Tarihte 300-400 yıl geriye gidildiğinde işler biraz ka- gerçek alın terinin kravatlı takım elbiseli simgesi. rışıyor. Doğru ve net bilgilere ulaşmak zorlaşıyor kimi Tertemiz bir Anadolu insanı. “Sabırtaşı” adını boşuna zaman. Paylaşım’ın bu sayısında yer verdiğimiz Macar koymamıştı tezgâhına. Ardında zorlu bir hayatın hikâ- Kont Thököly İmre yazısı böyle bir özellik taşıyor. Bi- yesi gizli. Hayatta olmayan Ali Usta şimdi çocuklarının raz deşince, tam olarak birbirini tutmayan ama ben- açtığı sokak tezgâhıyla aynı adı taşıyan restoranında zer çağrışımlar yapan bilgilere ulaşılıyor. ağırlıyor konuklarını. Bu sayımızda ele aldığımız Peralı Japonlar başlıklı Ayaküstü atıştırmak sanıldığı gibi yeni icat değil. Taa konu için de aynı durum söz konusu. Üstelik Japonla- Hititlerden bu yana olagelmiş. rımız daha yakın bir tarihte yaşamış oldukları halde! Maç önlerinde köfte ekmekçiler, midye dolmacılar Böyle durumlarda konuya olabildiğince geniş çerçe- pek çok çeşit ayaküstü sunum. veden yaklaşmak, karşı tezleri de sunmak gerekli. To- Sabah mahmurluğu içinde metroya yetişmeye çalı- parlayabildiğimiz bilgilerdeki eksiklik ya da yanlışlık şanların ellerinde kahveler de eklendi artık bu man- “olgu”yu yok etmiyor. Yaşanmışlık var ortada ve biraz zaralara. Kâğıt bardakta kahve ayazdakilerin içini ısıtı- da çelişkiler. yor, uyuklayanların beynini açıyor. Çelişkiler… Yaşamın neresinde yok ki! Bir yanda aşk Bir de balık ekmeği vardır İstanbul’un, ki iskele bitişik- ve zarafet bir yanda silah ve ölüm. İtalya’da iki küçük lerinde satılır. O ekmek arası balık başkadır. Martılar kent, belki de kentçik demeli; biri şık ve alımlı, öteki- tepenizde uçuşur, vapurların biri kalkar öteki yanaşır. ninse eli silahlı. Silahlar da sanki birer sanat eseri. Bu Tam bir İstanbul ritüelidir bu. Bu ritüel iskele yakınla- da ayrı bir çelişki!? rında yaşanır, çünkü İstanbul iskeleler kentidir. Onlar İçinde çelişkiye düşmeyen bütünlüklü tek alan ise kentin denize açılan kapılarıdır. İçlerinden biri de “siz doğa. Tastamam bir doğruluk ve şaşmazlık var bün- buyurun”, “rica ederim siz buyurun” diyen yolcularının yesinde. Mevsimler ve doğal yaşam bunu yeterince kibarlığı yüzünden zamanında kalkamayan ve “Bey- kanıtlamıyor mu? Ya otlar? Kokusu dün başka bugün lerbeyi” adını taşıyan iskelesidir. başka oluyor mu? Konularımız böyle uzayıp gidiyor. Lavanta… Otların en romantiği en hoş kokulusu, en Osmanlı’da sokak berberleri de dergimizin ilginç ya- buğulu renklisi… zılarından birini oluşturuyor. Yok olmayan bir meslek. Rüzgârlı bir günde hiç lavanta tarlasında yürüme şan- Saç, sakal, kaş, makyaj derken işin ucu güzellik mer- sınız oldu mu? Olmamıştır büyük olasılıkla. Ama İstik- kezlerine dek uzanan bir iş kolu. Bir adım ötesi SPA lal Caddesi’nden geçmişsinizdir ve önünde sepetiyle merkezleri desek yalandan karnımız ağrımaz. yerleştiği köşeden “lavantaaa” diye bağıran satıcıların Şiirle bağlasak sözümüzü; Attila İlhan desek mesela… seslerine karışan kokuyu almışsınızdır. Şimdilerde bu Ülkemizde en çok mırıldanan dizelerin şairi! kokuya Fast Food kokuları da karıştı. Şiire ilgi duysun duymasın herkesin birkaç dizesini Mademki İstiklal Caddesi’nden yürüyoruz Ali ezberinde tuttuğu şairimiz. Topçuoğlu’ndan söz etmenin, Beyoğlu’nun unutul- Kalplerimizin hesapsızlığına beynimizin sorgularını maz beyefendi esnafını anmanın da sırası gelmiştir: dahil eden, şiirlerine mecbur olduğumuz Attila İlhan… Pembeyle Morun Aşkından Doğmuş Gibi Yüreğe Çöken Keder İçindir Kendileri... LAVANTA Yazı: Elvan Arpacık Fotoğraf: Nezahat Gökyiğit Botanik İnsanın düş gücünü coşturan bir bitki lavanta. “Fatma Asaf, idealist bir eleştirmene âşıktır, ‘Sesinde güney rüzgârlarının ılıklığını taşıyan bir adama. ‘Paris’ten yeni gelmiş, çevrelerine yeni girmiş, Fransız İhtilali’ni ezbere biliyor, sosyalist Fikret Demiray...’ Lavanta ren- gi gecede yapılan bir tangoda başlamıştır bu aşk... Belki daha önceleri... Demiray, ‘Çorapçı kız romanları yazılacak devir değil’ dediği anda. Ya da “Türkiye’nin Simone’a Beauvoir’a ihtiyacı yok! Türkiye’nin Fatma Asaf’a ihti- yacı var!’ dediği anda... Belki hepsi birden, lavanta rengi bir gecede, insanın kanını ateşleyen dansın, akılla buluşmasından oluşan etkide.” Selim İleri’nin “Bu Yalan Tango” adlı romanında geçen “lavanta” sözcükleri de bunun ifadesi değil mi? Gün geceye dönerken akşamların, özellikle yaz akşamlarının rengi… Renklerin utangacı pembeyle, bilgesi morun aşkından doğmuş gibi. Latince iavare yıkanmak fiilinden gelmesi boşuna değil çünkü, eski Roma uçucu yağ olarak kullanılır. ve Yunanlılar lavantayı banyo suyuna katıyorlarmış. Bitkinin %4-5’lik çayının (1,5 gr. çiçek) idrar artırıcı ve romatizma ağrıları- Batı Akdeniz bitkisi olan lavanta, ülkemizde doğal olarak yetişmiyor. Ama bu nı dindirici özelliği vardır. Sinirsel bağırsak rahatsızlıklarında ve yine hafif güzel ve kalıcı kokulu bitki bahçelerimizde süs bitkisi olarak yetiştirilmekte. Lavanta çiçeği (lavandulae flos) Lavandula angustifolia Miller’in (Ballıba- bagiller-Lamiaceae) kurutulmuş çiçekleridir. Tarımı yapılan öteki lavanta türlerine gelince; İngiliz lavantası (L.intermedia Loisel), Lavandin (L x intermedia hibritleri-süper, grosso, abrialis varyetele- ri), Fransız lavantası (L. Dentata L.), başak lavanta (L.latifolia Villers), karabaş otu (L. Stoechas L.). Lavandin super varyetesi Isparta’da, karabaş otu da batı sahillerimizde ye- tişir. Lavanta türlerinden olan karabaş otunun kokusu kafurumsu olduğu için lavanta yerine kullanılmaz. Lavantanın karakteristik kokusunun kay- nağı linalil asetattır. Çiçeklerden %1-3 oranında elde edilen uçucu yağın içinde %75 kadar linalil asetat ve linalool bulunur. Lavandula angustifolianın çiçeği ve uçucu yağı Avrupa farmakopesi’ne kayıtlıdır. Lavanta ve lavandin çicekleri kuru çiçek ve çay olarak tüketilir,

2 sinirsel uykusuzluk, huzursuzlukların giderilme- sinde yatıştırıcı olarak kullanılır. Uçucu yağı yara, yanık, güneş yanığı ve kas ağrılarında hafif anti- septik ve uyarıcı olarak haricen kullanılır. Aromaterapi yelpazesinde lavanta geniş bir alanı kaplıyor: migren, baş ağrısı, tansiyon, hu- zursuzluk… Lavantanın yaygın kullanım alanı parfümeri ve kozmetik sektörüdür. Bu amaçla Fransa’nın Pro- vence bölgesinde geniş çaplı tarımı yapılır. Sözü edilen bölge, kozmetik piyasasında tanınmış bir markanın da adını taşımakta. Ülkemizde çok se- vilen ve tüketilen lavanta kolonyasının öncülü- ğünü tarihi Rebul Eczanesi yapmıştır. Artık kla- sikleşen Rebul Lavanda, Fransa’nın güneyindeki Grasse Kenti’ne yakın bölgelerden toplanarak üretilmektedir. Gün ağarana kadar toplanan la- vanda çiçekleri, gün doğumundan önce fabrika- da işlemeye alınır. İlk olarak 17. yüzyılda Nicholas Culpeper’ın, la- vantanın iyileştirici etkilerinden söz ettiği bilinir. Ama ondan çok daha önce Antikçağın lokman hekimi, Tarsus’ta yaşamış olan bitki uzmanı Pedanius Dioscorides’ın dikkatini çekmiştir. Ne de olsa geçmiş, zaman doğru mudur bilinmez “Göğse oturan yas içindir” sözünün bitkilerle te- daviyi araştıran bu hekime ait olduğu söylenir. 1920 yıllarında ise Fransız Rene Maurice Gatte- fosse, laboratuvarda yaptığı bir deneyde oluşan bir patlama sonucu yanan kolunu önce suya, sonra da ortada açık duran başka bir sıvı olan la- vanta yağına sokunca, yanıklara olan iyileştirici etkisi fark edilmiş. Günümüzde ise, 1988 yılında İnternational Jour- yeteyi azalttığına yer vermiştir. ve mikrop öldürücü etkilerini açıklar. nal of Neuroscience, lavantanın insanların ruh Uçucu yağın içeriğinde bulunan yağda çözünen Kafurumsu kokusu nedeniyle lavanta yerine kul- halini düzelttiğini, rahatlatıcı etki yarattığını yaz- monoterpenler, hücre zarıyla etkileşip iyon ka- lanılmayan karabaş otu ise çay olarak (%2-5) ağrı mıştır. Journal of Psychiatry and Clinical Neuros- nallarının ve reseptörlerinin etkisini değiştirir. kesici, antiseptik, yara iyileştirici, yatıştırıcı, bal- ciense 2000 yılında yayınladığı bir yazıda anksi- Bu bulgu yağın sakinleştirici ve spazm çözücü gam söktürücü olarak içilir.

3 Giysilere, çarşaflara, yastıklara, odalara si- ner onun kokusu belki anılara bile… “Lavanta Kokulu Kadınlar”, 1936 yılında İngiltere’de bir balıkçı kasabasında yaşa- yan iki kızkardeşin yaşadıklarını anlatan bir filmin adı. Kadınla lavanta arasındaki ilişkiyi aşikâr eden filmin adından yola çı- karak kadınların bu kokulu bitkiyi günlük yaşamın içine soktuklarını söyleyebiliriz. Satıcıları bile kadınlardır çokça. İstiklal Caddesi’nde otururlar bir köşeye. “Lavantaaaa” diye seslenirler. Arada bir de ellerini lavanta sepetinde gezdirirler. Havaya yayılır kokusu. Bu da olur Beyoğlu’nun kendine özgü do- kusu. Başka yerde de yoktur bu görüntüler doğ- rusu. Kadınların elinden çıkmadır lavanta ke- seleri. Kimi dantelli, kimi işlemeli. İçin- den dökülür lavanta taneleri. Her tanesi akşam alacasının geceye dönüştüğü an- daki gibi. Alır yüreğinizdeki pası kiri. Antikçağın hekimi Pedanius Dioscorides’in dediği gibi “ Göğse çöken yas içindir” kendileri. Kaynakça: Bu yazının görselleri Nezahat Gökyiğit Botanik Bahçesi yayını Bağbahçe Dergisinden alınmış, aynı yayının 9.02.2007 tarihli K.Hüsnü Can Başer’in yazısından ve Rebul Eczanesi bilgilerinden faydalanılmıştır.

İlk olarak 17. yüzyılda Nicholas Culpeper’ın, lavantanın iyileştirici etkilerinden söz ettiği bilinir. Ama ondan çok daha önce Antikçağın lokman hekimi, Tarsus’ta yaşamış olan bitki uzmanı Pedanius Dioscorides’ın dikkatini çek- miştir. Ne de olsa geçmiş, zaman doğru mudur bilinmez “Göğse oturan yas içindir” sözünün bitkilerle tedaviyi araştıran bu hekime ait oldu- ğu söylenir.

4 BİR DUYGU IRMAĞIDIR ATTİLA İLHAN; BAZEN HÜZÜN KARIŞIR SULARINA; BAZEN İSYAN… Yazı: Sevda Kaynar Birbirimizin gözlerini arıyorduk Şairler talihli insanlar mıdır; in- Sisler bulvarı’nda seni kaybettim san çoğu kez merak eder bunu. Sokak lambaları öksürüyordu Bir yandan kelimelere hükmet- Yukarda bulutlar yürüyordu.” mek; kelimelerden dünyalar İnsan onun şiirlerindeki aşkı bütün yaratmak; varlığın en ince kılcal varlığıyla duyar; insan onun aşka damarlarından adı konmamış yazdığı o “vahim” ve yakıcı mısra- duygular süzmek… Sıradan ları, hiç âşık olmasa bile çağların bir insanın cayır cayır yanacağı insana miras bıraktığı ortak bilin- yangınlarda yüzmek; bütün cinde, sanki yaşamış gibi, bu şim- rüzgârlara kapılmak, bütün deni- şekle aydınlanmış; bu yıldırımla zlere akmak, bütün limanlarda tutuşmuş gibi yaşar. geceyi hatırlamadan uyanmak… Şiirlerdeki Attila İlhan bize bir Bıçağın keskin ucunu tatmak; büyük tutsaklığı ve bir büyük ba- bir değil birkaç ölümü yaşamak; şıboşluğu, neredeyse kahrolası önünde kanlı sonların yaşandığı diyeceğimiz bir kendi başınalığı, duvarların dilinde ağlamak… vazgeçilmez serseri mayın olma Ancak bir ruhun sahip olabileceği hallerini yaşatır. Tutsaklık o anda hafifliğe ulaşıp; ağırlığı tonlara be- sevilen kadına duyulan, insanın del acıları içinde taşımak… ruh tellerinde binlerce vatlık bir Bir yandan da bütün bu duyguları elektrik gücüyle titreşen aşktır. Ve yaşarken ve yaşatırken, estetiğin, bu aşkı yitirmiş olmak; suçlu olmak, güzelliğin ve şiiri şiir yapan o ina- “Ne kadar korkmuştuk elimizden tutmadılar acıların ateş çemberinden kükre- nılmaz inceliğin varlığını sürdürmek; her şiirde Doğrudur kendi içimizde daraldığımız yen kahkahalarla yaralı bir aslan gibi atlamak da beynin ve kalbin yeni meyveler gibi yeni mısralar Kim neyi savundu bilinmez nereye kadar ona özgüdür. Bırakıp gider; acı çeker, kavgalara veren acılı topraklarına bin bir süzgeçten geçmiş Biz yani erdoğan ayşenur ali ve ahmet karışır, kendi kuyularının dipsiz karanlıklarında tohumlar ekmek… Başka bir yalnızlıkta boğulduk / havasızlıktan gezer; çaresiz uçurumların başında hep bir inti- Bazıları için çok zordur bu. Bazıları içinse ne kadar Sanki bir tesbih koptu tane tane savrulduk har çağrısıyla durur; ve dünyaya şunu der: İşte zor olursa olsun o kadar gerekli, o kadar vazgeçil- Köy köy bucak bucak memleket memleket bu; bu yaşadığım tüm acılar, tüm vazgeçmeler mezdir. Çünkü onlar dünyaya gelirken yanların- Ne solculuğumuz solculuktu ne sağcılığımız tüm paramparça duygular; benim şiirim budur. “ da binlerce kelimeyi, mısrayı, evrenin bilinmedik Karanlık bir kapı olup üstümüze kapandılar “Yolumdan çekil yavrum köşelerine tutulacak aynaları da getirmişlerdir. Kimse bizi sevmedi / ağır kan kaybıyız” Bağlasalar duramam Acılar, ruh yangınları, aşkın ya da kavgaların her Attila İlhan şiirini yaşayan bir şairdir. Öylesine Demir asa demir çarık dedim an insanı yere serecek serseri kurşunları onlarla derinlikli mısraları vardır ki, bu mısralardaki duy- Neyleyim! var olur. Sıradan duygular onlarla yücelir; şiirin guları, varlığının paletindeki renklere fırçasını Yolculuk dedim dünyasına onların ince köprüsünden geçilir. daldırmadan yazmak olası değildir. Ağaçlara tünedi yine akşam kargalarla bir Attila İlhan da bu talihli insanlardan biridir işte. Sanatçının gerçek anlamda yaratıcı olmasını Rüzgâr kendini yerden yere vuruyor Onun şiirleri başka bir gezegenin kapılarını açar. sağlayan bu yapıtını yaşamak olgusu Attila İlhan’ Kırık dökük yıldızlar belirli uzaktan Evet, o gezegende hayat vardır ama hayatın bü- ı benzersiz kılar bir anda. Sanki mecburdur o bu Telsiz mevceleri ardım sıra koşturuyor tün acıları, hayatın bütün macerası, ölüme mey- mısraları yazmaya; sanki mahkûmdur o sisler Anamdan yolcu doğmuşum dan okuyan bir yeniçağ şövalyesinin onurlu küs- bulvarında gezinen acı ve hüzünle dokunmuş, Yedi dağın yolları kalbimden geçer tahlığı da vardır. yalnızların en yalnızı bir ruh olmaya… Salkım salkım mısralar gelir içimden Dudaklarımda yağmur damlaları Sanat eserlerini ölümsüz yapan, yaratıcıları- “Sisler bulvarına akşam çökmüştü Alır beni yollar beni alır gider” nı sonsuza taşıyan bu meydan okuma, Attila Omuzlarımıza çoktan çökmüştü İlhan’ın şiirlerinde tam bir başkaldırı, okuyan için Kesik birer kol gibi yalnızdık Suda yayılan halkalar gibi, bireyselden evrensele onun yerinde olsam dedirten bir büyük hüzün Dağlarda ateşler yanmıyordu genişler Attila İlhan şiiri… ve isyandır. Deniz fenerleri sönmüştü Onun şiirinde ilk olarak yalnız bir ruhun acılı

