SOSYOLOJİK TEORİNİN

ÖZELLİKLERİ VE TİPLERİ

DON MARTINDALE

1981

Klasik Sosyoloji Kuramları Ders Notu

Prof.Dr. Aytül Kasapoğlu

Ankara-2013

SUNUŞ

2002 yılında Colorado Üniversitesinde Fulbrigth konuk öğretim üyesi iken tanıştığım Prof.Dr. Dennis Mileti bana Don Martindale’in “Sosyolojik Teorinin Özellikleri ve Tipleri” (Nature and Types of Sociological Theory) kitabını hediye ederken Türkiye’ye götürmeğe değecek tek kitap oluğunu söylediğinde fazla anlam verememiştim. Ancak 2010 yılında Klasik Sosyoloji Kuramları dersini vermeye başlayınca onu detaylı bir şekilde okuma fırsatı buldum. Sadece öğrencilerimi değil beni de çok yönlü aydınlatmıştı. Hem bilgilerimi tazeleme hem de bilmediklerimi öğrenme olanağı buldukça kitaptan vazgeçemez hale gelmiştim. Aslında çok kapsamlı oluşu yüzünden hem beni hem de öğrencileri oldukça zorlamaktaydı. Olağan ders saatlerini çok aşan “Klasik Sosyoloji Kuramları” yüksek lisans dersimizde tüm çabalarımıza rağmen bazı öğrencilerimiz başarısız olmakta ve hatta ikinci alışlarında dersi geçen önemli sayıda öğrenci bulunmaktaydı. Ders bazıları için adeta kabusa dönüşmüştü diyebilirim.

Öte yandan Halk Sosyolojisi adına Türkiye’de diğer sosyologların da bizim ulaştığımız bilgilerden haberdar olmalarını sağlayabilmek için dersin ilk açıldığı günden itibaren kısa notlar hazırlamaya başlamıştık. Elinizdeki bu kapsamlı not işte böyle bir çabanın ürünüdür.

Yurt ve Dünya aracılığıyla daha geniş okuyucuya ulaşacak olan ve Klasik Sosyoloji derslerinde temel referans olmaya layık Don Martindale özetinin hazırlanmasında yıllar içinde çok kişinin emeği geçti. İlk yıllarda Aslı Akdoğanbulut, Hasan Kürşat Akcan, Yar.Doç.Dr. Yonca Odabaş, Ercan Geçgin ve Artum Dinç emek verdiler. Ancak notların yayın için son şeklini almasında 2012-2013 öğretim yılında dersi alan Selda Adiller ve Güneş Gümüş büyük çaba gösterdiler. En büyük katkıyı ise, ortaklaşa gerçekleştirdiğimiz tartışmalar sonucunda vardığımız sonuçları bölüm sonlarına ekleyerek son redaksiyonu büyük titizlikle yapan Güneş Gümüş’ün yapmış olduğunu belirtmeliyim.

Sonuç olarak dersi alarak tartışmalara katılan ve notların yayınlanmasında emeği geçen tüm sosyoloji öğrencilerine teşekkür ediyor ve okuyucunun bu notlarla yetinmeyip kitabın orijinalini mutlaka okumalarını öneriyorum.

Aytül Kasapoğlu Ankara Ağustos 2013

170

İÇİNDEKİLER

 I. BÖLÜM: BAĞLAM

I. Sosyolojiye Doğru Bir Yol

II. Batı Entelektüelliğinin Hümanist ve Bilimsel Kutupları

III. İdeolojiler, Paradigmalar ve Teoriler

 II. BÖLÜM: BİLİMSEL BÜTÜNCÜLÜK

IV. Pozitivist Organizmacılığın Toplumsal ve Felsefi Temelleri

V. Pozitivist Organizmacılığın Klasik Dönemi

VI. Pozitivist Organizmacılığın Dönüşümü ve Parçalanması

VII. Çatışma Teorisinin Temelleri

VIII. 19. Yüzyılın Başlıca Çatışma İdeolojileri: Marksizm

IX. 19. Yüzyılın Başlıca Çatışma İdeolojileri: Sosyal Darwinizm

X. Sosyolojik Çatışma Teorileri

 III. BÖLÜM: BİLİMSEL ELEMENTARİZM

XI. Sosyolojik Biçimciliğin Felsefi Temelleri

XII. Sosyolojik Biçimciliğinin Yeni-Kantçı Dalı

XIII. Sosyal Davranışçılığın Kavramsal Temelleri

XIV. Çoğulcu Davranışçılıktan Davranışçı Sosyal Teoriye

XV. Sembolik Etkileşimcilik

XVI. Sembolik Etkileşimcilikteki Diğer Gelişmeler

XVII. Sosyal Davranışçılığın Sosyal Eylem Kolu

XVIII. Sosyal Eylem Teorisinde Diğer Gelişmeler

 BÖLÜM IV: HÜMANİST BÜTÜNCÜLÜK

XX. Modern Sosyolojide Makro-İşlevselcilik

XXI. Mikro-İşlevselcilik: Grup Dinamiği

XXII. Eleştirel Teori veya Refleksif Sosyoloji: 20. Yüzyılın Sosyal Bilimlerinde Sol Hegelci Hareket

 BÖLÜM V: HÜMANİST ÖĞECİLİK

XXIII. Varoluşçuluk ve Fenomenolojinin Temelleri

XXIV. Fenomenolojik Sosyoloji ve Etnometodoloji

 BÖLÜM VI: SONUÇ

XXV. Sosyolojik Teorinin Çelişkileri

171

ÖNSÖZ

1960 yılında kitabın ilk baskısı yapıldığında sosyolojik kurama Yapısal Fonksiyonalizm hakimdi ve Marksizm Amerikan karşıtı tehlikeli bir felsefe olarak görüldüğünden Çatışmacı Kuramın ona olası bir alternatif olması genellikle düşünülemezdi. Aynı şekilde Sembolik Etkileşimcilik de genel bir kuram olması güç ilginç bir sosyal bir psikoloji olarak düşünülmekteydi. Her ne kadar Max Weber’e çok başvurulsa da onun kuramının da bir araştırma geleneği oluşturduğu kabul edilmiyordu. Yeni Kantçı Formalizm tarihsel bir merak; Fenomenoloji de mikro-sosyolojik bir ilgi olarak görülüyordu. Bir bütün olarak kuram alanı a) Büyük veya Küresel Felsefe ve b) vizyonsuz bir Ampirizm arasında bölünürken orta boy kurama bu ikisi arasında bir yerde ihtiyaç duyulmaktaydı. Kitabın ilk baskısı beş aktif kuram ve bunlarla birlikte giden araştırma geleneğini içeren biçimde olup mevcut çalışmaları yetersiz bularak değiştirmeye yönelikti.

Kitabın ilk baskısı yazarın 1947’de sosyolojik kuram öğretmek üzere görevlendirmesiyle başlayan çalışmalarına dayanmaktadır. Göreve geldiğinde ilk iş olarak sosyolojik kuramlar denilen geleneklerin sistematik bir değerlendirmesini yapar. Bu çabası kısa zamanda zora girer; çünkü 80’den fazla birbiriyle çatışan ve sınıflama ölçütleri belirsiz olan ve durumlara göre değiştiği için süreklilik göstermeyen bölünmelere tanık olur. Ayrıca Batı entelektüel geleneklerinin izlerini nadiren taşıyan bu çalışmalar kuru kalabalıktan başka bir şey değildir. Sosyolojik Kuram haritasının çıkarılmasına şiddetle ihtiyaç duymaktadır. Kuramların sınıflanmasındaki kadar onların entelektüel ve sosyal kökenlerini izlemedeki ölçütler de eskimiş ve hatta demode olmuştu.

Eğer bir sosyolojik kuram sosyal yaşam hakkında araştırma geleneği eşliğinde bir açıklamalar seti ise, en açık şekilde bunları haritasını çıkarmak üzere sınıflama ölçütleri şunlardır: i) Sosyal yaşam hakkında kullandıkları “temel kavramlar” ii) Kuramın çalışılmasına en uygun metot için kabul edilen “sayıltılar”(assumptions)

Böylelikle incelenen kuramlar belirli yerlere yerleşmektedir. Sosyoloji 19. yüzyılda devrim sonrası kadın ve erkeklerin ihtiyaçlarına cevap vermek üzere ortaya çıkmıştır. Sosyoloji öncelikle kendisini Aydınlanmanın Rasyonalizmine karşı ve toplumun bir organizma olarak kendini en iyi doğa bilimlerinde gücünü ispatlamış olan Pozitif Metotlarla ele alabileceğine

172 olan bir inancın ürünüdür. Bu yüzden de Pozitivist Organizmacılık sosyolojik kuramın genel sistemine ilk en uygun düşen olmuştur. Araştırma geleneği eşliğinde açıklamaların artması ile Pozitivist Organizmacılık kendi tarihinde yarı bağımsız kültürel bir gelenek olmuştur. Kuşkusuz bu gelenek taşıdığı iç ve dış etkiler kadar rakip geleneklere karşı görüşlerini de yansıtmaktadır. Pozitivist Organizmacılığın hemen ardından Çatışmacı kuram da kendini ortaya koymuştur. Zaman içinde Yeni Kantçı Formalizm, Sosyal Davranışçılık (üç alt formu ile) ve Yapısal Fonksiyonalizm (iki alt formu ile) tarihsel ayırt edici kaynakları ve öncü kişileri ile ortaya çıkmıştır. Kuram haritası oluştukça bazı düşünürlerin mesleki kariyerlerindeki çalışmalarında birden fazla araştırma ve kuram geleneği içinde yer aldıkları görülmüştür.

Her ne kadar ilk baskıda birçok kuram ve araştırma geleneğini izleri ortaya konmuşsa da 20 yıl sonra 1960 ve 1970’lerde Batı toplumu ve kültürel geleneği deprem, tayfun, volkanik patlamalar gibi önemli doğa hareketlerini yaşamıştır. Bir kuramcı artık Amerikan karşıtı olmakla suçlanmaksızın Marksist sosyoloji yapabilir hale gelmiştir. Diğer ifade ile Çatışmacı Kuram yeniden doğmuştur. Bilimsel ve Pozitivist gelenekler sorgulanmaya başlamış, Batının Hümanist geleneği keşfedilerek Elementarist gelenek yeniden sağlıklı bir biçimde gelişmeye başlamıştır. Değerlere yönelik sosyoloji (value-relavent) ve sorunları çözmek için ideoloji çevreden sosyolojinin merkezine yerleşmiştir. Son olarak da entelektüel kültürü sentezlemek üzere paradigmalar ortaya atılmaya başlamıştır. Bu durumun beklenen bir sonucu olarak da birçok yeni ve fakat parçalı karakterdeki görüşler baş göstererek genel resmin bulanıklaşmasına veya bozulmasına yol açmıştır.

Kitabın ikinci baskısı son 20 yıllık gelişmeler ışığında sosyolojik kuramın yeniden haritalanması çabasının bir ürünüdür. Birinci baskıdaki önemli bölümler korunarak gerekli güncellemeler yapılmıştır. Aydınlanma Rasyonalizminin gerisine düşmeye karşı olmak yerine, sosyolojik kuram artık Batı’nın Hümanist ve Bilimselci geleneğine karşı bir konumda sunulmaktadır. İdeoloji ve paradigmaların karşılaştırmalı incelenmesi sosyoloji kültürünün düzenlenmesinde kuram ve araştırma geleneğine alternatif stratejiler sağlamaktadır. Kuram tiplerini birbirini ayıran kriterler bugün daha genel hale gelmiş ve kesinleşmiştir. En temelde sabit bir şekilde kuramlar ya Holistik/Bütüncü ya da Elementaristiktir/Parçacı’dır. Onların araştırma geleneğini belirleyen temel kabulleri açısından ise kuramlar ya Hümanist ya da Bilimselcidir(scientific). Bu temel ayrımlar göz önünde bulundurduğunda ortaya dört muhtemel sosyolojik kuram tipi çıkmaktadır. a) Hümanist Elementarizm

173 b) Hümanist Holizm c) Bilimsel Elementarizm d) Bilimsel Holizm

Bu bölümlemelerin altında daha alt kuram kategorilerinin bulunması mümkündür.

Holizm/Bütüncülük ve Elementarizm/Parçacılık birbirine karşıt kutuplar iken; Hümanist ve Bilimselcilik birbirini izleyen bir ikili ayrımdır ve çoğu zaman birbiri içine geçerek bulanık bir durum arz eder. Bu yüzden aralarındaki ayrım sonuçta bir derece farkı meselesidir. Örneğin Sembolik Etkileşimcilik hem Bilimsel Elementarizm hem de Hümanist Elementarizm içinde yer alan özellikler taşır.

Kitabın birinci ve ikinci baskıları arasındaki kavramsal temeldeki farklar en temelde kuramların tiplendirmesindeki genelleme, keskinlik ve basitleştirmelerle ortaya konmuştur. Öncekinde beşli olan sınıflama dörtlüye indirilmişse de son yıllardaki gelişmeler ve bazı kaymalar/yer değiştirmeler eklenerek mevcut kuramlar zenginleştirilmiştir.

İlk baskı sosyolojik kuramların entegrasyonu konusuyla bitirilmişken bu baskıda sosyolojik kuramın temel problemlerine de yer verilmiştir. Aslında bu sorunların çözümü bizi sosyolojik kuramın gerçek bir entegrasyonuna ulaştırabilir. John Dewey’in belirttiği gibi bunların gerçek olmayan ve dolayısıyla ihmal edilerek göz ardı edilebilir problemler olduğunu da görmek gerekir.

174

Don Martindale’in Önsözü İçin Notlar:

1. İlk Baskı (1960) ve ikinci baskı (1981) arasında farklar var.

2. Kitap mevcut kuramsal geleneklere ilişkin sınıflama haritasını değiştirme girişimidir.

3. Kuram alanını büyük/küresel felsefe ve vizyonu olmayan ampirizm olarak gören anlayışı eleştiriyor ve orta boy kuram ihtiyacını vurguluyor.

4. Kuramları sınıflama ölçütleri eskidiğinden yenilerini a) temel kavramlar b) uygulamadaki sayıltılar/kabuller şeklinde koyar.

5. Kitapta kuramlar tarihsel ortaya çıkış sıralarına göre yer alır. Bu nedenle klasik kuram kitapları aynı zamanda sosyoloji tarihini öğrenme/öğretme özelliği de taşır. Kitapta ilk olarak Pozitivist Organizmacılık daha sonra Çatışmacı Kuram ve İdeoloji yer alır. Marksizm ideoloji olarak ele alınır. Bu onu değersizleştirmek anlamında değildir. Marksizm kuram olursa test edilebilir önermelere dönüştürülerek devrimciliğini kaybeder görüşündedir.

6. Bazı düşünürlerin birden fazla kuram ve araştırma geleneği içinde yer almaları sorun oluşturmaktadır. Örneğin T. Parsons hem bilimsel elementarizm hem de hümanist holizm içinde anlatılmaktadır. Düşünürün çalışmaları zamanla değişebilir.

7. Marks, Durkheim ve Weber sosyal ve ekonomik faktörler üzerinde dururlar; hiçbir zaman fiziksel çevreyi analize katmazlar. Don Martindale doğal afetlerle sosyolojinin problemleri arasında bağ kurmaktadır.

8. Marksist olmak, 1950’lilerin cadı avı geride kaldığı için artık doğal karşılanır ve Çatışmayı kuram yeniden doğar.

9. Pozitivizm ve işlevselcilik muhafazakar bulunarak sorgulanır ve Batı’nın hümanist ve elementarist geleneği yeniden keşfedilir.

10. İdeoloji merkeze yerleşir. Değerlere yönelik sosyoloji meşrulaşır.

11. Parçalı entelektüel kültürü sentezlemek için paradigmalar ortaya atılır.

12. Batı’nın sadece rasyonalizmi değil, hümanist ve bilimselci araştırma gelenekleri de eleştirilir.

175 13. Kuramlar Holist ve Elementarist olarak tam birbirinin karşısındadır. Araştırma gelenekleri ise, sayıltıları/kabulleri açısından birbirine karışabilir.

14. Genelleme, kesinlik ve herkesin anlayacağı ve dolayısıyla doğru sorular sorabileceği şekilde basitlik iki kitap arasındaki temek farklardır. İkincisi daha anlaşılır kılınmıştır. Temelde beş yerine dörtlü sınıflamayla yetinilmiştir.

15. Birinci kitapta kuramların entegrasyonu ile uğraşılmış iken ikincisine temel problemler eklenmiştir. Problemlerin çözümüyle entegrasyona gidileceği kabul edilmiştir:

16. Kitapta çok sayıda tekrar vardır.

17. Kitapta bölüm sonunda özetler vardır.

18. ABD’li kadar çok Avrupalı düşünüre yer verilmiştir.

19. Sosyolojiyi hazırlayan farklı tarih, felsefe, hukuk, psikoloji, eğitim gibi farklı disiplinlerden gelen çok sayıda kişiden söz edilmiştir.

176 I. BÖLÜM: BAĞLAM

I. Sosyolojiye Doğru Bir Yol

Martindale, sosyolojinin 130 yıllık geçmişini vurgulamakla ilk olarak söze başlar. Süreyi kesinleştiren vurgusunun altında yatan neden ise yazının ilerleyen paragraflarında açığa çıkar. Yazar, günümüz kültürü ile önceki toplumların kültürüne değinerek, bugünkü nesillerin sahip oldukları kültürlerin önceki kuşaklara göre daha üstün olmadığını, sadece bugünkünün daha geniş bir yapıya büründüğünü belirtir. Buna ilaveten, kültürün sosyolojiden de önce var olduğunu ve geçen çağlarla birikimi arttığını ifade eder.

Sosyoloji, arındırılmış tek bir olay üzerinden anlatılamaz, bir kişi ya da birkaç kişinin çalışmasının veya öğretisinin yaratımı da değildir. Sosyolojiye dair yapılabilecek çok çeşit tanımlar vardır; bunlardan biri, kişinin insanlar arası yaşantısı hakkında düşünce bütünü şeklinde olabilir ancak tatmin edici değildir. Tatmin edici olmayışına ilaveten halk bilgeliği/sağduyusu(folk wisdom), büyü ve din için de kullanılabilir bir tanıma tekabül eder. Bu noktada sosyolojinin yapılabilecek en uygun tanımına yaklaşma adına şu denebilir; kişinin insanlar arası yaşantısının “bilim”i.

Sosyoloji bugün diğer rakip disiplinlerden arınabilmiş sayılmaz. Tarihsel sosyoloji de sosyal bilimler çemberi içinde kendine ait bir yer edinebilmek için savaşım vermeyi sürdürmektedir. Yapılabilecek en tatmin edici tanım tarihin patikalarından geçer. Sosyoloji, Batı medeniyeti içinde düşünsel bir dönüşümün parçası sayılır. Aynı medeniyet içinde teolojiden bilime geçiş ise felsefe ile mümkün olmuştur.

Diğer bilimler gibi sosyolojinin kökeni, belli bir zaman ve yerde belli bir toplumun sahip olduğu ortak duygu ve deneyim ile paylaşılan duygulara denk düşer. Paylaşılan bilgi sosyal gruba ait bireyin önemli konularda rıza gösteriminde etkilidir. Ancak bilim olma yolunda karşılaşılan başlıca sorun yine bu ortak duygu olmuştur. Çünkü sosyoloji ortak duygulara yakın olduğu sürece, başarısız sonuçlarla karşılaşacaktır. Halk bilgeliği, sosyolojik bilgi kaynağından sadece birisidir. İnsanlar hasta olur, kaza geçirir, sevdiklerini kaybederler. Bu türdeki olaylar, halk bilgeliği ile tanımlanır. Toplumda ortak duygulara ilaveten karışık formlar, teolojik ve büyüsel çeşitlilikler de vardır.

Dünyanın ilk profesyonel alimleri, büyücü rahiplerdir. Bunlar gizemin özel uzmanlarıdır. Bu dönemlerin entelektüel rollerinin alt birimleri de mevcuttur, bunlar “the sage” denilen bilge

177 kişilerdir; bunlar duyu bilgisini savunurlar. Teoloji ise halk bilgeliğinden daha fazla sosyolojinin tamamlayıcısı sayılmaz. Sosyoloji için ne “sage” ne de “magican-priests” ikamedir. Sosyoloji arada bir yerdedir. Ortak duyu gibi sosyoloji de her gün ortalama, sıradan olaylarla ilişkilidir. Ancak sağduyudan farklı olarak belli bir sosyal düzen düşüncesiyle sınırlanmaz.

Sosyoloji, felsefenin geç ürünlerinden birisidir. Comte, onun adına “pozitif felsefe” der. Erken dönem Batı felsefesi büyü ve dinden yoksun düşünülmelidir. Din ve büyüden ilk ayrılan felsefe olur, ardından bilim ve daha sonra sosyoloji gelir. İnsan aklının gelişiminde önemli bir basamak, teolojiden felsefeye geçiştir. Sokratik yöntem, dinden felsefi düşünceye geçişte bir izlence formüle eder!

Sokratik yöntem, doğruyu kurmada önemli bir yoldur. Bu yöntem, dinden felsefeye geçişin önemli bir noktasına değinir; dışsal kurumların kriterleriyle tanımlanan akıldan, düşüncenin temel kurallarında kurulmuş bir akıla geçişe işaret eder! Yunan felsefesinin Batı düşüncesinin gelişimi için çok önemli keşfi, rasyonel kanıttır. Ancak bu bilim değildir, bilim için mantıktan fazlasıdır. Rasyonel kanıtın keşfi bilime doğru atılan önemli bir adımdır.

Proto-Sosyoloji Olarak Yunan Sofizmi

Yunan dünyasında bilim tesadüf haricinde başarılmadıysa sosyal bilim de başarılmadı. Fakat Batı’daki felsefe daha sonra da özel bilimler (ilk model Aristo mantığı ile şekillenir) içinde ayrılacak olan düşünce bütününün koruyucu varlığını sürdürdü. Yunan felsefesinde sosyal bilimlere en yakın yaklaşım Sofistler tarafından geliştirilir. Xeenophones ve Heraclitus felsefi dikkati din ve dil’e çevirdiler. Pitagorcular etik ve politik tartışma geleneğini başlattılar. Bunlar, sosyal form ve adetlerin karşılaştırmalı bilgisini felsefeye taşır.

Sofizm; dil, din, sanat ve politika açısından sosyal bir varlık olan insanı çalışan, kısmen bir uygarlık felsefesi haline gelmiştir. Sofistlerin güçlü ampirik eğilimleri vardır ve onlar tüm insanlığın yaşamına dair alanlardan olabildiğince bilgiyi biriktirirler. Sofistlerin bilgisi teorikten öte uygulanabilirdir. Sofistler hayatın kontrolünde sanatın öğretimini amaçlar. Sosyal bilimlere doğru özgün bir hareket olarak Sofizmin ciddi sınırlılıkları vardır. Objektif ampirik bilgiden ziyade sistematik ahlaki bilgiye eğilirler!

Sosyoloji ve Tarih

Bilimin oluşumunda halk bilgeliğinden yararlanmak yeterli değildir. Bilim ampirik bilgi ile var olur!

178 Toplum hakkında yeni gerçekler kurmak ve kriterler oluşturma düşüncesi, filozoflardan çok Yunan tarihçilerine düşmüştür. Yunan dünyasına ait “gerçekler”in resmini çıkarmak istersek, Heradot, Thucydides gibi kişilere bakmak gerekir. Yunan düşüncesinde “lotopia” araştırma anlamına gelir.

Tarih Yazıcılığı ve Ampirik Metodun Gelişimi

Hecataeus coğrafya ve etnoloji ile ilgilidir. Herodot yolculuklarını raporlayarak çalışmalarına başlar. Halikarnas’ta doğar. Yolculuklarında gördüğü mitleri kaydetmeye, sistematize etmeye ve kronolojik döküm yapmaya başlar. Ayrıca Pers savaşlarına ait önemli notları derlemeye başlar. Tyucydidas ise kendi hayatı boyunca meydana gelen olayları yazar. Herodot’un sosyal olayların teolojik açıklama türünü reddeder! Buna ilaveten Herodot’un sosyal olayları “dışsal” nedenlere bağlayan düşüncesini reddeder. Ayrıca, önyargılı fikirlerle gözlemi birbirinden ayırır. Herodot ve Thucydides’in çalışmalarını içeren tarih kavramı, retorikçilerin çalışmalarında yaygınlık kazanır.

Ortaçağ dünyasında tarih yazıcılığı kavramında dejenerasyon artar! St. Augustin’in “City of God” çalışmasında, tarih felsefesi yüksek kademede düşünülür ve doğaüstü tarafından yönlendirilir. Rönesans tarihsel saygı hissinde yenilenme getirir, Konstantin donanmasındaki Valla’nın atakları gibi. Luther’in ve Protestan dini tarihi yazarları tarafından sunulan mücadelenin ardından en erken kaynakların birikimi başlar. Bu türdeki çalışmalarla modern arşiv oluşmuştur. (Ancak St. Augustin’in yaptığı tarzda formülasyonlar, tarihin dogma’ya boyun eğmesine yol açar.)

Dinle tarihin dışlayıcı bağlantısı ağırdır, geleneksel yazarlar sorgulanır, evrensel tarih kavramı tahminidir, diğer araçlar, politika ve dini yanında tarihi açıklamada yer alır, “gelişim” kavramı, tarihsel bir tez olarak düşünülür. Vico, tarihi dönemlerin gelişimine bir bütün olarak vurgu yapar, her çağın temel değer düşüncesini ifade eder. Herder, aydınlanmanın tarihsel yolundan romantizme genel değişimi açıklar. Buna ek olarak şunu belirtir: Gelişim prensipleri “gelişim”den önemli hale geldi. Milliyetçilik ve halk ruhu (folk soul) kavramı, insanlığın ideali ve evrensel insan doğası alanında birleştirici kavramlar olarak ortaya çıkar.

Tarih Yazıcılığı ve Sosyoloji

Tarihsel düşüncenin gelişiminde iki nokta bulunur: Bunlardan biri dünyanın objektif dünyevi bilgisinin mümkünlüğü ile tarihsel bilgi oluşu (Yunan dünyasında benzer genel koşulların altında görülür); bir diğeri günümüz gerçeğinde daha önemli olan şudur ki tarih, insan

179 yaşamına dair çeşitli alanları açığa çıkarır. Aydınlanmadan tarihin romantik içeriklerine doğru hareket sosyal bilimlerle de ilişkilidir.

Felsefe ve tarih, sosyolojinin doğumunu yönetir, Comte’un çalışmalarında görüldüğü gibi. Comte, sosyolojiyi geleneksel felsefeye karşıt şiddetli tartışma olarak sunar. Pozitivizmi zıtlığı vurgulamak için kullanır. Sosyolojiden önce “pozitif felsefe” terimini kullanır. Pozitif felsefenin görevi, sosyal olaylara ilişkin düzenin yasalarını kurmaktır! Bu olaylar ise Comte’a göre tarih tarafından yaratılır. Tarihçilerin çalışmaları sosyoloji için temeldir. Comte’un görüşünün temel noktası felsefeden ayrılır ve bu yeni alan, felsefik hareket olarak düşünülür.

Windelband Dilthey ile birlikte, felsefenin görevi, hayatın anlamını bulmak olduğunu vurgular. Doğal bilimler nomotetik, tarih ise idiografiktir. Windelband’a göre, psikoloji nomotetikten ziyade idiografik bir disiplindir. Bütün nomotetik disiplinlerin yöntemleri birbirine benzerdir ve psikoloji doğa bilimlerine dönmelidir. Dilthey, tarihi kaynakların psikolojik olabildiğini buldu. Tarihsel bilgi, somutluk ve bireysellik içinde belirli olayların anlamlarını kavramayla gelişir.

Sanat, Doğa Bilimleri ve Sosyoloji

Halk bilgeliğine benzer sosyoloji, sosyal olaylar hakkında genellemeye taliptir. Ancak halk bilgeliğinden farklı olarak sosyoloji yerel zaman ve yerin normatif örüntüleri tarafından sınıflanmayan özet bilgiyi araştırır. Dini düşünce gibi sosyoloji soyut bilgiye yönelir; ancak dini düşünceden farklı olarak ne metafiziksel olana eğilimlidir, ne de kutsal kurumlara tabidir. Felsefe gibi sosyoloji doğruluğun dışsal standartlarından çok, içsel dayanaklı bilgi bütününe heves eder; felsefeden farklı olarak sosyal-etik olmaktan çok ampiriktir. Tarihe benzer olarak sosyal olayların ampirik bilgisine heves eder; tarihten farklı olarak sosyoloji tekilden ziyade geneldir.

Sosyoloji hemen geleneksel felsefeden uzaklaşmaz, bu durum zamanla gerçekleşir ve tarih içinde yaratılmış hazır verinin bütününü bulur. Sosyolojinin felsefeden ayrılması uzun süredir beklenmektedir. Fiziki bilimin felsefeden ayrışması büyük bir başarıdır. Bağımsız sosyal bilimlerin kurulmasında önemli bir motivasyon işlevi görür.

Bilime yönelik ilk adım, Yunan felsefesinin rasyonal kanıtın keşfi ile atılır. Aristo mantığı önemli bir başlangıç olarak sunulur. Dahası ampirik inceleme ruhu, ahlaki ilginin artışıyla geriler. Düşüncenin mitolojik, dinsel, büyüsel tipleri, yeni felsefenin öz doğrulama gücü tarafından zayıflatılır. Deney ve matematiğin modern sentezini yapmaya çalışan Arşimet’tir. Kavramlaştırma ve gözlem arasındaki etkileşimi gözlemden kavramsala atlayışı gösteren

180 prensiplerle tanımlar. Deneye, rasyonel kanıta verdiği önemi göstermedi. Bilimin başarılması için, deneysel işlemlerin genelleyici genellemeleri ve onun saygın pozisyonunun artması gerekti.

Sanat, felsefeden bilime geçişte bir aracıdır. Leonardo Da Vinci’nin hayal gücünü ateşleyen Arşimet’tir. Da Vinci’ye göre, matematik, zihinsel kaynakları içerir, deney ise farklıdır. Deney, nedenlerin tanımlanma işlemidir. Dünyanın kesin bilgisine ulaşma yoludur. Da Vinci, zamanların tümüne erişebilmiş biridir, çalışmaları unutulmamıştır.

Sanattan doğa bilimlerine tam geçiş, Galileo’nun çalışmalarında açıktır. Termometrenin icadını yapar. Matematiksel ve deneysel olarak bilimin dinamiklerini kurar. Örnek bir bilimci olarak Galileo, bir noktada yeni bilimsel rolü sunar. Sanatsal faaliyetlerde ilk kurulan deneydir.

Fiziksel dünyaya doğru deneycilik uzantısı ortaya çıkar çünkü zamanla sanat büyü ve din kontrolü dışındadır. Oysaki bilim fiziksel olaylarla mücadele etmek için bir işlem olarak kurulur. Fiziksel dünya keşfinin bir yöntemi olarak deneycilik kurulduğunda, gerçek hakkında bir gizem kalmaz. Leonardo, kutsal kitap ve hayatın doğal kökenine yönelik teorisi arasındaki potansiyel çatışmayı görür.

181 II. Batı Entelektüelliğinin Hümanist ve Bilimsel Kutupları

Batı’nın düşünsel yaşamı, yine Batı’nın yüz yüze kaldığı tarihi dönemeçlerden geçerek şekillenir. Bu noktada en önemli dönemeç Ortaçağ adı verilen döneme tekabül eder. Klasik Batı düşünce ruhu, tam da bu dönemde büyük bir karanlığa gömülür.

Ortaçağ Skolastiği; Martindale, Skolastik’in ne’liğine dair bir başlangıç cümlesi kurmadan başladığı anlatısına dönemin aydınlarıyla devam eder. Buna göre; klasik dünyanın baskın aydınları filozoflardır. Bunlar, ruhani olanları teorize etmekle uğraşsalar da bir nevi seküler aydınlar olarak anılırlar. Seküler aydınların düşünceleri ise fikirlerin rasyonel sentezi için yapılan savaşlar tarafından yönetilir.

Değişim, Helenistik dönemde yaşanır ve bu dönemde sözcüler ve filozof karşıtları, popüler mezhep ve gizemli din liderleri arasında yer alırlar. Felsefi konumun mirasçıları veya varisleri ise akıldışı popüler inançlara yönelmeye ve onların önünde eğilmeye başlarlar. Buna ilaveten de akli tartışmalar, tasavvufi kurumlara veya farklı türdeki ilhamlara yerini bırakır.

Henry Slesser Katolik birini, Ortaçağ Skolastik filozofunu anlayabilen modern birine benzetir ve St. Augustin’in sorduğu soruyu sorarak; “Nereden başlamalıyız?” der. Bu noktada yazar Mardindale, St. Augustin’in Helenistik çağın düşünsel gelişimin sonu olarak gösterilebileceğine değinir ve St. Augustin’in hayatına dair bilgiler verir. Bu bilgiler içerisinde St. Augustin’in teoloji sistemi içerisinde Helenistik düşünce unsurları ile Hıristiyan inançlarını çalıştığı belirtilmektedir.

Yeni Kentli Aydınlarla Skolastiğin Düellosu

Sözü geçen dönem içerisinde okur-yazarlık, dönemin şartları gereği kilisenin elindedir. Yazar, tam da bu noktaya değinerek, okuma ve yazma ediminin manastıra bağlı olduğunu ve bu dönemin uzun bir sürece denk geldiği belirtir. Kurulan düzene karşın yeni bir hareketliliğin kaçınılmazlığını anlatan yeni kent toplulukları, Ortaçağ dünyasında söz sahibi olmaya, sözünü duyurmaya başlar. Buna bağlı olarak da belli başlı taleplere girişir. Yeni zümre yeni talep ve beklentileri beraberinde getirdiği için, tam da bu noktada manastır değişen güç dengelerini yine kendi çevresinde toplayabilmek adına mücadeleye girişir. Kilise hayatına bağlı olanların başlıca özellikleri fakirliği benimsemeleri, dünyevi ve dini hayatı uzlaştırmaya yönelmelerinde görülür.

182 12. yüzyılın sonuna doğru ise bir takım bağımsız hareketlenmeler belirir, bazıları bu hareketlilik içinde bir takım düşünsel heyecanlara kapılır. Bunların başında da yeni kent toplulukları gelir.

Yeni Kent Topluluğunda Düşünsel Heyecan

Bu topluluk, dönemin düşünsel hareketliliğinde artış yaşanmasında başlıca rolü üstlenirler. Pirenne’ye göre, bu kentli topluluklar ise prensler tarafından tercih edilmeye başlanır. Dönemin bir başka aktörleri de tüccarlardır. Tüccarlar, var olan yasaların gözden geçirilmesini hedeflerler; parasal düzenlemeler, vergisiz ticareti engelleyen kilise tarafından finanse edilir.

Devrimci birliklerin amacı olan derebeyine bağlı hukukun değiştirilmesi ve özerk bir sivil yargılama ve hukukun başlaması sağlanır. Bunlar başarıldığında ise bütün yerleşim yeri sakinlerine eşit hak verilir. Kent, ayrı bir alana dönüşür. Psikoposa karşı devrimci ayaklanma olarak kentler yükseldiğinde entelektüel ortam için rahiplik dışında sosyal roller oluşuyordu.

Kilise topluluğunda eğitici yeteneğin temeli, okuma ve öğrenmedir, bir de kilise kayıtlarının saklanmasıdır. Oysa kent yaşantısı okuma etkinliğine yönelik farklı olanaklar sunar.

Yazar, Rashdall’ın yorumuna başvurarak, karanlık çağdaki eğitimi özetlemeyi tercih eder. Bu yoruma göre, kilise eğitimi, seküler olanın üstündedir. Bu durum 12. yüzyılda değişim yaşamaya başlar. Bu sefer düşünsel üstünlük, kilise okullarından çıkıp dünyevi olanlara doğru yönelir. Değişim, üniversiteden bahsedilmesini beraberinde getirir. Üniversitelere, yeni düşünce ve taleplerle kurumsallaşır. Üniversitenin etkinlik kazanmasıyla kilise adamları bu sefer bu üstünlüğü kendilerine çekmeye çalışır ancak bunu başaramadıkları gibi toplumun kontrolünü de ellerinden kaçırırlar.

Yaşanan değişimle beraber, Batı düşünce yapısında köklü dönüşümler görülür, bunların başında artan üniversiteler gelir. Yazar üniversite artışını farklı bir paragrafta anlatmayı uygun görür. Ona göre üniversite, 12 yüzyılda İtalya’da Batı’dakine benzer bir nitelikle kurulur. Bu yeni kurumlarda başta Aristo olmak üzere Öklit, Ptolemy ve Yunan fizikçilerin çalışmalarını da olduğu yeni bilgiler ortaya çıkar.

Yeni bilgilere ilaveten yeni alanlara değinen Martindale, tıp ve hukuk alanındaki gelişimlere değinir. Salerno’nun Yunan Tıbbındaki merkezi rolüne gönderme yapması gibi, Bologna’nın da Yunan Roma Hukukundaki merkezi değerine değinir. Bologna, eğitimin değerli görülmeye başlandığı dönemlerde olduğu kadar günümüzde de büyük bir öneme sahiptir.

183 Yazar, üniversiteyi en yalın haliyle öğrenci organizasyonu olarak tanımlar. Hocalara verilen sertifikalara değinir. Bu sertifikalar, erken dönem akademik dereceleri göstermesi sebebiyle önemlidir. Böylece bu sertifikayı alanlar, eğitim vermeye hak kazanır. Üniversitenin gelişim doğrudan veya dolaylı yoldan yeni toplulukların oluşumunu beraberinde getirdi. Sağlık alanındaki gelişimler de zengin ve özel bireyler diye dağılım yarattı.

Klasik Felsefe ve Hıristiyan Teoloji Arasındaki Tartışma

Bu tartışmaya Aristo ve Augustin geleneğinden başlarsak, Aristo geleneği, rasyonel felsefeye odaklanır, ancak bu odaklanma Augustin geleneğini izleyenlerce şüpheyle karşılanır. Çünkü rasyonel felsefe onlar için tehlikelidir.

13. yüzyıl dünyasında temel üniversite eğitimi üç alandan sürer. Bunlardan biri felsefe, diğeri hukuk ve bir diğeri de tıptır. Alanların tamamı dinden yoksundur. İtalya’daki hareket, edebi eğitimin ve Roma Hukukunun uyanışı ile başlasa da yoğunlaşma, bilimsel ve profesyonel olan hukuk eğitiminde olur. Yazar, 13.yüzyıl Batı hayatına değinirken eğitime kayar ve Bologna, Salerno ve ’e ikinci defa eğilir. Bu defa Paris, Bologna ve Salerno’nun yüksek kültürün üç muhteşem evi olarak görev yaptığını belirtir.

Bu yüzyılda Rönesans, Skolastik felsefenin en önemli parçasıdır. Bu dönemde Skolastik zafer var olsa da geçicidir, hümanist olarak yükselişe geçiş yaşanır. Yazar, Hümanizmi, Batılı hümanistler üzerinden anlatır. Ona göre, eski ve modern düşünsel alan arasındaki bağ, bu hümanistler üzerinden gözlemlenebilir.

Bireyselliğin tanımına değinen yazar, feodal yapıda bireyselliğin tanımı bireylerin bağlı oldukları ırk, topluluk, parti, aile ve birlik üzerinden yapılandığını, oysa şehir hayatında bu durumun, objektif birliklerindeki değişime paralel kendilerinin farkına varma şeklinde gerçekleştiğini belirtir.

Yazar, Burckhardt’a değinerek, geleneksel alan içinde despotizmin, kişiliğin belirleniminde önemli bir özellik taşıdığını ilave eder. En genel haliyle ise kişilik devlet ve kilise arasındaki çatışma sonucu ortaya çıkan yeni kültür ve zenginlik tarafından belirlenirdi. Bu ise politik kişiliklerin ortaya çıkmasına yol açar.

Martindale, bireyselliğe ve eğitim kurumlarına eğilirken, eğitilen kişilere yönelir ve bu kişilerin doğanın tarihine dair veriyi topladığını, eski çağların coğrafi konumlarına erişerek modern şartlara ulaştığını, kütüphaneler ve müzeler kurduğunu belirtir.

184 Batı hümanistlerine dönen yazar, bunların Batı kentinin resmi safhasındaki düşünsel hayatı uyandıran taşıyıcı unsurlar olduğunu dile döker. Bu hümanistler arasında ise tüccarları, devlet adamlarını, sekreterleri, yöneticileri ve şairleri sayar.

Batı hümanistleri, üniversitelerin kontrolü için mücadele eden skolastiklerden ve kiliseden farklı ayırt edici bir görüş geliştirirler. Bu dönüştürücülerden birisi M. Ficino’dur. Kendisi, özel okulun bulucusu ve duru Platonizm’in canlandırıcısı olarak erken Batılı hümanisti açığa çıkarır.

Martindale, hümanizmi, gökkuşağına benzeterek, Batı kenti üzerinde yükseldiğini belirtir. Çünkü ona göre, hümanizm Batı kentinin düşünsel farkındalığının bir alametidir. Ancak, hümanizm 13.yüzyılda skolatizmle olan savaşını kaybeder. 16.yüzyılda erken hümanizm yükselişe geçer. Bu dönemdeki belli başlı güçlü ilişkilerden bahsedilir. Buna örnek olarak da Protestanlık verilebilir.

Kent kendi elastikiyetini kaybetmeye başladığı yerde artık farklı bir yapılanma ortaya çıkmaya başlar: Ulus-devlet.

Yazar, bu yapının Eski Çin Krallığı’ndaki yapılanmaya benzemediğini, daha karmaşık bir özelliğe sahip olduğunu yazar. Buna bağlı olarak da farklı kendine has problemlerin ortaya çıkmaya başladığını ekler. Böylesi bir safhada ise Batı hümanizmi değişim yaşar. Özellikle 18.yüzyılda Aydınlanma ile bu değişim doruğa çıkar.

Erken hümanistlerin kozmopolit evrenselliğine doğru uyum, Aydınlanma kültürünün uluslararası karakteridir. Fransızca ve Latince’nin yaygın şekilde kullanımı buna küçük bir örnek verilebilir. Düşünürler, yavaş yavaş ön plana çıkmaya başlar. Buna örnek, Hume ve A. Smith’in Paris salonlarında meşhur olması gösterilebilir.

Bu noktada yazar, Voltaire’e, Montesquieu’ya ve Condorcet’e değinir, hümanizmin Batı liberalizmin genel kaynağı halini aldığını belirtir.

Yaşanan değişimle beraber yazar, Batı Bilimcisi kavramına doğru bir girizgah yapar ve Batı’nın hümanizme borçlu olduğunu ekler. Martindale, bizim hümanizm çağında değil, bilim çağında olduğumuzu vurgular, bu iki alanın iki zıt düşünsel etkinlik olduğunu yazar. Bu etkinliklerin aralarındaki temel farklılık ise normatif ve ampirik disiplin olma özelliklerinden kaynaklanmaktadır. Yazara göre, hümanizm, bir değerler ve davranış biçimi sistemidir ve onları korumak üzere de düzenlenmiştir. Bilim ise bilginin tarafsız takibidir. Buna ek olarak, hümanizm, insan bireyciliğini öz-algıyla dolu olduğunu savunur.

185 Batı bilim adamlarının eski düşünürlerden farklı olarak normatif değerlendirmelere değil, ampirik bilgiye dayanır. Ampirik bilgi, hayatın kendisi kadar derindir. Ampirik bilgiye özlem ise insan kültürü kadar eskidir. Mason’un dediği gibi, doğanın hakimiyetindeki temel süreç icat ve keşiftir.

Yazar, Batı bilimcisinden modern bilime doğru yönelerek, modern bilimdeki başarıları, deneysel yöntemin kullanılmasına bağlar. Buna ek olarak, modern bilimin gelişiminde asıl katkı, rasyonel aklın korunması ve keşfedilmesiyle mümkündür, der.

Batı bilimindeki gelişim sürecini detaylandıran Martindale, modern algılayış içindeki bilimini yükselişini yasaklayan iki kurumdan (ordu ve kölelik) bahseder; köleliğin ise teknolojik geriliği artırdığını yazar.

Modern dünyanın ve eski dönemin insanına değinen yazar, Yunan dünyası insanı, rasyonel kanıt ile problemleri çözdüğünü, modern dönemin insanının ise problemleri sistematik deneyle çözüme kavuşturduğunu belirtir ve deney asla hata vermez, düşüncesini paragrafa ekler. Yazar, güzel sanatlara değinirken, güzel sanatlara yönelik bir çalışmada da yüksek düzeyde bilgi gerekliliğine değinir, sanatçının aynı zamanda yaratıcı vasfına odaklanır.

Batı kentinin gelişim döneminde sanat, iki özelliğiyle bilimin gelişimine iliştirilebilir, bunlardan biri ölçülebilirlik bir diğeri de çalışma yapılan alanların çeşitliliğidir.

16. ve 17. yüzyıla gelindiğinde bilimsel bakış açısında yayılma yaşanır. Bu arada bilimin bütün bu ortaya çıkış süreci için sistematik gözlem ve deneyin gelişimine ek olarak rasyonel kanıtın onlara tabi kılınması gerekir.

Bilimin gelişimine yönelik bir başka önemli nokta, yazara göre, Reform hareketidir. Reform hareketi, Ortaçağ dinsel hiyerarşik tekeli kırar ve kilise tarihinde olduğu gibi Avrupa kültüründe de yeni bir sayfanın açılmasına vesile olur. Bu arada Reform hareketi, 16.yüzyılda zirveye ulaşsa da, temelleri Ortaçağ döneminde atılmıştır.

Yazara göre, bir dereceye kadar Reform hareketi, modern kapitalizm ve modern bilimde basit farklılıklar yarattı. Bu farklılıklardan birine Merton değinir. Merton, Protestanlık ile bilimin (17. yüzyıl İngiltere’sinde) arasında bir ilişkiye değinir, Weber de Protestanlık ve kapitalizm arasında paralellik kurar.

Özetle, bilim, Batı’nın ayırt edici düşüncesi olur. 17.yüzyıldan günümüze kadarki süreçte bilimin kurumsallaşması ise önce modern endüstride, ardından üniversitelerde ve son olarak bilimsel araştırmaların desteklendiği modern devletlerde mümkün hale gelir!

186 III. İdeolojiler, Paradigmalar ve Teoriler

Martindale, başlıkta geçen her üç kavramı ayrı ayrı analiz etmeye yönelir, bunun öncesinde Amerikan toplum yapısına ve dönüşümüne değinir.

Yazara göre, 1950’li yıllar, hem Amerikan toplumunda hem de sosyolojisinde uzlaşının yaşandığı yıllara denk geldiğini yazar. Bu türdeki uzlaşılar, halkta sevinç yaratsa da uzun sürmez. Ülke içinde yaşanan sosyal, ekonomik ve politik sorunlar, bu sevinci gölgeler. Toplum içinde yaşanan böylesi sorunlar ve açmazlar, düşünürleri sosyolojinin toplum teorilerinin gelişimindeki yerini sorgulamaya yöneltir. Varılan sonuca göre de sosyoloji için yeni bir teoriden ziyade var olan ideoloji ve paradigmaların daha ideal olabileceği fikri ortaya atılır. Ancak tam da bu noktada bu kavramların aralarındaki farklılığın anlaşılması, sosyolojideki gelişimi anlamada önemlidir.

Klasik İşlev

Farklı fikir ve düşüncelere rağmen, sosyolojinin görevinin toplumu açıklamaya yönelik kuram geliştirme şeklinde bir tanım büyük bir yaygınlık kazanmıştır. Martindale, kuramların uygulanabilirliği noktasında değerin yerini sorgulamak adına Weber’e yönelir. Weber’e göre; bilim de dahil olmak üzere hiç kimse önvarsayımlardan bağımsız olamaz.

Yazar, bilimin gerçeği, sosyal fenomenler, gelişimler ve kaynakları anlama noktasında tarihsel ve kültürel bilimlerin gerçeğidir, der. Tam da bu noktada bilim adamının öznel gerçeklerine veya değerlerine değinir. Ona göre, bilim adamı kendi öznel değerlerini çalışmasına kattığı anda gerçeklik ortadan kalkar!

Bilim ile sağduyuya değinen Martindale, bilim ile sağduyu arasındaki temel farkın yorum ve değerlendirme arasındaki ayrımda ortaya çıktığını belirtir. Öznel duygular, nesnelliğe karşı koyar! Yazar, gerçeklik noktasında yine Weber’e başvurur, Weber, gerçeklerin kendileri adına konuşamayacaklarını yazmaktadır. Bilimin nasıl kullanılacağı ise insanlara düşen önemli bir görevdir.

İdeolojiler

İdeoloji başlığı adlındaki metinde en dikkate değer nokta Gouldner’in belli başlı yorumları, eleştirileridir. Gouldner, Weber’in görüşlerini, belli bir gruba ait ideolojilerin parçası olmakla itham eder. Ona göre, Weber, üniversiteyi politikadan korumak adına, üniversiteyi Batı’nın temel düşünsel geleneğinden uzaklaştırmayı dahi düşünür ve bunun için de gerekeni yapmaya

187 hazırdır. Buna ek olarak Gouldner, Weber’i ve onun takipçilerini, Ortaçağ’daki inanç ve akıl arasındaki çatışmanın modern hali olarak tanımlar.

İdeoloji noktasına geri dönersek ise sosyoloji geleneği içerisindeki tartışmalar, ideolojinin sosyolojideki yerini çözümsüzleştirmiştir. Genel tanımlara bakılacak olursa bilimsel kuram bir genellikler kümesidir; ideoloji ise ikna etmeye yönelik bir dizi savlardır. Bilimsel kuramlar tanımlamaya ve açıklamaya, dolayısıyla ne olduğuna yönelir; ideoloji ise eyleme yönelir. Bilimsel kurama ilişkin belki de son ilave şöyle olabilir: Bilimsel kuramın kriteri doğruluk ve yanlışlık iken, ideolojininki iyi ya da kötü’dür.

Aralarındaki bağlantıya değinecek olursak ise her ikisi de insanın sosyal hayattaki ihtiyaçlarıyla ilişkilidir. Dolayısıyla bir noktada her ikisi de iç içe geçmiştir. Martindale’ye göre, kişiler arası eylemlerin ideolojik boyutları sosyal çalışmaların büyük bir bölümünü kapsar. Yazara göre, bilimsel öznelliğin sağlanabilmesinde en güvenilir tercih, bilimsel araştırmanın öznel değerlerden bağımsız bireyler tarafından yapılabilmesiyle mümkündür. Ancak bu türdeki duygu ve değerler dolayısıyla insana ilişkin durumlar, basitçe çözümlenemez. Bu noktada yazar, şöyle bir örneğe başvurur. Bir çalışma konusunda araştırma yapılacağı sırada o konunun anlaşılabilirliği o konuya meyilli kişilerce yapılabilir. Örneğin Ahit materyallerinin çözümlenmesinde dini bağlılığı yüksek olan Protestanlara danışılması gibi.

İdeolojinin sosyolojideki yeri konusunda yaşanan sorunlar 19. yüzyılda artar, 20. yüzyılda da tekrarlanır.

Paradigmalar

1960 ve 1970’lerde paradigma kavramı popüler bir içeriğe büründü, manevi ve ahlaki bağlamlardan alınarak dilin ve kültürün oluşumunun incelenmesinde kullanıldı. Dilbilgisi açsından paradigmanın tanımı kök, sap olarak tarif bulur. Bu tabirin bir de kalıp ve örnek olarak da ikincil anlamları bulunur. Merton’un çalışmasında ise “özel anahat” veya “bulgusal kontrol listeler” olarak anlam edinir.

Merton’a ilaveten, 1962 yılında ise Thomas Kuhn, yeni bir anlam yaratır. Bu anlam bütünlüğü içinde bir sert bir de yumuşak bilimlerden bahseder. Yumuşak bilimler(sosyal bilimler) ön paradigma, sert bilimler(doğa bilimleri) ise post-paradigma düzeyindedir. Böylesi bir tanımlama dikkat çekicidir, çünkü Kuhn, post-paradigma aşamasında olan sert bilimlerin bu aşamadan sonra normale dönüştüğünü yazar.

188 Böylesi tanım Martindale’a göre, sosyolojinin beklediği paradigma aşamasına geçişi müjdeler. Bazı sosyologlar ise sosyolojinin ya hala ön-paradigma aşamasında ya da çok paradigmalı bir aşamada olduğunu düşünür. Kuhn’un çalışmasına eleştiri ise M. Masterman’dan gelir. Masterman, Kuhn’un çalışmasında 21 farklı paradigma tanımı bulur.

Paradigmanın sosyolojiye uyumunu yapan ise George Ritzer’dir. Ritzer, sosyal gerçekçiliğin, sosyal tanımlamacılığın ve davranışçılığın sosyolojiyi böldüğünü ve düzenlediğini düşünür. Son olarak, Masterman’ın paradigmaya atadığı sınırlılıklar ve işlevler, Weber’in ideal tipe atadıklarının benzeridir.

Kuramlar

Son tartışmalara değinen Martindale, yirmi yıllık tartışmalardan sonra sosyolojiyi düzenleme adına tekrar kurama dönülmesi fikrinin ortaya çıktığını yazar. Bilimsel teori gündelik aktivitelerden ve sağduyudan ayrıldığı oranda kendisine ait bir çevre tanımlar ve netleştirir. Yazar, bilimsel kuramı ideolojiyle değiştirmeye çalışan her türdeki girişimi bilimi yok etmeye yönelik bir etkinlik olarak görür. Yeni teoriler, genellikle zihnin yeni bir zemine sıçramasıyla doğar.

Bilimin gelişimine bakacak olursak da, yazara göre, temelinde kazalar ve tesadüfi bulgular bulunmaktadır. Bu da aslında yazarın baştaki düşüncelerinin açığa vurulmuş haline işarettir. Çünkü bu türdeki bulgular, belli bir zemin üzerine birikmiş bilgi ve tecrübeyle birleşim sonucu bilgiye dönüşebilmiştir.

19. yüzyılda sosyal bilimlerin doğuşunun temelleri, 17. ve 18. yüzyılda gerçekleşen sosyal yaşamın doğallaştırılması olayı, rasyonalist sosyal filozoflar tarafından hesaplanamaz derecede hızlandırılır. Buna ilaveten, daha önce dini veya geleneksel sebeplerden ötürü araştırılması mümkün olamamış sosyal ilişkiler incelenmeye ve şaşırtıcı bulgular elde edilmeye başlanmıştır.

19. yüzyılda sosyolojinin doğumunda başlıca görev alan organizma olarak toplum metaforu’dur. Bu metafor yeni değildir ama yeni bilimin nasıl çalıştığına dair bilgiyi aktarır. Bu yeni kuramın kavramsal kaynakları ise Comte, Spencer, Miller ve Ward olmak üzere, Darwin, Tönnies ve Durkheim’dir. Özellikle Tönnies ve Durkheim, bu yeni bilimin klasik formülasyonunda önemli isimlerdir.

189 “I. BÖLÜM: BAĞLAM” ANAHATLARI

 Sosyoloji felsefeden en son kopan disiplinlerden biri olmuştur.

 Sosyolojinin gelişimi Batı’da düşüncenin dinselden felsefiğe ve oradan da bilimsele doğru gelişimiyle bağlantılıdır.

 Sosyoloji çalışmasına belirli bir zaman ve mekanda bir topluma özgü ortak deneyim, düşünce ve sağduyudan başlar.

 Sihir ve din tarafından egemenlik kurulan entelektüel yaşamda akıl kendisine dışsal gereklilikler tarafından tayin edilir. Akıl yürütme süreçlerindeki değişim, düşüncenin kendi içsel niteliklerine tabi olması, dini kurumların dışında yaşanmıştır.

 Düşüncenin bilimsele doğru ilerleyişinde ilk adım antik Yunan felsefesinde düşünme sürecinin kendisinin düşüncelerin kabulü için kriter olması fikriyle atılmıştır.

 Yunan düşüncesinin ulaştığı iki önemli kazanım, mantığın kurulması ile matematiksel doğrunun doğasının ortaya konulmasıdır.

 Antik Yunan’dan başlayarak tarih yazıcılığının gelişmesi sosyal bilimlerin gelişmesinin önünü açmıştır; sosyal gerçeklerin incelenmesinde kullanılacak ampirik bilgiyi genişlettiği ölçüde.

 Sosyoloji ile halk bilgeliği, felsefe, tarih ve dinsel düşünce arasında hem benzerlikler hem de farklılıklar bulunmaktadır.

 Sanat felsefeden bilime doğru geçişe aracılık etmiştir. Rönesans sanatçıları deneysel yöntemi kullanmışlar ve ampirik prosedürlerin yardımıyla bulgularını genelleştirerek bir ilke düzeyine çıkarılmışlardır.

 Sanattan doğa bilimlere tam geçiş Galileo’nun çalışmalarında görülebilir.

 Newton’un çalışmaları organize olmuş bilimsel teorinin bir örneği olmuştur.

 Orta Çağ’da klasik Batı düşüncesi bir akıl tutulması içine girmiş, metafizikle bilim kaynaştırılırken felsefe teolojinin tahakkümü altına girmiştir.

 Aklın inancın tahakkümüne girmesi skolastizmin temel göstergelerinden biridir.

