 81 Işığın Sapmaları, 211

Bölüm 9 Hiçlik Noktası, 240

Bölüm 10 Çorak Topraklara Doğru, 268

Seçilmiş İleri Okuma ve Notlar, 301 Dizin, 313

TEŞEKKÜR

Bu kitap üzerinde uzun süredir çalışıyorum ve bu zaman zarfında çok sayıda insanın yardımı dokundu. Bana duydu­ ğu inanç için Courtney Young'a ve sıkıcı düz yazımı gözden geçirip düzenleyerek keskinleştirdikleri için Emily Angell ve Annie Gottlieb'e minnettarım. Temsilcim Peter Tallack eleş­ tirel desteğini en baştan sonuna dek esirgemedi ve çokça öv­ güyü hak ediyor. Maddi ve manevi destekleri için kimi aile üyelerine de te­ şekkür borçluyum. Annem ve babam Mike ve Pam Billings ile büyükannemle büyükbabam Bruce ve Jo Hannaford'un cömertliği olmasaydı bu kitap da olmazdı. Kız kardeşim Carolyn ve eşi Matt Tapie, yaptığım araştırma gezileri sıra­ sında hoşgörülü bir sohbet ortamı ve başımı sokabileceğim bir ev sundular. Hepsinden de öte eşim Melissa Lherisson'a, bana bağışladığı sarsılmaz destek, sabır ve sevgi için teşek­ kür etmek istiyorum. İlk zamanlarda birkaç kilit kaynakla yollarımın kesişme­ sini sağladıkları için Adam Bly ve Seed Media Group editor­ yal ekibine müteşekkirim. Aynı şekilde California Üniversi­ tesi-Berkeley'deki Miller Temel Bilim Araştırma Enstitüsü, yıllık sempozyumlarından bazılarının davetiyelerini gön­ derdikleri için bu kitabın büyük bir kısmının ortaya çıkma­ sında paha biçilmez değere sahiptir. Ziyaretlerim sırasında­ ki nezaketlerinden dolayı özellikle Kathryn Day'e, Raymond Jeanloz'a ve Michael Manga'ya minnettarım. Boingboing. net'in bilim editörü Maggie Koerth-Baker, bu projenin olu­ şum aşamalarında ayağa kalkmasında sunduğu yardımlarla hayli faydalı olduğunu gösterdi. Babasıyla yaptığım buluş­ mayı ayarladığı içinse Nadia Drake özel bir teşekkürü hak ediyor. Dostlukları, tavsiyeleri ve cesaretlendirmeleri için şu in­ sanların isimlerini anmalıyım: Evan Lerner, T. J. Kelleher,

7 Paul Gilster, Joshua Roebke, Erle Weinstein, Jon Bardin, Ken Chang, Andrew Fullerton, Christopher Xu, Josh Chambers, George Musser, Carl Zimmer ve Nevada Eyaletinden E. J. Yıllar boyunca çok sayıda insan, bu kitaba doğrudan veya dolaylı katkılarda bulunacak biçimde, sorularımı cömertçe yanıtladı. Bununla birlikte, bu kitaptaki yanlışlıklar tümüy­ le bana aittir. Bana ayırdıkları vakit ve uzmanlıkları için şu insanlara sonsuz teşekkür borçluyum: , Guillem Anglada-Escude, Mike Arthur, Wil­ liam Bains, Natalie Batalha, Charles Beichman, David Ben­ nett, Michael Bolte, Xavier Bonfils, Alan Boss, John Casani, Webster Cash, Phil Chang, John Chambers, David Charbon­ neau, Nick Cowan, Paul Davies, Drake Deming, Frank Drake, Alan Dressler, Michael Endl, Debra Fischer, Kathryn Flana­ gan, Erle Ford, Calin Goldblatt, Mark Goughan, JeffGr eason, John Grunsfeld, Javiera Guedes, Olivier Guyon, Robin Han­ son, Torl Hoehler, Andrew Howard, Jeremy Kasdin, Jim and Sharon Kasting, Heather Knutson, Antoine Labeyrie, David Latham, Greg Laughlin, Doug Lin, Jonathan Lunine, Claudio Maccone, Bruce Macintosh, GeoffMarcy, John Mather, Greg Matloff, Michel Mayor, Kevin McCartney, Vikki Meadows, Jon Morse, Matt Mountain, Phil Nutzman, Ben Oppenhei­ mer, Bob Owen, Ron Polidan, Marc Postman, Sean Raymond, Dimitar Sasselov, Jean Schneider, Sara Seager, Michael Shao, Seth Shostak, Rudy Slingerland, Chrls Smith, Remi Soummer, David Spergel, Alan Stern, Peter Stockman, Jill Tarter, Phi­ lippe Thebault, Wes Traub, Michael Turner, Stephane Udry, Steve Vogt, Jim Walker, Bernie Walp, Andrew Youdin, Kevin Zahnle.

8 GİRİŞ

Burada, Dünya'da, Güneş'in yörüngesindeki bir geze­ gende yaşıyoruz. Güneş'in kendisi de alevler içinde bir yıldız ve bir gün yanıp tükenerek güneş sistemimizi yaşanılmaz kılacak. Bu yüzden yıldızlarla aramızda birer köprü kurmalıyız, çünkü bildiğimiz kadarıyla biz, bütün evrende duygulara sahip tek canlı türüyüz... Bil­ diğimiz tek anlamlı yaşamı canlı tutma sorumluluğu­ muzda başarısız olmamalıyız. , NASA'NIN APOLLO PROGRAMININ MİMARI TOM WOLFE'UN ANILARINDAN

Bu hikaye, 4,6 milyar yıl önce, güneş sistemimizin birkaç ışık yılı genişliğindeki bir soğuk hidrojen ve toz bulutundan doğ­ masıyla başlıyor. Bu bulutsa daha büyük bir ilkel gaz kütle­ sinin, kaderinde birer süpernovahalinde patlamak olan mu­ azzam yıldızlar üreten bir yıldızlar topluluğunun ufacıkbir parçasından başka bir şey değildi. Dev yıldızlar, radyoakti­ viteyle cızırdayıp karanlığın içine konfeti parçalarına ben­ zeyen şok dalgalan yayan ağır elementler püskürterek birer maytap gibi teker teker patladılar. Radyoaktivite artırıcı bu şok dalgalarından biri yolculuğu sırasında bulutu, bizim bu­ lutumuzu, sıkıştırmış olabilir. Bu bulut, kütleçekimin kont­ rolü ele geçirmesine yetecek kadar yoğunlaştı ve kendi ken­ disinin üzerine çöktü. İçerdiği maddelerin çoğunluğu, sıcak

9 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ve içten içe kaynayan bir ilkel yıldız oluşturmak için merke­ ze düştü. Nihayet bu ilkel yıldız, çekirdeğinde termonükleer bir ateşi tutuşturmaya yetecek kadar kütle kazandı ve Güneş ışıldamaya başladı. Buluttan geriye kalanlar, çalkantılı ve fı­ rıl fınl dönen göz kamaştırıcı bir buhar dairesinin ortasında duran bu yıldızın etrafına yerleşti. Hızla dönen bu daire soğudukça, oradan mikroskopik metal, kaya, buz ve katran tanecikleri yağmaya başladı. Bu tanecikler zaman zaman çarpışarak, kimi zaman birleşerek, aşamalı olarak da sürekli büyüyen nesneleri ele geçirerek bu dairenin içinde girdap halinde binlerce yıl boyunca dön­ düler. İlk önce milimetre ölçeğinde kürecikler geldi, sonra santimetre ölçeğinde çakıllar oluştu, onları metre ölçeğin­ de kayalar takip etti ve son olarak da birer yörüngeye sa­ hip "planetesimaller" adı verilen kilometre ölçeğinde dağ­ lar ortaya çıktı. Planetesimaller çarpışmaya devam ederek, her darbede büyüyen kocaman buz, kaya ve metal kütleleri oluşturdu. Milyonlarca yıl içerisinde planetesimaller de bü­ yüyerek Ay boyutunda yüzlerce eınbriyoyu, tam birer dünya haline gelene dek şiddetli çarpışmalardan geçen ve gittikçe büyüyen ilkel gezegenleri meydana getirdi. Daha fazla çarpışmayla geçen belki de yüz milyon yılın ardından, iç güneş sistemindeki embriyolar, Dünya'yı ve di­ ğer kayalık gezegenleri oluşturmakiçin bir araya gelmişti. İç dünyalar kupkuruydu, bunların sulan ve diğer uçucu mad­ deleri de yeni doğmuş Güneş'in yoğun ışıklarıyla buharlaş­ mıştı. Dış güneş sisteminde, dondurucu soğuklar uçucuları buz halinde hapsetmişti. Buzlar daha katı bir yapı malzeme­ si sağlıyor, Jüpiter ve diğer dış gezegenlerin çekirdeklerinin hızlıca biçimlenmesine ve dairenin içinde dolaşan gazın yal­ nızca birkaç milyon yıl içerisinde temizlenmesine olanak ta­ nıyordu. Dev gezegenler büyüdükçe, embriyolann bir araya gelemediği, arkalarında ilkel planetesimal paketleri ve par­ çalanmış kaya ve metal şeritleri bıraktığı kararsızlık alan­ lan yaratıyordu. Bu kalıntılar, asteroitlerdir. Dev gezegen­ ler aynı zamanda birçok buzlu planetesimali, günümüzdeki Plüton'un yörüngesinin dışındaki karanlıkta sürüklenmeleri

10 GiRiŞ için uzaklara, güneş ötesi bölgelere fırlatıyordu. Bu buzlu sürgünler; bozucu gezegenler, galaktik gelgitler veya yakın­ dan geçen yıldızlar tarafından itilip kakıldıklarında da birer kuyrukluyıldızol arak Güneş'e doğru düşerler. Nihayet 3,8 veya 4 milyar yıl öncesinde, dev gezegenler arasında gerçekleşen karmaşık, kaotik ve belli belirsiz küt­ leçekim etkileşimleri dizisi dış güneş sisteminin büyük bir kısmını hareketlendirerek, kuru ve kayalıklı iç dünyalara çarpmak üzere Güneş'e doğru hızla fırlayan asteroit ve kuy­ rukluyıldızlardan oluşan bir yaylım ateşi açtı. Bu olaya "Geç Ağır Bombardıman" denir ve bu da gezegen oluşumundaki son adımdır. Bu olayın etkilerini Ay'ın kraterli yüzeyinde ve aynı zamanda onun coğrafi yaralarını kendi gezegenimiz­ den temizleyen yağmurda gözlemleyebiliyoruz; Dünya'daki suyun büyük bir kısmı Bombardıman sırasında, dış güneş sisteminden hızlı teslim bir şekilde gelmiş gibi görünüyor. Sonrasında Dünya'nın kabuğu kısmen eridi ve özgün atmos­ feri büyük oranda uzaklara sürüklendi. Ama o ilk ağır yağ­ murların buhar dolu gökyüzünden düştüğü sıralarda, geze­ genimiz okyanus denen armağana kavuştu. Dünya ağır ağır soğudu ve gaz püskürten volkanlar atmosferi aşamalı olarak tazeledi. Kısa süre sonra, belki de güneş sisteminin yeni bi­ çimlenmiş tüm dünyaları arasında benzersiz olarak, bizim dünyamız bir şekilde canlanıverdi. Dört milyar yıldan biraz daha kısa bir süre sonra dört yaşımdaki ben, annem, babam ve kız kardeşimle Jasper-Ala­ bama'daki evimizin arka bahçesinde duruyordum. 1986'nın Ocak ayıydı; günbatımından hemen sonrasıydı. Babam kü­ çük bir ateş yakmıştı, biz de akşam soğuğuna karşı ateşin etrafında toplanmış marşmelov kızartıyorduk ki yıldızlar tepemizde belirmeye başladı. Gökyüzünün alt tarafında, ağaçların he�stünde, yumuşak beyaz bir leke zar zor görülebiliy/rdu. Bu, Güneş'in etrafındaki yolculuğu sıra­ sında Dünya'nın yanından geçen Halley kuyrukluyıldızıydı. Kuyrukluyıldızı ziyarete gidip gidemeyeceğimi sorduğumu hatırlıyorum. Saint-Exupery'nin Küçük Prens'inin 1974 yı­ lındaki sinema uyarlamasını henüz izlemiştim ve bir aste-

11 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK roitin üstünde yaşayan hikayedeki çocuk gibi ben de güneş sisteminin tüm tuhaf yerlerini görmek için uzayda dolaşmak istiyordum. "Belki bir gün," şeklinde bir cevap geldi. Haftalar sonra ben ve benim neslimdeki diğer tüm çocuklar, NASA'nın uzay mekiği Challenger'ın yörüngedeki yolu üzerinde parça­ lanmasını izlerken, uzay yolculuğunun hiç de bir peri masalı olmadığını öğrenecektik. O zamanlar Halley kuyrukluyıldızının 2061 yılına kadar tekrar görünmeyeceğini bilmiyordum ve bu tarihin ağırlığını hissedemeyecek kadar da küçüktüm. Bunu kuyrukluyıldız da hissedemeyecekti; geri döndüğünde hemen hemen hiç değiş­ memiş olacaktı. Öte yandan ben, eğer o kadar şanslıysam, Dünya üzerindeki sekseninci yılıma yaklaşmış olacaktım. Şansları daha da yaver giderse ebeveynlerim bile onu asırlık gözleriyle görebilirdi. Biz Greenville-South Carolina'ya taşındıktan sonra on yaşıma girdiğimde, annem yazın büyük bir kısmını okuma yazma bilmeyen yetişkinlere yerel bir kütüphanede okuma öğreterek geçirdi. Beni de yanında götürür, bana göz kulak olacak kimse olmadan raflar arasında dolaşmama izin ve­ rirdi. Patlayan güneşler, çarpışan galaksiler, doymak bilmez kara delikler ve Büyük Patlama gibi daha büyük ve daha par­ lak şeyler uğruna güneş sistemimizin ötesindeki gezegenler ve hayatlar ihtimalini göz ardı etme eğiliminde olan astrono­ mi kitapları kadar, uzaylı uygarlıklar ve yıldızlararası seya­ hat üzerine muazzam miktarda bilimkurgu kitabı okumaya başladım. O zamanların ruhu böyleydi: yirminci yüzyılın bü­ yük bir kısmı boyunca astronomlar, varlığın kendisinin te­ mel kökenleri ve geleceğinin peşinde, uzay ve zamana daha derin bir bakış atabilme arayışıyla bitip tükenmişti. Bu ara­ yış devrim niteliğindeki kavrayışları birbiri ardına ortaya çıkarmış, hepsi de yaklaşık on dört milyar yıl önce ortaya çıkmış ve belki de sonsuza dek var olabilecek, genişleyen bir evrenin içinde bulunan, her biri yüz milyarlarca yıldıza ev sahipliği yapan sayısız galaksiden birinde yaşadığımızı göstermişti. Bense kozmolojik yaratılış hikayesi karşısında büyük bir heyecan duyuyor, ama kendimi onda bir şeylerin

12 GiRiŞ eksik olduğunu düşünmekten de alamıyordum. Bu şey, biz­ dik. Evrenin şafağıyla yazgısı arasında bir yerlerde kaybol­ muş, Dünya adı verilen bir metal, kaya ve su topu, yalnızca hayatı değil, aynı zamanda duyulara sahip varlıkları, kendi başlangıçlarını keşfedebilecek düşünsel kapasiteye ve kendi kaderlerini tasarlayabilecek teknolojik yeterliğe sahip yara­ tıkları da ortaya çıkarmıştı. O yaratıklar ki güneşleri sönme­ den önce belki de bir şekilde yıldızlara dokunabileceklerdi. Belki bir zamanlar gerçekleşen şey birçok kez daha, birçok yerde gerçekleşecekti. Babam, benim kütüphanede okumuş olduğum kitapların kapaklarındaki galaksileri ve yıldızları gördü ve b.ana alışveriş merkezinden bir teleskop satın aldı. Teleskobumdan bakarak astronomi kitaplarında tanım­ lanan birçok kozmik havai fişek gösterisini veya bilimkur­ gulardaki galaktik imparatorlukların herhangi bir belirtisi­ ni göremeyeceğimi öğrenince kısa zamanda hayal kırıklığına uğramıştım. Uzaydaki her şey korkunç, ölümcül bir şekilde sessizdi. Görünüşe göre, kozmik uzayda ve doğal olarak da eğitimli birçok astronomun büyük zihninde, çelişkili bir bi­ çimde, canlılar ve onların küçük yuva gezegenleri için hiç yer yoktu. Bu tür şeyler aranamayacak kadar küçük, fark edile­ meyecek kadar önemsizdi. Yine de yarı umutlu bir şekilde, belki gökyüzünden hızla geçen bir UFO vizörüme takılır veya bir yıldızın pırıltısı içinde yıldızlararası bir savaşın parlak ışıklarını görürüm diye bakmaya devam ettim. Bir gün baba­ ma, diğer yıldızların etrafında herhangi bir gezegenin olup olmadığını sordum. Bir an için düşündü ve muhtemelen di­ ğer yıldızların da gezegenlerinin olduğunu, ama hiç kimse­ nin gerçekten bilmediğini; hepsi çok uzakta olduğundan bu gezegenlerin hiçbirinin henüz bulunmadığını söyledi. Bunun ardından, geceleri gökyüzüne baktığımda çoğu zaman bu ge­ zegenlerin neye benzediklerini merak edecektim. Dünya'ya benziyorlar mıydı? Onlarda da okyanuslar ve dağlar, mer­ can kayalıkları ve çayırlar var mıydı? Onlar da şehirlere ve çiftliklere, bilgisayarlara ve radyolara, teleskoplara ve uzay gemilerine sahipler miydi? Oradaki yaratıklar da bizim gibi yaşayıp ölüyor muydu; veya gökyüzüne bakıp yaşamın ama-

13 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

cını merak ediyorlar mıydı? Onlar yalnız olabilir miydi? Tit­ reşen yıldızlara bakıp, asla göremeyeceğimi düşündüğüm dünyaları hayal ediyordum. 2000'lerin ortalarında sorularımla arkadaşlarımın ve tanıdıklarımın başını şişirmek yerine yalnızca uzmanların başını şişirebileceğim bilim yazarlığı kariyeriyle merakı­ mın peşinden gittim. Aradan geçen yıllarda, ilk sorularımın bazılarına cevaplar gelmişti: diğer yıldızların etrafında da oldukça yaygın bir biçimde gezegenler vardı ve l 990'ların ortalarında astronomlar yüzlerce gezegen bulmuştu. Bu dün­ yalara "ötegezegen" [exoplanetr deniyordu ve bunların birço­ ğu, bildiğimiz haliyle yaşamın var olamayacağı kadar geniş veya yine bir o kadar kendi güneşlerine yakındı. Astronom­ lar, yerdeki ve uzaydaki kocaman teleskopları kullanarak bu gezegenlerden çok sıcak, çok büyük ve görece yakın olan bir­ kaçının fotoğrafını çekmeyi bile başarmıştı. Ama diğer soru­ lar cevapsız kalmaya devam ediyordu: Bizim galaksimizde veya evrenin geri kalanında Dünya boyutlarında, Dünya'ya benzeyen başka ötegezegenler var mıydı? Bizim Dünya'daki durumumuz ortalama mıydı; yoksa tam tersine oldukça özel ve hatta eşsiz miydi? Biz kozmik açıdan yalnız mıydık? Gö­ rünüşte ebedi olan bu soruların bazılarına cevaplar bulmaya ne kadar yakın olduğumuzu öğrendiğimdeyse bu kitabı yaz­ maya karar verdim. Yıl 2007'ydi ve ben de bir hikaye için Santa Cruz'daki Ca­ lifornia Üniversitesinden (UC Santa Cruz) astrofizikçi Greg Laughlin'le röportaj yapıyordum. Sohbetimiz sırasında La­ ughlin, ötegezegen arayışları gittikçe daha da çok yönlü ve yetkin hale geldiğinden, yakın zamanda kendimizinkiyle kı­ yaslayabileceğimiz yüzlerce değil binlerce ötegezegenin ola­ cağını açıkladı. Astronominin sıradaki hamlesi, dedi, uzayın sınırlarına ve zamanın başlangıcına değil, en yakın yıldızla­ ra ve onların ev sahipliği yapıyor olabileceği keşfedilmemiş ve potansiyel olarak yaşamaya uygun dünyalara odaklanmak olacaktır. Sohbetimizin sonuna doğru da Dünya boyutların-

ôtegezegen (veya "exoplanet"): Güneş sisteminin dışında yer alan geze­ genlere verilen isim �n.

14 GiRiŞ daki ilk ötegezegenlerin önümüzdeki beş yıl içerisinde bulu­ nacağı tahminini ortaya attı. Laughlin, 2011'in ortalarında Dünya'nın kütlesindeki bir gezegenin keşfedileceğini öne sü­ ren veriler boyunca bir eğim çizgisi çekerek en düşük kütleye sahip ötegezegenlerin yıl yıl kayıtlarını grafiğe dökmüştü. Aniden, apaçık bir görüntüde gizlenmiş muhteşem bir sırra rastlamış gibiydim. ôtegezegenler üzerine daha fazla yayın ve makale okudukça, dünyada bir yerde, güneş sistemimizin ötesindeki yaşanabilir dünyaları ve hatta belki de dünya dışı yaşama dair ilk delilleri keşfettiği için tarihe adını yazdı­ rabilecek bilim insanlarının var olduğuna daha fazla ikna oldum. Yine de bu bilim insanları büyük oranda anonimdi, ortalama insan için büsbütün bilinmezdi. Onlar hakkında daha fazla şey öğrenmek ve onların hikayelerini anlatmak istiyordum. Hepsini teker teker arayıp buldum. Birçoğu beni içtenlikle ve dostça karşıladı; bunu yapma­ yanlarsa yine de bana karşı fazlasıyla hoşgörülüydü. Çoğun­ luğu; göklerden sırlar yazmada ve yaşam belirtisi için umut vaat eden ötegezegenleri incelemede devletin uzak dağ zirve­ lerine ve uzayın derinliklerine camdan ve çelikten inşa ettiği büyük tekno-katedralleri kullanacakları parlak birer gelecek planlıyordu. Bizi sonsuza dek, yeni ve uzaklara yayılmış fi­ ziksel sınırların sonsuz enginliğine itecek kadar doyumsuz ve yılmaz bir merakın rehberliğinde, zamanda daha ileriye bakan bazılarıysa kültürümüzün nihayet Dünya'yı tamamen terk ederek güneş sistemine ve onun da ötesine yayıldığını bile hayal etmişti. Ancak yine de kitap için araştırma yapma­ yı sürdürürken, bu insanların en cesur umutlarından birço­ ğunun, ertelenen veya iptal olan hayati öneme sahip teleskop veya görevler bu umutları sonsuza dek değilse de ulaşılması nesiller alacak bir zamana ötelediği için yerle bir olduğunu gördüm. Çığır açacak keşiflerin eşiğindeyken çalışmaları bo­ calıyordu, ama bunun sebebi uzay fiziğinin yeni bulunmuş kısıtlılıkları değildi. Dünya'nın ötesinde yaşam arayışının hızlı ilerleyişi daha ziyade tamamen insani ve dünyevi zaaf­ lara yenik düşüyordu: savsak örgütsel idareler, istikrarsız ve yetersiz fonlamalar ve incir çekirdeğini doldurmayacak böl-

15 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK gesel çekişmeler. Defalarcave defalarca, gezegen avcılarının yıldızlara ulaştığı anda gökyüzününde çökmeye başladığına tanıklık ediyormuşum gibi hissettim. Böylece de yalnızca bu insanların kişisel hikayelerini değil, aynı zamanda alanla­ rının, bu alanın nereden geldiğinin ve talihin yüzlerine bi­ razcık gülmesiyle hala nereye gidebileceğinin de hikayesini anlatmaya adadım kendimi. Varılan sonuçsa şu anda ellerinizde tuttuğunuz bu kitap. Şartlar gereği bu kitap, kendisine adanmış bir literatürden oluşan bütün bir rafı hak eden sayısız keşif ve kaşifi göz ardı ediyor. Umuyorum ki kültürlü okurlar, bu çalışmanın kapsa­ mının ışığında benim atladıklanmı affedecektir. Bu, gezege­ nimizin, Dünya'nın nasıl canlandığını ve günün birinde nasıl öleceğini ortaya çıkaran bir portredir. Aynı zamanda gözler önüne serilen bilimsel devrimin, diğer yıldızların etrafın­ da başka dünyalar bulmak için gerçekleşen coşkulu arayışa odaklanan günlük bir kaydıdır. Ancakhe psinden öte insanlı­ ğın belirsiz mirası üzerine derin bir düşünüştür. Bu kitabın adı olan Beş Milyar Yıllık Yalnızlık, canlılığın Dünya üzerindeki uzun ömrüne atıfta bulunmaktadır. Başka hiçbir sebepten değilse bile Güneş bir gün parlamayı bıra­ kacağından, bu gezegen üzerindeki yaşamın bir sonu vardır. Buradaki yaşam, gezegenin kendisinin yaklaşık dört buçuk milyar yıl önce oluşmasından kısa süre sonra ortaya çıkmış­ tır ve güncel tahminler, Dünya'daki çeşit çeşit ve karmaşık çok hücreli yaşamın oluşturduğu biyosfermikrobik basitliğe doğru tersine çevrilemez bir şekilde geri dönmeye başlama­ dan önce, Dünya'mızın yanın milyar yıl gibi bir zamanının kaldığına işaret etmektedir. Tüm bu süre zarfında Dünya, bize benzeyen hiçbir varlık, gezegenin kaderini ellerinde böylesine sıkıca tutan ve doğayı dilediğince değiştirme gü­ cüne sahip olan başka hiçbir şey üretmemiştir. Tıpkı atala­ rımızın denizi terk etmeyi öğrendiği gibi biz de Dünya'nın kütleçekim zincirlerinden kurtulmayı öğrendik. Ay'a gitmek, güneş sisteminin derinliklerine seyahat etmek veya yaratılı­ şın sınırlarını gözlemek için makineler inşa ettik. Gezegeni sera gazlarıyla yavaş yavaş pişirebilecek veya termonükleer

16 GiRiŞ alevlerle küle çevirerek bildiğimiz haliyle Dünya'ya erken bir son getirebilecek başka aletler de inşa ettik. Elimizdeki gücü kendimizi veya yavaş yavaş ölmekte olan Dünya'mızı kur­ tarmak için kullanacağımızın bir garantisi olmamakla bir­ likte, bizim yok oluşumuzun arifesinde Dünya'nın yeni bir teknolojik uygarlığın fitilini ateşleyebileceğine dair de çok az umut vardır. O halde, uzun vadede bir seçimle, ölümle yaşam arasın­ daki bir seçimle, ruhani olana dokunabilmek için bilimin sınırlarını aşan bir seçimle karşı karşıyayız. Dünya ne ka­ dar kıymetli olursa olsun, ya onun yalnızlığını ve Dünya'nın sonunda bekleyen belirsizliği kucaklayabiliriz ya da bu dünyevi beşiğin ötesinde, gökyüzünün de çok uzağında bir yerlerde kurtuluşu arayabiliriz. Ya şamda her birimiz, ortak geleceğimizi Dünya'ya yaklaştırarak veya yıldızlara doğru iterek, bir şekilde bu büyük seçime katkıda bulunuruz. Bu kitaptaki kimi insanlar, kendilerini başka, fazlaca gelişmiş galaktik kültürlerin izlerini aramaya adamış, demet demet radyo dalgalarıyla veya lazer ışığıyla taşınan yıldızlarara­ sı mesajlar yoluyla kendi muhtemel geleceğimize bir bakış atabilmeyi ummuştur. Başkaları, jeolojik zaman boyunca Dünya'nın ikliminin evrimini yakından incelemiş, kendi dünyamızla başka dünyaların yaşanabilirlik kısıtlamalarını belirlemeye çalışmıştır. Yalnızca birkaçı haritacı veya araç gereç zanaatkarı olabilmiş ve bizim uzak torunlarımızı ku­ caklayabilecek uzak gelecekteki yılların en umut vaat eden dünyalarını bulma çabasına girişebilmiştir. Hepsi de dün­ yadaki bu zaman bolluğu sayesinde, insanların Dünya'nın çok ötesinde bir geleceğe sahip olabileceğine inanmaktadır. Onların ve başkalarının hikayelerini bu sayfalarda bulacak­ sınız. Ortak seçimimizin ne olacağını, böylesi cesur bir ma­ ceraya tam olarak nasıl girişeceğimizi veya uzayda nihai olarak ne bulacağımızı biliyormuşum gibi davranmayaca­ ğım. Aslına bakılırsa yalnızca gerçekten de bir seçime sa­ hip olduğumuza inanmaktan hoşnutum. Aynı şekilde, bu­ radan kurtulup yıldızlara ulaşma hayaliyle gezegenimizin

17 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

tüm sorunlarının bir .kenara bırakılması gerektiğini de öne süremeyiz. Dünya'yı ve birbirimizi korumalı ve el üstünde tutmalıyız, çünkü bizi bu kadar sıcak karşılayacak başka dünyalar veya varlıklar bulamayabiliriz. Bulsak bile onlara gitmek için henüz uygun bir seyahat yolu bulabilmiş deği­ liz. Muhtemel bütün geleceklerimizin başlaması gereken ve yine bunların bitmemesini için dua ettiğim yer burasıdır; şu anda, bu yalnız gezegendir. Lee Billings New York, 2013

18 Bölüm 1

YAŞAM SÜRESİ ARAYIŞI

Santa Cruz-Californiayakınlarındaki bir yamaçta, kızılçam­ ların hemen kenarında, odaları değişik seviyelerde olan, a­ ğaçlarla aynı renkte bir çiftlik evi vardı. İklim kontrollü üç küçük sera evin hemen yanına, küçücük bir turunçgil koru­ suna bitişik olarak yerleştirilmişti ve çimleri yeni biçilmiş arka bahçede bir çanak anten gökyüzüne çevrilmişti. Gün ışığı kobalt vitray camlardan süzülüp oturma odasına giri­ yor, konforlu bir koltuğa tünemiş olan yaşlı adamın üzerinde okyanus dalgalarına benzer gölgeler oluşturuyordu. Frank Drake, maviye boyanmış gibiydi. Adam arkasına yaslandı, çift odaklı gözlüğünü ayarladı, ellerini göbeğinin üzerinde birleştirdi ve seçmiş olduğu bilim dalının kötü talihini de­ ğerlendirdi: SETi, Dünya Dışı Zeka Arama: "İşler yavaşladı, biz de farklı yönlerden kötü durumda­ yız," diye mırıldandı Drake. "Bugünlerde hiç para gelmiyor. Aynca hepimiz de yaşlanıyoruz. Birçok genç insan geliyor ve bunun bir parçası olmak istediklerini söylüyor, ama son­ ra burada kendilerine verilecek iş olmadığını fark ediyorlar. Hiçbir şirket, uzaylılardan gelecek mesajları arayan insanla­ rı işe almıyor artık. Birçok insan bu işte kar olmadığını dü­ şünüyor. Bana kalırsa ilgi eksikliğinin sebebi, çoğu insanın en basit bir belirtinin bile ne anlama geleceğinin farkında olmaması. Ya lnız olmadığımızı öğrenmemizin değeri nedir ki?" İnanmaz bir şekilde başını salladı ve koltuğa daha da gömüldü. Fazladan birkaç kırışıklık ve kilonun dışında, seksen bir yaşındaki Drake'i yarım asır önce ilk modern SETI araş-

SETI: "TiıeSearch farExtraterrestrial Intelligence" -çn.

19 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK tırmasını yürütmüş olan genç adamdan ayırmanın imkanı yoktu. 1959 yılında Drake, Green Bank-West Virginia'daki Ulusal Radyo Astronomi Gözlemevinde (NRAO)" çalışan bir astronomdu. O zamanlar yalnızca yirmi dokuz yaşındaydı, zayıf ve açtı, ama yine de yaşlı bir devlet adamının sakin kendine güvenine ve gümüş rengi saçlarına sahipti. Drake bir gün işteyken tesisin yeni kurulmuş olan 25 metrelik rad­ yo anteninin yapabileceklerini merak etti. Antenin hassaslı­ ğını ve iletim gücünü temel alan birtakım yuvarlak hesaplar yaptı ve sonrasında da bu hesapları artan bir neşeyle tekrar kontrol etti. Drake'in hesaplamaları gösterdi ki eğer yalnız­ ca birkaç on ışık yılı uzaklıktaki bir yıldızın yörüngesindeki bir gezegende bu 25 metrelik antenin bir ikizi olsaydı bu anten, Green Bank'teki ikizinin alabileceği sinyaller gön­ derebilirdi. Dünya'nın kozmik yalnızlığını parçalamak için gereken tek şey, doğru radyo frakansını dinlerken alıcı rad­ yo teleskobunu doğru zamanda gökyüzünün doğru kısmına yöneltmekti. Drake, "Bu o zamanlar için geçerliydi, bugün için de ge­ çerli," dedi bana. "Yıldızlardan gelen mesajlar tam olarak şu anda, bu odanın içinde uçuşuyor olabilir. Sizle benim içimde. Eğer düzgün biçimde ayarlanmış doğru alıcıya sahip olsay­ dık, onları tespit edebilirdik. Bunu düşündükçe hıllıl heye­ canlanırım." Drake'in bu konuyu NRAO'daki üstleriyle tartışmaya baş­ laması fazla uzun sürmedi. Ona, basit bir araştırma yürüt­ mesi için küçük bir bütçe ayırdılar. 1960 yılının bahar mev­ simi boyunca Drake, dünyaya radyo sinyalleri gönderiyor olabilecek uzaylı uygarlıkları dinlemek için Güneş benzeri yakındaki iki yıldıza, Tau Ceti ve Epsilon Eridani'ye, periyo­ dik olarak anteni yöneltti. Drake bu çabaya Frank Baum'un ünlü çocuk kitapları dizisindeki hayali üz Diyarı'nı yöneten prensesten esinlenerek "Ozma Projesi" adını vermişti. Son­ raları kendisi "Tıpkı Baum gibi ben de tuhaf ve egzotik var­ lıkların yaşadığı, çok uzak diyarların hayalini kuruyordum," diye yazacaktı.

"National Radio Astronomy Observatory" (NRAO) -çn.

20 YAŞA M SÜRESi ARAYIŞI

Ozma Projesi yıldızlararası sabitten biraz daha fazlasını kaydetti, ama yine de diğer yıldızların etrafında var olabile­ cek teknolojik uygarlıkların nasıl keşfedileceğini ve onlarla nasıl iletişim kurulabileceğini ciddi ciddi düşünme konu­ sunda, bir nesil dolusu bilim insanı ve mühendise ilham ver­ di. Astronomlar yıllar boyunca milyonlarca dar bant radyo frekansı üzerinden binlerce yıldıza bakarak yüzlerce araştır­ ma yürütürken, Dünya'nın çevresindeki radyo teleskoplarını kullandı. Ama hiçbiri bizim gezegenimizin ötesinde yaşama, zekaya veya teknolojiye dair çürütülemez tek bir delil suna­ madı. Evrenin sessizliği sapasağlam duruyordu. Böylece elli yıldan uzun bir süre boyunca Drake ve öğrencileri, yalnızca bilim insanı değil birer satıcı rolü de oynadı. SETI grupları, neredeyse dünya dışı sinyalleri aradıkları kadar büyük bir tutkuyla fon kaynakları da aramaktaydı Başlangıçta devletler konuyla oldukça ilgiliydi; SETI, sö­ zün özü, ABD ve Sovyetler Birliği'nin Soğuk Savaş süresince kavgaya tutuştuğu arenalardan biriydi. Bir başka kozmik uy­ garlığa karşı insanlığın elçiliğini üstlenmekten daha büyük bir propaganda zaferi olabilir miydi? Yıldızlar arasında ile­ tişim kurarak ne tür paha biçilmez bilgiler kazanılabilir ve

bunlar kendi çıkarları doğrultusunda kullanılabilirdi? ı 97 ı yılında prestijli bir NASA komisyonu, uzaylıların Dünya'ya bin ışık yılı uzaklıkta bulunan yıldızlardan gelen radyo ya­ yınları için tam kapsamlı bir araştırmanın, 3 ila 10 kilomet­ re karelik bir toplam derleme alanına sahip, 10 milyar dolar karşılığında inşa edilecek devasa bir radyo teleskopları seti gerektireceği sonucuna vardı. Siyasetçiler ve vergi mükellef­ leri biçilen fiyatkarş ısında tereddüt ettiler ve SETI'nin siyasi desteğindeki uzun süreli düşüş başladı. Başarısız sonuçlar alma eğilimi on yıllara yayıldı ve Amerikan SETI çabaları­ na verilen halihazırda seyrek ve istikrarsız fonlar kademeli olarak küçüldü. 1992 yılında, NASA yeni bir SETI programını hırsla başlattığında küçük bir umut ışığı belirdi, ama Kong­ renin karşı çıkışı da sonraki yıl bu projenin kepenklerini ka­ patmasına neden oldu. 1993'ten beri yıldızlardan gelen radyo mesajlarının araştırılması için federal olarak doğrudan tek

21 BEŞ MiLYAR YllllK YALNIZLIK bir dolar harcanmadı. Drake ve bir grup öğrencisi karşıla­ şacakları şeyden şüpheleniyordu, bu yüzden hem kamudan hem de özel sektörden daha kolay finansal destek isteyebil­ mek için kar amacı gütmeyen bir araştırma kuruluşu kurdu­ lar: SETI Enstitüsü. Merkezi Mountain View-California'da bulunan SETI Enstitüsü, romantik ve yeni zengin Silikon Va­ disi teknologlanndan gelen bağışlarınve araştırma hibeleri­ nin birleşimiyle 1990'lann ortalarında canlanmaya başladı. Drake, milenyumdan sonraki birkaç yıl boyunca süren aktif emekliliğe geçiş yapmadan önce kuruluşundan 2000 yılına dek Enstitünün başkanlığını yürüttü. 2003 yılına gelindiğinde Enstitü, San Fransisco'nun 300 kilometre kadar uzağındaki kase şeklindeki bir çöl vadisin­ de çığır açıcı yeni bir aleti, Allen Teleskop Dizisini (ATD)" kurmak için Microsoft'un milyarder eş kurucusu olan Paul Allen'dan 25 milyon dolarlık bir fon sağlamıştı. Enstitü, az sayıda muazzam (ve muazzam derecede pahalı) anten kur­ mak yerine, daha çok sayıda daha küçük antenler kurarak tasarruf edecekti. Drake, ATD'nin tasarımının birçok nokta­ sında öncülüğü üstlendi. Her biri 6 metrelik üç yüz elli an­ ten, aşın hassas tek bir radyo teleskobu gibi hareket ederek gökyüzünün dolunaydan yaklaşık beş kat daha büyük bir kısmını geniş bir frekans aralığıyla izleyecekti. Allen'ın mil­ yonlarının başka kaynaklardan gelen 25 milyon dolarla bir­ leşmesi ATD'nin 2007'de tamamlanan ilk kırk iki anteninin inşa edilmesi için yeterliydi. ATD'yiEnstitüyle birlikte çalış­ tıran Berkeley'deki California Üniversitesinde [UC Berkeley) bulunan Radyo Astronomi Laboratuvarına, çiçeği burnunda ATD'nin çalıştırılması için California eyalet fonundan ve federal araştırma bağışlarından kayda değer miktarda fon geldi. Yalnızca kısmen tamamlanmış olmasına rağmen ATD, SETI çabalarını desteklemek için ciddi miktardaki ilgisiz bir radyo astronomi araştırması kadar iyi çalışıyordu. Proje, yıl­ lık yaklaşık 2,5 milyon dolar gibi bir bütçeyle sürdürülüyor­ du; en azından 2011 yılında fon kesintileri bütün tesisi kış uykusuna yatmaya zorlayana kadar.

ATD: "Allan Telescope Array" (ATA)-çn.

22 YAŞAM SÜRESi ARAYIŞI

Drake ile ben 201 1 yılında kendisinin evinde konuşurken, kapatılmış ATD'nin atıl antenlerinin çevresinde otlar büyü­ meye başlamıştı bile. Geriye yalnızca, tek amaçlan ATD'nin onarılamaz bir düzensizliğe kapılmamasını sağlamak olan, tesis çalışanlarından oluşan dört kişilik iskelet bir ekip kalmıştı. Küçük bağışlardan oluşan kısa çırpınışlarla des­ teklenen AT D, Aralık ayına kadar yeniden çalışmaya başla­ mayacaktı. Toplanan paraysa yalnızca sonraki birkaç aylık çalışmayı fonlamaya yetiyordu. Enstitü, daha sonra atılmış roket parçalan, metal civatalar ve uzay mekiğine çarpıp za­ rar verebilecek diğer birikintilerden oluşan "uzay çöplüğü­ nü" denetlemek için AT D'yi bir süreliğine kiralayacak olan ABD Hava Kuvvetleriyle ortaklık kovalıyordu. Ama bu fon da kısa süreli oldu ve uzay çöplüğünü incelemeye harcanan zaman ATD'nin SET! merkezli amaçlarından çalınan bir za­ man anlamına geliyordu. Daha zengin kimseler meseleye da­ hil olup ciddi miktarlarda bağış yapmadığı takdirde AT D'nin 350 antenlik özgün hedefiyle araştırma yapması için çok az umut vardı ve küresel finans sisteminde 2008 yılında ger­ çekleşen çalkantının ardından gelen duraklama sürecinde, potansiyel bağışçılar da en az yayın yapan uzaylılar kadar zor bulunuyordu. Görünüşe göre Drake'in en büyük hayali yerle bir oluyordu. Siyasi ve ekonomik zorlukların yanında, SETI'nin düşü­ şünde bir zamanlar bilimsel ve özellikle ironik olan bir baş­ ka etken daha vardı: bizim güneşimizin dışındaki yıldızla­ rın yörüngesinde bulunan gezegenler olan ötegezegenlerin keşfineve çalışılmasına adanmış bir alan olan egzoplaneto­ lojinin yükselişi. 1990'lann başlarında, radyo teleskopların dünya dışı varlıklardan gelebilecek mesajlar için gökyüzünü aralıklı olarak taradığı sıralarda, astronomide bir devrim gerçekleşti. Son model ekipmanlar kullanan gözlemciler ol­ dukça düzenli bir şekilde ötegezegenler bulmaya başladılar. Keşfedilen ilk dünyalar, yıldızlarına Üzerlerinde yaşanama­ yacak kadar yakın bir yörüngede dönen, şişmiş ve muazzam gaz-devi dünyalar olan "sıcak Jüpiterler"di. Ama gezegen avlama teknikleri daha da geliştikçe keşiflerin hızı arttı ve

23 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK gittikçe küçülen, daha yaşam dostu dünyalar ortaya çıkmaya başladı. 2001 yılında, hepsi de birer sıcak Jüpiter olan on iki ötegezegen keşfedildi. Birkaçı Neptün kadar küçük olan yir­ mi dört ötegezegen 2004'te bulundu. 2010 yılı, aralarından birkaçı Dünya'dan çok az büyük olan yüzden fazla dünyanın keşfine tanıklık etti. 2013'ün başlarında tek bir NASA göre­ vi, Kepler Uzay Teleskobu, 2700'den fazlamuhtemel ötegeze­ gen keşfetmişti. Kepler'in bulduklarının küçük bir kısmı ya Dünya'yla aynı boyutta ya da ondan daha küçüktü ve yıldız­ ların bizim bildiğimiz yaşamın muhtemelen var olabileceği bölgelerindeki yörüngelerde dönüyorlardı. Cesaretlenmiş olan astronomlar komşu yıldızların çevresindeki yaşanabi­ lir dünyalarda hayat işaretleri aramak için devasa uzay te­ leskopları inşa etmeyi ciddi ciddi tartışıyorlardı. ATD, 201 1 'in Aralık ayında kısa bir süre için tekrar açıldı­ ğında, umut vaat eden Kepler adaylarını, orada yaşıyor ola­ bilecek konuşkan uzaylıların radyo titreşimleri için araştır­ maya başladı. ATD parasızlıktan bir kez daha kış uykusuna gönderilmeden önce hiçbir sinyal tespit edilemedi. SETI'nin yanın asırlık başarısız sonuçlan, sansasyonel keşiflerin şöhreti, akademik gözdeliği ve başka araştırmacılar ve ku­ rumlar için bolca fonu beraberinde getirdiği halen sürmek­ te olan ötegezegen patlamasının yanından bile geçemezdi. Dünya dışı yaşamla ilgilenenlerin bulunması gereken yer SETI değil, egzoplanetolojiydi. Dünya benzeri gezegen arayı­ şı bir patlama noktasına gelirken SETI de bilim dünyasının dışında tutuluyordu. Drake'e SETI'nin bitişine tanıklık edip etmediğimizi sor­ duğumda bilgiç ve muzip bir sırıtışın ardındaki mavi göz­ leri ışıldadı. "Ah, hayır, hiç de öyle değil. Bence bu yalnızca başlangıç. İnsanlar gökyüzünü bir şekilde tüm frekanslar­ da gözlemlediğimizi varsayıyor, ama daha bunların hiçbiri­ ni yapabilmiş değiliz. Aslına bakılırsa bugüne kadarki tüm SETI çabalan yalnızca yakında bulunan birkaç bin yıldızı yakından inceledi ve biz de bunlardan hangilerinin umut vaat edici gezegenlere sahip olduğunu daha yeni öğreniyo­ ruz ... Antenlerimizi doğru yöne çevirmiş ve doğru frekanstan

24 YAŞAM SÜRESi ARAYIŞI

dinliyor olsak bile bizim baktığımız sırada bize bir mesa­ jın gönderilmesi olasılığı kesinlikle yüksek değil. Yaptığımız şey, elimizde yalnızca birkaç biletle piyango oynamak."

***

Drake'in, dışarıda başka yaşam formlarıolmasın a duydu­ ğu güven, Ozma Projesinden kısa bir süre sonra gerçekleşen bir toplantıdan kaynaklanıyor. 1961 yılında, Ulusal Bilimler Akademisinden J. P. T. Pearman, NRAO'nun Green Bank'teki gözlemevinde küçük ve gayri resmi bir SET! konferansı dü­ zenlemek için Drake' e yaklaştı. Pearman, toplantının asıl amacının, SETI'nin diğer yıldızların etrafındaki uygarlıkları başarılı bir biçimde tespit etmede makul bir şansının olup olmadığını ölçmek olduğunu açıkladı. "Green Bank Konfe­ ransı" 1-3 Kasım 196l'de gerçekleştirildi. Kısa olan davetli listesi yıldızlar geçidi gibiydi. Drake ve Pearman'ın yanında üç de Nobel ödüllü kişi vardı. Kimyacı de biyolog de kendi alanla­ rında birer Nobel ödülünün sahibiydi: Urey ağır bir hidrojen izotopu olan döteryumu keşfettiği için Lederberg de bakte­ rilerin çiftleşip genetik materyallerini aktarabildiğini keş­ fettiği için. İkisi de yaşamlarının daha önceki aşamaların­ da yaşamın uzaydaki kökenleri ve belirtileri üzerine çalışan astrobiyoloji alanında uygulamalar yapmıştı. Urey özellikle Antik Dünyanın yaşam öncesi kimyasıyla ilgiliydi ve Leder­ berg de uzaktaki bir gezegendeki uzaylı yaşamın nasıl olup da uzaktan tespit edilebileceği üzerine çalışıyordu. Konfe­ rans devam etmekteyken davetlilerden biri, kimyacı , fotosentezin altında yatan kimyasal yollara getirdiği açıklama sayesinde bir N obel kazandı. Diğer katılımcılarsa diğerlerine nispeten biraz daha az meşhurdu. Fizikçi Philip Morrison, Drake'in 1960 yılında yü­ rüttüğüne benzer bir SET! programını savunan 1959 tarihli bir makalenin eş yazarıydı. Dana Atchley bir radyo iletişim sistemleri uzmanı ve Drake'in araştırmasına bağışta bulun­ muş olan Microwave Associates A.Ş. 'nin başkanıydı. Bernard Oliver, Hewlett-Packard'taki araştırmanın başkan yardımcı-

25 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK sı ve daha önce Drake'in ilk araştırmasına tanıklık etmek için Green Jıank'e gittiği için halihazırda coşkulu bir SETi destekçisiydi. Green Bank gözlemevinin yöneticisi, Rusya kökenli Amerikalı astronom Otto Struve, en gözde öğrencile­ rinden birini, tatlı dilli bir NASA araştırmacısı olan Su-Shu Huang'ı davet etmişti. Struve, efsanevi bir optik astronom ve diğer yıldızların yörüngelerinde bulunan gezegenlerin nasıl bulunacağını ciddi ciddi düşünen ilk insanlardan biriydi. O ve Huang, bir yıldızın kütlesinin ve parlaklığının yörünge­ sinde dönen gezegenlerin yaşanabilirliğini nasıl etkilediği üzerine birlikte çalışmışlardı. Sinirbilimci John Lilly, kafes­ te büyütülmüş şişeburunlu yunuslarla yaptığı tartışma ya­ ratan deneylere dayalı olarak, türler arası iletişim üzerine fikirlerini sunmak için Green Bank'e gelmişti. O günlerde siyah saçlı ve parlak bir doktora sonrası öğrencisi olan Carl Sagan'sa davetli listesindeki en genç ve muhtemelen en az ünlü olan isimdi. Sagan'ı akıl hocalarındanbir i olan Leder­ berg davet etmişti. Gündemi ayarlama işiyse Drake'e düşmüştü. Konferan­ sın başlamasından birkaç gün önce, eline kalem kağıt alıp masasına oturdu ve galaksimizde şu anda var olabilecek tespit edilebilir gelişmiş uygarlıkların sayısını (M tahmin etmek için gereken tüm kilit bilgi parçalarını sınıflandır­ maya çalıştı. İşe en temelden başladı: bir uygarlık kesinlikle istikrarlı ve uzun ömürlü bir yıldızın yörüngesinde bulunan bir gezegende ortaya çıkabilirdi. Drake, Samanyolu'ndaki ortalama yıldız oluşum oranı (R) hakkında fikir yürüttü ve böylelikle de kozmik uygarlıklar için yeni beşiklerin yaratı­ mına kabaca bir üst sınır belirledi. Bu yıldızların yalnızca

bir kısmı (fP ) gerçekten bir gezegen oluşturabilirdi ve bu ge- zegenlerin yalnızca bazıları (n.) yaşam için elverişli olurdu. Drake'in akıl yürütmesi astrofizikve gezegen biliminden ev­ rimsel biyoloji alanına kaymıştı: bu yaşanabilir gezegenle­ rin yalnızca bir kısmı (f1) canlı dünyalar haline gelebilirdi ve bu canlı dünyaların da yalnızca bazıları (f) zeki ve bilinçli varlıkları ortaya çıkarabilirdi. Düşünceleri sosyal bilimin çorak topraklarına kayan Drake huzursuzlanmaya başladı.

26 YAŞAM SÜRESi ARAYIŞI

Oluşturduğu kategorilerin sonuna, mantıklı tahminlerin de sınırlarına yaklaştığını hissediyordu. Azimle daha ilerisini zorladı. Yıldızlararası uzaklıklara kendi varlıklarını iletebi­ lecek teknolojiyi geliştirmiş dünya dışı varlıklar kümesi fc, teknolojik bir toplumun ortalama yaşam süresiyse L'ydi. Samanyolu'nun katıksız boyutuyla muazzam yaşından ve uzayda hiçbir şeyin ışıktan daha hızlı yol alamayacağı şeklindeki çetin hakikatten dolayı Drake, yaşam süresinin önemli olduğuna inanıyordu. Yaklaşık 100.000 ışık yılı geniş­ liğinde olan ve evrenin kendisi kadar yaşlı olduğu düşünü­ len galaksimiz, içerisinde başka kozmik uygarlıkların ortaya çıkabileceği devasa bir uzay ve zaman hacmi sunuyordu. Ör­ neğin eğer gelişmiş bir teknolojik toplumun ortalama yaşam süresi birkaç yüz yıl olsaydı ve bu tür iki toplum bin ışık yılı uzaklıktaki iki yıldızın çevresinde eş zamanlı olarak ortaya çıksaydı, çeşitli kuvvetler bu iki toplumun iletişimse! aşa­ malarını sona erdirmeden önce temelde iki toplumun birbi­ riyle iletişime geçme şansı olmazdı. Biri bir şekilde diğerini keşfetmişve mesajını bu uzak yıldıza ışınlamış olsa bile me­ saj bir milenyum sonra hedefe ulaştığında, o mesajı gönder­ miş olan toplum artık var olmayacaktı. Eğer Drake'in faktörleri akla yatkın sayılar kullanılarak birbirleriyle çarpılırsa, muhtemelen tahmini bir N sayısı ortaya çıkacaktır. Şartlar birbirine bağlıdır; eğer herhangi biri hızla düşük bir değer alırsa, sonuçta elde edilen N, yani bütün Samanyolu'ndaki tespit edilebilir teknolojik uygar­ lıkların tahmini sayısı da hızla düşecektir. Yan yana dizil­ diklerindeyse, eğer çağdaş kozmik uygarlıklar için doğru bir tahmin getirmezlerse, en azından insanlığın kozmik cehale­ tinin miktarınınbelirlenmesine yardımcıolaca k bir denklem oluşturmuşlardır.

***

1 Kasım sabahında, konuklar NRAO'nun öğrenci yurdun­ daki küçük bir fuaye alanında yerlerine oturup kahvelerini yudumlamaya başladıktan sonra Drake ayağa kalktı ve ak­ lındakileri sunmak için ileri atıldı. Ama odadakilere sahne-

27 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK nin ortasındaki kürsüden seslenmek yerine arkasını döndü ve yakındaki bir kara tahtaya uzun hesaplamalarını yazdı. Teb eşiri yerine koyup kenara çekildiğinde tahtada şunlar yazıyordu:

Bu harf dizisi, "Drake denklemi" olarak bilinmeye başladı. Her ne kadar Drake bu denklemin yalnızca üç günlük Gre­ en Bank toplantısına rehberlik etmesine niyetlenmişse de denklem ve onun sahip olduğu akla yatkın değerler, ondan sonraki tüm SETI tartışmalarına ve araştırmalarına yön ve­ recekti. O günlerde, mantıklı kısıtlılıklara sahip tek kavram R, yani yıldız oluşumunun oranıydı. Astronomlar, Samanyo­ lu'ndaki çeşitli yıldız oluşum bölgelerini halihazırda yakın­ dan incelemişti. Bu veriden yola çıkan gruptaki astronomlar R'ye bizim galaksimiz içinde yılda en az bir kez gibi ihtiyatlı bir değer belirlediler. Aynı zamanda, Güneş benzeri yıldızla­ ra odaklanmayı seçtiler. Bizimkinden çok daha büyük olan yıldızlar aynı zamanda çok daha parlaktı ve yörüngelerin­ de dönen herhangi bir gezegende karmaşık yaşamın orta­ ya çıkışı için çok az zaman bırakarak yalnızca on veya yüz milyonlarca yıl içinde sönümleniyordu. Güneş'ten çok daha küçük olan yıldızlarsa nükleer yakıt bakımından çok daha cimri davranıyorlar ve yüz milyarlarca yıl boyunca zayıf bir parlaklık yayıyorlardı. Ama bu soluk ışık tarafından yeterin­ ce ısınmak için bir gezegenin o yıldıza tehlikeli bir yakın­ lıkta bulunması gerekirdi, bu da yıldızdan gelen alevlerin ve kütleçekim gelgitlerinin, biyosfere hasar vermesine yol açabilirdi. Güneş benzeri yıldızlar, yaşanabilir gezegenler için yeterli miktarda aydınlık sağlayarak birkaç milyar yıl boyunca istikrarlı bir biçimde parlamak ve yıldızların alev gösterisinden uzakta var olmak gibi iki uç arasında bir den­ ge tutturur. 1961'de, güneş sistemimizin dışında bulunan hiçbir ge­

zegen henüz keşfedilmemişti, bu yüzden fp tahmini yalnızca dolaylı delillere dayanıyordu. Bu tahmin, Struve ve Morri-

28 YAŞAM SÜRESi ARAYIŞI son arasındaki bir tartışmada ortaya çıkmıştı. Struve, birkaç on yıl önce, farklı yıldız tiplerinin rotasyon oranını ölçerek öncü bir çalışmaya imza atmıştı. Bizimkine benzeyen veya daha küçük ve daha az sıcak olan yıldızlar daha yavaş dö­ nerken, daha sıcak ve daha büyük olan yıldızların bizim Gü­ neşimizden daha hızlı döndüğünü bulmuştu. Struve'a göre fark, dönen gezegenlerin Güneş benzeri yıldızlara daha fazla eşlik etmesi, böylelikle de yıldızların açısal momentini azal­ tarak dönme oranlarını düşürmesiydi. Ancak Güneş benzeri bilinen yıldızların kabaca yansı, kendi dönüşlerini de etkile­ yebilecek refakatçi bir yıldızla birlikte bir yörüngede dönen, birer ikili sistemde bulunan yıldızlardı. Bu tür bir sistemde, her bir yıldızın diğerine uyguladığı kütleçekimin gezegen oluşum sürecini bozabileceği düşünülüyordu. Struve, yal­ nızca diğer yarının, yani tekli güneşlerin gezegen oluşturma ihtimalinin olduğunu öne sürdü. Güneş benzeri gezegenle­ rin etrafında gezegenlerin yaygın olduğuna öylesine ikna ol­ muştu ki yaklaşık on yıl önce, l 952'de, bu gezegenleri bulmak için iki adet gözlem stratejisini açıkladığı bir makale yayım­ lamış, ötegezegen patlamasını yarım asır öncesinden öngör­ müştü. Struve'un Güneş benzeri yıldızlardan yarısının geze­ genlere sahip olduğu şeklindeki tahmini yalnız olan birçok yıldızın etrafında bile yalnızca parçalanmış asteroitlerin ve kuyrukluyıldızlann oluşacağını düşünen Morrison için fazla yüksekti. Ona göre fP ellide bir kadar düşük olabilirdi. Sonrasında grup, n;ye, yani sistem başına yaşanabilir gezegenlerin sayısına döndü. Huang ve Struve, bizim kendi güneş sistemimizin, geniş bir yörünge dağılımındaki çok sa­ yıda gezegenle, tipik bir mimariye sahip olduğunu öne sür­ mek için yıllar boyu yürüttükleri çalışmalarını yan yana diz­ di. İddialarına göre herhangi bir sistemde "yaşanabilir alan" adı verilen, yıldızın çevresindeki bir gezegenin üzerinde sıvı halde suyun bulunabildiği geniş tanımlı bölgeye en az bir dünya düşecekti. Sagan bu fikre katıldıve gezegenin atmos­ ferinde bulunan bol miktardaki sera gazının aksi halde so­ ğuk olacak bir gezegeni ısıtıp, yaşanabilir alanın sınırlarını bir hayli genişletebileceğine işaret etti. Güneş sistemimize

29 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK bakan grup, ılımlı bir biçimde farklı atmosferik niteliklere sahip olsalardı muhtemelen Dünya'ya fazlasıyla benzeyebi­ lecek iki uç nokta olan kavrulmuş Venüs'le donmuş Mars'a odaklandı. Katılımcılar, Sagan'ın, Huang'ın yaşanabilir böl­ gesinin sera gazıyla genişlemesi önerisini açıklamak için, gezegen sisteminin, yaşama elverişli bir ila beş gezegenden birine ev sahipliği yapmasının muhtemel olduğunda karar kıldılar. Yani n;ye, bir ile beş arasında bir değer verdiler. Elbette ki galakside milyarlarca yaşanabilir gezegen bulu­ nuyor olabilir ve eğer yaşamın kökeneri kozmik bir talihin eseriyse de Dünya'dan başka hiçbirinde yaşam bulunmuyor olabilirdi. Tartışmaf/in, yani yaşamı ortaya çıkaran yaşanabilir ge­ zegenlerin sayısının değerine geldiğinde Urey ve Calvin'in uzmanlık alanına girilmiş oldu. Urey 1952 yılında yaşa­ mın jeotermal ısıtma, yıldırım darbeleri ve çalkantılı genç Güneş'ten gelen morötesi ışınların çevreyi faydalı enerjiy­ le doldurduğu ilkel Dünya'daki kökenlerini incelemek için Stanley Miller isimli lisans öğrencisiyle bir ekip oluştur­ muştu. İkili, Dünya'nın antik atmosferini taklit etmek için o zamanlarda var olduğu düşünülen gazlar olan hidrojen, metan, amonyak ve su buharının bir karışımını barındıran sızdırmaz bir kabın içinden az miktarda bir elektrik akımı geçirmişti. Yalnızca bir hafta sonra, Urey-Miller deneyi şe­ kerlerden, yağlardan ve hatta proteinlerin yapıtaşı olan ami­ noasitlerden oluşan organik bileşiklerin ortaya çıkardığı bir "ilkel çorba" sentezlemişti. Gezegen ölçeğinde milyonlarca yıl boyunca gerçekleşen bu tür tepkimeler, inorganik öncü kim­ yasal maddelerden kolayca organik bileşenler sentezleyebi­ lirdi. Fosil kayıtlan, bizim kendi gezegenimizdeki yaşamın gezegenin oluşumunun ardından gerçekleşen soğumadan yalnızca birkaç yüz milyon yıl sonra gelişmeye başladığına işaret ediyor; yani görünüşe göre yaşam, ortaya çıkabileceği en erken zamanda gelişmeye başlamış. Calvin, yaşanabilir herhangi bir dünyada,jeolojik zaman ölçütünde basit, tek hücreli yaşamın bir kesinlik olduğunu inatla savundu. Sagan, kimi astronomlarınyıldı zlararası gaz

30 YAŞAM SÜRESi ARAYIŞI ve toz bulutlarında halihazırda hidrojen, metan, amonyak ve su bulduğuna ve bazı göktaşı çeşitlerinin organik bileşikler bakımından zengin olduğuna dikkat çekti. Sagan, tüm bun­ ların Dünya'nın erken dönemlerindeki atmosferine benzeyen bir atmosfere sahip gezegenlerin gezegen oluşumunun yay­ gın birer sonucu olabileceğini söyledi. Aynca yıldızlarının ışığıyla ısınan bu dünyalar fizikve kimya yasaları her yerde aynı olduğu için yaşamın organik yapıtaşlarıyla dolup ta­ şacaktı. İlkel çorbadaki organik bileşiklerin sayısız biçimde tekrarlanması ve permütasyonu yoluyla ham katalitik en­ zimler ve kendi kendini kopyalayan moleküller aşamalı ola­ rak ortaya çıkacak, böylece de yaşamın başlangıcı hazırlan­ mış olacaktı. Grubun geri kalanı da buna katılıyordu: geçen yüz milyonlarca veya milyarlarca yıl göz önünde bulundu­ rulduğunda, tek hücreli yaşam muhtemelen yaşanabilir olan tüm dünyalarda ortaya çıkarak bu gezegenlerin her birine birer f1 değeri verecekti. Akıllı yerlilere sahip ve yaşanabilir, üzerinde yaşam ta­ şıyan gezegenleri ifade eden f;'yi tartışma vakti geldiğinde Lilly, Karayipler'deki St. Thomas adasında kafeste yaşayan yunuslarla yaptığı deneyleri tartışmaya açtı. Lilly, insan beyniyle benzer nöron yoğunluğuna ve daha zengin bir kor­ tikal yapı zenginliğine sahip bir yunus beyninin insan bey­ ninden daha büyük olduğunu belirterek başladı. Kendisinin yunuslarla kliklerden ve ıslıklardan oluşan dillerinde ileti­ şim kurma teşebbüslerinden bahsetti ve yunusların denizde kaybolmuş denizcileri kurtarma hikayelerini anlattı. İki yu­ nusun bir yüzme havuzunun soğuk suyunda yorgun düşe­ rek boğulmak üzere olan üçüncü bir yunusu kurtarmak için işbirliği yaptığı bir olaya odaklandı. Donmuş olan yunus, açık bir yardım çağrısı olarak iki kere tiz ıslık çalmış, bu da kurtarıcıları birbirleriyle konuşarak bir kurtarma planı oluşturmaya ve sıkıntılı arkadaşlarını kurtarmaya itmişti. Bu olay Lilly'yi yunusların karmaşık iletişim, gelecek plan­ lama, empati ve özyansıtma yetilerine sahip, yeryüzünde insanların çağdaşı olan ikinci bir akıllı tür olduğuna ikna etmişti.

31 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Morrison, doğal seçilimin oldukça farklı evrimsel soy­ lardan gelen canlıları müşterek ortamlara ve ekolojik yaşam alanlarına uyum sağlayacak ortak biçimler şekline sokma eğilimi anlamına gelen yakınsak evrim kavramını ortaya ata­ rak tartışmayı genişletti. Buna göre tuna veya köpekbalığı gibi balıklar, memeli olan yunuslarla ortak bir gelişmiş vü­ cut biçimini paylaşıyorlardı ve göz ve kanat gibi niteliklerse tüm hayvan krallığında bağımsız bir biçimde birden fazla kez evrilmişti. Belki de, dedi Morrison, zeka da yakınsak ev­ rimin bir başka örneğidir ve yalnızca insanlarla yunuslar­ da değil, günümüzde nesli tükenmiş olan Neandertaller ve balinalar gibi başka primat ve deniz memelerinde de ortaya çıkmıştır. Yaşamın ilk kez basit tek hücrelerden çok hücreli organizmalara doğru temel bir evrimsel sıçrama gerçekleş­ tirmiş olması kaydıyla, tıpkı gözler ve kanatlar gibi zeka da bir gezegen ortamında defalarca kez ortaya çıkan fazlasıyla başarılı bir uyarlanım olabilir. Morrison'ın argümanlarıyla heyecanlanan Green Bank bilim insanları,.t;'ye iyimser şekil­ de bir değerini verdiler. Morrison aynı zamanda, Green Bank'te Drake'in denkle­ minin nihai ve en bulanık iki parçası üzerinde dönen tartış­ manın bir çerçeveye oturtulmasında da belirleyici rol oynadı: yıldızlararası iletişim yetisine sahip toplumlar ve teknolo­ jiler geliştirecek akıllı yaratıkları ifade eden fc parçası ve gelişmiş bir teknolojik uygarlığın ortalama yaşam süresini ifadeeden L parçası. Morrison ilk önce, yunus ve balina gibi canlıların da akıllı olabilmekle birlikte mevcut sucul biçim­ lerinin görünüşe göre kozmik görünmezliğe mahkum oldu­ ğunu belirtti: birer kültüre ve dile sahip oldukları varsayılsa bile bu canlılar yine de görece basit aletleri ve makineleri bile bir araya getirmeveya kullanma becerisinden yoksundu. Katılımcıların hepsi de herhangi bir deniz memelisi uygar­ lığının bir radyo teleskobu veya televizyon antenine benzer bir şey inşa ettiğini hayal etmekte zorlanıyordu. Ama karada, dedi Morrison, tarih teknolojik toplumların ortaya çıkışının bir başka yakınsak fenomenol duğuna işaret ediyordu. Erken dönem Çin, Orta Doğu ve Kuzey ile Güney Amerika uygar-

32 YAŞAM SÜRESi ARAYIŞI lıklannın hepsi bağımsız olarak ortaya çıkmış ve genellikle benzer gelişim hatları izlemişti. Ama yine de sosyal değişime ve teknolojik ilerlemeye yön veren şeyler tam olarak net değildi. Avrupalılardan yüzlerce yıl önce ortaya çıkardığı barut, pusula, kağıt ve matbaa ma­ kinesi gibi teknolojik gelişmelere karşın Çin, Avrupa'nın Rö­ nesansına ve onu takip eden bilimsel ve endüstriyel devrim­ lerin hiçbirine denk bir deneyim yaşamamıştı. Çinlilerden ziyade İspanyol ve Portekizli kaşiflerokyanus aşan kocaman gemiler kullanarak Kuzey ile Güney Amerika'yı keşfe çıktık­ larında, Avrupa'nın çeliğine ve barutuna hiçbir şekilde denk olmayan bir Taş Devri teknolojisi kullanan yerli uygarlık­ larla karşılaşmıştı. Görünüşe göre okyanus ötesine gemiler veya yıldızlararasında mesajlar göndermek yalnızca tekno­ lojik bir hüner meselesi değil, aynı zamanda bir tercih mese­ lesiydi. Herhangi belirli bir teknolojik kültürün yıldızlarara­ sı iletişim girişiminde bulunup bulunmayacağı öngörülemez gibi görünüyordu. Kısmen gelişigüzel bir kararla yüzleşen Green Bank katılımcıları nihayet akıllı türlerin beşte bir ila onda biri arasındaki kısmın diğer kozmik uygarlıkları arama ve onlara sinyal gönderme yetisi ve eğilimi geliştireceği tah­ mininde bulundu. Bu da grubun gözden geçirmesi için geriye yalnızca L'yi, yani teknolojik uygarlıkların tipik yaşam süre­ sini bırakıyordu. Konferansa ara verildiği bir sırada Drake, denkleminin büyük oranda gelişmiş olabileceğinden şüphelenmesine yol açan bir şey fark etti: Denklemin yeni parçasından üçünün

(R, f1 , J) bire eşit olduğu, dolayısıyla da bizim galaksimiz­ deki tespit edilebilir uygarlıkların sayısını ifade eden N so­ nucu üzerinde çok az etkiye sahip olduğu ortaya çıktı. Aynı şekilde, diğer üç parçanın (f , n J akla yatkın değerleri de P . ) birbirlerini kolayca sıfırlayabiliyordu. Örneğin grup, sistem başına yaşanabilir gezegenlerin ortalama sayısı olan n;nin bir ila beş arasında, gezegene sahip yıldız parçalarını ifa­ de eden / 'nin de yarımla beşte bir arasında olduğunu tah­ P min etmişti. Eğer n nin değeri aslında iki,f 'ninki de yarım ; P olsaydı, bunların çarpımının sonucu bire eşit olacaktı ve N

33 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

çok çok az etkilenecekti. Eldeki en iyi delilleri gözden ge­ çirdikten sonra dünyanın en parlak bilimsel zihinlerinden bazıları, her şey hesaba katıldığında evrenin canlı dünya­ larla dolup taşıyor olması gereken oldukça yaşanabilir bir yer olduğu sonucuna vardı. Başka güneşlerin etrafında dö­ nen başka gezegenlerdeki başka zihinlerin, kendi göklerine bakarak kendilerinin de yalnız olup olmadığını merak edi­ yor olmaları akla yatkındı. Ama yine de Drake, kozmosta var olan teknolojik uygarlıkların sayısını gerçekten kontrol ettiğinden şüphelendiği şeyin yıldızların sayısından veya yaşanabilir gezegenlerin sayısından ya da yaşamın, zekanın veya yüksek teknolojinin ortaya çıkış sıklığından daha çok, neredeyse yalnızca bu uygarlıkların yaşam süresi olduğunu duyurdu. N=L. Bu düşünce Morrison'ı ürpertti. Green Bank katılımcı­ ları arasında bir tek o, bizim modem çağımızın ne kadar kısa süreli olabileceğini duygusal olarak değerlendirebili­ yordu. Morrison, İkinci Dünya Savaşı sırasında Manhattan Projesinde çalışmış ve 16 Temmuz 1945'te New Mexico­ Alamogordo'da ilk atom bombasının patlamasına şahit ol­ muştu. Bir ay sonra, Güney Pasifik'teki Tinian adasında Morrison bir atom bombasını bizzat birleştirip silahlandır­ mış, sonrasındaysa bu bomba Japonya'nın Nagazaki şeh­ rine bırakılmıştı. On binlerce sivil, bombanın ateş topun­ dan yanıp kül olmuş, on binlercesi de radyoaktif serpintiye maruz kalmaktan ve ikinci derece yanıklardan dolayı ağır ağır can vermiş, bunların hepsi de yaklaşık bir kilogram ağırlığında plütonyumun nükleer parçalanmasından ötürü yaşanmıştı. Japonya'nın teslim olması beraberinde savaşın bitişini getirdiğinde, atom savaşının yarattığı yıkımı yakın­ dan değerlendirmek için Hiroşima ve Nagazaki şehirlerine giden Amerikalı bilim insanları grubunun içinde Morrison da vardı. Bundan kısa süre sonra Morrison lafını sakınmaz bir nükleer silahsızlanma destekçisi oldu, ama iş işten geç­ mişti. Sovyetler Birliği hızlandırılmış bir programla atom bombası geliştirme çalışmalarına halihazırda başlamıştı ve l 949'da da ilk nükleer silahlarını başarılı bir şekilde test

34 YAŞAM SÜRE Si AR AYI ŞI edecekti. Süregiden silahlanma yarışında ABD de Sovyetler Birliği de çok daha güçlü termonükleerfüzyon işl emlerinden faydalanmada başarılı olarak yüzlerce Nagazaki'yi yıkabile­ cek kuvveti tek bir bombaya sıkıştırdı. Sonuçta elde edilen termonükleer silah cephaneleri, tek bir nükleer takasta yüz milyonlarca yaşamı yeryüzünden silmeye yetip de artıyordu bile. Böylesi bir nükleer kıyımdan sağ kurtulanlarsa ciddi biçimde hasar görmüş bir biyosfer ve yeni bir Karanlık Çağa sürüklenmiş bir dünyayla karşı karşıya kalacaktı. Green Bank konferansının üzerinden daha bir yıl bile geçmeden, Küba füzekr izi dünyayı bir termonükleer savaşın eşiğine ta­ şıyacak ve zaman geçtikçe daha fazla ulus, atomun kuvveti­ ni başarılı bir biçimde bir silah haline getirecekti. İnsanlar; küresel bir toplum, radyo teleskopları ve gezegenler arası ro­ ketleri geliştirmeleriyle aşağı yukarı aynı zamanlarda kitle imha silahlarını ortaya çıkarmıştı. Eğer burada olabildiyse, diye kasvetli bir biçimde belirtti Morrison, her yerde olabilir. Belki de tüm toplumlar benzer bir gidişatı takip ediyor, kendilerini yok etme yetisine sahip oldukları anda aynı zamanda daha geniş kozmosa görünür hale geliyorlardı. Aslına bakılırsa, diye devam etti, o keskin zihninin içinde sayılar dönüp dururken, eğer ortalama bir uygarlık bilinmezliğe gömülmeden önce on yıl dayanabili­ yorsa, tüm galakside herhangi bir zamanda, iletişim kurma­ ya hazır büyük ihtimalle yalnızca bir gezegen sistemi var olacaktır. Samanyolu'nun tek kültürel yaratığını, kendimizi, zaten tanıyoruz. Dünya dışı uygarlıklara dair deliller arama­ nın en mücbir sebeplerinden biri, diye düşündü Morrison, bizim kendi uygarlığımızın mevcut teknolojik yeni yetmeli­ ğinden sağ çıkma umudunun olup olmadığını öğrenmektir. Belki de yıldızlardan gelebilecek bir mesaj, insanlığın kendi kendini yok etme eğilimine ket vurabilir. Sagan, kitle imha silahlarının geliştirilmesinden önce ve hatta sonra küresel istikrar ve refah sağlayan kimi teknolojik uygarlıkların göz ardı edilemeyeceğini ifade ederek felaket tellallığına karşı çıkma girişiminde bulundu. Kendi gezegen ortamları üzerinde uzmanlaşıp, kendi gezegen sistemlerinin

35 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK geri kalanındaki kaynaklardan faydalanmaya başlayabilir­ lerdi. Sagan, güç ve bilgelikle dolup taşan böylesi bir top­ lumun, neredeyse tüm doğal afetleri önleme ve onlara karşı koymada mücadele şansı olduğunu düşünüyordu. Bu geze­ gen, kuramsal olarak, yüz milyonlarca ve hatta milyarlarca yıl hayatta kalabilir, muhtemelen yörüngesinde döndüğü yıl­ dız parlamayı sürdürdüğü müddetçe varlığını sürdürebilir­ di. Eğer bu uygarlık, ölmekte olan güneşinden kaçıp başka gezegen sistemlerinde koloni kurmayı bir şekilde başarabi­ lirse de ... Eh, belki de pratikte sonsuza dek var olabilirdi. 'Iüm katılımcılar arasında, teknolojik uygarlıkların yalnızca birçok gezegen sorununu değil, aynı zamanda yıldızlararası seyahatle ilintili çok katmanlı birçok zorluğu da çözeceğine dair açık ara en iyimser olan Sagan'dı. Dışarıda bir yerlerde, bizim galaksimizde olmasa bile sayısız başka galaksinin en azından birinde, ölümsüzler, yıldızların orta yerinde sonsuz günlerini yaşıyordu. Sagan, bizim de onlara dahil olabilece­ ğimizi düşünüyordu. Katılımcılar L üzerinde yorgun düşene değin görüşüp tartıştıktan sonra Drake ayağa kalktı ve bir fikir birliğine vardıklarını duyurdu. Teknolojik uygarlıkların yaşam süre­ lerinin, dedi, ya en fazla bin yıl sürerek görece kısa olması ya da yüz milyon yıl ve ötesine uzanarak fazlasıyla uzun ol­ ması muhtemel. Şüphesiz eğer Drake denkleminin en hayati etmeni yaşam süresiyse, bu, Samanyolu'nda bin ile yüz mil­ yon arasında teknolojik uygarlığın var olduğu sonucuna çı­ kıyordu. Bin gezegen uygarlığı, galaksimizdeki her yüz mil­ yon yıldızda bir gezegen anlamına geliyordu. Eğer sayılar bu kadar düşükse, bize komşu olan en yakın uygarlık binlerce ışık yılı uzakta olacağından, konuşabileceğimiz birisini bul­ makta epey zorlanırdık. Öte yandan eğer yüz milyon uygarlık var olsaydı bunlar, her bin yıldızdan birinde yaşıyor olurdu ve bu durumda da bu uygarlıklardan halihazırda bir şeyler duymuş olurduk. Drake'in 1961'deki en iyi tahmini, bu iki ucun arasında bulunuyordu: Drake, L'nin on bin yıldız civa­ rında olabileceğini ve dolayısıyla bizimkiyle birlikte bu on bin teknolojik uygarlığın Samanyolu'na serpiştirilmiş olabi-

36 YAŞAM SÜRESi ARAYIŞI leceğini düşünüyordu. Drake'in kişisel tahmininin, uzaylı bir uygarlığın başarılı bir şekilde tespit edilmesini oldukça zor olan ama yetilerimizin de ötesinde olmayan bir noktaya yer­ leştirmesi muhtemelen tesadüfi değildi: kendisinin hesapla­ malarına göre nihai bir keşfinelde edilebilmesi için yalnızca on milyon yıldızın gözlenmesi gerekiyordu; bu arayış on yıl­ lar, belki de yüzyıllar sürebilecek olsa da. Konferansın sonunda, konuklar, Calvin'in Nobel Ödülünü kazanmasını kutladıkları zamandan kalma şampanyayı içer­ lerken, Struve'un önerisiyle kadeh kaldırıldı: "L'nin değerine içelim. Umalım da çok büyük bir sayı olsun."

37 Bölüm 2

DRAKE'İN ORKİDELERİ

Yarım yüzyıl sonra kendisinin oturma odasında sohbet et­ tiğimiz sırada, Drake, Green Bank konferansında ulaşılan sonuçların, hiçbir şey değilse bile fazla kötümser olduğu yö­ nündeki yargısını dile getirdi. Geçtiğimiz birkaç on yıl içinde, yaşama elverişli bir evren hususunda astrofizikte muazzam gelişmeler yaşandı, dedi. Yıldız oluşum oranlarına dair tah­ minler 1961'den beri çok az değişti, ama yeni birçok çalışma bizim Güneşimizden daha küçük, daha soğuk ve çok daha verimli birer yıldız olan "kırmızı cücelerin" yaşama önceden inanılandan daha uygun olduğuna dair ipuçları verdi. ôte­ gezegen patlamasından alınan verilerin istatistiksel analizi, yalnızca bizim galaksimizdeki her türden yıldızın etrafında dönen yüz milyarlarca gezegenin var olduğuna işaret ediyor; Green Bank grubunun, yörüngesinde gezegen barındıran yıl­ dızlar için yaptığı özgün tahmin çok daha düşüktü. Kaçınıl­ maz bir şekilde, bu gezegenlerin yörüngeleri de içerisinde bulundukları sistemin yaşanabilir bölgelerinde olacaktı. Her ne kadar Venüs ve Mars'ın yaşanabilir dönemleri çok kısa ol­ muşsa ve ikisi de sahip oldukları okyanusları yüz milyonlar­ ca yıl sonra kaybetmişse de bu iki gezegene gönderilen uzay araçları buralarda milyarlarca yıl önce okyanus suyunun var olduğuna dair umut vaat eden deliller toplamıştı. Bu sırada araştırmacılar, güneş sisteminin dış kesimlerinde, Jüpiter ve Satürn gibi buz devlerinin uyduları olan Europa ve Titan'ın buzlu kabuklarının altındaki güneş yüzü görmeyen engin de­ nizlerde sıvı sudan oluşan okyanuslar keşfetmişti. Bu sonuç­ ları değerlendiren astronomlar, belki de Dünya'ya benzeyen yaşanabilir uyduların, başka yıldızların etrafında döndüğü

38 DRAKE'IN ORKiDELERi halihazırda bilinen Jüpiter boyutundaki sıcak dünyaların bazılarının yörüngesinde dönüyor olabileceği yönünde fikir yürüttü. Hatta bu astronomlardan bazıları, bağlı bulunduğu yıldızdan uzaklara fırlatıldıktan sonra yıldızlararası uzayın derinliklerinde serbestçe dolaşan yaşanabilir gezegenler­ den bahsetti. Sera gazından oluşan kalın bir atmosferik örtü veya derin bir okyanusun üstündeki buzlu bir kabuk bu tür göçebe dünyaları izole edebilir ve onların yaşanabilirliğini milyarlarca yıl koruyabilir. Galaksimizde yaşama elverişli olan gezegenlerin çoğu bizim Güneşimize benzeyen yıldızla­ rın yörüngesinde bulunmuyor da olabilir elbette, dedi Drake. Belki de hiçbir yıldızın yörüngesinde dönmüyorlardır. Drake, biyokimyanın da epey gelişmiş olduğunu düşünü­ yordu. Ya şamın kökenleri üzerine yapılan çalışmalarla geç­ miş yarım yüzyıllık bir süreç, hücre zarlarına, kendi kendini kopyalayan moleküllere ve başka temel hücresel yapılara yol açabilecek olası kimyasal yolların bolluğuyla karşılaşmıştı. Birden çok kanıt çizgisi, tek hücreliden çok hücreli yaşama doğru sıçrayışın Dünya'nın erken dönemlerinde geniş bir or­ ganizma dizisiyle birden çok kez gerçekleştiğine işaret edi­ yor, bu da geçişin nadir bir rastlantı değil, yine bir başka yakınsak evrim örneği olduğu sonucuna çıkıyordu. Araştır­ macılar Dünya'nın yüzeyinin kilometrelerce altında bulunan kayalıklarda, kaynama derecesindeki hipersalin" asitlik su havuzlarında, buzulların iç kısımlarında, en derin ve en ka­ ranlık okyanus uçurumlarında ve hatta nükleer reaktörlerin radyasyonla dolup taşan sınırlama odalarında hayatta ka­ lıp muazzam miktarlarda üreyebilen mikroplar keşfetmişti. Görünüşe göre, bir gezegen fenomeni olarak yaşam bir kez ortaya çıktıktan sonra üstün bir biçimde uyumlanabiliyor, mümkün olan tüm ekolojik ortamlarda refaha erebiliyor ve akla gelebilecek neredeyse bütün çevresel bozulmalara da­ yanabiliyordu. Tüm bunların, bu denklemin geri kalan parçaları için ne anlama geldiğini sordum.

Hipersalin: Deniz suyunun tuzluluk oranından daha fazlatuzluluğa sa­ hip olan -çn.

39 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

"Potansiyel olarak yaşanabilir olan oldukça yüksek sayı­ da yer bulduk, ama akıllı ve teknolojik bir yaşam bulabilmeyi umabileceğimiz yerlerin sayısı aslında çok da artmadı," diye yanıtladı Drake. "Bana göre bu, yaygın ve güçlü bir teknoloji­ nin gelişmesinin önünde ciddi engellerin bulunduğuna işaret ediyor. Bu engelleri aşabilmek için Dünya'ya oldukça benze­ yen bir gezegene ihtiyacınız olabilir. Bu cesaret kırıcı gele­ bilir; şüphesiz, var olan yıldızların sayısının farkına varana dek. Bu yıldızların sayısı, Dünya'nın ve onun sahip olduğu yaşamın bir denginin daha önce birçok kez ortaya çıktığına ve bundan sonra da çok ama birçok kez daha ortaya çıkacağı­ na işaret ediyor. Bu gezegenler, yukarıda bir yerlerde." Drake kıkırdadı, öksürdü ve oturmaktan bariz bir biçim­ de bitap düşmüş halde, gıcırtılar eşliğinde koltuktan kalktı. Temiz hava almak için dışarı çıktık. Akşamüstü güneşi yüzümüzü ısıtıyor, serin bir esinti kule gibi yükselmiş kızılçamların arasından fı sıltıyla geçerek Drake'in gümüş rengi saçlarını karıştırıyordu. Havada yeşil ve büyümekte olan bir şeylerin kokusu vardı. Drake, bulut­ suz gökyüzünde yükselen Ay'ın belli belirsiz seçilen hilal şekline işaret etti. Hilalin hemen yanından, yüksek irtifada uçan bir yolcu uçağının bıraktığı gümüşümsü çizgi geçiyor­ du. Bahçeye doğru yürürken, bir ağacın başımızın üzerinde­ ki dallarında asılı olan yuvadan düşüp kırılmış bir bülbül yumurtasının üzerinden temkinli bir biçimde atladım. Gelgit çok altımızda, ağaçlı tepelerin ve sahile komşu banliyölerin ötesinde kıvrılıyor, sörfçüler de Monterey Koyuna çarpan büyük dalgaların üzerinde kayıyordu. Drake'in ön kapısından görülen manzara, dünyadaki ya­ şamın temel gerçeklerinden birçoğunu içeriyordu. Ham gü­ neş ışığıyla çalışan bitkiler, su ve karbondioksidin kimyasal bağlarını parçalıyor, şeker ve hidrojen ve karbondan gelen diğer hidrokarbonları çeviriyor ve havaya oksijen veriyordu. Havadaki tüm bu oksijen moleküllerini parçalayan güneş ışığı, gökyüzününmavi görünmesini sağlıyordu. Oksijeni so­ luyup vücutlarını hidrokarbonlarla besleyen hayvanlar, bit­ kilerden gelen bu fotosentetik armağanlarabütünüyle bağlı

40 DRAKE 'IN ORKiDELERi hale geliyordu. Ölürken bitkiler de hayvanlar da benzer şe­ kilde Güneş'in eli değmiş karbonu, onu muazzam miktarda ısı, basınç ve zamanla kömüre, petrole ve doğal gaza çeviren Dünya'ya veriyordu. Gezegenin kabuğundan mekanik olarak çıkarılan ve motorlarda, jeneratörlerde ve fırınlarda yakılan bu fosil enerjisi insanlığın tüm dünyadaki teknolojik hakimi­ yetinin büyük bir kısmına güç sağlıyordu. Ortaya çıkarılan ve yüz milyonlarca yıl boyunca kilit altında kalan bu karbon yığını, jeolojik bir anda püskürerek gezegenin atmosferine tekrar karışıyordu. Monterey Koyundaki deneyimimiz, gezegenimizin fiziksel özelliklerinin ve bunları ortaya çıkaran beklenmedik olayla­ rın bir ürünüydü. Dünya'nın eksen eğikliğini dengeleyen ve ona gelgitleri bahşeden anormal oranda büyük uydumuz Ay, güneş sistemimizin tarihinde, Mars boyutlarında bir kütle ilkel Dünya'ya çarptığında ortaya çıkmıştı. Bir başka darbe, 66 milyon yıl önce on kilometre genişliğinde bir asteroitle birlikte geldi ve küresel bir kitle yok oluşunun kıvılcımını çakarak dinozorların çağını sona erdirdi. İnsanlığın küçük, memeli ataları biyosferik hakimiyete doğru yavaş bir sü­ rece girerken yok olmamış kertenkelelerse aşamalı olarak kuşları ortaya çıkardı. Dinozorlardan milyarlarca yıl önce, bizim Dünya'nın okyanusları olarak bildiğimiz yaşam sıvı­ sıysa güneş sisteminin dış kesimlerinden Dünya'ya ulaşan, su bakımından zengin asteroit ve kuyrukluyıldızların yağ­ muru sırasında gerçekleşen çarpışmalarla geldi. Dünya'daki su bolluğunun gezegenin parçalanmış kabuksu levhalarını kayganlaştırdığı ve onların, bizim levha tektoniği dediğimiz, güneş sistemindeki tüm gezegenler içinde yalnızca bizim dünyamıza özgü olan iklim düzenleyici mekanizma içerisin­ de sürüklenip kaymasına olanak sağladığı düşünülüyor. Sırtını koya dönen Drake, evinin garajının önüne, parça­ lanmış devasa bir kızılçam kütüğünün uzun süredir sönük olan bir yanardağ gibi yükseldiği yere doğru ilerledi. Eğildi ve ellerini kadim ahşabın üzerine koydu. Yıllar önce, kütü­ ğün yüzeyinin bir kısmına ince bir kireçtaşı tabakası döke­ rek büyüme halkalarının kolayca görülebilmesini sağladığı-

41 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK nı ve çocuklarına da gayri resmi bir bilim projesi olarak bu halkaları sayma görevini verdiğini söyledi. Her biri ağacın yaşamını işaretleyen 2000 halka saymışlardı; görünüşe göre ağaç İsa'yla aynı yıllarda doğmuştu. "Bu ağaç, Yengeç Bulutsusunu yaratan süpernovadan ge­ len ilk ışığı gördü; işte, şurada," dedi Drake, kütüğün merke­ ziyle çeperi arasında, ortadaki bir noktaya dokunarak. Sü­ pernovadan gelen ışık, Dünya'yı 1054 yılında, tam da Batı Avrupa Karanlık Çağlarına girerken aydınlatmıştı. Drake, elini çepere doğru daha da sürerek Coğrafi Keşifler Çağını şöyle bir süpürerek Avrupalıların Kuzey ile Güney Amerika'yı ilk keşfettiği ve kolonileştirmeye başladığı yılların kaydını tutan halkaları geçti. Adamın eli, kütüğün kenarından kaya­ na dek ilerlemeye devam etti. Ağacın 2000 yıllık yaşamı süresince, Samanyolu, kendisi­ ne en yakın komşu spiral galaksi olan Andromeda'ya 8 tril­ yon kilometre yaklaştı, ama iki galaksi arasındaki mesafe, önümüzdeki 3 milyar yıl boyunca bir çarpışmaya sebebiyet vermeyecek kadar da uzak kalmayı sürdürdü. 2000 yıl içinde, Güneş galaktik merkezdeki 250 milyon yıllık yörüngesinden nadiren oynadı ve bu yıldızın milyarlarca yıllık yaşam süre­ sini hesaba katarsak, bir gün bile yaşlanma�ı. Güneş ve onun yörüngesindeki gezegenler, 4,6 milyar yıl önceki oluşumla­ rından beri belki de on yedi galaktik yörünge gerçekleştirdi; yani güneş sistemimiz on sekiz "galaktik yıl" yaşında. Sistem on yedi yaşındayken, Dünya üzerinde kızılçam ağaçları yok­ tu. On altı yaşındayken, basit organizmalar denizden karaya doğru, orada koloni kurmak üzere ilk deneysel gezintilerine çıkıyorlardı. Aslına bakılırsa, güneş sisteminin on sekiz ga­ laktik yılından on beşinde, gezegenimizin tek hücreli mik­ roplardan ve çok hücreli bakteri kolonilerinden biraz daha fazlasına ev sahipliği yaptığına ve diferansiyel denklemler çözebilecek, roketler inşa edebilecek, manzara resimleri çi­ zebilecek, senfoniler yazabilecek ve sevgiyi hissedebilecek varlıklar şöyle dursun çimen, ağaç veya hayvan kadar kar­ maşık bir yapıya sahip herhangi bir şeyden bile yoksun ol­ duğuna fosilkayıtları da tanıklık ediyor.

42 DRAKE'IN ORKi DELERi

Gezegenimiz, bugünden birkaç milyar yıl sonraki yirmi birinci galaktik doğum gününde önceki çorak haline geri dö­ nebilir. Astrofizikve iklim modelleri zaman geçtikçe istikrar­ lı bir biçimde parlamaya devam eden güneşin o zamanlarda parlaklığını yüzde on civarında artırması gerektiğine işaret ediyor; görünüşte küçük, ama Dünya'nın iklimini karmaşık çok hücreli yaşamı destekleyemeyecek kadar sıcak, atmos­ feriniyse yine bir o kadar sönük hale getirmeye yeterli bir değişim. O günlerde okyanuslar buharlaşıyor ve Dünya'daki suyun büyük bir kısmı da hızlıca uzaya kaçıyor olacak. Her ne kadar gezegenin kavruk kabuğunun altında korunmuş halde duran ve her yerde ve her zaman var olan mikrobik biyosfermilyarl arca yıl daha dayanabilirse de okyanusların bundan bir milyar yıl sonra kaybolması Dünya yüzeyindeki tüm yaşamın sona erme tarihini işaretliyor. Bugünden yak­ laşık beş milyar yıl sonra Güneş hidrojen stoğunu tüketecek ve enerji bakımından daha zengin olan helyumu kaynatmaya başlayarak mevcut halinden 250 kat daha fazla şişip bir kı­ zıl dev haline gelecek. Astronomlar şu anda, Dünya'nın kızıl Güneş'in sıcak dış katmanlarına mı gömüleceğini yoksa yal­ nızca kabuğunun eriyerek magmaya dönüşmesiyle kurtulup görece hasarsız mı kalacağını tartışıyor. İki türlü de geze­ genimizdeki yaşam bu geç tarihte nihai bir sonuca varacak. Yaşanabilir gezegenimizi ortaya çıkaran astrofiziksel olayların uzun toplaşımı ve bu gezegenin kaderini şekillen­ diren teknoloji ile jeolojinin birlikteliği göz önünde bulundu­ rulduğunda, talih ve gereklilik arasındaki ayrım da bulanık­ laşıyor. Birkaç yüz milyon yıl süre verildiğinde, herhangi bir kayalık, ıslak ve sıcak dünyada yaşam ortaya çıkar mıydı? Zeka ve teknoloji yalnızca Dünya'nın Ay'ı, hareketli kabuğu ve mavi gökyüzünün denkleriyle dolup taşan, bizimkiyle pa­ ralel tarihlere sahip dünyalarda mı ortaya çıkardı? Yoksa bu özelliklere odaklanmak yalnızca bizim Dünya'yla sınırlandı­ rılmış hayal gücümüzün bir başarısızlığı mı? Gezegenimiz ve onun tarihi, uzaylı yaşam ve zeka arayışında kullanışlı bir şablon muydu yoksa bir engel miydi? Eğer ona yarım mil­ yar yıl geçmişten veya gelecekten bakıyor olsaydık, biz bile

43 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK gezegenimizi "Dünya benzeri" olarak görebilir miydik? Bilim insanlarının üzerinde çalışabilecekleri canlı tek bir dünya -bizimki- olduğu müddetçe bu tür soruların cevaplarının bi­ linmesi de zor olacak. Drake, bu soruların sonsuza dek elde edilemez olduğuna inanmıyordu.

***

"Her ne kadar Otto Struve bize güneş sistemi dışındaki ge­ zegenlerin günün birinde nasıl tespit edilebileceğine dair kimi fikirler vermişse de 1960'larda ben, bunun benim öm­ rüm süresince gerçekleşmesi ihtimalinin çok ama çok düşük olduğunu düşünüyordum," demişti Drake, oturma odasında. "Başka gezegenlere dair deliller elde etmek için tek umudu­ muzun, o gezegenlerde yaşayan akıllı yaratıklardan gelen radyo sinyallerini almak olduğunu sanıyordum. Şimdi diğer yıldızların etrafındaki gezegenlerin tariflendirilmesiyle bir­ likte, benzer bir karamsarlığın tükenmekte olduğunu görü­ yoruz. Var olan teknikler önümüzde." Gezegen avcıları, en temel detaylan Dünya'yla çok da farklı görünmeyen halihazırda bir avuç gezegen bulmuştu. Sayılan her geçen yıl artan bu gezegenler, potansiyel olarak bizimkine benziyor olabilirdi. Ama onlan bulmak için kul­ lanılan yöntemler, soluk gezegenin kendisini değil, o geze­ genin fenere benzeyen parlak yıldızını yakından incelemeye dayanıyordu; bir gezegenin yıldızı üzerindeki kütleçekim kuvveti veya yıldızının önünden geçerken Dünya'nın üzerine düşen gölgesi, o gezegenin yalnızca kütlesi, boyutu ve yö­ rünge özellikleri hakkında bilgi veriyordu. Bu dünyaları ger­ çekten görmeden -yani onların yüzey ve atmosferlerinden yansıyan fotonları toplayıp incelemeden- bilim insanlarının bir gezegenin potansiyel olarak yaşanabilir olup olmadığını veya Dünya'ya benzeyip benzemediğini belirlemesi imkansız olurdu. Yıldızlardan, uzaktaki, çok uzaktaki bir yerin bitki örtüsü, faunası ve ortamına dair bilgilerle dolu bir mesa­ jın gökyüzünden süzülerek gelmesi olasılığına karşın umut içinde, Drake'in elli yıl önce bulunduğu yerde sıkışıp kalır­ lardı.

44 DRAKE'IN ORKiDELERi

On dokuzuncu yüzyıl boyunca, gittikçe artan bir dizi ke­ şif, modern astronominin büyük bir kısmına ulaşmamızı sağlayan dönüm noktasını ortaya çıkardı: madde tarafından salınan, soğurulan veya yansıtılan ışık, maddenin kimyasal imzasını saklayacak biçimde renk değiştiriyordu. Bu renk­ leri açığa çıkarmak için ışığın bir tayf içinde parçalara ay­ rılmasıysa -tayfölçümü [spektroskopi] denen bir teknik- bu imzalan da ortaya çıkararak astronomların galaksiler, yıl­ dızlar ve gezegenlerin kimyasal bileşimini uzaktan ölçmesi­ ne olanak tanıyordu. Araştırmacılar eğer bir dış gezegenin fotonlanndanyeteri miktarda toplayıp onun umut vaat eden bir resmini bir şekilde çekebilirse, ortaya çıkan tayfı, o dün­ yanın atmosferik kimyasını incelemede kullanabiliyordu. Su buharı veya karbondioksit gibi yaşanabilirlik işaretleri veya bizim gezegenimizin göklerini doldurup ona rengini veren serbest oksijen arayabiliyorlardı. Bir ana yıldızın bir gezege­ nin okyanusları veya denizlerinin yumuşak, düz yüzeyinden yansıyan ışığının parıltısını ve hatta toprak renklerinde fo­ tosentetik bitkilere işaret eden ince değişimleri bile arayabi­ lirlerdi. Uydulardan ve gezegenler arası uzay araçlarından gelen gözlemleri kullanan araştırmacılar tüm bu ölçümleri kullanarak Dünya'nın, kuramsal olarak yıldızlararası uzayın engin derinliklerinden incelenebileceğini halihazırda doğ­ ruladılar. Dünya dışı canlılar genel itibariyle evrene kendi varlıklarını duyurmamış olsalar bile tayfölçümü gibi teknik­ ler yine de onların gezegenlerini bulup inceleyebileceğimize dair umut vaat ediyordu. Yirminci yüzyılın son birkaç on yılında, egzoplanetoloji geçerli bir bilim dalı halini aldıkça, gezegen avcıları da ışık yıllarıyla ölçülen mesafelerden gezegenlerin fotoğraflarını çekmenin çeşitli yollarını geliştirdiler. Bu yolların hepsi de hedefteki yıldızın göz kamaştırıcı ışıltısını etkisiz kılmak ve o yıldızın gezegenler heyetini ortaya çıkarmak için ta­ sarlanmış, el yapımı bir veya daha fazla sayıda uzay teles­ kobunu içeriyordu. Birkaç milyar dolar karşılığında, yakın mesafedeki yıldızların çevresinde bulunan her bir gezege­ nin minik, ama tayfölçümü için yeterince büyük bir boyut

45 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

olan birkaç piksellik birer nokta halinde görüldüğü görün­ tülerin elde edilebileceği tek bir uzay teleskobu inşa edile­ bilirdi. Eğer paranın miktarı sorun yaratmayacak olsaydı, yakındaki ötegezegenlerin daha büyük görüntülerini elde ederek, her ne kadar yine de fazlasıyla düşük çözünürlük­ te olsa da bir dünyanın kıyı çizgilerini, kıtalarını ve bulut şablonlarını ortaya çıkarabilen tek bir devasa alet şeklinde işlev görecek bir teleskoplar filosu uzayda veya Ay'ın uzak bir noktasında birleştirilebilirdi. Bu tür teleskoplar, bir ge­ zegenin "Dünya benzeri" olarak nitelenmeye layık olup olma­ dığının belirlenmesinde uzun bir yol kat edilmesini sağlardı. Ancak parçalanmış bir astronomi camiası, kayıtsız bir halk, kapana kısılmış bir siyaset sistemi ve debelenip duran bir ekonomi baz alındığında, bu teleskoplardan biri bile inşa edilmeyecek gibi görünüyordu; en azından Amerika Birleşik Devletleri'nin federalhükümeti tarafından. Drake, eğer bir şeyler başarılabilseydi, şu anda ve bura­ da olmasa bile bir yerlerde bir şeylerin gerçekleşebileceğini hissediyordu. Eğer yakındaki yıldızların etrafında gelişmiş kültürler mevcutsa onların kendi büyük uzay teleskoplarını kullanarak uzun süredir bizim gezegenimizi izleyip izleme­ diklerini merak ediyordu. "Şu anda desteksiz bir tahmin yürütüyorum," dedi, bahçe­ sinde gezinirken. "Ama bizimkinin azıcık ötesinde teknolojik yetilere sahip her uygarlığın, yaklaşık bir milyon kilometre çapında lensler kullanarak evreni keşfettiğini ve yıldızlara­ rası iletişim kurduğunu tahmin edebiliyorum." Drake, 1980'lerin sonundan itibaren, Ay'ın uzak tarafına teleskopların yerleştirilmesini çocuk oyuncağı gibi göstere­ cek bir fikri keşfetmeye başlamıştı. Emekliliğinde bu iş onu tüketmişti ve şimdi de kalan zamanının büyük bir kısmını alıyordu. Drake, bir buçuk milyar kilometre çapında bir bü­ yütece sahip, diğer tüm teleskopları aşan bir teleskop yarat­ mak istiyordu. Güneş'in kendisini nihai bir teleskoba çevir­ menin bir yolunu bulmuştu. Güneş'in muazzam kütlesinin sonuçlarından biri de yü­ zeyini sıyırıp geçen ışığı eğip büyüten, yıldız boyutlu bir

46 DRAKE'IN ORKiDELERi

"kütleçekim lensi" gibi davranmasıdır. İlk olarak 1919'da bir güneş tutulması sırasında tarafından öl­ çülen bu etki, Einstein'ın genel görelilik kuramını doğrula­ yan delillerin kilit parçalarından biriydi. Akıllıca uygulanan basit matematik ve fizik, bizim yıldızımızın ışığı bükerek Güneş'in merkeziyle ve çok uzaklardaki bir ışık kaynağı­ nın merkeziyle aynı hizadaki dar bir huzmeye dönüştürdü­ ğünü gösteriyor. İlk olarak Stanford radyo astronomu Von Eshleman tarafından 1979'da hesaplanan bu ışık huzmesi, Güneş'ten 82 milyar kilometre, Plüto'nun yörüngesindense yaklaşık on dört kat daha uzaktaki bir noktada odağa giriyor ve sonsuzluğa doğru genişliyor. Gökyüzünde parıldayan nes­ neler kadar odak noktası ve Güneş'le büyütülmüş ışık huz­ mesi mevcut; yıldızımızın etrafını saran ve yüzeyi, göklerin büyütülmüş yüksek çözünürlüklü görüntülerinin yansıma­ sıyla boyanmış büyük bir küre hayal edin. , Eshleman'ın hesaplamalarını gözden geçiren Drake, Güneş'in dış katmanlarındaki iyonize gazlar tarafından üre­ tilen elektromanyetik girişim sayesinde, bu nihai teleskobun görüş koşullarının 82 milyar kilometrede değil, bunun nere­ deyse iki katı ve bizim de Güneş'le aramızdaki mesafeninbi n katı olan 150 milyar kilometrede bulunduğunu keşfetmişti. Kıyaslama olması açısından, 1977'de fırlatıldığında ve insan­ lığın en hızlı ve en uzak mesafeli temsilcisi olan Voyager 1 uzay aracı, 2011 yılında Güneş'e Drake'in ideal odak uzaklı­ ğının onda birinden biraz daha fazla olan 18 milyar kilomet­ reden biraz daha yakındı. Dünya'dan bu kadar uzaklaşması otuz beş yıl sürmüştü. Güneş sistemimizin nihai teleskobunu kullanıma açmanın başarılması asırlar sürebilecek bir hedef olduğu ortadaydı. Ama alınacak karşılık girilen zahmetlere değebilirdi. Herhangi bir uzak nesnenin belirli bir odak nok­ tasına yerleştirilen yaklaşık 10 metre boyundaki ışık topla­ yıcı bir teleskobun Dünya'ya göndereceği görüntülerin çözü­ nürlüğü, Ay'ın uzak bir noktasındaki bir teleskoplar ağının göndereceği görüntülerin çözünürlüğünden milyon kez daha yüksek olurdu. Örneğin eğer Güneş'in en yakın komşu yıldız sistemi olan Alpha Centauri'deki Güneş benzeri yıldızların

47 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK yörüngesinde bulunan potansiyel olarak yaşanabilir bir ge­ zegeni incelemek istesek, Güneş-Alpha Centauri kütleçekim odağının ekseninde bulunan 10 metrelik bir teleskop nehir­ ler, ormanlar ve şehir ışıklan gibi yüzeysel özellikleri çözüm­ leyebilirdi. Diğer bir deyişle, Alpha Centauri'deki bir kütle­ çekim lensi, Monterey Koyunun kıyı şeridini, ağaçlarla kaplı tepelerini ve San Francisco ve Los Angeles gibi büyük komşu şehirlerin parlak ışıklarını kolayca görebilirdi. "Kütleçekim lenslerinin bir diğer güzel yanı da lens denen nesne uzayı eğdiğinden, onun içinden geçen tüm ışığın da eşit oranda etkilenmesi," dedi Drake, limon ağaçlarından bi­ rinin ardından gelen güneş ışığına gözlerini kısarak bakar­ ken. "Kütleçekim lensleri akromatiktir; görünür ışığı ya da kızılaltını ayırt etmeden, her şey için aynı şekilde çalışırlar. Radyoyla neler yapabileceklerini düşünmeden edemiyorum. İki farklı yıldızın etrafında, birbirlerinin farkında ve birbir­ leriyle iletişim halinde olan iki uygarlık olsaydı, bunlar, iki tarafta da aktarım ve alım istasyonları kurmak için kütle­ çekim lenslerini kullanırlardı. Rakamlara bakınca ilk önce çılgınlık gibi geliyor, ama bu gerçek. Yalnızca bir watt kuvvet kullanarak buradan Alpha Centauri'ye yüksek bant genişli­ ğinde sinyaller gönderebilirsiniz ..." Beklenti içinde bana baktı, ama söylenebilecek hiçbir şey gelmiyordu aklıma. "Bu bir cep telefonunun iletim gücüdür," diye bitirdi. "Chailot'daki Deli isimli bir Fransız oyununda, bu konuda konuştuğum zaman kullanmayı sevdiğim bir söz geçer: 'Şu anda bütün evrenin bizi dinlediğini ve söylediğimiz her bir sözcüğün en uzak yıldızlarda yankılandığını çok iyi biliyo­ rum.' Kütleçekim lenslerinin yapabilecekleri, bu tür bir pa­ ranoyayı neredeyse geçerli kılıyor. Eğer Dünya'nın dışında bu şeyleri inşa etmek için yeterli imkan varsa, herkesin bir­ birini izlediği ve birbiriyle konuşabildiği, geniş bant aralı­ ğına sahip ve çok düşük bir güçle çalışan bir tür 'galaktik internet'e sahip olabiliriz."

