ALPARSLAN TÜRKEŞ

BİRİNCİ YIL 2.o*L-3Z22

ARMAĞANI

04/04/1997 - 04/04/1998 M.H.P. GENEL MERKEZİ BASKI-CİLT MAVİ OFSET Matbaacılık San. ve Tic. Ltd. Şti. Tel: 433 67 16-433 38 67

DİZGİ-GRAFİK TERSAÇI LTD. ŞTİ. TİC Tel: 417 86 10 KONU SAYFA

BAHÇELİ, Devlet Başbuğ Alparslan Türkeş ve Milliyetçi Hareket 1-4

DENKDAŞ, R. Rauf Kıbrıs ve Türkeş 5-8

ELÇİBEY, Eblilfez Alparslan Türkeş Daim Yaşayacaktır 9-14

KIRIMOĞLU, Mustafa A. Alparslan Türkeş Unutulmaz Bir Şahsiyet 15-18 Olarak Hakk’ın Rahmetine Kavuştu

AKTEPE, Eyüp Millet Sektörü 19-34

ARICI, Kadir Bilge Kağan'dan Günümüze Türk Devlet Felsefesinde Fukaralıkla Mücadele, Sosyal Dayanışma ve Sosyal Güvenlik Politikaları 35-46

AYHAN, Rıza Hukuk ve Hukuk Devleti 47-56

CUNBUR, Müjgan Ağabeyim Türkeş Beğ 57-60

ÇARIKÇI, Emin Çağını Aşan Lider Başbuğ Türkeş 61-68

DONUK, Abdülkadir Türklerde Devlet Adamlığı ve Alparslan Türkeş 69-76

ERCİLASUN, Ahmet Bican Türk Milliyetçiliğinin Yakın Tarihinde Alparslan Türkeş’in Yeri 77-82 ERKAL, Mustafa Kültür-Kültürel Kimlik ve Türk Kimliği 83-98

GÜNGÖR, Ali Alparslan Türkeş, Köy-Köylü ve Tarım 99-110

GÜRGÜR, Nuri Alparslan Türkeş’te Tarih Şuuru 111-118

KAYA, Atilla Başbuğ ve Gençlik 119-128

KILIÇ, Ensar Sanat Ülkülerin Kanadıdır 129-136

KODAMAN, Bayram Milliyetçiliği Halka Mal Eden Adam: Alparslan Türkeş 137-150

KÖSOĞLU, Nevzat Türkeş’i Anarken 151-156

KÜÇÜK, Abdulrahman Alparslan Türkeş’in Din Anlayışı ve İslama 157-168 Bakışı

ÖKSÜZ, Enis Vasat Kültür İle Bilgi Çağı Yakalanamaz 169-180

ÖZTUNA, Yılmaz Tarih Perspektifinde Alparslan Türkeş 181-186

SÜMER, Sabri Tabii Varlıklar, Ormanlar ve Çevre Koruma 187-204

ŞAHİN, Sümer Nükleer Enerji Ve Türkiye’de Durum 205-228 TAYLAK, Muammer Alparslan Türkeş Millet Meclisinde 229-264

TOSKAY, Tunca özelleştirme Sorunu Hakkında 265-278

TURAN, Kamil Türkeş ve Türk Sendikacılık Hareketi 279-286

YILDIRIM, Dursun Türkeş ve Türk Kurultayı 287-290

Makaleler Soyadına göre alfabetik sırayla dizilmiştir.

Takdim

Başbuğumuz Merhum Alparslan Türkeş’in ölümünün birinci yılında, dava edindiğimiz ideallerini, büyük devlet ve siyasi adam kişiliğini, saygıyla yadetmek için, Parti Genel Merkezimiz, Milliyetçi Hareket camiasına ve bütün milletimize sunulmak üzere bir armağan kitap hazırlamış bulunuyor. Sizlere, takdim ettiğimiz bu kitaba aynı duygu ve düşüncelerle yazı lütfederek katkıda bulunan yazarlarımızın her biline, teşekkürlerimizi sunmayı, öncelikle yerine getirilmesi gereken bir görev biliriz.

Saygılarımızla Basın ve Propaganda Merkezi

Merhum Liderimizin aramızdan ayrılışının birinci yıldönümünde O’nu anarken neler yapabileceğimizi, hangi tür faaliyetlerle aziz hatırasına yad edebileceğimizi hep düşündük. Arkadaşlarımız Genel Merkez olarak üç adet kitabın yayına hazırlanarak Milliyetçi Hareket camiasına ve aziz milletimize sunulma­ sında fikir müşterekliği içinde oldular. Bu kitaplardan bir tanesinin Rahmetli Liderimizin vefatından sonra Türk basınında çıkan haberler ve köşe yazılarından meydana gelen bir derleme çalışması olması düşünüldü. İkinci kitabın, Merhum Başbuğ’umuzun hayatının çeşitli devreleri ile ilgili fotoğrafların yer alacağı bir fotoğraf albümü olmasına karar verildi. Bu ilk iki kitap, Partimizin Basın Müşaviri, değerli gazeteci Sayın Muammer Taylak’ın şahsi arşivini hizmete sunmasıyla gerçekleşti. Üçüncü kitap ise, Merhum Başbuğ’umuzla ilgili olarak çok değerli ilim ve fikir adamlarımızın yazdıkları makale ve incelemelerden oluşturulmuştur. Bu kitapların yayına hazırlanmasında emeği geçen Basın ve Propaganda Merkezimizin ilgililerine, özellikle bu eseri bize kazandıran Sayın Taylak’a ve “Armağan Kitabf’nın hazırlanmasını sağlayan Şevket Bülent Yahnici’ye teşekkürlerimi sunuyorum. İnşallah hayırlı bir hizmet olmuştur.

Saygılarımla Dr. Devlet Bahçeli MHP Genel Başkanı

BAŞBUĞ ALPARSLAN TÜRKEŞ VE MİLLİYETÇİ HAREKET

Devlet Bahçeli*

Rahmetli Başbuğumuz Alparslan Türkeş Bey, tarihte örnek­ lerine pek sık rastlanmayan müstesna şahsiyetlerden biridir. "Karizmatik Lider", "bilge lider", "tarihi şahsiyet" gibi sıfatlar, muhterem liderimizi anlatmakta kullanılan başlıca sıfatlar olarak Türk Milleti tarafından benimsenmiş ve kabul görmüştür. Tarihi geleneğimiz açısından O'nu en iyi anlatan, tanımlayan sıfat ise "Başbuğ" olmuştur. Türkeş Bey, Türk Dünyası'nın başbuğu ünvanını, sahip olduğu meziyet­ ler ve yerine getirdiği hizmetler açısından bakıldığında en çok hak eden tarihi bir şahsiyettir. Bu değerlendirmeyi er ya da geç dost-düşman herkes yapmıştır. Başbuğumuzun bu sıfatları kazanışı ile Milliyetçi Hareketin tarihi, paralel bir çizgiye sahiptir. Çünkü O'nun hayatı ile Türk Milliyet­ çiliğinin yarım yüzyılı aşkın son dönemi tamamen özdeşleşmiş, iç içe geçmiştir. Bilge Lider ya da tarihi şahsiyet kavramı, her şahsiyet gibi kendi milletinden ve içinde yaşadığı çağdan bir şeyler alan, ama diğerlerinden farklı olarak milletinin gelişimine, çağının akışına bir şeyler katan, kısaca tarihe damgasını vuran insanları anlatan bir kavramdır. Bundan sonra tarih, O şahsiyetten bir şeyler alarak O'nun fikrinin, alınterinin izlerini taşımaya başlar. Dünyada hiçbir büyük ve önemli bir iş, yüreği ülke sevdasıyla yanıp tutuşmayan, hiç cefa çekmemiş ve inanmadığı şeyleri savunmuş politikacılarca başarılmış değildir. Büyük davalar, tehlikelere ve zorluk­ lara cesaretle göğüs geren, ömrü boyunca yılmamış, inançlı ve azimli insanların liderliği altında başlamış ve başarılmıştır. Tarihi şahsiyetleri ya da büyük liderleri ortaya çıkartan dinamikler nelerdir? Onların ortaya çıkışları, sahip oldukları meziyetler ile tarihi şartların buluşmasıyla mümkün olmaktadır. Bu meziyetler, vasıflar nelerdir? En başta, basiret, inanç, azim, bilgi, cesaret, direnç ve karar-

' MHP Genel Başkanı

1 Iılık gibi önemli özellikleri şahsiyetlerinde barındıran insanlar gerçek an­ lamda lider olabilirler. Bu insanlar, yeteneklerini, ideallerini gerçekleştirme yolunda ortaya koymaya, yani kuvveden fiile geçirmeye başladıklarında varlık­ larını hissettirmiş olurlar. Bunu takiben halk ile diyalog kurmaları ve kadrolarını yetiştirmeleriyle birlikte ağırlıklarını ve farklılıklarını kabul ettirmeye başlarlar. Artık onlar gerçek birer liderdir. Zamanla bu sıfat, gelişmelere bağlı olarak "tarihi şahsiyet", "karizmatik lider", "önder" gibi sıfatlara dönüşür. Kısacası, tarihi şartlar ve gelişmelerle liderlik vasıflarına sahip insanlar bir araya geldiğinde büyük ve önemli liderler ortaya çıkar. Rahmetli Başbuğumuzun ömrünü yarım asrı aşkın son bölümü, Türk milliyetçiliği hareketinin yaşadığı sorunlarla, gelişmelerle paralel bir seyir takip etmiştir. Hakk'ın rahmetine kavuştuğu son ana kadar da dâvasına, yani Türk Milletine ve Türk Dünyasına hizmet etmeye devam etmiştir. 1944 yılında zamanın siyasi iktidarının rüzgara göre yön değiştiren zihniyetinin bir sonucu olarak uygulanan baskı ve zulüm­ lerden 1997 yılının Nisan’ına kadar uzanan kararlı milliyetçilik mücade­ lesi, hayatını ülkesine ve milletine adamışlığın çok önemli ve güzel örneklerini ortaya koymuş olması, Başbuğumuzun siyasi kişiliğinin en kısa ve özlü ifadesidir. Türk Milliyetçileri 1944 girdabından yüz akıyla çıktıktan sonra 1940'lı yılların ikinci yarısını ve 1950'lerin başlarını toparlanma ve daya­ nışma çabalarıyla geçirmiştir. Türk milliyetçileri ikinci tırpanı bu dönem­ de Demokrat Parti yönetiminden yemiştir. İşte bütü bu olayları ve sorunları çok iyi okuyan rahmetli liderimiz, 1960’lı yıllardaki gelişmeleri de dikkate alarak, Türk milliyetçiliği hareketine yeni bir ivme ve boyut kazandırmıştır. 1960'lı yılların ikinci yarısı, hem Türk milliyetçiliği hem de Türk demokrasi tarihinde önemli bir dönüm noktasıdır. Çünkü bu, dönem, Türk dünya­ sının Başbuğunun ve Milliyetçi Hareket Partisi'nin doğuşuna sahne olan bir dönemdir. 1960'lı yılların başından itibaren Türkiye'de, büyük bir çoğunluğu Rus emperyalizminin doğrudan ya da dolaylı olarak uzantısı pozisyo­ nunda olan sol hareketlerin canlanışına ve hızlı bir şekilde güçlen­ mesine şahit olunmuştur. Buna karşılık, kendini sağcı olarak tanımlayan siyasi partiler ve gruplar ise hem aralarında hem de içlerinde sürekli didişen bir yapıya sahipti. Türk milliyetçilerinin hali de çeşitli dergiler ve

2 dernekler etrafında kümelenmiş çok dağınık, arayış psikolojisinin hakim olduğu bir manzarayı andırıyordu. Alparslan Türkeş Bey'in 1964 yılında siyasete doğrudan girmesiyle başlayıp 1969 yılında tamamlanan süreçte ise Türk milliyet­ çiliği davası, derlenip toparlanmaya, daha doktriner bir hüviyet kazan­ maya başlamış, kendi özgün ve dinamik siyasi partisine kavuşmuştur. Bu süreç, dağınık, siyasi etkinliği çok zayıf ve özgüven bunalımı yaşayan bir camianın varlığını çok iyi gözlemleyen, Türk milletinin yeni bir dirlik, birlik ve kalkınma hamlesine ihtiyacı olduğunu hisseden siyasi iradenin, inancın, kararlığın ürünüdür. Yani Merhum Liderimiz Alparslan Türkeş'in önderliğindeki kadronun iradesinin ve çabalarının eseridir. Kendilerinin veciz bir şekilde ifade ettiği gibi, milliyetçi-ülkücü hareket, büyük ve güçlü Türkiye'nin mimarı olarak doğmuş ve geliş­ miştir. Türk milliyetçiliği hareketinin yeniden yapılandırılması aşama­ sını, bütün milliyetçilerin, vatanseverlerin, bütün dağınık parçaların bir araya getirilmesi ile fikri alt yapının geliştirilmesi ve projelerin ortaya konması aşaması izlemiştir. Tabi bütün bu aşamalar, çok zorlu ve uzun soluklu bir mücadeleyi, ilmik ilmik örülme anlamında zahmetli çabaları ifafe etmektedir. Çünkü Türk milliyetçileri, önlerine çıkartılan bir çok engeli aşmak, yoğun karalama kampanyalarını göğüslemek için olağan üstü çabalar sarf etmek zorunda kalmışlardır. Türk milliyetçiliği davası­ nın doğrudan siyasi alana taşındığı, yani rahmetli Başbuğumuzun Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi'nin genel başkanı seçildiği günden itibaren başta faşizm olmak üzere sürekli eleştiriler yöneltilmesi, Türk gençliğinin çeşitli oyunların içine çekilmeye çalışılması Milliyetçi Hare­ ketin gelişimini etkilemiştir. İşte milliyetçi-ülkücü hareket, bir taraftan bu tür karalama kampanyalarıyla ve terör belasıyla uğraşmak, bir tarafta da dünya ve ülke sorunlarıyla ilgilenmek, çözümler üretmek durumunda kalmış, siya­ si hayatın gereklerini yerine getirmeye çalışmıştır. Bu mücadelenin bir de imkansızlıklar içinde yürütüldüğü düşünüldüğünde, anlamı, önemi ve büyüklüğü daha iyi anlaşılmaktadır. Milliyetçi Hareket Partisi, böyle bir zorlu mücadele geleneğine ve olumsuzluklara rağmen , iktidar ortağı olduğu zamanlarda ülkeye hizmet etmenin en iyi örneklerini sergilemekten de geri kalmamıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki MHP, ciddiyet, çalışkanlık ve ülke çıkarıyla özdeşleştirilir olmuştur. Bu dönemde, yine, gençliğin yıkıcı ve bölücü fikirlere kapamamasında, kültürel yabancılaşma hastalığına yakalanma­

3 malarında kalkan işlevi görmüştür. Alparslan Türkeş Bey'in önderliğin­ deki Milliyetçi Hareket, bu tarihi görevini, genç nüfusun milli ve manevi değerlerle donanmış idealist bir gençlik olarak yetişmesini sağlayarak yerine getirmiştir. Türk Milliyetçileri, 12 Eylül 1980 sonrasındaki üç yılı kapsayan askeri yönetim döneminde de her türlü baskıyla karşı karşıya kalmış ve MHP kapatılmıştır. Aynı şekilde 1983 sonrasındaki parçalama teşeb­ büslerine göğüs germe zorunda kalınmıştır. Ancak, Milliyetçi Hareket kısa süre içinde Türkiye'nin ve Türk dünyasının tekrar parlayan yıldızı olmayı başarmıştır. Haksız eleştirilere karşı koyarak her sınavdan yüz akıyla çıkmak, kısacası zorlu ama onurlu bir mücadele destanı yazmak, ancak haklı ve güçlü davalara sahip siyasi hareketlere nasip olur. Yine hiçbir siyasi hareketin, bilge bir şahsiyete, karizmatik bir lidere sahip olmadan bu kadar zorlu ve uzun bir mücadeleyi sürdürebilmesi mümkün değildir. Bugün Milliyetçi Hareket Partisi, dimdik ve güçlü şekilde ayakta durmakta, Türk Milletinin yegâne ümidi haline gelmiş bulunmaktadır. Bunun sebepleri arasında, Alparslan Türkeş gibi karizmatik ve bilge bir lidere ve onun yetiştirdiği kadrolara sahip olması çok önemli bir yere sahiptir. Türk milliyetçileri, bu gerçeği hiçbir zaman unutmadan Başbuğ­ larının gösterdiği büyük hedeflere doğru akıp giden kutsal yolculuklarına yılmadan ve yorulmadan devam edeceklerdir. Türk milliyetçileri'nin, 21. yüzyılın ilk yarısındaki ana hedefleri olan Lider Türkiye ülküsünü realize etmek ve Türk dünyası'nın birlikte­ liğini sağlamak için ellerinden gelen bütün gayreti gösterip başarıya ulaşacaklarından hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır.

4 KIBRIS VE TÜRKEŞ

Lef koşa, 2 Mart, 1998 Rauf R. DENKTAŞ*

Rahmetle andığımız asker, komutan ve devlet adamı Sayın Alparslan Türkeş’le ilk temasım 1960 ihtilalinden hemen sonra, Dr. Küçük ile birlikte Ankara’ya yaptığım ilk ziyarette olmuştu. Türkeş Başbakanlık Müsteşarı (veya Genel Sekreteri) mevkiindeydi. İhtilalin güçlü adamı diye bilinen Alparslan Türkeş’in Kıbrıs kökenli oluşu bizler için güven verici birşeydi. Dr. Küçük, Türkeş’i evvelden tanıyor muydu, bilmiyorum. Devlet Başkanı, Başbakan ve Dışişleri Bakanı ile yapılan toplantılarda Türkeş de vardı. Bu toplantıda ben, Makarios’un Zürih ve Londra anlaşmalarını er geç bozma kararlılığı içinde olduğunu, bu maksatla silahlandığını, TMT’ye silah gönderilmesinin durdurulmasını savunmuştum. Makarios, 27 Mayıs İhtilali olur olmaz Zürih ve Londra anlaşmalarını reddeden bir açıklama yapmıştı. Aynı gün TMT lideri Rıza Vuruşkan bana gelerek durumun vahametini anlatmış ve Dr. Küçükle birlikte İhtilal Hükümetine göndereceğimiz bağlılık mesajında Makarios’un Zürih ve Londra anlaşmalarını reddetmesine müsaade edilmemesine de dikkat çekilmesini istemişti. Öyle de yaptık ve anında Türkiye’den ihtilâl hükümeti Zürih ve Londra anlaşmalarına atfettiği önemi vurgulayan bir açıklama yaptı. Böylelikle Makarios bu yönde adım atmaktan vazgeçti, siyasetinden vazgeçmedi. Nitekim Ağustos 1960’ta istemediği bir Cumhuriyetin doğum belgelerini imzalarken İçişleri Bakanı Yorgacis’e bu Cumhuriyeti yıkmak için “Rumları gizlice silahlayıp savaşa hazırlama” emrini verdiği belgelenmiştir. Toplantıdan sonra Sayın Türkeş beni yalnız olarak makamına aldı. Toplantıda söylediklerimi dikkatle dinlediğini söyledikten sonra bana Kıbrıs’ın Türkiye için geo-politik önemini anlattı. Zürih-Londra anlaşmaları’nı Rumlar değiştirmeye kalkarlarsa Türkiye’yi karşılarında bulur dedikten sonra “Merak etmeyiniz. Biz size silah yerine Kıbrıs ve asker kökenli bir Büyükelçi göndereceğiz. Makarios’a fırsat verilmeyecektir” dedi.

' KKTC Cumhurbaşkanı

5 Kıbrıs Anlaşmaları 16 Ağustos’ta imzalandı. Emin Dırvana T.C. Büyükelçisi olarak adaya geldi. Halkımız O’nu büyük ümitlerle karşıladı. Ancak aldığı talimat “Makarios’la iyi geçinmesi ve Dr. Küçük ile Denktaş’ın anlaşmaları yıkmak için fırsat vermemesi” şeklindeydi. İhtilal hükümeti Dr. Küçükle beni “Menderesçi” biliyor, benim Londra Anlaşmasından (Şubat 1959) Cumhuriyetin doğuşuna kadar geçen 18 ay zarfında Türk hükümetine gönderdiğim raporlarda devamlı surette “Makarios silahlanıyor, bu anlaşmaları ilk fırsatta bozacak” mealindeki duyurularımı (özellikle Cumhuriyet’ten sonra Dırvana kanalı ile gönderdiklerimi) yanlış değerlendirerek, anlaşmaları sanki biz bozacak­ mışız gibi bize karşı cephe, tedbirler alıyordu. Bu zor günlerde Sayın Türkeş Hindistan’daydı. Buna rağmen çok seyrek de olsa, fırsat düştükçe, haberleşebiliyorduk. Dırvana Sayın Türkeş’i de hayal kırıklığına uğratmıştı. Yıllar sonra O’nu partisinin başında, hapiste ve Devlet idaresinde izledik. Kıbrıs’a ziyaretini yaşadık. Bu topraklara ne sıcak bağlarla bağlı olduğunu gördük. Şunun altını çizmekte yarar görürüm. Türkeş Kıbrıs’ı seviyor, Kıbrıs’ın Türkiye için önemini de bir asker olarak çok iyi biliyordu. Ancak, bir Kıbrıslı olarak (her Kıbrıslı gibi) anavatan Türkiye’nin zarar görmesini asla düşünemezdi ve düşünmemiştir. Daima itidalle hareket etmiştir. Eleştirileri yapıcı olmuştu, tahrikkar olmamıştır. Ben O’nun devlet adamlılığını bu çerçevede değerlendirdim ve daima takdir ettim. Kıbrıs’tan taviz vermeyen bir siyaseti, Anavatanın üst çıkarlarını koruyarak, güçlü bir şekilde savunmak güçlü bir karakter ve ölçülü bir siyaset ister. Alparslan Türkeş güçlü bir karaktere sahip, ölçülü bir devlet adamı, Türkiye’nin çıkarlarını her şeyin üstünde tutan gerçek bir vatanseverdi. Son yıllarda onunla sıklaşan temaslarımda, Türklük dünyasındaki faaliyetlerinde bu izleni­ mim artmış, ona olan saygım ve sevgim gittikçe derinleşmişti. Nur içinde yatsın.

Saygılarımla.

6 KUZEY KIBRIS TÜRK CUMHURİYETİ CUMHURBAŞKANLIĞI

Lçfkosa. 3 ■ *}

^ ^ T ^ C C ic ^ 4 A z m a m ı

V-Ç_ O ' k u ^ J L cl J ^ l L ^ J'V Le ^ >

L^M^Vvu ^ a.^l/vr^ ^-V

V-^^i'Lt-^^f-' ( f f 1vvl*-4^- AL& a^ m ^ £~/a c~tl^Ar~.

'-^îî<£_ —zx-*-a s ^ ^

V t ^ T ~ u < u . \ A OT i*-' j

~~7~Tİ-Clc^x c r i^\ L^-\y\ —ci.—O la_jj^

, ^ w c ^ X , j L f

7 Lefkoşa, 04.03.1998

Türk tarihinde yerini almış, iz bırakmış liderlerden Alparslan Türkeş'i tanımış ve onunla Kıbrıs meselesinde işbirliği yapmış olmak benim için daima bir onur vesilesi olmaya devam edecektir. Büyük, cesur, kararlı ve Türk ulusu ile övünen, Türkiye'nin kılına zarar gelmesin diye didinen bir liderdi. Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın.

Rauf Denktaş K.K.T.C. Cumhurbaşkanı

8 ALPARSLAN TÜRKEŞ DAİM YAŞAYACAKTIR

Ebülfez ELÇİBEY*

Ne zaman olursa olsun ben Başbuğ hakkında ya öz isteğimle, ya da dostların, tanışların ricası ile neyse yazmak istemişem, ancak heçbir zaman bacarmamışam. İnsan sevdiği, çok sevdiği varlıklar hakkında ne yazırsa yazsın, ne diyirse desin, yene de düşünür ki, o istediği alınmadı. Özellikle de, görkemli bir lider, bir sevimli önder. Türk milli meneviyatı uğrunda dayanmadan mubarize ve mücadele aparan, könlünü yalnız ve yalnız Türk Milletine, kendi milletine Tanrı bağları ile bağlamış bir gahraman olan azizimiz, Alparslan Türkeş Başbuğ hakkında ... Ayrı ayrı kitaplar yazmalı olduğumuz bir halda, dört beş sayfada ne yazasan, nasıl yazasan!? Birce yol kalır: İçinden gelen bir iki söz demek! Türk Dünyası'nın tanınmış şahsiyetlerinden, Türk milliyetçiliğinin ve Türk ülkücülüğünün büyük liderlerinden biri Alparslan Türkeş'in hakkın rahmetine kovuşmasına artık bir yıl geçir. Seksen yıllık bir ömrünü büyük bir kismını Türk Milli varlığının Türk varlığının, iç ve dış düşmanlarından korunmasına, esir Türklerin kurtuluşu, bağımsızlığı ve dünya Türklüğünün yükselişi uğrunda mubarize sarfeden büyük bir önder sürdürdüğü mücadelenin zafer çalmakta olduğunu görerek rahatlıkla gözlerini kapattı. Bir millet içindeki milli kimliğini derk etmek ve bu milli kimliğin gururunu taşımak ilk sırada gelen en önemli meselelerden biridir. Bu yolda milletine yol gösterip ona önderlik eden şahsiyetler, ebediyen ölümsüzlüğe kavuşur ve milletinin kan yaddaşında ebedi yaşayan Alparslan Türkeş mes böyle şahsiyetlerden biridir. Dünya Türklüğüne "Türkçülük Günü" bayramını kazandırmış, belli 1944 Yıl mahkemesinde hiç bir korku olmadan, çekinmeden "... ben Türk Milleti'nin yeryüzünde benzersiz bir yaradılışa sahip olduğuna ve kahramanlıkta bu milletin üstün bir millet olduğuna iman ediyorum. " diyen Alparslan Türkeş bütün ömrü boyu, Türklere Türk olmanın

* Azerbeycan Halk Cephesi Partisi’ nin Demokratik Kongresi' nin ve Bütün Azerbeycan Birliği Başkanı, Eski Cumhurbaşkanı

9 gururunu aşılamış ve küçümsenen, aşağılanan, geri itilen Türklüğün ilerleyişi, yükselişi, büyüklüğü, azameti, karşısında engeller karşısında yorulmadan mücadele vermiştir. Ulu Atatürk'ün "Ne Mutlu Türküm Diyene!" sözü Alparslan Türkeş'in mübarize devizi olmuş ve her yerde bu gerçekliği gururla haykırmıştır. Başbuğ kimi şerefli bir ada layık görülen Alparslan Türkeş Türk Milliyetçiliğinin teşkilatçı rehberi, milli hareket lideri, ideoloğu, hocası, vs. olarak daim yaşayacaktır. Yıllar uzunu çokları onu hayalperest saydı. Söylediklerine inanmadı. Halen 1944. Yıl mahkemesinde Alparslan Türkeş bildirmiştir ki,1917'de olduğu gibi,1965'de veya 1999'da en büyük düşmanımız, Rusya'da bir devrim baş verecektir.Ve Türkiye buna hazırlıklı olmalıdır. Tarih büyük liderin öncegörümünü bir kaç yıllık cüzzi farkla doğruladı. Rus emperyası dağıldı. Lâkin ne yazıklar ki, Türkiye bunu beklemiyordu. Ve Alparslan Türkeş'e inanıp zamanında hazırlanamadı. Bir zamanlar dünyada kimse gururla "Men Türkem" deseydi, buna "bakın, bu, milliyetçidir, şovenisttir" deyirdiler. Türkiye'de milletini sevenlere özellikle de Alparslan Türkeş'e "faşist", "gerici", "kafatasçı" deyip hapse atıyorlardı. O zamanlar Türkiyemize enteresan bir durum vardı: Ne olursan, kim olursan ol, milliyetçi olma! Ne yazık ki, şimdi de Türk devletlerinde Türk milletini içten sevenlerin durumu başkalarından zor durumdadır... Yalnız, Rus emperyasının, Çin'in, İran'ın esareti altında olan Türkler arasında, hatta yegane bağımsız Türk Devleti'nde-Türkiye de böyle, Türk milliyetçiliği mahkum edildi, aşağılandı, kötülendi ve kendileri şovenistlik yapan Türk düşmanları Türk milliyetçiliği suç sayılarak bütövlükte Türklük zayıflatıldı. Lâkin defalarla hapse atılıp, ölüm tehlikesi ile özleşse ve her türlü tehlikelere, işkencelere maruz kalsa da, büyük milliyetçi Alparslan Türkeş yolundan dönmedi, imanını kaybetmedi. "Bize (bizlere) her türlü ad koymasınlar, biz milliyetçiyiz!" Alparslan Türkeş 35 yıldan çok sabırla, azimle, metanetle milli hedetler uğrunda mücadele verdi. Türkiye’nin komünizm esaretine düşerek Moskova'ya yahut Pekin'e oyuncak olunması önünde göğüs gerdi. Kıbrıs’ta, Azerbaycan'da, Doğu Türkistan'da, Orta Asya'da, Sibirya'da ve başka topraklardaki Türklerin azadlığa, bağımsızlığa kavuşacağına kalpten inandı ve devamlı faaliyet gösterdi. Türkiye'de büyük bir milliyetçi kadronun yetişmesinde ve Türk gençliğinin kendi milli kimliğine sahip çıkmasında onun hizmetleri erişilmezdir.

10 Alparslan Türkeş doğrudan doğruya karizmatik bir liderdir, sesi ile, sözü ile, davranışı ile, insanları özellikle gençleri kendi ışığına toplayabilirdi. Gençler sevdiği ve temenni ettiği komandan obrazını Türkeş Bey'de-Başbuğ'da bulup O'na itaat ederlerdi. Yürekten inanırız ki, Alparslan Türkeş'in emelleri, fikirleri, Türk Milliyetçiliği'nin yolunu aydınlatan 9 ışığı... hiçbir zaman unutulmayacak ve 21. Yüzyılda yükseleceği şeksiz olan Türklüğün temel kaynakların­ dan biri daima canlı kalacaktır.

ıı 12 Böyük Türk dünyası zaman zaman yeni Başbuğlar yetişdirecek. Ancag Başbuğ dedir-de hamıdan önce könlümüzde daim yaşayan Alp Arslan Türkeş yad edilecek, gelecek nesiller onu gurur ve iftiharla hatırlayacagdır.

Ebülfez Elçibey 18.03.98

13

"TİLvIra^. , 6üiC*.\\ ^Vu^İu. ^ ^v N^M&'VU^&’fcar 'TCİt-W«*‘ i L<®tu. Ae UUuiuCutcvT. 8i ** Ş°A*S,v\e£ oC.a%-«xlt WWk.* ıw To«V\w^i^ue fc.Ov0aşiu» ^cö^*?** ta*KuAç, (kçvM.vt- ^«frAe. a?ivu.Aa. * Hû*- $üv\j^A«.\*. Sw h i W x( u\mcx-£ &UvU*V\ 6«V\VWl ÖU'vVu. Ö^Ç^VuUAe , ^OÖ^CÎ- 6aİl>AlurfcL Va.\Ws. ta$-u$a- S.oû'^V 6®.itU\.uAa vvçıp ko£u öovUiçAitlfr ö* fetvfrûîûtHfrdk, 'fola. &«. Gî.Um. lus&ut&rA* toA. o '^jAi»*Aax \^Vu.^a^\uv^.i. icv.'j^VuO.ı. k&a*t.^ (®£ «U. . oS'ota.Uı^ , Hu»" ^uu.voiA«»M «î« \C«tk.\^e A%u *ekk»-Alrkr% e .3 ^ °u ÇVX *SîS?*r WAı|uu 0« \oui-a. ,Tû*ki**V Gvt-vuev kere cU^vu«. A ^ r e l *u«^ u %XW?£ *.u«ato*uua. >m*W ua % m WT ü^M V JM&V -fcoou vo>W«V dûv^oruvu. \ % ^ , V AKlaW İw ^ jlâ.'öTie. Tuvk ^ u u ^ U ev* ©G^C* fe. ç.Cr£&£tavıvM^au. ölK U u i koMj&sHi v Jfttak vul^eÜ iuU e. vftlçafrttavı *\îUV<«| %\fc'v A

\Rmkvm, 'ft.&Vçe su*tx^

15 Mustafa A. Kırımoğlu Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanı

Alparslan Türkeş, bütün Türk Dünyası gibi Kırım Tatar Türkleri için de unutulmaz bir şahsiyet olarak Hakk'ın rahmetine kavuştu. Hep söylediğim gibi, Sovyetler Birliği devrinde, demir perde altında, Hür Dünya'dan sınırlı malumat alırken Sovyet basını bizim ölçeğimizde, Sovyet basınında kim karalanırsa bizler bilirdik ki onlar iyi insanlar ve iyi işler yapıyorlar. Alparslan Türkeş ve onun Bozkurtları da Sovyet basınında hep kötü bahsedilir ve karalanırdı. Biz de bilirdik ki, ülkücüler bizim taraftan insanlardı ve taa o yıllardan sempatimizi ve saygımızı kazanmışlardı. Demir perde aralanıp, Hür Dünya'dan ve Türkiye'den daha fazla malumat almaya başlayınca anladık ki yanlışmamışız. 1975-76 yılla­ rında hayatımız, benim için ve halkımız için Türk kamuoyunu ayağa kaldıran bu vatansever insan ve onun ülkücüler kurtarmış. Bu alicenap insan ve onun ülküdaşları, bizimle beraber ağlamış­ lar, bizimle acılarımızı paylaşmışlar, bizler için dualar etmişler. Kırım Tatar Türkleri merhum Alparslan Türkeş'e ve ülkücülere müteşekkirdir. Gıyaben seneler önce tanıdığım ve sonra, Türkiye birinci kere ettiğim ziyaret günlerinde, 1992, 7 Şubat'ta tanışmak mutluluğuna eriştiğim merhum Alparslan Türkeş'e Yüce Allah'tan rahmet diliyorum. 1997, 4 Nisan saat 22.45’te Türk Dünyası en büyük evlatla­ rından birisini kaybetti. Allah milletimize Alparslan Türkeş gibi daha çok insanlar yetiştirmeyi nasip eylesin.

6.03.1998 Kırım, Bahçesaray

16 &afs£

Jftfm vı ffS 2 ^ &>n 'T b trfr& r/? *fâ o frfo ır <$crrnim', mn/vcrre Gr*~& jyfrPr' 9 2 *^ ^ /icrfrt Y^x. jf'O ettm t cfTTrr^ft. fö aş& tj 'Jc/?*'/yprn/rzv/t P f t ld î/m pf ^fpr»oyff-Ssi X?/ Sfren&rt drzroerr Cfyv7-fi& . örtün nr'c/^ ^rrP£SrrrF*x7rt ¥ojçxrnctır£c'c?t*'. ® Voytf& ftr.

r^tfzu n JPffT ç f© &_ o f a r r y ^ Y ^ S ® ^ *"•

O r r t /n cr<& /rr£ £ L ^ * 7 * / n e

tiS S uf-J*#' °* ^7itn> A ji/trfa

Ö ? ? T r „ r c / 4 t & xx*s(rr& < J ) , ±

O rm #zr$îâ Cx7c __ ^Gyprnjı Cfty^f T2 'r t a ^ r *

£ ^ ? « r * r/> Gnuv ^^ryarayt?*? Om* »far*** < * * • ’ğ o y tz â y f± . Ört te ırmSnyTaytt^ye^

Ytrrr>$x

jğr. /]^i*y//~’

D r. Baymirza HA YİT, Türkistan ve Dünva Tüıklosn davasmm savunucusu, Yazar, Tarihçi * 17

MİLLET SEKTÖRÜ

Eyüp AKTEPE* I. GENEL BAKIŞ Türkiye’de kalkınma hızını artırmak, yeni iş alanları yaratmak daha fazla üretim sağlamak, bu üretim artışı ile beraber daha adil bir bölüşüm yaratmak için değişik sayılabilecek bir çalışma ortamına girilmesi zorunludur. Bu çalışmalardan birisi de kamu ve özel sektörden ayrı olarak üçüncü bir sektör olacak Millet Sektörünün kurulması çabalarıdır. Millet Sektörünün kimlerle kurulacağı, finansman kaynak­ larının neler olacağı, hangi sahalarda faaliyet göstereceği henüz tam olarak belirlenmemiştir. Hatta henüz kesin bir tarifi daha yapılmamıştır. Bu meselenin bu hali ile açıklığa kavuşturulması bir insanın kısa bir müddet çalışması ile mümkün olmayacaktır. O kadar ki, konunun hangi meselesini, hangi özelliğini ele alırsanız alınız işe bir kısım tereddütlerle başlayacaksınız. Bunun içindir ki, biz çalışmalarımızı Millet Sektörünün genel özelliklerine yönelttik. Millet Sektörünün dayanacağı grupları, uğraşacağı sahaları, temin edilecek finansman kaynaklarını ve Millet Sektörü hakkındaki görüşleri genel hatları ile incelemeye çalıştık. Bu geniş konuyu inceleme cesaretimizi ise sîzlerin hoş görüsünden aldık. Bu konuda çalışmaların hızlandırılacağı inancımızı koruyoruz. Türkiye kalkınmakta olan bir ülkedir. Kalkınma için gerekli potan­ siyelin varlığına da inanmaktayız. Ancak kalkınma hızı ile kalkınma potansiyelin varlığına da inanılmaktadır. Ancak kalkınma hızı ile kalkın­ ma potansiyelinin mukayesesi uzun zamandan beri münakaşa konu­ sudur. Çoğunluğun inancı ise Türkiye’nin, kalkınma potansiyeline uygun olarak kalkınamamakta olduğudur. Bunun sebeplerini de çeşitli görüşler altında izah etmek mümkündür.

' Prof. Dr., MHP Genel Başkan Yardımcısı

19 II. MİLLET SEKTÖRÜNÜN TARİHÇESİ Türkiye’de ilk defa 1965 yılında yapılan milletvekili seçimlerinden önce “Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi” CKMP’nin seçim beyanna­ mesinde Sayın Alparslan Türkeş’in isteği üzerine kamu sektörü ile özel sektörden ayrı olarak bir sektörün kurulacağından bahsedilmiştir. 1967 yılında Sayın Alparslan TÜRKEŞ tarafından yayınlanan “Milli Doktrin Dokuz Işık” isimli el kitabında Millet Sektörü isimli bir sektör anlatılmıştır. Bu kitapta genel bazı bilgiler verildikten sonra meselenin detaylarına inilmemiştir. Böylece Türkiye’de ilk defa Millet Sektörü tartışma konusu olarak ülkemizin gündemine gelmiştir. 1968 yılında Doç. Dr. Kurt Karaca “Milliyetçi Türkiye” isimli eserinde Millet Söktürünü geniş bir şekilde işlemiştir. Kurt Karaca’ya göre Millet Sektöründen amaç, işçi, köylü, esnaf, memur vs. birliklerinin meydana getireceği sektördür. Üçüncü olarak 1973 yılında milletvekili seçimlerinden önce CHP’si tarafından üçüncü bir sektörden bahsedilmiştir. Bu parti “Ak Günlere” isimli seçim bildirgesinde üçüncü sektörü şöyle tanımlamıştır: Kooperatifler, başka halk girişimleriyle birlikte ekonominin en önemli ve güçlü kesimini oluşturacaktır. Buna Halk sektörü denecektir. Kurt Karaca’nın görüşleri ile CHP’nin görüşleri arasında isim ve muhteva ayrılıklarına rağmen sektörün kuruluşundaki model benzerliği dikkat çekmektedir. Bu gelişmelerden sonra CHP-MSP’si koalisyon hükümeti 1974’lü yıllarda Halk Sektörünün kurulması için ciddi adımlar atacağını belirt­ miştir. Rahmetli Alparslan TÜRKEŞ, Türkiye’de kalkınma hızını artır­ mak daha fazla üretim sağlamak, bu üretim artışı ile beraber daha adil bir bölüşüm yaratmak ve bölgeler arası kalkınmışlık farkını azaltmak için Türk Milleti’ ni kalkınma seferberliğine davet etmiştir. Bu maksatla da Millet Sektörü isimli bir model teklifinde bulunmuştur. Bu teklif Türk Milleti tarafından benimsenmiştir. Teklifin benimsenmesi karşısında diğer siyasi partiler harekete geçmiştir. Önce CHP’si ve onun Sayın Genel Başkanı Bülent Ecevit bilahare de CHP-MSP hükümeti TÜRKEŞ’in bu konudaki fikirlerine politize ederek değiştirip sosyalizme giden bir yol gibi mütalaa etmişlerdir. Böylece teklif edilen model muhteva olarak halkın kabul etmeyeceği bir noktaya sürüklenmiştir. Milletin gündeminden böylece düşürülmüştür. Milliyetçi Hareket Partisi’nin gündeminden düşmeyen Millet Sektörü yeniden günün değişen şartlarına göre gündeme getirilecektir.

20 Henüz tam bir tarifi dahi yapılmamış olan bu sektörün kuruluşunda çeşitli yanlış yorumlara meydan vermemek için kavramlara ayrı bir ağırlık kazandırılmasının gerekli olduğu inancındayız.

III. MİLLET SEKTÖRÜ-HALK SEKTÖRÜ ANLAMI: A. Halk Nedir? Halkçılık, batıda kullanılan ve pek manası olan bir mevhum değildir. Batıda halk ve millet ayrımı yapacak bir ölçü kalmadığı için böyle bir mefhumun bir şey ifade etmemesi de tabidir. Onun için batı dillerinde halk ve millet tabirleri bir birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Bizde de bazı kişiler batıdaki anlamda halk ve millet tabirlerini birbirinin yerine kullanmaktadır. Oysa ki Türk kültüründe, Türk fikir hayatında bu kavramlar birbirinden tamamen ayrı olarak kullanılmış ayrı manalarda millete intikal etmiştir. Halk, gayri şuuri birlik duygularından beslenmek suretiyle meydana gelmiş zümrevi bir topluluktur. Halk toplulukları müstakil birer ünite olmaktan ziyade millileşme sürecinin daha tamamlanmadığı top- lumlarda adet ve toprak birliğine dayalı örgütlenmemiş birimlerdir. Halk topluluğu duygu ve düşünce tarafından beslenen zümrevi, bölgesel bir şuurun meydana getirdiği topluluktur. Cemaat şuuru alt kısımlardan beslenen zümrevi varlık şuurudur. Milletleşmemiş toplumlarda coğrafi bölgelerde belirli bir ortak ünitenin etrafında birleşen, birbirinden farklı dil ve özelliklere sahip zümrelere halk diyebiliriz. Halkların ayrılmasında adet, örf ve dil meselesini birer unsur olarak almak mümkündür. Bugün Türkiye’de bazı ideolojilerin halk ve halklar tabirini özellikle seçip Türkiye halkları şeklinde beyanlarda bulunmaları Türkiye’nin daha milletleşme ve millileşme sürecinin arka­ sında kaldığı kanaatlerince göstermek arzusundan gelmektedir. Halkta müstakil bir soy varlığından, bu soyun bekası için belirtilerin neler olacağı, soy şuurunun muhafazası ve nesilden nesile aktarılması için ne gibi yollara ve birliklere ihtiyaç olacağı hususunda müşterek bir arzu yoktur. Halkı coğrafi ve siyasi yönden inceleyecek olursak; belirli bir bölgede yaşayan o bölgenin iklim özelliklerinin bedeni ve ruhi hayatta aksettiren topluluklar halktır. Bunlar yaşadıkları bölgede yaptıklarıyla geçimlerini sağlayan kapalı, kapalı oldukları kadar da idare etme, yönetme özelliklerinden mahrum yığınlardır. Durum böyle olunca idarecileri, işçileri, memurları, tüm karmaşık iktisadi ve sosyal faaliyette

21 bulunan mesleki zümreleri halk saymamak gerekmektedir. Hatta bugün Türkiye’de köylü karmaşık faaliyetlerin içine girmiş halk olma özelliğini yitirerek millet içinde mesleki bir grup olmuştur. Zaten modern toplumlarda milletten farklı bir halk kavramına rastlamak mümkün değildir. Kendilerine halk demekle milletleşme merhalesine ulaşamadık­ larını göstermiş olacaklardır ki bunu kabul etmemek gerekecektir. Artık milletimiz haklar mefhumunun çok üzerine çıkmış siyasi ve kültürel bir bütün haline gelmiştir. Anayasamızda egemenlik hakları halka değil millete verilmiştir. “Gerçekten halk ve halkçılık tabirleri büyük incelik taşımaktadır. Okumuş-okumamış, şehirli-kasabalı ve köylü, idare edilen-idare eden gibi ölçülerin bu mefhumlara ulu orta tatbik edildiği görülür. Halk ayrımı milli kültürü taşıyıp taşımayan ölçüsüne göre değerlendirilebilir’’. Bu ölçü milletle, milli idare mefhumuyla birleşir o zaman milli kültür düşmanları ve milli kültürü kaybetmiş olan kimseler kalır ki onlar da hasta olan, istisna teşkil eden unsurlardır. Halka dayalı olarak kurulacak Halk Sektörü hangi zümreyle kurulacaktır? Basit bir işletme dahi kurulurken bazı kaynaklara dayanmaktadır. Halkla kurulacak Halk Sektörünün kaynakları ne olacaktır? Biz henüz bunu anlamış değiliz. Onun için bir sektör kurulacaksa bunun kaynaklarını meydana getirecek gruplara dayanma­ lıdır. Bugün bu sektörü yaratabilecek tek grupta millettir. Kurulacak bu sektöre Halk Sektörü değil, Millet Sektörü demek daha yerinde ve daha doğru bir kavram olur kanaatindeyim.

B. Millet Nedir? Halk gayrişuuri (eğer varsa bu bir zümre şuurudur) birlik duygularıyla yaşar, dedik. Buna mukabil millet, modern anlamdaki milli toplulukta çok daha mana kazanmış bir soy şuuru, esas bağlayıcı unsurdur. Milli şuur çoğu zaman bir yükselme arzusu, varlığını devam ettirme, prestij, hakim olma, ben duygusuyla gelmiş olabilir, milli toplumun doğup gelişmesi ve tekamülü için esas şart bütün topumu çeşitli yönlerden bağlı tutan kuvvetli bir bağın vücut bulmuş olmasıdır. Bu örgü devlet örgüsü olduğu gibi devlet olmadan, başka bir devletin yönetimi altında başka bağlar şeklinde olabilir. Mahalli ve çeşitli zümrevi menfaatler yok olmuş bir bütünleşme şuuru var olmuştur. Millet şuuru sadece mevcut duruma inhisar etmez, o çok uzak geçmişin maddi ve manevi siyasi yaratılışına da şamildir. Böyle tarihi şuurun tezahürü toplumların, kültür değişmesi alanında ulaştığı payelere göre değişir. Tarihini kaybetmiş ve kültür gelişmesi mahdut

22 kalmış insan ve toplumlarda tarih şuurunun çerçevesi daralmıştır. Her milletin kendine has bir milli kültürü vardır. Bu milli kültür insanın var oluşundan bugüne kadar yarattığı maddi ve manevi ürünlerin kaynaş­ mış şeklidir. Bugün olan yeni bir oluşun izlerini çok eskilerde aramak gerekir. Milletin temel öğelerini de çok eskilerde aramak gerekir. Onun için milletin temel öğelerinden belki de en mühimlerinden biri müşterek tarih şuurudur. Millet kavramında siyasi birlikler ve sınırlı bir coğrafya temel bir unsur olamaz ve bir çok olgulara göre bu görüş aykırı düşer çünkü dünya üzerinde devlet kuramamış millet olduğu gibi benim dediği vatanı olmayan bir çok millet vardır. Buna 1948 öncesi Yahudileri ve yıkılma­ dan önce Rusya içinde eyaletleştirilmek istenen milletleri misal olarak verebiliriz. Aynı şekilde ekonomik bağı da yeterli bir unsur olarak göre­ miyoruz. Amerika’daki zenci isyanları ekonomik birliğe karşı ırk ayak­ lanmaları şeklinde görülmektedir. Yine dini cemaat şuuru (ümmet) milli şuurun ilk ve temel dayanağı olmuyor. Dünya üzerinde bir kaç ümmet olmasına rağmen yüzlerce milletin varlığını engelleyememektedir. Ama bütün bu saydık­ larımızı milli çıkarlar için ilk ve yeterli şart kabul edenler mevcuttur. Böylece şu sonuç ortaya çıkmaktadır. Millet tarifinde de milli çıkarlar söz konusudur. Rusya’nın emek birliğini, Amerika’nın müşterek yaşama arzusunu, İran’ın dil özelliklerini, Pakistan’ın din duygularını vs. ön plana almaları uyuşmazlıklarını azaltmak içindir. Durum böyle olunca, Türk Milleti’nin tanımını verirken Türk’ün milli menfaatlerine ters düşmeyen, yabancıları içine almadığı gibi öz unsurları da bırakmayan bir tanım vermek gerekmektedir. Başka bir ifadeyle bütünleştirici, uzlaştırıcı olan bölücü olmayan bir tanım yapmak yerinde olur, verilecek bu tanım, Türk Milleti’nin geçmişte ters düşmediği gibi gelecekteki büyük kudretli Türkiye ülküsüne de ters düşmemelidir. Türk devleti bir halklar, gruplar devleti değil, milletin milli müessesesi araçlarıyla, milletin teşkilatlanmış şekli olarak düşünül­ melidir. Türk Devleti halklar devleti değil, milletin teşkilatlandırılarak meydana getirdiği milli devlettir. Milletin sosyal gruplar olarak yeniden teşkilatlanması, kamu ve özel sektör yanında Millet Sektörünü meydana getirmesi, Türk Devletinin daha güçlenmesi, daha ileriye gitmesi olacak­ tır. Bu sektörü varsa halk yığınlarına yoksa halk yığını yaratıp onlara kurdurma zihniyeti zümrevi kütleler yaratıp onları devlete karşı ekono­ mik bağlarda teşkilatlandırmak manasını taşır.

23 “Millet, kültür birliği demektir, kültür birliği olan cemiyet demektir, ferde ve millete saadet yolunu açan organizasyon demektir. Atatürk doktrininin esası da budur. Bu doktrini esas alarak üçüncü sektörü halka değil millete mal etmek gerekecektir.

IV. MİLLET SEKTÖRÜNÜ ZARURİ KILAN SEBEPLER: Bazılarına göre kamu sektörü ile özel sektör isimli iki sektör vardır buna üçüncü bir sektör ilave edilemez. Dünyada bunun örneğini görmek de mümkün değildir. Halbuki iktisadi meseleler şartlarla değişir, akılla ilerler, dünyada benzerlerinin olmaması, olmayacağı manasına alınamaz. Türkiye’nin bugünkü şartları yeni atılımları gerekli kılmakta, yeni atılımlar için sınırlı imkanlar var. Bu imkanların geliştirilmesi yeni zihniyet istemekte, fertlerin gelirlerini daha fazla yatırıma akmasını gerekli kılmaktadır. Bunun temini için yapılacak teşkilatlanma mana ve yapı bakımından mevcut sektörlerden kesin çizgilerle ayrılmış, yeni bir sektör olacaktır. Bu mesele iktisadi doktrinlerden değil, iktisadi ve sosyal hayatın bir gereği olarak doğmuştur. Bu sektörün kurulmasını zaruri kılan sebepler vardır ve bunları şu şekilde tasnif etmek mümkündür.

A. Ekonomik Sebepler a) İktisadi Büyüme Zorunluluğu: İktisadi büyümeden kastımız, ülkemizde üretim artışını çoğalt­ mak bu yolla fert başına düşen milli gelirin artışını sağlamaktır. Memle­ ketimizin gelişmekte olan ülkeler listesinden çıkarılıp gelişmiş ülkeler listesine geçişini sağlamak için yalnız başına iktisadi büyüme yeterli değildir. Bununla beraber demografik,, sosyal, kültürel ve politik hususları dikkate almak gereklidir. Fakirlik ve düşük gelirin sebebi sermaye kıtlığı ile bilgi yetersizliğidir. Gelişmekte olan ülkelerin ekonomik gelişmesinin diğer unsurlara tesiri olacağı unutulmamalıdır. Türkiye, kalkınma gayretleri içinde olan bir ülkedir. Kalkınmanın yalnız Özel Sektör, Kamu Sektörü veya Millet Sektörü sayesinde olmayacağı, bu üç sektörün müştereken planlı bir şekilde çalışmaları ile gerçekleşeceğini artık anlamış durumdadır. Önemli olan kurulacak Millet Sektörünün diğer iki sektörden aksayan yanlarını düzelmesi, Türk ekonomisine atılım imkanı sağlamasıdır.

24 Gelişmiş ülkeler, tüketim ekonomisine girmiş, ekonomilerini tüketim esasına dayamışlardır. Bu devrin istediği büyük işletmeler kurulmuş bu işletmelerin gerekleri yerine getirilmiştir. Bizde büyük sayılan işletmeler bu işletmelerle mukayese edilemeyecek kadar küçük­ tür. Böyle bir devirde, rekabet şartlarının, satış pazarlarının çok iyi düşünülmesi gerekmektedir. Bu konuda göz önüne alınacak ilk prensip, sanayileşmede Türkiye’nin kendi kendine yeterli olmasıdır. Çağımız büyük ancak hantal olmayan işletmecilik çağıdır. Büyük işletmeler büyük sermaye ister. Bu gerçek karşısında tasarrufların parçalanması değil, birleştirilerek büyük yatırımlara gidilmesini sağla­ mak gereklidir. Tasarrufların iktisadi büyüme açısından en önemli yönü yatırımlarla ilişkisidir. İktisadi büyümemiz yapacağımız yatırımlara bağ­ lıdır. Yatırımların kaynağı ise genel olarak tasarruflardır. Yani tasarruf iktisadi büyümenin temelidir. Kamu kesiminde mevcut tasarrufların yatırımları karşılamadığı, devamlı açık verdiği görülmektedir. Beş yıl sonra ise devletin gelirleri faiz giderlerini ancak karşılayacak duruma gelecektir. Yeni kurulacak Millet Sektörüne kamu kesiminden kaynak ayrılması mümkün görülme­ mektedir. Ancak kamunun bazı sahalarını Millet Sektörüne ayırrp tasarrufu yaratmak mümkündür. Bir taraftan büyük işletmelerin kurulması zaruri haldedir, diğer taraftan Millet Sektörünü kurup yeni atılımlar başarmak gereklidir. Bu sektörün yatırım için sermaye ihtiyacını ise bugünkü zihniyetle karşılamak güçtür. Bugünkü şartlar altında yapılacak şey fertlerin eğilim­ lerini öğrenmek bu noktadan hareket etmektir. Fertlerin eğilimi yüksek rizikolu işlerden çok istikrarlı, dengeli yatırımlara iştiraktir. Tasarruf sahipleri yatırım karşılığında hemen kar elde etmek ister, bunun için sanayi kuruluşlarına iştirakten çekinirler. Çünkü sanayi sektöründe kar almak için belirli bir zamana ihtiyaç vardır. Hissedarlar için de yatırımları ile münasip bir temettü vermeyen kuruluşların cazibesi yoktur. Üstelik bu sektör zannedildiği kadar kârlı da değildir. Ayrıca karının bir kısmını (ihtiyat, amortisman, yeni yatırımlar vs.) ayırmak zorundadır. Özellikle bizim gibi enflasyonist ekonomilerde bu durum işletmelerin yaşaması için zorunludur. Yatırımlar ister istemez iç ve dış tasarruflarla finanse edileceğine göre bu alanda yapılacak iş yatırım ve tasarruf dengesini incelemektir. Burada önemli olan fertlerin harcama eğilimini kısıp tasarrufa geçmesini sağlamak ve yeni yatırım fonları yaratmaktır. Bunun sağlanabilmesi için de cazip, kârlı ve garantili çalışan devlet müesseselerinin bir kısmını

25 özelleştirme kapsamında halka satmaktır. Buradan sağlanan fonların bir kısmı ile devlet ihtiyaçlarını bir kısmı ile Millet Sektörünü destekleyecek gerekli yatırımlar sağlanabilir. Millet Sektörünün en önemli destek aracının kredi mekanizması olduğu düşünülebilir, ancak ülkemizde kredi imkanlarının sınırlılığı göz önünde bulundurulmalıdır. Türkiye’de, kredilerin büyük bir kısmı Millet Sektörüne ayrılırsa o taktirde hem kamu iktisadi kuruluşlarının hem de özel sektörün kredi ihtiyaçlarını azaltmak zarureti ortaya çıkacaktır. Sanayileşmeye geçişin son döneminde bulunan Türkiye için bunun olumlu sonucu gözükmeyecektir. Bu durum yatırımların bir elden diğer bir ele geçmesidir. Bunun içindir ki zorlama bir Millet Sektörü yaratma çabalarının ekonomiye yararlı olamayacağı, iktisadi tedbirlerle kurulacak bir sektörün faydalı olacağı inancındayız. Küçük tasarruf sahipleri yüksek temettü almak arzusundadır. Yüksek temettü politikası ise büyüyen bir ekonomide devamlı yatırım yapması icap eden şirketleri köstekleyici bir tutumdur. Yatırım için ayrılan tasarruflar belirli bir seviyededir. Bu tasarruflar kamu sektörü ile özel sektörün yatırım ihtiyaçlarını karşılamadığını tabloda görmüştük. Yeni sektöre yeni yatırım imkanı sağlamak için fertlerin yeniden tasarrufa sevk edilmesi, yurt dışında çalışan işçi tasarruflarının, yurda çekilmesi, çeşitli cari harcamalardaki kısıntı, kredi mekanizmasının yeniden gözden geçirilmesi ile mümkün olacaktır. Bu kaynaklar içinde en önemlisi fertlerin tasarruf zihniyetini arttırmaktır. Bu sağlanır ve bazı devlet kuruluşları yeni sektöre devredilirse hem yeni atılımlar sağlanmış olur hem de enflasyonist baskıya en asgari ölçüde maruz kalınır. Ayrıca devletin de ek gelir elde ederek asrın istediği büyük yatırımlara geçebilme imkanı sağlanmış olur.

b) İstihdam Meselesi: Türkiye’nin nüfusu 1997 yılında yapılan nüfus sayımına göre 65 milyon civarındadır. Nüfus artış hızı yüksektir. Bu hızlı nüfus artışı her yıl ortalama 600 bin kişinin faal işgücüne katılmasına sebep olmakta ve bu kişilere istihdam sağlanması zorunluluğu vardır. Her sene 2 milyon civarında işsiz grubu mevcudumuza her yıl işgücüne katılan 600 binin 200 bini katılmaktadır. Bu durum toplumumuzdaki huzursuzluk kaynak­ larından en önemlisi olmaktadır. İstihdam imkanlarımızın bölgeler arası dengesizliği de ayrıca üzerinde durulması gerekli konulardan birisidir. Üretici güce sahip olmayan nüfusun genel nüfusa oranı %46 civarındadır. Üretici durumda olan nüfusumuz 30 milyonu aşkın olma­

26 sına rağmen bu grup içinde iktisaden faal nüfusumuz 20 milyon civarındadır. İktisaden faal olmayan ve genel nüfusumuzun içinde %61.64 nispetinde yer tutan topluluk, iktisaden faal olup, genel nüfusumuzun içinde %38.34 nispetinde bir yer tutan grup tarafından geçindirilmektedir. Bu durum da bağımlılık oranının çok yüksek olduğunu gösteriyor. Planlamacıların hesabına göre artan nüfusu istihdam edeme­ yişimiz nedeniyle 2000 yıllarına doğru bir işgücü patlaması tehlikesi vardır. Bunun önlenmesi için tarım işgücünün tarım dışı alanlara kaydırılması ve tarım dışı alanlarda da gerekli tedbirlerin alınması icap etmektedir. Tarım dışı kesimlerde yıllık işgücü arzı 210 bin civarındadır. Sanayi kesiminin yarattığı istihdam imkanları planda beklenenin ve yıllık işgücü arzının altında kalmıştır. 2000’li yılların başında toplam işgücü fazlasının toplam işgücü arzına oranı değişmeyecek, iyimser hesaplamalara göre %11.2 oranında kalacak bu da istihdam probleminin aynen devam etmesi anlamına gelecektir. 2000’li yıllara da şehir nüfusunun genel nüfusa oranı %60 civarında olacaktır. Oysa ki gelişmiş sanayi ülkelerinde makinenin de kullanılması sayesinde ziraatle uğraşan nüfus ülkeden ülkeye değişmekle beraber genel nüfusa oranı %10 civarındadır. Bu durum Türkiye’de gizli işsiz sayısının tahmininde ölçü olarak kullanılabilir. Kaldı ki şehirlere göç işsizliği köyden şehire taşımaktan başka bir mana taşımayacaktır. Hızlı nüfus artışının tabii neticesinde köyden şehire nüfus akımı vardır. Kurulması düşünülen hatta kurulmaya başlayan tarım kentleri bu akışı büyük ölçüde önleyebilir ancak müzminleşen işsizlik problemini çözmesini beklemek iyimserlik olur. Türkiye’deki mevcut durumu bu şekilde ortaya koyduktan sonra çözüm yollarının neler olabileceğini araştıralım. Millet Sektörü yeni bir sektör olduğuna göre imkanları diğer sektörlere yakın bir duruma getirilmeli, yeni yatırım imkanları yaratılmalıdır. Bu yatırımların kaynaklarını şöyle sayabiliriz. 1. Yurt dışındaki mevcut tasarrufların bir bölümü teşviklerle yurda getirilebilir. Bugün bu tasarrufların 30 milyar doları aştığını biliyoruz. Bunun bir kısmını yurdumuza çekebilirsek bu miktarın bir kısmını da yatırıma kanalize edileceği düşünülürse istihdam imkanının artacağı görülür. Tasarrufların bugünkünden daha hızlı akışını sağlamak için tasarruf sahiplerinin karşısına cazip tekliflerle çıkmak imkanı buluruz.

27 2. Mevcut kamu kuruluşların bir kısmının halka satılması, fertleri çeşitli harcamalar yerine yatırıma zorlayacak ve yeni yatırım imkanları doğacaktır. Mesela sigara fabrikalarının tütün ekicilerine, şeker fabrikalarının pancar ekicilerine devri sağlanırsa ekici fabrikaya ortak olmak için kemerleri severek sıkacaktır. Bu misallerin çoğalması yatırım için ayrılan kaynakların artışını sağlayacaktır. 3. Banka kredi mevzuatı yeniden gözden geçirilecek olursa, yeni fonların teşekkülü sağlanabilir. Vicdanlar biraz daha rahatlar. 4. Teşkilatlanmış grupların mevcut müesseseleri (oyak, meyak vs.) bazı mevzuat değişiklikleri bu sektöre yatırım imkanı sağlayabilir. Sağlanacak yatırım kaynaklarının miktarını tahmin edebilme imkansızlığı karşısında kesin rakamlar veremiyoruz. Ancak bu yatırımlarla her sene işsizler ordusuna katılan 200 bin kişiye istihdam imkanı zor olmayacaktır. Millet sektörünün işsizlik meselesini önemli ölçüde ele almasını hatta bu sektörün kuruluş sebebinin büyük ölçüde işsizlik olduğunu peşinen kabul edip organizede bu durumun göz önüne alınmasına dikkat edilmelidir. Bazı sahalar Millet Sektörü kapsamına alınmalıdır. Mesela ormancılık, ağaçlandırma bu sektörle büyük atılım içine girebilir. Ülkemizde hummalı çalışma fikri henüz teşekkül etmemiştir. Oysa ki en fazla ihtiyacımız olan bu meseleyi sektör organizesinde ön plana almak gereklidir.

B. Coğrafi ve Demografik Sebepler Türkiye 780 bin km2 büyüklüğünde bir ülkedir. Arazinin büyük kısmı dağlık olduğu için yerleşme merkezleri arasındaki ulaşım imkan­ ları zor olmaktadır. Yol durumları ise gelişmiş ekonomiye sahip ülkelerle mukayese edilmeyecek kadar yetersizdir. Batı Anadolu’nun dışında kalan bölgelerde birkaç şehir müstesna sayılacak olursa yerleşme merkezleri küçük sayılabilir. Çünkü nüfus akımı köyden kente, kentten de batıya olmaktadır. Bunun tabii neticesi olarak vilayet saydığımız yerleşme yerleri aslında normal kasaba büyüklüğündedir. Bu sebep­ lerden dolayı buralarda yapılacak yatırımlar rantabl olmaktadır. İmalat daha çok tüketim merkezlerinde veya dağıtım merkezlerine yakın bölgelerde yapılmaktadır. Bunun tabii neticesinde iktisadi gelişme bu bölgelerde olmaktadır. Bu gidişin başlıca iki büyük mahsuru vardır. Birincisi bölgeler arası dengesizlik artmakta, gelir dağılımına ve istihdam

28 meselesine tesirli olmaktadır. İkincisi sanayi ve ticaretin belirli bölgelerde toplanması milli güvenliğimiz açısından mahsurlu olmaktadır. Bütün bu mahsurlardan dolayı yatırımların yaygınlaştırılması zorunludur. Bugün özel teşebüs bütün çalışmalara rağmen bazı bölgelere yatırımını gerektiği kadar yapmamaktadır. Sanayinin kendi kanunlarına göre de bunu normal karşılamak gereklidir. Kamu yatırım­ larını beklemek iyimserlik olur. Kamu yatırımlarının kısa devrede Orta ve Doğu Anadolu’ya kaymayacağını da planlamacılar ifade etmekte­ dirler. Planlamacılara göre “Yöreler arası gelişmişlik farkını kısa dönemde ortadan kaldırmaya çalışmak ekonomik bakımdan etkin olmayan kaynak dağılımına yol açacak uzun dönemde sermaye birikimini ve ekonomik gelişmeyi yavaşlatacaktır”. Bu durumda yapıla­ cak en isabetli şey öncelikle tarım kentleri projesini ele almak nüfus kaymalarını önleyerek Orta ve Doğu Anadolu şehirlerinin tüketim merkezleri haline gelmesini sağlamaktır. Bunun neticesinde ihtiyacı karşılayacak yatırımlar gerekecektir. İşte Millet Sektörünün varlığı ve faydası bu durumda görülecek, bugün gereği kadar değerlendire­ mediğimiz yeraltı ve yerüstü servetlerimiz değerlendirilecektir.

C. Sosyal Sebepler a) Gelir Dağılımının İyileştirilmesi: Ülkemizde fert başına düşen milli gelir gelişmiş ülkelerle mukayese edilmeyecek kadar azdır. Bugünkü dünya ölçülerine göre çok düşük bir milli gelire sahibiz. Dağılımda çok farklıdır. Elimizde bunun kesin ölçüsü olmamakla berber batı ve doğudaki fert başına milli gelirin çok farklı olduğu bilinmektedir. Her ne kadar aynı bölgede yaşayan fertler arasında da farklılıklar mevcut ve doğuda bazı istisnalar var ise de genel hatları ile farklılık vardır ve büyüktür. Türkiye için önemli olan hızlı üretim adil bölüşümdür. Burada dikkat edilmesi gereken mesele bölüşümün yapılması üretimi aksatmamasıdır. Planda bu durum şu satırlarla belirtilmiştir. “Sadece gelirin bölüşümünü iyileştirici tedbirlerle bugün için bazı gelir gruplarının yaşama düzeyini yükseltmek mümkün olsa bile, bu yaklaşım sermaye birikimini yavaşlatarak ülkenin gelişme potansiyelini sınırlayacak, böylece gelecekte daha yüksek bir yaşama düzeyine ulaşılması gecikecektir. Bu nedenle çeşitli gelir grupları ve yöreler arasında tüm toplumu kapsayacak biçimde yaygınlaştırılması, uzun dönemde gerçekleştirilecek bir amaç olarak benimsenmiştir”. Planlamacıların bu görüşüne katılmakla beraber bazı mahsurlarını da belirtmek gereklidir. Doğudaki tasarruf doğudaki

29 yatırımlardan fazla olduğu artık bilinmektedir. Doğudan batıya sermaye hareketleri vatandaşlar arasında huzursuzluklar yaratmakta ideolojik sebepler yanında ekonomik sebepler de var olan bölgeciliğin hızlan­ masına sebep olmaktadır. Milletin teşkilatlandırılması, kendi tasarrufları ile devletin imkanlarının birleştirilmesi bu teşkilatlandırmada ayrım yapmaksızın meselenin bir bütün olarak ele alınması gereklidir. Bu sayede bölgecilik meselesini ekonomik sebeplerle yapanları haksız kılacak, ideolojik sebeplerle meseleye sarılıp ta ekonomik meseleyi bahane edenlerin elinden hiç olmazsa bu silah alınmış olacaktır. Millet Sektörünün gelir dağılımının iyileştirilmesinde rolü olabilir. Yatırımlarda düşük gelirlere öncelik verilir ve ucuz kredilerle bunların iştirakleri sağlanırsa gelirleri artar, açılacak iş sahalarında daha müsait imkanlarla iş temin etmeleri yüksek olan bağımlılık oranını düşürür ve gelir dağılımındaki adalet belirli bir oranda gerçekleşmiş olur.

b) Küçük Esnaf ve Zanaatkarlarının Durumu Türkiye’de, en önemli meselelerden birisi de orta tabaka dediğimiz esnaf ve zanaatkarların içinde bulunduğu kötü durumdur. Esnaf ve zanaatkarların teşkilatlanamamaları, işlerinin mahiyeti, durumlarını gereği gibi ortaya koymalarına engel olmaktadır. Bugün mağdur olan iş kollarının başında esnaf ve zanaatkarlar gelmektedir. Memleketimizde istihdam imkanının olmayışı nedeniyle köyde geçimini sağlayamayan vatandaş elindeki küçük araziyi satarak veya yurt dışında biriktirdiği bir miktar parayla hemen dükkan açma işine koşmaktadır. Bu saha dışarıdan da oldukça cazip görünmektedir. Bugün gereğinden fazla tacirin olması iki önemli mahsur ortaya koymaktadır. Birincisi esnaf sayısının fazla oluşu onların daha az müşteriye hitap etmelerine sebep olmakta çok sürüm az kar ilkesine engel olmaktadır. İster istemez yaptıkları satışlarla masraflarını ve geçimlerini sağlamaya çalışacaklarından kar haddini yükseltmeye mecbur olmaktadırlar. Bu durum fiyat artışlarına sebep olmaktadır. İkinci büyük mahsur bu zümrenin kendi mağduriyetleridir. Yukarıda saydığımız sebeplerle beraber başka sebepler (işin ehli olmamak, çeşitli yerlere para kaptırmak, taksitleri tahsil edememek, vs.) yüzünden işe başlama zamanındaki sermayenin kısa zamanda yok olmasına sebep oluyor ve işe devam için de hem tüccardan daha fazla fiyatla mal alıyor hem de gücünün yettiği kadarı ile eşine, dostuna borçlanıyor. Bu durum çok yaygındır.

30 Bugün bir kanun çıkarılıp da, bu durumda olan esnafın borçları ile tüm maddi varlıklarını devletin kabul edeceğini, isteyenlerin işlerini borçsuz terk edebileceklerini istese, tacirlikle uğraşan vatandaşlarımızın %70’i bunu severek kabul edecektir dememiz hiç mübalağa değildir. Protesto olan senet miktarlarının incelenmesi bizim iddialarımızı doğrular mahiyettedir. Köy ve köylüyü (Tarım kooperatiflerini) temel alarak kurulması düşünülen Millet Sektörünün temelinde esnaf ve zanaatkar da olmalıdır. Esnaf ve zanaatkarları meslek kuruluşlarına göre organize edip onların, üretimdeki etkinliklerini artırmak gereklidir. Bu sayede kozmopolit iş adamlarını tasfiye edip bazı iş sahalarını millete mal etmek mümkün olacaktır.

V. MİLLET SEKTÖRÜ NASIL KURULMALIDIR: Millet sektörünün kurulması ile ilgili görüşler muhtelif kısımlara ayrılmaktadır. Konunun yeni olması nedeni ile Millet Sektörünü çeşitli gruplar kendilerine göre düşünmektedirler. Millet Sektörünün dayana­ cağı grupları kabaca şu kısımlarda mütalaa edilmelidir. 1. Millet Sektörü bankalara dayanmalıdır. Önce bankalar halktan toplanacak sermaye ile kendi imkanlarını birleştirmen kurulacak sektöre yardımcı olmalı, yatırım alanları karlı bir düzeye çıkınca da tedricen çekilip yerlerini tamamen halka bırakmalıdır. 2. Bazı kamu şirketleri halka açılmalıdır. Halka açılan bu şirketler yeniden organize edilmeli halkın ortaklığı sağlanmalıdır. Devlet bu işte organize edici, yol gösterici olmalı ve Millet Sektörü böylece kurul­ malıdır. “Millet sektörünün özel teşebbüsle bütünleşmesi ekonomik zorunluluklarımızı çözümleyecek ekonomik yaklaşımdır”. 3. Kooperatiflerden bir kısmı yeniden organize edilmeli, devletçe desteklenerek Millet Sektörü içinde mütalaa edilmelidir. 4. Millet Sektörü işçi, köylü, esnaf, memur vs. birliklerden meydana gelmelidir. Devlet (kamu) sektörü dışında kalan temel sınai faaliyetleri bu sektör yapmalıdır. 5. Köylü kooperatiflerinin, sosyal güvenlik ve yardımlaşma kurumlarının, sendikaların, yurt dışındaki işçi ortaklarının ve benzeri halk ortaklıklarının girişimlerinden oluşacak ve bunların destek ve yardımları ile oluşacak sektöre Millet Sektörü denecektir.

31 Bu görüşlerin ilk ikisinin faydalı ve mahsurlu tarafları vardır. Bunlar münakaşa edilebilir, edilmelidir de. Bu görüşlerin faydalı tarafları alınmalı, kurulacak sektörde yararlı olmalarına çalışılmalıdır. Mesela birinci görüşte bankalardan faydalanılmalıdır. Ancak faydalanırken ban­ ka mevduatının yeni alanlara kaydırılmasında kredi mekanizmasının alt üst olmaması, ekonominin yeniden dar boğazlara girmemesine dikkat edilmelidir. İkinci görüşte ise bu şirketlerdeki yöneticilerin tecrübe­ lerinden, ticari hayattaki başarılarından faydalanılmalıdır. “Ticaretin mektebi yoktur” sözündeki gerçek payı göz önüne alınmalı kurulacak sektör mutlaka başarılı ellere teslim edilmelidir. Bu sektör için yönetim konusu ciddi bir şekilde araştırılmalıdır. Üçüncü ve beşinci görüşlerde kooperatiflerin Millet Sektörü içinde mütalaa edilmesi şeklinde bir benzerlik vardır. Kooperatifler Millet Sektörü haline gelemeyecektir. Millet Sektörü kurulurken bazı koope­ ratifleri bu sektör içinde mütalaa etmek lazımdır. Kurulacak sektörün ismi ve şekli ne olursa olsun yatırım kuruluşları halinde ortaya çıkacaklardır. Bir taraftan sermaye birikimini sağlayarak gelişecekler, diğer taraftan ortaklarına kar sağlayacaklardır. Kooperatiflerin tamamını Millet Sektörü ile beraber görmenin pratik bir faydası da yoktur. Bu kuruluşların aksayan yönlerini düzeltip köy ve köylü problemlerinin çözümünde faydalanmak daha isabetli olacaktır kanaatindeyiz. Ayrıca kooperatifleri kurulması düşünülen Tarım Kentlerinin teşekkülünde kullanılması da incelenmesi gereken bir görüş olabilir. Millet Sektörü görüşünün temelinde milletin teşkilatlanmış sosyal dilimleri vardır. Kanaatimizce en gerçekçi görüş de budur. Bu görüş ekonominin millete mal edilmesi esasına dayanır. Ekonominin millileştirilmesi, ekonomik kaynak ve değerlerin Türk milli toplumunu meydana getiren fertlere mal edilmesi, her Türk ferdinin üretim araçla­ rının (sermayenin) sahibi olması anlamına gelir. Ancak bu üretim araçlarının sahibinin fertler olabilmesi için onların teşkilatlanması ve teşkilatlarının yatırıma gitmesi gerekmektedir. Cemiyetimizin bugünkü bünyesine göre bu teşkilatları şöyle sayabiliriz. 1-İşçi Birlikleri, 2-İşveren Birlikleri, 3-Esnaf Birlikleri., 4-Köylü Birlikleri, 5-Memur Birlikleri, 6- Serbest Meslek Mensupları Birlikleri.

32 VI. MİLLET SEKTÖRÜNÜN SAHASI VE GELİR KAYNAKLARI: Kurulmak istenen sektör milletin teşkilatlandırılmış gruplarına dayanmalıdır. Fertlerin gruplara gönüllü ve isteyerek iştirakini sağlamak için bazı tedbirlere ihtiyaç vardır. Bu tedbirlerin alınması halinde teşkilatlanma kolaylıkla sağlanmış olabilir. Fertlerin (Tasarruf sahipleri) tasarrufunu yatırıma dönüştürebilmesi için kısa zamanda gelir elde etmesi, kardan pay alması gereklidir. Oysaki yeni sanayi kuruluşları daha önceden de anlatıldığı gibi, ferde kısa zamanda kar veremez. Karların bir kısmını belirlenen hedefe yöneltmek için yeni sermaye kaynaklarına ihtiyaç olacaktır. Bu mahsurlardan dolayı devlet, karlı çalışan kurumlarını teşekkül ettirilen birliklere devretmeli, devredilen kurumlar halen ihtiyaca cevap vermiyorsa yenilerinin kurulması için bu sektörü yetkili kılmalıdır. Mesela sigara, çay, vs. gibi teşekküller halka devredilmelidir. Milletle bütünleşmek isteyen devletin yapacağı şey bu gibi müesseselerini ona devretmek olmalıdır. Bu sayede devlet küçük bazı işlerden vazgeçip yapılması gerekli milli hizmetlere yönelmesi gereklidir. Bu işlem yürütülürken dışarıdaki işçilerimize öncelik tanınmalı, dışarıdaki tasarrufların yurda akışı sağlanmalıdır. Aslında enflasyonist baskı altında bulunan ülkemizde devlet, bazı kuruluşları devrederek hem ticarette küçülür hem de hizmetlerini yerine getirir. Bu usulle enflasyonist baskıya en az maruz kalınır. Bu karlı ve rizikosuz kurumların fertlere devri fertleri de tasarrufa zorlayacak bazı harcamalar ve lüzumsuz yatırımlar kendiliğinden kısılmış olacaktır. Yoksa lafla istenilen kemerleri sıkma politikası geçer­ siz kalmaya mahkumdur. Gelir seviyesi normalin altında olan ülkemizde, fertlerin tasarrufları bütün bu işleri yapmaya yeterli olmayabilir. Onlara yardımcı olacak milli tasarruf kaynakları yeni teşkilatlarla müşterek hareket etmesi sağlanmalıdır. Bu teşkilatlar bugün şunlardır. 1-Emekli sandığı, 2-Sosyal Sigortalar Kurumu, 3-Bağ-kur, 4-Ordu Yardımlaşma Kurumu, 5-Memur Yardımlaşma Kurumu, 6-İşçi Yardımlaşma Kurumu gibi. Kurulacak sektörün bankaların da imkan nispetinde destekle­ mesini sağlayacak gerekli mevzuat değişiklikleri de yapılabilir.

33 SONUÇ Kurulması düşünülen Millet Sektörü halktan gelen bir hareket olmalıdır. Hükümet tarafından kurulması düşünüldüğüne göre önemli bazı problemlerle karşılaşılmasını olağan saymak gerekecektir. Bu arada en önemli mesele devletle Millet Sektörü arasındaki münase­ betlerdir. Millet Sektörünün idare şekli, idarecilerin tayini meselesi sermayenin teşekkülü hukuki bazı tedbirler alınmasını gerektirmektedir. Bu tedbirler alınırken önemli olan halkın kendi sektörünü kendinin idare etmesidir. Yeni bir kuruluş olması münasebetiyle devletin bu sektörü kurulurken organize etmesi, yol gösterici bir durum takınması gereklidir. Sektörün kuruluşunda maddi yardım olacağından devlet denetimi müdahale noktasına kadar uzanmamalıdır. Bazı sosyal güvenlik müesseselerini, sendikaları, yeniden organize edilecek grupları bu sektör içerisinde mütalaa etmek mümkün­ dür. Bazı kooperatifleri bu sektörden ayrı düşünmek gereklidir. Koope­ ratiflerimizin bugün aksayan yönleri vardır. Ancak aksayan yönlerini düzeltip kendi fonksiyonlarını yapmalarını beklemek gereklidir. Bugün kooperatifler beynelmilel kuruluşlar haline gelmiştir. Ana ilkeleri belirlenmiş bu ilkeler bütün demokratik devletler tarafından benimsen­ miştir. Millet Sektörünün kurulabilmesi için kooperasyon gereklidir. Ancak kooperasyonla kooperatif hareketin birbirinden farklı olduğunu kabul etmek gereklidir. Bu sektör bir taraftan yeni atılımlarla bir çok problemleri çözmeye çalışırken, diğer taraftan adil bölüşüm imkanlarını araştırmakla yükümlü bulunacaktır. Türkiye'de bir kısım vatandaşların bugünkü durumları ile bu sektöre ortak olmaları mümkün olmayabilir, önemli olan tamamen mağdur, hiçbir garantisi olmayan bu vatandaşlara devletin kollarını açması ucuz, uzun vadeli kredilerle veya borçlandırılarak bu vatandaşların sektör yatırımlarına ortak edilmesi sağlanmalı, bunların problemleri ele alınmalıdır.

34 BİLGE KAĞAN'DAN GÜNÜMÜZE TÜRK DEVLET FELSEFESİNDE FUKARALIKLA MÜCADELE, SOSYAL DAYANIŞMA VE SOSYAL GÜVENLİK POLİTİKALARI Kadir ARICI*

"İşte aşsız, dışta donsuz; düşkün, perişan milletin üzerine oturdum... ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım." Bilge Kağan (ERGİN, Muharrem: Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları No. 1., 1973, s.25)

"Kenar-ı Diclede bir kurt aşırsa bir koyunu, Gelirde Adl-i İlahi sorar Ömer'den Onu!" Hz. Ömer (M.Akif Ersoy-Safahat)

"Bu sistem her Türk vatandaşını kara gününde dayanışma ve bütünleşme içinde yarınından emin hale getirecektirJ' Alparslan Türkeş (A.Türkeş Temel Görüşler, Dergah, 3. Baskı, İstanbul 1976, s.75)

Prof. Dr. Gazi Üniversitesi İİBF Öğretim Üyesi

35 GİRİŞ İnsanlık için ihtiyaçların esaretinden kurtulmak ezeli ve ebedi bir meseledir. Milletler, fukaralığa karşı sosyal dayanışma mekanizmaları geliştirmek suretiyle ferdin muhtaçlığa düşmeme mücadelesine destek vermişlerdir. Tarih içerisinde insanlığın geliştirdiği sosyal yardımlaşma mekanizmaları; kişiden kişiye ve talebe bağlı olarak gerçekleşen doğrudan yardımlarla başlamış; daha sonra vakıf, dernek ve sandık gibi kurumlar aracılığı ile sürdürülmüştür. Milletin geliştirdiği bu mekaniz­ maları devletler, kimi kez doğrudan kimi kez dolaylı olarak teşvik etmiş ve destek olmuşlardır. Devletin sosyal alana müdahalesi ve sosyal devletin doğuşu Batı Ülkelerinde çok sonraları ve uzun mücadeleler sonrasında mümkün olabilmiştir. Batı'nın sosyal, siyasi ve ekonomik tarihi ile insan haklarının gelişim tarihi birlikte değerlendirildiği zaman bunun o ülkelerde ne kadar kıymet ifade ettiği daha iyi anlaşılır. Ülkemizde ise devletin sosyal alana müdahalesi milli kültür içerisinde devletin vazgeçilemeyecek mükelle­ fiyetleri arasında yer almıştır. Bu sebepledir ki ülkemizde sosyal devlet için halkın bir mücadele vermesine gerek kalmamıştır. Sosyal devlete ülkemizde yumuşak inişle ulaşılmasının gerisinde yatan sebep işte budur. Biz bu makalemizde muhtaçlığa ve fakirliğe karşı mücadele günümüzdeki anlamı ile sosyal güvenlik alanında Türk devlet felsefe­ sinin tesbitine imkan hazırlayacak birtakım ipuçlarından yola çıkarak; (i) Türk devletinin fakirlik meselesi karşısındaki tavrının nasıl olması gerektiği, (ii) Türk insanının devletinden bu alandaki beklentileri husus­ larındaki bir takım tesbitlerimizi ortaya koymaya çalışacağız. Hemen ifade edelim ki; fukaralığın önlenmesi ve sosyal güvenliğin sağlanması hususlarında Türk insanının beklentileri vardır. Bu beklentilerin niceliğini iki şey belirlemektedir. Bunlardan birisi milli kültür diğeri ise çağdaş dünyanın birikim ve katettiği gelişmelerdir.I-

I- TÜRK MİLLETİNDE SOSYAL DAYANIŞMA GELENEĞİ Türk milletinin tarihten günümüze intikal eden güçlü bir sosyal yardımlaşma ve dayanışma geleneğinin var olduğu herkes tarafından kabul edilmektedir. Töreye bağlılık, eşitlik, adalet duyguları gibi Türk

36 töresine yön veren temel esaslar bu dayanışma geleneğinin saikleri kabul edilmektedir1. Türk toplumunun tarih içerisinde çok geniş bir coğrafya içerisinde yaşamış olduğu bilinmektedir. Asırlar süren bir göçebelik tarihine sahip bir millet olarak sosyal ve ekonomik anlamda dayanışma çok hayati bir ihtiyaç hatta bir zarurettir12. Aksi halde göçebe ve sürekli yer değiştiren ve henüz kabile aşamasında olan bir topluluğun haya­ tiyetini devam ettirme şansı olmazdı. Türkler, İslamla şereflendiklerinde kültürlerinde ve geleneklerin­ de kuvvetle yaşayan sosyal dayanışma geleneği, İslam dininin müslümanları kardeş sayan ve müminler arasında karşılıklı yardımlaş­ ma ve dayanışmayı dini bir vazife sayan hükümleri ve dayanışmayı ibadet nitelikli dini emirlerle destekleyen (Zekat gibi) dini müesse- seleriyle desteklenmiş ve daha güçlü hale gelmiştir. İşte İslam imanıyla, kökleri tarihe dayalı törenin birbirini destekleyen bu örtüşmesi sayesindedir ki Türk milleti onlarca asır fukaralığa, yoksulluğa karşı bu sosyal dayanışma ve yardımlaşma geleneği ile mücadele etmiştir. Modern sosyal güvenlik tekniklerinin gelişmediği bu dönemde vakıflar, imaretler, zaviyeler gibi kurumlar geliştirilmiştir. Burada, gözardı edilmemesi gereken bir husus vardır. O da tarih içerisinde sosyal yardımlaşma faaliyetlerinde devlet büyüklerinin (ümeranın, ülemanın vb.) öncü rolüdür. Günümüzde vakıf eserleri olarak özellikle hayır kurumu niteliğinde (da-üş Şifaa, bimarhane, dar-ül Eytam, Dar-ül Aceze, imaret gibi) yüzlerce eserin sahipleri arasında (sahib-ül Hayrat) çok sayıda devlet adamının (hakan, padişah, sultan ya da vezir gibi) varlığı iddialarımızın bir delili olarak değerlendirilebilir.

1 Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken, 15.Bası, İstanbul 1997, s.233-247. 2 Cahiz eserinde bu hususu veciz bir şekilde ifade etmektedir. Cahiz diyor ki'Türk'ün ömrünün günleini toplaşan atı üzerinde geçen günlerinin yer üzerinde oturarak geçirdiği günlerden daha çok olduğunu görürsün." Ebu Osman Amr b.Bahr el Cahiz (Çev. Ramazan ŞEŞ EN): Hilafet Ordusunun Menkibeleri ve Türkler'in Faziletleri, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayın no.33, Ankara 1967, s.68.

37 II- TÜRK DEVLET FELSEFESİNDE FUKARALIĞA KARŞI MÜCADELE ESASLARI Hemen belirtelim ki insanlık tarihinin ortaya koyduğu gerçek odur ki; fukaralık karşısında başarılı bir mücadele ancak devletin öncülü­ ğünde halkın topyekün bir sosyo-ekonomik dayanışmaya yönlen­ dirilmesi ile sağlanabilir. Türkiye’de devletin sosyal yardımlaşma ve dayanışmadaki rolü; fukaralık mücadelesine ve sosyal güvenliğin sağlanması alanındaki tavrının belirlenmesinde birtakım faktörler rol oynayacaktır. Bunlar devletin bu alandaki siyaseti, asrın gerekleri ve imkanlarıdır. O halde öncelikle devletin politikalarını belirleyen felsefesinin tesibiti yapılmak gerekir. Türk devlet felsefesinde fukaralığa karşı mücadelenin bir devlet görevi olduğu kabul edilmektedir. Bunun bilinen ilk delilleri Göktürk Devleti'ne kadar eskilere uzanmaktadır. Orhun Abideleri'nde Kül Tiğin Abidesi’nin Güney cephesinde yer alan "Varlıklı zengin millet üzerine oturmadım. İşte aşsız, dışta donsuz; düşkün, perişan milletin üzerine oturdum... ölecek milleti diriltip besledim. Çıplak milleti elbiseli, fakir milleti zengin kıldım"3 ifadesi bize Türk felsefesinde fakirliğe karşı mücadelenin önemini ve yerini ifade eder. Türk devlet felsefesinde yer alan milletin sosyo-ekonomik alanda devletten beklentilerini aşağıdaki şekilde sıralamak mümkündür:

(i) "Fakirliğin yok edilmesi" Her Türk devletinin kaynağını Türk milli kültüründen ve milli tarihinden alan spsyal görevlerden birisi milletin fakirlikten kurtulmasını temin etmektir. Bilindiği gibi Türk töresinin temel ilkeleri arasında adalet, iyilik, eşitlik ve insanlık vardır4. , "Devletin malında halkın hissesi vardır" zihniyetinin kültürümüz içersinde yer aldığı ve bunun günlük hayatta devlet adamlarının ve büyüklerinin halka açık ziyafetler vermesi ve bu ziyafetlerde tabak, kaşık gibi malzemelerin halk tarafından adeta yağma edilmesine göz yumul­ ması ve hırsızlık olarak telakki edilmemesinin bir adet olarak yaşadığı da bilinmektedir.

3 ERGİN, Muharrem: Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları No.1, İstanbul 1973, s.25. 4 Kafesoğlu, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken, 15.Bası, İstanbul 1997, s.247.

38 İslam öncesi dönemlerde yaşayan fakirlikle mücadele politikası islamiyetin kabul edilmesi ile kuvvetlenerek sürdürülmüştür. Bu dönem­ de ise İslam dininin sadaka, zekat gibi5 müesseselerinin de iletilmesi ile birlikte fakirlerin dul ve yetimlerin, ihtiyarların, kimsesizlerin korunmasını destekleyen dini normlar devletin fukaralıkla mücadele politikalarını belirlemiştir6. Bu alanda halkın kültürüne yerleşen ve Hz. Ömer'e izafeten anlatıla gelen Rahmetli Mehmet Akif'in Ömer ile Kocakarı isimli manzum hikayesi halkın, fukaralık karşısında devletten beklediği tavrı sergilemesi açısından değer taşır7.

(ii) Sosyal Adaletin Sağlanması Devletin sosyal adaleti sağlama görevi de vardır8. Türk milleti "Biri yer biri bakar kıyamet ondan kopar" atasözü ile hem fert hem de devletin dolayısı ile bütün Türk milletine bir gerçeği ikaz etmektedir: Sosyal adalet mutlaka sağlanmalıdır. Devlet adamlarına verilen öğüt­ lerde bu husus çok veciz bir şekilde ifade ve tavsiye edilir9. Devletin en önemli görevi hukukun üstünlüğünün ve adaletin temin edilmesidir10 11. Devlet adamı dahi bütünüyle kendini serbest kabul edemez. Töre ve yasaların onu da bağladığı kabul edilir11. Şu halde devlet sosyal adaletin sağlanması ile yükümlüdür. Adalet mülkün temelidir atasözümüz bu felsefenin veciz bir ifadesidir. Sosyal adaletin sağlanması İslam dininin de müminlere getirdiği bir yükümlülüktür12. Bu itibarla İslâmî kabul sonrası sosyal adalet duygusu daha da pekişmiştir.