 Yeni kent toplumları Orta Çağ’ın zemininden ortaya çıkmaya başladığında kendi işleyişini, entelektüellerini ve eğitim kurumlarını zaman içinde yaratmıştır.

190  Yeni kent toplumlarının eski ile girdikleri çatışmada üstün çıkan yeni toplumsal doku olmuştur.

 Bu yeni toplumsal dokunun ihtiyaçlarına uygun eğitimli kişilerin yetişme merkezi üniversitelerdi. Üniversitelerin yükselişi, klasik felsefe ile Hıristiyan teolojisi arasında Orta Çağ’da üstü örtülen mücadelenin yeniden açılmasıyla denk düşmüştür.

 13. yüzyılda hümanistler kilise ve skolastiklerin dışında ve kısmen de karşısında ayrı bir bakış açısı oluşturdular. Hümanizm, Batı şehrinin entelektüel uyanışının bir ifadesiydi.

 Hümanist bakış açısı, karşılaştığı sorunların çözümünde kendi yetenek ve bilgisine dayanan insanın özgüvenli bakışıydı.

 Hümanizm Batı liberalizminin esasını temsil etmektedir.

 Bilimin tam anlamıyla ortaya çıkışı için sistematik gözlem ve deneyin gelişmesinin yanı sıra rasyonel kanıtın bu gelişmeye bağlanması gerekir. Bu da matematiğin fiziksel araştırma aracına dönüştürülmesiyle başarılmıştır.

 Bilimin gelişiminde önemli noktalardan biri de Reform hareketi olmuştur.

 Sosyolojinin kurucuları, sosyolojinin görevinin toplumu açıklamak için ampirik olarak yeterli teoriler geliştirmek olduğu fikrinde ortaklaşırlar.

 Bilimsel teori, bir olgu demetini açıklamak için oluşturulan genellemeler toplamıdır. İdeoloji ise ikna amacındaki bir argümanlar toplamına denk düşer.

 Bilimsel teori tanımlama ve açıklama odaklı iken ideoloji, eylem odaklıdır.

 Sosyolojide ideolojinin yeri konusundaki karışıklık 19. yüzyılda kolektivistlerin ve 20. yüzyılda onların devamcılarının tartışmalarıyla sürmüştür.

 Kuhn’a göre olgun bilim, bütün bir bilimsel topluluğun bir paradigma etrafında birleşmesiyle ölçülür.

 Kuhn açısından sosyal bilimler böyle bir ortaklaşmaya varamadıklarından paradigma öncesi aşamadadırlar.

 Pozitivistler, sosyoloji de dahil olmak üzere bilimin temel amacının açıklamak olduğunu savunurlar.

191 II. BÖLÜM: BİLİMSEL BÜTÜNCÜLÜK

IV. Pozitivist Organizmacılığın Toplumsal ve Felsefi Temelleri

Martindale, “Pozitivist Organizmacılığın Toplumsal ve Felsefi Temelleri” başlıklı çalışmasında yeni bir disiplinin ortaya çıkmasında yaşanan süreçleri anlatmaktadır. Buna göre, yeni disiplin, iki özellik üzerinden oluşumunu tamamlar. Bu aşamalardan biri, belli bir çevreye bağlılığı ifade eder. Bağlılık ise genellikle düşünsel niteliğe sahip çevrelere duyulur, bu da disiplinin bir nevi okullaşması anlamına gelir.

Martindale, yeni bir disiplinin, eski, tanınmış ve kanıtlanmış bir disipline bağlı olmak yerine ortaya çıktığı düşünsel çevreye yönelerek, bu çevreyi dayanak aldığını belirtir. Yazar, disiplinin oluşum sürecinde fikirler ortaya koyduğunu ve bu fikirlerden sadece bazılarının son aşamaya varabileceğini ifade eder. Son aşamaya varabilen fikirler ise bu yeni disiplinin temel felsefesi halini alacağını söyler.

Martindale’ye göre, ilk oluşum aşamasında yeni disiplin, eski prensiplere yeni bir bakış açısı kazandırır. Dolayısıyla yeni bir disiplin aslında bir öncekinin farklı bir boyutta ele alınışına işarettir. Tıpkı psikolojinin ilk oluşum aşamasında bilgi felsefesinden faydalanması gibi ekonomi disiplininin de temellerini ilk çağ felsefesinden, Ortaçağ teolojisinden ve büyük ölçüde deneysel devletçilikten alması gibi.

Yeni bir disiplinden bahsederken Martindale, bu disiplinin ne olduğuna dair bir açıklama yapmayıp genelleme yapmayı seçerken, daha sonraki paragraflarda sosyoloji’ye eğilmeye başlar ve sosyolojinin inşasına değinir. Yazar, sosyolojinin diğer yeni disiplinler gibi eski bir (veya fazla) disiplin üzerinden oluşumuna anlatmakla başlar ve etkilendiği disiplinin felsefe olduğunu ancak felsefeye bağlı klasik fikirler arasında yeni bir çıkışı ve farklı bir hareketi temsil ettiğini ekler. Sosyolojiye dair esaslar ise tarihle birlikte inşa edilir, yenilikçi politikalardan da kısmen etkilenir.

Martindale, Comte ile Spencer’ın sosyolojiyi felsefi bakış açısıyla ele aldığını belirtir. Hatta Comte’un sosyoloji terimini kullanmadan önce yaptığı çalışmaya “pozitif felsefe”, Spencer’ın ise “sentetik felsefe” adını verdiğini yazar.

Yazar, genelleme yaparak aşamalarını anlattığı disiplini, daha sonra sosyoloji olarak açığa vurur; ardından yine genellemeye yönelerek, bir disiplinin oluşumunun başında neler yapacağını anlatmaya başlar. Buna göre, yeni bir disiplin, öncelikle bazı standartları

192 belirlemeye, materyal toplamaya ve kendi teorilerini kanıtlamaya çalışır. Yeni disiplin zamanla kendi kendine yeten bağımsız bir özelliğe bürünür.

Görüleceği üzere, Martindale, bir disiplinin temelde kendinden önceki disiplinlere dolaylı veya doğrudan bağlı olduğunu zamanla da kendi başına bir disiplin olma yolunda ilerlediğini anlatır. Yeni bir disiplinin oluşumda ikinci aşama ise yazara göre, disiplin içerisinde ortaya atılan fikirlerin okullaştırılmasıdır. Martindale’e göre, insan zihninin üretkenliği zamanın gerektirdiklerinin de ötesine geçmektedir. Ancak fikirsel anlamda üretkenlik bu noktada yeterli değildir buna ilaveten, fikirlerin oluşumunda kaynak görevi gören ortamın da mevcut olması gerekir. Dolayısıyla aslında bir disiplinin oluşumu, sadece bir iki etkene bağlı değildir, bu etkenlere ilaveten bir de toplumun ihtiyaçlarının bu yeni disiplini doğrulaması gerekir.

Yazar, yeni bir disiplinin kabulü noktasında ortaya çıkan farklı düşüncelere de eğilir. Buna göre, yeni disiplin ilk başta ortaya attığı teorilerde, sorularda, kaynaklarda ve kullandığı yöntemlerde farklı iddialarla karşılaşır. Disiplinin temel esaslarının farklı kurgulandırmalarının temel esaslara dayandırılması beklenir.

Yeni disiplin, tamamen olmasa da zamanla kendi kendine yeten bir hale büründüğünde dolayısıyla olgunluğa ulaştığında, içinde beliren farklı ekolleri de azaltabilme gücüne ulaşacaktır. Buna örnek olarak fizik teorilerinde farklı okullara rastlama olanağı az iken, sosyoloji ve psikolojide farklı ekollere rastlamak olasıdır. Nedeni, sosyoloji ve psikolojinin fizik bilimine nazaran olgunluğunu farklı düzeyde yaşamasından kaynaklanır.

Martindale, yeni sosyolojik teori aşamasının “pozitivist organizmacılık” olarak adlandırıldığını belirtir, bu durum ise felsefedeki karşıt yaklaşımların birleşimi niteliğindedir. Tam da bu noktada yazar, şöyle bir ifade ile bireysel düşüncesine açıklık getirir; Ona göre, yeni bir disiplin, zıt prensiplerin birleşimini kullanmaktan daha mantıklı bir yol seçemez!

Organizmacılık ve Felsefi İdealizm

Martindale, “organizmacılık” ve “pozitivizm”in arasındaki olası çatışmaların kolaylıkla gözlemlenebildiğini yazar. Organizmacılık, dünyayı bir model üzerinde resmetme fikrine atıftır. Ayrıca organizmanın organları arasındaki ilişkileri gösterme girişimi olarak da ifadelendirilebilir. Organizmacılığa karşıt, pozitivizm ise olayların açıklanmasını sadece olgularla sınırlandıran fikre atıfta bulunur. Martindale, bu iki kavram arasındaki çatışmanın ise en yalın haliyle yeni ve farklı bir disiplinde duyulan ihtiyacı açığa çıkardığını belirtir.

193 Sosyolojik Organizmacılığın Felsefi İdealizmdeki Temelleri

Organizmacılığa ve pozitivizme ilaveten idealizme değinen Martindale’e göre, idealizm, insan ilişkilerine karşı hayali tutumlara ayrıca insan zihnini iyimser yanına atıfta bulunur.

Yazar, idealizmi, bir de, daha iyi bir dünyanın hayalini kuran insan üzerinden tanımlar. Ancak felsefi idealizmi bu tanımdan ayrı tutar. Çünkü felsefi idealizm, gerçekliğin fikirlerin doğasında ya da herhangi bir şekilde var olduğu görüşüne atıf yapar. İdealizmin genel seyrine bakılacak olursa idealizm, Batı düşünce hayatında büyük bir rol oynamış; Platon ve Aristoteles’in felsefelerinde özetlenmiş olan Antik Yunan da bu gelenekle beslenmiş, bütünleşmiştir. Martindale, Platon’un fikirlerine yer verir, gerçekten var olan tek şeyin fikirler olduğu düşüncesini ekler.

Yazar, Ortaçağ dünyasının teolojik idealizmin dünya ve cennet arasındaki ayrımı keskinleştirdiğini belirtir; idealizmin modern şekilleri ise teolojiye eğilimli filozoflarca ortaya atıldığını ekler.

Aşkın İdealizm ve Öznel İdealizm

İlkçağ idealizmin, ide’yi duyular dünyasının dışında konumlandırdığından “aşkın idealizm” olarak tanımlandığını belirten Martindale, bunun nedenini, dünyanın ötesinde farklı dünyaların var olduğu fikrinin benimsenmesine bağlar. Buna karşın, modern idealizm ise deneyin özündeki fikri savunduğu için öznel olarak adlandırılabilir.

Öznellik ve nesnellik kavramlarına değinen yazar, bu kavramları örneklerle açıklamaya yönelir. Buna göre, kütle, hacim ve zaman, içinde var olma gibi vasıflar gerçek varlıklara ait olan özelliklerdir, bunlar da nesnellik olarak yorumlanabilir.

Martindale, tam da bu noktada nesnel idealizmi açıklamaya girişir. Yazara göre, öznel idealizmin Leibnitz ve Berkeley’in çalışmalarıyla ortaya çıktığını, nesnel idealizmin modern formu ise Hegel’in çalışmalarında kendini gösterir. Hegel’in buradaki etkisi göz önünde bulundurulduğundan yazar, Hegel’in teolojiye yönelen halini okura sunar, buna ilaveten de sıradan farkındalığın giderek spekülatif düşünmeye dönüşeceği fikrini ortaya attığını yazar.

İradi İdealizm

İdealizmin diğer bir formu olarak, 19 yüzyılda ortaya çıkar. Yazar, idealizmin diğer bir formu dediği iradi idealizmin hala idealizmin temellerinden sıyrılamadığını belirtir. Yani dünya sürekli bir değişim dönüşüm sürecinden ibarettir. Schopenhauer, dünyayı vücudumuzda meydana gelen değişikliklere benzetir.

194 İradeye değinen Martindale, iradeyi insanın özü olarak tanımlar. İrade ise dünyanın varoluş esasını temsil eder ki burada yazarın asıl üzerinde durmaya çalıştığı nokta, dünyayı açıklaması beklenen düşüncelerin özgür irade olduğu, akılcılık yani rasyonalizm olmadığını duyurabilmektir.

Özetle, modern idealizm üç bölümden oluşmaktadır. Bunlardan ilki Berkeley’in öznel idealizmi, bir diğeri Hegel’in nesnel idealizmi ve sonuncusu Schopenhauer’in irrasyonel idealizmi’dir. Modern dünya ise Henry Bergson’un tanıttığı irrasyonel idealizmin yeni formlarına tanıklık etmektedir.

Felsefi idealizme dönecek olursak ise felsefi idealizmin bütün formları “organik analoji” mantığına dayanır. Analojiye başvurma durumunda belli başlı sonuçlar ortaya çıkmaktadır. Bunlar; doğanın teolojik tasavvuru, toplum, doğa ve tarihin ayrı ayrı incelenmesiyle onların bir bütünü oluşturan ayrılmaz parçalar olmadığının görülmesi, son olarak da doğanın, tarihin ve toplumun alt dallarıyla olan ilişkilerinin vücudun organlarının birbirleriyle olan ilişkisine benzetilmesi görüşüdür.

Pozitivizmin Toplumsal ve Felsefi Geçmişi

Yazar, pozitivizmi tanımlayarak metne başlar; bu tanıma göre pozitivizm dünyayı yalnızca deneyle yorumlamaya çalışan bir düşünce akımıdır. Bu akımın, pozitivizmin çıkış noktası ise doğa bilimidir. Pozitivizmin ilkçağ halini anlatmaya yönelen yazar, bu türdeki pozitivizme yönelenlerin özellikle atomistler ile Sofistlerin olduğunu belirtir. Bu noktada Demokritos’un çalışmaları, fikirleri önemlidir Martindale’a göre; ancak gözleme dayalı olmaması, bilimsel doğrulamadan uzaklaşmasına yol açmıştır.

Modern pozitivizme benzeyen düşünce akımı ise Yunan inanışındaki Sofistik akımıdır. Çünkü bunlar gözlemi göz ardı etmez. Sofistler, gözleme yönelerek metafizik sorgulamaları bir kenara bırakmışlardır. Yazarın Sofistlere yönelik tanımlamaları bunlarla sınırlı kalmak, ek olarak tümevarım yöntemini kullandıklarını da ilave eder. Sofistlere yönelik en genel yorum ise onların öğrencisiz yapamayacaklarıdır.

Sofistler, atomistlerden daha fazla gelecek vaat etseler de modern pozitivizm ile de birebir uyumlu değildir. Uyum ancak Demokritos’un felsefesi ile sofistlerin felsefelerinin birleştirilmesinde görülebilir!

Modern pozitivizme yönelik yorumlar veya yakıştırmalar yanında yazar, bu konuya dair bir başlık atar. Ona göre, ilkçağ sofistlerinin ve atomistlerinin yaklaşımlarını biraraya getirebilme imkanı ancak günümüz Batı düşüncesi ile mümkün olabilir.

195 Modern dönemde bilime dair yeni metot ve ilkeler geliştirilmeye başlanır. Ruggiero, 17. yüzyılın başından itibaren pozitivizmden bahseder ve modern dünyada bilimin artan başarısına atıfta bulunur. Bu arada Bacon’un modern pozitivizme yönelik yaptığı katkıyı da göz ardı etmemek gerekir.

Erken Dönem Pozitivist Program

Temel pozitivist program Bacon tarafından ortaya konulduğunda somut bir programın çok defa ampirizm içinde yer aldığını anlatır. Metafizik karşıtı yaklaşımlar ise bilgiyi elde etmede herhangi bir metafizik etmene yer vermeden sadece deneyin ışığında bilgiyi oluşturmasına odaklanır. Yazar, ampirist epistemolojiden de bahsedeceğini vurgular.

Yazar, Hume, Locke ve Berkeley sayesinde bilginin deney yoluyla elde edildiğini ifade eder. Özellikle Berkeley, fiziksel dünyanın deney yoluyla sorgulanabileceğini savunur. Bunlara ilaveten ise Voltaire, 18. Yüzyılın başında Newton bilimini tanıtmaya yönelir.

Martindale, Fransız Aydınlanması teorisyeni Condillac’a, İngiliz faydacılığında Jeremy Bentham’a değinir.

Pozitivizm ve Toplumsal Reform

İlkçağ sosyolojisinin ayrılmaz parçası pozitivizmdir. Yazar, 18. yüzyılın son dönemi Amerikan devriminin başarılarına tanık olduğunu ifade eder. Bu süreçte Fransa’da da yenilenme girişimleri yaşanmaya başlanır. Reform konusuna dönecek olursak da belki de toplumsal reform üzerine yazan önemli yazarlardan biri olan Saint Simon’a değinilmelidir. Toplumsal iyileşmeyi sağlamayı amaçlayan belli başlı toplumsal reformcular olarak da şunları saymak mümkündür: Etienne Cabet, Charles Fourier, Louis Blanc ve Pierre Joseph Proudhon.

İdealistik Organizmacılık ve Sosyal Muhafazakarlık

Sosyal reformizm ve ütopya oluşturma, 19. yüzyıldaki liberal ve devrimci hareketlerin bir benzeridir. Diğer bir yandan, olayların gidişatına verilen muhafazakâr tepkiler Burke, de Maistre ve de Bonald gibi şahsiyetlerde görülebilir. İrlanda’da doğup hukuk eğitimi alan Edmund Burke (1729–1797), toplum ve devletin bir sözleşme şeklinde bilinçli akıl tarafından yaratılmadığını, organik bir büyüme şeklinde ortaya çıktıklarını savunur. Gelenek ve görenekler önemlidir; akıldan daha engindir, din ise sosyal istikrar için gerekli olan bir temeldir.

Joseph de Maistre (1753–1821) göre, bireyin en üst elementlerinin gelişimi toplumu gerekli kılar. Dil, bireyler ya da bir grup tarafından icat edilmemiş olup, kutsal kaynaklıdır. Fakat

196 sadece toplumda ortaya çıkabilen bir yetenektir. Sosyal yapı ise değiştirilebilir fakat yaratılıp yok edilemez.

Louis de Bonald (1754–1840) dilin kökenlerinin toplum hakkında birçok şeyi gün yüzüne çıkardığına inanır. Kelimeler düşünmenin ve akıl etmenin mümkün olması için gereklidir. Toplum yasaları en iyi ilksel aydınlanmayı muhafaza etmiş insanlar arasında çalışılabilir. Toplum zorunlu olarak geleneğe dayanır ve en çok hiyerarşik yapıda olduğunda istikrarlıdır.

Giovanni Battista Vico Sosyolojik Sentezi Öngörür

Vico (1668–1744), doğal hukuk kuramcılarından etkilenmiştir. Onlardan insanoğlunun en gerekli olanın kültürün yaratılmasına olanak veren bilinç ve akıl olduğu fikrini alır. Ancak Plato ve Tacitus’a yakın olan, organizmacı toplum modelini aydınlanma kuramcılarının mekanik nosyonlarına tercih etti.

Vico hümanist perspektiften olduğu kadar gelişmekte olan bilimsel perspektiften de fikirler seçti ve bir toplum ve kültür bilimi hayal etmesine rağmen, onu doğa bilimlerinden farklı bir temel üzerine yerleştirdi. Ve şunu öne sürdü: doğayı tanrı yarattı, öyleyse onu en iyi o anlayabilir; insanoğlu toplumu ve kültürü yarattı, öyleyse onu tam olarak anlamaya oldukça yeteneklidirler. Vico insanların ilk başta çayırdaki hayvanlar gibi yaşadığını varsayar. Doğal eğilimleri ve ihtiyaçları onları aile kurmaya yönlendirdi ve şimşek, gök gürültüsü gibi anlayamadıkları doğal olaylar onları korkutup mağaralara sığınmaya itti, sonuç olarak en eski kurumlar olan din ve evlilik doğdu. Dolayısıyla Vico’ya göre, insanların kurumlar yaratmak ve topluluk biçimini almak için bilinçli sebepleri vardı.

Comte’çu Sentez

Auguste Comte (1798–1857), sosyal-muhafazakâr, idealist-organikçi toplum kavramını benimseyip pozitif metodu ona tabi kılarak, sosyalizme muhafazakâr bir cevap yaratır. Konunun aynı zamanda hem idealist hem muhafazakâr tanımı sosyal fenomeni ele alışında açıkça bellidir. Comte’a göre, fikirler dünyayı yönetir ya da onu kaosa sürükler. Comte, sosyal düzen alanını “sosyal statik” olarak tanımlar. Toplum üç elemente ayrıştırılabilen bir organizma olarak düşünülür: birey, aile ve toplum.

Toplumun organları kurumlardır. Aile kendine yetebilme potansiyeli olan en küçük birimdir, en temel sosyal birimdir. Diğer sosyal formlar, ister kabile ister millet olsun, ondan ortaya çıkar. Aile, düzenli ve disiplinli cinsel tatminden ortaya çıkan bir denetim kurumu olarak görülebilir.

197 Comte’un sosyolojik analizinin asıl birimi toplumdur. Toplum ona göre, bireysel organizmadan üstündür. Toplumun özellikleri arasında en önemlileri itaat ve yönetime olan “doğal” eğilimidir. Modern muhafazakâr-idealist formülün en önemli özelliklerinden biri gelişim prensibi algısıdır. Gelişim noktasında Comte, endüstri hayatına değinir ve ona göre bu hayat, aile hayatını da mümkün kılabilmelidir ki burada erkekler hayatın rasyonel yanından, kadınlar ise hislerden sorumlu olacakladır.

John Stuart Mill: Comteçu Duruşun İngiliz Hali

John Stuart Mill (1806–1873): İngiliz mantıkçı, Britanya’da Comte’un sosyolojisinin hoş karşılayan ilk entelektüellerindendi. Vico ve Comte gibi, Mill de (aydınlanmacı sosyal reformcuların aksine) insan doğasında çıkarım yapmanın insanlar arası davranışı açıklamak için yeterli olmadığına ikna olmuştu.

Mill’in pozitivizmi açık ve nettir. Ona göre, sosyoloji için en iyi model fizikten ve kimyadan ziyade astronomidir. Sosyoloji astronomiyle aynı kesinliğine ulaşmayı ummasa da, bireysel psikolojinin sadece deney ve gözlemle oluşabilen yasalarına dayanmalıdır. Mill’e göre, ancak yaklaşık genellemelerdir. Evrensel yasalar, gözlemler ve deneyle belirlenemeyen fakat tümdengelimle çalışılması gereken, sosyal karakterin şekillenmesiyle ilgilenir.

Mill, Comte’un ilerleme yasasını Vico’nun “sosyal evrelerin döngüsü” fikrine tercih etmekle kalmayıp, geriye dönük-tümevarımla şimdiye kadarki en düzgün sosyoloji metodunu tanımladığını düşündü. Sosyal bilimlerin mantığı değerlendirmesini Comte’çu açıdan şu şekilde yapar: Her bakımdan insanın ilerleme düzeni insanın entelektüel kanaatinin ilerleyiş düzeninden çıkarılabilen doğal bir sonuç olacaktır.

Spencer’in Yeniden Formülasyonu

Herbert Spencer (1820–1903): Adam Smith’in ahlak felsefesiyle yetiştirilir. Spencer’ın pozitivizm ve organikçilik birleşimi, şüphesiz, temelde muhafazakâr bir şekilde işler. Spencer, zihinsel gelişimin zaman aldığını ileri sürer. Çevre kaynaklı modifikasyonlar adım adım yeni şekillerin oluşmasına yol açar. Bireyin zihni meselesinde ırkın tecrübesi hesaba katılmalıdır. Gelenek, zihin yapısı, fikirlerin ilintili olduğu terbiyeler, hislerin ve içgüdülerin gelişim formu ve kalıtımın her biri önemlidir.

Spencer’a göre toplum, bazı spesifik alanlardaki görece kalıcı düzenlemelerle tanımlanmış belli birimlerden oluşan bir şeydi. Toplumun çeşitli bölümlerinin düzeni, canlı vücudundaki parçalarının düzenine benzer. Bir organizmada olduğu gibi toplumunun temel özellikleri arasında şu olgular vardır: (1) toplum büyüme geçirir, (2) büyüme süresince yapısal

198 farklılaşmalar yaşanır, (3) toplumun işlevleri karşılıklı bağımsızdır, (4) sıradan bir organizma gibi, toplum birimlerden oluşmuş bir halk olarak görülebilir, (5) parçaların yok edilmesiyle tüm organizma yok edilebilir. Dolayısıyla bu sıraya göre canlılar gibi, toplumlar da küçük bir birim olarak başlar, büyük boyuta ulaşır.

Basitten bileşiğe doğru büyümede parçalar arasında farklılıklar artar. Farklılaşma genelden özele doğru gider. Hayvanların ve toplumların gelişimi organik aynı ilkeye dayanır. Bu şekilde, her gelişmiş toplumda 3 organ sistemi vardır, en basit topluluklarda bunlardan en az biri küçük farklılıklara sahiptir. (1) Besleyici/sürdüren sistem, (2) dağıtım sistemi ve (3) düzenleyici sistem gelir. Spencer, toplumları kompozisyonları bakımından (basit, bileşik, çift bileşik) ya da baskın sistem türüne (askeri ya da endüstriyel) göre sınıflandırma fikrini öne sürdü. Savaşçı toplum harici sistemin; endüstriyelse dâhili sistemin hâkim olduğu sistemdir. Savaşçı toplumda güçlü bir merkezi denetim vardır, savaş ve barış için bir komuta kimliğidir ve otoritenin hiyerarşik sıralamasıdır. Endüstriyel toplumda ticaret savaştan daha önemlidir. Serbest politik kurumların gelişimi vardır; özgürlük dini ve endüstriyel yapıları da kapsar.

Ward ve Amerika’da Sosyal Organizmacılığın Tanıtılması

Lester F. Ward (1841–1913), Amerika’daki ilk sistematik sosyologdur. Sosyolojik fikirlerini, sosyal yapı ve işlevlerin doğuşuyla ilgili olanlar (genesis) ve ilerleme için sosyal bilimlerin uygulanması anlamında olan sosyal amaçlar ile ilgili olanlar (telesis) şeklinde ikiye ayırmıştır. Sosyal gelişme “simpodiyal”dir, gelişimi belli bir büyüklüğe ulaşınca yeni dallar veren bir bitkiye benzetilir.

Hayatın kendisi “zooism” sürecinde kimyasal maddelerin sentezi sonucu oluştu. “Farkındalık”, acıyı ve keyfi ayırt etme yeteneğine sahip olmasıyla tanımlanan, yeni ve sadeleştirilemez bir elementti. Aklın dinamik elementleri hissetmek ve arzu, yol gösterici hassa olan zekâdan daha önce ortaya çıkmıştır. Ward’a göre, sinerji başarılı bir yapının oluşmasında en önemli prensipti. Sinerjistik gelişim, biyolojik döllenmede olduğu gibi, sosyal “karyokinez” yoluyla olur. Sosyal karyokinez, farklı sosyal grupların birleşiminde ve karışımında belirgindir.

Sosyal dinamik, sosyal süreçle ilgilenir. Üç temel prensip etkilidir: potansiyelin, inovasyonun ve gayretin farkları. Bu süreçteki en temel sosyal kuvvetler; ontogenetik/koruyan, filogenetik/üretken ve sosyogenetik/ruhsaldır. “Jinekokrasi (kadınlarca yönetilme)” bu tür kuvvetlerin ayrıcalıklı önceliğini açıklar, çünkü dişil cinsiyet doğada ve insan toplumunda aslidir.

199 Sosyal telesis, sosyal gelişimin insan aklı tarafından şuurlu olarak denetlenmesi ve yönlendirilmesi demektir. Doğadaki belirsiz kuvvetlerin işleyişlerinden son derece üstündür. Devlet, sosyal sürecin bilinçli manipülasyonu için bir araç olarak oluşturuldu. Ancak, temel bilginin genele yayılması gerçekleşmeden hiçbir şekilde kesinlik içinde işleyemez.

Ward’ın toplum konsepti belirsizdir. Ward, toplumu, sinerji ve denge ilkeleriyle uyumlu olarak düzenlenmiş bir oluşum olarak farz eder. Ve bu, her grup için geçerliydi. Ward kurumları, zıt kuvvetlerin yapıcı dengesi olarak düşünür. Kurumlar, sonuçta insanını arzularının ürünleridir. Sosyal sınıflar üçtür: Üreticiler, üretime yardım edenler ve parazitler. Son olarak Avrupalı muhafazakâr meslektaşlarının aksine, Ward muhafazakâr sentezi çözmeye başladı ve liberalizmle 18. yüzyıl rasyonalistlerinin pozitivizminin bileşimini geri getirdi.

Pozitivist Organizmacılığın Kurucularının Sosyolojilerindeki Pozitivist Öğeler

Auguste Comte, sosyolojiyi metafizik felsefe, geleneksel ortak akıl ve teolojinin yerine koymuştur. Sosyolojik bilgi prensipte diğer bilimsel bilgi türlerinden farklı değildi ancak daha karmaşık ve daha az geneldi. Dahası, Comte, daha genel fiziki bilimler bilgisinin, biyolojik bilginin ve sonuçta sosyolojik bilginin en temel dayanak noktası olduğunu savundu. Comte’a göre sosyolojinin üç metodu olmalıdır. Bunlardan biri gözlem, diğerleri deney ve karşılaştırmadır.

Herbert Spencer, Comte’un pozitivizmini paylaşmış, bilimsel bilgiyi mevcut olan bilginin en üst formu saymıştır. Özgünlüğü metafiziğin iddialarını reddetmesi ve kendini sıkı sıkıya fenomen yasalarını kanıtlamaya hasretmesiydi.

Bilinmeyen sebepler bilinen etkiler yapar, buna fenomen(olgu) deriz, ve bu fenomenler arasındaki benzerlikler ve farklılıklar keşfedilebilir. Uzay ve zaman, “bağıntı kipleri”dirler. Böylelikle her fenomen sınıfında aynı yasalar vardır, her bilim sadece onları belirli bir sahada tesis eder. Sosyologların bunu sosyal fenomen için gerçekleştirdikleri yol sonuçta karşılaştırma metodudur: Geçmiş ve şimdiki şahitlerin ima yoluyla bize anlattıkları, sosyal yapıları ve işlevlerin kaynağı ve gelişimi ile ilgili çıkarım yapmak için veri toplamak mümkündür: herhangi bir toplum hakkında bu gibi verilerin çözümünden doğan engeller karşılaştırma metoduyla çoğunlukla aşılabilir.

Lester Ward, Comte ve Spencer’ın dikkatli bir okuyucudur, fiziksel bilimler bağlamında sosyal bilimler bilgisinin yeri konusunda onlarla hemfikirdir. Kendi çerçevesini karşılaştırma metodu üzerine oturtur. Ona göre, grupları benzer yasalar altında toplayabilecek ve kesin

200 metotlarla ele alabilecek şekilde, sosyal fenomenlerin sınıflandırılması, sosyal bilimde metodolojinin işlevidir. Sosyoloji o zaman kesin bir bilim olur. Böyle yaparak, kaostan kozmosa geçtiğimiz de anlaşılacaktır. İnsan tarihi kaosu gösterir. Saman yolunun tarihini, belirgin sosyal evrene dönüştürebilen tek bilim sosyolojidir, ve bu uygun metotlar kullanarak yapılabilir, tüm özel sosyal bilimlerin(psikoloji, biyoloji ve kozmoloji de dâhil edilerek), sağladığı verileri kullanarak ve bulguları ve bulgu gruplarını birliğe erişene dek genelleyerek ve koordine ederek yapılabilir.

201 V. Pozitivist Organizmacılığın Klasik Dönemi

Comte, Spencer ve Ward çalışmalarını iyi bir şekilde gerçekleştirince pozitivist organizmacılık yükselişi yaşar. Toplumun organizmacı teorisi ise idealist felsefenin geçmiş köklerini taşımaktadır. Bu düşünürlere ilaveten ayrıca Pitirim Sorokin’e de değinilebilir. Sorokin, organizmacılığı üç türe ayırır; Bunlardan ilki felsefi, diğer psikolojik bir diğeri ise bioorganizmik olandır. Paul von Lilienfeld(1829-1903), yine aynı noktadan hareketle toplumla bireyi sinir sistemine benzetmeyi uygun görür. Düşünür, sosyal patoloji kavramını geliştirmiştir. Bu kavram bireyle toplum arasında yaşanabilecek bir çatışmanın bu sonuca yol açacağını belirtir. Bir ekonomist olarak düşünülen Albert Schaffle(1831-1903) da bir bio- organizmacı düşünürdür. Sosyolojik ayrımı sosyal morfoloji, sosyal fizyoloji ve sosyal psikoloji şeklinde ortaya koyar. Beş ayrı sosyal dokulara değinen Schaffle, sosyal organların bu sosyal dokulardan oluştuğunu belirtir. Alfred Fouille(1838-1912), Fransız filozoftur. Sosyal sözleşme ile organizmacılık düşüncesini birleştirmeye çalışır. Ona göre, toplum ve organizma benzer olarak beş karakteristik özelliğe sahiptir: farklı parçaların birliği, bireylerin işlevsel katkısı, organik alt parçalar, hareketin kendiliğinden oluşumu ve son olarak küçülme ve büyümenin özellikleri. Rene Worms(1869-1926), bir başka Fransız düşünürdür. Ona göre, toplum yaşayan varlıkların dayanıklı bütünüdür. Bunlar gibi birçok bio-organizmacı düşünür bulunmaktadır. Kapsayıcı haliyle yine genele bakılacak olursa Comte, Spencer ve Ward’a ilaveten Tönnies ve Durkheim da organizmacı çalışmalara katkı sunmuşlardır.

Ferdinand Tönnies(1855-1936), sosyoloji disiplinini üçe ayırır. Bunlardan ilki doğal sosyoloji, bir diğeri uygulamalı sosyoloji ve son olarak da ampirik sosyoloji gelmektedir. Tönnies, Cemaat ve Toplum/Gemeinschaft-Gessellschaft şeklinde bir ikilem geliştirmiştir. Tönnies’e göre, cemaatin zihinsel temeli kadın ile özdeştir ve duyular aracılığı ile işler. Toplumun zihinsel temeli ise erkek ile özdeştir ve amaçlar aracılığı ile işler. Tönnies, her türdeki toplum gerçeğinin ve sosyal ilişkilerin insan iradesinin birer ürünü olduğunu yazar. Sosyal yaşamın en genel ve basit birimleri ise birer sosyal ilişkidir. İradeye de değinen Tönnies’e göre, iki çeşit irade vardır; Biri ‘rasyonel irade’, diğeri ‘doğal irade’dir. Rasyonel iradenin sosyal ilişki biçimini aldığı toplumlar “toplum”, doğal iradenin cisimleştiği yapılar ise “cemaat” olarak sınıflandırılır.

Emile Durkheim, işbölümü kavramını ortaya atar. Durkheim, toplumun gerekli niteliği olarak sosyal dayanışmayı alır. Toplumları dayanışma şekline göre de sınıflandırır. Dayanışma tiplerinden biri mekanik dayanışmadır, bir diğeri ise organik dayanışma. Mekanik dayanışma, benzerlikten oluşur ve toplum, kolektif bir bilinç tarafından yönlendirilmektedir.

202 Organik dayanışmada ise uzmanlaşma, iş bölümü ve bağımsız olma hali söz konusudur. Durkheim’a göre ilksel toplumlarda dayanışma mekaniktir. İnsanlar neredeyse birbirinden farksız ve dış bir güç tarafından birarada bulundurulurlar. Toplum farklılaşmaya başladığında ise dayanışmada dönüşüm başlar. İnsanlar birbirinden farklılaşır ve bağımsızlaşır. Bu farklılığı dengeleyen birim hukuktur. Ve hukuk, artık bastırıcı, cezalandırıcı olmaktan çok yapıcı, iyileştiricidir.

Durkheim’a göre toplum bireyden değil, birey toplumdan doğar. Bu noktada pozitivist metotları kurtarmak adına yapılan en etkili çalışma, Durkheim’dan gelmiştir denebilir. Durkheim, doğa bilimleri ve sosyal bilimler arasında kesin bir çizgi olmasına rağmen, doğa bilimleri metotlarının sosyal bilimler alanında uygulanabileceğini savunmuştur.

Genel olarak her iki düşünürün kıyaslamasına bakılacak olursa, Durkheim ve Tönnies çalışmalarında istatistiksel verilere başvurmuştur.

Robert Redfield(1897-1958): Bir antropologdur. Etnografik alan çalışmasını Yucatan ve Guatemala’da yapmıştır. Şehirleşmeye önem verir. Ona göre, şehirleşme yeni bir insan yaratmıştır.

203 VI. Pozitivist Organizmacılığın Dönüşümü ve Parçalanması

Başlangıçtan beri pozitivist organizmacılık kendi içinde çatışma yaşar. Toplumun organizmacı kavranışı pozitivist olmama eğilimi taşırken, pozitivist bakış ise organizmacılık karşıtıdır. Dolayısıyla pozitivist eğilimle organizmacı eğilim arasında bir hoşnutsuzluk açıktır. Bu duruma alternatif olarak ise romantikler ve irrasyonel idealistler ortaya çıkmıştır.

İradi Pozitivizm

İdealist felsefenin 19. yüzyıldaki gelişimi içinde irrasyonel pozitivizm çok da önemsiz sayılmazdı. İrrasyonel pozitivizm, dünyayı, toplumu, tarihi ve uygarlığı insan psikolojisi ile analoji temelinde tasarımlaması açısından “idealist”tir. İnsan yaşamına dair hislere, onun dürtülerine ve iradesine verdiği önemden dolayı da “irrasyonel” idi. Bundan dolayı irrasyonel idealizm, yüzeysel görülür. Bu bakış açısı, on dokuzuncu ve yirminci yüzyıl düşüncesine önemli etkileri olan Schopenhauer ve Nietzsche tarafından benimsenmiştir.

Gaetano Mosca (1858-1914), pozitivizm ile irrasyonel idealizm arasında bir uzlaşı sağlamaya çalışır. Toplumları, en ilkselinden en gelişmişine doğru iki sınıfa ayırır: Bunlardan biri yönetenlerdir bir diğeri de yönetilenler.

Vilfredo Pareto (1848-1923), Mosca gibi pozitivizmi ve irrasyonel idealizmi birleştirmeye çalışmıştır. Sosyolojinin, gözlem ve deneye dayanan mantıksal-deneysel bir bilim olması gerekliliği üzerinde durur. Ona göre gözlemlenen gerçekler dışındaki tüm çıkarımlar, araştırmanın dışında tutulmalıdır. Pareto, sosyolojinin karşılıklı bağlılık, işlevsel ilişki, düzenlilikler, tek biçimlilik, zaman-mekan korelasyonu, nicel ölçümlere dayanan kavramlarla çalışması gerektiğini vurgular. Pareto’ya göre sosyolojiyi kurarken eylemlerin en temel sınıflandırması, mantıksal olan ile mantıksal olmayanlar arasındadır. Ona göre mantıksal- deneysel sosyolojinin başlangıç noktası, eylemlerin yenilenen özellikleri, tortulardır. Tortu, duygunun işaretleri ve aynı zamanda dengenin gerçek gücüdür.

Sigmund Freud (1856-1939), temel olarak zihinsel yaşamın, benzer şartlar altında benzer nedenlere yol açan güçler tarafından yapılandırıldığını belirtir. Günlük hayattaki tüm olayları gözlemler, rüyaları ise pozitivist bakış açısıyla değerlendirir. Freud, bilinçli, bilinçsiz ve ara hal diye tanımladığı insan psikolojisine dair açıklamalarını ego, id ve süper-ego olarak kavramlaştırır. Ona göre birey ve toplum arasında bir çekişme bulunur. Birey, toplumun ona uyguladığı baskıya direnememe durumunda sinirli hale gelir. Bireye ilaveten Freud, grup psikolojisine yönelik çalışmalar yaparak bu türdeki psikolojiye açıklık getirmeye çalışmıştır.

204 Pozitivizmden Organizmacılığın Ayrışması

İki farklı yönü birarada barındıran bu disiplinde iki büyük gerçeklik bulunur: Biri, sarsılmaz bir sosyal muhafazakarlık pozisyonunu devam ettirmek, diğeri bilimselliği korumaktır. İradi pozitivizm de aynı temel gerekliliklere sahipti. Uygulamada pozitivizm, sadece deneylerin sunduğu, kanıtlanabilir verilerle çalışmayı öngördü. Buna ek olarak bilimin çizdiği sınırların ötesine geçmez. Organizmacılık, deney ve araştırmaların sunduğu kanıtlanabilir verilerle çalışmayı kabul eder ancak pozitivizmin dayattığı sınırları aşmaya yönelimlidir.

Oswald Spengler, ölü formları tanımlamada matematik yasalarını, yaşayan formları anlamada ‘Analoji’yi kullanmayı salık verir. Ona göre, doğa organik, uygarlık mekaniktir. Spengler’e göre, kültür ve uygarlık arasında ciddi farklılıklar bulunmaktadır.

Arnold Toynbee (1889-1975), tarihsel çalışma üzerinden gider, toplumu dört tipe ayırır; Rusya ve Güneydoğu Avrupa’daki Ortodoks Hıristiyan Toplum, Çin Seddi’nin dış yüzeyinden başlayıp Atlantik’e ve Orta Asya ile Kuzey Afrika’da kadar Müslüman Dünya, Hindistan’daki Hindu Toplumu ve son olarak Uzakdoğu Toplumları. Bu toplum tiplerine ilaveten 19 ayrı toplum ile 650 civarında ilksel toplum bulunmaktadır.

Pitirim Sorokin (1889-1968)’in başlıca çalışmalarından biri Society and Cultural Dynamics, bir diğeri de Society, Culture and Personality’dir. İdealist organizmacılar arasında yer almaktadır. Sistemler üzerine çalışan Sorokin, grupların ansiklopedik şekilde yaratılmadığını belirtir. Ona göre, din, ahlak, felsefe, estetik ve hatta matematiksel zihin ile bilimsel düşüncedeki asıl kavrayışın başlatıcısı, kurumların ürünleri olarak vardırlar.

Organizmacılıktan Pozitivizmin Ayrılması

İki ayrı yönün birarada bulunuşunun sonlanması ile pozitivizm tek başına kendi yoluna yönelir. Böylesi bir harekete neden ise teknokratlardır. Teknokratlar, mühendislerden, ekonomistlerden ve bilim öğrencilerinden oluşmaktadır. Onlar için başlıca argüman da sosyal olgunun ölçülebilir oluşudur. Ölçülebilirlik ise tam da bu noktada böylesi bir ayrışma vesile olur. George Lunberg (1895-1966), teorisindeki merkezi kategori ‘uyarlanma’dır. Bilimin kendisini, sosyolojinin konusu gibi uyarlanma tekniğidir. Ona göre, bilimler tarihi, bilimin akli alanlarından ziyade, doğal ve fiziki alanlara yönelir ve onların gelmesine odaklanır. Dolayısıyla Lunberg’e göre bilimin verileri, organizmanın deneyimledikleri ve doğaya yönelik gösterilen tepkilerden oluşmaktadır.

205 “POZİTİVİST ORGANİZMACILIK” ANAHATLARI

 Sosyolojik teorinin ilk ekolü bilimsel bütünlükçü bir anlayışı temsil eden pozitivist organizmacılık olmuştur.

 Sosyoloji ilk dönemindeki bilimsel olma gerekliliği ve muhafazakar duruşuna en uygun düşen pozitivist organizmacılık olmuştur.

 Pozitivist organizmacılık başlangıcından itibaren bir içsel gerilimi içinde taşımaktadır. Çünkü pozitivizm ve organizmacılık birbirleriyle uyuşmaz yanlar taşımaktadır.

 Organizmacılık 19. yüzyılda önemli gelişme gösteren biyolojinin sosyoloji içine uzanan etkilerinin bir yansımasıdır.

 Organizmacılık felsefi idealizmle, idealizmin de muhafazakarlıkla bağı vardır.

 Pozitivizmin antik çağlardaki ilk temsilcileri Yunanistan’dan atomistler ve Sofistler arasından çıkmış; ilk modern pozitivist ise Bacon olmuştur.

 İlk dönem pozitivist organizmacılığın temsilcileri Vico, Comte, Spencer ve Ward olmuştur.

 Pozitivizm, doğa bilimlerinde kullanılan yöntemlerin sosyal bilimlere aktarılabileceği fikri üzerine kurulmuştur.

 Pozitivizm, sosyolojinin bilgiye ulaşmada bilimsel yöntemleri kullanmasını gerektirir. Bu yöntemler pozitivizme göre gözlem, deney ve karşılaştırmadır.

 Deney nadiren uygulanabilir olduğundan aslen gözlem ve karşılaştırma pozitivist sosyolojinin temel yöntemleridir.

 Pozitivist organizmacılığın klasik dönemi Tönnies, Durkheim ve Redfield ile temsil olunur.

 Pozitivist organizmacılık sosyolojinin ilk çıkış döneminin gereklerine uygun olarak biraraya getirilmiş olsa da içsel gerilimler biraradalıklarının uzun süreli olmamasına yol açmıştır.

 Yöntemsel sorunlar, gerçekliğe tam yansıtılmaması bu ekolün varlığını sorgulatmıştır.

 Pozitivizm ile organizmacılık içsel olarak birbirlerini dışlamaktadır. Pozitivizm, deneyim düzeyinden bilgi edinmeyi temel alırken organizmacılık gözlenebilir olanın ötesinde gerçekliğe vurgu yapmaktadır.

206  Organizmacılığın pozitivizmden kopmuş halinin örneklerini Spengler, Toynbee ve Sorokin vermiştir.

 Pozitivizmin organizmacılıkla yollarını ayırmasının örnekleri ise Dodd, Catton ve Lundberg tarafından sunulmuştur.

207 VII. Çatışma Teorisinin Temelleri

Martindale, başlığa yerleştirdiği konuya, doğrudan bir giriş yapmak yerine, genel bir açıklamaya yer verir. Çalışmanın başından beri söz ettiği genel gelişim süreci burada da yer alır. Buna göre, sosyoloji, üzerine dayatılan ideolojik gereksinimler gereği, bir yanda bilimsel bir yanda da muhafazakar olma yoluna girmiştir. Bu gereksinimleri karşılayan ise pozitivizmdir. Yazar, pozitivizme ek olarak organizmacılıktan bahseder, organizmacılığa ve onun yapısına yönelik bir takım sorular sorar. Bir de pozitivist organizmacılığın 19. yüzyılın ideolojik atmosferine uyduğunu ilave eder.

Yazar, bundan önceki bölümlere kıyasla eski dönem sorunlara veya haksızlıklara bir de pozitif açıdan bakmaya yönelir. Böylece haksızlıkların ve sorunların bugüne yarar sağlayan bir takım düşünsel gelişimlerde işe yaradığını ekler. Martindale, eskiden kalma sorunların önemli bir takım değerleri ayakta tuttuğunu; eski teolojik düşünselliği geliştirdiğini ve buna ek olarak boş zamanın çok olmasıyla özgür düşünceyi olası kıldığını yazar. Yazar, bundan bir iki bölüm öncesinde, modern algılayışın gelişiminde engelleyici rol oynayan kurumların ordu ve kölelik yapısı olduğunu belirtirken, bu bilgilere nazaran bu bölümde, eski savaşların disiplini öğrettiğini, eski köleliklerin ise gelişimde bir basamak görevi gördüğünü vurgular. Yazar, bu paragraftaki bu cümle ile aslında bugüne atıf yaparak, bugün yaşanan haksızlıkların da bir şekilde yarar sağlayacağı fikrinin varlığını okura hatırlatır.

Çalışmanın belki de en önemli noktalarından biri sosyolojinin ideoloji ile ilişkisini anlattığı paragraftır. Paragrafta okura, sosyolojinin bir ideolojiden ziyade bir bilim olduğu; sosyal hayatı açıklamaya çalıştığı hatırlatılır. Bilim olarak sosyolojinin pozitivist organizmacılıktan vazgeçtiğini belirten Martindale, bunun nedenini ise onun ideolojik olarak görülmesine bağlar. İdeolojik faktörler, araştırmanın yönünü ve formunu biçimlendirebilen nedensel bir etkiye sahip olabilir; ancak bilimsel düşünce grubunun kabul edilebilirliği bilimsel ölçütler tarafından belirlenir.

Bilim, yazara göre, kendi kendini düzeltebilen bir girişimdir. Dolayısıyla bilimin nerede başladığı konusu çok da önemli değildir. Martindale, sosyolojinin ideolojik bağlardan kurtulabileceği fikrini ortaya atar, çünkü ona göre, sosyoloji ne devrimci ne de tutucuydu, buna ilaveten ne liberal ne de muhafazakardı. Sosyoloji deneysel bilgiye yönelik nesnel bir girişim ve aynı zamanda bir bilimdi.

Martindale, yukarıda özet geçtiği organizmacılık ile pozitivizmin biraraya geliş nedenini dış gereksinimlere bağlar, bu türdeki birleşimin kabul edilebilirliğini ise iç gereksinimlere yükler.

208 Sosyolojik önermelere uygulanan bilimsel standartların görülen ilk sonucu ise düşüncelerdeki alt üst oluştur. Mantıksal açıklamalar, buna ilaveten yönteme ilişkin uğraşlar, sosyolojide krizin yaşanmasına yol açar. Uğraşlara bir örnek olarak Tönnies verilir. Buna göre, Tönnies, sosyolojik kanıtlar oluşturabilmek adına görüşlerini “normal” ve “ideal türler”e dayandırır. Durkheim ise metoda yönelik bir kitap hazırlar. Ancak mevcut sorunlar aşılamaz.

Pozitivist Organizmacılığın Zaafları

Yazara göre, pozitivist organizmacılığın başlıca zaafı, insanlar arası çatışmayı açıkça anlatamamasıdır. Dönemin başta gelen düşünürlerinden Comte’u, Spencer’ı ve Tönnies’i ele alan Martindale, Comte’un sosyal çatışmadan korktuğunu, bu nedenle toplumu otoriter şekilde kurulmuş bir kaleye benzettiğini; Spencer’in ise endüstriyel toplumların savaşı imkansız hale çevireceğini düşünerek sosyal çatışmanın ana hatlarını geçmişteki askeri toplumlara bağladığını yazar. Tönnies’in ise sosyal çatışmaya dair en belirgin formları ortaya koyduğunu belirtir.

Pozitivist organizmacılık içinde çatışmanın farkına varan yönelim ise iradeci pozitivizmdir. Pareto’yu örnek verir. Bir başka düşünüre eğilen yazar, Freud açısından, kişiselliğin resminin duygusal ve sosyal yaşam arasındaki gerilimden oluştuğunu, insanoğlunun ve kültürlerin görüntüsünün ise gerilimi daha yüksek ve sosyal sahnedeki aktörlerin karanlık eğilimlerini baz alarak şekillendiğini ifade eder.

İradeciliğin pozitivizm ile biraraya gelmesinde temel neden, çatışmayı açıklamaya yönelmesinde gizlidir. Ancak iradecilik girişimi, içinde çatışmanın da bulunduğu tipik bir organizmacılık modeline dönmeye eğilimlidir.

Martindale, çatışmanın gerçeklerine dair tam bir açıklamaya varılamama konusuna değinir. Ona göre her toplum çatışmaya sahiptir. Bu çatışma ortamında birbirine karşı savaşan bireyler vardır ve bu bireylerden bazısı bu türdeki çatışmalara daha fazla maruz kalabilmektedir.

Yazar, bu açıklamalardan sonra çatışma teorisinin kavramsal kaynaklarını sunmaya yönelir. Bu başlık altında çatışma, temelde toplumun esas gerçeği olarak algılanır. Buna ek olarak her toplum hayatta kalabilmek adına gerçekleşen çatışma hakkında az da olsa belli bir gerçekçiliğe gereksinim duyar. Belli çatışmaları ele alarak toplumu açıklama veya analiz etme yeni bir şey olmamakla birlikte, Batı ile de sınırlandırılamaz. Yazar son söylediği bilgiyi destekler mahiyette Kautilya’nın Arthashastra’sına değinir. Bu çalışmaya ilaveten Çinli Han Fei Tzu’yu ekleyerek, Tzu’nun topluma dair açıklamasına yer verir. Tzu’ya göre toplumun özünü güç oluşturur, bireyler ise kendi başlarına korkak ve tembeldir.

209 Klasik Yunanistan’da Heraklitos, değişkenlikten etkilenmiş, her şeyin ters yönde bir değişim süreci içinde olmasından hareketle çatışmanın varlığını vurgulamıştır. Ona göre, çatışma dünyanın adaletidir ve savaş her şeyin babası ve kralıdır. Heraklitos, çatışma kavramı noktasında yalnız değildir, metodolojik anlamda pozitivist olan Sofistler de çatışma teorisi konusuna eğilmişlerdir. Sofistlerdeki çatışma prensipleri, Epikurus’a aktarılır. Epikurus, insanoğlunun vahşi durumlarda bir canavar kadar acımasız olabileceğini düşünmüştür. Yabanıl yaşamdan uygarlığa geçiş ise doğayla mücadele sırasında oluşmaya başlar.

Yazar, çatışmaya dair genel bir giriş yaptıktan sonra, çatışmaya yönelik teoriler üzerine durur. Bunlardan ilki; Polybius’un çatışma teorisidir.

Çatışma açısından toplumun belki de en uzun yorumlaması, Polybius’tan gelir. Plato gibi Polybius da büyük bir felaketin insan topluluklarını yok ettiğini ve geriye birkaç kişinin kaldığını yazar. Düşünür, insan ve hayvan yapısı ve yaşamından hareketle toplum yapısı içerisindeki rolleri ve konumları anlatır. Buna göre, insanoğlunun zayıflığı, onları toplumlar oluşturmaya itmiş, güçlü olanları ise lider olmaya yöneltmiştir. Monarşi en güçlünün hakimiyeti, insanoğlunun ise ilk toplum şeklidir. Monarşiden çıkıp adalet ve yasa otoritesine dayalı yapıya geçişin adını krallıktır. Krallık, taht varisleri arasında yaşanan gerginliklerle değişir, despotluk belirir. Despotluk, halkın desteğinde gönüllü ve asil vatandaşlarca kaldırılır, yerine aristokrasi getirilir. Bununla da yetinilmez, aristokrasi demokrasiye dönüşür. Demokrasi de kışkırtıcılar aracılığıyla yine monarşiye döner.

Lucretius ve Horace, her şeyin çatışmadan kaynaklandığını savunmuşlar; Lily ise Roma’nın küçük eyaletleri kendi bünyesine katmada ve gücü merkezileştirerek huzurun ve barışın sağlanmasında çatışmanın önemli bir göreve sahip olduğunu özgü dolu sözlerle aktarır. Batı’daki çatışma teorilerine yönelik etkiye değinen yazar, çatışma teorisinin Roma’nın çöküşüyle değer yitirdiğini belirtir, devlet ve toplumun çatışma teorisinin devam edebildiği yer olarak da Arap dünyasını gösterir.

İbn-i Haldun’un Çatışma Teorisi: İbn-i Haldun’a göre, toplumlar taklit ve karışım sonucu insanlar ya da sınıflar aracılığıyla değişir ve gelişir. İbn-i Haldun sosyolojisinin özü, “sosyal dayanışma” kavramında bulunur. Buna göre insan toplumları ihtiyaçtan kaynaklanır. Kendi başına kalan bir birey çok zor hayatta kalabilir. Düşünüre göre, sınırlandırmalar, insanların birbirine saldırmasını engelleyen, güç ve otoriteyi kararlı bir şekilde tutabilen bir hükümdar tarafından sağlanmalıdır. Düşünür, yaşam şekli ve türü, dayanışma ve dik durabilme noktasında farklı örneklere yer verir.

210 İbn-i Haldun’a göre, bir devlet sadece zaferin daha bütün ve yoğun gruplarca sağlandığı çatışmalardan yola çıkılarak kurulabilir; başarı, sosyal dayanışma ile sağlanabilir. Devlet yapısının ilk kuruluş aşamasında dayanışma önemlidir ancak zamanla zayıflama başlar. Güç belli kişilerin elinde toplanır, bölünme başlar. Devlete, içten ve dıştan kaynaklı saldırılar başlar.

Machiavelli’nin Çatışma Teorisi: Düşünüre göre, insanlar açlık ve yoksulluk halinde çalışkan olur; hukuk insanları iyi hale getirir. Diğer başlıkta olduğu gibi, bireyin toplumlaşma haline yönelik bilgiler veren Machiavelli, insanların toplu halde yaşamaya yönelmelerinin temelinde kendilerini diğerlerinden koruma ihtiyacı olduğunu belirtir. Bu ihtiyaç bir lidere gereksinimi doğurur. Bu ihtiyaçlar zinciri ise yukarıda anlatıldığı gibi yine yeni bir yönetim şeklini ortaya çıkaracağından aristokrasiye doğru bir yönelişin yaşanacağını, ardından hükümdarlıktan demokrasiye geçileceğini belirtir.

Bodin’in Çatışma Kuramı: Çatışma teorilerine büyük bir katkı sunar. Düşünür, toplumu analiz edebilmek için yöntem arayışına girer. Bodin, insanoğlunun sürekli iyi ve kötü için çalışan ruhsal varlıkların etkisi altında yaşadığını düşünür. Bodin, dönemin Katolik ve Protestan gibi dini topluluklar arasında yaşanan ayrılıklara karşı monarşiyi destekler, toplumun temelini ailede bulur. Ona göre, değişmez sosyal bir yapı, içinde çatışmanın da rol aldığı sürekli çözünme ve yeniden düzenleme süreçlerinden meydana gelir. Çatışmanın yokluğu ölümcüldür.