***

48 DRAKE'IN ORKiDELERi

Evin dışında yanın saat sallana sallana dolaştıktan sonra kendimizi Drake'in üç serasının önünde bulduk. Bu seralar, SETi çalışmalarına dalmadığı zamanlarda Drake'in vaktini geçirdiği yerlerdi. Drake en yakın seranın kapısını açınca ha­ valandırma fanlannın uğultusuyla birlikte nemli ve killi bir hava yüzümüze çarptı. Drake, içeri adım atarak huzurla iç geçirdi. Diğer iki sera gibi bu da orkidelerle doluydu; batak­ lık yosunuyla dolu saksılarda, buğulu cam tavandan sarkan orkideler; üzerine sulama kapları serpiştirilmiş uzun ahşap masaların üstünde boylu boyunca sıralı halde uzanan orki­ deler ve lambalarla sulama tüplerinin altındaki plastik ko­ valarda filizlenenorki deler. Drake, yaklaşık 225 orkidenin ol­ duğunu söyledi, ama çoğu uyku halindeydi. Bense üç serada, açmış halde bulunan yaklaşık yalnızca birkaç düzine orkide saydım. Drake bu hobiye 1980'lerde, Güneş'i bir kütleçekim lensi olarak kullanmayı ciddi ciddi düşünmeye başladığı za­ manlarda merak sarmıştı. Söylediğine göre bunu yapmaya, kimi zaman kaprisli olan bitkilerin büyüyüp açılmasının zorluğu ve morfolojik çeşitliliklerin güzelliğinin ortaya çıkı­ şının verdiği tatmin duygusu için başlamıştı. Doğal seçilim milyonlarca yıl içerisinde orkidelere şekil ve renk bakımın­ dan zengin bir çeşitlilik bahşetmişti ve her bir çeşitlilik de tipik olarak bir veya iki tozlayıcı türüne göre ayarlanmıştı. "Haşereler, özellikle de kınkanatlı böcekler," dedi Drake. "Çi­ çekleri körlemesine şekillendirenler, bunlar. Ama elbette me­ lez türler, insanlar tarafından seçilip yetiştiriliyor." Drake bir neon lambasını açtı ve lambanın pembemsi ışığı altında çiçek açan birkaç melez türü, elle çapraz po­ lenlediği kimi kültür bitkilerini gösterdi. Her biri birbirin­ den fazlasıyla farklıydı. Birinde beyaz taçyapraklara ve san polenle ağırlaşmış başçıklara sahip bir çiçek bulunuyordu. Bir başkasında, her biri kırmızı ve kıvrık yapraklarla çevrili, boru şeklinde ve sarkık mor çiçekler vardı. Drake, o sırada en sevdiği olduğunu söylediği, kan kırmı­ zısı uçlara doğru gittikçe sivrilen üç adet açılı taçyaprağa sahip tek bir turuncu çiçeğe döndü. Çiçeğin taçyaprakla­ n azıdişlerine benziyordu. Bu, iki farklı cinsin, Dracula ve

49 BEŞ MiLYAR YILL IK YALNIZLIK

Masdevallianın melezi," dedi. "Andlar'dan gelen soğuk sever­ ler. Bu tür bir kırmızıya sahip böylesini daha önce hiç kimse görmedi. Dün çiçek açmıyordu. Bazıları yılda yalnızca bir gün çiçek açıyor, ertesi gün tekrar soluyor. Şu anda burada olduğun için şanslısın; çiçeklerin bu dünyadaki ömrü pek uzun olmuyor." Taçyapraklara huşu içinde dokundu. "Ölüyorlar, ama onlarda reenkamasyon var," diye devam etti Drake. "İyi bakılan orkideler, prensipte ölümsüzdür. Yeni filizlervererek yeniden ürüyorlar. Bak, biri burada." Üzerin­ de hiç çiçek barındırmayan, ama saksısından taşan sanmt­ rak birkaç soğansı filize sahip bir bitkiye işaret etti. "Bu ba­ yağı yaşlı. Artık kabına sığmıyor; başka bir kaba aktarmam gerekecek. Şu sahte soğan uçlarında yeni filizlerini görebi­ lirsin. Elinde bunlardan iki veya üç adet olduğunda birini kesip gübreli toprağa ekebilirsin. O yeni bir bitki haline ge­ lip başka yeni bitkiler üretecek, onlar da yeni bitkiler üret­ meye devam edecek. Hiçbiri sonsuza dek yaşamıyor, yalnızca üç dört yıl hayatta kalıyorlar, ama organizma, sürekli yeni filizlervererek bir dalga gibi hareket ediyor." Drake'e, orkidelerinin bana, teknolojik bir uygarlığın yaşam süresini ifade eden ve kendisinin denklemindeki en büyük belirsizlik olan L'yi çağrıştırdığını söyledim. Eğer bu süre çok düşükse, galaksimiz neredeyse sonsuz ömrün­ de bu tür milyonlarca ve hatta milyarlarca uygarlığı ortaya çıkarabilir, ama her biri yalnız birer gezegende tecrit halin­ de olan bu uygarlıklar, hiçbir tozlanma şansı bulamadan ve fark edilmeden sönüp yok olurdu. Eğer L yüksekse, o halde çiçek açmış uygarlıklar oldukları yerde kalmaya devam eder ve nihayet birbirleriyle iletişime geçerek ışık yıllan üzerin­ den kültürlerini melezleyebilirdi. İstikrar kurulurdu; bazıla­ rı belki de bir tür ölümsüzlüğe bile erişebilirdi. Drake gülümsedi ve başını aşağı yukarı salladı. Benzerlik onun da dikkatinden kaçmamıştı.

***

Eve geri döndüğümüzde, Drake dolaptan bir paket kaju çı­ kardı ve bana da bir şişe Sam Adams birası verdi. Kendisi de

50 DRAKE'IN ORKiDELERi bir kutu Coca-Cola açıp oturma odasındaki koltuğuna yer­ leşince gelecekte SETI'yi nelerin beklediğine dair konuşma­ ya başladık. Drake, hala bir uygarlığın ortalama yaşam öm­ rünün yaklaşık 10.000 yıl olduğunu ve aşağı yukarı 10.000 uzaylı kültürün muhtemelen Samanyolu'nun bir köşesinde durup keşfedilmeyi beklediğini düşündüğünü söyledi. Ken­ disinin fikirlerinin biraz inanç temelli olduğunu da itiraf etti. "Bence 10.000 akla yatkın, ama benim tahminlerim, sizi bu spesifik sayıya doğru bir biçimde yönlendirebilecek de­ neysel kanıtların var olduğu söylenerek yüceltilmemeli," dedi ağız dolusu kajunun arasından. "L etkeni hala tam bir bulmaca. Gezegenlere sahip yıldızların parçalarını kabaca da olsa artıkbiliy oruz,ayn ca yaşanabilir gezegenlerin sıklı­ ğı hakkında da ilerleme kaydediyoruz. Er ya da geç bu sayıyı öğreneceğiz. Ama teknolojik uygarlıkların yaşam süresi gibi bir şey ..." Sesi cansızlaştı ve gözleri oturma odasının mavi vitraylı camlarına uzun bir an boyunca sabitlendi. Çok renkli cam parçalan, pencerenin mavi bölgesinin içine kaynaştınlmıştı ve kendini metal tel üzerinde belli eden bir dizi piktogram oluşturuyordu. Camın içinden ge­ çen güneş ışığı, pencereye, eski bir analog televizyon ekranı gibi fosforlu bir parıltı veriyor, blok halindeki renkli şekil­ ler, 1980'lerin başlarından gelen kimi unutulmuş bilgisayar oyunlarının kaba, pikselli grafiklerini andırıyordu. Drake bu tasarımı 1974'te, Cornell Üniversitesinde yirmi yıllık profe­ sörlük görevinin ortalarında geliştirmişti. Bu iş başlangıçta, 1964'te, Drake'i cezbetmişti, çünkü Cornellgez egenimizin en büyük ve en güçlü tek delikli radyo teleskobu olan Arecibo Gözlemevini açmayı henüz başarmıştı. Cornell'e gelişinden kısa bir süre sonra Drake, Arecibo'nun yöneticisi oldu ve bu işi 198l'e kadar sürdürdü. Gözlemevi, Porto Riko'nun kuze­ yinde bulunan bir ormandaki muazzam bir kireçtaşı obruğu­ na inşa edilmişti ve 305 metre genişliğinde kase şeklindeki alüminyum bir antene sahip olmakla övünüyordu; Drake'in hesabına göre bu, 350 milyondan fazla mısır gevreği kutusu­ nun sığması için yeterli büyüklüktü. Bu çanak aynı zamanda

51 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK yüzlerce ve hatta binlerce ışık yılı öteye mesaj gönderebi­ lecek kadar büyüktü. 16 Kasım 1974'te Drake, bu muazzam anteni kullanarak, ayarlanmış radyo dalgalarından oluşan odaklanmış ışık huzmesinin üzerindeki mesajını 25.000 ışık yılı uzaklıktaki Herkül takımyıldızında bulunan Ml3 adlı bir yıldız kümesine gönderdi. Drake'in, sahip olduğu spesifik dalga boyunda yirmi milyon megawattlık fiili ışınırlıkla ile­ timi üç dakika süren huzmesi, Güneş'in parlaklığını 100.000 faktör kadar aştı. Görüntünün düşük çözünürlüğü işlevsel bir gereklilik­ ti; içeriğiyse iletim huzmesindeki 1679 frekansta bir dizi vuruştan oluşuyordu. 1679 sayısı, birer asal sayı olan 23 ve 73'ün çarpımının sonucuydu. Drake'in umudu, anlayışlı uzaylıların bu ipucunu kullanarak O'ın ve 1 'in 73 birim yük­ sekliğini ve 23 birim genişliğini ifade eden mesajın vuruş­ larını doğru yorumlayabilmesi yönündeydi. Drake'in vitray camlı penceresi, ortaya çıkan sonucu gözler önüne seriyor­ du: üst sırada onluk sayma yöntemi oluşturarak birle on arasındaki sayıları sıralayan bir dizi nokta ve onun hemen altında, Dünya'daki tüm yaşamın kilit kimyasal elementleri olan hidrojen, karbon, nitrojen, oksijen ve fosforun atom nu­ maralarını listeleyen ikinci bir sıra. Üçüncü bir kısımsa ön­ ceden gelen atom numaralarını bir DNA molekülündeki nük­ leotitlerin kimyasal formülleri halinde bir araya getiriyordu ve onu da DNA molekülünün ayırt edici çift sarmal yapısı­ nın şematik bir tasviri izliyordu. Uzun dikey bir çubuk, DNA molekülünün şeker-fosfat omurgasını temsil ediyor ve insan genomunun içerisindeki nükleotit baz çiftlerinin kabaca sa­ yısı olan 3 milyarın onluk betimlemesi halinde çiftleniyordu. Molekülün görüntüsü, yapıştırılmış bir insan figürünün ka­ fasının üzerinde duruyordu ve bu kafa da onluk iki sayının, 4 milyar ile 14'ün arasında kalmıştı. 4 milyar, dünyanın 1974 yılındaki nüfusunu ifade ediyordu ve aktarımın dalga boyu olan 12,6 santimetreyle çarpılan 14 de insan figürünün 176 santimetre boyunda, yani görünüşe göre Drake'in boyunda olduğunu gösteriyordu. Bu figür, çok daha büyük bir nokta­ dan sıralı halde uzaklaşan dokuz küçük noktanın üçüncü-

52 DRAKE'IN ORKi DELERi sünün üzerinde duruyordu; güneş sistemimizin bir temsili ve yıldızımıza en yakın üçüncü gezegende yaşadığımıza dair bir ipucu. Son olarak da Arecibo'nun kendisi, muazzam bo­ yutları onluk ifade sistemiyle verili halde, basitleştirilmiş bir çanak anten şeklinde tasvir edilmişti. Herhangi bir uzaylının bu mesajı kavrayıp kavramadığı başka bir konu; bu tasvirler çoğu insan için bile fazlasıy­ la karışıktı. Drake aktarımdan önce bunları meslektaşlarına gösterdiğinde, bu insanların mesajın içeriğine dair kavra­ yışlarının sahip oldukları uzmanlık alanına göre değiştiğini görmüştü. Kimyacılar elementleri ayırt edip, astronomlar da güneş sistemini seçerken, biyologlar ve neredeyse geri kalan herkes de DNA'yı tanımıştı. Ama Arecibo'nun mesajının her bir bileşenini doğru bir biçimde yorumlayan tek bir kişi bile çıkmamıştı. Drake'in Arecibo aktarımını takip eden yıllarda, günü­ müzden yaklaşık yirmi beş bin yıl sonra, yani mesajın foton­ lannın Ml3'teki aşağı yukarı 300.000 yıldıza ulaşması ge­ reken zamanda, bu fotonlann yıldızlar yerine boş uzaydan geçeceğinin farkedilmesi yle bu aktarımın nihai yorumlaması biraz tartışmalı hale geldi. Galaktik rotasyon o zamana kadar yıldız kümesini çoktan mesajın gökyüzünde hedeflediği yer­ den uzaklara taşımış olacaktı. Radyo dalgalarının vuruşları ilerlemeye devam edecek, Samanyolu'nun hudutlarından ni­ hai olarak kurtulmadan önce belki birkaç yalnız güneşin ya­ nından geçecekti. Teknolojiye dair yankılan ve bir biyolojiye, bir kültüre ait solup giden düşük çözünürlüklü fotoğraflar, Dünya'nın kendisi bir anıya dönüştükten çok sonra bile ga­ laksiler arası boşlukta akıp gitmeye devam edecekti. Arecibo'nun mesajı, sahip olduğu parçaların toplamın­ dan fazlasıydı; açık bir biçimde, Drake'in yıldızlararası ileti­ şime dair kişisel ve mesleki ilgisinin zirvesini temsil ediyor­ du. Doğrusu, Arecibo Gözlemevi, Drake'in uzak diyarlardan ve yabancı toplumlardan gelecek mesajlara dair hayallerinin temel taşıydı. Yıllar geçtikçe ve uzayıp giden kozmik sessizlik kimi SETI çalışanlarını L'ye ve yakın yıldızların çevresinde yaşaması muhtemel uygarlıkların varlık olasılığına dair talı-

53 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK minlerini düşürmelerine yol açtıkça, devasa Arecibo anteni de SET! çabalarının var oluş amacı haline geldi. Bu antenin varlığı sayesinde iletişim ihtimali, gittikçe kötümserleşen bir atmosferde korunabiliyordu: en yakın komşularımızın galaksinin yansı kadar uzaklıkta olduğu varsayılsa bile eğer onların ellerinde bizim yirminci yüzyılın başlarındaki tek­ nolojiyle inşa edilmiş Arecibo'muza benzer bir şey varsa ve onunla bilgi göndermişlerse, onların sinyallerini prensipte hala tespit edebilirdik. Örneğin Arecibo, Allen Teleskop Dizi­ sinin daha sonra Kepler görüş sahasında gezegen barındıran yıldızlar aramasının arkasındaki en büyük gerekçelerden bi­ riydi. Kepler sahasındaki yıldızların çoğu birkaç yüz ışık yılı uzaklıkta; eğer diğer taraftaki gönderici anten en az Areci­ bo'nunki kadar büyük değilse, ATD'nin oradan gelen radyo sinyallerini tespit etmesi ihtimali oldukça düşük. Tıpkı SETI Enstitüsü ve ATD'nin kendisi gibi, Arecibo da daha iyi günler görmüştü. Milenyum arifesinde, kendile­ ri de siyasi sebeplerle oluşan bütçe kesintileriyle mücadele etmekte olan Ulusal Bilim Kurumu (NSF)' ve NASA gibi fe­ deral kuruluşlar Gözlemevine yapılan harcamaları kestikçe, buranın fonları da istikrarlı bir düşüşe geçti. Özel bağışlar, üniversite fonlamaları ve Porto Riko devletinden gelen bir nebze finansal destek de yapılan kesintileri tamamen denge­ lemeye yetmedi. 201 1 'in Mayıs ayında, NSF, Gözlemevini ar­ tık CornellÜniv ersitesinin idare etmeyeceğini ve sorumlulu­ ğu da kar amacı gütmeyen bir kuruluş olan SRI International tarafından yönlendirilen özel ve kamusal yönetim ortakla­ rından oluşan bir kurula devrettiğini duyurdu. Herhangi bü­ yük bir ek fonkaynağının bulunmaması durumunda yeni yö­ neticilerin Arecibo Gözlemevini kapatacağına, dünyanın en büyük radyo antenini parçalarına ayıracağına ve kireçtaşı obruğunu eski doğal haline döndüreceğine dair söylentiler kol geziyordu. 2012'de idare can çekişen ATD'den de alınıp SRI International' a verildi. "Başlangıçta L etkeni yalnızca bir uygarlığın yüksek tek­ nolojiye sahip olma süresini ifade ediyordu," dedi Drake,

"National Science Foundation" (NSF) ---çn.

54 DRAKE'IN ORKiDELERi dikkatini pencereden tekrar paketin içindeki gittikçe azalan kaju stoğuna vererek. "L'nin gerçekten de bir uygarlığın tes­ pit edebileceğimiz bir teknolojiye sahip olma süresi olma­ sı gerekiyor. Bu da her şeyi karman çorman ediyor, çünkü L'nin yalnızca ilk olarak tespit edilebilecek bir teknolojinin var olmasına değil, bir de araştırmacıların teknolojik kabi­ liyetlerine de bağlı olduğu anlamına geliyor. Örneğin kendi medeniyetlerimize bakalım. Şu an için radyoya yaklaşık yüz yıldır sahibiz, bunun da bize L için en az yüz değerini verme­ si gerektiğini düşünürüz. Ama radyolarımız zaman geçtikçe daha da sessizleşiyor, bu yüzden birisi bizi radyoyla izliyor­ sa, çok uzun süre göremeyecek demektir. "60'larda kıtalararası balistik füzeler için çok güçlü as­ keri radarlarımız, erken uyan sistemlerimiz vs vardı," diye hatırlattı Drake. "Bunlar, o zamanlarda sahip olduklarımıza benzer ekipmanlar kullanılarak yakınlarımızdaki yıldızlar­ dan tespit edilebilirdi. O günlerde bu tür bir teknolojinin gittikçe daha da güçleneceğini ve bunun da Dünya'yı pra­ tikte sonsuza dek görünür kılacağını düşünüyordum. Tek­ noloji gerçekten de çok güçlendi, ama benim beklediğim şekilde değil. Daha verim odaklı hale geldi. Örneğin dijital televizyona geçiş bizi analog yayın kullandığımız zamanlar­ da olduğundan çok ama çok daha az algılanabilir kıldı. Ko­ aksiyel kablolar ve fiberoptikle, önceden olduğundan daha fazla gönderim gerçekleştiriyoruz. Radyo sinyallerini gön­ derme biçimlerimizin çoğu da kozmik radyo gürültüsünden neredeyse ayırt edilemez durumda. Tüm bunlar, varlığımızın büyük bir işareti olabilecek bir şeyin ortadan yok olmasına sebep oluyor. Puf!" Drake iç geçirdi. "Bugünlerde, daha gelişmiş uygarlık­ ların tespit edilmesinin daha genç olanlardan muhtemelen daha zor olacağını düşünüyorum," dedi. Dünyada, yirminci yüzyılın ilk yansında gelişmiş olan yüksek teknoloji, asrın ikinci yansında gelişmiş ülkelerden yayılarak tüm dünyayı sarmıştı. Bilim, atom çekirdeğinin kuvvetinden faydalandıktan sonra yüzünü canlı hücreleri­ nin çekirdeğindeki mekanizmaya dönerek, sentetik biyoloji-

55 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK nin dönüştürücü çağı olmayı vaat eden bir dönemi öne çıkar­ dı. Tarımsal üretimdeki genetik mühendisliği patlamaları, tıptaki çığır açan gelişmeler ve yaşam standartlarındaki bi­ lim temelli başka birçok artış yoluyla dünya nüfusu iki kat­ tan fazlaarttı . Eş zamanlı olarak çevresel bozulma ve yaşam alanı yıkımlarına bağlı olarak doğal türlerin yok oluş ora­ nı hızla tırmandı. Kara otobanlarla, güç aktarım hatlarıyla ve fiberoptik iletişim ağlarıyla kaplandı; gökyüzüne kıtalar ötesi uçakların arkalarında bıraktıkları izlerle ve yörüngesel uyduların yıldız benzeri parıltılarıyla hatlar çizildi; hava­ nın kendisiyse radyoların, televizyonların ve cep telefonla­ rının elektromanyetik çıtırtılarıyla ve gezegenin fosil yakıt rezervlerinin çılgınca yanmasının sonucu olarak gittikçe artan miktarlarda karbondioksitle doldu. Bilgi teknolojisin­ deki hızlı, ardışık devrimler, güçlü bilgisayarları her yerde hazır ve nazır, şebekelenmiş ve kişisel kılarak sıklıkla atom­ lar dünyasına sadece belli belirsiz bağlı olan sanal diyarlar yarattı. Bu değişimlerin kültürümüzün ve dünyamızın geleceği açısından ne anlama geldiği henüz bilinmiyordu, ama yine de birkaç asırlık bir zaman diliminde torunlarımızın geldi­ ği hali tanımamızın bile mümkün olmayacağı muhtemel gibi görünüyordu. Drake'e, SETI Enstitüsünün fonlanmasına yardımcı olan aynı Silikon Vadisi kodamanlarının birçoğu­ nun sıklıkla, daha radikal ve hızlı bir değişim çağının şafağı, içerisinde işletim gücü ve çok yönlülüğün üssel büyümesi­ nin en hafifhalde bütün gezegeni kökten değiştirebilecek bir "teknolojik tekilliğin" gelişi hakkında konuştuklarından bah­ settim. Kimi tekno-peygamberler, bilgisayarların duygulara veya tanrısal güçlere sahip olması hakkında gerek tapınır­ casına, gerek korku dolu ifadelerle konuşuyordu. Başkaları, insanların zihinlerini günün birinde bir açıdan sonsuza dek yaşayabilecekleri silikon substrata yükleyerek karbon temel­ li zincirlerinden kurtulacağını iddia ediyordu. Hepsi de eğer insanların kendi kaderlerinde dünyayı miras almak yoksa, onu miras alacak şeyi kesinlikle insanların yaratacağı ko­ nusunda anlaşmış gibi görünüyordu. Hatta birkaçı Drake'in

56 DRAKE 'IN ORKi DELERi

gençlik yıllarının çoktan geride kalmış Uzay Çağı hayallerini yeniden uyandırmış, kafalarında, insanların akıllı makinele­ riyle güneş sistemi içinde dolaşabileceği ve belki de bir gün diğer yıldızlara seyahat edebileceği, refah ve keşfin altın çağı olarak nitelenebilecek bir dönem canlandırmıştı. "Evet, onları ben de duydum," diye yanıtladı Drake. "Mars' a gidebilseydik çok iyi olurdu. Ama hepimizin yavaşça birer bilgisayar haline geleceği veya onların bizim yerimize geçeceği hipotezine katılmıyorum. Günün birinde yapabile­ ceğimiz şeyleri düşünürsek de hiçbir zaman başka yıldızlara koloniler kurabileceğimizi düşünmüyorum." Bunun sebebini sordum. "Bilgisayarların eğlenebileceğini sanmıyorum," dedi. "Bana göre eğlence, bilgisayarlara uygun olmayan bir nite­ lik. Ama ben ne bilirim ki?" Güldü. "Öte yandan yıldızlararası seyahat üzerine azıcık çalışmışlığım var. Yüz insanı yakın bir yıldızın çevresine yerleştirmek, onları kendi sisteminizin yö­ rüngesine yerleştirmekten yaklaşık bir milyon kat daha pa­ halı bir işlem. Bunu başarabilmek için hayli zengin olmanız gerek. "Diyelim ki on ışık yılı uzaklıkta iki koloniniz var; tah­ minimce yaşanabilir gezegenler arasındaki tipik uzaklık bu kadar. Gerçek şu ki ışık hızının onda birinden daha hızlı yol alamazsınız. Bundan daha yüksek hızlarda eğer bir madde­ ye filan çarpacak olursanız ortaya çıkacak enerjinin miktarı bir nükleer bombanın enerjisine yaklaşacaktır. Dolayısıyla yüzde onla, yani bizim yakınına bile yaklaşamadığımız bir hızla sınırlısınız ve bu da her biri en az yüz yıllık yolculuk­ lara bakıyoruz demek. Uzaklıklar, süreler ve hızlar ürkütücü, ama en ürkütücü olan, maliyetler. Akla yatkın miktarlarda mürettebatla keşif gezisine çıkılabilecek en küçük model­ lerden biri olan Boeing 373 boyutlarında bir aracı en yakın yıldızlardan birine ışık hızının yüzde onu kadar bir hızla gönderdiğimizi düşünelim, tamam mı? Şimdi bu aracın için­ deki kinetik enerjiyi ele alalım. Bu, yaklaşık olarak, günü­ müz ABD'sinin iki yüz yıllık toplam elektrik üretimine eşit olacaktır. Bu yalnızca, yavaşlamadan diğer uçta yörüngeye

57 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK girilecek tek yönlü bir yolculuk için gereken enerji.Yıldı zla­ rarası yolculuğun doğasında var olan zorluk, radyo sinyali gibi şeyler aramanın böylesine çekici gelmesinin arkasında­ ki en büyük sebeplerden biri." "Yani güneş sistemimizin içinde sıkışıp kaldığımızı düşü­ nüyorsunuz," dedim, şişmiş kızıl Güneş'in Dünya'yı temizle­ yeceği uzak günleri düşünerek. "Bu mudur?" "Evet, öyle düşünüyorum," diye yamtladı Drake, karam­ sarca. "Ama kabul etmelisiniz, var olduğu müddetçe burası da fena bir yer değil." Drake son kajulanm yedi, Coca-Cola kutusunu eline aldı ve kutunun baş kısmını benim bira şişemin boyun kısmıyla tokuşturdu. L'nin şerefineve onu büyük bir sayı haline getir­ menin yollarım arayanlara içtik.

58 Bölüm 3

PARÇA PARÇA BİR İMPARATORLUK

Ozma Projesi 1960'ta açığa çıkarıldığında, astronomlar ara­ sında derin bir uçurumun oluşmasına sebep oldu. Kimileri başka galaktik uygarlıklar için gökleri tarama fikrini sever­ ken, başkaları da bunun en kötüsünden bir sahtebilim oldu­ ğunu düşünüyordu. SETI'nin savunmasında Struve, küresel astronomi camiasının üst kademeleri arasında dolaşan etki­ leyici bir mektup kaleme aldı. Struve mektupta, başka yıldızların etrafında da gezegen­ lerin muhtemelen yaygın olduğunu ve belirli herhangi bir dünya üzerinde ortaya çıkacak yaşam veya zekanın olasılığı bilinmese bile "eğer etkinliklerin sayısı çok fazlaysa, içkin bir biçimde olasılıksız tek bir etkinliğin de hayli muhtemel olacağını. ... Güneş benzeri yıldızlara dair erişilebilir örnek­ lerin miktarı yeteri kadar fazlalaştığında Ozma deneyinin de nihai olarak olumlu sonuçlar getireceğine inanmak için her türlü sebebin var olduğunu" vurguluyordu. İnsanlık, di­ yordu, kozmik aşamada artık yalnız veya isimsiz olduğunu düşünemez. Astronomi bir dönüm noktasındaydı, diye yazıyordu Stru­ ve. Uzay Çağı, bu alanı, "insanlık tarihinde görülmemiş bir türbülans, belirsizlik ve kaotik genişleme haline," muazzam devlet hazineleri tarafından gittikçe artan fonlarla destek­ lenen bir duruma itmişti. Astronomlar, dünya dışı yaşam ve zeka arayışını kucaklayarak, Aydınlanma çağına rakip ola­ cak yeni bir keşiflerça ğı için toplanarak bu yeni keşfedilmiş bolluktan istifade edebiliyordu. Bununla birlikte geleceğin tarihçilerine "birbirlerine rakip ama pek de parlak olmayan bilim insanlarının ekip çalışması, apaçık bir fikirlerkarma-

59 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

şası, araştırmamızın ve onun siyasi yankılarının rekabetçi yönleri" biçiminde tanımlanan daha az etkileyici kayıtlar bırakarak yalnızca mevki peşinde koşarak da geçinip gide­ biliyorlardı. Genellikle olduğu gibi burada da işin aslı bu ikisinin arasında yatıyordu. Drake'le buluşmadan birkaç gün önce, Santa Cruz'un 200 kilometre kuzeyinde bulunan Tomales Koyundaki Marconi Konferans Merkezinde bilim insanları ve gazetecilerin bir araya geldiği toplantıya katıldığımda, Struve'un uyarıları aklımdaydı. Günümüzde UC Berkeley'in Miller Temel Bilim Araştırma Enstitüsünün yıllık olarak düzenlediği disiplin­ ler arası bir konferansa ev sahipliği yapsa da 1913 yılında radyonun öncüsü İtalyan Guglielmo Marconi tarafından inşa ettirilen bu konferans salonu bir zamanlar dünyanın ilk Pasifik ötesi alıcı istasyonuydu. Küçük botların ve jet ski­ lerin, dar koyun zümrüt yeşili sularını lekelediği sıcak ve güneşli bir Cumartesi akşamüstüydü; ama tüm katılımcılar şahin gagasına benzeyen bir burnave kocaman yeşil gözlere sahip, siyah saçlı, şık giyimli, bir deri bir kemik bir adam tarafından büyülenmiş bir biçimde, boğucu ve karanlık bir odada oturuyordu. Adam, bir projektörden yansıyan Power­ Point slaytlarının önünde heyecanla konuşuyor, konuşması­ nın hızlı ritminde ara sıra kekeliyor, uzun kollarıyla çeşitli jestler yapıyordu. Bu adam, beni 2007 yılında egzoplanetolo­ jiyle tanıştıran kırk dört yaşındaki astrofizikçi ve UC Santa Cruz'da profesör olan Greg Laughlin'di. "Bu fotoğrafı evimin ön kapısından beş megapiksellik ucuz bir makineyle çektim," dedi Laughlin, masmavi bir arka planın önünde duran bir topak solgun Lego gibi görünen bir şeye işa­ ret ederek. "Bu, Venüs; piksellerin her biri görülebilir olsun diye yakınlaştırıldı. Bu, şu anda ötegezegenlerle içerisinde bulunduğumuz durum açısından simgesel, çünkü baktığımız zaman bir yapı görüyoruz, bu gizemli bir yapı ve onun hak­ kında daha fazla şey bilmek istiyoruz. Aynı zamanda, diğer yıldızların yörüngesindeki dünyalar hakkında anlamaya ça­ lıştığımız çoğu şeyi, kendi güneş sistemimizdeki gezegenlerle hali hazırda yaşamış olmamız bakımından da simgesel."

60 PARÇA PARÇA BiR iMPARATORLUK

Venüs ayrıca Laughlin'in ilk bilimsel başlangıçları ba­ kımından da simgeseldi. Kendisinin astronomiyle ilk çatış­ ması, Illinois taşrasındaki bir kasabada yaşayan sekiz ya­ şında bir çocukken küçük ve basit bir teleskop almak için yeterli parayı biriktirdiğinde gerçekleşmişti. Yıldızlara ve Ay'a bakmıştı. Bir gece alacakaranlıkta teleskobunu alçakta parıldayan Venüs'e çevirmişti. Bu sefer büyütülmüş olmak­ la birlikte, çıplak gözle gördüğü bulanık noktanın aynısıyla karşılaşmayı bekliyordu. Teleskop bunun yerine, kesilen bir tırnakgib i, keskin ve beyazımsı sarı renkte bir hilal göster­ di. O anda, Venüs'te hem gündüzü hem de geceyi gördüğü­ nü ve ikisi arasındaki çizginin tıpkı şu anda kendisinin de Dünya'da içinde bulunduğu gibi bir alacakaranlık bölgesi­ ni işaretlediğini kavradı. Illinois'deki bahçesinden gördüğü manzara daha öncekilerden hem küçük hem de büyüktü; ya­ bancı bir gezegenin gizli detaylarının gözlerinin önüne seril­ mesiyle ilgili bir şey, zihnini coşturdu. Bu his, beklenmedik ve güzel olan bir şey bulduğu her seferde anlık olarak geri dönmek üzere kayboldu. Daha fazla öğrendikçe, sayıların ve denklemlerin saflığında daha fazla derinlik, gezegenlerin, yıldızların ve galaksilerin yaşamlarında daha fazla ihtişam buldu. Laughlin o zamanlarda, Venüs'ün uzak bulutlarının üstünde parlayan güneş ışığına bakarken bilmiyordu bunu, ama teleskobundan kendisine ulaşan bu manzara onu geze­ gen avcılığının sınırlarına çekecekti. "Güneş'e her ne kadar yakın olsa da Venüs'ün üzeri o kadar çok bulutla kaplıdır ki aslında Dünya'nın soğurdu­ ğundan daha az güneş ışığı soğurur," diyordu Laughlin, dinleyicilerine. "Bu yüzden, onca yıldır Venüs'ün yüzeyinin şu şekilde göründüğünü düşünmek tamamen mümkündü." Arkasındaki ekranda, sisle kaplı dağlık bir ormanın için­ den akıp dökülen bir şelalenin havadan çekilmiş bir fotoğ­ rafı belirdi. "Sonrasında, 1950'lerde, astronomlar yaklaşık altı yüz derece Celsius'luk bir sıcaklığa karşılık gelen bir soğurmayla, Venüs'ün yalnızca mikrodalgalar kustuğunu tespit etti. Kısa süre sonra da Venüs'ün denetimsiz bir sera dünyası, gerçekten korkunç bir yer olduğu ortaya çıktı." La-

61 BEŞ MiLYAR YILL IK YALN IZL IK ughlin, Venüs'ün gerçek yüzeyinin bir görüntüsünü açtı ve bu görüntünün ekranda sessizce durmasına izin verdi; 1982 yılında, cehennem sıcaklıkları ve ezici atmosfer basıncı al­ tında patlamadan saniyeler önce Rus Venera 1 3 uzay aracı tarafından gönderilen, parçalanmış kayalarla dolu cansız, dümdüz bir manzara. "1950'lerde, Venüs'ün yalnızca yaşanabilir bir ortama sa­ hip olmakla kalmayıp, insanların da yakın zamanda bu ge­ zegene gideceğinin ciddi ciddi düşünülebildiği, kısa ve çılgın bir aralık vardı. Apollo programı çok uzakta değildi ve geze­ genler arası seyahat imkanı avuçlarımızın içindeydi; görü­ nüşe göre günümüzde artık olmayan biçimde. Bize tam an­ lamıyla komşu olan Dünya benzeri yaşanabilir bir gezegen bulmuş olsaydık nelerin olacağını, tarihin nasıl değişeceğini ve dünyamızın bugün nasıl görüneceğini bir düşünün. Bu olasılıkların, Uzay Çağının gelmesine çok yakın bir zaman­ da ortadan kaybolması tuhaf, trajik bir tesadüftür. Venüs ve sonrasında Mars birer ekonomik kolonileşme adaylarından daha çok birer bilimsel ilgi nesnesine dönüştüğü andaysa halkın ilgisi diğer yıldızların yörüngesindeki gezegenlere kaydı." Birkaç slayt sonra Laughlin, dikey y ekseninde kütleleri ve yatay x ekseninde de keşfedildikleri yılların belirtildiği, bilinen tüm ötegezegenleri haritalayan bir grafik gösterdi. Grafiğin eski, ıssız sol tarafında Jüpiter'le Satürn'ün kütle­ lerinin arasındaki 1995 sütununun üst kısmında yalnız bir nokta duruyordu. Bu nokta, bağlı bulunduğu yıldız olan 51 Pegasi'yi sıyırıp geçerek bu yıldızın yörüngesindeki dönü­ şünü 4,5 günde tamamlayan gaz devi bir dünyayı simgeli­ yordu. Bu, Güneş benzeri bir yıldızın etrafında bulunduğu doğrulanan ilk ötegezegen, bir "sıcak Jüpiter" ve kuramcıları gezegen oluşumuna dair kuramlarını yeniden yazmaya ite­ cek kadar sıradışı bir gezegen sistemi olan 51 Pegasi b'ydi. Zamanda ileri sürüklenen noktalar çizelge boyunca hızla çoğaldı ve yayılarak geniş bir kütle yelpazesini içeren kalın bir yapı oluşturdu. On yıllık bir aralıkta, güneş sisteminin ötesinde olup da doğrulanan dünyaların sayısı, sonu görün-

62 PARÇA PARÇA BiR iMPARATORL UK meyen bir şekilde yüzlere çıkmıştı. Egzoplanetoloji alanında daha önce görülmemiş bir patlama yaşanıyordu. Bu dünyaların neredeyse tamamı, yörüngedeki gezegen­ lerin ileri geri kütleçekimsel sürüklenmeleri yüzünden yal­ palayan yıldızlan aramada kullanılan, radyal hız (RV) tay­ fölçümü adı verilen bir teknik yoluyla tespit edilmişti. Bir gezegen yıldızını Dünya'daki gözlemciye doğru sürükledi­ ğinde yıldızdan gelen ışık dalgalan tayfın mavi ucunda yo­ ğunlaşır; gezegen yıldızını uzağa sürüklediğindeyse yıldız ışığı kırmızı tarafa doğru yayılır. Aynı etki ışık yerine ses dalgalarında da ayırt edilebilir; tıpkı bir ambulansın sireni­ nin sesinin araç size yaklaştıkça artması, sizden uzaklaşır­ ken giderek azalması gibi. Bir yıldızın yalpalama sıklığı, bir gezegenin yörüngesel dönemine, yani bir yılına işaret eder. Ya lpalanmanın büyüklüğü -örneğin saniye başına ister bir kilometrelik ister bir santimetrelik harekete karşılık gelsin­ gezegenin kütlesine dair bir tahmin sunar. Gezegen sinyallerini, bizim yıldız adını verdiğimiz mil­ yon kilometre genişliğindeki dehşetli plazma toplarının ha­ reketlerinden ayrıştırmak, özellikle de gezegenler küçük ol­ duğunda ve uzak yörüngelerde döndüklerinde, hiç de kolay değildir. Bunun yapılması için yalnızca büyük teleskoplara değil, aynı zamanda yüksek çözünürlüklü ultra sabit tayföl­ çerlere de ihtiyaç vardır. Bir teleskobun aynası, hedefteki bir yıldızdan gelen ışığı toplar ve büyütür, sonrasında bu ışık bu tür bir tayfölçere gönderilir. Yıldız ışığı, tayfölçerin içeri­ sinde; saklanıp korunmak üzere bir yük bağlaşımlı aygıtın, sıradan tüketicilerin dijital kameralarında bulunan türden bir CCD'nin· hafızasına göndermeden önce fotonlan dalga boylarına göre şekillendiren, ayıran ve sınıflandıran ayna­ lardan, ızgaralardan ve prizmalardan oluşan bir labirentten geçer. Bir yıldızın ham tayfı, uzatılıp parçalara ayrılmış bir gökkuşağına benzer ve kırmızıdan maviye giden baştan çı­ karıcı süremi, binlerce siyah soğrulma çizgisiyle bozulmuş­ tur. Bu çizgiler, yıldızın parıldayan yüzeyinde süzülen ve fotonlar uzaya kaçmadan önce yıldız ışığının belirli dalga

CCD: İııg. "charge-coupled device" (Yüklenme iliştirilmiş araç) �n.

63 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK boylarını soğuran belli başlı atom ve moleküllerden gelir. Bir yıldızın yalpalaması, o yıldızın, yörüngesindeki gezege­ nin kütleçekim kuvvetinden gelen yansıtıcı hareketiyle aynı anda kırmızıya ve sonra da maviye doğru kayan bu çizgi­ lerde algılanır. Astronomlar, çizgilerin hareketlerini izlemek için tayfın üzerine bir cetveldeki küçük çizgilere benzeyen referans işaretleri yansıtırlar. Küçük gezegenler için çizgi­ nin CCD algılayıcısındaki karşılığı yalnızca bir piksellik bir kısım olabilir; algılayıcının dondurucu sıcaklıklara kadar soğutulması, piksellerdeki rastgele elektronik gürültüleri en aza indirerek bu tür belli belirsiz derecelerin görülmesine olanak sağlar. Rastgele elektrik akımları veya hava basıncı ve sıcaklıktaki küçük değişimler aynı zamanda gezegen sin­ yallerini maskeleyen veya taklit eden gürültüler de yaratır. Toplanan verilerin karmaşık istatistiksel indirgemeleri ve analizleriyse hata payını artırır. RV sinyalleriyle gürültüyü birbirinden ayırma işi kısmen bir bilim, kısmen de esrarlı bir sanattır ve bu işi yapabilmek için fiziksel kaynaklara ve zihinsel yeterliğe sahip insanların sayısı tüm dünyada bir­ kaç onu geçmez. Araç istikrarı ve veri kalibrasyonuyla ilgili sorunlar, ge­ zegen avcılığı için yeni şeyler değildi. Doğrusu daha eski ve unutulmaya yüz tutmuş bir yanlış alarm gezegenleri çağı­ nın arkasında bunlar vardı. l 940'ların başlarından itibaren 1970'lerin başlarına değin çeşitli astronomlar komşu yıl­ dızların yörüngelerinde gezegenlerin tespit edildiğini iddia etmiş, bunların hepsi de nihayetinde asılsız çıkmıştı. Mazi­ de kalmış bu çağın en meşhur gezegen avcısı, Swarthmore Yüksekokulundaki Hollanda asıllı Amerikalı astronom Peter van de Kamp'tı. Yüksekokulun 61 cm'lik Sproul Teleskobuy­ la onlarca yıllık bir süreçte elde edilen fotoğraf filmleriyle çalışan van de Kamp, GüneŞ'e Alpha Centauri'den sonraki en yakın yıldız ve bir soluk kızıl cüce olan Bernard hareket­ lerinde gezegen yalpalamalarını gözlediğini düşünüyordu. Başlangıçta kendisinin BernardYı ldızı'nın çevresindeki gaz devi iki gezegene dair iddiaları Time dergisi ve New Yo rk Times gibi yayımlarda ve bilimsel dergilerde bildirildi -ve

64 PARÇA PARÇA BiR iMPARATORL UK teyit edildi- ama rakipler kendi gözlemlerinde bu dünyalara dair hiçbir kanıt bulamamıştı. Bunu takip eden araştırmalar, van de Kamp'ın bildirdiği yalpalamaların sebebinin hatalı analitik teknikler kadar Sproul Teleskobunun periyodik te­ mizleme ve güncellemelerinin neden olduğu sapmalar oldu­ ğuna işaret etti. Yıllar süren yakın gözetlemeler, bu gezegen­ lere dair başka hiçbir kanıt bulamadı. Van de Kamp 1995'te, 51 Pegasi b'nin keşfedilmesinden birkaç ay önce, kendisini eleştirenleri hiçbir zaman affetmemiş bir şekilde ve keşfet­ tiği dünyaların gerçek olduğunun kesinliğinden en ufak bir tereddüt duymadan öldü. Günümüzde astronomlar, kendisi­ nin hikayesini dolaylı kanıt ve zayıf istatistikleri temel alan gezegen keşiflerine dair kibirli iddialara karşılık güçlü bir uyan olarak kullanıyor. 2009 yılında NASA'nın 600 milyon dolarlık Kepler uzay teleskobunun fırlatılmasıyla birlikte, RV'nin yanında bir başka daha doğrudan teknik de popülerleşmeye başladı. Kepler, yıldız yalpalamaları yerine, bir gezegen yıldızının önünden geçerken ve CCD'de kaydedildiği gibi yıldızın ışığı­ nın bir kısmını engellerken gerçekleşen transit geçişler ara­ dı. Bu tür bir geçişin tekrarlanma sıklığı bunu yapan gezege­ nin yılını verir ve astronomlar da engellenen yıldız ışığının miktarından bu gezegenin boyutunu tahmin edebilir. Zaman içinde muhtemelen çoğu yıldızın etrafındaki çoğu gezegeni tespit edebilecek olan RV'nin aksine, transitler rastgele ge­ ometrik hizalamalara dayanır. Yalnızca Dünya'dan görünen görüntü çizgisiyle yaklaşık olarak örtüşerek şans eseri hi­ zalanan yörüngelere sahip gezegenler transit geçiş yapa­ caktır. Bu da ötegezegenlerin büyük bir çoğunluğunun bu teknikte görünmez olduğu anlamına gelir. Ancak atılan taş, ürkütülen kurbağaya değiyordu. Gökyüzünün 165.000'den fazla yıldızı barındıran yalnızca tek bir bölgesini gözetleyen Kepler, Laughlin'in konuştuğu sıralarda halihazırda transit yapan 1200'den fazla aday gezegen bulmuştu. Her ne kadar Kepler'in yıldızları sağlıklı takip ölçümleri için fazla belir­ siz olsa da, "aday" sözcüğü her bir gezegen farklı tekniklerle doğrulanıp tasdik edilene kadar kullanıldı. 2013'ün başla-

65 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK rında, Kepler ekibi, doğrulanmış yüzden fazla dünyanın ve yaklaşık 3,000 adayın keşfini duyurdu. Laughlin'in çizelgesinin en sağında sıkıştırılmış ve çizil­ miş, ilan edilmiş Kepler aday gezegenleri, noktalardan olu­ şan bozulmaz bir çizgi halini almıştı. Önceki yılların göre­ li seyrekliğine kıyasla Kepler verileri, Jüpiter'in kütlesinin birkaç katından o kütlenin yüzde birkaçına, yani Dünya'nın kütlesine uzanan, katı bir duvara benziyordu. "Gördüğünüz gibi bu, bizim gittikçe azalan kütlelerde daha fazla geze­ gen bulduğumuzu gösteriyor," dedi Laughlin, çizelgesindeki Kepler'in dünyalar duvarına işaret ederek. "Sadece birkaç yıl önce, tüm bunlar terra incognitaydı: Yalnızca bu yıl, şu anda, Dünya'nın kütlesine eşit kütledeki gezegenleri keşfet­ meye başlamış bulunuyoruz. Başka yıldızların etrafında bu­ lunan, Dünya'yla aynı kütle ve boyuttaki gezegenler hakkın­ da gerçekten de akla yatkın bir biçimde konuşabileceğimiz bir noktadayız ve çoğu gezegen sisteminin düzenine dair çok daha iyi bir algı geliştirmeye başlıyoruz. Benim 'galaktik ge­ zegen sayımı' dediğim şeyi alıyoruz ve sonuçta elde ettiğimiz şey, bize, tıpkı Venüs ve 51 Pegasi b'de olduğu gibi, Dünya ve kendi güneş sistemimiz temelinde dışkestirimlerde bulun­ manın tehlikeli olabileceğini hatırlatıyor." Laughlin, devam etmekte olan galaktik gezegen sayımın­ da, teleskop başında bir gözlemci olarak değil, ama gözlem­ cilerin ulaştırdığı veriyi analiz etme aşamasında bütünleyici bir rol oynadı. Kendisinin uzmanlıklarından biri, deneme­ yanılmayla ilerleyen istatistiksel bir süreç olan, bir yıldı­ zın gezegen sistemini yalnızca RV yalpalamaları yoluyla bir araya getirme işlemiydi. Eğer bir yıldızın yalpalamasının sebebi yörüngede tek başına dönen bir gezegense, ileri-geri salınımların haritasını çıkarmanın sonucunda elde edilecek olan, gezegenin yörüngesinin dönemlerine göre tekrarlanan yumuşak ve düzenli iniş ve çıkışlara sahip, sert bir biçimde çalınan bir kemanın telindeki tek temiz nota gibi görünen, klasik bir sinüs dalgası olacaktı. Verilerdeki bu kalıp mode­ li belirlemekse çocuk oyuncağıydı. Ancak çok gezegenli sis-

Terra incognita: Lat. "bilinmeyen, keşfedilmemiş yer" -çn.

66 PARÇA PARÇA BiR iMPARATORLUK temlerde, her bir dünya yıldıza kendine özgü incelikli çekişi uygulayarak daha karmaşık bir yalpalamalar modeli yara­ tır. Sistemin mimarisini bu yalpalamalardan ayırmak, daha çok, bütün enstrümanlarının aynı anda farklı notalar çaldığı bütün bir orkestranın düzenini ve kompozisyonunu belirle­ mek gibiydi. Eğer bir gezegen avcısı kürelerin müziğindeki bir avuç izole hoş nidaya fazlaod aklanırsa, keskin notalarda ve artık gürültüde gizlenmiş diğer gezegenleri kaçırabilirdi. Dünya ne kadar küçükse sinyali de o kadar azdı ve yıldız statiğinin izlerindeki varlığını tespit etmek için o kadar faz­ la astronomun çabalaması gerekiyordu. Laughlin, Systemic Console adı verilen ve bu tür karmaşık veri dizileriarasında n gezegen sinyallerini algılayan bir yazılımın geliştirilmesine rehberlik etmişti. Bu yazılım çabucak alanın standart araç­ larından biri haline geldi. Laughlin dizüstü bilgisayarında Systemic'i açtı ve gerçek gezegen avcılığını dinleyicilerine de tattırdı. Ekranda siyah beyaz bir ağ ve onun üzerinde de yüzlerce nokta belirdi. "Bu, yaklaşık yirmi sekiz ışık yılı uzaklıktaki bir yıldız olan 61 Virginis'in, meslektaşlarım Paul Butler ve Steve Vogt tarafından geçtiğimiz birkaç yıl içinde iki teleskopla elde ettiği RV verisi," diye açıkladı Laughlin. Bir düğmeye tık­ ladı ve noktaların hepsiyle olmasa da çoğuyla kesişen bir sinüs dalgası verilerin üzerine eklendi. "Birkaç yüz günlük bir dönüme ve kabaca Jüpiter'in kütlesinin çeyreğine sahip bir gezegenin sinyalleri bu şekilde görünüyor, ama gördü­ ğünüz gibi bu sinyaller kusursuz bir uyuşmanın yanından bile geçmiyor." Birkaç dakika boyunca model gezegenin yö­ rüngesine ve kütlesine ince ayar yaptı, ama sinüs dalgaları veri noktalarıyla hizalanmamak için inatçı bir biçimde dire­ niyordu. "Şimdi yalnızca, farklı kararlı gezegen biçimlendir­ melerini deneyen, en iyi seçenekleri gözden geçiren ve bize en iyi uyumlanmayı veren otomatik uyumlama programı­ nı çalıştıracağız." Bir tuşa daha tıkladı ve saniyeler içinde noktalardan oluşan üç farklı eğri meydana geldi. Noktalar, Laughlin'in önceki girişimlerinde oluşan sinüs dalgaların­ dan çok, bu eğrilerin içinden geçiyordu.

67 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

"Burada her ne kadar hala artıklar varsa da yazılımın üç gezegenlik çözümünü görebilirsiniz; 61 Virginis, yaşanabilir bölgesinde bile daha fazla gezegene kolayca sahip olabilir," dedi. "Bu, meslektaşlarımla birlikte yayımladığım sonuçlar­ dan biri. Asıl ilginç olansa civarımızda bize en yakın birkaç yüz yıldız arasında 61 Virginis'in bizim yıldızımıza en çok benzeyen yıldız olması. Güneş'le tamamen aynı kütleye, ya­ rıçapa ve kimyasal bileşime sahip ve onunla neredeyse aynı yaşta, ama yine de sahip olduğu gezegen sistemi baştan aşa­ ğı farklı. Bu gezegenlerin en yakından en uzağa doğru kütle­ leri aşağı yukarı 5, 18 ve 23 Dünya kütlesinde, hepsi de bir­ birlerine çok yakın bir biçimde, bizim güneş sistemimizde Merkür'ün yörüngesi olabilecek bir şeyin içine doluşmuş. Bi­ zim güneş sistemimizde Merkür'ün yörüngesinde hiçbir şey yok, ama 61 Virginis oraya üç koca gezegen sığdırmış! Bu tür mimariler baktığımız her yerde karşımıza çıkıyor, ama bizim kendi güneş sistemimizden de tahmin edilemezlerdi. Bunlar, beklenmedik şeylerdi." Dinleyiciler arasından biri, hiçbir gezegene sahip olma­ yan yıldızların sayısını sordu. "Herhangi bir yıldızın gezegenlerden yoksun olduğunu göstermek oldukça zor,'' diye yanıtladı Laughlin. "Bu yüzden, bizimki gibi bir gezegen sistemine sahip olan yıldızların yüz­ desini sormak daha faydalı oluyor. RV araştırmalarından ve Kepler'den gelen veriler, bizim sistemimizdeki gibi, on yıllık bir yörüngenin içindeki Jüpiter kütlesinde bir gezegene sa­ hip yıldızların hayli nadir olduğunu göstermeye başlıyor. Bu, gözlenen yıldızların şu anda en fazlayalnı zca yüzde onunun destekleyebileceğini düşündüğüm bir şey. En azından konu Jüpiter olduğunda, güneş sistemimiz biraz sıradışı hale ge­ liyor. Şu anda veriler bize, örnek gezegen sisteminin sıcak, kısa dönemli bir yörüngedeki Neptün benzeri bir gezegen ol­ duğunu söylüyor, ama bunun bir kısmı da seçim yanlılığına giriyor; bu tür gezegenleri tespit etmek daha kolay." Laughlin kasıtlı bir şekilde volta atmaya tekrar başlayıp, podyumla bir pencere arasında ileri geri yürüyerek sunumu­ nun ritmini geri kazandı. "Aslına bakılırsa, Dünya boyutun-

68 PAR ÇA PARÇA BiR iMPARATORLUK daki gezegenlerin Dünya benzeri yörüngelere göre dağılımı hakkında henüz çok şey bilmiyoruz, ama beklentiler bu tür gezegenlerden bolca bulunduğu yönünde. Sanıyorum ki Kep­ ler bunun cevabını yakında verecektir; toplam popülasyon­ ların küçük parçalarını ortaya çıkarıyor olsalar bile transit geçişleri doğrulamak daha kolaydır. Günümüzde tespit etti­ ğimiz küçük gezegenler, yıldızları üzerinde saniyede yaklaşık bir metrelik RV sinyalleri yaratıyor. Ben de şu anda saniyede bir metre yürüyorum. Baktığınız zaman, çokça ışık yılı öte­ deki bütün bir yıldızın hareketindeki böylesi küçük bir deği­ şimi tespit etmek inanılmaz bir başarı, ama pek yeterli değil: Dünya'nın Güneş üzerindeki RV sinyali, saniyede yaklaşık on santimetre. Yıldızlar, dahili vuruşlarından, titreşimlerden ve yüzeylerinde dolaşan maddelerden ötürü, bundan çok daha fazla hareket ederler; her saniye bir yıldız tüm o gürültüyü yaratır ve sinyali kirleten astrofizik sapmasına yol açar." Laughlin'in dikkatli bir biçimde dile getirilmiş yorumla­ rının içerisinde dolaylı bir uyarı vardı. En davetkar dünyalar -yani Dünya'ya benzeyen ve yaşama ev sahipliği yapanlar­ aynı zamanda bulunması en zor olanlardı. Yıldızının çevre­ sinde ılımlı bir yörüngede dönen düşük kütleli bir gezegen, genellikle yalnızca bir yıldız denizinin üzerinden aşıp gelen bir sinyal şeridi olarak tespit edilebiliyordu. RV araştır­ malarına, yakınlardaki yıldızların yörüngesinde bulunan yabancı Dünyaların bulunması için yapılan baskı arttıkça, neyin gerçek olduğunu bilmek de eş zamanlı olarak gittikçe zorlaşıyordu. Zayıf RV gezegen sinyalleri, diyordu Laughlin dinleyici­ lerine, sessiz bir yıldız dikkatlice harcanarak, yıldızın ha­ lihazırda düşük olan gürültüsünün azaltılması için zaman içinde hepsinin ortalaması alınmış yüzlerce ve hatta binler­ ce gözlem için kafa patlatılarak büyütülebilirdi. Ama bu yak­ laşımın da riskleri vardı; birinci sınıf bir teleskop ve tayföl­ çerle gözlem zamanını garantiye alabilecek kadar talihli bir gezegen avcısı ekibi, bir yıldızın davetkar sinyallerini aylar ve hatta yıllar boyunca takip edebilir ve potansiyel gezegen­ lerin asılsız olduğu sonucuna ulaşabilirdi. Gezegenlere dair,

69 BEŞ Mi LYAR YI LLIK YA LNIZ LIK istatistiksel bir belirsizlikten doğan en ufak bir olasılık çı­ tırtısında kariyerler ve itibarlar tuzla buz olurdu. "Daha dü­ şük kütleli gezegenler üzerindeki yoğun ısrar, aynı zamanda farklı rakip gruplar arasındaki bir 'silahlanma yarışı'nın bir parçası," diye açıkladı Laughlin, sunumunun sonlarına yak­ laşırken. "Birkaç gezegen buluyorsunuz, sonra da süre-öde­ nek komiteleri size daha fazla gezegen bulmanız için biraz daha zaman tanıyor. Eğer bir noktada gezegen bulamazsanız iş bitiyor, oyundan diskalifiye oluyorsunuz."

***

Astronomların l 990'ların ortalarında sürekli olarak ötegeze­ gen bulmaya başlamasından on yıldan fazla bir süre sonra, RV "oyunu," biri Amerikalı diğeri Avrupalı iki büyük gezegen avcısı hanedanla sınırlanmıştı. İlki 1983 yılında, Pasadena­ California'da, Geoff Marcyisi mli yirmi sekiz yaşındaki hırslı bir astronomi doktora öğrencisi uzun bir sabah duşu alır­ ken başladı. Marcy'nin yıldızların manyetik alanları üzerine yaptığı araştırma bir türlü başarıya ulaşmıyordu ve önemli birkaç astronom tarafından da şiddetle eleştirilmişti. Marcy kendini yetersiz, umutsuz ve mahvolmuş hissediyordu. Sular öne eğilmiş başının üzerinden akarken, o zamana kadarki kariyerinin çoğunlukla bir başarısızlık olduğunu ve hiçbir şey değişmezse de henüz adamakıllı başlamadan sona erebi­ leceğini farketti . Gökyüzündeki tüm yıldızların gezegenleri­ nin olup olmadığını merak eden küçük bir çocukken onu ast­ ronominin felaketlerle dolu bu yoluna iten şeyleri düşündü. O tutku nereye gitmişti? Birdenbire bir aydınlanma anı yaşa­ dı: eğer kaderi başarısızlığa mahkumsa, kendisinin sevdiği ama başka birkaç kişinin de ciddiye aldığı bir konunun pe­ şinden giderek, olağanüstü bir biçimde başarısız olmalıydı. Duştan çıktığında belki de kısacık sürecek olan kariyerinin geri kalanını ötegezegen arayarak geçirmeye karar vermişti. Marcy, sandığı kadar yetersiz değildi. Astronomi üzeri­ ne sahip olduğu ansiklopedik bilgi kıvrak zekası ve doğal bir hikaye anlatma yeteneğiyle birleşince, kavranması en zor astronomik konuları bile sıradan insanlar için anlaşılır kılı-

70 PAR ÇA PARÇA BiR iMPARATORLUK yordu. Kısa süre içinde San Fransisco Eyalet Üniversitesinde küçük bir okutmanlık işi buldu ve düzgün bir kalibrasyon olmadan gezegenlerin tayfölçümselsiny allerinin tespit edil­ mesi imkansız olacağı için planları her ne kadar tam olgun­ laşmamış olsa da derslere girmektenarta kalan vakitlerinde bir RV gezegen araştırmasına kafayordu. Aynı anda kimyada bir lisans derecesi ve astrofizikte de bir master derecesi ko­ valayan genç bir öğrenci olan Paul Butler'la tanıştığındaysa meseleye bir bütünlük sağlandı. Butler, Marcy'nin ötegeze­ genlere karşı ilgisini paylaşıyordu ve bu ikisi yakın birer ar­ kadaş oldular. En uygun kalibrasyon yöntemlerini bulmak için birlikte çalıştılar; ta ki Butler bir çözümle gelene ka­ dar: bir tayfölçere bağlanabilecek, iyotla dolu bir cam kap. Bu "soğurma hücresi"nin içinden geçen ışık, yıldızın tayfının üzerine numara işaretine (#) benzer iyot soğurma çizgileri yansıtarak küçük izgesel yalpalamaların görülmesine ola­ nak sağlayacaktı. Butler'ın iyot hücresi, RV gezegen araştır­ macıları için onlarca yıl boyunca standart kalibrasyon tek­ niği haline gelecekti. 1987'de, Marcy ve Butler, UC San ta Cruz astronomu ve Marcy'nin eski doktora danışmanı olan Steve Vogt tarafın­ dan inşa edilmiş, genel amaçlı bir "Hamil ton" tayfölçerle bu iyot hücresini birleştirdi ve gezegen arayışlarına başladı. Yıllar boyu, San Jose'nin kırk kilometre doğusundaki Hamil­ ton Dağındaki Lick Gözlemevinde bulunan çeşitli teleskop­ lar üzerinde tayfölçeri kullanarak, boşu boşuna, Güneş ben­ zeri yaklaşık 120 komşu yıldızın etrafındaki güneş sistemi dışı Jüpiterler aradılar. Butler, Maryland Üniversitesinden doktorasını almak için çalışmayı bir süreliğine bıraktı, ama ikilinin veri analiz yazılımını bilemeye devam etti ve nihayet verilerindeki RV hassaslığını saniyede 15 metreden 5 metre­ ye getirecek kadar keskinleştirdi. 1995 yılı sonbaharında sa­ bırlarının sonuna yaklaşmışlardı ki Cenevre Üniversitesin­ den iki astronom, Michel Mayor ve Didier Oueloz, Fransa'nın güneyindeki Haute-Provence Gözlemevinde yürütülen bir başka RV araştırmasına dayalı olarak 51 Pegasi b'nin keş­ fini duyurdu.

71 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Bu haberi duyan Marcy ve Butler, derhal 51 Pegasi'yi ken­ dileri gözlemlemeye gittiler ve birkaç gün içinde, yıldızın fı­ rıl fırıl dönen sıcak Jüpiter'inden gelen yalpalamaları kendi gözleriyle gördüler. Baktıkları şey, araştırma yaptıkları onca yıl boyunca düşünmedikleri ve aramadıkları bir gezegen çe­ şitliliğiydi. Eski verilerini yeniden gözden geçirerek 47 Ur­ sae Majoris ve 70 Virginis isimli yıldıların etrafında hızlıca iki dev gezegen buldular ve böylece yeni yeni hızlanmaya başlayan keşif yarışında liderliği tekrar ele geçirip onlarca yıla yayılacak bir rekabeti başlattılar. O ilk altın yıllarda, yaklaşık on yıllık bir deneyim ve el­ lerinin altında bulunan geniş bir geçmiş veri kataloğunun itiş gücüyle, Marcy ve Butler yarışta hayli öne geçmişti. Mi­ lenyuma girildiğinde, yakın yörüngeli yaklaşık kırk adet gaz devi keşfetmişlerdi. Her birinin ilanı, birer haber konusuydu; ötegezegen keşifleri henüz bir rutin haline gelmemişti. Araş­ tırmalarının dergi kapaklarına ve ulusal haberlere taşınma­ sıyla ikili kendilerini ansızın yüksek bir akademik talebin içerisinde buldu ve kısa sürede de daha prestijli mevkileri garantiledi. Marcy, UC Berkeley'de profesör oldu ve Butler da başkent Washington'daki Carnegie Bilim Enstitüsünde kadrolu bir bilim insanı olarak işe başladı. Coğrafi olarak birbirlerinden ayrı olsalar da birlikte çalışmaya devam etti­ ler ve nihayet artan şöhretlerini kullanarak, ekiplerini, Vogt ve bir başka parlak gezegen avcısı olan astronom Debra Fischer'ı kapsayacak biçimde genişlettiler. Grup daha faz­ la fon kazandı ve dünyadaki en iyi astronomi kaynaklarına, özellikle de yine bir Vogt üretimi olan ve Mauna Kea-Hawa­ ii'deki W. M. Keck Gözelemevinde bulunan onar metrelik ikiz teleskoplar üzerinde işlem yapan bir tayfölçerolan HIRES'a erişim olanağı buldu. HIRES, saniyede 3 metrelik RV hassas­ lığına ulaşabiliyor, böylece daha ılıman yörüngelerde bulu­ nan daha küçük ötegezegenler keşfedilebiliyordu. Ama po­ tansiyel olarak yaşanabilir dünyalara ulaşılması için daha fazla hassasiyet gerekiyordu. Marcy, grup içi e-postalarını "YASABİRMEYÖ!" şeklinde teşvik edici bir sözle bitirmeye başlamıştı: Ya Saniyede Bir Metre, Ya Ölüm!

72 PAR ÇA PARÇA BiR iMPARATORL UK

Amerikalı meslektaşları akın akın ilerlerken her ne kadar dünyanın farklıyerl erinden işbirliği içinde bulundukları bi­ lim insanları varsa da, Marcy ve Butler'ın Cenevre kökenli ra­ kiplerine sürekli olarak hitap ettikleri şekliyle, "İsviçreliler" de boş boş oturmuyordu. Onlar da ekiplerini genişletiyor ve daha fazlagez egen bulmak için çabalarını katlayarak artırı­ yorlardı. İki ekip de üstünlük kurmaya çalıştıkça, rekabetleri

şiddetli bir hal alıyordu. l 998'deki bir konferansta, Amerika­ lı ekip, bir kızıl cüce yıldızın çevresindeki ilk gezegen olan Gliese 876b'nin keşfini ilan etti. Ertesi gün, İsviçreliler, aynı gezegeni Amerikalıların ilanından günler önce kendilerinin keşfettiğini ifade ettikleri bir duyuru yaptılar; keşfin konfe­ ranstan birkaç saat önce doğrulandığını, Marcy ve Butler'ın onlardan erken davrandığını iddia ettiler. Amerikalı ekip aynı zamanda gezegen üzerine yapılan hakemli yayında da onlardan önce davranacak ve keşfin övgülerini toplayacak­

tı. l 999'un Kasım ayında, transit geçiş yapan ilk gezegeni ayn ayn ve neredeyse aynı anda gözlemleyip sonuçlara dair makaleleri ibraz ettikten sonra iki ekip de HD 209458 isimli yıldızın etrafındaki bir sıcak Jüpiter olan bu dünyanın keş­ fini başkalarıyla paylaşmak için birbiriyle yarıştı. Rekabet, 2002 yılında, İsviçreliler HD 83443 adlı yıldızın çevresinde iki "sıcak Satürn"tespit ettiklerini iddia ettikleri bir makale yayımladığında daha da kızıştı. Bu yıldızı Marcy, Butler ve Fischer da gözlemlemiş, ama verilerinin içinde İsviçrelilerin gezegenlerinin ikisini birden destekleyecek kanıt bulama­ mıştı. Butler, İsviçrelilerin iddialarına karşı çıkış noktaları­ nın detaylandırıldığı bir makalenin yayımlanmasına öncü­ lük etti ve aylar sonra İsviçreliler bu gezegenlerden birini geri çekerek öbür türlü kusursuz olan kayıtlarına kara bir leke sürdüler. Buna karşın birlikte çalıştıkları süre boyunca Marcy, Butler ve Fischer, ellerindeki listeden tek bir dünyayı bile geri çekmedi. İsviçreliler, Butler'ın Amerikalıların on­ lara karşı yürüttüğü davaya öncülük ettiği zamanları asla unutmadı. O günden sonra Butler'ı yörüngelerinden hayli uzakta tuttular.

73 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

İsviçreliler, 2004 yılında, Avrupa Güney Gözlemeviy­ le (ESO)" işbirliği içinde geliştirilen HARPS1 tayfölçerinin sahneye çıkmasıyla RV hassaslığında liderliği ele geçirdi. Bir ısı kontrollü vakum odasında istikrarlı hale getirilmiş olan ve Cerro Paranal-Şili'deki 3,6 metrelik ESO teleskobu­ na yerleştirilen HARPS, saniyede bir metrenin biraz altında nefes kesici RV hassasiyetine sahip olduğunu kanıtlayarak, İsviçrelilere yaşanabilir bölgelerin uçlarındaki yörünge­ lerde bulunan çok sayıda daha küçük gezegeni keşfetmede kullanabilecekleri belirleyici bir üstünlük verdi. Bu dünya­ ların bazıları, bizim gezegenimizin kütlesinin yalnızca bir­ kaç kat fazlasına sahipti ve bu yüzden muhtemelen ağır gaz katmanlarına boğulmuş olmaktan ziyade kayalıktı. Bunlara, umut dolu bir biçimde "süper Dünyalar" deniyordu. Keck'in HIRES'ı da aynı yıl geliştirilmiş algılayıcılara kavuşacak, hassaslığını HARPS'ınkine yaklaştıracaksa da onunla eşit­ leyemeyecekti. Amerikalılar daha fazla gezegen keşfetmişti, ama potansiyel olarak yaşanabilir dünyaları tespit etmeye doğru daha hızlı ilerleme kaydedenin rakipleri olduğunu bi­ liyorlardı. Saniyede bir metre bariyerini aşan ilk ekip İsviç­ reliler olmuştu ve HIRES, sahip olduğu tüm güncellemelere rağmen performans bakımından HARPS'ın biraz altında ka­ lıyordu. Yıllar süren hakimiyetlerinin ardından Amerikalılar içten içe, her ne kadar küçük olsalar da, ansızın ortaya çıkan dezavantajlarının ekiplerinin çöküşüne yol açacağından en­ dişeleniyordu. İsviçreliler 2002 ve 2003 yıllarında HARPS'ı geliştirirken Fischer, Vogt, Butler ve Marcy de üstün bir teçhizat olması­ nı umdukları bir şeyin planlarını yapıyordu: üzerinde Vogt tarafından özel olarak tasarlanmış, saniyede bir metre veya daha azlık RV ölçümleri yapabilecek hassaslığa ulaşabilen yeni bir tayfölçer bulunan ve Lick Gözlemevine kurulacak 2,4 metrelik bir robotik teleskop olan Otomatik Gezegen Bu-

"European Southern Observatory"(ESO) -çn. HARPS: High Accuracy Radial Velocity Planet Searcher. İng. Yüksek Has­ sasiyetli Radyal Hızda Gezegen Arayıcı -çn.

74 PAR ÇA PARÇA BiR iMPARATORLUK lucu (OGB): Yere kurulmuş daha büyük birçok teleskobun ışık toplama kuvveti tarafından gölgede bırakılmış olsa da OGB'nin üstünlüğü tek iş odaklı olmasıydı. Neredeyse tüm birinci sınıf teleskoplar zorunluluk gereği bütün astronomi alanının iş yükünü çekiyordu ve zamanlarının yalnızca bir kısmı gezegen avcılığına ayrılıyordu. Buna karşın OGB'nin tek görevi, her gece yakınlardaki parlak yıldızlan inceleye­ rek, sabit bir biçimde, bu yıldızlara eşlik eden herhangi bir küçük, kayalık gezegene ait RV sinyallerini biriktirmek ola­ caktı. Grup, Vogt'u OGB'nin baş araştırmacısı seçti. Ancak Marcy ve Butler arasındaki ilişki en kötüsünden bir döneme­ ce girdikten sonra proje çıkmaza girdi. İkilinin aşırı başarısı zaman içinde onları birbirinden ayırmış, arkadaşlıklarını istikrarsız hale getirmişti. Artık genç değillerdi; iki adamın da gözlerinin altı torba torba ol­ muş, sakallarına aklar düşmeye başlamış ve kafalarında da saç niyetine gittikçe küçülen birer hilal oluşmuştu. Birlikte süren yirmi yıllık çalışmaların ardından, bir zamanlar taze ve yeni görünen her şey artık yorucu ve kısıtlayıcı gelme­ ye başlamıştı. Her ne kadar başlangıçta yalnızca Marcy'nin altındaki bir lisans öğrencisi olsa da, iyot hücresini geliş­ tirmesi ve RV veri analiz tekniklerine yaptığı ufuk açıcı kat­ kılar, Butler'a uzun süredir araştırma ortağı olarak çalıştığı adamla eşit bir itibar kazandırmıştı. Ancak Marcy hala gru­ bun fiili lideri ve yöneticisi gibi davranıyordu. Basın müla­ katları ve akademik siyasetin hassas nüanslarındansa ger­ çek gezegen avcılığının basitliğini tercih eden Butler sakin ve dobrayken konuşkan, karizmatik ve kurnaz olan Marcy alıntılık birçok cümle kullanarak ekibin çalışması hakkında uzun uzadıya konuşmaktan mutlu ve rakiplerine diploma­ tik övgüler sunmak konusundaysa dikkatliydi. Yıllar boyu Butler'a topluca bir persona nan grata gibi davranmış ol­ malarına rağmen, konu İsviçreliler olduğunda Marcy sami­ mi ve hatta dost canlısıydı. Neredeyse evrensel hale gelen Marcy'yi övüp Butler'ı yerme eğilimi, Marcy basın konuş­ malarında ve mesleki ödüllerde aslan payını almaya devam

OGB: "Automated Planet Finder" (APF) -çn.

75 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ettikçe, zaman içinde iki adamın kaderinde hissedilir bir ay­ rılığa yol açtı. Yeterince takdir edilmediğini ve gölgede kaldığını hisset­ mek 2007 yılında Butler'ın canına tak etti ve yanına Vogt'u da alan Butler, Şili ve Avustralya'daki tesislerle Lick Gözle­ mevindeki ekipmanları kullanarak yeni bir gezegen avlama ekibi kurmak üzere Marcy'yi terk etti. Hanedan parçalanı­ yordu. Kısa süre sonra Fischer da ekipten ayrıldı ve kendi ge­ zegen avlama grubunu kuracağı ve HARPS'a rakip olup onu gölgede bırakacak yeni bir tayfölçeri, CHIRON'u inşa etmeye başlayacağı Yale'de bir profesörlük için San Fransisco Eyalet Üniversitesindeki işinden istifa etti. Artık NASA'nın Kepler görevinde bir eş araştırmacı olan Marcy de UC Berkeley'de kaldı ve daha fazla gezegen aramak ve Kepler'in binlerce adayı üzerinde çalışmak için Keck ve HIRES'ı kullanarak yeni bir çırakla, astronom Andrew Howard'la yakın bir bi­ çimde çalışmalar yürüttü. Bir zamanlar yabancı dünyalar bulmak üzere ciddi bir çekişme içinde bulunan yalnızca iki RV ekibi varken, güçlü Marcy-Butler ortaklığının çözülmesi, tüm gezegendeki gözlemevlerinde inşa edilen ve kullanıma sunulan yeni nesil gezegen avlama tayfölçerlerini kullanmak için tetikte bekleyen sonradan görme çok sayıda grubun doğ­ masına yol açtı. Ama bir arada kalmış İsviçrelilere karşın Amerikalı hanedanın parçalanmış ve yaşlanmış emektarları hala en iyi verilere, en iyi gözlemevi imkanlarına ve uzayda­ ki yaşanabilir bölgelerde kayalık gezegenler bulma konusun­ da en büyük şansa sahipti. Mevcut programına devam eden ve aynı zamanda Kepler'in meyvelerinin tadına ilk bakacak olan Marcy'nin grubu, ilk gezegeni bulma konusunda tek fa­ voriydi. 29 Eylül 2010'da Butler, Vogt ve başka dört meslektaşla­ rı, bu ihtimalleri yerle bir ettiklerini duyurdu. Belki de şans eseri olmayan bu duyuruları, Marcy'nin elli altıncı doğum gününe denk gelmişti; eski dostlardan nispet dolu son bir hediye. Kendi eski HIRES gözlemlerini İsviçrelilerin halka açık HARPS verileriyle birleştiren Vogt ve Butler, yaklaşık 20 ışık yılı uzaklıktaki Libra takımyıldızında konuşlanmış

76 PARÇA PARÇA BiR iMPARATORL UK

Gliese 581 isimli kızıl cüce yıldızın çevresinde dönen iki ge­ zegenin RV sinyallerini tespit ettiklerini öne sürdü. Geze­ genlerden biri Dünya'nın üç dört katı kütleye sahipti ve 37 günlük bir yörüngesi vardı; bu da onu yaşanabilir bölgenin tam merkezine yerleştiriyordu. Ortak karara göre gezegenin ismi Gliese 58l g'ydi ve sondaki "g," bu gezegenin o yıldızın etrafında varlığı keşfedilen altıncı gezegen olduğunu belir­ tiyordu; ama gezegen muhtemelen kayalık olduğundan ve bildiğimiz kadarıyla açık bir biçimde ne çok sıcak ne de çok soğuk bir yörüngede bulunduğundan pekala "Goldilocks"" anlamına da gelebilirdi. Vogt'sa farklı bir ismi tercih ediyor­ du. Bu gezegene eşinin ismini vererek "Zarmina'nın Dünya­ sı" adını vermişti ve bir basın toplantısında, gezegende ya­ şam bulmaları ihtimalinin "yüzde yüz" olduğunu söylemişti. Butler'sa "gezegen, yıldızdan, üzerinde su bulundurabilecek kadar uygun bir uzaklığa ve bir atmosfere sahip olabilecek kadar uygun kütleye sahip" şeklinde daha tutucu bir ifadeyi yeğliyordu. Bu duyuru, İsviçreli ekibin tamamının kafasını karıştırdı. Daha önce onlar da Gliese 58l'in yörüngesinde dört küçük gezegen bulmuştu ve bunlara yıldızın yaşanabilir bölgesinin iki ucunda bulunan, yaşanabilirliği belirsiz iki dünya da da­ hildi. O iki gezegeni nasıl gözden kaçırmışlardı? Yıldıza dair kendi HARPS gözlemlerini genişletip yeniden analiz ettikle­ rinde, ekiplerinin önceden tespit ettiği o dört gezegeni yine teyit ettiler, ama Zarmina'nın Dünyasına veya diğer potansi­ yel gezegen Gliese 58lf'ye dair hiç sinyal yoktu. Vogt'un daha az kesin HIRES verilerinin, Gliese 581 üzerindeki kendi yük­ sek kalite HARPS gözlemlerine bir hayalet gezegen sunmuş olup olamayacağını tartıştılar. Halka açık HARPS ve HIRES verileri üzerinde yapılan çoklu bağımsız incelemeler, bir de­ ğişken varsayımlar yığınına bağlı olarak kimilerinin yeni

Goldilocks: Aslen, "Üç Ayının Hikayesi" isimli İngiliz kökenli çocuk ma­ salındaki küçük, sarışın kızın ismidir. Masala göre kız, bir gün üç kişilik bir ayı ailesinin yaşadığı bir eve girer ve evde kullandığı her eşyadan üçüncüsünün, yani yavru ayıya ait olanların tam kendisine göre olduğu­ nu görür. Buradan hareketle "Goldilocks" deyimi, "ortalama," "tam kara­ rında" gibi anlamlarda kullanılmaktadır -çn.

77 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK gezegenlere dair deliller bulmasıyla, diğerlerinin de onları reddetmesiyle farklı sonuçlara varıyordu. RV sinyallerinin çıkartılmasında belirli bir tür istatistiksel analizler kullanıl­ mışsa gezegenlerin altısı değil, dördü doğru çıkıyordu; yani yeni gezegenler yanlış alarmdı! Dinamik simülasyonlarda, Vogt ve Butler gezegenlerin yörüngelerini hafif bir elipsten ziyade tam bir daireye yakın olacak şekilde değiştirmiş ve bu altı gezegenli sonuçların dört gezegenli halinden daha is­ tikrarlı olduğunu saptamıştı; bu durumda, yeni gezegenler de gerçekti! Ama doğrulanan dört gezegenin yörüngelerinin birbirleriyle etkileşimde bulunabilecekleri bazı yollar ekle­ yen Butler ve Vogt, tartışmalı iki gezegenin RV sinyallerini böylelikle kısmen gizleyip azaltabileceklerini gördü. Gliese 58lg vakasını gölgeleyen belirsizlik yüzünden, ya­ şanabilir bir bölgedeki ilk yabancı dünyayı tartışmasız ola­ rak bulma ödülü de havada kaldı. 2012'nin Temmuz ayında, Vogt, Butler ve bir başka meslektaşları; HARPS verilerini, Gliese 582f'den nadiren bahseden ve Zarmina'nın Dünyasını da hala yaşanabilir bölgede olmakla birlikte 32 günlük daha kısa bir yörüngeye sahip, Dünya'nın 2,2 katı kütledeki daha küçük bir gezegen biçiminde düzelten, iki ileri bir geri yeni­ den analiz yöntemiyle çürüttükleri bir makale yayımladılar. Makaleye göre, potansiyel dünyanın sinyali çok zayıf oldu­ ğundan sağlam bir teyit için çok daha fazlaveri gerekmekle birlikte, bu gezegenin asılsız olması ihtimali yaklaşık yüzde 4'tü. İsviçrelilere göre yüzde 4, Zarmina'nın Dünyasına onay vermek için hala fazla yüksek bir orandı. Bu tür bir gezegen için yüzde 1 'lik bir ihtimal bile belirsizlik ifade ediyordu. Olağanüstü iddialar, diyorlardı, olağanüstü kanıtlar gerekti­ rir; üstü kapalı olarak da bu kanıtların, en az HARPS kadar hassas bir tayfölçerden gelebileceğini öne sürüyorlardı. 201 1 yılının yazında, Butler'ın zaman zaman işbirliği yap­ tığı meslektaşlarından biri olan otuz iki yaşındaki İspanyol astronom Guillem Anglada-Escude, !sviçrelilerin ESO ilkele­ rine göre iki yıllık bir mülkiyet süresinin ardından kamuya açık hale getirdiği HARPS tayf ölçümlerinden RV sinyalleri sağlamak için kendi alternatif veri analiz yazılımını geliş-

78 PARÇA PARÇA BiR iMPARATORL UK tirmeye başladı. İsviçrelilerin, bir yıldızın işlenmemiş tay­ fının önemli bir kısmını çöpe atan analiz yöntemlerinin ak­ sine Anglada'nın yazılımı bir yıldızın tayf verilerinin daha büyük bir kısmını ele alarak belirli yıldız türleri, özellikle de kızıl cüceler için RV hassaslığını daha da artırmak adı­ na gürültülerden daha fazla sinyal çıkartıyordu. Kısa süre içinde Anglada, İsviçrelilerin daha az hassas analizlerinin gözden kaçırmış olabileceği sınır gezegeni sinyalleri bulmak umuduyla, yazdığı kodu HARPS veri örnekleri üzerinde ça­ lıştırmaya başlamıştı. Kendisi Carnegie'deki doktora sonrası eğitimini bitirmek üzereydi ve bu alanda başka bir iş arıyor­ du; elinin altında birkaç gezegenin bulunmasının bu yolda şansını artıracağını düşünüyordu. İncelediği ilk düzine veri dizisinden herhangi bir sinyal çıkmamıştı. Bir Ağustos akşamı, Almanya'daki Göttingen Üniversi­ tesinde bir doktora sonrası işi için yaptığı görüşmeden çı­ kıp oteline dönen Anglada, bir dizi başka HARPS verisini, Dünya'dan yaklaşık 22 ışık yılı uzaklıktaki bir üçlü yıldız sisteminin bir parçası olan GJ 667C isimli kızıl cüce yıldızın 2004'le 2008 arasında alınmış 143 RV ölçümlerini inceleme­ ye koyuldu. Azalttığı verileri Laughlin'in Systemic yazılımın­ da açtı ve program şablonları ararken bekledi. Yazılım ilk önce, İsviçrelilerin 2009'da duyurduğu 7 günlük bir yörünge­ ye sahip bir gezegenin imzasını buldu, ama Anglada ölçüm­ de nokta nokta kümelenmelerdeki bir artık yapıya benzeyen şeyi görebiliyordu. Verileri "Systemic'te tekrar çalıştırdı ve yazılım, verilerde 91 günlük güçlü bir eğilim tespit etti; bu, bir başka muhtemel gezegen olabilirdi, ama aynı zamanda yıldızın tahmini 105 günlük rotasyonel dönemiyle ilintili döngüsel bir yıldız kütleçekimi de olabilirdi. Anglada, 7 ve 91 günlük sinyalleri dışarıda bırakarak Systemic'i bir kez daha çalıştırdı ve titreyen ellerle bir sigara yakıp inanmaz gözlerini dizüstü bilgisayarının ekranına sabitledi. Ölçüm­ lerin içinden, Dünya'nın 4,5 katı kütleye sahip, muhtemelen yaşama elverişli ve GJ 667C'nin yaşanabilir bölgesinde tamı tamına yirmi sekiz günlük bir yörüngede dönen bir geze­ genin sinyali gibi görünen bir başka sinüs dalgası sıyrıldı.

79 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Gerçek olduğunun kanıtlanması halinde bu gezegene GJ 667Cc adı verilecekti. "Halka açık üç yıllık bir veri dizisinde, hakkında maka­ le yayımlanmamış, sahipsiz ve muhtemelen yaşanabilir bir gezegen bulmak oldukça tuhaftı," diye anımsattı Anglada. "Böylece ben de [İsviçrelilerin kullandığı) yöntemi kullana­ rak ölçümlere tekrar baktım; 28 günlük sinyal oradaydı, ama yüzde birden çok daha büyük bir yanlış alarm olasılığı da taşıyordu." Bu fazlalığın anlamı, bu olasılığın HARPS ekibi­ nin bir keşfi duyurmak için geleneksel olarak sahip olduğu ultra katı eşiği aşamayacağı kadar yüksek olmasıydı. öte yandan Anglada'nın 28 gün sinyalli analizi, üç yüzde birlik bir yanlış alarm olasılığı sunuyordu. Bulgularını Butler'la paylaştı ve o da yıldız üzerine daha fazla veri toplanması gerektiği fikrine heyecanla katıldı. Butler GJ 667C için yirmi adet yeni RV ölçümü elde ederken, Vogt da Keck'in HIRES arşivlerinden yirmi adet eski ölçüm tedarik etti ve bunlar da 28 günlük sinyali güçlendirdi. Kısa süre içinde ekip bu geze­ genin dinamik istikrarını incelemek için varsayılan sistemi modellemiş ve keşfi duyurmak için bir makale hazırlamaya başlamıştı. Bu sırada Anglada da o sırada halil. dünyanın en iyi kaynağı olan HARPS'tan yeni veriler araştırarak kanıtla­ rını desteklemesi gerektiğine karar vermişti. HARPS ekibine güvenmeyen ve Anglada'ya makaleyi eldeki verilerle yayım­ lamasını ısrarla tavsiye eden Butler ve Vogt'un tavsiyelerine karşın Anglada, 28 Eylül 201 1 'de, HARPS'ta yirmi gecelik bir inceleme süresi için ESO'ya başvuru gönderdi. Bu başvuru, Anglada'nın potansiyel keşfini doğrudan duyurmamakla birlikte yakın hedef olarak GJ 667C'yi ve yıldızın 7, 91 ve 28 günlük sinyallerini tartışan bir grafiğiiçer iyordu. Başvurunun ardından Anglada, kişisel web sitesinin ziya­ ret trafiğini yakından inceledi; böylece kendisinin referans­ larını incelemek için sitesini ziyaret edecek ESO inceleme komitesinin üyelerine bakarak başvurusunun ne zaman ince­ lemeye konduğunu hesaplayabileceğini düşünüyordu. Kasım ortalarında, internet sitesi, ESO inceleme komitesinin bu­ lunduğu Münib ve Cenevre, Porto, Faris ve Santiago'da, yani

80 PARÇA PARÇA BiR iMPARATORL UK

HARPS ekip üyelerini barındıran tüın şehirlerde bulunan bil­ gisayarlardan gelen bir ziyaret trafiği sunmaya başladı. Her bir ziyaretçi, siteyi dakikalarca kurcalıyor, sonra da ayrılıyor ve bir daha geri dönmüyordu. 21 Kasımda, HARPS ekibi halka açık çevrimiçi bir belleğe 77 sayfalık bir ön baskı yükledi. Bu ön baskı 2003 ve 2009 yıllan arasında HARPS'ın altı yıllık gözlemlerini özetleyen, seçkin bir hakemli dergiye gönderil­ miş bir makalenin taslak haliydi. Makalenin baş yazarı, üst düzey bir HARPS üyesi olan astronom Xavier Bonfils'di. Ekip, üçüncü sayfadaki bir tabloda ve sekizinci sayfadaki bir pa­ ragrafta, GJ 667C'nin çevresindeki 28 günlük bir yörüngede dönen bir süper-Dünya'nın keşfedildiğini belirtiyor ve ilgili okuyucuları o sırada hazırlanmakta olan ve yakın zamanda gelecek daha detaylı bir makaleye yönlendiriyordu. Daha son­ ra Anglada, HARPS başvurusunun reddedildiğini öğrenecekti. GJ 667Cc'nin keşfini üstlenen İsviçrelilerin ön baskısını ilk gören Vogt oldu. Anglada ve Butler'a derhal kısa ve öz bir e-posta gönderdi: "Oyuna geldik." Anglada'nın süngüsü düşmüştü; ön baskıyı okudu, ardından uzun bir yürüyüş yapmak üzere Carnegie'deki ofisinden ayrıldı. O gece uyu­ yamadı. "Çok üzgündüm," diye anımsadı. "Ben de ön baskıyı yeni­ den okudum ve tuhaf olan noktaları listelemeye başladım. Ya zı, sistemin dinamiklerinin herhangi bir detaylı analizini içermiyordu ve 91 günlük sinyalden neredeyse hiç bahset­ miyordu. GJ 667Cc'nin, gelecekte gönderilecek ve o sırada hazırlanmakta olan bir makalede sunulacağı söyleniyordu, ama aynı zamanda bu makalenin GJ 667Cc'yi halihazırda duyurduğunu da söylüyordu; yani bu kendisiyle çelişen ve keşfi resmileştirmenin pek de düzgün bir yolu gibi görünme­ yen bir ifadeydi." Gezegenin yörüngesel değişkenlerini liste­ leyen tabloyu inceleyen Anglada, tuhaf bir şey farketti . Tab­ lo, GJ 667Cc'nin yörünge süresini 28 gün olarak listeliyordu, ama listedeki yörüngesinin boyutu, sanki GJ 667Cc'nin gir­ disi bir zamanlar 28 günlükten ziyade 91 günlük sinyalle il­ giliymiş gibi, hatalı bir biçimde 91 günlük yörüngeye karşı­ lık geliyordu ..

81 BEŞ MiLYAR YILL IK YALNIZLIK

"Bunlar tamamen rastlantı olabilirdi," dedi Anglada. "Ama kendimi şüphelenmekten alamadım. Eğer bu sinyali 2008'deki verileri arasında görmüşlerse, neden üç yıl beklemişlerdi; hem de gezegeni, benim HARPS başvurumun incelenmesin­ den sonraki hafta böylesine tuhaf bir biçimde duyurmak pahasına? Yörüngenin boyutuyla süresi neden birbirini tut­ muyordu? Sinirlenmeye başladım ve bulmuş olduklarımla ilerlemem gerektiğine karar verdim." Anglada bir hafta içe­ risinde makalesini tamamlamış ve Astrophysical Joumal Letters'a göndermiş, onlar da makaleyi 201 2'nin Şubatında yayımlamıştı; HARPS ekibi, hakemli yayın konusunda yenil­ giye uğratılmıştı. UC Santa Cruz,hazı rladığı bir basın açık­ lamasıyla GJ 667Cc'nin keşfininAn glada, Butler, Vogt ve on­ larla işbirliği içinde çalışan kişilere ait olduğunu beyan etti. Bonfils ve HARPS ekibinin geri kalanı dehşet içindeydi. Kasımdaki ön baskıda ortaya koydukları gibi gezegeni asıl keşfedenlerin kendileri olduğunu öne sürüyorlardı. Bu ihti­ laf Haziran ayına kadar, Anglada ve Bonfils bir konferans için gittikleri Barcelona'da bir kafede buluşmak üzere anla­ şıncaya dek sonuçsuz kaldı. Bonfils, Anglada'ya, sistemin 7 günlük diğer gezegeninin keşfini duyurdukları 2009 yılında HARPS ekibinin GJ 667Cc'den zaten haberdar olduğunu söy­ ledi. 2009'un Nisanında hakemli bir yayın için 77 sayfalık bir makale göndermişler, ama hakemlerden birinden gelen bir geri dönüş ön baskının halka açık yayınını 201 1 'in Kasım ayına kadar geciktirmişti. Anglada buna, HARPS ekibinin ke­ şif iddialarını destekleyecek kadar detaylı bilgi içermediği için ön baskının zamanlamasının konuyla ilgili olmadığı ya­ nıtını verdi. Herkes yalpalayan bir yıldız bildirebilirdi, ama yalpalamaların sebebinin gezegenler olduğunu kanıtlamak için analitik çalışmalarını göstermek zorundalardı. Bonfils buna karşılık, eğer asıl kriter analizin yayımlanmış olma­ sıysa Anglada'nın makalesinin yine de başarısız olduğunu, çünkü Butler ve Vogt'un Gliese 581 sisteminde yaptıkları hatanın aynısını barındırdığını söyledi. Bonfils sözlerini, HARPS verileriyle HIRES gibi daha düşük tayfölçerlerden gelen verilerle bir potada eritmenin RV verilerinin güvenilir-

82 PARÇA PARÇA BiR iMPARATORLUK liğini azaltacağınıve yalnızca yanlış alarm olasılığını artıra­ cağını; buna karşın HARPS ekibinin ön baskısının geçerli bir keşif makalesi olduğunu söyleyerek sürdürdü. Kahvelerini bitirdiklerinde iki adam da taviz vermemiş ve aralarındaki gerilim yalnızca artmıştı. Kendisinin Anglada'yla yaptığı buluşmadan bir ay sonra Bonfils'e telefonla ulaştım. Sesi dertli geliyordu. "Yapmadıkları bir keşfikend ilerine mal etmeye çalışıyor­ lar. Mesele bu kadar basit. Biz bu gezegeni kazara bulma­ dık; tamamen bilerek yapıldı. GJ 667C, bizim çalışmamızın en fazla örneğe sahip yıldızlarından biri. [Anglada'nın) ona yoğunlaşmasının sebebi de bu. HARPS'ı bizim ekibimiz inşa etti ve bilimsel program ve gözlemler de ekibimizce gerçek­ leştirildi. Veri azaltımının büyük bir kısmı halihazırda yapıl­ mış ve halka açık verilerimizde sunulmuş durumda. Aletleri yapan ve gözlemlerin programını tasarlayıp gerçekleştiren insanlara, bu çalışmaları için pay verilmezse yazık olacağını düşünüyorum. Verilerin halka açık olması taraftarıyım, ama uzun süredir birilerinin bizim verilerimizi bizden önce ya­ yımlamaya çalışmasından korkuyordum ve şimdi o da oldu. Şu anda bu camianın dayanağı dürüstlük ve hoşgörülü in­ sanların mutabakatı." Bonfils, yıllar süren bir gecikmeninardından ön baskının 201 1 'in Kasımında yayımlanmasını hiçbir şeyin, ama hiçbir şeyin hızlandırmış olmadığını ısrarla vurguladı. Gerçekle­ şen şey, basit bir mutlu tesadüftü. "İşler yavaş gitti," diye itiraf etti. "Bu kadar uzun sürmesinden gurur duymuyorum." Halka açık HARPS verileri üzerinde dönen çatışmayı ne­ yin körüklediğine dair kendi görüşlerini sundu. "En başta; Marcy, Butler, Vogt ve Fischer vardı. Şu anda ayrılmış du­ rumdalar, grup da neredeyse buhar oldu. Vogt veya Butler'ı kişisel olarak tanımıyorum, Anglada'yla da yalnızca bir kez görüştüm. Ama bence bir tür, nasıl demeli, gerginlik var. Bunu makalelerinde, kullandıkları dilde ve yaptıkları suçla­ malarda görüyorsunuz. Bir açlık, bir saldırganlık. Bana ka­ lırsa, ihtiyaç duydukları gözlem süresine ulaşmak onlar için daha zor hale geldi."

83 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Anglada'nın bana söylediğine göre o günlerde kendisi­ nin yeni keşifleriçin halka açık HARPS verilerini incelemeyi bırakmak gibi bir planı yoktu. "Görünüşe göre insanlar, GJ 667Cc'nin tek seferlik bir şey olduğunu veya baktığım yere bakarken şansımın yaver gittiğini düşünüyorlar, ama bu doğru değil," dedi. "Bu gerçekten de yalnızca daha büyük bir hikayenin başlangıcı. Benim yaptığım gibi kesinliği geliştir­ diğinizde daha fazla şey ortaya çıkıyor. Biz daha küçük küt­ lelere hassas hale geldikçe ötegezegenlerin nüfusu da kat­ lanarak artıyor. Onların veritabanında şu ana dek yüzlerce sisteme göz attım. Birçok nesne ortaya çıkıyor." Vogt ve Butler'la yakın bir çalışma içinde bulunmasına rağmen Laughlin, potansiyel olarak yaşanabilir ilk ötegeze­ genler üzerinde dönen kavganın dışında kalmayı başarmıştı. Gezegenlerin tespitine, duyurulara ve Gliese 58lg veya GJ 667Cc'ye gelen eleştirilere doğrudan dahil olmamıştı ve bu­ nun böyle devam etmesini tercih ediyordu. Onları çevreleyen ihtilafa dair daha uzun bir görüşe sahipti. Ona göre ekipler arasındaki mücadele ve egzoplanetolojinin şiddetli büyüme­ si, kendi eli kulağında olgunluğuyla boğuşan bir alanın birer belirtisi olarak yalnızca acı üretiyordu. "Bir başka yıldızın etrafında dönen herhangi bir gezegen bulmak, eskiden olduğu kadar güncel veya çekici değil," dedi Laughlin, Santa Cruz'da bir akşamüstü. "Tek başına bu, size, on veya yirmi yıl önce olduğu gibi parlak bir basın toplantı­ sı, gazetelerin ön sayfasını ve uçuk ressamların tasvirlerini getirmez. Bugünden on yirmi yıl sonra da Güneş benzeri bir yıldızın yaşanabilir bölgesinde Dünya kütlesinde bir geze­ gen bulmak pek de büyütülecek bir şey olmayacak. Tarihçi­ ler, astronomların düzenli olarak 'ilk yaşanabilir gezegeni', ama en son, bir önceki 'ilk yaşanabilir gezegen'e kıyasla 'ilk yaşanabilir gezegeni' bulduklarını iddia ettikleri bu döne­ me bakıp başlarını iki yana sallayabilir. Bu zamanları, gü­ neş sistemi dışındaki gezegenlerin keşfininso nuna gelindiği Kahramanlık Çağı olarak hatırlayacaklarına inanıyorum." "Asıl mesele," diye belirtmişti Marcy bana bir keresinde, "Dünya boyutunda ve Dünya kütlesinde olan herhangi be-

84 PARÇA PARÇA BiR iMPARATORL UK lirli bir gezegenin keşfinin zamanlaması ve geçerliliği de­ ğildir. Yalnızca bu şeylerden birini tespit etmek astrofiziği veya gezegen bilimini altüst etmez. Buradaki asıl mesele, en başta onları keşfedebilmenin, bu toz zerreciğinin üzerinde­ ki tüneğimizden bu tür keşiflerin eşiğine varma noktasına geldiğimiz gerçeğinin büyüleyici akla yatkınlığıdır. Bu, bir karınca yuvasında diğer karıncalarla birlikte yaşayan bir karıncanın, bir şekilde güneş sisteminin boyutunu hesapla­ ması kadar şaşırtıcıdır. Yaptığımız tek şey yıldızlardan gelen fotonları toplamak ve bunlardan çıkarım yoluyla gezegenle­ rin, ölçeğin, yapının ve tüm bunların geleceğinin varlığına ulaşabiliyoruz. Resmen çılgınlık." Çeşitli aksilik ve gecikmelerin ardından Lick Gözlemevin­ deki OGB nihayet 2013 yılında tamamen çalışır hale gelince, gözlemleme süresi de Marcy ve Butler-Vogt ekiplerine eşit olarak dağılmış oldu. Ayrışma tamamlanmıştı ve görünüşe göre geri döndürülemezdi: Butler ve Marcy 2007'den beri konuşmamıştı ve belki de bir daha asla konuşmayacaklardı. Ama yine de Hamilton Dağının üzerinde yükselen gökyüzü­ nün karanlık ve açık olduğu gecelerde, paylaştıkları robo­ tik teleskop birbirinden ayrı, uzak noktalar arasında gidip gelerek yıldızlararasında parça parça bir imparatorluk inşa ettikçe, onlar da esasında yan yana bulunabilecekti.