5 Bkz: Yunus Vehbi Yavuz: Bir Sosyal Güvenlik Kuruluşu Olarak Zekat, Tuğra Neşriyat, İstanbul 1992, s. 25 vd. 0 Şeker, Mehmet: islamda Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1984, s.67 vd. 6 islamın sosyal yardımlaşma ve dayanışmaya verdiği önem hakkında çok sayıda eser mevcuttur. Bu alanda kısa bilgi için: Yusuf el Kardavi (Ter. Abdülvehhap Öztürk): Fakirlik Problemi karşısında İslam, Nur Yayınları, Sosyal dayanışma, Yağmur Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul 1976, s137 vbdb. 7 Mehmet Akif Ersoy: Safahat, İnkılap Kitapevi, 4. Bası, İstanbul 1955, s.94-100. Şiirde kocakarının "Raiyyetiz, ona bizler vediatullahız" ifadesi halkın devlete bakış açısını yansıtır. 8 Bkz: NİYAZİ, Mehmet: Türk Devlet Felsefesi, Ötüken İstanbul 1993, s.213. 9 Közeoğlu Saltukname'de Derviş Şerifin Osman Gazi'ye şöyle öğüt verdiğini aktarmaktadır ki dikkat çekicidir. "Zinhar, gazayı elden komanız. Adl-ü dad idüp, fakirin bedduasından haze idün. Raiyyeti incitmen, fisk-u fücurdan kacun. Bid'at itmen. Şeriatı gözetün. İhsan eylen ve hem garibi hoş dudun" KÖSEOĞLU, Nevzat: Devlet, Eski Türkler'de İslam'da ve OsmanlI'da, Ötüken İstanbul 1997, s.238. 10 TURAN. Osman: Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi. Nakışlar Yayınevi, C.l-ll, 3. Baskı, İstanbul 1979, s.334vd. 11 KAFEOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken, 15. Bası, İstanbul 1997, s.247: KÖSEOĞLU, Nevzat: a.g.e., s.45 vd. 12 KUTUP, Seyyid: islamda Sosyal Adalet, Arslan Yayınları, İstanbul 1982, s.31 vd.

39 (iii) Türk Devleti Sosyal Devlettir. Türk devlet felsefesinin "sosyal devlet anlayışına dayandığı" araştırmaların ve eldeki vesikaların ortaya koyduğu bir gerçektir13. Milli kültürümüz ve Türk devlet felsefesi açısından mesele değerlendirildiği zaman Türk devletinin daima korunmaya, desteklen­ meye, yardıma muhtaç vatandaş kesimlerine destek sağlamak, vatan­ daşlar arasındaki, sosyal farklılıkları olabildiği kadar azaltmaya yönelik politikalar izlemek zorunda olduğu görülecektir. Öyle ki "halkın iktisadi ve sosyal ihtiyaçlarını tatmin edemeyen devlet onu yönetme güç ve iradesinden mahrum kalmakta" "devlet olma iktidar olmanın vazgeçil­ mez bir özelliği" sayılmaktadır14. Şu halde, devletin iktisadi bakımdan en zayıf vatandaşların dahi insanca bir hayat yaşamasını sağlayacak tedbirleri almak gibi bir yükümlülüğü vardır. Halkın kültür kotlarına yerleşmiş bir beklenti vardır. Öyleki, Türk milletinin devleti yalnızca kendi milletinin mensuplarına değil ülkesinde yaşamakta olan bütün insanlara da insanca yaşama ve insanca muamele görme hakkını tanımak zorundadır. Bu milletin devleti tarihte başı derde girmiş herkese kucak açmış; onları düşmandan ve düşman kadar tehlikeli ve kötü olan açlıktan ve bütün gayri insani muamelelerden kurtulma hak ve hürriyetini kendi topraklarında temin etmiştir. Şu halde Türk devleti günümüzde de gelecekte de sosyal devlet olmaktan vazgeçemez. Ülkemizde esen liberal rüzgarlar geçicidir. Bu rüzgarlar yukarılarda esmektedir. Türk milletinin gönlündeki devlet, ekonomide mutlak liberal kalmak zorunluluğunu duyamaz. Devlet her zaman fukaralığın, mutaçlığın önlenmesi ve sosyal güvenliğin sağlan­ ması alanında görevli olacaktır. Türk devleti insanca bir hayatın Türk ülkesinde yaşanmasını temin görevinden kendini azade edemez. Çünkü, bu tarihin, milli kültürün, ihtiyaçların ve insanlığın tecrübesinin Türk devletine yüklediği bir vazifedir.

13 TURAN, Kamil: "Başlangıçtan Cumhuriyete Kadar Türk Çlışma Hayatında insani Değerler Açısından Uygulamalar". Türklerde İnsani Değerler ve insan hakları-Yüzyılımız ve Türkiye Cumhuriyeti, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 3. Kitap, İstanbul 1993, (s.107-139), s.111, vd. 14 TURAN, Kamil: a.g.e. s.113.

40 III- TÜRK DEVLETİ'NİN FUKARALIĞA KARŞI MÜCADELE STRATEJİSİ Devletin fukaralığa karşı bir mücadele staretijisi olmalıdır. Devletin izlemesi gereken strateji hakkında devlet yöneticilerini bağlayıcı açık hükümler bulunmamaktadır. Ancak, Türk-İslam töresin­ deki değer hükümlerinin gözardı edilmemesi izlenecek stratejinin tayini açısından önemli bir kriter niteliğindedir. Şu halde bu alanda strateji, yaşanan çağa, çağın bilgi, tecrübe, ihtiyaç ve gereklerine göre belirlenebilecektir. Türk devleti fukaralık mücadelesinde millete öncü ve yönlendirici bir politika üretmek zorundadır. Devletin fukaralığa karşı mücadelesi, halkın aylaklığa ve tembelleşmesini destekleyici nitelikte olmamalıdır. Fukaralığa karşı mücadeleyi devlet iki şekilde yürütmelidir: Makro seviyede fukaralık mücadelesi milli eğitim ve kültür politikaları ile desteklenmelidir. Milli eğitim sistemi kendi ayakları üstünde durmayı bir erdem sayan, yardım alan olmaktan çok yardım yapan olabilmeyi hedef seçen; aylaklığı, ihtiyacı olmadığı halde dilen­ ciliği bir ahlaksızlık ve şahsiyet zaafı olarak kabul eden milli şuur sahibi fertler yetiştirmeye yönelik politikalar üreterek gençlerin bu değerlerle yetişmesi sağlanabilir. Devlet, ekonomik kalkınmanın sağlanmasının ilk adımını tasarruf etmek, çalışmak, üretmek ve yatırım yapmak olduğu gerçeği ile iktisadi kalkınmanın sağlanmasını ilk ve temel politika olarak alır. Günümüzde olduğu gibi ekonomik büyüme iktisadi kalkınma olarak geniş kitlelere gösterilmez ve yutturulmaz. Devlet işsizliği, milli kültürün, erdemli bir hayatın ve bütün milli ve insani değerlerimizin en büyük düşmanı olarak kabul etmelidir. Ailenin korunması, aile dayanışmasının desteklenmesine yönelik politikalar da önem taşır. Sosyal yardımlaşma ve dayanışma geleneği modern sanayi toplumu ve şehirleşme ile yara almıştır. İşte devlet aileden başlamak suretiyle milletin bütün fertlerinin her seviyede dayanışmaya yönlendirilmesi makro seviyede fakirliğe karşı mücadelesinde devletin yükünü azaltıcı rol oynayacaktır. Mikro seviyede ise devlet asgari seviyede fakirlerin fukaralıktan kurtulmalarını sağlayıcı tedbirler almakla yükümlüdür. Bütün çabalara karşın fakirlik riski ile karşı karşıya kalmış ve kendi gücü ile bu durumdan kurtulma şansı olmayanların başkalarına muhtaç olmaktan kurtulmalarının sağlanması devletin temel görevi olmalıdır. Modern

41 devletler ve toplumlar bu mücadelede en çok Sosyal Yardım ve Sosyal Hizmet tekniği ile sistem kurmak suretiyle başarılı olmaktadırlar. Şu halde Türk devleti asgari seviyede gelir ve geçim imkanı olmayanlara ihtiyacı olan geçim ve gelir garantisini sağlamak durumun­ dadır. İşsizlik yardımı ve işsizlik sigortası teknikleri bu maksatla kullanılabilir15. Türk devletinin vatandaşlarına asgari seviyede muhtaç­ lıktan kurtulmak için destek olma ve yardım sağlama görevi yüklenebilir. Milli yardım sistemi önceliği yoksullara verilmelidir. Türk devletinin bu alandaki önceliği, fakir, kimsesiz, aciz yaşlılar, özürlüler ile çocukların korunmasına vermesi gerekir. İşte kurulacak milli sosyal hizmet sistemi ise kimsesiz çocuklara, yaşlılara, sakatlara ve acizlere öncelikli olmak üzere muhtaç bütün insanlara hizmet yardımı sağlamalıdır. Devlet baba geleneği muhtaçlara şefkat kucağını açan devlet olarak devam edecektir.

IV- DEVLETİN SOSYAL GÜVENLİK POLİTİKASININ TEMEL İLKELERİ 1- Genel Politika Günümüz devleti sosyal koruma ve güvenlik açısından vatandaşlarını kendi idrak ve idraksizliklerine, feraretsizliklerine, izansız- lıklarına bırakmamaktadır. İşte mecburi sigorta esasına dayalı sigorta (sosyal sigorta) tekniği muhtaçlığa karşı topyekün mücadelede günümüzün en etkili ve en çok uygulama şansı olan bir tekniğidir16. Sosyal sigorta tekniğinin özünde herkesin gücü ölçüsünde muhtaçlık mücadelesinde katkı yapma yükümlülüğü altına sokulma ve milli seviyede mecburi dayanışmaya zorlar. Mecburi sigorta ile sistemin finansında mecburi iştirak vardır. Türk devletinin sosyal güvenlik alanında yapması gereken şey, ülkesinde yaşayan herkesi ve bütün vatandaşlarını bütün sosyal sigorta risklerine karşı sosyal sigorta şemsiyesi altına almaktır. Sosyal sigorta işlemi vatandaşlara asgari seviyede sosyal güvenlik sağlayacak şekilde bir politika hedef tesbiti yapılmalıdır. Vatandaşlar, böylece, kendi sosyal güvenliklerini geliştirecek tedbirleri almaya yönlendirilmiş olacaktır.

15 EKİN, Nusret: işsizlik Sigortası, Ankara 1994. 16 YAZGAN, Turan: Sosyal Sigorta, Fatih Gençlik Vakfı Matbaası, İstanbul 1977.

42 2- Destekleyici Politikalar Devlet, sosyal güvenlik alanında asgari seviyede bir sosyal güvenliği garanti edecektir. Günümüzde devletin sağlayacağı bu asgari garantinin tatmin edici olamayacağı anlaşılmış olduğu için fertlerin kendi sosyal güvenliklerini kendi imkan ve güçleri ile geliştirmesinin temin ve teşvik edilmesi alanında da devlete görev düşer. Bu alanda aşağıdaki tedbirler düşünülebilir.

A- Munzam Sosyal Sigorta Kuruluşlarının Kurulması Vatandaşların sosyal güvenliklerinin geliştirilmesinde munzam sosyal sigorta kurumlan önemli bir araçtır. Munzam sosyal sigorta kuruluşları bütün kesimleri kapsayacak şekilde geliştirlmelidir. İşçiler için İşçi Yardımlaşma Kurumu (İYAK) ya da işletme sosyal yardım sandıkları sistemleri, memurlar için Memur Yardımlaşma Kurumu (MEYAK) esnaf için Esnaf yardımlaşma kurumu(EYAK) gibi kuruluşlar günümüzde başarısını isbat eden Ordu Yardımlaşma Kurumu (OYAK) örneğinden de destek alarak mutlaka kurulmalıdır. Bu kuruluşlarla hem mecburi sosyal sigorta sistemi desteklenecek hem de milli tasarrufların artışına destek sağlanmış olacaktır.

B- Özel Sigortanın Desteklenmesi Sosyal güvenlikte, özel sigortanın sağlayacağı katkı gözardı edilemez. Özel sigorta sosyal güvenlik sistemini destekleyici bir rol oynayabilir. Devlet özel sigortanın sosyal güvenlik alanında faaliyet göstermesini teşvik etmelidir. Özel sağlık, emeklilik, sakatlık sigortaları desteklenerek sosyal güvenliğin gelişmesine katkı sağlanabilir. Biz özel sigortanın geliştirilmesini önemli görüyor ancak devletin sosyal güvenlik alanından çekilmesi için özel sigortanın bir alternatifi olamayacağına da işaret etmek istiyoruz. İfade edelim ki sosyal güvenlik alanında devletin vazgeçilemeyecek bir rolü daima var olacaktır. Bütün bu alanda teklifimiz otomobillerdeki mecburi sigortadan mülhem olarak konutları, işyerleri ve ekim alanlarının (tarım sigortası) mecburi olarak özel sigorta kapsamına alınmasının sağlanmasıdır. Bu özel sigortacılığı olduğu kadar genel olarak sosyal güvenliği de destek­ leyecek bir politika olacaktır.

43 C- Tarım Reformu ve Sosyal Güvenlik Köylülerimizin ekonomik kalkınması açısından tarım reformunun büyük önemi vardır. Tarım reformu kapsamında alınabilecek bir takım tedbirler vardır ki bu tedbirler köylülerin sosyal güvenliğine de katkı sağlayacaktır. Bu anlamda (i) Tarım kentlerinin harekete geçirilmesi, (ii) Tarım topraklarının parçalanması ve ekonomik işletmecilik yapılamaya­ cak hale gelmesinin önlenmesi, (iii) Erozyonun önlenmesine yönelik çalışmalar, (iv) Ormanların korunması, ağaçlandırmanın hızlandırılması, (v) Meraların ıslah edilmesi, (vi) Arazilerin uzun süre boş bırakılmasının önlenmesi gibi faaliyetler, (vii) Tarım arazilerinin sanayii alanı olmaktan korunması gibi faaliyetler sosyal güvenlik açısından da önem ve değer taşıyan faaliyetler niteliğinde görülmelidir.

SONUÇ Türk devlet geleneği Türk milli kültüründen ve Türk tarihinden günümüze gelmiştir. Bu gelenek insanlığın tarihi tecrübelerinden ve mevcut birikimlerinden faydalanılarak geliştirilmelidir. Türk devlet gele­ neğinin takipçileri öncelikle Türk milliyetçileridir. Öyle de olması gerekir. Bilge Kağan'dan Rahmetli Alparslan Türkeş'e kadar Türk devlet geleneğinden Türk töresinden elde ettikleri ipuçları ile Türk milletinin mutluluğu için politikalar üreten milli liderler geleneği çok şükür ki sürmektedir. Gençlerimize Türk milli kültürünün ipuçlarını temel ilkelerini benimsetebilir isek onlar Türk milletinin ruhuna uygun ve milletin destek ve tasvibini alacak politikalar üretme gücünü kendilerinde bulabileceklerdir. Eğer biz Türk tarihini, kültürünü ve bu kültür kotları içerisinde yer alan milli değerlerimizi yeni nesillere aktaramaz isek, onların orijinal çözümleri birer hayal olacaktır. Son iki yüz yıldan beri gözlemlediğimiz gibi yabancı ülkelerdeki iyi işleyen kanunları ülkeye aynen taşımak, iyi sonuç veren politikaları aktararak uygulamaya koymak bunlardan da sonuç alınamaz ise milletin dinini değiştirmeye girişmek gibi aymaz­ lıklara yönelmekle kalırız. Bunlardan sonuç alamayınca ülkeyi iç ve dışta borç batağına sokmak, milli haysiyetimizi rencide etmek pahasına ülkede ekonomik büyümeyi sağlayıp sade vatandaşları tatmin ederek gerçekleri milletin gözünden kaçırıp idareyi maslahatçılık yaparak zaman kaybederiz. Sonuç olarak şunu ifade etmeliyiz ki bu ülkeyi yönetenler ülkede milli, çağdaş ve uygulanabilir politikalar üretmek arayışı içinde olmalıdır. Bütün politikaların yegane hedefinin ise Türk

44 devletini "devlet-i ebed müddet" ideali doğrultusunda başı dik karnı tok, hür ve şerefli insanların ülkesi yapmak olduğu bilinmelidir. Türk milleti evlatlarından kendi değerlerinden utanmayan, aşağılık psikolojisine kapılmayan hürriyet aşığı, şerefli insanlar olmalarını beklemektedir. Türk devletini yönetenler de bu bekleyişin bilincinde olmalıdır. Bu millet en son istiklal savaşında her türlü gayri milli, mandacı tavırları tarihin çöplüğüne atmayı bilmiştir. Günümüzde açlığa, yoksulluğa karşı mücadele etmek bu anlamda sosyal dayanışma sağlamak; bu mücadelenin günümüzdeki adı olan sosyal güvenlik milli güvenliğin harcı mesabesinde önem ve değer taşımaktadır. Bu sebeple, takip edilecek politikasının ipuçlarını yukarıda sıraladığımız milli sosyal güvenlik sistemi, mutlaka kurul­ malıdır. Türk devleti, sosyal devlet olmaktan, hukuk devleti olmaktan, adalete dayalı milli bir devlet olmaktan vazgeçemez. Çünkü, bu ilkeler en üst seviyede milli dayanışma ve yardımlaşmanın olmazsa olmaz ön şartları niteliğinde prensiplerdir. Sıraladığımız ilkeler bu milleti tarihten günümüze kadar yaşatan ilkelerdir. Türk devleti de bu ilkelere dayalı bir felsefenin takipçisi olmak mecburiyetindedir.

Faydalanılan Eserler - el Cahiz, Ebu Osman Amr b.Bahr (Çev. Ramazan ŞEŞEN): Hilafet Ordusunun Menkibeleri ve Türkler'in Faziletleri, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayın no.33, Ankara 1967. - EKİN, Nusret: İşsizlik Sigortası, Ankara 1994. - ERGİN, Muharrem: Orhun Abideleri, Boğaziçi Yayınları No.1, İstanbul 1973. - ERSOY, Mehmet Akif: Safahat, İnkılap Kitabevi, 4.Bası, İstanbul 1997. - KAFESOĞLU, İbrahim: Türk Milli Kültürü, Ötüken, 15. Bası, İstanbul 1997. - EBU ZEHRA, Muhammed (Çev. E.Ruhi Fığlalı-Osman Eskicioğlu): İslam'da Sosyal dayanışma, Yağmur Yayınevi, 2. Baskı, İstanbul 1976. KÖSEOĞLU, Nevzat: Devlet, Eski Türkler'de İslam'da ve OsmanlI'da, Ötüken, İstanbul 1997.

45 - KAFESOĞLU, İbrahim, Türk Milli Kültürü, Ötüken, 15. Bası, İstanbul 1997. - KUTUP, Seyyid. İslamda Sosyal Dayanışma Adalet, Arslan Yayınları, İstanbul 1993. - NİYAZİ, Mehmet: Türk Devlet Felsefesi, Ötüken, İstanbul 1993. - ŞEKER, Mehmet: İslamda Sosyal Dayanışma Müesseseleri, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara 1984. - TURAN, Kamil:"Başlangıçtan Cumhuriyet'e Kadar Türk Çalışma Hayatında İnsani Değerler Açısından Uygulamalar", Türkler'de İnsani Değerler ve İnsan Hakları-Yüzyılımız ve Türkiye Cumhuriyeti, Türk Kültürüne Hizmet Vakfı, 3. Kitap, İstanbul 1993, (s. 107-139). - TURAN, Osman: Türk Cihan Hakimiyeti Mefkuresi Tarihi, Nakışlar Yayınevi, C.l-ll, 3. Baskı, İstanbul 1979. - YAZGAN, Turan: Sosyal Sigorta, Fatih Gençlik vakfı Matbaası, İstanbul 1977. - YAVUZ, Yunus Vehbi: Bir Sosyal Güvenlik Kuruluşu Olarak Zekat, Tuğra Neşriyat, İstanbul 1992. EL KARDAVİ, Yusuf (Ter. Abdülvehhap Öztürk): Fakirlik Problemi Karşısında İslam, Nur yayınları, 2. Bası, Ankara 1966.

46 HUKUK VE HUKUK DEVLETİ

Rıza AYHAN

Hukuk ve hukuki şeyler üzerinde her düşünce, “hukuk nedir?” sorusu ile başlamak zorundadır. Ancak, bu sorunun ortaya atılmasının kolay olmasına karşılık, cevaplandırılması oldukça güçtür. Bununla birlikte, hukukun niteliğinin algılanması imkanının, en iyi bir biçimde, onun fonksiyonlarının (görevlerinin araştırılmasının sağlayacağı söylenebilir. Biz de bu esastan hareket ederek öncelikle hukuk kavramı üzerinde tespitlerde bulunacak, daha sonra da genel olarak hukuk devleti ve Alparslan Türkeş’in hayatı boyunca savunduğu fikirler ve amacı açısından hukuk devleti anlayışı üzerinde duracağız.

I. HUKUKUN NİTELİĞİ Hukukun niteliğini anlamak için, insanın hukuk aracılığı ile izlediği en önemli amaçları araştırmak gerekmektedir. İnsanın hukuk aracılığı ile izlediği amaçları, “düzen”, “sosyal ihtiyaçları karşılama” ve adalet olarak özetleyebiliriz. Bunun içindir ki, hukuk “adalete yönelmiş bulunan bir toplumsal yaşam düzeni” olarak tanımlanmaktadır. Gerçekten de, toplum hayatının hukuk kuralları ile düzenlenmesi olan hukuk düzeni, toplumsal barışı ve güvenliği sağlamakla kalmaz; hukukun temeli üzerinde ve hukukun çerçevesi içinde var olabilen hürriyetlerle birlikte, hukuk düzeninden eşit bir şekilde istifade etmeye de imkan sağlar. İnsan hak ve hürriyetlerinin bulunmadığı bir toplumda “hukuk”tan ve buna bağlı olarak bir hukuk devletinden bahsetmek de mümkün olamaz. Sadece bir toplum içerisinde düşünülebilecek hukuk, toplumsal hayatın çeşitli ihtiyaçlarını giderebilmek için teçhiz edilmiştir. Fakat hukukun son (nihai) amacı "adalet” ve bunun karşısında düzen sağlamaktır. Salt bir değer olarak adalet, hukukun idesi ve idealidir. Hukuku hukuk yapan, onun özü bakımından adalete yönelmiş olması, belli bir adalet görüşünü yansıtmasıdır. Hukuk, belli bir davranış için insana, ancak adalet adına buyurabilir ve onu bu davranışa zorlayabilir. Böyle olunca da sosyal bir düzen ancak, bir güç kullanılmasından daha

Prof. Dr.

47 çok bir şey olduğu, zamanın koşulları altında sosyal bakımdan doğru ve adaletli olanı gerçekleştirmeye çaba gösterdiği zaman hukuk olarak kabul edilebilir. Barış sağlayan her düzen, bir hukuk düzeni olamaz. Düzenin, bir hukuk düzeni karakterini kazanabilmesi için akla ve vicdana uygun bulunması gerekir. Amacı barış, güveni hürriyet ve adalet sağlamak olan hukuk, çeşitli özellikleri ön plana çıktığından; ülkeden ülkeye ve zamandan zamana değişik özellikler göstermektedir. Bütün bu özelliklerine rağmen, hukuktan ayrı düşünülemeyen bir kavram "devlet"tir. Hukuk, devletten ayrı düşünülemeyen, devlete sıkı sıkıya bağlı ve ayırıcı özelliğini devletten alan bir olgudur. Bu nedenle hukuku irdeler ve incelerken, onu devletten ayrı ve bağımsız olarak ele almak mümkün olmamaktadır.Bugün salt bir otorite kaynağı olmaktan çıkan devlet, barışı, güvenliği adaleti sağlamanın yanında, kendisinden çeşitli hizmetler beklenen, hizmetler kaynağı haline gelmiştir. Bu haliyle devlet yeni fonksiyonlar kazanmış, genişlemiştir. Devletin kazandığı fonksiyonların başında da "hukuk devleti" yer almaktadır.

II. HUKUK DEVLETİ Siyasi, bir ideal olarak, modern anayasaların temelini oluşturan "hukuk devleti", insanların içinde yaşamadan edemeyecekleri, toplumdaki siyasi otoritenin de, hukuka bağlı kılınması yolundaki fikri çabaların pozitif hukuka yansımasıdır. Hukuk devleti, devlet iktidarının ve bu iktidarın kullanımının sınırlanmasına hizmet eden temel bir ilkedir. Hukuk devleti veya hukuk çerçevesinde yönetim, hukuka dayanarak ve hukuk seviyesinde var olan devlet demektir. Bu ilke, devletin hukuk içinde çekişmesini, hukukla bağlanmasını ve yönetimde keyfiliğin yerine kuralların egemen olmasını gerektirir. Hukuk deleti, hukuku olan devlet demek olmayıp, hukukun egemen olduğu devlet demektir. Egemen olan hukuk ise vatandaşlar için güven sağlayan ve evrensel standartlara uyulu olan bir hukuktur. Hukuk devleti kurallara uymak bakımından, devletle vatandaş arasında bir eşitlik tesis eder. Hukuk devleti, "anayasanın açık hükümlerinden önce hukukun bilinen ve tüm uygar ülkelerin benimseyip uyduğu ilkeleri ve hukukun üstün kuralları, yasaların üstünde yasa koyucunun da bozamayacağı temel hukuk ilkelerine bağlı, insan haklarına saygılı, hak ve hürriyetteleri güçlendiren, adaletli bir hukuk düzenini sürdüren devlettir." Hukuk devletinin temel kavramı adalettir.

48 1) Hukuk Devleti Kavramının Gelişimi Hukuk devleti teriminin ortaya çıkması ondokuzuncu yüzyıl başlarına tesadüf etmesine rağmen, hukuk devleti kavramı, yani devlet iktidarının sınırlandırılması düşüncesi oldukça eskidir. Gerçekten de, hukuk devletinin temel kavramı "adalet", insanlar arasındaki ilişkilerde uygulanması gereken ilk ölçü ve adalete uyma gereği Allah'tan insanlara verilen ilk buyruk olduğuna göre, adalet ve dolayısıyla hukuk devleti kavramının ilk peygamberden ve ilahi vahiy ile birlikte başladığı ifade edilebilir. Batı toplumsal hayatı ele alındığında, bilhassa Eski Roma'da, devlet iktidarının sınırlandırılması, adalet üzere hareket etmesinin sağlanması düşüncelerine tesadüf etmek mümkündür. Türkler, devlet yönetiminin birinci şartı olarak, yurttaşlara adalet kuralları içinde davranma erdmini, daha tecrübelerinin ilk devresinden itibaren anlamışlardı. Yasama, yürütme ve yargı yetkisinin birbirinden henüz ayrılmadığı dönemlerde, herhangi bir yurttaş devlet veya hükümet başkanına başvurabilir ve davasıb-nın görülmesini adaletin sağlanmasını isteyebilirdi. Orhun Abidelerinden de anlaşıldığına göre, Türk kağanları iktidarlarını Gök'ten (Tanridan) alırlardı. Bu yüzden iktidar gökten yere doğru kademe kademe dağılmaktaydı. İktidarını Tanridan alan hükümdarın iktidarı sınırsız değildi. Kaynağını, "Türk Dini" diyebileceğimiz eski Türk inanç ve telakkilerinden alan topluluk hayatını tanzim eden hukuk normları (Töre), hükümdarın iktidarının sınırlarını çizmekteydi, ayrıca bu iktidar Kağan'ın eşi Hatun'la paylaşılan bir iktidardı. Bu huşu Orkun Abidelerinde "Yukarıda Türk Tanrısı öğle irade etmiş de Türk millet yok olmasın diye, millet olsun diye babam İlteriş Kağan'ı ve annem İlbilge hatun'u yukarı çıkarmış..." şeklinde ifade edilmiş; iktidarın sahibi olarak kağan'ın yanında Hatun da zikredilmiştir. Bir iktidar Tanrinın inayet ve yardımına maruz olduğu sürece halkına iyi bakar, onu zenginlik ve mutluluk içinde yaşatırdı. Adalet anlayışından vazgeçen, töresine riayet etmeyen Kağan'dan Tanrı'nın Kut'unu geri aldığı düşünülür ve ona karşı isyan etmek meşru sayılırdı. Hükümdarlar devlet işlerinde daima büyük beylerden meydana gelen bir meclise danışırlar, onların razı olmadıkları işi pek yapmazlar; töre'ye (hukuka) bağlı kalırlardı. Uygur devletinde hükümdar Alp İlteber’in annesi, hükümdar adına halkın şikayetlerini dinler ve davalarına bakar, adaletin süratle yerine getirilmesini temin ederdi. Adaleti değişmez bir töre veya yasanın tarafsızlıkla uygulanması şeklinde anlayan Türk devlet gekeneğindeki adalet fikri devletin temeli olarak kabul edilmiştir. Bu durumu özetleyen kaynaklardan birisi de Kutadgu Bilig'tir. Kutadgu Bilig'e göre:

49 "Memleket tutmak için çok asker ve ordu gerekir. Askeri beslemek için de çok mal ve servete ihtiyaç vardır. Bu malı elde etmek için halkın zengin olması gerekir. Halkın zengin olması için de doğru kanunlar konulmalıdır. Bunlardan biri ihmal edilirse beylik çözümeye yüz tutar." Nizamül-mülk Siyasetname'de, beylerin adalet üzerine hareket etmesini tavsiye etmiştir. Yine Nizamül-mülk, oğlu Farü'l-mülk'e yazdığı bir mektupta, "Herşeyden önce, bütün reayanın senden âsude olmaları gerekir; her zaman onlara hukuk lâzımdır..." demektedir. Devlet iktidarının sınırlansırılması, adaletin esas alındığı bir idare, OsmanlI'nın kuruluş prensipleri arasında yer almış, devletin zayıflaması süreci içinde de bu hususa riayet edilmeye çalışılmış; OsmanlI'nın son zamanlarında hazırlanan hukuk abidesi Mecelle'de adaleti (hukukun üstünlüğünü) gerçekleştirecek hâkimlerin vasfı belirlenirken, "Hâkim, hakîm, fehim, müstakim ve emîn, mekîn, metin olmalıdır." (m. 1792) denilmiş ve bu hâkimlerin taraflar arasında adaleti gerçekleştirmek üzere görevlendirdiği "Hakim, beyn-el-hasmey adi ile me'mûrdur." (m. 1799) veciz bir şekilde hükme bağlanmıştır. Bütün bu anlayışlara, iktidarın sınırlandırılması arzularına, adalet mülâhâzalarına rağmen günümüz anlayışındaki hukuk devleti kuramı terim olarak ondouzuncu yüzyılda Almanya'da ortaya çıkmıştır. "Hukuk devleti" teriminin Alman hukuk çevresinde ortaya çıkmas, hukukçular arasında yadırgatıcı bir olgu değildir. OsmanlI'nın artık sona doğru yaklaştığı, iktidar çekişmelerinin yaygınlaştığı, töreye bağlılığın zayıfladığı onsekiz ve ondokuzuncu yüzyılda, Alman hukuk biliminin katkıları oldukça fazladır; "hukuk devleti" kavramının modern bir anlayışa ulaşmasını sağlayan "terim"in ortaya çıkışı da bu dönemde olmuştur. Frensa devriminin eski Yunan'dan aldığı "demokrasi" kavra­ mının tek başına yeterli olmadığı ve hatta zaman zaman çoğunluk diktasına dönüştüğü noktasından hareket edenler, demokrasinin hukuk devletine ulaşmak için ileri sürülen yöntemletden birisi olduğunu ifade etmişlerdir.

2) Hukuk Devletinin Gerekleri Hukuk devleti, her şeyden önce devletin hukuka bağlı olmasını, adaletle hareket etmesini gerktirmektedir.Bu gerek, kamu otoritelerinin yetki alanlarının, kişiler için genel bir koruma, geleceğe dönük öngörü

50 yapma imkanı sağlayacak şekilde tespit edilmesi ile temin edilebilir. Hukuk devleti ilkesi, yönetilenlerin hukuki güvenliğini sağlayan, hukuk düzenine yalnız fetrlerin değil, kamu otoritesinin de uymasını gerektiren bir ilkedir. Hukuki güvenlikten bahsedilebilmesi için ise bazı şartların yerine getirilmesi şarttır. Bunlar:

a) Temel hakların güvence altına alınması Hukuk devleti, kişilerin devlet baskısı karşısında korunmaları gereksinmesinden doğmuştur. Kişileri devlete karşı koruyan hak ve hürriyetler olan "koruyucu haklar", devletten istenebilecek "isteme haklan" ile iktidarın kullanılmasına katılmasını sağlayan "katılma haklan" olarak beirlenen temel hakların güvence altına alınması, kişileri devlet baskısı karşısında koruyan, hukuk devleti ilkesinin önemli unsurlarından birisidir. Temel hak ve hürriyetlerin güvence altına alınması, çağdaş, hukuk devletlerinde kabul edilen beynelmilel hukuk kaidelerinin hukuk sistemince kabulüne bağlıdır. Bu kaidelerin başlıcaları, kanunsuz suç ve ceza olmaz, suçluluğu mahkeme kararıyla kesinleşmeyen kişilerin suçsuz sayılması (suçluluk varsayımı), ceza sorumluluğunun şahsiliği kaideleridir. Bu gibi kaidelerin kabülü, hukuk devletinin tesisine imkan verecketir.

b) İdarenin hukuka bağlılığı Hukuk devletinde, aslolan hukukun üstünlüğü, yani idarenin bütün eylem ve işlemleriyle, kamu düzeninin hukuka uygunluğudur. İdarenin kendisini hukuka bağlı sayması, hukuka uygunluktan ayrılmamaları ilkesi, hukuk devletinin esasını oluşturmaktadır. Hukuk devletinde idare, serbest olmayıp, hukuk kaidelerine uymak mecburiyetindedir. Hukuk devleti, kanunu olan ve bu kanunları tatbik edilen devletler olarak anlaşılmamalıdır. Bu halde ondokuzuncu yüzyılda olduğu gibi kanunların egemenliği söz konusu olur, kanun devletinden bahsedilirdi. Çağdaş demokratik ülkelerde bilhassa II. Dünya Savaşı'ndan sonra, kanunların egemenliği yerine hukukun üstünlüğü ilkesi geliştirldi. Temel hak ve hürriyetlerin yasalarla güvence altına alındığı, idare edenlerin, idere edilenlere yönelik eylem ve işlemlerinde hukuka bağlı kalındığı devlet anlayışı, hukuk devletinin gereği olarak kabul edildi.

51 c) Yasamanın hukuka bağlılığı "Hukuk Devletinin "pozitif hukuku olan Devlet" gibi mütalaa edilmemesi gerekmektedir. Aksi halde "yaşama organı" hukukun beynelmilel prensiplerini ihlal ile adalet duygusuna, kamu vicdanına aykırı hareket ederek yaptığı düzenlemelerle, hukuk devleti yerine "kanun devleti" kavramı ikame edebilir. Bu sebeple, hukukun üstünlüğünün kabul edildiği bir ülked, sadece idarenin hukuka bağlılığı kafi değildir. İdarenin hukuka bağlılığı ve bu bağlılığın yargısal denetimi yanında, yasama organının da hukuka uygunluğunuun sağlanması gerekmektedir. Hukukun üstünlüğünün korunması ve çoğunluğun azınlığa tahakkümünün önlenmesi bakımın­ dan, yasama organının hukuka uygunluğunu sağlayacak bir yargı sisteminin kurulması da hukuk devletinin gereklerindendir.

d) Yargı bağımsızlığı Hukuk devletinin gereği, yalnız yürütmeyi değil yasamayı da hukuka bağlılıktan ayrılmamaya zorlamaktadır. Bu halde hukukun üstünlüğünün en önemli aracı hiç şüphesiz yargıdır. Yasama ve yürütmenin hukuka uygunluğunun temini ile görevlendirilen yargının özel bir durumu vardır. Buna göre yargı bağımsızdır ama aynı zamanda yasama ve yürütmeyi yargısal yönden denetleme yetkisini haizdir. Diğer bir söyleyişle, yargı sadece fertler arasındaki ihtilafları çözen, kamu düzenini koruyan bir erk değildir. Yargı, temel niteliği itibariyle, yasamayı ve yürütmeyi denetleyen bunların hukuka uygunluğunu temin eden bir erktir. Yargının bu fonksiyonunu yerine getirmesinin temel şartı ise yargının bağımsızlığı, yani yasama ve yürütmenin yargı erkine her ne sebeple olursa olsun müdahale edememesidir. Yargı bağımsızlığı temin edilmeden, temel hak ve hürriyetler teminat altına alınmadan, yürütme ve yasamanın hukuka bağlılığını temin etmek ve hukuk devleti idealine ulaşmak mümkün olmaz. Bu şartların yanında demokratik bir rejimin gerektirdiği özelliklere riayet etmek, mesela eşit şartlardaki bütün vatandaşların katıldığı, gizli oy-açık sayım ilkesine dayanan, yargının gözetim ve denetiminde yapılarak belli sürelerde yenilenen, serbest seçimlerle iyasi iktidarın belirlenmesi, çoğulculuk, açıklık ve çoğunluğun tahakümünün engellenmesiyle çoğunluk tarafından yönetim hukuk devletini pekiştiren unsurlardır.

52 III. Batı Dünyasındaki İnkılâpların Hukuku Etkilemeleri ve Türkiye İnkılâp anlamının, siyasi, İçtimaî, İktisadî, teknik gibi çeşitli tezhürleri vardır. Bu anlamda batıda çeşitli inkılâplar yaşanmıştır. Biz burada batı inkılâpçılarının bazılarına ve sadece hukuk alanını ilgilendirenlerine kısaca göz atıp, ülkemizdeki görünüşlerine temas etmeye çalışacağız.

1) Batı Dünyasındaki İnkılâplar ve Hukuk Kilisenin mutlak hakimiyetine son veren, eski siyasi ve idari müesseselerin hemen hepsini yıkan, asaleti ve feodal imtiyazları kaldıran Fransız inkılâbı, insan haklarının temel felsefesini koymuş olmasından dolayı önemlidir. Fakat Fransız inkılâbının en önemli özeliği, hukuk hakimiyetine, hukuka bağlı devlet mefhumunun yerleş­ mesine verdiği önemdir. Fransız inkılâbının getirdiği ferdi hürriyet ve hukuk önünde eşitlik ile idarenin hukuka bağlı kılınması ilkelerinden, yeterli müesseselerin teşekkül ettirilememesi sebebiyle, iktisadın daha güçlü olanların daha çok istifade etmesi sonucunu doğurduğu iddia edilmiş; bundan da çeşitli sosyalist nazariyeler geliştirlmiştir. Bu gelişmeler Rusya'da bilhassa idarenin ele geçirilmesi şeklinde tezahür etmiş, Rus ihtilali dediğimiz, sosyalist inkılâp gerçekleştirilmiştir. Rus inkılâbı da kendi prensiplerini ve bu prensipleri gerçekleştirmek istedikleri çeşitli düzenlemeleri yapmışlardır. Yapılmaya çalışılan düzenlemelerle adalet (hukuk) devleti tesis edilmeye çalışılmış; hukuk ile kanunu birbirinden ayıramadıkları için polis devleti yahut kanun devletini kurmuşlar, Fransız inkılâbının demokrasi idealine karşılık işçi (parti) diktatörlüğünü getirmişlerdir. Çok defa sadece "faşizm" adı altında birleştirilen Italyan faşizmi ile Alman nasyonal sosyalizmi arasında derin farklılıklar olduğu muhakkaktır. Bununla beraber, faşizm ve nasyonal sosyalizm inkılâpları da, kendi ideolojileri içinde, ideolojilerinin haklı ve adil saydıkları yeni bir hukuki sistem kurarak inkılâbı ve rejimi müeyyedelendirmeye çalışmış; bu gayretlerinin neticesi yirminci yüzyılın ilk yarısında insanlığın hüsranı şeklinde ortaya çıkmıştır.

53 2) Türk İnkılâbı ve Türkiye'de Hukukun Üstünlüğü Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş ilkeleri, hukuka bağlı devlet ilkesine dayandırılmıştır. Hukuka bağlı devlet ilkesinin gereklerinin yerine getirilmesi için lazım olan müesseselerin tesisine kadar geçen süre içinde dahi, hukuka bağlı kalınmaya dikkat edilmiştir. Cumhuriyetin kurulmasıyla beraber, idare edenlerin bir nizama ayak uydurması lüzumu, yani kamu idaresini temsil edenlerin keyfi hareketinin engellenmesi gerekliliği ve onun gerek amme işlerinde ve gerek fertlere karşı durumunda yüksek bir irade mahsulü bir kanuna tabi olması mecburiyeti kabul edilmiştir. Cumhuriyet idaresinin temel aldığı sistemde millet, kendini idare edecekleri kendileri seçecek; tabî olacağı kanunları bu mümessilleri vasıtasıyla yapacaklar, yaptıkları bu kanunlar temel hak ve hürriyetleri zedelemeyecek, milletin ruhunda gizli "adaket" ilkesini ihlal etmeyecektir. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluş ilkesi olarak kabul ettiği "hukuka bağlılık özelliğini yeleştirmek maksadıyla, milletten aldığı yetkiye (egemenlik kayıtsız şartsiz milletindir) istinaden birçok düzenlemeler yapmıştır. Bu esastan olmak üzere, temel hakları güvenceye alan, idarenin ve yasamanın hukuka bağlılığını temin eden ve yargı bağımsızlığını sağlayan kanunlar kabul edilmiştir. "Kanunsuz suç ve ceza olmaz", hakkında mahkumiyet kararı verilinceye kadar kişinin massum sayılmasıyla ilgili "masumluk karinesi", "delilsiz mahkumiyet olmaz kuralları" hep bu dönemin ürünü sayılır. Bu şekliyle, sadec ferdin devlet karşısındaki hakları değil, bir de devletin fert üzerindeki yetkileri ve ferdin topluma karşı vazifeleri ayrı ayrı kaidelere bağlanmış, millettte ve onun mümessillerinde bir hukuk şuuru uyandırılmış; idare hukuka tabi kılınmaya çalışılmıştır.

3) Alparslan Türkeş'in Hukuk Devleti Hakkındaki Temel Görüşleri Cumhuriyet'in kurulduğu temel ilkelerin kabul edildiği dönemde, Cumhuriyet'in temel ilkelerinin yerleşmesi içn milli bir seferberlik ilan edilmiş; inkılâpların yerleşmesinin temel unsuru da idarenin hukuka bağlılığında görülmüştü. Ancak bu amaca ulaşmak çok da kolay değildi. Zira, uzun bir savaştan çıkan, olağan üstü bir dönem yaşayan ve idari sistemini değiştiren Türk halkının buna inandırılması, alıştırılması gerekiyordu. Ayrıca, tecrübelerle de sabittir ki, iktidarı elinde tutan, onu kötüye kullanmaya eğilimlidir. Aynı dönemde, "erdem bile sınır gerektirir" düşüncesine sahip olarak, idarenin hukuka bağlılığını

54 savunanlara karşı, iktidarı elinde tutmak, onunla özdeşleşmek, iktidarı, Cumhuriyet'in kuruluş ilkelerine uygun olarak kullanmak istemeyenler de vardı. Alparslan Türkeş, bu çekişmelerin yoğun olarak yaşandığı bir dönemde, dönemin en önemli eğitim kurumlarından birine (Harp Okulu) tahsilini tamamlamış ve ülke güvenliği yanında memleket meseleleri ile yakından ilgilenen "ordu"da çalışmıştır. Aldığı eğitim ve bulunduğu çevre kendisini etkilemiş, Cumhuriyet'le özedeşleştirdiği Türk töresini yaşamaya ve yaymaya başlamıştır. Bu faaliyetleri esnasında idarenin hukuka bağlı tutulmamasının, kamu iktidarının kötüyr kullanılmasının neticelerini görmüş; savunduğu "Türk Milliyetçiliği" fikir sisteminden dolayı insanlık dışı muamelelere maruz tutularak yargılanmıştır. Beraatla sonuçlanan bu yargılama, merhum Türkeş'in savunduğu fikirlerin, bu esastan olmak üzere "hukuk devleti" fikrinin ne kadar önemli olduğunu bir kez daha hatırlatmıştır. Bu şartlar altında yetişen Alparslan Türkeş, Türk Milliyetçiliği fikir sistemine karşı çıkanların söylediğinin aksine, politik hayatında, devamli olarak hukukun üstünlüğünü ve hukuka bağlı idare anlayışını sürdürmüştür. Demokrasiyi hukuk devletine ulaşmanın bir yolu olarak kabul eden Türkeş, demokrasiyi, "insan varlığına sevgi ve insan iradesine saygının bir ifadesi" olarak görüyor (bkz. Alparslan Türkeş, Temel Görüşler, Dergah Yayınları, b.3. İstanbul, 1976, s.51); "Türk Milleti için uygun gördüğümüz yönetim sistemi hürriyetçi demokrasi sistemidir" diyordu (Alparslan Türkeş, 9 Işık ve Türkiye, Kervan Yayınları, İstanbul 1976, s.49). Hukuk devleti anlayışında "eşitlik" ilkesinden ziyade, İsla­ miyet'ten kaynağını alan Türk devlet geleneğini oluşturan "adalet" ilkesine ağırlık veriyordu (bkz. 9 Işık ve Türkiye, Kervan Yayınları, İstanbul 1976, s. 123). Millet olarak daima hakkı tutmamız, adaletten yana olmamız gerektiğini ifade ile (Alparslan Türkeş, Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Kuruluşlar Davası, Sorgu, Meyas Yayınları, Ankara 1982, s.34), adalete saygılı ve hukukun hakim olacağı bir toplum düzeninin arzu edilmesini tavsiye etmiştir (Sorgu, s.41). Bu esastan olmak üzere, 1963'te ortaya koyduğu görüşlere sadık kalmış, "En kötü hukuk nizami, en iyi ihtilalden daha iyidir." görüşünü her fırsatta yinelemiştir.

55 "İnsan haysiyetine uygun yegane rejim olan hukukun üstünlüğüne dayalı hür demokratik rejimi savunma yolunda" (Sorgu, s.34), siyasi mücadelesini veren merhum Türkeş bu yolda yargılanmış; demokratik hukuk devleti fikrinin askıya alındığı dönemlerde tutuk­ lanmış, hukukun üstünlüğünü dönemlerinin ülke yönetimine kısmen de olsa hakim olmaya başladığında ise suçlamalardan beraat etmiştir.

SONUÇ Bu kısa açıklamalarımızda gösteriyor ki, hukuk-bazı insanların zannettikleri gibi- mücerret ve değişmez bir takım kanun maddelerinden oluşan kaideler bütünü değildir. Hukuk, toplumun düzeni, düsturu ve adaletin ilk şartıdır. Milletin hayatı, hukukun üstünlüğüne olan inaçla (adaletle) sınırlıdır. "Bir devlet yalnız adaletle ebedileşir ve adaletsizlikle yıkılır." Haksızlığın önüne ancak hukukla, hukukun üstünlüğünü kabul etmekle geçilebilir. Türk devlet geleneğinini tabii bir neticesi, hukukun üstünlüğüdür, Adaleti mülkün temeli olarak kabul eden Türk devlet anlayışı, zaman zaman kesintilere uğrasa da adaleti esas kabul eden demokrasiye inanan, idarenin hukuka bağlılığı ilkesine dayanan fikir sistemini hiçbir zaman terk etmemiştir. Çağdaş demokratik hukuk devletlerinde, toplumun refahı gerekçe gösterilerek her türlü önlemin alınması, vatandaşın bütün işlerine karışılması, haklarının kısıtlanması; vatandaş adına herşeyin düşünülmesi (polis devleti) kabul edilmemekte; "insan haysiyetine uygun yegane rejim olan hukukun üstünlüğüne dayalı demokratik rejim" benimsenmektedir. İdarenin hukuka bağlı kılındığı, adaletin gerçekleştirildiği, demokrasiye dayalı hukuk devletinin sağlanması; bu fikre inananların üstün gayreti, yılmaz iradeleri ile kuvveden fiile geçirilebilmektedir. Merhum Türkeş bu amacı gerçekleştirebilmek maksadıyla tüm siyasi hayatı boyunca mücadele vermiş, yargılanmış, tutuklanmış fakat meşruiyet çizgisinden çıkmamış, devletine ve milletine gücenmemiş; milleti için güzel şeyler arzulamış, hukuka ve adalete inancını hiç yitirmemiştir. Hukukun üstünlüğüne inanan, milletini seven bir nesil onun açtığı yolda, inandığı ilkelerle yılmadan ilerlemektedir.

56 AĞABEĞİM TÜRKEŞ BEĞ

Müjgan CUNBUR*

Bu gelimli gidimli dünyadayken Türkeş Beğ'e, kendisinin istemesine rağmen, "Ağabeğim Türkeş Beğ" demek nasip olmadı. Bu yazı, yıllar sonra bu isteklerinin yerine getirilmesine vesile oldu. Türkeş Beğ, özünü ailemden aldığım, Türklük şuurunu perçinleştiren Milli Kütüphane'nin kazandırdığı değerli dost gruplarından birine dahildi. Sırasıyla Çiftçioğlu Necdet Sancar, Nihat Atsız Beğ, Dr. Fethi Tevetoğlu, aziz bakanım Tevfik İleri Bey ve Türkeş Beğ Milli Kütüphane'deki ilk kütüphanecilik yıllarımda tanımakla şeref duyduğum değerli insanlar bu grubu oluşturmuştu. Bugün hepsini rahmetle ve hasretle andığım bu zatları bana hocam, müdürüm ve ağabeyim Adnan Ötüken tanıştırmıştı. Yazılarını okuduğum, idealleri uğruna karşılaşıp çektikleri çileleri yıllardan beri uzaktan uzağa takip ettiğim bu zevatın çoğunluğunu Milli Kütüphane'nin mikrofilm atölyelerinde tanıdım. Müdürümüz o bölümü dostlarına ve misafirlerine göstermekten başka bir zevk alırdı. Çekim ve banyo yerlerini gösterdikten sonra, arşiv için yazma eserlerin fişlerini hazırla­ yan, film çekildikten sonra kontrollerini yapan o yılların genç kütüpha­ necisini özellikle dostlarına tanıtmaktan da, sanırım, bir gurur duyardı. Bir gün değişik bir saygıyla ve coşkuyla gezdirdiği bir misafiri getirdiler. Gelen misafir tok sesli bir yarbaydı. İşte Türkeş Beğ’i o gün ilk kez görüp biraz da çekinerek konuştum. Çünkü tokalaşmak üzere uzattıkları ellerine, sol elimi uzatmam kendisini bir an şaşırtmıştı. Adnan Bey "Bizim Müjgan Hanım sağa biraz fazla dayandıklarından o tarafını felç etmiştir" diye konuşmayı bir şakayla başlattı. Yazma eserler üzerine bir süre konuşulduktan sonra kolaylıklar dileyerek ayrıldılar. İkinci kez o tok sesi, 1960 Haziranında bir gün telefonda duydum. Adnan Bey henüz Almanya'daki kültür ataşeliğinden dönmemişti. Türkeş Beğ'in 1960 Mayıs harekâtından sonra Başbakanlık Müsteşarlığı'nı yaptığı sırada ve hasbelkader Milli Kütüphane'nin başında bulunduğum son aylardaydı. Telefonda kısa bir hal hatır soruştan sonra, Türk Ocakları'na benzer bir demeği kurmaya çalıştık­ larını haber verip kurucular arasında bulunmamı emrettiler. Emirlerinden

T.C. Kültür Bak. Milli Kütüphane Eski Başkanı

57 şeref duyduğumu, ancak tam o günlerde gazetelerde "Tevfik İleri'nin Milli Kütüphane için biçilmiş kaftanı" diye tenkit edildiğimi, bu hususun kendilerine ve kurulacak ocaklara söz getirmesinden çekindiğimi, zaten gece saat ona kadar kütüphaneden ayrılamadığımı beyanla özür dilemeye çalıştım. Sanırım biraz öfkelendiler, ocakların bir kaç ay sonra kurulacak Ankara teşkilatında memnuniyetle çalışacağımı söyleyince sertleşen sesleri biraz yumuşadı. "Neden bir kaç ay sonra?" diye sorduklarını, "O zamana kadar Adnan Bey Türkiye'ye ve Milli Kütüphane'nin başına dönecek" cevabını verdiğimi, "Bakalım kütüpha­ neye döner mi, onu daha başka işler bekliyor" dediklerini hatırlıyorum. Hindistan'dan döndükten sonra Milli Kütüphane'de yapılan konferanslara, verilen konserlere ara sıra gelirdi. Adnan Ötüken'in ölümünden sonra düzenlediğimiz anma toplantısına da teşrif ettiler. Yanlarında muhterem eşleri Muzaffer Hanımefendi de vardı. Kısa bir konuşma yaparak Adnan Bey’i değerlendirdiler. Hocamı, müdürümü, ağabeyimi ve kütüphaneyi yönetirken en büyük desteğimi kaybetmiş olmanın verdiği hüzün içinde yapmağa çalıştığım konuşmayı da dinlediler. Kütüphaneden ayrılırken söyledikleri bir cümleyi ömür boyu unutmayacağım. "Müjgan Hanım ben size hoca ve müdür olamam. Ama bugünden sonra AĞABEĞ olarak Adnan ötüken'in bıraktığı boşluğu ben doldurayım" demişlerdi. Türkeş Beğ'in ebediyete intikalinden sonra kendisine sözlü değil, yazılı olarak "Ağabeğ" demek nasipmiş. Türkeş Beğ'i, Muzaffer Hanımefendi'nin kaybından sonra, ilk ve son kere evlerinde ziyaret ettim. O gün bize 1944 hadiselerinde kendisi mevkufken, merhumenin çocuklarıyla birlikte çok çetin şartlar altında çektikleri sıkıntıları anlattılar. Yine o gün Atsız Beğ'den, Sançar'dan, Tevetoğlu'ndan, Adnan Ötüken'den ve diğer dostlardan bahisler geçti. Onlar, Türk milliyetçilik tarihinde Türklük şuurunun güçlenme­ sinde ömürlerini harcamış bir misyondular. Dünya devletleri arasında Türk olarak yaşadığımız büyük yalnızlığı giderecek, acılarımızda birbirimize destek ve dayanak olacağımız, sevinçlerimizi paylaşa­ cağımız Türk devletlerinin kurulmasını istemişler, yıllar boyu zulüm altında inleyen Türk topluluklarının birer devlet olarak hürriyet ve bağımsızlıklarına kavuşmalarını ideal edinip savunmuşlardı. Hatırlarım Atsız Beğ son mektubunda, "Esir Türk İlleri bir gün hürriyetlerine kavuşacaklar, ben o günleri göremeyeceğim. Ama dostlarım o günleri görecek ve o topraklara gidip dolaşacaklar" demişti. Cumhurbaş­ kanımızla birlikte Türkeş Beğ'in o toprakları ziyaretleri, sanırım daha önce bu dünyadan ayrılmış olanların ruhlarını da taziz etmiştir.

58 Onların izinde yetişmiş ikinci kuşak olarak aramızdan ayrılışının birinci yıldönümünde "Ağabeğim Türkeş Beğ"i tazimle anıyorum. O’na tanrının tükenmez hâzinesinden rahmetler diliyorum. Ve sesleniyorum durağın cennet olsun, yattığın yer nurla dolsun Ağabeğim Türkeş Beğ...

59

ÇAĞINI AŞAN LİDER BAŞBUĞ TÜRKEŞ

Emin ÇARIKÇI*

19. Asrın başlarında Kafkasya ve Türkistan’daki Türk topraklarının çoğu Çarlık Rusya’sı tarafından işgal edilmiş, 1828 yılında Azerbeycan, 1854’ten itibaren de Türkistan Cumhuriyetleri bağımsızlık­ larını kaybettikleri için Türkiye ile Türk Dünyası arasında yaklaşık iki asırlık bir hasret başlamıştı. Nihayet, 1990 yılında Sovyetler Birliğinin dağılması sonucu, 1991 ’in ikinci yarısında bugünkü Türk Cumhuriyetleri bağımsızlıklarını ilan ettiler. Yüreği Türklük ve Türk Dünyası ateşi ile yanan Merhum Alparslan Türkeş Sovyetlerin ya 1965’ te veya 1990 yılında dağılacağını, Türkistan’daki Türklerin esaretten kurtulacağını, Türkçü­ lükten tutuklandığı mahkemeye sunduğu müdafaa zabıtlarında 1944 yılında beyan etmiştir. Yüce Allah’ın ne kadar sevgili kuludur ki, O’nun bu rüyası hayattayken gerçekleşti. Bir fani için bundan daha büyük bir mükafat olabilir mi? Sn. Türkeş, ideallerini gerçekleştirmek ve iki asırlık hasretin sona ermesinin vermiş olduğu fırsatları değerlendirmek, Türk Dünya- sı’nın sosyo-ekonomik ve kültürel dertlerinin azaltılmasına katkı-da bulunmak ve uzun vadede Türk Dünyası’nın ekonomik ve kültürel bütünleşmesine hizmet edecek bir platform oluşturması için bizzat Başkanlığını üstlendiği Türk Devlet ve Toplulukları, Dostluk, Kardeşlik ve İşbirliği Vakfı’nı (TÜDEV) kurdu. Bu vakıf her yıl Türk Dünyası Kurultaylarını düzenlemeye başladı. Bu kurultaylarda, komisyonlar kurularak Türk Alemi’nin iktisat, ticaret ve maliye, eğitim, kültür, teknoloji, hukuk ve uluslararası ilişkiler gibi konularla ilgili meseleler enine boyuna tartışılır. Bu kurultayların ilki 21-23 Mart 1993’te ’da Türkiye’den 600, Türk Devlet ve Topluluklarından da 600 olmak üzere yaklaşık 1200 delegenin katıldığı bir bilimsel kongre olarak çalışmalarına başlamadan önce protokol konuşmaları yapıldı.

Prof. Dr., MHP MYK Üyesi

61 İlk Kurultay’a zamanın Cumhurbaşkanı merhum Turgut ÖZAL, Başbakanı Sn. Süleyman DEMİREL, Başbakan Yardımcısı Sn. Erdal İNÖNÜ, K.K.T.C. Cumhurbaşkanı Sn. Rauf DENKTAŞ, Türk Cumhu­ riyetlerinden de Başbakanlar, Bakanlar ve üst düzey bürokratlar iştirak ettiler. Gerek Kurultay Salonlarına girişlerinde ve gerekse protokol konuşmasında en büyük tezahüratı Sn. Türkeş almıştı. Protokol konuşmalarından sonra, söz alma sırası Türk topluluk­ larına ve Türk aleminin gerçek temsilcilerine geldiğinde, Azerbaycan temsilcisinin “BAKÜ BOZKURTLARI’NDAN BAŞBUĞ’UMA SELAM GETİRMİŞEM” diye başlayan sözleri delegelerin yarısından çoğunu ayağa kaldırarak “BAŞBUĞ TÜRKEŞ” sesleriyle Kurutlay Salonu’nun dakikalarca inlemesine sebep oldu. Böylece “Sn. Türkeş’in Türk Dünyası’nın Başbuğu”, olduğu ilk Türk Dünyası Kurultayında büyük bir coşku ile tescil edilmiş oldu. Merhum Türkeş, Kurultay gecelerinde Türk Dünyası’ndan gelen sanatçıların sergilediği halk oyunlarını dikkatle seyreder, Türk Alemi’nin çeşitli yörelerine ait türkü ve şarkıları da büyük bir zevk içinde dinler, hele sıra “Çırpınırdı Karadeniz” türküsüne geldiğinde bu türküye, Bozkurt işareti ile bizzat katılarak salonu coşturur, o anda belki de hayatının en mesut anlarını yaşardı. Türk Dünyası’nın Başbuğu maalesef 5. Kurultay’dan tam bir hafta önce Hakkın Rahmetine kavuştuğu için bu Kurultaya iştiraki nasip olamadı. Allah gani gani rahmet eylesin. Başbuğ Türkeş, Büyük Atatürk ile birlikte 20. asırda Türkiye’de Türk gençliğine ve kitlelere yol göstermiş ve öncülük etmiş iki büyük milliyetçi liderden biridir. Bu liderlerin mefkureleri önümüzdeki asırlarda da devam edecektir. Atatürk de büyük bir Türk milliyetçisidir. Çünkü, Cumhuriyet Hükümetimizin bastırmış olduğu ilk 5 liralık kağıt paralann üzerine Kocatepe’deki resmi ile birlikte Bozkurt resmini yan yana koyması, ilk etapta Türk Tarih Kurumu’nu, Türk Dil Kurumu’nu kurması ve kurmuş olduğu tek partinin 6 okundan birisini Milliyetçiliğe ayırması Atamız’ın büyük bir milliyetçi olduğunun ispatıdır. Ancak, Atatürk’ün ölümünden sonraki Milli Şef İsmet İnönü döneminde Milliyetçiler büyük bir zulme uğramışlardır. Bu haksız zulümler Milliyetçilik Bayrağı’nın tekrar şahlanmasına sebep oldu. Milliyetçilik Bayrağını fikri zeminden siyasi platforma taşıyan ise Sn. Başbuğ Türkeş’tir.

62 Bunu başarabilmek için Sn. Türkeş, yönetim, planlama, teşkilat­ lanma, haberleşme, koordinasyon ve denetleme gibi birçok konuda çalışmalar yapmış, eserler meydana getirmiş ve yeni bir siyasi sistemi Türk siyasi hayatının içine “Milliyetçi Hareketi” partileşme ve ideoloji olarak yerleştirmiştir. İşte Başbuğ Türkeş, Türkiye’de 20. yüzyılın son 50 yılında Milliyetçilik ideolojisini geliştirmiş, geliştirdiği 9 Işık Doktrini ile de Türk Milletine yeni bir iktisadi kalkınma reçetesinin yolunu göstermiştir. Bunlar; 1. Milliyetçilik, 2. Ülkücülük, 3. Ahlakçılık, 4. İlimcilik, 5. Toplumculuk, 6. Köycülük, 7. Hürriyetçilik ve Şahsiyetçilik, 8. Gelişmecilik, 9. Endüstri ve Teknikçilik ilkeleridir. Bu ilkeler çerçevesinde Türk-İslam Ülküsü ortaya çıkar. Her Ülkücü’nün sahip olması gereken prensip ve inançlar ise; Devlet sevgisi ve vatanseverlik, Milletin bölünmez bütünlüğü,. Demokrasiye bağlılık, Kanunlara ve nizama saygı, Halkçılık, ırkçılığa karşı olmak, Milli Kültüre bağlılık, Tarih sevgisi ve şuuru, Dil şuuru, Dine saygı ve bağlılık, gelenek ve töreye bağlılık, Milli kökümüze bağlılık, Emperyalizme karşı olmak, Sosyal adaletçi olmak, Sosyal barış ve sevgi, Çağdaşlık, İlimcilik ve medeniyetçiliktir. Başbuğ Türkeş, bu ilkelerin Ülkücülerde bir prensip haline gelmesi ve onların Türk-İslam Ülküsüne sadakatle bağlanmaları için birçok kitap yazmış, Türkiye çapında her yıl eğitim programları düzen­ lemiş, çeşitli demeçlerinde ve yayınlarında çok veciz ifadeler kullan­ mıştır. Bu veciz ifadelerin bir kaçını yazımızın sonuna bırakarak iktisadi konulardaki düşüncelerini biraz daha açmayı uygun buluyorum. 9 Işık değişmez bir doktrindir, bir hedefler manzumesidir (bütünüdür). Ancak, bu hedeflere ulaşabilmek için, 9 ışığın madde­ lerinin kapsamı ise zamanın değişen iç ve dış ekonomik, sosyal, siyasi ve teknolojik gelişmelerine göre yeniden şekillendirilmesi gerektiğini ifade etmiş olan Sn. Türkeş parti içi eğitim faaliyetlerindeki seminerlere bilgi teşkil etmek üzere, çeşitli kuruluşlarda, birçok bilim adamından görüş ve raporlar talep etmiş olup, almış olduğu bu raporları Karizmatik bir lider yapısı içerisinde bir hamur gibi yoğurarak her zaman kendi üslubu ve yorumu ile kamuoyunu bilgilendirmeye ve yol göstermeye çalışmıştır. Yüce dinimize göre istişare (danışmak, görüş almak, müzakere etmek) sünnet olduğu için tarihimizde Türk Devlet geleneği haline gelmişti. Sn. Türkeş’in en büyük hasletlerinden biri de İSTİŞARE MÜESSESESİ’Nİ çok iyi kullanabilmesi idi.

63 Şahsen sadece Gümrük Birliği öncesi ve sonrası bu konudaki üç araştırmam kendisine arz ve takdim edilmiştir. En son ulaştırdığım makalem ise “Devlet Bütçesi ve Kaynak Paketleri” ile ilgilidir. Bu araştırmam Şubat 1997 ortasında, Başbuğ’ umuza takdim edilmiştir. Sn. Başbuğun istişare için ilim adamlarına ve uzman kişilere verdiği değer konusundaki diğer bir hatıram da Eylül 1996’da yayınlanmış olan MHP Program Taslağı’nın yeniden gözden geçirilmesi için 30 Kasım-1 Aralık 1996 günleri Uludağ’da Alkoç Otelinde yapılan toplantıdır. Bu toplantıya Türkiye’nin dört bir yanındaki Üniversitelerden 80 dolayında öğretim üyesi ve 40 dolayında da, partinin üst düzey yöneticisi davet edilmişti. Sn. Türkeş, Parti Programı Taslağı’nın çalışma grupları tarafından incelenmesinden önce yarım saat kadar çok nefis bir konuşma yaptı. Bu konuşmasında değişen iç ve dış sosyo-ekonomik ve siyasi gelişmeleri özetleyerek biz hocalara adeta bir rota çizdi. Bu konuşmada ayrıca diğer partilerdeki bütün milliyetçileri MHP çatısı altında toplanmaya davet etti. Sonra bizler “Ekonomik Politikalar”, “Sosyal Politikalar”, “Bilim ve Teknoloji”, “Milli güvenlik ve Dış Politika” olmak üzere dört gruba ayrılarak Program Taslağı’nın ilgili bölümlerini, satır satır tartışarak yeniden kaleme almaya çalıştık. Bu tartışmaların ışığı altında Taslağın ilgili kısmı Komisyon Başkanları tarafından yeniden kaleme alınarak Parti Genel Merkezine ulaştırıldı. MHP’nin televizyona çıkan Genel Başkan yardımcılarına hala siz "Devletçi misiniz”? "Karma Ekonomi taraftarı mısınız?” gibi can sıkıcı sorular soruluyor. TV’lerde bu soruları soran sunucuların hiç olmaz ise MHP programına bir göz atması gerekmez mi? 1980 öncesi MHP tabi devletçi idi. İthal ikamesi taraftarı idi. Çünkü, 30 yılı aşkın bir süre önce, hatta 1970’lerde Türkiye sanayiini dış rekabetten korumak zorunda idi. Uluslararası iktisattaki “ Bebek Endüstri Tezi” yeni kurulan sanayilerin belli bir süre korunmasını gerektirir. ABD ve Almanya da bütün 19. asır boyunca İngiltere’ye karşı kendi sanayilerini korumamışlar mıydı? 1960’lı yılların nerede ise ikinci yarısında başladığımız birçok sanayii kolunu belli bir süre elbet koruyacaktık. 1990’lı yılların başına gelindiğinde Türk sanayii belli bir rekabet gücüne ulaştığı için koruma duvarları (Gümrük vergileri) kademeli olarak indirilmiş, nihayet Türkiye 1996 başından beri Avrupa Birliği (AB) ile Gümrük birliğine (GB’ye) girmiştir.

64 Ankara’da 1994 yılında yapılan son MHP Kongresinde Sn. Türkeş yerli ve yabancı yüzlerce davetlinin yer aldığı salonda, iktisadi konularda, özetle şu beyanatları vermiştir; - “İnsana önem veren ve hürriyetler veren, kalkınmanın bu yolla sağlanabileceğini bilen, eğitime, sağlığa, huzura önem veren, kısacası yardımcı ve şefkatli devlet, - Sosyal ve ekonomik manada son derece şeffaf bir devlet, - Otomasyon devleti, - İçten ziyade dışa dönük ekonomi ağırlıklı politikalar uygulayan bir devlet ve yönlendirici bir devlet, - Bu özelliklerle birlikte lider bir ülke yolunu açacak lider bir devlet çatısı MHP’nin öncelikle gerçekleştirmeyi hedeflediği bir husustur”. Görüldüğü gibi, Sn. Başbuğ lider bir ülke olabilmemiz için, şeffaf ve liberal bir devlet yapısı oluşturacağı, dışa dönük iktisat politikaları uygulayacağını, ancak bu politikaları uygularken devletin yönlendirici olması gerektiğini açık bir şekilde ortaya koymuştur. MHP’nin son Program Taslağı çalışmasında “Ekonomik Politikalar” komisyonu başkanı olarak belirtmek isterim ki, Komisyon’un ortak kararına göre “MHP Serbest Piyasa Ekonomisi taraftarı politikalar takip edecektir. Ancak, burada Devletin rolü Türkiye’de mevcut bulunan haksız ve eksik rekabetin önlenmesinde Devlet yönlendirici olacaktır. Diğer taraftan, GB’den sonra Türkiye’nin hedefi tam üyelik olup AB ile iktisadi ve siyasi politikalar oluş­ turulacaktır. Sn. Türkeş, Türk ekonomisinin dışa açılması, artık hiçbir ülkenin içe dönük, kendi kendine yeterli bir iktisat politikası ile iktisadi başarılara ulaşamayacağını, her ülke için başarının anahtarının hızla yoğun­ laşan uluslararası karşılıklı bağımlılık ve bütünleşme hareketinden ülkesi ve milleti için en büyük kazançları sağlayacak sosyo-ekonomik politikaları uygulamaya koymaktan ve her sahada dış rekabette başarı kazanmaktan geçtiğinin farkında olduğu için eğitim ve öğretime, kısaca insan unsuruna çok önem verirdi. Nitekim, 22 Şubat 1997 günü Ankara Sheraton Otelinde MHP’nin düzenlediği “MHP’nin 21. yy.a hazırlanma programı çerçevesinde Devletimizin Gümrük Birliği’ne Girişinin 1. Yıl

65 Değerlendirmesi Paneline ait davetiyeleri bizzat kendi adına bastırmış ve panelin açılış konuşmasını da kendisi yapmıştır. Sayın okuyucular, saygıdeğer Ülkücüler. Panelin adındaki “Devletimiz” kelimesine lütfen dikkatinizi çekerim. Hükümetin demiyor, Türkiye’nin demiyor. Çünkü, Türkiye’nin Gümrük Birliği’ne girmesi partiler üstü ve Hükümetler üstü bir Devlet politikasıdır. Bunun sebebi ise, AB ile iktisadi münasebetlerimizin, GB’nin ve Tam Üyelik meselesinin temelini oluşturan ve 1963’te imzalanan Ankara Antlaşması ile 1970 te imzalamış olduğumuz Katma Protokol zamanın TBMM’deki Parlamentosu ve Senatosu tarafından onaylanmış ve Türkiye’nin GB’ye girmesi bir Devlet taahhüdü ve politikası haline gelmiştir. Maalesef Türkiye’de partiler son yıllarda birçok Devlet taahhüdünü bile iç politika malzemesi yapmak­ tadırlar... Sn. Türkeş Panel’e çağırdığı isimler ise Prof. Dr. Tunca Toskay, Prof. Dr. Haluk Günuğur, Prof. Dr. Canan Balkır, Prof. Dr. Emin Çarıkçı, Doç. Dr. Tuğrul Arat, Ali Tiğrel ve Nevzat Saygılı idi. Bu isimlerin çoğu MHP’ye yakın isimler bile değildi. Sn. Türkeş panele katılanların siyasi görüşlerinden çok bu kişilerin Gümrük Birliği konusunda uzman olmalarına dikkat etmişti. Hatta bayan Prof.’un YDH’nin Genel Başkan yardımcısı olduğunu ben sonradan öğrendim. Sn. Şerif Ercan’ın yönettiği panel akşam saat 7’ye kadar ilgi ile takip edilmişti. Sn.Türkeş’in vefatından sadece üç gün önce, 1 Nisan 1997 günü postalanmış olan “ ... Panelist olarak bizzat katılmak ve değerli fikirlerinizi serdetmek suretiyle göstermiş olduğunuz ilginiz için teşekkür ediyor, iyi dileklerimle birlikte sevgi ve saygılarımı sunuyorum” sözleri yer alan teşekkür mektubunu en kıymetli bir hatıra olarak ömrümün sonuna kadar saklayacağım. Sn. Başbuğumuz böylece bizlere bir nezaket dersi de vermiş oluyor. Bugüne kadar yüze yakın seminer ve panele konuşmacı olarak katıldım. Fakat bu benim ilk, belki de aldığım son teşekkür mektubu olabilir. Sn. Türkeş’in Türk-İslam ülküsü ile ilgili bazı veciz sözlerine gelince; - Türklük bedenimiz, İslamiyet ruhumuzdur, ruhsuz beden ceset olur. - Tanrı Dağı kadar Türk, Hira Dağı kadar Müslümanız.

66 - İslamiyeti ele alıp, Türkçülüğü inkar etmek ihanettir. Bunun tersi de aynı derecede gaflet ve ihanettir. - İnsanlan güçlü yapan, fikir, iman ve ülkü aşkıdır. • Dünyaya felaket getiren iki şeyden biri emperyalizm, diğeri de ırkçılıktır. - Türk toprakları üzerinde yaşayan Türk’ün dertleriyle dertlenen, sevinçleriyle sevinen ve kendini Türk hisseden herkes Türk’tür. - Mücadelemiz, her ne pahasına olursa olsun siyasi kazanç sağlamak değil, ahlak ve fazilet mücadelesidir. - Türk Milleti için kurtuluş ve yükseliş çaresi, kendi dini inançlarıyla Milliyetçilik Ülküsüne sarılmaktır”. MHP'ye gönül verenlerin ve MHP’yi yöneten kadroların bu veciz sözlere çok dikkat etmeleri gerekir. Çünkü, son yıllarda kamuoyunda ve seçmen indinde özellikle iki parti hakkında şöyle bir kanaat uyanmıştır. “Refah Partisi’nin dini var ama Türkçülüğe fazla değer vermiyor, MHP’nin ise Türkçülüğü var, fakat İslam dinine sahip çıkmadaki demeçleri yeterli değil”. Sayın MHP yöneticileri Merhum başbuğumuzun cenaze töreninde 2 milyonu aşkın Ülkücü ve Milliyetçi, Ankara’yı en az 8-9 saat tekbir sesleri ve dualarla inletmiş Türkiye’ye adeta haykırmıştır. Unutmayınız ki, eğer Sn. S. Demirel 6 defa gidip 7 defa gelmiş ise şu dört kelime sayesindedir: Vatan, Millet, Ezan ve Bayrak. Aynı sloganları Sn. T. Çiller’de sık sık bilerek kullanıyor. Oysa bu sözleri daha sık kullanmak öncelikle sizlerin hakkı ve görevi değil mi? Diğer taraftan “Özde Ülkücü ve Sözde Ülkücü” ayrımı yapmadan bütün partilerdeki Milliyetçileri MHP çatısı altında toplamayı hedef edininiz lütfen. Özetlersek, Başbuğun Türk Milletine ve Türk Dünyası’na yaptığı hizmetler saymakla bitmez. Parti içi eğitim faaliyetleri, konferansları ve yazdığı ciltler dolusu eserlerin her biri kaynak suyu gibi pırıl pırıldır. Merhumun hayatı boyu en çok önem verdiği Türk-İslam-Bilim üçlüsünün esrarengiz gücünü kullanmadan Türkiye’nin en kısa zamanda büyük bir devlet olması sağlanamaz. Son Sözlerim;

67 TÜRKLÜĞÜN GÜNEŞİ TÜRKİYE, MİLLİYETÇİLİĞİN GÜNEŞİ DE BAŞBUĞ TÜRKEŞ’TİR. MEFKURESİ İLE, 20. ASIRDA 21. YIZYILLA İLGİLİ SEZGİLERİ VE UFUKLARIYLA ÇAĞINI AŞMIŞ BİR LİDERDİR. Büyük Devlet Adamı, Türk Milliyetçileri’nin ve Türk Dünyası’nın efsanevi Başbuğu olan Merhum Türkeş’in Aziz Hatırası önünde hürmetle eğilerek yazımı noktalıyorum. Ruhu Şad Olsun, Mekanı Cennet Olsun.

KAYNAKLAR 1) Emin Çarıkçı, Türkiye’de İç ve Dış Ekonomik Gelişmeler, Adım Yayıncılık, Ankara, 1996. 2) A. Türkreş, 9 Işık ve Türkiye. 3) A. Türkeş, Temel Meseleler 4) M. Nihat ve E. Cemiloğlu, Türk Siyasi Hayatında Milliyetçi Hareket, Turkuaz Ajans 2001 Yayınları, Ankara, 1995. 5) C. Anadol, Alparslan Türkeş, MHP ve Bozkurtlar, Kamer Yayınları, İstanbul, 1995. 6) MHP Genel Merkezi, Parti İçi Eğitim Faaliyetleri, Ankara, 1996. 7) N. Muallimoğlu, Editör, Düşünen İnsana Hazine, İstanbul, 1996.

68 TÜRKLERDE DEVLET ADAMLIĞI VE ALPARSLAN TÜRKEŞ

Abdülkadir DONUK*

Tarihin bilinen en eski kavimlerinden olan ecdadımız bugüne kadar 3 kıt’a üzerinde 120’ye yakın devlet kurmuşlardır. Bilindiği gibi bizler Cenâb-ı Hakk’ın kainatta yarattığı çeşitli kavimlerden sadece bir tanesiyiz. Yani Türk milletinin birer fertleriyiz. Türk deyip geçmeyiniz. Türk yabancı araştırıcıların ifadesi ile “Dünyanın efendisi” olan insandır. Türk kendine ait hasletleri ile her yere “adalet” götüren ve buna paralel olarak “dünyada ilk kanun koyucu” millet olmak şerefini kazanan topluluktur. Türk “Millet sevgisi, Allah korkusu ve Doğruluk” ilkeleri ile tanınan insandır. Türk gittiği her yerde “yabancılar tarafından sevinçle karşılanan” insandır. Türkler’in devlet kuruculuğu ile yakından ilgilenenlerden O. Menghin’e göre, “Ural-Altay kavimlerinin iki sahada cihan tarihi bakımından kesin şekilde önemli rolleri olmuştur: 1- İktisadi alanda hayvan yetiştirmeyi geliştirme, 2- İçtimai alanda ise, olağanüstü devlet kurma kaabiliyeti”. W. Eberhard’a göre “Tarih malzemesi gözden geçirilecek olursa Türklerin bilhassa kaabiliyet gösterdikleri şeylerden birinin şu olduğu görülür; çok çeşitli ve medeniyetçe yüksek devletleri siyasi yönden kurmak ve teşkilatlandırmak.” Hun tarihçisi B.Szasz da Türkler’in “umumiyetle seçkin atlı kavimler gibi, devlet kurucu ve fatih” olduklarını söylemiştir. Ziya Gökalp’e göre de “Türkler’in bütün harpleri daimi ve geniş bir sulh dairesi tesis etmek maksadiyledir.” Türk hukuk tarihçisi S.M.Arsal’a göre, “Türkler kanun seven, hukuk yaratan bir millettir. Hukuk yaratıcı bir millet olmaları, devlet kurucu millet olmalarının bir neticesidir, çünkü hukuk devletle doğar.” F.Köprülü’ye göre de “Türkler ilk zamandan teşkilatçılıkla ve devlet kuruculuğu” ile tanınmışlardır. O.M.Babaoğlu’na göre, “Türkler, millet hakimiyeti, laiklik, demokrasi esaslarını birçok milletlerden önce tanımışlar ve devletlerini uzun yıllar bu esaslar üzerine

Prof. Dr.

69 kurmuşlardır.” L.Ligeti’ye göre “Hunlar azametli imparatorluğu silah gücü ile temin etmişlerse de bu muazzam sahayı Asya kavimleri arasında ilk defa isbat ettikleri, kendilerine has devlet kurma kaabiliyetiyle ellerinde tutmağa muvaffak olmuşlardır.” A.Caferoğlu’na göre, “Türkler’de devlet kuruculuğunun özel bir hususiyeti, devlet kuruluşu ve devlet anlayışı meselesidir.” O.Turan’a göre, “İslamdan önce Türkistan, İslam devrinde de Yakın-Şark ve Türkiye merkez olmak üzere Çin, Hindistan, Afganistan, Horasan, Şarkı ve Orta Avrupa, Balkanlar, İran, Azerbaycan, Kafkasya, Anadolu, Rumeli, Irak, Suriye, Mısır ve Kuzey Afrika Türkler’in başlıca istila, göç ve hakimiyet sahaları olmuştu. Türkler bu ülkelerde birçok devlet ve imparatorluklar kurmuşlar; muvakkat yurtlar ve devamlı imparatorluklara sahip olmuşlardır.” M.A.Köymen’e göre, “Gerek kurdukları devletlerin sayısı, gerekse rol oynadıkları coğrafi sahaların genişliği cihetinden Türkler ile mukayese edilebilecek kadar bir kavim, tarihte gösterilemez.” B.Ögel’e göre, “Türkler, tarih boyunca birçok devlet kurmuşlardır. Ancak kavmi gelenekler ile düşünceler, her kurulan yeni devlette kaybolmamış ve kendini yeniden göstermiştir...... Türk tarihi, Türk kavimleriyle, Türk milletinin bir hayat hikayesidir. Devletler yıkılıp yeniden kurulabilir. Ancak kalıcı olan, Türk milleti ile Türk kavimleri ve onların zihinlerindeki düşüncesidir.” İdare etme hakkı Allah tarafından verilen eski Türk hükümdarlarının, ülke ve milletini koruyup, huzura kavuşturması için yerine getirmesi zaruri vazifeleri yanında, bir takım üstün vasıflara da sahip olması gerekmektedir. Aşağıda açıklanan bu vazife ve vasıflar, ülke bütünlüğünün korunmasına, töre hükümlerine göre adaletle hükmedebilmesine, halkı koruyup fakirliği kaldırmasına vb. yardımcı olmaktadır. Bu vasıflara sahip olmadıklarından vazifelerini yapamayan devlet başkanları iktidardan uzaklaştırıldıkları gibi, sıradan bir kişi olarak da unutulup gitmişlerdir. Umumiyetle temsil ettiği milletin sevgisini kazanabilmek için hükümdarın bilgili, güçlü, tecrübeli, uyanık ve doğru bir insan olması gerekir. İdare ettiği topluluğun arzusu doğrultusunda yapılan icrâât, o topluluğun hükümdarına olan güvenini artırır. Türkler’de millet, yapılan her olumlu işin veya atılan her yanlış adımın sonuçlarını hükümdara bağlamaktadır. Bu itibarla idare başındaki şahısların kudretli bir hale gelebilmesi, aşağıda gösterilen vasıflara haiz olmasına ve bunlardan faydalanmasına bağlıdır. Nitekim II. asırda Kutadgu Bilig ünlü kitabını

70 yazan Yusuf Has Hâcib, her zaman saygı duyulan bir hükümdar olarak kalmanın temelini şu dört maddede açıklar: 1- Doğru sözlü olmak, 2- Memlekette kanunu tatbik etmek, 3- Eli açık ve cömert olmak, halka karşı şefkat göstermek, 4- Düşmana boyun eğdirmek ve memleket işlerini yapmak için azimkâr ve cesur olmak. Adaletin en yüce hakemi durumunda olan hükümdarların devleti ve milleti ayakta tutabilmesinin diğer bir şartı da, etrafında bulunan yardımcılarının kaabiliyetli, tecrübeli, töre ve usule vakıf olmalarıdır. Ancak bu şekilde başarı şansı artar. Bu hususlarda Yusuf Has Hacib eserinde hükümdara “kötü yardımcı veya müşavir hükümdarı da kötülüğe sevkeder: kötülük yapanlara da uymamalıdır”; bunlara karşı “ihtiyatlı ve uyanık” durmak gerekir demektedir. Hükümdar vazifelerini yerine getirmeyip “gaflete düştüğü” takdirde de “Tanrının kendisinden hesap soracağını” bilmelidir. Hükümdarlığı “içi inci dolu bir deniz”e ve “içinde altın ve gümüş madenleri bulunan bir dağ”a benzetildiği eserin “bilen için bir bilgi denizi” olarak takdim edildiği Kutadgu Bilig’de bir memleketi idare edenlere nelerin lâzım geldiği ana hatlarıyla özetlendikten sonra, “Yine bil ki, bu kitap herkese yarar, fakat memleketi idare için hükümdarlara daha çok faydalı olur” denilmek suretiyle dikkat bu nokta üzerine çekilmektedir. Yine eser önsözünde belirtildiği gibi; 1- Adalet, doğruluk, 2- Devlet, 3- Akıl, 4- Kanaat, olmak üzere dört temel üzerine oturtulmuş, “hükümdarlann memleketi tanzim ve idare etmek, halkı düzene sokmak, dünyayı ve ülkeyi kötülerden temizlemek için nasbedildikleri” belirtilmiştir. Türk Cihan hakimiyeti düşüncesinin gereği olarak “Güneşin doğduğu yerden battığı yere kadar” insanları törenin himayesine almak vazifesi ile “Dünyayı yönetme ülküsü” gayesini tanrı’dan aldığına inanan Türk hükümdarlarının; bu görevi yerine getirdiğinde “Uzak-doğudan Batı denizinin ucuna kadar” bütün memleketleri kendisine ihsan eden Cenab-ı Hakk’a her zaman şükreden Türk

71 hükümdarlarının; fetihleri, icrââtı, adâleti, din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün insanlara aynı şefkatle muamele eden Türk hükümdarlarının; millet yolunda “Gece uyumadan, gündüz oturmadan” çalışan Türk hükümdarlarının; tarihte Türk topluluklarının hemen herşeyini meselâ doymasını, giyinmesini, çoğalmasını ve huzurunu sağlayan Türk hükümdarlarının; diğer topluluklarının imparatorlukları gibi “ağzından çıkan sözlerin kanun olmadığı”, aksine milleti temsil eden Meclis kararına saygı gösteren Türk hükümdarlarının; Türk siyâsi düşüncesi kabul edilen “devlet, halk içindir” prensibine dayanarak “hizmet etmekle kul, Bey olur” düşüncesiyle sembolleşen Türk hükümdarlarının; vazifelerini yerine getirmeyip “gaflete düştüğü” takdirde de “Tanrının kendisinden hesap soracağının” şuuru içerisinde hareket eden Türk devlet adamlarının vasıflarını, kendi kaynaklarımıza dayanarak şu başlıklarda toplamak mümkündür: 1- Bilge olmalı, 2- Akıllı ve bilgili olmalı, 3- Cesaretli, kuvvetli ve kahraman olmalı, 4- Dürüst olmalı, doğruluktan ayrılmamalı, 5- Fazilet sahibi olmalı, 6- Sözünde durmalı ve verdiği sözden dönmemeli, 7- Hasis olmamalı, eli açık olmalı, yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve hayâ sahibi olmalı, 8- İhtiyatlı, uyanık olmalı, ihmalkâr olmamalıdır, 9- Aceleci değil, sabırlı olmalı, 10- Zalim olmamalı, 11- Merhametli, şefkatli ve dili yumuşak olmalı, 12- Yalancı, mağrur ve kibirli olmamalı, 13- Siyasette mâhir olmalı, 14- Takvâ sahibi olmalı, 15- Gönlü temiz, tok gözlü, anlayışlı ve misafirperver olmalı, 16-Nefsine hâkim olmalı, harama el uzatmamalı, kumar oynamamalı, fesattan uzak durmalı, kin gütmemeli, varlığının fâni olduğunu unutmamalıdır,

72 17-Tanrı’ya kulluk ederek, ibadet etmelidir.

Türk devlet adamlarının vazifesine gelince: 1- Barış ve sükûnu sağlamak ve bunu yalnız Türk ülkesi ölçüsünde değil, dünya çapında gerçekleştirmek, 2- Milleti için, gündüz oturmadan, gece uyumadan hizmet etmeli ve vatanı müdafaa etmelidir, 3- Memleketi tanzim ve idare etmeli, halkı düzene sokmalıdır, 4- İyi kanunlar yapmalı, adaletle tatbik etmeli ve halkı korumalıdır, 5- Dağınık boyları toplayıp, nüfusu çoğaltmalıdır, 6- Halkı çıplak ise giydirmeli, aç ise doyurmalıdır, 7- Kuldan fakir adını kaldırmalıdır, 8- Devlet idaresine sadık, seçkin, hakim idare adamlarına görev verilmelidir, 9- Alimleri himaye etmelidir, 10- Kötüleri cezalandırman, iyileri korumalıdır. Tekrar edelim ki, Türkler’de hükümdarlıkta esas olan millete hizmet idi. Nitekim Kutadgu Bilig’de, Yusuf Has Hâcib halkın hükümdarlardan istediklerini şu şekilde sıralar: Teb’anın senin üzerinde üç hakkı vardır; bu hakları öde ve onları zorluğa düşürme; 1- Memleketinde gümüş temiz kalsın, onun ayarını koru (para ayarının korunması, iktisadi istikrar), 2- Halkı âdil kanunlar ile idare et; birinin diğerine tahakküme kalkışmasına meydan verme, onları koru (âdil Kanun), 3- Bütün yolları emin tut; yol kesici ve haydutların hepsini ortadan kaldır (asayiş), Böylece teb’a hakkını ödedikten sonra, sen de onlardan kendi hakkını isteyebilirsin.

73 Teb’a üzerinde senin üç hakkın vardır; bunu onlardan istemelisin: 1- Halk senin emirlerine hürmet etmeli ve bu emir ne olursa olsun, onu derhal yerine getirmelidir, 2- Halk hazine hakkını gözetmeli ve bunu vaktinde ödemelidir, 3- Halk senin dostuna dost ve düşmanına düşman olmalıdır. Böylece sen onlara karşı vazifeni yapmış olursun, onlar da senin hakkını ödemiş olurlar. Görülüyor ki, “devlet adamı vasfını taşımanın” hiç de kolay olmadığı anlaşılmaktadır. Bu vasıflara bir de yapması mecburi olan “vazifeleri” de ekleyince, hadisenin zorluğu kendiliğinden ortaya çıkmaktadır. Ayrıca Türk devlet adamlarını en çok korkutan hususun “vazifelerini yerine getirmediği” takdirde “Allah’ın kendisinden bunun hesabını soracağı” olduğunu da bir defa daha hatırlatalım. Şu hususu samimiyetle ifade edelim ki, yukarıda belirtmeye çalıştığımız hususlar dikkate alındığında görülecektir ki, Cumhuriyet tarihimizde iki büyük devlet adamı yetişmiştir. Biri Atatürk, diğeri de Alparslan Türkeş’tir. Her ikisi de mensup olduğu “Türk Milleti” aşığı idiler. Her ikisi de, gerçekten “Türk Milliyetçisi” olmakla iftihar eden ve de haykıran insanlardı. Ortak noktaları “Ne mutlu Türküm diyene” parolasında yatmakta idi. Rahmetli A.Türkeş’in “devlet adamlığı” vasfının değerlendir­ mesine gelince: Gerçekten “Bilge” bir kişi idi. “Siyaset ve idarede hakim” tabirinin karşılığı olan bilge’liği ile hayran olduğu bu milletin tarihini çok iyi bilmekte idi. Hemen ifade edelim ki, başarılı olamayan devlet adamlarının en büyük kusuru “tarih bilmemekte” görülmektedir. İşte, bu hususu çok iyi benimsemiş olan rahmetli A.Türkeş’in, diğer devlet adamı geçinen insanlardan en büyük farkı, burada kendini hissettirmektedir. Rahmetlinin tarihi çok iyi bilmesi, kendisinde “tarih şuurunun” uyanmasına vesile olmuş ve bu “şuuru” hayatı boyunca benliğinde muhafaza ederek, nesillere aktarmasını bilmiştir. Rahmetli, akıllı ve bilgili bir insandı. Bu vasıflarını milletinin ve devletinin bekası yolunda “gece uyumadan, gündüz oturmadan” kullanmış, yerine göre öğütler vererek, eserler yazarak ülke üzerinde oynanan oyunları gözler önüne sermiştir.