Hobbes’in Çatışma Teorisi: Düşünür, toplumun doğası ve devlet ile ilgili problemlere yönelir. İnsanların eylemlerinin asıl nedenini kendine göre şekillendirir. Ona göre, insanoğlunun sadece ölümde dinen, dolayısıyla durmak bilmeyen sürekli bir güç arzusu eğilimindedir. Bu da iki şekilde işler; kral ve halk olarak. Devletler, insanların doğanın savaş halinden kaçma gibi kendilerini koruma içgüdülerinden meydana gelir. Ahlak ve devletin ürünleridir; hatta kilise bile devletten sonra gelmelidir.

Çatışma Teorisi Deneysel Bir Esas Kazanır

David Hume: Çatışma teorisinde rasyonellikten deneyselliğe geçiş Hume’un çalışmalarında görülür. Hume’e göre, güç yönetimin yanındadır, yönetilenin ise fikirlerden başka destekçisi bulunmamaktadır. Ona göre, tüm hükümetlerde, gizli ya da açık, otorite ve özgürlük arasında aralıksız bir mücadele bulunur ve bu mücadelede galip gelen birileri olmaz.

Adam Ferguson’un Çatışma Teorisi: Ferguson, Montesque’un deneysel esaslarına dayanarak, Hume’un kritik prensipleri üzerine çalışma yapmıştır. Martindale’e göre, düşünür,

211 Hume ve Bodin gibi, insanoğlunun hiçbir zaman kendi başına yaşayamadığını, aksine gruplar halinde yaşadığını belirtmiş, aralarındaki anlaşmazlığın gerçek bir yarar ve gerekli doğal bir sonuç olduğunu düşünür. Ferguson, kendimizle mücadele etmemişsek, dostlarımızı anlayamayız, dost olanlarıyla mücadele etmemiş bir birey, insanoğlunun fikirlerinin yarısına yabancıdır, şeklinde bir düşünceye sahiptir. Ferguson, çatışmanın ve çeşitlerinin siyasette ve ekonomide göründüğünü belirtir.

Turgot ve Çatışma Teorisi: Montesquieu etkisinde olan Turgot, din bilim üzerine çalışır ancak finansal ve vergi sorunlarına yönelir. Turgot, bir rasyonalist olarak insanoğlunun her yerde aynı olduğunu düşünür. Ona göre, göç ve kültür sosyal değişimde rol oynar fakat savaşın etkileri olmadan ve sabit gelenekleri ortadan kaldırmadan insan ırkı gelişim gösteremeyecektir. Turgot’a göre çatışma ise bütün gerçek ilerlemelerin kaynağıdır.

Erken Çatışma Teorilerin Önemi

Martindale, çatışma teorisinin tarihsel formlarını basit bir meraktan ziyade bir gelenek olarak yorumlar. Polybius, Epikurus ve Machiavelli tarafından temsil ve geliştirilmesine değinir. Ona göre, çatışma teorisi geleneği 17.-18. yüzyılda Machiavelli’den öğrencilerine geçer. Yazar, Batı ve diğer toplumları burada da vurgulamayı sürdürerek, Çinli kanun yapıcıları ile Hindistanlı yazarların Batı geleneği dışında kaldığını, bu teoriye yönelik ilginin yine Batı geleneğinde tanıtılması ile başladığını yazar. Martindale, rasyonel olarak bu teorinin uygun hale gelmesi sürecinde ise Hobbes’tan, Bodin’den, Hume’dan, Ferguson’dan ve Turgot’tan bahseder.

Klasik Ekonomi ve Çatışma Teorisinin Evrimi

17.-18. yüzyılın çatışma teorisinin başlıca dayanağı, siyasal bilime dair problemlerdir. 18. yüzyılda ise çatışma teorisine esas teşkil eden bazı ifadeler ise ekonomiyle uyumlu olmuştur.

Adam Smith’in çalışmasına göre, mülk sahiplerinin ekonomik bağlamda öncelikli rolleri vardır. Devletin görevi, doğal düzen ile ilgili talimatları yerine getirmek, onu korumak, yol, köprü ve ekonominin ihtiyaç duyduğu barınağı sağlamaktır. Çatışma teorisine ekonomi eksenli bakıldığında çatışmanın olumlu etkilerine atıf yapıldığı görülür.

Thomas Maltus, değerler ürettiğinden dolayı rekabete olumlu anlam yükler. Düşünür, hayatta yiyecek ihtiyacını arttırmak için değişmeyen bir eğilimin varlığına değinir. Nüfus üzerinde yaptığı çalışmalara ilaveten biyolojiye özellikle Darwin üzerindeki etkisi önemlidir.

212 Çatışma Teorisi Biyolojiden Destek Alır

18. yüzyıl sonu ile 19. yüzyıl başında biyolojide büyük kazanımlar sağlanır. Hücre teorisi, Evrim hipotezi John Ray, Georges de Buffon ve Alexander von Humboldt tarafından geliştirilir ve buna benzer gelişimler yaşanır. Evrim mekanizmasını açıklamaya yönelik girişimler noktasında ise özellikle klasik ekonomiden alınan çatışma teorisi kullanılır, 19. yüzyıl biyolojisine teşvik Maltus’tan gelir. Darwin evrim mekanizmasının şekillenmesinde de Maltus’un etkisi gözlenir. Tam da bu noktada artık çatışma ve hayatta kalma mücadelesi biyolojik olayın kalbi olarak görünürlüğe bürünür, biyolojik gelişime dair yapılan tüm teleolojik açıklamalar gereksiz hale gelir.

213 VIII. 19. Yüzyılın Başlıca Çatışma İdeolojileri: Marksizm

19. yüzyılda çatışma kuramının üç türünde bir yükseliş görülür. Bunlardan biri Marksist sosyalizm ve Sosyal Darwinizmin iki türü. Martindale, Romantik idealizmden Marksist sosyalizme doğru geçişi bir alt başlık halinde vermeye çalışır.

Pozitivizmin arka planında gözlemlendiği gibi, 19. yüzyıl sosyalizmi, 18. yüzyıl sosyal reform ve bilimsel metodun kendine has kombinasyonunun doğru varisidir. Bu noktada Marksizmi farklılaştırmadan önce sosyalizmi tanımlamamız gerekir.

Eğitim, ulaşım olanakları ve iletişim sistemleri toplumsallaşmış servetin türleri arasındadır. İşsizlik sigortası, yaşlılığa yönelik olanaklar, sosyal güvence vs. ortaya çıkar. Toplumsallaşmış tıp çoğu zaman talep edilir. İngiltere ve Fransa gibi belli başlı ülkelerde çalışan grupların ihtiyaçlarına cevap verme girişiminde bulunma durumu ortak sosyalist düzenlemelere atıftır. Bu zeminde Alman-Marksist sosyalizm farklılaşır. Marksist sosyalizm, Alman romantizminin arka planına karşı gelişir.

Martindale, rasyonalistler ile romantikler arasındaki farklılıkları sunmaya çalışır. Bunlara göre rasyonalistler insan doğasının evrensel eşitliğini keşfede dursun, romantikler belli ırkların dehasını keşfeder. Yine rasyonalistler tarihi aptallığın ve hatanın kaydı olarak tasarlar, romantikler ise tarihte derinlik bulur.

Hegel ve Romantik İdealizm: Martindale, yine bu noktada da Hegel’in çalışmalarıyla değişime atıf yapar. Akıl, gerçeğin özünde yer aldığında, değişim, düşünce hareketi içinde dönüşüm yaşar. Hegel, düşüncenin sabit bir forma sahip olmadığını, onun bir süreç olduğuna ikna olur. Bu süreç diyalektiktir. İnkar, oluş içerisinde yeni bir bileşim getirir. Hegel’e göre, insan, yalnızca özgür olmayı arzu etmediği zaman köledir. Özgür olma arzusu öznel ahlakilik içinde fark edilir.

Hegel’in devlete yönelik açıklamalarında dikkati çeken noktalardan biri, devletin dünyadaki Tanrı’ın ilerlemesine benzetilmesidir. Burada devlet için üç türdeki gücün önemli olduğu belirtilir, bunlardan biri yasama, diğeri yönetim ve sonuncusu monarşidir. Martindale, Hegel’e yönelik açıklamasını Mark’a geçiş için detaylandırır; çünkü Marks, Hegel’in etkisi altında kalmış bir öğrencidir.

Klasik ekonomi düşüncesine yakın bir noktada Marks ve Engels, hayatta kalmak için malların üretimini temel sosyal gerçek olarak alır. Yeni ihtiyaçlar yaratılır ve bu yeni ihtiyaçların yaratılma durumu ilk tarihsel davranıştır.

214 Hegel’in düşüncesine göre, aile, ilk doğal insan ilişkisi olarak farz edilir. İnsan ilişkileri, dil ve yeni insan bilinci yaratır. Aile içindeki emek gücünün dağılımı, toplumun ayrışması, kendiliğinden bir katkı yaratır. Emek gücünün ayrışmasına yönelik bilgileri detaylandıran Martindale, Komünist Manifesto’ya doğru bir başlık atar. Bunun öncesinde sınıflara değinerek, emek gücünün ayrışmasıyla sınıfların tanımlandığını ilave eder.

Bu çalışmalarında Marks ve Engels, “geçmiş ve gelecek tüm insan toplumlarının tarihi sınıf mücadeleleri tarihidir” şeklinde bir görüş bildirir. Kölelik ve feodalizm altındaki erken sınıf çatışmaları, ya çatışan sınıfların yok oluşuyla ya da toplumun yeniden devrimci inşasıyla sonuçlanır.

Marksizm’in açıklamasına yönelecek olursak, Marksizm, tarihin ekonomik yorumlanması olarak tanımlanır, diyalektik materyalizm ismini alır. Tarihin özü, sosyal sistemdeki değişim zinciri olarak algılanır, sınıf ve üretim ilişkileri önemli iki noktayı çağrıştırır. Martindale’in verdiği bilgiler ışığında Engels, Marksizmin ikinci ayağını oluşturur. Buna ilave olarak Marksizm zaman içerisinde, politik partinin resmi görüşü halini alır.

Leninizm; Marks ve Engels, Çarlık Rusya’da değer yitirdiği düşünülse de Batı Avrupa’da sosyal demokrasinin kavranmasında temel bir engel olarak tanımlanır. Marksizmin Almanya’da Sosyal Demokratik Parti’nin resmi ideoloji hali olarak kurumsallaştığı dönemde, Lenin Çarlık rejimin Avrupa’nın gelişimini engellediğini gördü. Lenin, resmi olmayan yollardan gazete basımından dolayı tutuklandığını belirten yazar, yaptığı çalışmalardan ve hayatından bahseder. 1903 yılında düzenlenen kongreye de değinen yazar, bu kongre sonrası temel bir ayrımın yaşandığını ve bu ayrımın iki tarafının çoğunluk (Bolşevik) ve azınlık (Menşevik) olarak isimlendirildiğini yazar. Menşevik düşüncesinde önemli olan, sosyal değişimin yasalarına uygun çalışmaktır. Bolşevikler ise devrimci elitlerin elinde işçi sınıfının diktatörlüğü için ihtiyaçları tanımlayan destekçilerdir. Lenin, “Ne Yapmalı” isimli çalışmasında, işçi sınıfının devrimci görev gereği organize olmasını tartışır.

215 IX. 19. Yüzyılın Başlıca Çatışma İdeolojileri: Sosyal Darwinizm

Martindale’e göre, Marksizm proletarya adına çatışma ideolojisinin bir formunu temsil ederken, Sosyal Darwinizm ise modern dünyanın işadamları grubu adına gelişen çatışma ideolojisinin bir türüdür. Darwinizm sosyolojik gelişimin ana düşüncesine yakındır. Yazar, yine bir tekrar örneği göstererek, çatışmanın işlevinin, Malthus’un demografik verilerindeki hayatta kalma kavramının içlerinde gizli olduğunu ve Darwinci biyolojiden etkilendiğini belirtir.

Sosyal Darwinizmi evrelere bölen yazar; Sosyal Darwinizm: 1. Evre içerisinde şu noktalara vurgu yapar.

Darwin ve Sosyal Darwinizm: Darwin’in temel düşüncesi, tüm canlı varlıklar, hayatta kalmak için mücadele eder, şeklinde özetlenir. Buna da doğal seçilim yasası denir. Martindale, Darwin’in insanın hayatta kalmasına yönelik yaptığı açıklamalara değinerek, hayattaki mücadelesine örnekler verir. Düşünüre göre, doğal seçilim işlemi, üstün bir varlık üretir. Bu türdeki bir varlık ise kendi biyolojik üstünlüğüne zarar vermeye eğilimli bir toplum yaratır.

Spencer’in Sosyal Darwinizmi: Spencer, çatışmanın doğal gelişimi konseptini hoş karşılar. Düşünürün teorisi, belli başlı iş adamları grupları için kabul edilebilirdir, tıpkı Marks’ınkinin işçiler açısından olduğu gibi. Spencer’in düşüncesinde dullar ve yetimler, doğa tarafından birinci aşamada elenecekler arasında yerini alır. Sumner ise ilkel toplumlarda ilk olarak eleneceklerin yaşlılar olduğunu belirtir. Ona göre, eşitliksiz sosyal sınıflar normaldir.

Sosyal Darwinizm-2. Evre: Sosyal Darwinizmin neden Marksizmin eylemciliğini sıkı benzeri olarak kendi pozitif programı geliştirmediğine yönelik bir neden yoktur. Darwin’in varlıkların kökenine dair çalışmasında ırkçılığın kaynağı gizlidir.

Bu evredeki düşünürlerden biri olarak Arthur de Gobineau; İnsan ırklarının eşitsizliğine yönelik bir çalışma yapar. Tarihin anahtarı olarak yine ırkı görür.

H. S. Chaberlain: Chamberlain’in ve Lapouge’un çalışmalarınde, ırkçı duruş Darwinizme doğru değiştirir. En genel haliyle Chamberlain, Cermenlerin Tacitus’ların Tacitus tarafından tanımlandığı gibi sadece Cermen kabilesinden oluşmadığını, buna ilaveten Keltler ve Slavlardan oluştuğunu ekler. Bu gruplar arasındaki kan karışımı, kısırlığı önler. Bu ırk önderlerini anlar ve bağlılık duyarlar.

216 George Vacher de Lapouge: Irkçılığın türlerinin Darwinist öğelerini keskinleştirir. Irkları üçe ayırır. Bunlardan biri Avrupalı ve Aryan olanlar, diğeri Homo Alpinus ve son olarak Homo Contractus veya Mediterranean’dır. Lapouge’a göre, Kuzey Avrupalılar veya Hint Avrupalılar her türdeki yaratıcı etkinlikte lider konumdadırlar.

Francis Galton: Galton’un kim olduğuna dair bilgi veren yazar, şunları eklemeyi uygun görür. Galton, Erasmus Darwin’in torunudur ve tıp eğitimi almıştır. Ona göre bireyler, bedenen ve fiziksel yapı itibariyle birbirinden farklıdır. Eğitimsel gelişimleri de belli sınırlamalara takılır. Kalıtım, bu sınırlamaları sabitler; beceri ve yetenek kalıtsaldır. Matematikçi, müzisyen, hakim ve devlet adamı gibi yetenekler birer kalıtsaldır.

Karl Pearson: Galton’un çalışmalarını sürdürür. Matematik eğitimi almıştır. İstatistiki bilime büyük katkılarının dışında, Sosyal Darwinizmin öjenik kanadını oluşturur. Pearson, insanoğlunun gelişiminde biyolojik faktörlerin baskın özelliğine inanır! Buna ek olarak düşünüre göre, hayvanlar gibi, insan gelişimi de doğal seçilime dayanır. Bu seçici ölüm oranıdır.

Lothrop Stoddard: Irk inşası, Stoddard’da, üstün olanın çoğalması, aşağı olanların elenmesine veya ırk temizliğine dayanır. Bu süreç, olumlu veya olumsuz bir insan ırkını iyileştirmedir. Stoddard, ırk temizliğinin aşamalarını anlatmaya çalışır. Öjenikin mükemmel ırkın yaratılma düşüncesi olduğunu belirtir.

Nazizm: Hitler, Alman politikasının geleceğinin resmini çizer. Milliyetçi politikalar ırkçı teorilere dayanıyordu. Yahudiler, milli hüsran olarak göz önünde bulundurulur, bu Nazizmin özü halini alır. 1920 yılının Nazi programına göre, vatandaşlar ve kamu kurumları sadece Alman kanı taşıyanlara ait olması ve yabancı kanı taşıyanların elimine edilmesi planlanır. 1933’te Hitler’in iktidarı almasıyla, yasalar bu fikirleri yaşama geçirir ve anti-semitist zulüm başlar. Yahudiler, vatandaşlık hakkından mahrum bırakılır; Yahudilerle Almanların evlenmeleri yasaklanır. Yahudi çocuklar okullardan atılır. Yahudilerin zorunlu göçü ile ilgili bilgi veren yazar, ırkçılığın üçüncü Alman Hükümetinin diğer yerlerinde de yayılmaya başladığını yazar.

217 X. Sosyolojik Çatışma Teorileri

Martindale, Marksizm ile sosyal Darwinizmin belirli toplumsal duruşları savunan ve belli başlı eylem programlarını destekleyen düşünce tarzları, ideolojiler olduğunu belirterek çalışmasına başlar. Ona göre sosyolojik çatışma teorilerinin ise, hipotezlerini alanının bilimsel standartlarına dayandıran bir teori olduğunu vurgular.

Çatışma teorilerinin, 19. yüzyılın sonlarında tek başına, diğer düşünce türlerinin bağlı olduğu şartlardan arınmış bir dönemde ortaya çıkmadığını belirten yazara göre, bu teorilerin de pozitivist yapıyı meydana getiren ideolojik çerçeve içerisinde oluşmaya başladığını anlatır.

Yazara göre, sosyolojinin ilksel gereklerini devam ettiren ideolojik çevre, bilimsel bir metodun ve muhafazakarlığın bir kombinasyonunu gerekli kıldı. Pozitivist organizmacılık her iki koşula uyum sağlayabildi, ancak bu uyuma rağmen, beklenen sonuçları veremedi. Beklenen toplumun muhafazakar görüntüsü idi, ayrıca da güvenilir yöntemin varlığı. Ancak her iki anlamda da beklenen karşılanamadı.

Bütün bunlara rağmen, pozitivist yapı varlığını korumayı sürdürdü. Martindale tam da bu noktada karşılanamayan gereksinimlere yönelik çatışma teorisinin işlevine değinir. Ona göre, çatışma teorisi bekleneni karşılayabilir. Çatışmacı teorisyenler ise organizmacı meslektaşlarından bile daha pozitivistti. Çatışma sosyolojisi, aynı ideolojik gereklilikleri karşılarken pozitivist organizmacılığı gerçekçilik temelinde düzelterek sosyolojik teorin ikinci biçimi olarak ortaya çıktı.

Düşünürlerden biri Walter Bagehot’tur. Bagehot, Darwin’in ilgisini çekti. Yaptığı çalışmada ‘doğal tercihin ilkelerinin uygulaması üzerindeki düşünceler’ ve ‘politik topluma miras’ gibi alt başlıklar, Bagehot’un toplum teorisini nasıl biyolojik ve siyasi düşüncelerin kaynaştığı topluma dayandırdığının önemli ipuçlarını verir. Bagehot doğal seçimlerin hayvan türlerinin gelişiminde oynadığı rolün insan toplumunun gelişimindekine eş değer olduğuna ikna olmuştur.

Bagehot, çatışmanın öneminin askeri sanatın ilerlemesinde apaçık olduğunu söyler. Ona göre, bugün insanoğlu, kavga etme konusunda büyük bir kapasiteye sahiptir ki tarih boyunca güçlü milletler zayıf olanları fethetmiştir. Bagehot, ayrıca düşünsel kazanımların savaşla edinildiğini, fetih ile insana güç kattığını belirtir, dolayısıyla ona göre milletlerin çatışması gelişmelerinin ana gücüdür.

218 Tarihe değinmişken, konuyu detaylandıran Martindale, Bagehot’un insan tarihini üç aşamaya ayırdığını yazar. Bunlardan ilki geleneklerin tarih öncesi çağı; ikincisi savaş çağı ve ulus olma hali, son olarak da bilimin girişimci düşüncelerine öncülük eden, sosyal yapılanmayı oluşturan tartışma ve bilim çağıdır.

Ludwig Gumplowicz, dönemin çatışma teorisyenleri arasında en etkili olanıdır. Gumplowicz, şiddetli bir pozitivist yöntem savunucudur. Sosyolojinin temeli, grupların ve gruplar arasındaki iletişimin incelenmesine dayanır. Düşünür, gruplar arası etkileşime değinir, dolayısıyla gruplar biraraya geldiklerinde birinin, diğerinin muhakkak bir özelliğini alacağını ilave eder, bunu bir nevi sürü psikolojisi olarak da tanımlar. Bagehot, toplum dinamiğini gelenekler üzerinden açıklarken, Gumplowicz ise sürü psikolojisi üzeriden tanımlar.

Gustav Ratzenhofen’a göre sosyal gelişmenin birimi ne grup ne de bireydir; çıkarlardır. Çıkarlar biyolojik temelde açığa çıkar. Yaşamın biyolojik nitelikleri arasında ise içimizden gelen istekler kaynaklı hareketler, üreme, yabancı ortamlardan kaçış, bireyselliğe yatkınlık vesairedir. Sosyal gelişim teorisine yönelik Ratzenhofer’in 18 tane maddesi bulunur. Bu maddelerin genel özeti şu şekilde yapılabilir: İnsanların korunma ve üremeleri ilişkilerin temelidir. Bireyin kendini koruma ve seks dürtüleri yaşadığı çevreye göre değişir. Ortaklaşa korunmanın avantajları vardır. İlk doğal grup, sekse ve akrabalığa dayanır. Farklılaşma, belirli bireyler tarafından gerçekleşir. Nüfus doğal koşulları zorladığında birey ve gruplar yaşama savaşı verir. Çatışma sosyal yapıyı kuvvetlendirir. Sosyal yapılar karmaşıklaştıkça savaş ve şiddet sebepleri azalır. Buna ek olarak, çatışmanın insanları beş ayrı forma sevk ettiğini yazar. Bu formlar şu şekilde izah edilebilir: sürü ve ırk, ırkı düzenleme, toplumu dışlayan devlet, dünya kontrolüyle hegemonya, son olarak da birleşme ve güç dengesi.

Çatışma Kuramcısı Sumner: Sumner, sosyal Darwinci olarak tanımlanmasının yanında çatışma teorisinin bireyselleşmesinin gelişiminde rol almıştır. Çatışma teorisinde etkisi görülmeye başlanmadan önce organizmacı evrimcilere etki eder. İnsanların hareketine değinen Sumner’e göre, bunun nedenini ihtiyaçlarını tatminde sıkıntı yaşamalarına bağlar, ona göre bunlar dört türe ayrılır: açlık, seks, gurur ve hayalet korkusu. Grup alışkanlıklarının ise özel olanakları bulunur: grubun güçlü üyelerinin hareket ve zihinlerinde ortaya çıkarlar ve daha sonra başkaları tarafından taklit edilirler. Yaratıcılık ve taklit ise sosyal gelişimin ikinci ve üçüncü önemli faktörleridir. Folkways’in (geleneğe bürünmüş sorunların çözümü) taklidi yaratıcılıktır. Sosyal gelişmenin aktörleri bireyler değil gruplardır. Yalnızca güçlü olan hayata kalır. Sumner, biz-grup ve onlar-grup veya dış-gruplar ile iç-gruplar arasındaki ayrımı önemli

219 bir gösterge olarak görür. Savaşı ise gelişim sürecinin her aşamasıyla karakterize eder. Bireysel çatışma durumunu geleneksel grup çatışmasıyla bağdaştırır.

Albion Woodbury Small (1854-1926), dengeli bir çatışma kuramcısıdır. Small’un sosyolojideki etkisi çok çeşitlidir; tarih, siyaset bilimi ve ekonomi alanlarındaki entelektüel ilgileri sosyoloji alanına getirmiştir. Farklı alanlarla ilgili yaptığı çalışmalar ve yayınları onun ilgisinin çeşitliliğini göstermesi bakımından önemlidir. ‘Genel Sosyoloji’ eseri mesela, kuramına çok yönlü bir bakış açısıyla bakar. ‘Adam Smith ve Modern Sosyoloji’ ve ‘Kameralist’ Small’ın ekonomi ile sosyolojiyi birleştirmeye çalıştığına dair bir göstergedir.

Small’in görüşünde yer aldığı haliyle sosyoloji sadece Adam Smith’in ahlak felsefesindeki analiz programını yürütür. Sosyoloji üç aşama geçirmiştir: Birinci aşama Spencer, ikincisi Schäffle ve üçüncü olarak da Ratzenhofer tarafından sunulur. Çatışmaya da değinen Small, çatışmanın sosyal süreç, çevre ve kalıtım tarafından pekiştirileceğine değinir. Farklılaşma üzerinde duran Small bu süreci açıklamak için birkaç temel kavram üzerinde durur: ruhsal çevre, temas, farklılıklar, grup, çatışma ve sosyal durum. Sosyal süreç, her biri diğeri için anlamlı olan olaylar topluluğu anlamına gelir. Small’a göre, sosyal olgular doğa, birey ve kurumlar arasındaki tepkilerle meydana gelir.

Franz Oppenheimer: Oppenheimer, bireyleri etkilediğinden adaleti önemser. Çünkü ona göre, her toplumda normlardan sapma olur; bunlar, sosyal, ekonomik ve siyasal nedenlerden dolayı ortaya çıkar. Oppenheimer’e göre, hakim grup kendi varlığını devam ettirmek için tek tip kurumsallaşmaya gider. Buna uygun olarak da ilk olarak toprak tekelini ortaya çıkarılır. Toprak tekelinden, haraç tekeli de gelişir. Oppenheimer, kırsal kesimdeki gruplara değinerek, göç eden nüfus üzerinde durur. Buna göre, kırsal kesimden göç eden nüfusun miktarı üst kesimin sahip olduğu toprağın miktarıyla doğru orantılıdır. Nüfus arttıkça endüstriyel ürünlerdeki kar oranı artarken, tarımsal ürünlerindeki azalır. Buna bağlı olarak kırsal nüfusun kente göçü artar ve rekabet yoğunlaşacağından endüstriyel ürünlerin fiyatı azalır. Bu şekilde, proletarya adında bir sınıfın oluşması kolaylaşacaktır.

Devlet oluşma noktasında da belli aşamalardan geçer. İlk önce hırsızlık, cinayet vesaire olaylara ilaveten, çoban-köylü ayrımı keskinleşir; ikinci aşamada ise mücadele edemediğini anlayan köylü kaderine kabullenmeye başlar. Üçüncü aşamada, köylü sahip olduğu ürünü vergi diye çobana vermeye yönelir ve bu gidişat sonuçta içsel bir birliktelikten hareketle milliyetçiliğin gelişimine yol açar.

220 George Bryan Vold: Vold’a ait en önemli çalışma, ‘Kuramsal Kriminoloji’dir. Çatışma kuramına suç problemlerini katmıştır. Ona göre, çatışma, sosyal sürecin özü ve temel kuralından biridir. Yeni ihtiyaçlar ortaya çıktıkça yeni gruplar ortaya çıkar. Aynı şekilde kimi ihtiyaçlar ortadan kalktıkça da var olan gruplar da ortadan kalkar. Grupların ihtiyaçları birbirleriyle çatıştıkça aralarında rekabet belirir. Vold’a göre, grup üyeleri için grup aktivitelerine katılmak ve onun değerleri, bireyi özgüvenli bir kişi haline getirir. Bazı durumlarda bireyler, grupları uğrunda ölecek hale gelebilirler. Yurtsever hislerin savaş zamanı açığa çıkması buna bir örnek olarak verilebilir. Sosyal sürece karşın sosyalizasyon süreci farklı bir noktada yer alır. Sosyalizasyon, grup hayali içinde bireylerin biçimlenmesi, aralarındaki ilişkidir. Grupta yaşanan bir çatışma ise bir tarafın diğerini yok etmesi veya aralarında uzlaşı ile son bulur.

Ralf Dahrendorf: Savaş sonrası dönemde çatışma kuramı yeniden gözden geçirilir. Bu noktada Dahrendorf, Marksizme dayalı yeni bir çatışma kuramı geliştirir. Genel haliyle Dahrendorf’ta Marksizmin genel bir tekrarı yapılır, belli başlı düşüncelerini kabul eder. Bu kabul ettiği düşüncelerden biri de çatışmanın sosyal yapılar için gerekli olduğu fikridir. Dahrendorf, her tür çatışmada bir tarafın saldırı diğer tarafın savunma yaptığını belirtir. Ancak, Marks’ın aksine, her toplumda sınıf çatışmasının baskın olduğu fikrine ve bu çatışmanın önlenemez şekilde bir devrimle sonuçlanacağına katılmaz. Ona göre, sosyal yapı, çatışma ürünüdür. Dahrendolf’a göre, hakimiyet, otorite sahipliği demektir, itaat ise otoriteye bağlı olma halidir. Bu süreçte ise bireylerin gizil çıkarları bulunur. Dolayısıyla grup çatışması çıkar grupları arasında yaşanan düşmanlıktan ibarettir.

Marksist Sosyoloji Mümkün Müdür?

1880 ve1890’larda yaşanan bir takım gelişmeler ki bunların arasında Marksizmin bir doktrin olarak gelişmesi ve Alman Sosyal Demokrat Parti’sinin Marksizmin kuramlarını resmi ideoloji olarak görmesi Marksist teorileri ön plana taşıdı. Yenileştirme hareketleri baş gösterdi. Lenin, Marksizmi etkili bir ideoloji olarak yenilemeye çalışır. Martindale’e göre Marksizmi modern sosyoloji geleneklerine karşı bir alternatif olarak görenler kendilerini er ya da geç farklı yollara ayrılan bir kavşakta bulurlar; bir yön saf ideolojiye doğru giderken, diğer yön ise ideolojik unsurların temizlendiği bilime doğru giden yoldur. Yazara göre, sosyolojide Marks’tan etkilenmiş problemler olmasına rağmen, Marksist sosyoloji olmaz.

221

“ÇATIŞMA TEORİLERİ” ANAHATLARI

 Toplumların önemli bir bileşeni çatışmadır.

 Sosyolojik teorinin ilk ekolü pozitivist organizmacılık çatışmayı görmezden gelerek gerçekçiliğini ve bilimselliğini zedeler.

 Sosyolojinin ilk dönemlerindeki bilimsellik ve muhafazakarlık bir gereklilik olarak kendini sürdürmekte; çatışma teorileri bu ihtiyacı karşılamaktadır.

 Çatışma teorileri organizmacılıktan daha pozitivisttir.

 Çatışma teorileri Antik Yunan’da atomistler ve Sofistlere, Roma’da Polybius’a, Arap toplumlarında İbn-i Haldun’a, Rönesans’ta Machiavelli, Bodin’e ve oradan da Hobbes’a uzanan kökenlere sahiptir.

 Çatışma teorisinin akılcılıktan çıkarak ampirik bir temel kazanması Hume ile olmuştur.

 Hume’un çağdaşı Ferguson, çatışmaya olumlu anlam yükleyen ilk çatışma kuramcısı olmuş; açtığı yoldan Turgot da gelmiştir.

 Çatışma kuramları 18. yüzyılda ekonomi alanında kendisini göstermiştir.

 Adam Smith, Malthus ekonomik alanda çatışmaya olumlu bakarak hayatta kalma mücadelesinde çatışmanın üretkenliği, yeterliliği artırdığını savunmuştur.

 19. yüzyılın başında çatışma teorileri önemli bir desteği de biyoloji alanından görmüş; Darwin’in evrim teorisi bu açıdan yeni bir alan açmıştır.

 Biyoloji alanından gelen bu eğilim en iyinin doğal seçilimi ilkesini insan toplumuna uyarlamaya çalışmıştır.

 19. yüzyılda çatışma kuramları Marksizm ve Sosyal Darwincilik ile farklı bir görüngü kazanmıştır.

 Bilim, gerçeği anlamak ve açıklamak amaçlı iken ideoloji toplumsal kurumların savunulması ya da sosyal hareketlerin geliştirilmesi odaklı fikirler bütünüdür.

 Çatışma kuramları açısından sosyolojik teorilerle ideolojiler arasında ayrım yapılması gerekliliğinden yola çıkan Martindale açısından Marksizm ve Sosyal Darwincilik çatışma ideolojisidir.

222  Marksizm, tarihi sınıf çatışması temelinde kavrar. Gelişmenin motoru sınıf çatışmasıdır.

 Sosyal Darwincilik ise ırklar temelli –üstün, geri- bir çatışma temelinde toplumu algılar. Temsilcileri geri ırkların elimine edilmesini savunmaya kadar gidebilmektedir.

 İdeoloji kapsamına girmeyen sosyolojik çatışma teorileri de bulunmaktadır. Bagehot, Gumplowicz, Ratzenhofer, Sumner, Small, Oppenheimer, Vold ve Dahrendorf bu ekolün temsilcileridir.

 Sosyolojik çatışma teorilerinin çatışma ideolojilerinden farkı gerçeği anlamaya odaklanması, bu gerçekliği değiştirme merkezli bir amacı önüne koymamasıdır.

 Martindale, Marksist bir sosyoloji olmayacağını, Marksizm esinli konuların sosyolojide incelenebileceğini savunur.

 Martindale, Marksist bir sosyoloji olmamasını ideolojinin gerekleri ile bilimin gerekleri arasındaki gerilime dayanarak açıklar.

223 III. BÖLÜM: BİLİMSEL ELEMENTARİZM

Sosyolojik teorinin ilk okulları, 19. yüzyılda kolektivizm ve muhafazakârlık dalgalarının kenarına uzanmış, savunucuları ise kendilerini muhafazakâr olarak görmekten ziyade, toplumu güçlendirmeye yönelen ileri düşünürler olarak tanımlamışlardır. Comte, Fransız Devrimi ile gelişen Aydınlanma’nın insan gelişiminde metafiziksel bir aşamaya tekabül ettiğini ancak, diğer düşünürlerle birlikte, genel olarak devrimin itici olduğu fikrini ortaya atmıştır. Buna karşın çatışma kuramcıları ise güç, savaş, devrim ve şiddet gibi unsurların oynadıkları rolü tanımlamada organizmacı meslektaşlarına nazaran daha gerçekçidirler.

Martindale, böylesi bir girişe destekleyici bilgiyi sosyoloji üzerinden vermeyi uygun görür; buna göre, sosyoloji bireylerden ziyade grupların, toplulukların, sınıfların, toplumların ve insanlığın çalışılması olarak tanımlanmıştır. Büyük ölçüde, orta sınıfın derin düşüncelerinin ürünü olan sosyoloji, ulus-devletin gerekliliklerine yönelir. Sosyoloji teorisinin ilk ekolü olarak pozitivist organizmacılığın Fransa, İngiltere ve ABD’de başı çektiğini belirten yazar, gücü elinde bulunduramayan orta sınıfa sahip bölgeler olarak Almanya ve Doğu Avrupa ülkelerinde ise bu niteliklerinden dolayı çatışma teorisinin oluşmaya başladığını anlatır.

17. ve 18. yüzyıl düşünürleri, çağın da gereksinimleri doğrultusunda toplumun eleştirisine yönelen ve bilimi çağdaş insanlığın bir özelliği olarak gören rasyonalist düşünürler, tam anlamıyla bireycidirler ve bunlar organik olandan çok mekanik olan toplum anlayışını benimserler. Sosyolojide bir yanda bireyciler ve kolektivistler bir yanda da nominalistler ve realistler ayrımı da görülür. 19. yüzyılın son çeyreğinde ise sosyolojide realist ve kolektif bir bakış açısı hakimdir. Düşünürler, 18. yüzyılın geleneklerini yenileyerek problemlere elementarist bir bakış açısından yaklaşmayı dener. Böylece bireyci ve elementarist sosyoloji yavaş yavaş önem kazanmaya başlar. Yeni-Kantçılık da tüm bu alanlarda etkili olmaya başlar, form ve içerik arasındaki ayrıma dayalı yeni analizler ortaya çıkar. Batı düşüncesinde elementarist akım dört hareket üzerinden anlaşılır. Bu hareketler; Yeni-Kantçı biçimcilik(formalizm), çoğulcu davranışçılık, sosyal-eylem teorisi ve sembolik etkileşimcilik’tir.

224

XI. Sosyolojik Biçimciliğin Felsefi Temelleri

Martindale, organizmacı pozitivizm ve çatışma kuramının sosyolojinin iki eski ekol olduğunu ve bu iki ekolün, toplumun analizinde yeni bir bütünleşme, yeni bir vurgu ve yön getirdiklerini belirtir. Ona göre, her iki ekol, bilimsel çalışmanın bilinen alanı olarak sosyolojiyi oluşturmuş; William Sumner ve Albion Small gibi temsilciler ise Kuzey Amerika’da sosyoloji derslerinin verilmesinde görev almıştır.

Sosyolojinin profesyonelleşmesi ve kurumsallaşma sürecine geçişte bu erken okulların katkısı büyüktür. Sosyoloji bölümlerinin kolej ve üniversite düzeyinde kurulması sağlanır, profesyonel dergiler basılır. American Journal of Sociology isimli dergide Small, L’Annee Sociologique’de ise Durkheim etkin rol oynar. Alanın profesyonelleşmesinde ve kurumsallaşmasında bununla da yetinilmez; araç-gereçler öğretme amacına uygun şekilde yapılandırılır; bilginler sosyoloji için daha sistematik şekilde eğitilir, dergiler sosyoloji düşüncesinin ifadesi için platform niteliğinde hizmete geçer.

Felsefi Rasyonalizmin Eski Formları

Sosyolojik biçimcilik, Batı felsefi rasyonalizmin bazı yönlerinden esinlenerek gelişim gösterir. Groethuysen, eylem yönelimi ve açıklaması olarak rasyonalizmin ikili özelliğine dikkat çeker. Rasyonalizm, evreni bütünü ile düşünce bağlamında yorumlamayı amaçlayan veya mantık ilkeleri yardımıyla uyumlu olarak bireysel ve sosyal yaşamı düzenlemeyi amaç edinen çeşitli teorik ve pratik eğilimlere uygulanan kapsamlı bir ifadedir. Felsefede rasyonalizm, mantık ile analiz edilebilir tutarlı bir bütün oluşturan dünya algısına delalet eder; bilimde, mantıksal ve matematiksel evren kavramını destekler. Rasyonalizmin verili her biçimi, akıl ve irrasyonal olanla ilişkilidir ancak farklı rasyonalizm formları bulunmaktadır.

Yunan teorik rasyonalizm biçimleri Romalılara pek hitap etmez. Onlar için ilginç olan Stoacı etiğin ve rasyonalizmin kaynaşmasıdır. Martindale, bu bilgiye istinaden Stoacılığa değinerek; Stoacılık ise Platon’un dualizmine karşı gelmiş, Heraklitos’un ve atomistlerin monistik materyalizmini tercih etmiştir. Stoacılık doktrinleri ise Romalılara geçer. Romalılar için mantık yaşamın kontrol edilebilirliğinde önemli bir araca denk düşer. Ancak Ortaçağ döneminde bu düşünce pek kabul gören bir niteliğe sahip olamaz.

Modern Rasyonalizm: Rönesansla beraber, kader yeniden açığa çıkar. Bireyler, kendi hallerine terk edilir. Bu nedenle onlar, hayatın karmaşasından uzaklaşma adına kendi bireysel

225 iradelerinin gelişiminde emniyet ararlar. Bu dönemde bilgi problemi yeniden yapılandırılır; eski dünya biçimleri, düşünceler ve türlerin hayaliyle yönetilir, yeni dünya ise yasalar ve fonksiyonlarla ilgilenir. Böylece 17. yüzyılın bilimsel rasyonalizminin temelleri atılır, ideali Galileo tarafından şekillenir. Bu ise Leibnitz, Spinoza ve Descartes’in felsefi sistemlerinin merkezinde yer alır.

17. ve 18. yüzyıl rasyonellikleri arasında temel fark, birey etkinliğindeki mantığın yer değiştirmesi ile zihinsel ve fiziksel birleşimin tek bir birimde birleşmesinin ilişkilendirilmesinde görülür. Önceleri mantık yukarıdan dayatılan bir güç iken, daha sonraki dönemde her bireyin eğitim ve aydınlanma ile geliştirilen rasyonel yeteneklerindeki büyüyen güven duygusu ortaya çıkar. Genel olarak 18. yüzyıla bakıldığında bu yüzyıl üç alanda bütünleşme önerir: birey ve grup arasında, bireyin zihinsel ve fiziksel alanı arasında ve son olarak bireyin metodolojisindeki ampirik ve mantıksal olan arasında.

Descartes’in amacı, tüm insanoğlunda bulunan iyi niyet ile sunulan doğrulara varmaktır. Descartes, sezgiler ile başlayıp, çıkarımlar ile çalışmayı ister. Kendisi, ampirizm veya rasyonalizmin diğer biçimleri için başlangıç noktası halini alır. Martindale, ampirist olarak bilinen filozoflar (Locke, Berkeley ve Hume) ile rasyonalist olarak bilinenlerin (Descartes, Spinoza ve Leibnitz) birbirine benzediklerini belirtir. Ona göre, her iki grup da mantıksal ve deneysel bilgi arasındaki farkı algılayıp, bilginin bu türdeki biçimini harmanlayabileceklerine inanmışlardır.

Descartes ve Locke, birinci ve ikinci özelliklerin ayrımı düşüncesinde hem fikirdir. Descartes, bazı duyu bilgi türlerinin gerçeklik hakkında gerçek bilgi içerdiği fikrindedir. Duyu özellikleri, birinci ve ikinci diye ikiye ayrılır. Ona göre, duyular, koku veya renk hakkında insanları kandırabilir ancak ağırlık ve içerik olarak doğrudurlar.

Kant’ın Rasyonalizmi

Kant, ampirik ve mantıksal bilginin birlikteliği düşüncesine sahiptir. Kant, ayrıştırma serisi aracılığıyla bilimi, Hume’un şüpheciliğinden korunmayı önerir. Bu ayrıştırma serisinden ilki ise sentetik ve analitik ifadelerden oluşur. Sentetik ifade, dünya hakkında bilgi birikimine yenisini ekleyen bir düşünce, ayrıca ampirik bir bilgi türüdür; analitik ifade ise gerçeklik araştırmasını gerektirmez, önceden yapılmış bilgilerden çıkarsanabilir. Hume’da, bilimin nedensel bilgisi sentetik olup, durum salt a posteriori(önsel) olarak sunulur.

Kant’ta ikinci bir ayrım ise bilginin objesi noktasında ortaya çıkar. Bilindiği üzere, deneyimlerimiz vardır ve bunlar gerçek hayata atıf yapar. Deneyimlenen bir dünya Kant’ın

226 tabiriyle fenomen, onun içindeki de numen’dir. Kant’a göre, fenomenin bilgisi iki türe ayrılır: form ve içerik. Formlar, Kant’ın aradığı sentetik a priori’dir. Form ve içerik algının formlarıdır. Kant’a göre, formun üç grubu vardır: algı formu, anlama formu ve mantık düşüncesi.

Kant, rasyonalist ve ampirik geleneği birbirine bağdaştırmaya çalışmasından dolayı modern düşüncenin merkezinde yer alır. Modern dünyaya özgü yeni bir gelişim ise Yeni-Kantçılık ifadesiyle örneklendirilebilir.

Yeni Kantçılık

Friedrich Albert Lange (1828-1875): Yeni-Kantçı akımın kurucusu olarak, sosyal reformcu ve materyalizmin önde gelen tarihçisidir. Materyalizmi, fiziksel dünyanın kapsamlı açıklaması olarak görür. Lange’in çalışması, Kant’ın fiziksel ve ruhsal alanlar ayrımı ile başlar. Düşünüre göre, şiir, ruh ve fiziksel gerçek aracılığıyla üretilen determinizmi ve kuşkuculuğu uzlaşmasını sağlar. Lange’in yanında Otto Liebmann ve Alois Riehl de Yeni- Kantçı ekolün gelişiminde yer alan öğrencilerden ikisidir. Liebmann, zaman ve mekan arasındaki ilişkiyi çözmeye çalışır. Ona göre, Kant’ın dualizmi bilgi alanında bir yer edinmiş durumdadır. Riehl, onu varlık içine yerleştirir ve gerçek dışı düşünceden bilince doğru bir geçişe yoğunlaşır. Cohen, bilinci referansın ya da gerçekliğin merkezi olarak almaz, aksine bilinç, yansımanın en saf şekli olarak öğretilir. Doğanın matematiksel bilimi, düşüncenin bağımsız ürününe örnektir. Düşünce Cohen’e göre, bağımsız bir ürün ve kendi içerisinde bir gerçekliktir.

Yeni-Kantçı değer felsefesi, bilincin öznelliği ile başlar ve değer kavramı aracılığıyla bilimin nesnelliğini kurar. Bu ise Windelband ve Rickert’e ait teorilerin esas özelliklerindendir. Windelbald, mantık, etik ve estetiği birleştirmek üzere değerler teorisini kullanmaya çalışmıştır. Çalışmalarında temel dualizm, ideal standart ile ampirik varlık arasında görülür. Rickert, varlığın bilinçli içeriği olarak bulunmasının dışında var olmadığını savunan doğrudan tecrübe doktrinini kabul eder. Bilinçte içkinlik, temsili olarak doğrudan gerçekliktir. Ancak bilginin objektifliği formal mantıktan elde edilemez. Rickert, ayrıca aşkınlığa değinerek, “aşkınlık, bilincin bir içeriği değildir; varlık değildir, O, olması gerekendir” der. Yeni- Kantçılığın son şekli, tarihin Yeni-Kantçı algılayışında açığa çıkar. Buradaki dualizm ise ruhsal bir süreç olarak tarih ve bilim arasında görülür.

19. yüzyılın en ilginç olgusu, Kant’ın ötesinde bir akım olsa da Kant’a dönüşüm yaşanıyor oluşudur. Kant’ın ötesine geçişin nedenleri açıktır; olgusal ve nominal dünya arasındaki

227 ayrım, bilimi, insanoğlunun etik ve dinsel yaşamını kurtarmak amacı ile, Kant tarafından kullanılmıştır. Bu yüzyılın başında ise Kant tarafından oluşturulan bu düşüncede yeni bir yöne gidilir. Burada organik idealizm söz konusu olup Johann Gottlieb Fichte’den hareketle Comte’a doğru gider. Fichte’e göre, bireyin ahlaki kişiliği, olgusal şeyler ile belirlenmeyen “amaçların krallığı”na ait olan nominal bir gerçekliktir. Benzer fikirlere sahip biri daha vardır, Friedrich Schelling (1775-1854), bireyin ve insanoğlunun özünün, insan ruhunda yerleşik ve iki katmanı olduğunu vurgular.

19. ile 20. yüzyılda, sosyal bilimlerde büyük bir hareketlilik yaşanır. Sosyolojinin tek başına, yeni bir alan olarak (organizmacılık ve pozitivizm) ortaya çıkabildiğine dair fikirler dillendirilir. Bu alanlardaki gerginlik, sosyolojideki gelişime dair motive edici bir güce bürünür. Comte’un dünyayı ya yönetme ya da kaosa itme, Durkheim’in kolektif temsilleri, Tarde’nin düşünceler ve inançları, Cooley’in bir başka insan hayali, Thomas’ın insanların birbirleri üzerinde kurdukları hayalleri ve Gidding’in türün bilinci gibi konular sosyolojiye yerleşmeye başlar. Çatışma ise, sosyolojik tartışmaya aklı başa getirici bir realizmi getirir.

Yeni-Kantçılık ise 19. yüzyıl düşüncesindeki genel eğilimlerin yeniden ele alınmasını temsil eder ve kendi-tetkikinin en doğrudan aracını sunar.

228 XII. Sosyolojik Biçimciliğinin Yeni-Kantçı Dalı

Bir dönem sosyoloji, ideolojik muhafazakârlığın etkisine karşı tepki oluşturacak bağımsız bir bilim dalı olarak öngörülüp kuruldu. Muhafazakârlık ise yeniden ortaya çıkmaya başladı. Buna ilaveten çatışma teorileri ise insanları birer koyun olarak göstermeye yöneldi. Dahası toplumun temel özellikleri istikrar, düzen, dayanışma gibi muhafazakârlığa ait değerler içerisinde şekillendi. Liberal toplum teorileri ise gruptan ziyade bireyi vurgulamayı seçti, dayanışmadan çok fırsatı ön plana taşıdı. Bu noktada Kant’ın sloganı halini alan “istikrar değil özgürlük” ifadesi de önemli bir argüman olarak eklenebilir.

Rudolf Stammler(1856-1938): Eleştiri yöntemi, Kant’ın prosedürlerine göre şekillenmiş olup, çalışmalarında kuramsal hukuk sistemini, insanın hedeflerine ulaşmada kullandığı araçları formüle eden kurallar bütünü olarak tanımlar. Düşünür, yasa ve adalet kavramları arasında bir fark ortaya koyar. Ona göre, düzenin bilinçli olarak uygulandığı iki yol vardır: Algı ve irade. Algı, kategoriler bağlamında, anlam izlenimleriyle objeleri bir düzen içinde biçimlendirirken; irade, materyalleri gelecekte başarılması hedeflenen amaçlar doğrultusunda düzenler.

Stammler’e göre, doğru irade iki şekilde mümkündür. Birincisi araçlar belirli amaçların başarılmasında önemli bir yere sahiptir; bir diğeri ise evrensel geçerlilik isteği ile adalet fikrinin ortaya konmasıdır. Adalet, tüm mücadele ve çabaların uyum içinde olmasıyla mümkündür. Düşünüre göre, bir kural ancak belirli testleri geçerse adil, doğru veya doğal bir kanun halini alır. Stammler, toplumun gerçek birimlerine değinerek, bu birimlerin bireyler olduğunu vurgular. Dolayısıyla Martindale’in üzerinde durduğu gibi, Comte’tan farklı bir noktaya eğilir. Bu bilgiye paralel olarak da toplum bireyler için vardır, onlar toplum için değil.

Martindale, çatışma teorileri arasında benzerlik ve karşıtlıkların olduğunu ifade eder. Dolayısıyla bunlar gibi Stammler’in de ahlak ve kanunlar arasındaki karşıtlıklara önem verdiğini yazar.

Georg Simmel (1858-1918): Mekanik atomist ile organik teoriler, 18. yüzyıl ile 19. yüzyılın iki büyük toplum teorisidir. Birinci teoride bireyler bağımsız ve kendi kendine yeten birimler olarak görülürken, toplum bireylerin mekanik birleşimidir. Organizmacı teori ise toplumu bireyden tamamen farklı ve zıt bir kavram olarak tanıtmaktadır. Bu görüş, Martindale’in açıklamasına göre, Rousseau tarafından daha önce öne sürülmüş, sistematik olarak da Hegel

229 ve Fichte tarafından geliştirilmiş, 19.yüzyılda ise Lorenz von Stein tarafından sosyolojiye aktarılmıştır.

Simmel, bağlantı ve işlev kavramlarını göz önünde bulundurarak toplumun doğasına yönelik problemine yeni bir yaklaşım getirmiştir. Bu yaklaşım, liberaller tarafından eleştiriyle karşılansa da ona göre toplum, kişilerin aralarındaki dinamik ilişkilerden ve bireysel zihinler arasındaki etkileşimlerden meydana gelmiş bir işlevdir. Simmel, topluma dair açıklamalarında, “bir süreç” dediği noktaya değinerek, sadece karşılıklı etkileşimler sonucu birlik sağlayabilen bireyler arasında ilişki ve eylemlerin gerçekleşebileceğini vurgular. Tam da bu noktada Simmel, Kant’ın rasyonalizm ile deneyciliğin epistemolojik gereksinimlerini bağdaştırmayı uygun bulması gibi, organizmacı ve mekanizmacı sosyal teori gereksinimlerini uzlaştırmaya yönelir.

Celestin Bougle (1870-1940): Sosyolojinin doğası isimli çalışmasında, bizleri küçük bir köyü hayal etmeye davet eder. Onları tanımak için “bir sosyolog ne bilmeyi ister” şeklinde bir soru sorar. Simmel gibi, Bougle de sosyolojiyi sosyal formun çalışılması olarak tanımlar.

Bougle, tarihsel görevi ve sosyolojinin tarih felsefesine döndürülmesi amacını reddeder. Sosyoloji bilim haline gelirken, sadece formların sonuçları ile değil onların nedenleriyle de ilgili olmalıdır. Sosyoloji bilim olmayı arzular ve bir bilim olarak tarihsel fenomenleri inceler. Bougle, kast sistemine yönelik bir çalışma kaleme alır. Bougle, Simmel gibi, temel formlarda sosyolojik bilginin bütünün var etmede yeteneklidir.

Edward Allsworth Ross (1866-1951): Sosyal formların teorisine yönelik herhangi bir katkı yapmamakla birlikte, Ross, sosyolojik bilginin sistematik sunumu için kullanılan formlar meselesini bir araç olarak kavrar. Ross, Simmel’in görüşlerini Amerikan toplumuna yaptığı tercümeler üzerinden tanıtır. Ona göre, sosyal nüfus ve sosyal güçler, toplumun hammaddelerini temsil eder. Örnek olarak, güdü, ırk ve coğrafi şartlar. Çalışmanın sosyolojik odaklanışı sosyal süreçlere doğrudur. Sosyal süreçlerin temelleri dört başlık altında ele alınır: birliktelik, baskı, sömürü ve muhalefet. Simmel gibi Ross da formları çeşitli bağlamlarda inceler. Baskı örnek olarak ebeveynin çocuk üzerindeki etkisinde görülür veya genç üzerinde yaşlının, kadın üzerinde kocanın, işçi üzerinde işverenin gibi. Sömürü ise ebeveyn ile çocukların ilişkilerinde, kadınla erkeğin, zenginle fakirin vs. arasında görülür. Buna ek olarak bu dört genel sürece ilaveten 32 süreç daha tartışılmaktadır.

Robert E. Park (1864-1944) ve Ernest W. Burgess (1886-1966): Yeni-Kantçı Winderland ve Simmel’in etkisinde kalırlar. Özellikle James ve Dewey ile Albion Small’la özdeşleşen

230 gelenekçi sosyoloji tarafından etkilenirler. Her iki düşünüre göre, sosyoloji, köklerini tarihten alır. Tarih, bütün sosyal bilimlerin ana bilimidir. Simmel, toplumu etkileşim olarak tanımlar. Düşünürlere göre, toplumda birey ve kolektif diye iki unsur vardır. Onlar, nominalist ve realist sosyoloji arasındaki farkın kabulüne inanırlar, sosyolojinin gelişimini üç döneme ayırırlar: Comte ve Spencer dönemi, “okullar” dönemi ile araştırma ve inceleme dönemi. Her ikisi Simmel ve Small gibi sosyolojinin referans nesnesinin yapı olarak toplumda değil, sosyal gruplarda bulunacağını tartışırlar. Sosyal süreçler grup hayatının içindeki bütün değişimlerin genel bir adı olarak alınır. Sosyal süreçler için iki yaklaşım geliştirilir: sosyal süreçlerin katılım derecelerine göre incelenmesi ve çatışma ile işbirliği derecesine göre düzenlemenin yapılması. Sosyal süreçler dörde ayrılır: rekabet, çatışma, uzlaşma ve asimilasyon. Sonuç olarak iki düşünür, sosyal formlara ilişkin teoriye yeni bir şey getirmemekle birlikte, erken Amerikan döneminde sosyolojik bilginin sistematize edilmesinde büyük katkı sağlarlar.

Leopold von Wiese (1876-1969): Wiese’nin sosyolojisinin yeniden inşasında Simmel önemlidir. II. Dünya Savaşı’ndan sonra Alman sosyolojisinin yeniden canlandırılmasında etkilidir. Ona göre, “Sosyoloji, kurallar, araçlar ve amaçlara aracılık etmeden insanlar arası ilişkilerle mücadele etmeli, farklı soyutlama türleriyle ilişkili olmalıdır.” Buna ek olarak insanlar arası ilişkinin bilimi olarak sosyolojiyi ikiye ayırır: Hareket örüntüsünün sistematiği ve sosyal yapı. Simmel’den farklı olarak Wiese’de güçlü bir pozitivizm vardır. Wiese’e göre, her sosyal süreç, birey davranışın (A) ve durumunun (S) sonucudur. Ona göre, Sociative üçe ayrılır: ilişkili, ilişkisiz ve karışık. Sosyal yapı da üç temel kategoriye ayrılır: kalabalık, grup ve soyut kolektifler. İlişkili ve ilişkisiz alt süreçlere ayrılır ve bunlar tekil süreçlere dönenler sosyal hareketi somutlaştırır.