5 hem doğrudur. Sadece sevgiliye Aşkın en güzel tanımı sevileni kendine tutsak ka- yazılan şiirler değildir zaten onun bul etmek yerine; ona mecbur olmaktır aslında… şiirleri. İnsanlık durumlarında da “Ben sana mecburum bilemezsin eşsiz mısralar yazmıştır, ama ne Adını mıh gibi aklımda tutuyorum yazarsa yazsın büyük bir aşkla Büyüdükçe büyüyor gözlerin yazdığı için onun hiçbir mısraı- Ben sana mecburum bilemezsin İçimi seninle ısı- nı aşktan, tutkudan, zehirli acı- tıyorum” lardan, köpüren yalnızlıklardan, Attila İlhan’ın şiirlerini yorumlamak, anlamak, o uzak yıldızların çoktan sönmüş, şiirlerle bütünleşmek, ruhumuzu bir süreliğine gözlerdeki ferde birkaç kıvılcımı tutkuya, serüvene acıya ve aşka kiralamak de- kalmış zavallı ışıklarından soyut- mektir. Böylesine tutkulu mısraların bir gün bize layamayız. de yazılmasını hayal etmek, sevdaya bu ağır ama Zaten aşk şiirlerinin çoğu da yaşanması bambaşka bir evrende yolculuk de- başı hep belada birisinin ağzın- mek olan ölçüyü şart kılmak demektir. Bir baş- dan yazılır. Gemileri gitmiş bir ka deyişle internet ortamı duygularının yerine, limanda, sarhoş birkaç tayfadan sahnesi bazen cennet bazen cehennem olan bir yumruk yemiş, ağzı kanamış, eli- oyunda rol almak demektir. nin tersiyle ağzını silmiş, gözle- İşte bu nedenle Attila İlhan’a tüm sahici duygu- rinin arkasında hiç akmamış sel larından, sevdanın sahici anlamlarını ruhumuza gibi yaşları hissettiren doğadaki adeta zerk etmesinden, bize insan yalnızlığının en umutsuz bakışla, son sözler aslında nasıl bir zorlu iklim olduğunu hissettirme- gibi mısralar yazmıştır o. Bu ne- sinden, başkaldırının ve tutkunun birbiriyle hem denle onun şiiri hep macerape- savaşan hem bir diğerinden beslenen duygular resttir; desperadodur; intiharın olduğunu yanan, tutuşan, sönen ve parlayan şiir- kapı eşiğinde durur, “büyük yol- lerle öğretmesinden dolayı minnet borçlu olma- ların haydutudur”, ve bütün bu lıyız. Bir senfoninin, bir sonatın, ya da unutulmuş olgular sonunda hep aşka çıkar. çok eski ama unutulmaması gereken bir şarkının çırpınışını duyarsınız. O denli yalnızdır ki, dün- Aşk bütün bu duyguların hem birden kulaklarımızda patlamasına benzer etki- yadaki terk edilmiş bütün âşıkların en yalın ör- nedeni hem sonucudur sanki. lerle, bizi kendimize yoğunlaştırmasından ötü- neğidir sanki. Sonra ilerlersiniz şiirinde; bir ba- “Nerede ne zaman kaç kere yaşadık karsınız ki bu yalnızlık ve bu tek başınalık sizi de rü, sonsuzdaki gölgesine bir selam göndermeli- Nasıl bir sevdaysa eskitememiş yıllar almış içine. Hatta çoktan beridir aynı duyguları yiz. Bir an gelip, kederlendiğimiz, acı çektiğimiz yaşamış gibisinizdir artık. Bu an büyük şairlerin Bitirdiğimiz herşeye yeniden başladık durumlarda, şiirin teselli edici gücünü yanımıza insanlığın ortak bilincine değdikleri andır aslın- Dudaklarımızda birbirimizden mısralar” koyduğu için hatırasına gülümsemeliyiz. da. Bireysel bir baş kaldırı, bir tutku, bir ızdırap, Yitirdiğimiz sevgiler, o zamanların güzelliği ile An gelir ağır ağır yükselen bir senfoni gibi içine insanlığı akar nostaljinin büyülü çeşmesinden… Paldır küldür yıkılır bulutlar var eden bütün enstrümanları alarak yoluna de- Sahi kaldı mı artık o tutkulu sevdalar; kaldı mı Gökyüzünde anlaşılmaz bir heybet vam etmektedir; ve siz de bu orkestranın içinde- artık beklenen postacılar, akşamları artan kalp O eski heyecan ölür sinizdir artık. sızıları; yalnızlıkların tutkuları üçe beşe katlayan An gelir biter muhabbet “Garson masa iyi manzarayı değiştir mahzunluğu, âşık olmanın insanı tüm rüzgârlarla Çalgılar susar heves kalmaz Sırası mı mehtabın yıldız yağmurunun ve bulutlarla yoldaş yapan esrikliği… Şatârâbân ölür Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek İnternet ortamında yaşanan tüm duygular, Attila Görünmez bir mezarlıktır zaman Sapa bir yerindeyim umutsuzluğumun İlhan’ın şiirlerindeki tutkudan, sevdadan, cesa- Şairler dolaşır saf saf Hava soğuk olmalı ağaçlar bütün duman retten ve yalnızlığı bütün ağırlığıyla kabul eden Tenhalarında şiir söyleyerek Kim duysa / korku- Eğer bulabilirsen ölü bir kar getir o bilgelikten ne kadar uzak… dan ölür Beyazlığı kalın bir su gibi uzayan -Tahrip gücü yüksek- “Ayrılık sevdaya dahil” diyen bir şairin, tüm isyan- Bu gece yalnızım onlar gelmeyecek Saatlı bir bombadır patlar larına rağmen ayrılığı bu inanılmaz kabullenişi, Batan bu köhne şilebde ne işleri var” An gelir Attilâ İlhan ölür… artık aşinası olduğumuz üçüncü sayfa haberleri- Kim hissetmemiştir ki hayatının bir anında batan nin yanında, masalsı ve bir o kadar da yaşandığı Evet; Attila İlhan ölür bütün insanlar gibi; ama bir köhne şilep yalnızlığını. için şükürler edilecek ama çoktan bitmiş bir ça- kalplerimizin son anımıza kadar çarpacak en de- Attila İlhan”a bir aşk şairi demek hem yanlıştır ğın sevdası değil de nedir? rin yerine gömülür; bütün gerçek şairler gibi…

6 ESKİMEYEN BİR MESLEK BERBERLİK

Yazı: Necati Güngör dan sonra kapıyı açarmış. İslam ümmeti de bu saç, sakal, bıyık konusunda Peygamberi’nin izinden yürümeye özen göstermiştir denilebilir. Rivayet olunur ki İbrahim Peygamber’e kadar erkekler sakal tıraşı nedir bil- mezdi. Bir Kâbe ziyareti sonrasında İbrahim sakal kesme geleneğini başlat- İlginçtir, halifeliği Arapların elinden bizzat almış olan Yavuz Sultan Selim, tı. Bir İslam hadisinde, “Bıyığı sakalını kestiren ilk padişah olarak tanınır. Oysa Osmanlı’da sakal bırakma- kısaltın, sakalı uzatın” diye yanı devlet memurluğuna buyurulmuş olması da, bu bile almazlardı. Ünlü yazar konunun dinsel kökenine işa- Şinasi sakalsızlık yüzünden ret eder. Yemek yerken sarkık devlet dairelerinde görev bıyığın kirlenmesi “mekruh” alamamıştır… Sultan II. sayılmış, o yüzden kesilmesi Mahmut’sa, sakalını sonra- öngörülmüş. Yine anlatılır ki dan kestiren padişah olarak İslam Peygamberi, bir savaş bilinir. O, bunu, “modernleş- sırasında iki dişini yitirmiş, menin” bir gereği olarak gö- yanağında bir çukur oluşmuş, rüyordu. onu örtmek için sakal uzat- Osmanlı toplumunda yaşa- mış. Biz, diyenlerin yalancıyız. yan halksa, geçmiş yüzyıl- Tanrı elçisinin sakalı şerifini larda başını usturayla kazıtır, düzelten Selman-ı Farisî adın- bıyığını dudak hizasından da bir berberi varmış. Ol se- kestirir, sakalını da uzatırdı. bepten ki, kadim zamanlarda O dönemler berberlerin şık bütün berberler sabahleyin şıkıdım boy aynalı dükkân- dükkânlarını açtıklarında, “Her ları yoktu elbet. Aynayı, ber- seher besmeleyle açılır dük- berin çırağı iki eliyle tutardı. kânımız, Selman-ı Farisî’dir Kimi çıraklar da, yelpaze pirimiz üstadımız” derlermiş. sallayarak serinlik yaparlar- Yakın dönemlere kadar bu dı… Berberler, çarşı pazar sözün yazılı olduğu levhalar yerlerine, erkeklerin topluca asılırdı berber dükkânlarına. bulunduğu kahvelere gider- İslam Peygamberi, başkaları- lerdi. Gölgeli bir duvar dibi nın karşısına dağınık, saç ve bulunca hemen alet edeva- sakalla çıkmak istemez; bek- tını çıkarıp icra-i sanat eyler- lenmedik bir zamanda kapısı lerdi. Şimdiki gibi rahat min- çalındığında, çevresinde ayna derli, baş yastıklı, ayarlana- bulamazsa, bir tas içindeki bilen döner koltuklarda da durgun suya bakarak saçına oturtmazlardı müşterilerini. sakalına çekidüzen verir, on- Koltuk nerde ki? Adı bile

7 yoktu ortalarda… Saçını, sakalını kazıyacakları berlerin sokaklarda, açık alanlarda, cami duvarla- er kişinin kellesini kendi dizine yatırır, öyle tıraş rının önünde, çarşı pazar yerlerinde icra-i sanat ederlerdi. Kimileyin de bu işlemi berberlerin tıfıl eyledikleri biliniyor. İstanbul’da kahvehaneler çırakları yapardı. Hani o, rû’yi ahsen (güzel yüzlü) açılınca, artık buraları mesken tuttukları kesin berber çırakları… Kimi şair yaradılışlı, yarı külha- bilgiye dayanıyor. Meslek olarak kahveci lonca- ni erkekler, o kız yüzlü çocuklara âşık olur, onlar sına bağlıydılar. Kahvelerinse, birer “fitne fesat” için şiirler yazarlardı! Vebali, söyleyenlerin boy- yuvaları olmasından çekinen bazı padişahlarca nuna. İşte o şiirlerden biri: (örneğin, IV. Murat) zaman zaman kapatıldıkları- nı biliyoruz. O zaman berberler loncası bağımsız Sığayım kollarını, al ele altın leğeni olarak varlıklarını sürdürmüştür. Bugünkü anlam- Yüzümün kaaresine bakma, tırâş eyle beni da ilk berber dükkânının II. Abdülhamit zama- Dizine baş koyayım, koklayayım o gül bedeni. nında ortaya çıktığı söylenir. Adları berber değil, Fatih döneminden Kanunî dönemine kadar, ber- “perükâr”dır… On dokuzuncu yüzyılda İstanbul’u cadde sokak dolaşarak bizlere önemli belgeler bırakan Avrupalı fotoğ- rafçıların çektiği kimi resimlerde, “perükâr” ta- belalarını görmek müm- kündür. Bilindiği gibi, eskiden berberler yalnızca tıraş yapmakla yetinmez, birtakım sağlık hizmet- leri de sunarlardı halka. Sanırım bugün hâlâ Anadolu’nun uzak yöre- lerinde bunun örnekleri vardır. Sünnetçilik, diş- çilik eder, sülük satar, hacamat, sivilce, uyuz tedavisi, bit mücadele- Ayna tutan berber çırağı si yapar, saç ekerlerdi. Kentlerde, kasabalarda yerleşik dükkânı bulu- nan kimi berberler, yaz mevsimi gelince atına İnsanlık tarihinin en eski mesleklerin- atlayıp hizmet aşkıyla köyleri gezerlerdi. Tabii den biri olan ve adına berberlik denen sağlık hizmeti verirken, bu zanaat, hiçbir dönemde gerile- kimi insanları sakat bırakır, kimilerini öte memiş, toplumsal değişimden darbe dünyaya yollarlardı, o yememiş, ekonomik krizlere kurban git- da ayrı bir konu. Diş çekeyim derken çene memiştir. Hazır giyim sanayii, terziliği kemiğini kırarlar, haca- mat yaparken mikrop öldürmüştür mesela. Marketler çıkınca, kaptırırlar, sünnet edi- bakkal ve kasaplar iflas etmiştir. len aleti ortasından ke- serlerdi! Nice berberin başı yanmıştır bu tür

8 sakarlıklardan ötürü. İnsanlık tarihinin en eski mesleklerinden biri olan ve adına berberlik denen bu zanaat, hiçbir dö- nemde gerilememiş, toplumsal değişimden darbe yememiş, ekonomik krizlere kurban gitmemiş- tir. Hazır giyim sanayii, terziliği öldürmüştür mesela. Marketler çıkınca, bakkal ve kasaplar iflas etmiştir. Ayakkabı sanayii, kunduracılık mesleğini öldürmüştür. Motorlu araçlar çıktıktan sonra nalbantlık, semercilik, arabacılık, faytonculuk ve bunlara bağlı birçok işkolu ekmek kapısı olmak- tan çıkmıştır. Daha birçok örnek verilebilir bu alanda… Buna karşılık, berberlik değişen teknoloji ve koşullara ayak uydurarak varlığını sürdüregelmiştir toplumsal yaşamda. Usturanın yerini jilet almış, çark, bileği taşı, berber kayışı tarihe karışmıştır; ama berberler işlerini yeni araçlarla sürdür- müşlerdir. Tıraş makinesi elektrikli olmuş, berberler hemen ayak uydurmuştur. Berberlik mesleği önemli bir yatırım da gerektirmez: Aynaları, koltukları, alet edevatı bir kez aldınız mı, neredey- se ömür boyu kullanırsınız. Berberin eli, makas ve tarak tuttuğu sürece zanaatını icra eder, ekmeğini insanların kılın- dan çıkarır. Öte yandan, berber dük- kânları sosyal mekânlardır. Bir çarşının, bir semtin, bir mahallenin, bir kentin, hatta bütün bir ülke- nin sorunları, olayları, berber dükkânlarında konuşulur, ameliyat masasına yatırılır; mahkemeler kurulur, yargı- lamalar yapılır, hükümler verilir… Evde kalmış kızlardan, kiralık eve, emekli olanlardan, okula başlayanlara, evlerdeki karı koca kavgaların- dan mahallenin futbol takımına, başbakanla cumhurbaşkanı arasındaki küslükten, Fener’in son maçına, at yarışlarından, tay gibi mankenlerin aşk dedikodularına, doğalgaz faturalarının fahişliğinden, bozuk yolla- ra, son yağan karın yolları kapatmasına, yaklaşan belediye seçimlerine kadar akla gelen gelmeyen, güncel olan olmayan, her konu berber dük- kânlarında masaya yatırılır, görüş belirtilir. Bu yönden her berber dük- kânı bir demokrasi kürsüsüdür denilse yeri. Buralarda herkes özgürce konuşur, gönlünce hükümeti yıkar, yeni hükümetler kurar, şeriat kural- larını uygular, toplumun ahlakını düzeltir, ekonomiyi çıkmazdan kurta- rır, gençlere terbiye öğretir, çarşı pazara ucuzluk getirir, fahiş faturaları düşürür… Kısacası, memleket her gün, her saat yeniden kurtulur, dün- yaya yeni baştan “nizamat” verilir. İyi ki maymun soyundan türeyen insanoğlunun bedeninde bir mik- tar daha kıl kalmış da, bunları kesmek için berberlik diye bir meslek doğmuş… Yoksa bu halk nerede böyle özgürce konuşacak, görüş