74 A.Türkeş “cesaretli” bir şahsiyet idi de. Bu vasfını teyid eden iki önemli husus şudur. Birincisi 1944 yılında devrin Tek Parti yönetimine karşı verdiği “Turancılık” davasıdır. İkincisi ise, 1968 olaylarından sonra, güya devlet adamı geçinen ve evinden çıkmaya cesaret edemeyen insanların aksine, devletini böldürtmemek ve bayrağımızı indirtmemek için yaptığı olağanüstü mücadeledir. Rahmetli “doğruluktan ayrılmayan” dürüst bir insandı. Yusuf Has Hâcib’in belirttiği gibi “insanlık doğruluğun adıdır. İnsan nâdir değil, insanlık nâdirdir, insan az değil, doğruluk azdır” düsturuna gönülden inanarak hareket eden müstesna bir şahsiyet idi. Başbuğ aynı zamanda “Fazilet” sahibi idi. Bu meyanda “yumuşak huylu, alçak gönüllü, himmet ve hayâ sahibi” olarak temayüz etmişti. Türkeş “sözünde duran” ve “verdiği sözden de dönmeyen” bir yapıya da sahipti. Rahmetli’nin “elinin açık olduğu” da bilinmektedir. Bu dünyada “hasise söğüldüğünü, cömertin ise övüldüğünü” bilmekte idi. A.Türkeş devlet adamlığı vasıfları arasında olması gereken iki önemli vasfa da sahipti. Biri “ihtiyatlı” diğeri de “uyanık” olma hususu. Bu bakımlardan devlet adamlarının “ansızın bir iftiraya” uğramaması için “ihtiyatlı ve uyanık” olması gerektiğini hiç aklından çıkarmamış idi. Rahmetli “sabırlı, merhametli, şefkatli, tatlı dilli, gönlü temiz, anlayışlı, tok gözlü” idi. Bunun yanında “yalandan” hiç hoşlanmazdı. Ayrıca “mağrur ve kibirli” olduğu da görülmemiştir. Rahmetli A.Türkeş'in en büyük vasıflarının başında “takvâ” sahibi olması gelmektedir. Gerçekten “Allah korkusu” ile ömrünü tamamlamış idi. Takvâ sahibi olma meziyetini hiç aklından çıkarmadığı için de “nefsine hakim olabilmiş, harama el uzatmamış, kumar oynamamış, fesattan uzak durmuş, kin gütmemiş, varlığının fani olduğunu unutmamış” ve en mühimi de “Allah’a kulluk etme” şuuru ile hareket ederek “ibadet” etme vazifesini de ihmâl etmemiştir. A.Türkeş’in “iktidara geldiği” takdirde yapmak istediği hususları yani “vazifelerini” şöyle özetlemek mümkündür: Unutulmamalıdır ki, rahmetlinin hayâlini süsleyen en önemli husus Türk devletini yeniden eski ihtişamına kavuşturmak idi. Dünyaya hükmetmiş ve yön vermiş bir milletin nesli olarak bu duyguyu yüreğinde hissetmek en tabii hakkı olsa gerek. Bunun içindir ki, bugünkü dünyada

75 mevcut devletler camiasındaki mevkiimizi hiç bir zaman hazm edememişti. Peygamber Efendimizin (S.A.V.) övdüğü Türk milletinin bir ferdi olarak “vazifeleri” arasında “yalnız Türk ülkesinde değil, dünya çapında, barış ve sükunu sağlamak ve gerçekleştirmek” emelinde idi. İşte bunun içindir ki, “gece-gündüz” demeden hizmet ederek, “memleketi yeniden tanzim ve idare etmek, halkı yeniden düzene sokmak, iyi kanunlar yaparak adaletle hükmetmek, halkı çıplak ise giydirmek, aç ise doyurmak, mal dağıtmak, kuldan fakir adını kaldırmak, devlet idaresine sadık, seçkin idare adamlarına görev vermek, âlimleri himâye etmek” düşüncesinde idi. Rahmetli A.Türkeş’in hayâlini kurduğu en önemli düşün­ celerinden biri de, “dünyada dağınık halde bulunan” Türkler’i, bugünkü coğrafyaya ilâveten Türkistan sahasında da yaşayan bütün Türkler’i bir araya getirerek her Türk’ün özlemini duyduğu “Türkeli Hakanlığını yeniden tesis etmek idi. Bütün bunları düşünen ve yerine getirilmesi için hayatı boyunca örnek bir mücadele sergilemiş, gerçekten Türk Milliyetçiliği davasının gönül erliğini yapmış ikinci bir A.Türkeş’i bugün yaşayan nesiller görecek midir? Asıl üzerinde düşünülmesi gereken nokta budur. Allah’ın rahmeti üzerinden hiç eksik olmasın.

76 TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİNİN YAKIN TARİHİNDE ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN YERİ

Ahmet B. ERCİLASUN*

Atatürk’ün ve silah arkadaşlarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devletinin dayandığı temel ilkelerden biri milliyetçiliktir. Bu ilke bir yandan hakimiyetin kayıtsız şartsız millete ait olması şeklinde tezahür ederken bir yandan da Türklüğü ve onun değerlerini bütün olarak sevmek ve kalkındırmak hedefine yönelmiştir. Atatürk hemen hemen her konuşmasında Türk, millet, milli, milliyetçilik kavramları üzerinde durmuş ve toplumda milli şuurun devamlı uyanık bulunmasını sağlamıştır. Bu uyanıklık sayesinde devrin aydınları aynı ülküler etrafınde kenetlenmişler; bağımsızlığı, devletin bütünlüğünü tartışmak gibi düşünceleri asla hatırlarına getirmemişlerdir. Ancak o devrin milliyetçiliği, sadece devletin tepesinden esen rüzgarlarla beslenen bir akım olarak kalmamıştır. Bunun yanında eğitim öğretim müfredatları da ona göre ayarlanmış, gençlerin okul sıralarında bu kutlu ülküyü kazanmaları sağlanmıştır. Atatürk 1981’de Türk Tarih Kurumunu, 1932’de Türk Dil Kurumunu kurarak Türk milliyetçiliğinin kültür ve tarih temellerini oturtmaya çalışmış; Türk Tarih Kurumünun başına Meşrutiyet devri Türkçülerinden Yusuf Akçura’yı getirerek onun başkanlığındaki bir heyete liselerde okutulacak tarih kitaplarını hazırlat­ mıştır. Ziya Gökalp, Ömer Seyfettin, Mehmet Emin Yurdakul, Yusuf Akçura, Hamdullah Suphi gibi fikir, edebiyat ve hareket adamlarının Meşrutiyet yıllarında teori ve uygulamasını ortaya koydukları Türkçülük düşüncesi böylece Atatürk devrinde bir Milli Eğitim uygulaması haline gelmiştir. Yusuf Akçura ve arkadaşlarının hazırladıkları tarih kitapları, Türklüğü bir bütün olarak ele almış, böylece çocuklarımızın bu düşünceyle yetişmesi sağlanmıştır. Bundan dolayıdır ki Sovyetlerin dağılmasıyla ortaya çıkan Türk dünyası gerçeği Türk aydınları tarafın­ dan kısa zamanda benimsenebilmiştir. Ancak Moğolistan ve Türkistan bölgesinde kurulan Türk devletleri tarih kitaplarımızda 16. yüzyıla kadar işlenmiş, bundan sonrası ele alınmadığından günümüzdeki Türk dünyası konusunda Türk aydınının zihninde bir boşluk bırakılmıştır. Gerçi Atatürk, günümüz Türk

' Prof. Dr., Atatürk Dil Kurumu Başkanı

77 dünyasıyla ilgilenilmesini de istemiş, hatta bu konuda bazı teşebbüs­ lerde de bulunmuştur. Ancak bu durum ders kitaplarına yansımadığı için, Sovyetlerin dağılmasından önce oralardaki Türklerin varlığını Türk aydınlarına anlatmak fevkalade zor olmuştur. Atatürk devrinde milliyetçilik bir yandan resmi şekilde yürütü­ lürken, bir yandan da yurdun her tarafında şubeleri bulunan Türk Ocaklarıyla halka yayılmaya çalışılmıştır. Atatürk’ün sık sık ziyaret ettiği ocak şubeleri hem milli düşüncenin hem de inkılapların Anadolu’da benimsenip yayılması için durmadan kültür faaliyetleri yapıyorlardı. Ancak 1981’de Türk Ocakları kapatılmış; onun meydana getirdiği boşluk, Türk Tarih Kurumu, Türk Dil Kurumu ve Halk Evleriyle doldurulmaya çalışılmıştır. Halk Evleri ise daha çok folklor araştırma­ larına ve kültür faaliyetlerine yöneldiğinden bütün Türklüğü kapsayan bir milliyetçilik anlayışının halka yayılması mümkün olmamıştır. Bir bakıma sivil teşkilatlanmayı temsil eden Türk Ocaklarının yeri diğer teşkilatlarca doldurulamayınca Türk milliyetçileri dergiler çıkararak bu görevi yerine getirmeye çalıştılar. 1981-1934 yılları arasında çıkan Atsız Mecmua ile Orhun dergileri Türk milliyetçi aydınlarının düşüncelerini yansıtıp yayan zeminler olmuş; bu dergileri çıkaran Nihal Atsız, milliyetçi aydınlar ve gençler arasında ön plana çıkmıştır. Alparslan Türkeş bu sıralarda Kıbrıs’tan Türkiye’ye gelerek Kuleü’ye girmiş bulunuyordu. Anavatandan kopmuş olan yavru vatanda milli duyguları içinde büyüterek Türkiye’ye koşan Türkeş, bir yandan başta Atsız olmak üzere milliyetçi aydınlarla temas kurmuş, bir yandan da İstanbul’da rastladığı Türkistan göçmenlerinden Türk dünyası hakkında somut düşünceler edinmeye başlamıştır. 1939’dan itibaren Türkçü dergilerde büyük bir artış ortaya çıkar. Daha çok gençlere yönelen ve dönemin genç Türkçülerinden Reha Oğuz Türkkan tarafından çıkarılan ve Bozkurt; yurt dışından dönen Rıza Nur’ca çıkarılan Tanrıdağı, Türk Ocaklı aydın ve bilim adamlarının ağırlıkta olduğu, Haşan Ferit Cansever’ce çıkarılan Türk Yurdu, Orhan Seyfi Orhon’ca çıkarılan edebiyat ağırlıklı Çınaraltı ve nihayet Atsız’ın çıkardığı Orhun. Haşan Ali Yücel’in Milli Eğitim Bakanlığıyla eğitimde hümanizmin mililyetçiliğin önüne geçmesi, sosya­ list gazete ve dergilerin çoğalması, hatta bazı sosyalist aydınların Türk milli eğitimini de etkiler hale gelmesi, Türkçü dergi ve aydınları, bu konularda uyarıcı bir görevle de karşı karşıya bırakmıştır. Bu yıllarda genç ve aydın bir subay olan Alparslan Türkeş, Türkçü dergileri dikkatle izliyor ve elbette düşüncelerini paylaştığı Türkçü aydınlarla temas ve dostluk kuruyordu.

78 1944 yılının Mart ve Nisan aylarında Orhun dergisinde Atsız’ın Başbakan Şükrü Saraçoğlu’na yazdığı açık mektuplar, Türkiye’nin ve Türk milliyetçilerinin kaderini etkileyecek çok önemli olaylara yol açtı. Atsız mektuplarında Komünizmin hızlı gelişmesine dikkat çekiyor ve bazı Marksistlerin Milli Eğitim Bakanlığına dahi sızabildiğini yazıyordu. Tek parti devrinde, hem de başbakana hitaben yazılmış bu açık mektuplar, hele mektuplardaki şiddetli üslûp, o zamana kadar alışılmış bir şey değildi. İktidar Türkçüleri susturmaya ve gerilemeye, Komünist Rusya ilerlemeye başlamıştı. Turancıları başı boş bırakıp Türkiye’nin başını derde sokmaya lüzum yoktu. Bu endişe ve vehim içinde de bulunan iktidar, açık mektuplarda kendisine hakaret edildiği iddiasıyla Atsız aleyhine dava açan Sabahattin Ali ile Atsız’ın mahkemeye çıktığı gün, milliyetçi gençlerin Ankara’da yürüyüş yapmasını bahane ederek Türkçü aydınları tutuklamaya başladı. Yalnız Nihal Atsız, Nejdet Sançar, Reha Oğuz Türkkan gibi Türkçülüğün önde gelen isimleri veya İsmet Tümtürk, Hikmet Tanyu, Zeki Sofuoğlu, Muzaffer Eriş gibi Türkçü gençler değil; Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Tevetoğlu, Alparslan Türkeş gibi subaylar da tutuklananlar arasındaydı. Suçları ırkçılık, Turancılık ve hükümeti devirmek için gizli teşkilat kurmaktı. Aylarca tutuklu kaldılar, işkence gördüler, tabutluklarda yattılar. Mahkeme suçlu olduklarına hükmetti. Ancak temyiz mahkemesinde beraat ettiler. Onlar aklanmışlardı ama Türk milliyetçiliği fikri büyük yara almıştı. Atatürk’ün, devletin temel ilkelerinden biri olarak düşündüğü milliyetçilik adeta bir suç haline gelmişti. 1950’de iktidarın değişmesi, milliyetçilik ve milliyetçiler açısından çok şeyi değiştirmedi. Kısa sürede teşkilatlanan ve yurt çapında şubeler açan Milliyetçiler Derneği kapatıldı. Büyük iktisadi hamleler yapan Demokrat Parti iktidarı kültür ve eğitim alanını boş bıraktı. Böylece 1940’larda gelişmeye başlayan, Haşan Ali döneminin hümanist eğitim politikasından da beslenen sosyalizm, aydınlar arasında daha çok taraftar bulmaya başladı. Türk okulları, önceki iktidar döneminde olduğu gibi yine büyük çoğunlukla milliyetçi olmayan, hatta bir kısmı milliyetçiliğe düşman olan aydınlar yetiştiriyordu. Sadece halka dayanarak ve iktisadi hamleler yaparak iktidar olunacağını düşünen Demokrat Parti, 1950’lerin sonunda hemen hemen bütün aydınları karşısında buldu. Elbette aydınlar ve basın, bu ülkede yaşayan subayları da etkiliyordu; 27 Mayıs 1960’ta ihtilal oldu. İhtilalin sesi, 1944’teki Irkçılık-Turancılık davasının tutuklusu Alparslan Türkeş’ti. Kısa sürede “ihtilalin kudretli albayı” olarak ün kazandı. İhtilal komitesinde onun varlığı ve etkili bir konumda oluşu,

79 mililyetçilerin yüreğine su serpmişti. Üstelik komitede Mehmet Özgüneş, Dündar Taşer, Rıfat Baykal, Muzaffer Özdağ gibi milliyetçi olarak bilinen başka subaylar da vardı. Demokrat Parti kapatılmıştı ve yargılanıyordu. Türkeş ve arkadaşları sadece Halk Partisi’nin katılacağı, Demokrat Partinin temsil edilmediği erken bir seçimi engellemeye çalışıyorlardı. Alparslan Türkeş, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü adıyla Türk dünyasını araştıracak ilmi bir dernek kurdurmuştu. Bir yandan da milliyetçiliği geniş kitlelere yayacak Türk Kültür Ocaklarını teşkilatlan­ dırmaya çalışıyordu. Türkeş’in adı ve faaliyetleri şüphesiz ki Halk Partisi’nin lideri ismet İnönü’yü endişelendiriyordu. 38 kişilik Milli Birlik Komitesi bölündü; 13 Kasım’da Türkeş ve arkadaşları (14’ler) tasfiye edilerek yurt dışına sürüldüler. Bu tarih Türk milliyetçileri için önemli bir tarihtir. Çünkü artık milliyetçilerin teşkilatlanmasında Türkeş’in ön plana çıkacak ve o güne kadar sadece dernekler şeklinde teşkilatlanarak, dergilerle sesini duyuran milliyetçilerin siyasi parti olmaları gündeme gelecektir. 1940 ve 1950’lerden sürüp gelen milliyetçi aydınların sayısı çok fazla değildir. Bunların bir kısmı Adalet Partisi’nin kuruluşunda yer almış, hatta doğrudan doğruya partinin kurucusu olmuş; fakat sonra bu partide hakimiyeti ellerinden kaçırmışlardır. Alparslan Türkeş’i siyasi hayatta bir önder olarak görmek isteyen milliyetçiler ise onun lehinde yurt çapında bir hava oluşturmaya çalışmaktadırlar. Bunlar özellikle 1944 olaylarında Türkeş’le kader arkadaşlığı etmiş olan milliyetçilerdir ve İsmet Tümtürk’ün yönettiği haftalık milli Yol dergisini çıkarmak­ tadırlar. Sayıları azdır, ama özellikle gençler üzerinde etkilidirler. 27 Mayıstan sonra cür’etleri, sayıları ve aydın kamuoyu ile basın üzerinde nüfuzları artan Marksist sosyalistler karşı da duyarlıdırlar. Alparslan Türkeş ve arkadaşlarının yurt dışından dönmesiyle milliyetçilerin siyasi olarak teşkilatlanmaları konusu gündeme gelir. Sonunda Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne girilmesine karar verilir. Böylece Türk milliyetçileri ilk defa olarak siyasi bir teşkilatlanma içine girmiş olurlar ve bundan sonra milliyetçilik büyük ölçüde Alparslan Türkeş’in adıyla bağlı kalır. CKMP’nin 1965 kongresiyle Türkeş genel başkan olur ve partinin adı Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirilir. Alparslan Türkeş’in milliyetçiliğimizin yakın tarihinde ve ülke kaderindeki en önemli rolü, tamamen Marksist sosyalizme kaymakta olan genç aydınların önemli bir kısmını bu akıma kaymaktan alıkoyarak ülkücü-milliyetçi düşünce etrafında toplamasıdır. Eğer bu hadise olmasa idi gazete ve dergi sayfalarından çıkıp anarşist ve terörist örgütler haline gelen Marksist-Leninist gruplara ülkemiz teslim olabilir ve Türkiye büyük

80 bir ihtimalle Afganistan’ın durumuna düşerdi. Alparslan Türkeş, toplumcu ve ekonomik bir muhteva da içeren geniş ve cazip bir programla Türk kamuoyunun karşısına çıkmış, teşkilatçı yeteneğiyle toplumun her kesiminde milliyetçi ve ülkücüleri teşkilatlandırmış; o ve onun peşinden gidenler 12 Eylülden önceki vahim günlerde Türk milletinin direnme gücünü temsil etmişlerdir. 12 Eylül ihtilalini yapanların ilk bildirilerinin ilk cümlesi mealen şöyleydi: Türk devleti düşman güçlerin fiili ve fiziki saldırısına uğramış ve bunun karşısında devletin güvenlik güçleri aciz kalmışlardır. Bu tespit doğruydu ve hiç şüphesiz ihtilalin meşruiyetinin en önemli gerekçesiydi. Ancak bu tespit, fiili ve fiziki saldırıya maruz kalan ve saldırı karşısında güvenlik güçleri acze düşen ülkeyi başkalarının da savunmasını meşru kılar. Dolayısıyla 12 Eylülcülerin, kendilerinden önce saldırıya karşı koyan milliyetçilere tavrını anlamak mümkün değildir. 12 Eylül rejiminin siyasi partileri kapatması ve Marksist ihtilalciler yanında, onlarla aynı kefeye koyarak milliyetçileri de ağır işkencelere tabi tutması ve yargılaması; Türk siyasi hayatında olduğu gibi, milliyetçiler arasında da dağınıklıklara yol açmıştır. ve arkadaşlarının, kendilerin­ den sonrası için tasarladıkları siyasi tablo ortaya çıkamadığı gibi, bugüne kadar sürüp gelen istikrarsız hükümetlerin de başlıca sebebi, bu “tepeden siyasi hayatı tasarlama tutumu” olmuştur. Bu istikrarsız ve dağınık ortamda, siyasi haklarını yeniden kazanan Alparslan Türkeş, adeta tekrar sıfırdan başlayarak Milliyetçi Hareket Partisi ni yendien canlandırmış ve son seçimlerde %8’i aşkın bir oy oranına ulaşmıştır. 1990’ların başında Sovyetlerin dağılması ve bağımsız Türk cumhuriyetlerinin kurulması; bir yandan Marksizmin bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de büyük itibar kaybetmesine yol açmış; bir yandan da Türk dünyası davasını, baştan beri siyasetinin temeli yapan Alparslan Türkeş’e büyük itibar kazandırmıştır. Dost düşman, onun ve Türk milliyetçilerinin haklılığını kabul etmek zorunda kalmıştır. Türk cumhuriyetleriyle kısa zamanda gelişen ilişkiler ve bu ilişkilerde Türkeş’in aktif rol alması; Türk dünyasında da onun ismini ön plana çıkarmış; gençliğinden beri onun bu davayla ilgilendiğini öğrenen Azeri, Türkmen, Özbek, Kazak, Kırgız, Uygur, Tatar; hatta Yakut ve Çuvaş Türklerinin bir kısım aydınları onu bir önder olarak algılamaya başlamıştı. PKK terörü ve Güney-Doğu’yu Türkiye’den ayırma düşünce­ lerinin seslendirilir olması da son yıllarda Alparslan Türkeş’e olan teveccüh ve ihtiyacı arttırmaktaydı. Hayatının son dönemlerinde onun, Türk toplumunda birleştirici ve kaynaştırıcı bir rol oynamaya başladığı

8 1 da görülüyordu. Ne yazık ki böyle önemli bir kavşak noktasında onu kaybettik. Cenazesinde buluşan milyonlar ve ölümünden sonra dost düşman pek çok kalem tarafından hakkında yazılan övücü yazılar Alparslan Türkeş’in Türkiye’nin yakın tarihinde oynadığı rolün en açık tanığıdır. Türkiye’nin ve Türk milliyetçiliğinin yakın tarihi artık onsuz yazılamaz.

82 KÜLTÜR-KÜLTÜREL KİMLİK VE TÜRK KİMLİĞİ

Mustafa E. ERKAL*

Türklüğün tabii lideri rahmetli Alparslan Türkeş için çıkarılan bu armağan sayısına yazı yazmam rica edilince oldukça duygulandım. Gözümün önünden bir film şeridi gibi yıllar geçiverdi. Yine rahmete kavuşmuş olan Prof. Dr. Mehmet Eröz ve Prof. Dr. Necmettin Hacıemin- oğlu tarafından rahmetli Türkeş’e tanıtılmam aklıma geldi. Yurt içinde ve yurt dışında üstünde ısrarla durulması gereken konuları bir bir düşündüm. Bunlar arasında kültür ve milli kültür, kültürel kimlik, Türk kimliği ve Türkiye’de yapay etnikleştirme gayretleri ister istemez ön plana çıktı. Rahmetli Türkeş bilhassa son senelerde emperyalizmin ideolojisi olan komünizmin çöküşünden sonra, onun yerini alan yeni malzemeleri gayet iyi tespit etmiş bir liderdi. Geniş ufuklu ve bilge bir insan olması, bunu engin bir tecrübe ile birleştirmesi, dünü bugüne bağlayıcı özelliği, rahmetli Türkeş’i Türkiye’nin önüne çıkarılan yeni tuzaklarla ilgilenmeye itmişti. Bu yeni tuzaklar toplumda uzlaşmaya değil, çatışmaya dönük amaçlar güdüyordu. Bunlar çevrecilik (çevreyi koruma ve çevre sorunlarını önleme adı altında Türkiye’nin sanayileşmesinin önünü kesmek, enerji dar boğazına sürüklemek), hoşgörülemeyecek konu ve taleplere hoşgörü ile yaklaşmak, milli kimlik olarak Türk kimliğini reddeden yapay etnikleştir­ me ve kimlikleştirmeler, Türk milletine yabancı olan mezhep çatışmaları, globalleşme... Bunlara ilâve olarak bir de karşı cinsleri birbirine düşürecek ve cinsiyet militanlığı yaptıracak olan cinsiyet çatışması... Bu çerçeveyi gözden geçirdikten sonra rahmetli Türkeş’in görüşleri ile de paralel olarak yazıma “Kültür, Kültürel Kimlik ve Türk Kimliği” isimli başlığı atarak kendisini bir kere daha rahmetle ve saygı ile anıyorum. 1

1 Prof. Dr., Aydınlar Ocağı Genel Sekreteri

83 KÜLTÜR Kültürün çok farklı tarifleri bulunmaktadır. Kültür, bilgiyi, sanatı, ahlakı, hukuku, örf ve adetleri kapsadığı gibi, insanın toplumun bir üyesi olması dolayısıyla kazandığı diğer bütün kabiliyet ve alışkanlıkları içine alan karmaşık bir bütündür. Kültür, insanın insana ve maddeye karşı tavır alışını belirleyen bir bütündür. Kültür, aynı birikimi ve geleneği paylaşan insanların çocuklarına, yeni nesillere aktardıkları bir grup öğrenilmiş davranışlar bütünüdür. Kültür tarihi bir birikimdir. Ait olduğu toplumun geleceğini muhafaza etmek için kendi özelliklerini koruyarak geliştirmek durumundadır. Kültür bir toplumun bütün ideallerinin ve sosyal kimliğinin bir sembolüdür. Birçok sosyolog sonradan öğrenme yoluyla kazanılmayan davranışları kültürün dışında bırakmışlardır. Bunlara göre, kültür belli bir toplumu başka bir toplumdan ayıran ve farkettiren yaşama şeklidir. Kültür fizyolojik olmayan organizma üstü bir süreçtir. Kültürde değerlerin korunması ne kadar hayati bir öneme sahipse, gerekli değişme olgusu ve yenileşme de o derece önemlidir. Kültür değerleri dogmatik olmayıp çağın ihtiyaçlarına göre herhangi bir zorlama olmadan özünü bozmadan değişmek durumundadır. Her kültür kapsadığı bütün unsurların ve parçaların meydana getirdiği organik bir bütündür. Kültür onu meydana getiren unsurlardan sadece biriyle tanımlanamaz. Kültürün bütünü unsurlarının toplumundan farklı ve daha büyük bir sentezdir. Kültürün saklanması ve kazanılması biyolojik olmayıp, sosyal bir süreçtir. Bu bakımdan kültür, bir insan topluluğunun sadece belirli bir dönemiyle sınırlandırılamaz. O, siyasi ve ferdi iradenin üstünde sosyal bir süreçtir. Bu özelliği dolayısıyla kültüre toplum mirası veya sosyal miras da denilmektedir. Kültüre bir bakıma kan akrabalığının üstünde “sosyal akrabalık bağı” olarak da bakılabilir. Kültür, birbiri ile sürekli etkileşim içinde bulunan maddi ve manevi veçhelere sahiptir. Kültürün maddi yüzü daha somuttur. Bu somut örnekler bir çok kültürde de bulunabilir. Kültürün maddi olmayan yüzü, inançlar, değerler, semboller, normlar, örf ve adetler şeklinde düşünülebilir. Kültürün manevi yüzüne zihniyet adı da verilebilir. Kültürel farklılaşmada maddi unsurlardan çok, manevi alana giren zihniyette farkedilebilen ayrıcalıklar ön plana çıkar. Zihniyetin değer hükümleri, davranışlar üzerinde etkili olduğunu düşünürsek, üretimden tasarrufa, yatırıma ve tüketime kadar bir toplumun zihniyet dünyası yaşama tarzını şekillendirir diyebiliriz. Kültürler kavmî niteliklerini aşarak milli seviyede ortak paydalara sahip bir yaşama tarzının unsurları haline geldikçe, milli kültüre mal olurlar ve milletleşme süreci içinde mesafe alırlar. Bu durumda mahalli

84 özellikler millileşen kültürü zenginleştirir. Milli kültür milletleşen toplumların yaşama tarzı olduğuna göre, böyle bir süreçte aşiret, kabile, boy ve mezhep gibi dar anlamdaki “biz” duygularının üstünde daha geniş anlamda bir “biz” duygusuna ulaşılır. Aynı din dairesine mensup olmanın doğurduğu ortak inanç ve değer hükümleri ile farklı milli kültürlere sahip milletlerin yaşama tarzları birbirini tamamlar ve birbirine ters de düşmez. Bunlar birbirinin yerine de ikame edilemez. Milli kültürler birbirine kapalı değildir. İster barış, ister savaş dönemlerinde ve bilhassa Dünyayı küçülten kitle haberleşme araçlarının tesiri ile kültürler arası alışveriş ve bazı kültür unsurlarının diğer milli kültürlere geçişi görülebilir. Bu kültür transferinde alınan değer ve unsurların alıcı kültür tarafından benimsenebilmesi ve kültüre mal edilebilmesi kültürün canlılığı ile ilgilidir. Bu canlılığı koruyan milli kültürler, kendi dışlarındaki milli kültürlere daha fazla unsur kazandırıcı ve verici rolleri ile ortaya çıkarlar. Bu canlılık kültürün daha ziyade maddi boyutu ile ilgili olan medeniyete de anlamlı katkılar yapabilme fırsatını doğurabilir. Kültürel temas ve kültürleştirme belirli bir coğrafyada bir milli kültürü hakim kültür durumuna sokabilir. Belirli bir coğrafyada belli bir dönem veya sürekli olarak hakim kültür olabilmek zora ve askeri güce dayanmamaktadır. Bu sosyal bir süreçtir. Anadolu’nun Türkleştirilmesi ve islamlaştırılması ile bir Türk Yurdu haline gelebilmesinde XI. Yüzyıl Selçuklu Kültürü ve onun maddeye yansımış şekli olan medeniyetinin çağdaşı olarak bulunduğu kültürlerden üstün olma özelliği rol oynamıştır. Bu özellik daha sonra Osmanlı ve günümüzde de Türkiye Cumhuriyeti ile devam etmektedir. Anadolu coğrafyasında yapay mozaik iddiaları ve biyolojik kaynaklı karışmışlık görüşleri, Türk-İslam kültürünün Anadolu’da hakim kültür olma özelliğini kabullenememenin sonucudur. Milli kültürler arasında olduğu gibi, milli kültürlerle evrensel kültür arasında da yakın bir ilişki ve etkileşim bulunmaktadır. Ancak, milli kültür gerçeği hesaba katılmadan evrensel kültürü tartışmak eksik bir yaklaşımdır. Evrensel kabul görmüş bazı değerlerin ve davranış şekillerinin bulunması bunlara kaynaklık rolü oynayan milli kültürlerin buharlaştığı anlamına gelmez. Bilhassa günümüzde milletlerarası ilişkilerin arttığı, bloklaşmaların ve daha geniş çerçevede küreselleşmenin gündeme geldiği bir ortamda, evrensel ortak değerler kadar milli kaynaklı değer ve özellikler de önemlerini korumaktadır. Nitekim, günümüzde siyasi ve ekonomik anlamda milli devletler daha etkili politika yapmaya zorlanmaktadır. Kültürel mutabakatlarını

85 kuramamış milli devletlerin globalleşme ve yeni dünya düzeninden elde edecekleri imkanlar azalmaktadır. Milli devletlerin bazıları daha da güçlenmekte, bazıları ise güç ve tesirliliklerini kaybetmektedirler. Milli devletlerin ortadan kalktığı, yerlerine otonom bölgelerin doğduğu şeklindeki iddialar gerçekçi gözükmemektedir. Dünyaya yeniden çekidü­ zen verme ve yönlendirme hareketi olan Globalleşme ve Yeni Dünya Düzeni ile kültürel standartlaştırma gayretlerine karşı toplumlar kültürlerine ve kimliklerine daha fazla sahip çıkmaktadırlar. Bu tepki milli kimlikten alt veya bölgesel kültür özelliklerine kadar yansıyarak yer yer “mikro milliyetçilik” veya "yeni kabilecilik” akımlarını da doğurmak­ tadır. Yeni dünya düzeni ile gündeme gelen çok kültürlülük ve etniklik tartışmaları, mahalli değerlerle milli değerlerin, fert ile devletin karşı karşıya getirilmesi, parçaların bütüne tercih edilmesi, milli devlet ve sosyal devlet fikrinin reddedilmesi, milletlerin ufalanması, ferdi yaşadığı toplumdan soyutlama, boy, kabile ve aşiret asabiyetinin öne çıkarılması, milli hukuk yerine milletlerüstü hukuk ve değişen niteliği ile insan haklarının ön plana çıkarılması, ister istemez milli kültürler üzerinde tesirler doğurmaktadır. Aslında kültürde değişme, ülkelerin iç dinamikleri kadar, dış dinamiklerinin de etkisi altında ortaya çıkmaktadır. Önümüz­ deki Yüzyıl, birçok Batı’lı sosyal bilimcinin de ifade ettiği gibi, kültürel alandaki çatışmalara sahne olacaktır. Batı toplumlarında bu ülkelerin sosyal yapılarının birözelliği olarak gündeme gelen çok kültürlülük iddialarının bütün toplumlar için tartışılması gereken öncelikli bir konu olarak ele alınması herşeyden evvel bir metod hatasıdır. Zira, çöken veya önemli ölçüde kan kaybeden klasik çatışmacı ideolojilerin yerini bugün çok kültürlülük tartışmaları almıştır. Mütecanis (homojen) olmayan sosyal yapılarda çok kültürlülük tezi birleştirici bir güç kaynağı olurken, oldukça homojen yapılarda ise, bir çatışma kaynağı olarak karşımıza çıkmaktadır. Mahalli değer ve kültürler milli kültüre ve kimliğe rakip olmayıp onu tamamlayıcı bir rol oynarlar. Bir ülkede hakim kültürü hesaba katmadan alt kültürlerin bütünü zenginleştirebileceğinden bahsedebilmek mümkün değildir. Kültür ve kültürel kimlik arasında da çok yakın bir bağ bulunmaktadır. Kültürel kimlik daha ziyade doğuştan sonra kazanı­ lanlara göre şekillenen bir ayırt edici özelliktir. Kültürel kimlik, mensu­ biyet şuuru, katılma ve paylaşabilirle ile ilgilidir. Kültür dışında kimliğe gerekçe aramak etno-santrizmdir ve fazlaca bilimsel kabul görme­ mektedir. Kimliğin, kültürün bütün unsurlarından kaynaklanması onu sadece coğrafyaya göre tayin edilir halden de çıkarmaktadır. Kimlik, bir toplumda fiziki ve şahsi özelliklerin üstünde kollektif bir niteliktir.

86 Kültür ve sosyal bütünleşme arasında da yakın bir ilişki bulunmaktadır. Kültürel mutabakatlarını kurabilen ve geliştirebüen ülkeler sosyal bütünleşmede de mesafe alırlar. Demokrasinin vazge­ çilemez ön şartı da kültür birliği yoluyla milli birliğin sağlanabilmesidir. Her toplum ve sistem, fert ve sosyal gruplarını nasıl anlamlı bir şekilde bir arada tutabileceğini sosyal değişme sürecinde araştırır ve bu alandaki sosyal bağları güçlendirici araçların neler olduğunu tespit etmeye çalışır. Çünkü, hiçbir toplumun hedefi çözülme veya parça­ landıktan sonra bütünleşmenin kanallarını aramak değildir. Sosyal bütünleşme, dar anlamda bir mensubiyet şuurunun milli seviyede farkedilmesi ve hissedilmesi olduğuna göre, yaşama tarzı olan kültür, sosyal bütünleşmenin çimentosudur. Sosyal bütünleşme kültürel mahalliliğin aşılabilmesi ve mahalli toplulukların toplumdan tecrid edilmemesi ile sağlanır. Bu bakımdan, mahalli özelliklerin ve alt kültürlerin korunması ve geliştirilmesi, toplumda insanlar arasında yeni duvarların örülmesine bizi götürmemelidir. Diğer taraftan, kültürde birliğin ve belirli bir kültürü paylaşmanın gözden uzak tutularak sadece hukuki vatandaşlığın esas alınması ile daha güçlü bir bütünleşmenin sağlanabileceği iddiası da eksik bir yaklaşımdır. Kimliğin sadece hukuki bir gerekçeye dayandırılıyor olması, fertlerin ortak milli ve manevi değerlerden ve kültürden yoksun olduğu izlenimini doğurabilir. Değişen Dünya şartları ve kitle haberleşme araçlarının (medya) artan etkinliği ve sosyal değişmede en önemli bir faktör haline gelmesi, yaşayış tarzları üzerinde tesirli olmuş, tüketim tercihlerinde, zevklerde, dünya görüşlerinde, modadan müzik anlayışına ve beslenme tarzlarına kadar tektipleştirme dikkati çeker olmuştur. “Kitle kültürü” olarak da ifade edilen ve kavramlaştırılan bu gelişme, estetik duygu ve düşünceyi aşındırmış, düşüncenin soyutluğunun ikinci plana atılmasına sebep olmuş ve kültürel sığlaşmayı doğurmuştur. Bu durumun ülkemiz ve kültürümüz üzerinde tesirler yaratmadığını söylemek mümkün değildir. Bilhassa yer, firma ve tabela isimlerinin İngilizce düşünülmesi, hiç gereksiz yerde karşımıza İngilizce kelimelerin çıkması sebepsiz değildir. Teknoloji ile gelen kavramların Türkçelerinin zamanında bulunamaması ve toplumda bu konudaki hassasiyetin nisbeten kaybolmuş olması dikkat çekmektedir. 1990’lı yıllarda meydana gelen önemli siyasi gelişmeleri ve bunların doğurduğu sonuçları burada ele almak durumundayız. Nitekim, Sovyetler Birliği’nin dağılması, Doğu Avrupa’da, Kafkaslarda ve Ortado- ğuda önemli siyasi değişmeler Türkiye’ye yeni görev ve sorumluluklar

87 yüklemiştir. Türk Cumhuriyetleri ve Özerk Türk Bölgeleri ortaya çıkmış, akraba ve dindaş topluluklarla öncelikle kültürel ilişkilerimizi geliştirmek önemli bir ihtiyaç olarak doğmuştur. İnsani amaçtan hareket ederek Türkiye’nin bu soydaş ve dindaş topluluklarla siyasi, ekonomik ilişkiler kurması Dünyadaki globalleşmeye de katkı yapacaktır. Türkiye’nin aleyhine olarak soğuk harbin sona ermesi, Türkiye’nin konumunu değiştirmiştir. NATO’nun komünizmin yerine İslâmî hedef seçmiş, ideolojilerin çöküşü ortaya çıkmıştır. Türk ve İslam Alemi “Medeniyetler Çatışması’’ şeklinde fay hatlarında kültür ve dinleri çatıştırıcı bir teori ile karşılaşmış, bu görüş fanatik Batı güdümlü seçkinlerin halkı baskı altında tutmalarına yardımcı olmuştur. Bunun yanısıra, Türkiye-Avrupa ilişkilerinde gelinen nokta ve bütünleşme hareketlerinin günümüzde daha fazla ele alınması, Türkiye’nin özel konumunun ve önüne açılan imkânların kültürel ilişkiler yönünden değerlendirilmesi, uzun vadeli ve istikrarlı kültür politikalarının tespitine ihtiyaç duyurmaktadır. Kültür politikasının ilkeleri belirlenirken, ülke içinde kültürel mutabakatlara gidilmesi, uzlaşılması, yapay kutuplaşmalardan aklın ve ilmin yoluna dönülmesi, her türlü taassuptan uzaklaşılması, başarı için temel adım olacaktır. UNESCO’nun kültür politikası tarifi de bu konuda bize ışık tutabilir: “belirli bir zamanda toplumda var olan fizik ve beşeri kaynaklardan optimum ölçülerde yararlanarak bazı kültür ihtiyaçlarını karşılamak üzere gerçekleştirilen şuurlu ve maksatlı işlerin bütünü”. Bir başka üstünde durmamız gereken önemli konu da 1960’lı yıllardan sonra Avrupa ülkelerinin işgücü açığını kapamak üzere gönderilen vatandaşlarımızın konumudur. Bir zamanlar misafir işçi olarak başta bazı Avrupa ülkeleri olmak üzere Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Avustralya’ya giden, ancak bugün misafir işçi olmaktan çıkan, evsahibi ülkelerin ayrılmaz etnik parçası haline gelen ve bu ülkelerin çok kültürlülük niteliğini geliştiren vatandaşlarımızın kendi kültürlerini koruyarak uyum sağlamaları esas olmalıdır. Bilhassa yurt dışındaki çocuklarımızın eğitim sektöründe ve çalışma hayatında girişte karşılaştıkları çirkin muameleler, ayırımcı politikalar ve insan hakları ihlallerinin giderilmesi gerekmektedir. Kültür politikasının ilkelerini tespit ederken ve tedbirler alırken Dünya’daki değişmeyi çağdaş bir şekilde ele almak durumundayız. Günümüzde sanayi toplumlarının karşılaştığı sosyal hastalık ve sorunlarla 2000’li yıllarda karşılaşmak istemiyorsak, Dünya’daki değişmeleri yakından takip etmek durumundayız. Dünyada determinist anlayış sarsılmış, Aydınlanma Çağı Felsefesinin gerektirdiği manevi

8 8 hayattan kaçış, pozitivist ve materyalist değer hükümleri önemli ölçüde sarsılmıştrr. Dine baş kaldırmanın ideal sayıldığı dönemler çok gerilerde kalmıştır. Din ile Devlet barışık hale gelmiş, demokratik ve laik anlayış ön plana çıkmıştır. Dünya modernleşme ve sanayileşme dönemine girerken reddettiği veya ikinci plana attığı kurum ve değerlere bugün ihtiyaç duymaktadır. Nitekim, sanayi toplumunun yargılanması, insanın ve ferdi teşebbüsün, hürriyetlerin öne çıkarılması yalnızlaşan insanın daha anlamlı sosyal ilişkiler içine sokulması ve monotonluğun giderilmesi çalışmaları bundan dolayıdır. Sanayileşmenin beklenmeyen sosyal hastalıkları ve sapma davranışları giderilmeye çalışılmaktadır. Türkiye’de de asıl gündemde olması gereken konular yerine, yıllardır bir kısır döngü içinde laik-anti laik tartışmalarının ısrarla sürdürülmesi ülke yararına değildir. Türkiye’de laikliğin akıllı dostlarına ihtiyacı vardır; laikliğin akılsız dostlarına değil... Diğer taraftan, kültür konusunda ve kültür politikalarının tayininde Atatürk’ün kültür politikasının ana vasfı olan milliliğin koru­ narak Dünya’ya açılmak temel bir ilke olmalıdır. Bu politika esasında kültürün kendi benliğini ve kimliğini korumasına dayanır. Ancak, kültür kendi öz varlığı ve gelişmesi içinde zenginleşmeye, başka kültürlerin verilerinden kendi yapısına uygun olanları almaya da açıktır. Bu basit bir taklitçilik değildir. 1 Mart 1922 tarihinde TBMM’nin 3. Toplanma yılı açış konuşmasında Atatürk’ün şu sözleri aradan geçen uzun yıllara rağmen önemini ve değerini korumaktadır: “Yetişecek çocuklarımıza ve gençlerimize, görecekleri tahsilin hududu ne olursa olsun, en evvel ve herşeyden evvel Türkiye’nin istiklâline, kendi benliğine, an’anatı milliyesine düşman olan bütün anasırla mücadele etmek lüzumu öğretilmelidir. Beynelmilel vaziyeti cihana göre, böyle bir cidalin istilzam eylediği anasırı ruhiye ile mücehhez olmayan fertlere, bu mahiyette fertlerden mürekkep olmayan cemiyetlere hayat ve istiklâl yoktur." “Türkiye Cumhuriyeti’nin temeli kültürdür”. Türkiye’de kültür politikasının bir amacı da mili kültürü korumak ve geliştirmek yoluyla kendi kendimizi farketmemize ve tanımamıza imkân sağlamasıdır. Bu gerçekleştiği taktirde, çeşitli kimlik sapma­ larından kurtulabilir ve aynı zamanda Türk Devletinin ülkesi ve milleti ile birliğini ve bütünlüğünü anlamlı bir şekilde sürdürmesine de katkıda bulunabiliriz.

89 -KÜLTÜREL KİMLİK VE TÜRK KİMLİĞİ- Kültürel kimlik, “Ben kimim” sorusuna verilecek cevabın ana hatlarını ihtiva eden bir kavramdır. Kimliği bazı sosyal bilimciler irsiyet (kalıtım) ağırlıklı ele alırlar. Bazıları ise Sosyal Ç evre’ye öncelik vererek kimliğin ortaya çıkabileceğini ileri sürerler. Bunlara göre, biyolojik ve genetik yoldan kazanılanlar farklı olsa da, belirli bir kültür çevresi içinde yoğrulan ve sosyalleşen insan, ister istemez kendi kültür çevresini temsil eden bir varlıktır. Bir başka ifade ile, o kültür çevresi kendini fertte temsil ettirir ve ona kimliğini verir. Bu bakımdan, bir sosyal kimlik isteyenin istediği yerden alabileceği, piyasada satılan bir mal değildir. İnsan kimliğini seçmekte de pek hür değildir. İnsan bütün değerlerini reddettiği bir kültürel kimliğin belki de farkına varmadan belirli davranış ve tavırları dışına da kendini taşıyamaz. Kültürel kimlik ile ilgili değerlendirmeler sadece “ Ben kimim” arayışının veya sorusunun değil, “ Biz kimiz” sorusunun cevabını da verir. Kimliğin sosyal olması veya kültürel anlaşılması, onun belirli bir kültür çevresi içinde mütalaa edilmesindendir Ferdin ve sosyal grupların mensup olduğu, iştirak ettiği, pay aldığı belirli bir yaşama tarzı ile tanımlanabilirle durumu sosyal kimlikle ilgilidir. Sosyal ve kültürel kimlik mensup olunan kültürün fertlerde ve sosyal gruplarda netleşmesi müşahhas (somut) hale gelmesidir. Kimlik çoğu kere açık uçlu bazı sorulara da konu olmaktadır: “Siz kimsiniz, milliyetiniz ve ülkeniz nedir?” Bu sorularda milli kimlik ile ilgili yanlar vardır ve bunlar kültüreldir. Çok kültürlü yapılarda bile vatandaşlara yöneltilen sorulara verilen cevaplarda ülke ve mensup olunan milliyet esas alınmaktadır. Büyük bir çoğunluk mensup olduğu milletin alt kültür özelliklerini, millet altı sıfatlarını etnik grup veya mezhebi ifade etme ihtiyacı duymazlar. Nitekim, İsviçre’de yapılan bir kimlik araştırmasında bile cevap verenlerin yarısından fazlası kendini İsviçreli kimliği içinde görmüş, Hollanda’da dar bir mensubiyet şuurunun çok üstünde HollandalI kimliği ortaya çıkmıştır. Avusturya’da da benzer sonuçlar alınmıştır.x Kimlik ile etniklik arasında da yakın bir ilişki vardır. Farklı bir etnik kimlikten bahsedebilmek için, farklı özellikleri ile yaşanan bir ayrı kültürel kimlik gerekir. Bir ayrı kimliğin belirlenmesinde kültürün her bir unsuru ele alınır ve incelenir. Çünkü bazılarının zannettiği gibi, sadece

X Horowitz, D.L., Ethnic Groups İn Conflict, London 1985, Sh. 18-19

90 dil veya mahalli ağız etniklik için, başka bir ifade ile kimlik için yeterli değildir. Kültür unsurları kimlikte tek tek değil, bütün olarak ele alınır. Sadece doğuş, biyolojik faktör de yeterli değildir. Araplar ve Yahudiler aynı ırka mensupturlar ama kültürleri çok farklıdır. Yunanlıların Batı Trakya’daki nüfus yapısını değiştirmek için Gürcis­ tan’dan ve Kafkaslardan getirdikleri Rumlar Rumca bilmemekte, ama kendilerini Yunan Kültürüne ait olarak hissetmektedirler. Bir Alman Müslüman olduktan sonra kendini Türk olarak da hissedebilir. Bizim kültür dairemizin bir unsuru olabilir. Kimliğin kazanılmasında aile, arkadaşlık muhiti, okul ve iş hayatının önemli rolleri vardır. Örgün ve yaygın eğitim yoluyla da fert kendi kültür çevresi ile ilgili değerleri, davranışları kazanmaktadır. Günümüzdeki dünyayı küçülten ve zaman zaman milli kültürlere karşı kitle kültürünü ön plana çıkaran, emrinde olduğu siyasi güçlerin çıkarlarına hizmet eden medya gerçeğini göz önünde tutmak durumun­ dayız. Tabii ki bu arada, medyanın gücü karşısında pes edip en önemli konuları bile tercüme edip yayınlayanların yanlışını da farketmek durumundayız. “ Medya” kültürel kimliğin geliştirilmesine, tanın­ masına ve güçlendirilmesine katkı yapabileceği gibi, kimliğin belirsizleştirilerek gereksiz bir şekilde tartışılmasına da yol açabilir. Onu nasıl kullanırsanız, ona göre cevap alırsınız. Bir ülkede eğer kimlik kirlenmesi, saptırılması yoğun ise, o ülkede, net, belirli hedefleri olan bir kültür politikası meydana getirilemez ve dış politikada ve iç politika da bir çok belirsizlikler, mutabakatsızlıklar doğabilir. Kültürel kimliğin belirlenmesinde göz şekillerinin, kemiklerin ve bıyığın yeri yoktur. Hele bazı başdanışmanların merak sardığı gibi “ bıyığın tarih kökeni” ile uğraşılmaz. Bunlar ortopedi veya estetik cerrahi uzmanlarını ilgilendirir. Mavi gözlü sarışın Saka Türklerinden kalan izler halâ Karadeniz Bölgesinde ve diğer Bölgelerimizde görülmektedir. Çünkü kültürel kimlik, daha ziyade doğuştan sonra elde edilenler ve kazanılanlarla ilgilidir. Ortak değerlerden, ahlak anlayışından, örf ve adetlerden, edebiyat ve musikiden, o topluma has geleneksel sanatlardan, anadilden, mili sembollerden (Bayrak ve Bozkurt gibi...) belirli çizgileri olan mimariden, dinden, mutfaktan, milli ve dini gün ve aylardan pay ve zevk alabilmeye bağlıdır. Katılma ve mensubiyet şuuru burada önemlidir. Kültürel kimliği sadece din, milli veya mahalli dil belirleyemez. O bakımdan, sadece “Müslüman” sıfatı da kültürel kimlikte yeterli değildir. Hangi, Müslüman sorusu da o zaman cevap arar. İslâm bütünü içinde farklı milli kimlikler inkâr edilemez. Müslüman Türk ile

91 Müslüman Arap, Alman ve Fransız aynı yaşama tarzına sahip değillerdir. Kültür bir bütündür Sapma davranışlara da ortak veya ferdi tepki gösterebilmek önemlidir. Yabancılaşma örnekleri karşısında sessiz ve aldırmaz bir tutum sergilemek kimliği tahrip eder. Mesela cenazenin alkışlanması, kızaktan denize indirilme töreninde geminin önünde şampanya patlatılması yer ve tabelâ isimlerinin yabancılaştırılması, yabancı dille eğitim ve öğretim gibi yüzlerce örnek kültürel normlarda bir sapmayı ve bozulmayı ortaya koyar. Kimliği bazılarının coğrafi faktör ile birlikte düşündüklerini de görüyoruz. Kimliği sadece soyut bir coğrafyada da düşünmeyelim. Coğrafya vatanlaştırdığı oranda somutlaşır ve basit bir zarf olmaktan çıkar. Bazıları kimliğini Balkanlılıkta aramaktadır. Kültürel yaşama tarzı üzerinde, tabii çevrenin ve coğrafyanın elbette tesirleri vardır. Ekonomik faaliyetlerden, beslenme ve barınma şekillerine kadar bu tesirler görüle­ bilir. Ancak, yaşama tarzına bir bütün olarak baktığımızda bu tesirler mutlak değil, nisbidir. Mesela, Akdenizlilik, Akdeniz kültürü belirsiz bir kavramdır. Çünkü Akdeniz’de aynı veya benzer tabii şartları paylaşan Mısır,Yunan, İtalyan, Fransız, Türk kültürleri ve diğerlerinin hemen hemen kültürün her unsurunda aralarında önemli farklar bulunmaktadır. Aynı şeyi Kafkas Kültürü ifadesi için de söyleyebiliriz; Kafkaslarla da bazı benzerliklere rağmen, Çeçenlerin, Azerilerin, Gürcülerin, Dağıstan­ lıların, Ermenilerin ve diğerlerinin dilden, dine ve zihniyete kadar farklı hayat tarzları vardır. Anadolu kültürü üstünde ısrarla duranlar ise, Anadolu’ya 1071’den beri vurulan Türk-İslâm kültürünü kabulle- nememekte ve Anadolu’da yaşamış küçük, büyük her topluluğu Selçuklu ile hatta bugün Türkiye ile eş-zamanlı olarak düşünmektedirler. O zaman Anadolu, tarihi gerçeklerin aksine, Türk-İslâm kültürü tarafından vatanlaştrılan bir coğrafya olmaktan çıkarılmış olacaktır. Hümanist kültür anlayışına sahip bazı çevrelerde de bu yanlış sürdürülmektedir. Son senelerde KKTC’de bir takım sözde dost ülkelere mensup bazı çevrelerin Türk kimliği yerine “Siz Adalısınız" telkinleri unutulabilir mi? Türk kimliğini sadece Anadolu coğrafyası ile sınıflandırırsanız, bu sınırlar dışındaki Türk varlığının da farkında olamazsınız. Nitekim, bazıları 1990 sonrası bunu fark edebilmiştir. Burada iki örnek üzerinde TRT 1 televizyonunun bir programında Naim Süleymanoğlu misafir edilir. Naim henüz Türkiye’ye yeni gelmiştir. Sohbette kendisine şu sorular hayretle sorulur. “Naim, Türk yemeklerini beğendin mi, Türk müziğini sevdin mi?” Naim de soruları şaşkınlıkla izler ve “... orada da bunları yiyor ve dinliyorduk” der. Yine bir TV programında Ali Bey’in başkanlığı ve yöneticiliğinde yabancı basın

92 mensupları davetlidir. Bir Alman hanım gazeteci ile Azeri bir gazeteci söz alır. Toplantıyı yöneten az gelişmiş yönetici Azeri gazetecinin Türkçesini çok beğenir ve Türkçeyi bu güzellikte nerede öğrendiğini sorar. Azeri Türk’ü bu soruyu doğrusu beklemez ve şaşırır havayı da bozmadan şu anlamlı cevabı belki kendi kimliği konusunda da tereddütlü yöneticiye bir ders niteliğinde verir: “Türkçeyi bana annem ve babam öğretti”. Bunları söylerken ister istemez gülmekten kendini alıkoyamaz. Bir yanlış anlaşılan nokta da, bazılarına göre Anadolu’da karışmışlığın bulunmasıdır. Kaldı ki karışmıştık olsa bile, bugün yaşanan kültürün özellikleri ve ismi nedir sorusu yine cevapsız bırakılmaktadır. Aynı çağda yaşamış bir çok isim ve topluluk nasıl olurda kültürel temas ve kültürel alışveriş içine girebilir? Kültür alışverişi aynı çağda yaşamış topluluklar arasında olabilir. Eğer kastedilen tarihi eser ve medeniyetler ise, bu kültürün maddi yüzüdür ve Anadolu’da vurulan damganın belirgin bir özelliği olan, önce Selçuklu ve daha sonra da OsmanlI yaşayış tarzının maddede somutlaşmış yüzü olan medeniyetleri,bu coğrafyada hakim kültür olmasaydı bugün bunların yeri arkeoloji müzeleri olurdu. Kaldı ki, Selçuklunun 10. ve 11. Yüzyıldaki muhatabı ve çağdaşı Bizans dışında sayılan bir çok topluluk olmamıştır ve onlarla bir kültürel temas da söz konusu değildir. Eğer Selçuklu’nun kültürü canlı ve Anadolu’ya mührünü vurabilecek özelliklere sahip olmasaydı, bir asır içinde Bizans ve diğer çağdaşı olan kültürler içinde eriyip giderler ve Osmanlıya da sosyal bir miraz kalmazdı. Kaldı ki karışma (amalgamation) öncelikle biyolojik, genetik olarak düşünülen bir kavramdır.* Saf ırk olmaz, karışmışız diyenlerin biyolojik gerekçelere dayanarak Türk kimliğini benimseyememeleri ırkçılıktır. Öte yandan, Türk Milletinin tarihin içinden gelen kültürel kimliğinin tartışılacak bir tarafı da yoktur. Bu kimliğin Ergenekon’dan çıkış ve Göktürkler, İslâmın Karahanlılar döneminde kabul edilmesi, 1071’de Anadolu’nun vatanlaştırılması ve 1923 Türkiye Cumhuriyeti, Batı’yla temas önemli kilometre taşlarıdır. Tabii ki iki asır önceki Türk ile bugünkü Türk arasında önemli bazı farklar tesbit edilebilir. Aksini, yani aynı olduğunu savunmak sosyal değişmeye reddiye çıkarmaktır. Ancak, bundan iki asır önceki Fransız da, Ingiliz de bugünkü Fransız ve İngilizden farklıdır ama, bir İngiliz ve Fransız kültür kimliği gibi Türk kimliği de bugün vardır ve canlılığını korumaktadır. Türk Milleti

Yinger, M.J., Ethnicity, New York 1994, sh. 150.

93 tarihindeki zaman zaman yanlış sosyal değişmelere, yabancılaş­ tırmalara sahne olmasına rağmen, bilhassa son senelerde kendi kimliğini daha fazla sarılmak ve dönmek ihtiyacı duymaktadır. Bunda Dünyada olup bitenlerin de rolü olmaktadır. Avrupa ülkelerindeki yabancı düşmanlığı da kimlik konusundaki hassasiyeti arttırmıştır. Bazıları bizim yıllardır savunduğumuz ve kimliğimizle ilgili görüşleri yeni farkediyor gibidir. Türkiye’de kimlik üzerine tartışmaların açılmasının dış sebepleri de vardır. Türkiye, ileride, OsmanlInın oynadığı siyasi rolü 21. Asrın şartları içinde oynayabilecek önü açılmış bir ülkedir. Şu halde, bunun önlenebilmesi gerekir. Çünkü, Batılının, hele son yıllarda tamamen Hıristiyan fundamentalizmiyle hareket eden bazı etkili çevrelerin gözündeki Müslümanlık Türklüktür. Onu zayıflattılar mı hedeflerine de varmış olacaklar ve sadece bizden değil; bütün İslâm dünyasından 1071’de Malazgirt ve 1435’te İstanbul’un fethiyle değişen dengelerin hesabını soracaklardır. Hıristiyan Batı fundamentalizminin hedefi, ne Fas, ne Tunus ne de Libya gibi ülkelerdir; ama Türkiye’dir. “Medeniyetler çatışması” teziyle komünizmin yerine İslâmî koyanların önündeki engel de Türkiye’dir. Bazı uygulamalardan şikayetçi olsanız da... Devam eden “ŞARK MESELESİ" karşısında Türk düşmanlığı modasına kapılanlar Haçlı zihniyetine merdiven olduklarının farkına varmalıdırlar. Eğer aklı selimle düşünebilirlerse ve dün olduğu gibi bazı Batılı ülkelerin ipine sarılmazlarsa?... Bize dışarıdan yeni milliyet, din ve kimlik arıyormuşuz gibi telkinler yapılmaya başlanan bir dönemden geçiyoruz. Siz gereksiz olarak “Türk” yerine “Türkiyelilik” , “yurtseverlik” tartışmaları açar, yalnız yaşanan coğrafyayı ortak kabul eder ve insanlarınızı sadece kan değil, sosyal akrabalık bağı ile de ortaya çıkan Türk Milletinin mensubu olarak görmez ve milletimizi bir kabile, boy veya aşiret veya Irak’daki “Türkmen etniği” gibi görüp Rusların 1917 milliyetler tezini, (Siz Türk değilsiniz, siz Azerisiniz, Özbeksiniz... vb.) bin yıllık Türk ve dolayısıyla İslâmlaştırılmış bir coğrafyada akılsızca ve gafletle belki de ihanetle uygulamaya kalkarsanız, “anayasal vatandaşlık” gibi sadece hukuki bağı öne çıkarır ve kültür ortaklığını, paylaşılan kültürel paydaları göz ardı ederseniz, eloğlu etnik grup sayısını 26’ya da çıkarır, 47’ye de... Yapay kimlikleştirme gayreti içinde olanlara göre tekil kimlik anlayışı renk körlüğü yaratmaktadır. Demek ki ciddi bir çok devlet, hatta Dünyamızın büyük bir bölümü bu renk körlüğü ile maluldür. Unutmayalım ki, milliyetçi tezlerin artık alternatifi farklı ton ve şekilleriyle komünist ideoloji değil, etnik ve kültürel çoğulculuk iddialarıdır. Sizin

94 yapınıza uysa da uymasa da... Nasıl olsa ellerinde “medya” gibi bir silah ve ısmarlama kavramlarla tartıştırılan ve her okuduğu kitabın hemen tesirinde kalan bazı aydın ve politikacılar var. Mütecanis (homojen) olmayan yapılarda çok kültürlülük tezi birleştirici bir güç kaynağı olurken, oldukça mütecanis yapılarda çok kültürlülük zorlama­ ları, varsayımları bir güç kaynağı değil; çatışma kaynağı olabilir.* Sonuç olarak şunu söyleyelim ki, Anadolu’da 21. Yüzyıla girerken Türk kimliği dışında kimlik arayışına çıkabilmek için Türk kimliğinden yaşama tarzının (kültürün) her alanında ayırdedilebilen, farkedilebilen özelliklerin bulunması gerekir. Bu olmadığı sürece, piyasaya sürülmeye çalışılan ve bizi milletleşme sürecinden geriye boy, kabile, aşiret asabiyetine döndürecek bazı yapay kimlikler, Anadolu’dan Milli Kurtuluş savaşıyla attığımız güçlere davetiye çıkarmaktır. Veya “Bunlar tekrar Orta Asya’ya sürülmelidir” diyenlere hak vermektir. Kimliği ortaya çıkaran etniklik ve “alt-kültür grupları” karıştırılmamalıdır. Türk sadece bir kavmin adı değil, Anadolu'da, Balkanlara gerçekleşen kültür birliğinin de mührüdür ve İslâmla iç içe girmiştir. Türk, aynı zamanda Türk milletine mensup olmanın hissedilmesidir. Türk, kültürünü yaşayan kimsedir. Onu sadece biyolojik düşünmek ve Türk kimliği dışında “alt kültür”leri kimlikleştirmek Türkiye’nin dış kültürel irtibatlarını, din ve soy birliği içinde olduğumuz toplulukları dışlamaktır. Bu bilerek veya bilmeyerek Anadolu’da, Orta Doğu’da ve Balkanlarda Türkiye’nin kültürel ve dolayısıyla siyasi tesirliliğini önlemektir. Kırım’da, Çeçen- İnguş sınırındaki Avlar Köyündeki ve Bosna’da kabirlerdeki ayyıldızın bir anlamı ve Anadolu’ya dönük bir mesajı olmalıdır. “İnsan” kimliğini bazıları Türk kimliği yerine kullanmak istemektedirler. Bu da anlamsızdır. Bunlara göre, insanım deyince kimlik tartışmaları sona erecektir!(TGRT’de Entellektüel Boyut Programı, B. Güvenç 3/6/97) İnsan kimliği, bir sosyal varlık olarak ancak insanı hayvandan ayırır. İnsan bir kimlik değil, cins ayırımıdır, hatta kimliğin belirsiz oluşudur. Devletin kimlik dayatması iddiaları ise yanlıştır. Eğer böyle bir dayatma olsaydı, Devlet bazı yörelerdeki vatandaşına Türkçe öğretirdi. Resmi kanal tam tersine, kimliğimizi meydana getiren temel unsurlara, Atatürk sonrası dönemde genelde uzak durmuş, soğuk bakmış, bazı sahalarda vatandaşı ile arasına mesafe koymuştur. En azından Türklük, Türk milliyetçiliği karşısında nötr, laiklik dolayısıyla da, İslama karşı aşırı hassas davranmıştır. Zaman zaman da Türk milletinin kimlik unsurları

' Yinger, M. j. aynı eser.

95 karşısında tarafsız olmayı fazilet saymıştır. Eğer 70 sene sonra Türkiye’de dış destekli kimlik ve etnik grup tartışmaları sürdürüle- biliyorsa, bu bir bakıma uygulanan eğitim ve kültür politikalarının doğurduğu kimliksizleştirme, kültürsüzleştirme süreçlerinin sonucudur ve tartışılmalıdır. Eğer Kültür Bakanlığı bu ülkenin bir bakanlığı ise, “devletin kültür politikası olmaz” diyen sakat anlayıştan uzak durarak, çoğulcu kimlik ve etniklik dayatmaları yerine, milli birlik ve bütünlüğümüzü güçlendirecek bilimsel verileri ortaya koymalıdır. Türk tarihine düşman marjinal görüşleri değil. Türk kimliği adını taşıyan, çelişkilerle dolu ve ismi ile içi uyuşmayan kitapları basmak Kültür Bakanlığı’nın işi olmamalıdır. Milli kültür unsurları bir bütündür. Beğenmediğimizi (mesela dini) cımbızla dışlayacaksanız bu ilmi değildir. Eski bir Cumhurbaşkanımızın imzasını taşıyan “Avrupa’daki Türkiye” kitabı milli ve dini kimliğimizin inkârıdır. Bizi AB’ne alsınlar diye yazılan bir şeydir. Aynı kimlik inkârını Alman,Fransız veya İngiliz devlet adamları da yapar mı, bilemiyoruz. Kendi kimliği hakkında şüpheleri olan bir toplumun AB’de işi daha zordur. Kültürel kimlik üzerinde durduktan sonra “TÜRK KİMLİĞİ” ile ilgili bazı esasları ve diğer kimliklerden ayırdedici özellikleri kısaca ele almaya çalışalım:

Ramazan davulundan, Bayramlarda ev ve kabir ziyaretlerine, Mevlide, dini musikimize, Kandile, göz boncuğuna, Ramazan ibadet ve eğlencelerine kadar Türk’e has İslâmî yaşama özelliklerimiz, Şeref ve haysiyetine düşkünlük, Yabancı boyunduruğu altında yaşamamak (hürriyet ve istiklal arayışı), Teşkilatçılık ve devlet kurma geleneği, Devleti baba olarak görmek, Mazluma dost, zalime düşman olmak, Kin besleyememek, düşmanlıkları çabuk unutmak, İlimle dini bütünleştirici bir kimlik, Adaletli davranmak ve yönetmek geleneği, Fert ve toplum menfaatlerinin birbirine paralel kabul edilmesi, Maddi tatmin ve manevi tatminin dengelenmesi, Kadına aile içinde gerekli yeri vermek, ancak bunu matematik bir eşitlik olarak düşünmemek, Yaşlıya saygı ve onları aile çatısı altında tutmak,

96 - Türk dili ve edebiyatı, folklor ve destanlarımız, - Cesaret, feragat ve fedakârlık duygusu, - Hem yarı göçebeliğe, hem yerleşik hayata yatkın olmak, - Musikimiz, geleneksel sanatlarımız, mimarimiz, mutfağımız, - Faydacı, maddeci ve egoist değil; diğergâm ahlâk anlayışına sahip olmak, - Geleneksel sporlarımız, - Dayanışmacı tavır, - Misafirperverlik, - Sıcak kanlılık, - Cömertlik, - Vatan fikri, - İslâmî yayıcı bir fonksiyon taşıma özellikleri, - Örf ve adetlerimiz, - Mensup olduğu din için yüzyıllardır en büyük fedakarlıklara katlanabilme, - Meşverete önem verme, divan ve kurultay gelenekleriyle demokrasiye yatkınlık, - Ordu-millet geleneği, - Acelecilik ve tahammülsüzlük, - Ferdi hareket, - Aşırı tepkicilik, - Mevcut yapıdaki aksamaları, düzeltici yenilikçi tavır yerine silbaştancılık, - Harp halinde esire iyi muamele. Artık Türk kimliğinin yaygın olduğu coğrafya da belirli başlıklar altında toplanmaktadır: 1. Türkiye Cumhuriyeti, 2. Batı Türkistan, 3. Doğu Türkistan, 4. Kafkasya, 5. Ortadoğu, 6. Kuzey Türkleri, 7. Avrupa Türkleri. Kültürel kaynaklardan beslenen milli kimlik milli seviyede toplumun sıfatıdır. Milli kimlik, mahalli sıfat ve millet altı kültür özellik­ leriyle rakip de değildir. Milli kimliğinin bulunması, mahalli sıfatların buharlaşması da değildir. Bir milli devlette coğrafyaya kültürel damgasını kültürel temas ile vurmuş ve hakim kültür (dominant kültür) olmuş olan bir milli kültürü ve kimliği dışlayarak millet altı kültürlerin bütünü zenginleştireceğinden bahsedemezsiniz. Hele Türkiye gibi oldukça mütecanis (homojen) bir sosyal yapıda...

97 Türkiye mütecanis bir sosyal yapıdır derken, etniklik ve kimlik üzerine Dünyaca meşhur bazı uzmanların görüşlerine de dayanıyoruz.” Bunlara göre, eğer bir ülkede asgari ölçüde etnik farklılıklar söz konusu ise, o yapı mütecanistir. Maalesef kendi milli kimliği konusunda anlaşılmaz tereddütler içinde olanlar, kavramları da bilmediklerinden veya bilmez gözüktüklerinden Atatürk’ün “Ne Mutlu Türküm Diyene...” şeklindeki veciz ifadesini içlerine sindiremeyecek kadar boy, kabile, aşiret ve cemaat taassubu ve asabiyeti içine girmektedirler. Bazıları ise, sürekli tenkit edilen resmi ideoloji ile Türk milliyetçiliğini aynileştirebilmekte ve Cumhuriyetin'kurulduğu tarihten beri bu görüşün devletin resmi görüşü olduğunu zannetmektedirler. Oysa ki, milliyetçilik birçok dönemlerde devamlı suçlanmış hatta yargılanmıştır. 1944 Türkçüler Olayı ve uygulanan işkenceler, bir dönemin Cumhurbaşkanının 19 Mayıs 1976 nutku ile bazı çevreleri “Pan-Türkist ve Pan-İslamist”likle suçlaması, 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 askeri müdahalelerinden sonra dışarıdan destekleri olmadığı için milliyetçilerin gördüğü eziyet ve işkence, milliyetçilere karşı iddianamelerde şovenizm,Turancılık ve faşistliğe varan, hatta din esasına göre devlet kurmaya kadar uzanan suçlamalar unutulabilir mi? Bunun en taze örneği Aydınlar Ocağı’nın kamu menfaatine hâdim cemiyet kabul edilme talebine tüzüğünün 2. maddesinde yer alan “Türk Milliyetçiliği” ifadesi dolayısıyla verilen menfi cevaptır. Bu ülkeyi yönetenler milliyetçi oldukları için mi 1954’de Milliyetçiler Derneği’ni kapatmışlardır? Kapatılan Refah Partisinin genel başkanının “Türkiye’de yetmiş senedir ırkçılık yapılıyor” şeklindeki sözleri bu bakımdan her türlü mesnedden yoksundur. Ülkemizde, dönem dönem milliyetçilik bazı çevrelerce sulandırılmış, protokol aracı yapılmış, hatta anlaşılmaz bir hale sokularak tören malzemesi olarak düşünülmüştür. Bu gerçekleri herhalde göz önüne almak zorundayız.

' Yinger, M.J. Ethnicity, New York I994, sh. 5.

98 ALPARSLAN TÜRKEŞ, KÖY-KÖYLÜ VE TARIM

Ali GÜNGÖR*

GİRİŞ Alparslan Türkeş 20. yüzyılın ikinci yarısında ismi üzerinde en fazla tartışılan fikir-aksiyon ve siyaset adamı olmuştur. O’nun Türk fikir ve siyaset dünyasına getirdiği yeni ufuk ve boyutlar, günün koşulları ve gelişmiş ülkelerin yapılanması ile Türkiye’yi kıyaslama alışkanlığı içinde boğulmuş, stabil aydınlar ve siyasetçiler tarafından maalesef anlaşı­ lamamıştır. O’nun ortaya koyduğu fikirler çoğu aydın ve siyasiler tarafından hayal, meseleleri kavrama ve çözümler arama gayreti içinde olanlar tarafından da tehlikeli bir ataklık olarak değerlendirilmiştir. Ancak 21. yüzyıla girmeye çok yaklaştığımız bu günlerde ve O’nun Hakk’ın Rahmetine kavuşmasın 1. yıl dönümünde “21. Yüzyılı şekillendirecek fikir-ülkü ve kadronun mimarı Başbuğ Alparslan TÜRKEŞ’tir” diyen ve kabullenenlerin çokluğu tahminlerin çok üzerine çıkmıştır. Şurası muhakkaktır ki; tarih, Alparslan TÜRKEŞ’i 20. yüzyılın ikinci yarısına damgasını vuran ve Türk dünyasını 21. yüzyıla hazırlayan belki de 21. yüzyılı şekillendiren büyük fikir-ülkü ve aksiyon adamı, “Başbuğ” olarak tesbit edecektir. Merhum Türkeş’i hakettiği bu yüksek konuma oturtan geniş ufku, fikir üretimi ve organizasyon yeteneği içerisinde, köye, köylüye, ve tarıma yönelik yaklaşımları birçok hususlardan daha fazla olarak kendisini hissettirir. İnsanoğlunun yaşamak için ihtiyaç duyduğu, yaşamını borçlu bulunduğu en temel sektör tarım ve onun emekçileri köylüler, çiftçilerdir. Bununla birlikte tarih boyunca fakirliğin, garipliğin acısını en fazla çeken, bakımsız köylerde köhne yaşama mahkum olan da yine bu sektörün çalışanları köylüler ve çiftçilerdir. İnsanlık için bu derece yüksek öneme haiz bir sektör ve insanca yaşamaktan hep uzakta bırakılmış bu sektör çalışanları köylü ve çiftçilerle ve onların yaşadığı çevre olan köylerle Alparslan Türkeş gibi insanlığa sevgi ve saygı duymayı ve halka hizmet etmeyi faziletlerin en

* Türk Ziraat Yüksek Mühendisleri Birliği Eski Genel Başkanı, MHP MYK Üyesi

99 büyüğü kabul eden, aşk derecesinde milletine tutkun bir fikir ve siyaset adamının özel bir önem vererek ilgileneceği muhakkaktır. Nitekim 9 Işık umdelerinden birisini de “köycülük” olarak Türk Milletinin önüne koymuştur. Bu cümleden olarak siyasete ilk adımını attığı partinin adının da belki mutlu bir tesadüf, belki bilerek ve hazırlanarak yapılmış bir tercih ile “Köylü Millet” isimlerini ihtiva eden Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi (C.K.M.P) olduğunu ifade etmektedir.

Köy-Köylü ve Tarımda Gelişme Süreci Alparslan Türkeş’in köy-köylü ve tarıma yaklaşımını daha iyi anlayabilmek bakımından bu sektördeki gelişme sürecine ana hatları ile de olsa bakmakta fayda olacaktır. Şunu hemen belirtmek gerekir ki, tüm dünyada olduğu gibi Anadolu’da da tarımla uğraşan nüfus, toplumun diğer kesimlerine oranla, hep daha geri ve fakir bir hayat sürmüştür. Ancak Türklerin Anadolu’ya gelişinden sonra, Selçuklu ve OsmanlI’nın gelişmişlik dönemlerinde, Avrupa çiftçisinin köleliğe yaklaşan hayat standardı ile kıyaslanamayacak bir gelişmişlik yaşadıklarını görmek mümkün olmaktadır.

OsmanlIlar Döneminde Köy ve Tarım Batılı bir ilim adamı olan Prof. M. M. Waht, OsmanlInın gelişmişlik dönemindeki Türklerin ziraat ve hayvancılığından bahse­ derken “Anadolu’da batının gözlerini kamaştıran serveti, çalışkan köylülerin üretimi meydana getirmektedir. Türkler dünyanın en iyi ziraatçileri ve hayvancılarıdır. Onların elinde ziraat ve hayvancılık bir fendir. Bu konuda yayınlanmış birçok eserleri vardır. Avrupaya buğday, arpa, susam, nohut, pirinç ve pamuk, tanesi 1000 altına cins atlar, Ön Asya’ya da koyun satarlar" demektedir. Yine Prof. M. Akdağ OsmanlI’nın gelişmişlik dönemi için “En karlı ticaretlerinden biri de tarım ticareti idi. Tüccarlar limanlara yakın yerlerde depolar, ambarlar inşa ediyorlar, devlet rayicinden 5-10 kuruş fazlasına halktan tarım ürünlerini alıyorlar ve 5-10 kuruş karla frenk tüccarlarına satıyorlardı” tesbitini yaparak, o zaman için Anadolu’nun bir tarım ürünleri ambarı olduğunu ortaya koymaktadır. Anadolu’nun OsmanlIlar devrinde bu gelişmişlik düzeyini ortaya çıkaran temel faktör; devlet düzeni, devletin mülkiyet anlayışı ve

100 teşkilatlanma modeli ile bu anlayış ve model içinde geliştirilen toprak düzenidir. Buna göre, mülk ve toprak Allah’ındır. Toprağın, insanlığın ve toplumun hayrı için, en verimli şekilde işletilmesi, tasarruf hakkının düzenlenmesi Allah adına padişaha aittir. Bu anlayışla OsmanlIlar topraklarını iki şekilde düzenlemişlerdir: Tapuları şahıslara ait olan hür ve müstakil tarım işletmeleri ve çoğunluğu teşkil eden miri araziler. Miri araziler de tımar, zeamet ve has diye üçe ayrılmıştır. Yıllık geliri 1000-20.000 akçe arasında olanlara tımar, 20.000-100.000 arası olanlara zeamet ve 100.000-200.000 arası olanlara da has denilmiştir. Tımar, zeamet ve haslar devletin “askeri-memuru” durumunda bulunan şahıslara verilmiştir. Dirlik sahibi denilen bu şahıslar, dirliği dahilinde ekilmemiş boş arazi bırakmaz. Dirliğine bağlı köylerde ihtiyacı olanlara tohum, çift hayvanı, alet, ekipman vermek ve üretimin artırılmasından, köylerde huzur ve güvenin devamlı kılınmasından dirlik sahibi sorumlu tutulmuştur. Yine mahsulün aşarını toplamak, toprak intikal ve devirlerindeki vergi işlemlerini takip etmek dirlik sahiplerinin görevidir. Dirlik sahibi denilen bu şahıslar, dirliklerine karşılık devlete karşı belli sorumlulukları da beraberinde yüklenmişlerdir. Dirlik sahipleri elde ettikleri gelirlerden tımar için 3000, zeamet ve has için 5000 akçeyi kendi geçimleri için ayırdıktan sonra geri kalan 3000 ve 5000 akçe için bir asker beslemek ve hazır bulundurmak zorundadır. Yine dirlik sahibinin sorumlulukları ile ilgili herhangi bir ihmali, suistimal ya da suçu görüldüğünde azledilir ve dirliği elinden alınır. Görüldüğü üzere uygulanan toprak düzeni ile köyler ve çiftçiler teşkilatlandırılmış, dirlik sahipleri kanalıyla devletin hiyerarşik yapısı içinde, devlet düzeninin temeli teşkil edilmiştir. Böylece devlet; dirlik sahipleri kanalıyla köyü-köylüyü ve tarımı sürekli olarak kontrol altında tutmuş, ihtiyaç duyulduğu noktalarda desteği ile çiftçinin yanında olmuştur. Devletin desteği ve korumasından sorumlu görevliyi hep yanıbaşında gören, buna karşılık kural ve kanunların zamanında uygulanmasından sorumlu devlet gücünü de hep üzerinde hisseden köy ve köylü huzur içinde üretime seferber olmuş, Prof. M. M. VVath’ın dediği gibi batının gözlerini kamaştıran serveti meydana getirmiştir. Ancak bu gelişmişlik düzeyini devam ettirecek, sürekli ileriye götrecek temel dinamiklerin köy ve çiftçi bünyesinde bulunmayışı

ıoı sebebiyle, devlet düzeninde ortaya çıkan aksamalarla birlikte, tarım sektöründe de çöküntü kaçınılmaz bir gerçek olmuştur. Kanuni Sultan Süleyman devrinden itibaren görülmeye başlayan devlet idaresindeki rüşvet ve kayırmalar kısa sürede toprak düzenine de sirayet etmiştir. İlk defa Sadrazam Rüstem Paşa tarafından uygulanan ve bugünkü özelleştirme anlayışına çok benzeyen bir uygulama ile dirliklerin (Tımar, zeamet ve haslar) aşar ve vergileri bazı kişileri kayırmayı esas alan ihaleler ile şahıslara verilmeye başlanmıştır. Devlete belli bir vergi verme karşılığı dirliklerin ve köylerin gelirini ve kontrolünü ele geçiren tüccarlar daha çok nasıl kar edeceğinin hesabı ve uygulaması içinde köylüyü ezmiş, devlet desteğini de kaybetmiş olan tarım çöküntüye uğramıştır. Köy ve tarımdaki çöküntü süratle kendisini devlet bütçesinde göstermiş ve bütçenin dengesi bozulmuştur. Bütçedeki açıkların kapatılması için daha çok özelleştirmeye yani dirliklerin gelirlerinin tamamının tüccarlara, bankerlere ihale edilmesine yönelinmiştir. Böylece devletin askeri ve memuru durumunda bulunan dirlik sahibi sipahilerin yerini bankerler ve tüccarlar almıştır. Zamanla daha çok zenginleşen bu tüccarlar, Tanzimat ile birlikte, iktidarla pazarlığa oturmuş, kontrollerine geçirdikleri toprakların tapularını da temin ederek, asıl üretici durumunda bulunan köylülerin büyük bir çoğunluğunun topraksız, yahut az topraklı kalmasına sebep olmuşlardır. Netice olarak zamanında bir sistem harikası olan OsmanlI Toprak Düzeni de tamamiyle ortadan kalkmıştır. Diğer taraftan devlet idaresinde ortaya çıkan sosyal ve ekonomik bunalımlar, beraberinde huzursuzluklar ve isyanları getirmiş, uzun süre devam edecek olan Celali İsyanları başlamıştır. Bu isyanlar özellikle devletin korumasından yoksun kalan köylerde etkili olmuştur. Can, mal ve namus kaygısına düşen köylüler, köylerini terk ederek kuş uçmaz, kervan geçmez dağ başlarına, kuytu yerlere çekilmişler, yahut şehirlere göçmüşlerdir. Böylece büyük yerleşim yerleri durumundaki köyler dağılmış ve bugünkü dağınık; sayısı 65.000’i bulan köy yapısı ortaya çıkmıştır.

Cumhuriyet Döneminde Köy ve Tarım Cumhuriyet dönemine girilirken, 1913-1923’te, tarım yapılan tüm arazinin %65’i çiftçi ailelerinden %5’inin elinde bulunuyordu. Geriye kalan %95’lik nüfus tarım arazilerinin %35’inin sahipliğini paylaşmak

102 durumundaydı. Bunun yanında 100.000 çiftçi ailesi ise tamamen topraksız olup, yarıcı, kiracı ve maraba olarak çalışıyordu. I3 milyon olan nüfusun %80’i köylü olup, ilkel metodlar ve vasıtalarla ancak kendilerine yetecek kadar üretim yapabiliyorlardı. I876’dan beri büyük şehirlerin ihtiyacı olan ekmeklik buğday ithal ediliyordu. Köylerin sayısı çok fazla ve dağınık olup mevcut imkanlarla hizmet ve yatırımın götürülebilmesi imkansız görünüyordu. Atatürk bu tablo içindeki Anadolu’yu kalkındırmak için önce köy ve köylüyü kalkındırmanın gerekli olduğunu düşünmüş ve daha Milli Mücadeleye başlarken bunun için planlar yapmaya başlamıştır. Bunu da “Köylü davası Milli Mücadeleden sonra köklü olarak ele alınacaktır. Köylülere yardım edilecektir. Köylüler tefecilerin, ağaların, eşrafın sömürüsünden kurtarılacaktır.”, daha sonra da “Anadolu'nun ortasında bir köylü hükümeti kurulmuştur. Köy davasının beklemeye tahammülü yoktur” ifadeleriyle ortaya koymuştur. 1923’ten itibaren Atatürk’ün ve Ziya Gökalp’in yönlendirdiği fikirler istikametinde köy kalkınma planları geliştirilmiş, bizzat Atatürk tarafından hükümetlere ve meclise direktif mahiyetindeki konuşmalarla dile getirilmiştir. I3 Ağustos I923’te T.B.M.M.’nin 2. Dönem açılış konuşmasında şöyle demiştir. “Milli ekonomimizin temeli hiç şüphe etmeyiniz ki ziraattir. Sanayi kalkınmasının yolu, tarımsal kalkınmadan geçer. Bu nedenle tarımsal kalkınmayı sağlamak için önce memleketi Tarım Bölgelerine, her tarım bölgesini de Tarım Merkezlerine ayırmalıdır. Sonra da bir tarım programı hazırlamalıdır. Tarımsal kalkınmamız yıllarca takip edilecek bir programa bağlanmazsa, keza bu programı yıllarca takip ve tatbik edecek ehliyetli bir idealistler kadrosu olmazsa tarım çalışmaları verimsiz kalır.” Atatürk’ün bu çok açık ve yerinde tesbitlerine rağmen Cumhuriyet Hüktümetleri tarafından köy ve tarım için ciddi programların hazırlanıp, bunların takip ve tatbik edildiğini söylemek maalesef mümkün değildir. Nitekim aynı mahiyetteki konuşma I4 yıl sonra I937’de yine Meclis kürsüsünden bir kere daha yapılmıştır. Bununla birlikte özellikle Atatürk döneminde köklü değişikliklere kapı açan ciddi adımların atıldığını da ifade etmek gerekir. Bu cümleden olarak altını çizeceğimiz hususlar şunlardır. - Aşar vergisi kaldırılmıştır. Ziraat Bankası’nın sermayesi ve köylüye vereceği krediler artırılmıştır. I929’da Ziraat Kredi Kooperatifleri kanunu çıkarılmış, kooperatifleşmeye önem verilmiş ve teşvik edilmiştir.

103 - 1923-1938 arasında göçmenlere 6 milyon dekar ve topraksız köylülere 741.000.000 dekar toprak dağıtılmıştır. - Tarım Bakanlığı’nın bütçesi artırılmış, Devlet Çiftlikleri ve Tarım İstasyonları kurulmuş, ziraat okulları açılmıştır. - 1937’den itibaren yeni tarım alet ve makinaları getirilmiş, makinalı tarım yapmak isteyenlere kolaylıklar sağlamak için kanunlar çıkarılmıştır. Daha sonraki yıllarda bu noktalardan hareketle geliştirilen hizmet ve yatırımlar tarımdaki gelişmelerin hızını ve yönünü tayin etmiştir. Hükümetler ve aydınlar köy ve tarım için çok şey söylemişler, tarım üretiminde önemli sayılabilecek ciddi artışlarda sağlanmış, ancak Türkiye’nin köy ve tarımsal yapısındaki gerilik ve fakirlik ortadan kaldırılamamıştır.

Köy ve Tarımdaki Temel Problemler Köy ve tarımdaki temel problem, bu kesimin devlet yönetiminde ve ekonomik politikaların belirlenmesinde etkili olabilecek organizasyonlara ve güce hiç bir dönemde sahip olamayışıdır. Bu bakımdan bunalımlardan, devlet çarkının işleyişinde ortaya çıkacak aksamalardan ve yanlış uygulamalardan her zaman ve öncelikle etkilenen sektör, tarım sektörü ve onun üzernide yaşayan köylü ve çiftçiler olmaktadır. Bu iki temel hususun tesbitinden sonra köy-köylü ve tarımın içinde yaşadığı tabloyu ana hatları ile tahlil ettiğimizde, geri kalmışlık sonucunu doğrudan etkileyen, şu problemleri görmek ve ona göre plan, program geliştirmek gerekir. 1. Köy sayısı çok fazla ve yerleşim çok dağınıktır. Bunun tabii sonucu olarak yatırımların her yere, yeterince ve zamanında yapılması imkansızdır. Aksi yönde imkanları zorlayarak yapılacak gayretlerin de ülke imkanları dikkate alındığında israfı doğuracağı ortadadır. Nitekim 75 yılık Cumhuriyet döneminde hükümetlerin bütün iyi niyetli yaklaşımlarına rağmen, yol-su-elektrik-telefon-kanalizasyon-konut gibi altyapı, eğitim-sağlık-adalet gibi sosyal ve kültürel hizmetleri oluşturacak yatırımların köy denilen her yerleşim birimine yeterince ulaştırılması mümkün olmamıştır. Gerekli bu yatırımlardan bir tanesi bir köye yapılabilmiş ise diğerleri eksik kalmış, bir diğer konudaki yatırım diğer köye yapılmış, ancak bu köy de diğer yatırım ve hizmetlerden

104 mahrum bırakılmıştır. Bu sebeple köye ve tarıma yatırım, siyasetçilerimiz tarafından çok istismar edilen bir konuyu oluşturmuş siasetin yozlaşmasına kapı açmıştır. 2. Tarımın üzerindeki nüfus baskısı, olması gerekenin çok üzerinde ve yüksektir. Bu durum arazilerin devamlı olarak parçalanması ve tarım işletmelerinin sürekli küçülmesi sonucunu doğurmaktadır. Medeni Kanunumuzda tarım arazilerinin parçalanmasını ve miras yolu ile tarım işletmelerinin küçülmesini önleyici maddeler bulunmasına rağmen, diğer tedbirlerle desteklenmediği için, uyulanma kabiliyeti olmayan bir kanun olarak kalmıştır. 3. Tarıma yönelik yatırımlar başta sulama olmak üzere yetersizdir. Halen sulanabilir durumda bulunan 8,5-13,5 milyon hektar arazinin yalnızca 4 milyon hektarı sulanabilmektedir. Yatırımların bu hızla devam etmesi halinde topraklarımızın suya kavuşmasının 40-50 yıl gibi bir zaman alacağını ifade edersek, yatırımların hangi gülünç boyutta kaldığını açıklamamız daha kolay olacaktır. Diğer taraftan toprağa ve tarıma ferden yatırım yapmaya yeter sermaye birikimi köylüde ve çiftçide mevcut değildir. Sanayi ve ticaretle kıyaslandığında kar nisbeti çok daha düşük olan tarıma özel teşebbüs tarafından yeterli yatırımın yapılamayacağı ise bilinen bir gerçektir. 4. Tarım üretiminin yapısında, serbest piyasa ekonomisi şartlarında arz-talep dengesi oluşurken, üreticiyi koruyacak esneklik yoktur. Tarımda üretim süresi genellikle yıllıktır. Talep tahmini bile yapılmayan ülkemizde, üretici, kendi ufku çerçevesinde tahmin edebildiği talep doğrultusunda, bir yıl öncesinden adım atacaktır. Bundan bir yıl sonra oluşacak talebe göre durumunu ve üretimini yeniden düzenlemesi, tarımın tabiatı icabı mümkün değildir. Sonuçta üretim, çoğu zaman maliyetin bile altında bir değerle pazar bulabilmekte, büyük bir kısmı ise çürümeye terkedilmektedir. Yahut da Pazar değeri yüksek olan bir ürün çok az üretilmiş bulunmaktadır. 5. Topraklarımız “Arazi Kullanım Planlamasından yoksun, alışılagelmiş ve rasgele usuller ile kullanılmaktadır. Azami ekonomik verimi ortaya çıkaracak ilmi metodlardan uzak kullanımların, verimsiz kullanımı ve israfı doğuracağını izah etmeye gerek yoktur. 6. Tarımda uygulanacak politikaları belirlemesi, bunları bir plan ve programa bağlayıp öncelikleri tespit etmesi gereken “Devletin Tarım Organizasyonumun kendisi bozuktur. Bozuk bir sistemden politika üretmesini, doğru plan ve program yapmasını, tarımı ileri götürecek uygulamalar içinde olmasını beklemek mümkün değildir.

105 Alparslan Türkeş’in Köy-Köylü ve Tarıma Bakışı Buraya kadar tarımın tarihi gelişimini ve halen içinde bulunduğu temel problemleri tesbit etmeye çalıştık. Şimdi Alparslan Türkeş’in köy- köylü ve tarıma yaklaşımlarının ne derecede isabetle ortaya konulmuş fikir ve projeleri kapsadığı daha iyi anlaşılmış olacaktır. Ancak buraya geçmeden önce Alparslan Türkeş’in fikir dokusunun temelini oluşturan kişiliği üzerinde kısaca da olsa durmak gerekir.

Alparslan Türkeş’in Kişiliği Alparslan Türkeş’in kişiliğini oluştura en önemli husus, yazımızın başında da ifate ettiğimiz gibi O’ndaki sonsuz insan sevgisi ve aşk derecesindeki millet tutkusudur. O; Allah’ın rızasını kazanmanın birinci yolunun, Hoca Ahmet Yesevi Hazretlerinin de işaret ettiği gibi, en kutsal varlık olarak yaratılan insana hizmetten geçtiğine inanır. İnsana hizmet denilince de tabidir ki öncelikle Allah’ın dinini ve adaletini yeryüzüne hakim kılmaya kendisini adamış olan Türk’e hizmet, Türk Milletine hizmet gelir. Türk Milleti’ne yapılacak en iyi hizmet ise O’nu maddi ve manevi alanda kalkındırmak olacaktır. Bu noktada Alparslan Türkeş’in kendisiyle ilgili şu ifadeleri hatırlamakta mutlak fayda olacağına inanıyorum. “Çocukluk ve gençlik yıllarından beri Türk Milleti’nin eski, kudretli, refahlı günlerden neden böyle geri kalmış, yoksul ve güçsüz hale düştüğünü düşünürdüm. Bu zayıf durumdan kurtularak tekrar kendi gücüyle ayakta durabilen ve kimseye avuç açmayan refahlı, huzurlu bir devlet haline gelebilmesi nasıl mümkün olacak diye araştırmalar yapardım. Başka milletleri, bilhassa ileri gitmiş modern memleketleri inceler ve bizim de onlara ulaşmamızı sağlayacak çareler bulmak için çırpınırdım. Bir halk türküsü var. Şöyle diyor: Yer beni, yer beni İçime bir kurt düştü Gece gündüz yer beni, yer beni Ben bu işin üstesinden gelemezsem Kara toprak sinesine sığdırmaz Yer beni, yer beni.