Hans Kelsen: Modern Yeni-Kantçı hukuk ilminin ilk temsilcisidir. Kant’ın teorisine dair bazı özelliklerini eleştirse de Kantçı bir yönteme sahiptir. Ona göre, hukuk, zihinsel müdahalenin ürünüdür ancak doğanın dünyasına ait değildir. Yasal sistemin doğuşu, “hipotetik anayasa” içinde mümkün olur.

Kelsen’in Kant’a olan itirazı, aşkın metodu, klasik doğal-hukuk doktrinin mükemmel açıklaması içinde ahlakın metafiziğini yapmak için bırakmasıdır. Kelsen’in düşüncesine göre, doğal hukuk, geçerli kurallarla birlikte doğal düzenin varsayımını dayanır, çünkü onlar insan egemenliğiyle yapılmazlar, onlar daha çok Tanrı’nın, doğanın ve aklın ürünleridir. Kant ve Kelsen’in her ikisi de bireyin gruba kesin itaatine direnmişlerdir. Bireylerin özgürlüğü sınırlıdır ve bu yapı gruplar tarafından oluşur.

231 Kelsen, Toplum ve Doğa isimli çalışmasında, dualizmi toplum ve doğa arasında ve normatif düzen ile yeni bir hal içinde nedensel kurallar arasında, insanın doğa ve toplum kavramlarının gelişimini hesaplamak için kullanır. Ona göre, ilkel toplumlarda rasyonellikten ziyade duygular ve hisler insan üzerinde baskındır. Dolayısıyla ilkel bireyin doğa kavramı, duygular tarafından şekillendirilir.

Carl Gustov Jung (1875-1961): Çocukluk çağında bilime (biyoloji, hayvan bilimi, paleontoloji ve tıp) ve dine (occultism, mistisizm, mitoloji ve geleneksel din) ilgisi başlar. Bilinçsizlik içindeki düşünce grubu için kompleks kavramını geliştirir. Freud’la etkileşime geçer. Freud, analitik psikolojiyi geliştirir. Jung, Kuzey ve Batı Afrika’daki ve güneybatı Amerika’daki ilkel insanlar üzerine, ayrıca Asya kültürleri, Budizm, Konfüçyanizm ve Hinduizm üzerine çalışır.

Jung, bilinçsizliğin kavramında bireysel ve kolektif yön arasında ayrım koyar. O’nun yaratıldığı dünyanın şekli sanal bir şekil olarak doğuştan vardır. Ebeveyn, eş, çocuk gibi doğum ve ölüm, psişik eğilim gibi, sanal bir şekil gibi o’nda yaratılmıştır.

Alexander Goldenweiser (1880-1940): Goldenweiser, 18.yüzyıl rasyonalisti ya da Rönesans hümanistinin en iyi özelliklerine sahipti. Goldenweiser, hümanist ve rasyonel bireyselci idi. İnsanı kurumların zihinsel ve fiziksel olsun, her yerde aynı olduğunu ve insanoğlunun az veya çok benzer olan bir çevreyle karşılaştığı rasyonalizm ve hümanizmin varsayımları üzerinden tartışır. Düşünür, yayılma teorisini, zihinler ve bedenlerle oluşturulmuş benzer şekilde alternatif olanaklarla karşılamaktadır ve insanoğlunun uyum sağlayabilir yapısına ve yaratıcılığına vurgu yapar. Düşünüre göre, kültür, kendini farklı durumlarda bulan bireylerin yaratımıdır. Goldenweiser’e göre, totemizm olarak nitelenen hiçbir tekil varlık yoktur, ancak sadece üst üste binen kısmen benzer olgular yığını olabilir.

Levi-Strauss (1908-2009), hukuk ve felsefe eğitimi alır, sosyoloji profesörüdür. Teorik yaklaşımını yapısalcılık olarak tanımlar. Sadece idrak değil deneyimi teorize eder. Temel deneyim, nesnelerin fiziksel özellikleri ile birlikte sosyal ilişkileri ve amaçlarını içeren idraklerini da kapsar. İkinci büyük yapısalcı biçim, eşzamanlı ve yapısal dilci olarak bilinen Saussure’de görülür. Saussure, dilin eşzamanlı çalışması, dilin tarihi çalışmasıyla karşıttır. Marcel Mauss, The Gift isimli çalışmasında, hediye alışverişinin sonsuz çeşitlilikte bütün toplumlar boyunca meydana geldiğini belirtir. Her ne kadar teoride hediyenin önyargısız ve kendiliğinden gerçekleştiği düşünülse de gerçekte hediyeler yükümlülük getirir.

232 Levi-Strauss’un görüşünde, bütün akrabalık kurumları, gruplar arasında değişim döngüsünde kurulan üç temel yapı temelinde(bilateral, patrilineal ve matrili) aileler arasında uyumu geliştiren yöntemlerdir. Düşünür, antropolojik metodun Kantçı karakterini vurgular. Levi- Strauss, Jung’u reddetmeye çalıştığı gözlenir, ancak Jung, model ve kolektif bilinçsizlikte ısrarcıdır. Yabanıl zihin dünyayı bütüncül olarak varsayar, bilimsel zihin analitik.

Noam Chomsky (1928-…): Dilde yeni-Kantçı rasyonalist duruşu geliştirir. Yapısal dilbilim modelleri konusunda etkileyici çalışmalar yapmıştır. Analizler, çeşitli cümle yapıları arasındaki üretici ilişkilerle uyum sağlayabilmektedir. Yaptığı çalışmalarla yeni dil modeli geliştirir. Dindeki Yansıma isimli çalışmasında Chomsky, geçişli-üretken dil bilgisinin rasyonalist teorisini açıklar. Dil, zihnin derindeki ve önemli duygusunun aynasıdır. Her bir dil bilgisi, dil teorisidir. “Evrensel gramer”i (UG) tanımlamamıza izin verin; UG, kuralların ve yasaların sistemi olarak, tüm insan dillerinin özellikleri ve elementleridir. Dolayısıyla UG, insan dilinin özü olarak tanımlanabilir.

Etnoloji ve Sosyobiyoloji

Anti-ampirizm günümüz yeni-Kantçılığın işaretidir veya kendilerini tanımladıkları gibi yapısalcıdırlar. Varsayma ve sonuç çıkarma yeni-Kantçılığın temel araçlarıdır. Hayvan davranışlarına ilişkin bilimsel çalışmaların kökeni Darwin’e ve diğer 19. yüzyıl biyologlarına dayansa da Konrad Z. Lorenz’in modern etoloji çalışmalarına kadar gelişemez. Etolojinin nesnesi hem ontogenetik hem de filogenetiki açıklamaktır. Etologlar doğal şartlar altındaki türlerin davranışlarıyla ilgilidirler. Temel yöntemleri, türlerin etnogramıdır. Etologun temel görevi, davranışın, genetik programlara ve öğrenim süreçlerine rağmen aslını öğrenmektir. 18. yüzyılın ortalarına doğru içgüdünün olgunlaşması keşfedilmiştir. Etologlar tarafından geliştirilen yöntemler arasında deneyimden mahrum etme gelir.

Sosyobiyoloji, özel veya sosyal davranışlar içinde öğrenilen gerçekler ve doğuştan gelen üzerinden yoğun halde bulunan etolojinin özelleştirilmiş halidir. Klasik evrim kavramında, türlerin gelişimi bireylerin hayatta kalma problemleridir. Bu noktada Van den Berghe şu görüşü kabul eder, ona göre insanın sosyal kültürel davranışı, biogenetik ve çevresel faktörlerin karşılıklı etkileşiminin ürünüdür. Yine ona göre, insanoğlu, aile ve din kurmaya yönelik doğuştan gelen bir eğilime sahiptir ve politik sistem ile baskın hiyerarşi içinde biyolojik eğilimlerini dönüştürür.

233 “YENİ-KANTÇI SOSYOLOJİK BİÇİMCİLİK” ANAHATLARI

 Sosyolojik teorinin ilk okulları olan pozitivist organizmacılar ve çatışma kuramcıları bütüncül bakış açısında ortaklaşıyordu.

 Bu bakışa göre sosyolojinin konusu birey değil gruplar, topluluklar, sınıflar, toplumlar ya da insanlıktı.

 Sosyoloji, 19. yüzyılın son çeyreğinde bireyci ya da öğeci sosyolojinin yükselişine tanıklık etti.

 Elementarist sosyoloji okulunun temel eğilimi Kantçılığın yeniden diriltilmesiydi.

 17. yüzyıl rasyonalizmi ile 18. yüzyılınki temel ayrım, aklın bireysel faaliyete yeniden yerleştirilmesi ve zihinsel ile fizikselin tek bir öğede kaynaştırılmasıydı.

 17. yüzyıldan 18. yüzyıla geçerken rasyonalizmin vurgusu genelden özele doğru kaymış; metodolojik olarak da mantıksal ve ampirik olanın birleştirilmesi gerçekleşmiştir.

 Ampirik ve mantıksal bilginin nihai birliğini paylaşan önemli bir felsefeci Kant’tır.

 Modern düşüncede Kant’ın merkezi yeri, iki temel gelenek olan rasyonalizm ve ampirizm arasında bağlantı kurma çabasıyla büyük ölçüde ilgilidir.

 Kant, bireysel özerklik ve özgürlük ile toplumun istikrar ve meşruluğu sorunlarını uzlaştırmaya çalışmıştır.

 Yeni-Kantçılık sadece felsefe alanında etki kazanmamış, 19. yüzyılın sonuna doğru ve 20. yüzyılın başında sosyal bilimlerde de temel hareketlerden biri olmuştur.

 Liberal toplum teorisi vurgusunu gruptan çok bireye kaydırır.

 Simmel, toplumun doğası konusunda sosyolojideki seleflerine göre farklı bir yaklaşım geliştirmiştir.

 Simmel’e göre toplum, bireyler arasındaki dinamik ilişkilerde ve bireylerin zihnindeki karşılıklı etkileşimde ifade olan bir işlevdir.

 Kelsen, çağdaş Yeni-Kantçı hukuk biliminin ilk temsilcisidir.

 Kelsen’in duruşunun merkezi noktası onun doğa-yasası doktriniyle bağını koparmış olmasıdır.

234  Doğa yasasını reddederek Kelsen, insanın özerkliği ve onurunu doğruladığını düşünür.

 Kendilerini yapısalcı olarak niteleyen bazı Yeni-Kantçılarda anti-ampirizm kendini göstermiştir.

 Yapısalcı, Yeni-Kantçılara göre deneyimlerin ampirik incelemesiyle deneyimin önkoşul ya da biçimine ulaşmak mümkün değildir.

 Varsayma ve tümdengelim, Yeni-Kantçıların en çok kullandıkları yöntemler olmuştur.

235

XIII. Sosyal Davranışçılığın Kavramsal Temelleri

Genel olarak, Sosyal Davranışçılık, organik pozitivizm ve çatışma kuramlarının yapısal tanımlarıyla biçimcilerin ilişkisel tanımlamalarına ters düşer. Herbert Mead’in geliştirdiği bu kavram, sosyolojinin araştırma konusunun davranış olması gerektiğini vurgular. Okul olarak düşünüldüğünde Sosyal Davranışçılık, hem daha önceki okulların yöntemsel zayıflıklarından hem de biçimcilerin anti-ampirik eğilimlerinden kaçınmaya; sosyolojik çalışmaların ampirik yöntemlerini kullanmaya çalıştı.

Formalizmin Problemi

Sosyolojideki terimlerin kesin ve sınırlandırılmış tanımlarının yapılmasını savunan bir akımdır. Organizmacı pozitivizm genel bir sosyal bilim, biçimcilik ise özel bir bilim olduğunu iddia eder. Organizmacı pozitivizme karşın biçimcilik analiz birimi olarak toplum yerine öznel olarak belirlenmiş biçimlerin olduğunu iddia eder. Her ikisinin kıyaslamasında dikkati çeker bir nokta daha vardır bu da organizmacı pozitivizm tutucu bir toplum fikri ile pozitivist yöntemi birleştirmeye çalışırken, biçimcilik liberal toplum fikri ile pozitivist yöntemi birleştirmeye yönelir. Dolayısıyla biçimciliğin pozitivizm karşıtlığı her zaman gizlenememiş; bunun açığa çıkması biçimciliğin iç evrimi ve Yeni-Kantçı bir formdan fenomenolojik bir forma geçiş olarak sayılmıştır. Biçimciliğin çözemediği belli başlı sorunlar vardır; bunlardan birisi olan biçim ve içeriğin ayrılması yeterince doğru olmaz ve bir diğeri de sosyolojik biçimcilik ampirik olmayan bir eğilime dönmeye yönelir.

Yeni-İdealizm

Sosyolojinin konusu meselesinin devam eden araştırmasında bazı olasılıklar saf dışı bırakılır. Yapısal öğelerin kesin analizler sunmada belirsiz oldukları anlaşıldı; biyolojik öğeler, evrimci görüşün değer yitirmesiyle çekiciliğini yitirir. Sosyolojik ideolojiler ise çelişkili tanımlarla iç içe geçer.

İdealizmin bazı biçimleri bilim karşıtı bir hal almadan gelişir. Bu gelişimin başında ise Herman Lotze vardır. Bautzen’de doğan Lotze, felsefe, tıp ile E.H.Weber, Volkmann ve Fechner’le fizik alanında çalışmıştır. Lotze’a göre, doğal formlar, doğada her yerde organizmalarda ortaya çıkar. Organik hayat, mekanikten daha üstün değildir ama mekanik güçlerin işlediği belirli bir yoldur. Lotze, fizyoloji, kültür tarihi, kozmoloji ve din felsefesi ile harmanlanmış bir psikoloji geliştirmeye çalıştı; ruhaniliğin insanlığın en üst bakış açısı

236 olduğunu belirtti. Lotze için, nedensel ilişki ve karşılıklı hareket bağlamı orijinal bir madde fikrine veya “nihai ilke” ya da “nihai düşünce” olarak anılan en kapsamlı ilke fikrine yol açar.

Martindale, Lotze’un atomist olsa da farklı bir bakış açısına sahip olduğunu yazar. Yazara göre Lotze, atomları materyal olarak düşünmemiştir, bunlar ayrıca en ilkel biçimlerdir. Lotze, mekanik doğa anlayışına sahiptir, ona göre, doğanın mekanik bağlamı sadece elementlerin ortak ilişkilerini açıklar, onların iç doğalarını değil. Elementlerin iç doğalarına ulaşmak için bu elementlerin bireyin kendi iç doğalarıyla bir benzeşime bakarak değerlendirmesinin yapılması gerekir. Lotze, iç doğa dediği içsel durumlara eğilir ve bunların da bir bütünlük içinde olduğunu vurgular. Genel olarak Lotze, tinsel bir psikoloji geliştirmenin derdindedir.

Gustav Fechner: Bilim ile idealizmin bütünleşmesi sosyoloji de dahil olmak üzere bilimsel psikoloji alanı için yeni bir yoldur. Bu yolda ilk çalışmalar Lotze’la atılsa da niceliksel psikolojiye gerçek geçiş Fechner ile atılır. Fecher, fizik profesörüdür, ancak göz hastalıklarıyla ilgilenmeye başlamasıyla ilgisi felsefeye kayar, profesörlüğü bırakır. Fecher, zihin ve madde arasında niceliksel bir ilişkiden söz eder; bunun üzerine yaptığı çalışmalar sonucu deneysel psikoloji veya psikofiziği geliştirir. Psikofiziğe yönelik bir tahayyülden söz eder. Bu tahayyülde maddesel dünya olayların dışında, ruhani dünya ise olayların içindedir. Fechner ve Lotze’un teorileri birbirine benzerdir. Buna göre, zihin fenomeni ve canlılık tamamen mekanik dünyadan gelemeyeceğinden, mekanik ve mekanik olmayan dünya tür açısından değil ama derece olarak farklılaşma eğilimindedir.

Eduard Von Hartmann: Hartmann, Scopenhauer ve Freud arası bir geçiş gibidir. Askeri bir kariyere sahip olan Hartmann, müzik, resim ve felsefeye özel ilgi duydu. Lotze ve Fechner’in bilimselliği temel alan düşüncelerine karşın, Hartmann (ki üçü aynı geleneğin düşünürleridir), daha çok yeni-romantik akımın temsilciliğine yönelir. Ona göre, doğanın mekanik bağlamıyla açıklanan sebepler, ruhsal ilkelerle ele alınmalıdır; dolayısıyla ona göre sadece bilimsel açıklamalar yetersizdir. Hartmann, etik çalışmalarında kötümserlik geliştirir, Hegel’in “mutlak fikir” ile Schopehnauer’in “irade”sini birleştirerek bu iki filozofun düşüncelerini bağdaştırmaya yönelir.

Yeni Hegelcilik

Yeni-idealizmin bir şekli olsa da Hegel’e bağlanmasından dolayı bir ayrım yaşanır. İdealizm ve bilimsel yöntemin birleşimiyle birlikte yeni-idealizmin modern şekli sosyal bilimlere katkı sağlayacak düzeye ulaşır. Sosyal bilimlere olan ihtiyaç ise insanın bilinçdışı yaşamının çeşitli felsefelere uydurulmasıyla açığa çıkmış olur; uğraşlar başlar. Yeni-Hegelcilerden sadece

237 Bradley, Royce ve Wundt değil, aynı zamanda Dilthey de sosyologları etkilemiştir. Buna bir örnek verilecek olursa, Dilthey ve Wundt, Tönnies, Durkheim ve Simmel’i etkilemiştir. Buna ek olarak Dilthey ve Wundt gibi yeni-Hegelciler, din, mit, etik ve dil gibi kültürel formların çalışılmasını sağlamıştır.

Francis H. Bradley (1846-1924), önemli bir yeni-Hegelcidir. Ona göre, hakiki gerçeklik ruhtur ve ruh, kişinin kendisiyle özdeşleşmiştir. Bradley’e göre, deneyim yalnızca bir gösteriş, bir illüzyon dünyasıdır; sonlu nesnelerle ilgilidir. Sonlu olan ise sadece görünümdür. Bu noktada Bradley, sonsuz ve fani, mutlak ve belirsiz arasında bir uzlaşının olamayacağını vurgular. Kişiye uygulandığında ise hiç kimse kendini tamamlayamaz. Bireylerin kendilerini aşma süreçleri ancak diğerlerine yol gösterirken tamamlanır. Bradley’e göre birey, geniş bir bütünle bütünleşmesi durumunda ancak gerçek benliğe/geist’e ulaşabilir.

Josiah Royce: Amerika’nın belki de en önemli idealistidir. Yeni-Hegelci olmasına rağmen, yüksek düzeyde bireyselleşmiş bir tutum geliştirir. Düşüncelerinde Kant, Hegel, romantiklerin ve Schopenhauer’in etkisi görülür. Royce’nin temel problemi varoluşun doğasıdır. Varoluş “diğer” bir şeydir ki sonlu fikirler onu arar, tamamen bilinen bir varoluşu arayan fikirler onları tamamlayacak ve şüpheleri sona erdirecektir. Royce, deneyimin ideal özelliklerinin, belli bir anlama sahip olduğunu düşünür; fikir oluşturmada ise içsel anlamlar üzerinde durur. Bu noktada Royce ayrıca benliğe eğilerek, benliğin bilinçli bir yaşamda temsil edilen bir anlam olduğunu; her birey için ise mutlak kendiliğin Tanrı olduğunu belirtir. Ona göre, insanlar karşılıklı olarak zıtlaşan yaşam planlarına sahiptir ve bu bireyler başkalarının yaşam planını tanıyarak kendi görev ve sorumluluklarını yerine getirirler. Royce, Hegel’in somut evren fikrine karşın bütün’ün (bütün yaşamın) sadece bireyin gelişiminde ifade edilebildiğini düşünür.

Wilhelm Wundt: Wundt’un belki de en büyük katkısı deneysel psikoloji ve halk psikolojisi alanlarında görülür. Organik ilişkilere ve özellikle bütünlüğü yönelik vurgusu, pozitivizmden yeni-Kantçılığa doğru bir geçişe hizmet eder. Wundt, psikolojiye bir disiplinden daha fazla bir şey olarak bakar; sosyolojik düşüncesi psikolojik sistemi ile yakınlık gösterir. Wundt, doğal ve psişik doğanın bir ayrıma sahip olduğunu, bu ayrımın temelinde ise açıklama farkının yattığını belirtir. Buna göre, doğal olgular hipotetik olarak bir tabakada açıklanırken, psişik olanlar deneyim yoluyla elde edilir. Dolayısıyla deneyimden öte hiçbir tabakanın bir anlamı yoktur. Wundt’a göre, irade ya da arzu, psişik hayatın birleştirici yanıdır. Birleştirici yan, kavramada görev alır. Wundt’a göre, sosyal formlar sabit olup, psikolojik motivasyonlar değişir ayrıca kalıcı formlar yeni amaçlarda kullanılabilir. İnsanın doğaya yönelik tepkisine

238 değinen Wundt, bunlara “mitolojik idrak” olarak tanımlanan sezgisel tepki der. İnsanın içinde yaşadığı topluma ve kültüre eğilen Wundt, kültürdeki üç öğeden söz eder; bu üç unsur dil, mit ve görenektir. Wundt, tarihçilerin, dilcilerin, mitolojistlerin karmaşık bir bağlamda çalışmaları gerektiğini vurgular; kültür tarihindeki kültürel alanlardan bahseder. Bu evreler sırasıyla şöyledir; ilkel insanın periyodu, totemizm periyodu, tanrılar ve kahramanlar periyodu ve insanlık periyodu.

Faydacılık/Pragmatizm

James, Dewey ve Ruggerio gibi düşünürler ortaya bir görüş atar: Faydacılık, mantıksal bir karar olup, ampirizmin absürt bir halidir. James, Dewey ve Schiller birer faydacı olsalar da aralarında vurgu farkları vardır. Dewey, bilimsel bir görüşe sahiptir, argümanları geniş ölçüde bilimsel yöntemin uygulanmasından gelir. Russel ve James’e göre, faydacılık, insanları mutlu ve erdemli yapma eğilimindeki bir doktrini savunmak için hazırlanmıştır. Faydacılık ise kavram olarak Peirce tarafından belirtilmiş, bir objenin sadece pratik türdeki etkisinin değerlendirilmesi gerektiğini savunmuştur. James de benzer bir fikri, çalışmasında ortaya kor: “Sonuçlar yaşamımız için faydalıysa, hiçbir hipotezi reddedemeyiz. Eğer tanrı hipotezi kavramın doyumunda tatmin edici şekilde işliyorsa doğrudur!” Ancak faydacılık yandaşlarının kesinlik arz etmemelerine bağlı olarak Horace Kallen bu noktada fikirler sisteminden ziyade zihin tutumunun önemsenmesi gerektiğini belirtir. Kallen aynı zamanda faydacıların savunularına yönelerek, bunların doğru ve yanlış, iyi ve kötü, güzellik ve çirkinlik arasındaki farkları, hayatta kalmak için gösterilen çabayı ve Darwinci bir eş zamanlı değişim fikrini savunduklarını söyler.

Faydacılık, idealizmin bazı öncüllerini bilimsel yöntemle insan gelişiminin ruhsal ve biyolojik bağlamıyla bağdaştırmaya yeltenmiş birçok girişimden biridir. Bu girişim özellikle James ve Dewey’de görülür.

William James (1842-1910): Tıp eğitimi alan James, psikoloji ve biyolojide işlevsel bakış açısı oluşturmaya girişir, daha sonraki dönemlerinde özgür iradeye yönelir. Özgür iradeye yönelik çalışmalarında psikofizik ilkeleri kullanılır hale getirir. James’in düşüncesinin teorik olarak en yüksek noktası, “bilinçlilik var mı?” sorusunda gizlidir. Burada James, özne-nesne ilişkisinin temel unsur olduğunu inkar eder. James bilinçlilik diye bir şeyin olmadığını savunur. Bilen, zihin veya ruh olarak düşünülür, nesne ise materyal veya öz veya diğer bir zihindir. Dolayısıyla özne bilgi sahibi olmak istediği konu hakkında bir fikre sahip değildir. Bilme konusuna eğilen James, bilmenin iki deneyim görüşü arasındaki ilişki olarak tanımlanabileceğini, dolayısıyla saf deneyimin önemli olduğunu belirtir, nesne-özne ilişkisi

239 ise ona göre, ikincildir. Özet olarak, James için faydacılık bir noktada idealizm ile bilimin bağdaştırılmasında bir aracıdır.

John Dewey: İdealizm ve bilimin bağdaştırılma uğraşları Dewey ile sürer. Başlangıç noktasını Hegel’den alan Dewey, çatışma yaşamadan James’in etkisi altında Alman idealizminden faydacılığa geçiş yapar. Dewey, bireyi bir gelişim süreci içinde ele alır; ona göre, birey endüstriyel devrimle temsil edilen sosyal süreçten etkilenir. Aynı birey toplumda yaşamak için vatandaş olarak çalışmalı, ilişkiler ve etkileşimler içerisinde büyümelidir. Bu gelişim veya yapı içerisinde eğitime değinen Dewey, bireyin eğitim sayesinde kendi türleri ile ilgili imajları ve olası gelişimlerin sınırlarını geliştirdiğini vurgular. Biyolojik Hegelcilik türü Dewey’in görüşlerinde oldukça büyük bir yer kaplar. Ona göre, her şey denge onarım işleviyle ölçülür.

Davranışçılık

Davranışçılık; faydacılığa paralel olan ve ondan etkilenen çağdaş düşüncede pozitivist ve natüralist bir harekettir. John Watson davranışçılığı ilk formüle eden kişi olmakla birlikte Pavlov’un bu konudaki çalışmaları daha uzun süreye yayılır.

Ivan Pavlov (1849-1936): Farmakoloji profesörü olan Pavlov, 60 yıldan fazla bir süre deney yapmıştır. Pavlov, dikkatini reflekslere yöneltir ve bu yönelişle birlikte reflekslerin ölçülebilir fiziksel uyaranlardan daha fazlası tarafından kontrol edildiği fikrine ulaşır. Pavlov, öğrenmenin özü olarak koşullu refleksin oluşturulması davranışını, koşullu refleks görünümlerinin sonunda ketlenme ve uyarılmanın karmaşık bir sistemi olduğunu varsaydı. Bu çalışmalar dışında dil konusuna eğilen Pavlov, kelimelerin şartlı uyaran olmalarına rağmen ikincil bir öneme sahip olduklarını vurgulamıştır.

J. B. Watson (1878-1958): Felsefe üzerine çalışmalar yapar, daha sonra psikolojiye ilgi duyar. Doktora çalışması hayvan eğitimi üzerinedir. Watson Pavlov gibi, psikolojinin içebakış yöntemini, çalışma birimi olarak da değer, fikir ve zihinsel durumları bırakması gerektiğini iddia eder. Ona göre çalışmanın tek birimi davranış olmalıdır. Buna göre, kontrollü bir uyarana verilen tepkideki davranışın objektif gözlemi kanıtlanmış bir yöntemdir. Dolayısıyla insan davranışı hayvanlarınkine benzer şeklide laboratuar ortamında çalışılabilir. Watson, davranışsal alışkanlıkların merkezini koşullanmalar ve refleksler olarak gördü. 1920’lerde ortaya attığı iddia büyük ilgi görür, bu iddiaya göre; “bana sağlıklı bir bebek verseniz, onu eğiterek ona her şeyi yaptırabilirim; bir avukat, bir artist veya bir hırsız!”

240 E. C. Tolman (1886-1959), felsefe ve elektrokimya üzerinde çalışmalar yapar. “Amaca yönelik davranışçılık” diye bir sistem geliştirmeye çalışır. Bu sistemi, Watson’un her şeyi psikolojiden dışlama fikrine karşı şekillendirmiştir. Fizyolojik olmayan bir davranışçılık gelişimini amaçlar; güdü, amaç, karar verme eğilimleri ve beğeni gibi davranışsal problemleri daha kapsamlı olarak ele almaya çalışır; indirgemecilikten kaçınır. Aşırı çevreciliğe ve davranışsal genetiğe açık deneylere karşı çıkan Tolman, uyarıcı ve tepkileri birarada tutan kanunların, bilişsel haritalar, beklentiler ve amaçlar gibi aracı değişkenler olduğu fikrini savunur.

Clark L. Hull: Mühendis olan Hull, başarılı ölçüm alanları geliştirdi, test geçerliği ve hipnoz çalışmaları yürüttü; davranışçı teorisini formülize etmeye yöneldi. Hull, Watson ve Pavlov’un davranışçılığa yönelik önermelerini kabul etmekle birlikte kendi öğrenme teorisinde uyarıcı ve tepki bağlantısını güçlendirmede başarının ve ödülün işlevine değinir. Ona göre öğrenme, tepki ödüllendirildiğinde oluşur. Alışkanlıklar bir durumda öğrenilir, diğerine genellenir. Hull, ayırt edici öğrenmeye eğilerek bu durumlarda kişinin, alternatif bir uyaranın olması halinde alternatife tepki vermeyi öğrendiğini yazar. Sonuç olarak Hull, psikoloji ve sosyolojinin davranışçı teori temelinde birleşeceğini öngörür.

241 XIV. Çoğulcu Davranışçılıktan Davranışçı Sosyal Teoriye

Davranışçı Sosyal Teoriye geçişte çoğulcu davranışçılık önemli bir aşamadır. Bu okul Gabriel Tarde’ın çalışmalarıyla gün yüzüne çıkmıştır. Giddings, bu okula çoğulcu davranışçılık adını vermiştir.

Gabriel Tarde: Tarde, taklit-telkin kavramlarıyla sosyal psikolojinin kurucusudur. Tarde, taklit terimini tanıtsa da köken itibariyle bu kavram Hume’a aittir. Taklit, var olan tanımlamalarından farklı olarak burada, sosyolojik konunun idealist tanımlanması ile yöntemsel kesinliğin birleştirilmesinde görev alır. Tanım olarak da taklit; keşfin yaygınlık, kabul ve paylaşılmasıyla sosyalleşme süreci olarak tanımlanır. Tarde’a göre, toplumlar ve dönemler, kendi taklit kalıplarında farklılaşır. Ona göre, toplum bireyler grubudur; toplumun inanç, arzu, rekabet, zıtlık ve adaptasyon gibi temel birimleri bulunur. Burada temel kurum ailedir. Aile, ahlaki zorunluluğun, dilin, sanatın, politik kurumların kaynağıdır. Genel olarak toplum ise kitle iletişiminin modern aktörlerin bir ürünüdür. Tarde, kolektif davranışlara eğilerek, “kalabalık”ı duygu, inanç ve hareket tarafından birleştirilen ve verili bir zaman ve mekanda biraraya gelmiş insan topluluğu olarak tanımlar.

Tarde için, her bir bilim, tekerrür edenler arasındaki çeşitli olgularla ilgilidir. Bilimin görevi, bu tekerrürleri açıklamak ve izole etmektir. Tarde’a göre, psikoloji basit akıl içindeki karşılıklı ilişkileri çalışır; sosyoloji ise beyinler arasındaki ilişkileri. Bu çalışmayı yaparken de arkeoloji ve istatistikten faydalanır. İstatistik benzer olan davranışları numaralandırmadır. Dolayısıyla inanç ve arzuların dış tezahürleriyle ilgilidir. Bu noktada sosyolojinin çalışması gereken tezahürler, ruhlar arası kalıplar, arzu ve inançların aktarımıdır. Kalıpları yineleme, muhalefet ve adaptasyon diye üçe ayıran Tarde, Hegel’in üçlemesini yansıtan bir idealizm ortaya koyar.

Gustove Le Bon: Tarde da kalabalığa değinse de “kalabalık psikolojisi” üzerine çalışan Le Bon’dur. Le Bon’a göre kalabalık, insan yaşamında yer tutar ve güçlü bir imha etkisine sahiptir. Le Bon, kalabalığın heterojen ve homojen olabileceğini ve çeşitli kalabalıkların bulunabileceğini belirtir. Burada belirtilmesi gereken bir nokta şudur ki kalabalık hareketinin bir devrimle özdeş olmadığıdır. Le Bon, demokratikleşme faktörleri ile kurumların kalabalıklar çağını yarattığını belirtir. Modern toplumun başlıca tehlikesi ise bencil demagoglar tarafından kalabalıkların sömürülmesidir. Le Bon topluma değinerek, toplumun bir organizma olmayıp, kolektif hareketlerin bir stratejisi olduğunu belirtir. Le Bon, sosyolojik yorumunda üç unsur üzerine eğilir: temel sosyal süreçler olarak Tarde’ın taklit ve

242 öneri kavramları; Durkheim’in sosyal yaşam içerisindeki grup faktörlerinin önemi ve kolektif zihniyet kavramları ve son olarak anti-demokratik bir önyargıyla ırksal mistisizm. Le Bon’a göre, insanların ahlaki ve zihinsel karakterleri, onların ruhlarını biçimlendirir. Ulusal karakterler ise basit birer psikolojik nedenden ibarettir. Genel olarak karakter, sadece ailelerin birer taklidi değil, aynı zamanda ırklarının birer ürünüdür. Le Bon, Durkheim ve Tarde’ın düşüncelerini birleştirmeye yönelerek, insanların düşünce, duygu ve gelenekleri tarafından yönetildiğini belirtir.

James Mark Baldwin: Baldwin, Tarde’den, Hegelcilerden ve pragmatistlerden etkilenmiştir. Evrimsel bir doktrinle çalışmalarını yürütür. Baldwin, çocuğun zihinsel gelişiminin incelemesinde, “telkin”in değişik biçimlerine uzanan merkezi süreçler bulur. Bunu The Mental Development in the Child and the Race isimli çalışmasında geliştirir. Öneri, “bireyin davranış ve inançlarını değiştirmeden ima türlerini” vurgular. Telkin, psişik hayatı şekillendiren bütün süreçleri temsil eder; çeşitli tiplere ayrılır: (1) fizyolojik, (2) bilinçaltı yetişkin telkin, (3) ezgi telkini, (4) normal oto-telkin, (5) engelleyici telkin, (6) acı veren telkin, (7) kontrol telkini, (8) zıtlık telkini, (9) hipnotik telkin. Telkin hareketin süreci, taklit telkine tepkidir. Baldwin’e göre, bireylerin çocukluk deneyimlerinin dört ayrı aşaması vardır: İlkinde bireyler basit birer nesnedir, ikinci aşamada bireyler çok ilgili, aktiftir. Üçüncü aşamada çocukların kendi hareketleri onlardan kaynaklanır, taklit yoluyla bir nevi öznellik. Dördüncü olarak bireysel bilgilerini diğerlerine yansıtır, sosyal akran olur. Baldwin, itaat ve taklidi, bireysel zihin ve toplum arasında bir bağ kurmada kullanır. Bireyler bireyselliklerini edinir ve esnekliklerine göre sosyal organizasyonlara yönelir. Toplumun devamı, “sosyal soyaçekim” veya taklidin süreçlerinde bulunur. Sosyal süreçlerin yenilikçi yönü ‘dahilik’te bulunur.

Franklin Henry Giddings: Comte’un pozitivizminden etkilenmiştir. Darwin’den Spencer’a, evrimciliğin natüralizmini; A. Smith’den “simpati”, Durkheim ve Sumner’den “sosyal kısıt” kavramlarını almıştır. Ancak temel olarak Tarde’den etkilenmiştir. Tarde gibi, insanların etkileşim içindeyken kişisel davranışlarının küçük-ölçekli yinelenmeleriyle ilgilenmiştir. Giddings, çoğulcu davranışın uyaranın gücü tarafından belirlendiğini söyler. Bireysel ve çoğulcu davranışı birbirinden ayıran Giddings’e göre, çoğulcu davranışın kendine özgü şartları bulunur. Davranış, telkinin düzeyiyle ilişkilidir. Giddings, türün bilincini 5’e ayırır: (1) organik sempati, (2) benzeşim algısı, (3) yansıtıcı sempati, (4) bağlılık ve (5) arzu. Sosyal hayatın biçimlendirilmesinde bazı unsurlar vardır: idrak, kullanım, karakterize etme ve sosyalizasyon. Bunlara ek olarak Giddings’e göre, üç tür sınıf vardır: canlılık sınıfları,

243 bireysel sınıflar ve sosyal sınıflar. Bu sınıflar da kendi içlerinde ayrışırlar. Giddings’e göre, sosyolojik çalışma, kıyaslama ve tarihsel yöntemlere bağlı olduğu düzeyde uygun bir çalışmadır. Sosyolojik metodun amacı verili sınıfa ait verili gerçeklerin tanımlanmasıdır, bu da tarihsel yöntemin ürünüdür. İstatistik, sosyal fenomenin doğruluğunu açığa kor. Sosyal fenomenler ise ona göre, çeşitli ve kompleks haldedir. Ölçümü veya ölçümün temel yöntemleri, ortalama, oran, yüzdelik vs. içerir.

E. A. Ross: Tarde’dan etkilenmiştir; karşılaştırmalı yöntem, istatistik ve tarihsel metot noktasında bu etkiler görünür. Le Bon ve Tarde’ın çalışmalarında ortaya atılan kolektif davranış çalışması veya Baldwin’le görünür hale gelen kişilik çalışması yanında, Ross’da sosyolojik çalışmanın farklı bir alanı yer alır. Ross, “doğal toplum” ve “sınıf temelli toplum” arasında bir ayrım yapar. Doğal toplum, bir müdahale olmadan çalışan insan dürtülerinin gözlendiği bir sosyal düzendir. Sınıf temelli toplumlar ise belli grupların ilgilerine göre kurulurlar; sınıf kontrolü vardır. Sosyal kontrol, burada toplumun çıkarları doğrultusunda düzenlenir. Ancak, bir grubun çıkarları ile belli bir grubun çıkarları arasındaki ilişki sonucu problem yaşanır. Konusuna göre, kontrolün yeri, kontrolün araçları ve kontrol sistemi bulunur.

W. F. Ogburn: Ogburn, çoğulcu davranışçı okulun düşüncelerinin gelişimiyle ilgilenir. Bu okul sosyal olayların açıklanmasında biyolojiden ziyade sosyal etkiye vurgu yapar. Biyolojiden daha önemli olan insanlığın “sosyal mirası”dır. “Sosyal miras… sadece insan birliğinin bir ürünü değil, fakat hayatta kalma ürünü üzerinde zamanın çok uzun bir dönemidir.” Ogburn’a göre, kültür, insan toplumunun ürünleridir. Kültürel değişme ise bu ürünler içerisindeki değişimdir. Bu değişim içinde en önemli etki, keşif ve yaratıcılıktır. Sosyal sürecin en temel elementi, kültürel elementlerin uyumu, keşif ve icattır. Ogburn, maddi kültür ve uyum sağlayan kültür arasında farklılığı ortaya koyar. Ogburn, yaşanan sosyal değişim kavramıyla uyumsuzluğu gözlemler, artan sorunları kültür ve insan doğası arasındaki yasaların olmayışına bağlar. İnsan biyolojisinin yavaşça, insan kültürünün hızlıca değiştiği vurgulanır. İnsanın mutsuzluğu, sinirlilik ve delilik halleri benzer genel nedenlere iliştirilebilir. Ogburn, ‘kültürel gecikme’ye değinir. Ogburn’e göre, kültürel evrim dört faktöre sahiptir: icat, birikim, yayılma ve uydurma. İcat, mekanik ve sosyal olabilir; birikim, elementlerin kültürel dayanaklara eklemlenmesiyle oluşur; düzeltme ise bir icat diğer kültürel elementlerle etkileşime girdiğinde ortaya çıkar.

Meyer F. Nimkoff: Sosyoloji profesörüdür. Ona göre, teknolojik gelişimin saban gibi teknik gereçlerle sağlandığı dönemde aile merkezi önemdedir. Ailenin ekonomik önemi, onun

244 eğitimsel, koruyucu ve devlet fonksiyonlarından dolayı esastır. Endüstriyel devrim fonksiyonları değişime uğratır, aile yapısını etkiler. Ogburn ve Nimkoff’a bakıldığında her ikisinin de çoğulcu davranışçılar olduğu gözlemlenir; her ikisi de kültürel davranışı, sosyolojik konulara saldırının temel noktası olarak alırlar. Aralarındaki farklılık, işbirliğinin verimliliğinde ortaya çıkar. Havacılığın Sosyal Etkileri’nde, sosyal etkiler ve icat arasında bir sıra vardır. Çoğulcu davranışçılık, kolektif davranışın keşfini sağlar. Ogburn ve Nimkoff, toplum, kalabalık ve grup içinde uygun sosyal yaşamın analizine odaklanırlar. Kalabalık ve halk, grubun iki türü olarak ele alınır; rasyonel ve irrasyonel davranışlar tarafından şekillenir.

F. Stuart Chapin: Sosyoloji mezunudur. Çoğulcu davranışçılığın prensiplerinden yoksun teorinin tamamlayıcı sistemini geliştirdi. Alan Çalışması ve Sosyal Araştırma isimli çalışmasıyla Amerikan sosyolojisinde sosyolojinin yöntemine ilişkin ilk çalışmayı yapmış oldu. Ona göre, sosyoloji tümevarımsal bir disiplindir ve bu tümevarımsal metot, dört bölüme sahiptir: hipotez; toplanan ve kayıt altına alınan gözlenebilir gerçekler; karşılaştırma için toplanan olguların sınıflandırılması ve ilişkileri açıklayan yasa veya formüllere ulaşmak için sınıflamalardan genelleştirmeler. Sosyolojik araştırmada Chapin’e göre üç büyük yöntem vardır: tarihsel metot, alan araştırması ve istatistiki analiz. Chapin niceleştirmeye odaklanır. Chapin gibi çoğulcu davranışçılar, tümevarımsal sosyoloji kurmada en iyi yol olarak istatistiki yöntemlerin geliştirilmesindeki inançlarını ortaya attılar; dikkatlerini sosyal verinin ölçekleme ve kaydı için ölçümünü planlamaya yöneltirler. Teorileri, davranış, değer ve inançlara odaklanır. Kültürel Değişme’sinde Chapin, çoğulcu davranışçılığın değişim teorisini Tarde’dan Ogburn’a ve genel forma yayar. Ona göre, toplumsal tepkime kalıbı farklı tiplerde liderleri gerektirir(üç aşama vardır). Chapin kurumlara yönelerek, onların oluşumları üzerinde durur. Ona göre, kurumlar, davranış unsurlarının dengelenmesiyle yükselişe geçer; oluşumu ise (1) ihtiyaçların karşılanması için insanların grup olarak yaşaması, (2) karşılıklı tavır, gelenek-görenek vs. haline dönüşen davranışlar, (3) kültürel nesnelere sembolik değer yükleme, (4) kültürel gereçler ve nesnelerin inşa edilmesi, (5) deneyimden elde edilen bilginin yazılı doküman ve sözlü aktarımla yeni nesillere taşınması ile mümkün olur. Chapin iki türde kurumdan bahseder: kültürel (dil gibi) ve çekirdekli kurumlar (4 tip). Son olarak Chapin, Ogburn ve Nimkoff gibi, çoğulcu davranışın klasik sentezini temsil eder.

Davranışçı Sosyoloji

B. F. Skinner: Skinner, davranışı ödül, kaçış, sakınma ve ceza olmak üzere birkaç temel türe ayırır. Skinner’e göre, dil insanın en önemli yeteneğidir. Herkes topluluk için çalışır ve kolektiviteye karşı kredi türünde ücret alır. Yemek yapma, hizmet ve tüketim kolektif

245 karışıklık içinde oluşur. Walden Two isimli ütopik romanı kaleme alan Skinner, edimsel şartlanmaya odaklanır ve buna örnek olarak (genç yaşlarda yapılan ve destek gören) evlilikleri verir. Skinner’in Walden Two’sunda özgürlüğe, sorumluluğa, asalete ve otonomiye yer yoktur. (Walden Two, Wood Krutch tarafından yeniden gözden geçirildiğinde ona göre, bu bir gerçekten ütopyadır. Krutch’un bakış açısında, Skinner ve diğer davranışçılar “şen mekanistler”dir.) Skinner’e göre modern insanoğlunun temel görevi davranışçı kontrolün uygun teknolojisine başvurmaktır. İyi ve kötünün kaynağı evrimsel seçimin öğrenilmesidir. “Şeyler türlerin evrildiği hayatta kalma olasılığından dolayı iyi veya kötüdür.”

George C. Homans: Boston’da doğan Homans, aldığı eğitimle hem sosyolojiye hem de işlevselci-yapısalcı olarak bilinen sosyoloji okulunun merkezine yerleşmeyi başarır. Buna uygun olarak da 13. Yüzyılda İngiliz Köylüler isimli çalışması işlevselci bakış açısına dayanır. Alışveriş olarak Sosyal Davranış isimli makalesi davranışçı safhanın ilk örneğidir. Homans küçük grupların araştırılması görevini kantitatif alan çalışmasıyla laboratuar deneyimini bütünleştirme olarak tartışır. Alışveriş teorisi, sosyolojiyi ekonomiye yaklaştırmayı amaçlar. Homans’a göre, sosyal değişime yönelik topluluk, onu çeşitli değerlere yaklaştırır. Homans, davranışçı bakış açısıyla sosyal yaşamın 5 temel şartını ortaya koyar, davranışı ödül üzerinden anlatır. Homans davranışsal psikolojinin ekonomik değişim paradigmasına başvurulabileceği fikrini geliştirdi. Kurumlar ise sosyal davranıştan ancak temel halde değişiklik gösterir. Homans’a göre, kurumlar, uygarlaşma ve temel sosyal davranışlarla gerilimi yarattığını düşünür. Homans, yaptığı çalışmalarda Durkheim’a eleştiri getirir. Bu eleştirisinin başında ise toplumu sui generis olarak görmesi ve sosyal hayatın tarihsel ve psikolojik anlamlarına eğilmemesi gelir. Homans’a göre sosyoloji içerisinde dört açıklama türü vardır: diğer kurumlarla kurumların açıklanması (yapısal açıklama); temel ihtiyaçlar dahilinde açıklama (işlevsel açıklama); tarihsel gelişimin son ürünü olarak kurumların açıklanması (tarihsel açıklama) ve insan davranışının karakteristiği tarafından kurumların eleştirisi (psikolojik açıklama).

Peter M. Blau: Blau’nun düşüncesine göre, bireyler kendilerine özgü ve dışarıdan gelen ödüller aracılığıyla sosyal yaşama çekilir. Böylesi bir alışverişe dahil olabilmenin yolu ise davranışların doğrudan değer ve araçlara yönelmesine bağlıdır. Blau’ya göre, kompleks sosyal sistemin kendi esasları vardır. Bazı gruplar bireyler gibi gelişir. Gruplar sınırlara nüfus eder. Grup normları alışveriş işlemlerini sınırlar ve düzenler. Blau’nun düşüncesinde, olanaklar, grupların kendileri, normlar ve hatta ihtiyaç, idealler ve karmaşık toplumun

246 değerleri mikrososyolojik davranışçı alışveriş olarak tanımlanan metaforlarla yükselişe geçer. Blau’nun işlevselciliği çatışma perspektifi içerisinde şekillenir.

247 “ÇOĞULCU DAVRANIŞÇILIK” ANAHATLARI

 Sosyal davranışçılık okulunun felsefi temelleri yeni-idealizmdir ve güçlü bir metodolojik pozitivizme sahiptir.

 Çoğulcu davranışçılık kolektif davranışı keşfetmiştir. Taklit düşüncesi merkezidir.

 Sosyal davranışçılık akımlarından biri olan çoğulcu davranışçılığın geliştiricisi Gabriel Tarde’dır. Avrupa’da etkili olmuştur.

 Tarde, taklit-telkin kavramlarıyla sosyal psikolojinin kurucusudur.

 Tarde’a göre sosyolojinin araştırma nesnesi, inanç ve arzuların ifade ve aktarımının biçimlerinin incelenmesidir. Bunun üç yolu vardır: taklit, muhalefet ve uyum.

 Tekrar(taklit), sosyal biçimlerin aktarılması, istikrarı ile ilgilir. Taklit bir sosyalleşme sürecidir ve bu süreç aracılığıyla buluşlar yayılır ve toplumsal olarak kabul edilip paylaşılır. Üçüncü biçim olan uyum, bütün gelişme ve ilerlemenin son kaynağıdır.

 Çoğulcu davranışçılığın diğer temsilcileri olarak Le Bon, Baldwin, Giddings, Ross, Ogburn, Nimkoff, Chapin sayılabilir.

 Ogburn’un katkısı; maddi kültür ile uyumsal kültür arasındaki farka yaptığı vurgudur. İlerlemeci değişimin gerçek kaynakları maddi buluşlardadır. Uyumsal kültür ise bu maddi temele uyum gösteren, insan yaşamı ve kurumsal yaşamın geri kalanını ifade eder.

 Ogburn açısından sosyal sorunlar uyum eksikliğinden kaynaklanır.

 Ogburn’ün temel argümanı, insan biyolojisinin çok yavaş değişmesine karşılık kültürün çok hızlı değiştiğidir (kültürel gecikme).

 Davranışçı sosyolojinin temsilcileri arasında ise Skinner, Homans, Blau sayılmalıdır.

 Taklit-telkin okulu (çoğulcu davranışçılık) yeni-idealist felsefenin etkisi altındaki psikoloji geleneğinden çıkmıştır.

248

XV. Sembolik Etkileşimcilik

Sosyal etkileşimcilik sosyal davranışçılığın ikinci büyük dalıdır. Taklit-telkin teorisi ile çoğulcu davranışçı teorisyenlerle paralellik gösterseler de detaylarda farklılıklar ortaya çıkar; genel olarak “tutum ve anlam”a eğilirler.

William James: Sembolik etkileşimciliğin izlerini taşıyan James, çalışmasında birey ve toplum arasındaki ilişkiyi inceler. İçgüdü teorisini geliştirerek, alışkanlık kavramını irdeler. Ona göre, alışkanlıklar esnektir ve bunlar davranışların basitleştirilmesini ifade eder ki bu da davranışı daha kesin hale getirir ve yorulma düzeyini düşürür. Buna ilave olarak da alışkanlık bilinçli dikkati azaltır. James’e göre, alışkanlık hem birey hem de toplum için büyük bir öneme sahiptir. Buna göre, alışkanlık bir birey için yapısal değişimi önlediği gibi, toplum için de bir dümen olup, koruyucu bir özelliğe sahiptir. James, alışkanlığın dış güçlerle açıklanmasından ziyade davranışın kendi kavramlarıyla açıklanmasından yanadır.

Alışkanlığa ilaveten, James, bilinçliliğin kavramlaştırılmasıyla da ilgilidir. Ona göre, bilinç bir süreçtir ve zihin durumları bir süreç içinde anlıktırlar. James’e göre, her bir durum, kişisel bilinçliliktir ve bu durumlar değişiklik gösterir, bu bilinçlilik hali süreklidir; her bir parçası da kabuller ve reddetmelerle ilgilidir. Genel haliyle bilinçlilik düşünce seti veya öznel bir yaşamdır. Bilinçliliğin kendine özgü özelliklerinden biri daima kişinin kendiliğine dair bir farkındalığını içermesidir. Bu noktada birey, düşüncede kendini iki şekilde gösterir; kısmen bilen ve kısmen bilinen olarak. Bilinen kısma “me” ya da “ampirik ego” denilirken, diğerine “I” ya da “süper ego” adı verilir. “Onun” diye nitelendirilen bütün şeylerin toplamı (me), ampirik kendiliktir. “Me” tipik olarak kendini beğenme duygusunu uyandırır; kendilik arayışı ve kendini koruma eylemlerine yol açar. Bunların bileşenleri, maddesel ben (kıyafet, aile ve ev gibi), sosyal ben (birini tanımlama ki James’e göre en ilginç olanıdır) ve ruhsal ben (birini bilinçlilik durumu ve psişik yetilerinin toplamı)’dir. James, güven kavramına yönelerek, ampirik egosu olan ve başarılı olan birinin kendinden şüphe etmeyeceğini; kendini aşağılama, acı ve öfkenin ise ilkel duygular olduğunu düşünür. Ampirik ego, karmaşık yapıda bir özelliğe sahip olduğu için seçim zorunluluğu yaratır. Bu da farklı benleri yaratmasıyla çatışmaya sebebiyet verir. Ona göre, bir insan hem yakışıklı hem şişman hem iyi giyinen, hem zeki hem kadın katili, hem filozof hem kaşif olması basitçe imkansızdır. Üçe ayırdığı ben’leri bir sıralamaya koyan James, bu sıralamaya göre en üstte ruhsal, en altta da bedensel ben’in olacağı bunların arasında ise maddesel ben’in yer alacağını belirtir. Ona göre, insanlar ben’ler

249 arasında ayrım yapar; bu ayrıma göre, insan yüz dolar için bir dolardan vazgeçebilir vesaire. James’e göre, ibadet etmek, ideal dünyaya yakın bulunan standartlara uyma eğilimiyle oluşmuş, sosyal ben’in bir sonucudur. “I” ya da saf ego ise anlaşılması diğerine göre daha zordur.

James, düşüncelerin arkasında bir bütünlük olduğu varsayımında bir tutarsızlıktan söz eder. Ona göre, “Me”nin içindeki “I” tarafından bulunan kimlik, dışarıdan bir gözlemcinin bulabileceği gerçekler topluluğu gibidir. “Me” objektif olarak bilinen şeylerin ampirik toplamıdır. “I” ise bunları bir toplam olarak bilmez, patolojik bir amaç için ruh gibi metafiziksel bir varoluşa ihtiyaç duymaz.

Charles Horton Cooley: Sosyolojideki çağdaşlarıyla kıyaslandığında daha az yazmasına karşın, dikkatli şekilde yazmış ve kalıcı etkiler yaratmıştır. Cooley’e göre, insanların birbiri hakkındaki zihinsel tahayyülleri toplumun katı gerçekleridir. Ona göre, toplum zihinsel bir olgu olup, kişisel fikirler arasındaki bir ilişkidir. Buna ilaveten, toplum bireylerin zihinlerinde benzer bir grup olarak var olur. Cooley’in benlik fikri, James’in sosyal benlik’ine yakındır. Cooley’de sosyal benlik “ayna benlik” olarak karşılık bulur ve benlik üç bileşeni içerir: diğer kişilere nasıl göründüğümüzün imgesi, görünüşümüzün başkasında yarattığı imge ile aşağılama veya övme gibi benlik hissi çeşitleridir. Cooley’e göre, bireyin doğuştan gelen bir kendilik hissi bulunur. Bu his ile birlikte işleyen tahayyül sosyal “I” yaratır ve bu, ilgi ve uğraşın temel nesnesi halini alır. Dolayısıyla tahayyül ve alışkanlık, doğuştan var olan kendilik hissi üzerinde işlem yaparak sosyal benliği yaratır. Cooley, ayrıca grup teorisine, “birincil gruplar” kavramını yeniden değerlendirerek hizmet etmiş olur. Burada birincil gruplar, yüz yüze bir ilişki ve işbirliği ile karakterize olurlar; Bunlar ayrıca, (1) yüz yüze ilişki, (2) ilişkinin belirsiz doğası, (3) göreceli süreklilik, (4) az sayıda kişi içerme ve (5) katılımcıların yakınlığından oluşur. Aile, eski tip komşuluklar, çocukların oyun grupları bu gruplara örnek olabilirken, bu tür gruplarda bireysellik ve grup birleşir. Cooley’e göre bu tür gruplarda bireyler en temel ve en eski sosyal birlik deneyimlerini edinirler. Cooley, sosyal sınıflara da vurgu yaparak sınıfların kast ve rekabet olmak üzere iki temelde şekillendiğini belirtir.

Ona göre sosyal davranışçılığın vurgusu sosyal olayları, dıştan gelen “deus ex machina”larla değil, içsel yapılarla açıklamak gerekir. Cooley, Ross ve Ogburn’un aksine, sosyal olayları fiziksel çevre veya kalıtımla, ırkla açıklanamayacağını iddia eder. James ve Cooley gibi sembolik etkileşimciler, sosyolojideki materyallerin daha kesin tanımını yapmaya çalışır. Tarde, bunları taklit-telkin üzerinden yapmaya girişir. Cooley, istatistiğe karşı bir duruş

250 sergilemez, ancak herşeyin yoruma dayalı olduğuna vurgu yapar; istatistiğin doğru koşullar altında daha net olabileceğini belirtir. Ona göre, sosyolojinin temel yöntemi ise “sistematik otobiyografi” olmalıdır.

W. I. Thomas: Sembolik etkileşimciliğe yeni bir tarz getiren Thomas, insanların aktiviteleri ile ilgilenir. Üzerinde asıl olarak durduğu kavram ise dikkat’tir. Dikkat, dış dünyadan işaretler alan ve onu değiştiren bir zihinsel bir tutumdur. Sosyolojinin amacı ise sosyal hayat ve kültür üzerinde bireyin etkisini; kültürün ve sosyal hayatın birey üzerindeki etkisini ortaya çıkarmaktadır. Çalışma öznesi ise, tutum ve değerler, nesnel koşullarla belirlenen bilinç süreçleri, durumların tanımları olmalıdır. Durum tanımının sosyolojinin merkezine yerleştiği düşüncesini dile döken Thomas, bu tanımın herhangi bir özerk eylemde de var olabildiğini ve ilginç olayların farklı durum tanımlamalarıyla ortaya çıkabildiğini belirtir. Ona göre, sosyal teori sosyal yaşamın nesnel kültürel elementlerini ve sosyal grup üyelerinin öznel karakteristiğini incelemelidir.