9 İlginçtir, halifeliği Arapların elinden bizzat almış olan Yavuz Sultan Selim, sakalını kestiren ilk padişah olarak tanınır. Oysa Osmanlı’da sakal bırakmayanı devlet memurluğuna bile almazlardı. Ünlü yazar Şinasi sakalsızlık yüzünden devlet dairelerinde görev alamamış- tır… Sultan II. Mahmut’sa, sakalını sonradan kestiren padişah ola- rak bilinir. O, bunu, “modernleşmenin” bir gereği olarak görüyordu. SERMET MUHTAR’IN belirtecek, yargılama yapacaktı? Eskiden her berber dükkânında değişmez resimler olurdu: Güzellik kraliçesi Ke- GÖZÜYLE SOKAK riman Halis, Mustafa Kemal ile İsmet Paşa, Kurtdereli, Harmanda Köylü tablosu, Mareşal Fevzi Çakmak, Karabekir Paşa, Lefter, Turgay, Metin, Can Bartu resimle- BERBERLERİ ri, berber dükkânlarının değişmez dekorunu oluştururlardı. Aynalara pudralı pa- mukla çiçek motifleri yapılır, aynanın önündeki mermer üzerinde boy boy, renk renk kolonya şişeleri dizili olurdu. Kimi berberler kafeste kanarya besler, kimileri “Çarşı pazarları, selâtin cami akvaryumda balık besleme tutkunuydu. Dar ve küçük yerler olduğu için, birçoğu kışı sobasız geçirir, ama tıraş suyunu mangalda, gazocağında ısıtır, ıslak havluları avlularını, fazla olarak mahalle güneşte kuruturlardı. Büyük kentlerin kenar semtlerinde hâlâ bu tip berberlerin aralarını dört dönerlerdi. Arkalarında örnekleri yaşamaktadır. Buna karşılık, zamanımızda berber sıfatını kendine layık görmeyen meslek erbabı zembil; zembilinde takım taklavat, çok: Bunlar kendilerine “kuaför” sıfatını yakıştırıyor. Bayan kuaförü ya da erkek ku- ; ellerinde küçük bir iskemle. Hacı aförü deniyor. Fransızca yazılışıyla coiffeur. Türkçesi berber dükkânı. Osmanlı dö- neminde zengin konaklarında, saraylarda yaşayan kadınların saç bakımı, oda hiz- babalar –şeriat üzere– çember metçileri tarafından yapılırdı. Onlara kuaför hizmeti verecek salonlar yoktu çünkü. Şimdiki gibi şampuanlar, kremler de yoktu. Hatta sabun bile yoktu. Sabun yerine sakallarını, bıyıklarının altlarını saçlar kille yıkanırdı. Kilin halisi de Edirne ve Halep kentinden getirilirdi. İkinci Dünya kırptırır, mülazımlıktan mütekait, Savaşı sonrasında sabunun yaygınlaşmasına karşın, saçlarını özellikle kille yıkayan- lar vardı. Günümüzde de, kil özlü sabunlar pazarlandığını görüyoruz. Ne demekse, alaylı, kıranta ağalar usturayı kil özlü sabun? Kadınlara saç bakımı yapan Avrupai kuaför salonlarının açılması İkin- yanaklara kadar vurdurur. Hamal ci Meşrutiyet’ten sonraya, hatta Cumhuriyet dönemine rastlar. Bu işi de nedense Türk ve Müslüman olanlar değil, azınlıktan bazı yurttaşlar yapıyordu önceleri. Kimi camal makuleleri, enseyi kafatasına Anadolu yörelerinde, bayan berberi ya da kuaför yerine, “ondüleci” deyimi kullanılı- yordu. Neden? Çünkü, düz saçlı kadınlarımız, saçlarına “ondüle” modeli uygulatmak kadar Acemkârî kazıyıp, tepeyi düz için buralara gidiyordu. “Filanca, saçlarını ondüle yaptırmış” diye evlerde dedikodu değirmi tıraş ettirir; yaşlı nineler de konusu olurdu. Saç yaptırma, kadınlarda alafranga usulü süslenme, erkeğine güzel görünme merakının bir göstergesi sayılıyordu. ahretliklerinin cılk yara başlarını Kuaför salonlarında yalnızca saç bakımı yapılmaz, losyon, sabun, saç fırçası, tarak kelciye götürmeden bunlara gibi dışardan getirilmiş birtakım malzemeler de satılırdı. Buralarda yalnızca saç mo- deli uygulanmaz, boyama, perma, fön işleri de yapılır oldu. perdahlatıp, aynaya çevirtirlerdi.” Şimdilerde hem İstanbul’da, hem de kimi Anadolu illerinde, pek yaygın olmasa da, “unisex” berber dükkânlarına da rastlanıyor. Yani, kadın erkek ayrımı olmaksızın, aynı salonda saç bakımı yaptırabiliyorsunuz. Bunun yanı sıra, toplumdaki eğilimleri göz önünde bulundurarak tesettürlü ehli kadınlara hizmet veren “açılımcı” kuaför salonları da var. Böylesine değişen döneme ayak uyduran bir meslek, zamana yenik düşer mi hiç?

10 İzmit’te bir macar Kontu Thököly İmre

Yazı:Elvan Arpacık çeşmelerden birinin hemen ardında. Kullar Köyü’nde Kartonsan Karton Sa- Anıtta“Türk dostu Macar Beyi Kont nayi AŞ’nin bulunduğu yol üzerinde İmre Thököly, 25 Eylül 1657’de ilerlerken küçük bir tabela göze çar- Kesmark’ta doğdu ve 13 Eylül 1705’te pıyor: Tabelanın dikkat çekmesinin İzmit’te vefat etti” diye başlayan açık- nedeni belki de, Türkçede bir arada lamalar, Kocaeli Büyükşehir Belediyesi kullanmadığımız sessiz harflerin bu ve Macaristan Başkonsolosluğu işbirli- tabelada kullanılmış olması. ğiyle anıtın 2005’te açıldığını belirten cümlelerle son buluyor. “Thököly İmre Anıtına Gider” yazan tabelayı vaktiniz varsa, merakla izle- O yıllarda Bir Macar Kontu’nun turistik meye koyulursanız, Kocaeli merkeze gezi için bu köye gelmiş olması düşü- uzaklığı araçla 25 dakika olan Karate- nülemeyeceğine göre ne için yolu bu- pe Köyü’ne ulaşacaksınız. Çeşitli göç- ralarda düşmüştü acaba? ler almış, dışardan gelip yerleşenlerle Thököly İmre, İstvan Thököly - Maria barış içinde yaşamış, haklı olarak da Gyulaffy ailesinin beşinci çocuğu ola- “çiçek tarlası” tanımını hak etmiş bir rak 25 Eylül 1657’de Kesmark’ta doğ- köy burası muş. Henüz iki yaşındayken annesini Osmanlı arsivlerinden yararlanılarak kaybetmiş. Annesi de öldüğünde 22 yapılan arastırmalar Macarların bu yaşında gencecik bir kadınmış. köyde yaşadıklarını acıkça ortaya koy- Babası İstvan Thököly bölgenin zen- mustur. Köyde bulunan tarıhı çesme- ginlerinden, yani dönemin derebey- lerin çoğu Macarlardan kalmış lerinden. Ortaçağ Avrupasında bir yö- 300 yıl burada Osmanlı himayesı al- netim sistemi olan derebeylik, geniş tında yasamış olan Macarlardan son- topraklar üzerinde hak sahibi olmaktı. ra Rumlar yerleşmış buraya. Yaklaşık İstvan Thököly’nin mal varlığının gide- olarak Rumlar da 100 yıl Karatepe’de rek artması aristokratlar arasında daha yaşamışlar. Mübadele döneminde ise da yükselmesi ve Macaristan’ın politik Selanik, Gümülcine ve İskece’den gelen yaşamında da etkisini göstermesi an- Türkler buraya yerleştirilmişler. lamına geliyordu. 1664’te Osmanlı ile Avusturya arasında yapılmış olan Vas- Çevresindekilere göre daha gelişmiş var Barış Antlaşmasından hoşnut ol- konumdaki bu köyün “Çeşmeler Mey- mayanlar vardı. Kral Naibi Ferenc Wes- danı” denilen alanına bir yokuşla çıkı- selényi, Hırvat Banı Péter Zrínyi, Yargıç lıyor. İşte Thököly İmre’nin anıtı da bu

11 Osmanlı’nın Viyana kapılarına dayanmasından mı yoksa Macar halkının köklerinden biri olan Hunlar’ın Türklerle olan yakınlığından mıdır nedir, iki toplumun insanları birbirine benzer özelliklere sahip. Bir Akdeniz ülkesi olan Türkiye insanlarının pek çoğu Akdenizli neşesinden çok Macar ağırbaşlılığı havasındadır. Macaristan’da yaygın kullanılan bir ismin Hun İmparatoru Atilla olması da bu yakınlığın örneklerinden. Macaristan’ın en tanınmış şairlerinden birinin adı da Jozsef Attilla’dır. Ferenc Nádasdy ve Erdel Beyi I. Ferenc Rákóczi bunların başında geliyordu. Bu hoşnutsuzlar cephesine soylular da destek veriyordu. O dönemde Macaristan’ı da yönetmekte olan Habsburglar, 1278-1918 yıl- ları arasında Avrupa tarihine damgasını vurmuş bir hanedandı. İki impara- torluk kurmuş, Avrupa’da pek çok imparatorluğu yönetmişti. Hanedanlık 18. yüzyıldaki veraset savaşları, ardında da 19. yüzyıldaki milliyetçi müca- deleler sonunda zayıflayarak çökmüştü. Thököly İmre’nin babası İstvan Thököly de soyluların büyük bir kısmı gibi Habsburglardan kurtulmak istiyordu. İstvan Thököly yönetim karşıtı hare- ketleri büyük paralarla destekleyenlerdi. Ne var ki 1670 yılında patlak ve- ren yukarı Yukarı Macaristan ayaklanması beklenen sonucu vermedi. Bu ayaklanmanın başarısızlığa uğraması ülkede baskıcı bir mutlakiyet düzeni kurmak için Avusturya İmparatoru I. Leopold tarafından en uygun zaman olarak değerlendirildi. Habsburgların baskıcı rejimiyle adeta ittifak ha- linde bulunan reformist karşıtı hareket, imparatorluk askerlerinin deste- ğini de arkasına alarak Protestan kiliselerinin tümüne koydu. Avusturya İmparatoru’nun Katolik mezhebine geçmeleri için yaptığı teklifi Protestan- lar kabul etmediler. Mutlakiyet yönetiminin getirdiği düzen Macar toplu- munun büyük bir çoğunluğu tarafından tepkiyle karşılandı. Ülkeden sürü- len soylular Erdel’e sığındılar ve I. Leopold’a karşı mücadelelerini buradan sürdürdüler. 3 Aralık 1670 yılında babasını kaybeden Thököly, çocuk sayılacak yaşta he- miş oldu. Kassa’yı da alarak Yukarı Macaristan’ın tümünü elde etti. Eli güç- nüz 13’ündeyken yandaşları ile birlikte Erdel Beyliğine sığındı. lenen Thököly Avusturya Sarayının tekliflerini geri çevirirken, Osmanlılarla Ömrü bundan sonra Hasburglara karşı mücadele ile geçecektir. İsyancı ilişkilerini sağlamlaştırmaya başladı. Bu süreç sonunda Osmanlılar Thököly mültecilerle buluşur, Kuruc hareketi başlamıştır. İmparatorluk ordularına İmre’yi Yukarı Macaristan Kralı ilan etti. Osmanlıların Thököly’i kral olarak karşı büyük bir saldırıya girişmişler ancak deneyimsizlik ve düzensizlik tanıması, iktidarını sağlamlaştırmış olsa da iktidarının kaderi yine de dış yüzünden gerçek bir başarı elde edememişlerdi. 1678’de 21 yaşındayken etkenlere bağlıdır. Önderliğini yaptığı hareket başlangıçta Fransızlar, Polon- Kuruc ordularının başına geçen Thököly ile başarılı sonuçlar almaya bala- yalılar ve Erdelliler tarafından da desteklenirken 1683’te yanında artık sade- yınca Avusturya Sarayı bir durum değerlendirmesi yaparak 1681 Sopron ce Osmanlılar kaldı. Oluşan güç dengelerini gereği gibi değerlendiremeyen meclisinde aldığı kararlarla baskıcı yaptırımların büyük bir kısmından vaz- Thököly savaşı kazanmak için Osmanlılarla ittifak yapar ve Sadrazam Köprülü geçti ve . af ilan etti., I. Leopold’e bağlılığını ilan eden herkese, el konulan Fazıl Ahmed Paşa’ya başvurarak, Osmanlı himayesine girmek istediğini bil- mülklerinin geri verileceğine dair söz verildi. İbadet sınırlamalarının bir kıs- dirir. Avusturya ile barışı bozmak istemeyen Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed mı kaldırılır en azından önceki haline getirlir. Paşa, olumlu karşılık vermez Buna rağmen savaşa devam eden İmre, yukarı Macaristan’ı ele geçirir. Fakat taraftarlarından çoğu kendisini terk edince Fazıl Thököly, aynı yıl İlona Zrinyi ile evlenir. Zrinyi ilk evliliğini 1667’de Erdel Ahmed Paşa’ya yaptığı teklifi, 1681 yılında Kara Mustafa Paşa’ya tekrarladı Beyi I Ferenc Rakoczi ile yapmış ve ondan iki çocuk sahibi olmuş bir süre ve ona hediyeler göndererek yakınlık kurdu. Bu girişimlerden sonra İmre’ye sonra da kocasının ölümüyle dul kalmıştı. Thököly İmre, Ferenc Rakoczi’nin Orta Macaristan kralı unvanı verildi. Türklerden aldığı destekle birçok Avus- dul eşiyle yaptığı evlilik sayesinde ülkenin en geniş mülklerini de elde et- turya kalesini ele geçirdi. Ancak, İkinci Viyana bozgunundan sonra, önceden

12 aldığı kaleleri kaybetti. 1688 yılında teslim oldu ve Viyana’ya götürüldü. Serbest kaldıktan sonra Osmanlı Ordusunda görev aldı. Türk ve Tatar kuvvetlerinin başında Transilvanya’ya girdi ve Germen Ordusunu ye- nilgiye uğrattı. Bu başarısından dolayı kendisine Transilvanya Prensliği verildi. Zenta yenilgisinden sonra ailesi ve 1500-2.000 kişiye yakın ta- raftarlarıyla Osmanlı Devleti’ne sığındı. Osmanlı Devleti Thököly İmre ve taraftarlarının İzmit’te bugünkü adı Karatepe Köyü olan bölgede, Paşadağ mevkisine yerleşmelerine olanak sağladı. Karlofça Barış görüş- melerinde Avusturyalılar, İmre’nin kendilerine teslim edilmesini istedi- lerse de Osmanlı Devleti bunu kabul etmedi. Thököly İmre 1705 yılında İzmit’te öldü. Thököly İmre’nin eşi İlona Zrinyi, bir süre yaşadığı Karatepe Köyü’ne “Çi- çek Tarlası” adını vermiş. Anıtın bulunduğu yere Çeşmeler Meydanı deniyor. Boşuna çeşmeler den- memiş, buz gibi sular akıyor ve bölgede artık organik tarım yapılıyor. Türklerle Macarlar arasındaki kültürel bağlar çok eskilere gidiyor. Evliyâ Çelebi’nin yazdığına göre Türkler Budin’de (yani Tuna’nın üzerindeki iki şehirden biri Buda ve Peşte’den Buda kısmına Osmanlılar Budin diyorlar) 25 cami, 47 mescit, 12 medrese, 16 mektep, 10 tekke/türbe, 2 hamam, 9 han, 8 ılıca, 24 mahalle, 75 sebil, 3500 ev, 1 çeşme, 1 baruthane, 1 saat kulesi, 1 bedesten inşa ettiler. Ancak, Budin kaybedildikten sonraki yıl- larda Avusturyalılar bunları yıktılar. Kadirbilir Macarların gayretiyle bun- lardan bir kaçı bugün durmaktadır. Osmanlı’nın Viyana kapılarına dayanmasından mı yoksa Macar halkının köklerinden biri olan Hunlar’ın Türklerle olan yakınlığından mıdır nedir, iki toplumun insanları birbirine benzer özelliklere sahip. Bir Akdeniz ül- kesi olan Türkiye insanlarının pek çoğu Akdenizli neşesinden çok Macar ağırbaşlılığı havasındadır. Macaristan’da yaygın kullanılan bir ismin Hun İmparatoru Atilla olması da bu yakınlığın örneklerinden. Macaristan’ın en tanınmış şairlerinden birinin adı da Jozsef Attila’dır. Tarihi bağları olan iki ülkenin dostluk ilişkilerini pekiştirecek olan anıtta şunlar yazılı “Onların tüm yaşamı ülkelerinin özgürlük mücadelesinde geçti. Onlar, bu mücadeleli yaşamın son yıllarını burada (Çiçek Tarlası) inanç ve kararlılıkla vatanlarından uzak yaşadı. Onlar özgür olamadılar. Ama yeni nesil onları örnek aldı. Mücadele devam etti… Özgür, bağım- sız, modern Macaristan Cumhuriyeti yaratıldı.”