85 Bölüm 4

BİR DÜNYANIN DEGERİ

2009 yılında, Delta il roketinin gezegen avcılığı tarihini Kepler'le tanıştırınasından bir haftadan daha az bir süre sonra Laughlin, sessizce oklo.org'daki blogu systemic'te tu­ haf, birazcık da saçma bir denklem yayınladı. Art arda gelen bir gönderiler dizisinde, Kepler ve diğer bir avuç araştırma­ nın yakında keşfedebileceği, yaşama elverişli ötegezegenle­ rin değerini kabaca ölçmede uzun bir muğlak değişkenler di­ zisinin ve ölçülüp biçilmiş fonksiyonların nasıl kullanılabi­ leceğini açıklıyordu. Söylediğine göre bu bir, "Dünya benzeri" bir gezegenin medya reklamlarından bağımsız olarak kayda değer bir bilimsel heyecana değip değmeyeceğini belirleme girişimiydi. Gezegenin kütlesi, tahmini sıcaklığı ve yıldızı­ nın yaşı ve tipi gibi birkaç kilit değişkenin eklenmesinin ar­ dından, Laughlin'in denklemi, ABD doları biriminde, o belirli gezegene atfedilebilecek değeri verecekti. Gelecekteki uzay teleskopları tarafından nihayet tespit edilebilecek karmaşık biyosferlere ev sahipliği yapıyor olma ihtimalleri en yüksek gezegenler Güneş benzeri orta yaşlı, yolu yarılamış yıldızla­ rın etrafında ılıman yörüngelerde dönen küçük, kayalık ge­ zegenler olduğundan, en yüksek değere layık görülenler de bunlardı. Laughlin'in düşüncesine göre bir gezegenin yaygın bir ilgiye haiz olabilmesi için, en azından bir milyon dolarlık eşiği aşması gerekiyordu. Ekonomik dayanaklarını basit matematikten alan La­ ughlin, federal fonda 600 milyon dolarlık bir bütçesi olan Kepler'in bu fiyatını, bir uzay teleskobunun çalıştığı süre zarfında keşfedebileceği yaşama elverişli gezegen sayısına dair ihtiyatlı bir tahminle lOO'e bölmüştü. Eğer bu gezegen-

86 BiR DÜNYANIN DEGERI ler birer ticari mal olarak ele alındığında, matematik, ABD vergi mükellefleri tarafından belirlendiği haliyle 2009 yılın­ daki piyasa fiyatının dünya başına, küçük kayalık gezegen­ lerin astronomların kasalarına oluk oluk akması halinde za­ man içinde düşebilecek bir değer olan, 6 milyon dolar olarak belirlenebileceğini söylüyordu. Ancak Kepler, Güneş benzeri bir yıldızın yaşanabilir bölgesinin ortasında yaşama elveriş­ li bir gezegen bulursa, Laughlin'in deneme uygulamaları, bu tür bir gezegenin değerinin denklemde 30 milyon dolan aşa­ cağına işaret ediyordu. Eğer gerçekten varsa, Zarmina'nın Dünyası 60.000 dolar civarında bir değer elde etmişti. GJ 667Cc'nin değeriyse bundan daha azdı. Laughlin'in hesap­ larına göre Kepler'in ilk milyon dolarlık adayları 2012'nin Şubatında ortaya çıktı. Kepler uzay aracında 2013'ün Ma­ yıs ayında aracın öncelikli görevini sonlandırmaktan başka bir çare bırakmayan felç edici bir arıza oluşana dek bunları Kepler-62f ve Kepler-69c gibi isimlere sahip başka gezegen­ ler izleyecekti. Laughlin'in değer biçme denkleminin en akıllıca kısmı, bir gezegenin bağlı bulunduğu yıldıza karşı yaklaşımıydı ve bu yaklaşım da Laughlin'in sayısal denetlemelerinin bizim kendi güneş sistemimizdeki gezegenlere kadar genişletilme­ sine olanak sağlıyordu. Bir gezegenin yalnızca tespit edil­ mesini değil, ayrıca hemen ardından tanımlanabilmesini de sağlayan şeyler fotonlar olduğundan bir gezegen avcısının temel para birimi dolar değil, fotonlardır. Genel anlamda konuşacak olursak astronomlar bir ötegezegen sisteminden ne kadar fazla foton elde edebilirlerse o sistem hakkında da o kadar fazla şey öğrenebilirler. Güneş sistemimize daha yakında bulunan yıldızlar ve gezegenler, aradaki yakın me­ safeden ötürü daha parlaktırlar ve dolayısıyla daha uzak nesneler yalnızca ışık damlacıkları gönderirken onlar kul­ lanışlı foton deryaları sunduklarından daha da değerlidir­ ler. Kepler'in bu kadar fazla sayıdaki küçük gezegeninin bir milyon dolarlık bir değere ulaşmak için mücadele etmesinin sebebi de buydu: Kepler sahası yıldızları çok uzaktaydı ve dolayısıyla daha soluktu. Bizim güneş sistemimizde görünür

87 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK olan boyut bakımından en parlak yıldız, elbette ki gerçekten de astronomik büyüklükteki bir alana bölgesel gezegen de­ ğerleri gönderme kapasitesine sahip olan Güneş'tir. Laughlin'in, yirminci yüzyılın başlarında kabul edilen, Venüs'ün bulutlarının kuvvetli güneş akımlarına karşı yan­ sıtıcı bir kalkan görevi gördüğü fikrine dayanan denklemi, bu gezegenin değerini bir buçuk katrilyon, yani 1500 trilyon dolar olarak saptamıştı. Venüs'ün, kontrolden çıkmış sera yüzey sıcaklıklarına dayalı olarak yapılan bu değer biçme, gezegene bir sentin trilyon katı kadar değer vermişti. Laugh­ lin kimi zaman gezegenlerin değerleri arasındaki bu çelişki­ leri; şirketlerin, yatırımcıların mantıksız coşkularını; balon patlayıp da bunların gerçek, çok daha düşük değerleri ortaya çıktığında çökmek pahasına milyar dolarlık değer biçmelere dönüştürerek güçlendirdiği 1990'ların ortalarıyla sonların­ daki internet sitesi şirketi hissesi balonlarına benzetiyordu. Laughlin değer biçme denklemini bizim gezegenimiz için kullandığındaysa ortaya, küresel gayri safi yurt içi hasılanın yüz katı olan yaklaşık beş katrilyon dolar gibi bir değer çıkı­ yordu ve Laughlin bunun, insanlığın birikmiş teknolojik alt­ yapısının ekonomik değerine yakın olduğu sonucuna vardı. Görünüşe göre, yaşanabilir başka dünyalar aramak da ga­ laktik ölçekte bir menkul kıymetler borsasında spekülasyon yapmaya benziyordu. Laughlin, denklemini aynı zamanda Alpha Centauri sis­ teminde bulunan ve Güneş benzeri iki yıldızdan birinin ya­ şanabilir bölgesinde bulunan, tamamen varsayımsal Dünya benzeri bir gezegen için de kullanmıştı. Bunun sonucunda 6,5 milyar dolarlık bir değer buldu ve bu değer, tesadüfen, astronomların bu tür bir dünya üzerinde yaşama belirtileri arayabilecek bir uzay teleskobunun inşa edilmesi için gerek­ li olduğunu tahmin ettikleri miktarla aşağı yukarı aynıydı. Eğer insanlar gerçekten oraya seyahat etseydi, diye belirt­ mişti Lauglin bir defasında, yıldız, Yeni Dünyanın yeni gök­ yüzündeki yeni bir Güneş halini alana dek sürekli daha da parlaklaşırdı. "Yani oraya gitmekle aslında değeri artırma yetisine de sahip oluyorsunuz. Bu da heyecan verici bir şey,

88 BiR DÜNYANIN DEGERI

çünkü nihai olarak belki de daha ileri gitmek ve bu geze­ genler konusunda başarıya ulaşmak için bir kazanç güdüsü aşılıyor. Bu, Dünya'da birkaç milyar dolar değerinde olan bir şeyin, eğer oraya giderseniz bir katrilyon dolarlık bir getirisi olduğu anlamına geliyor." Tomales Koyundaki bir araya gelişimizden aylar önce, BoingBoing.net isimli web sitesinde yayınlayacağım bir ma­ kale için Laughlin'le denklemi hakkında bir röportaj yap­ mıştım. Makalenin içeriği, ötegezegenlerin değerinden çok Laughlin'in bizim dünyamıza dair ilham verici değer biçme­ sine odaklanan ana akım medyada yer buldu. Orada bura­ da, "Bilim adamının yeni gezegen değerlendirme formülüne göre, Dünya'nın ederi 3 trilyon Avro" (Daily Mail, 28 Şubat 201 1) ve "Dünya'yı satın almak mı istiyorsunuz? Bu size 5 katrilyon dolara patlayacak" (Toronto Sun, 1 Mart 201 1) gibi başlıklara sahip yazılar peyda oluyordu. Laughlin'in gelen kutusunda kızgın e-postalar birikmeye başlıyor, televizyon ve radyo kanalları, gezegenimizin üzerine kibirle bir fiyat etiketi yapıştıran bu çılgın bilim adamıyla röportaj yapmak için arayıp duruyordu. Laughlin afallamıştı; hem gönderi­ lerinde hem de benimle yaptığı görüşmelerde, denkleminin örneğin bir insan yaşamını veya yeni bir fikri değerlendir­ mediğinin ve değerlendiremeyeceğinin altını çizmişti. Kısa süre içinde hikaye, doymak bilmez 7/24 haber döngüsü ta­ rafından seri üretimle durmadan çoğaltıldı, ama şaşkınlık verici başlıklar geride bir etki bırakmıştı. Laughlin'in Miller Enstitüsündeki konuşmasından önce dinleyicilerden birinin Laughlin için şakayla karışık "Dünya'yı Satan Adam"· dedi­ ğini duydum. Sunumundan sonraki gün, bizi Santa Cruz'a geri götüren Laughlin'in arabasının ön yolcu koltuğuna yerleşmiştim. Arka koltuktaysa Dünya'nın biyosferinden sağlanan maddi malların ve hizmetlerin ekonomik faydaları anlamına gelen

"Dünya'yı Satan Adam": İng. "The Man Who Sold the World." David Bowie'nin aynı isimli albümünde bulunan ve Nirvana'nın da "Unplugged in NewYork" isimli canlı performans albümünde yorumladığı bir şarkısı. Dinleyici muhtemelen bu şarkıya gönderme yapıyor -çn.

89 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

"doğal sermaye" konulu bir konuşma yapmış olan, Dünya Vahşi Yaşam Fonu ekologlarından Taylor Ricketts oturu­ yordu. Ricketts; örneğin el değmemiş bir ormanın yalnızca para bakımından değeriyle değil, bu ormanın meraya veya otoparka dönüştürülmesi halinde o değerde gerçekleşecek değişimlerle de ilgilenen bir alan olan ekonomi bağlamında ekoloji üzerine çalışma yapan ve büyümekte olan bir grubun üyesiydi. Golden Gate Köprüsü'nü geçip 101 numaralı otobandan San Francisco şehir merkezine doğru ilerlerken laf arasın­ da bahsettiğine göre Ricketts'in Vermont Üniversitesi Gund Ekolojik Ekonomi Enstitüsü yöneticisi olmasına yalnızca birkaç ay kalmıştı. Gund'ın önceki yöneticisi olan Robert Costanza isimli ekoloğun, 1997 yılında Nature için yazdığı bir makalede gezegenin değerini tespit etmeye çalıştığı için "biraz başı ağrımıştı." Dikiz aynasından Rickett'e bakan Laughlin'in gür kaşları havaya fırlayıverdi. "Costanza'nın ulaştığı rakam neydi?" "Dünyanın tüm ekosistemleri için, yıllık 33 trilyon dolar." "Bu yüzden neden başı ağrır ki insanın?" diye iç geçirdi Laughlin. "Sonuçta ulaştığı sayıyı esasen desteksiz bırakacak bazı temel ekonomik hatalar yaptı," dedi Ricketts. "Ama daha te­ mel olarak, kendisini eleştirenler, '33 trilyon dolar, sonsuz­ luğu ciddi ciddi küçümsemektir; diyordu. Gezegenin değeri sonsuzdur, çünkü eğer tüm ekosistemler giderse yaşam sona erer. Hem de hepimiz için. O yüzden gezegene rakamsal bir değer atfetmenin geçerli bir sebebi gerçekten yok. Bazı in­ sanlar bu tahmini yürüttüğü için ona ahmak dedi, bazıları da en azından denediği için cesur olarak niteledi. Bu ola­ yın onun kariyerini ne kadar etkilediğini kestirmek güç, ama adamın ismi o makaleye yapışıp kaldı." Dakikalar geçti. Uzun, yüksek bir tepenin sırtlarındaki bir kırmızı trafik lambası yüzünden tıkanmış akşamüstü trafiğinin keşmekeşinde ağır ağır ilerledik. "Öyleyse Dünya'nın 'sonsuz' değerine ilginç bir karşı ar­ güman da bir noktada tüm bunların gerçekten de yok ola-

90 BiR DÜNYANIN DEGERI cağıdır,'' dedi Laughlin. Gözleri, dik ve ağaçlıklı kaldırımda ağır ağır yürüyen yayaların, yolda motorları rölantide çalı­ şan arabaların, sıra sıra dizilmiş kutu gibi evlere ve yüksek ofis binalarına girip çıkan insanların üzerinde gezindikten sonra tekrar dikiz aynasına sabitlendi. "Bunun sebebi de bi­ zim yaptığımız şeyler değil, Güneş'in nihayet bir kızıl deve evrilip Dünya'yı yok edecek olması. Bana kalırsa bu durum, elimiz kolumuz bağlı oturup boyun eğmek zorunda olduğu­ muz bir şey değil. Dolayısıyla asıl soru, eylemlerimizin ma­ kul birer fayda sağlayabileceği zaman ölçekleri üzerine ko­ nuşmaya nereden başlayacağımızla ilgili." "Doğru,'' dedi Ricketts. "Ama ekonomi, kıtlık zamanlarında nasıl karar verileceği üzerine kurulu bir alan, değil mi? Her şeyi yapamazsın; peki neyi yapıp neyi yapmayacağına nasıl karar vereceksin? Her şeyi satın alamazsın; o halde neyi alıp neyi almayacağına nasıl karar vereceksin? Bir şeylere değer biçilmesinin sebebi, yapılması muhtemel bir seçim üzerine bilgi sunmaktır; ekonominin temel var oluş sebebi budur. Dünya'ya bir değer biçmek. .. " Sesi bir an canlılığını yitirdi; söyleyeceği kelimeleri bulmaya çalıştı. "Ortadaki seçeneği veya seçimi, bu bilgiyle ne yapacağımızı anlayamıyorum. Güneş tarafından yok edilmemek gibi bir seçeneğimiz yok ve ekonomistlerin gezegene değer biçme meselesini saçma bulmalarının sebebi de muhtemelen bu." Laughlin gülümseyerek bir bakış attı bana. "Ama aslında seçeneğimiz var. Dünya'yı yerinden oynatabiliriz." Anlamlı bir sessizlik. "Dünya'yı yerinden oynatmak mı?" "Elbette." "Yani gezegeni yoldan çekmek gibi mi?" "Özünde, evet. Gereğinden fazla vaktimiz var. Kuiper Ku­ şağından büyükçe birkaç kuyrukluyıldız veya asteroit alınır, Jüpiter'in yörünge enerjisi ve açısal ivmesinin bir kısmı yüz milyonlarca yıllık bir zaman ölçeğinde Dünya'ya aktarılır. Bu cisimlerden birinin Dünya'nın yanından geçtiği her sefer­ de küçük bir itiş elde edilir ve tekrarlanan bu yakın temaslar sayesinde Dünya'nın yörüngesi yavaş yavaş genişletilir. Bu­ nun için her biri birkaç bin yılda bir gerçekleşecek yaklaşık

91 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK bir milyon yakın geçiş gerekir, ama Dünya'nın yörüngesini dışarılara, şu anda Mars'ın bulunduğu yerin yakınlarına ka­ dar genişletebilirsin. On yıl önce birkaç arkadaşımla üzerin­ de çalıştığımız bir fikirdibu." Ricketts, Laughlin'in bu tuhaf önerisini kafasındatartar­ ken bir duraklama daha yaşandı. "Gayet güzel. Yani mesele bir fayda-zarar analizi: Dünya'yı yoldan çekmek bize ne ka­ dara patlar ve buna karşın fayda tarafında tehlikede olan nedir?" "Ay'ı istikrarsızlaştırıp kaybedebilirsin," dedi Laughlin. "Ayrıca her bir geçişi düzgün bir biçimde zamanlamak için fazlasıyla dikkatli olman gerekirdi ki nesne gezegene çarpıp bakterileri onun üzerindeki en büyük yaşam formu merte­ besine yükseltmesin. Ama bu müdahale sana biyosferden milyarlarca yıl kazandırır ki bu da çok büyük bir ekonomik faydadır ve maliyeti görece fazlasıyla azdır, çünkü Dünya'yı hareket ettirecek enerjinin büyük bir kısmı esasında kuyruk­ luyıldız vasıtasıyla Jüpiter'den gelecektir. Yapman gereken şey yalnızca, kuyrukluyıldız çok uzakta, güneş sisteminin dışındaki yörüngesinin yavaş ve uzak bir noktasındayken onun gidişatını ustaca kontrol etmek olacaktır. Bu, kaba kuvvetten çok bir incelik meselesi, haliyle çok da kolay bir iş değil. Diyeceğim o ki pratikte bunu yapmak istesek bugün bile başlayabiliriz." "Ben hala değerin sonsuz olması noktasındayım," dedi Ricketts, şüpheci bir sesle. "Gezegendeki tüm yaşamdan bahsediyoruz. Yok oluştan kaçınmanın büyük paralar gerek­ tirdiğiniz biliyoruz ve buna değip değmeyeceğini hesapla­ mamıza lüzum yok." "Ama sonsuzluğun da seviyeleri vardır;' diye araya gir­ dim. "Bazıları diğerlerinden daha büyüktür. Bir malın değe­ ri, azlığıyla doğru orantılı olarak artar, değil mi? Dünya'ya benzeyen gezegenlerin ne kadar yaygın olduğunu hala bil­ miyoruz. Yalnızca Dünya boyutunda olan kaya toplarından bahsetmiyorum, üzerinde su, hava ve canlılar barındıran ge­ zegenlerden bahsediyorum. Belki de bu gezegenler oldukça yaygındır ve yaşam da ucuzdur. Peki ya galaktik sayımı ger-

92 BiR DÜNYANIN DEGERI

çekleştirip ulaştığımız, bize en yakın 500 veya 1000 yıldızın etrafında ..." "Hiç Dünya yoksa," diye tamamladı Laughlin, başını sal­ layarak. "Bekleyip görmemiz gerekecek."

***

Gezegenimizin evrendeki yeri ve dünyamızın kozmik değe­ ri üzerinde dönen tartışmalar, gökler ve Dünya arasındaki ilişki hakkında antik mitlere ve efsanelere izlerini bırakmış tarih öncesi yorumlara dayanıyor. Kıyaslayacak olursak, koz­ mik bağlama getirilen kaydedilmiş en eski bilimsel açıkla­ malar oldukça yeni sayılabilir, ama yine de bunların tarihi aşağı yukarı 2500 yıl geriye, Ege Denizi kıyılarına dağılmış olan İyonya şehirlerine kadar gidiyor. Milattan önce altıncı yüzyılda, günümüzde Türkiye'nin güneybatısında bulunan Miletos şehrinde Thales isimli İyonyalı bir filozof yaşıyordu. Thales, Fenikeli asil bir ailenin çocuğuydu ve küçüklüğünde Mısır'da vakit geçirmiş, burada geometri öğrenip antik astronomi kayıtları üzerinde çalış­ mıştı. Antik dünyanın tamamında, MÔ 28 Mayıs 585'te Orta Anadolu'da gerçekleşen bir tam güneş tutulmasını öngörme­ siyle ünlüydü, ama kendisinin en büyük mirası, bizim bu­ gün "bilimsel yöntem" dediğimiz şeydir. Thales doğaüstünü reddediyor, bunun yerine dünyayı anlamanın doğru yolunun akılcı düşünce ve deneyleme olduğunu öğretiyordu. Thales, var olan her şeyin bir veya daha fazla ilkel maddeden oluş­ tuğunu ve etkileşim halinde bulunan kuvvetler tarafından kontrol edildiğini düşünüyordu; bu düşünceye günümüzdeki herhangi bir parçacık fizikçisi de, özünde, katılacaktır. Bu fikirleri kullanarak göklere dair mekanik açıklamalar oluşturan da Thales'in Miletoslu arkadaşı Anaksimandros'tu. Anaksimandros, evrenin sınırsız ve sonsuz olduğunu düşü­ nüyordu. Bizim alemimizin ötesinde, görmeyi umabileceği­ miz yerlerin de çok uzağında başka dünyaların sonsuz bir boşluğun hudutsuz derinliklerinde durmak bilmez bir dön­ gü şeklinde birleşip parçalandığını söylüyordu. Ama aynı za­ manda Dünya'nın, görülebilir evrenin merkezinde olduğunu

93 BE Ş MiLYAR YILLIK YALNIZLIK da iddia ediyordu. Anaksimandros'un Dünya'sı, merkezi bir noktaya sabitlenmiş ve coşkun Güneş'i, Ay'ı ve yıldızlan ba­ rındıran eşmerkezli kabuklarla çevrelenmişbir silindir veya diskti. Buna karşın Thales ve Anaksimandros'un İyonyalı genç çağdaşı olan Pisagor, Dünya'nın, uzayda süzülen bir küre olduğunu düşünüyordu. Anaksimandros'un modelini, gezegenler için ek eşmerkezli kabuklan kapsayacak şekil­ de genişletti ve Güneş'in, Ay'ın ve gezegenlerin, Dünya'nın etrafında mükemmel, ahenkli daireler çizdiğini öne sürdü. Eğer Thales ve onun öğrencileri dünyanın ilk gerçek bilim insanlarıysa, Pisagor ve onun takipçileri de dünyanın ilk saf matematikçileriydi: Pisagor, ister ideal ister tam sayı olsun, gerçekliği teşkil eden şeyin sayılar olduğu ve gerçekliğin en iyi duyularla değil düşünce yoluyla incelenebileceği ilkesini benimsiyordu. Pisagorculann gizemcilik ve metafizik terci­ hinin kaderinde, Platon ve Aristoteles'in felsefelerini iki yüz yıl sonra derinden etkilemek üzere Thales'in empirisizmini yenmek vardı. Platon, dünyanın dört elementten -toprak, ateş, hava ve sudan- oluştuğunu ve gökleri oluşturan, eter isimli beşinci bir elementin var olduğunu öğretiyordu. Aristoteles, bu fi­ kirlerin bir kısmını daha büyük bir kozmolojiye dahil ederek, ateş ve havadan daha ağır olan toprak ve suyun düşüp mer­ kezi bir noktaya yerleştiğini, bunun da Dünya haline geldi­ ğini ifade ediyordu. Göklerde bizimkine benzer başka hiçbir yer var olamazdı, çünkü gökler tamamen farklı bir madde­ den meydana gelmişti ve kusursuz ve değişmezdi. Platoncu ve Aristotelesçi düşüncelerde, Dünya ayrıcalıklı, yozlaşmış, tekil ve ciddi biçimde yalnızdı; bu, yaklaşık iki bin yıl bo­ yuncaBa tı'daki bilimsel araştırmaların çoğuna egemen olup anlan zaptedecek bir düşünceydi. Tüm bunlar bambaşka kapılara çıkabilirdi. Platon'un zamanında, Thales'in maddeci felsefesinin en kuvvetli savu­ nucusu Demokritos adlı bir İyonyalıydı. Demokritos'a göre, evren, gizemli sayılardan ve geometrik oluşumlardan değil, sonsuz boşlukta ebediyen dolanıp duran son derece küçük parçacıklardan oluşuyordu. Demokritos, bu parçacıklara

94 BiR DÜNYANIN DECERI

Yunancada "bölünemez" anlamına gelen atom ismini verdi. Atomlar ve boşluğun var olan her şey olduğunu, dolayısıyla da canlılar ve onların düşünceleriyle duyusal algılan da da­ hil her şeyin kaynağı olduğunu öne sürüyordu. Uzay ve za­ man bakımından sonsuz olan bir evrende, atomların sonsuz dansının ebedi bir büyüme ve çürüme süreci içindeki sayısız başka dünya ve yaşamlara kaçınılmaz olarak yol açacağını söylüyordu. Tüm dünyalar bizimki gibi olmayacaktı; bazıları yaşam için fazla elverişsiz, başkaları da belki de Dünya'dan daha bereketli olacaktı. Demokritos, böylesine çok keyfin bulunduğu kucaklayıcı bir dünyada var olacak kadar talihli olduğumuz için evrensel bir mutluluk duymamız gerektiği­ ne inanıyordu. Kendisinin insanlığın trajikomik var oluşuna karşı sürekli olarak gösterdiği neşe, çağdaşları tarafından ona "neşeli filozof' denmesine yol açtı. Ege'nin üzerindeki karanlık gökyüzüne bakan Demok­ ritos, geri kalan her şey gibi yıldızların da özel bir sema­ vi maddeden değil, atomlardan oluştuğunu düşünüyordu. Onlar yalnızca, bizimkinden daha uzakta, bir toplam olarak Samanyolu'nun soluk parıltısını oluşturacak kadar uzakta bulunan birer güneşti. Demokritos'un ölümünden yaklaşık bir asır sonra, yıldızların uzak birer güneş olduğu fikri, ge­ zegen sistemimizin merkezinde Dünya'nın değil Güneş'in bulunduğunu öne süren Yunan astronom Aristarkhos'un çalışmalarında yeniden ortaya çıktı. Ay tutulması sırasında Dünya'nın Ay 'ın üzerine düşen gölgesinin boyutlarıüze rinde çalışmalar yapan Aristarkhos, Güneş'in bizim dünyamızdan çok daha büyük olduğu kanaatine vardı ve küçük olan bir cismin büyük olanın yörüngesinde dönmesi gerektiğini dü­ şündü. Aristarkhos daha sonra, öne sürdüğü teorinin, para­ laks [ıraklık açısı] denen bir ölçüme göre, "sabit" yıldızların çoğu kişinin daha önceden inandığından çok daha uzakta olduğuna işaret ettiğini fark etti. Paralaks, birbirinden ayn iki nokta tarafından belirlenen bir referans hattından görü­ len bir nesnenin gözle görülür hareketidir. Gözlerinizi birer referans hattı olarak ele alırsak, bir parmağınızı yüzünüzün önünde tutup ona önce sol sonra da sağ gözünüzle bakarak

95 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK siz de bir paralaksı kolayca gözlemleyebilirsiniz. Paralaks bize, bir nesnenin ne kadar uzakta durduğunu söyler; par­ mağınız yüzünüze ne kadar yakınsa, parmağın paralaksı da o kadar büyüktür. Referans çizginizin uzunluğunu artırmak da bir nesnenin paralaksını büyütür; bir odadaki tek bir duvarın birbirine karşıt kenarlarından bakılan bir lamba­ nın konumundaki gözle görülür kaymayı düşünün. Geceleri gökyüzünde Dünya'nın Güneş etrafındaki yörüngesinin bir­ birine karşıt taraflarına baktığında yıldızlararasında hiçbir paralaks kayması tespit edemediği gerçeği, Aristarkhos'a bu yıldızların hakikaten de oldukça uzakta bulunduğunu söylü­ yordu; aslına bakılırsa, bu terim o zamanlarda henüz türetil­ memiş olsa da bu uzaklık ışık yıllarıyla ölçülüyordu. Aristarkhos, Dünya'nın gökteki merkezi konumunu al­ çalttığı için kafirlikle suçlandı; söylenene göre Platon, Demokritos'un fikirlerini öylesine hor görüyordu ki neşeli fi­ lozofuntüm çalışmalarının yakılmasını dilemişti. Nihai ola­ rak, Plato'nun baskılayıp sindiremediğini tek başına zaman örtbas edecekti ve Demokritos'un atomlarıylaAristarkhos'un yıldızları binlerce yıl boyunca büyük oranda unutulacaktı. Aristarkhos'un yalnızca tek bir çalışması günümüze kadar kalmıştır. Demokritos'un yazılarından hiçbiri bize miras kalmamıştır; onu, Antik Yunan filozofu Epikür gibi kendi­ sinden etkilenenlerin yazılarından tanıyoruz. Epikür'ün ça­ lışmalarının da çoğu kaybolmuştur. Onun felsefesine dair bildiklerimizin büyük bir kısmı, Romalı bilgin Lucretius tarafından MÔ 50 civarında Latince altı ayaklı dizeyle· ya­ zılmış De Rerum Natura (Şeylerin Doğası Üzerine) adlı, bir kitap uzunluğundaki tek bir şiirden geliyor. Bu şiirde Lucre­ tius, atom fikrini, sonsuz evreni ve başka canlı dünyaların kaçınılmazlığını da dahil ederek Epikürcü düşünceyi övüyor ve özetliyordu. Lucretius, "yaratılmış tek dünyanın ve gök-

Altı ayaklı dize: İng. "Hexameter." Buradaki "ayak" sözcüğü (İng. "foot"). Batı şiir geleneğinde, bir mısranın temel vezin birimi anlamına gel­ mektedir. Doğu edebiyat geleneğindeki "ölçü"ye denk sayılabilir. Sözcük İngilizceye, Yunancada "ölçü" anlamına gelen "metron" sözcüğünün La­ tincedeki karşılığı olan ve aynı zamanda "ayak" anlamına da gelen "pes" sözcüğünün çevrilmesiyle geçmiştir -çn.

96 BiR DÜNYANIN DEGERI yüzünün bu olması ve bunun ötesinde çokça maddi cismin atıl duruyor olması" akla mantığa sığmıyor, diye yazıyordu. Toplamda sonsuz olan uzayda sayısızca bulunan atomlar zaman zaman bir araya gelerek "harika şeylerin başlangıcı olabiliyor: dünyanın, denizin, gökyüzünün ve canlı ırkları- nın ... Tıpkı farklı insan ırkları ve vahşi hayvan soyları gibi başka bölgelerde de başka dünyaların var olduğu kabul edil� melidir... Her şey bir bütün olarak ele alındığında, benzersiz doğan ve benzersiz ve yalnız büyüyen, tekil olan hiçbir şey yoktur; o şey bir sınıfa mensuptur ve onun gibi daha pek çokları vardır." Kurt yenikli tek bir kopyası 1417 yılında bir İtalyan kitap koleksiyoncusu tarafından bir Alman manastırının tozlu de­ rinliklerinde bulunmamış olsaydı, Lucretius'un bu şiiri de muhtemelen kayıplara karışacaktı. Bu keşfin ardından şiir modern dillere çevrildi, Gutenberg matbaasında basılıp tüm Avrupa'ya dağıtıldı ve yeniden keşfedilmiş diğer tüm antik çalışmalarla birlikte Avrupa Rönesansının bilimsel dirilişi­ ne katkı koydu. Ancak Dünya'nın, bir gezegenler sonsuzluğu içerisinde mütevazı bir yere sahip olduğu fikrinin tazelen­ mesinden önce yine de bir asırdan daha uzun bir sürenin geçmesi gerekecekti. Devrim, Leh papaz Mikolaj Kopernik'in, güneş sisteminin güneş merkezli bir modelini gözler önüne seren De Revolutionibus Orbium Coelestium (Göksel Küre­ lerin Devinimleri Üzerine) isimli eserinin 1543 yılında ya­ yımlanmasıyla başladı. Kopernik bu çalışmaya yaşamının son otuz yılını vermişti ve kitabın basılı ilk kopyasını ölüm döşeğindeyken aldı. Kendisinden yaklaşık iki bin yıl önce yaşamış olan Aristarkhos gibi, Kopernik de eğer gezegenler Dünya'nın değil de Güneş'in etrafında dönerse gökyüzünde­ ki gezegenlerin gözle görülür hareketlerinin daha zarif bir biçimde açıklanabileceğini göstermişti. 1610 yılında, İtalyan astronom Galileo Galilei, henüz icat edilmiş olan teleskobu gökyüzüne çevirerek Kopernikçimodeli doğruladı. Yıldızımızın üzerindeki güneş lekelerinin görünüp kaybolduğunu fark etti ve bundan, Güneş'in de tıpkı Dünya gibi döndüğü sonucunu çıkardı. Jüpiter'in kendisinden daha

97 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK küçük birkaç uydu tarafından çevrelendiğini bularak, ger­ çekten de daha küçük cisimlerin kendilerinden daha büyük olanların yörüngesinde döndüğünü ve her şeyin Dünya'nın yörüngesinde dönmediğini doğruladı. Bir yıllık bir süre bo­ yunca Venüs'e baktığındaysa tıpkı küçülüp büyüyen Ay gibi bu gezegenin de birtakım evrelerden geçtiğini gördü; bu da Venüs'ün, aydınlık kaynağı olan Güneş'in hem önünden hem de arkasından geçtiğine kanıt teşkil ediyordu. Dünya merkez­ li modeller, Güneş'e daha yakın olan ama yine de Dünya'nın çevresinde dönen Venüs'ün, Güneş ışınlan tarafından sürekli olarak arkadan aydınlatılmasını ve Dünya'dan bakıldığında yalnızca bir hilal evresinde görülmesini öngördüğünden, bu, güneş merkezciliğin en önemli kanıtıydı. Ancak Kopernikçi model hiilıi kusurluydu: gezegenlerin gökyüzündeki hareke­ tini tamı tamına tekrarlamakta başarısız oluyordu. Kopernik, modelini yaratırken, dolaylı olarak, Platon, Aristoteles ve di­ ğerleri tarafından genişletilen ve gezegenlerin kusursuz dai­ reler çizdiğini öne süren Pisagorcu düşünceyi temel almıştı. Gelileo'nun teleskobunu kullanmaya başladığı zamanlar­ da, Alman bir astronom olan Johannes Kepler, modern ast­ ronominin asıl başlangıcını imleyecek, ironik bir biçimde, daha doğru burç haritaları için bir tablo yaratmaya çalıştı­ ğı sırada karşısına çıkan bir keşfi duyurdu. Kepler, Mars'ın yörüngesiyle cebelleşiyor, gezegenin hareketlerinin tarihsel kayıtlarını Kopernik'in güneş merkezli modeline kaynaştır­ maya çalışıyordu. Büyük zahmetlerle dairesel ve hatta spiral yörüngeleri ele almıştı, ama ulaştığı sonuçlar gözlemlerle örtüşmüyordu. En sonunda, ümitsiz son bir çabayla, Mars'ın sıkıştırılmış ve uzatılmış bir oval, bir elips şeklinde hareket ettiğini düşünmeye karar verdi; bu öylesine basit bir fikir­ di ki, Kepler, önceki nesil astronomların hu fikri halihazırda araştırmış olduğunu varsayıyordu. Yaptığı hesaplamaların gözlemleri güzelce yansıtıyor olması, ona büyük bir sürpriz olmuştu. Bunun ardından, bilinen diğer gezegenlerin yörün­ gelerinin de eliptik olduğunu doğruladı ve sonra da bu elip­ tik yörünge keşfini kullanarak, gezegen hareketlerine dair oluşturduğu üç yasayı sistemleştirdi.

98 BiR DÜNYANIN DEGERI

İlk yasa basitçe, her bir gezegenin, odağında Güneş'in bu­ lunduğu bir elips içinde hareket ettiğini belirtiyordu. İkinci yasa, gezegenlerin yörüngelerinin eşit alanları eşit sürede taradığını söylüyordu. Bunun anlamı; bir gezegenin yörün­ gesi o gezegeni bir yıldıza en yakın mesafeye getirdiğinde, o gezegenin, aynı alanı aynı sürede tarayabilmek için yörün­ gesinin zıt tarafında olduğundan daha hızlı hareket etmesi gerektiğidir. Üçüncü yasa da bir gezegenin yörünge devrinin karesinin, o gezegenin Güneş'le arasındaki ortalama yörün­ gesel boşlukla doğru orantılı olduğunu ifade ederek gezege­ nin bir yılının uzunluğunun, o gezegenin yıldızına uzaklığıy­ la arasında net bir ilişki kurar. Bu, Güneş'e en yakın gezegen olan Merkür Dünya'nın gökyüzünden hızlıca geçerken, çok daha uzakta olan Jüpiter ve Satürn'ün işi neden ağırdan al­ dığını açıklamaktadır. Bu üçüncü yasa, Kepler'e, gezegenle­ rin orantısal uzaklıklarını tahmin etme olanağı sağlamıştı: Dünya ve Güneş arasındaki gerçek mesafe bilinmese de, ör­ neğin Mars'ın Güneş'e Dünya'dan bir buçuk kat, Jüpiter'in de beş kattan fazlauz aklıkta olduğunu belirlemişti. Kepler'in bulgularının önemine gerçekten paha biçile­ mez. 1600'lerin sonlarına doğru, Isaac Newton, evrensel kütleçekim yasalarını oluşturmak için Kepler'in yasalarına başvuracaktı. Günümüzde, görev planlayıcıların gezegenler arası uzay araçlarına rotalar çizmesini ve gezegen avcıla­ rının, bir ötegezegenin yalnızca yörüngesel devrine dayalı olarak o gezegenin bağlı olduğu yıldızın yaşanabilir bölge­ sinde bulunup bulunmadığını belirlemesini sağlayan şey, Kepler'in yasalarına dair sahip olunan bilgilerdir. Kepler bir bakıma gökyüzüyle Dünya'yı birleştirmiş, bunların aynı fiziksel yasaların belirlediği tek bir çerçeve içerisinde var olduğunu şüpheye yer bırakmayacak biçimde göstermiş­ tir. Aynı zamanda Kopernikçi düşüncenin en kritik noktası haline gelen şu fikre de kuramsal bir destek vermiştir: her şeyin eşit olduğu bir evrende, Dünya'nın ve genel anlamda da güneş sisteminin tekil, sıradışı veya herhangi bir şekilde ayrıcalıklı olduğu varsayılmamalı, aksine yaygın, alelade ve ortalama olduğu düşünülmelidir; en azından deliller aksini

99 BEŞ MiLYA R YILLIK YALNIZLIK

kanıtlayana dek. Bu "Kopernikçi İlke" veya "sıradanlık ilke­ si," o günden beri, her zaman doğru yönde olmasa da fizik, kozmoloji, astronomi ve gezegen bilimine alttan alta reh­ berlik etmiştir. Ay'ın yamalı, kraterli yüzeyini teleskobuyla izleyen Galileo, bu cismin bizim dünyamız gibi bir denizler ve karalar dünyası olduğunu iddia etti. Hatta Kepler, Ay'da yaşayanlar olduğunu öne sürdü ve orada yaşayan daha zeki canlılardan bazılarının gök cismindeki yuvarlak kraterleri kazarak kendi şehirlerini oralara kurduğunu bile düşündü. İster ormanlık ve ilkel Venüs hayalleriyle, ister gelişmiş ve ölmekte olan bir uygarlığın kurumuş Mars'ta su kanalları inşa ettiğine dair seraplarla olsun, yüzyıllar boyunca bilgili ve saygın bilim insanlarının birçok ve hatta her dünyanın yaşanabilir ve meskun olduğunu sözlü olarak ileri sürmesi fazlasıyla yaygın bir olaydır. 1627'de, Venüs'ün gelecekteki hareketlerini hesaplamak için yeni yasalarını kullanmakta olan Kepler, bu gezegenin zaman zaman Dünya'dan bakıldığında Güneş'in önünden geçeceğine kanaat getirdi. Venüs'ün bir sonraki geçişinin 6 Aralık 1631 'de birkaç saat içerisinde gerçekleşeceğini ve 1639'daki bir kılpayı geçişin dışında 1761 'deki bir zamana kadar Venüs'ün yüzünü Güneş'e dönmeyeceğini hesapladı. Kepler 1631 'deki geçişe tanıklık edeceğini umuyordu, ama 1630'da öldü. Görünüşe göre 163l'deki geçiş de kimse tara­ fından görülemeden gerçekleşti. 1639'da, Kepler'in hesapla­ mış olduğu kılpayı geçişten yaklaşık bir ay sonra, genç İn­ giliz astronom Jeremiah Horrocks, Kepler'in hesaplarında bir hata keşfetti: Venüs'ün geçişleri aslında 8'er yıl arayla çiftler halinde gerçekleşiyordu; çiftler arasındaki süreyse 121 'le 105 yıl arasında değişiyordu. Horrocks, 1639'un Ara­ lık ayının 4'ünde, akşamüstü saatlerinde, Venüs'ün geçişinin İngiltere'nin kuzeyindeki evinden görülebileceğini hesapla­ dı. William Crabtree isimli bir arkadaşıyla birlikte gözlemle­ rini planlamaya giriştiler. Kararlaştırılan günde, iki adam da daha önce hiçbir insanın görmediği bir olaya şahitlik ediyor­ du: Venüs'ün, gözle görülür Güneş'in otuzda biri çapındaki silueti alev alev yanan yıldızın önünde süzülüyordu. Dün-

100 BiR DÜNYANIN DEGERI yada 1639 geçişine tanıklık eden iki kişi yalnızca onlardı. Horrocks'un, Kepler'in hesaplamalarına yaptığı düzeltmeler gelecek yıllardaki geçişlerin zamanlarını da ayarlamıştı. Bir çift 1761 ve 1769'da, sonra 1874'le 1882'de ve sonra da çok uzaklardaki 2004 ve 2012 yıllarında gerçekleşecek, görünüşe göre de bu sonsuz döngü böyle devam edecekti. İngiliz astronom Edmond Halley, 1716 yılında Procee­ dings of the Royal Society'deki bir yazısında, Venüs'ün ge­ çişinin evrenin geri kalanının da ölçülebileceğine dair nasıl kesin bir referans noktası sunabileceğini ortaya koyuyordu. Dünya'daki farklı noktalardan görüntülendiğinde, diye yazı­ yordu Halley, Venüs'ün Güneş üzerindeki rotası hafifçe kaya­ bilir ve geçişin süresini de kaydırabilir. Birbirinden oldukça uzak konumda bulunan iki nokta arasındaki kaymanın ayırt edilebilmesi için geçişin süresi tam olarak ölçülerek Dünya ve Güneş arasındaki uzaklığın nirengi yapılması mümkün­ dü. Sonrasındaysa basit matematik Güneş'in gerçek boyu­ tunu ve her bir gezegenin yörüngesel uzaklığını verecek, gü­ neş sisteminin fiziksel genişliğini ortaya çıkaracaktı. 1761 yılındaki bir sonraki geçişe kadar geçen yıllarda, Avrupa'da­ ki birçok devlet yüzlerce ekip oluşturarak bunları Halley'in öne sürdüğü ölçüler üzerinde çalışmaları için dünyanın uzak köşelerine gönderdi. Bu, uluslararası ve devlet destekli bili­ min ilk meyvesiydi ve muazzam bir başarısızlık örneğiydi. Astronomlar, hassas ekipmanları, geçişin görülebilir olacağı yabani bölgelere gemilerle, kızaklarla ve atlarla taşımışlar ve vardıkları yerlerde bu ekipmanların tamir edilemeyecek ölçüde parçalanıp yamulduğunu görmüşlerdi. Savaşlar, has­ talıklar ve kötü hava koşulları, birçok girişimi geçişin ger­ çekleşmesinden çok önce mahvetmişti. Çok uzak alanlara yayılmış seferlerden damla damla gelen ölçümler de fazla kusurluydu ve kullanılamayacak kadar çelişkiliydi. Ancak Venüs'ün 1761 'deki geçişini incelemek isteyen astronomlardan hiçbiri, Fransız Guillaume Le Gentil kadar şanssız değildi. Le Gentil, Hindistan'daki bir Fransız kolo­ nisine gitmek için geçişten bir yıl önce Paris'teki evinden ayrıldı. Yola çıktıktan sonra Fransa ve İngiltere arasında

101 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK bir savaş patladı ve gemisi bir fırtına tarafından rotanın çok uzağına savruldu. Nihayet geçişten birkaç gün önce Hindistan sularında vardığındaysa Fransız kolonisini ele geçirmiş olan İngiliz askerleri tarafından kıyıya çıkması engellendi. Le Gentil, 1761 geçişini, yükselen denizin kesin ölçümleri imkansız kıldığı açık sularda yapmak zorunda kaldı. Bir sonraki geçişi beklemek için azimle Asya'da kal­ dı. Le Gentil, sabır ve zahmetle geçen sekiz yılın ardından, 1 769'da, olayı kaydetmek için Hindistan'da küçük bir gözle­ mevi inşa etmişti. Belirlenmiş tarih olan 4 Haziran 1 769'un arifesinde her şey hazırdı ve hava da uygundu. İnce bir sis tabakası gecenin üzerine uğursuzca çökmüş, sonra da sa­ bah güneşiyle dağılmıştı. Venüs'ün Güneş'in önünden ge­ çişine başlamasına saniyeler kala, kalın bir bulut tabakası sahneye çıktı. Bulutlar, ancak akşamüstünde, geçişin bit­ mesinden kısa bir süre sonra kayboldu. Le Gentil kısa bir süre ortalıkta bir sinir küpü halinde dolaştı, ama bir süre sonra sonra aklını tekrar başına topladı ve eve dönüş yol­ culuğuna başladı. Fransa'ya doğru seyahati. önce dizanteri sonra da gemisini batmanın kıyısına getiren bir fırtına yü­ zünden rotasından saptı. On bir buçuk yıl sonra, 1771 'de Paris'e eli boş dönen Le Gentil, önceki yaşamının yerinde yeller estiğini gördü: yasal olarak ölü ilan edilmiş ve mal­ larına el konmuştu. 1769'da Le Gentil'den daha talihli olanlar da vardı. Kap­ tan James Cook, Güney Pasifik'teki yolculuğu sırasında gör­ düğü adalan haritalandırıp Kraliyet adına onlar üzerinde hak iddia etmeye devam etmeden önce, Kraliyet Donanması ve Kraliyet Derneği için Venüs'ün geçişini Tahiti'deki bir te­ peden başarılı bir biçimde çizelgeye dökmüştü. David Rit­ tenhouse isimli bir astronom, Amerikan Felsefe Topluluğu adına, geçişi Philadelphia'daki çiftliğinden belgeleyerek ko­ loniciliğin yeni yeni filizlenen bilim camiasını ilk kez dünya sahnesine taşımıştı. Bir astronom olarak halihazırda biraz hassas bir mizaca sahip olan Rittenhouse, geçişin ilk sani­ yelerinde heyecandan kendini kaybedip bayılmış, resmi ka­ yıtlarında muammalı bir boşluk bırakmıştı. Bunlarla dünya-

102 BiR DÜNYANIN DEÔERI nın etrafına dağılmış seferlerden gelen ölçümleri birleştiren astronomlar, Dünya'yla Güneş arasındaki mesafeyi, yani Astronomik Birimi (AB) 150 milyon kilometre olarak belirle­ di. Astronomların eline nihayet güneş sisteminin ve onunla birlikte evrenin boyutunu ölçmek için net bir temel geçmişti. Kopernik Devrimi ilerleyebilirdi. Dünya'nın Güneş etrafındaki yörüngesinde döndükçe yıl­ dıza doğru yaklaşık 300 milyon km'lik bir referans çizgisine sahip olduğunu artık bilen astronomlar, Aristarkhos'un an­ tik paralaks ölçümlerini gözden geçirdiler ve yıldızlara olan uzaklıkları ölçmeye başladılar. Tıpkı görüş alanınızdaki gök­ yüzünde daha yükseklerde daha ağır uçan bir yolcu uçağının önünden geçen, alçak uçuştaki bir kuş gibi, aylar ve yıllar boyunca yakınlardaki bir avuç yıldız da kendi yakınlıklarını daha uzaktaki "sabit" yıldızlara karşın hareket ederek orta­ ya çıkardı. On dokuzuncu yüzyılın ortalarında, astronomlar düzenli olarak yıldız paralaksları ölçüyor ve gökyüzündeki yıldızların çoğunun en azından onlarca ışık yılı uzakta ol­ duğunu ortaya koyuyordu. Görünüşe göre bizim kendi güneş sistemimiz, ölçümdeki her bir yeni gelişmeyle büyüyen bir evrenin içerisinde sürekli olarak küçülen bir bölgeyi kapla­ yan daimi bir azalma döngüsüne yakalanmıştı. Yirminci yüzyılın ilk birkaç on yılında, Amerikalı ast­ ronomlar, sonraki büyük Kopernik azalmalarını yasalaştır­ mak için yıldiz paralaksının temellerini inşa ederek modern kozmoloji alanını kurdular. İlk önce, Samanyolu'nun uzam­ sal dağılımları, güneş sistemimizin, birçoklarının inandığı gibi galaksinin merkezinde değil, kenar kısımlarında bulun­ duğunu ortaya çıkardı. Sonrasındaysa Amerikalı astronom Edwin Hubble, galaksimizin birçok galaksiden yalnızca biri olduğunu buldu ve gökyüzündeki diğer neredeyse tüm ga­ laksilerin inanılmaz hızlarla birbirbirlerinden uzaklaştığı­ nı keşfetti. Evren tam anlamıyla genişliyor, kısa süre sonra Albert Einstein'ın görelilik kuramlarında açıklanacak olan bir süreç izliyordu. Bizim var oluşumuzun, merkezinin ya­ nından bile geçmediği kozmosun, o zamanlarda ölçülebile­ cek en büyük ölçeklerle bir kez daha neredeyse hiç kimsenin

103 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK varsaymaya cesaret edemediği kadar büyük ve ilginç olduğu ortaya çıkıyordu. Bu sırada, ölçeğin çok daha aşağı kısımlarında, yıldızla­ rın ve onların gezegenlerinin diyarında, Kopernik Devrimi hız kesmişti. Yakınlardaki yıldızları haritalandıran astro­ nomlar, aşamalı olarak, bizim Güneşimizin hiç de sıradan bir yıldız olmadığını keşfetmişti; ona komşu olan yıldızların birçoğu daha küçük ve daha soluk kırmızı ve turuncu cü­ celerdi. ôtegezegenlere dair somut herhangi bir delil elde edilmemiş olduğundan, belki güneş sistemi de sıradışıydı. Birçok astronom, Güneş'in, bütün galakside çok az sayıda bulunan gezegen sistemlerinden birine ev sahipliği yaptığı­ nı düşünmeye başladıysa da, yirminci yüzyılın ortalarında, birikmiş dolaylı kanıtlar, gezegenlerin muhtemelen diğer yıl­ dızlarda da yaygın olarak bulunduğuna işaret ediyordu. Yine de Uzay Çağında Venüs'ün, Mars'ın ve güneş siste­ minin görünüşe göre yaşama sahip olmayan diğer gezegenle­ rinin keşfedilmesi. Dünya'ya, önceden sahip olduğu Platon­ cu pırıltıyı geri kazandırmıştı. Sonra ötegezegen patlaması geldi. Modern birçok gezegen avcısı için, güneş sisteminin ötesinde bir başka biyosfer bulmak, sıradanlık ilkesinin zir­ vesine yerleştirilecek bir kapak taşı bulma yarışı haline ge­ lerek KopernikDevriminin zirvesini oluşturuyordu. Sonunda gezegenimiz ve onun üzerindeki her şey nihai alçalmalarına ulaşmıştı: yaşamla dolup taşan kozmosta bir başka ortala­ ma dünya işte. Ancak yinede yaşamın kökenlerine ve Dünya benzeri ge­ zegenlerin bilinmeyen miktarına dair çözülmemiş ve can sı­ kıcı gizemler bir kenara bırakılırsa, kozmolojinin hudutları, son zamanlarda, Kopernik İlkelerinin bizim sıradanlığımı­ za dair düşüncelerinde yeni zorluklar bulunduğunu gözler önüne serdi. Gözlemlenebilir evrenin büyük bir kısmı, içe­ risindeki rastgele bir noktada size en fazla milyonda birlik bir ihtimalle kendinize bir galaksi bulma şansı veren, boş bir uzay gibi görünüyordu. Evrenin ağır ağır genişlediği de hesaba katılırsa, bu ihtimaller zaman geçtikçe yalnızca daha da kötüleşebilir. Galaksileri ve galaktik kümelenmeleri bir

104 BiR DÜNYANIN DEGERI

arada tutan şeyler, gizemli haleler, iplikçikler ve görünüşe göre kütleçekim hariç evrendeki tüm kuvvetlere bağışıklığı bulunan "kara madde"dir. Bir galaksinin iç kısmı genellikle, santimetre küp başına ortalama bir protonla dolu bir boş­ luktur. Eğer bir galaksideki yıldızların birer kum taneciği olduğu düşünülürse, bunların aralarındaki uzaklık birkaç km kadar olacaktır. Bir galaksi içerisindeki yıldızlararası maddenin yalnızca en küçük parçası herhangi bir anda yo­ ğunlaşarak bir hidrojen atomu kadar karmaşık ve gelişkin bir şeye dönüşebilir. Görünüşe göre, sıradan maddenin -bir molekülün, bir tutam gazın, bir kayanın, bir yıldızın, bir ge­ zegen veya bir insanın- yalnızca herhangi bir parçası haline gelmek etkileyici ve istatistiksel olarak ihtimal dışı bir ba­ şarıdır. Böylesine engin bir boşlukta maddenin açık bir biçim­ de ayrıcalıklı olan yeri, evrenin, devam etmekte olan ve gö­ rünüşe göre gittikçe daha da büyüyen bir yalnızlığa doğru ilerleyen evrimi tarafından artırılıyor. Gözlemlenebilir ev­ renin sınırlarında patlayan süpernovalar üzerine yapılan araştırmalar, galaksiler arasındaki uzayın yalnızca geniş­ lemediğini, aynı zamanda bu genişlemenin kozmolojicilerin yalnızca "kara enerji" olarak bildiği bir kuvvet tarafından hızlandırıldığını da ortaya çıkardı. Eğer kozmos bu hızlanan genişlemesini bir şekilde durdurmazsa, çok uzak bir gele­ ceğin evreni şu andakinden çok daha yalnız ve boş olacak: Samanyolu'yla bir kütleçekim etkileşiminde bulunan ve "Ye­ rel Grup" olarak bilinen bir avuç galaksinin dışında, şu anda gökyüzünde gördüğümüz diğer tüm galaksiler o uzak ta­ rihlerde görülebilir evrenimizin ufuklarının ötesine geçmiş olacaklar. Ayrıca Yerel Gruptaki galaksiler de yıldızlan teker teker sönümlendikçe bugünden birkaç yüz trilyon yıl sonra nihayet karanlığa gömülecekler. Sonrasındaysa desilyonlar ve desilyonlar sonraki gelecekte -atom yapısının temel taş­ lan olan- protonlar, ölmekte olan radyasyon patlamaları içe­ risinde parçalanacaklar (bir "desilyon," 1 sayısından sonra 33 adet sıfır konduğunda elde edilir ve gerçekten de uzun, çok uzun bir süredir). Bu süreç gerçekleşirken, sönümlenmiş

105 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK yıldızların ve donmuş gezegenlerin son kalıntıları da çözü­ nerek bilinmezliğe karışacak. Evren akıl almaz biçimde ka­ ranlık, dağınık ve soğuk olacak ve evrenin bizim Yerel Gru­ bumuza ev sahipliği yapan minicik kısmında geriye kalan son birkaç makroölçek yapı da süper kütleli kara deliklere dönüşerek kuantum mekaniği etkileriyle yavaşça buharla­ şacak. En sonunda son kara delik de küçülerek kuantum köpüğü içerisinde kaybolduğunda, sonsuzca genişleyen bir boşlukta ebediyen yayılan solgun bir fotonlar, elektronlar ve nötrinolar esintisinden başka bir şey kalmayacak. Böylesine kasvetli ve kederli bir gelecekte hiçbir umut gö­ rememek belki de bir hayal gücü eksikliğidir. Bunun yanın­ da, evrenimizin evrimi belki de Kopernikçi sıradanlığa kar­ şı bir alamet, bolca galaksinin, parıldayan yıldızın ve canlı gezegenin bulunduğu, bütün her şeyin şafağından sonraki yalnızca bir kozmik anı gözler önüne seren bu parlak çağın aslında daha ziyade özel olduğunu gösteren bir işarettir. Tıpkı evrenin geleceğinin Kopernikçibe klentilere meydan okuması gibi, bunu geçmişi de yapar. Evrenin geçmiş tarihi için en önde gelen bilimsel açıklama olan Büyük Patlama­ nın ardındaki temel fikir, kozmosun, yaklaşık 13,8 milyar yıl önce bir şekilde patlayarak genişlemeye başlayan, beklenme­ dik bir şekilde yoğunlaşmış tek bir noktadan geliştiğidir. Pek Kopernikçi bir yaklaşım değil. Daha da sorunlu olan nokta, Büyük Patlamanın kendisinin, karşısında evrenin yapısını bulması. Atomların, gezegenlerin, yıldızların, galaksilerin ve galaktik kümelenmelerin tanecikli farklarının ötesinde, koz­ mos, astronomların ölçebileceği en büyük ölçeklerde doğal olmayan bir biçimde pürüzsüz görünüyor. Bu büyük ölçek­ li pürüzsüzlük, Kopernikçi öngörülerle uyuşmakla birlikte erken dönem evrenin birbirinden ayrı bölgeleri arasındaki genişleme oranlarında gerçekleşen en küçük değişikliğin, bunların günümüzdeki yapılarında -topaklar, buruşmalar vb- hatrı sayılır sapmalarla sonuçlanmış olması gerekti­ ğinden, rahatsız edicidir. Şu anda gözlemlenebilir evrenin birbirine karşıt taraflarında bulunan uzay bölgeleri, birbir­ lerinden nedensel olarak bağlantısız kalacak kadar uzakta

106 BiR DÜNYANIN DEGERI olmalarına rağmen yapısal olarak aynı, neredeyse kusursuz bir pürüzsüzlükte görünüyorlar. Birbirinden oldukça uzağa düşmüş bu evren parçalarını dengeleyebilecek herhangi bir bilgi. enerji veya sıcaklık bir yana, bu iki taraf arasında ışı­ ğın kendisi bile henüz seyahat etmiş değil. Bu açmaz için en önde gelen kozmolojik açıklama, Büyük Patlamanın üzerine inşa edilen, "şişme" adı verilen ve evre­ nin doğuşunun üzerinden bir saniye bile geçmemişken, her şeyin belki de bir proton boyutunda sıcak, yoğun bir bölgeye sıkışmış olduğu anda, gergin ve gizemli bir itici karşı-kütle­ çekim patlamasının, uzayı belki de büyükçe bir greyfurt bo­ yutuna gelene dek "şişirdiğini" öne süren bir fikirdir. Bu, ku­ lağa küçük gibi gelebilir, ama birkaç on trilyon çarpı trilyon boyutunda bir sıçramayı temsil etmektedir. Tıpkı şişen bir balonun kauçuk yüzeyindeki kırışıkların kaybolması gibi. bazı büyük düzensizlikler de bu hızlandırılmış genişleme ta­ rafından silinmiş olabilir. Şişme modellerine göre, geriye ka­ lan küçük kusurlar hayli büyütülmüş kuantum dalgalanma­ larından gelmiş ve galaksilerin ve galaktik kümelenmelerin yoğunlaşarak oluştuğu erken dönem evrende hafifyoğunluk kesecikleri oluşturmuştu. Şişmenin barındırdığı sorun, bir kere başladıktan sonra kolayca durdurulamamasıydı. Bazı araştırmacılar, karan­ lık enerjinin aslında milyarlarca yıllık bir uykunun ardın­ dan bir şekilde geri dönen ilkel şişmenin tuhaf bir yankısı veya gölgesi olabileceğini bile öne sürdüler. İlkel şişme ye­ rel bir uzay bölgesinde (örneğin gözlemlenebilir evrenimizin tamamı) çabucak dağılıp durabilirse de genişleme oranını çok fazla artırdığından, görülebilir evrenimizin ufuklarının ötesindeki çok daha büyük bir uzay balonuna temas etme­ lidir. İşin aslı, gözlemlenebilir evrenimizin ufuklarının çok daha ötesine değin genişleyebilen bir evren, ilkel şişmenin standart bir sonucudur. Bu katlanarak büyüyen ve belki de sonsuz hacmin derinliklerinde, son derece olasılık dışı ol­ salar bile daha fazla şişmeli Büyük Patlama tekrar tekrar gerçekleşebilir. Her seferinde, sonu olmadan yayılan yeni bir genişleme ortaya çıkacaktır. Görünüşe göre, bir kere başla-

107 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK yan şişme, her biri birbiriyle bağlantılı ama nedensel olarak ayrık paralel balon evrenlerden oluşan sonsuz, fraktal bir birlik üreterek sonsuza dek sürecektir. Tıpkı hızla akan bir nehirdeki baloncuklar gibi, aralarındaki boşluklarda bulu­ nan şişme onları sınırlarının genişlemesinden daha hızlı bir biçimde birbirlerinden ayıracağından, bu balonların çoğu birbiriyle asla kesişip tanışma şansı bulamayacaktır. Farklı balonlar içerisinde, şişmeye bağlı genişlemenin yarattığı ha­ raretli kaostan doğan fizikya saları, bizim kendi yerel evren bölgemizde hüküm sürenlerden hayli farklı olabilir. Küçük bir kısımdaki fizik yasaları bizimkiyle aynı veya ondan çok küçük farklarla ayrılıyor olabilir ve bu bölgelerin galaksiler, yıldızlar, gezegenler ve canlı yaratıklar üretme­ si ihtimali daha yüksek olacaktır. Geri kalan bölgelerdeyse doğa yasaları, bildiğimiz haliyle yaşamı imkansız kılacak kadar yabancı olabilir. Dolayısıyla şişmeye dayalı bir "çoklu evren" kuramı, modem kozmolojide sıklıkla, evrenin, yaşa­ mın doğuşuna ve devamına olanak sağlamak üzere ayarlan­ mış ve aksi halde gizemli kalacak temel özelliklerini açık­ lamada kullanılır. Ya şamın ortaya çıkışını engelleyen fizik kurallarına sahip ölü doğmuş bazı evrenlerde yıldızlar ol­ mazdı. Diğerlerindeyse hiç atom bulunmazdı. Bazıları öyle­ sine hızlı bir şekilde genişler veya küçülürdü ki varlıkları bir an içinde karman çorman bir halde silinirdi; başkaları, arka­ larında vakum ve kaynayan radyasyon sahaları bırakarak bir enerji alevlenmesiyle birbirlerini yok edecek olan madde ve karşı maddeden tam olarak eşit miktarda bulundururdu. Ak­ lımızın alabileceği evrenlerin çoğunluğunda, gözlemcilerin varlığı akıl almaz gibi görünüyor. Bu evrenlerde, çevrelerine bakıp tüm bunların nasıl başladığını merak edecek canlılar olmazdı. Bu açıdan bakıldığında, etrafımızda gördüğümüz evren elbette ki yaşama elverişlidir; aksi halde biz de burada olmazdık zaten. Şu ana kadar hiç kimse, bu fikirlerin çoğunun sınana­ bilmesi için kusursuz bir yol geliştirmedi; bizim için tanım gereği sonsuza dek erişilmez olan diğer evrenleri tam ola­ rak nasıl tespit edebilirsiniz? Ama eğer şişmeye bağlı çoklu

108 BiR DÜNYANIN DEGERI evren gerçekse, Kopernikçifikirler için çok karışık sonuçlara gebe demektir. Öte yandan bu, gözlemlenebilir evrenimizin tamamının, 13,8 milyar yıl önceki Büyük Patlamadan sonra şişerek genişleyen çok daha büyük bir kozmosun yalnızca en küçük parçası olduğu anlamına da gelebilir. Çok daha büyük olan bu kozmosun kendisi de başka evrenlerden oluşan son­ suz bir toplamın yalnızca tek bir üyesi olacaktır. Sonsuz da ... yani sonsuz olduğuna göre, çoklu evren de sınırsız sayıdaki başka dünyalarda yaşayan sonsuz miktardaki canlıya ev sa­ hipliği yapıyor demektir. Diğer taraftan, yaşamı destekleme yetisi olmayan balon evrenlerin sonsuzluğunun, bunu yapa­ bilen evrenlerinkinden çok daha büyük olduğu ortaya çıka­ bilir. Sıradanlık ilkesine karşı şişmeye bağlı birçoklu evren, bizim yerel evrenimizin, çok daha büyük bir şişme bölgesine gömülü sıradışı bir balonun küçük bir parçası, yaşama ev sahipliği edebilecek özel bir evrenler alt kümesinin bir üyesi olduğuna işaret etmektedir. Gözlemleyebildiğimiz fizikya sa­ larının bu alt küme içerisinde "ortalama" olup olmadığınıysa hiç kimse söyleyemez. Bir gezegen, bir yıldız veya bir galaksi, yalnızca onu doğuran kozmos kadar özel ve değerli olabilir. Sonsuz şişmeye kafa patlatan modern kozmoloji, aslında ilk olarak Yunan atomcular tarafından yaklaşık 2500 yıl önce formülleştirilen bazı ilkelere geri döndü; Demokritos bunun bu kadar uzun sürmesine muhakkak bir kahkaha patlatırdı. Uzak gelecekte, bizim evrenimiz dağılarak karanlık ve soğuk bir ihtiyarlığa sürüklenirken, yaşama tutunan son canlılar uzaklarda, çok uzaklarda, kozmik ufukların ötesinde, ara­ lıksız yaratım sürecinin devam ettiğine; yeni yaşamlar, yeni dünyalar ve yeni evrenler doğurduğuna inanarak bir miktar avuntu bulabilir. Ya şam, sonsuza dek sürer.

109 Bölüm 5

ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN

Laughlin zaman zaman ofisinde derin düşüncelere daldığın­ da, 1990'larda UC Berkel ey'de bir doktora sonrası öğrenci­ siyken satın aldığı bir oyuncağı almak için masasına uza­ nırdı. Oyuncak, bir darağacına benziyordu. Darağacından bir ilmek yerine ince çelik bir sarkaç sarkıyor, gömülü küçük bir mıknatıs tarafından çelik bir karenin üzerinde gevşekçe sallanıyordu. Karenin üzerine çeşitli kuvvetlerde ve şekiller­ de mıknatısları stratejik biçimde yerleştirilip sarkaca hafif bir fiskevur ulduğunda sarkaç, havada gerçekleştirilen hare­ ket yüzünden oluşan sürtünme ivmesi kaybının üstesinden gelecek kuvvete sahip manyetik alanlar arasında seğirterek uzunca bir süre öne arkaya sallanıyordu. Sarkacın hareket­ leri, asla belirli herhangi bir yolu tekrar etmeden kaotik bir rastgele yürüyüşü takip ediyordu. Laughlin'in bu oyuncağı sevmesinin sebebi, yalnızca her bir mıknatısın konumunun başlangıçtaki basit durumu ve başlatıcı bir dürtmenin kuv­ vet ve yörüngesi sayesinde oyuncağın bu karmaşık davra­ nışının gözler önüne serilebilmesiydi. Bu durum ona, kara deliklerin, yıldızların ve gezegenlerin kaotik kütleçekim etki­ leşimlerinden doğan tipik çıktıları öngörmek uğruna verdiği mücadeleleri ve anlamsız gürültülerin arkaplanındaki zayıf sinyalleri ele geçirme çabalarını hatırlatıyordu. 2006'nın Haziran ayının sonlarına doğru bir gece, işten eve geç saatlerde dönen Laughlin mutfak masasına oturdu ve eve iş getirdiğini fark etti: bir fikir, beyninde köpürüyor­ du. O günün önceki saatlerinde, Alpha Centauri'nin Güneş benzeri iki yıldızı Alpha Centauri A ve B'den oluşan iki­ li sistemine narince bağlanmış bir kızıl cüce olan Proxima

110 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN

Centauri'nin belirsiz yörüngesi üzerine kafapa tlatmıştı. La­ ughlin, bu yıldızın yalnızca galaktik gecede öylece geçiveren yalnız bir yıldız mı yoksa Alpha Centauri sisteminin yaban­ cılaşmış bir aile üyesi mi olduğunu bilmiyordu. Önemli olan, bu üç yıldızın, güneş sistemimize bilinen en yakın üçlüyü oluşturuyor olmasıydı. Yıldızların gökyüzündeki hareketleri üzerine düşünürken, bunlara eşlik eden herhangi bir gezege­ nin var olup olmadığı sorusu aklını kurcalamaya başladı. Bu kurcalama o gece dayanılmaz bir kaşıntı halini aldı. Laugh­ lin bu kaşıntıyı, müsvedde kağıt üzerine karalanmış notlarla ve dizüstü bilgisayarına girilmiş hesaplamalarla giderdi. Onlarca yıldır, iki yıldız arasındaki kütleçekim etkileşi­ minin ya gezegen oluşumunu engelleyeceği ya da gezegen bir kez oluştuysa onu çabucak sistemden kaçış yörüngeleri­ ne yerleştireceği düşünüldüğünden, ikili yıldız sistemlerinin gezegen araştırmacıları tarafından zayıf hedeflerold uğu yö­ nünde bir fikir birliği vardı. Ama ötegezegen patlamasından beri, artan sayılarda ikili yıldız gezegenleri keşfediliyordu; fikirbir liği hatalıydı. Dünya'ya oldukça yakında bulunan ko­ numlan nedeniyle Alpha Centauri A ve B, RV gezegen araş­ tırması için bolca foton vaat ediyordu. Güneş'ten birazcık küçük ve oldukça karanlık, turuncu bir yıldız olan Alpha Centauri B, özellikle sessiz ve istikrarlıydı; potansiyel ola­ rak yaşanabilir gezegenlerin taranması için mükemmel bir adaydı. Her bir yıldızın birkaç AB'si içerisinde gaz devi her­ hangi bir gezegenin var olması ihtimali önceki araştırma­ larda halihazırda elenmişti, ama daha küçük dünyaların var olma ihtimali hala mevcuttu. Laughlin bunların erişilebilir bir noktada olabileceğini düşünüyordu. Laughlin meseleye kaç farklıaçıdan yaklaşırsa yaklaşsın, daha derin incelemeler onun eleştiri oklarının her birini sa­ vuşturuyor, Centauri merkezli RV araştırma fikri çizik bile almadan yerinde duruyordu. Bu fikri kafasında ne kadar evirip çevirirse, durum o kadar ideal ve rastlantısal görü­ nüyordu. Her ne kadar birçok yıldız insanların zaman ölç�­ ğine göre gökyüzünde hareketsiz gibi görünse de, Güneş'in Samanyolu'nun merkezinin çevresindeki 250 milyon yıllık

111 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

yörüngesi, güneş sistemimizin birkaç yüz bin yılda bir ta­ mamen yeni komşulara sahip olmasını sağlıyordu. "Eğer ga­ laksideki rastgele bir noktaya külçe gibi oturmuş olsaydık, kendimizi bizimki gibi küçük kayalık gezegenlerin tespiti için böylesine uygun yıldızların yanında bulma şansımız yalnızca yüzde bir olurdu," dedi Laughlin bana, 2008'in son­ larındaki bir mülakat sırasında. "Talih kuşu bize, Dünya'nın tarihinin en azından yüzde 99,9'unda meydana gelmemiş ilginç bir durum getirmişti. Alpha Centauri'nin, tam da in­ sanların ortaya çıkıp bu ölçümleri yapabilecek yetiyi geliş­ tirdikleri sırada yanıbaşımızda bitivermesi olağanüstü bir şey. Bu rastlantı beni büyülüyor." 2006'daki o yaz gecesinde mutfak masasında oturan La­ ughlin, kendi kendine, bu araştırmanın eli boş dönmeye de­ ğeceğini söylüyordu. Alpha Centauri yıldızlarının çevresin­ de herhangi bir yıldız bulmak bile tarihi bir keşif olurdu. Yakınlıkları dolayısıyla bu gezegenler izleyen çalışmaların birincil hedefleri olacaktı ve niteliklerine bakılmaksızın ile­ ri araştırmaların fonlanması için muhtemelen milyonlarca dolar toplanacaktı. Laughlin, düşüncelerinin bir an için uzaklara, puslu ola­ sılık denizlerine kaymasına izin verdi. Dünya'ya komşu en yakın gezegenlerin çevresinde potansiyel olarak yaşanabilir gezegenler bulmak, evrendeki yerimiz hakkında daha faz­ la şey öğrenme mücadelesinde büyük yatırımları ve ilerle­ meleri tetikleyebilecek, gerçekten de devrim niteliğinde bir gelişme olurdu. Yıldızların yaşanabilir bölgelerindeki yö­ rüngelerde bulunan yaşama elverişli herhangi bir gezegeni gerçekten görmeden, bunların Venüs, Mars, Dünya gibi yer­ ler veya beklentilerin tamamen dışında başka bir şey çıkıp çıkmayacağını hiç kimse bilemezdi. Görünüşe göre, hemen galaktik kapı eşiğimizde duran diğer canlı dünyaları doğ­ rulama olasılığıyla kıyaslandığında, bu tür gezegenler üze­ rinde çalışmak için doğrudan görüntülü uzay teleskopları inşa etmenin maliyeti de azalırdı. Eğer güzel bir rastlantı eseri, yakındaki bu dünyalar yeni teleskoplarla incelendikle­ rinde özellikle davetkar görünürse, tıpkı bizim kendi güneş

112 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN sistemimizdeki gezegenlerin astronominin daha erken, daha romantik çağlarında yaptığı gibi yeni bir bilim insanları, kaşiflerve hayalperestler neslini cezbedebilirdi. Alpha Cen­ tauri bu yıldızlararası en kısa körfezin öte yanına bir çağrı gönderir, bu çağrıya cevap vermek için çabalayacak biri de mutlaka çıkardı. İlk temsilci, şüphesiz, ışık hızının yüzde onuyla ilerleyen, belki de bir Coca Cola kutusu boyutlarında bir robot olacaktı. Eğer gönderilmesinden yarım asır sonra bu alet tüm olasılıklara rağmen bir başka ılıman gezegenin yüksek çözünürlüklü görüntülerini Dünya'ya gönderir de bu gezegenin üzerinde okyanuslar, bulutlar, adalar ve ... Laughlin gözlerini kırptı ve aniden yıldızların ötesine kayıveren aklının dizginlerini tekrar ellerine aldı. Bilinen­ den ötesine fazla değer kestiriminde bulunmak tehlikeliydi. Dizüstü bilgisayarını kapattı, mutfak masasından kalktı ve yatağa gitti. Laughlin, aylar süren mutfak masası hayalleri sırasında, bir lisans öğrencisi olan Javiera Guedes'le Alpha Centau­ ri'deki gezegen takımının sayısal simülasyonlarını gerçek­ leştirdi. İkili işe Ay boyutlarındaki gezegen "embriyolarıyla" başladı ve embriyoların her bir yıldızın çevresindeki istik­ rarlı ve yaşanabilir yörüngelerde bulunan küçük kayalık ge­ zegenler halinde kütleçekim yoluyla bir araya toplanması­ nı izledi. Sonrasında Laughlin, bir araştırma önermek için Marcy ve Butler'ın eski ekip arkadaşı Debra Fischer'la te­ mas kurdu. NSF'den aldığı fon ve Laughlin, Butler ve kendi öğrencileri de dahil birçok meslektaşından aldığı yardımla Fischer, 2009 yılında, Şili'deki Cerro Tololo Amerikalar Ara­ sı Gözlemevinde bulunan 1,5 metrelik küçük bir teleskobu kullanarak Alpha Centauri üzerinde yoğun bir araştırmaya başladı. Altmış kilometre kuzeydeki Cerro Paranal'daysa İs­ viçreliler 2003'ten beri Alpha Centauri B'yi izliyordu, ama Fischer'ın programının başlamasından kısa süre sonra on­ lar da gözlemlerinin temposunu ciddi biçimde artırdılar. Bu ekip, yıldızlara, Fischer ve meslektaşları kadar dikkatle yoğunlaşamıyorlardı; çünkü HARPS, tek bir yıldız sistemi­ nin tekeline sokulamayacak kadar değerli bir kaynaktı.Yeni

113 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Zelanda'daki Mount John Üniversitesi Gözlemevinde bulu­ nan 1 metrelik bir teleskobu kullanarak yüksek tempolu bir araştırma yapmak için bir fon elde eden üçüncü bir grup da

201 ı yılında resmi olarak aramaya katıldı. Kısmen ikili yörüngelerin tam olarak kaldırılmasındaki zorluklar yüzünden RV verilerinin analizinin beklenenden daha zor olduğu görüldü; Alpha Centauri A ve B, Güneş'le Uranüs arasındaki mesafeden biraz daha geniş bir ortalama ayrılışla, kabaca 80 yıllık bir dönemde birbirlerinin yörün­ gesinde dönüyordu. Yörünge büyük oranda dışmerkezliydi (dairesel değildi), ama yörüngenin ince detaylan, iki yıldız­ dan herhangi birinin yaşanabilir bölgesinde var olabilecek küçük gezegenlerin sinyallerini saniyede birden fazla santi­ metrelik RV'den ayıracak kadar kısıtlanmamıştı. Paris Göz­ lemevinden kuramcı Philippe Thebault ve onunla çalışanlar tarafından gerçekleştirilen bir başka sayısal simulasyonlar dizisine göre, bu dışmerkezli yörünge daha başka sorunlar da arz ediyordu. Defalarca ve defalarca yapılan çalışmalar­ da, yörüngenin dışmerkezliliği tarafından yaratılan kütleçe­ kim etkileri, yapının oluşumunu, Ay boyutundaki yapıtaşlan bir araya gelemeden bozuyordu. Thebault'nun simulasyon­ lan, her iki yıldızınyörünge sinde de kum taneciklerinden ve çakıl taşlarından daha büyük hiçbir şeyin dönemeyeceğine işaret ediyordu. Laughlin, bu yeni simulasyonlarda hiçbir kusur veya hata bulamıyordu; biri hariç: Thebault, her biri de çevresinde, astronomların uzun zaman önce bizim güneş sistemimiz­ deki gezegenleri oluşturduğunu düşündüğüne yaklaşık bo­ yutlarda birer ilkel gezegen dairesi barındıran yıldızların, birbirleriyle mevcut uzaklıklarında doğduklarını varsaymış­ tı. Laughlin, Alpha Centauri'nin yıldızlarının oldukça farklı başlangıç şartlarında, birbirlerinden daha uzak mesafelerde ve muhtemelen herhangi biri Thebault'nun bunu takip eden dışmerkezli bozulmalarını engelleyebilecek daha inatçı ve daha küçük gezegen benzeri dairelerle ortaya çıktığına ina­ nıyordu. Kızıl cüce Proxima'nın varlığının, potansiyel bir adli delil olduğunu düşünüyordu Laughlin. "Eğer Alpha Cen-

114 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN tauri, bugün Orlon Bulutsusunda gördüğümüz gibi oldukça yoğun bir yıldız kümesinde oluşmuşsa, o halde çok büyük bir ihtimalle Proxima da yörüngesinden oradan geçen bir yıldız tarafından sıyrılmıştır," diye açıkladı bana. "Elbette Proxima çok daha sonra ele geçirilmiş olabilir, ama onun varlığı, Alpha Centauri'nin, yıldızların birbirlerinden daha uzakta olduğu, daha açık, daha az kümeleşmiş bir ortamda oluştuğu anlamına geliyor... Eğer işe [Thebault'nun verdiği) başlangıç şartlarıyla başlayacaksanız, elinize gezegen filan geçmeyecektir. Bana kalırsa başlangıç şartlan onun kullan­ dığından çok daha farklıydı." 2012'nin Ekim ayında nihayet bir keşif yapıldı. Bir araya getirilmiş 450'den fazla HARPS ölçümünü kullanan İsviçre­ liler, Alpha Centauri B'nin çevresinde, görünüşe göre Dünya kütlesinde olan bir gezegen keşfetmişti.Ya şama elverişli ol­ mayan üç günlük bir yörüngede bulunan bu gezegen, yıldızı­ na o kadar yakındı ki 650 Celsius dereceyi aşan sıcaklıklarla yüzeyi yanıyordu, ancak gelecek güzel şeylerin, yaşama el­ verişli bir kozmosun, habercisi olarak evrensel bir övgüye mazhar olmuştu. Hiç de davetkar olmayan koşullarda bile küçük, kayalık gezegenler yine de oluşmanın ve varlığını sür­ dürmenin yolunu bir şekilde buluyordu. Alpha Centauri Bb adı verilen bu yeni dünya o kadar hafifti ki yıldızı üzerinde saniyede yalnızca yaklaşık 50 santimetrelik, emekleyen bir bebeğin ortalama hızından biraz daha fazla, bir yalpalama yaratıyordu. HARPS bu zayıf sinyali tespit edebilirse, diyor­ du İsviçreliler, Alpha Centauri B'nin yaşanabilir bölgesinde­ ki keşfedilmemiş herhangi bir kayalık gezegen de avucumu­ zun içinde sayılır. Orada daha fazlageze genin bulunduğu da neredeyse kesindi; Kepler görevinden gelen istatistikler, güç­ lü bir biçimde, yakında bulunan küçük bir gezegenin tespit edildiği yerde henüz görülmemiş olsa da başka birkaç geze­ genin daha ortaya çıkacağına işaret ediyordu. Astronomların mırıldanmalarına bakılırsa, çok büyük bir ihtimalle, Alpha Centauri'nin üç yıldızının da çevresinde gezegenler vardı ve bizi ek keşiflere götürecek olan yine o sakin, durgun B ola­ caktı. Mesele, yalnızca bir zaman meselesiydi.

ııs BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Zamanında, Alpha Centauri'nin ilk gezegeni tespit edil­ meden yıllar önce, Laughlin'e bir e-posta göndererek bu yıl­ dız sisteminin çevresindeki ortam hakkındahiç hayal kurup kurmadığını sormuştum. Hiç, Alpha Centauri'nin yıldızla­ rından birinin etrafındaki yaşanabilir bölgeyi hayalinde canlandırmaya çalışmış mıydı? Gelen cevap yalnızca, Ray Bradbury'nin Mars Günlükleri'nden birpa rçayı içeriyordu:

Eski Marslıların isimleri suyun, havanın ve tepele­ rin isimleriydi. Güney'i su kanallarıyla boşaltıp boş denizleri dolduran karların isimleriydi. Mühürlenip gömülmüş büyücülerin ve kulelerin ve dikilitaşla­ rın isimleriydi. Roketler bu isimlere birer çekiç gibi çarptı, mermeri kırıp şiste dönüştürdü, eski kentle­ re isimlerini veren çanak çömlekten köşe taşlarını paramparça etti ve bu yıkıntı döküntü içerisinde büyük kuleler aldıkları yeni isimlerle altüst oldu: DEMİR KENT, ÇELİK KENT, ALÜMİNYUM ŞEHİR, ELEKTRİK KÖY, MISIR KENT, TAHIL KONAK, DET­ ROIT il ve Dünya'dan gelen tüm o mekanik ve metal isimler.

Laughlin ayrıntıya girmeyi reddetti, ama bu alıntı, bizim bulduklarımızı kendi görüntümüzde, Dünya'daki başlanıç koşullarımızda yeniden şekillendirerek benzerliklerimiz va­ sıtasıyla yabancı bir dünyanın gizemlerini kaçınılmaz ola­ rak filtreleyeceğimize işaret ediyordu. Aylar sonra, Laughlin'in SETi hakkındaki görüşlerini merak ederek kendisine ulaştım. Bu projenin başarılı olma şansı var mıydı? Soğukkanlılıkla güldü, sonra da sesli dü­ şünmeye başladı. "Hıh. Belki. in ... Eh. Eninde sonunda, evet. Ama çoğu insanın düşündüğü şekilde değil. Eğer bir radyo sinyali alırsanız, harika, hemen işe koyulmaya başlayabilir­ siniz. Güzel bir hayaldir bu. Galaksimizin bazı kısımları için de oldukça işlevseldir. Büyük bir uzay teleskobu, çok yakın­ daki bazı yıldızların yaşanabilir bölgesindeki gezegenlerde yaşama dair işaretler arayabilir, ama zeka işaretlerini ayırt etmek zor olacaktır. Bence eğer günün birinde bir SETi keş­ fi gerçekleşirse, bu muhtemelen Samanyolu'nun dışında bir keşif olacaktır."

116 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN

Dışarıda bir yerlerde, dedi Laughlin, belki mevcut göz­ lemlenebilir ufkumuzun ötesinde, belki de tamamen başka bir evrende, bizimkine çok benzeyen uygarlıklar barındıran galaksiler vardır, ama bu uygarlıkların başlangıç şartları bi­ zimkinden daha şanslıdır. Belki onlar da bizim gibi gökyü­ zünde yakın ve çekici bir Ay'a sahip, Dünya'ya benzeyen bir gezegende ortaya çıkmıştır. Belki onların yıldızının Dünya'ya benzeyen yaşanabilir bir değil iki ve hatta üç gezegeni vardır ve onlara en yakın komşu yıldızın çevresinde de yaşanabilir dünyalar dönüyordur. Belki onların kökenleri, her bir güne­ şinin birden fazla yaşanabilir dünyayla kutsandığı ikili veya üçlü bir yıldız sistemine dayanıyordur. Eğer bizimkine ben­ zer bir uygarlık yeterince şanslıysa, dedi ve burada bizim kendi güneş sistemimizde parlayıp sönmüş olan bir tür "yir­ minci yüzyıl ortaları tarzı Uzay Çağı büyümesi"yle birlikte bu talihlerinden faydalanabilmişlerse, bu uygarlığın bütün galaksiye yayılarak onu şekillendirip kavrayabilmesinin ola­ sılığı akla yatkındır. Bu tür galaktik imparatorluklara dair deliller, mevcut uzay teleskoplarıyla alınan tipik bir uzun pozlamalı "derin alan" görüntüsünün barındırdığı isimsiz kim bilir kaç binlerce galakside gizlice dolaşıyor olabilir. Bu delillerin neye benzeyeceğini merak ettim. Laughlin yine güldü ve bunun, kendisinin öngöremeyeceği bir şey ol­ duğunu söyledi.

***

13 Temmuz l 963'te, San Diego'daki Cabrillo Otobanının biraz ötesinde, aynı yerde ABD yönetimi için Atlas roketlerini inşa eden General Dynamics Uzaycılık şirketinin tesisinin batı gi­ ri ş rampasının altındaki gizli bir beton kasaya mühürlenmiş bir zaman kapsülü yerleştirildi. General Dynamics 1990'lar­ da satın alındı ve Atlas üretim altyapısının büyük bir kısmı, daha kolay para getiren sanayi parkları ve ofis binalarına yer açmak için parçalandı. Gömüldükten sonra yüz yıl bo­ yunca çıkarılmaması planlanmış olan kapsül yine de olduğu yerden alındı ve Balboa Park'taki San Diego Hava ve Uzay Müzesindeki bir depoya kondu. Eğer kapsülü bugün açacak

117 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZ LIK olsanız, MS 2063 başlıklı ince, eski bir cilt kitap bulursunuz. Bu kitap, General Dynamics'in beşinci yıldönümü kutlama­ ları için sipariş edilmişti ve insanlığın o günden sonraki bir asır süresince uzayda gerçekleştireceği zaferler üzerine uz­ manların -generallerin, siyasetçilerin, bilim insanlarının ve astronotların- umut dolu kehanetlerini içeriyordu. Şirketten birileri kitabın fazladan birkaç yüz kopyasını bastırmayı akıl edebilmişti ki, böylece kitabın içeriğini biz de bilebili­ yoruz. Merkür'e giden ve gezegenin yörüngesinde bulunan ilk Amerikalı olan astronot John Glenn, bir asır içerisinde atom enerji tesisleriyle "karşı-kütleçekim aygıtlar"ını bağlantı­ landırarak fizik yasalarını yeniden yazacağımızı ve yaşam­ da ve Dünya'daki ulaşım kadar gökyüzündeki ulaşımda da devrim yaratacağımızı öngörüyordu. Bir başka Merkür ast­ ronotu olan Scott Carpenter, karşı-kütleçekim "planlarının" Ay'da, Mars'ın uydusu olan Phobos'ta ve Mars'ta koloniler kurmak konusunda insanlara yardımcı olacağına dair umut­ larını ifade ediyordu. Seçkin astronom Fred Whipple, dünya nüfusunun 100 milyarda sabitleneceğini ve Mars'a yapıla­ cak gezegen ölçeğindeki bir mühendisliğin Kızıl Gezegen'in iklimini değiştirerek oraya yerleşecek 700.000 insanın ken­ di kendisine yetebilmesini sağlayacağını öne sürüyordu. NASA'nın İnsanlı Uzay Uçuşu Ofisinin yöneticisi olan Dyer Brainerd Holmes'sa 2063'te mürettebatlı araçların "ışık hızı­ na yaklaşan süratlere" ulaşmış olacağını ve toplumun yakın­ lardaki yıldızlara insan gönderip göndermemeyi tartışıyor olacağını iddia ediyordu. Bu kitaba yazı yazan yirmi dokuz kişinin çoğunluğu, de­ mokratik bir dünya devletinin altında ahenkle birleşmiş ve kaynak kıtlığından azade, barışçıl bir dünya öngörüyordu. Her bir yazının kendisine özgü iyimser birer mizacı vardı. Hidrojen bombasının ardındaki dehalardan biri olan Ed­ ward Teller, balistik füzelerin nükleer savaş başlıklarını fır­ latmakta kullanılmasının bırakılmasını ve onun yerine yol­ cuları dünyanın herhangi bir yerine bir saatten az bir sürede tıışıyacak araçlara dönüştürülmesini umut ediyordu. Ancak

118 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN bunun, "rahat bir yolculuk türü" olacağından şüpheliydi. Başkan Yardımcısı Lyndon B. Johnson, uyduları, Dünya'nın hava durumunu kontrol etmekte kullanabileceğimizi söylü­ yordu. California'nın Cumhuriyetçi milletvekili James B. Utt, her ne kadar kendisi "buna keyifleba kmasa da," toplumun in­ san ışınlanma bilim ve teknolojisi üzerinde uzmanlaşacağını düşünüyordu. Californialı bir başka milletvekili, Demokrat George P. Miller, 2063 yılında, "evrende, Dünya dışındaki bir yerde yaşayan insanlar bulmuş olacağımız" şeklindeki ilginç fikrini sunuyordu. Bunların arasındaki en tuhaf yazı, Nobel ödüllü kimyacı Harold Urey'nin verdiği uzun ve tamamen kötümser yanıttı. Diğer katkıların birkaçının uzunluğu da bir sayfadan faz­ la olmasına rağmen, Urey'nin yazısı tüm kitabın neredeyse üçte birini dolduruyordu. Kendisinin fikirleri, iki yıl önce katıldığı, Frank Drake'in düzenlediği Green Bank toplantı­ sından esinlenilmiş gibiydi. Urey, uzay bilimini ve keşifleri çok az tartışıyordu. Yazı­ sının büyük bir kısmını daha çok yaşamı boyunca görmüş olduğu değişimlerin toplumsal çıkarımlarını özetlemeye ayırmıştı. Kendisinin çocukluğu, asrın başlangıcında, buhar motorlarının, demiryollarının, telgrafların ve telefonların teknolojinin zirvesini temsil ettiği zamanlarda geçmişti. Şu anda ise otomobillerle, uçaklarla, roketlerle, dijital bilgisa­ yarlarla, renkli televizyonlarla ve atom bombalarıyla dolu bir dünyada yaşayan, ihtiyar bir adamdı. Teknolojik geliş­ menin, çocuklarını, kendisinin çocukluğundaki kır yaşamı zevklerinden, örneğin "gökyüzünde yıldızların ışıdığı bulut­ suz bir gecede, etrafı bembeyaz karlar kuşatmışken ... bufalo kürkünden bir battaniyenin sıcaklığına ve rahatlığına gö­ müldüğü ve bir grup siyahinin çektiği bir kızağı" kullanmak gibi keyiflerden nasıl da mahrum bıraktığını söyleyip hayıf­ lanıyordu. Urey'nin yaşamındaki her bir on yılda, insan toplumu, teknolojik yeterlilik ve ekonomik kabiliyet açısından göre­ ce sabit bir büyüme faktörü yaşadı. Dünyayı değiştiren ve devam etmekte olan araştırma ve geliştirmeye yapılan ciddi

119 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK yatırımlan destekleyen şey, sürekli -aslına bakılırsa sonsuz­ büyüme beklentisiydi. Ama bu üssel bolluk, önceden değer görmeyen sınırları ortaya çıkardığı ölçüde muhteşem yeni cepheler açmıyor, diye yazıyordu. Geleceğe bakan Urey, her şeyin parçalanıp dağılabileceği, modern dünyanın çekirde­ ğinin artık dayanmayacağı bir yakın geleceği. büyümenin duracağı bir zamanı görüyordu. Uygarlığın dış cephesinde halihazırda var olan çatlakların dışında hiçbir doğrudan se­ bep de öne sürmüyordu. Devletler hem enflasyonu hem de gelirleri geride bırakan "muazzam ulusal borçlar" sayesin­ de şişip hantallaşma eğiliminde olduğundan, dünya devleti planlarının da zararlı olduğuna inanıyordu. "Siyasetçilerin tuhaf psikolojisinin," "uygulamalı bilimsel yöntemlerle sa­ vaş makinelerinin gelişmesi"yle birleşiminden yıkıcı za­ rarlar çıkacaktı ve bunlar, büyük ve yaşlanmakta olan bir kitleye sağlık ve sosyal güvenlik sağlanmasıyla körüklene­ cekti. Urey, şirketler kaçınılmaz bir biçimde halkın çıkarı ve kamu yararına karşın kısa süreli karların peşinden koşmaya başlayacağından, toplumu tamamen büyük ve özel kuruluş­ ların insafına terk etmekten başka bir seçeneğin olmadığı gözleminde bulunuyordu. Büyümenin mevcut durumunun sürdürülebilmesinin tek yolu, devlet düzenlemeleri ve özel girişimler arasındaki zor ve belirsiz bir tür dengeden geçi­ yordu. O halde bile sonsuza dek sürdürülemezdi. Urey, sıradan insanların çoğunun, büyükanneleriyle bü­ yükbabalannın yaşamlarının öncesindeki bir geçmişi dü­ şünmeye muktedir olarak ve torunlarının ötesindeki bir gelecek için planlar yapmaktan yoksun bir halde bugünde sıkışıp kaldıkları gerçeğinden yakınıyordu. Daha da kötü­ sü, günlük yaşamlarındaki rahatlığa ve kolaylığa doğrudan daha büyük bir katkı yapmayan herhangi bir bilimsel araş­ tırmaya ve teknolojik gelişmeye gittikçe daha da düşmanla­ şan bir toplum görüyordu. Gelişmiş uluslarda, geçmişte ol­ duğundan çok daha fazlaça ba, baskılayıcı küresel sorunları çözmekten uzaklaştırılıp tüketiciliğin döngüsel arzularını tatmin edecek teknolojik ıvır zıvırlar üretmeye yöneltiliyor­ du. Urey, ABD fosil yakıt tüketiminin 1900 ile 1955 arasın-

120 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN da sekiz kat arttığını, bunun büyük bir kısmının da elektrik üretiminden kaynaklandığını ifade ediyordu. Dahası, "elekt­ riksel güç [kullanımı] 1900'de göz ardı edilebilir bir seviye­ deyken 1963 yılında kişi başı beş yüz watta çıkmıştı." Enerji kullanımının ekonomik büyümeyi desteklemek için artması daha ne kadar sürebilirdi ki? Yanıtında bulunabilecek birkaç güncel öngörüden birinde, Urey, bu tür keyiflerin sürdürü­ lemez olduğunun ipuçlarını nazikçe veriyordu: 2063'ten çok önce, "insan enerjisini harcamak için kullanışlı cihazlardan başka yollar" bulmak gibi muhtemelen nahoş bir gereklilikle karşı karşıya kalacağımız tahmininde bulunuyordu. Basitleştirici birkaç varsayım düşünüldüğünde, ekono­ mik büyümeye koyulacak güçlü sınırların hesaplanması ol­ dukça kolay hale geliyor. ABD örneğinde düşünüldüğünde, federal Enerji Bilgilendirme İdaresinden alınan veriler, on yedinci yüzyıldan bu yana ulusun toplam enerjikull anımının yıllık olarak yüzde yalnızca 3'ten daha az bir oranla arttığı­ nı gösteriyor. UC San Diego profesörlerinden Tom Murphy, bir düşünce deneyi olarak, geleceğe doğru devam eden bu büyümeyi tüm dünyayı kapsayacak şekilde genişletip yıllık 2,3'e düşürerek bunun olası sonuçlarını hesaplamış, sonuç­ ta her yüzyılda enerji kullanımının on faktörartacağı orta­ ya çıkmıştı. 2012'nin enerji kullanımına yaklaşık bir değer olan 12 teravatla başlayarak, 211 2'nin dünyası 120 teravat, 2212'nin dünyasıysa 1200 teravat harcayacaktı. 2287 yılın­ daysa dünya enerjitüketi mi, teorikol arak yeryüzündeki tüm kara parçalarının üzerinin yüzde 20'lik bir verim oranıyla çalışan güneş pilli güneş enerjisi sistemlerinin kurulmasıy­ la erişilebilecek bir miktar olan 7000 teravatı bulacaktı. O noktadan sonra, güneş pillerinin verimini mucizevi bir oran olan yüzde lOO'e çıkarmak ve karalar kadar tüm okyanusları da bunlarla kaplamak, yılda yüzde 2,3'lük enerji kullanımı artışının 125 yıl daha sürmesini sağlayarak, Dünya üzerine düşen toplam güneş ışığı miktarını geride bırakmadan önce, istikrarlı bir büyüme sergileyen uygarlığımızı MÔ 2412 yılı­ na kadar götürecekti. Başka bir enerji kaynağı olan nükleer füzyonun,yılda 2,3'lük bir artışı o noktadan sonraki birkaç

12 1 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK asır boyunca sürdürmesi mümkündü; en azından üretilen muazzam miktarlardaki enerjiden kalan atık ısı, okyanusları buharlaştırıp Dünya'nın yüzeyini akkor bir cürufa dönüştü­ rene dek. Gezegeninde tıkılı kalmış bir uygarlık için, suyun kaynama noktası ve taşla metalin erime noktaları, enerji kullanımının genişlemesinin üzerine aşılamaz sınırlar ko­ yuyordu. 1960'ta Science dergisine yazan fizikçi Freeman Dyson, insanlığın en yeni, acımasız enerji tüketimini mantıklı bir aşırılığa taşıyor, eğer günün birinde uzayda yaşamak ve ça­ lışmak üzerine uzmanlaşırsak, merkezi yıldızımızın çevresi­ ne bir güneş toplayıcıları bulutu inşa ederek aslında güneş ışığından faydalanabileceğimizi öne sürüyordu. Dyson, ör­ neğin muazzam miktarlarda ihtiyaç duyacağımız ham mad­ deleri nasıl elde edeceğimiz gibi konuları küçük birer teknik detay olarak görüp bunların üzerinde durmuyor, Güneş'in tüm enerjisine ihtiyaç duyacağımız zaman geldiğinde, bir veya iki gezegeni parçalarına ayırıverme becerisinin de öte­ sine geçeceğimizi iddia ediyordu. Bunca ışık yılı uzaktan ba­ kıldığında, Güneş'in optik salımı azalarak bitecek ve onun yerini yıldızı çevreleyen kabuktan yayılan atık ısının kızılaltı parıltısı alacaktı. Eğer olur da astronomlar tipik olarak so­ luk ve tamamen kızılaltı salıma kaymış bir uzak yıldız görür­ lerse, enerjiye aç bir başka galaktik uygarlığa dair bir kanıta bakıyor olacaklardır, diye yazıyordu Dyson. Tam verimlilikle çalışan bu tür bir "Dyson küresi," Güneş'in toplam ışınsal çıktısına eşit olan yaklaşık 400 milyar petavatlık bir enerji yakalayacaktı. Ancak Murphy, yılda yüzde 2,3'lük bir büyü­ meyle devam etmekte olan enerji kullanımına dayalı olarak, bunun bizim gittikçe büyüyen enerji ihtiyacımızı karşılama­ yı bir milenyumdan ·daha az bir zamanda bırakacağını he­ sapladı. Samanyolu'nda elbette ki birkaç milyar yıldız var. İnsanlığın Samanyolu'ndaki kusursuz Dyson küreleri içinde bulunan Güneş benzeri her bir yıldızı derhal kaplamayı bir şekilde başardığını varsaysak bile yıllık enerji kullanımın­ daki yüzde 2,3'lük acımasız artış, bizi yine de bir sonraki milenyumda galaktik kapasitemizin sınırlarına getirirdi.

122 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN

"Böylelikle bugünden itibaren 2500 yıl boyunca büyük bir galaksi değerinde enerjiyikull anıyor olurduk," diye yazmıştı Murphy. "İnsanlığın bundan 2500 yıl önce ne yaptığını kimi detaylarıyla biliyoruz. Sanırım bugünden 2500 yıl sonra ne yapmıyor olacağımızı güvenle söyleyebilirim." Eğer bizim­ kine benzer teknolojik uygarlıklar evrende yaygınsa, Dyson kürelerinin yıldız ışığı soğuran kaplamalarının altında, yıl­ dızların ve bütün halinde galaksilerin gözlerimizin önünde sönüşüne tanıklık edeceğimiz gerçeği, şu an içinde bulun­ duğumuz katlanarak büyüme çağının yalnızca geçmişe değil geleceğe kıyasla da anormal olabileceğine işaret ediyor.