Thomas, Rotzenhofer’in tipolojisine benzer bir istekler tipolojisi oluşturur; bu tipolojide yeni deneyim arzusu, güvenlik arzusu, tepki arzusu ve onaylanma arzusunun olduğunu belirtir. Yeni bir program geliştirmeye çalışan Thomas, sosyologlara, inanmadıkları bir konu olsa dahi o olayın veya davranışın altında yatan faktörleri yok saymama gereğini hatırlatır. Thomas, Znaniecki ile birlikte sembolik etkileşimci bakış açısına katkı sundukları bir çalışmayı kaleme alır; çalışmada Polonyalı köylü topluluğunun sosyal yaşamı kontrol etmeye yönelik karmaşık inanç ve kural seti geliştirdikleri vurgulanır. Kişilik ile sosyal düzen arasındaki karşılıklı ilişkiyi inceleyen Thomas, sosyal uygulamalarda iki temel problemin var olduğunu belirtir: bireyin sosyal organizasyon ve kültür üzerindeki etkisi ve birey üzerinde kültür ile sosyal organizasyonun etkisi. Tutum ve değerler üzerine eğilen Thomas’a göre tutum, sosyal dünyada bireyin gerçek ve olası aktivitesini belirleyen bireysel bilinçlilik süreci iken, değerler dünyadaki nesnelerdir. Bireylerin objektif görünen tutum ve değerleri bazen pratik durumlarda somutlaştırılır. Somutlaşan aktiviteler ise üç tip veriyi kapsar: (1) nesnel koşullar, (2) birey veya grubun var olan tutumları, (3) tutum ve bilinçlilik durumunun açık ifadesi olan durum tanımları. Bireyler genel istek örüntüleri temelinde tutum ve değer geliştirir: yeni deneyim arzusu, onaylanma arzusu, üstünlük arzusu ve güvenlik arzusu. Thomas’a göre birey, etkileşimin ürünleri iken, toplum, bu bireyin eylemlerine, ailesine, evliliğine, kariyerine ve eğitimine bir çerçeve çizer. Thomas, Znaniecki ile birlikte vaka çalışmaları ve kişisel öyküler üzerine durur.

251 G. H. Mead (1863-1931): Sembolik etkileşimciliğin içyapısını değiştirmeye ve teorik çeşitliliği yaratmaya yönelir. Felsefi olarak pragmatist olan Mead, James ve Dewey’in faydacılığından etkilenir. Mead’in sosyal psikoloji malzemeleri James’in getirdiği bilinçlilik kavramı dışında doğmuştur; buna ilaveten, benlik ve diğer deneyimlerin iç yapısını açıklamak için Watson’ın davranışçılığını ve Wundt’un dil mekanizmasını kullanmıştır. Genel olarak da analizlerine gözlenebilir aktivite, dinamik ve sürekli olan sosyal süreçler ve sosyal eylemlerle başlamıştır. Mead, Thomas, Znaniecki gibi tutumları analizin merkezine alır. Ona göre, tutumlar hem içebakış durumlarını hem de eylemin başlangıç noktasını temsil eden bir karaktere sahiptir. Mead, Wundt’un çalışmalarından belli başlı şeyleri alarak, çalışmalarına katar. Bunlardan biri de jesttir. Mead, Wundt’u izleyerek, jestleri eylemden dile geçiş, insan ve insan ötesi yaşamın sürekliliğini sağlayan bir olgu olarak ele aldı. Jest, sosyal aktivite sürecinde, ben’in doğuşuna izin veren temel mekanizma olarak dile aracılık eder; aynı zamanda sosyal eylemin bir işaretidir. Ancak sosyal yaşam Mead’e göre, jestlerle değil, dil ile sürdürülür. Ortak olarak anlaşılan bir jest anlamlı bir semboldür. Mead, bireyle toplumun iletişim esnasında birbirine nüfuz ettiğini düşünür. Ona göre toplum, dil üzerinden düşünceye hükmeder; anlam, insan, organizmanın jesti ve bu organizmanın davranışı arasındaki ilişki alanının içinde doğar ve gelişir. Mead, dönüşlülüğün (yansımanın) zihnin gelişimi için gerekli bir koşul olduğunu vurgularken, benlik’in anlamlı semboller kullanıldığında var olduğunu; toplum içerisinde de birçok benliğin mümkün olabileceğini düşünür. Benlik oluşumuna önem veren Mead’e göre bu süreçte çocukluk çağında kendi deneyimleri (mesela oynaşma) doğrultusunda bir benlik’i inşa edildiğini ancak bunun da sosyal çevrenin taleplerine bağlı olarak şekillendiğini yazar. Mead, “genelleştirilmiş başkası” tabiriyle benlik bütünlüğü sağlayan sosyal gruplardan söz eder; benliğin gelişimini iki aşamada kaydeder: (1) birinin benliği yönünde diğerlerinin tutumlarını düzenleme, (2) birinin benliği yönünde genelleştirilmiş diğerinin sosyal tutumlarını düzenleme. Mead, James’in ayrıca “I” ve “me” kavramlarını kullanır; ona göre benlik, bu iki safha ile süren zorunlu bir süreçtir.

Ernst Cassier (1874-1945): Cassier’in çalışmaları, yeni-Kantçılık ve yeni-idealizmden bağımsız olup, kısmen sembolik etkileşimcilere yakındır. Cassier’e göre, insan yaşamı çevreye uyum sırasında kullandığı yöntemlere bağlı olarak çeşitlenir. Ona göre, insan olgulara, acil ihtiyaç ve arzulara göre yaşamaz, aksine hayali duygulara, ümitlerle korkulara, düş kırıklığı, fantezi ve rüyalara bağlı bir yaşam sürdürür. Dolayısıyla insan kültürünün bütün gelişimi sembolik davranışa bağlı olarak var olur. Mead ve Cassier, insanla hayvan davranışlarının farklılaşmasındaki temel unsuru dil olarak işaretler. İşaretler varlığın fiziksel

252 dünyasına, semboller insanın anlam dünyasına aittir. Cassier, James gibi “saf deneyim”i, Mead gibi de “devam eden sosyal süreçler”i başlangıç noktası olarak ele alır. Cassier’e göre, mitsel düşünce, ruha, ben’e (“I”) ve benlik’e dayanan bir matris çeşididir. Ruha da değinen Cassier, ruhu mitsel düşüncenin başlangıç noktası (ve ben’in kavrandığı ilk mitsel kavram) sayar ve mitsel kategoriler içerisinde geliştiğini belirtir. Ona göre, ruh, yaşamın kendisidir; bedenin doğasında vardır. Cassier, insanın bir çeşit terfi sürecinden geçtiğini söyler. Buna göre insan, büyüden dine, şeytan korkusundan tanrı ibadetine yönelir ancak bu, benliğin mitsel formlardan bilince geçişini göstermez.

Cassier için insan kültürü, insanlığın benlik özgürlüğü sürecidir ve dil, sanat, din de bu sürecin çeşitli safhalarıdır.

Jean Piaget: Zooloji üzerine eğitim alıp, psikoloji çalışmaları yapar; zeka testleri ile çocukların ve öğretmenlerin eğitimi ile ilgilenir. Piaget’in Mead ve Cassier’den doğrudan etkilendiğine dair bir veriye rastlanmasa da benzer noktalar üzerinden hareket ederler. Piaget’e göre, sosyal bir gerçeklik yaratan oyun kuralları, dil gibi bir kuşaktan diğerine aktarılır. Piaget, kuralların farkındalığına bağlı olarak çocuklar incelendiğinde dört aşamanın var olduğunu belirtir: (1) kurallar farkındalık olmadan alışkanlıkla uygulanır (motor evre), (2) dış dünyadan kodlanmış kuralları almayla başlar (benmerkezli evre), (3) kurallar hakkındaki bilgilerde uyuşmazlık olsa da kuralları birleştirme ve ortak kontrol sorusuyla ilgilidir (kooperatif evre), (4) oyundaki her detaylı prosedüre sabitlenir (kuralların kodlanması). Bir çocuğun kurallara yönelik bilinçlilik kazanmasında ise Piaget, belli başlı aşamalardan söz eder: (1) kurallar zorlayıcı olmayıp, bilinçdışı olarak algılanır; (2) kurallar kutsal olarak görülür, (3) kurallar, karşılıklı izne dayalı olarak görülür. Piaget, oyunu ve çocuğun oyuna uyumunu araştırmada dikkat edilecek unsurlar arasında çocukların şematize olmuş ve ritüelleşmiş davranışlarına bakılması gerektiğini belirtir. Piaget, çocukların oyunlarının ahlaki gelişimle olan bağlantısında Durkheim’ın, Bovet’in ve Baldwin’in teorilerine başvurur ve bu bağdaştırma sonucunda Piaget, ahlakın birey için toplum tarafından reçetelendirildiğini, toplumun tek bir şey oymayıp, sosyal ilişkiler bütünü olduğunu belirtir. İlişki çeşitlerini ise ikiye ayıran Paiget’e göre, baskı ilişkileri ile işbirliği ilişkileri bulunur. Piaget, Mead gibi dil meselesiyle ilgilenir, sembolik işlev üzerine eğilir; bireysel yaşam süreci ise bütün açıklamalarının temelinde yer alır. Ona göre, bireysel yaşam sürecinin iki aşaması vardır; bunlardan biri nesnelerin bireysel aktiviteye asimilasyonu ve bir diğeri de aktivitenin nesne dünyasına yerleştirilmesidir. Piaget’e göre, bireysel gelişimin ilk safhası duyusal motor

253 ayarlamalarıdır. Burada taklit yerleştirme çabasının sürdürülmesi olup, içselleştirildiğinde temsil’e dönüşür.

Hans Gerth ve C. Wright Mills: Gerth, sosyal ve siyaset psikologudur. Sosyal tabakalaşma üzerine eğitim vermiştir. Sosyal tabakalaşma alanında çalışan bir diğer düşünür ise sosyoloji profesörü Mills’tir. Bu iki psikolog ve sosyologa göre yeterli bir sembolik etkileşim teorisi için şunlar gerekir: Mead ve Freud’un sistematizasyonu ve bütünleştirilmesi; yeterli bir motivasyon teorisinin geliştirilmesi ve sosyal psikolojik olarak sosyal yapıyla ilişkili kavramın geliştirilmesi. Sosyal ve kişilik yapısını birleştirmede her iki düşünür Mead’in rol ve kurum kavramlarını kullanmışlardır. Onlara göre, insanlık, kişiler olarak, sergiledikleri roller ve bu rollerin onlara etkisinin birleşimi olup, toplum ise sosyal yapı olarak çeşitli kombinelerle rollerin oluşturulmasıdır. Karakter kavramını yine Mead ve Freud’un sistematizasyon ve entegrasyon kavramları üzerinden şekillendiren Gerth ve Mills, karakteri, psişik bir yapı olarak tanımlar, psişik yapıyı ise algı, duygu ve dürtünün entegrasyonu olarak ifadelendirirler. Mead’in etkisi, sosyal yapı ile kurumlar kavramında ortaya çıkar; Kurumlar otoriter bir role sabitlenmiş rol kümeleridir. Bu kurumlar içerisinde kurumsal düzen vardır ki bu düzeni her iki düşünür de birkaç çeşide böler: politik, ekonomik, askeri, akrabalık ve dini düzen. Gerth ve Mills’in belki de en önemli (veya orjinal) kavramları “dürtü sözlüğü”dür. Dürtü, onlar için, organizmanın ruhsal yapısında yatan eylemlerin öznel kökenleri olarak düşünülür. Sosyolojik olarak bakıldığında, dürtü, davranışın bugün, yarın ve gelecekteki gerçekleşmeleri için kabul edilebilir gerekçelendirmeler sağlar.

254 XVI. Sembolik Etkileşimcilikteki Diğer Gelişmeler

“Etkileşimcilik nedir?” şeklinde bir sorunun Bernice Fisher ve Anselm Strauss tarafından sorulduğunu yazan Martindale, soruya verilecek cevabın kesinlik içeremediğini ekler. Soruyla ilintili olarak etkileşimci olarak anılanların da kesinliği olan bir tanımlamaya sahip olmadıklarını, kiminin Chicago ekolü veya geleneği, kiminin de sembolik etkileşimcilik olarak tanımlandıklarını belirtir. Bu akımda, bireyin yaratıcı olduğu ve kolektif eylemin de etkili olduğu inancı hakimdir. Fisher ve Strauss’un bu alanda yaptıkları açıklamalar da yine aynı nitelikte olup, belirsizliği içinde barındırır. Bunlardan biri, bu teoriye kimin atfedilip atfedilmediğinin belirlenmesinde göz önünde bulundurulacak kriterlerin karmaşık olmasısıdır; bir diğeri ise girişimcilerin amaçları konusundaki kararsızlıktır. Genel olarak bakıldığında ise bunların etkileşimciliğin esası olarak tanımladıkları şey, aslında, 20. yüzyıl Amerikan liberalizminin ideolojisidir ve bu ideoloji sembolik etkileşimcilikle sınırlı değildir. Sembolik etkileşimcilikte Kuhn, iki okuldan söz eder; Iowa ve Chicago. Kuhn’unkine benzer şekilde ise sembolik etkileşimcilerin görüşlerini yansıtan Nature and Types isimli çalışmada, sembolik etkileşimcilik, elementarizm (parçacılık) ile karakterize olan bir sosyal teori sistemi olarak görüldü, çünkü o sosyal etkileşim analizlerinde anlamın merkeziliğini temel alır ve dile, rol almaya, benliğe ve zihne özel ilgi duyar.

Kennet Burke: Eleştiri üzerine yoğunlaşan Burke, eleştiri kitabı yazmıştır. Counter Statement da bunlardan biri olup, “kimlik” problemleri üzerine yoğunlaşmış, bir başka çalışmasında “uyumsuzluk perspektifi” kavramı içerisinde insan ilişkilerine değinmiştir. Anlam’a bakan Burke, belli bir süre sonra anlamların yıkılmaya meyilli olmasına memnuniyet duymuş, teoride ve yöntemde bir adım ileri gitmiştir. A Gramer of Motives isimli çalışmasında görüşünü “dramatizm” olarak adlandırmış; burada yaşamın ve edebiyatın “nesneler hareket eder, insanlar eylemde bulunur” eşlemesine temellenmesi gerektiğini vurgulamıştır. Burke, analizin eylemle açığa çıkan ifade döngüsünün çalışılmasıyla sürdürülebileceğini ve bunların en açık şekilde yapıya ve olay dizisinin eleştirisine merkez olan (eylem, olay yeri, etkin kişi, aracılık ve amaç şeklindeki) ifadelerde görüldüğünü yazar; daha sonra “tutum”a yer verir. Ortaya attığı şemaya iki ekleme yapar; (1) insan ilişkilerindeki gizemin vazgeçilmezliği ile (2) yaşam ve sanatta inancın rolünü değerlendirme ihtiyacına ek özdeşleşmeye duyulan ihtiyaç. Burke, insan topluluklarındaki kurban etme baskısı ile kurban etmek için günah keçisine duyulan ihtiyaç üzerine düşünür. Düşünceleri sürekli bir evrim içinde iken, kendisi de bir elementaristtir. Ona göre, insanlığın deneyiminin altında yatan temel gerçeklik insanın psikosomatik yapısıdır. Bu tüm tarihsel olayları önceler; dolayısıyla

255 insanlar sadece ruhsal yapıları izin verdiği ölçüde olabilir veya yapabilir. Burke, Comte ve Sir James Frozer gibi, insanlığın kültürel tarihini birkaç “rasyonelleştirme düzenleri”ne böler: büyü, din ve bilim. Buna ek olarak da dördüncü bir basamak olarak “şiir”.

Burke’a göre, öğrenmenin temel öğesi ikame etme ya da transferdir ki bu da zorunlu bağlantıları kurar. Bu türdeki bağlantılar her işi karakterize eder; buna bağlı olarak yaygın görüş, bir kültürün böylesi bağlantılar üzerine kurulduğudur.

Burke “eylem”i merkezi bir niteliğe büründürür, ona göre, eylem anlamlara temellenen ve insanlığın özgün karakterinin altında yatan harekettir ve bütünleyici ifadeler evreninin tamamı bundan türemiştir. Dolayısıyla bir eylemin olabilirliği, olay yerine, eylemi yapan kişiye, aracı veya bir anlama, bir amaç ve bir tutuma bağlıdır. Dramatizme değinen Burke’a göre, dramatizm, eylem ve kişinin gerçekten ne olduğunu keşfetmede yardımcıdır. Ona göre, negatif ve pozitif ifadeler dizini vardır ve bunlar “irade” diye tanımlanabilen bir belirsizlik alanına denk düşer. İrade fikrinden sırasıyla merhamet fikri ve feda etme fikri türer. Burada Burke, dramatik analizlere eğilerek, negatif suçluluk ilkesinin nasıl olur da mükemmellik ilkesiyle birleşmiş bir düzenin doğasında açığa çıktığını göstermeye çalışır. Burke’un dramatik sosyolojisi, yaşam ve edebiyat arasındaki ayrımı ortadan kaldırır; edebiyat ise malzemesini daima yaşamdan alır. Sonuç olarak Burke’un sosyolojisi her şeyin sembollerin etkileşimi ile çözümleneceği üzerine yoğunlaşır.

Herbert Blumer: Sembolik etkileşimciliğin başlıca unsuru olan Mead’e yakın bir duruş sergileyen Blumer, Meadci teoriyi Berkeley ve Chicago’da önerir. Ona göre, insanlar anlamlar temelinde hareket eder; anlamlar sosyal etkileşimden ortaya çıkarlar. Dil ise bu sürece aracılık eder ve bu süreçte bireyler tutumlar edinirler ve diğerlerinin rolünü alırlar. Blumer’e göre, insan grupları ortak eylemlerdir ve bunlar ister eski isterse de yeni olsun, önceki eylemin arka planından ortaya çıkmaktadır.

Blumer’ın sembolik etkileşimciliğe yönelik en önemli katkısı metodoloji noktasında ortaya çıkar. Ona göre tam bir metodolojinin, (1) dünyanın geçmişe ati resmini, (2) problemi, (3) problematik durumu tanımlamak için gerekli araçları ve verinin keşfini, (4) veriler arasındaki ilişkinin belirlenmesini, (5) bulguların yorumunu, (6) kavramların kullanımını içermesi gerekir. Bu yapılanma Dewey’in metodolojisine benzerlik gösterir. Blumer, sosyal yaşamı çalışmanın tek bir yolu olduğunu ve bunun da insanların bireysel olarak ya da topluluk olarak ifade ettikleri şeyle ilk elden tanışıklıkla olabileceğini söyler. İlk elden çalışmalar ise iki aşamada gerçekleşir; keşif ve irdeleme.

256 Blumer’e göre, sembolik etkileşimcilik hem var olan yöntemlerdeki baskın tercihlere hem de modern teorilere zıt bir niteliktedir. Sosyalizasyon süreci, sembolik etkileşimcilere göre, başarılı bir şekilde rol alma kapasitesiyle ölçülür; sosyal kontrol benlik kontrolüdür, sosyal değişim ise sürekli ve doğal bir süreçtir.

Manford Kuhn: Kuhn, sembolik etkileşimcilikteki önemli eğilimleri gözden geçirir, Mead’in “I” ve “me” ayrımına eğilir. Kuhn’a göre, böylesi bir ayrım, sembolik etkileşimciliğin iki tipinin gerekli kaynağıdır: kesinliği varsayanlarla belirsizliği varsayanlar arasında. Kuhn, yapısal terimlerle benliği yeniden kavramlaştırarak sembolik etkileşimciliğe uygulamıştır. O, Mead’in “I” kavramı gibi ampirik olmayan kavramları bırakıp, benliğin kağıt-kalem ölçümlerini geliştirmiştir. Kuhn, 1950’lerde sembolik etkileşimciliğin alanını genişletir ve farklı yapılara bakmaya yönelir; bunların içerisinde benlik ve sosyal yapı arasındaki ilişki gibi, benlik ve nesne sistemleri, rol alma ve benlik, rol alma ve iletişim sistemleri arasındaki ilişkiye kadar yayılan alanlar vardır. Buna ilaveten, Hickman’la birlikte ekonomik davranışın sosyal psikolojisine de eğilen çalışması, piyasa davranışını inceleyen takas teorilerine zıt bir görüşün ortaya atılmasını getirir. Her ikisi de ekonomi alanındaki problemlere doğrudan benlik teorisiyle çözüm getirmeye yönelirler.

Hugh Dalziel Duncan: Eğer birisi Kuhn’u sembolik etkileşimciliğin bilimsel solu olarak tanımlarsa Duncan da onun hümanist sağı olarak betimlenmeyi hak eder. Duncan’da Burke’un etkisi büyüktür. Çalışmalarından birinde sembollerin sosyal entegrasyonu yarattığını ve sürdürdüğünü; sembolik eylemin ise sosyal düzen ilkeleriyle özdeşleşmeyle sosyal olduğunu belirtir. Duncan’a göre dünyadaki izleyici kitle için iki büyük dramatik türün mücadele içinde olduğunu belirtir; bunlardan biri komünizm, diğeri demokrasidir. Duncan, Symbols and Society isimli çalışmasıyla teorik bir model formüle etmeye girişir; aksiyomatik önerme, teorik önerme ve yöntemsel önerme diye üç bölümden oluşur. Genel olarak iletişimin kurulması ve sosyalleşmeye dair bilgilerin verildiği bu çalışmada 12 aksiyomdan söz edilir. Bunlar test edilemez, yanlış veya doğru olarak gösterilemezler. Duncan’a göre, yöntemsel önerme, neyi ve nasıl bildiğimizi göstermek içindir. Onun aksiyomları, teorileri ve yöntemsel önermeleri arasında pek de fark yoktur. Genel olarak Duncan’ın önemi, Burke’un düşüncelerini aktarmasıdır.

257 İdeolojik Bir Sembolik Etkileşimciliğe Doğru

Toplumsal yapıda yaşanan durumlar, sosyologların bu duruma yönelik çalışmalarının istenmesi ve daha sonraki evrelerde başta Amerika olmak üzere ülkelerde yaşanan dönüşümler, üniversitenin genişlemesine, sosyolojinin de gelişmesine vesile olur. Amerikan sosyologları yapısal işlevselciliğe büyük katkı sunan bir konuma bürünür. Soğuk Savaş sonrası dönemde özellikle Kennedy’nin seçim kazanmasıyla birlikte sembolik etkileşimciliğin gelişiminin kapısı aralanır, yeni bilim insanları kuşağı bu yeni ideolojik durumayanıt vermeye hazırdırlar.

Erving Goffman: 1922, Kanada doğumlu olan Goffman, antropoloji ve sosyoloji profesörüdür. Sembolik etkileşimciliğe anarşist bir bireysellik getirir. Burke ve Duncan tarafından ortaya atılan toplumun dramaturjik modeli fikrini ön plana taşır, sosyal hayatın, farklı eylem kalıplarının canlandırıldığı performanslardan oluştuğu fikrini geliştirir. Performanslar ise ön ve arka sahneden gerçekleşir. Ön sahnede canlandırmalara rastlanır. Burada oyunun kotarılması, şovun bir nevi gizlenmesi gerekir ancak bazı durumlarda beklenmedik olaylar, kazalar vs. unsurlar şovun başarısızlığa uğramasına sebep olabilir. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında Goffman, sosyal yaşamın da bir nevi kolektif hilekarlık ve yanılsama ilişkisinde olduğunu düşünür. Kişi maske veya birçok karakter arkasında, sade bir görünüme, karaktere sahiptir. Goffman’a göre, benlik sunumu’nun diyalektiği bulunur. Birey, bir oyuncu iken ahlak tüccarıdır; eylem ise kendi özünden uzaklaşmış olur.

Presentation of Self’deki analizlerini akıl hastanelerinde kalan kişi ve ayrıca kurumlara uygular. Kurumların tümü ona göre toplumun özelleşmiş türleridir. Goffman, kurumların bireyin haysiyet ve değer duygusunu soyup yağmaladığını düşünür. Kendisi, küçük yaşta evlendirilmiş çiftler, cüceler, körler, eski akıl hastaları ve azınlık grup üyelerini içeren kişilerin yaptığı benlik sunumlarını; baskı yönetimini inceler. Temel ilgisini; damgalanan, yabancılaştırılan ve dezavantajlılara yöneltti.

Goffman'ın çerçeve analizindeki temel fikri, öznelerarası deneyimin akışının farklılaşmamış; fakat katılımcıların paylaşılan tanımları açısından organize ve tanımlanmış olduğudur. Goffman, bilinçli varlıklar arasındaki ilişkilere “çerçeve” analiziyle yaklaşmaya çalışır. Çerçeve analizinde, Goffman açısından drama, sosyal yaşamın tek temel modeli olarak alınmaz. Ona göre çerçeve analizi, “çılgın davranışı genellemek için ve bunun tamamen çılgınca olmadığını görmek için” uygulanabilir. Goffman son olarak ön ve arka sahne arasındaki zıtlığa paralel bir analiz düzenlemeye girişir.

258 Harvard S. Becker: 1928’de, Chicago’da doğan Becker, sosyoloji alanında çalışma yürütür. Toplumun komplo olduğunu düşünen Becker, sapma kavramına eğilir. Ona göre, sapma toplum tarafından yaratılır ve bireye “sapkın” damgasını vurulur. Becker, kural yoksa sapma da yoktur demektedir. Kural ise bazı özel grupların yaratımıdır ve kurallar genellikle güçlü olanın zayıf olana, beyazın siyahi olana gücünü empoze etmesi anlamına gelir. Becker, sapkın davranışın çeşitlerine yönelik açıklamalar yapar, sapıklık tipinin algısı bakımından davranış çeşitlerini dörde böler: (1) onaylayanlar, (2) yanlışlıkla kuralları çiğneme davranışıyla suçlanan “haksız yere cezalandırılan” kişiler, (3) gizli sapkınlar, kuralları çiğnemiş ama tutuklanmamış olanlar, (4) net sapkınlar, kuralları çiğnemiş ve buna istinaden tutuklanmış olanlar. Burada insanların çoğu kez, kuralları çiğneme eğiliminde oldukları ancak doğabilecek sonuçlardan çekinerek bunu yapmadıkları belirtilir. Becker’e göre, bir bireyin bir suçluluk konusundaki temel dönüm noktası, yakalanması ve sapkın olarak toplumca etiketlenmesidir. Becker, böylesi bir durumda, bireyin, dünyaya tekrar kazandırılabilmesini önleyen yargı duvarlarının örüldüğünü, bir tarafta ise sapkın, sahtekâr gibi etiketlemelerle sapık grubuna resmi ve kalıcı bir giriş yapacağını anlatır.

Thomas Szasz: Szasz, psikiyatri profesörüdür. Genel olarak Mead’in oyun modeli üzerine temellenen çalışmalar gerçekleşmiştir. Szasz, bireyin büyüme sürecinde yer etmiş taleplerden bahseder ve bireylerin oyun çevrelerinde ortak girişimler paylaştıklarını yazar. Akıl hastalıkları Szasz’a göre, birer mittir, bunun başlıca nedeni zayıf yetiştirilme tarzında gizlidir; psikiyatristler de bu hastalığın tedavisini yapamazlar. Akıl hastalıkları miti, bilimsel olarak felce uğratan ve ahlaki olarak ayıp, antisosyal tutumlar için utanç kaynağına işaret eden kişisel sorumlulukların bırakılmasını cesaretlendirir. Szasz “tipik stratejiler”den söz eder ve bunların yalan söyleme ile hilekârlık olduklarını yazar. Szasz’a göre, insan davranışının oyun modeli ile açıklanması psikolojinin, sosyolojinin ve etiğin birleştirilmesini sağlar. Szasz, ayrıca temel yaşam oyunu fikrini sonraki çalışmalarında ilerletir, akıl hastanelerinden bireylerin toplanıp topluma kazandırılması konusunda yapılan kampanyalara öncü olur.

Enstitüleşmeye Doğru Gidiş

Sembolik etkileşimcilik çerçevesindeki çalışmalar 1930-50 arasında devam etse de sosyal psikolojik problemlere dair tatmin edici açıklamalar yapılamamıştır. 1960 sonrası Kuhn’un gözlemleri önemli çalışmalar olarak gösterilebilir. Iowa okulundaki çalışmaları ile Kuhn’un sembolik etkileşimciliğe yönelik katkıları belirginleşir, ancak Kuhn’un ölümüyle bu okuldaki düzensizlikler artar ve okul değer kaybeder. Ancak 1960’larda sembolik etkileşimcilik büyük bir lider olmadan yeniden organize olmaya hazırlanır.

259 Gregory P. Stone: 1921’de doğan Stone, Türk dili alanında sertifika alır. Stone’un sembolik etkileşim versiyonunun en kapsamlı tamamlanması Appearance and The Self isimli çalışmasında görülür. Benliği kuran, sürdüren ve iletişim sürecinde ele alan Mead’i gözlemleyen Stone, buna uygun olarak dört tez ortaya atar; (1) her işlem dış görünüş ve konuşmanın içinde dağılır, (2) görünüş konuşma kadar önemlidir, (3) görünüş çalışmaları sembolik etkileşimcilik teorisinin alanını genişletir, (4) görünüş benlik gelişiminin her aşamasında önemlidir.

Stone, anlam konusuna eğilerek, benlik ve onun işlemlerinin anlamlara bağlı olduğunu ve bunların da değişken olduklarını, dolayısıyla da bu anlamların garantisinin olması gerektiğini düşünür. Bir bağlamın anlamlılığın garantisi görünüş tarafından sağlanır. Görünüş; normalde giyim gibi sözel olmayan ifadelerle iletişim kurduran bir şeydir. Stone’a göre, bireyin kendi görünüşünü idaresi bir izlencedir, onun diğerleri tarafından yorumu ise bir değerlendirmedir. İzlence (program) ile değerlendirme birleştiğinde ise anlam ortaya çıkar ve anlam, şunlara parçalanabilir; belirleme, değer, mod ve tavır. Stone’un görünüş ve giyim konusundaki çalışmaları değer ve mod durumlarına referans sağlamıştır: (1) zenginlik, itibar ve güç gibi karşılıklı mutabakata dayalı hedefler, (2) başarı, (3) karşılıklı mutabakata dayalı hedeflerin takibini düzenleyen kurallar ve normlar, (4) değerli davranışa işaret eden ahlaki kurallar. Stone, sınıflandırmaları sürdürerek, bir de tepkilerle temsil edilen görünüşü dörde ayırır. Buna göre, yerleştirme (kimlik), değerlendirme (değer), memnuniyet (duygu durumu) ve beklenti (tutum). Mead, benliğin oluşumunda oyun öncesi evre, oyun aşaması ve oyunun sahnelenmesi şeklinde bir sıra izlerken, Stone benliğin oluşumunu konuşmaya ve görünüşle kurulan iletişime bağlar. Buna ilaveten, spor ve oyun sosyolojisinde bir araştırma programı geliştirir, problemlerin çözümünde yöntemsel tekniklerle çalışır.

260

SEMBOLİK ETKİLEŞİMCİLİK” ANAHATLARI

 Sosyal davranışçılığın ikinci temel koludur ve genel olarak tutum ve anlam üzerine eğilir.

 Sembolik etkileşimcilik ekolünün ilk üyeleri James, Cooley, Thomas, Mead, Cassier, Piaget, Gerth ve Mills’tir. Daha sonraki temsilcileri arasında Burke, Blumer, Kuhn, Duncan sayılır.

 İdeolojik bir sembolik etkileşim akımının mensupları olarak ise Goffman, Becker ve Szasz gösterilir.

 Taklit-telkin okulu Avrupa’da etkili iken sembolik etkileşimcilik aslen Amerika’da etki kazanmıştır.

 Sembolik etkileşimciliğin gelişiminde pragmatizm etkili olmuştur.

 Sembolik etkileşimcilik benlik ve kişiliği merkezine almıştır.

 Cooley, toplumun somut gerçeklerinin insanların birbirleri hakkındaki imgelemleri olduğunu söyler. Cooley’in ünlü “ayna benlik” kavramı bu olguyu ifadelendirir.

 Cooley’in sosyal davranışçılığa katkısı ayna benlik kavramı ile sınırlı değildir. Onun birincil ve ikincil grup ayrımı da önemlidir.

 Mead’e göre, benlik sadece sosyal tutumların basit bir toplamından ibaret değildir. O, sosyal “bana(me)”nın farkında olan “ben(I)”den oluşur.

 Rol kavramı, Mead’de merkezi bir pozisyon alır, özellikle de kişilik ile sosyal yapının kaynaştırılmasında. Bu “rol” kavramı, Simmel’deki “görev” kavramını anımsatır.

 Piaget, oyunun benlik ve sosyal düzenin oluşumunda kritik önemde olduğunu söyler. Piaget’e göre çocukların oyunlarının kuralları, bireylerden bağımsız toplumsal gerçekliği oluştururlar ve dil gibi nesilden nesile aktarılırlar.

 Blumer, sembolik etkileşimcilik kavramının sahibidir. Ona göre insan anlam temelinde eylemde bulunur; anlam da sosyal etkileşimden çıkar.

 Goffman, sosyal yaşamı çeşitli rutinlerin, aktivite modellerinin sahnelendiği performanslardan oluşan bir unsur olarak kavrar

261

XVII. Sosyal Davranışçılığın Sosyal Eylem Kolu

Sosyal-eylem teorisi, sosyal davranışçılığın üçüncü dalıdır. Sosyal davranışçılığın diğer iki okulu olan çoğulcular ile sembolik etkileşimciler bir noktada kesişmekle birlikte çoğulcu davranışçılar, kişilik, sosyal yapı ve kolektif davranış analizlerinde, türün bilinçliliği, yenilik çatışması, yayılma, önerme, taklit gibi kavramları başlangıç noktası olarak; sembolik etkileşimciler ise tutum, ortak beklenti, dil ve sosyal rolleri temel alırlar. Sosyal-eylem teorisi ise analiz birimine anlamlı sosyal eylemleri yerleştirdi. Bu teorinin en önemli ismi Max Weber’dir.

Max Weber (1864-1920): Hukuk alanında çalışır, ekonomi profesörü olur. Weber, Almanya’da Kantçı ve yeni-Kantçı, idealist ve yeni-idealist geleneği sentezlemeye çalışır. Yeni-idealist Dilthey ve Yeni-Kantçı Rickert’in ortaya attıkları problemler üzerinde çalıştı. Fiziki ve kültürel bilimler arasındaki ayrımı keskinleştiren Weber’e göre, fiziki bilimler gerçeklerle, kültürel bilimler anlamlarla uğraşır. Buna göre, düşünce fiziki bilimlerde açıklama ile kültürel bilimlerde ise anlamayla şekillenir. Açıklama; nedensel kanunlarla yapılırken, nesnesi dışsaldır. Anlama ise anlamlarla bağlantılı olup, nesnesi sezgidir. Weber aynı zamanda iki alan arasında yöntem farkını da ortaya koymaya yönelir; buna göre, doğa bilimlerinde açıklama yöntemi deney; kültür bilimlerinde anlama yöntemi anlam konfigürasyonları ve yorumlardır.

Rickert ve Dilthey’in düşüncelerine eğilen Martindale, ikisinin kıyaslamasını bir tablo halinde yapmaya yönelir:

Dilthey (Yeni-idealist) Rickert (Yeni-Kantçı)

Disiplin Uygun Bilgi Tipi Disiplin Uygun Bilgi Tipi

Değerlere göre Kültürel bilim Sezgi, anlam Tarih özgün belirleme Nedensel-yasa Nedensel-yasa Doğa bilimi Bilim açıklamaları açıklamaları Aralarındaki belirgin farka bakılacak olursa, Dilthey, kültürel ve sosyal bilimlerin farklılaşmış bir içeriğe sahip olduğunu düşünür. Rickert’e göre, bilim çok ayrışmayan fenomenlerden oluşur. Genel olarak yeni-idealistler dünyayı eylem için bir alan olarak görürken, yeni- Kantçılar aynı dünyayı bilgi nesnesi olarak görürler. Weber bu düşüncelerden etkilenir.

262 Sosyal değişim, tarih ve bilimin her ikisiyle anlaşılabilecek bir süreçtir. Bilim, tüm açıklama gücünü, tercihlerden bağımsız ve değer yansız olarak elde eder.

Weber’e göre, gerçeklik bir kanunlar sistemine indirgenemez. Hiçbir yasalar bütünü kültür bilimini tüketemez. Özgün kavrayış için değerlerle ilişki vazgeçilmezdir. Weber’e göre, tarihin amacı asla evrensel bir değer sisteminde bulunamaz. Tarihsel değişim, daima yeni aktivitelere izin veren ve yeni tinsel olasılıkları açığa çıkaran bilinmeyen bir sona doğru hareket eder.

Yeni-Kantçılık, Weber tarafından yeniden gözden geçirilmiştir. Weber, kültür bilimlerin rolünün anlamları kavramak olduğunu savunur. Anlamlı ilişkiler, güdüler ve hareketler; anlamlar ve sonlar arasında bulunur. Bunlar bizim davranışlarımızda görülür ve yorumlayıcı sosyoloji bunu kendimizin ve başkalarını davranışlarında kavramalıdır. Dolayısıyla tam da bu noktada Weber’in bakış açısı Durkheim’inkinden farklıdır. Durkheim, sosyal gerçeklerin şeyler olarak işlenmesinden yanadır. Yorumlayıcı sosyoloji tarihsel dünyayı nesne topluluğu olarak değil, insan yaşamının gelişim süreci olarak inceler.

Yeni-Kançılıktan sonra yeni-idealizmde de değişim yaşanır. Weber, bilimin doğal ve kültürel bilimlerde ilkede farklılaşmadığını belirtir. Sezgi, doğal ve kültürel bilimlerde aynı role sahiptir. Yeni-kançılara göre kültürel veri alanında bilimin rolü sadece nedensel bağlantılar kurmaktır.

Weber’in Olası Disiplinler Şeması

Ortaya çıkan Disiplin Çalışılan veri türü Açıklama türü açıklamanın doğası

Anlamlar, gerçek Anlamlı yorumlar, Kültürel gelişimin Kültürel tarih koşullar nedensel açıklama özgün dizileri Anlamlı yorumlar, Anlamlar, gerçek Kültürel fenomenin Kültürel bilim nedensel koşullar nedensel yasaları açıklamalar Gerçekler, Nedensel Doğal fenomenin Doğal bilim anlamlarla açıklamalar yasaları keşfedilen Gerçekler, Anlamlı yorumlar, Fiziklsel gelişimin Doğal tarih anlamlarla nedensel açıklama özgün dizileri keşfedilen Weber’in Yöntemi: Weber, teorik ve felsefi konular dışında kendi yöntemini geliştirmez. Weber, erken dönem sosyolojinin yöntemsel problemleriyle yüzleşme durumunda kalır ki bu problem sosyolojinin merkezindeki malzemenin ölçümüyle ilişkilidir. Sosyologların pek

263 çoğu, bilimin yöntem olarak laboratuvar deneylerini kullanması gerektiğini söylemesine rağmen, nasıl yapılacağına dair kesin bilgi sunmaması, sosyolojik yöntemin tek mümkün halinin tarihsel veriye dayanan karşılaştırmalı yöntem olduğu fikrinin ortaya çıkmasını sağlar. Daha sonraları tarihsel veri, etnograflar tarafından kullanılır. Karşılaştırmalı yöntemin suistimali iki noktada ortaya çıkar; bunlardan biri zaten ulaşılmış sonuçları göstermek için tarihsel ve etnografik malzemelerin kullanılması, diğeri ise standart yokluğudur.

Karşılaştırmalı yöntemin problemi, gerçekten karşılaştırılabilir vakalar bulmaktı. Weber, buna çözüm için “ideal tip” kavramlaştırmasını ortaya atmıştır. İdeal tip, bireyi hipotetik olarak somutlaştırır; kıyaslama için belirgin yapılar kullanılır (örnek olarak, Protestanlığın doğuşunu analizde öğrencilere yardım eden dinsel elementler kilise ve mezheptir). Protestanlık ve Hıristiyanlık ideal tiplerdir. İdeal tipler genel veya özel bağlamlar değildir; hipotetik bireyler olarak gerçeklikte ortaya çıkan malzemenin bir seçimini içerir. Ayrıca sadece niceliksel analizlere uygun aritmetik hesaplarla bulunan ortalamalar da değillerdir. İdeal tip ampirik araştırmalarda bir strateji görevi görür, dolayısıyla ampirik dünyayı anlama çabasına denk düşer; araştırmacıya çalışmasında ve anlama çabasında bir çerçeve sunar. Böylesi bir tipi yapılandırmada iki kriter önemlidir: nesnel olasılık ve yeterli nedensellik. İdeal tipin içerdiği bir malzeme sadece var olan bilimsel bilgiyi bozmuyorsa kabul edilebilirdir. İdeal tip formüle edildiğinde, kesin olarak çeşitli durumların karşılaştırılmasına olanak tanımalı, aksi halde, ideal tip terk edilmelidir.

Weber’in Uygulamalı Sosyolojisi: Weber’in çalışmalarının bir bölümünü uygulamalı sosyoloji oluşturur. Weber’e göre, Batı kapitalist uygarlığı kendine özgüdür; malzemeleri diğer medeniyetlerden kopyalanmamıştır, dolayısıyla Batı’daki bilim, en rasyonel düşünce moduna denk düşer. Weber, Hindistan, Çin, Babil ve Mısır’da da kesin bilgi oluşsa da eksikleri olduğuna; gelişmiş tarihsel bilginliğin ise sadece Batı’da geliştiğine inanır. Bu aynı zamanda müzik, sanat ve mimaride de barizdir. Kapitalizm, sürekli, rasyonel, kapitalist girişimiyle Batı’ya özgüdür ve kar beklentisi dayanan bir ekonomik eylemdir. Genel olarak da Weber’in uygulamalı sosyoloji çalışmaları; eski dünyanın tarımsal tarihini, geniş ölçekli endüstrilerdeki işçi koşullarını, orta çağdaki ticari şirketleri, eski dünyanın çöküşünü, Batı Almanya’nın tarımsal problemlerini, Protestan etiğini, kapitalizm psikolojisini, müziğin sosyal ve rasyonel temellerini içermektedir.

Weber’in Saf ya da Teorik Sosyolojisi: Teorik sosyolojisi için de yeni-Kantçı ve yeni- idealistik fikirleri kullanır; her ikisinden hareketle bir oluşuma yönelir. İlkinden, bilimsel bir disiplin olarak sosyolojinin kesin formülasyonlara ihtiyaç duyduğu fikrini, yeni-idealistlerden

264 de şekilden ziyade içerik bakımından tanımlanması gerektiği fikrini alır. Weber, yeni- Kantçılardan ayrı olarak, sosyolojinin sırf şekille değil sosyal eylemle çalışması gerektiği fikrini ortaya atar ve araştırma birimi olarak da bütün bilimlerde aynı yöntemle çalışılan bir öznenin olması gerektiğini savunur. Weber, bir eylemde bulunan öznel anlamların kendi içlerinde nedensel içeriğini barındırdığını varsayar. Buna göre, sosyoloji sadece eylemler anlamlara sahip olana kadar eylemle ilgilidir; anlamlar ise (1) somut bir durumda gerçekten olan anlam ve (2) teorik olarak kavranan saf tipin hipotetik aktörlere dayandırılmasıyla olanlar olarak ikiye ayrılır.

Weber, davranışın bir ölçüde rasyonel olduğunu ve anlaşılabileceğini belirtir. Empatik anlayış, davranışın geriye kalanını açıklamada yardımcıdır. Dolayısıyla bu anlayış türü hem yeni-idealistler hem de kültürel bilim için gerçek yönteme denk düşer. Weber’e göre bu yönteme Verstehen (başkasının davranışını anlamak için, bireyin kendini, o kişinin yerine koyma davranışı) yöntemi denir. Böylesi bir yöntem Weber’e göre ikincildir, birincil olan karşılaştırmalı çalışmalarla ilgili olanıdır. Weber, anlamdan yoksun bir yaşamın olamayacağını düşünür. Anlamdan yoksun bir gerçeklik kategorisi tükenmişlik, mutluluk, alışkanlık gibi psikofizik fenomenleri açıklamak için önemlidir. Doğrudan bir tipin anlaşılması, 2+2=4 önermesi gibi duyar duymaz anlaşılmasına benzer. Anlamın önemli ve çeşitli olabileceğini söyleyen Weber, güdülere eğilir. Weber, psikoloji ve sosyoloji arasındaki ayrıma değinir, hayvan ve insan davranışın arasındaki ayrımı vurgulayanın sosyoloji olduğunu vurgular.

Weber, sosyal-eylem teorisinden, genel sosyal yaşam fikrine geçiş yaparken, eylem tipolojisini bir aracı olarak kullanır. Eylem, bilinç bileşenlerinin düzenlenmesi bakımından da 4 tipe ayrılır: Eylem, çoğul anlamlarla bir duruma işaret ettiğinde ve aktörler kendi anlamlarını seçmekte özgür olduğunda (rasyonel olarak amaçlı) “zwekrational”; eylem, yararları için seçildiğinde ve sonuçlar sabitlendiğinde (değerler bakımından rasyonel) “wertrational”; eylemin amacını ve eylemin bitinişi duygusal faktörler belirlediğinde “duygusa”l; eylemin amacı ve sonuçları gelenek tarafından sabitlendiğinde “geleneksel”dir. Weber’in eylem tipolojisi bazı nedenlerden dolayı büyük bir öneme sahiptir. Ona göre, sadece bireyler ve birey eylemleri vardır.

Martindale’e göre, Weber’in sosyolojisinde sosyal ilişki tanımı önemlidir. Bu, bireysel eylemden davranış paternlerine geçiş yapmak için temel bir görüşü içerir. Sosyal ilişki kavramı, bir aktörün davranışını, kendi anlamlı içeriği içinde ele almak için kullanılır. Sosyal ilişkiler, sosyal eylemin bir yönü olabilir. Buna uygun olarak da Weber, sosyal eylemin

265 yeniden oluşumuna neden olan sosyal ilişki kavramına ihtiyaç duyar (A ve B ilişkisi örneği). Weber, sosyal ilişki kavramından sosyal pratikteki benzerlik kategorilerine döner ki bunlar sosyal ilişkinin ampirik olarak gözlenen kategorileridir: kullanım, gelenek, rasyonel kullanım, moda, teamül, yasa.

Weber, geleneksel ve yasal düzenle ilgili sosyal ilişkiler konusunda gelişme sağladıktan sonra çatşıma ve dayanışma, açık ve kapalı ilişkiler gibi sosyal ilişkilerin özel konularına yönelir; çatışmalı ilişkilerde kanlı veya barışçıl türler vardır. Weber, çatışmalı, birlik içinde olan, açık ve kapalı ilişki ile yasal düzen arasında açıkça bir ayrıma gitmemiştir. Bu dört tip ilişki yasal düzenin işleyişini öngörür. Denetim, gelenekler veya yasal düzenle sağlanır. Tüzel gruplara da değinen Weber, bu türdeki gruplarda var olan düzenin yönetimsel veya düzenleyici olabileceğini; güç ve zorunlu kontrol organizasyonları olduğunu belirtir.

Weber’de “calling” veya “vocation” rol kavramını temsil eder; kişilik yapısı ve sosyal yapı arasındaki bağlantıya vurgu yapar. Weber’in analizleri kolayca sosyal yapı alanına yayılır. Çalışmaları üç büyük alt disipline katkı sağlar: din sosyolojisi, siyaset sosyoloji, hukuk sosyolojisi. Weber, yönetim konusuyla da ilgili olup özellikle bürokrasiye odaklanır. Bürokratik yönetim tipi geniş ölçekli sosyal yapının bütün tipleri için önemlidir: modern devlet, dini enstitüler, büyük bankalar, diğer büyük girişimler, büyük hastaneler.

Weber sınıf, statü grupları gibi kavramlara eğilir. Ona göre sınıf, ortak yaşam bileşenlerine sahip topluluktur. Sınıf ve statü gruplarına zıt olarak ise partiler daima toplum örgütlenmesi peşindedir. Parti eylemleri planlı bir tavırla bir hedef doğrultusunda yapılır. Gündelik ve sürekli yapıları temsil ederler. Güç kazanma yöntemleri değişir, oy için rüşvet ve reklam kullanabilirler. Weber, aynı zamanda sosyal değişim kavramına yönelir ki ona göre, sosyal değişim 3 genel ilkeye göre temellenir: gelenekselcilik, rasyonellik ve karizma. İnsanın sosyal yapısının evriminin büyük kısmı gelenekselcilik ve rasyonalizasyonun yıkıcı etkileri arasında tükenmiştir. Fakat bu iki ilke genelde karizmatiklik ilkesi ile olan gerilimde açığa çıkar. Karizma, kişisel doğasıyla, eğer hareket ve yapılar yok olmamak için yapılıyorsa geleneksel ve rasyonel bir forma dönüştürülebilir.

Özet olarak, Weber pek çok sosyolog için 20. yüzyılın ilk yarısının en önemli sosyal bilimcisidir. Pek çok sosyologu etkileyen Weber, yeni yönelimlere oldukça fazla veri sağladı; çağdaş bilimciler tarafından da yeni çalışmaların yapılabilmesine katkı sundu. Bunların arasında, tabakalaşma teorisi, bürokrasi çalışması, geniş ölçekli organizasyonlar, yasal otorite çalışması, hukuk sosyolojisi, siyaset sosyolojisi, din sosyolojisi ve müzik sosyolojisi yer alır.

266 Thorstein Veblen (1857-1929): Sosyal-eylem teorisinin bazı noktalarında gelişim sağlar. Genel olarak düşünceleri, evrimsel hipotezlerle şekillenir. Spencer’dan etkilendiği düşünülmekle birlikte Spencer’dan ayrı olarak bugünkü ekonomik aktiviteye odaklanır; ekonomi sisteminin kurumsal eleştirisi ile evrimsel sunumunu yapar. Veblen, insanın pratik bir etkinliği olan içgüdü ve birine özenme ve onu geçmeye dair tutkusuyla hareket ettiğini varsayar. Analiz birimi olarak bireylerarası eylemlere yönelen Veblen, yıkıcı ve yapıcı diye iki temel tip’ten bahseder. Weber’inki kadar zengin bir niteliğe sahip olmasa da Veblen’in de bir sosyal eylem bağlamı bulunur. Weber’in Batı yaşamındaki rasyonelliğine karşın, Veblen, bilimsel rasyonellikle ilgilenir. Genel olarak ise her iki düşünür soyut şeyleri somutlaştırma eğiliminde, değerden özgürleşmiş bir bilim oluşturma derdindedir.

Veblen’e göre insan doğası, seçici gerekliliklerle gelişmiştir. İnsan dürtüsel teleolojik eylemin merkezidir. Eylem, bir çeşit işe yararlılık, erdem ya da yeterlilik hissi ile yönlendirilir. Böylesi bir eğilim ise ‘işçilik içgüdüsü’ olarak adlandırılır. Veblen’in işçilik içgüdüsü tanımı, Weber’in önerdiği sosyal eylemin rasyonel amaçlı (zweckrational) tipiyle ilişkilidir. Weber, eylemin rasyonel, geleneksel ve duygusal tipleri arasındaki gerilime yer verirken, Veblen işçilik içgüdüsü ve agresif içgüdü arasındakine yer vermiştir.

Veblen’e göre aylak sınıfın ortaya çıkması mülkiyet ile ilişkilidir. Mülkiyetin ilk biçimi, ilksel toplumlarda kadın köle kriziyle başlar; kadınların mülkiyeti, endüstrideki ürünlerin mülkiyetine, nesnelerin mülkiyetine uzanır. Mülkiyet ise bir ekmek kapısından haksızlığa dönüşür ve zenginlik de gücü temsil eder hale dönüşür. Dolayısıyla güç ve zenginlik paralel bağlamda kanıtlanmaya çalışılır, saygınlığı kazandırır. Zenginliğin ve gücün kanıtlanabilmesi ise işsizliğin teşhiri ile mümkün olur. Teoride aylak sınıfın yıkıcı kültürün başlangıcından beri var olduğu belirtilir; buna ilaveten görünmez işsiz sınıfı ortaya çıkar. Bunlar çok fakir olup, riskli bir yaşama sahiplerdir. Buradaki aylak kavramı, zamanın üretici olmadan tüketimini ifade eder; bu sınıfı hatırlatan kavramlar ise şunlardır: hatıralar, aşamalı sistem, başlıklar, dereceler, rütbe, madalya, onursal nişan. Bu sınıf için önemli olanlar; ölü dillerin bilgisi; gizli bilim; doğru heceleme; sözdizimi kuralları; yerel müzik şekilleri, oyun, spor ekipmanlarıydı.

Evrimsel bir bakış açısı içerisinde Veblen, aylak sınıfın, tüketimin değişik biçimlerinde kendini gösterdiğini belirtir; buna ek olarak, yaşam içerisindeki değişimi ortaya koyar. Ona göre artık güzel olan şeyler pahalı değilse güzel sayılmaz hale gelmiştir. Para kazanma noktasındaki görüşleri, Veblen’in düşüncesinin başlangıç noktasına denk gelir. Bu süreç, ham maddenin üretimi, kullanışlı mallara dönüştürülmesi ve dağıtımı ile gerçekleşir; insanlar da kendileri için başkalarından ürün aramaya yönelirler. Veblen’e göre işçilik içgüdüsü,

267 yıkmaktan çok üretmek içindir. Teknolojinin gelişimiyle modern makine endüstrisine geçilmiş; teknoloji işçilik içgüdüsünü ortaya koymuştur.

20. yüzyıl Amerika’sında üretici ve yaratıcı fikirli bir düşünür olarak tanımlanan Veblen, ekonomistlere göre bir sosyolog; sosyologlara göreyse bir ekonomisttir. Genel olarak teorisinin ekonomik olmaktan çok sosyolojik olduğunu belirten Martindale, Veblen’in ortaya attığı fikirlerin sosyal-eylem teorisini geliştirdiğini ve bu teorinin, Weber aracılığıyla Almanya’da, Veblen’le Amerika’da devam ettiğini yazar.

John R. Commons (1862-1945): En genel haliyle Commons’un çalışmaları, değer, dağılım, ekonomik düşünce tarihi, halk yararı, göç, barınma, işgücü kanunu, sosyal sigorta, ticaret birliği, tekel fiyatları, index numaraları, iş döngüsü, gümrük tarifeleri, sivil servis ve yönetim, kentsel hükümet ve oransal temsil üzerinedir. Amerikan işgücü tarihi konusunda Richard T. Ely ile birlikte çalışmalar yürütür.

Commons’ın ekonomik kurumları “bireysel eylemin kontrolünde kolektif eylem” olarak tanımlaması onun şeyleştirmeye karşı olduğunu gösterir. Ona göre, insanların çalışması kapitalist yapının kuruluşu kadar önemlidir. Commons, sosyal yaşamı kişilerin eylemleri ve yargıları temelinde ele alır ve sosyal olayların bireysel veya kolektif olarak insan iradesinde yattığını belirtir. Ona göre, ekonomi bir organizma veya mekanizmadan çok sosyal bir organizasyondur ve tam da burada Commons’a göre, örgütlenme eylemin istikrarı ve düzenliliği ile sağlanır. Görüleceği üzere bireylere de değinen Commons, bireylerin belli bir durumdan diğerine geçişinde “kontrol, özgürlük ve birey eylemlerinin yayılmasında kolektif eylem” fikrini ortaya atar. Commons, kazaya ilişkin yasalara, suç davalarına eğilir, kanun noktasında yaptığı çalışmalar ise Weber’inkiyle paralellik gösterir. Bütün görüşleri içerisinde ise “işlem” görüşü merkezi hale gelmeye başlar. İşlemi, konu itibariyle üçe ayırır: pazarlık yapıp uzlaşma, oranlama ve yönetim. Commons’un fiyat kontrolleri konusu gibi, bir çok tanımı da Weber’inkine benzerlik gösterir. Commons iradeye vurgu yapar; Weber’in sosyal eylem tipolojisine benzer bir işlem tipolojisi geliştirir.

Commons için işlem, isteklerin ve eylemlerin iki yönlü ilişkisidir. Bu meseleler, aynı zamanda çalışma kurallarına göre gösterilen bir performans ile ilgilidir. Commons’ın kurumlar görüşü, Weber’in ilişki kavramı ile paraleldir. Bir kurum, birey eyleminin yayılımı, özgürlüğü ve kontrolünde kolektif eylemdir. Ona göre devlet kurumu, politikacıların kolektif eylemidir. 20. yüzyılda kolektif eylemin 3 baskın türü (ki bunlar modern insanlığın kaderinde etkilidir) rastlanır: kurumlar, işçi sendikaları ve siyasi partiler.

268 Robert Morison MacIver (1882-1970): Amerika’da çağdaş sosyal-eylem teorisyenlerinden biri olan MacIver’ın temel çalışma noktası, insan eylemleridir. MacIver; ”Her ne zaman yaşama olgusu diğerleriyle olan iradeli ilişkilerle sürdürülse orada toplum başlar.” demektedir. Bütün iradeli ilişkilerin birincil sosyal gerçekler olduğunu belirten MacIver, bu ilişkilerin sonuçlarının da ikincil sosyal gerçekler olduğunu yazar. Ona göre, sosyal gerçekler iki gruba ayrılır: isteklerin etkileşimini temsil eden sosyal ilişkiler ve böyle ilişkilerin genel biçimleri olan sosyal kurumlar. MacIver’e göre sosyoloji, bilim olarak görevi yasaların keşfedilmesi ve formülize edilmesidir. Sosyal yasalar evrende kendine özgüdür. Yaşam gerçeklerinin yasası değişken, göreceli ve değiştirilebilir iken cansız dünyanın kanunları değişmez bir sıra izler.