106 İşte yıllarca önceden beri bizim de içimize bir kurt düştü... Milletimizin ve yurdumuzun en kestirme yoldan, hızla kalkın­ dırılması için her çabayı gösterme isteği halinde bir kurt düştü. Şimdi memleketi adım adım dolaşıyorum. Ve bütün vatandaşlarla görüşüp, konuşuyorum. Fakat bunu ne için yapıyorum! Bunu milletin içine bir kurt düşürmek ve böylece hep beraber büyük hamlelere girişmek üzere, bütün milleti harekete geçirmek için yapıyorum” Buradan da anlaşılacağı üzere Alparslan Türkeş kendisini Türk’ün, Türk Milleti’nin kalkınmasına adamıştır. O’nun için kalkınma meselesi, öncelikle, milletçe karar verilmesi ve bunun için topyekün seferber olunması gereken bir davadır. Bu dava için, milletçe birlikte karar verileceği ve topyekün seferber olunacağına göre kalkınma da topyekün sağlanmalıdır. Kalkınma çabaları büyük çoğunluk ihmal edilerek belli zümrelere inhisar ederse sadece o zümre kalkınır. Büyük çoğunluk ve dolalayısı ile millet kalkınamaz. Milletimizin büyük bir çoğunluğu köylerde yaşamaktadır. Köylü nüfusun kalkınması eksik bırakılarak milletimizin kalkınmasından söz etmek mümkün değildir. Ekonomide önemli bir sektör tarım sektörüdür. İnsanlık için daima hayati önemde olan, ülkemiz için ise daha da büyük bir önem taşıyan tarımın kalkınmasını eksik bırakarak ekonomik kalkınmışlığı yakalamak imkansızdır. Bu sebeple ekonomik kalkınma, iyi hazırlanmış bir plan ve program dahilinde, sanayi-tarım ve hizmet sektörü ile bir bütünlük içinde ele alınması gereken bir büyük davadır. Bu önemli husus Alparslan Türkeş’in devlet idaresinde söz sahibi olacağını 27 Mayıs I960’lı yıllara kadar maalesef siyasilerin ve aydınların dikkatlerinden uzak kalmıştır. O tarihe kadar ülkemizde kalkınma tartışmaları, tarım sektörüne mi, yoksa sanayi sektörüne öncelik verilmesi gerektiği üzerinde yoğunlaşmış, kısır bir alana sıkıştırılmıştır. Alparslan Türkeş’in 27 Mayıs 1960 ihtilali ile birlikte Başbakanlık Müsteşarlığı görevini üstlenmesi Türkiye’de yeni bir dönemi başlat­ mıştır. DPT O’nun fikir öncülüğünde kurulmuş ve ülkemizde planlı dönem denilen yeni bir dönem başlamıştır. Esasen Alparslan Türkeş demek bir bakıma da plan ve program demektir. İlmi zihniyetin ve teknik gelişmenin her zaman ve her konuda temel kabul edilmesi demektir. O kalkınmanın maddi temeli olarak hep bu iki hususu işaret etmiştir. Daha sonra ise tarihin ortaya koyduğu milli

107 hedefler istikametinde Türk Milleti’nin ekonomik, sosyal, kültürel yönden yeniden teşkilatlanması gerekecektir.

Köycülük İlkesi ve Tarım Kentleri “Prensip olarak kalkınmanın büyük merkezlerden başlatılması bugüne kadar iş başında bulunan iktidarların işledikleri feci hatalardan birisidir. Kalkınmanın büyük merkezlerden çevreye doğru değil, çevre­ den başlatılarak büyük merkezlere doğru yürütülmesi lazımdır” “Anadolu’yu ele almak ve köylüyü kalkındırmak için bütün imkanları seferber etmek tek çıkar yoldur” Yazımızın başından bu yana ana hatları ile özetlemeye çalıştığımız, Türk tarihindeki gelişmelerin, tecrübelerin ve ilmin ortaya koyduğu bu tespit, Alparslan Türkeş tarafından böyle ifade edilmiştir. Bu tesbitle birlikte “Türkiye’nin Kalkınma Yolu 9 Işık Doktrininin bir ilkesini de “Köycülük" ilkesi oluşturmuştur. Alparslan Türkeş’e göre, Türk Milleti’nin kalkınması, sanayileşme ile birlikte ve aynı zamanlı olarak köylünün kalkınmasını temin etmek ve bilgi toplumu seviyesini yakalamakla mümkün olabilir. O; “Köylü olmakla insanlıktan çıkmamışlar ya! Onların da insanca şaşamak, refah içinde mutlu olarak yaşamak hakkıdır”, “Biz, köylünün kalkınması için “Köy Reformu” yapacağız” demiş, tarımdaki tarihi gelişme sürecini, temel problemleri çağın ve ilmin ışığında yeniden tahlil ederek, köye ve tarıma yönelik bakışını “Köylücülük” ilkesi adı altında sistemleştirmişim Köy Reformu, Tarım Kentleri modeli ile gerçekleştirilecektir, tarım Kentleri projesi ile iki köklü devrim birden gerçekleşmiş olacaktır. Bunlardan birisi sosyal, İkincisi ise ekonomik köy kalkınmasıdır. O’na göre, “Köylü özü ve sözü ile sapmalar göstermeyen, fakat daima ihmal gören Türk insanıdır. Yolsuz, ışıksız, susuz, okulsuz, hastanesiz, doktorsuz, kültür ve sanat faaliyetlerinden habersiz, hepsinden önemlisi fakirlik içinde yaşayan köylü, insan haysiyet ve onuru içinde yaşamıyor demektir” Bu durumu ortadan kaldırmanın tek yolu, daha 1923’te Atatürk’ün işaret ettiği gibi, köylerimizi, ilmi metodlarla yapılacak iyi bir araştırma ve etüd sonucu seçilecek Tarım Merkezi Köy’ler-Tarım Kentleri etrafında yeniden teşkilatlandırmaktan geçer. Devlet, Merkez Köy olarak seçilen bu yerleşim birimine, yol, su elektirk, telefon, kanalizasyon gibi her türlü alt yapı yatırımlarını okul, hastane, Adalet ve kamu hizmetini yürüten diğer kurumlan, bunların yanında sosyal ve kültürel faaliyetlerin yoğunlaşabileceği tesisleri

108 götürmelidir. Nihayet bu Merkez Köy’lerde atölye, fabrika, banka sigorta ve diğer ekonomik kurumlar ile sanayi tesislerinin kurulması teşvik edilmelidir. Böylece Merkez-Cazibe Köyü kentleşecek, tarım kenti halini alacak, şehirdeki yaşam ne ise köydeki o olacaktır. Bu tarım kenti aynı zamada bir tarım sanayi kenti olacaktır. “Köyün ekonomik kalkınmasının ikinci yönü ise Tarım Reformu’dur. Ve tarım reformu üç hareketten ibarettir. Toprak Reformu, Teknik ve Kredi reformu, Kooperatifler.” Tarım Kentleri ve sanayileşme projesi ile köy nüfusunun çok büyük bir kısmı sanayi ve hizmet sektörüne çekileceği için tarım üzerinde nüfus baskısı azalmış olacaktır. Ancak bu sayededir ki, sağlıklı bir Toprak Reformu uygulamasına kapı açılmış olacaktır. Nitekim kalkınma bir bütün olarak ele alınmadığı için 1973’te başlatılmak istenen Toprak Reformu uygulaması aradan geçen 25 senede hiçbir şey yapılamadan hayal kırıklığı olarak ortada kalmıştır. Ancak aşırı nüfus baskısından kurtarılmış bir tarım üzerinde kalıcı toprak düzenlemeleri yapmak mümkün olabilir. Ancak böyle yapılacak bir Toprak Reformu ile optimum verimi sağlayacak tarımsal işletme büyüklükleri tesis edilebilir, parçalanmış araziler bir daha parçalanmak mecburiyetinde kalmamak üzere toplulaştırılabilir. Diğer taraftan Toprak Reformu ile ilmi esaslara göre Arazi Kullanım Planları yapılarak, toprağın, tarıma, hayvancılığa, ormancılığa, sanayie, turizme ve yerleşim yerlerine yönelik, kullanımı düzenlenmiş olacaktır. Yine Toprak Reformu ile topraktan azami ekonomik verimi ve geliri elde etmek üzere toprağın korunması ve geliştirilmesine yönelik yatırımlar süratle yapılacak, arazi Kullanım Kabiliyet Sınıflarının tesbiti ile demokratik üretim planlaması gerçekleştirilecektir. “Tarım Reformu ikinci hareket olarak Teknik ve Kredi Reformunu kapsar. Teknik bilgi ile donatılmamış, modem araç ve gereçlere sahip olmayan, para ve kredi bulamayan köylü, köylülükten kurtulup üretici, tarım işletmecisi konumuna yükselemez. “Toprağı işletebilmek için teknik bilgi, makine, tohum, gübre ve nihayet paraya ihtiyaç vardır.” Tarım işletmeciliğinde gerekli teknik bilgi, araç ve kredilerin, ülkemiz şartları dikkate alındığında, bir teşkilat eliyle sağlanmasından başka yolu yoktur. Yine üretilen tarım ürünlerinin değeri üzerinden Pazar bulabilmesi için üreticilerin teşkilatlanmış olması gerekir. Devlet yönetiminde ve uygulanan ekonomik politikalar üzerinde etkili olabilmenin yolu da yine teşkilatlanmış olmaktan geçer.

109 İşte bu teşkilat Tarım Reformu’nun üçüncü hareketi olan “Köy- Tarım Kooperatifi”dir.

SONUÇ Alparslan Türkeş tarafından ortaya konulan çoğu fikir ve proje gibi köycülük ve tarım konusundaki düşünceleri de maalesef zamanında iyi anlaşılamamıştır. Hatta siyasi rekabet dolayısıyla diğer bir çok siyasi parti temsilcileri tarafından saptırılarak halka yanlış gösterilmiştir. Bir kısmı ise yanlış taklit etme suretiyle farklı algılamalara yol açmıştır. Halbuki bugüne geldiğimizde Alparslan Türkeş tarafından ortaya konan her fikir ve projede olduğu gibi, Köycülük ilkesi ve Tarım Kentleri Projesi de şartların zorlaması ile olmazsa olmaz tarzında bir gereklilik olarak hükümetlerin karşısına çıkmaktadır. Ancak fikir ve projelerin doğruluğunu kabul etmek kadar, onlara uygun doğru plan ve programların aynı zamada doğru ve bütüncül olarak uygulanması önemlidir. Doğru plan ve programlar hazırlanmaz, onları yıllarca takip ve tatbik edecek ehliyetli bir ülkücüler kadrosu olmazsa her türlü çalışmada olduğu gibi tarımsal çalışmalar da verimsiz kalır. Bu ileri boyutu da düşünüp hazırlayan Alparslan Türkeş için ölümünün birinci yıl dönümünde Allah rahmet eylesin, nur içinde yatsın diyor, sonsuz şükran ve minnet duygularımla aziz ruhu önünde saygıyla eğiliyorum.

ııo ALPARSLAN TÜRKEŞ’TE TARİH ŞUURU

Nuri Gürgür*

Yeni bir yüzyılın kapılarında bulunuyoruz. Bu dönemde Türk Dünyasında bir zamanlar tahayyülü bile çokları tarafından imkansız görülen gelişmeler meydana geldi. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bayrağının yanı başında altı bağımsız Türk Cumhuriyeti’nin daha bayrakları yer alıyor. Bunların sayılarının yakın gelecekte artacağından kimsenin şüphesi yok. Büyük Türk Kültür Coğrafyasında, irtibatları uzun yıllar boyunca kesik kalan toplulukların aralarındaki barajların hepsi yıkıldı. Şimdi dileyen ve maddi şartları elverişli olan herkes yedi Türk Cumhuriyeti’ni birden gün bitiminden evvel dolaşabilir. İstanbul, Ankara ile Bişkek, Bakü, Almatı,Taşkent arasında her gün sayısız insan gidip geliyor, gelinler, damatlar dünya evine giriyorlar; iş adamları, bürok­ ratlar, sanatçılar ve eğitimciler gittikçe artan bir yoğunlukla dolaşıyorlar. Türk Dünyasındaki bu cıvıl cıvıl hareketliliğin bir diğer yüzü, milletimizin tarihi kıblesine uygun bir iman hamlesinin başlatılmış olmasıdır. Binlerce öğrenci Türk Dünyasının her tarafından tahsil yapmak üzere Türkiye’ye geldiler. Buralarda faaliyet gösteren yüzlerce okul ve görevli öğretmenler var. Tarih ve edebiyat başta olmak üzere kültürel irtibatlar gittikçe hız kazanıyor. Entelektüel yapının zihniyet ve telakkisinin değişmesi müşterek milli kültür potasının teessesünü hazırlayacak yeni bir medeniyet hamlesine vücut verecektir. Halihazırda yaşanılan günlük problemler, kamu oyunu işgal eden aktüel meseleler bu büyük oluşumun mevcudiyetini ve istikbale ait müjdeleri gölgeleyemez. Şimdiki nesiller tam manasıyla, idrak etseler de etmeseler de yüzyıllar boyunca çok ender yaşanılan bir milli intifanın müşahidi sayılabilirler. Milletimizin bu safhalara ulaşması kolay olmadı. Bütün Türk Dünyası ile birlikte Türkiye Türkleri de çileli dönemlerden geçti. Herşeyden evvel çeşitli dinlerin, dillerin, kültürlerin ve etnik toplulukların bir arada yaşadıkları OsmanlI Devleti’nin milli Devlete dönüşümü sosyal ve siyasi alanlarda büyük gayretlerle, meşakkatlerle başarılan bir hadisedir. Önce gayri müslim, son safhalarda da müslüman unsurların bağımsızlık kararlarıyla OsmanlI Devleti bünyesinden kopmaları Türk

' Türkocakları Genel Başkanı

111 unsurunu varlığını koruma mecburiyetiyle baş başa bıraktı. Böylece yüzyılın başlarında önceleri edebi ve tarihi bir yöneliş olarak ortaya çıkan Türk milliyetçiliği fikri, kısa zamanda siyasi ve sosyal yapının tanzimini hazırlayan dinamik bir faktör olarak politikanın ana mehveri oldu. Milli mücadelenin zaferle sonuçlandırılmasını takiben yeni Devletin milli ilkeler çerçevesinde kurulmasını tanzim eden Mustafa Kemal Atatürk’ün görüşlerinin kaynağı kesinlikle Türk milliyetçiliğidir, Türkçülüktür. Kurulan devletin adı; Gök Türklerden bu yana ilk defa “Türk” adıyla anılmış “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” denilmiştir. Devleti kuran ulusun adı “Türk Milleti” dili “Türkçe” olarak belirtilmiştir. Cumhuriyetin ilk döneminde hakim olan milli ruh ve heye­ canlarda, uzun ve yıpratıcı savaşlardan, büyük mağlubiyetlerden ve geri çekilmelerden meydana gelen yılgın toplum psikolojisinin yerine, kendine güvenen, başarı azim ve inancına sahip genç kitlelerin yetişmesine büyük çaba gösterilmiştir. Milletleşmek ve çağdaşlaşma bu politikaların iki temel unsurunu teşkil etmiştir. Ancak uygulamalarda meydana gelen çelişkiler insan unsurundaki temel eksiklikler, pozitivist görüşlerin yer yer etkili oluşları gibi saikler, Devletin kurulmasındaki temel felsefenin gerekli kıldığı etkilerin tam olarak sağlanmasını önlemiş, ana hedeflere bir türlü ulaşılamaması sonucunu doğurmuştur. 1938-1950 yılları arasında ise, Devletin kuruluş ilkelerinden büyük sapmaların meydana geldiği, “m illilik” yerine “hummanızm” in hakim olduğu, tarihi köklerimizi artık eski Ege medeniyetlerinde arayan, insanımıza “iyonları” yahut “ lidya’ları” menşe arayan bir zihniyetin etkili görüldüğü dönem yaşanmıştır. Bu dönemde devletin kuruluş felsefesini teşkil eden “Türk Milliyetçiliği” görüşü, resmi cenahlarda mahzurlu telakki edilmiş, bunu savunan Türk aydınları “ ırkçı-turancı” sıfatıyla suçlanarak ezilmek, sindirilmek istenilmişlerdir. Devletin kültür ve eğitim politikalarında çok somut şekilde müşahade edilen bu “hümanist” ve “kadim Yunan’cı” zihniyetin fikri ve siyasi alandaki en tipik örneği 1944 yılında bir grup milliyetçi aydının tutuklanmalarıyla ortaya çıkan uygulamalardır. Biraz da dönemin dış politika konjöktürü, yani 2. Cihan savaşı sonlarında “ Kızıl Ordu” nun Doğu Avrupa’yı istila etmesinin yönetimde meydana getirdiği panik havası, daha sonraki yıllarda Türk Milliyetçilerini hasım güçler tarafından ezme ve sindirme gerekçesi yapılan “ırkçılık-Turancı” lık isnadlarını ideolojik bir saldırı tarzında ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu davalarda savcılığın hazırladığı iddianamelerle, aradan 36 yıl geçtikten sonra 1980 yılında

112 Mamak’ta askeri savcının okuduğu iddianame arasında zihniyet ve üslup paralelliği calıb-i dikkat bir husustur. 1944 davasında sanıklar arasında yer alan Ütgm. Alparslan Türkeş’in 1980 yılında MHP davasının birinci sanığı olarak yargılan­ ması, Türk Milliyetçiliği fikrine karşı husumetini yıllar boyunca hiç eksiltmeden sürdüren bir zihniyetin tavır ve davranışı açısından önemlidir. Genç bir subay olarak Alparslan Türkeş’in bu davada yargılanmış olması O’nun fikir ve görüşlerinin çok genç yaşlarda teşekkül ettiğinin açık göstergesidir. Bu davaların mihverini sanıkların Türk milletine duydukları büyük sevgi başta komünizm olmak üzere milli tehlikelere karşı mücadele azimleri, milletimizin sadece Cumhuriyet hudutlarıyla sınırlı olmayan geniş bir Türklük coğrafyasında yaygın bulunduğu görüşleri, kısacası Türk milliyetçiliği fikir ve felsefesi teşkil etmiştir. Türkeş ve arkadaşları, milletimizi sevmenin, O’nun Anadolu ile sınırlandırılamayacağını söylemenin karşılığı olarak resmi ağızlardan “ ırkçı ve Turancı” olarak ilan edilmiştir. Alparslan Türkeş’in böylece genç yaşlarda teşekkül ettiğini gördüğümüz fikri ve zihni yapısının temelinde çok güçlü bir “tarih şuuru” nun varolduğunu görüyoruz. Tarih şuuru zihni formasyonların teşekkülünü hazırlayan temel faktördür. Çünkü bu, tarih ve kültüre ait ciddi ve metodlu bir mesaiyle okumak, temel kaynakları araştırmak, incelemek anlamına gelir. Tarihi sadece olaylar silsilesi şeklinde okuyan ve olaylar arasında şuurlu müşahadeler, kıyaslamalar yapamayan, tarihi olayları etki ve tepkileriyle irtibatlandıramayan bir kimsenin, tarihi malumatı olsa bile, tarih şuuruna sahip olduğunu söyleyemeyiz. Tarih şuuru genel bilgilerle birlikte kültürün her alanına ait tesbit ve teşhisleri de sağlar. Böylece “ Milli Şuur” dediğiniz millete izafe edilebilen bütün temel unsurlara karşı sevgi, saygı ve bağlılığın, bunları geliştirme, yükseltme amacına ilişkin gayretlerin genel ifadesi demek olan “ Milliyetçilik” kavramının nazım unsuru “tarih şuuru” dur. Tarih şuuru milletin geçmişiyle geleceği arasındaki köprüdür; milletin geçmişinin geleceği bağlanması suretiyle milletin hayatiyetini ve devamlılığını sağlar. 1944 yılında genç bir Türk Subayı olarak yargılanan Alparslan Türkeş, bu davanın sonunda beraat etti. Ancak kendisinin ve arkadaşlarının maruz kaldığı muameleler, muhatap olduğu gayri milli, suçlamalar milletine karşı duyduğu büyük sevginin daha da alevlenmesine, hasım güçlerin tuzak ve tertiplerine karşı daha çok çalışmanın zaruretine inanmasına yol açtı. Bir taraftan askerlik görevini

113 ifa ederken milliyetçi muhitlerle ve dostlarıyla yakından ilgilendi. Mesleği icabı müstear yazmak zorundaydı. Bu dönemde Türk Milliyetçiliği tarihinin unutulmaz dergisi “Orkun” Atsız ve arkadaşları yeniden neşre başlamıştır. Derginin bazı sayılarında “Kazganoğlu” imzasıyla yazan Alparslan Türkeş’in bu yazılarında fikri şahsiyetinin güçlü yanını oluşturan tarih şuurunu çok net şekilde müşahade edebiliriz. Bunlar aynı zamanda bir süre sonra O’nun siyasi çalışmalarında açıklanan görüş ve düşüncelerin de çerçevesini çizerler. Orkun Dergisi’nin 10 Kasım 1950 tarihli sayısında Kazganoğlu (Alparslan Türkeş) şöyle diyor: Türkler ancak gösterdikleri sonsuz müsamahalardan ve lütuflardan sonra gördükleri sistemli düşmanlık ve hıyanetlere karşı bir reaksiyon göstermek zorunda kalmışlardır. Türkçülük ve Türk Milliyetçiliği Yunan, Bulgar, Sırp, Ermeni, Arnavut, Arap ve diğer unsurların milliyetçilik ve ayrılık duygularının tesiri altında bir nefis koruması gayesi ile meydana girmiş ve hiçbir zaman haksız ve tecavüzkar olmamıştır. Türkçülük Türk Milletinin ilim, sanat, ziraat, iktisat, kültür ve diğer her alanda milli gelenek ve milli bünyeye uygun bir şekilde kalkındırılması içte ve dışta her çeşit saldırganlıklara karşı korunarak hür ve müstakil olarak yaşatılmasını hedef tutan bir ülküdür. Türk Birliği ülküsü yeryüzündeki bütün Türklerin bir millet ve bir devlet halinde bir bayrak altında toplanması ülküsüdür. Biz Türk Birliği ülküsünü yine şanlı bir bayrak gibi göklere yükselterek taşıyacağız”. Alparslan Türkeş, her Türk Milliyetçisinin tarihimizi öğrenmesi zaruretinin yanısıra ülkemiz coğrafyasını da bilmesi ve tanıması ihtiyacına inanıyordu. Orkun Dergisinde bu amaçla ve Türkeş’in teşvikleriyle mahalli özellikleri anlatan ve bölgeleri tanıtan sistemli bir yazı serisi başlatılmıştı. Türkeş’in yurdumuzla ilgili tarih ve coğrafya malumatı fevkalede zengindi. Arkadaşlarıyla yaptığı seyahatler esnasında geçilen her güzergah, bulunan her yer hakkında başkalarının çoğunlukla bilmedikleri, ilk defa işittikleri bilgileri çok rahat ve tabii şekilde anlattığını pek çok kimseden dinlemişizdir. Orkun Dergisi’nin 17 Kasım 1950 tarihi sayısında gene Kazganoğlu adıyla yazdığı insanımızı büyük milli hamleye çağırmaktadır: “Türk tarihi okuyarak I8. yüzyıldan 20. yüzyıla doğru

114 yaklaştıkça gönlünü büyük bir yas ve sızı kaplar ruhumu teskin edilmez bir kızgınlık ve hareket ihtiyacı sarar. Her gün saldıran düşmanlar önünde gerilen ordular.. Her gün devrilen kale burçları üzerinde yere devrilen bayraklar... Bırakılan ülkeler... Ve iki yüzyıldan beri durmadan devam eden göçler. Açlıktan, soğuktan, bakımsızlıktan perişan olup giden göçmenler. Her bozgundan sonra bir müddet yas ve onun uyandırdığı tesirle bazı hareketler. Fakat çok geçmeden yine derin bir uyku ve vurdumduymazlık. Devri dönüyor ve nihayet 20. yüzyıla giriliyor. Batıda müthiş bir hareket ve yanş var. Bizde yine durgunluk. ... Kurtuluş yıllarından sonra tekrar bir milli heyecan ve kalkınma hareketleri. Bir müddet sonra tekrar eski durgunluk, unutkanlık ve uyku...... Davran ey Türk oğlu! Davran artık; elde ne harcanacak Rumeli ve Macar ülkeleri, ne Suriye ve Irak, ne Filistin ve Mısır, ne Tunus, Cezayir, ne de Kırım ve Kafkasya kaldı. Elde kalan son vatan parçasıdır! Son Vatan parçası... Bir bozkurt gibi davran, gayrete gel. Çalışmaya koyul. Eski günler yeniden doğsun. Zafer ve şan bayrakları ufuklara doğru yeniden açılsın. Herşeyin üstünde büyük Türkiye... Bizim bahtiyar Türkiye- miz yükselsin.” Daha sonraki yıllarda Alparslan Türkeş’in yazı faaliyetlerine ara vermek zorunda kaldığını görürüz. Yoğun kıta mesaileri, yurt dışı görevler ve kurslar yazacak zaman bırakmıyordu. Ancak ülkenin yönetimiyle ilgili düşünme ve tesbitlerini aksamadan devam ettiği 27 Mayıs 1960’tan sonraki Milli Birlik Komitesi üyeliği döneminde açıkça görülür. Fiili Başbakanlık demek olan Başbakanlık Müsteşarlığı görevini hiç yadırgamadan ifa etmiş, komitedeki arkadaşlarının pek çoğunun hayretini mucip yeni ve orjinal teklifleriyle yönetimin nazımı haline gelmiştir. Ancak iktidardan uzak kalmanın korku ve paniği içindeki CHP’nin, bazı komite üyeleriyle birlikte hazırladıkları tertip sonucu 13 Kasım 1960 tarihinde vuku bulan darbeyle yurt dışına çıkartılınca bu projelerin gelişmesine imkan bırakılmadı. Hindistan’da sürgünde bulunduğu dönemde o sıralarda Gökhan Evliyaoğlu ve Hami Tezkan’ın çıkarmakta oldukları Yeni İstanbul

115 Gazetesi adına kendisiyle röportaj yapmak üzere Yeni Delhi’ye gönderilen Kamil Turan’a anlattığı ülke yönetimine ait teklif ve tasaralırı büyük yankılar uyandırmıştı. Çünkü Türkeş, örneklerine sıkça rastla­ dığımız bazı siyasetçilerimiz gibi, yönetim sorumluluğuna sahip olduktan sonra bu konuları düşünce gündemine alanlardan değildi. Nitekim 1963 yılında Türkiye’ye döndükten sonra CMKP Genel Başkanı sıfatıyla 1965 yılında başladığı yeni siyasi döneminde Partisinin görüşlerini sadece bir siyaset adamı sıfatıyla değil, fikir ve düşünce adamı da olarak ortaya koyabildiği için Türk Milliyetçiliğinin büyük bir hamle yapmasına imkan hazırlamıştır. ' Alparslan Türkeş’in önce CKMP, kısa bir süre sonra MHP adına yürüttüğü siyasi mücadelenin fikir omurgası Türk Milliyetçiliğidir. Bu tarihlere kadar muayyen Derneklerin çatısı altında, sınırlı entelektüel çevrelerde ifadesini bulan Türk Milliyetçiliği fikriyatı, Türkeş’in siyasi hayata girmesiyle birlikte kitleselleşmek, sosyal tabakalara açılmak ve genişlemek imkanını buldu. Türkeş’in fikir ve kültür yapısı çok sağlam tesbitlere dayalı olduğundan partinin siyasi retoriği oportünist siyasi felsefelerin dışında, geleneksel siyasi yapıya “aykırı” bir ses şeklinde tezahür etmiştir. Böylece Türk Milliyetçiliğinin lokalize bir faaliyet olmaktan çıkması, özellikle çeşitli ideolojik tuzaklar karşısında arayış içerisinde bulunan genç kitlelerin milli şuur ve düşünce zemininde buluşmasına imkan hazırlanmıştır. MHP’nin 1920 12 Eylül’üne kadar süren siyasi hayatında tenkit edebilecek yanlar bulunabilir; siyasi görüş ve tekliflerine itirazlar yapılabilir. Ancak bu hareketin zihni yapısına, felsefesine vücut veren temel esaslar üzerinde, yahut milli varlığımız için tehdit ve tehlike olarak nitelendirdiği hasım kuvvetler hakkında yanılmış olduğunu söylemek asla mümkün değildir. En azından meseleleri milli şuur ve vicdan açısından mütalaa edenler için bu hüküm geçerlidir. “Toprak bütünlüğümüzü, devletimizin ve milletimizin bölünmezliğini hedef almış olan hainane faaliyetlere karşı Türk milleti olarak ayağa kalkmalıyız, Türk gençliği için milli vazifenin ilk şartı olarak milliyetçilik ve Türkçülük gelmektedir. Gençlerimizi yeni büyük bir savaş beklemektedir. Bozgunculuğa, tembelliğe, ahlaksızlığa, cehalete, yalancılığa karşı büyük bir savaş... Türklüğü inkar eden, Türk milletinin birliğine ve bütünlüğüne karşı çıkan komünizme, bölgeciliğe, mezhepçiliğe ve diğer her çeşit bölücülüğe karşı amansız bir savaş... '

116 İşte bunun için Milliyetçi Hareketi başlattık (Temel Meseleler s.30). “Milliyetçilik Türk milletini, Türk vatanını, Türk Devletini sevmek bunların iyiliği için ve yükseltilmesi için köklü bir ihtiras ve şuur sahibi olmak demektir”(Temel Meseleler Sayfa. 32). Alparslan Türkeş’in tam ve kamil manada tarihi şuuruna sahip bir Türk Milliyetçisi olarak siyasi hayatımıza getirdiği yeni ve farklı üslup, sadece siyasi muhalifleri için değil milliyetçiliğe fikri ve ideolojik saiklerle hasım olan çevreler nezdinde de büyük tepkiler gördü. Özellikle MHP’nin siyasi alanda güçlenmesi bu husumetin çok daha artmasına yol açtı. Böylece 12 Eylül 1980 yılında askeri müdahale yapıldığı dönemde, ancak Alparslan Türkeş’i bertaraf etmek suretiyle ideolojik amaçlarına ulaşabileceklerine inanan çeşitli komünist ve bölücü fraksiyonlardan meydana gelen bir cephe oluşmuştu.. Bunlar başta Alparslan Türkeş olmak üzere MHP yöneticilerinin, yüzlerce Türk Milliyetçisinin tutuklanmalarını büyük bir sevinçle alkışladılar. Hazırlanan iddianamenin bakış açısının doğrudan doğruya milliyetçi düşünceye karşı girişilen ve kin ve husumetten kaynaklanan görüşlerden mülhem olması tarihimizin en acı safhalarından birini teşkil eder. Bunu Alparslan Türkeş 14 Ekim 1981 tarihli duruşmada iddianameye karşı mahkeme huzurunda verdiği ifadede şöyle belirtmiştir: “Bu iddianame baştan aşağı yalan ve iftiradan ibarettir. Benim bütün hayatım, demeçlerim, konuşmalarım, icraatım bu iddialara baştan aşağı redden ibarettir.

... Türk Milliyetçiliğini suçlama gayretkeşliğinin ciddiyetsiz belgesi olan bu iddianame, taleplerinin ağırlığı konusunda çok hafif kalmakta, ideolojik taassup içinde hazırlandığını ortaya koymaktadır. Türk milliyetçiliğinin “faşizm” olarak nitelenmesi çok üzüntü verici... Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceği bakımın­ dan çok zararlıdır. Devlet ve Millet adına görev ifade eden bir makamda bulunan kişilerin milliyetçilik fikrini suçlamaları, milli birliği sabote edilmek istenen bu ülkenin geleceğinde tahripkar neticeler doğuracaktır. Bundan sonra Türkiye’yi bölmek isteyenler, Cumhuriyet Türkiye’sinin temellerinden birisi olan Türk Milliyet­ çiliğini suçlamak için bu iddianameyi bir vesile imiş gibi kullana­ caklardır.

117

BAŞBUĞ VE GENÇLİK

Atilla KAYA’

GENÇLİK Gençlik bir milletin geleceği demektir. Gençliğe gereken önemi vermeyen, gençliğini iyi yetiştiremeyen milletlerin gelecekleri karanlıktır. Gençliğin sosyal alanda iki önemli fonksiyonu vardır. Bunlardan biri, geleceğin nesilleri olarak nasıl yetiştirilecekleri, diğeri ise sosyal ve siyasal taleplerde mevcut gençliğin nasıl bir rol oynayacağıdır. Bu fonksiyonlardan ilki devletin eğitim sistemiyle yakından alakalıdır. Diğeri ise sosyal ve siyasal hareketlerin gençlik potansiyelini nasıl değerlendirecekleri ile ilgilidir. Bu durum gençlik ve siyaset bağlamında değerlendirilmelidir. Bütün dünyada toplumsal modernleşme gayesi güden kitlevi hareketlerin temel sosyal dinamiği genç nüfusa dayanır. Bunun temel nedeni ise, genç nüfusun niteliklerinden kaynaklanır. Genç insanın belli sosyo-psikolojik özellikleri vardır. Gençlik statükocu değil; değişimci, pragmatist değil; idealist ve en önemlisi de tutucu değil; yenilikçi değerlere ilgi duyar. Bu özelliklerle genç yaşın getirdiği heyecan mücadele azmi birleşince ve bunu da iyi değerlendiren bir siyasi hareketin başarısı kaçınılmaz olur. Dünyadaki bütün değişimci hareketler gençlerden aldıkları güç nispetinde başarılı olabilmişlerdir. Gençlerin bu samimi ve idealist nitelikleri dünyayı kana bulayan emperyalist ve materyalist ideolojiler tarafından da kullanılmıştır. Marksist ideolojinin sosyal yansımaları olan değişik devrimci hareketlerin potansiyel hedef kitlesi her zaman gençlik olmuştur. Rusya’da gerçekleşen kızıl ekim devriminin lokomotif gücü anarşist kitlesiydi. Yine Çin’de Mao devriminin mimarı gençlerdi. Hitler Almanya’sında milliyetçi fikirleri en hararetle savunanlar yine gençlerdi. Orta ve Güney Amerika devrimci gerilla hareketlerinin insan unsurunu yine gençler oluşturmuştur. Dünyada ve Türkiye’de efsaneleştirilen ünlü 68 kuşağı sosyal ve siyasi eylemleri yine gençlerin başrolünü oynadığı hareketler olmuştur. Bu saydığınız olaylardan da anlaşılacağı üzere gençliğin dinamik^ idealist ve devrimci duyguları çoğu zaman materyalist felsefeler tarafından sömürülerek, küresel olarak büyük acıların yaşanması ile sonuçlanan olaylarda kullanılmıştır.

' Ülkü Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Başkanı

119 Ülkücü gençliğin efsanevi lideri Başbuğ Türkeş’e göre gençlik birkaç açıdan ele alınmalıdır. Bunlar; eğitim açısından, kültür açısından beden ve ruh terbiyesi açısından ve en önemlisi siyaset açısından. Siyaset diğer faktörlerin hepsini de kapsadığı için bunun üzerinde durulmalıdır. Siyasi anlamda Gençlik derken bütün Türk gençliğini kastetsek de gerçekte, ancak etkili olabilen, şuurlu ve örgütlü gençliği göz önüne almak gerekmektedir. Özellikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde gençlik siyasete büyük ilgi duyar. Ancak gençliğin bu ilgisi ülkeyi yöneten elitin hiç de hoşuna gitmez. “özellikle geri toplumlarda gençliğin siyaset ile uğraşması gerekip gerekmediği konusu tartışmalıdır. Fakat hemen işaret etmeliyiz ki, gençlik eri bir halkın seçilmemiş temsilcisidir. Bu da demektir ki, seçilmiş temsilciler olan milletvekilleri halk hizmetinde beceriksizliğe, yolsuzluğa, hatta kötülüğe saptılar mı halkın çıkarlarını korumak görevi gençliğe düşer. Bu yüzdendir ki, gençlikle arası iyi olmayan siyasi partilerin halk hizmetinden çok kendi çıkarlarının peşinde olduğu sonucu çıkarılır. Vurgunculuğa niyetli olan yöneticilerin gençliğin çıkışlarından, halkı uyarmak için giriştiği çabalardan hoşlanmayacağı şüphesizdir.”1 Bazı siyasi hareketler ve partiler de gençliği popülist anlayışlarla kendi yanlarına çekerek sadece bir propaganda aracı olarak kullanmaktadır. Bu anlayışa sahip politikacıların istedikleri genç tipi, hiçbir ideolojik ve fikri donanıma sahip olmadan sadece kendilerine çeşitli çıkar ilişkileriyle bağlı lümpen bir gençlik tipidir. Ne yazık ki ülkemizdeki birçok parti bu zihniyete sahiptir. “Yarının yurt yöneticilerini yetiştirmek vatana ve millete yapılan iyiliklerin en büyüğüdür. Toplantı, konferans ve mitinglerde kendilerini alkışlatmak, muhaliflerini de yuhalatmak için etrafına genç toplamaya çalışanlar, gençliği çığırtkan veya satın alınmış propagandist olarak kullanan çarpık kanaatli kimseler vardır. Ve ne acıdır ki, bugüne kadar gençliğin gördüğü muamele bu olmuştur. Kendi gideceği yolu görmeyen körler başkalarına nasıl yol gösterebilirler ki? Kör köre yol gösterir ise ikisi de çukura düşer. Gerçekten bugün gençlik bu durumdadır. Basiretsiz yöneticiler kendileri gibi, bu arada gençliği de çukura düşürmüşlerdir. Mesele, şimdi gençliği kurtarmada, ona gideceği gerçek yolu, Türk ülküsü yolunu göstermektedir. Gençlik Amerikan uşaklığının da, Rus uşaklığnın da aynı kapıya çıkacağını bilmelidir. Türk ülküsü dışında ne olursa olsun hizmet etmek köleliktir.”2

1 Temel Görüşler, sayfa: 96. 2 Temel Görüşler, sayfa: 96-97.

120 Başbuğa göre gençlik; hür düşüncenin ve beşer aklının varlığında yeni bir davranış ve gelişecek toplum yapısının temel güç, enerji ve ümit kaynağıdır. Gençlik, siyasi hedefleri tahakkuk ettirici, yükseltici, ilerleticidir. Biz Türkiye’de, ruh ve beden sağlığı, fikri hür, vicdanı ezilmeyen ve ezmeye hevesli olmayan yüksek bir iradeye sahip, devletin ve milletin geleceğinin sorumluluğunu taşımaya hazırlanan nefsine güvenen bir gençlik istiyoruz. Bu ruh ve şuurla yoğrulacak Türk gençliğini sosyal, kültürel, iktisadi kalkınma davamızın çözümcüleri, milli varlığı olarak kabul ediyoruz. Gençliği geleceğin kuvveti ve müreffeh Türkiye’sinin ana yapısını teşkil eden bir unsur ve yüksek idarecileri olarak görüyoruz. İşte Başbuğ Türkeş bu ilkeleri ve görüşleri paralelinde milyonun üzerinde genç yetiştirerek memleketin hizmetine sunmuştur. Onun bu kutsal ilkeler doğrultusunda yetiştirdiği ya da yetişmesine vesile olduğu binlerce genç, bugün siyasetçi, üst ya da alt düzey bürokrat, iş adamı, gazeteci gibi değişik meslek ya da sosyal alanlarda ülkemize hizmet etmektedirler. Dinimiz, soyumuz, tarihimiz, ahlakımız... Bunlar aynı zamanda manevi olduğu ölçüde, maddi, iktisadi ve askeri güçlerimizin de temel dinamikleridir. Bunları yok ederek, Türkiye’nin kalkınacağını, halkın refah seviyesinin yükseleceğine inanmak materyalist bir fanteziden ibarettir. Ahlaksız, imansız, sanatsız, tarihsiz bir çağdaşlık, bir kalkınma, bir sınai, askeri veya ilmi güç sağlamak mümkün değildir. İşte Başbuğ Türkeş, Ülkücü gençliği, milletin cevherini teşkil eden bu kutsal hazineler üzerine kurulmuştur. Onun için, ruhunu yeniden keşfettiği gençliği de, kendisine bağlamış ve inanmıştır.

KOMÜNİZM VE GENÇLİK Ülkemizde de sol-bölücü örgütler her zaman gençliği hedef seçmiş ve devşirdikleri bir çok idealist genci silahlı propaganda uğruna heba etmişlerdir. Gençliğin başlangıçta var olan saf duygularının yerine materyalist tabuları enjekte ederek adeta beyinlerini yıkamışlardır. Dinin yerine materyalist ideolojiyi, bilimin yerine dogmatik kesin hükümleri, aklın ve mantığın yerine devrimci romantizmi koyan bir gençlik heba oluştur. Başbuğ Alparslan Türkeş bu heba olan gençliği şöyle ifade etmektedir:

121 “Son beş altı yıl içinde ülkemizde çok ciddi ve acıklı olaylar meydana geldi. Komünizme, bölgeciliğe ve bölücülüğe kaymış olan pek çok genç ve okumuş kovuşturmaya uğradı. Silahlı çeteler kurularak partizan savaşlarına girişildi. Memleketimizde misafir bulunan yaban­ cılar taarruza uğradılar, kaçırıldılar katledildiler. Bunların bir kısmı, devlet kuvvetlerine karşı koydukları bir sırada yapılan çarpışma sonunda vurularak öldüler. Gençlerin bir çokları tutuklandı. Bunların tuttukları yolun ne kadar yanlış olduğu ve memleketimiz için zararlı, yıkıcı bulunduğu bellidir. Fakat gençler, yanlış dahi olsa inandıkları bir ülkü uğruna, hayatları dahil her şeylerini feda etmekten çekinmeyecek davranışlar göstermişlerdir. Memleketimiz için bu durum ne büyük acıdır ve Türk milleti için ne büyük bir kayıptır. Niçin Türk milletinin yüzlerce genci ve bir kısım okumuşları vatan için zararlı olan yıkıcı akımlarla ve hareketlerle sürüklenmişlerdir... Niçin memleketimizin bu talihsiz çocukları Türkiye’yi bölgelere göre parçalayarak ayrı ayrı küçük devletler haline sokmak ihanetine saplanmışlardır? Niçin üniversitelerimizde yıllarca okuyup yetişmiş olan bu insanlar, “Ben Türk değilim, Müslüman değlim, Türkiye diye bir varlık tanımıyorum!” şeklinde ifadeler vermişlerdir. Yurdumuzun evlatları olan bu gençler üniversiteye gelmeden önce aile yuvalarında bulundukları zamanlarda, bu kötü ve yanlış fikirlere sapmış değillerdi. Hatta bir çokları gerçek anlamda vatansever ve milliyetçi idi. Bunların millet için kaybolmalarının sebebi memleketimizin bir çok yıllardan beri içine yuvarlandığı fikir ve inanç boşluğudur. İnsanlar inançla, ülküyle yaşarlar, mutlu olurlar ve yükselirler. İnançsız ve ülküsüz bir kimse kendisini boşlukta bulur ve sadece içgüdülerinin tesiri altındaki olaylar için sürüklenir, davranışları ve hayatı tesadüflere bağlı kalır.”3 Türk siyasi hayatında peşinden milyonlarca genç insanı koşturan, onlara milli ülkü, inanç ve yoğun bir milliyetçilik duygusu aşılayan tek lider Başbuğ Türkeş olmuştur. Başbuğ bu gençliğe Türklerin sembolü olan “Bozkurtlarım” diye hitap etmiştir. Ülkücü gençliğin efsanevi lideri olan Başbuğ Türkeş bir konuşmasında bozkurtlarına şöyle seslenmektedir:

3 Temel Görüşler, sayfa: 100.

122 “Genç Bozkurtlarım! Biz Türk Mililyetçisiyiz. Türk milletinin varlığını korumak, yüceltmek ve ebediyete kadar devam ettirmek mücadelesini yapan insanlarız. Bu ana ilkemizdir. Türk için, “Türk’üm” diyen herkes için ana kanun budur. Her fikir her davranış buna uymaya, bunu gerçekleş­ tirmeye mecburdur. Arkadaşlar, Milliyetçi fikirleri, bütün Türk milletine, Türk gençlerine yayacaksınız. Size bir alev veriyorum, bununla herkese yolu göstereceksiniz. Elinizdeki bu meşale ile her şeyi değerlendireceksiniz. Bakacaksınız, herhangi bir hareket, söz, fikrimize, Türklüğe uygunsa onu alacaksınız, zarar veriyorsa onu sileceksiniz.”4 Ülkücü gençliğin efsanevi lideri, Başbuğu Alparslan Türkeş 1980 öncesi Ülkücü Gençliğin Türkiye’yi Sovyet peyki yapmak isteyen komünist işbirlikçilerle girdiği mücadeleyi her zaman desteklediğini ve şehit olan her ülkücü evladı için gözyaşı döktüğünü kendi sözlerinden anlamak mümkündür. O Ülkücü Gençliği Türk Milliyetçiliğinin yapıcı gücü “Bozkurtlar” olarak tabir etmiştir. O Ülkücü Gençliğin ateşten çember içinden geçtiği o günleri şöyle anlatmaktadır: “Komünistlerin üniversiteyi ele geçirme planını bozan, memleketin daha büyük felaketlere sürüklenmesini önleyen, bozkurtlar olmuştur. Ölmüşler, iftiraya kurban gitmişler, ama eğilmemişlerdir. Üniversite komünist olmadıysa, bunda, Bozkurtların mücadelesinin rolü büyüktür. Bu uğurda çok şehit verilmiştir. İmamoğlu şah damarından vuruldu, cebinden 35 kuruş çıktı. Doktorlar otopsi için kamını yardıklarında 36 saattir yemek yemediği anlaşılmıştır. Ondan sonra da komünistler ve destekleyicileri “efendim komandolar para yiyor” diye iftira kampanyasına girdiler”® Başbuğ her zaman silahlı mücadele de dahil her türlü şiddet hareketine karşı mücadele etmiştir. Şiddetle ve illegal mücadele metotlarına kesinlikle müsaade etmemiş istenmeyen durumlar karşısında her zaman sükunet ve provakasyonlara karşı duyarlı olmayı tavsiye etmiştir. Başbuğ fikirlerin ve sosyal dinamiklerin şiddet yoluyla bastırılamayacağını her zaman ifade etmiştir. Zararlı akımları doğuran sosyo-ekonomik şartların ortadan kaldırılmasının en doğru ve gerçekçi yol olduğu görüşünü Başbuğun birçok eserinde ve konuşmalarında bulabiliriz. Ancak sosyo-ekonomik şartların iyileştirilmesi devlet

4 Temel Görüşler, sayfa: 45-46 5 Yeni Ufuklara Doğru, sayfa: 55.

123 politikalarıyla alakalı olduğu bir gerçektir. Bu nedenle bu şartların ortadan kalkmasını beklemek ve mücadeleden çekilmek vatanın selameti açısından mümkün değildir. Bu konuda Başbuğ Türkeş’in görüşü nettir: “Hükümetler acz içine düştükleri dönemlerde sizi tahrik edebilirler, sizi dövmek isteyebilirler. Maksatları sizi de orduya karşı gibi göstermek, anarşist göstermektir. “Sola” karşı “Sağ” çıkarmak istiyorlar. Onun için siz onlarla kadronun yetiştirip üniversiteden mezun olmasını istemiyorlar. Onun için siz onlarla çatışmayınız. Bu demek değildir ki, mücadeleden çekiliyoruz. Hayır!... İlimle, ahlakla, çalışmakla mücadeleyi sürdüreceksiniz. Asıl olan da budur. Komünizm bir fikirdir. Fikir kaba kuvvetle bastırılamaz. Bir fikir ancak kendisinden daha güçlü diğer bir fikirle yenilebilir. Onun için bugün sıkıyönetimin tedbirleri komünist-kürtçü tehlikeyi ortadan kaldıramaz. Çünkü onun karşısına daha güçlü bir milli ideoloji çıkarmak esasen görevi de değildir. İşte o çıkarılması gereken ideoloji Dokuz Işık'tır. Onun için, milliyetçi gençler olarak ideolojimizi çok iyi bilmelisiniz. Milliyetçi hareketin kuvveti buradadır. İlk defa milliyetçilik siyasi aksiyon oldu, milletin hayatına girdi. Maddi sıkıntılar çektik, fakat hala ilerliyoruz, her gün biraz daha büyüyoruz.”6 Başbuğun Marksist felsefeye ve komünizme karşı bilinen sert tavrı bir önyargı ve düşmanlık neticesinde oluşmuş değildir. Yani bir felsefe ve fikir olarak komünizme düşmanlık söz konusu değildir. Ancak tabii ki Başbuğ Türkeş materyalist ve beynelmilel ütopyalar peşinde olan bu ideolojiye kesinlikle yakınlık duymamaktadır. Esas sert tavrının nedeni ise, bu ideolojinin Rus yayılmacı doktrininin elinde bir araç olmasıdır. Sovyet Rusya’sı Marksizm’i yayılmacı ve sömürgeci politikasının aracı haline getirerek, bütün Orta Asya ve Kafkasya Türk bölgelerini kolonileştirmiştir. Bir Türk milliyetçisi ve Turancısı olan Başbuğun esas düşmanlığı işte bu emperyalist zihniyetidir. Türkiye’deki bu komünist örgütlenmelerin hemen hepsi Sovyet yanlısı bir politika gütmüşler hatta Sovyet güçleriyle derin işbirliği içine girmişlerdir. Bunu gören Başbuğ Türkeş, Türk gençliğini milli ülküler ve inançlar konusunda bilinçlendirip komünizm tuzağından korumaya çalışmıştır.

e Yeni Ufuklara Doğru, sayfa:57.

124 ÜLKÜCÜ GENÇLİK-BAŞBUĞUN BOZKURTLARI Başbuğ Alparslan Türkeş’in Türk milletine yaptığı en büyük hizmet, “Ülkücü Gençliktir”. Ülkücü gençliğin mimarı ve başöğretmeni Alparslan Türkeş’tir. Birkaç idealist aydınla başladığı siyasi mücade­ lesinde her zaman gençliğe büyük önem vermiş ve neredeyse bütün performansını ülkücü bir nesil yetiştirmeye ayırmıştır. Bu neslin yetişmesindeki gerekliliği şöyle ifade etmektedir: Memleket ve milletlerin bugün ve yarını için umut kaynağı olan gençlik, aynı zamanda, bir devletin devamlılık konusundaki güvenidir. Önemi büyüktür, yücedir. Üzülerek belirtmek gerekir ki, bugüne kadar ülkemizde gençlik konusu bir milli dava olarak ele alınmamış, gençliğe hizmet yolunda bir usul tespit edilmemiştir. Türk gençliği, Türk milletinin geleceğinin birlik ümidi ve kurtuluş kaynağıdır. Bu görüşle gençleri teşkilatlandırmak memleket kalkınmasında başarılı hizmetler yapmaları için hazırlamak ve yetiştirmek gereklidir. Gençliğin ruh ve beden sağlığı büyük ölçüde ihmale uğramıştır. İyilik, doğruluk, güzellik, gerçek ülküsü ve ilmin meydana getirdiği sonuçlar sistemli bir şekilde gençliğe verilmemiş ve gençliğin temel eğitimi görüntüler ve tesadüflere dayandırılmıştır.7 Bu olumsuz tespitlere rağmen Başbuğ gençlikten ümitsiz değildir. Bu umudunu şöyle ifade etmektedir; “Gençlik, yorgun ve yıpranmış yetişkinlerin baskı ve istismarına hedef kabul edilmiştir. Fakat bunlara rağmen eğitimi eksik ve kusurlu olmakla beraber, genç nesillerin formasyonu yaşlı nesillerden ileridir. Yarına güvenimiz de bundan doğmaktadır. Bunu mutluluk sayarız.”8 Türk gençliği Başbuğun bu umudunu ve iyimserliğini boşa çıkarmamış ve yüz binlerce genç Ülkü Ocaklarında teşkilatlanarak Başbuğun gösterdiği büyük ve kutlu hedefe doğru yürüyüşe geçmiştir. “Memnuniyetle ifade edelim ki, vatanını savunan gençler, Türk milliyetçiliği ülküsüne bağlı oldukları için, ne emperyalizme alet olmuşlar, ne de Türklüğün son bağımsız, biricik devletine baş kaldırmış­ lardır. Milliyetçi Türk gençliğinin emperyalizmin öncüsü yabancı ideolojilere karşı, geçmiş yıllarda gösterdiği yüksek uyanıklık ve yaptığı feragatli mücadele her türlü takdirin üzerindedir. Onların fedakar çalışmaları sayesindedir ki, Türkiye uçurumun kenarından kurtarılmıştır.

7 Yeni Ufuklara Doğru, sayfa: 58. 8 Temel Görüşler, sayfa: 103.

125 Türk milletine hizmet yolunda milliyetçi Türk gençliği, emperyalizmin uşakları olan komünist çeteciler tarafından haince suikastlere uğramış­ lar ve şehitler vermişlerdir. Ömürlerinin baharında gözlerini dünyaya kapayan bu genç kahramanların aziz hatıralarını rahmetle anarak, kendilerine minnet ve şükranlarımızı sunarım. Milliyetçi Türk gençlerini yakından tanımış olmanın vermiş olduğu bir güvenle söyleyebilirim ki, onlar milletimizin her çeşit güvenine ve teveccühüne layıktırlar. Onlardaki uyanıklığı, yüksek vazife duygu­ sunu, yüksek ahlakı gördükçe, milletimizin yarınına derin bir inançla bakmaktayız.”9 . Bir gül bahçesine girer gibi toprağın kara bağrına giren; Ruhi Kılıçkıran, Yusuf İmamoğlu, Dursun Önkuzu, Süleyman Özmen gibi komünist kurşunlarıyla şehit olan binlerce Bozkurt, Başbuğun sözünü ettiği o gençliktir işte. Başbuğ sadece bir nesil yetiştirmedi. O, 1944’lerden başlayarak son nefesini verene kadar değişik kuşaklarda yüz binlerce genç yetiştirdi. O kuşaklar arası bir köprü vazifesi yaparak gençliği geçmişiyle ve yarınıyla barıştırdı. Türk gençliğinin, tarihiyle, soyuyla ve diniyle gurur duymasını kısaca gençlikte Türklük şuurunun canlanmasına neden olmuştur. Başbuğun görmek istediği ülkücü genç profilini şöyle tasvir edebiliriz; bir bozkurt, bir ülkücü, her hareketi, davranışı, oturması, kalkması, konuşması ile Türk milliyetçiliğinin, Dokuz Işık’ın propagan­ dacısıdır. Bir ülkücü genç, çağın değişen ve gelişen değerlerinden istifade etmeli ve kendini sürekli yenilemelidir. Başbuğ ilerleyen yaşına rağmen sürekli yeni gelişmeleri takip etmiş ve ülkücü gençliği, Bozkurtlarını bu gelişmelerden haberdar etmiştir. Henüz popüler hale gelmeden, birçok aydının bile kavrayamadığı "bilgi toplumu” kavramını Türkiye’de ilk kez Başbuğ gündeme getirmiştir. Ülkücü gençliğe yönelik yaptığı birçok konuşmada “bilgi toplumu” gerçeğini vurgulamış ve gençliğin bu yeni değerlere uygun bir şekilde teçhizatlanmasını istemiştir. Ülkücü Türk gençliği Başbuğunun işaret ettiği gibi çağın modem değerleriyle, geleneksel değerlerimizin sentezini yaparak Türk milliyetçiliği davasını en yüksek değerlere ulaştıracaklardır. Birçok lider gelip geçmiştir. Fakat milyonların gönlünde, sevgi, ahlak, milliyetçilik aşkı bırakan, bunu nesillerden nesillere sürdürecek olan “Başbuğ” yalnız Alparslan Türkeş’tir. Rahmete kavuşan Alperen

9 Temel Görüşler, sayfa: 103.

126 Başbuğumuzun, dipdiri ruhunun eseri, Ülkücü gençliktir. Mithat Cemal, Mehmet Akif’in mezarı başında söylenen İstiklal marşını kast ederek; “Kendi eseri ile toprağa gömülen ilk ölü” demiştir. Başbuğ da öyledir: Anıt mezarına konulurken, “kendi eliyle yetiştirdiği milyonlarca gencin duaları, tekbirleriyle defnedildi" denilecektir. O Ülkücü Türk gençliği için örnek bir milliyetçi yol gösterici ve ideal adamıydı. Kısaca O Ülkücü Türk gençliğinin efsanevi lideri Başbuğ Alparslan Türkeş’tir. Onun Ülkücü gençliğe söylediği şu sözlerini hiçbir Ülkücü hatırından çıkarmamalıdır: “Gençler, hepiniz birer Türk bayrağısınız. Bayrağı lekelemeyin, kirletmeyin, yere düşürmeyin!...”

127

"SANAT ÜLKÜLERİN KANADIDIR"

Ensar KILIÇ*

Bir toplum içinde yaşayan aynı devrin insanları aynı ruhu taşımıyorlarsa, orda millet diye bir varlık yoktur veya varsa bile tehlikededir. Kültür ve sanatın önemi milli birlik ruhunun yaratılmasında ve yaşatılmasında aynı devrin insanlarının aynı ruhu taşımaya mecbur etmesindendir. İnsanlardaki mizaç ve karakterin, millet bakımından karşılığı kültürdür. Kültür bir miletin karakteridir ve bu bakımdan da millidir. Nasıl bir insandaki karakter, onun bütün iç benliğinin bir tezahürü ise bunun gibi bir milletin kültür ve sanatı da bütün müesse- selerinin bir meyvesi ve ürünüdür. Bazen aynı devrin insanları aynı ruhu taşımaları bütün müesseselerinin milli kültür ve sanatı ile aynı ahengi taşıması ile mümkündür. Türkiye'nin kalkınması herşeyden önce bir milli kültür ve sanatındaki uyanıklığa bağlıdır. Milli kültürün korunması ve yayılmasını ve yaratılmasını üzerine almış olan aydınların ve sanatçıların Türk toplumunu rüyasından uyandırmaları, ona öz benliğini hatırlatmaları çok kutsal bir hizmet ve görevdir. Türkiye'de yaşayan insanların, mutluluk­ larının çözülmez bir birlik ruhu içinde birbirleriyle kaynaştırılıp yoğrulması, kültür ve sanatla gerçekleştirilebilir. Bunun için de kültür ve sanat yaratıcılarına düşen görev büyüktür. Sanatçılar, milli kültürü korumakla toplumsal orkestraya ahenk ve renk vererek müesseselerin aynı ruhu taşımalarına katkı sağlayacaklardır. Bu düşünce ve amaçlarını gerçekleştirmek için, güzel sanatları halk hizmetine yönlen­ dirilmesi ve milli fikir hareketlerinin yaratılması gerekir. Romanımızla, şiirimizle, mimarimizle, tiyatro ve sinemamızla tek bir ülküyü, Türk ülküsünü terennüm etmeliyiz. "Biz bize benzeriz" diye milli kültürün önemini belirten atalarımıza, layık olabilmek için başka­ larına benzememek zorundayız. Taklitçiliği bırakmak zorundayız. Türk halkı ve sanatçısı arasındaki fikir ve duygu ahenksizliği sosyal yaşantımızda telafisi güç yaralar açmıştır. Bu durumdan ve meydana getirdiği buhrandan kurtulmak için ciddi bir milli sanat eğitimi reformu gerektirmektedir.

Devlet Tiyatrosu Sanatçısı

129 Bu düşünceler büyük devlet ve dava adamı Sayın Alparslan TÜRKEŞ'in 1976 yılında yazarları ve sanatçıları kabulünde yaptığı konuşmalardan aklımda kalan bazı notlardır. Bu düşüncelerini hayata geçirmek için TBMM'de, büyük mücadeleler vererek İstanbul Türk Musikisi Konservatuarımın kurul­ masını, bölge tiyatroları kanununun çıkarılması, sanatçıların sosyal haklarını elde etmeleri için iki kanun çıkmasını sağlayan Sayın Türkeş "İyi yetişmiş bir sanatçı, ülkemizin tanıtılması için bir kaç üniversite kadar kıymetli olduğunu" vurgulamıştır. 1973 yılında yaptığı konuşmalarında tiyatro bir millet okulu olarak devletten yardım görecek, il tiyatroları, seyyar tiyatrolar, bölge tiyatroları süratle temin edilecek ve böylece kültür hizmetine girmesi sağlanacaktır... Sinema ve tiyatromuz millet hayatındaki gerçek değerini teknik, estetik ve fikir şahsiyetine ancak bu temel anlayış bağlılığı ile kavuşabilir. Bu bakımdan "Sanat millet içindir" düsturunu kabul eder. Kendi faaliyet alanı içinde ülkücülük, ahlâkçılık, eğiticilik, öğreticilik, dinlendiricilik, uyarıcılık, yol göstericilik, araştırıcılık ve birleştiricilik ilkelerini benimser. Sinema ve tiyatromuz milli bünyemize uymayan bütün düşünce ve davranışlara kesin tavır takınmalıdır. Milletimizin maddi ve manevi kültürünü korumaya ve yapısını dengelemeye çalışmalıdır. Fikir ve ruh bakımından sağlıklı bir toplum amacına yönelmelidir. Devlet bu hususları gerçekleştirmek için güzel sanatların felsefesini estetik ve tekniğini, kadrosunu ve ekonomisini ve sanatçının sosyal haklarını korumak ve güçlendirmek, geliştirmek amacı ile gerekli maddi ve manevi imkanlarını hazırlamalıdır. Sanat ve sanatçıya yüce bir değer verilmelidir. Çünkü Türk kültürünün gelişip yayılmasnı sağlamak, gençliğin milli kültür değerlerimize sahip bir şekilde yetiştirme görevleri sanat ve sanatçıya düşmektedir. Bu düşünceleri savunan ve sorumluluklarını gösteren başka bir belgede 1979'da büyük devlet ve dava adamı Sayın Türkeş şöyle özetliyor: Devlet tiyatroları Anadolu'da teşkilatlandırılacaktır demiştik; bugün onbir ili içine alan "Bölge tiyatrolarım" çalışmalarımız sonucu kurduk. Yavruvatan Kıbrıs'ı da bu çalışmalar içine aldık. Vatandaşlarımızın yurt dışında toplu bulundukları ülkeler yeni hedeflerimizdendir. Tiyatro, opera, bale ve güzel sanatların tümü millet okulu olarak devletten yardım görecek demiştik. Bölge tiyatroları bu hizmeti götürecek okul niteliği hazırladığımız iç tüzükle teminat altına aldık. Güzel sanatlar ve Devlet Tiyatroları her yönüyle yeniden ele alınacak. Milli Türk Tiyatrosu telif eserleriyle, konserleriyle, sanatçısıyla, Türk milletinin hizmetinde olacaktır.

130 Tanzimattan beri milletimizin rızası ve hür iradesine aykırı olarak, milli benliğini kaybetmiş taklitçi bir avuç aydın ve sanatçının baskı ve emir vakileriyle yürütülmeye çalışılan "Güdümlü bir kültür ve sanat değişim programı"nın yozlaştırıcı ve yabancılaştırdı tahribatı sonucu insanımız inançlarına ters düşen bir kültür ve sanat muhitine ve yaşam tarzına itilme tehlikesi ile karşı karşıya bırakılmıştır. Böylece kokuşmuş bir kültür ve sanat, bazı aydınlarımızın ve sanatçılarımızın ilim ışığı altında gerçekçi tenkitlerine rağmen çağdaş yaşam seviyesi olarak takdim edilmek istenmektedir. Bu kültür ve sanat sömürüsünün arkasından gelen siyasi ve ekonomik sömürünün de toplum hayatımızı sarstığı görülmektedir. Milli bünye, kendine ters gelen her çeşit yapılaşmaya devamlı tepki göstermekte ise de karar ve uygulama mevkiinde olanlar bu tepkiye aldırış etmemektedirler. Sanat ve kültür kuruluşlarımızın program ve politikalarındaki yanlışlar bu gidişe hız kazandırmış, toplumda sarılması güç yaralar açmıştır. Bugüne kadar sanat ve kültür faaliyetlerinin neticesi sonucunda Türk insanı fikirsiz, inançsız, milli ülkü ve hedeflerden yoksun bırakılmış, birçok gencimiz yabancı ideolojilerin ağına düşürülmüş, yozlaşmaya, yabancılaşmaya, sefalete, uyuşturucuya ve şiddete mahkum edilmiştir. Bugün kendine güvensizlik olarak ortaya çıkan bu şahsiyet zaafı giderek yabancı hayranlığına dönüşmüştür. Kültür ve sanatın herbir unsuru tarihin içinden günümüze ulaşan yazılı ve yazısız hukuku ile gerek fert, gerekse toplum planında inanış, düşünüş ve davranış şekilleri, maddi ve manevi unsurları ile hususi bir yapı tezahür ettiren bir hayat tarzı demektir. Tarihten getirdiği kültür, estetik, sanat değerleri yozlaştırılan bir millete yürütülecek bir düşmanlık kolaylık kazanmış demektir. Aksine bu müşterek tarihi değerleri korumayı bilmiş, başarmış bir milletin ise bu düşmanlara karşı direnci çok daha güçlü olacaktır. Hiç şüphesiz milli kültür ve sanatımızın başka kültürlerle etkileşmesi sonucu birçok şey vermekte ve almaktadır. Farklı kültürler karşısında özellikle yeni yetişen nesillerin kültür şokuna uğramasına ve kimlik bunalımı saplanmasına mani olucu, kaliteli, sanat değeri yüksek, ihtiyaca cevap verecek eserler ortaya konmasına yönelik milli kültür değerlerinin millete aşılanmasını sağlayacak gayret ve faaliyetlerin çoğalması gerekmektedir. Milli kültür değerlerimizin yıpratıl- ması sonucunu doğuran, kültürel değerler kargaşasına sebebiyet veren, kültür ve sanat hayatımız ile ilgili milli mutabakatları bozan kayıtsızları ortadan kaldırmak, milli şuur ve milli menfaatlere bağlılığı dondurucu, mücerret bir insanlık parolası ile kültürel, sanatsal ve ekonomik istismara yol açıcı, tavizci, neme lazımcı, beynelminelci ve bağımlı hümanist kültür anlayışını ortadan kaldırıp, milli kültürümüzün yerleşim

131 birimlerinin en ücra köşelerinde kalan güzelliklerini ortaya çıkararak, koruyarak, geliştirerek, öncelikle ele alarak, tüm dünyaya aktararak milli kültürümüzün temel eserleri rutubetli, tozlu bodrumlarda çürümesi, yok olması önlenerek bu eserler bugünkü yazı ve konuşma dilinde toplumumuza kazandırılarak akraba cumhuriyetler vasıtası ile tüm insanlığa kazandırmak milli kültür ve sanatımıza yapılacak en büyük hizmet olacaktır. Günümüzde milletler mücadelesi bütün şiddetiyle devam etmektedir. Mevzi lokal savaşların sürdüğü bölgeler dışında, bütün dünya sathı yeni bir savaş tarzı yaşamaktadır. Kültür, sanat, propa­ ganda ve ekonomi savaşı. Fikir sistemleri ve ideolojiler harbi. Bütün dünyanın topyekün yaşamakta olduğu bu harp dağlarda, ovalarda ve siperlerde verilmiyor. Yeni savaşın alanları caddeler, meydanlar, okullar, fabrikalar, sahneler, perdeler, galeriler ve ekranlar... Top, tüfek ve tabanca ikinci plana itilmiş. Yeni harbin silahlan gazeteler, kitaplar, televizyonlar, sinemalar ve her türlü sanat dallarıdır. Hedef düşman ülkesini fethedip bayrağı oraya dikmek değil, düşman ülkelerindeki beyinleri ele geçirmektir. Bu yolla süper güçler ABD, AB ve Çin sıcak harbin en küçük rizikosunu yaşamadan ve tek vatandaşının burnunu kanatmadan tesir alanını genişletmeye çalışmaktadır. Bu yeni işgal tehlike olmaktan başka eskisinden daha tesirlidir. Kuvvet zoruyla işgal edilmiş bir vatan o topraklardaki milletin içinde her an dipdiri kalan istiklal ateşi sayesinde bir gün kurtulabilir. Fakat beyinleri işgal edilmiş milletlerin tutsaklıkları ebedidir. Sanat ve sanatçı "Vuruşmanın merkezine" cemiyetin bütün kesimlerinden daha yakındır. Çünkü sanat yeni harbin ağır silahlarından biri haline sokulmak istenmektedir. Sanatçı neo emperyalizmin paralı askeri seviyesine düşürülmeye çalışılmaktadır. Sanat önce şahsi özelliklerde kabiliyetlerde belirir. Ancak kaynağı belli bir kültür çevresidir. Sanat yalnızca ferdi özelliklere bağlanamaz. Önce mahalli olarak fertler bazında sahnelenen sanat ülke çapında sosyal kabul görürse milli sanatın bir parçası olur. Milli niteliğini koruyarak diğer sanatlarla kültür alışverişine girebilir. Böylece evrensel olur. Her sanat dalındaki başarı diğer milletlerdeki sanat anlayışından ayırt edici özellikler taşır. Ama sanatçı bir millete mensuptur. Kendisi yaptığının şuurunda olsa da olmasa da sanat millidir. Bu hüküm taklitçiler için doğru değildir. Taklitçinin eseri milli olmadığı gibi şahsi de değildir. Sanat millet içindir. Milleti millet yapan değerlerin üreticisi olarak sanatçının Türk Milliyetçiliği fikir sistemindeki yeri önemlidir. Ülkemizi tanıtmak için iyi yetişmiş bir sanatçı ve ürettiği bir eser birkaç üniversite

132 kadar kıymetlidir. Sanatçının iyi bir üretim yapabilmesi için maddi sıkıntıları olmamalı, yalnızca sanatın düşünmelidir. Çünkü sanat ese­ rinin ortaya konuluşu tek başına insan tahammülünün hudutlarını zorlayan bir çabadır. Bu nedenle kabiliyetlerin bulunması için yurt çapında ve toplumun her kesiminde çalışan bir teşkilat olmalıdır. Türkiye'nin heryerinde güzel sanatlar liseleri kurulmalıdır. Yetişmiş sanatçının araştırıcı kabiliyetinin geliştirilmesi ve özendirici teşvikler, sanat doruklarının aynı kalite ve sayıda eser vermesi için maddi ve manevi ortamın iyi hazırlanması gerekmektedir. Bu konuda Sayın Türkeş'in düşüncelerine bakacak olursak, "Sanatın bütün dallarında, telif haklarına hürmet edilmesi kanuni mecburiyet olmalı. Telif haklarında vergi muafiyeti, geçim endeksine göre kendiliğinden ayarlanır hale getirilmelidir. Özel sanat teşebbüs­ lerinde bilhassa özel tiyatro ve güzel sanatların tümünde ve sinemada kredi, vergi muafiyeti, belediye rusum muafiyeti sağlanmalı. Sanatçıyı her devirde, her yaşında koruma ve layık olduğu seviyede yaşamını sağlamak, sosyal güvencesini temin etmek bir devlet görevi olmalıdır." Bunun için 1979 ve 1993 yıllarında Sayın Türkeş'in teklifleriyle sinema ve tüm güzel sanatlarda çalışmalar TBMM'de kabul edilen bir kanunla çalıştıkları süreyi belgeleyenler sosyal güvenceye kavuş­ muşlardır. Devlet, sinema ve stüdyoları kurmalı, sinema salonlarını korumalı sinema sanatının milletimize yaptığı hizmet ve fayda gözönünde tutularak devletten yardım görmelidir. Devlet tiyatroları ve özel tiyatrolar her yönüyle ele alınarak milli Türk tiyatrosu telif eserleriyle, sanatçısıyla, sahnesiyle Türk milletinin emrinde olmalı. Sanatçıların eğitildiği kurumlar ile sanat kuruluşları arasındaki tezatlar . ortadan kaldırılmalı, büyük merkezlerde kültür siteleri kurularak halkın ve sanatın hizmetine açılmalı. Sanatın zirvelerini içinde toplayarak ödüllendirme ve teşvik kararlarında otorite görevi üstlenecek bir Türk sanat akademisinin acilen kurulması ve klasik Türk musikisi ve halk müziğinin kendi değerleri içinde geliştirilerek Türk musikisi konser­ vatuarı daha geniş imkanlara kavuşturulmalı, resim ve heykel için gerekli galeriler faaliyete geçirilmelidir. Güzel sanatlar Türk cumhuri­ yetleri arasında dilde, fikirde, işte birliğin köprüsü olmalı, Türk kültürünü tüm dünyaya tanıtmakta öncülük etmelidir. Milletler arası sanat temasları, sanatımızın yurt dışında tanıtılması tesadüflere bırakılmamalıdır. Bir devlet görevi olmalıdır. Dün mimarisi, şiiri, seramiği, geleneksel tiyatrosu, oyması, işlemesi ile en büyük olan Türk sanatı ve sanatçısı layık olduğu mevkiye getirilmesi için

133 her türlü tedbir alınmalıdır. Çünkü sanata hizmet Türk milleti ve milliyetçiliğe hizmettir. Bu engin görüş ve düşünceleriyle Türk sanatçısının saygı duyduğu Büyük Devlet ve Dava Adamı Sayın Alparslan TÜRKEŞ ebediyete kadar Türk sanatçısının gönlünde yaşayacaktır. Çünkü sanatçıların sosyal haklarını alabilmeleri için kanunlar çıkaran, tiyatro sanatının yaygınlaşması için, bölge tiyatrolarının kurulması için büyük uğraş veren her türlü resim sergisini sempatik tavırları ve gür sesiyle açan, Türk musikisi konservatuarının açılması için büyük çaba gösteren, her türlü sanat faaliyet davetlerinde hazır bulunan ve engin düşüncelerini aktaran devlet adamlarına sanatçıların çok ihtiyacı vardır. 1995 yılında Küçük Tiyatro'daki parlamenterler galasında Sayın Türkeş'in devlet tiyatroları protokol defterinde seyrettiği oyunla ilgili şu satırları yer almıştır. "Bu akşam Sayın Orhan ASENA'nın "Candan Can Koparmak" adlı eserini sanatçılarımız başarıyla oynadılar. Devletimiz ve milletimiz için, vatan bütünlüğümüz için büyük Atatürk'ün işaret ettikleri gibi gerekirse canımızdan can koparmaktan asla çekinmeyiz. Küçük Tiyatro'muzun değerli sanatçılarını kutlarım. Sevgi ve saygılarımla."

Alparslan TÜRKEŞ MHP Genel Başkanı

Bu kadar sanatı ve sanatçıyı seven ve onlara gereken ilgiyi gösteren Sayın Alparslan TÜRKEŞ beye 1995 yılında Devlet Konservatuarımın kuruluşunun 59. Yılı nedeniyle Türk sanatına ve sanatçısına hizmet ödülü ve şükran plaketi Devlet Konservatuarı Mezunları Dayanışma Derneği tarafından bir törenle kendilerine takdim edilmiştir. Bu ideallerin ve düşüncelerinle seni çok özleyeceğiz. Sanata hizmetinizden dolayı kalbimizde yaşıyorsun.

134 KAYNAKLAR

1. TBMM ve Siyasi Parti Belgelerinde Tiyatro, Mustafa Nuri Güler 2. MHP Programı, Milli Kütüphane 1973 AD 5109 3. MHP Sanat ve Sanatçı 2, 1977 Milli Kütüphane 1979 AD 491 4. MÇP Programı, 1986 Milli Kütüphane AD 4008 5. İç Drama DT Aylık Bülteni 1995 Sayı 2

6 . Temel Görüşler, Alparslan TÜRKEŞ

135

MİLLİYETÇİLİĞİ HALKA MAL EDEN ADAM: ALPARSLAN TÜRKEŞ

Bayram KODAMAN*

Giriş: Milliyetçilik akımını, liberal felsefenin öngördüğü temel ilkelerin bir uzantısı veya onların farklı bir biçimde yorumlanmış şekli olarak değerlendirmek mümkündür. Zira, liberalizm kendi teorik sistemini oluştururken hemen hemen her alanda (siyasi, hukuki, iktisadi, içtimai vs.) ferdi (bireyi-insan) temel birim olarak görmüş, ferdi merkez almış ve her şeyi ferdin etrafında ve ferde göre şekillendirmeye çalışmıştır. Kısaca liberal düşüncede fert, ferdi hürriyetler, fertlerin eşitliği esas alınmış ve bunlar vazgeçilmez kavramlar olarak kabul edilmiştir. Bu itibarla liberalizm ferdiyetçidir, hürriyetçidir, eşitlikçidir. Bu vasıflarıyla liberalizm ferdi toplum içinde, devlet karşısında hür ve müstakil hareket edebilen, düşünebilen, konuşabilen, üretebilen bir varlık konumuna getirmek istemiştir. Bu konumdaki ferdin yaratıcı olabileceğini, medeniyete-gelişmeye-evrime katkıda bulunabileceğini kabul etmiştir. Kısaca Liberalizmin dünya görüşü fert için en iyi, en doğru, en uygun kararı yine ferdin kendisi verebilir. Yeter ki fert hür olsun, kültürlü olsun, eşit olsun, önündeki engeller kaldırılsın. Bazı düşünürler, Liberal düşüncenin toplum içinde birey, devlet içinde vatandaş olan ferdi (insan), ferdi hürriyetleri ve ferdin eşitliği fikrinden hareketle ve onu ters-yüz ederek uluslararası veya devletler­ arası ilişkilerde, dünya siyasetinde ve düzeninde yeni bir sistem tasarlamışlardır. Bu yeni dünya düzeninde ve hayat tarzında, ferdin yerini millet, ferdiyetçiliğin yerini milliyetçilik, ferdi hürriyetlerin yerini milletin hürriyeti (milli istiklal), fertlerin eşitliğinin yerini ise milletlerin eşitliği almıştır. Buna göre dünyanın siyasi, kültürel, iktisadi yapılan­ masında “millet” olgusunun esas alınması ve her şeyin milletin etrafında ve millete göre düzenlemesi gerektiği kabul ediliyordu. Böylece, millet- devlet anlayışı başka bir ifade ile her millete bir devlet veyahut her devlete bir millet anlayışı ön plana çıkmış ve kabul görmüştür. Bunun

Prof. Dr.

137 neticesi Avrupa’da ve dünyada milliyetçilik çağı, milletler çağı, milli devletler çağı başlamıştır. Tarihi süreç içerisinde ortaya çıkan ve ferdin, aşiretin, kavmin ötesinde ve üstünde kabul edilen millet olgusunun esas alınması, merkeze konulması ve nirengi noktası yapılması üzerine millet nedir, milletin vasıfları, milleti meydana getiren unsurlar ve milletin imkanları nelerdir sorularına cevap aranmaya başlanmıştır. Bu arayış içine giren düşünürler ve filozoflar, iki kaynağa müracaat ettiler. Romantik düşünürler milleti, mazide ve tarihte tarif etme gayretine girdiler. Bunların başında Herder (1744-1803) gelir. Böylece milli romantizm akımı doğdu. Bu akım, maziyi çekici, gizemli bulmak ve onu özlemek şeklinde tezahür etti. Bu arzu tarihi milliyetçilik şekline dönüştü. Böylece milletin dili, tarihi, kültürü, coğrafyası, folkloru araştırılmaya, milletlerin ayırıcı vasıfları ortaya konulmaya başlandı. Bu akım, her milletin kendi kimliğini tarihte bulma, tarihte tarif etme ve halde güçlendirme arzusunu tahrik etti. Neticede millete, milli tarihe, duygusal bağlılığı, hayranlığı, özlemi artırdı ve milli şuurun oluşmasına katkıda bulundu. Bu akım, tamamen milli unsurlar üzerinde durmuştur. Aynı zamanda tarih, edebiyat, dil, folklor alanlarında büyük ve ciddi ilmi araştırmalara da imkan vermiştir. Bu tür bir anlayış, tarihi ve muhafazakar milliyetçilik olarak tanımlanmıştır. Milliyetçiliğin ikinci kaynağı ise, liberal felsefedir. Bu kaynağa rasyonalist liberaller müracaat etmiştir. Bunlar millet olgusunu kabul etmekle beraber, milletin mazisi, tarihi, dili, folkloru üzerinde durmamışlar, hatta durmayı reddetmişlerdir. Bunlar daha çok millet hakkı, milli devlet, milli irade, milli hakimiyet, milletlerin kendi kendini yönetme hakkı, milli istiklal, milli birlik, milli ekonomi gibi kavramlar üzerinde durmuşlardır. Bu kavramlar ise milliyetçiliğin evrensel değerlerini ve evrensel yönünü oluşturuyordu. Dolayısıyla her milleti eşit şekilde etkiliyor ve her millete aynı şekilde cazip geliyordu. Zira liberal görüşe sahip olan düşünürler, milli kimliğe, milli şuura, milli güce bu yolla erişilebileceğine inanıyorlardı. Bu tür yaklaşım liberal veya ileri milliyetçilik olarak tarif edilebilir. Şüphesiz gerek tarihi ve muhafazakar milliyetçilik, gerekse liberal veya ilerici milliyetçilik olsun, her ikisi de millet denen varlığın farklı yönleri üzerinde durmuş ve o yönleri açıklamaya gayret etmişlerdir. Bu itibarla, aralarında herhangi bir tezat veya çelişki söz konusu değildir. Aksine birini diğerinin zaruri tamamlayıcı unsuru olarak kabul etmek gerekir. Zira her biri tek başına milliyetçiliği tarif etmeye, açıklamaya, kapsamaya yeterli değildir. Kaldı ki millet; maziyi-hali-

138 istikbali ihtiva eden bütüncül bir kdvramdır. Bu bakımdan milleti, ne sadece maziden, ne sadece halden ve ne de sadece istikbalden ibaret bir varlık olarak algılamak mümkündür. Millet mazi, hal ve istikbal boyutuyla bir anlam kazanır. Daha iyi anlaşılabilmesi için bir örnek vermek gerekirse, milleti, bir meyve ağacına benzetebiliriz. Bilindiği üzere ağaç denince; kök, gövde ve dallarıyla birlikte bir bütün olarak algılarız. Bu üç unsur bir arada olduğu zaman meyve vereceğini veya üretken olacağını düşünürüz. Tek başına kök, hiç bir işe yaramayan bir kütüktür. Sadece gövde kerestedir. Sadece dallar yakılmaya yarayan odundur. Üçü bir arada olursa hayatiyet, mana kazanır ve ağaç olur meyve verir. Bu itibarla milleti de canlı bir varlık olan meyve ağacı gibi ele almak mümkündür. Mazi milletin köküdür. Millet bütün hayatiyetini (suyunu, gıdasını) oradan alır. Hal, milletin gövdesidir, mazi ile istikbal arasında köprü vazifesini görür. İstikbal, milletin geleceğe uzanan dallarıdır. Şayet milletin ağaç gibi meyve vermesini, yani güç kuvvet kazanmasını, üretim yapmasını, bir mana ifade etmesini arzuluyorsak, onu mutlaka mazi-hal-istikbal boyutlarıyla tek bir bütün olarak kavramamız zaruridir. Bu şüphesiz tarihi ve milli şuur işi olduğu kadar da kültür ve eğitim işidir. Şuur ve kültürün yanına sevgi ve duygusal bağ eklendiğinde fert, milletinin mazisiyle, haliyle, istikbaliyle bütünleşerek onun bir parçası olur. Tarihte kendine yer bulamayan ve milletin içinde kendine yer edinemeyen insan, milletin dışında, kendini aşamamış manasız bir canlı olarak kalmaya mahkumdur. Mazi, hal, istikbal boyutu ve bütünlüğü çerçevesinde ele alınan ve dünya düzeni içinde müstakil ve merkezi bir rol yüklenen millet denen canlı varlığın kendini, kimliğini, şahsiyetini bulabilmesi, siyasi, kültürel, iktisadi, içtimai mevcudiyetini sürdürebilmesi ve güçlen- direbilmesi için kendine has bir coğrafyada ve kendine ait siyasi bir organizasyon (devlet) çatısı altında hür iradesiyle, diğer milletlerle eşit haklara sahip bir şekilde yaşaması gerektiği düşüncesine varılmıştır. Böylece millet-devlet birlikteliği yani milli ve üniter devlet gibi çağdaş bir formül bulunmuştur. Dünya düzenine bu şekilde millet-devlet anlayışıyla yeniden bir çeki düzen anlayışı ortaya çıkmıştır. Ancak yeryüzünde her millete ayrı bir vatan, ayrı bir devlet vermek tarihi şartlara uygun değildi. Zira tarihi ve tabii zaruretler neticesinde toplumlar, halklar ve milletler birbirine girmiş ve karışmış vaziyette idi. Hangi milletin, hangi devletin sınırları nerede başlıyor, nerede bitiyor belirsizdi. Dolayısıyla dünyanın karmaşık siyasi yapısı ve beşeri coğrafyası millet-devlet anlayışında ve yeni milli üniter devletlerin teşkilinde büyük problemlerin ortaya

139 çıkmasına yol açmıştır. Bu problemlerin dünya barışını tehdit eder boyutlara kadar vardığı da malumdur. Nitekim etnik, milliyet ve azınlık meselelerinin günümüze kadar geldiği ve hala çözüm beklediği de bir gerçektir. Kısaca ifade etmek gerekirse millet soyut bir kavram veya varlık değil, yaşayan tarihi, içtimai ve tabii bir varlıktır. Bu hali ile sun’i bir oluşumun neticesi değil yine tabii, tarihi ve içtimai bir oluşumun neticesidir. Milliyetçilik ise bu şekilde ortaya çıkan bir millete mensup olma ve onu sevme duygusu yanında, o milletin hür, müstakil, birlik ve beraberlik içinde yaşamasını, kendi kendini yönetmesini ve kendi iradesiyle refahını ve mutluluğunu temin etmesini istemek ve arzu etmektir. Ayrıca aynı haklara başka milletlerin de hakkı olduğunu kabul etmek ve böylece dünya barışının temin edilebileceğini ve dünya medeniyetinin daha iyi ilerleyebileceğine inanmak da milliyetçiliği evrensel ve çağdaş bir değer haline getireceği muhakkaktır. Böylece milliyetçilik, bir yandan milli değerlerin ve milletlerin muhafazasına ve ilerlemesine hizmet ederken öbür yandan dünyada tabii olarak var olan kültürel çeşitliliğin ve medeniyet farklılıklarının yok olmasını önle­ yecektir. Dolayısıyla milliyetçiliğin, dünyada her alanda çeşitliliğin, çokluğun, hatta zıtlıkların ve orjinalliğin muhafazası anlamına geldiği unutulmamalıdır. Bu manada müsbet bir milliyetçilik, insanlığa tekdüze, tek merkezli bir sistem ve hayat tarzının dayatılmasının yegane engelleyicisidir. Nasıl Yeşiller Partisi dünyada doğanın kirletilmesine ve doğal güzelliklerin yok edilmesine karşı ise milliyetçilik de doğal olan milletlerin, milli kültürlerin, dillerin kirletilmesine ve yok edilmesine beşeri ve kültürel ortamların dejenere edilmesine, bozulmasına karşıdır. Küreselleşmeyi, milletlerin, milli kültürlerin, milli özelliklerin yok olması anlamında değil, dünyayı küçülten iletişim araçlarından istifade ederek milletlerin, ülkelerin barış içinde birbirini tanıması, birbirinden istifade etmesi ve yeni sentezlere ulaşılması, bağnazlığın yok edilmesi anlamında algılamak lazımdır. Hiç bir milliyetçilik akımı yani toplumunu seven ve kalkınmasını şiddetle arzu eden hiçbir millet çağdaşlaşmaya karşı olamaz. Zira çağdaşlaşmayan toplumların, yerinde saymaya, geri kalmaya mahkum olduğunu her milliyetçi gayet iyi bilir. Fakat milliyetçi aynı zamanda milli kişiliği, milli vasıfları koruyarak çağdaşlaşmanın bir mana ifade edeceğine inanan kişidir.

140 OsmanlI İmparatorluğu’nda Milliyetçilik Akımı OsmanlI İmparatorluğu’na milliyetçilik akımının girmesine, ıslahat veya çağdaşlaşma hareketlerinin başarısız olması, istenilen neticeyi vermemesi zemin hazırlamıştır. Nitekim 1792’de Nizam-ı Cedit hareketiyle başlayıp 1839 Tanzimat'la devam eden ıslahat hareket­ lerinin OsmanlI’yı güçlendirmediği gözükünce, 1860 yılında ıslahatlara tepki doğmuştur. Bunun sonucu nasıl bir çağdaşlaşma sorusu sorulmaya başlanmıştır. Buna “Batı’ yı taklit etmeyen” ve İslamla telif edilebilen çağdaşlaşma şeklinde bir cevap Namık Kemal’den gelmiştir. Böylece, Tanzimat’ın Vahdet-i Osmaniye’si (Osmanlı Birliği) siyaseti Namık Kemal ile birlikte 1876’dan sonra Vahdet-i İslamiye (İslam Birliği) siyasetine dönüşmüştür. II. Abdülhamit de bu siyaseti benimsemiş ve 33 yıl tatbikata geçirmeye gayret göstermiştir. Osmanlı Devlet adamları bu şekilde Osmanlıcılık ve İslamcılık siyasetini güderken ve ikisinin arasında tereddütler geçirirken bazı Osmanlı aydınları tarihi milliyetçiliğin etkisinde kalarak Türk tarihi üzerinde çalışmaya ve eserler vermeye başladılar. Mesela Ahmet Vefik Paşa, Türkistan Türkleri1 hakkında bilgi veren Ebulgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Türki’sini 1864’ te Türkçe’ ye çevirdi. Ali Suavi ve Süleyman Paşa da Türkler ve Türk tarihi hakkında yeni eserler vererek Ahmet Vefik Paşa’yı takip ettiler. Bu çalışmalar Osmanlı İmparatorluğu’nda edebi ve tarihi alanda Türkçülük şuurunun doğduğunun işaretidir. Nitekim kısa bir müddet sonra Mehmet Emin (Yurdakul) 1897’ de yazdığı bir şiirinde “Ben bir Türküm, dinim cinsim uludur” demesiyle Türklük şuurunun bazı aydınların kafasında teşekkül etmiş olduğunu ispatlamış oluyordu. 1908’de ilan edilen II. Merşutiyet’ ten sonraki olaylar özellikle gayr-i müslim ve gayr-i Türklerin Osmanlı Devleti’ nden ayrılmaları ve ayrılma temayülü göstermelerinden sonra zamanın en güçlü siyasi partisi olan İttihad ve Terakki Fırkası, Türkçülük siyasetini benimsemek zorunda kalmıştır. Böylece edebi, tarihi veya romantik Türkçülük akımının yanında liberal eğilimli bir siyasi Türkçülük yani bütün Türkleri içine alan siyasi bir milliyetçilik akımı doğmuştur. Ancak bu Türkçülük akımına rağmen İttihad ve Terakkinin Osmanlı Birliği ve İslam Birliği fikrinden vazgeçtikleri söylenemez. Vazgeçmeleri de zaten düşünülemez. Zira Osmanlı İmparatorluğu hala ayakta idi ve İslam birliğini temsil eden hilafet hala yaşıyordu. Çağdaşlaşma arzusu da gittikçe artıyordu. O halde Türkçülüğün yanında Osmanlıcılığı,

1 Bu bölümde Ercüment Kuran’ın 29 ve 30 Nisan tarihli Türkeli Gazetesi’nde çıkan “Türkiye’de çağdaşlaşma ve Milliyetçiliğin Gelişmesi” adlı makalesinden istifade edilmiştir.

141 İslamcılığı, çağdaşlaşmayı muhafaza etme zarureti vardı. Nitekim bu zaruret yüzünden Türkçülüğün teorisyeni büyük düşünür Ziya Gökalp Türkleşmek, İslamlaşmak ve Muasırlaşmak ilkelerini ve kavramlarını mecz etmeye ve sistemleştirmeye çalışmıştır. Böyle olmakla birlikte Türkçülüğün de 1912’den sonra fiilen İttihad ve Terakki hükümetinin resmi kültür siyaseti haline geldiğini görüyoruz. Nitekim 1912’de Türk Ocağı’nın teşkili ve Türk Yurdu Dergisi’nin yayın hayatına girmesi ile Türk birliği ve Türk dünyası ile ilgili meselelere ağırlık verilmiştir. Ayrıca Yusuf Akçura, Hüseyinzade Ali ve Ağaoğlu Ahmet Beylerin büyük katkılarıyla Türkçülük yeni bir ivme kazanmış ve ön plana çıkmıştı. Bu arada Batıcılık (çağdaşlaşma) ve İslamcılık akımları da gelişmekte ve kuvvet kazanmaktaydı. 1914’de başlayıp 1918’de sona eren I. Dünya Savaşı (seferberlik dönemi) esnasında Türk aydınları iki acı gerçekle karşılaşınca iki konuda sükut-u hayale uğramıştı. Birincisi Enver Paşa’nın doğu seferiyle başlayan Türk Birliği (Turancılık) fikrini gerçekleştirme hayali 1915’de Sarıkamış felaketiyle, İkincisi Cemal Paşa’nın Kanal harekatıyla başlayan İslam Birliğini tesis etme hayali de Arapların hıyanetiyle oluyordu. Mustafa Kemal bu sınırlandırmayı yaparken realist bir yaklaşımla mevcut imkanlarla varılması gereken hedef arasında müsbet bir denge kurabilmiştir. Nitekim Türkiye Türklerine istiklalini kazan­ dırmakla haklılığını ispat etmiş oluyordu. Böylece istiklalini tamamen kaybetmiş olan Türk milletinin hiç olmazsa en şuurlu kısmı olan Türkiye Türklerinin istiklalini temin etmiş, öte yandan esaret altındaki Türklere ümit ışığı ve örnek olacak müstakil bir Türkiye bırakmıştır. Mustafa Kemal istiklali temin ettikten ve 1923’ te Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduktan sonra Ziya Gökalp’in tarihi-kültürel milliyetçiliği ile Celal Nuri’ nin çağdaşlaşma veya batılılaşmayı esas alan 1789 Fransız İhtilali’nden esinlenen liberal milliyetçiliği kendine düstur edinerek, Türkiye Türklerine has maziyi, hali ve istikbali ihtiva eden bir milliyetçilik anlayışı ile üniter millet-devlet (milli devlet) formülünde karar kılmıştır. Bunun için, Anadolu insanında bir taraftan mensubiyet duygusu yaratarak, onu Türk milletine ve vatandaşlık şuuru vererek çağdaşlaşma yolunu açarak ona yeni bir hüviyet (kimlik) kazandırmak istemiştir. Bu siyaset şüphesiz milletleşmeyi ve çağdaşlaşmayı (akılcılık- ilimcilik) beraberinde getiriyordu. Bununla birlikte 1923-1938 arasında milliyetçilik resmi ideolojinin ve dar biraydın çevresinin akademik ve fikri çalışmaları olarak kalmıştır. Ayrıca tutarlı bir çizgi takip edememiş, zaman zaman zikzaklar çizmiştir. Herşeye rağmen genelde kültüre dayalı bir milliyetçilik anlayışı

142 yerleşmiştir. Bu da Türk kimliğinin ortaya çıkmasına ve kısmen benimsenmesine yardımcı olmuştur. Kısaca bu devirdeki Türkçülüğün, devlete Türk devleti, millete Türk milleti, ülkeye Türkiye adını verebi­ lecek fikri seviyeye ulaştığı açıktır. 1938-1950 yılları arasında milliyetçilik anlayışında önemli bir sapma olmuştur. Türk kültürüne dayalı milliyetçilik anlayışı kısmen terk edilerek, hümanist, hatta sosyalist fikirlerin etkisiyle evrensel kültürel değerlere yönelme başlatılmıştır. Bu sapmaya karşı ise bazı aydın çevrelerinden tepkiler gelmiştir. Bunların başında Alparslan Türkeş’in de dahil olduğu Hüseyin Nihal Atsız’ın önderliğini yaptığı grup gelmektedir. Bundan sonra Türkçülük hareketi değişik şekillerde resmi ideolojinin dışında gelişme seyrini takip etmiştir.