Seka Park’ta eski Alman evleri olarak adlandırılan lojman evlerinden bi- rinde Thököly İmre adına bir de anıt ev bulunuyor. 18 Ekim 2008’de açı- lan 250 metrekarelik alana sahip olan anı evinde Kral Thököly İmre’ye ve Macaristan’a ait objeler yer alıyor. Thököly İmre’nin ölümünün 300. yılı münasebetiyle yaptırılan anı evinde Macar Kontu’nun verdiği mü- cadele, dönemin ressamları tarafından yağlı boya çalışmalarla günü- müze aktarılmaya çalışılmış. Thököly ailesine ait soyluluk ve kontluk beratı gibi resmi evrakların yer aldığı anı evinde Kont İmre’nin hayatını anlatan sinevizyon gösterimleri de günün her saatinde ziyaretçilerin ilgisine sunuluyor.

13 14 Mayıs 2008 tarihli Hürriyet Gazetesi’nin konuyla ilgili haberi:

Thököly İmre, Macaristan’ın tarihi tafa Paşa’ya tekrarladı. Osmanlı İmparatorluğu Thököly İmre Anı Evi 14 bin Liraya Mal oldu kahramanlarından biri. Macaristan’ı ele geçiren tarafından Orta Macaristan Kralı unvanı verildi. Thököly İmre’nin ölümünün 300’üncü Avusturyalı Habsburg Hanedanına karşı direnen, Türklerden aldığı destekle, birçok Avusturya ka- yıldönümünde, Kocaeli Belediyesi, Macaristan İkinci Viyana Kuşatmasının ardından Osmanlı’ya lesini ele geçirdi. Ancak İkinci Viyana Kuşatması Kültür Bakanlığı’na Thököly İmre’nin evini “Anı sığınan Thököly İmre’nin yaşamını yitirdiği bozgununun ardından 1688’de teslim oldu ve Evi” yapma projesini sundu. Kocaeli (İzmit) Thökö- İzmit’teki ev ziyarete açıldı. Türk ve Macar kültür Viyana’ya götürüldü. Serbest bırakıldıktan sonra ly İmre Dostluk Derneği de kuruldu. SEKA lojmanı bakanlıklarının katkısıyla oluşturulan Anı Evi’nde, Osmanlı Ordusu’nda görev aldı. Türk ve Tatar ku- olarak kullanılan bir binanın Anı Evi olarak restore 1657-1705 yılları arasında yaşayan Thököly vvetlerinin başında Transilvanya’ya girdi. Artık edilmesine karar verildi. İkiz daire şeklindeki ev, İmre’nin dönemine ait 96’sı Macaristan’dan ge- Transilvanya Prensi’ydi. duvarlar yıkılarak birleştirildi. İçerisinde Thököly tirilen objeler yer alıyor. Ava çıkıp Sülün yetiştirdi İmre’nin yaşadığı yüzyıla ait eserlerin sergilendiği sergi holü ve idari odaların da bulunduğu bina, Thököly İmre, İstvan Thököly ile Maria Gyulaffy Osmanlı ve Avusturya arasında 1697’deki Zenta engellilerin rahatça kullanacağı şekilde tasarlandı. çiftinin beşinci çocuğu olarak 25 Eylül 1657’de Savaşı’nın Osmanlı yenilgisiyle sonuçlanması, Macaristan’dan getirilen, aralarında tablolar, Kesmark’ta doğdu. Varlıklı babası İstvan Thököly, Thököly İmre’nin ülkesi üzerindeki arzularının sikkeler, tarihi belgeler ve silahların bulunduğu Macaristan’ı Habsburg Hanedanının elindeki da sonu oldu. Ailesi ve 2 bine yakın destekçisiyle objelerin sergileneceği Thököly İmre Anı Evi, 114 Avusturya imparatorluğunun egemenliğinden Osmanlı’ya sığındı. Osmanlılar 1699’da onu ve bin TL’ye mal oldu. kurtarmayı amaçlayan gruba maddi destek maiyetini İzmit’te bugün Karatepe olarak bulu- sağlıyordu. nan köyde, Paşadağ’a yerleştirdi. İlona Zrinyi de Koltukla ava gidiyordu Thököly İmre, 1670’te babasını kaybetti, Er- eşinin yanına İzmit’e yerleşti. 1701’de Thököly’yi İzmit’te ziyaret eden Protes- del Beyliği’ne sığındı. 1678’de Habsburglar’a Thököly İmre, İzmit’te günlerini ava çıkarak geçir- tan Papazı Motra, Macar Prensinin yaşamını şöyle karşı çıkan Kurucların başına geldi. Yenilgiye iyordu. Çiftliğinde sülün ve tavuk yetiştiriyordu. anlatıyor: Bey, o sıralar gut hastalığı yüzünden uğrayan Avusturyalılar, af ilan edip, I. Leopold’e Gut hastalığı nedeniyle üvey oğlu II. Ferenc çok acı çekiyordu. Koltuğuna bağlanmış gibi- bağlılığını ilan eden herkese el konulan mülk- Rakoczi önderliğindeki bağımsızlık savaşına ydi fakat pek sevdiği eğlencesinden yani ava lerini geri verdiler. katılamadı. Thököly, Çiçek Meydanı Çiftliği olarak çıkmaktan yine de vazgeçmiyordu. Bey’i her gün, Dul prensesle evlendi kral oldu anılan malikanesinde 1705’te, 48 yaşında yaşama iki atın çektiği tekrlekler üzerine yerleştirilmiş rahat bir koltuğa oturtarak sülün ve çulluk av- Thököly İmre 1682’de Erdel Beyi 1. Ferenc veda etti. Cenazesi İzmit’teki Ermeni Mezarlığı’na lamaya çıkarıyorlardı. Motra, Thököly’nin çifliğini Rakoczi’nin iki çocuklu dul eşi Ilona Zrinyi’yle defnedildi. Thököly İmre ve eşi Ilona’nın, bugünkü ise “Dünyanın en güzel yeri” olarak tanımlıyor. evlendi. Böylece geniş mülkleri eline geçirdi ve SEKA İzmit İşletme Müdürlüğü arazisinin içinde 1727’de yayınlanan seyahatnamesinde çiftliği kısa sürede Yukarı Macaristan’ın tümü onun oldu. kalan mezarları 1905’te bağımsız Macaristan’a anlatıyor: Burayı adına (Çiçekli Çayır) pek uygun Osmanlı İmparatorluğu’yla ilişkilerini geliştiren götürüldü. Kendisinin ve üvey oğlu II. Ferenc buldum. Civarındaki çayırlar çeşit çeşit, rengarenk Thököly İmre, Yukarı Macaristan Kralı ilan edildi. Rakoczi’nin heykelleri Budapeşte’de Kahraman- çayırlarla örtülüydü. Fakat Bey’in evi son derece Sadrazam Köprülü Fazıl Ahmed Paşa’dan Osmanlı lar Meydanı’na dikildi. Anıt mezarın bir parçası vasat. Sıradan taşra evleri gibi. Bina ahşap, damı himayesine girmek için izin istedi. Avusturya’yla İzmit Müzesi’nde sergileniyor. ve döşemesi rendelenmemiş tahtadan. Odanın barışı bozmak istemeyen Sadrazam teklifi ka- Thököly İmre’nin eteklerinde yaşadığı Aladağ, bir köşesinde Bey’in yatağı ve masası, tahta bul etmedi. İmre, savaşa devam etti. Fakat İzmit’te hálá Macar Dağı olarak da biliniyor. parmaklıkla ayrılmış. Maiyeti çiftlikteki diğer taraftarlarından çoğu kendisini terk edince Fazıl Macar Kralı, bölgenin eskilerinin dilinde Tökeli küçük evlerde oturuyor. Ahmed Paşa’ya yaptığı teklifi, 1681’de Kara Mus- İmre oldu ve hálá böyle anılıyor.

14 İstanbul’un Denize Açılan Kapıları… İ S K E L E L E R…

Boğaziçi’nin yazlık konutlar için tercih edilen bölge olmasıyla da denizden sağlıklı bir ulaşım sağlamak zorunlu hale gel- mişti. O zamana değin kullanılan kayıklar, giderek kent içi ulaşım talebini karşılayamaz hale gelmişlerdi; üs- telik güvenli de değillerdi. Bu ihtiyacı karşılamak için önce yabancılar buharlı gemi işletmeye başladılar Boğaz’da. Ancak, 1837’de yabancıların işletme izinlerine son verildi. Bundan bir yıl sonra da yolcu ve yük taşımak üzere, ilk Osmanlı buharlı va- purları; Mesir-i Bahri ve Eser-i Hayır, biri İstanbul’da, diğeri ise Marmara Denizi’nde İstanbul, Bandırma, İzmit ve Tekirdağ arasında seyr ü sefere başladı. Boğaziçi’ne rağbetin artması, yolcu taşımacılığı ya- pacak bir buharlı gemi işletmesine duyulan ihtiyacı da gündeme getirmişti. Bu gereksinimi gidermek üze-

Yazı: Ayşe Yetmen Tarih boyunca bir deniz kenti olan İstanbul’da deniz ulaşımı 19. Yüzyıla kadar sade- ce kayıklarla sağlanırdı. İmparatorluk döneminde yal- nız İstanbul’un içi değil, kentin yakın çevresine de kayık ve mavnalarla eşya ve yük taşınırdı. Bu nedenle, Boğaziçi, Haliç ve Marmara kıyılarında yirmiye yakın çoğu denize doğ- ru uzanmış, ahşap köprüler biçiminde kayık iskeleleri vardı. Ayrıca, sarayların ve yalıların da kendilerine has iskeleleri mevcuttu. 19. Yüzyıla gelindiğinde imparatorluğun sosyo-eko- nomik yapısındaki değişim ve tüketim alışkan- lıklarındaki farklılaşma, sayfiye yaşan- tısını da gündeme getirmiş,

15 re, Hayırlı Şirket yani resmi adıyla Şirket-i Hayriye kuruldu. 1850 yılında kurulan bu şirketten Vakanüvis Ahmet Lütfi Efendi “…Bu senenin icraat-ı ceği büyüklükte iskeleler yokken süreç içinde her köye bir iskele kuruldu. nafi’asından olmak üzere devletce i’tina olunan Dersa’adet’te Boğaziçi sa- Başlangıçta ahşap olarak yapılan bu iskeleler daha sonra çoğunlukla dik- hillerine işlemek üzere Şirket-i Hayriyye namiyle teşkili tasavvur olunan va- dörtgen planlı Neo-Klasik tarzda kâgir ve taştan inşa edilecekti. Genellikle pur kumpanyasıdır…” diye söz edecekti. Bu kurum, Osmanlı’nın ilk Anonim tek katlı olan o zamanki iskelelerin içinde bekleme salonu, memur ve çı- Şirket’iydi. macı odaları, tuvaletler ile satış gişeleri bulunmaktaydı. İskelelerin önünde ahşap kazıklar üstüne oturtulmuş bir platform yolcuların biniş ve çıkışla- Sadrazam Büyük Reşit Paşa himayelerinde Keçizade Fuat Bey (daha sonra rını sağlamaktaydı. Bu yeni oluşum beraberinde çevre düzenlemesini de Sadrazam Fuat Paşa) ve Ahmet Cevdet Bey (daha sonra Paşa, Adliye Veki- getirmiş, kimi bölgelerde iskele meydanları yapılmıştı. li) tarafından kurulan bu hayırlı şirketin ortakları arasında, devrin padişahı Osmanlı Döneminde bazı iskelelerin kadınlar için ayrı, erkeler için ayrı Abdülmecid Han’ın annesi; valide sultan, makam sahibi paşalar, devlet bü- bekleme salonları vardı. Yazar İffet Evin, Çengelköy İskelesini anlatırken, yükleri ve galata bankerleri de bulunuyordu. hanımlara ayrılan birinci mevki bekleme odasının duvarında büyük bir yal- Şirket-i Hayriye’nin kurulmasıyla birlikte ilk vapurlar inşa ettirilip hizmete dızlı boy aynası ve kırmızı kadife kaplı oturma yerleriyle Boğaz yalılarının sokulmuştu. İlk sefer Üsküdar’a yapıldı. Önceleri bu vapurların yanaşabile- misafir odalarını andırdığını yazar. Tabii vapurlarda da kadınlar ancak, kalın bir perdeyle ayrılmış kendi bölmelerinde seyahat edebilirlerdi. Buharlı vapurların İstanbul sularında seyir etmediği dönemlerde, kayıklar, piyadeler, peremeler için küçük, pazar kayıkları için biraz daha büyük, yel- kenliler için daha da büyük iskeleler kullanılırdı. Bu iskelelerinin yanı sıra amaçlarına göre adlandırılmış, “koyun iskelesi”, çöp iskelesi”, “mezbaha is- kelesi”, “ekmekçi iskelesi” gibi iskeleler de vardı. Ayrıca, her köyün de bir pa- zar kayığı iskelesi bulunurdu. Bir de şimdi adı dahi anılmayan “aralık iskele- leri” hizmet verirdi ki bunlar, sayıları azımsanamayacak kadar çoktu. Sözge- limi, Tophane’den Kavaklar’a kadar, 20’ye yakın, Haydarpaşa’dan Anadolu Kavağı’na kadar, 7, Sütlüce’den Tophane’ye kadar da 1 “aralık iskelesi”nden söz edilirdi Dünyanın en büyük liman şehirlerinde dahi İstanbul kadar deniz trafiği yoktur. İstanbul, her zaman çok sayıda iskelesiyle bilinmiştir. Her ne kadar karayolu taşımacılığının artması kimi iskelelerin kapanmasına neden ol- muşsa da, bu değişim İstanbul’un iskeleler kenti olma özelliğini gölgele- yememiştir. Avrupa ve Asya kıyıları boyunca küçüklü, büyüklü kuş kafesi gibi sıralan-

16 Sedefadası’na yoğunlukla yazın sefer yapıldığı için iskelesi ancak bu mevsimde hareketlenir. 27 Mayıs Askeri harekâtı sonrasında, duruşmala- rıyla ünlenen Yassıada’ya mahkemeleri izlemek için gitmek isteyenlere Domabahçe’den vapur seferleri düzenlenmişti. Şimdilerde kapatılan iskeleye 1993 yılında, İstanbul Üniversitesi Su Ürünleri Fakültesi’nin öğretim üyeleri ve öğren- cilerini taşımak için sabah ve akşam olmak üzere iki vapur seferi konmuştu. Ancak, şiddetli lodos- ta vapurun yanaşma zorluğu ve yolcuların adaya geç ulaşması nedeniyle seferler iptal edildi. İstanbul iskeleleri Boğaz’ın Rumeli yakası, Ana- dolu yakası, Haliç, Adalar ve Kadıköy yöresinde yoğunlaşmıştır. Ancak bu iskelelerden Rumeli ya- kasında Tophane İskelesi, Salıpazarı İskelesi, Emir- gân İskelesi, Boyacıköy İskelesi, Yenimahalle İske- lesi; Anadolu yakasında Vaniköy İskelesi; Haliç’te Yemiş İskelesi, Cibali İskelesi, Kâğıthane İskelesi, mış iskeleleriyle başka hiçbir deniz şehrine ben- 18. yüzyıl başlarına kadar küçük balıkçı köyü Halıcıoğlu İskelesi; Kadıköy-Üsküdar yörelerinde zemeyen bir metropoldür İstanbul. Bir de tabii, olan adalar, Yabancıların buralara yerleşmesiyle Salacak İskelesi, Kalamış İskelesi, Fenerbahçe İs- Marmara’nın mücevherleri olan prens adalarının hızla gelişim gösterdiler. Azınlıkların sayfiye yeri kelesi, Caddebostan İskelesi, Suadiye İskelesi yı- iskeleleri vardır; birbirinden özellikli. Bizans İm- olarak rağbet ettikleri adalara, Türk aileleri ancak kılmış ve günümüze gelememiştir. Bunların yanı paratorluğu döneminde, saray entrikaları sonu- Cumhuriyet döneminde gelir, gider oldular. sıra Kuruçeşme İskelesi, Rumelihisarı İskelesi, Ta- rabya İskelesi; Haliç’te Ayvansaray İskelesi, Def- cunda kör edilerek buralara gönderilen prensler Marmara’nın incileri olarak tanımlanan, Kına- terdar İskelesi, Eyüp İskelesi, Hasköy İskelesi; Ka- nedeniyle bir zulüm ve işkence yeri olarak bilinen lı, Burgaz, Heybeli ve Büyükada’nın yanı sıra dıköy-Üsküdar yöresinde Moda İskelesi, Eski Kar- yerlerdi Adalar bir vakitler. Osmanlı döneminde, Yassıada ile Sedefadası’nın da iskeleleri vardır. tal İskelesi, Pendik İskelesi hizmet dışı kalmıştır.