MacIver sosyal araştırmalar için kullanılan istatistiki değerlere eleştirel yaklaşarak, toplumların ortalamalar olarak istatistiki açıdan incelenmesine eleştiri getirir; ayrıca ona göre sosyolojik veriyi nicel hale getirmek de zordur. Macver’ın yöntemi karşılaştırmalı yöntemin bir formu olan farazi yeniden yapılandırmadır. Genel olarak bakış açısını sosyal yaşamda öznel yorumun esas rolünden esinlenerek oluşturmuştur; buna göre sosyal yapı tablosu şöyledir:

A B Gruplaşmalar veya Örgütlenmeler Formlar veya Sistemler (ilişkilerdeki kişiler) (kişilerarası ilişkilerin durumu) I. Kapsamlı bölgesel birimler I. Adetler ve Fazlası Genel tip: Topluluk Özgün tipler: Görenek, merasim, ritüel, Özgün tipler: Kabile, millet, komşuluk, öğreti, moda köy, şehir II. Belirli örgütlenme olmayan çıkar- II. Kurumlar bilinçli birimler Genel tip (a): Sosyal ilişki koşullarını Genel tip (a) :sosyal sınıf kuranlar (mülk) Özgün tipler: kast, elit, rekabetçi sınıf, Genel tip (b): Sosyal ilişki tarzlarını birleşmiş sınıf kurulanlar (evlilik) Özgün tipler (a ve b altında): Siyasi, Genel tip (b): kalabalık ekonomik, dini, ailesel, eğitimsel Özgün tipler: Beğeni-çıkar kalabalığı, ortak-çıkar kalabalığı Not: B1 ve B2’nin altındakiler karşılıklı dışlayıcı olmak zorunda değildir. III. Belirli örgütlenmelerle çıkar-bilinçli III. İşlevsel sistemler birimler Genel tip (a): Kurumsal kompleks Genel tip: Kurum Genel tip (b): Çıkar kompleksi Özgün tip (a): Birincil grup Çeşitleri: Aile, oyun grubu, kulüp Not: 3B altında, kültür ve medeniyetin iki büyük düzenini içeririz. Bunlar parçalar Özgün tip (b): Geniş ölçekli ortaklık olarak değil, sosyal yapının temelleri olarak Çeşitleri: Devlet, kilise, ekonomik kurum alınmalıdır.

269 MacIver, sosyal-eylem teorisine, teorik bir öz kazandırır. Ona göre, bütün bilimlerin (fizik ve sosyal bilimler) görevi, nedenleri belirlemektir. MacIver, nedensel olanla olmayan analizlere eğilir, niçin sorusuyla problemleri şöyle ayırır: (1) Değişken olmayan bir düzenin nedeni fiziksel bağlarla yönetilmesidir. Bu evrensel nedenselliği temsil eder. (2) Organik işlevlerin nedeni biyolojik bağlarla yönetilmesi ve organik varoluşun nedenselliğini temsil etmesidir. (3) Psikolojik davranışın nedeni psikolojik bağlar ile yönetilmesi ve bilinçli varoluşun nedenselliğini temsil etmesidir. (4) Sosyal varsayımın nedeni sosyal bağlarla yönetilmesi ve aynı zamanda bilinçli varoluşun nedenselliğinin bir şekli olmasıdır. (5) Çıkarsamanın nedeni nedensel olmayan tip olması ve mantıksal bağları yönetmesidir. (6) Yükümlülüğün nedeni nedensel olmayan bir bağ olması ve normatif bağları yöneltilmesidir.

Maciver, bilimsel çalışmanın, sorgulayarak olguyu nedensel düzeyini tanımlama ile karşılaştırmalı çalışma yapma şeklinde iki adımda gerçekleştiğini belirtir. Ona göre, sosyal nedensellik zinciri varolmak için zihne ihtiyaç duyar. Nedensellik tanımının ardından Maciver’e göre, doğrulama süreci gelir. Sosyologun görevine değinen MacIver, bu görevi, bilinçli oluşum alanı içerisinde nedensel kanunlar kurmakla sınırlandırır. Ona göre, sosyal bilimci bir şeyi kendi özel nedensel bağlarına göre izlediğinde varoluş düzenine ait bütün nedensel faktörleri keşfetmiş olur ve burada sosyologlar, sürekli farklı dinamik düzenlere ait faktörlerle yüz yüze gelmiş, bilimsel olarak zorlu şeylerle yüzleşmişlerdir.

Biyoloji ve psikoloji gibi alanlara da değinen Maciver, sosyologların sosyal gerçekler ile ilgilenmesine yönelir ve bu gerçeklerin 3 ana tipi doğurduğunu yazar: dağılımsal olgu, kolektif olgu ve konjenktürel olgu. Maciver’e göre bu sosyal gerçek, bireyin anlamları ve kararlarıyla temsil edilir. MacIver’in kendi formülleştirmesinde, bilinçli bir eylem çeşitli sistemlerin belirli yönlerinin dinamik ilişkisini geliştirir ve bunlar şöyle özetlenebilir:

(1) Bir dizi nesne belirli bir kültürel kompleks içinde doğar ve dinamik bir değerlendirme sürecinde belirli bir ifade bulur.

(2) Bir dizi teknik, uygarlığın ürünüdür ve belirli nesnelere uygulanır.

(3) Bir dizi sosyal ilişki, belirli nesnelere göre düzenlenir, eğer bir eylem hedefi yoksa faili oluşturur.

(4) Bir dizi biyofiziksel koşul belirli eylemlerle ilişkilidir.

270

XVIII. Sosyal Eylem Teorisinde Diğer Gelişmeler

Max Weber’in geleneği, Karl Mannheim’in çalışmaları üzerinden devam eder. Mannheim (1893-1947), Marksizmden oldukça, ayrıca yeni-Kantçılıktan, fenomenolojiden ve son olarak Weber’den etkilenmiştir. Weber geleneğinin ilk entelektüel mirasçısı olan Mannheim, bilgi sosyolojisinin gelişimine katkıda bulunmuş bir profesördür. Avrupa’nın sosyal tarih problemlerine yönelik çözüm ve teşhise yönelir; görüşleri Man and Society in an Age of Reconstruction ve Diagnosis of Our Time isimli çalışmalarda gün yüzüne çıkar. Mannheim’in sosyal eylem teorisindeki konumu oldukça büyüktür; o, birleşik yeni türler içerisinde çalışır, dolayısıyla da sosyal eylem teorisinin gelişimine katkı sağlar. Mannheim, sosyal gerçekliğin organizmacı, çatışmacı ve resmi tanımlamalarına karşı çıkmasından dolayı, sosyal davranışçılığın kategorilerine yerleşir. Weber gibi, o da toplumu, bireysel hareketlerin anlamlı bir bağı olarak tanımlar; Weber gibi kişiler arasında gerçekleşen eylemleri inceleyerek geleneksellik ve rasyonalizm gibi zıt kavramlar üzerine çalışır. Buna ek olarak Marksistler gibi sınıf temelli eylemlerin modern zamanlarda en önemli eylemler arasında yer bulduklarını düşünür. Adından söz ettirmesi ise Weber’in Protestan Ahlakı’nı konu aldığı çalışmasıyla gerçekleşir. Ona göre, modern insanın sosyal çevresi çeşitli sınıflara göre örgütlenir. Buna bağlı olarak da tarihin en önemli durumu, çeşitli sınıfların politik ve ekonomik güç için yarışlarıdır. Mannheim için, bilimsel standartlara dayanan teorik bilgi haricindeki bilgilerin tamamı (popüler, geleneksel, dini, felsefik ve kantitatif bilimsel) sınıf temellidir. Mannheim, duruşunu, görecelikten çok ilişkisel olarak tanımlar. Mannheim, modern tarihin ekonomi ve politik sınıfa dair bir ideolojik bakış açısını karakterize eder. İdeoloji, çıkarların savunulması ve desteklenmesi işlevine sahip düşünceler bütünüdür ve bunlar, Marks’ın tanımıyla yanlış bilinç olarak da tanımlanabilir. Mannheim, ütopyadan bahsettiği çalışmasında ütopyaları dörde ayırır: (1) Anabatistlerin sefahatçi binyılcılığı, (2) liberal-insancıl düşünce, (3) muhafazakar düşünce ve (4) sosyalist-komünist ütopya.

Mannheim, çağımızın artan sorununun, plansız, laissez-faire demokrasi ve toplumun totaliter örgütlenmesi arasında sosyal yaşam için çözüm bulmak olduğunu belirtir. Tarih, ona göre, üç aşama izler; (1) göçebe dayanışmacı aşamadaki insan, (2) bireysel rekabetteki insan ve (3) bireylerüstü grup daşanışması aşamasındaki insan. Sosyal dünyada düzeni getirme görevi, toplumun elitlerindedir. Mannheim’e göre, modern demoktarik-liberal toplumlar hala ikinci tarihsel aşamada bulunmaktadırlar. Toplumdaki elitleri ayıran Mannheim, bunları politik,

271 düzenleyici, entelektüel, sanatçı, ahlaki ve dini olarak isimlendirir. Mannheim’in düşüncesinde, liberal-demokratik toplumun sorunu, o toplum içindeki elitlere yöneltilen yıkıcı eleştirilerdir. Bu eleştiriler veya güçler birkaç çeşittir. Bunlardan bazıları seçkin grubun sayıca artmasını ve güçlerini azaltma eğilimi; elit gruplarının ayrıcalıklarını yitirmeleri; elitlerin seçiminde kullanılan ilkelerin değişiklik göstermesi ve elitlerin içsel yapılanmalarındaki değişimdir. Burada temel görev, seçkinlerin önemlerinin yeniden yükseltilmesi ve planlı bir sosyal düzen yaratmadır. Planlama ise Weber’le ortak görüşe sahip olduklarını gösterircesine, rasyonel bürokratik örgütlenmenin hayatın yeni yönlerine yayılması ile mümkündür.

Destekçiler

Sosyal-eylem teorisine üç kişiden katkı gelir; Florian Znaniecki, Talcott Parsons ve Robert K. Merton.

Florian Znaniecki (1882-1958): Polonyalı bir aileden gelir. Felsefe profesörü olup, Polonya dilinde sosyolojik çalışmalar yapmıştır. Daha sonra davet üzerine gittiği Amerika’da Colombia Üniversitesinde sosyoloji profesörü olur. 1955, Amerikan sosyolojisinin temsilcili halini alır. Znaniecki, The Polish Peasent (Polonyalı Köylü) çalışması, sosyal davranışçılığın sembolik etkileşimcilik branşının gelişiminde katkı sunmuş; sosyal-eylem teorisine de katkı sağlamıştır. Znaniecki, sosyal ve kültürel hayatın analizi için temel birimler olarak sosyal eyleme yönelir ancak erken çalışmalarında, sosyal eylemin unsurlarının eşsiz analizini geliştirir.

Sosyal eylemin nesneleri “değerlerdir”. Böylesi değerler pozitif ve negatif öneme sahiptir. Değerlerin çoğu, kültürel sistemler içerisinde yönlendirilir ve aktif eğilimler tarafından korunur. Aktif olmayınca gizil olur –bir davranış-. Eylem; (1) insancıl işbirliği (anlam), (2) temel sosyal değer veya sosyal nesne (insan), (3) ikincil sosyal değer (şeyler), (4) yöntem ve (5) sosyal sonuç ve tepki olarak bölünür. Yöntem, sosyal aletlerin kullanımını sağlar. Sosyal tepki, sosyal nesnenin eylemidir (ör, babanın, oğluna kötü davranışlardan sakınmasını tembihlemesi). Böylesi bir hareket, insani katkıdır. Baba, sosyal temsildir. Çocuk temel sosyal değer veya sosyal nesnedir. Nesneler ve ödüller, baba ve çocuk arasındaki sosyal ilişki tarafından uygun hale gelir. Babanın oğlunu disipline etmesinde ise, örneğin, sosyal araç olarak ve baskıya başvurmak için elini kullanması çocuğun heyecanlanma merkezidir. Znaniecki’ye göre, herhangi bir kültürel aktivitede bireysel uzmanlaşma toplumsal olarak belirlenmiştir. Birey, psikososyal veya organik bir varlık veya “öz” olarak tanımlanır. Ona göre, bir kadın veya erkek, insanın türleridir. Sosyal döngü içerisinde bireyin bir statüsü, role bağlı hakları ve rol gereklilikleriyle bağlantılı sosyal işlevi vardır. Teknolojik danışmanlık

272 rolü, teorik ve pratik gereklilik içinde uzmanlaşır. Görevleri teşhistir. İlkel ve modern döneme eğilen Znaniecki, özellikle modern dönemde teknolojik uzmanın sosyal rolünde devamlı bir gelişme yaşandığını belirtir; Onlar teknik lider rolünden ayrılırlar.

Talcott Parsons (1902-1979): London School of Economics’te okuyan Parsons, Hobhouse, Ginsberg ve Malinowski’den eğitim alır. Sosyoloji profesörüdür. 1949’da Amerikan Sosyoloji Toplumu’nun başkanı olur. Parsons, Weber sosyolojisini Amerikalı takipçilere tanıtır. İlk çalışması Sosyal Eylemin Yapısı/The Structure of Social Action, sosyal-eylem teorisine dayanır. Genel olarak Persons, “sosyal teorinin çalışılmasına yönelir, teorilerin tamamına değil!” Amacı, sistematik teorik nedenlerin tek bir bütününü sunmaktır. Teori bütünü, sosyal hareketin teorisi, basit bir kavramlar grubu değildi; onların ötesindeki bazı şeylere atıf yapan ampirik bilim kavramlarının teorisidir. Parsons’un birinci çalışma evresi, eylemin pozitif teorisi olarak Persons’un tanımlanmasının sunumudur. Eylemin pozitif teorisine yönelik ilkesel özellikler Parsons tarafından özetlenir: (1) rasyonaliteye vurgu, (2) modern bilimin prosedürlerinin rasyonalizmle özdeşleştirilmesi, (3) birim hareketlerin “atomizm”ine göre öğelerin analizi, (4) amaçların verili olarak ele alınması; (5) bilgi eksikliğinin irrasyonalite olarak ele alınması. Parsons’un ikinci çalışma evresinin ana düşüncesi, pozitif gelenekten eylemin iradeci teorisini geliştirmektir. Burada Durkheim, Pareto ve Marshall’ın çalışmalarını inceler. Üçüncü evresi, idealist gelenekten eylemin iradeci teorisinin ortaya çıkması olarak tanımlanabilir. Burada Weber’in düşüncelerinin bazı özellikleri analiz edilir. Dördüncü evrede, Parsons “eylemin iradei teorisi”ni geliştirir.

Parsons’a göre, modern eylem teorisinin başlangıç noktası, eylemin yapısal rasyonelitesi fikridir. Eylem, “amaç”, “araç” ve “durum” içerir. Parsons, iki pozitif durumun (rasyonel olan ve olmayan) eylemdeki rasyonelitenin konumunu değiştirme eğiliminde olduğunu belirtir. Biri amaç, araç ve durum arasındaki farkı gidermeye çalışır; diğeri mantıksal olanı büsbütün elemeye çalışır.

Parsons’a göre, Marshall, eylemin pozitivist teorisinden bir adım ötedir. Pareto’nun katkısına değinerek, onun iradecilikteki merkezi katkısının “artık” ve “rasyonel olmayan eylem” kavramları olduğunu yazar. Durkheim’in katkısı ise eylemin doğal olmayan kuralcı anlayışının sunumudur. Parsons’un argümanı ise bu dört yazardan hareketle eylemin yeni teorisi için temel unsurlar geliştirmektir. Yeni teorisi için de dört unsur gerekir: (1) eylemin nihai koşulu olarak çevre ve kalıtım; (2) amaç ve araç, (3) nihai değerler ve (4) gayret veya “efor”. Durkheim ve Pareto’nun organizmacı görüşle ilgili olmaları gibi, Parsons da sosyal-

273 eylem okuluna kendini yakın hisseder. O, sosyal yaşamın nihai öğelerinin anlamlı sosyal eylemler olduğu fikrini, ayrıca Weber’in nominalizmini kabul eder.

Robert K. Merton (1910-2003): Philadelphia’da doğmuştur. Sosyoloji alanında eğitim alıp, Harvard’da asistan olur. Merton’un sosyal-eylem teorisiyle olan yakınlığı ilk eseri olan Science, Technology and Society in Seventeenth Century England isimli kitabında görünür. Sosyal-eylem çalışmasını Weber’den (Protestan etiği analizi dahil) alır. Merton, sosyal-eylem branşı gibi sosyal davranışçığın diğer branşlarına açık biri olduğu Thomas’ın tanımlamasına yaptığı yorumda görülür. Thomas, William James ve Charles Peirce’in takipçisidir. Thomas’ın formülleştirmesinde, durum tanımlaması sosyal eylemin temel gerçeği olur. Merton’un yeniden kavramlaştırmasında durum tanımlamaları, kendini doğrulayan kehanet (self-fulfilling prophecy) olarak tanım bulur. Bunlar ırk ve etnik çatışmanın açıklanmasına karşı gelir. Merton’un sosyal davranışçılık branşından bir diğerine olan ilgisi, teknik büyüme, danışma ve bürokrat gibi ve “referans grup” kavramı içinde Mead’in “genelleştirilmiş öteki” kavramını genişleterek çeşitli sosyal rolleri açığa koyar.

Yeni Üyeler

William H. Whyte Jr. (1917-1999): Fortune dergisi yazarı olan Whyte, Benjamin Franklin ödülünü kazanmış olup, en önemli çalışması The Organization Man’dir. Bu çalışma, ideolojinin, sosyal ahlaki yapının, yeni orta sınıfın çalışmasıdır. Whyte tarafından çalışılan problemler, sosyal-eylem teorisyenlerinin odağına yükseldi. İlki, hayatın her alanında bürokratik rasyonalizme karşı modern bir eğilim ve kapitalizmin gelişiminde Protestan etiği besleyen bir çalışma yapan Weber’dir. Whyte’e göre, Amerika’da en önemli eğilim, politik ve ticari alandaki büyük organizasyonların gelişimidir. Kurumların kuralları, Whyte tarafından sosyal etik olarak tanımlanır. Başlıca öneriler Whyte’la üçe indirgenir: grubun yaratıcılık kaynağı olduğu inanç, bireysel temel ihtiyaç olarak aitlik inancı ve böylesi bir aitliğe ulaşmada bilime başvurma inancı.

Whyte tarafından tanımlanan sosyal etik, modern insan için benzersiz muhafazakar bir türdür. Protestan etiğin düşüşü, üçlü düşüncenin –bilimsellik, aitlik ve birliktelik- yükselişi kritik düşüncelerdir. The Organization Man isimli çalışması sosyal bilimlerin kabul görmüş kitaplarından birisidir.

David Riesman (1909-2002): Sosyal-eylem okulunun ikinci etkili ismidir. Hukuk profesörüdür. Bir delil olmasa da Weber tarafından etkilenmiş kişilerle benzerlik gösterir. The Lonely Crowd ve Faces in the Crowd isimli çalışmaları önemlidir. Weber sosyal hareketi

274 rasyonel, etkili ve geleneksellik içerisinde analiz eder. Ona göre karakter yapısı ve sosyal yapının her ikisi bu tipoloji içerisinde analiz edilebilme imkanına sahiptir. Eylemin verili türü tekil bir rol veya bireysellik içinde idare edilebilir. Riesman, Weber’le kıyaslanır; Weber, iç- dünyasal olarak asketizmin kapitalizmin gelişiminde; Riesmen ise bilimin gelişiminde önemli olduğunu düşünür. Riesman’ın “içe-dönük/iner-directed” bireysellikleri vardır. Burada ayrıca iki diğer tip bireysellik vardır; gelenek-odaklı ve diğerine yönelen. Gelenek-odaklı toplumda (Tönnies’in cemaati/gemeinschaft) sosyal değişim azdır. İtaat; klan, yaş ve cinsiyet grubu tarafından düzenlenir. “İçe-dönük” toplumda özümsenen kontrol gözlenir. Bu tür toplumda birey, işe, kendisine, boş zamana ve tarihe yönelik özel bir davranışa sahiptir. “Başkasına- yönelen” kişilikler ise yeni orta sınıfın yükselişi ve endüstri toplumunun bir sonucu ve nedenidir. Gelenek-odaklı toplum ilksel bir durumdur, Redfield’in “halk toplumu”na mal edilir. Reisman’ın tipolojisi Whyte tarafından yapılan Protestan etik ve sosyal etik arasındaki çelişkili tanımlamaya eş değerdir. Onların amaçları, Amerikan toplum ve kültürünün eleştirel incelemesidir.

Wright Mills (1916-1962): Weber geleneği içinde eğitilir. Kitapları, White Collar/Beyaz Yakalılar ve The Power Elite/İktidar Seçkinleri’dir. Mills'in sosyal-eylem teorisini kullanımı, Weber’in teorisinin az veya çok genişlemesini ifade eder. Mills, sınıf analizi aracılığıyla konulara hücum eder.

Eski hiyerarşilere kıyasla yeni beyaz yakalılar piramidi genç ve kadınsı bürokrasilerdir. Bunların gücü ofisleri ile sınırlıdır. Bütün ilişkileri, kişisel olmayan, resmi ve hiyerarşiktir. Endüstrileşme, kurumsallık ve bürokrasi gibi otomatları yaratan olgu Mills’e göre, eski sosyal sınıfları içine katar. Tıbbi okul aracılığıyla bir kere, genç doktorlar hastane ile karşılaşır. Genç mezun avukatlar, hukuk fabrikasında bürokratik şirketlerle yüzyüze gelir. Onların en büyük umutları kendi adlarına iş adamları olmaktır. Bilginin profesyonelleşmesi, bireysel profesör anlayışını daraltır. Gerçekte, “dükkancıdan çok ambalajlı ilaç satan bir eczacı gibi, meslekten olmayan bir kişiye nazaran bir ambalajlı bilgiyi satan profesör daha etkilidir. O markete böylesi bir saygınlık üniversitedeki pozisyon aracığıyla getirilir.” Mills, aydın kişi üzerinde teknisyenin zaferini görür. Daha küçük hiyerarşiler, daha geniş olanın içine uydurulur. Beyaz yakalılar Frankenstein canavarını yaratır, dolayısıyla aslında White Collar’ın amacı, objektif sosyolojik bir resim geliştirmekten ziyade, yermektir. White Collar’ın sınırlılıkları The Power Elite’i yaratmıştır. Politik kurumların analizinde, Weber, sınıfın, statü gruplarının ve politik partilerin teorisini geliştirmiştir. Mills’in tezine göre, Amerikan toplum yapısının tepesinde güç seçkinleri bulunur. Bu seçkinler, büyük hiyerarşilerin veya organizasyonların (büyük

275 şirketler, devlet, askeri yapılanma) yetkisine sahip olan insanlardır. Büyük ulusal güç, Mills’e göre, ekonomik, politik ve askeri mülke dayanır. Ekonomi, bugün iki veya üç yüz dev kuruluş tarafından yönetilmektedir. Profesyonel ünlü (kadın veya erkek), yıldız sistemin ürünüdür. Tüzel zengin, savaş lordları, politik müdürlük, tüm bunlar kitle toplumunun tepesinde yer alır. Halkın, kitleye dönüşmesiyle birlikte (1) daha az insan fikir sunar, (2) iletişimdeki yapılanmada bireysel bir geri bildirime yer kalmaz, (3) fikirler, iletişim kanallarını yönetenlerce denetlenir, (4) kitlenin fikir geliştirmek için kurumları olmaz. Kitle toplumunda, iletişimin baskın türü olan resmi medya ile halk, medya market olur.

Yüksek ahlaksızlık, Amerikan elitlerinin sistematik özeliğidir ve genel kabul kitle toplumunun temel özelliğidir. Sonuçta The Power Elite çalışması, günümüzün önemli çalışmalarından biridir.

Sosyal-Eylem Teorisinin Sağlamlaşması ve Genişlemesi

Nature and Types’ın ilk düzenlemesi sırasında sosyal-eylem bakış açısının genişlemesinde Hans Gerth ve Wright Mills katkı sağlar.

Stuart Hughes (1916-…): New York’ta doğar. Tarih profesörüdür. Ona göre tarihin özü değişimdir. Mantıksal tarihte tehlikeler ve olanaklar bulunur. Tarihçiler, yaratıcılarının bakış açılarından malzemelerin anlaşılması için araştırma yapmaları gerekir. Tehlikelerden sakınma ve “zamanın ruhunu” karakterize etmekle görevlerinin en önemli ödülü keşfedilmiş olur. Bireyler, tarihsel çalışmanın birimleridir. Fikir, düşüncenin “eğilimi”, “hareketleri” veya “akımı” gibi, insan yapımıdır. Bireyi insan tarihinin ve toplumun temel birimi olarak ele alma, 18. yüzyıl Aydınlanma düşünürlerinde tipikti ve Hugesh şöyle der: “düşüncenin ‘akılcı’ yoluna düştüm.”

Consciousness and Society, 1890’dan 1930’a Avrupalı sosyal düşünüş içindeki dönüşüm çalışmasıdır. Burada sosyal-eylem bakış açısı merkezi yerdedir. Hughes’a göre, 1890’ların en önemli entelektüel olayı, pozitivizme karşın yapılan başkaldırı ve Marksizmin eleştirisidir. Hughes, Weber’i, böylesi bir gelişimde merkezi bir figüran ve pozitivizm ile idealistik eğilimi geçici de olsa dengede ve birarada tutan olarak görür. Genel olarak Hughes, çalışmasında sadece sosyal-eylem bakış açısından günümüz sosyal düşünce tarihini değil aynı zamanda sanatla bilim arasında vurgu yapmaya yönelik kendi tarzını oluşturur.

John Kenneth Galbraith (1908-…): Erken 20. yüzyılın kurumsal ekonomistti ve sosyologudur. Kanada doğumludur. John F. Kennedy (ayrıca McCarthy’nin) için aktif olarak kampanya hareketine katılır ve onun konuşmalarını hazırlar. Diğer birçok sosyal-eylem

276 teorisyeni gibi Galbraith da asketik Protestanizmin havasında yetiştirilir. Gambs’ın gözlemi şöyle olur; “Calvinci takipçilerin hiç biri daha ağır çalışmaz.” Galbraith, deneyime karşı test edilen düşünce ve düşünceye karşı deneyim içinde yeteneklerini geliştirmeye başlar. Galbraith’in politik ve romantiklerden tutun, yolculuk kitaplarına, sanat tarihi ve kültürü gibi alanlara kadar uzanan çalışmaları vardır.

Galbraith, var olan ekonomik teoriye, ortaya çıkma eğilimnde yeni bir dengeleyici güç çeşidi ekler. A Theory of Price Control’da American Capitalism’de olduğu gibi, Galbraith, bir tür tekellerin ücretlerinin, fiyat ve ücret düzenleme ile kontrolünün daha kolay olduğunu tartışır. Economics and the Art of Controversy’de ekonomik reformun psikolojisiyle mücadele eder. The Affluent Society’de yeni sınıfın yaratılışının haberini verir. Bir başka çalışmasında ekonominin piyasa sektörünü getirme amacını duyurur. Aynı çalışmada, ekonomik sistemin açıklanmasına yönelir, bu sistemi ikiye böler: planlama sistemi ve piyasa sistemi. Galbraith, modern emek birliğini planlama sistemine (ücret ve maaş, emek gücü tarafından kazanılır) hapseder, az sayıdaki emek birliğinin de piyasa sistemi içinde ortaya çıktığını beliritir. Her iki sistem, devletin farklı branşlarıyla mücadele eder. Galbraith, aynı eserde planlama sisteminin yükselişinin ürünü olarak kadının dönüşümünü keşfeder.

Ekonomik sistemin analizleri genelinde Galbraith genel bir reform teorisi geliştirir, bu da üç temel öneri içerir: (1) vergi sisteminin dönüşümü, (2) devletin domokratikleşmesine karşı hareket, (3) piyasa sisteminin bazı alanlarının doğru sosyalleşmesine yönelen hareket.

277

“SOSYAL EYLEM TEORİSİ” ANAHATLARI

 Sosyal eylem teorisi, sosyal davranışçılığın üçüncü önemli koludur.

 Bu yaklaşımın en önde gelen temsilcileri Weber,Veblen, Commons ve MacIver’dır. Bu isimlerin yanı sıra Mannheim, Znaniecki, Parsons, Merton, Whyte, Reisman, Mills, Hughes ve Galbraith’in isimleri de bu ekolle anılır.

 Weber’e göre sosyolojinin inceleme konusu sosyal eylemler olmalıdır. Sosyal eylem, başkalarının davranışına yönelmiş eylemdir.

 Weber açısından sosyoloji, gidişat ve etkilerinin nedensel açıklamasına ulaşabilmek için sosyal eylemin yorumlayıcı anlamasına ulaşmaya çalışan bir bilimdir.

 Weber sosyolojinin yöntemsel kesinliği geliştirmek için ideal tipleri geliştirmiştir.

 Veblen, karşılıklı insan eylemleri üzerine çalışmıştır. Bu eylemler amaçlar, niyetler ve hedefler ihtiva eder.

 Veblen’e göre eylem, fazilet, yararlılık ya da etkinlik ve faydasızlık, yetersizlik tarafından yönlendirilir. Veblen bu tutuma işçilik içgüdüsü der.

 Veblen’in sosyolojisinin önemli bir kavramı “aylak sınıf” tanımlamasıdır. Veblen’e göre, aylak sınıfın ortaya çıkışı mülkiyetin başlamasıyla birlikte olmuştur.

 Mannheim, bilginin insanların çevrelerine uyum göstermeleri işlevine sahip olduğunu söyler. Her bireyin çevresi aynı olmadığından bilgi de dolayısıyla aynı olmayacaktır.

 Bilgiye sınıf temelli bir açıdan yaklaşmanın Mannheim için yarattığı iki sorun olmuştur. Bunlar bilginin doğru olup olmadığıyla, sadece göreceli olup olmadığıdır.

 Bu sorular bağlamda Mannheim, bilimin kriterlerine dayanan ve sınıf perspektifiyle bağlantılı olmayan bir tür teorik bilginin olduğunu savunur. Ancak bu bilgi sınırlı ve özeldir. Geri kalan bütün bilgi ise sınıf temellidir ve tamamen pratik geçerliliğe sahiptir.

 Mannheim açısından sosyal dünyaya düzen getirme görevi sosyal elitlerin üzerindedir. Ancak bu durum tehlike altındadır. Çünkü, liberal-demokratik toplum, hem gerçekliği hem de elit grupların saygınlığın zedeleyen güçlerin varlığı altında kriz içerisindedir.

278 BÖLÜM IV: HÜMANİST BÜTÜNCÜLÜK

XX. Modern Sosyolojide Makro-İşlevselcilik

Sosyolojik işlevselciliğin iki büyük okulu bulunmaktadır: makro-işlevselcilik ve mikro işlevselcilik. Aralarındaki farka bakılacak olursa; makro-işlevselcilik, geniş ölçekli sistemlerin varlığını, mikro-işlevselcilik ise küçük ölçekli sistemlerin varlığını varsayar. İşlevselciliğin birinci dalı temel olarak sosyolojik organizmacılıktan; ikinci dal ise Gestalt psikolojisinden beslenir.

Teorik olarak, işlevselcilikteki ilgi, bazı özel “işlevsel yöntem”e değil, onun karakteristik düşüncelerine bağlanır. Genel olarak işlevselcilik, teori inşa programı iken; pozitivist organizmacılık eylem programıdır. Pozitivist organizmacılık (yapı, sosyal düzen, sosyal organizma, yapıyı da içine alan) kavramların bir bütün olarak kalıtımıyla işlevselcilikten ayrılır.

Vilfredo Pareto (1848-1923): Pareto, iradi organizmacı olup aynı zamanda, organizmacılık ile sosyal işlevselcilik arasında bir geçiş figürü olarak tanımlanabilir. Sistem kavramına yönelik temel formülleştirmeleri vermeye yönelir. Ona göre toplum, ona göre hareket eden öğelerin tarafından belirlenir ki toplum da dolayısıyla onlara göre hareket eder. Karşılıklı belirlenim toprak, hava, bitki örtüsü, hayvan varlığı; coğrafi, madeni ve diğer benzeri şartlar gibi unsurlar arasında artar; buna ek olarak diğer toplumların etkileri gibi dışsal unsurlarla; ırk, eğilim, çıkar, gözlem ve düşünceye eğilim gibi içsel unsurlar da bu noktada sayılabilir. Pareto’ya göre, gerçek bir sistem türü, kendi şartları içerisinde tanım bulur. “Denge” kavramı üzerine eğilen Pareto, ekonomik ve sosyal sistemin tanımına yönelir; Ona göre, ekonomik sistem, belli başlı molekülerin yapımına dayanırken, sosyal sistem ise çok daha karmaşık bir yapıya sahip olup; hata yapmadan tanımlanabilmesi kolay değildir. Pareto, toplumun mantık- öncesi bir olgu olduğunu; bireylerin ise sosyal sistemin molekülleri olarak kalıtımlar aracılığıyla belirlenen belli hislere sahip olduklarını ve böylesi hislerin ise sosyal yaşam biçimlerini tanımladığını belirtir. Pareto, organizmacılar tarafından ima edilen toplum kavramına sadık kalmakla birlikte denge kavramının formülleştirilmesinde işlevselciliğe doğru bir yöneliş görülür.

George C. Homans (1910-1989): İşlevselci damar içerisindeki teori inşa dalgası, Merton’un çalışması ile gün yüzüne çıkar: The Human Group. Çalışması işlevselci teori inşasına büyük

279 bir örnektir. Erken dönemlerinde teorik inşaya yönelik kurallar oluşturan Homans, kitabıyla (1) Sosyolojide genelleştirilmiş işlevselci teorinin geliştirilmesi ve (2) teorinin tanımlanması gibi iki temel görevi yerine getirmeye yönelir.

İşlevselci analizin ayırt edici özelliği temel sosyolojik analizin bazı kavramlarının kullanımıdır. Homans, analize odaklanarak, kavranabilir bir analizin ilk gerekliliğinin varsayılan sistemin açık şekilde tanımlanması olduğunu belirtir. Burada bir kere sistem ayırt edilir, ardından gelecek görev, bileşenlerinin tanımlanmasıdır. Bileşenler tanımlanır, bileşenler arasındaki ilişki temel hale bürünür. Martindale, Merton’un işlevselciliğin bütün bir toplumdan ziyade birimlerle (sistemler) daha zor çalışabildiğinde ısrarcı olduğunu belirtir. Buradaki sistem ise tahmini olarak Amerikan toplumudur ve buradaki elementler, amaçların başarılması ile başarı için kurumsal araçlardır. Homans sistemin analizi noktasında elementleri şöyle sıralar: (1) eylem, (2) etkileşim, (3) duygu ve (4) kurallar. Sistemin biçimi konusunda Homans, Pareto tarafından yapılan ayrımı (iç ve dış sistem) göz eder. Grup, etkileşim içerisindeki insan topluluğu olarak tanımlanır. Üyelerin eylem, etkileşim ve hisleri ise sosyal sistemi oluşturur. Sosyal bir sistem olarak grup, ilk halde dışsal bir sistem olup; çevre şartlarına ve grubun ihtiyaçlara göre tanımlanır. Çevre; fiziksel, teknik ve sosyal diye üçe ayrılır.

Homans sadece sistem birimleri hakkında açık olmakla kalmaz ki sistemlerin çalışılmasında analiz birimi açısından da açıktır. Onun açısından aynı zamanda dış sistemin elementleri arasındaki karşılıklı bağımlılık ilişkileri serisi olduğu açıktır. Homans, his ile eylem ve eylem ile etkileşim arasındaki ilişkiye eğilir, piramit biçimi dediği konuya grup aktivitesi içerisindeki değişim içinde değinir. Böylesi düşünceleri gelişim modelini, modern fabrikalar üzerinden anlatan Homans, uzmanlaşmış grup çalışmasını örnek verir. Homans, ilkel aile örneğinden hareketle, bu tür bir ailede dış çevre ile olan ilişkiyi karmaşık ve elastik olarak niteler. “Dış sistem”, bir grubun davranışını temsil eder; davranış “özel bir çevre içerisinde bir grup nasıl olur da hayatta kalır?” gibi bir soruya cevabı sunar. “İç sistem” ise diğer sistemin zıttı, grup davranışını eleme yönünde bir çağrışımdır ve doğrudan çevreyle bir etkileşimde değildir. Sosyal bir sistem olarak grubun çeşitli unsurları arasındaki ilişki (a) sosyal bir sisteme uyum ve (b) alt-bileşenlerin farklılaşması gibi iki genel süreci yaratmada etkilidir. Homans, karşılıklı ilişkilere eğilir ve bunları birkaç alt başlık halinde ele alır; karşılıklı ilişki ve hislerin karşılıklı bağımlılığıyla başladığı sınıflamasını iki veya daha fazla bireyin dahil oldukları etkileşimin sıklığına ve diğerine olan ilgiye yönelerek sürdürür. Bireyin bireysel duygularına yönelik açıklamalara da yer veren Homans, birinin diğer birine karşı sevgi

280 yönünde bir duygu beslemesi durumunda bu duygunun davranışa da yansıyacağını belirtir. Buna ek olarak da etkileşimin bir ürünü olarak standartlaşmaya değinir.

Sosyal (iç) sisteme uyum, sosyal sistemlerin, normların şemasındaki yeni öğelerin görünüşünde bellidir. Norm, verili şartlar altında ne yapılması gerektiği ile ilgili grup üyelerinin aklındaki düşüncedir. Aynı zamanda grup kültürünün önemli bir parçası konumundadır.

Etkileşimin sosyal ürününe entegrasyon ve standart şekilde bütünleşmiş bir şemanın oluşumu, iç sistemin ortaya çıkmasının ilk ayırt edici sürecidir; ikinci olarak ise grup içi farklılıklar gelir. Homans tarafından nihai bir sonuç üretilir; bu sonuç içerisinde de his ve etkileşimini ortak bağımlılığına, his ve eyleme, son olarak eylem ve etkileşime atıfta bulunur. Homans aynı zamanda iç ve dış sistem yanında geri bildirim kavramını tanıtmaya yönelir. Homans, sosyal sistemde, ayırt edici bir özelliğin, iç sistemin dış sisteme geri bildirimi olduğunu belirtir.

İşlevselciliğin organizmacılıkla bağını, organik sistem tanımlaması kanıtlamaktadır. Homans’ın bakış açısından uygarlık, küçük grupların temelleri üzerinden oluşmuştur. Bu noktada Martindale, Homans’ın Toynbee’ye atıf yaptığı paragrafına yer vererek, eski uygarlıklarla (Eski Mısır ve Mezopotamya ile) bugünün Batı uygarlığındaki benzerliğe ve de her birinin sahip olduğu değer ve inançlar setine değinir.

İç ve dış sistemin devamına eğilen Homans, iç sistemin dışsal olanla devam ettiği sürece, toplum içerisindeki grupların aralarındaki iletişimin rahatsız edici hale gelip, olumsuz anlamda sarmal bir azalışın başlangıcına yol açacaktır, demektedir. Seçkinlerin dolaşımı ve etkili liderlerin artışı ilişkilidir. Küçük gruplar, yolundan sapmaktan korkan bireyleri kontrol eder.

Homans’ın çalışmaları boyunca, toplumun sistemler içerisinde yönetildiği varsayıldı; ancak bunlar küçük basit toplumlar değildi. Bunlar daha çok büyük gruplar, topluluklar, toplumlar veya bütün uygarlıklar. Her bir sistemin iki alt-sistemi bulunur: dış ve iç. Sonuçta Homans’ın çalışması, ileriye atılmış önemli bir adımdır.

281

XXI. Mikro-İşlevselcilik: Grup Dinamiği

Mikro-işlevselcilik, işlevselciliğin ikinci ayağını oluşturur. Genel olarak işlevselcilik, sistemin önceliği kavramıyla karakterize edilmiştir. Tarihsel olarak bakıldığında, makro-işlevselcilerin selefleri pozitif organizmacılardır ve onlar için toplum, temel analiz birimidir. Zaman içerisinde böylesi bir bakış açısında daralma eğilimi görülür. Özellikle antropologlarından geniş ölçekli sistem çalışmalarına yöneltilen eleştirileri etkili olur. Diğer tarafta mikro- işlevselciler ise Gestalt psikoloji (insan psikolojisinde teleolojik açıklamaların yeniden ileri sürülmesinden temellenir) üzerinden temellenmeye yönelirler. Yönelişin başlangıç noktası Christian Von Ehrenfels’in çalışmalarıyla başlar. Ehrenfels, Gestaltqualitat kavramını öne sürerek fenomenin açıklanmasına yönelir; Burada böylesi bir kavramın formülleştirilmesinde bir takım kaideler ortaya atar: alanın uygunluğu kuralı, şartlarla ilişkili eylemin kuralı (sistem içerisinde birine ait hareket, bir bütün olarak sistem tarafından tanımlanır); farklılıklar kuralı (yapısal olarak parçaların farklılaşması üzerinden büyüme), birimsel gelişim kuralı (değişim eklemlenen bir süreç değil), en küçük hareket kuralı (sistem içerisinde enerjinin yeniden dağıtımı), maksimum iş kuralı (enerji sistemi dengedeyken, maksimum enerji, potansiyel bir enerji olarak alan içerisinde dağıtılır) ve karşılıklı birimsel etkileşim kuramı (bütünleşik unsurların tamamlanmış ve uyumlu sistem içinde olması). Bu noktada karizmatik lider olarak Kurt Lewin gösterilir.

282

XXII. Eleştirel Teori veya Refleksif Sosyoloji: 20. Yüzyılın Sosyal Bilimlerinde Sol Hegelci Hareket

Ortodoks Marksizmin gelişimi, Marks hala hayattayken, Marks’ın onayıyla Engels tarafından başlatılır. Sosyolojinin yaptığı gibi, Marksizm sosyal değişimin evrimci teorisini onaylar. Sosyal bilimciler, Marksizmin önermelerine test edilmesi gereken hipotezler gibi davranmaları konusunda teşvik edilir. Martindale, bu noktada Lenin’in uyarlamasına yönelir ve onun devrimci Marksizminin daha başarılı olduğunu belirtir. Bu noktada, Martindale, Marksizmin pozitif bilime dönmesinden kurtulma çabalarında üç önemli isime dikkat çeker; Karl Korsch, Antonio Gramsci ve Georg Lukacs.

Alman felsefe profesörü olan Karl Korcsh, komünist parti üyesidir. Marks’ın ilk formülasyonlarının Hegel’in etkisi altında olduğunu savunur. Üzerinde ısrarla durduğu konu ise Marksizmin toplum ve doğa arasındaki değişen ilişkiler açısından sosyal yaşamın analizine dayanan ekonomik ve politik dönüşüm için bir hareket olarak sınıflandırılması gerektiğidir. 1933 sonrası fikirlerinde değişim gözlenir ve Marksizmi işçi sınıfı hareketinin felsefesi olarak değerlendirir. Korsch’in erken dönem çalışmaları Hegelci Marksizmin yeniden değerlenmesine destek olmuştur.

Antonio Gramsci, Sardunya’da doğan orta-sınıf bir ailenin oğludur. Editör ve yazar olarak sol-kanat dergilerde çalışır. İtalyan tarihinin sorgulaması ve Croce’un (ilk burjuva-halkçı teorisyen) teorisinin incelenmesi Gramsci’yi ideolojinin (Weltanschauung) sosyal değişim ve sosyal düzen için anahtar olduğuna ikna eder. Croce, Marksist doktrinin evrimci ve pozitivist veya mekanik versiyonuna eleştiri getirir. Gramsci açısından görev, yeni bir proleter Weltanschauung yaratmak olduğunu yazar.

Georg Lukacs, Budapeşte doğumludur. Weber ve Simmel’den etkilenir. Yeni-Kantçılık ve fenomenoloji okuluna yönelik ilgisi gelişir; (Avrupa) edebiyatı ile ilgilenir. Daha sonraki dönemde Hegel’i keşfetme imkanı bulur. Viyana’ya geçen Lukacs, daha sonra Macaristan Komünist Partisi ile anlaşmazlığa düşer. Daha sonraki dönemlerinde dogmatik ve kuramcı olur. Nietzsche’nin bir öğrencisi olarak Lukacs, Batı burjuva uygarlığının çöküş yaşadığına inanır. Lukacs, Lenin’in Marksizmin pratik özünü geliştirdiğini yazar. Lukacs’ın düşüncesine göre, Marks, Hegelci yöntemin ilerici kısmına uyum sağlamıştır; amaç, toplumu bir bütün

283 olarak anlamaktır. Lukacs’a History and Social Consciousness’ten cayması yönünde baskı yapılmış olsa da formülleştirmesi Karl Mannheim’in sosyolojisi ve Frankfurt Okulu ile Sosyal Araştırmalar Enstitüsü sosyologları için büyük önem arz etmiştir.

Frankfurt Okulu ve Sosyal Araştırma Enstitüsü

Martindale, 1920’lerin Soğuk Savaş Almanya’sında ortaya atılan birçok farklı akımlarla sol- kanat entelektüellerin bir kısmının dış baskıdan ayrı araştırma ve teorik bakış açılarını geliştirme hayaline kapılmalarının mümkün olduğundan bahseder. Felix J. Weil’e atıf yaparak, Weil’in radikal girişimleri desteklemek adına, aile servetini kullanmayı göze aldığını belirtir; bu girişimlerin başında ise Frankfurt Okulu gelir. Okulun finansal ve entelektüel anlamda desteklenmesiyle belli bir özgürlüğe erişerek resmi olarak kurulması Eğitim Bakanlığı’nın emriyle mümkün olur. Belli başlı yayınlara ev sahipliği yapar; genel olarak radikal düşüncelerin merkezi halini alır.

Kurumun finansal ve yönetimsel işleriyle uğraşan Kurt Weil, kurumun ilk yöneticisi olarak Kurt A. Gerlach’ı önermeye çalışsa da Gerlach’ın ani ölümüyle böyle bir şey gerçekleşemez; (emek hareketiyle ilgilinen) Carl Grünberg hizmete başlar. 1930’da Max Horkheimer kurumun müdürlüğünü üstlenir. Horkheimer’in yöneticiliği boyunca, Almanya’daki sol-kanat çalışmaları için ortamın daha kötüye doğru bir seyir izlediği açık hale gelir. 1933 yılında Nazilerin iktidara gelmeleriyle Enstitü kapanır. Horkheimer ile birlikte diğer enstitü üyeleri Nazizm altında işlerini kaybeden ilk Alman profesörleridir. Horkheimer, bu süreçte yer değişikliği yapma durumunda kalır ki ilk adres Cenevre’dir ve Cenevre enstitü için uygun bir yer değildir. Horkheimer’in Amerika’ya (Columbia Üniversitesi) gider ve Enstitü burada çalışmalarına başlar. Zeitschrift’in sayfaları belli başlı Amerikan aydınlarına açılır: Margaret Mead, Charles Beard, Horald Lasswell. Ancak buna rağmen, Amerikan entelektüel camiası böylesi bir kurumun varlığından haberdar olmaz. Enstitü, Ferdinand Tönnies gibi eski üyeler kadar yeni üyelere de (maddi) yardıma yönelir. Bundan sonraki aşamada Martindale, enstitünün yeniden yapılanmasını ve Horkheimer’in başkanlığında yeniden düzenlenmesini anlatır.

Max Horkheimer (1895-1975): Yahudi aileden gelen Horkheimer temel olarak Gestalt psikolojiyle ilgilidir. Hegel ve Kant’a yönelik ilk çalışmasını kaleme alır; 1920’lerde Enstitü üyeleriyle yakın bir ilişkiye girer. 1920 ve 1930’larda yaşanan olaylara bağlı olarak Horkheimer ve onun ardılları (veya arkadaşları) devrimci Marksizmden radikal Hegelcilik lehine uzaklaşır.

284 Horkheimer, modern Batı dünyasının en büyük miti, adil bir toplumun gerçekleşebilmesinde ana araç olarak bilimin görülmesi ve kültürel ve sosyal olguları şeyler olarak ele alınmasına dayanan pozitivizmin sosyal konulara yaklaşımda kullanılması olduğunu savunur. Martindale, genel olarak bilimin ve hatta geleneksel anlamda teorinin oluşturulmasında Descartes’ten ve ardından oluşan bilimsel çabadan bahseder. Batı’nın bilime yönelik yaklaşımı Martindale’e göre, günlük yaşamın amaçlarına yönelik uygun bir sonuç yaratır ancak büyük problemlerle baş etme noktasında yetersizdir. Bu da toplumu bir bütün olarak değerlendiren teorilerden sakınma sonucunu getirir.

Horkheimer, sosyal gerçeklik kavramını tartışmaya açarak, sosyal gerçekliğin bir yapıya sahip olduğunu belirtir. Dolayısıyla olayların basitçe kaydedilmesi kolayca mümkün olmayabilir. Bu noktada eski-moda öngörülerin bulunduğu felsefenin ve metafiziğin iyileştirilmesi gerekliliği ortaya çıkar. Materyalizm ve idealizmin kıyaslanması noktasında idealistlerin statükonun sözcülüğünün yapıldığı; bugün için ise çatışmaya uygun olan teorinin materyalizm olduğu belirtilir. Eleştirel teorinin görevi nedir sorusuna verilen cevap ise adaletsizliğin olmadığı bir toplumun gelişimini hızlandırmaktır; bu teorinin her parçası var olan düzene eleştiri getirmeye odaklıdır. Kendi tarihsel varlıklarının üreticileri olarak insanlar ise bu noktada teorinin nesnesi olur.

Horkheimer ve onun aracılığıyla Enstitü, işçi sınıflara yönelik çalışmalara destek olur. Martindale, Horkheimer’in yaşadığı döneme yönelerek, aile kavramına ve otoriteye eğilir; Aile, burjuva kültürü içinde adeta bir “başlangıç hücresi”dir.

Theodor W. Adorno (1903-1969): Frankfurt doğumlu, Yahudi bir ailenin çocuğudur. Horkheimer ile arkadaşlık yapar, her ikisi de Gestalt psikolojisi ile felsefeyle ilgilendikleri kadar ilgilenirler. Genel olarak estetik ve müzik üzerine çalışmalarla meşgul olur. 1936 yılında Horkheimer’in etkisiyle, Enstitünün üyesi olur. Adorno, genel olarak müzik üzerine eğilmiş ve yazılarının büyük kısmını müzik işgal etmiştir; müzik ile ilgili yazılarında; Hegelci bakış açısına, kültürel seçkinciliğe, sanatın, toplum düzeyini yansıttığı düşüncesine, yaratıcı sanatçının insanın ruhsal potansiyelini tamamiyle gerçekleştirmesine yönelik olarak uğraşması gerektiği gibi bir tasarıma rastlanır. Martindale, bu noktada Weber’e atıf yapar, müzik ve Batı gelişim düzeyine değinir; Adorno’nun müziğin günlük hayatın ritüeli ve ritmi içerisinde yapılandığına inandığını ilave eder. Müziğin sınıfla ilişkisinin irdelendiği paragraflarda Martindale, Adorno’nun Schönber’in ve Sravinsky’in müziğine ve müziğin sınıfla bağlantısı noktasında modern öncesi ilksel ritimlerle olan bağına eğildiğini yazar. Adorno, bir sentez içinde müziğe dair teori geliştirmenin yanında, Horkheimer’le birlikte

285 Enstitü'nün ikinci büyük çalışmasında (The Authoritarian Personality) rol alır. Temel kavramı otoriter kişilik olan çalışmada; bireylerin politik, ekonomik ve sosyal davranış ve bireysel inançları, yine bireysel kişilikleri içinde derin eğilimlerinin etkileyici örüntüsünü biçimlendirir şeklinde de genel bir hipoteze rastlanır. Düşüncelerin, değerlerin ve toplum ile insanoğluyla ilişkili fikirlerin bütünü ideolojiyi oluşturur. Bireysellik ve bireysel ideoloji arasındaki bağlantının araştırılmasında olgusal sorular, ideolojik eğilimlerin nicel tahmininde fikir-tutum ölçekleri, mülakat ve test gibi anket ve klinik teknikler yöntem olarak kullanılır. Bu da Amerikan nicel tekniklerin kullanım alanının genişlemesini sağlar.

Adorno, kişilik tipleri ile faşist olma potansiyeli arasındaki bağa eğilir; faşist potansiyelin değişmesi için bireyin kendini onlar olarak görme ve onlar olma kapasitesinde artış yaşanmalıdır. Dialectic of Enlightmenment isimli çalışmada Horkheimer ve Adorno, dünyayı Aydınlanma’nın ihaneti ve ürünü olarak hayal eder, süreç içinde yeni formlara; ayrıca mitolojiye, ardından kültür endüstrisine yer verirler. Kültür endüstrisi (bunun içinde anti- semitizm örneğine de yer verir) ise güçlü bir şekilde üretici, disipline edici ve yıldırıcı şekilde tüketicinin ihtiyaçlarına cevap vermeye yönelir. Böylesi bir toplum yapısı içerisinde bireysel deneyimlerin kaybolması süreci ve Yahudi karşıtlığıyla ilişkilendirilen “etiket/kalıp düşünce” kavramı ortaya atılır.

Erich W. Fromm (1900-1980): Frankfurt doğumludur. Psiko-analitik üzerine Berlin Psikoanalitik Enstitüsü’nde eğitim gördü. Marks’tan etkilenen Fromm, klinik deneyim ve psikanaliz üzerine çalışmalar yürütür. Fromm, toplum içindeki anaerkil aşamanın teorisini yeniden yayınlama konusunda heveslidir ki tam da bu konuyla ilgili olarak Fromm, Robert Briffault’un The Mother isimli çalışmasından etkilenmiştir. Fromm’un belli başlı çalışmaları, eleştirel teori içinde önemli rol oynar; dolayısıyla eleştirel teoriye yakın durur.

Fromm, kişilik üzerine eğilerek, bireyin kişilik sahibi olma noktasına eğilir; yaratıcılık noktasında bir çıkış yol bulamaması halinde özgürlüğüne zarar verecek dahi olsa, güvenlik açısından arayışa girme eğiliminde olacağını belirtir. Aynı zamanda kapitalist topluma eğilen Fromm, acizlik duygusundan kaçınmak için üç büyük mekanizma olduğunu belirtir: otoriterlik (buna ek olarak sado-mazoşizm Alman toplumundaki alt-orta sınıfta güçlüdür ve bu da Nazi hareketine güdüleyici bir öz sağlar), yıkıcılık ve otomat bir uyum. Fromm, Escape From Freedom’un ekinde, sosyal sürecin değerlendirilmesindeki ayırt edici özelliğin sosyal karakter –bireyin özü- kavramında bulunacağını savunur. Burada, Freud’un “psikolojizm”i ile Marksistlerin “ekonomizm”i ve Weber’in “idealizm”inden farklı bir görüşü ortaya koyar. Ona göre, bu, ne sadece psikolojik güçler, ne sadece ekonomik güçler ya da ne sadece idealler ve

286 kültürel geleneklerdir; bunların etkileşimidir. Son olarak Escape From Freedom’dan sonra Fromm, kendini eleştirel kuramdan ayrı tutmaya başlar; insan doğası üzerine vurgusunu pekiştirir.

Franz Neumann (1900-1954): Alman-Yahudi bir aileden gelir. Nazi döneminde tutuklanır; iş hukuku üzerine çalışır. Londra’ya kaçan Neumann daha sonra Amerika’ya göç ederek, orada Sosyal Araştırma Enstitüsü’ne dâhil olur. Faşizmin sorunları üzerine çalışmaya başlar; 1954 yılında trafik kazasında öldürülür.

Neumann, Almanya’daki faşizmin yükselişine dair analizler yapar; Weimar Cumhuriyetinin faşizmin içine düşmesini sorgular. Martindale, Neumann’ın içinde bulunduğu durumu, bulunduğu ülkenin siyasi ve toplumsal yapısına değinerek anlatmaya çalışır. Buna göre, I. Dünya Savaşı’na ek olarak, emperyalist Almanya’nın amaçları vardır. Bu süreçte savaşı kaybetmesiyle devlet geri çekilmek durumunda kalır ve yayılmacı politikalar gözden geçirilir. Sonuçta, ülke yabancı yardımlarla yeniden inşa edilebilir ancak bu reddedilir. Yeni dönemde ülke, sosyalist aşamaya dönüş için olgunlaşamaz. Martindale, tam da bu noktada milliyetçi sosyalizme yönelik Neumann’ın görüşüne yer verir; ona göre, milliyetçi sosyalizm, toplum teorisine sahip değildir. Neumann aynı zamanda hukuka değinerek, hukukun olmadığını, Almanya’nın devletten ziyade, dört alt-bağımsız güce sahip olduğunu belirtir.

Milliyetçi sosyalizm sadece toplum biçimini temsil etmez, aynı zamanda egemen sınıflar arasında derin husumetleri de barındırır; ortak bir bağımlılıktan söz edilemez. Son olarak Neumann, sistem içindeki çatlak ve kırıklar ile endüstri, resmi hizmet ve ordu içindeki bir çok hiyerarşilerin parçalara ayrıldığına inanır.