Alparslan Türkeş ve Milliyetçilik Hareketi Alparslan Türkeş’in fikirlerini anlayabilmek ve değerlendirebilmek için onun hayatına ve karakterine bakmak gerekir. Elbette biz burada uzun uzadıya onun biyografisini ve karakterini anlatacak değiliz. Ancak fikirleriyle ilgili bazı ipuçlarını, hayatından ve karakterinden yakalamanın mümkün olduğunu düşünüyoruz. Türkeş hernekadar köken olarak Kayseri’nin Pınarbaşı’nın Yukarı Köşkerli köyünden ise de, kendisi 1917 yılında Kıbrıs’ta (Lefkoşe’de) doğmuştur. Her şeyden önce Türkeş, 1978’den itibaren jngiltere’nin hakimiyeti altında ve sömürgesi olan Kıbrıs’ta Türk, fakat İngiliz vatandaşı olarak dünyaya gelmiş ve 16 yaşına, yani 1933’e kadar çocukluk ve ilk gençlik yıllarını sömürge ve yabancı idaresi altında geçirmiştir. Bu hayatın Türkeş’i derinden etkilemiş olduğu kuvvetle muhtemeldir, hatta muhakkaktır. Bu durumun kendisinde, yabancı bir idare altında yaşayan bütün insanlarda olduğu gibi bir kompleks yarattığı şüphesizdir. Bu kompleksin onda Türklüğe, Türk milletine, Türk kültürüne, Türk tarihine, müstakil Türkiye devletine karşı aşırı bir ilgi uyandırmış olması mümkündür. Bu ilgi zamanla kendisinde müthiş bir milli şuurun tarih ve mensubiyet şuurunun doğmasına vesile teşkil etmiştir. Çünkü İngiliz idaresi altında ikinci sınıf vatandaş gibi yaşarken daha çocuk yaşta iken İngiliz’in farklı, Rum’un farklı ve kendisine farklı gözle bakıldığını müşahade etmiştir. Ayrıca kendisi de İngiliz’in, Rum’un farklı olduğunu görmüştür. Bu itibarla daha çocukken farklı olma veya farklı millete mensup olma şuuru gelişmiştir. İşte onda, Türklük şuurunun ve istiklal şuurunun

143 doğmasında yaşadığı muhitteki farklı sosyal, siyasi ve kültürel faktörlerin önemli rol oynadığı kabul edilebilir. Bu şuur genç Türkeş’i daha Kıbrıs’ta iken romantik Türkçülük’e veya milliyetçiliğe itmiştir. Romantik milliyetçilik insanda uzak olana, gizemli olana, erişilmesi güç olana, bilinmeyene karşı özlem, hasret, keşfetme, erişme, bilme duygularını tahrik ve teşvik eder. Dolayısıyla bu alanı genç Türkeş’teTürklerin mazisine özlem, istikbalini keşfetme, Türk tarihine hayranlık Türk’ü tanıma hissini ve arzusunu uyandırmıştır. Nitekim bu romantik milliyetçi duygular, onu bağımsız Türk devleti ve Atatürk’ün yaratmak istediği modem Türk toplumu içinde yaşamaya ve 1933’te İstanbul’a sevk etmiştir. Görülüyor ki, Türkeş’te Türkiye sevdası ve Atatürk sevgisi daha o tarihlerde mevcuttur. Gerçekten de o tarihlerde bir Kıbrıslı Türk için bağımsız bir Türkiye ve Atatürk çok şeyler ifade ediyordu. Türkeş’in hayatında ikinci önemli hususu onun askeri liseye girerek subaylığı meslek seçmesidir. Nitekim bu tercih onu kurmay subaylığa kadar taşımıştır. Askerliği ve kurmaylığı seçmesi Türkeş’te olan vatanperverlik, disiplin ve otorite anlayışının bir delilidir. Kurmay olması ise mantıklı, gerçekçi, riski göze alabilen cesur bir insan olduğunun işareti sayılmalıdır. Kurmay subaylık her askerde planlı, programlı davranma şuurunu yaratır. Zira kurmay bir subayda başarılı olma, hedefe varma duygusu baskın olmak zorundadır. Paniğe yer yoktur, soğukkanlı ve kararlı davranma durumundadır. Türkeş’in hayatını yönlendiren üçüncü faktör ise A.B.D.’de ve Almanya’da bulunmasıdır. Yurtdışındaki görevler ona bilgisine ve görgüsünü arttırma ve dünya siyasetini yakından tanıma imkanını vermiş, bunun yanında ufkunu da genişletmiştir. Amerika’da askeri eğitimin yanında ekonomi tahsili de yapmış olması Türkeş’i siyasi ve iktisadi yönden Türkiye’nin ve Türk dünyasının meseleleri ile uğraşmaya itmiştir. Böylece kültür ve tarihi milliyetçiliğinin yanında geleceğe yönelik siyasi bir iktisadi milliyetçiliği de şuur haline getirmiştir. Ayrıca 1940-1997 yılına kadar Türkeş’in içinde yaşadığı ve hayatında derin izler bırakan şu olayları da onu daha iyi değerlendirebilmek için hatırlamakta fayda vardır. 1944’te Türkçülük’ten ve Turancılıktan hapishaneye atılmış, tabutluklarda yatırılmıştır. Sonun­ da beraat etmiş, mesleğine dönmüştür. 1960’ta 27 Mayıs ihtilaline iştirak etmiş, ihtilalin kudretli albayı olmuştur. Ayrıca Başbakanlık müsteşarlığını da uhdesine almıştır. Arkasından 13 Kasım 1960’ta Hindistan’a sürgüne gönderilmiş, üç yıl kadar sürgün hayatı yaşamıştır.

144 Döndüğü 1963 yılında, 21 Mayıs olayına karıştığı iddiası ile tevkif edilmiş ise de 5 Eylül’de tahliye olmuştur. 1964’te girdiği Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nde 1965 yılında genel başkan olmuştur. 1969’da partisinin adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirmiştir. 1965’ten 1980’e kadar milletvekilliği yapmıştır. 12 Eylül darbesi sonunda 1980 yılında tekrar tevkif edilmiş ve 4,5 yıl kadar cezaevinde bırakılmıştır. Tahliye edildikten sonra Milliyetçi Çalışma Partisi’ni kurmuş 1991 seçimlerinde tekrar milletvekili seçilmiş, 1992’de partisinin adını MHP olarak değiştirmiştir. Nihayet 4 Nisan 1997 yılında vefat etmiştir. Bu hayat macerası Türkeş’in nasıl bir psikolojiye nasıl bir karaktere ve kişiliğe sahip olduğu hakkında kanaat vermeye yeterli olsa gerektir. Kendisini ve fikirlerini yakından tanıdığım Türkeş’in yaşadığı hayat serüveni dikkatlice tahlil edildiğinde, onun şu hususiyetleri bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Herşeyden önce Türkeş, hayatını değişik atmosferlerde ve zeminlerde geçirmişse de düz bir çizgi üzerinde yürümüş, zikzaklar çizmemiştir. Bu onun kararlı, azimli, gözü pek ve cesur bir yapıya sahip olduğunu göstermektedir. Fikirlerine göre tahlil edilirse, onun maziye bakışı romantik, hale bakışı realist geleceğe bakışı idealisttir. Ortaya koyduğu eserler, parti programları ve eylemleri ile doktriner, mücadeleci, disiplinli, soğukkanlı, tavizsiz ve ihtiyatlı bir şahsiyet olduğunu ispat etmiştir. Bu vasıfları ile birinci sınıf bir politikacı ve devlet adamı olmaya hak kazanmıştır. Hernekadar son 6-7 yılda politik hayatında uzlaşmacı ve uzlaştırıcı bir tavır sergilemiş ise de fikri yapısından taviz vermemiştir. Bu karakterde ve haleti ruhiye içinde olan Türkeş, 1933’ten itibaren Atatürk’ün Milliyetçilik anlayışı ve uygulamalarıyla temasa geçmiştir. Hernekadar Atatürk, Türk Milliyetçiliğini, coğrafya ile sınırlamış gibi görünse de Tarih ve Dil Kurumlan vasıtasıyla bütüncül yani bütün Türk milletini içine alan kültürel bir milliyetçilik örneği vermiştir. 1930’lardan sonra Türk tarihine, Türk Diline, Türk Kültürüne bütünlük kazandırmaya çalışmıştır. Türkiye’yi ve Anadolu insanını Türkistan’ a, Hunlular1 a, Göktürkler’ e, Uygurlar" a ve Selçuklular’ a bağlamaya gayret etmiştir. Sadece OsmanlI İmparatorluğu’nu görmez­ likten gelmiştir. Bu davranışını da makul karşılamak gerekir. Zira, Osmanlı Devletinin antitezi olark kurduğu Türkiye Cumhuriyeti gibi milli bir devleti kendi ayakları üzerinde yaşar hale getirmeden ve yaptığı inkılapları henüz yerleştirmeden, geçici olarak elbette ki OsmanlI’yı inkar edecekti. Şayet Atatürk, biraz daha yaşasaydı OsmanlI’ya karşı bu tarzını sürdürmesi söz konusu olamazdı. Kaldı ki, Türk milliyetçiliği Atatürk döneminde resmi ideolojidir. Türk Milliyetçiliği hakiki romantik

145 "Muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur”, “Bir Türk dünyaya bedeldir” gibi sözler bunun delilidir. Ayrıca, Atatürk kendi elleriyle kurduğu Türkiye Cumhuriyetine öncelik vermiş ve bütün hassasiyetini ve dikkatini onun üzerinde toplamıştır. Çünkü Anadolu Türklerinin istiklali için, Türk Dünyasının veya dış Türklerin umudu olmak için önce Türkiye Cumhuriyeti’ ni bağımsız, çağdaş, güçlü, birlik ve beraberlik içinde bir devlet yapmalıydı. Atatürk’ten Türkiye Cumhuriyeti aydınlarına (Türkiyeci’lere, Anadolucular’a ve Türkçüler’e) intikal eden ve sabit fikir haline gelen “Önce Türkiye” şuurudur, bu düşünceyi aynen Türkeş’te görmek mümkündür. Bu konuda şöyle diyordu: “Türklüğün biricik bağımsız devleti ve Türkçülük ülküsünün dayanağı olan Türkiye Cumhuriyetini her çeşit zarardan ve tehlikeden korumak Türk milliyetçiliğinin temel şartıdır” Buna ilaveten "Diğer (dış) Türklerle ilgilenmek ve onların iyiliği, kurtuluş ve selameti için elden geleni yapmaya çalışmak Türk milliyetçiliğinin kutlu vazifesidir... Onlarla her yönden sımsıkı bağlar kurmak lazımdır” sözleri onu Atatürk’e bağlayan, fakat Türkiye’ciler ve Anadolululardan ayıran vasfını oluşturmuştur. Kısaca Türkeş’in Türkçülük fikri ve şuurunu Askeri Lise ve Harp Okulu’nda ve Atatürk döneminde aldığını söylersek pek yanlış olmaz. Zaten Kıbrıs’ta iken Türkçülük fikrini almaya hazır hale gelmiştir. Atatürk’ün ölümü ile birlikte, yukarıda ifade ettiğimiz gibi kültür politikasında köklü bir değişiklik olmuş ve Türk kültürü, hümanist akımın etkisiyle Yunana-Batıya bağlanmak istenmiş ve hatta Türkçülük resmi ideoloji olmaktan çıkmıştır. Bu değişikliğe karşı Nihal Atsız’ın başını çektiği çok ciddi bir Türkçü ve Milliyetçi bir muhalefet doğmuştur. Bu Türkçü, milliyetçi muhalefet devletin dışında teşkilatlanmaya ve fikirlerini yaymaya başlamıştır. Bu türkçü milliyetçilerin yanında bir de dış Türklerin varlığını reddeden veya umursamayan Türkiyeci milliyetçiler ile 1071’de Anadolu’ya gelen Türklerin yerli halka karışarak yeni bir millet oluştuğunu; dolayısıyla Orta Asya’daki Türklerle ilgimizin olmadığını iddia eden Anadolucu milliyetçiler doğdu. Türkeş, bütün Türkleri kapsayan milliyetçilik anlayışını müdafaa eden Nihal Atsız’ın öncülük ettiği muhalif entellektüel grup içinde yerini aldı. Böylece ilk defa milliyetçi çevrelerde adını duyurmaya başladı. Türkeş ve arkadaşlarını Türkçülüğe sevk eden sebeplerden birincisi, İnönü hükümetlerinin kültür politikası ise, İkincisi de dünyanın içinde bulunduğu şartlardır. Bilindiği üzere daha II. Dünya Savaşı başlamadan önce Dünya, maddeci ve Avrupa merkezli üç düşman kampa ayrılmıştı. Bunlardan

146 ilki, Anglo-Saksonların başını çektiği kapitalist blok, İkincisi Germenlerin başını çektiği ırkçı-faşist blok, üçüncüsü ise Slavların başını çektiği niyetlerini totaliter faşizm ve komünizmle maskeleyerek dünya hakimi­ yetini ele geçirmek, veya dünyada menfaat sahaları elde etmek için birbirleriyle kıyasıya mücadele ediyorlardı. Bu mücadele II. Türk hükümeti, ülkeyi sıcak bir savaşa sokmamak için gayret gösterirken, tereddütlere düşmüş, iç ve dış politikada zikzaklar çizmiştir. Dünyadaki bu ideolojik çatışma Türk aydınlarını da etkilemekte geç kalmadı. Eğilimine göre küçük bir kısmı komünist rüzgardan, bir grupta yani milliyetçilerin içinde yer aldığını görüyoruz. Böylece Atatürk devrinde milliyetçilik etrafında az veya çok toplanmış olan Türk aydınları bu sefer kendi aralarında komünist ve milliyetçi şeklinde iki düşman kampa ayrıldılar. Böylece Türk milletinin meseleleriyle fikri düzeyde uğraşan milliyetçi kesim, bu konuları bırakarak dikkatlerini millet-din- devlet için tehlikeli buldukları komünizme ve taraftarlarına siyasi, iktisadi alanlarda teorik temellerini atamadan ve geliştiremeden, daha duygusal ve romantik safhada iken kendilerini komünizmle mücadele içinde buldular. Bu itibarla Sovyetler’in II. Dünya Savaşı’ndan sonra galip gelmesi, Türkiye’de komünist faaliyetlerin artması, milliyetçiliğin geliş­ mesi bakımından talihsizlik olmuştur denilebilir. İkinci bir talihsizlik ise Türk Hükümetleri’nin Sovyet tehdidi korkusuyla milliyetçilere karşı tavır alması olmuştur. 1952’de Türkiye’nin Nato’ya girmesiyle Sovyet korkusu bir dereceye kadar giderilmişse de, bu sefer kapitalist, emperyalist A.B.D.’nin telkini ve etkisiyle milliyetçilik faaliyetlerine imkan tanınmamış, hatta 1954’te Milliyetçiler Derneği kapatılmıştır. Netice olarak Türk milliyetçiliği, çağdaş, teorik-felsefi temellerden yoksun ve dar bir entellektüel çevrenin duygusal meşguliyet alanı ol­ maktan öteye gidemedi denilebilir.

147 Milliyetçiliğin Demokrasi Çerçevesinde Partileşmesi ve Halka Yayılması 1938’de Atatürk’ün ölümünden sonra Türk milliyetçiliği hamisiz ve sahipsiz kalmıştır. Hatta, Nazi Almanya’sı örnek gösterilerek marxist, hümanist ve sol eğilimli aydın çevrelerce ırkçılık olarak takdim edilmeye başlanmasıyla, milliyetçilik hükümetler tarafından da arka plana atılmıştır. Bunun üzerine milliyetçilik siyasal bir reaksiyon şeklinde muhalif bir akım yönünde örgütlenmiştir. Ancak bu milliyetçi muhalefet, bir kaç derginin (Bozkurt, Kopuz, Çınaraltı, Orhun vs.) ve bir iki derneğin dışına taşamamış ve küçük bir grubun faaliyeti olarak varlık göstermiştir. Türkiye’de 1945’ten sonra komünist faaliyetlerin ve tehlikesinin artması üzerine milliyetçi grup, antikomünist aydınları da kendi etrafında toplamasını bilmiştir. Türkeş’i bu çerçevede 1942’den itibaren bu faaliyetlerin içinde görüyoruz. 1950-1960 döneminde ise Türkeş’in fikirlerinde bir değişiklik olmadığı ve milliyetçi çevrelerle temasını sürdürdüğü bilinmektedir. Ancak asker olması sebebiyle devamlı fikir cephesinde bulunmuş ve herhangi açık bir faaliyete girmemiştir. Bununla birlikte onun milliyetçi fikirler taşıdığı ve milliyetçiler içinde nüfuzu olduğu da hem askeri hem de sivil çevrelerce bilinmekte idi. Nitekim bu özelliğinden dolayı Menderes iktidarını yıkmak için gizli örgüt kuran liberal sol eğilimli subaylar milliyetçilerin tasvibini ve desteğini kazanmak maksadıyla Türkeş’i kendi aralarına davet etmekte ve almakta beis görmemişlerdir. Neticede Türkeş cunta içinde yerini almıştır. Böyle gizli ve ihtilalci bir harekete girmekle o, hem devlet yönetiminde milliyetçiliği itibar kazandırmak hem de CHP eğilimli subayların faaliyetlerini sınırlamak maksadını gütmüştür. Ancak 27 Mayıs 1960 ihtilali gerçekleştikten sonra CHP veya İnönü yanlısı subaylar, Türkeş’in milliyetçi fikir ve faaliyetlerinden hatta “kudretli Albay” sıfatının ona kazandırdığı psikolojik ve fiili güçten rahatsız olmaya başlamışlardı. Sonunda selameti, Türkeş’i tesirsiz hale getirmek için, onu ve arkadaşlarını Milli Birlik Komitesi’nden çıkarmakta ve yurt dışına sürgüne yollamakta buldular. Böylece Türkeş’in önü kesilmiş oldu. Halbuki Türkeş 27 Mayıs ihtilalinden ve Milli Birlik Komitesinden ülkenin menfaati açısından ümitli idi. Çünkü o, 27 Mayıs hareketini, ülkenin milli birliğini tesis edebilecek ve yeni reformlar yapabilecek bir hareket olarak değerlendirmiştir. Hatta Başbakanlık müsteşarlığı görevindeyken Devlet Planlama Teşkilatı ve Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü gibi devlet ve millet yararına bazı

148 kurum ve kuruluşlara ait kanunların çıkmasında önemli rol oynamıştır. Fakat sürgün hayatı, onun olumlu istikamette çalışmalarını engelledi. Bu arada, ihtilalin neticesinden ve Milli Birlik Komitesi’nden de ümidini kesmiştir. 22 Şubat 1963’te yurda dönen Türkeş kendisine yeni bir yol çizmiştir. Bu yol demokratik mücadele yoludur. Bu yolla milliyetçileri demokratik bir çatı altında örgütlemek ve böylece milliyetçiliği halka ve gençliğe yaymayı kendisine hedef seçmiştir. Nitekim, bu maksatla 31 Mart 1964’te Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’ne girmiş ve 31 Temmuz 1965’te bu partinin genel başkanlığına seçilmiştir. 1969’da ise partinin adını Milliyetçi Hareket Partisi olarak değiştirerek yeni bir imajla demokratik mücadeleye ve muhalefete devam etmiştir. Bu şekilde demokratik zeminde mücadeleye başlayan Türkeş “Milliyetçi Hareket Partisi” vasıtasıyla bir taraftan Türk halkının zaten şuur altında bulunan milli duygularını uyandırarak milliyetçilik fikrini siyasi bir hareket halinde halka maletmek, öte yandan da Ülkü Ocakları marifetiyle de Türk gençliğini milliyetçilik fikri etrafında toplamak gibi güçlü bir göreve talip olmuştur. Türkeş, bu stratejisiyle hem kitle partisi hem de fikir partisi olarak ilk defa demokratik siyasi hayatta öbür partilerden farklı bir şekilde teşkilatlanma yöntemini seçmiştir. Ancak kitle partisi yolunda çok yavaş mesafe katetmesine rağmen, fikir partisi olarak gençlik ve aydınlar nezdinde hızla ilerlemiş ve hatırı sayılır bir güç haline gelmiştir. Bu durum, Türkeş’in günlük ve popülist bir politikadan uzak, uzun vadeli ve kalıcı bir politika takip ettiğinin işaretidir. Bu itibarla Türkeş’in Türk siyasi hayatında ayrı bir yeri vardır. Onun yaptıkları, yapmak istedikleri, fikirleri ve ülküleri ne kendi hayatıyla ne de kurmuş olduğu partisiyle sınırlıdır. Fikirleriyle, ülküleriyle Türk kültürüne, siyasetine, tarihine ve Türk milletine yeni bir istikamet vermiş yeni bir ivme kazandırmıştır. Öbür parti liderlerinden ayrılan vasfı budur. Türkeş hem parti kurarak milliyetçiliği halka maletmeye çalışmış, hem de yazdığ kitaplarıyla, söylediği nutuklarıyla milliyetçiliği fikir hareketi haline getirmiştir. Onun Ziya Gökalp’ten, Nihal Atsız’dan, Zeki Velidi Togan’dan ayrılan yönü de iki cephede yani fikri ve siyasi alanda mücadeleyi göze alması ve başarılı olmasıdır.

Sonuç olarak Türkeş’i şu şekilde özetlemek mümkündür: Türkeş OsmanlI ile Cumhuriyet arasında köprüdür. İslamla Türklük arasında bir köprüdür. Muhafazakarlıkla ilericilik arasında bir köprüdür. Mazi ile istikbal arasında bir köprüdür. Türkiye ile Türk dünyası arasında bir

149 köprüdür. Hayatı boyunca OsmanlI ile Cumhuriyeti, İslamla Türklüğü, muhafazakarlıkla ilericiliği, mazi ile istikbali barıştırmaya çalışmıştır, barıştırmıştır da. Yetiştirdiği nesillerin fikrinde, zihninde ikiliği, çelişkiyi kaldırmış ve Türk Devleti, Türk milleti, Türk bayrağı, Türk tarihi, Türk kültürü, Türk dili ve İslam dini ve ahlakını yerleştirmiştir. Bu yüzden Türk Milleti ona sağlığında “Başbuğ” ünvanını layık görmüştür. Ayrıca umut olarak kabul edildiği Türkistan’da beş Türk devleti de kurulmuştur. Yaşarken bunları gördü ve mutlu öldü.

150 TÜRKEŞ’İ ANARKEN

Nevzat KÖSOĞLU*

Alparslan Türkeş ve başında olduğu siyasi harekete yıllarca, her seviyeden saldıran, iftira boyutunda haksızlıklardan çekinmeyen bazı çevreler, son yıllarında ve hele ölümünün ardından, gönül okşayıcı sözler söylemeye başladılar. Bu değerlendirmelere göre, Türkeş ne kadar da çok değişmişti; yumuşamış, olgunlaşmış, uzlaşmacı bir devlet adamı olmuştu. Oysa, o gün de yanlış konuşuyor/yazıyorlardı, bugün de yanlış yazıyorlar. Çünkü, Türkeş’i tanımıyor, onun bağlandığı değerleri anla­ mıyor; biraz da bu, bilmezlik yüzünden onun siyasi hareketinden ürküyorlardı. Türkeş hiç değişmedi; doğrusu, yanlışı ile, hep o inanmış, bağlanmış adamdı. Değişen dünya idi ve Türkeş bunu görüp değerlen- direbilen bir önderdi. 1980 öncesinin dünyası ile 1990 sonrasının dünyası hiç, bir olur mu? Türkeş gibi, Türk milletinin geleceğini hür dünya içinde gören; devletinin ve milletinin bölünmez bütünlüğüne, yaşayacaksa kendi kimliği ile yaşaması gerektiğine inanmış; toplumun yükselmesinin, ancak kendi iman ve kültür çevresi içinde olabileceğini bilen bir önder, seksen öncesi ve doksan sonrasında, aynı tutumun, aynı siyasetin adamı olabilir miydi? Elbetteki, değişen dünyaya göre değişen tutum ve politikalar üretecekti. Siyaset ve devlet adamı dediğimiz de budur. Tabii, siyaset adamı vardır ki, hep iç politikayı görür, oradaki gelişmeleri kollar ve partisinin menfaatlerine göre politikalar üretir. Biz, bunlardan ne kadar da çok tanırız. Ama, Türkeş onlardan değildi; o, politikalarını hep mili planda düşündü ve çizmeye çalıştı; endişeleri, beklentileri hep bu ölçekte idi. İç politikada başarılı olduğunu söyle­ yemeyiz. Bu bir noksanlık ise, bunun sorumluluğunu bütün toplum olarak paylaşmamızın kadirşinaslık olacağını düşünüyorum. Şundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın: doksanlı yıllarda Türkiye, seksen önceki gibi bir soğuk savaş ve fiili saldırı karşısında kalsaydı ve

*Eski Erzurum Milletvekili, MHP MYK Üyesi

151 bunun arkasında Rusya yahut benzeri bir yayılmacı güç olsaydı; seksen öncesinin bütün acılarını ve 12 Eylül’ün zulmünü yaşamış olmasına rağmen, o, yine ve tereddütsüz ayağa kalkar, karizmasını kullanır ve ne tür mücadele etmek gerekiyorsa, o tarzın imkanlarını sonuna kadar değerlendirirdi. Benzeri bir tehlikeyi, görmezlikten gelenlere karşı, kişisel nezaketini de bir yana bırakıp, “Sakıp ağa çizmeyi aşma..” diye bağıran o idi. İşte Türkeş bu idi ve benim gözümde bunun için büyüktü. Değiştiği, yumuşadığı için güzelleşmemişti, inancı ve mukaddeslerine bağlanışındaki sağlamlık güzeldi ve onu büyük yapıyordu. Son yıllarında Türkeş’in uzlaşmacı, hoşgörülü, bütün kesimleri kucaklayan tavrı öne çıkmıştı; çünkü, Türk milletinin üstündeki kara bulutlar dağılmıştı; bütün Türk dünyasının ufukları açılmıştı. Şimdi artık, aynı toprağın çocuklarını birbirleriyle kavgaya icbar eden milli endişeler yoktu. Çünkü artık, Türk milleti ve Türk devleti bir tehdit altında değildi, öyle ise, onun iktidarına talip olanlar diledikleri düşünceleri savuna­ bilirlerdi. Savundukları Marksizm de olsa, bu fikirler artık, tarihi düşman bildiğimiz bir emperyalist gücün silahı değildir ve o insanlar bu düşman kuvvetin oyuncağı olmayacaklardır; doğru veya yanlış, savundukları şey Türkiye içindir. Şimdi artık problem, milli ve demokratik olmak çerçevesine girmiştir. Bunun da temeli, karşılıklı anlayış ve bilgi idi. Gelişmeleri bu mantık ve çerçeve içinde göremeyenler, rahmetli Türkeş’in, Nazım Hikmet’in o güzel şiirini okumasını şaşkınlık içinde dinlemişlerdi. Ve, ona yıllar boyu, üslupsuzca saldıranlar, “Türkeş ne kadar değişti” yahut, “Türkeş güya politika yapıyor” diye, bilmiş, bilmiş kafalarını sallamışlardı. Türkeş’in imanını paylaşanlar, onu iyi değerlendirebilirlerse, siyasi hareketimizin geleceğine ilişkin perspektif ve ilkeleri de sağlıklı olarak tesbit edebileceklerdir. Bu yazıyı, Türkeş’in kişiliğindeki önderlik vasıflarını yansıtan iki hatıramı anlatarak tamamlayacağım: Türk siyasi hayatında güzel söz söylemek, nutuk çekmek hala çok önemli bir faktördür. Bugün, bunu yanlış bulmuyorsam da, mübalağalı ve yanıltıcı olduğunu düşünüyorum. Hele 1965’li yıllarda, hitabetin, liderliğin baş niteliği olduğunu düşünürdük. Ayrıca lider çok şeyi, mümkünse her şeyi bilmelidir; sohbeti tatlı, çehresi beşuş ve yumuşak olmalıdır... Bu nitelikler, bugün de, bir liderin kitleler önündeki

152 başarısı için, ilgili profesyonellerce zaruri görülmektedir. Buna bir diyeceğim yok. Fakat, ben bu nitelikleri yazarken, tanıyanlar, rahmetli Dündar Taşer Ağabe’yi anlatır gibi olduğumu anlayabilirler. İşte, gazetecilik yaptığım 1966 yılının bir gününde, gazetemizin Ankara bürosunda rahmetli Dündar Ağabey’i ile sohbet ederken böyle düşünüyorduk. Kendisine sorduk, sen, bütün bu nitelikler bakımından Türkeş Bey’den daha üstünsün, niçin sen lider değilsin de, onun arkasındasın? Dündar bey için cevapsız soru yoktu. Gülümsedi ve bütün bu söyledikleriniz doğru da olabilirdi. Ancak, lider insan, herkesindüştüğü yerde, kalkıp yeniden yürüyebilen insandır. Türkeş de budur, dedi. Söylediğim gibi, Dündar Bey için cevap verilemeyecek soru yoktu. Bu cevabını da, Fuzuli’nin “Gördüm ki cevaptan gayri nesne vermezler” cinsinden verilmiş güzel bir cevap diye algıladık ve tabii üsteleyemedik. Aradan ne kadar zaman geçmişti, bilemiyorum. Büyük Millet Meclisi’nde, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin grup odasındaydık. Parti başkanı olan Türkeş Bey masasında oturuyordu. Rahmetli Galip Erdem Ağabey’i bir koltuğa oturmuştu, ben de yanında idim. Muzaffer Özdağ, Numan Esin, İsmail Hakkı Yılanlıoğlu ve galiba şimdi hatırlayamadığım bir iki kişi daha vardı. Hepsi milletvekili idi; milli bakiye sisteminin imkanı ile CKMP’den Meclise girmişlerdi. O zaman Adalet Partisi’nde olan milliyetçiliğin büyük isimlerinden Prof. Osman Turan’ı partiye geçirmek istiyorlardı; son derece heyecanla onu beklediklerini görüyordum. Belli ki, büyük hamleler yapmanın hayalinin kuruyorlardı. Darbe ile iktidara gelip, şimdi demokrasiye soyunmuş olan bu milliyetçi insanlar, şimdi demokratik yöntemlerle de büyük atılımların hesabını yapıyorlardı. Osman Hocayı getirmekle, Osman Yüksel Serdengeçti görevlendirilmişti. Kapıdan içeri girdiler. Herkes saygı ve heyecanla ayağa fırladı. Benim genç yüreğimi de tahmin edebilirsiniz. Yalnız Galip Ağabeyi, çok sakin, hatta biraz yavaş, birbirine doladığı bacaklarını çözmüş ve saygı ile ayağa kalkmıştı. Galip Ağabeyi, o üslubu ile o salona uymuyor gibi idi. Konuşmalar başladı. Tamyeridir: Ben ölüp ölüp diriliyordum; Galip Ağabey’i sigarasını içiyordu. Konuşmalar gittikçe uzuyor ve insanoğlunun bildiği hemen her alana girip çıkıyordu. Fakat Osman Hoca, evet demiyordu, öyle anlar oluyordu ki, Türkeş Bey ayağa

153 kalkıyor, giriş beyannamesini Osman Hoca’nın önüne koyuyor, imza için kalemini veriyor ve biz tamam diyorduk; ama, Hoca evet demiyordu. Ben nokta olmuş gibi idim; Galip Ağabey de, herhalde empresyonist bir resme dönmüştü. Herkes yorgun değil bitkin bir halde idi; odayı karanlık ve soğuk bir hava gittikçe kaplamıştı. Konuşmalar azalmış, sesler yavaşlamıştı. Osman Hoca evet demedi ve bilemiyorum kaç saat sonra, O.Yüksel Serdengeçti ile birlikte odadan çıktılar. Hayaller yıkılmış, bina çökmüştü. Hangi sıra ile konuştuklarını hatırlamıyorum; odadakiler birer birer söz alarak, bu işin yürüme­ yeceğine, kendisinden milliyetçilik öğrendikleri bir insanı bile ikna edemedikten sonra, artık yapılacak bir şeyin kalmadığına dair fazla uzun olmayan etkili konuşmalar yaptılar. Salona ağır, karanlık bir sükut çöktü. Benim dünyam yıkılmıştı. Türkeş’in ayağa kalktığını gördüm; elini sertçe masaya vurdu, “Devam edeceğiz arkadaşlar, zafer bizim olacaktır” dedi ve paltosunu giyip gitti. Galip Ağabeyi’nin, koltuğa şöyle bir yayıldığını gördüm. Üstümden bir depremin bütün enkazı kalkmıştı. Ayağa kalktım; Galip Ağabey'le birlikte hiç bir şey konuşmadan ve iki mutlu insan olarak o odadan çıktık, gittik. Ben, bu olayı yaşadıktan sonra; Dündar Ağabeyi’nin söylediklerinin anlamını kavrayabilmiş miydim, bilemiyorum. Ama, ikinci bir olay var ki, aptala lafın tamamını anlatır nitelikte idi ve ben anla­ mıştım. 1977 seçimlerinin hazırlıklarını rahmetli Gün Sazak Bey'le birlikte yürütüyorduk. Ben daha önce de bir seçim çalışması geçirdiğim için biraz daha tecrübeli idim; ama, Gün Bey’in yaptıklarını yeniden gözden geçirmeyi de saygısızlık gibi gördüğümden, fazla dikkat etmiyordum. O gün, akşam saat on yediye kadar, gerekli bütün listelerin hazırlanarak Yüksek Seçim Kurulu'na teslim edilmesi gerekiyordu. Biz de, evrakları tamamlayıp, öğleden sonra kurula teslim etmiş, Partideki odamızda sohbet ediyorduk. Telefon çaldı,Yüksek Seçim Kurulu’ndan Sabahat hanımın görüşmek istediğini söylediler. Sabahat hanım kurulda sekreterdi. “Nevzat Bey, ne yaptınız? dedi.” “Hayrola?” dedim. “Senato seçimine ait listeyi noksan yazmışsınız; saat on yediye kadar yazıp yetiştiremezseniz, seçimlere girmeniz tehlikeye girer” dedi. Koca bir daktiloyu kapıp masaya geçtim, kağıt getirin,dosyaları getirin, listeleri getirin, getirin, getirin... Ne olduğunu kimse anlaya­ mamıştı; benim de anlatmaya vaktim yoktu; paldır küldür daktilonun tuşlarına vuruyordum. Saat on altı otuz idi, bu vakit içinde listeleri

154 yetiştiremezsek, sadece senato seçimleri değil, milletvekilleri seçimine de giremeyecektik. Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreter yardımcısı İsmail Hakkı Birler ve partili arkadaşları; koltuklarına yayılmış, kahvelerin içiyorlardı. Saat on yedi on beş idi. Durumu haber almış ve sağlıklı bir zabıt tutulabilmesi için orada bekliyorlardı. Dosya teslim edildi, on yedi beş olarak zabıtlar tutuldu, imzalandı; çıktık. Onca emek ve meşakkatle gelinen bir noktada, on beş dakikalık bir gecikme ve ihmalimizden ötürü MHP seçimlere giremeyecekti. Arabada, Gün Bey “Seçimlere giremezsek, ben artık bu memlekette yaşayamam” dedi. “Nereye gideceksen beni de götür” dedim. Başka bir şey konuşmadık. Parti ayağa kalkmıştı; bir felaketin dolaştığını herkes anlamış ama ne olduğunu kestirememişlerdi. Genel Başkan durumdan haberdar edilmiş, o da hemen partiye gelmişti; ama, ne olduğu konusunda kimse bir şey söyleyemiyordu. Gün bey önde, ben arkasında odasına girdiğimizde, ellerini masaya dayamış, ayakta, öne doğru uzanmış bir halde ve sanki bütün vücudu ile soruyordu: Ne oldu? Gün Bey, bütün gücünü toplayarak, bitkin bir sesle, “Efendim, galiba seçimlere giremeyeceğiz” dedi. Başka bir açıklama yapmadı, Türkeş Bey de sormadı, ancak, yüzünden bir siyah bulutun geçtiğini gördüm. Sadece bir andı. Yumruğunu masaya vurdu; “Canınız sağ olsun, seçimlere bağımsız girer kazanırız” dedi. O an, benim duygularım kilitlendi; Dündar Ağabeyi’yi hatırladığımı biliyorum. Gün Bey’le koltuğa çöktük, “anlatın bakalım, ne oldu? dedi. O zamana kadar olanlar da, ondan sonra olacaklar da artık benim için önemli değildi. Olanlar olmuştu ve ben iman yenilemiş bir mü’min gibi, diri, taptaze idim. Yüksek Seçim Kurulu, bu kadarcık bir gecikmenin, bir siyasi partinin seçimlere girmesini engellemesinin, kanunun ruhuna uygun olamayacağı, kararını vererek, önümüzü açmıştı.

155

ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN DİN ANLAYIŞI VE İSLAMA BAKIŞI

Abdurrahman KÜÇÜK*

GİRİŞ Milletlerin hayatında “din”in önemli bir yeri vardır. Bundan dolayı millet ve kültür tariflerinde “din” belirleyici unsur sayılmıştır. Türk Milleti’nin hayatında ve oluşumunda “din” önemini hep korumuş; Türk Kimliği’ni belirleyen unsurlardan birisi olmuştur. Bundan dolayı toplumu tanımak ve onlarla ortak bir zeminde buluşmak isteyen liderler, “din gerçeği”ni görmemezlik edememişlerdir. Bu gerçeği görme birkaç şekilde kendini göstermiştir. Bunlardan biri; ya karşı olmak veya tamamen “söylemleri”nin onun üzerine oturtarak dini siyaset malzemesi yapmaktır. Diğeri de; dinin millet hayatındaki önemini kavrayarak, onun “iki tarafı keskin bir kılıç” gibi olduğu şuurunda bulunarak, yerli yerine oturtmak, orta bir çizgiyi tutturmaktır. Bu sonuncu anlayış dinin toplum hayatında barış ve hoşgörüyü sağlama amacına da hizmet eden bir anlayıştır. Bu anlayışın tutturulması dinin mesajının doğru anlaşıl­ masıyla yakından ilgilidir. Bu ilginin kurulması için “orta yol”un benimsenmesi önem taşımaktadır. Dinden beklenenin alınması için de, sınırlarının iyi çizilmesi, aşırılığa varmadan, ifrat ve tefrite düşmeden, değeri ve özü kaybe­ dilmeden yapılması lazımdır. Merhum Alparslan Türkeş, bizzat yazdığı kitaplarda, kendi adını taşıyan ve kendisi ile bağlantısı bulunan eserlerde dini din yerinde görmüş, ifrat ve tefrite karşı olmuş, olması gereken konumunda dinin olmasını istemiştir. O, dini siyasete aleti yapmayı düşünmemiş ve siyasete malzeme yapmak isteyenlere de iyi gözle bakmamıştır.

a) Din Anlayışı Türkeş, Milli hayatında dinin önemli bir yeri olduğunu belirtmekte ve dini lüzumlu bir müessese olarak görmektedir. Onun din ve İslam Dini hakkındaki görüş ve düşüncleri şu ifadelerinde net olarak ortaya

' Prof. Dr., MHP MYK Üyesi

157 çıkmaktadır: “İnsanlar inanç sahibi olmak ihtiyacındadırlar; inanmak ihtiyacındadırlar. İnançsız insan boş bir kabuk gibidir. İnançsız insan pusulasız, dümensiz gemi gibidir. En eski çağlardan beri insan toplulukları gerek kainat hakkında, gerek sürdürdükleri yaşayışla ilgili olarak belirli inançlara göre münasebetlerini, yaşa­ yışlarını düzenlemişlerdir. Her toplumun bir dini vardır. Din, insanlara nasıl hareket etmesi gerektiğini, birbirleri ile en iyi münasebetleri ne şekilde yürütebileceklerini ve insanlara mutluluk sağlama yollarını göste­ ren bir inançlar topluluğudur. Her toplumda din müessesesi olagelmiştir. Din müessesesi içtimai bir müessesedir. Hiçbir toplumun dinsiz bulunmadığını ve dinsiz yaşamadığını bugün tespit etmiş durumdayız...”1 Dinin millet hayatındaki yerini ve önemini vurgulayan Türkeş, dini afyon sayanlara da şu ifadelerinde cevap vermiştir. “Milletler dinsiz yaşayamaz. Her milletin dini vardır. Din toplum içinde sosyal bir müessesedir. Bu müesseseyi hiç bir toplum, hayatından söküp çıkaramamıştır. Komünistler, din düşmanıdırlar ve derler ki; “Din milletleri uyuşturan bir afyondur”. Fakat onlar bile bunu söküp atamamışlardır... Toplumun hayatını mutlu kılan, kılmayı düşünen, toplumu yüceltmek isteyen aydınlar bunu nazarı dikkate almalıdırlar. Bunu size ilmi olarak söylüyorum. Bir de işin öteki cephesi var. Dinin insanları kötü yoldan çeviren, mutluluğa götüren esasları olduğunu kabul ediyoruz. Bunu maksatlı olarak istismar eden satılmış cahiller, İslamiyeti kötülemektedirler. Demek ki Dokuz Işığın temel kaynaklarından birisi budur; Türklük gurur ve şuuru, İslam imanı, ahlak ve faziletidir. Yani Türk-İslam ülküsüdür”.* 2 Türkeş’in ülküsü; Türk Milletinin varlığını korumak, onu yüceltmek ve dünya milletleri arasında seçkin bir yere oturtmaktır. O, Türk Milletinin kurtuluşunu ve yükselişini dini inanışlar ile milliyetçilik ülküsünde görmüştür. Türk Milletini yüceltecek gücün de “milliyetçilik" olduğunu vurgulamıştır. Milliyetçilik’i de; “Türk Milletini, Türk Vatanını ve Türk Devletini sevmek, bunların iyiliği ve yükseltilmesi için köklü bir ihtiras ve şuur sahibi olmak" şeklinde tarif etmiştir.3

1 Alparslan Türkeş, 9 Işık, (Genişletilmiş Birinci Baskı), Hamle Yayınları, istanbul(t.y)207 2 Türkeş, 9 Işık, 2I5. 3 Alparslan Türkeş, Temel Görüşler, ikinci Baskı, İstanbul 1975, 33

158 Türk Milletini en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsüne sahip olan Türkeş; milliyetçiliği, “herşey Türk milleti için, Türk Milleti ile beraber ve Türk milletine göre sözleriyle özetle­ nebilecek, Türk Milletine bağlılık, sevgi ve Türk Devletine sadakat ve hizmettir”4 diyerek açıklamaktadır.

b) İslam’a Bakışı Türkeş, Türk Milletinin yükselişini ve ona hizmeti, maddi ve manevi unsurda görmekte; Türkçülük, Milliyetçilik anlayışını da manevi şuurlanmaya bağlamaktadır.5 O, Türk Milletinin güç kaynağı olarak, bin yıldan beri kabul edip benimsediği İslam’a büyük yer ayırmaktadır. Türk Milletini meydana getiren fertlerin yaşama felsefesine ve ahlak görüşüne İslam’ın yön verdiğini, İslam’ın hakiki çehresi ve yüksek prensipleriyle ele alınmasının Türklüğe yeni bir güç ve hız vereceğini vurgulamaktadır. Türklük ve İslam’ı birbirine zıt veya düşman görmenin hem Türk Milliyetçiliği hem de İslam için zararlı olduğuna dikkat çekmiştir. Bunları birbirinin karşısına çıkaran insanların; ya bilgisiz, ya gaflet içinde veya Türk Milleti’ni yıkmak isteyen kötü emellerin hizmetçisi olduklarını belirtmektedir.6 O, İslam’ın Türk Milleti için, Türk Milleti’nin de İslam için önemini her zaman ve her vesileyle ortaya koymuş; Türk medeniyetinde ve Türk Milleti’nin yükselişinde İslâmî değerlerin önemini vurgulamıştır. Şu ifadelerinde onun bu anlayışı kendisini göstermektedir: “Türklük gurur ve şuuru ile İslam ahlak ve fazileti, milletin kurtuluş ve yükselişinde temeldir. Bu mazide böyle olmuştur, gelecekte de böyle olacaktır.”7 Türkeş, Selçuklularda olduğu gibi, OsmanlI Devleti’nin kuruluş ve yayılış felsefesinin Türk Milleti’nin hasletleriyle, İslam’ın faziletine dayandığını belirtmektedir.8 Bu görüşüyle o, hem Selçuklu Medeni­ yetinde hem de OsmanlI Devleti’nin temel felsefesinde İslam’ın önemli bir yere sahip olduğunu ortaya koymuş olmaktadır. Ona göre medeniyetler, para ile değil, ilimle, imanla ve ahlakla kurulmakta; parasızlıktan değil ilimsizlikten ve ahlaksızlıktan çökmektedir.9

4 Türkeş, 9 Işık, 16 5 Bkz. Türkeş, Temel Görüşler, 23. 8 Bkz. Temel Görüşler, 34; Türkeş, 9 Işık, 180. 7 Türkeş, Temel Görüşler, 20. 8 Bkz. Türkeş, Temel Görüşler, 39. 9 Bkz. Türkeş, Temel Görüşler, 117; Türkeş, 9 Işık, 184.

159 Alparslan Türkeş; Türkiye’nin içinde bulunduğu bunalımın sebeplerinin başında ahlaki buhranı ve toplumu saran manevi boşluğu görmekte; Türk Milleti’ni bu boşluktan kurtarmak için nesillerin manevi yönden güçlendirilmesi, ahlaki zenginliğe ulaştırılması ve dini yönden bilgilendirilmesi gerektiği üzerinde durmaktadır.10 * O, kalkınmanın manevi temelini, iman ve ahlaka bağlamakta ve buna, siyaset aracı olarak değil, samimi olarak inandığını şöyle belirtmektedir: “Türklük gurur ve şuuru ile İslam ahlak ve faziletine, oy toplama endişesi ve siyaset riyakarlığının üstünde kalarak samimiyetle bağlıyız. Türklük gurur ve şuuru ile İslam ahlak ve fazileti, milletimizi meydana getiren manevi unsurların tam ve ahenk içinde birleşmesidir. Maddi kalkınmamız ancak böyle bir yüce temel üzerinde yükselirse bir mana taşır, bir değer kazanır, Milliyetsiz bir yükselmenin, ahlaksız bir kalkınmanın imkanı yoktur... Pek az olmakla birlikte, bazı kimselerin milliyetçilikle İslamiyeti çatıştırmaya çalıştıklarını görmekteyiz. Böyle bir tutum yanlıştır, abestir, cahilliktir, şuurlu bir şekilde yapılıyorsa ihanettir, nifaktır. Mücadele, farklı, hatta birbirine düşman mefkureler arasında olur. Halbuki Türklükle, İslamiyet bin yıldan beri aynı mukaddes potada kaynaşmış, etle tırnak misali ayrılması imkansız bir hale gelmiştir. Türk Milleti, Müslüman olmakla içtimai nizamın ve dini hayatın en yüce değerlerini kazanmış ve İslam, Türk Milleti ile, emsalsiz yiğitlik ve iman aşkına sahip bir mücahit bulmuştur... “Türk müsün, Müslüman mısın?” gibi sorular cehaletten ileri geliyorsa aptalcadır. Aksi taktirde haincedir. Milliyetçiliği reddeden bir “dincilik” anlayışı ve İslamiyete düşman bir milliyetçilik anlayışı bize yabancıdır, bizim dışımızdadır...”11 Türkeş, dini, insanın ve toplumun ayrılmaz bir vasfı, bir ihtiyacı olarak görmüştür. O, inançsız insanı bir kabuk gibi, pusulasız ve dü- mensiz bir gemi gibi tanımlamıştır. Her toplumun bir dini olduğunu belirtmiş ve dini, "insanlara nasıl hareket etmesi gerektiğini, birbirleriyle en iyi münasebetleri ne şekilde yürütebileceklerini ve mutluluk sağlama yollarını gösteren bir inanç topluluğudur” şeklinde tarif etmiştir.12 Her toplumda din müessesesinin olduğu, dinsiz toplumun bulunmadığı ve dini afyon sayan görüşlerin bile yeniden dine itibar etmeye başladığı ve toplumlarda dinin önemli yeri bulunduğu vurgulanan görüşlerdendir. Bu arada Türk Milleti’nin hayatında dinin büyük yeri olduğu, tarihleri boyunca Türklerin çeşitli dinleri kabul ettiği ve bin iki yüzyıl önce İslam’la

10 Bkz. Türkeş, Temel Görüşler, II8-I20,129-I30 11 Türkeş, Temel Görüşler, I79-I80 12 Alparslan Türkeş, 9 Işık ve Türkiye, Hamle Basın-Yayın, İstanbul (t.y.), 45.

160 tanıştığı, İslam’ı kendi bünyelerine, kendi tarihi gelişmelerine çok uygun bir din olarak gördükleri, büyük bir iman ve heyecanla İslam’ı benimsedikleri ifade edilmiştir. İslam’ın Türklere yeni bir heyecan, yeni bir enerji, yeni bir hareket verdiğini ve bu duygularla büyük devletler kurduklarını, Selçuklu ve Osmanlı Devletlerinin bunun bir misali olduğunu belirtmektedir.13 Türk Tarihini Türkeş, İslam’ı kabul etmeden önce ve İslam’ı kabul ettikten sonraki dönem olarak ikiye ayırmaktadır. İslam öncesi dönem Orta Asya’da cereyan etmiş dönemdir. Bu dönemde de Türkleriin, Orta Asya’nın Hindistan ve Batı bölümlerine kadar yayıldığı, büyük mücadelelerle büyük devletler ve büyük medeniyetler kurduğunu belirtmektedir. İslam’ı kabul ettikten sonraki dönemde ise Türklerin Batı’ya doğru yayıldıkları; Batı Asya’da, daha sonra Avrupa’da ve Afrika’da kendilerini gösterdikleri, eserler vücuda getirdikleri ve faaliyette bulundukları ifade edilmektedir. Türk tarihinin en büyük devletlerinin ve en görkemli medeniyetlerinin Batı’da doğduğunu, bunların Selçuklu ve Osmanlı devletleri olduğu vurgulanmaktadır.1415 16 Türkeş, büyük devlet ve medeniyetlerin sadece silah gücüyle, sadece kan dökerek kurulamayacağı, kurulsa da uzun süre yaşatı- lamayacağı kanaatindedir. O, insan topluluklarının meydana getirdiği en yüksek eser ve en yüksek kurumun devletler olduğunu belirtmektedir. Bu devletlerin kurulabilmesinde her şeyden önce inanç sahibi olmak, ülkü sahibi olmak, yüksek ahlak ve teşkilatçılık gücüne sahip olmak ile mümkün olduğunun altını çizmektedir.1® Devletlerin yaşamasını kuvvetli olmaya bağlı gören Türkeş, kuvvetli olmak için saydığı şartlar arasında ahlakla, maneviyatla yükselmeyi de saymaktadır. Türkeş, Türk Milleti’nin, Allah tarafından yüksek vasıflarla yaratılmış bir millet olduğunu17, bir bütün teşkil ettiğini, hangi mezhepten olursa olsun aynı dinin mensupları ve aynı milletin çocukları bulun­ duğunu, fakat düşmanın bölmeye çalıştığını, parçalama yoluna yönel­ diğini belirtmekte ve “bölünmez çelik bir kitle halinde bulunmak mecbu­ riyetinde” bulunmamız gerektiğini vurgulamaktadır.18

13 Bkz. Türkeş, 9 Işık, 207-208; Türkeş, Dokuz Işık ve Türkiye, 45-46. 14 Bkz.Türkeş, dokuz Işık ve Türkiye, 23-25. 15 Bkz.Türkeş, dokuz Işık ve Türkiye, 25 16 Bkz. Alparslan Türkeş, Gönül Seferberliğine, İstanbul 1996,95. 17 Bkz. Türkeş, Gönül Seferberliğine, 97. 18 Türkeş, Gönül Seferberliğine, I05-I06.

161 Dini bir ihtiyaç olarak algılayan Türkeş, bu konuda şöyle demektedir: “Her insanın içinde kendisinin dürüst yolda olmasını kontrol edecek, başkalarına zarar vermeden yaşamasını hatta başkalarına faydalı olacak şekilde, başkalarının sıkıntılannı giderecek şekilde faaliyetlerini düzenlemesini sağlayacak bir inanç kaynağına sahip olması gerekmektedir. İşte bu inanç kaynağını insanların içine yerleştiren dindir. Türk Milleti’nin bin iki yüz yıldan beri dini İslamiyettir ve bu İslamiyet toplumumuzun mutluluğunu sağlamaya yetecek inanç kaynağıdır. Bu kaynak kutsal bir kaynaktır. Bu kaynak verimliliğini ve kudretini geçmiş tarihte ispat etmiş olan bir kaynaktır. Bu kaynağın bugün de toplumumuzun düzenlenmesi için, insanlarımızın mutlu olması için tekrar yerini alması ve yerine konulması gereklidir.”19

c) Din Eğitimi ve Öğretimine Yaklaşım Türkeş, İslam’ın, en son ve en mükemmel bir din, insanlar arasında kardeşliği, insanların birbirlerini sevmelerini, adaleti gözetmeyi ön gören ilahi bir din olduğunu ve Türk Milleti’ne kuvvet verdiğini, Türklerin onunla dünyaya nizam verdiklerini kaydetmiştir. O, İslam’ın, vicdan hürriyetini temel aldığını, başka din ve inanç sahiplerine karşı zulmü ve zor kullanmayı reddettiğini belirtmektedir. İslam’ın müsa­ mahasına ve getirdiği insani esasların Türk Milleti’nin tarihinden getirdiği değerlerle beraber büyük bir güç kaynağı oluşturduğuna yer vermektedir.20 Türkeş, Türk Milleti’nin dinsiz yaşayamayacağını,21 dinin öğretilmesinin gerektiğini, öğretilme yerinin okullar olduğunu, Din Bilgisi dersinin ortaöğretimde, mecburi olarak 3 saat okutulması, İmam-Hatip Liseleri bünyesindeki ortaokullarda olduğu gibi Kur’an- ı Kerim dersinin seçmeli dersler arasına alınması gerektiğini kaydetmiştir.22 Dini toplum için önemli ve lüzumlu gören Türkeş, dini bilgilerin ilkokulların ilk sınıfından başlamak suretiyle, okullarda verilmesinin gerekli olduğu kanaatindedir. O, bu kanaatini şu şekilde belirtmektedir. “... İlkokullardan itibaren Müslüman bir toplum olan Türk Milleti için çocuklarımıza İslam’ın temel esasları hakkında bilgi vermek, onları yetiştirmek mutlaka gereklidir. Gerek aile yuvasında, gerek okullarda çocuklarımıza toplumumuzun dini terbiyesini ve dini

19 Türkeş, 9 Işık, 210-211. 20 Bkz. Türkeş, 9 Işık, 208-2I0, Türkeş, Dokuz Işık ve Türkiye, 47-49 21 Türkeş, 9 Işık, 2I5. 22 Bkz. Türkeş, 9 Işık, 226.

162 esaslarını öğretmek, vermek gereklidir. Çocuk belirli çağa geldikten sonra kendi hayatına kendi yön verir; o zaman istediği dini faaliyeti yapar veya yapmaz. Fakat müslüman bir toplum olan Türk toplumu mensup olduğu dini terbiyeyi almalı ve kendi toplumunun dini esasları hakkında geniş bilgi sahibi olarak yetişmelidir... Laiklik ilkesini tam olarak gözetilmesi ve çocuklarımızın ilkokullara başladıkları çağlardan itibaren sağlam bir din eğitimi görerek din bilgisi sahibi olmaları ve toplumumuzun dini terbiye ile yetişmeleri, yurdumuzun kalkınması ve milletimizin mutluluğu için önemli bir gerektir.”23 Bunun yanında Türkeş, günümüzde tartışılmakta olan bir konuya da, yıllar önce, açıklık getirmiştir. Eğer onun işaret ettiği şekilde konuya yaklaşılmış olsaydı belki bugün, din eğitimi-öğretimi konusunda da İmam-Hatip konusunda da bir zıtlaşma, bir tartışma, bir kutuplaşma olmayacaktı. Çünkü bazı konular, ihtiyacı ve gerekliliği ortaya konulmadan, ülkenin ve Türk Milleti’nin ihtiyacı göz önünde bulun­ durulmadan konuya günü birlik, bazen de, karşılıklı olarak, siyasi ve ideolojik yaklaşıldığı için orta bir yol tutturulamamış, meseleye ilmi ve ihtiyaca göre bir çözüm bulunamamıştır. Onun bu konuya çözüm olacak önerisi şöyledir: “...Bütün dünya devletleri, bahusus Hıristiyan devletler vatandaş terbiyesinde dini birinci planda tutarken, Türkiye’de yıllardan beri bir “din korkusu” hüküm sürmekte, Türk çocuklarına Hıristiyan vatandaşlarımıza sağlanan haklar dahi çok görülmektedir. Bugünkü eğitim sistemimiz içerisinde, Orta öğretimdeki seçmeli dersler arasında, İmam-Hatip okullarının uyguladığı şekilde, Kur’an-ı Kerim dersi de alınmalı, Din Bilgisi dersi de mecburi olarak üç saate çıkarılmalıdır. Türk vatandaşı çocuğunun dini terbiyesini Devletten beklemektedir. Devletin vazifesi de “iyi insan ve iyi vatandaş” yetiştirmektir.”24 Bu teklif gerçekleşirse; hem insanımız, dini okullarda öğrenme imkanını kazanacak hem dini bilgi edinmek için belirli kurumlarda yığılma olmayacak hem çocuklarımızın ve gençlerimizin “din eğitimi- öğretimi” maskesi altında yanlış bilgi edinmesi ve yanlış şekilde şartlanması önlenmiş olacaktır. Bu, insanların doğruda, orta biryerde buluşmasının, dini cehaletten kurtulmasının ve birbirine hoşgörü göstermesinin şartı gibi görünmektedir.

23 Türkeş, Dokuz Işık ve Türkiye, 50-51. 24 Türkeş, 9 Işık, 226.

163 Laiklik konusunda hassas olan Türkeş, dini eğitimin-öğretimin okullarda verilmesini Laikliğe aykırı görmemekte ve Laiklik anlayışını şöyle belirtmektedir: “Laiklik ilkesi, devlet işleriyle din işlerinin ayrı tutulmasını ön görmektedir. Laiklik, insanların, vatandaşların dini faaliyetlerine kanşmak, dini yaşayışlarına baskı yapmak anlamına alınamaz. Bizde uzun zaman bu ilke,dine baskı olarak kullanıl­ mıştır. Laikliği, devlet işleriyle din işlerinin ayn tutulması görüşü olarak kabul etmek ve bugün bu ilkeyi muhafaza etmekte yurdumuz için yarar vardır. Bu, toplumumuz için din müessesesi gerekli değildir anlamına gelmez. İnsanlar kendi inançlannda hürdürler, kendi yaşayışlarında inançlarına göre dini faaliyetlerini düzenlemekte, yapmakta hürdürler. Bunu yaptıklarından dolayı hiç kimse onları rahatsız edemez, yapmadıklarından dolayı da hiç kimse onlara kanşamaz, onları rahatsız edemez.”25 Dünyada ve Türkiye’de bazı çevreler, Müslüman ülkelerin geri kalmışlığını İslam’a yüklemişlerdir. İslam’ın ilme ne büyük yeri ve önemi veren yegane din olduğunu görmezlikten gelenlere de Türkeş’in cevabı olmuştur. O, geri kalmanın dinle alakasının olmadığını, olsa bile bunun dinin cahil din adamlarınca yanlış telkin edilmesinden kaynaklandığını; İslam’ın Batı’yı etkilediğini, Orta Çağdaki Medeniyetin Müslümanların sayesinde kurulduğunu, Batı’daki ilmi gelişmelerin Türkler sayesinde olduğunu belirtmektedir. Ona göre AvrupalIların ileri gitmesinin sebebi Hıristiyanlık ve Türklerin geri kalmasının sebebi de İslam değildir. İslam’ı kasten kötülemek isteyenlerin ve İslam’ı istismar edenlerin bu yolu seçtiği Türkeş’in vurguladığı görüşlerdendir.26 Toplum için dinin lüzumuna ve önemine inanan Türkeş, taassubun zararı üzerinde durmakta ve taassubu iki kısma ayırmak­ tadır. Bunlardan biri, din adına taassup, diğeri de, “din taassubu düşmanlığadır. Bu İkincisini Türkeş, birincisinden daha tehlikeli görmekte ve her iki taassubun da zararlı olduğunu şöyle belirtmektedir. “...Kör bir taassup, hangi alanda olursa olsun,tehlikeli ve zararlıdır. Böyle bir taassup bulunan kafa ve ruhlarda mutlaka karanlık vardır. Aydın bir zihniyetin baş vasıflarını ise, ideal ve aklı selim olduğu şüphe götürmez bir hakikattir.”27 Türkeş, insanlık ve özellikle Türk Milleti’nin kör taassuplar yüzünden çok büyük felaketlere ve ızdıraplara uğradığını, bunu “yalnız dini taassuplardan ileri geldiğini zannetmenin hata olacağını belirtmekte

25 Türkeş, 9 Işık, 211. 26 Bkz. Türkeş, 9 Işık, 2I4-2I5. 27 Türkeş, 9 lyık, 218-2)9.

164 ve buna şöyle açıklık getirmektedir. “...Uğranılan felaketler, sefillerin, hainlerin cehaletten faydalanarak, istismar için meydana koyduktan her alandaki her çeşit kör taassuplardan ileri gelmiştir. Bunun için her çeşit mezhep, fikir ve parti softalarının her alanda, yaratmaya ve tahrik etmeye çalıştıkları kör taassuplara karşı, Türk Milleti’ni uyarmak ve muafiyetli bulundurmak, temkinli ve mutedil her Türk aydınının baş vazifelerindendir” .28 Türkeş, İslam’ın, ilmi ve tekniği, ilerlemeyi, yükselmeyi emreden bir din olduğunu, kör taassubu tasvip etmediğini; en ileri ve en gelişmiş insanlar arasında kardeşliği, insanların birbirini sevmesini, insanlar arası münasebetlerde hakkı ve adaleti gözetmeyi ön gören ilahi bir din olduğunu; Türk Milleti’ne kuvvet verdiğini belirtmiştir.29 . Dini bir ihtiyaç, insanların ve toplumların ayrılmaz bir vasfı gören Türkeş, onun gerçek anlamda öğretilmesini, okullarda öğretilmesini istemekte, İslam’ın en son ve ekmel din olduğunu, Türk Milleti’ni faziletli ve başarılı kıldığını ifade etmektedir. O, insanların fazilet sahibi olmasını ahlaklı olmaya, ahlaklı olmayı İslam’ın emirlerini iyi anlayıp uygulamaya bağlı görmekte ve geliştirmek istediği anlayışı şöyle açıklamaktadır: “ Ben, Türk Milleti’ni, sokaklarda ıspanak fiyatına satılan demokrasiye, rüşvet ve hile ile çiğnenen, çiğnetilen hukuk düzenlerine, ahlaktan mahrum bir hürriyete, tefeciliğe, karaborsaya yer veren bir iktisadi yapıya çağırmıyorum. Türklük gurur ve şuuruna, İslam ahlak ve faziletine, yoksullukla savaşa, adalette yarışa, birliğe, kardeşliğe, kısacası Hak yolu, hakikat yolu, Allah Yolu’na çağırıyorum. Modern medeniyetin en ön safına geçmek üzere çağlar üzerinden sıçramaya çağırıyorum. Hareketin adını isteyenlere açıkça ilan ediyorum: Yeniden maneviyata dönüş...”30 Türkeş’in vurguladığı ahlâk, fazilet, adalet İslam’ın temel ilkeleridir. “Din güzel ahlaktır”, “Ben ahlaki güzellikleri tamamlamak için gönderildim” hadislerinde Hz. Muhammed (s.a.s.), ahlak ve faziletin önemini vurgulamıştır. Kur’an’da Allah, emanetleri ehline vermeyi ve insanlar arasında adaletle hükmetmeyi emretmektedir.31 Türkeş’in bu tesbitleri ve

28 Türkeş, 9 İşık, 220. 29 Bkz. Türkeş, 9 Işık, 208-2I0, 2I4; Türkeş, Dokuz Işık ve Türkiye, 46-49. Türkeş, 9 Işık, 187. 31 Bkz. Nisa Suresi, 58.

165 vurguladığı hususlar İslam’ın istediği ve insanları yerine getirmekle yükümlü kıldığı hususlardır. Türkeş, bunlarda, sadece ilmi, ilmi bilgiyi, Kur'an ve Hadisleri mürşit kabul etmeyi öğütlemektedir. İslam’ı doğru anlama, ana kaynaklarından ve okullardan öğrenme, siyaset ve şahsi çıkar konusu yapmama onun hassas olduğu hususlardandır. O, her konuda olduğu gibi din konusunda da aşırılıklara karşıdır. Dini doğru anlamaya önem vermektedir. Merhum Alparslan Türkeş, 1980 İhtilali’nden sonra Sıkı­ yönetim Mahkemesindeki savunmasında dini tavrını, İslam inancını, sabır ve tevekkül anlayışını şu ifadeleriyle ortaya koymaktadır: “Elhamdülillah inanmış samimi bir müslümanım, fanilik hissine aşinayım. Dünyanın bir imtihan yeri olduğunu biliyorum. Şu anda burada bulunuşumuz da, inanıyorum ki her şeyden önce bir kader tecellisidir, ilahi bir imtihandır. Sabır ve şükürle karşılıyor ve bu imtihandan da yüz akıyla çıkmayı bize nasip etmesini Cenab-ı Hak’tan niyaz ediyorum. Rahmet ve şaşmaz adalet ümidimiz yalnız Allah’tandır. Ben burada önce Allah’ın huzurunda, sonra tarihin ve milletin huzurunda olduğumun huşuu, mesuliyet ve vakarı içinde konuşacağım. Benim için bir hesap verme bahis konusu ise, o hesabı milletime ve tarihe vereceğim. Türk Milleti’nin vicdanında teşekkül edecek olan hüküm ve tarih hükmü, mahkemenin hükmünden önde gelir. Huzur-u İlahiye yüz akıyla çıkmaktan başka hiçbir endişeye gönlümde yer yoktur. Hiç kimsenin merhamet ve insafına şahsen ihtiyacım yoktur. Sözüm, tenkidim, talebim yalnız hak ve hakikat namınadır. Yalnız mülkün temeli olan adalet namınadır. Yalnız milletim ve devletim içindir.”32 Türkeş’in din konusundaki hassasiyeti, dine verdiği önem Genel Başkanlığı’nı yaptığı MHP’nin programlarına da yansımıştır. 1987 yılında hazırlanan MHP Programı’nda dinin mukaddes bilindiği, dine önem verildiği ve zarar görmemesi için hassas davranılması gerektiği vurgulanmaktadır. Programda MHP’nin milletimizi “millet” yapan milli ve manevi değerlerin gelişmesine katkıda bulunmayı ve bunu da iktidarlara göre değişmeyen milli bir politika haline gelmesini sağlayacağı, milli ve manevi değerlerin yaşanılır hale getirilmesi için araştırma ve geliştirme kurumlarının kurulacağı yer almaktadır.33 Temel Hak ve Hürriyetlerin korunması da MHP'nin hedefleri arasındadır. Bu durum şu paragrafta özetlenmektedir: “Hiçbir kişi, aile, zümre veya sınıfa imtiyaz tanımayan, herkesi dil, ırk, cinsiyet, siyasi düşünce, felsefi inanç, din ve mezhep

32 Alparslan Türkeş, Savunma, Hamle Yayınları, İstanbul 1994, 7. 33 Milliyetçi Hareket Partisi Programı, Ankara 194,12.

166 ayırımı gözetmeksizin kanun önünde ve temel hak ve hürriyetlerin kullanılmasında eşit sayan bir inancı benimser.”34 MHP, “Din ve Vicdan Hürriyetine de büyük önem atfetmekte, onu milli birlik ve beraberliğin zaruri bir şartı olarak görmektedir. MHP’nin Din ve Vicdan Hürriyeti, Parti Programı’nda şu şekilde belirtilmektedir: “Din ve Vicdan Hürriyetinin esası, istisnasız her insanın herhangi bir dine inanmak ve inanmamak hür iradesi ile seçmiş olduğu bir dini hiç bir harici baskı, tehdit, kınama ve ayıplama, kayıt ve şarta uğramaksızın serbestçe yaşamak, hayatını inanç hükümlerine göre düzenleyebilmek hakkıdır. Bu hak kişinin bağlandığı dini kendi lisanı, nasları, örf ve içtihatları ile yerleşmiş usul ve adabı ile serbestçe öğrenmek, başkalarına öğretmek ve telkin etmek haklarından da ayrı düşünülemez”. “İnansın veya inanmasın her insan “Din” olarak kabul gören bir inanç sisteminin otoritesini yalnızca o dini vaaz eden kudretten aldığını, bir takım inanç, ibadet ve ahlaki amellerden oluşan bir şahsiyet bütünlüğü bulunduğunu kabul etmek ve buna saygı duymak becburiyetindedir”.35 MHP, demokratik, hukuk devletinin “ ... kendi halkının dinî ve manevi hitiyaç ve taleplerini titizlikle yerine getirmeyi asli vazifesi olarak” görmekte; “İslam’ın asli hakikatleri ile öğrenilmesi ve öğretilmesini devletin temel görev saymakta”, “... laikliği dindar insanlara müdahale vasıtası sayan her türlü zihniyetle mücadele etmenin de öncelikle devlete düştüğünü savunmaktadır.36

SONUÇ Merhum Alparslan Türkeş, dini, toplum hayatının vazgeçilmez unsuru saymakta ve milleti millet yapan unsurlar arasında görmektedir. Ona göre din, Türk Milleti’nin “kimliği”nin şadlarındandır. Bundan dolayı din konusunda hassas davranılması ve İslam’ın okullarda öğretilmesi zaruri görülmektedir. O, dinin siyaset malzemesi olarak kullanılmasını da, laikliğin dine müdahale vasıtası yapılmasını da tasvip etmemektedir. Türkeş, din konusundaki cehaletin ve taassubun önlenmesine büyük önem vermektedir. Bunun yolunu da ilimden, ilmi bilgiden İslam’ın doğru

34 Milliyetçi Hareket Partisi Programı, 13. “ Milliyetçi Hareket Partisi Programı, 13-14. “ Milliyetçi Hareket Partisi Programı, 14

167 olarak öğretilmesinde ve okullarda öğretilmesinde görmektedir. Bunun için de ilkokullardan itibaren Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi derslerinin haftada üç saat olarak verilmesini, Kur’an’ın okullardaki seçmeli dersler arasında yer almasını teklif etmektedir. Çünkü o, İslam’ı doğru anlamayı, çağı yakalamayı, çağın idrakine İslam’ı söyletmeyi, taas­ suptan kurtulmayı, cehaletin önüne geçmeyi, bilgide ve ilimde görmekte, “ilmin mürşitliğine önem vermektedir.

168 VASAT KÜLTÜR İLE BİLGİ ÇAĞI YAKALANAMAZ

Enis ÖKSÜZ*

Vasat insan aklının kuracağı hayallerin bile, yetişemeyeceği kadar hızla çoğalan bilginin kontrol altına alınabilmesi, takip edilebilmesi ve yararlanmak suretiyle yeni bilgilerin üretilebilmesi çağımızın en dikkat çekici gerçeği olmuştur. Bu gerçeğin ekonomik, sosyal ve kültürel sahada önceki dönemlere göre, çok daha hızlı değişmelere sebep olduğu ve olacağı görülmektedir. İnsan ve toplum bu değişmelere uyamaz ise, geride kalmaya veya eskimiş sayılmaya mecbur ve mahkum olmuş demektir. Hüküm: "SİZ ARTIK ÇOK ESKİLERDE KALMIŞSINIZ. ESKİMİŞ BİRİSİNİZ" İfadesi ile karşımıza çıkabilecektir. O halde asıl mesele; milli ve manevi kimliklerin vazgeçilmez unsurlarını koruyarak, gelecek ile ilgili yapıların aynı zamanda yönlendirilebilir olması için gayret sarfetmek ve başarılı olabilmektir. Değişirken gelişmek, gelişirken değişmek devam edece­ ğine göre şahıs olarak ve toplum olarak hedeflerimizin doğru belir­ lenmesi şarttır. Birikim ve bilginin zamanında doğru kullanılarak ileriye ait stratejik planlamaların ve yönetim etkinliklerinin öne çıkması, bilgi toplumu ve bilgi çağı kavramlarının yaygın şekilde kullanılmasında çok önemli faktörler olmuştur. Küçük, orta veya büyük, bütün şirket, kamu kuruluş ve devlet yönetimlerine kadar her faaliyet alanında "Stratejik planlama ve yönetim bilgi sistemleri" uygulamak mümkündür. Her birimin kendine özgü özelliklerinin iyi bilinmesi ve sistem içinde değerlendirilmesi yenilikçilik, verimlilik ve devamlılık için çok önemlidir. Eskimemek veya yenilenerek ayakta kalabilmek için de bunların hepsinin "Bilgisayar Temelli" olması kaçınılmaz hale gelmiştir (1). Konu ile ilgili olarak "Bilgi teknolojisi terimi; bilginin toplanması, işlenmesi ve dağıtılmasında kullanılan teknolojileri ifade eder. Bilgi sektörünün ürünü olan mallar arasında bilgisayarlar, iletişim cihazları, büro ve işyeri araçları, ölçü ve kontrol araçları, robotlar, bilgisayar kon­ trollü makineler, basın ve basılmış yayınlar, elektronik haberleşme,

Prof. Dr.

169 reklam, yazılım geliştirme, eğitim hizmetleri, kütüphanecilik, danışmanlık ve araştırma - geliştirme faaliyetleri... yer almaktadır (2). "Ne kadar kültür varsa, o kadar ahlak vardır; ne daha az ne de daha fazla... Her kültür kendi öz standartlarına sahiptir ve bunların geçerliliği onunla başlar ve onunla biter."(3) diyen Spengler, Batı'nın çöküşünü, daha önceki fifozofların cesaret bularak söyleyemediği bir şekilde açık açık ifade ediyor ve çöküşü İslama yıkmıyordu. Spenglerin Batısı, içten gelen bir kopuşla çöküyordu.(4) Spengler, "insanlığın genel bir ahlakı yoktur",(5) derken de genel bir kültür, genel bir müzik, genel bir sanat anlayışının da olamayacağını belirtiyor ve aydınlanmacı düşüncenin evrensel yasalarını da böylelikle eleştiriyordu. Biz bu makalede, elbette ki, Spenglerin görüşlerini uzun uzadıya tartışacak durumda değiliz. Bizim ifade etmek istediğimiz husus, Aydınlanmacı söylemini evrensel ahlak ve evrensel kültür anlayışına, küreselleşme söyleminin liberalleşme ve kültür arasındaki ilişkiden ortaya çıkan ”vasatlaşma"(6) yı eleştiriye açmaktır. Bir zamanlar evrensel kültür karşısında eziklik duyan kültürler (bir kısım kültürler, modern düşüncenin eleştiriye açılmasıyla, kısmen bu ezikliği yenmiş görünmektedir) şimdi de kitte kültürünün yaygınlaşmasıyla, kendi özbenliğini yitirme korkusunu taşımaktadırlar ki, bu da haklı bir korkudur. Bir dönemler modernleşme sürecini yaşamaya destek olacak şekilde, evrensel kültür anlayışını benimseme çabalarına karşı, günümüzün kültürel çabaları, daha sahih ve orjinal olanı inşa etmeye yöneliktir. Aydınlanmacı geleneğe bağlı Batılı düşünce, evrensel olamadıkları için farklı kültürleri dışlarken; vasatı temsil ettikleri için de kendine dahil etmek istemez. Bugün, siyasi kararlar doğrultusunda çifte- standart diye isimlendirilen tutumun sosyo-psikolojik izahını da bu anlayış içinde aramak gerekir. Bir kültür ne zaman ve hangi şartlarda evrensellik dayatmalarına maruz kalmaz veya vasatı aşar hale gelir? Bu sorunun cevabı, bizim kültür tezlerimizden biri olarak öne süreceğimiz gibi, kültür ve iktidar arasındaki ilişkiye dayalıdır. Kültür, kendi iktidarını kurabilmeli, kendi iktidarını yaşayacak duruma gelmelidir. Sosyolojik anlamda, kültür alanının üç boyutundan bahsedilir. Bunlar; sanat, yaşamakta olan küttür ve bilgidir.(7) Küttür, değişen özelliklerine göre tanımlandığı takdirde ise, yazılı kültür, şifahi kültür (geleneksel kültür) medya kültürü, popüler kültür, kitle kültürü (tüketim kültürü), standartlaşma (küresel kültür veya televizyonlaşmış kültür) gibi ayırımlara gidilebilir. Bu tür kültür ayırımlarından, kitle kültürü, televiz- yonlaşmış kültür veya popüler kültür tanımlarının hepsi kültürün

170 vasatlaşmasına ilişkindir. Bizim vasatlık olarak kullandığımız tabir, sosyolojik anlamda, tek boyutlu ve taklitçi insan tipini üreten bir kültürel anlayışı beraberinde getirir. Erkal'ın ifadesiyle, kitle iletişim araçlarıyla gelen bu kültür Batı ve bilhassa ABD'nin artan tesiri altında, milli kültür kalıbından uzaklaştırılarak kitle kültürünün taklitçi ve tek boyutlu insanı hafine getirmesi ile alakalıdır.(8) Toffler’in üçüncü dalga diye nitelendirdiği safha, ulaşım ve haberleşmeye yeni bie açı getirirken, sanayi toplumunun yerlepşmiş fikir ve inançları arasındaki kültür savaşlarına dikkat çeker.(9) Gerek sosyolojik açıklamalar, gerek felsefi yaklaşımlar ve fütürolojik tahminler, kültür savaşlarına veya kültür için mücadele ya da müdahalelerin gerekliliğine işaret etmektir. Çağımız, bir çok bilim adamının tanımlamaya çalıştığı şekilde “enformasyon toplumu” veya “bilgi toplumu” (10) olma özelliklerini taşımaktadır. Giderek artan haber­ leşme ağı, yaygın iletişim teknolojileri, bilgisayar ağları, internet şebe­ keleri, enformasyon toplumu olmanın işaretlerini taşımaktadır. Biz, kültürle ilişkillendirmek ve kültürdeki vasatlaşmayı aşabilmek için, bilginin bir araç olarak nasıl kullanılması gerektiğini tartışacak ve bilgi toplumu olma özelliği üzerinde duracağız. Bilgi toplumuyla bizim kastettmek istediğimiz, Dura’nın fikrine katılarak (11) “biligye ulaşma ve ona katkıda bulunma anlamında çok, toplumların bir gelişme safhası olarak bilgiyi ele alıp incelemektir. Bilgiye erişme ve onu kullanmanın zaten bu evrim safhasının bir neticesi olduğu açıktır." Bu düşünceyi müteakip, bilginin kültür ile ilişkisinde, bilginin ferdileşmesi olarak gördüğümüz, işi ehline verme (meritokrasi) süresi işletilecek, bürokratik yığılma azaltılacak ve işteki verimlilik sağlanmış olacaktır. Bugün, Batı'da bilgi düzleminde bir kriz yaşanmaktadır. Bu krizin temel sebepleri, Davutoğlu'nun belirlediği şekilde şöyle sıralanabilir: Birinci, Batı bilimi objektivitesini ve ortak kriterler geliştirebilme iddiasını kendi kendine yoketmiştir. İkincisi, postmodem epistemolojik teori içi ve teoriler arası gerçeklik arasındaki çelişkiler yoluyla artık herkesin aynı anda empoze edebilecekleri bir bilginin varlığının tartışma içine girmesidir. Bu da tarihçi görüşçülere ciddi bir darbe indirmiştir. Üçüncüsü, 1950'lerden sonraki Katolik Kilisesi içindeki ve diğer dinlerdeki reform çabaları, metafizik bilgi kaynaklarına yeniden yönelişi ortaya çıkarmıştır. Bilgi alanındaki bu çöküş, sadece Marksist paradigmanın değil, liberalizmin de sözkonusu edildiği bir çöküştür.(12) Bilgi düzleminde bu tarz bir kriz, bilgi epistemolojisi ile alakalıdır. Batılı bilgi biçimleri, dünyevileşmeyi ortaya çıkarıyordu. Gelenek; yani din, dünyevi bir hal alıyordu. Bilgi kirizinin temelinde yatan sebep de,

171 geleneğin/kültürün/dinin dünyevileşmesiydi. Aslında, Batılı Milletler 18. Yüzyıldan itibaren dünyaya hakim olmak için, tarihte her zaman kullanılan klasik hakimiyet araçları olarak bilinen silah ve ekonomik gücün yanısıra aynı zamanda kültürü de önemli bir iktidar aracı olarak kullandılar, diğer toplumlar karşısında kendi üstünlüklerini de bu yolla temin etmeye çalıştılar. İnsanlar tabiatları gereği, ihtiyaçları karşılamak, varlıklarını devam ettirmek ve refah içinde yaşamak için araçlar kullanarak çeşitli maddi ve manevi ürünleri meydana getirmek zorundadırlar, insanların meydana getirdikleri bu varlıkların tümü aynı zamanda birer kültür unsurudur. İnsanlar kültürü meydana getirmek bakımından hem kültü­ rün hakimi hem de mahkumu durumundadırlar. Çünkü toplumlar yeni kültürü üretmek bakımından kültüre hakim olma konumunda olmalarına rağmen, sözkonusu kültürü meydana getirmek için aynı zamanda daha önce sahip oldukları araçlara, tecrübelere, maddi-manevi değer yargı­ larına ve bilgilere göre hareket etmek zorundadırlar. Çağı yakalama ve kimliğini koruyarak gelişebilme konusunda, Japonya, İsrail, Almanya en iyi örnekler olarak gösterilebilmektedir. Hem çağdaş medeniyeti yakalayıp, insanlarının zihnini yenilik ve geliştirme heyecanı ile doldurabilmişler, hem de milli dil, din, ahlak, güzel sanatlar, edebiyat, örf ve adetler, hukuk, siyasi yapı, ekonomik ilişkiler, eğitim sistemleri, folklor gibi insanları bir arada bulunduklarında mutlu eden kültürel unsurların, kimlik krizine yol açmadan yaşanması için olağanüstü gayret sarf etmişlerdir. "Taklitçi ve güdümlü" bir kültür programının yozlaştırıcı, yabancılaştırıcı ve tahrip edici felaketlerinden de uzak kalabilmişlerdir. Demek ki, maddi medeniyetlerin taklidi geliş­ tirilmesi, özümsenmesi ile manevi kültürün korunarak ve kendisine mahsus bir hayat tarzının yaşanması mümkündür. Toplum planında inanış, düşünüş, hissediş, ve davranış şekilleri maddi ve manevi unsurlarıyla hususi bir yapı, bir hayat tarzı olarak istikrarlı tekamül için, güçlü olabilmek için mümkün ve yararlı olmaktadır. Kültür elbette sadece fertlerle sınırlı bir ameliye değildir. Çünkü işbirliği ile üretilmiştir; işbirliği ile yaşanır. Bundan dolayı sosyaldir; ferdi değildir. Kültür sosyal olma bakımından insanların belli değerler, sanatlar ve üretim biçimleri etrafında toparlanmalarına, bir birlik oluşturmalarına ve gelecekle ilgili ortak tavırlar almalarına sebep olur. Bu bakımdan insanların çeşitli şekillerde birbirlerinden ayrılmaları ve toplum olmalarının gerisinde yatan saiklerin başında kültür gelmektedir. İnsanların tarihi bakımdan çeçitli şekillerde farklı toplumlar olarak ayrımlaşması ilk etapta biyolojik bağlarla ilişkili bir durum olarak

172 görülmesine rağmen, aslında toplumların oluşumu sosyolojik bakımdan dikkatli bir şekilde incelendiğinde durumun böyle olmadığı bir hakikattir. Çünkü, ekonomik, dini, siyasi, coğrafi ve çeşitli ilişkiler insanların ırki bakımdan birbirleri ile karışmalarına ve biyolojik bağlara o kadar fazla önem vermemelerine sebep olmuştur. Bundan dolayı insanların toplum içinde örgütlenmelerini ve toplumlar olarak ayrımlaşmalarını, çeşitli şekillerde müşahhaslaşan ortaklık sonucunda sahip .oldukları ortak kültürel değerlere bağlamak lazımdır. İnsanların belli bir kültür etrafında öbekleşmeleri tarih içerisinde farklı şekiller almıştır. Öyle zamanlar olmuştur ki, mitolojik kahramanların, insanların vicdanlarında oluşturdukları imaj onların birlikteliklerinin temeli olmuştur. Bu tip toplumlar, kültürlerinin ana unsuru olarak mitlerle, zamanla belli bir ailenin kutsallığı etrafında toparlanan toplumlar oluşmuştur. Romalılar, Makedonya Krallıkları böyledir. Bazen kutsal kabul edilen bir nehrin veya daha başka coğrafi bir alanın çevresinde insanlar öbeklenmiş ve bir toplum oluşturmuştur. Hitit toplumu bunun tipik bir örneğidir. Çünkü burada insanları birarada tutan ve onları bir birlik oluşturmaya iten güç İndus nehridir. Daha başka zamanlarda, dini bir otorite çerçevesinde insanlar toplanmışlar ve dini otorite onların bir toplum olmasını sağlamıştır. Farklı diller ve lehçeler toplum içerisinde konuşulmakla beraber maşeri ruh, dini değerler etrafında şekillenmiştir. Ortaçağ Hrıstiyan toplumları ve İslam toplumları buna örnektir. Bu gibi durumlarda bir toplumda iki ana kültür kütlesinin birlikte varolduklarını müşahade etmekteyiz. Birincisi, idari otoriteye göre şekillenmiş olan siyasi kültür, İkincisi ise, tabanda yer alan halk kütlelerinin yaşadıkları kültürdür. Halk aynı zamanda iki kültürü birlikte yaşamaktaydı. Batı'da da aynı durum sözkonusuydu. İslam toplum- larında OsmanlI Devletine mensubiyet kültürü ile tabandaki Türk Kültürü, Arap Kültürü vesair halkların kültürleri birarada farklı sosyal birliktelikler çerçevesinde yaşanmaktaydı. Batı'da da aynı durum sözkonusuydu. Tavanda kutsal Roma-Germen kültürü, tabanda ise ona mensup olmakla birlikte çeşitli halkların kültürleri canlı bir şekilde yaşanmaktaydı. Ortaçağın sonlarından itibaren Batı'da imparatorlukların siyasi vesayeti altında bulunan halklar, siyasi kültür ile halk kültürünü birleştirme eğilimi içerisine girdiler. Bu eğilim büyük siyasi ve dini çalkantıların yaşanmasına sebep oldu. Sonuçta siyasi kültürle, tabanda yaşanan halk kültürlerinin birleştirilmesi sonucunda milli kültürler meydana geldi. Bu durum, insanlık tarihinin daha önce yaşamadığı ve karşılaşmadığı bir durumdu. Belli bir kültür çevresinde toplanan halklar,

173 lisani, dini, coğrafi, iktisadi, siyasi, tarihi bakımdan müşterek tarafları olan halklardı, bir milli kültür etrafında toplanan ve siyasileşen halklar hayatlarını mensup oldukları milli topluma göre yeniden tanımladılar. Geleceklerini milli toplumun başarılarına göre ayarladılar. Böylece, milli sanayi, milli kalkınma, milli eğitim ve milli devlet kavramları gelişti. Dolayısı ile milli devlet çatısı altında siyasileşen halkların oluşturduğu ortak kültür de milli kültür olarak belirlendi. Dikkat edilirse, burada yine ırki bağdan ziyade, üzerinde durduğumuz şekilde birlikte bulunmanın gereği olarak üretilen ve kendisine bağlanılan ortak değerler çerçevesinde bir kültür meydana getirilmiştir. Günümüzde sosyal bilimler .interdisipliner bir biçimde, kültürü artık tali bir konu olarak değil, asli bir konu olarak ele alıp, incele­ mektedir. Sanayi toplumunun pek de önem vermediği şekilde, sanayi- sonrası toplum, postmodern düşüncenin de etkisiyle kültür ve insan üzerine vurgusunu daha geniş tutmaktadır. Günümüzde kültür çalışmaları siyasi ve entellektüel gündemi belirleyici bir rol oynamaktadır Neo-Marksizm, Marksist görüşte yer almayan kültür teorisini oluşturmaya çalışırken, postmodemizm, feminizm... gibi yeni görüşler de kendi işlerinde kültürü yeniden tanımlama ve yeniden inşa etmektedir. Bilgi toplumu denilen süreç de yeni kültür inşalarının yapılmasına imkan vermektedir. 20. yüzyıla kadar kültür, sosyal olay ve olgular çerçevesinde değerlendirilirken, günümüzde, fertlerin varolma savaşımı ve güven duygularını tesis ve temin eden bir kimliğe bürünmüştür. Kabul edilen gerçek, insanın varoluşunun kültür ile mümkün olmasıdır. Böyle olmasının sebepleri ayrı bir konunun başlığını tesis edecek kadar geniştir. Ancak, en azından şu söylenebilir: Bugün dünya, geçen yüzyılın aksine daha hareketlidir. Hareketlilik hem fiziki hem de sosyaldir. Farklı kültürler birarada yaşamakta ya da en azından kitle iletişim araçları vasıtasıyla farklı kültürler tanınmaktadır. Böylece küresbelleşme sadece ekonomik değil, aynı zamanda sosyo-kültürel bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Peki öyleyse nasıl bir kültür tarifi, bizi bilgi toplumu olmaya hazır hale getirecektir? Bugün Batı'da yeni-sol, kültürü bir pratik olarak görürken, yeni- sağ kültürün ilklerine (orjinal, kutsal metinlere) dönmek istemektedir.(13) Durkheim ve Parsonsb’dan yola çıkarak kültür tanımını yapanlar ise, kültürü farklılaşmış bir sistem olarak görmeye çalışırlar. Bizim toplumumumuz için kültür tarifinde, gerekli olan evrensel yasalar altında kalıp boğulmamak ve sosyo-kültürel küreselleşme ile gelen vasat kültüre teslim olmamaktır. Bunun üstesinden gelmek demek, kültürü

174 yaşayan bir pratik olmak şeklinde tarif etmekten ziyade, siyasi ve entellektüel bir çaba ile tarif edebilmek demektir. Bu noktada ihtiyaç duyulan, Foucaultcu anlamda "özgül entellektüeller" (11) dir. Ya da yerel entellektüellerdir. Çünkü, onlar asla evrensel kurallardan hareket etmeyecek ve bilginin dolaşımını sağlayacak olanlardır. Sosyal değişmelerin ekonomik, politik, biyolojik, teknik, tabiat olayları,... ve kültürel birçok sebeplerle bağlantılı olduğu bilinen bir gerçektir. İnsanın tabiata hakim olma mücadelesinin hız kazandığı, özellikle sanayi çağının ve teknolojik keşiflerin süratle geliştiği dönemler insanlar arasında açılan gelir ve sosyal mesafelerin kolayca fark edildiği, endişe ve, ümitlerin giderek çoğalan kargaşaya sebebiyet verdiği ve insanoğlunu yeni tedbirler almaya sevk ettiği ortamlar veya iklimler yaratmıştır. Toplumların varlık ve ilerlemesi için çok lüzumlu olan sosyal ve siyasi istikrar, tehlikeye düşmüştür. Bunların ekonomik ve kültürel gelişmelere de tesir etmesi çok yönlü değişme problemlerini ve çözüm yollarını da arayıp bulmayı gerekli kılmıştır. Yeni doğan meslek çeşitleri ile eski meslekler ve kaybolmaya yüz tutan meslek çeşitleri sosyal grupların menfaatlerinin birlikte ele alınmasını ve kültürel birlik ve bütünlüğün de korunmasının zaruret olduğunu ortaya çıkarmıştır. Sonuç olarak sanayileşme, önemli buhranların doğmasına sebep olurken, aynı zamanda, buhranların çözümü için gerekli olan finansmanı fazlası ile sağlamış ve servete dayalı büyümenin, zenginleşmenin, bilginin, verimliliğin, rekabet... ve yönetimin önemini daha iyi kavramamızın kolaylaşmasını sağlamıştır. Sosyal tabakalar ve gruplar arası doğan siyasi mücadeleler, kültürel unsurlar arasındaki gevşeyen ve geciken uyum bozulmaları, iktisadi büyümedeki istikrarsızlıklar gibi, toplumun geleceği ile ilgili yaşanmış müşterek tecrübeler, hatırlanacak olursa, çok daha hızlı değişmelerin yaşanacağı bilgi çağının en önemli konusu herhalde "kültürel birlik" veya "birlik şuuru" meselesi olarak bizleri meşgul edecektir. Çünkü değişmeler karşısında en son tepki veren ve uyumda geciken saha kültürel saha olmaktadır. Kültürel açık ise, istikrarlı gelişmeyi engelleyici ciddi bir faktördür. Toplumun kendini en az buhran ile ilerletmesi ve kimliğini koruyarak yaşayabilmesi, aynı zamanda, başka toplumların sömürüsünden kendini kurtarabilmesi, hatta ölü milletler alemine intikal etmemesi için, milli kültürünü koruyarak yaşaması şarttır. Milliyetçilik bu bakımdan milli kültürün ruhudur. Bu sebeple bilgi çağı devletin yanında, mesleki kuruluşlarla birlikte gönüllü kuruluşların da önemini arttırmaktadır. Kültürün, bilgiyi yayabilmeleri için, ortak bir dile ihtiyaç vardır.Sadece içinde bulunulan kültürle değil, çevre ile münase­

175 betlerinde kurulması gerekir. Çünkü bilgi dolaşıma tabi olduğu müd­ detçe bir güç sembolü haline gelir. Bugün Türk Dünyasında yaşanan meselelerden biri de alfabe yönünden bir istikrar sağlanamamış olunmasıdır. Türk Dünyası ile müşterek bir alfabe belirlenmesi konu­ sunda dört farklı görüş ortaya atılmış bulunmaktadır: - Orhun Yenisey alfabesinde birleşilmesi, - Arap alfabesinde birleşilmesi, - Kiril alfabesinde birleşilmesi, - Latin alfabesinde birleşilmesidir. Ortak bir dil teşkili için Türk Cumhuriyetleri Eğitim Bakanları Mayıs 92 de toplanmış ve konuyu müzakere etmişlerdir. (15) Türk Devlet ve Toplulukları dostluk, kardeşlik ve işbirliği kurultayı tavsiye kararları da bu konuda ALFABE birliği ve zamanla gelişerek büyüyecek Türkçe üzerinde durmaktadır. Ancak, tahrip edilen beyinler ve köleci kültürel taassuplar dolayısiyle henüz başarı sağlanamamıştır. Halen yeryüzünde sadece Türk Milletinin birden çok alfabesi vadır. Türk kültüründe vasatı aşmak, yerel entelektüellerin ortaya koymuş oldukları proje, plan çerçeveseinde desteklenmesiyle ve ortak bir bilgi dilinin genişletilmesiyle gerçekleşecek gibi görünmektedir. Hangi kültür olursa olsun, onun siyasi tavrında, yerel entellektüelini destekleme külfetine yer verilmelidir. Aksi takdirde, kültür emperyalizmi denen ve eski devirlere ait bir söylemmiş gibi görünen, aslında hiç de değişmeyen bir siyasetin altında ezilmeye mahkum kültürler ortaya çıkacaktır. Genel siyasi tavır, böyle bir bilincin farkında olarak; kültürü korumak ve geliştirmek için kendi yerel entellektüelini destekleme durumundadır. Bugün dünya üzerinde gelişmiş ülkelerin ya da bilgi toplumu safhasına ulaşmış toplumların, izlemiş oldukları politikaların asli unsuru, kendi yerel entellektüeline sahip çıkmaları üzerine temel- lenmiştir. Çünkü entellektüeller, çoğu zaman devrimci önderliğe katkıda bulundukları gibi, geleceği geçmişe uygun hale getirme ve gelecekte geçmişi yeniden üretme işlevini de yerine getirirler.(16) Onların bu çok yönlü düşünme biçimleri, bir kültürün gelişmesi ve yaygın hale gelmesi için gerekli olduğu gibi, aynı zamanda zarurettir. Allahın verdiği kabili­ yetleri bigi ile birleştirerek, icat edebilmek, üretebilmek, kontrol ve hükmedebilmek... verimliliği azamileştirmek için de yerli ve milli aydınlara ihtiyaç artmaktadır.