17 lesi, Hasköy İskelesi ve Bakırköy İskelesi gelmek- tedir. Ne yazık ki, yapılan bu onarımlar sırasında bazı iskelelerin eski yapım özelliklerini yitirdikleri görülmektedir.

19. yüzyılın ilk yarısında Sarayburnu’ndan Yeşilköy’e kadar olan kıyı kesiminin yaşanılır bir bölge olmasına karşın, Kadıköy’den Bostancı’ya kadar olan geniş alan bağlık ve bahçelikti. Ban- liyö trenin çalışmaya başlamasıyla, yoğun bir yerleşim yeri haline gelen bu bölgeye de vapur seferleri başlatıldı. Günümüzün çok şık semt- lerinden biri haline gelen Caddebostan, adını geceleri ıssızlığından dolayı “cadı bostanı”ndan alırken, zamanın bağlık bahçelik bir diğer alanı olan, Suadiye de kuş uçmaz kervan geçmez bir yermiş. Ve de bir vakitler tüm vapurların hareket yeri olan Galata Köprüsü İskeleleri. Bu iskelelerden Boğaziçi köylerine, Haydarpaşa ile Kadıköy’e, Moda’dan ta İzmit Körfezi iskelelerine, Haliç’e, Adalar’a ve de Yeşilköy’e vapurlar hareket eder- miş. Şirket-i Hayriye’nin ilk iskelesi: Üsküdar. O zaman- ki yapı, şimdiki iskeleden biraz daha içerlerde bir yerdeymiş. Bu iskele yıkıldıktan sonra yerine yeni yapılan bina, küçük bir yalı tarzında köşelerindeki kuş kafesi biçimindeki bilet gişeleriyle iki katlı bir Günümüzde İstanbul Büyükşehir Belediyesi hiz- şında Anadoluhisarı İskelesi, Ayvansaray İskelesi, yapı imiş. İskeleye gidip, gelen yolcular, iki tarafı met dışı kalan ya da harap durumdaki iskeleleri Fener İskelesi, Sütlüce İskelesi, Kanlıca İskelesi, dükkânlarla sıralı bir sokaktan geçtikleri için, her onarmış, bazılarını da yenilemiştir. Bunların ba- Kandilli İskelesi, Çubuklu İskelesi, Bostancı İske- türlü ihtiyaçlarını kolayca karşılarlarmış. Zaman- la bakımsız hale gelen bu bina yıkılmış. Mimarı Orhan Şahinler olan şimdiki bina, 1983 yılında inşa edilmiş. Beylerbeyi İskelesi: Bir söylentiye göre, yolcu- larının binmek için birbirlerini önden buyur et- meleri nedeniyle, vapurun kalkmasını sadece zarafetten geciktirdikleri İskele. Eee boşuna Bey- lerbeyi denmemiş bu çok güngörmüş geçirmiş semte… 1894 depreminde zarar gören ilk iskele Meydanönü’ndeymiş. 1898 yılında Kemal Ağa isimli bir kalfa tarafından onarılıp, yenilenen is- kele 2000’li yılların başlarına kadar hizmet ver- miş, daha sonra ise betonarme olarak tekrar inşa edilmiş. Karaköy İskelesi: Her gün binlerce Kadıköy-Hay- darpaşa yolcusunun kullandığı iskele. 22 Kasım 2008’de sulara gömülen Karaköy İskelesi şehir hatları vapurlarının çalışmaya başladığı ilk yıllar- dan beri var olmuştur. 20. yüzyılın başında yap- tırılan ilk iskele, 1936’da Haliç Tersanesi’nde inşa edilen yenisiyle değiştirilmişti. Bunun ömrü de taşıyıcı dubalarının eskimesi nedeniyle 1958’e kadar sürmüş, yerine çok kısa sürede bir yenisi yapılmıştı. Ne var ki, bu iskele de 1 Mart 1966

18 günü, iki Sovyet bandıralı tankerin çarpışmaları sonucunda denize dökülen mazotun tutuşma- sıyla, yanacaktı. Yanan iskele, 15 gün gibi kısa bir sürede onarılarak hizmete sokulmuştu. 22 Kasım 2008’de batan, dengesini 16 dubanın sağ- ladığı “Yüzen İskele” ise, 8 Ekim 1984’de kullanı- ma girmişti. Her biri 50 ton taşıma kapasitesine sahip bu dubalardan ön sol cephede bulunanı, 22 Kasım Cumartesi gecesi dalgaların etkisiyle delinmiş; su almaya başlayan 1.200 metre ka- relik iskele yavaş yavaş yan yatmıştı. Kurtarma ekipleri hasar gören tanklardaki suyu boşaltmak için uğraşsalar da, iskeleyi karaya bağlayan çelik halat kopunca, alabora olan iskele Marmara’nın karanlık sularına gömülerek gözlerden kaybolup gitmişti. Ertesi günkü gazeteler, sabahın erken saatlerinde Kadıköy ya da Haydarpaşa’ya geç- mek üzere gelen yolcuların şaşkın, çaresiz yüz ifadeleriyle doluydu. Çünkü kocaman iskele san- ki buharlaşıp uçmuştu. Yolculardan birisi yerinde yeller esen iskelenin olduğu yere boş gözlerle bakarken “daha dün geçmiştim bu iskeleden yahu” diyordu.

19. Yüzyıl ilk çeyreğinde düzenlenmiş, Bostancıbaşı Sicil Defteri’ne göre, o dönemki iskelelerden günümüzde olmayan ilginç isimlilerden bazıları: Tophane’den Kavaklar’a kadar… Tophane-i Kebir İskelesi Çavuşbaşı İskelesi Karabali İskelesi Hamal İskelesi Haraççıbaşı İskelesi Yahya Efendi İskelesi Kuyumcubaşı İskelesi Dereağzı İskelesi Hisar Mektebi ve Hamamı İskelesi Mekkizade Sebili Yanında İskele Hayrettin Paşa Cami-i Şerifi İskelesi Kılıç Ali Paşa İskelesi Kereste Meydanı İskelesi Köybaşı İskelesi

19 Köprübaşı İskelesi İstanbul Ağası İskelesi Humbaracıyan İskelesi Yukarı Mahalle İskelesi Bursa ve Mudanya kayıklarının İskelesi Buzhane İskelesi Anadolu Kavağı’ndan Haydarpaşa’ya Tophane-Balıkpazarı kayıklarının İskelesi Pirî Paşa İskelesi kadar… İskelesi Salhane İskelesi Çarşı İskelesi Tekfurdağı (Tekirdağ) gemilerinin İskelesi Meyyit İskelesi Hünkâr Tüfenkhane İskelesi Kürekçi Kapısı İskelesi Yalı Karyesi İskelesi Bab-ı Cedid İskelesi Atik Yağ Kapanı İskelesi Hamam İskelesi Duhan Gümrüğü Dairesi İskelesi Eğri Kapı İskelesi Salhane-i Ganem İskelesi, Hasır İskelesi Debbağhane İskelesi Kanlıca Pazar Kayığı İskelesi Yavedut İskelesi Bahaî Körfez İskelesi Çamur İskelesi Görsel Kaynak: İDO Yayınları “İskeleler Şehri İstanbul” Eser Tutel Havuz İskelesi Balçık İskelesi Hamam Önü İskelesi Yalı Hamamı İskelesi Sarayburnu’ndan Eyüp’e kadar… Sütlüce’den Tophane’ye kadar…

20 PERA’NIN JAPONLARI Yazı ve Fotoğraf Berat Alanyalı daki ilişkileri serimleyen akademik ve sosyal ça- lışmalar, bu vesileyle çeşitli mecralarda yer aldık- 19. yüzyıl sonlarında, Ertuğrul şehitleri için top- ça, tarihin kapıları biraz daha aralandı; gerçeklik, ladığı yardımı iletmek üzere geldiği İstanbul’a bazı belirsizlikleri içermeyi sürdürse de, daha bir yerleşen bir Japon düşünün... Torajiro Yamada görünür oldu. Bu yazı, üç ayrı akademik kaynak- adlı bu kişi, Sultan 2. Abdülhamit ile giderek dost tan referans alıyor. olsun, onun izniyle yıllarca Pera’da ticaret yapsın; kendisine “Abdülhalil” ön adıyla paşalık unvanı Suna- İnan Kıraç Vakfı bünyesindeki İstanbul verilsin ve tarih onu “Müslüman olan ilk Japon” Araştırmaları Enstitüsü’nde 16 Ekim 2010 – 13 sıfatıyla kaydetsin... Bir dönem askeri okulda Şubat 2011 tarihleri arasında düzenlenen “Hilal Japonca dersleri versin ve öğrencilerinden biri ve Güneş – İstanbul’da Üç Japon” başlıklı sergi, Mustafa Kemal Atatürk olsun! Aynı kişi, Rus-Ja- yolları Pera’dan geçen Torajiro Yamada, İto Chita pon savaşı sırasında İstanbul’dan yürüttüğü is- tihbarat çalışmalarıyla, Japonya’nın zaferinde büyük pay sahibi olsun!

Torajiro Yamada 1957’de ülkesinde ölen bu girişken Japon hak- kında, rivayetler muhtelif. Yukarıdaki özet kıs- men doğruları içeriyor olsa da, eksikler, fazlalar ve kimi yakıştırmalar var. Dijital mecrada gürle- şerek akan bilgi kirliği, arama motoruna bu efsa- nevi Japon’un adını yazan internet kullanıcısını yanıltabilir ve yukarıdakinden daha meraklı olan esas hikâyeyi kaçırmasına neden olabilir!

2003’ün Japonya’da Türkiye Yılı olarak idrak edil- mesine karşılık, 2010, Türkiye’de Japonya Yılı idi. Özellikle İstanbul, pek çok Japon konuğa ve Ja- Noda pon etkinliğine ev sahipliği yaptı. İki ülke arasın- Noda

21 Bu bilgilerin ışığında, o yılların Pera’sından birden fazla Japon’un gelip geçtiğini; Erdemir’e göre, Yamada’nın İslamiyet’i incelese de büyük olası- lıkla Müslüman olmadığını; Misawa’ya göre, ilk Müslüman Japon sıfatının Shotara Noda’ya ait olduğunu söyleyebiliriz. Esenbel’in anlatımıyla tanıdı- ğımız, eski bir deniz subayı olan Nakamura Kenjiro’yu da, Pera’da bıraktı- ğı izle anmak gerek: Bugün 50’lilerini sürmekte olan İstanbullu kuşaktan, yakın tarihlere kadar İstiklal Caddesi’ndeki varlığını korumuş olan Japon Oyuncak Mağazası’nı anımsamayan var mıdır? Kenjiro, o dönemde Naka- mura Shoten olarak bilinen ve resmi ilişkiler kurulmadan önce iki hükümet arasında diyalog sağlayarak adeta fahri konsolosluk işlevi gören o mağa- zanın sahibi ve Yamada’nın ortağıydı. Mesafeler uzak olsa da, iki ülke arasındaki kimi benzerlikler, Japonya’nın ilgisini Türkiye’ye çevirmesine yol açmıştı. Her iki ülkenin de başı kapüti- lasyonlarla dertteydi. Osmanlı ve Meiji hükümetleri, Batı uygarlığı ile bir

ve Otani Kozui adlı Japonların iki ülke ilişkilerindeki yapıcı etkilerini ortaya koyuyordu ve bu yazı için en zengin görsel kaynağı oldu. Projenin yöne- ticisi Prof. Dr. Ayşe Selçuk Esenbel’in sergi için kaleme aldığı “Yüzyılın So- nunda İstanbul’da Bir Japon Romantik: Yamada Torajirō ve Pera’nın ‘Japon Mağazası’ Nakamura Shoten” başlıklı makalesi, önemli kaynaklardan biriy- di. Tıpkı Erciyes Üniversitesi öğretim üyelerinden Yrd. Doç. Dr. Ali Volkan Erdemir’in, bir hakemli dergide yayımlanan “Torajiro Yamada’nın Türkiye ile İlgili Faaliyetlerine Gerçekçi Bir Bakış” adlı çalışması gibi.1 2010 Japonya Yılı çerçevesinde Türkiye’yi ziyaret eden Tokyo Üniversitesi öğretim üyele- rinden Prof. Nobuo Misawa’nın “Japanese Who Dwelled In The Ottoman Empire During The Meiji Era: Shotara Noda (1868-1905) And Torajiro Ya- mada (1866-1957)” adlı çalışması da, Yamada’yı Japon bakış açısıyla değer- lendiren kaynağı oluşturdu.

22 mücadele etse de, 18 Eylül geceyarısına doğru, Oshima (bugünkü adıyla Kuşimoto) kayalıklarında parçalanmaktan kurtulamadı. Enkazdan 69 kişi sağ çıktı. Heyetin başındaki Osman Paşa ve büyük şairimiz Can Yücel’in bü- yükbabası Çarkçıbaşı Ali Bey, hayatını kaybeden 533 kişi arasındaydı.

Olay, Japonya’da büyük etki yaratmıştı. Japon gazeteleri şehit yakınlarına iletilmek üzere birbiri ardına yardım kampanyaları düzenlemeye başladı. Yaygın sanıdan farklı olarak, bu kampanyaları Yamada başlatmamıştı. O, halkın kampanyalara katılımını artırmak için bir dizi konuşma yapmış ve bu konuşmaların düzenlenmesine, başında bulunduğu San San Bunpo ya- yınevi yardımcı olmuştu.

Ertuğrul’un hayatta kalan 69 mürettebatı, bir heyet eşliğinde, Ocak 1891’de, Kongo ve Hiei adlı iki fırkateynle, İstanbul’a getirildi. Yolcular arasında, yar- dım paralarının ilk bölümünü Osmanlı Hükümetine teslim etmekle görevlen- dirilen gazeteci Shotaro Noda da vardı. Noda, kampanyalara öncülük eden Jiji Shinpo gazetesinin elemanıydı. Gazetesine haber göndermek üzere 2 yıl kadar İstanbul’da kalacak, Sultan 2. Abdülhamit’in arzusuyla, Mekteb-i Fü- nün-i Harbiye-i Şahane’deki (askeri okul) bir grup öğrenciye Japonca öğrete- cekti. Bu arada kendisi de Osmanlıca, Osmanlı tarihi ve İslam tarihi öğrenerek Mayıs 1891’de Müslüman olacak, Abdülhalil ön adını alacaktı. Yaygın olarak Yamada’ya atfedilen bu olayların kahramanı, aslına Noda idi.

entegrasyon sürecinden geçiyordu. Japonya ve Osmanlı arasında diplo- matik ilişkiler kurulması, ilk kez 1875 temmuzunda, Japonya Dışişleri Baka- nı Terashima tarafından önerildi.