Herbert Marcuse (1898-1979): Berlin doğumlu Yahudi olan Marcuse, eleştirel kurama yakındır. Amerika’daki eleştirel kuramın en büyük temsilcisidir. Erken dönemde Husserl’in ve Heidegger’in fenomenolojisine ilgi duymuştur; onlarla birlikte çalışmalar yürütür. 1933 yılında Sosyal Araştırma Enstitüsü’ne katılan Marcuse’un Reason and Revolution isimli çalışması Enstitü tarafından İngilizce basılan ilk kitaptır.

1930’lu yıllardaki çalışmaları, eleştirel teorinin başlıca konularına yönelir; faşizmi, liberalizmin sonucu olarak görür ve tüm problemlere sol veya radikal Hegelci bakış açısından yaklaşır. Marksizmin kapitalizm eleştirisini kabul eder. Marcuse, Hegelci yorumdan hareketle felsefi bilgiyi (ki insan varlığıyla temellenen bir gerçeklik barındırır) tanımlarken, (Hegel dahil) insanoğlunun dünyasını ise aklın dünyası olarak resmeder. Bu noktada felsefi sisteme eğilen Marcuse, diyalektiğin en doğru felsefi yöntem olduğunu belirtir. Marcuse’a göre,

287 zıtlığın bütünleşmesi serilerinde insan dünyası gelişir; ilk aşamada özne ve onun nesnesi bilinçli bir form alır (ki burada dil aracıdır), ikinci aşamada, diğer bireylerle çatışma içinde bir kişilik olarak ortaya çıkarlar ve son olarak da bir ulus olarak görünür hale gelirler.

Marcuse, toplumun yükselişinde emeğin rolüne dair doktrininde, emek süreci, kapitalizmin Marksçı analizinde en önemli nokta olduğunu vurgular; Marks’ın açıklamalarına, dünyayı değiştirmeye amaçlayan teorik açıklamalarına odaklanır. Marcuse, Reason and Revolution isimli çalışmasında pozitivizmin eleştirisine ve faşizmin analizine döner; eleştirel teoriye yönelik belli başlı konular ortaya atar. Eros and Civilization’da Freud psikolojisine (talep ve içgüdü/Eros ve Thanatos örneği) yönelik benzer görevleri ele alır; baskı gücünün incelenmesine yönelir. Martindale, Marcuse’un öğrenci isyancıların gözünde bir kahraman olarak görülmesine değinerek, bu süreç içerisinde tartışmalarının, “savaşma, seviş” şeklinde bir politik slogan içerisinde dönüşüme uğradığını belirtir.

Marcuse’un gözden geçirip eleştirel teori ile bütünleştirdiği üçüncü kitabı Tek Boyutlu İnsan’da baskı gücü olarak kitle kültürünün yükselişi problemine ve pozitivist etkinin zayıflatılmasına yönelir. Burada teknolojik rasyonelliğin sosyal baskı noktasındaki etkisi üzerinde durur. Ona göre, insanlar kendilerini onlara ait eşyalar üzerinden fark eder, otomobilleri içerisinde kendi ruhlarını bulurlar.

Yeni Üyeler

Martindale, eleştirel teorinin, ilişkili olduğu çevreye bağlı olarak şekillendiğini söyler; Weimar Cumhuriyeti’nin içinde olduğu dönemi, faşizmin yükseliş evresini ve Nazi ile savaş yıllarını örnek olarak sunar.

Jürgen Habermas (1929-…): İlk çalışması Theory and Practice’dir. Habermas, sistematik şekilde her temel bilginin ve eleştirel kuram içindeki probleminin tarihsel kaynağına dönmeye yönelir. Pozitivizmle eleştirel kuramın eski çatışması yeni bir hal alır. Martindale, Adorno ve Dahrendorf’un üzerinde tartıştıkları noktalar olduğu bilgisini verirken, çatışma teorisi ile pozitivizm arasındaki çatışmanınsa Almanya’daki felsefi ve sosyal bilimsel tartışmanın merkezine yerleştiğini yazar. Martindale, Habermas ve Hans Albert, eleştirel teorinin ve pozitivizmin en büyük aktarıcıları olduklarını belirtir. Lichtheim’e göre, Habermas “Batı Almanya’daki filozofların en yeni nesli ve temeli”dir.

Habermas, teori ve pratik üzerine yazdığı çalışmasının dördündü baskısında, yeni bir girizgah ekler. Ona göre, bu çalışmanın gayesi; “toplum teorisi olarak tarihsel materyalizmi, modern sosyal felsefe ile geleneksel politikadaki zayıflıktan sakınan pratik amaçlarla kavramak”;

288 pratiğe atıfta bulunarak teorik yapıyla bilimsel karakteri birleştirmektir. Bunu daha açık hale getirebilmede ise ampirik, epistemolojik ve metodolojik yönler ortaya atılır. Ancak buna ilişkin olarak belli başlı sorunlar da ortaya çıkar. Habermas’a dair söylenebilecek belki de en son nokta, onun orijinal teorik düşünceleri arasında tarihsel materyalizmin felsefesi için dilsel kaynağın biçimlenmesi ve sol Hegelci ve Marksist gelenek içinde araçsal neden ile emek probleminin yeniden analizi yer almaktadır.

Alvin Gouldner (1953-…): İlk eseri Patterns of Industrial Bureaucracy’dir. Gouldner, sosyolojideki geleneksel pozitivizme eleştiri getirir. Gouldner, Amerikan sosyolojisine eleştiri getirir: “sosyoloji disiplini, defolu toplumun defolu ürünü şeklinde görülmedikçe sosyoloji eleştirisi yüzeysel kalacaktır.” Gouldner, genel olarak Amerikan sosyolojisini ortadan kaldırmaya yönelik çaba içerisindedir. Bu çabası, The Coming Crisis’de de görülebilir. Gouldner; bilim olarak sosyolojiye veya onun yönteminden ziyade toplum ve insan hakkındaki varsayımlar noktasına odaklanır. Ona göre, her teori açık formülleştirme ve arka plan varsayımları gibi iki temel unsuru içinde barındırır; ayrıca her teorinin bir grup tarafından üretildiği söylenebilir. Bu arada bilimsel metodolojilerin temel işlevi ise sosyologların ne çalıştıkları ile kişisel gerçeklikleri arasındaki boşluğun genişletilmesidir. Gouldner, yönteme ek olarak sosyologun çalışma ilgisine yönelerek, kanıtlayamamakla birlikte güçlü olarak hissettiği izlenimi ortaya kor ve şöyle der; sosyologların çalışma ilgilerini, problemlerini ve tarzlarını değiştirmeleri, kendi eşlerini değiştirmelerine benzer.

Gouldner, Batı sosyolojisinin krize sürüklendiğini düşünür; bunun da (1) Marksizm ile işlevselcilik arasındaki uzlaşmaya yönelik harekette, (2) genç sosyologların işlevselciliğe yabancılaşmasında, (3) bireysel yabancılaşmanın grup ya da kolektif biçimi alan eğiliminde, (4) işlevselciliğin artan teknik eleştirisinde; (5) Goffman, Garfinke ve Homans gibi şahıslarca işlevselciliğe alternatiflerin geliştirilmesinde ve son olarak (6) özgürlük ve eşitlik noktasında orta-ölçekli ve problem araştırması görünmesinde ifade olduğunu belirtir.

Gouldner, eleştirel teorinin kendi versiyonunu, refleksif sosyoloji olarak tanımlar. Refleksif sosyolojisinin pozitif içeriğinin biçimlenmesi, sol Hegelciliğin biçimidir. Refleksif sosyolojinin tarihsel görevi, modern liberalizmin karakteristik eleştirel farkındalığını beslemektir. Sosyolojinin niteliği, politik pratikten etkilenir, dahası sosyolojinin gelişebilmesi, liberalizmin politik pratiğinden kurtulmasını gerektirir. Gouldner, toplumun devam eden gelişimi için ideolojik bileşime başvurmak için eleştirel teoriye bakar; böylesi bir gelişimi The Future of the Intellectuals and the rise of the New Class isimli çalışmasında Hegelciliğe doğru sürdürür.

289

“ELEŞTİREL TEORİ” ANAHATLARI

 Frankfurt Okulu, 1922 yılında Felix Weil tarafından sol entelektüellerin bağımsız araştırmalar yapabilmesi adına kurulmuş bir enstitüdür.

 Nazilerin iktidara gelmesiyle Almanya’da barınma şansı kalmayan Enstitü en sonunda ABD’de faaliyetlerine devam eder.

 SSCB’deki rejimin giderek bürokratik bir egemenliğe dönüşmesi, Batı’da devrimlerin başarısızlığa uğraması ve dolayısıyla işçi sınıfının devrimci potansiyellerine karşı gelişen güvensizlik, İtalya ve Almanya’da parlamenter rejimlerin ortadan kalkışı ve faşist iktidarların kuruluşu; Frankfurt Okulu’nu oluşturan entelektüelleri yeni bir barbarlık çağı ile karşı karşıya olunduğu konusunda ikna etmiştir.

 Devrimci Marksizmden sol Hegelci bir kopuşu ifade ederler.

 Aydınlanma, kültür endüstrisi, faşizm, otoriter kişilik üzerine çalışmalar gerçekleştirmişlerdir.

 En önemli temsilcileri Horkheimer, Adorno, Marcuse, Fromm ve Neumann’dır. Daha sonra Habermas ve Gouldner da buokul içinde anılmıştır.

 Bu okula göre Aydınlanmanın yarattığı mitler giderek insan üzerinde hakimiyet kurmuştur.

 Modern Batı dünyasının en büyük miti, adil bir toplumun gerçekleşebilmesinde ana araç olarak bilimin görülmesi ve kültürel ve sosyal olguları şeyler olarak ele alınmasına dayanan pozitivizmin sosyal konulara yaklaşımda kullanılmasıdır.

 Eleştirel teorinin temel vurgusu her türlü pozitivizme karşıtlıktır.

290 IV. BÖLÜM: HÜMANİST ÖĞECİLİK

XXIII. Varoluşçuluk ve Fenomenolojinin Temelleri

Pozitivist organizmacılık (ki sosyolojik teori okullarının ilkidir), organizmacı toplum teorisine bilimsel yöntem açısından bağlıdır. Ekolün kurucuları, Rönesans ve Reform’dan beri Hıristiyanlığın Batı toplumundaki sorgulanamaz gücünü kaybettiklerinin farkında olup, aynı kurucular, aydınlanma düşünürlerinin dinin günlük davranışlardaki geleneksel rolünü azalttığını görürler. Bu dönemin bazı zamanlarında Hegelci felsefeyi, sosyolojinin antitezi olarak görmek mümkündü zira Hegelci felsefe, bütüncül ve rasyonalistti.

Akılcılık ile bilimsellik arasındaki uyumdan kaynaklı olarak bütüncülük önemli bir takım problemleri çözme kapasitesinden dolayı ilgi çekicidir. Böylesi bir kombinasyon ise gerçek ve değer arasındaki boşluğun üstesinden gelmiş gibidir. Ancak değerin kişilerarası deneyimindeki rolü noktasında çalışmalar sonlanmamıştır. Bu arada Fransa’da (Comte’çu felsefenin merkezi), sosyologlar ve bilimsel sosyalistler arasında anlaşmazlık doğmuş; Almanya’da (Hegelci felsefesinin merkezi), sağ ve sol Hegelciler, sonra da nesnel idealistler ve Marksçılar arasında bölünme yaşanmıştır. Hem felsefi hem de pratik olarak, bireyselci (veya elemantarist) pozisyona dönme girişimleri devrim sonrası dünyada yeni bir şekle yol açmıştır.

Ulus Devletler Dünyasında Bireycilik

Modern felsefeye anlaşılır bir giriş yapan düşünür olarak tanınan Descartes, bireyci ve akılcıdır. Toplumu rasyonel bireyler topluluğu görmekle birlikte, insanlığı ve onun dünyasını açıklamaya girişir, sistemler oluşturur. Descartes, matematiksel ifade kesinliğiyle, insanlığı, dünyayı ve Tanrı’yı yorumlamaya çalışır, açık nedenlere ulaşıncaya kadar her şeye şüpheyle yaklaşmayı seçer ve “düşünüyorum, öyle ise varım” önermesini geliştirir.

Kant, bilimsel bilginin, ilke olarak fenomenin ötesine geçemeyeceği sonucuna varır. Ona göre, olgusal dünyada her şey zorunlu kanunlara itaat eder; birey, kendine özgü çözümler yaratır, buna bağlı olarak da bir davranış karşısında birey sorumlu tutulur (cinayetten dolayı cezalandırma).

Hegel, bütüncül teorisini, Kant’ın bilimsel keşif teorisi ile kendisinin ahlaki davranış teorisi arasındaki çelişkiyi giderebilmek için geliştirir. Bu süreçte, Hegel, toplumu ve sosyal grupları sosyal gerçeklik birimleri olarak tanımlar ve mantığı, kolektif zihniyete değinerek anlamaya

291 çalışır; ancak birey, belirsizliğini korur. Bu türdeki çalışmalar Hegel’in ilgi toplamasına yol açar, 19.yüzyılın en popüler filozofu halini alır.

Arthur Schopenhauer (1788- 1860): Danzig’de doğan Schopenhauer, 1813’te doktora derecesi alır. World As Will and Idea isimli çalışmasında Schopenhauer, Kant’ın (deneyimlenen) fenomen dünyası ile numen dünyası arasında yaptığı ayrımı kabul ederek, bireyci bakış açısını korur. Buna karşın Hegel’in yaptığı gibi kolektif aklı kabul ederek bu ayrımı aşmaya çalışmaz. Ona göre fenomen, fikirlerdir; fikirlere sahip olan özne (numen) duygusal ve tutkuludur.

Ona göre, geleceğe dair umutlar aldatıcıdır. Arzuya değinen Schopenhauer, bu arzunun sönmesi halinde bireyin, içinde bulunduğu durumdan kurtulabileceğini belirtir.

Schopenhauer genel olarak, parçası bir sosyal yaşam yorumunu korumayı tercih etmiş ancak 18. yüzyıl rasyonalistlerinden farklı bir noktayı vurgulamada diretmiştir. Dolayısıyla ona göre, insan doğası temel olarak kötülükle yaratılmıştır ve insanlık, tutkuları ile temsil edilir.

Sören Kierkegaard (1813- 1855): Danimarka’da doğan Kiekegaard, (babasına tepki olarak) teoloji çalışmayı seçer. Bulunduğu bölge (Kopenhag) itibariyle ise zaman içerisinde dine yönelik şüpheleri artar; sanat, estetik ve felsefeyle ilgilenmeye başlar.

Kierkegaard’ın yaşadığı olaylar onu, kiliseye gidip, Hıristiyanlığı sorgulamadan yaşamaya ve popüler Hegelci soyut bütüncü teolojisini kabule karşı durarak bireyciliğe iter. Kierkegaard, özellikle de sorgusuz sualsiz kiliseye gidip, bu yapıya uyum sağlayan ve hatta bireyselliğini bir kenara bırakanlara eleştiri getirir. Martindale, Kierkegaard’ın bireyselliğe yönelip, kolektiviteden uzak durduğunu vurgular; Kierkegaard’a göre, kalabalıkla ilgili kavramlar gerçek olmayıp aynı zamanda lanetlidirler.

Jacob Burckhardt (1818-1897): Burckhardt, Basel’de doğar; babasının başkanı olduğu bir katedralde büyür. Diğer birçokları gibi, Burckhardt da dönemin şartları içerisinde (19. yüzyılda) Hıristiyanlık duygularında gerileme yaşar. Hegelci bütüncülüğü, dine uygun bulmaz ki bu noktada Hegel’in tarih felsefesine eğilir. Burckhardt, Kierkegaard gibi kolektiflikten ziyade bireyciliğe yönelir ve bu yönelimini Scopenhauer’den sonra belli bir modele oturtur. Burckhardt, çalışmaya, şu an ve her zaman olacağı gibi acı çeken, çaba gösteren ve yapan insandan başlanması gerektiği fikrini ortaya atar ki burada Martindale, özellikle şu noktaya değinmeyi uygun bulur; bireyler tarih yapar ve sadece onlar, yeni biçimler icat eder. Burckhardt, tarihsel güçlerle yüzleşmede çağdaş bireylerin kendilerini, çaresiz ve savunmacı esaretine düşmüş gibi hissettiklerini belirtir.

292 Burckhardt Scopenhauer’in öğrencisi olarak zamana karşı sadece iki tutumun mümkün olabileceğini düşünür; bunlardan ilki, bir fikir ve sanatsal bir düşünce objesi olarak onun içinde ama ona ait olmadan yaşayarak dünyayı ele almak; bir diğeri ise nirvana’yı araştırmak için sonsuz işkencelerle yıkıma uğramış olarak dünyayı ele almaktır. Kendi yaşamında ve teorisinde Burckhardt ilk tutuma yönelir.

Burckhardt, bir çağın anlamlarına ulaşma noktasında, tarihsel kaynaklardan ziyade yazarlara, şairlere ve artistlere yönelmeyi seçer. Tarihin büyük güçlerini devlet, din ve kültür olarak görür. Ona göre, bu güçler medeniyetin sentezlenmesinde önemli rollere sahiptirler. Burckhardt, devlet gücünün büyümesinin sivil özgürlüğün gerilemesi anlamını taşıdığını düşünür. Politik ve ekonomik devrimin sanatta, bilimde ve eğitimdeki etkilerinin büyük olacağına inanan Burckhardt, yüksek kültüre yönelik yapılan (veya yaratılan) sosyal temellerin yeni bir tür cahillik yaratacağını söyler.

Friedrich Nietzsche (1844-1900): Protestan bir papazın oğlu olan Nietzsche, kendisini Luthercilikten soyutlayarak, bütün yaşamı boyunca yaşamın anlamını bulmaya yönelik araştırmalar yapar. 1889 yılında akıl sağlığını kaybeder, yaşamının son yıllarını akıl hastanesinde geçirir.

Nietzsche belli başlı analiz aşamalarından söz eder; Wagnerci aşama (1869- 1876), diğerleri ise sırasıyla entelektüel evrim aşaması (1876-1881), lirik tasdik aşaması (1882- 1885); kültürel çöküş ve canlandırmada yansıtma aşaması (1885- 1888) gelir. Nietzsche filozof, aziz, yaratıcı artistlerin kültürde açığa çıkan 3 tip insanı temsil ettiğine inandı. Bu noktada bilim ise ona göre, kahramanlar, dâhiler ve azizlerdeki inancı yıkmış; yeni evrimcilik ise bireysel ve toplumsal ahlakın biyolojik ve evrimsel temellerini yaratmıştır. Nietzsche’ye göre güven, özgür ruhlu bir toplumun yaratılmasında gereklidir. Devlete, ulusçu burjuvaya değinen Nietzsche, aşamaları tek tek anlatır ki son aşamayı, dine yönelik sadakatin azalmasına paralel değişen kavramlara (Tanrı’nın ölümü gibi), demokrasi etiğinin analizine, geleneksel Hıristiyanlık yorumunun, demokratik ve sosyalist toplumda oluşan kızgınlık rollerinin analizine ayırır.

Nietzsche, sarışın canavar ırkın, Batı toplumunda yenilikçi olan hareketi kurduğunu düşünür. Nietzsche’nin düşüncesindeki sentetik ve analitik fazların temel teması bireylerin, onları yok etmeye eğilimli bütün güçlere karşı yeni bir alan geliştirme inancıdır. Bu noktada Nietzsche, yeni ve daha pozitif bir bireyci temelin ortaya atılması gerektiği fikrini paylaşır.

293 Sezgicilik ve Fenomenoloji

Martindale, Nature and Type isimli çalışmanın ilk baskısından bahsettiği paragrafta, bütüncül geleneklerin, pozitivist organizmacılığın ve çatışma teorisinin eleştirmenlere uyduklarını belirtir; dönemin bütüncül eğilim ve felsefedeki düşünürlerin yönelişlerini detaylandırır. Yazar, Kant’ın etik ve metafizik noktasındaki yönelişini ve yorumlamanın merkezine The Critique of Pure Reason’u yerleştirdiğini yazar. Bu çalışma, öğeci bakış açısından etik ve ahlak problemi sistemleştirmiştir.

Martindale, bazı bilginlerin yeni-Kantçıların rasyonalist-bilimsel önyargıları ve önem açısından gölgede kalmış formları araştırma ile ilişkiyi kesmelerinin kaçınılmaz olacağını yazar (bu sonuncusu yeni-idealizmin gelişiminde önemli bir bileşendir); buna bağlı olarak da psikolojinin çeşitli formlarındaki fenomenoloji ve sezgiciliğe yol açan yeni-Kantçı yöntemlerin değişimini bir düzen halinde verir.

Charles Renouvier (1815-1903): Renouvier, Kant’ın çalışmalarına dayanan ve fenomenoloji veya yeni-eleştirelcilik olarak bilinen teoriyi bulmuştur. Ona göre gerçeklik, bilinçlilik ve bilinçlilik durumları arasındaki ilişkiler sistemidir. Renouvier, numen'i elimine etmeye yönelir. Çünkü ona göre, en genel ilişkiler zaten fenomende mevcuttur. Renouvier fenomenal ilişkiler temelinde saf aklın karşıtlıklarını çözmeye yeltenir. Örneğin sonlu ve sonsuzun zıtlığına gerçek bir sonsuzluğun imkansız olduğu bakış açısından yaklaşır. Bu noktada dünya, sonsuz olarak ölçülebilir bir boyutla sonludur. Ancak o, ilişkileri bütünden daha az incelediği için, onun parçası olan bir oluşla ölçülemez. İlişkiler diğer ilişkileri destekler.

Renouvier, fenomenolizmi gitgide terk eder. Organik formlar ona git gide özgün bireysellikler olarak görülür ve kişilik çalışmalarında, bireyin kendisinin reddettiği birleştirici bir gücün var olduğunu fark eder (ki bireyi, doğallığın merkezine yerleştirir). Ona göre, iradeli eylemler ve kişilikler arasında bir bağlantı vardır; Bu da benliğin biraraya gelmiş duyumlar olarak görülmesini imkansız kılar.

Franz Brentano (1838- 1917): Bir rahip olarak eğitilen Brentano, Herbert Spiegelberg tarafından fenomenolojinin öncüsü olarak görülür. Eğitimi skolastikler ve Aristo temellidir. Bacon’dan Leibnitz, Locke ve Descartes’e doğru Batı felsefesinde bir seyir izler.

Stuart Mill ile iletişimde olan Brentano, Comte’un ateist olmasına ilgi duyar. Descartes’in ruh kavramı üzerinde çalışan Brentano, analizlerin ampirik ilişkileri açığa çıkaracağını düşünür. Psikolojiyi betimleyici ve genetik olarak iki ayırmakla birlikte; betimleyici psikolojinin, genetik psikolojiye mantıksal olarak öncül olduğunu ve ondan bağımsız olarak tanımlanan

294 yapısal veya yaygın ilişkiler kurmak için fenomenin sezgisel olarak incelenmesine dayandığını belirtir.

Psikolojik olgulara değinen Brentano, bu olguların içerdiği eylemleri üçe ayırır: temsiller, yargılar, duygular. Burada temsil birincildir, yargılar ve duygular için temel sağlar. Birisi, yargılar ve sevgi olmadan, sadece temsillerle donanmış olarak varoluşu kavrayabilir ama tersi kavranamaz. Brentano, son olarak, fenomenin neyi temsil ettiğine değinerek problemi çözmeye çalışır; teorik ve etik yargılamalara değinir.

Carl Stumpf (1848- 1936): Bir pozitivist ve Brentano’nun öğrencilerinden olan Stumpf, bilimsel bir disiplin olarak psikolojiyi kurmaya yönelmiş; fenomenolojik yöntemin psikolojide tanıtılmasında büyük başarı sağlamıştır. Stumpf’a göre, fenomenoloji birincil ve ikincil fenomenin çalışılmasından oluşur: duyulara hemen gönderilen deneyimin içerikleri birincil, hafızadaki görüntüleri ise ikincildir. Fenomen zihin tarafından şekillendirilen kavram, değer veya yapılar gibi zihinsel içerikleri içermez. Aynı zamanda fenomenin çalışılması nötral olup, hiçbir kavram fenomen tarafından uygulanan materyal olmadan inşa edilemez. Stumpf, fenomenolojik tasvir yapılmasının deneysel tekniklerin kullanımında önemli değeri olduğuna inanır. Deneyimin bağımlı ve bağımsız taraflarını ayırırken, fenomenolojik analizin hem bağlantıları hem de his durumlarını açığa çıkardığını söyler.

Henri Bergson (1859- 1941): Paris’te doğan Bergson, 19. yüzyıl bütüncülüğüne ve sistem inşasına gösterilen öğeci tepkide kendine bir yer edinir. Onun amacı; değerlerin, özgürlüğün ve yaratıcılığın bireysel deneyimin merkezi karakteristikleri olduğu ve bunların sosyal yaşamının merkezi gerçekliği olduğu inancını ortaya koymaktır. Brentano ve Stumpf’a zıt olarak Bergson, Kant’ın formülleştirmesinden hareketle çalışır. Schopenhauer gibi Bergson, Critique of Pure Reason ve Critique of Practical Reason arasındaki Kant’çı ayrımla çalışmalarına başlar, ancak problemi farklı şekilde kurgular. Dolaysız deneyimi birincil gerçeklilik olarak değerlendirir. Ona göre, kavramlar, mantık ve bilim dünyasının sabit formları olup, boyutlar ve niceliklerden biri olarak görülürler.

Bergson pratik ve saf mantık arasında bir ayrım ortaya koyar. Kant için algının uzay ve zaman diye iki temel formu bulunurken; Bergson aynı düşünceyi paylaşmaz. Ona göre, dolaysız deneyimde zaman, sezgi içinde kavranır. Bergsonun formülasyonunda güçlü bir anti-pozitivist bileşen vardır. Martindale son olarak Bergson’un, insana dair sosyal yaşamdaki en gerekli bileşenin, bütün hareket ve değişimin temelinde yatan kendiliğinden yaratıcılık olduğuna inandığını ekler.

295 Edmund Husserl (1859- 1938): Renouiver’in fenomenolizmini Kant’tan hareketle alır. Husserl, formüleştirmesini geliştirdiğinde zihninde Kant var gibi görünür. Ancak Renouvier’in yaptığı gibi bütün gerçekliği fenomene indirgemek yerine, fenomenin sezgisini gerçekliğin bütün formları yolunda temel olarak almaya yönelir.

Husserl, bilinebilen gerçek bir dış dünya olduğunu varsayar. Ona göre, bu dünyaya ulaşmak için bakılması gereken deneyim, hem nesneleri hem de zorunlu nesneleri veya özleri içerir. Bir nesnenin niteliği ise onun özlerinden meydana gelir. Buna karşılık gelen bilişsel ilişkilerdir. Husserl’ın epistemolojisindeki merkezi problem, içsel kontrolle bilinen objelerin, bunların saf bilinçliliğin bir parçası olduğunda nasıl araştırıldığıdır. Onun yöntemi fenomenolojik indirgemecilik; amacı, metafizikten arınmış bilinçliliğin gerekliliğine dair bir teori oluşturmaktır. Bu arada doğal ve özsel (eidetic) diye iki tür deneyimden söz eder.

Husserl’e göre, Kant’ın temel hatası, sadece deneyim ve bilişlerin nesnelerinin hassas bir karakteri olduğu varsayımıdır. Bunun yerine Husserl, birçok türde deneyim olduğunu düşünür. Fenomen, Kant için olduğu gibi, bilinçliliğin yapıları değildir; onlar saf bilinçliliğin içeriğini şekillendiren özlere denk düşer.

Doğal ve fenomenolojik tutum arasında fark bulunur. Husserl, doğa ve olaylar dünyasında bireylerin kendilerinin ve diğerlerinin farkında olduğunu; fenomenolojik yöntemin ise bir tür deneyim analizine dayandığını belirtir. Dolayısıyla onun nihai amacı, saf bilinçlilik ve özsel (eidetic) varlığın korelatif alanının araştırılmasını sağlamaktı. Böylesi bir yöntemin kullanılabilirliği ise öncelikle doğal ile eidetik olanın, daha sonra da var olanla metafiziksel olanın öz itibariyle ayrıştırılmasını sağlamaktır.

George Santayana (1863- 1952): Husserl’ın analizine benzeyen bir analiz geliştiren Santayana, varoluşun karmaşık dünyasının çıkarsanabilir öğeleri olduğunu savundu. Husserl ve Santayana tamamen birbirine benzer değildir. Husserl’a göre, bilinen her fenomen için ilişkili bir öz vardır, Santayana’ya göre, varlık özden imgelem sıçrayışı aracılığıyla doğar. Bu sıçrayış, özün varlığı kabul edildiğinde, kişi onu ilişkilerine yerleştirdiğinde olur. Şeylerin varlığı ve birinin benliği mantıkta değil ama eylemlerde bulunur. Her öz, onu diğerlerinden ayıran bir karaktere sahiptir. O, özü evrensel hale getiren bir bireyselliğe sahiptir. Ancak öz, var olmaz. Sorun alanı varlığın ikinci alanıdır. Bu eylemin alanıdır. Zorunlu olarak dinamiktir. Bu alanın varlığı içgüdüsel inanç konusudur. Varlığın üçüncü alanı ise gerçeklik alanıdır; sonsuzluk formu altında görünen şeylerin alanıdır. Bunun ötesinde ruhun alanıdır.

296 Senteze Doğru

19. yüzyıl dünyasında bütüncülüğe belli başlı eleştiriler yöneltilmeye başlar; eleştirilere bağlı olarak da toplumda bireyin yeri ve önemi yeniden kavramlaştırılma çabaları artar. Bu da var olan yöntemin sorgulanması demektir. Bireye yönelim, onun aynı zamanda irrasyonel ve olumsuz duygularının eksik bırakılmışlığının keşfini sağlar, bu da bireye yeni bir vurgu başlatır. Böylece, psikolojiden bütün hümanist ve davranışsal çalışmalara, yeni bir ampirizm ve fenomenolojik analiz vasıtasıyla sezgiciliğe doğru çeşitleme belirir. Bu da varoluşçuluk olarak tasarlanan bireyin yeni sabit teorilerinin, fenomenolojiyi merkez alan yöntemsel prosedürler serisine katılması gerekliliğini kaçınılmaz kılar. Bu arada hem varoluşçuluk hem de fenomenolojide neyin içerildiği ya da içerilmediği konusunda bir belirsizlik vardır. Varoluşçuluk, anlamlar arayan bir din olarak tanımlanır. Varoluşçuluk ve fenomenoloji hem her birinde kimin içerilip içerilmediği hem de hangi üyenin onların çakışma alanlarına seçileceği konusundaki karışıklıkların açığa kavuşması için merkezi karakteristiklerin açıkça tanımlanmasına ihtiyaç duyar. İkisinin arasındaki başlıca fark, varoluşçuluğun birey doğasının sabit problemleri ve onların çıkmazları ile ilgilenmesi; fenomenolojinin ise yöntemsel problemlerle uğraşmasıdır. Martindale, burada Spielberg’in her ikisinin birbirine uygun olabileceğini belirten cümlesine yer verir. Burada her iki alan, göçlerini birleştirerek, bir teori ve araştırma geleneği geliştirme ihtimali yaratır. Geleneklerin birbirine uygulanması Jasper’in, Heidegger’in ve Sartre’nin çalışmalarında görülebilir.

Karl Jaspers (1893- 1969): Oldenberg’te dünyaya gelen Jaspers, hukukla başladığı çalışma ilgisini, tıpta sürdürür. Bir süre psikiyatri kliniklerinde asistan olarak çalışır, daha sonra felsefeye yönelir. Genel olarak varoluşçuluğun önemli konularını formüle eder (bu, özellikle, Way to Wisdom’da görülebilir). Jaspers, birçok eserinde görüldüğü gibi, Kantçı bir eğilimle düşüncelerini şekillendirir. Temel olarak bilim, fenomen dünyası ve kendisinde şeyler dünyası arasındaki Kantçı ayırımı kabul eder. Ona göre, görgül varlık, bilimin bir tabakasıdır. Jaspers, Way to Wisdom isimli eserinde dünya gerçekliğine değinerek bu gerçekliği ampirik varlığın fenomenalitesi olarak tanımlanabileceğini; bu fenomenalitenin ise Kant tarafından açıklığa kavuşturulduğunu yazar. Burada, varlık ve metafizik olarak sınırı çizilen fenomenal dünya, tam bir aydınlanmış düşünce tabakasıdır. Bilimi bir düşman olarak görenlerin safında yer almayan Jaspers’e göre bilim, öğretme duygusunun belirsizliğine kapılmış bir adam misali, bariyer inşa eder; birey yeni bir tutukluluk haline girer. Jaspers, bilimi her tür bilginin normu sayanlarla felsefeye kesin bilimsel temel vermeye çalışanlara karşı çıkar. Modern bilim ile felsefenin özdeşleştirilmesini felaket olarak gören Jaspers; bilimde felaketi yaratanın,

297 değerlere egemen olmaya çalışan çaba olduğunu belirtir. Kant gibi, Jasper bilimi saf haliyele tutmayı ancak uygun bir alanla sınırlamayı seçer. Jaspers’a göre, felsefe için güdüler, meraktır (Plato ifadesiyle), şüphedir (Descartes ifadesiyle), vazgeçilmişliktir (Epicurus ve Stoics ifadesiyle).

Martin Heidegger (1889-1976): Heidegeer, genel olarak yeni-Kantçı gelenekten etkilenir; Brentano’nun On the Manifold Meaning of Being isimli çalışmasında geçen varlık problemine ilgi duyar. Çalışmaları ilgi uyandırır ancak (inkar etse de) Nazilerin destekçisi olduğu gerekçesiyle gölgede kalır. 1945’te Nazilere olan sempatisinden dolayı görevinden uzaklaştırıldı. Heidegger, Husserl ile benzer tarzda analizlere girişir. Heidegeer, doğal davranışa dikkat çeker ve Batı düşünürlerinin ampirik analizlerde uyguladığı geleneksel prosedürleri eleştirir. Ona göre, analizlerde 2 birim vardır: zihin ve davranış, özne ve nesne. Her ikisi de gözlem ve eylem arasında bir ayrım belirler. Heidegger’e göre, insan varlığının karakteristiği, dünyada oluş, diğerlerine karşılık vermek ve diğerleri tarafından yanıtlanmak, yani onlarla ilgili olmak anlamına gelir. Otantik veya otantik olmayan şeylerle ilgili 3 görüş vardır. Otantik ilginin 3 görüşü dünyada zaten var olan benliğin keşfi (Befindlichkeit), anlaşılması (Verstehen) ve bundan bahsedilmesidir (Rede); otantik olmayan formlara yanıt verme, belirsizlik (Zeideutigkeit), meraklılık (Neugier) ve boş konuşmadır (Gerede).

Analizinde, insan varlığının temel tarzlarını gelecekte, beklenti içinde yaşamak ve suçluluk duygusu, yabancılaşma duygusu ve asılsız kaygı ile şekillenen ‘özen’ ile karakterize olduğunu ortaya koyar. Heidegger yolunu Tanrı’ya çevirdiği gibi, bilimi onun yolundaki büyük engellerden biri olarak gördü. Ona göre, bilimin farklı görünen iki kavramından biri diğeriyle mücadele ediyor gibi görünmesine rağmen, her ikisi de aynı yanlış yorum ve ruhun zayıflamasıyla hareket etmektedir.

Jean Paul Sartre (1905- 1980): Paris’te doğan Sartre, felsefe profesörlüğü yapar. Sartre Husserl’den fenomenolojik yöntemi öğrenir. İlk romanı La Nausse’da yabancılaşma, dehşete düşme ve anlamı kaybetme duygusu inceler. Sartre algı fenomenolojisi, özgürlük doğası ve düşünce, hafıza ve sanat problemlerini keşfeder. La Nausse ile çağdaşlarına hitap eder, önemli bir çağdaş filozof olur.

Being and Nothingness, aşk, nefret, cinsellik, ızdırap, kötü inanç ve varlığın orijinal seçimleri gibi problemleri içeren insanlık hallerini çalışan Sartre, Descartes’ın bilinçli şüphenin varlık hakkındaki düşüncenin ön koşulu olduğu fikrinin yanlış olduğunu düşünür. Sartre bilinçsizliğin varlığında bilinç varlığının malzemeleri olduğunu, bunların bilince doğru hareketi olduğunu tespit eder. Ona göre, insanlar, olmadığı şey olan ve olduğu şey olmayan

298 varlıklardır. Sartre, hiçlik kavramına da eğilir, varoluşun takibi üzerine düşünür. Sartre, oluş halleri üzerinde çalışmalara odaklanır; özgürlüğümüzü kaybetmeden nasıl kendiliğindenin ortasında oluruz tartışmasıyla bağlantılı olarak Sartre, hakikat ve özgürlük düşüncesini geliştirmiştir. Bir bireyin varoluşla temel ilişkisi hem sahiplik ve eylem vasıtasıyla onu sahiplenmek hem de onunla bir olmak arzusuyla bulunur; her şey bireyin varoluşunun orijinal seçimlerine, hatta bir seçim yapmamayı seçmesine bağlıdır. Sartre, Being and Nothingness isimli çalışmasında kendisi için kavramına eğilerek, bu kavramın hiçbir şey olmadığını ancak kendiliğindenin de yok sayılması anlamına geldiğini yazar. Martindale, bu noktada Iris Murdoch’un Sartre’a yönelik sarf ettiği sözlere yer verir; Murdoch, Sartre’nin kendini bilen çağdan biri olduğunu ve post-Hegelci hareketin üç yolundan da gidebildiğini belirtir. Sartre’ın varoluşçu tarzı ise bazı çağdaşlarca eleştiriye uğrar; odaklandığı noktanın tiksindirici bir etki yarattığı vurgulanır. Bu eleştirilerde Sartre’ın (ateistik) bireyciliğe vurgusu da yerini alır. Sartre’a göre, Ateistik varoluşculuk, “Tanrı yoksa, en azından varlığın özden üstün olduğu bir varoluş vardır, herhangi bir kavramla tanımlanamadan önce var olan bir oluştur, ve bu oluş da insandır.” Sartre, Gabriel Marcel ve Jaspers’ı dinsel; kendisi ve Heidegger’i ateist varoluşçular olarak sınıflandırır. Sartre’nin bütüncülüğü reddedişi, sadece tarihçi formları (Hegelci ve Marksist) değil ayrıca insanlığın sonu hakkındaki dini görüşleri ve klasik sosyoloji ile faşizmi de içerir.

Fenomenolojik Yöntem

Spielberg, yönteminin gerekliliklerini ortaya koyar; bunu da indirgemeciliğe karşı bir protesto olarak düşünür. Bu noktada fenomenoloji, kabul edilen teoriler ve felsefelerin temeli olarak görülen bütün felsefeye karşı bir devrim olarak görülür. Fenomenolojik soyutlamalar, basitleştirmeyle başlayan ve bilimsel kavram kelimelerini en aza indirmeyle sonlanan modern bilimdeki eğilime karşı bir isyandır. Fenomenoloji sadece çalışmak için bütün bir gerçeklik tablosuna değil aynı zamanda duyularla çalışan pozitivist veriye de karşı çıkar. Husserl’in etkisiyle gelişen fenomenolojik program 7 adımı kapsar: (1) Belirli fenomeni araştırma, (2) Genel niteliği araştırma (özü), (3) Özler arasındaki zorunlu ilişkileri kavrama, (4) Görünür durumlar izleme, (5) Bilinçlilikteki fenomenin yapısını izleme, (6) Fenomenin varlığındaki inancı askıya alma ve (7) Fenomenin anlamın yorumlama.

Belirli fenomeni araştırma, üç işlemi içeren fenomenolojik tanımlamayı gerektirir: fenomenin sezgisel kavranması; onların analitik incelemeleri ve tanımlamaları. Fenomenolojik analiz, “fenomenolojik yapıların yakın fenomenle olan bağlantısı ve onunla ilişkisini keşfetmeyi ayrıca fenomenin bileşenlerini ayırmayı içerir.” Betimleme bazı seçicilikler içerir ve böylece

299 özlere dikkat edilmiş olur. Buna ek olarak fenomenolojik yöntem, genel özleri araştırmadır. Bir diğer aşama ise özler arasındaki ilişkileri ve bağlantıları kavramaktır. Bunun iki türde olduğu söylenir: tek bir özün içindeki ilişkiler ve birkaç özün arasındaki ilişkiler. Dördüncü basamak hem görünen şey hem de onun ortaya çıkma yolunu keşfetmeyi içerir. Daha sonra ise fenomenin yapısının zihinde nasıl şekillendiği noktası gelir. Bu kendiliğinden oluşabilir ya da ilişkisiz fenomenlerin bütünleştirilmesi yoluyla olabilir ve yapısal kanuna dayanır. Altıncı basamak Spielberg’ün azaltma veya askıya alma kavramlarına benzer. Husserl matematiksel askıya alma işlemleri ile orijinal anlamların azaltılmasını birleştirir. Yedinci basamak olan yorumlamalar, kesin fenomenin duyumunun yorumlanması için uğraşır. Yorumlayıcı fenomenolojinin hedefi, kısaca sezgilerimizi ortaya koymayan anlamları analiz etmek ve betimlemektir.

300

XXIV. Fenomenolojik Sosyoloji ve Etnometodoloji

Kantçı kaynaklarda, biçimcilik iki ayrıma tabidir; (1) fenomeni şeyden ayıran ve (2) fenomenin içeriği ile biçimi arasındaki farktan hareketle ayrım yapan. Fenomenoloji için şeyler farklıdır. İki yaklaşımın işleyişi de farklıdır. Kant için, bilimsel bilginin objektif yönlerinin analizlerindeki ayrılış noktası, a priori’nin mümkün olabilirliği üzerinden şekillenir. Simmel, yeni-Kantçı sosyoloji içerisinden şu soruyla bu konuya yorum getirir: toplumu mümkün kılan a priori şartlar nelerdir? Kantçı yönelimin buradaki tek mümkün cevabı biçim’dir. Husserl Kant’ın fenomeni, deneyim ile idrakin verilerine aracı nesne saydığını hatırlar. Oysa Husserl, fenomeni öz olarak saf bilincin içeriği sayar. Her nesne, sonuçta deneyim türünün olası nesnesidir. Deneyimin iki alt ayrımı ise doğal ve öze yönelik olandır ki Husserl, burada ikinci olanla ilgilenmiştir.

Fenomenolojik sosyolojinin yükselişinde ilk aşama, sosyal hayatın genel bileşenlerini tanımlayan fenomenolojik dilin uğraşısı tarafından tanımlanmış; biçim ve içerik ile numen ve fenomen arasındaki Kantçı ayrımdan sakınılmıştır. İkinci aşama ise fenomenolojik sosyolojinin varoluşçuluk ile fenomenolojiyi birleştirmeye çalışan bireyleri takiple oluşmuştur. Gündelik hayatın fenomenolojisinin yükselişi ise fenomenolojik sosyolojinin iki aşamasıyla temsil edilir. 1970’ler, fenomenolojik sosyolojinin kurumsallaşması yıllarıdır.

Biçimciliğe Fenomenolojik Alternatifler

Fenomenolojik sosyolojinin geliştirilmesinde üç isimden bahsedilebilir: Alfred Vierkandt, Max Scheler ve Georges Gurvitch.

Alfred Vierkandt (1867-1953): Etnoloji ve kültür tarihi ile kültürel değişme çalışmalarıyla adını duyuran Vierkandt, ilk çalışmalarında Clark Vissler’in “kültür alanı” ve Ogburn’un “kültürel gecikme” kavramlarını öngörür. Erken dönemlerinde sosyolojiyi tarihsel ve etnolojik maddesel genelleme olarak kavramlaştırırdı. Ancak sosyolojinin özel bir bilim olarak yapılandırılmasında sosyolojik probleme tarihsel bir yaklaşım ve tarihsel maddeciliğin kullanımını reddeder, ayrıca Gesellschaftslehre isimli çalışmasında da sosyolojik biçimciliğin bir türünü önerir. Vierkandt’ın iddiasına göre, çalışmasının nesnesi, biçimleri, gücü veya baskıyı, ve sosyal yaşamın gerçeklerini incelemedir. Böylesi bir amaç ise Simmel ve Tönnies tarafından yapılandırılmıştır.

301 Vierkandt, insan grupları ve onların yaşamı, kültürü, üretimi, tinsel aktivitesine başvuran disiplinlerin her türüyle karakterize edilen sosyoloji kavramının inceliklerinden yoksun olmayı reddeder. Simmel gibi o da, sosyal etkileşim ve onun ürünlerinin teorisi ile grup özelliklerini çalışan sosyoloji kavramını sınırlamayı diler. İnsanoğlu, kültürel ve biyolojik dünyada olduğu kadar, sosyal ilişkiler dünyasında yaşar. Bütün bu özellikler ise zihinsel aşamalardır ve bunlar, birlikte yaşama süreci içerisinde oluşur. Burada, etkileşimin çalışılmasında sırasında biçimsel sosyoloji davranışçı değildir. Vierkandt’ın Gesellschaftslehre isimli çalışmasında, biçimsel sosyolojinin kültür bilimleri ve pratik hayatın ilişkisi, matematik ve fizik veya teknoloji arasındaki ilişkinin benzeridir. Onun düşüncesine göre, sosyal fenomenin sistemleştirilmesi, sosyolojinin birincil görevi olmalıdır. Vietkandt, Simmel’in bazı konularda hataya düştüğünü düşünür. Otoriteye değinen Vierkandt, onun sosyal bir biçim olduğunu ancak her otoritedeki somut işaretinin tarihsel olduğunu belirtir. Simmel bu noktayı korusa da saf biçim veya aşamaların doğru teorisi içinde bir sosyolojinin gelişimine uğraşmaz. Böylesi bir görev Vierkandt’a göre sadece gelişmiş fenomenolojik yöntem aracılığıyla mümkün olmuştur. Böylesi bir yönteme başvurulabilir oluşu ise sosyal yaşamın zihinsel bir yaşam olarak deneyimin içinde verili oluşuyla bağlantılıdır.

Fenomenolojik yöntem, farkında olma sürecinin kontrol edilebilir deneyimi noktasındaki vurguya ek olarak bilinçli deneyimin yönlerine odaklanmayı da gerektirir. Bu aynı zamanda “içken yansı”yı sunar. Fenomenolojik yöntem, temel belli başlı sosyal eğilimlerin üstünü eşmeye yönelir. Martindale, burada utanma örneğine yer vererek, arzu edilmeyen ani bir sonucun korkusundan farklılık içerdiğini yazar; Simmel’in yöntemine atıf yapmayı sürdürür. Fenomenolojik analiz örnekleri, öz-saygı eğilimi içerisinde bulunur. İtaatin fenomenolojik çalışması, korku veya diğer güdülerden korkuyu değil ayrıca gönüllü içsel feragati da ima eder. Böylesi bir kavram aynı zamanda ürkeklik, şaşkınlık ve daha üst bir karakterle iletişime geçme ihtiyacı gibi psikolojik aşamalarla da ilişkilidir. Karakteristik davranışlar ise tapınma, sadakat ve saygı ile alakalıdır.

Vierkandt’ın savunduğu sosyolojide belli başlı konular vardır; (1) insanın zihinsel yaşamının tarihsel özelliği, (2) toplum doğası, (3) çevre gücü, (4) sosyolojik düşüncenin temel kategorileri olarak ilişkiler ve (5) sosyal bütün kavramı. İnsan doğasına ve topluma eğilen Vierkandt, insan doğasının evrensel olmadığını; toplum tanımının ise kolayca yapılabildiğini dile getirirken; sosyal ilişkilere de eğilir. Sosyal hayat karşılıklılığın en düşük düzeydeki halini ima ederken; topluluk ise onun ideal biçimidir. Topluma dair açıklamalar içerisinde hiçbir olayda toplumun bir organizma olarak varsayılmadığı belirtilir. Vierkandt dikkatini,

302 temel sosyal ilişkilere doğru yöneltir. Çalışmasının bu aşaması için genel çözüm, Tönnies’in cemaat ve toplum tipolojisi aracılığıyla sağlanmış olur ve çalışmasını, ahlak, kolektif bilinç ve grup öz-bilinç gibi grubun kolektif fenomenin deneyimlenmesi ile tamamlar.

Sosyal ilişkilerin fenomenolojik çalışması zihinsel sürece veya içsel yaşama yoğunlaşır. Tüm sosyal ilişkiler bireylerin içsel yaşamlarını etkiler. Bu arada hakimiyet ilişkisi, ikili tanıma ve çatışma da içsel tatmin sunar. Martindale, içsel ilişkiye değinerek karşılıklı kuralları tanımayı vurgulayan yanından söz eder; düzenlemenin ise grup isteğinden kaynaklandığını yazar. Vierkandt grup kavramına eğilerek, yeni olanakları kendi grup üyeleri içerisinde geliştireceğine inanır. Grubun uygun açıklaması için, yeni bir sosyal bütünlük teorisine ihtiyaç vardır ve bu noktada Gestaltçı teori, bu yeni teoriye bir örnektir. Dışsal baskıdan söz eden Martindale, grubun bir gün aktörler ve izleyiciler diye ikiye ayrılacağı; izleyicilerin aktörlerin davranışlarını kontrol ve izleyeceklerini yazar. Grup gerçekte bir izleyicidir. Grubun iradesi, onların (grup üyelerinin) iradesidir. Grup ruhu, herkes tarafından paylaşılan düşünce, tutum ve değerler içerir. Dolayısıyla fenomenolojik yöntem, saf sosyolojinin yöntemi, toplumun özünü, sosyal davranışı ve sosyal ilişkileri keşfeder.

Max Scheler (1874-1928): Modern sosyoloji için Scheler’in önemi, bilgi sosyolojisinin popülerleşmesindedir. Teorik olarak sosyolojik biçimciliğin fenomenolojik branşına bağlı olan Scheler, Dilthey ve Simmel’in öğrencisi olup; Cologne Üniversitesinde felsefe ve sosyoloji alanında profesör olur. Scheler’in düşüncelerinin bütününün temeli, gerçek değer alanı ile varoluşsal gerçek alanı arasındaki fenomenologların ayırt edici niteliğidir. Böylesi bir metafiziksel ayrım kültürel sosyoloji ile gerçek etkenlerin sosyolojisi arasında zıtlığın özüdür. Kültürel veri -ki bunlar aynı zamanda ideal amaçlar aracılığıyla da tanımlanırlar- “ideal”, düşünce ve değer alanında var olandır. Gerçek etkenler ise zaman içerisindeki değişen olaylar parçasıdır. Gerçek veri, cinsellik, açlık ve güç için çabalamak gibi şeyler etrafında dürtü yapısını biçimlendirir. Scheler için tarihsel bilgiye dair mesele, nasıl oluyor da bu iki alan ortaklaşa etkinlik içinde olduğudur. Kültürel sosyolojinin amacı ise idealin kaygısıdır ve kültürel sosyoloji, din, felsefe, bilimsel düşünce ve sanat çalışmaları yapar. Martindale, burada gerçek etkenlere yönelik bilgi verir. Gerçek etkenler ideal değerlerin keşfini destekler veya desteklemez. Oysa buradaki temel görev, gerçek veya ideal olan gerçeklerin etkileşimdeki yollarını keşfetmektir.

Martindale, The Nature of Sympathy isimli çalışmadan bahsederken, sempati kavramını tanımlamaya yönelir; Sempati, hissi bir halin türü veya duygusal birlik, başkalarıyla benzer duyguların paylaşımında aracı olarak tanımlanır. Mimpathy veya duygusal taklit (Nachfühlen)

303 ise bundan ayrı olup bunlara ilaveten propathy veya duygusal katılım (Mitgefühl) gelir ki bu, katılımcının bir başkasının duygusal alanında olması halindeki olaylarda ortaya çıkar. Ancak bunlar duygusal salgın gibi otomatik değil bilinçlidir. Martindale, duygusal olarak başka bir şey zannetme ya da empati ile duygusal tanımlama ya da unipathy’den farklılaşabilir olduğunu yazar. Bütün bunlar biçimciliğin türlerine denk düşer. Martindale, burada Scheler’in düşüncelerindeki başlıca eğilimler üzerine dururken, tarih yorumuna yer verir. Tarih, toplum liderlerinin ve onların kültürel yapılarının sürdürülür yapılarını üretimidir. Normatif ve dirimsel olayların etkileşimi bir seçkin aracılık eder.

Martindale, ideal ile gerçek etkenlere tekrardan değinir. Buna göre ideal etkenler, kültürel gelişimde bir etkiye sahiptir. Düşünce iklimini biçimlendiren bilgi biçimlerinin sayıları vardır. Dolayısıyla tam da bu noktada bilgi sosyolojisinin temel görevi, temel tahminleri ve onların dönüşümlerini izole etmektir. Bir kere, bu temel görev başarılır; bilgi sosyolojisi de teknolojik enformasyon, bilimsel ve matematiksel bilgi, felsefik bilgi, gizemli bilgi, dini bilgi, halkın sağduyusu ve efsanevi bilgi gibi bilgi türlerini analize yönelir. Scheler’e göre, bilgi türlerinin sosyolojik karakterleri, sorgulanamaz niteliktedir. Ancak ne içerik ne de bilginin geçerli nesnel hali sosyal yapı tarafından tanımlanmaz. Bilgi, kendiliğinden şekilde öz alanı içerir. Burada bilgi türlerine –ki bu türler belli başlı grup türlerine bağlıdır-, ayrıca sosyal hareket türlerine değinilirken, Plato’nun düşünceler teorisine yer verilir. Düşünce nominalist olandan ziyade realisttir ve onun kategorileri organizmacıdır. Scheler’in düşüncesinde, düşünceler ve kurumsal biçimler arasında ise seçici bir ilişki mevcuttur.

Georges Gurvitch (1894-1965): Rus sosyolog olup, Sorbonne’da sosyoloji profesörlüğüne getirilir. II. Dünya Savaşı sonrasında kurulan Centre d’Etudes Sociologiques’in ilk yöneticisidir. Gurvitch üzerinde Scheler’in fenomolojisi ve sosyometri etkili olur.

Gurvitch’in görüşüne göre, Comte’un sosyolojik pozitivizmi iki temel özelliğe sahiptir; sosyal gerçeklerin pozitif bilimini ve bilimlerin bilimi veya tam bir bilim olarak sosyoloji kavramını inşa etmeye yeltenmek. Burada yalnızca organizmacılık (Spencer ve Schaffle) sosyal düzen problemini ele alır. Organizmacılığa ilaveten sosyal psikolojiye ki burada Lester Ward ve Tarde örnek gösterilerek mekanik doğacılık’a karşı bir etki oluştururken; sosyolojik biçimcilik ile Amerikan davranışçılığı (burada Simmel ve von Wiese) sosyolojiyi saf biçimlerin çalışılmasını sınırlamaktadır, demektedir. Bu noktada Cooley’in toplumun analizine yönelik çalışmasına ilaveten sosyolojik gelişime katkısı dokunan Weber’e de yer verilirken, Durkheim’in sosyal gerçekliğin ayrımında izlediği aşamalardan da bahsedilir. Sosyal morfoloji, sosyal fizyoloji, kolektif psikoloji ve genel sosyoloji gibi sosyolojinin

304 değişik branşlarının ayırt edildiği böylesi bir ayrım temeldir. Tinsel maddelerin sosyolojisi noktasında Wilhelm Dilthey, Scheler ve Mannheim; sosyal semboller ve akli faaliyetle ilgili (noetic) kolektif anlayışın tartışması noktasında Ernst Cassirer, Levy-Bruhl, George H. Mead; son olarak da sosyal gerçeklik ve tinsel anlamlar arasındaki ilişkiye odaklanan Elijah Jordan, Pitirim Sorokin, Robert MacIver gibi isimler gelmektedir.

Sosyolojinin özünün akli faaliyetle ilgili olanın veya insan ruhunun çalışılması olduğunu belirtir. Sosyal gerçekliğin değişik aşamaları Durkheim’a bağlanan kısımlara uymaktadır; (1) sosyal gerçekliğin yüzeyi bireyler ve şeyler tarafından yapılandırılır –toplumun demografik ve coğrafi gerçekleri gibi-, (2) ikinci aşama, organizasyonlar, üstyapılar veya kolektif yönetimlerle yapılanır, (3) kolektif yönetimler ve standartlaşmış görünümler örüntüsüyle ilişkili bir aşamadır, (4) böylesi örüntülerin altları organize olmamış kolektif yönetimlere uzanır, (5) bunların altları, sosyal sembollerle yönetilen sosyal gerçekliğin katmanlarıdır; bunlar olmadan organizasyon, kültürel örüntüler ve kolektif yönetimler mümkün olamaz, (6) sembollerin alt düzeyi kolektif davranışlardır; eski örüntüleri zedeler ve yenilerini yaratır, (7) yaratıcı ve beklenmeyen sosyal hareket kolektif düşünceler ve değerlerlin gerçek düzeyleridir, (8) sosyal devirler ile yapı örneklerle ayrıntılandırılan tinsel değerler ile düşünceler, tutulmalı, test edilebilmeli ve deneyimlenebilmelidir. İnsan ruhu veya zihninin çalışılması kültürel örüntü çalışmasıdır; yalnızca sosyolojik yöntem içsel anlamların veya verstehen’in yorumlanabilmesi, bu türdeki bir çalışmaya uygundur. Gurvitch fenomenolojik bakış açsına eğilen Martindale, zihnin sosyolojisine yönelik sorunsala dair Sociology of Law isimli çalışmasında yaptığı açıklamaya atıfta bulunur; analizini, Bergson ve Husserl’in kavramlarından hareketle açığa koymaya çalışır. Gurvitch, Fransa dönüşünde bütüncül bakış açısı için öğeci olanı terk eder; Böylece sosyoloji, tüm sosyal fenomenin çalışılması halini alır. Onun tüm sosyolojisi ise Sorokin’inkine benzerdir.