176 Milli kültürümüzün, başka kültürlerle etkileşimi sonucunda, bir çok şey verilmekte ve alınmaktadır. Farklı kültürler karşısında, özellikle yeni yetişen nesillerin kültür şokuna uğramasına ve kimlik bunalımına düşmesine mani olunacak, kaliteli ve ihtiyaca cevap veren eserler yazılmasına yönelik, milli kültür değerlerinin millete aşılanmasını sağla­ yacak gayret ve faaliyetler çoğaltılmalıdır. Konu ile ilgili kısa bazı tesbitler yapmak suretiyle, çözüm bekleyen ve alınması gereken tedbirleri daha anlaşılır hale getirmek için, belki aşağıdaki bilgiler faydalı bir ön çalışmanın da başlangıcı olabilir. “Bilgi çağını yakalamanın yolu, her alanda ilmi metodolojiye sahip, iyi yetişmiş bir meritokrasi ordusu ile mümkündür. Ülkemizin, henüz altmış civarında bulunan ve kitle eğilimini hedefleyen bir üniversite anlayışı ile bilgi çağını yakalaması son derece güçleş­ mektedir. Bu gerçeği, 36 ülke arasındaki bir karşılaştırma ile daha yakından görebiliriz: Yirmibeş yaş üstü nüfusun üç buçuk yıllık ortalama öğrenim süresi bakımından ülkemiz sondan üçüncü; Bilimsel ve Teknolojik Araştırma ve Geliştirme faaliyetleri için harcamaları Gayri Safi Yurt İçi Hasılaya (GSYH) olan %0.33'lük oranı ile sondan altıncı; keza, iktisadi faal on bin nüfus başına toplam 7 Ar-Ge personeli ile sondan dördüncü; dünya fen bilimleri literatürüne katkısı ile sondan yedincidir. Yine tespitlere göre, TÜBİTAK'ın 1964-1991 yılları arasında desteklemiş olduğu kurum dışı Ar-ge, faaliyetleri sonucunda alınan toplam patent sayısı sekiz olup, bunların hiçbirinin ticaret uygulaması yoktur. Keza, EUREKA şemsiyesi altında yürütülen proje sayısı 522, bunlardan Türkiye'nin katıldığı proje ise sadece 6'dır. Yine aynı şekilde bilimsel nitelikte olup COST kapsamında ele alınan toplam 55 proje sayısı içinde Türkiye'nin 15 yıllık sürede (1971-1986) katılarak bitirdiği proje sayısı ise 6'dır. En kesin belgelere göre, evrensel bilime katkısı açısından ülkemiz halen dünyada 40. Sıradadır. 1991 İnsan Gelişme Raporuna göre, Türkiye'nin endeksi 0.694, sırası da 160 ülke arasında 70 inci idi. Bu sıralamada, ABD 7, Yunanistan 24, Hongong 25, Güney Kore 35, Singapur 37, Malezya 52, Taylanda ise 66. Basamaktır. Görülüyor ki, Pasifik kuşağı ülkeleri, bilgi çağında gerçeği kavrayarak, ön sıraları işgal etmektedirler. Bu Dört Kaplan'a son yıllarda Tayvan ve Malezya'da ki büyük çoğunluğu müslüman olan bir ülkedir- katılmış bulunmaktadır. Ülkemizin, yeni kurulan 21 üniversite ve iki İleri teknoloji Enstitüsü karşısında, G. Kore'nin 256 üniversite ve 21 Araştırma Enstitüsü ve bunlara bağlı teknoparklar ve teknoloji üreten kuluçka merkezleri, bilgi çağını gerçekçi doğrultuda kavradığını bize

177 göstermektedir. Gebze ve Buca'da açılan iki ileri teknoloji enstitüsüne karşılık - ki henüz kuruluş safhasındadırlar- ABD'de bunun sayısı yüzün üstündedir."(17) Sonuç olarak "Bilgi toplumu olma yolunda yürütülen çalışmaların ve politikaların parça parça uygulanmaya konulması yerine; çok yönlü, tutarlı ve sürekli bir şekilde uygulanması gereklidir. Bilgi toplumuna geçiş için kalıplaşmış yapılar bırakılarak, çok yönlü bir "YENİLENME STRATEJİSİ" süratle uygulanmaya konulmalıdır(T8). Zamandan, emek­ ten ve paradan tasarruf sağlamak esas prensip sayılmak suretiyle inşa edilen yeni düşünce ve geliştirici insan tipini, harekete geçirdiğimiz gün bilgi çağını yakalamış olacağız. Sanayi çağını kaçırdık bari, bilgi çağını yakalamak için kaybedecek zamanımızın ve boşa harcayacak kayna­ ğımızın olmadığını bilmek gerçeğini unutmayalım.

178 DİPNOTLAR

1- Haşan Çoban; Bilgi Toplumuna Planlı Geçiş, İnkılap Kitabevi, Ankara 1977, s.4. 2- Aynı Eser, s. 15. 3- Oswald Spengler; Batı'nın çöküşü 1, Türkçesi: Giovanni Scognamillo, Dergah Yayınları, Batı Düşüncesi, 1978, İstanbul, s.271. 4- Thierry Hentsch; Hayati Doğu, Batı'nın Akdenizli Doğu’ya Politik Bakışı, Çev. Aysel Bora, Metis Yayınları, İstanbul, 1996, s.212. 5- Spengler; a.g.e; s:271. 6- Ben Agger; Culturat Studies as Critical Theory, The Falmer Press, London,1992, ss 4-7. 7- Mustafa E.Erkat; Sosyoloji (Toplumbilimi), 8. Baskı, Der Yayınları, İstanbul,1997, s.137. 8- Mustafa E.Erkal; iktisadi Kalkınmanın Kültür Temelleri, 4. Baskı, Türk Dünyası araştırmaları Vakfı, İstanbul, 1994, s. 157. 9- Alvin Toffler; Üçüncü dalga, Türkçesi: Ati Seden, Altın Kitaplar, İstanbul; 1981. 10- "Bilgi Toplumu" ve Enformasyon Toplumu" kavramlarının açıklanması için bkz. Cihan Dura; Bilgi Toplumu, Kültür Bakanlığı/1224, Bilim ve Teknoloji/3, Ankara, 1990. İletişim Devriminin sosyal sonuçları hakkında ötedenberi önemli çalışmalar yapılmaktadır. Bu ülkede bilginin sosyo-ekonomik konumunu belirlemeye yönelik çalışmalar 'Johoka Shakai' (Bilgi Toplumu) yaklaşımı adıyla anılır. Bu anlayışın önde gelen isimlerinden biri,1981'de "Sanayi-Sonrası Toplum Olarak Bilgi Toplumu" adlı bir kitap yayınlayan Yoneji Masuda'dır. Belirsiz bulduğu sanayi-sonrası toplum terimi yerine bilgi toplumu (Enformasyon Toplumu) terimini kullanan Masuda'ya göre bir toplumun belirli bir yapıdan

179 bagka bir yapıya geçişinden sözedilebiimesi için, kendisinin sosyal teknoloji adını verdiği bir teknoloji boyutunda, bir teknoloji değişikliği meydana gelmelidir. 11- Cihan Dura; a.g.e, s.3. 12- Ahmet Davutojlu; "Kriz İçindeki Batı", Tarihin Sonu mu? (İçinde), Francis Fukuyama, Türkçesi, Yusuf Kaplan, Red Yayıncılık, Kayseri, s. 122. 13- Agger; a.g.e., s. 8. 14- Madan Sarup; Post Yapısalcılık ve Postmodemizm, Türkçesi: A.Baki Güçlü, Ark Yayınevi, Ankara,1995, s. 94. 15- Sabahattin Zaim; Türk ve İslam Dünyasının Yeniden Yapılanması, Yeni Asya Yayınları, İstanbul, 1993, s. 52-53. 16- Alvin W. Goutdner; Entellektüelin Geleceği, Çevirenler, Ahmet Özden-Nuray Tunalı, Eti Yayınları, İstanbul, 1993, s. 78. 17- Orhan Türkdoğan; Bilgi Çağının Neresindeyiz, (Türk Yurdu Dergisi) Mart-1995, Ankara, s.5. 18- Haşan Çoban, a.g.e., s. 204.

180 _ • _ _ _ _■ • _ TARİH PERSPEKTİFİNDE ALPARSLAN TÜRKEŞ

Yılmaz ÖZTUNA*

Önümüzde açılan 21. asırda Cumhuriyet dönemi Türkiye tarihinde birinci derecede etkin politika ve fikir adamları arasında Alparslan Türkeş için de pek çok monografi yazılacaktır. Tarihçiler, çeşitli açılardan Türkeş’i inceleyecekler. Türk tarihi içindeki yerini belirtmeye çalışacaklar. Türkeş’le 1951 yılı yazında tanıştım. Bir cumartesi gününün öğle vakti idi. Nihal Atsız, İsmail Hami Danişmend’in Hilton’un karşısındaki Doğu Palas’ın 2. katında bulunan, Danişmend’in 4. eşi Hüsniye (Doğan) Hanım’ın dairesine, yanında yağız bir subayla girdi. Alparslan Türkeş diyerek takdim etti. Türkeş, topuk vurarak ellerimizi sıktı. Rütbesi binbaşı ve yakası nefti (piyade) idi (o sırada Harb Akademisi’nde okuyormuş). Türkeş aydın, çok okuyan, Türk tarihini ve edebiyatını bilen, politikaya yetenekli bir kurmaydı. Az konuşuyor, çok dinliyordu. Derinlemesine zeka sahibi olduğu anlaşılıyordu. Nazik ve çok terbiyeliydi. Ama milliyetçi akımda Atsız’ın, İsmet Tümtürk’ün, Daniş­ mend’in sözlerinin geçtiği bir dönemdi. Türkeş’in bu akımda ön plana çıkacağının bir emaresini müşahade etmediğimi söyleyebilirim. I960 Mayısına kadar... O tarihte adını yalnız bütün Türkiye değil, dünya duydu. İhtilali, sadece Menderes ve ekibini yok etmek ateşiyle yanan, İsmet İnönü’den başka hiç bir devlet adamını beğenmeyen bir cuntanın tekelinde bulundurmamak için, kendi kafasında bir kaç arkadaşıyla harekete katıldığını söylüyordu. Türkeş’le her konuda her şeyi konuşmuşumdur. 27 Mayıs’tan çok az bahsettik. Zira 27 Mayıs hareketinin Türk devletinin başına sadece uzayıp giden bir gaile açacağını, Moskova’ya bağlı komünizmi yeşerteceği, milleti kuyruklar ve kuyruk olmayanlar şeklinde ikiye böleceği kesin kanaatinde idim. Bu kanaatimi hiç değiştirmedim. Türkeş,

' Tarihçi, Yazar

181 meşru iktidarın gaflet gösterip bu hareketi önleyemediğini (bu noktada haklı idi), katılmayan kurmayların ordudan atıldığını söylüyordu. Hindistan sürgününden dönen Türkeş’in, Türk milliyetçilerini, artık fikir bazında değil de politik bazda teşkilatlandırmaya başladığını duyduk. O dönemde Türkeş’le nadiren görüşmüşümdür. Ben İstanbul’da, O Ankara’da idi. Ben, Türk milliyetçilerinin Adalet Partisi’nde bir ağırlığı olması gerektiğini savunuyordum. İdeolojik parti ile değil, kitle partisi ile politika yapılabileceğini söylüyordum. İdeoloji partilerinin sürekli muhalefette kalacakları fikrinde idim (buna rağmen Türkeş, Milliyetçi Cephe koalisyonlarına partisini iştirak ettirmeye muvaffak oldu). Nihayet Türkeş, Ülkü Ocakları’nı kurdu. Milli denen eğitim sistemimizin daha çok komünist ve komünizan, Türk askerini arkasından vuran tipler yetiştirdiği bir dönemde, milli şuüra sahip yüz binlerce genç yetiştirdiği gerçektir. Doğrusu İstanbul salonlarında fikir münakaşası yapan biz salon milliyetçilerinin tasavvur dahi edeme­ diğimizi gerçekleştirmişti. Bu gençlik, Türkiye’nin altı Sovyet cumhuriyetine bölünüp Moskova’ya bağlanmasına razı olmadığı için 1980 öncesinde 5.000 şehit verdi. Sonra 12 Eylül kafasından birde komünistlerle eşit muameleye maruz kaldı. Yalnız Türkeş’in beş yıla yakın tutuklu bulunması, hiç bir zaman hazmedilmesi mümkün olmayan bir milli ayıptır. Türkeş nasıl bir Türk milliyetçisi idi? Siyasi akımların gerisinde yatan ve onları oluşturan bütün fikir hareketleri, zaman boyutunda çok dalgalı nüanslar oluşturarak ilerlerler. Tek tip bir demokrasi, bir din, bir rejim olmadığı gibi tek tip bir milliyetçilik de yoktur. Ben 15 çeşit Türk milliyetçiliği sayabilirim. Bugün bile tek tip bir Türk milliyetçiliği yoktur. Alparslan Bey, aşikardır ki Nihal Atsız’ın bir tilmizidir. Çok genelleştirmek gerekirse Atsız’ın, Gökalp ile Türkeş arasında bir köprü olduğunu söyleyebilirim. Ancak 3 dönemde 3 ayrı Ziya Gökalp olduğu gibi, en az 2 dönemde 2 ayrı Atsız vardır. Türk milliyetçiliği tarihini derinden bilenler bu akımın içinde bulunanlar, bu ayırımı kolaylıkla yapabilirler. Türkeş, birinci dönem Atsız’ı tarafından yetiştirilmiş bir milliyetçi idi. Bu dönem milliyetçilikte Atatürk çok ağırlıklıdır (bu ağırlık bugün de mevcuttur, fakat artık başka unsurlar da vardır). Atatürk’ün işaret ettiği (Orta Asya) fikir bazında turancı bir milliyetçiliktir. Ekonomiden pek anlamayan ve ekonominin ağırlığını pek bilmeyen, bilse bile pas geçen bir dönemdir. Zira o yıllarda hem sosyalist, hem sosyal adaletçi, hem

182 tamamen liberal (Danişmend bu sonuncular arasında idi) ekonomik görüşte olanlar vardı. Ve bu husus, aralarında hiç bir ciddi münakaşa unsuru değildi. Asıl mücadele, zaman zaman kavga ve dargınlık, fikir bazında idi. Türkiye demokrasiye çok az adapte olabilmişti. Osmanlı da pas geçiliyordu. O devrin milliyetçileri, Osmanlı kültürü ile yetişmiş, o kültürü yutmuş kişilerdi. Sonraki yıllardaki kopmuş kuşakların büyük bir kültür buhranı oluşturacağını söylüyorlardı ama, galiba oluşumun çok vehametli çizgilere gidebileceğini de ummuyorlardı. Ben, çocuk yaşımdan beri Türk milliyetçiliğini Yahya Kemal’in anladığı gibi anlamışımdır. Bu çizgiden hiç ayrılmadım. Bu, Osmanlı kültürü ve tarihi ağırlıklı, ama Orta Asya kökenimizi ve Turan’ı reddetmeyen, Türk kavimleri arasında dayanışmaya taraftar, ekonomide liberal, demokrasi dışı rejimlerden nefret eden, tabiatıyla şiddetle antikomünist, Atatürk’ü en büyük Türk milliyetçisi ve milli kahraman gören, Batı kültürüne çok açık, her şeyin temelinde milli mutluluğu ve maddi kalkınmayı gören bir milliyetçilik anlayışıdır. Bu, Atsız milliyetçiliği değildir. Atsız milliyetçiliğinin roman­ tizminden mahrumdur. Ancak estetik çizgisi en yüksektedir. Ben 1951’den ölümüne kadar Atsız’ın en yakın arkadaşı idim. Bu çok derin bir şahsi dostluktu. Atsız milliyetçiliğinden hiç etkilenmedim. Ama 1950’lerde ikinci dönem Atsız milliyetçiliği başladı. Bunu pek az kişi fark etmiştir. Fikir akımları, dönemlerini temsil etmeye mecburdurlar. Dünya ve ülke şartları fikirlerde yenilikler oluşturur. Atsız’da OsmanlI’ya dönüş, bir ölçüde ağırlık kazanmaya başladı. Ancak Atsız bütün şöhretini, çok sağlam şekilde, ilk döneminde yapmıştır. Ondaki yeni eğilimler, bir çoğumuz tarafından fark edilmedi bile... Türkeş, birinci dönem Atsız tilmizi olarak başladığı politikaya, milliyetçi görüşe sürekli yeni unsurlar getirerek devam etti. Atsız’dan koptuğu veya Atsız’a eklediği taraflar açıktır. Başta, Atsız’ın epey pas geçtiği din unsuru, İslam gelir. Gökalp felsefesinde Türk milliyetçiliğinin üç temel unsurundan biri kabul edilen İslam, 1918-39 dünyasının şartları içinde, Atsız sisteminde epey şeffaflaşmıştır. Sonra mübalağa edilmiş, Türk-İslam sentezi denmiştir. Bu bir fuzuli slogandır ki milliyetçiliğe soğuk bakanlarca epey sömürülmüştür. Şu bakımdan fuzulidir ki, İslam, zaten

183 Türk milliyetçiliğinin ayrılmaz bir unsurudur. Türk milliyetçiliğinin içinde­ dir. Ayrıca belirtilmeye ihtiyacı olmayacağı aşikardır. Türkeş, merkez sağın ikiye bölünerek birbirine cephe almasından endişeli idi. İki parçayı yaklaştırmak için epey teşebbüste bulundu. Milliyetçi Hareket Partisi’ni de merkeze çekmek istediğini biliyorum. Demokrasi ve soygun düzeninden arınmış liberal ekonomiye gittikçe ağırlık veriyordu. Dış politikamız üzerinde de yeni ve sağlam görüşleri vardı. Bunları açıklamak, bu yazımın çerçevesini aşar. Ama Türkeş’in Milliyetçi Hareket Partisi’nde epey radikal reformların eşiğinde ve Türkiye Cumhuriyeti tarihinin çok nazik bir döne­ minde öldüğünü belirtiyorum. Bilgi ve tecrübe hamulesi eşsiz bir çizgiye yükselmişti. Refah-Yol krizinin kapalı askeri müdahaleye zemin hazırladığı bir zamanda politika hayatımızdan çekilmesi, Türkiye için gerçek bir kayıp oldu. Türkeş, silahlı kuvvetlerimizle samimi ve sürekli temas halinde idi. Türk devletinin hangi temellere oturduğunun kusursuz şuuru içindeydi. Türkiye’yi çok iyi tanıyor, şartlarını çok iyi biliyordu. Cumhur­ başkanı Demirel’le ilişkileri de çok sağlıklı idi. Demirel, Milliyetçi Cephe koalisyonlarında başbakan yardımcısı olan Türkeş’i sevmiş ve Türkeş’in devlet anlayışını takdir etmiştir. Bu koalisyonlarda Türkeş, diğer ortaklar gibi Adalet Partisi’ne çomak sokmayı aklından geçirmedi. Adalet Partisi’ne yardımcı oldu. Hiç şüphesiz Devlet’i algılayışı, partisinin haklı menfaatlerinin üzerinde idi. 1997 çizgisinde Türkeş, tavizsiz, tam bir demokrasi rejiminin Türkiye’nin kalkınmasında vazgeçilmez temel olduğunu, demokraside geciktiğimizi teşhis etmişti. Böyle bir demokrasi; bölücü ırkçılık, Atatürk düşmanı bir nesil yetiştirmek gibi Türkiye’de hiç bir zaman ve asla uygulanabilirliği bulunmayan heveslerden arınabildiğimiz ölçüde çabuk kurulacaktır. İstisnasız her partide Türk milliyetçileri, hiç olmazsa Türk milliyetçiliği duygusuna hasım olmayanlar vardır. Partisiz büyük kitlelerde daha fazladır. Ancak liberal, tam bir demokrasiye inanmış, 21. asır dünya şartlarına uyumlu bir milliyetçi iktidarın oluşması için Türkeş, büyük adımlar attı. Söylemeye hacet bile yoktur ki bugün Türkiye’de ırkçılığa dayanan bir Türk milliyetçisi mevcut değildir. Kendisini Türk hisseden, Türkiye’de yaşamaktan mutlu, Türk dünyasının en büyük ve kudretli parçası bulunduğunun idrakinde, Türk’ün yücelmesini hedef alan herkes, Türk milliyetçisidir. Bir kültür milliyetçiliğidir ki, yabancı, hatta küçük kültürlere hasım değildir.

184 Türk milliyetçiliğinin duygu bazından tefekkür bazına, fikir akımına dönüşmesi 1860’larda başlar. Gerek Sultan Abdülaziz (1861­ 1876), gerek yeğeni Sultan Abdülhamid (1876-1909), bu fikir akımını, temsil ettikleri devlete dost bir hareket olarak kabul ettiler. Ancak Türk milliyetçiliğinin Devlet rejimi şeklinde kabulü ve uygulanması yalnız iki dönemde gerçekleşti: 1913-18 İttihad ve Terakki ve 1920-38 Atatürk iktidarlarında... İttihad ve Terakki’nin beceriksiz ve imparatorluğu yıkıma götüren politikasını Atatürk, çok iyi değerlendirdi. Bütün o felaketlerin içinde yaşadığı için, aynı hatalara düşmedi. 1918-1939 dünyasının adamı, çok büyük bir politikacısı ve reformcusu idi. Öyle bir dünyanın şartları içinde hareket etti. 19 Mayıs 1944’te Türk milliyetçiliği, ırkçılık ve turancılık yaftası altında mahkum edilmeye çalışıldı. Bu suretle Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Atatürk iktidarının temelini oluşturan tek fikir olan milliyetçilik reddedildi. Milliyetçiler; ikinci derecede, çağa uyumsuz, zeka seviyeleri düşük, kendilerini ön plana çıkartmanın hikmet-i hükümete aykırı bulunduğu bir vatandaş zümresi muamelesi gördü. Özel sektör de aynı tavrın içindeydi. Bu anlayış hala tamamen karılmış değildir. Türk milliyetçiliğine karşı olanlar, Atatürk’ün milliyetçiliğini pas geçenler, Türk’e çok da inanmış kişiler, zümreler değillerdir. Sovyetler Birliği’nin ölümsüz olduğuna kani idiler. Geleceği görmekteki yetenekleri yok denecek kadar kısıtlı idi. Milliyetçiliğe karşı çıkarak, Türk devletine gerçekten hasım, Türk’ü sevmeyen veya Türk’ü önemsiz gören insanların, hatta nesillerin yetişmesi zeminini oluşturdular. Türk denen bu millet, Alparslan Türkeş hakkındaki kesin hükmünü, onun cenazesinde belli etti...

185

TABİİ VARLIKLAR, ORMANLAR VE ÇEVRE KORUMA

Sabri SÜMER

GİRİŞ Türkçü büyük düşünür Atsız’ın tabii kaynaklar, ormansızlaşma, çölleşme, köycülük ve erozyon konusunda gayet isabetli görüşleri vardır. Bize bugün yön vermesi gereken ve ilham alacağımız görüşler şöyledir: “Türkiye toprağının depremde batacağına dair bir emare olmadığı için bu yönden korku yoktur. Fakat toprağın denize akması ve ormanların yok olması sonucu memleketin çölleşmesi gibi ciddi bir tehlike vardır.” “Türkiye’nin en mühim meselesi, yer altı servetlerini işletmeden önce yer üstünü yaşanır duruma getirmek, ormanlarla yağmur sağlayarak tarım verimini attırmak, ondan sonra yer altı servetlerine el atmaktır.” “Türkiye’de 40 bin köy var. İstanbul’dan Ankara’ya trenle giderken hattın iki yanındaki köylere bakınız. Bazılarında bir tek ağaç vardır. Çoğunda da üç beşten fazla yoktur. Yani görünüş tamamen bozkır ve çöl manzarasıdır. Evliya Çelebi’nin bahsettiği mamur köylere hat boyunca rastlanmaz.” “Köyleri büyütürken şehirlerin küçülmesine de o kadar ehemmiyet vermek icab eder.” “Büyük şehirler, sağlık, ahlak, asayiş, savunma bakımından büyük sakıncalar taşır. Büyük şehirlere lüzum yoktur. Bir milletin ileri ve güçlü olması büyük şehirleriyle ölçülmez. Toprağı az milletler için bu bir zaruret olsa bile Türkiye gibi geniş bir ülke için fantazi ve hatadır.” “Anadolu’nun iyi bir etüdünden sonra yeni kültür ve endüstri şehirlerinin kurulması, büyük şehirleri hızla daha fazla büyütmemek için, elli yıl önce İsveç’in yaptığı gibi fabrikaları seçilecek köylerde kurmak, bugün çok az nüfuslu, fakat verimli olan Muş Ovası’na Batı Anadolu’nun sıkışık yerlerinden tarımcı nüfus göçürmek en isabetli tedbirlerdir.” Merhum Başbuğ Alparslan Türkeş kurduğu "Dokuz Işık Doktrini”nde Türk Milliyetçileri’nin vatan toprağı, millet, toplum kalkınması, refaha ulaşma ve her konu için mutlaka bilim esaslarından faydalanma gerektiği görüşlerini ortaya koymuştur. Ülkücülük İlkesi’ni “Türk Milleti’ni en ileri, en medeni, en kuvvetli bir varlık haline getirme ülküsüdür. Her insan evvela kendi milletine hizmet etmeli, kendi milletini

' Prof. Dr. Orman Yük. Müh, Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi

187 yükseltmeye, kendi milletini mutlu etmeye çalışmalıdır.” şeklinde açıklamaktadır. İlimcilik İlkesi’nde “Her çeşit faaliyetin toplumun yararına olacak şekilde yönetilmesi görüşüdür. Olayları ve varlığı ön yargılardan uzak ve art düşünceden sıyrılarak ilim mantalitesi ile incelemek ve girişilecek her çeşit faaliyette ilmi önder yapmak prensibidir.” demektedir. Toplumculuk İlkesi “Her çeşit faaliyetin toplum yararına olacak şekilde yönetilmesi görüşüdür.” diye ortaya konmuştur. Köycülük llkesi’ni “Köyleri tarım kentleri halinde birleştirerek kalkınmayı öngörür. Kooperatifleşmeyi hedef alır. Bilhassa orman bölgesinde yaşayan köylüleri öncelikle ve hızla refaha kavuşturmak amacını güder.” sözleriyle tespit etmektedir. Endüstricilik ve Teknikçilik İlkesi için “Türk Milleti’nin kalkınması için acele sanayileşmesi lazımdır. Türk Milleti’nin yükselişi için büyük hamleler yapmak zorundayız.” ifadesini kullanmaktadır. Görülüyor ki dokuz ilkenin beşinde Türk Milleti’nin bilimde ve teknikte ilerlemesi, toplumun refaha ulaştırılması, köylerin kalkındırılması, sanayileşme ve teknolojide ilerleme işaret edilmekte ve hedef gösterilmektedir. Tüm bu yöneltmeler de çevre, tabii kaynaklar ve orman ile ilgili bulunmaktadır. Bu bakımdan Başbuğ’umuzun özlü ifadelerinin modern bilim verilerinin ışığında açıklanması gereklidir.

GENEL BAKIŞ Kalkınma insan mutluluğu ve refahı için yürütülen faaliyettir. Bunu sağlamak için bilgi ve teknoloji birikimi kaynak-ihtiyaç dengesi gözetilerek uygulamaya konur. Ancak kalkınma uğraşı insanın faydalanacağı şekilde düzenlenip, çevrye en az zarar vermelidir. Aşırı kullanımlar sonucu tabii kaynaklar azalmaya, yaşama mekanları daralmaya, tahrip omaya ve kirlenmeye böylece insan hayatını ve geleceğini tehdit etmeye başlamıştır. Yeşil alanların daralması, orman­ ların tahrip görmesi ve tabii çevrenin bozulması karşısında iklim 6 değişmeleri olduğu tahmin edilir ve ileri sürülür olmuştur. Çavre kavramı, tabiatın ve hayatın tamamı olarak tarif edilmektedir. İleri bir teknoloji yaratarak insanlar tabiatı kendi talepleri yönünden kısmen değişikliğe uğratmış durumdadır. Toplumun refahı ve ileri bir hayat seviyesi ortaya koymak için yürütülen bu uğraş, bir safhadan sonra hem insan hem de diğer tüm canlılara zarar veren çevre ortamı ve şartları yaratmaktadır. İnsan soluduğu hava, içtiği su, aldığı bitki ve hayvan kökenli besinler ile tabiata bağımlı bir varlıktır. Diğer canlılar gibi tabiat ile

188 dengeli bir karşılıklı etkileşim içinde bulunmak zorundadır. Yaşama ortamını kendi istekleri yönünde değiştirirken tabiattan kopmamaya, zarar vermemeye ve tahrip etmemeye özen göstermelidir. Hayat seviyesinin yükselmesi sanayileşmenin hızını ve boyutunu artırmıştır, çevre tahribi yaratmaktadır. Sanayiden çevre ortamlarına yayılan katı, sıvı ve gaz formundaki zehirli maddeler, canlıların yaşaya­ bilmesi için gerekli olan hava, su, besin maddesi ve yaşama mekanı gibi unsurları hem nicelik hem de nitelik bakımından yozlaştırıp bozmak­ tadır. Memleketmizde faaliyet alanı toprak olan tarım, ormancılık, hayvancılık, sanayi ve yerleşme gibi sektörlerin faaliyet alanları açıkça belirlenmemiştir. Bundan dolayı en verimli ovalar sanayi ve yerleşim yeridir, buna karşılık orman alanı olması gereken dik yamaçlı kırlık alanlarda tarım yapılmaya uğraşılmaktadır. Ormanlar diğer sektörlerle iç içe durumda bulunduğundan bu sektörlerdeki gelişmeler tabiat, çevre ve orman tahribini beraberinde getirmektedir. Sanayileşme, şehirleşme ve bunların getirdiği ekonomik gelişmenin insanı refaha götürmesi, imkan ölçüsünde tabiatı ve çevreyi tahrip etmeden, insan mutluluğuna ve sağlığına katkıda bulunacak şekilde gerçekleştirilmek zorundadır. Düzensiz, plansız ve hatta çarpık şehirleşme ve ilerleyen teknoloji çevre kirlenmesini meydana getirmektedir. Denetimsiz büyüyen şehirlerde çirkin yapılar, yetersiz yol, ağır trafik, eksik enerji ve eksik alt yapı tahrip olmuş çevrenin başka bir görünümüdür. Tarım kesiminde geçinemeyen ve ihtiyaçlarını karşılayamayan nüfusun şehirlere göç etmesi buna hazırlıklı ve elverişli olmayan şehirlik alanlarda hammadde kullanımı ve besin tüketimini artırdığından, bunun sonucu olarak atık madde halinde kirleticiler ortaya gelmektedir. İleri teknoloji sayesinde artan ölçüde lüks tüketim gerçekleşmekte, bunu karşılamak için tabii kaynaklar aşırı kullanılarak üretim yapılmakta ve atıklar artarak çevre kirliliğine sebep olunmaktadır. Türkiye’deki iklim, topografik yapı ve ormanların konumu, ormancılık faaliyetlerinde yapılacak hataların telafi edilmesini imkansız hale getirmektedir. Yani ormandan herhangi bir sebeple açılan bir alanın tekrar ormanlaştırılması pek çok zor, masraflı ve belki de imkansızdır. Memleketimizde ormansızlaşmanın bedeli oldukça yüksektir. Çünkü toprak aşınması yani erozyon, toprak kayması ve seller büyük ölçüde can ve mal kaybına sebep olmaktadır.

189 Orman içi ve bitişiğinde yoksul ve dağınık bir nüfus yaşamaktadır. Bu nüfusun orman üzerine sosyal, ekonomik ve siyasi baskısı yüzünden standart ormancılık teknikleri bile zaman zaman uygulanamamaktadır. Kırlık yörelerdeki nüfusun yerinde kalması ormana baskıdan başka tarım teknolojilerinin uygulanmasına ve tarımda verimin artmasını da engellemektedir. Bu durum ayrıca nüfus bakımından sağlıklı bir şehirleşmeyi de önlemektedir.

ŞEHİR İÇİ AĞAÇLANDIRMALAR Şehir içi yeşil alanlarda kırlık alandaki gibi tabii peyzaj uygulanamaz, yetiştirme peyzajı yapılır. Şehrin merkezinde bulunan yüksek binalar arasında kalan ve daha çok hava boşluğu işlevi yapan yeşil alanlar yaratılmalıdır. İlkbaharda çoğunlukla dişi kavaklardan ve daha az olarak dişi söğütlerden dağılıp havada kar-pamuk gibi uçuşan ve yağan tüylü tohumlar ve kış boyunca ağaçta sallanan çınar meyvelerinden yaz başlangıcında dağılan uzun tüylü tohumlar alerji, astım, bazı solunum yolu iltihaplarına sebep olmakta, gözleri etkilemektedir. Pamuklu tohumları sadece dişi ağaçlar saçtığı için, kavakların bu olumsuz etkisi erkek fertlerden vejetatif yoldan fidan üretip bunları kullanmakla önlenebilir. Nüfusun yoğun olduğu şehirlik yerlerde az çınar yetiştirmekle de çınarın uzun tüylü tohumlarının olumsuz etkisinden bir nebze kurtulmak mümkündür. Kavaklara arız olan, "kav mantarr’nın çürütmesi ile kırılan dallar ve yaşlı çınarların gövdesini çürütüp boşaltan “çınar mantarı”nın cadde kenarlarında ve tarihi-turistik yerlerde yarattığı büyük tehlikelere dikkat yöneltmek gerekmektedir. Cami, türbe vs. gibi tarihi mekanların bahçesine dikilmiş bulunan çınar, kavak ve ıhlamur gibi iri ağaçlar zamanla esas unsur olan tarihi eserin görünemez hale gelmesine yol açmakta, bir peyzaj kusuruna sebep olmaktadır. Yine şehirlerde bakımsız yerlerde, caddelerde, her yerde ve hatta tarihi eserlerin duvarlarında kendiliğinden gelişen kokarağaçların diğer zararları yanında, bilhassa erkek fertlerinin yaydığı pis kokular şikayetlere yol açmaktadır. Kokuyu erkek fertler saldığından, vejetatif yoldan elde edilecek dişi kokarağaç fertleri kullanmakla şehre yayılan nahoş koku giderilebilir.

190 İyi gölge sağlamasına rağmen, yüklü trafiği olan caddelerdeki atkestanelerinden dökülen meyveler kirliliğe ve tekerlekle fırlatılmadan dolayı kazalara sebep olmaktadır. Bir yere getirildikten sonra orayı işgal eden yalancı akasyalardan çiçek açma zamanında güzel kokular yayılmasına rağmen, bunların döküntüleri ve diğer kıymetli ağaçları barındırmayışları kirlilik yarat­ maktadır. Şehirler ve yakın çevresinde rüzgar etkisinin zararlı olduğu yerlerde sedir ve ladin gibi rüzgar etkisine hassas cinsler yerine, meşe, karaçam, üvez ve köknar kullanılabilir. Büyük şehirlerde sanayi tesisleri, ısıtma ve yoğun trafikten dolayı önemli ölçüde gaz zararları ortaya çıkmaktadır. Bitki örtüsünün ve bilhassa ağaçların havayı oksijen bakımından zenginleştirdiği, karbon­ dioksit oranını düşürdüğü bilinmektedir. Bu bakımdan gaz zararlarına dayanıklı bitkiler seçilmesi mantıklı bir yoldur. Akçaağaç, çınar, kavak, kızılağaç ve meşe gibi ağaçlar her yıl yaprak yenilediğinden gaz zararlarına dayanıklılık gösterir. Sedir, melez, köknar ve ladinlerin gaz zararlarına hassas olduklarına dikkat edilmelidir. Kış mevsiminde de gaz zararlarına karşı işlevin devam etmesi için herdem yeşil yapraklı ve karaçam gibi iğne yapraklıların kullanılması faydalıdır. Bitki örtüsü, tozu yapraklarla üstüne alıp yağış sonunda toprağa indirmek suretiyle havadaki tozu emer. Ayrıca hava hareketleri de yavaşlatılarak toz yayılması azaltılır. Böylelikle hava kalitesine ve sağlığa olumlu katkı sağlanır. Çam tepe ağırlığının üç, kayın altı katı ve meşe bir dekarlık alanda 54 kg toz tutabilmektedir. Şehirlik alanlarda yaz aylarında gölge, nispi hava rutubetinin yükseltilmesi ve böylece havanın serinletilmesi gibi ağaçların sağladığı görevleri yerine getiren meşe, karaağaç, ıhlamur ve kayın uygun yerlere dikilmelidir. Şehirlerde bitki ve ağaçlardan umulan faydayı elde etmek için bunların gelişigüzel değil de özelliklerine dikkat edilerek kullanılması gerekmektedir.

GÜRÜLTÜ Bilimsel yönden gürültü “düzensiz, hoşa gitmeyen, istenmeyen ses”, olarak tarif edilir. Gürültü şiddeti, spektrumu, frekansı ve süresi insanları etkilemektedir. Bilhassa şehir büyümesi, sanayileşme, ulaşım

191 ve artan nüfus ile yaratılan gürültü bir kirlilik olarak mütalaa edilmektedir. Teknolojinin getirdiği gürültü aynı usuller ile çözülmek durumundadır. Esas olarak gereksiz gürültü çıkmamasını sağlamak ve gürültüyü kaynağında yani yayılmadan önlemek en ucuz ve etkili yoldur. İnsan sağlığına zararlı ve rahatsız edici gürültüyü bitki toplulukları emme ve yansıtma yolu ile azaltmaktadır. Yoğun trafiğin, sanayi tesilerinin ve insanların yarattığı, dayanılmaz ölçülere ulaşan gürültünün azaltılmasında, yeşil perdeler kullanılmaktadır. Gürültüyü emmede ve yansıtmada Akçaağaç türleri, çınar, ıhlamur ve ehrami servi kullanılmaktadır. Gürültü azaltma bakımından iğne yapraklılar yayvan yapraklılara göre daha az etki yapar.

HALK SAĞLIĞI BAKIMINDAN YEŞİL ALANLAR Yeşil alanların oksijen üreticisi, toz ve zehirli havanın süzgeçleyicisi, insanın ruh ve beden sağlığına en önemli etken ve estetik zevkin doyurucusu olduğu bilinmektedir. Sağlıklı bir çevrenin temel unsuru yeşil alanlardır. Geniş halk kitlelerinin faydalandığı çocuk bahçeleri, parklar ve ayrıca botanik ve hayvanat bahçeleri, oyun ve spor sahaları yeşil alanlardır. Yeşil alanlar sıkışık ve beton yığınları arasındaki şehirlinin gün ışığı gördüğü ve nefes aldığı dinlenme yerleridir. İnsanların açık havaya ve gün ışığına ihtiyaçları yaşama için gereklidir. Park ve çocuk bahçeleri gibi yeşil alanlarda insanlar-çocuklar güneş ışığı alıp vücut gelişmesi için olumlu etki almaktan başka, yeşil alanlardaki bitki örtüsü hava kirliliğine karşı hafifletici etki olarak ortaya çıkmaktadır. Yeşil alanlar şehirlik yerlerin akciğerleridir. Atmosferde insan sağlığına en önemli zararlı kükürtdioksittir, bu gazın sadece bitkiler tarafından tutulduğu bilinmektedir. Yine karbon­ dioksit bitki hayat faaliyeti ile alınır ve oksijen verilir. Bilindiği gibi şehirlerin üstü kalın bir toz örtüsü ile kaplı olur. Toz parçacıklarının sağlığa doğrudan zararı açıktır, ayrıca güneş ışığını azaltarak dolaylı zarar verir. Tozlar yapraklar üzerinde birikerek havadan çekilmiş olur. Atmosferde bulunacak muhtemel radyoaktif serpinti küçük parçacıkları yeşil alan unsurları olan çayır ve şapkalı mantarlar tarafından tutulmaktadır. Atmosferdeki sağlığa zararlı mikroorganizmaların orman ve diğer bitki örtüsü tarafından tutulduğu bilinmektedir. Şehirlik yörelerde yer alan yeşil alan kuşaklarının

192 gürültüyü kestiği ve söndürdüğü inkar edilemez. İnsan sağlığına verilen zararları azaltmak üzere çevreye kirletici saçan her endüstri tesisinin yanına rüzgar yönü de dikkate alınarak yeşil alan tesis edilmelidir. Nüfusu hızlı artan şehirlerde günlük, haftalık ve mevsimlik yeşil alan ihtiyacı için kişi başına park-bahçe için 4.5, çocuk bahçesi için 1; oyun ve spor sahası, botanik ve hayvanat bahçesi için toplam 4 metrekare alan ayrılıp yürürlüğe konulmalıdır. Çocuk, botanik ve hayvanat bahçelerinin ve mahalle, semt, şehir, orman parklarının ve ayrıca park ormanlarının kurulması, mevcutlarının genişletilmesi, ihya ve ıslah edilmesi son derece önemlidir. Ayrıca şehir dışı ve açık alanların genişletilmesi yönünde ağaçlandirma ve ormanlaştırma çalışmalarını artırmak gerekmektedir.

BİTKİ ÖRTÜSÜNÜN KORUNMASI Memleketimiz sahip olduğu çok farklı iklim şartlarına bağlı olarak bitki çeşitleri bakımından oldukça zengindir. Bazı nadir ve yurdumuza has türler, ihraç maksadı ile tahribe uğratılıp yok edilmektedir. Bu bitkilerin tahripkar bir şekilde tabiattan toplanması yerine, yetiştirilmesi yoluna gidilmesi teşvik edilmelidir. Bitki örtüsünün ve hayat ortamlarının korunması yönünde yok olma durumundaki endemik türler tespit edilmelidir. Bitki örtüsünün bulunmadığı yüzeyde toprak yağış suyunu tutamaz, su yüzey akışı ile hızla gider. Su kaynaklarına düzenli, yavaş ve sürekli su gitmez. Bitki örtüsünün tahrip edilmesi sonucu taşkın, su baskını ve toprak kayması olayları felaketli şekilde ortaya çıkar.

EROZYON Memleketimizin hemen tüm bölgelerinde toprak, erozyon tehdidi altındadır. Ormanların tarla açma, aşırı otlatma, aşırı kesim ve yangın ile tahrip edilmesi bu olguyu artırmaktadır. Ormana uygun fakat tarıma uygun olmayan meyilli arazilerde bu çeşitli etkilerle ortaya çıkan ormansızlaşma ve bozuk vasfa dönüşme sonucu, bu alanların seçim zamanlarında hukuken ormanlıktan çıkarılması erozyonun artmasında rol oynamaktadır. En verimsiz ormanın ve hatta bitki örtüsünün bile toprak koruması ve su düzeni bakımından değerli olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.

193 Türkiye yüzölçümünün %91’ini teşkil eden 69.8 milyon hektar alanın %7.3’ünde hafif, %20.3’ünde orta, %37’sinde şiddetli ve %22.6’sında çok şiddetli toprak erozyonu hüküm sürmektedir. Toprağın taşınması ile organik besinler ve mineral maddeler de gitmekte, böylelikle toprak gübresiz kalmaktadır, bu durumun ekonomik zararı tartışılamaz şekilde açıktır. Taşınan toprak örtüsünün, yani içinde mikroorganizmaların faaliyet gösterdiği canlı toprağın, yeniden oluşması imkansız gibidir, oluşsa bile uzun yıllar geçmesi gerekir. Erozyon yüzünden tarım alanları verimsizleştiğinden buraların terk edilip şehirlere göç edilmesi, memlekette önemli sosyal ve ekonomik zorluklar ortaya çıkarmaktadır. Erozyondan dolayı barajların su tutma gücü yaklaşık 40-50 yılda bitmektedir. Türkiye’de bir barajın ortalama kullanım müddeti 100 yıl kadardır ve çok kısadır, yani bu bir ekonomik ömür değildir. Erozyonun sonucu çölleşmedir ve memleketimiz de bu olaya maruz durumdadır.

TABİİ ANIT AĞAÇLAR Bitkiler arasında bilhassa ağaçlar kuvvetli gelişme, biçim, büyüklük, renk vs gibi özellikleri ve bilhassa çok uzun ömürlü olmaları ile dikkat çekmektedir. Çok yaşlı ağaçlar aranıp bulunmalı ve “anıt ağaç” olarak tescil edilmelidir. Böylece bilim araştımaları için kaynak ve materyal sağlanmış olduğu gibi, tabiat harikalarını sergilemek imkanı ortaya çıkar. Tabiatı sevmenin ve çevreyi korumanın gereği budur. Yaşı, boyu, çapı, garip gövde ve tepe biçimi, tarihi olaylardaki yeri bakımından önemli yerli ağaçlarımızdan çınar, meşe, ceviz başta gelir. Aynca karaağaç, ıhlamur, ardıç, sedir, selvi, porsuk, zeytin ve çitlembikden bahsedilebilir. Birbiri üzerinde yerleşip yaşayan ve ayrıca nesli tükenmek üzere olan andız, sığla, bazı meşeler ve şimşir gibi ağaçlar da tespit edilip koruma altına alınmalıdır.

ORMANCILIK SEKTÖRÜ Ormancılığın görevi halkın ve milli ekonominin orman ürünlerine ve orman hizmetlerine ihtiyaçlarını karşılamaktır. Orman ürünleri arasında sanayi hammaddesi odun ve ısınma-pişirme-yakacak

194 odunundan başka bitki ve hayvan kökenli ürünler ve ayrıca mineral ürünler yer almaktadır. Orman hizmetleri de toprağı erozyondan koruma, tarım topraklarının verimsizleşmesini önleme, akarsularının akışını düzenleme, kaliteli su temin etme, iklimi, düzenleme, ruh ve beden sağlığına olumlu etki sağlama, iş alanı ve geçim kaynağı olma, eğlenme ve dinlenme yeri olma ve turizme katkıda bulunmadır. Ormanın bu faydaları ile ormancılık toplumun refah ve sağlığına hizmet etmekte, milli ekonominin tüm alanları ile bağlantılı ve ilişkili bulunmaktadır. Ormancılığın etkileşimde bulunduğu sektörler tarım, hayvancılık, çevre koruma, sanayi, ticaret, ulaşım ve turizmdir. Son yıllarda yoğun şehirleşme, artan sanayileşme ve ileri teknoloji dolayısı ile kendini gösteren çevre meseleleri ormanlarla da karşılıklı etkileşmektedir. Ormanlar bir ölçüde hava kirliliğini azaltmak, toz ve zehirleri süzmek, yer aldığı ortamın iklimini iyi yönde etkilemek, toprağı gübrelemek ve ıslah etmek, su akışını düzenlemek ve erozyonu önlemek şeklinde çevrenin korunmasına katkı sağlamakta, ayrıca büyük ve küçük pek çok sayıda canlıya yaşama mekanı olmaktadır. Ormanın bu işlevlerini yürütebilmesi ve tabii dengenin sağlanması için sağlıklı yapısının bozulmaması gerekmektedir. Halbuki ormanlar katı, sıvı ve gaz halindeki atıklar yüzünden çevre kirliliğine, tabii çevresinin tahribine ve belki asit yağmuruna maruz kalarak ölmekte, toprağının vasfı bozulmaktadır. Kırlık alanlardaki kalkınma faaliyetlerinin yetersizliğinden, tabiatın elverişsizliğinden ve ekonomik zorluklardan dolayı orman içi ve civarı köylerde mevcut olan 10 milyon kadar nüfus geçim sıkıntısı içindedir, bu insanlar ormana suç oluşturan eylemler ortaya koymakta, neticede orman tahrip görmektedir. Ormandan elde edilen odun ham maddesi, çeşitli orman kuruluşlarının ihtiyacına tam cevap veremediğinden, odun üretimi ve tüketiminde dengesizlik vardır.

Orman Varlığımız Ormanlar en verimsiz ve eğimi fazla arazilerde yetişir. Ekonomik, stratejik ve çevre faydaları sağlar, Ormanlarımızda hektardaki servet ve artım göz önüne alınırsa kişi başına 0.2 hektar verimli orman alanı düşmektedir, bunun dünya ortalaması 0.7’dir, hektardaki yıllık artım 1.370 metreküp olarak ve hektardaki dikili servet 46 metreküp olarak dünya ortalamasından oldukça düşüktür.

195 Ormanın Hava Kirliliğini Önleyici Etkisi Çevrenin tahribi ve kirletilmesi çeşitli şekillerde olmaktadır. Sanayileşmenin gelişmesi ve yaygınlaşması, hayat standartlarının yükselmesi ve refahın artması çevre kirliliği yaratmaktadır. Çevre kirlenmesinin bir yönü hava kirliliğidir. Hava kirlilğine atmosferdeki katı küçük parçacıklar, zehirli gazlar ve radyoaktif artıklar sebep olmaktadır. Ormanın ve bitki topluluklarının hava kirliliğini azaltma etkisi karbondioksiti bağlama, oksijen verme, katı kirleticileri tutma, zehirli gazların etkisini azaltma ve iklim aşırılıklarını yumuşatma şeklinde ortaya çıkmaktadır.

Orman Yangınları Orman yangınları sebebi ile büyük sahalar kül edilip kalite bozulmasına uğratılmakta, büyük miktarlarda kullanılacak ve yakacak odun hiçbir fayda sağlamadan heder olmaktadır. Öte yandan insan emeği ile yaklaşık 15 yılda yapılan ağaçlandırma alanı bir yılda yanıp yok olabilmektedir. Orman, yangın tahribine uğraması halinde zamanla işlevlerini kaybeder. Orman toprağını örten humus tabakası kaybolacağından gözenekli yapı bozulur, yağış toprağa gerekli hızla sızamaz ve yüzeylerden akış meydana gelir, bu da sel ve su baskınlarına sebep olur. Yanmış orman toprağı yüzeyinde bulunan kül tabakasında tohum çimlenmesi zordur. Ayrıca yağış ile kayganlaşan kül tabakası humusun yapıştırıcı özelliğinden yoksun olduğundan toprak eğimli yerlerde dere ve nehirlere taşınır.

Ağaçlandırma Cumhuriyet döneminde 1985 yılı sonu itibarı ile, toplam 925 bin hektar ağaçlandırma yapılmış, bu dönemde fidan üretimi 472 milyona ulaşmıştır. Memleketimizdeki büyük çıplak arazilerin bulunması gerçeği karşısında tabii ki bu rakamlar değersiz kalmaktadır. Tabii kaynaklardan olan ve yenilenebilir özellikteki ormanın çeşitli işlev ve faydaları vardır. Bir kere, odun ham maddesi ve bundan başka çok çeşitli hatta çok kıymetli bazı ürünlerin kaynağıdır. Toprağın korunması, akarsu rejiminin düzenlenmesi, iklimin yumuşatılıp

196 düzenlenmesi, rekreasyon ve estetik fayda sağlamak, sağlığa faydalı olmak gibi işlevleri de vardır. Vatandaşa iş imkanı verme ve yurt savunmasında rol oynama hususunda ormanların değeri vardır. Çeyrek yüzyıl içinde meydana gelen nüfus artışı besin, yakıt ve odun ham maddesine ihtiyacı ve dolayısıyla talebi çoğaltmıştır. Böylelikle orman serveti ve orman toprağı üzerine olumsuz etkiler ve baskılar ortaya çıkmıştır. Orman tahripleri yani ormansızlaşma ile, tabiatta kendi kendine pek çok yavaş ilerleyen toprak aşınması (erozyon) denilen verimli ve canlı üst toprak kaybı, memleket tarımını olumsuz etkileyen ve çevreyi tahrip eden bir hal almıştır. Gelişen ekonomi ve sosyal şartlar, refahın yükselmesi, ormansızlaşma ve sanayileşmenin ortaya çıkardığı çevre tahribi, insanları, ormanların her çeşit faydasına yani orman ürünlerine ve hizmetlerine daha da muhtaç hale getirmiş ve talebi artırmıştır. Buna karşılık memleketimiz ormanları kalite ve kantite bakımından taleplere cevap verecek durumda değildir. Çünkü memleketimiz, coğrafi konumu itibarı ile yeryüzünde ormanların bitip çöllerin başladığı yarı kurak bir iklim kuşağında yer alarak zaten hassas bir dengede bulunmaktayken, ormanların eski tarihlerden beri süregelen savaşlara, uzun zamanlardan beri yangınlara, yürütülen usulsüz kesim, tarla-yerleşim alanı açma ve hayvan otlatma faaliyetlerine maruz kalmış olması sonucu tahrip ödilmesi, niteliksizleşmiş, verimsizleşmiş olması ve ıslaha muhtaç durumda bulunması, orman ürünleri ve hizmetlerinin beklenen ölçüde karşılanabilmesini zorlaştırmıştır. Ayrıca orman tahribi sonucu erozyon, su baskını ve heyelan gibi olaylar artmıştır. Bu bakımdan orman varlığının, ağaçlandırma ile nitelik ve nicelik bakımından düzeltilmesi ve artırılması gerekmektedir. Ağaçlandırmanın ilk şartı da, ağaçlandırılacak alanlarda mülkiyet artırılması gerekmektedir. Ayrıca ağaçlandırma alanlarına her türlü tehdidin ortadan kaldırılması ve yöre halkının müdahalesine karşı sosyal, hukuki ve ekonomik tedbirlerin alınması gereklidir.

Ormancılık ve Kırsal Kalkınma Ormanın korunması her şeyden önce içi ve bitişiğinde yaşayan ve ormancılık faaliyetleri ile doğrudan bağlantılı orman köylüsünün sosyal ve ekonomik olarak kalkındırılması ile mümkündür. Arazi yapısının ve iklim şartlarının elverişsizliği sebebi ile, orman köylerinde tarım yapılabilen alanlar çok sınırlıdır. Genelde kuru tarım yapılmakta, sulu tarım bunun %10’u kadar olabilmektedir. Yetiştirilen ürünlerin %90

197 kadarı tahıldır, bundan başka tütün, pamuk ve pancar üretilip, birim alandan alınan hasıla en düşük seviyededir. Orman içi ve kenarı mera alanları 1.5 milyon hektar olup, bu alanlarda 5.6 milyon sığır ve manda, 10.7 milyon koyun, 11.8 milyon kıl keçisi ve 1.6 milyon at ve benzeri hayvan otlamaktadır. Buna karşılık bu yörelerde hayvancılığın önemli bir geçim kaynağı olduğu, orman içi ve bitişiğindeki otlakların ağır otlatma baskısı altında bulunduğu, ahır hayvancılığı gibi bir alışkanlığın mevcut olmadığı, yem bitkileri üretimi ve otlak planı bulunmadığı gerçeği ortadadır. Böylelikle bozuk vasıflı otlatma alanlarında vasıfsız tür ve ırklı hayvanlardan dolayı çok düşük verim alınmaktadır. Orman civarı köylülerin ormandaki çeşitli işlerde işlendirme imkanları ve bunlara kalkınma fonu uygulanması, zorluklarının ortadan kaldırılmasına yetmemektedir. Orman ürünlerinin üretim açığı çok kısa zamanda daha etkili olarak ortaya çıkacağından orman varlığımızı artıracak, mevcudu ıslah ve ihya edecek tedbirlerin alınması zaruridir. Yerel yönetimlerin ağaçlandırma faaliyetlerine katılmaları kanun ile özendirilmesi; orman köylülerine tarım sübvansiyonlarının farklı uygulanması; yakıt tasarrufu sağlamak üzere rüzgar ve güneş enerjisi gibi kaynakların ikame edilmesi; toprağın verimliliğin artırılması ile araziye talebin düşürülmesi; kavakçılığın teşvik edilmesi; ormanda tabii olarak yetişen, ekonomi ve tıp açısından değerli bitkilerin kültürünün yapılmasının köylülere öğretilmesi ve bunun organize edilmesi sayılabilir. Sosyal ormancılık uygulaması olarak ağaçlandırma alanları kenarlarına ceviz, dut, zeytin antep fıstığı, fıstık çamı, badem, zeytin, korunga ve mantar yetiştirme; odun ihtiyacını karşılamak üzere hızlı gelişen ağaç türleri ve azot bağlayarak toprağı ıslah eden kızılağaç, demir ağacı ve gladiçya gibi türlerin yetiştirilmesi; yapay göllerde balık ve su ürünleri yetiştirilmesinin planlanması ve uygulanması yürütülebilir.

TOPRAK KORUMA Zamanımızdaki huzursuzluklar genelde toprak elde etme çabasından çıkmaktadır. Toprak elde etmede ya konut yeri ya da verimli tarım toprağı kazanma yarışı şeklinde gerçekleşmektedir. Artan nüfus gerek yurt içinde gerekse yurt dışında besin maddelerinin değerini artırmaktadır. Memleketimizde insanların %10 kadarı bitki kökenli proteinden, %22 hayvan kökenli proteinden yoksundur. %14 kadar insanımız sağlık içinde hayat sürebilmek için gerekli bulunan kaloriyi elde

198 edememektedir. Nüfusumuzun yakın gelecekte 75 milyon olacağı düşünülürse, kısa bir zaman döneminde tarım üretimi artırılamadığı takdirde gıda açığı başlayacaktır. Kalkınmak, zenginleşmek ve refaha ulaşmak, memleket insanını beslemek için tarım üretiminin artırılması ve halen mevcut olan tarım arazilerinin korunması ve genişletilmesi gerekmektedir. Buna karşılık, halen memleketimizin 17.3 milyon hektarlık arazisinde tarım yapılabilmekte, 15 milyon hektarda orta şiddette, 45 milyon hektarda şiddetli, yani memleketimizin dörtte üçünde erozyon hüküm sürmektedir. Meraların, bitki örtüsünün ve toprağın tahrip edilmesi, hayvancılığa darbe vurmakta, böylece köylünün işlendirilme imkanları azalmakta ve geliri kaybolmaktadır. Türkiye’de yaklaşık 25 milyon hektar kadar alanın kesinlikle ormancılığa tahsis edilmesi gerekmektedir. Bugün ormancılık sektörünün yönetiminde bulunan alan ise 20 milyon hektar kadardır ve bunun 13 milyon hektar kadarı verimsiz ve bozuk orman vasfında olduğundan kesinlikle ve en kısa zamanda iyileştirilmek zorundadır. Orman Bakanlığı toplam 17 milyon hektar arazi üzerinde ormanlaştırma yapmak durumunda olup, günümüzde yılda en fazla 100 bin hektar ağaçlandırma yapabilen bir devlet kurumunun yetersizliği ve çaresizliği ortadadır. İlgili Bakanlığa maddi kaynak sağlanarak, envanterlerin yaptırılması ve ağaçlandırmaların çok hızla artırılması mecburidir.

ARAZI SINIFLANDIRMASI Tarıma elverişli arazilerde endüstri tesisleri kurulması sebebi ile tarım faaliyeti dışında kalan yani kaybedilen arazi 25 bin hektar kadardır. Plansız şehirleşme ile sulanabilen 25 bin hektar arazi de yerleşime açılmıştır. Bu durum rasyonel bir sonuç olamaz. Kırlık alanlarda ve şehirlerde arazilerin ve tabii kaynakların en uygun şekilde kullanılması ve korunması için “arazi sınıflandırılması”nın yapılması mutlak mecburiyettir. Memleketimizde tarım yapılacak, orman ve yeşil alan korunacak, otlak olarak kullanılacak, sanayi tesisleri kurulacak ve yerleşime açılacak alanların sınırlarının bilimsel veriler esas alınarak kesin olarak belirlenmesi, mülkiyet konularının çözülmesi ve buna uyulması gerekmektedir.

199 ÇEVRE KORUMA HUKUKU Çevrenin korunması Anayasa’nın 56’ncı maddesinde yer aldığı halde Ceza Kanunu’nda çevreyi doğrudan koruyucu hükümler bulmak zordur. Ancak Ceza Kanunu’nda meyve ağaçlarının tahribini, başkasının arazisinde hayvan otlatmayı, çit vs ile çevrili araziye girmeyi ve çöp atmayı düzenleyen hükümler bitki örtüsünün tahrip edilmesine, ağaçlandırma alanlarında hayvan otlatılmasına, orman alanlarının istilasına ve şehirde çöp meselesine karşı kullanılabilmektedir. Orman Kanunu’nda da bilhassa yakmaya karşı hükümler vardır. Çevre kirliliğine karşı en önemli koruma bitki ve ağaçlar tarafından yapılmakta olduğundan bunların korunmasına ve tesis edilmesine önem vermek gereklidir.

MADENCİLİĞİN ÇEVRE KİRLENMESİNE ETKİLERİ Maden çıkarılması ve işlenmesi faaliyetleri sırasında birtakım çevre bozulmaları ortaya çıkmaktadır. Tabii arazi yapısının ve değiştirilmesi ile beraber bitki örtüsü ve canlı üst toprak yok edilmekte, toprak asitliği değişmeye uğramakta, mineral toprakta zehirli madde (sülfat) birikmekte ve kil oranının artması ile toprak verimsizleşmekte, yerüstü ve yaraltı suları kirlenmektedir. Bu faaliyet ile kısmen hava kirliliği de olmaktadır. Madencilik faaliyetleri ile bozulan çevre, geri kazanma ile eski dengesi kurulamasa bile çevreye verilen zarar en aza indirilmelidir. Meydana gelen boşluklar doldurularak selvi, akasya, ceviz, kestane, çınar ve fıstık çamı, belki başka hızlı gelişen çam türleri ile ağaçlandırma yapılıp bitki örtüsü meydana getirilmelidir.

MİLLİ PARK, TABİAT PARKI, TABİATI KORUMA VE SİT ALANLARI Bilimsel, turistik ve estetik bakımdan ender bulunan ve farklılık gösteren tabii ormanlık veya kırsal alanlar ve kültürel kaynak değerleri milli park olarak tefrik edilmektedir. Bu gibi alanlar koruma, dinlenme ve turizm gibi unsurları taşıyan tabiat parçalarıdır.

2 0 0 Bitki örtüsü ve yaban hayatı özelliğine sahip, manzara bütünlüğü içinde halka dinlenme ve eğlenmesine uygun tabiat parçaları, “tabiat parkı” olarak ayrılmaktadır. Bilim ve eğitim bakımından önem taşıyan nadir, tehlikeye maruz veya kaybolmaya yüz tutmuş ekosistemler, türler ve tabii olayların meydana getirdiği seçkin örnekleri ihtiva eden ve mutlak korunması gerekli olup, sadece bilim ve eğitim amaçlarıyla kullanılmak üzere ayrılmış tabiat parçaları “tabiatı koruma alanlaradır. Tarih öncesinden günümüze kadar gelen çeşitli medeniyetlerin ürünü olup, yaşadıkları devirlerin sosyal, ekonomik, mimari ve benzeri özelliklerini yansıtan kent kalıntıları, önemli tarihi hadiselerin cereyan ettiği yerler ve tespiti yapılmış tabiat özellikleri ile korunması gereken alanlar “sit alanlaradır. Yerli ve yabancıların çok önem verip ziyaret ettikleri böyle ağaçlık ve yeşil alanlar milli ekonomiye büyük katkılar sağlamaktadır. Bu türlü parklar ve alanlar çevre korumanın en önemli vasıtalarından biri olmuştur.

SONUÇ Türkiye’deki mevcut çevre tahribi ve ve çevre üzerine muhtemel baskının boyutu hakkında tam bilgi sahibi olunması için, hava ve su kirliliğinin, tabii kaynakların, bitki örtüsünün ve hayvan topluluğunun, arazi kullanmanın ve sanayiden atıkların envanterinin en kısa zamanda yapılması gerekmektedir. Çevrenin tahribine karşı tüm vatandaşlar ve kuruluşlar bilgilendirilmeli ve eğitilmelidir. Teknolojinin imkanlarından faydalanma ve çevre kirlenmesine dikkat gösterme beraberce götü­ rülmelidir. Dengeli işletilerek tabii kaynaklardan devamlı faydalanmaya özen gösterilmesi gerekir. Çünkü birçok tabii kaynak yenilenemeyen özelliktedir, aşırı faydalanma halinde afetler ortaya çıkabilir. Araziden en uygun, kazançlı ve çevreye zarar vermeden faydalanmayı sağlamak için gerekli planlama ve uygulama yürütül­ melidir. Yenilenebilen özellikteki tabii kaynakların başında ormanın geldiği şüphesizdir. Orman tahribinin önüne geçilmeli, orman varlığı herşeye rağmen artırılmalıdır. Çünkü ormanlar toprağın, suyun, iklimin ve diğer tabii kaynakların dengeleyicisi, koruyucusu ve bekçisidir, sağlık

201 ve hayat kaynağıdır, ekonomik değerdir. Memlektimizin içinde bulunduğu enlem dereceleri sebebi ile maruz bulunulan yarı kurak iklim kuşağının orman varlığımızı tehlikeli sınırda tuttuğunu hiç unutmamak gerekir. Orman varlığı, çevre korumasının en önemli unsuru olduğundan, ormancılık faaliyetlerinin siyasi maksat ve etkilerden uzak tutulması, seçim zamanlarında daha dikkatli olunması ve çalışmaların sadece ormancılık bilim ve tekniğine göre yürütülmesi gerekmektedir. Orman­ ların servet ve toprak olarak korunmasına, ıslahına ve geliştirilmesine önem verilmek mecburiyeti vardır. Orman ve çevre koruması tek başına ormancılık sektörünün altından kalkabileceği bir faaliyet olmayıp, ilgili olan diğer sektörlerin de katılmasını gerektiren zor ve karmaşık bir olaydır. Turizmin gelişmesi için tabiat ve orman iyi bir ortamdır, turizme korunmuş bir tabii çevre gereklidir. Turizm denetim altında gelişmeli, tabiatı tahrip etmemeli ve planlanırken tabii çevrenin korunmasına dikkat sarf edilmelidir. Plansız ve gelişigüzel şehirleşme, tabiatı ve yeşil örtüyü tahrip ve yok etmektedir. Şehirlerde kişi başına en az 7 metrekare yeşil alan düşünülerek yeşil alan, park ve bahçeler varsa korunmalı, yenileri tesis edilmelidir. Konut inşasında tabii bitki örtüsüne mümkün olduğunca dokunmadan, zarar vermeden çevrenin tabiatı korunabilir. Yerel yönetimlerin şehir ve kırlık alan peyzajı ve çevre düzenleme ile ilgili birimlerini faal hale getirecek kanuni düzenlemeler geliştirilerek, sağlıklı çevre yaratmak faaliyetinin yaygınlaştırılmasında büyük fayda vardır. Toprağı ve toprak altı kaynakları işleyen ve değerlendiren tüm işletmelerin terk ettikleri alanları çevre koruma bakımından ıslah ederek ve ağaçlandırarak terk etmek mecburiyeti hukuken düzenlenmelidir. Kanalizasyon ve baca atıkları çıkaran tesislere ancak çevre kirliliğine karşı tedbir aldıkları takdirde izin verilmelidir. Ekonomik kalkınmayı ve refahı gerçekleştirirken, çevrenin korunması için alınacak tedbirlere gereken harcamaların üretim maliye­ tini yükselteceği ve gelişme hızını yavaşlatacağı ileri sürülürse de, topluma kısa vadeli kazançlar sağlamak yerine uzun vadeli kazanç, sağlıklı toplum ve temiz çevre bırakmak daha isabetli bir yoldur. Hedef, mümkün olduğu kadar az çevre tahribi yaratıp ekonomik ve teknolojik ilerlemeyi de sınırlandırmayan bir birleşik yol bulmak olmalıdır.

2 0 2 Toplumun ihtiyaçları yönünde belirleme usulü esas alınarak en kısa zamanda, araziler kullanım maksadına ve verimlilik derecesine göre sınıflandırılıp, sınırları tespit edilip, mülkiyet zorlukları ortadan kaldırılmalıdır. Böylece orman ve yeşil alanlar emniyete alınacağından çevre korunması daha etkili olarak sağlanmış olacaktır. Arazi elde etmek maksadı ile bilhassa büyük şehirlerde ormanlık ve yeşil alanların devamlı tehdit ve hücumlara maruz durumda bulunması, hiçbir şekilde siyasi baskı altına alınamayacak kompozisyon ve düzenlemeye sahip merkezi ve yöre teşkilatları da bulunan “üst kururlar kurulmasını şart kılmaktadır. Bunlar son karar organı yetkisinde olmalıdır. Türkiye’de çevrecilik faaliyetleri, ideolojilerin çöküşünden sonra değişik bir yön ve anlam kazanmıştır. Buna göre bazı kimseler çevreciliği çevre tahribinin önlenmesi, su-hava-toprak kirliliğinin azaltıl­ ması ve tabiat varlıklarının korunması gibi iyi niyetli ve halisane yaklaşımların dışında ele almaktadır. Bu gibilerin çevrecilik faaliyeti görünümü altında aslında Türkiye’nin ekonomik gelişmesinin ve sanayileşmenin önünü kesmek, ülkeyi enerji dar boğazına sürüklemek gibi maksat ve hedefleri vardır. Her şeyin bir bedeli vardır. Önemli olan sanayileşme ve teknolojiyi kullanarak kalkınma ile çevre meseleleri arasında optimal dengeyi bulabilmektir. Sıfır kirlilik ve tahribat ile sanayi toplumu olunamamakta ve refaha ulaşılamamaktadır. Ancak kirlenmeyi ve çevre bozulmasını en aza indirebilmek esastır. Bunun için mal ve hizmet üretiminde maliyetleri azaltmak ve kaliteyi yükseltmek için düşünülen gelişmiş teknolojilerin yanı sıra çevre tahribini hafifleten ileri teknolojileri de devreye sokmak gerekir.

203

NÜKLEER ENERJİ VE TÜRKİYE’DE DURUM

Sümer ŞAHİN*

Başbuğumuz Alparslan TURKEŞ’in aziz hatırasına ithaftır. Başbuğumuz Alparslan T Ü R K E Ş nükleer teknolojinin Türkiye Cumhuriyeti için önemine en vakıf devlet adamı idi. Kendisi ile tanışmamız ve vefatına kadar kesintisiz devam etmiş olan çok yakın ve samimi dostluğumuzun temeli de nükleer bilimler üzerine atılmış idi. 27 Mayıs ihtilali esnasında Almanya’da lisan eğitimi yapmakta idim. Başbuğumuzun adını yurt dışında iken duymuş, Turancı olduğunu öğrendikten sonra da büyük bir sevgi beslemiş idim. 1970 yazında Stuttgart Üniversitesinde uzay-atom reaktörleri üzerindeki doktoramı tamamladıktan sonra, Karadeniz Teknik Üniversitesi kadrosunda göreve başladım. Oradan görevli olarak İstanbul Teknik Üniversitesine geldiğim 1970 güzünde, İstanbul Spor ve Sergi Sarayında büyük bir ülkücü şölen tertip edilmiş idi. Şölen esnasında, değerli kardeşimiz Arif Ö Z K Ö K beyefendi beni tanıştırırken - Başbuğum. Türkmen atom doktoru diyerek tanıttı. Başbuğumuz da çok sevinerek - Türkmenden atom doktom da çıktı mı? Bundan sonra sık sık görüşelim. diyerek memnuniyetini belirtti. Uzun yıllar süren şahsi dostluğumuz esnasında Başbuğumuzla nükleer teknoloji konusunda pek çok bilgi alış verişimiz oldu. Kendi ifadelerine göre, nükleer teknolojinin ehemmiyetini çok iyi bildikleri için, 27 Mayıs ihtilalinin akabinde Başbakanlık Müsteşarlığı görevini yürütürken verdiği ilk talimatlardan birinin, 1960 bütçesinden derhal 50.000.000. TL ayrılarak bir nükleer santral inşaatına başlanması olduğunu ifade ederdi. Fakat 14’ler olayından sonra bu kışlın da kapanmış olduğunu üzüntü ile ifade ederdi. Aşağıdaki yazı, sağlığı esnasında başbuğumuzla aynen paylaşmış olduğumuz görüşleri ihtiva etmektedir. Cenab-ı Hak’kı en çok seven ve bu sebeple Allah’ın da en çok sevdiği millet olduğuna

’ Prof. Dr.

205 inandığım, mensubu olmakla hamd ve iftihar ettiğim, Türk milletinin bilgilerine arz ederim. Yazının I. bölümü, nükleer enerji konusunda genel bilgiler ve M H P ’ nin görüşleri sunulmuştur. II. bölümde ise, Gazi Üniversitesi bünyesinde yürüttüğümüz, 21. asra yönelik araştırma konularımızın bazıları takdim edilmektedir.

I. NÜKLEER ENERJİ 1.1. Nükleer Teknolojinin Ülkemiz İçin Ehemmiyeti Nükleer yakıtlar (233 U,235 U, 239 Pu gibi), kimyasal yakıtlara (kömür, petrol gibi) nazaran birim kütle başına (kg) takriben 108 misli daha fazla enerji ihtiva etmektedirler. Buna paralel olarak, konvansiyonel teknolojiden nükleer teknolojiye geçiş esnasında, medeniyet ve teknoloji alanında yapılan sıçrama, yelkenli gemiden buharlı gemiye, atlı arabadan benzinli motorları kullanan arabalara ve uçaklara geçişte yaşanan tekamülden daha büyük olmuştur. Ülkemizde, ilerideki yıllarda elektrik ihtiyacının önemli bir kısmını karşılaması için sipariş edilmesi zaman zaman gündeme getirilen nükleer santralların, elektrik üretiminin yanı sıra, ülkemizin çağdaş teknoloji alanında da önemli bir sıçrama yapmasına hizmet etmesi hususuna da çok dikkat etmek gerekir. Yani sipariş edilecek nükleer santralların, ülkemize yüksek teknoloji transferinin lokomotifi olması planlanmalıdır. Bunun ön şartı da, nükleer santral kuruluşu esnasında yerli sanayiinin payının yüksek tutulması, sipariş esnasında ilgili yan sanayiinin Türkiye’de ne ölçüde kurulmasının planlandığının, ihale ve pazarlık merhalelerinde açık bir şekilde, önemi vurgulanarak ele alınması gerekir. Bunun ön şartı da, nükleer santral kuruluşu esnasında yerli sanayinin payının yüksek tutulması, sipariş esnasında ilg ili yan sanayiinin Türkiye’de ne ölçüde kurulmasının planlandığının, ihale ve pazarlık merhalelerinde açık bir şekilde, önemi vurgulanarak ele alınması gerekir. Yerli sanayiinin katkısı düşük tutularak kurulacak bir nükleer santral, pahalı bir ithal malı olmaktan öteye gidemez. Yerli sanayinin katkısı, birinci reaktörü takip edecek diğer reaktörlerde de gitgide en önemli husus, ülke sanayiinin katkısının yüksek olacağı ve ilerde bizzat yapabilmemizin mümkün olabileceği reaktör tipine yönelik doğru teknoloji seçimi olmalıdır. Böyle bir strateji uygulanması ile Türkiye nükleer teknolojiye girerken, pek çok yan dallarda da teknolojik sıçrama yapacaktır. Bu tekamül, başta makine, elektronik, malzeme, konstrüksiyon, tasarım, proje işletmeciliği ve bilgisayar teknolojisine şamil olmak üzere sosyal davranış

206 sahalarına kadar uzanacaktır. Yine unutulmaması gereken diğer bir gerçek de, nükleer teknolojinin ilerlemesi yönünde yürütülecek araştırma ve geliştirme faaliyetlerinin, sadece nükleer sahalarla sınırlı kalmadan, en geniş bir şekilde bilim ve teknolojiye yapacağı katkılar ile 21. asır cemiyetlerinin entellektüel değerlerinin yapılanmasına büyük hizmetler edeceğidir. Bugün uluslararası nükleer santral piyasasında satışa sunulan nükleer reaktörler, yakıt ve yapıları yönünden iki tip genel grupta toplanabilirler: a) Zenginleştirilmiş nükleer yakıt kullanan hafif su soğutmalı nükleer reaktörler, b) Tabii uranyum kullanan ağır su soğutmalı nükleer reaktörler (CANDU). Hafif su reaktörleri, hidrojen izotopunun fazla miktarda nötron yutmasından dolayı az zenginleştirilmiş nükleer yakıt kullanmak mecburiyetindedirier. Zenginleştirme oranı %3-4 mertebesindedir. Zenginleştirilmiş nükleer yakıtın belli başlı satıcısı A.B.D. olduğundan, bu yönden önemli bir dış bağımlılığa sebep olurlar. Reaktörlerin yakıtlarını ihtiva eden kazanların çapı 3-5 m civarındadır. Ayrıca, hali­ hazırda uluslararası reaktör piyasasında satışa sunulan hafif su reaktörlerinin kazanlarının, yapıları itibarı ile, soğutucu akışkanın sıcaklık (-350 °C) ve basınçlarına (-150 atm) dayanmalan gerekmektedir. Bu durum, kazanların yüksek alaşımlı çelikten imal edilip, cidar kalınlıklarının da 15-20 c m civarında olmasını gerektirir. Böyle bir teknolojiyi yerli sanayiinin orta ve hatta uzun vadede gerçekleştirebilmesi mümkün değildir. C A N D U reaktörleri ise tabii uranyum kullandıklarından nükleer yakıt yönünden tam bağımsızlığa imkan verirler. Reaktör kazanı da sadece kendi ağırlığını taşıyacak şekilde projelendirilmiştir. Kazan cidarı sadece 90 °Cda moderatör sıcaklığına maruzdur. Bu yüzden düşük vasıflı ve 2.5 c m kalınlığında çelik saçtan imal edilir. Böyle basit bir imâlatı yerli sanayi her an gerçekleştirebilir. Soğutucu akışkanın yukarda belirtilen sıcaklık ve basıncı ise, 20 cm çapında ve bir kaç m m kalınlığındaki basınç tüplerince karşılanır. Böylece bu tip reaktörler kolay bir teknoloji teşkil ederler. CANDU reaktörlerinde yakıt değişimi reaktör çalışırken gerçekleştirilir. Santralın durdurulması gerekmez. Bu durum da ayrıca çok önemli bir avantajdır.

207 Tablo 1: Nükleer Enerji Üretiminin Ülkelere Göre Dağılımı (Aralık 1995) Elektrik Üretenler İnşaat Safhasında Toplam Ülke ismi Reaktör Nükleer Güç Reaktör Nükleer Güç Elektrikteki Sayısı (MWeı) Sayısı (MWeı) Nükleer Pay (%) A.B.D. 109 98784 1 1165 22.5

Almanya 20 22017 - - 29.1 Arjantin 2 935 1 692 11.8

Belçika 7 5527 - - 55.5 Brezilya 1 626 1 1245 0.2

Bulgaristan 6 3538 - - 46.4 Çek Cumhuriyeti 4 1648 2 1824 20.1

Çin(Komunist) 3 2167 - - 1.2

Çin (milliyetçi) 6 4884 - - 28.9

Finlandiya 4 2310 - - 29.9

Filipinler - - 1 620 - Fransa 56 58493 4 5810 76.1

Gün. Afrika 2 1842 . - - 6.5 Hindistan 10 1695 4 808 1.9

Hollanda 2 504 - - 4.9 İngiltere 35 12908 - - 25.0

İran - - 2 2146 - ispanya 9 7124 - - 34.1 İsveç 12 10002 - - 46.6 İsviçre 5 3050 - - 39.9 Japonya 51 39917 3 3757 33.4

Kanada 21 14907 - - 17.3 Kazakistan 1 70 - - 0.5 Kore 11 9120 5 3870 36.1

Küba - - 2 816 -

Litvanya 2 2370 - - 85.6 Macaristan 4 1729 - - - . 62.3

Meksika 2 1308 - - 6 Pakistan 1 125 1 300 0.9

Polonya , - - 2 880 -

Romanya - - 2 1300 - Rusya Federasyonu 29 19843 4 3375 11.8 Slovak Cumhuriyeti 4 1632 4 1552 44.1 Slovenya 1 632 - - 39.5 Ukrayna 16 13629 1 1165 37.8 Dünya Toplamı 437 343712 39 32594 17.0

208 1.2. Nükleer Teknolojiye Geçmiş Olan Ülkeler Tablo 1’den de rahatça görülebileceği üzere, günümüzde nükleer teknoloji, elektrik enerjisi üreten nükleer santrallar vasıtasıyla 36 kadar ülkeye fiilen girmiş bulunmaktadır. Halihazırda toplam 343 824 MWeı kurulu güce sahip olacak olan 56 yeni nükleer santral da inşaat halindedir. Litvanya’nın elektrik üretiminin %87’si, Fransa’nın %78’i, Belçika’nın %59’u nükleer reaktörler tarafından üretilmektedir. Sovyet Rusya işgalinden kurtulan eski Doğu Bloku ülkelerinden, Çek Cumhuriyeti’ndeki nükleer elektrik payı %29, Slovanya ve Macaristan’da %43, Bulgaristan’da ise %37’dir. Tablo 1’deki diğer ülkelerin yakından incelenmesi, Türkiye’mizin yüksek teknoloji yarışında, şimdiye kadarki yöneticilerimiz tarafından ne kadar geri bırakıldığını çok açık bir şekilde ortaya çıkarmaktadır. A.B.D.’de bugün %21’de seyreden nükleer enerji üretiminin, 21'inci asrın ilk yarısında %50’lere yükseltilmesi hedeflenmektedir. Başta A.B.D.’de olmak üzere, Avrupa Birliği’nde, Japonya’da ve Rusya Federasyonu’nda, çekirdek parçalanmasına dayanan konvansiyonel nükleer enerji üretiminin yanısıra çekirdek kaynamasına dayanan termo-nükleer füzyon reaktörlerinin geliştirilmesi konusundaki araştırmalar da büyük desteklerle yoğun olarak sürdürülmektedir. Füzyon enerjisinin ne kadar önemli bir enerji kaynağı olduğuna aşağıdaki kısa bilginin ışık tutabileceği kanaatindeyim. En kolay füzyon reaksiyonu, iki ağır hidrojen çekirdeğinin (döteryum ile trityumun veya döteryum ile döteryumun) birbirleri ile kaynaşarak birleşip enerji açığa çıkarmasından ibarettir. Tabiatta bulunan suyun takriben 1/5000 kadarı ağır hidrojen olan döteryumdan teşekkül eder. Bir litre tabii suda(deniz, göl, buzul, akarsu, yağmur, vs.) bulunan döteryumdan elde edilen füzyon enerjisi 300 litre benzinin enerjisine eşdeğerdir. Yani, füzyon reaktörlerinin devreye girmesi ile musluklarımızdan akan veya denizlerde, göllerde, akarsularda, yağmurda bol miktarda bulunan su, kendi hacminin 300 misli benzin kadar enerji verebilecektir. Unutmayalım ki Kâinat, füzyon teknolojisi esas alınarak yaratılmıştır. Bir füzyon reaktörü olan Güneş’imizdeki enerji, Güneş Sistemi’mizdeki toplam enerji kaynaklanndan milyarlarca defa daha fazladır. İnsan oğluna düşen görev, bu zengin enerji kaynağından istifade edebilme sanatını, yani nükleer bilim ve teknolojiyi geliştirmektir. Yukarıda işaret ettiğimiz gibi, ülkemizin nükleer teknolojiye geçmesindeki yegane engel, kendi oylarımızla seçip, yönetime getirdiğimiz, uzun vadeli, ülkeye hayırlı programı ve projeleri

209 gerçekleştirmek yerine, iktidara gelir gelmez, sadece ve sadece gelecek seçim telaş ve hesaplarına düşen kadrolardır. Yoksa nükleer teknoloji üreten ülkeler, bu teknolojilerini pazarlayabilmek için %100 kredi teklifleri ile birlikte gelmektedir. 1970’li yıllardan beri de bu konu sık sık tazelenerek kamu oyunun gündeminde karşımıza çıkmaktadır. Bu konu gündeme gelince, dış güdümlü bazı odaklar da (Çevreciler) derhal aleyhte faaliyete geçmektedir.

1.3. Nükleer Santraller ve Çevre İnsanların az bilgilendirildikleri hususlar karşısında, korkuları büyük olur. İnsanın fıtratı, yapısı, yaratılışı böyledir. Bundan istifade eden, ülkemizin geri kalmasını isteyen bazı dış düşmanlarımız da, kendi içerimizdeki insanların bazılarını kandırarak, çevrecilik maskesi altında nükleer santrallara karşı düşmanca kampanya yürütmektedirler. Halbuki gerçekte, batı teknolojisine dayanan nükleer santrallar bilinen en emin ve çevre yönünde en güvenilir teknik yapılardır. Kömür santradan ile bir mukayese yaptığımızda şöyle bir tablo ile karşılaşırız: Misal olarak 1360 MWeı kurulu güce sahip olan Afşin-Elbistan Termik Santralını ele alalım. Bu santral yılda 18.000.000 ton çok düşük kaliteli linyit kömürü kullanır. Böyle bir santralden kül, duman, kükürtdioksid, azod-oksijen bileşikleri halinde çevreye yayılan kimyasal kirliliğin boyutlarını tasavvur edebiliyor musunuz? Taşkömürü kullanan, 300 MWei kurulu güce sahip olan Zonguldak-Çatalağzı Termik Santralının yıllık yakıt ihtiyacı da 1.500.000 ton kadardır. Kamu oyunun dikkatinden kaçan önemli bir husus, kömür yakıtının içinde bir miktar bulunan uranyum ve toryum gibi tabii radyo-aktif elemanların da, kömür santrallarının bacasından çevreye salıverildikleridir. A.B.D.’ndeki Çevre Koruma Ajansı’nın (Environmental Protection Agency-EPA) yaymadığı bilgilere göre, kömür santrallarının kül ve duman halinde çevreye saldıkları artıkları, içinde bulunan radyoaktif uranyum ve toryumun sebep olduğu radyoaktif çevre kirliliği, aynı enerjiyi üreten nükleer santralların sebep olduğu toplam radyasyon kirliliğinin 100 misli civarındadır. Nükleer santrallar sıkı bir radyasyon denetimi altında bulunurlar. Kömür santrallarında ise radyasyon denetimi söz konusu değildir. Radyasyon kirliliği nazar-ı dikkate alınmaz. EPA’nın tesbitlerine göre 1982 yılında kömür santralları A.B.D.’de 616 milyon ton kömür yakmışlardır. Kömür içindeki ortalama uranyum miktarı milyonda 1.3, toryum miktarı da milyonda 3.2 kadardır. Buna göre A.B.D.’deki kömür santralları 1982 yılında çevreye 801 ton

2 1 0 uranyum ve 1971 ton da toryum salmışlardır. Bu miktarın takriben %1 kadarı dumanla atmosfere karışır, geriye kalan %99’u da külde kalır. Aslında bunun radyoaktif madde saklama kurallarına göre muhafaza ve kontrol altında bulundurulması, yeraltı sularına sızmasının ve çevreye karışmasının uzun bir vadede (milyonlarca yıl boyunca) önlenmesi gerekir. Böyle bir duruma dikkat edilmediği için, kömür santralları, çevreyi sadece kimyasal artık olarak değil, aynı zamanda radyo-aktif olarak da devamlı olarak kirletmektedir. Yine aynı kaynağa göre 1982 yılında kömür santralları Dünya çapında 2.8 milyar ton kadar kömür yakarak çevreye 3640 ton uranyum ve 8960 ton toryum salmışlardır. Çemobil kazası ile tanınan nükleer santralın içindeki toplam nükleer yakıt miktarının 30 ton civarında bulunduğu ve kaza esnasında bu yakıtın ancak %5-10 kadarının çevreye yayıldığı düşünülürse, 1982 yılında Dünya’daki kömür santrallarının çevreye 100’den fazla Çemobil reaktörünün içindeki nükleer yakıtın hepsi kadar uranyum ve bunun 2.5 misli kadar da toryumu salıverdikleri anlaşılır. Gözden kaçan diğer bir husus da kömür santrallarının çevreye yaydıkları kirlilik içinde bulunan uranyum ve toryum elemanları temizlenip ayrılabildikleri takdirde, bunlardan nükleer santrallar vastasıyla elde edilebilecek elektrik enerjisinin, bu radyo-aktif artıkları çevreye salan kömür santrallarının ürettiği enerjinin 1.5 katı kadar olacağıdır. Yani kömür santralları sadece radyo-aktif çevre kirliliğine yol açmakla kalmıyorlar, aynı zamanda çevreye salıverdikleri kıymetli nükleer yakıtın israfına da sebep oluyorlar. EPA’nın tesbitlerine göre kömür santrallarının 1937’den itibaren bugüne kadar çevreye saldıkları radyo-aktif maddeler ile 2060 yılına kadar çevreye yayacakları tahmin edilen miktarlar şekil 1’de gösterilmiştir. Kömür santrallarının sebep olacağı radyo-aktif çevre kirlenmesinin, bilhassa 2000 yılından sonra çok korkunç boyutlara ulaşacağı tahmin edilmektedir. 2000 yılında kömür sandallarından çevreye 5000 ton uranyum bırakılacaktır ki bu miktar Çernobil reaktörünün içindeki toplam nükleer yakıtın 150 misli kadardır. Yani 150 tane Çemobil reaktörünün içindeki toplam nükleer yakıt, kömür santralları vasıtasıyla çevreye yayılmış gibi olacaktır. Kömür sandallarında çevreye yayılacak toryum miktarı ise bunun 2.5 katı kadar olacaktır. Kamu oyunun bu konudaki duyarsızlığının yanı sıra, çevreci grupların kömür sandallarından çevreye yayılan radyo-aktif kirlenmeyi bugüne kadar hiç gündeme getirmemiş olmaları ibret vericidir. Bunun çevreci grupların dış güdümlü olup, esas

211 fonksiyonlarının ülkemize nükleer teknolojinin girmesini engellemek olduğu şüphesini uyandırmaktadır.