***

General Dynamics kapsülünün gömülmesinden çok zaman önce -kesin konuşmak gerekirse, Jura Çağının başlangıcın­ da-, San Diego, tıpkı günümüzün California'sı haline gele­ cek şeyin büyük bir kısmı gibi, bir deniz yatağının dibindeki sıradan bir deniz kireçtaşıydı. 200 milyon yıldan daha az bir zaman önce, çarpışan tektonik levhalar engin batolitik magma plütonlarını -koyukıvaml ı, şehir boyutlarında eriyik granit balonlarını- ortaya çıkardı ve çekirdek kabuğundan dalga dalga kaynayarak o antik kıyısal okyanusun altın­ daki yeryüzü kabuğunu doldurdu. Plütonlar bakır, kurşun, gümüş ve altın bakımından oldukça zengindi. Su dolu kaya­ ları alttan ısıtıyor, kireçtaşını pişirerek mermere dönüştü­ rüyorlardı. Magma yukarıdan sızan suyla karıştığında, bazı metaller çökelerek çatlaklarda cevher damarları oluşturdu. Çarpışmaya devam etmekte olan tektonik levhalar, milyon­ larca yıl süresince sıkıştı ve önceden deniz yatağı olan yeri yükselterek kuru bir kara parçası haline getirdi. Büyük ka­ buk blokları ters dönerek kırsal bölgeyi ters stratigrafik dü­ zende yatacak şekilde dümdüz etti. California'daki bir dağın zirvesi, yeraltının derinliklerinden gelen etrafı orta bölgeler­ deki cevher damarlı mermer ve kireçtaşından meydana gelen granitten oluşmuş olabilir. Bu durumda dağın eteklerinde, daha genç yüzey taşlarıyla altüst olmuş antik deniz tabanın­ dan gelen yumuşak kiltaşından oluşan karman çorman bir

123 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK karışım dağınık halde yatıyor olurdu. Dağlara dökülen yağ­ murlar dağın yan taraflarını aşındırdı, cevher damarlarını gün yüzüne çıkardı ve değerli metal parçalarını ve tanelerini nehirlere döktü. 24 Ocak 1848'de, kıyıdaki küçük San Francisco yerleşimi­ ne kütükleri yüzdürmek için American Nehrinin kıyısına bir kereste atölyesi inşa etmekte olan marangoz James Mars­ hall. yağmurların döktüğü bu altın parçalarından birkaçını bularak büyük California'da Altına Hücumu ateşledi. Kısa süre içinde dünyanın her yanından yaklaşık 300.000 kişi kendi talihlerini arayarak bölgeye akın etti ve bu yerleşimin nüfusunu katlayarak artırıp ABD'nin bu eyaletinde plansız kentleşmeye sebep oldu. Kuzey Californa'da hızla gelişen şehirlerin sayısı arttıkça arttı. San Francisco canlı bir kent haline geldi. Kızılçam ormanları, taş ocaklarında yontulmuş kireçtaşını kirece çeviren fırınların beslenmesi için katledil­ di; bu kireçse mermer kaplı binalar için karılan çimentoya katılıyordu. 1863'e gelindiğinde, kıtalararası bir demiryolu inşa ediliyordu ve Batı Amerika'nın büyük açılışı adamakıllı başlamıştı. Tüm bunların sebebi, denizin altındaki magma­ nın Jura Döneminde yukarı doğru akmasıyla şans eseri or­ taya çıkan al tındı. Altına Hücumun ardından, kıtalararası demiryolu da yeni yerleşimcilerin yarattığı akının asla dinmeyeceğini teminat altına almıştı. ülke üzerinde gümbür gümbür ilerliyor, bir patlamadan diğerine geçiyorlardı ve her gün Pasifik' e dalan Güneş, Amerikan Rüyasının en gerçek ifadesinin üzerine ba­ tıyordu. Görünüşe göre neredeyse herkes California'nın apa­ çık alanlarından bir servet yaratabiliyordu. Çiftçiler, Merkez Vadinin [Central Valley) ılıman iklimine ve verimli toprağına akın etti. Petrolcüler, eyaletin güney katmanlarında saklı kal­ mış ham petrolü buldu. Film yapımcıları, arkalarında kalan doğudaki Thomas Edison'un tescil avukatları sürüsünden kaçarken, sığınak olarak Hollywood'u keşfetti. ABD ordusu, Pasifik sınırına üsler, hava alanları ve tersaneler inşa etti. Teknologlar, Silikon Vadisinde yeni yüksek teknoloji sanayi­ leri ortaya çıkardı. Bunların tamamında, emlak vurguncuları

124 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN topraklan parselleyip, bölüp sattı ve zengin oldu. Para içeri akmaya devam ettikçe konut fiyatları ve altyapı gereklilik­ leri arttı, mülkiyet vergileri de bunlarla birlikte yükseldi; ta ki varlıklı ve yerleşik Californialılar 1970'lerde ayaklanana dek. Bu insanlar mülkiyet vergilerini yapay olarak düşük tutmak için oy verdi ve eyaleti, seçmen güdümlü "oy pusulası girişimi"nin defalarca ve defalarca gelir kaynaklarını harca­ makla kalmayıp aynı zamanda bertaraf etmekle damgalan­ dığı işlevsiz bir siyasi kültüre sürükledi. Milenyumun baş­ langıcından beri, eyalet neredeyse sürekli bir bütçe krizinin eşiğinde. 2007'de patlayan emlak balonu, 2008'deki Büyük Durgunluk'u tetikledi ve bu da California'nın kasasında yı­ kıcı bir düşüşe yol açtı. Fonlar; yoksullara ve engellilere ya­ pılacak kamu yardımı, devlet okulları ve mahkemeler, kent­ sel acil servisler ve daha da fazlası için bölüştürüldü. 2009 yılında bir süre boyunca California eyalet yönetimi borçla­ rını yalnızca resmi ve basılı borç senetleriyle ödeyebilecek durumdaydı. Ben UC Santa Cruz'da Laughlin'i ziyaret ederken, California'nın eski ve yeni yaraları hala gözle görülür hal­ deydi. Üniversitenin on dokuzuncu yüzyıldan kalma terk edilmiş kireçtaşı ocaklarının ve sığır meralarının üzerine ve çevresine inşa edilmiş yerleşkesinin etrafı, önceden büyük bir orman olan şeyin seyrek kızılağaç gölgeleriyle sarılıydı. Laughlin'in ofisinede ev sahipliği yapan Disiplinlerarası Bi­ limler Binasının gün ışığıyla aydınlanan giriş koridorunda, iki yanında içlerinde sıvı helyum bulunması gereken iki boş termosun durduğu ilan panosunun, öğrencilerin okuldaki bütçe kesintisini protesto ettikleri bildirilerle dolu olduğu­ nu gördüm. Laughlin'in elinde artık, CaliforniaÜniv ersitesinin siste­ matik kemer sıkma politikalarını protesto etme gibi bir seçe­ nek bulunmuyordu. Artık kadrolu bir profesördü ve kısa süre önce de astronomi bölümünün başkanı olarak seçilmişti. Ofisi küçüktü ve mütevazı bir dekorasyona sahipti. Bir du­ varın büyük bir kısmını, denklem düğümleriyle ve el çizimi grafiklerle dolu beyaz bir tahta kaplıyordu. Mars'ın bir dos-

125 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ya dolabı üzerinde duran topografikbir küresini Laughlin'in yakınlardaki bir nehirden topladığı pirit desenlerine sahip parıldayan granit parçalan çevrelemişti. Kürenin kızıl renkli tepeleri ve dağlarına karşın havzaları ve ovalan, muhteme­ len milyarlarca yıl önce banndırdıklan denizler gibi maviye boyanmıştı. "İki gün birbirinin aynısı değil; her gün birbiri­ nin tamamen aynısı," dedi Laughlin, ofisini göstererek. "Çok az değişiklik var; geliyorum,mas ama oturuyorum ve çalışı­ yorum. Ama araştırmagirişiminin devam etmesini sağlamak için bir krizden diğerine koşuşturduğumuz her bir gün eşsiz. Bölüm için daha fazlafon sağlamaya çalışıyorum. Fon sağ­ lanması gereken dört lisans öğrencimiz var. Kendi çalışma­ mın fonlanmasını da sağlıyorum. Fonlar şu anda Mars'taki eski denizler gibi; kenarlarındankuruyorlar. " Laughlin, bu bölümün daha genç üyelerindenbazı larının, sahip oldukları analitik ve sayısal becerileri Silikon Vadisi veya Wall Street'teki daha karlı patronlara sunacaklarını düşünüyordu. Bu sırada da teleskop kiralama fiyatlarının yüksekliğinden bunalmış olan bazı öğrencileri ve meslektaş­ ları, ucuz dizüstü bilgisayarları kullanarak halka açık Kepler verilerinden oluşan bedava dizileri analiz ediyor, Kepler eki­ binin ilk analizlerinin kaçırmış olabileceği değerli keşifler aramakla yetiniyordu. Laughlin'in kendisiyse Amerikalıların ve İsviçrelilerin yaptığı RV çalışmalarının şöyle bir bakış attığı ve Kepler'in tamamen gün yüzüne çıkardığı bir gizemle cebelleşiyordu: sıcak, düz, dairesel. 100 günden az yörüngelerde bulunan, Neptün kütlesinde bol miktarda gezegen; yani iç gezegen sistemlerinin gözle görülür ön tanımlı mimarisi. Geleneksel kuram, gezegenler genç yıldızların çevresindeki düz, daire­ sel ve sürekli dönen bir maddeler diskinden meydana geldi­ ği için neredeyse tüm gezegenlerin bir yıldızın ekvatoruyla, yani tutulum düzlemiyle aynı hizadaki düz, dairesel yörün­ gelerde bulunması gerektiğini öne sürer. Küçük, kayalık ge­ zegenler bir yıldızın yakınlarında, havanın sıcak olduğu ve gazların çoğunun buharlaşarak uzaklaştığı yerde oluşmalı­ dır. Büyük,gazlı gezegenlerse çok daha uzakta, "kar hattı"nın

126 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN

ötesinde, gaz ve buzun soğuk havada bulunduğu yerlerde oluşmalıdır. 1995 yılında keşfedildiklerinden beri sıcak Jü­ piterler yeni kuramların ortaya atılmasına sebep olmuştu. Bunlar fazlaca uzun yörüngelerde, on.lan bir uçta tutulma çemberinin çok uzaklarına uçurup sonra da diğer uçta bağlı oldukları yıldızı sıyırmalanna sebep olan dış merkezli yö­ rüngelerde bulunuyordu. Kuramcılar bu tür dün.yalan yal­ nızca çok uzaklardaki dev gezegenlerin onları şekillendiren disklerle etkileşime girip ivme kaybetmesini ve yıldızlarına daha yakın bir mesafeye düşmesini açıklayan bir kuramsal mekanizmalar bütünü olan gezegen göçünün birer sonucu olarak açıklayabiliyordu. Sorun şuydu ki muazzam bir geze­ gen oluşumunun ortasında göçe başladığında bu gezegenin, diskin içinde hareket ettikçe büyük miktarlarda maddeyi bünyesinde toplayarak Neptün gibi görece bir cüce değil, yaklaşık olarak Jüpiter'in boyutlarında bir deve dönüşme eğiliminde bulunmasıydı. Dahası göç etmekte olan bir devin yarattığı kütleçekim etkisi sistemin geri kalanını da sarsa­ rak diğer gezegenleri de düz ve dairesel yörüngelerden çıka- rıp tutulum düzlemin dışına çıkan dış merkezli ve uzatılmış yörüngelere savurma eğilimindeydi. Yeni kuramların çoğuna göre ortalama Neptün kütlesindeki gezegenlerin, yıldızları­ nın yakınında var olmaması ve kesinlikle düz, el değmemiş yörüngelerde bulunmaması gerekiyordu. Varılan fikir birli­ ği, bunların yalnızca uzaklarda oluşabileceğine ve içeri göç ederlerse bir yandan daha da büyürken diğer yandan da ilkel gezegen oluşumu sürecinden geriye kalan hassas eş düzlem­ liliği ve daireselliği bozacağına işaret ediyordu. Bazı kuramcılar kendilerinden o kadar emindi ki Kepler' in Neptün boyutlarındaki herhangi bir gezegenden yoksun bir "gezegen çölü" bulacağını öngörüyorlardı. Ancak gelmeye başlayan Kepler verileri, geçiş yapmakta olan yüzlerce çoklu gezegen sistemiyle, bazıları oransal olarak bir plaktan veya CD'den daha düz ve daha dairesel yörüngelere sahip sıcak Neptünler barındıran sistemlerle doluydu. Öngörülen ge­ zegen çöllerininse esrarengiz bir dünyalar ormanı olduğu ortaya çıktı. Kuramcılar gezegenleri mevcut konumlarına

127 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK böylesi bir sükunetle taşımış olabilecek herhangi bir göç mekanizması bilmiyorlardı. Ama işte hepsi de tabandan te­ peye dokunulmamış, bozulmamış çini yığınlarının arasında kızgın boğalar gibi toprağı eşeliyordu. Bunlardan yalnızca biri bulunmuş olsa, bu şans olurdu; ama yüzlercesinin bu­ lunması gezegen sistemlerinin oluşma ve evrimleşme biçim­ lerine dair kabul gören kuramlarda temel bir noktanın eksik olduğu anlamına geliyordu. Kepler'in yaptığı keşif ötegezegen oyunundaki neredey­ se tüm diğer oyuncular gibi Laughlin'i de şaşkına çevirmiş­ ti. Ofisinden çıkıp, kampüsü süsleyen kızılçamların ve eski kireçtaşı ocaklarının arasında yürürken konuşmaya devam ediyordu. Ona göre, Kepler'den gelen bütün veriler, kuramcı­ ları sonraki yirmi yıl boyunca meşgul etmeye yeterliydi. "Yalnızca bu gezegenlerin nasıl oluştuğunu henüz bil­ miyorum," dedi, biz rutubetli bir nehir yatağı boyunca bata çıka ilerlerken. "Kimse bilmiyor. Ters bir şeyler var. Bizim ge­ zegen oluşum paradigmamız, birbirinden farklı şeyi tutarlı bir resim halinde birleştirmek üzerine kurulu: kendi güneş sistemimiz ve kolayca incelenebilen sıcak Jüpiterler. Artık sıcak Jüpiterlerin yıldızlar içerisinde yalnızca yüzde birlik bir kesimi oluşturduğunu biliyoruz. Görünüşe göre bizim güneş sistemimiz gibi mimariler yıldızların yaklaşık yüz­ de onunu oluşturuyor. Dolayısıyla gezegen oluşumuna dair birbirinden bağımsız bu iki uç çıktıdan birleşik bir kuram yaratmaya çalışıyoruz gibi görünüyor. Bu işi yapmanın doğ­ ru yolunun bu olmadığını anlamak için bilim insanı olmak gerekmiyor." Nehir yatağından çıktık ve seyrekçe kızıl çamlarla kaplı bir yokuşu tırmanmaya başladık. Laughlin, bu yeni gezegen karışıklığını, Alman astronom Johann Bode'nin ismini alan ve 1772'de onun tarafından yaygınlaştırılan Bode yasasına benzetiyordu. Bode yasasını gezegen yörüngelerinin Merkür, Venüs, Dünya, Mars, Jüpiter ve Satürn'ün gözlemlenen yö­ rüngelerini düzgünce açıklayan, belirli ve ahenkli bir şab­ lonu takip ettiğini öne sürüyordu. 1781'de Uranüs keşfedil­ diğinde şablona onun da uyduğu saptandı. Ama yıllar geçip

128 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN

de Neptün, Plüton ve göktaşı kemeri gibi yeni keşifler ileri sürdüğü ahenge uymada başarısız oldukça yasanın üzerine sahtebilimin kötü şöhretinin gölgesi düştü. İlk zamanlarda­ ki başarısı yalnızca, gezegen yörüngelerinin aslında gerçek­ ten de daha genel bir hiyerarşik mesafeyi takip ettiği gerçe­ ğinden doğan bir rastlantıydı. "Gazlı gezegenlerin yalnızca yıldızlardan uzakta oluş­ masıyla birlikte gelen 'kar hattı' fikri; bunun ortaya çıkmış olmasının sebebi, bunu kendi güneş sistemimizde görüyor oluşumuz," diye devam etti Laughlin. "Aksini başka yıldız­ ların etrafında bu kadar sıklıkla gördüğümüze göre kar hat­ tının artık ilgili bir kavram olup olmadığına emin değilim. Bode yasasının modern bir örneği olabilir, ama insanların onun hakkında konuşmayı bırakacağını sanmıyorum ... Bu yeni çoklu gezegen sistemlerine, bunların yörünge mesafele­ rine ve tutundukları cisimlere oranla sahip oldukları kütle­ lere bakıyoruz; Jüpiter'in büyük uyduları olan Jovian uydu sistemiyle tamamen aynı şablonu takip ediyorlar. Bu uydu­ lar da muhtemelen şu anda bulundukları yerde oluştular. Bu dünyaların da tam olarak şu an bulundukları konumlarda oluştukları ortaya çıksa şaşırmazdım. Kendi güneş sistemi­ mize odaklandığımız için bu süreç çok da iyi incelenmedi, o kadar." Biz bayın çıktıkça kızılçamlar daha da seyreliyordu. Öğ­ len güneşinin daha büyük parçalan, kabuk böceği istilası yüzünden hastalanıp sayıca azalmış olan ponderosa çam­ larından oluşan bir örtüden geçerek bize ulaşıyordu. Terle­ meye başlıyorduk. Dünyanın rengi, nehir yatağın,daki grimsi kahverengiden çamların altındaki kızılımsı turuncuya doğru kademeli olarak değişmişti. Laughlin'in gözüne topraktaki bir parıltı takıldı ve eğilip kolayca ufalanan pas rengi bir taş aldı eline. "Bir çekirgenin dikkat aralığına sahip olduğu" için özür diledi ve jeolojiden konuşmaya başladı. "Bu alan, bu elimdeki taş, geçişken. Bu, gördüğünde etraf­ ta altın aramaya başlayabileceğin türden bir taş. Pirit kris­ talleri yüzünden parlıyor. Bu bayırın aşağısında, magmatik sıvılarca ciddi oranda pişirilmiş ve değiştirilmiş kireçtaşları

129 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK var. Bayırın yukarısındaysa pişirme işlemini gerçekleştiren granit var. Bence ormanın burada değişmesinin sebebi, kızıl­ çamların kireçtaşlı toprağı daha çok sevmesi. Bu tuhaf. Saf­ ça yapılan bir gözlemde, granitin şu anda yattığı yerde oluş­ muş olduğu ve biraz daha genç olduğu düşünülebilir. Bayırı çıktıkça daha genç katmanlara ulaştığını düşünebilirsin. Uzun süre boyunca jeologlar da böyle düşünmüştü. Gerçek­ te durum tam tersidir. Levha tektoniği kuramı, yap-bozun daha fazla parçasını bir araya getiren büyük bir sıçramaydı. Topografya açısından yukarı çıkıyoruz, ama tüm bu kabuk bloğunun eğimlenip aşınma biçimi yüzünden stratigrafik katmanlar açısından aşağı iniyoruz. Burada, eski taşlar yeni taşların üstünde. Bu uzun ve ağır yokuşu on beş kilometre daha çıkabiliriz ve zirveye kadar her aşamada daha derinler­ den gelen granitik plütonik taşlar olur." Bunca şeyi nereden bildiğini sordum. "Bana göre, Dünya'ya benzeyen gezegenleri anlamak istiyorsan, Dünya üzerine bir uzman haline gelmelisin," dedi. Ofisine geri döndüğümüzde Laughlin, Santa Cruz'un je­ olojisine dair bilgisinin önemli bir kısmının aslında finans piyasalarına duyduğu ilgiden geldiğini söyledi. Denklem­ lerle dolu tahtaya işaret etti. O gün o tahtadaki diferansiyel denklemlerin astronomiyle uzaktan yakından ilgisi olmadı­ ğını, daha çok kendisinin aylık ve yıllık zaman ölçeklerinde öngörmek istediği değerli metallerin dalgalanan emtia fiyat­ larıyla ilintili olduğunu itiraf etti. Bunu yapabilmek için arz ve talebi -yeni madenler inşa etmenin maliyetini, metallerin çıkarılma ve kullanılma biçimlerini- anlaması gerekiyor­ du ve bu yüzden cevher oluşturan cisimlerin jeolojisi, yani California'nın tepelerine uzun zaman önce o altınları yerleş­ tiren o aynı jeoloji üzerine kendi kendini eğitmişti. Laughlin, yeteneklerini doğrudan ticari uygulamalara sa­ hip teknik bir alanda kullanmaktan epey keyif almıştı. Astro­ nomi de teknik bir alandı, kabul ediyordu, ama insanlar tek gezegenli ve tek yıldızlı bir tür olarak kalmaya devam ettiği müddetçe yarı-iletken fiziği, petrol arama veya nicel finans­ la ilintili faydalarla bağlantısı kopuk olacaktı. Yeni incele-

130 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN meler tuhaf sonuçlar vermişti: Laughlin, hangi belirli örtük piyasa eğilimlerinin, para değerinin öngörülmesini ve oluş­ masını meydana getirdiğine kafayı takmış ve küresel finans sistemi içerisinde yayılan çeşitli takasları yakından incele­ meye başlamıştı. Aksi halde "büyük oranda gizli bir dünya" olacak bir şeyin üzerinde sahip olduğu "kuş bakışı"yla göz kamaştırıcı ticaret şablonlarını izleyen Laughlin, o tanıdık kaynama hissini duyumsamaya yeniden başlamıştı. Sanal boşlukta, kimi zaman dengesiz likidite balonlarıyla gerçeğe dönüşebilen savaş çizgilerinin çekilmesini, düşük gizlilikte­ ki silahlanma yarışını ve yüksek frekanslı istihbarat sava­ şını görüyordu. Gözlerinin önünde yeni yeni ortaya serilen bu perspektif, yüksek hızlı telekomünikasyon ve bilgi işleme kadar biyoloji ve jeoloji tarafından da yürütülen kökten bir değişimin eşiğinde duran bir gezegene aitti. Ultra hızlı ana bilgisayarlar, denizaltı fiberoptik kablolar, mikrodalga aktarım ağları ve iletişim uyduları gibi yüksek teknolojilere duyduğu güvenle modernfinans cephesi, her ne kadar yarım asır öncesinin astronotları ve roketçileri tara­ fından da tanınamayacak halde olsa da, yeni bir Uzay Çağını ortaya çıkarıyor gibi görünüyordu. Gezegenin en parlak bi­ limsel dehaları, en güçlü teknolojileri artık insanın nüfuzu­ nun Dünya'nın ötesine dek büyüyüp genişlemesi için değil, küçük ve izole dünyamızı daha da küçük ve daha az önemli bir duruma doğru arıtmak ve baskılamak için geliştiriyordu. Laughlin, tüm dünyada ışık hızına yakın bir süratle dalgala­ nan, sentten daha küçük ölçeklerdeki fiyat değişimlerinden milyar dolarlık kar etme gibi karanlık sanatları açıklarken huşu içinde başını sallıyordu. Böylesi işler başarmak, dedi, "Dünya'ya benzeyen bir ötegezegen bulmaktan çok daha zor."

***

1848'in Ocak ayının başlarında, James Lick isimli elli iki yaşındaki marangoz ustası, San Francisco isimli küçük köye ulaştı. Pennsylvania'da doğmuştu, ama servetini Gü­ ney Amerika'da kaliteli piyanolar yapıp satarak edinmişti. Bu serveti de California'daki bu bölgelerde bulunan ve ABD

131 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK tarafından kısa süre sonra ilhak edileceğini düşündüğü bu ucuz arazileri satın alarak büyütmeyi umuyordu. Lick yanın­ da, alet edevatları ve marangoz tezgahıyla birlikte, içi 30.000 dolar değerinde altınla dolu zırhlı bir sandık da getirmişti. Derhal kentteki boş arsaları satın almaya başladı. Lick'in ge­ lişinden on yedi gün sonra, James Marhsall, Sutter's Mill'de altın keşfetti, California'da Altına Hücum başladı ve Lick, kendisini San Francisco'da bolca bulunan gayri menkullerin satışa sunulduğu alıcı piyasasındaki en büyük oyuncu ola­ rak buluverdi. İnsanlar iç bölgelerdeki tepelerde altın ara­ mak için kıyı şeridindeki evlerini terk ettikçe, Lick'e de kısa süre sonra satış teklifleri yağmaya başladı. Lick, alabileceği tüm arsaları indirimli fiyattansa tın aldı, sonra da dalga dal­ ga gelen altın avcılarının San Francisco'da yarattığı katla­ narak büyüyen nüfus patlamasıyla birlikte muazzam karlar elde etti. On yıl içerisinde San Francisco, Santa Clara ve San Jose'de engin arazilere sahip olarak yeni eyaletin en başarılı arazi baronlarından biri haline gelmişti. Bir 1874 akşamı Santa Clara'daki evinin mutfağında ken­ disini elden ayaktan düşüren bir inme yaşadığında, Califor­ nia'daki en zengin adamdı. Kalan yıllarını nekahette geçire­ rek kendisi öldükten sonra servetinin sahip olacağı kaderi planladı. Lick'in ilk düşüncesi, kendisinin ve ebeveynlerinin kocaman, deniz açıklarından bile görülebilecek kadar mu - azzam heykellerini diktirmekti. Heykellerin görünürlüğünün gelecekte denizden yapılabilecek herhangi bir bombardı­ manda onları birincil hedef haline getireceğini fark edince bu fikrinden caydı. Bir süre için, San Francisco'da sahip ol­ duğu büyük arazi parçalarından birine Mısır'daki herhangi bir piramitten daha büyük bir piramit inşa ettirmek istedi. Bir astronom ve California Bilimler Akademisinin başkanı olan ve Lick'i onun yerine dünyanın en güçlü teleskobunu inşa etmesi konusunda ikna eden George Davidson'un gös­ terdiği ihtimam sayesinde Lick fikrini yine değiştirdi. Lick nihayet, kendisini böylesine varlıklı yapmış olan eyaletin çeşitli kamu çalışmalarına 3 milyon dolar miras bıraktığı bir vekaletname hazırladı. "O güne kadar yapılmış tüm te-

132 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN leskoplardan üstün ve daha güçlü bir teleskoba" ev sahipliği yapacak bir astronomi gözlemevinin inşası için yedi yüz bin dolar da CaliforniaÜnive rsitesine gitti. Lick, 1876'daki ölümünden birkaç ay önce, vekillerinin gözlemevinin inşa edileceği alan olarak seçtikleri Hamilton Dağına onay verdi ve onlara nihai olarak kendisinin büyük teleskobunun altına gömülmek istediğini söyledi. Yapımı­ na 1880'de başlanan 17 metre uzunluğundaki yaklaşık bir metrelik "Büyük Lick Refraktörü''" 1888'de kullanıma açıldı. Refraktörün çevresi, "Mississipi'nin batısının ilk sıcak per­ çinlenmiş projesi"yle, yeşil renkli küfle süslenmiş güzel bir neoklasik kubbeyle sarılmıştı. Lick refraktörü, neredeyse on yıl boyunca dünyanın en güçlü teleskobu olarak kaldı ve bu­ gün de hala dünyanın ikinci en büyük mercekli teleskobu. Teleskobun tamamlanmasının ardından, Lick'in kemikleri vasiyetine uygun olarak mezardan çıkarıldı ve teleskobun gözlem katının altına gömüldü. İşte orada, ahşaptan oyul­ muş kaliteli bir piyanonun çekiçlerine benzeyen kıvrımlı ki­ rişlerin altında, bir spot ışığın parlaklığı karanlığı yararak taze çiçeklerin ve üzerinde şu sözcüklerin yazılı olduğu pi­ rinç levhanın üzerine vuruyor: "James Lick'in Bedeni Burada Yatıyor." Büyük Lick Refraktörünün tamamlanmasından önce, Lick'in vekilleri gözlemevinin açılışını küçük, kubbe koru­ malı 30 santimetrelik bir teleskop kurarak yapmışlardı. 6 Aralık 1882'de Venüs'ün geçişinin gözlemlenmesinde kul­ lanılan 30 santimetrelik teleskoba, bu olay için özel olarak inşa edilmiş bir başka teleskop eşlik etti. Astronom David Peck To dd, sırf geçişi Lick'teki ekipmanları kullanarak izle­ mek için Massachussetts'ten gelmişti ve şansına, geldiğin­ de gökyüzü açıktı. Dört saat süresince, Venüs'ün Güneş'in önünden yaptığı geçişi çeşitli kimyasal süreçlerden geçmiş 147 farklı cam plakayla görüntüleyerek yirmi birinci yüzyıl öncesindeki bir geçişin en bütünsel fotoğraf kaydını yarattı.

Refraktör: İngilizcede "ışık, ışık kırma" anlamına gelen "refract" sözcü­ ğünden türetilmiş bir kelimedir. Bilinen diğer adıysa mercekli teleskop­ tur -çn.

133 BEŞ Mi LYAR YI LLIK YALNIZLIK

Venüs'ün gölgesini Hamilton Dağına bir kez daha düşürme­ sinden önce 122 yıl geçmesi gerekecekti. Kararlaştırılan tarih olan 5 Haziran 2012'nin akşamüs­ tünde Laughlin'le birlikte Lick Gözlemevine vardığımda, üzerimizde gri ve meşum bir gökyüzü vardı. Aradan geçen yıllarda Hamilton Dağına, hepsi de zirveye serpiştirilmiş olan kubbelerin içine inşa edilmiş on adet daha teleskop kurulmuştu. Marcy ve Butler'ın Otomatik Gezegen Bulucu­ su, kısa süre sonra gökyüzüne salınmak üzere yakındaki bir uçurumun kenarında duruyordu. Onun arkasında, dağdaki en büyük teleskop ve ötegezegen patlamasının ilk yıllarında Marcy ve Butler'ın ilk birkaç yüz gezegenin çoğunu keşfet­ melerini sağlayan birincil göz olan 300 metreden uzun Shane yansıtıcı teleskobunun muazzam kubbesi seçiliyordu. İlk RV araştırmaları için kullanmış oldukları Hamilton tayfölçeri halıi Shane'in bodrum katındaydı, ama daha sonra emekliye ayrılmasının ardından ulusal bir hazine olarak sergilenme­ si ve korunması için Smithsonian Enstitüsüne taşınacaktı. Büyük yerleşim alanlarının yakınlarında bulunan tüm göz­ lemevleri gibi, Lick'in işe yararlığı da son birkaç on yılda elektrik ışığının yarattığı kirlilikten muzdaripti. Pasifik sisi gelip de aşağıdaki Silikon Vadisini örttüğünde, burada çalı­ şan astronomlar da geceler boyu aktif kalıyordu. Kıyı şeri­ dindeki şehir ışıkları ortadan kayboluyor, yıldızlarsa çağlar öncesinde olduğu kadar karanlık bir gökyüzünde elmaslar gibi parıldıyordu. Sisin üzerinde zirveye tünemiş ve yaşlan­ makta olan gözlemevinin içinde halıibi rkaç yılla sonsuz ara­ sında değişen sürelerde de olsa yaşam kalmıştı. Venüs'ün bir sonraki geçişi 11 Aralık 2117'ye kadar gerçekleşmeyecekti. Laughlin'le birlikte, bir zamanlar Lick'in 30 santimet­ relik ilk teleskobunu barındırmış olan küçük kubbeye gir­ dik. Kubbe artık 1972'de inşa edilmiş olan bodur, küt ve pas lekeli Nickel Teleskobunu barındırıyordu. Bu teleskobun bir metrelik aynası, geçmişteki Büyük Lick Refraktörü'nün merceklerinden daha büyük ve daha güçlü olmakla birlikte 2012 yılının en iyi teleskoplarına kıyasla o kadar yetersizdi ki en modern gözlemlerde nadiren kullanılıyordu. Ancak o

134 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN akşamüstü, Venüs'ün tam anlamıyla yeni bir ışık altındaki geçişini yakalamak için hazırlanmıştı. UC Berkeley'de dok­ tora sonrası öğrencisi olan otuz yaşındaki şık ve atletik ya­ pılı Sloane Wiktorowicz, bu olaya özel olarak yapılmış olan aygıtı POLISHT Nickel'in üzerine yerleştirmişti. Bitişikteki kontrol odasında bir sandalyeye oturmuş, üç büyük düz ek­ randan aygıtını gözlemliyordu. Bu girişimin her bir bileşeni yüksek teknoloji değildi: POLISH, ortam ışığından, Famous Amos marka çikolatalı kurabiyelerin parçalanmış kutuların­ dan yapılmış bir karton ve selobantla tutturulan siyah nay­ londan bir örtüyle gizleniyordu. Nickel'in aynası Güneş'in yoğun ışınlarının altında eriyebilirdi ve çoğunlukla da bir odun parçasıyla korunuyordu. Oduna açılmış ve gümüş filt­ reyle kaplanmış olan küçük bir delik, Güneş ışığının güven­ li bir biçimde yavaş yavaş sızmasına izin veriyordu. Soba borusundan kesilip siyaha boyanmış bir parça, daha fazla selobant kullanılarak teleskobun çerçevesine bağlanmıştı. Aynanın üzerinde bir silahın namlusu gibi yükselerek kub­ benin içerisinde POLISH'in hassas sensörlerine ulaşabilecek herhangi bir ışığı en aza indiriyordu. POLISH kutuplanmayı, yani ışık huzmesindeki dalgala­ rın, ışığın geliş yönüne göre yaptığı dikey titreşimleri öl­ çüyordu. Işık normalde kutuplanmış değildir -yani her bir fotonun kutuplanması rastgele bir yönde titreşir- ama bir yüzeye veya atmosfere çarpıp yansıdığında veya dağıldığın­ da, her fotonun titreşiminin manyetik bir alandaki demir tozları gibi aynı yönde hizalanmasıyla ışık da kutuplanır. Bu ilke, gökyüzündeki bulutlardan veya bir gölden yansıyan kutuplanmış ışığı filtreleyerek parıltıyı azaltan kutuplanmış güneş gözlüklerinde de kullanılır. Wiktorowicz'in bana söy­ lediğine göre, aynı etki astronomide de bir ötegezegenden seken veya ışıyan kutuplanmış ışığın sinyalinin elde edilme-

POLISH: Aslında bahsi geçen aletin uzun isminin kısaltması olan bu söz­ cüğün İngilizcedeki anlamlarından biri de "Leh," yani "Polonyalı"dır. Adı geçen doktora sonrası öğrencisinin isminden anlaşıldığı kadarıyla, bu kişinin kökenleri de Polonya'ya dayanmaktadır. Dolayısıyla bu kişinin kendi yaptığı bu alete verdiği ismin kısaltması, onun etnik kökenlerine de bir göndermedir -çn.

135 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNI ZLIK

si için kullanılabiliyordu. Bir ışığın kutuplanması yeterince yakından izlenirse, çokça ışık yılı uzakta olan bir gezegenin bile bulutlan, sisleri ve atmosferbileş enleri hakkında veri­ ler toplanabilirdi. Wiktorowicz, kırk yıl önce, Venüs'ün ku­ tuplanma ölçümlerinin, bu gezegenin atmosferindeki dam­ lacıkların sudan değil sülfürik asitten oluştuğuna dair ilk kanıtlan sağladığını söyledi. Kendisinin o günkü görevi; geçişe başladığında, gölgelenme sırasında, Güneş'in ucu­ nun bir kısmının önünü kesip en güçlü kutuplanma sinyalini gönderdiğinde Venüs'ü gözlemlemekti. Geçişin altı saatlik süresi boyunca Wiktorowicz'in başlangıçta ölçümlerini ya­ pabileceği on beş dakikalık bir penceresi vardı. "Buradaki fikir, ötegezegen geçişlerinden umabilecekle­ rimizi ayarlamak," diye açıkladı Wiktorowicz. "Venüs'ü bir AB'nin yalnızca üçte biri kadarlık bir mesafeden görebiliyo­ ruz, bu da onu güneş sisteminin dışından görüyor olsaydık, tıpkı bir ötegezegeni gördüğümüz zaman olacağı gibi, onun açısal boyutunun yaklaşık üç kat daha büyük olacağı anla­ mına geliyor. Bu iki ölçek arasındaki etkileşim de şu demek: bu geçişi Dünya'dan izlediğimizde, engellenen yıldız ışığının toplam miktarı ve atmosfer halkasının boyutu bakımından, Kepler verilerinde gördüğümüz, Güneş'in önünden geçen şu sıcak Neptünler'den birine şahitlik ediyormuşuz gibi olu­ yor. Başka birinin geçiş sırasındaki kutuplanmış ışığa ba­ kıp bakmayacağını bilmiyorum. Bu, insanın yaşamında eline yalnızca bir kere geçecek bir fırsat." Geçişin başlamasından yirmi dakika önce, Lick'in üzerin­ deki bulut kümelerinin arasından mavi gökyüzü kesitleri sı­ zıyordu, ama hava hala belirsizdi. Wiktrowicz'inse daha bü­ yük sorunları vardı. Bir metrelik teleskoba rehberlik etmekle görevli bilgisayar aniden çıldırmış, POLISH teleskobunu ve selobantla tutturulmuş doğaçlama araç gereçleri vahşice ve tehlikeli bir biçimde beton zemine, metal kubbeye veya yo­ luna çıkacak kadar budala birine çarpacak şekilde döndür­ meye başlamıştı. Wiktorowicz, kutuplanma ölçümleri almak şöyle dursun, teleskobu odaklayamıyordu bile. Haki renkte standart bir asker üniforması giymiş pejmürde bir teknis-

136 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN yen olan Pavl Zachary, belinde ciyaklayan bir telsizle, nefes nefese bir halde küçük kontrol odasına daldı. "Az önce bir poşet kereviz ve peynirli börekle oturmuş, geçiş için yerleşi­ yordum," dedi iki nefes arasında. "Sonra Sloane'nin bilimsel şeyler yapmaya çalıştığı telsizden bir çağrı aldım. Ne terbi­ yesiz insanlar var! Sloane, beklemede miyiz?" "Teleskobun sözümona beklemede olması gerekiyor," diye yanıtladı Wiktorowicz, sanki yerkürenin çekirdeğinin veya dünyanın öbür ucundaki Madagaskar'ın bir görüntüsünü almaya çalışıyormuş gibi zemine doğru dönen Nickel'e bir bakış atarak. Venüs'ün geçişi on dakika içinde başlayacaktı. Zachary, teleskobun bilgisayarının çeşitli bileşenlerini teker teker yeniden başlatıp zaman zaman da sonucu gör­ mek için kubbeye tırmanarak aletle bir mücadeleye girişti. "Şans bizden yana değil, ama daha kötüsü de olabilirdi," diye espri yaptı Laughlin, Wiktorowicz'in kararmış yüzünü güldürebilmek amacıyla. En azından Le Gentil değilsin! Di­ zanteriye yakalanmadın, malın mülkün de yerli yerinde du­ ruyor. Ayrıca yasal olarak da ölü ilan edilmedin." "Hakkın var." dedi Wiktorowicz, iğneleyici bir sırıtışla. "Dizanteriye yakalanmadım, henüz ölmedim de. Ama sanıyo­ rum 211 7'ye kadar ölmüş olacağım." "Yazılımın limitleri aşılmış; beni korkutuyor bu," dedi Zachary sonunda. "Daha önce hiç böyle bir şey görmemiştim. Robotik teleskobumuz Güneş'i bile bulamıyor. Olay tutanak­ larına gömülmemiz gerekebilir. Böyle zamanlarda nükleer santralde çalışmadığımıza seviniyorum." Kafasını kaşıdı."Slo­ ane, sana bir de gerçekten kötü bir haberim var; hazır mısın?" "Tabii." "Başkan Yardımcısı da geçiş için dağa gelmiş." "Ah! Yapma be." Wiktorowicz bana şöyle bir baktı, sonra da açıkladı: "O adam etrafta olduğunda işler sarpa sarmaya meyilli oluyor. Aslında çok iyi birisi, ama gözlemevlerinde kötü bir karması var gibi görünüyor." "Korkunç bir karma," diye kubbenin içinden yükselen Zachary'nin sesi, Nickel'in vınlayan hidrolikleri tarafından boğuldu.

137 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Wiktorowicz, Nickel'in hareket alarmından gelen bip­ lemelerle uyumlu bir biçimde, parmaklarını sinirli sinirli masasına vuruyordu. Hemen yanındaki netbook'una baktı, NASA'nın Mauna Kea-Hawaii'deki Keck teleskoplarından ge­ len bir videoyu açtı. Görüntü, dağın soğuğuna karşın birer yumak haline gelmiş üç yorumcudan bir filtre vasıtasıyla kızıllaşmış olan Güneş'in bütün bir teleskopik manzarasına geçti. Küçük, siyah bir kavis belirdi ve bir kurdun bir elma­ dan aldığı ısırık gibi Güneş'in kenarında yavaşça büyüdü. Gölgelenme başlamıştı. Dakikalar geçti. Wiktorowitz'in çe­ nesindeki kaslar kıpırdayıp kıvrandı, kontrol odasının serin havasında şakaklarından bir ter damlası süzüldü. Kubbenin amaçsızca savrulan teleskobun üstündeki açık aralığından mavi gökyüzü görülüyordu. Bulutlar kaybolmuştu. Wiktoro­ wicz iç geçirdi, küfretti, çantasından bir hindili sandviç çı - kardı ve teslimiyetle onu yedi. "Bir başkan yardımcısı için bile bu kadar fazla," dedi iki ısırık arasında. "Teleskop aklını kaçırmış gibiydi. Belki de şu dizanterili Fransız herifin hayaleti kendi bahtsızlığını bize de bulaştırmaya çalışıyordur." "Bence sadece bu kadar iş ona ağır geldi ve alet rastgele hareketlerle soğumaya ihtiyaç duydu," dedi Zachary, "Neşe­ len, Sloane. Kendisini bulmasına yardım edeceğiz." Laughlin'le ben, geçişi aniden temizlenen gökyüzü­ nün altında, otoparkta izlemek için izin istedik. Çıkarken, netbook'un Mauna Kea'dan gönderdiği videoya bir bakış daha attım. Bir başka hindili sandvici ağır ağır çiğneyen Wiktorowicz, hüzünlü bir ifadeyle ekrana bakıyordu. Kurt ısırığı kavis artık kusursuz bir halka halinde Güneş'in üze­ rindeki bir kurşun deliğine dönüşmüştü; Venüs diskin içine iyice yerleşmiş, gölgelenme evresiyse bitmişti. Görünüşe göre Venüs'ün gölgesinin yok etmeyi başarama­ dığı parlak gün ışığına çıktık. Parlayan Güneş'e hızlıca, göz kamaştırıcı bir bakış atma riskini göze aldım, ama Güneş her zamankinden farksız görünüyordu. Gökyüzü hala kümü­ lüs bulutlarıyla benek benekti ve bu bulutlardan biri ara sıra Güneş'in önüne geldiğinde, toplanmış kalabalıktan yumuşak

138 ALTINA HÜCUMUN ARDINDAN bir uğultu yükseliyor, sonrasında engelsiz görüntü geri gel­ diğinde onu da sevinç tezahüratları izliyordu. Dünya'nın ro­ tasyonunun Güneş'i ve geçişin bitimini ufuğunüst üne ve gö­ rüş mesafesinin ötesine taşımasına daha birkaç saat vardı. Wiktorowicz nihayet yenilgiyi kabul etti ve Nickel'in kubbe­ sindeki tutsaklığını bırakıp bize katıldı. Yakınlardaki küçük teleskoplardan birini kullanarak, Venüs'ün belli belirsiz bir biçimde süzülen kara dairesine ve yakınlardaki güneş lekesi kümelerine sırayla baktık. Çok az konuşuldu. Her bakışın bu deneyimi sonuca daha da yaklaştırdığının ve tüm yaşamları­ mız boyunca hiçbirimizin bir daha böylesi bir görüntüye bir daha tanık olamayacağımızın kabul edilmesiyle sessizlik de derinleşti. Güneş battığında ve alacakaranlığın sınırlarında serin rüzgarlar yükselmeye başladığında, Laughlin oradaki­ lerle vedalaştı ve Santa Cruz'a dönüş yolculuğuna başladık. Uzun, kavisli yolda ilerlerken, Laughlin geçişin kendisini şaşırttığını ifade etti. Bunun daha çok, yıllar önce tanıklık ettiği tam bir güneş tutulması gibi olacağını düşünmüştü. "Baja-Meksika'da bir teknedeydim. Temmuz ayıydı, ama tam tutulmanın öncesinde, Ay giderek daha fazla gün ışığını engelledikçe, hava her geçen saniye fark edilir biçimde daha da fazla soğumaya başladı. Güneş gözle görülür biçimde bir hilal şeklini aldı, optik etkilerse çok kuvvetliydi. Her şey yü­ züyor gibi görünüyordu; tüm gölgeler küçük hilaller şeklinde bozuluyordu ve ışık oldukça keskin ve açılı bir hal alıyordu. Yukarı baktım ve ışık atmosferin üst kısımlarındaki aktarım hücrelerinde parladıkça tepemizde süzülen gölge şeritleri­ ni gördüm. Aşağı baktığımdaysa tutulmanın gölgesinin ok­ yanus üzerinde nefes kesici bir hızla bana doğru kaydığına şahit oldum. Sonrasında Ay yerli yerine oturdu ve uydunun dağlarından ve vadilerinden yansıyan gün ışığı gökyüzünde halka şeklinde bir elmas yarattı. Güneş'in parıldayan beyaz tacı titreşerek fırladı. Tutulma çemberi boyunca tüm geze­ genlerin; Merkür'ün, Venüs'ün, Mars'in, Jüpiter' in dizildiğini görebiliyordum. Bütün güneş sistemi gözlerimin önündeydi. Orlon doğrudan tepemdeydi. Herkes bağırıp çağırıyor, hay­ kırıyordu. Tümüyle ilkel bir keyifti; tıpkı bir futbol maçında

139 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK atılan bir golün ardından olduğu gibi. Tutulmanın kendisi yedi dakika kadar sürdü, ama sanki göz açıp kapayıncaya kadar bitmişti. Derin derin düşüncelere dalmak için vakit yoktu. Lunaparktaki bir hız treniydi yalnızca. "Venüs'ün geçişi ondan daha farklı olamazdı," diye devam etti. "Başladığı anda herkes oraya buraya koşuşturuyor, ge­ çişi görüp de onun ne kadar harikulade olduğunu haykır­ mak için sendeleyip tökezliyordu. Amaso nra baktık ki, geçiş saatlerce sürdü. İnsanlar sessizleşti. Bu uzunluk, insanlara, bizim evrendeki yerimize dair bu çok daha büyük, çok daha geniş resmin küçük bir parçasını çok kısa bir süre için de olsa düşünebilmeleri ve daha anlamlı bir biçimde kavraya­ bilmeleri için zaman verdi." Laughlin'e, dağdaki o uzun sessizliği süresince ne düşün­ düğünü sordum. "Geçiş," diye başladı. "O karasal gezegenin, yıldızının önünde süzüldüğü o süre. Bu, bana, evrenin tüm tarihi bo­ yunca Güneş gibi bir gezegenin etrafında dönen ve yüzeyin­ de su bulunduran gezegenlere sahip olmasının yalnızca akıp giden bir andan ibaret olduğunu hatırlattı. Biz de o geze­ genin orta yerinde, Dünya'nın tarihindeki bu yoğun sınırda, büyük bir jeolojik çağın bitip bizim kendi yaratımız olan bir başkasının başladığı bu anda buluveriyoruz kendimizi. Bu geçiş sırasında ne olacağını tam olarak kestirmenin yolu yok, ama öylece yok olup gideceğimizi düşünmüyorum. Ya­ ratabileceğimiz en büyük etki her neyse, onu henüz gerçek­ leştirmedik."

140 Bölüm 6

BÜYÜK RESİM

Altıya çeyrek kala alarmın sesiyle uyanan Mike Arthur, uy­ kulu gözlerini ovuşturdu ve kahve hazırlamak için ayakla­ rını sürüyerek iki katlı beyaz çiftlik evinin mutfağına girdi. Kahve kaynarken Arthur da pencereye gitti ve evi çevreleyen vadiye bakarak eşi Janice ve üniversite çağındaki iki kızıyla birlikte ilgilendiği yüz metrekarelik çayır ve ağaçlığı incele­ di. Vadi hala karanlıktı, güneşin ilk ışıklarının karaçamlarla bezeli tepelerin üzerinden aşmasına bir saatten fazla vardı. Çiftliğin çevresini saran ağaçların hışırtılarını bozan tek şey yakınlardaki bir derenin çağıltısıydı. Vadide sabahın erken saatlerinde, arabaların veya uçakların, televizyonların veya radyoların sesi tarafından bozulmamış bu sükunette, bir an için sanki 20l l 'in Ekim ayının sonları değil de çok uzun za­ man öncesiymiş, saatlerden, takvimlerden de önceki bir za­ man yaşanıyormuş gibi görünmüştü. İnsanlardan da önceki bir zaman. Kahve makinesi bipleyerek işlemin bittiğini haber ver­ di, Arthur da pencereye arkasını döndü ve bir kupa kahve doldurup mutfakba nkosunun üzerinde soğumaya bıraktı. İş tulumunu giydi, sonra da California'da sörf yaparak geçen bir gençlikle genişlemiş ve orta Pennsylvania'da çiftçilikle geçen bir yetişkinlikle bu genişliği korunmuş omuzlarına ve sırtına bir ceket aldı. Dışarı adım atan Arthur, bu sonbahar gününün nefesini görmesine izin vermeyecek kadar ılık ol­ masına şaşırdı. Peşinde çoban köpekleriyle, Arthur ahıra gitti ve İzlan­ da koyunlarından oluşan sürüsüne su verip hayvanların sa­ manlarını değiştirdi. Sonra açık alanda yemlenen tavukları

141 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK besleyip yumurtaları topladı, ardından da küçük bir seraya girerek organik kara lahana ve yaban pancarı ekinlerini ve mevsimlik sebze fidelerini kontrol etti. Havalandırmayı, dı­ şarıdaki serin havanın içeri daha fazla girebileceği şekilde ayarladı; öğleden sonra yine mevsimsizce sıcak bir gün ola­ caktı ve bitkilerin pişmesini istemiyordu. Eve geri dönen Arthur duş aldı, sonra da banyo aynasına dönerek, yanakları ile çenesinin altına, iyice büyümüş olan ve çenesinin altında sivri bir çıkıntı yaratan keçi sakalla­ rının kenarlarına sürdüğü tıraş kremini burnunun altında uzanan bıyıklara doğru yaydı. Yüzü sağlıklı, kırmızı ve yıl­ ların etkisiyle çizgilerle doluydu ve geniş alnı at kuyruğu şeklinde toplanmış uzun gri saçlarla bitiyordu. Tüm bunlar, artı koca göbeği ve cüsseli yapısı, onun biraz Aziz Nicholas'a benzemesine sebep oluyordu; Santa Monica tarzında şüphe­ siz. Arthur, tıraş olurken, yirmi yıl öncesini, Janice'le birlikte bu çiftliği ilk kurdukları zamanı düşündü. Vejetasyon mev­ simleri ve sıcaklıklar o zamandan beri gerçekten de değişmiş miydi? Bu konuda şüphe yoktu: geçmiş ilkbahar ile sonba­ harların çoğu artık daha kısa geliyor, hemen yok olarak daha uzun ve daha sıcak yazlara daha kısa, daha ılık kışlara dönü­ şüyorlardı. Sonraki yıl belki de soğuğa daha dayanıklı bazı sebzeleri seradan çıkarıp hassas mevsim dışı ürünler için yer açabileceğini, bunları da yakınlardaki çiftlik pazarların­ da yüksek fiyattan satabileceğini düşündü. Yüzünü yıkadı, giyindi, kahvesini bir dikişte bitirdi, Janice'e bir hoşça kal öpücüğü verdi ve otuz kilometre batıya, jeoloji profesörü ol­ duğu Pennsylvania Eyalet Yüksekokulundaki [Pennsylvania State Colleger düzenli işine gitmek üzere arabasına atladı. Mike Arthur, bir tortul jeoloğuydu. Birbiri ardına kireç­ taşı, kumtaşı, killi şist ve kömür parçalarını görmek, onun için taşlara yazılmış öyküler okumak gibiydi. Kendisi aynı zamanda coğrafya kimyacısıydı. Bir çekiç, bir numune çan­ tası ve biraz da laboratuvar sihirbazlığının yardımıyla an­ tik, uzun süre önce yok olmuş ortamları, florayı ve faunayı, havayı, coğrafyayı, önceki her bir dünyanın nasıl geliştiğini,

Bundan sonra "Penn State" olarak geçecek -çn.

142 BÜYÜK RESiM canlandığını ve nihayet sona ererek bu taşsı hatıralardan başka her şeylerinin unutulduğunu meydana çıkaran bu in­ celikli kaya katmanlarınının farkına varabilirdi. Kendisinin araştırma uzmanlığı olan siyah killi şistlerin oluşumundan da görüleceği gibi, paleoiklimler ve geçmiş küresel iklim değişiklikleri onun asıl alanıydı. Siyah killi şistler, derin sularda oluşan ve büyük miktarlarda barın­ dırdıkları organik karbon yüzünden siyah renge sebep olan sıkışmış kil, çamur ve alüvyonlardan meydana geliyordu. Organik karbon -bitkileri ve hayvanları meydana getiren madde- normalde su sütununda çabucak yenip geri dönüş­ türülür. Ama organik döküntü derin bir su kütlesinin durgun dibine sürüklendiğinde, gün ışığının ve oksijenin yokluğu, aksi halde kalıntılar arasında debelenerek onları tüketebi­ lecek olan canlıları oradan uzaklaştırabilir. Karbon yüklü alüvyon ve çamur katmanları bozulmadıklarında birikir, sı­ kışır ve Dünya'nın yüzeyinin derinliklerine batarak burada yavaş bir jeotermal kaynama tarafından pişirilip siyah killi şiste dönüşür. Yeteri kadar ısı, basınç ve zaman verildiğinde, organik açıdan zengin siyah killi şistin içindeki karbonun bir kısmı ham petrole dönüşür; daha fazla pişirmeyse petro­ lü parçalayarak metana ve toplu olarak halk arasında doğal gaz olarak bilinen uçucu bir avuç diğer bileşiğe dönüştürür. Arthur'a göre, tüm dünyadaki siyah killi şist tortusu örnek­ leri, küresel ısınmanın geçmişteki adımlarının birer işaret tabelasıydı: sıcaklıklar tırmanıp deniz seviyeleri yükseldik­ çe, derinleşen ılık okyanuslar, oksijen bakımından zengin yüzey sularını dipteki sularla karıştırma yetilerinin büyük bir kısmını kaybedecekti. Oksijensizlik baş gösterecek, zen­ gin açık deniz ekosistemleri çözünerek bakterilerle dolu, kü­ kürtsü çamura dönüşecekti. Arthur'un siyah killi şist üzerine yaptığı araştırma, baş­ langıçta onun ülkeyi ve dünyayı gezmesini sağlamıştı, ama Arthur 1990'ların başında Pennsylvania'ya yerleşmeye karar verdi. Burada, siyah killi şistler -ve Dünya'nın geçtiğimiz 500 milyon yıl boyunca dalgalanan iklimi- üzerine çalışmak için ihtiyaç duyduğu hayati öneme sahip delillerin aslında

143 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK hemen burnunun ucunda, Allegheny Platosunda buluna­ bileceğini fark etti. Allegheny Platosu, dünyanın en büyük siyah killi şist tortularından bazılarına sahipti. İnce detay­ larına girildiğinde, bu şistler ve onları çevreleyen kayalar, Pennsylvania'nın derin geçmişindeki sıradağların, buzulla­ rın ve engin karaiçi denizlerin gelişlerinin ve gidişlerinin hikayesini anlatıyordu. Pennsylvania'daki kayalar, aynı zamanda gezegenimizin iklimsel bugünü ve yarınıyla da yakından ilişkili. Acımasızca artan sıcaklıklar -yani buzulların ve kutup buzlarının geri çekilmesine sebep olan, fırtınaları güçlendiren, hayvanların göç şablonlarını değiştiren ve Arthur'un sera fidelerini ye­ niden gözden geçirmesine sebep olan sıcaklıklar- bir bakı­ ma tam da onun ayaklarının altındaki zeminden gelmişti. Ek sıcaklıklarsa artan seviyelerde atmosferik karbondioksitten, yani fosil yakıtların yanmasıyla olağanüstü bir biçimde or­ taya çıkan C02'den geliyordu. Karbondioksit, görülebilir ışık­ ta şeffaftır; ama kızılaltı ışığın yani bizim ışınır termal sı­ caklık olarak algıladığımız ışığın önemli bir kısmını soğurur. Güneş ışığı halihazırda bu gazın içinden geçerek Dünya'nın yüzeyinde parıldar, ama ısınan yüzey bu ışığı kızılaltı biçi­ minde gökyüzüne doğru geri yansıttığında, ışık, soğurucu C02 örtüsü tarafından hapsedilir. Meşhur "sera etkisi"nin temeli budur ve C02'nin sera etkisinin, şu anda ve geçtiği­ miz yarım milyar yılda Dünya'nın ikliminin baş mimarı ol­ duğu düşünülür. İnsanlar, genellikle tarım yoluyla, C02'nin ve diğer sera gazlarının atmosferik seviyelerini binlerce yıl­ dır kademeli olarak artırıyordu, ama bu artışın oranı geç­ tiğimiz yüzyılda yaşanan sanayileşme patlamasıyla büyük oranda hızlandı. Bu ani dalgalanmanın büyük bir kısmının kökenleriyse Pennsylvania ve onu çevreleyen eyaletlerin bazı kısımlarına yayılmış olan Allegheny Platosundaki kayalara dayanıyor.

***

Dünyadaki bilinen en büyük taş kömürü birikintisinin on sekizinci yüzyılın ikinci yarısında, Pennsylvania'nın kuzey-

144 BÜ YÜK RESiM doğusunda, kamp ateşi yakmaya çalışan bir avcının kristalli siyah kayanın yakınlarda yüzeye çıkmış bir uzantısını kaza­ ra ateşe vermesi sonucu keşfedildiği düşünülüyor. 1800'le­ rin ortalarına gelindiğindeyse ABD'de evlerin ısıtılması için tercih edilen yöntemler arasında Pennsylvania taş kö­ mürü ağaçları gölgede bırakmış ve kömür madenciliği tüm Allegheny'de büyük sanayilerden biri haline gelmişti. Buna yakın zamanlarda, tuz kuyuları açan insanlar çalışmaları­ nın koyu, kıvamlı siyah "taşyağı" akıntıları tarafından en­ gellendiğini keşfettiğinde, Pennsylvania küresel petrol sa­ nayisini ortaya çıkarmış oldu. İlk petrol rafinerisi 1853'te Pittsburgh'de inşa edildi ve ABD'deki ilk petrol kuyusu da Titusville-Pennsylvania yakınlarına 1859'da açıldı. Petrol en etkili uygulamasınıysa Henry Ford'un ilk kez 1908'de Michi­ gan montaj hattında çalışan Model T'sinde buldu. ABD doğal gaz sanayisi aslında Pennsylvania eyalet sınırının biraz ku­ zeyindeki Fredonia-New York'a açılmış bir kuyuda doğmuş­ tu, ama onun geldiği siyah killi şist birikintisinin asıl büyük kısmının Pennsylvania bölgesinde olduğu ortaya çıktı. Antik karbon dalgasını yakalayan Pennsylvania'nın eko­ nomisinde patlama yaşandı. Allegheny kayalarının üzerini kısa süre içinde petrol ve maden kuyuları kapladı ve tüm eyalette mantar gibi rafineriler, boru hatları ve demiryolları bitmeye başladı. Birçok patlama gibi bu da kısa ömürlüy­ dü. Eyaletin petrol sahalarından çıkarılan ürünler yirminci yüzyılın başlarında halihazırda düşmeye başlamıştı; Texas, Venezuela, Suudi Arabistan, Meksika Körfezi ve diğer yerler­ deki muazzam sahaların keşfedilmesiyle de aşamalı olarak gölgede kaldı. 1950'lere gelindiğinde Pennsylvania'daki Al­ legheny kayalarında hala bol miktarda kömür ve gaz bulu­ nuyordu, ama gittikçe petrole daha da bağımlı hale gelen bir dünyada piyasa güçleri bu tür daha az karlı yakıtların yer altında kalması gerektiğini dikte ediyordu. Pennsylvania'nın enerji serveti yeni milenyumun ilk on yılında keskin bir biçimde geri tepti. Alışıldık ve kolayca eri­ şilebilen rezervlerkullanıl arak petrol üretimi zirveyap tığın­ dan, enerji şirketleri ulaşılması daha zor, "alışılmadık" kay-

145 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK nak kayalardan daha fazla petrol ve gaz çıkarmak için yeni yöntemler geliştirdi. Bu yeni yöntemler arasında en başarı­ lı olan, önceden erişilmez olan doğal gazı derinlere gömü­ lü şistlerden sıkıştırarak çıkaran hidrolik kırılmaydı. Tıpkı tüm Allegheny'de olduğu gibi bünyesinde gaz barındıran bir şist kilometrelerce derinlikteki kayaların altında yatıyorsa, ortaya çıkan basınç o gazı oluşum içerisinde hapseder. An­ cak yüksek basınç oluşturmak için sondaj deliğinden içeri kimyasal bağlı milyonlarca litre su pompalamak şist kaya­ sını parçalar ve bulamaç halindeki direğe eklenen kum ve seramik tanecikleri çatlakları açar. Artık serbest kalmış olan içerideki gaz, çatlaklardan ve toplanmak, sıkıştırılmak ve satılmak üzere sondaj deliğinden yukarı doğru akar. Ya lnızca aşağı doğru değil, aynı zamanda kaya katman­ ları boyunca yanal biçimde de kuyular açabilme teknoloji­ siyle birleşen hidrolik kırılma, Allegheny'nin en büyük siyah şist oluşumu olan Marcellus'u boşaltmanın bir yolunu su­ nuyordu. Marcellus'un ismi New York'un kuzeyinde, dim­ dik ve pulsu kayalıklardan çıkıp zeminden filizlendiği kü­ çük bir kasabadan geliyordu ve batıya doğru yayılması New York'taki Finger Lakes'ten 'nun yansına kadar, güneye doğru da Maryland ve Kuzey Virginia'ya kadar uzanıyordu. Ama Marcellus'un konsantre karbon kalbi, ABD'nin tüm kuzeydoğusundaki enerjiye aç, büyük metropollerle müna­ sip bir biçimde bitişik olan Pennsylvania'nın en az bir kilo­ metre kadar altında bulunabiliyordu. Mike Arthur'un Penn State'ten meslektaşı olan ve Marcellus kırılma operasyonla­ rıyla tortunun genişliğini, kalınlığını, gömülme derinliğini ve şist gözenekliliğini karşılaştıran jeolog Terry Engelder, oluşumun yaklaşık 15 trilyon metreküp elde edilebilir gaz barındırıyor olabileceği tahmininde bulundu. Marcellus'un tüm ABD'nin yirmi yıllık enerjiihtiyacını karşılayabileceğini gösteren bu tahmin, onu dünya üzerinde bilinen en büyük ikinci gaz alanı yapmaya yeterdi. Engelder'in Marcellus tahminlerine dair söylentiler ya­ yıldıkça, irili ufaklı enerji şirketleri bölgeye akın ederek, kırsal alanlarda yaşayan halkla kamyon dolusu kira kont-

146 BÜYÜK RESiM radarı yaptı. Yeni bir patlama başlamıştı. Marcellus'un verimli bölgelerinin üzerinde devasa arazilere sahip bazı çiftçiler bir gecede milyoner oldu. Bölgeye üşüşen yeni iş­ çilerin ihtiyaçlarını karşılamak için restoranlar, moteller ve başka iş alanları açıldı. Ama patlamanın karanlık bir yüzü de vardı. Yol üzerindeki büyük ormanlık alanlar ezici etkiye sahip ağır kamyon konvoylarına boyun eğdi ve ormanların içindeki açık alanlar da otopark büyüklüğünde beton son­ da dolguları ve kilometrelerce uzanan boru hattının altın­ da kayboldu. Çevredeki kırılma operasyonlarıyla bağlantılı olarak doğal gaz kuyu suyuna karıştı ve kırılmanın tescilli kimyasal kokteyllerinin bölgedeki gölleri, nehirleri ve yeraltı sularını kirletme ihtimaline dair endişeler büyüdü. Özellik­ le suyun etkiye açık havzalarla taşındığı büyük şehirlerde­ ki halk muhalefeti hızla tırmandı. Petrol ve gaz sanayisiyle içinde bulunduğu uzun ve karlı ilişkinin fazlasıyla farkında olan Penn State, muhalefetle destek arasındaki çizgide gidip gelme girişiminde bulundu. Bölgedeki paydaşlarla ilişkiler kurmak ve onları, 'şistin daha da geliştirilmesinin artıları ve eksileri konusunda eğitmek için 2010 yılında Marcellus Des­ tek ve Araştırma Merkezini kurdu. Üniversite, bu yeni merke­ zin eşbaşkanlığına da Mike Arthur'u getirdi. 201 1 'in Ekim ayının o mevsimsizce sıcak olan gününde, çiftliğinden gelişinin birkaç saat sonrasında, Arthur'la bir­ likte kendisinin beşinci kattaki ofisinde oturup Marcellus'tan konuşuyorduk. Masaüstü bilgisayarında hareketli hızlandı­ rılmış bir harita açarak Marcellus'un Pennsylvania'daki şist sondalama işindeki ilerlemeyi yıl yıl gösterdi. Tortuların ya­ yılımı, açılan her yeni kuyunun getirdiği noktalarla eyaletin büyük bir kısmını kaplamış olan sarı renkte gösteriliyordu. Engelder'in ilk tahmini yaptığı yıl olan 2007'nin sarı eyalet haritasına altmış nokta serpiştirildi. 2008'de, yeni kuyuların sayısı 229'a fırladı. 2009'da altı yüz seksen beş kuyu açıldı ve bunları 2010 yılındaki diğer 1395 kuyu izledi. 20ll'de dokuz yüz yirmi yeni kuyu geldi. Arthur'un bilgisayar ekranında­ ki sarı, çiçekbozuğu renkteki Pennsylvania, bir dilim İsviçre peynirini andırıyordu.

147 BEŞ MiLYA R YILLIK YALNIZLIK

Arthur'dan, tüm o enerjinin,tüm o karbonun nasıl olup da Pennsylvania'nın iki kilometre altından yolunu bulup çıktı­ ğını özetlemesini istedim. Haritaya, eyaletin, gri ve kıvrımlı bir kara parçasının her yanı çevreleyen yarının üzerinde bir hilal oluşturduğu güneydoğu kısmına işaret etti. Bu gri kıv­ rımlarda hiçbir sonda noktası yoktu, çünkü bunların altında çok az şist vardı. Bunlar, engin Appalaş Sıradağlarının kuzey kolu olan Allegheny Dağlarıydı. Jeologlar, bu dağların zirve noktalarının 290 milyon yıl önce, Dünya'nın, hepsi de Pan­ gaea süperkıtasını oluşturan bugünkü Kuzey Amerika'nın karşısına dizilmiş Avrupa, Asya ve Afrika'yı kademeli ola­ rak sıkıştıran tektonik levha hareketleri arasında yalnız­ ca minik bir aşama olan ve Allegheny orojenisi adı verilen dağ-yaratıcı bir olay sonucunda oluştuğunu düşünüyor. Bir zamanlar, milyonlarca yıllık rüzgar ve yağmur tarafından yumuşak ve dalgalı sıradağlar haline gelmeden önce Alleg­ henyler de muhtemelen en az Rocky Dağları, Alpler ve hat­ ta Himalayalar kadar yüksekti. Arthur'un söylediğine göre, Allegheny'nin yüzey katmanlarının altında, art arda yığılı halde, her biri kendi dağ-yaratıcı nabzı ve tektonik çarpış­ masıyla birbirine bağlı daha eski ve aşınmış enkaz katman­ ları vardı. Marcellus için sahneyi hazırlamış olansa bu na­ bızlardan, bizim Devonyen Dönem olarak bildiğimiz zaman aralığının ortasında, yaklaşık 400 milyon yıl önce gerçekle­ şen Akadiyen orojeneziyle bağlantılı olan biriydi. Dünya, Devonyen'in ortalarının büyük bir kısmı boyunca sıcaktı; kutup buz tabakalarının oluşmasına imkan vermeye­ cek kadar sıcak. Aksi durumda bu halinde hapsedilmiş ola­ cak suların bir kısmı, bir iç deniz halinde Kuzey Amerika'nın iç kısımlarına yayıldı. Şu anda Pennslyvania olan bölgenin büyük bir kısmı düzdü ve su altındaydı. Dolaşıp duran kıta kaymaları, onu bugün olduğu gibi kuzeydeki konumuna he­ nüz getirmemişti; o zamanlarda eyalet, tropikal bir enlem­ deydi. Fitoplanktonlar, balıklar ve mürekkep balığına benzer yumuşakçalar, sıcak ve temiz deniz suyundaki resifler ve süngerler arasında uygun şartlarda yaşıyordu. Öldüklerin­ de kireçli vücutları, iskeletleri ve kabukları, onlarca metre

148 BÜYÜK RESiM aşağıdaki deniz tabanında bulunan kalın beyaz kireçtaşı ça­ muru katmanlarına gömülüyordu. Kalıntılar, aşamalı olarak sertleşerek kalsiyum karbonattan oluşan kaya katmanlarına, yani kireçtaşına dönüşüyordu. Doğu tarafında da bir okya­ nus vardı, ama Atlantik değildi. Bu, Paleo-Tethys okyanusuy­ du ve jeolojik çarpışma süreçlerinde kıtalar arasında sıkışıp gözden kayboluyordu. Doğu ufkunda ada dizileri, yani Aka­ diyen orojenisinin müjdecileri, tektonik ilerlemenin ön cep­ hesindeki neferler beliriyordu. On milyonlarca yıl boyunca ada dizileri yaklaştı ve kıtayla çarpışarak karadaki dağları, tıpkı kaygan bir fayans zeminde itildiğinde katlanarak yuka­ rı kalkan bir kilim gibi ağır ağır yükseltti. Sıradağlar, daha sonra New York, New Jersey, Massachusetts, Delaware, New Hampshire, Maryland ve Güneydoğu Pennsylvania olacak yerlere kök saldı. Kendisini çevreleyen dağların ağırlığıyla aşağı doğru bastırılan bu kabuk -denizin düzlemsel kireç­ taşı-çamur zemini- her milenyumda bir santimetre çökerek muhtemelen 200 metre kadar battı ve deniz tabanındaki eko­ sistemi yıkıma, can veren güneş ışığının delici kuvvetinin menzilinin çok ötesine taşıdı. Açık yüzey sularında geriye kalan şeyler yalnızca algler, fitoplanktonlar ve nadir balık­ lardı. O batık iç denizin karanlık derinliklerinde, Marcellus şisti hayat buldu. "En azından iki kilometre yüksekliğinde dağlarla çevrili, okyanusla bağlantısı büyük oranda kesilmiş bu denizi bir hayal et," dedi Arthur. "Dağlar kendi hava şartlarını yaratı­ yor, sonra da solup çatlıyordu. Buna orografik etki deniyor. Hava kütlelerini yukarı kaldırıyorlar ve zirvelerine yağmur olarak düşen fırtınalar yaratıyorlardı. Erozyon, yüksek mik­ tarlarda çökeltiyi ve besleyici maddeyi suya taşıyordu. De­ mir, bakır, çinko, fosfor, molibden. İçeriye doğru besleyici madde akışı, doğan, ölen ve deniz tabanında ayrışan alglerin ve fitoplanktonların verimliliğini ciddi anlamda artırıyor­ du. Ayrışma çok fazla, derin sularda devridaim tarafından yenilemeyecek kadar fazla miktarda oksijen harcıyordu. Ha­ lihazırda zeminde yaşayan sülfat eksiltici bakterilere, yani anaerobiklere gün doğmuştu. Oksijen onlarda zehir etkisi

149 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK gösterir; atmosferimizin bol miktarda oksijene sahip oldu­ ğu zamanların da öncesinden beri burada olan, gezegenin en eski organizmalarından bazılarıdırlar. Neyse, bunlar hid­ rojen sülfür salgılarlar ve bunun da geri kalan çoğu şey için zehir etkisi vardır. Bu bakteriler böylece deniz dibinde ne kadar ekosistem varsa hepsini tam anlamıyla yerle bir etti. Bunun ardından, tabana yerleşmiş olan organik maddelerin ellerinde, ayrıştırıp karbonlarını geri dönüştürecekleri hiç­ bir şey kalmamıştı. Ortam, böcekleri şekillendirdi ve böcek­ ler de bunun karşılığında ortamı şekillendirdi. Marcellus'u yaratan şey bu birlikte evrimdir." İki milyon yıllık bir süre boyunca iri yağmur taneleri - minik minik sayısız ölüm- sürekli olarak anoksik tabana akarak el değmemiş organik katmanlar oluşturdu. Nihayet, altta yatan kabuk, dağların ağırlığıyla uyumlandı, dengeyi buldu ve çökmeyi bıraktı. Aşınan bölgelerden akmaya devam eden çökeltiler koyu siyah çamur üzerine yığılarak bütün bir deniz değerindeki karbonu gömdü. Sonunda o kadar yükseğe yığıldılar ki deniz tabanı bir kez daha yükselerek gün ışığına kavuştu ve oksijen bakımından zengin, temiz su ekosistem­ leri geri döndü; ama yalnızca kısa bir süre için. Biriken çö­ keltilerle neredeyse tamamen dolmuş ve artık küresel okya­ nusla bağlantısı hepten kesilmiş olan bu engin havzanın son deniz kalıntıları da aşamalı olarak buharlaştı. Milyonlarca yıl daha geçti, dağlar yıpranarak tıknazlaştı ve sonradan Marcellus olacak şeyi, parçalanmış katmanlarının daha da derinlerine gömdü. Antik bağlamından çıkarıldığında, Marcellus'un yaratılı­ şı bana esrarengiz bir biçimde tanıdık geldi. Yeni bir enerji ve besleyici madde kaynağı, izole bir popülasyona giriş yapı­ yor. Nüfus,za man zaman bulunduğu ortamın taşıma kapasi­ tesini aştığında çökerek şişip kör bir biçimde büyüyor. Antik ölümün ani yükseliş ve düşüş dalgalarından gelen karbonu toplamak için taşları delen modern sondaj makineleri birer yankı, kendini en büyük ölçeklerde tekrar eden tarihin birer alameti gibi göründü birden.

150 BÜYÜK RESiM

Yine de Marcellus'u yaratan değişimler -kıtaların çar­ pışması, dağların yükseliş ve düşüşleri, bütün bir denizin gömülmesi- her ne kadar büyük olsa da, onlarla yaklaşık olarak aynı zamanlarda başlamış daha da büyük bir küresel dönüşümün yanında oldukça sönük kalıyorlardı, diye açıkla­ dı Arthur. Kara bitkilerinden kayda değer hiçbir artık bırak­ mayan son büyük siyah şistin Marcellus olduğunu söyledi. O isimsiz denizin etrafında yükselen dağlar büyük ihtimalle çoraktı ve bunların dik yamaçlarından süzülen nehirler de parçalanmış yosunlar, likenler ve mantarlar dışında herhan­ gi bir bitki örtüsüne sahip olmayan bir manzaradan kükre­ yerek akan birer şeritten ibaretti. Görünüşe göre bugünkü halinden çok uzakta olan yaklaşık 390 milyon yıl önceki o noktada, gezegen halihazırda dört milyar yaşını aşmıştı. Tüm o süre boyunca da yaşama elverişli bu gezegenin tama­ mına bakıldığında tek bir yeşil yaprak bile teşrif etmemişti. "Bu, damarlı bitkilerin dünya üzerinde kolonileşmeye yeni yeni başladığı bir geçiş dönemiydi," dedi bana Arthur. "Bu bitkiler, Marcellus'un hemen üzerinde ortaya çıkmaya başlıyor ve daha genç şistlere yaklaştıkça kara bitkilerine dair giderek daha fazla kanıt görmeye başlıyorsun. Devon­ yen dönemin sonlarına ait kayalara rastlıyorsun, ilk kez nehir yatakları ve kıyı şeritleri etrafında kolonileşmiş gibi görünen fosilleşmiş kara bitkilerini görebiliyorsun. Henüz sudan daha uzaktaki yaşam alanlarını istila etmelerine çok var. Müthiş bir şey yahu!" Kara üzerinde kolonileşmeyi tetikleyen şey, her biri suyu toplayıp nakletmeyi içeren iki evrimsel yenilikti. Kara bitki­ leri "damarlandı," topraktan su ve besleyici maddeler çek­ mek için kökler geliştirdi ve ayni zamanda da suyun büyük ağırlığını taşıyabilecek kadar güçlü, karbon bakımından zengin ve dayanıklı bir makromolekül olan lignini kullana­ rak vücutlarını inşa etmeye başladı. Sonuçta ortaya çıkan damarlı, lignin bakımından zengin bitkiler kıtalara yayıldı. Gezegenin fotosentetik üretimini ikiye katladılar ve karbon döngüsünü çarpıcı bir değişime uğrattılar. Ya şam ve onun geliştiği çevre bir kez daha birbirlerini güçlü ve dünyayı de-

ısı BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

ğiştirme etkisine sahip bir geribesleme döngüsü içerisinde şekillendiriyordu. Ölümden sonra, bu yeni kara bitkilerinin yaprakların­ daki, dallarındaki, gövdelerindeki ve köklerindeki dayanıklı lignin kolay çürümeye direndi. Tufanlarve tortullaşma tara­ fından su altında bırakılan tüm o bitkisel karbon, yüz mil­ yonlarca yıl boyunca kilit altında kaldı. Bu bitki kalıntıları, zaman içinde, derinliklerive gömülme süreleri arttıkça önce turbaya, sonra linyite, son olarak da kömüre dönüştü. Bu sü­ reç, Devonyen'i takip eden ve Pennsylvania ve onu çevreleyen Appalaş eyaletlerinin birinci sınıf taş kömürü ve büyük kö­ mür oranları da dahil tüm dünyada muazzam tortullar oluş­ turacak kadar yüksek miktarlarda lignin kilitli karbonun gömüldüğü ve kömüre dönüştüğü 60 milyon yıllık jeolojik dönemde zirve yaptı. Jeologlarsa bu döneme pek uygun bir biçimde KarboniferDö nemi adını veriyor. Devonyen'in son dönemlerinde, aksi halde açık havada ayrışan karbonla birleşecek olan oksijen, bunun yerine at­ mosferde birikerek muhtemelen günümüzdekinin yaklaşık iki katı kadarlık yoğunluklara ulaştı. Atmosferik oksijende­ ki bu artış, uçmak, sürünmek ve Dünya üzerinde yürümek için sucul ortamlarını terk eden ilk böcekler ve amfibilerle aynı zamana denk geldi. Bu canlıların fosilleşmiş kalıntıları, Pennsylvania veya başka bir yerde, geç-Devonyen "kızıl ya­ taklarda," yani atmosferik oksijene doyduklarında paslanan demir bakımından zengin tortul kaya birikintilerinde sıklık­ la bulunuyor. Yüksek oksijen seviyeleri ve kara bitkilerinden meydana gelen bu yeni ve bol yakıt aynı zamanda hassas sporlardan büyük bir yangın sırasında ve sonrasında oluşan yüksek sıcaklık ve düşük nem şartlarında yaşayabilen daha dayanıklı tohumlara doğru evrimsel bir kaymayı tetiklemiş olabilecek söndürülmesi güç yangınların sıklığını ve şidde­ tini de artırdı. Tohumların ortaya çıkışı, bitkilerin nemli kı­ · yılardan ve ovalardan daha kuru dağlık arazi ortamlarına yayılmasına olanak sağladı. Dünya tarihinde ilk kez, dağlar ve kıtaların içleri yeşile boyanmıştı.

152 BÜYÜK RESiM

Damarlı kara bitkilerinin yükselişi geç Devonyen ve erken Karbonifer dönemleri sırasında o kadar çok karbon zaptına sebep oldu ki atmosferik C02 seviyeleri aniden dik bir düşüş yaşadı. Sera etkisinin ortadan kalkışı küresel sıcaklıkları yalnızca birkaç derece düşürdü, ama görünüşte küçük olan bu değişim, dünyayı uzun süreli bir buz çağına itmek için yeterliydi. Daha soğuk olan yazlar, önceki kışlardan biriken karlan eritmekte başarısız oldukça kutuplarda buz tabaka­ ları oluştu ve büyüdü. Yayılmakta olan parlak beyaz buzul­ lar, uzaya, karanlık olan toprakların ve denizlerin yansıttı­ ğından daha fazla güneş ışığı yansıtarak sıcaklıkların daha da fazla düşmesine sebep oldu. Ortalama olarak her birkaç on bin yılda bir, kutuplardan hareket eden buzullar daha düşük enlemlere doğru ilerledi ve suyu o buzlu pençelerine hapsedip küresel deniz seviyelerini düşürdü, iklimleri daha da kuraklaştırdı. Her seferinde, kutuplardaki ve ılıman en­ lemlerdeki karasal türler, dört kilometre yukarıda ilerlemek­ te olan buz duvarlarının önünde tropik kuşaklara gitmeye zorlandı. Her seferinde, düşen deniz seviyeleri, yaşamla dolu kıta sahanlıklannı açık havaya maruz bırakarak deniz eko­ sistemlerinin bozulmasına yol açtı. Kaçınılmaz bir biçimde; buzul ilerleme azalacak, buz duvarları kutuplara geri çeki­ lecek ve deniz ve kara yaşamları bir kez daha buzularası bir dönemdeki uygun şartlara kavuşacaktı. Yüz milyon yıl süresince, Karbonifer'in tamamı ve onu takip eden Permiyen'in büyük bir kısmı boyunca, Dünya'nın buz tabakaları var olmaya devam etti ve zaman zaman da kutuplardan buzullar göndermeyi ihmal etmedi. Bu buz ta­ bakaları nihayet 260 milyon yıl önce, artan volkanik etkinlik ve okyanustaki düşen karbon soğrulması atmosferik C02'yi hızla orta Devonyen seviyelere çıkardığında eridi. Yaklaşık 35 milyon yıl öncesine kadar gezegenimize bol miktarda ku­ tup buzu geri dönmeyecekti. Bu kutup buzu tabakaları da iki buçuk milyon yıldan biraz daha fazla bir süre önce, de­ nizaltı volkanlarının taşmaları Panama Kanalını oluşturdu­ ğunda ve Kuzey ve Güney Amerika'yı birbirine bağlayarak küresel sıcaklıkları daha da düşüren yeni okyanus ve atmos-

153 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK fer dolaşım şablonları yarattığında genişledi. Bu, son anla­ rında anatomik açıdan modern insanların ortaya çıktığı za­ man dilimi olan Kuvaterner Dönemin· şafağında gerçekleşti. Kuvaterner'in başlangıcından beri ve bugün bile hala buza gömülü olan Antarktika ve Grönland'la birlikte Dünya, tek­ nik olarak bir buz çağının içinde. Bunun sıradışı bir gidişat olduğuysa oldukça kısa bir süre önce kabul görmeye başladı. İnsanlık tarihinin tamamı boyunca var olmalarına rağmen, kutup buzu tabakaları, Dünya'nın tarihinde şaşırtıcı biçim­ de nadir gerçekleşen olaylardır. Jeologların kavrayabildiği kadarıyla, gezegenin 4,5 milyar yıllık var oluşu boyunca, buz tabakaları yerkürenin kutuplarına toplamda yalnızca 600 milyon yıl süresince, yani Dünya'nın şu ana kadarki ömrü­ nün sekizde birinden daha az bir süre için konuk olmuştur. İçinde bulunduğumuz buz çağında, buzul duvarları Arktik'ten tekrar tekrar hareket ederek günümüzdeki Toron­ to, New York, Chicago ve kuzey Pennsylvania'nın büyük bir kısmını kapladı. Hudson Koyuyla Great Lakes'i biçimlendir­ diler ve kenarlarından buzul morenler, günümüzde Long Is­ land ve Cape Cod haline gelmiş olan yerler gibi kırık kara yığınları ortaya saçtılar. Buzullar en son 12.000 yıl önce, Holosen adını verdiğimiz bir buzularası çağın başlangıcın­ da geri çekildi. Bizim insan uygarlığı olarak tanıdığımız ve insan tarihi olarak kayda geçirdiğimiz tarımın, şehirlerin, ticaretin, sanayinin, bilimin ve teknolojinin yükselişi, on iki bin yıllık bir yazın iklimsel dengi olan anormal biçimde ılı­ man ve istikrarlı Holosen buzularasında gerçekleşti. Buzul ilerlemenin ve gerilemenin işaretleri, tortul kaya­ larla ve deniz suyunun izotop analiziyle takip edilebilir, ama iklim dalgalanmalarına dair en yüksek hassaslığa sahip ka­ nıtların bazıları da bize buzulların kendilerinden, oraya sı­ kışmış antik hava baloncuklarından geliyor. Bugünün eriyen buzullarından çıkarılan buz çekirdeklerinde bulunan her bir baloncuk, minik bir hava kabarcığının yeni yağmış ve buzun bir parçası haline gelmiş karda kısılı kaldığı uzak geçmişte­ ki bir günün atmosferinden bize kalan birer kare. Ayrıntılı

Dördüncü Çağ olarak da bilinir -çn.

154 BÜYÜK RESiM analizler sonucu 800.000 yıl önce oluştuğu ortaya çıkan en eski baloncuklar, etkileyici birer antika. Kısaca, baloncukla­ rın içindeki gaz, geçen milyon yılın büyük bir kısmı boyun­ ca, modern insanların gezegen sahnesine çıkmasından çok daha uzun süre öncesinden beri Dünya'nın atmosferinin de­ ğişen bileşimini takip ediyordu. Bu baloncuklarsa sera gazı seviyelerini buzullaşmaya bağlayan net bir şablon sergili­ yor: buzullar ilerlerken, buza hapsolmuş her bir milyon hava molekülünden yaklaşık 200 adedi CO/ydi. Buzullar geri çe­ kilirken buza hapsolmuş havadaki co2 miktarıysa yaklaşık olarak milyonda 300'e (300 ppm) çıkmıştı. MÔ 10.000 dolaylarında, Holosen'in başlangıcındaki son buzul gerilemeden beri atmosferdeki ortlama co2 miktarı yaklaşık 275 ppm'de sabit kalmıştı. Buzul buz çekirdekleri, bu değerin, on dokuzuncu yüzyılın başlangıcında, yani in­ san nüfusunun bir milyara ulaşmasından sonra tırmanma­ ya başladığını gösteriyor. Bu zamanın, toplumların Sanayi Devrimine girdiği, antik kömür stoklarını yakarak, piyasaya yeni sürülmüş buhar makinelerine enerji sağladığı zaman­ lara denk gelmesi de tesadüf değil. O günden bugüne geçen tüm süre boyunca, nüfuslar artıp teknoloji yaygınlaştıkça co2 seviyeleri de keskin bir biçimde artmaya devam etti. 1950 yılına gelindiğinde, gezegende 2,5 milyar insan vardı ve atmosferik co2 seviyeleri de 300 pmm'yi, yani şu anda buz çağı şartlarının baskın gelemeyeceği düşünülen yakla­ şık eşiği geçmişti. 1980'de dünyada 4,5 milyar insan vardı ve atmosferik co2 340 ppm'ydi. Artık 6 milyar insana ev sahipliği yapan ve yıllık 2 ppm artışla birlikte 370 ppm co2 seviyesine sahip olan dünyada 2000 yılına gelindiğinde, Nobel ödüllü bir atmosferik kimya­ cı olan Paul Crutzen, artık kendisini halii Holosen'de yaşıyor olduğuna ikna edemez hale gelmişti. Nobel Ödülünü 1995 yı­ lında, egzotik gazların -kloroflorokarbon adı verilen, insan yapımı soğutucuların- eser miktardaki salımlarının, yirmin­ ci yüzyılın ikinci yansında gezegenin koruyucu atmosferik ozon tabakasındaki delikleri nasıl büyüttüğünü netleştirdiği çalışması sayesinde kazanmıştı. Crutzen, ozondaki deliğin,

155 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK daha büyük bir yönelimin yalnızca küçük bir parçası oldu­ ğunu düşünüyordu. Motorlar ve türbinlerden destek alan, fo­ sil karbon ve petrokimyasal gübrelerle kuvvetlenen insanlar, gezegenin enerji ve besleyici madde akışının muazzam bir bölümüne el koymuş, bunları yeni amaçlara yönlendirmiş ve küresel jeokimyayı değiştirmişti. Sonuçta ortaya katlanarak büyüyen ve -en azından tek bir gezegenle sınırlı kalırsa- ka­ çınılmaz biçimde geçici bir büyüme çıkmıştı. Jeolojik tari­ hin en karanlık bölümleri Crutzen'in zihninde yankılanmaya başlamıştı. Her yerde Dünya'nın yeniden yapılışının kanıtlarına rast­ lıyordu. Bunu boşa harcanan stratosferik ozonda, kaybolan kutup buzunda ve çözülen tundra tiyalinde görüyordu. Göç­ men hayvanların ve çiçekli bitkilerin değişen mevsimsel şablonlarında, "asırda bir"lik fırtınalarda, kuraklıklarda ve artık birkaç yılda bir gelmeye başlayan sıcaklık dalgaların­ da, sığ denizlerin fazla sıcak sularında beyazlamış ve ölmek­ te olan mercanlarda, bütün ağaçlan kesilmiş ormanlarda, set çekilmiş nehirlerde ve önü tıkanmış akıntılarda gözüne hep bir insan eli çarpıyordu. Crutzen, su ekoloğu Eugene Stoermer'le birlikte, yeni bulduğumuz gezegen güçlerimizin bizi tamamen yeni bir jeolojik çağa soktuğunu öne süren et­ kileyici bir ortak makale yazmaya zorunlu olduğunu hissetti. Bu "insanların yeni çağı"nda, "Antroposen"de, insanın haki­ miyeti gökyüzünü ve denizleri dönüşüme uğrattı ve hatta çağlar boyunca dayanarak bizim devrimize sessiz birer mi­ ras olarak kalan kayaları bile değiştirdi. Önümüzdeki milyonlarca yılda, uygun bir sarp kayalığın ortaya çıkarıldığı her yerde, bu Holosen-Antroposen geçişi de çıplak gözle gayet net bir biçimde görülebilir olacak. Be­ yaz karbonat çökeltisinin bir zamanlar yerleşerek kireçtaşı ve kalkerleri oluşturduğu deniz havzalarında, C02'ye doy­ muş olan okyanus suyu daha da asitlik bir hal alacak, onun yerine karbonattan yoksun koyu kil ve çamur birikecek. Eğer atmosferik co2 dinmek bilmeden tırmanmaya devam eder­ se, artan sıcaklıklar ve deniz seviyeleri bir kez daha geniş çapta bir anoksiye [oksijensizlik) yol açarken, karbon ha-

156 BÜYÜK RESiM kınımdan zengin siyah şistler de jeolojik kayda çarpıcı bir biçimde yeniden girebilir. Ancak ileride Antroposen'in yeni şistlerini bulanların, bizim yaptığımız gibi ona eşlik eden petrol ve gaz tortularını çıkarıp yakarak küresel bir tekno­ lojik uygarlık inşa edip etmeyeceği konusunda bir şey söyle­ yemeyiz. Holosen-Antroposen geçişi üzerinde bulunacak fo­ siller, Dünya'nın tarihinde altıncı kez gerçekleşecek, gezeg�n ölçeğindeki bir kitlesel yok oluşu kaydedecek; öyle ki bu yok oluşta, on milyonlarca yıl boyunca gelişmiş, türler bakımın­ dan zengin ekosistemler aniden, geri döndürülemez biçimde yok olacak ve yerini zirai homojenliğe bırakacak. Üst Holo­ sen fosil yatakları, geleceğin paleontologlarını muhtemelen taşlaşmış mercan kayalıkları ve kömürleşmiş amfibiler gibi bulgularla ödüllendirecek; alt Antroposen yataklarıysa mı­ sır koçanları, inek kemikleri, taşlaşmış palmiye ağaçlan ve hatta ihtiyaçları uğruna evcilleştirilip yetiştirildikleri insan efendilerinin kalıntılarından bazılarını sunabilecek. Nadiren de olsa, paslanmış metallerle bezeli kayalardan oluşan eğri büğrü, tuhaf kayalar, uzun süre önce batmış ve büyük bir antik nehrin çökeltilerinin altına gömülmüş büyük bir kıyı şehrinin kalıntıları bulunabilir. Eğer uzak gelecekteki parça parça bir kayalıkta bir fosil olarak ortaya çıkmayı umuyor­ sanız, yavaşça batmakta olan New Orleans'taki Mississipi Deltasına gömülmekten daha kötüsünü başarabilirsiniz. 201 1 'in Ekim ayının sonlarında Mike Arthur'la onun ofi­ sinde buluştuğumda atmosferik co2 390 ppm'ydi ve hala artıyordu. BM tahminlerine göre dünya, nüfusunu yedi mil­ yara tamamlayacak olan ve muhtemelen Güneydoğu Asya'da doğacak bir bebeğin gelişinden yalnızca birkaç gün uzak­ taydı. Benzer tahminler, nüfusun gidişatının yirmi birinci yüzyılın sonlarında on milyara dayanacağını göteriyordu. Eğer teknoloji ve ticaretin küresel yayılımı devam ederse, gelecekteki nüfusunhayli büyük bir kısmı, günümüz Ameri­ kalılarının çoğunun yaşam tarzına benzer bir hayat sürüyor olacaktı. Tek bir tuşla açılan elektriği sağlamak için kömürle çalışan enerji santralleri, hazır ve nazır otobanlar, hava yol­ culukları, her garajda bir araba, her oturma odasında düz

157 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ekran bir televizyon, ucuz ve tek kullanımlık akıllı telefon­ lar ile bilgisayarlar, her öğünde et ve dünyanın yansını aşıp gelerek yemek masalarına akan taze ürünler isteyeceklerdi. Ama dünyanın enerji altyapıları bir şekilde, akla hayale gel­ mez bir süratle fosil yakıtlardan başka bir şeye kaymazsa tam da bu davranışlar co2 yoğunluklarını 500 ppm'nin öte­ sine geçirip 1000 ppm'ye ulaştıracak, muhtemelen korkunç sonuçlara yol açacaktı. Ortalama küresel sıcaklıklar 5 ile 10 derece Celsius civarında artacak, kutuplarda buzdan eser kalmayacak ve yükselen denizler kıyılardan taşarak yüzler­ ce kilometre içerilere dolacaktı ve bunlar, yalnızca en yakın etkilerdi. Sonrasında Yerküre, öncesinde insan uygarlığını beslemiş olan serin ve sakin gezegenden çok trilobitlerin ve dinozorların hüküm sürdüğü o sera dünyaya daha faz­ la benzeyecekti. Bu hararetli gelecekte, bireylerin ve bütün halinde toplumların basitçe hayatta kalması bile sürekli bir mücadele halini alacaktı. Tüm bunların yaşanıp yaşanmamasıysa kayda değer bir oranda Marcellus ve diğer gaz şistlerinden nerede ve nasıl faydalanılacağına bağlıydı. "Bir bilim insanı olarak, nesnel davranmaya, çıkarımla­ rımı verilere ve ödünleşmelere dayandırmaya çalışıyorum," dedi Arthur. "Veriler bize, yaktığımız tüm o fosil yakıtlardan çıkan sera gazlarının dünya üzerinde çok büyük etkileri ol­ duğunu söylüyor. Orası şüphe götürmez.Aynı zamanda, do­ ğal gaz yakmanın, enerji birimi başına petrolden yüzde 30, kömürdense yüzde 40 oranında daha az C02 ürettiği noktası da şüphe götürmez. ABD'deki elektriğin yansından fazlasını kömür yakan enerji santralleri üretiyor. İnsanlar tamamen 'temiz kömür'e dönmekten bahsediyor, ama gerçekte öyle bir şey yok; başlı başına maden kömürü çevreye zararlı. Bazı in­ sanlar da mısırdan veya şekerkamışından etanol üretmek­ ten bahsediyor. Zırvalık. Birilerinin bize kakaladığı bir şey. Doğal gaz gerçek, ucuz ve en temiz fosil yakıt. Eğer kömür yakımından vazgeçip büyük oranda doğal gaza dönersek yal­ nızca C02'yi değil, cıva, nitröz oksit, sülfür dioksit salımları­ nı ve parçacıkları da azaltırız. Arabaların doğal gazla çalış-

158 BÜ YÜK RESiM masını da sağlayabiliriz. Çok zor bir şey değil. Bu, salımları daha da azaltır. Yani belki de bu daha az kötüdür. Ama sonra uygun olan saf miktara bakıyorum ve endişeleniyorum." Marcellus, yalnızca boyutları bakımından eşsiz. Benzer siyah şistler tüm dünyada, her kıtada bulunabiliyor ve her biri de bizimkinden daha sıcak ve daha ıslak bir Dünya'nın birer yankısı, alameti. Daha derin, daha eski bir tortul olan Utica, ABD'nin kuzeydoğusunda, tam da Marcellus'un altın­ da yatıyor. Kanada, Meksika ve Arjantin'de zengin gaz şist­ leri var. Avustralya'da, Çin'de ve Hindistan'da da gaz şistle­ ri var. Gaz şistleri tüm Avrupa'da; Almanya'da, Polonya'da, Çek Cumhuriyeti'nde bulunuyor. Gaz şistleri Afrika'da; hem kuzeyde, hem güneyde. Görünüşe göre gaz şistleri aslında o kadar bol ki gelişmekte olan birçok ülkenin servetini tek taraflı olarak dönüştürebilir, ekonomik refah getirebilir ve tüketim ve sera gazı salımı seviyelerinde hızlı artışlara se­ bep olabilir. Halihazırda antik karbona takılıp kalmış geliş­ miş uluslardaysa şistler, aksi halde Antroposen'in fosilyakıt patlaması tarafından sonu getirilebilecek, ama bu gerçekleş­ meden hemen önce bulunup sıkı sıkı tutunulan bir cankur­ taran halatı olabilir. Arthur başını eğdi ve dağınık kağıt yığınlarıyla, stratig­ rafik kalınlık haritaları ve jeolojik kesit grafikleriyle, yani Dünya'nın kendisine verdiği kayalarla çevrili hediye paketle­ rini açmaya çalışan bir bilim insanının malzemeleriyle dolu masasına baktı. Kısa bir süre için gözlerini kapattı ve sanki tam gaz yaklaşmakta olan bir yük treni gibi gelen baş ağ­ rısını uzaklaştırmak istiyormuşçasına parmaklarıyla alnını ovmaya başladı. "Zaten er ya da geç şist gazının büyük bir kısmını yer al­ tından çıkaracağız, yakıp bitireceğiz," diye bağladı Arthur. "Bazı insanlar bunun, ihtiyacımız olan diğer alternatif ener­ ji çözümlerine geçişimizi kolaylaştıracağını söylüyor. Bense onların önünü tıkayabileceğinden endişeleniyorum. Bugün bu ülkedeki muhafazakar siyasetçilerin çoğunun mesele­ ye bakışı, şu anda burada bunca gazımız varken güneş ve rüzgar enerjisine veya diğer yenilenebilir kaynaklara yatırım

159 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK yapmanın manası nedir ki, şeklinde. 'Kazdıkça kaz' yani de­ ğil mi? Diyelim ki en iyimser [gaz telafisi] tahminleri doğru, ayrıca farz edelim ki ABD bir sebepten ötürü enerji kaynağı olarak yalnızca Marcellus'u kullansın. Günümüzdeki oran­ larla bu gazı yirmi yıl içinde yakıp tüketiriz. Belki bundan on kat fazla, iki yüz yıl sürer; belki daha da fazla. Şimdiye ve bugüne baktığımızda güzel bir süre gibi duruyor, ama bir şey unutmamak gerek: bütün bir Marcellus tortulunun oluş­ ması yaklaşık iki milyon yıl sürdü. Jeolojik açıdan bakıldı­ ğında hayli hızlı, ama yine de birçok insanın kavrayamaya­ cağı kadar uzun bir süre. İnsanlar şu anda gezegeni bu tür daha büyük zaman ölçeklerinde etkiliyorlar, ama bu gerçeği planlamada ve açıklamada pek de başarılı değil gibi görü­ nüyoruz. Geçmişin derslerini ve geleceğin olasılıklarını göz ardı ederek kendimizi riske atıyoruz."

***

Pennsylvania'daki kayalar, kendisi de jeologların karmaşık organizmaların fosillerini bulabildiği, bugüne dek uzanan ve bugünü de içine alan yarım milyar yıllık bir zaman dilimi olan Fanerozoik Dönemin başlangıcını işaretleyen, yaklaşık 542 milyon yıl önceki Kambriyen Döneminin başlangıcına dek devam eden kayıtlar barındırıyor. "Fanerozoik," Yunan­ cada aşağı yukarı "gözle görülür yaşam" anlamına gelen bir isim. Organizmalar, kayalarda daha kolay korunabilen ka­ buk ve iskelet gibi yapıları bu zamanda oluşturmaya baş­ ladı. Sert vücut parçalarının ortaya çıkışı, meşhur adıyla "Kambriyen patlaması" olarak bilinen dev biyoçeşitlilik dal­ gasının yalnızca bir parçasıydı. Yalnızca beş veya on mil­ yon yıllık bir zaman aralığında, birkaç santimetreden daha büyük boyutlardaki organizmalar sıradanlaştı ve omurilik, çene, solungaç ve bağırsak kadar temel fizyolojik yenilikle­ rin hepsi ilk kez ortaya çıktı. Bugüne dek hayatta kalmayı başarmış neredeyse her hayvanın mimarisi, baş döndüren bu biçim bolluğuna dayanıyor. Bakış açımızı geçmişte daha da geriye doğru birkaç on milyon yıl genişlettiğimizde, solu­ can ve denizanası gibi yaratıklarla sinir, kas, göz ve ışınsal

160 BÜ YÜK RESiM ve çift yönlü vücut simetrisi gibi özelliklerin ilk kanıtlarına ulaşıyoruz. Dünya'nın o zamandan önceki o uzun tarihinin neredeyse tamamında, gezegenimiz bir prokaryotlar, yani çekirdekten yoksun tek hücreli mikroplar dünyasıydı. Onlarca yıl boyunca bilim insanları, bu kaybolmuş ve bü­ yük oranda yabancı "Prekambriyen'" dünyanın neye benzedi­ ğini ve neden böylesi ani bir değişime uğradığını öğrenmek için çabalayıp durdu. Buna dair ipuçları Prekambriyen'e ait kayalarda bulunabiliyor ve bunların birçoğu da -bir kez daha- yaşam ve onun içinde bulunduğu ortam arasındaki kuvvetli bir etkileşimin dünyayı geri dönülmez bir biçimde değiştirmek üzere harekete geçtiğine işaret ediyor. Bu antik gizemdeki "suç aleti," teneffüs ettiğiniz havanın ta kendisi; Dünya'nın atmosferinde bulunan, gezegenimizin hızlı, ka­ dim geçişinin özünde yatan oksijen. Prekambriyen'i araştırmanın önündeki kaçınılmaz zor­ luk zaman bakımından aramızda bulunan mesafe; belirli herhangi bir kaya ne kadar eskiyse geçmişte bir noktada eri­ miş veya pişmiş olma ihtimali o kadar fazla, antik olaylar ve çevresel şartlar hakkında barındıracağı bilgilerin neredeyse tamamını da kaybetmiş oluyor. Prekambriyen zaman üç, hat­ ta o ilkel gaz ve toz bulutundan güneş sistemimizin bir araya gelerek dizildiği çağ olan biçimlendirici Kaotyen Dönemini da sayarsanız bütün bütün dört dönemi içinde barındırıyor. Kaotyen'in ardından Hadeon Dönemi, Ay'ı oluşturan güçlü etkisiyle 4,53 milyar yıl önce başladı ve 700 milyon yıl sonra sona erdi. Hadean hakkında neredeyse hiçbir şey bilmiyo­ ruz. Dünya, oluşumunun ardından soğurken hayli sıcak ol­ malı, ancak bir avuç nadir Hadean kayası, gezegenimizin o zamanlarda bile parçalanmış yüzey denizlerine sahip olmuş olabileceğine işaret eden sıvı suyun varlığına dair kanıtlar barındırıyor. Hadean'la ondan sonra gelen Arkeen Dönemi arasında bulunan, 4,1 ile 3,8 milyar yıl önce, görünüşe göre güneş sistemimizdeki dev gezegenlerin büyük cüsselerde asteroit ve kuyrukluyıldızı iç güneş sistemine fırlattığı za­ manlara verilen isim olan Geç Dönem Ağır Bombardıma -

Kambriyen öncesi -çn.

161 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK nın ezici bir biçimde başlamasıyla çizilmiş olan sınır pek de iyi tanımlanmış değil. Hadean'ı sonlandıran ve Arkeen'i başlatan büyük darbeler, aynı zamanda gezegenimizin tor­ tul kayalarının kaydını da başlattı. Hiçbir Hadean tortul ka­ yası -ve onunla birlikte Hadean'daki hiçbir canlı- kabuğun tuzla buz oluşunu ve gezegendeki suyun aniden kaynayışını atlatamadı. Bilim insanlarının yaşama ve Dünya'nın bugün bildiğimiz gezegene doğru başkalaşımının başlangıcına dair ilk kanıtlan buldukları kayalar, Arkeen kayalardır. Erken dönem Arkeen kayalar okyanuslara, tam teşekkül­ lü levha tektoniğine ve kıtaların aşamalı olarak büyümesine olduğu kadar fotosentetik mikroplar tarafından üretildikleri su götürmez olan küçük miktarlarda organik karbona dair de ipuçları barındırıyor. Ancak barındırmadıkları bir şey varsa, o da atmosferik oksijenin kayda değer herhangi bir izi. Arkeen dünya, anoksik koşullarda birikmiş sise benzer organik puslarla bulutlanmış bir gökyüzünün altında ıssız ve kasvetli bir yerdi. Muhtemelen aynı zamanda sıcaktı da: büyük ihtimalle egemen yaşam formu enerjisini, hidrojen ve C02'yi tepkimeye sokup ürettiği, COz'den daha fazla ısı saklama yetisine sahip bir sera gazı olan metandan alan ve "metanojenler" adı verilen geniş bir prokaryotlar sınıfıydı. Metanojenlerin ve diğer anaerobik mikropların iç karartıcı küresel hakimiyeti yaklaşık bir milyar yıl kadar sürmüş gibi görünüyor. Daha uzun da sürebilirdi; şüphesiz ortaya aniden yeni bir yaşam formuçıkmamış olsaydı: fotosentetik siyano­ bakteriler. İlk olarak Arkeen'in ikinci yarısında kayalarda beliren si­ yanobakteriler, tıpkı Devonyen bitkileri veya Holosen insan­ ları gibi, dünyayı kökünden değiştirmeye devam edebilecek suyeşili prokaryotlardı. Hal böyle olunca, siyanobakteriler dünya üzerindeki tüm yaşamın evrimini kararlı bir biçim­ de şekillendirdi ve Prekambriyen'deki son dönemi belirledi: Proterozoik, yani Fanerozoik'e öncül olarak "erken dönem yaşam"ın iki buçuk milyar yıllık uzantısı. Gezegenin daha önceki milyarlarca yılında var olmuş ve hidrojen, sülfür, de­ mir ve çeşitli organik moleküllerden enerji almak için güneş

162 BÜYÜK RESiM

ışığını kullanmış olan fotosentetik yaşamın aksine siyano­ bakteriler, daha bol bulunan ve daha fazla enerji sunanbir madde olan suyu ayrıştırmakiçin güneş ışığını kullanmanın metabolik bir yolunu geliştirdi. Bu yol, evrimsel bir şans gibi görünüyor; bilim insanlarının anlayabildiği kadarıyla bu olay Dünya'nın uzun tarihi boyunca yalnızca bu tek sefer­ de gerçekleşmiş. Getirdiği en bariz yenilikse, güneş ışığını, sıklıkla pembe veya mor renkte olan daha fotosentetik pig­ mentlerden daha etkili bir biçimde soğuran, göze çarpan bir biçimde yeşil bir ışık-emici moleküller sınıfı olan klorofildi. Siyanobakteriler, klorofili kullanarak güneş ışığını suya yön­ lendirdikten sonra toplanan hidrojeni C02'yle birleştiriyor, artık oksijeni de boşaltıyordu. Siyanobakteriler aynı zaman­ da kimyasal olarak eylemsiz olan nitrojen gazını havadan çe­ kerek DNA ve proteinlerin biyokimyasal yapısına dahil etmek gibi nadir rastlanan bir yetiye de sahipti. Kendi gübrelerini üretebilme yeteneğiyle donanmış olan siyanobakteriler, eş­ siz bir biçimde, suyun, C02'nin ve güneş ışığının var olduğu her yerde yaşayabiliyor, tam anlamıyla dünyayı fethetmeye hazır bulunuyordu. Geç dönem Arkeen kayaları, onların yap­ tığının da tam olarak bu olduğunu gösteriyor; engin açık ok­ yanuslarda birer çiçek öbeği gibi, sığ sularla kıyı şeritlerini örten konsantre bir örtü halinde serpiliyorlardı. 2,4 milyar yıl önce, Dünya'nın yeni efendileri öylesine olağanüstü miktarlarda oksijen ürettiler ki okyanus suyun­ da çözünmüş halde bulunan demir oksitlenir, katılaşır ve deniz tabanına çökerken, gezegeni geri dönülemez bir biçim­ de dönüştürmeye başladılar. Element, günün birinde motor blokları, gökdelen kirişi ve savaş gemisi gövdesi olmak üze­ re, kalın demirli çamur katmanları halinde zemine yerleşti. Başlangıçta bu oksijenin çoğu organik karbon, volkanlardan çıkan uçucu gazlar ve paslanan okyanuslarla girdiği tepki­ meler sonucu silinip süpürüldü. Oksitlenmiş madde denizle­ rin dibine batarak, çok daha sonra Marcellus gibi siyah şist­ leri oluşturacak olanlara benzer katmanlaşmış ve durgun küresel okyanus koşullan yarattı. Uzmanlar, gezegenin jeo­ kimyasını o bol miktardaki oksijene el koymaktan belirleyici

163 BEŞ MiLYAR YILLIK YAL NIZLIK biçimde caydıran şeyin ne olduğu üzerine sonsuz bir tartış­ maya girmiş durumda, ama sonuç şüphe götürmez: birkaç yüz milyon yıl boyunca okyanusların büyük kısmı malzeme­ ye doydu ve o günden itibaren de okyanustan atmosfere gaz akışı sürdü. Üst atmosferdeoksi jen molekülleri kümelenerek Güneş'in biyolojik olarak zararlı morötesi ışınlarının büyük bir kısmını soğuran bir ozon tabakası oluşturdu ve çok daha aşağıdaki, gezegenin yüzeyinde bulunan yaşam için bir kal­ kan görevi gördü. Oksijen artışı, içten yanmalı motorların ve kloroflorokar­ bon püskürten buzdolaplarının icadından çok daha önce, dünyanın ilk büyük kirlilik krizi oldu. Dünya'nın yeni ozon tabakasının sağladığı faydaya karşın, gezegendeki oksijen­ lenme, Arkeen'de gelişip büyümüş anaerobik biyosfer için tam anlamıyla bir ekolojik felaketti. Bu canlılar için, oksije­ nin had safhadaki tepkiselliği onu korkunç bir zehir haline getiriyordu. Oksijen gezegeni kapladıkça muazzam sayılarda mikrop türü ortadan kalktı ve hayatta kalan anaerobların çoğu da güneş ışığından kaçarak, başlangıçta derin denizler­ le göllerin karanlık tabanlarındaki oksijensiz çamurlara, çok sonraları da insanlar da dahil karmaşık hayvanların düşük oksijenli sindirim kanallarına çekildi. Günümüzde bu iki tür sığınakta da gizleniyorlar. Oksijen aynı zamanda neredeyse onları üreten siyanobakterilerin de sonunu getirecekti; ana­ erobik metanojenlerle ısıyı hapseden atmosferik metanın birbiriyle ilintili çöküşleri küresel sıcaklıkları dimdik bir düşüşe geçirdi ve ilki 2,4 milyar yıl önce, ikincisi 750 milyon yıl önce ve üçüncüsü de yaklaşık 600 milyon yıl önce olmak üzere en azından üç Proterezoik buz çağına sebep oldu. Bu buz çağlarının her biri de öylesine uzun ve ciddiydi ki buzul­ lar ekvatora ulaşarak, okyanusları, tüm fotosentetik yüzey yaşamını neredeyse yok eden bir buz katmana tekrar tekrar hapsetti. Bu aşırı Proterezoik buzullanmaların kanıtlarının keşfedilmesine yardım etmiş bir Caltechjeoloğu olan Joseph Kirschvink, gezegenimizin her bir buzul dönem sırasında uzaydan bakıldığında görülebilecek muhtemel görüntüsün­ den hareketle bunlara "Kartopu Dünya" olayları adını verdi.