Türkiye ile Japonya arasında karşılıklılık esasına dayalı ilk diplomatik iliş- kiler 24 Temmuz 1923 tarihli Lozan Anlaşması ile kurulmuş olsa da, görü- lüyor ki, Türk-Japon halklarının yakınlaşması, çok daha eskilere dayanıyor. Bunu körükleyense, Ertuğrul Fırkateyninin 1890’daki trajik sonu:

1887 yılında Japonya İmparatoru Meiji’nin yeğeni Prens Komatsu, Os- manlı İmparatorluğu’na bir dostluk ziyaretinde bulunmuştu. İki yıl sonra, Sultan 2. Abdülhamit, iadei ziyaret amacıyla Japonya’ya bir heyet gön- derdi. Sultan’ın mücevherli imtiyaz nişanını ve seçkin hediyelerini taşıyan Ertuğrul fırkateyni, 11 ay sonra, 7 Haziran 1890’da Japonya’nın Yokohama Limanı’na ulaştı. Japon sularında üç ay kaldı, iyi ilişkiler kuruldu. 1890’ın 15 Eylül’ünde, Japon bahriyesinin hava koşullarıyla ilgili uyarısına rağmen Ertuğrul Fırkateyni, dönüşe geçti. Ertesi gün patlayan tayfunla ne kadar

23 Japonya’daki kampanyalarda, Noda’nın Osmanlı Hükümetine teslim etti- ğinden daha çok para toplanmıştı. Fakat, iki ülke arasında resmi-diploma- tik ilişkilerin bulunmadığı bir dönemde, parayı banka yoluyla göndermek mümkün değildi. Diğer gazeteler, para gönderme işlemlerini Noda ile bir- likte İstanbul’a gidecek fırkateynlerin kalkış tarihine yetiştirememişlerdi. İki gazete topladıkları yardımı bir şekilde sonradan gönderecekti. O dönem- de Japonya’da en büyük sirkülasyona sahip olan Osaka Asahi Shimbun ga- zetesi ise, Japon Dışişleri Bakanlığı tavsiyesiyle, elindeki miktarı, Ertuğrul Şehitleri Anıtı’nın yapılması için bağışlayacaktı. Anıt, 1891’de Kuşimoto’da yapıldı. Facianın her yıldönümünde, anıtta düzenlenen anma törenleri, Ja- pon ulusunun vefa ve saygı değerleri için etkileyici bir gösterge.

Toplanan yardımların görece küçük bir bölümü ve Sultan için çeşitli he- diyelerle 4 Nisan 1892’de İstanbul’a ulaşan Torajiro Yamada, kimdi? Hak- kında yazılanlara göre, soylu bir aileden geliyordu. On altı yaşındayken bir Çay Seremonisi Okulu ustası olup Yamada soyunu sürdürmesi için Yamada Shoju tarafından evlat edinilmişti. Batı kültür ve düşüncesinin etkisi altın- daki o dönem Japonyası’nda, bir ustanın en az bir yabancı kültürü tanı- ması, en az bir yabancı dil öğrenmesi gerekiyordu ki, bu önemli geleneği, yabancılara tanıtabilsin. Nitekim, iyi bir eğitim aldı; Çince, İngilizce, Alman- ca ve Fransızca öğrendi. Dönemin gazetelerinde makaleleri yayımlanıyor, Japon entelektüelleri ile arkadaşlık ediyordu. Peki, bu parlak Japon gencini İstanbul’a getiren asıl neden neydi? Referanslarıma göre, yardım parasını getirme vesilesiyle yola çıkan Yamada, İstanbul’da kalıp iki ülke arasında ticaret yapmayı daha en baştan aklına koymuştu. Bunu, o yılların Pera’sını anlatacağı ve arkadaşı İto Chuta’nın desenleriyle süslü “Toruko Gakan” adlı kitabında, kendisi de açıkça belirtecekti.

Yamada’nın getirdiği hediyeler arasında, bugün Topkapı Müzesi’nde sergi- lenen aile yadigârı bir samuray zırhı, kabzası altınla süslenmiş bir samuray kılıcı da vardı. “Shingetsu” adıyla 1957’de yayımlanan otobiyografisinde be- lirttiğine göre Yamada, gemiden inip Hariciye Nazırı Sait Paşa ile buluşmuş, toplanan parayı ve hediyeleri iletmişti. Ancak Prof. Misawa’nın, Noda’nın bir makalesi üzerinden aktardıklarına bakılırsa, Noda imdada yetişmesey- di, Yamada hayli zor duruma düşecekti! Noda, gazetesi Jiji Shinpo’ya şöyle risine yardımcı oldu. Onu askeri okuldaki makamına götürerek kendisine bir haber geçmiş: bir otel ayarladı. Bu gelişe sevinmişti. Bir süre sonra okuldaki Japonca öğ- retme görevini ve gazeteye Türkiye’yle ilgili haber geçme işini Yamada’ya “4 Nisan sabahı, Sait Paşa’nın gönderdiği bir ulak tarafından uyandırıldım. devredecek, iki yıl kaldığı Pera’dan, hastalığını bahane ederek ayrılacaktı. Dedi ki ‘Paşa’nın makamına bir Japon geldi, elinde birtakım kâğıtlar, ko- nuşup duruyor. Ama kimsenin bir şey anladığı yok. Çünkü bakanlıktakiler Torajiro, ilk gelişten bir yıl sonra, kısa süreliğine Japonya’ya dönmüştü. O İngilizce yerine Fransızca’da iyiler. Bir-iki saattir bir yere varılamadı. Siz- sıralar kendisi gibi Türkiye’de ticaret yapmakla ilgilenen Nakamura Kenji- den hemen bakanlığa kadar gelmenizi rica ediyoruz.’ Hemen koştum (...) ro ile ortaklık kurdu. 1893 yazında Nakamura Shoten mağazasını kurmak Ziyaretçimiz, Tokyo’daki Sansanbo şirketinin başkanı Bay Torajiro Yama- üzere beraberce Türkiye’ye döndüler. Kendilerine bir süre, mallarını Tica- da, buraya Japonya ile Türkiye arasında ticaret başlatma amacıyla gelmiş ret Odası’nın bir bölümünde sergileme izni tanındı. Bu arada Torajiro, II. görünüyor. Ertuğrul için toplanan bağışın yanı sıra çeşitli ticari mallar da Abdülhamid’in 4. Rütbe Mecidiye Nişanı ve 4. Rütbe Nişani Osmaniye ile getirmiş…” Bu tanıklık, Yamada’nın eğitimiyle ilgili soru işaretleri yaratıyor. ödüllendirildi. Osmanlı İmparatorluğu’nda Fransızca, birinci yabancı dilken, Yamada’nın meramını anlatabilmesi beklenirdi. Anlaşılan, Fransızcası söylendiği gibi Mağaza önce Pera’daki Hazzopulo Pasajı’nda açıldı, sonra Çiçek Pasajı’na çok da iyi değildi. taşındı. Japonya’dan ipek, porselen, çay, lake eşyalar, paravanlar, el işleri ve maden suyu getirtiyordu. Pera’da, kısa sürede bir Japon rüzgârı esme- Yamada ile böylece tanışan Noda, Sait Paşa’ya durumu anlatarak hemşeh- ye başladı. Sultan ve Osmanlı hanedanı, mağazanın en önemli müşterileri

24 oldu ve bugün saray müzelerinde sergilenen de- ğerli Japon koleksiyonlarını satın aldılar.

Nakamura Shoten mağazası, Japonya ile Os- manlı dünyası arasında ithalat/ihracat için tek adresti. Torajiro, Osmanlı Ticaret Odası ile iyi iliş- kiler kurdu ve eşantiyon sergileyen mağazalar için yürürlüğe giren yönetmelikten faydalanarak “ticari müze” statüsünde çalışabildi. İki ülkenin karşılıklı anlaşması olmadığı halde, Osmanlı yö- netimi açıkça buna izin vermişti.

Artık Nakamura Shoten, İstanbul’u ziyaret eden seçkin Japonların merkeziydi. Fikir sormak, bilgi almak, İstanbul turları yapmak için hepsi oraya başvuruyordu. Giderek, iki hükümet arasında diyalog sağlayan, çeviri hizmetleri sunan, rande- vular ayarlayan, Japon ziyaretçilerin sorunlarını çözen bir gayriresmi elçiliğe dönüştü.

1904’te, Rus-Japon Savaşı patladı. Bir yıl sonra Japonya’nın zaferiyle son- lanacak savaş sırasında, Japon Dışişleri, Nakamura Shoten’i istihbarat merkezi gibi kullandı. Torajiro Boğaz’dan Rus filo- sunun hareketlerini izliyor ve adamlarına da Galata Kulesi’nden dürbünlerle sokakları gözetletiyordu. Günlük raporlarını, mek- tuplar ve telgraflar yoluyla gönderiyordu. Esenbel’in tanımıyla Nakamura Sho- ten ve Torajiro’nun rolü, resmi olmayan ama bir yandan da tam olarak gizli yürümeyen bir “alacakaran- lık diplomasisi” idi. Yamada etrafındaki efsanelerden biri de, Japonların zaferini, bu başarılı istihbarat çalış- masına bağlıyor. Oysa Prof. Misawa, Yamada’nın bu sü- rece katkısının abartıldığını düşünüyor.

Torajiro, Birinci Dünya Sa- vaşı arifesinde Japonya’ya kesin dönüş yaptı. Pera’lı günlerinde, “Japonya’nın

25 Ticari Temsilcisi” sıfatıyla, Fransızların kurdu- ğu Osmanlı Tütün Reji’sinde gözlemlerde bu- lunmuş ve Japonya’da, Osmanlı’daki gibi bir tekel kurulması için önayak olmuştu. Ülkesin- de, kâğıtçılık işine girdi. Tütün sarmakta kul- lanılan pirinç kâğıdı üreten bir şirket kurdu, ticari dehasını sürdürdü.

Yamada, 1931 yılında, bir kez daha Türkiye’ye gelecekti. Japonya-Türkiye Ticaret Cemiyeti Başkanı sıfatıyla Selanik Fuarı’na katılan Ya- mada, Atatürk’ün davetiyle İstanbul’a geçti. Türkiye’nin cumhurbaşkanı, Yamada’nın 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı kutlamalarına ka- tılmasını istemişti. Yamada’nın otobiyografisi Shingetsu`da aktardığına göre, Atatürk bu görüşmede, yıllar önce Harbiye’de Japon- ca öğrenen öğrenciler arasında olduğunu söylemiş. Halbuki Prof. Misawa, Atatürk’ün, Yamada’nın öğrencisi olduğuna ilişkin söylentiyi şöyle çürütüyor: “Yamada’nın, İstanbul’daki askeri okulda Atatürk’le karşı- laşması, aradaki büyük yaş farkından dolayı, mümkün değildir.”

Yamada’nın Toruko Gakan ve Shingetsu adlı kitapları, yer yer diğer yazılı kaynaklarla çe- lişkiye düşse de, o yılların Türkiye’sini ya- bancı gözüyle yansıtan önemli bir kaynak. Türk kültürünü Japonya’ya, Japon kültürünü Türkiye’ye taşıyan bir kaynak kişi, Yamada. Düşünsenize, o dönemin Japon gazetelerin- de, İstanbullu yaşam biçimlerinden Türk ti- yatrosuna kadar geniş bir yelpazede pek çok makale yayımlamış. Direklerarası’nda sergile- nen kimi oyunları Japonca’ya çevirmiş.

Gelişinde ticaret niyeti gütse de gütmese de, Müslüman olsa da olmasa da, Atatürk’e Ja- ponca öğretse de öğretmese de, iyi Fransızca bilse de bilmese de, iki kültürün 120 yılı aşan dostluğunda, Yamada’nın payı var. Elbette, yolu Pera’dan geçen diğer Japonların da... Zamanla ilerleyen çalışmalar, belki gerçeğin üzerindeki sisi biraz daha dağıtacak. Belki de bu ilginç Japon karakteri, hep biraz efsanevi kalacak.

1 Anadolu Ünı̇versitesi Sosyal Bilimler Dergi- si-Cilt: 11 - Sayı: 1: 217–228 (2011).

26 AŞK VE SİLAH

27 Yazı: Elvan Arpacık Fotoğraf: Ferhan Arpacık bir kent devleti oldu. Kent sırasıyla; Milanolu Bu meydanlardan birinde “Verona Meryem Ana- Biri aşkın, zarafetin ve sûkûnetin kenti, öteki si- Viscontiler’in, Cumhuriyetin, Napolyon’un ve sı” olarak bilinen Roma heykeliyle süslenmiş lahların kasabası. Birinde yaşanmış aşkların en Avusturya’nın yönetimlerine geçti. Birbiri ardına nefis bir çeşme vardır. Bir başka meydanda ise büyüğü, ötekinde ortaya çıkmış silahların ölüm- süren bu yönetim değişiklikleri, İtalyan birliğinin ortaçağda fermanların okunduğu dört sütunlu cül gücü. Romeo ve Jülyet’in yaşadığı Verona ve kurulmasıyla son buldu. tribun Capitello. İlahi Komedya’nın yazarı Dante ünlü Beretta silahlarının üretildiği Gardone’nin İtalya biraz da meydan kültürü demektir. Verona Alighieri’i temsil eden Dante heykeli de bu mey- Val Trompia Kasabası’ndan söz ediyoruz. da görkemli sanat eserlerinin süslediği ve Röne- danlardan birinde biraz asık suratlı olarak sizi Verona, Venedik’ten sonra kuzeydoğu İtalya’nın sans etkisinin kendisini her köşede gösterdiği karşılar. Altına asılan bir balina kaburgası nede- en büyüleyici kentlerinden. Bir Roma koloni- Pizza’lar yani meydanlarla doludur. Pizza Bra, Pi- niyle Arco della Costa (kaburga kemeri) da dik- siyken Scagligeriler’in egemenliğinde önemli azza delle Erbe, Piazza dei Signori… kat çeken ilginç bir yerdir. Etrafı seyretmek için

28 sarayın (Torre dei Lamberti) kulesine çıkmalısınız. Kentin en önemli kiliseleri: Santa Maria Antica, Sant’ Anastasia ve San Zeno Maggiore. Sant’Anastasia’da iki kutsal su kabı bulunur. Bu kutsal kap- lar halk arasında kamburlar denen çömelmiş iki çirkin figürle desteklenir. Kilisenin kutsal odasında ise kilisenin en değerli parçası korunmaktadır. Bu parça Pisanello’nun “Aziz George Trabzon Prensesini Kurtarırken (1436)” adlı çok hasar görmüş freskidir. Verona’daki kilise yüzlerinin çoğu bölgeye özgü gül renkli taşlarla kaplıdır. Duomo Katedrali de pembe cephesiyle bu taşların en güzel örneğini ser- giler. Katedralde Tiziano’nun “Farz” adlı tablosu bulunmaktadır. Verona’nın Castelvecchio Sarayı’ndaki resim koleksiyonunda Giovanni Bellini dahil ol- mak üzere Roma kalıtlarından Rönesans tablolarına kadar pek çok sanat