1937 1960 1980 2000 2020 2040 2060 (YIL)

Şekil 1: A.B.D. ve Dünya’daki kömür sandallarından çevreye yayılan uranyum ve toryum miktarları 1. Dünya’daki toryum kirlenmesi 2. Dünya’daki uranyum kirlenmesi 3. A.B.D.’deki toryum kirlenmesi 4. A.B.D.’deki uranyum kirlenmesi

1.4. Sonuç: Sonuçları aşağıdaki ana hatları ile özetleyebiliriz: a) Türkiye gecikmeden nükleer sandallar vasıtasıyla elektrik enerjisi üretmek suretiyle nükleer çağı yakalamalıdır. Bunun için gerekli dış krediler de hazırdır. b) Nükleer reaktörler sipariş edilirken, bu reaktörlerin kurulması ve inşası esnasında yerli sanayiinin ve Türk beyin gücünün katkısı yüksek tutulmalıdır. Uzun vadede yerli nükleer sanayiinin dış

2 1 2 bağımlılığını asgari düzeye indirecek reaktör tipi tercih edilmelidir. İhale aşamasında, bu noktaların üzerine büyük bir dikkatle eğilinmelidir. c) Batı teknolojisine dayanan nükleer santrallar, çevre açısından en güvenilir teknik yapılardır. Buna karşı eski Doğu Bloku ülkelerinde üretilen Rus yapısı reaktörlerin emniyeti, Çernobil misalinde de görüldüğü gibi düşüktür. Bunun sebebi ise, derin incelendiği zaman eski komünist rejiminin hastalıklarının bir neticesi olarak tezahür etmektedir. d) Halen 36 ülkede nükleer santrallardan elektrik enerjisi elde edilmektedir. Türkiye 2000 yılına 1 kWh nükleer elektrik enerjisi üretemeden girecektir. Ülkemizin, nükleer teknolojiye sahip olan ülkeler sıralamasında numarasının 40’ın altına düşmesi istenilmiyorsa, hükü­ metimizin derhal nükleer santral kurulması için fiilen teşebbüse geçmesi gerekmektedir. e) Türkiye'nin nükleer teknoloji üretebilmesi için de en kolay teknoloji olan CANDU tipi nükleer santradan seçmesi gerekir.

II. GAZİ ÜNİVERSİTESİNDEKİ NÜKLEER ARAŞTIRMALAR T.C. yöneticileri her ne kadar henüz nükleer teknolojinin ehemmiyetini anlamasalar da, 1988 yılından itibaren Gazi Üniversitesi, Teknik Eğitim Fakültesi bünyesinde teşkil ettiğimiz akademik araştırma grubu, nükleer bilimler sahasında, 21. asra yönelik araştırma faaliyetlerine yoğun olarak devam etmektedir. Bu araştırma konularından bazıları şunlardır: A) Füzyon-Fisyon Hibrid Reaktörler B) Termo-Nükleer Uzay Roket Motorları C) Termiyonik Uzay Atom Reaktörleri Yeni bir konu olduğu için, bu yazımızda füzyon-fisyon hibrid reaktörler hakkında temel bilgiler takdim edeceğiz.

III. FÜZYO-FISYON HİBRİD REAKTÖRLER 21. yüzyıla yaklaştıkça Dünya enerji üretimi ihtiyacı gün geçtikçe artmaktadır. Sanayi ülkelerinde uygulanan enerji ekonomisi stratejileri bu artışı nispeten kontrollü ve yumuşak kılmakta ise de gelişmekte olan ülkelerin çağdaş teknolojiyi yakalama ve bu teknolojinin sağladığı hayat standardına erişme çabaları enerji ihtiyacını hızla arttırmaktadır.

213 Hidrolik enerji kaynakları sınırlıdır. Bu yüzden günümüzde sanayiinin ihtiyaç duyduğu enerji üretimi fosil (petrol ve kömür) ile nükleer yakıtlardan sağlanmaktadır. Fosil yakıtların sebep olduğu lojistik (taşıma ve dağıtım gibi) ve çevre kirliliği (atmosferden artan C02 dolayısıyla sera etkisi, S02,ve NOx gazlarının sebep olduğu asit yağmuru vs.) problemleri, bu tip yakıtların kullanımına tabii bir sınır çizebilirler.. Bu yüzden 20. yüzyılın ikinci yarısında alternatif enerji kaynakları araştırılması çalışmaları yoğun bir şekilde artmıştır. Yeni enerji kaynakları içinde en fazla ümit veren, teknolojisi çok gelişen ise nükleer enerji olmuştur. Gelişmiş ülkelerde ise nükleer enerji yatırımları hızla artmaktadır. Şekil 2’de Â.B.D’nde nükleer elektrik üretiminin toplam elektrik üretimi içerisindeki payının 2060 yılına kadarki muhtemel projeksiyonları görülmektedir. Bu projeksiyonlar A.B.D.’nde hibrit reaktörler* devreye girmez ise hedeflenen %50 elektrik payının ancak 21. yüzyılın sonlarına doğru belki erişebileceğini ifade etmektedir.(1) Halihazırdaki nükleer enerji üretimi daha ziyade hafif su reaktörleri teknolojisine dayanmaktadır. Hızlı reaktör teknolojisinin beklenenden çok daha yavaş gelişmesi önümüzdeki 50 yıl boyunca hafif su reaktörlerinin nükleer enerji pazarına hakim olacağını göstermektedir. Hafif su reaktörleri yakıt olarak az zenginleştirilmiş (%3-4 kadar )U235 kullanırlar. Bu izotop tabii uranyumun ancak %0.7 kadarını teşkil eder. Tabii uranyum içinde bulunan diğer izotop (%99.3 oranında) U238’dir. Bu izotopun ancak küçük bir kısmı reaktör içinde Pu239’a dönüştürülerek yeni bir tip nükleer yakıt elde edilebilir. Harcadıkları U235 (veya Pu239)’dan az yeni nükleer yakıt (U233 veya Pu239) üreten reaktörler, konverter (dönüşüm) reaktörleri, fazlasını üreten reaktörler ise üretici reaktörler olarak isimlendirilirler. Hafif su reaktörlerinin dönüşüm oranları ancak %50-70 mertebesindedir. Böylece bu tip reaktörler tabiattan uranyum yakıtının ancak %1’i kadarını değerlendirip %99 kadarını kullanılmayan, yüksek derecede radyo-aktif artık olarak geriye bırakırlar. Bu yüzden 21. yüzyıla girerken nükleer enerji üretiminin az zenginleştirilmiş nükleer yakıt açısından ciddi bir darboğaza girmesi beklenmektedir. Diğer taraftan, her ne kadar hızlı reaktörler kullandıkları U233 veya Pu239 yakıtından daha fazla Pu239 yakıtı üretseler de yeni yakıt üretme periyodları çok uzundur (10-30 yıla kadar). Bu yüzden hızlı reaktörlerin artan nükleer yakıt ihtiyacını karşılayabilmeleri mümkün

2 1 4 görülmemektedir.2 Buna ilaveten, hızlı reaktörlerin yaygın ekonomik Kullanımı ilk tahminlere nazaran 50 yıllık bir gecikme ile gerçekleşebilecektir (1970’den 2020’ye kayarak). Hafif su reaktör teknolojisinin yaygın oluşu ve nükleer enerjinin Dünya enerji üretiminde giderek artan payı, nükleer yakıt üretimi için başka yakıt kaynakları aranmasını zorunlu kılmaktadır. Füzyon ve fisyon reaktör özelliklerini bünyesinde birleştiren reaktörler Hibrid Reaktör olarak isimlendirilirler. Bu reaktörlerde füzyon odasının çevresi düşük vasıflı pasif nükleer malzeme (U238, Th232 gibi) ile kaplanmıştır. Bu izotoplar fisyon nükleer reaktörlerin içinde hakim olan düşük nötron enerjili ortamda çekirdek parçalanmasına maruz kalmadıklarından, mevcut reaktörlerde yakıt olarak kullanılmazlar. Halbuki, ağır hidrojen yanmasına dayanan füzyon olayında 14 MeV gibi çok yüksek enerjiye sahip nötronlar ortaya çıkarlar. Bu yüksek enerjili nötronlar U238 veya Th232 izotoplarında önemli miktarda çekirdek parçalanmasına, dolayısıyla o anda fisyon nükleer enerjisi açığa çıkmasına yol açarlar. Bu olay yeni fisyon nötronları üretir. Bu zengin nötron ortamında pasif nükleer malzeme olan U238 veya Th232 izotopları Pu239 veya U233 gibi çok kıymetli nükleer yakıta dönüşürler. Böylece, hibrid reaktör bünyesinde aynı anda hem enerji hem de yeni nükleer yakıt üretmek mümkün olur. Bir hibrid reaktör, açığa çıkardığı birim nükleer enerji miktarı başına, hızlı reaktörlere nazaran, 30 misli daha fazla nükleer yakıt üretir (5). Bu kadar zengin bir nükleer yakıt üretim kaynağının, nükleer enerji üretim projeksiyonlarını önemli ölçüde etkileyeceği aşikardır. Hibrid reaktörlerin enerji kaynağı olarak ehemmiyetini anlayabilmek için, bu tip reaktörlerin temel fizik prensiplerini teşkil eden füzyon ve nükleer yakıt reaksiyonlarını kısaca gözden geçirmek faydalı olacaktır.

215 Tablo 2. Füzyon reaksiyonları Reaksiyon tipi E (MeV)

D + T -> 4He + n (Klasik reaksiyon) 17.586

D + D -»T + p 4.032

D + D -» 3He + n 3.267 D + He ->4He + p 18.341

D + 0Li ->2 He 22.374 D + ®Li V L İ + p 5.026 D + sLi -»7Be + n 3.380 D + ®Li ->4He + T + p 2.561 D + eLi ->3He + 4He + n+ 1.796 11B + p->3 4He 8.664

3He + 3He-> 4He + 2p 12.861 p + 6Lİ ->3He + 4He 4.022 p + ®Be ->4He + ®Li 2.125 p + 9B ->D + 2 4He 0.652 ikincil Reaksiyonlar

D + 7Be -> 2 4He + p 16.5 3He + ®Li -+2 4He + p 16.680 4He + 6L\->D + 7Be 0.113 7Be + ®Li -> 3 4He + p 15.0 p + T -> n + 3He 0.765 T + T ->4He + 2 n 11.327

T + 3He -> p + 4Hş + n 12.092 T + 3He D + 4He 14.219 3He + 9Be 2 He 18.74

4He + 9Be ^ 2 12C + n 5.702 4He + 9Be ^ 3 4He + n 1.573

4He + 9Be -> 14C + P 0.784 4He + 9Be -> 14N + n 0.158 p + 10B ^ 4He + 7Be 1.147

216 III. A. Hibrid Reaktörlerde Temel Nükleer Reaksiyonlar III.A. 1. Füzyon Reaksiyonları Hafif çekirdeklerin kaynaması olarak tarif edilebilen füzyon olaylarının çok çeşitli tipleri vardır. Enerji üretimi yönünden önem taşıyan füzyon reaksiyonları Tablo 2’de gösterilmiştir. Bir litre tabii suda bulunan döteryumdan elde edilebilecek füzyon enerjisi 300 litre benzinin enerjisine eşdeğerdir. Yani füzyon, istikbalde tükenmez bir eneıji kaynağı teşkil edebilir. Şekil 3 böyle bir döteryum-döteryum reaksiyonunun temsili resmini göstermektedir. Fakat, sadece füzyon olayına dayanan teknolojinin ekonomik yönden diğer enerji kaynaklarıyla rekabet edebilmesini 2050 yılından önce beklememek­ teyiz. Diğer taraftan 2000-2020 yılları arasında füzyon ve fisyon enerji üretimini bünyesinde toplayan hibrit reaktörlerin ekonomik rekabet düzeyine erişebilmeleri ise mümkün görülmetedir (1).

Şekil 3. Döteryum-döteryum füzyonunun temsili resmi

Bilgi birikiminin ve araştırmaların en ileri dereceye ulaştığı klasik füzyon yakıtı olan (D,T), reaksiyon esnasında yüksek enerjili (14.1 MeV) nötronlar üretir. Şekil 4 füzyon reaksiyonu esnasında ortaya çıkan nötronların enerji dağılımını göstermektedir. Bu yüksek enerjili nötronlar füzyon odasının etrafını çevreleyen pasif nükleer malzemeden müte­ şekkil olan bölgede, aşağıdaki bölümlerde açıklanan nükleer reaksi­ yonlara yol açarlar.

217 III. A. 2. Fisyon Reaksiyonları Ağır çekirdeklerin parçalanması olarak tarif edilebilen ve serbest nötronlar vasıtasıyla vuku bulan fisyon reaksiyonları esnasında, her çekirdek başına, 200 MeV kadar yüksek bir enerji açığa çıkar. Mevcut nükleer santrallardeki nötron enerji ortamı çok düşük olduğundan, ancak U235 gibi tabii veya U233 ve Pu239 gibi suni izotoplar yakıt olarak kullanılabilirler. Tabiatta bol miktarda bulunan Th232 ve U238 gibi nükleer malzemeler ise mevcut reaktörlerde nükleer yakıt olarak değerlen­ dirilemezler. Şekil 4 bu izotopların çekirdek parçalanma tesir kesitlerini (ihtimallerini) nötron enerjisine bağlı olarak göstermektedir. Görüldüğü üzere bu çekirdekler ancak yüksek enerjili nötron bombardımanı altında parçalanabilirler. Nükleer santrallerdeki nötron enerjileri çok daha düşük düzeyde olduğundan bu izotoplardan doğrudan doğruya istifade etmek mümkün değildir. Diğer taraftan, füzyon reaksiyonu esnasında ortaya çıkan yüksek enerjili (14 MeV) nötronların U238, Th232 gibi izotopları parçalanma ve reaksiyon esnasında çok sayıda yeni (sekunder) nötron üretme ihtimalleri Şekil 5 ve Şekil 6’da görüldüğü üzere çok yüksektir. Yüksek enerjili füzyon nötronlarının bu özellikleri, alışılagelmiş nükleer reaktörlerin dorudan doğruya yakıt olarak kullanamadığı U238 ve Th232 izotoplarının, bir füzyon odasının çevresine yerleştirildikleri takdirde, doğrudan doğruya nükleer yakıt olarak kullanılabilmelerine imkan verir. Tablo 3. bir hibrid reaktör içindeki belli başlı fisyon reaksiyonlarını belirtmektedir.

2 1 8 Tablo 3. Hibrid Reaktörlerdeki Fisyon Reaksiyonları Reaksiyon Tipi Gerekli Nötron Enerjisi (MeV) Tabii nüklere yakıt: U235 + n 0 U238 + n 0.8 Th232+ n 1.4 Suni nükleer yakıt: U233 + n 0 Pu239+ n 0 Artık nükleer yakıt: Listedeki artık yakıtlar düşük enerjili nötronlarla az Am241 + n miktarda, yüksek enerjili Am243 + n nötronlarla ise çok yüksek miktarda fisyon reaksiyonu Cm244 + n yaparlar.

Böyle bir reaktör, bünyesinde füzyon ve fisyon enerji üretimini birleştirdiği için hibrid reaktör olarak isimlendirilir. Bu reaksiyon ürünleri olan sekunder nötronlar, primer füzyon nötronlarının bir bölümü ile birlikte Tablo 4’de belirtilen yeni nükleer yakıt üretim reaksiyonlarına yol açarlar.

219 Tablo IV: Hibrid Reaktörlerde Nükleer Yakıt Üreten Reaksiyonlar______^______;______Füzyon yakıtı (Trityum): Li6 + n -> a + T + 4.784 MeV

Li7 + n -> a + T + n' - 2.467 MeV

Fisyon Yakıtı: J h232 + r w p u233 _ > U233

U238 + n -> Np239 -» Pu239

Am241 + n -> Am242 m °

Cm244 + n -> Cm245° H Yüksek kaliteli nükleer yakıt______Öte yandan tablo 3’ün alt bölümlerinde belirtilen Americium ve Curium izotoplan halihazırdaki nükleer santrallarda artık yakıt olarak bol miktarda birikip, nükleer çevre kirlenmesi yönünden önemli bir problem teşkil etmektedirler. Bu izotoplar, bir hibrid reaktör bünyesinde önemli ölçüde fisyon olayına maruz kalarak enerji üretirler. Diğer bir kısmı da aşağıdaki bölümde açıklanacağı şekilde çok değerli yeni tip nükleer yakıtlara dönüşürler. Kısacası bir hibrid reaktör, artık nükleer yakıtı çök randımanlı bir şekilde, yeniden değerlendirebilir.III.

III. A.3. Yakıt Üretim Reaksiyonları Tabii 4, bir hibrid reaktör bünyesinde ortaya çıkabilecek belli başlı yakıt üretim reaksiyonlarını göstermektedir. Bu reaksiyonlar, hibrid reaktör bünyesinde görülen, çok zengin primer ve sekonder nötronlar ortamında meydana gelirler.

2 2 0 Hatırlanacağı gibi, mevcut reaktörlerin tabii uranyum yakıtından istifade edebilme kapasiteleri bir kısım U238’in Pu239’a dönüşümü de hesaba katılırsa ancak %1 düzeyinde kalır. Diğer taraftan, hibrid reaktörler tabii uranyumdan fisyon ve Pu239,a dönüşüm yoluyla, %100 faydalanmaya imkan verecek, sadece tabii uranyum yakıtı yönünden en az 100 kat daha fazla kaynak artışına yol açarlar. Dünyadaki toryum rezervlerinin tabii uranyum rezervlerinin 3 katı olduğu düşünülürse, hibrid reaktörlerin nükleer yakıt kaynaklarını takriben 400 kat daha fazla artırabilecekleri ortaya çıkar.

IV. HİBRİD REAKTÖRLERDE ENERJİ VE YAKIT ÜRETİMİ Hibrid reaktörlerin nükleer yakıt üretimi imkanları hakkında bir temel fikir verebilmek için 14 MeV enerjiye sahip bir füzyon nötronunun, sonsuz genişlikteki bir ortamda ürettiği yakıt ve açığa çıkardığı enerji değerleri Tablo 5’de belirtilmiştir. Her ne kadar gerçek bir reaktör performansı bu değerlerin altında olacaksa da, tablo 5’deki değerler nükleer fizik yönünden bir hibrid reaktörün ne kadar zengin bir nükleer yakıt üretim kaynağı olabileceği hakkında güzel bir fikir vermektedir (3). Bir füzyon nötronunun enerjisi 14 MeV iken, tabii uranyum ortamı içinde 300 MeV enerji açığa çıkarabilmekte, ayrıca U238 izotoplarından 5 tane Pu239 izotopu üretebilmektedir. Her Pu239 izotopunun da konvansiyonel bir nükleer reaktör içinde 200 MeV açığa çıkardığı gözönüne alınırsa, bir füzyon nötronunun, hibrid reaktör sistemi içerisinde toplam 1300 MeV kadar enerji elde edilmesine imkan verebileceği görülür. Tablo 5: Sonsuz Ortamda Beher 14 MeV Enerjili Nötron Başına Üretilen Nükleer Yakıt ve Açığa Çıkarılan Enerji

Temel Malzeme Üretilen Yakıt Enerji (MeV) u238 4.18 Pu239 199 Tabii uranyum 5.0 Pu239 300 Th232 2.49U233 50.5 Li6 1.08T 16.5 Li7 0.89T 12.3 Tabii Lityum (%7.56 Li6) 1.9T 16.3

221 Kısacası, füzyon olayı esnasında ortaya çıkan 14 MeV seviyesindeki enerji, hibrid reaktör bünyesinde 100 kat daha yüksek bir nükleer enerji potansiyeli kazanılmasına yol açar. Bu durum, füzyon teknolojisini ekonomik olarak kullanılabileceği zamanı çok öncelere alabilir. Sadece füzyon reaksiyonuna dayanan reaktörlerin elektrik şebekesini besleyebilmeleri 2050 yılından önce mümkün görülmemektedir. Diğer taraftan ilk nesil, mütevazi füzyon reaktörlerinin, hibrid reaktör şeklinde devreye alınmaları, bu teknolojiden 21. asrın ilk yarılarında ekonomik istifadeyi mümkün kılabilir. Gerçek bir hibrid reaktörün içindeki bütün nötronik ve diğer kayıplar göz önüne alınarak yapılan etüdler de bu reaktörlerin istikbalde zengin bir nükleer yakıt kaynağı olabileceklerini ortaya koymuştur (1). Bu etüdler bir hibrid reaktörün enerji üretiminin yanı sıra, aynı güçte pek çok sayıda hafif su reaktörünü (LWR) veya ileri tip konverter reaktörünü (ACR) nükleer yakıt ile besleyebileceğini ortaya çıkarmıştır.

V. ARTIK NÜKLEER YAKITLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ Daha önceki bölümlerde de belirtildiği gibi, mevcut nükleer reaktörler, nükleer yakıtın ancak %1 kadarını kullanabilirler. Geriye kalan %99’luk bölümü nükleer artık olarak ortaya çıkar ve insanoğlu için çok uzun vadeli bir tehlike kaynağı teşkil eder. Bu reaktör artıkları iki gruba ayrılabilirler: a) Çekirdek parçalanma artıkları halinde beliren orta atom ağırlığındaki izotoplar, b) Nükleer yakıtın nötron absorbsiyonu ile meydana gelen aktinid gurubu olarak isimlendirilen ağır çekirdekler. Orta ağırlıktaki nükleer artıkların yarı ömürleri nisbeten kısadır. Bir kaç yıl ile bir kaç yüzyıl arasında değişir. Bunların emniyetli muhafazası, çağdaş teknolojinin imkanları dahilindedir. Aktinidlerin yarı ömürleri ise milyonlarca yıl sürer. Hiç bir teknoloji bu kadar uzun bir süre boyunca bu tip nükleer artıkları muhafazayı garanti edemez. Mevcut nükleer reaktörlerde nükleer çevre kirliliğinin önemli bir bölümü olarak ortaya çıkan aktinidler, yüksek enerjili nötron ortamında geniş çapta çekirdek parçalanması olayına maruz kalarak, diğer nükleer yakıtlar gibi enerji açığa çıkarabilirler. Bu yüzden bu tip artıkların (Am241, Am243, Cm244 gibi) bir hibrid reaktör bünyesinde nükleer yakıt olarak kullanılmaları mümkündür. Bu konuda Am241 ve Cm244 üzerinde yapılan etüdler, bu artıkların, bir hibrid reaktör bünyesinde çok kıymetli bir yakıt

2 2 2 olarak kullanılmalarının yanı sıra, bir kısmınında Artı242"1 veya Cm245 cinsinden yeni tip çok üstün özelliklere sahip nükleer yakıtlara dönüşeceğini ortaya koymuştur (5-7). Bu yüzden reaktörler, enerji üretiminin yanı sıra, aktinid tipi nükleer artıkları faydalı bir şekilde değerlendirilip yok etme özelliğine de sahiptirler. Nükleer artıkların değerlendirilmesinde, hibrid reaktörlerin imkan verdikleri bir diğer metod daha ortaya çıkarılmıştır (6,8). Buna göre, mevcut nükleer değeri düşen yakıt elemanları, hiç bir başka işleme tabi tutulmaksızın, bir hibrid reaktörün mantosuna yerleştirildiklerinde, içlerindeki U238 izotopların parçalanması sonucu enerji üretmeye devam ederler. Bu arada bir kısım U238 izotopu da Pu239 izotopuna dönüşür. Böylece belli bir süre sonra biriken Pu239 miktarı, aynı yakıt çubuğunun yeniden, konvansiyonel nükleer santrallarda kullanılabilir hale gelmesine, yani tazelenmesine veya gençleşmesine imkan verir. Bu metod, nükleer artıklardan kaçak olarak Pu239 izotopunu ayıklayarak, milletlerarası kurallara aykırı olarak bir nükleer silah üretimini de etkin bir şekilde önler.

VI. SONUÇLAR Dünyada artan enerji ihtiyacını hidrolik veya fosil güç kaynakları ile karşılamak tabii limitleri zorlamaktadır. Mevcut nükleer santrallar ise, nükleer yakıt potansiyelinin ancak %1 kadarını değerlendire­ bilmektedirler. Sınırsız bir enerji üretimine imkan vermeleri beklenen yüksek performanslı füzyon reaktörlerinden ekonomik istifadenin ise ancak 21. yüzyılın ikinci yarısından itibaren gerçekleşebilmesi beklenmektedir. Elimizdeki çalışmada, 21. yüzyılın ilk başlarında ortaya çıkmaları beklenen,düşük performanslı füzyon reaktörleri yardımıyla kurulmaları planlanan füzyon-fisyon (hibrid) reaktörlerinin, gerek nükleer yakıt üretimi ve gerekse enerji üretimi yönünden, dünya enerji ekonomisinde büyük bir rahatlama meydana getirebilecekleri belirtilmiştir. Bilhassa, henüz hemen hemen hiç değerlendirilmeyen toryum cevherinin, bir hibrid reaktör bünyesinde hem enerji üretimi, hem de çok kıymetli bir nükleer yakıt olan U233 üretimi için kullanılabilmesi, dünya enerji üretimine yeni ve zengin bir kaynak sağlanmasının yanı sıra, çok zengin toryum rezervlerine sahip olan ülkemiz açısından da büyük önem taşımaktadır. Fisyon teknolojisine henüz ciddi bir adım atamamış olan ülkemizin, füzyon ve hibrid reaktör teknolojilerine yakın bir ilgi göstermesi, ülkenin istikbali açısından büyük bir önem taşıyacaktır.

223 Son olarak, Hibrid reaktörlerin mevcut nükleer yakıt artıklarının hem enerji, hem de yeni tip üstün vasıflı nükleer yakıt üretmek suretiyle değerlendirebileceklerine işaret edilmiştir. Bu özellikleriyle hibrid reaktörler, nükleer çevre kirliliğinin önlenmesi açısından da büyük bir potansiyele sahiptirler.

Şekil 2: A.B.D.'nde hidrid reaktörlerin nükleer enerji projeksiyonları Özerine etkisi

224 DN/dW (arbitrary units) 225 226

Neutrons / fission Şekil 6: Passİf nükleer yakıtların fîsyon reaksiyonlarında açığa çıkan nötron sayısı nry (MeV) Energy KAYNAKLAR 1. MANISCALCO. J.A., et al. (1981) “Recent Progress in Fison- Fissino (Hybrid) reaktör Design Studies”, Nuclear Technology/Fusion, 1(4), pp. 4 1978. 2. MÜLLER-KAHLE, Eberhard, (1990) “Uranium Market Conditions and their impact on Trends in Uranium Exploration and Resource Devolopment”, IAEA Bulletin (32(3), pp. 29-33. 3. ŞAHİN, S.(1983) “Physics of the Fusion-Fission (Hybrid) Reactors”, 8,h Int. Summer College on Physics and Contemporary Needs, İslamabad, Pakistan. 4. ŞAHİN, S„ T A. AI-KUSAYER (1985) “Conceptual Design Studies öf a Cylindirical Eşperimental Th02 Blanket with (D,D) Driver”, Atomkernergie/Kerntechnik, 47(4), pp. 259-66. 5. ŞAHİN, S., (1989) “Povver Flattening in a Hybrid Blanket Using Nuclear Waste Actinides”, Kerntechnik, 53, 4, pp. 285-90. 6. ŞAHİN, S., H. YAPICI (1989) “Investigation ofthe Neturonic Potential of Moderated and Fast (D,T) Hybrid Blankets for Rejuvenation of CANDU Spend Fuel”, Fusion Technology, 16(3), pp. 331-45. 7. ŞAHİN, S., (1990) “Povver Flattening in a Catalyzed Deuterium-Deuterium Fusion-Driven Hybrid Blanket using Nuclear Waste Actinides”, Nuclear Technology, 92(1), pp. 93-105. 8. ŞAHİN, S., E.BALTACIOĞLU, H. YAPICI (August 1991) “Potential of a Catalyzed Fusion-Driven Hybrid Rector for the Regeneration of CANDU Spent Fuel”, Fusion Technology. 9. Uluslararası Enerji Ajansı (1982) World Energy Outlook, Organization for Economic Cooperation and Devolepment, Paris, Fransa. 10. Energy Research Group, (1986) Energy Research: Directions and ıssues for Developing Countries. International Development Reseach Centre and United Nations University, Ottowa, Ontario, Kanada. 11. HAEFELE, W. J. Anderer, A. Mc Donald, N. Nakicenovik, (1981) Energy in a Finite VVorld: Paths to a Sustainable Future. Balinger, Cambridge, MA, A.B.D.

227

ALPARSLAN TÜRKEŞ MİLLET MECLİSİNDE

Muammer TAYLAK"

Alparslan Türkeş, fırtınalı mücadele yıllarından sonra; “Ben 27 Mayıs tecrübesini geçirdikten sonra, o kanaate vardım ki; ihtilal yoluyla bir memlekete hizmet etmek mümkün değildir. Ne kadar eksik, ne kadar aksak tarafları olursa olsun, hukuk yoluyla bir memlekete, bir millete hizmet, en iyi yoldur... İhtilal, otoriteyi yıkar, anarşi başlar. Bu anarşiyi durdurmak, yeniden düzeni ve otoriteyi kurmak çok güç meseledir. Ve memleket bundan zarar görür. Bunun hem içinde bulundum, fiilen yaşadım. Memleket aydınlarına, vatansever insanlarına tavsiyem şudur: En kötü hukuk nizamı en iyi ihtilalden iyidir” der." A. Türkeş, . samimi beyanına bağlı bir idrak iledir ki; bundan sonra memleket ve millete, parlementer hukuk nizamı içinde hizmet etmeye karar verir. Alparslan Türkeş’in, vardığı bu karar gereğince; 1965 yılında, o günün de şartları içinde yaptığı değerlendirmeleriyle siyasi tercihi Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi olur.. A. Türkeş, 31 Mart 1965 tarihinde parti müfettişi sıfatıyla katıldığı C.K.M.P.’nin 30,31 Temmuz 1965 tarihlerinde yapılan olağanüstü kongresinde parti genel başkanlığına seçilir. Ve 1 Ağustos 1965 tarihi Alparslan Türkeş için yep yeni bir dönemin başlangıcı olur. Tarih 31 Mart 1965. Alparslan Türkeş, bir siyasi parti mensubu olrak yaptığı konuşmasında özetle ve altını çizerek şu gerçekleri dile getirir: “...Türk milleti için, değişmez kader yapmada şeref payı gerçekten büyük olan CKMP’lileri, dürüst, samimi, vatansever ve inandıkları prepsiplerden vazgeçmez oluşları ile duygu ve düşüncelerimizin uyarlılığı bizleri kendilerine çekmiştir. Açıkça belirtmek gerekir ki; bugünün politik, sosyal, ekonomik ve kültürel bakımdan memleketin içinde bulunduğu

"Gazeteci-yazar, Parlamento Muhabirleri Demeği, kurucu üyesi ve MHP Basın Müşaviri Muammer TAYLAK. 27 Mayıs ve Türkeş. Ayyıldız Matbaası. 1976 1. Baskı.

229 durum çok düşündürücüdür. Gerçeklere cesaretle parmak basacak, dertlerini cesaretle ortaya koyacak kötü tedbirlerle çağdaş uygarlık düzeyine giden yolu aşmaya çalışacak yerde, kin ve garezlerin duyulması, şahıs ve zümre çıkarlarının sağlanması uğruna yapılan kısır politika kavgaları vatandaşların huzurunu kaçırmış bulunmaktadır. Ayrıca, aşırı akımların yıkıcılığı gittikçe endişeleri arttırmaktadır.. Türkiye’nin bütünlüğüne karşı yönetilen zehirleri, ayırıcı faaliyetlerle ciddi ve müspet, ilmin icap ettirdiği şekilde savaşılmalıdır. Parti farkı gözetilmeksizin bütün vatandaşların hizmetinde bulunmak Türk milletini kutsal bir bütün görerek, onu yüceltmeyi, mutluluğa kavuşturmayı başlıca ülkü saymak gerekir... Bunları gerçekleştirmek için Atatürk milliyetçiliğin gerçek temsilcileri el ele vererek çalışmalıdır...* Tarih, 2 Haziran 1965. Alparslan Türkeş, “... Bu milletin ters talihini yenmek istiyoruz, yeni bir devir açılmasında millete yardımcı olmak istiyoruz.. Türk milletinin uyanış ve kendisine geliş meselelerine hizmet etmek azmindeyiz. ..”** Tarih 26 Temmuz 1965. A. Türkeş’in Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’e göndermiş olduğu mektubunda özetle şunlar yazılıdır: "... Seçim arefesinde, müşkül yurt ve dünya problemleri karşısında bilhassa milli tesanüde ve birliğe ihtiyaç duyulan şu günlerde, 27 Mayıs öncesi halkı kardeş kavgası ortamına sürükleyen bedbahtların, intibahtan uzak, aynı hırs ve şuursuzlukla Anayasa ve kanunları hiçe sayarak milli huzura ve banş temellerine tecavüz ettiklerini görüyoruz. Masum halk kitleleri birbirlerine küskün, şüpheli ve kindar gruplar haline getirilmekte, aleni neşriyat ve propagandalar., sürdürülmektedir. Sayın Genel Kurmay Başkanı tarafından, orduya karşı meş’um davranışlar hakkında yapmış olduğu girişimler karşısında bazı politikacı­ lar hakkında hiçbir işlem yapılmayarak,bu adamlara seçim devresinde ve kongrelerde daha mütecaviz olma cür’et ve fırsatları verilmiş olacaktır..”

’ Alparslan Türkeş’in CKMP'ne katılış töreninde yaptığı bu konuşma metninin aslı, Muammer Taylak'da mahfuzdur. “ Bak. Basın. 03.06.1965.

230 CKMP’NİN ÇİÇEĞİ BURNUNDA YENİ GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN BAŞBAKAN SUAD HAYRİ ÜRGÜPLÜ’YE ÜLTİMATON NİTELİĞİNDE SERT VE KARARLI TEPKİSİ: Cumhuriyet Senatosu Kayseri Senatörü Suad Hayri Ürgüplü’nün Başbakanlığında kurulmuş olan* koalisyon hükümetinde, CKMP Niğde Milletvekili Mehmet Altınsoy Devlet Bakanı, Konya Milletvekili İrfan Baran Adalet Bakanı, Afyonkarahisar milletvekili Haşan Dinçer Milli Savunma Bakanı ve Eskişehir Milletvekili Seyfi Öztürk’de Köyişleri Bakanı olarak görev almışlardı. CKMP’li Bakanlardan Haşan Dinçer, Seyfi Öztürk ve Millet meclisi Başkan vekili Nurettin Ok, Ahmet Oğuz, Veli Başaran, Mehmet Kesen ve Senatör Rasim Hancıoğlu, 4 Ağustos 1965 tarihinde CKMP Genel İdare Kuruluna müşterek bir mektup göndererek; “Türkeş’in liderliği altında partinin totaliter ve maceracı bir hüviyet aldığı” iddiasıyla istifa ettiklerini bildirmişlerdir. Genel Başkan Alparslan Türkeş, 5 Ağustos 1965 günü, Başbakan Suad Hayri Ürgüplü’yü Başbakanlıktaki makamında ziyaretle; mütecaviz bir tavırla partiden istifa edip de, halen partisini temsilen bakanlık görevini sürdürmekte olan Haşan Dinçer ve Seyfi Öztürk’ün, “öğleye kadar hükümetten istifa etmelerinin temini için” Başbakan’a mehil verir. Türkeş, aksi taktirde koalisyona dahil siyasi parti liderlerinin de toplantıya çağrılmasını ister. Öte yandan adı geçen iki bakanın bakanlıktan istifa etmemekte direnmeleri, Başbakan S. Hayri Ürgüplü’yü zor durumda bırakmıştır. CKMP lideri Alparslan Türkeş’in, sert ve kararlı ve ültimaton niteliği taşıyan uyarısı üzerine, mevcut koalisyonda yer alan siyasi partilerin liderleri 6 Ağustos 1965 günü saat 17.00 toplanırlar. Başbakan S. H. Ürgüplü, “her şeyin iyi niyetle halledileceği” yolunda bir demeç verir. Ve sonuçta Türkeş’in talebi istikametinde; Haşan Dinçer ve Seyfi Öztürk resmen Bakanlıklarından istifa ederler. Aynı tarihte CKMP C.Senatosu Çankırı Üyesi HazımDağlı, Milli Savunma, CKMP Yozgat Milletvekili Mustafa Kepir’de Köyişleri Bakanlığı’na atanırlar.

Basın 5,6 ve 7 Ağustos 1965 Türker SANAL. Türkiye’nin Hükümetleri. Sim Matbaacılık Ltd. Ankara, 1997 Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 1, Cilt 24, sy 202-203 Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 1, Cilt 36, syf 319-320 Millet Meclisi Tutanak Dergisi, Dönem 1, Cilt 37, syf 161-164.

231 ALPARSLAN TÜRKEŞ’İN, MİLLLET MECLİSİ KÜRSÜLERİNDEN, DEĞİŞİK TARİHLERDE, DEĞİŞİK METİN VE SIFATLARLA AND İÇİŞİ: “Milli Birlik Komitesi üyelerinin 24 Haziran 1960 günü (eski) T.B.M. Meclisinde ve Türk Milleti önünde and içme töreni, Devlet ve Hükümet Başkanı Cemal Gürsel’in şu açış konuşmasından sonra yapılmıştır: Şu anda içeceğiniz and, edeceğiniz yemin, vereceğiniz namus sözü bidayetten beri hamle ve hareketlerimize ışık tutan asil heyecanlarımızın şahsi emellerden uzak, yalnız memleket ve milletin saadetini, gelişme ve yükselmesini hedef tutan duygu ve düşünceleri­ mizin Türk Milletinin ve dünya efkarı önünde bir defa daha tekrarı ve teyidi olacaktır....” “Evvela ben yemin ediyorum” diyerek yemin eden Cemal Gürsel’den sonra Milli Birlik Komitesi üyeleri alfabetik sıra ile kürsüye gelerek and içerler. Alparslan Türkeş de sırası geldiğinde askeri üniformasıyla kürsüde aynı andı şu şekilde içer: “Bir karşılık beklemeden, ahlak, adalet, hukuk ve insan hakları prensiplerinden ve vicdani kanaatlerimden başka bir sınırla bağlı olmaksızın kendimi Türk Milletine adadım. Vatanın ve milletin mutluluğuna ve milletin egemenliğine aykırı bir ülkü gütmeye­ ceğim. Demokratik Cumhuriyeti ve yeni anayasaya göre düzenle­ mek ve iktidarı yeni meclise devretmek ülküsüne bağlılıktan ayrılma­ yacağım. Bunun için şerefim, namusum ve bütün mukaddesatım üzerine and içerim.” Alparslan Türkeş’in ikinci and içişi: 10 Ekim 1965 tarihinde yapılan milletvekili genel seçimlerinde, ilk defa Ankara Milletvekili seçilişinden sonra, bu sıfatla, 22 Ekim 1965 günü, millet meclisi kürsüsünden, 1961 Anayasasının 77’inci maddesi gereğince şu andı içme şeklinde olur: “Devletin bağımsızlığını, vatanın ve milletin bütünlüğünü koruyacağıma; milletin kayıtsız şartsız egemenliğine, demokratik ve laik cumhuriyet ilkelerine bağlı kalacağıma ve halkımızın mutluluğu için çalışacağıma namusum üzerine söz veririm..” Alparslan Türkeş, 12 Ekim 1969, 14 Ekim 1973 ve 7 Haziran 1977 milletvekili genel seçimlerinden sonra da, bu defa Adana

Bak. 16 Temmuz 1960 Tarih ve 10554 sayılı Resmi Gazete, shf. 1744.

232 milletvekili sıfatıyla yine 1961 Anayasasının 77’inci maddesi gereğince meclis kürsüsünden and içmiştir. Alparslan Türkeş, 20 Ekim 1991 Millet Vekili Genel seçimlerinde partisinden istifa edip, Refah Partisinden Yozgat adayı olarak seçime katılmış ve seçim sonucunda aday olduğu ilden milletvekili seçildiği için, meclis kürsüsünden bu defa da 1982 Anayasasının 81’inci maddesi gereğince şöyle and içmiştir: “Devletin varlığını ve bağımsızlığını, vatan ve milletin bölünmez bütünlüğünü, milletin kayıtsız ve şartsız egemenliğini koruyacağıma; hukukun üstünlüğüne, demokratik laik cumhuriyet ve Atatürk ilke ve inkılaplarına bağlı kalacağıma; toplumun huzur ve refahı, milli dayanışma ve adalet anlayışı içinde herkesin insan haklarından ve temel hürriyetlerinden yararlanması ülküsünden ve Anayasaya sadakat­ ten ayrılmayacağıma; Büyük Türk Milleti önünde namusum ve şerefim üzerine and içerim.”

233 Alparslan Türkeş, Cumhurbaşkanı adayı: Alparslan Türkeş’in mecliste yapmış olduğu çeşitli konuşmalarının bazı bölümlerini, kronolojik bir dizi içinde, özetle aktarmadan önce, 1966 yılında, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın görevinden istifa edip, Cumhurbaşkanlığına aday gösterilişi ve seçilişine ilişkin takip edilen taktiklere, Alparslan Türkeş ve partisinin “demokratik rejim açısından göstermiş olduk­ ları tepkiyi, önemli bir siyasi belge olarak dikkatlere sunmak isteriz: Tarih 9 Şubat 1966. Cumhurbaşkanı Cemal Gürsel’in sağlık durumu ağırlaşır. Bir günde üç sağlık bülteni yayınlanır. Gürsel’in sağlığının, görevini sürdürmeye yetersiz olduğunu bildiren doktor raporundan sonra, Cumhuriyet Senatosu Başkanı Prof. Dr. İbrahim Şevki Atasagun Cumhurbaşkanı vekili olur. 13 Şubat 1966 günü, siyasi partiler, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ın Cumhurbaşkanı adaylığı üzerinde anlaşırlar ve bu haber, 14 Şubat 1966 tarihli gazetelerde yer alır. 15 Şubat 1966 günü, Cumhurbaşkanı kontenjan senatörü Prof. Dr. Ragıp Üner, C. Sunay’ın, öncelikle Cumhurbaşkanı kontenjan senatörü seçilmesine imkan sağlayabilmek için senatörlükten istifa eder. 14 Mart 1966 günü, C.Başkanı vekili İbrahim Şevki Atasagun, aynı tarihte ordudan istifa eden Genelkurmay Başkanı Orgeneral Cevdet Sunay’ı, C.Başkanı kontenjanlığından senatör atar. Cevdet Sunay, 17 Mart 1966’da yemin ederek yeni görevine başlar. 27 Mart 1966 tarihinde, Başbakanlığın isteği üzerine Gülhane Askeri Tıp Akademisi’nde toplanan 37 kişilik “Müşterek Sıhhi Kurul”, iki rapor düzenleyerek, “Gürsel göreve devam edemez. Vücut ölmüştür” kararını verir. 28 Mart 1966 günü TBMM’de Cumhurbaşkanlığı için seçim yapılır. C.Başkanı Kontenjan Senatörü Cevdet Sunay’ın adaylığı yanı sıra CKMP Genel Başkanı Ankara Milletvekili Alparslan Türkeş’de Cumhurbaşkanlığı için adaylığını koyar. Gelişen bütün bu olaylarla ilgili olarak Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi, aynı gün tarihi bir bildiri yayınlar. Bu bildiri aynen şöyledir:

234 C.K.M.P. Bildirisi “C.K.M.P. Genel İdare Kurulu, Partiye mensup Senatör ve Millet vekilleriyle birlikte saat 10.30 da toplanarak bugün T.B.M. Meclisinde yapılacak Cumhurbaşkanlığı seçiminde kendi bünyesi içinden bir aday göstermeye karar vermiştir. Bu kararın gerekçesi özet olarak şöyledir: 1. Sayın Cumhurbaşkanımız Cemal Gürsel’in görevine devam edemeyecek şekilde ağır rahatsızlığı dolayısıyla boşalan Cumhur­ başkanlığı makamı için yapılacak seçimde, Türk Demokrasisinin uluslararası itibanna gölge düşürecek nitelikte bir sürat ve prosedürle hareket edilmesini, T.B.M. Meclisinin ve Demokratik rejimin geleceği bakımından normal bir teamül başlangıcı olarak görmek imkansızdır. 2. Türkiye devletini yönetecek müstesna şahsiyetleri daima meclis içinde de, dışında da bulunması mümkün iken, bu defa on beş gün öncesine kadar büyük mecliste bu bahiste bir yoksunluk varmış zehabını uyandıracak bir prosödürün denenmesi Büyük Meclisin itibarı üzerinde tartışmaya yol açıcı nitelikte görülmüştür. 3. Sayın Sunay’ın ve Genel Kurmay Başkanlığı görevini ifa etmiş bir şahsiyetin Cumhurbaşkanlığı makamına daima laik olabileceği doğru olmakla beraber, Cumhurbaşkanlığına giden yolun Genel Kurmay Başkanlığından geçeceği yolunda bir teamül başlangıcı demokratik rejimin temel ilklerine uygun düşmeyecektir. 4. Bugünkü iktidar partisinin Büyük Meclisteki tutumu, muhalefeti yok etme gayretleri, Danıştay kararlarını hiçe sayması ve kendisine ebedi iktidar partisi haline getirme çabaları karşısında Meclisin bazı partilerin ve kamu oyunun bu süratli prosödürü benimsemesi tabii görülmekte ve buna iktidar partisinin sebep olduğu bilinmekte ise de, biz kararımızı bugünkü olay ve Sayın Sunay’ın çok değerli şahsiyeti ile ilgili olarak değil, demokratik rejimin geleceği için ve Büyük Meclisin Türk Milletine taahhütleri yönünden aldığımızı açıklarız. 5. Partimiz Cumhurbaşkanlığına daya olarak Genel Başkan Alparslan Türkeş’i göstermekle Büyük Meclisin Cumhurbaşkanlığı seçimine tek adayla girmemiş bulunmasını da sağlamakla ve bunu Yüce Meclisin itibarına layık bir jest telakki etmektedir. 6. Karar T.B.M. Meclisinin olacaktır ve ulaşılan sonuç ne olursa olsun Cumhurbaşkanlığına seçilecek olan şahsın başarıları için Meclis

235 içinde ve dışında yüksek görev duygusu ile bütün gayretimizi göstereceğiz. Seçimin Türk Milletine hayırlı olmasını dileriz.” Cumhurbaşkanlığı için yapılan seçim sonunda: Kontenjan senatörü Cevdet Sunay, oylamaya katılan 532 üyenin 461’inin oyunu alarak Cumhurbaşkanı seçilir. Aynı seçimde aday olan A. Türkeş, 11 oy alır. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, kendisi için, istifa ederek Cumhurbaşkanlığı Kontenjan Senatörlük görevini boşaltan Prof. Dr. Ragıp Üner’i, 16 Nisan 1966 tarihinde yeniden Cumhurbaş­ kanlığı Kontenjan Senatörlüğüne atamak suretiyle bir vefa görevini yerine getirmiş olur.*

' Kazım Öztürk. Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü. Önder Matbaa-Ankara 1973. shf. 65l Ragıp Üner, shf. 658. Cevdet Sunay - Türker Sanal Türkiye Cumhuriyeti ve 50. Hükümet. Sim Matbaacılık Ltd. Şti. Ankara-1995. shf. 27,28.

236 Alparslan Türkeş, Millet Meclisi Kürsüsünde Alparslan Türkeş’in, 1965’te milletin özgür iradesiyle millet­ vekili seçilip, bu sıfatla millet meclisi çatısı altına girişinden baş­ layıp, (12 Eylül 1980 ihtilalinin yarattığı çok yönlü inkıtalar dışında) memleket ve millete hizmet şevk ve heyecanı ile, 1995 yılına kadar devam eden yaklaşık 30 yıllık parlamenterlik hayatında ve özellikle meclis kürsüsünden yaptığı konuşmalarının bazı bölümlerini özet olarak aktarmakla onu, ölümünün 1. yılında, bir kere daha hatırlatarak yaşatmayı manevi bir görev bildik... Bu amaç iledir ki; rahmetli Türkeş’in Millet Meclisi kürsüsünden yaptığı konuşmaları, kronolojik bir sıra içinde sizlerin değerli dikkatlerinize sunmak istedik. Tarih. 07.11.1965: 1. Süleyman Demirel Hükümet programının millet meclisin­ deki müzakeresi sırasında Alparslan Türkeş’in yaptığı konuşma: Demokratik hukuk ve refah devletinin temel kurumlarının gerçekleştirilmesiyle Türkiye’mizde artık rejim meselesinin, sistem ve siyasi düzen davasının çözülmüş olmasını ve tartışma konusu olmaktan çıkarılmasını arzu ederiz. Ama unutmayalım ki, demokrasi ve cumhuriyet, yüksek bir fazilet rejimidir. Demokrasiye ve cumhuriyeti inançsızlık, fazilet­ sizlik, kanunları ayaklar altına almak, yalan, iftira ve zorlama temelinden yıkar..” “Millet, seçtiği insanların kişiliklerini menfaat karşılığında pazara çıkarmalarından, politik transferlerden üzgündür..” "... Kendi temel kültür ve inançlarımıza bağlı, tam bağımsız bir milli devlet ve millet olarak yaşamak ülkümüzdür..” “... Devlet ve bütünlüğümüz için büyük bir tehlike teşkil eden mezhepçilik ve bölgecilik konularına özellikle dikkat çekmek isteriz. Aynı memleket çocukları ve birbirlerinin öz kardeşleri olan çeşitli bölgelere ve mezheplere mensup vatandaşlarımızın birbirlerine karşı kışkırtılması faaliyetlerini dikkatle izlemeli ve önlemeliyiz..” ”... Komünizma karşı mücadelede birlik ve beraberlik içinde olmak ancak karşı mücadelenin fikir ve söz hürriyetlerinin tahdit ve zincir haline getirilmesini de sakıncalı gördüğümüzü ifade etmek isteriz..” “.. Bugün yaptığımız mücadele sadece bir Kıbrıs mücadelesi değildir. Bizi çevreleyen şartlarla bir varlık ve yaşama mücadelesidir..”

237 Devletlerin daima kişiliği olan bir politika takip etmeleri lazımdır...”(1) Tarih: 27.02.1966. Millet Meclisinde 1966 Yılı bütçe görüşmelerinin müzakeresi sırasında CKMP Grubu adına söz alan Alparslan Türkeş, yaptığı konuşmasında özetle şu hususlara değinmiştir: “... Muhterem milletvekileri, içinde bulunduğumuz çağ, ilim ve tekniğin büyük gelişmeler kaydettiği bir çağdır. İlim ve tekniğin bugün insan toplulukları çin hakiki mucizeler yaratan bir imkan kaynağıdır. Bütçenin çeşitli bölümleri arasında, bu konu için özel bir plana ve faaliyetlere yer verildiğini görmedik...” “... 1972 yılı sonunda dış borçlarımız üç milyar doların üzerine çıkmış olacaktır... Bu muazzam borçların Türk nesillerine miras bırakılan ağır bir yük halini almaması için üzerinde bilhassa durulması gereken hususlar vardır...” "... Bütçede, toprak reformu ve ziraat reformu ile ilgili hiçbir faaliyete yer verilmemiştir. 1944 yılından beri çeşitli iktidarlar, toprak reformundan bahsetmemişler, fakat 23 yıldır hiçbir iktidar ciddi olarak konu üzerinde durmamış, sadece seçim zamanlarında bu konuyu, köylü vatandaşları ve topraksız çiftçileri aldatmak ve avlamak için kullanmışlardır...”. "... Bize göre, diğer reformlara ihtiyaç bulunduğu gibi, acele torak reformuna da ihtiyaç vardır..”(2) Ankara milletvekili Alparslan Türkeş’in, Kıbrıs konusunda takip edilen politika dolayısıyla Başbakan hakkında Anayasanın 89’uncu maddesi gereğince bir gensoru açılmasına dair verdiği önergenin, millet meclisinin 4.12.1967 günkü 12. Birleşimde Alparslan Türkeş özetle şu konuşmayı yapmıştır: “.. Muhterem arkadaşlarım; yıllardan beri Türkiye hükümetlerinin Kıbrıs Türklerine verilmiş olan şeref sözü vardır. Türk hükümetleri Kıbrıs Türklerini her çeşit saldırıya karşı her zaman koruyacaklarını taahhüt etmişlerdir. Fakat Kıbrıs Türkleri hepimizin bildiği gibi, devamlı olarak saldırıya maruz kalmışlar, devamlı olarak öldürülmüşler, ırzlarına, namuslarına tecavüz edilmiş, malları mülkleri tahrip edilmiş, ellerinden alınmış ve bunun karşılığında bu suçları işleyenler, bu cinayeti yapanlar cezasız kalmışlardır. Türkiye hükümet­ leri de bunlara karşı müessir hiçbir şey yapmamıştır...”(3). Alparslan Türkeş, yine Kıbrıs konusuyla ilgili olarak meclis kürsüsünde. “... Biz bu konuda yıllardan beri Hükümetlere kendi görüşümüzü belirten muhtıralar takdim ettik. Şahsen de ziyaret ederek görüşlerimizi anlatmaya çalıştık. Fakat dikkate alınmadı.

238 Bize göre her şeyden öne milli davayı açık seçim dünyanın da anlayacağı şekilde tesbit edip ilan etmek lazımdır...” Ada’da mutlaka fiili bir durum meydana getirerek şartlan Türkiye lehine değiştirmek lazım geldiği inancındayız ve bunu, Hükümetlerimize zaman zaman vermiş olduğumuz muhtıralarda belirttik...”(4) Tarih 25 Şubat 1969. Alparslan Türkeş, Millet Meclisi kürsüsünde: "... Muhterem milletvekilleri, iki yıla yakın bir zamandan beridir, üniversitelerimizin özerkliğinden yararlanarak, bu özerkliği kötüye kullanarak, üniversiteler içerisinde komünizm akınları kızıştırılmaktadır.. Komünist gençler kanunları, Anayasayı nizamları Türk ahlak ve törelerini ayaklar altında çiğnemektedirler. Komünist tahrikçileri cam, çerçeve kırmaktadırlar. Profesörlerine, hocalarına en ağır şekilde hitab etmekte, küfretmektedirler. Bunlar, otomobil yakmakta, bayrak yakmakta, Bayazıt kulesine kızıl bayrak çekmekte­ dirler. Bunlar mıdır Atatürk gençliği? (Adalet Partisi sıralarından “asla” sesleri) Bunlar mıdır, Türkiye’nin bağımsızlığını savunan gençlik. Bunları himaye etmeye niçin kalkışıyor CHP? Bunların niçin koruyuculuğunu üzerine alıyor? (Adalet Partisi ve C.K.M.P. sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar) Bu yıkıcı ve dünyanın tanıdığı en vahşi emperyalizm olan komünizmin uşaklığını yapan, komünist yardakçılara karşı, Anayasayı başlar üzerinde tutmak isteyen, kanunlara bağlı, milliyetçi Türk gençleri de, üniversite içerisinde bunlara karşı kendi inandıkları fikirlerin üstünlüğünü ortaya koymak üzere çalışırlar, harekete geçerlerse bunlar neden sokak saldırganları olurmuş? Bunlar sokak saldırganları değildir. Bunlar vatansever, hakiki milliyetçi tertemiz Türk çocuklarıdır. Muhterem arkadaşlar, bunlara “Atatürkçü gençlik” diyor, C.H.P. sözcüsü...” "... Arkadaşlar, bayrak yakanlar Atatürkçü olamaz.(AP ve CKMP sıralarından “Bravo” sesleri alkışlar) Atatürk’ün bize bıraktığı miras, hangi milletin bayrağı olursa olsun ona saygı göstermeyi gerektirir. Bayrak yakanlan himaye etmeye kalkmakla Atatürk’e ihanet etmek birdir..”(5)

239 Tarih 10 Ekim 1969. Başbakan Süleyman Demirel tarafından teşkil olunan 13’üncü Türkiye Cumhuriyet Hükümetinin programı görüşülürken söz alan Alparslan Türkeş: "... Söylemek, yazmak, ifade etmek kafi değildir. Söyleneni,yazılanı sammi olarak benimsemek, inanmak ve onu memlekette davranışı ile uygulanması ile hakim kılmak lazımdır. Yoksa, kağıt üzerinde veyahut parlak cümleler halinde ifade edip de uygulanmayacak olduktan sonra hukuk düzeninden bahsetmek, vatandaşın iradesinin serbestçe tezahüründen bahsetmek, bunlar bizi bir yere götürmez...”(6) İsmet İnönü’nün vefatı münasebetiyle, Millet Meclisi’nde, 27 Aralık 1973 tarihinde siyasi parti liderleri gündem dışı söz alarak, İnönü’nün tarihi kişiliği ve hizmetlerini belirten birer konuşma yapmışlardır. MHP Genel Başkanı Alparslan Türkeş de bu konuda yapmış olduğu konuşmasında: “Büyük Devlet adamı, büyük asker Sayın İnönü; milletimizin yok edilmek istendiği bir zamanda, büyük Atatürk’ün yanında, bir husumet dünyasına karşı mücadele etmiş büyük bir Türk kahramanıdır..” “.. Büyük karar adamı olan, cesur kararlar veren eşsiz Atatürk’ün yanında titiz bir plancı, teferrutaları seven bir yardımcı olarak değerli hizmetler ifa etmiştir...”(7). Tarih 30.05.1974. 1974 yılı Bütçe Kanun tasarısını müzakere için toplanan millet meclisinde söz alan Alparslan Türkeş özetle şu konuşmayı yapmıştır: “Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; Türk vatanı, bugünkü Türkiye bize emanettir ve bu Türkiye toprakları üzerinde yaşayan insanların hepsi Türk milletinin evlatlarıdır, aynı milletin çocuklarıdır. Türk Milletinin birliği ve Türk vatanının bölünmezliği üzerinde Türk Milleti kararlıdır, bunun aksi yönde tutum ve zihniyet sahibi olanlar hüsrana uğrayacaklardır. (AP ve DP sıralarından alkışlar ve “Bravo” sesleri...”(8) Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparsan Türkeş, Başbakan Sadi Irmak tarafından kurulan Bakanlar Kurulu programının, 27.11.1974 tarihinde millet meclisinde müzakere edilişi sırasında söz alarak bir konuşma yapmıştır. Türkeş, bu konuşmasında özetle şunları söylemiştir:

240 1973 seçimlerinde oy kullanan vatandaşların, bu şekilde oy kullanmakla yanlış hareket etmiş bulunmaları cihetine işaret edilme manasını taşıyan mütalaalar ortaya atılmıştır. Halbuki Türk vatandaşı demokrasiyle idareyi isteyen ve oyunu bilerek kullanan insandır. Türk vatandaşı, 1973 seçimleriyle hiçbir partiyi iktidar yapmak istememiştir. Partiler birbirleriyle uzlaşarak, beraberlik halinde koalisyon hükümetleri kurarak memleket idaresini bu şekilde yürütmelerini istemiştir. Bunu böyle karşılamak lazımdır. Demokrasiye inanan, hukukun üstünlüğüne, parlementer rejime inana insanların seçim sonuçlarını bu şekilde yorumlaması, bu şekilde karşılaması lazımdır..”(9) Alparslan Türkeş’in, Millet meclisi kürsüsünden, 7 Ocak 1975 günü yapmış olduğu gündem dışı konuşması: Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, Biraz evvel konuşan Cumhuriyet Halk Partisi milletvekili arkadaşımız meydana gelen öğrenci olaylarını ele alarak, sayın Genel Başkanlarının her zaman uyguladığı bir usule baş vurmuş ve bunu meclis kürsüsünden de tekrarlamıştır. Bu usul şudur: Ortaçağ karanlığında engizisyon devrinde, engizisyon papazlarının masum insanları, suçlama usulüdür bu. Bu usulü Cumhuriyet Halk Partisinin Sayın Genel Başkanı her zaman uygulamaktadır. Burada konuşan değerli milletvekili arkadaşımız da bu usule baş vurmuştur. Kendileri, kendileri gibi düşünmeyenleri, “çağ dışı” diye vasıflandırmaktadırlar ama kendileri çağ dışıdır. (AP, DP ve MSP sıralarından alkışlar) “... Muhterem arkadaşlarım, size yakışmıyor bu şekilde ithamlarda bulunmak. Hukuka inanmış ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti­ nin hukuk devleti olduğuna inanmış, milletvekili sıfatını taşıyan, bir partinin Genel Başkanı sıfatını taşıyan, Başbakanlık makamı gibi yüksek vazifeye yükselme imkanı elde etmiş olan vatandaşlarımıza bu şekilde ithamlar yakışmıyor...” “... Muhterem arkadaşlarım, biz dürüst yoldayız, doğru yoldayız. Size de dürüstlüğü tavsiye ederiz, hukuk yolunu tavsiye ederiz. Arkadaşlar, fırtına eken bora biçer, bunu unutmayınız. (AP, MHP, ve CGP sıralarından alkışlar CHP sıralarından gürültüler.”(10)

241 Tarih Şubat 1975. Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Meclis kürsüsünde. Muhterem arkadaşlarım, zorbalığın, kaba kuvvetin en iğrenci, en aşağılığı, iftiraya, yalana istinaden tedhiş yapmaktır. (AP, MHP, CG, MSP, DP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar) “... Muhterem arkadaşlarım, suçsuz insanları itham altında bırakarak, şeref ve haysiyet katili olmak daha aşağı bir harekettir. (AP ve MHP sıralarından “Bravo” sesleri alkışlar.) “.. Türk milletinin birliğine, Türk vatanının bütünlüğüne, Türk Devletinin bütünlüğüne ve korunmasına karşı olanlar, bu yolda olduğumuz için bize saldırmaktadırlar. Türkiye’de beynelmilel komünizmin oyunları yok mu, Türkiye’de, başka yabancı memleketlerden beslenen yıkıcı hareketler yok mu, Türkiye’de çeşitli başka kuvvetlerin, Türkiye’yi sömürmek, çeşitli karışıklıklar çıkarmak için kışkırttığı hareketler yok mu ki, Türkiye’deki bütün bu karışıklıklarla, bu çıkan olaylarda, milliyetçiler ve Milliyetçi Hareket partisi sorumlu görülmektedir?” “.. Arkadaşlar, Milliyetçi Hareket Partisi, Türkiye için hayırlı olduğuna inandığı yolda yürümeye devam edecektir. Karşısına çıkanlar hüsrana uğrayacaktır...”(11) Tarih 09 Nisan 1975. Alparslan Türkeş, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı sıfatıyla meclis kürsüsünde; “.. Muhterem arkadaşlarım, Necdet Uğur’a bir tavsiyem var. CHP sıralarından “Kendine” sesleri) Sayın Necdet Uğur, hareketlerinde, davranışlannda, zibidi zaptiye zihniyetine dayanan jurnalcilikten vazgeçmelidir (AP sıralarından “Bravo” sesleri, alkışlar; CHP sıralarından gürültüler) ”... Kabadayılıkla beni yıldıramazsınız. (CHP sıralarından gürültüler)(12). Alparslan Türkeş, Dördüncü Beş Yıllık (1979-1983) Kalkınma Planının 23.11.1978 günü millet meclisinde müzakeresi sırasında yaptığı konuşmasında: “...Memleket büyük bir enflasyonla karşı karşıyadır. Pahalılık memurları, işçileri, dar gelirlileri çok büyük sıkıntılara sokmuştur, Planda dar gelirliler için bunların yükünü hafifletecek tedbirler görülmemiştir ..”(13)

242 Sayın Türkeş, Harp Okulu’ndaki öğrencilik yıllarından itibaren, ömrünün elli yılını aşan bir süresinde, dış Türkler davasının yılmaz ve dönmez bir savunucusu olmuştur. Türk milliyetçiliği ülküsüne gönül vermiş bir fikir, siyaset ve devlet adamı olarak, görüş, inanç ve ülkülerinde “dış Türkler” konusu ve davası daima çok büyük bir yer teşkil etmiştir. 1944’lerden başlayarak, defalarca “Turancılık” suçlamaları­ nın muhatabı olmuş, yargılamalara maruz bırakılmıştır. Bu gün, artık gerek dünyada, gerekse Türkiye’de “dış Türkler” gerçeğini kabullenmeyen kimse kalmamış bir haldedir. Her halde elli seneyi aşkın bir süredir Sayın Türkeş’i “hayalcilikle”, “şovenlikle” , “fütuhatçılıkla” suçlayan kişi ve gruplar, kendilerinin nasıl bir devekuşu misali kafalannın kuma gömülü kişiler olduklarını anlamış olsalar gerekir.. Artık, “turancılık”ın bir “hayalcilik” değil “gerçekçilik”in ta kendisi olduğu; realitenin bu işi benimseyip, sarılıp, gerek Türkiye gerekse 200 milyona yakın Türk Dünyası için ne gibi faydalar sağlanabileceğinin hesaplarını yapmaktan yana olduğu hususları açığa çıkmıştır. İşte, Sayın Türkeş, böyle bir noktada I8 milletvekili arkadaşı ile birlikte vermiş bulunduğu bir önerge ile, “DIŞ TÜRKLER KONUSU VE DAVASININ” ilk defa bu kadar yüksek bir seviyede TC Devleti’nin sahip çıktığı bir konu olarak TBMM’de görüşülmesini sağlamış bulunuyor. Alparslan Türkeş, Millet Meclisi’nin, 12.12.1991 günü yaptığı 15’inci Birleşiminde yaptığı konuşmasında özetle şunları söy­ lemiştir: “.. Bizim, özellikle bu konuyu genel görüşme yapılması için Yüce Meclisin huzuruna getirmemizin sebebi, bu konu diğer dış meselelerden ayrı özellikler taşımaktadır. Bir defa Sovyetlerdeki Türk Cumhuriyetleri ve muhtar bölgelerdeki Türk yönetimleri konusu, bugüne kadar Türkiye’nin dış politikasında hiç yer almamıştır. Türkiye dış politikasının Sovyetler Birliğine göre ayarlamıştır. Ama dünyadaki gelişmeler, burada güzel konuşmalar yapmış olan değerli grup temsilcilerinin de ortaya koymuş oldukları glasnost, perestroika gibi gelişmeler, Sovyetlerdeki yeni oluşumlar ve dünyanın diğer yerlerindeki yeni gelişmeler, Türkiye’nin bundan sonra ilişkilerini nasıl ayarlayacağı gibi konuları getirmiş bulunmaktadır. Daha önce Türk Dışişleri, doğrudan doğruya Sovyetler Birliği’ni hedef almış; bunların içinde bulunan Türkler hiç konu edilmemiştir. Hatta Türkiye’mizde çeşitle sebeplerle Türkiye dışındaki

243 Türkler konusunu ele almak, hele siyasi alanda korkulu bir konu olarak görülmüştür, bunu sözkonusu edenler suçlanmıştır, küçük görülmüş­ lerdir..” "... Bildiğiniz gibi, siyaset alanında uzun zamandan beri bulunmuş eski bir arkadaşınız olarak, ömrümün 55 yılını bu konularla uğraşarak geçirdim. Birleşmiş Milletlerin son zamanlarda yapmış olduğu istatistiklere göre, yeryüzünde en çok konuşulan diller arasında Türkçe beşinci sırayı almaktadır. Birinci sırada Çince, ikinci sırada İngilizce, üçüncü sırada İspanyolca, dördüncü sırada Arapça ve beşinci sırada Türkçe geliyor, yani bu sıralamaya göre birçok felaketler yaşamış olmasına rağmen hala Türk Milleti yeryüzündeki en kalabalkı milletlerden birisidir. “200 milyon insan Türkçe konuşuyor” demek, “200 milyon Türk vardır” demektir. Yeryüzündeki Türklerin bir kısmı imparatorluğumuzun dağıl­ masından sonra terk ettiğimiz topraklarda kalan kardeşlerimizdir. Bir kısmı da imparatorluğumuza dahil olmamış olan, anayurdumuzda ve yaşadığımız diğer bölgelerde varlıklarını sürdürmüş olan soydaşları­ mızda ki, bunlarla da çok yakın kültür ve soy birliğimiz bugüne kadar devam etmiştir. Bunlardan Sovyetler Birliği’nde yaşayan beş Cumhuriyet var. Bu beş Cumhuriyetin dışında da muhtar cumhuriyetlerde yaşayan soydaşlarımız var. Son zamanlarda Sovyetlerde meydana gelen gelişmeler karşısında, bunlar da kendi bağımsızlıklarını ilan etme yoluna gitmişlerdir; bunların bir kısmı bağımsızlıklarını ilan etmişler, bir kısmı da ilan etmemişlerdir. 20. Yüzyıl, bilindiği gibi imparatorluklann yıkıldığı bir yüzyıldır. 20. Yüzyılın sonlarına geldiğimiz ve 21. yüzyıla yöneldiğimiz şu günlerde dünyada insan hakları, hürriyet ve bağımsızlık ve demokrasi rüzgarları esmektedir. Bu rüzgarlar bütün imparatorlukları çökertmiştir..” "... Son günlere kalan Sovyet İmparatorluğu ile, Çin İmparatorluğu da sarsıntı geçirmektedir; bu arada Sovyet İmparatorluğu dağılmaya ve çözülmeye başlamıştır. Burada yaşayan beş Türk Cumhuriyeti bulunmaktadır; bunlar Azerbaycan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve Kazakistan’dır. Bunlardan Kazakistan dışında kalanlar bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Evvelce bunlarla bir münasebetimiz olmamıştır; Dışişlerimizde, dış politikamızda bunlar bir yer tutmamışlardır; ama şimdi bağımsız devletler olarak ortaya çıkmaktadırlar. Bu Türk Cumhuriyetlerinin dışında kalan Ermenistan gibi, Gürcistan gibi, Ukrayna gibi, Beyaz Rusya gibi, Rusya gibi topluluklar da bağımsızlık ilan etmişlerdir. Son zamanlarda İngiliz

244 Milletler Topluluğuna benzer bir Bağımsız Milletler Birliği şeklinde Sovyet Rusya’da bir oluşum sözkonusu edilmektedir. Böyle bir oluşum gelişse bile, demek ki, gene bunların içinde Türk Cumhuriyetleri bağımsız varlıklarını koruyacaklardır. Sovyetlerle ve onların elçilik mensuplarıyla yapmış olduğumuz görüşmelerde biz onlara daima; “Bu güne kadar Türkleri sömürge olarak kullandınız; ama bundan sonra bunu sürdüremezsiniz. Esasen kendini insan bilen toplulukların, başka toplulukları haksız bir şekilde sömür­ mesi, hürriyetlerinden mahrum etmesi, insanlık onuruna aykırıdır. Sizin kendi içinizden de bunu doğru bulmayan insanlar çıkmıştır. Yazılar yazmışlardır. Onun için siz Türklerin de hakkını teslim ederek onlara da insan haklarını ve bağımsızlığı tanıyarak, eşit şartlarda ve barış içinde münasebetlerinizi yeni esaslara göre anlaşmalı şekilde ayarlamalısınız” dedik. Şimdi, ona doğru bir gidiş, bir gelişme var demektir. İşte, bütün bunları dikkate aldığımız zaman, Türk Cumhuriyetleri ile Türkiye’nin dış münasebetleri, dış politikası ne olmalıdır; o Cumhuriyetlerin jeopolitik özelliklerini göz önüne alarak, sahip oldukları ekonomik imkanları, kaynakları dikkate alarak, sosyal yapılarını dikkate alarak ve Türk olmayan diğer birimlerin, Ermenistan gibi,Gürcistan gibi ve diğerlerinin de durumlarını dikkate alarak Türkiye’nin politikası ne olmalıdır diye akılcı ve ilmi esaslara dayalı yeni bir siyasi plana ihtiyacımız vardır. Böyle, hazırlıksız, rastgele, ayaküstü tutumlarla bu dış politika düzenlenemez. Nitekim, son yıllarda hepimizi üzen bazı şeylerle karşılaştık. Bir gün, baktık ki, bir devlet adamımız, Azeriler için “Bunlar Şii’dir, bunlar bizden çok İran’a yakındır” deyiverdi. Ne kadar üzücü bir şey; tabii, onları da çok üzdü, bizi de çok üzdü. Onun için, bunlar soy itibariyle, din itibariyle bizimle aynı olan insanlarımızdır, kardeşlerimizdir ve kendileri, bize karşı sevgi beslemektedirler. Türkiye’yi sevmektedirler, Türkiye’den önderlik beklemektedirler. Binaenaleyh, onların bu özelliklerini de dikkate alarak ve Türk olmayan diğer Cumhuriyetleri tanımamızın da bunlar üzerinde ne gibi etkileri olacağını dikkate alarak, yeni, ilmi esaslara dayalı bir politika planlaması yapmaya ihtiyaç vardır...”(14) Yozgat Milietvekil Alparslan Türkeş ve onaltı arkadaşının, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin Sovyet Sosyalist Cumhuriyetleri Birliği’ndeki Türk Cumhuriyetleri ve Muhtar Bölgeleri ile ilişkileri konusunda Anayasanın 98., İçtüzüğün I00 ve I0I. maddeleri uyarınca bir genel görüşme açılmasına ilişkin vermiş oldukları önergenin, millet meclisinin 17.12.1991 günü aktettiği 16. Birleşiminde, önergede

245 birinci imza sahibi olarak söz alan Alparslan Türkeş, meclis kürsüsünde şu konuşmayı yapmıştır; Bilindiği gibi Sovyetler, Marksist yönetimi terk ederek marksizmin totaliter yönetiminden vazgeçerek, Perestroika ve Glasnost denen ilkelerin ışığında yeni bir yapılanmaya yöneldikten sonra dünya siyasetinde tesirini gösteren Sovyet tehdidi ortadan kalkmıştır. Gerçi İslam cumhuriyetlerin sahip olduğu potansiyel tehdit tamamıyla kalkmış kabul edilemezse de Sovyet tehdidi eskisi gibi söz konusu olmaz duruma gelmiştir. Bunun neticesinde NATO ittifakının anlamı değişikliğe uğramıştır. Bu değişiklik dolayısıyla batı dünyası ile Türkiye’nin ilişkilerinde göze çarpan bir takım hafiflemeler, değişiklikler meydana gelmiştir. Bütün bunların ışığında Sovyetlerde meydana gelen değişiklikleri de dikkate alarak orada bulunan Müslüman Türk Cumhuriyetleri ile politikamızı yeniden düzenlemek ihtiyacın­ dayız ...” “... Türk Cumhuriyetlerini tanıma, onlarla ilişkilerimizin gelişmesi meselesini, bir Turan İmparatorluğu kurulacak şeklinde propagandaların yapılmasına meydan ve imkan verilmeyecek şekilde düzenlemek ve planlamak zorundayız. Şimdiden Tür­ kiye’mizin karşısında olan bir çok devlet bu şekildeki propa­ gandalarla dünya kamuoyunda aleyhimizde tesirler yapma çabası içindedirler. O bakımdan Türkiye’mizin insan haklarını geliştirme barış ve dostluk içinde karşılıklı saygıya dayanan dostluklar kurmak, ekonomik, kültürel münasebetler geliştirmek gayesiyle dış politikasını tanzim ettiği her zaman vurgulanmalı ve dünya kamuoyuna da anlatılmalıdır...” “... Bu cumhuriyetlerin yaşamış oldukları tarih dolayısıyla, bugün ideolojik bir boşluk içinde olduklarını göz önünde bulundurmak mecburiyetindeyiz. Çünkü Marksist ideoloji çökmüş­ tür, iflas etmiştir. Bu cumhuriyetlerde yetmiş yıldan beri her şey Marksist ideolojiye ayarlanmıştır. Bundan dolayı burada yaşayan insanlar, bugün ideolojik ve manevi bir boşluk içindedir. Bu manevi boşluktan yararlanılarak burada bazı Ortadoğu devletleri tarafından bir takım köktenci akımlar yayılmaya çalışılmaktadır. Türkiye’nin İslam’ın gerçek, güzel manasına dayanan, barışçı, kardeşliği esas alan, insan haklarını esas alan hoşgörüyü esas alan manevi değerlerini bunlara götürmesi, anlatması hem bu ülkeler için, hem de gelecek münasebetler için iyi bir netice verir kanaatindeyiz ..”(15)

246 Tarih 26 Aralık 1991. Alparslan Türkeş Meclis kürsüsünde: Başkan- Son söz, Sayın Alparslan Türkeş’indir. Sayın Türkeş, buyurun (DHP sıralarından alkışlar) Alparslan Türkeş (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; “... Türkiye Devleti kurulalı -1071 yılından başlatırsak- bugün 920 yılını doldurmuş, 921'inci yıla başlamış bulunuyoruz. Bu 921 yılda, bu memleketin bütün insanları aynı dine mensup olarak, aynı kıbleye secde ederek, aynı Yüce Peygamberin ümmeti olarak, aynı kutsal kitaba bağlı olarak haşır neşir olmuş, yaşamışlardır. Bildiğiniz gibi, Müslümanlar kendi aralarında kız alıp kız verirler, evlenirler. 920 yıldır Anadolumuzda yaşayan bütün insanlarımız birbirleriyle her bakımdan yoğrulmuşlardır, haşır neşir olmuşlardır ve memleketin düşmanlarına karşı, devletimizin düşmanlarına karşı beraber, vatan savunması için, tevhit için birbirlerinin kucağında şehit olmuşlardır.” “Sayın milletvekilleri, yıllardan beri önümüze getirilen mesele, vatanımızın bölünmesi, milletimizin bölünmesi mesele­ sidir. Meseleyi iyi teşhis etmemiz lazımdır. İyi teşhis edersek, çaresini kolay bulabiliriz. İyi teşhis edemezsek, işte, yıllardan beri, bugüne gelinceye kadar geçirdiğimiz acı birtakım hadiseleri yaşamaya devam ederiz ve bu acı hadiseler her geçen gün devletimizi daha çok yıpratır. Memleketimizde terör her gün gücünü artırmaktadır. Yangın bacayı sarmıştır. Bunun arkasında, birçok konuşmacıların belirttikleri gibi, yabancı güçler emperyalizm vardır. Türkiye’den toprak koparmak, kendi milli çıkarlarını temin etmek maksadıyla milletimizin bölünmesi için, vatanımızın parçalanması için, ustaca, ilmi esaslara dayalı bir plan uygulanmaktatır.” "... Türkçemizde halk arasında birçok zaman söylenen bir söz vardtır: “Bir insana kırk gün deli derseniz, deli olur” derler. Psikoloji ilminde de birtakım kurallar vardır. Bir memleketin insanlarını elde etmek isterseniz, karıştırmak isterseniz, sosyal ve psikolojik yönünü iyie inceleyerek, analiz ederek, ona göre bir plan uygulama suretiyle insanları kendi kardeşlerinden, kendi devletinden soğutabilirsiniz; kendi devletine karşı, kendi insanlanna karşı harekete geçirebilirsiniz. Bu bir bilimdir, bu bir sistemdir ve birçok ülkeye karşı kullanılagelmiştir, şimdi de Türkiye’ye karşı kullanılmaktadır. Halbuki, tarih özetinde bahsettiğim gibi, doğulusuyla, batılısıyla, memleketimizin insanları birbirinin kardeş­

247 leridir. Kürtçe konuşan kardeşlerimiz ne kadar Kürtse, biz de onlar kadar Kürtüz; biz ne kadar Türksek, onlar da bizim kadar Türk...(DHP ve DYP sıralarından alkışlar). Milletimizin gücü, devletimizin ayakta durması, her şeyden evvel, milli birliğimizin sağlam tutulmasına bağlıdır. İç güvenlik dediğimiz zaman, dış güvenlik bundan ayrılamaz. İç güvenliği olmayan bir devletin dış güvenliği de olmaz. Onun için, memleketimizin dışa karşı da güçlü olabilmesi bakımından iç güvenliğimizin sağlam tutulması lazımdır...” “Muhterem Milletvekilleri, OsmanlI döneminde, daha başka dönemlerde devletimizi idare edenleri düşünelim: Sadrazamların kimisi Rum, kimisi Ermeni, kimisi arap, kimisi Fars, kimisi Arnavuttur; yani, milletimiz böyle bir ayırım gözetmemiştir. Bu bölgedeki insanlarımıza karşı da, milletimiz hiçbir zaman, “diskriminasyon” diyebileceğimiz, horlama, aşağı görme gibi bir hata işlememiştir, zaten işleyemez; çünkü, o gölgede yaşayan insanlarımız da, bizden farklı olmayan, bizim kendi insanlarımızda. Türkiye Cumhuriyeti kurulalı yetmiş yıl oldu; sekiz Cumhurbaşkanımız göreve geldi ve bunların dört tanesi doğuludur. Birisi, Merhum İsmet İnönü’dür ve biliyorsunuz, kökü Bitlis’e dayanır, Kürümoğullarındandır. İkincisi Cemal Gürsel Paşa’dır, Erzurum’un Hınıs İiçesindendir. Üçüncüsü, Fahri Korutürk Paşa’dır, Erzincan’ın Kemah’ındandır. Dördüncü, şimdiki Cumhur­ başkanımız da, biliyorsunuz, MalatyalIdır ve yeri geldiği zaman kendisi, “bende Kürt kanı var” diyor. Yani, Türk Milleti böyle bir ayınm peşinde değildir; sekiz Cumhurbaşkanının dört tanesi oradan almış, başına oturtmuş. O halde, bu bölücü terörün arkasında, “ırkçılık yapıldı, asimilasyoncu politika takip edildi vesaire” sözleri, gerçeklere terstir...”(16) M.Ç.P. Genel Başkanı Alparslan Türkeş, 1992 bütçesinin Millet Meclisinde müzakeresi sırasında söz alarak özetle şu konuşmayı yapmıştır: ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, değerli milletvekilleri; sözlerime başlarken, hepinizi, en derin saygılarla selamlıyorum.

248 Değerli milletvekilleri, Hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları meselesi, memleketimizde hala, çözümlenmesi gereken önemli konular olarak yer almaktadır, bunlarla beraber, önümüzde bir de Anayasa meselesi vardır. Yürürlükte bulunan Anayasanın, demokratik olmayan şartlarda, demokratik olmayan usullerle meydana getirilmiş olan bir anayasa olduğu malumdur. Bu Anayasa çalışan­ ların teşkilatlanmasına imkan vermeyen, birçok hakları vatandaş­ larımıza kısıtlayan ve mutlaka değiştirilmesi icap eden bir anaya­ sadır. Bu Anayasanın demokratik yollarla ve usullerle ele alınarak değiştirilmesi ve düzeltilmesi, memleketimiz için hayati önem taşımaktadır. Bununla beraber, demokrasinin de tam tecelli ettirilmesi gerekmektedir. Malum olduğu üzere, demokrasilerin tecellisini sağla­ yan temel mesele, eşit ve adil şartlarda seçimlerin yapılmasıdır. Memleketimizde çeşitli seçim dönemlerinde değiştirilen seçim kanunları ve en son olarak çıkarılmış ve uygulanmakta olan Seçim Kanunları eşit ve adil şartlarda seçim yapılmasına imkan vermeyen kanunlardır. Bu kanunlarla, memleketimizin mutluluğunu sağlayacak şekilde hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını esas alan demokratik bir düzenin gelişmesi mümkün değildir. Bu bakımdan, Anayasa meselesi üzerinde, seçim kanunlarının düzeltilmesi meselesi üzerinde durulmasını, vatan­ daşlarımızın mutluluğu, demokrasimizin şaibesiz, gölgesiz bir şekilde gelişmesi ve işlemesi için şart olduğunu ifade ederek, Sayın İktidardan, bu meselelerin çözümüne eğilmelerini istirham ediyoruz. Muhterem milletvekilleri, insan haklarıyla ilgili, memleke­ timizde yıllarca sürmüş olan birçok üzüntülü uygulama olmuştur. Bilhassa işkence meselesine temas etmek istiyorum. Bu işkence meselesini yurdumuzdan kesip, kazıyıp çıkarmamız lazımdır. Vatandaşlarımız, bilhassa olağanüstü dönemlerde, 12 Eylül döne­ minde, işkenceden çok acı çekmişlerdir. Mamak’ta kurulmuş olan, C-5 diye ün yapmış olan bir işkence barakasında, birçok hazırlık soruşturması işkence altında yapılmıştır. Bu işkence meselesini, hangi partiden olursak olalım, Hükümet-muhalefet el ele, birlikte, işbirliği yaparak, yurdumuzun adına leke getiren bu olayları kesinlikle yurdumuzdan silip çıkarmamız lazımdır. Bu hususu da Sayın İktidarın dikkatine sunuyorum ki, bu meseleden de memleketimiz kurtulmuş olsun. Yine,memleketimizin önünde çok önemli bir konu olarak, iç ve dış güvenlik meselesi vardır. Bölücülük faaliyetleri, bölücü terör,

249 yıllardan beri yurdumuzun gündemini işgal etmektedir. İç ve dış güvenlik, birbiriyle sıkı sıkıya ilişkilidir. İç güvenlik olmazsa, dış güvenlik de yara almış olur, dış güvenlik de sağlanamaz. Bu bakımdan, memleketinin seven bütün insanlarımız el ele verip, bu bölücü terörün söndürülmesini sağlamak mecburiyetindeyiz. (MÇP, ANAP ve DYP sıralarından alkışlar) Bölücü terörün arkasında, Türkiyemizin düşmanı olan devletler vardır, emperyalist güçler vardır; bunlar bilinmektedir.” “... Değerli milletvekilleri, Türk Cumhuriyetleri meselesi, dünyanın gündemini işgal etmektedir. Bizim için de çok mutlu bir olaydır. Türk Cumhuriyetleriyle Türkiye olarak münasebetlerimizi süratle geliştirmeliyiz. Ben, elli yıldan beri Türkiye dışındaki Türkler meselesiyle uğraştım. Bir zamanlar memleketimizde, bu mesele, çok büyük suç olarak ele alınır, öyle bakılırdı; bu yüzden, şahsen dört defa sıkıyönetim mahkemelerine verilerek yargılandım. YAŞAR ERBAZ (Yozgat)- Emeklerin zayi olmadı. ALPARSLAN TÜRKEŞ ( Devamla)- Ama, bugün çok şükür, bütün siyasi partilerimiz, bütün memleketin aydınları, düşünürleri, bu konuya büyük önem vermişler, konunun önemle üzerine eğilmiş bulunmaktadırlar; bu, çok mutlu bir gelişmedir, bizi de sevindir­ mektedir ...”(17) Alparslan Türkeş’in, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 72.Kuruluş Yıldönümü ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı Kutlanması ve günün önem ve anlamının belirtilmesi amacıyla mecliste yapmış olduğu konuşma: BAŞKAN- Değerli arkadaşlar, söz sırası, Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanı Sayın Alparslan Türkeş’te. Buyurunuz Sayın Türkeş.( Alkışlar) MİLLİYETÇİ ÇALIŞMA PARTİSİ GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Millet iradesinin ve milli egemenliğin temsil yeri olan Türkiye Büyük Millet Meclisinin Sayın Başkanı, bu Meclisin şerefli üyeleri sayın milletvekilleri, bizleri bu mutlu günümüzde yalnız bırakmayan aziz misafirlerimiz, kardeş ve dost ülke parlamenterlerinin kıymetli temsmilcileri, sözlerime başlarken, hepinizi, şahsım ve Milliyetçi Çalışma Partisi adına sevgi ve saygılarımı sunarak

250 selamlıyor, Türkiye Büyük Millet Meclisinin kuruluşunun ve dolayısıyla millet egemenliğniin tesisinin 72. yıldönümünü ve 23 Nisan Egemenlik bayramını idrak eden aziz milletimiz ile yarınlarımızın ümidi, büyük geleceğimizin müjdecisi çocuklarımızın bayramını kutluyorum. 23 Nisan 1920’den 23 Nisan !992’ye ulaşmış bulunuyoruz. 72 yıldan bu tarafa, Türk Milleti kayıtsız şartsız kendine ait bir hak olan egemenlik hakkını, Yüce Türkiye Büyük Millet Meclisi eliyle kullanıyor. Türk Milletinin iradesinin temsil ve tecelli yeri olan Türkiye Büyük Millet meclisi, ilk Meclisten günümüze kadar, Türkiye Cumhuriyeti Devletinin bağımsızlığının sembolü, milli egemenliğin temsil edildiği ve gerçekleştiği ocak olarak yüce bir görevi yürütmektedir. Ülkemiz ve milletimiz, kendi egemenliğine sahip çıkma denilebilecek noktaya, yani milli egemenliğe, öyle, kolay ulaşabilmiş değildir; Türkiyemiz, önce kendisini düşman çizme­ lerinden emperyalist taarruzundan kurtaran, sonra da Türkiye Cumhuriyeti Devletini kuran bir müşterek iradenin ürünüdür. Bu irade olmasaydı, düşman istilasına karşı yürütülen milli mücadeleden bahsolunamazdı. Bu irade olmasaydı, devlet, vatan ve millet varlığının korunması için gerçekleştirilen şanlı Kuvayı Milliye direnişi sağlana­ mazdı; bu irade olmasaydı, yedi düvelin istilasından kurtarılmış imparatorluktan geriye kalan topraklar üzerinde genç Türkiye Cumhuri­ yeti Devleti kurulamazdı. Bu iradenin bir müştereklik arz ettiğini söyledim. Bu irade, Mustafa Kemal Atatürk ve onun silah ve mücadele arkadaşlarınındır, Kuvayı Milliyenin şanlı kahramanları- nındır, velhasıl, topyekün, Türk Milletinindir (MÇP sıralarından alkışlar) 23 nisan 1920’den 72 yıl sonra bu yıldönümü gününde, bizleri bugünlere kavuşturan, bu vatan topraklarını emperyalist çizmelerinden kurtarmak, yeni bir devlet kurmak için cepheden cepheye koşan Milli Mücadelenin bütün kahramanlarını, Kuvayı Milliyenin bütün mücahit­ lerini, Türkiye Büyük Millet Meclisinin ve devletimizin kuruluşuna vesile olanları hayırla anıyor ve bu vesileyle, aziz hatıraları önünde saygıyla eğilerek kendilerini selamlıyorum...” "... Vatanı düşman istilasından kurtarma ve yeni devleti kurma olarak beliren bu müşterek iradenin etrafında toplanan milletimizin evlatları, en ücra vatan köşelerinden gelerek, yurdumuzun savunmasına koştular. Doğulusu, Batilisi, Güneydo­ ğulusu ve Karadenizlisiyle, hiçbir ayınm göstermeksizin, müşterek vatan bildikleri yurdu savunup, düşmanı kovdular.