164 BÜ YÜK RESiM

Ekvator yakınlarında veya tecrit edilmiş volkanik sıcak nok­ talardaki buz yalnızca birkaç metre kalınlığında, aksi halde incecik bir dala tutunup kalmış olan yaşamı barındıran ışığa aç kalmış okyanuslara alacakaranlıkta minik bir parıltı sağ­ layacak kadar şeffaftı. Eninde sonunda buzun her seferinde çözünmüş olduğu açık, aksi halde biz burada olmazdık. Tüm bu musibetler yeni fırsatlara davetiye çıkardı: her bir Proterozoik buz çağı, bir yandan enerji yakan atmosferik oksijen seviyelerini artırırken, öte yandan da biyosfere mu­ azzam bir evrimsel baskı uyguluyordu. Şanslı birkaç anae­ rob, mutasyon ve doğal seçilim sayesinde, bu yeni oksijen­ lenmiş atmosfer ve okyanusa dayanabilmek için uyarlandı. Bu yeni nesil aerobik prokaryotlardan bazıları kendi oksi­ jenli fotosentezlerini kendileri yapabilmek için siyanobak­ terileri birer hücresel köle olarak vücutlarına hapsettiler ve bir bakıma işgalcilerden intikam aldılar. İlk ökaryotların, yani merkezi bir çekirdek ve özelleşmiş hücre yapılarına sahip hücrelerin doğuşuna yol açan şey, endosimbiyoz adı verilen bu işlemdi. Modern bitkilerin yeşil renkte olmasının sebebi, siyanobakterilerden zorlukla ayırt edilebilen, kloro­ fille dolu "kloroplast''. denen yapılar barındırmalarıdır. Bir­ birlerine benzeyen modern bitki ve hayvan hücreleri aynı zamanda ökaryotların oksijenden metabolik enerji çekme­ sine yani nefes almasına olanak sağlayan hücre bileşenle­ ri, mitokondri adı verilen kapalı yapılar barındırırlar. Her bir kloroplast ve mitokondri, kendilerine ev sahipliği ya­ pan organizmadan bağımsız olarak birer DNA'ya sahiptir; bu durum, ikisinin de Proterozoik'in ikinci yarısındaki bir zamanda ökaryotik hücrelere dahil edilmiş prokaryotların tutsak torunları olduğunu doğruluyor. Son büyük Protero­ zoik buz çağının da yaklaşık 600 milyon yıl önce bitmesiy­ le birlikte, atmosferik oksijen de günümüzdeki seviyelerine yaklaşıyordu ve yeni, toy bir ökaryotlar nesli muazzam enerji yayma gücünü kullanmak için hazır bekliyordu. Çok hücre­ li canlılar ilk kez, büyük, etkin vücutlarını destekleyebilmek için havanın kendisinden yeterli enerji çekebiliyordu. Sah­ ne; yaşamın patlayarak çeşitlenmesi ve büyümesi, karmaşık

165 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNI ZLIK bitkilerle hayvanların yükselişi, kara üzerinde kolonileşme ve nihayet insanların ortaya çıkışı için hazırdı. An itibariyle bu cep tarihinin başladığı yere, Dünya'nın üç çağ süren ba­ sit yaşamıyla bunun ardından gelen yarım milyar yıllık yeni yeni filizlenen biyolojik karmaşıklığı arasındaki büyük geçiş olan Kambriyen'in köklerine, yani Pennsylvania'nın en eski taşlarına varmış bulunuyoruz. Elimizde bu etki-tepki kronolojisi olduğunda bile Dünya'nın neden her zaman için gözlerimizin önündeki bu yer olmadığını ve yabancı, tehlikeli bir gezegenden bugünkü haline doğru gerçekleşen geçişin tam olarak nasıl olduğunu anlamak zor olabilir. Kavranması gereken en temel nokta, gezegenin var olduğu tüm o sürenin enginliğidir. Bin yıllık bir iklim kayması, önceden bir çöl olan yeri bir ormana çe­ virebilir. Bir milyon yıllık bir tektonik etkinlik, dümdüz bir ovadan bir dağ yaratabilir. Yüz milyon yıllık evrimsel dene­ me ve yanılma, bir prokaryotu ökaryota, bir fareyiyse insana dönüştürebilir. Bir milyar yıl, dünyanın var oluş biçiminin baştan aşağı yeniden inşa edilmesi için yeterli bir zamandır. Çoğu insana göre, Fanerozoik ve Proterozoik sözcükleri ku­ lağa kesinlikle aynı gelmektedir ve bir milyonla bir milyar arasındaki farksa zaman miktarından ziyade bir sayı dizisi­ nin sonuna konan fazladan üç sıfırdan ibarettir. Ama basit düşünce deneyleri, gerçeği ortaya çıkarır. Fanerozoik'in tüm o 542 milyon yıllık zaman aralığının, gezegenimizin toplam tarihinin yaklaşık yalnızca sekiz­ de birini kapsadığını düşünün. Yazar Bill Bryson'ın yap­ tığı gibi, bir zaman makinesine atlayıp saniyede bir yıllık bir oranla Fanerozoik zamana gittiğinizi hayal edin. Doksan dakika sonra kendinizi Bronz Devrinde, Stonehenge'in inşa edildiği, atların evcilleştirildiği ve semavi dinlerin kurul­ duğu zamanlarda bulurdunuz. Bir gün sonra, av arayan kü­ çük insan gruplarının Afrika'dan göç etmeye başladığı Taş Devrinin ortalarında olurdunuz. Kambriyen' in başlangıcına, Fanerozoik'in temeline varmanız 20 yılınızı alırdı. Şimdi, er­ ken dönem Prekambriyen zamanın neredeyse on yılının al­ tında, geçmekte olan her bir Fanerozoik yılın yattığını unut-

166 BÜYÜK RESiM

mayın; uzak Kambriyen'den ayrıldıktan sonra, saniyede bir yıl atlayan zaman makinenizin sizi gezegenin ilk anlarına götürmesi 125 yıl sürerdi. Bunun yanında, Dünya'nın 4,5 milyar yılını bir tak­ vim yılına uyarlamayı da deneyebilirsiniz. Prekambriyen, Dünya'nın yeni yılın ilk gününde ilkel bulutsudan birleşe­ rek oluşmasıyla başlar ve Kasım ortalarındaki Kambriyen patlamasına dek devam eder. Ya şam Şubat sonlarında sah­ neye çıkar, ama siyanobakteriler Dünya'nın atmosferine oksijen pompalamaya ancak Haziran ortalarında başlar. Marcellus şisti, Şükran Gününden· birkaç gün sonra oluşur, Pennsylvania'nın kömür ölçümleriyse aralıkın ilk haftasın­ da yerlerine tamamen yerleşmiştir. Ertesi hafta dinozorlar ortaya çıkar, ama Noel'e gelindiğinde onlar da yok oluşa ye­ nik düşer. Anatomik olarak modem insanlar partiye geç kal­ mıştır ve Yeni Yıl Arifesinde, gece yarısına on beş dakikadan daha az bir zaman kalmışken çıkagelirler. Gece yarısından bir dakika önce, son buzul nabzı kutuplara geri çekilir ve Holosen buzularası başlar. Gece yarısına yaklaşık bir saniye kalaysa Dünya, Antroposen'e girer. Yazar John McPhee, daha basit bir görselleştirme geliş­ tirmiştir: Dünya'da bugüne dek geçen tüm zamanı temsil et­ mek üzere iki kolunuzu iki yana doğru açın. Gezegenimiz, sol elinizin en uzun parmağının ucunda oluşur ve sağ elinizin bileğinde de Kambriyen başlar. Karmaşık yaşamın başlangı­ cı avcunuzun içinde yatmaktadır ve dilerseniz "orta tanecikli bir tırnak törpüsü kullanarak yapacağınız tek bir vuruşla" tüm insanlık tarihini silip atabilirsiniz. Zamanın derinliği, jeologların ve hatta onların her konuda bilgili olan akranları dünya ve gezegen bilimcilerin bile asla tam anlamıyla alışamadıkları bir şey. Fosilleşmiş bir şeklin, belki bir trilobitin, bir yaprağın veya kertenkele türünde bir hayvanın ayak izinin dış hatları, onları haıa iliklerine kadar ürpertebiliyor veya göğüslerinde, derin bir nefesin bile dol­ duramayacağı kadar büyük, titreyen bir oyuk açabiliyor. Gök

Şükran Günü ABD'de her yıl Kasım ayının dördüncü perşembesinde kut­ lanır -yn.

167 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

cisimlerinin hareketlerini ölçüp Dünya'da taşlaşmanın yıl­ lık kaydını tutabilir, bu esrarengiz bilgiyi bilindik ölçeklere uyarlayabilirler, ama en alçak gönüllüleri bile bir asırlık za­ man diliminde topraktan gelip toprağa dönen zihinler, var oldukları zaman dilimi içerisinde, o heybetli ve vakur çağla­ rı tam anlamıyla kavrayabilecekmiş gibi davranmaz. Bunun yerine zamanın dışına çıkmaları, bir an için sonsuz olmaları gerekir. Dünyaları,bi ri gelip geçici ve bariz, diğeriyse ebedi ve gözlerden uzak olmak üzere çift yönlü, üst üste binen bo­ yutlar kazanır. Bir gezegen, kıtasal çarpışmaları ve volkanik püskürmeleri yoluyla ulaşılmaz bir hedefin peşinde koşan engin bir makine veya bir organizma haline gelir. Bir insan, kayalardan yükselerek gökyüzünü soluyan, atomları yıldız örsünde dövülmüş olan Güneş'i yiyen, proteinle kaplı bir ok­ yanus parçası oluverir. İnsanlığın kolayca tıraşlanabilir gibi görünen varlığıyla sırlanmış, gelmiş geçmiş tüm dünyevi im­ paratorlukların evrimsel silsilesini seyrederken, türümüzün dünyada nasıl da nefes kesici bir hızla fırtınalar estirdiğini algılarlar. İnsanlığın çıkış noktası, bir tür akıllı öz-yansıma kıvılcımıyla tutuşmuş, savanlardan ve mağaralardan ileri doğru atılıp biyosferi alev alev geçen ve önce tüm gezegende, sonra da güneş sisteminde teknoloji şarapneli parçalayan, bilinmez olana doğru ilerleyen ani bir patlamadır. Eriyen bir buzulun yanıbaşında gerçekleşen dev bilinç sıçramasının ardından, Ay'ın üzerine bırakılan ilk ayak izi için gereken şey yalnızca küçük bir adımdı. Işık dolu ve kısacık modern devir, Dünya'nın karanlık ve ebedi çağlarının üzerinde bir şimşek gibi çakıyor. Faniliğinden bihaber bir kültüre batmış olan jeolojik zaman öğrencileri tüm bunları görüyor ve insan ırkının da bir şekilde baki kalıp kalmayacağını merak ediyor. Birbirine karışmayan duygular, modern yaşamın ve de­ rin zamanın çift yönlü gerçekliklerine, kolayca reddedili­ şe direnen kayıtsızlık ve kaygının tuhaf alaşımlarına kafa yormaktan doğuyor. Bir gezegen ve onun geçmişinin zengin debdebesine karşın, insan alışkanlıkları ve davranışları, bir bütün olarak insan seçimleri Dünya'nın karmaşık biyosfe­ rini böylesine güçle kayıtsızlığa sürüklerken bile bir insan

168 BÜ YÜK RESiM yaşamının kısa etkinliği beyhudeliğe doğru küçülüyor. Yine de Antroposen'in yarattığı değişimler ne kadar güçlü olursa olsun, kalıcılıkları insanların hakimiyeti kadar şüphelidir: elbette ki bir tür, yok olduktan sonra geri döndürülemez, ama bir süre sonra gezegenin biyoçeşitliliğinin geçmişte ol­ duğu gibi geri döndürülemez hale geleceğine inanmak için birkaç sebep bulunuyor. Modern uygarlığın, sahip olduğu tüm o güce rağmen, Ya şam Ağacının esas köklerini oluşturan dirençli mikrobik dünyaya ufacık bir zarar vermek için bile belli bir miktar çaba sarf etmesi gerektiğini görmek bir lütuf olarak görülebilir. Durum aksi yönde olsaydı, biyosferi çok daha kesin bir biçimde tahrip edebilirdik. Ya şam dışı deği­ şimlerin çoğu -j eokimyadaki değişimler, atmosferin ve okya­ nusun dolaşım şablonları vb- büyümekte olan kıta kraton­ ları, çöken okyanus kabuğu ve patlayan volkanlar tarafından eninde sonunda tersine döndürülüp yeryüzünden silinecek. Dünya'nın yenilenmesinin milyonlarca yıl alacağı gerçeği­ nin bugünün ve yarının insanlarına teselli olmayacağı gibi, uygarlığımızın ayaklarının altında ezilmiş sayısız türe de hiçbir faydası yok, ama bu, bir telafiyi akla daha az yatkın yapmıyor. Otlar yeşerecek, Güneş ışıldayacak ve alet kullan­ mayı bilen bir düzenbaz primatlar sürüsü olsa da olmasa da Dünya'daki yaşam devam edecek. En azından kendini ölümü­ ne yakarak çağlar boyunca aydınlık sağlayan Güneş, dünyevi olan her şeyin sonunu nihai olarak getirene dek. Dolayısıyla tüm bunların uygarlığın çöküşünü ve geze­ genin biyolojik varlığına şu anda uygulanan yıkımı üzülme­ ye değer kılıp kılmayacağı, sizin ölçek algınıza ve insanla­ rın cömertçe "Büyük Resim" denen şeyin, yani biyosferden başlayıp Samanyolu'nun içlerine doğru uzanan varlıkların değerlendirmesinin neresinde durduğunu düşündüğünüze göre değişir. Aslına bakılırsa bu, doğanın çok daha büyük olan tablosunun yalnızca minik bir parçası. Kozmik ölçeğin daha yukarılarında, yani bütün bir galaksinin bile yüz mil­ yarlarca bulutsu zerreciklerinden biri haline geldiği yerde veya daha aşağılarda, temel parçacıkların kuantum dün­ yasında, Dünya'daki yaşam, bilinç ve teknoloji kıvılcımının

169 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

önemi daha da ayırt edilemez hale geliyor. Ama aradaki tüm o Güneş'le dolu belirsiz boşlukta, daha büyük şeylerin umu­ dunu görmek, gezegen ve yıldız zamanının ötesinde ışıyarak yükselip sonsuz, ebedi galaktik menzilin dibinde parıldayan tek bir yıldızın etrafında dönen tek bir gezegen üzerindeki milyarlarca yıllık yalnızlığını geride bırakan kıvılcımımızı tahayyül etmek mümkün hale geliyor.

170 Bölüm 7

DENGE BOZULDUGUNDA

Bir dünya bilimcinin, küçük detayları atlama pahasına Bü­ yük Resmi görme eğilimi, bir sabah, Marcellus Merkezine ve Penn State'in yerbilim bölümüne ev sahipliği yapan kırmızı tuğlalı Deike Binasında başıma gelen bir olayı açıklamama yardımcı oluyor. Bomboş bir koridordaki bir dizi asansörün yanında duruyor, birisiyle bul�şmayı bekliyordum. Yakası düğmeli bir fanilave haki renk bir pantolon giymiş, kısa boy­ lu ve gözlüklü bir adam köşeyi döndü, geçerken bana şöyle bir bakış attı ve yakındaki bir tuvalete girdi. Bir dakika son­ ra adam tekrar ortaya çıkıp yanımdan geçti ve geldiği yöne geri dönmeden bir sebilden bir yudum su içti. Köşeyi dönüp kaybolmasına birkaç adım kala adama seslendim; adam geri dönüp baktığında hiç de beni tanımış gibi görünmüyordu. Şaşırmıştım, çünkü ben bu adamın, Penn State'te Dünya'nın atmosferive ikliminin evrimi üzerine uzmanlaşan bir jeoloji profesörü olan Jim Kasting olduğunu anlamıştım. Önceki gece "Mad Mex" adlı bir restoran barda iki saatlik bir sohbetin ardından, o sabah kendisinin çalışmaları üzerine daha fazla konuşmak için sözleşmiştik. Birkaç dakika önce Deike'ye vardığımda onunla telefonda konuşmuştum, ama Kasting koridorda benim yanımdan iki kez geçerken pekalii duvar kenarında cam kutuların içinde sergilenen tortul kaya örneklerinden biri de olabilirdim. "Ah," dedi sonunda. "Selam, Lee. Görmedim seni. Gel, ofi­ sime gidelim." Bir NASA astronotunu gözünüzde canlandırırsanız -Uzay Yarışındaki gibi avcı uçağı pilotu şeklinde basmakalıp bir tip değil de Apollo sonrası türden, gelişmiş bir akademik

171 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK kökene sahip bağnaz bir fitness hastası gibi- muhtemelen Jim Kasting'in görünüşüne çok yakın bir sonuca ulaşırsı­ nız. Kasting elli sekiz yaşında, ama katı bir yüzme, koşu ve ağırlık kaldırma rejimi sayesinde çok daha genç gösteriyor. Heybetli bir alna ve bir güreşçinin sıkılaşmış, zinde vücudu­ na sahip olan adam tam bir kitap kurdu yakışıklısı. Gezegen karbon döngülerinin narin noktalarını konuşurken de spor arabalarda arkadan çekişin faydalarından bahsederken de eşit derecede rahat. Kasting, beklenmedik bir kesinlikle ko­ nuşuyor ve duygular sesini nadiren gölgeliyor. Asla acelesi varmış gibi görünmüyor, yine de muazzam biçimde verim­ li olmayı başarıyor. Ancak en astronotik özelliğinin çözümü biraz daha zor: kişinin dünyadaki kaçınılmaz biçimde küçük yerinin farkındalığına, azametli bir noktada oturup Dünya üzerine saatlerce kafa yormanın getirdiği bir kabule işaret eden bir dinginlik. Kasting'in bir astronotla olan benzerliği, önceki gece sarhoş Penn State öğrencilerinin kakofonisi ve bir dolarlık tacolarla geçiştirilmiş bir akşam yemeği arasında üzerine konuşma fırsatı bulduğumuz yetiştirilme tarzına bakıldığın­ da hiç de beklenmedik değil. Jim ve onun tek yumurta ikizi Jerry, 2 Ocak 1953'ün erken saatlerinde, Schenectady-New York'ta doğmuş. Kız kardeşleri Sandy ise yıllar sonra dün­ yaya gelmiş. Annesi her ne kadar çocukları yetiştirmek için evde kalmışsa da, daha sonra kimya ve matematik alanında­ ki diplomalarını kullanarak üniversitelerde dersler vermiş. Makine ve elektrik mühendisi olan babası, General Electric için taşeron olarak jet motorları inşa ediyormuş. GE bir son­ raki sözleşme neredeyse onları da ülkenin o bölgesine gön - derdiğinden, aile nadiren bir yerde uzun süre kalmış -önce Schenectady, sonra Cincinnati, ardından yine Schenectady­ ta ki yedi yıl kalacakları Huntsville-Alabama'ya taşındıkları 1963 yılına kadar. Buradaki sözleşme dünya için, ama özel­ likle de beşinci sınıfın ortasında olan Kasting kardeşler için tamamen yeni bir şey üzerineydi: GE, babalarını NASA'nın dev Satürn roketlerine yerleştirilecek üçüncü aşama motor­ lar üzerinde çalışması için Alabama'ya göndermişti.

172 DENGE BOZULDUGUNDA

1960'ların Huntsville'i, Uzay Çağının ilk kıpırtılarının esir aldığı bir kentti. Aınerika'nın ilk balistik füzeleri,uydu­ ları ve astronotları için tasarlanan roketler Redstone Cep­ haneliğinin yakınlarında geliştiriliyordu ve Huntsville'deki ailelerin çoğu geçimlerini doğrudan veya dolaylı olarak uzay programı fonlarından sağlıyordu. Akşam yemeği için gittik­ leri bir restoranda, başlarını kaldırdıklarında, Apollo prog­ ramının baş mimarı Wernhervon Braun'u bitişikteki masaya oturmuş, bir bifteğe saldırırken görebiliyorlardı. Eve dönüp gece haberlerini izlerlerkense von Braun bu sefertel evizyon ekranında, tipik Alman aksanıyla, açılan yeni hudutlar hak­ kında konuşuyor oluyordu. Von Braun, Huntsville'in yirmi kilometre kadar güneybatısında, NASA'nın Marshall Uzay Uçuş Merkezinin başkanlığını yürütüyordu. Arada sırada bir dizi siyah limuzinin kentin içinden hızla geçip gittiğini gö­ ren Jim ve Jerry, bunların Marshall ve von Braun'a giden bir başka VIP federal konvoy olduğunu biliyordu. Amerika Ay'a gidiyordu ve görünüşe göre dünya, devrimsel yeni bir çağ için hazırdı. Ama oğlanlar, Huntsville düzenli aralıklarla ve her seferinde dakikalarca sarsılmaya başlayana kadar baba­ larının yaptığı işin ehemmiyetini tamamen kavrayamamıştı. Marshall'daki sabit test stantlarına cıvatalanmış olan Sa­ türnroketinin dev motorları denemelere tabi tutuluyor, mu­ azzam miktarlarda sıvı hidrojen ve oksijen yakarak saniyede milyonlarca kilo itki yaratıyordu. Her bir deneme ateşlemesi, kızılcık ağaçlarını ve manolyaları titreten ve ürkek kuşların havalanmasıyla gökyüzünü bulutlandıran derin bir güm­ bürtüyle başlıyordu. Gümbürtü hızla artarak bir kükremeye dönüşüyor, bu kükreme de tüm şehre doluyor, pencereleri ve otomobillerin ön camlarını çatırdatıyor ve genç Jim'in için­ de, günün birinde astronot olarak olmasa bile bir bilim insa­ nı olarak NASA'da çalışma arzusu uyandırıyordu. Roketlerin kükremesi, insanlığın kaderinin Dünya'nın beşiğinin ötesin­ de bulunabileceği bir geleceğin sinyalini veriyordu. Kasting, okulda matematik ve fen derslerine ağırlık ver­ meye ve ulaşabildiği tüm bilimkurgu materyalini okumaya başladı. En sevdiklerinden biri, Isaac Asimov'un, galaktik

173 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLI K

bir imparatorluğun yükselişini ve düşüşünü konu alan ki­ taplarını kapsayan Va kıf Serisiydi. Hikayenin büyük bir kısmı, imparatorluğun başgezegeni Trantor'da geçiyordu ve o zamanlarda böylesi bir yer, Dünya'nın çok da uzak olma­ yan geleceği için akla yatkın bir tahmin olarak görülüyordu: kırk milyar insanın ayakları altında karaların ve denizlerin, doğanın kendisinin boğulup boyun eğdirildiği bir gezegen, gökdelenlerle, süperotobanlarla ve kubbeli çiftlikler ve yer­ leşim yerleriyle dolu, göz kamaştırıcı bir tekno-ütopya. "Bü­ yük fikirleri olan, insanlığın geleceğiyle veya toplumun nasıl idare edileceğiyle ilgilenen kitapları seviyordum," dedi bana Kasting. "Vakıf.bö ylesi fikirlerden harika birine sahipti: eğer elinizde yeterince insan varsa, bu insanların bireysel olarak tahmin edilemez ama toplamda öngörülebilir olan atomlar veya moleküller gibi davranacağı, böylelikle bir uygarlığın davranışının ideal bir gaz, istatistiksel mekanik yoluyla kontrol edilebilecek bir şey halini alacağı fikri, yani 'psiko­ tarih.' Bunun doğru olup olmadığını bilmiyorum -insanlar hayli karmaşık varlıklar- ama beni neyin öngörülebileceğini düşünmeye ittiğini söyleyebilirim." Çocuklar orta okuldayken, bir gece geç saatlerde baba­ ları işten eve döndü, yanındaysa bir üçayağın üzerine yer­ leştirilmiş, yeni roketlerin parmaklarımızın ucuna getirdiği her şeyi görüntülemeye uygun, 6 cm'lik bir kırılmalı teleskop vardı. Karanlık ve bulutsuz gecelerde Satürn'ün halkaları­ nı, Mars'ın kıpkırmızı disk şeklini ve yakında insanların da ayak basacağı Ay üzerindeki düzlükleri ve kraterleri görebi­ liyorlardı. Vizörden bakıldığında, Ay'ın büyütülmüş çentik çentik görüntüsü, bir müzenin duvarında asılı duran, tek koyu renk boyayla yapılmış bir manzara resmi gibi, doku­ nulabilecek kadar yakın görünüyordu. Birkaç yıl sonra daha güçlü bir 10,8 santimetrelik yansıtıcı satın alıp yakınlardaki gezgin bulutsuları ve komşu galaksileri görmek için gökyü­ zünü taramaya başlamasının ardından, Jim'in ilgisi güneş sisteminin sınırlarını da aştı. Kimi zaman çok çok uzaklar­ dan bakıldığında Dünya'nın veya üzerinde yaşam barındır­ mayan bir başka gezegenin nasıl göründüğünü merak ediyor,

174 DENGE BOZULDUGUNDA

bunu görebileceği kadar büyük bir teleskobun var olmasını diliyordu. Liseden sonra Jim, NASA'nın yörüngesiyle kesişeceğini umduğu bir gidişat planladı: Harvard'da bir lisans, sonra­ sında Michigan Üniversitesinde atmosfer bilimi üzerine bir doktora ve nihayet bir dizi çeşitli doktora sonrası mevkiler. 1981 yılında hayaline ulaştı ve NASA'nın Mountain View-Ca­ lifornia'daki Ames Araştırma Merkezinde bir araştırma bur­ su kazandı. Jim'in NASA'ya girişinden Rısa bir süre sonra, babası California'ya gelip kendisini ziyaret etti. O günlerde Jim, eşi Sharon'la çoktan tanışmıştı ve ilk çocukları olan Jeffhenüz doğmuştu. NASA'nın rüzgarını arkasına alıp sorunlarla tam zamanlı olarak çalışan ve bu sayede hızlı ilerleme kaydede­ rek daha önce kimsenin ulaşamadığı noktalara ulaşan Jim Venüs, Dünya ve Mars'ın erken dönem atmosferik evrimini modellemek için filizlenen çabalarıyla caka satarken, babası da dikkatle dinliyor, başını sallıyor ve gülümsüyordu. Belki Jim'in, ailesini uzak geçmiş ve geleceği öngörmeye çalışarak geçindirebileceğine dair kuşkuları olduğundan veya belki de kendisi yükselmek için hep zorluk çekmeye alıştığından, Jim açıklamayı bitirir bitirmez İhtiyar Kasting ona ne zaman gerçek bir iş bulmayı planladığını sordu. Aslına bakılırsa Jim'in çalışmaları gezegen biliminde halihazırda bir devrim yaratmaya başlamış ve onu NASA'nın istenenler listesine yerleştirmişti. Bursu 1983'te sona erdiğinde Ames'te araştır­ macı olarak derhal işe alındı ve 1988'de Penn State'e geçiş yapana kadar da orada kaldı. Jim ve Sharon, NASA'dan gelen parayı birikimleri olarak kullanarak Patrick ve Mark adında iki çocuğa daha sahip olacaklardı. Kasting'in Penn State'teki ofisinde süs niyetine yalnızca mavi-beyaz renkte bir şark halısıyla ve kitapların, makalele­ rin ve raporların sıkıcı kalabalığı bozan ve sararmakta olan astronomi temalı birkaç poster vardı. Odanın bir tarafı, ast­ robiyolojinin en azından yarım ton çeken başlıca literatü­ rüyle topluca doldurulmuş üç adet büyük boy evrak dolabı tarafından işgal edilmişti. Diğer tarafıysa briket duvarlara

175 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNI ZLIK tutturulmuş kitap rafları kaplıyordu. Raflar, Küresel Deği­ şimin Biyokimyası, Atmosfe rin ve Okyanuslann Kimyasal Evrimi ve Atmosfe rik Işımanın Te melleri gibi isimlere sahip, kullanılmaktan sayfaları aşınmış ve kıvrılmış ciltlerle dolup taşıyordu. Bitişikteki bir beyaz tahta, yıldız değişimlerine, kesimse! atmosferik basınçlara, yüzey sıcaklığına ve her biri kendine özel renkte kalemle ayırt edilmiş, birbiriyle kesişen üç adet diferansiyel denklem tabakasına verilmiş kargacık burgacık stenografik referanslarla tepeden tırnağa doluydu. Kitaplar ve denklemler, Kasting'in, küçük gezegenimizin ve onun tarihinin ötesine geçen, arka bahçedeki bir teleskop­ ta daldığı derin düşünceleri anlatan asıl ilgi alanını ortaya çıkarıyordu. Kasting, yaygın bir biçimde, gezegen yaşanabi­ lirliği yani yaşama elverişli bir gezegenin jeolojik süre içeri­ sinde nasıl ortaya çıkıp evrimleşebileceği üzerine dünyada açık ara otorite olarak kabul ediliyor. Tıpkı Dünya'nın kendi­ si gibi, o da zamanının çoğunu Prekambriyen'in kasvetli hu­ dutlarında geçirdi. Diğer şeylerin dışında, Kasting'in, foto­ sentezin Dünya'daki karmaşık yaşamı daha ne kadar süreyle destekleyebileceği (yaklaşık bir milyar yıl), Dünya'ya çarpan bir asteroitin buradaki okyanusları buharlaştırmak için sa­ hip olması gereken asgari boyut (430 kilometre genişliğin­ de biri iş görür) ve insanların, tüm fosil yakıtları yakarak Dünya'yı Venüs benzeri kontrolden çıkmış bir seraya dönüş­ türüp dönüştüremeyeceği (henüz karar verilmiş değil, ama Kasting yanıtın çok şükür "hayır" olduğuna inanıyor) üzerine yapılan hesaplamalarda da parmağı bulunuyor. Önceki gece yemek sırasında Kasting' e çevredeki kimi Pennsylvania yabanlarına yürüyüş yapmayı önermiştim; böylece Dünya'yı bir sistem, yaşanabilirliği jeolojik zaman süresince çözülen bir süreç olarak gördüğü Büyük Resim gö­ rüşünü, doğadan örneklerle açıklayabilecekti. "Beni sahaya sürersen hiçbir işe yaramam," diye itiraz etti başta. "Aslına bakarsan jeolojide forma! eğitimim yok. Sana bir taşın kar­ bonat mı silikat mı olduğunu muhtemelen söyleyemem. Bir buzul toprağını arazi dolgusundan ayırabilirsem şanslıyım­ dır." Bir margaritanın ardından fikrini değiştirmişti; beni,

176 DENGE BOZULDUGUNDA

Penn State kampüsünden arabayla yirmi dakikalık mesafede bulunan ve on üç kilometrekareyi kaplayan bir ormanlık ve sulak arazi olan Black Moshannon Eyalet Parkına götürmeyi teklif etti. "Yine de pek bir işe yaramayacağım," dedi Kasting, "ama güzel bir yürüyüş olacak."

***

Bilim insanlarının muhtemelen yaşanabilir bir başka geze­ gen bulduğuna dair yapılan her modernduyurunun arkasın­ da, basitçe şu şekilde ilerleyen klişeleşmiş bir süreç vardır: Astronomlar ilk önce yeni keşfedilen bu gezegenin kütlesini ve mümkünse de yarıçapını ölçerek gezegenin yoğunluğu­ na ve Dünya gibi kayalık olma ihtimaline dair bir tahmin oluştururlar. Aynı zamanda kayalık gezegenin yıldızına olan yörüngesel uzaklığını ve yıldızın ışığının yoğunluğuyla ren­ gini de belirlerler. Bir elinizin avcuna tükenmez kalemle kaydedebileceğiniz boyuttaki bu sınırlı verilerle donanan astronomlar, ardından bu verileri sayısal modelleme yoluy­ la yorumlarlar. Özellikle de Kasting'in en çok alıntılanan makalelerinden biri olan ve 1993 yıllında Icarus dergisin­ de yayımlanan "Cüce Yıldızların Çevrelerindeki Ya şanabilir Bölgeler" başlıklı makalesine danışırlar. Kasting ve iki mes­ lektaşı, Dan Whitmire ve Ray Reynolds, bu makalede, hangi yıldızların çevrelerindeki yörüngelerin kayalık gezegenlerin yüzeylerinde sıvı su bulunmasına olanak tanıyacağının be­ lirlenmesi için Kasting tarafından geliştirilen bir iklim mo­ deli kullandı. Ya şanabilir bölgenin içlerine gidildikçe, geze­ genin yüzeyi öylesine yanar ki orada bulunan herhangi bir su kütlesi anında buharlaşarakVenüs'te gerçekleşene benzer biçimde atmosferi doldurur ve kademeli olarak uzaya kaçar; bu bölgenin dışına çıkıldıkçaysa Mars'ta gördüğümüze ben­ zer biçimde, gezegenin yüzeyindeki su donar. Eğer yeni bulu­ nan kayalık bir gezegenin Kasting'in yaşanabilir bölgesinde olduğu kanıtlanırsa, bu gezegeni keşfedenler derhal kendi­ lerini fonlayan kurumun basın ofisiyle iletişime geçerler ve kaşiflerin isimleri gece haberlerinde ve New Yo rk Times'ta dönmeye başlar. Kasting 2013'ün Ocak ayında, yirmi yıllık

177 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK hesaplamalarını gözden geçiren bir makaleye eşyazarlık yaptı, ama verilen ince ayarlar daha önceki çalışmasının çe­ kirdek kanılarında büyük bir değişikliğe yol açmadı. Tam anlamıyla bir avuç veriyi kullanarak uzaktaki bir gezegenin yaşanabilirliğini tahmin etmeye çalışmak, büyük varsayımların ve inanç sıçramaların bir rutin haline geldi­ ği, belirsizliklerle dolu bir uygulamadır. Bunun en başından mümkün olmasının tek sebebi, anlayabildiğimiz kadarıyla, ister güneş sisteminin içinde ister uzaktaki yabancı bir yıl­ dızın çevresinde olsun, doğa yasalarının gözlemlenebilir ev­ renimiz içerisindeki her yerde aynı olmasıdır. Evrende, yıl­ dız ışığının bir gezegenin üzerine düştüğü her yerde, o ışık o dünyanın sistemine ışıma enerjisi pompalar. Gezegene sıza­ cak enerji miktarı o gezegenin atmosferine ve yıldızın dalga boyuna veya rengine bağlıdır. Standart kabul edilen bu 1993 hesaplamaları için Kasting ve meslektaşları, sanal gezegen­ lerine, karasal gezegen oluşumunun en tipik çıktıları olduğu düşünülen atmosferik bileşimlerden verdiler: bol miktarda durağan nitrojen ve hatırı sayılır miktarda C02 ve su buharı parçaları. Kanıtlar, erken dönem Hadean Dünya'nın toplam atmosferinin böyle olduğuna işaret ediyor, ama konu henüz ölçülmemiş atmosferlere sahip uzak kayalık ötegezegenler olduğunda, belirli herhangi bir karışım mevcut durumda yalnızca umutlu bir tahmin olarak kalıyor. Belirli bir atmosferikkokteyl seçildikten sonra, Kasting'in, büyükbir kısmını NASA'da çalıştığı yedi yıl boyunca geliştir­ miş olduğu sayısal yaklaşımının özü devreye giriyor. Kasting, tüm bu süre boyunca kendisini, yıldız ışığının bir atmosfer­ le etkileşimde bulunabileceği her yolu elleriyle kodlayarak, modellerini mükemmeleştirmeye adadı. Gerçek dünyada ve Kasting'in modellerinde, belirli bir dalga boyundaki bir fo­ ton yalnızca atmosferinüz erinden sekerken, bir başka dalga boyundaki bir foton da hiçbir engelle karşılaşmadan geze­ gen yüzeyine kadar inebiliyor. ister gerçek ister sanal olsun, atmosferin içerisindeki bir foton, bir bulut veya zemindeki parlak bir buz parçası tarafından yansıtılabiliyor. Bir sera gazı veya bir denizin karanlık suları tarafından yutulabili-

178 DENGE BOZULDUGUNDA yor. Bir foton -morötesi veya elektromanyetik tayfta daha yüksek bir ışık- özellikle enerji yüklü olduğunda, molekül­ lere çarparak ve onları parçalayarak havada veya yeryüzün­ de tamamen yeni maddeler bile yaratabiliyor; bu işleme de "fotoliz"deniyor. Sonrasında fetolitik ürünler, yıldız ışığının soğurulması ve yansıtılması üzerinde kendilerine has ikincil etkilere sahip olabiliyor ve tüm bunların da hesaba katıl­ ması gerekiyor. Kasting yıllar boyunca bulabildiği gerekli tüm verileri biriktirerek, ışıma-soğurma tablolarından, fo­ tokimyasal tepkime oranlarından, farklı gazların atmosferik ömründen ve belirli gazların volkanlardan yayılma ve taşlar tarafından soğurulmasının küresel hızından oluşan engin bir kütüphane kurdu. Toplu olarak ele alındığında, tüm bu etkileşimlerin ve girdilerin, bir gezegenin atmosferik bile­ şimi ve ortalama sıcaklığı, yani iklimi üzerinde devasa bir etkisi oluyor. Yalnızca aldığı güneş ışığı miktarına ve ortalama yansı­ tırlığına -veya albedosuna- dayalı olarak modernDünya 'nın yüzeyinin ortalama sıcaklığını safça hesapladıysanız, eli­ nizde suyun donma noktasının da aşağısında bulunan -18 Celsius derecelik bir değer olacaktır. Eğer bu sıcaklığı Kasting'in iklim modellerini kullanarak hesapladıysanız, ulaşacağınız sonuç 15 Celsius derece olacaktır ve bu da elbette ki Dünya'nın ortalama yüzey sıcaklığının gerçekte sahip olduğu değerdir. Buradaki uyuşmazlığın en büyük se­ bebi, Kasting'in gayretkeşlikle detaylı bir biçimde her biri­ ni açıklaması gereken birkaç farklı sera gazından kaynaklı ısınmadır. Örneğin su buharıyla dikkatlice uğraşılmalıdır, çünkü tayfın termal kızılaltı kısmının çok daha büyük bir kesimini etkili biçimde soğuran su buharı, aslında C02'den çok daha kuvvetli bir sera gazıdır. Dahası iklim üzerindeki etkisi ni­ telik bakımından farklıdır: özgün Dünya sıcaklıklarında gaz halinde kalan C02'nin aksine su buharı Dünya'nın sıcaklık değişimleri tarafından derinlemesine etkilenir. Düşük sı­ caklıklar su buharınınyoğunl aşarak bulutlara dönüşmesine ve yağmur, kar ve dolu biçiminde gökyüzünden düşmesine

179 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK sebep olur ve bu da onun sera etkisini ortadan kaldırıp sı­ caklıkları daha da düşürür. Buna karşın yüksek sıcaklıklar, yüzeydeki suyun buharlaşma oranını yükseltip havaya daha fazla su buharı pompalar ve bu da sıcaklıkları daha da yük­ seltir. Yani su buharı olumlu bir geribesleme döngüsünde hareket ederek, artan atmosferik co2 seviyelerinin zoruyla gerçekleşen sabit ısınma gibi diğer iklim değişikliklerini bü­ yütür. Eğer C02, Dünya'nın iklim değişikliğinin bağlı olduğu dayanak noktasıysa, su buharı da kaldıraçtır. Kasting'in iklim modellerinin kilit çıktılarından biri de sıcaklık-basınç profili denen bir şeydir; yani belirli bir atmosferde ışıyan yıldız ışığının nasıl olup da yalnızca sıcaklığını değil aynı zamanda dikey yapısını da etkileye­ ceğinin bilimsel jargonla söylenişi. Örneğin Dünya'nın at­ mosferi gelen güneş ışığının çeyreğini yansıtıp çeyreğini de sera gazları yoluyla soğurarak, kendisine çarpan güneş ışığının neredeyse yarısının yüzeye sızmasına izin veriyor. Bu da ortalama olarak Dünya'nın atmosferinin yüzeyinden daha soğuk olduğu ve tıpkı bir ocakta ısıtılan bir kap su gibi aşağıdan yukarıya ısı aktarımı yoluyla ısıtıldığı anla­ mına geliyor. Yüzey ısınımının ve ısı aktarımının büyük bir kısmı ekvator çevresinde, yani herhangi bir küre üstünkörü incelendiğinde de görüleceği gibi, neredeyse doğrudan tam tepeden vuran güneş ışığının soğurulması için daha fazla yüzey alanının bulunduğu yerde gerçekleşiyor. İletici nemli hava hücreleri sıcak yüzeyden hareket edip dalgalanarak, yükseldikçe ve genişledikçe soğuyor ve nihayet nemlerini yoğunlaşmış su buharı, yani bulut ve yağmur olarak boşal­ tacak soğukluğa ulaşıyor. Atmosferik aktarım; neden tro­ pik kuşağın kutuplardan daha soğuk olduğunun, Güneş'in ışımasına kısmen daha yakın olmasına rağmen yüksek dağ zirvelerindeki havanın deniz seviyesindeki düzlüklerdeki havadan daha ince, daha soğuk ve daha kuru olma eğilimi gösterdiğinin ve gökgürültülü fırtınaların neden Güneş'in zirveye çıkmasından saatler sonra, yakıcı akşamüstlerinde ve akşam başlangıçlarında gerçekleştiğinin açıklanmasına yardımcı oluyor.

180 DENGE BOZULDUGUNDA

Dünya'nın sıcaklık-basınç profili, atmosferde tropopoz adı verilen bir özellik, havayla dolu sıcak troposferin üstüyle daha soğuk ve daha ince olan stratosferin altında ayırıcı bir çizgi yaratıyor. Su buharı soğuk sıcaklıklara maruz kaldığın­ da yoğunlaştığından, yukarıda yatan dana soğuk atmosfe­ rik katmanlar tarafından tropopozun altında etkili biçimde hapsediliyor. Bu "soğuk tuzak" etkisinin, Dünya'nın su üze­ rindeki uzun süreli mülkiyeti açısından ne kadar önemli ol­ duğu konusu, Kasting, meslektaşı James Pollack ve bir avuç diğer akranları tarafından NASA'daki Ames'te yürütülen bir dizi çalışma sonucunda, 1980'lerde gün yüzüne çıktı. Kanıt­ lar, gezegenimizin komşu ikizi olan Venüs'ün tarihinin erken dönemlerinde bizim dünyamız gibi yaşama elverişli biçimde ılık ve ıslak olduğunu göstermesine rağmen, kardeş gezege­ nimizin neden Dünya'nınkinden böylesine çarpıcı biçimde farklı bir iklim geliştirmiş olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. "Benim gibi birine göre Venüs'le ilgili en önemli şey, ya­ şanabilir bölgenin iç sınırlarıyla ilgili söyledikleridir," diye açıkladı Kasting, ofisinde sohbet ederken. "Bu, güneş siste­ minin dışındaki diğer gezegenler konusunda sahip olabile­ ceğin beklentilere deneysel bir sınır koyuyor; Venüs'ün aldı­ ğı kadar yıldız ışığı çeken bir şeyin muhtemelen yaşanabilir olmayacağını tahmin etmek için fazla modelleme yapmana gerek kalmıyor. Yani eğer aksi halde Dünya'ya benzer olacak bir gezegenin yıldızına fazla yakın mesafede oluşması du­ rumunda ne olacağını ve yıldızı zaman içinde daha da par­ laklaşan yaşanabilir bir gezegene ne olabileceğini öğrenmek istiyorsan, Venüs sana çok şey anlatacaktır." Kasting, başta Caltech'ten Andrew Ingersoll olmak üzere birtakım başka gezegen bilimcilerin önceden gerçekleştir­ diği çalışmaları temel alarak, tıpkı Dünya'nın yörüngesinin Güneş'e doğru daha içlere ilerleyerek daha Venüs'e benzer bir duruma gelmesi halinde veya Güneş jeolojik zaman süresin­ ce aydınlığını yavaşça artırdığında olacağı gibi, Dünya'nın atmosferik yapısının -yani Dünya'nın sıcaklık-basınç profi­ linin- yüksek güneş ışığı yoğunluğuna nasıl tepki vereceğini modelledi. Yıldız ışığında, gezegenimizin yörüngesinin 0,95

181 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

AB'ye, yani Güneş'e yüzde 5 yakınlığa taşınmasına denk yüz­ de lO'luk görece makul bir artışla, ek ısınmanın troposferi su buharına doyurarak tropopozu en az 145 kilometre yük­ sekliğe kadar itebileceğini gördü. Sayısal modelinde tropopozun hızlı yükselişini gören Kasting, o sanal dünyanın ve günün birinde de bizim dünya­ mızın sonunu getirebilecek şeye tanıklık ettiğini biliyordu: Bu tür yüksekliklere ulaşan su buharının büyük bir kısmı, Güneş'ten gelen morötesi ışık tarafından fotolize olabilece­ ği yere, yani koruyucu ozon tabakasının da üstüne yüksele­ bilirdi. Serbest kalmış atomik hidrojenin küçük bir yüzdesi tamamen dış uzaya kaçar, su yaratmak için Dünya'ya bağlı oksijenle birleşmesine dair tüm ihtimalleri de beraberinde götürürdü. Birkaç yüz milyon yıl içerisinde yeteri miktarda hidrojen bu şekilde uzaya kaçabilir, okyanuslar da esasında kaynayıp buharlaşarak, gezegenin yüzeyinde veya havada bir damla bile su bırakmadan, gezegeni yaşamsız ve kupku­ ru kılabilirdi. Güneş, bir milyar yıl içinde, şişerek bir kızıl deve dönüşüp dünyamızı da fiziksel olarak yutmadan önce, o yüzde lO'luk hayati parlaklığa ulaşacak ve Dünya, üzerin­ deki suyu ve yaşamı hızla kaybetmeye başlayacak. Şu anda bu "nem stratosferi" mekanizmasının, güneş sistemimizin tarihinin erken zamanlarında Venüs'ün okyanuslarını nasıl kaybettiğini açıkladığı düşünülüyor ve o gezegenin bizim kendi gezegenimiz için 0,95 AB olan eşiği de Kasting'in 1993 yılındaki standartbel irleyici makalesinde bahsedilen yaşa­ nabilir bölgenin iç sınırlarına doğru ihtiyatla yaklaşıyor. Venüs okyanuslarını kaybederken, artan sıcaklıklar ge­ zegenin kabuğunu pişirerek ortaya co2 çıkardı ve bu gaz, atmosferi doldurmaya başladı. Sonuç olarak, Venüs'ün şu anda Dünya'nınkinden yaklaşık 90 kat daha yoğun olan ve gezegenin yüzey sıcaklığının kurşunu eritmesine sebep ola­ cak kadar kuvvetli bir sera gazı üreten atmosferi neredeyse tamamen C02'den oluşuyor. İkinci bir dizi çalışmada, Kas­ ting ve meslektaşları, artmış güneş ışığından ziyade artmış C02'nin, çok daha hızlı bir zaman ölçeğinde bu tür nemli bir stratosferyoluyla okyanus kaybına bağımsız bir biçimde se-

182 DENGE BOZULDUGUNDA hep olup olamayacağını incelemek için Dünya'nın atmosfe­ rindeki co2 içeriğini değiştirdiler. Kasting, yükselen C02 seviyeleri sıcaklıkları uçuşa geçir­ se bile ortaya çıkan dev miktarlarda su buharının bir dü­ düklü tencerenin kapağı gibi davranarak, alt atmosferi okya­ nusların asla kaynayamayacağı bir seviyeye ittiğini, böylece Dünya'nın stratosferini görece kuru tuttuğunu şaşkınlıkla fark etti. Konu stratosferin neme doyması veya okyanusla­ rın buharlaşarak uzaya kaçması olduğunda, sayısal model­ ler, Dünya'nın atmosferik C02'sinin, mevcut yoğunluğunun yirmi beş katından da fazlasına,yani gezegenimizin bilinen "geleneksel" petrol ve kömür fosil yakıt rezervlerinin tama­ mının yakılmasıyla ortaya çıkacak, ama Marcellus'un şist gazı gibi, gezegenin geleneksel olmayan kaynaklarının da yakılması durumunda menzil dahilinde bulunması yalnız­ ca bir ihtimal olan bir seviyeye ulaşması gerektiğine işaret ediyordu. Her ne kadar insanlık gezegene, toplumları acze düşürecek ve mevcut biyoçeşitliliği ciddi hasara uğratacak bir sıcaklık vermeyi halihazırda başarmış olsa da Kasting'in hesaplamaları, insanların nemli bir stratosferyarat masının -her ne kadar kesinlikle imkansız olmasa da- çok daha zor olacağını gösteriyor. Kendisinin hesaplarına göre fosil yakıt­ lar yakarak gezegenin okyanuslarını uzaya kaçırmak, günü­ müz uygarlığının menzilinin ötesinde kalıyor. Ancak Kasting'in fikirlerinde de, bilimin Dünya üzerinde olgunlaşmamış kontrolsüz bir seraya yol açacak insan yapı­ mı bir nemli stratosferihtimalini tamamen göz ardı edeme­ mesi gibi kayda değer belirsizlikler bulunmuyor değil. co2 ve su buharının dışındaki diğer sera gazlarının da Dünya'nın iklimi üzerinde rolleri var ve gelecekte, Kasting'in modelle­ rinde açıklanmamış önemli etkileri olabilir. Dünya'nın içeri­ sinde hapsolmuş fosil yakıtların tam olarak miktarını veya gelecekteki piyasa şartlarına ve teknolojik gelişmeye bağlı olarak bu tahmini toplamın ne kadarının etkili bir biçimde çıkartılıp yakılabileceğiniyse kimse bilmiyor. En önemlisi de sıcaklık ve basınçtaki ne genişlikte çeşitliliklerin, termal kı­ zılaltı ışımanın su buharı tarafından soğurulmasını inceden

183 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNI ZLIK inceye etkileyebileceğini kimse tam olarak anlayamıyor. Bu belirsizlik, hiçbir yerde bulutlar sorununda olduğu kadar bariz değil. Ortalama insana göre bulutlar, mavi göklerde pamuk gibi kabarık bir şeyler veya kötü havaya işaret eden gri ta­ bakalardır. Kasting gibi bir iklim modelcisine göreyse bu­ lutlar, su buharının en canlı ve aldatıcı biçimi, kendi zalim karmaşıklıklarının içinde neredeyse bir canlı gibi değişken yaratıklardır. Bulut katmanının genişliğine, yüksekliğine ve bileşimine bağlı olarak bir gezegeni ısıtabilirler de soğuta­ bilirler de. Alçakta bulunan yoğun bir bulut örtüsü, güneş ışığının ciddi bir kısmını uzaya yansıtarak sıcaklıkları dü­ şürebilir. Ama alçak ve yoğun olanların üzerine, yüksekle­ re ince bir bulut tabakası serpiştirirseniz, yarı saydam üst katman artık güneş ışığının aşağı doğru akmasına izin ver­ mekle birlikte sonrasında kaçmaya çalışan ısıyı hapsedece­ ğinden, bu soğuma etkisinin büyük bir kısmı tersine çevrilir. Dünya gibi bir gezegen ısındıkça daha fazla su buharının havaya karışarak daha fazla bulut oluşturacağı konusunda herkes hemfikir. Ama bu bulutların atmosferin tam olarak neresinde oluşup gezineceği veya bu bulutların geribesleme etkilerinin sınırları üzerinde hiçbir fikirbirliği yok. Sonuçta ortaya çıkan belirsizliğe hem küresel ısınma inkarcıları hem de şöhrete aç gezegen avcıları sığınıyor: su buharı bulutları, aksi halde yaşanabilir olacak bir gezegeni, ister sera gaz­ larının bolluğundan ister yakındaki bir yıldızın fazla par­ lak ışığından kaynaklanıyor olsun, kontrolsüz bir küresel ısınmadan kuramsal olarak kurtarabilir. Bir yıldızdan çok uzaklarda, sıcaklıkların CO/nin yoğunlaşarak buza dönüşe­ bileceği kadar düşük olduğu bir yerde, kuru buz bulutların­ dan oluşan yalıtıcı bir örtü kimi durumlarda bir gezegeni, yüzeyinde sıvı suyun muhafaza edilebileceği kadar ısıtabilir. 1993'te Kasting, ihtiyatlı bir biçimde, yaşanabilir bölgenin dış sınırının, Mars'ın 1,65 AB'de bulunan yörüngesinin biraz ötesine uzanabileceği tahmininde bulunmuştu, ama büyük oranda co2 bulutlarıyla alakalı belirsizliklere bağlı olarak bu sınır çok daha uzaklara genişleyebilir.

184 DE Nı3E BOZULDUGUNDA

Sayısal olarak birbirine benzeyen bulutlar için birbirin­ den farklı iki strateji bulunuyor. Bunlardan biri, bulutların, ayrıntılı üç boyutlu simülasyonlarla olabildiğince doğru bir biçimde modellenmesini öngörüyor. Bu yaklaşım, teknoloji harikası süperbilgisayarlar kadar Dünya'yı gözlemleyen bir sürü uyduyu da gerektiriyor ve bir değişkenlerle geribes­ lemeler telaşı içerisinde sebeple sonuç arasındaki ayrımın kaybedilmesi riskini barındırıyor. Bulutları daha az boyut­ ta ve çok daha basit bir biçimde modellemeyi içeren diğer stratejiyse yalnızca modelin sınırlarının ötesinde gerçekle­ şen karmaşık etkileşimler yoluyla ortaya çıkan hayati öneme sahip davranışları gözden kaçırma riskini taşıyor. Kasting, basitliği tercih ediyor. Tek boyutlu olan modelleri, tıpkı ok­ yanusun ortalama sıcaklığını ve tuzluluğunu ölçmek için deniz yatağından yüzeye uzanan bir pipet kullanarak deniz suyundan numune almak gibi, bir gezegenin bütün atmosfe­ rine tek bir doğrusal sondajla yaklaşıyor. "Bulutlar tek boyutta hayli gelişigüzel oluyor; onları tem­ sil ediş biçiminle oynayarak, 1-D bir modelde istediğin etki­ yi yaratabilirsin. 1-D modeldeki ideal senaryo bulutsuz bir gökyüzüdür, bu da takdir edersin ki devasa bir zayıflık," diye itiraf etti Kasting, modelleri üzerinde tartışırken. "Temelde bulutlan zemine çizerek ve hangi gezegene bakmak istiyor­ sam -örneğin Dünya veya Mars- onun ortalama sıcaklığını yeniden üretene kadar yüzey albedosunu ayarlayıp bulutla­ rın etkisini yaklaştırarak bunun etrafından dolaşmaya çalı­ şıyorum. Bazı insanlar bundan hoşlanmıyor ve konu gerçek bulutlara geldiğindeyse benim yöntemimin gerçekte tam olarak ifade ettiği şey karmaşıklaşıyor, ama ben bu yöntemi, gezegenin sıcaklığı değişirken gerçekleşebilecek bulut geri­ beslemelerini en aza indirmek olarak görüyorum. Bundan daha iyisini yapmak için 3-D'ye geçmek gerekiyor ve bu da oldukça büyük bir adım, ama orada bile bulutlar en büyük belirsizlik olarak kalmaya devam ediyor; onlarla nasıl uğra­ şacaklarını 3-D yapan arkadaşlar da bilmiyor." Basitliği sayesinde 1-D bir model aynı zamanda 3-D'deki herhangi bir emsalinden çok daha hızlı. Oldukça pahalı ve

185 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

tek bir işe adanmış bir bilgisayara kurulu son teknoloji bir 3-D iklim modelinin, Dünya'nın mevcut atmosferik C02 sevi­ yelerini artırmanın ortalama sıcaklığı 2 ile 5 Celsius derece arasındaki bir oranda yükselteceği sonucuna ulaşması bir hafta sürebiliyor. Kasting'in alelade bir masaüstü bilgisayar­ da çalıştırılan 1-D iklim modeli, C02'nin ikiye katlanmasının sonuçlarını bir dakikadan az bir sürede hesaplayabiliyor ve 2,5 derecelik bir sonuca ulaşıyor. "1-D model kullandığımda, kendi düşünce hızımla sınırlanıyorum, bilgisayarımınkiyle değil," dedi Kasting. "Yani bir hafta süresince 3-D bir model yinelemeyi işlemeye çalışırken, ben pekala bütün bir para­ metre uzayını keşfedebilirim. İşte bütün mesele bu; mümkün görünenin sınırlarını keşfetmek ve diğerlerini bunun üzerine kat çıkmaya veya deneysel olarak daha derinlere bakmaya zorlamak."

***

Biz konuştukça, Kasting'in, geçen yıllarda Dünya'nın öte­ gezegen ikizlerinin bulunması sürecine dair yapılan basın açıklamaları yüzünden gittikçe bıkkınlaştığı daha da net or­ taya çıktı. İlk coşkuların büyük bir kısmı, Dünya'dan 20 ışık yılı uzaklıkta bulunan Gliese 581 isimli kızıl cüce yıldızın gezegen sisteminin etrafında toplanmıştı. Önce, Kasting'in 2007'de birkaç ay boyunca ılıman olabileceği düşünülen ya­ şanabilir bölgesinin iç sınırlarında gezinen bir süper-Dünya olan Gliese 58lc geldi. Ancak Kasting ve başkaları tarafın­ dan yapılan basit hesaplamalar, atmosferik bileşimine ba­ kılmaksızın bu gezegenin Venüs'ten yüzde 30 oranında daha fazla yıldız ışığına maruz kaldığını ortaya çıkardı. Sonrasın­ da ilgi, bu gezegenin daha dış kısımdaki yoldaşına, yaşana­ bilir bölgenin dış sınırını sıyıran süper-Dünya Gliese 58ld'ye kaydı. Onun yaşanabilirliği c'ninki kadar kolayca reddedile­ miyordu, ama Kasting derhal, bu gezegenin Mars'tan yüz­ de 1 O oranında daha az yıldız ışığı aldığını belirtti. Ayrıca her biri de Dünya'mızınkinin beş katı hacme sahip olan c ve d o kadar muazzamdı ki, süper boyutta birer Dünya'dan ziyade pekala gazla kaplı küçülmüş Neptün'ler olabilirlerdi.

186 DENGE BOZULDUGUNDA

Sonra 201 0'da, yaşanabilir bölgenin ortasında bir yörünge­ de bulunan, Dünya'nın üç katından biraz daha fazla kütleye sahip ve neredeyse kesinlikle karasal olan Gliese 58lg'nin, Zarmina'nın Dünyasının duyurusu geldi. Kasting bu sefer heyecanlanmıştı; en azından başka astronomlar gezegenin varlığını sorgulamaya başlayana k�dar. Buluşmamızdan birkaç ay önce, Avrupalı bir ekip, po­ tansiyel olarak yaşanabilir bir başka süper-Dünya'nın, HD 8551 2B'nin keşfini duyurdu. Kasting "potansiyel olarak" ifa­ desinin hayli cömert bir tanımlayıcı olduğunu düşünüyor­ du; gezegen, Venüs'ün aldığından hafifçe daha az yıldız ışı alıyor, kızarıyordu. "Gezegeni kaplayan tonla bulutun onca ışığı yansıtıp işleri yoluna koyuyor olabileceğini yazdılar," diye anımsadı, Avrupalı ekibin makalesine atıfta bulunarak. "Ama bulutlar Venüs'ü kurtaramamıştı, değil mi?" Her bir dünyanın bahtının halk ilgisi ve bilimsel fikir­ lerden oluşan değişken gel-gitlerde zirve yapıp azalmasıyla, potansiyel olarak yaşanabilir olan daha fazla gezegenin ha­ berleri o zamana kadar oldukça sıradan bir olay halini al­ mıştı. Her keşif benzer bir döngüyü takip ediyor, öncelikle akademik dergilerde yani geri kalan çoğu kişinin de beslen­ diği birincil üreticilerde duyuruluyordu. Sonrasında kütle­ ler, yörüngeler ve yıldız akımlarına dair yapılan tamamen deneysel ölçümler haber bültenlerinin belirsiz karanlığına sızıyor, onlar da bu ölçümleri işlemden geçirerek coşkulu spekülasyonlara dönüştürüyordu. Daha sonra umut vaat eden her bir dünya hakkında belirli gerçeklerden ve vahşi varsayımlardan oluşan bulaşıcı bir kokteyl, insanların söy­ lemlerinin temelindeki karanlık ve karışıklıkta mutasyona uğramak üzere yayılıyordu. Kısa süre içerisinde, NASA'nın oraya ne zaman bir insansız uzay aracı veya daha da güze­ li koloniciler göndereceğini veya oraya ulaştığımızda Mısır piramitlerinin inşacılarını, büyükbaş hayvanları sakat bıra­ kan ve insanları kaçıran gri uzaylıların yuvalarını ve hatta evrensel kurtuluş turundaki bir başka durakta bulunan İsa Mesih'i bulup bulamayacağımızı merak eden acayip blog ve forum yazıları ortaya çıkıyordu. Tekrar tekrar, her bir geze-

187 BEŞ MiLYA R YILLIK YALNIZLIK

gene dair bilinen bir avuç hakikat, çok sayıda insanın kendi­ si için yarattığı o tanıdık kurgulara yenik düşüyordu. Birbirini takip eden her bir dünya için aynı yapıya sahip bir sürecin sürekli tekrar ettiğini gören Kasting ve meslek­ taşları, kendilerini kimi zaman, kafalarını öznel anlamlarla doldurmaya meraklı bir seyirciye çay yaprakları, civanper­ çemi sapları, tavuk organları ve başka başka ilkel alamet­ ler gösteren falcılar gibi hissediyorlardı. Bir keresinde bir araştırmacı, acı dolu bir çileden çıkmışlıkla, bir gezegenin kütlesinin, yarıçapının ve belirli bir yıldızın etrafındaki yö­ rüngesinin bilgisine sahip olunduğunda o dünyanın yüzey sıcaklığını belirlemenin en iyi yolunun bir gazete kapıp yıl­ dız fallarına danışmak olduğunu söylemişti bana. Kasting o kadar aşırıya kaçmıyordu, ama eşit oranda dışlayıcıydı. "Yaşanabilir bölgenin içinde veya yakınında bulunan o gezegenler hakkında yapılan duyuruların hiçbi­ rinin kendi başına önemli olmaması gerekiyor," dedi hayal kırıklığı dolu bir sesle. "Bunlar bir bakıma anlamsız, çünkü başlangıçtaki keşif eylemini şu anda sürdüremiyoruz. Asıl büyük haber yalnızca, biz bu gezegenlerden birine gerçekten bakıp oranın gerçekten de yaşanabilir olup olmadığını ayırt ettiğimizde ve yaşamın kanıtlarının olup olmadığını gördü­ ğümüzde gelecek, değil mi? Bunu yaparsak -afedersin, bunu yaptığımızda- işte asıl devrim o zaman başlayacak." Kasting, bu amaç uğruna, geride kalan yirmi yılın büyük bir kısmında vaktini ve enerjisini birbirine geçmiş iki göreve adamıştı: karasal herhangi bir gezegenin canlı bir dünya mı yoksa cansız bir kaya mı olduğunu yalnızca gezegenin at­ mosferinden yansıyan soluk bir yıldız ışığı lekesine bakarak ayırt etmek ve bu gözlemleri yapma yetisine sahip bir uzay teleskobu tasarlamak. Yorulmak nedir bilmeksizin çalışmış, çok sayıda planlama komitesinde, panelde ve NASA, NSF ve Ulusal Bilimler Akademisi için çalışma kollarında görev almıştı. Mühendisler ve görev planlamacılardan oluşan or­ duların eninde sonunda sahip olmak isteyeceği gözlemsel kriterleri tanımlayan bir raporlar dağının üretilmesine yar­ dımcı oldu; bir süre boyunca bu konu hakkında belirleyici

188 DENGE BOZULDUGUNDA rol oynayan neredeyse her makalenin üzerinde kendisinin adının yazılı olduğunu söylemekse hiç de abartmak olmaz. Kasting'in inşa etmek istediği teleskoplara Karasal Gezegen Arayıcılar, kısaca TPF'ler· deniyordu. Milenyumun başlangıcına doğru ilerleyen yıllarda, öte- , gezegen keşiflerinin hızı arttıkça, ihtiyaç fazlasıyla dolup taşan federal Amerikan hazineleri de her türden uzay bilimi­ ni cömertçe fonlamıştı. Görünüşe göre, tıpkı ulusun kendisi gibi, ötegezegenlerde yaşam arayışı da yukarı doğru durdu­ rulamaz bir yörüngeye oturmuştu; Kasting ve meslektaşları birbirlerine, yakınlarda bulunan canlı dünyalardaki yaşamı kanıtlayan veya yanlışlayan delilleri toplayacak teleskop­ ların belki de on yıl içerisinde ellerinde olacağını söyleyip duruyorlardı. Bunun yerine bir dizi facia yüzünden ulusun kaderi zehir oldu ve anlamlı bir ilerleme yavaşlayarak ger­ çek bir durağanlığa dönüştü. 11 Eylül terörist saldırıları, onları takip eden tahripkar savaşlar ve dengesiz federal bütçeler, konut ve güvenlik balonunun patlaması ve Büyük Durgunluk'un başlaması da dahil tüm bunların bir rolünün olduğu söylenebilir, ama TPF'lerin başarısızlığının en bü­ yük sorumlusu, küçülen federal fonlar için eşelenip duran rekabet içindeki astronom camiaları arasındaki bölgesel iç çatışmalardı. "Üzüldüğüm birkaç şeyden biri de bu, çünkü TPF'lar gibi bir şeyin benim kariyerim devam ederken yapılmasını umu­ yordum," diye itiraf etmişti Kasting, önceki gece margarita­ sının yarısındayken. "Artık bu yönde bir umudum kalmadı. Şu anda yalnızca bunların ben haliihayattayken yapılmasını umuyorum, çünkü cevabı öğrenmek istiyorum. Ama kişisel zamanım azalıyor ve görünüşe göre zaman geçtikçe daha da kısalıyor. TPF tarzı bir görevin ben ölene kadar gerçekleşme­ mesi ihtimali oldukça yüksek." Ya şama sahip ötegezegen arayışı hakkında konuşurken Kasting'in sözcükleri kimi zaman savaşçı bir tona bürünü­ yordu. Kepler gibi NASA görevlerinin yaşanabilir bölgeler­ deki Dünya boyutlarında gezegenler bulması için gereken

İng. "Terrestrial Planet Finders" (TPF's) -çn.

189 BE Ş MiLYAR YILLIK YALNIZLIK süre boyunca çalışabilmesi adına "yenilgiyi kabul edebilir," daha büyük ve daha iyi uzay teleskoplarınınya şam işaretleri araması için "ölümüne savaşabilirdi."TPF için gereken para, diye belirtti hınçla, astronomi ölçeğinde büyük, ama ulusal ve uluslararası standartlarda fazlasıyla önemsizdi: insan­ ların evrende yalnız olup olmadığını öğrenme şansı için, Orta Doğu'daki birkaç haftalık savaşa denk, Amerikalıların evcil hayvanlara yaptıkları bir yıllık harcamadan daha az bir miktar olan beş veya on milyar dolar. Astronomlar NASA tarafından, NASA da muazzam biçimde işlevsiz olan Kong­ re tarafından itilip kakılıyordu. Hoş, astronomlar da suçsuz değildi hani: Kasting, ötegezegen patlamasını hala hor gören saygın astronomlara soğuk bakıyordu. Onlar hakkında tartı­ şırken, Kasting'in az önce alev alev yanan sözcükleri aniden buz kesti: "O insanların birçoğu eski birer kozmolog ve bun­ dan on yıl sonra da çoğu ölmüş olacak. Şu anda ötegezegen­ lere akın eden çocukların hepsi eninde sonunda karar verici konumlan ele geçireceklerdir. İstatistiksel açıdan bakacak olursak, muhalefet sayı bakımından tarihe gömülecektir." Kasting'e göre, yaşanabilir ötegezegen arayışı, uğruna ölünecek bir şey değilse bile kesinlikle hayatının geride ka­ lan kısmına değecek bir şeydi. Böylesi bir hesapta da her tür farklılık bulanıklaşıyordu. Kasting mekanik bir biçimde sa­ bah idmanlarında yüzerken, koşarken ve ağırlık kaldırırken kendi faniliği üzerine bilinçli bir biçimde düşünmüyordu, ama zihninin kuytu bir köşesinde her bir kulaç, adım ve üst göğüs çalışması, yaşamın bir uzantısı, gecenin saldırısına karşı çakan ve onu başka canlı dünyaların zor bulunan ışığı­ na doğruadım adım iten birer kıvılcım haline geliyordu. Ona güç veren şey bencillik değil, korkuydu; yabancı bir dünya üzerinde potansiyel yaşam işaretlerinin muhtemel keşfiyle karşılaşıldığında, astronomların işi yüzlerine gözlerine bu­ laştırabileceği korkusu. "Bunu söylemekten nefret ediyorum, ama konuştuğum astronomların birçoğu gezegenler hakkında herhangi bir şey bildiklerine dair hiçbir belirti göstermediler," demişti, önce­ ki gece yemeğimizi bitirdiğimiz sırada. Potansiyel bir hedef

190 DENGE BOZULDUGUNDA saptadığımızda hala buralarda olursam onun gerçek olup olmadığının belirlenmesine yardımcı olabilirim; ben olmaz­ sam, umuyorum ki fikirlerim olacaktır." Kasting, bireysel ya­ şam süresi üzerine iddiasını, edindiği bilgileri yoğunlaştırıp yığdığı ve kesinlikle kendisinden daha uzun süre yaşayacak olan bir talimat kitabına yatırmıştı: 2010 yılında Princeton Üniversitesi Yayınları tarafından basılan Ya şanabilir Bir Ge­ zegen Nasıl Bulunur [How to Find a Habitable Planet). Artık boşalmış olan margarita kadehindeki erimiş buz­ ları bir dikişte bitiren Kasting izin istedi ve artık eve gitme zamanının geldiğini söyledi: saat neredeyse 23.00 olmuştu, ama köşesine çekilip, ertesi günkü bir lisans sınıfına vere­ ceği dersi, bunun yanısıra da NASA'nın Ôtegezegen Keşif Programı Analiz Grubuyla, yani aj ansın rotasını yapılması­ nı umut ettiği TPF uzay teleskoplarına doğru çevirmek için belki de son şansı olarak gördüğü ve kendisinin başkanlık ettiği üst düzey bir planlama komitesiyle yakın zamanlarda yapacağı toplantıda sergileyeceği sunumu hazırlamayı plan­ lıyordu. Dört ay sonra, Kasting, TPF gibi bir görevin ciddi bir bi­ çimde düşünülemeyecek kadar ileri bir geleceğe ait olduğu­ nu söyleyen muhaliflerin baskısıyla başkanlık görevinden istifa edecekti.

***

Başka gezegenlerde kimyasal yaşam işaretleri -"biyo-imza­ lar"- aramaya yönelik teklifler ilk olarak 1965 yılında, iki­ si de bir ay arayla Nature dergisinde yayımlanan iki fark­ lı makaleyle ortaya çıktı. İki makale de yaşamın öncelikli olarak Mars'ta aranmasıyla ilgileniyordu. İlk makale, dört yıl öncesinde Frank Drake'in Green Bank'teki toplantısında dünya dışı zeka üzerine kafa patlatmış olan Nobel ödüllü kimyacı Joshua Lederberg tarafından yazılmıştı. Lederberg bu makalesinde, aralarında yaşamın, bir gezegenin ortamı üzerindeki dolaylı termodinamik etkileri sayesinde de tes­ pit edilebileceği fikrinin de bulunduğu yol gösterici birtakım ilkeleri ortaya seriyordu. Algılanabilir herhangi bir organiz-

191 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ma hayatta kalabilmek için metabolize olmalıdır; yani büyü­ mek, üremek ve sistemli yapısını sürdürebilmek için çevre­ sinden enerji almalı ve ona atıklarını boşaltmalıdır. Dünya üzerindeki yaşam -ve büyük ihtimalle kimyasalları temel alan bütün yaşam-, metabolizmasının varlığını, içerisinde maddeler arası elektron aktarımının gerçekleştiği ve kim­ yacıların "redoks tepkimeler" adını verdiği kimyasal-enerji değişimlerini kullanarak sürdürür (Eğer bir madde elektron yüklenirse, o maddenin, sezgilere aykırı bir biçimde, "indir­ genmiş" olduğu söylenir. Bir madde elektron kaybettiğinde, tepkimeye oksijen dahil olmamış olsa bile oksijen bilinen en iştahlı elektron alıcısı olduğundan bir kimyacı o maddenin "oksitlenmiş" olduğunu söyler. Birçok bilim yazarının kimya üzerine yazmaktan kaçınmasının sebebi büyük oranda isim­ lendirmedeki bu tür kafa karıştırıcı tuhaflıklardır). Leder­ berg, biyokimyalarına bakılmaksızın metabolik işlemlerin, bir gezegen üzerinde aşırı miktarda termodinamik eşitsizlik yaratması gerektiğini belirtiyordu. Küresel ölçekteki bu kim­ yasal dengesizlikler, biyokütledeki enerjiyi ve hayati mole­ külleri hapseden ve değeri azaltılmış atık ürünleri boşaltan organizmalar tarafından ortaya çıkarılırdı. Araştırmacıların genellikle "onlarla birlikte var olan oksitleyiciyle bir denge­ ye kavuşması gereken kararsız [moleküllerin]"biy o-imzasını, kükreyen bir ateşin merkezinde alevlerin şöyle bir yalayıp geçtiği el değmemiş bir kütük bulmaya eşdeğer bir termodi­ namik mucizeyi arayabileceğini yazıyordu. İngiliz bilim insanı James Lovelock tarafından yazılan ikinci makaleyse Lederberg'in geniş varsayımlarını bileyerek yaşam için çok daha keskin bir ölçüte dönüştürüyordu: Lo­ velock, termodinamik eşitsizliklerin işaretleri için incelene­ bilecek en iyi hedefin, bir gezegenin atmosferi olduğunu öne sürüyordu.Ara ştırma özellikle de "gezegenin atmosferindeki uzun vadede çelişkili bileşiklerin varlığını" aramalıydı. Hem oksijen hem de metan burada mantıksız yoğunluklarda bu­ lunduklarından, Lovelock örnekol arak Dünya'nın atmosferi­ ni sundu. Oksijen,oda sıcaklığı ve basıncı altında kapalı bir kabın içinde yalnız bırakılacak olursa, metanla tepkimeye

192 DENGE BOZULDUC'.>UNDA girip karbondioksit ve su oluşturur. Ancak hacim bakımın­ dan Dünya'nın yüzde 20'den biraz fazla oranda oksijen ba­ rındıran atmosferinde, metan bir şekilde milyonda 2'nin de altında bir oranla varlığını sürdürüyor; iki gaz arasındaki eşitlik, büyüklük bakımından 30 katla bozuluyor. Bu dura­ ğan termodinamik dengesizliğin tek açıklaması, metanın sü­ rekli olarak yenileniyor olması. Dünya'daki metanın hayli küçük bir kısmı okyanus ta­ banındaki hidrotermal bacalar tarafından canlılık dışı bir yolla üretilmekle birlikte, neredeyse tamamı da gezegeni­ mizin Antik Arkeen sığınmacılanndan, yani anaerobik me­ tanojenlerden geliyor. Oksijen havada salınmak yerine ka­ yalarla ve minerallerle birleşmeyi tercih ettiğinden, metan olmadığında bile Dünya'da bol miktarda bulunan oksijenin kendisi eşitliğin dışındadır ve son derece özeldir. Açıkça görülüyor ki onun da yenileniyor olması gerekiyor. Elbette ki bizim dünyamızdaki oksijen öncelikli olarak fotosentetik bakterilerden ve bitkilerden geliyor, ama metanda da olduğu gibi, konu oksijen olduğunda morötesi yıldız ışığı su buha­ rını fotolize uğratınca küçük miktarlarda da olsa yaşam dışı yoldan oksijen üretilebiliyor. Hem oksijenin hem de metanın yaşam dışı yollarla üretilmesi mümkün olduğundan, biri olmadan diğerinin varlığı kesin ve kusursuz bir biyo-imza olarak alınmak zorunda değil. Ama bu ikisi bir arada orta­ ya çıktığında, varlıkları, astrobiyologlann güneş sisteminin ötesindeki yaşamı tanıyabilmeleri için, SET! tarzı bir radyo iletimi veya uçan bir çay tabağının Beyaz Saray'ın çimenlik­ lerine inmesi haricinde en ikna edici kanıtı teşkil ediyor. "Bir gezegenin atmosferinde yaşam dışı yollarla büyük yoğunluklarda hem oksijen hem de metan biriktirmek hayli zor," diye yineledi Kasting, Black Moshannona'a doğru git­ meye başladığımızda. "Bizimki gibi bir gezegenin -yani yü­ zeyinde su bulunan, kendi dahili ısısına tutunabilmesine yetecek kadar kütleye sahip ve levha tektoniği gibi bir şey kullanan kayalık bir gezegenin- atmosferinde bu ikisine de işaret eden kanıtlar bulmak, en azından bana göre, kuvvetli bir yaşam belirtisine ulaşmaktır. İnsanlar bunu, kaybedilen

193 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK anahtarları yalnızca ışığın en parlak olduğu sokak lamba­ larının altında aramaya benzetebilir, ama ben bunun doğru olduğunu düşünmüyorum. Gerçek şu ki halk hiçbir zaman bir bilim insanının bir şeyi tamamen çözdüğünü duymak istemez, yani 'Ah, şu uzaylı biyosfer elbette ki bizim bura­ da, Dünya'da bildiğimiz herhangi bir şeyden çok daha farklı kimyasal imzalara sahip olabilir,' demek politik olarak doğ­ rudur. Ben bunu tamamen yanlış buluyorum. Belki günün birinde bu sözlerimi yiyeceğim, ama akla uygun biçimde arayabileceğimiz biyo-imzaların yalnızca şu anda modelle­ yip kısıtlayabildiklerimiz, ya burada yani mevcut Dünya'da görebildiklerimiz ya da Dünya'nın geçmişinde bulunduğunu bildiklerimiz olduğuna inanıyorum. Eğer yaşam, bizimkiyle ortak birkaç kilit özelliği paylaşan bir gezegende ortaya çı­ karsa, sanıyorum ki tayfölçümsel olarak tanıyabileceğimiz bir biyosfere kavuşmuş oluruz. Hücreleri bizimkilerden çok farklı olsa ve DNA ve RNA moleküllerine dayanmasa bile bir metabolizma da aynı biçimde çalışacaktır. Burada veya ora­ da, bir metabolizmayı çalıştırmak için co2 ve hidrojeni bir araya getirmekortaya metanı çıkaracaktır. Yine burada veya orada, eğer yaşam bunu nasıl başaracağını biliyorsa, sudan hidrojeni almak ve oksijeni açığa çıkarmak kazançlı bir me­ tabolik stratejidir. Kimya ve termodinamik her yerde aynı." Lovelock'ın ölçütü kağıt üzerinde ne kadar zarif görü­ nürse görünsün, oksijen ve metanın tayfsal imzalarının ol­ dukça farklı dalga boylarında ortaya çıkması gibi büyük bir eksikliğe sahip. Oksijen, yıldız ışığını, en etkili biçimde yakın kızılaltında, spektrumda gözlerimizin görebileceği kısmın hemen dışında göze çarpan tayfsal "soğurulma şeritleri" ya­ ratır. Hayli kuvvetli bir sera gazı olan metansa ışığı en et­ kili biçimde termal kızılaltının daha uzun dalga boylarında soğurur. Astronomide daha uzun dalga boylarında çalışmak daha geniş ışık-toplayıcı alanlar kullanmak demektir; radyo teleskoplarının optik teleskoplardan çok daha büyük olma­ sının sebebi budur. Aynı zamanda bir ötegezegenin atmosfe­ rinde hem oksijenin hem de metanın tespit edilebilmesi için iki uzay teleskobunun eşgüdümlü çabasının gerekebilecek

194 DENGE BOZULDUGUNDA olmasının sebebi de budur. Daha küçük ve daha basit olanı oksijeni gözle görülür veya yakın kızılaltında gözlemlerken, daha büyük ve daha karmaşık olanı da metanı termal kızılal­ tında gözlemler. Birlikte çalışan bu teleskoplar aynı zaman­ da bir gezegenin atmosferindeki diğer gazları, özellikle de bir dünyanın yaşanabilirliğinin ve ikliminin kısıtlanmasına yardımcı olan su buharı ve COz'yi ölçebilir; iki gazın da aşırı miktarlarda bulunması sıvı su ve yaşamı destekleyemeyecek kadar sıcak bir dünyaya işaret ederken, daha makul miktar­ lar yüzey suyunun ve daha yaşanabilir bir yüzey sıcaklığının belirtisi olabilir. "Aniden olacak bir şey değil bu, çünkü birden fazlasa yıda ve büyük uzay teleskoplarının planlanması ve inşa edilmesi uzun zaman alır," diye açıkladı Kasting. "Su buharı ve oksi­ jenden başka pek bir şey göremeyecek olan yakın kızılaltı teleskobu muhtemelen daha önce fırlatılacaktır. Belki yaşa­ nabilir bölgede bulunan yakın bir gezegenin atmosferinde bu tür şeyler bulur. O noktadan sonra termal kızılaltında geçip, Proterozoik'in büyük bir kısmında Dünya'da olmuş olabileceği gibi oksijene göre yüksek yoğunlukta bulunmu­ yorsa karşılaşamayabileceğini bir gaz olan metanı arama­ ya başlayabilirsiniz. Bulsanız bile yine de belirsizlikler var olacaktır ve muhtemelen herkesi ilk seferde ikna edemeye­ ceksiniz. Bir başka olasılık, Arkeen Dünya'ya benzeyen ge­ zegenler bulmak olabilir: oksijeni görmezsiniz, ama termal kızılaltıyla baktığınızda muhtemelen çokça metan ve bazı organik sisler görebilirsiniz. Kötümser insanlar bu konuda da ortalığı velveleye verecektir, çünkü yaşam dışı yollarla oksijen ve metanı kayda değer miktarlarda biriktirmek çok daha kolay görünür; bolca volkanik etkinliğe ve yüzeyinde çok daha magmatik, indirgenmiş ultramafik kayaçlar barın­ dıran ölü bir gezegen bunu başarabilirdi. Tespit edilmesi çok daha zor olan potansiyel biyo-imzalar, yani nitröz oksit ve dimetil sülfit gibi gazlar aramaya başlayacaksınız. İlk sefer­ de bulduğumuz ilginç herhangi bir gezegen için, görülen şe­ yin tam olarak ne olduğunun anlaşılabilmesi adına, gittikçe daha da artan miktarlarda zaman ve para pahasına bütün

195 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

bir tamamlayıcı görevler dizisinin yapılması gerekebilecek. Tüm bunlar elli yıl, belki de bir asır sürer; kim bilir. "Yani asıl soru," diye devam etti Kasing, "ilk görevin bir gezegenin atmosferinde gerçekten de oksijen bulup bulama­ yacağı; bir de bu tek başına, sürecin geri kalanına yatırımla­ rın yönlendirilebilmesini sağlayacak kadar ikna edici olacak mı? Dünya'da, oksijenin değişiminin gezegenimizin tarihin­ deki en kökten değişim olduğu su götürmez bir gerçek, çün­ kü oksijen, bizim, yani karmaşık yaşamın evriminin yolunu açtı. Ama başka gezegenlerde, dikkatli olmazsak tongaya ba­ sabiliriz." Kasting, cansız bir gezegenin, kendisini, gelecekteki uzay teleskopları için canlı ve oksijenli bir gezegen gibi göstere­ bilmesinin akla yatkın iki yolu olduğunu belirtti. Bunlardan ilki, muhtemelen bizim kendi güneş sistemimizin tarihinin erken dönemlerinde, Venüs suyunu kaybedip kontrolsüz bir seraya dönüştüğünde gerçekleşti: sudan ayrılan hidro­ jen uzaya kaçarken, arkasında, karbonla kademeli olarak tepkimeye girip C02 oluşturarak, kavrulmuş Venüs'ün belki de yüz milyonlarca yıl boyunca oksijen bakımından zengin bir atmosferle sarmalanmasına sebep olan bir okyanus do­ lusu serbest oksijen bırakmış olmalıydı. Bu "yanlış pozitif," Kasting'i pek endişelendirmiyordu; gerçek, böylesi bir geze­ genin yaşanabilir bölgenin iç sınırının yakınlarındaki konu­ mu ve gezegenin yakın kızılaltı atmosferik tayfında oksijene eşlik etmesi gereken su buharının eksikliğiyle ortaya çıka­ rılacaktı. Kasting'in ikinci senaryosu daha sıkıntı vericiydi ve yaşanabilir bölgenin dış sınırındaki küçük, donmuş bir gezegeni içeriyordu: eğer gezegen Mars'ın kütlesinin iki ya da üç katı kadarsa, o halde bu gezegen volkanların ve lev­ ha tektoniği gibi bir şeyin çalışmasını sağlayan iç ısıyı uzun süre sürdüremeyecek kadar küçük, ama kalın bir atmosferin yıldız rüzgarları tarafından uzaklara savrulmasını önlemeye yetecek kadar büyük demektir. Küçük miktarlardaki su bu­ harının morötesi fotolizi bile böylesi bir "süper Mars"ın üst atmosferinde çok küçük miktarlarda serbest oksijen üretebi­ lir, dedi Kasting; ama tepkimeye girebileceği hiçbir volkanik

196 DENGE BOZ ULDUGUNDA

gaz olmadan ve suya hapsolup, oksijen soğuran minerallerle karşılaşamayacak durumda olan yüzey suyuyla birlikte, ağır ağır damlayan bu oksijenin birikerek atmosferi doldurup yaşam yanılgısı yaratması milyarlarca yıl sürecektir. Bizim Güneşimizden kayda değer ölçüde farklıolan yıldızların çev­ resinde dönen gezegenler düşünüldüğünde, olası biyo-imza­ ların yorumlanması endişe verici ve belirsiz bir hal aldı; ör­ neğin her ne kadar bizim yıldızımızdan daha küçük ve daha soğuk olsalar da bazı kızıl cüceler, kayda değer biçimde daha fazla, yaşanabilir bölgelerindeki gezegenlerin atmosferik fo­ tokimyasını radikal bir şekilde değiştirmeye yetecek kadar morötesi ışıma yayıyorlar. Penn State'ten çıkıp 322 numaralı yol üzerinde Black Moshannon'a doğru ilerlerken, Appalaş'ın kuvarsit, kumtaşı ve şistten oluşan bir dalı olan Bald Eagle Dağının yanından geçtik. Yol çatallanıyor, dağın içinden geçiyor ve 2000'lerin ilk on yılında inşa edilmiş yeni bir otoban olan Eyaletlerara­ sı Otoban 99'un bir uzantısı halinde ayrılıyordu. I-99'un yanı başında 322 üzerinde devam ederken, yol ayrımını çevreleyen uzun, eğimli tepelerin tuhaf bir biçimde pürüzsüz ve çıplak olduğunu fark ettim. Baktığım şeyin hiç de kaya ve toprak değil, tel örgülerle tutulan koyu gri ve siyah plastik taba­ kaları olduğunu gördüm. Bu şeylere işaret edip, Kasting'den bana neye tanıklık ettiğimi açıklamasını istedim. "Bir süre önce burada kötü bir asit akışı vardı. Yol ayrımı­ nı yaparlarken, Pennsylvania Ulaştırma Bakanlığı kumtaşı­ nı deldi ve arta kalan tozlaşmış taşların tamamını temel ve dolgu yapımında kullandı. Kumtaşının üzerinde pirit, yani ahmak altını damarları görülüyordu. Arazi mühendisleri de bu şeyi inşa etme telaşesi içinde bir şekilde bunu gözden kaçırmışlar." Kasting başını salladı. "Pirite 'indirgenmiş' kaya diyorsun. Bu madde demir ve sülfürden oluşuyor, do­ layısıyla oksijene maruz kaldığında da demir oksit ve sülfat olarak parçalanıyor. Doğal bir biçimde, çözünmüş atmosfe­ rik C02'den gelen karbonik asit barındıran yağmurla bunu karıştırdığında karbonik asit sülfatla tepkimeye girerek yo­ ğunlaşmış sülfürik asit oluşturuyor, bu da kayaları aşındırıp

197 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ağır metalleri yıkayarak zeminden atıyor. Neredeyse anında, tüm bu yoldan akış gelmeye başladı, hem yeraltı suyuyla bazı sağlam alabalık akıntılarına da karışıyordu; bu yüzden otoban dört yıl kapatıldı, on milyonlarca dolara mal oldu. Tekrar geriye dönüp bu maddeden bir milyon metreküp çı­ kardılar, onu da atık sahasına gömdüler; sonra geri kalanı­ nın da üzerini kapattılar. Birazcık daha dikkat göstererek kendilerini bunca zahmetten kurtarabilirlerdi, sence de öyle değil mi?" Eğer Kasting'in çalışmalarının bir teması varsa bu, görü­ nüşte basit olan hava, kaya, su ve güneş ışığı etkileşimleri­ nin verebileceği şaşırtıcı ve bazen de etkili içgörüler üzerine uzun uzadıya düşünme sabrına sahip olması olmalı. Aslına bakılırsa Kasting'in kariyerindeki en büyük dönüm nokta­ sına, gezegen yaşanabilirliği üzerine kendisinden sonra ge­ len tüm çalışmalarda devrim yaratan bir içgörüye yol açan şey de bu derin sabrıydı. Bu, onun aklına 1979'un sonlarına doğru bir gün babasının onu "gerçek bir iş bulmaya" zorla­ masından birkaç yıl önce, Michigan Üniversitesinde doktora tezini sunarken gelmişti. Kasting'in çığır açan fikri, Güneş'in milyarlarca yıl sü­ resince ağır ve durağan aydınlatmasına rağmen, Dünya'nın ılıman yüzey sıcaklığını tüm bu süre içerisinde görece dar bir aralıkta tam olarak nasıl sürdürdüğüyle ilgileniyordu. Gezegenimiz henüz tazeyken, Güneş'in bugün olduğundan yüzde 30 oranında daha az ışık vermiş olması gerekiyor; bu da Dünya'nın yüzeyini tarihinin ilk yarısının tamamı bo­ yunca tamamen dondurmaya yetip de artacak bir azalma demek. Ancak bilim insanları, tüm bu süre boyunca Dünya üzerinde sıvı suyun bulunduğuna dair bolca kanıta rast­ ladı. Her ne kadar araştırmacılar bu "solgun genç Güneş sorunu"nun altında yatan astrofiziği 1950'lerde anlamışsa da, Carl Sagan ve meslektaşı George Mullen tarafından ya­ zılan makale yoluyla gezegen bilimciler bunun farkına yay­ gın bir biçimde 1972'ye kadar varamamıştı. Bu makalenin ardından, yaşanabilir bölgelere dair öncül tahminler altüst oldu.

198 DENGE BOZULDUGUNDA

Yeniden yapılandırıcı çabalar 1970'lerin sonlarında, NA­ SA'daki Goddard Uzay Uçuş Merkezinden bir astrofizikçi olan Michael Hart, solgun genç Güneş'in, Dünya'nın atmos­ feri ve ikliminin evrimi üzerindeki etkilerini simüle ettiğinde başladı. Hart, sanal Dünya'sının, yalnızca erken dönemde sa­ hip olduğu atmosferdeki sera gazı envanterinin kayda değer oranda artmış olması halinde bugünkü dünyamıza benzeye­ cek biçimde hayatta kalıp evrim geçirebileceğini gördü. Bu­ nun şaşırtıcı bir yanı yoktu; çoğu araştırmacı, erken dönem Dünya'nın donmaktan bu şekilde kaçınmış olması gerekti­ ğini düşünüyordu (ve halii da öyle düşünüyor). Ama Hart'ın diğer bulguları daha rahatsız ediciydi: eğer Dünya'yı solgun Güneş'e yüzde beş oranında yakınlaştırırsa, artan sera etkisi gezegenin okyanuslarını hızla kaynatıyordu. Daha da kötüsü, Dünya'yı solgun genç Güneş'ten yalnızca yüzde bir oranında uzaklaştırdığında, gezegen iki milyar yıl boyunca bünyesine oksijen aldıktan sonra, metan gibi sera gazlarında gerçekle­ şen düşüş, ta ekvatora kadar inerek, bütün bir donmuş okya­ nus tabakasıyla sona eren "buz albedosu" geri bildirim dön­ güsünün içerisinde her zamankinden daha fazla güneş ışığı yansıtan parlak buzullar yaratıyordu. Hart'ın modeli ne ka­ dar süreyle çalışırsa çalışsın, donmuş gezegen sonsuza dek buzun içinde kısılı kalıyordu. Gezegenimizin kendi Kartopu Dünya olaylarına dair henüz hiçbir kanıt bulunmamıştı, do­ layısıyla Hart, kontrolsüz buzullanmanın kaçınılmaz biçim­ de ölümcül bir sorun olduğuna inanıyordu. Hart'ın bulduğu haliyle Güneş'in yaşanabilir bölgesi fazlasıyla küçüktü ve Dünya'nın bu alanın orta yerinde oluşmuş olması ihtimali yalnızca ufacık mutlu bir tesadüften ibaretti. Dondurucu bir soğuklukla, galaksimizde önceden düşünülenden çok daha az sayıda yaşanabilir gezegen bulunduğu kanaatine vardı. Hart'ın tahminlerine göre, Dünya pekiiliiyalnız olabilirdi. James Lovelock, çılgıncasına farklı bir fikre sahipti. O, Dünya'nın, muhtemelen çoğunlukla C02'den oluşan birtakım etkili atmosferik sera gazlan karışımını kullanarak solgun genç Güneş'e dayanabilmiş olduğunu düşünüyordu. Amage­ zegenimizin, tarihinin erken dönemlerinde kontrolsüz sera-

199 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

dan kaçınmış olmasının sebebinin, fotosentetik organizma­ ların havadan co2 fazlalığını çekip, onu gömülmüş organik karbona Dünya'nın ısısının sabitlenmesi için tam ayarında bir oranda hapsetmesi olduğunu varsayıyordu. Onun görü­ şüne göre, dünyanın jeofiziksel sistemleriyle yakından eşle­ şip birlikte evrim geçirerek Dünya'nın yaşanabilirliğini et­ kin ve bilinçsiz biçimde sürdüren şey, yaşamın kendisiydi. Eşleşmenin, en büyük ölçeklerde, canlılarla onların cansız çevreleri arasındaki farkın ortadan kalktığı ve dünyanın ge­ zegen ölçeğinde bir organizmaya benzer biçimde hakkıyla karmaşık bir sistem olarak görülebildiği kadar yakın oldu­ ğunu öne sürüyordu. Biyosferle Dünya'nın geri kalanının bu birleşmesine, Yunan mitolojisinde Dünya Ana isimli tanrıça­ dan esinlenerek "Gaia" adını verdi. Amerikalı biyolog 'le işbirliği içinde çalışan Lovelock, bu kuramını geliştirerek engin bir literatüre yazarlık etti. Kasting'in bu tartışmaya yaptığı katkı, yaşam öncesi Dünya'da oksijenin yükselişi üzerine olan doktora tezi için gerçekleştirdiği karbon döngüleri çalışmasından geliyordu. Kasting özel olarak, C02'nin fotolizinin, siyanobakteriler ve oksijenli fotosentezin ortaya çıkmasından uzun süre önce atmosfere önemli miktarlarda oksijen pompalamış olup olamayacağını inceliyordu. Bu sorunun üstesinden gelmek için, ilk önce ilkel Dünya'da ne kadar C02'nin bulunduğu­ nu hesaplaması, sonra da bu bilgiyi özel olarak tasarlan­ mış sayısal modellerinden birine uygulaması gerekiyordu. Dünya'nın atmosferinde bugün bulunan C02'nin büyük bir kısmının çalışma düzeni biyosfertaraf ından, canlıların bü­ yürken karbona el koydukları ve ölüp çürüdüklerinde de onu çevreye geri bıraktıkları "organik" bir karbon döngüsü içeri­ sinde ayarlanıyor. Ama yaşamın Dünya'ya egemen olmasın­ dan önce çalışan ve bugün de kabaca milyon yıllık zaman öl­ çeklerinde çalışmaya devam eden, karbonat-silikat döngüsü adı verilen daha eski ve inorganik bir karbon döngüsü daha mevcut. Asit akışının yaşandığı o yol ayrımından geçerken, Kasting'le ben bu inorganik döngünün küçük ve izole bir bi­ leşenine şöyle bir bakış atmıştık.

200 DENGE BOZULDUGUNDA

İnorganik karbon döngüsü, volkanlar tarafından havaya püskürtülen co2 yağmur suyuyla karışıp karbonik asit ola­ rak yağdığında başlıyor. Karada, karbonik asit silikat kaya­ ları soldurup aşındırarak, yeraltı suyunda, akıntılarda ve ne­ hirlerde biriken karbon bakımından zengin mineralleri açığa çıkarıyor. Bald Eagle Dağını geçerken bu ilk adıma tanıklık etmiştik; döngünün bunu takip eden adımlarının çoğu, insan yaşamının uzay ve zaman bakımından sahip olduğu sınır­ ların ötesinde gerçekleşiyordu. Karbon, suyla birlikte akıp okyanusa karışıyor, nihayet deniz tabanına düşerek kireçtaşı gibi karbonat kaya katmanları oluşturuyor. Levha tektoniği hareketleri karbonatla dolu deniz tabanını Dünya'nın kabu­ ğuna doğru ittiğinde, ısınan kayalardan yükselen karbon, patlayıp periyodik döngüyü tamamlayan volkanlar yoluyla atmosfere geri akan C02'yi oluşturuyor. Kasting, doktora tezi üzerinde çalışırken, erken dönem Dünya'nın yaşam dışı karbonat-silikat döngüsünü kısıtlamak için bulabileceği en iyi tahminleri topladı ve modelini tüm bu verilere uyguladı. Deneyin sonunda, fotolize uğramış C02'nin seyrek bir stra­ tosferik ozon tabakası oluşturmuş olabileceği, ama bunun dışında pek az şey yaptığı ve kesinlikle atmosferi zenginleş­ tirecek yeterlilikte oksijen üretmediği sonucuna vardı. Kasting'in tezi büyük oranda, Michigan Üniversitesinde saygın bir atmosfer bilimci olan ve Kasting'i kanatları altına alan James Walker'ın fikirlerine dayanıyordu. Sonuç itibariyle, Kasting'in tezini gözden geçiren jüri üyeleri arasında Walker da vardı. Kasting tezini inceleme komitesinin önünde başarıyla savundu ve sonrasında çiçeği burnunda Dr. Kasting kendisini sorguya çekenlerle birlikte yemek masasına oturdu. Kasting, Walker ve bir başka jüri üyesi, atmosfer bilimci Paul Hays, Hart'ın erken dönem Dünya'daki kontrolsüz buzullanmanın rahatsız edici sonuçları ve olası çözümleri üzerine tartışmaya başladı. Lovelock'ın kuramı akla yatkın görünüyor, ama sinir bozucu biçimde şüpheli ve totolojik kalmaktan kurtulamıyor­ du: Gaia hipotezi, bir gezegenin yaşanabilir olması için önce­ likle üzerinde yaşayanların olması gerektiğini öne sürüyordu. Belki de yaşamdan bağımsız bir şey kontrolsüz buzullanmayı

201 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK alt edip etkisizleştirmiştir, diye bir öneri sundu Walker; örne­ ğin erken dönem Dünya'daki bir bulut yoksunluğu, buzları eri­ ten daha fazla güneş ışığının gezegenin yüzeyine ulaşmasına olanak sağlamış veya volkanik patlamalar zaman içinde, bu­ zullanmış gezegeni, daha fazla güneş ışığı soğuran karanlık bir kül tabakasıyla kaplayıp buzu eritmiş olabilir. Ama tüm bu açıklamalar yetersiz geliyordu; gerçekleşip gerçekleşmemeleri gerekliliktençok bir şans meselesi gibi görünüyordu. Tez savunmasından dolayı karbonat-silikat döngüsüne dair tüm o detaylar zihninde hala taze olan Kasting bir an düşünmek için durakladı ve sonra daha basit bir fikrinin olduğunu söyledi. "Eğer Dünya tamamen buzla kaplanmış olsaydı, iç kısmı sıcak kalırdı ve volkanik etkinlikler at­ mosfere co2 pompalamaya devam ederdi," diye tereddütle başladı. "Ama o durumda, ortaya çıkmış daha az miktarda silikat kaya olurdu ve düşük sıcaklıklar havadaki su buha­ rını dondururdu ... Öyleyse C02 nereye gidebilirdi ki? Neden sera etkisi buzu eritene kadar atmosferde birikmeye devam etmesin? Aşınma oranları sıcaklığa bağlı olmamalı mı? Bel­ ki de çıkış yolu budur." Öğle yemeğinin geri kalanı boyunca ne kadar çabalarlarsa çabalasınlar, ne Walker ne de Hays, Kasting'in gözlemine herhangi bir itiraz geliştirebildi. Son­ raki gün Kasting, Boulding-Colorado'da bulunan Ulusal At­ mosferik Araştırma Merkezindeki bir doktora sonrası araş­ tırma işi için Michigan'dan ayrıldı. 322 numaralı yol bizi Bald Eagle Dağından geçirdikten sonra bitişikteki bir vadiye atmıştı; biz de buradan bir başka otobana girip kuzeydoğudaki Philipsburg kasabasına doğ­ ru ilerlemeye başladık. Sekiz kilometre boyunca pencerenin dışından ağaçlarla kaplı sırt çizgileri, otlaklar ve tren rayla­ rı geçtikten sonra, Kasting sol tarafa, otobanın dışına bak­ mamı işaret etti. Kıvrılarak dalga dalga meşe ormanlarıyla kaplı tepelere çıkan asfalt yola girdiğimizde, yanımdaki yol­ cu koltuğunda kıkırdadı ve sesinde hevesli bir havayla, "Bu muhtemelen bugüne kadar aklıma gelmiş tek en iyi fikirdi, ama bunun farkına o zamanlarda varamamıştım; hala oksi­ jen artışıyla daha fazlailgiliyd im," dedi.