Günlük Yaşamın Fenomenolojisi ve Etnometodolojisi

Erken girişimlerden oluşan fenomenolojik sosyolojinin öncüleri yeni-Kantçı sosyoloji ile artan problemlerin çözümü için yeni yöntemler geliştirir. Yaklaşımı öğeci; sosyolojinin özsel konusu ise anlamlı etkileşimlerdir. Fenomenoloji ve varoluşçuluğun birleşmesi görevini ilk üstlenenler 1920’li yıllarda Jaspers –çalışmasında, anlama ve açıklama (Verstehende ve Erklarende) psikopatolojisi arasında ayrımı yapar- ve Heidegger’dir. Jaspers’in sınıflandırması noktasında anlama psikolojisi etkileşimini anlamaya, açıklama psikolojisi ise nedensel açıklamalar sağlamaya çalışır. General Psichpathology’da Jaspers, keşfin en önemli aracı olarak tanımlayıcı fenomenolojiyi işler. Jaspers bu çalışmaya ilaveten Psychology of

305 World-Views isimli ikinci kitabını hazırlar; burada dünya-görüşünün özünü kavramaya yönelir. Man in the Modern World’da da zamanın teşhisini koymaya çalışır.

Jaspers ve Heidegger tarafından fenomenoloji ve varoluşçuluğun arasındaki kurulan bağlantı, Husserl’in analizine hücumu korumakla kalmamış, merkezi bir düzeyi ele geçirmiştir. Martindale, Spiegelberg’in sözlerinden hareketle Husserl’inin, metafizik benliğin diğer benlikleri yönlendirme durumunu ortaya koyduğu soruya işaret eder. Dahası, The Crisis of the European Sciences and Transcendental Phenomenology isimli bir başka eserinde insan topluluğu için fenomenolojik bir kaynak kurmaktan ziyade, bilim ve pozitivizm ve bireylerin tatsız durumlarıyla ilişkili yeni bağlantılarla gelişen hayal kırıklığına fenomenolojiyi alıştırmak istediğini belirtir. Burada günlük yaşam-dünya’ya doğru bir dönüşün yaşandığı vurgusu vardır. Husserl, daha sonraları, bütün bilimlerin günlük hayatın öznel alanlarında tüm özel alanların kökenlerini bulur. Onun yorumunda ise Kantçı bir sesin izine rastlanır. Joseph Kockelmans’ın özetiyle; Husserl’in varsayımı Kantçılığın derinleşmesi olarak görülür.

Martindale, Husserl’in yaptıklarıyla, öğrencisi Heidegger dahil varoluşçuların yaptıkları arasında benzerlik olduğu fikrine yer verir. Varoluşçuların amacı insanoğlunu ve onun dünyasını açıklamaktır. Sonuçta, yukarıda da görüleceği üzere, Husserl yaşam-dünya kavramını kullanmayı tercih etmiştir.

Alfred Schutz (1899-1959): Viyana doğumlu olan Schutz, sosyal bilimler ve hukuk alanında eğitim görür. Öğrenciliği sırasında Husserl’in ve Weber’in çalışmalarıyla ilgilidir. Husserl’le yakın arkadaş olan Schutz, Nazi döneminde Paris’e göçer, ardından Amerika’ya. Husserl’in öğrencisi Marvin Farber ile International Phenomenological Society’yi kurar.

Schutz, günlük hayat sorunu üzerine odaklanan fenomenolojik sosyolojinin yeniden keşfinde önemli bir mimardır adeta. İlk çalışmasında, Husserl’in fenomenolojisinin anlamları aracılığıyla, burada birçok düşünürün yardımıyla, Weber’in düşüncelerini arıtmayı üstlenir. Schutz, Weber sosyolojinin gündelik hayatın dünyasınını doğal davranışlarını analiz ile başladığına inanır. İnsanın içine doğduğu böylesi bir gündelik hayatın dünyasında ise bireyler, teorik değil pratik çıkarlara sahiptir. Schutz, mitlere eğilerek, bunları, insanların birer ürünü olarak tanımlar; Weber’in açıklamalarıyla ilişkilendirir. Burada bireysel deneyim –ki deneyimin fiili dünyası, baştan özgün olandır- içinde bilgi parçacıklarının türediği belirtilirken, bireylerin çevreyle nasıl bir ilişki içinde olduklarını düşündükleri aktarılır; yorum ve anlatım tasarısı olarak dilin ise sembol ve sözdizimi kurallarını içermediği anlatılır.

306 Sosyologların “sistem”, “konum”, “rol beklentisi”, “durum” ve “kurum” tipikleşen ağ olarak bireyler tarafından deneyimlenir. Tipikleşmenin bilgisi ve uygun şekilde kullanımı, sosyokültürel aktarımın ayrılmaz unsurudur. Schutz, Weber’in sosyal eylem sorunsalı üzerine yoğunlaşır; Husserl’in bencilik probleminden sakınır hale gelir. Sosyal eylem kavramına eğilmekle birlikte deneyimi de ön planda tutan Schutz, bireylerin doğal dünyada, dünyayı kendi deneyimlerini yorumlayarak anlamlandırdıklarını belirtir. Yüz-yüze iletişim konusunda ise bireylerin birbirinden haberdar olma şartı üzerinden biz-ilişkisinin kurulduğu anlatılır; Burada bir de başkalarından bahseder ki onlar-odaklı kavramıyla açıklık getirmeye yönelir. Modern dünya içinde insan yaşamının en temel özelliği eşlerin uzatmalı karşılıklı anonimlikleridir. Schutz, bilgi stokuna ulaşmada üç ideal türü ortaya koyar; uzmanınki, yoldaki insanınki ve iyi eğitimli vatandaşınki şeklinde. Schutz’a göre, sosyoloji ve diğer sosyal bilimler yaşam-dünya ile birlikte başlar; temel hipotezlerin geliştirilmesiyle de gelişirler.

Berger and Luckmann: Berger, Viyana’da doğup, Amerika’ya yerleşir. New School for Social Research’da sosyoloji alanında doktora derecesi alır. Her iki düşünüre göre, bilgi sosyolojisi, toplum içerisinde “bilgi”nin geçtiği her şeyle ilişkili olmalıdır. Bu anlayış Schutz’un “nasıl oluyor da öznel anlamlar nesnel özellikler halini alıyor” sorusuyla bağlantılandırılır. Gündelik yaşamın gerçekliği, belli başlı rutinleriyle “özneler arası dünya” olarak varsayılır. “Saat ve takvim” beni, “zamanın adamı” yapar. Yaşamın gerçekliği yüz- yüze durumlarda diğerleriyle paylaşılır; böylesi durumlarda da diğerleri tamamıyla gerçektir. Ancak bireyin kendini algılayabilmesi için durup dikkatini, kendi geçmişe döndürmelidir. Tipikleştirme kavramı üzerinden, diğerinin algılanmasına yönelik açıklamalara, gündelik yaşamın sosyal gerçekliğinin “tipikleştirme süreci içinde” anlamlandırıldığı bilgisi eklenir. Sosyal yapı ise böylesi tipikleştirmelerin tamamı olup, onlar tarafından kurulan etkileşimin yinelenen örüntüleridir.

Gözlemlerinden hareketle, Berger ve Luckmann, Gündelik Yaşam İçinde Bilginin Kaynağı başlığı altında iki konuyu sunarlar: “Nesnel Gerçeklik Olarak Toplum” ve “Öznel Gerçeklik Olarak Toplum”. Kurumsallaşmayı bir süreç olarak görmekle birlikte; karşılıklı tipikleştirmenin olduğu her yerde ortaya çıktığı, cisimleştirildiği ve şeyler olarak görülebildiği belirtilir. Meşrulaştırma ise belli bir süreç olarak anlamın nesneleşmesinde “ikinci-düzen” gibi en iyi şekilde tanımlanır; meşrulaştırmanın bir görevi ise yeni anlamlar üretebilmesidir. Burada sosyal kurumlarla teoriler arasında diyalektik bir ilişkinin olduğu da söylenebilir. Berger ve Luckmann, sadece teoride yeni bir arayışı iddia etmek değil, bilgi sosyolojisinin

307 sorunsalına orijinal bir çözüm aramaktadır. Dolayısıyla bu noktada her ikisinin başlıca katkıları, basmakalıp jargon içinde fenomenolojik dilin kodlanmasında görülür.

Harold Garfinkel: New Jersey’de doğan Garfinkel –etnometodoloji terimini bulan-, California Üniversitesinde profesörlüğünü alır. Etkilendiği isimler arasında Talcott Parsons, Alfred Schutz, Edmund Husserl ve Aron Gurwitsch vardır ancak en büyük etki Schutz’dan gelmektedir. Garfinkel, etnometodoloji terimi için ortaya attığı düşünceyi, Yale’de etnobotani, etnofizyoloji ve etnofizik gibi kısımlardan hareketle kültür aşırı alanlarda yaptığı çalışmalar sırasında edindiğini iddia eder. Garfinkel bazen sosyal düzen sorunsalının tanımlanma meselesine eğilir; ona göre, etnometodoloji sosyal düzenin çalışılmasını görünür kılar. Schutz’dan gövdesini alan fenomenolojik geleneğin birincil nesnesi sosyal yaşamın doğrudan incelenmesidir. Garfinkel’in başlıca katkısı “deneyimsel” marifet ilavesi olmuştur. Garfinkel’in etnometodolojisi, Gouldner’in eleştirisini çağrıştırır. Gouldner Schutz’un fenomenolojik geleneği içinde Garfinkel’in çalışmasına yönelik yorumunda, Garfinkel’in eleştirel olaylardan ziyade gündelik hayata odaklandığını; bütün bireyleri pratik teorisyenler olarak saydığını dile getirir.

Garfinkel, diğer etnometodologlar gibi günlük aktivitelerin analizini sosyolojik çalışmanın birincil alanı olarak ele alır.

Robert Nisbet: Kendini diğerinin düşüncelerini sunmaya adayan Nisbet, entelektüel tarihçi olarak tanımlanır. The Sociological Tradition isimli çalışmada, 1830 ve 1890 yılları arasındaki süreci küçük altın çağ olarak tanımlar. Tocqueville ile Weber arasındaki döneme eğilen Nisbet, bizimle ilgili sosyal dünyayı görmeye eğilir. Düşüncelerin modern muhafazakarlığın özünü biçimlendirdiğini ve bunların “Fransız devrimi ile endüstri devriminin çocukları” olduğunu ortaya koyar. Bunlar ise topluluk, otorite, statü, gizem ve yabancılaştırma içerir. Nisbet, sosyolojinin merkezi fikirlerinin ahlaki buluşlara uzanan artistik buluşlar olduğu inancını belirtir: “Büyük sosyologlar ahlaki filozoflar ve artist olmaktan asla vazgeçmemelidir.”

Nisbet, bilim ve sanatın kimliğini tartışmaya açar; Bu tartışmaya göre, sanatla bilim sadece yön ve ilginin vurgulanması noktasında farklılık yaşar: “Sanatçının ilgisi tarz ve biçime; bilim insanının ilgisi yapı ve türe yöneliktir.” Nisbet’in antagonizmi sistematik teori ile pozitivist metodolojinin her türüne yayılır. Sanat ve bilim noktasına tekrar yönelen Martindale, burada Nisbet’in iki alan arasındaki ortak aramasının “gerçeği anlama”ya yönelik olduğunu belirtir. Nisbet, Thomas Kuhn’un paradigm kavramıyla kendi duruşunu tanımlar. Burada sosyolojiye dair açıklamalar yer alır ve bu açıklamalara göre, sosyoloji, temelde birey, özgürlük ve

308 değişim gibi sosyal bilimlerle ilgili konuları paylaşır. Dahası sosyoloji, topluluk, otorite, statü, gizem ve yabancılaşma gibi ek konulara da sahiptir. Sosyolojik alanlara değinen Nisbet, bunları kitleler, güç, fabrika ürününün harabeliği ve büyük şehrin anonimliği olarak; daha önemli olanlar olarak ise burjuva, işçi, bürokrasi ve aydın diye sıralar. Sosyolojinin ardından sosyologlara değinen Nisbet, sosyologları, panorama ile dioramaların her ikisini içeren kavramların temsilini –tıpkı kapitalizm (Marks), demokrasi (Tocqueville) ve rasyonalizasyon (Weber)- bağlamakla görevlendirir. Görüleceği üzere, Nisbet, fenomenolojik sosyolojinin bireyci taraftarı, antipozitivist, elitist ve muhafazakârdır.

Amerikan Sosyolojisinde Fenomenolojinin Kurumsallaşması

Martindale, bu noktadaki kilometre taşının 1971 George Psathas’ın William Sewell’i yazmasıyla atılmış olduğunu belirtir. Psathas’ın önerisi, sosyal bilimler filozofunun, fenomenolojik geleneğe aşina olan sosyologlarca yorumlanan temel konuları tanıtması şeklindedir. Martindale, Psathas’a ilave, Richard Zaner, Kurt Wolff, Helmut Wager gibi isimlerden ve genel olarak fenomenolojik sosyolojiye katkılarından söz eder. 1970’lerdeki döneme yeniden bakınca da Martindale, Myrtle Korenbaum’dan fenomenolojik mektubun kurulmasının başlatıcısı olarak söz eder. The Annals of Phenomenological Sociology, yeni dönem sosyolojik yayındır. 1971’de ise ASA’da Phenomenological Sociology yayınlanır.

Phenomenological Sociology editörünün kitabın amacına yönelik giriş açıklamasına rağmen ki burada okuyucuya fenomenoloji içerisinde sofistike olmayan bir giriş sunar, “fenomenolojiyi felsefe, yöntem ve yaklaşım” şeklinde betimler. Buna göre de fenomenoloji kolayca yorumlanamaz. Ona göre böylesi bir hareket sosyoloji, psikoloji ve psikiyatride etki yaratan Husserl’den beslenmiştir. Editör, Schutz’un katkısı noktasında bir özet çıkaramaz ancak açık bir şekilde Scuhtz’un fenomenolojik sosyolojinin temel görevi olarak gündelik hayatın anlaşılmasını sağladığını varsayar. Martindale, editörün açıklamalarına yer vermeyi sürdürerek, fenomenolojik tanımlama, açıklama ve gündelik yaşamla ilişkili şeylerin türlerini açıkladığını belirtir. Hümanist ve filozof Richard Zaner ise Gouldner’in toplum ve çağdaş sosyolojinin kriz içinde olduğu fikrini kabul eder. Gouldner, etnometodologları toplum krizine katkı sağlamalarından dolayı acımasızlıkla suçlar; Zaner aynı fikri savunmaz. Ona göre, fenomenolojik sosyoloji eleştirel veya refleksif sosyolojidir.

Husserl’in fenomolojisi, öznel bireysel bir girişim olarak ortaya çıkar. Daha sonraki çalışmalarında bunu doğrulamaya yönelir. Schuzt –Husserl’in fenomolojisi ile Weber’in eylem teorisini sentezlemeye çalışır- Husserl’in çözümünden memnun değildir. Ona göre sosyoloji mikro düzeyde öznel bir analizle ilişkili bir girişimdir. Bir başka çalışma ise

309 fenomenolojik sosyolojinin karşılaştığı başlıca görev, analitik kurallara başvurmadır. Fenomenolojik sosyolojinin özel konusu ise John O’Neil’in kaleme aldığı On Simmel’s ‘Sociological Apriorities’ isimli makalesinde görülür. Yeni-Kantçı olarak Simmel, Kant’ın doğaya ilişkin bilindik sorusuna benzer şekilde topluma yaklaşabilir mi sorusunu yükseltir. Kant’ın cevabına karşın Simmel, deneyimi özellikle sosyal deneyimi metafizik konuların varlığına bağlar. Martindale, Kantçı soruya karşılık Kantçı bir cevabın geleceğini belirtir. Bittner’e de değinen Martindale, Bittner’in nesnelliğin pozitif düşüncesinin terki için üç pozitif nedenden söz ettiğini; belli bir Marksist kesimle aynı fikre sahip olduğunu yazar. Bittner, sembolik etkileşimci okulun üyelerinin (Goffman gibi) pozitivizmden ve nesnellikten ayrı sosyoloji geliştirmeye çabaladıklarını gözlemler. Son bir çalışmadan söz edilecek olursa, bu da Fred R. Dallmayr’a aittir. Phenomenology and Marxism’da Dallmayr, Marksizm ile fenomenoloji arasında tarihsel bir ilişkiyi araştırır. 20. yüzyılın Marksist ve yeni- Hegelcilerinde, Lukacs’tan Habermas’a ve Gouldner’a fenomenolojiye muhalif bir eğilim gözlenir ki örnek olarak Lukacs, fenomenoloji ile varoluşçu düşünceyi burjuva kültürünün dağılma işareti olarak görür. Eleştirel teorisyenler –Marcuse gibi- Marksizm ile fenomenolojiyi eritip birbiriyle kaynaştırmayı hayal ederler ancak bu durum Horkheimer ve Adorno tarafından uygun görülmez. Bir başka açıdan bakıldığında ise Fransız fenomenologlar, Marksizm ile fenomenolojiyi birbirini içinde kaynaştıran bir okul geliştirirler.

Dallmayr, muhalefetin Enzo Paci’nin çalışmasıyla değişikliğe uğradığını yazarken; Paci, diyalektik materyalizme doğru ilgisi yönlendirir. Dallmayr’ın bireysel çözümünde fenomenoloji Marksizm ile temelde ayrılır; fenomenoloji, özel konular üzerine yoğunlaşır. Her iki düşüncenin bir noktada kaynaştırılması fikri ise Tiryakian’ın erken dönem önerilerini çağrıştırır. Sosyologism’in (Durkheim’in sosyolojisi) eleştirisinden ve (Kierkegaard, Nietzsche gibilerin) varoluşçuluğundan sonra Tiryakian, “ortak bir sevgi, sosyologizmi ve varoluşçuluğu diriltir” şeklinde bir sonuca varır.

310

“FENOMENOLOJİK SOSYOLOJİ VE ETNOMETODOLOJİ” ANAHATLARI

 Fenomenolojik sosyolojinin gelişiminde büyük katkıları olan üç isimden bahsedilebilir: Alfred Vierkandt, Max Scheler ve Georges Gurvitch.

 Vierkandt açısından sosyolojinin birinci görevi sosyal olgunun sistemizasyonudur. Bu da sosyal olgunun nihai önsel (a priori) biçimlerine indirgenmesiyle mümkün olur. Vierkand’a göre bu görev ancak yeni geliştirilen fenomenolojik yöntemle mümkündür.

 Gurvitch’e göre, sosyoloji açısından sadece fenomenolojik yöntem –Husserl’in indirgemesi ya da Bergson’un tersinme yöntemi- uygundur. Gerekli olan, deneyimin sosyal gerçeklik olarak en doğrudan deneyimlenen neyse ona doğru başarılı aşamalarla içkin indirgenmesidir.

 Schutz, gündelik yaşamın problemlerine odaklanan fenomenolojik sosyolojinin yeniden kurulmasının en önemli mimarıdır.

 Garfinkel, etnometodoloji kavramının yaratıcısıdır. Etnometodoloji kavramı günlük yaşamın fenomenolojisini dizayn etmek için oluşturulmuştur.

 Garfinkel etnometodolojinin temel ilgisinin sosyal düzen çalışılması olduğunu savunmuştur.

 Schutz’dan başlamak üzere fenomenolojinin temel nesnesi süre giden toplumsal yaşamın birinci elden çalışılması ya da doğrudan incelemesidir.

 Metodolojik prosedürler katılımcı gözlem ve sosyal olayların içeriden çalışılmasına doğru yönelmiştir.

311 BÖLÜM VI: SONUÇ

XXV. Sosyolojik Teorinin Çelişkileri

Martindale, insanlığın evriminde bir ironinin olduğunu söyleyerek söze başlar; nedenini insan atasının hayatta kalma ve gelişme yeteneğiyle ilişkilendirir. Diğer gelişmiş yaratıklarda olduğu gibi zekası ve adaptasyonu arttıkça biyolojik olarak programlanmış yanıtları zayıflar. İnsan, evriminin son aşamasını ifade eden dilin kültürel geleneği ve alet yapımı geliştirmeye kadar varmıştır.

Toplum olma ihtiyacı; hastalık, ölüm vs. nedenlere bağlı olarak sosyalizasyona bağlılık gelişmiştir. Bu noktada da sosyal kontrol etme problemi görünür hale gelmiştir.

Bütüncül ve Parçacı Ayrımı

Her toplumun temsilcileri, kaçınılmaz olarak bireye sunulan özgürlük ile toplumun gereksinimleri arasında denge arar. Bu bağlamda anarşizm ve otoriter mutlakiyetçilik ise pratikte nadiren uygulanır. Kolektivitenin kontrolü sürdürme konusunda mücadele gücü kalmadığında ise üyeler üzerine kısıtlamalar belirir, yasaklar konulur; başarısızlık halinde ise devrim veya anarşizm kaçınılmaz olur.

İnsanın toplumsal yaşamının öğrencileri tarafından, bireye ve topluma verilen karşılaştırmalı önemden daha temel, ancak çok az karar bulunur. Burada, bireyi birincil gerçeklik ve sosyal yaşamı da birlikte yaptıkları şey olarak değerlendirip değerlendirmedikleri konusunda fark ortaya çıkar. Dolayısıyla aslında çatışmanın başladığı zamandan beri bütüncül ile öğeciler arasında çekişmeler yaşandı. Ancak çatışmalar bu ayrımlarla da son bulmadı; bütüncüller arasında da farklılıklar belirdi. Auguste Comte ve sosyal teori ekolünün diğer üyeleri, insanlığa organizmacı bakış açısıyla yaklaştılar. Bütüncüllerin tamamı sosyokültürel bütünü düzenin anahtarı olarak görmezler. Bazıları, devrimci bütüncüllüğün değişimin ve insanın daha iyi oluşu açısından birincil ümit olarak görürler. Martindale, burada Hegel’den bahsederken, Marks’ın fikirlerini benimseyen sol Hegelcilerden de bahseder. Marks, sol Hegelciliği Fransız bilimsel sosyalistlerin gelenekleriyle harmanladı ki bunlar Comteçu muhafazakar geleneğe zıt olarak Saint-Simon’dan gelen radikal geleneği temsil ediyorlardı. İlerlemenin devrimci ajanı olarak görülen sınıflar ise yorumun merkezinde yer alır. Ortodoks Marksizm ve devrimcilerin pozitivist eğilimlerine tepki içeren Frankfurt Okulu’nun çatışma

312 teorisyenleri devrimci Marksizm geleneğini alıp, onu bir kere daha sol Hegelciliğe taşıdıklarında, devrimci sınıf yeniden insanın daha iyi oluşu ümidi için araç halini alır.

Bu şekildeki 19. ve 20. yüzyıl bütüncülüğe zıt olarak, Descartes’dan Kant’a Batı felsefesindeki baskın eğilimler öğecidir ve insan, sosyal yaşamında bireyin birincil gerçeklik olduğunu varsayar. Bu gelenek aynı zamanda rasyonalisttir; mantığı en önemli insan kabiliyeti ve insanı diğer yaratıklardan ayıran özellik olarak görürler. Sosyolojik döngüde bütüncülüğe karşı tepki oluştuğunda, rasyonalist bireycilik kullanışlıdır. Önemli öğeci teorilerden davranışçılık, sosyolojik biçimcilik, sosyal-eylem teorisi ve sembolik etkileşimcilik, temel olarak öğeci rasyonalizmin çeşitleridir. Ancak insanlığa dair rasyonalist kavramların reddedilmesi de yaşanır. Buna bağlı olarak insanların duyguları incelenmeye başlandı; irrasyonellik, inanç ve yaratıcılık kapasiteleri analizlerin merkezi oldu. Fenomenolojik sosyoloji ve davranışsal sosyoloji rasyonalist olmayan öğeciliğin en iyi biçimleri olarak ele alınır. Ancak zamanla sosyolojide bütüncülük ve öğecilik arasındaki çatışma, başka bir çatışmaya, zihin-beden problemine dönüşür.

Zihin-Beden Probleminin Sosyolojik Yansımaları

İnsanlar tepkilerini dünyaya yansıtmaya başladıklarında, kendilerini yaşayan ve yaşamayan şeyler arasında buldular. Yaşayan şeylerin genel özelliği, Aristo’ya göre, kendilerini hareket ettirebilmeleriydi ki burada insan, kendini hareket ettirebilenlerin en önemlisiydi. İlkel dönemlerdeki insanlar bile, öldüklerinde kendilerinden ayrılan bir ruhun ve içsel bir şeyin olduğunu varsaydılar. Buna uygun cenaze törenleri yapmaya, ritüeller geliştirmeye başladılar.

İnsanların iç gözlem yapması, yeni kavramlar keşfetmelerini sağladı: algı, his, tutkular, fikirler ve bilinç. İnsanlar bir şeyi algıları, arzuları ve bedenlerine ait olan bir kavram olarak anlamlandıramadıklarında, bunun, vücudun işleyişine etki eden ruha ait olduğuna inandılar.

Alan White, Plato’nun teorisini eski çağlar, Descartes’inkini modern felsefe kapsamında, Freud’unkini de 20. yüzyıldaki zihin teorisini etkileyen formlar olarak ele alır. The Republic and Phaedo’da Plato zihnin, bilgi elde etme kapasitesi ve bedenden ayrı görünmez bir bütünlük olduğunu yazar. Plato’nun zihin teorisi, ruha dair Hıristiyan bakış açısı üzerinde büyük etki yaratır. 17. yüzyılda ise Descartes, zihin hakkındaki bu eski fikirleri dönüşüme uğratır. Descartes içimizdeki ruha katkı sağlayan herhangi bir şeyin bedene ait olarak görülemeyeceğini dile getirir; zihin için benzetme olarak fiziksel süreçleri kullanır. Böylece Descartes’tan beri zihin resmi başarılı bir şekilde fizik, kimya, fizyoloji ve sibernetikte modellendi. Freudçu zihin teorisi ise 19.-20. yüzyılda gelişir.

313 Freud’un id’i haz üzerine temellenir, bu da Plato’nun arzu elementine benzer. Ego ve süperego Plato’nun ruh kavramına ve zihnin kural koyucu elementlerine benzer. Martindale, burada ayrıca düalizme eğilerek; birinin zihinden veya maddeden başlamasına bağlı olarak, bir şeyi atlanma eğiliminde olduğu ve düalizmin idealist veya materyalist monizme dönüşmesinin olası olabildiğini belirtir. Zihin bedeni etkileyebilir ve tam tersi bu farklı sonsuz kullanımları bir diğerine dönebilir. Zihin ve beden fikri gibi, zihin-beden problemini çözebilen yardımcılar bağımsız haldedir. Locke, Berkeley ve Hume’a kadar giden ampirik gelenekte ise düalizmin başarılı şekilde kırılması, Kant’ın rasyonalist ve ampirik geleneği biraraya getirme girişiminde önemlidir. Ancak Kant bilim, ahlak ve estetik problemlerini ayırmayı uygun görür.

19. yüzyıl bütüncülüğünün önemli bir özelliği, onun dünyayı sistematik olarak açıklama çabasıdır. Comte, metafizik ve felsefi soruşturmanın sonunu duyurur. Bu dönemde Vico – bütüncü, kolektivist düşünceyle ilgilidir- önem kazanmaya başlar ki kendisi toplum bilimini bulmaya çalışır. Vico’ya göre, doğa Tanrı tarafından yaratılsa da bütün sosyal ve kültürel olaylar insan tarafından yapılmıştır. Vico’nun düşünceleri ise bazı çevrelerce eleştirilir.

Pozitivist organizmacılıktan söz eden Martindale, Fransa, İngiltere ve Amerika’da özgün bir sosyal bilim gelişmeye başladığını yazar; Comte’un çalışmalarına değinir. Comte gibi Stuart Mill, kanunlar oluşturarak, doğa bilimlerinin yöntemini sosyal bilimlere uygulama noktasında aynı düşünceyi paylaşır. Thomas Buckle ise tarih yazılarına pozitivist yöntemi uygulamaya girişir. Droysen, doğa ve tarih bilimleri arasında ayrımı keskinleştirmeye çalışır; ona göre, tarih, istatistikten ve nedensel çalışmadan sıyrılmış ahlaki yargılarla ilişkilidir. İstatistik ve nedensel yöntemler şeylerin çalışılması için uygundur. Ondan hareketle Dilthey doğa ve insan bilimlerinin yöntemleri arasındaki ayrımı çalışmayı sürdürür. Doğa bilimleri açıklar, insan bilimi anlar. Buna göre, açıklama dışsal, anlama içseldir. Görüleceği üzere Dilthey - fenomenologları ve eleştirel teorisyenleri etkiler-, zihin-beden ayrımını düzenler; zihin ve beden etkileşiminde neler olduğu konusunu anlamaya çalışır.

Davranışçı sosyologlar, ikincil derece olay olarak anlam problemini ele alırlar. Sosyal eylem teorisyenleri ve sembolik etkileşimciler ise aklın işlevsel teorisi olarak isimlendirilen şeye dahil olurlar. Martindale, burada klasik dünyaya dönerek, bir bilim adamı olarak Aristo’ya ve bir metafizikçi olarak Plato’ya eğilir; aralarındaki farka değinir: Aristo her şeyi şekil ve içeriğe bölünür biçimde görmüştür. Dolayısıyla ona göre şekil, amaç ve işlev tarafından sağlanır; onun özünü ve kimliğini oluşturur. L. Büchner, Force and Matter’da yaşam ve ruhun mekanik kanunlarla açıklanabilen doğal fenomenler olduğunu savunmuştur. Karl

314 Vought, Physiological Epistles’da beyin salgılarının, akciğer salgıları gibi olduğunu söylemiştir. Quetelet, insan aktivitesinin, cinayet gibi, birçok insan için zor olan istatistiki düzenle oluştuğunu savunur. Darwinci evrim teorisi ise bütün türlerin geliştiğini söylerken, diğer yaşayan türlerden farklı olarak insan konusunda farklı bir yaklaşım getirir.

Öğeci sosyal teori biçimleri arasında sosyal eylem teorisi ve sembolik etkileşimcilik teorisi, kurucuları tarafından aklın işlevsel bir teorisi olarak kabul edilmiştir. Burada Weber – nominalist ve bir ölçüde şüphecidir-, bilimin amacının, fenomeni nedensel olarak açıklamak olduğuna ve insan davranışının bilimsel çalışmanın resmi objesi olduğuna inanmıştır ancak beden-zihin problemini ele almaktan kaçınmıştır. Alfred Schutz fenomenolojik sosyolojisinde, Weber’in ve pragmatistlerin yaptığı gibi zihin-beden problemini düşünmemeyi amaçlar ve sadece günlük etkileşimin göstergesi olarak, bunların altta yatan varlıkları gösterip göstermediği konusunda endişelenmeden beden ve zihin fenomenini ele aldı. Schutz aynı zamanda, Weber ve pragmatistleri izleyerek, birinin diğerini doğrudan tanıyabileceği ve benliğe sadece ikincil olarak ulaşılabileceği sonucuna varır.

Gilbert Ryle, The Concept of Mind’da aklın işlevsel teorisini geliştirmiştir. Ona göre, günlük yaşamda, zihinsel kavramlarla söylenen şeyin ne anlama gelebileceğinin bilinebilir. Burada, varlıkların düşüncelere, hislere, değerlere cevap veren bir şey olarak varsayılması bir hatadır. Dolayısıyla zekâdan söz edildiğinde insan davranışı tanımlanır, bir varlık ismi değil. Sonuçta bir insanın bir işi nasıl yapacağını bilmesi durumuyla bir varlık değil bir karakter betimlenir. Sosyal eylem, sembolik etkileşimcilik ve fenomenolojik sosyolojinin kurucuları –Weber, Mead ve Schutz gibi-, beden-zihin probleminden uzaklaşmaya yönelseler de takipçileri bu konuları yeniden yorumlamaya girişirler.

Yöntemsel Anlaşmazlıklar

Sosyolojiye dair sorunlar aynı zamanda yöntemsel çelişkiler düzeyinde de görülür. Burada pozitivizm bir doktrindir; Bacon’dan Hume’a uzanan bir gelenekten söz edilir. Comte, pozitivizm noktasında belli başlı ilkeleri ve programları uygulamayı amaçlar; Spencer ve Huxley bu amacı destekler. Mill ise parçaları inceleyerek bütünü, şeyleri inceleyerek soyut terimleri ve bireyleri inceleyerek sınıfları çalışan ‘detay yöntemi’ni geliştirir.

19. yüzyıldan 20. yüzyıl pozitivizmine geçişte birçok gelişim yaşanır. Bazı doğal bilimciler, dikkatlerini bilimsel prosedürün mantığı problemine yöneltmeye başlarlar ki bunlar, Ernest Mach, Karl Pearson, Henri Poincare ve Pierre Duhem’dir. Pozitivizmin yeniden düzenlenmesinde rol oynayan diğer bir gelişme ise Leibniz’in mantık ve bilimi birleştirmeyi

315 amaçlayan programıdır. Bu program, hem tek bir sistemde matematik ve mantığı birleştiren hem de pozitivizmin dilini uygulayan bir sembolik mantık sistemi geliştirdi. Ludwig Wittgenstein, hem mantıksal pozitivizmi etkileyen hem de 20. yüzyıl felsefesindeki diğer gelişmelerin çoğunu etkileyen bir formda mantıksal atomizmi çalışır.

Martindale, bu noktada Viyana camiasından söz eder ki 1930’larda faşizmin doğuşuyla, Viyana ve Almanya camiasının üyeleri göçe zorlanmıştır. Bunlar, 1920’de matematiksel kesinliğin, nasıl deneyime dayanan anlamlı önermelere olan ampirik inançla uzlaştırılabileceğiyle ilgilenirler. Wittgenstein’ın Taractatus’unun yorumunu rehber olarak kullanan pozitivistler, deneyime temellenen bütün anlaşılır önermeleri temel alırlar. Grubun lideri Carnap, sistem oluşturucu ve biçimciydi; fikirlerini sistematik olarak mantıksal sembolik terimlerde var etmek için büyük çaba gösterdi. Sonuçta Viyana camiasının bir üyesi Kurt Gödel biçimciliğin, gerçek olmasına rağmen bu biçimcilikte doğru olarak kanıtlanamayan ifadelerin aritmetik formülleştirmesine izin verecek kadar zengin olduğunu kanıtladı. Kısaca, doğrulama ilkesi herhangi bir şey olarak ama belirsiz olarak gösterilir; Teori ve gerçek arasındaki çizgiler bulanıklaşır. Analitik ve sentetik ifadeler arasındaki ayrım ise daha az keskin hale gelir.

Bir pozitivist olmasa da Popper, pozitivist programı düzeltmeye veya onların bakış açısına alternatif bulmaya çalışır. Biz basit gözlemlerden genellemelere doğru çalışmayız, bütün genelleme türleri ile düşünmeye başlarız. Bilim genellemeleri sunan kritik davranışların tanıtımıyla başlar; genel hipotez ise tümevarımla kurulmaz. Burada, yanlışlanabiliyorsa reddedilebilir. Popper bilimin gelişiminin gerçeğin aşamalı birikimi yoluyla değil, teorilerin, daha iyi teorilerle yer değiştirmesiyle oluştuğunu savunur.

Hemple ve Oppenheim’a göre bilimsel açıklama tümdengelimsel-nomolojiktir. Bilim, kanunların uygulandığı belirli durumlar hakkındaki bilgi ve genel kanunların bir kombinasyonunda yatar. Açıklama, bu iki tip durumun kombinasyonundan yola çıkılarak varılan bir tümdengelimdir ki mantıksal olarak tutarlı olmalıdır. Açıklama ve hüküm, sadece ilgi yönünden farklılaşır. Sosyal bilimler ve tarihteki açıklamalar, doğa bilimlerde olduğu gibi aynı biçime sahiptir.

Açıklama noktasında Martindale, Nagel’e değinerek, bütün bilimler için bilimsel açıklama ilkeleri aynıdır, şeklindeki düşüncesini paylaşır. Buna göre, açıklama kanunların ve belirli durumların kombinasyonuna temellenir. Gözlemin ve teorinin dili kuralların uyuşması için aracılık eder. Sosyal bilimlerde yapılmaya çalışılan teleolojik veya işlevsel açıklamalar aynı

316 zamanda gözlemsel kanıt ve kanunları gerektirir. Ancak sosyal bilimlerdeki genellemelerin çoğu istatistikseldir.

Sosyolojide Pozitivizmin Etkisi: Sosyoloji bir bilim olarak düşünülüyorsa, kesin bir dile sahip olmalı; mantıksal ve matematiksel araçlarla test edilebilir hipotezler geliştirmelidir. Mantıksal pozitivistler teori kurmayla ilgilenen bazı sosyologlara ilham olurlar. Hans Zetterberg On Theory and Verification in Sociology’de doğrudan mantıksal ampirik olan Carnap’ın versiyonundan ilham alır; Hans Zetterberg, sosyolojide hiç genelleme eksikliği olmadığına inanır ve Lundberg gibi eski pozitivistlerin ileri sürdüğü programın tamamlanması gibi görevler üstlenir. Teori yapılandırma programlarını ise sonuçta, kısıtlı yöntemsel rasyonalizmi ortaya koymuştur. Bu sırada pozitivizm, analitik yöntemi tercih etmesiyle, bütüncülük probleminde bir bileşen olmuş ve nesnelliğe olan ilgisiyle anlamlılık probleminde bir bileşen yaratmıştır.

Pozitivizm ve Bütüncülük: Denis Phillips, Holistic Thought in Social Science isimli çalışmasında, pozitivist yöntem taraftarları ile bütüncüler arasındaki çatışmayı irdeler; bunun için gözlem yapar. Philips bütüncülüğü 1, 2, 3 diye sınıflandırır, ama bunun birçok versiyonu vardır. Bütüncülük 1, organik bütünle ilişkili olan fikirler setini içerir; (1) bu analitik yöntem biyolojik organizmaları, toplumu, hatta gerçekliği çalışmak için uygun değildir; (2) bütün, onun parçalarından daha fazlasıdır; (3) bütün, parçalarının doğasına karar verir; (4) parçalar bütünden izole edilirse anlaşılamaz; (5) parçalar, dinamik olarak ilişkisiz veya bağımsız değildir. Bütüncülük 2, bütüncülük 1’i kabul eder ve bütün çalışıldıktan sonra bile onun parçalarında açıklanamayan şeylerin olacağını ekler. Bütüncülük 3, bilimin bütüne ve onun parçalarına atıfta bulunan özel terimlere sahip olduğunda ilerlemiş olacağını söyler.

Yöntemsel bireyciler, kendi yöntemlerinin sadece bütünü anlamaya elverişli olduğunu; ilişki içindeki şeylerin, sıklıkla, onları ayrı ayrı incelemeden öngörülemeyeceğini söylerler. Bireyciler, “bütün, parçaların toplamından daha fazladır” ifadesinin anlaşılmaz olduğunu ve analitik yöntemin yanlış anlaşılmasından doğduğunu; bütünün parçaları anlaşılsa bile, parçalar bakımından bütünün hala açıklanamayacağı fikrinin doğru olmadığını dile getirirler. Philips, Hempel ve Nagel hiçbir bilim adamının -bütüncüler bile- analitik yöntemi, pratiğe uygulamaktan kaçınamayacağı savunmuşlardır.

Pozitivizm ve Sosyokültürel Olgunun Anlamlılığı: Nagel, anlamlar bakımından açıklamanın hipotetik tümdengelimci bir modele indirgenemezliğini düşünür. Sosyal bilimcilerin ilgilendiği birçok problem günlük yaşama yakındır. Onlar genelde evrensel kanunlardan ziyade, bireyin davranışlarına etki eden şeylerin yorumuyla ve sonuçlarla

317 ilgilenirler. Weber gibi Nagel, sosyal bilimcilerin sosyal olgunun yeterli ve gerekli koşullarının her ikisinden ziyade sadece gerekli koşulun keşfiyle ilgilendiklerini düşünür; bu noktada komşu örneğini verir. Buna göre, komşunun hırsızlık yapmasının açıklanabilmesi için psikolojik yasalara ve davranışa yol açan koşullara bakılmalıdır. Dolayısıyla Nagel’e göre açıklama, kanunlardan ve başlangıç koşullarından yola çıkılarak yapılan bir tümdengelim formundadır.

Alman Sosyolojisinde Pozitivist İtilaf: Max Horkheimer ve Theodor Adorno Frankfurt’a dönüp savaş öncesi Alman sosyolojik geleneğini yeniden düzenleme adına davet edildiklerinde, Alman sosyolojisinin kurulumunda önemli bir teori ortaya atılmıştır. Popper daima pozitivizmi eleştiren biri olarak, kendini pozitivist olarak değerlendirmemiştir. Popper ve Adorno karşıt noktalardadır. Biri diğerine saygı duymayı bıraktığında ve pozitivizmi kınadığında bir dans sergisinin ürünleri ortaya çıkmıştır. Anlaşmazlık, 1963’ten sonra Habermas ve Albert tarafından devam ettirildiğinde daha ciddi bir boyut alır. 1969’da The Pozitivist Dispute in German Sociology Almanya’da yayınlanır. Buna karşın, Logic of the Social Sciences’daki yazısında Popper bilimin doğası üzerine bir özet hazırlar. Bilimler arasında ise sosyoloji, kendisini psikolojiden bağımsızlaştırabilir ve bağımsızlaştırmalıdır; Buna ilaveten de objektif bir yönteme sahip olmalıdır.

Popper’in hazırladığı sunumun üzerine eleştiriler sürer. Frankfurt filozoflarının bakış açısından Popper pozitivistti, çünkü diğer bilimlerle aynı yönteme sahipti ve bilimsel anlamları anlamsızlardan ayırma girişimi metafiziğin reddini içeriyordu; onun yöntemi diyalektik olmaktan ziyade analitiktir. Burada Habermas, Popper’e yönelik belli başlı açıklamalar yapmaya girişir; gerici desteği suçlamakta gecikmez. Ancak tartışmalarda kesin bir çözüm sağlanamaz.

Sosyolojik Teorinin Sosyolojisi

Sosyoloji içerisinde sürüp giden tartışmalar hem konu hem de yöntemsel anlaşmazlık noktasında aynıdır. Nominalistler mizaç olarak şüpheci görünürler, sadece gördükleri veya dokundukları şeyi kabul etme eğilimindedirler; realistler gerçek olarak evreni kucaklarlar. İngiltere’de Rönesans zamanlarında, analitik, nominalist ve ampirik tercihler baskındır; diğer yandan Almanya’da aynı süreç içinde, çok sayıda realist ve bütüncül düşünce sistemi geliştirilir.

Sosyolojik teori, modern Batı’nın bütüncü bilimsel yöntemi ve sosyal gerçekliğin öğeci yorumu ile şekillenmiştir. Batı medeniyeti ulus devletin ve şehrin gelişiminde gerekli

318 karakteri koruduğu sürece birinin sosyokültürel olayları tanımlayabilmesi için yönergeler ortaya atmıştır. İlk önemli sosyolojik teori pozitivist organizmacılıktır; sosyolojinin en son biçimi olan fenomenolojik sosyoloji ise öğecilik ve anti rasyonel hümanizmi birleştirmiştir. Bilimsel gelişimin önünde olan engeller ve yükselişi, Kuhn’un –paradigma kavramına yoğunlaşır- bilim devrimi kavramı ile keşfedilmiştir ki Kuhn’da bu kavram, biçimsiz bir resimdir. Bilim bazen bir çemberde gelişir, her zaman değil. Çemberin karakteristikleri olan teorilerin, kanunların, yöntemlerin ve teknolojilerin düzenlenmesi, onun bileşenlerinin ortak bilimsel kültüre asimile edilmesi gibi dağıtılmış olabilir. Günlük yaşam problemleri bilimsel çalışmayı başlatır ve bilimsel kültür, bilimin gelişen tarafı olarak tanımlanan araştırmalar için fikir kaynağı haline gelir.

17. ve 18. yüzyılda, bireylerin en önemli malzemesi hissetmeleridir. 19. ve 20. yüzyılda duygusal yaşamları, sadakat kapasiteleri, yaratıcılıkları ve sezgileri olur. 19. ve 20. yüzyılın teorisyenlerinin bütüncü doktrinleri bütünün eleştirel niteliğininsaptanmasıyla ayrılır. Bütüncülük içinde sağ ve sol diye iki kanat tanımlanır. Sosyolojik teorinin temel tipleri Batı kültürü ile sınırlıdır ve bunlar, bütüncü bireyci ve bütüncü bilimsel geleneklerin olası birleşimin kesişme noktasında doğar.

Hümanizm ve Bilim Arasında ve Kendi İçlerindeki Gerilimler: Martindale, Batı düşünce hayatına, dönemin şartları üzerinden değinmeyi seçer. Buna uygun olarak da bir yol izler. Martindale’e göre, birkaçı dışındaki çoğu şehir, Ortaçağın belli dönemlerinde küçülür. Bu dönemde Avrupa’nın baskın toplulukları ise köyler, malikaneler ve manastırlardır. Dolayısıyla halkın üzerindeki hakimiyet de buna göre bir yapıya bürünmüş durumdadır ancak şehirdekiler belli bir süre sonra lordlara ve alanlarında hakim olanlara başkaldırıya geçer. Buna göre, toplum yeniden bir şekillenmeye başlar; geniş bir kent sınıfı ortaya çıkar ve bunların papaz ve şövalyelerden farklı bilgi ve becerilere ihtiyaçları vardır.

Böylece sanatçılar, zanaatkârlar, mühendisler kendi becerilerini geliştirmek için yeni bir alan oluştururlar. İşte bunlar, onların bilimsel düşünce yolunun geliştiği camiaları meydana getirir. Üst-orta sınıf çevresinde, yeni bir dünya görüşü, kentsel yaşam ve bu dünyanın problemlerine odaklanarak şekil alır ki bu görüş hümanisttir. Hümanist görüş iyimserdir ve bireyleri öğrenme, kendilerini kanıtlama ve potansiyellerinin farkına varma kapasiteleri ile tanımlıyordu; din görüşü ise kötümserdi. Din, yeni kent topluluğunu değiştiriyordu. Laik din adamları şehirdeki sıradan insanın ihtiyaçlarına hizmet ediyordu ve değişimin odağı halini alıyordu.

319 Sosyolojik Teorilerin Hümanist-Bilimsel ve Bireyci-Kolektivist Bileşenleri

Sosyal Gerçekliğin Temel Kavramı

Elementarizm (Öğecilik) Holizm (Bütüncülük)

Yöntemsel Rasyonalizm İrrasyonalizm Sol-kanat Sağ-kanat Yönelim

Hümanizm 4. Sosyal- 12.Fenomenolojik 10. Eleştirel Geleneksel Eylem Teorisi Sosyoloji Teori Hıristiyan Sosyal

5. Sembolik Teorisi, Etkileşimcilik Mutlak İdealizm, Hegelcilik

8.Yapısal- İşlevselcilik, Makro-İşlevselcilik

Bilim 3. Yeni-Kantçı 6. Çoğulcu 7. Marksçı 1.Pozitivist Sosyoloji Davranışçılık Sosyoloji Organizmacılık,

(Biçimcilik) 11. Davranışçı 2. Çatışma Teorisi,

Sosyoloji 9.Yapısal- İşlevselcilik: Mikro-İşlevselcilik

Şehirlerde kilise inşa etme çağı başlar ve katedraller hızlıca kırsal bölgelerdeki manastırlardan daha baskın hale gelir. Hıristiyanlığın kent insanının ihtiyaçlarına cevap verme zorunluluğu oluşur, çünkü amaçları kent insanını kazanıp geleneksel kilise kültürünü oluşturmaktı. Hümanistler tarafından değeri yükseltilen eski edebi kültürün iyileştirilmesi yeni manastıra ait düzenin üyeleri tarafından gerçekleştirildi. Oluşturulan yeni proje, eski felsefenin (kısmen Aristo felsefesi) Hıristiyan teoloji ile birleşimiydi. En başarılı sentez Thomas Aquinas tarafından gerçekleştirildi. Thomism şehrin doğuşuna tepki olarak Batı entelektüel görüşünün önemli bir revizyonu olarak ortaya çıkar; bilim, entelektüel bir macera olarak şekillenmeye başlar.

320 15. yüzyıl civarında Avrupa şehirleri özerk hale geldiklerinde ve kent zihniyeti hümanistler ve rahipler olarak kutuplaştığında, yeni bir gelişim yaşanır. Şehirler ve kırsal bölgeler gücü artmış olan monarşiyle yeniden organize edilmektedir. Bilimin kapsamını genişleten monarşik devletin ortaya çıkmasıyla ise güçlerin çoğu serbest bırakılır; Batı düşüncesindeki ayrımlar yeniden şekillenir. Hümanizm ve teoloji arasındaki kutuplaşma yıkılır: din hümanist geleneğe hapsedilir. Bu arada bilimin kapsamı da genişlemektedir ki bu dönemde aydınlanmacı rasyonalizm önemli bir niteliğe bürünür. Rasyonalistler –ateist ve deisttir-, monarkların yerini alan devrimcilerin ideolojisini uygulamaya koyulurlar ve ulus devletteki gücün yeniden sağlamlaştırılması sürecini başlatırlar.

Saint-Simon, Hıristiyanlığın artık Batı insanlığının etkin ideolojisini desteklemede yetersiz olduğunu fark eder; yeni bir Hıristiyanlık tasarlamaya yönelir. Saint-Simon ve Hegel, devrim sonrası dünyanın farkına varmışlar; ulusun sağlamlaştırılmasının gerekli olduğunu savunmuşlardır. Hegel, Hıristiyanlığı revize etmeye yönelmiş, Tanrı’yı aklın ruhu olarak yeniden kavramlaştırmıştır. Bu arada Hıristiyanlık, Batı zihniyetinde değer kaybederken ve sosyolojinin kurucuları yeni disiplinlerine ideolojik bir misyon yüklemeye girişirler.

Sosyologların hümanist bütüncülükten pozitivist davranışa uzanan çeşitli eski formülasyonlara bakarak sosyal yorumlamalar yapmalarıyla, umutsuz bir durumla yüz yüze kalırlar. Ancak, olası alternatifleri keşfetme sürecinde sosyolojik kültür devamlı olarak zenginleşmiştir. Pozitivist organizmacılar, sosyolojinin temel alanları olarak sosyal değişim teorisini, kurumlar teorisini ve sosyal yapı teorisini kurdular. Çatışma teorisyenleri ise sosyal tabaka sosyolojisini, güç teorisini eklediler. Marksçı sosyologlar ekonomik yaşam sosyolojisini zenginleştirdiler ve fenomenolojistlerle birlikte bilgi sosyolojisinin kurucusu oldular. İşlevselciler sosyal organizasyon teorisini zenginleştirdiler. Frankfurt ekolünün eleştirel teorisyenleri sanat, edebiyat ve müzik sosyolojisini zenginleştirdiler. Fenomenolojik sosyologlar, mikro sosyolojinin çoğu evresini aydınlattılar.

Ulus-Ötesi, Endüstri-Ötesi ve Pozivist-Ötesi Çağda Sosyoloji: Sosyolojik teorinin çeşitliliği, ulus-devletin ihtiyaçlarına tepkiden doğan gerçeğin ürünüdür; farklı ülkelerde farklı zamanlardaki kitleler tarafından geliştirilir. Comte’un organizmacılık ve pozitivizmi birleştirmesi Fransız çevrenin ihtiyaçlarına; Hegel’in bütüncü ve hümanizmi kaynaştırması Almanya'nınkilere uyarlanmıştır. Marksist teori, 1830-1848’de, Alman toplumundaki ve Fransa’daki problemlere yöneldi. Yeni-Kantçı sosyoloji ve sosyal davranışçılığın bazı biçimleri, bireysel bir tepki olarak doğdu. Sembolik etkileşimcilik Amerikan çevresine ve Amerikan pragmatizmine uyarlandı. Yapısal-işlevselcilik, Amerika’nın sosyolojik

321 bütüncülüğün ilk yerli biçimi, savaştan sonra dünya gücü haline gelen Amerika’nın ulusal coşkusuna açıkça bir tepkidir.

Sosyolojik teorilerdeki bu çeşitlilik, bu teorilerin hitap ettiği farklı ulus devletlerdeki koşullara bağlıdır. Ancak burada bir değişim yaşanmaya başlar, artık önemli savaşlar sadece devletlerle değil, güç bloklarıyla yapılır hale gelmiştir. Çokuluslu yapılanmalar, küçük devletlere göre daha fazla güce gereksinim duymaktadır. Bu tarz politik ve ekonomik gelişimler, dünya nüfusunun gelişimine katkı sağlamakla birlikte, fosil yakıt tüketimi, atom bombası ve enerjisinin geliştirilmesi, ulus-ötesi ve endüstri-ötesi toplumlara yol açmaktadır.

20. yüzyıl felsefesi, sonraki on yıl içindeki yeni teorileri etkileyebilir. Felsefedeki gelişimin sosyolojide görülmesi 10 yıldan 15 yıla kadar zaman alır. Mantıksal pozitivizm, 1920’ler ve 1930’larda en hızlı yayılan teoridir. 19. ve 20. yüzyıl pozitivizmindeki ortak tartışma ise bilimsel düşüncenin insanın en iyi özelliği olduğu ve bilimin düşüncenin bütün biçimlerini ölçmek için standart sağladığıdır. Wittgenstein, mantıksal pozitivizmden sıradan dil felsefesine geçişte önemli bir isimdir. Örneklerini bilimden daha fazla, kanunların, ahlakın, dinin ve estetiğin dilinden seçer.

Bilim-karşıtı, pozitivizm-karşıtı, öğecilerin rasyonalist biçimleri ve bütüncüllükle yaşanılan hayal kırıklığı, olgu ve değer arasındaki ayrımı yok etme eğilimi gibi unsurlar -çağdaş sosyal teorideki eğilimler- bağlantı yerlerinde kopmaların görülmesine yol açacaktır. Martindale, burada 1970 ve 1980’lerde doğrudan sosyolojik teoriye yönelik bir hareketliliğin yaşanmadığının vurgusunu yapmayı uygun bulur; ASA’nın mesleği kontrol etmeye yönelik girişimin eleştirisine yönelir. Bu noktada profesyonelleşen sosyolojiden söz eden Martindale, bunun ideolojik ihtiyaçlara yanıt veren bir oluşum olmadığını ve olmaması gerektiğini dile getirir. 1980’lere gelindiğinde ise alanda umut vaat eden girişimler gözlenir; Bu da eski yöntemlerin bütünleştirilme girişimidir ki bununla birlikte sosyoloji artık, kendi orijinal bağlantılarını kurarak bir arınmaya yönelmiştir. Sosyal bilimciye düşen görev ise bilimsel bulguları kodlamak ve bunları sıradan insanın anlayabileceği biçimlere dönüştürmektir.

Sosyoloji ilk defa, bilime dayalı bir kültürde hiçbir mitolojinin bilimden daha aydınlatıcı olmadığının farkına varılmasıyla doğmuştur. İlk sosyologların, dünyanın kolektif olarak birarada tutulmasını sağlamak için sosyal birliği sürdürme yolu bulmaya kendilerini odaklamaları suçlanmıştır. Gündelik yaşam sosyolojisindeki ilgilerin yenilenmesi, doğru yöne doğru bir harekettir.

322 Not: Mit

Mitoloji çağında, bazı rahipler, şamanlar, hikmet sahibi kişiler veya doğa filozofları şunu gözlemleyebilir: başlangıçta Plazma vardı. Evren, Plazmanın bir ifadesidir; 20 milyar yıl önce bir patlamayla doğmuştur. Patlamaya devam ediyor: onun parçacıkları diğer parçalar tarafından hızla temizleniyor. Önceleri Plazma, bazı küçük birimlerin özerkliği yönünde içsel bir baskıyla kitlenin içine hapsedildi…

Patlama sırasında ayrışma ve sentez güçleri işlemeye devam etti. Plazma patladığında, gazlar sıvıları soğuttu, sıvılar katı oldu. Maddenin parçalanması ve birleşmesiyle ortaya çıkan enerji nasıl açıklanabilir. Evrenin yeniden doğuşu için bu kara deliklerin içindeki Plazmanın tekrar yumurta benzeri yapılanmalar oluşturmaması mümkün müdür?

Yaşam, güçlerin çatışmasıyla oluştu, denebilir mi? Birey yaşamın bir biçimin değilse nedir? Topluluk, bir gücün ürünü değilse nedir? Ve zihin, bilinç, tutku, hırs, kıskançlık, aşk, bireycilik ve toplum için birleşik güçlerin etkinliğinden başka nedir? Ve Plazma var mıdır?

323