29 Karşı sayfa ve bu sayfadaki resimlerde görüldüğü üzere, Verona’nın asalaet ve zarafeti kentin insanlarına da yansımış. Romeo’nun Jülyet’e “Asaletim sadece aşkının tapınağına girdiğimde olacak içimde. Bir gün yıkılırsa bedenin başka ülkelerin çamurlu evler- inde: Bil ki bütün denizleri ayaklarına dökeceğim.” diye seslendiği ve Juliet’in “Eğer sevgin azala- caksa gittikçe çoğalan aşkımdan, Bırak avcılar çıkarsın kalbimi yerinden! Sök at ne varsa: çamura bulanmış sevdaları, bu dağların ceylanlarını, kana susamış kontları ve senden arta kalan şu cılız bedenimi! Yok et benim olmadığım bütün şatoları. Görebileceğin bir şey kalmasın benden kalan…” diye karşılık verdiği Verona... Aşağıda ise 500 yıldır ürettiği silahlarla zenginleşen Kuzey İtalya’nın varlıklı Val Trompio Kasabasının silah müzesindeki silahlar. eseri mevcut. İtalya’nın en önemli opera festivali de yine bu kentte (Roma Amfitiyatrosu) düzenlenir. Birbirine yürüyüş mesafesinde anıtlar ve müzelerle dolu bu eski kentte bir yer var ki, ziyaretçiler, Ro- meo ve Julyet epiğine kapılmadan edemez. Casa di Giulietta (Julyet’in Evi) dır bu. Shakespear’ın romantik trajedisi asudeliğin, zarafetin, soylulu- ğun kenti Verona’da geçer. Kent, çağlar boyunca insanları etkileyen, sonu acı bitmiş gerçek bir aşka tanıklık etmiştir. İtalyan hikayeci Bandello’nun (1485-1553) kaleme aldığı bu gerçek hikâyeden Shakespear da (1564-1616) etkilenmiş ve ölümsüz eseri Romeo ile Jülyet’i yazmış. Hikâye tanıdık. Bu topraklarda da pek çok kez yaşanan, belki de romantizmle süslenmediği için kayda geçmeyen bir acı gerçek; sevgiyi nefretle boğmak. Kimi mezhep, kimi din, kimi de sosyal farklılık gerekçeleriyle birbirlerine uygun görül- meyen âşıklar, onları intihara sürükleyen ya da öldüren aile yakınları. Biz Verona’ya dönelim. Birbirine düşman Capu- lets ve Montagues aileleri. Nefretleri öyle bü- yüktür ki, karşılıklı ölümler olmuştur bu yüzden. Sürekli yaşanan olaylar kentin huzurunu da ka- çırmıştır. Prens Escalus, eğer olaylara karışırlarsa

30 Silah üretse de barış içinde yaşayan kasaba Val Trompio’dan bir sokak köşesi ve kasabanın eski banaşalrından biri.

ağır cezalar vereceği konusunda her iki aileyi de uyarır. Bu iki düşman aileden Monteguler’in oğlu Romeo’ Roseline’’e âşıktır ama aşkına karşılık bulamamıştır. Romeo’nun yakın arkadaşlarından biri de, Romeo’yu bu umutsuz aşktan kurtarmak için onu Capuletler’in vereceği bir maskeli baloya gitmeye ikna eder. Arkadaşının amacı Romeo’nun baş- ka genç kızlarla tanışıp Roseline’i unutmasını sağlamaktır. Öyle de olur ama bir farkla, Romeo pek çok genç kız arasında, gönlünü gider düşman ailenin kızı Jülyet’e kaptırır. Capuletler’in kızı Jülyet’le Romeo birbirlerini görür görmez âşık olurlar. Gizli buluşmalarının tek tanığı Jülyet’in dadı- sıdır. Evlenmeye karar verirler. Rahip de bu sevdanın iki aile arasındaki

31 Sol üstte taraftaki resim Verona’daki bir...... Silah Müzesi’nin girişindeki levha. Sol tarafta müzede eski silahları gös- teren çizimlerden biri. Sağ tarafta müze binası ve sağ üst köşede silaha sanat eseri niteliği kazandıran kabza işlemelrinden bir örnek. düşmanlığı yok edeceğini umarak üzerine Prens Romeo’yu yakalatma emri çıkartır. Bu arada Jülyet başkasıy- onları gizlice evlendirir. Romeo bir la evlendirilmek istenmektedir. Hikâye devam eder. Sonunda iki âşık ölür. gün yolda yürürken Jülyet’in aile- Aileler ezeli düşmanlıklarının bedelini evlatlarını kaybederek öderler. sinden Tybalt kendisine ağır haka- retlerde bulunur. Romeo Jülyet’i Romeo, aşkın dalgalı denizine kendini her an bırakmaya hazır bir yürekti. düşünerek Tybalt’ın sözlerine ce- Bu denizin hırçın dalgaları aşk çocuğu Romeo’yu alıp götürdü, ama sevgi- vap vermez ama yanındaki arkada- lisi Jülyet’in ruhu Verona’da bir heykelciğin gövdesinde yaşıyor hâlâ. Gelip şı dayanamayıp Tybalt’la düelloya geçenlere sevgi dolu yüreğini açıyor. tutuşur ve yenilerek ölür. Arkadaşı- İnanışa göre, Jülyet heykelciğinin kalbine elinizi koyarak tutacağınız dilek nın kendisi yüzünden ölmesine de gerçekleşecektir. Aşktan başka bir duygu tanımamış Jülyet’in genç yüre- Romeo dayanamaz ve Taybalt’la gi- ği, dileğinizin gerçek olması için çarpacaktır. Elinizi heykelin sol göğsüne riştiği düelloda onu öldürür. Bunun koyar ve dileğinizi Jülyet’e fısıldarsınız. Her dilek onun yüreğinin aşkla

32 Tarihteki örnekleriyel silahlar. Üstte Val Trompio’dan günlük yaşam Müzede Val Tropmpio kasabasının eski halini gösteren bir fotoğraf

çarpmasını sağlıyor biz duymasak da. Siz dilek kasabada pek çok aile geçimini silah üretimiyle kasaba. 500 yıllık silah üretme geleneğine sahip dileyin ki onun kalbi atmaya devam etsin. sağlamıştır. Bu ailelerden en ünlüsü bizim ülke- bu kasabada, bir silah müzesi var ki, gezilmeye Gardone Val Trompia ise Kuzey İtalya’nın zengin mizde de Beretta adıyla bilinen silahların üreti- görülmeye değer. bölgesi Brescia iline bağlı şirin bir kasaba. Bu cisi olan ailedir. Silah üretmelerine rağmen ba- Müzede sergilenenlere şöyle bir göz attığınız- rış içinde yaşamış ve yaşamaya devam eden bir da, adındaki ürkütücü anlama karşın, bu ölüm

33 araçlarının İtalyan Rönesansından nasiplenmiş sanat eserleri olduğunu görürsünüz. Müze görevlisi bize silahların üç temel amaç için üretildiğini söylüyor. Avlanmak, savunmak ve savaşmak. Beretta Ailesi’ne gelince; 1641 yılında Giovanni Antonio Beretta, dönemin yöneticilerine kendi buluşu olan ve yeni bir ateşleme sistemiyle ça- lışan topu sunuyor. Bu top modelinin ateşleme sistemi, o güne dek üretilenlerden çok daha güvenlidir. Ateşleme sırasında doğan tehlike, olabilecek en az düzeye indirilmiştir. Kullanımı da çok daha kolaydır. Bu sitemde ateşleme sıra- sındaki dağınıklık toparlanmış, hedefe yoğun- sonra bu yeni topun çok daha güvenli ve ko- Üstte Verona2nın tarihi sokakları. Yanda laşma sağlanmıştır. Yapılan pek çok denemeden lay kullanımlı olduğu saptanmış ve dönemin silah kasabasının ara sokakları. hükümeti Serenissima, üretim için tam destek Altta. Jülyet’ten dilek dileyen bir çift. vermiştir. Yeni silah gemi pruvalarında büyük kolaylık sağlamıştır. Beretta Silahları şeref kurtarmak adına nice dü- ellolara aracılık etti kim bilir. Kaç kişi kazandığı için onurlandı, kaçı canından oldu. Avcılar kaç hayvan türünün neslini tüketti bu silahlarla. Top- raklar savunuldu, uluslar savaştı. Müzedeki görü- nümleri güzel olmasına güzel de, sonuçta onlar birer bir ölüm aracı. Silah denince Türkiye’de neden akla Beretta gelir derseniz? Sorunuzun cevabı belki de Amerikan filmlerindedir. Cehennem Silahı filminde Beretta başrolü kimselere kaptırmadı örneğin. Silah gibi soğuk bir konuyu ve silahın geldiği konumu Val Trompia Kasabası’nın geçmişinde bırakmakta fayda var. Val Trompia’da inci gibi işlenerek sanat niteliği kazanmış silah kabzaları bile onlara duyulan so- ğukluğu gideremiyor. İyisi mi siz Verona’ya geçip Jülyet’in kalbinin sıcaklığına sığının.

34 SEYYAR YEMEKÇİLER

Yazı: Ayşe Kilimci ortaya çıkmış olur. Seyyar yemekçileri ortaya çıkaran, ayaküstü atıştırma gereksinimi. Biraz da Bir Roma imparatoru, o dönem Roma sokaklarında satış yapan seyyar yiye- zamandan ve keseden daraçlık. Sokakta yemek içmek. Bir ağaç altına seri- cekçi kadından haşlanmış lahanayla et köftesi almış ve afiyetle yemiş, kayıt- len, kaldırım üstüne açılan sofralarda, alemin ortasında yemek. Hem ucuz, lara bakılırsa. Hatta küçük de bir koğ (Çukurova dilinde dedikodu) yazılı bu hem keyifli, şenliği çok sokak sofralarına herkesle oturmak. Dünyamızın en tarih öncesi konuda, imparator cimriymiş, parasının üstünü tam olarak alıp eski iş kolu. öyle ayrılmış satıcının yanından. Sarayında onu bekleyen güvenli nice ye- mek olduğunu kulağına fısıldayan görevliyi umuruna almamış, demek canı Kendi özel ekmeklerinin içine haşlanmış et koyarak, ilk gezgin soğuk sand- çekmiş, sokakta satılanın tadı da adı da bi başka canım… viçi Hititler yapmış. Anadolulu atalarımız Hititler. Ben niyeyse, Adana’nın anlı şanlı ciğer şiş’inin de onlar- Sokak arası tadlarının ilk dan geldiğine inanırım. akla düşeni, balık ekmek, camekânlı seyyar arabada Ekmek, bira, şarap, zeytin ve tepeleme yığılı nohutlu pi- zeytinyağı, ayrılık ve aşk… lav, yanında didilmiş tavuk Bunların son ikisi de soğuk eti. Sonra midye , yenen nanelerdir biliyorsu- elinizin artığı, hazreti koko- nuz… Dünden bugüne gel- reç… Köfte, , göz- miş, günümüzden geleceğe leme, dürüm, ekmek arası göndermekte olduğumuz her bir şey… marifetler… Mısır mutfak kültürünün bin yıldan bu Güneyin anlı şanlı karın ve yana baklayla yaptığı nice bumbar dolmasını satan aşın tıpkısı bizim mutfağı- seyyarlar. Patlamış, haşlan- mızda da yok mu? Acı bakla mış ve közlenmiş mısır. Kes- çerezinin, içlenmiş taze bak- tane kebap, turşu, pamuk lanın sokak aralarında satıl- şeker, ağabeyci, macun, ması? Hele onların çiğ nohu- Şambali, ciğer şiş, börek, tu öğüterek, içine sarımsak kahve, gazoz, biliyla, tahan katıp köfte edip kızarttığı ve , , , limo- bunun sıcak sıcak ayrı tada, nada, , meyve soğuduktan sonra gene çe- çay, çiğ köfte, salatalık, bö- rez niyetine sokaklarda satıl- rek… İzmir’in ünlü sübye- dığı da aynı değil mi? Mısırlı- si, kavun çekirdeği şerbeti, lar çiğköfte bile yapıyormuş, ki eskiden mutlak yanında bunun kanıtı freskler var, peksimetle satılırdı. Sonra, ben onların yalancısıyım. boyoz… Şimdi ilkini yapan kalmadı. Ama karadut şerbeti, demirhindi, boyan, limonata, kahramanca Havva anamızdan bu yana, kırsalda toplu çamaşır yıkanan dere boyların- ünlü meşrubat markalarına karşı süngü savaşını sürdürüyor. da çırpı ateşinde biberi közleyip limon sıkarak yiyen kadınlar, gözleme de yapar, hatta bu işte bir yetişkin kadın ve yanında bazı küçük kızlar gö- Bu sektör enternasyonal, dünyanın her yerinde acıkan karınla onu doyur- revlendirilir, onun çamaşırını da öbür kadınlar yıkayıverir, o aşanalık eder. ma işi aynı, aşağı yukarı… Tavanı gökyüzü, zemini toprak, deniz yahut so- Çamaşır yıkayan kadının önünden hamam böcüsü bile kaçar der eskiler, kak olan duvarsız mutfaklar bu ayaküstü atıştırmacılar. Ucuz, şenlikli yer- öyle yorulup acıkır ki kadın, sırtı kolu tutulmuştur yemek de pişiremez, yor- yüzü sofraları, cümbür cemaat oturulan… gunluktan önüne ilk çıkanı tutup ya ağzına atarsa diye korkmuş olmalı bö- Karın doyurma sektörünün ilk girişimcileri gezgin yemekçiler. Bugün cek… Çamaşır seyrana çıkınca da elbet ayaküstü atıştırmanın ilk örnekleri dünyada karın doyurma işi akıl almaz boyutlarda, büyük paralar ve ünlü

35 ve onun emekçileridir. Dünyada bu alanda akıl almaz noktalara gelindi- ği benim zerrece umurumda değil, kaldırımlar- dan kokoreçin silinecek olması ama fena halde umurumda… Bu sokak arası sofralara keyf ehli oturur. Ağaç altını, sokakta atıştırmayı sevenler… Ne dikkat özen ne de çatal bıçak tangosu gerekmez bu sofralarda. Tost sektörü ve elinde tepsiyle dikilen yeni müşteri yüzünden lokmanın boğaza dizildi- ği fast food denen hızlı tıkınma sektörü sözünü ettiğimiz sofralardan sayılmaz… Kumpir denen patates sarayı ama, külde patatese aşinalığımız- dan olacak ki, hemencecik bağrımıza bastığımız iki sektör arasında bi yerlerdedir ve bize daha yakındır. Bunun külde patates gömmesi, sonra kâğıt külahta satılan kızartılmışı, sonraları taze patatesin tüm tüm soyulmadan ilkin haşlanıp sonra kızartılarak ya da fırınlanarak satılanı ile, kumpire geçişimiz aşama aşama oldu. Eskiden seyyar sosis pilavcı vardı. İstiklal’de, tel tel dökülen nohutlu pilavla, salçalı suda pişmiş sosisi aynı tabakta alıp, eşliğinde yerdiniz, kaldırımda. Fatih devri seyyar yemekçileri, pilav, kuskus, fodla (pide) ve tatlı satarmış. Cüppe altından sırta bağlı mutfaklarda büyük şefler marifetiyle muhte- se, bunun ilk ırgatları ve hâlâ ırgat kalmaktan kesedeki içki, ucu musluklu bağırsakla cebe giz- şem gösterilere, parıltılı bir sunuma dönüşmüş- onur duyanları, bu ayaküstü atıştırma sektörü lenip, öteki cepteki kadehle müşteriye sunulan mey’e müşteri yumruk mezesini katık edermiş. D. Gürsoy“ Tarih Süzgecinde Mutfak Kültürü”(Oğlak Yayınevi) nde Musahipzade’den aktarır, 1745’te Kâğıthâne mesiresi seyyarlarını; “Simitçi, börekçi, pideci, çörekçi yanında kuş lokumcu, tablasına di- kine yerleştirdiği lokumlar yanına revani, zülbiye, sütlü lokum, kek, un kurabiyesi dizer. Kebapçı ça- dırında şiş, döner, tandır pişer, kuşbaşı kavurmalı nohutlu tereyağlı pilav kazanı kebap tandırı ya- nına yerleştirilir. Helvacı çadırında sütlü bademli irmik, nişasta, Amasya kırmasından un helvaları büyük sinilere yığılı samsa, sarıburma, , dilberdudağı kadayıf sıralıdır. Sacda pişirilen ince yufkaya bal kaymak tereyağı sürüp yaptığı bazla- maları satar. Arnavut şerbetçisi, topuzlu şişelerde kırmızı şerbetini gezdirir. Yoğurtçu, Alibeyköy’ün çörekotlu yoğurdunu… “ Bildik lokantalar için II. Meşrutiyet beklenecektir. Yalnız yemek, tatlı, şerbet değil, meyhaneler de seyrana çıkar. Eskiden meyhane kimi meslek er- babına yasakmış, hamal, kayıkçı ve ayaktakımı zadelere. Onlar için icad olan seyyar meyhane