202 DENGE BOZ UL DUGUNDA

Doktora savunmasından on ay sonra, Boulder'da çalı­ şırken, Kasting'e postayla büyükçe bir kutu geldi. Kutunun içinde, "Dünya'nın Sıcaklıklarının Uzun Süreli Kararlılığı İçin Olumsuz Bir Geribesleme Mekanizması" başlığını taşı­ yan kalın bir metin taslağı vardı. Walker ve Hays'ten sonra Kasting'in ismi, makalenin üçüncü yazan olarak geçiyordu. "Walker gitmiş, her şeyi çözüme kavuşturmuştu," diye anımsadı Kasting. "Sanıyorum Hays, ona matematik kısmın­ da yardımcı olmuştu. Çoğunlukla laboratuvar verilerini ta­ rayarak silikat aşınma oranlan hakkında ulaşılabilir olan tüm bilgileri [Walker) toplamış ve evet, bunların sıcaklık ve yağmura bağlı olduğunu hayli ikna edici biçimde göstermiş­

ti. Tüm o verilerden, kısmi co2 basıncıyla gezegenin sıcaklı­ ğının bir işlevi olarak aşınma oranlan için bir ifade türet­ mişti." Kasting'den, basit bir dille, makalenin püf noktasının tam olarak ne olduğunu tekrar anlatmasını istedim. "Oldukça basit," diye cevap verdi. "Makale, Dünya'nın sı­ caklığı arttığında suyun buharlaşmasının da artacağını söy­ lüyor. Bu olay, havayı daha fazla su buharıyla dolduruyor, havaysa haliyle daha fazla karbonik asit 'yakalıyor' ve bu karbonik asit de daha sık ve yoğun yağmurlarla yeryüzüne yağıyor. Tüm bunlar silikat aşınmasını artırıyor, bu da C02'yi azaltıp Dünya'yı soğutuyor. Eğer sıcaklıklar yeterince düşer de kontrolsüz bir buzullanmaya yol açarsa, azalan aşınma yoluyla birikmiş co2, gezegenin on milyonlarca yıl içerisinde yeniden ısınması için bir yol sağlıyor." Kasting'in sesi yükselmiş, elleri de aklındaki karbon dön­ güsü senfonisini yönetmek üzere kucağından havalanmıştı. "Bizim gösterdiğimiz, daha doğrusu Walker'ın gösterdiğiyse karbonat-silikat döngüsünün, tıpkı büyük bir termostat gibi, Dünya benzeri bir gezegenin sıcaklığını tehlikeli noktalar­ dan genellikle uzak tutan istikrar sağlayıcı bir geribesleme olduğuydu. İşte kilit nokta bu; Hart'ın sorununun yanıtı, Lovelock'ın Gaia hipotezinin yaşam dışı alternatifi, yaşana­ bilir bölgenin dar değil de geniş olmasının sebebi! Bu tür bir istikrar sağlayıcı geribesleme olmaksızın, yaşanabilir geze-

203 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK genler muhtemelen Hart'ın düşündüğü kadar nadir olurdu. Elde bunlar olunca, kendimi bu tür gezegenlerin hayli yaygın olduğunu düşünmekten alamıyorum." Makalenin 1981 yılında Jo umal of Geophysical Research'te yayımlanmasının ardından, ortaya koyduğu esas çıkarımlar tüm dünyada şaşkına dönmüş gezegen bilimciler tarafından hızla benimsendi. Birbirinden ayn üç araştırma­ cı -Robert Berner, Antonio Lasaga ve Robert Garrels- ma­ kalenin bulgularını, biri kısmen dünyadaki farklı nehirlerde çözünmüş halde bulunan minerallerin ölçümlerine dayalı olmak üzere, karbonat-silikat döngüsü hakkında daha kar­ maşık çalışmalar yaparak bağımsız biçimde doğruladı. Yeni veriler, Walker'ın sıcaklığa bağlı aşınma oranlarından yaptığı türetimlerle tutarlı oranlarda, ekvatora daha yakın olan nehirler daha fazla; daha yüksek, daha soğuk enlem­ lerde bulunanlarınsa daha az karbon bakımından zengin mineral barındırdığını ortaya çıkardı. l 990'larda, jeologlar Proterozoik'te gerçekleşmiş Kartopu Dünya olaylarını keş­ federek karbonat-silikat kararlılığının daha da fazla kabul görmesini sağladılar. Milyarlarca yıl önce ekvator yakınla­ rında oluşmuş bir kabukta, buzullar tarafından toza dönüş­ türülüp hapsedilmiş, parçalanmış kaya tabakaları buldular. Ekvatoral iri tanecikli derin su tortu yataklarında stalaktit­ ler, yani yerlerinden sökülüp, yayılan buzulların ufalanan yan yüzlerinde kıyıdan uzaklara taşınan büyük, ağır kayalar buldular. Dünya tarihinin bu tek hücreli çağında muazzam taşlan denize fırlatacak büyüklükte hiçbir canlı yaşamadı­ ğından, Proterozoik stalaktitler için akla yatkın tek açıklama buzul taşıması. Doğrudan antik buzul tortularının üstesin­ den gelen jeologlar, Kasting'in öne sürdüğü karbonat-silikat termostatın apaçık kanıtlarını buldular: volkanik C02'ye doymuş bir atmosferin bir buzul buz kabuğunu hızla eritip uzaklaştırmasından sonraki fotosentetik üretkenliğin dalga­ larında yatan, yüzlerce metre kalınlığında sıcak su karbonat kayası. Geriye dönüp bakıldığında, Walker, Hays ve Kasting'in keşfettiği mekanizma, uygulamalarında apaçık ortada gibi

204 DENGE BOZULDUGUNDA görünüyordu. Venüs, Dünya ve Mars'ın birbirinden ayrılan kaderleri birdenbire daha az gizemli bir hal aldı. Görünüşe göre üçü de ılıman sıcaklıklarla ve sıvı yüzey suyuyla başla­ mıştı, ama yalnızca Dünya bu koşullan sürdürebilmişti, çün­ kü yalnızca Dünya karbonat-silikat termostatını elinde tuta­ bilmişti. Tektonik levhaların devinimlerini kayganlaştırma ve karbonat kaya oluşturmak için atmosferden co2 almada su gerektiğinden, Venüs suyunu kaybettiğinde termostatını da kaybetmişti. Mars ise termostatını, Güneş'e çok uzakta oluşmuş olduğu için değil fazla küçük olduğu için kaybet­ mişti. Karbonatlan geri dönüştürmede gerekli volkanizmayı sürdürmek için gezegenin elinde jeotermal ısı kalmamıştı ve küçük boyutu da Mars'taki atmosferin büyük bir kısmı­ nın uzaya kaçmasına olanak sağlamıştı. Bir zamanlar ne­ hirlerden akan ve denizlerde toplanan Mars suyu, zeminde donmuştu. Eğer Mars biraz daha büyük olsaydı, karbonunu daha kolay bir biçimde geri dönüştürebilir ve muhtemelen bugün bile yaşanabilir bir gezegen olabilirdi.

***

Büyük meşe ve vişne ağaçlarının gölgesinde hava nemlen­ miş, serinlemişti ve uzun, sıska çamların zaman zaman gö­ rüldüğü yola yalnızca küçük parçalar halinde güneş ışığı düşünüyordu. İleride Black Moshannon Gölü, bataklık yo­ sunundan, yeşil sazlıklardan, hasırotundan, çimenlerden ve yaprak dökmeyen kayışyaprağı fundalanndan oluşan batak­ lık bir açıklığa doğru dolambaçlı bir biçimde uzanıyordu. Bitkilerin tanenleri, göl suyuna demli çay rengi veriyordu. Görünürde başka tek bir insan bile yoktu. İnsan yapımı kü­ çük bir kumsalın kenarına park ettik ve bulutsuz mavi gök­ yüzünün altına çıktık. Kasting, böylesi bir havanın, kendisi­ nin 1-D modellerinden biri için kusursuz olduğunu söyleyip espri yaptı. "Önümüzdeki hafta sonu burası ana baba günü olacak," dedi, ormanın kızıl ve altın gibi sonbahar tonlarıyla tutuşmuş olan sınırına bir bakış atarak. "Zirve renginin yal­ nızca birkaç gün ilerisindeyiz. Kısa bir süre sonra, belki bir hafta filan,yap raklar dökülmeye başlayacak."

205 BEŞ Mi LYAR YI LLIK YA LNIZ LIK

Karbonat-silikat termostat keşfinin öncesinde, astronom­ lar genellikle dünyanın sonunun beş milyar yıl sonra Güneş şişerek Dünya'yı cürufa çevirecek bir kızıl deve dönüştüğün­ de geleceğini düşünüyordu. Gezegen bilimciler, gezegenin kendisi o kadar uzak bir gelecekte yerli yerinde olsa bile ok­ yanuslar olmadan o zamana kadar çoktan ölü bir gezegen halini alacağı sonucuna varmıştı ve böylece dünyanın sonu bir ve iki milyar yıl sonrası arasındaki bir yere, daha parlak bir Güneş'in altında okyanusların buharlaşarak uzaya kaçtı­ ğı bir zamana yerleştirilebiliyordu. Karbonat-silikat termos­ tat, biyosferin ölümüne giden daha yeni, daha hızlı bir yolu ortaya çıkardı: atmosferik C02'nin kademeli biçimde jeolojik olarak alçalması. Gezegenin iç kısmı yavaşça soğurken, vol­ kanizma da azalarak atmosfere daha az co2 pompalayacak. Aynı anda, istikrarlı biçimde aydınlatan Güneş, sıcaklıkları kademeli olarak artırıyor, havaya daha fazla su buharı pom­ palayarak kayaları aşındırıp daha fazla C02'yi aşağı çekiyor olacak. Nihayet atmosferik C02 seviyeleri fotosentezin ger­ çekleşebileceği noktanın da altına düşecek, besin zincirinin temeli çökecek, atmosferik oksijen seviyeleri baş aşağı dü­ şecek ve Dünya'daki yaşamın büyük bir kısmı ölecek. Walker bunu en başında, 198l'deki makalenin son cümlesinde, "ka­ rasal biyotanın kendisini uzun vadede karbondioksitin istik­ rarlı yok oluşu kadar ortalama yüzey sıcaklığının istikrarlı artışına göre de ayarlamak zorunda kalacağını" yazdığında farketmi şti. 1982 yılında, Lovelock ve meslektaşı Michael Whitfield, Dünya'nın atmosferinin ne kadar zamanının kaldığını be­ lirlemek için karbonat-silikat termostatın ayrıntılı bir mo­ delini yarattı. Çalışmanın Nature'da yayımlanan sonuçları, mahşer gününün yalnızca yüz milyon yıl içerisinde gelece­ ğini gösteriyordu; bu, 4,5 milyar yıl yaşındaki bir gezegen için çok kısa bir süreydi. İnsan ölçeğinde bakıldığında, Love­ lock ve Whitfield'ın öngörüsü, kırk beş yaşındaki bir kadına yalnızca bir yılının kaldığını söylemeye eşitti. Astronomlar, gezegen bilimciler ve jeologlar şaşkınlığa uğramıştı, ama bu alanlardaki azınlığın dışında, dünyanın eli kulağında ölü-

206 DENGE BOZULDUGUNDA münün haberine büyük oranda kulak asılmadı; yüz milyon yıl pekala sonsuz demek de olabilirdi. Derin zamanla ilgile­ nenlerde sıklıkla görüldüğü gibi, on yıl sonra bilim insanları dünyanın göze büyük gelen bu sonunu yeniden değerlendi­ recekti. 1992 yılında, Kasting ve onun doktora sonrası öğren­ cisi Ken Caldeira, Dünya'nın fotosentetik bozulması üzerine daha incelikli, biyosfere kısacık da olsa rahat bir nefes aldı­ ran sonuçlar veren bir hesaplama gerçekleştirdi. "Gezegenler fotosentez yaparlar, ama aynı zamanda nefes de alırlar; vücutlarındaki karbonu sabitlemek için oksijen 'solurlar'," diye açıkladı Kasting, göle yaklaşıp kıyıda yürü­ meye başladığımız sırada. "Dünya'daki bitki türlerinin yüzde doksan beşi, tüm ağaçlar ve çoğu tahıllar, 'C3' fotosentezi denen bir şeye bağlıdır. Fotosentetik yollarında attıkları ilk adım, üç karbon molekülüne sahip bir organik karbon zinci­ ri yaratır. Karbon milyonda 150 oranının altına düşerse, C3 bitkileri fotosentez yapabileceklerinden daha hızlı biçimde nefes almak zorunda kalırlar, bu yüzden de ölürler. Lovelock ve Whitfield'ın modelinde, atmosferik co2 yüz milyon yılda 150 ppm'yi vuruyor. Ken, benim muhtemelen daha iyi olan iklim modelimi kullandı ve atmosferdedeğil ama karada co2 seviyelerini yirmi otuz kat artırabilen olaylan, yani organik madde çürümesi ve bitki köklerinin nefes almasını da he­ saba kattı. Bunu da göz önünde bulundurursak, C3 bitkileri muhtemelen 500 milyon yıl kadar yaşayabilir." Kasting eğildi ve ıslak zeminden birkaç yeşil çimen ko­ pardı. "Lovelock ve Whitfield aynı zamanda karbonda daha etkili olan C4 fotosentezleyicileri de dışarıda bıraktı. Çi­ menler C4'tür. Mısırla şeker kamışı da öyle. Yalnızca on ppm C02'yle bile hayatta kalabilirler. Bizim modelimiz, bugünden 900 milyon yıl sonrasına kadar C02'nin on ppm'den yukarıda olacağını gösterdi; dolayısıyla ağaçlar ve ormanlarkayb edi­ lebilir, ama o noktadan sonraki 400 milyon yıl boyunca elde hala çimenlikler ve mısır tarlaları kalacaktır. Bu gölün etra­ fında bulunan birçok bitki hala hayatta olacaktır. C4 yeni bir uyumlanım -belki de azalan co2 yüzünden-, yani tüm o süre boyunca evrim daha da akıllanabilir. Ama bir kez on ppm'in

207 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

altına düşüldüğünde, C02'nin sera etkisinin büyük bir kıs­ mı kaybolur, dolayısıyla su buharının olumlu geribeslemesi işleri devralır, ortalık ısınır, stratosfer nemlenir ve tüm su kaybedilir. Tüm o co2 en sonunda kayalardan tekrar ortaya çıkar, ama yalnızca artan sıcaklıklar biyosferde geri kalan ne varsa onları pişirdikten sonra. Sonuçlarımızın nihai olduğu­ nu söyleyemem, ama bizim modelimiz daha iyi varsayımlar kullanıyor ve Dünya'daki yaşama yüz milyon yerine bir mil­ yar daha veriyor." "Yani Dünya'nın biyosferi şu anda sonbaharı, düşüş dö­ nemini yaşıyor," diye kışkırttım onu. "Şu anda Dünya için yazın yaşandığını söyleyebilirim, çünkü birçok mikrop 80 ila 100 derece Celsius'ta hayatta kalabiliyor, kaldı ki gezegen su kaybetmeye başladığında da sıcaklıklar bu civarda olacak; ayrıca anaeroblar ve kemosen­ tez yapan canlılar yüzeyin altında daha bile uzun yaşayabi­ lir," diye duygusuzca yanıtladı. "Ha, tamam, ezikler Dünya'yı ele geçirir yani. Peki ya bi­ zim gibi karizmatik megafaunalar?" "Belki de karmaşık yaşam için sonbahar gelmiştir. Cö­ mertçe varsayalım ki insanlar veya zekanın bir biçiminin, C3 bitkileri tükenene kadar dayanabileceğini, asıl büyük sorunların o zamandan sonra başlayacağını varsayalım. Bu, Dünya'daki tespit edilebilir yaşamın beş milyar yılı içerisin­ de 500 milyon yıl demek. Zeka, Dünya'daki yaşamın tarihinin potansiyel olarak onda birlik, işleri C4'le biraz ağırdan alır­ sak da beşte birlik diliminde var olabilir. Kambriyen Patla­ ması yaklaşık 500 milyon yıl önce gerçekleşti. Yani belki de Dünya'nın, karmaşık yaşam için bir veya bir buçuk milyar yıllık bir zamanı vardır." Kasting yürümeyi bıraktı ve otları parmakları arasında döndürerek sessizce dikildi. "Bana göre bu, Drake denkle­ mindeki ifadelerden en az biriyle, Üzerlerinde akıllı yaşamı geliştiren gezegenler kısmıyla ilgili," dedi en sonunda, bir kez daha bir ayağını diğerinin önüne atarak. "ister biyolo­ jinin kısıtlılıklarıyla ilgili olsun, ister gezegen ortamının jeofiziksel evrimiyle, karmaşık yaşamın gelişimi Dünya'nın

208 DENGE BOZULDUGUNDA

ömrünün ilk yarısını aldı. Zekaysa daha yeni, Güneş'in on milyar yıllık ömrünün orta noktasında peyda oldu ve yarım milyar yıldan daha uzun süre de buralarda durması pek ko­ lay olmayacak. Bizim gibi şeylerin nadir olduğunu düşün­ mek geçerli bir akıl yürütmedir. Sırf iklimlerin istikrarlı hale gelmesi için yaşam dışı bir yol bulunmasına yardımcı oldum diye insanlar beni Gaia hipotezine düşman ilan etti, ama ben daha çok bir şüpheciyim. Ya şamın, içinde bulunduğu ortamı gerçekten de değiştirebildiği ve iklimi kendi yararına göre düzenleyebildiği açık ve net. Ya şamın aynı zamanda iklimi dengeden çıkarabileceği de gayet net. Tüm bunlar bir bakış açısı meselesi. Oksijenin yükselişine yaşam sebep oldu, bu da muhtemelen kontrolsüz buzullanmaya yol açtı. Bu pek de Gaia'cı bir yaklaşım değil. Ama sonra yine, oksijenin artışı bizi ortaya çıkardı. Bunda herhangi bir tür amaç olduğunu söylemek muhtemelen hata olacaktır, ama eğer Gaia'nın bir amacı vardı denebilirse, bu amaç daha yüksek yaşam formla­ rının, insanların evrimi olabilir. Bunun sebebi de insanların prensipte bu gezegenin sonunu erteleyip Gaia'nın menzilini Dünya'nın ötesine doğru genişletebilecek olmasıdır. Zeka ve teknolojinin siyanobakterilerden daha güçlü olduğu ortaya çıkabilir. Bana bir tekno-Gaialı diyebilirsin. Muhtemelen Güneş'in daha parlak hale gelmesini engelleyemeyiz, ama yine de Dünya'yı koruyabiliriz. Yüz milyonlarca yıl içinde Güneş bir sorun haline gelecek, ama ilerlememizi sürdüre­ bilirsek, yalnızca bir veya iki asır içerisinde bir güneş kalka­ nı, belki de güneş ışığının bir kısmının gezegene çarpmasını engelleyebilecek küçük aynalardan oluşan yörüngesel bir bulut yaparak daha parlak bir Güneş'i etkisizleştirecek du­ ruma gelebiliriz. Gezegeni başka biçimlerde mahvetmek için kendimizi paralamazsak Dünya'yı potansiyel olarak milyar­ larca yıl boyu koruyabiliriz. Neden yapmayalım ki? Pişmek istemeyiz sonuçta." "Şu anda kendimizi veya gezegeni mahvetmediğimizi mi düşünüyorsun?" diye sordum. Tek bir insana rastlamadan gölün uzak kıyısına ulaşmıştık. Ani ve derin bir kükremeyle, dönen tekerlekleri, çakılları birer saçma tanesi gibi ağaçlara

209 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ve çalılıklara uçuran beyaz bir Ford F-150, kıvrıla kıvrıla göl kenarındaki tepeciklere giden bitişikteki mucur yola ulaştı. Bundan ürken pamuk kuyruklu üç tavşan saklandıkları yer­ den çıkıp ormanın derinliklerine koştu. Kasting kaşlarını çattı ve kopardığı otlan yere attı. "Şu anda türümüzün yaptığı şeyler yüzünden uykularım kaçı­ yor. Mesele sadece iklim de değil. Dünya'nın kaynaklarını saçıp savuruyoruz. Biyoçeşitliliğe korkunç şeyler yapıyo­ ruz. Bizim kendi ellerimizle gerçekleştirdiğimiz bir başka büyük kitlesel yok oluşun ortasında yaşadığımıza şüphem yok. Muhtemelen yaşamın kendisini yok oluşa sürükleyeme­ yeceğimizden veya gezegeni kontrolsüz bir sera olmaya zor­ layamayacağımızdan ne kadar avuntu bulunabilirse, onunla yetiniyorum.Kar bonat-silikat döngüsü, fosil yakıt atımlarını bir milyon yıllık bir zaman ölçeğinde silecek ve ondan son­ ra da atmosferik C02'nin uzun düşüşü devam edecek. Daha akıllı olsaydık, tüm petrolü, kömürü ve gazı, gezegenin bun­ lara gerçekten ihtiyaç duyacağı zaman için istiflerdik. Ge­ zegenin sıcaklığını on derece Celsius kadar yükseltmeye ve Dünya'yı geçtiğimiz yüz milyon yılda, belki de daha da uzun bir zamanda olduğundan daha sıcak hale getirmeye yetecek kadar fosil yakıt mevcut. Muhtemelen Dünya'yı, Arkeen'den beri sahip olduğu en yüksek sıcaklığa getireceğiz. Bu sıcak­ lık buz tabakalarını eritecek ve yükselen denizler yüzünde:µ kıtasal karaların aşağı yukarı yüzde yirmisini kaybedeceğiz. Ekvatoral bölgelerdeki tarımsal ekinlerin birçoğu halihazır­ da ısıya dayanma sınırlarına yaklaştıklarından, bu yerler esasında yaşanmaz hale gelebilir. Dünya nüfusunun yansı yerlerinden olabilir. Nüfuslar da küçülüp kutuplara doğru kayabilir. Milyarlarca insan yaşamını kaybedebilir... Ama teknoloji ilerlemeye devam ediyor. Belki küresel ekonomi yir­ mi, otuz yılda iyileşir. Belki de iklim değişikliğinin en kötü etkilerinden bazılarını tersine çevirmenin veya etkisiz hale getirmenin mantıklı yollarını buluruz. Belki sonunda bir TPF inşa edip uzaya göndeririz ve onun bulduğu her neyse, bizim kendi gezegenimizi daha fazlatakdir etmemizi sağlar. Bence hala vakit var."

210 Bölüm 8

IŞIGIN SAPMALARI

8 Temmuz 201 1 sabahı, Cape Canaveral-Florida'nın üzerin­ deki gökyüzü puslu ve kapalıydı. Kennedy Uzay Merkezini çevreleyen kumsalları ve sahil şoselerini dolduran yaklaşık 750.000 kişi için yapış yapış yaz sıcağına karşı tek teselli, açıklardan gelen hafif bir esintiydi. NASA'nın Atlantis uzay mekiği otuz yıllık uzay mekiği programındaki son uçuşuna başlarken, onun düşük Dünya yörüngesine ve aynı zamanda da tarihe uğurlanmasını bekleyen tüm bu insanlar veda et­ mek için oradaydı. Nihai sayımın başladığı sırada, mekiğin son komutanı olan Denizci Yüzbaşı Chris Ferguson, programın bitişini gö­ revin fırlatma yöneticisi Mike Leinbach'la birlikte izliyordu. "Bu mekik her zaman için, büyük bir ulusun cesur olmayı be­ cerebildiğinde ve bir işi bitirmeye kendini adadığında neler yapabileceğinin bir yansıması olacak," dedi Ferguson telsiz­ le, 4,5 milyon pound'luk 18 katlı mekik gövdesinde oturduğu koltuktan; uydu, pas renkli iocaman bir harici yakıt tankı­ nın yanına monte edilmişti ve iki yanında beyaz renkte ikiz besleme roketleri vardı. "Bugün bu yolculuğu bitirmiyoruz, Mike, yalnızca asla sona ermeyecek bir yolculuktaki bir bö­ lümü tamamlıyoruz." Kendisinden önceki birçokları gibi Ferguson da on doku­ zuncu yüzyıl Rusya'sında, gözlerden ırak bir ahşap kulübede uzayın keşfi ve insanın yıldızlararasındaki kaderi hakkında tutkuyla yazan, modern roket biliminin babası ve münzevi bir filozofolan Konstantin Tsiolkovski'nin temel duyguları­ nı tekrar ediyordu. Orville ve Wilbur Wright'ın Kitty Hawk'ta güçlendirilmiş uçuşa öncülük ettiği zamanlarda, gezegenin

211 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNI ZLIK diğer tarafında, Tsiolkovski yörüngeye yerleştirilebilecek çok kademeli roketler, dış uzayda hayatta kalıp çalışmak ve günün birinde güneş sisteminden kaçmak üzerine fikirler ge­ liştiriyordu. Kendisi bugün "roket denklemi" olarak bilinen, bir roketin manevralarını etkileyen kilit değişkenlerin tama­ mını içeren tek bir matematiksel formülütas arlamasıyla ün­ lüydü. Almanya'dan Wemher von Braun ve Rusya'dan Sergei Korolev gibi ondan sonra gelen aydınlar, uzayı keşfetmek ve oraya doğru genişlemek için roket bilimine yönelmelerin­ de ilham kaynakları arasında Tsiolkovski'yi de saymıştı. İlk makalelerinden birinde Tsiolkovski, çalışmasının arka­ sındaki öngörülü itici gücü ortaya sermişti: "İnsanoğlunun varlığı muhtemelen asla sona ermeyecek, her biri söndükçe bir güneşten diğerine hareket etmeyi sürdürecektir... Yani yaşamın, evrimin ve insanlığın gelişiminin bir sonu yoktur. İnsan, sonsuza dek ilerleyecektir. Eğer öyle olacak olursa, kuşkusuz ki ölümsüzlüğe de ulaşacaktır." Sıklıkla ima edi­ len, ama kuşkucu alaylara hedef olma korkusuyla günümüz­ de nadiren açıkça itiraf edilen, Dünya'nın ötesindeki sınırsız geleceğe dair böylesi bir görüş, hal§.ins anın gerçekleştirdiği her tür uzay programının arkasındaki en saf ve en asil amaç olmayı sürdürüyor. "Hala kendi yaptığım makineyle yıldızlara gittiğim rü­ yalar görüyorum ..." diye anılarını yad ediyordu Tsiolkovski, ölümünden on yıl kadar önce. "Bu tür aygıtlarla uzaya git­ mek ve hatta belki de Dünya'nın atmosferinin ötesinde ya­ şam tesisleri kurmak mümkün olmalı. Bunun başarılması ve insanın yalnızca Yeryüzü'ne değil aynı zamanda tüm evrene yayılması için muhtemelen yüzlerce yılın geçmesi gereke­ cek." Görüşlerinin, içinde yaşadığı dünyaya uzaklığı yüzün­ den Tsiolkovski kendisini bir başarısızlık olarak görüyor, altmış sekiz yaşındayken, "Çok şey yapamadım ve kayda de­ ğer herhangi bir başarı kazanamadım," diye yazıyordu. 1935 yılında ölürken, Tsiolkovski hal§. ayınuz fethinin yüzlerce yıl gelecekte olduğuna inanıyordu. II. Dünya Savaşı patlak vermemiş olsaydı, haklı olabilirdi de. Ama ölümünden yal­ nızca yirmi yıl sonra, nükleer savaş başlıklarının ve balistik

212 IŞI GIN SA PMALAR! füzelerin ürünü olan Amerikan ve Rus uyduları Dünya'nın yörüngesine yerleşmişti. Ferguson'ın Cape Canaveral'da Tsiolkovski'yi yad etme­ sinden saniyeler sonra, mekiğin motorları ve besleme roket­ leri kaynamaya ve ölümüne çatırdayıp, Atlantis'i ve mürette­ batını, altın alevlerden ve elektrik mavisi şok elmaslarından oluşan titreşen bir çağlayan halinde gökyüzüne doğru itme­ ye başladı. Bu yükselişin gökgürültüsüne benzer kükreme­ si, çevredeki fundalık bataklık düzlüklerin üzerinden son bir kez geçti ve böylece mesafeyi azaltarak en uzaktaki iz­ leyicilerin de mekiğin sessizce havalanmasını görebilmesi­ ni sağladı. Atlantis fırlatma rampasının üzerinde yükseldi, Uluslararası Uzay İstasyonuna (ISS) doğru kıvılcımlanan bir yörüngede ilerledi ve alçak irtifadaki bulut örtüsünün ötesine geçip gözden kayboldu. Mekik, göklere doğru nihai uçuşunda yükselirken, arkasında sessizce çöken bir uzay programı bıraktı: NASA mekik filosunda hazır ikamelerden yoksundu ve tüm aj ansta programlar küçültülüyordu. Aj ans, gelecek yıllarda insanları uzaya gönderme yetisine doğru­ dan sahip olamayacaktı ve bilim görevlerinde de tasarrufa gidilecekti. Mekikler, Ay'a yapılan başarılı Apollo görevinin teknolo­ jik galeyanıyla ortaya çıkarılmıştı. Ay'a ileri karakollar inşa etmek ve Mars'ı keşfetmeye insanlar göndermek üzere daha büyük bir yirmi yıllık planın bir parçası olarak, NASA'nın ileri gelenleri, bir roket gibi fırlatılabilecek, yörüngede robo­ tik uydularla ve mürettebatlı uzay istasyonlarıyla buluşabi­ lecek ve sonra da gezegene yeniden giriş yapıp bir uçak gibi tüm dünyadaki havalimanlarına inebilecek bir uzay gemisi geliştirilebilmesi için fon peşinde koşmuştu. Bir zamanlar kullanılıp sonrasında Ay'a gönderilmek üzere bir kenara ay­ rılan devasa Saturn V roketlerinin aksine böylesi bir sistem kuramsal olarak tamamen yeniden kullanılabilir olurdu ve o zamanlarda kilogram başına 10.000 dolardan fazla olan fırlatma maliyetlerini düşürecek bir ölçek ekonomisi yara­ tabilirdi. Uzay mekiği, tekrar tekrar, belki de haftada bir kez olmak üzere ucuz, sık ve rutin uzay yolculuğu yapabilecek

213 BEŞ Mi LYA R YILLIK YA LNIZLIK devrimselbir uzay aracı olarak satıldı. Güneş sisteminin en­ gin ve harikulade genişliğinin kapıları, insan merakına ve maharetine sonuna dek açılabilirdi. Ay'daki üsler ve Mars'ın insanlar tarafından keşfi, yıldızlara yapılacak inanılmaz yolculuğun yalnızca bir başlangıcı olurdu. Bunun yerine, Başkan Richard Nixon, NASA'nın büyük planlarının öngörülen masraflarına ayak diremeyi seçti. Aj ansın, Ay'da üs veya Mars'ta ayak izi peşinde koşmama­ sı için oraya giden fonu dramatik ölçüde kısıtladı ve Satürn roket programını ıskartaya çıkardı. Belki de odak noktası uzay yolculuğunu daha ekonomik hale getirmek olduğun­ dan, NASA'nın hayatta kalma planının tek parçası, her ne kadar küçülmüş bir halde de olsa, mekikti. Tamamen yeni­ den kullanılabilirlik hedefi, geliştirilmesi daha ucuz ama çalıştırılması daha pahalı olan "yarı yeniden kullanılabilir­ lik" tasarımı biçiminde küçültüldü. Öyle olsa bile mekiğin gerektirdiği para, küçülmüş bir NASA'nın sağlayabileceğin­ den daha fazlaydı; NASA da bu parayı ordunun engelleyici casus uyduların fırlatılmasına duyduğu ihtiyaca oynayarak buldu. Verdiği desteğin karşısında, Pentagon değişiklik ıs­ rarında bulundu -daha geniş bir kargo alanı, daha ağır bir termal korumasist emi ve daha büyük delta şekilli kanatlar­ ve bunların tümü de mekiğin karmaşıklığını, maliyetini ve riskini artırıyordu. Sonunda ortaya çıkan yanılsamalı araçlar zarif, çok amaç­ lı ve telafisi olanaksız biçimde kusurluydu. En başta öngö­ rüldüğü gibi yılda 50 uçuşa ulaşmak yerine, bütün mekik fi­ losu programın otuz yıllık ömrü boyunca toplamda 135 uçuş gerçekleştirdi. Mekikler, aldıkları yükleri yörüngeye kilog­ ram başına yaklaşık 18.000 ve 60.000 dolar arasında, yerine geçmek üzere inşa edildikleri fırlatıcılardan daha yüksek bir fiyatkarşılığında taşıyorlardı. Mekik programının kusurları kısmen, "yeniden kullanılabilir" bileşenlerinden çoğunun her bir uçuşun ardından hazırda bekleyen küçük bir teknisyenler ordusu tarafından yoğun bir yenileme çalışması gerektirdiği gerçeğinden kaynaklanıyordu. Bu kusurların kaynaklandığı bir diğer noktaysa mekiklerin, iki uydunun ve onların mü-

214 IŞIGIN SAPMALAR! rettebatlannın trajik kaybına yol açan, kaçınılmaz işlevsel riskleriydi. Challenger isimli uzay mekiği 1986'da fırlatıldık­ tan kısa bir süre sonra, besleyicilerindeki bir dolgu hatasın­ dan dolayı infilak etti; Columbia'ysa 2003'teki geri dönüşü sırasında bir köpük yalıtımı parçasının kanatlardan birini delmesi yüzünden parçalandı. İki felaketin ana etkeninin de mekik tasanın sürecinde verilen, siyasi kararlara bağlı ta­ vizler olduğu ortaya çıktı. Programın toplam maliyeti, onun öncülü olan ve Dün­ ya'daki bilim insanlarının büyük bir çoğunluğunun kullan­ mak istemediği ve kullanamadığı muazzam bir yörünge la­ boratuvarı olan ISS'ninkine yakın bir miktar olan 150 milyar dolar olarak hesaplanmıştı. Bir süre için, mekikler ve ISS bir bütün olarak NASA'nın toplam bütçesinin neredeyse yansı­ nı tüketirken, çok daha az pahalı bir robotik keşfe kıyasla yalnızca çok küçük miktarlarda bilimsel dönüşler sağlı­ yordu. Doğrudan NASA'nın mekik-dönemi insan uzay uçuş programlarından ortaya çıkmış en işe yarar araştırma, uzun uzay uçuşlarının insan üzerindeki etkisini ölçen deneyler­ de astronotları yalnızca denek olarak içeriyordu. Elbette, Dünya'dan ayrılındığında yeni durakları ziyaret etme ve an­ lamlı çalışmalar gerçekleştirme yetisi ol�adığında böylesi bir araştırmanın değeri de büyük oranda azalıyor. Sırtında mekikleri çalıştırıp ISS'yi inşa etmenin mali kısıtlılıkları­ nın yüküyle NASA, insanlığın bir zamanlar cesurca görünen uzay geleceğine dair görüşünün, astronotların alçak Dünya yörüngesinde sonsuz bir döngüye girip yerçekimsiz ortam­ da kemiklerinin ve kaslarının yok olup gitmesini beklediği, tam anlamıyla hiçliğe çıkan bir yola girdiğini gördü. Mekik programı neredeyse her açıdan, en önemli vaatlerini yerine getirmekte başarısız olan tahripkar, lüzumsuz bir işti. Tek istisna, tartışmalı bir biçimde, mekik programının, 1990 yılında Discovery uzay mekiği tarafından alçak Dün­ ya yörüngesine bırakılan okul otobüsü boyutlarında robo­ tik bir gözlemevi olan Hubble Uzay Teleskobundaki rolüydü. Başlangıçta 1940'larda Amerikalı astronom Lyman Spitzer tarafından önerilen Hubble, yaklaşık olarak mekiklerle aynı

215 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK zamanda yaratılıp fonlandı ve teleskobun yapımı ile fırla­ tılması onlarca yıl sürüp, 2 milyar dolardan fazlasına mal oldu. Mekiğin kargo alanına kolayca sığması tesadüf değildi, çünkü teleskobun tasarımı, mekiğin taşımak için inşa edil­ diği bazı casus uydulardan faydalanılarak yapılmıştı. İlk uzay teleskobu değildi, ama alüminyumla kaplanmış, has­ saslığı keskinleştirilmiş ultra-düşük-genişlikte bir camdan imal edilen 2,4 metrelik bir birincil aynaya sahip olan te­ leskop, açık ara zamanının en büyüğüydü; gökyüzünde iki buçuk metrelik bir gözdü. Dünya'nın atmosferinin üzerinde bulunan Hubble, gökyüzünden gelen ışıkları bulanıklaştırıp bozan, parıldayan sorunlu hava katmanlarıyla uğraşmak zo­ runda değildi. Gözlemlerinin beklenmedik netliği ve hassas­ lığıyla bütün astronomide devrim yaratmayı vaat ediyordu. Ancak yörüngeye giren Hubble, bulanık görüntüler gön­ dermeye başladı. Aynası keskinleştirilerek aşırı bir hassaslı­ ğa, ama çok çok az miktarda hatalı bir rakama ayarlanmıştı, dolayısıyla ideal kıvrımdan, insan alyuvarının üçte birinden de az bir miktar olan 2 mikron kadar sapmıştı. Keskinleştir­ me, yörüngedeyken yinelenemeyecek, iki yıllık çok zahmetli bir işlemdi ve Hubble'ın aynasını çıkarıp yerine yenisini tak­ manın da hiçbir yolu yoktu. 550 kilometreden daha yukarı­ da yörüngeye oturmuş olan bütün bir teleskop, multimilyar dolarlık bir anlamsızlığa dönüşmek üzereydi. Teleskobun tarihteki en meşhur ve verimli gözlemevi haline gelmesiyse uzay mekiğinin eşsiz kabiliyetleri ve gelmiş geçmiş tüm uzay teleskopları arasında eşsiz bir talihe sahip olan Hubble'ın astronotik güncellemeler ve tamirler hesaba katılarak tasar­ lanmış olması sayesinde gerçekleşti. 1993'ün Aralık ayında, NASA'daki Hubble ekibi tarafın­ dan geliştirilen bir çözüm, uzay mekiği Endeavour'la fırla­ tıldı. Tıpkı miyoplu bir çift göze gözlük takmak gibi, uzay teleskobuna da kusurlu birincil aynadan seken yıldız ışığını yeniden odaklaması için daha kiiçükbir dizi ayna yerleştiri­ lecekti. Türünün ilk örneği olan bu teknik bakım görevinde, hacimli uzay giysilerine bürünmüş yetenekli yedi astronot­ tan oluşan bir ekip, on güne yayılmış biçimde toplamda otuz

216 IŞIGIN SA PMALAR! beş saat harcayarak Hubble'a düzeltici aynaları kurdu ve ek güncellemeleri gerçekleştirdi. İşlem kısmı daha çok, kaynak­ çı başlığı ve fırın eldiveni giyip hassas bir göz ameliyatı ger­ çekleştirmek gibiydi; her şey, ufacık bir ekipman hatasında bile göz açıp kapayıncaya kadar yaşamlara mal olabilecek, hatayı affetmeyen bir ortamda olup bitiyordu. Haftalar için­ de, uzay teleskobu, yeryüzündeki gözlemevlerinin yanından bile geçemeyeceği kalitede görüntüler sağlamaya başlamış­ tı. Mekikler ömrü boyunca Hubble'a dört kez daha alet ve ekipman götürdü ve teleskop, her ziyaretin ardından daha da güçlü hale geldi. NASA'nın insanlı uzay uçuş programı­ nın muhalifleri her bir mekik bakım görevinin maliyetiyle tamamen yeni bir Hubble'ın inşa edilip gözden çıkarılabilir roketlerle, hem de. insan yaşamını tehlikeye atmadan, fırla­ tılabileceğini belirtti, ama mekiklerin yaptığı güncellemeler­ le erişilebilir hale gelen, dönüştürücü güce sahip yeni bakış açılarından onlar bile şikayet edemedi. Güneş sistemimizin içinde, Hubble'ın görüşü, Mars'taki değişen havaları, Jüpiter'de gerçekleşen patlayıcı kuyruklu yıldız çarpışmalarını ve Satürn'ün hayalete benzeyen kutup ışıklarını ayırt edecek kadar keskindi. Plüton'a odaklanan delici bakışları yeni uyduları göz önüne sercli ve uzaktaki cismin yüzeyinin kabaca haritasını çıkardı. Yakınlardaki yıldız oluşum bölgelerine bakan teleskop, gezegen oluşum sürecinin ortalarında bulunan ve dönüp duran gaz ve toz disklerinde kozalanmış genç yıldızları izledi. Bize en ya­ kın sarmal galaksi olan Andromeda'nın devinimlerini öl­ çen Hubble, yaklaşık dört milyar yıl içinde bu galaksinin Samanyolu'yla çarpışıp birleşeceğini kesin olarak gösterdi. Çevredeki galaksileri inceleyerek, bu galaksilerin neredey­ se hepsinin merkezinde, her biri yüzlerce Güneş'i güneş sisteminin genişliğinden daha küçük bir alana doğru sı­ kıştıran süper kütleli kara deliklerin bulunduğunu ortaya çıkardı. Hubble, baktığı her yerden, insanları büyüleyen ve temel keşiflere olanak sağlayan muhteşem fotoğraflar elde etti. 2012'nin Eylülünde, astronomlar, on yıllık bir çalışma­ nın ürünü olan, Hubble gözlemlerinin iki milyon saniyesin-

217 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

den oluşturulmuş bir "derin alan" görüntüsü yayınladılar. Hubble'ı zaman zaman, herhangi bir gök cisminden yoksun, boş bir bölge gibi görünen bir noktaya doğrultmuşlardı. Böl­ ge küçüktü; bir gazoz pipetiyle gökyüzüne bakıldığında elde edilecek görüş alanından daha azını kapsıyordu. Hubble'ın detaylı incelemeleri, görünüşte boş olan bu bölgede mücev­ her parçalan gibi dağılmış binlerce uzak galaksiyi ortaya çı­ kardı: san eliptikler, mavi sarmallarve karmançor man renk karmaşalarında birbirlerine girmiş "kuralsızlar." En eski ve en uzak galaksiler, kendilerini, hiçbir yapı belirtisi taşıma­ yan küçük yakut noktacıklar olarak gösteriyordu; bunların ışıklan bize, bizim güneş sistemimizin doğuşundan çok önce yanıp yok olmuş olan yıldızlardan, Büyük Patlamanın yal­ nızca yanınmilyar yıl sonrasındaki zamanlardan geliyordu. Bu antik fotonlarHu bble'ın aynasına ulaştıklarında, bunla­ rın her biri insan gözünün tespit edebileceğinden yaklaşık on milyar kat daha soluktu. Hubble'ın fırlatılmasını ve tamirini takip eden yıllarda NASA, her biri ayn bir dalga boyuna tahsis edilmiş ve yine her biri ortalama birer milyar dolara mal olmuş uzay temel­ li üç ek muazzam "Büyük Gözlemevi" inşa ederek uzay teles­ kobunun başarısını genişletti. Bunlardan biri, evrenin sını­ rındaki patlamalardan yayılan gama ışınlarını gözetleyen Compton'dı. Bir diğeri, muazzam yıldızlar patlayarak süper­ novalara dönüşürken ve süper kütleli kara delikler moleküler gaz bulutlarıylabesle nirken, anlan X-ışınlı gözleriyle izleyen Chandra'ydı. Üçüncüsüyse kızılaltı ışıkla, doğan yıldızlan yakalayan ve geçmekte olan büyük, sıcak ötegezegenleri öl­ çen Spitzer'dı. Biri hariç hepsi uzay mekikleriyle fırlatılmıştı ve her biri de kısa süre içerisinde bilim insanlarının astrono­ minin "altın çağı" olarak adlandırmaya başladığı çığır açan keşifler kümesine kendine has katkısını yaptı. NASA'nın bu dört "sancak gemisi" dışında, aj ans aynı zamanda parça ba­ şına birkaç yüz milyon dolara mal olmuş daha küçük, daha özelleşmiş bir gözlemevleri donanması inşa edip fırlattı. Sancak gemilerinin ve onlara eşlik eden daha küçük te­ leskoplar filosunun maliyetlerinin böylesine yüksek olması-

218 IŞIGIN SAPMALAR! nın başlıca sebebi mekiklerin düşürmede başarısız olduğu bir masraf olan yörüngeye ulaşmanın afallatıcı maliyetiydi. Bir fırlatmanın bedeli olan kilogram başına on binlerce do­ lar katlanarak, teknolojinin elverdiği ölçüde sağlam ve hafif olması gereken her bir teleskobun tasarımında, üretiminde ve denemesinde daha büyük harcamalara dönüştü. Bir za­ manlar bu harcamalar pek de endişe verici değildi; söz ko­ nusu olan, l 990'lann düşük işsizliğe, yüksek verimliliğe, trilyon dolarlık federal ihtiyaç fazlasına ve tavan yapmış bir GSYH'yle borsaya sahip, Soğuk Savaş sonrasının gürbüz hipergücü olan Amerika'sıydı. NASA'nın ileriye doğru bakan yöneticileri, aj ansın bütçesinin yıldan yıla artarak daha id­ dalı uzay teleskoplarının inşasına, Mars'tan numunelerin alınmasına ve nihai olarak da insan keşfinin alçak Dünya yörüngesinin ötesine doğru yeniden ateşlenmesine olanak sağlayacağı parlak bir gelecek gördüklerini düşünüyorlardı. Hubble yirminci yüzyılın ilk veya ikinci on yılı içerisinde işe yarar zamanlarını tükettikten sonra yörüngeden çıkarılarak Pasifik Okyanusuna indirilecek, sonrasında da yeni ve daha devrimsel bir gözlemevi onun yerini alacaktı. Hubble'ın ha­ lefi, 1996 yılında Yeni Nesil Uzay Teleskobu adıyla duyurul­ du, ancak sonradan, 2002 yılında, zaferlerle dolu Apollo za­ manlarında aj ansa önderlik etmiş olan NASA yöneticisinin şerefineJames Webb Uzay Teleskobu (JWSTr olarak yeniden adlandırıldı. Bu teleskobun görevi, evrenin ilk galaksilerinin, yani Hubble'ın en derin görüntülerinde yalnızca küçük kır­ mızı lekeler halinde görünen nesnelerin üzerindeki örtüyü tamamen kaldırmaktı. JWST yalnızca başlangıçtı; ABD'deki astronomi camiası, tıpkı bir menüdeki iştah açıcı başlan­ gıç yemeklerinden birini değil, aynı anda birçoğunu sipariş eden aç bir müşteri gibi fazladan pek çok büyük ve iddialı uzay teleskoplarını kovalamak için kollan sıvadı. NASA'nın JWST'nin ağırlıklarını attığı sırada, ötegeze­ gen alanı göz kamaştırıcı yükselişine başladı. Astronomlar ilk kez, halktan gelen dikkate değer miktarda ilgi ve övgüyle, Dünya'ya benzeyen başka gezegenleri bulma olasılığı üzerine

• James Webb Space Telescope" (JWST) -çn.

219 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

akılcı bir biçimde tartışma fırsatı buldular. Gezegen avcıla­ rı, yıldızlararası uzaklıklarda Dünyamızın, bir Hubble derin alan görüntüsündeki tipik bir galaksiden biraz daha soluk görüneceğini hesapladı. Kuramsal olarak, bu, JWST'nin tes­ pit edebileceği bir şey olurdu ve elbette teleskop da yıldız­ larından uzakta bulunan sıcak ve genç gaz devi gezegenle­ ri görüntüleme işini olağanüstü bir biçimde yapardı. Ama pratikte, yaşanabilir gezegenler çok daha parlak ev sahibi yıldızlarının fazla yakınında bulunuyordu; planlanan teles­ kop, gezegen avcılarını veya onlara aniden hayran olmaya başlayan halkı tatmin etmek için gereken yüksek dinamik­ teki aralığa sahip olamayacaktı. Örneğin bizim kendi Dün­ yamız, görülebilir ışıkta Güneşimizden yaklaşık on milyar kez daha solgun; gezegenimizden uzaya doğru yansıtılan her bir fotona karşılık, yıldızımız on milyar foton yayıyor. Zıtlık oranı kızılaltında daha avantajlı bir hale geliyor; Güneş bu dalga boylarında Dünya'dan yalnızca yaklaşık on milyon kat daha parlak oluyor. Astronomlar, Güneş benzeri bir yıldızın çevresindeki bir başka Dünya'yı görüntülemeyi, parlak bir spot ışığının etrafında gezinen bir ateşböceğini binlerce ki­ lometre uzaktan fotoğraflamaya benzetmeyi severler, ama basit gerçeklik çok daha kuvvetli. Bir yıldızın çevresindeki kayalık bir gezegeni görüntülemek, pratikte bir termonükle­ er ateş topunun uç kısmında, yanı başında duran soluk bir toz zerreceğini yakalamak demek; tıpkı patlamakta olan bir hidrojen bombasına bitişik duran yanmamış bir kibriti fo­ toğraflamak gibi. Bunu yapmak için, o milyonlarca veya mil­ yarlarca termonükleer fotonu devreden çıkarmanız gerekir, böylece gezegenden yansıyan tek bir foton bile görülebilir. Gökyüzündeki tüm yıldızlar için Dünya'nın atmosferinin bulanıklaştıran müdahalesi böylesi hassas ölçümlerin ze­ minden yapılması olasılığını ortadan kaldırdı; birçok başka yıldızın yörüngesinde bulunan potansiyel olarak yaşanabilir herhangi bir gezegenin ışığını yalnızca uzaya kurulmuş bir gözlemevi ulaştırabilir. Amerikan Astronomi Derneğinin 1996'nın başlarında, San Antonio-Texas'ta yaptığı bir toplantıda, GeoffMar cy'nin

220 IŞICI N SA PMALAR ! ekibiyle sıcak Jüpiterler üzerine yaptığı ilk keşifleri açıkla­ masından kısa bir süre sonra NASA'nın o zamanki yöneti­ cisi Dan Goldin sahneyi aldı ve JWST'den sonra ilk iş ola­ rak başka canlı dünyalar arayışını desteklemek için aj ansın ne yapacağına dair cezbedici bir öngörü sundu. Goldin, NASA'nın bilim programının tamamını, yeni yaşam-arayı­ cı uzay teleskopları göz kamaştırıcı merkez parçası olmak üzere, astrobiyoloji etrafında yeniden şekillendirme niyetin­ deydi. "Yaklaşık on yıl içinde," diye açıkladı, aj ans yeni bir "Gezegen Arayıcı"yı, potansiyel olarak yaşanabilir gezegen­ lerin konumunu saptayabilecek ve çeşitli yıldız ışığı engelle­ me teknikleriyle bunların düşük çözünürlüklü fotoğraflarını çekebilecek bir gözlemevini fırlatmaya hazır olabilecekti. Bu gözlemevi, her bir küçük gezegen pikseli kümesinin tayfın­ da atmosferik biyo-imzalar arayabilecekti. Bu, daha sonra NASA'nın "Karasal Gezegen Arayıcı" (TPF) görevi kavramı ha­ line gelecek şeyin halka ilk bahsedilişlerinden biriydi. Eğer bir TPF yakınlardaki yıldızların çevresinde umut vaat eden dünyalar bulursa, bu durumda "belki de yirmi beş yıl içe­ risinde" bu gezegenleri, "üzerlerindeki okyanusların, bulut­ ların, kıtaların ve sıradağların görülebileceği bir çözünür­ lükle" görüntüleyebilecek daha da iddialı teleskopların inşa edilebileceğini söyledi Goldin mest olmuş seyircilere. Gol­ din, Amerika'nın varsıllığının ve yaratıcılığının bir göster­ gesi olarak, uzaylı Dünyaların haritalarının, tüm dünyada­ . ki okulların sınıflarının duvarlarını süsleyebileceği, çok da uzak olmayan bir gelecekten bahsediyordu. Sonrasında, yir­ mi birinci yüzyılın bir anında, canlı dünyalar olduğu ortaya çıkan bu gezegenlerin, yıldızlararası insansız uzay araçları için başlıca hedef haline gelebileceğini söyledi. Goldin'in ümit verici tahminlerine göre, bir TPF 2006 yılında ilk uçu­ şunu gerçekleştirebilecekti ve yakınlardaki herhangi bir ka­ rasal ötegezegen üzerinde Rand McNally kartografisini uy­ gulamak üzere 2020'lerin başlarında inşa edilecek bir başka gözlemevinin selefi olarak hizmet edecekti. Ne yazık ki JWST'nin gelişiminin planlanandan daha zor olduğu ortaya çıktı. En eski yıldızların ve galaksilerin gö-

221 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK rüntülenebilmesi için, teleskobun Hubble'ınkinden çok daha büyük, moleküler bulutların, dev gezegenlerin ve en eski galaksilerin en parlak biçimde ışıyabileceği kızılaltı dalga boylarına göre ayarlanmış bir birincil aynaya ihtiyacı vardı. Aynı zamanda kozmik şafağın kırılgan ışığını silip götürme­ sin diye kriyojenik olarak [kendi iç ısısının da dondurulma yoluyla) soğutulması gerekiyordu. Son olarak, gezegenimi­ zin kızılaltı dalga boylarında ampule benzeyen ışıltısı narin gözlemleri kirleteceğinden, bu teleskop alçak Dünya yörün­ gesinde de çalışamazdı. Birkaç yıl süren yinelemeler son­ rasında bir tasarımda karar kılındı: JWST, Hubble'ın ışık toplama alanının yaklaşık yedi katı büyüklüğüne sahip 6,5 metrelik bir aynaya sahip olacak ve gezegenimizle Güneş arasına, Dünya'ya Ay'ın olduğundan yaklaşık dört kat daha uzakta bulunan, aşağı yukarı 1,6 milyon kilometre mesafe­ deki bir istikrar noktasına yerleştirilecekti. Teleskobun ne­ redeyse her boyutu yeni ve büyük teknolojiler gerektirecekti. Bir Boeing 737 uçağı kadar geniş ve uzun çok katmanlı bir "güneşlik," teleskobu ve onun duruma özel inşa edilecek en son teknoloji aletlerle algılayıcılardan oluşan donanımını koruyacaktı. Tertibatın tamamı, var olan herhangi bir roke­ tin taşıyamayacağı kadar büyük olacağından gözlemevi, fır­ latma işlemi için bir origami gibi, krizalitin içindeki bir kele­ bek gibi, uzayın derinliklerinde açılmak üzere katlanacaktı. Katlama işlemi için, JWST'nin aynası, her biri tüy gibi hafif ve hayli zehirli bir madde olan berilyum metalinden yontu­ lup altınla kaplanmış, ayarlanabilir 18 altıgene ayrılacaktı. Çeşitli uluslararası ortaklar, aletlerin inşası veya bir fır­ latma aracının sağlanması için sözleşmeler imzalamıştı, ama maliyetin ilk tahminlere göre yaklaşık 1,5 milyar dolar olan ağır kısmını NASA üstlenmişti. Fırlatma geçici olarak 2010 yılı dolayları için planlanmıştı. Projenin esas karmaşıklığı ve ölçeği ortaya çıkmaya başladıkça maliyet hesaplamala­ rı da sürekli gözden geçirilerek yukarılara çekiliyordu, ama önemli miktarda ek paranın da geldiği yoktu. Bu durumda JWSTiçin paranın, NASA'nındiğer uzay bilim programların­ dan gelmesi gerekecekti. Sonunda, yalnızca teknoloji geliş-

222 IŞIGIN SA PMALAR!

tirme için 2 milyar dolardan fazla para gerekecekti. Projenin toplam maliyeti şiştikçe ve gelecek için giderek daha fazla büyük harcamalar bırakıldıkça, JWST'nin programı da kay­ maya başladı. 2012 yılına gelindiğinde JWST'nin yapımının, denemelerinin, fırlatılmasının ve iş başındaki ilk beş yılının yaklaşık 9 milyar dolara mal olacağı hesaplandı; hem de fır­ latma 2018'den önce gerçekleşmeyecekti. 2008 yılında başlayan ve ABD hükümetinin, büyük banka­ ların ve diğer mali kurumların toptan çöküşünü engellemek için trilyonlarca dolar harcadığı Büyük Durgunluk sırasında zirve yapan ulusal ve küresel ekonomik felaketlerle birlikte JWST'nin doğum sancıları da iyice ağırlaştı. NASA'nın bir zamanlar istikrarlı bir büyüme göstermesi öngörülen bütçe­ si artık sabit kalırsa bile şanslı sayılırdı ve o halde bile para enflasyonuna ayak uyduramıyordu. Başkan Bill Clinton'ın başkanlığı altında 1990'larda birikmiş olan ihtiyaç fazla­ sı, kendisinin halefi olan Başkan George W. Bush'un yaptı­ ğı vergi indirimleri ve kontrolsüz harcamalarla 2000'lerde multitrilyon dolarlık bir mali açığa dönüşmüştü. Columbia mekiği faciasından sonra Bush, NASA'ya aj ansın orijinal Apollo sonrası zamanlarına öykünen yeni ve cesur bir yetki vermişti: yeni ağır kargo roketleri inşa etmek, sonra da on­ ları Ay'a geri dönmede ve Mars'a insan taşımada kullanmak. Buna Constellation· programı adı verilecekti. Heyhat, Bush bu programa yeteri kadar fonveya Kongre desteği sağlamadı ve ilk duyurunun ardından programın adını nadiren andı. Bush yönetimi sırasında başlayan çok sayıda projede oldu­ ğu gibi Constellation'ın da fazlasıyla başarılı olduğu tek iş, kamusal ve federal trilyonlarca doları, genellikle çok çok az karşılık veren ve iyi bağlantılara sahip özel girişimcilerin kasalarına aktarmaktı. 2006 yılında NASA, Bush'un başarısız planını destekle­ mek için bilim bütçesinden milyarlarca doları çöpe atmayı seçerek JWST'nin gelişimini karışıklığa sürükledi ve artık resmi olarak "belirsiz bir tarihe ertelenmiş" olan bir TPF'nın hızlı gelişimi ve fırlatılmasına dair umutları tüketti. Bu ka-

Constellation: İng. "takımyıldız" -çn.

223 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

yıp için herkes yas tutmuyordu; ötegezegenler üzerine ça­ lışmayan ve bir TPF'nın dar odağını ve öngörülen maliyeti­ ni, kendilerinin de uzay teleskobu gerektiren daha az ışıltılı alanlarına var oluşsa! bir tehdit olarak gören çok sayıda ast­ ronom ortaya çıktı. Şüphesiz, nüfuzlu çalışma gruplarında ve planlama komitelerinde projeye karşı etkin lobi çalışma­ ları yürüten birileri de vardı. Yıllar süren vasat sonuçlar ve 10 milyar doları aşan harcamalar sonrasında Constellation, 201 ı yılında Başkan Barack Obama tarafından iptal edildi, ama NASA'nın bilim programlarına verilen zarar verilmişti artık. Aj ans, JWST'ye yeterli fon sağlayabilmek için neredeyse diğer tüm büyük yeni nesil astrofizik ve gezegen bilimi görevlerini küçültmek, ertelemek veya iptal etmek zorunda kaldı; eğer gözlemevi ba­ şarılı olacaksa bu, NASA'nın uzay bilimi portföyünün büyük bir kısmının etkili biçimde ortadan kaldırılması pahasına gerçekleşecekti. Ya şlanan önceki nesil uzay teleskopları te­ ker teker eskiyip bozuldukça, JWST nihayet fırlatıldığında, kendisini diğer büyük ABD gözlemevlerinden aniden yoksun kalmış bir diyarda evrenin sınırına, zamanın başlangıcına bakar halde ve neredeyse yapayalnız bulması olasılığı gitgi­ de daha da artıyordu. Para ve güçlü kurumsal destek bulu­ namadığındanbir TPF en az yıldızların kendileri kadar uzak ve erişilmez görünüyordu. Programın ardı arkası kesilmeyen erteleme ve gecikmeleri yüzünden Kongre JWST'yi tekrar tekrar fonları kesmekle tehdit etti; Hubble'ın yerine gele­ nin hiç uçamama ihtimali de vardı. Uçsaydı bile teleskobun makul ömür süresi yalnızca on yıldı, bunun ardından yakıt deposu boşalmış, taşıdığı aletlerse güncelliğini yitirmiş ola­ caktı. Astronomlar arasında, Hubble'ın başlatmış olduğu al­ tın çağın JWST'yle birlikte belki de bir kapanışa doğru gitti­ ği yönünde söylentiler dolaşmaya başladı. Şen şakrak, bıyıklı bir astrofizikçi ve üçü Hubble'a ol­ mak üzere beş uzay mekiği görevinde uçuş gerçekleştir­ miş bir NASA astronotu olan John Grunsfeld'in içine söy­ lentiler dert olmuştu. Teleskobun başarısı büyük oranda, Grunsfeld'in üç Hubble bakım görevi süresince gerçekleş-

224 IŞIGIN SA PMALAR ! tirdiği elli sekiz buçuk saatlik rekor uzay yürüyüşüyle per­ çinlediği uzay giysisine bürünmüş maharetinden geliyordu. Basın Grunsfeld'i bir kahraman olarak kutladı ve ona "Dr. Hubble" lakabını taktı. Mekiği yörüngeye sürerek tarihteki en verimli uzay teleskobunu tamir eden, sonrasında da aynı teleskobu kullanarak ikili pulsarlar ve diğer egzotik gök fe­ nomenleri üzerinde çalışmalar yapan Grunsfeld, NASA'nın insan ve bilimsel uzay programları arasında var olabilecek birbirinin etkisini artıran güçlü faydaları doğrudan dene­ yimledi. ISS ve mekiklere harcanan yüz milyarlarca dolar ve uzay teleskoplarının altın çağı için gereken görece kü­ çük fonpa rçacıkları üzerine kafa yoruyordu. Tıpkı mekik ve Büyük Gözlemevlerinde olduğu gibi, NASA'nın kuvvetli in­ sanlı keşif programının nasıl olup da karşılıklı fayda adına bir kez daha aj ansın tamamen bilimsel tarafıyla güçlü bir ortaklık geliştirebileceğini düşünüyordu. 2003 ve 2004 ara­ sında NASA'da Baş Uzman olarak görev yapmış ve Bush'un Constellation programı için bilim uygulamalarının gelişti­ rilmesine yardımcı olmuştu. Görünüşe göre büyük roket­ ler, en az astronotları Ay'a göndermede olduğu kadar, aşırı büyük teleskopların fırlatılmasında da faydalıydı. Örneğin böylesi bir roketle, JWST, aynanın parçalanması ve katlan­ ması gibi pahalı bir güçlük olmadan fırlatılabilirdi. Aynı zamanda TPF tarzı daha büyük gözlemevlerini de önemli ölçüde ucuzlatabilirdi. Ama Constellation o doymak bilmez gölgesini NASA'nın bilim bütçesinin üzerine düşürdüğünde bu plan da geri tepti. ' Grunsfeld, 2010'un başlarında son Hubble bakım göre­ vini tamamladıktan sonra NASA'dan ayrıldı ve Baltimore­ Maryland'de bulunan Uzay Teleskobu Bilim Enstitüsünde, yani Hubble ve eninde sonunda da JWST'un işletimlerinin nabız gibi atan bağlantı noktasında başkan yardımcılığı gö­ revine başladı. Neredeyse iki yıl boyunca, Enstitünün yöne­ ticisi astronom Matt Mountain'le birlikte yakın bir biçimde çalışarak Enstitünün günün birinde yapmayı başarabileceği TPF tarzı bir teleskobun altyapısını hazırladı. Tercih edilen kurum içi tasarıma, hayli yerinde bir kararla ATLAST (Ad-

225 BEŞ Mi LYAR YI LLIK YALNIZ LIK vanced Technology Large-Aperture Space Telescoper adı ve­ rildi ve teleskobun, başka şeylerin dışında, potansiyel olarak yaşanabilir ötegezegenlerin görüntülerini elde edebilecek astronomik bir koşum atı olması planlanıyordu. Dr. Hubble artık Dr. TPF veya Dr. ATLAST olmuştu. Bu yeni rolünde meşhur bir NASA memuru olmak gibi bir sahne sanatından azat olmuş olan Grunsfeld, başka dünya­ lar bulmak ve yeni yaşamlar aramak için yeni gözlemevleri inşa etmenin önemi ve değeri hakkında tutkuyla, uzun uza­ dıya ve sıklıkla da davetsizce konuşuyordu. Sonra, 20l l 'in sonlarında bir gün Grunsfeld'in telefonu çaldı. Arayan, NASA'dan bir arkadaşıydı. Aj ans, onun geri dönmesini ve her ne kadar sayısız yükümlülükle uğraşmasını gerektirecekse de Grunsfeld'indünyadaki en büyük saf bilim bütçesinin ba­ şına geçmesini sağlayacak bir iş olan Bilim Görevi Kurulu Eşbaşkanlığı görevini almasını istiyordu. Teklifi kabul etti ve geri döner dönmez önceden yaşam arayan teleskoplar için yaptığı sözlü savunuculuğu yatıştırarak, NASA'nın tüm bilim programlarında dengeyi vurgulayan ve daha dikkatli bir biçimde idare edilen bir kamu karakterine dönüştürdü. Uzaylı Dünya araştırmaları için yeni ve büyük herhangi bir fon duyurusu yoktu, ama Grunsfeld'in en yakın arkadaşları ve eski sırdaşları onun eski coşkusunu unutmuş değildi. Ne­ redeyse bir yıl boyunca NASA'nın basın ekibiyle Eşbaşkan Grunsfeld'in kitabı üzerine bir röportaj yakalamak için ger­ çekleştirdiğim verimsiz e-posta trafiğinin ardından Başkan Yardımcısı Grunsfeld'inba na bir zamanlar, daha önceki bir röportajda özgürce söylediklerinde teselli buldum. "Hubble ve Webb muhtemelen bizi evrenin başka bir ye­ rinde yaşamın var olup olmadığı sorusunda askıda bıraka­ cak," demişti. "Yeni nesil büyük uzay teleskoplarında ihti­ yacımız olan -ve aynı zamanda başarabileceğimiz- şey en yakındaki 1000 yıldızın çevresinde bulunan her bir yaşana­ bilir gezegenin atmosfer ve yüzey özelliklerini gözlemleme

Yüksek Teknoloji Geniş Aralıklı Uzay Teleskobu. İngilizcede "at !ast" söz­ cük öbeği, "nihayet," "sonunda" gibi anlamlara geliyor. Teleskobun ismi­ nin kısaltmasının yerinde olması bu yüzden -çn.

226 IŞIGIN SA PMALAR ! yetisi. En sonunda yalnız olmadığımızı öğrenebiliriz. Sonun­ da, her biri de prensipte insanların ayak basabileceği başka yaşanabilir gezegenler bulabiliriz. Büyük resim bu ve ben de halkı, Kongreyi ve gelecekteki yönetimleri bu sonraki adımın yatınınyapmaya değer bir şey olduğuna ikna edebilmek isti­ yorum." Anlaşılan Grunsfeld,Tsiol kovski'ye iyi çalışmış.

2012 yılının başlarında, Grunsfeld'in NASA'nın bilim prog­ ramlarının kontrolünü eline almasının üzerinden bir aydan kısa bir süre geçmişken, soğuk, sisli bir sabah Uzay Teles­ kobu Bilim Enstitüsünü ziyaret ettim. Enstitü, Johns Hop­ kins Üniversitesi kampüsünde renkli camlar ve koyu renkli tuğlalardan müteşekkil alelade bir binaydı ve bünyesinde beş yüze yakın bilim insanı, mühendis ve destek çalışanı ba­ rındırıyordu. Yıldız doğumlarını gösteren kuşe kağıda basıl­ mış posterlerle, ölçekli uzay teleskobu modelleriyle ve mekik tarafından yörüngeden getirilen Hubble yadigarlarıyla dolu Başkan ofisinde,Matt Mountain sıcak bir biçimde elimi sıktı ve içinde yetiştiği İngiliz kültürüne uygun şekilde çay ikram etti. Mountain, bir tutam saman sarısı kıvırcık saçın altın­ daki keskin gözleriyle orta yaşlı, alaycı, ağırbaşlı bir karak­ ter. Standart üniforması-z arif bir takım elbise- bir zaman­ lar sağlam olan ancak "acımasız bir doktor"un iz bıraktığı vücudunda çuval gibi duruyordu. JWST'de Teleskop Bilimci olarak birkaç yıl çalıştıktan ve 8 metrelik iki Gemini kızılaltı teleskobun geliştirilmesi, yapımı ve çalıştırılmasını denet­ lemek gibi uzun ve başarılı bir görevden sonra, 2005 yılında Enstitünün başkanı olmuştu. Konuşmasının, karmaşık ve pahalı projeleri sabırsız siyasetçilere ve teknokratlara, yani meşgul aj andalarında uzun dikkat aralığına yer olmayan güçlü insanlara asansör konuşmalarında anlatarak tecrübe kazanmış birinin hareketli ama sakin temposu vardı. Söze nükteli bir espriyle başladı. "Yirmi birinci yüzyılda bir başka yıldızın çevresinde ya­ şamın keşfedilmesi, insanlık için, muhtemelen yirminci yüz­ yılda Neil Armstrong'un yaptıkları kadar önemli olacaktır,"

227 BEŞ MiLYAR YILLIK YAL NIZLIK

dedi güzel bir tonla. "ilerleyişine ve zekasına bakılmaksızın başka bir yerde bağımsız olarak oluşmuş yaşamı bulmak, Kopernik'le Darwin'iaynı şişeye koyup bir güzel çalkalama­ ya benzeyecek. Peki, sonra ne olacak? Şişeye bakacaksınız. Belki de dünyayı kökten değiştireceksiniz. Bence bu NASA için geçerli bir doğrultu." Masasından bir iPad çıkardı ve sözlerini desteklemek için görüntülere başvurdu. "Biliyorsun, 2020'ye ulaştığımız­ da yaşanabilir bölgelerdeki Dünya kütlesindeki gezegenler sıkıcı hale gelmiş olacak. Çünkü elimizde bir tayf olmadan aslında neye bakıyor olduğumuzu bilemeyeceğiz." Her biri de birbirinden büyük ölçüde farklı dalgalı çizgilerle dolu altı kutunun bulunduğu bir görüntü açtı. Çizgiler Dünya'nın kar­ bondioksit ve nitrojenden oluşan cansız bir atmosferden bi­ yojenik metanla dolu Arkeen atmosfere ve gezegenin gittikçe artan oksijenlenmesine kadar jeolojik tarihinin altı farklı noktasının simüle edilmiş atmosferik tayflarıydı. "Dünya'nın tarihinde, olayların bu şekilde göründüğü yalnızca küçük bir dönem vardı," dedi, Dünya'nın bugünkü tayfsal çizgilerini gösteren kutunun üzerine vurarak. "Yakındaki yıldızlar hak­ kında haddinden fazla bilgiye sahibiz; neredeler, kaç yaşın­ dalar... Çoğu aslında Güneş'ten daha genç, dolayısıyla belki de oradaki bir Dünya, bizim gezegenimizin o erken dönemle­ rine daha fazla benziyordur. Ama bunu öğrenmek için fazla­ dan tayflara ihtiyacımız olacak. Bunu kabul ettiğin andaysa başın birdenbire belada demektir; çünkü bu, uzayda dikkate değer bir pencereye, büyük bir aynaya sahip bir teleskoba ihtiyacın olduğu anlamına geliyor." "Herkesi üzmek pahasına söylemeliyim ki yıldız ışığını milyarda bire indirmek yalnızca bir mühendislik sorunu," diye devam etti. "Gerçekten zeki olduğumuzu ve bunu çözdü­ ğümüzü varsayalım. Bu durumda hala bir gezegeni yıldızın­ dan uzamsal olarak ayırt etmek için yeterince yüksek açılı bir çözünürlüğe ihtiyacımız olacak. Ayrıca hala Dünyaların soluk, kahrolası Hubble derin alanındaki bir galaksiden bile daha soluk olması gibi bir sorunumuz var! Bahsettiğimiz şey öylesine soluk ki aynaya ulaştıklarında neredeyse her bir fo-

228 IŞIGIN SA PMALAR! tonu parmaklarınla sayabilirsin. Bir tayf oluşturmak zaman alır, ama makul herhangi bir görevde bu şeylerden birine bakmak için bir milyon saniyeden daha fazlasını harcaya­ mayız, çünkü teleskobun başka bir araştırma için daha kul­ lanılması gerekecektir ve aradığımız şeyi bulmak için bizim de çok sayıda yıldıza bakmamız lazım gelecektir." "Burada kaç adet yıldızdan söz ediyoruz?" diye sordum. "Offf!"diye bağırdı Mountain, iPad'inin ekranına doku­ narak. Ekran karardı, sonra parıldayan yakut, topaz ve safir­ den oluşan, ağır ağır dönen bir buluta benzeyen bir şey fırıl fırıl dönerek görüntüye girdi. "Bunların hepsi, Güneş'in en fazla 200 ışık yılı uzaklığın­ daki yıldızlar," dedi ve tekrar ekrana dokundu. Yakutlar ve safirler, arkalarında yalnızca turuncu, sarı ve beyaz küreler bırakarak yok oldu. "Bunlar da Güneşimize benzeyen, yaşa­ nabilirlik olasılığının en yüksek olduğunu düşündüğümüz yıldızlar. Bir bilgisayarda, bunların her birinin çevresindeki yaşanabilir bölgeye birer Dünya yerleştirip 'Belirli bir çapa sahip bir teleskopla bunların kaçını görebiliriz?' diye so­ rabiliriz. Bir teleskobun çözünürlüğü çapıyla, ışık toplama kuvveti yani toplama alanı da çapının karesiyle doğru oran­ tılıdır. Hem küçük hem de soluk bir şey bulmanız gerekir ki bu etkenleri bir araya getirebilin ve gözlemleyebildiğiniz adayların sayısı teleskobun çapının kübüyle doğru orantılı olsun. 4 metrelik bir teleskopla elde edeceklerinizin sayısı. .. " Ekrana dokundu ve neredeyse tüm yıldızlar, arkalarında Güneş'in çevresinde kümelenmiş merkezi bir çekirdekte yir­ mi kadarını bırakıp ortadan kayboldu. "Çok az." Mountain, iki dokunuş arasında, 8 metrelik bir telesko­ bun yüzlercesini menzilimize dahil edeceğini söyledi. Küçük çekirdeğin etrafında oraya buraya dağılmış yıldızlardan olu­ şan bir kabuk belirdi. "16 metrelikle, binlercesine ulaşırsı­ nız." Ekrana son kez dokundu. Dönüp duran sürü geri geldi, en baştaki yıldızların çoğu yerli yerindeydi. "Bu modelin, yakındaki yıldızların her birinin etrafın­ da bir Dünya bulunduğunu varsaydığını unutmamak gerek. Kepler sayesinde, bunun fazla iyimser olduğunu ve her on

229 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK yıldızdan bir ila üçünün çevresinde potansiyel olarak ya­ şanabilir gezegenlerin bulunduğunu artık biliyoruz. Elbet­ te yaşamın orada hangi sıklıkta ortaya çıktığına dair hiçbir fikrimiz yok. Yani soru şu: kendinizi şanslı hissediyor musu­ nuz? Eğer çok şanslıysanız 4 metrelik bir teleskop yapıp bu işi halledebilirsiniz, çünkü baktığınız bir avuç yıldızdan biri size istediğiniz şeyi verecektir. Ama peki ya şanssızsanız? En yakın on yıldızdan bir şey bulamazsanız, eh, ne öğrendiği­ nizden pek emin olamazsınız. Elinizin kötü olduğunu düşü­ nebilirsiniz. En yakındaki binine bakıp da eliniz boş döner­ seniz, o halde ne açıdan bakılırsa bakılsın yalnızız demektir. Bir cevap elde etmede makul bir şansa sahip olabilmeniz için gerçekten de yüzlerce yıldıza bakmanız gerekir ve bunu yapmak için gereken fizik de sizi bu 8 metrelik, 16 metrelik teleskopların dünyasına iter." Kafamda, bir oraya bir buraya dönüp derin uzaydaki he­ defler arasında gidip gelen, biriktirilmiş foton damlaların­ dan yavaş yavaş bir tayf oluşturan büyük, düz, gümüşi bir disk canlandırarak başımı salladım. Yeterince basit görü­ nüyordu. Neden büyük oynayıp şunu 16 metre genişliğinde yapmıyorduk ki? Daha sonra hesaplamalar yaptım ve gerçek zorluğu ta­ mamen kavradım. 16 metrelik bir ayna, teke tek tenis oyna­ nan bir korttan daha geniş bir yüzey alanına sahip olurdu; yani bir rokete sığdırmak için epey büyük. JWST'de olduğu gibi hafif berilyum segmentlerinden oluşsa bile aygıtlar olmadan yalnızca ayna ve onun destek yapısı 45.000 kilog­ ramdan -yaklaşık 50 ton- ağır olacaktı; yani Ay yörüngesine girmek için resmi bir hızlandırılmış program ve dünyanın en büyük roketlerini gerektirmiş olan Apollo uzay aracından biraz daha ağır. Bu ağırlığın büyük bir kısmı, aynanın mik­ ron ölçeğindeki biçimlenişinin, fırlatma sırasındaki yoğun titreşim ve g-kuvvetine [çekim kuvveti] olduğu kadar derin uzayın dondurucu vakum ve yerçekimsiz ortamına da da­ yanabilmesini sağlamaktan başka hiçbir işe yaramayacak­ tı. Uzaylı Dünyalar bulmak üzere yapılmış bir ayna, her biri hayli pahalı olan en az üç şey gerektirir: Apollo'nun Satum

230 IŞIGIN SA PMALAR!

V'sinden daha büyük ve daha güçlü bir roket; ISS'nin inşa­ sında olduğu gibi yörünge içerisinde parça parça birleştir­ me; veya aynanın ağırlık, maliyet ve performans hata sınır­ larında dikkate değer azalmalar. "Eğer bana bugün bu 8 ila 16 metrelik teleskobun ne kadara mal olacağını sorsaydın, hiçbir fikrimin olmadığı­ nı söylerdim," dedi Mountain, ben gerçekten de bu soruyu sorduktan sonra. "Oralara girmek istemiyorum.Ama sorman gereken soru bu değil. Asıl soru onun ne kadara mal olacağı değil, senin onu makul bir fiyataçe kmek için ne tür bir tek­ nolojiye ihtiyacının olduğu. Diğer camiaların, örneğin parça­ cık fizikçilerinin düştüğü hatalardan kaçınmamız gerekiyor. Onların alanının tamamı 1970'lerde ve '80'lerde birdenbire durdu, çünkü kendilerinden başka kimsenin istemediği veya ihtiyaç duymadığı teknolojiler istiyorlardı. Her şeyi sıfırdan, parça parça inşa etmeleri gerekiyordu ve bu da pahalıya pat­ lıyordu. Bu işi halledebilmemiz için endüstriyel temelimize bakmalı ve başka insanların da istediği teknolojilere sadık kalmalıyız." Constellation programının en parlak döneminde, NASA kocaman bir roket istemişti: Satum V'yi bile gölgede bıra­ kacak büyüklükte bir roket olan Ares V, Gemini Gözleme­ vinden ayrılıp Enstitünün başkanlığı görevine gelmesinden kısa süre sonra Mountain, NASA'nın Marshall Uzay Uçuş Merkezinde çalışan bir optik fizikçi olan Phil Stahl'dan bir telefon aldı. Stahl. Ares V için bilim uygulamaları arıyordu ve Gemini'nin 8 metrelik aynalarının ağırlığını öğrenmek istiyordu. Mountain, Stahl'a aynaların parça başına kabaca yirmi ton geldiğini söylediğini hatırladı. "Hepsi bu mu?" diye sordu Stahl. "Hepsi bu mu mu?!" diye şaşkına döndü Mountain. "Matt, Ares V o kadar büyük ki onun içine bir adet Gemini bile koyabiliriz," diye açıkladı Stahl. Kısa süre sonra Enstitü, ATLAST için planlar hazırlamaya girişmişti. "Uzay biliminde büyük bir ilerlemenin NASA'nınyeni ro­ ketler edinmesiyle gerçekleşebileceğini anladığımızda tam bir 'vay canına' anı yaşadık," diye hatırladı Mountain. "Bir

23 1 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Gemini aynası büyüktür, serttir ve onu zeminde kolaylıkla test edebilirsiniz. JWST gibi hafifve parçalı bir şeyden çok daha basit bir sistemdir. Bir Gemini aynasının maliyeti yal­ nızca 20 milyon dolar! Bütün bir aynayı bir rokete sığdırıp fitili ateşleyebilirsiniz ve birdenbire uzayda 8 metrelik bir teleskobunuz olur!" Ancak Constellation'ın sürekli olarak gecikmesi ve en sonunda iptal edilmesiyle, Mountain'in "büyük roket" yak­ laşımına karşı gösterdiği iyimserlik de sönmüştü. 2011'deki Kongrede, Uzaya Fırlatma Sistemi adında, neredeyse ta­ mamen aynı bir roket için küllerden bir plan doğdu, ama Mountain bu roketin bir kez bile uçacağına ikna olmamış­ tı. NASA iyimser bir şekilde roketin gelişiminin yaklaşık 20 milyar dolara mal olacağını hesapladı. Roketi bir progra­ mın ömür süresi boyunca çalıştırmak muhtemelen onlarca ve onlarca milyar dolar daha gerektirecekti, ancak zaten bü­ yük ihtimalle roket de yılda bir kez fırlatılacaktı. Muhalifler buna Senato Fırlatma Sistemi adını taktı. Tıpkı öncülü gibi bu da makul maliyetlerde bir yörünge geçişinden ziyade Kongrenin nüfuzlu üyelerinin geldiği bölgelerde istihdam sağlamak üzere tasarlanmış bir oy toplama projesi gibi gö­ rünüyordu. Yeni yeni doğmaya başlayan bu roketin kaderi bilim veya mühendislik tarafından değil, siyaset tarafından belirlenecekti. Constellation ölüme terk edildikçe, Mountain ve Ensti­ tüden başka insanlar, uzaya büyük aynalar yerleştirmenin daha ucuz alternatifyo llarını aramaya başlamıştı. Belki de çok hassas biçimlendirmelerini korurken aynı zamanda daha hafif ve daha az pahalı olan büyük teleskoplar yapmanın ha­ zır yolları vardı. Yeryüzündeki daha yeni gözlemevleri ince, esnek ve parçalı aynalar için kalın, sert ve tek parça olanları onlarca yıl önce terk etmişti. Yeni aynalar daha ucuzdu, ama aynı zamanda yumuşaktı ve kayan rüzgarlar, değişen sıcak­ lıklar ve bir teleskobun hedefleme dönüşleri tarafından ko­ layca deforme oluyordu. Bunlarda başarının sırrı, astronom­ ların "dalgayüzü duyu ve kontrol" adını verdikleri bir eylemi gerçekleştiren her bir aynanın arkasına yerleştirilen ve bilgi-

232 IŞIGIN SA PMALAR! sayada kontrol edilen uyarıcılar, yani "etkin optik"ti. Aynaya yayılan ışık dalgalarını gözetleyen bir bilgisayar, uyarıcıları hareket ettirerek aynanın şeklini ve yönünü değiştirebiliyor, tespit edilen herhangi bir bozukluğu hassas bir biçimde gi­ derebiliyordu. JWST'nin berilyum altıgenlerden oluşan par­ çalı aynası etkin optiği tasarımına halihazırda sınırlı bir ölçüde de olsa dahil etmiş, yörüngedeyken gerçekleştirilen periyodik ayarlamaların günler veya haftalar ölçeğinde ya­ pılmasına olanak sağlanmıştı. Görev planlayıcılar, mevcut fırlatma araçlarının boyut ve ağırlık sınırlarına sığabilecek daha büyük aynalar yapmak için uzaydaki vakumlu ortamda bile sorunlar çıkararak karmaşık etkin optik sistemlerinden sürekli olarak düzeltme gerektirecek daha uyduruk, daha hafif maddeler kullanmak zorunda kalacaklardı. Uzayda etkin optik tarafından istikrarlı hale getirilen hafif, esnek ve büyük aynalar yenilikçi bir fikir gibi görü­ nüyordu, can alıcı bir ayrıntı dışında: kendilerini kanıtlama­ mışlardı. Mountain'in bildiği kadarıyla, daha önce hiç kimse uzaya bu tür sistemler göndermemişti. Gerekli teknolojilerin geliştirilmesi ve uçuş denemelerine tabi tutulması fazlasıyla pahalı ve zaman alıcı olabilir, muhtemelen de daha hafifay­ nalar kullanmanın doğrudan faydalarını ortadan kaldırırdı. Mountain ve iş arkadaşları heyecanlarına ket vurmuştu ta ki tuhaf bir şeyi fark edene dek: Northrop Grumman ve Lockhe­ ed Martin gibi büyük savunma üstlenici firmaların alışveriş çılgınlığı. Bu uzay devleri önceki yıllarda, ya hafif aynalar ya da etkin optik sistemleri üretmede uzmanlaşmış daha küçük bir dizi şirketi satın almıştı. "Büyük uzay teleskoplarıyla ilgilenenler yalnızca ast­ ronomlar değildi," dedi Mountain, daha sonra ofisinde. "O zamana kadar hep NASA'dan bahsediyorduk, ama aşağı­ dan ziyade yukarı bakma eğiliminde olan ve çok daha faz­ la fonlanan bir başka devlet kurumu daha vardı." ABD'nin sır küpü Ulusal Keşif Ofisinden, NRO'dan· bahsediyordu. Bir kaşını kaldırdı ve Hubble'ın da NRO'nun bir zamanlar gizli olan "Ayna" [Keyhole] serisi casus uydularının bir yan

"National Reconnaissance Office" (NRO) -çn.

233 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

ürünü olduğunu belirtti. "Elimde bir erişim yetkisi yok ve bunun böyle kalmasını da tercih ederim, ama Hubble tarzı bir görüntü kalitesi istiyorsanız ve sizden saklanan birinin uyduların geçiş zamanını saatine bakarak tespit etmesini engellemeniz gerekiyorsa ihtiyacınız olan deliğin boyutla­ rını hesaplamak için erişim yetkisine gereksinim duymaz­ sınız." Ekvatorun 36.000 kilometre üzerinde, yörüngedeki sabit bir noktada duran bir uydu, Dünya'nın dönüşüyle aynı hızda hareket ederek gezegenindeki sabit bir noktanın üzerinde etkili bir biçimde bekleyebilir. Mountain, bu tür yüksekliklerden Dünya'nın işe yarar yüksek çözünürlüklü görüntülerini elde etmek için aşağı yukarı 10 veya 20 met­ re boyutlarında bir aynanın gerekeceğini ifade etti. üç dört stratejik bölgenin üzerinde sabit yörüngeye yerleştirilen böylesi aynalar, Dünya'nın yüzeyinin neredeyse tamamını sürekli olarak izleyen, gözünü bile kırpmayan birer nöbetçi görevi görebilirdi. Mountain, üstü kapalı bir biçimde, bu tür bir sistemden kaçılabileceğini, ama saklanılamayacağını çıtlattı. Ağırlıkta­ ki, etkin optik sayesinde mümkün kılınan azalmalar, mevcut roketlerde "o lanet şeyi fırlatmanı sağlayan asıl şey" görevi görüyordu. Büyük ihtimalle, uzaydaki etkin optik ve hafif aynalar için geliştirilen teknolojiler halk tarafından bilinen­ den çok daha olgundu ve günün birinde gizlilikleri ortadan kaldırılırsa bilime ve topluma büyük faydalar sağlayabilirdi. Mountain, olası avantajları göklere çıkarıyordu: uzaylı Dün­ yaları görüntülemenin yanında, 8 metrelik veya 16 metrelik bir aynanın ışık toplama kuvveti uzay temelli astronominin geri kalanında bir devrim yaratabilir, astrofizikçilerin süper kütleli kara deliklerin oluşumuna tanık olmasını ve karan­ lık maddenin kozmik dağılımını derinlemesine incelemesini sağlayabilirdi. Daha genel olarak, dedi, büyük ve ucuz ayna­ lar aynı zamanda Dünya'daki alıcı istasyonlara güneş ener­ jisi ışınlamada veya hava tahminlerini ve iklim değişikliği öngörülerini sınırlandırmak için gezegenin deği_şen atmos­ ferini birer birer bulutların çözünürlüğünde gözlemlemede kullanışlı olabilirdi.

234 IŞIÔIN SA PMALAR!

Mountain'le yaptığım görüşmeden birkaç ay sonra NRO, NASA'ya daha küçük ama dikkate değer bir armağan sundu: New York taşrasındaki gizli bir temiz odada duran, kullanıl­ mamış iki adet uzay teleskobu ve onlarla alakalı donanımlar. NRO, teleskopları işlevsiz buluyordu ve süresiz olarak depo­ da tutmaktansa ülkenin çırpınıp duran sivil uzay aj ansına devretmeyi seçmişti. İki teleskop da Hubble boyutlarında ve kalitesinde 2.4 metrelik birer öncül aynayla donatılmıştı; birçok astronomik gözlem için uygundu, ama potansiyel ola­ rak yaşanabilir gezegenleri tanımlamadaki dişe dokunur bir uygulama için fazla küçüktü. NRO gözlemevlerinden doğru düzgün faydalanmak için NASA'nın fırlatma aletlerine ve donanımlara para harcaması gerekiyordu, ama bu hediye­ ler para sıkıntısı çeken aj ansın, tercih ettiği takdirde, daha büyük yaşam arayıcı teleskoplar için teknolojiler geliştirme­ ye ayırabileceği en düşük tahminle yüz milyonlarca doların aj ansın cebinde kalmasını sağlamıştı. Ancak NASA'nın ger­ çekten de tercihini bu yönde kullanıp kullanmayacağıysa ke­ sin olmaktan çok uzaktı. "Şu anki sorunlarımızdan biri, NASA'nın henüz büyüyün­ ce ne olacağına karar verememiş olması," dedi Mountain, görüşmemiz sırasında. "Büyük roketleri meslek programlan olarak düşünürsek, hıila oyuncağıyla oynayan küçük bir ço­ cuk havasında. NASA'nın,bundan daha dayanıklı bir görüye ihtiyacı var, ama Kongreyle ve Amerikan halkıyla istişare et­ meden de değişemez. Sonuç olarak, ister başka yıldızların çevresinde ister kendi güneş sistemimizdeki gezegenler üze­ rinde olsun, yaşam aramak için uzaya gitmek, aj ansın insanlı uzay uçuşu ve bilimsel tarafları arasında güçlü bir ortaklık yaratabilecek bir altyapı! Hubble görevinin bu kadar başa­ rılı olmasını sağlayan şey de bu tür bir ortaklıktı. Hubble'ın eşi benzeri yoktu, çünkü oraya gidip onu yenileyebiliyorduk." Mountain'in konuşması, şüpheci bir Texas milletvekilinin bir bira içerken halktan biriymişçesine konuşmaya başlama­ sı gibi, gittikçe daha da yerel şiveye kayıyordu. "Yani örneğin NASA Mars'a gitmek istiyor. Eh, Mars'a 2030'dan evvel gide­ miy'cekler, di' mi? Peki astronotlar tüm bu sürede ne yap'cak?

235 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

İnsanları Mars'a gönderip daha küçük şeyler inşa edemezsin, daha büyüğünü yaptırman gerekiyo'. Ticari, bilimsel ve sa­ vunma uygulamaları için uzayda büyük altyapılar; gelecek, bu. Belki astronotların uzayda daha büyük sistemleri birleş­ tirmede daha iyi hale gelmesi gerekiyo'dur. Belki aj ans, bu büyük yapılan robotlarla tadil etmeye yatırım yapmalıdır. Belki de Uluslararası Uzay İstasyonuna yapılan yatırımlan güçlendirsek daha iyi olur. Ha, bu arada, tüm bunların ger­ çekleşmesini sağlayacak harika bir fikrimiz de var." Enstitünün NASA'daki üç araştırma merkeziyle işbirli­ ği içinde oluşturduğu bu fikrin adı, OpTIIX'ti; yani Qııtical Testbed and Integration on ISS eXperiment'ın· karışık bi­ çimde kısaltılmış hali. ISS'ye 2015 yılında fırlatılması plan­ lanan OpTIIX, montajın sınanması ve hafif,esnek ve parçalı aynanın uzayda etkin biçimde düzeltilmesi için tırmanmaya elverişli ve düşük maliyetli bir platform olacaktı. 1,5 metre­ lik birincil aynası, her biri atom inceliğinde buharlaştırılmış metal katmanlarıyla sırlanmış silikon karbit örtülerinden imal edilecek altı adet tamamen etkin 50 santimetrelik al­ tıgen parçadan oluşacaktı. Toplanan yıldız ışığı birincil ay­ nadan sekerek yukarıdaki daha küçük ikincil aynaya yansı­ yacak, sonra da tekrar aşağıya, titreşimi telafi eden ve ışığı, görüntüleme ve aynayüzü kontrolü için kameralara yönlen­ diren bir dizi üçüncül "hızlı yönlendirme" ve "kaldırma" ay­ nalarına gidecekti. Yıldız takipçileri ve jiroskoplar, birincil aynadan gönderilerek teleskobu tam olarak hedeflenen nok­ taya yönlendiren ve aletin en uygun biçimlenimini koruyan kafes içi lazerlerle ortaklaşa çalışacaktı. Bu teknolojiler sa­ yesinde, OpTIIX, her ne kadar gürültücü, ağır ve delişmen astronotlardan oluşan yükünü zaman zaman itip kakan, on­ lara itaatsizlik eden ISS'nin dış tarafında tutturulacak olsa da, yıldızların ve galaksilerin net görüntülerini ulaştıracak­ tı. Gerekirse astronotlar sistemi tamir etmek veya güncelle­ mek için uzay yürüyüşü yapabilecekti, ama OpTIIX, birimsel parçaları yörüngeye gönderildikçe tamamen robotik birleş­ tirme ve bakıma uygun olarak tasarlanmış olacaktı.

Tr: ISS Deneyiminde Optik Sınama Ortamı ve Entegrasyon -çn.

236 IŞIGIN SA PMALAR !

"Şu anda ağır fırlatma araçlarının ve kısıtlı katlama ge­ ometrisinin mevcut paradigmalarının yapabileceklerinin sı­ nırlarındayız," dedi Mountain bir süre sonra, resmi haline geri dönerek. Ofisinin penceresinden dışarı, ailesinin çerçe­ ve içinde beş adet fotoğrafının dizili olduğu pencere pervazı­ nın ötesine baktı. Sabah sisi, zayıf kış güneşinin altında kay­ bolmuş, çıplak ağaçlarla cansız çimenlerden oluşan kupkuru bir manzarayı ortaya çıkarmıştı. "Şu anda uzay teleskoplarını yerde inşa edip deniyoruz, sonra katlayıp bir rokete koyuyoruz. Şu anda, daha büyük roketler olmadan, çok daha büyük teleskoplarımız olamaz. OpTIIX gibi şeyler, gittikçe büyüyen uzay teleskoplarının ölçek değişmezliği sürecinin başlangıcı olabilir, çünkü tüm aşırı hata paylarını etkisizleştiriyoruz. Düşündüğün zaman, yer teleskoplarını bir yerlerdeki büyük bir bodrumda birleş­ tirip ve deneyip, sonra onu bir dağın tepesine çıkarmıyoruz, değil mi? Hayır, şüphesiz ki hayır. Bileşenlerini daha son­ ra bir araya getirebileceğimiz varsayımıyla o teleskobu dağ başında parça parça birleştiriyoruz. Etkin optik gibi teknik kavramlar, teleskobu ait olduğu yerde, uzayda birleştirmeye, hizalamaya ve güncellemeye olanak tanıyor. Parçaları robot­ lar, astronotlar veya bu ikisinin bir kombinasyonu yoluyla birleştirirsin, sonra da yoluna bakarsın. İşine devam eder­ sin. Teleskobunu neredeyse sonsuza kadar yükseltebilirsin." Mountain'e, bu fikrin gerçek olması ihtimali hakkında ne düşündüğünü sordum. Alnı kırıştı ve elini çenesine sürterek, rüzgarda savrulmuş kuru yapraklarınkine benzer bir ses çı - kardı. En sonunda, penceredeki hayalete benzeyen yansımasıyla konuşuyormuş gibi Amerikalıların uzay biliminden daha da uzak kalmayı seçebileceğini söyledi. "Gerçek şu ki, biz federal parayı kullanıyoruz ve cidden çok fazla harcıyoruz. Bu para elden çıktığında, geri döneceği de kesin değil. Şu anda bu para, karşı çıktığımı söyleyemeyeceğim başka yerlere, başka önceliklere akıyor. Ama kesintili değişimi hayal edebilirsin. İnşa ettiğimiz birçok imkan hızla yok olabilir. Öte yandan bu ülkenin yoluna devam etmesini sağlayan ve Çin, Hindistan,

237 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Avrupa gibi başka ekonomiler büyürken gelecekte de devam etmesini sağlayacak olan şeyin, tam olarak, uzay bilimi de bunun bir parçası olmak üzere, bilim ve teknolojiye yatırım yapmak olduğu gibi bir argüman geliştirilebilir. Benim için asıl mesele şu ki bulunduğumuz konum doğal evrimin mi yoksa yalnızca talihli bir akıbetin mi bir parçası?" Mountain'in görüşüne göre, Hubble ve diğer Büyük Gözle­ mevlerinin altın çağı talihli bir sapma, saf teknolojik gelişim ve bilimsel ilerlemenin olduğu kadar jeopolitik ve ekonomi­ nin de bir ürünüydü. Bunun doğuşu, yirminci yüzyılın ikinci yarısında ortaya çıkan biçimlendirici etkiye sahip olaylarda da -Nüfus Patlaması", Soğuk Savaş, Uzay Ya rışı- görülebilir. Astronomlar bu beklenmedik fırsatlar birleşiminden fayda­ lanarak, kendileri için neredeyse efsanevi bir rüya zamanı, teknolojik kabiliyetin sınırlarının Dünya diyarının sıradan­ lığının ötesine geçtiği ve bilimsel keşfin ufuklarının bilinen evrenin sınırlarına dayandığı ışıltılı bir çağ yaratmıştı. Şim­ diyse belki de tüm bunların sonuna gelinmişti. "Lyman Spitzer, Hubble fikrini 1947 yılında ortaya attı ve biz Hubble'ı nihayet 1990'da fırlatabildik," dedi Moun­ tain. "Ama eğer elimizde uzay mekikleri olmasaydı, casus uydular geliştiren Savunma Bakanlığı olmasaydı, Hubble'ı gerçek yapmak muhtemelen birkaç on yıl daha alırdı. Bana kalırsa şu anda dönmekte olduğumuz çağ da böyle bir çağ. Hubble'a bir servet harcadık, ama o kendi ivmesini kendisi yaratıyordu. Hubble bize Compton'ı, Chandra'yı, Spitzer'i ve bazı başka tamamen yeni teknolojileri verdi. Bize JWST'yi, bu muhteşem, devasa kriyojenik kızılaltı teleskobu verdi. işte bu, sapmaydı; bu, Nüfus Patlatıcıların iş başında oldu­ ğunu gösteriyordu. Onlar şimdi gidiyor, bizse elimizdeki ne­ redeyse her kuruşu harcadık ve şimdi de bu kökten kaymay­ la karşı karşıya olan bir neslimiz var. Zor ... Astronomların farkına varması gereken şey, bir projenin bütçesi bir milyar doları aştığında, meselenin, saf bilimin dışındaki etkenlerin

Bebek Patlaması: İng. "Baby Boom." Özellikle dünya çapındaki büyük krizler sonrasında yaşanan, özellikle 1950- 1960 yıllan arasında meyda­ na gelen, doğum oranındaki büyük ve hızlı artış -çn.

238 IŞICIN SA PMALAR! de hesaba dahil olduğu tamamen yeni bir boyuta geçtiği. Bu durumda bilim, gerekli olan ama zorunlu olmayan bir hale geliyor. Seninle ikimizin şu anda bu şekilde konuşuyor ol­ mamızın sebebi de bu." Pencereyi arkasına alıp bana döndü. "Birilerinin Dünya'nın nasıl çalıştığını detaylı olarak anlamanın ve uzay teknolojisi üzerine uzmanlaşmanın as­ lında işe dahil olan herkes için hayli iyi bir şey olduğunu açıklaması gerekiyor. Birileri başka bir yerde yaşam bulma­ nın insanlık için de iyi sonuçlara gebe, insanı alçakgönül­ lü yapabilecek bir deneyim olduğunu söylemeli. Bu belki de bize kendimize çeki düzen veremiyorsak her şeyi bir kena­ ra bırakabileceğimizi fark etmemiz için gerek duyduğumuz cesareti verir. Galileo o teleskobu gözüne götürdüğünde ne yaptığının pek de farkında değildi, ama bir devrimi tetikledi. Belki biz de bir başka devrimin eşiğindeyizdir. Şu anda Dün­ ya sisteminin karmaşıklığını takdir etmeye başlıyoruz ve bu karmaşıklığı kontrol etme ihtiyacıyla karşı karşıyayız. Şu anda biyolojiyle astrofiziğin yakından bağlantılı olduğunu fark ediyoruz. Bunlar zor kavramlardır, ama bir tür olarak hayatta kalmak için bunlar üzerinde uzmanlaşmak zorunda­ yız. Aksi halde, bilirsin ya, belki dışarıda bir yerlerde bağım­ sız biçimde ortaya çıkmış yaşamı keşfederiz, ama bu bizim için pek de iyi bir haber olmaz. Bir düşün: eğer dünya dışı yaşam her yerdeyse ama bilinç ve teknoloji görülebilecek bir yerlerde değilse, bu muhtemelen bizim gibi toplumların çok da uzun süre hayatta kalmadığı anlamına geliyordur. Bunun yerine kendilerini imha ediyorlardır. Tüm bu karmaşıklık üzerinde uzmanlaşırsak böylesi bir durumla karşılaşmak zorunda kalmayız. Bu küçülmeye doğru gerçekleşen baskıy­ la, bu içe dönüşle savaşmak zorundayız." Enstitünün OpTIIX girişiminin parası 2012'nin sonla­ rında, ön tasanın incelemeleri başarılı bir biçimde tamam­ landıktan sonra suyunu çekti. Fazladan yaklaşık 125 milyon dolar olmadan da ISS'ye asla ulaşamayacaktı.

239 Bölüm 9

HİÇLİK NOKTASI

1996 yılında, NASA yöneticisi Dan Gol din aj ansın gelecekte Dünya benzeri gezegenleri görüntülemek için oluşturaca­ ğı uzay teleskopları filosu için planlarını açıklarken, orta­ ya serdiği görüş büyük oranda, sonuçlan A Road Map fo r the Exploration of Neighboring Planetary Systems· adıy­ la yayımlanan tek bir çalışmayı temel alıyordu. Goldin bu çalışmanın emrini Güneş benzeri yıldızların çevresinde ilk ötegezegenlerin keşfedilmesinden yalnızca aylar önce ver­ mişti ve bu duyuruların ardından o çalışmanın bulguları yeni bir önem kazanmıştı. Üç ayrı ekip ve dışarıdan gelip danışmanlık öneren yüzlerce uzman tarafından yürütülen çalışma çok katmanlıydı, ama çalışmanın genel sorumlusu, Pasadena-California'daki Caltech/NASA Jet İtki Laboratuva­ rında (JPL)l çalışan bir gezegen bilimci ve elektrik mühen­ disi olan Charles Elachi'ydi. O zamanlarda Elachi, Labora­ tuvarın uzay ve Dünya bilim programlarını yönetiyordu ve daha sonra JPL'in başkanlığına yükselecekti. JPL, aj ansın en önemli robotik keşifçilerindeki en büyük paya sahip olan NASA merkezi olarak, uzay-bilim çevrelerinde efsanevi bir yere sahipti; Pioneer ve Voyager insansız uzay araçları, Mars araçları, gezginleri ve uyduları, Jüpiter'e yapılan Galileo gö­ revi, Satürn'e yapılan Cassini görevi, Kepler görevi ve daha birçokları JPL tarafından tasarlanmış, inşa edilmiş veya yönetilmişti. Ufukta ötegezegen patlamasının görünmesiyle birlikte, JPL ve Elachi de daha fazla prestij ve büyüme için bir fırsat yakalamış oldu: Uzay Teleskobu Bilim Enstitüsü,

"Komşu Gezegen Sistemlerinin Keşfiİçin Bir Yol Haritası" -çn. "Jet Propulsion Laboratory" (JPL) -çn.