251 İlk Türkiye Büyük Millet Meclisi, bu milli iradenin temsil yeri olarak, genç Türkiye Devletini bir cumhuriyet halinde gerçekleş­ tirmeye karar verdi. Yabağılar, Burakbeyler, Edirneli, Çankırılı, Karslı, Diyarbakırlı, Ağrılı, Vanlı mebuslar, hepsi, hiçbir ayırım olmaksızın, tek, üniter milli bir devletin tesisinin arzu ettiler. Kimse; ben, Kürtçe konuşuyorum, ayrı devlet isterim; ben, ayrı mezheptenim, ayrı bölge isterim demedi, çünkü, bu insanlar, senelerce süren Cihan Harbinde de, İstiklal Harbinde de, Galiçya’da, Gazze’de, Çanakkale’de, İnönü’de, Dumlupınar’da aynı vatan toprakları uğruna düşüp şehit olurlarken hiçbir ayırım düşünmemişlerdi; belki de, Türkçe konuşanı ile, Kürtçe konuşanı, aynı yerde şehit düşüp, aynı toprağa berabrece gömülmüşlerdi. İşte, böylesine bir mücadelenin içinden çıkıp gelen bir millet, nasıl olurdu da, devletini kuracağı zaman bu devleti ayrı ayrı, parça parça düşünebilirdi. Nitekim, vatanı ve milleti müstevli çizmesin­ den kurtarıp devleti kurmaya girişen irade, Mustafa Kemal başta olmak üzere, Kuvayı Milliyecileriyle, ilk Meclisin mebuslarıyla ve onlara sonsuz destekçe büyük Türk Milletiyle, Türkiye Cumhuriyeti Devleti isimli, üniter, milli devleti tercih etti; bu husus tartışılmadı bile...”(18) . Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Kıbrıs ve Bosna Hersek konuları başta olmak üzere, dış politikadaki gelişmeler konusunda bir genel görüşme yapmak üzere olağanüstü olarak toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisinde bir konuşma yapmıştır. Türkeş bu konuşmasında şunları söylemiştir: BAŞKAN Söz sırası, Sayın Alparslan Türkeş’te Buyurun Sayın Türkeş. (MÇP sıralarından alkışlar) ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; “... Her milletin, her devletin, bir tarihi vardır ve tarihi demek, devletlerin, milletlerin sicili demektir. Binaenaleyh, devletlerarası, milletlerarası bu meseleleri değerlendirirken, her devletin, her milletin sicilini iyi bilmek, sicilini iyi incelemek lazımdır. Bosna-Hersek’te kardeşlerimizin kanı akmaktadır. Orada, insan hakları ayaklar altına alınmıştır ve sırf dinleri ayrı olduğu için, masum insanlar, soykırımına tabi tutulmaktadır. Bu olaylar, her

252 gün, vatandaşlarımızın, milletimizin yüreğini kanatmaktadır. Bunlar için, tabii ki, elden gelen her yardımın yapılması gereklidir. Tabii, bu konu üzerinde daha açık konuşmak yararlı olmaz kanatindeyim, dış politikayla ilgili birçok meselelerin çok açılmaması icap ettiği kanaatindeyim; ama , bu kardeşlerimizin katliamdan korunmaları, uğra­ dıkları haksızlıklardan kurtarılmaları için gerekli her türlü teşebbüse başvurulması lazımdır ...”(19) Milliyetçi Çalışma Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, Şırnak ilimizde meydana gelen olaylar başta olmak üzere Güneydoğu Bölgemizde ceryan eden olaylar konusunda T.B.M.M.’nde açılmış olan genel görüşmede söz alarak şu konuşmayı yapmıştır: ALPARSLAN TÜRKEŞ(Yozgat)- Sayın Başka, sayın milletvekilleri; bu önemli konuda geç saatte söz imkanı elde ettiğimden dolayı çok memnunum ve Yüce Meclise şükranlarımı sunarım. Muhterem milletvekilleri, Şırnak olayları bütün milletimizi çok üzmüş ve acı vermiş olan bir olaydır. Bu olaylarda hayatını kaybetmiş olan vatandaşlarımıza, güvenlik görevlilerimize bütün ilgililere hem Cenabı Hak’tan rahmetler dileyerek hem de yakınlanna başsağlığı dileyerek sözüme girmek istiyorum...” “... Şimdi bölücü terör iyice azmış, silahlanmış, teşkilat­ lanmış ve hedefine varmak için de kıyıcı şekilde hareket etmektedir. Bu bölücülük olayları karşısında, zaman zaman, çok eskiden beri, bölücülüğe mazeret bulmak isteyenler çıkmıştır. Bugün de var; bölücülük olaylarına birtakım mazeretler ileri sürülmektedir. Bölgenin fakirliği, ihmal edilmişliği, geri kalmışlığı veya Türkiye Cumhuriyeti Devletinin, kurulduğu zamandan itibaren bugüne kadar, o bölgeye, benimsemeyen bir gözle baktığı, o bölge insanını hor gördüğü şeklinde de birtakım mazeretler ortaya atılmıştır. Benim tecrübelerime, yaptığım araştırmalara göre, bunlann hiçbirisi doğru değildir. Bölücülük olaylarının sebebi, siyasidir. Türk Milletine karşı açılmış olan bir mücadeleyi başarıya ulaştırmak için bölücülük olayları planlanmış, kışkırtılmış ve silahlandırılmıştır. Bölücülük faaliyetlerinde bulunan insanlar eğitilmiştir, eğitilmektedirler ve milletimizin üzerine saldırılmakta- dırlar ...”(20) Alparslan Türkeş’in, Kıbrıs konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin almış olduğu karara ilişkin gündem dışı konuşması:

253 ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri, Kıbrıs konusunda Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinin almış olduğu 789 numaralı kararı bölgede barışın korunmasına yardımcı olmaktan uzak ve Ada’da uzun yıllardan beri sürmüş olan çatışmaları tekrar kışkırtacak mahiyettedir. 789 sayılı Karar, evvelce alınmış olan ve tarafların haklarını nispeten sağlamaya yarayacak olan eski birtakım anlaşmaları da göz ardı eden, Rumların görüşlerine dayanan, Türklerin haklarını göz ardı eden bir karar olmuştur. 789 sayılı kararın, gerek Kıbrıs Türklerinin, gerekse Türkiye’nin menfaatlarını baltalayan bir karar olduğu açıktır. Türkiye Büyük Millet Meclisiyle, Cumhuriyet Hükümetiyle ve milletçe, bütün halkımızla, bu milli meselede hassasiyetimizi göstermek, çok yararlı olacaktır. Bu meselede, gerek Yunanlılara karşı, Rumlara karşı, gerekse onların görüşleri tesiri altında bir karar almış olan Güvenlik Konseyine karşı, aldıkları kararın haksızlığını ifade eden ve haklı davamızın sahibi olduğumuzu, bunda tavize yanaşmayacağımızı belirten bir siyaset takip etmenin, bir görünüm vermenin, milli menfaatlerimiz bakımından çok yararlı olacağı kanaatindeyim. Bu düşüncelerle gündem dışı söz aldım, huzurunuza geldim. Sayın Başkana, gündem dışı söz vermesinden dolayı teşekkür ederim; Yüce Heyetinize de saygılar sunarım. (Alkışlar) BAŞKAN- Teşekkür ederiz ...”(21) Yozgat Milletvekili Alparslan Türkeş’in, Azerbaycan topraklarının işgaline yönelik Ermenistan saldırılarına ilişkin mecliste gündem dışı konuşması: ALPARSAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; son zamanlarda, kardeş Azerbaycan, Ermenistan’ın vahşi saldırılarına hedef olmuş bulunmaktadır. Bilindiği gibi, Azerbaycan, bağımsızlığını kazandığından bu yana, aynı zamanda Birleşmiş Milletler üyesidir. Birleşmiş Milletler üyesi olmasına rağmen ve milletlerarası çeşitli kuruluşlarda, sınırların, kuvvet kullanarak zorla değiştirilemeyeceği ilkesi kabul edilmiş olmasına rağmen, Ermenistan, kuvvet kullanarak Azerbaycan topraklarını işgal etmiştir. Bugün, Azerbaycan topraklannın yüzde 12’si, Ermenistan askerlerinin işgali altındadır; 300 bin Azeri mülteci, evsiz kalmış, yollara düşmüş durumdadır; binlerce insan, hayatını kaybetmiştir; çoluk çocuk, perişan duruma düşmüştür.

254 Kuveyt’de Birleşmiş Milletlerin üyesi bir devlet iken, Irak tarafından saldırıya uğrayıp işgal edilince, Birleşmiş Milletler, bu işgali tanımamış ve bu işgali kaldırmak için, Irak’a karşı, Birleşmiş Milletler güçleri teşkil edilerek harekete geçilmiştir. Aynı hassasiyetin Azerbaycan için de gösterilmesini beklemekteyiz. Azerbaycan da, Birleşmiş Milletler üyesi bir devlettir ve kendisi saldırıya uğramıştır. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansının kabul etmiş olduğu ilkelere göre, sınırlar, kuvvet kullanılarak değiştirilemez. Mevcut sınırlar ve her devletin toprak bütünlüğü garanti altına alınmıştır. Buna rağmen, Ermenistan, bunu tanımamaktadır; hatta, Ermeniler, yaptıkları son açıklamalarla, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Konferansının kabul etmiş olduğu bir ilkenin, sadece Avrupa devletleri için geçerli olduğunu, Asya için geçerli olmadığını dahi söylemekten çekinmemişlerdir. Bu durum, Türkiye’nin güvenliğini de yakından ilgilendirmektedir. Ermenistan’ın yıllardan beri bastırdığı haritalar ve takip ettiği politika Türkiye’nin toprak bütünlüğünü de hedef almış bulunmaktadır. Azerbaycan’la olan ilgi ve bağlarımız malumdur. Bu durumda, Azerbaycan’ın uğradığı bu saldırıların bir an önce durdurulması ve işgalcilerin, Azerbaycan topraklarını boşaltarak kendi sınırları gerisine çekilmesinin sağlanması gereklidir. Bunu sağlamak için, Türkiye, üzerine düşen her görevi yapmalıdır; bundan asla çekinmemelidir. Saldırgana karşı savunma, bir haktır, meşru bir haktır. Biz barışçıyız, barış politikası takip ediyoruz; fakat, Ermenistan, barışın önemini kavramamış olan, barışa değer vermeyen, barışı hiçe sayan tutumuyla, Kafkaslar’daki barışın bozulmasına neden olmaktadır. Barışı korumak için, şeref ve haysiyetimizi korumak için, kardeş Azerbaycan’a gerekli yardımı sağlamak için, ileride kendimize karşı yönelecek herhangi saldırgan niyeti şimdiden caydırmak için, gerekli her tedbiri almaktan çekinmemeliyiz. Bu tedbirlerin içinde askeri tedbirler de vardır ve o da olmalıdır ...”(22) Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin 73. Kuruluş Yıldönümü ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının kutlanması ve günün önem ve anlamının belirtilmesi görüşmelerinde söz alan Alparslan Türkeş, özetle şu konuşmayı yapmıştır:

255 MHP GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Türk Milletinin iradesini ve egemenliğini temsil edenTürkiye Büyük Millet Meclisi Sayın Başkanı, bu Meclisin şerefli üyeleri sayın milletvekilleri, mutluluğumuzu paylaşmak için aramızda bulunan değerli konuklarımız; söze başlarken, yeni kaybetmiş olduğumuz sekizinci Cumhurbaşkanı Sayın Turgut Özal’ı rahmetle anarak, Büyük Milletimize ve Yüce Meclisimize başsağlığı dileklerimi tekrar sunarım...” "... 23 Nisan 1920’den bugüne kadar geçen 73 yıl boyunca, Türk Milleti, kayıtsız şartsız kendine ait bir hak olan egemenlik hakkını Yüce Meclisimiz eliyle kullanmaktadır. Yüce Meclisimiz, bu süre içerisinde görevinin kutsallığını biran bile unutmamış, Türk Milletinin ve Türk vatanının birliğine, beraberliğine ve bölünmez­ liğine her zaman sahip çıkan kutsal bir ocak olmuştur. Bu kutsal görevimiz, bize önceki nesillerimizden miras kalmıştır. Birliğimizi, beraberliğimizi ve bölünmezliğimizi gelecek nesilleri­ mize aynıyla teslim edebilmek, hepimizin hayatı boyunca kazanabile­ ceği en büyük şereftir...” Devletimizin kurtarıcısı ve cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ü, Türk dünyasındaki istiklal hareketlerinin geçmişteki bütün liderlerini ve Türklüğün istiklal uğruna canlarını çekinmeden veren aziz şehitlerimizi rahmetle anıyor, hepinizi tekrar saygılarımla selamlıyorum. (Alkışlar) BAŞKAN- Teşetkkür ederim Sayın Türkeş.(23) 1994 Mali Yılı Bütçe Kanununu Tasarı'sının Millet Meclisinde müzakeresi sırasında şahsı adına söz alan Alparslan Türkeş özetle şu konuşmayı yapmıştır: ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, değerli milletvekilleri, televizyonları başında bizi seyretmekte olan kıymetli vatandaşlarım; konuşmama girişirken hepinize en derin sevgi ve saygılarımı sunuyorum. (MÇP sıralarından alkışlar) Değerli vatandaşlarım, Türkiye’mizin önünde bugün üç önemli mesele bulunmaktadır: Bunlardan birincisi, manevi ve ahlaki durumlarla ilgili meselelerdir. İkincisi, Türkiye’nin geri kalmışlıktan kurtulması, kalkınması meselesidir.

256 Üçüncüsü ise, milli birliğimizi tehdit eden toprak bütün­ lüğümüzü parçalamayı hedef alan bölücü terör meselesidir. Bu üç mesele de, bileşik kaplardaki sıvılar gibi birbiriyle yakından ilgili ve birbirine tesir edici durumdadırlar. Uç meselenin beraber ele alınması, beraber görüşülmesi, beraber düşünülmesi icap etmektedir. Değerli milletvekilleri, insanlık, tarihi boyunca emperyalizmden, ırkçılıktan, şovenizmden büyük zararlar görmüştür. Türkiye’mize karşı çeşitli tarihlerde, emperyalizmin, ırkçılığın saldırılarıyla karşılaş- mışızdır. Bugün Türkiye’yi kana bulamış olan bölücü terörün arkasında da bunlar vardır...” “... Onun için, Türkiye’mizde, bilhassa Güneydoğulu vatandaşlarımızın, aydın geçinen bazı kimselerin, “Ben Kürdüm, Kürtçe eğitim hakkımı tanıyın, Kürtçe yayın hakkımı verin...” diye konuşmaları, etnik ırkçılığın daniskasıdır. Etnik ırkçılık ve şova- nizm, Türk Milletine bela getirir, felaket getirir. (MHP ve DYP sıralarından alkışlar) BAŞKAN- Sayın TÜRKEŞ, 5 dakikanız var. ALPARSLAN TÜRKEŞ (Devamla)- Bunun için, Atatürk’ün dediği gibi, “Ne mutlu Türküm diyene” Hangi ırktan olursa olsun, hangi etnik kökten olursa olsun, Türkiye Cumhuriyetinin sınırları içinde yaşayan insanlarımız birbirinin kardeşleridir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti dağılır, yıkılırsa, halkımızın tümü bundan büyük zarar görür. Bölücülüğün sonu, Türkiye’yi yıkılışa götürür. O bakımdan, memleketimizin bütünlüğünü korumak ve halkımızın birliğin korumak, milli birliğimiz korumak, hepimizin menfaati icabıdır ve bölgemizde barışın korunması için şarttır. Aksi halde, hem bölgemiz barıştan mahrum kalır hem de Türkiye halkının tümü bundan zarar görür. O bakımdan ben, bu nokta üzerine yüksek dikkatlerinizi çekmeyi uygun buluyorum ve 1994 bütçesi münasebetiyle buna ağırlık vermeyi yerinde saydım...” (24) Alparslan Türkeş, Millet Meclisi’nde müzakere edilmekte olan 1994 Mali Yılı Bütçe Tasarısı hakkında görüşlerini açıklamak için söz istemiş ve özetle şu konuşmayı yapmıştır: BAŞKAN- Değerli arkadaşlar, İçtüzüğün 87’nci maddesi uyarınca, oyunun rengini belirtmek için lehte söz alan Sayın Alparslan Türkeş’e söz veriyorum.

257 Buyurunuz Sayın Türkeş, (MHP ve DYP sıralarından alkışlar) Sayın Türkeş, konuşma süreniz 10 dakikadır. Sayın Türkeş, buyurunuz. Arkadaşlar, dinleyelim Hatibi. ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri ve televizyonlarının başında Büyük Meclisimizin müzakerelerini takip eden muhterem vatandaşlarım; konuşmama girerken, hepinizi en derin sevgiler ve saygılarla selamlıyorum. (MHP ve DYP sıralarından alkışlar)..” “Muhterem milletvekilleri, 1994 yılı bütçesi, Türkiye’mizin içinde bulunduğu bunalımlı durumu ortaya koymaktadır. Türkiye’miz, hem içeride büyük meselelerle karşı karşıyadır hem de çevresini teşkil eden dış ülkelerle, bunalımla karşı karşıyadır...” “... Buna çare bulabilmek de, her şeyden evvel, siyasi partilerimizin, parti rekabetlerini bir kenara bırakarak, üç beş yıl süreyle, büyük fedakarlıkları göze alan bir milli mutabakat programı yapmalarına bağlıdır, milli uyum programı yapılmasına bağlıdır. Yoksa, bu durum, gittikçe devletimizin açılmasına ve daha büyük dertlerle karşı karşıya gelmemize sebebiyet verecektir...” “... Muhterem milletvekilleri, yanlış demokrasi anlayışlarıyla Türkiye’mizi şehit vermeyelim; bu, çok ciddi meseledir. Hiçbir ülkede böyle bir olay cereyan etmez, edemez. Türkiye’nin, Atatürk’ün bize emanet olan kutsal bir varlık olduğun göz önünde bulundurmalıyız. Atatürk’ün etrafında toplanmış olan, doğulu batılı, kuzeyli güneyli, Kürtçe konuşan veyahut Arapça konuşan bütün vatandaşlarımız, elbirliği ederek, o zaman böyle bir parçalanmayı kışkırtanlara karşı da gerekli cepheyi alarak, bu devleti, üniter bir devlet olarak kurmuşlardır. Devletimizin üniter yapısını, toprak bütünlüğünü, mutlaka her şeyin üzerinde gözetmeliyiz ve bunun böyle sağlanması, bununla ilgili gerekli tedbirlerin alınması, her kurumdan önce, herkesten önce Türkiye Büyük Millet Meclisinin kutsal görevidir, milletvekillerimizin kutsal görevidir. Bu noktada hiçbir tavize yanaşmamak gerekmektedir...” (25) Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş, T.B.M.M’nin 74’üncü kuruluş yıldönümü ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı münasebetiyle Millet meclisinde bir konuşma yapmıştır.

258 Sayın milletvekilleri, siz sırası, Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Sayın Alparslan Türkeş’te Buyurun Sayın Türkeş. (MHP sıralarından alkışlar) MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri: bugün, 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramının 74’üncü yıldönümünü kutluyoruz. Bu bayram, bütün vatandaşlarımıza kutlu olsun. Önümüzde duran problemlerin ve geleceğe uzanan umutlarımızın, hedeflerimizin, hür, bağımsız ve demokratik bir çizgideki Türkiye ile çözümlenmesi dileğimi, burada bir kere daha belirtmek istiyorum...” “... Türkiye’de hakimiyet kayıtsız şartsız Türk Miiletinindir. Türk Milleti de. Doğu Anadolu’dan Trakya’ya; Karadeniz’den Akdeniz’e kadar, bu vatan topraklannda yaşayan vatandaşlarımızın tümüdür. Türk, bu ülkede yaşayanların hepsinin müşterek adıdır. (MHP ve DYP sıralarından alkışlar) Köyü, kenti, sülalesi, aşireti, kökeni ne olursa olsun, herkesin müşterek adı Türktür (MHP ve DYP sıralarından alkışlar) Müşterek kültürümüzün adı da Türk kültürüdür. Egemenliğin millet adına temsil edildiği yer. Türkiye Büyük Millet Meclisidir. Meclisimiz, kuruluşundan bu yana, 74 senede, çok şerefli hizmetler yapmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, her şeyden önce, Kurtuluş Savaşını başarıya ulaştırmış bir kutsal çatıdır. Türkiye Büyük Millet Meclisi, tarihi boyunca, ciddi ülke meselelerini çözmüş, milletimize hayırlı hizmetler yapmış ve daima bir ışık olmuştur. Ülkemizin bugün de, ciddi, sosyal, siyasi ve ekonomik meseleleri vardır. Bu temel problemlerimizin başında, vatanımızın bölünmez bütünlüğünü tehdit eden, birliğimizi ve beraberliğimizi bozmaya yönelik eylemler gerçekleştiren bölücü terör gelmektedir. Bölücü terörü ortadan kaldıracak tedbirleri de, yine bu Yüce Meclis bulacak ve uygulamaya sokacaktır...” “... Sayın milletvekilleri, millet olmanın, bağımsız bir ülke olmanın belli başlı prensipleri vardır. Bu temel ilkeler çiğnenmeye başlandığı an, o ülkenin çökmesi, milletin dağılması mukadder

259 olur. Onun içindir ki, oy kaygısı, iktidar olma hırsı, bu temel ilkeleri çiğnemeyi asla doğurmamalıdır. Unutmamalıyız ki, bu çatı çöktüğünde, hepimiz altında kalırız. Bu temel ilkelerin başında, birlik ve beraberliğimiz gelmektedir. Birlik ve beraberliğimizi zedeleyecek çalışmalardan uzak bulunmalıyız...” “... Herkes şunu bilmelidir ki, Türkiye Büyük Millet Meclisi ve milletimiz, sadece bugüne kadar olagelen ihtilallere karşı değil, her türlü kanlı ya da kansız zorlamalara, “halk ihtilali” tabiri İçine girecek plan ve programlara, “halk ihtilali” tabiri içene girecek plan ve programlara da karşıdır ve bu tür oyunlara niyetlenenleri. Cumhuriyetimizi çökertip yeni bir rejim kurma heveslilerini, Türk toplumuna anlaşılmaz mesajlar verenleri, bugün bu kutsal çatı altında uyarmayı bir görev sayıyorum. (MHP, DYP, SHP sıralarından alkışlar) Hepimiz, bu sıralara nasıl geldiğimizi, asli görevimizin ne olduğunu bilir ve haddimizi aşmaz, demokrasiyi gerçek manada yaşar ve yaşatma gayreti içine girersek, Türkiye’mizin geleceği daima aydınlık olacaktır....” (26) Alparslan Türkeş, 1995 Mali Yılı Bütçe Kanun Tasarısının Millet Meclisi’nde müzakeresi sırasında şu konuşmayı yapmıştır: ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat)- Sayın Başkan, sayın milletvekilleri; 1995 yılı bütçesi üzerinde, şahsi görüşlerimi ve Milliyetçi Hareket Partisinin görüşlerini sunmak üzere huzurunuzdayım. Söze başlarken, hepinizi, en derin saygılarla selamlıyorum. Sayın milletvekilleri, demokrasimizin temel kurumlarının başında yer alan Türkiye Büyük Millet meclisinde belirteceğim 1995 mali yılı bütçesi üzerinde, görüşlerimiz şöyledir: Bu kutsal çatı altında, çok karamsar tahlillerin yanı sıra, çok iyimser değerlendirmeler de yapılmıştır. Aslında, ne çok karamsar ne de çok iyimser olmaya gerek yoktur; ama, Türkiye, bugün, bir yörüngeden yeni bir yörüngeye geçme noktasında, çok kritik bir durumdadır. Geçme noktasında, çok kritik bir durumdadır, Türkiye’nin 21. yüzyıla lider bir ülke olarak girme ya da girememe noktasında, çok nazik durumundan bahsetmemizin ve buna göre tedbirler geliştirmemizin gerekli olduğu doğrudur. Yoksa, Türkiye, bütün problemlerine rağmen, güçlü bir ülkedir; Türk Milleti, büyük bir millettir; ancak, dünyaya yön veren merkez ülkeler sınıfına

260 geçmek ya da yön verilenler kesiminde, çevre ülkeler sınıfında otuz yıl daha kalmak, yüce milletimizin temsilcilerinin oluşturduğu Türkiye Büyük Millet meclisi ve onun bünyesinden çıkan cumhuriyet hükümetlerinin, plan ve icraatlarına bağlıdır. Büyük Atatürk’ün ve arkadaşlarının önderliğinde, bağımsızlık mücadelesini veren ve istiklalini kazanan Türk milleti, şimdi, büyük ve güçlü bir Türkiye arzulamaktadır. Hiçbir ferdinin aç, açıkta kalmadığı, müreffeh bir Türkiye arzulamaktadır. Lider bir Türkiye’nin, dünyaya adaleti sağlamak için yönelmesi de,milletimizin yüce bir idealidir...” ”... Türkiye’nin, lider bir ülke olması, her şeyden önce, ekonomik kalkınmada başarılı olmasına bağlıdır. Milletlerarası mücadelede, ekonomi, düne göre, çok ön sıralara geçmiş ve önemli bir yere oturmuştur...” (27) Milliyetçi Hareket Partisi Genel Başkanı Alparslan Türkeş’in, TBMM’nin 75. Kuruluş Yıldönümü ve Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı münasebetiyle millet meclisinde yapmış olduğu kutlama konuşması: MİLLİYETÇİ HAREKET PARTİSİ GENEL BAŞKANI ALPARSLAN TÜRKEŞ (Yozgat) ”... Sayın milletvekilleri, bu kutsal çatıyı korumak ve kollamak, öncelikle, bizlerin görevidir. Bu görevde, yanlışlarımızı düzeltmek, eksikliklerimiz tamamlamak ne kadar önemliyse, demokrasi düşmanlarının, planlı bir şekilde, Meclisimizi yıpratma eylemlerine karşı da tedbirler geliştirmek o kadar önemlidir. Meclisimizin itibarına gölge düşürecek yayın ve beyanlann gerçekleşmemesi için, demokrasiden yana olanların üzerine düşen görevleri vardır, meclisimizin itibarı, milli iradenin itibarına eşdeğerdir. Türkiye Büyük Millet Meclisi, herşeyden önce, demokrasi aşıklarının kurduğu ve yaşattığı bir kurumdur. Bütün meselelerimizi, milletimizin içerisinden bulunduğu bütün dertleri, demokratik bir çizgide halledebilmemiz, bunlara çözümler bulabilmemiz. Türkiye Büyük Millet meclisi çatısı altında, elele, birlikte çalışmakla mümkündür. Bugün, gerçekten çok önemli dertlerle karşı karşıyayız. Cehalet ve geri kalmışlık, bizim, en büyük düşmanımızdır. Bunun için, milli eğitim, öncelikle ele almamız gereken bir meselemiz olmalıdır. Bilinmelidir ki, her işin başı insan ve onun eğitimidir. Marksizmin çöküşünden sonra, dünyada ve ülkemizde esen hakim rüzgar, serbest piyasa ekonomisidir. Demokrasiyle de özdeşleştirilen serbest piyasa ekonomisinin iki büyük zaafı, hür

261 siyasi ve ekonomik düzeni tehdit etmektedir. Hükümetlerin ve aydınlarımızın, bu konularda tedbirler üretip, tatbik etmeleri kaçınılmaz görünmektedir. Bu iki büyük zaafın birincisi, milli gelir dağılımındaki adaletsizliklerle, bölgeler arası gelişmişlik farklarının giderek büyüme istidadı göstermesidir. İkincisi ise, serbest piyasa ekonomisinin temel unsuru olan kar müessesesinin, toplumsal değerlerimizi ve ulus bilincini sarsması ve yıpratmasıdır. Bu iki büyük sorun dikkate alınmaz ve tedbirler geliştirilmezse, 21. yüzyıl, bir kargaşa ve kavga yüzyılı olarak yarınlarımızı karartır. Savaşların hüküm sürdüğü, milyonlarca insanın öldürüldüğü, kan ve gözyaşlarının bitmediği 20. yüzyıl, 21. yüzyıla girerken, hiçbir menfi miras taşımamalı, götürmemelidir. Türkiye, bu noktada, en kısa zamanda problemlerini çözerek, 21. yüzyıla hem milleti hem de dünya için, bir umut bir öncü ülke olmalı ve kendi mührünü, insanlık tarihine bir kere daha vurabilmelidir...” "... Türkiye’nin öncü bir ülke olması, milli birlik ve beraberliğimize bağlıdır. Bugün, ülkemizde mevcut olan hayat pahalılığı, işsizlik, sosyal ve kültürel sorunların yanı sıra, bütün bunlara endirek de olsa büyük tesiri olan bölücülük, milli birlik ve beraberliğimizi tehdit eden en önemli problemimizi teşkil etmektedir. Bölücülüğün hangi boyutta olduğu hepimizce malumdur. Bu arada, silahlı, bölücü çetelere karşı mücadelesini kahramanca yürüten ve şu anda da Kuzey Irak topraklarında ayrı bir gayret içerisinde bulunan, Silahlı Kuvvetlerimizi, emniyet mensuplarımızı ve bütün devlet görevlilerimizi kutluyor, şehitlerimize Cenabı Allah’tan rahmetler diliyorum. Devletimizin çetelere karşı yürütmüş olduğu bu meşru savunma hareketi sürerken, PKK’nın siyasi kanadını teşkil eden ve ideolojik mücadelelerini yürüten kişilere karşı yıllarca süren duyarsızlık ve dikkatsizliği hatırlatmak isterim. Bu hususta hepimiz daha uyanık olmaya mecburuz. “Federasyonu tartışalım, siyasi çözümü görüşelim, düşünce hürriyeti, Kürtçe eğitim ve televizyon” gibi tekliflerin arkasında ülkemizi bölmek isteyen güçler ve merkezler vardır. (MHP ve DYP sıralarından alkışlar) Bu tür tekliflere -hangi değerler kılıfında sunulursa sunulsun- iltifat etmemek, kıymet vermemek lazımdır. Önce, şu terör ve bölücülük akımları Türkiye’de yok olsun, ondan sonra her şeyi kendi aramızda oturup konuşabiliriz. Özetle, milli birlik ve beraberliğimizi zedeleyecek, birbirimize olan saygı ve kardeşliği gölgeleyecek hiçbir şeye müsaade etmemeliyiz...” (28)

262 KAYNAKLAR: 1. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2. Cilt 1 Toplantı:1 7.Birleşim. Tarih: 07.11.1965 shf. 180-186 Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:2 Toplantı:1 30.Birleşim. Tarih: 29.12.1965 Shf. 153-162 2. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:4 Toplantr.1 58 Birleşim. Tarih: 27.02.1966 shf. 776-783 3. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:2 Toplantı:3 12.Birleşim. Tarih: 04.12.1967 shf: 315-319 4. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:31 Toplantı:4 62.Birleşim. Tarih:25.02.1969 shf: 444-449 5. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:2 Cilt:34 Toplantı:4 62. Birleşim. Tarih: 25.02.1969 sh:946-948 6. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:3 Cilt:1 Toplantı:1 5.Birleşim. Tarih: 10.11.1969 shf. 126-129 7. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:1 Toplantı: 1 25.birleşim Tarih: 27.12.1973 shf: 100-101 8. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:5 Toplantı:1 90.Birleşim Tarih: 30.05.1974 shf:640-643 9. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:7 Toplantı:2 10.Birleşim Tarih: 27.11.1974 shf: 221-224 Kürker Sanal. T.C. ve 50. Hükümeti age. shf: 50 10. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:10 Toplantı:2 22.Birleşim Tarih: 07.01.1975 shf: 439-440 11. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt:10 Toplantı:2 50.Birleşim Tarih: 27.02.1975 shf: 570-573 12. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:4 Cilt: 11 Toplantı:2 63. Birleşim. Tarih: 09.04.I975 shf: 426-429 13.Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:5 Cilt:7 Toplantı Yılı:2 9.Birleşim. Tarhi: 23.11.1978. shf: 333-357 14.Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:1 Toplantı Yılı:1 15.Birleşim. Tarih: 12.12.1991 shf:584-587

263 15. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:1 Toplantı Yılı: 1 16.Birleşim. Tarih: 17.12.1991. shf:610-613 16. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19. Cilt:2 Toplantı Yılı:1 21. Birleşim Tarih: 26.12.1991 shf:385-389 17. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:8 Toplantı Yılı:1 61 .Birleşim Tarih: 25.03.1992 shf: 662-666 18. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:l9 Cilt:9 Toplantı Yılı: 1 68. Birleşim. Tarih: 23.04.1992 shf: 339-341 19. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:l9 Cilt:16 Toplantı Yılı:1 94.Birleşim (Olağanüstü) Tarih: 25.08.1992 shf: 109­ 112 20. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:l9 Cilt:l6 Toplantı Yılı:1 97.Birleşim. Tarih: 28.08.1992 shf: 352-357 21. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:22 Toplantı Yılı:2 34.Birleşim! Tarih: 02.12.1992 shf: 96-100 22. Millet Meclisi Tutşnak Dergisi. Dönem:l9 Cilt:33 Toplantı Yılı:2 89.Birleşim. Tarih: 08.04.1993 shf: 568-569 23. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:34 Toplantı yılı:2 94.Birleşim Tarih: 23.04.1993 shf:298-299 24. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem: 19 Cilt:46 Toplantı yılı:3 38.Birleşim. Tarih: 08.12.1993 shf: 106-109 25. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:49 Toplantı Yılı:3 54. birleşim. Tarih: 24.12.1993 shf:627-633 26. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:58 Yasama Yılı:3 94.Birleşim. Tarih 23.04.1994 shf: 426-428 27. Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:74 50.Birleşim Tarih:12.12.1994 shf: 114-117 28.Millet Meclisi Tutanak Dergisi. Dönem:19 Cilt:85 Yasama Yılı:4 103. Birleşim Tarih: 23.04.1995 shf: 18-20

264 ÖZELLEŞTİRME SORUNU HAKKINDA

Prof.Dr. Tunca TOSKAY*

GİRİŞ 1. TÜRKİYE EKONOMİSİNDE GELİŞMELER 2. KAMU KESİMİNİN DURUMU-REFORM İHTİYACI 3. ÖZELLEŞTİRME NEDEN GEREKLİ? 3.1. Kitler Verimsiz Ve Ekonomiye Yük Teşkil Ediyor 3.2. Çoğulcu, Hür, Demokratik Toplum Yapısı İçin Özelleştirme Gerekli 4. NASIL BİR ÖZELLEŞTİRME? 4.1. Serbest Rekabet Pazarının Oluşumuna Ve Verimliliğin Arttırılmasına Katkıda Bulunan Özelleştirme 4.2. Teknoloji Transferi Sağlayan Özelleştirme 4.3. Yönetici Müteşebbis Grubu Sağlayan Özelleştirme 4.4. Stratejik Kitlerde Kamu Müdahalesini Teminat Altına Alan Özelleştirme 4.5. "Millet Sektörü"Nü Gerçekleştiren Özelleştirme 4.6. Az Gelişmiş Yöreleri Dikkate Alan Özelleştirme 4.7. İstihdam Sorununa Önem Veren Özelleştirme 5. NASIL BİR ÖZELLEŞTİRME UYGULAMASI? 5.1. Kamu Yararına Ve Dürüst Bir Özelleştirme Uygulaması 5.2. Objektif Kurallara Uygun, Kararlı Ve Hızlı Bir Özelleştirme Uygulaması 5.3. Master Plana Uygun Özelleştirme Uygulaması 5.4. Geçici Veya Uzun Süre Kamuda Kalacak Kitlerin Yönetiminin Rasyonelleştirilmesi Ve Özerkleştirilmesi

' Prof. Dr., MHP Genel Başkan Yardımcısı

265 GİRİŞ Dünyada son yarım asırda gittikçe hızlanan teknolojik gelişmeler önemli ekonomik ve siyasi sonuçlar doğurmuştur. Öncelikle, ulaşım ve kitle haberleşme alanında kaydedilen ilerlemelerin dünyanın sosyal, kültürel, ekonomik ve siyasi düzeninde büyük değişikliklere sebep olduğu müşahade edilmektedir. Değinilen iki alandaki hızlı teknolojik gelişmeler dünyanın her yerini birbirine yakınlaştırmış, bütün toplumların birbiri ile çok daha yoğun ilişki içinde olmasını zorunlu kılmıştır. Meseleye ekonomik açıdan bakıldığında, birbirinden çok uzakta olan ülkelerin dahi yoğun ekonomik ilişki içine girebildikleri görülmekte, dünya ticaret hacmi hızla büyümekte, seyahat eden insan sayısı her geçen gün artmaktadır. Kitle haberleşme araçlarında kaydedilen büyük gelişme dünyanın bütün yörelerini birbirine çok yakınlaştırmış, klasik tabiri ile dünyayı küçük bir köy haline getirmiştir. Kısaca değindiğimiz bu gelişmelerin, özellikle ekonomik alanda büyük değişmelere sebep olduğunu da müşahade etmekteyiz. İkinci Dünya Savaşı'nın hemen ardından oluşan birbirinden soyutlanmış, ilişkileri asgariye inmiş ekonomik bölgelerin ve ülkelerin yerini dünyanın bütün yörelerinin ve toplumlarının birbiri ile daha sıkı ekonomik ilişkiler içinde olduğu, daha fazla alışveriş yaptığı, uluslararası pazarlarda rekabetin daha arttığı bir dünya düzeninin aldığı görülmektedir. Artık, kaynakları ne kadar zengin olursa olsun bir yörenin veya bir toplumun ekonomik olarak kendini dış dünyadan, uluslararası pazarlardan soyutlayarak yaşaması ve gelişmesinin mümkün olmadığı anlaşılmıştır. Dünyadaki bütün toplumlar küreselleşen, globalleşen dünyada uluslararası pazarlarda birbirleri ile rekabet ederek, yarışarak, mücadele ederek ayakta durmak, yaşamak ve gelişmek mecburiyetindedirler. Öyleyse, başarılı olmanın şartı her alanda rekabet edebilen bir toplum yaratmaktır.. Bu kural hem ekonomik, hem kültürel, hem de sosyal alanlar için geçerlidir.

266 1. TÜRKİYE EKONOMİSİNİN DURUMU: Türkiye, 1980'lerin başında o zamana kadar uyguladığı ithal ikamesine dayalı ekonomi politikasından ayrılarak, dışa açık, ihracatı ön plana alan bir politika takip etmeye başlamıştır. Bu politika ile OsmanlI İmparatorluğu'nun gerileme ve çöküş dönemlerinden bu yana Türk Ekonomisinin ezeli problemi olan ödemeler dengesi sorunu büyük ölçüde çözülmüştür. Son beş yılda yaşanan iki büyük krizde dahi Türkiye döviz kıtlığı ile karşılaşmamıştır (Körfez Savaşı, 1994 Ekonomik Krizi). Ekonomi dışa açılmayı sürdürmüş, genelde rekabet gücünü arttırmıştır. Uygulanan bu politikanın en olumlu yanlarından biri ciddi bir müteşebbis sınıfının yetişmesi olmuştur. Ancak Türkiye, bugün, bu politikanın ve varılan gelişme seviyesinin gerektirdiği bünyesel değişikliklerin ve yeniden yapılanmaların başarılamadığı bir dönemi yaşamakta, son derece önemli olan yılları kaybetmektedir. 1994 yılında yaşanan kriz günümüzde hala devam eden ekonomik sorunlar, ekonomide yapılması gereken ciddi reformların yapılamamasından kaynaklanmaktadır.

2. KAMU KESİMİNİN DURUMU-REFORM İHTİYACI Türkiye ekonomisi makro açıdan bakıldığında bir kamu kesimi problemi ile karşı karşıya bulunmaktadır. Türk toplumunda kamu iki tip görev yapmaktadır. Eğitim, sağlık, güvenlik, yargı, altyapı gibi devletin klasik hizmetlerinin yanında, kamu doğrudan doğruya üretim yaparak özel sektörle birlikte ekonomide faaliyet göstermektedir. Devletin klasik görevleri olarak kabul edilen ilk grup faaliyetler sonucu üretilen hizmet­ lerin son derece yetersiz, niteliklerinin de düşük olduğu hususunda toplumumuzda hemen hemen herkes ittifak halindedir. Ayrıca, bu düşük nitelikli hizmetlerin maliyeti çok yüksektir. Bazen de hizmetin doğru maliyetini hesaplamak mümkün olamamaktadır. Kısaca, devletimiz klasik görevleri arasındaki hizmet ve üretimleri gerçekleştirmek için tahsis edilen kaynakları verimli kullanma­ makta, israf etmektedir. Türk toplumunda kamu kesimi özel sektörle birlikte bizzat üretim faaliyetlerine katılarak mal ve hizmet üretmekte ve pazarlamaktadır. Şeker, çimento, demir-çelik, petrol ürünleri, tekstil ürünleri, deri ürünleri vb., ulaştırma hizmetleri, turizm hizmetleri vb. gibi bütün bu faaliyetler dikkate alındığında değişik kriterlere göre kamu kesiminin ekonomimiz­ deki yeri yaklaşık %50 civarındadır. Bu ağırlık serbest pazar

267 ekonomisini benimsemiş hiçbir ülkede görülmemekte, 1990 öncesine kadar merkezi plan ekonomisini uygulayan bazı doğu bloku ülkelerin­ deki kamu kesimi ağırlığına yaklaşmaktadır. Kamu kesimi bu haliyle ekonomide kaynak tüketen, makro dengeleri bozan, büyüme hızını düşüren, enflasyona sebep olan en önemli unsur haline gelmiş bulunmaktadır. Gerçekten de son yıllarda kamu kesimi negatif tasarruf yaparak iç tasarrufları düşürmektedir. Yatırımların finansmanı için gerekli olan kaynaklar dış kredi ile karşılanmakta, Türkiye'nin dış borç yükü artmaktadır. Tablo 1: Türkiye Ekonomisinde Tasarruflar/GSMH (%)

1990 1993 1994 1995 1996 1997* 1998“ d Kamu Tas./GSMH 3.4 -2.8 -1.8 1 -1.9 -1.7 -2.6 Özel Tas./GSMH 18.6 24.5 24.8 27.5 23.8 24.1 25.3 Top.Yurtiçi 22.0 21.7 23.0 24.3 20.0 20.1 20.5 Tas./GSMH ‘Tahmin “ Program Diğer taraftan, kamu kesiminin gelirleri ile giderlerini karşılaya­ maması kemu kesimi borçlanma gereğini yükseltmekte, bu ise ekonomideki bütün makro dengeleri bozmakta ve enflasyona sebep olmaktadır. Gerçekten de, son yıllarda Kamu Kesimi Borçlanma Gereğinin GSMH'ya oranı hızla artmıştır. Aşağıdaki Tablo bunu açık olarak göstermektedir.

Tablo 2: Kamu Kesimi Borçlanma Gereğinin GSMH'ya Oranı m ______1990 1993 1994 1995 1996 1997* 1998" 7.4 11.7 8.2 5.2 9.0 9.5 8.6 ‘Tahmin Program

268 Türkiye'nin hızla kalkınması ve bölgesinde güçlü bir devlet haline gelmesi, Türk milletinin müreffeh, mutlu bir toplum olabilmesi için ekonomik meselelerine doğru teşhisler koyup gereken tedbirleri kararlılıkla alması ve uygulaması şarttır. Yukarıda çok kısa olarak ifade edildiği gibi, Türkiye ekonomisinin bugünkü acil problemi kamu kesimi ile ilgilidir. Kamu kesiminin kaynakları israf etmeyen, bilakis verimli kullanan, geliri ile giderini dengeleyerek büyüneyi engellemeyen, aksine destekleyen bir yapıya hızla kavuşturulması gerekmektedir. Kamu kesiminde dengelerin bozulmasında kısaca KİT olarak adlandırılan Kamu İktisadi Teşekküllerinin verimsiz çalışması ve son yıllarda büyük rakamlara varan zararları da etkili olmaktadır. KİT borçlanma gereğinin seyri aşağıdaki tabloda görülmektedir.

Tablo 3: KİT Borçlanma Gereğinin GSMH'va Oram 1%)

1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997* 1998“ d (O co co I -4.2 1 -3.8 -2.8 -1.2 +0.6 +0.4 -0.4 ‘Tahmin “ Program

KİT’lerin borçlanma gereği 1995 ve 1996 yıllarında pozitif olmuştur. 1994 yılında yaşanan ekonomik kriz döneminde KİT'ler fiyatlarını arttırmışlar ve düşük ücret politikası ile istihdam maliyetlerini aşağı çekerek genelde karlı duruma geçmişlerdir. İstikrar politikalarının uygulandığı dönemlerde (mesela; 1980-1984 döneminde de) bu eğilime rastlanmaktadır. Daha sonraki yıllarda rekabet baskısı, toplu sözleşmelerin normal veya yüksek düzeylerde bağlanması, verimlilik artışı sağlanaması gibi sebeplerle tekrar zararlar artmakta, borçlanma gereği ortaya çıkmaktadır. Bu ise kamu finansman dengesini olumsuz etkilemektedir. Bütçe iç ve dış borç faizlerinin, maaş ve ücretlerinin ödendiği, KİT'lerin, sosyal güvenlik kuruluşlarının, yerel yönetimlerin zararlarının kapatıldığı, ancak yeterli yatırımın yapılamadığı bir bütçe haline gelmiştir.

269 Tablo 4: Dıs-İc Bore Faiz Ödemeleri ile Personel Harcamalarının Toplam Harcamalara Oranı(%)

1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997* 1998“ 63.3 60.5 65.3 62.4 66.1 63.1 62.7 63.5 63.6 ‘Tahmin “ Program

Tablo 5: Bütçe Yatırımlarının Toplam Harcamalara Oranı (%)

1990 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997* 1998” 10.1 9.0 8.6 7.5 5.6 5.4 6.0 7.3 6.8 ‘Tahmin “ Program

Tablo: 4 ve 5 bize devletin iç ve dış borçlanması sebebiyle faiz ödeme yükünün çok arttığı kamu gelirlerinin vergi gelirlerine dayandırı- lamadığını, kamudaki aşırı istihdam sebebiyle personel harcamalarının yükseldiğini dolayısıyla bütçede yatırımlara tahsis edilebilecek kaynak­ ların azalan bir eğilim içinde olduğunu göstermektedir. Kamu kesiminin bu .yapısı düzelmeden Türkiye ekonomisinin makro dengelerinin kurulması, hızlı büyüme sağlanması ve özellikle enflasyonun düşürülmesi mümkün olmayacaktır. Kamu kesiminde yapılması gerekenlerin başında "Vergi Reformu" ve "Kamu Kesiminin Yeniden Yapılandırılması ve Rasyonelleştiriimesi Reformu" gelmek­ tedir. Devletin gelirlerini arttıracak ve kalkınmayı destekleyecek bir "vergi reformu" ile devletin harcamalarını kısacak veya aynı harcama ile daha çok hizmet ve ürün elde edilmesini sağlayacak olan "Kamu Kesiminin Yeniden Yapılandırılması ve Rasyonelleştirilmesi" ayrıca incelenmesi gereken konulardır. Biz aşağıda özelleştirme konusunu ana hatları ile inceleyeceğiz.

270 3. ÖZELLEŞTİRME NEDEN GEREKLİ? 3.1. Kitler Verimsiz ve Ekonomiye Yük Teşkil Ediyor. KİT'ler bugünkü durumları ile ekonomideki kaynakları verimsiz kullanmakta, ekonominin genel verimliliğini düşürmektedir. Bu sakıncanın ortadan kaldırılması için özelleştirme gerekli olmaktadır. İstikrar politikalarının uygulandığı geçici dönemlerin dışında KİT'lerin sürekli zarar etmesi, kamu finansman dengesini olumsuz etkilemekte, bugünkü sistemi sürdürme maliyetini ekonomimizin uzun süre taşıması ise mümkün görülmemektedir. 1994 yılında KİT'lerin zararının GSMH'ye oranı %2.0, açığının oranı %3.6 olmuştur. Sırası ile yaklaşık 2.5 milyar dolar zarar, 4.4 milyar dolar açık Türkiye ekonomisi ölçeklerine göre hayli büyük rakamlardır. Eldeki veriler KİT'lerin özel sektöre oranla hayli verimsiz çalıştığını göstermektedir. Tablo 6: KİT'ler ile Özel Teşebbüs Arasında Karlılık ve Verimsizlik Karşılaştırması (1980-1992 ORT) (%)

KİT'ler Özel Teşebbüs Karlılık 1. Satış karlılığı 3.1 7.4 2. Öz sermaye katilliği 8.7 38.9 3. Aktif karlılık 2.5 10.4 Verimlilik 1. İşgücü verimliliği 28.4 47.7 2. Sermaye verimliliği 0.319 1.038 3. Toplam faktör verimliliğindeki payı -2.3 3.9 Maaş ve ücretlerin katma değer 67.2 40.9 içindeki payı Kaynak: Coşkun C. Aktan, (s. 13)

271 Tablo: 6'daki rakamlara bakıldığında özel sektör satış, özsermaye ve aktif karlılıkta, işgücü sermaye verimliliği ve toplam faktör verimliliğindeki büyümede KİT'lere oranla daha iyi durumdadır. Buna mukabil maaş ve ücretlerin katma değer içindeki payı KİT'lerde çok yüksektir. Bu da KİT'lerdeki aşırı ve verimsiz istihdamın bir göster­ gesidir. Bu arada ekonomik olmayan kriterlerle yapılan yanlış yatırımlar da yine büyük bir kaynak israfına sebep olmaktadır. 1990 yılına kadar yarım kalmış otuzbeş tesisteki KİT yatırımlarının tutarı 168 milyon $, 1998 fiyatları ile yaklaşık 40 trilyon TL'dir. 1992 yılı itibariyle otuzbeş tesis %20 kapasitenin altında çalışmakta, iki tesis ise faaliyetini tatil etmiş bulunmaktadır. Yukarıda verilen bütün bilgiler ve rakamlar KİT sisteminin verimli çalışmadığını ve kaynakları tükettiğini göstermektedir. Bu durumun sebeplerinin ne olduğu konusuna girmenin fazla bir önemi yoktur. KİT'lerin verimsiz çalışmasının sebepleri uzun bir liste oluşturabilir. Ancak, temel sebep bu kuruluşları yönetenlerin malik olmamaları, kar ve zarar riskini kişisel olarak taşımamaları ve bu yöneticileri atayanların da siyasetçi olmalarıdır. Demek ki ekonomide kaynakların daha verimli kullanılabilmesi, kamu kesimi ve genel olarak ekonomide makro dengelerin tesis edilebilmesi bakımından KİT'lerin özelleştirilmesi gerekmektedir. Bu temel ekonomik amaçların yanında özelleştirmenin gerekliliğini destek­ leyen bir dizi sebep daha sıralanabilir. 3.2.Çoğulcu, Hür. Demokratik Toplum Yapısı İçin Özelleştirme Gerekli. İkinci olarak, özelleştirme yalnız ekonomik açıdan değil, siyasi açıdan da gereklidir. Modern devlet teknolojik gelişmelerin de katkısıyla günümüzde son derece güçlü hale gelmiştir. Güvenlik gücü, vergi daireleri, hayatın birçok alanındaki yetki ve imkanları ile devlet, insan hayatını kontrol altında tutmaktadır. Devletin bir de insanların ekonomik hayatında işveren olarak rol alması, onun geçimini kontrol etmesi toplumda büyük bir dengesizlik oluşturmaktadır. Gerçek bir demokratik düzenin temelinde, devlet otoritesi karşısında bağımsız ekonomik güç haline gelmiş fertlerin oluşturduğu denge yatmaktadır. Bu dengeyi tesis etmeden toplumda demokratik düzenin gelişmesini beklemek boşunadır.

272 Türkiye'de devlet, ekonomideki büyük ağırlığı ile hem sade vatandaş, hem de özel sektör için ürkütücü bir güçtür. Kamu bugün bütün mal ve hizmetlerin fiyatları ile oynayarak vatandaşı istediği gibi etkilemekte, hakim olduğu banka sistemi ve diğer araçlarla özel sektörü kontrol altında tutabilmektedir. Böyle bir ekonomik yapıyı rekabete dayalı pazar ekonomisi olarak nitelendirmek mümkün değildir. Ekonominin rekabete dayalı pazar ekonomisinden önemli ölçüde saptığı, devletin ekonomik hayatı kontrol ettiği hiçbir toplumda gerçek anlamda hür çoğulcu demokratik düzen görülmemektedir. Yukarıda kısaca değindiğimiz gerçeğin Türkiye'de de çok açık olarak kendini gösterdiğini görmekteyiz. İşgücü piyasasında işsiz olanlar devlet kapılarında iş aramaktadır. Devlet büyük bir işveren, hem de istihdamı ekonomi dışı sebeplerle, siyasi olarak düzenleyen bir işverendir. Hal böyle iken, kamuda çalışanların bağımsız hür siyasi iradelerinden bahsedilemez. Diğer taraftan, devletin siyasi motiflerle yürüttüğü fiyat politikası bütün toplumu etkilemektedir. Her büyük seçimden evvel gündeme gelen "seçim ekonomisi" kavramı değindiğimiz bu çarpıklığı yansıtmaktadır. Samimi olarak, hür ve çoğulcu gerçek demokrasiyi savunanların kamunun ekonomideki payının ve etkinliğinin azaltılmasını kabul etmeleri gerekir. Bu açıdan bakıldığında özelleştirme, toplumda gerçek demokratik ortamın oluşması için de gerekli olmaktadır.

4. NASIL BİR ÖZELLEŞTİRME? 4.1. Serbest Rekabet Pazarının Oluşumuna ve Verimliliğin Arttınlmasına Katkıda Bulunan Özelleştirme. Temel hedef ekonomide verimliliğin ve dolayısıyla rekabet gücünün arttırılarak hızlı kalkınmanın sağlanması olduğuna göre özelleştirme bu hedefe varmamızı sağlamaktadır. Bunun için özelleştirme yoluyla serbest piyasa ekonomisinin oluşmasına katkıda bulunulmalıdır. Özelleştirme ile pazarın tam rekabet özelliğini kaybetmesine, özel tekellerin oluşmasına imkan verilmemelidir. Devlet pazarda tam rekabetin korunmasına nezaret etmelidir. Çıkarılmış olan rekabeti koruma kanununun etkin uygulanması ve rekabet kurulunun etkin olarak çalışması şarttır.

273 4.2. Teknoloji Transferi Sağlayan özelleştirme. Ekonominin rekabet gücü kazanması ve verimliliğinin artması için teknoloji transferinin gerekli olduğu hallerde özelleştirilecek kuruluş­ ların bir bölümünün bu teknoloji transferlerini yapabilecek yabancı kuruluşlara satılması sağlanmalıdır. 4.3. Yönetici Müteşebbis Grubu Sağlayan Özelleştirme. Önemli olan, kuruluşların verimliliğinin ve rekabet gücünün artarak faaliyetlerini devam ettirmeleri olduğuna göre, özelleştirme sırasında bu hedefleri gerçekleştirebilecek tecrübeli müteşebbislerin tercih edilmesi gerekir. Böylece, başarılı olan kuruluşlar işçilerin işlerini korumalarını ve hatta istihdamın gelişmesini sağlayabilirler. Özelleştir­ mede yönetici bir müteşebbis grubun temin edilmesi önemli olmaktadır. 4.4. Stratejik Kitlerde Kamu Müdahalesini Teminat Altına Alan Özelleştirme. Bazı KİT'ler ekonomi ve güvenlik açısından stratejik öneme sahiptir (Enerji, haberleşme, ulaşım, vb). Bu tip KİT'ler özelleştirilirken kamunun gerektiğinde yönlendirme ve müdahalesine imkan sağlayacak tedbirlerin önceden alınması gerekir. Bu konuda altın, hisse vb. uygulamalar şarttır. Diğer taraftan, bu tip kuruluşların özelleştirilmesi sırasında yabancı müşteriler için belli bir hisse oranı sınırlaması getirilebilir. 4.5. “Millet Sektörü”nü Gerçekleştiren özelleştirme. Özelleştirme uygulaması sırasında işletmelerde çalışanlar başta olmak üzere, yöre halkı ve geniş kitlelere hisse satışının sağlanması Milliyetçi Hareket Partisi'nin yıllardır savunduğu "Millet Sektörü"nün gerçekleştirilmesini de sağlayacaktır. Bu uygulama ile sermayenin tabana yaygınlaştırılması hem gelir bölüşümünün daha adaletli hale gelmesine katkıda bulunacak, hem de sosyal bütünleşme ve istikrarın sağlanmasına olumlu etki yapacak, gerçek anlamda çoğulcu demokra­ sinin toplumumuzda yerleşmesini gerçekleştirecektir. Ancak bu uygula­ manın başarıya ulaşması için yalnız hisselerin bu kişilere sunulması ile yetinilmemeli, hisselerin satın alınabilmesi ve daha sonra bu kesimlerin mülkiyetinde kalabilmesi için ekonomik destek sağlanmalı ve düzen­ leme yapılmalıdır. Tasarrufların yatırımlara yönlendirilebilmesi ve sermayenin tabana yayılması için etkin bir sermaye piyasasının varlığı son derece önemlidir. Bu sebeple sermaye piyasasının gelişmesi ve küçük tasarruf sahiplerinin korunması için düzenlemelerin özelleştirme ile birlikte düşünülmesi yararlı olacaktır.

274 4.6. Az Gelişmiş Yöreleri Alan Özelleştirme. Ülkemizin • bazı yöreleri henüz özel sektör ağırlıklı olarak gelişmeye müsait bulunmamaktadır. KİT'ler bu yörelerin yegane sanayii kuruluşu olma niteliğini sürdürmekte, yöre ekonomisinin odak noktasını oluşturmaktadırlar. Zarar eden bu Kirlerin kapatılması yörede ekonomik ve sosyal problemlerin ortaya çıkmasına veya mevcut prob­ lemlerin daha da ağırlaşmasına yol açacaktır. Son derece objektif kriterler uygulanarak belirlenecek bu özellikteki Kirlerin faaliyetlerine devam etmeleri şarttır. Burada salt ekonomik kriterler yerine sosyo­ ekonomik tercihler ağırlık kazanacaktır. Ancak, zarar eden KİT’ler yolu ile bölge ekonomilerinin uzun süre ayakta tutulması doğru değildir. Yörenin ekonomik potansiyelini harekete geçirecek politikaların uygu­ lanması ile kalkınmanın gerçekleştirilmesi için bölgesel kalkınma planlarının yapılması şarttır. 4.7. İstihdam Sorununa Önem Veren özelleştirme. Özelleştirme sırasında çözümlenmesi gereken en önemli ve kapsamlı mesele istihdam meselesidir. KİT'lerin aşırı istihdam kaynağı olduğu herkes tarafından bilinmektedir. Açık ve gizli işsizliğin büyük boyutlara vardığı ülkemizde özelleştirme sonucu açığa çıkması muhtemel işgücü ile ilgili problemlerin çözümü ve hafifletilmesi hayati önem taşımaktadır. Esasen, özelleştirmeye en büyük muhalefet de işçi kesiminden veya onun sözcülüğünü yapan kuruluşlardan gelmektedir. Son çıkarılan özelleştirme kanununda bu meseleyle ilgili ayrıntılı düzenlemeler yapılmıştır. Ancak uygulamada ciddi ve titiz davranmak gerekmektedir. Öngörülen mali desteklerin aksatılmadan sağlanması, açığa çıkan işgücünün ihtiyaç duyulan alanlara kaydırılması, eğitimle yeni beceriler kazandırılması, özelleştirmenin verimlilik artışı ile birlikte istihdamı koruyacak, hatta genişletecek şekilde yapılmasına özen gösterilmesi, özelleştirme gelirlerinin istihdam yaratacak şekilde kullanılması bu önemli meselenin çözümüne katkıda bulunacaktır.

5. NASIL BİR ÖZELLEŞTİrME UYGULAMASI? 5.1. Kamu Yararına ve Dürüst Bir Özelleştirme Uygulaması. Özelleştirme yetmiş yılı aşkın Cumhuriyet döneminde vatandaşların katkılarıyla kurulmuş kamu mülkiyetindeki tesislerin mülkiyetinin, işletilmesinin veya belli bir süre yönetiminin özel sektöre devri anlamını taşımaktadır. Halkın mülkiyetindeki kuruluşların elinden çıkmasına rıza göstermesi için bu işlemin kamu yararına olduğu ve

275 dürüst bir şekilde gerçekleştirildiği hususunda kanaat sahibi olmalıdır. Özelleştirmenin kamu yararına olduğu ve dürüst şekilde yapılacağı düşüncesi kamuoyunda oluşmadan başarılı olmak mümkün değildir. 1980'lerin başında başlayıp ortalarından itibaren devamlı gündemde olan özelleştirme konusunda çok az mesafe alınmasının sebepleri arasında kamuoyundaki tereddütler ve bunun sonucu oluşan tepkiler önemli rol oynamıştır. Bundan dolayı, bütün özelleştirme işlemlerinin önceden belirlenmiş objektif kriterlere uygun, tamamen kamu yararına, dürüstçe ve şeffaf olarak gerçekleştirilmesi sağlanmalıdır. 5.2. Objektif Kurallara Uygun, Kararlı ve Hızlı bir Özelleştirme Uygulaması. Yöneticilerin mevcut bütün mevzuata uygun olarak hareket etmeleri, hızla karar almaları ve kararlı olmaları şarttır, özelleştirme gibi kamuoyunun hassasiyetle takip ettiği bir konuda siyasi iktidarların kurallara riayet etmemeleri, mütereddit davranmaları, çelişkili kararlar almaları başarısızlığa yol açacaktır. 5.3. Master Plana Uygun Özelleştirme Uygulaması. Özelleştirme çok kapsamlı, etkileri çok yönlü, ekonominin ve toplumun geniş anlamda değişime uğramasına yol açacak bir süreçtir. Halen faaliyette bulunan bütün KIT'lerin özelleştirilmesi, bütün özelleş­ tirilecek KİT'lere aynı yöntemin uygulanması, KİT'lerin büyük çoğun­ luğunun olduğu gibi özelleştirilmesi mümkün değildir. Böyle olunca, özelleştirmede uygulanacak politika ve stratejileri ihtiva eden bir master plana ihtiyaç vardır. Bu master plan yukarıda değinilen ilke ve politikaları ihtiva edecek ve uygulamaların etkin ve tutarlı şekilde yapılmasına katkıda bulunacaktır. 5.4. Geçici veya Uzun Süre Kamuda Kalacak KİT’ lerin Yönetiminin Rasyonelleştirilmesi ve Özerkleştirilmesi. Özelleştirme uygulamasında ilk yapılacak işlerden biri KİT'leri tabi olacakları muamele yönünden gruplandırmaktır. Şöyle ki; • Hemen satılması mümkün olan kuruluşlar, • Yeniden yapılandırılarak satılabilecekler, • KİT olarak faaliyete devam edecekler, Tasfiye edilmesi gerekenler.

276 İlk grupta olan KİT'ler, özelleştrilme kanununun şartları yerine getirilerek hemen özelleştirilebilecek KIT’lerdir. İkinci grupta olan KİT'ler, yeniden yapılandırılmaya ihtiyaç gösteren KİT'lerdir. Yeniden yapılandırıldıkça özelleştirilebilirler. Üçüncü grupta olan KİT'ler, yaptıkları hizmetin niteliği, kuruluşun özelliği, bulunduğu yörenin özelliği sebeplerinden özelleştirilemez ve faaliyetine KİT olarak devam etmek zorundadır. Dördüncü gruptaki KİT'lerin tasviye edilmesinden başka çare yoktur. Yukarıdaki dört grupta mütalaa edilen KIT’lerin önemli bir bölümü uzunca bir süre faaliyette kalacaklardır. Bugünkü sistem ve uygulamalarla KİT'lerin kamu mülkiyetinde kalmalarının maliyetini Türk ekonomisinin taşıması zordur. Acil olarak KİT yönetimlerinin pazar şartlarına uygun davranmalarına ve siyasi iktidarların doğrudan etkile­ rinden korunmalarına imkan verecek biçimde yapılanmaları sağlan­ malıdır.

277

TÜRKEŞ ve TÜRK SENDİKACILIK HAREKETİ

Kamil TURAN*

I- GİRİŞ 27 Mayıs 1960 tarihine kadar modern Türk sendikacılık hareketi hiçbir zaman güçlü bir sosyal akım haline gelememiştir. Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren yeni Türk Devleti’ nin temsilcileri yavaş bir tempoda gelişen sanayiye paralel olarak, çalışma ilişkilerini ihtiyaçlar ölçüsünde tanzim etme çabasını göstermişlerdir. Fakat bir taraftan Sovyetler Birliği’nin kontrolünde milletlerarası komünizmin dünya hakimiyeti istikametinde uyguladığı hırçın politikalar; diğer taraftan komünizmin başta Türkiye olmak üzere, dünya ülkelerin­ deki işçi hareketlerinin bir uzantısı olduğu görünümünü vermesi, Türkiye’ de sendikal hareketlerin çalışma ilişkilerinin diğer konularından daha yavaş gelişmesine sebebiyet vermiştir. İkinci Dünya Savaşının sona ermesi, dünyada sağ totariter rejimlerin yıkılması, özellikle 1946 yılında Türkiye’ nin çok partili siyasi sistemi tercih ederek demokratikleşme konusundaki kararlılığını ortaya koyması, demokrasinin vazgeçilmez unsurlarından birisi olan sendika­ ların canlanmaları ve yeni bir dinamizmin içine girmeleri sonucunu doğurmuştur. 1946-1960 yılları arasında siyasi partilerimiz bir taraftan sendikaları modern toplumların bir realitesi kabul ederken, diğer taraftan sendikal kuruluşlara tam bir özgürlük ortamı içerisinde gelişmelerini tamamlayabilecekleri meşru bir ortamın doğması için gerekli tedbirleri alacak cesareti gösterememişlerdir. Bu tarihler arasında CHP ve DP muhalefette oldukları zamanda işçilere hürriyetçi ve demokratik ilkeler istikametinde yeni düzenlemeler getirmeyi vaadederken, iltidara geldikleri zamanlarda bu vaadlerini unutarak, işçi kesimini oyalayarak, yanlarında tutma çabasını göstermişlerdir. 14 yıl boyunca sosyal güvenlik alanında ve çalışma hayatının diğer konularında birkaç ürkek icraatın gereçekleştirilmesi dışında, işçi kesimine teşkilatlanma alanında elle tutulur bir takım tedbirlerin alınması yerine, işçi kesiminin kaçamak vaadlerle oyalanması tercih edilmiştir.

* Prof. Dr., Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi

279 II- 27 MAYIS 1960 HAREKATI O tarihlerde Türkiye’ de mevcut bozuk siyasi yapı, şuursuz bir partizanlık anlayışı, bir takım siyasilerin “gemi azıya almış ihtirasları” ve harekatı gerçekleştirenlerin hazırlıksız olmaları, 27 Mayıs 1960 müde- halesinin Türkiye’ ye geleceğin kapılarını açan bir devrim olma gücüne ulaşmasını engellemiştir. Bu askeri harekattan sosyalist bir devrim çıkartmaya çalışanlar, ihtilal hareketini CHP’ nin kâr hanesine kaydetmek isteyenler ve bütün dünyada kırk kere kullanılmış, modası geçmiş, siyasi ve ideolojik görüşleri Ankara’ da sahneye koymaya çalışanlar, kısaca Türkiye’ nin kazanın dibine oturmuş bin çeşit insan tortusu, hayallerini, yaşanan bu askeri ihtilalle gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Haklı veya haksız olarak, ihtilal hareketi, bu işe yaramaz çevrelerle beraber gözüktüğü için de; halkın nazarında giderek önemini kaybetmeye başlamıştır. İhtilalcilere “hedefimiz Türkiye’ yi beyaz zambaklar memleketi haline getirmektir.” dedirten bu insan tortusu, daha sonra ihtilalcileri bu sözlerinden ötürü alaya almışlardır. Bu gibi darbelerle ihtilal hareketi amaçları dışına itilip zayıfladıktan sonra, 13 Kasım 1960 tarihinde Milli Birlik Komitesi bölünerek Türkeş ve 13 arkadaşı dünyanın çeşitli ülkelerine gönderilip siyasi danışman olarak görevlendirilmişlerdir. 13 Kasım Hareketi, 27 Mayıs heyecanının sonu olduğu gibi, bu olaylardan güçlü bir Türkiye’ nin yeniden yaratılması gibi büyük neticeler umanların beklentilerinin de sonu olmuştur. Şaşkınlık ülkenin bütün kurum ve kuruluşlarına hakim olmuş; “yetkili” ve “yetkisiz” kavramı birbirine karışmış, Başta Türkiye’ nin yeniden organizasyonu olmak üzere bütün reform hareketleri tesadüfi ellere terkedilmiştir. Bu dönemde Türkiye’ yi bütünü ile etkisi altına alan siyasi karmaşa ortamı içinde alınan en sağlıklı kararlardan birisi, ülkenin yeniden çoğulcu demokratik sisteme kavuşturulması ve bu amaçla yeni bir demokratik Anayasa’nın hazırlanarak kabulünün sağlanması kararıdır. 9 Temmuz 1961 tarihinde kabul edilen 1961 tarihli T.C. Anayasa’ sı ülkemizin tarihinde ilk defa hürriyetçi ve demokratik sendi­ kacılığın ana ilkelerini temsil eden hükümlere yer vererek, çalışma hayatımızda yeni bir dönemin başlamasını temin etmiştir. Yeni Anayasa’ nin temelleri üzerinde yeniden yapılanan Türkiye’ de, Türk Sendikacılık Hareketi, sosyal hayatımızın en önemli konularından biri olarak ön plana çıkmıştır.

280 III- YENİ DELHİ GÖRÜŞMELERİ 13 Kasım harekatından sonra Milli Birlik Komitesi’ nin Türkeş dahil 14 üyesi Türkiye’ nin yurt dışındaki temsilciliklerinde görevlen­ dirilerek, Türkiye’ den uzaklaştırılmışlardı. Türkeş de diğer onüç arka­ daşı gibi alelacele uçağa bindirilerek Hindistan’ nin başkenti Yeni Delhi’ ye gönderilmişti. Yeni Delhi’ deki Türk Büyük Elçiliğine siyasi danışman görevi ile atandığı söyleniyordu. Kendisi ile karşılaşmamız 1962 yılı Temmuz ayında Yeni Delhi’ de oldu. Diğer konular yanında Türk Sendikacılık Hareketi ile ilgili görüşlerini ilk defa bu karşılaşmada öğrenmiş oluyordum. Türkeş dünya sendikacılık hareketini birbirine ters düşen üç akım şeklinde yorumlu- yordu. Bunlardan birincisini Korperatif Sendikacılık anlayışı olarak nitelendiriyordu. Modern şekli ile Mussolini İtalya’ sında ortaya çıkan bu akımın faşizmin temel ilkelerine dayandığını ve Nazi Almanya’ sının bu anlayıştan ilham alarak Nasyonal Sosyalist sendika modelini türettiğini söylüyordu. Sovyetler Birliğinde uygulanan ikinci sendika modeli Marksizm- Leninizm ilkeleri üzerinde inşaa edilen sendika anlayışı idi. Her ikisi de otoriter toplum anlayışının eseri olan bu görüşler, bazı konularda biribirlerinden farklılık gösteriyordu. Mesela Faşist İtalya’ da devlet, Nazi Almanya’ da ırk, Sovyetler Birliği’ nde Komünist Partisi sendikal hare­ ketin dinamik gücü olarak kabul ediliyordu. Üçüncü sendikal anlayış ise demokratik batı ülkelerinde uygulanan hürriyetçi ve demokratik sendika modeliydi. Üyelerin irade­ sine dayalı olan sendikaların tam bir serbesti içinde kurulduğu ve sendika organlarının demokratik yöntemlerle teşekkül ettiği bu tip sendikacılığın, Türk Milletinin yapı ve ideallerine uygun olduğuna inanıyordu. Tek endişe ettiği husus, başında kavak yelleri esen, sosyalizmi bütün dertlerin çaresi olarak gören ve sendikacılık ile sosyalizmi aynı şey olarak kabul eden Türk solunun Türk sendikacılık kadrolarını işgal ederek Türk işçi hareketini, Sovyetlerin komünizmin dünya hakimiyeti mücadelesinin bir vasıtası haline getirmesiydi. Bu endişelerinden ötürü Sovyetler Birliği’nin yıkılışına kadar milliyetçi kadroları Türkiye’de sendikalar safında yer almaya teşvik etmiştir.

281 IV- SAPMA DÖNEMİ Türkeş’in hürriyetçi ve demokratik sendikacılık ilkesine bağlılığı hiçbir zaman değişmediği gibi, yıllar boyunca Türk sendikacılığının bu ilkeler doğrultusunda kaydettiği gelişmeleri gördükçe rahatlamış ve bu başarılı sonuçlardan mutluluk duymuştur. Fakat Türkiye’de milliyetçi hareketin düzensiz bir büyüme yaşadığı 1960’lı yılların sonu ile 1970’li yılların başında Parti içi bazı unsurların hürriyetçi ve demokratik sendikacılık görüşünden saptıklarına işaret olan bazı olayların yaşandığı görülmektedir. Bu sapma hareketi özellikle takma bir isimle yayınlanan ve bazılarınca milliyetçi hareketin doktrini olarak tanıtılan bir kitabın yayınlanması ile ortaya çıkmıştır. Okuma açlığı içinde bulunan milliyetçi gençler, bu kitabın nerelerden alıntı yapılarak tertip edildiğini bilmeden, içerdiği görüşleri süratle benimsemeye başlamışlardı. Oysa az bir kısmı hariç, kitabın hemen hemen tamamında yer alan fikirler Musolini İtalya’sı ve Nazi Almanya’sının bu ülkelerde yıllarca uygulanmış ve başarısızlıkları tescil edilmiş, modası geçmiş görüşlerden türetilmişti. Tabii olarak bu kitapta faşizmin ve nazizmin milliyetçi hareketin sendikal görüşü olarak okuyuculara takdim edilmekteydi. Milliyetçi hareketin fikri zemini ve bu arada sendikal anlayışında bütünü ile ters yüz olma tehlikesinin ortaya çıktığı zor yıllar yaşanmıştır. Milliyetçi Hareket Partisi, başta Türkeş olmak üzere, üst yöneticilerin önemli bir kısmı, bu kitabın Partiye mal edilmesine karşı oldukları halde, milliyetçi gençlerin iyi niyetli heyecanları ve kışkırtıcıların gayreti ile bu kitabın içindeki ülkemize yabancı görüşler yüzünden parti teşkilatında ciddi boyutlarda rahatsızlık meydana gelmiştir. Tahribat, ancak Türkeş’in, sendikal anlayışı da dahil, kitabın içerdiği fikirlerin Milliyetçi Hareket Partisi’ni temsil etmediğini ilân eden bir beyanatının partililere duyurulması ile durdurulabilmiştir. 1970’li yılların ortalarında yapılan Türkeş’in bu müdahalesi ile sapma dönemi sona ermiştir. Bundan sonraki dönemde, hürriyetçi ve demokratik sendikal anlayışın yaygınlaştırılması için gösterilen çabala­ rın aralıksız olarak Türkeş’in vefatına kadar sürdürüldüğü görülmektedir.

282 V- TÜRKEŞ’İN SON GÖRÜŞLERİ Türkeş’in Türk sendikacılığı hakkındaki görüşlerinin zaman içinde giderek zenginleşerek siyasi parti farkının ötesine vararak geliştiği görülmektedir. Vefatından sadece iki ay kadar önce 1 Şubat 1997 tarihinde Sendika yöneticileri, iş hayatı ile ilgili bürokratlar ve öğretim görevlilerine verdiği iftar davetinde yaptığı konuşmada, Türk işçi hareketini bütünü ile nasıl kucakladığının, ona verdiği önemin ve çalışma ilişkilerine nekadar derin bir samimiyetle yaklaştığının tarihi bir belgesidir. Türkeş’in bir program niteliğinde olan bu konuşmasını buraya aynen almakta yarar görüyorum. O mübarek iftar akşamında davetlilere Türk çalışma hayatı hakkında şöyle sesleniyordu: “Bu iftar yemeğini Türk işçileri onuruna değerli işçi liderlerini davet etmek suretiyle tertipledim. Bu belki de Türk siyaset hayatında otuz yılı aşkın bir süredir hizmet veren bir siyasetçi için geç kalmış bir davet olabilir, Ancak yine de sîzlerle birarada olmak benim için çok önemli bir olaydır. Çünkü, ülkemiz Cumhuriyet tarihinde hiç bir zaman bugünkü kadar dışarıdan ve bilhassa içeriden saldırılara maruz kalma­ mıştır. Dolayısıyla, siyasi görüşü ve ideolojisi ne olursa olsun, Türkiye Cumhuriyetini ilelebet payidar kılmak isteyen ve rejimimizin en büyük teminatlarından birisi olan işçi kesimimizin siz değerli temsilcileri ile iftar vesilesiyle de olsa, bir arada olmak benim için ayrı bir önem taşımaktadır. Bu ayrıca Türk toplumunun gelişimi açısından da önemli bir olaydır. Teşriflerinizden dolayı hepinize, çok değerli konuşma­ larından dolayı da çalışanların sayın liderlerine en içten duygularımla şükranlarımı, sevgilerimi sunuyorum. Böyle bir birlikteliğe toplum hayatımız muhtaçtır. Birliğimizin ülke menfaatleri paralelinde ilelebet devam etmesini diliyorum. Bugün ülkemiz başta siyaset olmak üzere her yönden tıkanmış bir manzara arzetmektedir. İktidar Türk toplumunu iç çalkantılara ve infiale sevkeden olayları önlemekten aciz gözükmektedir. Başta işçi kesimi olmak üzere her sosyal dilim sıkıntı ve problemlerle içiçedir. İşte böyle bir bunalımlı dönemde siz kıymetli işçi kardeşlerimi bir arada görmek istedim. Davetimin asıl sebebi budur.

283 Kıymetli sendikacılar, temsil ettiğiniz kesim toplumun en cefakar kesimidir. Bunu biliyoruz. Sizin problemleriniz bizce bellidir. İşçi, işveren, devlet ilişkilerini gerçekçi samimi ve eşit bir çizgiye getirecek yeni bir organizasyon şarttır. Bu organizasyon uygulanıp işlerlik kazandığında işçi, işveren, devlet ilişkilerindeki tüm problemler kendiliğinden ortadan kalkacaktır. Çünkü her üretim, sermayenin yanında emeği de gerektirmektedir. Bundan dolayı sermaye emek çatışması yerine sermaye emek bütünleşmesi gerekli kabul edilmelidir. Çatışma ve sömürü yerine barış ve iş birliği bu yeni organizasyonun ruhunu teşkil etmelidir. Bu yeni organizasyon öncelikle şu konularda hayata geçirilmelidir: - Anayasa ve yasalardaki düzenlemeler. - Çalışanların iş güvencelerini tehdit eden problemler. - Genel grevin gerektiğinde uygulanabilmesine imkan sağla­ yan düzenlemeler. - Özelleştirme sebebiyle meydana gelecek işsizliğin ve sendi­ kaların zayıflamasını sağlayacak uygulamaların önlenmesi. - Özelleştirme uygulamasında ençok mağdur edilen kesim olan çalışanların temsilcileri sendikalara öncelik verilme­ mesinin doğurduğu sorunlar. - SSK'daki çalışanlar ve yönetim biçimi bakımından şika­ yetlere sebep olan çözümü hemen ve adil bir şekilde . mümkün olduğu halde bir türlü üzerinde ciddiyetle durul­ mayan temel problemler. - Türk sendikacılığının önüne engel olarak çıkan işyerlerinde taşeron uygulaması ve sendikasızlaştırma baskılarının ön­ lenmesi. - Sendikaların siyasi hayattaki olması gereken ağırlığı. - Sağlık alanındaki yetersiz uygulamalar, genel sağlık sigortası uygulamasının çözümlenmesi. - Emekli işçilerin sorunlarının çözülmesi. - Asgari ücretin vergi dışı bırakılması. İşsizlik sigortası uygulamasına imkan sağlayacak sosyal ve kanuni tedbirlerin alınması.

284 - Memurlarla ilgili başta özlük hakları ve ücretleri konusunda kalıcı ve her seferinde büyük problemler çıkaran anlaşmaz­ lıkların önlenmesi. - Tasarrufu teşvik fonu ve nemaları ile ilgili yanlış kararların ortadan kaldırılması. Yukanda zikrettiğim ve benzeri problemler, çalışanların da yönetime katılması gerektiği anlamını taşıyan ve bizim öteden beri savunduğumuz bu yeni organizasyonla çözülecektir. Türk çalışanlarının kıymetli temsilcileri. Bu ve benzeri problemleri derinlemesine ortaya koyacak ve çözüm yollarını da belirleyecek geniş katılımlı bir paneli müsaadele­ rinizle önümüzdeki aylarda düzenlemek istiyorum. Bu panelde, hangi siyasi görüşe mensup olursa olsun bütün çalışanların Cumhuriyetimize, Ülkenin bölünmez bütünlüğüne, laikliğe, milliyetçiliğe, özetle Anayasa­ mızın temel ve başlangıç hükümlerine sahip çıkacağımızı bütün önemi ile tekrar belirlemeyi ve duyurmayı amaçlıyorum. Alın terinin kutsal değeri bugüne kadar maalesef tam ölçülememiş ve değerlendirilememiştir. Ben sizlere huzurunuzda şu sözleri vermek istiyorum. Bundan böyle sizlerle daha yakın ve daha çok beraber olacağım. Türk-İş, Hak-İş, Disk gibi bir ayırım yapmaksızın bütün sendikalann problemlerini ve dileklerini kendi problemlerim olarak kabul edeceğim. Bu arada değişik sendikalarda yer almış, üye olmuş, yönetici olmuş ülkücülere ve MHP' lilere şöyle seslenmek istiyorum : Önce kendi meselelerinize, kendi sendikanıza, kendi kon­ federasyonunuza ve yöneticilerinize sahip çıkın, sonra partinize. Bundan böyle MHP ve yöneticileri nasıl ki memleket menfaatlerini parti menfaatlerinin üstünde tutuyorsa, işçi kesiminin çıkarları da particiliğimizin üstünde olacaktır. İşçisinin mutlu, işverenin memnun, köylüsünün, memuru­ nun rahat olduğu, bütün kesimlerin birbirini kucakladığı, açını doyuran, açığını giydiren bir Türkiye özlemini tekrarlıyor, hepinizi ayn ayrı kucaklıyor, sevgilerimi ve saygılanmı sunuyorum.” Bu konuşma Türkeş' in Türk sendikacılık hareketi konusunda yaptığı son beyanatıdır. Aynı zamanda, Türk milliyetçilerinin önemle üzerinde durmaları gereken bir vasiyet gibi telakki edilmelidir.

285

TÜRKEŞ VE TÜRK KURULTAYI

Dursun YILDIRIM*

İnsanlık tarihi ve ulusların tarihi gözden geçirildiğinde gelecek yüz yıllar ve içinde yaşanılan zaman toplumların ve ulusların önüne, yollarını şaşırmamaları için karanlığı aydınlatan yön buldurucular çıkarır. Toplumlar ve uluslar, kendilerini yutmak isteyen karanlıkları onların yaydığı ışıklara bakarak ve bu ışıkları izleyerek yırtıp çıkarlar. Onlar, bir toplumun hafızası, ulusal bilinci, ulusal kimliği, tarihi birikimi, dünyayı algılama ölçütü, bilgeliği olma özellikleriyle tarih sahnesine çıkarlar. Bu insanlar uluslarının tarihini inşaa ederken, aynı zamanda kendi tarihlerini de yaratırlar. Böyle olmak, yaşamak ve eylemde bulunmak onların toplum ve ulusları için seçilmiş olmalarından kaynaklanan kaderleridir. Onlar, bu kaderleri ile doğar, yaşar ve fani varlıkları Hakka yürüse bile, toplumları veya ulusları varolduğu sürece manevi hayatlarını sürdürürler. Tarihimizde, ulusu için bu görevle seçilmiş yüksek değerlerimizi temsil eden ve hayata geçiren ışık insanlarımız vardır. Alparslan Türkeş, düşünce, ülkü ve devlet hayatımız açısından bu özellikleriyle tarihimizde yer alacak bir yön gösterici, bir ışık insandır. Türkeş, ömrü boyunca, sanırım sağlığına da, bu uğurda aldırış etmeyen, kendisiyle özdeşleşen Türklük düşüncesiyle ışık olma sürecini önümüzdeki zamanlarda da koruyacaktır. O’nunla, altmışbeşte tanışmış ve bu ilişkimiz farklı konumlar içinde de olsa, sürmüştür. Birlikte çalışma ve gerçekleştirme imkanı yarattığı proje, Türkeş’in büyük Türk ulusuna armağan ettiği Türk Kurultayı projesidir. Bu projenin fikri mimarı ve öncüsüdür, O’nun eseridir. Büyük güçlüklerle karşılaşılmış olmasına bakmayarak bütün kapıları, bu tarihi buluşma için zorlamıştır. Dönemin devlet başkanı projeye sırtını dönmüştür. Şu anda devlet başkanlığı makamını temsilen Sn. Demirel de, elinden gelen yardımı yapmıştır. Proje, son derece olumsuz şartlar ve güçlükler içinde, O’nun desteği ile, Türkeş’in bize verdiği moral ve Türk Cumhuriyetleri yetkililerine bizzat yazmış olduğu mektup ile yola çıkılarak gerçekleştirilmiştir. Yola çıkan heyet içinde, ben ve Ahmet Ercilasun daha önceleri de, gideceğimiz ülkeleri görmüştük. Ben, 1981’den beri zaman zaman Türkiye-SSCB kültür mübadele programı çerçevesinde birkaç kez bu

' Prof. Dr.

287 şansa sahip olmuştum. Ercılasun da öyle. Buna rağmen, doğrusu ne ile karşılaşacağımızı kestirmekte güçlük çektiğimizi söylemeliyim. Evet, dünya her anlamda değişiyordu. Ama, dünya, eski Londra, Paris propagandalarını aratmayacak bir süreç ile çalkalanıyordu. Temcit pilavı gibi, neo-osmanlıcılık’tan tutun, Türkçülük/Turancılık senaryoları batı tezgahlarında dokunup yeniden sahneye sürülüyor ve dehşet tabloları çizilerek beyinler yıkanıyordu. Ve hiç şüphesiz, bu tablolar, bilinçli bir biçimde, henüz doğmuş yeni Türk Cumhuriyetlerinin boğazlanmasına dönük psikolojik zeminler yaratma hedefine dayalıydı. Bu zemine malzeme olacak gelişmeler de, aynı odaklar tarafından yeni Türk Cumhuriyetlerinde kışkırtılmaktaydı. Türkeş, bu tehlikeleri çok iyi gördü ve değerlendirdi. Bir takım çevrelerin dünya Türklüğü içindeki mitosunu, kendi oyunlarında kullanmalarına fırsat vermedi. O, efsanesi ile Sovyet sisteminin örmüş olduğu demir duvarları, çöküşten çok önceleri eritmiş, çoktan Sibiryanın, Ural’ın, Kafkasya’nın, Türkistan’ın derinliklerinde tarihi yürüyüşüne geçmişti. Doğrusu, o bölgelerde, bulunma fırsatı bulduğum zamanlar içinde, bu gerçeği yakalayabilme, görme şansım olmadı. Kimi kıpırtılar vardı ama, boyutlarını ve niteliklerini o günlerde kristalize olmuş biçimde ifade etmek aldatıcı olurdu. Doksanlı yıllar içinde bu bölgeler, görünenler ile görünmeyenlerin mücadele ettiği alanlar olma özelliğini korumaktaydı. Taşlar yerine oturmadığı gibi, korkular, endişeler, heyecanlar ve hamaset, tereddütler ve telaşlar yan yana yaşanmaktaydı. Heyetimiz, kara, soğuğa aldırmadan, bir büyük projenin gönüllü erleri olarak yol tepiyordu. Ve ilk durağımızdan son durağımıza kadar, önümüzdeki kapılar, Türkeş mitosu ile birbir açılıyor, eski dostlarımız hemen devreye giriyor ve önümüzdeki güçlükler, çektiğimiz çileler aldığımız neticeler karşısında eriyor, yorgunluğumuzu unutuyorduk. Türkeş, istisnasız her Türk Cumhuriyeti’nde, en üst makamda ve her makamda ve aydın çevrelerde Türklüğün tabii lideri ve başbuğu olarak ifade edilmekte ve saygı görmekteydi. Herkes, O’nun, tarihi misyonunun ve tarihi kaderinin farkındaydı. Bir aya yakın bir çalışmayı tamamlayıp döndüğümüzde, tespitlerimizi kendisine aktardığımızda, tebessümle dinledi. Gelecekle ilgili düşüncelerini büyük bir şevkle bize anlattı. Süleyman Bey’in desteğine kıymet verdiğini, öbürüne aldırmadığını anlattı. Hızla hazırlık yapmamızı, iyi hazırlanmamızı istedi. Temaslarımızın sonuçları yetkilileri de, doğrusu yüreklendirmişti. Bu iş olacaksa, bu ilk buluşma iyi hazırlanmalıydı. Doğrusu, bütün işleri iç içe yürüterek çalışıyorduk. Her safhada Türkeş, çalışmalarımızı izliyor, yön gösteriyor ve hazırlıyor,

288 bizlerle etap etap çalışıyordu. Ankara’daki çalışmalarımızı tamamladık ve Türk Kurultayı için Antalya/Belek çalışmalarına geçtik. Yirminci Yüzyılın sonunda tarihe yedi bağımsız Türk Cumhuriyeti ile yürüme sürecine giren büyük Türk ulusunun yeniden bireylerinin buluşma yeri olarak Belek, bu kutlu şölene hazırlandı. Bu şölen Türke yaraşır bir şölen olmalıydı ve tarih yeniden yazılmaya başlanır bir seciyeye sahip olmalıydı, öyle hazırlanmalıydı. Öyle hazırlandı ve öyle oldu. Özal bile, bu hazırlık karşısında tarihi inadından vazgeçmek, kararını değiştirmek ve bu büyük şölene katılmak mecburiyeti hissetti ve geldi katıldı. O günü yaşayanlar, görenler ve dinleyenler çok iyi bilir ki, bu olay, Türk Kurultayı, bu anlayış ve bu zeminde ilktir. Kutlu hedefleri, kararları, etkileri olan bir kurultaydır. Türkeş, bu Kurultay’ın kurumlaşmaları ardından getirmesini hedefliyordu. Kurultay ise, bu kurumlaşmalar ile ilgili fikir alışverişi, proje üretme zemini olarak korunmalıydı. Ancak bunlar kadar önemli ve hayati gördüğü bir konu vardı. O da, uluslararası ilişkilerde, vazgeçilmezlik ilkelerinin bütün zeminlere kök salmasını, yerleştirilmesini sağlamaktı. Türkeş, bunları şöyle sıralıyordu: 1. Mütekabiliyet ilkesi, 2. İç işlerine karışmama ilkesi, 3. Tarafların eşit şartlarda ve eşitlik içinde hareket etmesi, 4. Tarafların daima eşit haklara sahip olması. Bu formülasyon, tam bağımsızlık stratejisinin, insan ve ulus olmanın yeniden düzenlenmiş bir biçimiydi. Türkeş, bu tarihten sonra, bana göre, günlük politikaların sığ ve düzeysiz tartışmalarından uzak durmaya eskisinden daha çok özen gösterdi. Türk ulusunun önüne konan tehlikelerin aşılmasına, Türk Cumhuriyetlerinin ayakta durmasına en üst düzeyde katkıda bulunmaya zamanını ayırdı. Artık, o dostları ve karşıtları arasında, düşünce ve siyaset sahnesinde haklılığını tarih önünde kanıtlamış olmanın huzuru içinde yürüyor ve ulusu ile kendi arasında, tüm Türk dünyasında büyük bir sevgi bağının kurulduğunu görüyordu. Kendisi gitmeden efsanesinin delip geçtiği demir duvarlar olmaksızın, Ata yurdunun bozkırlarında dolaştı, tarihimizi yaratanların yattığı aziz toprakları gezdi gördü. Türk kurultayı, bu açıdan, onun gözünde daha da önem kazandf. Tüm arzusu, bu kurultayı her yıl bir Türk Cumhuriyeti topraklarında gerçekleştirmek idi. Bu yolda çok çaba göstermiş ve pek çok girişimde bulunmuştur. Amacı, iki asra yakın bir zamandan beri, bilinçli ve amaçlı bir biçimde parçalanmış, küçük küçük kimliklere bölünmüş ve birbirinden ayrıştırılıp uzaklaştırılmış büyük Türk ulusunun bireylerini her

289 yıl bu kurultaylarla bir araya getirmek, sevgi ve kardeşlik bağlarını güçlendirmek, birlikte düşünmeyi, birlikte çalışmayı ve hareket etmeyi, bilim ve teknoloji üreten en eşit ülkeler haline gelmek ve dünya barışına, insanlığın refahına katkıda bulunmak idi diye düşünüyorum. Bana sorarsanız, Türk Kurultayı, ilkeleri ve hedefleriyle, tasarlanmış zeminleri ve özellikleriyle, Türk Cumhuriyetlerinin ortaklaşa sahip çıkması gereken bir büyük proje, bir büyük eserdir. Bu eserin işlevleri işler durumda tutulduğu, özellikleri yitirilmeden korunduğu taktirde, bundan tüm Türkler ve geleceğimiz istifade edecektir. Özellikle kurumlaşma hedefleri etap etap gerçekleştirilmelidir ve bu yönde çaba gösterilmelidir. Türk Kurultayı, günlük siyasi hesaplar ve tutumlar dışında görülmeli, tüm partilerimiz,tüm Türk Cumhuriyetleri, onu bir fikir şöleni, proje üretim zemini, birliktelik alanlarını genişletme platformu olarak görmeli ve gelişmesine katkıda bulunmalıdır. Bu açıdan, Türkeş’in hayatımıza kazandırdığı bu büyük eseri korumalıyız, geliştirmeliyiz; ulus ve devletler olarak gerçek hedeflerine eriştirmeliyiz. Onu, sadece bir gösteri alanı gibi görmek ve o ölçekte anlamak, Türklüğün geleceği ile ilgili fazla bir endişemiz olmadığını akla getirecektir ki, bunu kimseye yakıştıramam. Türk dünyasından, Türk Kurultayı’nı hayata geçirerek, Türklük ile özdeşleşerek bir Türkeş geçti. Fani Türkeş, bu ulus için aynı görevleri yüklenmişler gibi Hakka yürüdü gitti. Ama, o düşünceleri ve temsil ettiği ülkü, özdeşleştiği Türk ulusu ile gelecek yüzyıllar içinde de yaşayacak ve Türk Kurultayı ile her zaman anılacaktır. O ilk kez, tarihimizde bütün Türkleri, bir şölende, bir fikir ve kardeşlik şöleninde buluşturan, görüş­ türen devlet adamı olarak anılacaktır. Bu, onun Tanrının ve Türk tarihinin kendisine biçtiği kaderiydi. Görevini kusursuz biçimde yerine getirmiştir, diyebilirim. Eksikler varsa, onları tamamlamak, projeyi hedefine ulaştırmak arkada kalanlara, bu ulusa hizmet sorumluluğu yüklenenlere düşer.

290