36 sayısını Çelebi 800 olarak verir. Gezgin saki, cebindeki zeytin, peynir, pas- tırma verirmiş diye. Eski Ayvalık’ta Sakızlı mastika satarken, sepet peyniri, deniz kestanesi, midye, Boşnak turşusu (çarliston bibere basılı peynir/kaymak) üstüne de reyhan dalı sunarlarmış “Susam helvası, cevizli haşhaşlı helva satsa/Turp, şalgam, ayran satıcısı olsam/taşırken omzum- dan ayran güğümüsırığını/yollar aşarken haykırsam; Kokonalar işte cevizli, susamlı helvalar/Köpüklü ayran alınhanımlar” (seyyah Nicolay, 1577, Sula Bozis, İstanbul Lezzetleri) Tatlıcılar gizli, aşikâre şakalarla sunarmış malını. Arnavut ciğeri, ekmek içinde, ayrıca köfte piyaz, börek, poğaça, ata yüklü küfelerde, ekmek, teldolapta takım ciğer ve kadayıf satılırmış. Nohutlu pilav, yalancı ve midye dolma, topik, uskumru dolması satan seyyarlar, akşam Galata, Tophane, Balat meyhaneleri önünde saf tu- tarmış. Ciğerci, yoğurtçu, yumurtacı, kaymakçı, muhallebici, aşure ve salepçi, bozacı, helvacı, macun, şerbet ve dondurmacı, leblebici, turşucu, yufkacı, simitçi, mısırcı, kestane ve buzcu, otçu, tatlı mayacı eksik olmazmış sokaktan. Sula Bozis anlatır; yılda beş kez yortu öncesi sokaklarda kilise ekmeği litur- gia ve salyangozcu geçtiğini, sokaktan. Biz okkagül’cü, yengeççi, bardacıkçı, ipte alıççıya mazak incir- ci, boyoz, peksimet, sübyeciye, aşure ve bicibici satanlarla, şambalici, karadut şerbetçiye yetiştik İzmir, Hisarönü’ndeki şerbet sebillerinde özel günlerde ve mevsimi- ne göre değişerek bal, nar yahut gül şerbeti dağıtılırmış. (Dönertaş, Gaffarzade, Kemeraltı sebilleri farklı, onlar su dağıtan sebiller, ama sözünü ettiğimiz şerbet, bal sebilleri). Kapının iki yanında duruyor, yon- ca yaprağını andıran dilimli yuvarlağımsı, üç musluklu, sade, güzel ve ne yazık ki artık işlevsiz, çiçek altlığı olmaya ten- zil-i rütbe etmiş. Ama olsun, biliyoruz ki, üs- tünde yıldızlar olan bir şerbet sunumunu akıl etmiş, kültürümüz. Sokakların esas kızı pa- mukşeker bir pembe

37 rini saymıyorum, onlar çakma… Bulut ve aşk po- şete sığar mı, böylesi ötekisinin, yani bulutun ve aşkın tadını verir mi? Bu mümkün mü? Şimdi rüyasız mısır patlağı satılıyor arabalarda, onlar da azaldı zaten, altı delikli tenekeden olan tel mısır dolaplarına doldurulan mısır, ateşe tu- tulur, çiçek açar. İzmir’de bu patlamış mısırı bal- la kargılara çomuş çomuş yapıştırırlar, olur size pembe gül, ya da sümbül… Asıl hoşluk taşıma- sında, belli ki seyyarın camlı arabaya mecali yok, alamamış, tutmuş koca bir kargıya sağlı sollu çentik atmış, bu minnak pembe çiçekleri o çen- buluttur, aşkı andırır… Pamuk şekerci de imalat tiklere sıkıştırmış, sonra sırtlamış. Ne oluyor bu gereciyle sokaklara düşen bir seyyar olduğundan, durumda, sokaklarda “ballı gül vaar “ diyerek yü- gezenti mutfaklar sınıflamasına alnının akıyla gi- rürken, çiçek yüklü bir ağaç yürüyormuş gibi olu- rer bu görsel şölene. Sıcak, dönen çarkın kalbine yor, mısıra rüya katılıyor… Ağaçlar ayakta ölmek- akıtılan tozşeker, şeker boyasını da alıp pembe- le kalmaz, bazen işte böyle ayaklanıp yürür ... cik bir bulut olur da sopayla alınır, elinize tutuş- Kırşehir yöresinde haşlamalık mısırı yazdan ko- turulur, anlaması güçtür… Sistem basit, ham- çanından sıyırır, kuruturlar, sonra haşlayıp bar- madde iki tozşeker ve ateş deyip geçmeyin, so- dak hesabı sokakta satarlar, bu da başka bölge- nuç kocaman bir pembe bulut, pamukşeker aşka de görülmez. Ha, şimdinin o pahalı alışveriş sa- mı benzer birazcık? Tadarken ağzınıza yüzünüze raylarında Parmesan peyniri tozu atılarak bir kilo bulaştırırsınız, yanaklarınızda balı kalır, ağzınızda sardalya ederine satılan bir bardak haşlama mısır ve zeytinyağı yanında kırmızı, sarı, kahve renkli tadı, elinizde sopası, pamukşeker bir hayaldir… değil benim söz ettiğim. Proleter mısır… Mahalle aralarında gezen seyyar ocaklarda şe- lop yumurtaların tokuşturulduğu, su ve şerbet kercinin beş dakikada yapıverdiği bir pembe ha- Seyyar mutfakları toplu iftar çadırlarında görü- içildiği, sudan geçilmesi şart olan özel bir şölen. yal, beş kuruşa koskocaman bir rüya… Şimdinin yoruz. Kızılay’ın yemek çadırlarında da. Hırdellez sofrası kapanık mutfak sevmez, göğal- naylon poşet geçirilmiş ve soğuk pamukşekerle- Hıdrellez bir yeryüzü sofrası. Kırda, yeşil sebzeler tı, çalı dibine kuruluveren ocakta çay demlenip dökülür, sofra serilir. Mutfak hünerinin açık havada topluca sergilenip tadıldığı toplum- sal kaynaşmadır. Bahar, karşılanırken yeşil ye- nen, kırlara döküldüğümüz, ateşten atlayıp dilek tuttuğumuz, sudan geçip arındığımız bir büyük şölen mi, yoksa cümleten çocuk olmak mıdır? Hıdrellezde ağaca asılan hamurun mayası tu- tarsa, dilenen olur. Ağaç kaşık havaya atılır, yüzü yukarı düşerse bolluk bereket demektir. Çiçekler kaynatılıp içilir, yüze sürülür. Çayırda yuvarlanılır, dalağanla beden döğülür. Tahta Kuşlar Köyü’nde, özgün bir an’ane uyarınca Hıdrellez, mezarlık- ta ölmüşlerle kutlanıyor. Katıldığım bu şenliğe bayıldım, mezar aralarında ölmüşlerle sağlar sofrası açılıyor, hayat dolu, mezar üstlerine gül yaprakları serpik. Herkes çıkınını açıp, yemeğini koyuyor sofraya, kahveler köze sürülüyor ve ya- rım fincan da olsa kırk kere ikram ediliyor, alma- mak ayıp. Elinizi kalbinize koyup, dudak ve alna değdirmelisiniz, alırdım ama ne çare, mealinde. Ev kuytusuna bırakılan un kabına Hızır’ın gelip el izi bırakacağına inanılır, nafile orucu tutan olur. 3 S’li yemek yenmesi adettir, soğan, süt, vs. Hızır İlyas’ın Abıhayat yolculuğunda yediğine

38 inanılan buğday kavurması dağıtılır. közde pişirilen küçük soğan kebabı, etten aziz- Seyyar sofraların en güzeli bence kırk yıl önce, 23 dir, tiryakisinin gözünde. Çarşı mutfağı da denen Nisan kutlamalarında Çocuk Esirgeme’nin kur- bu seyyar aş sunumunda kışları kelle paça, ciğer duğu sofralar. Yurt çocukları halkı ağırlardı, uzun şiş yanında sabah kahvaltısında bakla ezmesi, uzun, beyaz örtülü sofralar üstünde, fuarda, etli simit, humus vazgeçilmezdir. Biber salçası, tuzlu pilav sunulurdu, bir de gazoz. Halk ve çocuklar yoğurt sürülmüş ekmekler öğlen sahneye çıkar, yan yana otururdu bu gani sofraya. kebapla birlikte, elbet lahmacun da… Küncülü tırnak ekmeği de… Biliyla, sarı bülbül adıyla da Yörük mutfakları hele göç üstü, açıkhava mutfağın satılır. Antakya’da öğleden sonra mesire yerle- sahicisidir… Kömbe yapılır (çift sacla, üstteki saca rinde içki içmeye giden erkekler Uzun Çarşı’dan kızgın kül konup kapatılan hani), mayalı hamur humus, oruk, börek, biberli, lahmacun alır. iki yanı çentiklenip, kızgın yağda kızartılıp keçi ayağı olur, berekettir. Pastırmalı yahut sade yağa Çatısız sokak yemekleri genelde yöresel, ucuz, yumurta, açık ekmekli dürüm, üstüne pekmezle lezzetli ve her an yenmeye hazır, kolay ve keyifli. karılan tereyağda kavrulmuş unun, ıslak kaşıkla Yoksa neden dünyamızda her gün 2.5 milyar in- biçimlendirilip, ceviz döşenen helva… Göç bek- san seyyar yemekçiden yesin? Sokak yemekleri lemez, kalkarken de inerken de, elinin altındakiler tüketiciye çare, onlara da ekmek kapısı. Yiyece- hafif ama tadı tuzu yerinde sofralar ediliverir, yö- ğin hazırlanıp saklanma koşulları tartışılsa da. rüğün tavanı gökyüzüdür, bu kez de öyle olur… Engellemek yerine destekleyip geliştirmek top- lumsal bilinci artırmak gerek belki. Ondan sonra Büyük kentlerin sokaklarında öğlenleri nohutlu kim tutar pilav arabalarını, dürümtır’ları? tavuklu pilav, ciğer , lahmacun satılır- ken, güneyde arabadaki mangalda şişe dizilen Gezenti mutfaklar kültürümüzün temel taşı, ciğer kebabı, öğlen de yenebilir ama asıl sabaha çünkü ırkımız gezenti. Esasen biz hiç yerleşme- yaraşır. Antakya’da sokak satıcıları bezirgan ke- dik, hâlâ seferiyiz mutfaklar da gezenti. Onun babı da satar, taze soğanla birlikte haşlanmış yu- için kıra gitmek, seyyarda atıştırmak baş tacımız. murta ve taze soğandan yapılan açık ekmek dü- Güneyin tantunisi, açık ekmek içine sıyırdıkları rümüdür bezirgan kebabı. Soğan kebabı da öyle, ciğer şişi, suyunun içinde alttan ısıtmalı araba- larda sokak sokak gezerek sattıkları şirden, karın, bumbar dolmaları öteki bölge insanlarının da iş- tahını açmıyor mu siz söyleyin? İlk gördüğümde inanamamıştım… Malı sıcak tutan düzenekte camekânlı arabada kapaklı ka- zanda fıkırdıyor ve sokak sokak geziyor, güzelim şirden, karın dolması ve bumbar… Maşasıyla çe- kip alıyor, üçgen katlayıp diktikleri aynı ip üstü- ne geçirilmiş karın dolmasından keserek bi tane alıyor, tabağa koyuyor, bumbarı da çekip alıyor tahta üstünde tık kesip veriyor, “affiyet olsun, hoşgelmişsiniz”. ‘Kemmonuynan duzuynan, baharıynan tozuy- nan’ diyerek satılan haşlanmış nohut (üstü kem- monlu) Biliyla başka nerede var? Ege’nin sokak satıcılarının tahin pekmezi, booza ve salep? Ya sokakta soyulup dörde şak edilip tuzlanan hıyar? Turşu? Midye bize özgü bir keyif ve AB’ne alınsak bile sanmam ki kokoreçten de midyeden de vaz- geçelim… Onlar uğruna AB’nden vazgeçebiliriz ama… İzmir’de midye dolma, bazı tezgâhlarda yarım midyeli, eti ikiye ayırıyor, her kapağın içine yarım midye yerleştiriyorlar. Bir tepsiye yığıp, limonları

39 kesip hazırlayıp, ayrı bir torbaya da kabuklar, kadar olmasa da hamamda yeme geleneğinin çevre temiz kalsın diye değil, habire kabuk taş- kabaca bir benzeri. Marul, meyve, tatlı, üstüne lamamak için. çay kahve… Hamam deyip geçme. Sofrasıyla yeter mi, yetmez tabii… Çizgi kahramanların işi Sıkma ve lahmacun da gezgin taamlarımızdan. birlikte bir kültürler karmaşası zor, kazan dolusu yiyip sürahiyle içmeleri gerek, Ancak lahmacun o tabak gibi ve ince açılmış ha- Film sofraları da anlatılmalı. Yerli filmler ev içi ve ama, seyyar meyyar, mutfak ihmal edilmekte- mura sıvanan bol soğanlı salçalı şey değil. Lah- geleneksel sini başı çardak altı sofralar açtı, göçer dir, çizgiistan’da… Neyse ki bizim Keloğlan var, macunun Allahı Çukurova işi olur, zaten orada- ruhumuza karşın, geleneksel sofralar sundu bize. Nasreddin Hoca var, hele bu ikincisi için seyyar kiler fındık lahmacun, arasına maydanoz koyar, Kovboylar öyle mi ya? Onların kemirdiği but, ke- meyyar mutfak yetmez, nöbetçi mutfaklar bile limon sıkar, bikere de ağzınıza atarsınız. bap ettiği kuş, ateşe zincirle sarkıtılan tenceredeki açılır… Bizim kahramanların çizgi romanlarında, İçli köftenin hem de harbisinin, İstiklal ot yemeği olurdu. Kanyak ve şarap da öyle. Vahşi sözgelimi Karaoğlan da bizim oğlan iştahlıdır, Caddesi’nde satıldığını görmüşüz ve ne mutlu batı filmlerinde turta olurdu, yenemeden yüzde koca kuzuyu göçürür midesine, sonra elbet gider ki tatmışız… Ayvalık’ın küçük sandallarla deni- patlardı. Balık dere kıyısında yakılan ateşte ala- Bizans prensesinin döşeğine huzur-u kalple varır, ze açılıp üstünde pişirilen yemeklerle ca pişirilir, üstüne bir helva yemeden ata atlanıp, galibiyetle de ayrılır. Anacım yemezseniz oranız donatılan yakamozlu sofralarını söylemeyeyim dıgıdık gidilirdi. Kokusu yadigar kalır, sinema buranız tutmaz, çizgi kahramanlarımız bunu bil- artık, canınıza yazık imrenirsiniz. dönüşü o yemeği isterdik. Dört başı mamur mez. Çizerler de çokluk erkek olduğundan bu sofraları ne sinemada gördük, ne de bir öğreten Kokoreçi anlatmaya gerek var mı? Herkes tiryaki, fasıl akıllarına gelmez. Sonra çok ararız o çizgi oldu. Sahici hayatta da oturamadık. Hayat ve kokoreçin hastasıyız… Kokoreç yok ise, kalsın bu kahramanları… Neredeler? Niye hiç ses solukları sofralar, filmlerdekine uymuyordu, heyhat! Ça- AB… Nasıl söylem ama? çıkmaz oldu? Aclarından öldüler de ondan… talla bıçağı usulüyle öpüştürmek görgü gerekti- Red Kit ve Daltonlar döndü gerçi ama onlar da Hamam sofralarını da atlamamalı. Çünkü ha- riyor, biz bunu bilmiyorduk, hâlâ zorlanırız. Kalbe İstiklal caddesinde fast food’a takıldılar. mamlar hala var ve hamamda yemek yemek bir giden yol mideden geçse de, o yol tek değil. Kalp İlk yemekçiler de açıkhavadaydı zaten. Öyleyse gelenek, belki Roma döneminden bize miras. dört yol ağzında. Biri donanımlı, diğeri diyet, Roma’nın halka açık kocaman hamamlarında in- yaşasın ferahfeza ve gezenti mutfaklar, açıkhava başkası eğitim mutfağı, öteki mercimeğin fırına sofraları… sanlar bir araya gelip görüşür, bu arada atıştırırmış. verildiği, işi pişirmeden önce ne pişirileceği? Çizgi Banyodan sonra, pancar, kabak, salata, bumbar kahramanlar ne yer ne içer ne ağızlarına bir tatlı Ayşe Kilimci’nin “Gezenti Mutfaklar” adlı kitabı dolması, pide, balık, geyik, yaban domuzu, ta- atar ne de bir somunu tümden tüketirler, gene Oğlak Yayınları’dan çıkmıştır. vuk, tavşan, kumru, sülün, keklik, içkiler, helva, de adaleli, yapılı, güçlüdürler grip bile olmazlar. ballı şerbet ve yoğurt yiyorlar. Günümüzde bu Arada bir çizerin aklına gelir, bir tas çorba çizer,

40