240 HiÇLiK NOKTASI

NASA'nın uzay teleskoplarını çalıştırırken, JPL ve onun yan kuruluşları o teleskopları geliştirip inşa edecekti. Eğer yeni teleskoplar yakınlardaki yıldızların çevresinde umut vaat eden herhangi bir gezegen bulursa JPL, güneş sisteminin dı­ şındaki diğer dünyalara seyahat edecek ilk robotik insansız uzay araçlarını bile inşa edebilirdi. Elachi ve makalenin diğer eşyazarları, Yo l Ha ritası su­ numlarının birçoğunda, Dünya'nın, 1972'de Ay'a giden Apollo 1 7 astronotlarından biri tarafından 45.000 kilometre uzak­ lıktan çekilmiş meşhur "Mavi Bilye" fotoğrafı gibi görüntüle­ re atıfta bulunuyordu. Bu bütün-yarımküre görüntüsü, balta girmemiş ormanlarla, savanla ve çölle kaplı Afrika'nın tama­ mını, Arap Yarımadasını ve buzla kaplı Antarktika'nın büyük bir kısmını gözler önüne seriyordu. Derin denizin üstünde beyaz bulut helezonları ve demetleri göze çarpıyor, Hint Okyanusunda dönüp duran bir de kasırga görülebiliyordu. Dünya'yı uzayda yalnız ve kırılgan bir vaha gibi gösteren Mavi Bilye, ı 970'lerin çevreci hareketinin fitilini ateşlemiş ve tarihte en fazla yayılan görüntülerden biri haline gelmiş­ ti. Yo l Ha ritası ekibi, bir başka yıldızın yörüngesinde bulu­ nan bir dünya hakkında böylesi ayrıntıları ortaya çıkarmak için ne tür bir uzay teleskobunun gerektiğini düşünüyordu. Yaptıkları hesaplamalar iç karartıcıydı: Dünya'nın, Güneş'e en yakın komşu yıldızlardan birinin yörüngesinde bulunan bir ikizinin Mavi Bilye tarzı bir optik dalga boyu görüntü­ sünün elde edilmesi için en azından 5000 kilometre çapında tekil bir ayna -bir "dolgulu delik"- gerekiyordu. Bu da kı­ tasal Birleşik Devletler'le aynı boyutlarda bir ayna demek­ ti. İnsanların aniden gerekli teknolojik kabiliyeti geliştirip büyük asteroitleri bir şekilde ultra pürüzsüz, hassas ayarlı aynalara dönüştürmesi dışında, böylesi devasa dolgulu de­ likler sonsuza dek erişilmez gibi görünüyordu. Ayrıca bu tür büyük bir ayna yapılsa bile yıldız ışığının on milyarda birlik parıltısını etkisiz hale getirme meselesi bir başka muazzam teknik zorluk olarak ortaya çıkıyordu. Neyse ki fizik yasaları bu iki sorun için tek bir çözüm sunuyordu. Işık, bir yıldızın yüzeyinden yayıldığında, bir

241 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK gezegenin atmosferinden yansıdığında veya algılayıcı bir malzeme tarafından soğurulduğunda bir parçacık gibi dav­ ranır. Ama yıldızlararası uzayda veya bir teleskobun aynala­ rında seyahat ederken daha çok bir dalga gibi hareket eder. Bir aynaya yağmur damlaları gibi çarpan fotonlar yerine, bir aynanın yüzeyine eş zamanlı olarak çarpıp onun her bir santimetre karesine yayılan sürekli bir ışık dalgayüzü hayal edin. Işığın bu dalgalı doğası, astronomların "girişimölçer" [interferometre] adını verdiği ilginç bir hileye imkan veriyor: fizikten anlayan bir astronom, örneğin 1 O metrelik bir ayna inşa etmek yerine, yalnızca iki adet 1 metrelik aynayı bir­ birlerinden 1 O metre uzaklıktaki bir "taban çizgisi" üzerine yerleştirerek ve böylece iki aynadan gelen ışığı birleştire­ rek, 10 metrelik bir delikten elde edilen çözünürlükte tek bir görüntü üretebilir. Bir kuantum tuhaflığıyoluyl a, ışığın bir dalgayüzü birbiriyle bağlantılı daha küçük aynaları, ölçeğe bakılmaksızın tek bir büyük delik olarak algılıyor ve onlara karşılık veriyor. 1 metrelik iki aynadan birini Los Angeles'a diğerini de New York'a yerleştirip, sonra da onları bilgisa­ yar kontrollü bir ışın birleştiricisiyle birbirlerine bağlayıp senkronize ederseniz, 5000 kilometrelik bir taban çizgisine ve kıta boyutu çözünürlükte bir aynaya sahip girişimölçer bir dizilim yapmış olursunuz. Ancak sahip olduğu ışık topla­ ma kuvveti hala o iki metrelik aynalarınkine denk olurdu ve dizilimin senkronizasyonu da Dünya'nın kıvrımları ve dönü­ şüyle yukarıda yatan atmosfer tarafından engellenirdi; bir ötegezegenin yüksek çözünürlüklü tek bir görüntüsünü oluş­ turmaya yetecek kadar foton toplamak tamamen imkansız olurdu. Ancak derin uzayda, bir girişimölçer atmosferinüze­ rinde konumlanırdı ve günün veya gecenin geçişini hiçbir aksaklık olmadan izleyebilirdi. Kütleçekimden ve gezegen kıvrımlarından azade olan böylesi bir alet, istenen büyük­ lükte inşa edilebilir ve hassaslığını artırmak için herhangi bir sayıda tekil aynaya, çözünürlüğünü artırmak için de her­ hangi bir uzunluktaki taban çizgisine sahip olabilirdi. Dahası, astronomlar her bir ayna tarafından toplanan birbirinden tamamen farklı ışık dalgalan yeniden birleştir-

242 HiÇLiK NOKTASI diğinde ışık dalgalarını hizalayabilirler, böylece bir ışının dalga kanalları başka bir ışınla tamı tamına çarpışarak, bir göletin yüzeyindeki faz dışı dalgalarda olduğu gibi, birbir­ lerini yok edebilirdi. Bu yıkıcı müdahale, sonuçta elde edi­ lecek görüntüde karanlık gölge şeritleri oluştururdu. Aslına bakılırsa gölgeler, bir yıldızın parlak ışığını sıfırlayıp, yıldı­ za eşlik eden gezegenlerin soluk bir pırıltısının görülmesine olanak sağlayacak kadar karanlık olurdu. Güneş'in kendisini bir kütleçekim lensi olarak kullanmayı saymazsak, herhan­ gi bir ötegezegenin Mavi Bilye görüntüsünü elde etmenin en büyük umudunu bir girişimölçer dizilimi sunuyordu. Elachi ve meslektaşları, bir TPF için girişimölçer kavra­ mını benimsemişlerdi ve optikteki 10 milyarla karşılaştırıl­ dığında yıldız-gezegen karşıtlığının yalnızca 10 milyon ol­ duğu kızılaltında gözlem yapmak için ayarlanmış bir görev tasarladılar. 75 metrelik bir taban çizgisi oluşturan doğrusal bir kolun üzerine yerleştirilmiş 1 ,5 metrelik kriyojenik dört ayna, Jüpiter'in yörüngesinin ötesinde, güneş sistemimizin oluşumundan, yakınlardaki yıldızlardan gelen soluk ışığı parçalayıp bozacak daha az artık tozun kaldığı yerde çalışa­ caktı. Eğer görev Dünya'ya daha yakın bir mesafede gerçek­ leşseydi, Güneş'e daha yakın yerlerde daha büyük yoğunluk­ ta bulunan ilkel tozu telafi etmek için her bir aynanın boyut bakımından ikiye katlanarak 3'er metreye çıkması gerekirdi. Genel görev kavramına verilen isimle TPF-I, uzaylı dünya­ ların Mavi Bilye görüntülerini göndermeyecek, ama her bir gezegen TPF -I' in algılayıcıların da tek bir piksel olarak görü­ lecek biçimde, en yakındaki 1000 yıldızın etrafında bulunan gezegen sistemlerinin "aile portrelerini" çekebilecekti. Pik­ selin renginin ölçülmesi de bir dünyanın kayalık, okyanusla kaplı veya kalın bir gaz örtüsüne bürünmüş olup olmadığı­ nın ipuçlarını verecekti. Işığını bir tayfta kırmaksa atmosfe­ rik karbondioksitin, su buharının ve metanla oksijenin olası biyo-imzalarının tespit edilmesine olanak sağlayacaktı. Pik­ selin dalgalanan parlaklığının aylarca ve yıllarca takip edil­ mesi, gezegenin toptan coğrafyası -kıtalann, okyanusların ve buz örtülerinin konumlan- kadar mevsimlerini de ortaya

243 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

çıkarabilecekti. Yo l Ha ritası'nın girişimölçüm görevindeki başarısı, gelecekte birkaç bin kilometrelik taban çizgilerine ulaşmak için kol uçuşu ve lazer iletişim sistemlerini kulla­ nabilecek daha büyük girişimölçer dizilimlerinin, belki de Apollo'nun Mavi Bilye'sinin başka yıldızların yörüngesinde bulunan yaşanabilir dünyalar için olanını ortaya çıkarabile­ cek görevlerin yolunu açacaktı. TPF-I'in kendisinin yolunu açmak içinse Uzay Girişimölçüm Görevi (SiM)" adı verilen öncü bir görev başlatılacaktı. Ortaya ilk çıktığı haliyle SiM büyükçe bir kol boyunca yedi küçük ayna dizerek, yaşana­ bilir bölgelerinde bulunan Dünya kütlesindeki herhangi bir gezegenin astrometrik yalpalarını tespit etmek için yakın­ lardaki yüzden fazla yıldızı incelemeye yetecek yaklaşık 1 O metrelik bir girişimölçümsel taban çizgisi sağlayacaktı. Goldin'in coşkusu ve Clinton yönetiminin üstü kapalı desteğiyle teşvik edilen NASA, SiM için derhal yeşil ışık yak­ tı ve çalışma grupları oluşturarak TPF-1 planlarını somut­ laştırdı. Sonunda iki proje de büyük zorluklarla karşılaştı. Başlangıçta güçlü bir fonun rüzgarını arkasına alan SiM, kilit gelişimsel köşetaşlarının tamamını ya karşıladı ya da aştı, ama 2000'lerin ortalarında JWST ve Bush yönetiminin yeni Constellation programının gittikçe şişen maliyetleri, projenin fonunu kuruttu. Astronomların çoğu bu duruma kayıtsızdı; görünüşe göre SIM'nin hiper-özelleşmesi, topfo­ mun daha geniş bir kesimine çok az şey vaat ediyordu. Ge­ zegen avcılarının bile çoğu bunu lüzumsuz buluyordu ve çok daha kabiliyetli bir TPF inşa edilmesi için bunun atlanması­ nı umut ediyordu. Görevin ehemmiyet seviyesi tekrar tekrar düşürüldü ve fırlatılması sürekli ertelenerek yarım milyar dolardan fazla para tükettikten ve tüm bunların boş birer masraf olarak birikmesinden sonra, 2010 yılında SiM ses­ sizce iptal edildi, neredeyse tüm uçuş donanımı da ya çöpe atıldı ya da başka bir amaca uygun hale getirildi. TPF-1, farklı bir sorunla yüzleşti: Çalışma grupları, ilgi­ li teknolojik güçlükleri daha da derinlemesine araştırırken görevin maliyeti ve fırlatma tarihi üzerine yapılan hesapla-

"Space Interfernıetry Mission" (SIM) -çn.

244 HiÇLiK NOKTASI malarınumu tsuz biçimde iyimser olduğunu fark ettiler. Tüm aynaların ayrı ayrı kriyojenik olarak soğutulması pahalı ve zor olacaktı. Aynaları o uzun kol üzerinde döndürüp hedefe sabitlemek için gereken tepkime çarkları bütün birleşimin titreşmesine ve muhtemelen gözlemlerin mahvolmasına se­ bep olurdu. Avrupa Uzay Aj ansının, "Darwin" kod adlı kendi TPF -I projesi de dahil yeni tasarımla� ortaya çıktı. Darwin ve onunla ilintili kavramlar, o uzun kolu iptal edip, ışığı top­ layacak ve ışın birleştirici bir göbeğe yönlendirecek birkaç aynadan oluşan ve serbestçe uçan bir dizilim kullanarak titreşimleri ortadan kaldıracaktı. Projenin, kriyojenik olarak soğutulan bir uzay aracı yerine şimdi beş ya da altısına ih­ tiyacı vardı ve bunların her birinin derin uzayda santimetre ölçeğinde bir hassaslıkta biçimlenerek uçması gerekiyor, bu da görevin karmaşıklığını ve gereken itici gaz miktarını cid­ di biçimde artırıyordu. Karmaşık, kriyojenik JWST'nin ma­ liyetinin kontrolsüz büyümesi, TPF-I'in 1,5 milyar dolarlık ilk maliyet tahminlerinin şişerek öncülünden daha da yıkıcı biçimde pahalı hale geleceğine işaret ediyordu. 2001 yılında JPL'inTPF-I için tahmini fırlatma tarihi en erken 2014'e kay­ mıştı ve görev plancıları daha ucuz alternatifler, ideal olarak da kriyojenik olmayan tek bir teleskop arıyorlardı. Aklıselim, ışığın girişimölçeri mümkün kılan aynı kaya­ ğan dalgalı davranışının, dolgu-delikli tek bir teleskobun da Dünya benzeri ötegezegenleri görüntülemesini engelleyece­ ğini gösteriyordu. Uzaylı bir Dünya'dan optik dalga boyla­ rında yayılan on milyarda bir fotonun yakalanabilmesi için, ışığı sıkı bir biçimde kontrol edilmesi, yıldızın baskın pa­ rıltısının ortadan kaldırılması gerekiyordu. Ancak tek bir aynaya düşen yıldız ışığı sıvılaşan dalgalar halinde akarak, en küçük kusurların çevresinde bile donmuş dalgacıklar ve ışıldayan lekecikler biçiminde birikip çamurlaşır. Yalnızca bilgisayar simulasyonlarında ve kuramcıların tatlı rüyala­ rında var olan türden, matematiksel olarak kusursuz ayna­ lar bile buna bağışık değildir: nokta halindeki uzak bir yıl­ dızdan gelen ve ideal dairesellikteki bir aynaya çarp an ışık bile aynanın kenarlarına yayılacak, eşmerkezli bir dizi halka

245 BEŞ MiLYAR YILL IK YALNIZLIK tarafından çevrelenmiş parlak bir merkezi disk oluşturacak­ tır. Ciddi miktarda disk, dalgacık, halka ve leke kendilerini yıldızın görüntüsünün tam da yaşanabilir gezegenlerin bu­ lunmasının beklendiği bölgesinde gösterme eğilimine sahip­ ti. Her bir sapma tipik olarak, hedefteki bir yıldızın yüzde biri oranında parlaklığa sahip olmakla birlikte, o yıldıza eşlik eden küçük, kayalık gezegenlerin soluk ışığından sekiz büyüklük sırası daha parlaktı ve bu yüzden gezegen tespitle­ rini tamamen imkansız kılmıyorsa bile beklenmedik kılıyor­ du. Yirmi birinci yüzyılın başlarında optik üzerine yazılmış güncel herhangi bir kitapta sunulan bilimsel fikir birliği bu yöndeydi ve tepeden tırnağa yanlıştı. Tek teleskoplu bir TPF çözümünün anahtarı, kuramsal olarak bir yıldızın kırılım disklerini ve halkalarını yok eden, koronograf adı verilen bir aygıttı. Güneş'i çevreleyen sıcak, bulutsu tacın gözlemlenebilmesi için Fransız astronom Ber­ nard Lyot tarafından 1930'da icat edilen koronograf, hedef­ teki bir yıldızın istenmeyen ışığını dışarıda bırakmak için bir teleskobun aynasının önüne yerleştirilen esrarengiz bir nesnedir. Bir koronografın nasıl çalıştığını görmek için ken­ di koronografınızı yapabilirsiniz. Sağ elinizin başparmağı­ nı, gökyüzündeki Güneş'in üzerine getirerek yıldızın parıl­ tısının büyük kısmının gözlerinize ulaşmasını engelleyin; ilke, aynı ilke. Ancak Güneş tamamen engellenmiş olsa bile başparmağınızın kenarlarını küçük miktarda güneş ışığının sardığını göreceksiniz. Sağ elinizin başparmağını sol elini­ zinkinin tam arkasına, arada çok kısa bir mesafe bıraka­ rak görüş hattınıza giren Güneş'i engelleyecek fazladan bir bariyer olarak yerleştirirseniz bu ek parıltının bir kısmını da köreltebilirsiniz. Bir dizi "gözbebeği" lens, kısmen şeffaf "maskeler" ve ilk panjurun kenarlarından yayılan kalıntı ışı­ ğı aşamalı olarak ortadan kaldıran, disk biçimli opak "per­ deler" yapan Lyot'un, kendi koronograflarındayaptığı şey de buna benzer bir şeydir. Lyot'un aletleri, Güneş'in kendisin­ den bir milyon kat daha soluk olan tacını görüntülemek için uygundu. Amateleskobun optiğine, görülebilir ışıkta bir öte­ Dünya görüntüsünün elde edilebilmesi için gereken 10 mil-

246 HiÇLiK NOKTASI yarda birlik hayati yıldız ışığı baskısına olanak vermeyecek kadar fazla parazit ışık sızdınyorlardı. 2001 yılında, Harvard-Smithsonian astronomlarından Wesley Traub ve Marc Kuchner'in aklına, TPF-I'in çoğal­ makta olan zorlukları üzerine kafa patlatırken, yıldız ışığını baskılamak için girişimölçüm ilkelerine özellikle daha fazla dayalı olan yeni bir koronograflar sınıfı kavramı geldi. Tra­ ub ve Kuchner, koronografikbir maskedeki sarmalların veya çizgilerin girişimölçümsel sıfırlama şablonlarını üst üste getirerek ve koronografın perdesinin biçimini dikkatlice bü­ kerek, eş zamanlı olarak yıldız ışığı baskısının miktarını ar­ tırıp yıldızın ışığının yüzde 99,999999999'unu engellerken, kalıntı yıldız ışığını daha ince .olan bir dış bölgeye, koro­ nografın merkezi karanlık gölgesinden uzaklara yönlendire­ bildiklerini keşfetti. Bir yıldızın ışığı engellenip, sıfırlanıp, son olarak da algılayıcının kenarlarına süpürülürken yakın­ lardaki bir gezegenin soluk ışığı da gölgenin içerisinde bir görüntü oluşturmak üzere engel olmadan geçip gidecekti. Bu şema, sıkı kontrollü laboratuvar deneylerinde neredey­ se kusursuz çalıştı. Traub ve Kuchner'in koronografları do­ lambaçsız biçimde üretilebiliyordu, ama her bir maske tipik olarak bir yıldızın bütün bir tayfından ziyade ışığın yalnızca birkaç dalga boyu için işe yarıyordu. Traub ve Kuchner'in kendi koronografları üzerinde çalıştığı dönemlerde, Prince­ ton Üniversitesinden bir başka astronom, David Sperger, ba­ ğımsız olarak, tamamen farklı düzenlemelerde şekillenmiş ve aynı zamanda aşın yıldız ışığı baskısına ulaşan koronog­ rafik maskeler ve gözbebekleri geliştirmişti. JPL ve NASA bunları dikkate aldı ve bir koronografikTPF olan TPF-C, yani kızılaltı ışıktan ziyade optik halde çalışmak üzere tasarlanmış bir gezegen arayıcı teleskop için araştır­ maları fonlamaya başladı. Kısa süre içinde kabaca bir mima­ ri ortaya çıkmıştı: TPF -C, teleskobun içindeki bir veya daha fazla sayıda özelleşmiş yıldız ışığı baskılayıcı koronograflar­ la eşleşen, 8 metrelik, büyük, yekpare bir ayna kullanacaktı. Yekpare birincil ayna dairesel değil de oval olacak, böylece roket karenajına sığabilecekti; JWST'ninki gibi katlanabilir

247 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK parçalı aynalar, ultrahassas koronograflarla telafi edileme­ yecek kadar fazla sayıda dalgayüzü sapması yaratıyordu. Traub, Kuchner ve Spergel'in çığır açan buluşlarının sonra­ sında daha da fazla sayıda koronograf tasarımı ortaya çıktı. Yıldız ışığı birçok yolla bastırılabiliyor, oluk labirentlerinde zayıflatılabiliyor, hızla dönen sarmal ağlarında çarpıtılabi­ liyor veya maskeler ve lenslerden oluşan labirentlerde kade­ meli olarak bitirilip dağıtılabiliyordu. Ama bu yöntemlerin hepsi, istenmeyen ışığın bir kısmını yine de sızdırıyordu. Her bir tasarımın teleskoptaki başka noktalara fotondamla­ cıkları sıçratma derecesine, "hiçlik noktası" adı veriliyordu. Hiçlik noktasının güçlendirilmesi için borulama etkisi, koronograflara çarpan ve onların içlerinden geçen pürüz­ süz biçimde simetrik dalgayüzleri gerekiyordu. Teleskobun hedeflenmesinde gerçekleşecek en küçük yönlendirme ha­ tası, hizalanmış yıldız ışığı ışınlarının neredeyse sezilemez biçimde yeni yollarda "yürümesine," aynalarda farklı kusur şablonlarına sapmasına, hiçlik noktasını zayıflatmasına se­ bep olurdu. TPF-C'nin, Hubble'ınkinin beş katından daha büyük bir kesinlikle hedef alması gerekiyordu. Teleskobun yansıtıcı yüzeyindeki tek bir silikon atomunun çapından daha küçük orandaki bir yüzey sapması, optik silsileyi kade­ me kademe başlatan kusurlu dalgayüzleri göndererek hiçlik noktasını zayıflatırdı. Hubble'ınkiyle kıyaslandığında, TPF­ C'nin aynalarının yaklaşık yüz kat daha pürüzsüz olması ge­ rekiyordu. Böylesine hassas bir hedef almayı ve biçimlemeyi ortaya çıkarmak ve sürdürmek titreşim kontrolü, etkin optik ve ayna üretiminde ciddi ve pahalı ilerlemeler gerektiriyor­ du, ama bu tür işler yine de makul bir TPF-I görevinden daha ucuz görünüyordu. TPF-C, bir TPF-I'den daha az yetenekli ve hassas olacaktı ve yaşanabilir gezegenler için daha az yıldı­ zı araştıracaktı, ama olası biçimde daha ucuz bir maliyete sahip olması onu NASA ve JPL'deki bütçe planlamacıların gözünde bir şampiyon yaptı. Yıllar geçtikçe TPF-C'nin yıldızı yükselirken TPF-I'in kaderi düşüşteydi. Rüzgarın ters yönden esmeye başladığını sezen JPL, 2005 yılında Traub'a, hem TPF-C'de proje uzmanlığı hem de

248 HiÇLiK NOKTASI

NASA'nın ötegezegen bilim programlarını denetleyeceği bir mevki olan baş uzmanlık için iş teklifinde bulundu. Yılda 50 milyon dolar harcayarak ne yapıp edip TPF'yı zamanında fırlatmak için çalışan yaklaşık elli kişilik bir ekibe liderlik edecekti. Bu işi kabul etmek, Massachusetts'le tüm bağlarını koparıp ülkenin diğer ucuna taşınmak anlamına geliyordu. Kendisi de yetmiş yaşına yaklaşıyordu ve oradan ayrılırsa eski arkadaşlarını da arkasında bırakmak zorunda kalacağı­ nı biliyordu. Yine de Traub kararını çabucak verdi ve JPL'in teklifini kabul etti. Bu yeni fırsatın yapılacak fedakarlığa de­ ğeceğini düşündü; eğer her şey planlandığı gibi giderse belki de on yıl içerisinde, başka, uzak yaşanabilir gezegenlerden toplanan ışığın incelendiği gözlemler geldikçe TPF ekibini yönetiyor olabilirdi. Gelmiş geçmiş tüm insanlar içerisin­ de -geçmişte, bugün ve gelecekte- Traub, belki de Dünya'nın ve güneş sisteminin ötesinde yaşamı bulan ilk kişi olarak şanslı bir azınlığın arasına girecekti. Ateşin keşfinden beri insanlığın en kökten gelişiminde hayati bir rol oynayabilirdi. Traub kısa süre içinde güneşli Pasadena'ya ulaştı ve kirala­ dığı küçük bir daireye yerleşti. TPF -C ve TPF -I'in kaderleri birbirinden ayrılırken yıl­ dız ışığını baskılamak için büyük oranda Spergel'in, onun Princeton'dan meslektaşı Jeremy Kasdin'in ve Colorado Üni­ versitesinden Webster Cash'in çalışmasına dayalı üçüncü bir yöntem ortaya çıktı. Bu araştırmacıların üçü de TPF-C'nin aynalarının ihtiyaç duyduğu uç noktadaki hata paylarıyla ilgileniyordu. Teleskobun içine bir koronograf koyup tüm o bozucu, kirletici yıldız ışığına davetiye çıkarmak yerine, her­ hangi bir parazit yıldız ışığının optik silsileye ulaşmasını engelleyecek serbestçe uçan ayrı bir uzay aracı olarak koro­ nografı teleskobun dışına yerleştirmeyi önerdiler. Serbestçe uçan bu koronografa "yıldızsiperi" adını verdiler ve perfor­ mansı üzerine yaptıkları ilk simulasyonlar, aygıtın yıldız ışı­ ğını kırmak ve sıfırlamak için ideal şeklinin çok yapraklı bir ayçiçeğine benzediğini ortaya çıkardı. TPF-I veya TPF-C'nin, özel olarak yapılmış bir sürü teçhizat gerektiren ve yalnızca sınırlı sayıda dalga boyunda işlev gören yıldız ışığı baskıla-

249 BE Ş MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ma tekniklerinin aksine bir yıldızsiperi, bir teleskobun her­ hangi bir teleskobun üzerine derin bir gölge düşürüp daha genişbantlı tayfölçümüne olanak tanıyarak biyo-imza arayı­ şını genişletiyordu. Bir yıldızsiperinin teleskobu TPF -I gibi kriyojenik soğutma veya TPF-C gibi ultra-pürüzsüz yekpare aynalar gerektirmiyordu; NASA'nın planlanmış JWST'si de dahil, yeterince büyük genel amaçlı bir aynaya sahip her­ hangi bir uzay gözlemevi iş görürdü. Ama bir yıldızsiperini üretmek ve çalıştırmak kolay iş değildi; onun yerine TPF-C teleskobuyla ilintili birçok aşırı hata payı ayrı bir uzay aracına aktarılabilirdi. Birçok tasa­ rım 50 ile 100 metre arasında bir çap ile jilet kadar ince ve keskin kenarlara sahip, koyu yansıma önleyicilerle kaplan­ mış, bir yıldızın 50.000 ila 150.000 kilometre önünde salı­ nan bir yıldızsiperi öngörüyordu. Karşılaştırma olması açı­ sından, Dünya ve Ay arasındaki ortalama uzaklık yaklaşık 380.000 kilometredir; bir yıldızsiperinin gölgesiyle telesko­ bu düzgün biçimde hizalamak hassas bir yörünge kontro­ lü gerektirecekti. Yıldızsiperi, uzayda otonom bir biçimde açılmak ve muazzam gövdesini milimetre altı ölçekteki bir hassaslıkta korumak zorundaydı ve tüm bunları da yüksek güçlü küçük iticileri kullanarak hedeflerin üzerinde kalmaya veya aralarında mekik dokumaya çalışırken yapacaktı. Çevik bir TPF-C hedefler arasında saniyeler veya dakikalar içinde geçiş yapabilirken, bir yıldızsiperinin bunu yapması günler veya haftalar alacaktı. Bir yıldızsiperiTP F-C'den daha az yıl­ dızı araştıracaktı, ama bunu potansiyel olarak daha düşük maliyetle yapacaktı. Yıldızsiperi kavramına TPF-0 adı veril­ meye başlandı ("P," "panjur"un kısaltmasıydı); ama ciddi de­ ğerlendirmeler için geç kalmış olduğundan, NASA'nın görev planlamacıları arasında yıllar boyunca "önemli olan yarış­ maktı" diyen bir yarışmacı konumunda görülecekti. TPF-I, TPF-C ve TPF-0. Yaklaşık on yıllık ağır bir çalış­ manın sonucunda NASA, JPL ve ilgili diğer kurumlar, her biri başka yıldızların çevresindeki yaşanabilir gezegenlerin

Orijinali "TPF-0." "O" İngilizce panjur anlamına gelen "occulter" sözcüğü­ nün baş harfi-ed .n.

250 HiÇLiK NOKTASI görüntülerini oluşturabilecek üç geniş teknoloji tanımlamış­ tı. Yoksun oldukları şey yalnızca, bir mimari seçip ilerlemek için NASA'nın siyasi amirlerinden gelecek yetki ve fondu. Başkan George W. Bush'un NASA için 2004 yılında yaptığı öngörüyü, hani şu Constellation programını yaratarak astro­ notların yüzünü Ay'a ve Mars'a döndüren öngörüyü destek­ leyen literatüre gömülü tek bir ifadeylebir likte yetki geldi. 2012 yılında, TPF'nın ilk dönemlerde yarattığı umutların yıkık dökük birer hayale dönüşmesinden uzun süre sonra kendisiyle konuştuğumda, Traub o zamanın ruhunu özlem­ le andı. Traub, ilerleyen yaşıyla birlikte gittikçe beyazlayan sarı saçları ve keçi sakalıyla uyumsuz küçük mavi gözleri olan, uzun boylu ve sakin bir adam. Hala NASA'nın ôtegeze­ gen Keşif Programı başkanı olarak görev yaptığı JPL'de yeni bir ofise taşınıyordu o sırada. Çalışma masası, Traub'un ya­ rım asırlık bilimsel kariyeri boyunca biriktirdiği, yan yana konduğunda yaklaşık 90 metrelik bir düz çizgi oluşturabi­ len kitapların, makalelerin ve bildirilerin bulunduğu mavi dosya dolaplarıyla çevriliydi. Bunların çoğunluğu geçen yedi yılda Traub'un JPL'de çalıştığı sürede birikmişti ve birçoğu da TPF'larla ilgiliydi. Stoğunu 40 metreye düşürüyor, çöp ku­ tularını Dünya dışı yaşam üzerine yakın dönemde yapılan araştırmaların külliyatıyla dolduruyordu. Kutuların birin­ den katlanmış bir kağıt çıkardı ve burnunun üstüne yerleş­ tirdiği altın tel çerçeveli gözlükleriyle kağıdı inceledi. Bu, Elachi'nin Yo l Ha ritası'na katkı koyan kilit insanlardan ve geçmiş yıllarda TPF girişimlerinde proje uzmanı olarak ça­ lışmış olan Caltech astronomu Charles Beichman'dan gelen bir nottu. "Bu not 2004'ün Nisanından, buraya gelişimden bir yıl iki ay öncesinden kalma.'' dedi Traub. "Chas mevzubahis ol­ duğunda, sıradışı biçimde neşeli bir not bu. Bunu benim de üyesi bulunduğum TPF bilim çalışma grubunun üyelerine göndermişti." Boğazını temizledi ve okumaya başladı. "TPF için heyecan verici yeni gelişmeler konusunda seni bilgilen­ dirmek istiyorum. Başkanın NASA'ya biçtiği yeni rol kapsa­ mında, aj ansa, 'başka yıldızların çevresindeki Dünya benzeri

251 BEŞ MiLYAR YILLIK YAL NIZLIK gezegenler ve yaşanabilir ortamlar için gelişmiş teleskop araştırmaları yapmak üzere' Başkan tarafından yetki veril­ di." Traub yumuşak bir biçimde iç geçirdi ve kağıdı masa­ sının üzerine bıraktı. "Sekiz yıldan daha uzun süredir, geçi­ mimizi, Başkanın NASA için yaptığı öngörüdeki bu ifadeyle sağlıyoruz." Bush'un bu bariz desteğinden cesaret alan NASA ve JPL gözü pek bir karara varmıştı: Aj ans, kızılaltı TPF-I ve optik TPF -C arasında bir seçim yapmaktansa ikisini de uçuracaktı ve bunu yakın zamanda yapacaktı. NASA ve JPL, TPF-C'yi 2014 yılına dek inşa edip fırlatacak, sonra da Avrupa Uzay Aj ansıyla birlikte çalışarak 2020'ye kadar TPF -I'i inşa edip fırlatacaktı. Bilimsel açıdan, eş etkinlik meselesinde sorun yoktu: hem optik hem de kızılaltıyla yapılan tayfölçümsel gözlemler, bir gezegenin yaşanabilirliğinin ve olası biyosfe­ rinin çok daha güvenilir biçimde belirlenmesine olanak sağ­ layacaktı. Beichman'ın 2004 yılında verdiği bu not, bunun "NASA'nın yeni rolünün bir parçası olarak TPF'yı ileri taşı­ mak için bir fırsat" olduğunu ve "NASA HQ ve projeye göre, bilim, teknoloji, siyasi irade ve bütçesel kaynakların bu planı desteklemek için elverişli" olduğunu açıklayan gayri resmi bir ilandı. Gezegen avcıları ve halk mest olmuştu, ama diğer astro­ nomlar bu duruma içerlemişti. NASA neredeyse tamamen ötegezegenlere adanmış bir değil, iki pahalı uzay teleskobu inşa etmeyi seçmiş ve bunu da ulusal uzay bilimi planla­ rı organize etmeye çalışan çeşitli yüksek seviye komitelere ve çalışma gruplarına resmi olarak danışmadan yapmıştı. Muhalifler, iki TPF'yı da inşa etmenin, karanlık enerjinin doğasını açıklığa kavuşturmak, kütleçekim dalgalarını tes­ pit etmek ve yüksek enerjili X ışınlarındaki etkin galaktik çekirdeği gözlemlemek gibi daha önemli öncelikler için hiç para bırakmayacağını öne sürüyordu. Bu karşı çıkış halk ta­ rafından susturuldu, ama içten içe kaynamaya devam etti. Traub'un 2005'te JPL'e geldiği sıralarda, bu hoşnutsuzluk rüzgarları Laboratuvarın tavan yapmış coşkusunu dibe çek­ meye başlamıştı bile.

252 HiÇLiK NOKTASI

"Konu gezegenler olduğunda, astronomlar arasında pek de büyük bir mutluluk olduğu söylenemez," dedi Traub,ye ­ tersiz bile kalan bir ifadeyle. "Ötegezegenlerde durum daha da kötü. Görünüşe göre, yalnızca yıldızlara ve galaksilere bakan astronomlar genellikle gezegenleri onaylamıyor. Ast­ rofizik, Büyük Patlama, galaksilerin evrimi ve yıldızların çevresindeki toz disklerinin evrimi üzerine çalışmanın so­ run olmadığını düşünen çok sayıda insan var. Ama bu disk­ lerin gezegen oluşturup oluşturmadığını sormayacaksın. Gezegenlerin hoplayıp orada burada gezinen şeyler yaratıp yaratmadığını merak bile etmeyeceksin. Çünkü biyoloji ve yaşam kadar karmaşık konularla bir ilgisi olabilecek şeyler hakkında düşünmek bir şekilde saygınlığımızı azaltır." Traub,JPL'e geldiğind e, ikisi şöyle dursun, birTPF görevi­ ni bile yakın gelecekte uçurmaya yetecek kadar halk desteği toplamanın kolay olmayacağına dair sabırlı bir teslimiyetle karşılaştı. "Aynı anda kesinlikle iki görevi birden yapama­ yacağımız ve birini bile bu notta söylenen kadar kısa süre­ de gerçekleşmeyeceği şeklinde bir algı vardı," diye açıkladı. "Ama sorun yoktu. Yalnızca çok çalışıp bilimsel açıklama ra­ porlarını yazacak, teknoloji çalışmalarını halledecek ve her­ kesi gemiye toplayacaktık. Belki fazladan birkaç yıl alırdı, ama o kadardı. Geriye dönüp baktığımda, korkuyla, bilimin her şey olmadığını görüyorum. Aslına bakılırsa bilim muhte­ melen en son sırada geliyor. İnsanlar bilim için en iyisi neyse onu desteklemezler, onlara doğrudan fayda sağlayacak şey­ leri desteklerler. Bugünlerde astronomi camiasının peşinden koştuğu şeyse astronomların tam istihdamının sağlanması." İki TPF'nın da inşa edilmesinin kolayca multimilyar do­ larlık birer çaba haline geleceği konusu iyice netleştikçe, ABD'deki astronomi camiasının daha geniş kesimlerindeki sesli destek iyice sessizleşti. NASA astronomların ve astrofi­ zikçilerin uyuşmaz taleplerine karşın insanlı uzay uçuşu ça - balarının bütçe yükünü dengelemeye çalıştığından, bu aj ans için kolay bir seçimdi. 2006'nın Şubat ayında, Bush'un Cons­ tellation programı ve bir avuç uzay mekiği uçuşunu des­ teklemek için kendi bilim bütçesinden 3 milyar dolar kadar

253 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK koparmıştı. Yaşam arayan uzay teleskopları için gelen hızlı destek etkili biçimde iptal edilmiş, aj ansın sayısız ve sonsuz teknoloji gelişim projelerinden biri olmak üzere, büyük ön­ görülerin ölmek için gittiği damla damla fonlanan bir arafa resmi olarak düşürülmüştü. NASA politika ve fonlarında bü­ yük bir değişim olmaksızın, aj ans, en erken 2030'lann orta­ larına kadar TPF adı verilmeye değecek herhangi bir gezegen görüntüleme teleskobunu ertelemek zorunda kalacağı bir ro­ taya girmiş gibi görünüyordu. Bu sırada Dünya'ya benzeme potansiyeli olan gezegenlere dair daha da fazla keşif birik­ meye devam ediyordu. Traub'u köklerinden ayırmaya iten, dönüştürücü bir güce sahip olan proje, kendisinin JPL'e ge­ lişinin üzerinden bir yıl bile geçmeden paramparça olmuş­ tu. Ya şamı süresince TPF'ya dair beklentilerini sorduğumda, hafifçe gizleyebildiği bir hüzünle, geriye kalan iyimserliğin kendisinin iş tanımının bir parçası olduğunu söyledi. "Mesleki olarak umutsuzluğa düşemem, çünkü o durum­ da bu çok ama çok bunaltıcı bir iş haline gelir," dedi. "Ama bir katedral yapmaya başladıysan, onu ölmeden önce bitir­ mek gibi bir zorunluluğun yoktur. Bunların inşası genellikle birkaç yüz yıl alır. Ancak biz de burada ortaçağ katedralleri inşa etmiyoruz. Bence bizim işimiz daha kolay ve inanıyo­ rum ki işler 2004'te gelen şu notta planlandığı kadar ileri gitse, ilerlemek için bize gerekli fonlar sağlansa bu teles­ kopları aşağı yukan planlanan programdaki zamanlarında uçurabiliriz. TPF-I yaklaşık olarak on yılını doldurmuş oldu­ ğunda, TPF-C'nin fırlatılma zamanı yaklaşmış olur. 2004'ten beri bakış açısını değiştirmeme yetecek kadar kökten bir bi­ çimde yeni bir şey öğrenmedim. Şimdi, teknik açıdan konu­ şacak olursak, bunların hiçbiri kolay şeyler değil. Hayatım boyunca yaptığım diğer şeylerle kıyaslandığında tüm bunlar çok daha zordur ve burada kime sorsan aynı şeyi söyleyecek­ tir. Ama şu anda, bugün, potansiyel olarak yaşanabilir ötege­ zegenlerin ışığını elde etmek için halihazırda yanın düzine yola sahibiz. Bunları laboratuvarda kanıtladık. Mühendis­ liği düzeltmemiz gerekecek, ama yeni şeyler icat etmemize gerek yok. Bu gerçekten de yalnızca odak düzleminde birkaç

254 HiÇLiK NOKTASI parça cama sahip büyükçe bir ayna inşa etme, onu büyük bir roketin içine koyma ve arkasına da birkaç bozunabilir ayna yerleştirme meselesi!" Mesele bu kadar basitse, belki de tek yanıtın NASA olma­ yabileceğini öne sürdüm. Belki de çözüm devlet sponsorlu­ ğundan çok özel fonlardan gelirdi. Başını iki yana salladı. "Özel sektörde bu denli büyük bir şeye para harcamaya niyetli hiç kimse yok," dedi. "Gerek­ li paraya sahip insanların böylesine uzun soluklu bir proje için kenara para ayırması neredeyse imkansız. Bunu devle­ tin yapmasının sebebi de bu. Ay 'a insan gönderme kararını NASA vermedi; Başkan Kennedy verdi. NASA'ya ne yapması gerektiğini söyleyen, parlamenterler ve yönetim; dolayısıyla bunun gerçekleşmesi için olması gereken, Kongreden veya Başkanlıktan birilerinin bu konuda güçlü hislere sahip ol­ ması ve güneş sisteminin ötesindeki yaşamın ilk kez keşfe­ dilmesinin, insanlık tarihinde yalnızca bir kez gerçekleşecek bir şey olduğunun farkına varması. Başarısız olan, çuvalla­ yan ve bu işi ileri taşımayanlar olmak istiyor muyuz? İhti­ yacımız olan tek şey, siyasi liderlerimizin bunun NASA ve ulusumuz için önemli bir şey olduğuna karar vermesi. İzin verildiği takdirde nasıl ilerleyeceğimizi bildiğimize temin ederim. Bu konudaki nihai düşüncem de budur."

***

Traub'la ilk kez önceki yıl, 201 1 'in Mayıs ayında, Massachu­ setts Teknoloji Enstitüsünün (MiT)' Cambridge'deki kampü­ sünde bulunan camla kaplı o ünlü Medya Laboratuvarının bulunduğu üst katında gerçekleştirilen küçük bir konferans­ ta tanışmıştım. "Ötegezegenlerin Önümüzdeki 40 Yılı" başlı­ ğını taşıyan konferans, alanın sorunlu yakın geçmişi ve TPF veya henüz düşünülmemiş başka yollarla gelecekteki kurtu­ luşu üzerine düşünüp taşınılması için, MIT'li astrofizikçi ve gezegen bilimci Sara Seager tarafından düzenlenmişti. Sea­ ger, Traub'u Kepler sonuçlan üzerine tartışmak ve TPF'nın yükselişi ve düşüşünde JPL'in rolünü savunmak için davet

Orijinal adı: Massachussetts Institute of Technology.

255 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

etmişti. Başka birçok aydın da davetliydi. Matt Mountain, bir yıldızsiperinin, JWST'nin gözlem süresini onda birin­ den daha kısa bir süreyi kullanarak bir avuç komşu yıldızın çevresindeki herhangi bir küçük, kayalık gezegenin tayfları­ nı nasıl elde edebileceğini açıklayarak TPF-O'yi savunmaya gelmişti. Mountain'in hesaplarına göre, bir JWST yıldızsi­ peri yaklaşık 700 milyon dolarlık bir maliyete sahipti; ama NASA, sallantıdaki uzay bilimi sancak gemisini yörüngeye sokmak için verdiği paradan tek kuruş fazla harcamaya ha­ yatta yanaşmazdı. John Grunsfeld de oradaydı ve görünüşe göre, Amerika'nın astronotlarının, Dünya'dan uzakta derin uzayda gezegen arayıcı teleskopları birleştirmek ve bakım­ larını yapmak gibi zorlu görevlere istekli olduğunu ima edercesine, NASA'ya dönüşü için hazırlanıyordu. İçindeki Tsiolkovski ortaya çıkarak, tek gezegene hapsolan herhan­ gi bir türü yok oluşun beklediğini duyurdu ve iyimser bir biçimde, yaşanabilir ilk ötegezegenin somut kanıtlarının 21 Temmuz 2025'te, yani insanlığın Ay 'a bastığı ilk adımın elli altıncı yıldönümünde, bir NASA uzay teleskobundan gelece­ ğini öngördü. Konferansın fikirsel katalizörü Seager'dı. Kırkıncı doğum gününe yaklaşmış ve kendisini sonraki kırk yıl boyunca öte­ gezegen araştırmalarının ön cephesinde tutabilecek yeterli­ likte tutkuya ve ömür süresine sahip olan Seager, hala görece genç bir kadındı. Genç olsa bile şimdiden bu alanda çalı­ şan insanlar arasında en çok saygı duyulan ve en başarılı olanlardan biriydi. Kozmoloji üzerine araştırmalar yapma, evrenin yaşamının oluşumsa! ilk dönemlerini gün yüzüne çı­ karma umuduyla astrofizik alanında bir kariyere girişmişti. Ötegezegen patlaması yaşandığındaysa rotasını aniden de­ ğiştirdi. Seager 1990'ların ortalarında yalnızca Harvard'lı astronom Dimitar Sasselov'un altında çalışan bir lisans öğrencisiyken işe girişen Seager, sıcak Jüpiter'lerin atmos­ ferlerinin yapısına ve evrimine dair ilk detaylı modelleme­ yi gerçekleştirmişti. O günlerde birçok astronom hiilii sıcak Jüpiter'lerin, yıldızların değişkenliği ve hüsnükuruntunun yanıltıcı birer sonucu olduğunu düşünüyordu ve bazıları Se-

256 HiÇLiK NOKTASI ager ve Sasselov'un çalışmasını budalaca riskli buluyordu. Ancak 1999'da Harvard'dan doktorasını almıştı ve geniş ast­ ronomi çevreleri koyun gibi onun peşine takılmıştı: neredey­ se herkes nihayet sıcak Jüpiter'lerin gerçek olduğuna kanaat getirmişti ve Seager'ın modelleri gözlemsel çalışmalar için altın standartlar belirlemişti. Bunun üzerine Seager, geçiş yapmakta olan bir sıcak Jüpiter'in atmosferinin,TPF türün­ de bir şey inşa etmeksizin nasıl incelenebileceğini açıkla­ yarak çıtayı daha da yükseğe koydu. Sasselov'un da eşya­ zarlık yaptığı makalede Seager, gezegenin üst atmosferinde patlayan yıldız ışığının, Dünya'ya astronomların yeryüzüne ve uzaya yerleştirilmiş mevcut teleskopları kullanarak tes­ pit edebileceği tayfölçüm bilgileri ışınlayacağını öne sürü­ yordu; özellikle de yaptığı hesaplamalara göre optik dalga boylarında net bir tayfölçüm imzası yansıtması gereken sod­ yumun izlerinin aranmasını öneriyordu. O zamanlarda he­ nüz geçiş yapan bir gezegen bulunmamıştı. Birkaç yıl sonra bir ekip, Seager'ın önerisini denedi ve Hubble Uzay Telesko­ bunu kullanarak, geçmekte olan yeni keşfedilmiş bir sıcak Jüpiter'i gözlemledi. Öngörüldüğü gibi, tayfsal sodyum çiz­ gilerine rastladılar; bir ötegezegenin atmosferi ilk kez tespit edilmişti. Yıllar içinde Seager'ın odağı ötegezegen yaşamı arayışına kaydı ve bu alanda da potansiyel olarak yaşanabi­ lir dünyaların ortamlarının nasıl niteleneceği üzerine çığır açıcı çalışmalar gerçekleştirdi. Ya şadığı müddetçe eninde sonunda bir uçuş gerçekleştirebilecek herhangi bir TPF gö­ revine liderlik etmeyi umduğunu gizlemiyordu. Seager bu konferansı gelecek nesilleri de gözeterek dü­ zenlemişti ve titizlikle her şeyin video kaydına alınmasını ve çevrimiçi olarak arşivlenmesini sağladı. Koltuklarına ku­ rulmuş bilim insanlarının, mühendislerin ve gazetecilerin karşısında yaptığı açılış konuşmasında narin ve çarpıcı bir biçimde boy gösterdi. Cenaze karası A kesim bir elbise ve dizlerine dek yükselen botları ve yüzünü çerçeveleyen küt kara saçlarıyla uyumlu bir blazer ceket giymişti. Kan kır­ mızısı bir şal boynunu çevreliyordu. Her zaman olduğu gibi, bazı meslektaşlarının itici bulduğu o canlı, sert sesiyle ko-

257 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK nuşuyordu, ancak bunun sebebi ne sosyal bir kopuş ne de tutku eksikliğiydi. Görünüşe göre, Seager'ın, bilgiyi çoğu in­ sanın idrak edebileceğinden daha hızlı ve şiddetle işleyen zihni sürekli olarak hızlı çalışıyordu; etkileşime karşı algo­ ritmik yaklaşımı, beklenmedik biçimde ağırbaşlı beyanları, ölçülüp biçilmiş cazibesi... Her şey yalnızca buna işaret edi­ yordu. Konuşurken gözlerini salondaki kalabalığın üzerin­ de gezdiriyor, ama sıklıkla, konuşmasının en hararetli anla­ rında duraklayıp delici ela bakışlarını doğruca kameralara yöneltiyor, gelecek nesillerden oluşan belirsiz dinleyicilere hitap ediyordu. Bu konferansı, ABD hükümetinin bütçe krizi ve görünü­ şe göre sallantıda olan ötegezegen patlaması karşısında bu alanın keşif dalgasının nasıl devam ettirilebileceğini tasar­ lamak için topladığını söyledi. "Burada, ötegezegenler üze­ rine çalışan çoğumuz, bugünden yüzlerce veya binlerce yıl sonra, insanlar geriye dönüp bizim neslimize baktığında, onların bizi Dünya benzeri gezegenleri bulan ilk insanlar olarak hatırlayacaklarını düşünüyor; Dünya boyutunda veya Dünya kütlesinde demiyorum. Dünya benzeri diyorum." Kır­ kıncı doğum gününe, yani yaşamının yarısına yaklaşırken, o keşiflerin boşa gitmiş birer sonuç olduğuna artık inanma­ dığını söyledi. "Yani sizi buraya topladım ve tüm olan biteni kaydediyor olmamızın sebebi de budur; çünkü bir etki ya­ ratmak istiyoruz ve bunun gerçek olmasını istiyoruz. Tek tek değil, kolektif bir biçimde, başka Dünya benzeri gezegenle­ rinbütün bir geleceğini başlatmasıyla hatırlanacak insanlar olmanın eşiğindeyiz. Burada olmamızın sebebi budur." Kısa süre içinde anlaşıldı ki alanın sürdürülebilirliği­ nin yakın yıldızların çevresinde potansiyel olarak yaşana­ bilir, potansiyel olarak canlı gezegenlerin aranmasına bağ­ lı olduğunda herkes hemfikir olsa bile böylesi bir arayışın nasıl gerçekleşmesi gerektiğine dair fikirler birbirlerinden güçlü bir biçimde ayrışıyordu. Gelecek yıllarda birleşik bir yol çizmek hayli zorlu olacaktı. Seager'ın eski bir arkadaşı ve şu anda gezegen avcısı bir Harvard profesörü olan Da­ vid Charbonneau kalabalığın arasından ayağa kalktı ve TPF

258 HiÇLiK NOKTASI gibi bir görevin peşinden koşulmasını eleştirdi. Charbonne­ au, Seager'ın tekniğini kullanarak ilk ötegezegen atmosferini tespit eden ekibe liderlik etmişti. Üzerinde, 2007 yılında ge­ çiş yaparken keşfedilmesine katkıda bulunduğu ve sal ağacı gibi su üzerinde yüzebilecek kadar hafifve şişkin olan geze­ gene atıfta bulunan, "TrES-4'ten DAHA BÜYÜK" sloganının basılı olduğu cart san bir tişört giyiyordu. Geçiş yapan acayip gezegenler Charbonneau'nun uzman­ lık alanlarından biriydi; 2000 yılında bunlardan ilkini, Gü­ neş benzeri HD 209458 isimli yıldızın yörüngesindeki bir sıcak Jüpiter'i bulduğunda kendisinin de şöhreti artmıştı. 2009'dan beri vaktinin büyük bir kısmını, aynı zamanda M-cüceler olarak da bilinen kızıl cüce yıldızların çevresin­ de geçiş yapan süper dünyaları arayan, yeryüzüne yerleşik bir 0,4 metrelik küçük teleskoplar dizisi olan mEarth• Pro­ jesiyle geçiriyordu. Bizim gezegenimize kıyasla süper dün­ yaların görece büyük olan boyutu, bizim Güneşimize kıyasla M-cücelerin görece daha küçük olan boyutuyla birleştiğinde, toplu bir halde zıtlık açısından bakıldığında, tüm potansiyel olarak yaşanabilir gezegen sistemleri arasında görülmesi en kolay ve muhtemelen tanımlanması da en ucuz olanın süper Dünya/M-cüce eşleşmesi olduğu anlamına geliyordu. Char­ bonneau; Seager ve diğerleri tarafından hiç de öyle multi­ milyar dolarlık bir TPF inşa etmeye gerek duymadan ilk kez ortaya serdiği gibi, geçiş yapmakta olanların aktarım tayföl­ çümü için özellikle iyi hedeflerold uğunu söyledi. Bu tür muazzam dünyalar, daha kuvvetli kütleçekim alanlarınden ötürü sıkışmış karaları ve korkunç biçimde ka­ lın atmosferleriylemuhtemelen hayli yabancı yerlerdi. Süper dünyaların da bizim daha ufak tefek olan gezegenimizde ol­ duğu gibi iklimlere istikrar veren bir tür levha tektoniğine sahip olup olmadığı gibi güncel verilerle kontrol edilmemiş bir konu üzerine tartışmalar alevlendi. M-cüce süper dünya­ ların yüzeylerinde su bulundurabilmeleri için küçük, soluk yıldızlarına öylesine tehlikeli biçimde yakın olmaları gere-

mEarth: Bu ismin telaffuzu, İngilizcedeki "mirth" (neşe, sevinç) sözcüğü­ nün telaffuzuyla aynıdır. Dolayısıyla isimde bir kelime oyunu vardır -çn.

259 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

kirdi ki, bu komşu yıldızdan yükselen gelgit güçleri gezege­ nin dönüş enerjilerini tüketerek, tıpkı Dünya'yla Ay arasında olduğu gibi çoğu gezegenin yalnızca tek bir yüzünün yıldıza sabitlenmesine sebep olurdu. Böylesi dünyalarda, ışığa bo­ ğulan bir yarımküre yıldız patlamalarından gelen iyonize edici ışımayla sonsuza dek kavrulurken diğeri ebedi bir ge­ ceyle örtülürdü ve bu ikisinin arasında sürekli ortada duran ince bir alacakaranlık şeridi bulunurdu. Gelgit kuvvetleriyle sabitlenmiş bir gezegenin atmosferi, içeriğine bağlı olarak ya gece tarafında tamamen donardı ya da ısrarlı olursa bir­ birinden tamamen farklı sıcak ve soğuk yarımküreler ara­ sında çok şiddetli rüzgarların esmesine sebep olurdu. Ya şa­ ma elverişli olsalardı bile hiçbir M-cüce süper Dünya, Dünya benzeri ötegezegen emlak piyasasında hiçbir zaman liste başı olamayacak gibi görünüyordu. Charbonneau'ya göre, geçişler üzerine yapılan çalışma­ ların yalnızca yakınlardaki ötegezegen popülasyonlarının yok olmakta olan kısmını ortaya çıkarabileceği gerçeği gibi çevresel güçlükler ve belirsizlikler de çok az öneme sahipti. Önemli olan, geçiş yapmakta olan M-cüce süper dünyaların, bir nesil veya daha fazlasını beklemeye gerek kalmadan, dü­ şük maliyetle ve görece yakın bir zamanda bulunup incele­ nebileceğiydi. Sunduğu argüman aynı zamanda, ötegezegen camiasındaki kimileri arasında, Güneş benzeri yıldızların yaşanabilir bölgesinde bulunan Dünya boyutlarındaki geze­ genleri görüntülemenin daha en baştan kaybedecek zor bir iş olduğu şeklindeki gittikçe büyüyen inancın bir özetiydi. Bütçe sıkıntısında çektikleri sancılar sırasında astronomla­ ra destek olması için TPF yerine bir sürü daha küçük, daha az iddialı, daha az yeterlikte, yeryüzüne ve uzaya konuş­ lanmış uzay teleskobu görevi önerileri de ortaya çıkmıştı. Charbonneau'nun mEarth'ü gibi bunların birçoğu da ilham­ larını çılgınca başarılı geçmiş Kepler görevinden alıyor ve yakın yıldızların çevresinde gerçekleşen geçişleri araştırma konusu etrafında dönüp duruyordu. İki yıl sonra NASA, bu mütevazı önerilerden birinin, Transit Ötegezegen Araştırma

260 HiÇLiK NOKTASI

Uydusunun (TEssr 2017 yılında fırlatılması için 200 milyon dolar tahsis edecekti. Dünya'ya birkaç yüz ışık yılı uzaklık­ taki yıldızların yörüngesinde bulunan geçiş yapan gezegen­ ler için bütüncül bir gökyüzü taraması gerçekleştirecek olan TESS, NASA'nınKepler görevinin de halefi olacaktı. Sunumunu keskinleştiren Charbonneau, güneş sistemi­ mize 30 ışık yılı uzaklıkta Güneş benzeri yalnızca 20 yıldız varken, yine aynı uzaklıkta yaklaşık 250 M-cüce olduğu­ nu belirtti. Daha küçük, daha soğuk yıldızların daha fazla sayıda yakın ve düşük kütleli gezegene ev sahipliği yaptı­ ğına işaret eden Kepler sonuçlarının anlamını değerlendi­ ren Charbonneau, Güneş'e en fazla 20 ışık yılı uzaklıkta, Dünya'dan bakıldığında geçişi gözlemlenebilecek, "bu M yıl­ dızların çevresindeki doğru yerlerde [potansiyel olarak ya­ şanabilir] cisimlerin bulunduğunun kesin" olduğunu ifade etti. Yalnızca fonlar yetersiz olduğu için değil, aynı zaman­ da "keşif oranı göz önünde bulundurulduğunda böylesine sığ bir görüşe sahip bir şeye hayatının yirmi yılını vermek budalaca bir davranış" olduğu için de TPF'ların bir hata olduğunu söyledi. Charbonneau'ya göre genç astronomlar belirsiz bir sonuca böylesine uzun vadeli bir yatırım yap­ maya istekli olmayacaktı ve olmamalıydı; TPF ve ATLAST gibi görevler gelecek on yıllar içerisinde dallarında solup ölmeye mahkumdu ve herhangi bir gerçek Dünya türevine dair bilgiler de ele geçmez biçimde erişim dışında kalacaktı. Bunun bir çaresi yoktu. Kısa bir aranın ardından, Amerikalı gezegen avcılarının duayeni olan Geoff Marcy uzun adımlarla kürsüye çıktı ve Charbonneau'nun büyük, iddialı uzay teleskoplarına karşı ortaya koyduğu ve kendisinin de yanlış ve zarar verici bul­ duğunu ifade ettiği reddi üstü kapalı olarak eleştirdi. Elleri cebine gömülü halde, kendisinden beklenmedik bir biçimde ağırlığını bir ayağından diğerine verirken zemine bakarak konuşmaya başladı. Kepler'in sonuçları konusunda sevinç dolu olduğunu, ama geçtiğimiz on yıldaki ilerleme eksikli­ ği ve sonraki on yıl için tükenmiş olan umutlar yüzünden

"Transiting Exoplanet SurveySa tellite" (TESS) -çn.

261 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK de kızgın olduğunu söyledi. Kepler'in sonuçları, yakında­ ki yıldızların çevresinde, aksi halde yakın incelemelerden kurtulacak geçiş yapmayan potansiyel olarak yaşanabilir gezegenlerin bolca bulunduğuna işaret ettiği için bu duru­ mun TPF'yı "olağanüstü bir biçimde zorlu" bir hale getirdi­ ğini belirtti. Özellikle de yalnızca dolgusuz delikler yoluyla yüksek çözünürlük umudu taşıyan TPF-I "astrofiziğin akla yatkın tek geleceği"ydi, ama "NASA buna bir şekilde göz yummuştu." Öfkesini tüm salona yayarak yalnızca NASA'yı değil, aynı zamanda liderlik konusunda feci başarısızlıklar gösterdiği için, tebaa gibi yaşayan uzay bilimi camiasını da suçladı. Sunduğu resimde, aj ans ve JPL, ötegezegen araştır­ macılarını birbirleriyle rekabet edip çarpışan, kendi kendi­ ni yok eden sıfırlayıcı tutarsızlık nabızlarıyla birbirlerini devre dışı bırakan cephelere ayırmış birer girişimölçer gibi davranıyordu. Sonuç olarak da kolektif bir TPF hayali uzay astronomisinin karanlık hudutlarına sürgün edilmiş, alanın öngörülebilir geleceğinin üzerinde de derin bir gölge peyda olmuştu. "Acı verici bir şekilde bildiğim kadarıyla tarih, bu," diye anlattı, l 999'da ilk TPF bilim tanımlama ekibinde görev yap­ mış olduğunu hatırlayarak. "2000 yılında NASA genel merke­ zi parmağını sallayarak, TPF-I'i inşa etmemiz ve bu arada da tüm astrobiyoloji ve moleküler biyoloji derslerini almamız gerektiğine dair bir ihtar çekti bize ... Sonra 2002 civarında NASA, bir girişimölçer değil koronograf inşa etmemiz gerek­ tiğini, ikisi için de para olmadığını, bu yüzden bir koronog­ rafın inşa edilmek zorunda olduğunu söyledi. Ardından, sı­ radışı bir biçimde, 2004'te NASA genel merkezi ikisini birden inşa etmemiz gerektiğini duyurdu! Optikte bir koronograf ve kızılaltında de bir girişimölçer." Başını iki yana salladı; çi­ leden çıkmıştı. "İki tür TPF'yı da yapmak için gereken para birdenbire nereden çıktı, bilmiyorum. Kafa buluyorlardı bi­ zimle. Birkaç yıl boyunca bu iki tasarım, koronograf ve giri­ şimölçer, birbirlerine karşı mücadele ettiler... Bana kalırsa o birkaç yılda işler hayli pisleşti... Sonra da panj ur geldi ve tam anlamıyla tüm alanın üzerine gölge düşürdü!" Bu ha-

262 HiÇLiK NOKTASI sit şakadan ziyade, rahatsız edici bunca hakikatin dillendi­ rilmesinin ardından gerilimi düşürmek amacıyla seyirciler kahkahaya boğuldu. Sunumunu yavaşlatan Marcy, NASA'ya duyduğu güvenin fazlasıyla sarsıldığını, o kadar ki artık aj ansın devasa portfö­ yünün belirli kesimlerine tamamen daha faal olan özel sek­ tör tarafından dış kaynak yardımının yapılıp yapılmaması gerektiğini merak ettiğini açıkladı. TPF'nın yanı sıra, Başkan Obama'ya doğrudan yaptığı Tsiolkovskici bir çağrıda dile getirdiği, önümüzdeki yarım asırlık zaman diliminde aj ans için büyük ve değerli bir başka işin de hayalini kurmuştu. "Ayağa kalkın ve şu duyuruyu yapın," diye rica etti Marcy. "Üçlü yıldız sistemi Alpha Centauri'ye ulaşmak birkaç yüz veya bin yıl alsa bile bu yüzyıl bitmeden oraya bir insansız uzay aracı fırlatacağımızı ve mümkün olan en kısa sürede oranın gezegenleri, kuyruklu yıldızları ve asteroitlerinin fo­ toğraflarıyla geri döneceğimizi söyleyin ... Alpha Centauri'ye gitmek büyük bir görev olurdu. K- 12 çocuklarını; Kongre­ yi ve toplumumuzun her bir kesimini kendine çekerdi. Eğer gerçekten şanslıysak NASA'yıda tekrar hayata döndürürdü ... Ayrıca şüphesiz böylesi bir proje Japonya, Çin, Hindistan ve Avrupa'yı da içeren uluslararası bir proje olurdu ... Alp­ ha Centauri'ye yapılacak bir görev, bilimsel ilerleme kadar, dünyada ihtiyaç duyduğumuz diplomatik tutarlılığı da bera­ berinde getirirdi." Birkaç dinleyici tekrar güldü, bu sefer acı bir alaycılıkla. Ülke siyasi açıdan aşırı kutuplaşmış, finansal açıdansa diz­ lerine kadar borca batmıştı. Yıllar önce TPF projesini kar­ gaşaya sürükleyen hüsnükuruntunun altında yatan şey de, Başkan şöyle dursun, ABD'li herhangi bir siyasetçinin böyle­ sine ağır dalgalanmalara karşın elindeki siyasi sermayenin

K- 12: ABD, Kanada, Türkiye, Filipinler ve (zorunlu olmasa da) Avustral­ ya'da kullanılan ve ilköğretim ve ortaöğretim öğrencisi olacak yaştaki çocuktan kapsayan bir kısaltmadır. İfade, bu ülkelerin eğitim sistem­ lerinde anaokulu (kindergarden) ve 12. sınıf arasındaki yaşlarda bulu­ nan çocuktan kapsamaktadır. Bilindiği gibi ülkemizde de bu seviyeler arasında bulunan okulların İnternet sitelerinin sonunda ".kl 2" uzantısı bulunmaktadır -çn.

263 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ufacık bir parçasını dahi yıldızlara seyahat peşinde koşarak harcayacağını düşünmekti. Bir dakika bile geçmeden, Seager tekrar izleyicilerin kar­ şısına çıkmıştı. Programa göre, hazırlanmış bir konuşma yapması gerekiyordu, ama Charbonneau ve Marcy'nin ko­ nuşmalarının ateşlediği tartışmaların ışığında, sunumunun büyük bir kısmını atmıştı. "Uzaya gidip en yakındaki yıldızların haritasınıçıkar mak istiyoruz," diye yineledi Seager, herkesin hemfikir olduğu ortak paydayı pekiştirerek. "Bugünden binlerce yıl sonra, yıldızlararası seyahatlerine başlamakta olan insanlar geri­ ye bakacak ve bizi, en yakındaki yıldızların etrafında bulu­ nan ve Dünya'ya benzeyen gezegenleri bulan insanlar ola­ rak hatırlayacaklar... NASA'yı sevdiğimi söylemek istiyorum; NASA, kariyerime olağanüstü katkılar yapmıştır. Ama aynı zamanda önümüzdeki kırk yıl içinde NASA'nınKara sal Geze­ gen Arayıcı vs yapamayacağını da görebiliyorum. Bu benim için gitgide daha da bariz hale geldi ve bu salondaki herkes, benim karasal gezegen tipi herhangi bir görevin en büyük, en coşkulu destekçilerinden birisi olduğumu biliyor. Benim yapmak istediğim şu. Ölmeden önce bir TPF'nın yapıldığı­ nı görmek istiyorum. Şu ana kadarsa bu konuda hiç endişe­ lenmemiştim." Bir saniyeden kısa bir süre için, sesi ani bir üzüntü belirtisi gösterdi. Seager, kadrolu bir MIT profesörü olarak bulunduğu ko­ numun, kendisine muazzam bir güvenlik sağladığını, yük­ sek riskli, yüksek ödüllü araştırmalar için bir fırsat -hat­ ta neredeyse bir zorunluluk- verdiğini ifade etti. NASA'nın onun ömrü süresince bir TPF yaratacağına dair sallantıda olan güveni, Seager'ı başka yollar, başka gelişmeler üzeri­ ne düşünmeye itmişti. Bunlardan özellikle biri umut vaat ediyordu: yeni nesil bir ticari uzay uçuşu sağlayıcısının, ni­ hayet yüksek fırlatma maliyetlerinin felce uğratan paradig­ masının üstesinden gelmeyi gözeterek roketler ve uzay üs­ leri inşa eden yüksek teknolojici bir grup genç şirketin kısa süre önce ortaya çıkması. Bu şirketlerin SpaceX, Blue Origin, XCOR gibi isimleri ve PayPal, Amazon ve Intel gibi şirket-

264 HiÇLiK NOKTASI lerle servet kazanmış multimilyoner CEO'ları vardı. Seager, NASA'nın sağlamakta başarısız olduğu bir genişlemeyi, in­ sanların uzaya doğru karlı ve sürdürülebilir biçimde açılma­ sını bu yeni şirketlerin sağlayabileceğini düşünüyordu. Bu şirketler, astronomların maliyetleri düşürmek ve TPF tarzı uzay teleskoplarının fırlatılmalarını hızlandırmak için ihti­ yaç duyduğu yeni bir eş etkinlik dalgasını tetikleyip, diğer canlı dünyaların ışıklarını o salonda, karşısında toplanmış olan herkesin yaşamlarına ve kariyerlerine getirerek, erişil­ mez bir hedefe giden kuvvetli birer yol inşa edebilirdi. Ar­ kadaşlarını ve meslektaşlarını bu toplantıya yalnızca alanın geleceğini tartışmak için değil, aynı zamanda biraz da ala­ na geçici bir veda dilemek için de çağırmıştı. ôtegezegenler üzerine çalışmaya devam edecekti, ama bu alan, kendi kendi­ ni sürdürebilir ticari uzay uçuşu sanayisinin ortaya çıkışına yardım etmek üzerine yapılacak yeni, kapsayıcı bir vurguya eşlik edecekti. Bu sürpriz duyuru, kalabalık arasında bir fı­ sıltı rüzgarı başlattı. "Artık bunu yapıyor olacağım," diye açıkladı Seager, katı bir kararlılıkla. "Son zamanlarda çoğunuz beni toplantılar­ da görmedi; gelecekte de çok fazla göremeyeceksiniz, çünkü ben buna yatırım yapıyorum. Ancak olur da beni asteroitler ve Mars üzerine çalışırken görürseniz bilin ki o konular­ la gerçekten o kadar ilgilenmiyorumdur. Artık ticari uzay uçuşu dünyasına yardım edebileceğim her konuda yardım etmekle ilgileniyorum." Fırlatma maliyetlerine dair tahmin­ leri alıntıladı: NASA'nın uzay mekiklerinden biriyle yörün­ geye ulaşmak 100 milyon dolara mal olurken, bunu daha basit Rus Soyuz roketleriyle yapmak yalnızca 10 milyon dolara patlıyordu. Belki de ticari sağlayıcılar fırlatma ma­ liyetlerini bir büyüklük seviyesi kadar daha düşürebilirdi. "Bir Karasal Gezegen Arayıcı yapmak istiyorsak bu şirket­ lerin başarılı olmasına ihtiyacımız var, çünkü bu aygıtların üzerinde on milyar dolarlık bir fiyat etiketi olduğu müd­ detçe biz bunu kendi başımıza asla yapamayacağız. O eti­ keti onlara yardım ederek sökebilirsek, bu mesele de gerçek olur."

265 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Seager'ın konuşmasından sonra dinleyiciler, kafein boca edilmiş kümeler halinde sohbet etmek üzere salondan çıkıp giriş salonuna girdi. Bir biyokimyacının bir astrofizikçiye, yaşam arayan teleskop arayışının nasıl da 1990'lardaki in­ san genomu dizileme yarışına benzediğini açıklamasını din­ ledim. "Bunu yapmak için ellerinde gerekli teknolojiyi barın­ dıran ve birbirlerini yiyip kemiren farklı farklıbir sürü grup vardı," dedi biyokimyacı. "Ayrıca bir de hepsi de kendi amaç­ ları uğruna genomu dizilemeye çalışmaya karar vermiş dev­ let kurumları, akademik enstitüler ve ilaç şirketleri vardı. Bu devlet ve ticaret rekabeti karışımı herkesi hedefe doğru itti... Sizin asıl Çin'i gidip ilk yaşanabilir gezegenleri bulmaya ve hepsine Çince isimler vermeye nasıl ikna edeceğinizi düşün­ meniz gerekiyor." Kahve ve çay masaları arasında, bir mühendis bir bilim insanına, bir robotik uzay aracını ışık hızının yüzde lO'uyla Alpha Centauri'ye göndermenin çok kolay olacağını söylü­ yordu: kendisine gereken tek şey, Virginia ayarında bir deni­ zaltından alınmış ve yüksek darbe elektrikli itki sistemine bağlanmış bir nükleer reaktördü. "Bunu bugünün teknoloji­ siyle yapabiliriz!" diye haykırdı mühendis. "Geri gönderdiği fotoğrafları görecek kadar da yaşarız muhtemelen!" Bilim insanı buna yanıt olarak, sanki mühendis kendisinin zihnin­ de yaptığı hesaplamalara önemli birkaç değişkeni katmayı unutmuş gibi yalnızca nazik bir biçimde başını yukarı aşağı sallıyordu. Konferansın resmi olarak bitişinden sonra o akşam, bir avuç katılımcı, Medya Laboratuvarından ayrılıp, Seager'ın Cambridge'deki en uzun çok katlı bina olan Bina 54'ün, yani Ye şil Binanın on yedinci katındaki ofisine gitti. Seager'ın daveti üzerine bazılarımız antenlerle ve radar kubbeleriyle beneklenmiş çatıya çıkarak, Boston'ın siluetinde kıpırdaşan ışıkları ve Charles Nehrinin durgun sularını dalgalandıran yelkenlileri izledi. Mountain, Seager ve Grunsfeld,manzara­ yı hayranlıkla izleyerek sessizce sohbet etti. Traub bir süre sessizce dikilerek güneşin batışını seyretti. Marcy yukarı tırmanıp muazzam radar kubbesinin altında birkaç fotoğraf

266 HiÇLiK NOKTASI

çekildi, sonra tekrar aşağı indi. Çoğunlukla havadan sudan konuşuyordu, ama konu açıldığında yine NASA'nın içinde bulunduğu kötü durumu tartışmaya dalacaktı. "NASA'nın başı büyük belada," dedi bana daha sonrasın­ da. "Görünüşe göre tüm o altyapısına ve uzmanlığına rağmen özel sektörü alt edemeyecek. Kendi bürokrasini aşmaktan bile aciz. NASA nasıl oldu da TPF'lara sırtını dönebildi? Tek başına NASA'yı suçlamak da istemiyorum; belki de bunların hiçbiri aslında onun suçu değildir. Belki de büyük şeyler ger­ çekleştirmek için örgütlenmeye çalıştığımızda güçlüklerle karşılaştığımızdandır. Roma bile yıkıldı. İnsanlar kusursuz değil. İnanılmaz biçimde acıklı hatalar yapıyoruz ... Görünen o ki bu doğamızda var." Bir elini kaldırdı ve başparmağıyla işaret parmağını, bir çift çubukla bir pirinç tanesini tutmaya çalışıyormuş gibi bir açıya getirdi. "Karıncalardan üstünlü­ ğümüz ancak bu kadar. Ben meseleyi böyle görüyorum. Kimi yönlerden bir arı kolonisinden farksız çalışıyoruz. Bu doğal. Ama biliyorsun, koloni çöküş sendromu diye bir şey de var." Ye şil Binaya geri döndüğümüzde tartışmalar devam etti ve bir grup insan, bu geçici arı kovanının kraliçe arısı olan Seager'ın etrafında vızıldayıp durdu. Odadan çıkmak üze­ reyken, kendisinin yıldızlararası seyahat üzerine fikirlerini duydum yine. "Güneş sisteminden ayrılacağımız bir gün ge­ lecek mi, bilmiyorum," diyordu. "Yalnızca bu seçeneğe sahip olmanın güzel olacağını biliyorum."

267 Bölüm 10

ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU

Güneş sistemimizi genişlemekte olan bir ışık kabuğu çevre­ ler, bu ışığın kaynağı da Güneşimizdir. Bu kabuk kusursuz bir küre şeklinde değildir; onun yerine orta noktasında bir kum saati gibi incelir ve bu noktada, Samanyolu'nun spiral galak­ tik düzeyi içerisindeki ışık boğucu kalın gaz ve toz şeritleri bir miktar ışığı söndürür. Galaktik düzeyin önleyici enkaz­ lardan görece azade olduğu alt ve üst kısımlarında, Güneş'in foton bombardımanı ikiz loblardan dışarı doğru ışık hızında sonsuza dek yayılarak dalgalanır. Her ne kadar kabuğun sı­ nırlan bizden saniyede üç yüz kilometre uzaklaşsa da devasa galaksiler arası boşluktaki genişlemesi o kadar yavaştır ki, şu anda 4,6 milyar yıl uzakta oldukları saptanabilir. Kabuğun kenarları, yıldızımızın doğuşunu müjdeleyen termonükleer ateşlenmenin çakışıyla püsküren ilk fotonlardan oluşur. Gü­ neş sistemimizin tarihinin çözülen her bir saniyesi, yıldız ışı­ ğının gezegenlerden yansımalarına, kırılmalarına ve perde­ lenmelerine kodlanmış halde onu takip eder. Büyük olasılık­ la, bu foton yayını için sonun başlangıcı bugünden yaklaşık altı milyar yıl sonra, uzun süre boyunca şişip nabız gibi atan Güneşimiz kızıl bir deve dönüşerek nihayet barındırdığı son helyum ve hidroj en kırıntılarını da yakıp tükettiğinde gerçek­ leşecek. Arkasında yanmış gezegenler, gözden kaybolan bir iyonize gaz bulutsusu ve bir yıldız kalıntısı, akkor ısısında bir karbon ve oksijen közü bırakacak. Çağlar boyunca yavaş­ ça soğuyan kalıntının soluk ışığı nihayet karanlığa karışacak, güneş aktarımını bir bıçak gibi kesin bir biçimde kapatacak ve arkasında yalnızca sonsuza dek yankılanmak üzere antik zamanların ışığını bırakacak.

268 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU

İlkel ve Prekambriyen zamanın fotonlarla taşınan yan­ kılarının tamamı -gezegenlerin oluşumu, Dünya'da ya­ şamın ortaya çıkışı, dünyamızın atmosferinin oksijen­ lenmesi, karanın işgal edilişi- uzun süre önce çevredeki galaksilere, galaktik kümelere ve süperkümelere yayılmak üzere Samanyolu'nu terk etti. Bize en yakın komşu sarmal olan Andromeda'nın trilyon yıldızı arasında bir yerde bu­ lunan bir gözlemci bugün baktığında Dünya'nın 2,5 milyon yıl önceki halini, Ha ma sapiens'in öncüllerinin Sahra altı Afrika'da ham taş aletlerin üretimini geliştirdikleri zaman­ ları görürdü. Samanyolu'nun bitişiğindeki bir cüce galaksi olan Büyük Macellan Bulutundan görüldüğü haliyle dünya­ mız muhtemelen MÔ 160.000'deki buzul ilerlemesinde kısılı kalmış, atalarımızsa buz örtüleri geriledikçe Afrika'dan göçe zorlanmış haldedir. Yankılanmalar kendi galaksimiz içinde daha da yakından geliyor. 6500 ile 10.000 ışık yılı arasın­ da bir yerde bulunan Carina Bulutsusunun açık kümeleri ve mavi hiperdev yıldızları arasından Dünya, tarımın ve Me­ zopotamya, Mısır ve İndus Vadisi gibi Bronz Çağı uygarlık­ larının yükselişi sırasındaki haliyle görünüyor. Thales'in, Demokritos'un ve diğer Antik Yunanların Dünya'dan giden ışıkları şu anda 2500 ışık yılından biraz uzakta bulunan Yıl­ başı Ağacı Yıldız Kümesinin yeni doğmuş alevli yıldızlarına ve parıldayan moleküler bulutlarına yayılıyor. Güneş ben­ zeri bir yıldız olan HR 8799'un çevresinde dönen dev geze­ genlerin göklerindeki Dünya, telsiz yayını yapmaya ve içten yanmalı motoru geliştirmeye henüz başladı. l 930'ların ilk televizyon yayınları şu anda Regulus'un buz mavisi yıldızla­ rına varmış olmalı ve l 969'da Apollo 11'in Ay'a iniş yaptığını bildiren haberler Capella'nın yaşlı sarı güneşlerine henüz ulaştı. Tüm bunlardan herhangi birinin oralarda bir yer­ lerde bir dinleyici bulup bulamadığını söyleyemeyiz. Tüm bildiğimiz, Dünya'dan yükselen canlı yayın gözlemlenebilir evrende türünün tek örneği olabilir. Güneş sistemimizin doğumu ve evrimi en yakın yıldızla­ rın civarından görüntülenip hızlandırılmış bir kısa filme sı­ kıştırılsa hayli ürkütücü bir görüntü ortaya çıkardı. Büyük,

269 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK kara bir moleküler hidrojen bulutundan ilk önce bir yıldız oluşuyor, sonra onu dönüp duran gezegenler takip ediyor. Yörüngelerine bir kez oturan dev dış gezegenler helezonla­ rının ve dönüp duran gaz şeritlerinin altında milyarlarca yıl görece durağan ve sakin kalıyor. Magma okyanusları soğu­ yup kabuk bağladıktan sonra en içteki Merkür'de bundan da azı gerçekleşiyor. Diğer üç iç dünyanın her biri bulut, deniz ve karadan oluşan mavi-yeşil birer mücevher, ama bir an sonra Venüs bir buhar örtüsü altında pişiyor, Mars da kuru­ yup donuyor. Filmin geri kalan zamanının büyük bir kısmın­ da, gezinip duran kıtalar, nabız gibi atan buzullar, patlayan dağlar, kabaran gelgitler ve akın eden yeşilliklerden oluşan bir kaleydoskop olan Dünya, bu sistemin en ilginç biçimde değişken gezegeni oluyor. Zaman geçişi günümüzü yakala­ madan önceki son saniyede Dünya gece ışıklarının elektrikli örgülerini ve yapay uyduların ışıldayan halelerini ediniyor. Dönüşmüş olan gezegen, sistem boyunca spora benzer bir avuç metalik noktacık boşaltıyor. Bunlardan beşi Jüpiter'e yaklaşıyor ve sistemden kaçmalarına yetecek hızda fırlatı­ larak daha geniş galaksi ve kozmostaki bilinmeyen kısımla­ ra doğru yola çıkıyor. Her biri NASA tarafından fırlatılan bu araçlar, insanlığın yıldızlararasında gezinen toy uzay araç­

ları: Pioneer 1 O ve 11, Voyager 1 ve 2 ve Plüton' a bağlı New Horizons. Bu araçların en uzakta bulunan ve en hızlısı olan Voyager 1, 14 Şubat 1990'da, altı milyar kilometreden de daha uzak bir mesafede,Plüton'un yörüngesinin ötesinde ve güneş sis­ teminin tutulma düzeyinin çok üzerindeyken kameralarını son bir kez Dünya'ya çevirdi. Carl Sagan ve Voyager görevin­ de çalışan başka insanların ısrarı üzerine uzay mekiği iko­ nik Apollo "Mavi Bilye" görüntüsünü tekrarladı, ama bu kez yüz bin kez daha uzak bir mesafeden. Bu kadar uzaklıktan Dünya neredeyse Güneş'in kırınımlayıcı ışınımının içinde kaybolmuştu, ama daha ayrıntılı bir inceleme sonucunda, gezegenimizin, Voyager J'den iletilen görüntüde tek bir pik­ selden daha az bir alan kaplayan gök mavisi renkte yalnız bir ışık noktası olduğu ortaya çıktı.

270 ÇORAK TOPRAKL ARA DOGRU

Sagan, Dünya'nın bu görüntüsüne "soluk mavi nokta" adını verdi ve sonrasında bu sözcük öbeğini en çok satan kitaplarından birinin ismi olarak kullandı. Green Bank top­ lantısından sonraki on yıllarda gezegen atmosferleri üzeri­ ne hayati önemde çalışmalar gerçekleştiren ve hayli başarılı bir televizyon mini dizisi olan Cosmos'u sunan Sagan, uzay bilimini uygulamada ve popülerleştirmede zirveye yüksel­ mişti. Sagan, Frank Drake ve diğer iş arkadaşlarıyla birlikte, Voyager'larla yıldızlara gönderilmek üzere uzun devirli bir taş plak tasarlayıp kaydetti. Bakır, alüminyum ve altından üretilen, manyetik bir pikap, iğne ve resimli yönergelerle ta­ mamlanan kaydın oynatılmaya bir kopyası her bir uzay ara­ cının yan tarafına monte edildi. Her bir kayıt, yıldızlararası uzay boşluğunda sayısız çağlar boyunca dayanacak, Güneş ve Dünya'dan daha uzun var olacaktı. Başka herhangi bir ge­ zegen sistemiyle eninde sonunda bir karşılaşmanın olması olasılığıysa yok; olur da bir gün bulunurlarsa, kayıtlar büyük ihtimalle yıldızlararası seyahatler gerçekleştiren çılgıncası­ na gelişmiş uygarlıklar tarafından kurtarılacak. Eğer yete­ rince şanslıysak belki de bizim kendi torunlarımız bulacak. Voyager kayıtlan övünürcesine ütopikti ve suç, savaş, açlık, hastalık ve ölüm gibi entropik insan hatalarına herhangi bir gönderme içermiyordu. Her bir kutu Başkan Jimmy Carter'ın ve Birleşmiş Milletler diplomatlarının mesajlarının bulundu­ ğu bir ses kaydını, kırk dört dilde selamlamaları ve Dünya'da­ ki yaşam üzerine neşe dolu 118 fotoğrafba nndınyordu. Her biri rüzgar ve yağmur, kalp atışı ve kahkaha, öpücük ve roket fırlatma, elektro-ensefalogram ve balina şarkılarının ses ka­ yıtlarını paylaşacaktı. Her biri Bach ve Beethoven'ın, Mozart ve Stravinski'nin bestelerini, Peru pan kavalıyla, Cava game­ lanıyla yapılmış müzikleri ve Chuck Berry'nin "Johnny B. Go­ ode" şarkısını çalacaktı. Her biri de yok olmuş bir Dünya'dan, ya bilinemez bir gelecek formuna yükselmiş ya da taşıdıkları antik kusurlar yüzünden uzun süredir çökmüş olan varlık­ ların altın hatıralarından geriye kalan birer mırıltı olacaktı. Voyager'ın Dünya'ya uzaklardan attığı bakış ve yıldızla­ ra taşıdığı mesajlar, her geçen yıl gittikçe daha da soğuk ve

271 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK umursamaz olduğu ortaya çıkan bir evrende yaşayan mü­ tevazı ve dünyaya bağlı birçok ruh için umudun, sabrın ve bilgeliğin işareti, doğamızın iyi meleklerinin saf ve asil ifa­ deleri haline geldi. Bir makalesinde soluk mavi nokta üzeri­ ne düşüncelere dalan Sagan, şairane bir biçimde onu "güneş ışınında asılı kalmış bir toz zerreceği"ne benzetti. Bu zerre­ cik, üzerinde, "sevdiğiniz, tanıdığınız, ömrünüz boyunca adı­ nı duyduğunuz herkesin, var olmuş her insanın hayatlarını geçirdikleri, acılarımızın ve neşelerimizin bir toplamı"ydı. Sagan'a göre bu görüntü, insanlar arasındaki bölünmelerin ve jeopolitik çatışmaların kozmik ahmaklığının bir sembo­ lüydü. "Bilinmezliğimizin, tüm bu enginliğin içinde, bizi ken­ dimizden kurtarmak için başka yerden gelecek bir yardıma dair hiçbir belirti yok," diye yazıyordu. "Dünya, bugüne ka­ dar yaşam barındırdığı tespit edilmiş tek gezegen. En azın­ dan yakın gelecekte türümüzün göç edebileceği başka hiçbir yer yok... Direnişimizi gerçekleştireceğimiz yer, Dünya." Sagan, aynı makalenin daha önceki yerlerinde, insanlık için makul bir gelecekte bir yuva gezegen bulmanın zorluk­ larına değiniyordu. Soluk mavi noktanın, Dünya'nın, uzun bir yıldızlararası yolculuğun ardından buraya ulaşan bir uzay gemisinden çekilmiş bir görüntüsüne benzediğini dü­ şünüyordu. Bu fotoğrafın,TPF tarzı ilk nesil bir uzay teles­ kobundan bakıldığında gezegenimizin nasıl görüneceğini de gösterdiğinden bahsetmiyor, ama belki de aklından bu düşünce de geçmiştir. Deneyimlediğimiz kadarıyla, yuva ge­ zegenimizin soluk mavi renginin yaşam verici su dolu de­ nizlerden ve su buharı bulutlarından geldiğini biz biliyoruz, diye yazıyordu Sagan, ama Voyager'ın tayftan yoksun tek bir görüntüsüne bakan uzaylı bir gözlemcinin bu kadar çok çı­ karım yapabileceğinden şüpheliydi. Daha detaylı bir incele­ me gerekecekti. Bu inceleme Voyager l'in tarihi görüntüsünden on ay sonra, 8 Aralık 1990'da, Sagan, Jüpiter'e doğru dolambaçlı bir yolculuğa çıkmak üzere gezegenimizin etrafında uçan Galileo uzay aracı kullanılarak Dünya üzerine yapılan bir dizi gözlemi yönettiğinde geldi. Dünya'yı sanki yeni keşfe-

272 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU dilmiş uzaylı bir dünyaymış gibi inceleyen Sagan ve Galileo ekibi, Dünya'nın yaşanabilirliğini başarılı biçimde doğrula­ dı, sonrasında da biyosferini ve teknolojisini tespit etti ve bunların tümünü uzayın derinliklerinden ve tamamen ilk ilkeleri kullanarak gerçekleştirdi. Kızılaltı ışıkla gezegenin sıcaklığını aldılar ve buz örtülerinin, denizlerin ve bulutla­ rın sudan oluştuğunu doğruladılar. Termodinamik dengeden yoksun, oksijenle dolup taşan, eser miktarda metan barın­ dıran atmosferde olduğu kadar uzaya ışık soğuran klorofil ve fotosentezin tayfsal işaretlerini yansıtan, bitki örtüsüyle dolu kıtalarda da yaşamın kanıtlarını buldular. Gezegenin yüzeyinde kuvvetle atan, darşerit ayarlı radyo dalgaları tek­ nolojik bir uygarlığa işaret ediyordu. Ortak yargı şüpheye yer bırakmıyordu: gezegenin büyük bir kısmı tam anlamıyla yaşamla kaplıydı ve aşağıdaki bir şeyler küresel bir iletişim ağı inşa edecek kadar akıllıydı. Bunun ardından Sagan ve ekibi, Gelileo'nun aletlerini Dünya'dan Ay'a çevirdiler ve hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde, bizim gezegenimizin ak­ sine onun ıssız, ölü bir kayadan ibaret olduğunu gördüler. Sagan'ın Galileo gözlemleri ilk bakışta ne kadar basmakalıp ve alelade görünürse görünsün, güçlü bir kontrol deneyi, is­ ter yakın uçuş yapan bir uzay aracıyla ister yıldızlararası uzaklıklardan ışık toplayan teleskoplarla incelenmiş olsun herhangi bir gezegene uygulanabilecek bir kanıt standardı teşkil ediyordu. Sagan'ın daha sonraki çalışmalarının enginliği incelen­ diğinde, potansiyel olarak yaşanabilir ötegezegenler üzeri­ ne kendisi yaşadığı müddetçe gerçekleşebilecek herhangi bir gözlemsel çalışma için metotlu biçimde hazırlandığı kaçınılmaz biçimde görülecektir. Asla kesin olarak bileme­ yeceğiz. Kendisinin yaşamı, kemik iliği rahatsızlığına karşı verdiği iki yıllık mücadelenin ardından, NASA yöneticisi Dan Goldin'in TPF inşa edileceği duyurusundan yalnızca aylar sonra, 1996'nın Aralık ayında kendisi altmış iki yaşındayken yarıda kesildi. Son zamanlarında bile Sagan, bilimsel kari­ yerinin ilk yıllarında olduğu kadar her açıdan diri ve kıvrak zekalıydı. Eğer Goldin'in 2006 yılında TPF'ların fırlatılaca-

273 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

ğına dair ilk öngörüleri tutsaydı, teleskop yakınlardaki yıl­ dızların çevresinde herhangi bir soluk mavi noktayı açıklığa kavuşturmaya başladığında Sagan yetmiş iki yaşında ola­ caktı. Daha uzun yaşasaydı insanlığın evreni kavrayışında sonraki dev adımı yönlendirecek ve teşvik edecek sözü ge­ çen bir devlet adamı olarak görev yapabilirdi. Bunun yeri­ ne, Sagan'ın ölümüyle ve TPF'nın nihayet NASA'nın teknoloji geliştirme çöplüğüne atılmasıyla birlikte, kendisinin Dünya üzerinde yaptığı Voyager ve Galileo gözlemleri, gelecek ne­ siller boyunca muhtemelen astronomların canlı, uzaylı bir dünyayı araştırmak adına gelebileceği olası en yakın nokta olarak kalacak.

***

1990 yılında, Sagan uzaklardan Dünya'yı dikkatle inceler­ ken, Toronto Üniversitesinde ilk yılına başlayan Sara Seager da matematik ve fen dersleri için kendini paralıyordu. Küçük bir saç ekme işi kurmak için eczacılığı bırakmış bir doktor olan babasını, tıp hazırlık dersleri alacağına ikna etmişti. Babasıysa onu dermatoloji gibi kazançlı, güvenilir ve görece stresten uzak bir şeyde uzmanlaşmaya teşvik etmişti. Seager bunun yerine, babasını hayal kırıklığına uğratarak kısa süre içinde hedefini fizik ve astronomiye kaydırdı. Henüz küçük bir kız olduğu zamanlardan, geceleri aile arabalarıyla bir yere giderlerken Ay'ın neden nereye giderlerse gitsinler onla­ rı takip ediyor gibi göründüğünü merak ettiği günlerden beri gece göğüne meraklıydı. Kısa bir süre sonra babası Seager'ı bir "yıldız partisi"ne götürdü; burada amatör bir astronom Ay 'ın yörüngesini açıklamış ve onun teleskobundan Ay'a bakmasına izin vermişti. On yaşındayken Kanada'daki or­ manlık bir alanda yaptığı kampta çadırından çıkıp, şehir ışıklarından tamamen azade temiz bir gökyüzünün altın­ da geceye baktığı sırada, Seager'n dünyaya bakışı kökün­ den değişti. Onca yıldıza baktığında, ayaklarının altındaki Dünya'yla başlayıp yukarıdaki sonsuz derinliklere uzanan sürekliliği ilk kez algıladı. On altı yaşındayken üniversitenin herkese açık verdiği bir davette, ayrıcalıklı bazı insanların

274 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU bir canlı bulabilmek için gerçekten de yıldızlar, gezegenler ve Dünya'nın ötesindeki her şey üzerine çalışmalar yaptığını öğrendi. "Tüm hayatımın en heyecan verici günlerinden biriydi," diye o günleri yad etti Seager, daha sonra görüştüğümüzde. "Bunu meslek edinebiliyorduk yani? Hemen eve gidip bunu babama söyledim. Canıma okudu ve şimdiye kadar verdiği en ağır dersi vererek cesaretimi kırdı. 'Sende doğal bir yete­ nek var, ama kendi ayakların üzerinde durmanve hiçbir ada­ ma bel bağlamaman gerekiyor!' dedi. Benim bağımsız olma­ mı istiyordu ve bunun da iyi bir kariyer seçimi olabileceğini düşünemiyordu." Seager'ın babası pratikliğe değer verirdi, ama büyük düşünmesi, kendine hedeflerkoym ası ve o kafa­ sında hedeflere u�aştığını canlandırması gerektiğini tekrar tekrar söylerdi. Aksi halde, başarı beklememeliydi. Bu tavsiyeye rağmen Seager, astronomiye doğru ilerlediği yolun başlarını, tıpkı bir yıldızın cayır cayır yanan kalbinde kaotik bir biçimde oraya buraya seken bir fotongibi, üzerine düşünülmemiş rastgele bir yürüyüş olarak tanımlıyordu. Fi­ ziğe yoğunlaşmanın hem akademide hem de dışarıda iş bul­ ma oranını artıracağını düşünen Seager, babasını ilk önce bu yolla sakinleştirdi, ama ne kadar fazla öğrenirse o kadar ilgisiz hale geliyordu. "Her şeyin denklemlerle kusursuz bi­ çimde açıklanabileceğine inanırdım," dedi. "Sonrasında kes­ tirimlerin her yanı sarmış olduğunu öğrendim. Üç dört yıl boyunca inanılmaz yoğun bir biçimde çalıştım, ama eğlen­ celi olmayan bir şey üzerinde bu yoğunlukta çalışarak neden tüm hayatımı acıya dönüştürmeliydim ki?" Mezuniyetine yakın, bir risk aldı ve lisansüstü astronomi programlarına başvurarak şansını denedi. Büyük düşünmeye karar vermişti ve 1994'ün sonbaharında Harvard'a başvu­ ruda bulundu. Yirmi iki yaşındaydı. Harvard, onu hayretler içinde bırakarak, 1995'in Şubatında yanıt verdi ve kendisine yüksek lisans ve cüzi bir miktar da burs teklifinde bulun­ du. Seager bu haberi Ontario'da, arkadaşlarıyla kır kayağı yaparken aldı. Teklifi kabul etti ve sonbaharda Toronto'dan taşınıp Harvard'a kaydını yaptırmayı planlamaya başladı.

275 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

O yaz, beklemekten başka yapacağı çok az şey vardı. Kuzeye seyahat edip kamp yapmaya karar vermişti, ama tek başına yolculuk yapmak istemiyordu. Arabaları ve açık havayı seven, ara sıra birlikte kano kullandıkları otuz yaşında gürbüz bir adam olan Mike Wevrick'e ulaştı. Uzun ve güçlü bacaklara, Seager'ın uylukları kadar büyük pazılara sahip, mavi gözlü ve geniş omuzlu Wevrick, kırçıl saçlı bir bahriyeliye benzi­ yordu. Alabros kesilmiş saçları, yüzünde birkaç günlük kir­ li sakalı ve zekayla nezaketi üzerine yayılmış bir ünü vardı. Ontario'da kayak yaparken, tam da Seager'ın Harvard'a kabul edildiğini öğrendiği gün tanışmışlardı. İki sebepten ötürü de Seager o günü hayatının en şanslı günü olarak anacaktı.

***

Wavrick ve Seager Kanada'nın kuzeybatı bölgelerine, yani "Çorak Topraklar"a, ağaçların hala büyüyebildiği kuzey sı­ nırını geçtikten sonra başlayan tehlikeli tundraya, İkinci Dünya Savaşından sonrasına dek haritası çıkarılamamış olan ıssız ve uzak, yolsuz izsiz yabanlara dalmak üzere iddi­ alı bir kano gezisi planladı. To ronto'dan arabayla yola çıkıp dört buçuk gün uzaklıkta bulunan ve daha kuzeye giden yo­ lun bir göl kenarında sona erdiği kuzey Saskatchewan orma­ nına giderek başlayacaklardı. Oradan sonra, malzemelerini tazeleyebilecekleri küçük bir uçak pistinin de bulunduğu bir ileri karakol olan Kasba Gölü Oteline varmadan önce bir dizi nehirde yirmi gün boyunca kanoyla ilerleyeceklerdi. Kasba Gölünden sonra, kırk gün daha sürecek 'gittim ve döndüm' tarzı bir yolculukla ağaç çizgisini geçip Çorak Topraklara gi­ rene kadar kürek çekmeye devam edeceklerdi. Bu kırk günün sonunda Kasba'ya dönüp, kuzeye giden bir uçağı yakalamayı planlıyorlardı. Wevrik, usta bir kano kürekçisi olarak nehir­ leri ve gölleri geçmelerini sağlayacaktı. Seager'sa nakliyeyle, malzemelerin karadan taşınmasıyla ve geçilebilir su yolla­ rında Wevrick'in kırmızı Old Town Tripper buz kanosuyla ilgilenecekti. Ağustosun sonunda kuzey sonbaharı çökerken dönme planıyla, 24 Haziranda, yaz çözünmesinin sonlarında Toronto'dan ayrıldılar.

276 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU

Yolculuğun ilk birkaç haftası kuru geçmiş, neredeyse hiç yağmur yağmamıştı. Toronto'dan ayrılırken havanın bozma­ yacağına, böylelikle çamur olması ve malzemelerin ıslanma­ sı ihtimalinin az olacağına dair iyimser hisler taşıyorlardı. Ama yağmurun olmaması, yıldırım yüzünden çıkan yağmur ve kır yangınları riskini de artırıyordu. Yolun sonuna var­ dıklarında gölü ve onu çevreleyen ormanı yoğun bir duman bulutuyla kaplanmış buldular. İçin için yanan kıyı şeritlerini geçerken ıslak tişörtlerini yüzlerine bağlamak için durarak, kasvet içinde nehrin ağzından öteye kürek çektiler. Bir rutin geliştirmişlerdi: yemeklerini kanoda yiyorlar ve Arktik altı yaz güneşinin sağladığı yirmi saatlik güneş ışığının büyük kısmını kürek çekerek geçiriyorlardı. Rüzgar arkalarından eserse dinleniyorlar ve bir muşambayı geçici bir yelken ola­ rak kullanıyorlardı. Nehrin kayalarla dolu coşkun yerlerini ve düşüş yapan şelaleleri atlatmak için günde ortalama on beş kere eşyalarını sırtlarında taşıyorlardı. Karaya çıktıkla­ rında, ısıran kara sinek ve sivrisinek sürüleri çalılıklardan çıkıp onlara saldırıyordu. Gün ışığı kaybolduğundaysa ça­ dırlarının içinde bitkin ve rüyasız bir uykuya dalıyorlardı. Seager ve Wevrick, sessiz konuşmalarında ve onları çev­ releyen yabanın sert, kısıtlanmamış güzelliğinde huzur bu­ luyordu. Dünya üzerinde açığa çıkmış en eski kaya olan Ka­ nada Kalkanının Prekambriyen, Arkeen, Proterozoik taşları üzerinde yürüyorlardı. Son buzul ilerlemesi sırasında ha­ reket eden buz örtülerinin ağırlığıyla baskılanıp kazınarak temizlenmiş bir ülkede, dört milyar yıllık aşınma tarafın­ dan nazik yumrulara dönüştürülmüş uzun dağların kökleri üzerinde eşyalarını taşıyorlardı. Eritme suyundan oluşan, tortularla dolu akıntılar ve nehirler buz örtülerinin altında birer damar gibi akmış, böylelikle buz da geri çekildiğin­ de arkasında morenler, yani kurumuş buzulaltı akıntıların büklüm büklüm yollarını takip eden pembe granitik çakıl­ lardan oluşan kum çizgileri bırakmıştı. Morenler, her biri, uzun zaman önce çekilen buzullardan kopmuş devasa buz parçalarının hayaletimsi birer birikintisi olan büyük gölle­ rin arasında ve etrafında yatıyordu. Kara haıa yavaşça yük-

277 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK selip yönünü buluyor, on binlerce yıl önce yükselmiş olan o ağır buz yükü yüzünden yılda ortalama bir santimetre kadar sekiyordu. Aralıksız devam eden yangınlardan yükselen du­ man sütunları, her yönde ufuğu kaplıyordu. Kasba'ya yap­ tıkları yirmi günlük seyahat sırasında bol miktarda yaban hayatı görmüşler, ama kendileri dışında tek bir insana bile rastlamamışlardı. Temmuz ortalarında Seager ve Wevrick, adacıklarla be­ neklenmiş, göz alabildiğine uzanan bir su kolunun batı ucunda yer alan Kasba Gölü Oteline ulaştı. Malzeme aldılar, otelin yöneticisiyle takıldılar ve kuzeye, gölün içinden Çorak Topraklara doğru devam ettiler. Günden güne, kat ettikleri her kilometreyle ağaçlar önce 'seyrekleşti, sonra bodurlaştı, en son da yok olup yerlerini yosun örtülerine, dirençli çi­ menlere ve parlak renkli likenlere bıraktı. Ağaç çizgisinin hemen kuzeyinde ilk ren geyiğini gördüler; hayvan onlara sanki başka bir gezegenden gelmişler gibi bakıyordu. Ağaç­ lar olmadan kıvrımlı tepelerden ve çukurlardaki nehirlerle göllerin üzerinden biteviye bir rüzgar kontrolsüz biçim­ de esiyordu. Rüzgar kanoyu da yavaşlatıyor, genellikle gün ortasında onları kıyıya sürüklüyordu. Kimi zaman rüzgarlı kıyıya çıktıklarında Seager sırt çantasından bir astrofizik kitabı çıkarıyordu. Ağaç çizgisinin çok daha aşağısında, baş­ ka bir dünyada Harvard bekliyordu. Diğer zamanlarda o ve Wevrick, ikisi için yaratılmış bir evrende görünüşe göre var olan tek insanlarmışçasına uzun uzun sohbet ediyordu. Yolculuklarının en kuzeydeki noktasına vardıklarında gökyüzü pusluydu. Ağaç çizgisinin 200 kilometre kuzeyinde olsalar da yangınların kasıp kavurduğu ormanlardan gelen dumanlar hala tuhaf, mevsim dışı rüzgarlarla onlara ulaşı­ yordu. Ağaçsız bir tepeciğin zirvesinde beş adet taş höyü­ ğe rastladılar. Eski İnuit mezarları; Seager ve Wevrick için, insana dair Kasba'dan sonra gördükleri ilk işaret. Leşçiller veya yağmacılar kayaların bir kısmını parçalayıp dağıtmış, paslanmış metal ve ahşap eşyalar ile güneşten ağarmışbir kafatasım ortaya çıkarmıştı. Seager bir fotoğraf çekti. Bu kafatasının sahibinin neye benzediğini, nasıl öldüklerini ve

278 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU onun bildiği dünyadan bu kadar uzakta yaşamayı neden seç­ tiklerini merak etti. Başını kafatasından kaldırıp çevredeki tepelere baktı ve göz alabildiğine yayılmış soluk renkli çi­ menlerle yabani yaz çiçeklerini gördü. Sessizliği bozan tek şey, bir ufuktan diğerine dalga dalga esen rüzgarın fısıltı­ sıydı. Gümüşi ve mavi gökyüzü halkaları, sayısız gölün temiz ve soğuk suyuyla birleşiyordu. İşte o anda, insanın neden böylesi sonsuz bir yalnızlıkta yaşayabileceğini anladı. Ağaç çizgisinin güneyine geçtikten sonra Seager'ın "Mo­ ren Bölgesi" adını verdiği, küçük göllere ve arada ki vadi­ lerde yatan ormanlara sahip, karmaşık ikili ve üçlü çizgi sistemleriyle sarmalanmış bitmek bilmez bir kumlu pembe tepeler diyarına girdiler. Manzara harikaydı, ama geçilme­ si çok yorucuydu. Günler bulanıklaştı ve coğrafya ıssız bir otobandaki eşit aralıklı hız kesme şeritleri gibi geçti. Her ta­ raf morendi. Sonra göl. Orman. Moren. Göl. Taşla dolu nehir yatağı, moren ve göl. Uzun süre önce çekilen ve akan antik buzun altında . yatmış olan toprağın ritmine artık alışmış­ lardı ve saatler boyu rahat rahat, sessizce kürek çekip nakil yaptılar. Kelimelere ihtiyaç yoktu. Ahenkle hareket ediyor, neredeyse birbirlerinin zihnini okuyorlardı. Uzak kuzeyde­ ki son akşamlarından birinde, güneş gökyüzünde alçalırken Seager ladinlerle kaplı sırtın zirvesinde tek başına durarak mavi gölleri ve pembe morenleri seyretti. Parlak, uğursuz şe­ hirlerinden ve telaş içindeki kalabalıklardan uzakta olmanın daha da gerçek kıldığı, bambaşka bir dünyadalardı. Belki de günün birinde, sulara gömülmüş kıyı şeritleri yüzün­ den kutuplara doğru ilerlemek zorunda kalmış şehirler ve kalabalıklar buraya da tecavüz ederdi, ama şimdilik toprak bomboştu. Bir aydan beri hiç kimseyi görmemişlerdi, yine de yalnız da değillerdi. Acıktıklarında yiyorlar, uykuları geldi­ ğinde uyuyorlar ve basit yaşıyorlardı; yine de fazlasını iste­ miyorlardı. "Birbirimizin refakatinden öylesine memnunduk ki, 'dışarıdan' herhangi birinden veya bir şeyden psikolojik veya duygusal hiçbir beklentimiz yoktu," diye yazdı Seager daha sonra. "Bu yolculuk, bizim mükemmel hayatımız haline gelmişti."

279 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Uçakları 28 Ağustosta Kasba'daki pistten kalkarken, Sea­ ger efkarlı düşüncelerle aşağı, rüzgarın yaladığı göle ve ça­ yırlarla kozalaklı ağaçların arasından körlemesine kıvrılan nehirlere baktı. "Altmış gün içinde, 'gerçek' yaşam kısmen imkansız ve büyük oranda çekilmez görünecek kadar so­ luklaşmıştı," diye anacaktı o günleri. "Issızlık, engin yaban hayatı, özgür ve zorlayıcı yaşam tarzı, sürekli değişen ara­ zi ve yanımdaki kusursuz arkadaş gerçekten de rakipsiz bir kombinasyondu." Yalnızca ücra ıssızlığa değil, Wevrick' e de aşık olduğunu fark etti. Geri dönmelerinden kısa süre sonra, Seager adamdan onunla birlikte yaşamak üzere Cambridge'e taşınmasını istedi. Wevrick tereddüt etmeden kabul etti.

***

Seager Harvard'da başlangıçta kozmolojiye, özellikle de Bü­ yük Patlamanın üzerinden bir milyon yıl bile geçmeden mey­ dana gelmiş bir olay olan "yeniden birleşme"nin ardındaki temel fiziğe odaklandı. O zamanlarda evrenimiz halii hiçbir atoma, moleküle, yıldıza ve galaksiye sahip olmayan, geniş­ leyen sıcak bir plazma kütlesi, elektronlardan ve protonlar­ dan oluşan opak bir sisti. Plazma yüz binlerce yıl boyunca genişleyip soğudu; ta ki kritik bir geçişe ulaşıp elektronların çekirdeklerle "yeniden birleşerek" birlikte atomları oluştura­ bileceği kadar soğuyana dek. Tam anlamıyla bir flaşla birlik­ te ilkel plazmanın donmasıyla oluşan atomlar genişlemekte olan plazma sisini dönüştürerek şeffaf bir hidrojen ve hel­ yum bulutu haline getirdi ve bugün hala evrende yankıla­ nan bir ışık akışını serbest bıraktı. Biz bunu, mutlak sıfırın üç derece üstünden daha az bir sıcaklığa sahip mikrodalga ışımasıyla tüm gökyüzünün tümyönlü bir biçimde parlama­ sı olarak algılıyoruz. Seager yeniden birleşme üzerine çalı­ şırken, ilk sıcak Jüpiter keşifleri de yavaş yavaş geliyordu. Danışman hocası olan Dimitar Sasselov'a başvurarak, daha ilginç bulduğu bir konu olan ötegezegen alanına geçiş yap­ manın yollarını sordu. Tıpkı yeniden birleşme çağı gibi bu­ nunla alakalı hesaplamalar da yüksek sıcaklıktaki hidrojen ve helyum mekaniğiyle ilgili olduğundan, Sasselov onu sıcak

280 ÇORAK TOPRAKL ARA DOGRU

Jüpiter'lerin atmosferini modellemeye yöneltti. Bu tohum­ dan Seager'ın doktora tezi ve bir ötegezegenin atmosferinin ilk kez tespit edilmesinin yolunu açan, kariyer belirleyici ni­ telikte erken dönem çalışmaları yeşerdi. Bu sırada, lise düzeyinde fen ve matematik kitapları ya­ zan ve düzenleyen Wevrick de kendine başarılı bir kariyer kurmuştu. Seager'ın Harvard'da kadrolu olarak çalıştığı süre boyunca gidebildikleri kadar şehirden kaçıp kırsal kesimlere gittiler ve nihayet 1998'de, Seager'ın doktora tezini tamam­ ladığı yıl evlendiler. Ertesi sene Seager, Princeton Gelişmiş Çalışmalar Enstitüsünde, yani Einstein'ın da ömrünün son yıllarını geçirdiği kurumda beş yıllık burs kazandığından, ikili New Jersey'e taşındı. Orada bir başka akıl hocasının, rahmetli astrofizikçi John Bahcall'ın teşvikiyle, Seager ya­ kınlardaki Princeton Üniversitesinden ötegezegen yönelimli bazı araştırmacılarla buluşmaya, NASA'nın yakında gelecek olan TPF teleskoplarından biriyle ötegezegen atmosferini ve yüzeyini tanımlamada kullanılabilecek kavramlar ve teknik­ ler geliştirmeye başladı. Bu tür bir toplantının ardından, Princeton'dan David Spergel'e, TPF-C'nin teknolojik dayanağı haline gelen koro­ nografik maskeler üzerine ilham geldi. Bir başka toplantı­ dan sonra Seager ve iki Princeton astronomu, Eric Ford ve Edwin Turner, yalnızca yıldızlararası uzaklıklardan görül­ düğü haliyle soluk mavi noktasının dalgalanan parlaklığına bakılarak Dünya benzeri bir ötegezegen hakkında bilgi top­ lamanın zarif bir yöntemini geliştirdi. Belirli herhangi bir gezegenin uzaktaki bir gözlemciye yansıtabileceği dağılmış yıldız ışığı miktarını hesaplayacak bir model geliştirerek işe başladılar ve deneme için de bu modeli Dünya'yı gözlem­ leyen uydu verileri üzerinde çalıştırdılar. Sanal soluk mavi noktamız ekibin ince eleyip sık dokuyan modelinin bakışları altında çeşitli görüntüleme geometrilerinde döndükçe, ekip zaman içinde, yalnızca parlaklığına bakarak gezegenin han­ gi bölgesini görmekte olduklarını ayırt edebileceklerini fark etti; hem de gezegen, yıldıza benzer belli belirsiz bir nokta olana dek küçültülmüşken.

281 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Örneğin ekvatorun üzerinden baktıklarında görece par­ lak olan ve iki taraftan da Atlantik ve Pasifik Okyanusunun uzun karanlık uzantıları tarafından sıkıştırılan Güney ve Kuzey Amerika kıtaları her gün bir saat gibi tıkır tıkır döne­ rek görüntüye giriyordu. Yaptıkları tekrarlarda bu tür kalıp davranışlar Dünya'nın günlerinin uzunluğunu ortaya çıka­ rıyordu. Rotasyon oranının belirlenmesiyle Seager, Ford ve Turner daha pürüzlü haritalandırmalara girişebilecek, ok­ yanus ve kara parçaları kadar ormanlar, çayırlar, çöller ve buz örtüleri gibi daha ince ayrıntıları da ayırt etmeye ça­ lışacaklardı. Yansıtıcı parlak bulutların, gözlemlerinde ka­ rışıklık çıkarmasından korkuyorlardı, ama bulutların kara­ su arayüzlerinde daha sık, açık okyanus ve kuru kıtasal iç bölgelerde daha nadir olmak üzere, öngörülebilir biçimlerde yükselip dağıldığını fark ettiler. Güvenilir biçimde bulut­ tan yoksun olan Sahra Çölünü kumunun yoğun yakın kızı­ laltı parlaklığından, yemyeşil, ıpıslak Amazon Havzasınıy­ sa sürekli üzerinde gezinen bulut örtüsünden ayırt etmeyi öğrendiler. Yumuşak ve düz yansıtıcı yüzeyleri güneş ışığını bir ayna gibi uzaya geri yansıttığında, parlaklıkta ara sıra ortaya çıkan birer diken halinde buz örtülerine, göllere ve denizlere işaret eden ipuçlarını görüyorlardı. Yeteri kadar zaman verildiğinde havadaki, mevsimlerdeki ve iklimdeki değişimlerin üstesinden gelen ve değişen bitki örtüsünün, bulutların ve buz örtülerinin çeşitli yansımalarını bile ayırt edebileceklerini düşünüyorlardı. Tüm bunlar, önce uzayda bulunan 8 ila 16 metrelik bir ayna kullanarak gezegenin tay­ fını elde etmeye gerek kalmaksızın, yalnızca titreşen tek bir ışık noktasıyla yapılıyordu. Elbette, ellerinde nereye bakıyor olduklarını bilmenin bir avantajı vardı; elde bulunan şey uzaklardaki gerçek bir karasal ötegezegenin bilinmeyen or­ tamı olsaydı, onun böylesi özelliklerini öğrenmek çok daha zor olurdu. Ama bu teknik, görece küçük 2 ila 4 metrelik bir uzay teleskobunun bile en yakındaki bir avuç yıldızın çevre­ sinde bulunan Dünya benzeri gezegenlerin haritasını çıkara­ bileceğine dair umut vaat ediyordu. Seager çalışmaya devam etti ve geçiş yapan gezegenlerin aşırı hassas ölçümlerinin

282 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU nasıl bir ötegezegenin rotasyonu ve atmosferik yapısı gibi özellikleri ortaya çıkarabileceğini temel hatlarıyla ele aldığı bir dizi makale yayımladı. Artık bursunun yarı noktasına gelmiş olan Seager, sıra­ da neyin geleceğini aramaya koyuldu. Hızla büyümekte olan ötegezegenler alanındaki liderliğine rağmen, Segar'ın Dünya benzeri başka gezegenler bulma konusundaki iyimser yak­ laşımının asla gerçek olmayacağına inanıyor gibi görünen birçok potansiyel işverenden kibar ret cevapları aldı. Bu konuda istisna, kendisine 2002 yılında bir iş teklifi sunan Carnegie Enstitüsü oldu. Bahcall'ın da rızasıyla İleri Çalış­ malar Enstitüsünden ayrıldı ve Wevrick'le birlikte başkent Washington'a taşındı. Carnegie'de, NASA'nınTPF 'larınıplan­ lama işine daha da fazlaeğildi ve jeofiziğin zorlu koşullarına ilk kez maruz kaldı. Seager, bir ötegezegenin yalnızca yüzeyi­ ni ve atmosferini değil, aynı zamanda derin iç kısmını, yani toplam bileşimini veya volkanik etkinlik ya da levha tektoni­ ğine sahip olma olasılığını da kuramsal ve gözlemsel olarak nasıl sınırlayacağını keşfetmeyebaşladı. Geçişler, astronom­ ların bir gezegenin yarıçapını, dolayısıyla boyutunu, ölçme­ lerine olanak sağladığından anahtar niteliği taşıyordu. Rad­ yal hız ölçümlerinden gelen kütle hesaplarıyla birleştiğinde, bir gezegenin özkütlesini veriyordu. Seager ve diğerleri, ge­ zegen avcılarının, örneğin saf sudan oluşan Dünya boyutla­ rındaki bir gezegenle çoğunlukla karbondan veya demirden oluşan bir başka gezegen arasındaki farklılıkları nasıl ayırt edebileceğini hesaplayarak çeşitli bileşimlerdeki dünyalar arasında kütle-yarıçap ilişkileri geliştirdi. Daha sonra, orta boyutlarda daha fazla dünya tespit edildikçe bu çalışmanın da hayati öneme sahip olduğu görüldü. Bu gezegenler geçiş yaparken özkütleleri ölçüldüğünde, astronomlar sözde "sü­ per Dünya"ların birçoğunun, ince yarı saydam havaya sahip kayalık gezegenlerden ziyade, aslında birer "mini Neptün," hidrojen ve buhardan oluşan opak, kalın atmosferlere sahip gazlı dünyalar olduğunu keşfediyordu. Yeni yeni filizlenen egzoplanetoloji alanında kendini gös­ termeye başlayan bir lider olarak Seager, üst düzey konfe-

283 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ranslarda, toplantılarda ve kolokyumlarda konuşmak üzere sık sık davetler alıyor, Wevrick'le birlikte yaban yaşama yap­ tıkları inziva ziyaretleri de gittikçe azalıp seyrekleşiyordu. 2003 yılında hem iş hem de tatil amaçlı geziler bıçak gibi kesildi; Seager hamile kalmış, bir oğlan olan ilk çocuklarını doğurmuştu. Ona Max ismini verdiler. Onu da iki yıl sonra bir başka oğlan, Alex takip etti. 2006 yılının sonbaharında, her ne kadar alanın kaderi NASA TPF'ların fişini çektiğinde düğümlenmişse de Seager'ın yıldızı parlamaya devam ediyordu. MIT, derhal tam kadrolu bir profesörlük teklifiyle ayartarak onu Carnegie'den uzak­ laştırmıştı; bu herhangi bir akademisyen için ömür boyu al­ tın bir bilet demekti, ama bu kadar genç olan ve yeni yeni bir aile kuran bir araştırmacı için özellikle değerliydi. Seager ve Wevrick, Walden Gölünden çok da uzakta olmayan Concord­ Massachusetts'te büyük, eski ve tadilat gerektiren bir evin ipoteğini aldı. Seager profesörlüğe yeni yılın Ocak ayında başlayacaktı. Gerçekleştirdiği ilerlemeden keyiflenen Seager babasını ziyarete giderek bu haberi onunla da paylaştı. Ba­ basına kısa süre önce ileri evre kanser teşhisi konmuştu ve adam hastalıkla ne kadar savaşırsa savaşsın, ikisi de sonun yakın olduğunu biliyordu. Astronomi üzerine oynadığı ku­ marı kazandığını söyledi. Otuz beş yaşındaydı ve halihazır­ da dünyanın en önde gelen kurumlarından birinin kadrolu çalışanıydı; babasına, bunun umabileceği en iyisi olduğunu söyledi. Seager, babasının gururlanacağını ummuştu. Bunun yerine adam buz gibi bir bakışla onu şaşkına çevirdi ve ağır, çelik kadar soğuk bir sesle karşılık vererek, "Ne olursa olsun, herhangi bir şeyin senin yapabileceğinin 'en iyisi' olduğunu söylediğini duymak istemiyorum," dedi. "Senin, kendi olum­ suz düşüncelerin yüzünden sınırlanmanı istemiyorum. Bun­ dan da iyi bir işin var olduğunu biliyorum ve bir gün senin o işi alacağını da biliyorum." Konuşmalarının üzerinden çok zaman geçmeden babası öldü. Seager'ı, büyük düşünmekten asla vazgeçmemesi için son anlarına dek zorladı. MIT'ye geldiğinde, çeşitli araştırma grupları kurarak ve uzmanlığını kuramdan gözleme, mühendisliğe ve proje yö -

284 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU netimine doğru genişletmek üzere tasarlanmış çok sayıda farklı girişimi kovalayarak eskisinden de büyük düşünmeye başladı. Gelecekteki bir TPF'nın yönetimine geçmek için bir umudu olacaksa, bu alanların dördünde de deneyime ihtiyaç duyacaktı. Kişisel ve mesleki olarak geleceğe odaklanmıştı; çocuklar her geçen gün büyüyor, gözlerine gittikçe daha da fazla babaları gibi görünüyorlardı. Wevrick, Max ve Alex'e kürek çekmeyi, oltaya yem takmayı ve ateş yakmayı öğreti­ yordu. Seager'ın da öğrettiği şeyler vardı. Gözleri şaşkınlık­ tan faltaşı gibi açılmış çocuklarına Güneş ve Ay'ın köken­ lerini, Dünya'nın ve ona eşlik eden gezegenlerin tarihini ve kum tanelerine benzeyen çokça yıldızın çevresinde dönen yeni keşfedilmiş dünyaları anlatıyordu. Max, mantık ve sa­ yıları seviyordu; belki bir matematikçi olurdu. Alex de bul­ macalardan ve oyunlardan keyif alıyordu ve ebeveynleri gibi açık havadan hoşlanıyordu. O da ressam, mucit veya korucu olabilirdi. Seager, onlar yetişkin birer adam olduklarında NASA'nın yine TPF'lar için hazırlığa girişiyor olabileceğini düşünüyordu. Bu sırada bir aile kurmuş ve yeni yetiler edin­ miş olacak olan kendisiyse buna hazır olacaktı. Wevrick'in­ kiyle bir olmuş yaşamı, umabileceğinden veya planlayabile­ ceğinden daha da verimli bir bahara gebeydi. Wevrick, 2009'un Eylül ayının sonlarında alt karın kıs­ mında bir ağrı ve zaman zaman gelen keskin kramplar hissetmeye başladı. Bu acı rastgele ortaya çıkıyor gibiydi; yaptığı şeylerle acı arasında hiçbir bağlantı bulamıyordu. Başlangıçta pek endişelenmedi -ne de olsa düzenli olarak egzersiz yapıyor, sağlıklı besleniyor ve sigara içmiyordu­ ama haftalar süren rahatsızlıktan sonra, belirsiz sonuçlar veren, tıp üzerine internet sitelerinde gezinmeye başladı. Kasım ortalarında ağrılar daha da kötüleşmiş, kendisi de arkadaşlarının tavsiyelerine danışacak kadar kaygılanmıştı. Arkadaşları farklı farklı hastalıklarla geliyordu: apandisit, safra kesesi iltihabı, huzursuz bağırsak sendromu, ülser, divertikül iltihabı, fıtık, Crohn hastalığı. Bunların hiçbiri, kendisinin gösterdiği ve inatçı bir biçimde hayli genel olan belirtilerle tam tamına eşleşmiyordu. Seager onu doktora

285 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK gitmeye ikna etti, ama doktor da yüzeysel bir muayenenin ardından hiçbir ciddi hastalık belirtisine rastlamadı. Sonra­ ki iki ay içerisinde birkaç acı ve kusma krizi yaşadı, bunları da besin zehirlenmesine bağladı. 2010'un Ocak ayının orta­ larında öncekilerden daha ciddi bir atak geçirdi ve soluğu acil servistealdı. Bir CAT taraması -kolonoskopi- ve biyopsi, korkunç haberi vermeye yetti: kanser hücreleri gibi görünen bir şeyden oluşan büyük bir kütle, ince bağırsağını tıkamış­ tı. En başta, yıllarca sessiz seyreden ve teşhis edilemeyen bir hastalık olan Crohn hastalığına yakalanmış, ama kronik iltihaplanma en sonunda kanseri tetiklemişti. Şubatın başlarında gerçekleşen ameliyatla kütle ve onu çevreleyen doku alındı ve Wevrick art arda yoğun kemote­ rapi seanslarına başladı. Tüm bunları hiç mesele yapmadı, geçmişte, evden uzakta yaban hayatında karşılaştığı yaşa­ mını tehdit eden koşullarda gösterdiği aynı tutucu ağırbaş­ lılığı sergiledi. Hatta temmuzda akarsuda kano yapmak için Idaho'ya gidebilecek kadar iyi hissediyordu kendini. Ama Ekim ayında kanser geri dönmüş ve yenilenmiş bir şiddetle metastaz yapıp hızlı büyümeyi devam ettirmeye başlamış­ tı. Seager'sa tıp literatürünü didik didik etmekle ve ince ba­ ğırsak kanseri üzerine ülkenin en önde gelen uzmanlarına danışmakla uğraşıyordu. Belki ABD dışında yapılan yeni de­ neysel tedaviler vardı; belki de riskli bir klinik deneyde yer almak üzere Avrupa'ya taşınabilirlerdi. Uzmanlar, bu tür bir düşünüşü nazikçe önemsiz kıldılar; çok az umut vardı. Sea­ ger, Wevrick'e, hala şansları varken her şeyi bırakıp dünyayı gezegebileceklerini, ne istiyorsa onu yapabileceklerini söyle­ di. Tek kelime yeterliydi, öylece gidebilirlerdi. Şimdilik işleri aksatmak istemediğini, evde rahat olduğunu söyledi. Hala vaktinin olduğunu düşünüyordu. Bu sırada Seager'ın da hala çalışması gerekiyordu; keder­ den paramparça olmak gibi bir lüksü yoktu. Bebek bakıcıları ayarladı ve hafifletici tedavi uygulayabilen hemşireler bul­ du. Babasının kansere yenik düşüşünü izlemiş olduğundan, bunun fırtına öncesindeki sessizlik olduğunu biliyordu. Bazı akşamlar, yakınlardaki Walden Gölüne, bir asırdan da önce

286 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU aşkınsalcı Ralph Waldo Emerson ve Henry Thoreau'nun key­ fine doyamadığı aynı durgun sulara ve tatlı çam ve ceviz ko­ kularına doğru yürüyüşler yapıyordu. Kendi kendine, günün birinde, yanında iki oğluyla veya torunlarıyla Walden Gölü­ nün karanlık gökyüzünün altında durup parlak bir ışık nok­ tasına işaret ederek, onlara tam şuradaki yıldızın Dünya'ya çok benzeyen bir gezegene sahip olduğunu söyleyeceğine söz verdi. "Yukarıya her baktığınızda," diyecekti, "oradaki biri de size bakıyor olabilir." Bu düşünce, ona teselli ve aynı anda hem çok büyük hem de çok çok küçük olduğu hissini veriyor­ du. Boyun eğmeyecekti; dayanacak ve daha da güçlenecek­ ti. Yakındaki yıldızların haritalarının çıkarılmasına yardım edecek, şu diğer dünyaları aramaya girişecekti. Bu anlarda, onu çevreleyen ölüm ve kayıp küçülüyor, böylesi bir büyük­ lüğe sahip hayaller silsilesi içinde bunların varlıkları göz­ den kaybolacak kadar silikleşiyordu. "İnsanlar bana sıklıkla 'Orada çok yalnız hissetmiş, in­ sanlara daha yakın olmak istemiş olmalısınız, özellikle de yağmurlu ve karlı günle gecelerde,' diyorlar," diye yazıyordu Thoreau, gölün kıyılarında tek başına geçirdiği iki yıl bo­ yunca tuttuğu, 1854'te yayımlanan günlüklerini içeren klasi­ ği Wa lden'da. "Onlara şöyle cevap vermek istiyorum: Üzerin­ de yaşadığımız bu Dünya, uzayda bir noktadan fazlasıdeğ il. Yuvarlaklığının enginliği bizim edevatımızla takdir edileme­ yecek şu yıldızın birbirinden en uzak sakinlerinin arasında ne kadar mesafe olduğunu düşünüyorsunuz? Neden yalnız hissetmeliymişim? Bizim gezegenimiz Samanyolu'nda değil mi? Bu sorduğunuz, sorulacak en önemli soruymuş gibi gel­ miyor bana. Ne tür bir uzay bir insanı diğerlerinden ayırır ve onu yalnız kılar ki?" 2011 Martında Wevrick zamanının dolmakta olduğunu hissetti. İşe yarayabilecek şeylerden ve insanlardan olu­ şan üç sayfalık düzenli bir liste hazırladı: ev ve arabanın bakımı için tüyolar ve akrabaların ve yaşam sigortası tem­ silcilerinin iletişim bilgileri. Vakit zalimce geçiyor, yaşamla arasındaki bağlar bir arabanın dikiz aynasında uzaklaşıyor gibiydi: yürümek, oturmak, konuşmak, hareket etmek için

287 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK son günler. Her adımda kendine has bir biçimde mücade­ le ediyordu, ama ölüm beklemezdi. Eve gelen hemşireler, uzun tüpler, bipleyen monitörler ve bir hastane yatağı gibi daha fazla tıbbi araç gereç getiriyordu. Son bir gece nöbe­ ti, Seager'ın TPF arayışında yapacağı stratejik kariyer kay­ masını duyurduğu "ôtegezegenlerin Önümüzdeki 40 Yılı" başlıklı tarihi kesinleşmiş konferansından yalnızca günler öncesinde başladı. Gece Wevrick'in yanına kıvrılıp, adam sislerin içinde kaybolurken onunla konuştuğunu hatırlı­ yordu. Seager, onu sevdiğini fısıldamıştı, hayatını sonsuza dek daha iyi bir yönde değiştirdiğini, her şeyin düzeleceğini, artık kendini bırakabileceğini söylemişti. Adama, hayalleri­ ni gerçekleştirip dünyayı değiştirmesi için ihtiyaç duyduğu riskleri almasında kendisine ilham kaynağı olduğunu söy­ lemişti. Wevrick solgunca sırıtmıştı. "Hayır," demişti, başını sallayarak. "Bunları her halükarda başarırdın zaten." Bu, son konuşmalarından biri olacaktı. Seager'ın kırkıncı doğum gününden iki gün sonra ev­ lerinde, Mike Wevrick, Seager yanındayken bu dünyadan huzur içinde göçtü. Birlikte yaptıkları uzun yolculuk sona ermişti.

***

Yedi ay sonra, Seager'ın Charles Nehrine on yedi kat yuka­ rıdan bakan ofisindeydim. Karşımda, aşırı doldurulmuş kır­ mızı bir koltukta oturuyor, büyük pencerelerden giren sabah güneşinin parlak ışık demetleri içinde ışıl ışıl parlıyordu. Arkasında, tabandan tavana ve duvardan duvara yerleşti­ rilmiş, sır dolu formüllerle ve grafiklerle dolu bir karatahta vardı. Seager, yeni ve iddialı bir projenin ortasındaydı: ken­ dini, Dünya dışında yaşama elverişli olabilecek büyük bir çeşitliliğe sahip gezegenlerde gösterebilecek alternatif biyo­ imzaların miktarını belirlemeye çalışmak. Yüzünde huzurlu bir gülümsemeyle zinde, rahat görünüyordu. Bunu kendisine de söyledim. "Teşekkürler," dedi, gülümsemesi solarken. "Felaket his­ sediyorum. Biraz keyifsizim."

288 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU

Wevrick'in ölümünden sonraki bir ayın tamamen belirsiz­ lik içinde olduğunu söyledi Seager. Concord'da zaman zaman buluşup birbirlerine hikayelerini anlatan dullardan oluşan küçük bir destek grubu bulmuştu. Alex ve Max'le telafiedici zaman geçirebilmek için bir dizi gezi planlamıştı: Florida'da iki NASA roketinin fırlatılışını izlemişler, New Hampshire ve Hawaii'de yürüyüşlere çıkmışlar, güneybatıda kamp yapmış­ lar, başkent Washington'daki Smithsonian Müzesini ziyaret etmişler ve Avrupa'yı gezmişlerdi. Aynı zamanda kendisini de taptaze bir gayretle işine adamıştı; bunun dışında pek az çözüm olduğunu hissetmişti. Çocuklarının dışında, TPF da Seager'ın hayali, hedefi ve itici gücü olmaya devam ediyordu. "Bunu başarabilmemin üç yolu var," dedi, beni dikkatle süzerek. "Birincisi NASA, yani devlet yoluyla; bu durumda kendimi uygun bir konuma ge­ tireceğim ve böylece gelecekte Sorumlu Araştırmacı olabi­ leceğim. İkincisi, bunu birtakım özel girişimler yoluyla be­ cermeye çalışmak. Üçüncü yoldaysa o kadar para kazanmam gerekiyor ki bunun fonlarını tam anlamıyla kendim sağlaya­ bileyim." Her bir yol için yöntemli bir şekilde birbirleriyle örtü­ şen hazırlıklar geliştirmişti ve bunları bana daha detaylıca açıkladı. Seager'ın birbiriyle örtüşen planlarının kalbinde yatan "ExoplanetSat" adını verdiği bir MIT ve Draper La­ boratuvarı ortak projesine başkanlık ediyordu. Halihazır­ da gelişimine devam edilmekte olan "ExoplanetSat," bir "nano-uydu," bir ekmek somunundan daha büyük olmayan, küçük bir teleskop, dağıtılabilir bir güneş paneli ile hassas hedefleme ve yer iletişimi için minyatür bir avionik. pake­ tiyle hınca hınç doldurulmuş bir altın metal dikdörtgen bir kutuydu. Tasarlanmasının tek amacı geçiş yapan gezegenle­ rin sinyallerini aramak için yakınlardaki Güneş benzeri tek bir yıldızı gözetlemekti ve Dünya'dan birazcık daha büyük olan gezegenleri tespit etmesine yetecek hassaslığa sahip­ ti. tık ExoplanetSat'ın geliştirilmesi ve fırlatılması yaklaşık 5 milyon dolara mal olmuştu, ama onu takip eden kopyalar

Avionik: Hava elektroniği -çn.

289 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK yarım milyon dolara, yani yörüngeye gönderilecek herhangi bir malzeme için sudan ucuz bir fiyata üretilmişti. Her biri de en az bir veya iki yıl boyunca düşük Dünya yörüngesinde çalışacaktı. Nano-uydular o kadar küçüktür ki kendilerine özel bir fırlatma aracı gerektirmezler; bunun yerine daha büyük birincil yükler taşıyan roketlerin sırtında fırlatılırlar. Seager sonunda düşük bütçeli ExoplanetSat'lardan oluşan bütün bir filo fırlatarak, geçiş yapan ve potansiyel olarak yaşanabilir gezegenler için en yakındaki en parlak yıldızları izlemeyi düşünüyordu. İlk prototipin 2013 yılında, NASA'nın nano-uyduları destekleyen bir programının parçası olarak fırlatılması kararlaştırıldı. ExoplanetSat'ın başarısından mühendislik ve yönetim üzerine kazanacağı pratik uzmanlık, Seager'ı, NASA'nın gele­ cekteki görevlerine dahil olması için daha çekici bir seçenek haline getirecek, ama aynı zamanda daha iddalı uzay araçla­ rı üretmek adına kendi gelişimi için bir sıçrama tahtası gö­ revi de görecekti. İkinci yol olan özel girişim hattı, herhangi bir ötegezegen için Güneş benzeri ve en yakında bulunan yüz yıldızı inceleyebilecek boyutu küçültülmüş ve basitleştiril­ miş bir TPF inşa edip fırlatmak için para toplamayı içeriyor­ du. Bu tür bir teleskop herhangi bir yaşanabilir gezegenin tayflarını toplamaya yetecek kadar büyük veya çok yönlü olmayacaktı, diyordu Seager, ama kariyerinin önceki dönem­ lerinde öncülük ettiği fotometrik teknikler yoluyla bu geze­ genleri tanımlayabilirdi. İkinci yol için halihazırda güçlü bir ortak bulmuştu: onlarca yıl önce Goldman Sachs Financial Institutions· Teknoloji Grubunun kurucularından olan, elli­ li yaşlardaki teknolog Scot Galliher. Birlikte kısa süre önce kar amacı gütmeyen Nexterra Vakfını kurup özel bir geze­ gen arayıcı uzay teleskobunun peşine düşmüşlerdi, ama hala ince ayrıntılarıyla uğraşıyorlardı. "Nexterra'nın hedefi, en yakındaki Güneş benzeri yıldız­ ların haritalarını çıkarmak; ne daha fazlası, ne daha azı," dedi Seager. "Belki yalnızca soluk mavi noktalar bulur, sonra yeni nesiller onların tayflarını alır ve belki oraya gitmenin

İng. Goldman Sachs Finans Enstitüleri -ed.n.

290 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU bir yolunu bile bulurlar. Pek alışıldık değil, ama mümkün ... Buradaki amaç, sonsuz ticaret çalışmalarının kan dondu­ rucu ayrıntılarıyla uğraşmak zorunda kalmamak. Yalnızca, [yıldız ışığı baskılamak için) TPF'nın bir fikirol duğu zaman­ lardan beri ilerleyen bir teknoloji seçeceğiz, hangisi olursa artık, sonra da ona tüm desteğimizi vereceğiz ve başarısız olursa da arkamızı dönüp gideceğiz. Risk almaya razı ol­ manız gerekiyor. Uzay Teleskobu Bilim Enstitüsünden bazı insanlarla konuştuğunu biliyorum, onlar da benim arkadaş­ larım ve bunu destekliyorlar, ama onların yaklaşımının bu şekilde olmadığı da apaçık ortada. Federal parayla fonlanan uzay bilimi işinde bu tür riskler alamazsınız ve sonuç olarak da bu tip büyük, karmaşık şeyler inşa etme modeli pek etkili olmaz. Ama özel bir girişimseniz bunu kendi istediğiniz gibi kendi vaktinizde, kendi paranızla yaparsınız ve işin riskle­ rini de taşırsınız. Bu, meseleleri daha küçük, daha özel ve daha uygun fiyatlı hale getirebilir." Peki ya üçüncü yol, diye sordum. Seager'ın çabucak zen­ gin olmak için benim bilmediğim bir yöntemi mi vardı? Gülümsedi. "Kulağa şaka gibi geliyor, ama aslında olduk­ ça ciddi: asteroit madenciliği. Bu otuz kırk yıl içinde ger­ çekleşirse birTPF'yı yönetemeyecek kadar yaşlı olurum, ama en azından bunu kişisel olarak gerçekleştirmek için yeterli paraya sahip olurum." Seager bilim danışmanı sıfatıyla yeni bir girişime, bizim konuşmamızdan iki ay sonra yaşamı­ na başlayacak olan Planetary Resources, Ltd.'nin" ekibine katılmıştı. Şirket, yeni yeni filizlenen özel uzay uçuşu en­ düstrisinin nüfuzlu iki girişimcisi, Eric Anderson ve Peter Diamandis tarafından ortak kurulmuştu; yatırımcıları ara­ sında Google'dan Eric Schmidt'le Larry Page ve milyarder uzay turisti ve yazılım geliştirici Charles Simonyi de bulu­ nuyordu. Şirketin danışmanları arasında Seager'dan başka Hollywood'da film yapımcısı ve derin okyanus kaşifi olan James Cameron ve Birleşik Devletler Hava Kuvvetleri eski Kurmay Başkanı General T. Michael Mosely de vardı. Özünde iş planı oldukça basitti: Dünya'ya yakın bulunan ve birçoğu-

İng. "Gezegen Kaynaklan, Ltd." -çn.

291 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK nun da mevcut piyasa fiyatlarına bağlı olarak trilyonlarca dolar değerinde platin ve diğer nadir metallerden barındır­ dığı düşünülen asteroitlerin konumunu saptayıp bunların değerli kaynaklarını çıkartmak. Eğer bu girişim tüm ihti­ mallere rağmen başarılı olursa, çekirdek ekibin kişi başına multimilyar dolarlık kar elde etmesi söz konusuydu. Planetary Resources, hem uzaktan asteroitlerde "maden aramak" hem de devlet kurumlarına ve özel kuruluşlara göz­ lem süresi kiralamak amacıyla küçük uzay teleskopları inşa edip fırlatarak işe başlamayı planlıyordu. İkinci adımda dü­ şük maliyetli bir gezegenler arası iletişim ağı yaratılacak ve daha yakından inceleme yapmak ve nihayetinde onların zengin kaynaklarını toplamak üzere asteroitlerle buluşmak üzere çevik robotik uzay aracı filoları gönderilecekti. Su ve diğer uçucular roket yakıtının içinde işlenerek, para ödeyen müşterilere sağlanmak amacıyla yörüngesel yakıt depoları­ nın, uzaya yerleştirilmiş benzin istasyonlarının yaratılması­ na olanak sağlıyordu. Platin grubundaki metaller Dünya'ya, bilgi işleme cihazları ve yenilenebilir enerji için var olan tüketici piyasasını büyük oranda genişletmede kullanılabi­ lecekleri yere getirilecekti. Gezegenler arası iletişim ağının ve ucuz gezegenler arası uzay araçları için geliştirilen tek­ nolojinin bağımsız olarak lisanslanması da ek gelir sağlaya­ caktı. Seager, MIT'deki araştırmacılar topluluğuna erişimi ve uzaktan fotometrik ve tayfölçümsel gözlemler yapmak üze­ rine bilgisi kadar, nana-uydularla çalışarak edindiği, küçük teleskoplar ve yörünge üzeri iletişim kurma hakkındaki uz­ manlığını da paylaşacaktı. Bu girişimi, Dünya'nın ekonomik küresinin güneş sisteminin geri kalanına ve günün birinde de ötesine kadar genişletilmesine yardımcı olacak daha bü­ yük bir stratejinin bir parçası olarak görüyordu. "insanlar [uzay biliminin) şu anda lüks bir alan olarak gö­ rüldüğünü unutuyorlar," dedi. "Bu alan şu anda yoksullukla mücadele etmek, AIDS'i veya kanseri tedavi etmeye çalışmak veya küresel ısınmayla savaşmak gibi bir zorunluluk olarak görülmüyor. Devletin bizim için bunu yapmasını gerçekten bekleyemeyiz; pekala tek başımıza yapmak zorunda kalabili-

292 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU riz ve güçlü bir uzay endüstrisine sahip olmaktan asla zarar gelmez." Sonrasında bana planlarının daha somut ve en az onlar kadar fütüristik kısmını anlattı: MIT bünyesinde bulunan ve kendisinin akıl hocalığı yaptığı, yönlendirdiği ve denet­ lediği çeşitli yüksek seviye araştırma gruplarının genç üye­ leri. Bunlardan bazıları -Diana Valencia, Renyu Hu, Erice Demory, Vlada Stamenkovic- halihazırda kendi alt dalları­ nın yükselen yıldızlan olarak görülüyordu ve Seager'la ça­ lışmak için Avrupa, Asya ve Güney Amerika'dan gelmişlerdi. Seçkinlik ve şöhrete giden yollarının daha başlarında olan diğerleriyse -Becky Jensen-Clam, Christopther Pong, Mary Knapp, Matt Smith- yurt içinde yetişmiş MIT'li yükseklisans veya lisans öğrencileriydi. Bu öğrencilerin her biri, Seager'ın ötegezegenler üzerine çalışmaya veya uzay aracı inşa etme­ ye dönük çabalarında hayati birer role sahipti. "Sanki geniş ailem gibiler," dedi bana Seager, çıraklarıyla tanışmamın ardından. "Onlar, efsanenin bir diğer yüzü. Büyüyecekler ve uzaklara uçup dünyayı ötegezegenlerin atmosferleri ve iç kesimleri üzerine yapacakları yeni nesil büyük çalışmalarla dolduracaklar... Biyo-imzaları ben bulamazsam belki onlar­ dan bazıları bulabilir." Akşam olunca Cambridge'den bir trene binip Seager'ın Concord'daki evine gittik. Siperlikli rahat bir sundurmaya ve ağaçlarla çevrili büyük bir arka bahçeye sahip olan ev üç katlı ferah bir konuttu. İçeri girdiğimizde, kumral saç­ ları ve çıplak ayaklarıyla yere yüzüstü uzanmış Legolarıyla oynayan ve boyama kitaplarını karalayan Alex ve Max bizi oturma odasında karşıfadı. Bakıcıları kendi eşyalarını top­ ladı ve bize iyi akşamlar dileyip çıktı. Seager, yakınlarda­ ki bir kağıt yığınından bir mukavva ve bazı dizin kartları çekti. Bu, çocuklarıyla yarattıkları bir oyundu; mukavvaya, sümüklüböceğe benzeyen ve gülümseyen, antenlerinde göz­ leri olan bir uzaylının üzerine el yazısıyla büyük harflerde "ALIENOPOLY"" yazılmıştı. Bu oyunda oyuncular, semtler

Alienopoly: İngilizcedeki "alien" (uzaylı) sözcüğünün ve Türkiye'de de geniş kesimlerce oynanan "Monopoly" oyununun isminin birer parçala-

293 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK veya ilçeler satın almak yerine bireysel olarak Gliese 581 sisteminin gezegenlerini veya Alpha Centauri'nin dünyala­ rını satın alabiliyordu. Zarları attığınızda, oyun tahtasının herhangi bir yerine gitmenizi sağlayacak bir solucan deli­ ğine girebilir veya uzaylılar tarafından kaçırılıp bir UFO'da karantinaya alınarak küçük düşürülebilirdiniz. Seager izin isteyerek, tavuk, pilav ve enginar cücüğünden oluşanyemeği hazırlamak için kantaron mavisi fayanslarla döşeli mutfağa gitmiş, beni de ne annelerinin işi üzerine konuşmaya ne de Alienopoly oynamaya ilgileri varmış gibi görünen oğlanlarla baş başa bırakmıştı. "Yıldız Savaşlan'nı sever misin?" diye ciklediler neredey­ se aynı anda. Başımı aşağı yukarı salladım. Birbirlerine an­ lamlı bir bakış attılar. Alex yakındaki koltuğa giderek yastık­ ların arasından üç oyuncak ışın kılıcı çıkardı ve geri dönüp bunlardan birini elime tutuşturdu. "Kolla kendini, Darth Va­ der!" diye haykırdı Max, silahını kaldırırken. Aldığım onca Sith* eğitimine rağmen, yemekten önce ve sonra kırk beşer dakikalık iki kan banyosu sırasında, sallanıp duran kollar­ dan ve plastik boyasından oluşan ve uzuv zedelenmelerine yol açan bir kasırgayla genç Jedi'larınt ellerinde karnım de­ şilerek, vücut parçalarımı yitirerek ve başım kesilerek defa­ larca öldüm. En sonunda, yatma vakitlerini hayli geçtikten sonra Max ve Alex isteksizce ağır adımlarla üst kata çıkıp yattılar. Seager'la ben alt katta kalıp, kendisi çamaşır yıkar­ ken kırmızı şarap eşliğinde sohbet ettik. Oğullarının, kendisi ve meslektaşlarının her geçen gün ortaya çıkardığı nefes kesici gerçekliklerdense macera dolu ve heyecan verici bir uzay dram filminitercih etmesi yüzün-

nnın birleştirilmesiyle elde edilmiş bir isim. Oyunun .orijinalinde oyun­ cular akıllı yatırımlar ve şansın da etkisiyle emlak piyasası üzerinde bir tekel kurmaya çalışırlar �n. Sith: "Yıldız Savaşlan" isimli film serisinde Güç (Force) adı. verilen, nere­ deyse her yerde bulunan ve hissedilen doğaüstü kuvvetin karanlık tarafı­ na bağlı, eğitimli şövalyelerdir. Daha fazla bilgi için: http://tr.wikipedia. org/wiki/Sith (Erişim tarihi: 29.14.2014) -çn. Jedi: Neredeyse her yönden Sith'lere denk olan, ama Güç'ün iyi tarafına hizmet eden şövalyeler. Daha fazla bilgi için: http://tr.wikipedia.org/wi­ ki/Jedi (Erişim tarihi: 29.04.2014) -çn.

294 ÇORAK TOPRAKL ARA DOGRU den kafası karışmış gibiydi. "Yıldız Savaşlan'na neden bu kadar takılıp kaldıklarına dair bir fikrin var mı?" diye sordu bir süre sonra. Aslına bakılırsa yoktu ve halk bilimindeki kültürel mo­ deller ve Joseph Campbell'ın, bir yandan egzotikken öte yan­ dan yine de rahatlatıcı bir aşinalık izleri taşıyan yaratıkların ve hudutların zamansız fantezisini kapsayan "kahramanın yolculuğu" kavramı üzerine bir şeyler geveledim. "Belki de," dedi, yüzünde muzip bir ifadeyle. "O dediği­ nin ne olduğunu, insanların yaptıkları şeyleri neden yap­ tıklarını bilmiyorum." Bir an için konuşmanın ipini kaçır­ dım. Seager'ın bana daha önce anlatmış olduğu hikayeleri, Max'in yabancı bir gezegenden Dünya'ya gelmiş bir ziyaretçi gibi davrandığı ve Alex'in de astronot olup annesinin keş­ fettiği Dünya benzeri gezegenleri inceleyeceğini ilan ettiği hikayeleri düşünüyordum. Kendi çocukluğumu hatırladım; günün birinde bir kuyruklu yıldızı ziyaret etmeyi veya bir­ denbire bir UFO tarafından uzaya çekilerek başka bir galak­ siye seyahat etmeyi hayal ediyordum. Her çocuk sonsuz ola­ sılığın bulunduğu bir dünyada yaşayarak başka dünyaları, başka yaşamları ve onlara bir şekilde ulaşıp orada yaşama­ larına yetecek kadar eşsiz ve özel olabilmeyi hayal eder. Bu hayallerin birçoğunun çocukluğun bitişiyle kaybolup gitme­ sine sebep olan şey karşılanmamış potansiyeller mi yoksa acı gerçekler mi, bilemiyorum. "İnsanların bir ötegezegene seyahat ettiğini görecek ka­ dar uzun yaşamayacağımı biliyorum," diyordu Seager. "Ama yine de haritaları yapabilirim. O noktadan sonra olacaklar üzerineyse gerçekten hiçbir yorum yapamam. Bir uygarlık, eğer istiyorsa, tüm kaynaklarını seferber edip en yakın yıldı­ za gidebilir mi? Bana kalırsa bu, erişebileceğimiz bir yerde." İzin isteyip bir sepet çamaşırı içeri götürdü ve hemen ar­ dından biyo-imzalar üzerine yaptığı yeni çalışması hakkında konuşmak için geri döndü. Seager, işbirliğinde bulunduğu, İngiltere'de yaşayan bir biyokimyacı olan William Bains'le birlikte Dünya'dan hayli farklı ancak akla yatkın uzaylı dünyalar uyduruyor, bu ge-

295 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK zegenlerin ne tür biyosferlere sahip olabileceklerini ve at­ mosferlerinde ne tür biyo-imza gazların birikebileceğini ölçüyordu. Seager ve Bains, Dünya benzeri gezegenler nadir olabilirken gezegen yaşamının nadir olmadığı şeklindeki ba­ kış açısından başlayarak, olası çeşitliliklerden ve senaryo­ lardan oluşan bir katalog toparlamak istiyordu. Metan veya hidrojen sülfit pompalayan bol miktarda biyokütleyle kaplı okyanuslara sahip "çamur dünyalardan" ve yıldızlarından çok uzakta bulunan, üzerindeki canlıların ihtiyaç duydukları enerjiyi suyu ayrıştırarak değil hidrojen ve nitrojeni birleştirip ortaya çıkardıkları amonyaktan al­ dıkları, gazla örtülü sera dünyalardan bahsetti. Ya şamın, ezici biçimde kalın atmosferlerle kaplanmış sıcak okyanus gezegenlerinde, denizin ve gökyüzünün yani tamamen aynı yoğunluklarda karışmış su ve hava arasında organizmala­ rın zahmetsizce yüzüp uçabildiği alacakaranlık mavisi dün­ yaların akışkan, çalkantılı arayüzü tarafından derinlerde kabarcıklı aerosoller halinde var olduğunu düşünüyordu. Gelecekte TPF tarzı bir teleskopta bu tür şeylerin kendile­ rini nasıl göstereceğini bulmaya çalışmak için yalnızca bir gezegenin değil, her biri biyo-imzaların oluşumunu ve görü­ nürlüğünü etkileyecek termodinamik açıdan akla yatkın bir dizi farklı varsayıma sahip milyonlarca gezegenin yüzeyi­ nin ve atmosferinin simüle edilmesi gerekiyordu. Seager'ın çalışmalarında alışıldığı gibi, alandaki bazı muhalifler bu yeni araştırmasının da kullanışlı olamayacak kadar fütü­ ristik olduğunu düşünüyor gibiydi; var olmayabilecek ve gözlemlenmesinde yalnızca asla inşa edilemeyecek teles­ kopların kullanılabileceği gezegen ortamları için biyo-im­ zaları aydınlığa kavuşturmak adına neden bu kadar ileri gidilsindi ki? "Tüm bu çalışma, eninde sonunda yorumlanacak olan be­ lirsiz gözlemler için hazır olunması adına," diye kaçamak bir yanıt verdi, şarabından bir yudum alarak. "Ayrıca bunlardan bazıları da yakında olmaya başlayacak. tık önce şişkin, [Ja­ mes Webb Uzay Teleskobunun] ve belki de yeryüzünde bu­ lunan teleskopların bile inceleyebileceği kadar genişlemiş

296 ÇORAK TOPRAKLARA DOGRU atmosferlere sahip yakın ve sessiz M-cücelerin etrafındaki geçiş yapan süper dünyalara bakmaya muktedir olacağız. Amabunun ardından Dünyamızın ikizini bulmak için sonsuz şansımız olmayacak. Bizim yaşamımız boyunca fırlatılacak her şey muhtemelen yalnızca en yakındaki yüz yıldıza filan bakabilecek ve biz de bununla idare etmek zorunda olaca­ ğız. Dolayısıyla eğer bu uzayda incelenebilecek herhangi bir ikiz Dünya yoksa biyo-imza gazlarını nasıl olacak da tanıya­ cağız? Eh, belki de tanıyamayacağız; şüphesiz yoğun bir ilk ilkeler analizi tarzı bir şey yapmazsak. Süper Dünya atmos­ ferlerine attığımız ilk bakışın ardından hayli aşağılanmış hissedebiliriz." Kariyerini, ufukta akranlarının baktığından daha ilerile­ re bakarak, çan eğrisinin dışında kalmak üzerine kurduğu­ nu belirttim. Geleceğin nelere gebe olduğunu düşünüyordu? Elde gecikmiş bir TPF hayali varken, bu sırada ötegezegen patlamasını sürdürecek olan şey neydi? Belki de yirmi yıllık bir genişlemenin ardından bu alanın da internet sitelerinde olduğu gibi duvara taslayabileceğini söyledim. Seager şarabından büyük bir yudum aldı ve kadehin sa­ pını parmaklarının arasında çevirirken düşündü. "Bu konu benim için ôtegezegenlerin Önümüzdeki 40 Yılı [konferan­ sında] ciddi biçimde açıklığa kavuştu," diye başladı. "Bu alan hilebaz öncüler tarafından kuruldu. Bu bir seçilim etkisi; bü­ yük riskler alıp yüksek standartlara sahip olacak kadar sert, savaşçı ve istekli değilsen bu alana giremezsin. Şu anda da kalite kontrolü düşüyor, çünkü içeri çok fazla sayıda insan akıyor. Şimdi yalnızca ufak artışa sahip farklılıklarla temel­ de aynı şeyi yapıyor gibi görünen bir ton insan var. Yakınlar­ daki yıldızların haritalarını çıkarmamız gerektiği konusun­ da herkes hemfikir, ama en iyi yaklaşım konusunda bir türlü birleşemiyoruz." Baştan savma kuramsal çalışmalarda bir aşırılık ve alana çok az şey katan gözlemsel sonuçlar olarak gördüğü şeyden yakınıyordu. "Geçiş yapmakta olan daha kaç adet sıcak Jüpiter'e ihtiyacımız var gerçekten?" diye sordu. "Belki daha fazlasına ihtiyacımız var, belki de yok. Bunu söy­ leyebilecek olan ben değilim."

297 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Ama birlik olmamasının da avantajlarının olduğunu söy­ leyerek devam etti. "ôtegezegenler de biraz internet sitesi şirketi balonuna benziyor, evet. Ama bu seferki uzunca bir süre devam eden, yüz yıllık bir balon olacak. Astronomide ne zaman yeni bir teknoloji ve yeni bir teleskop ortaya çıkarsa yeni bir alanın da açılacağı her zaman için doğrudur. Yük­ sek hassaslıktaki tayfçizerlerde ve radyal hızda böyle oldu. Kepler ve geçişlerde de böyle oluyor. Ben bunları birer dalga olarak görüyorum. Elinde şu an bir RV dalgası var ve bu dal­ ga şu anda bir yan rolde oynuyor, ama çoğu yıldızın etrafın­ da dünyalar varsa daha sonra yeniden canlanabilir. Şu anda elinde bir dalganın üzerinde seyreden Kepler geçişleri var. Daha sonra başka dalgalar da gelecektir. Doğrudan görüntü­ leme dalgası geliyor. TPF da yolda. Hepsi birbiriyle kesişiyor, ama hepsi de farklı zamanlarda başladı, dolayısıyla farklı aşamalara sahipler. Bu balon uzun süreli olacak çünkü aynı anda her şeye birden sahip olamazsın. Belki milyarlarca do­ larımız olsaydı ve hepsini bir anda inşa etseydik balon da sönüp giderdi. Her şeyin bir sırası olduğundan bu da devam edecek. Potansiyel dünyalar bulduğumuzda ve onları doğru­ dan görüntülediğimizde bile insanlar onların atmosferleri­ nin ve yüzeylerinin daha iyi çözünürlükteki görüntülerini istemeye devam edecek. Ama bu sonsuza dek sürmeyecek, orası doğru." Şarabını bitirdi ve saate baktı. Saat 23.00'ı geçiyordu ve Cambridge'e geri dönmek için treni yakalamam gerekiyordu. Ancak ayrılmadan önce bana bir şey göstermek istediğini söyledi. Üst kata çıktık, yataklarında uyumakta olan Alex ve Max'i geçip kitap raflarıyla ve bir kanepeyle döşenmiş kü­ çük bir çalışma odasına girdik. Seager yakında duran dolabı açtı ve oradan sararmakta olan birtakım çerçeveli fotoğraf­ lar çıkarıp onları kanepenin üzerine yerleştirdi. Fotoğrafla­ rın çoğu Wevrick'e aitti: hızla akan suyun içinden bir kano çekerken, muazzam bir moren zirvesinin üzerindeki irice bir kayanın üzerinde otururken, yürüyüşle geçen uzun bir gü­ nün ardından bitkin ve vakur dinlenirken. İşte şuradakinde, düğün günlerinde Seager'la kucaklaşırken kadının gözleri-

298 ÇORAK TOPRAKL ARA DOGRU nin içine bakıyordu. Wevrick'in üzerinde siyah bir takım el­ biseyle kravat vardı, Seager'sa saçlarında solmuş çiçeklerle baştan aşağı bembeyazdı. Başka fotoğraflarda alazlanmış, ölü ağaçlardan oluşan bir kıyının üzerindeki mavi gökyüzü­ nü lekeleyen kıvrıla kıvrıla yükselen siyah duman sütunları ve hızla akan nehrin üzerinde asılı kalmış sis tabakasında parıldayan güneş ışığı görülüyordu. "Eskiden fotoğrafçılığa hayli meraklıydım," diye yumu­ şak bir biçimde belirtti Seager. "Yaptığımız gezilerde Mike yemek pişirir, ben de fotoğraf çekerdim ... Kocamın ölümü­ ne odaklanmaya çalışmıyorum. Ama biliyorsun, o öldü ve bu olay benim için büyük bir darbeydi. Devasa bir dalga etkisi yemek gibi bir şey. Artık daha amaçlı yaşamaya çalışıyorum. Çocuklarım, çıraklarım, öğrencilerim. Kendim de dahil in­ sanları, tüm karmaşayı ortasından yarıp hayallerine ulaş­ mak üzere güdülemek için eskisinden de fazla uğraşıyorum."

***

Sonraki sabah Seager'la ofisinde buluştum ve ona toplan­ tılardan, telefonlardan ve derslerden oluşan bütün bir ak­ şamüstü dolusu bulanıklık boyunca eşlik ettim. Her geçen saat, beyninin farklı bir bölümü yeni bir sorunlar dizisine yöneliyor, pürüzsüzce, doktora sonrası öğrencilerine ötege­ zegen araştırma projeleri hakkında tavsiye vermekten lisans öğrencileriyle uydu termal kontrolün daha ince noktaları üzerine tartışmaya, oradan da lisans öncesi mühendislik öğ­ rencilerine proje yönetimi tavsiyeleri vermeye geçiyordu. Ak­ şam olduğunda ben bitkinlikten ölüyordum, ama Seager asla yorulmaz gibi görünüyordu; kendisinin iletişim uydularına olan merakına bağlı olarak istediği radyo amatörleri lisansı için yapılan bir eleme sınavına girmesi gerektiğinden birkaç saatliğine ayrıldık. Bunu, kampüsteki restoranda yenen bir suşiden oluşan akşam yemeği takip etti. Yollarımızı ayırma­ dan önce gece gece Ye şil Binaya doğru tüm yolu geri kat et­ tik ve asansörle Seager'ın on yedinci kattaki odasına çıktık; çantasını unutmuştu. Karanlık odanın penceresinde, şehrin ışıkları dalgalanan karanlık nehrin üzerinde parıldıyordu

299 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK ve bir an için derin uzayda süzülüyor, bir galaksinin sonsuz sayıdaki yıldızlarına yukarıdan bakıyor gibi göründük. Ma­ sasının etrafında haldır haldır çantayı ararken birden durup başını kaldırdı; manzaradan büyülenmişti. "Ufuk çizgisini seviyorum," dedi sırtı bana dönük hal­ de. "Her seferinde mest ediyor beni. Nehir. Gökyüzü. Işıklar. Aslına bakarsan bu manzara ve onun değişme biçimi, haya­ tımın büyük bir parçası. Gecenin gelişi. Pencereden dışarı bakıyorum ve tüm bu insanlar, dünyada taşların yerine otur­ ması, ışığın sürekliliği üzerine düşünüyorum. Gün kaybolup yerini geceye bırakıyor ve sonra gece de aynısını yapıp gü­ nün doğmasına izin veriyor. Yolu doğa belirliyor, ama bizim de kısmen kontrolümüz var. Bizler milyonlarca yıllık evri­ min birer ürünüyüz, ama kaybedecek zamanımız yok. Benim ölümden öğrendiğim, işte bu." Sesi çatallanıp titredi. son­ ra gözyaşlarıyla birlikte kuvvetini yeniden kazandı. "Ölüm, benim çoğu şeyin ne kadar değersiz olduğunu fark etmemi sağladı, anlıyorsun, değil mi? Başka hiçbir şeyin anlamı yok; o, her şeyi hükümsüz kılıyor. Anlamsız şeylere karşı hoşgö­ rümü kaybettim. Onlara ayrılacak vakit yok. Bu sana bir şey ifade ediyor mu?" Karanlığın içinde, Seager'ın önceki gece bana göstermiş olduğu çerçeveli bir fotoğrafın anısı aklıma davetsizce sü­ zülüverdi. Wevrick tarafından belirli bir yükseklikten çe­ kilmiş, nadir bir görüntüydü. Göz alabildiğine sarı çimen­ ler ve bodur ağaçlar, ağaçsız bir moren ufkuna doğru boylu boyunca uzanmış isimsiz bir gölün kıyılarına dek yayılıyor­ du. Ön planda, tek başına nokta halinde bir figür kızıl bir yayın altında eğilmiş, ufku sıyıran Güneş'in önüne uzunca bir gölge düşürüyordu. Bu Seager'dı; azimle, geçiş bölgesinin yaşanması zor arazisinde ağır kanoyu sürüklüyordu. Düşük çözünürlüklü fotoğraf, zorlu nakil işleminin sonlarına mı yaklaşıldığına yoksa yeni mi başladığına dair bir şey söyle­ miyordu. Ötede, Çorak Topraklar boylu boyunca uzanıyordu.

300 SEÇİLMİŞ İLERİ OKUMA VE NOTLAR

Bölüm 1: Yaşam Süresi Arayışı

Ronald N. Bracewell, The Galactic Club: Intelligent Life in Outer Space (San Francisco: W. H. Freeman, 1974). . Giuseppe Cocconi and Philip Morrison, "Searching for Interstellar Communications," Na ture, sayı 184 (1959), s. 844-46. Frank Drake and Dava Sobel, Is Anyone Dut There ? The Scientific Search fo r Ex traterrestrial Intelligence (N ew York: Delacorte Press, 1992). Drake'ten yaptığım alıntı 27. sayfada. Stanislaw Lem, Summa Te chnologiae (Minneapolis: Minnesota Üni­ versitesi Yayınlan, 2013; ilk baskı, 1964) . çev. Joanna Zylins­ ka, bu, Lem'in kozmik evrim üzerine ileri görüşlü klasiğinin İngilizcedeki ilk baskısıdır. J. P. T. Pearman, "Extraterrestrial Intelligent Life and Interstel­ lar Communication: An Informal Discussion," Interstellar Communication'da, A. G. W. Cameron, ed. (New York: W. A. Benjamin, 1963), s. 287-93. Iosif Shklovskii and Carl Sagan, Intelligent Life in the Universe (San Francisco: Holden-Day, 1966). Walter Sullivan, We Are Not Alone: The Continuing Search fo r Ex t­ raterrestrial Intelligence, Gözden Geçirilmiş Baskı (New York: Dutton, 1993). Otto Struve, "Proposal for a Project of High-Precision Stellar Radial Velocity Work," The Observatory, sayı 72 (1952), s. 199-200.

Bölüm 2: Drake'in Orkideleri

J. D. Bernal,The Wo rld, the Flesh, and the Devil: An Enquiryint o the Future of the Three Enemies of the Rational Soul (London: Kegan Paul, Trench, Trübner, 1929). Frank Drake, "Stars as Gravitational Lenses," Bioastronomy-The Next Steps, ed. G. Marx,Astroph ysics and Space Science Lib-

301 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

rary, cilt 144 (Dordrecht: Kluwer Academic Publishers, 1988), s. 391-94. Frank Drake ve Dava Sobel, Is Anyone Dut There? The ScientificSe­ arch fo r Ex traterrestrial Intelligence (New York: Delacorte Press, 1992). Arecibo Gözlemevinin radyo anteninin kaç adet mısır gevreği kutusu alabileceği üzerine Drake'in yaptığı he­ saplamalar 73. ve 74. sayfalarda görülüyor. Paul Davies, The Eerie Silence: Renewing Our Search for Alien Intel­ ligence (New York: Houghton Mifflin Harcourt, 2010). Von R. Eshleman, "Gravitational Lens of the Sun: lts Potential for Observations and Communications Over lnterstellar Distan­ ces," Science, sayı 205 (1979), s. 1133-35. Paul Gilster, Centauri Dreams: Imagining and Planning Interstel­ lar Exploration (New York: Springer, 2004). Hans Moravec, Mi nd Children: The Future of Robot and Hu man In­ telligence (Cambridge: Harvard Üniversitesi Yayınlan, 1988). Peter D. Ward ve Donald Brownlee, Rare Earth: Why Complex Life is Uncommon in the Universe (New York: Springer, 2000).

Bölüm 3: Parça Parça Bir İmparatorluk

Guillem Anglada-Escude vd, "A Planetary System around the Ne­ arby M Dwarf GJ 667C with At Least One Super-Earth in its Habitable Zone," The Astrophysical Jo umal Letters, sayı 751 (2012), s. Ll6-. Lee Billings, "G is for Goldilocks," Seedmagazine.com, Ekim l , 2010. http://seedmagazine.com/content/article/g_is_for_goldilocks/. Xavier Bonfils, vd, "The HARPS Search for Southern Extra-solar Planets XXXI. The M-dwarf Sample," Astronomy & Astroph­ ysics, sayı 549 (2013), s. 109-. Alan Boss, The Crowded Universe: The Search fa r Living Planets (New York: Basic Books, 2009). Xavier Delfosse, vd, "The HARPS Search for Southern Extra-solar Planets XXXV. Super-Earths around the M-dwarfNe ighbors Gl433 and Gl667C," arXiv ön baskı (2012). Bruce Dorminey, Distant Wa nderers: The Search fa r Planets Beyond the Solar System (New York: Springer, 2001). Thierry Forveille, vd, "The HARPS Search forSo uthern Extra-solar Planets XXXII. Only 4 planets in the Gl-581 system," arXiv ön baskı (2011).

302 SE ÇiLMi Ş iLERi OK UMA VE NOTL AR

Philip C. Gregory, "Bayesian Re-analysis of the Gliese 581 Exoplanet System," arXiv e-baskı (201 1). Ray Jayawardhana, Strange New· Wo rlds: The Search fo r Alien Pla­ nets and Life Beyond Dur Solar System (Princeton: Prince­ ton Üniversitesi Yayınlan, 2011). Marc Kaufman, First Contact: ScientificBreakthroughs in the Hu nt fo r Life Beyond Earth (New York: Simon & Schuster, 2011). Michael D. Lemonick, Other Wo rlds: The Search fo r Life in the Uni­ verse (New York: Simon & Schuster, 1998). Tim Stephens, "Newly discovered planet may be firsttruly habitable exoplanet," California Üniversitesi, Santa Cruz, Newscenter, 29 Eylül 2010. http://news.ucsc.edu/2010/09/planet.html. Otto Struve, "Astronomers in Turmoil," Physics To day, sayı 13 (1960), s. 18. Mikko Tuomi,"Ba yesian Re-analysis of the Radial Velocities of Glie­ se 581. Evidence in Favour of Only Four Planetary Compani­ ons," arXiv ön baskı (201 1). Steven S. Vogt, vd, "The Lick-Carnegie Exoplanet Survey: A 3. 1 M_ Earth Planet in the Habitable Zone of the Nearby M3V Star Gliese 581," The Astrophysical Jo umal, sayı 723 (2010), s. 954-65. Steven S. Vogt, R. Paul Butler, and Nader Haghighipour, "GJ 581 up­ date: Additional Evidence for a Super-Earth in the Habitable Zone," Astronomische Nachrichten, sayı 333 (2012), s. 561-75.

Bölüm 4: Bir Dünyanın Değeri

Fred Adams and Greg Laughlin, The Five Ages of the Universe: Insi­ de the Physics of Etemity (New York: Free Press, 1999). John D. Barrow and Frank J. Tipler, The Anthropic Cosmological Principle (New York: Oxford Üniversitesi Yayınlan, 1986). Marcia Bartusiak, The Day We Fo und the Universe (New York: Pant­ heon, 2009). Lee Billings, "Cosmic Commodities: How much is a new planet worth?" Boingboing. net, 3 Şubat 201 1. http://boingboing. net/2011/02/03/cosmic-commodities-h.html Bill Bryson, A Short History of Nearly Everything (New York: Broad­ way Books, 2003). Thane Burnett, "Wanna buy the Earth? It'll cost you $5 quadrilli­ on," To ronto Sun, 1 Mart 201 1. http://www.torontosun.com/

303 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

news/columnists/thane_burnett/201 1/03/01/17455846.html. Robert Costanza, vd, "The value of the world's ecosystem seıvices and natura! capital," Nature, sayı 387 (1997), s. 253-260. Michael J. Crowe, ed., The Extra terrestrial Life Debate, Antiquity to 1915: A So urce Book (Notre Dame: Notre Dame Üniversitesi Yayınlan, 2008). Daily Mail Reporter, "Earth is worth E3000 trillion, according to scientist's new planet valuing formula," MailOnline.com, Şubat 28, 201 1. http://www.dailymail.eo.uk/ sciencetech/article- 13611 45/Earth-worth-3-000-trillion­ according-scientists-new-planet-valuing-formula.html. Steven J. Dick, The Biological Universe: The Twentieth-CenturyEx t­ raterrestrial Life Debate and the Limits of Science (Camb­ ridge, UK: Cambridge Üniversitesi Yayınlan, 1996). Stephen Greenblatt, The Swerve: How the Wo rld Became Modem (New York: W. W. Norton, 2011). Alan H. Guth, The lnfla tionary Universe: The Quest fo r a New The­ oryof Cosmic Origins (New York: Perseus Books, 1997). Arthur Koestler, The Sleepwalkers: A History of Man 's Changing Vi­ sion of the Universe (New York: Macmillan, 1959). D. G. Korycansky, GregoryLaughlin, and Fred C. Adams, "Astronomi­ cal engineering: a strategy for modifying planetary orbits," Astrophysics and Space Science, vol. 275 (2001), s. 349-66. Greg Laughlin, "Too cheap to meter," systemic, Mart 12, 2009. http:// oklo.org/2009/03/ 1 2/too-cheap-to-meter/. Lucretius, On the Nature of Things (Newburyport, MA: Focus Pub­ lishing, 2003). Walter Englert'in mükemmel [İngilizce] çeviri­ sinin 59. ve 60. sayfalanndan alıntı yapıyorum. Cari Sagan, Cosmos (New York: Random House, 1980). Alex Vilenkin, Many Wo rlds in One: The Search fo r Other Universes (New York: Hill and Wang, 2006).

Bölüm 5: Altına Hücumun Ardından

Lee Billings, "The Long Shot," Seedmagazine. com, 19 Mayıs 2009. http://seedmagazine.com/content/article/the_long_shot/. Ray Bradbury, The Martian Chronicles (Garden City, NY: Doubleday, 1950). Laughlin'in alıntılan, Bradbury'nin klasik eserinin 136. sayfasındaki "The N aming of N ames" bölümünden geliyor. Çeşitli yazarlar, 2063 A. D. (San Diego: General Dynamics Astrona­ utics, 1963).

304 SEÇiLMiŞ iLERi OK UMA VE NOTLAR

Çeşitli yazarlar, The Lick ObservatoryHistorical Collections Project, http://collections.ucolick.org/ archives_on_line/. Xavier Dumusque vd, "An Earth-mass planet orbiting a Centauri B," Nature, sayı 491 (2012), s. 207-1 1. Freeman John Dyson, "Search forArt ificial Stellar Sources of Infra­ red Radiation," Science, sayı 131 (1960), s. 1667-68. Paul Gilster, "New Search for Centauri Planets Begins," Centau­ ri Dreams, 2 Aralık 2009. http://www.centauri-dreams. org/?p=l0489. Javiera Guedes vd, "Formation and Detectability of Terrestrial Pla­ nets Around Alpha Centauri B," The Astrophysical Jo umal, sayı 679 (2008), s. 1582-87. Edward Singleton Holden, A Brief Account of the Lick Observatory of the University of Califomia (1 895) (Whitefish, Montana: Kessinger Publishing, 2010). Andrew W. Howard, vd, "The Occurrence and Mass Distribution of Close-in Super-Earths, Neptunes, and Jupiters," Science, sayı 330 (2010), s. 653-55. Andrew W. Howard, vd, "Planet Occurrence within 0.25 AU of Solar­ type Stars from Kepler," The Astrophysical Jo umal: Supple­ ment Series, sayı 201, no. 2 (2012). Isaac William Martin, The Permanent Tax Revolt: How the Property Tax Transformed American Politics (Stanford: Stanford Üni­ versitesi Yayınlan, 2008). John McPhee, Assembling Califomia (New York: Farrar, Straus and Giroux, 1993). Tom Murphy, "Galactic-Scale Energy," Do the Ma th, 12 Temmuz 201 1. http://physics.ucsd.edu/do-the-math/201 1/07 /galac­ tic-scale-energy/. Kevin Starr, Califomia: A History (New York: Modern Library, 2005). Philippe Thebault, Francesco Marzari, and Hans Scholl, "Planet for­ mation in the habitable zone of alpha Centauri B," Mo nthly Notices of the Royal Astronomical Society Letters, sayı 393 (2009), s. L21-L25.

Bölüm 6: Büyük Resim

Paul J. Crutzen, "Geology of mankind," Nature, sayı 415 (2002), s. 23. Paul J. Crutzen and Eugene F. Stoermer, "The 'Anthropocene,' " Glo­ bal Change Newsletter, sayı 41 (2000), s. 17-18.

305 BEŞ MiLYAR YILLIK YAL NIZLIK

Çeşitli yazarlar, Marcellus Center forOutreach and Research, http:// www.marcellus.psu.edu. Bu web sitesi Pennsylvania'daki gaz şisti hidrolik kırılması hakkında bol miktarda bilgiler banndınyor ve ayrıntılı yayın listeleri ve jeolojik haritalar içeriyor. Christian de Duve, Vital Dust: Life as a Cosmic Imperative (New York: Basic Books, 1995). James Hansen, Storms of My Grandchildren: The Truth About the Coming Climate Catastrophe and Our Last Chance to Save Humanity (New York: Bloomsbury, 2009). Andrew H. Knoll, Life on a Yo ung Planet: The First Three Billion Ye­ ars of Evolution on Earth (Princeton: Princeton Üniversitesi Yayınlan, 2003). James Lovelock, The Va nishing Face of Gaia: A FinalWa ming (New York: Basic Books, 2009). Seamus McGraw, The End of Country: Dispatches from the Frack Zone (New York: Random House, 2011). John McPhee, Basin and Range (New York: Farrar, Straus and Gi­ roux, 1981). McPhee'nin sayfa 127'deki jeolojik zaman ölçe­ ği örneğinden alıntı yapıyorum; bu örnek de, üslup ve genel çerçeve itibariyle bu kitapta sunulduğu haliyle benim kendi fikirlerimi büyük ölçüde etkilemiş olan daha genel bir derin zaman tartışmasının içinde yer almaktadır. Oliver Morton, Eating the Sun: How Plants Power the Planet (New York: HarperCollins, 2008). Andrew Revkin, Global Wa rming: Understanding the Forecast (New York: Abbeville Press, 1992). Revkin; Crutzen ve Stoermer'in "Antroposen"ini 8 yıl önceden öngörmüştü; şafak vakti sayı­ labilecek bu jeolojik çağa "Antrosen" adını vermişti. William F. Ruddiman, Plows, Plagues, and Petroleum: How Humans To ok Control of Climate (Princeton: Princeton Üniversitesi Yayınlan, 2005). J. William Schopf and CornelisKlein, ed., The ProterozoicBiosphere: A MultidisciplinaryStudy (Cambridge: Cambridge Üniversi­ tesi Yayınlan, 1992). Jan Zalasiewicz, vd, "Stratigraphy of tbe Anthropocene." Philosop­ hical Transactions of the Royal Society A: Ma thematical, Physical and Engineering Sciences, sayı 369 (2011), s. 1036- 55.

306 SEÇiLMiŞ iL ERi OK UMA VE NOTL AR

Bölüm 7: Denge Bozulduğunda

John A. Baross, vd, The Limits of Organic Life in PlanetarySy stems (Washington, DC: National Academies Press, 2007). Bu rapor, şu bağlantıda çevrimiçi olarak erişime açıktır: http://www. nap.edu/catalog. php?record_id= 11919. Stephen H. Dole ve Isaac Asimov, Planets fo r Man (New York: Ran­ dom House, 1964). Dole'nin RAND Corporation Research Study'sinin yoğun ve popüler bir versiyonu, Habitable Pla­ nets fo r Ma n. L. Kaltenegger, S. Udry ve F. Pepe, "A Habitable Planet around HD 8551 2?" arXiv ön baskı (2011). James Kasting, How to Find a Ha bitable Planet (Princeton: Prince­ ton Üniversitesi Yayınları, 2009). Bu muhteşem kitabı, Bölüm 7'de bahsi geçen bilgece makaleleri araştırmak isteyen okur­ lara ve gezegen yaşanabilirliği üzerine okunabilir ancak sert bir şeyler seven tüm okurlara öneriyorum. Ravi Kumar Kopparapu vd, "Habitable Zones Around Main-Sequen­ ce Stars: New Estimates," arXiv ön baskı (2013). Charles H. Langmuir ve Wally Broecker, How to Build a Habitable Pla net: The Story of Earth from the Big Bang to Humankind, Gözden Geçirilmiş ve Genişletilmiş Baskı (Princeton: Prince­ ton Üniversitesi Yayınları,20 12). J. E. Lovelock, Gaia: A New Look at Life on Earth (New York: Oxford Üniversitesi Yayınları, 1979). Stephen H. Schneider ve Penelope J. Boston, ed., Scientists on Gaia (Cambridge: MiT Press, 1992). Peter Ward, The Medea Hyp othesis: Is Life on Earth Ul timately Self­ Destructive? (Princeton: Princeton Üniversitesi Yayınları, 2009). Peter D. Ward ve Donald Brownlee, The Life and Death of Planet Earth: How the New Science of Astrobiology Charts the Ulti­ mate Fa te of Our World (New York: Times Books, 2003).

Bölüm 8: Işığın Sapmaları

Norman R. Augustine vd, Seeking a Human Spaceflight Program Wo rthy of a Great Na tion (Washington, DC: NASA, 2009). Bu rapor şu bağlantıda çevrimiçi olarak erişime açıktır: http://

307 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

www..gov/pdf/396093main_HSF_CMIT_Final Report. pdf. Lee Billings, "The Telescope that Ate Astronomy," Nature, sayı 467 (2010), s. 1028-1030. Alan Boss, The Crowded Universe: The Search fo r Living Pla nets (New York: Basic Books, 2009). Kenneth G. Carpenter, vd, "OpTIIX: An ISS-based Testbed Paving the Roadmap toward a N ext Generation, Large Aperture UV I Op­ tical Space Telescope," Haziran 20, 2012. uvastro2012.colo­ rado.edu/Presentations/KennethCarpenter.pdf. Bu materyal, 18-21 Haziran 2012'de Colorado-Boulder Üniversitesinin ev sahipliği yaptığı "UV Astronomisi: HST ve Konferansın Öte­ sinde" isimli konferansta sunuldu. Andrew Chaikin, A Man on the Mo on: The Vo yages of the Apollo Ast­ ro nauts (New York: Viking Penguin, 1994). Daniel S. Goldin, "NASA in the Next Millennium," 17 Ocak 1996. http://home.fnal.gov/-annis/ digirati/ otherVoices/goldin. AAS.html. Bu, Goldin'in San Antonio-Texas'taki 187. Ameri­ kan Astronomi Derneği toplantısında yaptığı konuşmanın yazılı metni ve Goldin'den bu bölümde yaptığım alıntıların kaynağıdır. Greg Klerkx, Lost in Sp ace: The Fa ll of NASA and the Dream of a New Sp ace Age (New York: Pantheon Books, 2004). John M. Logsdon, John F. Kennedy and the Race to the Moon (New York: Palgrave Macmillan, 2010). Matt Mountain, İsimsiz Su­ num, TEDxMidAtlantic 2010, Kasım 5, 2010. http://www.yo­ utube.com/watch?v=_ 4q04GjyyUI. Halka açık bu konuşma, Mountain'le yaptığımız tartışmalar sırasında kendisinin kullandığı noktalardan ve görsellerden çoğunu banndınyor. Michael J. Neufeld, Vo n Braun: Dreamer of Sp ace, Engineer of Wa r (New York: Knopf, 2007). N. A. Rynin, yazar ve editör, lnterplanetary Flight and Communi­ ca tion, Cilt. 111, Sayı. 7: K. E. Ts iolkovskii: Life, Writings, and Rockets (Kudüs: Israel Program for Scientific Translations, 1971). Rynin bu cildi 1931 yılında Leningrad'da kendisi bas­ tırmıştır. Tsiolkovski'nin alıntılarını 3, 7, 30 ve 31. sayfalar­ dan aldım. Robert Zimmerman,The Universe in a Mirror: The Saga of the Hubb­ le Sp ace Te lescope and the Visionaries Who Built it (Prince­ ton: Princeton Üniversitesi Yayınlan, 2008).

308 SE ÇiLMiŞ iLERi OK UMA VE NOTL AR

Bölüm 9: Hiçlik Noktası

C. A. Beichman, N. J. Woolf ve C. A. Lindensmith, ed . . The Te rrestrial Planet Finder (TPF) : A NASA Origins Program to Search fo r Ha bitable Planets (Pasadena: NASA- Caltech Jet İtki Laboratuvarı, 1999). Bu rapor şu bağlantıda çev­ rimiçi olarak erişime açıktır: http://exep.jpl.nasa.gov/TPF ! tpf_book/index.cfm. Michael Belfiore, Rocketeers: How a Visionary Band of Business Leaders, Engineers, and Pilots Is Boldly Privatizing Sp ace (Washington, DC: Smithsonian, 2007). Lee Billings, "Let There Be Light," Seedmagazine.com, 17 Kasım 2009. http:// seedmagazine. cam/ content/ article/let_there_ be_light/. Roger D. Blandford vd, New Wo rlds, New Ho rizons in Astronomy and Astrophysics (Washington, DC: National Academies Press, 2010). Bu rapor şu bağlantıda çevrimiçi olarak erişime açıktır: http://www.nap.edu/catalog.php?record_id=l 2951. Chris Dubbs ve Emeline Paat-Dahlstrom, Realizing To morrow: The Path to Private Spaceflight (Lincoln: Nebraska Üniversitesi Yayınlan, 201 1). Charles Elachi, vd, A Road Map fo r the Exp loration of Neighboring Planetary Systems (Pasadena: NASA-Caltech Jet İtki Labora­ tuvarı, 1996). Bu rapor şu bağlantıda çevrimiçi olarak erişi­ me açıktır: http://exep.jpl.nasa.gov/exnps/toc.html. James Kasting, Wesley Traub, vd, Te rrestrial Planet Finder-Coro­ nagraph (TPF- C) Flight Baseline Mission Concept (Pasadena: NASA-Caltech Jet İtki Laboratuvarı, 2009). Bu rapor şu bağ­ lantıda çevrimiçi olarak erişime açıktır: http://exep.jp1.nasa. gov/TPF-C/TPFC-MissionAstro201 0RFI-Final- 2009-04-0 1. pdf. Michael D. Lemonick, Mirror Earth: The Search fo r Dur Planet's TWin (New York: Walker, 2012). Lemonick'in bu kitabı, geze­ gen avcılığının tarihi ve ön sıralarının harikulade bir özetini sağlamasının yanında, aynı zamanda Seager'ın "Ötegezegen­ lerin Önümüzdeki 40 Yılı" konferansına ayrıntılı ve bağımsız bir bakış açısı sunuyor. Jonathan Lunine vd, "Worlds Beyond: A Strategy far the Detection and Characterization of Exoplanets," Report of the ExoPla­ net Task Force, Astronomy and Astrophysics Advisory Cam-

309 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

mittee (Washington, DC: NSF/NASA, 2008). Bu rapor şu bağ­ lantıda çevrimiçi olarak erişime açıktır: http://www.nsf. gov/mps/ast/aaac/exoplanet_task_force/reports/ exoptf_final_report. pdf. Christopher F. McKee, Joseph H. Taylor, Jr. , vd, Astronomy and Astrophysics in the New Millennium (Washington, DC: Na­ tional Academies Press, 2001). Bu rapor şu bağlantıda çev­ rimiçi olarak erişime açıktır: http://www.nap.edu/catalog. php?record_id=9839. Sara Seager, vd, "The Next 40 Years of Exoplanets," MiT, 27 Mayıs 201 1. http://seagerexoplanets.mit.edu/next40years.htm. Programdaki konuşmacılar, fotoğraflarve sürecin video kay­ dının web arşivi bu linkte mevcuttur. W. A. Traub ve B. R. Oppenheimer, "Direct lmaging of Exoplanets," Ex oplanets, Sara Seager, ed. (Tucson: Arizona Üniversitesi Yayınlan, 2010). Stephen C. Unwin vd, "Taking the Measure of the Universe: Preci­ sion Astrometry with SiM PlanetOuest," Publications of the Astronomical Society of the Pacific, sayı 120 (2008), s. 38-88.

Bölüm 10: Çorak Topraklara Doğru

Freeman Dyson, Disturbing the Universe (New York: Harper & Row, 1979). John S. Lewis, Mining the Sky: Untold Riches from theAs teroids, Comets, and Planets (New York: Perseus Books, 1996). Gerard K. O'NeilL The High Frontier: Human Colonies in Space (New York: William Morrow, 1976). Cari Sagan, Pale Blue Dot: A Vision of the Human Future in Space (New York: Random House, 1994). Sagan'dan yaptığım alıntı­ lan 6. ve 7. sayfalardan aldım. Cari Sagan, vd, Murmurs of Earth: The Voyager Interstellar Record (New York: Random House, 1978). Sara Seager ve Mike Wevrick, "Sixty Days in the Land of Little Sticks: Part 1: Cochrane, Thlewiaza, Little Partridge, and Kazan Ri­ vers," Nastawgan, the Quarterly Jo urnal of the Wilderness Canoe Association, sayı 23, no. 1 (1996), s. 1-7. Sara Seager, "Sixty Days in the Land of Little Sticks: Part 2: Nowleye and Kamilukuak Rivers, Casimir and Kasba Lakes," Nastaw-

310 SE ÇiLMiŞ iLERi OK UMA VE NOTL AR

gan, the Ouarterly Jo umal of the Wildemess Canoe Associa­ tion, sayı 23, no. 3 (1996). s. 1-7. Henry David Thoreau, Wa lden; or; Life in the Wo ods (Boston: Tick­ nor and Fields, 1854). Kitabın "Yalnızlık" adı verilen beşinci kısmından alıntı yaptım. Robert Zubrin, Entering Space: Creating a Spacefaring Civilization (New York: Tarcher, 1999):

311

DİZİN

47 Ursae 72 Apollo 171, 230, 241, 270 51 Pegasi 62, 65 Apollo programı 9, 62, 213 51 Pegasi b 71 Arecibo 54 61 Virginis 67 Arecibo Gözlemevi 51, 53, 54 70 Virginis 72 Ares V 231 2063 121 Aristarkhos 95, 97 Aristoteles 94, 98 Arkeen 210, 228 akıllı 32, 33, 208 Arkeen Çağ 161, 163, 193 Alienopoly 293 Arthur, Mike 141, 142, 146, 147, Allegheny 145, 146 157 Allegheny Platosu 144, 148 Arthur, Janice 141 Ailen, Paul 22 Asimov, Isaac 173 Ailen Teleskop Dizisi (ATD) 22, 54 asteroitin 11, 161, 176, 291 Alpha Centauri 48, 64, 88, 111- asteroitlerin 29 115 astrobiyoloji 25, 175, 193, 262 Altına Hücum, California'da 132 astronomi 12, 45, 61, 130, 216 Altına Hücumu 124 Astrophysical Journal Letters 82 Amerikan Astronomi Derneği 220 Atchley, Dana 25 anaerobik 162, 164, 165 ATD 54 anaerobik metanojenler 193 Atlantis 211, 213 Anaksimandros 93 ATLAST 225, 231, 261 Anderson, Eric 291 atom 96 Andrew Howard 76 atom bombası 34 Andromeda 42, 217, 269 atomlar 97 aneoroblar 149 Avrupa Uzay Aj ansı 245 Anglada 79-84 Ay 11, 92, 117, 260 Anglada-Escude Guillem 78, 83 Ay görevleri 213, 250 Antik Yunan 96, 269 Bahcall, John 281,283 Antroposen çağı 156 Bains, William 295

313 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Baum, Frank 20 Campbell, Joseph 295 Beichman, Charles 251 Campton Gama Işığı Gözlemevi BernardYıldızı 64 218 Berner, Robert 204 Capella 269 bilgisayarlar 56, 57 Carnegie Enstitüsü 283 bilimsel yöntem 93 Carpenter, Scott 118 biyo-imza 191-194, 288, 293, 295, Carter, Jimmy 271 296 Cash, Webster 249 Bryson, Bill 166 casus uydular 214, 216, 233, 238 Bode, Johann 128 CCD 63, 65 Bode yasası 128, 129 Centauri, Alpha 114 BoingBoing.net 89 Centauri, Proxima 110 Bonfils, Xavier 81, 82, 83 Cerro Tololo Amerikalar Arası Bradbury, Ray 116 Gözlemevi 113 Braun, Wernher von 9, 173, 212 Ceti, Tau 20 bulut 184, 185, 187, 234 Chailot'daki Deli 48 Bush, George W. 223, 251, 253 Challenger 12, 215 Bush'un Constellation programı Chandra 238 225 Chandra 1-Işını Gözlemevi 218 Bush yönetimi 244 Charbonneau, David 258, 260, Butler, Paul 67, 71, 73, 85, 113 264 Butler'ın Otomatik Gezegen Bu- Charles, Darwin 228 lucu 134 Clinton, Bili 223, 244 buz çağı 153, 155 co2 153, 155, 158, 162, 163, 179, buz örtüleri 243, 269 184, 193-196, 205, 206, 210 buzullar 153, 155, 164, 199 Columbia 215, 223 buzullaşma 155 Compton 238 Büyük Durgunluk 125, 189 Constellation 232 Büyük Gözlemevi 218, 225, 238 Constellation programı 223, 244, Büyük Macellan Bulutu 269 251, 253 Büyük Patlama 106, 109 Cook, James 102 CornellÜniversitesi 51, 54 Cosmos 271 Caldeira, Ken 207 Costanza, Robert 90 California 119, 130, 131, 141 Crabtree, William 100 California Üniversitesi 133 Crutzen, Paul 155, 156 California Üniversitesi, Berkeley 22, 60 Çin 32, 33 California Üniversitesi, Santa çoklu evren 108, 109 Cruz 125 Calvin, Melvin 25, 30, 37 Cameron, James 291 Daily Mail 89 ,

314 DiZiN

demir 162 Dünya'nın iklimi 144, 183 Demokritos 94, 95, 109, 269 Dünya'nın karbon-silikat döngü­ Demory,Brice 293 sü 201 De RerumNatura (Şeylerin Doğa­ Dünya'nın Sıcaklıklarının Uzun sı Üzerine) 96 Süreli Kararlılığı İçin Olum­ De Revolutionibus Orbium Co­ suz Bir Geribesleme Mekaniz­ elestium (Göksel Kürelerin ması 203 Devinimleri Üzerine) 97 Dünya'nın soluk genç Güneş so­ derin zaman 168 runu ve oluşumu 198, 199 Devonyen dönem 148, 151, 153 Dünya'nın tektonik levhaları 123, Diamandis, Peter 291 148 dinozorlar 41, 158, 167 Dünya ve su 11, 41, 208 Discovery 215 Dünya'ya çarpan asteroit 41 DNA 52, 165, 194 Dyson, Freeman 122 doğal gaz 143, 145, 158 Dyson küresi 122, 123 doğal seçilim 32 doğal sermaye 90 doğa yasaları 178 Eddington, Arthur 47 dönem Arkeen 162 Edison, Thomas 124 Dördüncü Çağ 154 egzoplanetoloji 23, 45 Drake, Frank 19-27, 38-42, 44, 46- Einstein, Albert 4 7, l 03 52, 54-58 119, 271 ekoloji ve ekonomi 89, 90 Drake denklemi 28, 33, 36, 52, ekonomik büyüme 121 53, 208 Elachi, Charles 240, 241, 251 Draper Laboratuvarı 289 elektrik 121, 158 Dünya benzeri gezegen 40, 43 , 86, Emerson, Ralph Waldo 287 88, 283, 296 Endeavour 216 Dünya boyutundaki gezegenler endosimbiyoz 165 68, 283 enerji 121, 122, 158, 159 Dünya boyutundaki veya Dünya Engelder, Terry 146 kütlesindeki gezegenler 14, Epikür 96 189 Epsilon Eridani 20 Dünya'daki yaşam 40, 176 Eshleman, Von 47 Dünya'da tek hücreliden çok hüc­ ESO 74, 78, 80 reliye sıçrayış 39 etanol 158 Dünya'da yaşamın çeşitlemesi ve Eugene Stoermer 156 patlaması 161, 165 evren 105-107, 280 Dünya'da yaşamın sonu 43 evrenin evrimi 106 Dünya devleti 120 Dünya-Güneş uzaklığı 99 dünyalar 127 Fanerozoik Çağ 160 Dünya'nın atmosferi 155, 171, Ferguson, Chris 211 180, 206, 220

315 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

finans piyasalar 130 Grunsfeld,John 224, 226, 266 Fischer, Debra 72, 113 Guedes, Javiera 113 Fischer 83 Güneş 41, 88, 103 Ford, Eric 281 Güneş benzeri yıldız 68, 84, 220, Ford, Henry 145 240, 259, 289, 290 fosilyakıtlar 158 güneş merkezli 97 fosilyakıtlardan elde edilen güneş sistemi 29, 104 enerji 176 güneş tutulması 139 fotoliz 179, 193 Güney Amerika 32, 33 fotonlar 87, 106, 135, 178, 218, 220, 245, 268, 269 fotosentetik fotosentez 162 Hadean Çağ 178 fotosentez 40, 45, 151, 164, 165, Halley, Edmond 101 176, 193, 200, 206, 207 Halley kuyrukluyıldız 12 Hays, Paul 201 hidrojen 182, 194 Gaia hipotezi 201 hidrolik kınlma 146 galaksiler 103, 104, 268 Hiroşima 34 galaktik gezegen sayımı 66 Holmes, Dyer Brainerd 118 Galilei. Galileo 97, 100, 240, 272, Horrocks, Jeremiah 100 273 Hu, Renyu 293 Galliher, Scot 290 Huang 29 Garrels, Robert 204 Huang, Su-Shu 26 G.D.U zaman kapsülü 117 Hubble, Edwin 103 Geç Dönem Ağır Bombardıman Hubble Uzay Teleskobu 215, 257 11, 161 Gemini teleskobu 227 Gentil, Guillaume Le 101 Icarus 177 George Davidson 132 Ingersoll, Andrew 181 gezegen 10, 11,42, 127, 270 ıss 213, 215, 225, 231 girişimölçer 242, 243, 262 ışık 87, 134, 135, 178, 216, 217, GJ 667C 80 229, 233, 242, 245, 268, 269 GJ 667Cc 84, 87 ikili sistem 29, 110 Glenn, John 118 ilkel çorba 30 Gliese 58lc 186 ilkel gezegenler 10 Gliese 58ld 186 insan genom projesi 266 Gliese 58lg 77, 78, 187 insan nüfusu 155, 157 Gliese 876b 73 interferometre 242 Goldin, Dan 221 göktaşı 31 Green Bank konferansı 25, 35, James Webb Uzay Teleskobu 38, 191 (JWST) 219

316 DiZiN

Jensen-Clam, Becky 293 Kepler uzay teleskobu 24, 65, 126, jeolojik zaman dönemleri 168 128, 189, 229, 255, 261, 298 Johnson, Lyndon B. 119 kıymetli metaller 124, 130 Journal of Geophysical Research kızıl cüceler 38, 197 204 kızıl cüce (M-cüce) 259 JPL 240, 241, 249, 262 kızılçam 40, 124, 128 Jüpiter 217, 270 kızıl yataklar 152 Jüpiter benzeri gezegenler 24, 39 Kirschvink, Joseph 164 JWST 221, 244 klorofille 165 kloroflorokarbon 155, 164 Knapp, Mary 293 Kambriyen 166, 167, 208 kolonografikTPF 281 Kambriyen Dönem 160 kolonograpila TPF 252 Kamp, Peter van de 64, 65 Komşu Gezegen Sistemlerinin Kanada 274, 276, 277 Keşfi İçin Bir Yol Haritası 240 Kaotyen Dönem 161 Kopernik, Mikolaj 97-99, 228 kara delikler 106, 110, 217, 234 Kopernikçi 106, 109 kara enerji 105, 107 Korolev, Sergei 212 kara madde 234 koronografikTPF 247 "Karasal Gezegen Arayıcı" (TPF) koronograflar 247 22 1 kömür 145, 152, 157, 158, 167, karbon 143, 152, 153, 162, 163, 183 201 Kuchner, Marc 24 7, 248 karbonat-silikat döngüsü 204, Kuiper Belt 91 210 kutuplanma 135, 136 Karbondioksit 144 kuyrukluyıldız 11, 12, 29, 92, 161 karbon döngüsü 200 Kuzey Amerika 32, 33 Karbonifer 152, 153 Küba füze krizi 35 Karina Bulutsusu 269 Kütleçekim lensleri 48 karşı-kütleçekim 118 Kartopu Dünya olaylan 164, 199, 204 Lasag_a,..Aııtonio 204 Kasdin, Jeremy 249 Laughlin 15, 62, 65, 67, 84, 110, Kasting, Jim 171, 172, 175-191, 117, 125, 130, 134, 137, 140 193, 196-205, 207, 208, 210 Laughlin'in Dünya için biçtiği Keck Gözelemevi 72 değer 87 Kennedy. Başkan 255 Laughlin'in dünyanın yörüngesini Kennedy Uzay Merkezi 211 hareket ettirme fikri 91 Kepler, Johannes 98 Lederberg, Joshua 25, 26, 191, Kepler, Johannes'in gezegen hare­ 192 ket yasaları 98 Le Gentil 137 Kepler saha yıldızlan 54, 87 Leinbach, Mike 211

317 BEŞ MiLYAR YILL IK YALNIZL IK

Lick, James 131, 133 Mount John Üniversitesi Lick Gözlemevi 71, 74, 76, 85, 134 Gözlemevi 114 Lilly, John 26, 31 MS 2063 118, 119 Lovelock, James 192, 194, 199, Mullen, George 198 201, 203, 206, 207 Murphy,Tom 121, 122 Ltd 291 Lucretius 96, 97 Lyman Spitzer 238 Nagazaki 34 Lyot, Bernard 246 nano-uydu 289, 290 NASA 54, 187, 223, 228, 235, 236, 250-255, 265, 267 Ml3 kümesi 52, 53 Nature 90, 191, 206 Manhattan Projesi 34 Neptün 126 Marcellus 146-150, 159, 160, 163, Neptün benzeri gezegenler 68, 167, 183 127, 283 Marcellus Sosyal Yardım ve Araş- New Horizons 270 tırma Merkezi 147, 171 N ewton, Isaac 99 Marconi, Guglielmo 60 New Yo rk Times 64, 1 77 Marconi Konferans Merkezi 60 Nexterra Vakfı 290 Marcy, Geoff 70, 71-76, 83, 84, Nixon, Richard 214 134, 220, 261,263-266 NRAO 20 Margulis, Lyıın 200 NSF 113, 188 Mars 30, 62, 104, 118, 125, 128, nükleer silahlar 34, 35 177, 191, 205, 217, 219, 270 Mars Günlükleri 116 Mayor, Michel 71 Obama, Barack 224, 263 McPhee, John 167 OGB 85 mEarth Projesi 259 oksijen 161-165, 192-197, 206, Merkür 99, 118, 270 207, 209, 268 metan 162, 192-195, 199, 228 Oliver, Bernard 25 metanojenler 162, 164 OpTIIX 236, 237, 239 MiT 284, 289 Orlon Bulutsusu 115 mikrop 39 orkideler 49, 50 Miletos 93 Orville 21 l Miller, George P. 1 19 Otomatik Gezegen Bulucu (OGB) Miller, Stanley 30 74 Miller Temel Bilim Araştırma Ozma Projesi 20, 25, 59 Enstitüsü 60, 89 ozon tabakası 155, 164, 182, 201 mitokondri 165 Morrison, Philip 25, 29, 32, 34, 35 Mosely, T. Michael 291 ökaryotlar 165, 166 Mountain, Matt 227, 229, 231- ötegezegen 14, 38, 104, 293 235, 237, 238

318 DiZiN

Ötegezegenlerin önümüzdeki 40 radyo 54, 55, 58 yılı 255, 258 Radyo Astronomi Laboratuvan Ötegezegenlerin Önümüzdeki 40 22 Yılı [konferansında] 297 redoks tepkimeler 192 Regulus 269 Resources, Planetary 291, 292 Page, Larry 291 Reynolds, Ray 1 77 paralaks 95, 103 Ricketts, Taylor 90-92 paralel evrenler 108 roket denklemi 212 Pennsylvania 141, 148, 152, 154, Rönesans 33, 97 160, 166 Pennsylvania'daki kömür maden­ cilği 145 Sagan, Carl 26, 29, 30, 35, 36, 198, Pennsylvania Eyalet Üniversitesi 270-274 171, 175 Samanyolu 26, 27, 36, 42, 51, 53, Pennsylvania Eyalet Yüksekoku­ 95, 103, 105, 217, 268, 269 lundaki [Pennsylvania Eyalet Sanayi Devrimi 155 Üniversitesi] 142 San Diego Hava ve Uzay Müzesi Permiyen Dönem 153 117 petrol 143, 145, 183, 210 Sandy 172 Phobos 118 Sasselov, Dimitar 256, 280 Pioneer 270 Saturnroketleri 213, 230 pirit 197 Satürn 38, 99, 128 Pisagor 94, 98 Satürn roketleri 1 72, 1 73 planetesimaller 1 O Schmidt, Erle 291 Platon 94, 96, 98 Science 122 Plüton 129, 217, 270 Sara Seager 255 POLISH 135, 136 Seager 256-259, 264-267 Pollack, James 181 sera gazlan 144, 158, 199 Pong, Christopther 293 SETi, Dünya Dışı Zeka Arama 19, Prekambriyen 161, 162, 176, 269 21, 22, 24, 49 Proceedings of the Royal Society SETi Enstitüsü 22, 56 101 Sharon 175 prokaryotlar 161, 162, 165 sıcaklık-basınç profili 180, 181 Proterozoik 162, 165, 166, 195, sıradanlık ilkesi 100, 104, 109 204 Simonyi, Charles 291 protonlar 105 siyah killi şist 143, 145, 146, 151 Proxima Centauri 114 siyanobakteriler 162-165, 167, psikotarih 1 74 200, 209 Smith, Matt 293 Sovyetler Birliği 21 Queloz, Didier 71 Spergel 248, 249

319 BEŞ MiLYAR YILLIK YALNIZLIK

Spitzer, Lyman 215 tropopoz 181, 182 Spitzer Uzay Teleskobu 218, 238 Tsiolkovski, Konstantin 211, 212, Sproul Teleskobu 64 227, 256, 263 SRI International 54 Turner 282 Stahl. Phil 231 Stamenkovic, Vlada 293 Struve, Otto 28, 29, 37, 44, 59, 60 Ulusal Bilim Kurumu (NSF) 54 su 177, 194, 196 Ulusal Bilimler Akademisi 188 sülfürik asit 197 Uranüs 128 süpernova 42, 105 Utt, James B. 119 Swarthmore Yüksekokulu 64 Uzay Çağı 59, 62, 117, 131, 173 Systemic Console 67, 79 uzay çöplüğü 23 şistler 158, 159 Uzay Fırlatma Sistemi 232 şişme kuramı 107 Uzay Girişimölçüm Görevi (SIM) 244 Uzay Teleskobu Bilim Enstitüsü taş kömür 144, 152, 155, 158, 210 225, 227, 240, 291 tayf 228-230, 282 tayfölçümü 45, 63 tek hücreli yaşam 30 Valencia, Diana 293 teknolojik ilerleme 210 Venera 62 teknolojik tekilliğin 56 Venüs 61, 62, 66, 128, 176, 177, teknolojik uygarlık 21, 46, 123 205, 270 teknolojik uygarlıkların yaşam Vermont Üniversitesi Gund Eko­ süresi 27, 33, 51 lojik Ekonomi Enstitüsü 90 teknolojiyle ilerleme 157 Vogt, Steve 67, 71, 72, 74-78, Tektonik levhaları 205 80-85 Teller, Edward 118 Voyager 270-272 termodinamik eşitsizlik 192, 193 Voyager görevleri 47, 270 Thales 93, 94, 269 Thebault, Philippe 114 Thoreau, Henry 287 Walden Gölü 287 Time 64 Walden (Thoreau) 287 Todd, David Peck 133 Walker, James 201-204, 206 Toronto Sun 89 Wevrick, Mike 276-278, 280, 281, TPF 189-191, 210, 223-225, 243, 284-289, 298 244, 246, 249, 251, 296 Whipple, Fred 118 TPF-C 248-250, 254 Whitfield,Michael 206 Transitôtegezegen Araştırma Whitmire, Dan 1 77 Uydusunun (TESS) 260 Wiktorowicz, Sloane 135-139 Traub 248, 249, 252-255, 266 Wolfe,Tom 9 Traub,Wesley 247 Wıight, Wilbur 211

320 DiZiN

yabancı bir gezegen 295 Zachary, Pavl 137 yakınsak evrim 32 zaman kapsülü 123 yaşam 43 zeka 34, 43 Ya şanabilir Bir Gezegen Nasıl Bulunur [How to Find a Habi­ table Planet] 191 Yengeç Bulutsusu 42 yeniden birleşme 280 Yerel Grup 105 Yılbaşı Ağacı Kümesi 269 yıldız 227, 228 yıldızlar arası seyahat 57, 118 Yıldız Savaşlan 294, 295 yunuslar 31

321